Upload
others
View
3
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
1
Başyazı Sebahaddin ATEŞ
HER ŞEY DOĞUŞLA BAŞLAR
Everything starts with an inspiration
“Gece bir doğuş oldu. Bir Na’t-i Şerif yazdım. Rüyamda bir mücevherat yığınının başında duruyordum. Ora-dan bir parça alıp kime versem onda da inkişaf ediyor, bir mücevherat yığını oluşuyordu. Bu arada bu na’tı yazdım.”
Es-Seyyid Osman Hulusû Efendi (k.s)’nin “doğuş” şeklinde isimlendirdiği düşünce, bir başlangıçtır. Her şey doğuşla başlar. Feyiz, bereket, sevgi, ışık, aşk, hâsılı Peygamber aşkı…
“Dürr-i şehvâr-ı risâletdir Muhammed MustafâTâc-ı Levlâk-i hilâfetdir Muhammed Mustafâ” beytiyle başlıyor Osman Hulusî Efendi’nin güzel na’tı. Hz.
Muhammed(s.a.v)’i peygamberliğin şâh incisi olarak tavsif ediyor. Dürr-i şehvâr tek parça hâlindeki kıymetli inci demektir. İnciler içinde dürr-i şehvâr nasıl kıymetli, seçkin ve gözde ise Hz. Muhammed de peygamberler arasın-da öyledir. Bütün âlem Onun yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır.
“Perdedâr-ı harem-i hâsıdurur CebrâilMazhar-ı nûr-ı nübüvvetdir Muhammed Mustafâ” derken Hz. Muhammed (s.a.v)’in miraç hâdisesine telmih-
te bulunuluyor. Şair, Hz. Muhammed’in Cebrail ile birlikte miraca yükselmesini hatırlatarak Cebrail’i Peygam-ber Efendimizin perdedârı olarak tavsif ediyor. Bilindiği gibi Hz. Muhammed (s.a.v) miraçta hiçbir peygambere nasip olmamış olağanüstülüklere mazhar olmuştur. Bu yönüyle O, diğer peygamberler arasında farklı, mümtaz, müstesna bir mevkie sahiptir.
Zât-ı Hak Sultân-ı Kevneyn söylemişdir zâtınaEnbiyâ ser-hayline tâc-ı risâletdir Muhammed Mustafâ
Hz. Muhammed (s.a.v)’in en son peygamber olmasına rağmen peygamberler silsilesinin önderi, peygamber-liğin de tâcı olmasına işaret ediliyor. O, bizzat Allah tarafından iki dünyanın sultânı olarak vasıflandırılmış yüce bir peygamberdir. Bu beyitte “sultan” kelimesine yüklenen anlam maddî mânâda kırallık, padişahlık şeklinde yo-rumlanamaz. Herkesten, her şeyden önce yaratılan O olduğu için zamanların, mekânların, kısacası her şeyin ilki de Hz. Muhammed (s.a.v)’dir.
“Mu’cizâtıdır zuhûrunun serâser kâinâtMebde-i kevn ü mekân-ı tamâmetdir Muhammed Mustafâ” beytiyle Hz. Muhammed (s.a.v)’in “Âdem su ile
çamur arasında iken ben peygamberdim.” hadis-i şerifine işaret ediliyor.
Osman Hulusû Efendi, na’tının diğer beyitlerinde özet olarak şu duygu ve düşüncelerini dile getiriyor: Hz. Mu-hammed (s.a.v), İslâm’ın dört direği olarak bilinen Hz. Ebubekir (r.a), Hz. Ömer (r.a), Hz. Osman (r.a) ve Hz. Ali (r.a)’nin en üstün ve en önde olan özelliklerini yani sıdk, adalet, hilm ve ref’eti şahsında toplamıştır. Hz. Ebube-kir sıddîk sıfatı ile anılır. Çünkü Peygamber Efendimiz’in en sâdık dostu olmuştur. Hz. Ömer adaletin, Hz. Osman yumuşak huyluluğun, Hz. Ali ise merhametin timsalidir. İşte Hz. Muhammed (s.a.v)’de bütün bu üstün vasıfla-rın hepsi birden toplanmıştır.
Hz. Muhammed (s.a.v), bir sultandır; ama öyle bir sultandır ki mürüvvet kaynağıdır; hiç kimseyi de kapısın-dan geri çevirmeyecektir inşallah…
Everything starts with an inspiration. The prosperity, abundance, light, love and the love of The Prophet… The universe is created for the sake of Him.
Despite being the last messenger, Muhammad the Prophet (pbuh) is the leader of all messengers. He is an al-mighty prophet described, by Allah, as the sultan of both lives. Muhammad the Prophet (pbuh) is the lover and idol of the hearts. He is the sole reason of the creation of the universe and everything in it. As a result, His crea-tion, all by itself, is a miracle and wisdom. Since He is created before everything and everybody, Muhammad the Prophet (pbuh) is the first of all the things, the time and the space.
Muhammad the Prophet (pbuh) is a sultan, such a sultan that He is the source of the genoristy, and he will not reject anybody, godwilling.
Nisan 20092
SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır
KurucusuA. Şemsettin ATEŞ
Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803
YIL: 15 SAYI: 102 Nisan 2009 Basım Tarihi: 01 Nisan 2009
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adına
İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın YönetmeniSebahaddin ATEŞ
Yazı İşleri MüdürüHulûsi YAYLA
Yayın Editörü Musa TEKTAŞ
Yapım ARTWORKS
Genel Sanat Yönetmeni İlhan SOYLU
Sanat Yönetmeni Şenol GÜRSOY
TashihAli YILMAZ - Vedat Ali TOK - Yusuf HALICI
ArşivMuharrem AKIN
Abone Bekir Sıtkı CANPOLAT
ReklamYusuf YILMAZ
Basım-Yayım-Dağıtım-PazarlamaVİSAN İktisadi İşletmesi
Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende / MALATYA
Tel: (422) 615 15 00 Fax: (422) 615 28 79www.somuncubaba.net - [email protected]
Dağıtım Kültür Dergi Dağıtım
CTP - Kalıp Çıkış Bizim Repro: (312) 341 10 20
Baskı & ÜretimKozan Ofset
Büyük Sanayi 1. Cadde Arpacıoğlu 2 İşhanı 95/11 İskitler / ANKARA Tel: (312) 384 20 03
Tek Sayı : 7 YTL - Kurum Abone : 120 YTL1 Yıllık (12 Sayı) Abone : 70 YTLAvrupa 1 Yıllık Abone : 72 EUROAvrupa Tek Sayı Fiyat : 6 EURO
Avrupa Harici Yurtdışı Abone : 102 USDPosta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068
Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001
HAYAT REHBERİMİZPEYGAMBER (S.A.V.)
Ali AKPINAR
Rahmet bulutları gibi herkese iyilik düşünen, dürüstlüğü, cömertliği, vefakârlığı, yardımseverliği, hep mazlumların yanında yer alışı, insanlık sevdalısı olması yanında o, hayvan sevgisi, çevre sevgisi gibi hemen her konuda canlı örnek âbidesi olarak karşımızda durmaktadır.”
06
OSMANLI’NIN MUHAMMEDÎ MUHABBETİ
İsmail ÇOLAK
Osmanlı, Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) ve O’nun kutsal beldesine karşı derin muhabbet, hürmet ve sadakatini büyük bir hassasiyetle muhafaza etmiş, bunu devletinin en muhkem kaidelerinden biri hâline getirmiştir.
48
102
Dergisi Hediyesi...06 Hayat Rehberimiz:
Peygamber (S.A.V.) 60 F k h, Mükellef ve Mezhep
N S A N 2 0 0 9Fiyat : 7 TLAYLIK L M-KÜLTÜR VE EDEB YAT DERG S
ÖZÜN TERCÜMANI SÖZ - Mehmet AKKUŞ (10)
HZ. PEYGAMBER ve KÜLTÜRÜMÜZ - Bilâl KEMİKLİ (12)
PEYGAMBER EFENDİMİZİN ÖRNEK ŞAHSİYETİ-Kadir ÖZKÖSE (16)
GÖNÜLDEKİ BÜYÜK ÂLEM- Musa TEKTAŞ (20)
YARATAN, ŞEKİL VEREN: el-MUSAVVİR - Ramazan ALTINTAŞ (24)
HZ. PEYGAMBER’İN DÜNYAYA BAKIŞI - Ahmet YILDIRIM (32)
DEM-İ VUSLAT - Ahmet Süreyya DURNA (35)
DUA VE KADER - Metin ÖZDEMİR (36)
HZ. PEYGAMBER’İ SEVMEK VE SÜNNETİNE UYMAK - Mehmet SOYSALDI (38)
ÖLÜM BİR NİMETTİR - Hüseyin ÇALDAK (52)
ŞEFKAT PEYGAMBERİ - Mehmet SERTPOLAT (55)
PEYGAMBERİMİZİ LÂYIKIYLA TANIMAK- Aydın TALAY (56)
KAYSERi (542) 411 02 53
KONYA (506) 474 51 71
İKLİMİ SOĞUK, İNSANLARI SICAK KIRGIZİSTAN
KUDÜS VE MESCİD-İ AKSA
Resul KESENCELİ
Bu mübarek mabedin dört asırlık en son sükûnet dönemi ise, yüksek ruh, nezih gönül ve büyük dâhi Yavuz Selim’le gerçekleştirilmiştir.
Enbiya YILDIRIM
İnsanın hayata bakışını derinleştiren ve ufkunu açan iki temel unsur vardır: Okumak ve gezmek. Okumayı zaten yapıyoruz, bir gezelim, şu dünyayı biraz da biz tanıyalım.
27 42
FIKIH, MÜKELLEF ve MEZHEP
ALİ NAİL’İN KAVGASI
Abdullah KAHRAMAN
Kelime olarak fıkıh, aslında “de-rin anlayış ve bir şeyin mahiyetini hakkıyla kavrama” gibi anlamlara gelmektedir. Kur’an’da bu kelime dini öğrenme ile ilişkili olarak kullanılmıştır.
Raziye SAĞLAM
Ali Nail, “Yanlış düşünüyorsun Toprak! İnsanlar göçe mecbur kalıyor. Çalışacak bir işi, yiyecek ekmeği olsa gelirler mi hiç?” Deniz, “Bence Toprak haklı, geldiklerinde burada iş bulabili-yorlar mı sanki?
60 78
MEVLÂNA RUBAİLERİ - Muhsin İlyas SUBAŞI (59)
NÜBÜVVET ÇERAĞI - M. Nihat MALKOÇ (63)
HZ. PEYGAMBER SEVGİSİ VE NECİP FAZIL - Bekir OĞUZBAŞARAN (64)
ABDURRAHMÂN B. ZEYD - Bünyamin ERUL (68)
KIRK HADİS (69)
KUR’AN’IN IŞIĞINDA MUHSİN BİREYLER - M. Doğan KARACOŞKUN (70)
HAYREDDİN-İ TOKADÎ - Yusuf HALICI (72)
MİLLETİN EFENDİSİ GİRİŞİMCİ - Vedat Ali TOK (74)
KİTAPLIK (77)
ÇOCUK VE BABA - Kevser BAKİ (82)
ZEKÂ BESİNİ BALIK - Aydın ADİLOĞLU (84)
HER DERDE DEVA: ÇÖREK OTU - Şifalı Bitkiler (86)
MAHMUDİYE / BALLI TAVUK - Mesude SARI (87)
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)
Gönüller Sultanı
Nisan 20094
55
Dürr-i şehvâr-ı risâletdir Muhammed Mustafâ
Tâc-ı Levlâk-i hilâfetdir Muhammed Mustafâ
Perdedâr-ı harem-i hâsıdurur Cebrâil
Mazhar-ı nûr-ı nübüvvetdir Muhammed Mustafâ
Zât-ı Hak Sultân-ı Kevneyn söylemişdir zâtına
Enbiyâ ser-hayline tâc-ı risâletdir Muhammed Mustafâ
Mu’cizâtıdır zuhûrunun ser-â-ser kâinât
Mebde-i kevn ü mekân-ı tamâmetdir Muhammed Mustafâ
Çâr yârı çâr erkânıdurur İslâmın
Sıdk u adl ü hilm ü re’fetdir Muhammed Mustafâ
Mâ-hasal dergâhının kemter Hulûsî bendesi
Redd kılmaz kimseyi kân-ı mürüvvetdir Muhammed Mustafâ
Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî
İlim ve Hayat
Ali AKPINAR*
(S.A.V.)
HAYAT REHBERİMİZ
PEYGAMBER
Nisan 20096
“Peygamberimiz hepimiz için en güzel örnektir. Rahmet bulutları
gibi herkese iyilik düşünen, dürüstlüğü, cömertliği, vefakârlığı,
yardımseverliği, hep mazlumların yanında yer alışı, insanlık
sevdalısı olması yanında o, hayvan sevgisi, çevre sevgisi gibi hemen
her konuda canlı örnek âbidesi olarak karşımızda durmaktadır.”
Hul
usi G
ÜLS
EREN
İnsanda Örnek Alma İhtiyacı
Örnek alma ihtiyacı, insanda var olan temel
bir eğilimdir. Çocuk yaşından itibaren her insan
birisini yahut birilerini örnek almaya çalışır. Ço-
cukların anne baba, ağabey abla, öğretmen ve di-
ğer büyüklerine özendikleri, onlar gibi olmaya ça-
lıştıkları bilinen bir gerçektir. Bir taklit ve özenti
ile başlayan bu tutku, yaş ilerledikçe çeşitli gerek-
çelere bağlı olarak şekillenir. Sözgelimi pek çok
gencin müreffeh bir hayat yaşadıkları için variyet
sahiplerine, futbolculara, sanatçılara özendikleri;
onlara imrendikleri görülür. Eskiden iki dünya-
sını kurtaran gerçek kurtarıcılara imrenilir, on-
lara özenilirdi; şimdilerde ise
yalnızca bu dünyada kısa yol-
dan köşeyi dönen (!) insanlara
özenilir oldu.
İnsanda var olan bu örnek
alma ihtiyacı, onun kişilikli
bir şekilde yetişmesinde yal-
nızca teorik bilgilerin yeterli
olmadığını, pratik örneklerle
bu bilgilerini yaşanan hayat-
ta görmelerinin de gerekli ol-
duğunu gösterir. Hatta pratik
hayattaki örnekler, pek çok te-
orik bilgiden daha etkilidir.
Yarattığı insanı, bütün yön-
leriyle en iyi bilen Yüce Allah,
insanın bu örnek alma ihtiya-
cını doğru bir şekilde karşılaması için ona başta
Peygamberimiz olmak üzere, sâlih kullarını ör-
nek olarak sunmuştur:
“And olsun ki, Allah’a ve âhirete kavuşmayı
uman, Allah’ı çokça anan kimseler ve sizler için
Allah’ın Rasûlü en güzel örnektir.”1
Âyetin ‘and olsun’ yemin ifadesiyle başla-
ması oldukça dikkat çekicidir. Yüce Allah, ye-
min ederek kullarına en doğru örneği göstermiş-
tir. Âyete göre Allah’ın Rasûlü Hz. Muhammed
(s.a.v), herhangi bir örnek değil, her konuda, her
zaman ve herkes için ‘en güzel örnek’tir. Tabi-
idir ki ondan hakkıyla istifade edecek olanlar,
“Allah’a ve Âhirete iman eden ve Ma’rifetullah
bilinci ile yaşayan kimseler.” olacaktır. Nitekim
Altın Çağ’ın insanı sahâbe, Peygamberimizin bu
en güzel örnekliğini doğru bir şekilde anlamış ve
onu hayatının her alanında adım adım izlemiş-
tir. Ötekiler için ise, Hz. Peygamber (s.a.v), her-
hangi bir insan olarak kalmış ve kalacaktır. Tıpkı
ondaki güzellikleri gördükleri halde, ona inan-
mayan Mekke müşrikleri yahut bugün onun gü-
zelliklerini duydukları halde ona kayıtsız kalan-
lar gibi.
Allah’ın Rasûlü, peygamber olmadan önce de
tertemiz bir hayat yaşaya-
rak evrensel ahlakî değer-
ler konusunda insanlara
örnek olmuştur. Nitekim
onun dürüstlüğü, güve-
nilirliği, çalışkanlığı, na-
musluluğu, yardımsever-
liği peygamber olmadan
önce de Mekke’de gün-
demde idi ve onu tanı-
yanlarca teslim edilmiş-
ti. Ama o, peygamber
olduktan sonra, vahiyle
daha bir olgunlaştı ve en
mükemmel ahlakın sa-
hibi oldu. Zira o, “ahlakî
erdemleri tamamlamak
için gönderilmiş” bir elçi
idi. O, yaşadıklarını bir
insan olarak ve önce kendisi için yaşamıştır. Çün-
kü o da, Allah’ın ölçülerine muhataptı ve onların
gereklerini yerine getirmekle yükümlü idi. Bu-
nun yanında o, yaşadıkları ile bizlere de eskimez
ve unutulmaz örnekler sundu.
O, bir insandır, ancak Yüce Allah ile iletişim
halinde olan ve sürekli O’nun kontrol ve koruma-
sında olan bir insandır. O, yaşadıklarını öncelikle
kendisi için yaşamış, sonra da bizler için yaşamış-
tır. Zira o, önce kul, sonra peygamberdir. Nitekim
kelime-i şahâdette biz ‘abdühû veRasûlüh’ diye-
rek önce onun kulluğuna, sonra da peygamberli-
ğine tanıklık etmekteyiz.
7
Eser
: Yus
uf C
oşku
n Be
nefş
e
PeygamberimizinÖrnekliği ve Bizler
Onun her alandaki örnekliğini, özetle şu baş-
lıklar altında açıklayabiliriz:
İmanda Örneğimiz
Yüce Rabbimiz iman konusunda Peygamberi-
mizin örnekliğini anlatırken şöyle buyurur: “Pey-
gamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene
iman etti, mü’minler de (iman ettiler)”.2 Âyette
önce Peygamberimizin iman ettiği hatırlatılmak-
ta, ardından mü’minlerin iman ettiği vurgulan-
maktadır. Bunun anlamı, “Peygamber iman etti,
mü’minler de Peygamberin inandığı her şeye
onun gibi iman ettiler.” demektir. O halde Pey-
gamberimiz, iman konusunda bizim ilk örneği-
mizdir. “Âmentü bi Rasûlillah ve bimâcâe min
ındi Rasûlillah/Peygambere ve onun getirdikle-
rine iman ettim.” diyerek inancımızı yenilemeli
ve korumalıyız.
İbadette Örneğimiz
Kur’ân, temel ibadetlerle ilgili genel ilkeler
koymuş, onların nasıl yapılacağını bizzat Peygam-
berimiz uygulamalarıyla göstermiş ve anlatmıştır.
Zaten bu anlamda Sünnet, Kur’ân’ın açılımı, pra-
tiğe dökülmüş hâlidir. Nitekim Peygamberimiz,
“Benim kıldığım şekilde, namaz kılınız…”3 Hac-
cın nasıl yapılacağını benden alıp öğreniniz…”4
gibi açıklamalarıyla ibadetler konusundaki ör-
nekliğine dikkat çekmiştir. Yine o, ibadetler ko-
nusunda aşırılıklara düşenleri uyarmış, sözgelimi
sürekli namaz kılıp oruç tutmak ve evlenmemek
üzere anlaşanlara şöyle seslenmiştir: “Ben sizin
Allah’tan en çok korkanınızım… Her kim benim
sünnetime yüz çevirirse benden değildir.”5
Ahlakta Örneğimiz
Kur’ân onun muhteşem ahlakını bize “Gerçek-
ten sen büyük bir ahlak üzeresin.”6 diyerek tanı-
tır; onun en yakınlarından olan Hz. Âişe de onun
ahlakını “Onun ahlakı Kur’ân’dı.”7 diyerek özet-
ler. Her bakımdan olduğu gibi Peygamberimiz
ahlakta da hepimiz için en güzel örnektir. Rah-
met bulutları gibi herkese iyilik düşünen, dürüst-
lüğü, cömertliği, vefakârlığı, yardımseverliği, hep
mazlumların yanında yer alışı, insanlık sevdalı-
sı olması yanında o, hayvan sevgisi, çevre sevgisi
gibi hemen her konuda canlı örnek âbidesi olarak
karşımızda durmaktadır.
Ailede Örneğimiz
Ev halkı ile ilgilenişi, onlara iyi davranışı, ço-
cuklarıyla oynaması, onları eğitmesi, işlerinde on-
lara yardım edişi ile ev hayatında da en güzel örne-
ğimiz Peygamberimizdir. O, örnek bir baba, örnek
bir dede, örnek bir eş, örnek bir akraba olarak kar-
şımızda durmaktadır. O, bu konudaki örnekliğini
şu cümleleriyle ifade etmektedir: “Sizin en hayır-
lınız, ailesine karşı iyi davrananınızdır. Ben ai-
lesine karşı en iyi davrananınızım. Sizin en ha-
yırlınız, kadınlarına karşı iyi davrananlardır.”8
“Mü’minlerin iman bakımından en mükemmeli
ahlakî bakımdan en güzel olan ve ailesine şefkat
ve mülâyemetle davranandır.”9
Akraba ilişkilerinde de en güzel, içten ve can-
Nisan 20098
lı örnekleri biz, Hz. Peygamberin hayatında bul-
maktayız. O diğer bütün insanlara olduğu gibi,
kan bağı ve evlilik bağlarıyla oluşan akrabala-
rına da gereken ilgi, sevgi ve saygıyı her zaman
göstermiştir. Onların maddî ve manevî yönleriy-
le ilgilenmiş, onlara yardım etmiş, onların doğ-
ru yola gelmeleri, iyi bir Müslüman olarak dünya
ve âhiret saadetine erebilmeleri için elinden ge-
len her şeyi yapmıştır. Hayatlarında olduğu gibi,
ölümlerinden sonra da yakınlarını dua ve güzel-
liklerle anarak en güzel vefa örneğini sunmuştur.
Mescidde Örneğimiz
İbadetine son derece düşkün olan Peygambe-
rimiz, evinde özel olarak ibadet ettiği gibi, daha
çok cemaate katılarak ibadetlerini yerine getirmiş
ve insanlara örnek olmuştur. O, kamuya çok yön-
lü hizmet merkezi haline getirdiği mescidinde,
insanların arasına karışmış, onları eğitmiş, onla-
rın ibadetlerindeki eksikliklerini gidermiş, yan-
lışlarını düzeltmiş, onların dertleriyle dertlenmiş
ve onlardan biri olmuştur.
Hayatın İçerisinde Örneğimiz
Cami dışında da Peygamberimizi çalışan, üre-
ten, paylaşan, halkla iç içe, hayatın içinde bir halk
adamı olarak görmekteyiz. O, asla rahipler gibi ha-
yattan kopmamış, insanlardan kaçmamış, krallar
gibi fildişi kulelerde halktan kopuk bir hayat sür-
memiştir. Acı tatlı günlerinde ashâbı ile beraber
olmuş, onlarla kederlenmiş, onlarla sevinmiştir.
Onlarla birlikte aç kalmış, onlarla birlikte pikni-
ğe katılmış, onlarla beraber mescidin yapımında
çalışmış, onlarla birlikte hendek kazmış, onlarla
birlikte zorlu seferlere bizzat katılmıştır.
O halde öteki âlemde herkese sorulacak olan
‘Peygamberin kim?’ sorusuna şimdiden hazırlan-
mamız gerekir. Rivâyetlere göre o soruya ona ina-
nan, onu tanıyan ve Oonu örnek alıp onun izinde
giden Müslüman’ın cevabı şöyle olacaktır:
“Peygamberim Muhammed’dir, ben onun
peygamberliğine tanıklık ederim, o bize Allah
katından açık belgeler getirdi, ben onlara inan-
dım ve gereklerini yerine getirdim.”
O’na inanmayan yahut münafıklık yapanların
cevabı ise şu şekilde olacaktır:
“Ben Muhammed’i fazla tanımıyorum, insan-
ların onunla ilgili söyledikleri bazı şeyleri ben de
söyledim!”10
Peygamberi sevmek, onun sünnetini yaşamak
ve yaşatmakla gerçekleşir. Bunun için onu doğ-
ru bir şekilde tanımak gerekir. Cennette onunla
beraber olmak da ancak onu izlemekle mümkün-
dür. Zira bu formülü o veriyor bizlere:
“Benim sünnetimi yaşayıp yaşatan beni sev-
miş olur. Beni seven de cennette benimle bera-
ber olur.”11
Son olarak şu sorulara cevap aramamız gere-
kecektir:
Bizler, hayatımızda en fazla kimleri örnek al-
maktayız?
Bizim starlarımız/yıldızlarımız kimler?
İmanda, ahlakta kime özeniyor, kimleri tak-
lit ediyoruz? İbadet ve sosyal hayatta kimi izli-
yor ve en çok kime benziyoruz?
Her Kutlu Doğumda değil, her salavât getirip
Peygamberimizi andığımızda bu sorulara verece-
ğimiz cevaplarla, Peygamberimize imanımızı test
etmeliyiz. Namazların ardından okuduğumuz
Esselâmü aleyke Eyyühennebiy/ Selam sana ey
Nebi diye onu selamlarken ümmet olarak ona ne
kadar yakıştığımızı test etmeliyiz.
1 33/Ahzâb, 21.2 2/Bakara, 285.3 Buhârî, Ezan, 18 (Hadis no.: 631).4 Müslim, Hacc, 51 (Hadis no.: 3137).5 Buhârî, Nikâh, 63 (Hadis no.: 5063).6 68/Kalem, 3.7 Ahmed, VI, 188.8 Tirmizî, Menâkıb, 63 (Hadis no.: 3895).9 Tirmizî, İman 6 (no:2612); Ahmed, VI, 47,99.10 İbn Kesîr, Tefsîr, II, 534-535.11 Suyûtû, Câmiu’s-Sağîr.
Dipnot * Prof. Dr.
9
Günlük ha-
yatta en
çok özlemi-
ni çektiğimiz özü sözü bir
insanlardır. Bundan do-
layı özü sözü doğru, içi
dışı bir, fikri ne ise zik-
ri de aynı, söylemiyle ey-
lemi birbirine uygun, ver-
diği sözde duran, sözünün
eri olan insanları arar, on-
larla dostluk yapmak iste-
riz. Yani bir başka ifadeyle
nefsini tezkiye ve kalbi-
ni tasfiye etmiş, olgun ve
kâmil insanlar ararız. İl-
miyle âmil, gönülleri zen-
gin, sohbetleri hoş, sev-
diklerini Allah için seven,
herkesin gönlünde sevgi-
si olan kimseleri örnek in-
sanlar olarak gösteririz. Çocuklarımızı da böyle
iyi ahlak sahiplerinin sohbetlerine yönlendiririz.
Yüce dinimiz İslâmın emirleri de böyle insan-
lar yetişmesini öngörmekte, yaptığı her işten so-
rumlu olduğu şuurunda olan Müslümanlar he-
deflemektedir. Her insan sahip olduklarından,
bunları nerelerde, nasıl ve ne amaçla kullandık-
larından hesaba çekilecektir. Hattâ hesap günün-
de dilimizin, gözümüzün, ellerimizin bile şahitlik
yapacağını Kur’ân-ı Kerîm,
Yâsin Sûresi 65. ayette bize
haber vermektedir. Böyle
olunca her âzâmızı Hakk’ı gö-
rür gibi ibâdet yapar, Hakk’ın
emirlerine uygun davranır,
hakkı söyleyip hakkı konu-
şur hâle getirmenin ne ka-
dar önemli olduğu ortaya çık-
maktadır.
Mutasavvıfların bu merte-
beye ulaşmak için çalıştıkla-
rını, maddeten ve mânen bu
uğurda gayret sarf ettiklerini
görüyoruz. Onlar, gözleri ha-
rama bakmaktan sakındırma-
nın, baktıklarına ibret naza-
rıyla temâşâ etmenin; sözleri
doğru söylemenin; ya hakkı
söyleyip ya da susmanın daha
isabetli olacağı bilincini kazandırmak için çalışır-
lar. Bir mutasavvıf şairimiz bunları ne güzel dile
getirir:
Bir göz ki olmaya anın ibret nazarında
Ol düşmanıdır sâhibinin baş üzerinde
Kulak ki öğüt almaya her dinlediğinden
Akıt ona kurşunu hemen sen deliğinden
Şol el ki onun olmaya hayr u hasenâtı
Verilmez ona cennet ilinin derecâtı
Hulûsi Kalb’denMehmet AKKUŞ*
ÖZÜN TERCÜMANI:
SÖZ
Nisan 200910
Badrossama
Hulûsî Efendi(k.s)’nin aşağıya aldığımız ga-
zelinde de bu müstesna nasîhatlar bir başka gü-
zellikte dile getirilmektedir. Sözlerin Hakk’ın
sözlerine uygun olması, gözlerin hakkı hakîkatı
görmesi tavsiye olunmakta, gönülde Allah sev-
gisinden başka sevgilerin yer etmemesi öğütlen-
mektedir. Fikrin ve zikrin Allah yolunda olma-
sı gerektiğinden, her türlü dertlerin devâsının
sadece O’nda bulunduğundan ve sadece O’nun
rızâsına muvafık bir hayat sürdürmenin lüzu-
mundan söz etmekte, bunun dışında hareket
eden arkadaşlara bile vedâ etmeyi tavsiye et-
mektedir.
Gazelin Metni:
1. Sözlerin ağyârı derse söz mü ya
Gözlerin ağyârı görse göz mü ya
Özde gayr olsa hayâlin öz mü ya
Yârın ile yâr olup bî-gam yürü
Derdine düş ol anın her dem yürü
2. Sözlerin ağyârı derse söz deme
Gözlerin ağyârı derse göz deme
Özde gayr olsa hayâlin öz deme
Yârın ile yâr olup bî-gam yürü
Derdine düş ol anın her dem yürü
3. Bülbül isen kadrini bildin gülün
Gül isen ma’şûkusun sen bülbülün
Âşinâ ol halli bu her müşkülün
Yârın ile yâr olup bî-gam yürü
Derdine düş ol anın her dem yürü
4. Derdini devletli tâc et başına
Çâre bul bî-çâre kendi başına
Et vedâ yârânına yoldaşına
Yârın ile yâr olup bî-gam yürü
Derdine düş ol anın her dem yürü
5. Ey Hulûsî yarana sar yârını
Yoluna eyle fedâ hep varını
Yâr edip etvârını efkârını
Yârın ile yâr olup bî-gam yürü
Derdine düş ol anın her dem yürü
Gazelin Açıklaması:
1. Ey kardeş! Eğer senin dilin gerçek sevgili-
den başkasını anarsa onun sözlerine söz mü de-
nir? Gözlerin de ondan başkasını görürse, onlara
da göz mü denir? Üstelik kalbinde de ondan baş-
kasına yer verirsen buna da öz mü denir? Sana
düşen, gerçek yârin, sevdiğin ile bir olup, gamsız,
tasasız bir hayat sürmektir. Her an onun derdi ile
yaşa, kendini ona teslim et.
2. Ey kardeş! Eğer senin dilin gerçek sevgiliden
başkasını anarsa o sözlere söz deme. Gözlerin de
ondan başkasını görürse, onlara da göz deme. Üs-
telik kalbinde ondan başkasına yer verirsen buna
da öz deme. Sana düşen gerçek yârin, sevdiğin ile
bir olup, gamsız, tasasız bir hayat sürmektir. Her
an onun derdi ile yaşa, kendini ona teslim et.
3. Ey kardeş! Eğer sen bülbül isen gülün kadri-
ni, değerini bilmelisin. Eğer sen gül isen, o zaman
da bülbülün ma’şuku, sevgilisisin demektir. Bunu
böyle bil ki, her zorluğun, her sıkıntının çözümü
sevmek, sevilmektir. O zaman sana düşen gerçek
yârin, sevdiğin ile bir olup, gamsız, tasasız bir ha-
yat sürmektir. Her an onun derdi ile yaşa, kendi-
ni ona teslim et.
4. Ey kardeş! İlâhî sevginin derdini başına tâç
et. Böylece çâresiz gibi olan dertlerine çâre bul-
muş olursun. Seni ilâhî sevgiden alıkoyan yol-
daşlarına, seni ona kavuşmaya mani olan sev-
diklerine veda et. Bundan sonra da gerçek yârin,
sevdiğin ile bir olup, gamsız, tasasız bir hayat sür-
mektir. Her an onun derdi ile yaşa, kendini ona
teslim et.
5. Ey Hulûsî! Öyleyse gönül yaralarını, o ilâhî
aşkla sar. Onun yolunda bütün varlığını feda eyle.
Bütün fikirlerini, davranışlarını O’nun istekleri-
ne uygun hâle getir de gerçek dost olan, Cenâb-ı
Hakk’ın yolunda yürüyerek gamsız, tasasız bir ha-
yat sürmeye bak. Her an onun derdi ile yaşa, ken-
dini ona teslim et.
* Prof. Dr.
11
HZ. PEYGAMBER veHZ. PEYGAMBER ve
KÜLTÜRÜMÜZKÜLTÜRÜMÜZ
Edebiyat Bilâl KEMİKLİ
Nisan 200912
13
Türk dilinin büyük ustası
Yûnus’la başlamak isterim. Di-
yor ki:
Arayı arayı bulsam izini
İzinin tozuna sürsem yüzümü
Hak nasîbeylese görsem yüzünü
Yâ Muhammed cânım arzular seni
Hz. Peygamber’e duyulan sevgiyi, iştiyakı an-
latan en güzel mısralardır bunlar… Biz, millet ola-
rak Hz. Peygamber’i sevmişiz. Neden? Bu nede-
nin farklı cevapları var; ama birini yine Yûnus’tan
yola çıkarak söyleyeyim:
Yarattı Hak dünyâyı Muhammed dostluğuna
Dünyâya gelen gider bâkî kalası değil
Evet, Hz. Peygamber’i sevi-
yoruz. Zira Yûnus’un ifadesiy-
le, varoluşta onun dostluğunun
izini görüyoruz. Dünya kalıcı
değil, elbette gelen gidecektir.
Ama her şeyden evvel, dünya-
nın ve dünyaya gelişin farkına
varmamız gerek. Bütün filozof-
lar, bütün dinler; hayatın anla-
mına ilişkin cevaplar arar: Ha-
yat nedir? Dünya nedir? Ben
neyim? Neden geldim? Göre-
vim ne? Bu gibi soruların ce-
vabını, biz Hz. Peygamber’den
öğrenmişiz. Bu bakımdan da
dünyanın varoluşunu, onun sevgisiyle, dostluğu
ile izah etmişiz. Dolayısıyla Hz. Peygamber’den
bahsetmek, varlıktan bahsetmektir; kâinattan,
insandan, hayattan bahsetmektir.
Hz. Peygamber’i severiz. Çünkü hayatın anla-
mını öğrendiğimiz Kitabımızda, “Kim Resul’e ita-
at ederse, Allah’a itaat etmiş olur...” (4/Nisâ, 80)
buyrulur. İtaat, iz sürmektir, yolda olmaktır. Yol,
İslâm’dır. İslâm nedir? İslâm, barıştır, esenliktir.
Din, önce ahlaktır. Önce doğruluk, dürüstlük,
şefkat, merhamet, saygı ve sevgi olmalı… Ahlak-
sız amel, insanı hakîkate, huzura ulaştırmaz. Ah-
lak, insana yücelik ve güzellik verir. Onun öğ-
rettiği doğruluğa, dürüstlüğe, sevgiye, anlayışa
velhasıl ahlaka çok ihtiyacımız var.
Kültür derken bir tanım
yapmalıyız. Nedir kültür?
Çokça tanımı var; ama biri-
ni birlikte yapalım: Kültür;
insanın, insana ve maddeye
karşı tavır alışını belirleyen
bir bütündür. İnsanın insana
ve maddeye karşı tavır alışı…
Hz. Peygamber, bize o duru-
şu, o anlayışı, o görüşü öğre-
tiyor.
Bundan başka, kültür, top-
lumsal dokuyu inşa eden, ona
maddî ve manevî alanda ruh
Nisan 200914
veren ve onu diğer milletlerden ayıran temel özel-
likleri ifade eder. Böyle diyor, toplumbilimciler…
Toplumsal dokuyu inşa etmek! Peki, ama neyle?
Toplumsal dokuyu, sözle, sanatla ve edebiyatla
inşa edersiniz.
“Toplumsal dokuya maddî ve manevî ruh ve-
ren ve onu diğer milletlerden ayıran özellikler”
demiştik. Evet, dilimizle diğer milletlerden ayrı-
lıyoruz. Dilimizin rûhânî tarafını, Muhammedî
hakîkat tamamlamıştır. Demek istediğim şu-
dur: Hz. Peygamber, doğrudan doğruya tarihî
ve menkıbevî hayatı, fizikî ve ruhî yapısı, sözle-
ri, uygulamaları, âile reisi olarak eş ve çocukla-
rıyla ilişkileri, diğer insanlarla münasebetleri,
siyasî ve idarî kişiliği gibi hususiyetleriyle dili-
mize hayat veren bir kaynak kişidir; şairlerimi-
zin en önemli ilham kaynağıdır. Dolayısıyla kül-
türümüzün membaıdır.
Burada yeri gelmişken bir hususu dikkatleri-
nize arz etmek isterim. Bizim kültürümüzün iki
belirgin yönü vardır:
1. Dilde derinlik: Bizim kültürümüzün dili,
şiir dilidir; istiâre/metafor, mecâz, teşbîh ve
hüsn ü ta’lîl gibi sanatlarla bu derinlik sağlan-
mıştır.
2. Tabiatı, insan-şehir ve doğa bütünlüğü
içinde okuyan bir kültür. Ne şimdiki natüralist-
ler gibi, tabiatı tek boyutlu ele alıyor; ne de hü-
manistler gibi, insanı her şeyin merkezine ko-
yuyor. Her ikisini de bir bütünün parçası olarak
değerlendiriyor.
Hilye, unutulmuş kültür miraslarımızdan bi-
risidir. Bu gün bu kelimenin anlamını çoğu kim-
se bilemeyebilir. Ne demek hilye? Hilye, kelime
olarak, süs, zînet, cevher, bezek, güzel sıfatlar,
güzel yüzlü, güzellikler manzûmesi anlamına ge-
lir. Hilye, Hz. Peygamber’le süslenmek demek-
tir!.. Bu imaj bizde var. Bizim, dil dünyamızda
var. Efendim, hilye, Peygamberin daha çok şekli
özelliklerini anlatan eserlerdir… Bu meydanda
en meşhur şairimiz Hâkânî Mehmed Efendi’dir;
Hak rahmet eylesin, diyor ki:
Rû-yı rahşânı değirmiydi anın
Nitekim cirmi meh-i tâbanın
Yüzü benzerdi müdevver aya
Zatı âyine idi Mevlâ’ya
Sağar-ı ârız-ı meh-sîmâsı
..
Arz-ı hüsn etse o mahdum-ı Halîl
Yûsuf’un anmaz idi İsrâîl.. (375–76,378)
Evet, ay gibi güzel Muhammed… Ay gibi aydın-
lık, ay gibi arı duru. Sadece bu mu? Hayır, Hâkânî
diyor ki: Hz. Peygamber aynadır. Ayna… Belki de,
sadece aydan, sadece aynadan bahsetmek gerek-
ti. Evet, ayna. Kime ayna? Mutlak Hüsn’e… Zât-ı
Mutlak’a. Evet, bizim Peygamber tasavvurumuz
böyle. Bu zengin kültür, bu zengin dil nerede?
Hat
: Hüs
eyin
KU
TLU
Tezh
ip: E
sra
BİLİ
R
Bakınız, hilyeyi sadece şairler yazmamıştır.
Hattatlar da hilye yazmış, ebrû-zenler ve mü-
zehhipler o hilyeleri süslemiştir. Eskiden çoğu
mekânlarda bu tablo hilyeler olurmuş; Onu ha-
tırlamak için… Onu bu millet hiç unutmadı,
unutmaz da. Bizim asker ocağımız, Peygamber
ocağıdır. Kahraman askerimiz, Mehmet’tir, Meh-
metçiktir. Hiç bu ocak unutulur mu? Mehmet
unutulur mu?
Kültürümüzün Zenginlikleri
Efendim, bir metafordan daha bahsetmek is-
tiyorum. Bahçe kültürümüzün zenginliklerin-
den söz edecek değilim; ama birkaç cümleyle de
olsa bahçenin şâhını, gülü yazacağım.
Gül, her şeyden önce bütün güzellikleri ken-
disine yakıştırdığımız sevgilidir. O sebepten sev-
gili, gülümüzdür, gül yüzlümüzdür.
Goncası, tevhidi, açılmış hâli kesreti tem-
sil eder. Kezâ gonca halvet hâlini, Hak ile baş
başa olma hâlini; açılmış gül ise, can sırrını açı-
ğa vurmayı sembolize eder.
Yine gül, ömrünün kısalığı dolayısıyla dün-
ya hayatının fânîliğine işaret eder; bâkî olan öte
dünyaya hazırlanmayı tembih eder.
Gül, ferahlatıcı, latif ve uyarıcı özelliği ile nef-
si gafletten uyandıran İslâm’a benzetilir… Gül
Hz. Peygamber’dir, âl-i Resûl’dür.
Geleneksel kültürümüzde gül, ter-i Muham-
med olarak nitelendirilir.
Terlese güller olurdu her teri
Hoş direrlerdi terinden gülleri
(Süleymân Çelebi)
Yûnus Emre’nin sarı çiçekle konuşmasını
pek çoğumuz biliriz. Diyor ki,
Yine sordum çiçeğe gül sizin nenüz olur
Çiçek eydür iy derviş gül Muhammed teri-
dür
Bu, tabiî bir tasavvur meselesi; botanik bili-
mi açısından izahtan vârestedir. Ecdâd, öyle ta-
savvur etmiş, öyle düşünmüş. Evet, gül bahsi de
başlı başına bir konudur… Dikkat ederseniz Hz.
Peygamber, şiir dilimizde, gönül dilimizde, ruh
dünyamızda en önemli ilham kaynağıdır, kuru-
cu kaynaktır.
Sözlü kültürümüzde Onu görebiliriz…
Mesela ninnilerde…
Bu sevgi ninnilerde..
Ninni Muhammed’im ninni
Ninni can Ahmed’im ninni
Mesela manilerde…
Bu sevgi manilerde…
Hey hurundan hurundan
At su içer kurundan
Yedi yerden ay doğmuş
Muhammed’in nûrundan
Mesela halkın duasında…
Yattım Allah, kalkarım inşallah
Kalksam da kalkmasam da
La ilahe illallah
Şefâat yâ Resûlallâh
Netice itibariyle, bu yazı Hz. Peygamber’in
kültürümüzdeki izlerine ilişkin kısa bir gezin-
ti sunmuştur. Fakat konunun bu kadar muh-
tasar olmadığını bilmenizi isterim. Sözü Dede
Korkud’un bir duasıyla tamamlamak uygun ola-
cak; buyurun birlikte âmin diyelim:
Ölüm vakti geldiğinde arı i mandan ayırmasın.
Aksakallı babanın yeri cennet olsun.
Ak pürçekli ananın yeri cennet olsun.
Mevlâm, seni nâmerde muhtaç etmesin.
Ak alnında beş kelime dua kıldık, kabul olsun.
Âmin, âmin diyenler Tanrı’nın yüzünü görsün.
Derlesin, toplasın günahınızı,
Muhammed Mustafa’ya bağışlasın Hanım hey!...
Amin!... Âmin. Efendim, daima Muhammed’le
ve muhabbetle kalınız.
15
Sûfî PerspektifKadir ÖZKÖSE*
PEYGAMBER EFENDİMİZİN
ÖRNEKŞAHSİYETİ
“Doğru insanlardan oluşan bir toplum oluşturmak Peygamber Efendimizin en büyük
hedefiydi. Doğruluk onun hayatının her safhasında görülen bir hasletti. Onun içi ile
dışı, özü ile sözü birdi. Emredilen sınırlar içinde ve istenildiği gibi dürüst bir hayat
sürmek, takdir edileceği gibi, büyük bir ciddiyet, hassasiyet ve gayret ister. “
Nisan 200916
17
Hz. Muhammed (s.a.v), Allah’ın
habîbi, insanlığın medâr-ı
iftihârı ve güzel ahlakın zirve
şahsiyetidir. O, insanlık için hem rahmet, hem
umut, hem örnek hem de şeref âbidesidir. İn-
sanlık onu tanıdıkça insan olmanın ritmine ere-
cektir. Biz bu makalemizde onun sıdk, istikamet,
ahde vefâ, tevazu ve hayada ne denli örnek şahsi-
yet oluşunu ele almak istiyoruz.
Sıdk ve İstikamette Örnekliği
Doğru insanlardan oluşan bir toplum oluştur-
mak Peygamber Efendimizin en büyük hedefiy-
di. Doğruluk onun hayatının her safhasında gö-
rülen bir hasletti. Onun içi ile dışı, özü ile sözü
birdi. Emredilen sınırlar içinde ve istenildiği gibi
dürüst bir hayat sürmek, takdir edileceği gibi, bü-
yük bir ciddiyet, hassasiyet ve gayret ister. Bu ise
zor bir iştir. Nitekim Peygamber Efendimiz de bu
yükümlülükten ötürü; “Be ni Hûd sû re si ih ti yar-
lat tı.”2 bu yur muştur.3
Sevgili Peygamberimiz insanların en doğrusu
idi. Onun bu hâlini en azılı düşmanı Ebû Cehil,
Ahnes bin Şerîk, Nadr bin Hâris ve daha sonra
Müslüman olan Ebû Süfyân bile itirâf etmek zo-
runda kalmışlardır.4 Onun ağzından hiçbir zaman
hak ve gerçek sözden başkası çıkmamıştır. Sözlü
şaka yaparken dahi doğruluktan, doğru sözlülük-
ten ayrılmamıştır.
Süfyân bin Abdullah (r.a.) şöyle anlatır: “Re-
sulullah (s.a.v.)’e:
– Yâ Resulallah! Bana İslâm’ı öylesine anlat
ki, onu bir daha başkasına sormaya ihtiyaç his-
setmeyeyim, dedim. Efendimiz:
“Allah’a inandım de ve dosdoğru ol!”
buyurdu.5
Ahde Vefâda Örnekliği
Allah Resulü, hayatı boyunca iş ortaklarına,
ticarî münasebetlerdeki muhataplarına ve diğer
insanlara karşı son derece dürüst davranmıştır.
Üstelik ahde vefâ, nübüvvetten önceki dönemde
de onun en bariz vasfı olmuştur. Bir kimseye söz
verdiğinde, onu ne pahasına olursa olsun yerine
getirmiştir. Onun ahdine vefâ göstermesi o dere-
ce zirveleşmiştir ki, düşmanları bile bu rahmet-
ten istifade etmişlerdir.
Verilen sözden caymanın Müslümana ya-
kışmayacağının en güzel örneği, Hudeybiye
Antlaşması’nın yapıldığı sırada yaşanmıştır. An-
laşmanın imzalanacağı bir anda Kureyş tem-
silcisi olan Süheyl bin Amr’ın oğlu Ebû Cendel,
ayaklarındaki zincirleri sürüyerek yavaş yavaş
Peygamber Efendimizin yanına gelir. Ebû Cen-
del (r.a.) Müslüman olduğu için müşriklerden
çok işkence görür. Bir fırsatını bularak ellerinden
kaçar ve kendini Müslümanların arasına atar.
Süheyl, anlaşma gereğince ilk iade edilecek kim-
senin, oğlu olduğunu söyler ve elindeki sopayla
Ebû Cendel’in yüzüne vurur. Olan biteni hüzün-
le takip eden rahmet peygamberi Efendimiz, Ebû
Cendel’in anlaşma harici bırakılmasını, onun
Nisan 200918
kendisine bağışlanmasını Süheyl’den rica eder.
Ancak taş yürekli müşrik baba buna yanaşmaz.
Ebû Cendel (r.a.) de müşriklere teslim edilirken
feryatlarla Müslümanlara yalvarır ve yardım is-
ter. Müslümanlar onun hâline dayanamayıp ağ-
lamaya başlar. Allah Resulü Ebû Cendel’i tesellî
ederek:
“Ey Ebû Cendel! Biraz daha sabret, katlan!
Allah Teâlâ’dan bunun mükâfatını dile! Hiç
şüphesiz yüce Allah sen ve yanında bulunan za-
yıf ve kimsesiz Müslümanlar için bir genişlik ve
çıkar yol yaratacaktır! Biz şu kavimle bir ba-
rış anlaşması yapmış ve bu yolda kendilerine
Allah’ın ahdiyle söz vermiş bulunuyoruz. Onlar
da bize Allah’ın ahdiyle söz verdiler. Sözümüze
vefâsızlık edemeyiz. Zira verdiğimiz sözde dur-
mamak bize yakışmaz!” buyurur.6
Daha sonra Peygamber Efendimiz Süheyl’e:
“– Gel etme, sen onu bana bağışlayıver!”
diyerek dileğini tekrarlar. Ancak Süheyl hiçbir
teklifi kabul etmez. Efendimiz (s.a.v.);
“– Öyle ise onu benim için himâyene al!” diye
rica eder. Süheyl bunu da kabul etmez. Onun bu
ısrarını görünce Mikrez ile Huveytıp:
– Ey Muhammed! Senin hatırın için onu biz
himâyemize alıyoruz, ona işkence yaptırmayaca-
ğız! derler. Resûlullâh (s.a.v.) de böylece biraz ra-
hatlamış olarak geri döner.7
Ebû Cendel’in yaşadığı üzücü hâdise çok geç-
meden Ebû Basîr’in de başına gelir. Müşrikler
onu da geri isterler. O da yolda giderken kendi-
sini götüren iki kişiden Huneys’i öldürür, diğe-
rinin de elinden kurtulur. Ebû Basîr, Huneys’in
elbisesi, eşyası ve kılıcını alır, Allah Resulü’ne ge-
tirir ve:
– Yâ Resulallah! Bunların beşte birini ayır,
kendin için al! der. Efendimiz:
“– Ben bunun beşte birini aldığım zaman, on-
larla yapmış olduğum muâhedeye riâyet etme-
miş olurum! Fakat senin tutumun da, öldürdüğün
adamın eşyası da seni ilgilendirir.” buyurur. 8
Hat: Beatrice ÇİZMECİOĞLU Tezhip: Orhan DAĞLI
19
Tevazuda Örnekliği
Resulullah (s.a.v.) kendisine aşırı tazim göste-
ren kimselere, “Siz beni, hakkım olan derecenin
üzerine yükseltmeyiniz! Çünkü Yüce Allah beni
Resul edinmeden önce kul edinmişti!”9 ikazında
bulunarak kul olmanın kıymetini göstermiştir.
Peygamber Efendimiz, Cenâb-ı Hakk’ın habîbi
ve insanların en şereflisi olmasına rağmen hiçbir
kimsenin yapamayacağı kadar tevazu göstermiş,
insanların arasında onlardan biri gibi yaşamıştır.
Bu engin tevazuu sebebiyle Peygamber Efen-
dimiz ne kapalı kapılar ardına çekilir, ne perdeler
arkasına gizlenir, ne de kendisinin önüne hususî
olarak yemek taşınırdı. Toprak üzerinde oturur,
yerde yemek yer ve, “Ben kulun oturduğu gibi
oturur, kulun yediği gibi yerim. Ben ancak bir
kulum!” buyururdu. Köleler arpa ekmeğine bile
davet etseler davetlerine icabet eder10 ve çocukla-
ra dahi selâm verirdi.11
Resulullah (s.a.v.) evindeyken elbisesini ya-
mar, ayakkabılarını tamir eder ve koyununu
sağardı.12 Eşyasını kendisi taşır, hiç kimseye yük
olmak istemezdi.13
Hayâ/Utanma Duygusunda Örnekliği
Bütün Peygamberlerin tebliğdeki asıl hede-
fi, tevhit inancını yeryüzüne hâkim kılmak ve ah-
laklı bir yapı tesis etmektir. İnsanlığa güzel ahlakı
talim etmek ve onun en müessir örneklerini gös-
termek için görevlendirilen Efendimiz, hiç şüp-
hesiz insanlar arasında hayâ duygusuna en faz-
la sahip olanı idi. O, peygamberliğinden önce,
ahlaksızlığın bütün insanlığı sardığı bir devirde
dahi bu ulvî haslet ile temayüz etmişti. Efendi-
mizin hayâsı ile alâkalı olarak Ebû Saîd el-Hudrî
(r.a.) şöyle der:
“Nebiyy-i zî-şân Efendimiz örtünme çağına
girmiş bir genç kızdan daha hayâlı idi. Hoşlan-
madığı bir şey gördüğünde bu durum, mübârek
vech-i pâkinden hemen anlaşılırdı.”14
O, hep güzellikler içinde yaşamıştır. Yalnız
bulunduğu anlarda bile kendisinden, hayâ sınır-
larını aşan herhangi bir hareket sâdır olmamış-
tır. Ashâbının da aynı hâl üzere olmasını isteyen
Efendimiz, onları hayâya ve bunun bir yansıması
olan örtünmeye davet etmiştir. “Allah, kendisin-
den hayâ edilmeye, insanlardan daha lâyıktır.”15
buyurarak açıkta ve gizlilikte devamlı edep üzere
bulunmayı tavsiye etmiştir.
Özetle önce Hz. Muhammed (s.a.v.)’e tâbi ol-
madan Allah’a itaat gerçekleşmiyor. Yol varsa
onun yoludur. Kurtuluş onun sünnetine tâbi ol-
maktır. Bireysel ve toplumsal geleceğimiz onun
sünnetine uymamıza bağlıdır. Onu sevmek ise
onun gibi olmaya ve ona benzemeye bağlıdır.
Onun doğruluğu, vefâsı, tevazuu ve hayâsı bizle-
rin mizacı oldukça kendimiz olacağız. Ona ben-
zedikçe hayat ve ölümün anlamını idrak edece-
ğiz. Ashâbın onu özlemesi ve izlemesi gibi bizler
de onu çağımıza taşımak, yuvamızda ağırlamak,
gönlümüzde hissetmek, günlük yaşantımızda ör-
nek almak zorundayız. Selam ona, âline, ashâbına
ve onun izinden gidenlere olsun.
2 Tirmizî, Tef sîr, 56/6.3 Ebû Ab dil lâh Mu ham med bin Ah med el-Kur tu bî, el-Câ mî li-Ah kâ mi’l-Kur’ân, Bey-
rut 1985, c. IX, s. 107.4 Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 6; Müs lim, Cihâd, 74; Ebû Câ fer Mu ham med bin Ce rîr et-
Ta be rî, Câ miu’l-Be yân an Te’vî li Âyi’l-Kur’ân, Bey rut 1995, c. VII, s. 240; İbn-i Ke sîr, İmâ düd din Ebû’l-Fi dâ, el-Bi dâ ye ve’n-Ni hâ ye, Kâ hi re 1993, c. III, s. 113.
5 Müslim, İman, 62.6 Ahmed bin Hanbel, el-Müsned, İstanbul 1992, c. IV, s. 325; İbn-i Hişâm, es-Sîretü’n-
Nebeviyye, Beyrut, Dâru’l-fikr, 1937, c. III, s. 367. 7 Vâkidî, Meğâzî, Beyrut 1989, c. II, s. 608; Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, Mısır 1959, c. I, s.
220.8 Vâkidî, Meğâzî, c. II, s.626-627.9 Heysemî, Hafız Nureddin Ali b. Ebî Bekir, Mecmau’z-zevaid ve menbau’l-fevaid,
Beyrut 1988, c. IX, s. 21.10 Heysemî, Mecmau’z-zevaid, c. IX, s. 2011 Buhârî, İsti’zân, 1512 Heysemî, IX, 2013 Çelik, Üsve-i Hasene, s. 278-285.14 Buhârî, Menâkıb, 23.15 Ebû Dâvûd, Hammâm, 2.
• Doç. Dr.
Dipnot
“Allah Resulü, hayatı boyunca iş ortaklarına, ticarî
münasebetlerdeki muhataplarına ve diğer insanlara
karşı son derece dürüst davranmıştır. Üstelik ahde
vefâ, nübüvvetten önceki dönemde de onun
en bariz vasfı olmuştur.”
Edebiyat Musa TEKTAŞ
BÜYÜK
ÂLEM
GÖNÜLDEKİ
Nisan 200920
İnsan, bütün ilâhî sıfatların ken-
disinde toplandığı tek varlıktır.
Kur’an’a göre insan, ilâhî sûrette
tasvir ve tarif edilmiştir. Çünkü “Allah, Âdem’i
kendi sûretinde yarattı.” hadisi insanın kudsiye-
tini belirtmektedir. Muhyiddin İbn Arabî Hazret-
leri, Allah isminin bütün ilâhî isimleri cem‘ etti-
ği gibi, Hz. Âdem (a.s) ’in de bütün ilâhî isimleri
kapsadığını belirtmekte, bu açıklamayı Hz. Âdem
(a.s) ’in âlem-i kebîrin özeti olmasıyla da irtibat-
landırmaktadır.
Âdem’in Rahmân sûretinde yara-
tılması, bir yönden onun ilk insan ve
Hz. Muhammed (s.a.v) ’in ezelî sûreti
olan Hakîkat-i Muhammediyye’nin
görünür âlemdeki ilk tecellîsi ol-
duğunu, diğer yönden de Rahmân
isminin tecellîsi olması dolayı-
sıyla, yapısında iyiliğin kötülük-
ten daha belirgin bir şekilde var ol-
duğunu ortaya koyar. Hakîkat-i
Muhammediyye’deki Muhammedî Nûr’un bütü-
nüyle tezâhür ettiği ilk sûret Hz. Âdem (a.s)’dir.
Gönül Aynası
Tasavvuf ıstılahında ayna, “tecellî-gâh”tır.
Sevgilinin göründüğü, kendini gösterdiği yerdir.
Tüm âlem, âlemdeki eşyanın, yaratılmışın her
biri, insan, insan-ı kâmil, mümin, insanın gön-
lü, kalbi Allah’ın mazharıdır; yani aynadır. Ayna
bütün bunların benzetilenidir; sembolüdür. Es-
Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s) Dîvân’ında in-
sanın, Hakk’ın tecellî ettiği bir ayna olması için
idrak sahibi biri ve gönlünü cilalayan bir kâmilin
elini tutup onların aşk derdiyle dertlenmesini şu
şekilde anlatır:
Kendini mir’ât kıl tâ kim tecellî ede Hak
Kendin idrâk eyleyenler ile derd-nâk olagör1
Tasavvuf inanışında, âlem, tecellî ile meydana
gelmiştir. Mutlak ve gerçek güzelliğe, iyiliğe, kud-
rete, ululuğa sahip olan Allah (c.c), kendini gör-
mek ve göstermek istemiş, bu aşk-ı zâtî ile ciha-
nı yaratmıştır.
Âlem, Allah(c.c)’ın kendini gösterdiği ayna-
dır. Öyle bir ayna ki içinde âlem var, her şey var;
ama bu varlık yokluktan ibaret. Sadece bir görün-
tü; gerçek gibi görünüyor, fakat gerçekliği yok.
Allah’tan başka mevcut yoktur. Tek ve gerçek var-
lık Allah’tır. Kâinatta gördüğümüz ve var zannet-
tiğimiz eşyanın, aynadaki görüntünün bir cismi-
nin bulunmaması gibi, gerçek ve kendine mahsus
bir varlığı yoktur. “Biz emâneti göklere, yere ve
dağlara teklif ettik, ama onlar bunu reddede-
rek yüklenmekten kaçındılar, insan ise yüklen-
di. Şüphesiz o çok zâlim, çok cahil bulunuyor.”2
âyeti, insana mahsus olan emânet ve ilmi göster-
mesi açısından önemlidir: Âyetteki emânet kav-
21
“Her tarafı aynadan yapılmış bir eve benzeyen bu âlemde misafir, yani bu aynada geçici bir görüntü olan insan, hangi
yöne baksa sevgilinin, Allah’ın tecellîlerini görecektir. Sevgilinin güzelliğini bütün yönleriyle görmenin zevki kişiyi hayrete düşürür; ondan başka bir şey göremez ve konuşamaz.”
Nisan 200922
ramına verilen mânâ, hem kendisi, hem de âlem
hakkında şuur sahibi olmayı gerektiren şahsiyet-
tir. Hz. Âdem (a.s), aynı zamanda en iyi kulluk
etme potansiyeline de sahiptir. Her şey Cenab-ı
Hakk’ın, birer şekilde görüntüsünden ibarettir.
Hulûsi Efendi Hazretleri bu hususu şöyle dile ge-
tirir:
Tecellî eder ol Mevlâ cemâl-i yârdan âşıka
Görünen ol gören oldur hemân âşıklara her an3
İbn Arabî, Hakk’ın âlemdeki tecellîsiyle Hz.
Âdem (a.s)’in cem‘iyyeti arasında da bir irti-
bat kurarak Hakk’ın âlemde, tıpkı Âdem’deki
tecellîsi gibi, O’nun istediği miktarda gerçekleş-
tiğini belirtmektedir. Bu konuda İbn Arabî’nin
kullandığı kavramlardan biri de nüsha kavramı-
dır. Buna göre insan, iki sûretten oluşan bir nüs-
ha olup, bunlardan birincisi Hakk, ikincisi ise
âlemdir. Âdem’in maddî olan zâhirî yapısı âlem
ve onun sûretlerinden, manevî olan bâtınî yapı-
sı ise Hakk’ın sûretidir ve ona ruh üflenmesinden
ortaya çıkmaktadır. Bu hâli Hulûsi Efendi Haz-
retleri şu şekilde dillendirir:
Nüsha-i kübrâ demidir âdemin
Âdemi bil âdem ol âdem gönül
“Küntü kenz”in mahzeni zâtındadır
Bil Hulûsî sırrın olma kem gönül4
Bu görüşler hem varlığın ve yaratılışın he-
defini, hem de bilinç ve bilgi sahibi olan insa-
nın hilâfetini açıklamaktadır. İnsan bir yandan
Allah’ın isim ve sıfatlarının tamamının tecellî et-
tiği bir varlık, diğer yandan da âlemin bir minya-
türüdür. Âlem de Allah’ın bütün isim ve sıfatları-
nın tecellî ettiği bir aynadır. Şu hâlde gerek âlem
ve gerekse insan, bir bütün olarak O’nun sıfat-
larını yansıtmaktadır. Ancak insanı bu noktada
âlemden ayıran şey manevî varlığı, bilgi ve bilin-
cinin gelişmeye açık bir yapıda olmasıdır.5
Bil “alleme’l-esmâ” nedir esmâ vü
müsemmâ nedir
Hem tâc-ı “kerremnâ” nedir anı giyen
muhtâr ola6
İnsanın bilgisinin ilk şekli de Allah’ın Hz.
Âdem (a.s)’e isimleri öğretmesi olarak karşı-
mıza çıkmaktadır. “Allah, Âdem’e tüm isim-
leri öğretti.”7 âyetini zikreden İbn Arabî, Hz.
Âdem (a.s) ’in kendilerini yüklendiği isimlerin
mânâlarını ise kendisine veciz söz söyleme kabili-
yeti (cevâmi’u’l-kelîm) verilmiş bulunan Hz. Mu-
hammed (s.a.v)’in yüklendiğini ifâde etmekte-
dir. Bu iki peygamber arasındaki fark, Hz. Âdem
(a.s)’e eşyânın sadece isimleri öğretilmişken, Hz.
Muhammed (s.a.v) ’in mânâlarına da vâkıf kılın-
mış olmasıdır.
Chittick, Hz. Âdem(a.s)’e isimlerin öğretilme-
si olgusunun varlıklara isim vermeyi de içerdi-
ğine temas ederek âyetin tüm İslâm teoloji, ant-
ropoloji ve kozmolojisini özetlediğini, Hz. Âdem
(a.s) ’in ilk günahkâr olmaktan çok ilk peygamber
oluşunun öne çıkarıldığını belirtmektedir.
Bu hususlar aynı zamanda Allah’ın varlıklara
Hz. Âdem (a.s) önünde secde etmelerini emretme
sebepleridir. Hz. Âdem’e secdenin kemâl sıfatlar-
la muttasıf olmaya delalet ettiğini Hulûsi Efendi
şöyle anlatır:
Secde kıldınsa cemâl-i Âdem’e
Mahrem oldun her kemâl-i Âdem’e
Düşme beyhûde hayâl-i Âdem’e
Sendedir Âdem demisin Âdem’in
Mazharısın sırr-ı “nefahtü” demin8
Güzelliğin Tecellî Etmesi
Allah, âlemde isim ve sıfatlarıyla tecellî etmiş-
tir. İsim ve sıfatlarını âlemde belirtmiş, göster-
miştir. Vahdet (birlik), kesret (çokluk) hâlinde
belirmiştir. Allah’ın isim ve sıfatlarıyla onların
zıtları âlem aynasında birlikte görünürler. Her
şey zıddıyla belli olur. Çirkin olmadan güzel; yok-
luk olmadan varlık; açlık hissi, yeme ihtiyacı ol-
madan rızık vericilik; affedilecek günahkâr olma-
dan rahm edicilik; verilecek muhtaçlar olmadan
cömertlik kavramlarının belirmesi mümkün de-
ğildir. Birincileri kesretin, ikincileri vahdetin sı-
fatlarıdır. Vahdet, kesreti meydana getirir; kesret
vahdeti gösterir, belli eder; karşılıklı aynalardır,
birbirini aksettirirler.9
Bu nesneler âleminin çokluk, zıtlık ve çelişme-
ler şeklinde belirmesi, vahdetin kavranması ve an-
laşılmasını sağlamaktadır. Bu duruma Mevlâna,
Mesnevî’de bir ayna temsiliyle örnek verir. Biri-
sinin, Hz. Yûsuf’u ziyarete giderken ona, hediye
olarak ayna götürdüğü ve “Senin güzelliğine layık
bir şey bulamadım; aynaya bakıp kendi güzelli-
ğini gördükçe beni de hatırlarsın.” dediği anlatıl-
dıktan sonra Mevlânâ şunları söylüyor: “Varlığın
aynası nedir? Yokluk. Varlık yoklukta görülebilir;
zenginler yoksula cömertlikte bulunabilirler. Bir
yerde yokluk var mı, orası, bütün sanatların hü-
nerlerin aynasıdır. Elbise biçilmiş dikilmiş olursa
terzinin hüneri nasıl görünür?
Marangoz ağaçları yontup birleştirmeli ki bir
iş yapmış olsun. Noksanlar olgunluğun aynası-
dır; o horluk üstünlüğün, ululuğun aynasıdır.
Gerçekten de zıddı meydana çıkaran onun zıddı
olan şeydir. Kendi noksanını gören olgunlaşma-
ya on atla koşar.”10
Her tarafı aynadan yapılmış bir eve benzeyen
bu âlemde misafir, yani bu aynada geçici bir gö-
rüntü olan insan, hangi yöne baksa sevgilinin,
Allah’ın tecellîlerini görecektir. Sevgilinin güzelli-
ğini bütün yönleriyle görmenin zevki kişiyi hayre-
te düşürür; ondan başka bir şey göremez ve konu-
şamaz. Güzelliğin seyriyle hayrete düşen, kemale
eren, hayâli bırakıp gerçekle yüzyüze gelen âşığın
hâlini Hulûsi Efendi Dîvan’da şöyle tarif eder:
Hayretle temâşâ-yı cemâl eyledi âşık
Yok oldu da ikmâl-i kemâl eyledi âşık
Her nazra-i ma’nâsına bin türlü avâlim
Yüz açdı görüp terk-i hayâl eyledi âşık11
Gönül, Allah’ın tecellî ettiği ve sevgilinin gö-
rüntüsünün bulunduğu aynadır; bunun için da-
ima temiz olmalıdır. Bu aynada toz, pas bulun-
mamalı; Hak’tan başka şeyler yansımamalıdır.
Gönül aynası aşk ıstırabı ile, mürşid-i kâmilin
eliyle temizlenir. Gönül aynasını günahtan, kötü
duygu ve düşüncelerden temizleyenlerin yüce ya-
ratılış gayesine ulaşacaklarını anlatan şu beyitle
yazımızı bağlayalım:
Gönül âyînesinden sil bu mâ-sivâ gubârını
Cemâline olup mir’ât bula tâ izz ü gâyâtı12
1 Ateş¸ Es-Seyyid Osman Hulûsi¸ Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî¸ (Haz.:Prof. Dr. Meh-met Akkuş-Prof. Dr. Ali Yılmaz) s. 79¸ Nasihat Yay.¸ İstanbul¸ 2006.
2 33/Ahzab Sûresi, 72.3 Ateş, Dîvân, s.2254 Ateş, Dîvân, s. 1735 Bkz: Zafer Erginli, İbn Arabî’ye Göre Hz. Âdem’de Temel İnsan Nitelikleri, Tasavvuf İlmî
ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı–1), yıl: 9 [2008], sayı: 21, ss.161–197
6 Ateş, Dîvân, s. 6.7 2/Bakara, 31. 8 Ateş, DÎvân, s. 158.9 Bkz: Zülfi Güler, Şeyh Galib Divanında Ayna Sembolü, Fırat Üniversitesi Sosyal
Bilimler Dergisi, Cilt: 14, Sayı: 1, Sayfa: 103-121, Elazığ, 2004.10 Gölpınarlı, Abdulbaki, Mesnevi ve Şerhi, c.I:533-535. Kültür Bakanlığı Yay. Anka-
ra.1989.11 Ateş, Dîvân, s. 350.12 Ateş, Dîvân, s.290
Dipnot
23
YARATAN, ŞEKİL VEREN
el-MUSAVVİR
Güzel İsimlerRamazan ALTINTAŞ*
Nisan 200924
“Allah’ın en güzel isimlerinden birisi olan el-Musavvir, varetmeyi murâd ettiğini
istediği nitelikte tasvir eden3 demektir ve bizzat Kur’an’da geçer.4 Varlık düzleminde
yaratılanların her birine farklı farklı yüz şekilleri veren ancak
fâil konumunda bulunan Allah’tır. ”
Savvera kökünden tasvir etmek,
sûretlendirmek, şekillendirmek, şe-
kil vermek anlamlarına gelen Arap-
ça el-Musavvir, sûret ile aynı köktendir. ‘Sûret’,
varlıklarda bulunan, onları birbirinden ayıran
özel niteliktir. Bu da iki tarzda olur. Biri gözle gö-
rülen sûrettir ki, avam da havas da hatta insanla
birlikte hayvanlardan çoğu da onu algılar. Görü-
len bir insanın, bir at’ın sûreti gibi. Diğeri, sadece
akıl yoluyla algılanan sûrettir. Bunu avam değil,
sadece havas idrak eder. İnsana özgü olan akıl,
görüş, ahlâk gibi her şahsın kendini diğerlerin-
den ayıran vasıfları vardır. Her iki sûret hakkın-
da da Allah şöyle buyuruyor: “Sizi yarattık, sonra
size şekil verdik.”1 “Sizi şekillendirdi, şekillerinizi
güzel yaptı.”2 Bu her iki âyette de basîretle idrak
edilen insana özgü hey’et kastedilir. Bunlarla Al-
lah insanı diğer yaratıklardan üstün kılmıştır.
Allah’ın en güzel isimlerinden birisi olan el-
Musavvir, varetmeyi murâd ettiğini istediği ni-
telikte tasvir eden3 demektir ve bizzat Kur’an’da
geçer.4 Varlık düzleminde yaratılanların her biri-
ne farklı farklı yüz şekilleri veren ancak fâil konu-
munda bulunan Allah’tır. Nitekim şu âyette yara-
tıkları farklı şekillerde yaratanın Allah olduğuna
dikkatlerimiz çekiliyor: “Rahimlerde sizi dilediği
gibi şekillendiren O’dur. O’ndan başka tanrı yok-
tur. O, azîzdir, hikmet sahibidir.” 5 Bu âyette ana
karnındaki canlıya sûret verenin Allah olduğun-
dan bahsediliyor. Çünkü O, yarattığı varlıklara en
güzel şekilde sûret vermektedir.6 Allah bugünkü
dünya nüfusuyla beş milyar insan yaratmış, bun-
ları hem insan olarak birbirine benzetmiş hem de
ayrı ayrı şahsiyetler, farklı farklı sûretler vererek
tıpatıp benzetmemiş; birbirinden ayırmıştır. Bu
kadar çeşit sadece insanlar için değil, diğer varlık-
lar için de geçerlidir.7 Düşünelim ki, eğer insanlar
sûret açısından tıpkı birbirinin aynısı olsaydı; an-
nemizi, babamızı, kardeşlerimizi nasıl ayırt ede-
bilirdik? Suçluları nasıl tespit etmek mümkün
olurdu? Şüphesiz türün farklı bireylere sahip ol-
ması inanmayan için Allah’ın varlığına ve birli-
ğine kanıt, Allah’ın varlığını ve birliğini peşinen
kabullenenler için de bir hikmet olarak değerlen-
dirilebilir. Nitekim bir başka âyette de milyarlar-
ca insanın parmak izlerinin birbirine benzemedi-
ği ifade edilir.8 Kur’an’ın insanı bilgilendirmekten
amacı, kozmik sistemdeki amaçsallığı ve hikme-
ti kavratmaktır. Allah’ın tamamen sanatla ilgi-
li olan el-Musavvir ismini tanıtmaktan gaye de
Kendisi’ni hatırlatmaktır. O, her şeye uygun olan
sûreti verir. İnsan da eşyaya şekil verir, ama onun
fiili sonludur, Allah’ın fiili ise sonsuzdur.
Tasvir, yaratma kavramı içerisinde anlaşıldı-
ğına göre, ‘halk’ ile yaratmadan sonra gelen bir
mefhumu ifade ediyor. eI-Musavvir kelimesinin
geçtiği tek âyette9 şu tertip ile Allah nitelendiril-
miş oluyor: “Hâlik, Bâri, Musavvir, Allah’tır.”
Burada sanki şöyle bir sıralama var: Önce Allah
mahlûkatının maddesini yaratıyor, sonra onu
canlandırıp ahenkleştiriyor, düzeltiyor ve sonra
da dilediği son biçimi veriyor. Âyette söz konu-
su sıralama hayali değil, gerçeğin tâ kendisi bir
sıralama düzenidir. Bu durum insanın yaratılış
safhalarını ifade eden âyet-i kerîmeden de an-
laşılmaktadır: “Ey insanlar, eğer öldükten son-
ra dirilmekten kuşkuda iseniz (bilin ki) biz sizi
(önce) topraktan, sonra nutfe (sperma)dan, son-
ra alaka (embriyo)dan, sonra yaratılışı belli be-
lirsiz bir çiğnem et parçasından yarattık ki, size
(kudretimizi) açıkça gösterelim.”10 Kur’an’da ge-
çen bu kanıt, ilk yaratmayı kabullenmiş bir toplu-
ma yöneltildiğinde, doğrudur. İlk yaratmaya, tec-
rübeye dayalı bir kanıt olmadığını ileri sürenler
içinse, anlamsızdır. Gerçekten de bu konuda hiç
kimsenin bir tecrübesi yoktur. Ama Kur’an’ın gön-
dermeler yaptığı bu gerçeğin bilgisini insan bede-
ninde yer alan elementlerle yaratılış maddesine
dikkatlerimizi çeken toprakta bulunan kimyasal
özelliklerin birlikteliği, insanın yaşamını sürdür-
25
Mart 200926
mede toprakla olan dostluğu gibi etmenler, ilk ya-
ratılışı kabul etmeyen insanlara önemli mesajlar
vermelidir. İnsan hayatında o kadar tecrübe ve
deney dışı kalan şeyler vardır ki, en koyu mantık-
çı pozitivist anlayışı benimseyenler bile bunları
reddetme temâyülüne gidemiyorlar. Meselâ ışık,
ruh, rüzgâr ve akıl gibi konuların mâhiyetlerine
yönelik herkesin üzerinde birlik sağlayabileceği
ortak bir tanıma gidilebilmiş midir? Bu ve benze-
ri fizik ve metafizik sorunlar hâlâ çağdaş felsefe-
nin, psikolojinin ve dinin tartışma alanını oluştu-
ran problemler arasında devam edip gitmektedir.
Bir başka âyette Allah’ın varlığa “Hâlık, Bâri ve
Musavir” tecellîsiyle lütfu daha açık bir şekilde
anlatılmaktadır ki, tezyinat, son merhaleyi oluş-
turmaktadır: “Ey insan, seni engin kerem sahi-
bi Rabbine karşı ne aldatıp inkâra sürükledi? O
(Rab) ki, seni yarattı, sana düzen verdi. Dilediği
sûrette seni terkîb etti.”11
Bu üç safhayı gerçekleşmesi sonucunda ya-
ratılmış olan insanla Allah arasında hiçbir ben-
zerlik olmadığı gibi, önceki örneklerden alın-
madan insanlar çizilmiş hiçbir plân da yoktur.
Fakat Allah’ın tasvir ve îcâd ettiği her şey kendi-
sine mahsustur. İnsan ne yaparsa yapsın, kullan-
dığı bütün malzemeyi Allah yaratmıştır. Zira in-
san, yoktan var edemez. Bu ifade hiçbir zaman
insanın bir şey yapamayacağı ya da gücünün ol-
madığı gibi bir anlama da gelmemelidir. Elbette
Allah, yaratma sıfatından bir örneği insan varlı-
ğına yerleştirmiştir. Bu nedenle biz, mânâları ve
hakîkatleri kendi nefsimizde, zihnimizde ve ha-
yalimizde îcâd edebilme gücüne sahibiz. Ama
dış âlemde insan, madde olmadan bir şey yapa-
maz. Ancak var olan maddelere muhtelif şekiller
verir, terkipler meydana getirir. Allah ise yoktan
var eder, maddeye O şekil verir. İnsan musav-
vir olmadığından, yaptıkları şeyler tabiatı ica-
bı mükemmel de değildir. Musavvir olan sadece
Allah’tır. Burada kastedilen musavvirlikten hiç-
bir zaman, resim veya plâstik san’atlara dayalı
etkinlikler anlaşılmamalıdır. Biz burada Allah’ın
san’at (sun’) sahibi olduğunu anlatmaya çalışı-
yoruz. Elbette insan da san’atkârdır, ama hiçbir
zaman Allah’la rekabet edecek bir güce sahip de-
ğildir ve böyle düşünmek bile insanı tevhîd inan-
cından uzaklaştırır. O her cinse, her cüz’e ve her
ferde benzersiz şekil vermiş ve hiçbir modeli ay-
nen tekrarlamamıştır.12 Dolayısıyla O, hem takdîr
edici, hem yaratıcı-yapıcı ve hem de tezyîn (süs-
leme) edicidir.
Netice olarak, Allah’ın “el-Musavvir” isminden
bir insanın alacağı birçok hisse ve ibret olmalıdır.
Bunun başında insan her türlü tertip ve şekliyle
âlemin sûretini kendisinde görür. Kâinatın bütün
şeklini ilmi ile ihâta eder. Bunun mânâsı, vücûdî
şekle uygun ilmî bir sûret kazanmaktır. Zira ilim,
zihinde mevcut bir sûrettir. Bu sûret, bilinen şe-
yin sûretine uygundur. Allah’ın sûretleri bilmesi
onların hâriçte var olmasının sebebidir. Hâriçte
varolan şekiller, insan zihninde ilmî sûretlerin
meydana gelmesine sebep olur. Böylece insan
Allah’ın isimlerinden “el-Musavvir” isminin
mânâsıyla ilim elde eder. İnsanın zihninde mey-
dana gelen ilmi sûret, gerçek dünyada onun fiiliy-
le değil, Allah’ın fiiliyle hâsıl olmaktadır. İnsanın
bundaki rolü ise, Allah’ın rahmetinin kendi üzeri-
ne akması için bireysel çabasını sürdürmesidir.13
*Prof. Dr.
1 7/A’râf, 112 40/Mü’min , 643 İbn Kesîr, Tefsir, Beyrut, 1981, III; 479.4 59/Haşr, 245 3/Âl-i İmrân, 66 bk. 34/Tegâbun , 3; 40/Mü’min, 647 Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim Allah’ı Nasıl Tanıtıyor?, İzmir 1985, s. 45.8 bk. 75/Kıyâme, 49 bk. 59/Haşr, 2410 22/Hac, 511 82/İnfitâr, 6-812 Mevdûdî, Tefhîm, İstanbul, 1987, VI, 208.13 bk. Gazzâlî, Kitabu’l-Esmâ, Mısır, ts. s.52–53.
Dipnot
27
İKLİMİ SOĞUK, İNSANLARI SICAKİKLİMİ SOĞUK, İNSANLARI SICAK
KIRGIZİSTANKIRGIZİSTAN
GeziEnbiya YILDIRIM*
İnsanın hayata bakışını derinleşti-
ren ve ufkunu açan iki temel unsur
vardır: Okumak ve gezmek. Oku-
mayı zaten yapıyoruz, bir gezelim, şu dünyayı bi-
raz da biz tanıyalım diyerek kendimizi Atatürk
Havaalanı’na atıyoruz. Dört arkadaş, hedef Cen-
giz Aytmatov’un ülkesi Kırgızistan…
Kırgızistan yaklaşık olarak Türkiye’nin üçte
biri genişliğinde bir toprak parçasına sahip, 5,5
milyon nüfuslu bir kardeş ülke. Seksenden fazla
etnik grubu barındırıyor. Ruslar nüfusun yüzde
onbeşini oluşturuyor.
İstanbul ile Bişkek arasında havayoluyla 4048
km. Beş saatlik bir yolculuktan sonra başken-
te varıyoruz. Arada kışın dört saatlik bir zaman
farkı var. Bu nedenle 20.30’da kalkan uçağımız
05.30’da Bişkek’e varıyor.
Bişkek, Sovyet döneminin şehircilik anlayışını
tamamen yansıtıyor. Son derece geniş ve cetvel-
le çizilmişçesine düzgün ve uyumlu caddeler tra-
fiği rahatlatıyor. Araçlar genelde 5 ve üzeri yaşta.
Vasıtaların yaşlılığı ülkenin ekonomik durumu-
nun ipuçlarını veriyor. Alman malı otomobiller
trafikte hatırı sayılır bir yoğunluk teşkil ediyor.
Bazı araçlar ise sağdan direksiyonlu. Bu araçla-
rın Japonya’dan getirildiğini ve diğerlerine oran-
la neredeyse yarı fiyatına olduğunu öğreniyoruz.
Şehirlerarası yollardaki trafik polislerinin çoklu-
ğu da dikkatimizi çekiyor. Türkiye ile Kırgızistan
arasındaki ilk müşterek noktayı hemen yakalı-
yorum: Sürücüler selektör yakarak karşı yönden
gelenleri uyarıyor. Onlar da hızlarını kesiyorlar.
Dikkati çeken güzel davranışların başında, trafik-
te yayalara gösterilen saygının en üst düzeyde ol-
ması. Yayalar karşıya geçerken araçlar bekliyor,
bir tek korna çalan olmuyor. Öncelik yayanın.
İşte, bizimle onlar arasındaki ilk fark yine trafik-
ten. Bizde şoförler yayalara nasıl da tahammül-
süzdür, bilirsiniz.
Bişkek’ten sonra gittiğimiz ikinci şehir Narın.
Bişkek’e 335, Çin’e 180 km. uzaklıkta, 2200 met-
re rakımlı. İpek yolu üzerinde, Tanrı dağlarının
avucunun içinde yer alıyor. Bu özelliği nedeniy-
le Ergenekon destanının doğduğu yer olarak ka-
bul ediliyor. İlde hayvancılıktan başka bir şey ya-
pılamıyor. Patates dahil ne domates ne başka bir
şey; hiçbir ürün yetişmiyor. Sadece bir cins elma
yetişebiliyor. Bu nedenle yiyecek adına ne varsa
hepsi il dışından geliyor. Tam anlamıyla bir mah-
rumiyet bölgesi. Her taraf at ve büyük baş hay-
vanla dolu. Ancak hayvanlar ahırlarda beslen-
miyor. Doğaya bırakılmış durumdalar. Bazen
eksi 45 dereceye ulaşan soğuğa rağmen hayvan-
lar iklime alışıklar. Sığırlar ve küçükbaş hayvan-
lar ahırlara girerken atlar ayazlı geceleri dışarıda
geçirebiliyor. Sabah olduğunda atların sırtlarının
Nisan 200928
29
buz tuttuğunu görüyorsunuz. Ayrıca soğuk hava,
hayvanların hareketlerini son derece yavaşlatmış.
Sanki her biri birer heykel gibi hareketsiz duruyor
açık alanda. Sadece yemek istediklerinde hareket
ediyorlar. Karınlarını doyurmanın ise tek yolu
var: Ön ayaklarıyla karı eşelemek ve altında bulu-
nan ota ulaşmak. Atlar, inekler ve küçükbaş hay-
vanların hepsi bu şekilde karnını doyurduğundan
dolayı uçsuz bucaksız karın yüzeyinin delik de-
şik olduğunu görüyorsunuz, eşelenmekten dola-
yı. Dışarıdan şehre getirilen bir gurup ineğin hem
soğuk hem de eşelemek suretiyle karınlarını do-
yurmayı bilmediğinden dolayı telef olduğunu öğ-
reniyoruz. Bazen de yağan yağmur yerdeki karın
donmasına neden oluyor ve hayvanların ota ulaş-
masını zorlaştırıyor. Böylesi durumlarda da hay-
van ölümleri olabiliyor.
Narın’da vahşi doğada kurt sayısının çok faz-
la olduğu, atlara fazla zarar vermemekle birlik-
te diğer hayvanları telef ettikleri, bu nedenle de
devletin öldürülen her kurt için ödül verdiği söy-
leniyor. Atlar ise bir araya gelerek kurtları püs-
kürtebiliyor.
İnsanlar burada hayvan yetiştiriciliğine
mahkûm olduğundan yemek kültürü fazla geliş-
memiş. Üç öğün sadece et yeniyor. Hayvanların
sütlerinden de içmek veya peynir yapmak için ya-
rarlanılmıyor. Sadece besi yapılıyor. Soğuk nede-
niyle, kesilen hayvanlar evlerde değil de dışarı-
da saklanıyor. Buradan kesip kesip yemeklerinde
kullanıyorlar. Martın onbeşine kadar bu şekilde
devam ediyor. Biz de burada geyik eti ile bölgede
yaşayan Ular adlı bir hayvanın etinden yiyoruz.
Gittiğimiz diğer bir mekân da Karahanlıların ilk başkenti olan Balasagun, Bişkek’in 60 km.
doğusunda yer alıyor. Burası Kutadgubilig yaza-
rı Yusuf Has Hâcib’in de memleketi. Şehrin ha-
rabeleri üzerinde yer alan Burana Minaresi hâlâ
ayakta. Söz konusu minare bir medreseden arta
kalan tek kalıntı. 48 metre iken, yıkılmış ve ge-
riye 24 metrelik kısmı kalmış. Kırgızlar minare-
yi restore etmişler. Etrafındaki araziye de çeşitli
yerlerden toplanan balbalları (kahraman ölünün
hayatta iken öldürdüğü düşmanların taştan yont-
ma tasvirlerini) yerleştirmişler. Minarenin yanı
başında mütevazı bir müze bulunuyor. Müzede
yer alan, şehre su getirmek için pişmiş kilden ya-
pılmış su boruları, Türklerin şehircilik çalışmala-
rının ne kadar eski olduğunu gösteriyor. Bölgenin
iskândan korunmuş olması esasında yitik şehri
ortaya çıkarmak için iyi bir imkân sağlıyor. Kazı
çalışmaları sonunda tarihin kayıp sayfalarından
birinin daha keşfedileceğinde şüphe yok.
Kırgızistan halkına gelince, burası ahlakî de-
ğerlerin bozulmadığı bir ülke. Tertemiz bir insa-
nı var. Hile nedir bilmiyorlar, kanaatkarlar. Son
derece uysal başlılar. Adeta günahı henüz tanı-
mamışlar. Batının insana kendisini unutturan
vahşiliği buralara henüz ulaşmamış. Halk, dış
dünyadan neredeyse habersiz olduğu için temiz
fıtratlarını koruyorlar. Bu nedenle hırsızlık ne-
redeyse yok. Bilgisayarınızı ve eşyanızı her hangi
bir endişe taşımadan arabanızda bırakabilirsiniz.
Emniyet o kadar fazla ki, bakanlıklara girerken
kapılarda ne bir polis ne bir başka güvenlik gö-
revlisi oluyor. Sorgusuz sualsiz içeri girebiliyorsu-
nuz. Ancak halk fakir olduğundan burada yaşam
“hayatın Kırgızistan versiyonu” olarak yaşanıyor.
İnsanların yarına yönelik ne bir endişeleri ne de
bir beklentileri var gibi. Yaşam tamamıyla gün-
delik yaşanıyor. Ülkenin fakirliği insanları böyle
bir kabullenişe itmiş. Bununla beraber son dere-
ce cömertler. Ellerinde ne varsa sofraya koyuyor-
lar. Hatta yemek masasında misafir şekeri bile
bulunuyor, kâse içerisinde. Bu, neyimiz var neyi-
miz yoksa size ikram ediyoruz anlamına geliyor.
Bu coğrafyada insanların üç şeye çok önem
verdiğini öğreniyoruz: 1-Eğitim: İnsanlar çocuk-
larının okumasını çok önemsiyor. Kız erkek ayı-
rımı yapmıyorlar. Çocuklar gerekirse şehirdeki
akrabalarının evinde kalıyor. Ev sahibi hiç yük-
sünmeden onlara çocukları gibi bakıyor, ihtiyaç-
larını karşılıyor. 2-Giyim. İnsanlar üst başları-
na çok önem veriyor. Özellikle bayanlar makyajı
önemsiyor. 3-Hastalık dayanışması: Akrabadan
biri amansız şekilde hastalandığında bütün ak-
raba o gece toplanıp gerekli parayı temin ediyor.
Ertesi gün hastayı uçağa bindirip tedavi olacağı
ülkeye gönderiyorlar ve bu parayı karşılıksız ve-
riyorlar.
Sosyal yaşama gelince, bayanlar ticaret ha-
yatında oldukça aktif. Alt geçitlerdeki küçücük
dükkânlar ile modern işyerlerindeki mağazalar-
dan elektronik eşya satan yerlere varıncaya kadar
neredeyse çalışanların tamamı bayan. Bişkek’te
zaman zaman insanlardan uzakta veya çömelerek
sigara içen bayanlara rastlıyoruz. Meğer kalaba-
lıklar arasında sigara içen bayanlar farklı şekilde
algılanıyormuş. Bayanlar iffetli olduklarını gös-
termek için bu yola başvuruyormuş.
Bir ara zenginliğin göstergesi olan altın diş
kaplama burada oldukça yaygın, ancak porselen
diş uygulamasıyla birlikte artık altın kaplamadan
vazgeçiliyor.
Kırgızlar kendilerine yalın olarak Türk den-
mesinden de memnun kalmıyor. Kimliklerini be-
lirginleştirmek için “Kırgız Türkü” ifadesine çok
önem veriyorlar. Ayrıca Türkiye Türklerinin ağa-
beylik yapma isteklerinden veya böyle bir şeyi
ihsâs ettirmelerinden rahatsız oluyorlar. Eşit
düzlemde görülmek istiyorlar ve ağabeye ihti-
yaçları olmadığını söylüyorlar. Sovyetler zama-
nındaki bastırılmışlığın izlerinin bu düşüncede
oldukça etkili olduğu anlaşılıyor. Kimliklerine sa-
hip çıkmak istiyorlar. Hatta bize şehir turu yap-
tıran Ulan’a “Sana Türk dememizi nasıl karşılar-
sın?” diye soracak oluyorum. “Hoşuma gitmez”
diyor. “Kırgız Türkü” dememi istiyor.
Dini hayata gelince, onlarca yıl dinlerinden
uzak bırakılmış bir toplum nasıl olursa işte öyle
bir toplumla karşı karşıyayız. Halkın dini bilgi-
lerinin sıfır düzeyinde olduğunu, içkiyi gündelik
içecek olarak gördüklerini söylersek sanırım du-
rum anlaşılır. Buna rağmen, bayram namazlarına
öteden beri çok önem veriliyor. Bu namazlar ön-
celeri şehrin ana meydanı Hürriyet Meydanı’nda
kılınıyormuş. Daha sonra ona bitişik diğer mey-
dana alınmış. Meydan bayram namazlarında do-
luyormuş. Bir ara buradaki namaz yasaklanacak
olmuş, halkın yoğun tepkisi sonucu geri adım
atılmış. Bu, geleneksel olarak da olsa, halkın din
Nisan 200930
olarak elinde kalakalmış kırıntılara sahip çıktığı-
nı gösteriyor. Bununla birlikte, ülkenin özgürlüğe
kavuşmasından sonra İslamî faaliyetler son dere-
ce artmış. Müsbet gelişme gözle görülür şekilde
fark ediliyor. Halk yavaş yavaş cuma namazı, oruç
gibi ibadetleri yerine getirmeye başlamış. Lakin
devlet cephesinden dine bakışta hâlâ sorunlar ol-
duğunu söylemek mümkün. Örneğin ezanlar ne-
redeyse cami avlusundaki insanların duyabilece-
ği bir sesle okunuyor mikrofonlardan.
Dikkatimizi çeken bir diğer husus da mezarlık-
lar. Mezarların üzeri farklı farklı yapılarla kapatıl-
mış. Bir kısmında vefat eden kişilerin fotoğrafla-
rı bulunuyor. Bazılarında ise kartal heykeli veya
vefat eden kişinin büstü olabiliyor. Bu uygulama
Azerbaycan ve diğer Orta Asya Türk cumhuri-
yetlerde de var. Mezarlara yönelik İslamî gelenek
buralarda bilinmediğinden, bu görüntü olağan
karşılanabilir. Buna benzer bir âdet de trafik ka-
zalarında hayatını kaybedenler için uygulanmak-
ta. Kaza mahallinin hemen kenarına minik anıt-
lar yapılıyor. Bunlara hayatlarını kaybedenlerin
resimleri konuyor ve çiçeklerle süsleniyor.
Bu arada Amerikan babtist misyonerlerinin
ülkede yoğun olarak faaliyette olduğunu anımsa-
talım. Müesseseleri bile var. Halkın fakirliğinden
yararlanarak, İngilizce öğretme, batıya gönderme
gibi bahanelerle gençleri etkilemeye çalışıyorlar.
Bunun yanında Korelilerin, Çinlilerin dahi mis-
yoner merkezleri var. Ağa Han da üniversite in-
şaatını başlatmış durumda. Araplar da İslâm’ı
anlatmak amacıyla kendi müesseselerini kur-
muşlar. Sözün özü, Kırgızlar her taraftan yoğun
bir propaganda altındalar. Türkiye Türklerinin
güzel çalışmalarının diğerlerini gölgede bıraktığı-
nı söyleyebiliriz.
Arapların buraya yaptıkları en güzel yatırım,
belli başlı köylere birbirinin kopyası birer mescid
inşa etmeleri. Önceki Diyanet İşleri Başkanı M.
Nuri Yılmaz da Koçkor ilçesinde bir cami yaptır-
mış, ancak cami şehrin dışına doğru bir alanda
yapıldığından dolayı cemaat camiye rağbet etme-
miş. Bu nedenle ibadete kapalı. Camiinin mah-
zun hali insanı üzüyor.
Şehirlerarası yollarda beni en çok etkileyen gö-
rüntülerden birisi, atına attığı şalın üzerine otu-
ran Kırgız çocukların hayvanları otlatırken sergi-
ledikleri manzara. Hele bazen atla oradan oraya
koşturmaları seyrine doyulmaz bir tablo oluştu-
ruyor. Başlarındaki kalpakları, rüzgârda sallanan
kaftanları insanı doyumsuz bir hazza sürüklüyor.
Kırgız delikanlılarının at üzerinde topluca gezin-
meleri de hemen hemen aynı zevki veriyor izle-
yenlere.
Nüfusun yüzde onbeşini oluşturan Ruslara ge-
lince, Sovyet döneminden kalma alışkanlıklarını
devam ettiriyorlar. Kendilerini ayrıcalıklı görü-
yorlar. Bu nedenle de asla Kırgızca konuşmuyor-
lar. Kiraladığımız minibüsün şoförü iki gün bizi
gezdirmesine rağmen ağzından Kırgızca tek keli-
me çıkmadı. Rusça konuşmaya özen gösteriyor-
du.
İnekten çok at gördüğüm bir memlekete dair
gözlemlerimi -Manas destanı kadar uzatmamak
için- burada sonlandırıyorum.
*Prof. Dr.
31
Peygamber İklimiAhmet YILDIRIM*
Nisan 200932
HZ. PEYGAMBER (s.a.v)’İNHZ. PEYGAMBER (s.a.v)’İN
DÜNYAYADÜNYAYA
BAKIŞIBAKIŞI
33
İnsan madde ve mânâdan ibaret bir
varlıktır. İnsanın maddî ve mânevî
bakımdan mutlu ve iyi bir kul ola-
bilmesi, maddesi ile mânâsı arasındaki dengeyi
kurabilmesine bağlıdır. Beden ile ruh, madde ile
mânâ, dünya ile âhiret arasındaki dengeyi sağlaya-
bilmek için, İslâm dininde; dünyaya karşı tutum,
zühd, tevekkül, kanaat, cömertlik gibi bilinmesi
gereken bir takım esaslar bulunmaktadır. Bunlar
arasında her Müslümanı ilgilendirmesi itibariyle
Hz. Peygamber (s.a.v)’in dünyaya karşı tutumunu
ve dünya hayatını bilmek bizler için önem arz et-
mektedir.
Bizler için uyulması gereken en güzel örnek
olan Resûl-i Ekrem (s.a.v)’in hayatına baktığımız-
da onun dünyaya karşı bazı tavır ve davranışlar
içinde bulunduğunu görmekteyiz. Hz. Peygamber
(s.a.v)’in hayatında terk-i dünya anlayışı yoktur;
bunu baştan belirtmek ve kabul etmek gerekir. An-
cak o, düyaya ve dünyalıklara kendini kaptırma-
mıştır. Çünkü Allah Rasûlü (s.a.v), daha peygam-
berlikten önce Hira dağında başlayan riyâzet ve
tefekkür hayatını ömrü boyunca devam ettirmiş-
tir. O, içinde yaşadığı maddeye esir haldeki toplu-
mun mal ve imkânları kendisine sel gibi aktığı hal-
de, bunlara zerre kadar ehemmiyet vermiyor, eline
geçen maddî şeyleri bir gün bile yanında tutmadan
hemen ihtiyaç sahiplerine dağıtıyor, kamu menfa-
ati için kullanıyordu. Kendisi sade ve ümmetinden
fakir birinin yaşayışı gibi bir hayat sürmeyi tercih
ediyordu. Nitekim Allah Teâlâ dünya nimetleri-
ni ona arz etmişti. Bir gün Cebrâil (a.s.) geldi ve
“Yâ Muhammed! Allah sana selam ediyor. İsterse
O’nun için şu dağı altına çevireyim diyor, ne der-
sin?” dedi. O da bunu istemediğini belirtti.1
Yine bir hadislerinde “Allah Teâlâ dilersem
benim için Mekke vadisini altına çevireceğini
va’detti. Ben de, ‘İstemem ya Rabbi, bir gün aç
kalayım, bir gün tok olayım. Aç olduğumda sab-
redeyim, tok olduğumda şükredeyim’, dedim.”2
Dünya nimetleri bu kadar önüne serildiği hal-
de, vefat ettiğinde geriye çok az bir şey bırakmıştı.
Hz. Peygamber (s.a.v)’in, sahip olduğu nimetler-
den istifade ettiği halde, o günün şartlarında pek
çok nimetten mahrum kaldığı ve sıkıntılar çekti-
ği bilinmekte, ayrıca kendine mahsus olduğu söy-
lenebilecek dünya hayatıyla ilgili olarak dikkat çe-
kici bazı rivâyetler bulunmaktadır. Bu rivâyetlerde
Hz. Peygamber (s.a.v)’in çok az nimete sahip ol-
duğu ve günlük yiyeceklerden zarûrî ve bulunma-
sı gereken pek çoğundan mahrum bulunduğu zik-
redilmektedir. Ancak şunu unutmamak gerekir ki,
Allah Rasûlü eğer bulabilirse yiyecek ve içecekle-
rin iyi ve güzelini tercih eder, güzel giyinmeyi, gü-
zel koku sürünmeyi severdi.
Hayatının bazı dönemlerinde böyle sıkıntı-
lı ve pek çok şeyden mahrum bir hayat geçirme-
sine rağmen o, daima alçak gönüllü, her zaman
olmasa da kıt kanaat yiyip içen, cömert, madde-
nin esiri olmayan zenginliği tavsiye eden biri ol-
muştur. Ancak onun konumu gereği, fakir gibi bir
yaşayışı tercih etmesi her zaman bulamadığı için
değil, dünyevî şeylere kıymet vermediğindendir.
Hazret-i Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
“Ben melik peygamber veya kul peygamber olma
hususunda muhayyer bırakıldım. Cebrâil bana
tevazu göstermemi işaret etti. Ben de kul pey-
gamber olayım, bir gün doyar, bir gün aç kalı-
rım, dedim.”3
Onun bu tür tavır ve davranışları gerçek mânâda
İslâm’ı yaşamaktan ibaretti. O bu konuda en güzel
örnekleri vermiş, aynı zamanda maddeye kul ol-
mayan örnek bir nesil yetiştirmiştir. Onun hayatı
daima değişmeksizin hep aynı standart içinde ol-
muştur Yani o daima mütevazı, sade ve basit bir
hayat sürdürmüştür. Bu sade hayatı sırf kendisi
yaşamamış, aile ve yakınlarına da öğretmiş, bazı
sahabeleri de onun yolunu takip etmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.v)’in hayatında meydana
gelen söz konusu bazı durumları ortaya koyduk-
tan sonra, onun dünyaya bakışını ortaya koyan
belirgin bazı özellikleri ayrı ayrı ele almak yerin-
de olacaktır. Onun dünyaya bakışını bize yansıtan
belirgin bazı özelliklerini şöyle sıralamak müm-
kündür:
Birincisi; Hz. Peygamber (s.a.v) örnek konu-
muyla ve Kur’an’ın öğretileri ve prensipleri çerçe-
Nisan 200934
vesinde, her vesileyle dünya hayatının geçiciliğini
vurgulamış, dünyaya kalben bağlanmamaya özen
göstermiş ve ümmetine kalben dünyaya bağlanma-
malarını tavsiye etmiştir. Ona göre dünya önemsiz
olmuş bu denli önemsiz olduğu için de ona meylet-
tirecek işlerden, davranışlardan ashâbını sakındır-
mış ve mal varlığının meydana getireceği fitneye
dikkatleri çekmiştir. Bu durum O’nun sözlerinde
ve hayatında şöyle tezahür etmektedir:
İbn Abbas’ın rivâyet ettiğine göre, Hz. Peygam-
ber (s.a.v) peş peşe bir kaç gece aç sabahlar, hane
halkı da çoğu zaman akşamları yiyecek bir şey bu-
lamazdı. Zaten ekmekleri arpa ekmeğiydi.4
Enes b. Mâlik anlatıyor: Hz. Fâtıma,
Peygamberimiz’e pişirdiği ekmekten bir parça ge-
tirmiş ve Allah Rasûlü, “Bu nedir?” diye sorduğun-
da “Pişirdiğim çörektir. Size getirmeden canım
çekmedi.” demişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber
(s.a.v): “Üç gündür babanın ağzına giren ilk lok-
ma bu olacak.” buyurdu.5
Hz. Peygamber (s.a.v)’in bu çileli ve sıkıntı-
lı hayatına rağmen, bu bağlamda bir hadisinde,
“Şu dünya câziptir; göz alıcı ve gönül çekicidir,
tatlıdır.”6 buyurmuş, bununla da dünya ve dün-
ya nimetlerine karşı herkesin kendisi gibi dav-
ranamayacağını belirtmek istemiştir. Ancak Hz.
Peygamber’in her zaman fakir hayatı sürdürdü-
ğünü söylemek zordur. Çünkü o, bulduğu zaman
da dünya nimetlerinden istifade etmiştir. Ayrıca
Müslümanların servet edinmelerine müsaade et-
miş, İslâm’ın zenginlik ve servet konusunda getir-
diği ölçülere uymak şartıyla zenginliği öven sözler
söylemiş, zenginliği reddetmemiştir. O, dünyayı
tamamen terk etme, elde olan malları feda etme
tavsiyesinde de bulunmamıştır. Nitekim bir ha-
dislerinde Hz. Peygamber (s.a.v), “Dürüst ve emin
tâcir, nebîler, sıddıklar ve şehitlerle beraberdir.”7
buyurmuştur. Diğer bir hadislerinde ise zenginlik
hakkında konuşan bir grup sahâbeye, “Allah’a kar-
şı sorumluluğunu bilen kimsenin zengin olmasın-
da bir beis yoktur.”8 diyerek zengin olmaya karşı
olmadığını belirtmiştir. Onun yaptığı, “Kendileri-
ne verdiğimiz rızıklardan infâk ederler.”9 âyetinde
ifade edildiği gibi, mallarının bir kısmını hayra
sarf etmeleri hususunda ashâbına tavsiyede bu-
lunmaktan ibarettir. Hz. Peygamber (s.a.v), dün-
yayı kötüleyip insanları da dünyanın esâretinden
kurtararak Allah’a kul olmaya yönlendirirken;
dünyadan, maldan el etek çekip münzevî bir ha-
yata girilmesini hedef almıyordu. Aksine mü’min
hem dünya nimetlerinden faydalanacak, hem de
toplumdaki vazifelerini yerine getirecektir. Hz.
Peygamber’in (s.a.v) şöyle buyurduğu rivâyet edi-
lir: “İnsanlarla haşir neşir olup ezâlarına katla-
nan Müslüman, insanlara karışmayıp ezâlarına
katlanmayan Müslümandan daha hayırlıdır.”10
İkinci olarak; Hz. Peygamber’in (s.a.v) dün-
ya yaşayışıyla ilgili olarak mutlak surette hatırlan-
ması lazım gelen bir diğer özelliği de lüks ve isra-
fa karşı olan bakışı ve tavrıdır. Zaten lüks ve israfı
onun hayatında görmek ve birlikte düşünmek dahi
mümkün değildir. Bu itibarla lüks ve israftan uzak
bir yaşantı onun hayatı boyu sürdürdüğü bir ya-
şantı tarzı olmuştur. Hayatının her safhasında
lüks ve israfa karşı dikkatli ve titiz olmuş, haya-
tı boyunca yemesi, içmesi, giyimi ve hülasa bütün
yaşantısıyla ne bir israf ne de lüks örneği vermiş-
tir. Onun hayatı son derece sade, düzenli ve temiz,
nezih ve mütevazı; kibir, gurur ve gösterişten uzak
olmuştur.
Bunlardan hülasa olarak şu ortaya çıkmakta-
dır: Hz. Peygamber (s.a.v)’in dünyaya bakışı, dün-
yanın içinde bulunarak ve bütün nimetlerinden
faydalanarak dünyayı ve maddeyi aşmayı, ihtiyaç
dışında her türlü lüks ve israftan uzak sade bir ya-
şayışı, meşru kazanç elde etmeyi, çalışmayı, ha-
yatın içinde olmayı, dünyada âhireti kazanmayı,
dünyanın imar ve intizamı için gayret göstermeyi
gerekli ve zorunlu kılmaktadır.
* Doç. Dr.
1 Ahmed b. Hanbel, Musned, I, 242, VI, 71.2 Tirmizî, Zühd, 35.3 Heysemî, Mecmeau’z-Zevâid, IX, 192.4 İbn Sa‘d, et-Tabakâtu’l-kubrâ, I, 400; Tirmizî, Zuhd, 38; İbn Mâce, Et‘ıme, 49.5 İbn Sa‘d, et-Tabakâtu’l-kubrâ, I, 400.6 Buhârî, Cihâd 37; Tirmizî, Fiten, 26; Zuhd, 41.7 Tirmizî, Buyû‘, 4; İbn Mâce, Ticârât, 1.8 İbn Mâce, Ticârât, 1.9 2 / el-Bakara, 3.10 Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme, 55.
Dipnot
35
DEM-İ VUSLAT Deprem olmuş, tufan kopmuş farketmez, Deli gönlüm bir sevdadan çarketmez; Ne vaz geçer, ne de uslanırım ben.
Gam değil; ekmeğim, aşım kesilse, Kör testere ile başım kesilse; Aşkın sofrasında beslenirim ben. Sırılsıklam vurgunum can dostuma, Ağma bulut, çakma şimşek üstüme; Yağmur yağmasa da ıslanırım ben.
Enginlerde sığmaz içim, içime, Oturmaz kalıba, girmez biçime; Çıkar yükseklere seslenirim ben.
Seferber olsada eşyanın tümü, Hiç bir kuvvet taşıyamaz yükümü; Kendi yüreğime yaslanırım ben.
Bir elimde cımbız, birinde tarak, Körler aynasına, gözsüz bakarak; Karanlık gecede süslenirim ben.
Gücenmeyin, darılmayın boşuna, Çene çalıp, yorulmayın boşuna; Altın olsam gene paslanırım ben.
Ölüm döşeğinde, en zor anımda, Sevgili! Yeter ki sen ol yanımda; ‘Dem-i vuslat’ diye, hislenirim ben.. Ahmet Süreyya DURNA
DüşünceMetin ÖZDEMİR*
DUA VE
KADER
Dua, kulluğun en içten ve en açık
göstergesidir. Çünkü içten ve
yürekten inanmayan; dua et-
mez, edemez. Bu yüzden Allah, gerçek iman sahip-
lerinin özelliklerinden söz ederken şöyle buyurur:
“Korkuyla ve umutla Rablerine yalvarmak üzere
vücutları yataklardan uzak kalır ve kendilerine
verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar.”1
İmanda içtenlik konusunda kalpleri iyi sınav ver-
meyen kimseler ise, iyiliği arzu ediyormuşçasına
kötülüğü isterler. Zira insan, sonucun kendi lehi-
ne gerçekleşmesinde çok acelecidir.2 Hâlbuki dua
yalnızca insanın her arzusunun gerçekleşmesi için
giriştiği bir eylem değildir. Her şeyden önce o, bir
kulluk görevidir. İnsan her hâlükarda Allah’a ya-
karmakla yükümlüdür.3 Bu bakımdan duanın asıl
önemi, içtenlikle yapılan bir ibadet olmasından
kaynaklanır.4 Dolayısıyla Kur’an’da insanın, derin
bir saygı ve büyük bir alçakgönüllülükle Allah’a
yakarışı olmadığı sürece, O’nun katında hiçbir de-
ğer taşımadığı5 açık bir şekilde vurgulanmıştır.
Bu bağlamda şu iki husus büyük önem arz et-
mektedir: Birincisi, insan Allah’ın kendisine şah
damarından daha yakın olduğunu6 ve bu neden-
le gerçek ihtiyaçlarını en iyi Onun bildiğini aklın-
dan hiç çıkarmamalıdır. Bu yüzden onun, “ben
Allah’tan şunları istedim fakat O bana vermedi”
demesi doğru değildir. İkincisi, o mutlaka dua-
sının bir şekilde karşılık bulacağına inanmalıdır.
Allah’ın “Bana dua edin, kabul edeyim…”7 şek-
lindeki buyruğu bu gerekliliğe işaret etmektedir.
Ancak bazen şeytan, insanın aceleciliğini ve hır-
sına düşkün oluşunu kullanarak onu ümitsizliğe
düşürmeyi başarabilmektedir. Kur’an bu duru-
mu açıkça şöyle ifade eder: “İnsan var ya, Rabbi
kendisini imtihan edip de ikramda bulunduğun-
da ve bol nimet verdiğinde ‘Rabbim bana ikram
etti’ der. Onu imtihan edip rızkını daralttığında
ise ‘Rabbim beni önemsemedi’ der.”8
Nisan 200936
37
Bu ümitsizlik ve dışlanmışlık hissi, bazen çok
tehlikeli bir biçimde, “Bir kere bahtın kara olmaya
dursun, ne yapsan boş; dua da etsen sesini Rabbi-
ne duyuramazsın.” tarzında bir önyargıyı besler.
Bu tür bir katı karamsarlık ve kötümserlik kapanı-
na kısılan insan, her türlü başarısızlığın faturasını
alın yazısına ve kadere çıkarır. Zanneder ki yazgı
tümüyle onun düşünce dünyasının ve iradesinin
dışında oluşmuş değişmez bir yasadır. Halk ara-
sında sıkça kullanılan, “kader mahkûmu” ifadesi,
bu tür bir anlayışın açık ürünüdür. Bu anlayışta
olan insanlar, Hz. Peygamber’in, Ebu Hureyre’ye
söylediği, “Kalem [ yazdı, mürekkebi bile] kuru-
du. Layık olduğun şey başına gelecektir”9 şeklin-
deki sözünü kendileri için en önemli dayanak ola-
rak görürler. Hâlbuki bu, Kur’an’ın, “… Şüphesiz
Allah, emrini yerine getirendir. Allah her şey için
bir ölçü/kader koymuştur,10 tarzındaki açık ifa-
desi doğrultusunda anlaşılması gereken bir söz-
dür. Nitekim Mevlâna, bu yüzden söz konusu ifa-
deyi şöyle açıklamıştır: “Kalem yazdı, mürekkebi
bile kurudu” sözü de insanı en önemli işe teşvik
etmek içindir. Şu halde kalem, herkesin işine la-
yık olan mükâfat ve mücazatı yazmıştır. Eğri gi-
dersen kalem de eğri yazar. Doğru gelirsen kalem
de kutluluğunu artırır. Zulmedersen kötüsün, ge-
risin geriye gittin. Kalem bunu yazdı ve mürekke-
bi kurudu. Adalette bulunursan saadete erersin,
kalem bunu yazdı, mürekkebi bile kurudu… Şa-
rap içersen sarhoş olursun. Kalem yazdı, mürek-
kebi bile kurudu…”11
Bu açıdan insanın kader konusunda sonuçtan
değil süreçten, yani kendi imkânları ölçüsünde
yapması gereken hür türlü meşru işten sorumlu
olduğunu bilmesi gerekir. Bu itibarla, insan meş-
ru sebeplere sıkıca yapıştıktan sonra Allah’ın ken-
disi için takdir ettiği hayırlı sonucu sabırla bekle-
melidir. Örneğin, insan bazen yoksullukla uzun
süre mücadele etmek zorunda kalabilir. Arzula-
dığı netice geciktikçe ümitsizliği artar. Aslında bu
durum, insanın, kendi kurtuluş ve hayrının yal-
nızca tek bir seçeneğe, yani fakirlikten kurtulma
neticesine bağlı olduğu düşüncesine saplanma-
sından kaynaklanır. Hâlbuki ahirete inanan bir
insan için, sabırla çalışmaya ve alın teriyle kaza-
nabildiği az kazancına kanaat ederek şükretmeye
devam etmesi ne büyük bir saadettir. Zira yılgın-
lığın, karamsarlığın ve ümitsizliğin yerini gayre-
tin, sabrın, tevekkülün, rızanın ve ümidin alması,
insana bu dünyada iç huzuru verecek ahirette ise
onu ebedi mutluluğa taşıyacaktır.
Sonuç olarak insan, yazgıyı bütünüyle kendi
düşüncesini, iradesini ve eylemlerini belirleyen
değişmez bir yasa olarak değil, tam aksine, bir
yönüyle ilahi bilginin kendi düşüncesi, iradesi ve
eylemlerine ilişkin ezeli bir öngörüsü12, diğer bir
yönüyle de imtihan sürecini belirleyen ilahi ira-
denin bir tecellisi13 şeklinde anlamalıdır. İnsa-
nın, sınırlı aklıyla sonsuz ezeli bilginin kuşattığı
bu kader sırrını tüm yönleriyle çözmesi mümkün
değildir. Ancak bu durum onun hiçbir zaman ka-
der mahkûmu olduğunu göstermez. Tam aksine
kaderin tecellisinde kendi düşüncesi, iradesi ve
eylemlerinin ne ölçüde rol oynadığını görmesini
ve o oranda sorumluluk duygusu taşımasını sağ-
lar. Bu açıdan kul ile Allah arasındaki ilişki sta-
tik değil dinamik bir ilişkidir. Bu bağlamda söz-
lü ve özellikle de fiili dua, kaderin oluşumunda
etkili olan en önemli faktörlerden birisidir. Ba-
şarısızlıklarının ve yılgınlıklarının faturasını ka-
dere çıkaranlar Rabbimizin şu buyruğuna kulak
versinler: “Allah’a ve ahiret gününe iman edip
de Allah’ın kendilerine verdiğinden (Onun rıza-
sı için) harcasalardı ne olurdu sanki! Allah onla-
rın durumunu hakkıyla bilmektedir. Şüphe yok
ki Allah zerre kadar haksızlık etmez. Eğer [zer-
re miktarı] iyilik yapılırsa onu[n karşılığını] kat
kat verir ve kendinden de büyük bir mükâfat
bahşeder.”14
1 32/Secde, 16.2 17/İsra, 11.3 40/ Mümin, 14.4 Ahmed b. Hanbel, Müsned, Beyrut, tarihsiz, IV, 267.5 25/Furkan, 77.6 2/Bakara, 186; 50/Kaf, 16.7 40/Mümin, 60.8 89/İnsan, 15-16.9 Buhari, Sahih, tahkik: Mustafa Dîb el-Bağâ, Beyrut 1987, V, (hadsi no: 4788), 1953.10 65/Talak, 3.11 Mesnevî, çeviren: Veled İzbudak, İstanbul 1988, V, 256-257.12 İmam-ı Azam, el-Fıkhu’l-Ekber, (İmam-ı Azamın Beş Eseri, M.Ü.İ.F.V. Yayınları, Nu.
49. İkinci Baskı, İstanbul 1992 içinde), 56.13 9/Tevbe, 51.14 4/Nisa, 40.
* Doç. Dr.
Dipnot
HZ. PEYGAMBER’İ SEVMEK VE
SÜNNETİNE
UYMAK
Nisan 200938
İlim ve HayatMehmet SOYSALDI*
Tezh
ip: F
atm
a Z
ehra
AK
TAŞ
39
Hz. Peygamber (s.a.v)’e iman et-
mek farzdır. Hz. Peygamber’e
iman etmek İslâm’ın erkânından
birisi, imanın da şartlarından bir şarttır. Bundan
dolayı her Müslümanın onun Allah tarafından
gönderilmiş bir elçi olduğuna şehâdet etmesi,
onun Rabbinden getirdiği her şeyi tasdik etme-
si ve O’ndan gelen bütün sözleri ve fiilleri kabul
ederek, onu hayatında kendisine örnek alması ge-
rekir.
Hz. Peygamber’i sevmek, her mü’min için en
gerekli taatlerden biridir. Zîrâ Sevgili Peygam-
berimiz (s.a.v), Buhârî ve Müslim’in Enes b.
Mâlik (r.a)’den rivâyet ettikleri bir
hadîs-i şeriflerinde şöyle buyur-
maktadır:
“Sizden birinize ben, anne-
sinden, babasından, çocukların-
dan ve bütün insanlardan daha
sevimli olmadığım müddetçe o
kimse tam iman etmiş olamaz.”1
Bu zikretmiş olduğum hadîs-i
şerifin başka bir rivâyet şeklinde
şöyle nakledilmiştir:
“Sizden birinize ben, kendi
nefsinden, annesinden, babasın-
dan, çocuklarından ve bütün in-
sanlardan daha sevimli olmadı-
ğım müddetçe tam iman etmiş sayılmaz.”
Bu sevgi bir insanda gerçekleşmezse, o in-
san gerçek mü’min olamaz. Nitekim Abdullah
b. Hişâm, Hz. Ömer (r.a)’ın bir gün Peygamber
(s.a.v)’e şöyle dediğini rivâyet etmiştir:
“Ey Allah’ın Resulü sen bana, nefsim hariç her
şeyden daha fazla sevimlisin.” demiştir.
Hz. Peygamber (s.a.v) ise, ona “Hayır ey
Ömer, nefsim elinde olan Allah’a yemin olsun
ki; sen, beni nefsinden de daha fazla sevmedikçe
gerçek iman etmiş olamazsın.” buyurmuştur.
Hz. Ömer (r.a)’de ona; “Vallahi şimdi sen bana
nefsimden de daha fazla sevimlisin.” dediğinde,
Hz. Peygamber (s.a.v); “Şimdi imanın kemale er-
miştir ey Ömer!” demiştir.2
Şüphesiz ki insan, iyiliğin esiridir. Kalpler
kendisine iyilik yapana karşı sevgi duymak üzere
yaratılmıştır. Eğer bir insan, kendisine iyilik ya-
pan bir insanı severse ya ona bir hediye verir veya
dar zamanında ona yardım eder. Bir kişi başka
bir kişiyi sevince bunları yaparsa, o hâlde, bütün
âlemlere hidâyetle gelen, bütün insanlık için rah-
metle gönderilen insanlara kita-
bı ve hikmeti öğreten, dünya ve
âhiret saadetine kavuşma yolunu
açıklayan bu Yüce Peygamber’e
karşı tutumumuzun nasıl olması
gerekir?
Burada hemen şunu ifade et-
memiz gerekir: Hiç şüphesiz ki;
Allah sevgisinden sonra sevgi-
ye en lâyık olan Hz. Muhammed
(s.a.v)’dir. Zîrâ Yüce Allah, bir
âyet-i kerîmede Hz. Peygamber
(s.a.v)’e hitâben şöyle buyurmak-
tadır:
“(Ey Habîbim!) De ki: Eğer
Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki
Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.
Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.”3
Allah, iki vasıtayla bilinip tanınır: Onlardan
biri akıl, diğeri ise peygamberdir. Allah’ı birin-
ci vasıtayla bilip anlamak yeterli değildir. Var-
lık âlemindeki mükemmel düzen ve şaşmayan
kanunların bir planlayıcının ve bir kanun koyu-
cunun varlığına delalet ettiğini akıl yoluyla bilip
anlamak mümkündür. Ancak O yüce kudretin sı-
fatlarını, emirlerini, kullarından beklediklerini,
bu dünyayı insanlara hazırlamasının nedenleri-
ni, akıl yoluyla bilmek mümkün değildir. Bunla-
rı bizlere akıl değil, ancak peygamber haber ve-
rip öğretebilir. Peygamberin getirip haber verdiği
bilgiler akılla birleşince asıl yol ve amaç belirlen-
miş olur.
O hâlde peygamber, ilâhî rahmeti ve O’nun
kullarına olan buyruklarını yansıtan bir ayna,
O’nun kanunlarını haber veren bir alıcı-verici,
O’nu kullarına tanıtan bir rehber; kulluk görevi-
nin anlamını ve ölçüsünü insanlara öğreten bir
öğretmendir.
Bu nedenle Allah’ın sevgisine erebilmenin tek
yolu, peygamberi sevmek ve onun getirdiklerini
gönülden benimseyip kabul etmek; ilâhî rahme-
tin insanlıktan yana ışık ve enerjisini ondan al-
maktır.
Hz. Peygamber Sevgisinin Alâmetleri
Hz. Peygamber (s.a.v)’i
gerçekten seven bir
mü’minde bulunması gere-
ken bazı vasıflar vardır. Bun-
ları şöyle sıralayabiliriz:
1. Hz. Peygamber (s.a.v)’in sünnet-i se-niyyesine uymak; O’nun hayat tarzına hayatımızı uydurmak. Nitekim Cenâb-ı Al-lah, “Andolsun ki Allah’ın Resulünde sizin için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnek vardır.”4 buyurmaktadır.
Allah’ın rızası ve sevgisi, Hz. Peygamber
(s.a.v)’in sünnetine uymakla elde edilebilir. Bir
mü’minin en büyük ideali, kendisini Allah’a sev-
dirmektir. Yani O’nun rızasını kazanmak, gaza-
bından korunmaktır.
Allah’ı sevenlerin, “Ben özümü Allah’a teslim
ettim, bana uyanlar da öyle.”5 diyen Resulullah’ı
sevmesi ve onun sünnetine uyması gerekir. Pey-
gamberi gerçekten seven mü’min, ihlâs ve sami-
miyetle, “Ben özümü Allah’a teslim ettim.” de-
yip dininde ve bizlere tebliğ ettiği bu dinin emir
ve yasaklarına uyma hususunda ona uymak ve
onu örnek edinmek zorundadır. Bunu yapmayan
kişi, “Ben Allah’ı severim, ama emrini dinlemem,
O’nun sevdiğini sevmem, O’nu sevenleri, O’nun
yolunu gösterenleri, O’nun seçip gönderdiklerini
sevmem, onlara benzemek istemem.” demiş ol-
maktadır. Bu da, “Ben kendimden başka bir şey
sevmem, tevhîd yolunda yürümek istemem.” an-
lamına gelir. Allah’ın Resûlüne uymamak ve onu
örnek edinmemek, Allah’ın gazabını celbeder ve
rahmetinden mahrum olmaya sebep olur.
Allah’ın velî kullarından olan Sehl b.Abdullah
et-Tüsterî şöyle demektedir:
“Allah’ı sevmenin alâmeti,
Kur’an’ı sevip anlamaktır.
Kur’an’ı sevmenin alâmeti,
Rasulullah Efendimizi sev-
mektir. Rasulullah’ı sevme-
nin alâmeti, onun sünnetini
severek yerine getirmektir.
Allah’ı, Kur’an’ı, Peygam-
beri ve Sünnetini sevme-
nin alâmeti ise, âhireti sev-
mek ve ona hazırlanmaktır.
Âhireti sevmenin alâmeti,
kendini bilip sevmektir.
Kendini sevmenin alâmeti,
dünyanın aldatıcı, oyalayıcı
yanlarını sevmemektir. Bunun da alâmeti, insa-
nı amaca ulaştıracak kadar rızkı helâl yoldan elde
etmektir.”6
2. Hz. Peygamber (s.a.v)’in güzel ahlâkıyla ahlâklanmak ve bütün kötü ahlâk ve davranışlardan sakınmak. Çün-
kü Sevgili Peygamberimiz; “Ben güzel ahlâkı ta-
mamlamak için gönderildim.” buyurmaktadır.7
Hz. Peygamber’in yolundan gitmek, onun
ahlâkıyla ahlâklanmakla olacağına göre, herke-
sin kendisini, yaptıklarını ve kimin yolundan git-
tiğini ve kimin ahlâkıyla ahlâklandığını bilmesi ve
kontrol etmesi lazımdır.
Nisan 200940
41
3. Hz. Peygamber (s.a.v)’e saygı ve hürmet göstermek. Sahâbîler (Allah onlar-
dan razı olsun), Hz. Peygamber (s.a.v)’e saygıla-
rından dolayı seslerini onun sesinden fazla yük-
seltmezlerdi. Hz. Peygamber (s.a.v)’e bu derece
saygı ve hürmet gösterirlerdi. Nitekim Yüce Al-
lah: “Ey inananlar, seslerinizi, Peygamberin
sesinin üstüne çıkarmayın, birbirinizle yüksek
sesle konuştuğunuz gibi onunla da öyle yüksek
sesle konuşmayın, yoksa siz farkında olma-
dan, amelleriniz boşa gider.”8 buyurmaktadır.
Bu saygı ve hürmet o hayatta iken böyleydi.
Bizler de ondan sonra onun emir ve buyrukları-
na saygı göstermeliyiz. Ondan sahih yolla nak-
ledilen sünneti kabul edip hayatımızı onun ha-
yat felsefesi doğrultusunda
düzenlemeliyiz. Yani onun
sünnetini hayatımızda uygu-
lamalıyız. Böylece ona olan
saygı ve hürmetimizi ispat et-
meliyiz.
4. Hz. Peygamber (s.a.v)’e daima salât ve selâmda bulunmak. Zîrâ
Yüce Allah bu hususta şöy-
le buyurmaktadır: “Allah ve
Melekleri, Peygambere salât
etmekte (onun şerefini gözet-
meye, şanını yüceltmeye özen
göstermekte)dir. Ey inanan-
lar! Siz de ona salât edin, (onun şanını yücelt-
meye özen gösterin) içtenlikle selam edin (ona
esenlik dileyin.)”9
Yüce Allah, bu âyet-i kerimede bütün
mü’minlere Peygamberine salât ve selâm etme-
lerini emretmekte ve ona saygı göstermelerini
istemektedir. “Allahümme Salli alâ Muham-
med.” demek salât, “Esselâmü aleyke eyyühen-
nebiy.” demek selamdır. Hz. Peygamber
(s.a.v)’den rivâyet edilen çok sayıda Salâvât-ı
Şerîfe vardır. Bunları okumak, mümkün oldu-
ğu kadar çok salât ve selâm getirmek, Peygam-
ber (s.a.v)’in sevgisini celb eder, kıyamette de
şefaatine sebep olur.
Nitekim Sevgili Peygamberimiz bu hususta
şöyle buyurmaktadır: “Kıyamet gününde insan-
ların bana en yakın olanları, bana en çok salât ü
selâm getirenleridir.”10; “Kim bana bir defa salât
ü selâm getirirse, bu sebeple Allah Teâlâ da ona
on misli merhamet eder; o kimsenin on günahını
bağışlar ve mânevî derecelerini on derece daha
yükseltir.”11
İşte Hz. Peygamber (s.a.v)’i gerçekten seven
her Müslümanda bu vasıfların bulunması ge-
rekir. Aksi hâlde insan tam mânâsıyla imanın
meyvesinden istifade edemez ve Hz. Peygamber
(s.a.v)’in şefâatine nâil olamaz.
Sonuç olarak diyebiliriz ki; Hz. Peygamber’i
sevmek, onun ahlâkıyla
ahlâklanmak ve ona tâbi ol-
maktır. Ona tâbi olmak da an-
cak onun sünnetini öğrenip
hayatımıza yansıtmakla müm-
kün olur. Onu sevip ona uymak
Yüce Rabbimizin bir emridir.
Hangi asırda yaşarsak ya-
şayalım, hangi devirde bulu-
nursak bulunalım, önümüzde
cereyan eden hâdiseler han-
gi cinsten olursa olsun, bizlere
düşen görev; Hz. Peygamber’i
sevmek ve getirdiği prensiple-
ri benimseyip, hayatımızı onun
hayat felsefesine uygun hâle getirmektir. Yani kı-
sacası; onun gibi düşünen, onun gibi yaşayan,
onun gibi ibadet eden iyi bir kul ve Müslüman ol-
maya ve bu uğurda elimizden gelen gayreti gös-
termeye çalışmalıyız.
1 Buhârî, İman: 8; Müslim, İman: 69, 70.2 Buhârî, Muhtasarı Tecrid-i Sarih Terc, I, 31.3 3/Âl-i İmrân, 31.4 33/Ahzâb, 21.5 3/Âl-i İmrân, 20.6 Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yay., İzmir, trs, II, 884.7 Tirmîzî, Hüsnü’l-Huluk, 8.8 49/Hucurât, 2.9 33/Ahzâb, 56.10 Tirmizî, Salât, 357.11 Neseî, Sehv, 55.
* Prof. Dr.
Dipnot
KültürResul KESENCELİ
KUDÜS VE
MESCİD-İ AKSA“Bu mübarek mabedin dört asırlık en son sükûnet dönemi ise, yüksek ruh, nezih
gönül ve büyük dâhi Yavuz Selim’le gerçekleştirilmiştir. Bir zamanlar, dînî hatıraların
ruh ve ma’nâ gibi duyulduğu, tütüp durduğu ince ve nazlı bir mucizeler
iklimiydi Mescid-i Aksa...”
Nisan 200942
Fatih
ERK
OÇOĞ
LU
43
Kudüs, vahye dayanan bütün
dinlerde kutsal sayılan bir şe-
hirdir. Bunun başta gelen sebe-
bi ise Yüce Allah’ın insanları doğru yola iletmeleri
üzere görevlendirdiği peygamberlerin birçoğu-
nun bu şehirde yaşamış veya en azından hayat-
larının bir bölümünü bu şehirde geçirmiş olma-
larıdır. Ayrıca bu peygamberlerden bazılarının
mabed olarak kullandıkları mekânlar da bu şehir-
dedir. Kudüs, İslâm’da özel bir yere ve kutsiyete
sahiptir. Müslümanların ilk kıblesi olan Mescid-i
Aksa’yı bağrında barındırması ve Resûlullah
(s.a.v.)’ın İsrâ ve Miraç mucizesine şâhid olma-
sı bu üstünlüğünün sebeplerinin başında ge-
lir. Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurur:
“Kulunu, kendisine birtakım ayetlerimizi göster-
mek için bir gece Mescid-i Haram’dan çevresi-
ni mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya yürüte-
nin şanı pek yücedir.” (17/İsra, 1) Burada dikkat
edilirse Mescid-i Aksa’dan “çevresini mübarek
kıldığımız” şeklinde söz edilmektedir. Mescid-i
Aksa’nın çevresi ise başta Kudüs sonra diğerFi-
listin topraklarıdır. Bu ayetin tefsirine ve burada
“Mescid-i Aksa” denirken kastedilen mabedin ne
olduğu hususuna aşağıda geleceğiz. Ancak ondan
önce Kudüs ve çevresinin mübarek kılınmasına
dair diğer delilleri sıralamak istiyoruz. Örneğin
Maide Suresi’nin 20 ve21. Ayetlerinde şöyle buy-
rulur. “Musa milletine şöyle demişti: “Ey mille-
tim! Allah’ın üzerinizdeki nimetini anın. Aranız-
dan peygamberler çıkardı ve sizi krallar yaptı.
Âlemlerden hiç kimseye vermediğini size verdi.
Ey milletim! Allah’ın size yazdığı kutsal topra-
ğa girin, geriye dönmeyin; yoksa zarar edenler
olursunuz.” Burada sözü edilen kutsal toprağın
Kudüs ve çevresi yani Filistin toprakları olduğu
konusunda tanınmış müfessirler ittifak etmişler-
dir. Tarihî olaylar da burada kastedilen toprakla-
rın Filistin toprakları olduğunu belgelemektedir.
Çünkü Hz. Musa ve kavminin Kızıl Deniz’i geçtik-
ten sonra girmekle emrolundukları topraklar Fi-
listin topraklarıdır.
Kudüs’te bugünkü gibi bir mescidin olmadı-
ğı, Kur’an-ı Kerim’in aşağıda gelecek olan bazı
ayetlerinde kendisinden “mabed” diye söz edi-
len binanın kalıntılarının bulunduğu doğrudur.
Bu mekân Beyt-i Makdis olarak adlandırılırdı.
İşte Resûlullah (s.a.v.)’ın ziyaret ettiği mekânın
bu Beyt-i Makdis olduğu bütün ünlü müfessir-
ler tarafından dile getirilmektedir. Örneğin Kadı
Beyzavi tefsirinde “Mescid-i Aksa” ibaresi açık-
lanırken: “Burada kastedilen, Beyt-i Makdis’tir.
Çünkü o zaman orada bir mescit mevcut değil-
di” denmektedir. Aynı ibarenin Nesefi ve Ha-
zin tefsirinde de aynen geçtiğini görüyoruz. İbni
Abbas’tan rivayet edilen tefsir de bu şekildedir.
Elmalılı Hamdi Yazır’ın tefsirinde de ayette geçen
“Mescid-i Aksa” ibaresiyle ilgili olarak şu açıkla-
ma yapılmaktadır: “Mescid-i Aksa: Kudüs’teki
Beytu’l-Makdis’tir. Nitekim İsra hadisinde de:
“Burak’a bindim. Beytu’l-Makdis’e vardım” diye
geçmiştir. Bunun etrafı da Kudüs ve civarı demek
olur.” (Burada kastedilen İsrâ hadisini, Buhari,
Bed’u’l-Halk, 6; Müslim, İman, 259, 264; Nesai,
Salat, 10; Tirmizi, Tefsir, İsrâ suresi tefsiri, 2,
17; Ahmed ibnu Hanbel, III/148, IV/208, V/387,
392, 394’te rivayet etmiştir.)
Mescid-i Aksa, ikinci bir altın çağını, âdil ha-
life Hz. Ömer ile idrak etti. Birkaç asırlık bu yeni
gül devrinden sonra haçlılar bir kere daha kan-
irin ve alev içinde onun harîmini kirletip kub-
besine salîb(haç) yerleştirdiler. Mescid-i Aksa’yı
esaretten kurtarıp Müslümanlara onurunu iade
edecek güçlü bir iradenin beklendiği bu dönem-
de. Kutlu Mabed, karşısında büyük tarihî şahsi-
yet Selâhaddîn’i Eyyubî’yi buldu, buldu ve kur-
tuldu. Bu mübarek mabedin dört asırlık en son
sükûnet dönemi ise, yüksek ruh, nezih gönül ve
büyük dâhi Yavuz Selim’le gerçekleştirilmiştir.
Bir zamanlar, dînî hatıraların ruh ve ma’nâ gibi
duyulduğu, tütüp durduğu ince ve nazlı bir mu-
cizeler iklimiydi Mescid-i Aksa... Şimdi onu, hâl-i
hazırdaki sessizliği, daha doğrusu kendisinden
beklenen sese göre durgunluğu, küskünlüğü ve
yorgunluğuyla düşünüyor, onunla bulunama-
manın sılasıyla inliyoruz. Bu inleme öyle ki tüm
İslâm âlemi tüm hücrelerine kadar bu ızdırapla
yanıyor. Yangını dindirememenin çaresizliği ise
vaveylalar içerisinde çileye dönüşüyor.
Mescid-i Aksa, Kâbe ile beraber aynı zaman di-
limi içinde, gökten gelen emirlerle, yerden fışkı-
rır gibi yükselmiş ve yerinde kudsilerin mihrabı,
yerinde de onların minberi olma payesiyle çağlar
ve çağlar boyu harîmine girenlere kanatlarını aç-
mış; en amansız, en imansız devirlerde dahi em-
niyet beldesi olmuş ve yeryüzünün âdeta cenne-
ti olmuş mukaddes ve mübarek bir mekândır. Bu
mekân ki bizim tarihimizde müstesna bir yere sa-
hiptir. Bin bir hatıra ve hülyaya kaynaklık yapmış
bu yüce mabed, şimdi, boynu bükük, iklimi ka-
ranlık, görüp çektiklerinden bîtap, acı acı yüzü-
müze bakıyor gibi bir hüzün var çehresinde. Onu
böyle müşahede ettikçe âdeta içimize kan damlı-
yor ve nefesimizin kesildiğini hissediyoruz. O, bir
zamanlar gönüllerimize semaviliği fısıldayan en
kudsî bir mihrap, en mübeccel bir minber iken,
şimdi kolu-kanadı kırılmış, kökünden koparıl-
mış, âlem-şumûl ışığı söndürülmüş, kısır ve in-
hisarcı bir anlayışın elinde sönecekmiş gibi duran
bir mum ve devrilecekmiş gibi duran bir garip is-
kelet hâline getirilmiştir.
Mescid-i Aksa Gerçeği
İsrail’in altını oyarak Kutsal Tabut’a ulaşmaya
çalıştığı bugünkü Mescid-i Aksa, Hz. Süleyman
döneminde de bir Mescid olarak inşa edilmişti.
Bilindiği üzere Kur’an-ı Kerim’de de bu mabed,
“Mescid-i Aksa” olarak adlandırılır. Oysa
Kur’an-ı Kerim’in vahyedildiği dönemde Mescid-i
Aksa’nın bugünkü şekli yoktu. Bugünkü şekli
Emevi halifelerinden Abdülmelik bin Mervan
döneminde inşa edilmiştir. Mescid-i Aksa
tıpkı Mescid-i Haram gibi tevhid inancı üzere
inşa edilmiş ve ancak bu inanç doğrultusunda
kendisinden istifade edilebilecek bir kutsal
mabeddir. Mekke müşrikleri de Hz. İbrahim’in
Nisan 200944
Allah’ın emri doğrultusunda inşa ettiği Kâbe’ye
sahip çıkıyorlardı ve içini putlarla doldurmuşlardı.
Allah’ın Resulü ve Nebisi Hz. Muhammed (s.a.v.)
orayı putlardan temizleyerek, inkârcıların onu
sahiplenmelerinin yersiz ve anlamsız olduğunu
ortaya koydu. Yahudiler içlerinden çıkması ve
kendilerine gelmesine rağmen Hz. Süleyman’ı
bir peygamber olarak dahi görmez, ona “Kral
Salamon” derler. Zamanla onun insanlara tebliğ
ettiği tevhid inancından hızla uzaklaşmışlardır.
Hâliyle meseleye ilâhî dinler tarihi açısından
baktığımızda da Hz. Süleyman’ın inşa ettiği
bir mabede sahip çıkma hakkının kendilerinde
olmadığını görebiliriz. Neticede bunun ne “itikadî”
yönden ne de “tarihî” yönden bir geçerliliği
vardır. Siyonistler söz konusu iddialarından yola
çıkarak Mescid-i Aksa’yı ortadan kaldırabilmek
için yıllardan beri gizli ve açık psikolojik harp
metotlarını kullanarak çalışmaktadırlar.
Kutsal Tabut/ Tabut-ı Sekine Ahd-i Atik Sandukası
Ahd-i Atik Sandukası; Allah’ın Kur’an’da
bildirdiği ve içinde Hz. Musa ve Hz. Harun’dan
da eşyalar barındıran değerli bir sandıktır. İslâm
âlimlerine göre, sandukanın en önemli özelliği
ise M.Ö. 587 yılından beri nerede olduğunun
bulunamaması ve ahir zamanda çıkacak bir
şahıs olan Mehdi tarafından bulunacağının
kabul edilmesidir ki doğrusunu yine sahibi bilir.
Peygamber Efendimizin hadislerinde ve çeşitli
tarihî kaynaklarda dikkat çekilen bir konu olan
“Ahd-i Atik Sandukası”, Allah’ın gönderdiği
son ilahî kitap Kur’an’da bildirilmektedir.
Ayrıca ilahî bir kitap olarak indirilen ancak
sonradan tahrif edilmiş olan Tevrat’ta da bu
sanduka hakkında bilgiler yer almaktadır.
İslâm âlimleri tarafından, Kur’an ahlâkının tüm
dünya üzerinde hâkim olacağı bir dönemin de
habercisi olan sanduka hakkında, Kuran’da şu
bilgiler yer alır : “Peygamberleri, onlara dedi:
O’nun hükümdarlığının belgesi, size Tabut’un
gelmesidir. Onda Rabbinizden ‘bir güven
duygusu ve huzur’ ile Musa ailesinden ve Harun
ailesinden artakalanlar var; onu melekler
taşır. Eğer inanmışlarsanız, bunda şüphesiz
sizin için bir delil vardır.” (2/Bakara, 248.)
Ahd-i Atik Sandukası hakkında tarihî kaynaklar
incelendiğinde birçok bilgi ile karşılaşılmaktadır.
İsrailoğulları’nın Mısır’dan çıkışlarından sonra
Sina Dağı’nın eteklerinde imal edildiği düşünülen
sandukada, Hz. Musa’dan kalan taş levhalar ve
Hz. Harun’dan kalan eşyalar bulunmaktadır.
Tarihî kaynaklara göre; Ahd-i Atik Sandukası, Hz.
Harun döneminden sonra Hz. Davut döneminde
şehrin “Birleşik Yahudi Krallığı”nın başkenti
ilan edilmesiyle Kudüs’e taşındı. Hz. Süleyman
tarafından yaptırılan mabede konulan sanduka,
MÖ. 587 yılına kadar Beytül Makdis’te kaldı.
Aynı yıl içinde Babil İmparatoru Buhtunnesar,
-Babil’in Asma Bahçeleri’ni yaptıran kraldır-
Kudüs’ü işgal etti ve o tarihten sonra yaklaşık
500 yıl ortadan kaybolan sandukanın, tahrip
45
“M.S. 638 yılında Hz. Ömer (r.a.)
döneminde Kudüs fethedildikten sonra
Beyti Makdis’in yerinde Mescid-i Aksa
inşa edildi. Hz. Ömer (r.a.)’ın burayı
mabed ittihaz etmesi de o mekânın
kutsiyet ve ehemmiyetinden ileri
geliyordu. Mescid-i Aksa daha sonra
Emevi halifelerinden Abdülmelik bin
Mervan zamanında genişletildi.”
Nisan 200946
edilemediği ve onu koruyan Levililer tarafından
mabedin altında hazırlanmış gizli bir bölmede
saklandığı inancı yayıldı. M.S. 70 yılında
ise Roma valisi Titus’un, Beytül Makdis’i
yıktırdıktan sonra bu yeraltı odasına da ulaştığı
ve mabedin kutsal eşyalarıyla birlikte sandukayı
da Roma’ya götürdüğü varsayılmaktadır. Ahd-i
Atik Sandukası, M.Ö. 587 yılından bu yana
bulunamamıştır. Bununla beraber, Yahudiler
sandukanın ancak Mesih’in gelişinden sonra
ortaya çıkacağına inandıklarından, tarih boyunca
sandukayı arayanlar genellikle Yahudiler değil
Hıristiyanlar olmuştur. Mabed Tepesi’nde yapılan
ve kaydedilmiş ilk “Sanduka Kazıları”nı 19.
yüzyılda Haçlılar döneminde Mabed Şövalyeleri
yapmıştır. O tarihte ve yakın tarihte yapılan
araştırmalarda sandığın izine rastlanmamış ancak
bu konu son dönemlerde tüm araştırmacıların
ilgi odağı olmuştur.
Tarihî kaynaklardan anlaşıldığına göre
Mescid-i Aksa’yı ilk inşa eden kişi Hz. Süley-
man (a.s.)’dır. Kur’an-ı Kerim’in Sebe suresinin
14. ayeti kerimesinin tefsiriyle ilgili olarak verilen
bilgiler de buna delalet etmektedir. Bu ayet-i ke-
rime de şöyle buyurulur: “Süleyman’ın ölümüne
hükmettiğimizde, onun ölümünü, bastonunu yi-
yen ağaç kurdundan başka onlara gösteren ol-
madı. Böylece o yere yıkılınca, anlaşıldı ki cinler
eğer gaybı biliyor olsalardı aşağılayıcı azabın
içinde kalmazlardı.” Bu ayetin tefsirinde şu bilgi-
ler verilir: Süleyman (a.s.) Mescid-i Aksa’nın in-
şasında cinlerden de yararlandı. Bu inşaat işin-
de insanların yapmaya güç yetiremeyecekleri zor
işleri cinler yapıyorlardı. Ancak Süleyman (a.s.)
bir gün mihrabında asasına dayanmış hâlde iba-
det ederken vefat etti. Cinler onun ibadet ettiğini
sanarak işlerini yapmaya devam ettiler. Sonuçta
Süleyman (a.s.)’ın asasını içten güve yedi ve asa
kırılınca onun cesedi de yere düştü. Böylece öl-
düğü anlaşıldı. Bazı tarihî kaynaklarda Kudüs’ün
M.S. 70 yılında yıkıma uğratıldığı Beyti Makdis’in
de bu olayda yıkıldığı ifade edilmektedir. Ancak
bu mekân yine bir mabed olarak biliniyor ve Bey-
ti Makdis’in kalıntıları da korunuyordu. Şu an
Yahudilerin “Ağlama Duvarı” Müslümanların
ise “Burak Duvarı” olarak adlandırdıkları duvar
eski mabedin bir kalıntısıdır. M.S. 638 yılında
Hz. Ömer (r.a.) döneminde Kudüs fethedildikten
sonra Beyti Makdis’in yerinde Mescid-i Aksa inşa
edildi. Hz. Ömer (r.a.)’ın burayı mabed ittihaz et-
mesi de o mekânın kutsiyet ve ehemmiyetinden
ileri geliyordu. Mescid-i Aksa daha sonra Eme-
vi halifelerinden Abdülmelik bin Mervan zama-
nında genişletildi. Mescid-i Aksa’nın hemen ya-
kınında bulunan ve bugün Türkiye Müslümanları
tarafından Mescid-i Aksa zannedilen sekiz köşe-
li Kubbetu’s-Sahra adlı mabed de Abdülmelik bin
Mervan tarafından inşa ettirilmiştir.
Mescid-i Aksa’yı Ortadan Kaldırma Çabaları
Siyonistler Mescid-i Aksa’yı ortadan kaldıra-
bilmek için yıllardan beri çalışmaktadırlar. Si-
yonistlerin Mescid-i Aksa’yı ortadan kaldırma
girişimleri 1967 Haziran’ında Doğu Kudüs’ü iş-
gal etmelerinden kısa bir süre sonra başladı. 21
Ağustos 1969’da Denis Ruhan adlı fanatik bir Ya-
hudi Mescid-i Aksa’yı yakma girişiminde bulun-
du. Nisan 1980’de ünlü Yahudi terörist Meir Ka-
hane, Mescid-i Aksa’nın bir yerine bol miktarda
patlayıcı madde doldurarak bunu patlatmaya te-
“Siyonistler Mescid-i Aksa’yı ortadan kaldırabilmek
için yıllardan beri çalışmaktadırlar. Siyonistlerin
Mescid-i Aksa’yı ortadan kaldırma girişimleri 1967
Haziran’ında Doğu Kudüs’ü işgal etmelerinden
kısa bir süre sonra başladı.”
47
şebbüs etti. 8 Nisan 1982’de fanatik bir Siyonist
örgütünün mensupları Kâh diye bilinen diğer bir
siyonist terör örgütüyle işbirliği yaparak Mescid-i
Aksa’nın ana girişine bol miktarda patlayıcı mad-
de yerleştirdiler. Ancak bu patlayıcı madde cami
görevlileri tarafından patlamadan ortaya çıkarıl-
dı. 10 Nisan 1982’de Meir Kahane taraftarların-
dan bir grup Yahudi zorla Mescid-i
Aksa’ya girmek istedi. Cemaatin ve
cami görevlilerinin engel olması üze-
rine çıkan çatışmada cami koruma-
larından iki kişi öldürüldü. 21 Mart
1983’te Mescid-i Aksa’ya gizli bir yol-
dan girmek için tünel açıldığı tespit
edildi. Ancak tünel tamamlanamadan
ortaya çıkarıldığı için teşebbüs başarı-
lı olamadı. 27 Şubat 1984’te bir grup
Yahudi, caminin doğu tarafından Rah-
met kapısının yakınından içeri girmek istedi. An-
cak cami koruma görevlileri onların içeri girip bir
katliam gerçekleştirmelerini önlediler. 14 Ocak
1986’da Knesset üyesi bazı parlamenterler asker-
lerin koruması altında Mescid-i Aksa’ya girmek
istediler. Ancak İslâmî Hareket mensubu gençler
cami kapılarında barikatlar oluşturarak onların
içeri girmelerini önlediler. Birkaç kez girişimde
bulunan parlamenterler Mescid-i Aksa’nın içine
girmeyi başaramayınca geri dönmek zorunda kal-
dılar. Fakat bu olaydan sonra cami dışında işgalci
askerlerin Müslüman gençlere saldırmasıyla baş-
layan çatışmalarda çok sayıda genç yaralandı. 8
Ekim 1990 tarihinde yine Mescid-i Aksa’ya yöne-
lik olarak gerçekleştirilen saldırıda 30 Müslüman
şehit oldu, 800 Müslüman da yaralandı. Tarihe
“Kudüs katliamı” olarak geçen bu saldırı, siyonist
İsrail yönetiminin bazı fanatik Yahudi gruplarını
kışkırtması sonucu gerçekleştirildi. Bu saldırının
asıl amacı ise Mescid-i Aksa’nın bazı bölümleri-
ni yıkmak ve zaman içinde tamamını yıkabilmek
için ilk adımı atmaktı. İsrail ise tarihî emellerini
gerçekleştirmek için katliamlarına son hızlarıyla
devam etmekte, hain saldırılarını dünyanın gözü
önünde gerçekleştirmektedirler.
Tarihİsmail ÇOLAK
MUHAMMEDÎ MUHABBETİ MUHAMMEDÎ MUHABBETİ
OSMANLI’NINOSMANLI’NIN
Nisan 200948
49
Osmanlı, Peygamber Efendimiz’e
(s.a.v.) ve O’nun kutsal beldesine
karşı derin muhabbet, hürmet ve
sadakatini büyük bir hassasiyetle muhafaza et-
miş, bunu devletinin en muhkem kaidelerinden
biri hâline getirmiştir. İlâ-yı kelimetullâh davası
uğrunda yedi iklim üç kıtada fütuhatta bulunur-
ken Osmanlı’nın baş hedefleri arasında hiç kuş-
kusuz rıza-yı Bâriyi kazanmak kadar Peygamberi-
mizin hoşnutluğuna mazhar olmak da vardı. Hâl
böyleyken, Peygamberimize hürmet ve muhab-
bet, soylu ceddimizin en mümeyyiz vasfı ve şiarı
olma hususiyetini kazanmıştır. O kadar ki, Mekke
ve Medine halkından olup da Osmanlı toprakla-
rına gelmiş olan, ancak Ehl-i Beyt’e soyca irtiba-
tı olmayanlara dahi hürmet ve alâka gösterme-
de ecdadımız kusur etmemişlerdir. Tarih, bunu
izah eden birbirinden muhteşem misallerle dolu-
dur. Evvela, Osmanlı, devlet hâline geldikten he-
men sonra kurduğu askerî birliği, O’nun davasını
güttüğünden ötürü “Peygamber ocağı” payesiy-
le onurlandırmış, neferini de “Mehmetçik” adıy-
la taltif etmiştir. Ordusuna verdiği isimlerden biri
de “Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye”dir. Dev-
letinin başka bir adını ise Sultan Vahdeddin’in
ifadesiyle “Devlet-i Âliye-i Muhammediye” koy-
muştur.
Hünkârların Sonsuz Muhabbeti
Peygamberimizin aşkıyla yanıp tutuşan Os-
manlı hünkârlarının başında, belki de Fatih Sul-
tan Mehmed yer alır. Öyle olmasaydı, asırlar
öncesinden Peygamberimizin övgü ve müjdesi-
ne nail olamazdı. O’na karşı tarifsiz muhabbeti-
ni, en güzel biçimde İstanbul’un fethinde ortaya
koymuştur. Rumeli Hisarı’nı, O’nun güzel ismi
Muhammed’in Arapça yazılışına göre inşa ettir-
miştir. Fatih’in, Peygamberimizin senasına nam-
zed olduğunu, fethin gerçekleşmesi için dile ge-
tirdiği şu sözler ispatlamaya kâfidir: “Avn-ı İlâhî
ve imdâd-ı Peygamberî ile beldeyi düşman elin-
den alacağız!” diyor Fatih…
Cihan hükümdarı Kanuni’nin, Efendimize
muhabbet ve bağlılığı da cedlerinden aşağı kalır
değildi. Kanuni, “Muhibbî” mahlasıyla yazdığı bir
şiirinde bunu şöyle billurlaştırmıştır:
Allah Allah diyelim sancağ-ı şahı çekelim
Yürüyüp her yandan şarka sipahi çekelim.
Umarım rehber ola bize Ebu Bekr u Ömer
Ey Muhibbî yürüyüp şarka sipahi çekelim.
Kanuni, bir başka şiirinde Hz. Peygambere
olan sonsuz aşkını şu şekilde vezne dökmüştü:
Hamdülillah Muhammed ümmetiyiz
Can ile Mustafa’yı kim sevmez.
Öyle ki Osmanlı klasik eserlerinde, Kanuni’nin
rüyasında Hazreti Peygamberi gördüğü ve kendi-
sine şöyle emrettiği nakledilmektedir: “Belgrad,
Rodos ve Bağdat kalelerini fethedesin; sonra da
benim şehrimi imar edesin!”
Peygamberimize sonsuz hürmet ve muhab-
“Peygamberimizin aşkıyla yanıp tutuşan Osmanlı hünkârlarının
başında, belki de Fatih Sultan Mehmed yer alır. Öyle olmasaydı,
asırlar öncesinden Peygamberimizin övgü ve müjdesine nail
olamazdı. O’na karşı tarifsiz muhabbetini, en güzel biçimde
İstanbul’un fethinde ortaya koymuştur.”
Kabe-i Şerif ’in Anahtarı
Nisan 200950
betiyle kendini en çok belli edip, velâyet merte-
besine yükselerek bunu aşikâr kılan padişahlar-
dan biri de Yavuz Sultan Selim’dir. Yavuz Sultan,
“Allah rızası için tüm dünyayı fethetmek istiyo-
rum!” idealiyle, askerlerini gaza meydanlarında
âdeta bir “Peygamber ordusu” gibi sevk ve ida-
re etmiştir. Bunu, çarpıcı ve anlamlı bir biçimde
gösteren şey, Yavuz’un şu manzum sözü olsa ge-
rek: “Ey keremkân-ı Rasul-i Kibriya kemterindir
bu Selim-i pürhatâ/ Dergâhından iltica eyler ata
el meded ey maden-i nur-i Huda. “Resûlullah’a
beslediği eşsiz ve sınırsız sevginin, O’na ve O’nun
beldesine tarifsiz bir hürmete dönüştüğünü ise
Yavuz’un şu tarihî hitabı âdeta şahikalaştırmıştır:
“Biz, mukaddes yerlerin hâkimi değil, hâdimiyiz!”
Gerçekten de Yavuz’un sözlerinde manasını bulan
bu hakikati, Osmanlı, kutsal topraklara sancak
asmaktan ve vali adı altında idareci göndermek-
ten hayâ edip, atadığı kişilere “Medine muhafızı”
unvanını vererek, kuru bir söz olmaktan kurtarıp
fiiliyata dökmüştür.
Mesela Yavuz’un 1516’da çıktığı Mısır seferinin
en başta gelen hedeflerinden biri de Portekiz’in
Hint Okyanusu’ndaki gücünü ve kutsal toprak-
lara karşı oluşturduğu tehdidi bertaraf etmekti.
Zira Portekiz’in Hint Okyanusu’ndaki kuvvetle-
rinin başında bulunan Albuquerque’in gözü dön-
müştü ve Rumîlerin, yani Osmanlı deniz kuvvet-
lerinin kökünü kazımayı hedefliyordu. Daha da
kötüsü, Müslümanları kutsal topraklardan atmak
için sinsice bir plan hazırlamış ve 1 Nisan 1512’de
krala yazdığı mektupta bu niyetini açıkça ilan et-
mişti. Albuquerque’in malum planı şöyleydi: Kı-
zıldeniz ve Basra Körfezi’nde giriş çıkışları kont-
rol altına almak, Yemen’de Aden’i ele geçirmek,
Nil Nehri’nin yanında bir kanal açarak Mısır’ın
kuraklıktan kırılmasını sağlamak, Mekke’yi dü-
şürüp Kâbe’yi yerle bir etmek ve de Medine’deki
“Hz. Muhammed’in (s.a.v.) mezarını Hıristi-
yan topraklarına kaçırmaktı. İşte, Yavuz Sultan
Selim’in gerçekleştirdiği Mısır seferi, ardından
Kanuni Sultan Süleyman’ın başlattığı Hint deniz
seferleri ile Osmanlı, kutsal topraklara ve mukad-
des mekânlara yönelik bu büyük tehdidin önünü
almayı başarmıştır.
Sevginin Timsali: Mukaddes Emanetler
Diğer taraftan Yavuz, O’ndan ümmetine
yadigâr kalan, hiçbir kıymetle ölçülemeyecek
kadar paha biçilmez olan “Mukaddes Emanet-
leri” Topkapı Sarayı’na getirip, Hırka-i Saadet
Dairesi’ne koymakla bizi şereflerin en yücesiy-
le müftehir yapmıştır. Yavuz’un şahsında ecda-
dımız, Mukaddes Emanetler’e verdiği emsalsiz
değeri, onları dünyadaki hiçbir eşyaya nasip ol-
mayacak ölçüde, tonlarca ağırlıktaki birbirinden
kıymetli mücevheratla süsleyip muhafaza altına
almakla ve asırlardır nöbetleşe Kur’an tilâvet et-
tirmekle mutlak surette göstermiştir.
Mukaddes Emanetler’in Osmanlı nezdinde-
ki muallâ mevkiini anlatmak için, klasik eserler-
de zikredilen, Sultan Üçüncü Mehmed zamanın-
daki şu hadise dikkat çekicidir: Üçüncü Mehmed,
Eğri seferine giderken, Hırkâ-i Saadeti de ya-
nına almış ve bir an bozgun durumu baş göste-
rince, Vakânüvis Hoca Saadeddin Efendi’nin;
“Pâdişahım, siz gibi Âl-i Osman Sultanı, Pey-
gamber Efendimiz yolunda halife olduktan geru,
Hırkâ-i Saadet’i böyle anda giymek, Hak Teâlâ’ya
dualar eylemek elbet münasiptir…” sözleri üzeri-
ne, tekbirlerle Hırkâ-i Saadet’i giyerek, askerle-
rine aşıladığı yeni bir heyecan ve hamle ruhuyla
muzafferiyete ulaşmasını bilmişti.
Yavuz’dan itibaren tatbik edilen güzel bir âdet
de; Hırka-i Saadet Dairesi önünde, asırlar boyun-
ca kırk hafıza, 24 saat nöbetleşe okutulan Kur’an
tilâvetidir. Yahya Kemal Beyatlı’nın, “Aziz İstan-
Sakal-ı Şerif
51
bul” isimli eserinde, “Gezintilerimde bir hakika-
ti keşfettim. Bu devletin iki manevî temeli vardır:
Fatih’in, Ayasofya minaresinden okuttuğu ezan
ki hâlâ okunuyor! Selim’in, Hırka-i Saadet önün-
de okuttuğu Kur’an ki hâlâ okunuyor!” diyor.
Hazin Veda ve Ebedileşen Sevgi
Osmanlı, fiilen yıkıldığı Mondros Mütarekesi
sırasında bile, Peygamberimize ve O’nun belde-
sine hürmet ve bağlılığını, kanının son damlasına
kadar korumaktan çekinmemiştir. “Çöl Kaplanı”
payesiyle maruf Fahreddin (Türkkan) Paşa’nın,
İngilizlere karşı giriştiği destansı ve hazin “Son
Medine Müdafaası”, bunun en muhteşem bir mi-
salidir. Fahrettin Paşa, mütarekeye rağmen tam 2
ay 1 hafta; sıcaklığın gölgede 47, güneşte 72 dere-
ceyi bulduğu cehennemî bir atmosferde, subay ve
askerleriyle “çekirge yemek” bahasına Medine-i
Münevvere’yi savunmuş; İstanbul Hükûmeti üze-
rinde yoğunlaşan siyasî baskılar neticesinde tes-
lim olmak mecburiyetinde kalmıştı. Medine’de
kalan 500 kadar subay ile 6 bin Mehmetçiğimiz,
fevkalâde mecalsiz, yara bere içerisinde Harem-i
Şerif’i son defa ziyaret edip, Rasulü Kibriya’ya
ceyhun olan gözyaşlarını sunduktan sonra veda
etmişlerdi. Kutsal toprakları İngilizlere verme-
mek için sonuna kadar direnen Fahreddin Paşa,
Hazreti Peygambere olan sonsuz aşkını; gözyaş-
ları içinde, şu dramatik sözlerle, âdeta haykırmış-
tı:
“Ey Nâss! Malumunuz olsun ki şecî ve kah-
raman askerlerim, bütün İslâm’ın sırtını daya-
dığı yer, manevî gücün desteği, Hilâfetin göz-
bebeği olan Medine’yi son fişeğine, son damla
kanına, son nefesine kadar muhafazaya ve müda-
faaya memurdur. Buna Müslüman’ca, askerce az-
metmiştir. Bu asker, Medine’nin enkazı ve niha-
yet Ravzâ-i Mutahhara’nın yeşil türbesi altında,
kan ve ateşten dokunmuş bir kefenle gömülme-
dikçe, Medine-i Münevvere kalesinin burçların-
dan ve nihayet Mescidi Saadet minareleriyle ye-
şil kubbesinden al sancağı alınmayacaktır! Allahu
Teâlâ bizimle beraberdir! Şefaatçimiz O’nun Ra-
sulü, Peygamber Efendimizdir! Ey bütün tarihi
eşsiz kahramanlar; şan ve şerefle dolu Osmanlı
ordusunun yiğit zabitleri! Ey her cenkte cihanı tir
tir titretmiş, asla kimseye boyun eğmeyerek da-
ima namus ve din borcunu kanıyla ödemiş, şecî
Mehmetçiklerim, kardeşlerim, evlatlarım! Ge-
lin hep beraber Allah’ın ve işte huzurunda huşû
ve vecd içinde gözyaşları döktüğümüz Peygam-
ber (s.a.v.)’in karşısında, aynı yemini tekrar ede-
lim ve diyelim ki; Yâ Rasulallah, biz seni bırak-
mayız!”
Allah Rasûlüne olan bu kalbî alaka, bizim en
büyük şiar ve meziyet olarak özümsediğimiz; aslî
alâmet-i farikalarımızın, manevî dünyamızın te-
mel dinamiklerinin ve nihayet mevcudiyetimizin
en güçlü hayat kaynaklarının başında gelme vas-
fını hâlâ korumaktadır.
Kaynakça: Ahmet Uğur, “Osmanlılarda Kâ’be Sevgisi”, Tarih ve Medeniyet Dergisi, Haziran 1999, Sayı: 63, s.42-43; “Milletimizin Ehl-i Beyt Sevgisi”, Tarih ve Medeni-yet Dergisi, Ocak 1998, Sayı: 46, s.62-63; Hilmi Aydın, “Mukaddes Emanetleri-miz”, Tarih ve Medeniyet Dergisi, Nisan 1999, Sayı: 61, s.50-54; “Hırkâ-i Saâdet Dairesi”, Tarih ve Medeniyet Dergisi, Ekim 1996, Sayı: 31; Atilla Çetin, “Matlûb-i Şahanem Odur Ki!”, Tarih ve Medeniyet Dergisi, Nisan 1998, Sayı: 49, s.50-52; F.C.Danvers, “The Portuguese in India”, C.1, Londra 1894, s.268-271; O.Nuri Topbaş, İbret Işıkları, İst.2002, s.280-281; M. Yakub Mughul, Kanunî Devri, Ank.1987, s.52; Reşad Ekrem Koçu, Topkapı Sarayı, İst.1960, s. 84; Feridun Kan-demir, Medine Müdafaası, İst.1991; Şamil Kucur, “Peygamber Nesline Osmanlı Hürmeti”, Aksiyon Dergisi, 26 Nisan-2 Mayıs 1997, s.20-22; Alphonse de Lamar-tine, Osmanlı Tarihi, İst.1991, s.571; Tursun Bey, Tarih-i Ebu’l-Feth, Neşr: Mertol Tu-lum, İst.1977, s.40; Cahid Okurer, Büyük Fetih, İst.1953, s.45; İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Ank.1982, s.464; Mekke-i Mükerreme Emirleri, Ank.1984, s.4-12; İ. Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İst.1972, s.231; Yılmaz Öztu-na, Büyük Türkiye Tarihi, İst.1994, s.441; Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi, C.6, Türkiye Gazetesi Yay., s.97; İ.Süreyya Sırma, Belgelerle II. Abdülhamid Dönemi, İst.1998, s.24-25; İsmail Çolak, Osmanlı’nın Gizli Tarihi, 6.Baskı, İst.2008, s.157-162.
Kadem-i Şerif
ÖLÜM BİR
NİMETTİR
KültürHüseyin ÇALDAK*
Nisan 200952
“Ölümün yüzü soğuktur” atasözü
ne kadar manidardır. Yani, ölü-
mün yüzü soğuktur, hakikati de-
ğil. Zahiren korkutucu, ürkütücü ve istemeyen
bir gerçektir ölüm. Hakikatte ise, sevimli, tat-
lı ve büyük bir nimettir. Çünkü Yüce Rabbimiz,
Kur’an-ı Kerim’de ölümün mahluk olduğunu be-
yan etmekte hatta bir nimet olduğunu ifham et-
mektedir. “O Allah ki ölümü ve hayatı, hanginiz
daha iyi ameller yapacaksınız diye bir imtihan
vesilesi olarak yarattı.”1 Demek hayat nasıl ki bir
nimettir, ölüm de öyle bir nimettir. Nimet, iyi-
lik, lütuf, ihsan, saadet gibi anlamlara gelir. Yani
ölüm; bir lütuftur, bir ihsandır, bir mutluluk ve
bir ikram-ı İlahidir. Oysa biz ölümü ayrılık, acı,
keder ve elem olarak kabul etmekteyiz. O halde
nedir ölümün hakikati?
Ölüm ruhun bedenden ayrılmasıdır. Ölen ruh
değil, bedendir. İnsan ise asıl olarak ruh cevhe-
riyle insandır. Beden onun hanesi yahut elbisesi
hükmündedir. Elbisenin değişmesiyle yahut par-
çalanması, yok olmasıyla kişinin varlığına bir za-
rar gelmez. Bu dünya hayatında bize bu bedeni
giydiren ve kâinatla olan münasebetimizi böylece
kuran Rabbimiz, bizi bu âlemden göç ettirdiğinde
ruhumuzu bu elbiseden ayırmakta, bu binadan
çıkarmaktadır. Berzah dediğimiz kabir hayatın-
dan sonra, insanlar ebedî bir hayat için yeniden
diriltildiklerinde, yani ruhlara o âleme uygun be-
denler verilecektir.
Ölüm yokluk değildir. Hiçlik değildir. İdam
değil; tebdil-i mekândır. Kabir ise, karanlık bir
kuyu ağzı değil; nuraniyetli âlemlerin kapısıdır.
Dünya ise, bütün güzelliğiyle âhirete nisbeten bir
zindan hükmündedir. Elbette zindan-ı dünyadan
bostan-ı cinana çıkmak ve belalarla dolu dünya
hayatından âlem-i rahata yani huzur-ı Rahman’a
gitmek; bin can ile arzu edilir bir seyahattir, hat-
ta bir saadettir.
“Ölüm ruhun bedenden ayrılmasıdır. Ölen ruh değil, bedendir.
İnsan ise asıl olarak ruh cevheriyle insandır. Beden onun
hanesi yahut elbisesi hükmündedir. Elbisenin değişmesiyle
yahut parçalanması, yok olmasıyla kişinin varlığına bir zarar
gelmez. Bu dünya hayatında bize bu bedeni giydiren ve
kâinatla olan münasebetimizi böylece kuran Rabbimiz, bizi bu
âlemden göç ettirdiğinde ruhumuzu bu elbiseden ayırmakta,
bu binadan çıkarmaktadır.”
53
Beki
r SAR
I
1 67/Mülk ,22 N. Fazıl Kısakürek, Çile, İstanbul 1998, s.153, 3 Çile, s. 1524 12/Yusuf,101
Dipnot *Yrd. Doç. Dr.
Nisan 200954
Mevlana’nın eşi vefat edince oğlu Sultan Ve-
led, annesinin ölümüne çok üzülmektedir. Oğlu-
nu teselli etmek isteyen Mevlana, üzerine bir as-
lan postu alıp, canavar sesleri çıkararak oğluna
doğru saldırır gibi koşar. Bunu gören oğlu, “ga-
liba babam da annemin üzüntüsünden kendini
kaybetti” diye düşünüp, babasına “ne yapıyorsun
sen, delirdin mi yoksa” diyerek gülümser. Bunun
üzerine Mevlana, üzerindeki postu atar ve oğlu-
na dersini verir: “Bak oğlum, üzerimdeki canavar
postu, ses de canavar sesi olduğu halde, postun
altındakinin baban olduğunu bildiğin için kork-
madın, kaçmadın, güldün. Aynen öyle de ölüm
postunun altındaki Allah’ın rahmet elini gör, ona
öylece gülümse.” Bu hakikati Üstad Necip Fazıl
ne güzel ifade etmiş:
Ölüm güzel şey; budur perde ardından ha-
ber…
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?2
Öleceğiz müjdeler olsun müjdeler olsun
Ölümü de öldüren Rabbe secdeler olsun…3
Hayatın büyük bir nimet olduğunu herkes bi-
liyor da ölüm nasıl nimet olur?
Evvela; ağırlaşmış olan dünya hayatının teklif
ve yükümlülüklerinden kurtulup, yüzde doksan
dokuz ahbabına kavuşmak için âlem-i berzahta
bir kavuşma kapısı olduğundan, en büyük bir ni-
mettir. Ölüm, saadet-i ebediyeye başlangıçtır; bu
itibarla da nimet sayılabilir.
İkincisi; dar, sıkıntılı, dağdağalı, zelzeleli dün-
ya zindanından çıkarıp, rahat, sürurlu, ıztırapsız,
bâki bir hayata mazhariyetle, Mahbûb-u Bâkînin
rahmet dairesine girmektir. Ölüm, muzır hayvan-
larla dolu bir hapisten geniş bir sahraya çıkmak
gibidir. Binaenaleyh, ruh, ceset kafesinden çıkar-
sa necat bulur.
Üçüncüsü; ihtiyarlık ve hastalıklar gibi, hayat
şartlarını ağırlaştıran birçok sebep vardır ki, ölü-
mü, hayat gibi nimet olarak gösterir. Meselâ, in-
sana ıstırap veren pek ihtiyar olmuş peder ve vali-
desiyle beraber, ceddin cedleri, onların da cedleri
o sefil halleriyle hep beraber şimdi bulunsaydı,
hayat ne kadar azap, mevt ne kadar nimet oldu-
ğu bilinecektir. Çünkü ölüm olmasaydı, küre-i arz
sadece insan türünü bile istiab edemezdi ve in-
sanlık müthiş perişaniyetlere maruz kalırdı.
Dördüncüsü: Uyku, nasıl ki bir rahat, bir rah-
met, bir istirahattir özellikle musibetzedeler, ya-
ralılar, hastalar için. Öyle de, uykunun büyük
kardeşi olan ölüm de, musibetzedelere ve intiha-
ra sevk eden belâlarla müptelâ olanlar için ayn-ı
nimet ve rahmettir. İhtiyarlık yüzünden öyle bir
dereceye gelenler var ki, yaşamak için şartlarını
yerine getirmeye kadir olamaz, daima ölümünü
isterler.
Hz. Yusuf (a.s)’un, Kur’an-ı Kerim’de şu du-
asındaki hikmete bakalım niçin ölümü istemiş?
“Rabbim! Gerçekten bana mülk verdin ve bana
sözlerin yorumunu öğrettin. Ey gökleri ve yeri
yaratan! Dünyada ve ahirette sen benim velim-
sin. Benim canımı Müslüman olarak al ve beni
iyilere kat.”4
Bu ayete göre anlıyoruz ki Yusuf (a.s), Mısır’a
sultan olmuş, anne-babasıyla kavuşmuş, kardeş-
leriyle bir araya gelmiş, maddi manevi en büyük
saadetli ve ferahlı bir zamanda, itibarı halk tara-
fından da kabul görmüş bir halde ölümünü iste-
miştir. Bu şu demektir:
Demek, o dünyevî lezzetli saadetten daha cazi-
bedar bir saadet ve ferahlı bir vaziyet, kabrin ar-
kasında vardır ki, Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm
gibi her şeyi hakkıyla bilen bir zat, o gayet lezzetli
dünyevî vaziyet içinde, gayet acı olan mevti iste-
di, tâ öteki saadete mazhar olsun. Yani şöyle de-
mektedir: Kabrin arkası için çalışınız; hakikî saa-
det ve lezzet ondadır.
ŞEFKAT PEYGAMBERİ!
Efendim yoktun, vicdanlar sağırdı!Kapalıydı basiretler ve gözler!Diri diri kız gömmek ne ağırdı!İnsan ki hep cehaletten tökezler! Sen geldin aramıza bir nur doğdu.Kapandı devr-i cahiliye birden.İslâm köle pazarlarını kovdu.Kurtardı çocukları şirkten kirden. Yetim büyüdüğün için mi bilmem?Okşar tüm çocukları çok severdin!Ondandır sana pür dikkat kesilmem!Çocuk sevgisini bize sen verdin!
Bizlere gönderilen rahmetsin sen!Ben ki rahmet peygamberiyim derdin! Övülmüş Muhammed ve Ahmet’sin sen! Tüm çocuklara merhamet ederdin! İlk örnek sevgin, Hasan’la Hüseyin!Kâh omzundadır, kâh kucağında.Onlar ki torun değil, göz bebeğin!Ana kucağı, dede ocağında. Her sözün sonsuz rahmettir, yağmur, kar! Bin dört yüz yıldır yağar kalbimize!Sözün, sevgi pınarı gibi akar: “Merhamet edilmez merhametsize!”
Mehmet SERTPOLAT
55
KültürAydın TALAY
PEYGAMBERİMİZİ LÂYIKIYLA
TANIMAK
Nisan 200956
57
Son aylarda çerçevesi bilinmeyen
serserice bir özgürlük anlayışı için-
de batıda, Peygamber Efendimiz
(s.a.v.)’e yapılan saldırılar bütün insanlık âlemini
derin üzüntüye gark ettiği gibi küfür cephesinin
de iç yüzünü bir kere daha ortaya koymuş oldu.
Kiliselerin ve onlara bağlı misyonerlerin demok-
rasi ve insan hakları gibi içini boşalttıkları süslü
kavramlara sığınarak niçin harıl harıl çalıştıkları
meydana çıkıyor. Bize yakışan fahr-i kâinat Efen-
dimizi daha yakından tanıyarak onun silinmez ve
pörsümez sünnetine sımsıkı sarılmak olmalıdır.
Bu kuşatıcı ve sarıcı ruhta engin şefkat ve merha-
met vardır. Malumdur ki Peygamberimiz; dedesi,
babası, annesi ve şefkat âbidesi Hazreti Hatice’yi
kaybetmesinin ardından kendi akrabaları olan
Taif’eki Ben-i Sakif kabilesine yardım için gittiği
zaman gördüğü mezalim ve hakarete rağmen zer-
re kadar beddua etmemiş, o mübarek ağzından
sadece “Allah’ım onlar bilmedikleri için yapı-
yorlar” sözleri dökülmüş intikam peşine düşme-
mişlerdir. Batı âlemi ise bütün insanlığa sadece
maddî menfaat ve sömürü penceresinden baktığı
için İslâm âlemini şaşı görmeye asırlardır devam
etmektedir. Oryantalist adlı bir kısım uzantıları
ile İslâm’ı akıllarınca sulandırmanın büyük gay-
reti içindeler. Aradan geçen on dört asra rağmen
Yahudi’nin, hâlâ kendi ırkının dışında bir pey-
gamberin gelmesini bir türlü hazmedemediği gö-
rülüyor. Bu bakımdan bize çok hizmet düşüyor.
Efendimizin (s.a.v.) tamamen vahye daya-
lı onurlu ve erdemli tavrı bütün müminlerin ca-
zibe noktası olduğu kadar inkârcı ve müşriklerin
de kin ve nefretini çekmiştir. Onlar tevhidî imana
teslim olmadıkları müddetçe de bu mücahede de-
vam edecektir. Kur’an-ı Kerim’in birçok suresin-
de Yahudilerin bütün peygamberlere karşı ısrarla
ve bilerek işledikleri hakaret ve sapıklıklar be-
yan edilmektedir. Onlara lütuf olarak bahşedilen
ehl-i kitap adı onlara bir üstünlük sağlamadığı
gibi, müşrik ve inkârcı olmaktan da onları maale-
sef kurtaramıyor. Müslümanların batıya sundu-
ğu kardeşlik, saadet ve selamet mesajına rağmen
Haçlı zihniyeti sönmemiştir ve değişik senaryo-
larla her vesile ile ortaya konulmaktadır. Bundan
on asır evvel başlayan Haçlı seferleri ile reva gö-
rülen işkence, zulüm ve tahribat uzun araştırma-
lara konu olacak kadar üzüntü vericidir. Hatta
İspanya’da bu dönemler üzerinde araştırma ya-
sağı vardır.
Yahudilerin havsalası ve nefsî arzusu şunu is-
tiyor: Mesajı ne olursa olsun peygamber bir ta-
rafta durmalı ve onların hiçbir işine müdahale
etmemeli idi. Hâlbuki gerçekte başta aziz Pey-
gamberimiz (s.a.v.) olmak üzere bütün peygam-
berler toplumun hayatî ve yapıcı birer ferdidirler.
Kendileri her fırsatta örnek bir kul olmayı salta-
nat ve dünyalığa tercih etmişlerdir. Peygambe-
rimiz (s.a.v.)’in gelmiş ve geçmiş bütün günah-
ları affedildiği halde topukları yarılırcasına gece
Mevla’sına teheccüd namazı kıldığı, açlıktan gö-
beğine taş bağladığı çok iyi bilinmektedir. Niye
bu kadar kendine eziyet ettiğini soran Hazreti
Aişe (r. ah.) validemize verdiği cevap ne kadar iç-
tendir: “Ya Aişe! Rabbimin hoşnut olduğu bir kul
olmayayım mı?” Peygamberimiz bu yüzden en
sıkıntılı günler yaşadığı halde tevazuu elden bı-
rakmamış dava ve istikametten asla ayrılmamış-
tır. Müşriklerin daracık kafalarına sığmayan hu-
sus da budur. O, önce kul ve sonra resûldür. Bu
sebepledir ki mesajı evrensel ve her dem tazedir.
Şairin dediği gibi:
“Muhammed beşerün lâ kel beşer,
Bel hüve yâkûtun beynel hacer”
Şüphesiz Muhammed (s.a.v.) bir beşerdir, ama
sıradan bir insan değildir. Onun konumu taşlar
arasındaki yakut gibidir. Onun mübarek adı geç-
tiği zaman salâvatı şerifeyi ihmal edip edebini ta-
kınmayanlar -hangi seviye ve varlıkta olursa ol-
sun- Ondan uzaktırlar.
Efendimiz (s.a.v.) ve diğer peygamberlerin en
mümtaz vasıflarından biri de şahsiyet ve karak-
terleridir. Hepsi de yaratılış itibariyle mükemmel,
güzel ahlâk ve zekâca üstün ve övgüye lâyıktırlar.
Bu vizyonda makbul olmayan hiçbir vasıf gösteri-
lemez. Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetlerinde buna
işaret edildiği gibi Ahzab suresinin 21. ayetinde
Nisan 200958
mealen şöyle buyrulur: “Kesin olan şu ki, sizin
için, Allah’ın huzuruna çıkmayı umanlar, ahi-
ret gününe inananlar ve Allah’ı çok zikredenler
için Allah’ın Resûlü güzel bir örnektir.” Peygam-
berlerin şahsiyetlerinde fizikî güç ve güzellik ya-
nında ahlâkî mükemmellik de yer alır. Bu ahlâkta
ciddiyet, vakar vardır. Yaşadığını sanan ölüler,
burnu kibir bataklığına saplananlar ve onurunu
kaybedenler onu anlayamazlar. Almanya’nın fi-
lozoflarından Carlyl, Kahramanlar adlı on ciltlik
eserinin bir bölümünü Peygamberimiz (s.a.v.)’e
ayırmaktan başka çare bulamadığını ifade eder.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in karakterinin
sarsılmaz yapı taşları tevazu, dürüstlük ve sabır-
dır. Öylesine bir tevazu ki hem kendisinin hem
bütün muhataplarının var olan değerlerine say-
gı duyar. Bunu, içi dışı leş gibi kokan zavallılar ne
anlayabilir. Efendimiz hiç kimseyi hor görmeden
her insanla tatlı tebessümle temas kurduğu gibi
muhatabı elini çekmeden kendi ellerini çekmez-
di. Mevlâna’nın Mesnevi’sinde geçtiğine göre bir
gün müşrikin biri Peygamberimize misafir olur.
Çok obur olan bu misafir tıka basa yediği gibi gece
de yatağını berbat eder. Gönüller Sultanı Resûl-i
âli-şan Efendimiz (s.a.v.) evdekilere haber ver-
meden hazırladığı sıcak su ile yatağı temizleme-
ye koyulunca putperestin dizinin bağı çözülür.
Cebindeki putu yere çalıp ağlayarak onun ayak-
larına kapanır. Hud suresinin “Emredildiğin gibi
dosdoğru ol.” mealindeki ayetinin kendisini ih-
tiyarlattığını beyan eder. Zira o gençliğinde de
El-Emîn’di. Bu yüzden gönüllere taht kurmuş ve
hiçbir fâninin karşısında da eğilmemiştir. Bir za-
manlar Diyamendi adlı bir Rum iken İslâm’la şe-
reflenip Resûlullah aşkı ile boyanınca “Dahilek
Ya Resûlallah” mümtaz şiirini yazan Abdülkadir
Keçeoğlu şöyle diyor:
Ne devlettir yumup aşkınla göz,
râhında can vermek
Nasip olmaz mı sultanım haremgâhında
can vermek
Sönerken gözlerim âsân olur âhında can vermek
Cemalinle ferahnâk et ki yandım Ya Resûlallah
Âşıkların sultanı Efendimiz (s.a.v.)’in ana va-
sıflarından birisi de gerek özel gerekse resmî işin-
de daima adaleti gözeterek zulme karşı koyması-
dır. Pek çok haksızlığa maruz kalmalarına rağmen
özel hayatında hislerine kapılıp asla intikama kal-
kışmaz fakat davasına karşı çıkıldığında ise fırtına
kesilirdi. İslâm’ın ilk döneminde Kureyş’in ileri
gelen bir aile ferdi hırsızlık yapınca Peygamberi-
miz (s.a.v.)’in sevgili kızı Hazreti Fatıma (r.a.)’yı
aracı yapmayı düşünmüştü. Efendimiz bunu du-
yunca beti benzi değişmiş caydırıcı cezadan ayrıl-
madan “Vallahi hırsızlık yapan kızım Fatıma dahi
olsa elini keserim.” buyurmuşlardı.
Habib-i Zişan Efendimiz (s.a.v.)’in misyonun-
da cömertlik ve hamiyetperverlik vardır. Başkala-
rını kendi nefsine tercih eden îsar ahlakını ancak
onlarda ve peşlerinden giden seçkin zatlarda gö-
rebiliyoruz. Cömertlik bütün peygamberlerin mi-
henk taşı ve verimli toprağıdır. Peygamberimiz
(s.a.v.) bu konuda öylesine zirve idi ki bir gün bir
bedevi onun yanındaki sürülerce koyunları görüp
“Ne güzel?” deyince ona iki dağın arasını doldu-
racak kadar koyun bağışlamıştı. Adam kabilesine
döndüğünde nefesi kesilircesine “Koşun, koşun
Muhammed her gidene böyle sürülerce koyun ve-
riyor!” diye bağırıyordu. Başkalarının sıkıntı için-
de olmaları Peygamberimiz (s.a.v.)’i son derece
üzer, kötü tavır ve düşünce sahiplerini bu hare-
ketlerden men etmeye çalışırlardı. Bu hamiyet-
perverlik bütün varlıklara karşı sürerdi.
Vefa, çalışkanlık, kanaatkârlık, müjdeci ve bir-
birinden güzel sayısız meziyet sahibi Efendimi-
ze inanmak ve Onu sevmek imanın gereği olduğu
gibi, onun sünnetini rehber ederek sahili selame-
te çıkılabilir. Bu bakımdan önce nefsimiz, sonra
aile, akraba ve dostlarımız, komşu ve çevremiz
daha sonra bütün insanlık âlemi için sünnet-i se-
niyyeyi çok iyi tanımak, tanıtmak, sevmek ve sev-
dirmek için yarışa var mısınız? Ancak böylelikle
hem Onun şefaatine mazhar olur, hem ümme-
tin fesada gittiği bu dönemde büyük sevap alır
hem de dünyaya dirlik ve saadet sağlamış oluruz.
Yoksa bağırıp çağırmak, dayatmak, öfke ve gay-
za kapılmak ve karanlığa kızmakla hiçbir şeyi çö-
zemeyiz. Rabbim cümlemizi bu feraset, ihlâs ve
gayretten ayırmasın; âmin.
59
MEVLÂNA RUBAİLERİ Biz her gece raksın kundağından geliriz, Biz her gece bin Ferhat dağından geliriz; Dönsün semazenler aşk deyip gönlümüze, Biz her gece Şems’in gül bağından geliriz! ..
Ney oldu bu kalp, vuslat için ötmedeyiz, Lafzâi Celâlden şevk alıp gitmedeyiz Mevlâm bizi Mevlâna’ya yâr etti şükür; Döndükçe semâzenler, alev içre ney’iz! ..
İçtim şarabın en keskininden yatarım, Sevdâları binbir gönle bağlar katarım; Bir okyanusum bin aşkı saklar yüreğim, Artık bu pazardan gül alır gül satarım!
Ney kaç alevin feryâdıdır biz tanırız, Herdem o sesin kalbinde kundaklarız. Gel neyzene sor, kaç seste ağlar da gelir; Yandıkça bu aşktan gönlümüz, uslanırız!
Hamken yola çıktım, O’na koşmaktayım, Bir sel gibiyim, çöllere taşmaktayım, Pişmekle de yetmez bu umut sevdâma; Yanmak gibi bir aşka kavuşmaktayım! Muhsin İlyas SUBAŞI
Fıkıh nedir?
Kelime olarak fıkıh, aslında “derin anlayış ve
bir şeyin mahiyetini hakkıyla kavrama” gibi an-
lamlara gelmektedir. Kur’an’da bu kelime dini
öğrenme ile ilişkili olarak kullanılmıştır1. Bu
âyetin işaretine göre, dinin anlaşılması için sıra-
dan bir anlayış yeterli olmayıp derin bir kavrayı-
şa ihtiyaç bulunmaktadır. Hz. Peygamber de bir
hadislerinde dinde derin anlayış sahibi olunması-
nı teşvik etmiş ve böyle bir anlayışa sahip olanları
överek şöyle buyurmuştur: “Allah kimin hakkın-
da hayır dilerse onu dinde derin anlayış sahibi
kılar.”.2 Fıkıh kelimesi tarih boyunca Müslüman-
ların davranışlarını ele alan, anlatan ve düzenle-
yen bir ilmin adı olmuştur. Bu ilim Müslüman-
lar tarafından oluşturulan hukuktan başka bir
şey değildir. Bir başka ifadeyle Müslümanlar ta-
rafından oluşturulan hukuk ilmine fıkıh denil-
mektedir. Fakat şunu ifade etmek gerekir ki, hu-
kuk kelimesi asla fıkıh kelimesi kadar kapsamlı
değildir. Zira hukuk insanın diğer insanlarla, ta-
biatla, eşya ile, devletle ilişkisini düzenlerken, fı-
kıh bunlar yanında insanın yaratanı olan Allah ile
ilişkisini de ele almaktadır. Hatta temelde fıkıh
insan-Allah ilişkisi üzerine kurulmuş bir ilimdir.
Bu bakımdan fıkhın tamamına Allah karşısında
sorumlu olma anlayışı hâkimdir. Fıkhın bir bö-
lümünü oluşturan ibadetler, Allah-insan ilişkisi-
nin somut ve özel bir bölümünü oluşturur. Ancak
Müslümanların geliştirdiği fıkıh ilminde Allah-
insan ilişkisi ibadetlerle sınırlı değildir. Müslü-
man namazda iken Allah’ın huzurunda olduğunu
düşünmek zorunda olduğu gibi, alış-veriş yapar-
ken de aynı bilinci taşımalıdır.
“En büyük imam (İmam-ı Azam)” ünvanına
sahip ve Müslümanların iftihar kaynağı büyük fı-
kıhçılardan biri olan Ebû Hanife’ye ait bir fıkıh
tarifi vardır. O şöyle der: Fıkıh, “İnsanın lehine ve
aleyhine olan şeyleri bilmesidir.” Bazıları bunu,
“İnsanın hak ve vazifelerini bilmesidir.” şeklinde
anlar. Her iki anlayış da doğrudur. Bu tarife göre
fıkıh, Müslümanın hayatının her safhasını kapsa-
Nisan 200960
MÜKELLEF ve MEZHEPMÜKELLEF ve MEZHEP
FIKIHFIKIH
FIkıhAbdullah KAHRAMAN*
yacak genişliğe sahiptir. Yani onun her davranı-
şı fıkhın konusu olmaktadır. Hukuk ve Allah kar-
şısında sorumluk taşıyan mükelleflerin fiilleri de
bu tarife uygun olarak ele alınmıştır.
Tabiûnun büyük âlimlerinden Hasan-ı Basrî
fıkhı bu ilimle meşgul olan kimse, yani fakîh üze-
rinden tarif etmektedir. Ona göre fakîh, Dünya-
ya gereğinden fazla önem vermeyen, esas ilgisi ve
hedefi âhiret olan, dinî bilgi, bilinç ve sorumlu-
luğa sahip ve Rabbine hakkıyla ibadet eden kim-
sedir.
Fıkıh ve mükellefin fiilleri arasındaki ilişki nasıldır?
Bu iki büyük âlimin tarifleri göz önünde bu-
lundurulduğu zaman fıkhın Müslüman haya-
tındaki yeri, önemi ve kapsayıcılığı daha iyi an-
laşılmış olur. Buna göre fıkıh, hayatı Müslüman
bakışıyla hakkıyla okumak ve anlamlandırmak-
tır. Çünkü Allah’a karşı sorumlu olan, dinin emir
ve yasaklarıyla yükümlü olan (mükellef) Müslü-
manın her davranışının fıkıh dilinde bir karşılığı
vardır. Allah ve Resulünün kesin olarak emrettiği
bir şeyi yapması farz; kesin olarak yasakladığı bir
şeyi yapması haramdır. Yapılmaması, yapılma-
sından daha iyi olan şeyleri yapmak mekruh; ya-
pılması, terk edilmesinden daha iyi olanları yap-
mak sünnet, müstehap veya menduptur. Yapılıp
yapılmaması arasında bir fark olmayan ve dinin
müdahale etmediği davranışlar ise mübahtır.
Mezhep nedir?
Mezhep, bir Müslümanın dinini doğru, tu-
tarlı ve sistemli bir şekilde anlayıp yaşaması için
tâbi olduğu görüşler bütünüdür. Bir mezhebin
takip edilebilmeyi hak etmesi için, dinin aslına,
hedeflerine ve yapısına uygun ve güvenilir uz-
man âlimler tarafından ortaya konulmuş olması
gerekir. Bu şartları taşıyan mezhepler hak mez-
hep olarak ifade edilir. Mezhep, dinin iki temel
kaynağı olan Kur’an ve hadislerin belli ve tutar-
61
1 9/Tevbe, 122. 2 Buhârî, îmân, 13 (Hadis no.: 71).
Dipnot * Prof. Dr.
Nisan 200962
lı usuller çerçevesinde yorumlanmasına dayanır.
Bundan dolayı fıkıh alanında mezhepler bulun-
duğu gibi, akâid ve tasavvuf (ahlak) alanında da
mezhepler ortaya çıkmıştır. İslâm fıkıh tarihinde
mezheplerin ortaya çıkması ve oluşması için hak-
lı, gerekli ve yeterli sebepler vardır. Dinî nasların
yoruma müsait olması ve mükellef Müslümanla-
rın dini anlama seviyelerinin aynı olmayışı mez-
heplerin ortaya çıkmasını gerektiren sebeplerin
başında gelir. Bu sebeple bir Müslüman, Kur’an
ve hadisi doğrudan anlayıp yorumlayacak sevi-
yede olur veya olmaz. Dini esas kaynaklarından
doğrudan anlayabilecek seviyede olan Müslüman
âlimlere “müctehid” adı verilir. Bu seviyede ol-
mayanlar ise, aralarında derece farkı olsa da, ge-
nel olarak “mukallid” olarak anılır.
Belli bir mezhebe tabi olmak zorunlu mudur?
Esas itibariyle bir mezhebe tâbi olmak Müslü-
man olanın temel şartı değildir; eğer bir Müslü-
man Kur’an ve sünneti gereği gibi biliyor ve an-
lıyor, dinin hükümlerini kaynağından kendisi
çıkarma kudretine sahip bulunuyorsa, bir mez-
hebe tâbi olmadan da Müslümanca yaşayabilir.
Ancak bu güce sahip omayam mukallid bir Müs-
lümanın tutarlı, huzurlu ve verimli bir dinî haya-
tı yakalayabilmesi için hak mezheplerden birini
taklit etmesi zorunludur. Aksi halde dini yaşama
konusunda sıkıntılı bir duruma düşer. Bir Müslü-
manın taklit edeceği mezhebi seçmesinde yaşadı-
ğı sosyal çevrenin ve o mezhebin fetvalarının ya-
şadığı hayat şartlarına uygun olmasının önemli
yeri vardır. Fakat Müslüman fertler genel olarak
mezhebi bilinçli olarak seçmek yerine atadan mi-
ras gibi almakta ve kabullenmektedirler.
Farklı mezhepten fetva almak ve farklı mezhebe mensup
imamın arkasında namaz kılmak mümkün müdür?
Bir Müslüman, yaşadığı bir problemi çözebil-
mek için, devamlı olarak taklit ettiği mezhebin
haricindeki mezheplerden de fetva alabilir. Fark-
lı mezheplere mensup Müslümanların da birbir-
lerinin arkasında namaz kılmalarında bir sakınca
yoktur. Çünkü İslâm’da fıkıh mezhepleri Müslü-
manları kamplara bölmek ve ayrımcılık kültürü
oluşturmak için değildir. Aksine bir probleme de-
ğişik ve alternatif çözümler sunarak rahmet ol-
mak içindir.
“Fıkhın bir bölümünü oluşturan
ibadetler, Allah-insan ilişkisinin
somut ve özel bir bölümünü
oluşturur. Ancak Müslümanların
geliştirdiği fıkıh ilminde Allah-
insan ilişkisi ibadetlerle sınırlı
değildir. Müslüman namazda
iken Allah’ın huzurunda olduğunu
düşünmek zorunda olduğu gibi,
alış-veriş yaparken de aynı bilinci
taşımalıdır.”
63
NÜBÜVVET ÇERAĞI
“Güllerin ve Gönüllerin Efendisi Resul-i Ekrem’e!...”
Güzellik şahikası, nübüvvetin çerağıYürek semalarının dalgalanan bayrağıMazlumların gür sesi, acizler sığınağı
Ruhuma âb-ı hayat sensin derman EfendimTutuşan gönüllere kat’i ferman Efendim
Güllerin en irisi, çöllerin rayihasıNesiller yetiştiren bahçelerin en hasıEzanlar yankılanır, silinir yürek pası
Aşkına meftun kalbim, sana hayran EfendimHakk’a varmayan vuslat bize hicran Efendim
Kisra saraylarını dize getiren sendinKüfrün kalelerini yıktı mübarek bendinGurbete veda edip aslî yurduna döndün
Ahmedsin, Muhammedsin gül û reyhan EfendimBatıla kâbus oldun, Hakk’a burhan Efendim
Gönül sermayesini gayri yükledik ataÇileyi azık ettik, yol verdik saltanataSırtımızda ağır yük, revan olduk Sırat’a
Bîçare ümmetine şefkat ihsan EfendimHüsnünü vasfetmede aciz lisan Efendim
Bu gönül şehrimizin koca sultanı sensinİçimizi kavuran derdin dermanı sensinRuhlara hayat veren aşkın ummanı sensin
Mahbûb-i Hüda’sın sen cana canan Efendimİsmail’in olurum, bu can kurban Efendim
Sararmaya yüz tutmuş gülşenime can düştüHercaî yüreğime kor gibi sevdan düştüBedenim sırılsıklam, düşüme figan düştü
Seni düşünmeyen kalp yıkık, viran EfendimDidârına müştâkım ruhum üryan Efendim
Çatlayan yüreklere nur yağmurları yağdırİmana pusu kuran bu ne yüzsüz bir çağdırO Habib-i Kibriya gözümüzde bir dağdır
Kâinat vecd içinde eder seyran EfendimBulutlar kucak kucak sana giryân Efendim
Ayağının altında toprağın ben olsaydımSâyebân niyetine yaprağın ben olsaydımTecellinle müşerref Nur Dağı’n ben olsaydım
Azgın bir küheylandır, nefsim tuğyan EfendimSana dair olmayan sözler ziyan Efendim
Her bir yağmur damlası inci, gevher çöl içinBülbülün yakarması sevdiceği gül içinArşın cümle kapısı açılır Resûl için
Gökler gözyaşı döker,ağlar cihan EfendimHilkatin sebebi sen, nur-i Yezdan Efendim
Efendim, halâskârım, gül-i ruhsâr rehberimO mübarek alnından iştiyakla öperimNebiler ordusunda ben gönüllü askerim
Sen yoksun ya âlemde yürek hazan EfendimÜmmetin akıbeti billâh hüsran Efendim
Hicranın yüreğimi kavurdu ResulullahKülümüzü dağlara savurdu ResulullahCan evimi kasırga, sel vurdu Resulullah
Hasretinle bin parça olsun bu can EfendimZikrinden aciz diller bize düşman Efendim
Dikenli bahçemizde hasret gülleri açarMechûle revan olup nice civanlar göçerResuller sözde ölür, âleme ışık saçar
Gidince garip kaldı cümle mekân EfendimKalpler huzura erer senle her an Efendim
Kokuna hasret kaldı insanlık gideli senGece gün intizara razıyım kapında benDünya cadı kazanı…Ey Resul nurunla dön!...
Gönüllerin sultanı, tayy-ı mekân EfendimGirsen rüyalarıma olsan mihman Efendim
Ne ağır zemheriler geçiriyor ümmetinGünah galerisinde öksüz kaldı sünnetin Müminin kokusuna şimdi hasret cennetin
Bu ne garip asırdır ahir zaman EfendimBizi bize bırakma, kayır aman Efendim
M. Nihat MALKOÇ
EdebiyatBekir OĞUZBAŞARAN
Nisan 200964
NECİP FAZIL HZ. PEYGAMBER SEVGİSİ VE
65
Aslında buna sevgi değil, aşk
demek daha doğru. O’na,
“Çöle İnen Nur” (Çöle ve Bü-
tün Zaman ve Mekâna) ve “Esselâm” gibi biri
nesirle, öbürü şiirle aşk destanları yazan; haya-
tının cahiliye devrinden sonra topyekûn fikir, sa-
nat ve şiirini ve her şeyini O’nun yoluna adayan
bir insanın aşkından söz edilebilir ancak. “Yol
O’nun, varlık O’nun, gerisi hep angarya”dır onun
için. “O ki, o yüzden varız”dır. O, âlemlere rah-
met olan’dır. O ki, “Sen olmasaydın, âlemleri ya-
ratmazdım.” ilâhî hitabının muhatabıdır. O ki,
Allah’ın sevgilisidir. Hakkında on beş asırdır sa-
yısız naatlar yazılandır. O ki, İslâm’a kabul eden,
iman eden şaire mübarek hırkalarını hediye ede-
cek kadar doğru ve güzel söze değer veren ve kı-
yamete kadar Hakk’ı öven, bâtılı hicveden, onun-
la mücadele veren kelâm ve kalem sahiplerine en
doğru yönü gösterendir.
Çile’yi gözden geçirdiğimizde merhum İslâm
şair ve mütefekkiri Necip Fazıl Kısakürek’in
Peygamber’ine olan bağlılığının ne kadar güç-
lü ve şuurlu olduğunu kolayca fark ederiz. O’na
karşı derin sevgisi ve O’nun yoluna adanmışlığını
daha kitabın “Şiirlerim ve Şairliğim” adını verdiği
Takdim’inde görürüz. Şair Necip Fazıl şu sözlerle
Peygamber yoluna bîat eder: “Biz şiiri iman için
bilmişiz ve bu mihrak bilgiyi, her bilginin geçtiği
binbir yol ağzı biliyoruz.
Üstün idrâk olan şiir, ilk borç olarak, elinde
kâinat sırlarının anahtarı, O’nun hilkat sırrının
ve Kâinat Efendiliği makamının eşiğinde dize ge-
lecektir.
Şiir bu mukaddes eşiğin süpürgesi; şair de
boynundaki süpürücülük borcuyla insanoğlunun
en yüksek rütbelilerinden birisi...
Ben, bu rütbelerin en yükseği içinde, O’nun
ümmetlik liyakatinin en alçak ferdi olarak, o mu-
kaddes eşiğin süpürücüsüyüm!”
Orijinal bir tasnife sahip olan Çile’nin ilk bö-
lümü, “Allah”, ikinci bölümü, “İnsan” başlığı-
nı taşır ve bu bölümün ilk şiiri, “İnsan pirami-
dinin en yüksek noktasında bulunan insan”a,
“Peygamber”e ayrılmıştır, yani “Peygamberler
Peygamberi”ne...
Sen, fikir kadar güzel;
Ve tek, birden daha tek!
Itrını süzmüş ezel;
Bal sensin, varlık petek...
Sensiz ölüme hisar;
Bâkisi hep inkisar...
Sar bizi, çepçevre sar,
Rahmet rüzgârı etek!.. (1958)
Necip Fazıl, kendisine uyanları doğru yoldan
saptıran ve Kur’an-ı Kerim’de zemmedilen şair-
ciklerden değil, “Allah’ın sır hazinesi Arş’ın al-
tındadır ve anahtarı şairlerin diline verilmiştir.”
buyuran Allah Resulü’ne köleliği en yüksek rüt-
be bilen bir iman şairidir. O, “Hakikat Sultanı”na
dair şu beyitleri de söylemiştir:
Allah’ın Sevgilisi
Düşünüyorum: O’ndan evvel zaman var mıydı?
Hakikatler, boşluğa bakan aynalar mıydı?
(1938)
Ölçü
Müjdecim, Kurtarıcım, Efendim, Peygamberim;
Sana uymayan ölçü, hayat olsa teperim! (1974)
Rütbe
Düşünün, ben ne büyük rütbeye tutkuluyum!
Çünkü O’nun kulunun kölesinin kuluyum! (1973)
Yanılmıyorsak, bu son beyitte şair, bağlısı bu-
lunduğu şeyhi Abdülhakim Arvasî’den de üstü ka-
palı bahsediyor. O’nun kulu ve Resulü: Peygam-
berimiz, O’nun kölesi: Efendi Hazretleri, O’nun
da kulu, kölesi, müridi: Necip Fazıl...
Nisan 200966
Sevilenin yaptığı her şey sevilir. Mademki O
ölmüştür, o halde ölüm de güzeldir:
Güzel Şey
Ölüm güzel şey; budur perde ardından haber...
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?..
(1977)
Necip Fazıl’a göre, ölümsüzlük, Resul’e köle
olmakla kazanılır, fakat bugün bu gerçek unutul-
muş gibidir. İnsanlar dünya hayatına kendileri-
ni alabildiğine kaptırmış bir durumdadır. Meh-
met Âkif’in Kur’an-ı Hakîm için:
“İnmemiştir bu kitap, hele hak-
kiyle bilin / Ne mezarlıkta okun-
mak, ne de fal bakmak için” de-
diği gibi, Necip Fazıl da İslâm’ın
yaşanmadığından mustariptir:
“Siz hayat süren leşler” dercesi-
ne şu mısraları yazar: “Bir yurt ki
bu, diriler ölü; ölüler diri; / Raf-
larda toza batmış Peygamber-
den bildiri.”
Sakarya Türküsü’nde “mâsum
Anadolu’nun sâf çocuğu”nu sem-
bolleştiren Sakarya, yani “Al-
lah yolunun bağlılarına”, “Son
Peygamber”in “Kılavuz”luğunda
yeni bir diriliş için “Davetiye” çıkaran şair, “Ge-
lir” isimli şiirinde: “O yön ki, ezelle ebed arası /
Ne sola kıvrılır, ne sağa gelir.” Ve “Hasretle bek-
lenen gelir mutlaka; / Sultan fikir, şanlı otağa ge-
lir.” sözleriyle de imanından kaynaklanan ümidi-
ni ifâde eder. “Şarkımız” şiirinde, “Gideriz, nur
yolu izde gideriz,” diyerek Peygamber yoluna
bağlılığını açıkladıktan sonra, Müslüman olma-
nın, Müslüman kalmanın, İslâm’ı gerçek anlam-
da yaşamanın, bütün boyutlarıyla yaşatmanın
zorluğunu ve çilelere mal olan bir şey olduğunu
da; “Taş bağırda, sular dizde gideriz,” diye ifade
eder. Aynı şiirde, ilk çilekeş Müslümanlardan, sa-
habeden günümüze “Sonsuzluk Kervanı”nın ima-
nı yolunda çektikleri hatırlatılmakta, “Bir gün
akşam olur biz de gideriz, / Kalır dudaklarda şar-
kımız bizim...” mısraları ile de her nefsin mutlaka
ölümü tadacağını, fakat İslâmiyet’in kıyamete ka-
dar sürecek bir ölümsüz dâvâ olduğu duygulu bir
biçimde ilân edilmektedir. Evet, Necip Fazıl, fânî
olan bedeniyle ölmüş, ama ruhuyla, dâvâsıyla ya-
şamaya devam etmektedir. Ve edecektir de...
“İnsan ölünce eseri kalır.”derler. Kendisini;
“Ben şairim, gaibi kurcalayan çilingir,
Canlı cenazelerin başında Münker-Nekir...”
diye takdim eden merhum Üstad’ın Hz. Peygam-
ber bağlılık ve muhabbetine Çile’sinden birkaç
örnek daha sunmak isterim:
Kervan
Yedi renkli Peygamber ku-
şağının altında,
Kervanım yola çıktı, öncüsü
kır atında...
(1939)
1000 Yıl Sonra Tarih
Bin sene evvel, iğne ucuyle
delindi zar;
Resûlden haber geldi,
mezarsız öldü Sezar!..
(1947)
Son Sığınak’tan:
Ey insan, sana son sığınak,
Son Peygamber’in hırkasında! (Ağustos 1982)
Geçilmez’den:
Geçitlerin, kilitlerin yalnız O’nda şifresi;
İşte, işte o eteğe sarılmadan geçilmez!
(Nisan 1983)
Peygamber
Sende insan ve toplum, sende temel ve bina;
Ne getirdin, götürdün, bildirdinse âmennâ!..
(Nisan 1983).
67
Biz Necip Fazıl’ı niçin seviyoruz? Allah ve
Resulü’nün dostlarına dost, düşmanlarına düş-
man olduğu için... Hayatını, fikrini, sanatını, şiiri-
ni, her şeyini bu yola vakfettiği için... “Pazarlıksız
İslâm” tezini savunduğu ve bu uğurda her mih-
nete katlandığı için... Bize, mayası temiz gençliğe
Ehl-i Sünnet Ve’l Cemaat yolunu gösterdiği için...
Bazı zavallı kalemlerin, onu İslâmcı saymaması,
nice aykırı ismi Türkiye’de İslâmcılık Akımı için-
de mütalaa ederken, onu saf dışı etme zavallılığı-
na düşmesi, sadece kendileri ile ilgili bir ruhî ra-
hatsızlık belirtisidir. Gûya Üstad’ın orijinal fikri
yokmuş. Evet, onun Kur’an ve sünnete, icma ve
kıyas’a aykırı, ters, karşı orijinal bir görüşü yok.
Bu, onun için bir eksiklik değil, tam tersine, ka-
naatimizce faziletlerin, faziletlerinin en büyüğü-
dür. Bu, onun reformist fikirlere sahip olmadığı-
nı gösterir ki, son derece değerli bir vasıftır, bizim
için... Bu, onun ezel kadar eski ve ebed kadar
yeni bir dâvânın çağımızdaki bayraktarı olduğu-
nu gösterir. Güneş balçıkla sıvanır mı? Yel kaya-
dan ne alır? Klikçi, muvazaacı, birtakım çevrelere
yaranmacı tutumların Müslümanlara ve Müslü-
manlığa herhangi bir faydası dokunabilir mi? Bu
ve benzeri soruların cevaplarını vicdanlara hava-
le ediyorum...
Şairler Sultanı unvanına lâyık görülen Necip
Fazıl, İslâm’ın her şeye koyduğu mukaddes öl-
çüyü tartışmasız, peşin olarak kabul eden, şiiri
ve şairi de buna göre değerlendiren bir insandı.
İşte, şair için getirdiği ölçülerden biri: “Şair, baş-
ları Arş’a değen nebîlerin semavî mucizeleri ya-
nında, ayakları toprağa mıhlı, azat kabul etmez
bir tâbi olarak, madde üstü sıçrayış ve mâverâyı
kucaklayış cehdinden, mucize, aşk ve hasretin-
den en dokunaklı bir sözcü... Kâinatın Efendisi
tarafından Peygamber hırkasının, üzerine atıldı-
ğı “kelâm prensi”... Gençliğinde arkadaşları tara-
fından kendisine “Prens” diye hitap edildiğini de
hatırlarsak, bu şair tarifinin adeta kendisi için ya-
pılmış olduğunu, daha doğrusu onun, Peygambe-
rin iltifatına mazhar olmak için çalışan bir şair ol-
duğunu kolayca fark ederiz.
Mekke - Medine Albümü’nden
Adı : Asıl adı Muhammed imiş, Hz.
Ömer Abdurrahmân şeklinde değiştirmiş.
Künyesi : Tespit edilemedi.
Doğum yılı : H. 5 senesi.
Doğum yeri : Medine.
Baba adı : Zeyd b. el-Hattâb el-Kuraşî.
Anne adı : Lübâbe bint Ebî Lübâbe.
Eş(ler)i : Ümmü Ammâr, Fâtıma bint
Ömer, Meymûne bint Bişr, Sevde bint Abdullah,
Akrabaları : Hz. Ömer’in kardeşinin oğludur.
Oğulları : Ömer (Ümmü Ammâr’dan),
Abdullah, (Fâtıma bint Ömer’den) Abdulaziz,
Abdulhamîd, (Meymûne bint Bişr’den), Esîd,
Ebû Bekr, Muhammed, İbrahim (Sevde bint
Abdullah’tan), Abdulmelik, (Ümmü Veled’den).
Kızları : Ümmü Cemîl, Ümmü Abdullah,
(Meymûne bint Bişr’den), Ümmü Amr, Ümmü
Humeyd, Hafsa, Ümmü Zeyd (farklı Ümmü
Veled’lerden).
Kabilesi : Kureyş.
İslâm’a girişi : Doğuştan.
Sohbet süresi : Hz. Peygamber vefat ettiğinde
altı yaşında bir çocuktu.
Rivayeti : Sahabeden bazı rivayetleri var.
Yaşadığı yer : Medine, Mekke.
Mesleği : Valilik.
Hicreti : Yok.
Savaşları : Tespit edilemedi.
Görevleri : Yezid b. Muaviye döneminde
uzun süre Mekke valiliği yapmıştır; fakat Abdul-
lah b. Zübeyr taraftarı olduğu anlaşılınca bu gö-
revden alınmıştır.
Fiziki yapı : Çok uzun boylu ve yakışıklıydı. Ba-
bası Zeyd’e benzerdi. Bundan dolayı amcası Ömer,
onu çok sevmiş ve kızı Fâtıma ile evlendirmiştir.
Mizacı :
Ayrıcalığı : Abdurrahman doğunca anne
tarafından dedesi Ebû Lübâbe onu alıp Hz.
Peygamber’e götürmüş, O da yediği hurmadan bir
miktar alarak onun ağzına koymuş, başını okşa-
mış, sonra da onun için dua ederek Allah’tan be-
reket dilemiştir.
Ömrü : 66.
Ölüm yılı : H. 71.
Ölüm yeri : Medine. Vefat ettiğinde çok kala-
balık olur diye, cenazeyi gece kaldırmak istemiş-
lerdi.
Ölüm sebebi : Yaşlılık.
Hakkında : Dedesi onu huzuruna getirince
Hz. Peygamber ona bakmış, kimin çocuğu oldu-
ğunu sormuş ve ardından “Bunun kadar küçük
doğmuş bebek görmedim” buyurmuştur. İşin il-
ginç tarafı, büyünce en uzun ve kalıplı biri olmuş-
tur.
Hadisleri : Ertesi günün bayram olup ol-
madığı belli olmayan “şek” günü halka hitap et-
miş ve şöyle demişti: Ben Rasulullah’ın (sav) as-
habıyla beraber bulundum ve bu konuyu onlara
sordum. Onlar bana Rasulullah’ın şöyle buyurdu-
ğunu söylediler: “Hilâli görünce oruca başlayın,
tekrar hilâli görünce de orucu bırakın (Bayram
yapın).”
Sözleri : Valilik yaptığı günlerde Yezid ile
bir süre beraber olduktan sonra huzurundan çı-
kınca: “Bunun yanında hayır yok. Yanına yak-
laştım ve kendisiyle konuştum, onun aklını be-
ğenmedim.” demişti.
Sahabe AlbümüBünyamin ERUL*
* Prof. Dr.
Kaynaklar: Tabakat, V. 49-51; İstiab, II. 425; Üsd, III. 450-451; Nubela, III. 331-359; DİA, I. 177; Nesâî, Sıyâm 8.
ABDURRAHMÂN B. ZEYD
Nisan 200968
“Zikreden kimse ile zikretmeyen kişi, diri ile ölü gibidir.”
(Buhârî, Deavât, 66).
Kırk Hadis
OnaltıncıHadis
Yorum
Türkçe Açıklaması
Tezhib: Şehnaz Özcan
(Şeyh Hamid-i Veli, Kırk Hadis, (Haz: Prof. Dr. Enbiya Yıldırım), Nasihat Yayınları, 2007.)
Şeyh Hamid-i Veli Hz. (Somuncu Baba)
“Hadiste, Hayy ve Kayyûm olan Allah’ın zatı ile hakiki var oluşun; salikin zatı, sıfatı ve fiilleriyle O’nda fenâ olmasıyla gerçekleşeceğine işaret
vardır. Her kim tüm söz, fiil, hal, zat ve sıfatlarından soyutlanarak Allah’ın zikrinde fenâ (yok) olursa, Allah Teâlâ, kaldırabileceği miktardaki fiil, sıfat
ve zatının tecellileriyle onu ihya eder.”
ي وا ي ا وا ا
Kur’an’da geçen muhsin kelime-
si, ihsan kelimesi ile aynı kök-
ten türemiştir. İhsan, “bir şeyi
iyi ve güzel yapmak; iyi, güzel, yararlı ve doğru iş-
ler yapmak” demektir. İhsan kelimesinin içerdiği
diğer bir anlam da iyilik etmek, ikramda bulun-
maktır. Buna göre muhsin de, iyi, güzel ve yarar-
lı işler yapan; iyilik ve ikramda bulunan insan an-
lamına gelir.
Kur’an-ı Kerim’de sıklıkla, iyilik yapan, yarar-
lı ve güzel işlerle meşgul olan kimseler övülür.
Allah’ı hatırlamaksızın boş işlerle meşgul olanla-
rın ise, nâfile çabalar içinde olduğu belirtilir. 2/
Bakara suresi 195. âyette : “Allah yolunda infak
ediniz ve kendi nefislerinizi tehlikeye düşürmeyi-
niz. Ve ihsanda bulununuz (iyilik sahibi olunuz).
Şüphe yok ki Allah, muhsin olanları sever.” bu-
yurulur. 3/Âl-i İmrân 133-134. âyetlerde de, bu
MUHSİN KUR’AN’IN IŞIĞINDA
BİREYLER
Nisan 200970
PsikolojiM. Doğan KARACOŞKUN*
71
iyiliklerden, yani muhsin olan kimselerin özellik-
lerinden bahsedilmektedir: “Ve Rabbinizden bir
mağfirete ve eni gökler ile yer genişliğinde olan
bir cennete koşunuz ki, muttakîler için hazırlan-
mıştır. Onlar (Allah’tan hakkıyla korkanlar),
bollukta ve darlıkta Allah için harcarlar, öfkele-
rini yutarlar, insanları affederler. Allah muhsin
olanları (iyilik edenleri) sever.”
Âyete dikkat edildiğinde muttakî olmak
(Allah’tan hakkıyla korkmak) ile muhsin olmak
(Allah rızasını gözeterek iyi ve yararlı işler yap-
mak) beraberce anlatılmaktadır. Yani iyi ve ya-
rarlı işler yaptığını düşünmek bir başına yeterli
gözükmemektedir. İnsana sayısız lütuflar ihsan
eden Yüce Allah’ın yardım ve desteği hatırlan-
mazsa, O’na kulluk edilmezse, gerçek anlam-
da muhsin olunamaz. Birey, eğer Allah’ın rıza-
sını düşünmezse, iyilikler yapması için gerekli
olan temel bir motivasyondan yoksun olacaktır.
Allah’ın rızası dışındaki her tür motivasyon, geçi-
ci veya yeri geldiğinde insanı iyilik yap-
maktan alıkoyucu olabilir. Oysa Allah’ın
rızasını esas alan iyilik yapma arzu-
su, o derece güçlü bir motivasyon içerir
ki, insan kötülük görse bile iyilik eder.
Çünkü nihâyetinde iyilik yapmanın kar-
şılığı Allah’tan beklenir. Gerçek güç ve
kuvvet sahibi olan, karşımızdaki insan
değil, onu ve bizi yaratan Yüce Allah’tır.
İşte muhsin kimselerin karakter özellikleri de bu
çerçevede ortaya çıkar.
Yukarıda geçen Âl-i İmrân Suresi’nin 133-134.
âyetlerine baktığımızda, muhsin kimselerin ka-
rakter özelliklerinden bazılarını görebiliriz. Bu
özellikler, bollukta ve darlıkta Allah için harca-
mak, öfkeyi yutmak ve insanları affetmektir. Her
üç özellik de, insanları sadece âhiret saadetine
ulaştırma özelliğine sahip olmayıp, yanı sıra dün-
ya hayatını da güzelleştirici niteliktedir. Olaya bi-
rey ve toplum psikolojisi açısından baktığımızda,
sayılan bu niteliklerin insanı kendi iç dünyasında
ve çevresiyle ilişkisinde güçlü kılacağı ortadadır.
Her şeyden önce bu hasletlere sahip olabilen bi-
reyler, öz-güven ve öz-saygısı yüksek ve ruh sağlı-
ğı yerinde kimseler demektir. Bu bireyler, inanç-
ları gereği âhiret hayatında kurtuluş ve mutluluğu
yakalayabilme ümidinin yanı sıra, sahip oldukları
insanî potansiyellerden dolayı, bizzat iyilik yap-
ma davranışının duygusal açıdan hissettirdikleri
nedeniyle kendini iyi hissetme duygusu taşırlar.
Öncelikle de, inanan bir bireyin, inandığı kutsal
varlık tarafından sevildiğini bilmesi, Allah’ın sev-
diği ve razı olduğu işler yapması onu huzurlu ve
mutlu kılar. Nitekim bu bağlamda Mâide Suresi
93. âyette, muhsin kimselerin, Allah’tan korkarak
sâlih amel işleyen ve iyilik yapan kimseler olarak,
Allah’ın af ve merhametine mazhar oldukları be-
lirtilir. İnandığı ve tüm benliği ile bağlı olduğu
kutsal varlık tarafından sevilip, razı olunduğunu
bilmek duygusu elbette inanan birey için son de-
rece önemli bir psikolojik destektir. Bu psikolojik
destekle birey, çevresine karşı son derece duyar-
lı ve ilgili olacaktır. Buna göre muhsin kimseler,
sadece Allah’a ibadet edip, başta insanlar olmak
üzere çevresindeki tüm canlıları ihmal eden, gör-
mezden gelen bir kimse olamaz. Nitekim Kur’an-ı
Kerim’de Nisa Suresi 36. âyette muhsin kimsele-
rin özelliklerinden bahsedilirken, Allah’a ibadet
etmek ve O’na ortak koşmamanın yanında, bu-
nun olabilmesi için anaya, babaya, akrabalara,
yetimlere, yoksullara, arkadaşlara, yolda kalanla-
ra, kölelere iyilik yapmak gerektiği üzerinde du-
rulmaktadır. Zaten bütün bu ihsanları yapmayı
dinî bir görev olarak algılayan ve gönülden yapan
muhsin kimseler, hayatın her anında daha güçlü
ve dayanıklı olacaklardır.
Sonuç olarak muhsin kimselerin hem Allah,
hem de kulları ile oluşturdukları sevgi bağı, on-
ların kendilerini her durumda güçlü ve daha iyi
hissetmelerini sağlayarak, dinamik ve sürekli bir
iç huzuru elde etmelerine imkân tanıyacaktır.
* Doç. Dr.
“Allah’ın sevdiği ve razı olduğu işler yapması onu huzurlu ve mutlu kılar. Nitekim bu bağlamda Mâide Suresi 93. âyette,
muhsin kimselerin, Allah’tan korkarak sâlih amel işleyen ve iyilik yapan kimseler olarak, Allah’ın af ve merhametine
mazhar oldukları belirtilir.”
Örnek HayatYusuf HALICI
Nisan 200972
Ey şeyh-i şüyûh pîr-i HalvetîCenâb-ı Hayreddîn-i Tokâdî
Perde-i hafâda bunda kurdu CelvetîKaddesa’llâhü sırrahü’l-Hâdî (Hicri 960)
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)
Beki
r SAR
I
73
Hayreddin-i Tokadî hazretleri gü-
zel Anadolu’muzun manevî zen-
ginliğini meydana getiren büyük
velîlerden birisidir. Kendisi hakkında tasavvuf kay-
naklarında pek fazla bilgi yoktur. Onun hakkında-
ki bilgilerin çoğu talebesi büyük velî, Şaban-ı Velî
hazretleri hakkında yazılan menkıbelere ve onunla
ilgili olarak yapılan araştırmalara dayanır. Soy ve
nesebi büyük müfessir Fahrettin Râzî’ye uzanır.
Tokadî hazretlerinin nerede ve kaç yılında doğ-
duğu tam olarak bilinmemekle beraber mürşidi
Çelebi Cemaleddin hazretlerine Tokat’ta iken inti-
sap ettiği, talebeliğini Amasya’da devam ettirdiği,
daha sonra da mürşidinin emri üzerine İstanbul’a
geldiği bilinmektedir.
Çelebi Cemaleddin hazretleri ile birlikte bilhas-
sa Amasya’da hayli zaman kalarak, yaygın bir ir-
şad hizmeti sergilemişlerdir. Cemaleddin Efen-
dinin Amasya’dan İstanbul’a gitmesi ile Tokadî
hazretleri de mürşidi ile birlikte İstanbul’a gitmiş,
bir yandan onun dergâhında ona hizmet görevi-
ni yerine getirirken, diğer yandan da zahir ilimle-
ri için İstanbul medreselerinden faydalanmayı ih-
mal etmemiştir.
Bir müddet sonra da Hayreddin-i Tokadî haz-
retleri, Çelebi Cemaleddin tarafından irşad hiz-
metleri için Bolu’ya gönderilmiştir. Buradaki ilk
dergâhı İmaret Camii yanında olduğu kaynaklar-
da kaydedilmiştir. Burada uzun yıllar irşada de-
vam eden Hayreddin-i Tokadî her ne hikmetse
önceleri kendini gizlemiş, halktan uzak yaşamış-
tır. Onun ne derece büyük bir makama ulaştığını
Şaban-ı Velî hazretlerini yetiştirmiş olmasından
anlayabiliriz.
İnsanı sevmeyi âcizlerin, gariplerin ve mazlum-
ların elinden gönül gözü ile tutmayı kendine şiar
edinen Tokadî hazretleri yaratılana, Yaratan’dan
ötürü şefkat duyan bir sevgi ve şefkat abidesidir.
Kendisinin cehrî zikir esasına dayanan halkaları-
na kalabalık mürîdan zümresi dâhil olup, zikirle-
ri büyük bir coşkunlukla geçtiği, halkada bulunan
nice kimselerin vecde gelerek kendilerini kaybetti-
ği, bu cezbelerle yüceliklere erdiklerinden bahse-
dilmektedir.
Kendilerinden sonra bu görevi daha da geniş
sahalara yayarak devam ettiren halifesi Şaban-ı
Velî hazretleri, 12 sene Bolu’daki dergâhta Tokadî
hazretlerinin hizmetlerinde bulunmuştur.
Hayreddin-i Tokadî hazretlerinin irşad hizme-
tinde bulunduğu devirler, tasavvufun Anadolu’da
en yaygın olduğu devirlerdir. Bilhassa tasavvuf o
devir Osmanlı sarayının harîmine kadar girmiş,
birçok devlet ricali bazı mürşitlere intisap etmek
şerefiyle şereflenmişlerdir. İşte Tokadî hazretleri
de böylesi verimli bir irşad çağında gelerek, yine
verimli bir irşad hizmetinde bulunmuş, kendisin-
den sonraya da o devrin irşad kutuplarından olan
talebesi Kastamonulu büyük velî Şaban-ı Velî haz-
retlerini halife olarak bırakmışlardır.
1535’te vefat eden Hayreddin-i Tokadî hazret-
lerinin türbesi Bolu ilinin batısında Elmalık Köyü
sınırları içinde, çevresi her türden asırlık ağaçlar-
la kaplı doğal bir güzelliğe sahip olan bir tepe üze-
rindedir.
Bugün Bolu’nun batı cihetine düşen ve şeh-
rin kenarında diyecek kadar yakın bir yerde, mü-
tevazı türbesinde ziyaret edilen Tokadî hazretleri,
Resûl-i Ekrem (s.a.v)’e dayanan o nurlu yolda bel-
li bir iman ve irfan nirengisi olarak o beldeyi şeref-
lendirmektedir.
HAYREDDİN-İ TOKADÎ
KitapVedat Ali TOK
MİLLETİN EFENDİSİ
GİRİŞİMCİ
Nisan 200974
Ülkemizde yıllardır yenilenmek bil-
meyen kurumlar ve yönetim anla-
yışı, kurumları hantallaştırmış, bu-
nun neticesinde ise hem insanlar hem de devlet,
büyük ölçüde zarar görmüştür. Geç de olsa buna
bir çare bulunması gerektiğini düşünen devlet,
tedbir olarak genellikle özelleştirme yolunu tercih
etmiştir. Bugün hâlâ zarar eden kuruluşlar devle-
tin kamburu olmaya devam ederken kâr eden ku-
ruluşlar birer birer özel şahısların, şirketlerin eli-
ne geçmektedir.
Gördüğümüz kadarıyla Batı’da her türlü ku-
rum ve kuruluş yönetimi ile ilgili gerek okullarda
gerekse eğitim kurumları dışında dersler, semi-
nerler verilmek suretiyle çağın gereklerine uygun
yöneticiler/liderler yetişti-
rilmektedir. Özel anlamda
Türkiye’de de bu türlü kurs-
lara önem verilmeye başlan-
dı; fakat devletin bu konuy-
la ilgili millî bir politikası
yok. Hizmet içi eğitim faa-
liyetleri adıyla yapılan çalış-
malarınsa genellikle yasak
savma bâbından geçiştiril-
diğini ya da bu faaliyetlerin
bir tatil fırsatı gibi değerlen-
dirildiğini görüyoruz, du-
yuyoruz. Millî ekonominin
güçlü bir hâle getirilmesi
için bu tür faaliyetlerin ger-
çek anlamda değerlendiril-
mesine bunun için de güçlü
ve kaliteli yöneticiler, idare-
ciler, liderler yetiştirilmesi-
ne ihtiyaç vardır. Yöneticiler, idareciler, liderler
kendilerini sadece bir koltuğu doldurmak için de-
ğil; bulundukları yerde mekanizmanın bir parçası
olduklarını anladıkları zaman herhalde hem çalı-
şanlar hem de ülke hakiki manada huzura ve re-
faha kavuşacaktır.
Türkiye’deki ekonomik geriliğin sebepleri ve
çözüm yolları ile ilgili Faruk Türkoğlu, güzel bir
eser meydana getirmiş. Kitabın ismi: “Milletin
Efendisi Girişimci”. Kayseri Ticaret Odası Yayın-
ları arasında (2007) çıkan eseri yayına hazırlayan
ve kapak kompozisyonunu düzenleyen Mehmet
Çelebi.
476 sayfalık kitapta yazar, okuyucuyu ekono-
mik terimlerle boğmuyor. Hatta kitapta ilginç
menkıbeler, hikâyeler, şiirler de var. Faruk Tür-
koğlu, gelişmemizin önündeki en büyük engel
olarak girişimcilik ruhunun eksikliğini gördüğü
kitabında gelişmemizi engelleyen diğer faktörle-
ri de saydıktan sonra Türkiye’nin ileri devletler
seviyesine ulaşabilmesi için gereken tedbirleri de
sıralıyor.
“Türkiye’de çözüm kültürünün gelişmesi, eko-
nominin büyüme potansiyelini serbest bırakacak
ve uyuyan dev uyanacak.
Mazeret ve sızlanma kültü-
rü zayıfladıkça, çözüm üre-
timinin itibarı yükselecek.
Çözüm üretiminin aşağı-
daki adımlarını, kişisel ha-
yatımızda, işimizde ve ülke
sorunlarında uyguladığı-
mızda, üretmenin, sorun
çözmenin ve başarının ver-
diği güzel duyguları hep
birlikte yaşayacağız” (s. 93)
diyen Faruk Türkoğlu, öne-
rilerini şu başlıklarda top-
ladıktan sonra açıklamala-
ra geçiyor:
Yalnız tepki ile yetin-
meyin. Problemin değil,
çözümün bir parçası olun.
Hedefinizi ve öncelikleri belirleyin. Sorunun “dı-
şına” çıkın. Sorunu analiz edin. Soruna yol açan
etkenleri bulun. Dünyadaki çözümleri tarayın.
Hareket noktanız gerçeklik olsun. Çözüm için en
az üç yol geliştirin. Çözümü bir “proje” olarak
düşünün. Uygulamayı denetleyin.
Yazar, çözüm üretimini engelleyen boş sözle-
rin de insanları etkileyebileceğini düşündüğü için
bu olumsuz düşünceleri ve etkilerini de sıralamış.
Bunlardan birkaç örnek: (s. 95-98)
75
rs-
n-
uy-
ası
aa-
ış-
ak
il-
rin
n-
u-
nin
esi
er-
il-
çlü
re-
Nisan 200976
Ben Tek Başıma Ne Yapabilirim ki?
Herkes böyle düşündüğünde hiç kimse bir şey
yapmaz.
Eski Köye Yeni Adet Getirme! Yenilikçi-
liğin kınanması, insanları yeni fikirlerden ve çö-
züm denemelerinden uzak tutar.
Bu Millet Adam Olmaz. Ağızlara sakız ol-
muş bu lafı kullananlar, “Herkes yetersizse, be-
nim de bir şey yapmama gerek yok” diye düşü-
nüp koltuğuna iyice gömülür.
Onlar Aya Biz Yaya: Aşağılık duygusun-
dan kaynaklanan bu basmakalıp söz, özgüveni
yaraladığı için çözüm bulmayı zorlaştırır.
Henüz Zamanı Değil: Bu cümle “Bence bu
çözüm iyi ama herkes benim kadar akıllı olmadı-
ğı için uygulanamaz” anlamına gelir.
Benim İçin Hava Hoş: Bu boş söz, “Çözüm
bulma çabalarına ancak ben zarar gördüğümde
katılabilirim” mesajını verir.
Boş Ver Abi Ya… Özellikle bazı gençler ara-
sında yaygın olan bu laf, yaşamayı ciddiye alan-
ların şevkini kırar.
Benden Sonra Tufan… Bazı kurnaz yöne-
ticiler, gerçek ve kalıcı çözümü bilir ama kitlele-
ri geçici ve kısmi
çözümlerle oyalar.
Evet Efendim… Olur Efendim. Yöneticile-
rin her dediğinin onaylanması ve tartışma ile or-
taya çıkacak alternatif zenginliğinin yokluğu çö-
züm girişimlerini verimsizleştirir.
Ne Yapsam Boş… Karamsarlığın yol açtı-
ğı çaresizlik ve umutsuzluk, çözüm gayretlerini
daha işin başında mahkûm eder.
Enkaz Devraldık. Mevcut durumu bilerek
göreve gelen yönetici, olası başarısızlığına baha-
ne bulmak için geçmişi kötülemekle işe başlar.
Ben Demiştim! “Felaket tellalları” olarak
bilinen bazı kişiler, riskleri aşırı abartarak, bir
şeyler başarmak isteyen kişilerin moralini bo-
zar. Kendileri pozitif bir şey yapmayan bu kişi-
ler, bozulan moraller nedeniyle sorun çözümsüz
kalınca, “Ben uyarmıştım” demekten büyük ke-
yif alırlar.
Faruk Türkoğlu, girişimcilerin milletin efendi-
si olduğu tezini savunduğu eserinde Türk mille-
tinin karakteristik özelliklerini göz önüne alarak,
Türkiye’nin geri kalış sebeplerini iyi teşhis et-
miş; fakat sadece geri kalmışlığın sebeplerini sa-
yıp dökmekle kalmamış tabii. Millî birliğimizi ve
manevî bütünlüğümüzü bozmadan Türk milleti-
nin ruhuna uygun çözüm yolları ve teklifler sun-
muş.
Sadece ekonomistleri değil hepimizi ilgilen-
diren bir hususta, başarılı konuşmanın kural-
ları konusunda, yazarın düşüncelerinden bazı
bölümleri iktibas ederek kitabı, meraklılarına ha-
vale edelim.
Başarılı bir konuşma, kitleleri etkilemek için
önemli bir araçtır ama iyi konuşmak da ko-
lay bir iş değildir. İnsanları can evinden yaka-
lamazsanız ve onların dikkatini sürekli olarak
canlı tutamazsanız konuşmanız kalıcı bir etki
yaratmaz. Başarılı konuşmanın ilk adımı top-
luluğa seslenmeyi ciddiye almak ve gerekli ön
hazırlıkları yapmaktır. Başarılı bir konuşma
için aşağıdaki noktalara dikkat etmeniz gere-
kir:
Topluluk önünde konuşmaktan çekinmeyin.
İlk konuşmalarınız belki istediğiniz gibi olma-
yabilir ama zamanla iyi bir konuşmacı olabi-
lirsiniz. Konuşma öncesi hazırlıklara çok önem
verin. Bu hazırlıklar sırasında aldığınız notla-
rı ele sığacak boyuttaki kartonlara yazın. Ara
sıra bunlara bakmanız hiç de zayıflık belirtisi
sayılmaz. Dinleyicilerin kim olduklarını ve on-
ların temel karakteristiklerini belirlemeye çalı-
şın. Onların eğitim düzeyini, yaşam koşullarını
ve ilgi alanlarını etüt edin. İnsanlar konu dışına
taşan ve kendilerini ilgilendirmeyen şeyler anla-
77
tan kişileri dinlemez. Soyut ve ge-
nel konulardan konuşmak yerine,
dinleyenlerin ilgisini çekecek spe-
sifik konulara değinirseniz daha
etkili olursunuz. Mesajınızı en açık
şekilde iletmeye yetecek süre, ko-
nuya ve hedef kitleye göre değişir.
20–25 dakikayı aşan konuşmalar-
da dikkatin dağılması kaçınılmaz
olur. Geçiyorken uğramış gibi kısa
konuşmalar ise dinleyiciyi etkile-
mez. Mizah riskli bir araçtır. Çün-
kü bir insanın zekice bulduğu bir
espri, diğerine çok saçma ve aptal-
ca gelebilir. Espri ve fıkra bayat-
sa, zaman ve mekâna uygun değil-
se, konuşmanın akışını bozabilir.
Üstelik herkes de iyi fıkra anlata-
maz. Bu nedenle espri dozunu çok
iyi ayarlamak ve belirli aralıklar-
la kullanmak daha iyi olur. Açık ve
anlaşılır bir dil kullanın. Cümleler
mümkün olduğunca kısa olsun. Se-
sinizi yeterli düzeye yükseltin. Se-
siniz en uzak noktadaki dinleyiciye
bile ulaşsın. Eğer yumuşak ve de-
neme anonsu yapar gibi bir sesle
konuşursanız, konuşmanızın vur-
guları, güven vericiliği ve coşkusu
kaybolabilir. Çok bağırdığınızda
ise dinleyenler kendilerini baskı al-
tındaymış gibi hisseder. Konuşma-
nız sırasında zaman zaman konu-
yu özetlemeniz, fikirlerinizi daha
iyi örgütlemenize katkıda bulunur.
Böylece konuşmanız “yoldan çık-
maz” ve iletmek istediğiniz mesaj
dağılmaz. Eğer konuşma biçiminiz
etkili değilse, diksiyon dersine ih-
tiyacınız var demektir. İyi bir ko-
nuşmacı olmak için vurgulama ve
fonetik konusunda bilgi edinmeye
çalışın ve gerektiğinde teknik des-
tek alın. Yukarıdaki önerilere dik-
kat ettiğiniz takdirde konuşmanız,
dinleyenler üzerinde bir iz bıra-
kır. (s. 364-366)
Kitaplıkİlâhiyat Fakülteleri
Tezler Kataloğu
İsmail E. ERÜNSAL
Fatih ÇARDAKLI
Mustafa Birol ÜLKER
İsam Yayınları
Tel: 0216 474 08 50
Tebessüm ve Tefekkür
Dursun GÜRLEK
Kubbealtı Yayınları
Tel: 0212 516 23 56
Eserleri ve Hizmetleriyle
II. Abdülhamid
Aydın TALAY
Armoni Yayıncılık
Tel: 0212 511 25 04
Kur’an ve Hikmet Işığında
Esmâü’l-Hüsnâ
Halit ÖZDÜZEN
Beyaz Kule Yayınları
Tel: 0312 466 14 88-89
İlahi İsimler
İsmail Hakkı BURSEVÎ
Sufi Kitap
Tel: 0212 513 84 15
77
Nisan 200978
Ali Nail, “Yanlış düşünüyorsun
Toprak! İnsanlar göçe mecbur
kalıyor. Çalışacak bir işi, yiye-
cek ekmeği olsa gelirler mi hiç?” Deniz, “Bence
Toprak haklı, geldiklerinde burada iş bulabiliyor-
lar mı sanki? Ya seyyar satıcı oluyor ya da şan-
sı varsa kapıcı.” Tuğberk, “ Bence de öyle. Hoca
doğru söyledi bu sabah, herkes olduğu yerde kal-
malı.”
Ali Nail sinirlenerek ayağa kalktı ve parmağı-
nı onlara doğru uzatarak “Elin İngiliz’i ne bilir be-
nim köyümü köylümü… Hoş sizin de ondan kalır
yanınız yok ya… Neyse ben gidiyorum. Yarın gö-
rüşürüz.” Ali Nail kalıp onlarla tartışacaktı, ama
gözlerindeki boş vermişliği görünce, gereksiz ol-
duğunu düşünüp vazgeçti. O hızlı adımlarla uzak-
laşırken o ana kadar hiç lafa girmemiş olan Esra,
“Boşuna tatsızlık çıktı. Zaten sınava giremediği
için morali bozuktu. Hocanın mazeret sınavı ya-
pıp yapmayacağı belli değil, bir de siz üstüne var-
dınız.” dedi. Tuğberk “ Kızım sen de o köylü ço-
cuğunu kayırmak için, hiçbir fırsatı kaçırmazsın.”
Toprak alaylı gülümsemesiyle “ Eee! Aşk bu kolay
mı? Yalnız sen yanıp tutuşuyorsun, ama oğlanın
kulağı duymuyor.” Bu söz üzerine Esra da sinir-
lenip ayağa kalktı ve “Sizinle konuşulmaz ben gi-
diyorum.” Deniz, “Git tabi bizimle konuşma. Ama
senin neye bozulduğunu çok iyi biliyorum ben…
Ali’den yüz bulamıyor ya bütün hırsını bizden çı-
karıyor.”
Esra cevap vermeden hızlı adımlarla uzaklaştı
oradan. Ali Nail’i belki bahçede görürüm diye ba-
kındı, ama o çoktan vesaite binmiş evinin yolunu
tutmuştu bile. Ali Nail’in morali gerçekten bozuk-
tu. Sabah beş dakika geç kaldı diye hoca sınava al-
mamıştı. Özel üniversitede tam burslu okuyordu
ve okulun yurdunda kalıyordu. Tam vizeler baş-
layacakken yurtta yangın çıkmış, bir bölümü yan-
mıştı. Tamiratın on beş gün süreceğini söylemiş-
lerdi. Bir kaç gündür evde kalıyordu. Evleri çok
uzakta iki oda bir salon gecekonduydu. Üç sene
önce Muş’un bir köyünden İstanbul’a gelmişler,
babası işportacılık yaparak evi geçindirmeye baş-
lamıştı. Ali Nail ikinci sınıftaydı ve kendinden üç
yaş küçük Emre de bu sene üniversiteyi kazan-
mıştı. Liseye giden bir kız kardeşi ile evli bir ab-
lası vardı. Köyden göçmelerini, babaanne ile de-
desi hiç istememiş ama babası, “Burada kalırsak
çocukları okutamayız. Mutlaka gitmemiz lazım.”
diyerek onları dinlememişti. Ali Nail’in okulda-
ki arkadaşlarının birçoğu zengindi, ama annesi-
nin korktuğu gibi, hem fakir hem de köylü olduğu
HikâyeRaziye SAĞLAM
79
için onların yanında hiç ezik hissetmedi kendi-
ni. Her zaman kendinden emin ve etrafa metelik
vermez hâliyle aksine insanlar onun çevresinden
ayrılmıyordu.
Ali Nail minibüse binerken “Nereden bile-
cekler insanların neler çektiğini. Hepsi de zen-
gin çocuğu. Hayatlarında paranın yokluğunu hiç
çekmemişler ki…” Sinirleri öyle bozuktu ki “Bi-
risi dokunsa da kavga etsem!” diye düşünüyor-
du. Hiç oturacak yer yoktu. Ayakta bulduğu yer-
de ise başını eğerek durmak zorunda kaldı. “İyi
ki yurtta kalıyorum. Her gün bu çile zor çekilir.
Bu yol yüzünden sınava da giremedim.” O sırada
oturanlardan orta yaşlı bir hanım koluna doku-
narak, gülümsedi ve “Gel evladım sen otur, ben
bir kaç durak sonra inecem.” Ali Nail, “Yok tey-
zem siz oturun.” diye itiraz ederken kadın kalk-
tı ve kolundan tutarak kalktığı yere onu oturttu
ve yine gülümseyerek “Oğlum siz okulda yorulu-
yorsunuz zaten. Bir de sırtında çantan var. Otur
işte rahat rahat.”
Bir süre gittikten sonra şoför arabesk bir ka-
set koydu. Öyle ağır bir parçaydı ki Ali Nail olan-
ca hırsını şoförden çıkarmak istercesine “Bunu
dinlemek zorunda mıyız?” diye bağırdı. Diğer
müşteriler aralarında bir tartışma çıkacağını
beklerken, şoför gayet nazik “Ne münasebet ağa-
beycim. Hemen kapatıyorum.”dedi ve insanların
şaşkın bakışları altında kapattı. O hattın devamlı
yolcuları adamın ne kadar kavgacı olduğunu bi-
liyorlardı ve bugün üzerindeki bu sükûnete doğ-
rusu çok şaşırmışlardı.
Yol o kadar uzaktı ki artık şehir bitiyordu. Ali
Nail indikten sonra çamurlu yolda üzerine çamur
sıçramamasına dikkat ederek yürümeye başladı.
Bir taraftan da “Annem muhtemelen işten dön-
memiştir. Şimdi ev soğuk, yemek yok, gel de si-
nirlenme…” diye kendi kendine söyleniyordu. O
sırada hızla geçen bir araba küçük bir çukurda
birikmiş çamurlu suyun hepsini Ali Nail’in üze-
rine sıçrattı. Pantolonun sağ tarafı tamamen ça-
mur oldu. Hırsından “Hay senin şoförlüğüne…
”diye bağırarak yerden arabaya atmak üzere bir
taş aldı. Tam atacakken, annesi Filiz’in seslen-
diğini duydu. Gayri ihtiyari kalktı ve ona doğru
döndü.
—Nereden geliyorsun anne yine Feriha
Teyze’den mi?
—Evet oğlum. Aaa! Üstüne n’oldu böyle?
ALİ NAİL’İN
KAVGASI
Nisan 200980
—N’olacak? Her önüne gelene ehliyet verirler-
se olacağı budur işte. Sen niye geç kaldın bu ka-
dar?
—Feriha Teyze biraz rahatsızdı bu gün hemen
çıkamadım.
—Anne sanki çok bir para veriyormuş gibi, sen
de amma hizmet ediyorsun bu kadına.
—Oğlum her şey parayla ölçülmüyor. Kadının
bana ihtiyacı olunca bırakıp gelemem ki… Az kal-
sın unutuyordum şu Allah’ın işine bak o da bugün
senin için bir pantolonla gömlek vermişti. Toru-
nuna çalıştığı yerde hediye etmişler ona da küçük
gelmiş. Boylarınız aynı ama o kilolu ya olmamış.
İyi bir mağazadan alınmış baksana.
Derken Filiz çantayı açıp içindekini gösterdi.
İkisi de çok güzel görünüyordu. Biraz önce söyle-
diği sözden hafif bir pişmanlık duyarken “Götü-
rüp değiştirseymiş.” dedi.
—Feriha Teyze torununa seni öyle güzel anlat-
mış ki çok başarılı, çok iyi diye. Sağ olsun onun da
içinden sana vermek gelmiş.
Ali Nail şaşkınlıktan ne düşüneceğini bilmi-
yordu. Okuldan çıktığından beri kime çatmak ya
da neye kızmak istese argo deyimle resmen elin-
de patlıyordu. O yine de moralini bozuk tutmak
niyetindeydi. Bunun için yeterli sebebinin oldu-
ğunu düşünüyordu. Yüzüne mümkün olduğunca
üzgün bir ifade vererek “Anne biliyor musun yurt
dışında staj yapmak için başvurmuştum ya kabul
ettiler, ama ben gidemicem.”
—Niye oğlum? Çok istiyordun hazır kabul et-
mişler işte.
—Diğer masrafları karşılayabilsek bile yol pa-
rası zaten çok tutuyor. Bizim gücümüz yetmez
buna.
Filiz oğlunun çok üzgün olduğunun farkın-
daydı. Ama hemen “Ne yapalım elimizden bir şey
gelmez.” demek yerine “ Dur bakalım hemen öyle
umutsuzluğa kapılma gün doğmadan neler do-
ğar.” dedi.
Konuşarak eve vardılar. İçerde ışık yanıyordu.
“ Hacer gelmiş. Hem ev soğuk hem yemek yok-
tu. Kızcağız ne yaptı acaba?”diyerek kapıyı açtı.
İçerden bir sıcaklık vurdu yüzlerine. Babaları di-
vanda oturmuş haberleri izliyordu. Onları görün-
ce “Ooo birlikte mi geldiniz? Hoş geldiniz.” Filiz:
—Hoş bulduk İsmail. Bugün erken mi geldin?
—Zabıtalar hiç rahat bırakmadı ki… Ben de
toplayıp geldim. Ev çok soğuktu, hemen sobayı
yaktım.
Filiz telaşla “ Hacer gelmedi mi daha, nerde
kaldı acaba?”
—Sen de soruyu soruyon cevabı beklemiyon
ki… Hacer de geldi Emre’de. Onların sobasını da
yaktım. Yemeğe kadar içerde ders çalışacaklar-
mış.
—Hay Allah razı olsun senden. Ne kadar iyi-
sin bugün.
—Söylediğin lafa bak sanki her zaman kötü-
yüm. Neyse haydi sen sofrayı kur iyiliğim bitmedi
daha, size anamın acılı bulgur pilavından yaptım
turşu da çıkar bir güzel yiyelim. Zabıtalardan ka-
çacam diye akşama kadar bir şey yemedim.
Filiz çok sevinerek sofrayı kurarken, Ali Nail
şaşkınlıktan ne diyeceğini bilmiyordu. Kızmak is-
81
tediği her sorun, sorun olmaktan çıkıyor her şey
birden yoluna giriyordu. Sanki gizli bir el halledi-
yordu her şeyi. “Hazır her şey yolunda gidiyorken
şu sponsor işi de hallolsa da yurt dışında staj ha-
yalim gerçekleşse…” diye düşünerek kendi ken-
dine gülümsedi. Sonra da “Yok artık o kadar da
değil…” diye söylenerek abdest almaya girdi. Na-
mazını düzenli kılmazdı, ama hiç abdestsiz dur-
mazdı. Sanki böyle kendini daha emniyette ve te-
miz hissediyordu.
Hep birlikte sofraya otururlarken babası, “Az
kalsın unutuyordum Ali Nail, sana bir mektup
geldi. Değişik bir zarfı var merak ettim ama aç-
madım. Televizyonun üstünde. Yemekten son-
ra bakarsın.” Ali Nail telaşla sofradan kalkarken
“Yemekten sonrayı nasıl bekleyim.” dedi. Mektup
sponsor olmaları için başvurduğu firmaların bi-
rinden geliyordu. Zarfı yırtarcasına açtı ve nefes
nefese okumaya başladı. Aynen şöyle diyordu:
“Başvurunuz çok yönlü bir araştırma neti-
cesinde yönetim kurulumuzca kabule değer bu-
lunmuştur………… ülkesinde yeni kurduğumuz
şirkette stajınızı yapma konusunda detayları gö-
rüşmek üzere en geç……tarihine kadar ………….
adrese gelmeniz gerekmektedir.”
Ali Nail bir yandan sevinçten bir yandan şaş-
kınlıktan ne diyeceğini şaşırmış durumdaydı. Ses-
sizliği babası bozdu. “Oğlum bu çok güzel bir ha-
ber. Haydi, gözün aydın.” Onu diğerleri izlediler.
Hepsi de sevinçlerini dile getiriyorlardı. Ali Nail
sabahtan beri yaşadıklarını düşününce mutluluk-
tan ne düşüneceğini bilemiyordu. İçinden sadece
şükretmek geliyordu.
Biriyle kavga edip hırsını ondan çıkarmak
isterken şimdi çok mutluydu. Her şey mükem-
mel bir şekilde yolunda gidiyordu. Filiz, “Feriha
Teyzeye çok yardım ediyorum ya herhalde onun
duaları tuttu.” Kocası, “Geçen gün çok darda
kalmıştı da Salih’e borç vermiştim ya herhal-
de onun duaları kabul oldu.” diye kendilerin-
ce çıkarım yapmaya çalışıyorlardı. Onlar böyle
konuşurken dışardan bazı gürültüler gelmeye
başladı. Dikkat edince birkaç kişinin kavga etti-
ğini anladılar. İsmail “N’oluyor?” diye söylene-
rek sofradan kalktı. Filiz, “Akşam akşam çıkma
İsmail, n’olur n’olmaz?” diye engel olmaya ça-
lıştıysa da kocası onu dinlemedi. Dışarı çıktı ar-
dından da Ali Nail. İki komşu kavga ediyordu.
Sonradan öğrendiklerine göre kavganın sebebi
birinin çocuğunun attığı bir taş yanlışlıkla diğe-
rinin camını kırmış, onun özür dilemesine fır-
sat vermeden adam çocuğa bir tokat atmış. Bu
da haklı olarak çocuğun babasının çok zoruna
gitmiş. Bir anda kavgaya tutuşmuşlar.
“Ayrılın ayıp değil mi size, şurada komşu-
yuz.” diye araya giren İsmail gözünün üstü-
ne okkalı bir yumruk yedi. Onu gören Ali Nail,
hem babasını kurtarmak hem de kavgayı ayır-
mak için araya girdi ama o da iyi bir yumruk yi-
yince istemeden kavgaya karışmış oldu. Dördü
de halsiz düşene kadar bir güzel kavga ettiler.
Arada epey hasar oldu. Birinin gözü şişti, bir di-
ğerinin kaşı yarıldı…
Birbirlerinin kolunda bitkin bir halde içeriye
girerken, Ali Nail farkında olmadan, “İnsanın
istediği mutlaka oluyor demek ki… Sabahtan
beri biri bir şey dese de kavga edip hırsımı al-
sam ondan diyordum. Tam her şey yoluna gir-
mişken ben kavga ettim. Hem de sadece ben de
değil zavallı babam da benim ateşime yanmış
oldu. Canım çok yanıyor; ama olsun staja gide-
cem ya inşallah o yeter artık bana.” diye söylen-
di.
Babası söylediklerinden pek bir şey anlama-
dı ama pek üzerinde de durmadı. “Yemek yarım
kaldı bari güzel bir çay içelim.” diye söylenerek
içeri girdi.
“Ali Nail şaşkınlıktan ne düşüneceğini bilmiyordu.
Okuldan çıktığından beri kime çatmak ya da neye
kızmak istese argo deyimle resmen elinde patlıyordu.
O yine de moralini bozuk tutmak niyetindeydi. Bunun
için yeterli sebebinin olduğunu düşünüyordu.”
Çocuğun dünyaya geldiği andan iti-
baren büyümesinde ve gelişmesin-
de babanın çok önemli rolü vardır.
Özellikle günümüz şartları babanın, çocuğun eği-
timindeki yerini genişletmiştir
Baba-çocuk arasındaki iletişimin ve paylaşı-
mın temelleri ne kadar çabuk atılırsa o kadar sağ-
lam ve etkili olur. Baba olmak; geçmiş yıllarda,
çocuğunu uzaktan sevmek, aileyi geçindirmek,
kurallar koyan ve emirler veren otorite olmak an-
lamına gelirken, günümüzde; bebeğin bakımını
paylaşan, çocuğu ile birebir zaman geçiren, mo-
del olan ve ona arkadaş olabilen ebeveyn olmak
anlamına geliyor.
Bu nedenle bebeklik döneminden itibaren ço-
cuğunuzla ilgilenmek ve birlikte vakit geçirmek
için onun büyümesini beklememelisiniz. Baba ile
çocuk arasındaki ilişki, zaman içinde adım adım
gelişen deneyimdir. Çocuğunuz 7 yaşına geldiğin-
de, bir gün onunla iletişim kurmaya karar verdi-
ğinizde geç kalmış olabilirsiniz.
Çocuğunuz büyüdükçe, becerileri geliştik-
çe birlikte yapabileceğiniz etkinlikler de giderek
artacak ve ortak ilgi alanlarınız olacaktır. Çocu-
ğunuzla mutluluk duyarak birlikte yapacağınız
etkinliklerin olması önemlidir. Siz araba dergile-
rine bakmaktan ve at yarışlarını takip etmekten
hoşlanırken, çocuğunuz bu durumdan sıkılıyor-
sa, bunu ortak bir ilgi alanı ve ortak etkinlik şek-
linde değerlendiremezsiniz.
Çocuk ile baba arasındaki kaliteli ilişki ve etki-
leşim, çocuğun bilişsel, sosyal, duygusal ve cinsel
gelişimi üzerinde olumlu etkiler oluşturmaktadır.
Babanın rolü, akşam eve gelince şikâyet edilecek
otorite figürü olmamalıdır. Çocuğunuzu dinleyip,
uygun ve doğru davranışları öğretir, olumlu dav-
ranışlarını çekinmeden pekiştirirseniz çocuğu-
nuzla aranızdaki ilişki çok daha verimli olur.
Çocuğunuza ayırdığınız zaman ve birlikte zevk
alarak yaptığınız etkinlikler, farklı deneyimler,
onun öğrenmesini ve zekâsını destekler. Annele-
re göre, babalar, çocuklarına daha bağımsız dav-
ranma fırsatı verirler. Bu durum çocuğun hem
bilişsel hem de kişilik gelişimini olumlu yönde et-
kiler.
Babanın çocuğu ile ilişki ve etkileşim kurma
biçimi çocuğun kişilik gelişimine etki eder. Ör-
neğin: Aşırı otoriter tavır ve ilgisizlik çocukların
AileKevser BAKİ
ÇOCUK VE
BABA
Nisan 200982
utangaç, çekingen, pasif, kendine güvensiz kişilik
özellikleri geliştirmelerine neden olabilmektedir.
İlgili ve sevgi dolu bir tavır ise çocukların
sosyal uyum yeteneklerinin artmasına, liderlik
özellikleri geliştirebilmelerine etki etmektedir.
Babaların çocuklarına oyun arkadaşı olmaları ço-
cukların zekâ gelişimini arttırır. Ayrıca babalar
çocuğun çevreyi keşfetmesinde, cesur davranma-
sında ve bağımsız hareket etmesinde önemli rol
oynar. Babadan ilgi, sevgi ve şefkat gören çocuk-
lar yaşıtlarıyla iyi ilişki içerisindedirler. Kendile-
rine güvenirler ve lider özelliklere sahip olurlar.
Babanın sağlıklı bir otorite sağlayamadığı, di-
siplinsiz ve aşırı hoşgörülü bir tutumda olması
ise çocukların bazı uyum ve davranış bozuklukla-
rı yaşama ihtimalini artırmaktadır. Çocuğun her
isteği karşılanmamalı, bunların sebepleri de ço-
cuğa açıklanmalı; bazı istekler zamana bırakılma-
lı veya şarta bağlanmalıdır. Bilinmelidir ki bir şey
ne kadar zor elde edilirse izafi değeri o ölçüde bü-
yük olur. Çocuklarımızı kolaycılığa alıştırmaya-
lım. Hayata atıldıklarında hiçbir şey kolay olma-
yacak
Koruyucu, muhafazakâr otoritesi ve ikna kabi-
liyeti ile sınırları çizebilen baba; çocuğunun say-
gısını kazanan babadır. Çocuk; sağlam bir kale;
koruyucu bir sığınak ve “dur” deme gücüne sahip
olan babasının etkileri ile sosyal yaşamda grup
üyesi olma ve kimlik kazanma çabalarında ba-
şarılı olur. Baba aynı zamanda ailenin de reisi-
dir. Dolayısıyla liderlik konusunda da çocuk, ba-
bayı örnek alacaktır. Yaşamın hiçbir döneminde
babaların kenara çekilip seyretme lüksü yoktur.
Hangi yaşta olursa olsun; baba, çocuğuna ışık tu-
tabilmeli ve olumlu yönde etkilemeye devam et-
melidir.
Araştırmalar göstermiştir ki babasız yetişen
çocuklarda kişilik bozukluğu, güven eksikliği, içe
kapanıklık, sosyal mücadelede zayıflık gibi psiko-
lojik sorunlar oluşmaktadır. Aynı sorunlara ilgi-
siz baba tarafından yetiştirilen çocuklarda da sık-
ça rastlanmaktadır
Babanın, çocuğun yetişmesinde en önemli kat-
kılarından biri de ona helâl lokma yedirmesidir.
Haram lokmayla yetişen çocuktan vatana, mille-
te; anne-babaya bir fayda gelmeyecektir.
Bir hadis-i şeriflerinde Peygamber Efendi-
miz (s.a.v.): “Bir baba, evlâdına güzel ahlâk ka-
dar kıymetli bir şey (mal-mülk vs.) veremez.” bu-
yurmuşlardır.
Sonuç olarak; baba olmak emek ister, zaman
ayırmak ister, sevgi ister, deneyim ister, sabır ve
fedakârlık ister. Çocukların kişilik gelişimleri 3–7
yaş arasında oturmaktadır. Onların bugününü
değerlendiremezsek, yarınlarını kurtaramayız.
Çocuklarımızın geleceği için gece gündüz çalışa-
cağımıza, onların bugünü için biraz vakit ayırmak
daha doğru olacaktır. Çünkü yarın çok geç olabi-
lir.
83
SağlıkAydın ADİLOĞLU
ZEKÂ BESİNİ
BALIK
Nisan 200984
Balığın birçok faydası gelişen
teknoloji sayesinde bugün daha
iyi tespit edilmektedir. Son za-
manlarda balığa zekâ besini lakabı takılmıştır.
Balığın zekâyı geliştirmesi, içerisinde bulunan
ve insan tarafından sentezlenemeyen Omega–3
yağ asidinin içindeki DHA (decosa hexaenoic
acid)’dan kaynaklanmaktadır.
Balık her yaş grubu için ayrı bir fayda sağla-
maktadır. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz.
Çocukluk ve Gençlik Dönemlerinde Balık Tüketimi
Çocukların normal gelişiminin yanı sıra be-
yin gelişimleri için de haftada iki gün mutla-
ka balık tüketmeleri gerekir. Özellikle somon,
uskumru, ton balığı, sardalye gibi balıklar
Omega–3 yönünden oldukça zengin balıklar-
dır. Omega–3 yağ asitlerinden DHA insan bey-
nindeki hücrelerin yenilenmesine katkıda bu-
lunur.
85
40 Yaşından Sonra Balık Tüketimi
40 yaşından sonra çağımızın hastalıkları ara-
sında ilk sırayı alan kalp damar hastalıkları, ko-
lesterol, yüksek tansiyon, şişmanlık, yorgunluk
daha fazla kendini göstermektedir. Balığın, içerdi-
ği Omega–3 yağ asidi ile vücut sağlığı için adeta bir
kalkan görevi görmekte ve düzenli olarak tüketildi-
ğinde kalp hastalıkları riskini azalttığı ve bağışıklık
sistemini güçlendirdiği artık bilinen bir gerçektir.
Balığın içinde bulunan vanadyum isimli mine-
ral madde sayesinde kötü kolesterolün vücut ta-
rafından salgılanmaması sağlanmaktadır.
Hamilelikte Balık Tüketimi
Özellikle gebeler için son 3 aylık dönem, bebe-
ğin beyin gelişimi ve göz gelişimi için çok önem-
lidir. Beyin gelişimi anne karnında başlamakta
ve hamileler anne karnındaki bebeğin gelişimi ve
anne sağlığı için mutlaka balık tüketmeleri gerek-
mektedir. Omega–3 özellikle hamilelik dönemi
boyunca ve bebeklik dönemi başlarında beyin ve
sinirlerin uygun şekilde gelişimi için çok önem-
lidir.
Omega–3 yağ asidi, trombositlere etki ederek
kanın pıhtılaşma riskini azaltarak, damar sertli-
ğine, felç ve kalp krizine büyük ölçüde engel ol-
maktadır.
Omega–3 yağ asidi, vücutta oksijene bağlana-
rak, elektron transferini gerçekleştirmekte ve vü-
cutta birtakım kimyasal işlemler için enerji sağ-
lamaktadır. Bu yüzden balık yiyen insanlarda
yorgunluk büyük ölçüde azalmakta, kavrama ve
hareket gücü artmaktadır.
Balık ve Stres
Son yıllarda yapılan araştırmalarda balık yağı-
nın depresyon ve şizofreni belirtilerini hafiflettiği,
Alzheimer hastalığını önlediği görülmüştür. Balı-
ğın içindeki DMAE (dimetilaminoetanol) isimli
madde ruh hâlimizi de düzeltmektedir.
Balık ve İştah
Yapılan araştırmalarla balık, içerisinde bu-
lundurduğu besin maddeleri sayesinde yenil-
dikten sonra 1–2 gün daha devam edecek olan
iştahı önemli ölçüde azalttığı tespit edilmiştir.
Haftada 3 defa balık tüketilmekle iştahın oto-
matik olarak azaldığı görülecektir.
Balığın En İyi Pişirilme Metodu
Omega–3 yağ asidinin bu kadar faydaların-
dan yararlanabilmek için ortamda Omega–6
yağ asidinin belli bir oranı geçmemesi gerek-
mektedir. Aksi halde Omega–3 yağ asidi maale-
sef vücut tarafından kullanılamamaktadır. Ba-
lığın ızgara yerine yağda kızartılması Omega–3
yağ asidinden yararlanılamaması demektir. O
halde balık, yağda kızartma yerine ızgara ya da
buğulama metotlarından biri kullanılarak pişi-
rilmelidir. Bazı yörelerde balık fırınlarda kar-
ton üzerinde pişirilerek yararlı olan Omega–3
yağ asidi kartona yedirilmektedir. Bu çok yanlış
bir uygulamadır. Eczanelerde satılan balık yağı
tüketildiğinde bu faydalar sağlanamaz, zira ba-
lığın saydığımız faydaları ancak balık ızgara ya-
pılarak tüketildiğinde mümkün olmaktadır.
Genel hatlarıyla yer verdiğimiz balığın fay-
dalarına her geçen gün yenileri eklenmektedir
Balıktan sağlanan tüm faydalar Rabbimizin
bizlere verdiği büyük bir nimettir Tüm besin-
lerde olduğu gibi balıklardaki üstün yapıyı da
bizler için yaratan Âlemlerin Rabbi Allah’tır
Allah (c.c) her şeyi hikmetle yaratır. Denizin,
akarsuların içerisinde bulunan besin maddele-
rinden ancak balık sayesinde yararlanabileceği-
mizi unutmayalım. Uzmanlar tarafında balığın
haftada en az 3 kez tüketilmesi tavsiye edilmek-
tedir.
Balığın özellikle beyne olan olumlu etkileri
sebebiyle, balık artık zekâ besini olarak adlan-
dırılmakta, hatta reklâmlarda gördüğümüz gibi
bazı gıda maddeleri DHA ile zenginleştirilmek-
tedir. Sağlıklı günler diliyorum.
Nisan 200986 Nisan 200986
Şifalı Bitkiler
Her Derde Deva: Çörek OtuResulullah (s.a.v) buyurdular ki: “Ölüm dı-
şında hiçbir hastalık yoktur ki çörek otunda
onun için bir deva bulunmasın.” (Buhârî, Tıbb ,7.)
Peygamber(s.a.v) tarafından övülmüş olan
çörekotu bitkisi, dünyanın değişik yerlerinde
değişik isimlerle bilinir ve destekleyici tedavi-
de de bolca kullanılır. Açık mâvi renkli çiçek-
ler açan ve 20-40 cm boyunda bir senelik, otsu
bir bitkidir çörek otu. Yol kenarları ve özellikle
ekin tarlaları içinde bulunur. Gövde dik ve kısa
tüylüdür. Yaprakların alttakileri saplı, üstteki-
leri sapsızdır. Çiçekler uzun saplı ve tek tektir.
Taç yaprakları iki parçalı ve bal özü bezleri ta-
şıyan 8 tâne küçük parça hâlindedir. Meyvele-
ri çok tohumlu olup, tohumlar siyah renkli ve
oval şekillidir. Güney Avrupa, Balkan memle-
ketleri, Kuzey Afrika, Türkiye ve Hindistan’da
yetiştirilmektedir.
Çörek Otu asırlar boyunca, bitkisi ve yağı ile
birlikte, Afrika’da, Asya’da ve Ortadoğu’da, gü-
nümüzde ise Amerika ve Avrupa’da milyonlar-
ca insan tarafından “sağlıklarını desteklemek
için” kullanılmaktadır.
Çörekotunun; Tohumu, Yağı, Esansı (Ete-
rik yağı) piyasada bulunmaktadır. Çörekotu-
nun içindeki bütün etkili maddeleri ihtiva et-
tiği için tohumunu kullanmak esas olmalıdır.
Bazı özel kullanımlarda çörekotu yağı uygula-
nabilir.
8787
Gönülden İkramlar Mesude SARI
Mahmudiye / Ballı TavukMalzemeler: (7 porsiyon için)
1 tüm irice Tavuk
Soğan, 1 adet orta boy
Bal, 1 çorba kaşığı
Kuru kayısı, 10 Adet – ortadan 4 eşit parçaya bölünmüş
Soyulmuş iç badem, 1 su bardağı – 100gr
Kuru üzüm, 1 çay bardağı (Rezaki beyaz üzüm)
Tereyağı, (3 çorba kaşığı)
Limon suyu, 1 adet
Tarçın, (1 tatlı kaşığı)
Tuz, (1 çay kaşığı)
Su, (2 su bardağı)
Dere otu, 1 tutam (isteğe bağlı kullanılabilir)
Hazırlanışı:
Tavuğu 7 eşit parçaya bölüp/böldürüp güzelce temizleyip
yıkayın. Arzu ederseniz derisini de ayırın. Geniş tabanlı
bir tencerede 2 çorba kaşığı tereyağını eritin. Tavuk parça-
larını ekleyin ve hafifçe iki tarafını da pembeleşinceye ka-
dar çevirerek pişirin. İnce ince doğranmış soğanı ilave edip
birkaç dakika daha pembeleştirmeye devam edin. Karışı-
ma bal, üzümün yarısı, kayısı, tuz, limon suyu ve suyu ekle-
yin. Tencerenin kapağını kapatın ve kısık ateşte 30 dakika
pişirin. Ateşini kapatın ve tarçın ekleyin. Küçük bir tence-
rede geriye kalan 1 çorba kaşığı tereyağını kızdırın, üzü-
mün diğer yarısını ve bademi ilave edip hafifçe pembeleş-
tirin. Geniş tabanlı tencerede pişen yemeği servis tabağına
koyun. Pembeleşmiş badem ve üzümü ekleyip dereotu ile
süsleyin ve sıcak olarak servis yapın.
Öneri: Yanında pişirilebilecek pirinç pilavının üzerini de
bir miktar badem ile süsleyip, servise sunabilirsiniz. Ayrıca
Mahmudiye yemeğini patates püresi ve mevsim salata ile
servis yapmak da hoş olur.
Bekir SARI
Nisan 200988
Adı / Soyadı:
Kurum Adı:
Ünvan:
Dergi Teslim Adresi:
Posta Kodu: Şehir:
Telefon: ( )
Faks: ( )
E-posta: @
Türkiye : 70 TL Avrupa : 72 Euro ABD: 102 USD
Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.
Posta Çeki Hesap No: 1361068Ziraat Bankası Darende Şubesi : 26798480-5001 Faturayı adıma kesiniz
Faturayı şirket adına kesiniz
Vergi Dairesi:
Vergi No:
Abone Başlangıç Tarihi:
İmza
Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.
Her satırını okurken farklı boyutlarıyla farklı manevi iklimlerde gezeceğiniz bu dergiyi elinizden bırakamayacaksınız.
Visan İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende MalatyaTel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 [email protected]
Çocuk ekiyle birlikte yıllık abone bedeli 70 TL
102
Dergisi Hediyesi...06 Hayat Rehberimiz:
Peygamber (S.A.V.) 60 F k h, Mükellef ve Mezhep
N S A N 2 0 0 9Fiyat : 7 TLAYLIK L M-KÜLTÜR VE EDEB YAT DERG S
101
Dergisi Hediyesi...20 Sabr n Sonu
Selâmettir 42 Osmanl ’n n Yetimi Filistin
M A R T 2 0 0 9Fiyat : 7 TLAYLIK L M-KÜLTÜR VE EDEB YAT DERG S
Ayl k Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Nisan 2009
Y l: 3 Say : 28
Ayl k Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Mart 2009
Y l: 3 Say : 27