Upload
others
View
28
Download
2
Embed Size (px)
Citation preview
1
HERMETİK BİLGE “PİTAGORAS” (TANRIBİLİM VE YENİDEN DOĞUŞ FELSEFESİ)
Malik İlyas TANRIBAĞI
Derleyen: Halit YILDIRIM 16 Aralık 2010
“Tanrı, iradesini egemen kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır!
Yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hakim kılmak için Tanrı’yı kullanırlar!”
Giordano BRUNO
“İnsanlar yaşadıklarını zanneden ölüler, ölüler ise yaşadıklarına inanan insanlardır!”
Fakir, Malik İlyas
SUNUM İnsanlığa yararlı olan çağdaş ve evrensel hizmetler her bakımdan aydınlanma amacı
taşıdığından hakikatin daha iyi anlaşılması için her çağda bilgi edinmenin tanrısal, yani ruhsal iç
uyanışa da hizmet eder. İdrak, ruhsal deneyimlerle beslenip desteklenmedikten sonra edinilen bilgi
kişiye amaçsız bir yük olarak kalacaktır.
İnsanlar genelde şu soruları sorarlar; ‘Bu dünyaya niçin geldik?’, ‘Ben kimim?’, ‘Neden
burada doğdum’, ‘Annemi, babamı, kardeşlerimi, eşimi, çocuklarımı, dostlarımı, arkadaşlarımı,
düşmanlarımı kim seçti?’, ‘Ölüm nedir?’, ‘Ölüm bana nasıl gelecek?’, ‘Ölümden sonra nasıl bir
yaşam var?’, ‘Nereye döneceğim?’, ‘Ne yapmam gerekiyor?’ vb.
Bu soruların teolojik felsefi yanıtını da kısaca şöyle veririz; ‘Kendi evrensel gerçeğimiz ile
tanrısal hakikatimizi bularak ruhen tekâmül etmek için buraya geldik!’ O zaman bir arayışımızın
olması gerekir.
Felsefe, temel anlamıyla bilgi sevgisi olarak, toplumların çağdaş ve evrensel aydınlanmasına
katkı sağlayan en büyük hikmet şeklinde özetlenebilir. Bundan da felsefenin temel alan ve ilgisinin
evrensel bilgi olduğunu anlıyoruz. Ama bu bilgi uyduruk, sığ değil; gerçeklik boyutuna denk gelen,
çok az insanın çalışarak bulduğu tanrısal hikmettir.
Ruhunu kaybeden felsefe akılcılıkla anılır olmuştur. Hâlbuki felsefenin ruhu, onu dile getiren
insanın sadece aklı değil, aynı zamanda ruhudur da. Felsefenin akla ihtiyacı olduğu kadar ruha da
ihtiyacı vardır. Akıl ve ruh birbirinden ayrılamaz bir işleyiştir.
Doğa filozofları felsefi olarak Tanrı denilen kudretin doğa formundaki işlevini ve ona nasıl
temas ederek onu şekillendirdiğini inceler. Bu doğa tanrıcılık veya tümtanrıcılık (kamutanrıcılık)
şeklinde evrenin tümünü tanrı olarak gören panteist düşüncedir. Bu düşünce akımına panteizm, ona
taraf olanlara da panteist denir. İslâm’daki Vahdet-i Vücud düşüncesi ile benzer görünse de
aralarında temelde çok önemli farklar vardır.
Bu bağlamda Muhiddin-i Arabi ile Spinoza’nın anlayışı farklıdır. Muhiddin-i Arabi’nin
görüşünde “Evren, Tanrıdadır ve bu Tanrıyı asla sınırlamaz”. Spinoza ise, “Tanrı evrendedir ve
evren kadardır” diyerek onu sınırlar.
White Head’le başlayan süreç felsefesi akımı Pan-enteizm veya Diyalektikteizm yani
kamusaltanrıcılık ayrı bir düşüncedir. Bu düşünceye göre Tanrı, hem mutlak (değişmeyen) hem de
göreli (değişen) olarak açıklanır. Tanrı, hem zamanın içinde, hem dışında; hem sonlu, hem de
sonsuzdur. Bu da hem tikel, hem tümel; hem neden, hem sonuç olarak kabul edilir.
Panteizm ile Pan-enteizm arasındaki fark şudur: Panteizmde her şey tanrı olarak görülür,
Pan-enteizm’deyse, her şey Tanrıdan sadır etmiştir (meydana gelme). Ruhun amacı da sadır olduğu
Tanrıya geri dönmektir. Bu sebeple ruh, tanrısal-evrensel yasaya bağlı olarak uzun bir tekâmülden
geçmek zorundadır. Tekâmülle kast edilen ruh, tanrısal öz değil, varlığın nefsidir.
Düşünceyi genişleterek evrenselleştirip çağdaş kılan Antik Çağ filozoflarının arasından çok
uzun yüzyıllar geçtikten sonra ancak 18. yy. Filozoflar yüzyılı olarak anılacaktı.
2
Eleştiri ve irdelemenin insanın evrensel gelişiminde, gerçek demokrasinin sayıların
toplamıyla değil, yüksek fikirlerin sığ fikirlerden ayrıştırılarak yaşama geçirilmesiyle oluşacağının ne
kadar önemli olduğunu ilk gören ve bunu başlatan bilge, İyonyalı filozof Thales’tir.
O, Pitagoras’ı da evrensel bilgeliğe yönlendiren ilk kişidir. Yedi bilgeden biri olan Thales
olmasaydı, Pitagoras o çağda kendisini bulmak için yaşayan başka kimden ilham alacaktı?
Pitagoras, evrensel kadim bilgeliğe ait bilgileri Antik Yunan Doğa filozoflarının dünyasına
taşıyarak onların tekrar farklı bir yorumla dirilmesini sağlamıştır.
Pitagoras’ın tüm derecelerdeki öğrencilerine öğrettiği en önemli öğreti, kişinin her gece kendi
tanrısal özü olan vicdanı ile nefsen bilinçle yüzleşmesidir. Kadim erenlerin hakikat felsefesine göre
yüce tanrıya arınarak yükselmenin yolu; vicdandan geçer. Çünkü vicdanın sesi, insandan konuşan
tüm çağların ve anların tek Tanrısıdır.
O’nun her dediğini yapan kişi sonunda arınır ve tanrısal değerlere ulaşarak evrensel hakikat
boyutlarındaki yerini Eren olarak alır. Hakikati satın alacak sermaye, içimizden bize seslenen
evrensel özümüz, yani diğer adıyla, Tanrısal Ruhumuzdur.
Antik Çağ’ın Hermetik Bilgesi Pitagoras’ın teoloji ve ruh göçü felsefesi, transmigration
denilen tekrar bedenlenme (reenkarnasyon) yasasına dayanan Batıni Aydınlanma Felsefesi’nin
tanrısal sayılardan sonra en önemli gizli öğretisi olan Karma ve Reenkarnasyon Yasasıdır.
Karma yasası insanın geçmişinden geleceğine yürüdüğü köprüdür, iki yakayı birbirine bağlar.
İslam’da buna Safa ile Merve arasında yedi kere say etmek de denir, yani geçmişimdeki kusurlarımla
gelip onları düzelterek geleceğe gidiyorum anlamındadır. Buna da; ne verirsen sana döner, aynaya
nasıl bakarsan seni öyle gösterir diye açıklama getirirler.
Dostlar! Canlar! Kardeşler! İnsanlar! Tanrısal hakikate uyanış için kendi tanrısal özünüze
kulak verin, O’na her an güvenin! O’nu mutlu eden kendini kurtarır! Hakikatte de bundan başka ne
bir din var ne de yol! O tüm anların gerçeğine en üst titreşimden açılan tek, eşsiz en yüce kapıdır.
Fakir, Malik İlyas Tanrıbağı
1. BÖLÜM
ANTİK ÇAĞIN HERMETİK BİLGESİ PİTAGORAS’IN YAŞAMI VE
MİSTİK BİLGE ORPHEUS’UN ÖĞRETİSİ Antik Yunan bilgeliğinin temelleri eski Mısır, kadim Hint ve kalde gizem okulları veya
mabetlerine dayanır. Üç kadim okült ve batıni yol da Hiper Borea, Mu ve Atlantis’in temel
öğretilerinin sonraki çağlara çeşitli yorumlarla dağılarak kadim bilgeliğin yansımaları şeklinde kabul
edilir. Felsefeci Thomas Stanley de Felsefe Tarihi isimli eserinde bu görüşü savunur. Manly P. Hall
da; “Yunan bilgeliği, ilkel bir zihnin üzerine Ellora, Ur ve Menfis bilgeliğinin gölgesinin düşmesi”
olarak tarif eder.
Antik Çağ’dan günümüze kadar gelen bilgilere göre Pitagoras’ın Ege’deki Sisam adasında
doğduğu, genç yaşlarda Hiper-Borealı Apollon’a adanmış Delf mabedinde Orpheus’un batıni öğretisi
olan Orphik Din’e inisiye olduğu şeklindedir. Orphik Din, Dionysos Sırları’nı da içeren Anadolu-
Hint-Mısır kökenli karma bir yoruma dayanan gizem kültüdür.
Antik Çağ’ın en önemli ruhsal kültünün merkezi Delf mabediydi. Olympia’nın karşısında
inisiyelerin ruhsal yaşam merkezi olan bu yerin ortasında kutsal taş Omphalos (göbek) bulunurdu.
Bu taşın bulunduğu yer dünyanın göbeği, yani taşın isminden dolayı merkezi kabul edilirdi. Ancak
bu taşla verilen mesaj, burasının Antik Yunan’da ruhsal öğreti ve evrensel adaletin dağıtıldığı
merkezi olduğuna işaret etmesidir. İnisiyasyon, Latince’de bir yere girme, kabul edilme, bir şeye katılmak, öğrenci anlamına
gelen initium sözcüğünden türetilmiştir. İnisiyasyon, sözcük bağlamında hiçbir cinsiyet ayrımı
yapılmaksızın kişinin ruhsal gelişimi için aldığı gizli öğretiyi veren okula kabul edilmesi olarak tarif
ederiz.
Bilgi evrenle, tanrıyla bütünleşmek için doğan ve içinde eylem olan bir hikmettir. Bilgisiz
ilham veya vahiy hiçbir çağda söz konusu değildir.
3
İlham veya vahiy, kişinin evrensel bilgisine göre iç boyuttan çeşitli titreşimlerle çektiği ruhsal
sezgileri, kalbinden doğuşlarıdır. Buna kısaca kişinin tanrısal özü ile irtibatı da denebilir.
Tüm çağlardaki ruhsal veya tanrısal inisiyasyonlarda tekrar doğuştan kurtulmanın çaresi
olarak, arınmanın tanrısal yolunu kısaltarak bunun gerçekleştirilmesi üzerine kurulmuştur. Antik
Yunan dini ve evrensel felsefesi Eski Mısır ve kadim Hint dinlerinin bâtınî felsefesinden etkilenerek
gelişmiş ve yükselmiştir. Antik Yunan din felsefesini kuran ve geliştiren ilk bilgelerin tamamına
yakını Eski mısır inisiyasyonlarına katılmış kişilerdir. Yunan mitolojisini oluşturan bir kısım
karakterlerin Atlantis kıtasında yaşanan fizik ve ruhsal olayların simgesel tasvirlerini içerdiği
öngörülebilir.
İyonya denilen yer genel olarak Batı Anadolu, Ege bölgesidir. Anadolu’ya göçle gelen
Türkler’in ilk temas ettiği toplum Batı Anadolu halkı olan İyonlar’dır. Türkler şimdi de Grek ülkesi
ve halkını; Yunan, Yunanistan, Yunanlı olarak anar. Bu sözcük ilk temastan gelme İyon, İyonya,
İonyalı sözcüklerinden türetilmiştir. Aslında İon veya İonya sözcüğü halkın değil bölgenin ismidir.
Bu bölgede yaşayanlar Grekler’dir. Dünya halkları bu sebeple onlara Grek der. Yunan veya Yunanlı
ismi Anadolu’ya özgüdür. Buna benzer olarak Anadolu sözcüğü de dilbilimsel köken olarak Anatolia
yani Grekçe doğu anlamına gelir. Batı Anadolu, Eskiçağda Grekler’e göre doğu olduğundan bu
şekilde isimlendirilmiştir.
Orpheus! Antik Yunan mistisizminin inisiye olan bilgesidir. Yunan mitolojisinde bir Trakya
kralı ile bir Apollon rahibesinin oğlu olarak doğmuştur. Eski Mısır mabetlerinde uzun yıllar inisiye
olarak öğreti aldığı rivayetler arasındadır. Daha sonra ülkesine dönerek öğreti vermek için Delphoi
(Delfi) mabedine yerleşen Orpheus da, “Tanrı insanda ölür, insanda dirilir” diyerek evrensel
felsefesiyle kâmil insan, yani yarı-tanrı olunabileceğine işaret eder.
Orpheusçu dini felsefeye göre; ruh tanrısal, beden ise pis, arınmaya muhtaçtı. Bu felsefe
insanın ölümle art arda gerçekleşen ruh göçü sayesinde arınarak kurtuluşa erişeceğini öğretiyordu.
Çünkü sonsuz yaşam, yeryüzünde yaşanan hayata bağlı olarak tanrısallıkla elde edilebilirdi. Bu
öğretinin basamakları ruhsal derinlikte, kişiye Tanrı katına çıkarak O’na katılımla Tanrı olacağını
söylemektir. Bu da bize, evrensel ve tanrısal titreşim yasasının varlığına, işleyişine kısa da olsa öz
olarak işaret etmektedir. Tasavvufi görüşe göre bu duruma Hakk ile Hakk olmak denir. Bu da alçak
benlikten/egodan kurtularak tanrısal biz olmaktır.
Kadim Ortadoğu’da en yüce Tanrı’ya ilk verilen isim El’dir. Beyt-el, Tanrı’nın evi anlamına
gelir. “B” harfi tüm çağlarda soyut tanrısal güce işaret etmiştir. Kâbe’nin diğer adı Beyt’tir. İslâm
öğretisi Bismillah diye onunla başlar. Kuran’da başında besmele olmadan, “B” harfi ile başlayan tek
sure “Berae” (Tevbe) suresidir. Kuran’da “Sekine”nin en büyük sırlarının gizlendiği sure de “B”
harfi ile başlayan “Bakara” suresidir.
Hermes Sopası veya Asası olarak da anılan yılanlı asa tasviri hem mistik bilgelerin
öğretilerinde hem de kadim mistik bilgelerin tedavileriyle tıp alanında simge olmuştur. Eski Mısır’ın
Teb kenti bu gerçeğin çıkış yeridir.
Orfe’nin evrensel felsefesi her insanın okuyamayacağı hakikati en yüksek perdeden özetleyen
simgelerden oluşmuş başlı başına tanrısal bir efsanedir. Orfeusçu öğretinin bilinen en eski sembolü,
bir yılanın sarıldığı yumurtadır. Bu semboldeki gizem, evrensel güç olan Ruh’un, yılan şeklinde
betimlenerek kozmosu kavrayıp ona egemen olduğunun ifadesidir. Yumurta, düzensizliğin (kaos)
ruh tarafından ısıyla kozmosa, yani düzenli bir işleyişe dönüştürülmesinin de simgesidir. Yılan
simgesi ruhun gücünü betimlerken, aynı zamanda bu gücün, yani tanrısal enerjinin hikmetine işaret
eder. Evrensel ruh denilen enerji, mikro âlem veya kozmos olan insanda da, onun saklı özü, yani bir
ateş yılan olarak betimlenen kundalini gücü/enerjisi olarak bulunur. Bu sebeple; kozmos denilen
büyük yumurtayı ruhla ısıtırsan ortaya âlemler, insan denilen küçük âlemi özle ısıtırsan hikmet, yani
ruh çıkar. Okült öğretilerin dili simgelerdir.
Melek ismi Melik’ten gelir. Melik, Allah’ın isimlerinden biri olup, padişah, hakan, hükümdar
olarak üst düzey idareci anlamına gelir. Kuran’da anılan melek/melekler, melik/melikler anlamında
çeşitli tanrısal titreşimlerde bulunan ruhsal idarecilerdir. Rabb’in âlemleri idaresinde yardımcıları
olarak onun etrafında yer alırlar.
4
Pitagoras aynı zamanda Antik Yunan’da matematik biliminin de kurucusudur. Pitagoras’tan
hiçbir yazılı eser kalmamıştır. Onun yaşamı ve öğretisi hakkında ondan sonra öğretisinin takipçileri
tarafından birçok şey söylenmiş ve yazılmıştır. Bu yüzden onun öğretisi, ardıllarının felsefesine
işaretle Pitagorasçılık olarak anılmıştır.
Tanrısal bilgelik teorik olarak evrensel derin bilgiye dayanır, ancak bunun gerçek tanrısallığa
dönüşmesi için ruhen iç boyutta yüksek bilinçle, farkında ve emin olunarak yaşanırlığı olmalıdır.
Tasavvuf öğretisinde buna;
“İlm-i yakin” (Tanrıyı evrensel ilimle idrak etme),
“Ayn-el yakin” (Tanrıyı kesin bilgiyle sanki gözle görmüş gibi bilmek, tanrısal yüksek kalbi
sezgiler, ilham, vahiy),
“Hakk-el yakın” ‘Tanrıya varmak, O’nunla bir olmak, O’na ayna olmak, O’nu yansıtmak)
olarak üç ana dereceyle işaret edilir.
Sûfi Hallc-ı Mansur; “Enel Hakk” derken bu gerçeği kastetmiştir. Cahiller bu inceliği
bilmediklerinden onun ben Allah’ım dediğini sanmışlardır.
Tasavvufun ilk adımı tanrı aşkının kişinin kalbinde uyanmasıdır. Özüne, evrene, tüm
yaratılmışlara âşık olmak ve her titreşimle bütünleşmektir. Dinlerde ne zaman sevgi ve aşk yitirildi,
sığ şekilciliğe dönüldü, işte o zaman erdem, yani insani eylemler tükendi. Din adı altında yapılan her
şey aşktan yoksun, yapay olunca insanların ulvi düşünce dünyası daralıp karanlığa dönüştü.
Tanrısallığa dönüşecek bir şey üretilmedi mi, o dini ibadet veya uygulama dünyada kalır, ahirette
hiçbir tanrısal değere dönüşemez.
Pitagoras da aynı zamanda Musa ve Orfe gibi Osiris Rahibi konumundadır. Babil kralının
huzurunda da saygın bir konumda bulunması bu gerçeği doğrulamaktadır.
Masonlara göre Pitagoras’ın öğretisi tüm ekolleri kapsadığı için temelinde aynı, evrensel ve
tek tanrısal gerçeğe çıkmaktadır. Pitagoras’ın öğretisinin temeli Tek Tanrıcılık üzerinden yükselir ve
tüm evrensel boyutlardaki hiyerarşiye açılarak onu sayılarla açıklar. Bunun yanında insanların ruhsal
tekâmülüne; “Ruh Göçü”, “Reenkarnasyon” yani tekrar bedenlenme ve “Tenasüh Yasası”nın gizli
öğretisi ile ışık tutar.
Pitagoras ile Platon arasında yaklaşık olarak 160–170 senelik bir zaman farkı olmasına
rağmen Pitagoras’ın Platon’u derinden etkilemesi onun ilimsel ve evrensel derinliğine de ayrıca
yeterli bir kanıttır.
Pitagorasçılık olarak isimlenen öğreti, evrensel Hermetik felsefesinin Antik Çağ’da takipçisi,
özgün ve yeni bir yorumla aktarıcısıdır. Pitagoras günümüzden yaklaşık 2600 sene önce yaşamıştır.
Tarihçilerin babası olarak kabul edilen Heredot ondan “Grekler arasındaki en yetenekli filozof”
olarak bahsetmektedir. Öğrencilerinin onu hiçbir zaman Pitagoras olarak anmadıkları; onlarla perde
ardından konuştuğu, yüzünü görmedikleri için Efendi veya O insan sıfatlarıyla hitap ettikleri
aktarılmaktadır.
Pitagoras’ın iç aydınlanmaya yönelik Hermetik öğretisinin temelini de “kadimler kadimi
Kundalini öğretisi” oluşturuyordu.
Kadim Yunan’da bilgi üç ana ilkeye dayanılarak aktarılır ve yaşatılırdı;
1. Mathesis: herkese açık, öğrenilebilir bilgi
2. Gnosis: yüksek akıl, derin düşünce (tefekkür), murakabe (içe çekilme) ve arınmış kalbe
dayanan sezgilerle edinilen bilgi
3. Pathesis: çile, ıstırap, acılara dayanan hislerle edinilen bilgi şeklindedir.
Gizemcilere göre aydınlanmış kişi üçüne de vakıf olan insandır.
İnisiyelerin amacı da bu sebeple iç aydınlanma için bu üç tür bilgiyi kendinde yaşama
geçirmektir. Çile, sabır gerektirir, sabretmeden hiçbir kazanım olmaz. Eskilerin, “Sabırla koruk helva
olur” demeleri bunun özdeyiş bir ifadesidir.
5
2. BÖLÜM
DİN VE RUH KAVRAMI Din, bir topluluğun, sahip olduğu kutsal kitap, peygamber veya kurucu, Tanrı kavramını da
içinde bulunduran inanç sistemi, bu sisteme bağlı olarak yaptığı ibadet ve yerine getirmeye çalıştığı
ahlaki kurallar bütünüdür. Özet olarak din, bir toplumun sahip olduğu ve yerine getirmeye çalıştığı
ahlaki kurallar bütünüdür. Bu tariflere göre din, insanlar arasında barış, vicdani hak, adalet, hatça
paylaşım, yardımlaşma, pozitif eylemler ve ayrımcılık yapmadan yüksek ahlaklı bir ilişkiler zinciri
kurulmasının, kurallara bağlanmış temel ve evrensel sistemidir.
İnsanın fizik bedeni, nefsi ve tanrısal ruhu vardır. Yaşamı da kaçınılmaz olarak bunların üçlü
yapısına ve oluşan bilincine göre şekillenir. İnsan, din kavramını bütün boyutlarında nefsen ve ruhen
yaşar. Şu halde din ve ruh kavramı içe geçmiştir ve kişiden ayrılmaz bir bütündür. İnsan, ona din
olarak sunulan kutsal kitap ve öğretilere karşı, -inanç sahibi olmasa bile- nefsen ve ruhen yine de
kendine özgü bir tanrısal inancın sahibidir.
Okült öğretide “Ruh, şeffaf beden, fizik beden”, Hıristiyan öğretide “Baba, Oğul (İsa-fizik
beden) Kutsal Ruh” ve Pavluv’un gnostik ifadesinde “pneuma (ruh), psyche (nefs), soma (fizik
beden)” olarak da belirlenir. İslam öğretisinde de “Rabb, Ruh, Âdem” şeklinde görünür.
Musa’nın birinci ve ikinci kitabında da İslâm öğretisine benzer olarak “Elohim/Yehova
(Yahvealhim), Ruh (hayat nefesi, nefes), Adam” merkezlidir. Yahudi mistisizmi olan Kabala’da
(Qabbala) “Hayat Ağacı” olarak detaylanıp üç ayrı üçgenin işleyişi şeklinde tasvir edilir.
Ruh, insan varlığının, madde olmayan ve gözle göremediği ama duyu ve sezgileriyle anlam
vermeye çalıştığı tanrısallık boyutunda bireysel gerçek soyut varlığıdır. Bu gerçeğe göre Ruh,
insanın bilemediği tanrısal özüdür. Ruh her zaman Tanrı’dan ayrı olamayan şekliyle doğada içkin ve
teolojide aşkın konumdadır.
Tanrıbilim (teoloji) “Ruhu, insanı Tanrı veya tanrısallığa bağlayan, fizik ölümden sonra da
devam eden gerçekliği” olarak özetler. Şu halde din kavramını özetlersek, tanrısal gerçeklik
boyutlarında ruhsal gelişmişliğe ulaşarak yer edinmektedir.
Tanrısal Ruh’un iki yüzü vardır, biri Tanrı’ya, diğeri ise fizik evrene dönüktür. Tanrı’ya
dönük olan yüzü Tanrı’nın kendisini gördüğü aynadır. Varlıklara olan yüzünü ise onların içinden
onlara görünmeden kendisini özel titreşiminden hissettirerek ortaya koyar.
İslam öğretisinde Cuma salâtının diğer tüm salâtlardan daha belirgin ve kutsal bir yeri vardır.
Müslümanlar arasında Cuma namazının faziletleri de saya saya bitirilmez! Ama bu
faziletlerin çoğu da Hz. Muhammed’den sonra uydurulmuş aslı olmayan sanal beklentileri ifade
etmektedir. İslam öğretisindeki Cuma salatı, mistik bilge öğretilerinin dışında yazılı kutsal metin
olarak Tevrat kaynaklıdır. Tevrat’a da günlerin mitlerle aktarıldığı Sümerler’den girmiştir. Tevrat’a
göre Âdem altıncı gün yaratılmıştır. Tevrat’taki yaratım takviminde haftanın altıncı günü Cuma günü
olarak yer alır, çünkü “Elohim” yedinci gün olan Cumartesi günü işlerini tamamlayıp dinlenmeye
çekilmiştir. Haftanın yedi günü evrensel yaratımın evrelerine işaret eder. Şu halde yaratım denilen
yedi kozmik evre, bilgeler tarafından haftanın günleri olarak simgelenmiştir.
Konunun özeti, “Ruh”, Tanrı’nın bulundukları formda aleme ve içindekilere, içlerinden
yansıyan, varlıklara yaşam sunan enerjisidir. Bu enerji birçok isimle tarif edilmiştir, ancak bunun
insanda saklı adına tanrısal ruh denirken, bu gerçeği bir içyüzünden daha açarsak “O’nu, Kundalini”
gücü olarak da anabiliriz. Tanrı içimizde hem ev sahibi hem de bize şah damarımızdan da yakın
komşumuzken onu taştan ruhsuz mabetlerde, cahillerin zırva dolu ölü, nefsen kokuşmuş vaazlarından
aramak ne büyük bir gaflettir! Uyan...
İnsanın kendi içindeki tanrısal hakikatine işaret eden vicdanı, aynı zamanda kişinin sahtekar ,
baştan çıkarıcı, saptırıcı, taklit ehli nefsinin sesini tanıyarak, onu tertemiz vicdan, yani Rabb’in
sesinden ayırmasını sağlar. Kuran’da geçen “O her şeyi bilen zat”, fizik planda insanın içindeki işte
bu tanrısal ruhudur! Kâbe’deki Karataş O’nun simgesidir. Kâbe bu bağlamda fizik insanın bedeninin
simgesidir. Kâbe yapısında “Rabb’in sesi”ne işaretle “fuad”ın simgesi olarak bulunan karataş,
insanın kalbindeki vicdanının nişanı olmaktadır. Bu bakımdan simgeselliğinin dışında hiçbir kutsiyet
ifade etmez, edemez.
6
Kişinin kimliği dâhil her bilgisi fizik beyninde değil, şeffaf kalbinde saklıdır. Kişinin gerçek
göksel kimliği, bu dünyadaki ismi ve soy ismi değildir. O, titreşim olarak şeffaf kalpte bulunur. Şayet
böyle olmasaydı kişiler ilk yeniden doğuşlarından itibaren dünyayı ilk isimleriyle gelip gitmeye
devam ederlerdi. Bu gerçek diğer tüm organlar için de geçerlidir. Bu sebeple organ bağışı sadece
fizik yedek parça nakli olup, dinen, yani tanrısallık bakımından hiçbir sakıncası yoktur. Fizik ölümle
henüz yıpranmamış çalışabilecek durumdaki fizik organlar toprakta kurtlanıp yok olacağına ihtiyacı
olan bir kişiye verilerek takılması insanlığa ve evrene bir hizmettir.
Kabuk düşünürlerin kabul ettikleri şekilde de bir kıyamet hiçbir zaman kopmayacaktır, çünkü
Tanrı katında veya Tanrı yasasında kesinlikle böyle bir gerçek yoktur. Yani ölen insanlar,
mezarlarından dünyayı terk ettikleri fizik bedenleriyle, parçalanmış kefenleriyle ayağa kalkıp asla ve
asla tekrar dirilmeyeceklerdir. Bu sebeple böyle sanal ve sığ bir kıyamet senaryosuna ilişkin
düşünceye göre hiçbir kimse organ bağışı yaptığından dolayı eksik bir organla dünyaya
gelmeyecektir.
Kâbe’deki Karataş’a dönersek, aslen düşünerek parçalanmış bir göktaşının veya bir
yanardağın püskürmesinden alınmış bir parçadır (simgesel özelliği dışında) ve çok açıktır ki ezeli ve
ebedi soyut ve sonsuz Tanrı kavramı karşısında tapınıldığı ve ondan bir şey beklenildiği takdirde
putçuluktan başka bir şey değildir. Müslümanların Hac ibaretlerine gittiklerinde bu gerçeği bilerek
ibadetlerini düzenlemeleri gerekir. O, ne cennetten düşmüştür ve ne de kutsaldır, sadece bir simgedir.
Şu da apaçık görünen tartışılmaz bir gerçektir ki, Müslümanların çoğu Kâbe’nin soyut evrensel
sahibinden daha fazla taş yapısına rağbet edip yöneliyorlar! Kâbe’ye giden çok, ama hakiki hac için
miracını yapanların dışında, Rabb’e gideni daha ne duydum ne de gördüm!
Kâbe’nin en kadim çağlardan bu yana o topraklara ticaret imkânını sağlaması da, üzerinde
ayrıca derinlemesine irdelenecek bir konudur. Şimdi, çağımızın modern zigguratları olan
gökdelenlerden Kâbe görünmüyor, aralarında sanki kaybolmuş! Hem var, hem de yok! Dur bakalım
daha yeni başladı, beş sene sonra orayı Tanrı bile tanıyamayacak! Bu da hac hizmetinin ilerleyen
süreçte sanal bir kutsallıkla turistik bir geziye dönüşmesine yol açacak, hatta başladı bile dense
yeridir. Süper lüks veya lüks bir hac hizmeti için neredeyse her sene servetler harcanırken, diğer
yandan İslâm dünyasının çoğunluğu yoksulluk, çaresizlik, cehalet, eğitimsizlik, kandırmaca,
haksızlık ve sömürü içinde sürünmüyor mu? Mütedeyyin (dindar) Müslümanlar gümüş yüzük taka
dursun, taştan Kâbe’nin sahipleri altın musluktan akmayan suyu kullanmıyorlar, petrole dayalı
modern asrın saadeti de bu olsa gerek... Oysaki evrensel İslâm felsefesi nefs fakirliğine ve hakça
paylaşıma, hakkaniyete dayanan eylemlerle içyüzde şekilci değil, ruhsal yükselişe işaret eder!
İlk kadın mutasavvıf Basralı Rabia’nın (Ö.801), Kâbe’yi ziyaret ettiği zaman bağırarak şu
sözleri söylediği ANLATILIR: “Sadece taştan ve tuğladan yapılmış bir ev görüyorum; bunların
bana ne yararı var!” Rabia, şimdi etrafında yükselen geçici dünya ihtişamını, süren saltanatı
görseydi kim bilir ne söylerdi.
Yol her zaman tek kişiliktir, kişi yalnız özüyle birlikte yol alır. İlgili ayet bu sebeple resûl
Muhammed’e tek olarak hitap eder. Bu yolda olan insanlar, iç boyuttaki erenler tarafından özel
olarak izlenir ve çeşitli olaylarla acıların içinde uyandırılırlar.
Hermetizm! Atlantisli yüce bilge Hermes Thot’un öğretisine verilen isimdir. Eski Mısır
kaynaklı Hermes öğretisinin en önemli merkezi, bu kültün uygulandığı MÖ 3000 veya çok daha
öncesine dayanan Hermopolis kentidir. Hermes, evrensel öğretisinde insanları ölümlü tanrılar olarak
sunarken, tanrıları da ölümsüz insanlar olarak tarif eder.
Atlantisli Bilge Hermes’in öğretisine göre; “İçle dış arasında hiçbir ayrılık yoktur, küçükle
büyük arasında da öyle. Evrende hiçbir şey ne iç, ne dış, na büyük, ne de küçüktür. Bir tek yasa ve o
yasanın gördüğü bir tek iş vardır. Nedenler daima gizlidir, ama kimi insanlar liyakatleriyle bu
gerçeğe ulaşabilirler. Sonlu olan sonsuzu kavrayamaz. Sonsuzluk ancak sonsuzlukla anlaşılabilir.
Zaman ve mekânla sınırlı olan sonsuz olamaz. Evrensel boşluğun en altında ölümlü dünya, en
üstünde de ölümsüzlük yeri Zuhal vardır. Evrensel aklın tüm sırları yedinci ve son kat olan Zuhal’de
saklıdır. Zuhal, ölümsüzlüğe erişilen yerdir. İnsan ruhu, tanrısal ruhun bir parçasıdır. Tanrısal ışık,
sınavı kaybeden kişiden ayrılır ve geldiği tanrısal âlemine geri döner. Bu tanrısal özünü kaybeden
kişi ise karanlıkta kalır.
7
Hermetik öğreti, yüksek ahlâk ve evrensel bilgiden beslenen erdemle (sabır, tevazu, liyakat,
ahlâklı eylem vb.) inşa olunmuş farkındalıkla hakikat yolunda gidileceğini söylerken bunu pratik
olarak da deneyimlemek gerektiğini şart koşar. Günümüzdeki Hermetizm, Eski Mısır dini öğretisinin
bilgilerinin çok az bir kısmını içerirken ağırlıklı olarak Helen felsefesi üzerinden evrenselliğe
yükselir. Bunun sebebi de Eski Mısır mabetlerinde inisiye olmuş Yunan mistik bilgelerinin
geliştirdikleri felsefi yorum ve öğretilerin süreçte Akdeniz, Ege ve Ortadoğu bölgelerinde
evrenselliği her bakımdan belirleyici oluşudur. Eski Mısır’ın Hermetik öğretisi bundan böyle Antik
Yunan felsefesinden etkilenerek değişime uğramış, Yunan bilgeliğine ait fikirlerin gölgesinde
kalmıştır.
Antik Çağ’da Yunan bilgelerinin güdümüne giren Hermetik felsefede bundan böyle Kabalist,
Mazdeist, Stoacı, Plâtoncu, Yeni-Plâtoncu, Pitagorasçı ve Gnostik unsurlar görülmeye başlanacaktır.
Hermetik öğretide de Mazdaizm’de olduğu gibi aydınlık-karanlık olarak düalist bir kavram
vardır. Madde, yani cisim karanlığın, ışık ise ruhun simgesidir. Bu sebeple tüm evreni aydınlatan
Güneş tanrısı “Ra” disk şeklinde merkeze konmuştur.
Hermetik öğretinin en kadim yazılı kaynakları İskenderiye kütüphanesinin yakılmasından
sonra yok denecek kadar azalmıştır. Bu kadim öğretiden günümüzde bazı Yunanca ve Latince
eserlerde yazılı bulunan kısmi parçalardan başka bir şey kalmamıştır.
Hermetizmi özetle; temelinde akıl ve bilgiyle ruhsal gelişime dayanan, Tanrı-Evren-İnsan
şeklinde üç bağlamlı tek hakikat merkezli felsefe üzerine kurulmuş evrensel mistik ve okült öğreti
olarak kavrayabiliriz.
Yeniden doğuş yasası, Pitagoras’ın da bağlı olduğu Hermetik öğretinin en temel evrensel
prensibidir. Bu temel prensip için Hermetika’da şöyle yazmaktadır: “Şimdi sen bu sırları öğrendiğine
göre, söz vermelisin sessiz kalmaya, asla kimseye söylememeye yeniden doğuşun nasıl olduğunu”.
Hermes, Eski Mısır dininde “Thot”, Tevrat’ta “Hanok”, Hıristiyanlarda “Enoş”, Zerdüşti
öğretide “Huşeng”, Kuran’da da “İdris” peygamber olarak yüceltilerek anılmaktadır.
Kimi yorumculara göre tek değil üç tane Hermes vardır. İlki büyük tufan öncesinde, ikincisi
Atlantis’ten Orta Asya’ya göçen Nuh adındaki tanrı elçisi, üçüncüsü de Eski Mısır”da öğreti veren
Yüce Bilge Hermes. Çeşitli kaynaklarda birden fazla yaşamış farklı Hermes’ten söz edilir. Kimi
yorumlarda bu sözcüğün bir sıfatı, yüksek hiyerarşiye ait bir makamı, yüksek bir idareciyi veya bir
lakabı kastettiği ifade edilir. Ancak Eski Mısır tarihini kaleme alan Mısırlı Manetho’nun ondan, “İlk
Hermes olan atamız Thot” diye bahsetmesi çok anlamlıdır. Bu da bizim Atlantisli Yüce Bilge
Hermes’i yaşamış bir kişilik olarak algılamamızı sağlar.
Atlantisli yüce bilge Hermes’in öğretisi, Pitagoras’ın öğretisinde de görüldüğü üzere üç
evrensel ve tanrısal temele oturur; “1- Akıl 2- Sezgi (kalp) 3- İç aydınlanma!” Bu üç değişmez değer
birbirine bağlı, birbirini açan üç hikmettir.
Beyin sağ ve sol olarak iki loptan oluşur. Bu iki lop birbirinin simetrisi olsa da işlevleri
tamamen farklıdır. Sağ lop tanımla ilgili işlem yaparken, sol taraf akılla ilgili faaliyettedir. Sol lop
bedenin sağ tarafına, sağ lop da sol tarafına hükmederek denge sağlar. Beyin, fizik evrene bağlayan
düşünce merkezidir, ama tanrısal düşünce merkezi her zaman kalp olmuştur. Kalp, tanrısal düşünce
merkezi olarak tüm dinsel veya mistik öğretilerin de merkezinde yer alır. Bu sebeple, kalp temizliği,
vicdan, sağduyu, içgörü, gönül gözü, gerçek kıble veya Kâbe, üçüncü göz olarak isimlenirken
insanın özüne açılan kapısı, Tanrı ile buluşulan tek yerdir. Beyninizle düşünün, ama kontrolünü her
an hayvani nefsinizi devreden çıkararak kalbinizde saklı tanrısal özünüzü duyarak yapın.
Şunu da unutmamamız gerekir, Hermes’in orijinal metinleri yoktur, elde olanlar, ondan
binlerce yıl sonra kaleme alındığı için genelde Antik Grek bilgelerine ait Eski Mısır dini figürlerinin
yanında, diğer kültürlerin de mistik ve felsefi yorumlarıyla beslenmiş ve karma bir yapıda felsefi
ürünleridir.
Peygamberlerin yanında mistik bilgelere göre de dünya bir sınav yeri ve okuldur. Dünyada
çok çeşitli olaylar yaşansa da iki sonucu olur, ya gülersin ya da ağlarsın veya ya sevinirsin, ya da
üzülürsün. Her insan ne tüm acıları çeker ve ne de tüm sevinç dolu mutlulukları yaşar! Her insan
kendi eylemlerinden doğan sonuçlarla karşılaşır ve onları yaşar.
8
Karma sözcüğü veya terimi, Hinduizm, Buddhizm ve Teozofi’de bir evrensel işleyişi, yani
döngüyü anlatmak için kullanılır. Karma sözcüğü Sanskritçe eylem, hareket, yapmak fiillerini
anlatan kri sözcüğünden türemiştir.
Başımıza gelen olayların bir kısmı geçmiş karmalarımızdan kaynaklanırken bir kısmı da
tanrısal olgunluğa erişmek için geçmek zorunda olduğumuz sınavlardır. Olaylarda ne kadar bencil ve
acımasız davranıyoruz, elimizde tanrısal bir güç olsaydı onu kendi çıkarımız için karşımızdaki
insanları öldürme, zarar verme pahasına da olsa kullanır mıydık? Niyet ve eylemlerimiz bunun
yanıtını da beraberinde verir. Karma yasasına bu kapıdan bakarsak, o zaman bu evrensel ve tanrısal
yasa, tanrısal veya ruhsal yetkinliğin kazanılması, yani kâmil insan olabilmek için işleyen zorunlu bir
evrensel çarka işaret eder. Hiçbir tanrısal Eren yoktur ki, bu çarktan liyakat kazanarak geçmemiş
olsun.
Kadim bilgelerin tanrısal katlara çıkan merdivenlerinin evrensel öğretisi, ilk basamağında
bencil ve vahşi hayvansal tutkuların terbiyesi üzerine kurulmuştur. Hayvansal nefs veya tutkular,
hayvanlık sürecinden (fizik evrim) geçen nefsin insanda kalmış hayvansal tarafı, terbiye edilmesi
gereken içgüdüleridir. Böyle olmasaydı hiç ona hayvansal nefs denir miydi? Bilgeler onun terbiye
edilmesi için öğreti vermekle uğraşırlar mıydı? Yaşam döngüsü, geçmiş yaşamlarımızdaki vicdani ve
nefsanî eylemlerimizin sonuçlarını bu yaşamımızda karşımıza çıkan olaylar olarak yansıttığı için ona
kısaca Karma Yasası denir.
Tanrı’nın adaleti olan karma yasasına baktığımızda; bundan önceki yaşamlarımızda kalıcı iz
bırakan eylemlerin karşılığı olarak insanı yeni bir fizik kimlikle dünyaya göndererek hatalarını
onarması ve tanrısal arınmayı gerçekleştirmesi için bir yaşam daha sunar. Bu döngüye; yeniden
bedenlenmek, ruhgöçü, transmigration veya reenkarnasyon, yeniden doğuş denmektedir. Hint
dinlerinde bu döngüye Samsara terimiyle işaret edilir. Samsara’ya göre dünya-fizik plan bu
döngünün yaşama geçtiği sahnedir.
Karma yasasına bilimsel nedensellik yasası da diyebiliriz. Yaşamlarımız, içinden
çıkamadığımız cevabı olmayan birçok nedenlerle dolu değil mi? Bu sebeple tekrar doğumlarımız,
bâtınî felsefede de geçerli olan nedensellik yasası tarafından en ince ayrıntısına kadar adaletle
belirlenen tanrısal bir programın ürünüdür.
Evrensel bilgiye, kültüre, akıla, çağdaş eğitime dayanmayan tüm dini öğretiler şekilcilikle
putlaşmanın kapısın açan nefsanî anahtarlardır. Bu bağlamda cehalet, bir toplumun sonunu getirecek
kıyametidir. Bu gerçek her kesim için geçerlidir, ister dinci, ister muhafazakâr, isterse de laik olsun
hiç fark etmez, çünkü cehalette sınıf ayrımı yapılmaz...
Tüm çağlardaki mistik veya evrensel bilgelerin aydınlatma öğretilerinde en çok zorlandıkları
etken, tutucu-sapkın cehalet olmuştur. Çünkü tutucu cehalet, kapalı devre çalışan bir yaşamı zorunlu
kıldığı için aşılması en zor engeldir. Tutucu cahilleri, tanrı korkusu ve cezasını kullanarak kapalı
devre bir yaşama tutsak edenler, cehalette hiçbir sınır tanımazlar. Hıristiyan dünyasında geçmişte
olduğu gibi İslâm dünyasında da bu psikolojinin sebep olduğu ve halen devam eden baskıcı gelenek,
zorla dayatılan sözde dini öğreti, tipik Emevi dini siyasetinin izdüşümüdür. Bu baskıcı dinsel
dayatmanın gerçek evrensel ve çağdaş insancıl İslâm öğretisi ile hiçbir ilgisi yoktur.
Tarihi gerçekleri öğrenmek isteyenler 3. siyasi halife Osman devrinde temelleri atılarak
başlayan, Hz. Ali’nin Hakk’a yürümesinden hemen sonra Hakk, İslâm ve hak düşmanı Muaviye ile
başlayıp asırlar süren, dini ortadan kaldıran, tamamen Arap asabiyeti ve saltanatına dayanan zorba
zihniyetin insanlara, Müslümanlara yaptığı zulmü tarihi kaynaklarından okuduklarında bunu daha iyi
anlayabilirler. Ama o kaynakları da Türkçe’ye çevirmiyorlar!
Niçin? İnsanlar okuyup da gerçekler ortaya çıkmasın, dinci ve dini kandırmaca böyle devam
etsin diye. Büründükleri sözde barışçılık, yapay hoşgörü, şekilsel şirinlikleri de güçlenmek için
tamamen yapaydır, içyüzü karanlıktır. Onlara asla güvenilemez, inanılamaz ve çağdaş yaşam teslim
edilemez. Emevilere’e dayanan Arap asabiyetinin amacı din adı altında ulusal kimliklerin ele
geçirilerek insanların Araplaştırılması, özgür yaşamlarının, düşüncelerinin ellerinden alınarak dinen
Müslüman kimliği altında köleleştirilmeleridir. Bu amaç yeşil sermaye tarafından ticari faaliyetlerle
başarılı bir şekilde uygulanırsa, siyasi Emevi dini ve dinciliği, İslâm adı altında tüm inanç dünyasını
ele geçirmiş olacaktır.
9
Tevrat ve İncil’de geçmediği Kuran’da da; “Felsefe ve filozof sözcükleri geçmez ama
Kuran’da: ‘akıl, beyin, yüksek düşünce, bilgi, kalem, bilgin, ilim, yüksek ahlâk, arınmış kalp,
basiret’” sözcüklerine önemli gerçeklerin işaret edildiği konularda birçok yerde apaçık rastlarsınız.
Rabb veya Tanrı, insanın kalbinde saklı sessiz sestir. Biz buna vicdan diyoruz. Bu gerçeği
biraz daha açarsak Tanrı, ruh titreşiminde içimizdeki şeffaf bedenleri zarf olarak giymiş, tüm
çağlarda değişmeyen ve asla da değişmeyecek olan tanrısal özdür. Veya başka deyimle tanrısal
elektriktir.
Söylenceye göre yeryüzüne başlangıçtan bu yana 124.000 nebi gelmiş! Bu söylence
tanrısallığa güçlü bir atıf olarak kabul edilebilir, bilimsel ve somut hiçbir dayanağı yoktur. Bu
söylenceye göre o zaman şöyle diyelim; “bu kadar nebinin arasında Pitagoras’a yer yok mudur ki o,
öğretisine rağmen çağının bir peygamberi olarak kabul edilmesin?”
3. BÖLÜM
PİTAGORAS – ESKİ MISIR DİNİ VE KURAN-I KERİM Pitagoras’ın felsefesinin temeli Eski Mısır dininin ve kadim Hint teozofisinin bâtınî
öğretisinin yorumu olarak Antik Yunan düşüncesiyle şekillenmiş olan Orpheusçu öğretidir. O,
inisiyesi olduğu bu öğretiyi daha sonra büyük bilge Thales’in de yönlendirmesiyle gideceği Menfis
mabedine girebilmek için Osiris rahiplerine referans olarak da sunacaktı.
Orpheusçu felsefe, Hellen çağı öncesi en kadim inançların avamdan saklı içyüzünden
doğmuştur. Orpheusçu öğreti MÖ 6. yy’da Antik Yunan’da gelişerek yayılırken tanrıbilim felsefesini
de şekillendirmeye başladı. Orpheusçu dini felsefeye göre; ruh tanrısal, beden ise pis, arınmaya
muhtaçtı. Bu felsefe insanın ölümle ard arda gerçekleşen ruh göçü sayesinde arınarak kurtuluşa
erişeceğini öğretiyordu. Helen öncesi çağlardan Antik Yunan’a ve sonraki yüzyıllara dayanan bu
gizli öğretilerin gelişi iki ana temele dayanır. Bunlardan biri Eski Mısır’ın Osiris dini, diğeri de
kadim Hint bilgelerinin öğretisi olan teozofidir.
Pitagoras’ın da bir inisiye olarak bağlı olduğu Hermetik öğretinin en önemli metinlerinden
birisi de Mısır’ın Ölüler Kitabıdır. Mısır’ın Ölüler Kitabı, her şeyin başlangıçtan (ezelden) beri ölüler
kitabında yazıldığını söyler. Bunun İslâmi sürümü de şu ayetlerdir: “Biz kitapta hiçbir şeyi eksik
bırakmamışızdır, sonra hepsi Rablerinin huzurunda toplanırlar”. “Gökte ve yerde gizli hiçbir şey
yoktur ki apaçık bir kitapta bulunmasın”. “Gerçekten biz ölüleri diriltiriz, onların önceden yapıp
gönderdiklerini ve bıraktıkları eserlerini yazarız”.
Tüm kutsal metinler gibi Mısır’ın Ölüler Kitabı’nı oluşturan metinlerin de iki yüzü vardır.
Biri avama dönük dış yüzü, diğeri ise inisiyelere hitap eden bâtınî (içyüzü) kısmıdır.
Mısır’ın Ölüler Kitabı’nın; Atlantis’ten gelen Hermes-Thot öğretisinin ölüm sonrası yaşam
anlayışını yansıttığını söylerler. Hermes-Thot öğretisine göre vicdan, Yüce Tanrısal Öz’dür. O’na,
Ba, Horus’un sesi, gözü ve yüce yargıç denir, Viyana müzesinde bulunan bir hiyeroglif metinde;
“İnsanın kalbi kendi tanrısıdır” diye yazmaktadır.
Doğa filozofu Giordano Bruno’da asırlar sonra bu gerçeği müthiş bir evrensellikle şöyle dile
getirir: “Tanrıyı uzakta aramaya gerek yok, çünkü O bize yakın ve bizden daha çok bizim içimizde.
Başka dünyalarda oturanların da Tanrıyı bizde aramalarına gerek yoktur, çünkü onlar da O’nu
yakınlarında ve kendi içlerinde bulacaklardır”. Bektaşi erenlerinden Yunus Emre de Bruno’dan
asırlar önce bu gerçeği bir şiirinde, “Beni bende deme bende değilim, Bir ben var bende benden içeri,
Beni benden alana ermez elim, Kim kadem basa sultandan içeri” şeklinde açıklamıştır.
Pitagoras’ın evrensel bâtınî öğretisinin temel unsurunu kavrayıp güncel olarak idrakımızda
şekillendirmemiz için Eski Mısır’da Hermes-Thot’u da tanımamız gerekir. Hermes-Thot ile üç farklı
kimliğe işaret edilir. Hermes-Thot Eski Mısır’da bil bilgenin, rahip sınıfının ve bir İlahın/Tanrının
adıdır. Batıni gelenekte Atlantisli bir bilge olduğu kabul edilir. Kuran-ı Kerim onu İdris Nebi, Tevrat
ise Hanok olarak anmaktadır. Âdem peygamberin oğlu Şit’in (Seth/Şiş) soyundan olup Tufan öncesi
yaşamıştır.
Âdem peygamberin iki oğlundan (Habil-Kabil/Kâin) başka diğer oğlu Şiş/Şit’in orijinal adı
Tevrat’a göre Seth’tir. Bu bilgilere göre tarihi bir kimlik de olan Seth’in kadim çağlarda Atlantisli bir
kral veya firavun da olabileceği olasılık dâhilindedir.
10
Seth, Osiris’i öldürüp parçalara ayıran kardeşidir. Buradan da Adem peygamber denilen tarihi
kişiliğin Atlantis öğretisiyle geldiği gerçeğine varıyoruz.
Bu noktada da şunu da çok iyi kavramalıyız; “Adem peygamber denilen kişi, yaratılan ilk
insan değildir”. O, iç aydınlanmasını gerçekleştirmiş, Atlantis veya ondan da önceki bilmediğimiz
çağlarda insanlara önderlik yapmış tanrısal bir kişi olmalıdır. İlk insan denilen Adem başkadır, Adem
peygamber başka. İlk Âdem’in peygamber olması için bir ümmetinin de olması gerekirdi. İlk
yaratılan insan Âdem peygamberse o zaman hangi olmayan topluluğun peygamberliğini yapmıştır?
İlk fizik insan türüne âdem denmiştir, adamas yani topraktan, dört unsurdan yaratıldı anlamında.
Âdem nebi ise aydınlanmış, yani ruha sahip olan kişiye verilen özel isimdir, bu sebeple baş harfi
küçük harfle yazılan adaması temsil edemez. Aslen, Âdem nebinin ismi de asıl kişilik, yani kimlik
adı değil insanlığın tarih sürecindeki bilinen ilk ruhsal önderi anlamındaki lakabıdır.
Özet olarak HANİF DİN, ilk kozmik Âdem’in, O’nu kendi içinde tanrısal özü olarak
bulabilmesi ve O’nunla bütünleşmesi için adamas, yani âdem-oğlu olan Toprak Âdem’e (fizik
insana) mesajıdır.
Haniflik, tüm dış ve iç putlardan kendisini kalbiyle, özüyle arındırmış putsuz özlük dinidir.
Tanrısal öze, tanrısal ruha içinden meyletmektir. Kısacası, yaşarken hayvansal tutkularından, geçici
yalan dünyadan özüne, ruhuna yönel, ona rağbet et olarak anlaşılmalıdır. Bu sebeple İbrahim dıştaki
değil, içinde saklı özüne yönelerek asıl içindeki putları kırınca hanif olmuştur. Bu yüzden putsuz
dine sahip olan kişi anlamında Hanif olarak zikredilmektedir. Resul Muhammet, Mekke’nin fethinde
Kâbe’ye girince Kâbe’nin içindeki putları bizzat kendisi Hz. Ali’yi omuzlarına alarak kırdırmıştır.
Resul Muhammet’in burada insanlığa verdiği mesaj, kalp olan Kâbe’nin izindeki putları yüce
ruhunuzla birleşerek kırın anlamındadır. İşte, resul Muhammet’in “Ali ile ben ikimiz bir tek nuruz”
sözü yerine anlam olarak böyle yerine oturur.
Antik Yunan felsefesi, Pitagoras, Sokrat, Platon ve diğerleri İslâm mistizmini derinden
etkilemiştir. Sûfizm, eski mistiklerin, Sophia’nın sırrını sûfi adı altında yaşattıkları felsefelerine
verilen addır. Evrensel bilgelik, kişinin kendisini, evreni, içindekileri ve yaratanını tüm gerçekliğiyle
her boyuttan iletişim ve deneyimle tanıma gayretidir. İnsanların çoğu kalbinde saklı Tanrı’yı
göremediğinden O’nu göklerde sanarak yapmacık, şeklen ve sözde ona yönelirken, Sûfî, kalbinde
saklı Tanrı’ya eylemleri ve aşkla yönelir ki işte buna “dini hanîf olarak uygulamak” denir.
Her insandan tanrısal öcünü alan içindeki kendi vicdanı değil midir? Vicdan azabından daha
büyük azap var mıdır? Yok! Niçin? Çünkü O ruhun olarak görünen sende saklı Tanrıdır da ondan...
Tanrı ruh olarak içindeyken taştan mabetlerde uyduruk zırvalarla kimi arıyorsun? Sen nereye gitsen
içindeki ruhun da seninle birlikte oraya gitmiyor mu? O zaman mabede gitmeye ne gerek var?
Kendin zaten içinde tanrısı olan seyyar mabetsin. Dikkat edersen Tanrı insanın içine gireceği mabedi
yaratmadı veya yapmadı, Tanrı içine gireceği insanı kendisini bulsun diye yarattı. Ser mabedin içine
girsen de ibadetini yine kendi içinden yapmıyor musun?
Şu bir gerçektir ki piramitler hiçbir zaman kral mezarları olarak inşa edilmemişti, özellikle de
Büyük Piramit. Bu gizemli ve kozmik hakikate açılan yapılar, ergin inisiyasyonlarının yapıldığı
inisiyetik mabetlerdi.
Muhammet’e eğitimsiz diyorlar, iyi de ondan önce hangi peygamber bir üniversitenin felsefe
veya teoloji bölümünü bitirip kariyer yapmıştı? Şayet bunun bir tek örneği varsa o zaman kabul
edelim, ama böyle bir örnek yoksa bu yaptıkları vicdanen büyük bir haksızlık değil midir? Hakk’a
varabilmek için önce aklen ve kalben hak ehli, yani vicdan sahibi olunması gerekir. Bunun dışında
başka önemli bir gerçek daha vardır ki bunu da Kuran’daki metinlerden açıkça anlıyoruz; yani Hz.
Muhammet ve O’nun Rabb’i, hiçbir zaman cahillere ismen Müslüman dahi olsa kendilerini temsil
etmelerini söylememiş ve bu yetkiyi de asla vermemiştir.
İnsan-ı kâmil’in fizik plandaki asıl sırrını açarsak; “kundalininin yedi titreşimde ayağa
kaldırılarak en yüce tanrısal hikmete ermek”tir deriz. İsa Mesih’in söylediği “Tanrının krallığı
içinizdedir” deyişi “Ruh ve Sekine” olan “Kundalini”ye işaret eder.
Kundalini, Musevi öğretisinde “Kutsal Menora”, yani “yedi kandilli şamdan” ve “Ahit
Sandığı” olarak simgelenmiştir. Osiris Rahibi Musa’nın “Yılan olan Asası”nın da sırrıdır bu! Bu
“Yedi Tanrısal Işık” Masonların da en gizli sırrıdır.
11
Mason öğretisindeki 33 derece aslında ona gizli bir sembolik göndermedir. Belkemiği 33
omurdan oluşur, Masonların bu en son ve üst derecesi, o gücün ayağa kaldırılmasına işaret eder.
Masonik sembolizmanın Locadaki kutsal kitaplar, Pergel ve Gönyeden sonra en önemli
değerlerinden biri de Güneş ve Aydır. Bu iki simge ritüllerde Üstad-ı Muhterem’in arkasında
evrensel düalite ve uyum, denge olarak yer alır. Bu konumdaki mürşit iki enerjiyi de uyum içinde
kendinden yansıtmalıdır. Güneş, eril veya aktif enerjiyi; Ay, dişil veya pasif enerjiyi temsil eder.
Güneş, aydınlık, dönüşüm ve yaşamı; Ay, geceyi, doğurganlığı, ölüm ve ilhamı simgeler. Güneş’in
desteklediği Ay, her zaman yapıcı, desteklemediği, tek başına olduğu zaman da yıkıcıdır. Bu sebeple
her zaman Güneşle dengelenmelidir.
Bâtınî sûfî veya eski Bektaşi öğretisinde kaynağı hurûfi metotlarının sürümü olan bir başka
örneği ise, kadın 33 + erkek 33 = 66 = Allah. Yani eril/aktif ve dişil/pasif kutuplar/cinsler birleşince
Allah gibi yaratım yapar anlamına gelir.
ANKH-“YAŞAM HAÇI” İsa’nın daha yeryüzüne gölgesi bile düşmemişken haça gerilme Eski Mısır’ın eski ve en
önemli inisiyasyonlarından biriydi. Haç, Eski Mısır’da Ankh olarak da kullanılmıştır. Bu sembol T
(Tau) harfinin üstüne konulmuş bir daire olup “Kutsal Nil’in Anahtarı” olarak kabul edilirdi.
Kulplu haç sembolü Crux Ansata olarak da anılır. Ankh sözcüğü yaşam, simgesel olarak da
yaşam haçı anlamına gelir. Şeklen iki kolunu açmış insan olarak da kabul edilir.
Uyan! Ancak sendeki tanrısal öz! Yedi titreşime sahip tek anahtar O’dur, başka hiçbir şey
değil. Özünü bil, yani önce onu bul. Bunun için Delphi mabedinin kapısına “Kendini bil” diye
yazılmıştır. Şimdiki modern mabetlerin kapılarında böyle yazmıyor, ancak yazsa ne olur? İçlerinde
insanların kendilerini, özlerini kaybettikleri sığ, şekilci, zırva bir öğreti verildiği için hiçbir önemi
yoktur.
Yaşarken tanrısal veya ruhsal erme işlemine, bâtınî İslâm sûfîzminde Ba’s-ü ba’d-el-mevt,
yani öldükten sonra dirilme denir. Horasan Erenleri denilen ilk bâtınî İslâm sûfîlerinin erme
öğretilerindeki simgeleri olan Gül de, Hermetik öğretideki sırla aynı anlamda örtüşmektedir.
Hermetik öğretideki erme gerçeğine işaret eden Gül simgesi halen Gül-Haç öğretisinin de en temel
değişmez tanrısal-ruhsal simgesidir.
Pitagoras’ın Tanrısı Monad’dır, yani “Her şey olan Bir”. O, bu Tanrıya her şeyi bilen olarak
Mutlak Akıl der. Monad, Tanrı olan Ruhtur. Çünkü Ruh, Rabb’in nefesi, kendisini âlemlere
açıkladığı hermafrodit gücü ve kimliğinin tek güç olarak yansımasıdır. Bu sebeple O birdir, tektir!
Tasavvuf eğretisinde Akl-ı küll, yani evrensel Tümel akıl’a (Akl-ı küll/Tam, bütün akıl) karşılık
gelir. Aristo da bu görüşe sahiptir, ancak Farabi bunu daha farklı olarak yorumlar. O (Rabb), evrenin
tüm boyutlarında mevcut olarak her şeyin sebebi, her şeyin aklı, her şeyin içindeki kuvvet, yani
enerjidir. Tanrısal hikmet onun için her şeyin sebebini, kaynağını kavrayarak bilmektir.
Goethe şöyle der; “Kim bilim ve sanatla uğraşıyorsa, onun dini vardır, kim bu ikisine sahip
değilse onun dini olmalıdır”. Evrenin yüce yaratıcısı en büyük sanatkâr olduktan sonra hangi yüksek
akıl sahibi, sanatın veya sanatların dinde yerinin olmadığını söyleyebilir?
Kadim Mısır’ın Osiris Dini’nden gelen bu ışıkla, Hermetik bilge Pitagoras’ın karmaya
dayanan ruh göçü öğretisinde de insan üçüz bir varlıktır. İnsan, beden, can ve ruhtan oluşur. Onun bu
üçlemesi mabetlerde öğreti aldığı Eski Mısır dininde tanrısal gücü Osiris-İsis-Horus’a da işaret eder.
Osiris, ölümden sonraki yaşamın tanrısıdır.
Horus insanın kalbinde oturan ve onu gözetleyen tanrısal ruhudur. Bu üçleme farklı olarak da olsa Hint’te Brahma-Vişnu-Şiva olarak karşımıza çıkar. Daha sonraki süreçte de Hıristiyanlık’ta
Baba-Oğul-Ruhulkudüs (teslis) olarak yerini alacaktır. Daha farklı bir örnekleme yaparsak,
Besmele’de; Allah-Rahman-Rahim olarak görmekteyiz. (Bismillâhirrahmanirrahîm) Bu üç isim tek
sıfat altında toplanır ki O’na da Rabb, terbiye eden denmektedir. Dikkat edilecek olursa bu sebeple
Kuran; Allah-ül âlemin değil de; Rabb-ül-âlemin der.
Pitagorasçı bâtınî öğretinin esasları, Hermetik felsefede olduğu gibi; Tanrı-Evren-İnsan
temeline oturmuştur. İnsanın, evren ve Tanrı’yı idrak edebilmesi için matematik, geometri, müzik,
astronomi ve felsefe bilmesi gerekirdi.
12
O, bu bilimleri bilmeyen hiç kimseyi okuluna öğrenci olarak almamıştır. Pitagoras’ın
öğrencilerinden aktarıldığına göre o, evrenin ve insanın Tanrı suretinde yaratıldığını öğretmiştir.
Hakikati anlamak için de birini kavramak, diğerinin bilgisine ulaşmak demekti. Kendini tanımak da
yaratanı, yani tanrısal hiyerarşiyi kavramaya sebep olurdu. Bu sebeple büyük insan (Adem) olan
evrenle, küçük evren (ademoğlu) yani insan, sürekli olarak iletişim ve etkileşim halindedir.
4. BÖLÜM
PİTAGORAS İNİSİYASYONUNUN ÜÇ DERECESİ:
MASON SIRRI-YENİDEN DOĞUŞ VE BİLİNÇ Pitagorasçı felsefe hiçbir alanda aşırılıkçı değildi ve Kuran’da olduğu gibi her şeyde evrensel
ölçüye dayanırdı. Çünkü evren ve içindekiler ölçüyle yaratılmıştır.
Karma, Sebep-Sonuç Yasasıdır. Kuran’da Sebep-Sonuç Yasası Kısas olarak özetlenir ki ne
yaparsan sana da öyle yapılır.
Bunun içindir ki, İsrailoğulları’na “Kim, bir cana kıymayan veya yeryüzünde bozgunculuk
çıkarmayan bir nefsi öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir nefsin yaşamasına
sebep olursa, bütün insanları yaşatmış gibi olur” hükmünü yazdık.
Filozof Iamblichus, Pitagoras’ın; “Sayı, formların ve idaenın (fikir) efendisidir, tanrıların ve
şeytanların sebebidir” diye bir söylemde bulunduğunu aktarır. Pitagoras kapalı olarak büyük bir
mesaj vermiştir, çünkü onun bu ifadesinde evrensel boyutların içyüzünü oluşturan tanrısal
titreşimlere işaret edilmektedir, yani titreşim ve çekim yasası. Her boyut veya form belirli bir titreşim
özelliğine sahip olduğundan sayısaldır. Titreşim yasasının temeli, formüle, formül de hesaba, yani
matematiğe dayanır. İşte bu, Tanrının evrensel matematik gerçeğidir.
Pitagoras kalpten gelen sezgiye çok önem verdiğinden, derslerinde ilk önce öğrencilerine
sezgilerini yükseltmek için çalışmaları gerektiğini söylediğini kabul ediyoruz. Mistik bilgelere göre
sezgiler, soyut Tanrının kişiden dolaylı bir ifadesidir.
Pitagoras’a öğrenci olabilmek için üç dereceden geçilerek yükselmek gerekiyordu:
1. Hazırlık devresi, iki ile beş yıl arasını kapsayan bir dönemdir. (Dinleyiciler-Novice)
2. Arınma, ikinci dereceye yükselenlerin kabul ayini, öğretinin başlaması.
(Matematikçi-Nomoteth)
3. Kemalât ve kalp gözünün açılması. (İnisiye-Üstat-Mürşit)
Öğrencilerin aldığı dersler avama anlatılması yasaklanmış sırları içeriyordu. Okulunda müz
denilen dokuz müz’ün (muse/musa) mermerden sembolik heykelleri vardı. Zeus’un (Roma-Jupiter)
Zekâ Tanrıçası Mnemosine ile olan evliliğinden dokuz kız doğmuş ve onların her biri ile evrensel
sanat ve bilimi temsil etmekteydi. Onlara sanat perileri olan Musalar deniliyordu.
Dokuz müz (musa); Tarih (Kliyo), Müzik (Öyterp), Komedi (Talia), Dram (Melpomen), Dans
(Terpsikor), Ağıt (Erato), Sazla söylenen şiir (Polimnia), Astronomi (Uraniya), Kahramanlık şiirleri
(Kalyope) olarak belirlenmiştir. Dokuz müzün (muse heykelleri) ortasında ise her yerde olan Tanrıyı
temsilen Hestiya heykeli bulunurdu. Pitagoras, öğrencilerine bu heykelleri göstererek onların idareci
tanrıların işlerini temsil ettiğini söylerdi. Kâmil insan da bunların hepsini tanrısal ilimle kendinde
tecelli ettirerek âleme yansıtan kişidir.
Dokuz müz’ün ortasındaki Olimposlu Hestiya, Zeus ve Hera’nın ablaları olup sessiz tanrıça
olarak ocak ateşini temsilen evrensel yaşam gücüne işaret ediyordu. Yüzleri Hestiya’ya dönük olan
bu müzler simgesel olarak tüm güçlerini ondan alırdı. Onlar, o ateşten çıktıklarından işleri bitince
yine ona döneceklerdir. Günümüzde tarihi arkeolojik objelerin sergilendiği müze sözcüğü bu muselerden gelmektedir.
Piramite, Ehramda denmektedir. Ehram sözcüğü de Hiramdan gelir. Hiram, Eski Mısır’da
piramit anlamındadır. Masonik öğretinin en gizli sırlarından birisi olan Hiram, kişiye giydirilmiş
yanıltıcı sanal bir kimliğin altında saklanan piramitin evrensel sırrını içerir. Bu sırrın geliş kaynağı da
Atlantis’in Osiris dini öğretisine dayanır.
13
Bu sır ne Tevrat’ta yazan Sur Kralı Hiram, ne de onun Süleyman peygambere tapınak inşası
için gönderdiği mimar olan Dulun oğlu Hiram Abiftir. Hiram, ölümün ve yeniden doğuşun sırrıdır.
Bu kavram okült öğretide inisiyetik bir kapıyı açar.
İnsanın merkezinde oturan evrensel ateş, kundalinidir! Piramit, kuhdalini denilen tanrısal
ateşin evi olduğunun tasviridir. Masonlar’ın evrensel Hiram’ı veya Chiram’ı bu anlam ve bağlamda
kadim Hindu mistiklerinin evrensel öğretilerinde kundalini ismini verdikleri tanrısal güçtür. Bu gizli
öğretinin amacı da O’nu kendi içinden kaldırarak ermektir!
Piramitler, fizik ve göksel insanın simgesidir. Alt dörtlük ve üst üçüz insanın ruhsal ve
fiziksel yapısıdır. Piramitlerin mimarisi tabanda kare, yani fizik bedeni inşa eden dört unsura, tepe
noktasına çıkışı ise üçgen olarak tanrısal veya göksel üst üçüzüne işaret eder.
Tenasüh (metempsychosis) kavramı da genel olarak yeniden doğuş, ruh göçü olarak kabul
görür, ancak bu kavram hakikat boyutuna baktığımızda farklı bir döngüye işaret eder. Çünkü ruh-
göçü ve tenasüh ayrı ayrı dönüşüm detaylarını içermektedir.
Tanrı-ruh anlamında, ruhun göçü neden olmaz, olamaz! Çünkü göçen, göçmeye zorlanan,
yani yeni bir kalıba zorla konulacak olan tanrısal ruh değil, kişisel egoya bağlı alt BİLİNÇTİR.
Tanrısal ruh özgür, bilinç esirdir. Tanrısal ruh, insanda emanet bir ışın olarak durmaktadır, sahibi
insan değil, Tanrıdır.
Her şey bilinçle yaşanır, kazanılır veya kaybedilir. Dünyada bile öyle değil mi? Delinin
elinden akli ehliyetinin alınmasına sebep olan onun bilinç düzeyinin durumu değil midir? Tanrısal
ruh, ancak insan bedeninde enerji olarak bulunur. Hayvanlarda, bitkilerde tanrısal değil, sadece
yaşam ruhu ve ruhsal düşünceden yoksun kendi formlarına uygun bilinçleri vardır. Bu da şu gerçeğe
işaret eder; Tanrının bizzat kendisine ait bir titreşim olarak insan varlığında bulunan ruh, insana
Tanrıdan gelir ve insan öldüğünde de tekrar geldiği kaynağa, yani Tanrıya döner.
Şu halde insan ruhu tanrısal merkezden gelir, merkeze döner. Bu manada tanrısal ruhun göçü,
tanrısal öz, vicdan olarak insandan insana olabilir, insandan hayvana ve daha aşağı titreşim
formlarına olmaz, olamaz. Kuran bu gerçeği şu ayetle anmaktadır: “Hep birlikte Allah’ın ipine sıkı
sıkı sarılın. Parçalanıp ayrılmayın...” “Allah’ın tüm zamanlardaki değişmez ipi Rabb’in sesi olan
vicdandır!”. Vicdanını dinlemeyip onu susturan her insan Allah’ın ipini koparmış, O’na arkasını
dönmüş demektir. (Bu ayetin bundan başka içyüz açılımları da vardır). Kuran bu yüzden bilinç
kazanılması için aklın evrensel ve çağdaş olarak kullanılmasına insanları düşünmeye davetle işaret
eder.
Cahilliğini azaltan, cahilleri işbaşına getirmeyen ve cehaleti başa taç yapacaklara prim
vermeyen toplumlar her çağda en ileri uygarlığı kurmuşlardır. Günümüz dünyasına da baktığımızda
bu teşhisimizin ne kadar doğru olduğunu görmekteyiz. Uygar olmak ahlâksız olmak değildir, ahlâkın
kanunlarla zorlayıcı, insanlardan kaynaklanan baskıcı, şekilci olarak değil de; bireysellikle yüksek
bilinçle kalben yüceldiği toplumlar aydınlanmıştır. Tanrı katında en kutsal hizmet, çağdaş ve
evrensel körlerin gözünü açmak için çalışmaktır. Tüm peygamberler bulundukları çağlarında körlerin
gözlerini, sağırların kulaklarını açmak için çalışmadılar mı?
Latince ve Yunanca’da, Pitagoras’ın felsefe, din, ahlâk, matematik, geometri ve siyaset
öğretilerinin tamamına tüm ilimlerin bütünlüğünü arz ettiği için; pathemata-mathemata
denilmektedir.
Bu sebeple de mathemata, yani matematik insan bilgisini tümünü kavrayan temel bilim
anlamına gelmektedir. Matematik biliminin yeryüzünde gelişerek ortaya çıktığı, tarihe mühür
vurmuş çeşitli uygarlıklar vardır, bunlar Mezopotamya Sümer uygarlığı, Eski Mısır, kadim
Hindistan, Meksika’da Mayalar ve Avrupa’da Kelt’lerdir. Bu uygarlıkların matematiği, bilimsel
uygulama kökenine dayanmaktadır. Astronomi, astroloji, takvim ve gündelik hesaplamalar buna
örnek verilebilir.
Günümüzde kullanılan matematik sistemi Orta Asya’da göçle gelen turanî kavimlerin
Mezopotamya’da kurduğu Sümer uygarlığının eseridir.
14
5. BÖLÜM
HERMETİK BİLGE PİTAGORAS’IN ÇAĞINDAKİ DİĞER DİNİ
ÖĞRETİLER VE MİTRA KÜLTÜ
“Gerçekler, hurafelerin içinde değil, onun dışındaki tek hakikatte aranmalıdır!” Mâlik İlyas
En eski inanç kültlerinden birisi de Mitra Kültüdür. Bu kült günümüzde Mitraizm olarak da
anılmaktadır. Hıristiyanlık öncesi en büyük inanç kültü olarak kabul görürken, Hıristiyanlığın ilk
yayılma sürecinde de en büyük rakibi konumundadır. Mithra (Avesta ve Pehlevi dilleri), Perslerin
büyük tanrısıdır. Ezoterik geleneğe göre Mitra kayadan doğmuştur! Bazı düşünürler bunu yeraltında
bulunan karanlık bir mağara veya odadan çıktığı şeklinde de yorumlar. Bu doğum; Mitra güneş
tanrısı olarak her sabah doğudan ufuk çizgisinin altından doğar ve yükselir şeklinde de kabul edilir.
Tüm inançların kendine özgü tanrısal isim, sıfat, figür ve tasvirleri başka bir inançta yer
almaya başladığında mutlaka kendi coğrafyasına bağlı dil ve toplum özelliklerine göre farklılık
gösterir. Bunun en açık dönüşüm örneklerini mitolojilerde görmekteyiz. Bu dönüşümlerde benzerlik
olabileceği gibi olmayabilir de.
Kadim çağlardaki dişil Ay tapım kökenli dinler daha sonra eril Güneş tapım kültlerine
dönüşmüştür. Bunu ana tanrıça, yani dişil tapım kültlerinin süreçte eril tapım kültlerine
dönüşmesinde de görmekteyiz. Kadim kültler incelendiğinde Güneş tapım kültlerini erkek rahiplerin,
Ay tapım kültlerini de kadın rahibelerin yönettikleri görülür. Bu iki güç binlerce yıl birbirlerine üstün
gelmek için savaşmışlardır. Anadolulu en eski Ana Tanrıça Kybele (Kibele-Sibel-Sibil) (Sibil, yani
kehanet ile Sibel adının kökeni Kybele’dir) inancı bunun en açık bir ifadesidir. Kybele, Kuzey
Suriye’de Atargatis, Fenike tanrıçası Asterte ve Araplarda Uzza, Greklerde Afrodit olarak anılırdı.
Çağlara göre değişim gösteren bu kültler üç büyük dinin ortaya çıkışıyla ayrı kutupluluktan
kurtarılarak hermafrodit bir yapıya kavuşturulmuştur. Üç büyük din derken burada Tevrat’la ilgili
şöyle bir sorun çıkar karşımıza. Musa’nın tanrısı sert mizaçlı, kıskanç ve çok celallidir! Sertlik
yanlısı bu celal de eril bir güce nispet eder görünmektedir. Oysa ki Musa’nın tanrısı Yehova veya
Elohim tek başına ne eril ne de dişildir, her ikisini de hermafrodit değer olarak içerirken insanların bu
inceliği dış yüzden anlaması çok zordur. İncil’de ise İsa Mesih “Göklerdeki Babanın oğullarısınız”
diyerek eril gücü devam ettirir görünmektedir. Ancak Göklerdeki Babanın oğlu, yani ondan çıkan
ruh olmak için karşı kutbuna, yani Göksel Anaya da ihtiyaç vardır! Bu itibarla İncil’de eril güç ön
plana çıkarılırken, dişil enerji gizlenir!
Eril süreç, bir olgu olarak özellikle geri kalmış 2. ve 3. dünya ülkelerinde güçlü bir şekilde
halen yaşamaya devam etmektedir. Binlerce yıl öncesine ait çok geri kalmış bu zihniyet, halen
kadınlar üzerinde fikren baskıcı, fiilen zorlayıcı ve adaletsiz bir hüküm sürmektedir. İşte bu olgu
kadim çağlardan beri süregelen eril tapım kültünün günümüzdeki eğitimsiz toplumlarda,
evrensellikten geri kalmış geleneklerle yaşayan farklı bir sürümüdür. Çünkü uygarlık sadece modern,
gelişmiş teknolojilerin kullanılmasıyla değil, cinsiyet ayrımı yapılmadan evrensel ve çağdaş insan
etkeninin üzerinden eşit hak, özgürlük ve evrensel çağdaş fikirlerin uygulamalarıyla ruhen değer
kazanır.
Hitit uygarlığının simgesi olan Güneş Kursunun kaynağı Anadolu’nun turanî yerli toplumu
olan Hattiler’e dayanır. Orta Asya kökenli turanî Hititler veya daha doğru olarak adı bilinmeyen ve
göçle Anadolu’ya gelen bu Asya çıkışlı topluluklar/kavimler/boylar onlardan önce gelen başka bir
turanî kavim olan Anadolu’daki Hatti ismini kabul ederek sonradan Hitit olarak anılan uygarlığı
kurdular, geliştirdiler. Hatti denilen turanî kavimler de Karadeniz üzerinden Anadolu’ya inmişlerdi. İlk devlet kralları MÖ 1850’ye tarihlenen Pithana’dır. Bu ismin etimolojik kökeni Hint-Ari diline
işaret eder. Pitha hecesini ve ismini Pita-goras’ın adında da görüyoruz. MÖ 2000 başlarından MÖ
800. yy sonuna kadar yaklaşık 1100 yıl hüküm sürmüşlerdir. Tevrat’ın orijinal metinlerinde Hitit
olarak değil, Hatt, yani Htt olarak geçmektedir. Hatti veya Hitit adı Eski Mısır metinlerinde de Heta
olarak geçmektedir. Hititlerin adalet kavramları Eski Mısır’da da görüleceği üzere Güneşle
simgelenmiştir.
15
Güneş Kursu, ayrıca Ankara Üniversitesi’nin logosu, yani alâmetifarikası olarak tescil
edilmiştir. Ankara’nın Sıhhiye Meydanı’nda yapılmış olan geyik figürlü Güneş Kurs Heykeli
Alacahöyük kazılarında bulunan bir Hatti objesinin kopyasıdır.
Hint tanrısı Mitra, İran’da da güneş veya ışık tanrısı Şamaş ile özdeşleşti. Şamaş, Asur ve
Babil’de de tapılan güneş tanrısının Akadca adıdır. Sümer mitolojisinde Utu (iştanuş) olarak
isimlenir. Arapça’ya da şems olarak geçmiştir.
Psikoloji kuramcısı C.G. Jung (1875-1961) da Mitraizm’in çıkış kaynağını Güneydoğu
Anadolu olarak belirtir. Mitra kültünde Mitra ismi iki anlamda kullanılırdı. İlki bir yıldıza verilen
isim (Sirius olarak da kabul edilir), diğeri de bir kimlik olarak Mitra’dır. Kişilik olarak Mitra, yıldız-
tanrı ile insanlar arasında aracılık ederek onların kurtuluşu ve aydınlanması için çalışan bir
peygamberdir. Mitra, kötülükle savaşarak onu yenmiş ve kendisini kurtarmıştır.
Tarihsel bir kimlik olarak Mitra, tanrılaştıktan sonra insanlara gökten tanrı olarak yardımcı
olur. Gizem inisiyasyonu olarak başlayan bu kült de yedi farklı sınav ve yedi alt aşamayı
içermektedir. Mitra inisiyasyonu da Eski Mısır ve Antik Yunan gizem okullarında uygulanan
sınavların benzerlerini içermektedir.
Tevrat’ta Kâbe ile ilgili hiçbir kayıt bulunmazken, İbrahim ve Lut’un Ortadoğu’ya göçle
geldiği çok açık bir şekilde yer alır. Kısaca özetlersek İbrani kavmi, ırmağın öte tarafından
Mezopotamya’ya göçle geldiklerinden dolayı bu isimle anılmaktadır.
Arapça İbrahim isminin aslı Abraham’dır. Abraham ismi bu formatına oturmadan önce de
Abram’dır. Bu ismi Avram olarak ansalar da etimolojik olarak Avram değil, Abram’dır. Avram,
Abram’ın saptırılmış, etimolojik kökeni örtülmek istenen sürümüdür.
Tevrat’ta geçen şekliyle Rabb, Abram’ın isminin ortasına, karısı Sara’nın da isminin sonuna
h harfi koymuştur. Bu işlemden sonra Abram, Abraham; Sara da Sarah olmuştur.
Skythes ise Proto-Türk kavim olan İskitlerin atasıdır! Şu halde bu mit, Orta Asya’dan gelerek
Yunan mitolojisindeki yerini bu şekilde almıştır.
Aynı benzerlik araştırmacı yazar Gene D. Matlock tarafından yazar Murat Adji’ye
dayandırılarak Tevrat için de aktarılır. Bu metni tırnak içinde aktarıyorum: “Yazar Murat Adji’nin
anlattıklarının doğruluğundan kuşku duyanlar, onun her söylediğinin gerçek olduğunu teyit etmek
için, Eski Ahit’in ilk beş kitabı olan Torah’ı edinmelidirler. Aslında, Torah kelimesi Türkçe
Terai’den türemiştir ve Tarih anlamına gelir. Nuh ve oğulları, Sam, Ham ve Yafet, Türktü. İbrahim
bir Kaldeliydi, çünkü Iraklılar, Kürtler gibi, Sümerliler, Hititler (Khatti, Hatti, (Keder), Kassiteler,
Kushlar, Kaiser (Keser) Türktü. Eğer Torah’ı okuduysanız, insanlığının ilk kökenlerinin hikayesini
Tekvin’de ve Tevrat’ın diğer kitaplarında Kabul, Havilah (Havila), Sophir, Khaiber, Gozan, Thibet,
Lhasa, Kophen Nehri, Dan kabilesi gibi yer isimlerinden bahsedildiğini fark etmişsinizdir.
Türk sözcüğü, Türkler tarafından değil, bilakis Türk olmayan kavimler tarafından onların
eskiler, yani tarih olarak tarifi olmalıdır. Uttara Kuru tanımı da asırlar süren süreçte kavimlerin
dillerinde Turuk ve bu da süreçte Türk olarak kısalmış olmaz mı? Yukarıda zikrettiğim Tevrat metni
bu gerçeklere yeterince açıklık getirmektedir. Trh süreçte Trk olarak değişime uğramıştır. Turani bir
Türk kavmi olarak Lidya üzerinden İtalya’ya giderek Floransa bölgesine yerleşen Etrüsk örneğinde
görüleceği üzere! Etrüskler, Orta Asya’dan gelip Anadolu Ege kıyıları üzerinden göç ederek
Avrupa’ya geçen İskitler’in bir koluydu.
Bu bağlamda İrlandalılar’ın ataları olan Keltler de bir Proto-Türk kavimdi. Druid denilen Kelt
din adamları Orta Asya Şaman kökenli rahiplerdi.
Mitra kültü inisiyasyonunda kişisel yükseliş, simgesel olarak yedi kapısı olan bir merdiven
şeklinde betimlenmiştir. Merdivenin en üstünde bulunan sekizinci kapı ise değişmez hakikatin saklı
olduğu sabit yıldızların yeriydi. Bunun mistik İslâm olan tasavvufi karşılığı a’yân-ı sâbite
olmaktadır. Yüksem Mason ritindeki aslan pençesinin Mitra kültünden geldiği savı da vardır. Mason
inisiyasyonunda aslan pençesi ile vaftiz yapıldığı söylenir.
En kadim bilgeler çağından bu yana her bâtınî ve okült öğretide anılarak gelen mağara
inisiyasyonu sembolü Kuran’da da geçer. Kuran’da Kehf (mağara) suresinde geçen Eshâb-ı Kehf
(mağara ehli) avam arasında Yedi Uyuyanlar olarak bilinir.
16
Okült terminolojide Eshâb-ı kehfe katılan veya azimle, bilinçle katılma yolunda yürüyen
kişilere sadakatlerinden dolayı Eshâb-ı Yemin de denir.
Hiçbir dini öğreti yoktur ki kendinden öncekilerden geleneklerle etkilenmemiş, sonrasında
gelen yeni bir yorum içeren öğretiyi de etkilememiş olsun. Müslüman dünyasında İslâm’da olmayan
Tevrat kaynaklı birçok eski Yahudi âdeti, Yahudiler onları uygulamayı bıraktığı halde halen
uygulanmaktadır. Bir insanlık dramı olan recm de bunlardan biridir. Afrika kültürüne ait olan
kadınların sünnet edilmesinin de recm gibi İslâm’ın kitabı Kuran’ı Kerim’de de hiçbir şekilde, asla
ve asla yeri yoktur.
Ülkemizde bulunan Nemrut dağındaki dev heykeller görüleceği üzere Mitra kültünden kalan
günümüzdeki en somut kalıntılardır. Bu kalıntılardan başka çok sayıda yeraltı tapınağı da Roma ve
Ostia’da bulunmuştur. Pitagoras’ın yaşadığı çağda da geçerli olan bu kültlerin okült ve bâtınî
taraflarından onun bilgisinin olmadığını kabul edemeyiz. O, öğretisini bu bilgilerle hakikat
boyutundan şekillendirerek aktarmıştır.
Mazdaizm (Zoroastrianizm), kadim Hint-Mitra inancının Zerdüşt’ün kendi çağına göre yeni
bir yorumudur. Mazdaizm, adını Mazda’dan almıştır. Bu da bazı araştırmacılara Zerdüşt öncesi
dönemde de Mazdaizm tapımının olduğu ve Zerdüşt’ün bu kültün reformcusu olduğu söylencesine
yol açmıştır. İnsanlık tarihindeki dini öğretilere içyüzünden baktığımızda Zerdüşt’ün kitap, yani
yazılı mesaj veren en büyük elçilerden birisi olduğunu görürüz. Zerdüşt’ün bizzat kendisinin; “yeni
bir din vermediğini, eskisini iyileştirdiğini” söylediği kabul edilir. Bu da Mitra inancının Mazdaizm
olarak yeni bir kimliğe bürünerek tarih sahnesine çıkmasından başka bir gerçek değildir.
Zerdüşt, MÖ 6 yy.’da (İÖ 628–551), İsa’dan tahminen altı asır önce Arî ırkın mistik inisiye
temsilcisi olarak Avesta (Zerdüşt’ün hikmetli sözleri) adı altında toplanan ve önemli bir bölümünü
Gathalar’ın (dinsel ilahi) oluşturduğu mesajlarında evrensel öğretisini verdi. Zerdüşt denen kişi de
İbrahim peygamber gibi kast sisteminden uzaklaştırılmış bir Brahman rahibidir.
Yakın bir tarihte Nasa’nın raporuna göre felaket için belirlenen tarih 12 Eylül 2012 olarak
öngörülmüş. Öngörülen felaket şimdiye kadar yapılan tahminlerin ötesinde olacak gibi görünüyor.
Güneşte meydana gelecek büyük bir fırtınanın dünyaya olacak olumsuz etkileri söz konusu olabilir
deniyor. Buna göre güneş yüzeyinde fırtınalarla oluşan plazma toplarının dünyadaki enerji
şebekelerini çökerterek insanlığın çöküşüne yol açacağı uyarısı yapılıyor. 21.12.2012 tarihi ezoterik,
aslı olmayan bir kehanet olarak mı kalacak, yoksa bilimsel dayanaklarına da baktığımızda
gerçekleşecek mi, bunu göreceğiz demenin daha doğru, gerçekçi ve bilimsel olacağı fikrindeyim.
Evrende bir şeyin eskisi yıkılmadan ondan daha yeni ve gelişmişi ortaya çıkmıyor. Kısacası, Mayalar
tarafından belirlenen 2012 yılı tarihi dünya üzerinde bir değişime işaret etmektedir.
Büyük felaketler çağsal döngülerin, yeniden yapılanma içeren değişimleridir. Bir çağ sona
ererken hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı yeni bir çağ başlar.
Zerdüşt’e göre ateş kavramı, Ahura Mazda’nın, Hint dinlerindeki Agni gibi evrensel
simgesidir. Zerdüşt bu sebeple fiziki ateş tapımına karşıdır. Öğretisini içeren Zenda Avesta kutsal
metinleri birçok dini etkilemiş, bu hikmetler özündeki anlam korunarak farklı yorumlarla ondan
sonraki tüm öğretilerde yer almıştır. Zerdüşt’ün evrensel din yorumu temelinde tek tanrıcı ve düalist
bir öğreti olarak kabul edilir. Bu dinin tek tanrısına Ahura Mazda adı verilir. Evrende insanı
etkileyen iki (düalite) hâkim güç bulunur, bunlardan birisi kötülüğe sevk eden Angra Mainyu, yeni
Farsça Ehrimen veya Ahriman, diğeri de iyiliğe sevk eden Ahura Mazda’dır. Ahura Mazda iyilik
tanrısı olarak göklerdeki orduların başkanıdır. Bu iki tanrısal prensip de ışık ile karanlığın veya diğer
tanımla iyilik ve kötülüğün tarafları olarak birbirleriyle daimi bir mücadele ve savaş halindedirler.
Bu tanrısal düalite, fizik dünyada insan varlığı üzerinden sahneye konulmuş en büyük mücadeledir.
Zerdüşt’ün felsefesine göre iyilik sonunda kötülüğe karşı galip gelecektir. Her insan bu dünyada
yaptığı eylemlerinden sorumludur, çünkü her eyleminde bu düalitenin birisinden yana taraf
olmaktadır. Bu mücadele, kişiye kendi elleriyle hazırladığı karmasını sunacaktır. Bu felsefede Ahura
Mazda, Rabb olarak tanrısal öz vicdana, Ehrimen ise hayvansal tutkuların yansıması olan nefse
tekabül eder. Bu bağlamda Zerdüşt’ün dini öğretisi şekilcilikten arınmış vicdan ve nefs hâkimiyeti
üzerine kurulmuştur.
17
Kuran ayetlerinin bir kısmı anlam olarak Tevrat’taki bazı konu ve ayetlerle örtüşür, ama
bundan daha fazlası evrensel hiyerarşi ve içyüz anlamında Avesta için geçerlidir.
Daena, Den veya Din sözcüğünü Kuran’daki evrensel derinliğinden açarsak karşımıza şöyle
bir gerçek çıkar; Kuran’da kıyamet günü, aynı zamanda din günü anlamında da geçer. Kıyamet günü
veya kıyam günü, ayağa kalkmak demektir. Bu sözcük üç anlamda değerlendirilir, ilki yaşarken
uyanış, gaflet uykusundan kıyam etmek; ikincisi ölümden sonra şeffaf bedenle fizik bedenin içinden
doğrulup kalkmak, beden dışına çıkmak. Üçüncüsü de genel anlamda yok oluş, dağılma, fizik
formun bozulması, evrensel kıyamet vb. Din günü, Den veya Daena günüdür. Daena, özdür. Kişisel
kıyametin yaşandığı din günü, kişinin özünün hesap sormak için ayağa kalktığı gün olarak tercüme
edilir.
Yeniden doğuş gerçeği Zerdüşt’ün öğretisinde de karşımıza çıkar. Zerdüşt’e göre ruh
ölümsüzdür ve ölümden sonra dirilme gerçekleşecektir. Ölümle bu plandan ayrılan ruh Sinvard
(Sırat) köprüsünün yanında bekleyen Mitra, Işık ve Hak Tanrısı’nın karşısına gelerek yargılanır.
Mitra bu bağlamda ahiret mahkemesindeki üç yargıçtan biridir. Arınmış insanların tümü kendi özleri,
yani terbiyecileri olan Rabb’lerini göksel Âdem olarak görürler... Bu öğretinin genel hatlarından
kısaca bahsetmemiz gerekirse, arınmış ruhlar cennete girer, kusurlu olanlar yeryüzünde başka bir
bedenle yaşar, kötü olanlar ise cehenneme gider. Sinvard köprüsünden düşen kötüler, karanlık
uçuruma, yani cinlerin yanına düşerler. Zerdüşt, insanlara kurtulmaları için içlerinde saklı tanrısal
özlerini dinlemelerini öğretirdi. Yaşamı boyunca içinde saklı tanrısal özünü dinleyen kişiyi o,
öldükten sonra genç bir bakire olarak karşılayıp kurtaracaktır. Sinvard köprüsü diğer dinlere sırat
köprüsü olarak geçmiştir. Sırat köprüsü içyüzünde dünya yaşamına işaret eder. Dünya denilen geçiş
yerinden vicdan sahibi, ahlaklı ve ruhen yükselerek geçebilenler düşüşten kurtulurlar.
Zerdüşt’ün öğretisindeki temel kurallar şunlardır: Dürüst, temiz, ahlâk ve merhamet sahibi
olunmalı, yalan söylenmemeli, yardımsever olmalı, iyilik yapılmalı, çalışıp bilgi edinilmeli, doğru
düşünülmeli, doğru eylemlerde bulunulmalı ve insanlığın hayrı için çalışılmalıdır. Bu temel ve
evrensel prensipleri Pitagoras’ın öğretisinde de, ondan sonra gelen tüm dinlerde de aynen
görmekteyiz.
Pitagoras’ın Kudüs’te Kabalacı din adamlarıyla görüşerek onlardan da çeşitli bilgiler aldığını
söylemiştik. Aktarımlarda bununla işaret edilen mistik format geleneğe göre Kabala inisiyelerince
İbrahim peygamberden geldiği söylenen Oluşum Kitabı, Sefer Yezirah’ın ellerinde bulunan
bilgileridir.
Oluşum Kitabı, Kabala’nın İbrahim peygamberden sözlü gelenekle aktarılan en kadim
öğretisi olarak kabul edilir. İbrahim peygamber tarafından değil de ilerleyen süreçte sonradan kaleme
alınarak kitabı oluşturan metinler; isimler, sayılar ve sembollerden oluşan evrensel bir mesajı
içermektedir.
Son senelerde dünyada oldukça popüler olan Kabala öğretisinin kökeni Dr. W. Wynn
Westcott’un da belirttiği gibi kesin olarak bilinmiyor. Hz. İbrahim, yaşadığı çağ olarak MÖ 1850
yıllarına tarihlenir. Hâlbuki Eski Mısır ve Eski Hint mistisizmi ondan binlerce yıl öncesinden
gelmektedir. İbrahim peygamber Hindistan tarafından göçen bir Brahman rahibi olarak açıktır ki,
bilgilerinin büyük bir kısmını doğudan, Hindistan’dan getirmiş, daha sonra Eski Mısır mabetlerinde
bu bilgileri Osiris Dini ile daha da genişletmiştir.
Gerçek İbrâni Kabala öğretisi mistik bilge ve erenlerinin sadece inisiyeler nezdinde geçerli
olan evrensel tanrıbilimidir. Musa peygamberin avama egzoterik bir mesajı olan Pentatek, yani
Tevrat’ın temelini oluşturan Beş Kitap ile onun yorumlarını içeren Talmudi metinler olan Mişna ve
Gemara’nın tamamen dışında olmasından bunu anlıyoruz. Kabala öğretisinin Oluşum Kitabı’ndan
sonra diğer önemli bir eseri de ZHR veya Zuhr olarak yazılan Zohar olarak bilinen Işık/Nur veya
İhtişam Kitabı’dır. En büyük Kabalist olarak kabul edilen Rabbi Shimon (Şimon) Bar Yohai’nin bu
eseri kısa hikâyeler şeklinde MS 150–160 yılları civarında İsrail-Meron’da yaklaşık 13 sene bir
mağaraya kapanarak yazdığı rivayet edilir. Kabala öğretisinin evrensel sembolü, aydınlanma
anlamına gelen ışıktır. Kabalanın en önemli yedi ilkesinden biri; nefsten kaynaklanan hayvansal
dürtü veya tutkulara karşı koymak, yani direnmek; daimi ruhsal ışığı zuhur ettirir şeklinde özetlenir.
Bu özdeyiş de apaçık ruhsal-evrensel iç aydınlanmaya işaret etmektedir.
18
Tevrat’ta geçen yedi kollu şamdan, yani menorah, kutsal ateşi simgeler ve Musa’nın Eski
Mısır mabetlerine dayanan gizli öğretisidir. Menorah, günümüzde de Mason ve Musevi mabetlerinde
Tanrı’nın ışığını simgelemektedir. Yedi kollu menorahta yanan mumlar, enerji simgesi olarak,
kundaliniyi harekete geçirecek yedi çakranın faaliyetine ışık tutar.
Kısacası şeffaf insan iç uzaya, fizik beden de fizik dünyaya aittir. İkisi sadece belirli bir süre
için birlikte olurlar, çünkü fizik beden ölümlü; şeffaf beden ölümsüzdür! Böyle olunca şeffaf beden
devamlı olarak fizik beden değiştirmek zorunda kalır. Yeniden doğuş yasası sadece bu sebeple bile
olmak zorundadır ve zaten de vardır. Gerçek böyle olmasaydı ahiret kavramı ve inancı olmazdı. Ölen
insana mekânı cennet olsun denirken, çürüyecek fizik bedeni kara toprağa, kurtlar ve böcekler
tarafından yenmek üzere gömülür. Ahirete giden göksel insandır, kişinin bilincidir. Evrim geçiren,
insan denilen fizik hayvan ise bu planda dağılasıya kadar kalıcıdır, şeffaf insan gibi baki değil.
Fizik insanın ana rahmindeki yumurtada sperm şeklinde başlayan yaşamı bile, doğum anına
kadar hızlandırılmış mikro bir evrimden başka nedir ki?
Bâtınî sûfî geleneğine göre fizik insan denilen mahluk şimdi bulunduğu bu makamına son
tekamül halkası olan hayvanlar aleminden yükselmiştir. Fizik bedenin evrimi, akıl, düşünce, duygu
ve duyularla gerçekleşir. İnsan denilen sosyal hayvan bu özelliklerle diğer hayvanlardan ayrılır.
Hayvan da karnını doyurmak, yani avlanmak için taktik planlama yapar, ama bir mimar gibi ev
tasarımı, bir mühendis gibi makine tasarımı çizip yapamaz. İnsanlardaki kuyruk sokumu bile, onun
körelen kuyruk olarak en basit görsel kanıtıdır. Bundan başka dört ayaklı bir hayvanı yüzükoyun yere
yatır, kol ve bacaklarını aç, aynı şekilde bir insanı da yüzükoyun yatırıp kol ve bacaklarını açarsak
her ikisinin de 5 parça olarak Altın oranı verdiğini görürüz. Altın oran tanrısal bir sırdır. Bir inisiye
olan Leonardo da Vinci bunu bir çalışmasında çok güzel tasvir etmiştir. Fizik evrim halen de devam
etmektedir, edecektir de. 1–2 milyon yıl sonra günümüzdeki insan sureti, tarihin derinliklerinde en
ilkel suretlerden biri olarak yerini alabilir. Ya o gözler, nasıl da birbirine benziyor, fizik insan denilen
varlık, evrimle gelişmeyip bir bütün olarak tek seferde yaratılsaydı, aynı göz cinsini aynı bölgede
hayvanlarla ortak özellik olarak paylaşmazdı. İnsanın baş bölgesinde yedi delik bulunduğu için ona
kutsal değer verirler, oysaki hayvanların başında da yedi delik bulunur! İki kulak, iki göz, iki burun
deliği, bir ağız. İnsanın başında olanlar, hayvanların da başında yok mu? Buna karşın yetkin bir
insanda işlevi olan kalp gözü hayvanlarda yoktur.
İnsan denilen varlığın geldiği iki temeli vardır, içi göksel dışı fiziksel. Diğer anlamda fizik
insanın iki yüzü vardır, biri dış diğeri iç. Yaratılış olarak dış yüzü fizik âleme, içyüzü de iç boyuta
dönüktür. İnsanın dış yüzü fizik bedeni fani ve hayvani, içyüzü ise ruhsal ve (göksel) insanidir. İçteki
göksel insan, giydiği suret olan fizik bedene istek ve emir eylemleriyle hükmeder. İnsanı yine bu
kavramların ışığında iki yönden inceleriz, biri maddi-fizik âdem, diğeri de manevi-ruhsal âdem’dir.
Bu iki tanıma göre maddi âdem ölümlü; manevi âdem ise ölümsüzdür. Ölümlü âdeme fizik beden,
ölümsüz olanına da ruh diyoruz.
Cennetin yeryüzünde oluş motifi de Sümer’den gelir. Tevrat’ta yeryüzünde bulunan cennet
kavramı Sümerler’in cenneti iki ırmak arasında olduğu söylenen Dilmun olup, kayıp ülke olarak
geçer. Dini motiflerin en eski yazılı ve detaylı çivi yazısı metinleri Sümerle’e aittir. Sümer mitleri
Fenike üzerinden İyonya bölgesini etkilerken, Eski Mısır üzerinde de astronomi ve astroloji
bakımından Babil’in izini bırakmıştır. Bugün yazıtları okuyan bilim insanlarınca yapılan tespitlere
göre Eski Mısır astronomisinin Babil’deki kadar gelişmediği saptanmıştır. Bundan başka tespitlere
göre, Sümer bilgelik tanrısı Enki süreçte İdris’e, Tevrat’taki Tammuz, yani çoban kral Dumuzi de
Hızır’a, fırtına ve savaş tanrısı Ninurta eski Yunan’da Zeus’a, güneş tanrısı Helios ise İlyas’a
dönüşmüştür. Sümer bilgelik tanrısı Enki, Sümer mitolojisine göre aynı zamanda ilk toprak insanın
da yaratıcısı, şekil verenidir. Enki, daha sonra Tevrat’ta Elohim adını alarak İbrahim peygamber ve
ondan sonra gelenlerin tanrısı olacaktır. Günümüzde Ortadoğuda din konusunda her ne varsa genel
çatı ve temel olarak tamamen Sümer kökenlidir.
Kutsal kitaplarda vurgulanan erkek üstünlüğü, fizik beden, yani kas veya yapı gücü
üzerinedir, ruhsallık üzerine değil. Fizik beden, gelişmiş bir hayvandır. Asıl göksel insan, erkek veya
kadın olsun şeffaf olarak onun içinde saklıdır ve tanrısal yapısında androjendir. Bu gerçeğe göre de
fizik bedenin haricinde erkeklerin kadınlara hiçbir tanrısal, ruhsal ve dünyasal üstünlüğü yoktur.
19
İnsan erkek veya kadın olsun eşim der. Biri, diğerinin karşı cinsi ve kutbundaki diğer
yarısıdır, iki yarı birleşti mi bunun hikmeti olarak bebek olur, yani bir yarı diğerine muhtaç, tek yarı
ile bir hikmet hâsıl olmuyor. Düşünen için hakikate giden yol, ruhsal, fiziksel ve evrimsel
hikmetlerle doludur. Ondan sonra şu da bir gerçektir ki tek şeffaf adam ve eşini değil, onları yani
şeffaf adamlar ve eşleri fizik plana, fizik bedene indirilmiştir. Bu sebeple insan yaşamı yeryüzünde
Afrika’da bir tek noktadan değil, bu kıtada birçok farklı bölgelerde başlamıştır. İlgili metindeki
onları sözcüğünün altını özellikle çizdim. İnsan, bu makamına cinslerine ayrılarak çıkmıştır, adamın
kaburga kemiğinden tanrısal bir operasyonla ona eş olacak şipşak bir kadın yaratılmamıştır.
Bâtınî sûfîzmde mecaz bir görüş vardır; “bedene Muhammet, ruha Ali” denir. Bu yorumu da
şu gerçeğe dayandırırlar, Hz. Muhammet Kâbe’yi feth ettiğinde Kâbe’de bulunan putları, omzuna
Ali’yi alarak onu kırdırtmıştır. Ali, önce bunu kabul etmeyip, “Ya Muhammet seni omzuma alayım”
dediğinde; Resûl: “sen beni taşıyamazsın” diyerek onu omzuna çıkartmıştır.
Bu sebeple mistik sufilerce her insan bedeni Muhammet kabul edilir. Ama bu her insan
Muhammet’in kendi mi demektir? Hayır! Hz. Muhammet de; “Ali ile ben ikimiz bir tek nuruz”
diyerek bu gerçeğe işaret etmiştir.
İnsanlık ne çektiyse cehaletinden ve bunu kendi dünyevi çıkarı için kullanan şer, şark kurnazı
insanlardan çekmiştir. Bu aşağılık döngü, özellikle de din alanında halen öylece devam ediyor...
İnsan fiziken değil, ruhen tanrılaşabilir. Bu ruhsal gelişim gerçeklik boyutunda insanlara
insan-ı kâmil veya hakerenlere işaret ederek dikkat çekmektedir. Yüce bilge Hermes, “Tanrılar
ölümsüz insanlar, insanlar ölümlü tanrılar”dır derken, onun bu evrensel kavramı, fizik değil,
ruhsal titreşimler olarak idrak edilmelidir. Çünkü fizik insan, gelişmiş ve düşünebilen bir tür tanrısal
hayvandır.
Tanrısal ruh, yani vicdan, fizik insana onun anladığı dilinden düşünce şeklinde yansıyarak
konuşur. Bu birkaç dil bilen insan içinde öyledir. Ruh bu şekilde içinde bulunduğu her insanla aynı
şekilde ona en yakınından hitap eder. Kuran’daki; “Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine
fısıldadıklarını biliriz. Ve biz ona şah damarından daha yakınız” ayeti bu evrensel gerçeğin en açık
ifadesidir. Dikkat edilirse bu ayette ne bir dine, ne bir kavime/millete ne de bir dile işaret vardır.
Hz. Muhammet’te hiçbir dili, ki buna Arapça da dâhil kutsal kabul etmez. Hz. Muhammet,
Arap kavminin içinde bulunduğu için mesajını Arapça vermiştir. O, Hindistan’da yaşasaydı mesajını,
oranın dili olan Sanskritçe ile verecekti. Mesela Musa peygamber Akadça bildiği halde İbranice
bilmiyordu, peki nasıl İbraniler’in peygamberi oldu? Musa öğretisini Akad dilinde yazıp aktardı,
çünkü Mısır mabedlerinde konuşma ve yazı dili Akadcaydı. Buna göre de Musa’ya atfedilen öğretiye
ait kadim İbrani metinleri Akadça’dan çevrilmiş olmaktadır, bu da bizi Akad kanalıyla Sümerler’e
götürür.
Hurûfi sözcüğü tasavvufta, Allah’ın kelam suretinde tecellisi ve harflerle belirtilmesi
inancıdır.
Kuran’da yedi yerde geçen Adem’e secde gerçeği, fizik insana değil, kişinin kendinde saklı
ruhu, özü, yani Rabb olan göksel-tanrısal Adem’ine yapılmaktadır. Bu sebeple insan-ı kâmil veya
hakikate ermiş zatlar fizik planda kendilerini asla övmez, eren kimliklerini veya ruhsallıklarını tam
olarak yansıtmadan, diğer insanlar tarafından bir yanlış anlama olmasın diye mümkün olduğunca
saklarlar. Hurûfi öğretisi denilen bu ebced hesapları ve bu hesapların denk geldiği cifr denilen
sözcüklerden oluşan cümleler bazı sırlara açıldığı için, her devir bâtınîliği sevenlerce meraklarını
gidermek için revaçtadır.
Hurûfi kozmoloji kavramına göre fizik ve tanrısal evren yedi kat gök, burçların bulunduğu
sekizinci kat denilen kürsî ve en son tanrısal taht olan Arştan oluşmaktadır. Hurûfi öğretisi Arş
denilen tanrısal tahta toprak Âdem’i oturtur. Onlara göre âlem, Âdem merkezlidir ve Arşdaki tanrısal
gerçek toprak, yani fizik Adem’in yüzü ile bedeninden yansımaktadır. İnsanın yüzü tanrısal Arş,
bedeni de Rahman’ın tahtıdır. Fizik insana ait kutsal anlamlara da istiva deyimiyle varırlar. Hurûfi
öğretisinde istivanın anlamı, insanın fizik bedenini tam ortasından simetrik olarak ikiye bölerek sağ
ve sol tarafını eşit şekle getiren bir çizgi olarak tasavvur/hayal edilmektedir.
20
Fazlullah Hunufi, insanın yüzünü Arş ve kürsî gördüğü gibi, Levhi Mahfuzu (saklı levha) da
insanın yüzü olarak kabul eder. Kuran’a göre Levh-i Mahfuz Rabb’ın katında bulunan her şeyin
yazılı olduğu saklı levhadır. Bu hakikate göre o, fizik insanın ölümlü yüzü olamaz. Kuran, Burçlar
suresinde Levh-i Mahfuzu açıkça Kuran’ın yeri olarak tanımlar. Kuran, Hz. Muhammet’in özü, yani
tanrısal ruhu tarafından ona kalbinden doğuşla, yani vahiyle verilmiş hikmettir. Şu halde Levh-i
Mahfuz denilen saklı levha, ruhtur. Ruh, Rabb’in nefesi olarak O’ndan ayrılmaz bir enerjidir.
Fazlullah Hurûfi, Cavidanname eserinde istivayı Tanrının kendisini toprak, yani fizik Âdem’e
yansıtması olarak belirtip, istiva ile O’nun insanda kurulduğuna, yerleştiğine veya oturduğuna işaret
eder. Buna işaretle Hurûfi öğretisinde de eski mistik öğretilerdeki Tanrı-Âdem-Evren birliği görülür.
Gerçek okült Hurufilik günümüzde kalmamıştır. Anadolu’ya gelen Hurufiler de büyük
çoğunlukla katıldıkları Bektaşilik ekolü içinde cifri iz bırakarak erimiştir. Hurufilik, temelinde belki
de kurucusu tarafından bile tam olarak anlaşılarak ifade edilememiş karma okült öğretilerden biridir.
Çünkü o, gerçek tanrısallığı anlamış olsaydı tanrılığını ilan edecek gaflete düşmezdi.
Osiris rahibi olan Musa peygamberin kundalinisi Ketere yükselince özüne adını sorduğunda,
yani asıl tanrısal kendisini gördüğünde hayretle ona tanrısal en üst ben olarak; Ben, ben olanım diye
tarifte bulundu. Bu olayda anlatılan Musa’nın miracıdır. Bu gerçek, tanrısal öz olan O’nun isimsiz
oluşunun da delilidir. O, Ben Yehova demedi. O, Ben Elohim de demedi. Ben sözcüğü Musa’nın
içindeki yahve-elohim, yani hermafrodit olan tanrısal özüdür.
Tüm insanlar tanrısal gerçeklikte kardeştir. Tanrı tarafından seçilmiş hiçbir kavim yoktur.
Dünya tarihinde ruhen yücelmiş kavimler, insanlar vardır. Tanrı kavim seçseydi tüm ruhsal bilgeler
sadece o seçilmiş kavimlerden çıkardı. En temelde Âdem ile Havva’nın çocukları değil miyiz, bu
ayrıcalık niye?
Sümerolog Sn. Muazzez İlmiye Çığ’ın eserlerinde verdiği bilgiler, Ortadoğu kaynaklı
dinlerin geliş kökeni olarak tamamen bilimsel gerçeklere dayanmaktadır ve kendilerinden binlerce
yıl önce mevcut olan Sümer efsaneleriyle bire bir örtüşmektedir.
Namaz Farsça, yalvarıp yakarmak anlamındadır ve Kuran’da geçmez. Kuran’da onun yerine
geçen salât kelimesi Arapçada dua etmek demektir. Oysaki ilgili ayette geçen Salât’ı doğrultmak,
doğrulmak anlamında hareket içeren bir eylem ifade etmektedir. Salât, selamete çıkmak, yani özünü
uyandırıp içinden kaldırmak anlamını içerir. Kısacası, kundalinini yukarı doğrult anlamındadır.
6. BÖLÜM
HERMETİK BİLGE PİTAGORAS’IN DOĞUŞ VE AYDINLANMA
FELSEFESİ Hermetik Bilge Pitagoras’ın verdiği öğreti, hangi peygamberin öğretisinden aşağıdadır ki ona
bu hakkını vermemek için başka bir sebep olsun?
Pitagoras’ın insanlığa büyük aydınlanma hizmeti olan; doğuş ve aydınlanma felsefesi ilmi de
tasavvuf gibi insanın ruhsal içyüzünün yapısını ortaya koymaktadır. Mabetten dışarıya çıkabilmenin
iki yolu vardı; ya eren olarak, ya da orada hizmeti takip eden ömrün bitiminde ölümle. Bâtınî
gelenekte, mabetlerde uygulanan bu katı disipline bağlı olarak girenlere bu iki yolun dışında
mabetten asla çıkış izni verilmediği söylenir. Şunu unutmamız gerekir ki geleneğe göre, Erme
Okulunda insanlar tarafından belirlenen yapay yasalar değil, gizli ve güçlü tanrısal yasalar geçerliydi.
Efesli Herakletios, deney dışı felsefenin en büyük düşünürü olarak görülür. Euripides,
Sokrates’in onun hakkında; “Anladıklarım çok güzel, öyle sanıyorum ki anlamadıklarım da.
Herakletios’un derinliğine inebilmek için Delos’lu bir dalgıç olmak gerekir” dediğini aktarır. Stoa öğretisinin temeli ona dayanır. İlk Hıristiyanlar, Herakletios’a ait olan Logos öğretisini Stoacılar’dan
almışlardır. Yuhanna İncil’i; “Kelam (Logos) başlangıçta var idi...” olarak başlar. Yuhanna da
Efes’e gelip yaşayanlardan biri olduğuna göre, demek ki o da Herakletios’un öğretisinden
etkilenenlerden biridir ki İncil’ini Logos ile başlatmaktadır.
Herakletios, çoklukla birlik arasındaki kökten ilişkiyi sezen ve “bütün şeylerden bir şey, bir
şeyden bütün şeyler” diyebilen ilk düşünürdür.
21
Herakletios, evrendeki sonsuz değişimi sezdi ve bu değişime bağlı olmayan tek şeyin Logos
olduğunu kavradı.o zaman LOGOS, her şeyi değiştiren, değişmeden kalan Tanrı, yani Evrensel
Yasadır. Onun bu görüşünü bâtınî anlamla; görünümü değişir, aslı, yani özü değişmez sabit kalır
olarak idrak edebiliriz. Merhum Orhan Hançerlioğlu, Logos sözcüğü anlam olarak Yunancadan
başka bir dile tam olarak çevrilemediği için, söz, anlam, düşünce, akıl anlamlarının tümünü birden
içermektedir der. Biz şimdi, bu değerleri hayata geçirerek kalıcı yapan güce Tanrısal Ruh diyebiliriz.
Logos’un tanrısal ruh olduğunun delilini ise, “Sonsuzdan gelerek sonsuza giden Logos” deyiminde
buluruz. Çünkü Logos değişmeden kaldığına göre en büyük ve tek güç Tanrıdır, Yasadır, Ruhtur.
Herakletios, “her şey ancak karşıtların kavgasından doğar” diyerek diyalektiğin önemine de
kavrayarak işaret eder. Onun meşhur ve derin sözüyle, “aynı ırmakta iki kez yıkanılmaz”, yani aynı
ırmağa giren insanların üstüne hep başka sular akmaktadır. Aynı ırmağa hem gireriz hem de
girmeyiz, hem biziz hem de değiliz. Herakletios burada çok önemli bir sırra işaret etmektedir.
Evrenler içindeki her şeyle birlikte her an atomlarına ayrılır ve tekrar birleşir. İnsan duyusu bu hıza
yetişemediği için bunu kavrayamaz. Var ve yok oluş, her andaki haşir ve neşirdir.
Hermotimus, MÖ VI. Yy. Sonlarında yaşadığı söylenen İyonlu bir filozoftur. Hermotimus
kimi düşünürlere göre de o çağın bir peygamberidir. Felsefesi hakkında çok az bir bilgi aktarılmıştır.
Aristotales’e göre de Anaxagoras’ın öncüsüydü. Ruhun her şeyin sebebi olduğunu söyleyen ilk
filozoftur. Plinius ile Plutarkhos’a göre, Hermotimus’un ruhu bedeninden ayrılabiliyordu; yine böyle
bir ayrılma esnasında bedeni düşmanları tarafından yakıldı.
İsmail Kaygusuz Nusayrilik ve Nusayriler Üzerinde Kısa Değinmeler isimli makalesinde
şöyle bir bilgi verir: “Ölümötesi ve evren üzerinde kapsamlı öğretilere sahip olan Druziler (Dürzüler)
ve Nusayriler, Tenasuh’a (ruhgöçü) inanırlar. Onlara göre, varoluşta ruhların belirli (tespit edilmiş)
bir sayısı vardır ve bütün ruhlar ölümden sonra derhal başka insanların vücutlarında yeniden dünyaya
gelirler. Teozofi de ruhların sayılarının sabit olduğu görüşünde bu bağlamda onlarla aynı fikirdedir.
Ancak Nusayriler Tenasuh inancında Druzilerden ayrılırlar. Nusayri Alevilere göre, günahkâr
kişilerin ruhları, diriliş dönüşümünü hayvan vücutlarında dünyaya gelerek tamamlar”. Kişi, edindiği
bilgiler, yaşadığı ruhsal deneyimler doğrultusunda buna inanıp inanmayacağına elbet kendisi karar
verecektir. Karma yasasına göre yaşamın olumsuz durumuna göre tekrar bedenlemelerde düşüş
yaşanmaktadır. Olumsuz şartların hüküm sürdüğü bölgeler, yaşam kalitesinin düşürülmesi, çeşitli
kusurlarla doğma, sürekli üzücü olaylara muhatap olmak vb. gibi değişik yaptırımların uygulanması
söz konusudur.
Sonuçta insan olarak tekrar bedenlenme, hem bilinç ve hem de tanrısal, yani ruhsal liyakat
kazanmak için evrensel yasanın, varlıkların evrimini veya tekâmülünü sağlayan tanrısal işlemesidir.
Kuran’daki Merdivenler suresindeki ayetler dikkatlice incelenecek olursa insana, hem çıkışı ve hem
de inişi anlatmaktadır.
Pitagoras öğrencilerine, dünya ile ay arasındaki bölgeyi, ruhların fizik bedene büründüğü ve
dünyadaki yaşamları sona erdiğinde dönüşlerinde bedenlerinden ayrıldığı âlem olarak anlatır. Ayın
üstünde kalan diğer altı gezegen ise, ruhların cennet denilen mekânlara yükseldiği bölgedir.
İnsanların öldükten sonra gidecekleri Araf, süptil aydır. Aşağı ve yukarı titreşim dünyalarına gidişe
dair ayrışımlar burada yapılmaktadır.
Pitagoras’ın öğretisine göre ölmek üzere olan bir insanın tüm yaşamı bir film gibi gözünün
önünden geçer, işte, o zaman yaptığı haksızlıkları görerek asıl vicdan azabı yüzünü ona Tanrı olarak
gösterir. Yaşamını olumlu eylemlerle geçirmiş bir insan, bedeninden kolaylıkla ayrılarak Ayın güçlü
çekimiyle yükselir.
Kötü nefsler, hayvansal tutkuları güçlü insanlar ise dünyadan kopamadıklarından bu çekime
direnerek büyük bir ızdıraba maruz kalırlar. İçlerinde çok az da olsa iyi tarafı kalmışsa onun kötü
tarafından ayrılır bu bölünmeye Kuran; ikinci ölüm olarak işaret eder. “Onlar orada ilk ölümden
başka bir ölüm tatmazlar. Allah onları cehennem azabından korumuştur”.
22
7. BÖLÜM
HERMETİK BİLGE PİTAGORAS’IN RUHGÖÇÜ FELSEFESİ VE
KUTSAL METİNLER Pitagoras’ın evrensel felsefesinin karma, yeniden doğuş (reenkarnasyon), ruhgöçü veya
tenasüh (metempsychosis), yani daha alt varlıkların yaşam formlarına düşme hakkındaki görüşü,
Kuran’da şu ayetlerle tam olarak örtüşmektedir:
TEKRAR BEDENLENMEYLE İLGİLİ AYETLER:
“Allah’ı nasıl inkâr edersiniz ki, ölü idiniz sizleri diriltti. Sonra sizleri yine öldürecek, sonra yine diriltecek, sonra da döndürülüp ona götürüleceksiniz!”
1
“Allah sizi yerden bir bitki bitirir gibi bitirdi. Sonra sizi tekrar oraya geri çevirecek ve tekrar çıkaracaktır”
2
O ki, en büyük ateşe girecektir”. “Sonra ne ölecek onda, ne de hayat bulacaktır!”3
“Sonra onu öldürdü de kabre koydurdu”. “Sonra dilediği vakit onu tekrar diriltir!”4
“İnsan, kendisinin kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı mı sanıyor?” “Evet, bizim onun parmak uçlarını bile aynen eski haline getirmeye gücümüz yeter!”
5
De ki: “Allah sizi diriltir. Sonra sizi o öldürür, sonra da geleceğinde şüphe olmayan kıyamet gününde (diriltip) bir araya toplar. Fakat insanların çoğu bilmezler!”
6
Kuran’da mevcut bu işaretlerden sonra, Tevrat’ta (Eski Ahit) bununla ilgili hiçbir bilgi
olmadığını söyleyenleri de aydınlatmak üzere Hezekiel bölümünden şu metinleri sunmak istiyorum:
“Rabb’in eli üzerimde idi ve Rabb’in Ruhunda beni dışarıçıkardı ve beni vadinin
ortasına koydu ve vadi kemiklerle dolu idi! Onların üzerinden, her yandan beni
geçirdi ve işte, ovanın yüzünde kemikler pek çoktu ve işte, çok kurumuşlardı! Ve
bana dedi: Ademoğlu, bu kemikler dirilebilir mi? Ve ben: “Ya Rabb Yehova, sen
bilirsin” dedim! Ve bana dedi: “Bu kemikler üzerine peygamberlik et ve onlara de:
Kuru kemikler, Rabb’in sözünü dinleyin! Rab Yehova bu kemiklere şöyle diyor:
İşte, sizin içinize soluk koyacağım ve dirileceksiniz! Ve üzerinize adaleler
koyacağım ve üzerinize et bitireceğim ve sizi deri ile kaplayacağım ve içinize soluk
koyacağım ve dirileceksiniz ve bileceksiniz ki, ben Rabb’im!”7
İncil’de (Yeni Ahit) geçen en açık tekrar gelişe işaret ise bizzat İsa Mesih’in sözüyle
aktarılır:
“İsa ona şu karşılığı verdi: “Sana doğrusunu söyleyeyim, bir kimse yeniden doğmadıkça Tanrı’nın egemenliğini göremez!”
8
Yeniden doğuşa inanan ve onu savunan bâtınî öğretilerde, kişiye verilen yeni yaşamında
karşılaştığı olaylar; geçmiş yaşamlarından gelen karmik birikimlerinin sonucu olarak kabul görür. Bu
konuda çeşitli yorumlara dayanan görüşler vardır. Ancak eylemlerin karşılığını gösteren eksiksiz ve
somut bir çizelge bulunmaz. Hint dinlerinde tenasühle (metempsychosis), alt formlara düşüşle ilgili
bir çizelge mevcuttur, ama onun mantıken de kabul edilmesi mümkün değildir. Kutsal kitapların
içinde Kuran’da karmik birikim konusuna işaret eden önemli bir ayet vardır:
“Allah hiç kimseye gücünün yeteneğinden başka yük yüklemez. Herkesin kazandığı hayır
kendisine, yaptığı kötülüğün zararı yine kendisinedir. Ey Rabb’imiz, eğer unuttuk ya da yanıldıysak
bizi tutup sorguya çekme! Mevlamız, kâfir kavimlere karşı yardım et bize!”
1 Bakara 28
2 Nuh 17, 18
3 A’la 12, 13
4 Abasa 21, 22
5 Kıyamet 3, 4
6 Casiye 26
7 Hezekiel 37/1, ..., 6
8 Yuhanna 3/3
23
8. BÖLÜM
ESKİ MISIR’IN ÖLÜLER KİTABI Eski Mısır’ın Ölüler Kitabı’ndan da bu konuda resimde göreceğiniz üzere farklı bir yorum
sunmak istiyorum. Bu belgeye Hunefer Papirusu adının verilmesinin sebebi, Hunefer isimli bir
Mısırlının yargılanma sahnesini anlattığı içindir. Hunefer’in ruhunun tartılma sahnesinin
(psikostasya) üst tarafında onun yargılanma salonunda on dört (iki yedi) büyük yargıcın (ölüler
tanrıları) önünde onlara eğildiğini, teslim olduğunu görüyoruz. Daha sonra aşağıdaki sahnede
Hunefer, Anubis tarafından elinden tutularak terazinin önüne götürülür. Anubis, Hunefer’in itirafını
dinledikten sonra onun kalbini çıkararak içindeki vicdanını terazinin bir kefesine koyar ve terazinin
ibresinin hangi tarafa yattığına bakar. Bu belgedeki tasvire göre ibre olumlu tarafa, yani Maat’ın
tüyüne doğru yatmıştır. Maat’ın tüyü Tanrının evrensel adaletinin inceliği ve şaşmazlığını temsil
etmektedir. Maat, Yargı Gücü anlamında olup, günümüz dinleri ve inançlarında geçen şekliyle
Kıyamet Günü veya Hesap Günüdür.
Anubis, ölen kişiyi yargılayan Yüce Mahkemenin en yüksek saygın yargıçlarından biridir.
Onun diğer tanrısal özelliği ise; aşağı âlemin kapısını açan-kapatan, kemikleri tekrar birleştiren ve
ayın koruyucusu makamına oturtulmasıdır. Anubis’in evrensel ışığı, temiz insanların Osiris’in
huzuruna çıkasıya kadar olan yolunu aydınlatır. Anubis, Asa ile de özdeştir. Firavunların ellerinde
tutarlarken betimlenen asa, Anubis asasıdır. Bu asa, tanrısal gücün ve hâkimiyetin bir ifadesidir.
Ölen insanın bedeninin mumyalanması, yeniden doğuş motifinin farklı ve tanrıbilim felsefesi
yönünden gelişmemiş bir ifadesidir. Yani ölmüş beden mumyalansa da bir daha kullanılmayacaktır.
Hunefer papirusundaki tasvirde insanlar için evrensel bir mesaj daha saklıdır. Der ki; “Vicdan
sahibi, ahlaklı, hak ehli temiz insanlar korkmasın! Hayvansal tutkularına tutsak olmuş dünya ehli şer
insanlar korksun!”
Evrensel ve çağdaş muhammedi felsefeye göre de Atatürk en büyük Müslüman aydındır.
Hatta bu gerçek bu kadarla da kalmaz; çünkü onun yaptığı hizmetlere bakıldığında Atatürk’ün
Müceddid-i İslâm, yani İslâm’ın yenileyicisi olduğu da çok açıktır. İslâm’ın yenileyicisi ne demek,
İslâm’a format atıp şekillendirmek midir? Hayır, evrensel İslâm yerinde ilk günkü gibi tertemiz
dururken onu yanlış idrak eden sığ, gelenekçi akıl ve bilim yoksunu bakış açısı ve düşüncelerinin
evrenselleştirilmesi, aklın ön plana çıkarılarak evrensel ve çağdaş boyutlarda bilimsel, uygar ve
yüksek mantıkla kullanılmasıdır.
Şu halde Türkiye Cumhuriyeti Devleti de temelinde bu evrensel ve çağdaş aydınlanma
felsefesi üzerine kurulmuştur.
Çağdaş dünyadan İslâm dünyasına bakanlar İslâm hakkında niçin olumlu görüşe sahip
değillerdir? Çünkü İslâm felsefesi içyüzünde, yani özünde evrenselken, inanırları nezdinde felsefi
yönden evrim geçirerek çağdaşlıkla evrenselleşememiştir.
İslâm denilen öğretinin evrensel değerini küresel cahillerin elinden kurtarmak her aklı
başında, kendini bilen, eli vicdanında olan gerçek Müslüman’ın her çağdaş insanın birinci görevidir.
Ateistlerin arasında öyle insanlar var ki din adı altındaki rezillikleri görüp böyle bir dine inanıp
bağlanmaktansa dinsiz olmayı tercih etmişlerdir ve bunda da tamamen haklıdırlar; çünkü gerçekte
böyle bir din tebliğ edilmemiştir. Rabb’in katında şekilciliğe, yozluğa, haksızlığa, cehalete, sapıklığa
asla yer yoktur, olamaz.
Fransızca’dan gelen entelektüel sözcüğü, evrensel ve çağdaş boyutta aklen ve ruhen
aydınlanarak başka insanları da aydınlatan insan olarak tanımlanır. Bu sözcüğün geliş kökeni Latince
intellectus olup, zekâ, anlama, anlayış, bilgi anlamında zihinsel işleyişleri ifade eder. Şu halde
evrensel idrak, aklın ve gerçeğin uyumudur diyebiliriz. Bu deyim Latince Adequatio intellectus et
dei’dir. Entelektüel kavramının içi, çağdaş ve evrensel kültür, bilgi, felsefe, deneyim, sevgi,
paylaşım, fedakârlık, öğrenme ve öğretme aşkı ile doludur. Tek boyutlu, yapay bir entelektüel
kavramı olamaz, çünkü böyle bir olgu çağdaş ve evrensel aydınlamanın felsefi ruhuna aykırıdır.
Entelektüellik tek taraflı, küresel olamaz. Tek taraflı küresel olursa bu durum iki gözü olanın
birini kapaması demektir. İki gözle gözlem yapmaktır bu, yani biri dünyaya/küreselliğe diğeri de
evrenselliğe açılımdır. Evrenselliğe açılım iki türlü olur, biri fizik diğeri de ruhsallıktır.
24
Fizik incelemede matematikle, ışınlarla, kimyayla, teleskopla, uydularla, bilimsellikle evreni,
varoluş kuramını inceler, üzerinde çalışırsın. Metafizik kuramda ise bu, kişisel ruh gelişimiyle olur.
Entelektüel, her yönden aydınlanmış, yani üstadlık yapabilecek konuma gelmiş insanlara
söylenen bir sıfattır. Üstad makamı Pitagoras inisiyasyonunda son aşamaya gelmiş kişilere verilen
unvandır. Bu sebeple mezun olduktan sonra toplumu her bakımdan aydınlatacak evrensel kişilerin
aldığı mürşit makamına denk kabul edilebilir.
Hakikate ait soyut bilginin gizli varlığı yaşanılırlıkla bilinç kazanılarak bilinebilir. Bu yüzden
dinde zorlama yoktur. Her insan, her türlü inancında serbesttir, ancak evrensel-tanrısal yasaya göre
hiçbir insanın cahil kalmaya, bu cahilliğini şekilci inancıyla birleştirip çağdaş aydın insanların
üzerinde şekilci bir baskıyla kendisinden yana kullanmaya kesinlikle hiçbir hakkı yoktur. İslâm
öğretisinin evrensel temeli laik yaşama dayanır. Buna göre inanç dışyüzünde şeklen, ruhtan yoksun
olarak değil, içte ruhen kalple yaşanır olmalıdır. Bu sebeple dinin adabı ve ahlakı, gizli ibadete
dayanır, adeta davul çalarak gösterişle yapılan yapay ibadete değil. Sözde ibadetlerin gösteriş içeren
yapay bir şekle dönüşmesi, suni objelerle putlaştırılması, özlük dinden uzaklaşılması, Erenler indinde
sapkınlık ve nefsen ahlaksızlık kabul edilir. Tanrısal bedel, ödetilmek için vardır...
9. BÖLÜM
ESKİ MISIR’DA VEZİR OLAN YUSUF’UN SIRRI Tevrat ve diğer rivayetlere göre çok eski çağlarda insanların ömürleri uzunken sonra
kısalması, tekâmülleri için daha çabuk dünyaya geri gelerek ruhsal bilinç kazanımlarının artması için
olabilir mi, yoksa uzunluğu hakkındaki rivayetler asılsız efsanelere mi dayanıyor? Fizik bedenin
ömrü iki yüz seneye uzatıldı diyelim, ruhsal yükseliş olmadıktan sonra fizik bir hayvan olarak sadece
dünyevi tutkularla dolu uzun bir yaşam insana ne kazandıracaktır?
Anubis’in kuransal sürümdeki diğer gizli ismi Mısır’a sultan olan Yusuf’tur. Yusuf suresi bu
tanrısal gücün simgesel bir açıklamasıdır. Mısır’dan kast edilen fizik bedendir. Bedendeki tanrısal
sultan Yusuf, yani vicdandır.
Ezeldeki Tanrı ile şimdiye kadar tüm anlarda hüküm süren Tanrı aynıdır, asla değişmez.
İnsanların tek Tanrıyı süreçte farklı isimlerle anmaları O’nu veya yapısını hiç değiştirebilir mi?
Hatırla! Musa, Tanrısına ismin ne diye sorduğunda ona ne demişti; “Ben, ben olan!” Ne isim var ne
de cisim. Tanrı kendine isim vermez ki. O’na isim veren, O’nun dışında, O’nu idrak edebildiği
kadarıyla anlayanların anlatım ifadeleridir, başka bir şey değil. İleride dini inançlardaki tanrısal
isimler, evrende mevcut enerjilerin, yeni bulunacak titreşimlere ait formüllerinin isimleri de olabilir.
Uzaylı denilen dünya dışı ileri varlıklarla tam temas gerçekleşince sadece teknoloji alanında değil,
tanrısallık kavramında da çok şey değişecektir. Hiçbir şey eskisi olmaz, olamayacaktır. Ancak
evrensel ve tanrısal yasa orijinalliğini kaybetmez, asla değişmeden, hiçbir değişikliğe de uğramadan
sürekli işleyişine devam eder.
Southampton Üniversitesi’nin planladığı bir araştırmada batılı bilim insanlarının bu konuda
1500 kişi üzerinde üç yıl süreli bir çalışma başlattıkları söylenmektedir. Bu araştırma ekibinin
başkanı olan Dr. Sam Parnia bu geçici ölüm anını tıbben kardiak arrest olarak belirtip, gerçekten ölen
ve geri gelmeyen insanlar da bu durumu yaşadıklarından, yaşanan deneyimlerin açıklığa
kavuşmasının ölüm sonrasına çok önemli bir ışık tutacağına işaret ettiğini söyler. Dr. Sam Parnia,
kardiak arrest sırasında ölümün üç ana kıstasının da oluştuğunu tespit etmiştir. Bu üç ana kıstas; kalp
atışları durduğunda, akciğer işlevini yitirirken, beyin de görevini sonlandırmaktadır. Dr. Parnia’ya
göre de ölüm, ani bir kesinti değil, bir süreçtir. Burada önemle belirtilmesi gereken husus, kardiak
arrest sürecini fizik beden yaşarken, kişinin, içinde saklı şeffaf bedenini fizik bedene bağlayan yaşam
kordonu kopmadan, kısacıkta olsa bu ruhsal deneyimi yaşamasıdır. Birçok insan bu ruhsal deneyimi
kardiak arrest sürecini yaşamadan da gerçekleştirmektedir.
Bir insan öldüğü zaman iç boyutta kendi titreşimine uygun olan bir titreşime çıkar. O titreşim
hemen hiç süre kaybetmeden onun hakkını verir. “Kuran’da Allah çok çabuk hesap görür” ayetinin
sırrıdır bu. Normal ölümler insanın tanrısal özünün, şeffaf bedenini de kendisiyle birlikte fizik
bedeninden dışarı çıkarmasıyla gerçekleşir.
25
Yaşanan ölümcül kazalar ise şeffaf bedeni buna zorlayan fiziki bir dayatmadır. İnsan bu anı,
O’nu bir an da olsa görerek yaşar. Ölüm anında çoğunlukla yukarıya dikilen hayret dolu gözler buna
işaret eder.
Pitagoras şöyle diyordu: “Hayvanlar insana, insanlar da Tanrıya akrabadır”.
Mevlâna da bu kadim bâtınî erenler felsefesine şöyle işaret eder: “Madenler nebatlar âlemine,
nebatlar âlemi alemi hayvanlar alemine, hayvanlar alemi de insanlık alemine şahlanıyor”.
Kişi ne kadar değişim geçirse de bunlarla birlikte bir bütün olarak ölür. Karması da
kazanımlarına göre sonraki yaşamını şekillendirecektir. Öldüğü son ana kadar toplanan eylemleri,
kişinin beraberinde özeti olarak taşıyacaklarından oluşur. Kişi tarafından taşınacaklar, öyle
kamyonlar dolusu yük değildir ki. Taşınacakların hepsi sadece titreşimlerden ibarettir. Bu
titreşimlere uygun formlar, onları emerler. Bu da onun kişisel dosyasına gelecek yaşamlarında monte
edilmek üzere kaydolur. Farklı bir örnek verirsem, bir insan 10, 15, 20, 30, 40 yaşlarında işlediği bir
suçu 70 yaşında ölürken hatırlıyorsa, tanrısal yasanın bu suçu unutması veya tanrısal yasada kaydının
olmaması söz konusu olabilir mi? Kişi kendi yaptıklarının kaydını stoklamış şahididir, kişinin asıl
kendisi yani özü, kendisini yargılayan yasadır.
10. BÖLÜM
YENİDEN DOĞUŞ – BEDENLENMEK – RUHGÖÇÜ – BEKTAŞİLİĞİN
EVRENSEL FELSEFESİ – ENEL HAKK Enkarne olmak, Fransızca enkarnasyondan (incarnation) gelir ki fizik bedene bürünmek,
bedenlenmek anlamındadır.
Reenkarnasyon (réincarnation) ise Fransızca bir sözcük olup; yeni bir beden ile yeniden
dünyaya gelmek, yeniden bedenlenmek olarak tarif edilir. Yeniden doğuş için yeni bir bedene ihtiyaç
vardır. İlk enkarne olmanın ondan sonraki tekrar bedenlenerek gelişlerine reenkarne olmak, diğer
adıyla reenkarnasyon )yeniden doğuş) terimiyle işaret edilir. Yeniden doğuş veya bedenlenme sufizm
ve Bektaşi öğretisinde devre girmek, devir, devriye deyimleriyle ifade edilir.
Yaptığımız olumlu veya olumsuz tüm eylemlerimizle bugünkü kendimizi yarınki kendimize
dönüştürerek taşıyoruz. Her gelişimizde fizik kimliklerimiz değişecek, ancak hepsinin içindeki biz,
şeffaf kimlik, yani bilinç kimliği olarak aynı kalacağız. Tanrısal kısas, karma ve yeniden doğuş
yasasına bağlı olarak işlev görmektedir.
Bedenin ırkı ve ölçüleri değişebilir; ama içte saklı olan bilincimiz, yani ruhsal kimliğimiz
değişmez. Çünkü kimlik, sadece isim ve soyadından ibaret değildir. O, içerisinde bulunan
bilincimizle değer kazanır. İşte bu, insanın önceki hayatlarından kazandığı titreşimleri yansıtan
aynasıdır. Yeryüzünde doğan tek bir insan yoktur ki doğarken kendi ismini kendisi koymuş olsun.
Bu gerçek de ölüm yasası gibi istisnasız olarak herkese işleyen bir karma kanunudur. Bu yasanın
işlerliği bile en başta bize yeniden doğuş (reenkarnasyon) yasasının varlığını kanıtlamaktadır.
Apaçık ayetlere göre tekrar bedenlenmenin yanında tenasüh (metempsychosis) adı altında
toplanan Nash, Mash, Rash ve Fash da vardır. Nash insana, mash hayvana, rash bitkilere ve fash da
madenlere düşüşe işaret eder. Bunların hepsinin işlevleri farklıdır ve genel işleyişine tenasüh
(metempsychosis) altında işaret edilir.
Tenasüh veya tenasuh sözcüğü, neshten gelmektedir. Arapça bir kelime olan nesh kelimesi,
fesih, lağvetme, kaldırma ve hükümsüz bırakma anlamına gelir. Bundan hareketle de nesh kökünden
gelen tenasüh, ruhgöçü, ruh sıçraması, ruhun bir cisimden ötekine, bazen de insandan hayvana ve
hayvandan insana geçmesi inancıdır. Tenasüh deyimi genelde tekrar bedenlenme kavramına paralel ruhgöçü olarak kullanılır. Ruhun bir varlıktan başka bir varlığa geçişini ifade eder. Yeniden doğuş
felsefesine göre fizik varlık ölümlü, onun ruhu ölümsüzdür. Yeniden doğuş kavramında ruh,
insandan insana geçmez, yani başka bir insan varlığına girmez. Kişisel ruh (can), aynı şeffaf yapı
veya kimliğe sahip olarak yeni bir fizik bedenin içine yeni bir fizik kimlikle girer. Tenasühün nash
tanımı dışında, üç alt tanımı kişisel ruhun, hayvan, bitki ve madenlere de geçtiğini varsayar.
26
Tanrının kendi gibi başka bir Tanrı yaratmaya gücü yoktur; ama ayetlerin işaret ettiği
hakedişe ve liyakate göre yarattıklarının şekillerini, sıfatlarını, form değişikliğinden dolayı da
isimlerini evrensel yasa ile değiştirmeye gücü vardır. Değişen veya Tanrı tarafından yasayla
değiştirilen her şey, enerjinin işleyişi ile büründüğü suretlerin formlarıdır. Bu evrensel güce kimi
insanlar genel olarak doğanın gücü diyorlar. Tanrı, doğanın içinde saklıdır ve doğanın, onu çeşitli
katmanlarla canlı ve değişir kılan ruhudur. Tüm dinlerin tanrısal özü Tanrı katında tek hakikat olarak
mevcuttur. Orada tüm insanlar dünya dinleri ne olursa olsun birdir.
Yeniden bedenlenme konusuna tekrar döndüğümüzde bu konu hakkında Kuran’daki en
büyük delil şu ayettir: “(Ey Muhammet!) De ki: “Rabb’im! Beni, gireceğim yere doğrulukla sok,
çıkacağım yerden de doğrulukla çıkar. Katından bana yardımcı bir sultan ver!” Burada zikredilen
giriş ve çıkışın ilgisi ve işareti tamamen bedenle, yani bir bedene girme (bedenlenme) ve o bedeni
terk etmekle ilgilidir.
İsa Mesih, Tanrı Yasası’na işaretle: “neyle ölçtüysen onunla ölçüleceksin”, “Kılıçla ölçen
onunla ölçülecek” demektedir.
Yaşam zaten çok uzun değil, yel gibi geçip gidiyor, nasılsa yüzlerce kez daha gelip
gideceksiniz. Elbette çalışmalarınızın karşılığı olarak önünüzdeki yaşamlarınızda kişisel keşifleriniz
olacaktır. Bu işin sırrı da, anahtarı da tüm dünyevi tutkulardan sıyrılıp, arınmış bir kalple, yılmadan,
yorulmadan, istekle, pozitif eylemlerde bulunarak çalışmaya devam etmektir. Hz. Muhammet buna
işaretle “beşikten mezara kadar ilim öğrenin” demektedir.
İnsan fizik bedenini, eskiyen elbisesi gibi kaybeder; ancak elbiseyi giyen bedeni aynıdır,
değişmez. Yani değişmeden aynı kalan, son yaşamında kalıcı olarak sahip olduğu kişisel
titreşimlerdir. Her insan bir sonraki yaşamına kazandığı bu titreşimlerle kaldığı yerden tekrar
tekâmül yoluna devam eder.
Hz. Muhammet miracını soranlara (süptil) Ay’da Âdem’i, yani Kabalistik deyişle Adam
Kadmon veya Elohim olan Yehova’yı gördüğünü söylemiştir. Özellikle de 71. ayette anlatılmak
istenen gerçeğe göre cennetin yolu cehennemden geçmektedir. Bu bölge tanrısal bir filtredir. Bektaşi
düşünürlerinden Sn. Uluğ Kızılkeçili de bu durumu 1978 yılında çıkardığı Tanrının Arabacıları isimli
eserinde “Cehennem cennete dikilmiş bir korkuluktur, hayvanlar girmesin diye” şeklinde özdeyiş
olarak yorumlar. Ölünce hemen cennete gideceğini umanlar “Bu Rabbinin katında kesinleşmiş bir
hükümdür” ayetinde önce cehennemi ziyaret edecekler, o bölgeyi gördükten sonra liyakatlerine göre
hak ettikleri yere sevk olacaklardır.
Hermetik bilge Pitagoras aldığı öğreti ve kazandığı tanrısal titreşimlerle böylece Antik Çağ
bilgeliğinin, tanrısal bilginin zirvesine yükselmiştir. Aklı, yani akla etki eden hayvansal tutkuları
terbiyeden sonra, şimdi hepsinden güç olan iradenin terbiyesine, yani hakikati kendi varlığımızın
derinliklerine kadar sindirerek günlük hayatımızda uygulamak (tatbik etmek) işine geliyor.
Bunu sağlamak için; Pitagoras’a göre kendi içinde üç aşamalı tekamül gerekir:
- Akılda doğruluk tahakkuk ettirmek!
Fakire göre bâtınî yorumu: “Kalben, fuadından düşünmek”
- Ruhtaki fazileti tahakkuk ettirmek!
Fakire göre bâtınî yorumu: “Kalpten özle, Ruhla irtibata geçmek”
- Bedende temizliği tahakkuk ettirmek!
Fakire göre bâtınî yorumu: “Çakraların birlikte düzenli çalışması”
Pitagoras, hayvansal tutkuların terbiyesi için besin alımında vejeteryan uygulamadan yanadır.
Bu sebeple öğrencilerinin etten uzak durmalarını isterdi. Eskiler bunu pisagorcu beslenme olarak
ifade ederlerdi. Protein gücü biriktiğinde, fazlası insanda cinsel enerjiye dönüşür. Neticede zayıf ve
hayvansal nefsine düşkün insanlarda baştan çıkarıcı güdüyle şehvete düşkünlük başlar.
Bu durum kişiyi her bakımdan zayıflatarak tanrısal arınmayla ruhsal basamakların çıkılmasını
engeller. Ancak Pitagoras evliliğe karşı değildir, kendisinin de ruhsal liyakat sahibi olduktan sonra
ileri yaşlarda evlenerek çocuk sahibi olduğu bilinmektedir.
27
Kulağı olan duyar, gözü olan görür, aklı olan düşünür, kalbi olan vicdanını dinler.
Pitagoras’ın felsefesine göre de evlilik, özellikle tek eşli ve çiftler arasındaki disiplinli bir
cinsel yaşam, tanrısal arınma bakımından çok önemlidir. Nesiller ilerleyen süreçte daha da artan
ahlâk ve kültür kaybı erozyonu karşısında iyice bozularak tarih sahnesinden çeşitli felaketlerle
siliniyorlar. Öyle bir çağda yaşıyoruz ki özellikle evrensel kültür bakımından aklen ve kalben
gelişememiş ikinci, üçüncü ve dördüncü sınıf toplumlarda insanlar parasal güçleriyle her şeyin sahibi
olduklarını sanıyorlar. Ne kadar acı, ne kadar korkunç bir yanılgı...
Hermetik Bilge Pitagoras, şarap içmekten yana da değildir. Ona göre şarap, zayıf kişilerde
aklı bulandırıp eylemlerinde kontrolünü kaybetmesine yol açacağı için içilmemeliydi. Burada şu
gerçeğe de işaret etmek durumundayım, elimizdeki bilgilere göre Esseni okulundan olan Vaftizci
Aziz Yahya peygamber de ne şarap içerdi ne de evlenmiştir. O, ruhsal liyakat için tam perhiz
yapmıştır.
Tevrat’a göre Nuh nebi, İncil’e göre de İsa Mesih şarap içerdi. Da Vinci’nin Son Yemek
isimli tablosunda da bu Kutsal Kâse figürüyle Mecdelli Meryem’le birlikte işlenmektedir. Yani hem
şarabi kutsal kâse, hem madami kutsal kâse! İsa’nın Mecdelli Meryem ile evlenip evlenmediği ise
halen gizini koruyan tartışmalı bir konudur. İsa’nın evlendiği kadını resmi Katolik öğretisi Kutsal
Fahişe, Mecdelli Meryem olarak kabul ediyor şeklindeki aktarımları da düşünürsek, İsa’nın Vaftizci
Yahya gibi perhiz yapmadığı sorusunu da beraberinde getiriyor.
İsteyen içer, isteyen içmez, Kuran bu ve diğer tüm konularda insanlara, inananlara hiçbir
zorlama yapılmamasına işaret eder; “Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklıktan ayırt
edilmiştir”. 9
Hz. Muhammet Mustafa’nın işaret ettiği en büyük savaş, bu içyüzdeki vicdan-nefs
çarpışmasıdır. Asıl yapılması gereken cihat da budur saten, taşı toprağı fethetmek değil. Bu savaşta
kişinin süngüsü çağdaş akıl, bilgi ve ilimdir. Cahillik vicdanı karartır (perdeler), akıl, bilgi ve ilim
aydınlatır. Bunu daha farklı açarak söyleyeyim. Cehalet ve bencil arzular, anahata çakranın
açılmasını engeller. Vicdan, akıl, bilgi, ilim ve ahlâk, çakraların işlevine kavuşmasını sağlayarak
üçüncü gözün açılmasına sebep olur.
Tanrıyı kendi değil, insanlar bilgiyle ruhen yaşatır, cahiller de öldürür.
11. BÖLÜM
ZEN FELSEFİ ÖĞRETİSİ Çok eski bir Hint efsanesine göre, bir zamanlar bütün insanlar birer tanrıymışlar, ama
tanrılıklarını o kadar kötüye kullanmışlar ki, Tanrıların başı Brahma onların elinden tanrısal güçlerini
alıp, hiç bulamayacakları bir yere gizlemeye karar vermiş, böylece bütün sorun gizli bir yer bulmak
olmuş. Bir çözüm bulmak için toplanan küçük Tanrılar konseyi şunu teklif etmişler:
“- İnsanın tanrısal gücünü toprağa gömelim!”
Brahma: “- Olmaz, insanoğlu toprağı kazıp onu bulabilir” demiş!
“- Öyleyse onu okyanusların en derinine atalım!”
Brahma gene “- Olmaz” demiş!
“- Çünkü er geç insanoğlu bütün okyanusların dibini araştıracak ve kuşkusuz bir gün onu
bulup çıkaracak!”
Küçük Tanrılar: “- O zaman onu gizleyecek bir yer bilemiyoruz”
“- Çünkü yeryüzünde ya da denizin içinde insanoğlunun günün birinde erişemeyeceği bir yer
yok gibi!”
Brahma: “- Bakın ne yapalım. İnsanın tanrısal gücünü kendi varlığının en derinliğine
gizleyeyim; çünkü insanın aramayı akıl edemeyeceği tek yer orasıdır!”
Ve efsane şöyle biter; “Ta o zamandan beri insanoğlu, kendi içinde olan bir şeyi bulmak için,
dünyanın çevresini dolaşmış, tırmanmış, dalmış, kazmış, arayıp durmuş”.
Evet canlar! Halen de öyle değil mi?
9 Bakara 256
28
İnsanın içinde saklanan ilahi gücü, özü olarak: “- Aslında ben senin içindeyim, beni bulman
için sana her işinde doğru olanı yapman için yap, yapma diye kalbinden vicdan sesi olarak sessizce
sana seslenmekteyim; din, beni dinleyip dediğimi yapmandır” demektedir.
İlim ve bilgi evrenseldir, bizler Tanrıya giden birçok yolun olduğunu biliyoruz. Kendi
yolumuzda ilerlerken bütün fikirlere ve bilgilere açık olmamız gerekir ki, hepsinde ayrı bir incelik,
ayrı bir fikir, ayrı bir tanrısal duygu vardır. Bunları harmanlayıp özünü almamız bize birçok
hikmetler kazandıracaktır. Eskiler, “Fikir fikri açar”, “El elden üstündür” derler O’na kadar.
Melamilik’de de bir görüş vardır: “Ey yolcu! Yanlış yola gitme! Tanrıyı dünya ve cennette
arama, Tanrı yolu gönüldür, Tanrıya gönülden daha yakın yoktur, gönül Tanrı nurundan bir
kıvılcımdır!” “El aday! Bil ki yol gönüldür, yolcu sensin, gitmek kendine bağlıdır!”
Dikkat eder ve incelersek bütün tanrısal öğretilerde: “Tanrı ile gönülde, nefsi terbiye ederek
birleşme vardır, çünkü gönülden kast edilen kalbimizde bulunan özümüzdür!”
Ey insan! Yüzünü, tüm çağlardaki en derin diri tanrısal kitap olan kendi ruhuna çevir!
Evrensel ve çağdaş olarak tüm boyutlardan özünü oku! Rabb’in olan vicdanını dinle! Nefsinden
gelen vesveselerini sustur! Gerçeklere uyan...
SON SÖZ Evrensel ve çağdaş bilgi, insanlığın karanlık yolunu aydınlatan ışıktır. Fizik planda en temel
tanrısal unsur, bizzat doğası gereği Tanrı yasası tarafından insanın kullanımına verilmiş düşüncedir.
Akıl, yeryüzündeki en büyük hikmettir ta ki tanrısal ruhunu, yani kalbindeki özünü bulasıya kadar.
Kişi, ona vicdanından seslenen özünü bulduğunda; o zaman en büyük hikmeti tanrısal ruhunun
evrensel aklı olacaktır. Bu sebeple tüm inançların değişmez temelli temeli vicdandır.
Şimdi öyle bir çağa geldik ki, vicdanlar susmuş, nefsanî tutkuların üzerine sözde demokrasi,
din, iman ve inanç kılıfı geçirilip dünya çıkarları için baş tacı edilerek tüm tanrısal ve insani değerler
ayaklar altına alınmıştır.
ATATÜRK! Hıristiyan ve Yahudiler kurtarıcı kral, Mesih’i beklerken! O hazret, Anadolu
insanına, Türk Ulusu’na nasip olmuş, ama değeri çok acıdır ki cehalet, politik ve dünyevi çıkarlar
yüzünden bilinememiş siyasi kurtarıcı, yani Siyasi Mesih’tir.
Mustafa Kemal Atatürk’ün bıraktığı en büyük manevi miras, evrensel ve çağdaş aydınlanma
yolunda bilgiyle yenilenerek ilerlemektir. Bu miras, şayet okunması bilinirse Kuran’ın en temel
öğretisi olan evrensel ve çağdaş olmakla örtüşür. Bu miras sadece dünyevi yaşamla sınırlanamaz,
ruhsal gelişimin de temeli evrensel ve çağdaş bilgiye dayanır ki, buna tanrısal gelişim denir. Bunun
en açık örneğini doğada buluruz, cahil insanların aklı geriye gider, gericilikte kalırken zaman neden
geriye değil de ileriye doğru işliyor? Zamanı ileriye işleten nedir? Tanrı! Şu halde Tanrı gerici değil,
çağdaş, evrensel ve ilericidir!
Ateist bir bilim insanının çalışması karşılığında bularak insanlığa hizmet olarak sunduğu bir
ilacı, inançlı bir insanın kullanması helal midir, haram mı? Başka dine mensup birinin elinden
kesilmiş eti yemeyen, onlara insan gözüyle bakmayan, komşu olarak dahi oturmayı kabul etmeyen
insanlar, nasıl oluyor da bir ateistin bulduğu ilacı kullanabiliyorlar? Bu ilaçların neredeyse
tamamının Müslüman olmayan bilim insanları hatta özellikle de ateist görüşte olanlar tarafından
bulunması tanrısal bakımdan nasıl izah edilebilir? Tanrı her insana eşit mesafede değil midir?
Hz. Muhammet ne güzel ifade etmiş: “Her şey bir şeydir, ama cahil hiçbir şey!” Gençlerimiz
din adı altında sapkın zırvalarla çeşitli yerlerde zehirlenirken, zehirleyenleri destekleyip sırtlarını
sıvazlayıp, ellerini öpüyorlar! İsa Mesih’in deyişi ile onlar halen kaktüslerden sanal incir toplamaya devam etsinler.
Yüce Kuran, şayet okunması bilinirse her çağda geçerli, çağdaş ilerici evrensel hükümleri
içerir, hem de en uygar hak ve adalet üzere.
Tarih boyunca gerek mistik bilgeler, gerekse tüm peygamberler tarafından öğretilmeye
çalışılan tek tanrısal ahlâk, nefse değil, vicdana dayanan eylemleri içeren şekilcilikten uzak, içyüzde
ahlaklı bir yaşamdır. Tanrısal aydınlanma, evrensel hak ve adalet her çağda kazanmıştır, bu ve
bundan sonraki çağlarda da kazanacaktır.
KAYNAKÇA: Hermetik Bilge PİTAGORAS-Tanrıbilim ve Yeniden Doğuş
Felsefesi-Malik İlyas TANRIBAĞI (Birinci Basım: Ocak 2010-2010 Hermes Yayınları)