47
www.somuncubaba.net AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 203 • EYLÜL 2017 • Fiyatı: 10 TL 00203 Adalet ve Takva Abidesi Ömer Bin Abdülaziz Beşiktaşlı Yahyâ Efendi ve İki Osmanlı Padişahı Kitap Okumanın Önemi Beşiktaşlı Yahyâ Efendi Kadir ÖZKÖSE Resul KESENCELİ M. Arif YÜKSEL Muammer YILMAZ

Kadir ÖZKÖSE - Somuncu Baba Dergisi · kullandığı yanlış bir telaffuz olarak ‘Heyamola’ya dönüşmüş. Günümüzde de bazı balıkçılar motorlarıyla kıyıya Günümüzde

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: Kadir ÖZKÖSE - Somuncu Baba Dergisi · kullandığı yanlış bir telaffuz olarak ‘Heyamola’ya dönüşmüş. Günümüzde de bazı balıkçılar motorlarıyla kıyıya Günümüzde

www.somuncubaba.net

AYLIK

İLİM K

ÜLTÜ

R V

E EDEB

İYAT DER

GİSİ

AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 203 • EYLÜL 2017 • Fiyatı: 10 TL

203

0 0 2 0 3

Adalet ve Takva Abidesi Ömer Bin Abdülaziz

Beşiktaşlı Yahyâ Efendi ve İki Osmanlı Padişahı

KitapOkumanınÖnemi

BeşiktaşlıYahyâ Efendi

Kadir ÖZKÖSE

Resul KESENCELİ

M. Arif YÜKSEL

Muammer YILMAZ

Page 2: Kadir ÖZKÖSE - Somuncu Baba Dergisi · kullandığı yanlış bir telaffuz olarak ‘Heyamola’ya dönüşmüş. Günümüzde de bazı balıkçılar motorlarıyla kıyıya Günümüzde

basyazı Bekir AYDOĞAN

Denizcilerin Piri: Beşiktaşlı Şeyh Yayha Efendi (k.s.)

“Denizcilerin Piri” olarak tanınan maneviyat önderi Şeyh Yahyâ Efendi’nin külliyesi deniz seferine çıkmadan önce Osmanlı Donanması tarafından önce Boğaz’da Ortaköy kıyısına yanaşılarak ziyaret edilirmiş. Tüm müret-tebat güvertede, dikkatle karşılarındaki tepeye bakarak, huşu içinde bekleyen askerlerin “Ey ya molla!” çağrısı Boğaz’daki sessizliği bozarmış. Yeşillikler arasındaki tepede denizcilerin piri olarak adlandırılan manevi önder belirip, ellerini havaya kaldırıp Osmanlı Donanması’nın savaştan zaferle dönmesini Allah’tan niyaz edermiş. Do-nanma askerlerinin her bir ferdi de yüksek sesle “Âmin!” derlermiş. Akdeniz’e doğru yol alırlarmış. Bu manevî önderin duası alınmadan ne Osmanlı Donanması sefere, ne de İstanbul’un balıkçıları ava çıkmazlarmış. Bu Os-manlı geleneği manevî önderin vefatının ardından da yıllarca sürdürülmüş. “Ey ya molla!” sözü ise denizcilerin kullandığı yanlış bir telaffuz olarak ‘Heyamola’ya dönüşmüş. Günümüzde de bazı balıkçılar motorlarıyla kıyıya yaklaşıp tepedeki kabrine doğru dönerek ruhuna Fatiha okuyor, bazı kaptanlar ise Fatiha okumadan Boğaz’dan geçmiyorlar. ‘Denizcilerin Piri’ olarak adlandırılan bu manevî önder ise Şeyh Yahyâ Efendi’den (1495-1570) başkası değil. Günümüzde de Şeyh Yahyâ Efendi’nin Boğaz’ı ve denizcileri koruduğuna inanılıyor. Şeyh Yahyâ Efendi’nin türbesi, Beşiktaş’ta Yıldız Parkı’nın yanında, Çırağan Sarayı’nın karşısında Boğaz’a nazır Yahya Efendi Camii’nde bulunuyor.

Beşiktaş’ta Küçük Mecidiye Camii’nin sol tarafındaki Yahyâ Efendi Tekke ve Camii bizzat kendisi tarafından 1538 yılında yaptırılmıştır. Yahyâ Efendi’nin kendi imkânları ile satın aldığı geniş arazi, bugünkü tekke arsasının yanı sıra, daha sonra Çırağan ve Yıldız Saraylarının arazilerine katılan birer bölümü, ayrıca Yüksek Denizcilik Okulu’nun arsasını da içine almakta, Yıldız Tepesi’nden Boğaziçi kıyısına kadar kesintisiz uzanmaktaydı. Bu me-yanda 18. yy başlarında bugünkü Yüksek Denizcilik Okulu ile eski Beşiktaş Stadı’nın bulunduğu yerde Yahyâ Efendi Vakfı’na ait yedi gözlü kayıkhane, bahçeler, havuz, bahçıvan odaları, ev, ekmekçi, kulluk, ayazma-çeşme-nin var olduğu bilinmektedir. Yahyâ Efendi ömrünün sonuna kadar mücahede ve ibadetle vakit geçirmiş, 1570 senesi Zilhicce’sinde Kurban Bayramı gecesinde 78 yaşında iken Beşiktaş’daki dergâhında ebedi âleme irtihal etmiştir. Yahyâ Efendi’nin vefatına “İrtihal eyledi kutbu’l ulema!” terkibiyle tarih düşürülmüştür. Cenaze nama-zını, bayram namazının ardından Süleymaniye Camii’nde devrin Şeyhülislamı olan Ebussuud Efendi kıldırmıştır. Cenaze Süleymaniye’den Beşiktaş’a getirilerek, hayatta iken kendisi tarafından yaptırılmış olan ebedi istirahat-gahı olan bugünkü türbesine defnedilmiştir. Yahyâ Efendi’nin, mescid-tevhidhâne, medrese, hamam, çeşme ve çeşitli evlerden oluşan bir külliyesi, vefatını müteakip II. Selim’in emriyle Mimar Sinan’a tarafından genişletme ve yeni baştan inşa edilme suretiyle bir de Şeyh için türbe yaptırılmıştır. Kaptan-ı Derya ve Vezir-i a’zam Ceza-yirli Gazi Hasan Paşa 1191/1777’de tekkenin içine bir çeşme yaptırmıştır. Daha sonra Sultan II. Abdülhamid döneminde tekkenin onarımlar geçirdiği tarihi kayıtlarda mevcuttur. Yine II. Abdülhamid tarafından 1906’da tekke girişinin sağ tarafına Hamidiye Çeşmesi yaptırılmıştır. Tekkelerin 1925 yılında kapatılmasını müteakip cami-tevhidhânesi cami olarak kullanılmaya başlanmış, bu fonksiyonu günümüze kadar sürdürmektedir.

The Patriarch (Pir) of the Sailors: Sheikh Yahya Efendi from Beşiktaş

The complex of Yahya Efendi, who was known as the patriarch (pir) of sailors, was always visited by the Ottoman Fleet in Ortaköy before the marine expedition. Today it is still believed that Sheikh Yahya Efendi protects the Bosporous and the Sea. His tomb is in Yahya Efendi Mosque in Beşiktaş, near the Yıldız Park, opposite the Çırağan Palace. Yahya Efendi spent all his life with worship and mücahede (fight with the nefs) and at the age of 78, he passed away in Zilhicce, in lunar calender, at the night of Feast of Sacrifice in 1570.

eylül

/201

7

somuncubaba somuncubaba2 1

Helal KazançKalbe Şifa

Halide YENEN

Ümmü Haram (r.anhâ)

N. Nida DURAN

Helal Haram DuyarlılığıSümeyye Büşra YILDIZ

Okul KorkusununNedeni BağımlıKişilik mi?

M. Emin KARABACAK

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı - VİSAN İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No: 71 (44700) Darende / MALATYATel: (422) 615 15 00 - Faks: (422) 615 28 79

www.somuncubaba.net

Aile Eki

ÇIKTI

444 36 61(0422) 615 15 54(0546) 544 60 44

Page 3: Kadir ÖZKÖSE - Somuncu Baba Dergisi · kullandığı yanlış bir telaffuz olarak ‘Heyamola’ya dönüşmüş. Günümüzde de bazı balıkçılar motorlarıyla kıyıya Günümüzde

444 36 61(0422) 615 15 54(0546) 544 60 44

ABONE İLETİŞİM HATTI

KurucusuA. Şemsettin ATEŞ

Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803

Yıl: 24 Sayı: 203 - Eylül 2017

Basım Tarihi: 01 Eylül 2017

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adınaİmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın YönetmeniBekir AYDOĞAN

Sorumlu Yazı İşleri MüdürüM. Hulusi ERDEMİR

Yayın EditörleriM. Nazmi DEĞİRMENCİ

Musa TEKTAŞ

Yönetim Yeri-Basım-Yayım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesiZaviye Mahallesi Hacı Hulûsi Efendi Caddesi No: 71

44700, Darende / MALATYA

Tel: (0422) 615 15 54 • Faks: (0422) 615 28 79

www.somuncubaba.net • [email protected]

Yapım

www.grafiturk.com.tr

Genel Sanat YönetmeniSerkan ÖZTÜRK

Baskı ve Üretimİhlas Gazetecilik A.Ş.

Merkez Mah. 29 Ekim Cad. No: 11A /41

Yenibosna/İSTANBUL - Tel: 0 (212) 454 30 00

Yayın KuruluProf. Dr. Nihat ÖZTOPRAK / Prof. Dr. Ali YILMAZProf. Dr. Sebahat DENİZ / Prof. Dr. Bilal KEMİKLİProf. Dr. Abdullah KAHRAMAN / Prof. Dr. Ali AKPINAR

Danışma KuruluProf. Dr. Mehmet AKKUŞ / Prof. Dr. Mehmet SOYSALDIProf. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL / Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSEProf. Dr. Mahmut YEŞİL / Prof. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK

Kurum Abone : 180 Yurtdışı 1 Yıllık Abone : 72 EURO Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068Ziraat Bankası : TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01Vakıf Bank : TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58

Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız.

Somuncu Baba Dergisi’nin içeriğinde bulunan yazılar ile ilgili çıkabilecek olan hatalı bilgilerden dolayı dergi herhangi bir sorumluluk kabul etmemektedir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına ilanların sorumluluğu ise reklam verenlere aittir. Dergimizde bulunan fotoğrafların ve görsellerin kullanılması ve kopyalanması yasaktır. Yazılar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir. Somuncu Baba Dergisi’nin bütün telif hakları VİSAN İktisadi İşletmesi’ne aittir.

İÇİNDEKİLER

Ashâb-ı Kehf’in Köpeği: KıtmîrAli AKPINAR

Hayat düsturumuz Kur’ân, yakın hayattan örnekler verirken köpekten de bahseder. Çünkü insanlar, çeşitli özellikleriyle köpeği tanıdıkları için onun üzerinden verilen örnekleri daha iyi anlayacaklardır.

M. Nihat MALKOÇ

Kanûnî Sultan Süleyman’ın Sütkardeşi:Şeyh Yahyâ Efendi (k.s.)

Beşiktaşlı Yahyâ Efendi ‘Molla Şeyhzade’ ismiyle de anılmıştır. İstanbullu denizciler Boğaz’ın dört manevî bekçisi olduğuna inanırlar.

06

18

Enbiya YILDIRIM

Kâbe’nin Yanında Olmak,Kâbe’yi Gönülde Taşımak

Kâbe’nin etrafında namaza durduğunuzda, farklı ten rengine sahip bu insanlarla bir arada safa durursunuz.

Ashâb-ı Kehf’in Köpeği: Kıtmîr .........................................6

Ali AKPINAR

Seyyid Emir Külâl (k.s.) .......................................................10

Kadir ÖZKÖSE, H. İbrahim ŞİMŞEK

Takvâ ve Rızık İlişkisi ...........................................................14

Ramazan ALTINTAŞ

Kanûnî Sultan Süleyman’ın Sütkardeşi: Şeyh Yahyâ Efendi (k.s.) .....................................................18

M. Nihat MALKOÇ

İnsanoğlunu Hor Görmemek “Hoş Görebilmek” ..........24

Musa TEKTAŞ

Ey Yâ Molla Şeyh Yahyâ Efendi .........................................29

Halil GÖKKAYA

Beşiktaşlı Yahyâ Efendi (k.s.) .............................................30

Kadir ÖZKÖSE

Kâbe’nin Yanında Olmak, Kâbe’yi Gönülde Taşımak ....34

Enbiya YILDIRIM

Beşiktaşlı Yahyâ Efendi ve İki Osmanlı Padişahı...........38

Resul KESENCELİ

Zikirle Hayatı Anlamlı Kılmak ...........................................42

Fâtih ÇINAR

Adalet ve Takva Abidesi Ömer Bin Abdülaziz ................46

Muammer YILMAZ

Otomobil ve Hayat ..............................................................50

Bilal KEMİKLİ

Şükür Makamındaki “Şair” ................................................52

Mustafa ÖZÇELİK

Elhamdülillah .......................................................................54

Vedat Ali TOK

İzzet Allah’ın, Rasûlü’nün ve Mü’minlerindir .................58

Mustafa KARABACAK

Eşlerin Birbirlerine Karşı Üstünlük Taslamaları ...........62

Abdullah KAHRAMAN

Kıyam Yusuf Hakiki Baba Romanı ....................................66

Yusuf HALICI

Öğretmenler Neler Yapmalı?.. .........................................68

Ali ÖZKANLI

Özümde, “Köz” Oldu Hasretin Sen’in!.... .........................71

Rıfat ARAZ

Mehter’in Asırlara Mühür Vuran Zaferi.. ........................72

Mehmet Nuri YARDIM

Hüzün Mevsimi.. ..................................................................75

Bekir OĞUZBAŞARAN

Osmanlı’nın Avrupa’ya Gönderdiği Talebeler.. ..............76

İsmail ÇOLAK

Kitap Okumanın Önemi. ....................................................82

Mukadder Arif YÜKSEL

Değil.. .....................................................................................85

Celalettin KURT

Huzurun Diğer Adı Kanaat.. ..............................................86

Erol AFŞİN

Resul KESENCELİ

Beşiktaşlı Yahyâ Efendi ve İki Osmanlı Padişahı

Kanûnî Sultan Süleyman doğduğunda, ismi için Kur’an-ı Kerim açılmış ve “İnnehû min Süleyman” ayeti denk gelmişti.

Mustafa KARABACAK

İzzet Allah’ın, Rasûlü’nün ve Mü’minlerindir

34

38

48

Page 4: Kadir ÖZKÖSE - Somuncu Baba Dergisi · kullandığı yanlış bir telaffuz olarak ‘Heyamola’ya dönüşmüş. Günümüzde de bazı balıkçılar motorlarıyla kıyıya Günümüzde

Şeyh Hamid-i Velî Minberinden Hutbeler

Kırkaltıncı Hutbe

Muhterem Cemâat-i Müslimîn!

Cenâb-ı Hakk, büyük kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’de: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”

buyurmaktadır. Elbette bilenlerle bilmeyenler bir olmaz. İsterse küçük bir köyde, kasabada

veya bir şehirde bulunalım, hayâtımızın devamı müddetince edindiğimiz tecrübelerle de

anlıyoruz ki, okur yazar kişi ile bu ni’metten mahrum olan bir kimsenin hayât ve yaşayışı hiç-

bir zaman bir değildir. Hele günlük hayâtımızın nasıl geçtiğini, yaşamak için nelere muhtâc

olduğumuzu ve bunları sağlamak için faydalandığımız eşya ve araçları gözümüzün önüne

getirirsek, bunların meydâna gelmesinde ilmin, fennin, san’atın pek önemli yeri olduğunu

anlarız. İlim, fen ve san’at ise ancak okuma yazma ile elde edilir. Bu, ilköğretimle başlar.

İnsanlık âlemîni aydınlatmak ve ona muhtâc olduğu bilgi esâslarını öğretmekle görevlendi-

rilen âhir zaman nebîsi Hazret-i Peygamber (s.a.v.)’e Allah (c.c)’ın ilk emri de “Oku!” emri de-

ğil midir? Allah’ın yüce Peygamberine indirdiği kitabımızın her âyeti, her kelimesi binlerce

hikmet ve maslahatı, muhtevî olduğu halde, bunların en başında “Oku” emrinin bulunması,

bize okumanın önemini belirtmesi bakımından pek değerli bir irşâddır.

Okuma yazma bilmenin hayâtı önemini anlamayan, takdîr etmeyen bir kimse tasav-

vur edilemez. Dinimiz de erkek kadın her Müslümanın okuma yazma ve bilgi öğrenme-

sini farz kılmıştır. Bundan dolayıdır ki, Peygamberimiz Efendimiz: “Çocukların ebeveyni

üzerinde başlıca üç hakkı vardır.” buyuruyorlar. “Bunlardan birincisi, doğduğu zaman ona

güzel bir isim koyması; ikincisi tahsil çağma girer girmez okula gönderip bilgi öğretmesi;

üçüncüsü de çağı geldiği zaman onu evlendirip bir yuva sahibi yapmasıdır.” Anne ve baba-

ların çocuklarını ümitli ve verimli bir istikbâle kavuşturmaları ve mürüvvetini görmeleri,

onların eğitim ve öğretimine itina göstermeleri ile mümkün olur. Aksi takdirde, ne ken-

dileri için ne de millet ve memleket için onlardan yeterli bir vazîfe ve hizmet beklemeye

hakları olmaz. Terbiye ve tahsiline önem verilmeyen bir evlâddan, dünyâda bir fayda

göremeyen ana ve babalar âhirette de, cem’iyyete faydalı bir insan yetiştiremedikleri

için mes’ûl olacaklardır. Çocuğa verilecek iyi terbiye ve iyi alışkanlıklar da ana kuca-

ğından, aile ocağından başlar. Bu işte analara düşen vazifenin ne kadar önemli olduğu

aşikârdır. Bundan dolayıdır ki âlemlere rahmet olarak gönderilen Sevgili Peygambe-

rimiz, “Bilgi öğrenmek, erkek-kadın her Müslümana farzdır.” buyurmuşlardır. Hepimizin

bildiği gibi ana kucağından ve aile ocağından kazanılan iyi veya fena alışkanlıklar kolay

kolay terk edilemez, ömür boyunca sürüp giderler. Binâenaleyh; çocuklarımızın iyi me-

ziyet ve fazîlet sahibi olmaları annelerin bilgili, kültürlü olmalarına bağlıdır.

Bakınız Hazret-i Ali (r.a.)’nin şu sözleri de ne kadar yerindedir: “Çocuklarınızı kendi

yaşayacakları zaman için okutup hazırlayınız. Çünkü onlar sizin çağınızda yasamak için

değil, kendi çağlarında yaşamak için doğmuşlardır.”

Allah, hepimizi Kur’ân-ı Kerîm’in nuruyla aydınlanan, aydın kişiler zümresine ilhak

buyursun. Amîn.

Page 5: Kadir ÖZKÖSE - Somuncu Baba Dergisi · kullandığı yanlış bir telaffuz olarak ‘Heyamola’ya dönüşmüş. Günümüzde de bazı balıkçılar motorlarıyla kıyıya Günümüzde

Anılmaya Değer Hayvan;Ashâb-ı Kehf’in Köpeği: Kıtmîr

Kur’ân’da

“Hayat düsturumuz Kur’ân, yakın hayattan örnekler verirken köpekten de bahseder. Çünkü insanlar, çeşitli özellikleriyle köpeği tanıdıkları için onun üzerinden verilen örnekleri daha iyi anlayacaklardır. Köpek

denince akla, Ashâb-ı Kehf’i takip eden, onlarla beraber mağarada kalan ve kaynaklarımızda adının kıtmîr olduğu söylenen köpek gelir. Bu köpek, cennete

gireceği bildirilen hayvanlar içerisinde de sayılır.”

İLİM VE HAYAT Ali AKPINAR*

K urt familyasından olan köpeğin evcil-

leştirilmesi tarih öncesi çağlara kadar

uzanır. Pek çok eski mezarlıklarda insan

kemikleriyle köpek kemikleri birlikte bulunmuş-

tur. Bu da eskiden beri köpeğin insanla ne kadar

içli dışlı olduğunu gösterir. Koku alma duyusu

ön planda olan köpek, koruma, avcılık, polisiye

hizmetleri, kılavuzluk yapma, taşıma gibi pek

çok alanlarda insanın hizmetinde kullanılmıştır.

İslâm fıkhında, evlerde köpek bulundurma, kö-

pek salyası ve benzeri pek çok hususta konular

yer almıştır.

Hayat düsturumuz Kur’ân, yakın hayattan

örnekler verirken köpekten de bahseder. Çün-

kü insanlar, çeşitli özellikleriyle köpeği tanı-

dıkları için onun üzerinden verilen örnekleri

daha iyi anlayacaklardır. Köpek denince akla,

Ashâb-ı Kehf’i takip eden, onlarla beraber ma-

ğarada kalan ve kaynaklarımızda adının kıtmîr

olduğu söylenen köpek gelir. Bu köpek, cenne-

te gireceği bildirilen hayvanlar içerisinde de

sayılır.

“Mağara ehli uykuda iken sen onları uyanık sa-

nırdın. Biz onları sağa ve sola döndürürdük. On-

ların köpekleri, dirseklerini eşiğe uzatmıştı. Onları

görsen, için korkuyla dolar, geri dönüp kaçardın.”1

Kehf Sûresi’nde tam dört defa “köpekleri” ifade-

si ile bu vefakâr hayvana işaret edilir.

Kıtmîr kelimesi çekirdeği örten incecik zar-

kabuk anlamında bir âyette şöyle geçer: “Allah’ı

bırakıp taptıklarınız, bir çekirdek kabuğuna(veya

zarına) bile sahip değillerdir.”2 Dilimizde kıtmîr,

Ashâb-ı Kehf’in köpeği için kullanıldığı gibi, basit

değersiz şeyleri anlatmak için de kullanılmıştır.

Yüce Allah, kendi rızâsı için dünyalıklarını

terk ederek kıyâm edip bir mağaraya sığınan

Ashâb-ı Kehf’in peşine düşüp onları beklediği

için, onlarla beraber olduğu için Kıtmîr’i kita-

bında andı. Demek ki sâlihlerle beraber olmak

bu kadar önemli!

Ebu’l-Fadl Cevherî şöyle demiştir: Hayır eh-

lini seven, onların bereketine nâil olur. Görmez

misin, bir köpek Ashâb-ı Kehf’i sevdi, onları iz-

ledi, Yüce Allah onu Kitabında onlarla birlikte

andı. Bu bir köpek için böyle olursa, Allah’ın sev-

diği kimselerle beraber olanların mertebesi ne

olur bir düşünün! Nitekim Medine Mescidi’nin

kapısında Peygamberimize, “Kıyâmet ne za-

man kopacak?” diye soran sahabîye Efendimiz,

“Kıyâmete ne hazırladın?” diye karşılık vermiş.

O da, “Benim fazla bir şeyim yok, ama ben Allah

ve Rasûlü’nü seviyorum.” deyince Peygamberi-

miz şöyle buyurmuştur: “O halde sen, sevdiğinle

beraber olacaksın!”

Bu rivâyeti bize aktaran Hz. Enes, şunları

söyler: “Bizi, Müslüman olduktan sonra bu söz-

den daha fazla sevindiren bir başka söz olmamış-

tır. Gerçekten ben Allah’ı, Rasûl’ünü, Ebû Bekir’i

ve Ömer’i seviyorum. Onların amellerini işleye-

mesem de onlarla beraber olmayı umuyorum.”3

Ashâb-ı Kehf’in köpeği edebiyatımızda pek

çok şiire konu olmuştur. Birkaç örnek verecek

olursak:

Kıtmîrinim Ey Şâh-ı Rusül, kovma kapından/

Âsilere lütfun, yüce fermandır Efendim.

Ali Ulvi Kurucu

“Ebu’l-Fadl Cevherî şöyle demiştir: ‘Hayır ehlini seven, onların bereketine nâil olur. Görmez misin, bir köpek Ashâb-ı Kehf’i sevdi, onları izledi, Yüce Allah onu Kitabında onlarla birlikte andı. Bu bir köpek için böyle olursa, Allah’ın sevdiği kimselerle beraber olanların mertebesi ne olur bir düşünün!”

eylül

/201

7

somuncubaba somuncubaba6 7

Page 6: Kadir ÖZKÖSE - Somuncu Baba Dergisi · kullandığı yanlış bir telaffuz olarak ‘Heyamola’ya dönüşmüş. Günümüzde de bazı balıkçılar motorlarıyla kıyıya Günümüzde

Kıtmîr bir köpekti… Ashâb-ı kehf-in köpeği…

Ama Cennet’e gitti…

Kim olduğun kadar, kimlerle olduğunda önemli!

Necip Fazıl Kısakürek

Eğitilebilen Hayvan

“Size temiz olanlar helal kılındı; Allah’ın size

öğrettiği üzere alıştırıp yetiştirerek öğrettiğiniz

avcı hayvanların sizin için tuttuklarını yiyin ve

üzerine Allah’ın adını anın. Allah’tan sakının, doğ-

rusu Allah hesabı çabuk görür.”4

Âyette geçen “mükellebîn” kelimesi, “avcı

hayvanlar” demektir. Çoğunlukla av için köpek-

ler eğitilip yetiştirildiğinden, köpek anlamına

gelen “kelb” kelimesinden türetilmiş bu kelime

seçilmiştir. Âyet, av hükmünü açıklarken, hay-

vanların bile eğitilebileceğine de dikkat çekmek-

tedir. Hayvanlar bile eğitilebilirken, mahlûkatın

en şereflisi olan insanın eğitimden uzak kalması

düşünülemez. Hayvanların eğitilebileceğine şa-

hit olan insanın, kendi cinsini eğitme konusun-

da ihmalkâr ve ümitsiz olması düşünülemez.

En yırtıcı hayvan bile eğitimle, zararsız ve hatta

faydalı hale gelirse, eğitim sayesinde en azgın

insanlar niçin yola gelmesin! Eğitim sayesinde

köpek, diğer köpeklerden üstün olursa, eğitim

sayesinde insan hangi yüce mertebelere gelir!

Soluyan Köpek

Bir başka âyette de ilmi ile amel etmeyen

kimseler, soluyan köpeğe benzetilmiştir. Bu

benzetme ile ilimden asıl maksadın onunla

amel etmek olduğu, aksi takdirde sahip olunan

ilim yükünün insanı rezil konumlara düşürebile-

ceğine vurgu yapılmıştır:

“Onlara, şeytanın peşine taktığı ve kendisine

verdiğimiz âyetlerden sıyrılarak azgınlardan olan

kişinin olayını anlat. Dileseydik, onu âyetlerimizle

üstün kılardık; fakat o, dünyaya meyletti ve heve-

sine uydu. Durumu, üstüne varsan da, kendi haline

bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin duru-

mu gibidir. İşte âyetlerimizi yalan sayan kimselerin

hali böyledir. Sen onlara bu kıssayı anlat, belki üze-

rinde düşünürler. Âyetlerimizi yalan sayan, kendine

zulmeden toplum ne kötü bir misaldir!”5

Âyetlerde söz konusu edilen kişi Bel’am b.

Baura’dır. Bel’am, mübarek kıldığı mübarek

olan, lanetlediği lanetli olan ağzı duâlı bir kişidir.

Önceleri Hz. Mûsâ’ya inanmış olan bu bilge kişi,

daha sonra kavminin kendisini hediyelere boğ-

ması ve dünyalıklara gark olması üzerine Hz.

Mûsâ’ya başkaldırmış ve ona bedduâlar etmiş-

tir. Kavmine, kadınlarını süsleyip Hz. Mûsâ’nın

yanında savaşa giden askerlerin karşısına çı-

karmalarını tavsiye ederek bu şekilde pek çok

insanın yoldan çıkıp zinâya düşmesine sebep

olmuştur.

Âyetteki bu örnekleme ile Bel’am, kibir ve

hevâ-heveslere uyarak dünyevîleşmenin sem-

bolü olmuştur. Bel’am, ilminin hayrını görme-

menin adıdır. Bel’am, ilmiyle erdiği yüce ma-

kamları kaybedip rezil olmanın adıdır. Bile bile,

göz göre göre aşağılıklara yuvarlanmanın adı-

dır. Peygambere yakın gözde bir makamdan,

şeytana yakın konumlara düşmenin adıdır.

Yaratıkların en şereflisi olan bir insanın, so-

luyan köpeklere benzetilmesi basit bir şey de-

ğildir. Onun için diyoruz ki, kibir ve hevâsının

kurbanı olan herkes Bel’am’dır ve âyetlerde söz

konusu edilen kişidir. Bu nedenle insan, ilmine,

konumuna, variyetine, bir kısım meziyetlerine

güvenmemelidir. Zira insanlık tarihi, ilmiyle,

makâmıyla, variyetiyle, pek çok meziyetleriyle

kaybeden insan örnekleriyle doludur.

Böyle bir kimse, durmadan dinlenmeden

koşmuş yorulup bitkin düşmüş bir köpeğe ben-

zer. Bu köpek, bitkin bir şekilde dilini çıkarıp

soluyup durmaktadır. Hayvan, bütün koşturma-

larına rağmen hedefine ulaşamamış, ne susuz-

luğunu giderebileceği bir suya ulaşmış, ne de yi-

yeceği bir şeye ulaşmıştır. Çoğu zaman köpeğin

koşturmaları gayesiz, anlamsız ve sonuçsuzdur.

İlmiyle amel etmeyen kimsenin durumu da böy-

ledir, onunki de yorgunluk ve bitkinlik, sonuçta

bütün birikimlere rağmen gülünç durumlara

düşmektir.

Allah’ın âyetlerinden sıyrılıp şeytanın pe-

şine takılan kimse elbette bu durumlara müs-

tahak olacaktır. Oysa Allah’ın âyetleri insanın

râhuna, selim aklına, fıtratına, dünya ve âhiret

mutluluğuna uygun olandır. Şeytanın çağrıları

ise tamamen bunların aleyhine ve zararınadır.

Tabi ki dünyevileşen kimselerin bunu fark et-

mesi oldukça zordur. Dünyevîleşmek ilim sa-

hiplerini bile bu korkunç âkıbetlere düşürürse,

dünyevîleşen câhillerin durumu çok daha vahim

olacaktır!

Müslüman, ibret nazarıyla çevresine bakan,

gördüklerinden ders almasını, hikmetler/me-

sajlar çıkarmasını bilen kimsedir. Etrafımızda

gördüğümüz her köpek de bizlere bu âyetleri

hatırlatmalı ve bunlardan ders almalıyız. “Hay-

vanlarda da size ibretler vardır.”6, “Ders alın, ey

akıl sahipleri!”7

Dipnot* Prof. Dr. Ali AKPINAR

1. 18/Kehf, 18.2. 35/Fâtır, 13.3. 113; Müslim, Birr: 50; Ebû Dâvûd, Edeb: 113; Kurtubî,

Kehf 18.4. 5/Mâide, 4.5. 7/A’râf, 175-177.6. 16/Nahl, 66, 23/Mü’minûn, 21.7. 58/Haşr, 2.

“Allah’ın âyetlerinden sıyrılıp şeytanın peşine takılan kimse elbette bu durumlara müstahak olacaktır. Oysa Allah’ın âyetleri insanın râhuna, selim aklına, fıtratına, dünya ve âhiret mutluluğuna uygun olandır.”

eylül

/201

7

somuncubaba somuncubaba8 9

Page 7: Kadir ÖZKÖSE - Somuncu Baba Dergisi · kullandığı yanlış bir telaffuz olarak ‘Heyamola’ya dönüşmüş. Günümüzde de bazı balıkçılar motorlarıyla kıyıya Günümüzde

SeyyidEmir Külâl (k.s.)

Hat: Emre ÖZDEMİR

ALTIN SİLSİLE Kadir ÖZKÖSE* H. İbrahim ŞİMŞEK**

Peygamber neslinden geldiği için Seyyid ve

Emir, çömlekçilik yaptığı için de Külâl diye anı-

lan Emir Külâl (k.s.)’in gerçek adı bilinmemek-

tedir.1

Sâlih bir zât olan babası Emir Hamza,

Medine’den gelip Buhara’nın Efşene köyü-

ne yerleşmiştir. Yesevî şeyhlerinden ve dev-

rin meşhur velîlerinden Seyyid Ata’nın dostu

idi. Zamanın meşhur zâtları ile kalabalık bir

gurup hâlinde Efşene’den geçen Seyyid Ata,

Emir Hamza ile bu yolculuğu sırasında tanış-

mıştır. Bundan sonra Seyyid Ata’nın her ne za-

man oraya yolu düşse, önce doğrudan Seyyid

Hamza’nın evine gider, başkalarıyla daha sonra

görüşürdü. Yine bir defasında Efşene köyüne

uğramış ve Seyyid Hamza’nın yanına gelmiştir.

Bu gelişinde ona bir müjde verip; “Kardeşim!

Allah (c.c.) sana şanı pek yüce olacak bir evlat

verecek. Cihan, baştanbaşa onun hizmetine gi-

recektir. Bu çocuk doğduğu zaman ismini Emir

Külâl koy!” demiştir. Aradan yıllar geçmiş. Sey-

yid Hamza’nın bir oğlu olmuş. Seyyid Ata’nın

işareti üzerine ismini “Emir Külâl” koymuştur.

Emir Külâl (k.s.), seyyid-nesep ve asil bir

ailenin evladı olması sebebiyle mânevî bir

atmosferde yetişti. Hatta bazı menkıbelerde

onun daha ana karnındayken şüpheli yiye-

cekler konusunda annesini uyardığı nakledilir.

Menkıbeye göre annesi bu durumu şu şekilde

anlatmaktadır: “Ne zaman şüpheli bir şey yi-

yecek olsam, karnımı sancı tutardı. Hatta bu

sancı üç defa peş peşe tekrarlardı. Böylece ben

yediğimin şüpheli olduğunu anlar ve yediğimi

çıkarırdım. Bütün bunlar karnımda taşıdığım

çocuğun nuranîliği sebebiyle idi. Bu yüzden yi-

yeceklerime çok dikkat ederdim.”

Gürbüz bir yapıya sahip olan Emir Külâl

(k.s.)’in gençlik yıllarında güreş sporuyla meş-

gul olduğu rivayet edilir. Hatta onun gibi sey-

yid-nesep birine güreş gibi bir sporla meşgul

olmayı yakıştıramayan bir zâta ait şöyle bir

menkıbe nakledilir: Büyük bir kalabalık ara-

sında güreş tutan Emir Külâl (k.s.)’i seyre-

denlerden biri; “Peygamber soyundan gelen

biri nasıl olup da böyle bid’at sayılabilecek bir

işle meşgul olabiliyor?” diye gönlünden geçir-

miş. Hatırına bu düşünce gelince kendisini bir

uyku hâli bastırmış. Uykuya dalınca rüyasında

kıyametin koptuğunu ve kendisinin bir batak-

lık içinde batmamak için çırpındığını görmüş.

Öyle bir bataklık ve öyle bir çırpınış ki çırpın-

dıkça batıyor, battıkça çırpınıyor. Kendisinden

ve hayatından ümit kestiği bir anda Emir Külâl

(k.s.) karşısında zâhir olmuş ve kuvvetli pazu-

suyla onu belinden kavradığı gibi çekip çıkar-

mış. Adam uyanmış ki güreşini tamamlayan

Emir Külâl (k.s.) kendisine dönmüş ve şunları

söylemektedir: “Bizim pehlivanlığımız, çamura

düşenleri bataktan çıkarmak içindir.”

Emir Külâl (k.s.)’in asaletini ve mâneviyata

yatkınlığını bilen Muhammed Semâsî, ona

ulaşmak için er meydanına gider. Semâsî,

Râmîten’deki güreş meydanında Emir Külâl’i,

kenardan izler ve niçin güreş izlediğini soran

müridlerine; “Bu meydanda bir yiğit var, birçok

kişi onun sohbetiyle kemâle erecek, onu avla-

maya çalışıyorum” diye cevap verir. Güreş sey-

ri sırasında çarpıcı bir nazarla Emir Külâl’e ba-

kan Semâsî, bir ara onunla göz göze gelir. Göz-

lerin gizlice konuştuğu ve kalplerin sessizce

anlaştığı bu nazar alışverişinden sonra Semâsi,

müridlerini alarak er meydanından uzaklaşır.

Emir Külâl (k.s.) ise bu bakışın tesirine kendini

kaptırarak şeyhin peşinden koşar ve dergâhına

varıp bende olur. Halvethanesinde kendisiyle

özel görüşen Semâsî ona, ilk telkinini yapar ve

onu irşad halkasına katar. Şeyhinin dergâhında

seyr ü sülûka başlayan Emir Külâl (k.s.), bu-

rada aradığını bulur. Yirmi yıl süreyle şeyhine

hizmet eden Emir Külâl (k.s.), haftada iki kez

Pazartesi ve Perşembe günleri ikâmet etmekte

olduğu Sûhârî köyünden Semâs köyüne gider,

şeyhinin sohbet ve hizmetinde bulunur. Bu şe-

eylül

/201

7

somuncubaba somuncubaba10 11

Page 8: Kadir ÖZKÖSE - Somuncu Baba Dergisi · kullandığı yanlış bir telaffuz olarak ‘Heyamola’ya dönüşmüş. Günümüzde de bazı balıkçılar motorlarıyla kıyıya Günümüzde

kilde seyr ü sülûkünü tamamlayan Emir Külâl

(k.s.), Semâsî’nin önde gelen halifelerinden biri

olur ve birçok mürid yetiştirir.

Rivayete göre, bir gün Emir Külâl (k.s.),

Cuma namazını Buhara’da kıldıktan sonra

bazı müridleriyle Sûhârî’deki evine dönerken

Kelâbâd’a gelir ve çayırda oturmuş bir grup

insan görür. Emir Timur’un da bunların ara-

sında olduğunu öğrenir. Timur da bu zâtın

Emir Külâl (k.s.) olduğunu öğrenince, onun

yanına gelip tavsiye ister. Ancak Emir Külâl

(k.s.), “Biz meşâyihtan işaret gelmedikçe bir

şey söyleyemeyiz, ama bekleyin ve uyanık

olun, sizin işinizi aydınlık görüyorum.” diyerek

evine döner. Orada halvete giren Emir Külâl

(k.s.), yatsı namazından sonra sırdaşı olup Ka-

raman köyünde ikâmet eden Şeyh Mansur’u

çağırtır ve “Hemen Timur’un yanına git ve hiç

durmadan Harizm’e hareket etmesini, orayı

fethettikten sonra Semerkand’a yönelmesini

söyle.” der. Şeyh Mansur bu haberi ulaştırın-

ca Timur hemen Harizm’e hareket eder. Onun

hareketinden kısa bir süre sonra, bir grup

gelip Timur’un çadırını kuşatırlar, ama çadır

boş olduğu için kimseyi bulamazlar. Bu riva-

yeti destekleyen bazı cümleler, Timur’a nispet

edilen Tüzûkât adlı eserde de geçmektedir.

Bu eserde Timur, Bedahşân’a gitmek istedi-

ğini, ancak Emir Külâl (k.s.)’in ona Harizm’e

gitmesini tavsiye ettiğini, bu tavsiye üzerine

Harizm’e gidip muzaffer olduğunu anlatır. Son-

raları Semerkand’a yerleşen Timur, Emir Külâl

(k.s.)’i Semerkand’a davet etmiş ise de bu da-

vete icabet edemeyen Külâl, kendi yerine oğlu

Emir Ömer’i göndererek Timur’a mazeret su-

nar, ayrıca takva ve adaleti tavsiye eder. Yine

rivayete göre, Timur, Emir Külâl (k.s.)’in halife-

lerinden Şemseddin Külâl ile birlikte bir gece

Emir Külâl (k.s.)’in ziyaretine gelir, intisap edip

müridi olur, Emir Külâl (k.s.) de onun tasavvufî

eğitimini Şemseddîn Külâl’e havale eder.

Uzunca bir ömür süren Emir Külâl (k.s.), bir

ara Nesef tarafında ikâmet etmiş ise de, çoğun-

lukla Buhara’nın yakın bir köyü olan Sûhârî’de

bulunmuş ve 8 Cemâziyelevvel 772/28 Kasım

1370 tarihinde vefat ederek Sûhârî’de defnedil-

miştir. Zamanla Mîr Külâl adıyla anılmaya baş-

layan bu köyün şimdiki adı Yangi Hayat’tır.

Emir Külâl (k.s.)’in düşünce dünyasını özet-

lemek istersek, konu ile ilgili verebileceğimiz

en önemli örnek, ölüm döşeğinde müridlerine

yaptığı şu tavsiyelerdir:

“Kıymetli dostlarım! İlim öğrenmekten ve

Muhammed (s.a.v.)’in yoluna tâbî olmaktan asla

ayrılmayınız. Bu, mümin için bütün saadetlerin

ve nimetlerin vasıtasıdır. Bunun için Rasûlullah

(s.a.v.) ilim öğrenmenin, erkek ve kadın her mü-

mine farz olduğunu buyurdu. Yani her Müslü-

man erkeğin ve kadının, kendine gerekli olan

dinî bilgileri öğrenmesi farzdır. Bunlar sırasıy-

la; iman ve itikat bilgileri, namazla ilgili bilgiler,

oruçla ilgili bilgiler, zengin ise zekât ve hac ile il-

gili bilgiler, ana-baba hakkı ile ilgili bilgiler, sıla-i

rahim ile ilgili bilgiler, komşu hakkını gözetme

ile ilgili bilgiler, alış-verişe dair bilgiler, helâl ve

harama müteallik bilgilerdir. Çünkü insanların

çoğu, bilmediğinden ve bildiği ile amel etmedi-

ğinden helak olmuştur.

İyi biliniz ki, dünyayı ve dünyaya düşkün olan-

ları sevmek, sizin, Allah (c.c.)’ın razı olduğu yolda

yürümenize mani olan büyük bir engeldir. Dai-

ma Allah (c.c.)’ı hatırlayıp O’nu zikrediniz. Böy-

lece dininizi dünyaya değişmemiş olursunuz.

Daima Allah (c.c.)’tan korkunuz. Hiçbir ibadet,

Allah (c.c.) korkusundan daha tesirli değildir.

Allah (c.c.)’tan korkan kimseden çekininiz. Allah

(c.c.)’tan korkmayan kimseden ise korkmayınız.

Ey dostlarım! Daima Allah (c.c.)’ı zikrediniz.

Allah (c.c.)’tan başka her şeyi bırakınız. ‘Lâ ilâhe

illâllah’ kelime-i tevhidini söylerken; ‘Lâ’ derken

nefyediniz, Allah (c.c.)’tan başka hiçbir mabud

olmadığını biliniz. ‘İllâllah’ derken, Allah (c.c.)’ın

noksan sıfatlarından münezzeh olduğunu bili-

niz. Biliniz ki, elbiseyi temiz su temizler. Dili, Al-

lah (c.c.)’ı zikretmek temizler. Bedeninizi namaz

kılmak, malınızı zekât vermek temizler. Yolunu-

zu, insanların sizden hoşnut ve memnun olması

temizler. İhlâs sahibi oluncaya kadar ihlâsı, kur-

tuluşa erinceye kadar da kurtuluşu arayınız.

Kalbin, dilin ve bedenin temiz olması, helâl

lokma yemeye bağlıdır. Bunu, iyi biliniz. Helâl

lokma yiyen insanın midesi, içinde temiz su top-

lanan havuz gibidir. Bu havuzdan etrafa temiz

su dağılır ve bu su ile çiçekler yetişir, ağaçlar

meyve verir, ondan istifade edilir. Hadis-i şerifte

belirtildiği üzere, hiç haram karıştırmadan kırk

gün helâl gıda yiyen kişinin kalbini Allah (c.c.),

nur ile doldurur. Kalbine nehirler gibi hikmet

akıtır. Dünya muhabbetini kalbinden giderir.

Tevbe ediniz. Tevbekâr ve edepli olmak ge-

rekir. Tevbe ediniz ki, tevbe, bütün itaatlerin

başıdır. Tevbe, sadece dil ile olmaz. Tevbe, işle-

nen günahlara kalpten pişmanlık duymak ve bir

daha günahı işlememektir. Allah (c.c.)’tan dai-

ma korkunuz. Kendi günahlarınıza bakıp tevbe

ediniz. Başkaları sizden hoşnut olsun. Günahla-

rınıza pişman olup o kadar ağlayıp tevbe edi-

niz de gerçekten size tevbekâr densin. Dünya-

dayken günahlara pişman olup kulluk vazifesini

yaparak ahireti kazanmak gerekir. İşte, bütün

işin aslı budur. Sevgi ve muhabbet; Allah (c.c.)’ın

rızasını aramak ve kötü işleri terk etmek, ahde

vefa göstermek, emanete ihanet etmemek,

kendi kusurlarını görüp amelleri ile övünme-

mek, amellerini görmemek, daima Allah (c.c.)’ı

zikretmekle meşgul olmaktır. Hiçbir işe, Allah

(c.c.)’ın ismini söylemeden, yani besmelesiz

başlamayınız ki, ahirette yaptığınız o işten do-

layı utanmayasınız. Bu bakımdan bir işe başla-

madan önce besmele çekiniz, sonra başlayınız.

Allah (c.c.)’ın emirlerine itaat ediniz. Nerede

olursanız olun, ilim öğrenmekten ve amel et-

mekten uzak kalmayınız. Her ne olursa olsun,

karşınıza her ne güçlük çıkarsa çıksın, ilmi ve

ameli asla terk etmeyiniz.

Emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker/iyiliği

emretmek, kötülükten sakındırmak vazifesini

yerine getiriniz. Dinin yasak ettiği şeylerden,

dine uygun olmayan işlerden ve bidatlerden sa-

kınınız. Âyet-i kerimede meâlen şöyle buyurul-

maktadır: “Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi, ya-

kıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun. Onun

başında, acımasız, güçlü, Allah (c.c.)’ın kendileri-

ne buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildikle-

rini yapan melekler vardır.” Âhirette bunlardan

olmamak için çok korkup sakınınız!

İşlerinizi, dininizin emirlerine uygun yapınız.

Bir iş yapacağınız zaman, bakınız, dinin emirle-

rine uygun ise onu kabul edip yapınız. Uymuyor-

sa, vazgeçiniz. Bütün işlerin başı, dinin emirleri-

ne yapışmak ve Allah (c.c.)’ın koyduğu hudutları

aşmamaktır. Akıllı kimse, kendi hâlini düşünür.

İnsanlar ile kendi arasındaki hududa ve hakka

riayet eder. Bunu gözetmeyenler için verilecek

cezayı bildiren nice âyet-i kerimeler nazil olmuş-

tur. Her zaman ve her yerde, bakarken, konuşur-

ken, dinlerken, gelirken, yerken ve içerken, Allah

(c.c.)’a ve insanlara karşı uyulması gereken bir

hudut vardır. Fırsatı ganimet biliniz, yaptığınız

işleri kurtuluşunuza vesile olacak şekilde yapınız.

Helâl rızk kazanmak için çalışınız. Kâfi miktarda

kazanıp israf ve cimrilik etmeyiniz. Nafakanızda

dinimizin emrine uygun olarak davranınız. Pey-

gamberimizin ifadesiyle işlerin hayırlısı, orta dü-

zeyde olanıdır. Helâlinden ve kendi kazancınız-

dan yiyiniz. Eğer uykunuz gelirse, biraz uyuyunuz

ki ibadet ve itaat yapmak için dinlenmiş olasınız.

Fakat Allah (c.c.)’ı zikretmeden uyumayınız. Pey-

gamber Efendimiz, âlimin uykusunu cahilin iba-

detinden hayırlı addetmiştir.”

Dipnot

* Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE - ** Prof. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK

1. Bu makale Prof. Dr. Kadir Özköse ve Prof. Dr. H. İbrahim Şimşek’in Nasihat Yayınları’ndan neşredilen Altın Silsileden Altın Halkalar kitabının 207-218. sayfalarından özetlen-miştir.

eylül

/201

7

somuncubaba somuncubaba12 13

Page 9: Kadir ÖZKÖSE - Somuncu Baba Dergisi · kullandığı yanlış bir telaffuz olarak ‘Heyamola’ya dönüşmüş. Günümüzde de bazı balıkçılar motorlarıyla kıyıya Günümüzde

Takvâ ve Rızık İlişkisi“Takvâ, helal-haram duyarlılığına riâyet etmek, gündelik yaşantıda

‘müteyakkız/uyanık’ olmaktır. Burada kastettiğimiz uyanıklık ve farkındalık ferdî ve içtimâî hayatın her alanında geçerlidir.”

İTİKAT Ramazan ALTINTAŞ*

B u makâlemizde takvâ ve rızık kavramla-rı üzerinde duracağız. Kur’an-ı Kerim’de geçen bir âyette Yüce Allah’ın, mü’mini

sıkıntılardan kurtarması ve ona rızkını verme-si takvâ sahibi olmasına bağlanmıştır: “Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa (ittikâ), Allah ona bir çıkış yolu açar. Onu ummadığı yerden rı-zıklandırır.”1 Bu âyetin iniş sebebiyle ilgili olarak şöyle bir olay anlatılır: Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ashâbından Avf b. Mâlik el-Eşcaî (r.a.) adında bi-risi vardı. Oğlu, müşrikler tarafından esir alın-mıştı. Babası Hz. Peygamber (s.a.v.)’e gelerek oğlunun içinde bulunduğu durumdan ve muh-taç oluşundan bahsetti. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.v.) ona sabretmesini tavsiye ederek, “Allah sana bir çıkış yolu gösterecektir.” buyur-dular. Bu konuşma üzerinden çok geçmeden oğlu düşmanın elinden kurtuldu. Kaçarken düş-mana ait bir koyun sürüsüne rastladı. Koyunları da önüne katarak bu ganimetle babasının yanı-na geldi. Bu olay üzerine Talâk Sûresi’nin 2. ve 3. âyetleri nazil oldu: “Kadınların iddet süreleri biteceğinde, onları ya uygun bir şekilde alıkoyun, ya da onlardan ayrılın; içinizden de iki adil şahit getirin; şahidliği Allah için yapın; işte bu, Allah’a ve ahiret gününe inanan kimseye verilen öğüttür. Allah, kendisine karşı gelmekten sakınan kimse-ye kurtuluş yolu sağlar, ona beklemediği yerden rızık verir. Allah’a güvenen kimseye O yeter. Allah, buyruğunu yerine getirendir. Allah her şey için bir ölçü var etmiştir.”2

Bu âyetlerden Yüce Allah’ın, söz ve davranış-larıyla hayatında İslâm’ı görünür kılan kullarına her türlü yardımı yapacağını anlıyoruz. O, dini-ne yardım edene yardım eder. İslâm’ı yaşama-nın iman, İslâm ve ihsan düzeyleri vardır. İslâm, organların, iman kalbin ameli, ihsan ise, İslâm’ın kemâlidir. Hayatının her alanında ‘ihsan’a daya-lı yaşamayı içselleştirmiş Muhsinler, müşâhede makamında olan insân-ı kâmillerdir. İşte takvâ, İslâm’ı ihsan düzeyinde yaşamanın adıdır. “İh-san, Allah’ı görür gibi kulluk etmektir.”3 Mademki Yüce Allah, sorumluluklarını yerine getiren kul-larını ummadıkları yerden rızıklandırırsa, acaba takvâ sıfatıyla donanan kulların özellikleri ve

güzellikleri nelerdir? Takvâ ve muttakî kulların vasıflarının bilinmesine ihtiyaç vardır.

Takvâ ve Muttakîlerin Vasıfları

Sözlükte; “sakınma, kaçınma, korunma” an-lamına gelen takvâ, terim olarak; “imân edip emir ve yasaklarına uyarak, Allah’a karşı gel-mekten sakınmak, dünya veya âhirette insa-na zarar verecek, ilâhî azaba sebep olabilecek inanç, söz, fiil ve davranışlardan ve her türlü günahtan uzak durmak” mânâlarına gelir.4

Kur’ân-ı Kerim baştan sona kadar takvâ-ittikâ kavramı ile örülmüş, çeşitli formlarda 250 defa takvâ sözcüğü kullanılmıştır. 54 defa “ittekullâhe” şeklinde Allah’a karşı gelmekten sakınılması emredilmiştir. Peygamberler de ümmetlerine hep takvâyı tavsiye etmişlerdir.5 Temel anlamı korunmak ve sorumlulukları yerine getirmek olan takvâ sözcüğü, Kur’ân-ı Kerim’de; îmân6, tevbe7, itâat8, günahları terk etmek9, korkmak (haşyet)10, ibâdet etmek11 ve ihlâs12 anlamlarında kullanılmıştır.

Kur’an-ı Kerim’e göre takvânın üç mertebe-si vardır. Bunlardan ilki; şirk, küfür ve nifaktan korunarak imana sarılmaktır.13 İkincisi, büyük günahları işlemekten, küçük günahlarda ısrar etmekten kendini alıkoymak ve dinî görevleri, farzları yerine getirmektir.14 Üçüncüsü ise, kalbi, Hak’tan başkasıyla meşgul edecek her şeyden temizleyip bütün varlığı ile Allah’a yönelmek-tir.15 Takvâ kavramının kapsamına iman, ihsan, ihlâs, ibadet, itâat, sâlih amel, birr ve adalet gibi

“Takvâ, bir Müslümanın Yüce Allah’ın yasaklarına karşı kendisini koruması olunca, rızıkla da çok yakın bir ilişkisi vardır. Çünkü kişinin helal ve haram yoldan yediği içtiği şeyler takvâya olumlu ya da olumsuz yönde tesir eder. Bu sebeple Müslüman ‘edeb’ sahibi olmalıdır.”

eylül

/201

7

somuncubaba somuncubaba14 15

Page 10: Kadir ÖZKÖSE - Somuncu Baba Dergisi · kullandığı yanlış bir telaffuz olarak ‘Heyamola’ya dönüşmüş. Günümüzde de bazı balıkçılar motorlarıyla kıyıya Günümüzde

övme ifade eden bütün kavramlar girmektedir. Yani takvâ kavramı, bu kavramların ifade etti-ği bütün anlamları içermektedir. Çünkü “Takvâ, azıkların en hayırlısıdır.”16

Görüldüğü gibi takvâ, helal-haram duyarlı-lığına riâyet etmek, gündelik yaşantıda “müte-yakkız/uyanık” olmaktır. Burada kastettiğimiz uyanıklık ve farkındalık ferdî ve içtimâî hayatın her alanında geçerlidir. Bunu irfan ehli, “kılı kırk yararcasına her türlü şüpheli işlerden uzak-laşmak” şeklinde ifade ederler. Sahâbenin ha-yatından takvânın ne olduğuna dair şu misâli verirsek konu daha iyi anlaşılacaktır. Hz. Ömer (r.a), bir gün Übey b. Ka’b (r.a.)’a, “takvâ”nın ne olduğunu sormuştu. Übey de ona, “Sen hiç çıp-lak ayaklarınla dikenli bir tarlada yürüdün mü?” diye bir soru sormuştu. O da ‘Evet.’ deyince, “Pekiyi, dikenli bir tarlada çıplak ayakla nasıl yü-rüdün?” diye sorduğunda, Hz. Ömer, “Elbisemi topladım ve dikenlerin ayağıma batmaması ve zarar vermemesi için bütün dikkatimi sarf et-tim.” cevabını vermişti. Bunun üzerine Ka’b b. Übey, “İşte takvâ budur.” demişti.17

Takvâ fiilinin muhâtabı, muttakîler/korunan-lardır. Muttakîlerin vasıfları Kur’an-ı Kerim’de şöyle anlatılır: “Onlar gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar. Yine onlar, sana indirilene ve

senden önce indirilene iman ederler; âhiret günü-ne de kesinkes inanırlar. İşte onlar, Rablerinden gelen bir hidâyet üzeredirler ve kurtuluşa erenler de ancak onlardır.”18 Dikkat edilirse bu âyetlerde iman-amel ve bilinç planında gelişen bir Müs-lümanlık üzerinde durulmaktadır. Bu tür bir Müslümanlık anlayışı geliştirilmediği sürece evrensel ölçekte ellerimiz ve gönüllerimiz bir-leşmeyecektir. Çektiğimiz sıkıntıların temelinde biraz da bu vardır.

Rızık ve Takvâ İlişkisi

Takvâ, bir Müslümanın Yüce Allah’ın yasakla-rına karşı kendisini koruması olunca, rızıkla da çok yakın bir ilişkisi vardır. Çünkü kişinin helal ve haram yoldan yediği içtiği şeyler takvâya olumlu ya da olumsuz yönde tesir eder. Bu se-beple Müslüman “edeb” sahibi olmalıdır. Arapça bir kelime olan edeb, üç harften meydana ge-lir: Elif, dâl ve bâ. Bu harflerin açılımı aynı za-manda edebin ne olduğunu da tanımlar. Her bir harfin sembolik bir anlamı vardır. Elif, el orga-nını, dâl, dil organını, ba, bel (avret) mahallini/organını sembolize eder. Bu kelimelerin ortak bileşeni olan edeb; “eline, diline ve beline sa-hip olmak”tır. İşte gerçek takvâ sahipleri her hâlükârda edepli olanlardır. Edebin kemâli, he-lal rızıkla sağlanır.

Arapça’da ‘rızk’ sözcüğü; “haz” ve “nasip” anlamında isim olup, Cenâb-ı Allah’ın “canlıya zevk ve faydalanma nasip ettiği şey” diye tarif edilir. Şu halde rızk bir kimsenin ister özel mül-kiyeti olsun ya da olmasın; yenilen, içilen ve di-ğer şekillerde faydalanılan mallara dendiği gibi; her biri bir inci mesâbesinde olan evlatlarımı-za, sâliha eşimize, helal kazanç kaynaklarımıza, ilim ve bilgilerimize de denir. Buradan hareket-le söylemek gerekirse, rızk; dünya ve âhiretteki bağış, kısmet/pay mânâsına geldiği gibi, mide-ye ulaşan ve onunla beslenilen gıda mânâsına da gelmektedir.19

İslâm, helâl kazanca çok büyük önem verir. İslâm’da kazancın çoğu değil, temiz ve helâl ola-nı makbuldür. Helâl lokma, kişinin el emeği, alın

teri, yasal ve helal yollardan kazanılan ve göz nuru dökerek elde ettiği kazançtır.

Helâl kazanç ve helâl lokmanın sağlanması ancak toplumun her ferdine İslâm ticaret ahla-kını öğretmekle sağlanabilir. Takvâ bağlamında haram kazançtan sakınmak, bu hususta İslâmî değer ve ölçülere bağlı kalmak, helâl yoldan elde edilen kazanca kanâat etmek Müslüman olmanın bir gereğidir. Bu konuda takip etmemiz gereken yöntem Kur’an âyetlerinde şöyle belir-tilmiştir:

“Artık Allah’ın size verdiği rızıktan helâl ve te-miz olarak yiyin, eğer (gerçekten) yalnız Allah’a ibadet ediyorsanız onun nimetine şükredin.”20

“Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların te-miz olanlarından yiyin.”21

Helâl yoldan kazanılan kazançtan yemek bir hak, haram olan kazançtan sakınmak da bir görevdir. Yüce Allah sayısız nimetleri kulları-na bahşetmiş, helâl yoldan istifade etmelerini, haram ve şüpheli şeylerden sakınmalarını da emretmiştir. Bu konuyla ilgili bir rivâyette Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: “Helâl belli, haram belli ikisi arasında şüpheli şeyler var-dır ki, çok kimseler onu bilmezler. Her kim şüpheli şeylerden sakınırsa haysiyetini ve dinini kurtar-mış olur. Her kim de şüpheli şeylere dalarsa, koru etrafında (davar) otlatan bir çoban gibi sürmez, içeriye dalabilir. Haberiniz olsun her yöneticinin bir korusu olur. Allah’ın yeryüzündeki korusu da haram kıldığı şeylerdir. Dikkat ediniz vücudun içe-risinde bir et parçası vardır ki, o iyi olursa bütün ceset iyi olur, o bozuk olursa, bütün ceset bozulur. İşte o et parçası, kalptir.”22

Bereketli kazanç, haram ve şüpheli şeyler-den arınan kazançtır. İslâm insanın kullandığı ekonomik imkânları onun rızkı olarak kabul et-miş ve rızkın helal olmasının da ölçülerini koy-muştur. Bu ölçü, helâl ölçüsüdür. İnsan rızkına, kazancına helal yolla ulaşmak zorundadır. Mal, para gelsin de hangi yoldan gelirse gelsin diye-mez. Haram yolla haksız kazanç sağlayamaz.

Yüce Rabb’imizin rızık olarak verdiğine râzı

olmamak, kanâat ahlâkını terk etmek, insa-

nı hırs ve doyumsuzluğa sürükler. Sınırsız bir

kazanma hırsı içinde olma insanı açgözlülüğe

sevk eder. Kanâat sahibi olmayan, gözü aç olan

kimsenin hiçbir şekilde, tatmîn olması mümkün

değildir. Onu ancak ölüm temizler. Aslında her

insanın doğal yapısında servet edinme hırsı ve

çok kazanma arzusu vardır. Peygamberimiz

buna işaretle, “İnsanoğlunun bir vâdî dolusu al-

tını olsa ikincisini ister. Onun ağzını ancak top-

rak doldurur. Allah tevbe edenin tevbesini kabul

eder.”23 buyurmuşlardır.

Sonuç

Mü’min insanın şüpheli olan şeylerden ka-

çınması, dinini ve ırzını korumasının öncülüdür.

Bu da takvâ ile olur. Yüce Allah, kendisine karşı

sorumluluk şuuru taşıyan muttakî kullarına her

zaman yardım eder. Muttakîliği korumak da he-

lal lokma ile sağlanır. Müslümanların, Allah’ın

varlığına ve birliğine inandıkları gibi O’nun er-

Rezzâk olduğuna da inanmaları gerekir.

Dipnot* Prof. Dr. Ramazan ALTINTAŞ

1. 65/Talâk, 2-3. 2. İbn Kesir, Ebu’l-Fida İsmail b. Ömer, Muhtasar li Tefsîri’l-

Kur’ani’l-Azîm, (tahk. M. Ali es-Sabunî), Beyrut: Dâru’l-Kur’ani’l-Kerim, 1981, III, 514.

3. Buhârî “İman” 37. 4. Râgıb el-İsfehânî el-Müfredât fî Garîbi’l-Kur’an, İstanbul,

1986, s. 732-33.5. Bkz. 3/Al-i İmran, 138.6. 26/Şuara, 11. 7. 5/Maide, 65.8. 16/Nahl, 52. 9. 2/Bakara, 189.10. 22/Hac, 1. 11. 16/Nahl, 2. 12. 9/Tevbe, 108; 22/Hac, 37. 13. 48/Fetih, 26. 14. 7/A’raf, 96. 15. 3/Âl-i İmran, 102. 16. 2/Bakara, 197. 17. İbn Kesir, Tefsir, I, 42. 18. 2/Bakara, 3-4. 19. el-İsfehânî, el-Müfredât, 282. 20. 16/Nahl, 114.21. 2/Bakara, 172.22. Buhari “İman” 39.23. Buhari “Rikâk” 10.

eylül

/201

7

somuncubaba somuncubaba16 17

Page 11: Kadir ÖZKÖSE - Somuncu Baba Dergisi · kullandığı yanlış bir telaffuz olarak ‘Heyamola’ya dönüşmüş. Günümüzde de bazı balıkçılar motorlarıyla kıyıya Günümüzde

Şeyh Yahyâ Efendi (k.s.)

Kanûnî Sultan Süleyman’ın Sütkardeşi:

“Beşiktaşlı Yahyâ Efendi ‘Molla Şeyhzade’ ismiyle de anılmıştır. İstanbullu denizciler Boğaz’ın dört manevî bekçisi olduğuna inanırlar. Bunlar Üsküdar’da Aziz Mahmud Hüdâyî, Beykoz’da Yuşa (a.s.), Sarıyer’de Telli Baba ve Beşiktaş’ta

Yahyâ Efendi’dir. Hatta Yahyâ Efendi’nin Yuşa (a.s.)’ın kabrini manevî keşif yoluyla bulduğu söylenir.”

CAMİİ GÜZELLEMESİ M. Nihat MALKOÇ

İstanbul’un Yeraltı ve Yerüstü Zenginlikleri

İstanbul yerüstü güzellikleri ve zenginlikleri yanında, yeraltı güzellikleri ve zenginlikleriyle de emsalsiz şehirlerimizin başında gelmektedir. Bu koca şehir, bir anne kucağını andıran müşfik bağrında nice büyük şahsiyete beşiklik etmiştir.

İstanbul’u bir İslâm beldesi hâline dönüş-türen ve onu dinî değerlerle yoğuran yüksek karakterli şahsiyetler vardır. İstanbul o abidevî şahsiyetler sayesinde ilim ve irfan diyarı ol-muştur. Bu şahsiyetlerden biri de yükselme dö-neminde yaşayan, Kanûnî Sultan Süleyman’ın sütkardeşi olma bahtiyarlığına erişen Beşiktaşlı Yahyâ Efendi’dir.

Beşiktaşlı Yahyâ Efendi “Molla Şeyhza-de” ismiyle de anılmıştır. İstanbullu denizciler Boğaz’ın dört manevî bekçisi olduğuna inanır-lar. Bunlar Üsküdar’da Aziz Mahmud Hüdâyî, Beykoz’da Yuşa (a.s.), Sarıyer’de Telli Baba ve Beşiktaş’ta Yahyâ Efendi’dir. Hatta Yahyâ Efendi’nin Yuşa (a.s.)’ın kabrini manevî keşif yo-luyla bulduğu söylenir.

Kanûnî Sultan Süleyman’ın Sütkardeşi: Yahyâ Efendi

Beşiktaşlı Yahyâ Efendi 900/1495 senesin-de Trabzon’da doğmuştur. Babası Trabzon ka-dısı Şamlı Ömer Efendi, annesi Afife Hatun’dur. Aslen Amasyalı oldukları rivayet edilir. Yahyâ Efendi’nin babası Ömer Efendi Trabzon kadılığı yaptığı sırada, II. Bayezid’in oğlu Şehzâde Selim/Yavuz Sultan Selim Trabzon Valiliği yapmakta-dır. Trabzon küçük bir yer olduğundan arala-rında dostluklar oluşmuştur. Öte yandan Yavuz Selim’in oğlu Kanûnî, Yahyâ Efendi’den birkaç gün sonra dünyaya gelmiştir. Hafsa Sultan’ın sütü yeterli gelmeyince Süleyman’a bir sütanne aranmış ve Süleyman, Yahyâ Efendi’nin valide-si Afîfe Sultan’dan başka hiç kimseden süt em-memiştir. BöyleceYahyâ Efendi’nin annesi Afife Hatun, Sultan Süleyman’ın sütannesi olmuştur. Bu durumu Yahyâ Efendi şu dizelerle ifade eder:

“Yahyâ Efendi, mecburî de olsa, müderrislikten emekli olduktan

sonra rüyasında gördüğü bir şahsın işaretiyle İstanbul’un

merkezi bir yerinde, Boğaz kenarında, Beşiktaş’ta, Hz. Musa ile Hızır’ın buluştuğu yer olarak

kabul edilen ‘Hıdırlık’ adını verdiği bölgede tekkesini inşa

eder.”

Foto: Orhan Dinç

eylül

/201

7

somuncubaba somuncubaba18 19

Page 12: Kadir ÖZKÖSE - Somuncu Baba Dergisi · kullandığı yanlış bir telaffuz olarak ‘Heyamola’ya dönüşmüş. Günümüzde de bazı balıkçılar motorlarıyla kıyıya Günümüzde

“Bir kucakda virüben ikisine / Emzirir tâ iricek ikisine, / Besleyüp ikisini bir ana / İkisi dahî olur şâhâne, / Hân Süleymân’a muhakkak o sehî / Pes bu veçhile redâ’andur ahî”

Yahyâ Efendi’nin çocukluk ve gençlik yılları babasının kadılık görevi nedeniyle,bir şehzade-ler şehri olan Trabzon’da geçmiştir. Yahyâ Efen-di, ilk eğitimini Trabzon’da Müftü Ali Çelebi’den almıştır. Şehzâde Selim tahta çıkınca Yahyâ Efendi de sütkardeşi Süleyman’la birlikte İstanbul’un yolunu tutmuştur. Bu yolculuğa Yahyâ Efendi tarafından şu beyitlerle tarih dü-şülmüştür: “Vâlid ü validesiyle Yahyâ / Pes ba-şarlarma ’an İslâmbolapâ”

Yahyâ Efendi’nin Feyizli ve Bereketli İstanbul Yılları

Yahyâ Efendi ile Kanûnî ta Trabzon’dan süt-kardeş oldukları için Kanûnî, Yahyâ Efendi’ye daima “Ağabey” diye hitap ederdi. Trabzon’da kadılık yaptığı için yolu Şehzâde Yavuz’la kesi-

şen Yahyâ Efendi’nin babası Ömer Efendi’nin Trabzon’dan sonra nerede görev yaptığı bilin-memekte, fakat Şam’a döndüğü ve Şam’da öl-düğü tahmin edilmektedir.

Öte yandan Yahyâ Efendi, İstanbul’da yedi sene medrese tahsili yapmış, aynı zamanda Anadolukavağı’nda Haydarpaşa Çiftliği denilen yerde yaptırdığı bir çilehanede çilesini tamamla-mıştır. İstanbul’daki eğitimini Osmanlı’nın meş-hur şeyhülislamlarından Zenbilli Ali Efendi’nin yanında tamamlamıştır. O, İslâmî ilimlerde ol-duğu kadar tıp ve geometri gibi pozitif ilimlerde de söz sahibi bir kimsedir.

Yahyâ Efendi, hocası ölünce Canbaz Mustafa Medresesi’nde müderrislik görevine başlamış-tır. Daha sonra da Hacıhasanzâde, Efdâliye, Ço-ban Mustafa Paşa, Mihrimah Sultan ve Sahn-ı Semân Medreselerinde bugünkü “profesör” karşılığı olan “müderris” namıyla görev yapmış-tır. Yahyâ Efendi, yaşadığı süre içerisinde cami, medrese, hamam ve çeşmeler yaptırır; bununla

“Bir Hak ve hakikat dostu olan Yahyâ Efendi ‘Müderris’ mahlasıyla şiirler yazmıştır. Yahyâ Efendi’nin şiirleri ölümünden sonra bir divan hâlinde bir araya getirilmiştir. Yahyâ Efendi’nin şiire, ‘Muhibbî’ mahlasını kullanan sütkardeşi Kanûnî Sultan Süleyman’la birlikte çocukluk yıllarında Trabzon’da başladığı tahmin edilmektedir.”

da kalmaz; ağaç diker, meyve aşılar. Halkın hiz-metine olan hiçbir işten kaçınmaz.

İstanbul’un manevî hayatına birçok katkı-da bulunan Yahyâ Efendi,bu şehre geldiğinde Kanûnî Sultan Süleyman’ın hemşirezâdesi Şe-rife Hatun’la evlenmiş, İbrahim ve Ali adında iki oğlu dünyaya gelmiştir. Yahyâ Efendi’nin tarikat olarak üveysî olduğu bilinir.

Bilindiği üzere Kanûnî Sultan Süleyman, eşi Hürrem Sultan’ın telkinleriyle oğlu Şehza-de Mustafa’yı Konya Ereğlisi’ndeki ordugâhta boğdurmuştur. Şehzade Mustafa’nın anne-si Gülbahar Hatun’u da saraydan çıkarmış-tır. Bu uygulamalar Yahyâ Efendi ve halk tara-fından tepkiyle karşılanmıştır. “Yahyâ Efendi Menakıbnâmesi”nde ve “Sefine-i Evliya”da an-latıldığına göre, Yahyâ Efendi bu hadiselerden sonra, aralarındaki samimiyete dayanarak bir ihtar yazarak dönemin padişahı Kanûnî Sul-tan Süleyman’a gönderir. En azından Gülba-har Hatun’u tekrar saraya kabul etmesini ister

sütkardeşinden. Kanûnî, Yahyâ Efendi’nin yaz-

dıklarından hoşlanmaz. Bunun üzerine müder-

rislikten azlolunur. Fakat o, bu duruma fazla

üzülmez. Daha sonraki yıllarda Kanûnî’yle ve

diğer devlet erkânıyla dostlukları devam eder.

Kınalızâde’nin anlattığına göre padişahın şeyhe

altın ve gümüşten hediyeler gönderdiği, şeyhin

de bahçesinde yetiştirdiği bazı ürünleri padi-

şaha yolladığı bir gerçektir. Kınalızâde Hasan

Çelebi onun Anadolukavağı’nda Yoros’ta bir

mescit, medrese ve hamam yaptırdığını yazar.

Yahyâ Efendi’nin sık sık Yoros’a giderek, dinlen-

diği de rivayet edilir.

İstanbul’un Manevî Sığınağı: Yahyâ Efendi Külliyesi

Yahyâ Efendi, mecburî de olsa, müderrislik-

ten emekli olduktan sonra rüyasında gördüğü

bir şahsın işaretiyle İstanbul’un merkezi bir ye-

rinde, Boğaz kenarında, Beşiktaş’ta, Hz. Musa

ile Hızır’ın buluştuğu yer olarak kabul edilen

“Hıdırlık” adını verdiği bölgede tekkesini inşa

eder. Buraya dergâh kurarak ilmî ve dinî faali-

yetlerini burada yürütmeye başlar.

İstanbul’un ruhanî mekânlarından biri olan

Yahyâ Efendi Külliyesi, bir taş yığını değil, ma-

neviyat çölünü andıran Karaköy’le Ortaköy ara-

sında adeta manevî bir vahadır. Huzurun ve te-

fekkürün filizlendiği feyizli ve bereketli bir yer-

Foto: Orhan Dinç

eylül

/201

7

somuncubaba somuncubaba20 21

Page 13: Kadir ÖZKÖSE - Somuncu Baba Dergisi · kullandığı yanlış bir telaffuz olarak ‘Heyamola’ya dönüşmüş. Günümüzde de bazı balıkçılar motorlarıyla kıyıya Günümüzde

dir. Lisan-ı hâliyle dirilere her daim ders veren

bu kadim kabristan, hayatla ölümün ne kadar iç

içe olduğunu haykırıyor bizlere. Bu mekân, pör-

sümeye yüz tutmuş İstanbul’un ruhunu dinçleş-

tiriyor. Burası manevî gül bahçelerinin dikenleri

arasında iri ve diri bir gülü andırıyor. Ruhumuzu

çepeçevre kuşatan tarih, burada dile geliyor.

Dünya hayatının ve tenin fani, ruhların ve ahire-

tin ise bâkî olduğunu haykırıyor gelip geçenlere.

Kibrimizi ve enaniyetimizi törpülüyor buradaki

mezar taşları.

Yahyâ Efendi Külliyesi, her geçen gün özünü

kaybederek amansız ve anlamsız bir modern-

leşme yarışı içerisine giren İstanbul’un manevî

bir sığınağıdır adeta. Maddenin cenderesinde

sıkışan ruhlar bu mekânda inşirah bulur. Aslın-

da bu sadece günümüzde değil, geçmişte de

böyleydi. Zira Ahmet Hamdi Tanpınar ‘Beş Şe-

hir’ isimli eserinde “İlâhî mağfiret Yahyâ Efendi

Dergâhı’nda âdeta güzel bir insan yüzü takınır.

Ölüm burada, hemen iki üç basamak merdiven

ve bir iki sedle çıkılıveren bu bahçede hayatla o

kadar kardeştir ki bir nevi erme yolu yahut aşk

bahçesi sayılabilir.” diyerek bu gerçeği vurgula-

maktadır.

Beşiktaşlı Yahyâ Efendi’nin Şairliği

Mutasavvıfların çoğu ilâhî hakikatleri muha-

taplarına etkili bir biçimde anlatmak ve benim-

setmek için şiirin gücünden yararlanmışlardır.

Yunus Emre, Mevlâna, Hacı Bayram-ı Veli, Hacı

Bektaş Veli bu Hak ve hakikat dostlarından bir-

kaçıdır. Onlar derecesinde olmasa da, Beşiktaşlı

Yahyâ Efendi de düşüncelerini anlatırken şiir-

den faydalanmıştır. Bir Hak ve hakikat dostu

olan Yahyâ Efendi “Müderris” mahlasıyla şiirler

yazmıştır. Yahyâ Efendi’nin şiirleri ölümünden

sonra bir divan hâlinde bir araya getirilmiştir.

Yahyâ Efendi’nin şiire, “Muhibbî” mahlasını kul-

lanan sütkardeşi Kanûnî Sultan Süleyman’la

birlikte çocukluk yıllarında Trabzon’da başladığı

tahmin edilmektedir.

“Yahyâ Efendi Külliyesi, her geçen gün özünü kaybederek amansız ve anlamsız bir modernleşme yarışı içerisine giren İstanbul’un manevî bir sığınağıdır adeta. Maddenin cenderesinde sıkışan ruhlar bu mekânda inşirah bulur.”

Bilinmelidir ki Beşiktaşlı Yahyâ Efendi hiçbir

zaman şairanelik peşinde koymamış, mutlak ha-

kikatleri muhataplarına iletmek için şiiri bir vasıta

olarak kullanmıştır. Yahyâ Efendi, şiirlerinde dün-

ya hayatını ve nefsini sürekli yermiştir. Birkaç bey-

tini, şiirine örnek olarak vermek istiyorum:“Hep

gelenler yana yana geldi gitdi dünyadan/Şimdi nö-

bet bana geldi döne döne yanayım.”; “Ledün ilmini

ehli ve Mevlâ bilir derler/Fıkhî meseleyi ise molla bi-

lir derler.”; “Katıdır taştan Müderris, kalbin eğer Hû

deyip/İnlemezsen gayretin yok; inletir dağları Hû.”;

“Ayağına olurum herkesin hâk (toprak)/Kılsın diye

birisi kalbimi pâk.”

Hak ve Hakikat Peşinde Geçen Bir Ömrün Hitamı

Hakk’ın ve hakikatin batıl karşısında daima

muzaffer olması için ömrünü adeta manevîyat

ordusunda bir asker gibi mücadeleyle geçiren

Yahyâ Efendi, 9 Zilhicce 978/4 Mayıs 1571

tarihinde kurban bayramı gecesi vefat etmiş-

tir. Cenaze namazı bayram namazından son-

ra Ebüssuûd Efendi tarafından Süleymaniye Camii’nde kıldırılmış ve dergâhın bulunduğu yere defnedilmiştir. Cenazeye devlet yetkilileri, âlimler ve halktan büyük bir kalabalık katılmış-tır. Büyük bir sevgi ve muhabbet halkası içinde ebediyete uğurlanmıştır.

Beşiktaşlı Yahyâ Efendi’nin izi ölümünden sonra da silinmemiştir. Daha sonra II. Selim’in emriyle bu gönül dostunun mezarının bu-lunduğu yere bir türbe inşa edilmiştir. Yahyâ Efendi’nin kabrinin bulunduğu yer zaman içe-risinde büyük bir kabristana dönüşmüştür. Ziya bu büyük gönül dostuna yakın olmak isteyen şehzadeler, paşalar, devlet adamları ve muhip-leri özellikle ve ısrarla burada gömülmek iste-mişlerdir. Külliyenin yanındaki bu türbe bugün de manevî çehresinden hiçbir şey kaybetme-miştir. Yahyâ Efendi dün olduğu gibi bugün de sevenleri tarafından ziyaret edilmektedir. Allah rahmet eylesin. Rabb’im Allah yolunda canıyla ve malıyla mücadele eden bu gibi yüksek ruhlu şahsiyetlerin sayısını artırsın.

eylül

/201

7

somuncubaba somuncubaba22 23

Page 14: Kadir ÖZKÖSE - Somuncu Baba Dergisi · kullandığı yanlış bir telaffuz olarak ‘Heyamola’ya dönüşmüş. Günümüzde de bazı balıkçılar motorlarıyla kıyıya Günümüzde

İnsanoğlunu Hor Görmemek

“Hoş Görebilmek”

“Hor hakîr bakma günâhkâr âdemoğluna beğim Afv olur elbetde bir gün Tanrı’nın gufrânı var”

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)

EDEBİYAT Musa TEKTAŞ

T asavvuf; nefsi terbiye ederek ezeldeki birliğe ulaşılabilme yollarını gösteren, kötü ahlaktan insanı alıkoyan bir eğitim

sistemidir. Tasavvuf, söz (kal) yolu değil hal (iyi

ahlak) yolu, velayet (ilm-i ledün) vasıtalı bir yol

olup, Hakikat adı verilen değişmezliğe ulaşmayı

amaçlamaktadır. Tasavvuf; zihnini, gönlünü te-

mizleyerek dünyevi meşguliyetleri atmak, elin-

de ne varsa dağıtmak, önüne dünya kokan ne

çıkarsa çıksın ona yüz çevirmemektir. Yani zihni

kötü düşüncelerden arındırmak, cömert olup

başkalarına ikramda bulunmak, karşına hangi

çeşit insan çıkarsa çıksın (iyi-kötü, güzel-çirkin,

kadın-erkek, dinli-dinsiz) hepsine iyi gözle ba-

kabilmektir. Tasavvuf, herkese dost olmak, kim-

seye yük olmamak, gül bahçesinin gülü olmak,

diken olmamaktır. İbrahim Aslanoğlu bir maka-

lesinde şu bilgileri verir:

“Tasavvuf, ilahî ahlakla ahlaklanmak, bencil-

likten kurtulup, kendisinden çok başkasını dü-

şünmektir. Bir diğer anlamda tasavvuf sevgi ve

aşk yoludur.” Nitekim Hz. Muhammed (s.a.v.) bir

hadis-i şerifinde: “Allah güzeldir, güzelliği sever. Ki-

bir ise Hakk’ı kabul etmemek ve insanları hor gör-

mektir.”1 buyurmuştur. Allah, mutlak cemal ve ke-

mal sahibi olarak her türlü güzelliğin kaynağıdır.

İnsan, Allah’ı ne kadar tanırsa(marifeti artarsa)

O’na karşı olan sevgi ve aşkı da o oranda artar.

Ebû Hüreyre (r.a.), Nebî (s.a.v.)’in şöyle bu-yurduğunu haber vermiştir:

“Müslüman kardeşini hor görmesi kişiye kötü-lük olarak yeter.”2

Kendi gibi aslı topraktan yaratılmış olan in-sanın kendisi gibi bir başka insanı hor ve hakir görmesi, küçümsemesi, kendi küçüklüğü ve yanılgısının eseridir. Ancak maalesef bu beşerî zaaf ve yanılgı her devir veya her toplumda çe-şitli şekillerde zuhur etmiştir.

Nuh (a.s.), milletini Allah’a inanmaya ve kul-luğa çağırdığı zaman, kavminin ileri gelenle-ri, “Bizim ayak takımının sana uyduklarını görü-yoruz. Sizin bize üstün bir tarafınız da yok...” di-yerek inananları açıkça küçümserler. Hz. Nuh, bu seviyesiz horlamaları, bütün zamanlara ör-nek olacak tarzda şöyle cevaplar:

“Hor gördüğünüz mü’minlere Allah hayr/iyi-lik vermeyecektir diyemem. Kalplerindekini Allah bilir. Böyle bir şey söyleyecek olursam, o zaman zalimlerden olurum.”3

“İman edenleri (çevremden) kovamam... Ben onları kovacak olursam, Allah’ın intikamına karşı bana kim yardım edebilir?”4

Kur’an tabiriyle Hz. Nuh’un bu sözü Müslü-manı imanından dolayı küçük görecek, horlaya-cak olanlara ne güzel cevaptır: “Hor gördükle-rinize Allah hayır/iyilik vermeyecektir diyemem!”

“İnananları hor görmek, neticede onların inandıkları İlahî gerçekleri küçük görmeye, önemsememeye götürmüş ve neticede şeytanî bir yanılgıya düşmelerine vesile olur. Başkalarını hor ve hakir görmek, kendilerinde bir varlık vehmedip kibirlenmekten kaynaklanır.”

eylül

/201

7

somuncubaba somuncubaba24 25

Page 15: Kadir ÖZKÖSE - Somuncu Baba Dergisi · kullandığı yanlış bir telaffuz olarak ‘Heyamola’ya dönüşmüş. Günümüzde de bazı balıkçılar motorlarıyla kıyıya Günümüzde

İnananları Horgörmek Kibirliliktir

İnananları hor görmek, neticede onların inandıkları İlahî gerçekleri küçük görmeye, önemsememeye götürmüş ve neticede şeytanî bir yanılgıya düşmelerine vesile olur. Başkaları-nı hor ve hakir görmek, kendilerinde bir varlık vehmedip kibirlenmekten kaynaklanır. Ebedî mel’un şeytanın hatası da Allah’ın emri karşı-sında “Ben ondan daha üstünüm, beni ateşten onu topraktan yarattın”5 diye kibirlenmek sure-tiyle dünyanın en büyük hatasını işlemişti.

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri bir beytinde âdemoğlunun hor ve hakir görül-memesi gerektiğini, onu koruyan, bağışlayan yüce Rabb’imizin rahmetinin merhametinin bol olduğunu şöyle dile getirir:

Hor hakîr bakma günâhkâr âdemoğluna beğim Afv olur elbetde bir gün Tanrı’nın gufrânı var6

(İnsanoğlu günahkâr olsa bile, yani çok günah

işleyen biri olsa bile hor ve hakir görülmemeli,

ona kötü nazarla bakılmamalı. Allah’ın rahme-

ti gazabını geçtiğine göre affeden, bağışlayan

Rabb’imizin mağfiretinin büyüklüğü karşısında

her şey küçüktür.)

Hz. Mevlâna‘ya göre insana saygının ilk ba-

samağı onu hor görmemek, ikinci basamağı

da ona hizmet etmektir. O, insanı kendi ölçü ve

kabullerinin onayından geçtikten sonra değil,

insan olduğu için sever ve hizmetine muhatap

kılar. İnsana saygının bir uzantısı olan hizmet,

Mevlâna‘da karşılıksız hizmettir. Böyle bir hiz-

mete hazır olmayan, insana yol gösteremez,

sonsuzluk rehberi olamaz. O şöyle seslenir: “Biz

rüşvet ve para padişahı değiliz, paramparça ol-

muş gönül hırkalarını diker yamarız biz.”

Mevlâna, “A yoksul! Hiçbir insanı hor görme!

diyerek bütün insanları kucaklamak ister.”7

Konstantiniye (İstanbul)’den bir bilgin rahip

vardı. Mevlâna’nın bilimini, yumuşaklığını ve

alçak gönüllüğünü duymuş ve ona âşık olmuş-

tu. Mevlâna’yı görmek üzere Konya’ya geldi.

Diğer rahipler onu karşılamaya geldiler. Yolda

Mevlâna’ya rastladı ve ona 3 defa secde etti.

Secdeden başını kaldırınca Mevlâna’nın da secde

etmekte olduğunu gördü. Bunun üzerine rahip,

elbiselerini yırttı ve: “Ey dinin sultanı, benim gibi

zavallı ve kirli birine karşı gösterdiğin bu ne alçak

gönüllük ve kendini hor görmektir?” dedi. Bunun

üzerine Mevlâna, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in şu

hadisini söyledi: “Ne mutlu o kimseye ki, Tanrı onu

malla, güzellikle, şerefle ve saltanatla rızıklandırdı

ve o şerefi ve alçak gönüllüğü ile kendini hor gör-

“Tasavvufta herkesi kendinden üstün göreceksin ki, içindeki gururu, kibri yok edip, olgun insan olma yolunda mesafe kat edebilesin. Eğer kendini herkesten üstün görürsen, kendini düzeltme ve olgunlaştırma yönünde bir adım dahi atamaz, ruhsal anlamda en küçük bir geliştirme gösteremezsin.”

mektedir.” Sonra ilave etti: “Tanrı kullarına karşı

nasıl alçak gönüllülük göstermeyeyim ve niçin

kendi küçüklüğümü belirtmeyeyim. Eğer bunu

yapmazsam, neye ve kime yararım.”8

Tasavvufta herkesi kendinden üstün göre-

ceksin ki, içindeki gururu, kibri yok edip, olgun

insan olma yolunda mesafe kat edebilesin. Eğer

kendini herkesten üstün görürsen, kendini dü-

zeltme ve olgunlaştırma yönünde bir adım dahi

atamaz, ruhsal anlamda en küçük bir geliştirme

gösteremezsin. Tasavvufta, gururlu ve kibirli ol-

maya şeytan bir örnektir. Başlangıçta melekle-

re hocalık edecek kadar bilgi ve fazilete sahip

olan şeytan, kendi üstünlüğünü dile getirerek

Hz. Âdem’e secde etmeyi reddetmiş ve sahip

olduğu bütün meziyetleri kaybederek çok aşağı

bir dereceye düşmüştür. Bunun için mutasavvıf,

bu ibret verici örneği daima göz önünde tutmak

zorundadır. Mevlâna’ya göre insan sadece dışı-

nı değil ondan daha fazla içini temiz tutmalıdır.

Ancak o zaman olgun bir insan olabilir.9

Hoşgörmek Gönül Kazanmaktır

Tasavvufî telâkkide insanlar arasındaki ilişkile-

rin karşılıklı anlayış ve hoş görü içerisinde gönül

kazanmaktan geçmesi esastır. Çünkü Allah kulla-

rını can ve gönülle istenen bütün keremlere eriş-

tirir. Gönül her dosttan bir gıda ile gıdalanır her

bilgiden bir lezzet alır. Ama insanın gerçek gıdası

nûr-ı ilâhidir. Gönlü olgunlaştırmanın yollarından

biri de diğer gönüllere değer vermektir. Onları hor

görmek ve yıkmak en büyük günah; yapmak ise en

büyük sevaptır.10 Mevlâna der ki: “Senin bir saman

çöpü kadar değer vermediğin yıkık gönül, arştan

da üstündür, kürsüden de, levhden de, kalemden

de. Hor bile olsa gönlü hor tutma, o horluğu ile

gene de pek üstündür. Yıkık gönül Allah’ın baktığı

varlıktır. Onu yapan can ne kutludur. Kırılmış, iki

yüz parça olmuş gönlü yapmak Allah katında hac-

dan da, umreden de değerlidir. Sen her kılında iki

yüz dil olsa da söylesen gönül gene anlamaz.”11

Yunus Emre’de der ki:

Bir kez gönül yıktın ise/ Bu kıldığın namaz de-

ğil, Yetmiş iki millet dahi/ Elin yüzün yumaz değil

Gönül Çalab’ın tahtı/ Çalap gönüle baktı /İki

cihan bedbahtı/ Kim gönül yıkar ise.12

Hacı Bektaş Velî’nin gönül kazanmak, hor

görmemek gibi güzel huyları bezenmenin öne-

mine işaret eden ahlâkî ilkelerini anlayabilmek

için, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye

adlı eserindeki şu tavsiyelerine kulak vermek

gerekmektedir: “Herkese şefkat gözüyle bak-

malısın. Hiç kimseyi küçümseme! Dış görünüşü-

nü süsleme! Çünkü dışı süslemek içi harap eder.

Halkla mücadele etme! Kimseden kimsenin sır-

rını isteme! Kimseye hizmet buyurma! Dünya

ile onun izzeti ve devleti ile gururlanma! Çün-

kü senin gönlün her zaman hüzünlü, vücûdun

hasta, gözün ağlar, amelin hâlis, duân iniltili,

elbisen eski, arkadaşın derviş, sermayen başarı,

evin mescit ve yoldaşın yüce Allah olmalıdır.”13

O, gönlünü tevâzû süpürgesiyle süpürmüş,

ayırt etmeyi, dışlamayı, horlamayı gönlünden

tamamen temizlemiştir. Allah’ı; sevgi ve şefka-

tin, esirgeyicilik ve bağışlayıcılığın kaynağı ola-

rak bilen ve kalbini Allah sevgisi ile dolduran Hacı

Bektaş Velî, Besmele Tefsiri adlı eserinde Alla-

hu Teâlâ’nın Hazreti Muhammed (s.a.v.)’e şöy-

le buyurduğunu nakleder: “Ey benim Habîb’im!

Mü’minlere söyle, gönül evini tevâzuluk süpür-

gesiyle süpürsünler. Hırsın, cimriliğin, düşman-

“Hiç kimseyi küçümseme! Dış görünüşünü süsleme! Çünkü dışı süslemek içi harap eder. Halkla mücadele etme! Kimseden kimsenin sırrını isteme! Kimseye hizmet buyurma!.. Dünya ile onun izzeti ve devleti ile gururlanma!”

Hacı Bektaş-ı Velî

eylül

/201

7

somuncubaba somuncubaba26 27

Page 16: Kadir ÖZKÖSE - Somuncu Baba Dergisi · kullandığı yanlış bir telaffuz olarak ‘Heyamola’ya dönüşmüş. Günümüzde de bazı balıkçılar motorlarıyla kıyıya Günümüzde

lığın, hainliğin ve kıskançlığın çerini çöpünü çı-

karsınlar. Sonra kötü işlerinden dolayı pişman

olsunlar. Pişmanlık suyuyla sulasınlar. Sonra de-

niz halısını (tevhid, hakîkat seccadesi) sersinler.

Muhabbet sofrasını döşesinler.14

Yazımızı bitirirken kibrin insanı nasıl hüsrana

uğrattığını yine bir Kur’an kıssasıyla özetleyelim:

Karun’un Cehenneme Girme Sebebi

Yüce Rabb’imiz, Kur’ân-ı Kerim’de, Allah’a ve

insanlara karşı kibirlenip böbürlenmesi (bağy et-

mesi) sebebiyle helak olan ve cehenneme giren

Karun’u olumsuz bir örnek olarak insanlığın idra-

kine sunar: “Karun Musa’nın kavminden idi. Kav-

mine karşı böbürlenerek onlara zulmetmişti. Biz

ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarlarını güçlü

kuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Onun kibirlendiğini

gören kavmi kendisine şöyle demişti: ‘Şımarma!

Allah şımaranları sevmez! Allah’ın sana verdiği bu

servetle âhiret yurdunu kazanmaya çalış. Dünya-

daki nasibini de unutma. Allah sana nasıl iyilik et-

tiyse, sen de başkalarına iyilik et. Yeryüzünde fesat

çıkarmaya çalışma. Allah fesatçıları sevmez.’ Ka-

run: ‘Ben o serveti kendi bilgimle kazandım’, dedi.

Karun bilmiyor mu ki, Allah daha önceki zamanlar-

da kendinden daha güçlü, taraftarı daha fazla nice

nesilleri helâk etti. (Neler yaptıkları bilindiği için)

günahkârlardan günahları sorulmaz bile. Bir gün

Karun bütün debdebesiyle kavminin karşısına çıktı.

Dünya hayatını arzulayanlar: ‘Karun’a verilen keş-

ke bize de verilseydi! Doğrusu o çok şanslı adam’,

dediler. Bilenler ise: ‘Yazıklar olsun size! İman edip

iyi işler yapanlara Allah’ın vereceği sevap daha de-

ğerlidir. Bu mükâfata ise ancak sabredenler kavu-

şur’, dediler. Sonunda biz onu da, sarayını da yerin

dibine geçirdik. Allah’a karşı ona yardım edecek

bir kimse bulunamadı. Kendisi de kendini savunup

kurtaracak durumda değildi.”15 Hz. Musa’nın (a.s.)

akrabası hatta amcaoğlu olduğu rivayet edilen

Karun’un bu ibretli macerası, Allah’ın kendisine

lütfettiği nimetlere şükretmeyen, o nimetleri ge-

rektiği şekilde kullanmayan, aksine bu nimetlerle

kibirlenen, kendini beğenip böbürlenen kimseler

için sayısız derslerle doludur.

Dipnot

1. Süleyman Uludağ, “Aşk”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansik-lopedisi, C.4, İstanbul 1994, s. 11.

2. 5/Maide, 543. 9/Tevbe, 244. İmam-ı Gazâli, İhyâ’u ulûm’iddin, (Ter. Ahmet Serdaroğlu),

Bedir Yay., C. 4, İstanbul 2002, s. 5425. İmam-ı Gazali, İhya, C.4, s. 5366. İmam-ı Gazali, İhya, C.4., s. 5377. Uludağ a.g.m., s. 12.8. A. E. Afifi, “İbn Arabi”, İslâm Düşünce Tarihi,(Terc. Mustafa Ar-

mağan.) C. II, İstanbul 1990, s. 28. Ayrıca Bkz: Mahmut Kap-lan, Gönül ve Aşka Dair, Nasihat Yayınları, Ank., 2012, s.68-70.

9. Yunus Emre Divanı II, Tenkitli Metin, Haz. Mustafa Tatçı, Ankara 1990, s.139.

10. Kaplan, Gönül ve Aşka Dair, s. 74.11. Es-Seyyid Osman Hulûsi Ateş, Divân-ı Hulûsi-i Darendevi,

(Haz: Prof. Dr. Mehmet Akkuş-Prof. Dr. Ali Yılmaz), Nasihat Yayınları, İst., 2013, s. 149.

12. 57/Hadid, 23.13. İmam-ı Gazâlî, İhyâ, C. 4, s. 441.14. Ayten Doğru, Yusuf Hakîkî Baba’nın Hayatı ve Tasavvufi

Görüşleri, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslâm Bilimleri Anabilim Dalı Tasavvuf Tarihi Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Kayseri, 2014, s. 190.

15. Ayten Doğru, a.g.e, s. 220.

“Aşkın merkezi olan gönül öyle bir diyar ki sevgiliden başka her şey ona çer çöp mesabesindedir. Gönlü sevgiliye musahhar kılmak isteyen gönlün kapısında sevgiliden başka kimseyi oraya koymaz. Gönül sevgiliye yâr olunca, gönül sahibi sevgiliyle boyanır.”

Boğazın bir muhkem hisarı gibi,Yatar Beşiktaşlı Yahyâ Efendi,Beş asırdır sevenleri peşine,Takar Beşiktaşlı Yahyâ Efendi…

Donanma koşarken birçok zafere,Ona uğramadan çıkmaz sefere,Yenilmez bir pehlivanı yerlere,Atar Beşiktaşlı Yahyâ Efendi…

Herkes ‘neme lazım’ dersini alsa,İkram görür, o kapıyı kim çalsa,Hak dâvada Sultan Süleyman olsa,Çatar Beşiktaşlı Yahyâ Efendi…

İcazet vermiştir Zembilli Ali,Bir şair, ‘Müderris’ mahlaslı Velî,Sabah doğar, akşam güneş misali,Batar Beşiktaşlı Yahyâ Efendi…

Rabb’imiz, Yuşa’yı buldurmuş O’na,Sütkardeşi olmuş koca Sultan’a,Gönülleri, ‘Âşık’ deyip yan yana,Tutar Beşiktaşlı Yahyâ Efendi…

Dost olmuş Hızır’a, birçok arife,Kurbanda sırlanmış kutbu-u şerife,Osmanlının pîrlerini tarife,Yeter Beşiktaşlı Yahyâ Efendi…

‘Üveysî’dir tasavvufun özünde,Hep Nakşiler, kadiriler izinde,‘Ey Yâ Molla Celillerin gözünde,Tüter Beşiktaşlı Yahyâ Efendi…Tüter Trabzonlu Yahyâ Efendi…

Halil GÖKKAYA

Ey Yâ MollaŞeyh Yahyâ Efendi

eylül

/201

7

somuncubaba somuncubaba28 29

Page 17: Kadir ÖZKÖSE - Somuncu Baba Dergisi · kullandığı yanlış bir telaffuz olarak ‘Heyamola’ya dönüşmüş. Günümüzde de bazı balıkçılar motorlarıyla kıyıya Günümüzde

Beşiktaşlı

Yahyâ Efendi (k.s.)

“Çocukluk dönemini Trabzon’da geçiren Yahyâ Efendi ilk eğitimini Trabzon medresesinde tamamlamış, Yavuz Sultan Selim’in tahta çıkışı üzerine Şehzade Süleyman’la birlikte İstanbul’a gitmiştir. İstanbul’a gittikten

sonra tahsilini devam ettiren Yahyâ Efendi Zenbilli Ali Efendi’nin talebesi olmuştur.”

SÛFİ PERSPEKTİF Kadir ÖZKÖSE*

Foto: Orhan Dinç

900/1495 yılında Trabzon’da doğan Beşik-taşlı Yahyâ Efendi, müderrislik hizmetin-den dolayı Molla Şeyhzade olarak da ta-

nınmaktadır. Şâmî Ömer Efendi ile Afîfe Hatun’un oğludur. Aslen Amasyalı olduğu ifade edilen Şâmî Ömer Efendi Trabzon’da kadılık hizmetinde bulunurken, Yavuz Sultan Selim Şehzâde olarak Trabzon’da sancak beyi idi. Trabzun Kadısı Ömer Efendi ile Trabzon Sancak Beyi Şehzâde Selim arasında güçlü bir dostluk meydana gelir. Yahyâ Efendi ile Kanûnî Sultan Süleyman’ın doğumu o günlere denk gelmektedir. Şehzâde Süleyman’ın annesinin sütü yetersiz kalınca Yahyâ Efendi’nin annesi Afîfe Hanım Şehzâdenin sütannesi olmuş, dolayısıyla Kanûnî Sultan Süleyman ile Yahyâ Efendi sütkardeşi olmuşlardır. Ömer Efendi Trab-zon’daki kadılık görevinden sonra Şam’a gidip orada vefat etmiştir.1

Çocukluk dönemini Trabzon’da geçiren Yahyâ Efendi ilk eğitimini Trabzon medresesinde ta-mamlamış, Yavuz Sultan Selim’in tahta çıkışı üzerine Şehzâde Süleyman’la birlikte İstanbul’a gitmiştir. İstanbul’a gittikten sonra tahsilini de-vam ettiren Yahyâ Efendi Zenbilli Ali Efendi’nin talebesi olmuştur. Zenbilli Ali Efendi’nin vefa-tından sonra Canbaz Mustafa Medresesi’nde, Hacıhasanzâde Medresesinde, Efdâliye Medresesi’nde, Gebze’deki Çoban Mustafa Paşa Medresesi’nde, Üsküdar’daki Mihrimah Sultan Medresesi’nde ve Sahn-ı Semân Medresesi’nde müderrislik yapmıştır. Sahn-ı Semân Medre-sesi’ndeki müderrislik hizmetinin ikinci yılında Şehzâde Mustafa’nın öldürülmesi olayı vuku bulmuş, Şehzâde Mustafa’nın saraydan çıkarı-lan annesi Mâhidevran Sultan’ın yeniden saraya alınması için Kanûnî’ye yazdığı bir arîza sebe-biyle Kanûnî Sultan Süleyman’la arası açılmış, görevinden uzaklaştırılmıştır. Müderrislik göre-vinden uzaklaştırılan Yahyâ Efendi’nin sivil ha-yattaki çalışmalarına müdâhil olmayan Kanûnî Sultan Süleyman, bilahare Yahyâ Efendi’ye altın ve gümüşten hediyeler göndererek gönlünü al-maya çalışmıştır. Yahyâ Efendi de bahçesinde yetiştirdiği bazı ürünleri padişaha göndererek ilişkisini sıcak tutmaya çalışmıştır. Müderrislik

görevinden ayrıldıktan sonra kendi öz gelirleriyle Beşiktaş’ta geniş bir arazi satın almış ve hayatı-nın geri kalan kısmını burada kurduğu dergâhta geçirmiştir. Boğaz kenarında Hıdırlık adını verdi-ği bu bölgeye tekkesini mânevî bir işaret sonucu kurduğu rivâyet edilmektedir. Diğer yandan Yuşa peygamberin Beykoz’daki makamının da Yahyâ Efendi tarafından keşfedildiği nakledilmektedir. Anadolu Kavağı’nda Yoros’ta bir mescit, med-rese ve hamam yaptırdığı ifade edilen Yahyâ Efendi’nin sık sık Yoros’a giderek dinlendiği ifade edilmektedir. İlim uğrunda ve mânevî kemâlât içerisinde seyreden dolu dolu yaşadığı dünya hayatı 9 Zilhicce 978/4 Mayıs 1571 tarihindeki Kurban Bayramı gecesinde nihâyete eren Yahyâ Efendi’nin cenaze namazı bayram namazından sonra Ebüssuûd Efendi tarafından Süleymani-ye Camii’nde kıldırılmış ve dergâhının bulundu-ğu yere defnedilmiştir. Cenazeye devlet erkânı, ulemâ ve halktan büyük bir kalabalık katılmış, II. Selim’in emriyle dergâhın bulunduğu yere bir türbe inşâ edilmiştir.2

İstanbul’a geldiğinde Kanûnî Sultan Süleyman’ın hemşirezadesi Şerife Hatun’la ev-lenen Beşiktaşlı Yahyâ Efendi’nin İbrahim ve Ali isminde iki oğlunun bulunduğu ve her ikisinin de şeyh unvanına sahip oldukları rivâyet edilmekte-dir. Torunlarından Emetullah Hanım’ın Odabaşı Şeyhi Mustafa Efendi ile evlendiği, bir diğer to-

eylül

/201

7

somuncubaba somuncubaba30 31

Page 18: Kadir ÖZKÖSE - Somuncu Baba Dergisi · kullandığı yanlış bir telaffuz olarak ‘Heyamola’ya dönüşmüş. Günümüzde de bazı balıkçılar motorlarıyla kıyıya Günümüzde

runu Hubbî (ö. 998/1590)’nin de Divan edebiyatı kadın şairlerinden olduğu bilinmektedir.3

Kanûnî Büyük Saygı Göstermiştir

Yahyâ Efendi’nin Kanûnî Sultan Süleyman ile Trabzon’da başlayan dostluk İstanbul’da da devam etmiş, hatta onun İstanbul’a gelmesini Kanûnî Sultan Süleyman’ın bizzat kendisi iste-miştir. Sultanın Yahyâ Efendi’nin şahsına olduğu kadar ailesine özel saygı duyduğu görülmekte-dir. Bu durumun bir göstergesi olarak Kanûnî Sultan Süleyman kendisinden birkaç gün önce doğan Yahyâ Efendi’ye ağabey diye hitap eder ve kimi zaman Yahyâ Efendi’yi ziyarete gider-di. Bu yakınlıktan aldığı güçle Yahyâ Efendi’nin devlet işlerine doğrudan karıştığı da olur, talep ve tavsiyelerde bulunurdu Diğer yandan Kanûnî Sultan Süleyman İstanbul’da yaptırdığı ilk mes-cide Yahyâ Efendi’nin annesi Afîfe Hatun’un adını vermiştir. Yahyâ Efendi bir şiirinde İran şahının faaliyetleri konusunda Kanûnî Sultan Süleyman’ı uyarmış, Şah İsmail taraftarlarının faaliyetlerini fitne olarak nitelemiş ve bunla-rın mutlaka bastırılması gerektiğini belirtmiş, bu konuda babasını örnek almasını istemiştir. Kanûnî gibi Osmanlı Sultanı II. Selim de Yahyâ Efendi’ye büyük saygı göstermiş, onu ziyaret etmiş, kimi konularda onun görüşlerine baş-vurmuş, kimi zaman Yahyâ Efendi’ye hediyeler göndermiştir.4

Yahyâ Efendi padişah nezdinde olduğu kadar Rüstem Paşa, Sokullu Mehmed Paşa ve Semiz Ali Paşa gibi önde gelen vezirlerle de temas kurmuştur. Saraya sık sık şefaatnâmeler yaza-rak kendisine başvuranların işlerinin halledil-mesine aracı olmuştur. Ancak bu tavrı devlet işlerine müdahale gibi algılanmış, Rüstem Paşa ve Semiz Ali Paşa ile bazı gerginlikler yaşan-mıştır. Meselâ; Rüstem Paşa, yaptırdığı camiye malzeme temini için Yahyâ Efendi’nin çok önem verdiği mekânlardan Yoros Kalesi’ni yıktırmak istemiş, bunun üzerine Yahyâ Efendi padişaha bir tezkire yazıp paşayı şikâyet etmiştir. Bu mü-dahaleye çok sinirlenen Rüstem Paşa kalenin hemen yıkılmasını emretmiş, bu amaçla yola

çıktığı sırada atından düşmüş, şeyhten özür dilemişse de kabul edilmemiş, neticede çektiği acılar yüzünden ölmüştür. Anlaşmazlığın teme-linde muhtemelen Rüstem Paşa’nın Şehzâde Mustafa’nın öldürülmesindeki gayretleri yat-maktadır. Yahyâ Efendi’nin Sadrazam Semiz Ali Paşa ile arasının açık olmasının sebebi ise sadrazamın Yahyâ Efendi’nin bir isteğini yeri-ne getirmemesidir. Yahyâ Efendi, bu davranışı karşısında Semiz Ali Paşa’ya gücenmiş, bir süre sonra sadrazam yakalandığı hastalığın sebebi-ni buna bağlayıp özür dileyince araları düzel-miştir. Yahyâ Efendi’nin, müridlerinden Turak Bey’in bir işini halletmesi için Sokullu Mehmed Paşa’ya da bir mektup yazdığı bilinmektedir. Riyâziyyât, hendese, hikemiyyât, felekiyyât ve tıp ilimlerinde bilgi sahibi olduğu belirtilen Yahyâ Efendi’nin Kanûnî Sultan Süleyman’ın kızı Mihrimah Sultan’ın bir hastalığını tedavi ettiği nakledilir.5

Kuyumculuk sanatıyla uğraşan Yahyâ Efendi, Trabzon’da yaşadığı dönemde Şehzâde Süley-man ile birlikte Kostanta adlı bir zimmînin ya-nında kuyumculuk sanatını öğrenmiştir.6

Üveysî olduğu söylenen Yahyâ Efendi’nin Hı-zır ile görüşerek ondan icâzet aldığı belirtilmek-tedir. Bir tarîkat silsilesi bulunmamakta, kendi-sinden sonra tarîkatını sürdüren şeyhlerden söz edilmemekte, kaynaklarda daha çok müderris-lik yönü ön plana çıkarılmakta ve adı dönemin ulemâsı arasında zikredilmektedir. Kaynaklarda onun Beşiktaş’ta kurduğu dergâhtan, şairliğin-den, sultana yakınlığından ve müderrisliğinden bahsedilmektedir. Dönemindeki önemli muta-savvıflardan biri kabul edilen Yahyâ Efendi’nin bu yönü kendisiyle sınırlı kalmış, bir gelenek haline dönüşmemiştir. Zira vefatından sonra tekkesi Kādirî ve Nakşî meşâyihi tarafından kul-lanılmıştır.7

Gayretli ve çok yönlü kişiliği, iktidar zümre-leriyle halk arasında bir aracı vazifesi görmesi, fakirlere karşı son derece cömert davranması Yahyâ Efendi’nin saygı duyulan bir şahsiyet hali-ne gelmesini sağlamıştır. Gülşeniyye’ye ve diğer

tarîkatlara mensup bazı kişilerin kendisini ziyaret ettiğine dair rivâyetler diğer tarîkatlar nezdinde de onun itibar gördüğünü ortaya koymaktadır. Onun zaman zaman bazı camilerde va’z verdiği anlaşılmaktadır. Ayasofya Camii’ndeki va’zlarını dinlemek için halkın üç gün öncesinden hazırlan-dığı, caminin bir adım dahi atılamayacak kadar dolduğu ve cemaatin can kulağıyla şeyhi dinledi-ği rivâyet edilmektedir. Yahyâ Efendi’nin mürid-lerinin çokluğundan bahsedilse de iki müridinin ön plana çıktığı ve kendisine hemen her konu-da yardımcı olduğu görülür. Bunlar denizlerde-ki temsilcisi Baba Turak ile karadaki temsilcisi Hacı Kasım’dır. Hacı Ali Efendi ve Koca Köse de dergâha hizmet eden şahsiyetlerdir.8

Denizcilerin Ziyaretgâhı

Yahyâ Efendi’yi sadece Müslümanlar ziya-ret etmemiş, çoğu denizci pek çok Hristiyan da onu ziyaret etmiş, gayrimüslimlerin yoğun biçimde yaşadıkları bir bölgede kurulmuş bu-lunan dergâhı gayrimüslimlerin da uğrak yeri olmuştur. Gayrimüslimler müşküllerinin hal-ledilmesinde Yahyâ Efendi’yi bir mercî olarak kabul etmişlerdir. Örneğin ödemekle mükellef tutulduğu haracın kendisine ağır gelmesinden şikâyet eden bir gayrimüslimin çareyi Yahyâ Efendi’ye başvurmakta bulduğu rivâyet edil-mektedir. Yahyâ Efendi’nin denizde kaybolan veya boğulma tehlikesi geçiren Hristiyanları kurtardığına ve bu sayede Müslüman olmaları-nı sağladığına dair menkıbeler anlatılmaktadır. Yahyâ Efendi’nin bölgedeki gayrimüslimlerin di-lini konuşabildiği de ifade edilmektedir. Meselâ; kendisini ziyarete gelen metropolitle Rumca ko-nuşmuş, bu duruma şaşıran ulemaya da on beş dil bildiğini söylemiştir.9

O devirde İstanbul’un uzağında sayılan Be-şiktaş yamaçlarında satın aldığı araziyi işle-yerek burada kendi eliyle ekip diktiği bağ ve bahçelerin meyvesiyle, yetiştirdiği hayvanların ürünleriyle hayatını sürdürdü. Onun bu tarzda-ki yaşayışı, çevredeki gayrimüslimlerin ilgisini çekti, kurduğu ilişkiler ve yaptığı sohbetleriyle bunlardan birçoğunun hidâyetine vesile oldu.

Rivâyetlere göre Balaban adındaki Hıristiyan

çoban, koyunlarından bir kaçını kaybeder. Bir

hayli arar, sonra tekkeye gelir. Yahyâ Efendi ço-

banın yorgun ve aç olduğunu görünce, kendisine

ekmek, tereyağı ve bal getirir ve şöyle der:

İşte sana tereyağı, mumlu bal, taze nân

Diler isen yağa ban diler isen bala ban

Beyitteki ‘bala ban’ ifadesi aynı zamanda çoba-

nın adı olduğundan, onun hoşuna gitmiş, gördüğü

güzel davranışın da etkisiyle müslüman olmuş ve

bulunan koyunlarını tekkeye bağışlamıştır.10

“Müderris” mahlasıyla şiir yazan Yahyâ

Efendi’nin şiirleri ölümünden sonra bir divan ha-

linde derlenmiştir. Yahyâ Efendi şiirlerinde dün-

ya hayatını da nefsini de sorgulamakta, siyâsî

ve içtimâî meselelere temas etmekte, zaman

zaman beslenme kültürüyle ilgili mısralar söy-

lemekte, Kanûnî Sultan Süleyman’a tavsiyelerde

bulunmaktadır.11

Dipnot* Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE1. Haşim Şahin, “Yahyâ Efendi, Beşiktaşlı”, Türkiye Diyanet

Vakfı İslâm Ansiklopedisi, yıl: 2013, c. 43, s. 243.2. Şahin, agm., yıl: 2013, c. 43, s. 243.3. Şahin, agm., yıl: 2013, c. 43, s. 243.4. Şahin, agm., yıl: 2013, c. 43, s. 243.5. Şahin, agm., yıl: 2013, c. 43, s. 244.6. Şahin, agm., yıl: 2013, c. 43, s. 244.7. Şahin, agm., yıl: 2013, c. 43, s. 244.8. Şahin, agm., yıl: 2013, c. 43, s. 244.9. Şahin, agm., yıl: 2013, c. 43, s. 244.10. Mehmet Demirci, “İçe Dönük Cihad: Mücahede”, Tasavvuf

İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, yıl: 8, sayı: 19, Tem-muz-Aralık 2007, s. 19.

11. Şahin, agm., yıl: 2013, c. 43, s. 244.

“İstanbul’a geldiğinde Kanûnî Sultan Süleyman’ın hemşirezadesi Şerife Hatun’la evlenen Beşiktaşlı Yahyâ Efendi’nin İbrahim ve Ali isminde iki oğlunun bulunduğu ve her ikisinin de şeyh unvanına sahip oldukları rivayet edilmektedir.”

eylül

/201

7

somuncubaba somuncubaba32 33

Page 19: Kadir ÖZKÖSE - Somuncu Baba Dergisi · kullandığı yanlış bir telaffuz olarak ‘Heyamola’ya dönüşmüş. Günümüzde de bazı balıkçılar motorlarıyla kıyıya Günümüzde

“Kâbe’nin etrafında namaza durduğunuzda, farklı ten rengine sahip bu insanlarla bir arada safa durursunuz. Ne dillerini ne de memleketlerini

bilirsiniz. Ve bu güzel insanlarla hacdan sonra bir daha karşılaşmazsınız. İçiniz onlara karşı öyle bir ısınır ki, birbirinizin yüzüne baktığınızda, uzun zamandır tanışan ve yeniden karşılaşan iki insan gibi karşılıklı tebessüm

edersiniz.”

Kâbe’nin Yanında Olmak,Kâbe’yi Gönülde Taşımak

KÜLTÜR Enbiya YILDIRIM*

Dinimizde bazı ibadetler bedenle edâ edi-lirse de onu yerine getirebilmek için mal-dan harcamak gerekir. Hac böyle ibadet-

tir. Nitekim Allahu Teâlâ durumu yerinde olanla-rın hac görevini îfâ etmelerini zorunlu tutmakta ve şöyle buyurmaktadır: “Oraya yol bulabilen insana Allah için Kâbe’yi haccetmesi gereklidir.”1

Hepimizin bildiği üzere, hac ibadeti her açı-dan fedakârlık gerektirir. Öncelikle maddî har-cama gerektirir. Bedenî olarak da yorucudur. Bütün bunların yanında, işi gücü bir yana bı-rakarak bir süreliğine dünyadan kopmayı, yur-dundan uzaklaşmayı, tanımadığınız milyonlarca insanla bir arada olmayı gerektirir. Neresinden bakılırsa bakılsın zahmetli bir ibadettir. Zorluk-ları fazla olduğundan dolayı Allah katındaki ecri de çok fazladır. Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.v.), “Kabul olmuş haccın karşılığı cennettir.” buyurmuşlardır.2 Bir keresinde de Hz. Pey-gamber (s.a.v.)’e şöyle bir soru sorulur: “En üs-tün amel hangisidir?” Cevap verirler: “Allah ve Rasûl’üne iman etmektir.” Tekrar sorulur: “Sonra hangisidir?” Cevap verirler: “Allah yolunda cihad etmektir.” Ardından “Sonra hangisidir?” diye sorulunca, buna da şu cevabı verirler: “Makbul olan hacdır.”3

Hac Allah’a kulluğa koşmanın bir diğer adı-dır. Binlerce kilometreyi sadece Allah’a ibadet etmek için kat etmektir. Düşünsenize İstanbul-Mekke arası uçakla 2.400 kilometredir; bu me-safenin bir de eski devir şartlarında nasıl kate-dildiğini düşünmek işin fizikî külfetini fark etme-ye yeter. İnsan sırf Rabb’ine kulluk etmek için bu kadar mesafeyi aşar. Evinden ve ailesinden uzaklaşarak âhiretin provası olan ihramını gi-yer, hac ibadetine koşar. Bu yüzden de Kâbe’nin etrafında tavaf ederken ağızdan şu kelimeler dökülür: “Lebbeyk! Allahumme lebbeyk! Leb-beyke lâ şerîke leke lebbeyk. İnne’l-hamde ve’n-ni’mete ve’l-mülk. Lâ şerîke lek./Buyur Allah’ım buyur! Emrindeyim buyur! Buyur Allah’ım! Se-nin hiçbir ortağın yoktur. Buyur Allah’ım! Şüp-hesiz hamd sana mahsustur. Nimet de senindir, mülk de senin. Senin hiçbir ortağın yoktur.”

Dünyayı Ardımızda Bırakmak

Hac ibadetinin en güzel tarafı, insana Allah’a kulluk dışında hiçbir şeyi hatırlatmamasıdır. Dünyadan tamamen sıyrılırsınız. Öyle bir at-mosferdesiniz ki, ibadetten başka bir şey dü-şünmeniz aslâ mümkün değildir. Çünkü etrafı-nızdaki herkesin orada bulunma nedeni tektir. O da rablerine ibadet etmek. Herkes ibadet için bir koşturma içindedir. Gördüğünüz insanlar ya ibadete koşmaktadır, ya da dinlenmek için ibadetten dönmektedir. Zamanlarını boşa ge-çiren, birbiriyle dedikodu eden ve malâyânî ile vakti öldüren insan sayısı çok azdır. Durum böy-le olunca da, ibadetten başka bir şeye zaman ayırmaya vaktiniz olmaz. Aklınız başka şeylere kayıp gitmez.

Allah Rasûlü’nün Yakınlığını Hissetmek

Hacda Rasûlullah her an aklınızdadır. Kâbe’nin etrafında, Safa ile Merve arasında, Hira’da, Sevr’de, Arafat’ta ve Mina’da, velhasıl her yerde. Ayağınızın en az bir kere olsun, Al-lah Rasûlü’nün bastığı bir yere temas edeceğini bilmek insanın kalbini hoplatır. Onun hayatını okuyup öğrenerek ve hacdaki uygulamalarını belleyerek hacca gidenler bu açıdan çok şans-lıdırlar. Sanki Rasûlullah yanlarındaymış gibi haccederler. Onun nerede ne yaptığını bildikle-rinden bir başka heyecan duyarlar. Allah Rasûlü

“Hac insana belki de en çok sabretmeyi öğretir. Evde ailenizin her türlü sıkıntısına ve hatasına katlanırsınız. Çocuğunuz bir yanlış yaptığında veya uygun olmayan bir yere bir eşya bıraktığında, bu durum sizin için fazla bir sorun olmaz. Çünkü yuvanızdaki her bir ferdi yaptıklarına tahammül edecek kadar çok seversiniz.”

eylül

/201

7

somuncubaba somuncubaba34 35

Page 20: Kadir ÖZKÖSE - Somuncu Baba Dergisi · kullandığı yanlış bir telaffuz olarak ‘Heyamola’ya dönüşmüş. Günümüzde de bazı balıkçılar motorlarıyla kıyıya Günümüzde

oradaymış, onlar da onun sahâbîleriymiş gibi hissederler. Hira’da veya Sevr’de mağarada oturduklarında Rabb’imizin son elçisinin oracık-ta oturmuş olduğunu düşünerek gözyaşlarına boğulurlar. Rablerinin kendilerine böyle bir ni-meti ihsan etmesi nedeniyle şükrü ifade edecek kelime bulamazlar ve en iyi münâcât yolu ola-rak gözyaşlarına sarılırlar.

Farklı Renklerle Kucaklaşmak

Pek çok hikmeti barındıran haccın en güzel yanlarından birisi, dünyanın farklı bölgelerinden gelen Müslümanları buluşturmasıdır. Mü’min kardeşleriyle bir araya gelen kimsenin uzaktan sevdiği kardeşlerine karşı hissettiği duygu de-rin bir muhabbete dönüşür; hele de yeryüzü-nün dört bir tarafında sıkıntılar içinde yaşayan mü’min kardeşlerini gördüğünde sevgisi iyice katmerleşir.

Kâbe’nin etrafında namaza durduğunuzda, farklı ten rengine sahip bu insanlarla bir arada safa durursunuz. Ne dillerini ne de memleketle-rini bilirsiniz ve bu güzel insanlarla hacdan son-ra bir daha karşılaşmazsınız. İçiniz onlara karşı öyle bir ısınır ki, birbirinizin yüzüne baktığınızda, uzun zamandır tanışan ve yeniden karşılaşan iki insan gibi karşılıklı tebessüm edersiniz. Gözle-rinizle çok şeyler söylersiniz. Bu bakışmaların kalbinizde biriktirdiği sevgi o kadar çoğalır ki, haccı bitirip o güzelim topraklardan ayrılırken gözlerinizden dökülen yaşların bir nedeni de ayrıldığınız kardeşleriniz olur. Onları bir daha göremeyecek olmanıza yanarsınız. Zira, ”Simsi-yah derili, çekik gözlü, buğday tenli, güçlü-yapılı

veya çelimsiz kardeşlerim arasında Rabb’ime yönelmek bir daha nasip olabilecek mi?” diye içinizi bir özlem kaplar. Bu, ayrılmadan yaşanan bir hasrettir.

Haccın Diğer Adı: Sabır İbadeti

Hac insana belki de en çok sabretmeyi öğ-retir. Evde ailenizin her türlü sıkıntısına ve hatâsına katlanırsınız. Çocuğunuz bir yanlış yaptığında veya uygun olmayan bir yere bir eşya bıraktığında, bu durum sizin için fazla bir sorun olmaz. Çünkü yuvanızdaki her bir ferdi yaptıklarına tahammül edecek kadar çok sever-siniz. Belki kızarsınız, ancak yine de bir arada yaşamak en büyük mutluluklarınızdan birisidir. Hacda ise durum bambaşkadır. Kendi ülkeniz-den insanlarla da olsa sonuçta tanımadığınız ve huyunu suyunu bilmediğiniz kişilerle aynı oda-ları paylaşmak durumunda kalırsınız. Herkesin yetişme tarzı farklı olduğundan, size çok ters gelen davranışlara ve alışkanlıklara tahammül etmek zorunda kalırsınız. Başka coğrafyalar-dan gelen insanlara gelince, sizi adeta sabır küpü yaparlar. Yemeleri, içmeleri, alışkanlıkları, hareketleri bambaşkadır. Böylece diğerleriyle paylaşmayı, bir arada yaşamayı öğrenirsiniz. “Buraya ibadet etmeye geldim, kavga etmeye değil.” diyerek, sizlere yapılan haksızlıklara kat-lanırsınız. Bütün bunların hacda kazanacağınız âhiret sermayenizin artmasına vesile olmasını niyaz ederek sabır çekersiniz. Hac dönüşü ak-lınızda kalan cümlelerden birisi de oradaki gö-revlilerin sık sık tekrarladığı “Hacı, ya sabır!” ifadesi olacaktır.

Haccın Özeti

Hacdan döndüğünüzde, hac öncesi hayatını-zın adeta sıkıştırılmış bir özetini birkaç hafta-da yaşamış olduğunuzu görürsünüz. Gerçekten de bir insanın bütün ömrü boyunca yaşayabi-leceklerinin özeti o kısacık süre içerisinde ya-şanmıştır. Yemeklerden otobüslere, Arafat’tan Mina’daki çadırlarda konaklamaya, şeytan taş-lamadan Hira’ya, otel odasında yaşananlardan sokakta yürümelere varıncaya kadar günün

“Hacdan döndüğünüzde, hac öncesi hayatınızın adeta sıkıştırılmış bir özetini birkaç haftada yaşamış olduğunuzu görürsünüz. Gerçekten de bir insanın tüm ömrü boyunca yaşayabileceklerinin özeti o kısacık süre içerisinde yaşanmıştır.”

yirmi dört saati dopdolu geçer. Velhasıl, bir in-san, bütün yaşamı boyunca karşılaşabileceği her şeyle bir kereliğine de olsa bu kısa zaman süresince karşılaşır. Haccın bir bereketi de işte budur. Dikkat ederseniz, hacdan dönenlerimiz saatlerce Mekke’den ve Medine’den bahseder-ler. Anlatacakları bir türlü bitmez. Benim terci-him, hac hatıralarını hiç yurt dışına çıkmamış saf Anadolu insanlarından dinlemektir. Onların kalpleri heyecan yüklüdür, gözleri her zaman yaşlıdır ve yaptıkları ibadetten alınabilecek en büyük hazzı almışlardır. İçine hiçbir riyâyı karış-tırmadan yaptıkları hac ibadetinin mânevî yan-sımasını anlattıklarında bulabilirsiniz.

Hac Sonrası Görevler

Günün yirmi dört saatini tamamen ibadetle geçirmiş ve dünyadan kopmuş olan insanların yüzlerindeki mânevî temizlenmeyi hepimiz fark ederiz. Yaşadıklarıyla birlikte nurlanmışlardır. Zira hacda kulluk kolaydır. Ama asıl olan bu hali devam ettirebilmektir. Hayata yeniden başlaya-bilmektir. Önceki yanlışlara dönmemektir. Bi-zim memleketimizde şöyle yanlış bir anlyış var-dır: “Efendim hacca gidip gelen insan ticaretten veya diğer dünyevî işlerden elini çekmelidir.” Bu yanlış bir anlayıştır. Esas olan hacdan önce de sonra da Allah’ın emir ve yasaklarına riâyet ede-rek yaşamak, ticaret yapmak, san’atkar olmak, hal ve hareketlere çeki düzen vermek, güzel ke-limelerle konuşmak, ibadetlere titizlenmektir. Ayrıca herkesin kendisine artık “hacı” gözüyle baktığını bilmek ve buna göre davranmak gere-kir. Hepimizin bildiği üzere, insanlarımız hacca gitmiş insanlardan daha farklı bir yaşam bek-lerler. Artık onun örnek bir insan olmasını ister-ler. Bu yüzden, hem Rabb’imizi memnun etmek, hem de insanların beklentilerini boşa çıkarma-yarak çevremize güzel bir örneklik sergileyerek bütün yaşantımıza çeki düzen vermemiz icap eder. Bunu yapalım ki, hacda kazandıklarımızı müsrifâne bir şekilde hebâ etmeyelim. Allah Rasûlü’nün haber verdiği müjdeyi hac sonra-sında heder etmeyelim: “Kötü söz söylemeden ve büyük günah işlemeden hacceden kimse, an-

nesinden doğduğu gündeki gibi günahsız olarak

(evine) döner.”4

İmkânı olanlar için zikredilmesi gereken bir

iş daha bulunmaktadır: Hac vazifesini îfâ ettik-

ten sonra fırsat ve imkân buldukça umreye git-

mek güzel olur. Çünkü -hacda olduğu gibi- umre

ibadeti insanın kulluk bilincini pekiştirir, kutsal

toprakların mânevî iklimi mü’mini istikâmet

üzere tutar.

Hepimizin evinin bir köşesinde mutlaka bir

Kâbe fotoğrafı vardır. Rabb’im orayla olan gö-

nül bağımızı sağlam tutsun. İbadetlerimizde

bedenimizle döndüğümüz Kâbe’ye ruhumuzla

da dönmemizi nasip etsin. Gitme imkânı bula-

mamış olanlara kolaylıklar ihsan etsin.

Dipnot

* Prof. Dr. Enbiya YILDIRIM1. 3/Âl-i İmran, 97.2. Müslim, Hac 437.3. Buhârî, Îmân 18.4. Buhârî, Hac 4.

eylül

/201

7

somuncubaba somuncubaba36 37

Page 21: Kadir ÖZKÖSE - Somuncu Baba Dergisi · kullandığı yanlış bir telaffuz olarak ‘Heyamola’ya dönüşmüş. Günümüzde de bazı balıkçılar motorlarıyla kıyıya Günümüzde

Beşiktaşlı Yahyâ Efendi ve

İki Osmanlı Padişahı

TARİH Resul KESENCELİ

Kanûnî Sultan Süleyman doğduğunda, ismi için Kur’an-ı Kerim açılmış ve “İnnehû min Süleyman” ayeti denk gelmişti. Bu durum

kendisi için uğur sayılmış, Allah tarafından teyid edildiğine inanılmış ve ismi bundan ötürü “Süley-man” konulmuştu. Beden ve iman mükemmeli-yeti, fikir, ahlak ve mefkûre yüksekliği ile tema-yüz eden Kanûnî Sultan Süleyman, irfan sahibi, âlim, maddi ve manevi kemâlatı şahsında topla-mış mümtaz bir padişahtı. İlim, tasavvuf, sanat ve edebiyat erbabına büyük hürmet ve alaka gösteriyordu.

Hatt-ı Şerif

Kanûnî Sultan Süleyman Han bir gün Yahyâ Efendi’ye hatt-ı şerif gönderip; “Biraderim Yahyâ Efendi! Şaşılacak şeydir ki, bizi terk ettin. Hay-li zamandır görüşemedik. Buna sebep nedir? Eğer bizden size karşı bir kusur meydana geldi ise kerem edip af buyurunuz. Teşrif edip bizi se-vindiriniz. Böylece kırık gönlümüz neşelensin.” dedi. Hatt-ı şerif, Yahyâ Efendi’ye ulaşınca, kâğıt kalem istedi ve Kanûnî’ye cevap yazıp onun gö-rüşme isteğini kabul etti. Dergâhına dâvet etti. Sohbette bulundular.

Padişaha Ciddi Bir Uyarı / Ahireti Kurtarma Endişesi

Bir gün Yahyâ Efendi Sahn-ı semân Medresesi’ne gitmek için yola çıkmıştı. Yolda atı-nın yularını bir papaz tuttu ve “Ey âlim zât! Ey Yahyâ Efendi! Size bir sualim var. Bu müşkül işi bana izah edin. Soracağım şeyin cevabı acaba dininizde var mıdır? Her sene yeni defter tutul-mayıp, gidiyor. Ölen kalan kim bilinmeden ölmüş bir gayr-i Müslim’den devletçe haraç vergisi iste-niyor? Bu nasıl iştir. Bu şekilde hareket dininizde var mıdır?” dedi. Yahyâ Efendi bunları duyunca; “Hayır. Dinimizde ölmüş bir gayr-i Müslim vatan-daştan haraç alınmaz. Sonra çok fakir kazandı-ğıyla güç geçinen kimseden ve çok yaşlı olanlar-dan da haraç alınmaz. Bunlar affolunmuşlardır. Sultanımız ona muhtaç değildir.” dedi. O zaman papaz: “Efendi şunu iyi bil ki, bizden ölen kimse-nin bile haracını isteyip, her yıl alırlar. Bunu ben

size soruyorum. İslâm dini bunun alınmasını is-tiyor mu? Ne olur bunu Sultan Süleyman Han’a arz edin, haber verin, sorun?” dedi.

Bunları işiten Yahyâ Efendi celâllendi ve din gayreti ile medreseye vardı. Ders yapmadan önce hemen kalem kâğıt istedi ve Sultan Süley-man Han’a hitaben: “Ey cihan sultanı Süleyman Han! Şimdi sana saltanat haram oldu. Zulmün ölen kişilere kadar uzandı demek. Hâlbuki böy-le bir zulmü senin ecdadın yapmamıştı. Bu mu-dur din gayreti? Bak, müminleri bir kâfir ilzam ediyor, susturuyor, çaresiz bırakıyor.” diye yazdı. Sonra da sevdiği birine bu mektubu verip Sulta-na gönderdi. Mektup, Kanûnî’nin eline ulaştığın-da, Kanûnî ona nazar edip okudu. Rengi değişip, kalbini bir üzüntü kapladı. Tahtından indi ve bir adamını Yahyâ Efendi’ye göndererek geleceği-ni bildirdi. Çok geçmeden saltanat kayığına bi-nip Yahyâ Efendi’nin dergâhına vardı. Hürmetle selâm verip yaklaştı ve “Ağabey! Bu mektup da nedir? Bunu bize siz mi gönderdiniz? Ey güzel haslet sâhibi! Nedir suçumuz? Bize bunu beyan edip açıklayınız? Biz de işin hakikatini bilelim. Saltanat bana neden haram oldu? Kime zulüm eyledim?” diye sordu.

O zaman Yahyâ Efendi: “Padişahım! Bu ne iştir. Defterleri her sene niçin yenilemezsiniz? Ölmüş olan gayr-i Müslimlerden memurlarınız haraç toplarlar. Böyle ele geçen mal sana hiç helal olur mu? Bu senden beklenmez. Yediğin, giydiğin haram olunca, ebetteki saltanat da sana haram olmuş demektir.” dedi. Hayretler içinde kalan Kanûnî: “Hâlimi Allahu Teâlâ biliyor ki, bu söylediklerinizden zerrece haberim yoktur.” dedi. Yahyâ Efendi de: “O halde bu gaflet nedir? Ya-rın Allahu Teâlâ’nın huzurunda buna vereceğin cevap ne olur? Memurların gayr-i Müslim malı alırlar. Bu kul hakkı olur. Er geç Allahu Teâlâ’nın huzuruna çıkacaksın. Yakanı kâfirin eline vere-ceksin. Neticede korkarım cehennem ateşine atılırsın. Cihan padişahının kâfirle birlikte gelme-si lâyık mıdır? Bu mudur din gayreti, bu mudur iman gayreti? Kullara zarar verene, inletip ağ-latana Allahu Teâlâ’nın rızası yoktur. Sana yolla-

eylül

/201

7

somuncubaba somuncubaba38 39

Page 22: Kadir ÖZKÖSE - Somuncu Baba Dergisi · kullandığı yanlış bir telaffuz olarak ‘Heyamola’ya dönüşmüş. Günümüzde de bazı balıkçılar motorlarıyla kıyıya Günümüzde

rın en hayırlısı gösterilmişken, buna Rasûlallah

Efendimiz hiç rıza gösterir mi? Yaptığın işler yan-

lıştır. Niçin adâletle işlerini görmezsin? Dininin

bildirdiği yola gitmezsin? Şunu iyi bil ki, ey cihan

padişahı! Şöhret ziynetinin hepsi burada bu dün-

yada kalır. Bu apaçık bir iştir. Eğer adâletle bir iş

yaptıysan, sana kalacak odur.” buyurdu. Kanûnî

Sultan Süleyman Han bu sözleri işitince ağladı

ve vezirine emredip: “Her sene evleri teker teker

sayın. Gayr-i Müslimlerden ölen kalanları yazın.

Haraç hesabını iyi tutun. Hazineye haram para

getirmeyin. Şunu iyi bilin ki, buna kesinlikle rızam

yoktur.” diye ferman etti. Sonra da Yahyâ Efen-

di Hazretleri’ne dönüp: “Sen bizim doğru yolu

gösteren rehberimizsin. Gaflet uykusundan bizi

uyandırdın. Bu sebeple Allahu Teâlâ senden razı

olsun. Suç bizdeymiş.” dedi. Yahyâ Efendi de ona:

“Ey cihan padişahı! Tevbe edin ki, Allahu Teâlâ af-

fetsin. Bir daha gaflette kalıp zulüm etmeyiniz.

Doğru yolu bırakıp eğri yola gitmeyiniz.” buyur-

du. Kanûnî ona: “Ağabey! Şimdi artık bizim tahta

geçmemize izin var mıdır?” diye sordu. O zaman

Yahyâ Efendi, Kanûnî’nin elinden tutup: “Evet

şimdi çıkabilirsin.” buyurdu.

Neme Lâzım be Sultanım!

Kanûnî Sultan Süleyman, en yüksek duruma ge-

tirmiş olduğu devletin akıbetini hayâl eder, günün

birinde “Osmanoğulları da inişe geçer çökmeye yüz tutar mı?” diye derin derin düşünmeye başlar... Bu gibi soruları çoğu zaman sütkardeşi meşhur âlim Yahyâ Efendi’ye sorduğundan bunu da sormaya ni-yet eder. Güzel bir hatla yazdığı mektubu keşfine inandığı Yahyâ Efendi’ye gönderir... “Sen ilahî sırla-ra vâkıfsın. Kerem eyle de bizi aydınlat. Bir devlet hangi halde çöker? Osmanoğulları’nın akıbeti nasıl olur? Bir gün olur da izmihlâle uğrar mı?” şeklinde mektubunu gönderir.

Güzel bir hatla yazılmış mektubu okuyan Yahyâ Efendi’nin cevabı bir bakıma çok kısa, bir bakıma içinden çıkılmaz bir hâl alır:

“Neme lâzım be Sultanım!”

Topkapı Sarayı’nda bu cevabı hayretle okuyan Sultan, bir mânâ veremez. Yahyâ Efendi gibi bir zatın böylesine basit bir cevapla işi geçiştirece-ğini pek düşünmez. Söylenmeye başlar: “Acaba bilmediğimiz bir mana mı vardır bu cevapta?” Nihayet kalkar, Yahyâ Efendi’nin Beşiktaş’taki dergâhına gelir. Sitem dolu sorusunu tekrar so-rar:

“Ağabey ne olur mektubuma cevap ver. Bizi geçiştirme, soruyu ciddiye al!”

“Sultanım sizin sorunuzu ciddiye almamak kabil mi? Ben sorunuzun üzerine iyice düşündüm ve kanaatimi de açıkça arz ettim.”

“İyi ama bu cevaptan bir şey anlamadım. Sadece “Neme lâzım be Sultanım!” demişsiniz. Sanki “Beni böyle işlere karıştırma.” der gibi bir anlam çıkarıyorum.”

“Sultanım! Bir devlette zulüm yayılsa, hak-sızlık şayi olsa, işitenler de “neme lâzım” deyip uzaklaşsalar, sonra koyunları kurtlar değil de çobanlar yese, bilenler bunu söylemeyip sussa. Fakirlerin, muhtaçların, yoksulların, kimsesizle-rin, feryadı göklere çıksa da bunu da taşlardan başkası işitmese, işte o zaman devletin sonu görünür. Böyle durumlardan sonra devletin ha-zinesi boşalır, halkın itimat ve hürmeti sarsılır. Asayişe itaat hissi gider, halkta hürmet duygusu

yok olur. Çöküş ve izmihlâl de böylece mukadder hâle gelir...”Bunları dinlerken ağlamaya başlayan koca sultan, söyleneni başını sallayarak tasdik eder, sonra da kendisini böyle ikaz eden bir âlime memleketinin sahip olduğu için Allah’a şükreder. Yahyâ Efendi’ye ise bu tür tembihlerini mutlaka söylemesi gerektiğini anlatır.

Tevbe Abdesti

Kanûnî Sultan Süleyman Hanın vefatından sonra yerine oğlu İkinci Selim Han padişah olup tahta geçmişti. Bir gün saltanat kayığı ile Boğaz’ı gezmek için çıktı. Giderken Boğaz’daki bazı yerleri yanındakilere soruyordu. Beşiktaş’a geldiklerinde, kendisine: “Efendim, burası Beşiktaş’tır ve Yahyâ Efendi Hazretleri oturur. Buraları o ihya etmiştir.” dediler. O zaman Sul-tan Selim Han: “Yahyâ Efendi nasıl biridir?” diye sordu. Ona: “Sultanım! Yahyâ Efendi, babanız cennetmekân Hazretleri’nin sütkardeşi idi. Ba-banızla çok iyi görüşürlerdi.” dediler. Bunun üzerine Sultan Selim Han: “Evet, babamla olan yakınlığını ve dostluğunu bilirim. O babama her ne derse babam şüphesiz yerine getirirdi. Yahyâ Efendi saraya bir defa olsun gelmemişti. Lâkin babam hep onun ayağına giderdi. Babam ona çok iltifat ettiğine göre görelim nasıl zattır. Ev-liyalığı nicedir? İmtihan için onu bir yere dâvet edelim.” dedi. Kale bahçesi denilen güzel bir yere geldi. Sultan bir adamıyla Yahyâ Efendi’yi buraya dâvet etti. Yahyâ Efendi geldiğinde ona iltifat etmemeyi gönlünden geçirdi. Çok geç-meden Yahyâ Efendi kayığıyla çıkageldi. Sultan Selim Han, Yahyâ Efendi’yi görünce tahtından inip hürmetle onu karşıladı ve iltifat etti. Yahyâ Efendi ona: “Sultanım! Niçin tahtınızdan indi-niz? Bu ne iltifat?” buyurdu. Sultan, el öpmek isteyince, Yahyâ Efendi, Sultanın iki kulağını tutup büktü ve “Abdestin var mı? Söyle yoksa bırakmam.” dedi. Sultan: “Abdest alayım.” dedi. Yahyâ Efendi: “Dediğim namaz abdesti değildir. Söylediğim tevbe abdestidir.” buyurdu. Sultan Selim Han mahcup oldu ve Yahyâ Efendi’nin el-lerinden öpüp, hürmet gösterdi. Onun büyük bir veli olduğunu iyice inandı.

Vefatı ve Türbesi

Beşiktaşlı Yahyâ Efendi, ömrünün sonuna ka-

dar Beşiktaş’taki yerinde, ibadet ve mücahede

ile vakit geçirdi. 1569 Zilhicce ayında, Kurban

Bayramı gecesi vefat etti. Vefatında seksen yaşı-

na yaklaşmıştı. Kurban Bayramı günü, Süleyma-

niye Camii’nde, bayram namazından sonra cena-

ze namazı kılındı. Cenaze namazını Şeyhülislâm

Ebussuud Efendi kıldırdı. Bahçesi yakınında bulu-

nan ve daha önceden hazırladığı kabrine defno-

lundu. Cenazesinde vezirler, âlimler, zenginler ve

fakirlerden müteşekkil çok kalabalık bir cemaat

hazır bulundu. Bu cemaat, onun hâlinin iyi oldu-

ğuna, sonunun hayırlı olduğuna, tam ve âdil bir

şâhitti. Vefat gecesinde; âlimler, hâfızlar, vaiz-

ler, imamlar, tasavvuf büyükleri Kur’an-ı Kerim

okudular. Kelime-i tevhit ve tespih ile o geceyi

ihya edip, sevabını o büyük zatın ruhuna hediye

ettiler. Kabri üzerine İkinci Selim Han tarafından

türbe yaptırıldı. Sonra gelen Osmanlı sultanları,

Yahyâ Efendi’nin türbesinin, câmi ve zaviyesinin

ve diğer külliyatının bakım ve tamirini büyük bir

hassasiyetle ve aksatmadan yapmışlardır.

Kaynakça

1. Bkz. Geniş Bilgi için, Mektup, Topkapı Sarayı’nda sergilen-mektedir.

2. Resul Kesenceli, Veliler ve Hükümdarlar, Ankara 2013.3. Yahyâ-efendi--Kanûnî-sultan-suleyman-in-sutkardesi/

Blog/?BlogNo=359510.; http://www.Yahyâefendi.com/de-fault.aspx?durum=incele&id=653

“Beşiktaşlı Yahyâ Efendi, ömrünün sonuna kadar Beşiktaş’taki yerinde, ibadet ve mücahede ile vakit geçirdi. 1569 Zilhicce ayında, Kurban Bayramı gecesi vefat etti. Vefatında seksen yaşına yaklaşmıştı. Kurban Bayramı günü, Süleymaniye Camii’nde, bayram namazından sonra cenaze namazı kılındı. Cenaze namazını Şeyhülislâm Ebussuud Efendi kıldırdı.”

eylül

/201

7

somuncubaba somuncubaba40 41

Page 23: Kadir ÖZKÖSE - Somuncu Baba Dergisi · kullandığı yanlış bir telaffuz olarak ‘Heyamola’ya dönüşmüş. Günümüzde de bazı balıkçılar motorlarıyla kıyıya Günümüzde

Üftade Hazretleri’nin Gözünden Hayatın Anlamı

Zikirle Hayatı Anlamlı Kılmak

KÜLTÜR Fâtih ÇINAR

“Üftâde Hazretleri, Bayramiyye Tarikatı’nın Celvetiyye yolunun müessisidir. Onun yolu, tasavvufî anlayışı halkla iç içe olmak ve yaratılmışlara hizmeti

öncelemek esası üzerine dayandığı için bu isimle anılmıştır.”

Üftâde Hazretleri’nin tam adı ‘Mehmed

Muhyiddin Üftâde’dir. 900/1495 yılı ci-

varında Bursa’da dünyaya gelmiştir.

Kendisi, Muslihuddin Efendi ve Abdal Mehmed

Efendi gibi isimlerden zahirî ve bâtınî ilimleri

alarak tahsil hayatına başlamıştır. Onun, Kaplıca

Medresesi’nde tahsil gördüğüne dair kayıtlar var-

dır. Hacı Bayram-ı Velî’nin (k.s.) halifelerinden Hızır

Dede’ye intisap ederek mana âlemlerinin kapısını

aralayan Üftâde Hazretleri, Bursa Ulu Camii’nde

fahri müezzinlik ve çeşitli camilerde yaklaşık on

sekiz yıl süren imamlık vazifesinin ardından Emir

Sultan Hazretleri’nin tavsiyesi üzerine Emir Sul-

tan Camii İmam-Hatipliğine tayin edilmiş ve vefa-

tına kadar bu vazifeyi sürdürmüştür. 988/1580’de

vefat eden Üftâde Hazretleri, Hisar’da bulunan

camisinin yanına defnedilmiştir.1

Üftâde Hazretleri, Bayramiyye Tarikatı’nın

Celvetiyye yolunun müessisidir. Onun yolu,

tasavvufî anlayışı halkla iç içe olmak ve yara-

tılmışlara hizmeti öncelemek esası üzerine da-

yandığı için bu isimle anılmıştır. Bunla birlikte

o, birçok muhitte, Bursa Kadılığı görevini sür-

dürürken resmî görevini bırakarak kendisine

mürid olan Aziz Mahmud Hüdayî Hazretleri’nin

şeyhi olması hasebiyle tanınmıştır. Bunda, Aziz

Mahmud Hüdayî Hazretleri’nin, Üftâde Hazret-

lerinin hayatını birinci elden ve sistemli bir şe-

kilde kaleme almasının da büyük bir payı vardır.2

Üftâde Hazretleri’ne Göre Hayatın Anlamı ve Mü’min İçin Zikrin Anlam Arayışındaki Rolü

Kur’ân-ı Kerim’de geniş bir anlam yelpaze-

sine sahip olan zikir kavramı, mü’minin maddî

ve manevî hayatını inşası sürecindeki kilit kav-

ramlardan bir tanesidir. Sözlük anlamı itibariyle

‘bir şeyi telaffuz etmek, ezberlemek, muhafaza

etmek, ders edinmek, çokça okuyarak bir şeyin

ezberlenmesini kolaylaştırmak, bir şeye yöne-

lerek onu ezberlemek, okumak, anlamak, güzel

bir şekilde övmek veya eleştirmek, ayıplamak,

söylemek, şeref ve övünç, şöhret, nişanlanmak,

nikâhlanmak,1 unutmamak, istenilen şeyin zih-

ne döndürülmesi, hatırlama, anma, hatırlatma

ve bildiğimiz şeyleri sürekli akılda tutmak’3 gibi

manaları ihtiva eden zikir kavramı,4 terim ola-

rak ‘Allah’ı anmak üzere yapılması veya söylen-

mesi tavsiye edilen, hamd, dua, ibadet ve övgü

gibi fiiller ve sözler’ şeklinde tarif edilmiştir.5

İçerdiği zengin anlam örgüsü, zikir kavramının

mü’minin gönül dünyasında ve maddî âlemle

ilişkisinde ne denli önemli bir kavram olduğunu

göstermesi bakımından önem arz etmektedir.6

Sûfîler zikri, sistemlerinin merkez kavramların-

dan biri olarak görmüşler ve bütün boyutlarıyla

zikri hayatlarına hâkim kılabilmek için dur du-

rak bilmeksizin bir gayretin içerisinde olmuşlar-

dır. Onlar zikri, en geniş manada ‘elest bezmin-

de ruhların verdiği söze sâdık kalarak hayatın

şekillendirilmesi’ olarak görmüşlerdir. Bu ta-

rifleri onların zikri, ‘Allahu Teâlâ’dan bir an gafil

olmamak’ şeklinde değerlendirmelerine sebep

olmuştur. Bu hassasiyeti, Kelabâzî’nin şu ifadele-

eylül

/201

7

somuncubaba somuncubaba42 43

Page 24: Kadir ÖZKÖSE - Somuncu Baba Dergisi · kullandığı yanlış bir telaffuz olarak ‘Heyamola’ya dönüşmüş. Günümüzde de bazı balıkçılar motorlarıyla kıyıya Günümüzde

rinde çok net bir şekilde görmekteyiz: ‘Allah’ı zikir,

kişinin O’nun kendisini koruyup, kolladığının ve

gözetlediğinin şuurunda olmasıdır. Dil ile zikretti-

ği halde, bu halden uzak olan kişi hakiki manada

zikretmemiştir. Yani dil ile zikir, kalbin zikrinden

ibarettir. Kalbin zikri ise zikredileni müşâhede et-

mektir. Kalbi müşâhedeye ulaşamayan kişi/birey/

sâlik, diliyle zikretse de gafildir. Allah’ı kalb huzuru,

müşâhede ve dil ile zikreden kişi fuâdıyla Allah’a

bakar ve dolayısıyla bu durumdaki kişi sanki cen-

net bahçelerinde dolaşmış gibi olur.’7

Sûfîlerin meseleye bu çok yönlü bakışlarını

enfüsî/gönül âlemi ve âfâkî/dış âlemle münase-

betleri açısından hayatına hâkim kılmaya gay-

ret gösteren isimlerden birisi de Üftâde Hazret-

leridir. O (k.s.), Allahu Teâlâ’ya ulaşmanın zikir

ile mümkün olacağı kanaatini şu ifadelerle dile

getirmiştir:

Diler isen gönül yâri,

Ki dâim eylegil zârî,

Fenâya irgürüp varı,

Değil ‘Ya hû ve yâ men hû.8

Görüldüğü gibi Üftâde Hazretleri, gözyaşı ile

zikre devam etmenin kişiyi benliğinden sıyırıp

Allahu Teâlâ’nın zatında yok olmasına vesile

olacağını veciz bir şekilde ifade etmiştir. Yine O

(k.s.), zikrin, Allahu Teâlâ’nın rızasına ulaşmanın

en sağlam yolu olduğunu belirtmiştir:

Kudretden algıl elimiz,

Zikr eylesin bu dilimiz,

Irzana varsın yolumuz,

Reddetme kapından bizi.

Burada Üftâde Hazretleri’nin, ilahî rızaya

ulaşabilmek için nefsin zincirlerinden kurtulup

zikrin önemli bir kısmını temsil eden dille zikre

devam edilmesi gerektiği ve ilahî rızaya ancak

bu şekilde ulaşılabileceği yönündeki kanaatine

şahit olmaktayız. Üftâde Hazretleri, zikrin kişiyi

varlıktan/benlikten/nefsten uzaklaştırıp Hakk’a

vuslata vesile olması için kalbî zikrin devreye

girmesi gerektiği görüşündedir.

Ka‘r-ı kalbe erişince zikr-i hû,

Mahv olur varlıkları sâirlerin.

Burada Üftâde Hazretleri’nin, zikrin bu çeşi-

dinin yani kalple yapılan zikrin mahviyyet ma-

kamına kişiyi ulaştırıcı etkisine dikkat çektiği

görülmektedir. Bu büyük gönül üstadı;

Dilersen vuslatın yârin,

Ey Üftâde bula cânın,

Gözüne görme cânânın,

Değil ‘Yâ hû ve yâ men hû’

dörtlüğü ile zikrin vuslata ermedeki fonk-

siyonuna da değinmiştir. Anlaşıldığı kadarıy-

la Üftâde Hazretleri, gerçek ‘Yâr’ olarak kabul

ettiği Hak Teâlâ’nın rızasına ulaşmanın yolunu

sahte ve geçici benlik iddiasını bir kenara bıra-

kıp gerçek ‘Cân’ olan Hak Teâlâ için her şeyden

vazgeçmeyi ön şart olarak kabul etmektedir.

Üftâde Hazretleri’ne göre zikir, Allahu

Teâlâ’nın cemalini ihsan etmesine de sebeptir:

Tutalım Hakk’ın emrini,

Edelim dilde zikrini,

Dahi gönülde fikrini,

Cemâlin eyleye ihsân.

Ki dâim diyelim Allah,

Gönülden eyleyelim âh,

Keremler eyleye Allah,

Cemâlin eyleye ihsân.

Burada Üftâde Hazretleri’nin, ‘Hakk’ın em-

rini tutalım.’ ifadesiyle ‘Şeriat’; ‘Edelim dilde

“Üftâde Hazretleri, gözyaşı ile zikre devam etmenin kişiyi benliğinden sıyırıp Allahu Teâlâ’nın zatında yok olmasına vesile olacağını veciz bir şekilde ifade etmiştir.”

zikrini’ ifadesiyle ‘Tarikat’; ‘Dahî gönülde fikri-

ni’ ifadesiyle de ‘Marifet ve Hakikat’ deryaları-

na işaret ettiğini söyleyebiliriz. Buradan onun

(k.s.), zâhir ve bâtın dengesiyle ilah-i cemâli

temaşa arzusunda olduğu çok net bir şekilde

anlaşılmaktadır. Yine bu şiirinde Üftâde Hazret-

leri, ‘zikr-i dâim (Ki dâim diyelim Allah)’, ‘tevbe/

istiğfar (Gönülden eyleyelim âh)’ ve ‘tecelliler

(Keremler eyleye Allah)’ konularına yönlendir-

melerde bulunduğu da anlaşılmaktadır.

Üftâde Hazretleri’nin zikrin gönülde Hakk’a

yollar açılmasına vesile olduğu kanaatinde ol-

duğu da görülmektedir:

Gönülden yollar açıla,

Hakk’ın rahmeti saçıla,

Şarâb-ı Kevser içile,

Gelin zikr edelim Hakk’ı.

Hazret, kişinin Hakk’a giden yollar üzerinde-

ki en büyük engellerden birisi olan masivadan

ancak zikirle kurtulabileceğini de haykırmıştır:

Mâsivâya bakmadan olur halâs,

Gönlü gözü açılır dervişlerin.

Anlaşılan o ki Üftâde Hazretleri, gönül gözü-

nün önündeki engel olarak masivayı yani Alla-

hu Teâlâ’nın sevgisinin dışındaki bütün sevgi ve

beklentileri görmektedir. Ve bu engelin ancak

Hakk’ı zikirle kalkacağı kanaatindedir.

Netice olarak ifade etmemiz gerekirse

Üftâde Hazretleri, samimiyet üzere inşa edil-

miş yaşantısı, Aziz Mahmud Hüdayî (k.s.) gibi

birçok değerli ismin yetişmesine olan katkısı ve

gönül dünyasındaki karanlıkların giderilmesine

dair görüşlerini genel anlamda ‘Zikir’ kavramı

etrafındaki fikirleri ve uygulamalarıyla şekillen-

miştir. O (k.s.), zikre Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i

Seniyye’de yüklenen geniş anlam örgüsünü şi-

irlerine yansıtmış ve zikrin kişinin anlam arayı-

şındaki tartışılmaz konumuna veciz ifadelerle

yer vermiştir. Hazret; vuslat, rıza, benlikten sıy-

rılma, mahviyyet makamına ulaşma, masivadan

yüz çevirme, gönül gözünün açılması ve nihayet

Hakk’ın cemâlini temaşa gibi anlam arayışın-

daki önemli dönemeçlerin ancak zikirle dönü-

lebileceği kanaatindedir. Üftâde Hazretleri’nin

bütün bu görüşlerini yansıtan şu şiiri ile çalış-

mamızı noktalayalım:

Yâ ilahî, zikrin ile ver gönüllere cilâ,

Görüne tevhid içinde hûb cemâlin ey Hudâ.

Rehber eyle zikrini olsun vesîle zatına,

Zikr içinde erdiler cümle erenler hep sana.

Cânımıza zikrin ile ver hayât-ı câvidân,

Kim fenadan kurtulup zikrinle bulsun bekâ.

Götürüp gözden hicâbı açıla envâr-ı zât,

Nuruna gark eylegil âşıkların ey Hudâ.

Kim cemâlin va‘desidir bunlara veren sükût,

Anın içün daima hamd ile ederler senâ.

Dipnot1. Haririzade Kemaleddin Efendi, Tibyanüvesaili’l-hakaık fi

beyâniselasili’t-tarâik, Süleymaniye Ktp., İbrahim Efendi, nr. 430-432, c.I, vr. 227a- 245b; Mustafa Kara, Bursa’da Tarikatlar ve Tek-keler, Sır Yayıncılık, İstanbul 2001, s.32-33, 291-327.

2. Fevziye Abdullah Tansel, ‘Seyit Aziz Mahmud Hüdâyî’, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, c.XV, Yıl: 1967, s. 23-24.

3. İbnManzûr, Lisânü’l-Arab, c.IV, s.308; Halil b. Ahmed, Kitabü’l-Ayn, tah. Mehdi Mahzumî-İbrahim Samerraî, Mektebetu’l-Hilal, Beyrut Tarihsiz, c.V, s.246; İsfehânî, Müfredat, s.328; Ebu’l-Beka, Eyyub b. Musa, KülliyyâtuEbi’l-Beka, tah., Adnan Derviş ve Muhammed el-Mısrî, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut 1996, s.67.

4. Süleyman Ateş, ‘Zikir’, AÜİFD, Ankara 1966, Sayı: XXIV, s.235-236.

5. Kâşânî, Tasavvuf Sözlüğü, s.248; Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimler, Sözlüğü, s.728–729; Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.385–386; Komisyon, Dinî Terimler Sözlüğü, s.715–716.

6. Musa Bilgiz, ‘Kur’an’da Zikir Kavramının Anlam Alanı’ Atatürk Üni-versitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: XXV, Erzurum 2006, s.210-212.

7. Kelâbâzî, Bahru’l-fevâid, vr 152b.

8. Mehmed Muhyiddin Üftâde, Divân, Hazırlayan: Mustafa Bahadıroğ-lu, Semerkand Yay., İstanbul 2011, s.54.

“Üftâde Hazretleri, gönül gözünün önündeki engel olarak masivayı yani Allahu Teâlâ’nın sevgisinin dışındaki bütün sevgi ve beklentileri görmektedir. Ve bu engelin ancak Hakk’ı zikirle kalkacağı kanaatindedir.”

eylül

/201

7

somuncubaba somuncubaba44 45

Page 25: Kadir ÖZKÖSE - Somuncu Baba Dergisi · kullandığı yanlış bir telaffuz olarak ‘Heyamola’ya dönüşmüş. Günümüzde de bazı balıkçılar motorlarıyla kıyıya Günümüzde

Adalet ve Takva Abidesi

FIKIH Muammer YILMAZ

“Ömer bin Abdülaziz ehl-i beyte dil uzatanların çirkin, iğrenç hareket ve sözlerine mani oldu ve bu kötü bidate son verdi; Emevi ırkçılığına kapıyı

kapadı. Tek ölçü olarak İslâm kardeşliğini aldı ve Arap olmayanlar ile olanlar arasında hiçbir fark gözetmedi. Bundan başka Emevileri de akrabamdır, diye

diğerlerine tercih etmedi. Tayinlerde liyakate önem verdi.”

Ömer Bin AbdülazizEmevi halifelerinin sekizincisi olan Ömer

bin Abdülaziz; daha hayatta iken “İkinci Ömer” diye ün salan İslâm’ın bu büyük ha-

lifesi, tam bir hak, adalet ve takva abidesidir.

Hazret-i Ömer’in torunu olan, Medine’de do-ğan halifenin babası Abdülaziz bin Mervan’dır. Babası Mısır’a vali olunca onunla Mısır’a gitmişti. Müteakiben ilim öğrenmek için Medine’ye döne-rek Enes bin Malik, Abdullah bin Cafer ve Said bin el-Müseyeb gibi büyük âlim ve âriflerden ilim tahsil etti; ehli hâl ve kemâl sahibi oldu. Halife Velid bin Abdülmelik onu Şam’a davet ederek kızı Fatıma ile evlendirdi. Daha sonra kendisini 706 senesinde Haremeyn valiliğine tayin etti.

Verilen vazifenin ağır mesuliyetinin idra-ki içinde olan Ömer bin Abdülaziz, ilk iş olarak Medine’nin ileri gelen âlimlerini topladı ve onlara şöyle dedi:

“Ey kardeşlerim. Ben Haremeyn valiliğine de-ğil, hizmetçiliğine tayin oldum. Asıl gayem, hak-kın ve adaletin tevziidir. Eğer bunları çiğneyenle-ri bana haber vermezseniz, ind-i ilâhîde (Allah’ın katında) mesuliyet size aittir. İkazlarınızla bana yardımcı olmanızı istirham ederim...”

Âlimler, bu sözlerden memnun ve mesrur olarak her hususta kendisine yardımcı olacakla-rını söylediler.

Halife Abdülmelik 717’de vefat etti. Veziri Recâ valileri toplayıp halifenin mühürlü vasiyeti-ni açarak okudu, Halife Velid bin Abdülmelik, va-siyetinde iki oğlu olmasına rağmen, kendi yerine

damadı Ömer bin Abdülaziz’i halife tayin etmek-teydi.

Ömer bin Abdülaziz, hem çok şaşırdı, hem de böyle büyük bir mesuliyetli yükün altına girece-ğinden korktu ve dehşete kapılarak hilafeti (ha-lifeliği) kabul etmek istemedi ise de; âlimler, bu emaneti kabul etmediği takdirde Allah yanında mesul olacağını, bu yükün ancak kendisi tarafın-dan taşınabileceğini bildirerek kendisini ikaz etti-ler. Bunun üzerine Ömer bin Abdülaziz, bu kutsal görevi kabul etmek mecburiyetinde kaldı.

Kur’an ve Sünnetten Uzaklaşanlara Kızardı

Ömer bin Abdülaziz’in tereddüdünün nedeni büyük mesuliyetin yanında, zirveye çıkan İslâm toplumunun Emevilerle birlikte Kur’an ve sün-netten uzaklaşmaları, ten ve mal sevdasına düş-müş olmalarıdır. Ömer bin Abdülaziz İslâm ce-maatini yeniden silkinişe geçirmiş ve yeniden bir Asr-ı Saadet devrine girilmiştir.

Bu büyük insan, halife olduktan sonra getiri-len süslü alay atına binmemiş, hilafet sarayına değil “Benim kıl çadırım bana yeter.” diyerek evi-ne gitmiş ve kendi de bir halife kızı olan hanımı Fatıma’yı yanına çağırarak “Eğer benimle yaşa-mak istiyorsan, ziynet ve mücevherlerini beytü’l-mâl’e bırak. Zira onlar, senin yanında iken, ben seninle olamam. Sen, bir halifenin zevcesi olarak ümmetin hanımlarına numûne (örnek) olmalı-sın.” dedi.

Asil kadın onun bu arzusunu severek he-men yerine getirmekle kalmadı, kendisinin 50 bin altınını da fakir ve kimsesizlere dağıttı. Hizmetkârlarını da serbest bıraktı.

Büyük gönül ve ruh Adamı halife seçilince, devrin âlim ve salihlerine mektuplar yazarak kendilerinden tavsiyelerini bildirmesini istedi. Bunun üzerine Muhammed bin Kâb şu veciz na-sihatte bulundu:

“Ey halife! Yarın kıyamet günü bu ağır mesuli-yetten kurtulup selâmete çıkmak istersen, Müs-

“En uzak vilayetlere şefkat ve merhamet elini uzatan Ömer bin Abdülaziz, yine valilere yazdığı mektuplarda, yollara hanlar yaptırmalarını, buralarda yolcuları konaklandırıp onların her türlü ihtiyaçlarını karşılayıp rehberlik yapmalarını emrederdi.”

eylül

/201

7

somuncubaba somuncubaba46 47

Page 26: Kadir ÖZKÖSE - Somuncu Baba Dergisi · kullandığı yanlış bir telaffuz olarak ‘Heyamola’ya dönüşmüş. Günümüzde de bazı balıkçılar motorlarıyla kıyıya Günümüzde

lümanların yaşlılarını baban, gençlerini kardeşin

ve küçüklerini evladın bil. Böylece babana iyilikte

bulun. Kardeşinin hatırını sor; evladına da şef-

kat göster. O zaman bütün Müslümanlara kendi

evindeki ana-baba-kardeş ve evlat gibi muamele

etmiş olursun.”

Diğer yandan adaletin abidesi Hazret-i

Ömer’in torunu Ömer bin Abdülaziz; Medine’ye

de bir mektup yazıp dedesinin hayat hikâyesini

ve devlet yönetimindeki usullerini istedi.

Bu büyük insan gençliğinde zarafet, dünyaya

düşkünlük ve güzel giyinmekle şöhret bulmuştu

ve hatta kendisine has bir havalı yürüyüşü vardı.

Buna “Ömer yürüyüşü” diyorlar ve caka satmaya

düşkün olanlar, onun gibi yürümeye özeniyor-

lardı. Ancak kendisi halife olduğu gün bütün bu

hallerine son erdi. Her şeyi tepeden tırnağa, ken-

disinin delilik olarak görüp yorumladığı yürüyüşü

bile değişti. Dedesi gibi, adil, dünya sevgisinden

uzak ve kalbi Allah korkusu ile dolu, kıyamet gü-

nünü teninde ve ruhunda yaşayan bir halife (in-

san) oldu.

Ömer bin Abdülaziz halife olduğu zaman ol-

dukça gelişmiş atletik bir vücuda sahipti. Fakat

kısa zamanda mesuliyetin ağırlığı altında rengi

değişti, saçları ağarmaya başladı, vücudu eridi

ve kemikleri gözle görünür hale geldi.

Yine halife olunca saraydaki sazende, hanen-de, rakkase ve benzerlerini derhal çıkardı. Pahalı atları, lüks eşyayı hazineye irat (gelir) kaydetti. Dedesi Hazret-i Ömer gibi âdeta “Bir lokma, bir hırka” yaşadı.

Ömer bin Abdülaziz’in Cuma’dan Cuma’ya yıkayıp giydiği tek bir elbisesi, tek bir gömleği vardı, hep onu giyerdi. Bir gün Cuma namazını kıldırdı ve sohbete oturdu. Üzerinde önü ve ar-kası yamalı bir elbise vardı. Kalabalık dağıldıktan sonra oturanlardan birisinin:

“Ey mü’minlerin emiri. Allahu Teâlâ sana bü-yük imkânlar vermişken niçin böyle yamalı elbise giyiyorsun? Kendine şöyle güzel bir elbise diktir-sen olmaz mı?” demesi üzerine ona tane tane şunları söyledi:

“İktisatlı davranmanın en faziletlisi, varlık anındadır. Affın da en faziletlisi, güçlü olduğun anda cezalandırmayıp bağışlamandır.”

Hak ve Adalet Timsali idi

Ümmetini huzur içinde yaşatan büyük müm-taz insan zamanında, adalet, takva, ibadet ve cihad fikri cemiyete hâkim olmuştu. Kendisi, Müslim ve gayrimüslim tebaasının haklarına çok dikkat ederdi. Hak ve adaleti yerine getirip ge-tirmeme hususunda tir tir titrerdi. Bu tutumu ile Hattaboğlu Ömer sanki onda dirilmişti.

Ömer bin Abdülaziz ehl-i beyte dil uzatanların çirkin, iğrenç hareket ve sözlerine mani oldu ve bu kötü bidate son verdi; Emevi ırkçılığına kapıyı kapadı. Tek ölçü olarak İslâm kardeşliğini aldı ve Arap olmayanlar ile olanlar arasında hiçbir fark gözetmedi. Bundan başka Emevileri de akra-bamdır, diye diğerlerine tercih etmedi. Tayinler-de liyakate önem verdi.

Adaletten kıl kadar ayrılmayan bu büyük Halife, her işinde, her icraatında insan haklarından hayvan haklarına kadar adalet anlayışından taviz vermedi. Valilerine yazıp gönderdiği talimatlarda bunları her fırsatta tekrar etti. Bu davranış ve tutumu karşı-sında hidayet bulanların sayısı artıkça arttı. İslâm

“Ömer bin Abdülaziz’in İslâm tarihine ve kültürüne olan bir hizmeti de, nasıl ki Hazret-i Ebu Bekir Kur’an’ı toplamıştır, kendisi de, hadislerin toplanması için seferber olmuş, âlimleri seferber etmiştir. Bu büyük halifenin devri hadis ilminin kaynaklarının tespit bakımından çok feyizli ve bereketli bir devirdir. Kendisi bütün valilere gönderdiği emir-nâme ile vilayetlerinde hadis bilenlerden hadislerin toplanmasını istemiştir.”

ordularının doğuda ve batıda fütuhatı (fetihleri) hayli genişledi. Pireneler aşılarak Fransa’ya girildi. Endülüs Emevilerin temelleri atıldı. Afrika’da bütün Berberiler İslâm ile şereflendi.

Ömer bin Abdülaziz, halife olduğu günden ve-fat ettiği güne kadar hep gönül âleminde yaşa-dı. O; gecesini gündüze katıyor, dinlenme nedir bilmiyor, hep halkını memnun etmek için çırpı-nıyordu. Valilerini de sık sık uyarmaktan da geri durmuyordu. Medine, Küfe ve diğer valilere gön-derdiği mektuplarda özetle şunları yazıyordu:

“Sakın evinizde oturup kalmayasınız. Sakın bunlar Emirü’l-mü’minin ailesindendir diye kim-seye iltifat edip, farklı muamelede bulunmaya-sınız.

Biliniz ki, ben, sizi sırtımda bulunan ağır ve mesuliyetli işe ortak yaptım. Borçlulara, evlen-mek isteyenlere, fakir ve yetimlere, hak ve ih-tiyaç sahiplerine, mazlumlara elinizden geldiği kadar yardım ediniz.”

Allah’ın emrettiği bir hakkı yerine getirmeyip bir kimsenin hakkını yerseniz, size Allah’ın kulla-rını musallat ederim. Kıyamette, o hesap günün-de şu Ömer sizlere asla yardımcı olmaz.

Hanımı Fatıma anlatır: “Bir gün yanına gir-dim. Seccadesinin üzerine oturmuş, elini alnına koymuş, büyük bir tefekkür halinde durmadan ağlıyor, gözyaşları yanaklarını ıslatıyordu. Kendi-

sine neyin var diye sordum. Başını hafifçe bana doğru çevirdi ve gözyaşlarını silerek şöylece içini döktü:

‘Fatıma. Bu ümmetin en ağır yükünü omuzla-rına almış bulunuyorum. Ümmet içindeki açlar, fakirler, ilâç bulamayan hastalar, sırtında elbise olmayan muhtaçlar, boynu bükük yetimler, hak-kını arayamayan mazlumlar, küfür ve gurbet diyarında Müslüman esirler, ihtiyaçlarını karşıla-yabilmek için çalışamayan muhtaç yaşlılar, aile efradı kalabalık ve kendisi fakir olan aile reisleri ve bunlar gibi yakın ve uzak diyarlardaki nicele-rini düşündükçe yükümün altında ezilip duruyo-rum. Yarın hesap gününde Rabbim, bunlar için beni hesaba çekerse, Hazret-i Peygamber (s.a.v.) bunlar için bana serzenişte bulunursa, ben nasıl cevap vereyim?” dedi.

Ömer bin Abdülaziz, hazineden bir insanın doyabileceği kadar kâfi bir ücret alıyordu. Bu da, günde sadece iki dirhemdi. Kendisi yıllık 70 dinar bir ücret alırken, valilerine yıllık 300 dinar ücret verdirmekte idi. Bunun da nedeni gözleri doyup, rüşvete rağbet etmemeleri idi. Rüşveti, hediyeyi de yasaklamıştı.

Sabah güneşi gibi doğup, ikindi güneşi gibi kısa zamanda batan ve gerçek âleme giden bu büyük insanın; adı, hatırası o günden beri aynı canlılıkta yaşıyor. Herkes onun ahlâkını, adaletini hâlâ konuşuyor. Kabri nur olsun.

eylül

/201

7

somuncubaba somuncubaba48 49

Page 27: Kadir ÖZKÖSE - Somuncu Baba Dergisi · kullandığı yanlış bir telaffuz olarak ‘Heyamola’ya dönüşmüş. Günümüzde de bazı balıkçılar motorlarıyla kıyıya Günümüzde

Otomobil ve Hayat

EDEBİYAT Bilal KEMİKLİ

“İnsan aşırılığa düşmeye yatkın bir varlıktır. Sadece bu konuda değil, hayatımızın bütün alanlarında, temel zaaflarımızdan birisi bu aşırılıktır. Toplumda belirgin

ve saygın bir statüye sahip olamayan insan, elde ettiği mesleki imkânlar ve makamları, açlığını çektiği o saygı ve sevgi yoksunluğunu bertaraf etmek için bir

vesile olarak görüyor.”

Ş imdi oturmuş, otomobil ve hayat arasın-da bir ilişki kurmaya çalışıyorum. Temel tartışma konum; bir otomobili sabır ve

metanetle iyi kullanan şoförlerin hayatı da o şe-kilde metin ve sabırlı yaşayıp yaşamadıkları.

Mesleklerle kişilikler arasında doğrudan bir ilişki olmasa da, meslekî tecrübenin zaman içe-risinde kişilik inşasında önemli bir fonksiyona sa-hip olduğunda kuşku yok. Ataların “kıratın yanın-da bulunan” kişi veya kişilerin bir şekilde ondan etkileneceğine dair öğretileri, huy ve davranış in-tikalini anlatır. Keza onların “Üzüm üzüme baka baka kararır.” derken de kastettikleri bu olsa ge-rektir; insan, bir bakıma çevresinin ürünüdür. İş yaşamımız, meslekî ve hobi olarak ilgilendiğimiz çalışmalar, biz olgusu içerisinde beni gerçekleş-tirmemize imkân verir. Konuya buradan bakınca şoför; küçük bir otomobil de olsa bir aracı kul-lanırken, her şeyden önce bir şeye hükmetme ve sahiplenme zevkini yaşamaktadır. Bu aşırıya kaçtığında, özellikle uzun yol şoförlerinde gö-rüldüğü gibi, yollara hükmetme ve sahiplenme duygusuna dönüşüyor. İnsan tam da sahiplendiği ve hükmetmeye alıştığı anda, bu sahiplenme ve hükmetme duygusunu sınırlayamaması halinde, kişilik zaafına duçar oluyor; sabır ve metanetin yerini, sınırsız hükmetme ve sınırsız sahiplenme duygusu alıyor. Kamuoyunda trafik canavarı ola-rak bilinen o büyük kayıp ve felaketlerin sebebi, büyük oranda bu zaafın ürünüdür.

İnsan aşırılığa düşmeye yatkın bir varlıktır. Sadece bu konuda değil, hayatımızın bütün alan-larında, temel zaaflarımızdan birisi bu aşırılıktır. Toplumda belirgin ve saygın bir statüye sahip olamayan insan, elde ettiği mesleki imkânlar ve makamları, açlığını çektiği o saygı ve sevgi yok-sunluğunu bertaraf etmek için bir vesile olarak görüyor. Bir otobüs ya da kamyonun kaptan koltu-ğuna oturan kişinin kendisini yolların kralı olarak görmesinden daha doğal ne olabilir? Ama bu kral, şefkat ve merhametle, adalet ve iyi niyetle krallı-ğını idare etse, herhangi bir sakınca yok. Böylesi bir kişiliğe sahip olan kaptan, yoldaki mağdurları koruyup kolladığı gibi, şehre indiğinde de içinde

bulunduğu sosyal çevre ve aile ortamında saygın

bir lider kimliğinde yaşantısını sürdürecektir. O

hayatı dengeli yaşamanın verdiği pozitif enerji ile

çevresini aydınlatacak, belki hayat bahşedecektir.

Oysa bu krallığı, hakkaniyetten, samimiyetten ve

merhametten yoksun, sinirli, kavgacı ve taham-

mülsüz, aceleci ve fikri sabit bir kaptanın temsil

etmesi halinde durum tam da tersi olacaktır. Ha-

yat bahşeden değil, hayat alan, evler ocaklar sön-

düren ve bu arada kendi hayat ağacını da yokluğa

ve karanlığa mahkûm eden bir kaptan! Otomobil,

bizi sevdiklerimize, sılamıza ve işimize taşıyan bir

araçtır. Hayat da bir bakıma araçtır; insanın ken-

disini tamamlaması ve kendi hakikatine ulaşması-

nı sağlayan bir araç. Bu iki araç da onu kullanan ve

onu yaşayana göre şekillenerek mahiyet kazanır.

İyi şoförler iyi bir hayat yaşar demiyorum; ama bir

şeye hükmetmeyi öğrenen ve bir şeyi sahiplenen

insanların, farklı renkleriyle hayatı daha derinden

ve daha kuşatıcı bir şekilde kucakladıklarından hiç

şüphe yoktur. Bilmem ki, yanlış mı düşünüyorum?

“Otomobil, bizi sevdiklerimize, sılamıza ve işimize taşıyan bir araçtır. Hayat da bir bakıma araçtır; insanın kendisini tamamlaması ve kendi hakikatine ulaşmasını sağlayan bir araç. Bu iki araç da onu kullanan ve onu yaşayana göre şekillenerek mahiyet kazanır.”

eylül

/201

7

somuncubaba somuncubaba50 51

Page 28: Kadir ÖZKÖSE - Somuncu Baba Dergisi · kullandığı yanlış bir telaffuz olarak ‘Heyamola’ya dönüşmüş. Günümüzde de bazı balıkçılar motorlarıyla kıyıya Günümüzde

Şükür Makamındaki “Şair”

“Şairlik sadece şiir yazmaktan ibaret değildir. Şair haliyle de hâllenmek lazımdır. Bu da en başta incelik, derinlik, estetik demektir. Şiir, bizi müspet

manada değiştirip dönüştürmüyorsa kime nasıl etki yapabilir ki? Tabi ki öncelik ve örneklik gibi bir iddiam yok ama niyetim ve niyazım vardır. Çünkü bizim

geleneğimizde Yunus Emre gibi bir isim vardır.”

KÜLTÜR Mustafa ÖZÇELİK

Şiir yazabilmek özel bir yetenek, ciddi bir biri-kim işidir. Bunun neticesinde ortaya hayran-lık uyandıran metinler çıkar. Bu durum şairi

kibir tuzağına düşürebilir. Herkesten farklı bir söz söylemenin bir bakıma tabii neticesidir bu. Şaire düşen bu durumda tevazu elbisesini giyinip şükür makamında secdeye kapanmak olmalıdır. Çünkü zahirde biz söylesek/yazsak bile söyleten/yazdı-ran biz değilizdir. Bunu bize lütfeden Kudret’tir.

Şairlik sadece şiir yazmaktan ibaret değildir. Şair haliyle de hâllenmek lazımdır. Bu da en başta incelik, derinlik, estetik demektir. Şiir, bizi müspet manada değiştirip dönüştürmüyorsa kime nasıl etki yapabilir ki? Tabi ki öncelik ve örneklik gibi bir iddiam yok ama niyetim ve niyazım vardır. Çün-kü bizim geleneğimizde Yunus Emre gibi bir isim vardır. O, bütün bu söylediklerimizi örnekleyen bir isimdir. O, tarih boyunca “Şairlerin Piri” olarak kabul edilmiştir. Öyleyse, şiir ve şairliği o iklimde düşünmek, görmek gerekir. Keza yakın dönemde-ki Necip Fazıl, özellikle de Sezai Karakoç örnekleri de bizi böyle düşündürmelidir. Bu izi takip edenler, “redd-i miras” tavrı içine girmeden bu yolda yü-rümeli ve onların “söz yankısı” olmalıdırlar. Mese-la Osman Hulûsi Ateş Efendi’nin Divan edebiyatı tarzındaki eserleri genç nesil tarafından mutlaka okunmalıdır. Yunus Emre, bizim milletimiz için ol-duğu gibi bütün insanlık için de bir nimet-i ilahidir. Zor bir çağda yaşadı. Böylesi bir zamanda şiirle-riyle ve menkıbelerinden görebildiğimiz İnsan-ı Kâmil olma yolculuğuyla o çağın karanlığını da-ğıtan ışıklardan biri oldu. Zahmet rahmete, gece gündüze, savaş barışa, kin sevgiye inkılâp etti. Hakikat çeşmesinden su içtiği için de sözleri haki-katin ta kendisi idi. “Yunus’un sözü şiirden amma aslı Kitap’tan/Hadis ile dinene key bil sadık olmak gerek” beyti bunu gösterir. Dolayısıyla o, M. Erol Kılıç’ın da dediği gibi “Şiiri bir form, bir beden ola-rak görmekte ve bunun ruhunun, aslının ise ma-nada bulunduğunu ifade etmektedir.” Mananın kaynağı ise bu beyte göre Kur’an ve hadislerdir. O güzel olanı güzel söylemeyi gerçekleştirdiği için etkili ve kalıcı oldu. Onun ele aldığı meseleler, bü-tün insanlığı ilgilendiren evrensel sorunlar olduğu için söyledikleri bu çağın insanı için de hüküm ve

değeri olan sözlerdir. Onun söylediklerini “Kendini

bilmek, Allah’ı bilmek, Elest meclisinde verdiğimiz

söze sadık kalarak bir hayat sürmek, bütün yara-

tılanları Yaradan’dan ötürü severek insanlar ara-

sında bir sevgi, barış ve kardeşlik iklimi kurmak,

müsamaha, sabır, gayret, mücadele” olarak özet-

lemek mümkündür.

Kalemlerin konuşması gerekir. Anlama da an-

latma da dolayısıyla anlaşma da kelimelerle ola-

bilir ancak. Barış da kelimelerle kurulur savaş ta

kelimelerle yapılır. Yine Yunus’a müracaat edelim.

O söz redifli şiirinde şöyle der: “Söz ola kese savaşı

söz ola kestire başı / Söz ola ağulu aşı yağ ile bal

ider bir söz” Ama burada önemli bir ikaz var. Sözün

doğru, güzel olması ve öyle söylenmesi. Şimdiler-

de dediğiniz durumlarla karşı karşıyayız elbette.

Kederler içindeyiz ama umutsuz değiliz. Eğer biz

70-80 yıldır içimize kapanmayıp emperyalistle-

rin çizdiği siyasi sınırları zihnimize de yansıtma-

mış olsaydık o sınırlar çoktan aşılır, o coğrafya ile

daha güçlü bir birliktelik ortaya koyarak zalimle-

rin bu işgale cesaret edemezlerdi. Bizim Türkiye

dışındaki coğrafyalarda yaşayan kardeşlerimiz-

le münasebetlerimiz ne yazık ki olması gereken

seviyede ve mahiyette değil. Hamaset daha ağır

basıyor. Bu tabi biraz da Türkiye’deki şartlarımızla

ilgilidir. Yani imkânsızlıklarımız var. Bu meselele-

rin halli için daha uzun soluklu, tarihsel perspektif-

li, kültürel ağırlıklı çalışmalara ihtiyacımız var. Bir

Sezai Karakoç’u Ortadoğu’da okunur kılabilsey-

dik emin olun durum daha farklı olabilirdi. Bunu

bir şair fantezisi olarak düşünmeyelim. Tarih bu

sözün doğruluğuna tanıklık ediyor. Biz 1. Dünya

Savaşı’nda Akif’le, mesela Pakistan İkbal’le yani

şairlerin sözü ve eylemiyle ayağa kalkmışızdır.

Yazar, şair olarak tabi sanatın kendi diliyle ufku-

muzu açacak eserler vermeye devam etmeliyiz.

Sesimiz kuvvetli ve manalı ise mutlaka yankısını

bulur. O zaman şimdi olduğu gibi Müslüman ül-

keler arasındaki münasebeti sadece, ekonomik,

askerî, siyasî olarak ele almaz, ilim, kültür, sanat

anlamında da düşünür ve gereğini yaparız. Ortak

duygu ve düşünceleri edebiyat ve sanat eserleri

kadar hiçbir şey sağlayamaz.

eylül

/201

7

somuncubaba somuncubaba52 53

Page 29: Kadir ÖZKÖSE - Somuncu Baba Dergisi · kullandığı yanlış bir telaffuz olarak ‘Heyamola’ya dönüşmüş. Günümüzde de bazı balıkçılar motorlarıyla kıyıya Günümüzde

Elhamdülillah

KÜLTÜR Vedat Ali TOK

“Dilimizde şükür kelimesinin dinî ıstılaha uygun kullanımının yanı sıra farklı anlamlar taşıdığı da görülür. Mesela bu kelime günlük dilde şükür”

anlamının yanında iyi bir hali, memnuniyeti de ihtiva eder. Nasılsınız, sorusuna sadece ’Çok şükür!’ cevabını verdiğimizde Allah’a şükür niyetinin

yanında ’İyiyim, halimden memnunum.’ da demek isteriz.”

Klasik Türk edebiyatında, gerek edebî

gerekse ilmî bütün mensur eserler bes-

mele ile başlar. Eserin asıl bölümüne

geçmeden önce yazar, Allah’a hamd niyetiy-

le “hamdele”yi, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e salât

ve selâm mahiyetindeki “salvele”yi asla ihmal

etmez. Manzum eserlerin başında ise tevhid,

münacaat ve naat gibi Allah’a hamd ve şükür,

Peygamber Efendimiz’e salât ü selam ve övgü

yazmak İslâmî bir gelenektir. Biz de bu yazıyı

yazmak için sağlık ve güç veren Allah’a şükrü-

müzü eda ve bu geleneğe vefa adına yazımıza

“Elhamdülillah” diyerek başlayalım.

Dilimizde şükür kelimesinin dinî ıstılaha uy-

gun kullanımının yanı sıra farklı anlamlar taşıdı-

ğı da görülür. Mesela bu kelime günlük dilde “şü-

kür” anlamının yanında iyi bir hali, memnuniyeti

de ihtiva eder. Nasılsınız, sorusuna sadece “Çok

şükür!” cevabını verdiğimizde Allah’a şükür ni-

yetinin yanında “İyiyim, halimden memnunum.”

da demek isteriz. Nitekim hal hatır sorulduğun-

da “Halime çok şükür.” diyene “Allah şükrünü

artırsın.” şeklindeki mukabele; Allah, sana daha

çok iyilik versin anlamındaki bir duadan ibaret-

tir. Tabii bununla da sınırlı değildir şükür. Zor ve

tehlikeli bir durumdan kurtulduğumuzda, bek-

lediğimiz bir şeyin gerçekleştiğinde sevincimizi,

mutluluğumuzu, muradımıza erdiğimizi bildir-

mek için de hemen şükür nidaları ederiz.

Fıtratımızda vardır, her şeyden şikâyet eder,

en küçük bir derdi büyütür hatta dertsizlikten

dert çıkardığımız olur. Sonra da derdim dün-

yadan büyük, hayatımı yazsam roman olur

gibi yakınmalarla melankoliye düşeriz. Hâlbuki

hayata gelmenin bir bedeli vardır. Âsude olam

dersen eğer gelme cihâna/ Meydâna düşen kur-

tulamaz seng-i kazâdan, diyor Ziya Paşa. Yani

rahat içinde olayım diyorsan dünyaya gelme;

dünyaya geldiysen mutlaka bir dert, keder seni

bulacaktır. Dertsiz baş olmaz. Hayat, hep iyilik-

le, güzellikle, rahatlıkla sürüp gitmez. Her inişin

bir yokuşu her yokuşun bir inişi vardır, demişler.

Önemli olan başa gelen her ne ise ona mutedil

bir şekilde ve metanetle yaklaşmasını bilmek;

türlü tehlikelerle karşı karşıya getiren nefsin

bitmek tükenmek bilmeyen arzularına dizgin

vurabilmektir.

Günümüz şairlerinden Bekir Sıtkı Erdoğan,

mutsuzluk ve şükürsüzlük hastalığını ve bunun

çaresini şöyle dile getiriyor:

Bu cevhergâha kitlendik, şükür yok âh anahtar yok,

Biraz aysak hazîneymiş kanâat yâ Resûlullah…

Mahbesin Anahtarı Şükürdür

Dünya, insanlar için cezbedici birtakım gü-

zellikler taşır, böylece kendine bağlar. İnsan,

sürekli daha fazla güzelliklere, zenginliklere sa-

hip olma arzusundadır. Elindekiyle yetinmeyen,

elindekilere şükretmeyen insanda daha fazla

kazanma hırsı baş gösterebilir. İç huzuru, gönül

zenginliği olmayınca da mutsuzluk başlar. Mal

hırsına kapılanlar kendi kendilerini bir kafese ki-

litlemiş demektir. Bu mahbesin anahtarı şükür-

dür. Ama şükretmesini bilmeyince tabii olarak,

kilitlendiği yerden kurtulamayacaktır. Hâlbuki

kanaat, yani elindekiyle yetinmek en büyük ha-

zinedir.

İnsanlar için ideal maddî hayatın, zamana ve

coğrafyaya göre farklılık gösterdiği muhakkak-

“Dünya, insanlar için cezbedici birtakım güzellikler taşır, böylece kendine bağlar. İnsan, sürekli daha fazla güzelliklere, zenginliklere sahip olma arzusundadır. Elindekiyle yetinmeyen, elindekilere şükretmeyen insanda daha fazla kazanma hırsı baş gösterebilir.”

eylül

/201

7

somuncubaba somuncubaba54 55

Page 30: Kadir ÖZKÖSE - Somuncu Baba Dergisi · kullandığı yanlış bir telaffuz olarak ‘Heyamola’ya dönüşmüş. Günümüzde de bazı balıkçılar motorlarıyla kıyıya Günümüzde

tır. 17. asır şairi Nâbî, “Hayriye” isimli eserinde

oğlunun şahsında bütün insanlara mala, mülke

fazla heveslenmenin zararlarını anlatıyor.

Terk-i ârâyiş-i nisvân eyle

Zerün efzûn ise ihsan eyle

Nâbî, mealen, süsten püsten uzak durmak,

malın mülkün fazlasını başkalarına vermek ge-

rektiğini söylüyor. Bugün aslında ihtiyacımız ol-

mayan birçok eşya, mal bize çeşitli telkinlerle

ihtiyaçmış gibi gösteriliyor. Bunların eksikliği

huzursuz ediyor. Güya bu eksiklik, başkalarına

bakıp imrenmemek için borç harç edip alınıyor,

fakat bu defa da o borcu ödeme kaygısı baş

gösteriyor. Bütün bunlar insanı buhrana, stre-

se sürüklüyor. Bir bakıma stresi, insanın bizzat

kendisi çıkarıyor. Nâbî; borç, insanı “Ger Felâtun

ise mecnun eyler” (Ne kadar akıllı olsa da deli

eyler diyor ve borçluyu) “Cismi sıhhatde derûnu

haste” (Bedeni sağlıklı gibi görünse de içi, rûhu

hasta) şeklinde tarif ediyor.

Allah’ın Birliğine Şükür

İnsanı buhrana sürükleyen unsurlar sade-

ce malı mülkü artırma hevesi değildir. Şöhret

peşinde olmak da perişanlığa sebeptir. Nitekim

şöhret âfettir, denilmiştir. Nâbî’nin tavsiyelerin-

den biri de şöhretten uzak durmaktır.

Olma dil-dâde-i şân u şöhret

Şöhredür dildeki şöhret âfet

Çünkü şöhret, ihtişam, debdebe borca sürük-

ler, derdi çoğaltır, insanın ciğerini kan eyler:

İhtişam âdemi medyûn eyler

Derdin efzûn ciğerin hûn eyler

Şöyle etrafımıza bir baksak aslında hiçbir

şeyi dikkat almasak bile bir nefes alıp verebil-

menin bile milyonlarca şükür gerektirdiğini an-

layabiliriz. Diyor ya Yunus: “Şükür anun birliğine

yoğ iken uş var eyledi” (Allah’ın birliğine şükürler

olsun ki bizi yoktan var eyledi.)

15. asır şairlerinden Şeyhî, haline razı ol-

mayan insanların akıbetini “Har-nâme” isimli

eserinde güzel bir üslupla ele alır. Bu eserde

güçten kuvvetten düştüğü için sahibi tarafından

azat edilmiş bir merkebin hikâyesi anlatılır. Azat

olan merkep, bir gün tarlada yayılan öküzleri

görür ve kendi kendine düşünür. Bütün yükü biz

taşımamıza rağmen Allah bunlara neden böy-

le güçlü bir cüsse ve görkemli boynuzlar ver-

miştir? Bu soruya kendisi bir cevap bulamadığı

için kendisinden daha akıllı olan bilge merkebe

gelir ve kafasındaki bu soruyu ona sorar. Bilge

eşek ise, dünyada herkesin farklı bir görevi ve

farklı suretlerinin olduğunu yani herkesin fark-

lı bir özelliğe sahip olarak yaratıldığını anlatır.

Öküzlerin işinin buğday işlemek olduğunu da

sözlerine ekler. İşlemek kelimesini yanlış anla-

yan merkep doğruca buğday tarlasına gider ve

başlar buğdayları dişlemeye… Karnı doyunca

da buğday tarlasında anırıp ağnamaya başlar.

Tarla sahibi durumdan haberdar olunca doğru-

ca gider hırsla, merkebin kulağını, kuyruğunu

keser. Hikâye şu veciz beyitle biter:

Bâtıl isteyü haktan ayrıldım

Boynuz umdum kulaktan ayrıldım

Dünyaya gelmek, insan yaratılmak, yaratıl-

mışların en şereflisi olarak yaratılmak bile başlı

başına şükrü gerektirir. Pekiyi, şükrün edası na-

sıl olmalı veya şükrü gerektiren bir durum ger-

çekleştiği zaman nasıl şükretmemiz gerekir ya

da insanın durumuna göre şükür farklılık gös-

terir mi diye bir soru sorsak herhalde şükrün

“Şükür öyle olmalı ki bülbülün ağız kafesindeki, âhenkli şarkılar söyleyen dilinden çıkmış gibi, bir nefes hoş sadâ ile “Elhamdülillah” kelimesini terennüm etmeli.”

derecesi mi olurmuş diyenler olacaktır. 16. asır

siyasetname yazarlarından Pir Mehmed Zaifî,

Kanûnî Sultan Süleyman’a sunduğu siyasetna-

mesinde, şükrün nasıl eda edilmesi gerektiğini

şöyle sıralıyor:

O Vâcib-i Mutlak’a (Mutlak var olan, yokluğu

mümkün olmayan Cenâb-ı Hak) şükretmek vacip-

tir. Ama şükür öyle olmalı ki bülbülün ağız kafesin-

deki, âhenkli şarkılar söyleyen dilinden çıkmış gibi,

bir nefes hoş sadâ ile “Elhamdülillah” kelimesini

terennüm etmeli.

Ma’bûd-ı bi’l-Hak (ibadet edilecek, kulluk

yapılacak olan) ve Mevcûd-ı Mutlak’ın (varlığı

kesin olan) kullarından öyle sultanlar vardır ki

Hazret-i Hak katında şükrü bir hayır gibi kabul

edilmiştir. Ve “Eş-şâkirü yestehakke’l-mezîd”1

derecesine ulaşmıştır. Bu dereceye ulaşan ci-

han hâkiminin şükrü, bütün yaratılmışlara çok

adaletli olmak ve özellikle fakir halka bağışta

bulunmakla mümkündür. Kuşatılmış memle-

ketleri (Osmanlı ülkesi) günden güne çoğalt-

manın, Arap, Acem, Rusya, Boğdan, Alaman ve

Engürs’e (Macaristan) vararak oralarda fetihler

yapıyor olmanın şükrü, burada yaşayan halk-

ların haklarına riayet edip onların mallarına,

mülklerine göz dikmemektir.

Şükür Kendine İyilikte Bulunmaktır

Emrine bağlı olanlara sahip olmanın şükrü,

onların yaptıkları hizmetleri karşılıksız bırakma-

maktır. Talihli ve huzurlu olmanın şükrü, durum-

ları kötüleşenleri ve kolu kanadı kırılanları esir-

gemektir. Çok hazineye ve sonsuz defineye sahip

olmanın şükrü, ölmeden önce, ardını hiç kesme-

den, fakir halka sadakalar vermektir. Ayrıca em-

rinde bulunan yönetici konumundaki insanları ih-

mal etmeyip onlara da bahşişlerini vermek, sen-

den önceki padişahların yaptıkları hayırlı işleri

devam ettirmek, hayrat ve iyilikleri çoğaltmaktır.

Eli altında zayıflar ve acizler bulunanların şükrü

onlara iyilikte ve bağışta bulunmaktır.

Vücut sağlığı yerinde olmanın şükrü, haksız-

lığa ve zulme uğramaktan üzüntüye ve sıkıntıya

düşenlere adalet kanunlarından çokça şifa ver-

mektir. Güçlü, kuvvetli ve büyük orduya sahip

olmanın şükrü, onların her türlü azgınlıklarını

ve olumsuz davranış ve hareketlerini Müslü-

man memleketlerinden uzak tutmaktır. Önemli

makamlara, yüksekliği göklere ulaşan saltanat

konaklarına, cennete benzeyen bahçe ve bos-

tanlara sahip olmanın şükrü, emrinde olanları

karşılıksız çalıştırmamak, onların vergilerini in-

dirmek veya vergiden muaf kılmaktır.

Şiddetli azaptan kurtulup cennete kavuşmak

için hamd ve şükretmede ihlâs gerekir. Çünkü

cennete yükselmek, güzel tabiatlılar tarafından

kesinlikle bilinir ki doğruluktan ayrılmadan hi-

dayet yolunda yürümek ve selâmeti bulmakla

mümkündür. Hidâyet (doğru yol) hüdhüdü şu

yükü hafif ve pahada ağır olan yolcuların birin-

ci sırasındadır ki “İhdina’s-sırâte’-l-mustakîm”2

doğru yola koyulmuş olsun.

Sözün özü şu ki insanı ihlâs yoluna ulaştıran

ve insanın şükür tarafına yönelmesine yardım

eden, kalbe şükrü koyan ve dile hamd’i yerleş-

tiren o Hakîm ve Hallâk, Rahîm ve Rezzâk olan

Allah’tır. Şükre, şükretmek zincirleme giden

sonsuz bir nimettir. Nihayet, şükürde acizlik

gösteren kulların Allah’a şükür borçları vardır.

“Vücut sağlığı yerinde olmanın şükrü, haksızlığa ve zulme uğramaktan üzüntüye ve sıkıntıya düşenlere adalet kanunlarından çokça şifa vermektir. Güçlü, kuvvetli ve büyük orduya sahip olmanın şükrü, onların her türlü azgınlıklarını ve olumsuz davranış ve hareketlerini Müslüman memleketlerinden uzak tutmaktır.”

eylül

/201

7

somuncubaba somuncubaba56 57

Page 31: Kadir ÖZKÖSE - Somuncu Baba Dergisi · kullandığı yanlış bir telaffuz olarak ‘Heyamola’ya dönüşmüş. Günümüzde de bazı balıkçılar motorlarıyla kıyıya Günümüzde

İzzet Allah’ın, Rasûlü’nün ve Mü’minlerindir

“Doğru söylemeyi, emanete hıyânet etmemeyi, akrabalık bağlarını gözetmeyi, komşu haklarına riâyet etmeyi, haramlardan ve

kan dökmekten kaçınmayı emretti. Bize çirkin işlerin hepsini yasakladı. Bizleri yalancı şahitlik etmekten, yetimlerin mallarını

yiyip namuslu kadınlara iftira etmekten alıkoydu.”

KÜLTÜR Mustafa KARABACAK*

Y aratıkların en güzeli ve Allah’ın yeryü-

zündeki halifesi olan insanoğlu pey-

gamberler aracılığıyla gönderilen ilâhî

buyruklara uyduğu müddetçe izzet sahibidir.

İnsanoğlu izzetini zaman zaman taçlandırarak

en yüksek seviyeye çıkmış, zaman zaman da en

alçak seviyelere zillete düşmüştür.

Bu anlamda İslâm’ın emirleri insanın izzet ve

şerefini yücelten değerler olduğu görülmekte-

dir. Cahiliye Dönemi’nde yapılan işlerle İslâm’ın

emirlerini karşılaştıran şu örnek bunun güzel

bir örneğidir: Mekkelilerin baskısından yılan

Müslümanlar Habeşistan’a hicret etmişlerdi.

Mekkeliler, Habeşistan’a bir heyet göndererek

Kral Necaşi’den sığınmacıların sınır dışı edilme-

sini istediler. Fakat Kral, Mekkelilerin bu talebi-

ni Hz. Peygamber (s.a.v.)’in amcaoğlu Ca’fer’in

şu konuşmasından sonra şiddetle reddetmiştir.

Ca’fer b. Ebû Tâlib’in Habeş kralının huzurunda

Hz. Peygamber (s.a.v.) hakkında söylediği sözler

dikkat çekicidir:

“Ey kral! Biz cahil bir kavimdik. Putlara ta-

pıyor, murdar et yiyip, çirkin işler yapıyorduk.

Akrabalarla ilişkilerimizi kesiyor, komşuluğun

gereklerini yerine getirmiyorduk: Kuvvetli olan-

larımız zayıflarımızı eziyordu. İşte biz böyle bir

ortamda bulunurken Allah bize içimizden soyu-

nu, doğruluğunu, güvenilirliğini ve temizliğini

bildiğimiz bir peygamber gönderdi. Bu peygam-

ber bizleri Allah’ı bir tanımaya ve yalnızca O’na

kulluk yapmaya davet etti. Bize atalarımızın

ve bizim Allah’tan başka tapmakta olduğumuz

ilahları bırakmamızı söyledi. Doğru söylemeyi,

emanete hıyânet etmemeyi, akrabalık bağları-

nı gözetmeyi, komşu haklarına riâyet etmeyi,

haramlardan ve kan dökmekten kaçınmayı em-

retti. Bize çirkin işlerin hepsini yasakladı. Bizleri

yalancı şahitlik etmekten, yetimlerin mallarını

yiyip namuslu kadınlara iftira etmekten alıkoy-

du. Allah’a kulluk yapıp hiç bir şeyi O’na ortak

koşmamamızı, namaz kılmamızı, oruç tutma-

mızı ve zekât vermemizi emretti.”1

Allahu Teâlâ, Rasûl’üne kadınlardan biat alır-

ken insanın değerini yükselten şu ilkeler üzeri-

ne biat almasını istemektedir: “Ey Peygamber!

İnanmış kadınlar, Allah’a hiçbir şeyi ortak koş-

mamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, ço-

cuklarını öldürmemek, elleriyle ayakları arasında

bir iftira uydurup getirmemek, iyi işi işlemekte

sana karşı gelmemek hususunda sana biat etme-

ye geldikleri zaman, biatlerini kabul et ve onlar

için Allah’tan mağfiret dile. Şüphesiz Allah, çok

bağışlayandır, çok esirgeyendir.”2 Kadınlarda Al-

lah Rasûlü’ne şöyle diyerek söz vermişlerdir:“Yâ

Rasûlallah! Allah’a hiçbir şey ortak koşmayacağı-

mıza, hırsızlık yapmayacağımıza, zina etmeyece-

ğimize, çocuklarımızı öldürmeyeceğimize, kendi

tarafımızdan yapılmış bir iftirada bulunmayaca-

ğımıza, iyiliklerde sana karşı gelmeyeceğimize

dair sana söz veriyoruz.”3

Bunlar insan izzet ve şerefini yücelten ilke-

lerdir. “İzzet ve şerefin hepsi Allah’a aittir.”4 Ayrı-

ca izzet Allah’ın, Rasûlü’nün ve inananların ya-

nındadır. “Hâlbuki asıl izzet, ancak Allah’ın, Pey-

gamberinin ve mü’minlerindir.”5 Oysa müşrikler

izzeti Allah’ın yanında aramak yerine putların

yanında aradılar. “Onlar, kendilerine bir itibar ve

kuvvet (vesilesi) olsun diye Allah’tan başka tanrı-

lar edindiler.”6 Münafıklar ise aynı hataya düşe-

rek izzet ve şerefi müşriklerin yanında aradılar.

“Mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinenler,

onların yanında izzet (güç ve şeref) mi arıyorlar?

Bilsinler ki bütün izzet yalnızca Allah’a aittir.”7

“Dünyadaki kıstaslara bakıldığında özellikle 21. asır ölçeğinde kâfirlerin üstün olduğu gibi bir görünüm vardır. Fakat şu bilinmelidir ki, onların böyle bir görüntü vermeleri dünyadaki Müslümanların şu andaki durumlarına göredir.”

eylül

/201

7

somuncubaba somuncubaba58 59

Page 32: Kadir ÖZKÖSE - Somuncu Baba Dergisi · kullandığı yanlış bir telaffuz olarak ‘Heyamola’ya dönüşmüş. Günümüzde de bazı balıkçılar motorlarıyla kıyıya Günümüzde

Mü’minlere düşen, olaylar karşısında gev-

şeklik göstermeyecek çünkü hak üzere olan on-

lardır ve sonuçta galip gelecek olan da onlardır.

“Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın.

Eğer inanmışsanız, üstün gelecek olan sizsiniz.”8

Mü’min izzetlidir, alçak gönüllüdür, merha-

metlidir fakat kâfirlere karşı ise onurlu duruşu-

nu her zaman gösterir. “Ey iman edenler! Sizden

kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve

kendisini seven mü’minlere karşı alçak gönüllü

(şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir top-

lum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihat

ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından kork-

mazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar).

Bu, Allah’ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah’ın

lütfu ve ilmi geniştir.”9“Muhammed Allah’ın el-

çisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı

çetin, kendi aralarında merhametlidirler…”10

Kâfirler Niye Nimetler İçinde Yaşıyorlar?

Dünyadaki kıstaslara bakıldığında özellikle

21. asır ölçeğinde kâfirlerin üstün olduğu gibi

bir görünüm vardır. Fakat şu bilinmelidir ki,

onların böyle bir görüntü vermeleri dünyadaki

Müslümanların şu andaki durumlarına göredir.

İslâm’ın izzetli olduğu kesin de sorun ona ina-

nanların bu izzeti hak edip etmemeleridir. Sorun

Müslümanların tembelliğinden kaynaklanmak-

tadır. Sorun İslâm’da değil; Müslümanlardadır.

Kâfirler Allah’ın kendilerine verdiği imkânları

değerlendirdiler ve dünyaya ve Müslümanla-

ra kan kusturmaya devam etmektedirler. Bu

imkânları iyilik yolunda değil; kendilerine rakip

olacakların kafasını ezmek için kullandılar. Bu

anlamda kötü bir sınav verdiler ve bu kötü sınav

her geçen gün daha kötüye gitmektedir. Onla-

rın elbirliği yaparak mazlum insanların üzerine

çullanmaları bizleri endişeye düşürmemelidir.

Yeter ki biz yapmamız gerekenleri yapalım.

“(Rasûlüm) İnkârda yarışanlar sana kaygı verme-

sin. Çünkü onlar, Allah’a hiçbir zarar veremezler.

Allah onlara, ahiretten yana bir nasip vermemek

istiyor. Onlar için çok büyük bir azap vardır. Şura-

sı muhakkak ki, imanı verip inkârı alanlar, Allah’a

hiçbir zarar veremezler. Onlar için elîm bir azap

vardır. İnkâr edenler sanmasınlar ki, kendilerine

mühlet vermemiz onlar için daha hayırlıdır. Onla-

ra ancak günahlarını arttırmaları için fırsat veri-

yoruz. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır.”11 Yine

Rabb’imiz insanların küfürde birleşme ihtimali

olmasaydı onlara dünyada daha büyük nimetler

vereceğini bildirmektedir: “Şayet insanların kü-

fürde birleşmiş bir tek ümmet olması (tehlikesi)

bulunmasaydı, Rahmân’ı inkâr edenlerin evlerinin

tavanlarını ve çıkacakları merdivenleri gümüşten

yapardık. Evlerinin kapılarını ve üzerine yaslana-

cakları koltukları da (hep gümüşten yapardık). Ve

onları zinetlere boğardık. Bütün bunlar sadece

dünya hayatının geçimliğidir. Ahiret ise, Rabb’inin

katında, Allah’ın azabından sakınıp rahmetine sı-

ğınanlara mahsustur.”12

Kâfirlerin refah içinde yaşaması seni aldat-

masın bu onlar için sadece birazcık daha oya-

lanmaları içindir. “İnkârcıların (refah içinde) diyar

diyar dolaşması, sakın seni aldatmasın! Azıcık bir

menfaattir o. Sonra onların varacakları yer ce-

hennemdir. O ne kötü varış yeridir!”13“Şüphe yok

ki kâfir olanlar, yeryüzündeki her şey ve bunun

yanında da bir o kadarı kendilerinin olsa da kıya-

“Tarihte olduğu gibi tekrar izzetimizi istiyorsak Rabbimizin istediği gibi bir kul olmalıyız ve gece gündüz çalışarak Allah’ın dinine yardım etmeliyiz. Çünkü Rabbimizin, dinine yardım edenlere yardım edeceğine dâir vaadi vardır: Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a (Allah’ın dinine) yardım ederseniz O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.”

met gününün azabından kurtulmak için onu fidye

verseler onlardan asla kabul edilmez; onlar için

acı bir azap vardır.”14

Kâfirlerin sağlıklı bir şekilde yaşamala-

rı, imkânlarla donatılmış bir hayat sürmeleri

Müslümanları aldatmaması gerekir. Bu onla-

rın azaplarını artırmak ve kıyamet günü hiçbir

mazeretleri kalmaması içindir. “Onlardan ölmüş

olan hiçbirine asla namaz kılma; onun kabri ba-

şında da durma! Çünkü onlar, Allah ve Rasûlü’nü

inkâr ettiler ve fâsık olarak öldüler. Onların mal-

ları ve çocukları seni imrendirmesin. Çünkü Al-

lah, bunlarla ancak dünyada onların azaplarını

çoğaltmayı ve onların kâfir olarak canlarının

güçlükle çıkmasını istiyor.”15 Onlarimkânları sa-

yesinde şehir şehir dolaşıp dünya nimetlerin-

den istifa etmeleri Müslümanları aldatmamalı-

dır. “İnkâr edenler müstesna, hiç kimse Allah’ın

âyetleri hakkında tartışmaz. Onların şehirlerde

(rahatlıkla) gezip dolaşması seni aldatmasın.”16

Kâfirler, inanmamak için bahaneler ararlar

ve olmadık isteklerde bulunurlar. “Onlara bir

âyet geldiğinde, Allah’ın elçilerine verilenin ben-

zeri bize de verilmedikçe kesinlikle inanmayız,

dediler. Allah, peygamberliğini kime vereceğini

daha iyi bilir. Suç işleyenlere, yapmakta oldukları

hilelere karşılık Allah tarafından aşağılık ve çetin

bir azap erişecektir.”17

İnanmayanlar kendileri için ikinci bir fırsat

verilmesini isteyeceklerdir. “(Kötülere) uyanlar

şöyle derler: Ah, keşke bir daha dünyaya geri git-

memiz mümkün olsaydı da, şimdi onların bizden

uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık!

Böylece Allah onlara, işlerini, pişmanlık ve üzün-

tü kaynağı olarak gösterir ve onlar artık ateşten

çıkamazlar.”18

Herkes Yaptığının Doğru Olduğuna İnanır

Firavun da yaptıklarının doğru olduğuna

inanıyordu: “…Böylece Firavun’a, yaptığı kötü iş

süslü gösterildi ve yoldan saptırıldı…”19“…Doğru-

su inkâr edenlere hileleri süslü gösterildi ve onlar

doğru yoldan alıkonuldular. Allah kimi saptırırsa

artık onu doğru yola iletecek yoktur.”20“…Böylece

biz her ümmete kendi işlerini câzip gösterdik…

”21“Herkes, kendi mizaç ve meşrebine göre iş ya-

par…”22

Sonuç olarak, tarihte olduğu gibi tekrar izze-

timizi istiyorsak Rabbimizin istediği gibi bir kul

olmalıyız ve gece gündüz çalışarak Allah’ın dini-

ne yardım etmeliyiz. Çünkü Rabbimizin, dinine

yardım edenlere yardım edeceğine dâir vaadi

vardır:

“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a (Allah’ın

dinine) yardım ederseniz O da size yardım eder,

ayaklarınızı kaydırmaz.”23“… Allah onların yar-

dımcısı idi. Mü’minler, yalnız Allah’a dayanıp gü-

vensinler.”24

Allahu Teâlâ, başta Bedir Savaşı’nda olmak

üzere inananlara yardım ettiğini bildirmekte-

dir.25 Bizler de birçok olaylar sebebiyle onun

yardımına şahit olduk ve şahit olmaya devam

ediyoruz. “(Rasûl’üm!) De ki: ‘Mülkün gerçek sa-

hibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin

ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yü-

celtir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin

elindedir. Gerçekten sen her şeye kadirsin.”26

DipnotYard. Doç. Dr. Mustafa KARABACAK

1. İbnHişâm,Ebû Muhammed Abdulmelik b. Hişâm b. Eyyûb el-Humeyrî el-Meâfirî, es-Siretü’n-Nebebiyye, Thk. Mus-tafa es-Sekâ- İbrahim el-Ebyârî- Abdülhafîz eş-Şelbî I-II, Mektebetü Mus-tafa el-Bâbî, 2. Basım, Mı-sır, 1375-1955,I, 336.

2. 60/Mümtehıne, 12.3. Mâlik b. Enes, Muvatta, İs-

tanbul, 1981, Bey’at, 2.4. 35/Fâtır, 10.5. 63/Münâfıkûn, 8.6. 19/Meryem, 81.7. 4/Nisâ, 139.8. 3/Âl-i İmran, 139.

9. 5/Mâide, 54.10. 48/Fetih, 29.11. 3/Âl-i İmran, 176-178.12. 43/Zühruf, 33-35.13. 3/Âl-i İmrân, 196-197.14. 5/Maide, 36.15. 9/Tevbe, 84-85.16. 40/Mü’min, 4.17. 6/En’am, 124.18. 2/Bakara, 167.19. 40/Mü’min, 37.20. 13/Ra’d, 33.21. 6/En’am, 108.22. 17/İsrâ, 84.23. 47/Muhammed, 7.24 3/Âl-i İmrân, 122.25. 3/Âl-i İmrân, 123-128.26. 3/Âl-i İmrân, 26.

eylül

/201

7

somuncubaba somuncubaba60 61

Page 33: Kadir ÖZKÖSE - Somuncu Baba Dergisi · kullandığı yanlış bir telaffuz olarak ‘Heyamola’ya dönüşmüş. Günümüzde de bazı balıkçılar motorlarıyla kıyıya Günümüzde

Evlilikte Mutluluğu Bitiren Davranış: Nüşuz

Eşlerin Birbirlerine Karşı Üstünlük Taslamaları

“Eşler arasında huzurun sağlanmasını temin eden en önemli şey şüphesiz muhabbettir. Muhabbetinin sağlanması için de tarafların yerine getirmesi

gereken bir takım davranışlar vardır. Ancak yine de muhabbetin gerçek anlamda oluşması için bu davranışlar ve zahiri şartlar yeterli değildir.”

DÜŞÜNCE Abdullah KAHRAMAN*

İnsanı bir erkek ve kadın olarak iki ayrı cins şeklinde yaratan yüce Allah, fıtraten insanları evlenerek nesli devam ettirecek şekilde yarat-

mış ve meşrû sınırlar içerisinde bunların evlen-melerini teşvik etmiştir. Yapılacak evlilik için bir takım dînî ve hukûkî şartlar belirlenmiştir. Bu şartlar, yapılan evliliğin dine ve hukûka uygun olduğunu kontrol etmeye yarayan dış şartlardır. Ancak esasen evliliğin beklendiği ve arzu edildiği gibi yürümesini sağlayan ve ömrünü uzatan bu şartlar değildir. Evliliğe ömür katan, onu evlenen taraflar için bulunmaz bir nimet haline getiren muhabbet ve huzurdur. Zaten evliliğin en temel şartı ve beklenen de budur. Nitekim Yüce Allah bunu bir âyette şöyle ifade buyurmuştur: “O’nun âyetlerinden biri de, size, nefislerinizden, kendileri ile sükûn bulacağınız eşler yaratması ve aranıza sevgi ve merhamet koymasıdır. Şüphesiz bunda, düşünen bir toplum için ibretler vardır.”1

Eşler arasında huzûrun sağlanmasını temin eden en önemli şey şüphesiz muhabbettir. Mu-habbetinin sağlanması için de tarafların yerine getirmesi gereken bir takım davranışlar vardır. Ancak yine de muhabbetin gerçek anlamda oluşması için bu davranışlar ve zâhirî şartlar ye-terli değildir. Çünkü muhabbet denen duyguyu esasen yaratan ve insanların kalbine yerleştiren yüce Allah’tır. Bir âyette şöyle buyurmuştur: “Ve onların kalplerini birbirine ısındıran da Allah’tır. Eğer yeryüzünde bulunan her şeyi harcasaydın, yine de onların kalplerini birbirine ısındıramaz-dın. Fakat Allah, onların aralarını (İslâm sayesin-de sevgiyle) kaynaştırdı. Çünkü o, mutlak gâlip, hüküm ve hikmet sahibidir.”2 Bunun için insanlar özellikle evli çiftler muhabbetin oluşması için ellerinden gelen her şeyi yapıp ve iyi niyeti gös-termekle birlikte, bu hususta devamlı Allah’ın yardımını talep etmelidirler.

Evli çiftler arasında oluşan ve devam eden muhabbet zaman zaman değişik sebeplerden dolayı kesintiye uğrayabilir. Muhabbetin kesin-tiye uğraması hemen ve her zaman evliliğin sona erdirilmesini gerektirmez; sabırlı olmak, birbirini anlamaya çalışmak, kesintiye uğratan

sorunu ortadan kaldırmaya çalışmak ve hatta “Ben mi hatâ yapıyorum acaba?” sorgulamasını yapabilmek gerekir. Çünkü evlenen insanlar ve onların yakın akrabaları bu evlilikten etkilenmiş ve ona ümitler bağlamışlardır. Eşler arasındaki muhabbet ve huzur, başta taraflar olmak üzere onların akraba ve dostlarını da mutlu edecektir. Muhabbetin bozulması ise herkesi olumsuz ola-rak etkileyecektir.

Evliliği teşvik eden yüce Allah insanlar ara-sında zaman zaman problemlerin yaşanabile-ceğini de ifade etmiş ve bunun için çözümler de sunmuştur.

Kur’an’ın ve ilâhî iradenin eğitim yöntemle-rinden birisi, ilgili tarafların her ikisini dikkate alarak mesajlarını dengeli bir şekilde her iki ta-rafa ulaştırmasıdır. Bu anlamda kadın ve erkeği ilgilendiren hususlarda Yüce Allah’ın, hem kadı-na hem de erkeğe hitap ettiğini görmekteyiz. Bu üslup dengeleyici, adaleti sağlayıcı ve iknâ edici bir üsluptur. Şu âyetler bunun bazı örnek-leridir:

1- “Mü’min erkeklere söyle, gözlerini (harama istekle bakmaktan) sakınsınlar ve mahrem yer-lerini korusunlar...”; “Mü’min kadınlara da söyle: gözlerini (harama istekle bakmaktan) sakınsınlar, mahrem yerlerini korusunlar.”3

2- “Ana babanın ve akrabanın geriye bırak-tıklarından erkeklere pay vardır; ana babanın ve akrabanın geriye bıraktıklarından kadınlara da hayır vardır.”4

3- ”...Erkeklerin kadınlar üzerindeki hakları gibi, kadınların da erkekler üzerinde hakları var-dır.”5

4- “Allah’a ortak koşan kadınlarla, onlar ina-nıncaya kadar, evlenmeyin. (Allah’a ortak koşan hür kadın), hoşunuza gitse dahi, inanan bir cariye, ortak koşan bir kadından iyidir. Ortak koşan er-kekler de inanıncaya kadar, onları (kadınlarınızla) evlendirmeyin. (Allah’a ortak koşan hür bir erkek) hoşunuza gitse dahi, inanan bir köle, ortak koşan bir adamdan iyidir.”6

eylül

/201

7

somuncubaba somuncubaba62 63

Page 34: Kadir ÖZKÖSE - Somuncu Baba Dergisi · kullandığı yanlış bir telaffuz olarak ‘Heyamola’ya dönüşmüş. Günümüzde de bazı balıkçılar motorlarıyla kıyıya Günümüzde

Yüce Allah evli kimseler arasında muhabbe-tin bozulmasını Kur’an-ı Kerim’de “nüşûz” kav-ramı ile ifade etmektedir. Bu konuda uyarılarda bulunan ve yol gösteren yüce Allah, âyetlerden birinde erkeğin kadına karşı nüşûzundan, bir diğerinde ise kadının erkeğe karşı nüşûzundan bahsetmektedir. İlgili âyetler şöyledir:

“Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harca-ma yaptıkları için erkekler kadınların yönetici-si ve koruyucusudur. Onun için sâliha kadınlar itâatkârdır. Allah’ın kendilerini korumasına karşı-lık gizliyi (kimse görmese de namuslarını) koru-yucudurlar. Baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bı-rakın ve (bunlarla yola gelmezlerse) dövün. Eğer size itâat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür.”7

“Eğer bir kadın, kocasının kötü muamelesin-den veya kendisini terk etmesinden korkarsa, (iki taraf) aralarında anlaşarak sorunlarını çözebilir-ler; zira karşılıklı anlaşma en iyi yoldur ve ben-cillik, insan ruhunda her zaman mevcuttur. Fa-kat iyilik yapar ve O’na karşı sorumluluğunuzun bilincinde olursanız, bilin ki Allah yaptığınız her şeyden haberdardır.”8

Bu âyetlerde evliler arasında bir geçimsizlik-ten, muhabbet azalmasından veya kesilmesin-den söz edilmektedir. Bunun sonucu erkek veya

kadın bir davranış sergilemektedir ki, Kur’ân buna “nüşûz” demektedir. Tefsir ve mealler bu kelimeye pek çok anlam vermişlerdir.

Nüşûz, aslında kelime olarak yükseklik ve

tümseklik mânâsına gelmektedir. Buradan ha-

reketle erkek veya kadının normal seviyelerini

aşarak birbirlerine karşı üstünlük taslamaya

başlamalarını ifade etmek için nüşûz kelimesi

uygun bulunmuştur. Çünkü meselâ nüşûz ha-

linde olan bir kadın, kocasına kafa tutup baş

kaldıracak bir duruma gelince, sözde kendisini

yüksek sayıp itâatını ortadan kaldırmış olur.

Kadının Nüşûzu

Müfessirlerin bu kelimeye verdikleri bazı an-

lamlar şöyledir: Kadının nüşûzu, kocasına isyan

etmesi (İbn Abbas); koku sürünmemesi, kocası-

nı birleşmekten men etmesi, önceleri kocasına

yaptığı muâmeleyi değiştirmesi (Ata); koca-

sından hoşlanmaması (Ebu Mensur); kocasının

şer’î mesken olarak belirlediği konutta beraber

oturmaktan kaçınıp onun istemediği bir yerde

oturmasıdır. Bu mânâlar az çok birbirlerine ya-

kındır. Bir kadında bunların bir kısmı olabileceği

gibi hepsi bir anda da bulunabilir. Ancak bu dav-

ranışlardan tek bir tanesi bile nüşûz sayılır.

Kadının nüşûzundan bahseden âyette erkek-lerin nafaka vermeleri ve Allah’ın kendilerine verdiği bir başka özellik sebebiyle kadınları ko-

ruma ile de yükümlü oldukları ifade edilir. Er-keklere verilen bu üstünlük, mutlak olmamakla birlikte, genel olarak fizikî güçtür. Fizikî güç ba-kımından kadınlar erkeklere göre genelde daha zayıftırlar. Ancak bu mutlak üstünlük sebebi de-ğil, doğal yaratılış özelliğidir. Buna karşılık ka-dında da erkekte olmayan başka özellikler ya-ratılmış ve her ikisi birbirine muhtaç kılınmıştır. Bunu en iyi ifade eden âyet şudur: “O kadınlar si-zin için bir elbise, siz de onlar için bir elbisesiniz.”9 Aynı zamanda bu âyet kadın-erkek ilişkilerini en güzel ve en dengeli şekilde ifade eden âyettir. Buna göre mutlak üstünlük verilen özelliklerde olmayıp takvâda olmakla birlikte, hayatta mutlu ve dengeli yaşamak için evin reisi, mü’min, so-rumluluk sahibi, adalet ve insaflı kocadır. Böyle bir kocaya itâat etmek de kendini bilen normal kadın için şereftir. Zira böyle dengeli, imanlı ve adaletli bir kocaya itâat etmek sâliha bir kadını madden ve mânen huzura kavuşturur.

Durum böyle olmakla birlikte güzel devam eden başarılı evlilikler de zaman zaman sarsın-tılar geçirebilir. Boşanma teşvik edilen bir şey olmadığından taraflar arasında bozulan denge ve eksilen muhabbetin normale döndürülmesi için bu âyet bir takım yollar göstermektedir. Burada her iki tarafın da yuvayı kurtarması için fedakarlıkta bulunması gerekmektedir. Şâyet taraflar bu tavır içinde olurlarsa kadın sâliha (kendisiyle yaşanmaya elverişli), erkek de sâlih bir eş olur. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ifadesiyle şöyledir: “Kadınların en hayırlısı, baktığın zaman seni sevindiren, emredersen itâat eden, gıyabında bulunduğun zaman da seni malı ve nefsi konu-sunda senin hukukunu koruyandır.”10

Yukarıdaki âyetin iniş sebebi olarak şu olay anlatılır: “Ensar’ın ileri gelenlerinden Sa’d b. Rebîa’ya karşı hanımı Habîbe binti Zeyd b. Züheyr ve bir rivâyete göre Habîbe binti Muhammed b. Seleme isyan etmiş, o da bir tokat vurmuş, bu-nun üzerine babası kızını almış, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e gidip şikâyet etmiş. Hz. Peygamber (s.a.v.) de, “Mutlaka ondan kısasını (öcünü) alırız.” buyurmuştu. Bunun üzerine bu âyet indirildi.11

Ancak İslâm, hükümleri dengeli olan bir din olduğu için bir taraftan kadına bunları söyler-ken, erkeğe de farklı üslupla, “Sizin en hayırlınız, kadınlarına/ailesine karşı en hayırlı olanınızdır.” buyurmaktadır. Bu da erkeğin her ne yaparsa haklı ve her durumda itâati hak eden bir kimse olmadığını göstermektedir. O zaman taraflar birbirlerinin eksikliklerini tamamlayarak den-geli ve çekilebilir bir evlilik hayatını beraberce meydana getireceklerdir.

Kocanın Nüşûzu

Hükümlerinin dengeli olmasının bir sonucu olarak Kur’ân, kocanın nüşûzundan da bahset-mektedir. Buna göre, “Eğer bir kadın kocasının, kendisine kötü davranmasından, yahut yüz çe-virmesinden endişe ederse, uzlaşarak aralarını düzeltmelerinde ikisine de bir günah yoktur. Uz-laşmak daha hayırlıdır. Nefisler ise kıskançlığa ve bencil tutkulara hazır (elverişli) kılınmıştır. Eğer iyilik eder ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız, şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.”

Her iki âyet beraber değerlendirildiğinde şu söylenebilir: Serkeşlik yapan erkek de olabilir kadın da. İnsan olmanın doğal sonucu olan bu tavır eşler arasında olması gereken muhab-beti azaltabilir. Ancak tarafların kısa zaman içinde akıllarını başlarına toplayarak gerekti-ğinde de hakemlerden yardım alarak aralarını düzeltip yollarına devam etmeleridir. Karşılıklı fedakârlıklarla kurtarılabilecek bir evlilik her za-man boşanmadan iyidir. Zira boşanmanın eşle-re, çocuklara ve akrabalara hatta topluma çok ağır faturaları olmaktadır.

DipnotProf. Dr. Abdullah KAHRAMAN

1. 30/Rum, 21.

2. 8/Enfal, 63.

3. 24/Nur, 30-31.

4. 4/Nisa, 7.

5. 2/Bakara, 228.

6. 2/Bakara, 221.

7. 4/Nisâ, 34.

8. 4/Nisâ, 128.

9. 2/Bakara, 187.

10. Ebu Davud, Zekat 32; İbn Mace, Nikah 5.

11. İbn Kesir, Tefsir, I, 385.

eylül

/201

7

somuncubaba somuncubaba64 65

Page 35: Kadir ÖZKÖSE - Somuncu Baba Dergisi · kullandığı yanlış bir telaffuz olarak ‘Heyamola’ya dönüşmüş. Günümüzde de bazı balıkçılar motorlarıyla kıyıya Günümüzde

Raziye Sağlam’ın kaleminden roman türünde

yazılan Kıyam, Baba Yusuf Hakiki Hazretleri’nin

hayatını konu alan biyografik bir eser. Nasihat

Yayınları arasında yayınlanan kitabın bilhassa

gençlerin kendilerine rol-model aradığı bir çağ-

da gençler tarafından okunması gerektiği kana-

atindeyiz.

Uzun bir araştırma ve ağır bir emek mah-

sulü olduğu belli olan roman, Şeyh Hamid-i

Veli Hazretleri’nin evladı Yusuf Hakiki Baba

Hazretleri’nin hayatını ve çevresini konu edini-

yor. “Kıyam” romanında dönemin sosyal haya-

tına, kız isteme, köy hayatı, komşuluk ilişkileri,

yardımlaşma gibi konulara da yer veriliyor.

Güzel bir kapak tasarımı ile sunulan romanın

daha kitabın roman isminin belirtildiği sayfada

Baba Yusuf Hakiki Hazretleri’nin bir güzel bir

beytine ve açıklamasına yer verilmiş:

Gel dürr-i hakayık al Hakiki

Red itmez anun işi keremdir

(Ey Hakiki, Allah’ın ilim irfan ve hikmet der-

yasından hakikat incilerini al. O cömertlerin cö-

merdidir, kimseyi kapısından çevirmez.)

Kitabın bölümleri değişik konu başlıkları ile

verilirken aynı zamanda bölüm başlıklarından

sonra Baba Yusuf Hakiki Hazretleri’nin birer

beyti de bölümün ser-levhası olarak kaydedili-

yor.

Romanın başında Yazar Raziye Sağlam, “Ya-

zarın Notu” başlığıyla bize şu bilgileri veriyor:

KıyamYusuf Hakiki Baba Romanı

KİTAP Yusuf HALICI

“Bu roman yolu, düşü, fikri bir şekilde güzele

uğramış ve o güzelin muhabbetinde buluşmuş

gönüllerin hikâyesi. Gavs-ı Azam Şeyh Hamid-i

Veli Hazretleri’nin, Aksaray’daki oğlu Yusuf

Hakiki Hazretleri’nin Aksaray sınırlarına taşan

muhabbetini, gönüllerdeki sevgisini anlatmaya

çalıştığım Kıyam’ı yazarken niyetim, bir gönül

sultanının her yönden zor olan insan hayatına

manevî olarak nasıl bir mükemmellik kattığını

anlatmak.

Kaynaklarda, Yusuf Hakiki Hazretleri’nin ha-

yatına dair fazla bir ayrıntı yok. Bu sebepten,

tasavvufun, muhabbet, teslimiyet, edeb ve hiz-

met gibi en belli başlı yapıtaşlarını insanların

hikâyelerinde anlatmaya çalıştım.

Tüm bu kurguyu yaparken Yusuf Hakiki

Hazretleri’nin manevî kişiliğine azamî saygı ve

sevgimi korumaya çalıştım ama yine de o mü-

barek zatın huzurunda hatalarım olduysa da,

bundan dolayı Allah’ın huzurunda Baba Yusuf’u-

muzdan helallik istiyorum.

Yusuf Hakiki Hazretleri’nin hayatını yazma

noktasında, desteğini esirgemeyen Es- Seyyid

Osman Hulûsi Efendi Vakfı Başkanı Sayın H. Ha-

mideddin Ateş Efendi başta olmak üzere, eme-

ği geçen diğer vakıf çalışanlarına çok teşekkür

ediyorum. Allah (c.c.) onlardan razı olsun. Ayrı-

ca Muhabbetname ve Yusuf Hakiki Baba Divanı

adlı eserleri göndererek, çalışmam süresince

kaynak oluşturan Aksaray Belediyesi Başkanı ve

ilgili diğer kişilere de çok teşekkürler.”

Konuya ilgi duyanların severek okuyabile-

ceklerini düşündüğümüz kitabın yazarına, yayı-

nevine ve okuyucularına hayırlı uğurlu olmasını

dileriz.

Son Hasat (Roman)Bahadır YenişehirlioğluTimaş YayınlarıTel: 0212 511 2424

İslam Düşüncesi ÜzerineEkrem Demirli Sufi YayınlarıTel: 0 212 511 24 24

Sahabelerle Değerler EğitimiHandan Yalvaç ArıcıNesil YayınlarıTel: 0212 551 3225

Gökyüzü DurağıUmut Güner Hayy KitapTel: 0 212 352 0050

Nasıl Fatih Oldu?Zafer Bilgi Mihrabad YayınlarıTel: 0212 514 2828

KİTAPLIK

eylül

/201

7

somuncubaba somuncubaba66 67

Page 36: Kadir ÖZKÖSE - Somuncu Baba Dergisi · kullandığı yanlış bir telaffuz olarak ‘Heyamola’ya dönüşmüş. Günümüzde de bazı balıkçılar motorlarıyla kıyıya Günümüzde

“Öğretmenlik peygamberlik mesleğidir. Bir öğretmenin ödülü yetiştirdiği öğrencileridir. Öğretmenin gönlü sevgi ile dolu, vicdanı huzurlu, mesleğiyle

onurludur.”

ÖğretmenlerNeler Yapmalı?

EĞİTİM Ali ÖZKANLI

Eğitim alanında yapılan en son gelişmelere

göre öğretmenler kendilerini sorgulaya-

rak şu sorulara cevap bulmalı diye düşü-

nüyorum. Kendimizi ve yeteneklerimizi tanıyor

muyuz? Mesleğimiz yaşam şeklimize dönüştü

mü? İşimizi severek yapıyor muyuz? Mesleği-

mizde kendimizi yeterli görüyor muyuz? Sabırlı

ve hoşgörülü müyüz? Planlı çalışıyor muyuz?

Çevremizle iyi ilişkiler içinde miyiz? Öğrencile-

rimizi özellikleriyle tanıyabiliyor muyuz? İşbirli-

ğine açık olup, daha iyi olmak için ne yapıyoruz?

Toplumda sevilen biri miyiz? Öğrencilerimizi

iyiye, başarıya teşvik ediyor muyuz? Yaptığımız

işten dolayı vicdanen rahat mıyız? Öğrencileri-

mizle gereği gibi ilgilenebiliyor muyuz?

Sevgili meslektaşlarım! Öğrencilerimiz bir

gün karşımıza çıkarak bize şöyle demesinler.

Sevginizi, bilginizi ve ilginizi bizlere yeteri kadar

verebildiniz mi, öğretmenim! Ne olurdu bize

gülseydiniz? Halimizi, hatırımızı sorsaydınız,

yanağımızı okşayıp, bizi sevdiğinizi söyleseydi-

niz, bize kendinizi sevdirip gönlümüzü kazan-

saydınız, öğüt verseydiniz de kötü insan olarak

karşınıza çıkmasaydık. Niçin bunları bizden esir-

gediniz? Şefkat dolu kucağınızı açıp, yüzümüze

gülüp bizi mutlu etseydiniz. Ne olurdu öğretme-

nim! Bizimle ilgilenseniz, ismimizle hitap edip,

saçlarımızı okşayıp şefkatinizi esirgemeseydi-

niz.

Öğretmenlik peygamberlik mesleğidir. Bir

öğretmenin ödülü yetiştirdiği öğrencileridir.

Öğretmenin gönlü sevgi ile dolu, vicdanı hu-

zurlu, mesleğiyle onurludur. Öğretmen insanı

eğitir, ona şekil, ilim ve ahlâk verir. Ne mutlu o

öğretmenlere ki, pırıl pırıl bir gelecek kuruyor,

tertemiz bir nesil yetiştiriyor, gönülleri olgun-

laştırıyor, sevgiyi, saygıyı, doğruluk ve dürüst-

lüğü öğretiyor ve binlerce öğrencisinden dualar

alıyor.

Öğretmenlik temiz, itibarlı ve eskimeyen

bir meslektir. Öğretmenlik leke götürmez. Öğ-

retmen iyi eğitim almış, iyi bir kişilik ve karak-

ter sahibi olmalıdır. Öğretmenin elindeki ham

madde insandır. Onu en iyi şekilde yetiştirme-

lidir. Öğretmen bilinçli olursa hayatı anlamlı

olur. Dilinde lezzet çoğalır, yüreğinde mutluluk

ateşleri yanar ve içi huzurla dolar. İyi ve faydalı

işler yapma şansı en çok olanlar öğretmenler-

dir. Elindeki hamur insan olduğundan onu çok

iyi tanıması gerekir.

“Öğretmenlik sevgi mesleğidir. Gönlü sevgiyle dolu, öğrencilerini çok seven öğretmeni öğrencileri unutmazlar. Öğretmen bir sevgi pınarı olarak ömrünün sonuna kadar gürül gürül akmalı, çiçeklerini sulayıp büyütmeli, onları hayata hazırlamalıdır. Öğretmen bilgiden önce sevgi ve hoşgörüyü vermelidir.”

eylül

/201

7

somuncubaba somuncubaba68 69

Page 37: Kadir ÖZKÖSE - Somuncu Baba Dergisi · kullandığı yanlış bir telaffuz olarak ‘Heyamola’ya dönüşmüş. Günümüzde de bazı balıkçılar motorlarıyla kıyıya Günümüzde

Bir bilge, öğretmenlerle ilgili şöyle diyor:

“Öğretmenler baktığında berrak görmeyi bilir-

ler, dinlediklerinde iyi duymayı becerirler, gö-

rünüşleri bakımından sıcak olmayı düşünürler,

davranışlarında saygılı olmayı isterler, konuş-

malarında doğru olmayı düşünürler, işlerinde

ciddi olmayı esas alırlar, kuşkuya düştüklerinde

soruları nasıl soracaklarını bilirler, öfkelendikle-

rinde çıkış yolu ararlar, kazancı gördüklerinde

adaleti unutmazlar, kendilerini değil, öğrencile-

rini düşünürler.”

Öğretmenlik sevgi mesleğidir. Gönlü sevgiy-

le dolu, öğrencilerini çok seven öğretmeni öğ-

rencileri unutmazlar. Öğretmen bir sevgi pınarı

olarak ömrünün sonuna kadar gürül gürül ak-

malı, çiçeklerini sulayıp büyütmeli, onları haya-

ta hazırlamalıdır. Öğretmen bilgiden önce sevgi

ve hoşgörüyü vermelidir. Sevgi temeli üzerine

kurulmayan eğitim gerçek bir eğitim değildir.

Öğretmen seven ve sevmesini bilendir. Öğret-

men belli bir disiplin anlayışı içinde olmalıdır.

Öğretmen sadece bir insan yetiştirmiyor, bir

gelecek hazırlıyor, sevgiyle kurulan bir dünyada

yaşamak ne kadar güzel olur değil mi?

Sevmek, duygulara ortak olmak, sevinçle-

ri paylaşmak, gözyaşlarını bölüşmek, eğitimde

önemli izler bırakır. Öğretmen sevgi, hoşgörü

ve güzelliği kendisi yaşamadan öğrencisine ya-

şatmalıdır. Eğitimcilerin bir sevgi haritası olma-

lı ve bu haritadan yararlanarak yollarına devam

etmelidir.

“Öğretmen sadece bir insan yetiştirmiyor, bir gelecek hazırlıyor, sevgiyle kurulan bir dünyada yaşamak ne kadar güzel olur değil mi?”

Yâ Resûl, yâ Nebî, ravzâna geldim;“Dost” ile ne hoştur, halvetin Sen’in!..Kesrette yol açtın, vahdeti buldum;Sevr ile yayıldı, hicretin Sen’in!..

Sen; a Fahr-i Âlem, a tevhîd “Gül”ü;Vahiyden mi aldın hoş tevekkülü?..Sen’inle, aştıkça her bir müşkülü;Kalbimde dil açtı, hikmetin Sen’in!..

Her “Taif” dedikçe, ağlar dileğim;Bedir’den yükselir Arş’a meleğim!..Uhud’ta tüterken, bu kor yüreğim;Kâ’be’de, nûr saçar saffetin Sen’in!..

A saf yıldızlara, ışık veren “Nûr”;Bildim ki Sen’dedir, o sonsuz huzur!..A susuz çölleri, yeşerten yağmur; Mahşer’de nefes mi, himmetin Sen’in?..

Nûruna, pervane olmuş bu gönül;Cezbenle tutuşur, yanar tahayyül!..A cümle âleme, rahmet olan “Gül”;“Dost” ile vuslat mı, rihletin Sen’in?..

Sen’i, has “Habîbi” eyledi Sübhân;O’nundur bu devrân, her ilim, irfân!..Bu yolda neylesin his, akıl, iz’an?Özümde, “köz” oldu hasretin Sen’in!..

Rıfat ARAZ

Özümde, “Köz” OlduHasretin Sen’in!..

eylül

/201

7

somuncubaba somuncubaba70 71

Page 38: Kadir ÖZKÖSE - Somuncu Baba Dergisi · kullandığı yanlış bir telaffuz olarak ‘Heyamola’ya dönüşmüş. Günümüzde de bazı balıkçılar motorlarıyla kıyıya Günümüzde

Mehter’in Asırlara Mühür Vuran Zaferi

KÜLTÜR Mehmet Nuri YARDIM

“Osman Gazi’ye egemenlik nişanı olarak tuğ, alem tabl ve nakkare gönderilmişti. İşte mehterin çekirdeği diyebileceğimiz müzik aleti buydu. Mehter takımı daha

sonra büyütülecek, yeni sazlarla genişletilecek ve Osmanlı Ordusu’nun vazgeçilmez bir unsuru olacaktır.”

Ç oğumuz mehter takımını dinlediğimiz-de, bu marşlara kulak verdiğimizde faz-lasıyla duygulanır, çok heyecanlanırız.

Cenk meydanlarına hayalen de olsa gider, küf-far ile harbederiz

Bizim toplum olarak yeni keşfettiğimiz de-ğerlerimiz arasında mehter de vardır. Elbette eskiden de çoğumuz mehter takımını dinledi-ğimizde, bu marşlara kulak verdiğimizde faz-lasıyla duygulanır, çok heyecanlanırdık. Cenk meydanlarına hayalen de olsa gider, küffar ile harbederdik. Ancak 15 Temmuz Destanı’ndan sonra bu ses ve söz şöleni, artık bize çok daha anlamlı ve gerçekçi geliyor. Sadece tarihin bağrından kopup gelen bir coşku vesilesi değil mehter, bugün de moralmen ihtiyacımız olan bir yüksek mektebe dönüşmüştür.

Mehter ve Marşları

1970’lerin ortalarında henüz mehter takımını görmeden çaldıkları muhteşem marşları dinleme-den sevdim bu tarihî, unutulmaz müzik grubunu. Necmeddin Şahiner’in el kitabı hüviyetindeki küçü-cük kitabı yayımlanmıştı: Mehter ve Marşları. Ora-da mehterin kısa tarihçesi ve seçilmiş bazı marş-ların sözleri veriliyordu. Kitap sonra genişletildi, marşların notaları da eklendi.

Osman Gazi Dönemi

Mehter, mızıkacı, çadırcı, kavas gibi muhtelif anlamlarda kullanılsa da Farsçada ‘mihter’ olarak geçmiştir. “Ekber, azam yani en büyük, en ulu” ma-nasında kullanılmış, Türkçemize de ‘mehter’ ola-rak yerleşmiştir. Tarihimizde mehterin kökü çok derinlere gitse de biz onu Osman Gazi devrinde görürüz. Kayı Boyu’na Selçuklu Devleti tarafından Söğüt ve Domaniç bölgeleri verilmişti. Ertuğrul Gazi, alpleri ve obasıyla buralara yerleşti. Onun vefatından sonra yerine geçen Osman Gazi, 624 yıl dünyaya adaletle hükmedecek olan Osmanlı Devleti’nin temelini atıyordu. Söğüt ve havalisi bir sancak olan Osman Gazi’nin elindeydi. Selçuklu Sultanı İkinci Gıyaseddin Mesut, Osman Bey’e bir ferman göndermiş, kendisini uçbeyi seçmişti.

Mehterin Çekirdeği

1294 yılında gelen bu fermanda “Osman Şah bin Ertuğrul Bey” hitabı vardı. Fermanda gönderilen hâkimiyet unsurları şöyle sıralanı-yordu: “Tuğ-ı subh, tıraz-ı âfitab-alem ve tabl-i nakkare-i pürzemzeme-i muhteşem.” Osman Gazi’ye egemenlik nişanı olarak tuğ, alem tabl ve nakkare gönderilmişti. İşte mehterin çekir-deği diyebileceğimiz müzik aleti buydu. Mehter takımı daha sonra büyütülecek, yeni sazlarla genişletilecek ve Osmanlı Ordusu’nun vazge-çilmez bir unsuru olacaktır. Başta İstanbul’un fethi olmak üzere bir çok zaferin elde edilme-sinde mehterin rolü şüphesiz çok büyüktür. Zira orduya aşk ve şevk veren, askerin yüreğini gaza ruhuyla dolduran mehter olmuştur. İstanbul surlarının önünde onbinlerce askerin yanısıra 300 kişilik bir mehter takımı da gelmişti. Bu grup içinde 100 zurna, 70 davul durmadan cenk havası çalmıştır. Bu fetihten sonra değeri daha fazla anlaşılan ve artık devletin vazgeçilmez-leri arasına giren mehter, ordunun ve milletin daha aksiyoner, coşkulu ve heyecanlı olmasını sağlamış bir unsur olarak görülmüştür. Bilhassa

eylül

/201

7

somuncubaba somuncubaba72 73

Page 39: Kadir ÖZKÖSE - Somuncu Baba Dergisi · kullandığı yanlış bir telaffuz olarak ‘Heyamola’ya dönüşmüş. Günümüzde de bazı balıkçılar motorlarıyla kıyıya Günümüzde

‘Padişah Mehteri’ çok büyük önem arzetmiştir.

Buna ‘Mehterhane-i Tablü Alem-i Hassa’ denir-

di. Padişah sefere çıkacağı zaman, mehter takı-

mı da sayı olarak iki katına çıkarılırdı. Padişah

Mehteri’nden sonra, vezir-i azam, kubbe vezir-

leri, defterdar, reisülküttap, beylerbeyi ve san-

cakbeyleri ile yürük beylerinin mehterleri gelir-

di. Mehter takımının baş sazlarından kabul edi-

len kös, sadece padişah mehterinde bulunurdu.

Askerlere Şevk Verirdi

Mehter barış zamanlarında toplumu iri ve

diri kılmak için kullanılır, ama daha ziyade savaş

zamanlarında faaliyet gösterirdi. Harb meydan-

ları onunla canlanır, askerler bu haşmetli ses-

ler arasında coşar, gaza havasına girerdi. Meh-

terhane, harb meydanlarında geceleri bile boş

durmaz, erlerin gaflete dalıp uyumaması için

devamlı çalar. Çalanlar arada bir “YektirAllah”

diye nida ederlerdi. Evliya Çelebi der ki: “Kös-

lerin her biri bir hamam kubbesi kadar gelir.

Bayram gecelerinde, bayram günlerinde çalınır.

Sedâsı gök gibi gürler. Sûr-ı hümayunlarda on

sekiz devletin elçileri birleştikleinde, bu kösler

çalınır.”

Mehterin Yürüyüş Tarzı

Bilindiği gibi mehterin kendine özel bir yürü-

yüş tarzı vardır. Bu yürüyüşün temposu “Kerim

Allah, eyisün. Rahim Allah, eyisün..” ritmi şek-

lindedir. İbadeti hayatına mihenk kabul eden

ecdad, mehterde âdeta zikirle coşkuyu birlikte

gerçekleştirmiştir. Mehter fasla başlamadan

önce bir başçavuş, “Vakt-i sürûr-u sefâ, Mehter-

başı Ağa! Hey! Hey!” diye bağırır. Nakkareler ça-

larken mehterbaşı mehterin önüne gelir “Mer-

haba ey Mehterân!” diyerek sağ elini göğsüne

koyarak hazirunu selamlar. Mehterân da hep

birlikte sağ ellerini göğüslerine koyarak, “Mer-

haba Mehterbaşı Ağa!” diyeek selama karşılık

verirler. Mehterbaşı, icra için mehter mensup-

larına önce “Hasduuuur!” komutunu verir. Son-

ra “Durs Faslı”nda çalınacak eseri ve makamını

söyler. Akabinde “Haydi yalllah!” diyerek mehte-

ri icraya davet eder. Nevbet tamamlanınca grup

“Mehter Harp Duası Harb-i Gülbanki”yi okur ve

fasıl biter. “Eyyam-ı Âdiye Gülbankı” olarak bili-

nen meşhur uzun Mehter Duası’na geçilir. “Allah

Allah, Celîl’ül Cebbar, Muînü’s- Settar, Hâliku’l

leyli ve’n-nehar, Lâyezal, Zülcelâl, birdir Allah,

Anın birliğine...” diye başlar ve devam eder. Du-

adan sonra bütün mehter takımı, davulları zil-

leri şiddetli vurarak, dokuz defa “Hû” çekerler.

Sonunda da üç defa kös vurulur.

Maneviyat Takviyesi Yapılır

Gaza sırasında “Nasrun minallahi ve fethün

karîb. Ve beşşiril mü’minin” âyetleri okunur, asker

maneviyat bakımından takviye edilir. Harp dua-

sı ve Kur’an-ı Kerim ayetleri okunduktan sonra

Gülbank devam eder: “Eli kan, kılıcı kan, sînesi

üryan, ciğeri püryan, meydan-ı şehadette Allah

yoluna revan, gaza-yı şühedaya Cemal-i Hak gö-

rünür ayân, kahrımız, gazabımız düşmana ziyan!”

Şehirlerimizde, ilçelerimizde mehter takımla-

rı olmalı ve milli günlerimizde, bayramlarımızda

bu marşlar çalınarak milli bilik ve beraberlik ru-

humuz ayakta tutulmalıdır. Mehter bizimdir ve

onu yeniden hayata geçirmek aslî görevimizdir.

Bahar bitti, yaz geçti, erişti fasl-ı hazânBütün bahçeler bağlar, sanki külbe-i ahzân

Çekiliyor damardan, al kanın yavaş yavaş Dizde mecâl kalmıyor, titreyip duruyor baş

Beyne hücûm ediyor, silinmez hâtıralarBu mevsim, insanlara, göç yolunu aralar...

Kişi yolculuğuna, hazırlıklı çıkmalı, Ona eşlik edemez, ne unvan, ne de malı...

Bahar geçti, yaz bitti, erişti eylül ayı,Sona ermek üzere, dünyadaki balayı...

Bekir OĞUZBAŞARAN

Hüzün Mevsimi

eylül

/201

7

somuncubaba somuncubaba74 75

Page 40: Kadir ÖZKÖSE - Somuncu Baba Dergisi · kullandığı yanlış bir telaffuz olarak ‘Heyamola’ya dönüşmüş. Günümüzde de bazı balıkçılar motorlarıyla kıyıya Günümüzde

“Talebe gönderimi resmî anlamda ilk defa 14 Aralık 1830 tarihinde II. Mahmud döneminde başlamıştır. Yeniçeri Ocağı’nın yerine kurulan Asâkir-i Mansûre-i

Muhammediye Ordusu’na subay yetiştirmek maksadıyla, Hüseyin, Ahmed, Abdüllatif, Mehmed Reşid ve Edhem (II. Abdülhamid döneminde sadrazam

oldu) isimli 5 öğrenci Fransa’ya gönderilmiştir.”

Osmanlı’nın Avrupa’ya Gönderdiği Talebeler

TARİH İsmail ÇOLAK

O smanlı’nın Batılılaş(tırıl)masında,

Avrupaî tahsil görmeleri için Batı’ya

talebe gönderme uygulamasının da

belli ölçüde hissesinin bulunduğu inkâr edile-

mez. Avrupa’dan uzman subay, teknisyen ve

mühendis getirmenin yeterli olmadığının anla-

şılmasıyla, diğer ülkelerin (Rusya, Mısır, Japon-

ya) yaptığı gibi Avrupa’ya öğrenci gönderme

tercihine başvurulmuştur.

Talebelerin gönderiliş amaçlarını şöyle to-

parlamak mümkündür: Avrupa’yı, medeniyetini,

temel vasıflarını, terakki etme sebeplerini, ilim

ve teknolojide yakalamış olduğu seviyeyi öğren-

mek ve Osmanlı Devleti’ni tekrar ayağa kaldır-

mak, askerî, sınaî, teknolojik sahalarda hangi

yeniliklerin yapılması gerektiğini anlamak ve

ona göre bir yenilik, eğitim, kültür ve sanayileş-

me programı ve yol haritası belirlemekti. Öğ-

rencilere yönelik en büyük beklentilerden biri

de, Osmanlı’ya döndüklerinde Avrupaî tarzda

okulların açılmasına önayak olmaları ve bura-

larda yeni bir sistemle öğrencilerin yetiştirilme-

sine katkıda bulunmalarıydı.

Serüven Nasıl Başladı?

III. Selim zamanında Londra’ya daimî elçi

olarak gönderilen Yusuf Agâh Efendi’nin, dil

eğitimi (özellikle Fransızca) almaları için bera-

berinde götürdüğü Mehmed Derviş Efendi ile

Mehmed Tahir Efendi aracılığıyla Avrupa’ya ta-

lebe yollamanın kapısı açılmıştır.

Fransa Büyükelçisinin yardımıyla dil eğitimi

görmesi için Fransa’ya gönderilen İshak Efen-

di de ilk talebelerden olmuştur. İlk talebeler-

den bir diğeri, 1820’de Fransa’ya gönderilen,

Cezayir ulemasından Hamdan Efendi’nin oğlu

Seyid Ali (geleceğin müşir ve valisi Ali Rıza

Paşa) idi. Askerî okulda dokuz sene topçuluk ve

istihkâmcılık eğitimi aldıktan sonra İstanbul’a

dönmüş ve Osmanlı Ordusu’nda binbaşılığa ter-

fi ettirilmiştir.

Talebe gönderimi resmî anlamda ilk defa 14

Aralık 1830 tarihinde II. Mahmud döneminde

başlamıştır. Yeniçeri Ocağı’nın yerine kurulan

Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye ordusuna su-

bay yetiştirmek maksadıyla, Hüseyin, Ahmed,

Abdüllatif, Mehmed Reşid ve Edhem (II. Abdül-

hamid döneminde sadrazam oldu) isimli 5 öğ-

renci Fransa’ya gönderilmiştir.

Gönderilen öğrencilerde çalışkanlık, gayret,

zekâ, din ve milliyet gibi hususlarda bazı vasıf-

lar aranmıştır. Daha çok da paşazâde, sefir ço-

cukları (1834-1837 arasında Paris’teki St. Louis

Lisesi’nde okuyan, Paris Sefiri Mustafa Reşid

Paşa’nın tercümanı Ruhiddin Efendi’nin oğlu

olan, geleceğin sadrazamlarından Ahmed Vefik

Paşa gibi), Enderun talebeleri ile Harbiye, Bahri-

ye ve Tıbbiye’den mezun öğrenciler seçilmiştir.

Askerlik dışında kimya, mühendislik, tekniker-

lik vb. alanlarda eğitim almaları için gönderilenler

de olmuştur. Mesela, Osmanlı’da batı tarzı res-

min öncülerinden olan Hüsnü Yusuf (1817-1861),

sanat alanında ihtisas yapmak üzere 1830’larda

Avrupa’ya gönderilmiştir. Sadece devlet aracı-

lığıyla öğrenci gitmiyor; Gayrimüslim ve imkânı

olan Müslüman aileler de çocuklarını, daha iyi

eğitim alması için Avrupa’ya uğurluyordu. Viya-

na, Paris ve Londra’daki askeri mekteplere gön-

derilen askerî talebelerin toplam sayısı Tanzimat

Dönemi’ne değin 150’yi bulmuştur.

“Yurtdışına gönderilen öğrenciler arasında harçlıklı, maaşlı veya tam burslu olanlar bulunduğu gibi, yer yer memuriyete başlayanlar da vardı. Öğrencilerin yolculuk biletleri, öğretmenlerinin ücretleri, doktor, ilaç, yemek ve konaklama masrafları, kalem ve kitap masrafları ve diğer masrafları devlet tarafından karşılanmıştır.”

eylül

/201

7

somuncubaba somuncubaba76 77

Page 41: Kadir ÖZKÖSE - Somuncu Baba Dergisi · kullandığı yanlış bir telaffuz olarak ‘Heyamola’ya dönüşmüş. Günümüzde de bazı balıkçılar motorlarıyla kıyıya Günümüzde

Tanzimat’la Yoğunlaşan Akın

Sultan Abdülmecid, Tanzimat’ın ilanından

beş ay sonra 1840 Mayısında Tophane, Harbi-

ye ve Mühendishane’den seçilen 17 öğrenciyi

Paris’e göndertmiştir. Bunların devlet için fay-

dalı olacağını belirterek, hiçbir masraftan ka-

çınılmaması gerektiğini emretmiştir. Yanı sıra,

öğrencilerin dinî ve millî değerleri sindirmeden

yurtdışına çıkmalarının; kendi topraklarına ya-

bancılaşma, din ve milliyetlerinden kopma ve

toplumlarını küçümseme psikolojisine sokaca-

ğını ihtar etmeyi de ihmal etmemiştir.

Tanzimat sonuna kadar Paris, Londra, Viya-

na ve Berlin gibi büyük şehirlere gönderilen 36

kişiyle birlikte bu sayı 200’e yaklaşmıştır. Tan-

zimat Dönemi’nde, bu talebelerin arasına sivil

olanların da eklenmesiyle birlikte, Avrupa’ya

gönderilen talebelerin sayısında ciddî bir artış

yaşanmıştır.

Bu dönemde Deniz Mühendishanesi öğren-

cilerinin İngiltere ve Avusturya’ya gönderilme-

leri dikkat çekmiştir. Başlangıçta Fransa, en çok

öğrenci gönderilen ülke iken, zamanla Paris’in

eğlence dünyasının, öğrencilerin ahlakını boz-

ması, Berlin ve Viyana’yı daha çok tercih edilir

kılacaktır.

1830-1840 arasında 77, 1840-1856 ara-

sında 99, 1856-1875 arasında ise 186 talebe

Avrupa’ya yollanmıştır. 1848-1864 arasında

sadece Paris’e gönderilen toplam talebe sayı-

sı 61 kişi olmuş, buna 1864-1876 arasında 93

kişi daha eklenmiştir. 1876’nın sonuna kadar

sayı 222’ye ulaşmıştır. 1876 yılına kadar Batı

ülkelerine toplamda 422 kişi gönderilmiştir.

Bunların 3/4’ü Müslüman, 1/4’ü Gayrimüs-

limdi. 254 kişi Fransa’ya, 67 kişi İngiltere’ye,

34 kişi Avusturya’ya, 10 kişi Almanya, 6 kişi de

Belçika’ya gitmiştir.

Gönderilen öğrencilerin sayısındaki artış, bil-

hassa Tanzimat sürecinde devletin yurt dışına

öğrenci göndermeye verdiği önemin açık gös-

tergesidir.

Düzenlemeler ve Artan Hassasiyetler

1864’e kadar Avrupa’ya genellikle yükseko-

kul ve üstündeki öğrenciler gönderilirken, aynı

yıldan itibaren orta dereceli okullardan da öğ-

renci gönderilmeye başlanmıştır. Öğrencilerin

bu denli erken yaşta gönderilmelerinin kimlik-

lerini, ahlak ve maneviyatlarını sarsacak etki-

lere yol açacağı endişeleri, devlet adamlarının

yazışma ve raporlarına yansımıştır.

“Sultan Abdülmecid, Tanzimat’ın ilanından beş ay sonra 1840 Mayısında Tophane, Harbiye ve Mühendishane’den seçilen 17 öğrenciyi Paris’e göndertmiştir. Bunların devlet için faydalı olacağını belirterek, hiçbir masraftan kaçınılmaması gerektiğini emretmiştir.”

Almanya’ya gönderilen öğrencilerin sağlam

bir dini ve kültürel eğitim aldıktan sonra Berlin’e

gelmeleri gerektiği noktasında Osmanlı’nın

Berlin Konsolosu uyarılarda bulunmuştur. Hat-

ta öğrencilerin Türkçe, Arapça, Farsça ve İslâmî

ilimleri sağlam bir biçimde öğrendikten sonra

Avrupa’daki okullara gelmelerinin isabetli ola-

cağını vurgulamıştır. Güçlü din, kültür ve bilgi

temeli olan, sağlam bir bilince ve muhakemeye

sahip olan öğrencilerin, farklı kültürlerle karşı-

laştıklarında daha az problem yaşadıklarını be-

lirtmiştir.

1869’dan itibaren Darü’l-eytamdan (Ye-

timhane), 1872’den itibaren Islahhane

Mektebi’nden yetim, öksüz, fakir ve kimsesiz

zeki çocuklar da seçilerek gönderilmiştir. Misa-

len, 1869’da Paris’te eğitim alan öğrencilerden

20’si yetimdi.

Yurtdışına gönderilen öğrenciler arasında

harçlıklı, maaşlı veya tam burslu olanlar bu-

lunduğu gibi, yer yer memuriyete başlayan-

lar da vardı. Öğrencilerin yolculuk biletleri,

öğretmenlerinin ücretleri, doktor, ilaç, yemek

ve konaklama masrafları, kalem ve kitap mas-

rafları ve diğer masrafları devlet tarafından

karşılanmıştır. Başarısız olanlardan ve tahsilini

tamamlamadan dönenlerden masraflar geri

alınmaktaydı.

Yıkılışa Değin Süren Yolculuk

Eğitime ve bu alandaki yatırım ve reform-

lara büyük önem veren Sultan II. Abdülhamid

devrinde de Batı’ya talebe sevkiyatına devam

edilmiştir. Bu dönemde gönderilen toplam ta-

lebe sayısı 315’e erişmiştir. Talebelerin gittiği

ülkeler arasında Fransa ilk sırada yer alsa da,

Almanya’ya rağbet artmıştır. Fransa’ya 172,

Almanya’ya 109, Avusturya’ya 8, Belçika’ya 3,

İsviçre’ye 12 talebe yollanmıştır. 1880-1889

arası 34, 1890-1899 arası 160, 1900-1908

arası 121 talebe Avrupa yollarına düşmüştür.

Çoğundan askerlik ve askeri teknoloji tahsili

almaları talep edilirken; tıp, telgraf, ziraat, yol-

köprü işleri, hukuk, askerî tıp tahsili için gönde-

rilenler de olmuştur.

Hanedandan şehzadelerin tahsil amacıyla

Avrupa ülkelerine gönderilmesine de II. Abdül-

hamid Han devrinde başlanmıştır. 1878’de pa-

dişah, hanedan mensubu çocukları, denizcilik ve

askeri bilimler sahasında eğitim görmeleri için

İngiltere’deki Bahriye Mektebi’ne göndermiştir.

Aynı dönemde birçok devlet adamının çocukla-

rını yurtdışına gönderme teşebbüsleri yoğun-

luk kazanmıştır. Mesela Fuat Paşa, oğlu Kâzım

Bey’i; Tanzimat Meclisi üyesi Rıfat Paşa, yeğeni

Emin Bey’i ve Serdar-ı Ekrem Ömer Lütfi Paşa,

yeğeni Ömer Bey’i yurtdışına göndermişlerdir.

Görüldüğü gibi Osmanlı modernleşmesinde

hanedan ve devlet adamlarının çocuklarına da

görev düşmüştür.

II. Meşrutiyet Dönemi’nde talebe gön-

deriminde tercih edilen adres Fransa’dan

Almanya’ya dönmüştür. Toplamda 550 ta-

lebe yurtdışına çıkmıştır. Almanya’ya 287,

Macaristan’a 200’den fazla, Fransa’ya 131,

İsviçre’ye 60, Belçika’ya 16, Avusturya’ya 10,

İngiltere’ye 7, Amerika’ya 6, Bulgaristan’a

4, İtalya’ya 4, Rusya’ya 2 öğrenci gitmiştir.

250’nin üzerinde öğrenci 1913-1914 arasında,

260’ın üzerinde öğrenci ise 1918 sonrasında

gitmiştir.

İlk defa 1914 yılında yabancı ülkelere gön-

derilen öğrenciler hakkında bir düzenleme ya-

pılmış ve nizamnâme/yönetmelik (Memâlik-i

Ecnebiyeye Gönderilecek Talebe Hakkında

Nizamnâme) hazırlanmıştır. 1914’te I. Dün-

ya Savaşı’nın patlak vermesi sebebiyle devlet,

yurtdışında bulunan öğrencileri geri çağırmak

zorunda kalmıştır. Ancak bu öğrencilerden,

okulları açık olanlar, şartları zorlayarak eğitim-

lerine devam etmeye çalışmışlardır.

eylül

/201

7

somuncubaba somuncubaba78 79

Page 42: Kadir ÖZKÖSE - Somuncu Baba Dergisi · kullandığı yanlış bir telaffuz olarak ‘Heyamola’ya dönüşmüş. Günümüzde de bazı balıkçılar motorlarıyla kıyıya Günümüzde

Öğrencilerin 22’si elektrik mühendisliği,

19’u hukuk, 12’si kimya, 22’si matematik, 13’ü

mühendislik, 68’i eğitim/pedagoji, 13’ü siyasal

bilimler, 36’sı tabii ilimlerde tahsil görmüştür.

Bu devirde, ilk defa eğitim bilimi alanında Ce-

nevre ve Almanya’ya öğrenci gönderilmiştir.

1918’de İstanbul Darü’l-muallimîn’inden me-

zun Hıfzı’r-rahman Raşit Öymen, pedagoji tah-

sili için Almanya’ya gitmiştir.

Aynı yıl, seçkin Müslüman ailelerin çocukla-

rından, yaşları 15’in altında olan 20 kişi eğitim

için Avusturya’ya; 1920’de de 2 kişi Amerika’ya

gönderilmiştir. Ahmet Emin Yalman, Şükrü

Esmer, Sabiha ve Zekeriya Sertel ile Mustafa

Kemal’in eşi Latife Hanım bu dönemde tahsil

maksadıyla yurt dışına gidenlerdendir.

Avrupa’da ihtisas tahsillerini tamamladıktan

sonra yurda dönen bu talebelerin çoğu, başta

yeni açılan askerî ve sivil mekteplerde hocalık

olmak üzere, devletin ve ordunun çeşitli kade-

melerinde sadrazamlık, vezirlik, sefirlik, subay-

lık, valilik gibi mühim görevlere getirilmişlerdir.

Bunun yanında yazar, şair, gazeteci (1849-1853

arasında Fransa’da maliye ve edebiyat tahsili

gören Şinasi), aydın ve akademisyen olarak Os-

manlı ilim, fikir, edebiyat ve basın-yayın hayatı-

na yön verenler arasına girmişlerdir.

Fikret’in Oğlu Haluk’un Trajedisi

II. Meşrutiyet Dönemi’nin meşhur şair ve

edebiyatçılarından Tevfik Fikret de Avrupa’ya

tahsil için talebe göndermeyi önemseyen ve

idealize edenlerdendi. Fikret, tıpkı dönemin

önde gelen Garpçılarından Abdullah Cevdet gibi

Avrupa’nın ilim ve tekniğinin eğitim vasıtasıyla

alınması noktasında herhangi bir kısıtlamaya

ve süzgece ihtiyaç duymamıştır. Batı’da mevcut

olan her şeyin gülü ve dikeniyle birlikte alınma-

sını; Osmanlı’nın kurtuluşunun Avrupa ilim, fikir

ve medeniyetinin aynen ithal edilmesiyle müm-

kün olabileceğini savunmuştur.

Nitekim oğlu Haluk’u, bu mevzuda bir

meş’ale olarak görmüş ve ona büyük ümitler

bağlamıştır. Üstelik bu konuda örnek olmak ve

öncülük etmek için Haluk’u, bir ziya ülkesi ola-

rak gördüğü İskoçya’ya göndermekten geri kal-

mamıştır.

Ancak, Haluk daha sonra Amerika’nın yolunu

tutmuş ve Hıristiyanlığı benimsemiştir. Hatta

papaz olup, doğduğu topraklara bir daha dön-

memiştir. Dolayısıyla Tevfik Fikret’in “Haluk

Projesi” büyük bir hayal kırıklığı ve trajedi ile

neticelenmiştir.

Batılılaşma Girdabında Kaybolan Nesiller

Talebelerin gönderiliş amaçlarını ve hedef-

lerini bir değerlendirmeye tabi tuttuğumuzda,

eğitim, bilim, kültür ve sanat yönünden “mo-

dernleşmeye” katkıda bulundukları; sanayi ve

teknoloji sahasında ülkenin kalkınmasına nispi

anlamda yardımcı oldukları söylenebilir.

KaynakçaAdnan Şişman, Tanzimat Dönemi’nde Fransa’ya Gönde-

rilen Osmanlı Öğrencileri (1839-1876), Ankara, 2004; Aynur Erdoğan, Türkiye’de Yurtdışına Öğrenci Gönderme Olgusunun Sosyolojik Çözümlemesi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimleri Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, 2009; Kansu Şar-man, Türk Promethe’ler, Cumhuriyet’in Öğrencileri Avrupa’da, İstanbul, 2005; Güray Kırpık, “Yurtdışına Öğrenci Göndermenin Tarihî Meseleleri”, Eğitime Bakış dergisi, Temmuz/Ağustos/Ey-lül 2015, Sayı: 34; Mustafa Gündüz, “Diyar-ı Ecnebîde Tahsil-i İlim Serüvenimiz (1830-1950)”, Eğitime Bakış dergisi, Sayı: 34; Mehtap Ay, Paris Mekteb-i Osmanisi’nin Kuruluş, Amaç ve İşlev-leri, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanma-mış Yüksek Lisans Tezi, 2007; Ekmeleddinİhsanoğlu, “Tanzimat Öncesi ve Tanzimat Dönemi Osmanlı Bilim ve Eğitim Anlayışı”, 150. Yılında Tanzimat, Yayına Hazırlayan: H. Dursun Yıldız, An-kara, 1992; Tevfik Fikret, Haluk’un Defteri, Sadeleştiren: Yılmaz Özbek, İstanbul, 1967; Burhan Akpınar, “Modernleşme Aracı Olarak Yurt Dışı Öğrenciler: Bitmeyen Serüven”, Eğitime Bakış dergisi, Sayı: 34.

Ancak, Prof. Adnan Şişman ve Prof. Ekmeled-

din İhsanoğlu’nun da temas ettikleri gibi böylesi

hayatî maksatlarla gönderilen talebelerin, ba-

şına geçtikleri eğitim ve bilim müesseselerinin,

araştırmaya dayalı yeni bilgiler üretmesi, mo-

dern manada yerli bilim geleneğinin temellerinin

atılması ve ülkede, Batı’yı ayağa kaldıran “ilmî

zihniyetin” teşekkülü yolunda kayda değer bir

teşebbüste bulunmadıkları da acı bir gerçektir.

II. Meşrutiyet Dönemi’nin ve Darü’l-

muallimîn Mektebi’nin ünlü eğitimcilerinden

Mustafa Satı Bey, 4 Temmuz 1910 tarihinde

Maarif Nazırı Emrullah Efendi’ye sunduğu ra-

porda, Avrupa’ya öğrenci gönderme işlemin-

deki yanlışlıkları sert bir şekilde eleştirmiştir.

Öğrencilerin Avrupa’ya amaçsız ve programsız

şekilde gönderilmesi, temel bir problem olarak

1910’da tartışma konusu olmuştur.

Japonya, Güney Kore ve Çin gibi ülkeler yurt

dışına öğrenci göndererek, ilim ve teknolojide

belirli seviyelere kısa zamanda geldikleri halde;

Osmanlı (ve akabinde Türkiye), Batı’nın ilmini

ve teknolojisini alma ameliyesini neden başara-

mamıştı?

Muhammed İkbal bunu, Doğu insanının/

Müslüman dünyanın Batı’ya eziklik ve aşağılık

duygusu içerisinde yaklaşmasına ve tam ma-

nasıyla anlayamamasına; dolayısıyla kalkınma

hamlesinin sathi ve üstünkörü olmasına bağla-

mıştır.

Aslında, Yıldız Teknik Üniversitesi Eğitim Fa-

kültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mustafa Gündüz’e

göre Avrupa’ya ilk gönderilen öğrenciler, psiko-

lojik bir rahatlık ve özgüven duygusu içindey-

diler. Üstelik getirecekleri bilgi ve teknolojinin

sadece Avrupalıların gayretiyle meydana gel-

mediği; şekillenmesinde Müslümanların katkısı-

nın da büyük olduğu inancı ve şuuru ile hareket

ediyorlardı. Bilhassa Tanzimat Dönemi’nde bu

anlayış ve şuur bozulmaya yüz tutmuştur.

Ne yazık ki, tahsile gönderilen öğrenciler

daha çok Avrupa kültürünün ve yaşantısının

ülkeye taşınmasına, “kültürel batılılaşma” ve

“taklitçilik hastalığına” aracılık etmekten başka

bir işe yaramamışlardır.

II. Meşrutiyet Dönemi sadrazamlarından

Said Halim Paşa’nın kanaati de aynıdır: “Tahsil

için veya sefaret vazifesi ile memur olarak Batı

memleketlerine giden gençlerden, ecnebi ahlak

ve yaşayışını benimsemiş olarak dönenler pek

çoktu.”

Bu noktada talebelerin, “Batıcı” diplomat,

asker-sivil bürokrat ve aydın tipinin/zümresi-

nin oluşumuna öncülük ettiklerini; (Mehmed

Emin Âli Paşa, Mehmed Namık Paşa, Ahmed

Vefik Paşa gibi üst düzey bürokrat ve devlet

adamının) yeniliklerde motor görevi üstlenerek

Tanzimat, Meşrutiyet ve hatta Cumhuriyet Dö-

nemlerinin kapılarını açtıklarını; 19-20. yüzyıl

Batılılaşma anlayışları ve hareketlerinin şekil-

lenmesine önayak olduklarını ileri sürebiliriz.

Netice itibariyle talebe gönderme tatbika-

tının büyük ölçüde devletin, boşa yatırım yap-

masına ve ülkesine, milletine, dinine, kültür ve

medeniyetine yabancılaşan, “kayıp nesillerin”

sayısının artmasına katkıda bulunduğunu sa-

vunmak mümkündür.

eylül

/201

7

somuncubaba somuncubaba80 81

Page 43: Kadir ÖZKÖSE - Somuncu Baba Dergisi · kullandığı yanlış bir telaffuz olarak ‘Heyamola’ya dönüşmüş. Günümüzde de bazı balıkçılar motorlarıyla kıyıya Günümüzde

EĞİTİM Mukadder Arif YÜKSEL

“Kitap okuma alışkanlığı henüz ilkokulda iken, öğrenci okuma yazma öğrendiği andan itibaren kazandırılmalıdır. Kitapçılarda her yaşa ve bilgi

düzeyine hitap eden kitaplar mevcuttur.”

Kitap Okumanın ÖnemiKitaplar, bilgi ve tecrübeyi koruyan ve

geleceğe taşıyan ölümsüz eserlerdir. Ki-

taplar, kültür ve medeniyetimizin kayna-

ğı ve koruyucusudur. İnsan beyninin kitaba ve

onun içindeki bilgiye olan ihtiyacı, bedenin ha-

vaya, suya ve ekmeğe olan ihtiyacı gibidir. Kitap

ve faydalı bilgi ile beslenen aklın gönül dünyası

aydınlık, bilgi ve kitaptan uzak olan aklın gönül

dünyası karanlıktır.

Son yıllarda TV ve internetin, hayatımızın

merkezinde yer almasından sonra kitaplar vit-

rinlerde süs malzemesi haline geldi. İnternet-

ten, sosyal medyadan bir kısmı faydalı fakat

çoğu faydasız birçok şey okuyoruz ama oku-

duklarımız kitaba olan ihtiyacımızı azaltmıyor.

Türkiye’de reklamı çok yapılan ünlü yazarların

kitapları satılıyor, ne kadar okunduğu ise belir-

siz. Bu satırların yazarı olan ben yazarken, yazı-

yorum ama acaba kaç kişi okuyacak diye düşün-

mekten kendimi alamıyorum.

Kitap okuma alışkanlığı henüz ilkokulda iken,

öğrenci okuma yazma öğrendiği andan itibaren

kazandırılmalıdır. Kitapçılarda her yaşa ve bilgi

düzeyine hitap eden kitaplar mevcuttur. Çocuk

önce kısa hikâyelerden oluşan büyük yazılı ve

resimli kitapları okuyarak başlar okuma işine.

Çocuk dergileri de doyurucu bilgilerle besler ço-

cuğun zihin dünyasını. Okunun her kitap ve der-

gi, insanı yeni kitaplara, kaynaklara yönlendirir.

Bilinçli bir okuyucu hayatta kendisine lazım

olacak birçok alanda okumalar yapar, ilgisini çe-

ken bir alanda ise derinleşmeye ve uzmanlaş-

maya çalışır. Ortaokul ve lise dönemi, okuryazar

olmak için gerekli olan alt yapının oluştuğu ve

tamamlandığı yıllardır. En az 100 roman ve her

bilim dalı ile ilgili birkaç kitap okuması tamam-

lanmış olmalıdır.

Kitaba ulaşmak hiç de zor değildir. Kitap oku-

mak için para biriktirmek ve onu satın almak da

şart değildir. Her okulun bir kütüphanesi vardır,

her şehrin de bir kütüphanesi vardır. Kitap oku-

mak isteyen ve kitap arayan öğrencilere öğret-

menleri de mutlaka yardımcı olurlar.

Kitap okumaya zaman bulmak için biraz uy-

kudan, biraz gezmelerden fedakârlık yapılabilir.

Daha az TV izleyerek kitap okumaya zaman üre-

tilebilir. Bilinçli bir okur, okudukça gönül dünya-

sının aydınlandığını, hayata bakışının değiştiğini

ve zihninde anlamlı ve değerli bir dünya oluş-

tuğunu görür. Okudukça, okumayan akranla-

rından farklılaştığını ve geliştiğini fark eder.

Okuyan kimsenin mesleği her ne olursa olsun

alanında kendisinden söz edilen, parmakla gös-

terilen, görüşlerine başvurulan, fikirlerine saygı

duyulan biri haline gelir.

“Kitap okumak, sadece çocukların ve öğrencilerin işi değildir. Aklın, her yaşta ilim ve fikirle, faydalı bilgilerle beslenmeye ihtiyacı vardır. Hangi yaşta olursa olsun herkes haftada bir kitap, ayda bir dergi okumaya gayret etmelidir.”

eylül

/201

7

somuncubaba somuncubaba82 83

Page 44: Kadir ÖZKÖSE - Somuncu Baba Dergisi · kullandığı yanlış bir telaffuz olarak ‘Heyamola’ya dönüşmüş. Günümüzde de bazı balıkçılar motorlarıyla kıyıya Günümüzde

Kitap okumak, sadece çocukların ve öğren-

cilerin işi değildir. Aklın, her yaşta ilim ve fikir-

le, faydalı bilgilerle beslenmeye ihtiyacı vardır.

Hangi yaşta olursa olsun herkes haftada bir

kitap, ayda bir dergi okumaya gayret etmeli-

dir. En fazla da kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim

anlamı ile birlikte okunmalıdır. Peygamberimiz

(s.a.v.)’in mübarek sözleri yani hadis-i şerifleri

de açıklamaları ile birlikte okunduğunda dini-

miz daha kolay ve doğru anlaşılır.

Evimizde her gün akşamları kitap okuma

saatleri olsun. Akşam saat sekizden itibaren

dokuz buçuk on’a kadarki zamanı kitap okuma-

ya ayıralım. Televizyonları kapatalım. Çayları

demleyelim. İlk yarım saat, kitap ya da dergiden

seçilen önemli bir kısmı aileden biri okusun her-

kes sükûnetle dinlesin, ardından bu okunan ye-

rin müzakeresi yapılabilir ya da herkes kendisi

takip ettiği kitap ya da dergiyi okumaya devam

eder. Böyle güzel bir meziyeti olan ailede hu-

zur olur, böyle bir ailede yetişen kişiler de bilgili,

beşerî ilişkileri seviyeli, özgüven sahibi olgun

kişiler olurlar.

Kendi hayatımızda yaşadığımız ve çevremiz-

de şahit olduğumuz sorunların çoğunun teme-

linde cehalet ve cehaletten kaynaklanan çapsız-

lıklar vardır. Bir insanın hayatta kendisine yapa-

bileceği en büyük iyilik bilinçli bir okur olmaktır.

“Kitap okumak, sadece çocukların ve öğrencilerin işi değildir. Aklın, her yaşta ilim ve fikirle, faydalı bilgilerle beslenmeye ihtiyacı vardır. Hangi yaşta olursa olsun herkes haftada bir kitap, ayda bir dergi okumaya gayret etmelidir.”

“Evimizde her gün akşamları kitap okuma saatleri olsun. Akşam saat sekizden itibaren dokuz buçuk on’a kadarki zamanı kitap okumaya ayıralım. Televizyonları

kapatalım. Çayları demleyelim. İlk yarım saat, kitap ya da dergiden seçilen önemli bir kısmı aileden biri okusun herkes sükûnetle dinlesin.”

Dünya denen garip handa misafirGülen güler, herkes gülesi değilGelen gider, bâki var mı dünyada“Tenler ölür, ruhlar ölesi değil”

Hayatın mizanı, tartar dünyayıAyırtır, parçalar güneşi, ayıGöstermez kimseye, sonsuz rüyâyıDünyada kimseler, kalası değil

Emeksiz, çabasız yollar aşılmazGönül topal ise, yâre koşulmazSevdasız yürekle, inan coşulmazAşk yoksa yürekler, dolası değil

Ey gönül doğruluk, zırhına bürünNasıl yaşıyorsan, öylece görünZalimden, zulmetten, günahtan korunHakikât yaprağı, solası değil

Sırrı hikmet yalnız, sahibe aitErilir sahibe, eylense akitAslında her yürek, aşka müsaitHer çile Mecnun’un, çilesi değil

Kötünün kem sözü, atılır yadaBilgeler kelâmı, kalır dünyadaSöz sözle tartılır, erişir tada...Cehâlet bilgeyi, bilesi değil

Doğruluk bugünden, yarına kalsınİlhamlar çoğalsın, hayaller salsınGönüller hakikat, aşkına dalsınDünyalar kimsenin, kalesi değil

Celalettin KURT

Değil

eylül

/201

7

somuncubaba somuncubaba84 85

Page 45: Kadir ÖZKÖSE - Somuncu Baba Dergisi · kullandığı yanlış bir telaffuz olarak ‘Heyamola’ya dönüşmüş. Günümüzde de bazı balıkçılar motorlarıyla kıyıya Günümüzde

Huzurun Diğer Adı Kanaat

EĞİTİM Erol AFŞİN

“Yeni nesle bir şeyler öğretebilmek, insanî değerleri güzel bir şekilde aktarabilmek günümüzde ciddi bir şekilde zorlaştı. Çünkü tahammül

duvarları yıkıldı. Teknolojinin kolaylıklarının yanında her şeye birden ulaşabildiğimiz için sabırsız bireyler haline geldik.”

İnsan çeşitli duygularla donatılmış ve birbirine benzer durumları olsa da birbirine benzemeyen yönleri de olan bir varlık. Ömür dediğimiz yaşam

savaşı içerisinde zamanını doldurmaya çalışan in-san, yer yer ruhi ve duygusal bunalımlar yaşıyor. İnsanî değerlerden uzaklaşıp robotlaşma eğilimin-de ilerleyen bir zaman dilimi içerisinde kontrolsüz bir şekilde akışa kaptırıyor kendini insanlık…

Günümüzde hastanelerin dolup taşmasına hayret etmemek mümkün değil. Bunların birçok sebebi olduğunu düşünmekle birlikte birey olarak ihmal ettiğimiz ve kendi duygularımızı kontrol etmememizin de etkisinin olduğunu göz ardı et-memek lazım. Birçok şeyde olduğu gibi insanlık, kelimeleri de acımasızca tüketir oldu. O kadar çok şey söylendi ki kelimeler de yetersiz kalıyor neredeyse. Bir bakıyoruz ki eskiye özlem, eskide-ki değerlerin günümüze göre çok daha iyi olduğu hissine kaptırıyor bizi. Sürekli bir şeylerin üretil-mesi ve bunların tüketilmesiyle birlikte insanlı-ğın da tüketildiği bir zaman dilimini yaşar olduk. Sadece kendini düşünen, diğer insanların neler yaptığının pek düşünülmediği bir yaşam doğru değil. Çünkü hep beraber bir şeyler yaptıkça an-lam kazanan dünya, aşırı bencilliği kaldırmaz diye düşünüyorum. Yeni nesle bir şeyler öğretebilmek, insanî değerleri güzel bir şekilde aktarabilmek günümüzde ciddi bir şekilde zorlaştı. Çünkü ta-hammül duvarları yıkıldı. Teknolojinin kolaylıkla-rının yanında her şeye birden ulaşabildiğimiz için sabırsız bireyler haline geldik. İstisnaları elbette tenzih ederim ama çoğunluk bu durumda maa-lesef. Televizyondaki dizi ve filmleri izleyen genç-lerimiz, insanî duygulardan biri olan özentinin de verdiği tesirle, o hayatlara bir hayranlık duyuyor. Neler var bu dizilerde, zenginlik, şatafat, her şeye sahip olma… Peki, insanlığın ihtiyacı olan huzur ve mutluluk, sadece lüks hayatlarda mı gizli? Herke-sin bir tercihi, düşüncesi olabilir bu konuya dair. Ama hasbî duygulardan uzak olan her şey insanın kalbini yorar. Kalp yorulunca da insan erken yaşla-nır denilebilir. Günümüzdeki bu baş döndürücü hı-zın arasında yorgun bir nesil görüyorum aslında. Bir bakıyorsunuz henüz işe yeni başlayan biri, işin ilk gününden emeklilik hesaplarına başlıyor. Bazı

şeylerde eksiklikler olacak ki bu kadar umutsuz ve karamsar bir tablonun girdabına giriyoruz. Dün-yada tamamen mutlu bir insan var mıdır, bunu bilemiyorum. İnancımıza göre dünya bir imtihan sahası olduğuna göre, bütün insanlar bir şeylerle sınanıyor. Şükür kavramı, kanaatkâr olma kavra-mı bu aşamada devreye girerek insanları bir neb-ze mutlu edebilir.

Duygularımızı kontrol edebilmek, neyi nerede kullanacağımızı bilmek çok önemli… Dizilerdeki bu aşırı zenginlik hali, gerçek hayatta yok. Zengin-lik derken maddi şeylerden bahsediyorum. Oysa gerçek zenginlik çok daha farklı olabilir. Mesela sağlık bir zenginliktir, sevenlerinizin ve sevdikle-rinizin yanınızda olması bir zenginliktir. Elimizde-kilerle yetinmeyip hep daha fazlasının olmasını istemek, buna kafa yorup kendimizi üzmek, bize bir şey kazandırmaz. Kanaat kavramını lügatler-den indirip biraz irdelemenin faydalı olacağını düşünüyorum. Dünyada her şeyi elde edemeyiz, her istediğimiz olmaz. Böyle bir şey yok çünkü… Filmlerde gördüğümüz sahnelerde insanlar her şeyi elde edebiliyorlar. Ama onlar film, gerçek ha-yat böyle değil. Sürekli başkalarının sahip olduk-larını düşünmek ve sürekli onlara özenmek, bizim yerimizde saymamıza neden olur, oysa elimizde-kilerinin kadrini ve zenginliğini görebilsek bizden huzurlusu ve mutlusu olmaz. Kanaatkâr olmayı belki bu nimetlerden kaçma olarak yorumlayanlar olabilir ama o özenilen hayatı ulaşamayacaksak durduk yere kendi kendimizi kemirip bitirmemizin ne âlemi var? Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek diye bir söz var. Neden hep başkaları daha iyi olur, neden daha fazla kazanırlar, biz kazanamayız gibi düşüncelerin girdabına girersek, o fırtınada kalır çıkamayabiliriz. Dünyanın dışına çıkıp diğer geze-genleri aşıp galaksi boyutlarını da aşınca bir nokta olarak bile görünmeyen dünyada, bizim daha kü-çük varlıklar olduğumuzu düşününce, çok da fazla hayale kapılmamak lazım. Dünyada nasıl seçeme-diğimiz şeyler var ise hayatımıza dair bazı şeyleri de seçemiyoruz. O yüzden elimizde olmayan şey-lere üzülmek yerine kanaatkâr olmayı seçmemiz, hayatımızın geri kalanını güzel geçirebilmek adı-na çok yerinde bir reçete…

eylül

/201

7

somuncubaba somuncubaba86 87

Page 46: Kadir ÖZKÖSE - Somuncu Baba Dergisi · kullandığı yanlış bir telaffuz olarak ‘Heyamola’ya dönüşmüş. Günümüzde de bazı balıkçılar motorlarıyla kıyıya Günümüzde

Derginizin, elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.

Visan İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad.

No: 71 44700 Darende MalatyaTel: (422) 615 15 00

Gsm: (546) 544 60 44 Faks: (422) 615 28 79

[email protected] www.somuncubaba.net

2017 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.

Onların da abone olmasını sağlayın.

Aile ve ÇocukEkiyle Birlikte

Yıllık Abone Bedeli

120

2017 Yılı

Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068Ziraat Bankası TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01

Vakıf Bank TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58Halkbank TR 49 0001 2001 4740 0010 1000 23

Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız.

Adı / Soyadı:

Kurum Adı:

Ünvan:

Dergi Teslim Adresi:

Posta Kodu: Şehir

Telefon:

Faks:

E-posta:

Vergi Dairesi: Vergi No:

Abone Başlangıç Tarihi: İmza:

Faturayı adıma kesiniz

Faturayı şirket adına kesiniz

Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.Türkiye : 120 Avrupa: 72 Euro ABD: 102 USD

(0422) 615 15 54444 36 61

ABONE İLETİŞİM HATTI

(0546) 544 60 44

eylül

/201

7

somuncubaba 89

Helal KazançKalbe Şifa

Halide YENEN

Ümmü Haram (r.anhâ)

N. Nida DURAN

Helal Haram DuyarlılığıSümeyye Büşra YILDIZ

Okul KorkusununNedeni BağımlıKişilik mi?

M. Emin KARABACAK

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı - VİSAN İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No: 71 (44700) Darende / MALATYATel: (422) 615 15 00 - Faks: (422) 615 28 79

www.somuncubaba.net

Aile Eki

ÇIKTI

444 36 61(0422) 615 15 54(0546) 544 60 44

Page 47: Kadir ÖZKÖSE - Somuncu Baba Dergisi · kullandığı yanlış bir telaffuz olarak ‘Heyamola’ya dönüşmüş. Günümüzde de bazı balıkçılar motorlarıyla kıyıya Günümüzde

www.somuncubaba.net

AYLIK

İLİM K

ÜLTÜ

R V

E EDEB

İYAT DER

GİSİ

AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 203 • EYLÜL 2017 • Fiyatı: 10 TL

203

0 0 2 0 3

Adalet ve Takva Abidesi Ömer Bin Abdülaziz

Beşiktaşlı Yahyâ Efendi ve İki Osmanlı Padişahı

KitapOkumanınÖnemi

BeşiktaşlıYahyâ Efendi

Kadir ÖZKÖSE

Resul KESENCELİ

M. Arif YÜKSEL

Muammer YILMAZ