24
Aydınlık BU SAYIDA 26 KİTAP TANITILIYOR 9 Kasım 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 37 Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir KITAP . Toplam: 1258 Aslanlar şehri Venedik Amcalar Pislik Yapıyor Marksizm’in Marks sonrası felsefi serü- veni: Marks’ın halleri Ulusçuluk tartışmala- rına farklı bir boyut Bilinç ve Komedinin Materyalizmi

KITAP Aydınlıkzar’ın deyişiyle. Romanı yazarken puan top-layarak kazanıp kazanmadığımı düşün-düm. Sayfalar dolu yazıyorsunuz ve bir son-raki bölümü, hep bir sonraki

  • Upload
    others

  • View
    5

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: KITAP Aydınlıkzar’ın deyişiyle. Romanı yazarken puan top-layarak kazanıp kazanmadığımı düşün-düm. Sayfalar dolu yazıyorsunuz ve bir son-raki bölümü, hep bir sonraki

AydınlıkBU SAYIDA

26KİTAP

TANITILIYOR

9 Kasım 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 37

Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

KITAP.

Toplam: 1258

Aslanlar şehriVenedik

Amcalar PislikYapıyor

Marksizm’in Markssonrası felsefi serü-

veni: Marks’ın halleri

Ulusçuluk tartışmala-rına farklı bir boyut

Bilinç ve KomedininMateryalizmi

Page 2: KITAP Aydınlıkzar’ın deyişiyle. Romanı yazarken puan top-layarak kazanıp kazanmadığımı düşün-düm. Sayfalar dolu yazıyorsunuz ve bir son-raki bölümü, hep bir sonraki
Page 3: KITAP Aydınlıkzar’ın deyişiyle. Romanı yazarken puan top-layarak kazanıp kazanmadığımı düşün-düm. Sayfalar dolu yazıyorsunuz ve bir son-raki bölümü, hep bir sonraki

Aydınlık Kitap bu hafta okurlarına çizgi-roman dünyasını sunuyor. Adı

üstünde “roman”... Edebiyatın bir türü. Fakat pek göz ardı ediliyor bu tür.

Özellikle ülkemizde karikatür dergilerine sıkışıp kalmışlığı çizgi romanı sa-

dece karikatür olarak algılamamıza sebep oluyor. Oysa annelerimiz babalarımız

hep bahseder; “Gençken ne çok Teksas, Tommiks okurduk biz yahu” diye.

Peki çizgi roman hala eski okur kitlesiyle yola devam mı ediyor, etmiyorsa de-

ğişen nedir? Çizgi roman dosyası şeklinde olan bu sayıda "Bugün Türkiye'de

ve dünyada çizgi romanın durumu" çerçevesinde çizerlerle, yayınevleriyle, çiz-

gi roman dükkanı sahipleriyle dolu bir kapak sunuyoruz size. Çizer Nuri Kurt-

cebe çizgi romanın dünyadaki gelişimini bize aktarırken bir başka çizer Bü-

lent Arabacıoğlu ile yaptığımız söyleşide bir sakız firmasından efsane dergi

“Gırgır”a uzanan yaratım serüvenini okuyorsunuz.

Bu zamana kadar kitap eklerince atlanan bu alanı hem kendi okuyu-

cumuza hem de edebiyat çevrelerine daha fazla göz önünde bulundurulması

gereken bir alan olarak sunmayı hedefledik. Bunun için alandaki eksiklik-

leri ya da görülmeyen yönleri, işin mutfağında yer alanlara sorarak hazır-

ladığımız “edebiyatta çizgi roman” dosyamızı keyifle okuyacağınızı umuyoruz.

* * *

42. Orhan Kemal Armağan'ına katılım süresi başladı. Ülkemizin en önem-

li edebiyat ödüllerinden biri olan Orhan Kemal Roman Armağanı 3 Hazi-

ran 2013 tarihinde düzenlenecek Orhan Kemal'i anma gününde verilecek.

Katılım süresi 10 Ocak tarihine kadar olan armağan için başvurular Orhan

Kemal Kültür Merkezi'ne yapılacak. 2012 yılı 41. ödülü Tahsin Yücel, Os-

man Şahin, İnci Aral, Turhan Günay, Feyza Hepçilingirler, M.Nuri Gülte-

kin ve Nazım K. Öğütçü’den oluşan seçiciler kurulu, Yiğit Bener'in “Heyu-

la'nın Dönüşü” başlıklı eserine vermişti.

Haftaya görüşmek dileğiyle...

Çizgilerlekonuşanlar

İÇİNDEKİLER SUNU

Haftanın Portresi: Orhan Veli Kanık s. 4

Amcalar pislik yapıyor s. 5

Üç günlük edebiyatla isyan: “Kansız” s. 6

Ulusçuluk tartışmalarına farklı bir boyut… s. 7

s. 8

Ali Kemal’den Hasan Cemal’e… s. 9

Bilinç ve komedinin materyalizmi s. 10

Zekânın evrimi s. 11

s. 12-13

s. 14-15

Bazen bir çizgi roman gelir ve... s. 16

Peki sol ne kadar doğru anlıyor Tanpınar’ı? s. 17

Yeni Çıkanlar s. 18-19

Genç: Yarattığımız canavarlar s. 20

Sahaf: Atatürk’ün nöbet defteri s. 21

Alıntı Test-Bulmaca s. 22

9 KASIM 2012 CUMA 3Aydınlık KİTAP

[email protected]

Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti.Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34

Yönetim Yeriİstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbulTel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04

Faks: 0212 252 51 22

Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş.

adına sahibi:Mehmet Sabuncu

Genel Yayın Yönetmeni:Serhan Bolluk

Sorumlu Müdür:Mehmet Bozkurt

Genel Müdür Yardımcısı (Reklam):Saynur Okuroğlu

Aydınlık

KITAP.

Sayfa Sekreteri: Alev Özgenç

Editör: Pınar Akkoç

Yazıişleri: İrem Halıç, Deniz Antepoğlu, Cenk Özdağ

Yazıişleri Müdürü: Damla Yazıcı

Marksizm’in Marks sonrası felsefi serüveni:Marks’ın halleri

Kapak: Düşüncenin sözü çizdiği an: Çizgi Roman

Kapak: “Okurla iletişim kurmadançizmek olmaz”

Page 4: KITAP Aydınlıkzar’ın deyişiyle. Romanı yazarken puan top-layarak kazanıp kazanmadığımı düşün-düm. Sayfalar dolu yazıyorsunuz ve bir son-raki bölümü, hep bir sonraki

Kanada doğumlu yazar Nicholas Wo-

odsworth’un “Bir Akdeniz Üçlemesi, Mayi

Kıta 2.Kitap Venedik’’ adlı romanı Everest

Yayınları’ndan çıktı. Romanımız Kahi-

re’deki bir otobüs garında başlıyor ve

bundan sonraki rotamızın Suriye olacağı-

nı birkaç satır sonra rahatlıkla yakalaya-

biliyoruz. Peki neden Kahire’den hareke-

te başlıyoruz diye soracak olursanız bunun

da mantıklı bir açıklaması var. Çünkü bu,

yazarımızın “Bir Akdeniz Üçlemesi”nde-

ki ikinci kitabı ve bundan önceki kitap yani

üçlemenin ilk kitabı “İskenderiye”de geç-

mekteydi. Üçüncü kitabın ise İstanbul

hakkında olacağını ve yazarın İstanbul hak-

kında yazacaklarını merak ettiğimi söyle-

meme gerek yoktur diye düşünüyorum.

Hemen söylemeliyim ki kitabı başlığına

bakarak okumaya başlarsanız büyük bir

hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz. Çünkü

bir müddet sonra acaba ne zaman yolu-

muz Venedik’e düşecek diye merak et-

meden duramıyor insan. Kötü haberi

söylemek gerekirse kitabın yarısına gel-

diğinizde hâlâ Venedik ile ilgili tek bir şey

okumamış olmanız olacak. Bu yüzden bı-

rakın yazar sizi de gideceği yere berabe-

rinde götürsün. Nasılsa en son limanını-

zın Venedik olacağını biliyorsunuz. Üstelik

yol boyunca hiç sıkılmayacaksınız çünkü

yazar o kadar akıcı bir dille yazmış ki ba-

şından geçenleri, kitabı bir çırpıda oku-

yacağınızı garanti ederim.

ETNOSENTR�K GÖRÜ�LERYazarın yol haritasını yazıp bütün kitabın

heyecanını kaçırmak istemiyorum lakin

Woodsworth’un bazı gözlemlerine katıl-

madığımı belirtmeliyim. Örneğin, Anka-

ra’da Anıtkabir’i gezerken düşündükleri.

Yazar, Atatürk’ün mozolesinin onunla il-

gili olan her şeyde olduğu gibi, gerçeküs-

tü boyutlarda inşa edilmiş olduğunu dü-

şündüğünü itiraf ediyor ve bu noktada ger-

çekten de Türkler için önemli olanın anıt

mezarın şeklinin değil içinde yatan yüce

ruh olduğunun önemini yeterince kavra-

yamadığının kanısına varıyorum. Buradan

İzmir’e geçen yazar aynı düşünce tarzını İz-

mir’deki otel sahibi İkbal Bey’den İzmir’in

kurtuluşunu dinlerken sergiliyor ve din-

lediklerinin yaşanmış gerçeklerden çok ef-

sanevi şeyler duyuyormuş gibi düşündü-

ğünü hissetmeme yol açıyor.Ve bu dü-

şünceleri yazarın İstanbul için yazacakla-

rı hakkında endişelenmeme yol açıyor.

N�Ç�N VENED�K?Aslında yazar kitaba başlarken bu seyahate

başlama nedenini Akdeniz’in cazibesiyle

ilgili bir şey olarak nitelendiriyor. Akde-

nizlilerin ister Doğulu ister Batılı, Arap

veya Avrupalı olsunlar etrafını saran ka-

labalıkla bir tür bağları, doğrudan ve do-

laysız bir ilişkileri olduğunu düşünüyor ki

bu konuda ben de ona katılamadan ede-

miyorum. Ancak gittiği yerlerde öyle bir te-

dirgin ruh haline sahip ki sonunda Vene-

dik’e geçtiğinde işte gerçekten beğendiği

bir şehir çıktı demeden duramadım.

Öte yandan kitabın gezi yazısı niteliği

bence Venedik ile birlikte başlıyor. Tabi bu-

rada alın elinize kitabı o size önderlik et-

sin, siz gezin gibi bir durumdan bahset-

miyorum. Yazarımız burada şehrin tari-

hine, ruhuna inmeye başlıyor ki bu nok-

tadan sonra gerçekten meraklanmaya

başlıyorsunuz. Kimimiz için yeni kimimiz

için belki pek yeni olmayan bilgilerle kar-

şılaşıyoruz. Neden Venedik’te o kadar

çok aslan var? Venedik’in kaybettiği büyük

şey neydi? Özetle Venedik şehrinin o ro-

mantik atmosferinin altında yatanları me-

rak ediyorsanız eğer genel bir fikir edin-

mek amacıyla okuyabilirsiniz

(Mayi Kıta / Venedik,Nicholas Woodsworth, Everest

Yayınları, Çev: Aslı Mertan, 206 s.)

HAFTANIN PORTRES�

Garip Akımı’nın temsilcilerinden

Orhan Veli Kanık, Türk şiirinde köklü

değişiklikler yaparak hece ve aruz ölü-

çülerini kullanmayı reddetti. Sokak di-

lini şiire taşımaya başardı. 36 yıllık kısa

yaşamına şiirlerinin yanı sıra hikâye,

makale, deneme ve çeviri gibi çeşitli alan-

larda eserleri de sığdırmıştır.

Yeni bir şiir anlayışı ortaya koyabil-

mek için, eski olan her şeyden kaçınan

Orhan Veli, ölçüsüz şiir yazdı ve kafiye-

yi ilkel; mecaz, teşbih gibi edebi sanat-

ları gereksiz bulduğunu belirtti. Özellikle

yenilik getirme arzusunu ele aldığı ko-

nular, bahsettiği kişiler ve konuşma di-

line yakın şiir dili ile sağlamış oldu.

1941 yılında Melih Cevdet Anday ve Ok-

tay Rifat Horozcu ile çıkardıkları “Ga-

rip” adlı şiir kitabıyla şiir anlayışlarını yan-

sıttılar ve böylece Garip Akımı doğmuş

oldu. Özellikle 1940-1950 yılları arasın-

da etkili olan bu akım Cumhuriyet dö-

nemi şiirinde büyük bir iz bırakmıştır. Yı-

kıcı ve yapıcı unsurlarıyla beraber mihenk

taşı kabul edilir. Orhan Veli önceleri ge-

tirdiği yenilikler nedeniyle yadırgandı ve

eleştiriler aldı, ancak her zaman ilgi

uyandırdı. Garip Akımı ile hatırlansa da

şairin edebiyat hayatı farklı aşamalardan

oluşmaktadır.

Kanık’ın ilk şiirleri, içerik, biçim ve dil

bakımından geleneğe bağlı olarak kale-

me alınmıştır. Şiirlerde uyağa rastlanıl-

dığı gibi benzetmeler de mevcuttur. Bu

dönemde doğa, ölüm, rüya, zaman, aşk

gibi konular işlemiş, ironiden faydalan-

mamıştır. Şiir anlayışı ve mısra yapısı ba-

kımından Baudelaire’in, konu, işleyiş ve

üslup bakımından ise Necip Fazıl’ın et-

kisi altındadır.

1937 yılından itibaren Garip akımının

habercisi olan yeni bir tarz benimsemiş-

tir. Önce uyak ve ölçüden vazgeçmiş, şai-

raneliği, hayali bırakmaya başlamıştır.

Sadeliği önemsemeye başlayan şair, duy-

gudan çok akla önem vermeye başlamıştır.

Günlük konuşma dilinden yararlanmaya

başlayan Kanık, hayat karşısında kö-

tümser, inançsız ve ironiktir. Şiirlerinin te-

maları genelde doğa, insan, çocukluk, sa-

vaş, sarhoşluk ve seyahattir.

Garip dönemiyle yepyeni bir anlayış

geliştiren Kanık, Garip sonrası dönem-

de de yıkıcılıktan yapıcılığa yönelmiş ve

şiirin estetik yönünü zenginleştirmeye ça-

lışmıştır. Değişime özellikle “Vazgeçe-

mediğim” ile uyak kullanmaya geri dön-

mesi ile rastlanmaktadır. Şiirlerindeki

gülmece öğelerini de azaltmış ve halk şii-

ri tarzında yazdığı eserlerinde bireysel ve

toplumsal konulara değinmeye başladı.

Şiirlerinin yanı sıra altı tane öyküsü ve

hikâye ile oyun çevirileri de mevcuttur.

Eserlerinden bazıları: “Garip”, “Vazge-

çemediğim”, “Yenisi”, “Karşı”, “Nas-

reddin Hoca Hikâyeleri”, “Fransız Şiir

Antolojisi”, “La Fontaine’in Masalları’,

‘Saygılı Yosma”

Orhan Veli Kanık(13 NİSAN 1914 - 14 KASIM 1950)

Kötü haberi söylemekgerekirse kitab�nyar�s�na geldi�inizdehâlâ Venedik ile ilgilitek bir �ey okumam��olman�z olacak. Buyüzden b�rak�n yazarsizi de gidece�i yereberaberinde götürsün.Nas�lsa en sonliman�n�z�n Venedikolaca��n� biliyorsunuz

Aslanlar şehriVenedik

9 KASIM 2012 CUMA4 Aydınlık KİTAP

BURCU ÖZÜPEKburcu_ [email protected]

Yeni bir �iiranlay��� ortayakoyabilmek için,eski olan her�eyden kaç�nanOrhan Veli,ölçüsüz �iir yazd�ve kafiyeyi ilkel;mecaz, te�bihgibi edebisanatlar� gereksizbuldu�unubelirtti. Özellikleyenilik getirmearzusunu eleald��� konular,bahsetti�i ki�ilerve konu�madiline yak�n �iirdili ile sa�lam��oldu

Page 5: KITAP Aydınlıkzar’ın deyişiyle. Romanı yazarken puan top-layarak kazanıp kazanmadığımı düşün-düm. Sayfalar dolu yazıyorsunuz ve bir son-raki bölümü, hep bir sonraki

Amcalar pislikyapıyor

“Amida, E�er SanaGelemezsem” Diyarbak�r’açocuk i�çilerle ilgili bir çal��mayapmaya giden Arat’�n, daha�ehre gitmeden önce hayalibeliren a�k�n�n, onaDiyarbak�r’a ismini veren Amidadiye sesleni�inin roman�; yasaka�k�n, kimlik sorununun,ba�örtüsünün, silah�n, devletin,siyasal çat��malar�n, toplumsalayr�l�klar�n roman�

5Aydınlık KİTAP

“Amida, Eğer Sana Gelemezsem” ya-

zar Özcan Karabulut’un ilk romanı. Yazar

“Hüzünle Bazı Günler”, “Baştan Sona

Yalnızlık”, “Belki de Kaybeden Zaman”,

“Aşkın Halleri” adlı öykü kitaplarıyla Türk

öykücülüğünün önde gelen isimlerinden.

Ankara Öykü Günleri’nin kurucusu, Ulus-

lararası PEN Yazarlar Örgütü’nün 68.

Kongresinde kabul edilen 14 Şubat Dünya

Öykü Günü’nün fikir babası ve başlatıcısı-

dır. Bu nedenle kendisine Bursa Yazın ve

Sanatçılar Derneği BUYAZ tarafından

2009 yılında Onur Ödülü verildi. İlk romanı

ile de öyküde olduğu gibi romanda da ba-

şarısını ispatlayan yazar, 2009 Yunus Nadi

Roman Ödülü’nün sahibi.

Neden bu sefer roman sorusunun cevabı

yazarın kendi cümleleri ile şu şekilde;

“Bana kendini duyuran temalar roman

yazmaya mecbur ettiği için roman yaz-

dım. Diyarbakır’dan, Amida’dan, içime iş-

leyen cümlelerden kurtulabilseydim ro-

man yazmazdım. Öncelikle bunları söyle-

meliyim. Bana hâlâ öyle geliyor ki, öykü, ro-

mandan çok şiire, oyuna, denemeye yakın

‘melez’ bir tür. Nerden, nasıl yola çıkarsa-

nız çıkın, temalar ne olursa olsun, romanın

öyküden farklı bir yapısı var. Öykü, roma-

na geçiş türü değil, bunun da altını çizelim.

Cortazar’a göre öykü nakavtla, romansa pu-

anla kazanmak zorunda. ‘Amida, Eğer

Sana Gelemezsem’ romanına kadar hep na-

kavtla kazanmaya çalışıyordum, Corta-

zar’ın deyişiyle. Romanı yazarken puan top-

layarak kazanıp kazanmadığımı düşün-

düm. Sayfalar dolu yazıyorsunuz ve bir son-

raki bölümü, hep bir sonraki bölümü ve fi-

nali görmeye çalışıyorsunuz. Roman, sağ-

lam bir kurguya, güzel sözcüklere, küçük hi-

kâyelere, olaylara, entrikalara ve diyaloglara

öyküden daha fazla ihtiyaç duyuyor. Edgar

Allan Poe’ya göre, öykü kusursuz, roman-

sa akıl almaz bir tür. Cortazar’ın ve Poe’nun

roman üzerine söyledikleri Arat’ın kafası-

nı meşgul edip duruyor. Bana öyle geliyor

ki, roman, yaratıcılığın sonsuz denemelerine

açık, sırların peşinden koşan, bunu yapar-

ken de yaratıcısını Tanrı’ya yaklaştıran,

ama yine de arasına mesafe koyan, Tanrı’nın

bilmek isteyebileceği bir tür galiba.”

YERYÜZÜNDE NELER OLUYOR?“Amida, Eğer Sana Gelemezsem” Diyar-

bakır’a çocuk işçilerle ilgili bir çalışma yap-

maya giden Arat’ın, daha şehre gitmeden

önce hayali beliren aşkının, ona Diyarbakır’a

ismini veren Amida diye seslenişinin roma-

nı; yasak aşkın, kimlik sorununun, başörtü-

sünün, silahın, devletin, siyasal çatışmaların,

toplumsal ayrılıkların romanı.

Yazar romanı pek çok efsaneyle, pek çok

gerçek hikâyeyle bezemiş. Kuşkusuz çocuk

işçi Uğur’un hikâyesi bunların en sertle-

rinden, en can yakanlarından. Uğur çöp top-

lamak istemiyor, çünkü büyük çocuklar onu

dövüyor, Uğur çöp toplamak istemiyor

çünkü amcalar pislik yapıyor;

“Pantolonunun fermuarını açıyor Uğur.

Fermuarın açıldığı yerden bir pantolon gö-

rünüyor. İkinci fermuarı da açınca bir pan-

tolon daha. Üst üste giyilmiş üç pantolon! Bir

çocuk üç pantolon birden niye giyer?”

Uğur çocuk aklıyla pislik yapan amca-

lara karşı zaman kazanmaya çalışıyor, cin-

sel istismar! Yazar o kadar haklı ki “ Yer-

yüzünde neler oluyor?” diye sorarken.

Roman, akıcı, sade bir dille yazılmış fa-

kat ben maalesef çok içine giremedim, bir

türlü Amida ile Arat’ın yanında oturama-

dım, onlardan biri olamadım bunun sebe-

bi belki bazı toplumsal durumlara ilişkin

vurgulama için yapılan tekrarların çokluğu,

belki Arat’ın ne hissettiğini Arat’ın ağzın-

dan duyamamış olmak, belki kitap boyun-

ca süren şimdiki zaman eki; belki de çok bü-

yük bir aşkı, çok büyük acıları, çok büyük

yaraları, çatışmaları işlediğinden, işlediği ko-

nunun etkileyiciliğinin edebi niteliğinden

daha çok beni sarsmasından…

Belki de siz Amida ile Arat’ın yanına

oturabilirsiniz.

(Amida, Eğer Sana Gelemezsem,Özcan Karabulut, Kırmızı Kedi

Yayınevi, 302 s.)

DİLAN ÖZTÜ[email protected]

Page 6: KITAP Aydınlıkzar’ın deyişiyle. Romanı yazarken puan top-layarak kazanıp kazanmadığımı düşün-düm. Sayfalar dolu yazıyorsunuz ve bir son-raki bölümü, hep bir sonraki

9 KASIM 2012 CUMA6 Aydınlık KİTAP

Okuyan Us etiketiyle raflarda yeri-

ni alan Olkan Serdar Yıldız imzalı

“Kansız” ayrıksı, yoğun, güçlü bir me-

tin olarak okurla buluştu. Başroldeki

kahraman, hayata, kadınlara, yazarlığa

dair büyük sözler söylüyor, bir cinayet

etrafında çok tanıdık ve bir o kadar da

sorunlu bir adam okurla buluşuyor.

Kahramanıyla oyun oynayan, çokça da

yer değiştiren Olkan Serdar Yıldız ile ilk

kitabını konuştuk.

“YEN� DÖNEM EDEB�YATTAARTIK HERKES KEND�N�YAZIYOR...”

Başroldeki adam çok tanıdık, çokyakın, çok buralardan. İyi bir gözlem-ci olduğun sonucunu mu çıkarmalı bukarakteri böylesine iyi anlatmandanyoksa kendini anlattığın mı?

Şöyle bir durum var, yeni dönem ede-

biyatta, edebiyat doğru sözcük mü bil-

miyorum gerçi de, artık herkes kendini

yazıyor. Ne ilginç hayatlar varmış ya-

rabbim. Günlük okuyoruz biz, sonra da

bu günlüklerin yazarlarını yazar belliyo-

ruz. Eee haliyle şu ara okunan her kitap,

yazarın kendisi diye okunuyor.

Örnek verecek olursak, kimse Bal-

zac’a, Dostoyeveski’ye ya da Camus’a,

“burada kendini mi anlattın yoksa mil-

leti mi gözlemledin” diye sormuş mudur?

Ama bana soruluyor. Ve bu durum da beni

derin derin düşündürüyor. Sanatımı icra

ederken zor durumda bırakıyor. Kendimi

sorgulamama yol açıyor.

Bi de şöyle bi durum var, bir yazar ne-

den yaşadıklarını, düşüncelerini, kendini ya-

zar ki… Ya da bunları yazana yazar dene-

bilir mi? Hadi bunu da geçtim, kendi ha-

yatını yazarak nasıl tatmin olunur, yazma aç-

lığı bastırılır, orgazm olunur, bu konuda hiç-

bir fikrim yok. Yazar dediğin, yaşamadık-

larını, düşünmediklerini, kendine zaman za-

man en uzak gelen durumları yazar, belki

de o kadar uzak olmadıklarından.

“K�MSEYLE ORTAK B�RPAYDADA BULU�AMAM...”

Anlatmayı olmasa bile yazmayı sevenbir kuşağın parçasısın sen de, son derecekendiyle, kendi başına hayat süren ama biryandan da edebiyatında en mahreminifaş eden bir yazar tipi var. Nasıl değer-lendiriyorsun bu ağzından söz çıkmayanama kalemiyle dünyayı ve içini oyan yeniakım yazarları?

Yeni akım yazarlar mı var? Cidden, var

mı böyle bir durum? Bilemiyorum... İnanın

ki hakim olduğum bir konu değil bu. Kal-

dı ki böyle bir akım varsa da, sizin tabir et-

tiğiniz ifadeyle, “ağzından söz çıkmayan

ama kalemiyle dünyayı ve içini oyan yeni

akım yazarlar” sınıfına giremem ben. Bir

kere ağzımdan da söz çıkıyor benim, faz-

lasıyla hem de. Ayrıca su samurları seven-

ler derneği bile olsa kimseyle ortak bir pay-

dada buluşamam. Herhangi bir gruba,

oluşuma, akıma aidiyetlik hissettiğimde

yazamam zaten. Demem o ki, beni yalnız

bırakın da kim nereyi oyuyorsa oysun.

“ÇA�DA� TÜRK EDEB�YATIDE��L, ‘ÇA�DA� TÜRKGÜNLÜKLER�’ ”

Çağdaş Türk Edebiyatı’nın bir karşılığıvar mı sende? Raflarda bunca Türk yazargörmek, özellikle de ilk kitabını kaleme al-mış böylesine çok ya-zar görmek nasıl birhis?

Yok. Olmayan

bir şeyin karşılığı da

haliyle olmuyor.

Çağdaş Türk Ede-

biyatının tanımı ne

hakikaten? Hadi

onu geçtim, kimle-

re “Çağdaş Türk

Edebiyatı Yazarla-

rı” diyoruz, böyle

afili bir sıfatı kim-

lere layık görüyo-

ruz? Tutulan gün-

lüklerin roman adı

altında basıldığı

bir dünyada böyle kocaman laflar etmeye

gerek yok. Yazarı ne ki edebiyatı ne olsun.

Çağdaş Türk Edebiyatı değil de, “Çağdaş

Türk Günlükleri” diyebiliriz günümüzde-

ki yazma eylemlerine.

“RAFLARDAK� K�TAPLARIN DATÜRK YAZARLARIN DA, BENDEB�R KAR�ILI�I YOK”

Kadın-erkek ilişkilerine dair zeka doluözgün tespitlerini ortaya koyanlar mı Çağ-daş Türk Edebiyatı yazarları? Yoksa heze-yanlarını, buhranlarını, er ya da geç cinse-liğe bağlanan bayağılıklarını yazanlar mı?

Günümüzde iki tip yazar var. Biri, de-

diğim gibi günlük tutuyor, ki

artık günlük tutan herkese ya-

zar denildiğinden kendisi de

yazar olmuş oluyor. Öbür ta-

rafta ise insanın okurken sı-

kıntından kendini parmakladığı

yazarlar var. Ama sorsan ken-

dilerine salt edebiyat yapıyor-

dur, edebiyat nereye gidiyordur,

piyasa ucuz, basit yazarların

aynı derecedeki kitaplarıyla dol-

muştur ve bunlar çok satıyordur,

lanet olsundur edebiyat elden gi-

diyordur, ama olsundur, kendi-

leri az satsa da prestijleri vardır,

gerçek bir yazardırlar, edebiyat-

çıdırlar, bir sürü ruh halleri işte.

Edebiyat dünyası denilen yer-

de öyle bir manzara var ki, ilk tip yaşa-

dığı her şeyi yazarak yazar olduğunu sa-

nıyor, öbür tip de sıkıcı yazılarla edebi-

yat dünyasının önemli bir halkası... Biri

edebiyat dünyası diye bir yer var sanıyor,

öbürü de oranın yıldızlarından biri ol-

duğunu. Hangisi daha çok sıyırmış, tar-

tışılır.

Ama şöyle de bir şey var, gerek gün-

lük yazarları adı altında tabir edilenler-

de, gerekse öbür tarafta, okumaktan çok

zevk aldığım Türk yazarlar var. Ne yaz-

dığının, nasıl yazdığının önemi yok,

adam-kadın iyi yazıyor, beni sarıyor yaz-

dıkları. Fakat ne yazık ki sırf bir yere sok-

ma, bir gruba ait olma adına, o da di-

ğerleriyle aynı muameleyi görüyor. Şöy-

le söyleyeyim, sırf aynı “akımdan” geldiği

iddia edildiği, piyasaya böyle sürüldüğü

için hak ettiği değeri görmeyen yazarlar

var. Öte yandan bazı afilli yazarlar da, on-

ları çok beğenerek okuyorum. Edebi-

yatımızı kurtarırlarsa onlar kurtarır.

Ancak genel anlamda söyleyecek

olursak, raflardaki kitapların da Türk ya-

zarların da, bende bir karşılığı yok. Ken-

di kitabımı rafta görürken herhangi bir

şey hissetmiyorken, başkasının kitabı

da beni çok ilgilendirmiyor. Hayalgücü

olmayan yazarlarla çevrili bir edebiya-

tımız var bizim.

“Kansız” projesi nasıl şekillendi, nekadar zamanda tamamlandı öykü, baş-langıç ile son geldiği nokta arasında çokfark var mı?

Bir dağ evine kapandım, kimseyle gö-

rüşmeden, konuşmadan, hatta kedimi bile

yanıma almadan sürekli yazdım, sürekli. Ba-

zen titreyerek, bazen duvarlarla konuşarak,

bazen halıya kendime dolayıp yuvarlanarak,

bazen de saatlerce sessizce ağlayarak. Ama

bir ay gibi bir sürede bitti kitap. Yazdığıma

bakmadım, geriye dönüp okumadım, elle-

rimden nasıl çıktıysa öyle kalsın istedim. Saf-

ramdı o benim ve öyle kalmalıydı.

İkinci kitap, yeni projeler, geleceğedair düşüncelerle bitirelim. İstanbul KitapFuarı’nda imzan olduğunu biliyorum.

Bilmiyorum. Yaşam Koçum Erkan’la bir

yol haritası çizeceğiz önümüzdeki günlerde.

Sosyal sorumluluk projelerinde yer almak

çok istiyorum ama. Bir de tabii ki tiyatro, ol-

mazsa olmazım. Benim için bir yaşam biçi-

mi, bir tutku tiyatro. Yeni bir oyun çıkartı-

yoruz bu ara ve takdir ederseniz ki çok san-

cılı bir dönem, çıkınca rahatlayacağım.

İmza günü ise şimdiden uykularımı ka-

çırıyor. Ben imza atmayı sevmem. Daha

doğrusu imzam çok çirkin, hatta bir imza

mı onu bile bilmiyorum. İmza gününde

imza yerine, birkaç tüp kendi kanımdan ge-

tirme gibi bir düşünce var ortada. Okuyu-

cu benden hep bir parça taşısın istiyorum,

kanımı.

Üç günlük edebiyatlaisyan: “Kansız”

NAZLI BERİVAN AK

“A�z�ndan sözç�kmayan ama kalemiyle dünyay� ve içini oyan yeni ak�m yazarlar” s�n�f�na giremem ben. Bir kere a�z�mdan da söz ç�k�yor benim, fazlas�ylahem de”

Olkan Serdar Y�ld�z

Page 7: KITAP Aydınlıkzar’ın deyişiyle. Romanı yazarken puan top-layarak kazanıp kazanmadığımı düşün-düm. Sayfalar dolu yazıyorsunuz ve bir son-raki bölümü, hep bir sonraki

Ulusçuluktartışmalarına farklı

bir boyutÇal��man�n esas�na bakt���m�zda ba�lang�çta devletinsoysaldan sosyal olana dönü�tü�ünü, ancak de�i�en

ko�ullar ve durum çerçevesinde, liberal söylemin bask�s�ylabirlikte zamanla sosyal içeri�ini terk etme e�ilimi içerisine

girmi� oldu�unu görüyoruz

7Aydınlık KİTAP

“Doğru yıkılmaz, ancak sallanır”

Alt kimliklerin belli çevreler tarafından

sürekli kaşınıp durduğu, dayatılan yeni ya-

salarla federasyon tartışmalarının gündeme

oturtulmaya çalışıldığı şu günlerde inceleme

fırsatını yakaladığım bir çalışmayı paylaşmak

istedim bu sayıda.

Azınlık hakları ve Lozan Antlaşması de-

nildiğinde ülkemizde ilk akla gelen isimler-

den biri olan akademiysen Levent Ürer’in

“Soysal Devletten Sosyal Devlete” adlı ki-

tabından söz etmek istiyorum sizlere. Ürer,

titiz bir incelemenin ürünü olan bu çalış-

masıyla ulusçuluk tartışmalarına farklı bir bo-

yut katmayı hedeflemiş.

SOSYAL ALANIN �N�ASINDAULUSÇULUK KAVRAMIÜç bölümden oluşan ve yer yer sivil toplum

söylemi ve tartışmalarına da değinilerek

sosyal devletin bir kenara itilmekte olduğu

vurgusunun yapıldığı ki-

tabın birinci bölümünde

“ulus” ve “etnik” tartış-

malarına vurgu yapılı-

yor. Sosyalleşme ve

ulusçuluk kapsamında

ele alınan bu başlığın al-

tında sosyal alanın in-

şasında ulusçuluk kav-

ramı, devlet ve sosyal

gruplar, azınlık kav-

ramları irdeleniyor.

Devletin sosyalleş-

mesine odaklanılan ve

bu çerçevede sosyal

devlet kavramının ta-

rihsel gelişimi içinde

incelendiği ikinci bö-

lümde soysal devletin sosyal olana geçişinin

ortaya konulduğunu görmekteyiz.

Üçüncü ve son bölümde ise çalışmaya iliş-

kin özgün örnekler yer alıyor. Seçilen örnek

devletlere baktığımızda ise özelikle sosyalist

uygulamalardan geçmiş olan devletlerin ele

alınmış olması dikkat çekiyor.

Çalışmanın esasına baktığımızda baş-

langıçta devletin soysaldan sosyal olana

dönüştüğünü, ancak değişen koşullar ve du-

rum çerçevesinde, liberal söylemin baskısıyla

birlikte zamanla sosyal içeriğini terk etme eği-

limi içerisine girmiş olduğunu görüyoruz.

Bunun yanı sıra devletin sosyal alandan

elini çekmesinin sonucu olarak, azınlık, kül-

türel grup ve etnik gruplar dahil tüm cema-

at davranış ve eğilimlerinin gündeme geldi-

ği de vurgulanıyor.

KÜRESELE�ME-M�LL� DEVLETGER�L�M�Kitapta üzerinde durulan başka konu ise ka-

pitalist liberal sisteme göre yalnız başına ve

rasyonel olduğu varsayılan bireyin, sosyal ya-

şamda devletin boşalttığı alanda rekabeti ya-

kalama adına hızla cemaat niteliğine benzer

dayanışmacı özelliklerini ön plana çıkarmış

olması.

Gelinen noktaya ilişkin Levent Ürer’in

yaptığı bir başka tespit ise modern devlet ku-

ramının dayandığı cemiyet tipi örgütlen-

melerin bile hızla cemaat özelliklerini ön pla-

na çıkarmaya başlaması.

Bütün bunların yanında küreselleşme ile

milli devlet arasındaki gerilime de değinilen

çalışmada, küreselleşme ve milli devlet ara-

sında bir gerilimin olduğu belirtilerek şu ifa-

delere yer veriliyor: Küreselleşmenin milli

devlete galip geldiği bazı noktalar bulunmakla

birlikte, milli devletin tamamen dirençsiz ol-

duğu da söylenemez. Bu tartışmalar henüz

kesin bir sonuca bağlanmamış olsa da, gerek

Avrupa Birliği, gerekse diğer bölgesel-kıta-

sal federasyonların kuruluş-

larını ve işlevlerini anlamak

bakımından, küreselleşme ile

ulus-devlet gerilimini anla-

mak önemli gözükmektedir.

“Mondros’tan Mudanya

Mütarekesi'ne Türk Dış Poli-

tikası”, “Azınlıklar ve Lozan

Tartışmaları” ve “Roman Olup

Çingene Kalmak” gibi birçok

kitaba imzasına atan akade-

misyen Levent Ürer “Soysal

Devletten Sosyal Devlete” ça-

lışmasına ilişkin ise şunları be-

lirtiyor:

“Bu kitap, İstanbul Üniver-

sitesi, İktisat Fakültesi Siyaset Bi-

limi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yıl-

lardır yürütmekte olduğum, ‘Ulusçuluk Ha-

reketleri’ ile ‘Uluslararası Ekonomik ve Po-

litik Sorunlar’ adlı doktora derslerimin tar-

tışmalarının birer karışımı niteliğindedir.

Ders akademik anlayış gereği birçok farklı

kaynaktan yürütülmek durumunda olduğu

için zaman zaman anlatılanların düzenli bir

notunun yoksunluğu meslektaşlarım tara-

fından sıklıkla dile getirilmekteydi. Bu kitap

tam da bu ayrıntılı okumalar öncesi sorgu-

lama ihtiyacını karşılamak üzere hazırlandı.”

Yılların birikimi bir akademisyenin ka-

leme aldığı ve ulusçuluk tartışmalarına fark-

lı bir boyut katma hedefindeki bu eseri

mutlaka okumalısınız.

(Soysal Devletten Sosyal Devlete,Levent Ürer, Melek Yayınları, 268 s.)

ŞENOL Ç[email protected]

Page 8: KITAP Aydınlıkzar’ın deyişiyle. Romanı yazarken puan top-layarak kazanıp kazanmadığımı düşün-düm. Sayfalar dolu yazıyorsunuz ve bir son-raki bölümü, hep bir sonraki

9 KASIM 2012 CUMA8 Aydınlık KİTAP

Marksizm’in Marx sonrası fel-

sefi serüveni birçok Marksizm yo-

rumuyla birlikte ilerledi. Marx’ın

metinleri üzerinden birçok Mark-

sizm yorumu ortaya çıktı. Kurtul

Gülenç ve Önder Kulak işte bu se-

rüveni “Marx’ın Halleri / Marksist

Düşüncede Diyalektik Bir Yolcu-

luk” isimli Kalkedon Yayınevi’nden

çıkan kitaplarında ele alıyor.

Kitap “Marksist Teori, Episte-

moloji ve Eleştiri”, “Marksist Teo-

ride İnsan, Doğa ve Toplum” ve

“Marksist Teoride Tarih, Siyaset ve

Ütopya” bölümlerinden oluşuyor ve

Marksizm’in bu konularına ilişkin

Louis Althusser, Sean Sayers, Theo-

dor Adorno, Max Horkheimer, Ge-

org Lukacs gibi düşünürler tara-

fından getirilen yorumları eleştirel

bir biçimde özetliyor. Dolayısıyla ki-

tap 20. yüzyıl Batı Marksizminin

eleştirel bir özeti olma özelliğini

yansıtıyor.

“ALTYAPI ÜSTYAPIYIBEL�RLER” E��TT�RMARKS�ZM M�?Marksizm’le yeni yeni haşır neşir ol-

maya başlayan bir gencin Georges

Politzer, Leo Huberman gibi ya-

zarların kitaplarından “Marksizm'e

ilişkin” öğrendiği ilk argümanlar-

dan birisi olan “altyapı üstyapıyı be-

lirler”dir. Marx’ın “Ekonomi Poli-

tiğin Eleştirisine Katkı”nın ön sö-

zündeki ‘‘Maddi yaşamın üretim

tarzı, genel olarak toplumsal, siya-

sal ve entelektüel yaşam sürecini

koşullandırır.’’ cümlesini dayanak

yapıp, Marx’ın konuya ilişkin eser-

lerini bütünsel bir yaklaşımla ele al-

maktan uzak bu ekonomist bakış

açısı; Marksizm’i “altyapı üstyapı-

yı belirler” cümlesine indirgeyip

ekonomizm kabına sığdırarak he-

gemonya, hukuk, sanat, kültür gibi

kavramları bir kenara itip, sınıf

mücadelelerini sadece ekonomi-

nin belirleyiciliği temelinde ele

alan ve üstyapı kurumlarının etki-

sini yok sayarak Marksizm’i de-

rinliği olmayan ve pozitivizme sap-

lanmış bir “bilim” olarak sunar.

Kuşkusuz sınıf savaşlarında eko-

nomik yapının etkisi önemlidir an-

cak salt ekonomi üzerine kurulu bir

tarih anlayışı inşa edildiğinde, bu-

nun Marksizm ile bir ilgisi kalmaz;

aksine ekonomik determinizm sos-

lu bir Marksizm bir anlayışı ortaya

çıkar ki bunun Marksizm ile pek bir

ilgisi kalmaz. Engels de “materya-

list tarih anlayışına göre tarihte

belirleyici etken, son kertede gerçek

yaşamın üretilmesi ve yeniden üre-

tilmesidir. Marx da ben de bundan

daha fazlasını hiçbir zaman ileri sür-

medik… Ekonomik durum temel-

dir ama çeşitli üst yapı öğeleri…, ta-

rihsel savaşımların gidişi üzerinde

etki yapar ve birçok durumda özel-

likle onların biçimini belirlerler…”

(F. Engels. Seçme Yazışmalar c.2,

s.236, Sol Yayınları) “ Her ne kadar

maddi yaşam tarzı ilk nedense de

bunun, ideolojik alanların bunun üs-

tünde bir etkide bulunmamasını

ve onu etkilemesini dışlamadığını

ama bunun ikincil bir etki olduğu-

nu keşfetmediyse (bir) adam ince-

lediği konuyu kuşkusuz anlama-

mıştır…’’(age s.233-234 Engels

Schmidt’e mektup. 5 Ağustos 1890)

diyerek bu ekonomik determinist

anlayışın Marksizm ile ilgisi olma-

dığını söylemişti. İşte kitabın ba-

şında bu kaba “Marksizm anlayı-

şı”na işaret eden

Kurtul Gü-

lenç ve Ön-

der Kulak,

Karl Marx’ın

“ E k o n o m i

Politiğin Eleş-

tirisine Katkı”

eserinin “Ön-

söz” bölümü-

ne dayandırı-

lan bu anlayı-

şın 20. yüzyıl

Batı Marksizm

tartışmalarının

temel eksenini

bel ir lediğini

söylüyorlar. Bu

“ekonomik de-

terminizm sos-

lu Marksizm”in, tarihsel materya-

list anlayışı tarihteki “her gelişme-

nin ekonomik olgularla açıklana-

bileceği” önermesine dönüştürdü-

ğünü ifade eden Gülenç ve Kulak,

Marksizm’in siyasal ve ideolojik

öğeleri dışlayan aşırı indirgemeci bir

yaklaşıma çevrilmesinin ve Birinci

Dünya Savaşı’nda Marksistler ara-

sı tartışmalar ile İkinci Dünya Sa-

vaşı’nda emekçi sınıfların faşizmin

peşinden sürüklenmesinin bu eko-

nomist anlayışın sorgulanmasını

gerekli kıldığını vurguluyorlar. Bu

sorgulama ise Marx’ın metinlerinin

her ne kadar aralarında ayrılıklar

olsa da Antonio Gramsci, Karl

Korsch, Louis Althusser, Max

Horkheimer, Theodor Adorno, Ge-

org Lukacs, Herbert Marcuse gibi

daha birçok düşünürler tarafından

yeniden yorumlanmasıyla müm-

kün olduğunu ifade ediyorlar.

“DO�AL” VE“TOPLUMSAL” �K�YABANCI MI?Marksizm’e ilişkin yürütülen tar-

tışmalardan birisi de Marx’ın insan

doğasına ilişkin fikirleri. Louis Alt-

husser, Marx’ın eserlerini genç ve

olgun dönem olarak ikiye ayırıyor

ve Marks’ın 1845 yılından sonraki

eserlerinde daha önce yazdıkların-

dan keskin bir kopuş gerçekleştir-

diğini ve bu tarihten sonra Marks’ın

eserlerinde ‘insan doğası’ kavra-

mının olmadığını iddia ediyor. Nor-

man Geras ise doğal

ve toplumsal olan

arasında bir ayrım

yaparak bunları kar-

şıt olarak ele alıyor.

Sean Sayers ise do-

ğalın ve toplumsal-

lığın analitik bakış

açısıyla ele alındı-

ğında bütünü gö-

rememe eksikliği-

nin diyalektik ba-

kış açısıyla gideril-

mesi gerektiğini ve

her ikisinin de bir-

birini belirlediğini

ileri sürüyor ve

dolayısıyla “insan

doğası” kavramın

doğal olanın üzerinde onu aşan

bir toplumsallıkla yükseldiğini söy-

lüyor. Üç düşünürün fikirleri özet-

leyen Kurtul Gülenç ve Önder Ku-

lak, Sean Sayers’in insan doğasına

ilişkin fikirlerini benimserken buna

ilişkin verdikleri örnek ise dikkat çe-

kici: Bir işçinin ve burjuvanın yü-

rümek fiilini ele alan Gülenç ve Ku-

lak, bu eylemin “doğal” bir edim ol-

duğunu ancak işçi ve burjuva açı-

sından yürümek fiilinin hangi “top-

lumsal gerçekliği” ürettiğinin sor-

gulanması gerektiğini ve işçi ile

burjuvanın yürümek fiili ile farklı

toplumsal gerçeklikler ürettiğini

dolayısıyla doğal niteliklerin daha

çok ortaklaştırıcı ve toplumsal ni-

teliklerin ise daha çok ayrıştırıcı ol-

duğunu söylüyorlar.

MARKS�ZM’� EKONOM�KDETERM�N�STLERDENKURTARMAKMarksizm’in 20.yüzyıl felsefi serü-

venini ele alan “Marx’ın Halleri” ki-

tabı hem konuyla ilgili okurlar açı-

sından hem de Marksizm ile yeni ta-

nışan okurlar açısından değerli bir

kaynak. Marksizm’i pozitivizme

saplanmış “bilim” örgüsünden çı-

karıp doğru anlamak; hakikate

daha yakın bir tarih anlayışının

inşa edilip, geçmiş ve güncelin daha

doğru yorumlanması açısından ge-

rekli bir durum. Türkiyeli okurun

Marksizm’e ilişkin ekonomik de-

terminizm soslu klişelerden kur-

tulması da bu tür derinlikli kitaplar

sayesinde olacaktır.

(Marx’ın Halleri - MarksistDüşüncede Diyalektik Bir Yolculuk,

Kurtul Gülenç, Önder Kulak,Kalkedon Yayıncılık, 368 s.)

Marksizm’in Marks sonrasıfelsefi serüveni: Marks’ın halleriMarksizm’in 20. yüzy�l felsefi serüvenini ele alan “Marx’�n Halleri” kitab� hem konuyla ilgili okurlar

aç�s�ndan hem de Marksizm ile yeni tan��an okurlar aç�s�ndan de�erli bir kaynak. Marksizm’ipozitivizme saplanm�� “bilim” örgüsünden ç�kar�p do�ru anlamak; hakikate daha yak�n bir tarih

anlay���n�n in�a edilip, geçmi� ve güncelin daha do�ru yorumlanmas� aç�s�ndan gerekli bir durumGÖKAY ALBUZ [email protected]

Marksizm’i“altyapı üstyapıyı

belirler”cümlesineindirgeyip

ekonomizmkabına sığdırarak

hegemonya,hukuk, sanat,

kültür gibikavramları bir

kenara itip, sınıfmücadelelerini

sadeceekonominin

belirleyiciliğitemelinde ele alan

ve üstyapıkurumlarının

etkisini yoksayarak

Marksizm’iderinliği olmayan

ve pozitivizmesaplanmış bir

“bilim” olaraksunar

Karl Marx

Page 9: KITAP Aydınlıkzar’ın deyişiyle. Romanı yazarken puan top-layarak kazanıp kazanmadığımı düşün-düm. Sayfalar dolu yazıyorsunuz ve bir son-raki bölümü, hep bir sonraki

9 KASIM 2012 CUMA 9Aydınlık KİTAP

Gazeteci-yazar Hasan Cemal’in son

kitabı “1915 Ermeni Soykırımı” adını ta-

şıyor. Hrant Dink’in anısına adandığı be-

lirtilen kitabın ilk sayfasına Cemal’in

Erivan’daki Ermeni Soykırım Anıtı’na ka-

ranfil koyan resmi yerleştirilmiş. (Resim,

Alman başbakanı Willy Brandt’ın War-

şova gettosunda diz çökerek özür dileyen

ünlü fotoğrafını hatırlatıyor). Kitabın arka

kapağındaki tanıtımda ise Cemal’in “bir

tarihçi değil gazeteci olduğu, kitabın ta-

rihi bir araştırmanın ürünü olarak yazıl-

madığı, Hasan Cemal’in 1915 ve Erme-

ni Sorunu’na ilişkin kişisel serüveni sa-

yılabileceği” ifade ediliyor. Arka kapak-

ta Hasan Bey’in serüveni deniyor ama ön

kapaktaki ifade çok açık: “1915 Soykırı-

mı”. Bir serüven filanla geçiştirilemeye-

cek kadar büyük bir leke. Aslında kitap

topu topu üç sayfadan oluşuyor. Hüküm

(mesaj) veren kapak, tevile kapıyı açık

tutan arka kapak ve ilk sayfadaki koca-

man “Soykırım Anıtı” fotoğrafı.

Gerisi, Cemal’in “Ermeni Sorunu” ile

kişisel serüveninin ayrıntıları…

Hrant’ın ve AB’nin arkasına gizlen-

mek Hrant Dink’in alçakça katlinin top-

lumda yarattığı öfkeden güç alan Cemal,

kitabında Hrant’ı, Hrant ailesini, Hrant’la

ortak anılarını anlatıp duruyor. Zaten ki-

tap Hrant’a hitapla başlıyor: “Sevgili

Hrant, bana bu kitabı yazdıran, senin

anındır, senin acılarındır.” Hrant Dink’in

bile en azından Türk kamuoyunu mânen

incitmemek için daha dikkatle kullandı-

ğı ifadeleri, Hasan Cemal öfkeyle savu-

rup duruyor.

Ardından “Ermeni Sorunu” konu-

sunda değişik tarihlerde yazdığı yazılara

geçiyor.

Cumhuriyet’in sorunu yıllar boyun-

ca bir güzel gizlediğini, işin aslını 2000’li

yılların başında yani o ünlü AB süreci sı-

rasında, kavradığını anlatıyor. Sık sık

Taner Akçam’a, ara sıra Baskın Oran’a

gönderme yapıyor. Onlardan feyz aldığını

belirtiyor.

Sonra, “nasıl yapılır bu katliam” sa-

kızını çiğnemeye başlıyor.

Bu da yetmiyor... Dedesinin katille-

rinin torunları ile buluşmasını bir güzel

anlatıyor.

Bunlar anlattıkları; bir de anlatma-

dıklarını düşündükçe insanın şakakları

zonkluyor.

Cemal’in kitabı özyaşam öyküsünün

içine yerleştirilmiş “Ermeni” muhab-

betleri ile sürüp gidiyor. Ermeni katille-

rin 1972’de Los Angeles’te katlettikleri sı-

nıf arkadaşı Bahadır Demir’in ve öteki

diplomatların Ermeni terör örgütleri

konusunda kendisine yaptığı dostça uya-

rıları vb. uzun uzadıya anlattıktan sonra,

bütün bunları evirip çevirip “1915 Ermeni

Soykırımı” tezine dayanak yapıyor.

Ardından, sakızı çiğnemeye devam

ediyor:

“Tarihimizle yüzleşelim. Demokrat

olalım.”

CEMAL PA�A’NINARKASINA G�ZLENMEK Hasan Cemal kitapta, hesaplaşma izle-

nimi verdiği satırların arasına İttihatçı de-

desi Cemal Paşa’yı özenle yerleştiriyor.

Duruma göre Cemal Paşa’nın arkasına

gizleniyor, duruma göre Cemal Paşa’ya

atıp tutuyor. Aslında, bütün kariyerini de-

desi Cemal Paşa’nın manevi mirasına

borçlu olduğu, anılarından kolayca an-

laşılıyor. Kendisini Cumhuriyet’e yönetici

yapan Nadir Nadi’nin “Cemal Paşa’nın

torunu Cumhuriyet’in genel yayın mü-

dürü, enteresan” diye mırıldandığını,

uzun yıllar İttihad Terakki’nin “merkez-

i umumi’ binasının arkasında yer alan ga-

zeteyi nasıl yönettiğini anlatıyor. Asıl

enteresan olan, Dede Cemal Paşa’nın göl-

gesinin Hasan Cemal’i hiç terketmeme-

si. Dede Cemal Paşa, duruma göre yo-

lunu şaşırmış, yol-yordam arayan, na-

muslu bir devlet adamı, bir başka yerde

soykırımcı bir İttihatçı” diye anlatılıyor.

Hani, uluslararası mahkemelerden bi-

rinden “aslında katliam emrini öteki İt-

tihatçılar verdi, Cemal Paşa bu işe taraf-

tar değildi” diye bir karar çıkartabilse, çok

rahatlayacak.

Kısacası, işine gelince Cemal Pa-

şa’ya sarılıyor işine gelince Cemal Paşa’yı

ateşe atıyor.

KARALAMALARDAN MEDETUMMAKKendi zırvalarını başkalarına mâl et-

mek için elinden geleni yapıyor: İlhan Sel-

çuk’un annesinin Ermeni olduğunu öğ-

reniyoruz. Öyle mi değil mi, bilmem: Beni

ve okuru ne ilgilendirir? Ama bunu böy-

lesi bir kitapta anlatmanın bir anlamı, bir

hesabı olmalı.

Bu hiçbir şey. Bir de şunlara bakalım:

• Yıllar yılı Kemalist kitleye gazete ya-

pan Hasan Cemal, kendi tezlerine desteği

Zaman gazetesi yazarı Şahin Alpay’ın Ah-

met Altan’dan aktardığı zırvalarda arıyor:

“Kemalizmin en büyük ve en korkunç za-

feri dindarların damarına milliyetçilik

zehrini enjekte etmek oldu.” (s. 195)

• Taner Akçam’dan aktarıyor: Rauf

Denktaş kimdir?

Dink cinayetine giden yolun taşları-

nı döşeyen ekiptendir. Talat Paşa Komi-

tesi “Ermeni Soykırımı uluslar arası bir

yalandır” sloganı altında Avrupa’da ve

Türkiye’de Ermen düşmanlığını örgüt-

lemek amacıyla kuruldu. Ergenekon’un

en önemli kitlesel örgütlenmelerinden bi-

ridir. (Kitabın ekindeki Taner Akçam ya-

zısından, s. 209)

Tarihle yüzleşme meraklısı deveku-

şu, iş basın özgürlüğüne, meslektaşlarının

hakkını hukukunu aramaya gelince dut

yemiş bülbüle dönüyor. Üstelik yazdık-

larından kendisinin geçmişte bir ulus-

lararası gazeteciler örgütünün yönetici-

si olduğu anlaşılıyor. Böylesi bir kişinin

100’ü aşkın gazeteciyi tutuklayan düze-

nin simgesi Silivri’nin kapısının önünden

geçmemiş oluşuna ne demeli?

Murat Belgeleri, Çandarları sollayıp

öne fırlamış Cemal Paşazade.

Durun, acele etmeyin; dahası var.

“Dink Cinayeti kusursuz bir Erge-

nekon eylemidir”

Hasan Cemal’ın Ergenekon tertibi

hakkında yazdıkları, insanın tüylerini di-

ken diken ediyor. “Dink Cinayeti kusur-

suz bir Ergenekon eylemidir” diye yazı-

yor; savcı Zekeriya Öz’ün iddialarını bi-

rer birer yineliyor. İddiasını Abdullah Gül

ile Avrupa Konseyi’nde 27 Ocak 2011 ge-

cesi yaptığı uzun sohbete dayandırıyor:

Hasan Cemal Gül’e soruyor: “Sizin için ayrı bir yönü var Dink ci-

nayetinin; bu cinayet 2007’de sizin cum-

hurbaşkanlığınıza giden yolun önüne

set çekmek için de işlendi.”

Gül’ün yanıtı: “Bunların Türkiye’ye zararı çok bü-

yük. İçerde ve dışarda Türkiye imajına

zararı, Türklük imajına zararı o kadar bü-

yük ki…”

“Devlet denetleme kurulu Başkanı’nı

çağıracaksınız Dink cinayeti konusunda,

öyle mi?”

“Evet.” (s. 165)

Doğru mu gördüm diye tereddüt

geçirenler, gözlerini kırpıştıranlar olabi-

lir. Bunları Zaman gazetesi, Taraf vb de-

ğil, Devrim gazetesi eski yazı işleri mü-

dürü, Cumhuriyet gazetesi eski genel ya-

yın yönetmeni, muteber gazeteci, İttihatçı

Cemal Paşa’nın torunu Hasan Cemal ya-

zıyor. Hükmü çoktttaaaaan vermiş. Ra-

hip Sandoro, Yasin Hayal, Danıştay Ci-

nayeti, darbe girişimleri filan... Silivri’de

yargılananlarla İttihat Terakkiciler ara-

sında bağ kuruyor. Silivri’deki devrimci-

lerin İttihat Terakki’nin mirasını sahip-

lerindiklerini hatırlatarak “Soykırım’ın fa-

illerini işaret ediyor. Kime, nereye mi?

Uluslararası çevrelere tabii.

Aslında bu satırları okuyanlar Cemal

Paşazade’nin şimdilerde “1915 Soykırı-

mı”nı neden kaleme aldığını daha iyi

kavrıyor...

Hasan Cemal bir yandan da ucuz

kahramanlık taslıyor. Mahkeme kapında

gösteri yapan aydınlara demediğini bı-

rakmıyor. Ne gariptir ki, Hasan Cemal

ödüle boğulurken, barışçı gösteri yapan

insanlar beş yıldır içerde tutuluyor.

HASAN CEMAL DÖNEKL���N�NTAR�HSEL ANLAMIHasan Cemal’in “1915 Ermeni Soykırı-

mı” önemlidir, önemsenmelidir.

Bir sistem, bir düzen hakkındaki en

can alıcı tanıklıklar, o sistemin içinde/ mer-

kezinde görev almış kişilerin söyledikle-

ridir. Geçmişte bir süre o sistemin so-

rumluluğunu üstlenenlerin karşı saflara

geçişi, karşı tezleri çok güçlendiren, kar-

şı ideolojilerin üstünlük kurmalarına yol

açan önemli etkenlerdir. Uzun yıllar

Cumhuriyet rejiminin “yarı-resmi söz-

cüsü” görülen bir gazetenin eski başya-

zarının yazdıklarının etkisi Çandar’ın,

Oral Çalışlar’ın yazdıklardan çok daha

dikkat çekicidir kuşkusuz.

AL� KEMAL’DEN HASANCEMAL’E Kendisinin Ali Kemal’e benzetilmesine

dudak büküyor. Ama bu suçlamaya tep-

ki de göstermiyor. Kendisini suçlayanla-

rı hedef göstermekle yetiniyor.

Gazeteci Hasan Cemal’in “1915 Er-

meni Soykırımı” yazısı Ermeni sorunu

üzerine bir muhasebe değildir; bunun çok

ötesindedir.

İç ve dış yıkıcılığı esas alan bir karşı-

devrim bildirgesidir.

• 2015’e hazırlanan Ermeni Diyas-

porasına uzatılan eldir.

• Zekeriya Öz’ün iddia-

namesinde ifadesini bulan ve

Silivri’ye uzanan büyük terti-

bin ayağıdır.

• Derimciler-yurtseverler

hakkında kara propagandadır

• Ve nihayet İttihatçıları

eleştiriyorum bahanesi altın-

da AKP’ye, Batılı emperya-

listlere, Cumhuriyet yıkıcılığı

yolunda omuz vermektir.

Hasan Cemal’in kitabı

bir ibret belgesidir.

(1915: ErmeniSoykırımı, Hasan Cemal,Everest Yayınları, 235 s.)

Hasan Cemal’in “1915 Ermeni Soyk�r�m�” bir kitab�n ötesindedir;bir kar��-devrim bildirgesidir. Hasan Cemal'in derdi geçmi�inyanl��l�klar� ile hesapla�mak de�ildir. Orhan Pamuk’un yapt���

gibi, Bat�l� çevrelere mesaj yollamakt�r

Ali Kemal’den Hasan Cemal’e…

CÜNEYT AKALIN

Hasan Cemal

Page 10: KITAP Aydınlıkzar’ın deyişiyle. Romanı yazarken puan top-layarak kazanıp kazanmadığımı düşün-düm. Sayfalar dolu yazıyorsunuz ve bir son-raki bölümü, hep bir sonraki

Son yıllarda, Hegel’e, Lacan’a, Marx’a ve

Freud’a artan bir ilgi olduğu kolaylıkla göz-

lemlenebilir. Özellikle de bu gidişatı sezenle-

rin, adı geçen düşünürlere gönderme yapma ko-

nusunda bir hayli ısrarcı oldukları görüldüğünde

bu olgu daha da açık bir hal almaktadır.

20. yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıkan

Slovenya kökenli düşünürlerin ve onların

dostlarının şimdilerde büyük bir ses getirdik-

lerine şahit oluyoruz. Bunların başında Slavoj

Zizek, Alenka Zupancic, Mladen Dolar gel-

mektedir. Ortak özellikleri Lacan ve Hegel

okumaları yapmaları ve Ljubljana’da yeşeren

Ljubljana Psikanaliz Ekolü’nün öncüleri olan

düşünürlerin yapıtları, son yıllarda hızla dili-

mize çevrilmektedir.

Çevrilen eserlerden bir tanesi de Alenka

Zupancic’in “Komedi: Sonsuzun Fiziği” adlı

eseridir. Eserin özgün adı (The Odd One In:

On Comedy) değiştirilerek basılmış olsa da

Türkçe basımındaki ad kitabın temel tezini be-

lirtmesi bakımından başarılı bir buluş olmuş.

Tuncay Birkan’ın, her zamanki gibi, ustaca çe-

virdiği eser Metis Yayınları tarafından 2011’in

Eylül ayında basılmış.

KOMED� VE FELSEFE: TAR�HSEL VEDÜ�ÜNSEL ORTAKLIK

Başlıkta geçen ortaklık sözcüğü biraz abartı-

lı gelebilir, özellikle de felsefe tarihi boyunca

komedinin, nadiren ele alınmış bir konu olduğu

düşünülürse. Ancak Zupancic’in, komediyi ve

komik olanı betimlemesinden sonra bu ortaklık

apaçık bir biçimde görünecektir. Elbette bu or-

taklığın düşmanca bir yanı da var: Felsefenin

belirli akımları komedinin “gör dediğini” ka-

patmaya canhıraş bir biçimde çalışmaktadır.

Öte yandan, birbiriyle çatışır görünen kimi fel-

sefi akımlar komedinin gör dediğini görmek

konusunda ilginç ortaklıklar kurmaktadırlar:

Hegel-Lacan, Hegel-Marx, Aristoteles-Berg-

son, vs.

“APOL�T�K” M�ZAHIN POL�T�KL���

Komedinin gör dediğini kapsamlı bir biçim-

de sunamayacağız, bu görevi kitaba ve onu ta-

kip edecek okuyucuya bırakıyoruz. Fakat gü-

nümüz açısından komedinin ve ortaya koyduğu

şeyin karakterini sunabilmek açısından kita-

ba göndermeler yapacağız. Günümüzde ko-

medi ve mizah üzerine yapılan tartışmaların

başında mizahın politik konuları ele alıp al-

maması gelmektedir. Bu konuda Zupancic,

mevcut ideolojik iklimi betimleyerek sözünü

söylemektedir. İçinde yaşadığımız zamanların

betimlemesini şöyle ortaya koymaktadır yazar:

“Özgürlük ve özgür iradenin, mizahın,

“pozitif tavır takınma”nın ve bütün ideoloji-

ler karşısında mesafe almanın egemen ideo-

lojinin başlıca tarzı haline geldiği zamanlar...”

(s. 12-13)

Yazarın sözünü ettiği mesafe koyma, hem

en kaba güldürülerde (önümüzden geçen bi-

rinin düşmesi örneğindeki gibi, güleriz çünkü

mesafe koyabiliriz kendimizle arasına), hem

de en inceltilmiş esprilerde kendini gösterir.

Mesafe koyma, ne yazık ki, burada sözünü et-

tiğimiz denli masum bir tavır değildir. Egemen

ideolojinin “mesafe koyması” bir sahtekarlıktır.

Mesafe koyduğunu ilan ettiği şeyin en mer-

kezinde bulunan günümüzün neoliberal ideo-

lojisi, karşısındaki hemen her şeyi köşeye, sı-

nıra ya da moda deyişle söylersek marjine it-

mektedir. Tüm ideolojileri marjinalleştire-

rek herkesin ortasında gizli bir hayata kavu-

şur ve merkezdeki yerini sağlamlaştırır. Mer-

kezi bırakmak istemeyenlerse marjinal olma-

dıklarını, daha doğrusu mer-

kezden olduklarını söylerler

ve böylelikle de merkeze biat

ettiklerini ilan ederler. Bu

tiyatroda “Bütün ideolojiler

ve Projeler (elbette başkala-

rının İdeolojileri sıfatıyla ve

hepsi illaki totaliter veya

ütopik oldukları için) ile

kendi arasına mesafe koyma

jestini teşvik etmeyi ve öv-

meyi seven günümüz söy-

lemi, kendi gerçekliğini bü-

tünüyle ideoloji-dışı olarak

sunmaya çalışır. Halen için-

de bulunduğumuz sosyo-

ekonomik gerçeklik, git-

tikçe daha çok dolaysız bir

doğal olgu, bir doğa olgusu olarak, dolayısıy-

la ancak mümkün olduğunca başarılı biçimde

uyum sağlamaya çalışabileceğimiz bir olgu ola-

rak sunulmaktadır.” (s. 15)

MERKEZ, PERDE ARKASINDAN,MARJ�NAL�N ROLÜNÜ ÇALAR. Sözü edilen mesafe koyma, merkezin gizli bas-

kısının en önemli bileşenidir. Polis copunun

ayan beyan ortada bulunan “çağdışı” sertliği-

ni gizler, dahası onu gereksiz hale getirir gibi

görünür. Cop artık son çare gibi gösterir ken-

disini. Zihinlere inen daha sağlam darbeler işte

bu gizli rol çalmada gösterir kendisini:

“… ironik mesafe ve gülmenin çoğunluk-

la her türlü has ideolojinin içsel koşullarından

biri olduğu rahatlıkla gösterilebilir, zira ideo-

lojinin başlıca özelliklerinden biri, doğrudan

“dogmatik” baskıdan kaçınması ve üzerimiz-

de tam da kendimizi eylemlerimizde en özgür

ve özerk hissettiğimiz zamanlarda güçlü bir etki

yaratmasıdır.” (s. 12)

Özgür olma hissi, cennete gidip gitmeme

iradesini, Amerikan Rüyasına dahil olup ol-

mama meselesini salt kişilere yükler. Böylelikle,

herkes kendi başına gelenlerin sorumlusu

haline gelir: “Her koyun kendi bacağından ası-

lır”. Bu söz neoliberal ideolojinin amentüsü-

dür ve haklılık oranı arttığında sözün mü-

minleri de artar, bunun tersi de geçerlidir.

S�STEM�N �DEAL K��� TASAVVURUSistem bu yolla, kişiler arası ilişkileri de dü-

zenler. Kişiler arası ilişkiler düzeyinde sözü edi-

len “cop” bir kez “sistemin ideal kişi tasavvu-

runda” kendini gösterir:

“Kendini iyi hisseden (ve mutlu olan)

kişi iyi bir kişidir; kendini

kötü hisseden kişi de kötü

bir kişi”. (s. 13)

Mutluluk ya da mutsuz-

luk üzerinden terbiye edilen

kişiler, diğerleriyle ilişki içe-

risinde olabilmek, sevilebil-

mek için mutlu olmalıdır.

Fakat söze dikkat edelim.

İdeal kişinin kendisini “iyi

hissetmesi” gerekmektedir,

iyi şeyler yapması değil. “İyi

hissetme” giderek doğal bir

özellik, bir mizaç meselesi ha-

line gelir. Mizaç yoluyla terbi-

ye edilenler, üslup sorunlarıy-

la söylemlerinin içeriğinden

uzaklaştırılır. TV’de karşımıza çıkanların söy-

lediklerinde, günlük yaşamları, kendilerini

nasıl hissettikleri, arkadaş çevreleri, facebook

profilleri önem kazanır. Bütün bunlar yeni dü-

zenin sosyoekonomik gerçekliğinde kişinin tut-

tuğu yerin bir göstergesi haline gelmiştir. Bu

yolla artık kişiler deri renklerine, dillerine göre

değil de sistemin merkezine tutunma yete-

neklerine göre ayırt edilir. Dikkat ediniz,

merkezinde yer tutup tutmamalarına göre de-

ğil, bunu yapmadaki yeteneklerine göre. Do-

layısıyla, merkezde bulunup bulunmama, ki-

şilerin güya “doğal” olan yeteneklerine, do-

ğumdan belirlenen yazgılarına bağlanır. Mo-

dern ırkçılık karşımızdadır:

“Geleneksel ırkçılık, biyolojik özellikleri

toplumsallşatırma – yani bu özellikleri dolay-

sızca verili bir toplumsal düzenin kültürel ve

simgesel noktalarına tercüme etme - eğili-

mindeyken, günümüz ırkçılığı ters yönde işler.

Sosyo-simgesel düzenin ürettiği farkları ve özel-

likleri “doğallaştırma” eğilimindedir.” (s. 14).

Modern ırkçılık ve liberal tavır insanı olduğu

gibi bırakma, daha doğrusu onun olabilecek-

lerinin önüne geçebilmek amacıyla sabit bir do-

ğallık yaratma projesinde buluşur. Toplumla

uyumsuzluk yaşayan, sistemin kötü (yani mut-

suz) kişileri tedavi etme bu projenin bir par-

çasıdır. Tedaviden kastımız kişiyi eksiklikleriyle

yüzleştirirek onu sistem karşısında itaate zor-

lamaktan başkası değildir. Oysa psikanaliz ki-

şinin teslim alınması şeklinde beliren bilinçdışıyı

keşfetmenin ötesine geçmelidir. Marx’ın “Al-

man İdeolojisi”nde, Hegel’in de “Tinin Gö-

rüngübilimi”nde belirttikleri gibi varolanları ya

da dünyayı bilmek ancak onu değiştirme he-

defiyle yahut praksisiyle mümkündür. Bu öner-

meye paralel olarak psikanalizde:

“Asıl sorun tam bu bilinçdışının, kendisi dı-

şında, kişinin davranış, konuşma, başkalarıy-

la ilişki tarzlarında, başına ‘gelip duran’ belli

konumlarda cisimleşmesini sağlayan simgesel

ve imgesel yapıların nasıl değiştirileceği me-

selesidir.” (s. 24)

İnsanın ne olduğunu bilme iddiasını sık-

lıkla tekrarlayan neoliberal iklimin düşünsel

ürünleri onu aynı zamanda olabileceklerinden

de ayrı tutmaya çabalar. Buna karşı materya-

list tutum, insanı olabilecekleriyle birlikte

kavramaya çabalamalıdır. Zupancic’in de de-

diği gibi:

“İnsan sadece insandır” son tahlilde soyut

idealizme ait bir aksiyomdur; temelde “insan

Tanrı değildir”den başka bir şey ifade etmez.

Oysa komedinin savunduğu hakiki materya-

list aksiyom, daha çok şudur: “İnsan insan de-

ğildir.” Yukarıda bahsedilen sonluluk meta-

fiziğinin [insan sadece insandır] kendini insa-

ni zaaf ve kusurları kabullenmeye yönelik gö-

nül okşayıcı bir hümanizm içine kapattığı za-

man göremediği şey de budur.” (s. 53)

Bilincin ürünü olan kuruntular, eylemler

kişinin öznelliğine hapsedilemeyeceği gibi

zihnine de sığamaz. Bunlar tam da sahip ol-

dukları simgesellik ve imgesellik nedeniyle

maddi ve tarihsel bir varoluşa dahildirler. Bu

saptama Hegel’in kavrayışına da uygun düşer:

Hegel’in dediği şudur: “Bilincin ürünü olarak

Mutlak Tin, tam da böyle bir ürün olma sıfa-

tıyla, gerçek bir şeydir, maddi ve tarihsel va-

roluşa sahip olan bir şeydir.” (s. 23)

Bilinç ile onun maddi varlığını birarada ele

alan ve düşünsel bir şölen niteliğinde olan bu

kitap umarız layık olduğu ilgiyi bulur. İyi

okumalar...

(Komedi: Sonsuzun Fiziği,Alenka Zupancic, Metis Yayınları,

Çev: Tuncay Birkan, 216 s.)

9 KASIM 2012 CUMA10 Aydınlık KİTAP

CENK ÖZDAĞ[email protected]

Alenka Zupancic

Bilinç ve komedininmateryalizmiÖzgür olma hissi, cennete gidip gitmeme iradesini, Amerikan Rüyas�na dahil olup olmamameselesini salt ki�ilere yükler. Böylelikle, herkes kendi ba��na gelenlerin sorumlusu halinegelir: “Her koyun kendi baca��ndan as�l�r”. Bu söz neoliberal ideolojinin amentüsüdür vehakl�l�k oran� artt���nda sözün müminleri de artar, bunun tersi de geçerlidir

Komedinin Materyalizmi“Komedinin gerçekten de son derece

materyalist olmasının nedeni sadece bizlere(kabullenmemiz gereken) nihai ufkumuz ola-rak ve hayatımızın bir koşulu olarak çamuru,pisliği, kesif ve kaba saba gerçekliği hatırlatmasıve bunda ısrar etmesi değildir. Komedi ma-

teryalisttir çünkü bu maddiliğin çıkmazlarınave çelişkilerine ses verir, onları ete kemiğe bü-ründürür... Komedi materyalisttir çünkü mad-diliğin katıksız ruha, katıksız ruhun da mad-di bir şeye dönüşümünü, bizatihi maddiliğinbünyesinde bulunan bir güçlükten kaynakla-nan bir ve aynı hareket olarak görür.” (s. 50).

Page 11: KITAP Aydınlıkzar’ın deyişiyle. Romanı yazarken puan top-layarak kazanıp kazanmadığımı düşün-düm. Sayfalar dolu yazıyorsunuz ve bir son-raki bölümü, hep bir sonraki

Zekânın evrimiGezegenimizi bekleyen,ço�una da kendimizin yol açt��� kötü gelece�inüstesinden ancak genetik d���ö�renme sistemiyle gelebilmeolas�l���, ayr�ca di�er olas�gezegenlerle ileti�iminmümkün olup olmad���n�ara�t�rmak gibi iki temel sebepbile zekân�n evrimiyleilgilenmek için yeterli bir sebepti

11Aydınlık KİTAP

Jean-Jacques Rousseau, 1754 yılında yaz-

dığı “İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kayna-

ğı ve Temelleri Üzerine Bir Konuşma” adlı ese-

rinde şöyle yazar: “Doğal halini gereği gibi yo-

rumlayabilmek için insanı kökeninden itibaren

değerlendirmek önemli olsa da... ben, insanın

ardı ardına oluşan gelişimlerini takip etmeye-

ceğim... Bu konuda ancak belli belirsiz ve ne-

redeyse hayal ürünü varsayımlarda bulunabi-

lirim. Karşılaştırmalı anatomi şimdiye dek

çok az gelişme kaydetmiştir ve doğalcıların göz-

lemleri de sağlam bir akıl yürütmeye yeterli te-

mel oluşturamayacak kadar belirsizdir.”

Charles Darwin ise “İnsanın Türeyişi”nde

“İnsanın, her ne kadar kendi çabaları sonucu

olmasa da organik çeşitliliğin en tepesinde ol-

maktan gurur duyması kabul edilebilir ve baş-

langıçta orada olmayıp da sonradan ortaya çık-

mış olduğu olgusu ona uzak gelecekte daha

yüksek bir kader umudu verebilir. Fakat bizim

derdimiz umut veya korku değil, sadece ger-

çek; tabii aklımız ne kadarını keşfetmemize ola-

nak veriyorsa o kadar gerçek.” diye yazıyordu.

Aradan iki yüz yıldan fazla zaman geçmiş

olmasına rağmen Rousseau’nun ve Darwin’in

uyarıları halen geçerli görünüyor. Karşılaştır-

malı beyin anatomisinde ve insan ve hayvan

davranışları araştırmalarında meydana ge-

len kayda değer gelişmeler göz önüne alındı-

ğında belki de yeni bir sentez yapmanın zamanı

gelmiştir.

Uzay bilimleri ve astronomi konusunda uz-

man olan Carl Sagan, Jakob Bronowski’nin in-

sanın ve insan beyninin birlikte nasıl geliştik-

lerini ele aldığı “İnsanın Yükselişi” adlı çalış-

masını incelediğinde yapmak istediği sentez için

hareket noktasını bulmuş olur. Bronowski bu

çalışmasında dünyadaki organizmaların ço-

ğunun genetik bilgilere, yaşamları sırasında

edindikleri genetik olmayan bilgilerden daha

fazla bağımlı olduklarını, ancak insanlar için

tam tersi bir durumun söz konusu olduğunu

öne sürüyordu. Ona göre davranışlarımız

önemli ölçüde genetik mirasımızca kontrol edil-

mesine rağmen, beyinlerimiz sayesinde yeni

davranışsal ve kültürel yollar açma şansına sa-

hip varlıklardık.

Gezegenimizi bekleyen, çoğuna da kendi-

mizin yol açtığı kötü geleceğin üstesinden an-

cak genetik dışı öğrenme sistemiyle gelebilme

olasılığı, ayrıca diğer olası gezegenlerle iletişimin

mümkün olup olmadığını araştırmak gibi iki te-

mel sebep bile zekânın evrimiyle ilgilenmek için

yeterli bir sebepti Sagan’a göre. İnsan zekâsı-

nın yapısı ve evrimi gibi zor bir biyolojik prob-

lemi ele alırken ilk olarak beyinle ilgili bir öner-

meyle yola çıkıyor: Beynin işleyişi –ki buna çoğu

zaman zihin deriz- yapısının ve işlevinin bir so-

nucundan başka bir şey değildir. Zihin beynin

öğelerinin ayrı ayrı veya birlikte hareketinin so-

nucu olabilir. Bazı süreçler bir bütün olarak bey-

nin bir işlevi olabilir. Henüz beynin bütün iş-

levlerini ayrıştırmak ve yerini belirlemek müm-

kün olmamıştır, ancak kanıt yokluğu, yokluğun

kanıtı demek değildir.

�NSAN ZEKASININ EVR�M HIZIİnsan zekâsının evrimi konusundaki düşün-

celerini aktarmak ve okuyucunun kolayca an-

layabilmesini sağlamak amacıyla “kozmik tak-

vim” adını verdiği tarihlendirme çabası kitabın

ilk bölümünü oluşturuyor. Bu takvimde evre-

nin on beş milyar yıl olarak kabul edilen öm-

rünü, yani büyük patlamadan bu yana olan var-

lığını tek bir yıla sıkıştırıyor. Örneğin, büyük pat-

lamayı 1 Ocak olarak, Samanyolu galaksisinin

oluşumunun başlamasını 1 Mayıs, güneş sis-

teminin oluşumunun başlamasını 9 Eylül,

dünyanın oluşumunu 14 Eylül, dünyada en il-

kel yaşam formlarının başlangıcını 25 Eylül ola-

rak tarihlendiriyor. 1 Aralık tarihini dünya üze-

rinde oksijen oluşması, 31 Aralık tarihini de ilk

insanların oluşumu olarak kabul edecek olur-

sak, bildiğimiz insanlık tarihinin baş döndürücü

hızını anlayabiliriz. Sagan’ın kozmik takvim ara-

cılığıyla anlatmak istediği tam olarak bu. Biz-

ler ancak 31 Aralık tarihini bilebiliyoruz ve ha-

len onu yaşıyoruz. İnsan zekâsının evrim hızı-

nı görebilmemiz için etkili bir yol doğrusu...

GENLER VE BEY�NKozmik takvimden sonraki bölümde genler ve

beyin hakkında yapılan araştırmalar ve yaşa-

nan gelişmeler anlatılıyor. Sokrates’in insan ru-

hunu biri siyah biri beyaz iki atın zıt yönlere çek-

tiği ve pek de sürücüsünün kontrolünde ol-

mayan iki tekerlekli bir arabaya benzetme-

sinden yola çıkarak ele aldığı üçüncü bölüm-

de beynin anatomik yapısını ve sınırlarını ele

alıyor. İnsanın evriminde sanatın ve kültürel ge-

lişmelerin payının ele alındığı bölümler özel-

likle ilgi çekici. Son söz olarak: “Cennetin Ej-

derleri; İnsan Zekâsının Evrimi Üzerine Dü-

şünceler”, genetik mirasımız ya da sınırlarımız

ne olursa olsun, zekâmızı geliştirme konusunda

bizim de yapabileceğimiz şeyler olduğunu dü-

şündürüyor.

(Cennetin Ejderleri, Carl Sagan, SayYayınları, Çev: Mihriban Doğan, 272 s.)

NURİYE BİLİCİ

Page 12: KITAP Aydınlıkzar’ın deyişiyle. Romanı yazarken puan top-layarak kazanıp kazanmadığımı düşün-düm. Sayfalar dolu yazıyorsunuz ve bir son-raki bölümü, hep bir sonraki

9 KASIM 2012 CUMA12 Aydınlık KİTAP KAPAK

DÜNYADA VE TÜRKİYE’DE

Önce sesler vardı... Ve çizgi....

Sözler uçup gitti, kalıcı olan çiz-

giydi yerkürenin boşluklarında. Gü-

nümüzden binlerce yıl öncesi ilk in-

san hangi dürtülerin sonucunda kay-

gı, duygu ve düşüncelerini mağara

duvarlarına taşıdı, “taşırdı”? Çizgi,

ilkçağlardan bu yana hep vardı. Ba-

zen bir hayvan oldu ademoğlunun

avladığı, bazen bir kadın... Kuytu, de-

rin mağaraların duvarlarına yansıdı

dış dünyadan iç dünyasına geçip ka-

yalara kazınarak. Hayat, başlangı-

cından hemen sonra çizgiyle tanıştı.

Gerisi uzun, çok uzun bir roman.

Kalkış noktası yüzyılların kum saat-

lerinden akıp, yitip gitmesinin ar-

dından o zamana, “Önce ilk roma-

na ve çizginin romanla kavuşmasına

kadar uzanan...”

Sözler, irili ufaklı işaretlere, ke-

limelere döküldü. Düşler, ince kalın

çizgilere. Görsellik sözle el ele tu-

tuştu. Çizgi roman oluştu... Onun

gerçek tarihsel kökeni, düşüncenin

sözü bulup büyük bir tutkuyla tutsak

etmesiyle başlar ak kâğıt üzerine.

Tıpkı, arkasından milyonlarca oku-

runu farklı an, yer ve biçimlerle ilgi-

li kılması gibi...

Batıda çağdaş teknoloji ve kitle

iletişim araçlarının altın çocuğu ola-

rak kabul edilen bu kâğıttan cazibe,

bir anlamda eski Yunan’ın mitolojik

kahramanlarını bazen aynen ya da

farklı kalıp ve kimliklerde yeniden ya-

şama kazandırdı.

Gücüyle dağları titreten Herkül,

eski Yunan’ın inanışının üzerin-

den binlerce yıl geçtikten sonra

yirminci yüzyılda “Uçan Adam Sü-

permen” tipine dönüşerek evren-

selliğe ulaştı. Çizgi roman okuru

Yunan tanrılarını, kudret ve aza-

metlerini, akrabalık ilişkilerini, ara-

larındaki çelişkileri, aşklarını, sa-

vaşlarını, şölenlerini, gazaplarını

bilmiyordu. Anlamak, yüzlerce say-

fadan oluşan sıkıntılı kitap sayfa-

larının arasına sıkışmıştı. Oysa çiz-

giyi algılamak? Bu, gayet kolay ve

keyifli bir işti. Okur tuttu bunu

seçti, üstelik bir daha hiç elinden bı-

rakmamacasına...

Batıda ilk çizgi romanlar günlük

gazetelerde yayımlanan küçük bö-

lümlerden oluşan sınırlı koleksiyon-

lardı. İlk örnekler çoğunlukla kaba

çizgilerden ve zayıf metinlerden

meydana geliyordu. Bu halleriyle

ancak bir ya da iki sayfa yayımlanma

olanağına kavuşuyorlardı. Bütün bu

olumsuzluklara karşın, kapladıkları

alçakgönüllü yerleriyle çizgi roman-

lar içinde hayat buldukları günlük ga-

zetelerin diğer sayfalarına göre oku-

ru düşler ülkesine çekmekte, bu-

lundukları ortamdan kapıp götür-

mekte çok daha başarılı oluyorlardı.

B�R SÜPER�N DO�U�U...Tamamı renkli ilk çizgi-roman der-

gisi olan Action’da (Ekşın) 1938’li yıl-

ların Amerikasında ilk süpermen

tipi yayımlandı. Çıkar çıkmaz okur-

ların ilgisi de süper oldu bu kâğıttan

kahramana. Hedef kitlesiyle tanıştı-

ğı andan itibaren yeni bir iletişimin

öncüsü oldu süper adam. İnanıl-

maz işleri tereyağından kıl çeker

gibi bir çırpıda hallediveren muciz-

evi çizgi insanın romanı 1938’den bu

yana tamı tamına 54 yıldır yayınla-

nıyor. Uçan adam uzayda dilediği za-

man gönlünce cirit atan, koskoca bir

tankeri havada sigara paketi gibi

kolayca yanında taşıyan doğaüstü in-

sana çizgi romanların sayfaları dar

NURİ KURTCEBE

Anlamak, yüzlercesayfadan oluşan

sıkıntılı kitapsayfalarının

arasına sıkışmıştı.Oysa çizgiyi

algılamak? Bu,gayet kolay vekeyifli bir işti.

Okur tuttu bunuseçti, üstelik bir

daha hiç elindenbırakmamacasına

Düşüncenin sözü çizdiği an:Çizgi Roman

Page 13: KITAP Aydınlıkzar’ın deyişiyle. Romanı yazarken puan top-layarak kazanıp kazanmadığımı düşün-düm. Sayfalar dolu yazıyorsunuz ve bir son-raki bölümü, hep bir sonraki

9 KASIM 2012 CUMA 13KAPAK Aydınlık KİTAP

geldi. Soluğu, yedinci sanatta, sinemada aldı.

Üst üste filmleri çekildi. Gösterime girdi-

ği ülkelerde gişe rekorları kırdı. Hakkını tes-

lim etmek gerek, vücudunun akıl almaz ye-

teneklerinden yaptıklarına, yatırımcılarına

bıraktığı dolardan kârlara kadar her yönüyle

süperdi Süpermen...

ÖLÜMÜ Ç�ZG�YLE YENMEK1920 ile 1930’lu yıllar arasında yayınla-

nan ilk çizgi romanlar temelde ucuz, popüler

ve periyodik yayınlara yönelik çizgiden çe-

şitlemelerdi. Tıpkı çocukluğumuzun akide

şekerleri gibi.

Şayet hiç ölmeyen, yaralanmayan bir

kahraman çıkartamazsanız o yıllarda çizgi

romancı olma şansınız hiç yoktu. Dünya sa-

vaşıyordu... İnsanların ölen, yara alan sıra-

danlara değil, kahramanlara ihtiyaçları

vardı. Ölümü çizgiyle yenmek, çizgi ro-

manda hayatta kalmak, kazanmaktı. “Gre-

at Depression” biçimiyle anlatımını bulan

Amerikalının, “Büyük Bunalım”ı ardın-

dan Süpermen’in doğacağı ortamın psiko-

sosyal yapısını çoktan hazırlamıştı. Büyük

savaşla birlikte gelen ekonomik bunalımın

iyiden sıkıp daralttığı kitlelerin kağıttan kap-

lanı oldu. Bazı yorumculara göre, “Bireyin

karanlık güçler karşısındaki aydınlığı, umu-

du ve zaferi oldu...” Kahramanlık öyküle-

rinin yoldan adam aldığı bu dönemin çizgi

romanları günümüze gelene kadar yoktan

varettiği okuyucu kitlesiyle birlikte büyü-

yerek olgunlaştı.

KA�IT ÜSTÜNDEK� S�NEMAÇ�ZG� ROMANHer ikisi de düş kurar. Sonra tutar ellerin-

den, binlerce, yüzbinlerce, milyonlarca tut-

kununun, onlara hayalden bir dünya sunar.

Çizgi roman ve sinema; 1930’lu yıllardan

beri kendilerini, izleyenlerine canı yürekten

kabul ettirmeleri bu yüzden değil midir?

Çizgi romanın en görkemli evresinde

çoğu genç çizer kâğıt üzerinde film yapmayı

tasarlar olmuştur. Bu, hiç de gerçekleşme-

si olanaksız kuru bir düş değildir. Yedinci

sanatla çizgi romanın ortak teknik özellik,

kalkış noktaları o kadar çoktur ki... Çizgi ro-

man da, sinemada olduğu gibi dar-geniş açı,

çerçeveleme, alan derinliği ışıklandırması

gibi hareketli resim türleri ile zenginleşti-

rilir. Gerçek bir çizgi roman sanatçısı tıpkı

iyi bir film yönetmeninin yaptığı gibi, “baş-

ta anlatacağı öyküyü” iyi seçer.

Anlamlı ve duyarlı noktalar biçimiyle ifa-

desini bulan vuruculuğu anlatımı içinde do-

ğallıkla sunar. Işık ve gölge hareketi çizgi ro-

manda çok önemlidir. Yüz, vücut ve arka

planlardaki çeşitli şekillerin üstüne düşü-

rülecek ışık titizlikle seçilir. Hareket, oku-

yucunun düş gücüne bırakılmış bir şekilde

kare kare dondurulur.

Aslında her çizgi-roman sanatçısının çi-

zimlerinde özgün bir stil ve üst düzey ya-

ratıcılık vardır kuşkusuz, ancak, çizgi romanı

hakkını vere vere okumayanlar bunun far-

kında olmaz. Bu realiteyi görüp kavrama,

iyi bir şiiri her harfinden ve tümünden tat

alarak okurcasına çizgi romana sevdalı

okurlarca anlaşılabilir ancak. Hem, daha ilk

karelerinde.

Çizgi romancının bir film yapımcısının

harcadığı ölçüde büyük bir masrafı yük-

lenmesi gerekmez. İşte bu nedenle çizerler

dünyalarını görselleştirmede daha özgürdür.

Bununla birlikte, oluşturduğu dünyada ne-

leri anlatacağı daha önemlidir. Öyküsünün

ana hatlarını gerçek hayatın sonsuz ayrın-

tılarından çekip sunması gerekmektedir. Şa-

yet bu olmazsa... Ne mi olur? Konu, oku-

yucuyu bağlamaz. Okuru gerçekten düşe çe-

kemezseniz, işiniz gerçekten zor demektir.

Çizer, üzerine düşen işlevi yerine getiremez,

romanla okur arasında bir çekim oluştura-

mazsa sonuç hiç de iç açıcı olmaz. Çizgi ko-

layca karışır, yanı sıra kompozisyon ve ışık-

lar da kararır. Perspektiv bozuklukları...

Oran hataları.... Üçüncü boyutun yokluğu...

Bunların tümü çizgi-roman sanatçısının

kişisel görüşünü yansıtan noktalardır.

Filmler gibi çizgi romanlar da toplu üre-

tilir, çabuk tüketilir. Başka sanat dallarının

araçlarına kıyasla çizgi-roman sanatçıları-

nınki basittir. “Kurşun kalem, silgi, kâğıt, ta-

rama ucu, fırça, çini ya da renkli mürek-

kep...”

Çizer öyküyü yazabildiği gibi isterse

başkasına da yazdırabilir. Her iki durumda

da eskizleme vardır; öykü tiplerinden ko-

nuşma balonlarına kadar.

Ç�ZER ÖZGÜRLÜ�ÜNÜ MÜÇ�ZER?Hikâyeyi böldüğü sayfa sayısı ve kendi çiz-

gisiyle sınırlıdır bir çizerin özgürlüğü. Bir an-

lamda, “Çizer özgürlüğünü mü çizer?” so-

rusunun karşılığı, “Evetten başka ne ola-

bilir? Birinin başladığı yerde diğerinin hu-

dutları çizilmiş ve çizer bunu bizzat kendi

elleriyle yapmış olur.

Kurşun kalemle resim kâğıdına çizilen

sayfalar ya çizerin eliyle ya da konunun uz-

man yardımcılarıyla mürekkeplenir. Bu

durumda bir illüstratör figürleri; bir diğe-

ri yabancıların “background” dedikleri

arka planları yani fonları, başkası da söz-

cükler, konuşma balonları ve kare çerçe-

velerini tamamlayıp mürekkepleyebilir.

Herhangi bir düzeltme, sansür olmazsa

artık sayfaların filmi çekilebilir. Orijinal ya-

yım boyutlarına indirilir. “Siyah-beyaz” ise

siyah beyaz, “renkli” ise renk ayrımı yapıl-

dıktan sonra baskıya gönderilir.

�Y� - KÖTÜ Ç�ZERHemen herkes iyi-kötü çizer, ama profes-

yonel anlamıyla iyi bir çizgi romancı, “ken-

di stilini geliştirmiş” olandır! Özgün bir çiz-

gi stili, yaratıcısına ilginç öyküler çizmesi-

ni, ayrıca zamanla olgun çizgiye varmasını

sağlar. Bazı çizgiciler bu noktaya ulaşama-

mışsa, takılıp kalmışlardır. Böyleleri için yıl-

lar sonra çizgilerinin içine düşeceği tekdü-

zelik sürpriz değil, kaçınılmaz sondur. Bunu

önlemek adına sanatçı, her karenin takdi-

minde ve öykünün dramatik yapısının an-

latımında devamlı yenilikçi ve buluşcu ol-

malıdır. Öykünün akışı içinde onu hem yaz-

malı, hem çizmelidir de. Ayrıca okuyucunun

dikkatini çekmek için her sahneye gerekti-

ğince ilgi gösterilmelidir. Her kare birbiriyle

bağlantılı yazı ve resimlerden oluştuğuna

göre, yazılar çizgiyi öldürmemelidir. Çizgi,

öyküyü özgün bir biçimde çözmek için sa-

natçının yeteneğiyle birlikte uç verip, filiz-

lenir, gelişir. Sonuçta öyküyü oluşturan

yazı metninden çok, resimsel bir algılama-

dır çizgi romanda ağır basan.

Her çizgi roman sanatçısı bir dünya ya-

ratmalı ve onu insanlarla doldurarak kala-

balıklaştırmalıdır. Bunu ne kadar güçlü bir

biçimde gerçekleştirebilirse, çizgi roman sa-

natının ustası olmaya o kadar yaklaşacaktır.

Birazdan sizlere tanıtmaya çalışacağımız

sanatçıların hepsi çizgi romanın gelişme-

sinde son derece etkin olmuşlardır. Onla-

rın her biri, kendi ekolleriyle bu sanatın bir

yüzünü zenginleştirmiş ve çağdaşlarını et-

kilemişlerdir.

Amerika’da Will Eisner (Vil Ayznır) çiz-

gi romana “Spirit” (ruh) tipiyle başladı. Har-

vey Kurtzman, “Mad” (Med) çeşitlemeleriyle

devam etti. İngiltere’de Frank Bellamy (Frenk

Belami) “Eagles” (İgıls)ı çizdi.

Fransa’da Jean Griaud Moebius (Jan

Jiro Mobius) Philippe Druillet (Flip Du-

ruye) ve bugünün süper çizgicisi Milo Ma-

nara ile CAZA’nın (KAZA) fantastik dün-

yaları çizgi romana bambaşka boyutlar

kattı. Günümüzün Amerikalı çizeri Richard

Corben (Riçırt Korben) bilimkurgu türünün

ustası olarak uluslararası ve kalıcı bir üne

kavuştu.

Sanatçı olduğu kadar yetenekli bir öy-

kücü olan Richard Corben’in olağanüstü ya-

pıtları Hollanda, İtalya, Fransa ve ABD’de

sürekli yayımlanmaktadır.

İngiliz Barry Windsor-Smith (Beri Vind-

sor Simit) Amerika’da keşfedilmiş ve Mar-

vel Comics (Marvel Komiks) için çizdiği

“Conan - The Barbarian” (Barbar Ko-

nan) dizileriyle üne kavuşmuştur. Daha son-

ra kendi yayınevi Gorblimery Press’i kur-

muş, başına gelebilecek bütün riskleri göze

alarak poster sanatına yönelmiştir.

Wallace Wood ismi çizgi roman tari-

hinde özel bir yer tutar. Sürekli gelişen ye-

teneklere ve geniş kapsamlı stillere sahip

olan Wallace Wood, eski ustalarla genç ve

yetenekli Amerikan çizgici kuşağına bir köp-

rü olmuştur.

1960’larda Batı yakasında doğan ve un-

derground (yeraltı) hareketlerinin öncü-

leri olarak Victor Moscono ve Robert

Crumb’ı unutmamak gerekir....Ayrıca

Hugo Pratt, Enki Bilal, Lauzier, Alexis, Li-

beratore, Pichard, Magnus, Guıdo Crepax,

Tose Munoz, Serpieri, Michealangelo

Prado çizgi roman sanatının önde gelen

isimleridir.

Çizgi romanın şu kısa tarihinde bile eli-

mize geçen bilgilerde yer yer eksik seçim-

lerin ve unutulmuş önemli imzaların ol-

mamasına dikkat ettik. Ama yine de, ana

hatlara inmeden çizgi roman ustalarının öz-

geçmişine ve eserlerine şöyle bir göz atmak,

yeni akımları belirlemek, yetenek zengin-

liğinin yanı sıra doğru yorumlanması çoğu

kez yanlış yapılmış ve kitle iletişim içinde giz-

lenmiş hayalgücü zenginliğini sergilemek sa-

nırız yeterli olacaktır...

CENK KÖNÜLGON-Çizgi Roman Kitabevi

Ülkemizdeki çizgi roman mağazası sa-

yısı iki elin parmaklarını geçmiyor aslında.

Herhangi bir kitap mağazası satıcısının

karşılaştığı sorunlardan çok da farklı ol-

muyor sorunlarımız. Çizgi roman okuru her-

hangi bir roman okurundan daha heyecanlı,

daha fanatik ve ısrarcı olabiliyor yalnızca.

Bu da bir sorun değil aksine yaptığımız işi

bize daha çok sevdiren bir faktör.

Türkiye’de çizgi roman sekötür Fransa,

İtalya, Amerika, İspanya hatta Alman-

ya’ya oranla daha az gelişmiş olduğundan

bilinçli okur da az. Geçmişten gelen bir ge-

lenekle sadece Fumetti (İtalyan çizgi ro-

manı) takip eden orta yaş üstü bir kitle var

mesela. Frankofon ve İtalyan okuyan ancak

amerikan ve japon çizgi romanını kesinlikle

reddeden bir kitle bu. Bunun yanında,

Amerikan çizgi romanlarını düzenli olarak

aylık sayılar halinde takip eden koleksiyo-

ner bir kitle de var tabii.

Sektörde arz-talep ilişkisi çok önem-

li. Halihazırda piyasada çok ciddi bir çiz-

gi roman sirkülasyonu olmadığından,

okur çoğunlukla ona sunulanı geri çe-

virmiyor. Son 5 yıl içinde tüm dünyada

yükselen bir Manga (Japon çizgi roma-

nı) trendi var ve bizim yayıncılarımız da

bu trendi yakalamanın peşinde son dö-

nemlerde. Okur piyasada hiç bulamadı-

ğı türde kitaplara aç, yayıncılar da bunun

farkında. Telif ücretleri çok uçuk olma-

dığı sürece, yayıncı okuyucunun ilgisini

taze tutmak için elinden geleni yapıyor.

Yerli çizgi roman ise ne yazık ki çok faz-

la üretilmiyor. Ülkemizde yerli çizgi ro-

mandan çok mizah dergileri ve karikatür

yıllıkları ilgi görüyor. Bu yüzden üretim

de hep bu türe yönelik oluyor.

Yerli çizgi romanın yeterli sayıda ve ye-

terli kalitede üretildiğini söylemek mümkün

değil. Bu çoğunlukla, satışlarının düşük ola-

cağını öngören yayıncının masraftan ka-

çınması, ucuza kaçması sonucu olan bir şey.

Marvel Comics, DC Comics, Image Comics,

Dark Horse ve Vertigo Comics gibi büyük

yayıncılara çalışan müthiş çizerlerimiz var,

dolayısıyla “bu ülkede çizer yetişmiyor!” de-

mek de güç.

Kimi okur tamamen çizimleri için alır

çizgi romanı, kimisi için ise önemli olan o

çizgi romanın anlattığıdır. Ülkemizde ise çiz-

gi romanı hayatının bir parçası yapmış kü-

çük özel bir kitlenin dışında kalan okur kit-

lesinin önceliği sanırım kitabın fiyatı.

Dükkanımızda Amerikan çizgi ro-

manlarının büyük ilgi gördüğünü söylemek

yanlış olmaz. Yaklaşık 250 kişiyi bulan bir

abone kitlemiz var. Çizgi romanları aylık fa-

siküller halinde aksatmadan takip eden bir

kitle bu bahsettiğim. Ayrıca ortaokul ve lise

çağlarındaki gençlerin de Manga’ya olan il-

gisi çok büyük.Çizgi romanın geçmişine ve bugününe

bakıldığında, teknolojinin ve değişen kül-türün her şeyde olduğu gibi bu mecrada daçok etkili olduğu görülüyor. İlginin her ge-çen gün daha da fazla dijitale kaymakta ol-duğu düşünülürse, gelecekte bizi çok dahafazla dijital-animatik çizgi romanın bekle-diğini söyleyebilirim. Ayrıca manga okuyupanime izleyen, uzakdoğu kültürünü çok se-ven ve benimseyen bir nesil yetişiyor. Ya-kın gelecekte bizim kültürümüz üzerindede etkilerini göstermeye başlayacağını dü-şünüyorum.

Müthiş çizerlerimiz var, yayıncılar ucuza kaçıyor

SORDUK SORUŞTURDUK

Page 14: KITAP Aydınlıkzar’ın deyişiyle. Romanı yazarken puan top-layarak kazanıp kazanmadığımı düşün-düm. Sayfalar dolu yazıyorsunuz ve bir son-raki bölümü, hep bir sonraki

9 KASIM 2012 CUMA14 Aydınlık KİTAP

Türk çizgi romanı ve çizgisi deni-

lince akla gelen ilk karakterlerden

“En Kahraman Rıdvan”ı bizlere hediye

eden, “Tipitip”in yaratıcısı ve Gır-

gır’daki panoramik sayfalarıyla çığır

açan isimle, Bülent Arabacıoğlu’yla siz-

ler için, sanatı, kariyeri, yaratımı ve çiz-

ginin günümüzdeki durumu üzerine bir

söyleşi gerçekleştirdik.

Her şey nasıl başladı? Harita mü-hendisliğini bırakıp çizer olmaya na-sıl karar verdiniz? Harita mühendis-liği çizerliğinizi nasıl etkiledi?

Erken yaşlardan beri çizgi tutkusu

vardı bende. Babam bir an önce mes-

lek edinmem için Sanat Okulu’nun

Elektrik bölümüne verdi beni. Tekni-

ğe de merakım vardı doğrusu. Ama çi-

zime daha yatkın olduğumu o zaman-

lar anladım ben. Elektrik tesisatıyla il-

gili bir projemiz vardı. Ben çizimin tek-

nik kısmıyla birlikte evin dış cephesi-

ni, ağacını, kuşunu, köpeğini de çiz-

miştim ve çok beğenilmişti. Ben o za-

man ufak ufak böyle bir şeyi hissettim.

Biz genel donanımla yetişen bir kuşak

değiliz, sadece mesleki donanımla ye-

tiştirilmişiz, neyin iyi neyin kötü oldu-

ğuna bile o yaşlarda kendimiz karar ve-

remiyorduk. Ben “mimar olayım” de-

diğimde büyüklerim dedi ki “memle-

kette çok mimar var, harita mühen-

disliği oku, o işte istikbal var”. İstikbal

dedikleri de para tabii. Girdim, hiç sene

kaybetmeden bitirdim, ama ısınama-

dım. Bazı resmi kuruluşlarda staj ya-

parken rüşvet gibi hoşuma gitmeyen

şeyler gördüğümde dedim ki “ben

çöpçülük yaparım, ama bu işi yap-

mam”. Okul bitti, tabii yeni mezun ol-

manın sevincinden sonra iş telaşı baş-

ladı. Sonra “Almanya’da iş imkânı”

diye bir ilan gördüm. Çizgi roman ve

karikatür çizerleri aranıyormuş, bir

şansımı deneyeyim dedim. O sırada

Hürriyet’in de “Bonbon” diye bir ila-

vesi vardı, oraya da karikatürlerimi yol-

luyordum. Çizimlerimizi Almanya’ya

götürüp satıyorlardı. Çocuk çizgi ro-

manları çiziyorduk. Bu işten sonra,

Hürriyet’in o zamanki reklam müdü-

rü, yolladığım çizimleri beğendikleri-

ni söyleyerek bana iş teklif etti. Ben ha-

valara uçtum. Yine “Bonbon”a kari-

katür çizeceğim ama günlük yayınlanan

“Bizimkiler” bandına. “Tarkan”ı çizen

Sezgin Burak bunu da çiziyormuş, o ay-

rılınca “Bizimkiler”i çizecek biri ge-

rekmiş. Böylece amatörlükten pro-

fesyonelliğe geçtim.

Sonra Kent’te çalışmaya başla-dınız...Ben Hürriyet’te çalışırken bir reklâm

ajansı geldi, bir sakız firmasının tiple-

me yaptırmak istediğini söyledi. Ben de

kadrolu çalışıyorum, başka işe imza ata-

mam ama maaş yetmiyor, destek lazım.

Kabul ettim. On tane taslak hazırladım.

İçlerinden “Tipitip”i seçtiler. 1974’te çiz-

dim, 1975’te piyasaya çıktı. Sonra Se-

mih Balcıoğlu başkanlığında “Çarşaf”

dergisi çıktı. Ben de vardım. 1977’de

Kent’e yaptığımız “Tipitip”in animas-

yon reklam filmini yapmamızı istediler.

Biz de yaparız dedik, ben Hürriyet’ten

ayrıldım, tazminatımla şirketi kurduk.

“Tipitip”in çizgi filmine başladık, haf-

tada bir dakika animasyon film. Ço-

cuklar Cuma günleri yayınlanan o bir

dakikalık reklam filmini, çizgi film gibi

heyecanla bekleyip izliyorlardı.

O dönemde böyle bir çizgi filminüretilmesi inanılamayacak bir başarıgibi duruyor. Bunu nasıl başardınız?

O kadar imkansızlıklar var ki, ne-

gatif film bulamıyorsunuz, döviz yok

memlekette. Sadece TRT var, o da si-

yah-beyaz. Kaçak geliyor her şey, fa-

turalamıyorsunuz. Asetat olması lazım.

Asetatı boyayacağınız boyayı bulamı-

yorsunuz. Çekim masasını kendi im-

kanlarımızla yaptık. Bir film kamera-

sı aldık, ona cam silecek motorundan

bir motor yaptık. Animasyonları çizi-

yoruz, sonra kopyası, boyası, çekimi,

seslendirmeler -Şener Şen seslendiri-

yordu Tipitip’i o zaman -sonra bunla-

rın teslimi, hepsi bir hafta sürüyordu.

Bir de bu teslimatı kabul ettirmelisin

ki hemen ertesi haftanın işine başla-

yasın. Üç sene bu tempoyla gittik. Biz

sekiz kişi yapıyorduk bu işi. Tipitip ba-

şarılı olunca diğer firmalar da rekabete

girdiler. Tipitip’e benzeyen kahra-

manlar yaratıldı. Herkes reklam yap-

maya başlayınca, memlekette başka bir

şey yokmuş gibi durmadan sakız rek-

lamları dönmeye başladı, dolayısıyla an-

tipatik olmaya başladı. Sonra bu işi ya-

pamaz hale geldik. “Tipitip’ten Ha-

berler” diye

bir dergi ya-

palım dedik.

Firma da

buna sıcak

baktı. Ama

Türkiye’de o

güne kadar

yapılmamış

bir şey bu. Fir-

manın elinde

çeşitli kam-

panyalardan

birikmiş 84 bin

çocuğun adre-

si var. Bilgisa-

yarların gardı-

rop gibi büyük

olduğu o zamanlarda, döner bantlar-

da delikli kağıtlara program yapılıyor,

disket bile değil ve bu bilgisayarlardan

sadece birkaç büyük holdingin elinde

var. Elle tek tek girsek adresleri başa

çıkılacak gibi değil. Sonra birisinin

aracılığıyla bir holdingin bilgisayarla-

rını kiraladık. O adresleri bilgisayara

girdik. Her ay bize o adreslerin oldu-

ğu bantlar çıktı. PTT’ye götürdük bu

adresleri, kusura bakmayın deyip bize

pul makinesini verdiler, tek tek elimizle

yolladık. Ama çocuğun adına her ay gi-

den dergi büyük etki yarattı.

Tipitip, kendine ait bir hayrankitlesi oluşturmuştu. Ben de sadece Ti-

pitip’i okumak için sakızdan onlarcaalanlardandım.

Onun bir de enteresan bir olayı var,

ben onu çizdim teslim ettim, sonra as-

kere gittim. Ben askerdeyken ilk rek-

lâm filmleri çıkmaya başladı. Yani o ilk

çıkan reklâm filmlerini ben yapmadım.

Sonra bana firmadan söylediler, başka

bir sakız firması yeni sakızlarıyla “Ti-

pitip”le eşzamanlı piyasaya çıkmış.

Satış yapamamış, bütün sakızları elin-

de kalmış. Yani Tipitip inanılmaz bir

ilgi gördü.

Sonra Kent’ten Gırgır’a geçi-yorsunuz...Oğuz Abi’nin (Oğuz Aral)

yanına gittim, Günaydın’ın

“Laklak” ilavesine alabi-

leceğini söyledi. Önceden

yoğrulmasaydım bana is-

tediği şekli verirmiş, ama

ben yoğrulmuş halde git-

tiğim için “senin mayan

benim istediğim maya de-

ğil, seninle uğraşacağız,

ben huysuz adam diye

bilinirim kolay kolay be-

ğenmem” dedi. Cidden

huysuzmuş, çok zor be-

ğenirdi, hakikaten çok

uğraştı. Tipitip’te birlik-

te çalıştığım, abi dediğim

insanlarla bağımı koparmadan girdim

Gırgır’a. “Gırgır” Günaydın bünye-

sindeydi. Hem sigortasız çalışıp, hem de

yüklü vergiler ödüyorduk. Vergi levhası

açma dönemleri başlamıştı. Tak-

sim’deki meşhur bir büfenin vergisini

gördüm levhasında, yazan miktar be-

nimkinden azdı. Oğuz Abi, Gırgır’dan

ayrılacağımızı söyledi. Yeni bir dergi fik-

ri atıldı. “Hıbır” dergisi böyle çıktı. Aşa-

ğı yukarı 3 sene piyasada kaldı.

Oğuz Aral’ın “En Kahraman Rıd-van”ı yayınlamaya karar vermesi na-sıl oldu?

Ben Laklak için ilk gittiğimde tip-

lemelerimin çeşitli çizimlerini gö-

türmüştüm. “Bunlar kenarda dursun,

ilerde değerlendiririz” dedi. Sonra

Nuri (Kurtcebe) ayrılınca dergiden,

“getir çizimlerini” dedi. Benim yaptı-

ğım ilk “Rıdvan” yapılıydı. Üzerinde

düzenlemeler yaptık. Sıska ve çelimsiz

bir hale geldi.

Öykünün başlarında Rıdvan’ınsaçları da uzun...

Hikâyenin sonunda hapse girdiği

için saçları kesildi, okuyucu beğenin-

ce, Rıdvan’a çok yakıştığını söyleyince

de uzatmadık bir daha.

Aslında çok uzun bir dönem Türk

Sineması için Kemal Sunal neyse,

“Rıdvan” da çizgi dünya için oydu. Saf,

temiz, kötülükle mücadele etmek is-

teyen ama bir yandan çelimsiz, yenil-

diği halde devam eden bir karakter. O

yüzden de çok seviliyor.

Çünkü herkesin içinde var olan şey-

dir bu. Dışarıda bir haksızlık görünce

ses çıkaramazsınız ama içten içe de is-

yan edersiniz. Rıdvan öyle değil, gidi-

yor dayak yiyor. Don Kişot gibi.

90’lı yıllarda bile insanlar Rıdvan’ıunutmuyor, özlüyordu. Üretilen nadiryerli bilgisayar oyunlarında bile ismitekrar ediliyordu (İstanbul Efsanele-ri). Ama Rıdvan’ın albümlerini, bütünöykülerini edinmek isteyince bulamı-yorduk. Neden bunca zaman gerçek-leşmedi?

Oğuz Aral’ın “Utanmaz Adam”ı

da albüm olamadı. O dönemde Tür-

kiye’de albüm satışları yoktu, kimse de

cesaret edemiyordu. Aslında Oğuz

Abi girişseydi çok satardı. “Albüm” an-

layışı pek yerleşmemişti yani. Ben de

işten başka bir şeye vakit bulamıyor-

dum zaten, onlara ayıracak zamanım

yoktu. Sonra “Uykusuz” grubu böyle

bir şeyi tavsiye etti. Kronolojik olarak

sırayla gidelim dediler, şimdi 6. cildi ha-

zırlıyorum.

Gırgır’da çığır açan bir başka ça-lışmanız da panoramik sayfalarınız.Onları da albümleştirmeyi düşünüyor

“Okurla iletişim kurmadan çizmek olmaz”M. SALİH KURT

Çizgi romanTürkiye’de mizah

dergilerindenbaşka bir ortam

bulamadı kendineyer edinmek için.

Karaoğlan, Tarkanneden tuttu?

Aslında mizahdeğildi bunlar.

Beğeni görebilmesiiçin bizden şeyleri

barındırmasıgerekir. Biz aslındaAvrupalı da değiliz,

olamayız da.Bizden olmayan

bir şeyi, çizgi-roman

yaptığınızdainsanımız

benimsemedi onu

Bülent Arabac�o�lu

KAPAK

Page 15: KITAP Aydınlıkzar’ın deyişiyle. Romanı yazarken puan top-layarak kazanıp kazanmadığımı düşün-düm. Sayfalar dolu yazıyorsunuz ve bir son-raki bölümü, hep bir sonraki

musunuz?Evet, düşünüyorum. Ama o tek ba-

şına benim çalışmam değil. Tamamını

ben çizsem de esprilerde çok fazla kişi-

nin katkısı var. Onlardan da izin almam

gerekli.

Yaptığınız işler hep çok sevildi ve çoktakip edildi. Ancak En Kahraman Rıd-van ile bugün arasında çok büyük bir za-man dilimi var. Neden yeni bir çizgi-ro-man serisi yapmak istemediniz. Bir kır-gınlık olması mümkün mü?

Şimdi bir şey yapmak isteseniz, bunu

yayınlatacak bir medyaya ihtiyacınız var.

Rıdvan’ın yeniden yayımlanma teklifi ya-

yıncılardan geldi. Böyle teklifler gelme-

dikçe siz pek bir şey yapamıyorsunuz. Bir

de medyanın yapısı da değişti. Sadece ga-

zetecilikle uğraşan patronlardan ziyade,

iş adamlarının işlerini çözebildikleri yer

olmaya başladı. Sonuçta size birilerinin

gelip şunu yap demesi lazım. Bir de ne

kadar ciddi oldukları da önemli. Ben bu

tiplemeleri yıllardır uğraşarak yapmışım,

sabun köpüğü gibi vurdu kaçtı bir iş de

istemem. Bakıyorum çoğu başlamadan

cayıyor zaten. Diyorum ki eski sistemle

yürümez artık, her yayınlandığında bir te-

lif hakkı olmalı.

Galip Tekin’in öykülerini dizi ha-linde yayınladılar. Elbette dizinin ka-litesi Galip Tekin’i ne kadar yansıta-bildiği tartışılabilir. Buna rağmen bi-raz daha hareketli bir döneme girdi-ğimiz söylenebilir mi?

Tabii, dediğim gibi yeni teklifler ge-

liyor, ama ne kadar ciddi işte? Mesela

ABD’de bu işlerde geniş ekipler çalı-

şıyor. Ben burada tek kişiyim.

Renklendirme gibi işlerde ça-

lışan yardımcım olmadı be-

nim. Bir de düzenli ya-

yınlanması gerekiyor.

Çizmeye hevesliyim tabii

hala. Kutlukhan’ın (Kut-

lukhan Perker) çizgilerini

beğenirim. Bir ödül töreninde

tanıştık, orada sohbet esna-

sında bir çizgi-roman söyle-

şisine davet ettiler beni. Kut-

lukhan Perker ve Tayyar

Özkan benim hakkımda ko-

nuşacaklarmış. Sohbet eder-

ken, Kutlukhan bana Rıdvan’ı

yeniden Harakiri’de çizmemi teklif etti,

ben de kabul ettim, hevesle başladık ama

her şeyin bir ömrü var işte.

Daha çok dergileri düşünüyorsu-nuz sanırım ama yeni bir çalışmanızı ki-tap veya albüm halinde yayınlamayıdüşünmez misiniz?

Türkiye’de sanatçıyı besleyen bir sis-

tem yok. Dergide çizerseniz aktif bir oku-

yucu kitleniz oluşur. Tamam, beni eski-

ler tanıyor ama yeni kuşağın haberi yok.

O yüzden önce dergi gibi bir yerde ken-

dimi hatırlatmam lazım. Kitap çıkarmak

macera gibi bir şey olur, yıllardır bir şey-

lerden bezince de temkinli olmanız ge-

rekiyor. Bir tiyatrocu sahnede yaptığı iş-

ten sonra alkış alır ya, bizim alkışımız da

yaptığımız işin yayınlandığını görmek.

Yaptığım işin kenarda kalmasını istemi-

yorum. Okurla iletişim kurmak önemli,

“Gırgır”da biz bunu çok yapardık. Yok-

sa ıssız bir yerde otur çiz, ne önemi var.

İnsanlarla etkileşimde olmak, onların gö-

rüşlerine ulaşabilmek önemli.

Animasyon filme dönmeyi düşünü-yor musunuz?

Başka konularla uğraştığım için geri

kaldım, o yüzden animasyon dünyasına

girmek istemedim. Ama aklımda En

Kahraman Rıdvan’ı animasyon haline ge-

tirmek üzere bir proje var. Dijital işler

hem çok zahmetli hem de maliyetleri çok

yüksek.

O dönemden bu döneme bakıldı-ğında hiçbir karakter popülerlik anla-mında En Kahraman Rıdvan’ın üstüneçıkamamış. Bu olumsuz bir şey değil mi?O günden bu güne yerli çizgi-romancı-ların yeterince çalışmadığını da göster-miyor mu?

Asıl sebep çalışma ortamının, imka-

nının olmaması. Bir dergide bize ayrılan

sayfa sayısı çok az. Çizgi-romanlar kitap

olarak da pek tutunamadı Türkiye’de.

Okur genç yaşta dergileri takip ediyor

ama belli bir yaşı geçince, çizgi-roman da

kitap haline getirilince ilgi azalıyor.

Dergiler kafada

yer ediyor ama kitap alışkanlığı yok.

Çizgi-roman ve karikatür bir aradailerledi ve çoğu zaman aynı şey zanne-dildi.

Çizgi-roman Türkiye’de mizah der-

gilerinden başka bir ortam bulamadı

kendine yer edinmek için. Karaoğlan,

Tarkan neden tuttu? Aslında mizah de-

ğildi bunlar. Beğeni görebilmesi için

bizden şeyleri barındırması gerekir. Biz

aslında Avrupalı da değiliz, olamayız da.

Bizden olmayan bir şeyi, çizgi-roman yap-

tığınızda insanımız benimsemedi onu. Bir

de öyle bir çark ki bu, sanatçıya kalan pay

çok az.

Dolayısıyla Türk çizerlerindeki genelkanı, çizimi ve öyküyü hep aynı kişininyapması. Oysa yurt dışı işlerde çoğun-lukla yazma ve çizme ayrı işlerdir. Elbettedünyada da her ikisini hakkıyla yapan-lar da mevcut. Onlardan biri olarak bubaşarıyı nasıl tanımlıyorsunuz?

Ben bazı şeyleri okuyucunun kendi

keşfetmesini isterim. Bunu panorama-

larda da yaparım mesela. Öyle bir şey ya-

parım ki o aslında ana espri değildir, ke-

narda bir gag’tır, onu çok ön plana çı-

karmam, isterim ki okuyucu fark etsin

onu. Hatta sonra okuyucudan mesaj

gelir “şurada şöyle yapmışsınız, farkında

mısınız” diye. Çünkü onu öyle bir koyu-

yorum ki, okuyucu onu kendi bulmuş gibi

hissediyor. Mesela ABD’de “Mad” der-

gisi vardır, ben onda yazıları okumam,

Sergio Aragonés’in çizdiği kenarlara ba-

karım, asıl espriler ordadır.

Yeni çizerleri takip ediyor musunuz?Takip etmeye çalışıyorum. Bir ara es-

prileri okuyamayacak hale gelmiştim.

Balonların sınırı yoktu, adeta roman ya-

zıyorlardı. Bir de hayatta erotizm gerçe-

ği var elbette. Ama erotizmi rahatsız

edici boyutlara ulaştırmamak lazım. Bazı

şeyler hayal dünyasında kalmalıdır. “Gır-

gır” bir eve girdiğinde çocuk, baba, dede

hep birlikte okurdu. Bazı şeyleri gözet-

memiz gerekirdi. Sadece

sıkıyönetim döneminde

bir kez kapatıldık. Şimdi

bazı dergilerde rahatsız

edici açık-seçiklik gö-

rüyorum. Önemli olan

dergiyi kapatmayacak

muhalif söylemlerde bulu-

nabilmek. Uykusuz’dan, Pen-

guen’den takip ettiğim çizer-

ler var tabii. Eski ustalardan be-

ğenmediğim yok gibiydi. Dünya

görüşünü beğendiklerim de

oldu. Farklı dallarda iz bırakır

çizerler, mesela Bedri Kora-

man’ın boyasını çok severim.

Suat Yalaz’ın çinisini beğenirim, Semih

Balcıoğlu’nun kıvrak çizgilerinin estetiğini

çok beğenirim. Hepsinden bir şeyler al-

dım. Biz Sahaf Kuşağı’yız, sahaflardan

beslendik. Farklı ekollerden bir şeyler al-

dık.

Çizgide benim kahramanım da bu-dur diyeceğiniz bir karakter var mıdır?

Karaoğlan’ı çok severim ben. Çok de-

ğerli kahramanlar geldi geçti tabii, Ab-

dülcanbaz mesela. Ama Karaoğlan’ın

hem çizim olarak hem anlatım olarak

bende yeri başkadır. Bizden bir karak-

terdir.

Nasıl bir okursunuz?Vakit buldukça okurum. Daha çok

görselleri incelerim, yazıları çok okuya-

mam. Daha çok bilimsel şeyleri okurum,

bir romanın çok nadir sonunu getiririm.

Vakit ayırdığınız için teşekkür ede-riz. “Bülent’in Çizgi Dünyası” isimli, 10Kasım’da başlayacak ve 8 Aralık’a ka-dar sürecek olan, İstanbul Hatırası Fo-toğraf Merkezindeki karikatür sergini-zi de okuyucularımıza hatırlatalım.

9 KASIM 2012 CUMA 15Aydınlık KİTAPKAPAK

İLKE KESKİNMarmara Çizgi Yayınları

Türkiye’de çizgi romanın karşılaştığı en büyük soruna

tek kelimeyle dağıtım diyebilirim. Ne yazık ki Türkiye’de-

ki dağıtım ağı çok yetersiz. Yayınladığınız eserlerin büyük

şehirlerdeki büyük kitapçılara bile gideceğinden emin ola-

mazken küçük şehirlerdeki küçük kitapçılara ulaşmayı dü-

şünmek bile çok mantıklı değil. Türkiye’deki kitap/çizgi ro-

man dağıtımı, “dağıtımcılıktan” çıkıp “sağlayıcılığa” girmiş

durumda aslına bakarsanız. Yani sizin çıkardığınız bir çiz-

gi romanı Türkiye’ye dağıtan kişilerden çok o çizgi roma-

nı bir şekilde duyup da dağıtımcıdan talep eden kişilere kal-

mış durumdasınız. Böyle olunca da temkinli olmak zorun-

da kalıyorsunuz. Zaten dağıtımı düzgün yapamadığınız sü-

rece de yayınlanan çizgi romanların bilinilirliği azalıyor ve

satışlarla birlikte okur oranı da çok düşük düzeylerde ka-

lıyor. Bu duruma bir kısırdöngü diyebiliriz.

Dünya standartlarıyla karşılaştırıldığında genel anlamıyla

“okuma” oranımızda olan düşüklük tabii ki dolaylı olarak

çizgi romana da yansıyor. Günümüzdeki çizgi roman oku-

ru sayısını babalarımızın “Teksas-Tommiks” okudukları dö-

nemle karşılaştırmak tabii ki pek uygun olmaz. O zaman-

ki koşulları, yaşam tarzını, arka planda kalan teknolojiyi ve

olmayan interneti düşünürsek; çizgi romanların o zaman-

ki gençlerin hayatlarında şu andakinden çok daha büyük bir

yer kapladığını söyleyebiliriz. 2000’lerin başında ufak ufak

canlanmaya başlayan bu sektöre özellikle son 3-4 yılda yeni

okurlar katıldı. Bu artışta elbette sinemaya uyarlanan sü-

per kahraman filmlerinin ve internetin etkisi büyük oldu.

20 Yıl öncesine göre farklı yayıncılık anlayışında olsalar da

son 10 yıldır çizgi roman yayınlayan yayınevlerinin baskı ka-

litelerinden çevirilerine kadar belli bir standardı tutturmuş

olmalarının da bu artışta etkisi oldu. Peki, şu anki çizgi ro-

man okuru sayısı yeterli mi? Bu soruya cevabım “tabii ki ye-

tersiz,” olur. 70 Milyondan fazla kişinin yaşadığı bir ülke-

de baskıya giren çoğu çizgi roman sadece 2000 adet basılı-

yorsa (2. Baskı yapan çizgi roman sayısı parmakla sayılacak

kadar az ne yazık ki) ve basılan bu çizgi romanların bitme-

si 2-3 seneyi buluyorsa gerisini siz düşünün artık.

Maddi açıdan bakarsanız (bunu üzülerek söylüyorum)

yurt dışında basılmış bir çizgi romanı Türkçe olarak bura-

da basmak çok daha kolay ve ucuz. Satış rakamlarının dü-

şük olması gelirin de düşük olması anlamına geliyor ve bu

yüzden de hem yayınevini hem de sanatçıyı doyurabilecek

bir meblağ ortaya çıkmıyor (mizah dergilerini ve bu dergi-

lerin kurduğu yayınevlerini bu dediğimin dışında tutuyorum).

Okur ilgisine gelirsek, diğer cephede ayda binlerce ya-

yınlanan Amerikan çizgi romanları, Japon mangaları; yine

ayda yüzlerce yayınlanan Frankafon tarzı çizgi romanlar ve

İtalyan fumettiler varken sanırım okur ilgisinin Türk çizgi

romanından ziyade yabancı çizgi romanlarda olması çok da

şaşırtıcı bir durum değil.

Ne yazık ki yerli çizgi roman yeterli kalitede ve sayı-

da üretilemiyor. Elbette çok yetenekli yazarlar ve çizer-

ler var fakat bu arkadaşların birçoğunun gelir kaynakla-

rı çizgi roman olamıyor. Başka işler yaparak geçimlerini

sağlarken gönül verdikleri bu sanat uğruna da eserler üre-

tiyorlar. Hal böyle olunca da kendilerini geliştirecek pek

fazla vakitleri olamıyor çünkü maddi açıdan bir güvenceleri

yok. Fakat yurt dışında durum biraz daha farklı. En ba-

sitinden bir örnek vermek gerekirse, yabancı çizgi ro-

manlarda yazar-çizer ayrımı çok nettir. Yani her çizgi ro-

manın bir yazarı ve bir çizeri vardır. Bizdeyse yazar-çizer

(genelde) aynı kişidir. Yapılan işin getirisi çok az olduğu

için de bu iki işi çizer üstlenir. Elbette hem güzel yazıp hem

de güzel çizebilen yetenekli sanatçılarımız var ama ne olur-

sa olsun çizer, çiziminin detaylarıyla daha fazla ilgilenir-

ken yazar da çizgi romandaki konuları, panelleri ve di-

yalogları derinleştirip çizgi romanın kalitesini arttırmalı-

dır. Diğer herhangi bir işte olduğu gibi çizgi romanda da

gelişme önce tek taraflı uzmanlaşmakla başlar.

“Yeterli sayıda yerli çizgiroman üretilemiyor”

SORDUK SORUŞTURDUKYazar�m�z Salih Kurt

Bülent Arabac�o�lu ile...

Page 16: KITAP Aydınlıkzar’ın deyişiyle. Romanı yazarken puan top-layarak kazanıp kazanmadığımı düşün-düm. Sayfalar dolu yazıyorsunuz ve bir son-raki bölümü, hep bir sonraki

9 KASIM 2012 CUMA16 Aydınlık KİTAP

“Onu tekrar okumaya başlamak üzereyim, çünkü sadece bir kez okumak isteyeceğiniz bir öykü neye yarar ki?”

Bill Willingham

Konu Türkiye’de çizgi-romanın duru-

munu anlatmaya geldiğinde her zaman

içim burkuluyor. Bu duruma ilişkin gö-

rüşlerime, Haziran ayındaki (bkz. Aydın-

lık Gazetesi internet sitesi, Kitap Eki arşivi)

“Çizgilere ne oldu?” başlıklı yazımda bir

nebze de olsa değinmiştim. O nedenle so-

runlara, çözümlere, bu yazıda fazla de-

ğinmeyeceğim. Bu teşrih için, bütün so-

runları bu sayı için kusursuz şekilde dile ge-

tiren Marmara Çizgi’den İlke Keskin’in gö-

rüşlerine bir kez daha bakmanızı öneri-

yorum. Ek olarak, belki de nezaketten bir

türlü dile getirilemeyen, tıpkı bilim-kurgu,

fantastik-kurgu ve alternatif-kurgu eser-

lerinin de karşılaştığı gibi, çizgi-romanın da

(çizgi-romanda bu vurdumduymazlık had

safhalara ulaşıyor), yerli kitap eklerinde, ki-

tap mecmualarında hak ettiği yeterli yeri

bulamamasıdır. Çırpınış halinde çizgi-ro-

manları zaman zaman tanıtmama rağ-

men, içinde yüzlerce türü, akımı barındır-

dığı için, çizgi-romanın çeşitli yönlerini ta-

nımayan herkese çizgi-romanı kapsamlı

olarak bu sayfalardan anlatabilmek de

imkânsız bir görevdir. Çizgi-romanın ne-

den okunduğu veya neden okunması ge-

rektiğine dair bir yazı kaleme alacak olsa-

nız, işlenen türlerin ve konuların derinle-

mesine çokluğundan, üstelik bunların çiz-

gi-romanların dönemlere ayrılan kavram-

larının da işin içine dâhil olmasıyla çözü-

lemeyecek bir bulmacaya kavuşacaksınız.

O halde tıpkı kitap okumaya insanları

özendirmek için yapılan ve detayların içe-

risinde boğulan bütün çalışmaların an-

lamsızlığının benzerine düşmemek için, ya-

yınlanan eserlerden örneklerle bir şeyleri

yavaş yavaş açıklamaya çalışmak en güze-

lidir. Bu nedenle bu hafta, bana “bazen bir

çizgi-roman gelir ve çizgi-romanı neden

sevdiğinizi daha iyi anlarsınız,” dedirten bir

çizgi-romanı inceleyeceğiz. Marmara Çiz-

gi tarafından dilimize kazandırılan Jason

Lutes’un Berlin üçlemesinden bahsede-

ceğiz. Üçleme toplam 24 bölümden olu-

şuyor ve her kitap sekiz bölümü içeriyor.

Öykü devam etmekte olduğundan ve 24

bölüm henüz tamamlanmadığından şu an

sadece 2 kitabı (Taş Şehir – 1. Kitap ve Du-

man Şehir – 2. Kitap) raflarda bulunuyor.

1998 yılında başlayan ve yayıncı değişikli-

ğinin ardından günümüzde de devam

eden serinin dilimize tercümesini Seda Niğ-

bolu ve Emre Yavuz üstlenmiş. 1967 do-

ğumlu Amerikalı çizgi-romancı Jason Lu-

tes’un Berlin dışında henüz dilimize ka-

zandırılmamış Jar of Fools ve Houdini: The

Handcuff King isimli iki serisi daha bulu-

nuyor. Öyküleri ana olarak tarihi-kurgu ya-

pılarını barındırıyor.

Ç�ZG� ROMANDA DRAMAFAKTÖRÜBirbirlerine uyarlanan ve bir-

birlerini de aslında

bir bakıma besleyen

öykü anlatımına yö-

nelik sanat dalları-

nın, uyarlama bollu-

ğundan (bkz. tiyatro-

sinema-edebiyat-

çizgi-vb.) nefes alı-

nabildiğinde, bütün

bu dalların neden var

olduğuna ilişkin ipuç-

larına ulaşabiliriz. Her

biri sadece kendisinin

anlatabileceği öykü-

lere, imgelere ve söy-

lemlere sahip olduğu sürece varlıklarını sür-

dürebilirler ve var olma nedenleri de bu-

dur. Bütün dünya çizgi-romancılığını gü-

nümüzde de yakından takip edenlerin bil-

diği üzere kompleks drama yapılarını ve ha-

yat kesiti kurgularını çizgilerle başarıyla ak-

tarmanın pek çok güzel örneği bu-

lunmaktadır. (En bilinen güncel ör-

neklerden gitmek gerekirse, Craig

Thompson’ın “Blankets”ı, Fabio

Moon ve Gabriel Ba’nın “Daytrip-

per”ı, Steven T. Seagle’ın “It’s A

Bird”ü, Eddie Campbell’ın “The

Fate of The Artist”i, Marjane Sat-

rapi’nin “Persepolis”i (Minima Ya-

yıncılık) gibi sayısız örnek gösteri-

lebilir). Bu eşsiz örneklerin, işlenen

ana konular pek çok sanat dalında

ele alınabilecek olmasına rağmen,

öyküyü anlatım ve sunum formu dü-

şünüldüğünde, sadece çizgilerin an-

latacağı ve imgeleyebileceği şeyleri

(bkz. örtüşme, donukluk, hayattaki

hareket, düzlem, total ve düşey bak-

ma, çok seslilik, tekilleştirme vb.) ele

aldıklarını görürüz. Berlin’de sura-

tınıza çarpan detaylarının başında da

bu gelir. 1920’lerin sonundan

1930’ların başlangıcına kadar süren kur-

gusunda, Nazi Partisi yönetimi ele geçirip

tamamen değiştirmeden önceki Alman-

ya’nın Weimar Cumhuriyeti (Weimarer

Republik) döneminde Berlin’i fon alır. Gi-

derek kararan geleceklerinin içerisindeki

Alman halkının, çatışmalarını, ümitlerini,

çırpınışlarını, sanışlarını, kaçışlarını, kısa-

ca insan hayatına ve işleyişine dair yönle-

rini ele alır. Kurgusunda pek çok karakterin

izini sürer, bunların arasında Marksist bir

gazeteci, büyük bir şehre göç eden bir gü-

zel sanatlar öğrencisi, bir gece kulübü

şarkıcısı, politikayla dağılmış bir aile, bir po-

lis, bir Yahudi serseri, yüksek sosyete, bir

eşcinsel ve hem faşist hem de komünist ka-

nattan bir dolu siyasi radikal bulunur.

Berlin üzerindeki çatışma, buluşma, endişe

ve ümitler, karakterlerin iç-içe geçen örgüsü

ile kaplıdır. Her temas rahatlıkla ayrı ayrı

incelenebilir ve sonucunda taştan, gittikçe

yabancılaşan, sorunları büyüyen bir şehre

dönüşür. Berlin kimi zaman korkutucu,

gözleri hata yapmanızı bekleyen bir ka-

ranlıklar silsilesiyken, bir yandan çat-

laklarından çiçeklerin de yetiştiği

yarı çirkinlikler yarı güzellikler şeh-

rine bürünür. Oluşturulan bu silu-

et, karakterlerinin gölgesinde de

varlığını sürdürür. Öykünün işleyi-

şinde dikkat çeken unsurlardan

bir diğeri, Lutes’un kurgusunun dar

açıdan geniş bir açıya, son derece

bireysel ve kişisel olandan genel

olana nasıl aniden geçebildiğidir.

Elbette konusu totalde insan olan

bir öyküde bu geçişlerin kur-

gu hileleriyle ve alt

metinlerle rahat-

lıkla başarılabile-

cek olduğunu biliyoruz. Fa-

kat aradaki kurgu işleyiş sü-

resini göz önüne alırsanız, bu

geçişin ve bireyden genele ya-

yılışın, aynı şekilde metafor

kullanımının hiçbir romanda

bu zamanlama basamağıyla

başarılamayacağını görürüz.

Burada kurgunun sadece me-

tinden değil, çizgilerin, harf-

lerin bittiği yerde devreye gi-

rip nasıl ustalıkla yerleştirile-

rek bütünleştirici rol aldığını gözlemleriz.

Örneklemek gerekirse, tamamı siyah be-

yaz yaratılan Berlin’i okurken küçük bir ah-

maklık anı kahkahaya, gülümseme hali

kahkahaya bireysel katılıma, ısrar eden gü-

lümseme tanışmaya, tanışma bir anda

kendine acımaya, ardından çemberin dı-

şında kalmaya ve toplumsal yalnızlığa sa-

dece bir sayfanın içinde dönüşebilir.

GÖZLEM GÜCÜNÜN DETAYIYAKALAMASIComic Book Resources’ın yaptığı röpor-

tajda Jason Lutes, hikâyesinin fonunu ve

planını oluşturma aşaması, tarihi ve mekâna

ait gerçekler üzerine araştırmaları için

özetle şunları anlatır: “Daha önce Weimar

dönemi ve Almanya hakkında bilgim hiç

yoktu. Amerikan liselerinde eğitim aldım

ve gördüğüm tarih dersleri berbattı. 2.

Dünya Savaşı hakkında aldığım derste,

öğretmenin ilk yaptığı bir video kaseti

koymak oldu. Karşılaştığım ilk görüntü bul-

dozerlerin bir çukura cesetleri yığmasıydı.

Daha sonra sanat okuluna gittiğimde bü-

tün bunların ne anlama geldiğini düşün-

meye ve araştırmaya başladım. Weimar dö-

nemi Nazilerin yükselişinin gölgesinde ka-

lıyordu. Alman halkına yönlendirilen düş-

manlık ve şeytani ağırlığa karşın Alman hal-

kının o dönemdeki insani boyutuna karşı bir

farklı görüş sunmak istedim. Birilerine

parmağını doğrulttuğunuz ve suçladığınız

sürece, küçük şekilde de olsa onlarla aynı

şekilde davrandığınızın far-

kına varmazsınız. Detaylar

üzerinde oldukça araştır-

mam oldu, zaman içerisinde

bazı düzeltmelere gittim.

Kitabım Almanya’da yayın-

lanacağı zaman Alman-

ya’daki yayıncı bu detayları

titizlikle inceledi, bir tren is-

tasyonun adının tamamen

yanlış olduğunu fark etti.

Almanya versiyonu için o

kısmı yeniden düzelterek

çizip yolladım. İlk yedi bö-

lümü yapıncaya kadar Al-

manya’ya gitmedim. Daha

sonra Berlin’i ziyaret ettiğimde, çalışmamın

işe yaradığını ve şehrin ruhunu yakalaya-

bildiğimi fark ettim. Edindiğim en büyük

duygusal reaksiyon tam bir ‘alçakgönüllü-

lük’. Bunu tam olarak yakalayıp yansıt-

mamın hiçbir yolu yok.”

Berlin üçlemesinin 1. ve 2. kitapları, Taş

Şehir ve Duman Şehir, çizgi-romanda ta-

rihi kurguyu, çoklu karakter yapısını ve el-

bette işlediği tarihi ve insani konuları keş-

fetmeniz için sizleri bekliyor. Önümüzde-

ki hafta görüşmek dileğiyle…

(Jason Lutes, Berlin – 1. Kitap TaşŞehir, Berlin 2. Kitap Duman Şehir,

Marmara Çizgi, Çev: Seda Niğbolu veEmre Yavuz, 2 cilt toplam 417 s.)

M. SALİH [email protected]

Jason Lutes

Bazen bir çizgi-roman gelir ve...

BABİL BALIĞI

Page 17: KITAP Aydınlıkzar’ın deyişiyle. Romanı yazarken puan top-layarak kazanıp kazanmadığımı düşün-düm. Sayfalar dolu yazıyorsunuz ve bir son-raki bölümü, hep bir sonraki

9 KASIM 2012 CUMA 17Aydınlık KİTAPARAKABLO

Cengiz Gündoğdu’yla o kallavi

“Estetik Kalkışma” kitabı (İnsancıl

Y., 2012) üstüne söyleşirken, söz

dolaşıp Ahmet Hamdi Tanpınar’a

geldiğinde, onu doğru “açıklama ve

anlama” konusunda ısrarlı davran-

mamı şöyle takdir etti: “Sol, birta-

kım yanlışlar ve özensiz tavırlarla

geçmişte kimi değerleri küstürdü.

Onları ısrarla sahiplenmek gerek.

Kemal Tahir yazıların da önemli...”

Kemal Tahir, Rousseau ve Tanpı-

nar üstüne yazdıklarımın uyandır-

dığı tepkilere bakılırsa, geçmişin ye-

niden değerlendirilmesinde cesur

çıkışlar yaygın bir beklenti... Ge-

leceğe sağlam bir geçmiş bilgisi ve

bilinciyle yönelmek, nicedir genel

bir tavır olarak ortaya çıkıyor.

Bunları düşünürken 20. yy’ın

ünlü tarih, zaman ve anlatı felsefe-

cisi Ricoeur’ün kendi çocukluğu için

söylediklerini anımsadım: Bir ya-

şındayken annesini, iki yaşındayken

savaştaki babasını yitiriyor (1915).

Babasının ölüsü ta 1932’de bulu-

nuyor. Cesedin kimliği, üstündeki

çelik künyeden okunuyor. Baba-

sından ona tek şey kalmıştır: Di-

zinde otururken çekilmiş fotoğraf...

Ricoer (1913 - 2005) yaşlandığın-

da da babasını askerlik çağında bir

delikanlı olarak anımsıyor hep...

Yani hep oğul yaşında bir babadır

gözünde canlandırdığı... Anne

baba diye seslenmenin anlamını,

gerçek içeriğini de kendi çocuklarıyla,

onların algılayışlarıyla duyumsayıp

kavrıyor.

TANPINAR’INÜSTLEND��� ��MD�Şuraya gelmek istiyorum: Bireysel

olarak yaşanan “böyle bir soy kü-

tüğü yapısının hem son derece ta-

şıyıcı hem de son derece travmatik

olduğu kuşku götürmez.” diyor

filozof. Çünkü burada, gelecekte

tanımını bulacak bir durum ya-

şanmıştır. Bu, aynı zamanda ola-

ğanüstü bir duygu yoğunluğu ve

derinliğine yaşanmış bir gerçeklik

yüklüdür. “Açıklama ve anlama”

kavramlarını birbirinden ayrı ele al-

maksızın tarihi yorumlayan düşünür,

sanki bu noktaya, kendi yaşam de-

neyiminden gelmiş gibidir.

Modern dünyanın ideolojisini,

“Kilisenin zamanı ile tüccarların za-

manı arasındaki çatışma”nın hazır-

ladığını saptayan Ricoer, “Tarih, uz-

laştırılamaz bakış açıları arasında

bir savaş alanı olarak kalmaya mah-

kûm değildir” vargısıyla, günümüz in-

sanını, “eleştirel bir çoğulculuk” an-

layışının kapısında bırakır (Cogito /

YKY, Paul Ricoeur özel sayısı, S: 56,

2008, s. 110, 30, 43; ayrıca: P. Rico-

eur, Tarih ve Anlatı, çev.: Mehmet

Rifat, YKY, Nisan 2009).

Tekil kişi zamanıyla çoğul kişi za-

manı arasındaki çakışmayı, geçmiş ve

gelecek arasındaki yönlendirici ters

dönüşü, özne olarak “Tanpınar ve

Türk toplumu” ilişkisinde yakalaya-

biliyoruz. Burada herhangi bir açık-

lama boşluğu ve anlama sıkıntısına

karşı önlem olarak Ricoeur’den bir-

kaç saptamayı daha almakta yarar

var. Şair ve tarihçinin gerçeklik önün-

deki duruşunu belirlerken, düşü-

nür, bizi N. Frye üzerinden Aristo-

teles’e gönderiyor: “Şair bir birleş-

tirme biçiminden hareket ederek, ta-

rihçiyse bir birleştirme biçimi doğ-

rultusunda çalışır.” (Tarih ve Anla-

tı, s. 126) Daha ilerde bu ikisi ara-

sındaki benzeşim ve ayrım yeniden

tanımlanır: “Şair biçimden hareket

eder, tarihçi biçime doğru yönelir.

Biri üretir, öbürüyse kanıtlar. Tarihçi

kanıtlar, çünkü başka türlü de açık-

lama yapılabileceğini bilir.” (s. 164)

Tarih, kanıtlarını geçmişten de-

ğil, gelecekten edinir. Şiir ya da sa-

natsal anlatı, geçmişi ve geleceği

şimdide, yani somut olanda yakalar.

Bu da, yaratıcı özneye, geleceği geç-

mişteki köklerine ve bugündeki akı-

şına göre tasarımlamayı zorunlu kı-

lar. Tanpınar, kendini gelecek ve

geçmişin çatışma alanındaki arake-

site yerleştiren özne olarak, gelece-

ği tasarımlamak yerine, geleceğin

geçmişten gereksinmesi olası un-

surları ona biriktirmeyi üstlenir. Üs-

telik tam da “bir medeniyet krizinin

ortasında”... Başka deyişle Tanpınar,

şimdinin anlatımına, Osmanlı’da za-

manın cami ve tüccar arasındaki

karşıtlık üzerinde evriminden değil,

tarihsel zorunlukla, bir “uygarlık ça-

tışmasının odağından” yönelir.

Toplum, geleceği, kendi tarihsel

özyapısının zorlamasından çok, baş-

ka bir uygarlıkla karşılaştığında ya-

şadığı sıkışmadan ötürü teslim oluş

mantığıyla karşılar: Birden olmaz;

sindirerek, yavaş yavaş... Bu, ülke-

mizde sağcı düşüncenin, gitgide,

“hem ağlarım hem giderim” tutu-

muyla emperyalizme teslim oluşuna

bitişir. Dahası, II. Abdülhamit’ten

beri, camiyle tüccar arasındaki ça-

tışmayı Batı’yla uzlaşma sürecine

taşıyarak gerçekleştirilen bir teslim

oluş yaşanır: Teknoloji Batı’dan gel-

sin ama değerlerimiz bizden olsun!

İyi de sen Batı’dan dibine kadar

borçlanarak aldığını dinsel değerle-

rinle ödeyemiyorsun ki! Ama o, seni

daha çok teslim almak üzere, en ka-

ranlık ve yobaz dinsel değerlerde bo-

ğulman için, Tanpınar’ın dediği gibi,

XVII. yy’a geri gönderiyor...

TANPINAR’IN ASILKAYNA�I Tanpınar’ın ufkundaki zaman ve uy-

garlık örtüşmesinin evrimsel açılımı,

geçmişi bugünün kurulup gelece-

ğin yapılması sürecinde ve iş sırasında

özümseyerek oluşur. Tarihin Ba-

tı’yla karşılaşmamızdan beri yığdığı

kanıtlarla şimdi daha kolay tartışa-

bildiğimiz meseleyi o daha 60 yıl önce

şöyle koymuştu:

“Bizim için asıl olan miras, ne

mazidedir, ne de Garp’tadır; önü-

müzde çözülmemiş bir yumak gibi

duran hayatımızdadır. Onu yakala-

dığımız, onun meseleleri üzerinde

durduğumuz, onlarla yoğrulduğu-

muz, bu meseleleri fikir hayatımızın

yol uğrakları gibi değil, temeli olarak

kabul ettiğimiz zaman, tarihin ve hu-

susi coğrafyamızın bize yüklediği

büyük role erişeceğiz. O zaman ‘de-

vam’ın zinciri tekrar içimizde bağ-

lanacak ve bu çehreyi teşkil eden ha-

yat çerçevesi ile kendimize layık yeri

alacağız. Birbirini anlamayan iki âle-

min ortasında, bir düğüm noktasın-

da yaşamış olmanın bize yüklediği

zahmetler, o zaman gerçek ve ön saf-

ta hayatın nimetleriyle ödenecektir.”

(Yaşadığım Gibi, Dergâh Y., 1970)

Nitekim Aydınlık Kitap’ta iki

yazısından yayımladığımız pasajlar-

da (19.10.12 ve 02.11.12), Demokrat

Parti’nin ülkeye verdiği zararı bütün

çıplaklığıyla, sözünü esirgemeksi-

zin, tam bir Cumhuriyet savaşçısı üs-

lubuyla dile getirdiği apaçık görülü-

yor. O kendini gelenekçi ve tutucu bir

siyasal görüşle sınırlamamışken, sa-

ğın ve solun bu konuda söz birliği et-

mesi son derece şaşırtıcıdır. Yazıla-

rına gelen tepkiler arasında son de-

rece düşündürücü olanlardan biri de

Prof. Dr. Coşkun Özdemir’inki: “Ay-

dınlık Kitap ekinde Tanpınar ve DP

yazınızı ilgi ile okudum. Doğrusu, çok

ilginç. ... Ama bir ricam var: Bu ya-

zıları DP övücülerine ve özellikle

TAHA AKYOL ve MEHMET ME-

TİNER’e gönderin. Sağcıların da çok

tuttuğu bir ünlü yazar düşünür ne di-

yor, öğrensinler.”

Sağın onu sahiplenip siyasal dü-

şüncesinden koparma tutumu içinde

olması elbette yanlış; iyi de solun onu

hakkınca tanıyıp değerlendirmeme-

si çok mu doğru ya da tutarlı bir dav-

ranış? Sol adına hiçbir özeleştiriye gi-

rişmeksizin hemen sağı uyarma eği-

limine kapılmak çok mu sağlıklı...

Hem zaten Tanpınar’ın kendisi bu

konuda yeterince uyarıcı olmuş: “Ta-

rih, Atatürk’le başlayan ve İnönü’yle

devam eden devrin hakiki değerini

çoktan kaydetmiştir. Tohum topra-

ğa düşmüş, çürümüş ve yeşermiştir.

Gelecekteki Türkiye’nin önüne hiç-

bir kuvvet geçemez.” Peki sol, bu de-

ğerlendirme sonrasında üstüne dü-

şeni ne kadar başarmış? Tarihsel bi-

rikimi üstlenme yeteneği açısından,

kanımca asıl yanıtlanması gereken

soru bu!

Peki sol ne kadar doğruanlıyor Tanpınar’ı?

[email protected]

SEYY�T NEZ�R

“Bizim için as�l olan miras, ne mazidedir, ne de Garp’tad�r;önümüzde çözülmemi� bir yumak gibi duran hayat�m�zdad�r.”

Page 18: KITAP Aydınlıkzar’ın deyişiyle. Romanı yazarken puan top-layarak kazanıp kazanmadığımı düşün-düm. Sayfalar dolu yazıyorsunuz ve bir son-raki bölümü, hep bir sonraki

9 KASIM 2012 CUMA18 Aydınlık KİTAP YENİ ÇIKANLAR

Üzüntülerimin Karak���

İkinci Dünya Savaşı’nda yükselen

Hitler faşizmi, savaş başlarken farklı

saflarda yer alan üç büyük devletin yö-

neticilerini bir araya gelmeye zorlar.

SSCB, ABD ve Britanya’nın devlet baş-

kanları Kasım 1943’te Tahran’da bulu-

şur ve dört gün boyunca savaşın kaderini

değiştirmek için görüşürler. Konferans,

bu üç liderin bütün farklılıklarına rağmen

bir uzlaşma zemini bularak savaşın gi-

dişini değiştirmeleri için kapıları açar.

Türkiye konferansta doğrudan yer almaz.

Türkiye ile ilgili tartışmalar konferansın

açılışında da, sonunda da önemli yer tu-

tar. Tahran’da Stalin’in tercümanlığını ya-

pan Valentin Berojkov’un tanıklıkları,

İkinci Dünya Savaşı’nın seyrindeki de-

ğişimin arka planını ve savaş boyunca

Türkiye’nin taşıdığı kilit önemi gözler

önüne seriyor...

Tahran 1943

Amerika’dan Güney Afrika’ya dönen

ve yeni demokrasi karşısında hayal kı-

rıklığına uğrayan, yeni tanıştığı ve erken

kaybettiği bir kadını ararken yolu ülkenin

diğer ucundaki bir köye düşen Cama-

gu’nun hikâyesi. Yüz elli yıl önce Xhosa

halkına sığırlarını kesip ekinlerini yak-

maları telkininde bulunan genç kadın pey-

gamberlerin, peygamberlere inananların

ve inanmayanlarn hikâyesi. Yüz elli yıl

sonra devam eden düşmanlığın, kıtlık kar-

şısında çaresizleşmiş bir halkın hikâyesi.

Afrika edebiyatının en önemli isimlerin-

den biri olan Zakes Mda’nın en önemli

eserleri arasında gösterilen “Kızıllığın Kal-

bi”, güçlü örgüsüyle Güney Afrika’nın ya-

kın tarihine değinirken aynı zamanda ne-

redeyse iki asır öncesinin tarihsel olay-

larına ve bugüne yansımalarına da ede-

bi bir dille ışık tutuyor.

K�z�ll���n Kalbi

Dışadönüklük, muazzam cazip

bir kişilik tarzı ama bunu ayak uy-

durmak zorunda hissettiğimiz baskıcı

bir standarda dönüştürdük.

Oysa sakinler olmasaydı dünya-

nın nelerden mahrum kalacağına

bir bakın: Yerçekimi teorisi, izafiyet

teorisi, Chopin’in noktürnleri, Pro-

ust’un “Kayıp Zamanın İzinde”si, Pe-

ter Pan, “1984” ve “Hayvan Çiftliği”,

Charlie Brown, E.T., Google, “Harry

Potter”.

Bu eserler ve bu fikirler yaratı-

cılarının sakinliğine rağmen değil, sa-

kinlikleri sayesinde hayat bulabili-

yorlar. Yüzeyselliğin yüceltildiği bir

çağda derinliğin sığınaklarına hücum

edenler, önyargılarını kırıp sakinliğe

adım atıyorlar. Karanlık bölgeye ge-

çebilecek cesaretiniz var mı?

Sakinler De Kazan�r

Goethe, Hegel, Nietzsche, Marx,

Freud, Einstein ve daha nice büyük

düşünür, Spinoza’nın hazırladığı en-

telektüel iklimde yetişti. Onlar, Spi-

noza’nın etkisinin açıkça görüldüğü

yapıt ve kuramlarıyla, dünyaya ba-

kışımızı değiştirdiler.

Bu kitapta Moris Fransez, Spi-

noza’nın “Etika” adlı başyapıtında

ortaya koyduğu etik felsefesini açık

ve net bir dille çözümlüyor.

Ayrıca, Spinoza’nın modern dü-

şünce üzerindeki etkisini, alışılmış

akademik yaklaşımlardan çok fark-

lı bir bakış açısıyla irdeliyor. Bir

yandan da, “Filozof Okuyucu”ya

Spinoza düşüncesinin, Budacılık ve

Taoculuk gibi, bir iyi yaşama arayı-

şı, bir iç özgürlük yolu olduğunu gös-

teriyor.

Spinoza’n�n Tao’su

Jim tekrar Roy’un yanına oturup

onu seyretti. Hâlâ aynıydı, tamamen

aynı. Biraz öteye fırlayan 44’lük Mag-

num’u eline aldı. Namluyu kendi ka-

fasına dayadı, fakat indirip manyak gibi

gülmeye başladı. “Kendini öldüremi-

yorsun bile” dedi kendi kendine yük-

sek sesle. Sadece kendini öldürme

oyunu oynuyorsun. Önündeki elli yıl

boyunca ayık kalıp her dakika bunu dü-

şüneceksin. Senin payına düşen bu. Ha-

yatta herkesin payına düşen acı vardır.

Ölüm başı çeker. Hele insanın yaşamına

farklı bir yoldan girdiyse... İntihar eden

babaya duyulan özlem, sadece öfke

duygusuyla bastırılabilir. Ne hesap so-

rulabilir ona, ne de anlamaya çalışılır.

Ama gün gelir, yazar, alıp kalemi eline

bedel ödetir bırakıp gidene; altından

kalkamayacağı bir acı yükleyerek...

Bir �ntihar Efsanesi

“Her ne düşünüyorsak oyuz. Her

ne olursak düşüncelerimizle oluruz.

Düşüncelerimizle dünyayı kurarız.

Kim ki saf düşünceyle konuşmaz veya

hareket etmez, arabayı çeken öküzün

ayak izlerini takip etmesi gibi teker-

lerin, takip eder onu ıstırap.”

“Doğu Bilgeliği Dizisi”, Doğu öğ-

retileri üzerine yazılmış inceleme, araş-

tırma ve yorumların yer verildiği, bir

yandan da çevirisi mümkün olduğu öl-

çüde bu öğretilerin yer aldığı kaynak

metinlerin çevirilerinin yayınlandığı

bir dizi olacak. Bu ilk kitap ise, bir gi-

riş kitabı olarak aynı zamanda, bu öğ-

retilerin anlaşılmasında dikkat edilecek

hususları toplu olarak ele aldığından

ötürü dizinin bütün kitapları için istifade

edilebilecek bir kılavuz kitap.

Do�u Bilgeli�i

Zülfü Livaneli, Vatan gazetesin-

deki köşesinde çok zevk aldığı, ha-

yatını adadığı edebiyat konusunda

görüşlerini paylaşmak ve özellikle de

“yüreğini kanatlandıran sözlere sev-

dalanmış” yazar adaylarına faydalı ol-

mak için “Edebiyat Notları” yazma-

ya başlamıştı. Don Kişot’tan Kara-

caoğlan’a, Tolstoy’dan Yaşar Ke-

mal’e, Güneş-Dil Teorisi’nden Nâzım

Hikmet’e, film müziklerinden @ işa-

retine kadar pek çok kişi ve konuya

değinen bu yazılar kısa sürede büyük

ilgi gördü, sadık bir okur kitlesi oluş-

turdu. “Edebiyat Mutluluktur”da bu

yazılardan ince elenip sık dokunarak

seçilmiş yazıları ve Livaneli’nin “Be-

nim Gözümden Yaşar Kemal” ve

“Edebiyat Üzerine” başlıklı iki ko-

nuşmasını bulacaksınız.

Edebiyat Mutluluktur

David Vann, Can Yay�nlar�,Çev: Esra Birkan, 240 s.

Ahmet Türkay,Kora Yay�n, 112 s.

Ahmet Türkay, “Üzüntülerimin Ka-

rakışı” kitabındaki öykülerde ağırlıklı

olarak hem Bulgaristan Türklerinin asi-

milasyon dönemindeki çilesini, hem de

Türkiye’de yaşadıkları sıkıntılarını dile

getirmektedir. Yorumlamaya çalıştığı

çok sayıda olay arasında, dozerle mes-

cit yıkma görevini yerine getirmek yeri-

ne intiharı tercih eden Vedat, büyük

emek ve sıkıntılarla biriktirdiği parası-

nı İstanbul’daki bir emlakçıya kaptıran,

sonra da üzüntüsüyle barışmaktan baş-

ka çaresi olmayan “Öptü Üzüntünün

Elini”nin anlatıcısı, dikkatleri çekmek-

tedir. Yazarın öykü yapısıyla ilgili anla-

yışı, kısa ama yoğun anlatımında, konuya

doğrudan girme cesaretinde kendini

gösteriyor. Yazar, Türkçenin tüm gücü-

nü ve büyüsünü öykülerine taşıyarak sı-

radanı sıradışı yapmayı başarıyor.

Zakes Mda, Ayr�nt� Yay�nlar�,Çev: Gül Korkmaz, 288 s.

Zülfü Livaneli,Do�an Kitap, 224 s.

Valentin Berojkov, �� Bankas� KültürYay�nlar�, Çev: Hasan Ali Ediz, 164 s.

Susan Cain, Optimist Yay�nDa��t�m, Çev: �dil Çetin, 415 s.

Moris Fransez, Kabalc�Yay�nevi, 368 s.

A. Coomaraswamy, R. Guenon,S. Dasgupta, Say Yay�nlar�,

Çev: Ahmet Aydo�an, 152 s.

Page 19: KITAP Aydınlıkzar’ın deyişiyle. Romanı yazarken puan top-layarak kazanıp kazanmadığımı düşün-düm. Sayfalar dolu yazıyorsunuz ve bir son-raki bölümü, hep bir sonraki

Gece Dersleri

Bir kazının fotoromanı...

Yapı Kredi Kültür Merkezi, 12

Ekim - 30 Kasım 2012 tarihleri arasın-

da Hitit kazılarının 100 yılı aşkın öykü-

süne ev sahipliği yapıyor. “Hattuşa’da

106 Yıl” sergisi, 1906 yılından günü-

müze, Hititlerin Başkenti Hattuşa’da ya-

pılan arkeolojik kazıların şu ana kadar

yayımlanmamış fotoğraflarını görmek

isteyenleri bekliyor. Yaklaşık bir yıl

önce Alman Arkeoloji Enstitüsü ar-

keologlarının ve kazı başkanlarının tüm

dünyadaki arşiv taramasıyla başlayan

sergi, 1906’dan 2012 yılına kadar Hitit-

ler’in başkenti Hattuşa’da yapılan ar-

keolojik kazıların dönemlerine göre

adeta tarihsel, etnografik ve sosyolojik

bir fotoromanını ortaya koyuyor.

Hattu�a’da 106 Y�l HititKaz�lar�n�n Foto�raflarla

Öyküsü

Osmanlı Devleti’nin Rumeli’deki

hâkimiyetinin sürdüğü yıllarda, on ya-

şındayken ailesi tarafından tahsil gör-

mesi için İstanbul’a gönderilen Hasan,

18 yıl sonra baba ocağına geri döndü-

ğünde memleketi, bağımsızlığını ilan

eden Bulgaristan Krallığı’nın sınırları

içerisinde kalmıştır. “Savaş ve Ayrılık”

romanında bir ailenin çalkantılarla

dolu hikâyesi anlatılırken, Rumeli’nin

tarihini etkileyen önemli olaylar da

ele alınıyor. 31 Mart Vakası’ndan son-

ra meydana gelen süreçte Balkan Sa-

vaşları, esaret, Moldova’daki esir kamp-

ları, 1. Dünya Savaşı, Rumeli’den İs-

tanbul ve Anadolu’ya yapılan göçler, ku-

rulan yeni hayatlar romanın arka kat-

manlarında yer alıyor.

Atina yakınlarındaki Eleusis tapı-

nağı, yaklaşık iki bin yıllık mazisi olan

bir gizem kültünün merkeziydi ve men-

supları dünyanın dört bir yanından bu-

raya akıyordu. Kerenyi, Eleusis gizem-

lerini sadece Yunan miti bakış açısından

değil, insan tabiatı bakımından incele-

mektedir. Kerenyi’ye göre, her yıl güz ay-

larında Demeter’in kaçırılan kızı Per-

sephone’yi arayışını temel alan antik mit

çerçevesinde düzenlenen geleneksel

Eleusis törenleri, sadece kadının ol-

gunlaşma arayışıyla eşdeğer değildi;

Eleusis törenleri her insanın kimlik

arayışını simgeleyen bir olguydu. Bu tö-

renlerin içeriğini inceleyen Kerenyi,

arkeolojik bulguları, sanatsal objeleri ve

dinler tarihini de göz önüne almakta ve

diğer uygarlıkların mitolojileriyle pek

çok ortaklıklar kurmaktadır.

Eleusis

Carl Kerenyi, Pinhan Yay�nc�l�k,Çev: Tüba Bayraktar Ya�ar, 264 s.

Latife Tekin,�leti�im Yay�nevi, 191 s.

“Vicdan azabıyla zehirledim ciğerle-

rimi. Yüce sınıfından nefret eden kötü bir

evlat olduğum için.. Ne acıklı bir çocuk-

luk, iç kanaması dindirilemeyen senin kü-

çük kızınınki.. Suçluluk duygusuna nasıl

da kaptırdım yüreğimi.. ‘Ah devrim tan-

rıları, kurtların önüne atılmaya razıyım,

bağışlayan siz olun..’” Latife Tekin’in

çok tartışılan romanı olan “Gece Dersleri”

devrimi, yoksulluğu, yeraltını, parçalan-

mışlığı, kadınlığı ele alıyor. Politik örgüt

içerisinde birey olarak kendisini bulma-

ya çalışan Gülfidan’ın hikâyesini anlatı-

yor. Devrimci çevrenin ruhunda açtığı ge-

dikten kurtulmaya çabalayan, çabala-

dıkça dibe savrulan taze bir ruhun izini sü-

rüyor. Zengin bir teknikle ve sarsıcı bir üs-

lupla ilerleyen romanı, en iyi kahramanın

ağzından dökülen cümle özetliyor: “Ah

hayatım, hiç benim olmadın.”

Kolektif,Yap� Kredi Yay�nlar�, 240 s. Ramis �nar,

Truva Yay�nlar�, 248 s.

Balkan Sava�lar�’n�n100. Y�l�nda, Sava� ve

Göçün Roman�Sava� ve Ayr�l�k

19Aydınlık KİTAP

Page 20: KITAP Aydınlıkzar’ın deyişiyle. Romanı yazarken puan top-layarak kazanıp kazanmadığımı düşün-düm. Sayfalar dolu yazıyorsunuz ve bir son-raki bölümü, hep bir sonraki

Yarattığımız canavarlar

Filiz Özdem’in “Afrika Masalları”,

“Binbir Gece Masalları”, “Dede Korkut Hi-

kâyeleri”, “İlyada” ve “Odysseia”, “Ja-

ponya’dan Hayalet Öyküleri”, “Keloğlan

Masalları” gibi kaynaklardan derleyip ha-

zırladığı “Ejderler”i okudum bu hafta. Ef-

saneler ve masallardan yola çıkarak “kor-

ku” başta olmak üzere insanlık tarihinde-

ki en eski duygulara de-

ğinmiş Filiz Özdem bu ki-

tabında.

Bulut yiyen canavarla

başlayıp Ramapo Ejder-

hası’yla biten bu masalla-

rın kahramanları tanrılar,

canavarlar, ejderhalar, dev-

ler, gulyabaniler ve insan-

lar. Bu kahramanların her

biri bir duygunun, söylemin

ve eylemin sembolü. Yal-

nızlık, unutmak, hırs, di-

renç, dostluk ve düşmanlık,

yasaklar ve meraklar, mer-

hamet, hayal kırıklıkları,

iktidar ve savaş oyunları.

YARATTI�IMIZ CANAVARLARIÖLDÜRÜYORUZBir masalın sonunda yaptığı açıklamada

şöyle diyor Filiz Özdem: “İnsanoğlunun

kahramanlığı, zaferi ve gücü anlatma dili,

hep birilerinin öldürülmesi üzerine kurul-

muş. Önce alt edilecek bir düşman yaratılı-

yor, bu çoğunlukla insanüstü bir varlık olu-

yor. Dolayısıyla kolayca ‘öteki’, bizden baş-

ka bir varlık olarak niteleniyor düşman. Son-

ra da bu düşman öldürülerek ‘fena bir var-

lık’tan kurtulmuş olunuyor.” Siyasetten ede-

biyata her alanda karşılaştığımız bu eylemi

“Yabancılar, Tanrılar ve Canavarlar” kita-

bında derinlemesine inceleyen Richard Ke-

arney, canavarların sadece mit veya fanta-

ziden ibaret olmadığını, kültürel bilinçaltı-

mızın dışa yansıması olduğunu söylüyordu.

Kearney’e göre Antik Yunan için “bar-

bar”, emperyal Avrupa için “yaban” yakış-

tırmalarında bulunmamız kendi kimliğimi-

zi nasıl tanımladığımızı gösteriyor. İnsanlar,

alenen sergileyemedikleri canavarca yönle-

rini yarattıkları canavara ak-

tararak yok ediyorlar.

Kitaptaki çizimler en az

efsaneler kadar etkileyici.

Aysu Koçak'ın karakalem çi-

zimleri insanın içini ürperti-

yor, çizgileri korku ve fanta-

zi tutkunlarını tatmin edebi-

lecek kadar başarılı. Devrim

Erbil Atölyesi'nden mezun

olduktan sonra kişisel sergi-

ler açan, birçok karma ser-

giye katılan Aysu Koçak, Fi-

liz Özdem’in “Yeryüzünden

Binbir Efsane / Bakır Dağ-

lar, Kör Kuyular, Büyülü

Kuşlar” isimli kitabını da

resimlendirmiş. Kitabı okumadan önce re-

simlere göz gezdirirken, sahilde ejderha

benzeri dev bir adama sarılan kadını görünce

merak edip bu masaldan başlamıştım. Ev-

lerine zenginlik getiren inciyi komşuları el-

lerinden almasın diye ağzına atıp yutan bir

çocuğun annesinin gözü önünde ejderhaya

dönüşmeye başlamasının resmiymiş meğer.

Her masalın sonunda açıklamalar yapan Fi-

liz Özdem bu masalın sonunda da şöyle de-

miş: “İçimizde sakladığımız her şey ölümcül

bir inciye dönüşebilir.”

İyi okumalar diliyoruz.

(Ejderler, Ecinniler, Gulyabaniler veCümle Yaratık, Filiz Özdem,Yapı Kredi Yayınları, 144 s.)

20 Aydınlık KİTAP

İREM HALIÇ[email protected]

“�nsano�lunun kahramanl���, zaferi ve gücü anlatma dili,hep birilerinin öldürülmesi üzerine kurulmu�. Önce altedilecek bir dü�man yarat�l�yor, sonra da bu dü�manöldürülerek ‘fena bir varl�k’tan kurtulmu� olunuyor”

Tudem Edebiyat ÖdülleriTUDEM Edebiyat Ödülleri ilk kez dü-

zenlendiği 2003 yılından beri dikkatleri

üzerine çeken bir organizasyondur. Her yıl,

duyurulmaya başlandığı Kasım ayından bi-

tiş tarihi olan Ağustos ayına kadar mer-

kezimize yüzlerce dosya gönderilmektedir.

Her yıl farklı dallarda düzenlenen yarış-

manın jüri üyeleri de alanlarında tanınmış

kişilerden oluşmaktadır. Şimdiye kadar ro-

man, hikâye, resimli kitap, oyun, masal ve

şiir dalında binlerce dosya elimize ulaştı.

Amatör yazarları da profesyonel ya-

zarlar gibi dünya edebiyatına tanıtmak bi-

zim için büyük bir gurur olduğundan

hem profesyonel hem de amatör yazarlar

yarışmamıza katılabilmektedirler. Dos-

yaların belirlenmesi çok uzun bir süreçten

geçmektedir. TUDEM Edebiyat Ödülle-

ri gerek Türkiye’de gerek dünyada bilinen

ve takip edilen, önemli bir yarışmadır. Bu

nedenle, kazanan dosyalar, TUDEM Ki-

taplığı’nda ve Dünya Edebiyatı’nda önem-

li bir role sahiptir.

2011 yılında “Roman Yazın” adıyla açı-

lan roman yarışmasında İlk üçe giren ro-

manlar okuruyla buluştu bile: 2011 Tudem

Edebiyat Ödülü “Roman Yazın” Yarış-

masının

1. si Almarpa’nın Gizemi ile

Koray Avcı Çakman,

2. si Tapınağın Sırrı ile Zehra Tapunç,

3. sü ise Bilmecenin İzinde Maceranın

Peşinde ile Dursun Ege Göçmen

Öykü dalında düzenlediğimiz 2012

Tudem Edebiyat Ödülleri “Öykü Ya-

şamdır” diyerek duyuruldu. Dereceye gi-

renler 2012 Tüyap İstanbul Kitap Fua-

rı’nda ödüllerine kavuşacak.

GENÇ

Page 21: KITAP Aydınlıkzar’ın deyişiyle. Romanı yazarken puan top-layarak kazanıp kazanmadığımı düşün-düm. Sayfalar dolu yazıyorsunuz ve bir son-raki bölümü, hep bir sonraki

Kitap okumak başka bir yaşamda

başka biri olmaktır. Hep aynı odada bu-

lunup başka bir odanın havasını solumak

ancak edebiyat ve müzikle sağlanabilir gibi

geliyor bana. Modern roman ise öyle bir

şey yapıyor ki birini diğerinin içerisinde

kullanarak hem okuyucuyu çekeceği ha-

yatın tasvirini güçlendiriyor hem de o ha-

yatı kuran yaratıcı kişi yani yazar hakkında

ipuçları edinmemizi sağlıyor. Birçok okur

ne kadar umursuyordur bilemiyorum

ama ben sevdiğim bir yazarın kitabında

kullandığı bir şarkıyı gördüğümde kitabı

yazarken o müziği dinlediği hissine ka-

pılıyorum. Bazen de sanki yazar kitabın

tam o noktasında bir düşünce balonunun

içinde belirip bana göz kırpıyormuş gibi

geliyor. Karşılıklı sohbet imkanı bula-

madığımız şu hayatta sanki iki arkadaş

gibi bana kendi müzik beğenisini sunu-

yormuş da sohbet ediyormuşuz gibi. Bu

histen dolayı da okuduğum bütün kitap-

larda rastladığım bütün şarkı ve şarkıcı

isimlerinin altını çizer ve o şarkıları din-

lerim mutlaka. Müzik tıpkı edebiyat gibi

kişiliğimizin önemli bir unsurunu oluş-

turuyor aslında. Kişiliğimizin sembolü

olan edebiyat eserleri ve müzisyenlerimiz

oluyor. Başucu diye nitelendirdiklerimiz

anlayacağınız, yani bizi her daim besle-

mesine ihtiyaç duyduğumuz eserler.

Modern roman bu iç içe geçmişliği

oldukça sık kullanıyor içeriğinde. Hakan

Günday’ın “Piç” romanı da müziği

içinde fazlaca barındıran kitaplardan. Ya-

kın tarihte sinemaya da uyarlanan kita-

bın filmi gösterime girmeye hazırlanıyor.

Türk edebiyatında yeraltı türünün tem-

silcisi olarak anılmaya başlayan ve büyük

bir hayran kitlesine sahip olan Hakan

Günday diğer kitaplarına oranla isyanı

ve aykırılığı daha fazla karakterle ifade

etmiş ve bu ifadede müzikten oldukça ya-

rarlanmış.

“Hayat seni öyle bir noktaya getirir

ki kendini sevdiklerinle savaşırken ve nef-

ret ettiklerinle sevişirken bulursun. Üzü-

lürsün. Pişman olursun. Sonra biraz za-

man geçer ve tersinin bu dünyada işle-

mediğini anlarsın” diyen dört arkadaşın

aylak, aykırı ve isyankar felsefeleriyle be-

zenmiş etkileyici bu eserde David Bowie

ile karşılaşıyorsunuz daha ilk sayfada.

“Glam rock’ın kralı” olarak tanınan İn-

giliz sanatçının “Sound and Vision”

olarak adlandırılan eseri şarkının içindeki

kısımla anılıyor kitapta: “Electric Blue”.

David Bowie’nin şarkısındaki bir cüm-

le bu dört adamın sohbetini şekillendi-

riyordu: “We could be heroes just for one

day” (Sadece bir gün için kahraman ola-

biliriz).

Ardından müzikçalarda İbrahim Tat-

lıses’ten “Seni Yakacaklar” şarkısı yük-

seliyor. “Rock”tan “arabesk”e,“punk”tan

“rap”a uzanan bir karma müzik var ki-

tapta fakat bütün bu şarkılar hiçliğe giden

yolda sistemin pek çok yerine vuran ton-

lamarda seçilmiş. Kitabı okuduğunuzda

bu dört karakterin de bütün bu müzik tür-

lerinin ruhundan taşıdığını görüyorsunuz.

Black'ten “Wonderful Life” çalıyor ve dört

arkadaş “mükemmel hayat” hakkında ko-

nuşmaya başlıyor.

Bouga’nın “Belsunce Breakdown”ı

girdiğinde kitaptaki karakterlerden Ha-

kan ara ara anlattığı ilginç öykülerden bi-

rini anlatmaya başlar.

The Stranglers ortaya çıkıp da deli ol-

duğunu düşündüğü için mutlu olamaya-

cağını anlatan bir adamın hikayesini iş-

leyen “La Folie” parçası çalmaya başla-

dığında kitabın atmosferine çoktan girmiş

oluyorsunuz zaten. Punk belki de yazarın

en yakın durduğu müzik türü. Bir ko-

nuşmasında bunu şöyle ifade ediyor Ha-

kan Günday: “Ben kötü müzik dinlerim.

Punk dinlerim ben.” Kitapta punkın

önemli temsilcilerinden The Stranglers'ın

yer alması da bundan olsa gerek.

İlerleyen zamanda Village People'dan

“I am what I am” çalar ve “Böyle olma-

yı ben seçmedim” cümlesi vurgulanır.

Nico İcon için yazılmış “Femme Fatal”

şarkısı romanda tam yerinde kullanılır.

Steve Miller Band’ın “Serenade” şarkı-

sı karakterlerin en sevdiği şarkılardan biri

olarak karşımıza çıkartılır. Hanry Man-

cini’nin “Pembe Panter” şarkısı bile ki-

tapta dinleniyor. Kitapta Hot Chocola-

te’den Dean Martin’e, Frank Sinatra’dan

The Cure’a kadar pek çok farklı alandan

müzik bulmak mümkün. Kitap müzikle

ruhunu ilerletiyor desek yalan söylemiş ol-

mayız. İyi keşifler...

SES - SÖZ

10 Kasım, Büyük devrimci Mustafa

Kemal Atatürk’ün ölüm yıldönümü. Ar-

tık O’nu yas tutarak anmıyoruz. Eylem-

lerle... 19 Mayıs 2012 günü İstanbul İstiklâl

Caddesi’nden Beşiktaş’a akan 240 bin

kişi O’nunla 93 yıl sonra Samsun’a çıktı bir

anlamda... 29 Ekim günü de milyonlar yine

ayağa kalkarak Türkiye’nin sahibi oldu-

ğunu dünyaya hatırlattı. Şimdi de 10 Ka-

sım’a hazırlanıyor milyonlar. Yasakları

çiğnemek ve Türk Devrimine sahip çıkmak

için. İşte bu devrimci eylemler en iyi

“Atatürk kutlaması ve anması” olsa gerek.

Bundan daha iyi bir devrimci anılmaz.

Bu hafta Atatürk kitabı tanıtmak isti-

yorum. 1955 yılında Türk İnkılâp Tarihi

Enstitüsü tarafından 1955 yılında basılmış.

“Atatürk’ün Nöbet Defteri” ismini taşıyor.

1931-1938 yılları arasında Cumhurbaş-

kanlığı nöbetçi yaverliği tarafından tutulan

defterin gün gün içeriğini taşıyor. Atatürk

ne yapmış, onu kimler ziyaret etmiş, nere-

ye gitmiş. Hepsi isimlerle ve saatleriyle yer

alıyor. Atatürk meraklıları ve araştırmacı-

lar için anlamlı bir kitap. Kitabın tanıtımı-

nı öneren Martı Sahaf’a teşekkür ediyorum.

Kitabı Özel Şahirgiray ha-

zırlamış. Bir de ön söz yaz-

mış. Gelin kitabı onun ka-

lemiyle tanıyalım:

SABAHLARAKADAR ÇALI�IRDI“Defterleri tetkik ettiğimiz

zaman görüyoruz ki, Ata-

türk’ün ne muayyen bir

uyanma ve ne de muayyen

bir yatma saati vardır. Bu,

genç yaşından beri kafasında

yer eden bir fikrin tahakkuku için, geceli

gündüzlü çalışan İnkılapçı Atatürk’ün ka-

rakteristik bir cephesidir. Atatürk’ün, her

saatinin, Devlet meselelerinin, daha iyi

halledilebilmesi hususunda rolü vardır.

Sabahlara kadar uykusuz geçen geceler bazı

kimselerce söylendiği ve zannedildiği gibi

saz alemleri değildir. Sofra başında uyku-

suz geçen her gecenin, memleket

ve millet menfaatine hazırlan-

makta olan bir probleme gebe ol-

duğunu görüyoruz.

“Atatürk’ün, kabul etmiş ol-

duğu fertlerin, ayrı ayrı ve toplu

olarak üzerlerinde duralım. On-

ların, kabul edilmiş oldukları

günlerdeki, cemiyet içinde her

çeşit olayları tetkik edelim. Bunu

yaptığımız zaman görüyoruz ki;

bu olaylarda Atatürk’ün bir gün

veya iki gün evvel kabul etmiş ol-

duğu kimselerin rolleri vardır.

TAR�HÇ�LER �Ç�NÖNEML� KAYNAK “Bunlar ve yakınlarının ifadeleri bize, Ata-

türk’ün, bütün konuları ilgili şahıslarla

münakaşa ettiğini ve sonunda kendi görüş

ve fikirlerini ortaya atarak müdafaa etmiş

olduğunu tespite yardım etmektedir. Ata-

türk, tarafından ortaya atılan problemlerin

kimlerle münakaşa ve müzakere edilerek

halledilmiş olduklarını ve Atatürk eko-

lünden kimlerin ne şekilde faydalandıkla-

rını anlamak mümkün oluyor.

“Nöbet Defterlerinde dikkati çeken

diğer bir nokta daha var; ‘Reisicumhur Haz-

retleri çalıştılar’ denilmektedir. Çalıştığı

konu tespit edilmemiş olmakla beraber, bu

konuları, Atatürk’ün o gece veya daha

ilerideki günlerde kabul etmiş olduğu kim-

selerin, meslek vasiyetlerinden anlaşıl-

maktadır. Bunların hepsinin üstünde bir

meseleye daha temas edeceğiz. Bu nöbet

defterlerinin, tarihi hakikatin aydınlan-

ması yönünden taşıdığı değerdir ki, o da

Atatürk kronolojisi ve biyografisini sıhhatli

bir şekilde yazmak için müracaat edilebi-

lecek bir kaynak olmasıdır.”

9 KASIM 2012 CUMA 21Aydınlık KİTAPSAHAF

ERCAN DOLAPÇI

DAMLA YAZICI

Atatürk’ün nöbet defteriAtatürk’ün nöbet defteriAtatürk’ün nöbet defteriAtatürk’ün nöbet defteriAtatürk’ün nöbet defteriAtatürk’ün nöbet defteriAtatürk’ün nöbet defteriAtatürk’ün nöbet defteriAtatürk’ün nöbet defteri

Müzikle yol alan bir kitap: “Piç”Müzikle yol alan bir kitap: “Piç”Müzikle yol alan bir kitap: “Piç”Müzikle yol alan bir kitap: “Piç”Müzikle yol alan bir kitap: “Piç”Müzikle yol alan bir kitap: “Piç”Müzikle yol alan bir kitap: “Piç”Müzikle yol alan bir kitap: “Piç”Müzikle yol alan bir kitap: “Piç”

Page 22: KITAP Aydınlıkzar’ın deyişiyle. Romanı yazarken puan top-layarak kazanıp kazanmadığımı düşün-düm. Sayfalar dolu yazıyorsunuz ve bir son-raki bölümü, hep bir sonraki

BULMACA

ALINTI-TEST

Okuyaca��n�z bölümler hangi yazar�n hangi kitab�ndan al�nt�lanm��t�r?

SOLDAN SA�A1. Resimdeki yazar - Kuruntuya dü�ürme2. Mafya adamlar�n�n hesapla�malar�nda kulland�klar� kesik

namlulu av tüfe�i - Tibet’te, Asya’n�n baz� yörelerindeyabani veya evcil olarak ya�ayan, k�llar� uzun bir öküztürü - Vilayet

3. Say�lar� gösteren i�aretlerin her biri - Milli E�itim Bakanl���(k�sa)

4. Öbür dünya - Bir tür cila - Halkalar geçirilerek yap�lm�� yada zincirden örülmü� z�rh

5. Baryum’un simgesi - Genellikle uluslararas� karayoluta��mac�l���nda kullan�lan büyük kamyon - Yerinekullanma - Aktinyum’un simgesi

6. Stanislaw Lem’in bir eseri - Eski Türkler’de kullan�lan bir

ünvan - Rusça’da “evet” - Divit, yaz� hokkas�7. Bahçelerde çiçek dikmek için ayr�lan yer - Dar ve hafif,

düz dipli bir yar�� teknesi türü8. Ans�z�n, birdenbire - Birbirinin ayn� olan, birbirini

tamamlayan iki �eyden her biri - Cet - Kuzu sesi9. Milattan önce (k�sa) - Mavi - Ac�mas� olmayan,

merhametsiz10. Tarz - Sümerler’de su tanr�s�11. Kar� ile kocadan her biri - Yenilgiyi kabul etti�ini

belirtmek için veya birinin �a�k�nl�k veren davran��lar�nakar��l�k olarak kullan�lan bir sözcük - Kekli�in boynundakisiyah halka - Molibden’in simgesi

12. Mezopotamya panteonunda tüm tanr�lar�n babas� ve kral�olan gök tanr�s� - Kale duvar� - �ri taneli bir bezelye türü

13. Sahip - Verme, ödeme - “Yücel” (�air) - Üzüm14. Hayvanlar, bitkiler ve cans�z nesneler aras�nda geçti�i

hayal edilen ö�retici masallar - “... Farrow” (aktris) - Suyosunu - Bir hayret ünlemi

15. Soy - Sevgili - Yenmek

YUKARIDAN A�A�IYA1. Resimdeki yazar�n bir eseri2. �srail’in plakas� - S�n�r, uç - Yans�z, tarafs�z - Öç, intikam3. Belli zamanlarda, belli yerlerde mal sergilemek için aç�lan

büyük pazar - Hitit - Bir peygamber ad� - Berkelyum’unsimgesi

4. Bir haber ajans� - �talya’da bir yanarda� - Mililitre (k�sa) -Afrika’da bir nehir

5. Tartma aleti - Satürn gezegeninin be�inci uydusu - Baz�ilkel toplumlarda do�aüstü güç ve etkisi oldu�una inan�lancanl� veya cans�z nesne, sanem

6. Seciye, karakter - Atlar için yaz�lm�� kaside - Japonya’dabuda rahibesi

7. Laka ile cilalanm�� - Nazi polis örgütü - Türkü, �ark�8. Sularda ya�ayan tek hücreli bir canl� türü - Kuyruk sokumu

kemi�i9. Kendine gelmek, ay�lmak - “... Güler” (foto�rafç�)10. Fas’ta bir �rmak - Anma, hat�rlama - Bedevi Araplar’�n

ba�l��� olan kefiyeyi tutturmakta kullan�lan dü�ümlükordon - “... King Cole” (Amerikal� caz piyanisti ve �ark�c�)

11. Kilometre (k�sa) - Divan edebiyat�nda gazelin son beyti -Bir haber ajans� - Lümen (k�sa)

12. “... Ayhan” (�air) - Geri verme - Letonya’n�n ba�kenti13. Ba���lama, ba��� - Beyaz - �srail kuzusu da denilen tav�an

irili�inde bir memeli hayvan14. Arnavutluk’un plakas� - Saz�n en kal�n teli ya da kiri�i -

Fas’�n plakas� - Plastik ya da tahta ta�larla ve �stakalarlaoynanan bir oyun

15. “KARARTMA ...” resimdeki yazar�n bir eseri - K�laptanipekle i�lenmi�, kal�n ve iri desenli bir tür kuma�

9 KASIM 2012 CUMA22 Aydınlık KİTAP

“...daha çok yabanileşmiş köpeklere benzete-bilirim.. içinde büyüdükleri evi hem özler hemde ondan nefret ederler.. hayat çizgilerininözünde hep bir yara vardır: terk edilmişlik, iha-net ya da nankörlük.. bu yarayla onlar ikincikez doğarlar; gerisi yalandır.”

1 “birden yapayalnız kalıyorum dünyada.. man-evi bir çatının tepesinde seyrediyorum bütünbunları.. dünyada yalnızım.. görmek, uzaktaolmaktır.. açıkça görmek, durmaktır.. tahliletmek, yabancılaşmaktır.. insanlar bana değ-meden geçiyor yanımdan.. etrafımda havadanbaşka şey yok..”

“Birini seviyorsan onu öldürme! demek kolayOysa her aşık önce kendine sonra yanındakinecellat.Ve aşkta ölümün bir anlamı vardır, görklü kılınanBozulsun diye imHer ateş önce yanını yoklar sevgilim.”

3

a) Ferit Edgü - Doğu Öyküleri

b) Salman Rushdie - Doğu, Batı

c) Hermann Hesse - Doğu Yolculuğu

d) Jack London - Doğu Yakası

e) Amin Maalouf - Doğu’nun Limanları

a) Fernando Pessoa - Huzursuzluğun Kitabı

b) Ahmet Hamdi Tanpınar – Huzur

c) İrfan Yalçın - Pansiyon Huzur

d) Chinua Achebe - Artık Huzur Yok

e) J. Krishnamurti - Huzura ve Barışa Doğru

a) Cemal Süreya – Üstü Kalsın

b) Birhan Keskin - Yol

c) Can Yücel – Gökyokuş

d) Edip Cansever – Gelmiş Bulundum

e) Didem Madak – Pulbiber Mahallesi

2

Bu haftan�n do�ru yan�tlar�: 1-(e) 2-(a) 3-(b)

GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ

Page 23: KITAP Aydınlıkzar’ın deyişiyle. Romanı yazarken puan top-layarak kazanıp kazanmadığımı düşün-düm. Sayfalar dolu yazıyorsunuz ve bir son-raki bölümü, hep bir sonraki
Page 24: KITAP Aydınlıkzar’ın deyişiyle. Romanı yazarken puan top-layarak kazanıp kazanmadığımı düşün-düm. Sayfalar dolu yazıyorsunuz ve bir son-raki bölümü, hep bir sonraki