Upload
others
View
3
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
3
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
KAMU HUKUKU (GENEL KAMU HUKUKU) ANABİLİM DALI
KÜRESELLEŞME SÜRECİNDE İNSAN HAKLARI:
SIĞINMA HAKKI
Yüksek Lisans Tezi
Yeliz ŞANLI
Ankara-2004
4
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
KAMU HUKUKU (GENEL KAMU HUKUKU) ANABİLİM DALI
KÜRESELLEŞME SÜRECİNDE İNSAN HAKLARI:
SIĞINMA HAKKI
Yüksek Lisans Tezi
Yeliz ŞANLI
Danışman:
Yrd. Doç. Dr. Alev ÖZKAZANÇ
Ankara-2004
5
İÇİNDEKİLER
BİRİNCİ BÖLÜM İNSAN HAKLARI GİRİŞ .......................................................................................................................................1 1. İnsan Haklarının Doğuşu....................................................................................................3 2. 2.İnsan Hakları, Vatandaşlık ve Ulus Devlet ...................................................................13 3. 20. Yüzyılda Modernliğin Dönüşümü ve İnsan Hakları...................................................24 4. Küreselleşme Sürecinde İnsan Haklarının Dönüşümü .....................................................31
4.1. Refah Devletinin krizi, Yeni Sağ ve Sosyal Haklar ................................................33 4.2. İnsan Haklarının Evrenselliği Tartışması .................................................................38 4.3. Yeni Toplumsal Hareketler ve Yeni Hak Kategorileri .............................................47 4.4. Kişi Hakları / Grup Hakları İkilemi Olarak Azınlık Hakları ve Çokkültürlülük......50 4.5. Uluslararası İnsan Hakları ve Birey .........................................................................52
5. İnsan Hakları ve Sığınma Hakkı. ........................................................................................55 İKİNCİ BÖLÜM SIĞINMA HAKKI 1. Genel Olarak.....................................................................................................................59 2. Terim Sorunu ve İçerik.....................................................................................................62 3. Uluslararası Belge ve Düzenlemelerde Sığınma Hakkı ...................................................67
3.1. Uluslararası Bildirge ve Sözleşmeler ........................................................................69 3.2. Bölgesel Bildiri ve Sözleşmeler ................................................................................72
4. Tanımlanmış Bir Statü Olarak Mültecilik ve Sığınma Hakkı ..........................................76 4.1. Genel Olarak Mülteci Hukukun Gelişimi..................................................................76 4.2. 1951 Tarihli Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Sözleşme ve Mülteci Kavramı ..79 4.3. Mülteci Statüsü Kazanmanın Şartları ........................................................................81
4.3.1. Ülke Dışında Bulunma Şartı............................................................................81 4.3.2. Zulüm Korkusu ...............................................................................................83
4.3.3. Ayrımcılık Ölçütleri ........................................................................................86 4.4. Mültecilik Statüsünün Kazanılmasını Engelleyen Nedenler .....................................87 4.5. Mültecilik Statüsünü Sona Erdiren Nedenler ............................................................87 5. Mültecilerin Hakları...........................................................................................................89
5.1. Mültecilere Özgü Bir Hak Olarak Geri Gönderme Yasağı .......................................89 7.1.1. Genel Olarak .................................................................................................89 7.1.2. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Geri gönderme yasağı ........................92
7.1.2.1. Geri Gönderme Yasağında Dolaylı Koruma ..........................................92 7.1.2.2. Korumada Daha Açık Bir ifade............................................................100
7.1.3. Sığınma, Sığınmacılar ve Geri Gönderme Yasağı ......................................101 5.2. Mültecilerin İnsan Hakları .......................................................................................106
5.2.1. Düşünce, İfade ve Toplantı Özgürlüğü.. .....................................................106 5.2.2 Gözaltına alınmaya Karşı Koruma..............................................................109 5.2.3. Adil Yargılanma Hakkı...............................................................................113 5.2.3. Seyahat Özgürlüğü......................................................................................114
6
5.2.4. Çalışma Hakkı.............................................................................................116 5.2.5. Diğer Haklar ...............................................................................................120
6. Avrupa Birliği Çerçevesinde Sığınma Hakkı..................................................................122
6.1. Genel Olarak............................................................................................................122 6.2. Avrupa Birliği ve İncelenen Sığınma Mevzuatı. .....................................................125 6.3. Korumaya Erişim Sorunu ........................................................................................133
6.3.1. Schengen Belgeleri ve Taşıyıcı Yaptırımları .................................................133 6.3.2. “Boat People”.................................................................................................139
6.4. Sığınmacı ve Mülteci Tanımının Yorumlanması ve Sığınmayı Belirleyici Süreçteki Önlemler...................................................................................................142 6.4.1. Tanımlarda Yeni Kriterler.............................................................................142 6.4.2. Tanımların Geri Planı Olarak Londra Kararları............................................148 6.4.3. “Güvenli Bölge” ve “Güvenli Üçüncü Ülke” ...............................................151
SONUÇ ................................................................................................................................155 KAYNAKÇA .......................................................................................................................159
7
GİRİŞ
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 14. maddesi, herkesin zulüm
karşısında başka ülkelerde sığınma talebinde bulunma ve sığınma olanağından
yararlanma hakkına sahip olduğunu ifade eder. Her ne kadar zulüm kavramı
tanımlanmış olmasa da, sığınma hakkını gerektiren temel olgunun insan hakları
ihlalleri olduğu açıktır. Bununla birlikte İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin
açık ifadesine rağmen konu ile ilgili tartışmalarda genel eğilim, sığınma hakkının
kişisel bir hak olmadığı ve kişilere sığınma tanınması yönünde devletleri sorumlu
kılan herhangi bir hukuksal gerekliliğin bulunmadığı yönündedir.
Günümüzde insan haklarının siyasal ve hukuksal bir meşruiyet ölçütü olarak
vurgu konusu olması ile başta yaşam hakkı olmak üzere bir dizi temel hak ve
özgürlükle doğrudan ilişkili bir hak olan sığınma hakkının temel bir hak olarak kabul
görmemesi ve tanınmaması arasındaki açı, çalışma açısından insan haklarının
niteliği, insan hakları ve vatandaşlık ilişkisi ve modern ulus devletin her iki unsur
ekseninde kuruluş ve gelişimine yönelik içkin niteliklerin neler olduğuna dair
soru(n)ların tartışılmasını zorunlu kılmaktadır. Zira, sığınma hakkının uluslararası
hukukun konusu haline gelmesinin altında yatan neden, modern ulus devletler
temelinde örgütlenmiş bir kuruluşun sonucu olarak hakların sahipliği ve kullanımının
vatandaşlık ilişkisiyle somutlanmasıdır.
8
Çalışmanın “Küreselleşme Sürecinde İnsan Hakları” başlıklı ilk bölümünde
İnsan haklarının doğuşu ile insan hakları, vatandaşlık ve ulus devlet arasındaki ilişki
ve nihayet küreselleşme süreciyle birlikte yurttaşlık ve insan hakları alanında
yaşanan dönüşüm ve gündemler, modernliğin dönüşüm evreleri temel alınarak
tartışılmaktadır. Kurulmaya çalışılan söz konusu çerçeve, insan haklarının nitelik
olarak düz ve gelişmeci bir çizgide ilerlemediği ve genel olarak hakları şekillendiren
tarihsel-toplumsal süreçlerin, modernliğin dönüşüm evrelerinin damgasını vurduğu
çelişki ve niteliklerce belirlendiği düşüncesidir. Bu düşünce, zorunlu olarak ele
alınan konunun salt hukuksal zeminde değil siyaset felsefesi ile ilişkilendirilerek
açılımını gerektirmektedir.
Çalışmanın “Sığınma Hakkı” başlıklı ikinci bölümünde konuyla ilgili
uluslararası ve bölgesel düzenlemeler ile Avrupa ölçeğinde gündeme gelen yasal
kuruluş ilkelerine yer verilmektedir. Kuşkusuz ikinci husus halen devam eden bir
süreçtir; ancak bu süreç öne çıkardığı ve gittikçe belirginleşen nitelikleriyle genel
eğilimlerin tespit edilmesine elverişlidir. Bir yandan sığınma hakkının günümüzdeki
kavranış düzeyi öte yandan genel olarak uluslararası göçün Avrupalı devletler
tarafından geliştirilen “iltica istilası” söylemi ile birlikte ele alınış tarzı, söz konusu
eğilimlerin tespitini, insan hakları alanında ne gibi sonuçlar doğurduğuna ya da
doğurabileceğine dolaylı olarak yanıt vermek açısından önemli kılmaktadır. Zira
çalışmada görüleceği gibi Arendt’in Birinci Dünya Savaşı’nın sonucu olarak hiçbir
yere kabul edilemeyen göçmen gruplar hakkındaki “Anayurtlarından ayrıldıklarında
artık yurtsuzdular; devletlerini bıraktıklarında artık devletsizdiler; insan haklarından
yoksun bırakıldıklarında artık haksızdılar; yeryüzünün posasıydılar” (Arendt, 1998:
256) ifadelerinden bugüne az şey değişmiştir.
9
BİRİNCİ BÖLÜM
İNSAN HAKLARI
1. İnsan Haklarının Doğuşu Toplumsal ve siyasal kuruluşu belirlemesi gereken bir “üst-ilkeler bütünü”
olarak kavramlaştırılan insan hakları, doğuş sürecini simgeleyen ve klasik doğal
haklar olarak nitelenen yaşam, özgürlük ve mülkiyet hakkından siyasal katılım
haklarına, sosyal haklardan dayanışma haklarına kadar uzanan geniş bir içeriğe işaret
eder. Bu içerik, bir bütün olarak insan haklarının evrimci ve düz bir çizgide
ilerlemesinin ürünü olmayıp çelişkilerle yüklü bir süreç olarak modernliğin dönüşüm
evrelerince belirlenen ve kendisi de çelişkilerle yüklü bir mücadele alanı olarak
şekillenen tarihsel-toplumsal bir sürecin sonucudur. Bu bakımdan insan hakları
“nihai şekilde kodlanabilecek kapalı bir hukuksal kurgu değil” (Sancar, 2003: 128)
pozitif hukuk tarafından tanınmış olup olmamasına bakılmaksızın belirli bir tarihsel
10
kesitte insanların sahip olmasının gerekli görüldüğü tüm hak ve özgürlükleri ifade
eder şekilde anlaşılabilir (Tanör, 1994: 13-14).1 Bu nedenle hak ve özgürlüklerin
tarihinin incelenmesi çabası bir bakıma, kadınların ve beyaz olmayanların dışta
bırakıldığı 18. yüzyılın insan haklarından, 20. yüzyılın sosyal haklarına, bireysel
haklardan, kolektif haklara kadar uzanan inişli çıkışlı bir rotanın izlenmesi demektir
(Bowles ve Gintis, 1996: 34). Bu rota bize hakların birbirini içerir ve uyumlu
evriminden çok genişlemeci fakat çelişki ve gerilimlerle yüklü bir şekilde
belirlendiği sonucunu verir (a.g.e., 65).
Modernliğin geçirdiği dönüşümleri üç farklı evrede kavramlaştıran Wagner’e
göre 18. yüzyılın sonu ve 19. yüzyılın başına denk düşen ilk dönem kısıtlı liberal
modernlik, 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılının ortasına denk düşen ikinci dönem
örgütlü modernlik ve içinde bulunduğumuz dönem örgütlü modernliğin çözülüşü
olarak adlandırılabilir (Wagner, 1996). Buna göre ilk dönem liberal ideolojinin “en
enerjik çağı” olmakla birlikte özerklik düşüncesinin uygulanabilirliği önemli ölçüde
kısıtlanmış ve modernlik projesinin önüne birçok kurumsal araçla sınırlar çekilmiştir.
Bir bakıma klasik liberal ilkeler tüm toplumun üyelerini değil sınırlı bir kısmını
kapsamıştır. Wagner, Fransız devrimi ile birlikte kısıtlamaların haklılaştırılmasının
bir imkan olarak ortadan kalktığını ve modernliğin ilk krizi olarak adlandırdığı ve
genel oy ile siyasal katılım ilkesi çerçevesinde biçimlenen 1848 devrimlerinin dönüm
1 İnsan hakları deyimi, hukuk öğretisinde “kişi hak ve özgürlükleri”, “temel hak ve özgürlükler”, “kamu özgürlükleri” gibi eş anlamlı ya da yakın anlamlı olduğu düşünülen kavramlarla çevrilidir. Tanör’e göre sonuncular, insan hakları kavramına göre daha sınırlı olmalarıyla ayırt edilebilirler: Buna göre, kişi hak ve özgürlükleri kişisel alanı çağrıştırdığı ölçüde, hem kolektif özgürlükleri hem de sosyal hakları dışta bırakmaya meyillidir. Temel hak ve özgürlükler ise özgürlükler arasında bir derecelendirme yaptığı ve bu derecelendirmenin yapılmasında kullanılan ölçütün, Anayasa’da tanımlanıp tanımlanmama olması karşısında eksiktir. Kamu özgürlükleri ise asıl olarak kamu otoriteleri tarafından tanınan ve hukuk tarafından düzenlenen özgürlükleri ifade ettiği için yeterli bir tanım olarak değerlendirilemez (Tanör, 1994: 14). Benzer olarak Kapani, kamu hürriyetlerini ideal insan hakları programının devlet tarafından tanınmış ve pozitif hukuka girmiş olan bölümü olarak tanımlamaktadır (Kapani, 1981: 14).
11
noktası oluşturduğunu ifade eder. Bu krizin sonucu olarak toplumsal gelişmeler farklı
bir yol izleyecek ve tepe noktasını refah devletinin oluşturacağı örgütlü modernlik
olarak adlandırılan farklı bir kuruluşu ortaya çıkaracaktır. Örgütlü modernliğin
çözülüşü ise modernliğin ikinci büyük krizi olarak nitelenebilir (a.g.e., 40). Wagner’e
göre, yeni bir tarihsel çağın kapısını aralayan bu krizlerin temelinde yatan olgu
modernliğin indirgenemez çifte doğasının -özgürlük ve disiplin- ürünüdür (a.g.e.,
28). Bu halde insan haklarının doğuşu, Wagner’in kısıtlı liberal modernlik olarak
adlandırdığı dönem içinde incelenebilir.
Genel olarak 1848 devrimlerine kadar olan dönemi niteleyen ve Fransız
devrimi merkezde olmak üzere liberal demokratik devrimlerin ürünü olan doğuş
süreci, ekonomik, siyasal ve toplumsal bir dizi dönüşümü ve modernliğin kurucu
dinamiklerini açığa çıkaran bir çerçeveyi anlatır. Gerçekten bugün hukuksal rejim
açısından, yazılı anayasalar, yargıcın yarattığı hukuk ve uluslararası insan hakları
belgeleri ile birlikte insan haklarının kaynakları arasında sayılan (Kaboğlu, 1993: 39)
18. yüzyıl hak bildirgeleri bu sürecin ürünüdürler ve özgürlük, mülkiyet, güvenlik ve
baskıya karşı direnme haklarını insanların doğal ve zamanaşımına bağlı olmayan
hakları olarak nitelendirmenin de ötesinde kurucu bir anlama sahiptirler. Kurucu olan
bu anlamın ilk öncülleri aydınlanma döneminden doğru izlenebilir ki bu, insan
eylemine kural dayatacak herhangi bir üstün varlık ya da ilkenin reddi üzerine kurulu
özgürlük ya da özerklik düşüncesidir (Wagner, 1996: 29). Modernlik söylemi aşkın
bir iradenin ürünü olan kuralları reddetme karşısına dünyevi alana dair insan
tarafından keşfedilecek ve bulunacak kuralların tanınmasını çıkardığı ölçüde üç farklı
varsayımı içerecektir. Bunlardan ilki insan doğası düşüncesidir ve “doğa”ya yapılan
vurgu salt bireylerin doğal ve kopartılamaz haklara sahip olduğunu öne çıkarmakla
12
kalmayabilir, örneğin kamusal alanda aileyi erkeklerin temsili edebileceği gibi bir
görüşü temellendirmek üzere de kullanılabilir. İkinci düşünce “akıl” düşüncesidir ve
bireyin kurtuluşu ve özgürlüğünün akılcılığı ile mümkün olduğu düşüncesinin insan
üstü bir kategori olarak referans kılındığı vakidir. Üçüncü düşünce ise ortak iyi
düşüncesidir ve özerk varlık olarak bireylerin ortak iyiyi göz önüne alması
gerekliliğine işaret eder (a.g.e., 29). Dolayısıyla bildirgelerin, hakların öznesi olarak
ilan ettiği ve egemenliği gökyüzünden alarak kendisine devrettiği “insan”, 16.
yüzyılla birlikte Avrupa’da başlayan değişimlerin ürünü olarak Aydınlanma Çağı’nın
doğal haklara sahip, aklıyla hareket eden, kendi çıkarı ile birlikte ortak iyiliği de
düşünüp yaşama geçiren bireyidir.
Modern iktidarın kuruluşu açısından Arendt, 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş
Hakları Bildirgesi’ni, bu açıdan bir dönüm noktası olarak niteleyerek, simgelediği
yeni toplumsal düzenin kuruluşuyla birlikte artık Yasa’nın meşruiyet ölçüsünün, din
kuralları ya da tarihin gelenekleri olmaktan çıktığına ve yeni toplumsal düzenin
doğrudan “insan”a işaret ettiğine dikkat çeker (Arendt, 1998: 294). Bununla birlikte
Arendt’e göre, insan haklarının ilanı, bireyin bu yeni laikleşmiş ve özgürleşmiş
toplumda çok daha fazla korumaya ihtiyaç duyduğunun da göstergesidir. “İnsanlar
artık, o zamana dek siyasal düzenin dışında olmuş ve siyasal yönetim ile anayasa
tarafından değil, toplumsal, tinsel ve dinsel güçlerce garanti edilmiş toplumsal ve
beşeri haklardan emin değillerdi. O nedenle 19. yüzyıl boyunca şu görüş üzerinde
mutabakata varılmıştır: bireylerin devletin büyüyen gücüne ve toplumsal
adaletsizliklere karşı korunması gerektiği her zaman, insan haklarına çağrı çıkarmak
gerekecekti” (a.g.e., 294). Dolayısıyla bu yeni kuruluş, hem modern siyasal alanın
ortaya çıkışında en önemli ayrım olarak özgün bir “toplum” ve “siyasal” alan
13
kavramı üzerinde yükselen toplumsal olan/siyasal olan ayrımı hem de siyasal olanın
meşruiyet kaynağı olarak toplum olmak üzere karşılıklı etkileşim içinde kurulan ve
birbirine paralel süreçler olarak gelişen ikili bir sonucu ifade eder (Özkazanç, 1998:
36). Toplumsal ve siyasal olanın ortaya çıkışı ve ikisi arasındaki bağın açılımı aynı
zamanda siyasi iktidar ilişkisinin yine modern bir kavram olan egemenlik sayesinde
dünyevi alanda nasıl kurulduğuna ilişkin bir yanıta ihtiyaç duyar (Akal, 1998: 326).
Egemenlik kavramı modern devletin öncülü sayılabilecek mutlakiyetçi
devletin oluşum sürecinde ortaya çıkmıştır. Kurucu ilişkisi toprağın kral ya da efendi
tarafından üzerindeki insanlar ve ürünle birlikte askeri destek karşılığında vassala
hediye edilmesiyle kurulan ve efendi ile vassal arasındaki kişisel bağa dayanan
feodalizmin hiyerarşik ve çok parçalı egemenlik sistemi, çözülerek 16. ve 18. yüzyıl
arası mutlakiyetçilik dönemine yol açacaktır (Poggi, 2002: 71).
Devlet ve toplum ikiliğinin anlaşılması açısından bu dönemin önemi her
şeyden önce “güçlendirilmiş devlet egemenliği iddiası” olarak siyasal iktidarın tek
elde toplanması ve merkezileşmesidir. Feodalizmden, siyasal ve coğrafi
merkezileşmeye giden yolda meşruiyeti devleti tanrısallaştırarak yani kutsal olanın
karşısına başka bir kutsalı çıkararak (Sancar, 2000: 48) sağlamış olsa da mutlakiyetçi
devlet “egemenlik sayesinde, varlık nedenini ve amacını kendinde bulan bir siyasi
iktidar tipidir” (Akal, 1998: 326). Egemenliğin tanrısal niteliğinden sıyrılarak kralın
kutsal bedeninde yoğunlaştığı –“devlet benim”- mutlakiyetçi dönem, kökeni
Machiavelli’den doğru gösterilen ve “bir devletin bekası için herhangi bir moral ya
da hukuksal kaygıyla bağlı olmaksızın gerekli her şeyin yapılmasını öngören ‘devlet
aklı’ söyleminin zemini olmuştur. Mutlak monarşiden meşruti monarşiye giden yolda
14
ve kısıtlı liberallik döneminde egemen olacak meşruiyet söylemi ise devleti yasa ile
belirleyen ve sınırlayan “hukuk devleti ve toplumsal sözleşme” olacaktır. Modern
devletin her iki meşruiyet söylemi tarafından belirlendiğini ve ikisi arasında hem bir
kopuş hem bir süreklilik olduğunu vurgulayan Özkazanç’a göre her ikisi de modern
devletin gerçekliğinin belli bir kısmına işaret eder (Özkazanç, 1998: 67).
Egemenliğin modern anlamda kullanımı Bodin ve Machiavelli’den itibaren
izlenebilirse de “en tavizsiz ifadesi” Hobbes’ta bulunabilir (Pıerson, 2000: 34).
Locke’un doğa halindeki eşit ve özgür insanının aksine birbirleriyle savaş ilişkisi
içinde olan ve kaynakların kıtlığı koşullarında çıkarlarını azamileştirmek isteyen
insanların sözleşmeyle doğa durumundan toplum haline geçmelerinin özelliği birden
çok iradenin yerine tek bir iradenin egemen olmasıdır. Bireylerin bu egemen
karşısında hakları olamaz; zira bireyler sözleşme yapmakla egemenin tüm eylemleri
için de rıza göstermiş sayılırlar (Gökberk, 1999: 253). Egemenliğin kabul edilişi rıza
anlamına geldiği için eğer yurttaş tıpkı deliler ve çocuklar gibi bilemeyeceği bir
yasayı çiğnemişse bağışlanmalıdır (Akal, 1998: 97). Yurttaş egemenin sözü olarak
yasanın haklılığı ya da haksızlığı konusunda değerlendirme hakkına sahip olmamakla
birlikte doğa halinden toplum haline geçişin nedeni herkesin birbirini öldürebilme
açısından eşit olduğu koşulların sonucu olarak devletin sağlayacağı güvenlik ihtiyacı
olduğu için bireylerin egemene karşı itaatlerinin sınırını yine güvenlik belirler (a.g.e.,
96). Eğer güvenlik sağlanamıyorsa itaat beklenemez. Sosyal sözleşmeyi ölüm
korkusu belirlediği için sözleşene yönelik ölüm tehdidi, sözleşmenin gerekliliklerine
uymamayı, egemene ve yasalara karşı çıkmayı meşru kılacaktır. Bu nedenle Hobbes
yurttaşın, egemenin isteği doğrultusunda kendini öldürmekten ya da yaralamaktan,
hayatı için gerekli şeylerden vazgeçmekten, suçunu itiraf etmekten, gönüllü ya da
15
paralı asker değilse savaşmaktan kaçınabileceğini belirtir. Böylesi bir durumda
egemenin savaştan kaçan yurttaşı cezalandırma ya da işkenceyle elde edilmiş itirafı
kullanmaya hakkı yoktur. Tüm bunların anlamı sosyal sözleşmenin temel dayanağı
olarak insanın kendi hayatını koruma hakkının devredilemeyecek bir hak olarak
ortaya çıkmasıdır. Bir kez vazgeçilmez hak kavramı ortaya çıktığında diğer temel
hakların da bu haktan türetildiği ve bu anlayışın özellikle insan hakları tarihine
damgasını vurduğu söylenebilir (a.g.e., 97). Esasında Hobbes’un liberalizmin mi
yoksa totalitarizmin mi öncüsü olduğu siyaset felsefesinde tartışıla gelse de kesin
olan şey artık devletin bir sözleşme sonucu kurulduğu fikri ile zorunlu olarak devlet
ve egemenlik kavramlarının topluma referansla açıklanmasıdır (Özkazanç, 1998: 39).
Akal’a göre bu kuruluş bizzat doğal olanın dışta bırakıldığı anlamına gelir (Akal,
1998: 333).
Bu gelişimin devamı klasik liberal haklar kuramının yetkin temsilcisi olarak
Locke üzerinden izlenebilir. Tarihi kendisi de tarihsel bir dönemin ürünü olan bir
birey anlayışından yola çıkarak açıklayan Locke’un kuramının kalkış noktası, doğa
durumunun bir eşitlik ve özgürlük durumu olduğudur. Kimsenin iradesinin bir
başkasınınkine tabi olmadığı doğal özgürlük koşulları ve karşılıklı eşitlik ussal
bireyleri yönlendirir ve aralarındaki ilişkiyi belirler. Herkesin kendi doğal hakkı olan
yaşam, özgürlük ve mülkiyet hakkını korumak için kendi özgücüne dayandığı ilişki
biçiminin olası çatışma yaratıcı sonucu bireylerin kendi aralarında yaptıkları
sözleşme ile önlenecektir. Bireylerin karşılıklı olarak bireysel güçlerinden vazgeçip
bu gücü siyasi bütüne devretmeleri bir ilk sözleşme ile yapılırken, ikinci bir sözleşme
ile yargı ve uygulama gücü doğal hakları daha iyi koruyacak olan hükümete bırakılır.
Bu ikinci sözleşme bir güven ilişkisine dayanır ve direnme hakkının temellendiği
16
zemin, devredilen gücün kötüye kullanılması durumunda topluluk tarafından gerekli
görüldüğünde geri çekilebilmesi hakkından türetilir (Savran, 2003: 32). Böylelikle
siyasi yönetimin doğal hukukla sınırlandığı tezini içeren toplum sözleşmesi kuramı
devlet gücünün sınırlanması ve bu gücün kötüye kullanılması durumunda da
egemenliğin bir devrimle yeniden kaynağına dönmesi anlamını içerir. 1789 Fransız
İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi başta olmak üzere liberal devrimler sonucu ortaya
çıkan bildirgelerin bireysel hak ve özgürlüklere insanın doğuştan gelen hakları olarak
yer vermesi Locke tarafından ifade edilen bu bakışın damgasını taşır. Savran’a göre,
Hobbes ve Locke’un doğa durumunu kavramlaştırırken kullandıkları soyutlama
düzeyleri arasındaki fark tarihsel gelişme ile açıklanabilir (Savran, 2003: 39).
Hobbes’un egemenin mutlak gücünü dile getirdiği dönem, burjuvazinin henüz kendi
sınıf iktidarını kurmadığı çatışma ve iç savaş dönemidir. Dolayısıyla, başkalarıyla
çatışan saldırgan bireyden, yani henüz mülkiyet hakkını özgürce kullanan hukuk
kişisi olmayan bireyden yola çıkarak vurgusunu yaptığı tema, 17.yy’da İngiliz halkı
için güçlü bir devletin gerekliliğini gösterme çabasıdır. Buna karşılık burjuvazinin
aristokrasi ile olan mücadelesinde önemli bir gelişme kat ettiği dönemin düşünürü
olarak Locke için gündemde olan, siyasal gücün müdahalesi ve egemenliğinin tesisi
değil kendi kendini düzenleyen ve özerk bir alan olarak sivil toplumun ve bu alanın
bir güvencesi olarak siyasal alanın kurulmasıdır.
Hobbes ve Locke her ne kadar doğal hukukun temsilcileri olarak
adlandırılsalar da modern sosyal sözleşme kuramını Epikürizm ve Sofizmin ya da
feodal dönemin sözleşme kuramlarından ayıran dönüşüm siyasi, sosyal ve hukuki
olanın kaynağına bireyin ya da toplumun oturtulmasıdır (Akal, 1998: 333). Bu
nedenle Akal’a göre, egemenliğin tanımlanışında asıl kırılma noktası, mutlak
17
devletten modern devlete geçiş sürecinde aranmamalıdır; tam tersine bu geçiş feodal
güç odaklarından monarşiye geçişte söz konusu olan yapısal bir dönüşümün
ürünüdür. Zira Egemen ve Halk, Bir ve Kalabalık, Devlet ve Ulus her şeyden önce
monarşik kavramlardır (a.g.e., 100). Buna karşılık Balibar, 1789’da geliştirilen ve
devrimci bir yenilik olarak adlandırdığı “ulusal egemenlik” kavramını ne monarşik
egemenliğin sürekliliği olarak algılar ne de insan doğasına yaptığı referans nedeniyle
klasik doğal hukukun zaferi olarak görür. Buna göre ulusal egemenlik “eşitlikçi bir
egemenlik” tezi olarak siyasal ve toplumsal düzeni tüm aşkınlıklardan kurtararak
halkın kendini oluşturmasını bir dizi çelişki ve geriliminde kaynağını oluşturacak
olan bu sürece dahil etmiştir (Balibar, 1998: 85). Benzer biçimde Özkazanç’a göre,
modern devletin ilk uğrak noktası olan mutlak devlet ile demokratik devlet
merkezilik özellikleri nedeniyle benzeşirler fakat ikisi arasındaki kopuşu mümkün
kılan şey, modern devletin toplumsallaşması yani devletle birlikte toplumun da
güçlenmesidir. “Ancak devletin toplumsallaşması sadece devletin gücünü arttıran
değil, toplumun da denetim ve katılım olanaklarını arttıran bir süreçtir ve bundan
sonra modern tarih, devlet ile toplum arasındaki çatışmalar ve eklemlenmelerle
örülecektir. Sivil toplumu özerk bir güç ve devletin meşruiyet temeli olarak ortaya
koyan bu kopuşla birlikte artık ne devlet her şeyin merkezindeki her şeye kadir güç
ne de toplum devletin kurbanı olarak görülebilir” (Özkazanç, 1998: 45).
Toplum sözleşmesi kuramlarında toplumun, devletin meşruiyetinin temeli
olarak ortaya çıkması ve nihayetinde devlet kudretinin sınırlanması ile bireysel hak
ve özgürlükler arasında bağlantı kuran yaklaşım biçimi burjuva toplumunun
ekonomik yapısıyla yakından ilgilidir (Sancar, 2000: 35). Habermas’a göre burjuva
kamusallığının toplumsal ön şartı “toplumsal yeniden üretim alanındaki ilişkiyi
18
mümkün olduğunca özel şahısların kendi aralarındaki bir sorun haline getirerek,
burjuva toplumun özelleştirilmesini tamamlayan eğilim itibariyle liberalleştirilmiş
bir pazardır” (Habermas, 2002a: 159). Henüz merkantilizm -ticari kapitalizm-
aşamasından başlamak üzere hukuksal işlem, pazarda birbirleriyle serbest rekabet
koşulları gereği karşılaşan mal sahiplerinin arasındaki mübadele ilişkisini andırır
tarzda, serbest irade beyanlarına dayanan bir sözleşme olarak ortaya çıkar (a.g.e.,
159). Hukuksal işlemin temel koşulu olan hak ehliyeti, artık doğum ya da mevki
tarafından verilen bir statünün değil, mal sahiplerinin pazardaki özgür ve eşit
hukuksal kişiliklerinin ifadesidir. Aynı süreç, özel mülkiyetle birlikte çalışma, miras,
sözleşme özgürlüğü gibi temel özgürlüklerin de -neredeyse tüm bir 18. yy boyunca
devam edecek olan bir süreç içinde- temin edilmesini gerçekleştirecektir (a.g.e.,
160). Özellikle “hukuksal güvenlik” yani devlet otoritesinin normlarla tanımlanması
ve sınırlandırılması, “kapitalist işlev gören özel şahısların çıkarına olan rasyonelliğin
tarz ve ölçüsünü” belirleyeceği için zorunludur. “Yetkiye uygunluk ve hukuksal
biçimsellik, bu nedenle burjuva hukuk devletinin ölçütleri durumundadır. ‘Rasyonel
idare’ ve ‘bağımsız’ yargı, örgütlenme açısından ön şart niteliğindedir. Yürütme ve
yargının uymak zorunda oldukları yasanın kendisi, herkes için eşit derecede
bağlayıcı olmalıdır; yasa ilke olarak istisna ve imtiyaz tanıyamaz” (a.g.e., 167).
19
2. İnsan Hakları, Vatandaşlık ve Ulus Devlet
1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisine göre, her insan özgür
doğar ve özgür, eşit haklara sahip olarak yaşar; özgürlük, mülkiyet, yaşam ve baskıya
karşı koyma, doğal ve kaldırılamaz haklardır; her türlü egemenliğin esas kaynağı
ulustur ve kanun genel iradenin ifadesidir, her vatandaş ister şahsen isterse
temsilcileri vasıtasıyla kanun yapılmasına katılma hakkına sahiptir; bütün
vatandaşlar kanun karşısında eşittir. Bu ilk maddelerden sonra kanunsuz suç ve ceza
olmayacağı, yurttaşların suçları sabit oluncaya kadar masum sayılacağı, düşünce ve
ifade özgürlüğü, inanç özgürlüğü, basın özgürlüğü, doğal bir hak olarak özgürlüğün
ancak ortak yarar sağlanması amacıyla ve yasa ile kısıtlanabileceği, mülkiyet
hakkının kutsal bir hak olduğu şeklindeki bireysel haklara yer verilmektedir
(Mumcu, 1994: 82). Böylelikle siyasal düzenin meşruiyeti insanın salt insan olarak
doğmakla sahip olduğu doğal hakların kabulüne dayanır; fakat bununla birlikte
egemenliğin ulusa ait olduğu ilkesine yer verilerek tüm yurttaşların doğrudan ya da
temsilcileri aracılığıyla yasaların yapımı sürecine katılma hakları olduğu belirtilir.
Zira kanun genel iradenin ifadesidir. Burada katılım unsuru ulusal egemenlik
ilkesiyle temellendirilirken katılımın somut aracı olarak oy hakkı ancak belirli servet
düzeyine göre vergi ödeyecek olan yurttaşlara tanınacaktır: “Doğal ve sivil/medeni
20
haklar, korunmaları toplumun kuruluş amacı olan haklardır; siyasal haklar ise
toplumun kurulmasını sağlayan haklardır. Daha kolay anlaşılması için birincilere
pasif haklar, ikincilere ise aktif haklar diyebiliriz...bir ülkede yaşayan bütün
insanların pasif vatandaş haklarına sahip olması gerekiyor...ancak ülkedeki herkes
aktif vatandaş değildir. Kadınların en azından bugün için, çocukların, yabancıların
ve bir de kamunun tesisine hiçbir katkıda bulunmayacak insanların kamusal
meselelerde aktif müdahalelerinin olmaması gerekiyor” (Sieyés, aktaran Agamben,
2001: 171). Ulus kavramının önde gelen yaratıcılarından olarak kabul edilen
Sieyés’in ayrıcalıksızlara ilişkin bu formülü, toplum üyesi birey açısından, siyasal
bütüne dahil olmak için vatandaş sıfatını edinmiş olmanın bir zorunluluk haline
geldiğini vurgulamakla birlikte vatandaşlığın da salt siyasi hakları kullanma yetisi
anlamına gelmediğini, ulusal aidiyet kavramı ile vatandaşlığın örtüştüğünü net olarak
ifade eder (Erözden, 1997: 118). Tam da bu nedenle Fransız Devrimi’ni izleyen
dönemde, oy hakkı talepleri askere alma uygulaması ile yakından ilgili hale
gelecektir. Bowles ve Gintis, İsveç’teki oy hakkı tartışmalarında “her erkeğe bir oy,
bir silah” sloganının savunulduğunu ve ironik bir şekilde bu sloganın kişi haklarının
genişlemesi sloganına dönüştüğünü aktarmaktadırlar (Bowles ve Gintis, 1996: 81).
Balibar’a göre 1789 Bildirgesi birbirinden farklı bir “insan hakları” ve
“yurttaş hakları” ayrımı yapar şekilde okunuyor olsa da bu ikisi sonuçları
incelenebilecek bir ikilik olmakla birlikte içerik olarak “tıpatıp” aynıdır. Pratik olarak
sahibi oldukları haklar, doğaları ve genişliklerine göre tanımlanmış olmak koşulu ile
Bildirgenin “insan” ve “yurttaş”ı arasında farklılık yoktur; çünkü Bildirge, insanın
doğal ve zamanaşımına uğramaz olan haklarını bir hukuksal örgütlenme olarak
toplumsal kuruluşun temeline yerleştirmiştir: “Bildirge, toplumun yukarısına, siyasal
21
düzleme, gizli bir temel ya da bir dış güvence olarak herhangi bir insan doğasını
yerleştirmekle kalmamakta, insan haklarını siyasal haklarla da eksiksiz bir biçimde
özdeş kılmaktadır ve bu bağlam aracılığıyla, insan doğası teorilerini olduğu kadar,
teolojik doğaüstü teorilerini de kesintiye uğratarak, bireysel ya da kolektif insanı
siyasal toplumun üyesiyle özdeşleştirmektedir” (Balibar, 1998: 89). Bu siyasal
toplumun ve özdeşleştirmenin biçimi ise tarihsel olarak ulus-devlettir. Yurttaşlık
ulusla ilişkilendirildiği andan itibaren sorun, bireysel olmaktan çıkar ve birey, bir
topluluğa aidiyetle tamamlanır (Üstel, 1999: 56). Fransız devrimi ile birlikte
başlayan sürecin eşzamanlı şekilde yurttaşlığın ve ulus-devletin “altın çağı” olarak
yaşanması bu nedenledir (a.g.e., 54).
Bu durumda insanın sırf insan olarak doğmak nedeniyle insan haklarına sahip
olduğunun kabulü ile yeni bir eşitsizlik ve dışlama pratiği olarak şekillenen ve daha
sonraki yüzyılda vatandaşlığın bir mücadele alanı olarak biçimlenişini sağlayacak
olan aktif ve pasif yurttaş ayırımının insan hakları açısından ne ifade ettiği sorusunun
sorulması gerekiyor. Bunun için de vatandaşlığın tarihsel gelişimi ve söylemsel
kuruluşuna ilişkin açıklamalara ihtiyacımız var.
Tarihsel olarak yurttaşlık polis’in gelişmesiyle ortaya çıkar. Bir zoon
politikon olmanın dışında ayrı bir birey kavramının olmadığı Antik Yunan’da
vatandaşlık, sınırlı bir gruba ayrıcalık ve siyasi yönetime katılma hakkı veren bir
imtiyaz olarak ortaya çıkmıştır (Üstel, 1999: 53). Yönetime katılma açısından tüm
yurttaşlar eşit hakka sahiptirler ve katılım siyasal cemaatin gerçekleşme koşuludur.
Fakat katılım ve eşitlik sınırlı bir grup için geçerlidir (Leca, 1998: 18). Bir kamusal
alanla ve bu alanın öne çıkardığı ortak yarar, eşitlik, kamu yararı gibi söylemlerle
22
biçimlenmesi yurttaşlığın henüz doğuşundan itibaren, tekil kimliklerden bağımsız ve
bir üst aidiyet olarak anlam kazanmasının nedenidir (Özkazanç, 1998: 77): “Ancak
vatandaşlığı kuran bu “bağımsızlık” kısmidir ve bu kısmilik çok anlamlıdır. Çünkü
köleleri, el emeğiyle geçinenleri ve kadınları dışlamıştır...kamusal alan ancak bu
dışlama sayesinde kurulabilmiştir” (a.g.e., 77). Roma dönemine gelindiğinde patrici
ve pleblerin varlığıyla somutlaşan sınıfsal ayrışmanın bir yandan katılım ve statüyü
birlikte içeren yurttaşlık ile yalnızca statüyü içeren yurttaşlık olmak üzere iki düzeyli
bir yurttaşlık anlayışı oluşturduğu görülür (Üstel, 1999: 54). Özkazanç’a göre
hristiyanlığın doğumu modern anlamıyla vatandaşlık ile antik dönemdeki vatandaşlık
arasında kopukluk doğuran en önemli nedenlerden biridir. Roma sınırlarında sınıfsal
farklılıkların kamusal alanı yok edişine bir yanıt olarak hristiyanlık, vatandaşlıktan
dışlanan köleler ve alt sınıfların kendilerini eşit hissedecekleri bir cemaat
gereksiniminin ifadesi olarak gelişmiştir (Özkazanç, 1998: 79). Nitekim Aziz
Augustinus’a göre Hristiyanların gerçek vatanı gökler ülkesidir ve gerçek hristiyan
ancak gökler ülkesinin vatandaşı olabilir (Akın, 1987: 45-46). 11. yüzyılla birlikte
ortaya çıkan ortaçağ kentleri ile ticaret burjuvazisinin rengini verdiği yeni bir
vatandaşlık anlayışının geliştiği görülür. Öne çıkan unsur katılım boyutu değil,
vatandaşlığın ekonomik birey olarak sahip olunan sıfatlardan birisi olmasıdır
(Özkazanç, 1998: 79). 16. ve 17. yüzyılda mutlakiyet dönemi ise hem “klasik
anlamda vatandaşlığın öldüğü hem de modern vatandaşlık nüvelerinin ortaya
çıktığı” bir dönem olarak nitelenmektedir (a.g.e., 80). Nedeni merkezi devlet
karşısında vatandaşın içinde eridiği bir bütünlük olarak tebaanın vatandaşlığın
katılım boyutuna dair herhangi bir iz taşımaması iken devletlerin güçlenmesi,
ekonominin ve insani bilimlerin gelişmesi sonucu ortaya çıkan devlet ve toplumun
23
kamu çıkarı kavramını anlaşılabilir kılması nedeniyle modern anlamda vatandaşlığın
temellerini oluşturmasıdır (a.g.e., 80).
Marx’a göre modern yurttaşın kavranabileceği zemin devlet/toplum ikiliğidir.
“Yahudi Sorunu”nda insan haklarını, sivil toplum üyesinin yani egoist insanın öteki
insan ve topluluklardan koparılmış hakları olarak niteler (Marx, 1997: 32). Yurttaşlık
haklarını, politik topluluğa ya da devlet yaşamına katılma biçimi belirlerken ve bu
anlamda yurttaşlık hakları halk egemenliğinin pay sahipleri olarak “eşitlik”
kavramına denk düşerken, insan hakları sivil toplumun egoist insanının haklarını
anlatır. Marx’a göre yurttaşlık, insan haklarının elde edilmesine dönük basit bir araç
durumuna sokulmuştur ve insanın içinde komünal bir varlık olarak davrandığı alan,
kısmi varlık olarak davrandığı alandan daha aşağı bir noktaya alçaltılmıştır;
nihayetinde gerçek ve hakiki insan olarak ele alınan insan da sivil toplumun insanıdır
(a.g.e., 35-36). Bir anlamda bu durum, insanın ihtiyaçlar ve bencil çıkarların insanı
olarak “yersel” yaşamı ile evrensel kıstaslara göre davrandığı varsayılan “göksel”
yaşamı arasındaki ikili yaşamının sonucudur (a.g.e., 18).2
Böylelikle vatandaş, sadece belirli hak ve statülerin sahibi değil, karmaşık bir
insani varlık olarak ortaya çıkacaktır (Özkazanç, 1998: 80). Klasik liberalizm, aynı
zamanda bu insanın hangi alandaki varlığı ve faaliyetinin muhatap alınacağına ilişkin
de bir yanıt olacaktır. Bu insan temelde “iktisadi insan” dır ve 19. yüzyılla birlikte
kamusal alana çıkmış görünümü oy verme hakkına sahip burjuva erkektir (Üstel,
1999: 78). Yukarıda Wagner’in 1848 devrimi öncesini kısıtlı liberal modernlik olarak
adlandırdığı ifade edilmişti. Wagner’in temel argümanı, kısıtlı modern liberalliği,
2 Bu konuda ayrıntılı bir tartışma için bkz., (Savran, 2003: 199-206)
24
“Fransız Devrimi’nin beslediği toplumun tamamen denetimden çıkabileceği korkusu
karşısında insanlık kavramına ket vurmaya, kapatmaya, sınırlar çekmeye çalışan
büyük bir entelektüel mücadele olarak” betimlemesi üzerinde yükselir. Dolayısıyla
bu dönem, klasik liberal ilkelere dayansa da “ötekilerin yani kadınların, delilerin ve
tehlikeli sınıfların sistemin dışında tutulduğu bir dönemi betimler” (Wagner, 1996:
69-70). Bir anlamda kendini “akıl” ile kuran modern düşüncenin “öteki”si
kendisinden aşağı, zamanı geçmiş ve ilkeldir ve burjuva sivil toplum mülk sahibi
erkeklerden kurulduğu oranda diğerlerinin kamusal alana katılımını dışlayacaktır.
İnsan haklarının doğuştan gelen haklar olarak ilan edildiği anda aktif ve pasif
olarak ikiye ayrılması ve hakların tümünden yararlananların aktif vatandaşlar
olmasına ilişkin Agamben’in yorumu, bu ayrımların haklar bildirgelerinin ruhuyla
çelişik ve demokrasi ile eşitlik ilkelerinin yadsınması olarak algılanmamasıdır
(Agamben, 2001: 166-177). Tersine bu ikisi arasında kendi içinde tutarlı biyosiyasal
bir anlam vardır. Agamben, Bildirge’nin birinci maddesiyle insanların özgür ve eşit
doğduklarını ilan ederek egemenliğin temeli olarak “çıplak doğal hayat” yani “saf
doğum olgusu”na işaret ettiğini söyler. Bunun anlamı eski rejimde salt bir itaat
ilişkisini ifade eden tebaanın, artık egemenliğin doğrudan taşıyıcısı haline gelmesidir.
“Bütün siyasal toplulukların hedefi insanların doğal ve iptal edilemez haklarını
korumaktır” şeklindeki ikinci maddesi ise düzenin temeline yerleştirilen doğal
hayatın şahsında hakların korunduğu vatandaş figürüne devredilerek yok edildiğine
işarettir. Yani, “haklar insanlara ancak ve sadece vatandaş sıfatıyla veriliyor -ya da
ancak vatandaş sıfatıyla bu haklarla doğmuş oluyorlar-” (a.g.e., 169). Üçüncü
madde ile egemenliğin ulusa verilmesi doğum olgusunun vatandaş statüsünce
“içlenerek dışlanması”nın nedenidir. Yeni kurulan devletin temelinde yatan, “özgür
25
ve bilinçli bir siyasal özne olarak insan değil, bunu yerine ve her şeyden önce,
insanların çıplak hayatı, yani tebaadan vatandaşa geçişte egemenlik ilkesiyle
donatılan yalın doğum olgusudur. Buradaki örtük kurgu şudur: Doğum doğrudan
ulus oluyor yani kişi doğduğu anda vatandaş oluyor. Öyle ki bu iki terim arasında
hiçbir ayrım alanı bulunamıyor” (a.g.e., 169).
Tam da bu ilişki nedeniyle Agamben, Fransız devriminden sonra kimin
vatandaş olduğuna dair verilen yanıtların ve alanını daraltan düzenlemelerin
yaygınlaştığını ve bu sorunun kendisinin siyasal bir sorun haline geldiğini söyler. Bu
nedenle ulus devlet sisteminde insanların doğal olan hakları bir devletin vatandaşına
ait olan haklar biçiminden çıktıkları anda korumasız kalıp gerçekliklerini
yitirecekleridir.
Habermas’a göre insan hakları Janus yüzlüdür; yani hem ahlaki hem de
hukuki normlara atıf yapar. Bunun nedeni insan haklarının bir yandan ahlaki normlar
gibi “insani olan” her şeyle ilgili olması öte yandan bir hukuki hak biçiminde ortaya
çıkmasıdır. Hukuki hak olarak ortaya çıkması kuşkusuz hakkın öznesi olacak olan
insanların bir hukuk topluluğuna ait olmalarını varsayar (Habermas, 1999: 64).
Bunun modern siyasal örgütlenme açısından anlamı, salt hakların gerçekleştirilme
koşullarının mekansal sınırları olarak değil, aynı zamanda yeni bir egemenlik tarzının
kendi meşruiyet koşullarını oluşturacak ulus-devlet ve vatandaşlık bağıdır. 19.yüzyıl,
ulus-devletin istikrarını sağlama açısından ihtiyaç duyduğu meşruiyeti sağlama
sürecinde kilit bir kavram olarak vatandaşlığı öne çıkarır (Bowles ve Gintis, 1996:
79). Varolan sosyal çeşitlilikten bir bütünlük simgesi olarak ulusun yaratımı ve ulusu
oluşturan yurttaşlık kavramı “insana değil, ama bağlantı ve kimliklerinden
26
soyutlanmış, mantıkla ‘aydınlandığı’ varsayılmış, egemenliğin kullanımına eşit ve
özgür bir biçimde katılma özelliği ve yeteneğiyle donatılmış yurttaşa
dayanmaktaydı” (Üstel, 1999: 54).
Coğrafi ve siyasal bir bütünleşme yolu ile feodal parçalanmışlığın ortadan
kaldırılmasına işaret eden modern ulus devlete (Poggi, 2002: 79) vücut veren temel
varsayım, egemenliğini kullandığı toprak parçası -“vatan”- sınırlarının kutsal,
çevrelediği bütünün ise türdeş bir ulus olduğu düşüncesidir (Erözden, 1997: 116).
Modern devletin sınırları, hem kendisinden önceki tüm devlet tipi siyasal
oluşumların sahip olmadığı ölçüde belirlidir hem de verili toprak parçası üzerindeki
ulus, devletle özdeş kabul edilir (Pıerson, 2000: 32). Sınır kavramı, egemenliğin “dış
yüz”ünü olduğu kadar devletlerin kendi yetki alanları içinde sahip oldukları “iç
yüz”ü de ifade eder. Bu nedenle erken mutlakiyetçi dönem Bodin, Machiavelli ve
Hobbes’un siyasal yazılarında egemenin mutlak iktidarına yönelik temel vurgular
modern egemenliğin habercisidir (a.g.e., 81). “Bir siyasi otoritenin erkini
kullanabileceği toprak parçasının etrafını çevreleyen çizgi anlamında” sınır
kavramı, kent devletlerinden modern ulus devletin doğumuna kadar her siyasal
yapılanmanın otoritesini kullanabileceği alan olarak var olmuşsa da “bunlar bir
‘mülk’ü çevreleyen sınırlar olmaktan öteye bir anlam ifade etmez” (Erözden, 1997:
116). Mutlakiyetçi dönemde de “toprağı olmak” ve “sınır”, İngiltere, Fransa ve
İspanya gibi örneklerde modern dönemdeki haline yaklaşır ama Almanya ve İtalya
henüz ulusal birliklerini kurmaktan uzaktırlar (Pıerson, 2000: 89). Ancak 17. yüzyılla
birlikte çizgileri devletlerarası anlaşmalarla belirlenen sabit sınırlar söz konusu
olacaktır (Erözden, 1997: 116). Sınırların dönüşümü konusunda Fransa’da devrim
sonrası “sınır” kavramının geçirdiği değişim ilginç bir örnektir. Fransızca’da
27
“limites”, “confins” gibi sözcüklerin terk edilerek “frontiéres” sözcüğünün
benimsenir olduğu ifade edilmektedir. Bu yeni sözcük etimolojik açıdan “cephe”
anlamına gelen “front” sözcüğünden türetilmiştir ve “dokunulmazlık” ile
“savunulması zorunlu çizgi”yi anlatır (a.g.e., 117).
Kutsal sınırların çevrelediği bütünün, türdeş bir ulus olduğu düşüncesi
kuruluş döneminde ulus-devletin üzerinde yükseldiği diğer temel varsayımdır.
Ulusun ve onu çevreleyen dil, kültür, soy birliği gibi kavramların tarihsel olarak
kurulmuşlukla malul olduğu ve zorunlu ilköğretim, zorunlu askerlik gibi kurumların
uluslaştırma araçları olarak işlev gördüğü bilinmektedir. Avrupa ölçeğinde farklı
yurttaşlık politikalarını doğuran farklı ulus anlayışlarının bulunduğu vurgu konusu
olmakla birlikte bütününün ortak özelliği ulus kurgusunun tek olmasıdır. Yani
vatandaşlık bağı ile belirlenen ulusal aidiyet siyasal bütünün bir parçası haline
gelmenin temel koşuludur (Erözden, 1997: 121). Bunun anlamı özellikle 18. ve 19.
yüzyılda devletin dayandığı toplumsallığın siyasi birlik tarzı olarak ulus olduğudur.
Devlet kendini bireysel özgürlük ve çoğulluk üzerinde temellenen toplumla değil
birliği ve ortaklığı öne çıkaran ulus ile temellendirir (Özkazanç, 1998: 68). Ulus
devlet her yurttaşa eşit mesafede ve tarafsız duran kamusal alanını egemenliğin
emanetçisi sıfatıyla ulus zemininde kurmuştur. Devletin topraksal, siyasal ve
bürokratik organizasyonu içinde yurttaşlık kamusal alana dair meşru aidiyet biçimi
iken diğer aidiyetler sivil topluma terkedilir (Üstel, 1999: 81).
Politika teorisinin modern meşruiyet sorununa halk egemenliği ve insan
hakları olmak üzere ikili bir yanıtı olduğunu belirten Habermas’a göre yurttaşların
hayatını ve özel özgürlüğünü güvence altına alan klasik insan hakları ile yurttaşların
28
kamusal özerkliğini, özel kişilerin politik olmayan özgürlüklerinin önüne geçiren
cumhuriyetçi gelenek arasında içsel bir bağıntı vardır. Yasamaya ancak hukuk öznesi
olarak katılabilecek olan yurttaşlık statüsü öncelikle öznel hakların taşıyıcısı olarak
bir gerçek hukuk kişisi olmayı varsayar. Bu ikisi arasında “en temel özgürlük
haklarından oluşan bir çekirdek” olmadığını söyleyen Habermas Batılı meşrulaştırma
tarzı açısından ikisinin eş-kökenliliğine dikkat çeker (Habermas, 1999: 64). 18.
yüzyılda Avrupa’da gelişen liberalizmin hem bireysel hem de ulusal kendi kaderini
tayin ilkesi üstünde yükseldiği göz önüne alındığında, Fransız Devriminin hem insan
haklarının hem de milliyetçiliğin doruk noktasını oluşturduğu olgusu anlaşılabilir. Bu
nedenle hak bildirgeleri, bireysel özgürlük ile ulusal egemenliğin sentezidirler ve
insan haklarının öznesi, “insan”ı ulus devletle ilişki içinde tanımlayan “yurttaş”tır
(Özdek, 2000: 290). Temel varsayım, yurttaşlık haklarını temin eden yasaların, insan
haklarını cisimleştirdiği ve ayrıntılandırdığıdır. Eğer ülkelerin sahip oldukları
yasalar, insan haklarının gerekliliklerini yerine getiremiyorsa yurttaşların yasaları ya
yasama ya da devrimci eylem yoluyla değiştirmeleri beklenebilir bir sonuçtur
(Arendt, 1998: 298). Her iki yorum arasındaki ayrım, özellikle vatandaşlık
tartışmalarının etrafında döndüğü Lockecu “bireyci liberal yurttaşlık” ile Rousseaucu
“cumhuriyetçi yurttaşlık” anlayışları çerçevesinde vurgulanmaktadır. İlki, bireyler
arasındaki ilişkileri sözleşmeye dayandırarak bireylere topluma sözleşme temelinde
özgürce girmelerinden öte bir yükümlülük yüklemezken ikincisi, bireylerden değil
toplumdan yola çıkarak “görev”ler ve “katılım” vurgusunu öne çıkarır (Üstel, 1999:
70). Bireyler toplumsal bütün içinde anlam kazandıklarından topluma göre öncelik
taşımazlar ve görevlere bağlı olan rolleri siyasal topluluğa karşı sorumluluklarınca
belirlenir (a.g.e., 70).
29
Bir kez insan hakları “devredilemez” olarak tanımlandığında, hakların
kaynağı kadar korunmasının da temelinin insan olarak gösterildiğini ve hakların
garantisinin halk egemenliğinin ayrılmaz bir parçası haline geldiğini söyleyen
Arendt’e göre, bu durum çelişkili bir yanı içinde barındırır (Arendt, 1998: 294-315).
Zira insan hakları kavramı, sadece insanın insan oluşu yani kendisi ile açıklanırken
ve bu ölçüde insan “her türlü otoriteden ve her türlü bağdan kurtulmuş, tamamen
yalıtılmış bir varlık olma” konumunda iken, insan halk unsurunun ayrılamaz bir
parçası haline geldiğinde bu konumu kaybeder. Bu çelişkinin nedeni Arendt’e göre
bildirinin “hiçbir yerde varolmayan ‘soyut’ bir insanı göz önüne almış olmasıdır”.
Öyle ki eğer bir kabilenin insan hakları yoksa bunun nedeni henüz bütün olarak
ulusun egemen olduğu uygarlık evresine geçmemiş olmasında aranabilir. Tam da bu
nedenle Arendt, yeni toplumsal kuruluşta insan hakları sorununun, ulusal özgürleşme
sorunuyla çözülmez bir biçimde iç içe geçtiğini ve sadece halkın, yani kişinin kendi
halkının özgürleşmiş hükümranlığının, insan haklarını temin edebilecek güç gibi
göründüğünü söyler. Buna göre Fransız devriminden sonra insanlık bir uluslar ailesi
imgesi içerisinde kavrandığından, insanın imgesinin birey değil halk olduğu ortaya
çıkacaktır. Zira temel kuruluş ebedi ve her türlü kimlikten bağımsız olduğu
varsayılan insan haklarının farklı biçimlerde de olsa yurttaşlık haklarıyla garanti
edildiği üzerine kuruludur. Arendt’e göre, her iki dünya savaşı sırası ve sonrasında
Avrupa ulus devlet sisteminin bozulması ve yeniden yapılanması sonucunda siyasi
yönetimlerden yoksun kalan ve asgari haklarına geri çekilmeleri gereken insanların
kendilerini koruyacak herhangi bir otorite ya da kurumu görememelerinin nedeni
ulusal hakların yitirilmesinin insan haklarını yitirmekle özdeş hale gelmesidir. Çünkü
devletsiz kalan yeni insan gruplarının gidebilecekleri tek bir toprak parçasının
30
kalmaması, siyasi örgütlenme sorunudur. Arendt’e göre “uzun zamandır bir uluslar
ailesi imgesi altında görülen insanlık öyle bir evreye varmıştı ki, bu sıkı sıkıya
örgütlenmiş kapalı cemaatlerin birinden atılmış olan, kendini bütün uluslar
ailesinden dışlanmış bir durumda buluyordu” (Arendt, 1998: 299).
31
3. 20. Yüzyılda Modernliğin Dönüşümü ve İnsan Hakları
19. yüzyılın sonu ile birlikte insan haklarının tartışılması üç ekseni içinde
barındırmaktadır. İlki, İkinci Dünya Savaşı sonrası refah devleti dönemiyle birlikte
vatandaşlığın yeniden dönüşümü dolayısıyla insan haklarının siyasal ve sosyal haklar olarak
adlandırılan bir kategoriyle genişlemesi, ikincisi her iki dünya savaşı sonrasında yeniden
yapılanan uluslararası sistemde insan haklarının gruplara tanınan haklarla yurttaşlıktan görece
bağımsız gelişimi ve son olarak Evrensel Beyanname ile uluslararası hukukun merkezi
teması olmasıdır. Beyanname ile bir “Uluslararası İnsan Hakları Belgeleri” çağının açıldığı ve
insan haklarının hukuki düzeyde olduğu kadar söylemsel olarak da evrenselleşme sürecine
girdiği (Sancar, 2003: 124) söylenebilir. Bu süreç öne çıkardığı özellikleriyle hem vatandaşlık
hem de insan hakları boyutunda 90’lı yıllarla birlikte başlayacak olan sorgulamaların zeminini
sunacaktır.
Wagner 1890’lardan başlayan ve 1960’lara kadar devam eden dönemi örgütlü
modernlik olarak tanımlar ve refah devletinin örgütlü modernliğin doruk noktasını
oluşturduğunu ifade eder. Örgütlü modernliğin “maddi tahsisat kurumları” olarak adlandırdığı
üretim ve mübadele tarzları, bürokrasi ve özgül olarak modern devlette somutlaşan “buyurgan
iktidar kurumları” ve toplum ile birey arasındaki ilişkiye dair olmak üzere “anlamlandırma
kurumları” olarak adlandırdığı kurumlar arasında devlet ve ulus çapında ve belirli bir tarzda iç
içe geçmesi temelinde inşa edildiğini ifade eden Wagner’in kilit kavramı
“uzlaşımsallaşma”dır (Wagner, 1996: 48,114). Klasik liberal kısıtlamaların savunulamaz ve
kolaylıkla bir kenara atılamaz olduğu bu uğrakta öne çıkan, doğal bir düzenin yerine
toplumsal olarak inşa edilmiş bir düzenin konmasıdır. “Düzeni toplumsal olarak inşa etmek,
ortak toplumsal fenomenlerin nasıl anlaşılması gerektiği ve yinelenen durumlarda nasıl
eylemde bulunulması gerektiği konusunda uzlaşımlar sunmak anlamına geliyordu” (a.g.e.,
32
117). 18. yüzyıl sonu ile 19. yüzyıl başı arasındaki dönem modern anlamlandırmanın kısıtlı
bir insan grubu ile sınırlı olduğu dönemi ifade ediyordu. İlk kırılma noktasını genel oy ve
sosyal haklar talepleri üzerinde biçimlenen 1848 devrimlerinin oluşturduğu bu sürecin sona
erecek olan anlamı nicel ve nitel olarak bir güç haline gelmiş işçi sınıfının projeden dışlandığı
ölçüde içerilmesi gerekliliği olarak kendini dayatması oldu. Nitekim özellikle işçi sınıfının
sendika kurma hakkını kazanmasıyla birlikte grup temsili siyasal yaşama girdi ve diğer temsil
biçimlerini de etkiledi. Bu nedenle ulus devlet zemininde ortaya çıkacak temel tarzın kolektif
bir çaba olarak biçimlendiği bu dönemde uzlaşımsallaştırmanın aşağıdan ve yukarıdan olmak
üzere iki biçimde gerçekleştiğini ifade eden Wagner, ilkinin en önemli örneği olarak işçi
hareketi ikincisinin ifadesi olarak devlet aygıtları tarafından hukuk ve çeşitlenen denetim
mekanizmaları eliyle “görece tutunumlu” tarzda inşa edildiğini vurgular (Wagner, 1996: 117).
Bu sürecin iki yanlılığının ifadesi “bireylerin herhangi bir toplumsal ölçüt uyarınca bir araya
toplanmalarına yaslanan örgütlü pratikler”in hem kolektif pratikleri mümkün kılması hem de
bireylerin bir kısmını örgütler içinde tutarken bir kısmını da örgütlü yapının dışına atmasıdır
(a.g.e., 109).
Jessop, İkinci Dünya Savaşı’nın sonundan 1970’lere kadar olan dönemi; talebi
sürdürmek, tam istihdamı güvencelemek ve ekonomik büyümeyi teşvik etmek amacıyla
devletin kullandığı Keynesci ekonomik politikalar; piyasa ekonomisinden kaynaklanan
bozukluklarla ilgilenecek bir asgari ücret saptayacak, kitlesel tüketim normlarının
genelleştirecek ve sermaye ile tüketim malları sektörünü koordine edecek şu ya da bu ölçüde
kurumsal bir refah devletinin gelişmesi; sol ve sağ, sermaye ile emek arasında, bu temel
sosyal kurumlar (yönetilen bir piyasa ekonomisi ve bir refah devleti) üzerinde geniş tabanlı
bir mutabakat sağlanması ve devlet ile bürokratik partiler arasında pazarlıklar aracılığı ile
çatışan çıkarlarının uzlaştırılması olarak tanımlamaktadır (Jessop, aktaran Pıerson, 2000:
193).
33
Devletin klasik liberalizmdeki konumlanışından müdahaleci politikaların uygulayıcısı
haline gelmesini sağlayan görünür neden Birinci Dünya Savaşı öncesinde başlayan ve İkinci
Dünya Savaşı sonrasında da devam eden kapitalizmin krizidir. Sistemin krizi aşmak üzere,
Fordizm olarak ifade edilen örgütlenme biçimiyle yeni bir tarzda kuruluşu ürünlerin
standartlaşması dolayısıyla her parçanın ve görevin de standartlaşması, buna uygun olarak
geliştirilmiş makineler, sabit tezgahın yerini alacak yürüyen bant ve tüm bu sürece eşlik eden
ve üretim sürecinde insan hareketlerini en küçük parçalarına kadar ayırarak fabrikada düzen,
kesinlik ve istikrarın yaratılmasına kilitlenen bir idari anlayışla özetlenmektedir (Murray,
1995: 47). Söz konusu idari anlayışın mekanı, salt üretim birimleri değildir; aksine, toplumsal
çatışmaların düzenlenmesi ve belirsizliklerin giderilmesine referans yapan örgütlü modernlik
dönemi devlet aygıtları, büyük endüstriyel girişimler ve kitle partileri aracılığıyla (Wagner,
1996: 103) toplumun da gözetim ve yönetim teknikleriyle yönetilmesi, başka bir ifadeyle
örgütlü demokrasinin gelişimi anlamına gelir (a.g.e., 144). Klasik liberalizmin gece bekçisi
rolündeki devlet anlayışı yerine ulusal temelde kendini örgütleyen kapitalizmin müdahaleci
devlet anlayışının geçmesinin ilk elden sonucu devlet/toplum, ekonomi/siyaset, özel/kamu
gibi ikiliklerin dönüşüme uğramasıdır. Habermas’a göre bu dönüşümün temel niteliği özel
alan ve kamusal alan arasında yeni bir “toplumsal alan”ın ortaya çıkmasıdır (Habermas,
2002a: 368). 19.yüzyıl sonunda serbest rekabetçi kapitalizmin dönüşümü ile birlikte liberal
anayasal devletin sosyal refah devleti haline gelmesi toplumsal alanın ortaya çıkışının itici
gücüdür. Böylelikle liberal temel hakların karışmama şeklindeki düzenleyici tarzı sosyal
yükümlülükleri olan devletin özel alana müdahalesi anlamına gelen ve güvenlik, çalışma,
yaşam standardı, sağlık, eğitim-öğretim gibi çok geniş bir alana yayılan yeni işlevlerine
dönüşür (a.g.e., 370). Bununla birlikte bu dönüşümü karakterize eden nitelik, liberal
gelenekten kopuş değil tam tersine toplumsal koşulları tanzime mecbur olduğu için liberal
geleneğin sürekliliğidir (a.g.e., 368). Böylelikle sözleşme özgürlüğü, mülkiyet hakkı gibi
34
klasik liberal ilkeler çalışma yaşamını düzenleyen yasalar, işçi tazminatları gibi
düzenlemelerle sınırlanır hale gelirler. Dolayısıyla ulus devlet niteliksel bir dönüşüm
geçirmiştir; zira devletin/siyasetin toplumsallaşması ile toplumun siyasileşmesi/devletleşmesi
,iç içe geçmiştir (Özkazanç, 1998: 95).
Kapitalizm ile demokrasinin birbirini tamamlayan sistemler değil insanın gelişme
sürecini ve toplumların tarihsel evrimini düzenleyen ve birbiriyle çelişen kuralları temsil
ettiğini ifade eden Bowles ve Gintis’e göre bu kurallardan ilki mülkiyet hakları temelinde
ekonomik ayrıcalıklar iken diğeri kişi haklarının kullanılması temelinde özgürlük ve
demokratik hesap verme yükümlülüğüne öncelik verilmesinde ısrardır (Bowles, 1996: 32).
Haklar alanını, her ikisi de genişlemeci mantıkta olan mülkiyet hakkı ile kişisel haklar
arasındaki çelişkinin belirlediğini savunan yazarlara göre bu hakların çatışmasının getirdiği
patlayıcı potansiyeli yatıştırmayı hedeflemiş dört tür düzenleme tespit edilebilir: İlki, politik
katılımın mülk sahipleriyle sınırlanmasını öngören Lockecu düzenleme; ikincisi, mülkiyeti
yurttaşlar arasında geniş biçimde dağıtan Jeffersoncı bakış; üçüncüsü, mülksüzlerin ortak bir
politik programla ortaya çıkmalarını önlemek için yurttaşlar arasındaki çıkar farklılığını
beslemeye dayanan Madisoncu strateji ve son olarak gelirin, mülksüzler ile varlıklı kesimler
arasında çıkar ortaklığını doğuracak şekilde yeniden bölüştürülmesiyle ekonomik büyümeyi
öngören Keynesçi modeldir (a.g.e., 72). Buna göre sermayenin, sendikaların politik ve
ekonomik yaşama katılımını kabul etmeye ve asgari yaşam standartları, tam istihdam ve
üretim kazancından işçilere pay verilmesini güvencelemeye yöneldiği, emeğin de üretim ve
yatırım süreçlerinde kapitalistlerin denetimini kabul ederek karlılık ölçütünün kullanılmasına
onay verdiği bu model hakların çatışması sürecinde adeta geçici bir duraklamayı ifade eder
(a.g.e., 110, 115). İnsan hakları sistematiği içinde “ikinci kuşak haklar” başlığı ile ifade edilen
sosyal haklar bu dönemin ve belirli bir tarzda uzlaşımın ürünüdürler. Sağlık, beslenme, konut,
işsizlik, eğitim gibi toplumsal sorunların, merkezinde devletin olduğu bir planlama ve
35
müdahale sürecinin temeli haline gelmesinin özel ve kamusal alan açısından anlamı hem
toplumla ilgili her ilişkinin kamusal düzenleme konusu olması hem de özel alanın asıl olarak
tüketim ile tanımlanır olmasıdır (Özkazanç, 1997: 27). Toplumsal olanın her alanının
bürokratik merkezi bir devlet tarafından düzenlemesi ve toplumun refah ölçütüne
indirgenmesi bir depolitizasyon sürecini ve ekonomik merkezli vatandaşlık imgelemini
beslediği gerekçesiyle eleştiri konusudur (Özkazanç, 1998: 102). Ayrıca refah hizmetlerinin
bir eşitlik yaratmakta başarısız olduğu ve hizmetlerin sunuluş tarzının kadınlar, siyahlar,
işsizler, yaşlılar gibi ayrıcalıksız gruplar açısından aşağılayıcı ve damgalayıcı olduğu ifade
edilmektedir (Dubıel, 1998: 83; Leadbeater, 1995: 129; Özkazanç,1998: 102). Bir anlamda
sınıf ve refah bazında sağlanan uzlaşma sınırlılığı ölçüsünde kendi dışlananlarını ve ezme
ezilme ilişkilerini yaratmıştır.
İlk bakışta özellikle yeni sağ politikalar hedefleştirdiği oranda kişisel haklara sosyal
hakların eklenmiş olması ya da haklara yönelik genel bir eşitlik vurgusu refah devleti
dönemini haklar açısından ayrıcalıklı kılıyor görünmektedir. Hakların, siyasal katılım
haklarının dışına taşıp ekonomik ve kültürel yaşam alanlarına uzanması klasik liberal devlet
anlayışına göre “siyaset öncesi” alanlar olduğu için “toplumsal” alan devletin tasarruf yetkisi
içine girdikçe “siyasal” olanın sınırlarının çizilmesi tartışmalı hale geldi (Dubıel, 1998: 59).
Tam da bu tartışmalı zeminde hakların gelişimi açısından iki önemli nitelik tespit edilebilir:
İlki refah döneminde siyasal vatandaşlık ile sosyal vatandaşlığın bir arada değerlendirilmesi
ve pozitif özgürlük anlayışının önem kazanmasıdır (Özkazanç, 1998: 99). Yani özgürlüğün,
salt “bireysel” ya da “negatif”olarak değil devleti kimi önlemler almaya yönelten bir
çerçevede formüle edilmesidir. İkincisi ise bu dönemde toplumsal uzlaşmanın sağlanış
biçiminin derin bir çözülmenin dinamiklerini beslemiş olmasıdır (a.g.e., 99). “Refah devleti
vatandaşlığı belirleyen modern dinamiklerin en olgun biçimlerine varması nedeniyle
birbirleriyle çelişen ilke ve pratikler arasında sınır çatışmalarının geliştiği ve dolayısıyla
36
çelişki kaynaklarının daha görünür kılındığı bir dönem olarak görülebilir. Vatandaşlık
kurumunun baştan beri içinde taşıdığı gerilimlerin hepsi refah döneminde beslenmiş ve
patlama noktasına gelmiştir. Ekonomik birey ile vatandaş, haklar ile yükümlülükler, farklı
haklar arasındaki uzlaşmazlıklar, tekil çıkarlar ile ortak çıkar ve kamusallık, devlete aidiyet
ile tekil aidiyetler, refah devletinde demokrasi ile liberalizm arasında yani halk egemenliği ile
bireysel özgürlük ve çoğulculuk ve farklılık mantığı arasında, refah devleti aracılığıyla
gerçekleştirilmeye çalışılan eklemlenmenin sınırlarına dayandığını, kendini tükettiğini
görüyoruz” (a.g.e., 99). Bunun nedeni refah devletinin “tek ulus hegomonik projesi”
somutluğunda ve ekonomik güvenlik temelinde eşit haklara sahip vatandaşlar topluluğunun
birleştiği yerde yeniden ayrışmasının zeminini sunmasıdır. Zira yaratılan kolektif kimlik
siyasi, ahlaki, hukuki ve kültürel boyutları ikincilleştirdiği oranda kamusal alanı parçalayarak
“yeniden feodalleşme” olarak adlandırılan sürecin ortaya çıkmasını sağlayacaktır (a.g.e., 99).
Yukarıda örgütlü modernlik döneminde hakların gelişimi açısından ikinci eksenin,
uluslararası alanda tanımlanmaya başlanacak olan bir insan hakları kavrayışı olduğu ifade
edilmişti. Aşağıda ayrıntılı olarak incelenecek olmakla birlikte kuşkusuz bu gelişimi açığa
çıkaran temel olgu özellikle İkinci Dünya Savaşı ve sonuçlarıdır. Savaşın bitimiyle öne çıkan
uluslararası hukukun temeli, herhangi bir çatışma ortamında devletin, devlet dışı kişilerin
veya grupların şiddetine karşı bireyin korunmasına yönelik düzenlemelerdir. Bu ise
beraberinde ilki uluslararası hukukun devletlere tanıdığı savaş yetkisi yani bir devletin ne
zaman meşru bir şekilde kuvvet kullanma hakkına sahip olduğuna verilen yanıt ile ikincisi
savaştaki hukuk yani savaş hukuku olmak üzere ikili bir boyutu beraberinde getirmiştir.
37
4. Küreselleşme Sürecinde İnsan Haklarının Dönüşümü
Küreselleşme ekonomik açıdan mal ve hizmetlerin uluslararasılaşmasına koşut olarak
mali ve sınai sermayenin de uluslararasılaşmasına ve bu doğrultuda ulusal devlet
sınırlamalarının azaltılarak uluslararası liberalizasyon tedbirlerinin artırılmasına olduğu kadar
bu sürecin sermayenin hareket alanının genişlemesi ve farklı sermaye türlerinin iç içe geçmesi
ile sermayenin bileşimi, yoğunlaşması ve merkezileşmesi açısından da kimi dönüşümlerle
sonuçlandığına işaret eder (Arın, 1992: 51). Üretim ve finans işlemlerinin uluslararasılaşması
sürecinin hakim unsurunun çokuluslu şirketler olması ve devlet egemenliğinin ekonomik
alandaki kontrol yetisinin aşınması bu sürecin ekonomik alanda temel iki sonucu olarak ifade
edilmektedir ( Held, 1995: 192). Dünya ekonomisindeki yapısal değişimlere paralel olarak
çeşitli ülkeler arasında kurulan güç blokları ya da içerik ve amaçları farklı olmakla birlikte
uluslararası ve uluslar-aşırı örgütlenmelerin karar alma süreçlerindeki belirleyici rolleri bu
genel tabloya eklenebilecek diğer unsurlardır (a.g.e., 193-194). Bilindiği gibi bu unsurlar
merkezde olmak üzere yapılan tartışmalar ulus devletin salt ekonomik değil kültürel ve
siyasal açıdan da egemenliğinin ne temelde değiştiği sorusuna doğrudan bağlanmaktadır. Bu
temelde öne çıkan olgulardan ilki, sosyal haklar ve eşitliğe itibar etmeyen küreselleşmenin,
ulus devlet açısından salt ekonomik olarak homojen bir küresel ağ içinde yer almak anlamına
gelmediği yanı sıra “Lübnanlaşma” olarak adlandırılan ve cemaatleşme ile yerel aidiyetler
etrafında şekillenen bir veçheye sahip olduğudur. Bu olgu kamusal alanın parçalanmasını
gündeme getirirken, bu zeminde yükselen hak talepleri de klasik yurttaşlık kategorisini farklı
duyarlılık, kimlik ve konum biçimlerini içine alacak şekilde genişlemeye açmaktadır. Aşağıda
38
bu zeminde öncelikle refah devletinin krizi ile birlikte sosyal haklar, ardından insan haklarına
dair bir başlık olarak insan haklarının evrenselliği, bu evrensellikle sorunları olan ve insan
hakları kataloglarına giren belli başlı hak taleplerinin özneleri olarak yeni toplumsal
hareketler ve son olarak uluslararası insan hakları incelenecektir.
4.1. Refah Devletinin Krizi, Yeni Sağ ve Sosyal Haklar
39
İkinci Dünya Savaşı sonrasında sermaye birikiminin yenilenmesini mümkün kılan
düzenlemelerin kendi iç çelişkileriyle istikrarını yitirmeye başlaması, refah devletinin krizini
önceler (Pıerson, 2000: 193). İşsizliğin azalma eğilimi içinde olması, ulusal gelirden alınan
pay içinde ücretlerin sahip olduğu yüksek oran ve sermaye karlılığının azalması 1950’li ve
60’lı yıllarda Batı ekonomisinin genel görünümüyken (Wagner, 1996: 180) 1970’lerden
itibaren başlayacak ekonomik kriz; kar oranlarının düşmesi, artan işsizlik, vergi oranlarının
yükselmesi, sosyal harcamaların bütçe içindeki payı ve bütçe açıklarının artması gibi refah
dönemi politikalarının çözemediği sonuçlarla derinleşecektir (Pıerson, 2000: 194).
Bu gelişimin temel sonucu, devlet, sermaye ve emek arasında kurulmuş kısmi ve
geçici uzlaşmanın çözülmeye başlayarak modernliğin yapısında meydana gelecek
dönüşümdür (Özkazanç, 1998: 104). Bu açıdan 1968, “uzlaşımsal olmayan siyasal eylem
biçimi” olarak meşruiyeti uyumlu bir toplum imgelemine dayanan refah döneminin
sorgulanmasının ifadesidir. 1960’lı yıllarda ortalama bir yurttaşın siyasal sürece katılımı
yerleşik partilerin örgütlenmeleri içerisinde yer almak anlamına gelirken 68 hareketi üretim,
istihdam, tüketim kültürü tarafından biçimlenen gündelik yaşam pratiklerine karşı
kendiliğinden bir tepkidir (a.g.e., 100). Yeni toplumsal hareketlerin ilk evresi olarak
betimlenen 1968’in yöneldiği odak ise salt devlet, üniversite gibi bürokratik güçler değil aynı
zamanda hareketi yeni bürokratik mekanizmaların oluşumuna ya da eski oluşumların
pekiştirilmesine yöneltmeye çalışan sendika ve partiler gibi örgütlenmelerdir (Arrıghı,
Hopkins, Wallersteın, 1995: 89, 42). Sistemin içerdiklerinin dışında kalanların kendilerini
kültür, çevre, etnik ve cinsel kimlik gibi alanlarda doğrudan eylem yoluyla ifade tarzları yeni
hak taleplerini ortaya çıkarmıştır. Fakat bu hak talepleri devlet müdahalesini çağırdıkları
ölçüde zayıflamışlardır. Nitekim bu hak taleplerinin dile getirdiği sorunların sistem tarafından
içerilmesi bürokratik aygıtın genişlemesine yol açmıştır. Yeni sağın gelişimi de refah
devletinin kendi çelişkilerinin bir sonucu olarak “kapitalizmin gereklilikleriyle toplumsal
40
ihtiyaç mantığının devlet eliyle uzlaştırılmaya çalışılmasından” kaynaklanacaktır (Özkazanç,
1997: 30).
Wagner bu dönüşümü, modernliğin ikinci krizi olarak adlandırdığı örgütlü
modernliğin çözülüşü bağlamında değerlendirmektedir (Wagner, 1996: 191). Buna göre, ilkin
devletin toplum hakkında tüm bilgiyi derleyerek düzenleyici ve uyumlaştırıcı tarzda müdahale
edebileceği düşüncesine dayanan uzlaşım ortadan kalkar. Devletin, özellikle ekonomik alana
müdahalesine sınırlar konulmasını isteyen neo-liberal düşünce, karlılığın geçerli olduğu
iktisadi alan ile bir kamusal iyi düşüncesinden yola çıkarak herkesin refahının
amaçlanabileceği siyasal alanın karşı karşıya konumlandırılmasına dayanır. Bu nedenle vurgu,
siyasal karar alma ve uygulama süreçlerinin merkezi devlet tarafından hiyerarşik bir tarzda
işletilmesine dayalı devlet anlayışının yerine arabulucu olacak bir devlet anlayışına geçer.
Serbest piyasa temelinde küçük ama güçlü devlet formülüne dayalı bu yaklaşım bir yandan
piyasanın özelleştirme, işçi sınıfının atomize edilmesi gibi politikalarla düzenlenmesini
gerektirirken bu süreçlerin gerektirdiği kararların alınması ve uygulanması açısından güçlü
devleti ortaya çıkarır.
Wagner’e göre siyasal alan ve ekonomik alan arasındaki bu ilişkilenme, basitçe refah
devletinin yeniden liberal devlete doğru bir tersine çevrilişinden öte bir sonuca sahiptir. Bu
sonuç, kamusal ve özel düzenleme alanları arasındaki sınırların kesinkes ayrılması değil
sınırların dağılması ve muğlaklaşmasıdır (Wagner, 1996: 192). Çünkü yeni sağın bireyciliği
sadece piyasa ekonomisini değil, toplumun da piyasalaştırılmasını haklı çıkarır (Leadbeater,
1995: 132). Buna göre ekonomik etkinliğin örgütlenmesinde belirleyici olan ilke piyasadır ve
piyasa tercihleri salt kaynakların verimli dağılımının sağlanması için değil yüksek verimliliğin
yakalanması için de önkoşuldur. Toplumu oluşturan insan-atomlar tüketmek için daha sıkı
çalışır ve girişimciler özgür oldukları oranda işletmeler daha verimli hale gelir. Bununla
birlikte yeni sağın bireyciliği sadece tüketimle sınırlı değildir zira bireyci söylem özerklik,
41
tercih yapma ve sorumluluk alma, ademimerkezileşme gibi unsurlarla desteklenecektir. Bir
kez toplum bireyler için salt bir ilerleme ve güç elde etmek için araç olarak tanımlandığında
kolektife dair tüm çözümler gereksizleşir. Zira zaten kuruluş, kutsal olan özel alanın devletin
olası müdahalesi karşısında korunmasına dayanır (a.g.e., 134). Bireycilik sadece ekonomik bir
gereklilik değil bağış, insanseverlik, kendi başının çaresine bakmak gibi argümanlarla ahlaki
bir ilke olarak ortaya çıkar (Hall ve Held, 1995: 171, 134). Nitekim çocuk eğitimi, eğitim
politikası, kadın ve ailenin statüsü, cinsellik ve dinin uygulanışı gibi kültürel değerler yeni
sağın “öfkesinin kabardığı” alanlardandır (Dubıel, 1998: 15). Yeni sağ tek biçimlilik,
verimsizlik, tercih yoksunluğu ile eşanlamlı olarak kullanılan devlet ve kolektif hizmet ile
yükselen yaşam standardı, tercih ve yeterlilikle eşanlamlı kullanılan piyasa ve özel hizmet
arasında bir ikilem yaratır (Leadbeater, 1995: 136). Hem farklılaşan kimlikler temelinde bir
toplumun hem de devletin ortak iyiyi gerçekleştirecek bir alan değil teknik bir aygıt olarak
ortaya çıkışı, genel olarak hakların gündemini belirleyecektir. Refah dönemini niteleyen tek
ulus hegemonik projesi yerine ulusu temelde ikiye bölen bir ayrım oluşur: “Tipik olarak bir
girişimci suretinde tahayyül edilen altif, sorumlu, çalışkan, yasalara saygılı vatandaşlar “asıl
ulus”u oluştururken, hegemonik projeden dışlanan kesimler sorumsuz, çıkarcı, bencil, devlete
bağımlı, tembel, asi ve mızmız olarak damgalanırlar. Yeni sağın dışlama söylemleri çoğalıp
çeşitlenirken, dışlanan kesimlere ve özellikle kentsel şiddet hareketlerinin arkasındaki güç
olan en alttakilere yönelik baskının dozu da giderek artar” (Özkazanç, 1998: 121).
Bu gelişme 1980’li yıllardan sonra insan hakları alanına sosyal hakların geri alınması
ve devletin yeni işlevi ile ilgili olarak “güvenlik” olmak üzere ikili bir gündem sunacaktır.
Sosyal haklara ilişkin yeni sağdan gelen eleştiri sosyal hakların piyasa düzeninin kurumlarına
zarar verdiği ve bu hakların insan hakları kapsamında değerlendirilmemesi gerektiğidir
(Özdek, 2000: 179-193). Buna göre ekonomik ve sosyal haklar kelimenin gerçek anlamıyla
haklar değil, devletin kimi insanlara verdiği imtiyazlar olarak nitelenebilir ve sosyal hakların
42
“hak” olarak insan hakları alanına dahil edilmesinin sonucu klasik hakların zayıflatılması
hatta yok edilmesi tehlikesi demektir. Bir önceki dönem bir hak niteliğinde olan ve devletin
yerine getirmesi gereken hizmetler, artık “sosyal risk” vb. kavramlarla birer yardım konusu
haline getirilecektir (Zabcı, 2002).
Bu sürecin zorunlu olarak ikinci bir görünümü, hem piyasanın yeniden düzenlenmesi
hem de devletin ekonomiden elini çekmesinin sonucu olarak gündeme gelebilecek toplumsal
çalkantıları bastırmak üzere gerekli olan “güçlü” bir devletin varlığıdır (Özkazanç, 1997: 32).
“Kanun ve Düzen” ya da “Sıfır Tolerans” vurgularıyla gündeme gelen olgu, dilenciler,
düşkünler, evsiz-barksızlar, yabancı kılıklılar, hastalar, yani yoksullar ve farklı kimliklerden
insanlarla karşılaşmamanın güvencesi olarak yeni bir “güvenlik” teorisinden geçer. Bu
güvenlik organizasyonu, “zengin dünyanın yoksul dünyaya değmemesi” olarak
özetlenebilecek adeta yeni bir sosyal hizmet anlayışı demektir. Bir örnek olarak Los Angeles
incelemesinde Davis, yoksulların gelmemesi için şehir merkezindeki kamuya ait tuvalet ve
çeşmelerin kaldırıldığını, üzerlerine yatılmaması için bankların düz değil silindir şeklinde
yeniden düzenlendiğini, çöp kutularının tel örgülü ve kilitli koruma altına alındığını konu
ettikten sonra idari görevlilerin bu düzenlemeleri biçimsel değil politik bir karar olarak
açıkladıklarını ifade eder (Davis, 1990: 260). Dolayısıyla söz konusu olan, tipik olarak zorun
ötesinde adeta paranoyak bir kontrole ve gözetlemeye dayanan, hatta kontrol edenlerin de
kontrolüne dayanan bir “zor”un organizasyonudur.
43
4.2. İnsan Haklarının Evrenselliği Tartışması
Modernliğin ulus devlet zeminindeki gelişiminin salt mekansal bir düzeye değil yeni
bir egemenlik tarzının kendi meşruiyet temellerini ürettiği bir devlet/toplum anlayışına
dayanan bir iktidar tarzına işaret ettiği ve insan haklarının genel formunun egemenliğin
oluşturucusu olarak ulus ve ulusu oluşturan yurttaşların haklarında somutlaştığı ifade
edilmişti. Egemenliğin bu tarzda açılımı, modern ulus devletlerin önce kendi içlerinde
geliştiği ve gelişimlerinin daha üst bir aşamasında birbirleriyle ilişki kurdukları gibi bir
öncelik/sonralık varsayımına dayanmaz. Aksine başlangıcından itibaren modern devlet
belirlenimin karşılıklı olduğu bir uluslararası sistem içinde varolmuştur (Pıerson, 2000: 241).
Uluslararası ilişkilerin doğası sorunu bu disiplin içindeki kuramsal bakışlarda farklı içeriklerle
tartışılıyor olsa da adını 1648 Westfalya Barışı’ndan alan ve İkinci Dünya Savaşı'nın sonuna
kadar geçerliliğini sürdürdüğü kabul edilen “Westfalya modeli” ile 1945 sonrasındaki
uluslararası kuruluş arasında bir ayrıma gidilebilir. Held’e göre ilk model, dünyanın üst
otorite tanımayan egemen devletlerden oluştuğuna, yasa koyma süreçleri, anlaşmazlıkların
çözümlenmesi süreçlerinin bu devletlerin ellerinde olduğuna, devletler arasındaki
farklılıkların zor kullanarak yatıştırıldığına, uluslararası hukuka uygun bir ortak çıkar
tanımlanmadığına, tüm devletlerin yasa önünde eşit sayıldığına, uluslararası hukukun sadece
birlikte yaşamanın asgari kurallarını belirlediğine ve devlet özgürlüğü önündeki engellerin
44
asgariye indirilmesinin ortak bir öncelik olduğuna işaret eder (Aktaran Pıerson, 2000: 82).
Daha çok bir betimleme düzeyindeki bu ilkelerin her şeye rağmen ortaya çıkardığı sonuç,
uluslararası ilişkiler alanında belirleyici aktör olarak ulus devletin oynadığı roldür. Bu model
açısından Birinci Dünya Savaşı sonrasında Milletler Cemiyeti’nin kurulması klasik
uluslararası sistemin dönüşümü sürecini başlatırken asıl kırılma noktasını İkinci Dünya Savaşı
sonrasında kurulan ve devletlerin “egemen eşitliği” ve “halkların hak eşitliği” ilkelerini
tanımakla birlikte ortak amaç olarak “insan hakları, barışın ve güvenliğin korunması”
formülüne dayanan Birleşmiş Milletler oluşturacaktır (Özdek, 2000: 152). Bu temelde
küreselleşme olarak adlandırılan süreçle birlikte ulus devletin aşınmasına bağlı olarak vurgu,
yeni bir aktör olarak birey ve ulus-üstü örgütlenmelere ve bir meşruiyet söylemi olarak
“evrensel insan hakları”na kaymaya başlayacaktır. 1948 İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi her
şeyden önce insanların bu “evrensel” nitelikteki haklarının formüle edilmesine dayanır. Ancak
bir kayıtla, insan haklarının evrenselliği teması doğuş süreciyle birlikte kavrama içkindir ve
Hobbes-Locke çizgisinden gelen klasik liberal çizgi ile Kant felsefesinden gelen “özerklik
savunusu” olmak üzere iki farklı yaklaşımdan doğru izlenebilir (Deveci, 1999). Bununla
birlikte evrenselcilik bir siyasal öğreti olarak modern dünyada ortaya çıktığından kökenleri,
belirli bir toplumsal-iktisadi kuruluş ile de yakından ilgilidir ve kapitalist bir sistemin sonsuz
sermaye birikimi arayışı ile evrenselci bir ideolojiyi savunmanın gerekliliği arasında bağlantı
kurulabilir (Balibar, 2000: 42).
İnsan haklarının evrenselliği tartışması evrensel olarak kodlanan insan hakları
kavramını merkezine almaktadır. Dolayısıyla tartışmada öne çıkan ilk karşı tez, kimi hakların
insan hakları kapsamına alınmasına ya da Batı kökenli “değerler”in evrensel düzeyde
kavramsallaştırılmasına dairdir. Bu çerçevede en çok eleştirilen iki hak bireysel özgürlük ve
mülkiyet hakkıdır. İkinci tez ise hakların gerçekleştirilmesi ile hakkın varlığı arasındaki
ilişkiyi sorgulamakta ve herkes için gerçekleştirilmeyen bir hak varsa bu hakkın evrensel
45
olarak kabulüne itiraz etmektedir (Deveci, 1999: 42). Örneğin kişi mülkiyet hakkını talep
edebilir ancak hakkın gerçekleşmesi iktisadi ve toplumsal koşulları gerektirir. Eğer kimi
haklar bazı toplumsal kesimler ya da bazı ülkelerin vatandaşları adına gerçekleşiyorsa hakkın
evrenselliği tartışmalıdır.
Bu zeminde öne çıkan ilk sorgulama noktası, insanın insan olması nedeniyle
devredilemez kimi haklara sahip olduğu iddiasının aslında insan doğasına ilişkin ortak bir
kültürel kanıya dayandığı önermesinden hareketle “görelilik”tir. Kültürel ya da dinsel
geleneklerden hareket eden bu yaklaşım farklılık, bireycilik ve kolektivizm kavramları
arasında kurduğu karşıtlıktan hareket eder (Özdek, 2000: 253). Buna göre Batı son iki yüzyıl
boyunca esasen Avrupamerkezci ve liberal bir ideolojinin ürünü olarak şekillenen kendi insan
hakları anlayışını Batılı olmayan toplumlara bir tür “insan hakları emperyalizmi” biçiminde
dayatmıştır. Oysa insan hakları kültürel bütünden bağımsız olmadığı gibi farklı toplumların
kendi insan hakları yaklaşımlarına farklı kültürel üsluplar içinde sahip oldukları
yadsınmamalıdır. Belli ülkelerin insan hakları standardı ve modelinin, tek uygun standart ve
model olduğu ve bütün ülkelerin onlarla uyumlu olma arzusunda oldukları düşünülmemelidir
ve düşünülemez. Claude Lévi-Strauss, kültürlerin eşitliği ilkesinden hareket ederek Batı
kökenli insan hakları anlayışının evrenselliğine itiraz etmektedir. Büyük insan hakları
bildirgelerinin insanın doğasını soyut bir insanlık içinde değil geleneksel kültürler içinde
gerçekleştirdiği olgusunu unutan bir ideali dile getirdiğini ifade ederken (1985: 41) vurgusu
diğer uygarlıkların sahip olduğu değerlerin eş düzeyde kabulüdür (1986: 65-79). Örneğin
Batılı anlayışta bir kutsallık metaforu olarak bireyin, Batılı olmayan toplumlarda topluluk,
ulus hakları gibi unsurların öncelikli olması her iki toplumsal kuruluşun kültürel yapısıyla
ilgilidir. Bu durumda bir “öncelikler hiyerarşisi” anlamına gelen evrensel insan hakları
46
formülü meşruiyeti açısından sorgulanmalı ve kültürler arası bir insan hakları anlayışının
geliştirilmesi amaç olmalıdır (a.g.e., 67).3
Evrensellik fikrinin reddi üzerine kurulu bu yaklaşımlar örgütlü modernliğin
çözülmesi zemininde ortaya çıkan ve birey ile toplumun gerçeklik, temsil, rasyonellik,
özerklik kavramlarıyla düşünülemeyeceği yönündeki önermelerle birlikte düşünülebilir.
Modernliğin ve öznenin sonundan hareket eden postmodern söylem, dünyaya dair geçerli
ölçütlerin sunulabileceği bir temsilin imkansızlığına referans yaparken, insanın içinde
yaşadığı dünyayı anlamlandırdığı büyük anlatıların geçersizliği sonucuna sahiptir (Wagner,
1996: 216).
Hukuk disiplini içinde “nasıl” sorusuna verilen yanıtların bir kısmı Eleştirel Hukuk
İncelemeleri (Critical Legal Studies: CLS) adlı okulun görüşlerinden izlenebilir (Türkbağ,
2002: 28-33). İlk olarak eğer değerler güç ilişkilerinin sonucuysa ahlaki doğruluk ya da
nesnellik yoktur, hukuksal ve sosyal eleştiri ve değerlendirmenin kaynağı olarak ahlak
kullanılamaz. İkinci olarak eğer ahlak güç ilişkilerince oluşturulan kültürün içinde ve buna
özgü ise birçok alt kültürle birlikte karmaşık bir yapıya sahiptir. Köklü biçimde çelişen
değerler şeması oluşturan bu yapıda, bu alt kültürlerin hiçbiri genel geçerlilik savında
bulunamaz. Bu ilkelerden hareket eden CLS’nin esas vurgusu, hukukta genel, nesnel ilkelerin
varlığının geçersizliğidir çünkü hem tüm ulusal varlıkların üzerinde anlaşabilecekleri rasyonel
ilkeler imkansızdır hem de hukuk güç ve yarar ilişkilerinden bağımsız değildir. Hukukçuya
düşen görev bu zeminde anlam kazanır: toplumsal yapıdaki güç ilişkilerini perdeleme ve olan
3 “Bir yeni-Irkçılık var mı ?” sorusunu soran Balibar’ın verdiği yanıt, kültürlerin göreceliliğine vurgu yapan Strauss’un, baskın temanın biyolojik soyaçekim değil, kültürel farklılıkların aşılamaz olduğu, ilk bakışta bazı grup ya da halkların diğerlerine üstünlüğünü değil, sadece sınırların kaldırılmasının sakıncasını, hayat tarzlarının ve geleneklerin bağdaşmazlığını savunan bir “farkçı-ırkçılık”la ister istemez buluştuğunu ifade etmektedir (Balibar, 2000: 31). Fakat bununla birlikte Balibar, bu yeni-ırkçılığın oluşumunda “insan hakları ülkesi” olarak Fransa’nın sahip olduğu insan türünü evrensel olarak eğitme misyonu düşüncesinin önemine dikkat çeker. Çünkü bu düşünceye denk düşen pratik ezilen toplulukların asimilasyonu ve asimilasyona karşı geliştirilen direniş ya da uyumun ayırt edilmesi ve aşamalandırılması olmuştur (a.g.e., 35).
47
durumun korunmasında kullanılan mantıksal ve tamamen rasyonel bir görünüm veren hukuk
uygulaması üzerindeki örtünün kaldırılması. Bu başarılabildiği ölçüde hukuk uygulamalarının
ötekiler lehine düzeltilmesi sağlanabilecektir. CLS bu anlayışa dayanarak liberal hukuk
sisteminin temel çelişkilerini eleştirmektedir. Eğer mülkiyet hakkı, devlet tarafından bireye
bir güç bahşetme biçiminde ortaya çıkıyorsa sözleşme için yapılan pazarlık eşit olamaz.
Kurallar birbiriyle her çatıştığında verilen karar siyasi takdir gereği olur ve hukukun
üstünlüğünün gerektirdiği biçimselliğe ulaşılamaz. Dolayısıyla hukuk rasyonel ve tarafsızlık
iddiası ile ele alınırsa sonuç tahakküm ve hiyerarşidir.
Böylelikle postmodernizmin hukuk alanındaki yansıması, hiyerarşik ilişkilerin
yıkılmasında, farklılıkların tanınmasında, kültürel sistemin dışladıklarına kendilerini
belirleme imkanı verilmesinde kilitlenmektedir (Güriz, 1997: 146-166). Bütünleştirici ve
homojenleştirici olarak nitelenen modern hukuk sistemine yönelik eleştiri değişim,
çoğulculuk ve yerellik anlayışını öne çıkarmaktadır. Modern hukuk anlayışının düzen ve
istikrar sağlamaya yönelik amacında öne çıkan “hukuk” kavramının, önceliğini “hak”
kavramına bırakması önerilmektedir. Bunun nedeni kapitalizmin örgütlü olduğu dönemde
hukukun hem devlet hem de toplumu pekiştirmek amacı güttüğü oysa günümüzdeki
değişikliklerin “azami hukuktan asgari hukuka geçiş” süreci ile yakalanabileceğidir. Bu
sürecin temel ilgisi düzen ve belirlilik değil birbirine benzemez isteklerin ve indirgenemez
farklılıkların toplamı olarak süje ve onun hukuk sistemi içindeki yeri ve konumudur. Sujenin
bir amaç olarak ortaya çıkması hiyerarşik statülerin ve bağımlılıkların daha az önemli
kılınmasını sağlayabilir.
Görelilik argümanına karşı itirazlardan ilki, insan haklarının evrenselliği karşısında
göreliliğine dayanan yaklaşımların çok eşlilik, kadın ya da azınlık gruplarının dışlanması,
keyfi öldürmeler, işkence eylemleri ya da kadın genital operasyonları, örneğin Türkiye’de
işkence ihlallerine karşı devlet yetkililerince işkencenin kültürel bir olgu olduğu yönündeki
48
açıklama biçiminde olduğu gibi, geleneksel pratiklere karşı belirli bir hoşgörü ya da onay
talep etmesi gibi yaklaşımlara meşruiyet kazandırabileceğidir (Özdek, 2000: 259; Üstel, 1989:
153). Buna göre insan haklarının göreliliği anlayışının meşruiyet kazanması, insan hakları
hareketinin geçersiz kılınması ve evrensel bir değer olmaktan çıkarak kısmi ve yerel
kavrayışlarla sınırlanması anlamına gelebilir (Üstel, 1989: 153).
İkinci itiraz konusu, insan haklarının, kişilerin kendilerini vicdani kanaatleri
doğrultusunda geliştirmelerini öncelikle garanti altına aldığıdır. Habermas’a göre insan
hakları herhangi bir toplumda ahlaki veriler olarak hazır bulunmazlar yani verili değil inşa
edilen yapılardır. Politik bağlayıcılığı olmayan ahlaki haklar gibi statülerini kendiliğinden
muhafaza edemeyeceklerinden kavramsal tarifleri icabı yazılı olmaya yani yasama
organlarınca pozitif kurallar haline getirilmeye ihtiyaç duyarlar (Habermas, 1999: 66). Oysa
kişilerin özel hayatlarını koruma altına alan bireysel haklar öncelikle kişilerin vicdani
kanaatleri doğrultusunda yaşamalarını zaten garanti altına almaktadırlar. Buna göre kendi
toplumlarının cemaati bireyden öncelikli sayan ve ahlak ile hukuk kuralları arasında kesin
ayrım yapmayan değerlerine atıf yapan taraflar açısından soru, insan haklarının bireyselci bir
hukuk düzeninin parçası olarak kendi kültürel değerleri ile bağdaştırılıp bağdaştırılmayacağı
değil içinde bulundukları iktisadi modernleşme süreci ile toplumsal ve politik bütünleşme
açısından kendi geleneksel değerlerinin ne ölçüde birbirine uydurulacağı sorunudur (a.g.e.,
66). Habermas’a göre başka bir açıdan bu savlar, aslında “stratejik niyetler”le dile
getirilmektedir. Çünkü hakların ödevlere olan önceliğinin sorgulanması, iktisadi gelişimi öne
çıkaran siyasi iktidarların ekonomik gelişim seviyesine erişilene kadar liberal özgürlük ve
politik katılım haklarını erteleme niyetlerine uygun düşmektedir. Bu ise bireyin özgürlüğünün
paternalist bir anlayışla ortak iyiye tabi kılınması anlamına gelir (a.g.e., 67).
Üçüncü savunu ise insan haklarını doğal haklar ile eşitleyen yaklaşım ile bir etik
ölçütler dizisi olarak insan haklarının bütün toplumlara uygulanması gerektiği üzerinde duran
49
yaklaşımlar çerçevesinde incelenebilir (Pollis, 1999: 101-130). Lockcu gelenekten hareket
eden Donnelly’e göre insan hakları doğal hakların çağdaş dünyadaki yansımasıdır. Buna göre
insan haklarının evrenselliği birey kavramından ve klasik liberal haklar anlayışından
kopartılamaz. Bu nedenle “Halkın kolektif olarak haklarına yapılan atıflar, çok sık olarak,
baskıcı ve paternalist rejimlerce gerçek, somut insanların haklarını reddetmek veya bunların
isteklerini ihmal etmek yahut bastırmak için yapılmaktadır. Halkların veya kitlelerin hakları
retoriğinin de, çoğu zaman, pek çok insanın...haklarının reddini haklı göstermekten başka pek
bir amacı yok gibidir. Siyasi kötüye kullanımın tehlikeleri, bu üçüncü kuşak insan haklarına
sahip sayılan kolektif varlığın devlet olması durumunda özellikle büyüktür. Devletlerin barış,
kalkınma vb. insan hakları olduğunu kabul etmek, baskıdan zarar görenlerin insan haklarını
kendi hükümetlerine karşı fiilen ileri sürme olanaklarını budamaktan başka bir şeye
yaramayacaktır” (Donnelly, 1995: 155-156). Donnelly hakların tanrı ya da doğa tarafından
değil insan eyleminden çıkan haklar olduğunu ifade etmesine karşılık liberal bir rejimi insan
haklarının kapsamına yönelik bir siyasal taahhüt olarak görür (Deveci, 1999: 46).
Etik ilkeler bütünü olarak insan haklarının evrenselliği ise Kant’ın genel haklar
kuramına dayanmaktadır (a.g.e., 48). İlkinden farklı olarak evrenselliği, doğanın bir
zorunluluklar alanı olduğu gerekçesiyle doğal hukuk geleneğinde değil “ahlak yasası”nın
evrenselliğinin bir ifadesi olarak genel haklar felsefesinde gören bu yaklaşımın temeli, insanın
kendi kendine kurallar koyabilen bir ussal varlık olarak özerkliği yoluyla kendi kendine
hakları tanıdığı ve talep edebildiği yetisidir: “Eğer insan haklarının evrenselliğinden söz
edilecekse bu evrenselliğin temeli, saf pratik aklın alanında, deneyden arındırılmış ama deneyi
yönlendirici olan saf pratik aklın işleyişinde aranmalıdır” (a.g.e., 48). Bu geleneğin içinde yer
alan düşünürlerden ikisi, Rawls ve Höffe’dir. Her ikisinin de ortak özelliği adaletin, genel,
uzlaştırıcı ve kamusal bir ilke olarak anlaşılabileceği ve böylesi bir meşruiyet ilkesinin
modern toplumların temelini oluşturabileceğidir (Çırakman, 2002: 106) Rawls’a göre adalet
50
ilkesinin yaşama geçirilmesinde belirleyici olan ilke, anayasal bir demokraside pozitif
düzeyde tanınması gereken temel hak ve özgürlüklerdir (a.g.e., 145). Buna göre temel hak ve
özgürlükleri düzenlemek ve toplumdaki sosyal işbirliğinden doğan avantajların dağıtılmasını
sağlamak liberal demokratik bir toplumda adaletin birinci konusudur (Özkök, 2002: 34).
İnsan hakları ise liberal ya da değil bir toplumun iyi düzenlenmiş olmasının temel şartıdır ve
evrenseldir (a.g.e., 43). Höffe ise pozitif bir hukuk düzeninin tanımış olduğu haklar olan temel
hak ve özgürlüklerin, ahlaki ölçütler olan insan haklarından ayrı olduğunu savunur. İnsan
hakları pozitif hukuku ve devleti önceleyen ve ahlaki bir duruş olarak her ikisinin üzerinde
içeriklerini belirleyen ilkedir (Çırakman, 2002: 145). Höffe, kültürler arası bir tartışmada
insan haklarının konu olmasının kaçınılmaz olduğunu kabul etmekle birlikte insanın hangi
toplum ve çağda yaşarsa yaşasın insan olmasından kaynaklı haklara sahip olması gerektiğini
ve bu hakların hem kültürler arası hem de çağı aşan bir geçerliliğe sahip oldukları tezinin
kavramın kendisine içkin olduğunu kaydeder (Höffe, 1999: 138).
51
4.3. Yeni Toplumsal Hareketler ve Yeni Hak Kategorileri
İnsan haklarının gelişimi bir yandan hakların daha fazla insanı kapsaması üzerine
verilen hak mücadelelerinin modern yurttaşlığı da dönüştürdüğü zemin üzerinde mümkün
olmuştur öte yandan toplumsal kuruluşun farklı niteliklerinin hak çerçevelerini de
genişleterek ve derinleştirerek yol açtığı dinamik bizzat insan haklarının da yeniden ve
yeniden tanımlanmasını sağlamıştır. 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyılın başında bu dinamiği sınıf
mücadelesi yani sömürü ilişkileri belirlerken yüzyılın ikinci yarısı ve günümüzde yeni
toplumsal hareketler ve ileri sürdükleri hak çerçeveleri bu zeminde yerlerini aldılar.
Yeni toplumsal hareketler 90’lı yıllara kadar 1968’i nitelemek için kullanılırken son
yıllarda ortaya çıkan “küreselleşme karşıtı hareketler” de bu kavramla nitelenmektedir. Buna
olanak veren nitelik, her iki hareketin farklı toplumsal çelişkilerden beslenmelerine karşılık
ezme-ezilme ilişkileri temelinde salt resmi değil fiili ayrıcalıkları da sorgulamalarıdır. 1968
isyanını “uzlaşımsal olmayan siyasal eylem” olarak adlandıran Wagner’e göre, 1968
merkezinde devletin olduğu örgütlü demokrasinin sorgulanması, istikrarlı ve tutunumlu
toplum imgelemini yıkma eğilimi olarak ortaya çıkar (Wagner, 1996: 194). Bu hareketlerin
kaygıları, mal ve hizmetlerin bölüştürülmesi üzerine değil, cinsel ve ırksal eşitlik, çevrenin
korunması, nükleer silahsızlanma, dünya barışı gibi kimi toplumsal ihtiyaçlar ile bütünleşme
52
ve genişletilmiş bir kamusal haklar üzerinden yükselmiştir (Bowles ve Gintis, 1996: 41). Öne
çıkan tema iktidar olma değil, gündelik toplumsal pratiklerin eleştirisi ile ahlaki ve kültürel
niteliklerle tanımlanmış bireysel ve kolektif kimliklerin ifadesi olmuştur (a.g.e., 41). Bu ise
nihayetinde merkezinde devletçi bir imgenin durduğu ve örgütlenmiş çıkarlarca yönlendirilip
milli gelirden pay kapmaya ve siyasi sisteme erişim fırsatlarını artırmaya yönelik bir
mücadele tarafından belirlenen siyaset anlayışının aşınması anlamına gelmiştir: “Siyasi
egemenliğin sınırsız kendini kabul ettirme yeteneğini ve had safhada istikrarını öngören bu
mutlaklaştırıcı imgeye karşılık söz konusu yeni siyaset, modern siyasi egemenliğin dramatik
tesadüfiliğine, kırılganlığına ve şaşırtılabilirliğine, devlet meşruiyetinin ve otoritesinin
yurttaşların ‘siyaset öncesi’ korkularına, saiklerine, normatif taleplerine ve mutluluk
beklentilerine olan bağımlılığının dramatik ölçüde artmış olmasına olan, duyarlılaşmış bir
perspektif ortaya koyar” (Dubıel, 1998: 80-81).
Yeni toplumsal hareketlerin her biri farklı öncüllerden ve sorun alanlarından yola
çıksa da kadın hareketi, çevre hareketi, barış hareketleri, çeşitli etnik, dinsel kimliklere
dayanan hareketler farklı ezme-ezilme ilişkilerinin bir sonucu olarak ayrıcalıklara karşı çıkışı
ifade ederken insan hakları içinde de yeni özne kategorilerini oluşturdular. Bu hareketlerin bir
yandan modern yurttaşlığın insan hakları söylemiyle birlikte farklılıkları ya da eşitsizlikleri
dışlayan bir kuruluş olduğu temeline dayanmalarıyla öte yandan insan haklarının yeni özne
kategorileri olmaları çelişik görünebilir. Fakat farklı ayrıcalık biçimlerinin sorgulanması bir
anlamda yurttaşlığın yeniden tarif edilmesi yani eşitlik ve özgürlüğün toplumsal pratikler
içinde yeniden yorumlanması demektir. Bu nedenle barış hakkı, çevre hakkı gibi kimi hak
kategorileri pozitif hukuka girmiştir ve sonuç olarak insan hakları sistematiği içinde
“dayanışma hakları” başlığı altında yerlerini almışlardır.
Konuyla ilgili tartışma asıl olarak dayanışma haklarının insan hakları niteliği taşıyıp
taşımadığı üzerinedir. İnsan haklarının içeriğinin tanımlanmasında hak sahibinin
53
belirlenebilmesi, hakkın konusunun tanımı, hakkın muhatabının saptanabilmesi ve ihlali
halinde bir yaptırım olanağının söz konusu olması ölçütlerinin dayanışma hakları için geçerli
olmadığı dile getirilmektedir (Kaboğlu, 1993: 282). Özellikle, insan haklarını birey temelinde
kurulan doğal haklar kavramına referansla ele alan bakış açısından dayanışma hakları hukuki
değere sahip değildir. Bu tartışma ile bağlantılı olarak insan haklarının sayısal olarak sürekli
çoğaltılmasının bir kavram kargaşasının ürünü olduğu ve kavramsal karıştırmaların insan
hakları sayısını “bugün görülen enflasyona” ulaştırdığı bir eleştiri olarak ifade edilmektedir
(Kuçuradi, 2001: 72).
4.4. Kişi Hakları/Grup Hakları İkilemi Olarak Çokkültürlülük ve Azınlık Hakları
54
Bu temelde hakların dönüşümünü gündeme getiren dinamik ulus devletin sahip olduğu
kültür anlayışının sorgulanmaya başlaması ve insan haklarını da belirler şekilde yapılan
çokkültürlü yurttaşlık tartışmalarıdır. İnsan hakları ve vatandaşlığın eşitliğe vurgu yapan genel
söyleminin yerini farklı kimliklerin çoğulcu bir anlayışla tanınmasına bıraktığı bu tartışmanın
merkezini azınlık kavramı oluşturmaktadır. 16. yüzyıl reformasyon süreci ile birlikte
kuşkusuz değişen içeriklerde ve farklı tonlarda olmak üzere çeşitli koruma sistemlerinin
öznesi olarak ortaya çıkan azınlıkların tarihini, bir bakıma farklı kimlik ve aidiyetleri
vatandaşlık kurgusunda aynılaştıran ulus devletin tarihi olarak okuyabiliriz (Özdek, 2000:
215). Zira azınlık kavramı ulus devletlerin Avrupa sahnesine çıkışıyla, özel bir ulusal
karaktere sahip olmakla birlikte başka bir ulusun/çoğunluğun siyasal yönetimi içinde yaşayan
fakat siyasal sürece eşit katılımdan yani siyasal hakların kullanımından dışlanan insan
topluluklarını ifade eder şekilde kullanılmıştır (Üstel, 1999: 37). Fakat tarihsel süreç içinde
yurttaşlığın içerdiği anlama bağlı olarak azınlık kavramının dönüşüme uğradığı görülür.
Siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel hakların elde edilmesine koşut olarak, azınlık
kategorisinin etnik, dinsel, kültürel topluluklar, özürlüler, yabancı işçiler, kadınlar, eşcinseller,
uyuşturucu bağımlıları, evsizler vb. tanımlamak için de kullanıldığı bir dönemin içinde
yaşıyoruz. Bu çeşitlenmenin ardında yatan olgu, bir yönüyle “biz” temelinde kurulan
hapsedici çerçevenin kimlik taleplerini doğurması başka bir yönüyle ise etnik kimlikler için
geçerli olan bir olgu olarak tarihsel kuruluşu açısından ulus devletin, ulus ile devlet arasındaki
mekansal bir örtüşme anlamına gelmediğidir (a.g.e., 37). Her ne kadar azınlıkların siyasal
yönetimler tarafından içerilmesi farklı ülkelerde farklı modellerin konusu olmuşsa da
yurttaşlık bir haklar bütünü içinde değerlendirildiğinden kimlik talepleri her şeyden önce
yurttaşlığa ilişkin ön kabullerin sorgulanması anlamına gelir. Bu sorgulama özellikle hak
temelli yurttaşlık anlayışı ve topluluk temelli yurttaşlık anlayışı olarak kavramlaştırılan iki
anlayış arasında cereyan eder görünmektedir. Hak temelli yurttaşlık anlayışı, insan hakları
55
doktrininden yani hakların sosyal statü, etnik köken, renk, inanç, toplumsal cinsiyet gibi
özelliklere bakılmaksızın bütün insanlığa yaygınlaştırılması gerekliliğinden hareket ederken,
toplulukların haklarına tanımı gereği karşı çıkmaktadır (a.g.e., 48). Özellikle insan hakları
sistematiği açısından tanımlanmış her bir azınlık hakkını insan haklarının her bir kategorisine
yaymak örneğin azınlık haklarını dil ve din özgürlüğü açısından “birinci kuşak”, kültürel,
eğitim, sanat ve basın yayın özgürlükleri açısından “ikinci kuşak”, gelişme hakkı açısından
“üçüncü kuşak”ta konumlandırarak “kuşaklar arası” bir hak olarak nitelemek (Kaboğlu, 2002:
22), bu yaklaşıma örnek olarak gösterilebilir. Toplulukçu yurttaşlık anlayışı ise bireyi bir
topluluğa aidiyeti oranında haklarla donatmak gerekliliğine vurgu yapmaktadır (Üstel, 1999:
48). Kuşkusuz eşitlik ve ayrımcılık yasağı genel ilkeleri üzerine eklenen azınlık hakları
kategorisi bir yandan etnik aidiyetlerin çatışma doğurucu özelliğini pasifleştirme
doğrultusunda bir işleve sahiptir (Çavuşoğlu, 2001: 129), fakat öte yandan hakların
genişlemesi ve derinleşmesi tam da bu ve benzeri nitelikte gerilimlerin ürünü olarak ortaya
çıkmaktadır.
4.5. Uluslararası İnsan Hakları ve Birey
1948 İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin ilanı, ulusal-üstü insan hakları
belgelerinin ortaya çıkışı ve kabul edilme süreci açısından dönüm noktasıdır. Beyannamenin
ilanından bugüne kadar olan dönem, insan haklarının söylemsel ve hukuksal olarak
evrenselleşmesinin tarihi olarak nitelenebilir (Sancar, 2003: 124). İnsan haklarının uluslararası
kaynakları, İktisadi, Toplumsal ve Kültürel Haklara ilişkin Sözleşme, Kişi Özgürlükleri ve
Siyasal Haklar Sözleşmesi gibi “evrensel özelliğe sahip olanlar”, İnsan Hakları ve Temel
Özgürlükleri Korumaya Dair Sözleşme gibi “bölgesel niteliğe sahip olanlar”, jenosit, savaş
56
suçları, insanlığa karşı suçlar, kölelik, insan ticareti, zorla çalıştırma, işkence, sosyal güvenlik
konularında yapılmış “özgül sözleşmeler”, mülteciler, uyruksuzlar, göçmenler, kadınlar gibi
“özel kategorilerin korunmasına ilişkin sözleşmeler” ve son olarak “ayrımcılıkların ortadan
kaldırılmasına ilişkin sözleşmeler” olmak üzere farklı başlıklar altında toplanabilir (Kaboğlu,
1993: 47). Her ne kadar belgeler arasında koruma düzeylerine göre, yani sadece moral değere
sahip olanlar ile hukuksal olarak bağlayıcı olanlar arasında ayrıma gitmek mümkün olsa da bu
metinlerin ortak özellikleri, hak ve özgürlüklere dair devlet ötesi bir çerçeve sunmaları
(a.g.e., 50) ve farklı durumlarda bir meşruiyet ölçütü olarak kabul edilmeleridir (Sancar,
2003: 124). Fakat insan haklarının aynı dönem içinde ve özellikle 1989/90 bürokratik işçi
devletlerinin yıkılışı sonrasında “tek kutuplu” olarak karakterize edilen dünya düzeni
açısından egemen bir söylem olarak biçimlenmesi meşruiyetinin de sorgulandığı zemindir.
Bir görüşe göre insan haklarının uluslararası hukukun merkezi kavramı olması doğrudan ulus
devletin egemenliğini zayıflatıcı gücünde aranmalıdır (Özdek, 2000: 152). Yeniden yapılanan
uluslararası sistemde insan haklarının devletlerin “iç işi” olmaktan çıkarak ekonomik, politik
ve siyasal müdahalelerin gerekçesi olarak kullanılması, uluslararası sermayenin çıkarları
üzerinde biçimlenen global bir düzenin gereğidir (a.g.e., 159). Bireylerin, devletlerin
“yurttaşları” olarak değil “insanlar” olarak görülmesi de insan haklarının “kuzey” tarafından
araçsallaştırılmasının ürünü olarak değerlendirilmelidir (a.g.e., 163). Başka bir görüşe göre
ulusal politik bir cemaatin üyesi olma fikri yani bireylere hak ve ödevlerini bağışlayan
yurttaşlık fikri ile bireyleri, hükümetleri ve hükümet dışı örgütlenmeleri yeni düzenlemelere
tabi kılan uluslararası hukukun gelişmesi arasında bir açıklık vardır ve bu açıklık nedeniyle
ulus devleti aşan hak ve ödevler uluslararası hukuk tarafından tanınmaktadır (Held, 1995:
197). Dolayısıyla temel olan yeni biçimlenmekte olan uluslararası düzene daha büyük
denetim, geniş haklar ve bireylerin sivil, politik, ekonomik ve toplumsal haklarının
uluslararası düzeyde güçlendirilmesi açısından yaklaşılması olmalıdır (a.g.e., 202). Görüldüğü
57
gibi tartışma bugünün uluslararası kuruluşu içinde bir devletin meşruiyeti açısından ölçütün
ne olduğuna verilen yanıtlar ile yakından ilgilidir.4 Hardt ve Negri’ye göre uluslararası düzen
nosyonu esasen Birinci Dünya Savaşı ve Milletler Cemiyeti döneminde yerleşmiştir ve İkinci
Dünya Savaşı’nın sonunda kurulan Birleşmiş Milletler bu kuruluş sürecinin son noktası
olarak hem uluslararası düzen nosyonunun sınırlılıklarını ortaya koyan hem de bunun da
ötesinde küresel düzen nosyonu işaret eden bir son nokta olarak düşünülebilir. BM’nin yapısı
devletlerin her birinin egemenliğinin tanınması ve meşrulaştırılması üzerindedir ve bu ölçüde
anlaşmalar ve ittifaklarla biçimlenmiş eski uluslararası hak çerçevesinde kurulmuştur. Fakat
öte yandan BM şartında belirtilen küresel ölçekte etkili, yeni bir pozitif tüzel üretim kaynağı
olarak hak nosyonu ancak egemenlik hakkının ulus-üstü bir merkeze aktarıldığı oranda
mümkün olacaktır (Hardt ve Negri, 2002: 28-29). Buna göre Birleşmiş Milletler, ulus-
devletler üzerinde geçerli olacak bir hak nosyonuna ilişkin somut bir zemin sunmakla birlikte
daha çok bu fikir ve fikrin yaşama geçişi arasında sınırlı deneyimlerin ürünü olarak
şekillenmiştir. Yazarların “İmparatorluk” olarak adlandırdıkları ve emperyal egemenliğin yeni
bir paradigma değişikliği olarak tanımladıkları yeni küresel kuruluş tam da tüzel sürecin
geçerliliğini bir ulus-üstü kaynağa dayandıran bakış ile bu bakışın somut olarak yaşama
geçirilmesi arasındaki boşluktan doğacaktır; “yani yeni bir hak nosyonu, daha doğrusu, yeni
bir otoritenin kayda geçişi ve (sözleşmeleri güvence altına alan ve anlaşmazlıkları
çözümleyen) yasal baskı aygıtları ve normların üretiminde yeni bir tasarım” (a.g.e., 33).
Yazarlara göre evrensel barışı ve adaleti sağlama göreviyle ortaya çıkan ve küresel hak olarak
tanımladıkları bu yeni hak nosyonu, sözleşme ve müzakere temelli bir uluslararası hak
kavramını dışta bırakmış ve hakları yaptırıma bağlayan merkezi bir otoriteymiş gibi
davranmaya başlayan uluslararası kurumları ortaya çıkarmıştır (a.g.e., 196). Her kriz
durumunda aciliyet ve etik adına müdahalede bulunulması yeni kuruluşun kendi başına bir
güç temelinde değil gücünü hakkın ve barışın hizmetinde göstermesi temelinde oluşur. 4 Bu konuda bkz., (Eralp, 1996)
58
Yazarlar bu durumun göstergelerinden birisi olarak “ulus-üstü” hukukun ulus devletlerin iç
hukukunu biçimlendirmesi ya da güçlü bir biçimde “üst-belirleme”si olduğunu
söylemektedirler (a.g.e., 42)
5. İnsan Hakları ve Sığınma Hakkı
Her ne kadar Bildirge’den İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesine (1950) giden yolda
birey yurttaşların, kendi hükümetlerine karşı dava açmaları kayda değer bir gelişme olarak
nitelenebilirse de (Held, 1995: 197) uluslararası insan haklarının öznesi olan ve hakları
uluslararası düzeyde mekanizmalarla korunan birey, nihayetinde bir ulus devletin yurttaşı olan
insandır. Dolayısıyla evrensel insan haklarını aynı zamanda yurttaşın ulusal sınırları aşan
hakları olarak anlamlandırmamızın önünde hiçbir engel yoktur. Hakların kullanımının bir ulus
devletin vatandaşlığı ile bağlı olması başka bir ifadeyle siyasal aidiyetini kaybettiğinde insan
ve yurttaş arasında oluşan bu açının varlığı sığınma hakkı ve mülteciler konusunda belirgin
olarak açığa çıkacaktır. İster doğuştan ister devredilemez isterse evrensel olarak adlandırılsın
ilk bakışta siyasi statüsünü kaybeden insanın, haklar beyannamelerinin sınırlarını çizdiği bir
duruma öncelikle gireceğini zannetmemize karşın gerçekte bunun tam tersinin yaşama
geçiyor oluşu “insan olmanın ve insandan başka bir şey olmamanın soyut çıplaklığı” hakkında
fikir verir. Arendt’e göre imha kamplarından sağ kurtulanlar, toplama ve gözaltı kamplarına
alınanlar ya da mülteciler en başta bunu deneyimlerler (Arendt, 1998: 310). Benzer biçimde
Agamben, faşizmin en başta insan ve vatandaş arasındaki ilişkinin yeniden tanımlanması
59
olduğunu ve Yahudilerin kamplara gönderilmeden önce vatandaşlıktan çıkarılmasının
Nazilerin titizlikle uyguladıkları kurallardan biri olduğunu belirtir (Agamben, 2001: 171,
174). Agamben’e göre bunun nedeni, modern siyasetin başından beri bir biyosiyaset alanına
dayanması ve dolayısıyla haklar bildirgeleriyle birlikte egemenliğin temeli olan hayatın,
devlet siyasetinin özne-nesnesi olmasıdır (a.g.e., 236, 193). Carl Schmitt’in “egemen istisnai
duruma karar verendir” tanımından5 yola çıkan Agamben, yönünü egemen iktidarın temeli
niteliğindeki istisnai durumun kural olarak gerçekleştirildiği yer olarak tanımladığı
biyosiyasal mekan olarak “kamp”a çevirir.
Mülteci kamplarının ya da devletin “sınır” mekanlarının, bedenin tahakküm altına
alındığı ve bu alanlarda üretilen iktidar ilişkilerinin bedene yatırım yaptığı, onu dengelediği,
eğittiği, işkence ettiği, görevleri yerine getirmeye, seremoniler sergilemeye zorladığı dizayn
edilmiş siyasal alanlar olduğu söylenebilir (Donnan ve Wilson, 2002: 224-225). Donnan ve
Wilson, son yıllarda Avrupa havaalanlarında görülen ve alışık olmadık türden “ince
arama”ları, bu türlü bir beden siyasetinin “küçük” bir örneği olarak incelerler (a.g.e., 226).
Özellikle sınır kontrol noktalarının, Batılı fiziksel temasa ilişkin teamüllere uyulmadığı eşik
uzamlar olması yani bu eşik uzamlarda devlet gücünün somut ve iktidarın, varoluşun en
mahrem unsuru olan beden üzerinde uygulanması, sınırların adeta en asgari hakların bile
askıya alındığı “üçüncü bir ülke”6 oldukları hakkında fikir verir (a.g.e., 228).7
Bu zeminde ortaya çıkan insan hakları ve vatandaşlık hakları -ya da “insan” ve
“vatandaş”- arasındaki ilişkiye dair iki düşünce tespit edilebilir: İlki, ulus-devlet ile birlikte
5 Schmitt’in kuramı hakkında ayrıntılı bir inceleme için bkz., (Deveci, 2002) 6 Almanya’da 1993 yılında kurulan Embrica Marcel mülteci gemisi “üçüncü ülke” lerin bir örneği olarak incelenebilir. “Embrica Marcel’de kalıyorum demek, bir arama sırasında küçültücü bir tarzda tepeden tırnağa aranmak, kaptanla sadece tartıştığın için kelepçelenerek götürülmek, kaçak olarak yakalandıysan bir hafta, üç ay ya da bir yıl süresi belirsiz şekilde cezaevinde tutulmak, yemekten mahrum kalmak ya da özellikle adi suçtan gözaltına alındıysan işkence görmek demektir”. 13 Mayıs 1995’te “sınır dışı edilmelere karşı” Bremen’de yapılan yürüyüşün konuşma metninden, çoğaltma). 7 Bu kontrollerinin bulaşıcı hastalıkları önlemeye yönelik bir dizi mekanizmayla birlikte uygulanması dolayısıyla “hastalık” ile “yabancı”nın aynılaştırılması arasındaki ilişki için bkz., (a.g.e., 228-237)
60
modern vatandaşlık kavramının da çözüldüğü ve daha geniş bir kategori olarak insan hakları
ile yer değiştirmesi gerektiği düşüncesidir (Kadıoğlu, 2002: 262). Özellikle uluslararası göçün
ulus-devlet temelinde kurulan vatandaşlık kurumuna karşı ortaya koyduğu “meydan okuma”
asıl olarak vatandaşlığın kutsal, eşitlikçi, demokratik ya da benzersiz olmadığının ifadesidir
(İçduygu, 2002: 288). İkinci düşünce ise “küresel yurttaşlık” talebidir. Farklı içeriklerle
tanımlanıyor olsa da her bir küresel yurttaşlık yaklaşımının ortak özelliği yurttaşlığın herhangi
bir siyasal topluluğun aidiyeti olarak değil belirli bir insanlık tasavvuru içine yerleştirilmek
istenmesidir. Örneğin Hardt ve Negri’nin kalkış noktası “emperyal” egemenliğin kendini
mekansız ve merkezsiz kurması karşısında “çokluk”unda kendini yeryüzünün bütününde
kurması gerektiğidir. Ortak insan türünün dolaşım yoluyla kurulduğunu savunan yazarlar için
“üçüncü dünyanın özgürleşmesinin etkin kuvveti” olarak göçerlik ve yerellikten çıkış,
sınırların ihlali ve egemenliğin reddi demektir (Hardt ve Negri, 2002: 368). Nihayet dolaşımın
bir özgürlük olması gerektiği vurgusu herkesin yaşadığı ve çalıştığı ülkede tam yurttaşlık
haklarına sahip olması anlamına gelen küresel yurttaşlık talebine bağlanır (a.g.e., 401).
Yazarlara göre bu talep ütopik bir talep değildir; içinde bulunulan ekonomik duruma uygun
olarak insanların yasal statülerinin düzenlemesi gerekliliğinin sonucudur (a.g.e., 401). Buna
göre ilk aşamada “çokluk” devletin sermaye için zorunlu olan göçleri yasal olarak tanımasını
talep edebilir, ikinci aşamada ise göçün kendisini kontrol hakkını ileri sürebilir. Görüldüğü
gibi yazarlar, küresel yurttaşlık talebini, göçün sermaye için gerekli olduğundan hareketle
fakat “emperyal” kontrol aygıtına bir meydan okuma ya da direniş olarak
anlamlandırmaktadırlar.
Bu noktada şu soruları sormamız gerekir: Hareket özgürlüğü üzerinde herhangi bir
kısıtlama olmalı mıdır? Eğer olacaksa buna karar verecekler kimlerdir? Dahası özgür göç
hakkı “anında eşitlik” talebinin bir biçimi olabilir mi? (Arrıghı, Hopkıns, Wallersteın, 1995:
137). “Kağıtsızlar” yahut “yasadışı yabancılar” karşısında yurttaşlık ya da insan hakları bugün
61
birer “ayrıcalık” alanı olarak görünmektedir. Oysa Balibar’ın ifade ettiği gibi haklar gerçek
yaşamda kullanılırlar; ayrıcalıklar ise çoğunlukla “hayali” olabilir. Haklar onları talep
edenlerin ve onlardan yararlananların sayılarının ve güçlerinin artmasıyla nitelik ve nicelik
olarak çoğalmasına karşılık ayrıcalıklar ancak mümkün olduğunca sınırlayıcı bir tekelin
savunusuyla güvence altına alınabilir (Balibar, 2000: 282). Oysa aşağıda inceleneceği gibi
göçü “yasadışı” kılan çerçeve, hak ve özgürlüklerin özneleri olmaları gereken insanları
“yasal” ve yasa dışı” olmak üzere bir ayrıma tabi tutarken, ikinci gruba dahil edilenleri,
bütünüyle hukuksal ve sosyal düzenin dışında bir yerde, neredeyse “hiçbir” yerde
konumlandırmaktadır. Bu nokta, “uluslararası koruma” alanı için kural olarak bir ulus devlete
vatandaşlık bağı ile bağlı olmayı varsayan zemin üzerinde yükselen insan hakları alanının
neredeyse bittiği ve her türlü hak ihlalinin “meşru” gerekçelerinin oluşturulduğu bir eşiktir.
Oysa kendi ayrıcalıklarını da sorgulamadığı sürece insan hakları alanı, bir özgürlükler alanı
olmaktan çıkar. Diğer bir deyişle, ayrıcalıkların sorgulanmadığı her kuramsal çerçeve ve
pratik kendi “öteki”lerini de yaratacaktır. Bununla birlikte bu bölümde gösterilmeye
çalışıldığı gibi hakların tarihi, er ya da geç ayrıcalıkların sorgulanmasının da tarihidir.
İKİNCİ BÖLÜM
SIĞINMA HAKKI
62
1. Genel Olarak
Yaşadığı ülkede yaşam güvenliği olmayan, ırksal, etnik, dinsel, siyasal, cinsel
ayrımcılık ya da bulunduğu bölgedeki savaş veya çatışmalar nedeniyle ülkesini terk etmek ve
başka bir ülkeye sığınmak zorunda kalan insanlar günlük kullanımla mülteci olarak
adlandırılır (BMMYK, 1997: 183). Bu yanıyla mülteci, yaşanılan yerin mecburen terk
edilmesinin neden olan zorunlu nitelikteki bir göçün ilk ve doğrudan sonucu fakat nihayetinde
olağan gidişatındaki bir yaşamın “arıza”sı olarak algılanır. Her ne kadar muhatapların elinde
göçün “zorunlu” ya da “gönüllü” oluşu arasında ayrım yapmayı mümkün kılacak bir “sihirli
değnek” olmasa da yoksulluğun bir “zorunlu göç” nedeni olarak görülmemesi “arıza”nın,
“kabul edilebilir” sınırları hakkında fikir verir.
Genel olarak “arıza” kabul edilen durumun hangi istisnai koşullarda tanınıp
korunmaya değer görüleceği “mülteci hukuku” başlığı altında toplanan ilgili bölgesel ve
uluslararası düzenlemelerde sınırları belirlenmiş olarak tanımlanmakla birlikte esasen sığınma
hakkının ve mülteci sorununun değerlendirilmesi gereken daha geniş bir bağlam insan
haklarıdır. Zira insanları yaşadıkları yeri terke yönelten temel neden, yaşam ve
özgürlüklerinin yok edilme tehlikesi altında oluşudur. Uluslararası hukukta mülteciler
kendilerine özgü hak ve sorumluluklara sahip özel bir insan grubu olarak görülmekle birlikte
bu durum, mültecilerle ilgili düzenlemelerin, insan haklarının kabul edilmiş standartlarından
bağımsız olduğu anlamına gelemez (Peker-Sancar, 2001: 6). Oysa bugün devletlerin “kaçak”
yollardan ulaşmış olan sığınmacıları yüksek sesle dillendirilen bir itiraz söz konusu
olmaksızın kolaylıkla geri göndermeleri ya da sınır dışı etmeleri, mülteci hukukunun üstü
kapalı olarak insan hakları standartlarından ayrı bir alan olarak görüldüğünü işaretler
niteliktedir. Tam da bu noktada bir karşılaştırma yapmak gerekirse kendine özgü hak ve
sorumluluklara sahip diğer bir insan grubu olarak azınlıkların sahip oldukları uluslararası
koruma düzeni, insan hakları sözleşmelerinde yer alan temel hak ve özgürlüklerin azınlık
63
himayesine yetmeyeceği görüşüne dayanır. Kabul edilen temel fikir, İnsan Hakları Evrensel
Bildirgesi’nin 1. maddesinde “bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit
doğarlar” şeklinde dile getirilen eşitlik ilkesi ve 6. maddesinde “herkes her yerde hukuk sujesi
olarak tanınma hakkına sahiptir” şeklinde ifade edilen ayrımcılık yasağının kuşkusuz azınlık
grupları için de gerekli olduğu ancak yeterli olmadığıdır. Zira ayrımcılık yasağı grupları bir
yandan korurken öte yandan topluma entegre etmeye çalışır ki, bu da asimilasyon anlamına
gelebilir. Dolayısıyla aslında azınlık haklarından söz edilirken öne çıkan vurgu tüm insanlara
insan hakları ilkeleri bakımından eşit davranılmasının, bir azınlığı kendi grup özellikleri
açısından gelişme olanağından yoksun bırakmasıdır (Doehring, 2002: 272). Bunu
temellendiren düşünce gerçek bir eşitliğin hangi koşullarda mümkün olacağı ya da eşitlik
ilkesinin biçimsel bir kavrayışın ötesine nasıl geçirileceğidir (Arsava, 1993: 25). Oysa
mültecilerin sahip oldukları koruma düzeninin mantığı, insan hakları ilkelerinin mültecilerin
himayesine yetmeyeceği düşüncesi değildir. Başka bir ifadeyle mültecilerle ilgili
düzenlemelerin insan hakları alanının dışında değerlendirilmesi eğilimi, doğrudan doğruya
1948 İnsan Hakları Bildirgesi’nin 14. maddesinde ifade edilen sığınma talep etme ve bundan
yararlanma hakkından kaynaklanan sığınma kurumunun, mültecilerin uluslararası korumadan
yararlanmasına yönelik en temel mekanizmalardan biri olmasına rağmen sığınma hakkının
mülteci korumasının bir gereği olarak değil devletlerin kendi egemenlik alanlarında vücut
bulan bir imtiyaz olarak kabul görmesi ile ilgilidir. İnsan hakları alanı ile ilişkilendirilme tarzı
değerlendirildiğinde azınlık koruma düzeni ile mülteci koruma düzeni arasında görülebilir
olan bu farkın temel nedeni modern ulus devletin kuruluşu ve azınlıklar ya da mültecilerin
sahip oldukları ya da olmadıkları vatandaşlık bağı ile “içeri”de ya da “dışarı”da
bırakılmasının bu kuruluşun içkin niteliğini açığa çıkarıyor oluşunda aranmalıdır.
64
2. Terim Sorunu ve İçerik
65
Türkçe’ye sözlük anlamı açısından mülteci ve sığınmacı olmak üzere aynı anlama
sahip iki sözcükle çevrilmiş olmasına rağmen, refugees ve asylum seeker terimleri,
uluslararası düzenlemelerde ve literatürde farklı kullanım biçimlerine sahip görünmektedir.
Söz konusu terim farklılığı, özellikle uluslararası belgelerden izlenebilir.8 Ancak bu belgelerin
Türkçe’ye çevrilişleri bakımından bir karmaşa söz konusudur: İngilizcesi “1951 Convention
Relating to The Status of Refugees” olan sözleşme9 Türkçe’ye “Mültecilerin Hukuki
Durumuna Dair Sözleşme” olarak çevrilmişken, sözleşmede zaman ve mekan açısından
değişiklik öngören “1967 Protocol Relating to the Status of refugees” protokolüne katılıma
dair Bakanlar Kurulu kararı, “sığınma” ibaresine yer vermiştir.10 Öte yandan 10 Aralık 1948
tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin “Everyone has the right to seek and enjoy in
other countries aslylum from persecution” şeklindeki 14. maddesi resmi olarak “Herkes
zulüm karşısında başka memleketlere iltica etmek ve bu memleketler tarafından mülteci
muamelesi görmek hakkını haizdir” şeklinde iken Odman doğru tabirin “sığınmak” ve
“sığınmacı muamelesi görmek” olması gerektiğini savunmaktadır (Odman, 1995: 50). Aynı
biçimde 1967’de kabul edilen Ülkesel Sığınma Bildirisi ile 1977 Ülkesel Sığınma Sözleşmesi
Taslağı da sığınmacı anlamına gelen asylum seeker sözcüğüne yer vermektedirler.
8 Söz konusu belgelerin İngilizce metinleri için http://www.public.srce.hr/mprofaca/lawsorce.html (12.09.2003) 9 Bu sözleşme Türkiye tarafından 29.08.1961 tarih ve 359 Onay Kanunu ile onaylanmıştır (RG. 5.09. 1961-10898). Sözleşme artık metinde 1951 Sözleşmesi olarak anılacaktır. 10 Türkiye protokole 1.08.1968 tarih ve 6/1026 sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile katılmıştır (RG. 5.08.1968-112968).
66
Yabancılar hukuku ile ilgili kaynaklarda bir kısım yazar yukarıdaki hukuki
düzenlemelerle ilgili olarak mülteci (Altuğ, 1967; Çelikel, 1987; Göğer, 1979; Meray, 1975;
Nomer, 1984; Tekinalp, 1998), bir kısım yazar mülteci tabirinin eş anlamlısı olarak
sığınmacı terimini tercih etmektedir (Mumcu, 1994; Pazarcı, 1990). Odman ise her iki
kavram arasında gerek terminolojik gerekse hukuki açıdan önemli farklar bulunduğunu
vurgulamaktadır (Odman, 1995: 191).
Türk pozitif hukuku açısından mülteci ve sığınmacı arasında yapılan ayrım 1994
yılında çıkarılan “Türkiye’ye İltica Eden veya Başka Bir Ülkeye İltica Etmek Üzere
Türkiye’den İkamet İzni Talep Eden Münferit Yabancılar İle Topluca Sığınma Amacıyla
Sınırlarımıza Gelen Yabancılara ve Olabilecek Nüfus Hareketlerine Uygulanacak Usul ve
Esaslar Hakkında Yönetmelik”te görülebilir.11 Buna göre mülteci, “Avrupa’da meydana
gelen olaylar sebebiyle” 1951 Sözleşmesi’ndeki nedenlerle gelen Avrupalıları ifade
ederken, aynı nedenlerle Avrupa dışından gelenler sığınmacıdır.
Özellikle yabancılar hukuku alanında kavram tercihleriyle birlikte farklı mülteci
tanımları söz konusudur. Çelikel’e göre mülteci vatandaşı olduğu memlekette vuku bulan
siyasi olaylar sebebiyle bu ülkeyi iradesiyle veya zorla terk etmiş ve yeni bir devletin
vatandaşlığına geçmemiş ve herhangi bir devletin diplomatik himayesinde bulunmayan
kimsedir (Çelikel, 1987: 18).
11 Yönetmelik metni için bkz., (Odman, 1995: 262 vd.)
67
Altuğ’a göre mülteci, yangınlar, su baskınları, depremler, kıtlık gibi tabi afetler
nedeniyle olabileceği gibi savaş, ırk, din, milliyet, sosyolojik veya siyasi mahiyette türlü
sebeplerle ülkesini terk eden veya sürülen kişidir (Altuğ, 1967: 4). Benzer olarak Tekinalp
mülteciyi vatandaşı olduğu ülkeyi din veya ırk ayrımına dayanan sebeplerle ya da
ekonomik veya politik görüşleri veya siyasi olaylar sonucu iradesi ile veya iradesi dışında
terk etmek zorunda kalan ve o ülkenin diplomatik korumasından yararlanamayan kişi
olarak tanımlamaktadır (Tekinalp, 1998: 7).
Genel olarak kabul edildiği haliyle, mülteci halen uluslararası tek düzenleme olan
Mültecilerin Hukuki Statüsüne Dair 1951 Sözleşmesi’nde12 tanımlandığı üzere, ülkesinde
ırk, din, sosyal konum, siyasal düşünce ya da ulusal kimliği nedeniyle zulme
uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan
ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan ya da söz konusu korku nedeniyle
yararlanmak istemeyen kişinin, başka bir ülkeye yönelttiği sığınma talebinin “kabul”
edilmesiyle doğan hukuki bir statüdür (Odman, 1995: 189). Buna göre hukuk dilinde
mülteci, bir kişinin kendini yukarıda sayılı nedenlerden dolayı baskı altında hissetmesi,
ülkesinden çıkması, bir sınırı geçip başka bir ülkenin yetkililerine sığınma talebinde
bulunması ve sığınma talebinin tanınmasını ifade eder. Sığınmacı ise ülkesini mülteci
olduğu savıyla terk ederek başka bir ülkeye sığınan, ancak mültecilik statüsü hakkında
ilgili hükümet ya da BMMYK tarafından henüz karar verilmemiş olan kimse demektir
(Cemiloğlu, 2002: 104). Benzer yönde bir tanımlamayla sığınmacı, ülkesini yukarıdaki
nedenlerden dolayı terk eden ve henüz sığınma talebi, kaçtığı ülkenin yetkililerince
soruşturma safhasında olan kişidir (Akbatur, 1996: 2).
Görüldüğü gibi görüşleri aktarılan yazarlarca mülteci ve sığınmacı arasında
sığınma hakkının resmi olarak tanınıp tanınmamasına göre bir ayrıma gidilirken; Odman, 12 Sözleşme ve metinde adı geçecek diğer belgeler için aksi belirtilmedikçe bkz., (BMMYK, 1998a)
68
mültecilik statüsünü doğuracak “iltica hakkı” ile fiili ve kısa süreli bir barınma durumu
olarak tanımladığı “sığınma hakkı” arasında da bir ayrıma gider (Odman, 1995: 189).
Peker ve Sancar ise “sığınma hakkı” ve “iltica hakkı”nı aynı anlamda kullanmaktadırlar
(Peker-Sancer, 2001: 8).
Peker’e göre genel olarak mülteci ve sığınmacı arasında yapılan ayrım, AB Dublin
Sözleşmesi 1. maddesinin sığınmacıyı “sığınmak için başvurmuş, ancak başvurusu kesin
karara bağlanmamış yabancı” olarak tanımlamasında da görüleceği gibi resmi düzeyde bir
“kabul”e dayanmakla birlikte özellikle insan hakları açısından söz konusu ayrımın bir
anlamı olmaması gerekir. Bir ayrım yapılacaksa, ancak sığınma hakkı tanınmış ya da
tanınmamış mülteci ayrımı yapmakla yetinilebilir (Peker, 2002: 58). O halde mülteci ve
sığınmacı arasında yapılan ayrım, devletlerin, bütünüyle tanımak istedikleri hakları
ayrıştırma iradelerinin ürünü olarak görünmektedir (a.g.e., 58). Başka bir ifadeyle
sığınma hakkının salt resmi düzeyde tanınmış bir mültecilik statüsü ile sınırlandırılması
yönünde gittikçe belirginleşen bir eğilim mevcuttur.
Mülteci ve sığınmacı arasındaki ayrım daha çok kişinin sığınma talebinde
bulunmakla otomatik olarak mülteci statüsü kazanmayacağı (Akbatur, 1996: 2) şeklinde
ortaya çıkmakla birlikte mülteciler ile ilgili uluslararası anlaşmalara insan hakları
açısından bakıldığında ilgili hukuk kurallarının konusu ve amacı kişinin zulme maruz
kalmasına ya da kişideki maruz kalma korkusuna engel olmaktır. Bu durumda denilebilir
ki mülteci statüsündeki yabancının sığınmacıdan tek farkı “zulme maruz kalma
korkusu”nun resmi olarak tanınmasıdır (Tarhanlı, 1998: 23). Oysa her iki durumda da
talep edilen korunmanın dayanağı, kişi ister mülteci statüsünü kazansın isterse kazanmasın
genel olarak “zulüm” karşısında “sığınma hakkı”dır. Çalışma açısından bu nedenle ve
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ne de atıfla “sığınma hakkı” tercih edilmiştir.
69
70
3. Uluslararası Belgelerde Sığınma Hakkı
Genel olarak sığınma olgusunun ortaya çıkışı, ilkçağa kadar götürülmektedir. Örneğin
bir Hitit kralının, bir ülke ile yapmış olduğu anlaşmada taraf devletten kendi ülkesine gelecek
bir mültecinin geri gönderilmeyeceğini ifade ettiği (Odman, 1995: 6) ya da Roma’da sığıntı
71
(clientes) adlandırmasının özgür fakat vatandaşlık haklarına sahip olmayan yoksul kişiler için
kullanıldığı ve sığınma hakkının bu kişilerin zengin ve güçlü kimselerin himayesine girmesi
olarak tanımlandığı (Şenel, 1982: 263) ya da Azteklerin “Eğer bir esir kendi sahibinden kaçar
ve korunmak için size gelirse, onu geri göndermeyin, o sizin yerlerinizden birinde yaşayabilir
ve siz ona kötü ve kaba davranmayın”şeklinde bir ilkeye sahip oldukları yahut Roma
imparatoru Jüstinyen’in, “ciddi suçlarla suçlanmayan kişilere” sığınma hakkı tanıdığı
aktarılan örneklerdendir (Odman, 1995: 7-8). 16. yüzyılda uluslararası kamu hukuku üzerine
yazdığı eserinde Grotius, ülkesinden kovulan ve koruma isteyen yabancıların kalıcı olarak
yerleşmelerinin reddedilmemesi gereğinden bahsetmektedir (Aktaran Vanheule, 1999: 2).
Arendt, barınma (iltica) olarak tanımladığı hakkın, düzenli siyasi yaşamın başlangıcından bu
yana kutsal bir tarihi olduğunu ve insanları “kontrolleri dışındaki koşullardan ötürü yasadışı
olmaya zorlandıkları durumlardan” koruduğunu ifade eder (Arendt, 1998: 276).
Sonuç olarak mültecilik ve sığınma olgusu günümüze özgü olmamakla birlikte
kendisini ortaya çıkaran bir neden olarak kitlesel “zorunlu” göçün tarihi modern ulus devletin
kuruluşundan başlatılabilir (Peker-Sancar, 2001: 3). Modern dönemde bir tarafı, 30 yıl
savaşları ile başlayıp (1618-1648) 20. yüzyılın sonlarında Latin Amerika, Balkanlar ve
Afrika’da ortaya çıkan savaşlar, çatışmalar ve “etnik temizlik”lere dayanan (a.g.e., 3-4) bir
tarafı ise yoksulluktan kaçış isteğinin bir istikameti olarak Batı Avrupa ve Kuzey ülkelerine
uzanan göçün tarihi, sığınma hakkının da tarihidir. Arendt’e göre her iki dünya savaşı
sonrasında ortaya çıkan yüz binlerce devletsiz insanın ulus devlete verdiği ilk büyük zarar,
uluslararası ilişkilerde insan haklarının temsili olan barınma hakkının ortadan kaldırılması
olmuştur (Arendt, 1998: 276).13
13 Arent’e göre, mültecilik, antik dönem ve ortaçağda kişinin yaşamının karşılaştıklarının merhametine bırakılması anlamına gelen “yasaların korumasından mahrum edilme geleneği”nden daha kötü sonuçları olan bir “insanlıktan çıkartılma”dır ve bu “çıkartılma”nın ilk örnekleri ortaçağın başlangıcındaki “medeni ölüm” ve Roma imparatorluğundaki “dinsel ölüm” yani afaroza kadar gider (Arendt, 1998: 315).
72
Uluslararası hukukta sığınma hakkı halen tanımlanmış bir kategori değildir. Bununla
birlikte Peker ve Sancar, Birleşmiş Milletler çatısı altında 1970’li yıllarda sığınma hakkını
temel bir hakka dönüştürme eğiliminin ağılık kazandığını fakat sonuç alınamadan
tartışmaların sona erdiğini belirtmektedirler (2001: 8). Halen söz konusu tartışmada genel
eğilim, sığınmanın bir kişi hakkı olmadığı çünkü kişiye “sığınma hakkı” verilmesinin
devletlere karşı ileri sürülemeyeceği şeklindedir. Bu görüşe göre sığınma, başka bir ülkenin
yargılama yetkisine karşı sürekli koruma ve yerleşmenin kabulü demektir. Bir devlet, bir
başka devletin vatandaşının geldiği ülkeye ya da bir başka ülkeye iade edilmemesine ve geri
dönmek istememesinin ya da dönememesinin nedeni ne olursa olsun sığındığı ülkede yasal
olarak yerleşmesinin kabul edilmesine karar verdiğinde sığınma kabul edilmiş anlamına gelir.
Bu nedenle sığınma bir devletin egemenlik uygulamalarından biridir (Vanheule, 1999: 3).
Sonuç olarak bu görüşe göre bir mülteciye sığınma tanınıyorsa bu durum ilgili
uluslararası sözleşmenin gereğinden çok ulusal hukukun uygulanmasının bir sonucudur
(Goodwın-Gıll, 1996: 203).
3.1. Uluslararası Bildirge ve Sözleşmeler
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (İHEB) madde 14(1)’de “Herkes, zulüm karşısında
başka ülkelerde sığınma talebinde bulunma ve sığınma hakkından yararlanma hakkına
sahiptir” denmekte, 14(2)’de ise “Bu hak adi bir cürme veya Birleşmiş Milletler prensipleri
ve amaçlarına aykırı faaliyetlere gerçekten müstenit kovuşturmalar halinde ileri sürülemez”
şeklinde bir istisna getirilmektedir.
Bununla birlikte Bildirge’nin ilkelerini hukuksal normlara dönüştürmek için
hazırlanan Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi’nde14 sığınma hakkı ile ilgili
14 Sözleşmenin kabul tarihi 16 Aralık 1966 ve yürürlük tarihi 23 Mart 1976 olup Türkiye tarafından 15 Ağustos 2000 tarihinde imzalanmış ve TBMM tarafından 4 Haziran 2003’te onaylanmıştır.
73
doğrudan bir düzenleme yoktur. Bu nedenle İHEB’in 14. maddesinin, sığınma hakkının
kişisel bir hak olarak kabulünü sağlamayacağı şeklindeki görüş ağırlıktadır (Sancar-Peker,
2001: 8). Yani Evrensel Bildirge’nin kendi başına uygulanamaz olduğu (not self-executing)
ve öznel bir sığınma hakkı doğurmayacağı ifade edilmektedir (Vanheule, 1999: 4).
1951 Mültecilerin Hukuki Statüsüne Dair Sözleşme mültecilerin hukuksal
statüleriyle ilgili ayrıntılı düzenlemeleri içermesine karşın sığınma hakkına yönelik bir
düzenleme içermez. Bu durum, 1951 Sözleşmesi’ni hazırlayan devletlerin, egemenlik hakları
saklı olmak kaydıyla topraklarına mülteci olarak kabul edilecek kimseler hakkında kesin yetki
sahibi olma iradeleri ve kayıtsız ve şartsız sığınma hakkı tanımak gibi bir “taviz”i
vermedikleri anlamına gelir (BMMYK, 2001a: 25). Bu nedenle sözleşmeye göre taraf bir
devlet doğrudan sığınma hakkını tanımak zorunda değildir. Öte yandan en genel anlamda
sözleşme sığınma hakkı açısından değerlendirilmelidir. Çünkü sözleşme, sığınma hakkına
dair bir hüküm içermemekle birlikte kuşkusuz, mülteci tanımı ve haklarına yönelik
düzenlemeler ile hangi koşullarda sığınma hakkının tanınacağına dair bir çerçeve sunmakta ve
sığınma hakkı tanındıktan sonra uyulması gereken kuralları ifade etmektedir. Sözleşmeye
göre sığınma hakkını tanımak mutlak olmayıp, devletler herhangi bir yükümlülük altında
olmaksızın bu hakkı tanıyabilecekleri kişiler konusunda sınırlama getirme özgürlüğüne
sahiptirler.
74
1967 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, Devlete Sığınmaya İlişkin Bildiri’yi
kabul etmiştir ancak bu konuda sözleşme yapılmamıştır. Tavsiye niteliğinde olan Bildiri’nin
başlangıç kısmı İHEB’in 13. ve 14. maddesine atıf yaptıktan sonra 14. maddesinden
yararlanma konumunda olan kişilere bir devlet tarafından sığınma hakkı tanınmasının barışçıl
ve insani bir eylem olduğunu ve bu biçimiyle bir başka devlet tarafından düşmanca bir eylem
olarak görülemeyeceğini ifade eder. 1. maddeye göre “1. Bir devletin, egemenliğini
kullanarak, sömürgeciliğe karşı mücadele edenler dahil olmak üzere, İnsan Hakları Evrensel
Beyannamesi’nin 14. maddesine giren kişilere tanıdığı sığınmaya, tüm öteki devletlerce saygı
gösterilecektir. 2. Sığınma arama ve sığınma olanağından yararlanma hakkı hakkında barışa
karşı bir suç, savaş suçu ya da insanlığa karşı bir suçu, bu tip suçlarla ilgili hükümleri
belirlemek için hazırlanan uluslararası belgelerde tanımlandığı şekilde suçları işlediğini
düşünmek için ciddi nedenler bulunan herhangi bir kimse tarafından bu hak ileri sürülemez. 3.
Sığınma hakkı tanımaya ilişkin temellendirmenin değerlendirilmesi sığınma hakkını tanıyan
devlete ait olacaktır”.
Bildiri’nin 3(1) maddesi ise diğer belgelerle karşılaştırıldığında sınırda reddedilmelere
ilişkin net olarak şu ifadeye sahiptir: “1. maddenin 1. paragrafında sözü edilen hiç kimse
sınırda reddedilme ya da sığınma hakkı aradığı ülkeye daha önce girmiş ise sınır dışı edilme
ya da zulme uğrayabileceği herhangi bir ülkeye zorla geri döndürülme gibi önlemlere maruz
kalmayacaktır”. Ancak ulusal güvenlik ya da kitlesel nüfus akışı durumunda olduğu gibi
nüfusun korunmasını sağlama amacıyla bu ilkeye istisna tanınacağı ifade edilmektedir .
75
3.2. Bölgesel Bildiri ve Sözleşmeler
Mültecilerle ilgili ilk bölgesel düzenleme niteliğine sahip olan ve Afrika Birliği
Teşkilatı tarafından hazırlanan 1969 Tarihli Afrika Birliği Örgütü Sözleşmesi bir yandan
1951 Sözleşmesi’nin mülteci tanımından daha geniş bir mülteci tanıma sahiptir öte yandan
sığınma hakkına doğrudan değinir:
Buna göre 1951 Sözleşmesi’nde tanımlanan özelliklere ek olarak 1. maddede mülteci
terimi “kendi menşe ülkesinin ya da vatandaşı olduğu ülkenin bir bölümünde ya da tümünde,
dış saldırı, işgal, yabancı egemenliği ya da kamu düzenini ciddi biçimde bozan olaylar
nedeniyle menşe ülkesi ya da vatandaşı olduğu ülke dışında bir başka yerde sığınma aramak
için daimi ikamet ettiği yeri terk etmeye zorlanan herkes için geçerli olacaktır”.
“Sığınma” başlığını taşıyan 2. maddeye göre ise “Afrika Birliği Örgütü’ne üye
devletler, mültecileri almak ve haklı nedenlerle kendi ülkelerine ya da vatandaşı oldukları
ülkeye geri dönemeyen ya da dönmek istemeyen mültecilerin yerleşmesini güvemce altına
almak için ilgili yasalarıyla uyumlu olarak ellerinden geleni yapacaklardır” ve “Hiç kimse bir
üye tarafından yaşamının, bedensel bütünlüğünün ya da özgürlüğünün tehdit altında olduğu
76
bir ülkeye geri dönmeye ya da orada kalmaya zorlanmayacak, sınırda reddedilme, geri
gönderilme ya da ihraç gibi önlemlere maruz bırakılmayacaktır”.
Afrika Birliği Örgütü Sözleşmesi’nde yer alan tanımla benzerlik taşıyan başka bir
tanım devletler açısından hukuki bir bağlayıcılığı bulunmamasına karşılık, Latin Amerika
Devletleri tarafından kullanıldığı ve bir kısmının da ulusal mevzuatına dahil ettiği belirtilen
(BMMK, 2003: 17) 1984 tarihli Cartagena Bildirisi’nde görülebilir. 1951 Sözleşmesi
koşullarını sağlayanlara ek olarak 3. maddesinde “genel şiddet, yabancıların saldırısı, iç
çatışmalar, yoğun insan hakları ihlalleri veya kamu düzenini ciddi olarak bozan diğer koşullar
nedeniyle hayatları, güvenlikleri veya özgürlükleri tehdit altında” olanlar mülteci tanımı içine
alınırken sığınma hakkının verilmesi ya da mülteci statüsünün tanınması 4. maddede “barışçı,
politik olmayan ve sadece insancıl doğası” nedeniyle onaylanmaktadır. Bununla birlikte 5.
madde çok önemli ifadelere sahiptir zira “zulüm riski olan yere geri göndermeme ilkesinin
(sınırda geri çevirmenin yasaklanmasını da içerecek biçimde) mültecilerin uluslararası
korunması açısından önemi ve anlamı” vurgulanmaktadır ve bu ilkenin mülteciler için çok
önemli olduğu ve bir jus cogens (mutlak norm) olarak kabul edilmesi gerektiği ifade
edilmektedir.
1967 Bildirisi gibi benzer olarak bağlayıcı olmayan başka bir metin Avrupa Konseyi
tarafından 18 Ekim 1977 yılında kabul edilen Avrupa Konseyi Ülkesel Sığınma Bildirisi’dir.
Bildiride 29 Haziran 1967 Kararı, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Avrupa Konseyi Statüsü,
1967 Birleşmiş Milletler Ülkesel Sığınma Bildirisi, Birleşmiş Milletler Sözleşmesi ve İHEB’e
atıf yapılarak, taraf ülkelere gelen kişilere sığınma hakkı tanınacağı ifade edilmiştir (Odman,
1995: 57). Şu farkla ki 1951 sözleşmesinde tanımlanan ırk, din, milliyet, belirli bir sosyal
gruba mensubiyet veya politik düşünce nedeniyle baskı ve zulüm altında olan kişiler yanında,
77
insancıl nedenlerle sığınma talebinde bulunan kişilere de sığınma hakkı tanınmasına karar
verilmiştir.15
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AHİS) sığınma hakkıyla ilgili bir hüküm içermez.
Sözleşmenin “insan haklarına saygı yükümlülüğü” başlıklı 1. maddesi “sözleşmeci devletler,
bu sözleşmenin birinci bölümünde tanımlanan hak ve özgürlükleri, kendi egemenlik alanı
içinde bulunan herkes için güvence altına alırlar” şeklindedir. Söz konusu hak ve özgürlükler;
yaşam hakkı (madde 2), işkence yasağı (madde 3), kölelik ve zorla çalıştırılma yasağı (madde
4), özgürlük ve güvenlik hakkı (madde 5), adil yargılanma hakkı (madde 6), kanunsuz ceza
olmaz ilkesi (madde 7), özel ve aile yaşamına saygı (madde 8), düşünce, vicdan ve din
özgürlüğü (madde 9), ifade özgürlüğü (madde 10), toplanma ve ifade özgürlüğü (madde 11),
evlenme hakkı (madde 12), etkili bir hukuki yola başvurma hakkı (madde 13) ve ayrımcılık
yasağıdır (madde 14). Sözleşmeyi yorumlayan yargı organları, 1951 Cenevre Sözleşmesi’nin
özel bir yasa metni olduğu ve düzenlediği alan açısından hukuksal hiyerarşide AHİS’ten üstün
olduğu şeklinde özetlenebilir bir yaklaşıma sahiptirler. Mahkeme içtihadına göre bir
yabancının belirli bir ülkeye giriş, ikamet ve yerleşme hususunda genel bir hakkı yoktur
(Ünal, 2001: 330). Ancak mahkemenin, aşağıda görüleceği üzere sığınma hakkıyla ilgili
doğrudan bir ilke olarak geri göndermeme yasağına dair bir yorum tarzı mevcuttur.
15 1977 yılında toplanan Ülkesel Sığınma Konferansı’na sunulan kabul edilmemiş taslak sözleşme tartışmaları için bkz., (Odman, 1995: 58)
78
Görüldüğü gibi sığınma hakkı, bağlayıcı uluslararası anlaşmalarda uyulmaması
halinde yaptırıma bağlanmış bir hak olarak kabul edilmemektedir. “Sığınma hakkı ne
uluslararası ne bölgesel ne de iç hukukta henüz yer almaktadır. Etkili devletlerin insan
haklarına bağlılığını sınamak için sığınma taleplerini karşılamadaki isteklerine bakmak
gerekmektedir. Bu devletler bir yandan kendilerinden daha zayıf ulusların zorlu reformlar
gerçekleştirmelerini ya da insan hakları ihlallerine son vermelerini beklerken, öte yandan
sığınma kurumuna bağlı kalmaya kendi olanaklarının yetmediğini ileri süremezler”
(BMMYK, 1997: 204).
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ne rağmen sığınma hakkı devletlerin kendi
isteklerine göre tanıyabilecekleri bir “devlet hakkı” (Sancar-Peker, 2001: 8) olarak
görülmektedir. Oysa “özü itibariyle iltica hakkı, yaşam hakkının yani kişinin bedensel ve
fiziksel bütünlüğünü koruma talebinin, yaşadıkları ülkelerde bu açıdan tehlike altında olan
kişiler için gerektirdiği bir insan hakkı normudur. Çünkü yerinden edilme, doğası gereği,
kurbanlarını başta fiziksel ve ruhsal bütünlüğünü koruma ve hatta yaşam hakkı olmak üzere
diğer bir çok temel haktan da yoksun bırakır. Tersinden söyleyecek olursak, ülkelerini terk
etmek zorunda kalan insanların evrensel insan haklarının (temel hakların) çoğundan
yararlanabilmesi, yani insan olarak kalabilmesi, iltica hakkının varlığına bağlıdır. Esasen bu
anlamda mültecilerin korunmasından değil onların temel haklarının gerçekleştirilmesinden
söz etmek daha doğru olur” (Peker-Sancar, 2001: 9-10). Özellikle 1990’lı yıllardan bu yana
Batı Avrupa merkezli olmak üzere sığınma hakkını olumsuz içerikte ve sınırlandırmaya
yönelik hukuksal düzenleme ve politikalar aşağıda değerlendirilecektir. Fakat bundan önce
sığınma hakkının yaşama geçirilmesinde en temel mekanizma olan mültecilik statüsünün
açılması gerekmektedir.
79
4. Tanımlanmış bir Statü olarak Mültecilik ve Sığınma Hakkı
4.1. Genel Olarak Mülteci Hukukunun Gelişimi
20. yüzyılın hemen başında 1912 Balkan Savaşı, 1914-1918 yılları arasında Birinci
Dünya Savaşı ve 1917 Sovyet Devrimi nedeniyle milyonlarca kişiyi kapsayan göç hareketleri
ve göçün kontrol edilme çabası, mülteci hukukunun gelişim sürecinin başlangıcıdır. Konuyla
ilgili uluslararası örgütlenme çalışmaları 1920’li yılların başında Milletler Cemiyeti çatısı
altında oluşturulan örgütlenmenin başına F. Nansen’in Yüksek Komiser olarak atanması
(1921) ile başlar (Pazarcı, 1990: 193). 1930 yılında kurulan Mülteciler Uluslararası Nansen
Ofisi ve 1938’de kurulan Hükümetlerarası Mülteciler Komitesi örgütlenmeleriyle birlikte
Ruslar, Ermeniler ve Almanlar başta olmak üzere kimi özel mülteci grupları ile ilgili
çalışmakla görevli yüksek komiserler belirlense de bu çabalar koruma amaçlı düzenlemelere
dönüşmemiştir (BMMYK, 2001a: 2). Bu dönem, bireyin durumunun belli bir mülteci
grubunun parçası olarak tanımlanmasına göre belirlendiği bir anlayışla şekillenmiştir (a.g.e.,
30). İkinci dünya savaşı sonrası ilk gelişme 31 Aralık 1946’da Uluslararası Mülteciler
Örgütünün kurulmasıdır. Kapsamını “Nazi ya da Faşist rejimlerin ya da İkinci Dünya
Savaşında onların yanında yer alan rejimlerin kurbanları, İspanya’daki Falanjist rejimin
kurbanı İspanyol cumhuriyetçiler veya diğer kurbanlar, savaştan önce iltica statüsünü alanlar”
olarak tanımlayan örgütün görevi 1952’de sona ermiştir (Peker-Sancar, 2001: 12).
Günümüzde mültecilerin uluslararası koruma düzeni olarak adlandırılan sistem açısından
1950-51’de Birleşmiş Milletler çatısı altında oluşturulan BMMYK’nın kurulması ve 1951
80
tarihinde Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Cenevre Sözleşmesi’nin imzalanması dönüm
noktasıdır.
Öncelikle 1951 Sözleşmesi’nin temel mantığı, mülteci statüsünün geçici bir statü olarak
kabulüdür. Yani sözleşmenin temel fikrine göre, mülteciler ya ev sahibi ülkeye
uyumlaştırılarak ya da kendi ülkelerine dönmek suretiyle kısmi olarak haklarından mahrum
oldukları geçici durumdan bir an önce kurtulmalıdırlar. Mülteci ancak mültecilik statüsünden
çıktıktan sonra haklarına kavuşabilir. Dolayısıyla Cenevre Sözleşmesi mülteciler için bir
mevzuat oluşturmaktan çok mültecilik durumunu yok etmek amacını güder (Uwer, 2002: 2).
Buna rağmen sözleşme özellikle iki bakımdan vurgulanmalıdır: İlki, sözleşme
imzalandığı tarihten 1967 Protokolü’nün imzalanışına kadar olan süreçte kapsamını Avrupalı
mültecilerle sınırlandırmış olsa da ırkı, dini, milliyeti, siyasi görüşü ya da bir sosyal gruba
mensubiyeti nedeniyle zulüm göreceğine dair haklı bir korku taşıdığı için ülkesi dışında
bulunan kişiyi mülteci olarak tanımlar. Dolayısıyla ülkesi içinde zorla yerinden edilenler
mülteci olarak kabul edilmez. İkinci olarak, sözleşme devletlere, kişilerin zulüm riski olan
yere geri gönderilmemesi (non-refoulement) konusunda yükümlülük getirir. Bu noktada
mültecilerin korunmasının asıl sorumluluğu sığınma ülkelerinin sorumluluğu olarak
tanımlansa da BMMYK, devletlerin sözleşmeye uymalarının kontrolü ve mültecilere yeterli
koruma sağlamalarını kolaylaştırmayı içeren bir rol üstlenmiştir.
BMMYK Tüzüğüne göre, Yüksek Komiserliğin görevleri (madde 8) şunlardır:
a) Mültecilerin korunmasına ilişkin uluslararası anlaşmaların sonuçlandırılmasını sağlayarak,
başvurulara nezaret ederek ve değişiklik tekliflerini teşvik ederek;
b) Hükümetlerle özel anlaşmalar yapıp, mültecilerin durumunu iyileştirerek ve korunmaya
ihtiyaç duyanların sayısını azaltmak için tasarlanan önlemlerin hayata geçirilmesini teşvik
ederek;
81
c) Gönüllü geri dönüşleri veya yeni topluluklara uyum sağlamayı teşvik eden hükümetlere
ve özel çabalara yardım ederek;
d) En muhtaç kategori dışlamamak suretiyle mültecilerin ülke topraklarına kabulünü teşvik
ederek;
e) Mültecilerin mallarını, özellikle de yeniden yerleşimleri için gerekli olanları, transfer
etmelerine izin almak için çaba göstererek;
f) Hükümetlerden, sınırları dahilindeki mültecilerin sayıları ve durumları ile ilgili kanun ve
yönetmelikler hakkında bilgi alarak;
g) Hükümetler ve ilgili hükümetler arası kuruluşlar ile yakın temas içinde olarak;
h) Mülteci sorunlarıyla ilgilenen özel örgütler ile kendisinin en uygun bulduğu biçimde
temasa geçerek;
i) Mültecilerin refahıyla ilgili özel kuruluşların çabalarının düzenlenmesini kolaylaştırarak;
faaliyette bulunacaktır.
BMMYK, mülteci sorununa ilişkin çözüm yöntemlerini ilki gönüllü geri dönüş ikincisi
sığınma ülkesinde yerel bütünleştirme ve üçüncüsü sığınma ülkesinden üçüncü bir ülkeye
yerleştirme olmak üzere temel olarak üç grupta toplamaktadır (BMMYK, 2001a: 2). Bu
çözüm önerileri, sözleşmeyi “mültecilik statüsünü ortadan kaldırmayı amaçlar” şekilde
tanımlayan görüşü doğrular niteliktedir.
82
4.2. 1951 Tarihli Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Sözleşme ve Mülteci
Kavramı
1951 Sözleşmesi’nin 1 A (2) maddesine göre sözleşme “1 Ocak 1951’den önce
meydana gelen olaylar sonucunda ve ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti
veya siyasi düşünceleri yüzünden, zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için
vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan ya da
söz konusu korku nedeniyle, yararlanmak istemeyen; yahut tabiiyeti yoksa ve bu tür olaylar
sonucu önceden söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen her şahsa uygulanacaktır”.16
16 Aralık 1966’da kabul edilen ve 1967 yılında yürürlüğe giren 1967 tarihli
Mültecilerin Hukuki Statüsü İle İlgili Protokol ile tanımdaki “1 Ocak 1951’den önce meydana
gelen olaylar” ve “bahis konusu olaylar sonucunda” ibareleri metinden çıkarılarak tarih ve
coğrafya sınırlandırılmaları kaldırılmıştır. Böylece sözleşmenin tüm dünyada 1951 tarihinden
sonra meydana gelen olaylar için de uygulanabilmesi sonucu ortaya çıkmıştır. Ancak, 1951
Sözleşmesi’ni Avrupa’dan gelen mültecileri kapsayacak şekilde coğrafi sınırlama ile kabul
eden taraf devletlere bu sınırlamayı devam ettirme olanağı tanınmıştır. Nitekim Türkiye
sözleşmeyi coğrafi sınırlama ile kabul etmiş olup Avrupa’dan gelenlere mülteci statüsü
tanımaktadır.
1951 Sözleşmesi’nin tanımıyla ilgili olarak mültecilik statüsünün doğması ile ilgili
görüşler çeşitlilik göstermektedir. Yabancılar hukukunda mültecilik durumunun yetkili
makam tarafından tanınma ile mi doğduğu yoksa mültecilik için gerekli şartların meydana
gelmesinin mültecilik sıfatı için yeterli mi olduğu tartışma konusudur. Bir görüşe göre
mültecilik statüsünün kazanılması anı statünün resmi olarak tanınması değil, kişinin mülteci
olmasını gerektiren şartların mevcut olduğu andır (Altınışık-Yıldırım, 2002: 8; Altuğ, 1967:
16 Sözleşmenin 1. maddesine göre genel olarak mülteci statüsünden yararlanabilme durumunda olan ilk grup 1926, 1928, 1933, 1938 ve 1939 antlaşmalarına göre mülteci sayılan kişilerdir.
83
23). Yani mültecilik sıfatının tanınması yenilik doğurucu bir hak değil mevcut durumun
yetkili makam tarafından beyan edilmesidir. Buna göre bir mülteci, mülteci statüsüne ilişkin
prosedür ve usule bakılmaksızın mülteci olarak tanınmayı gerektiren şartların mevcut olduğu
anda mültecidir. Hükümetler kendi hukuk sistemlerine uygun olarak kişinin hukuki
konumunu veya haklarını ve menfaatlerini tayin etmek amacıyla statü belirleme prosedürü
oluştururlar. Bazı durumlarda uluslararası mülteci sözleşmelerine taraf olmayan ülkelerde
ulusal yetkililerin BMMYK’dan bu görevi üstlenmesini istediği yerlerde ya da koruma ve
yardım sağlanması için BMMYK kararının vazgeçilmez olduğu durumlarda BMMYK kişinin
mülteci statüsüne sahip olması gerektiğine karar verebilir. Bu durumda da yapılan işlemin
hukuki niteliği aynıdır. Bu görüş açısından mültecilik statüsü tanınmasının, hukuki olarak
kurucu yenilik doğurucu bir hak değil mevcut durumun yetkili makamlar tarafından tespit ve
beyan edilmesi şeklinde açıklayıcı nitelik taşıdığı ifade edilmekle birlikte, statünün hukuksal
bir tanınmaya bağlı olduğu konusunda kuşku yoktur (Odman, 1995: 193). Dolayısıyla bu
tartışmanın anlamı şudur: Eğer, mültecilik sıfatının tanınması yenilik doğuran, inşai bir hak
olarak kabul edilirse mültecinin hakları, sıfatın tanındığı anda başlayacak eğer tanıma sadece
beyan edici bir nitelikte kabul edilirse mültecilik statüsü geçmişe dönük olarak mültecilik
durumunu doğuran olaya kadar geri gidecektir (Altuğ, 1697: 21). Son olarak BMMYK‘nın
görüşü “Bir insan 1951 Sözleşmesi’ndeki tanımın öngördüğü kriterleri karşılar karşılamaz
sözleşmedeki anlamıyla mülteci sayılır. Bunun, mülteci statüsünün resmi olarak tespitinden
hemen önce gerçekleşmesi gerekir. Mültecilik statüsünün tanınması onu mülteci yapmaz fakat
onun bir mülteci olduğunu ilan eder. Tanınmadan dolayı mülteci haline gelmez, mülteci
olduğu için tanınır” şeklindedir (Aktaran Pallis, 2002: 363).
Sonuç olarak mülteci olabilmenin koşul ve nedenleri halen uluslararası düzeyde tek
enstrüman olan 1951 Sözleşmesi’ne göre tanımlanabilir. Bu nedenle sözleşmeyi daha ayrıntılı
olarak incelemek gerekmektedir.
84
4.3. Mülteci Statüsü Kazanmanın Şartları
Sözleşmeye göre mülteci statüsü kazanılması üç koşula bağlıdır. İlki ülke dışında
bulunma ikincisi haklı nedene dayanan zulüm korkusu ve üçüncüsü zulüm korkusunun ırk,
din, milliyet veya belirli bir sosyal gruba mensubiyet ya da siyasal görüş nedeniyle yaşanıyor
olmasıdır.
4.3.1. Ülke dışında bulunma şartı
Ülke dışında bulunma/ülkesellik şartı, vatandaşı olunan17 ülkenin dışında bulunma ve
bu devletin korumasından yararlanamama veya yararlanmak istememe olarak tanımlanabilir
(Sancar-Peker: 2001: 15). Ülke dışında bulunmanın kişi açısından doğrudan sonucu başka bir
ülkede yabancı olmaktır (Odman, 1995: 85). Kişilerin, sözleşmenin yapıldığı günden bu yana
ortaya çıkan bir olgu olarak yerinden edilme ya da iç savaşların doğrudan bir sonucu olarak
zorunlu iç göçe maruz kalmaları gibi olaylar sonucunda baskı ve zulüm korkusu altında
yaşadıkları ülkenin sınırları dışına çıkamamaları mülteci olarak tanınmalarını engeller.
Özellikle 1990’lı yıllardan bu yana çatışmalı bölgelerde “sivilleri korumak”
(BMMYK, 2003: 130) için oluşturulduğu savlanan “güvenli bölge stratejisi” ülke dışında
bulunma şartını birkaç açıdan tartışmaya açmaktadır. Amacı zorunlu iç göçe maruz bırakılan
insanlara ve savaştan etkilenen kalabalık topluluklara ilave koruma sağlamak ve yerinden
edilmiş toplulukların evlerine geri dönmesini kolaylaştırmak (Sancar-Peker, 2001: 16) olarak
ifade edilen bu uygulamanın yaşama geçirildiği yerlerde amacına ne kadar ulaştığı bir
tartışma konusu olmakla birlikte, uygulama tek başına hareket ve sığınma hakkını kullanma
özgürlüğünü engeller bir görünüm sunmaktadır.
17 İki ya da ikiden fazla vatandaşlığa sahip olan kişilerin durumu 1951 Sözleşmesi’nin 1. maddesinin A fıkrasının (2) numaralı bendinde, kişinin mülteci statüsüne girebilmesi için vatandaşlığını taşıdığı ülkelerin her birinin korumasından mahrum olması gerektiği biçiminde düzenlenmiştir. Oysa BMMYK’nın Mültecilerle ilgili Elkitabı’na göre hukuksal olarak bir ülkenin vatandaşı olmak ile vatandaşı olunan ülkenin korumasından yararlanma olanağı birbirine karıştırılmamalıdır (Odman, 1995: 87).
85
“Eski Yugoslavya’da insanların ‘güvenli bölgeler’i terk etme özgürlüğü hem Bosnalı
Sırpların kuşatması, hem de Bosna hükümetinin denetimi altında kalan bölgelerdeki
insanların göç etmesine izin verme konusundaki gönülsüzlüğü yüzünden sınırlanmıştır”
(Peker-Sancar, 2001: 17). Göçün engellenmesinin sonucu, ülke dışında bulunma şartı yerine
getirilmediği için mülteci statüsü tanınmasının olanaksız kılınmasıdır. Bununla birlikte
kitlesel yerinden edilme olaylarında henüz ülke sınırları terk edilmemişse ülke içinde
korumanın de bir seçenek olarak kabul edilebileceği ifade edilmekte ancak ülke içi korumanın
geçici bir tedbir olduğu ve iltica hakkının sağladığı güvenceyi sağlayamayacağı
vurgulanmaktadır (a.g.e., 17).18
Tıpkı “güvenli bölge stratejisi” gibi ülke dışında bulunma şartı ile ilgili son yıllarda
yaşama geçirilen başka bir uygulama “dahili iç kaçış alternatifi” ya da “yer değiştirme ilkesi”
olarak adlandırılan ilkedir (BMMYK, 2003: 128). Bir sığınmacının, menşe ülkesinde, ülkenin
başka bir yerine giderek zulüm görme tehlikesinden kurtulmasına dair bir tespit anlamına
gelen bu ilke sıklıkla statü belirleme yöntemlerine erişimi kısıtlamak veya mülteci statüsünü
reddetmek amacıyla kullanılmaktadır (a.g.e., 128). 1951 Sözleşmesi’nde sığınmaya neden
olan zulüm görme korkusunun ülkenin tamamında söz konusu olması gibi bir ilkeye yer
verilmemiş olmasına rağmen son yıllarda uygulanan bu ilkeye göre eğer sığınma
başvurusunda bulunan kişinin, ülkesinin başka bir yerinde güvende olacağı kabul ediliyor ise
sığınma başvurusu reddedilebilir (Sancar-Peker, 2001: 18).
1951 Sözleşmesi’nde ülke dışına çıkmak kural olmakla birlikte ülkesinden ayrıldığı
sırada mülteci olmayan sözgelimi ülkesini baskı ve zulüm korkusuyla değil de eğitim, seyahat
gibi nedenlerle ve yasal yollardan terk edenler de literatürde “mahallinde mülteci” (Odman,
1995: 91) olarak adlandırılan mülteci statüsünü alabilirler. Çünkü mültecilik statüsünü
18 BM İnsan Hakları Komisyonu’nun “Ülke İçerisinde Yerinden Edilme Üzerine Yol Gösterici Prensipler” başlığıyla formüle ettiği prensipler için bkz., (BMMYK, 1998a: 300 vd.)
86
gerektiren durum, kişi ülkesini terk ederken var olabileceği gibi ülkesini terk ettikten sonra
örneğin kişinin yurt dışındaki siyasal faaliyetleri nedeniyle de ortaya çıkmış olabilir (Odman,
1995: 93).
4.3.2. Zulüm Korkusu
Mülteci statüsü kazanmanın ikinci şartı baskı ve zulme uğrama konusunda “haklı bir
korku”nun varlığıdır. 1951 Sözleşmesi’nin 1. maddesi “zulme uğramaktan haklı nedenlerle
korkma veya başka bir ifade ile haklı nedenlere dayanan zulüm korkusu” ifadesine yer
vermektedir. Hem sözleşme hem de uluslararası belgelerde zulüm tanımlanmış bir kavram
olmamakla birlikte kişinin bedensel ve zihinsel bütünlüğü (yaşam hakkı, işkence ve kötü
muamele ile insanlıkdışı cezalandırma yasağı, zorla kaybetme yasağı, kölelik ve zorla
çalıştırma yasağı, hukuk önünde kişi olarak tanınma hakkı), ayrımcılık yasağı, kişi güvenliği
ve özgürlüğü hakkı (keyfi gözaltı, tutuklama ve hapsetme yasağı), düşünce, ifade ve inanç
özgürlüğü hakkı, adil yargılanma ve suçluluğu kanıtlanıncaya kadar masum sayılma hakkı,
kişisel mahremiyet ve ailenin dokunulmazlığı hakkı, kişinin ülkesini terk etme ve ülkesine
dönme hakkı gibi temel hakların koruma gerektirecek düzeyde ihlali olarak
değerlendirilebilir (Sancar-Peker, 2001: 19-20). Literatürde zulüm, “devlet korumasının
zafiyete uğraması durumunda temel insan haklarının devamlı ve sistemli bir şekilde ihlal
edilmesi” olarak kabul edilmektedir (Odman, 1995: 99).
“Devlet adına yapılan ihlaller ya da zulüm ve baskılar, genellikle yasallık ya da
biçimsel meşruiyet görünümü taşımalıdır. Bu nedenle, bu tür uygulamalar, yasaların ya da
mevzuatın kötüye kullanılması ya da belirli durumda onlar açısından olumsuz sonuçlar
doğuracak şekilde uygulanması şeklinde de ortaya çıkabilir. Devletin kişinin temel haklarını
ihlal eden ya da ciddi zarar riski getiren uygulamalara karşı belirli kişilere etkin hak arama
yolları sağlamamış olması ya da bu tür hak arama yolları varolduğu halde o kişilerin
87
durumunda işletilemiyor olması, o kişilere yönelik baskının önemli bir göstergesidir”
(Sancar- Peker, 2001: 21). Yani zulmün doğrudan devlet eliyle gerçekleşmesi gerekmez zira
temel hak ve özgürlüklerin devlet dışı gruplar ya da organlar tarafından ihlali de devletin
yükümlülüğünü ortadan kaldırmaz. Bununla birlikte bazı Avrupa devletleri, ABD, Kanada ve
Avustralya, sığınma taleplerinin değerlendirilmesinde zulmün devlet tarafından yapılması
şartını aramaktadırlar (a.g.e., 21). Oysa sözleşme bu konuda açık bir ifadeye sahip olmamakla
birlikte devletin koruma sağlamaması ya da sağlayamamasını esas almaktadır (a.g.e., 21).
Zulümle ilgili dikkat çeken başka bir nokta fiilen zulme uğramanın gerekmediği, zulüm
tehlikesi yaratabilecek koşulların varlığının yeterli olduğudur (Odman, 1995: 97).
“Korku” unsuru ise kuşkusuz kişiden kişiye farklılaşır ancak “haklı nedenler” ifadesi
söz konusu korkunun ülke şartlarından yola çıkılarak anlaşılabilir olmasına işaret eder
nitelikte yorumlanmaktadır (Odman, 1995: 96). Temel varsayım zorlayıcı nedenler olmadıkça
kişinin ülkesini terk etmeyeceği olup, “haklı nedenler”; kıtlık, doğal afetler, ekonomik
koşullar sonucu ülkesini terk edenlerin mülteci statüsüne girmelerini engelleyen şekilde dar
bir kapsamla ele alınmaktadır (a.g.e., 96). Bununla birlikte zulüm korkusunun haklı bir
nedene dayanıp dayanmadığının hangi organlar tarafından ve ne biçimde tespit edileceği
sığınma hakkından yararlanma açısından önem taşır. BMMYK Elkitabı’nda “olayın içinde
gerçekleştiği koşulların açık seçik olmaması halinde kişinin beyanlarına inanmak...bu nedenle
başvuruda bulunan kimsenin kişisel, ailevi geçmişinin, belirli ırk, din, milliyet, sosyal ya da
siyasal gruplara mensubiyetinin kendi durumu ile ilgili değerlendirmelerin ve geçirdiği
deneyimlerinin kısaca başvurusuna temel oluşturan asıl nedenin korku olduğunu ortaya koyan
her unsurun dikkate alınması...” önerilmektedir (a.g.e., 97). Yani zulme uğrama korkusunun
haklı nedenlere dayandığının ispatı asıl olarak kişiye aittir ancak bir açıklık yoksa kişilerin
beyanlarına da başvurulabilir. Temel olarak başvurucu kişiden, zulme uğrama korkusunu
“objektif” kanıtlarla ispatlamasını beklemek esasen sığınma hakkının daraltılması anlamına
88
gelir (Sancar-Peker, 2001: 22). Çünkü ülkesini terk eden kişilerin kendi durumlarına ilişkin
nesnel kanıtlara sahip olmaları ne kadar zorsa baskının doğrudan ya da dolaylı faili olan
devletin de bu kanıtları açıkta bırakması o kadar imkansızdır (a.g.e., 23).
4.3.3. Ayrımcılık Ölçütleri
Sözleşme, baskı ve zulme yol açan nedenleri ırk, din, milliyet, belirli bir gruba
mensubiyet ve siyasi düşünce olarak sınırlandırmıştır. Sözleşme açısından zulme uğrama
korkusunu doğuracak söz konusu ayrımcılık ölçütleri tek tek tanımlanmış olmamakla birlikte
insan hakları standartları göz önüne alınarak yorumlanabilir. Örneğin belirli bir ırka
mensubiyet nedeniyle varolan zulüm ve baskının varlığı değerlendirilirken ırk ayrımcılığı
sadece beyaz, sarı, siyah ırk gibi kategorileri değil fiziksel ve kültürel farklara sahip olan grup
ya da toplulukları da içerir (Odman, 1995: 104). Belirli bir sosyal gruba mensubiyet ise çoğu
kez diğer nedenlerle çakışmasına rağmen örneğin kadınlar, eşcinseller ve cinsiyet
değiştirenler de sosyal bir grup oluştururlar ve kimliklerinden dolayı zulme maruz kalabilirler
(Odman, 1995: 112). Belirli bir sosyal gruba mensubiyet kategorisinde değerlendirilebilecek
başka bir unsur ise sınıftır. Genel olarak bu konuda temel alınması gerekenin tek başına ait
olunan sınıf değil kişinin bu nedenle baskı ve zulüm korkusu içinde olup olmadığı ifade
edilmektedir (a.g.e, 115).19 Benzeri biçimde BMMYK Elkitabı’nda askerlik suçu ileri
sürülerek sözleşmede yer alan ırk, milliyet, din, siyasi düşünce ve sosyal gruba mensubiyet
nedeniyle kişinin ağır bir cezaya çarptırılması veya bu unsurlara dayalı olarak haklı
nedenlerden kaynaklanan korku içinde bulunması, ülke makamlarının ayrımcılık yaparak
19 Örneğin kimi uygulamalarda -Haitili köylüler- temel ihtiyaçlarını karşılayamayan çok yoksul kişiler bu kategoride değerlendirilmiştir (Odman, 1995: 116).
89
belirli bir ırka mensup kişileri zorunlu askerliğe tabi tutması, askerlik suçu nedeniyle kişilere
farklı cezalar verilmesi, askeri eylemlerde Cenevre Sözleşmeleri standartları ve insancıl
hukukun genel prensipleri dışına çıkılması, insan hakları ihlalleri ile ilgili olarak bu görevleri
reddeden kişilere ceza verilmesi halleri söz konusu kişilere mülteci statüsü tanınmasını
gerektirir (Aktaran Odman, 1995: 121).
4.4. Mültecilik Statüsünün Kazanılmasını Engelleyen Nedenler
1951 Sözleşmesi 1. maddesinde kimlerin mülteci olarak kabul edilebileceğini
belirttikten sonra (d), (e) ve (f) fıkralarında kimlerin mülteci statüsüne alınmayacaklarını
içerir. Buna göre BMMYK dışında diğer bir BM organı veya örgütünden halen koruma ve
yardım gören kimseler (Filistinliler gibi), ikamet ettiği ülkenin yetkili makamlarınca o ülke
vatandaşlığını taşıyanların sahip olduğu hak ve yükümlülüklere sahip sayılan, barışa karşı suç,
savaş suçu ve insanlığa karşı suçlara ilişkin hükümler koyan uluslararası belgelerde
tanımlanan bir suç işlediğine, bir ülkeye mülteci olarak kabul edilmeden önce o ülkenin
dışında siyasal niteliği olmayan ağır bir suç işlediğine veya Birleşmiş Milletlerin amaç ve
ilkelerine aykırı fiillerden suçlu olduğuna dair hakkında ciddi kanaat mevcut olan kişiler
sözleşme kapsamında mülteci olarak kabul edilmezler. Odman’a göre bu nedenlerin statünün
belirlenmesi sırasında saptanmamış olması kişiye kazanılmış bir hak vermez. Yani bu
nedenlerden herhangi birinin varlığı halinde mültecilikle ilgili işlemler ve mültecilik
statüsünün iptal edilmesi gerekir (Odman, 1995: 124).
4.5. Mülteci Statüsünü Sona Erdiren Nedenler
Sözleşmenin 1. maddesinin (c) fıkrası mülteciliği sona erdiren nedenleri
belirtmektedir. Buna göre vatandaşı olduğu ülkenin korumasından kendi isteğiyle tekrar
yararlanan, vatandaşlığını kaybettikten sonra kendi arzusuyla tekrar kazanan, yeni bir
vatandaşlık kazanan ve vatandaşlığını yeni kazandığı ülkenin korumasından yararlanan,
90
kendi arzusuyla terk ettiği veya zulüm korkusuyla dışında bulunduğu ülkeye kendi arzusuyla
tekrar yerleşmek üzere dönen, mülteci sayılmasını gerektiren şartlar ortadan kalktığı için
vatandaşı olduğu ülkenin korumasından yararlanmaktan kaçınmaya devam edemeyecek olan
ve tabiiyetsiz olup da mülteci sayılmasına yol açan şartlar ortadan kalktığı için normal
ikametgahının bulunduğu ülkeye dönebilecek durumda olan kişilerin mülteci statüsü sona
erer. Sözleşmede hüküm altına alınmış olan sınır dışı etme yasağının istisna hükümlerinin
gerçekleşmesi halinde de sınır dışı edilmenin sonucu olarak mültecilik statüsü sona erecektir.
5. Mültecilerin Hakları
91
5.1. Mültecilere Özgü Bir Hak Olarak Geri Gönderme Yasağı
5.1.1. Genel Olarak
Mültecilere özgü haklar kapsamında en önemli ilke geri gönderme (non-refoulement)
yasağıdır.20
1951 Sözleşmesi madde 33(1)’e göre “Hiçbir taraf devlet bir mülteciyi ırkı, dini,
tabiiyeti, belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi fikirleri nedeniyle hayatı ya da
özgürlüğü tehdit altında olacak ülkelerin sınırlarına her ne şekilde olursa olsun geri
göndermeyecek veya iade etmeyecektir”. 33. madde aynı zamanda taraf devletlerin çekince
koyamayacağı maddelerden biridir.21 Görüldüğü gibi temel olan bu ilke, bir mültecinin
işkenceye uğrama riskiyle karşı karşıya kalacağı ve yaşamının ya da özgürlüğünün tehdit
altında olacağı bir ülkeye geri gönderilemeyeceğini ifade eder.
1951 Sözleşmesi madde 33(2)’ye göre “bulunduğu ülkenin güvenliği için tehlikeli
sayılması yolunda ciddi sebepler bulunan veya özellikle ciddi bir adi suçtan dolayı
kesinleşmiş bir hükümle mahkum olduğu için söz konusu ülkenin halkı açısından bir tehlike
oluşturmaya devam eden bir mülteci, işbu hükümden yararlanamaz”. Geri göndermeme
kuralının istisnasını oluşturan bu düzenleme sözleşmenin 32. maddesinin uzantısıdır.
Maddeye göre “taraf devletler, ülkelerinde yasal olarak bulunan bir mülteciyi, ulusal güvenlik
veya kamu düzeni ile ilgili sebepler dışında sınır dışı edemeyeceklerdir”.
Kuşkusuz sözü geçen “kamu düzeni, “ulusal güvenlik” gibi kavramlar muğlaktır ve
içeriği çoğu zaman devletler tarafından istenildiği gibi doldurulmaya müsaittir. Devletlerin bu
20 Mültecilerin zorla menşe ülkelerine geri gönderilemeyeceklerini ifade eden ilk uluslararası sözleşmeler, sadece 8 devlet tarafından onaylanan 1933 tarihli Mültecilerin Hukuki Durumuna İlişkin Sözleşme ile sadece 3 devlet tarafından onaylanan 1938 tarihli Almanya’dan Gelen Mültecilerin Durumlarına İlişkin Sözleşmedir (BMMYK, 2001a: 26). 21 Diğer üçü sözleşmenin uygulanmasında ırk, din veya gelinen ülke bakımından ayrım yapılamayacağını öngören 3. madde, her mültecinin tüm devletlerin toprakları üzerinde yargı yoluna başvurabilme hakkını içeren 16. madde ve din özgürlüğü ile ilgili olan 4. maddedir.
92
kavramlara başvururken uluslararası insan hakları hukukunun önemli bir ilkesi olan “hak ve
özgürlük lehine yorum” ilkesine uymaları gerekir (Sancar-Peker, 2001: 31). Bu nedenle sınır
dışı etme kararının alınması sürecinde mültecilere hak arama özgürlüğü ve adil yargılanma
hakkının tüm gerekliliklerinin yerine getirilmesi şarttır. Nitekim 32. maddenin 2. fıkrasında
“Böyle bir mültecinin sınır dışı edilmesi, ancak yasal sürece göre alınmış bir karara uygun
olabilir. Zorunlu güvenlik nedenlerinin aksine bir uygulamayı gerekli kıldığı haller dışında
mültecinin durumunu açıklaması için delil sunmasına, temyiz etmesine, bu amaçla yetkili bir
makamın ya da yetkili makamın özel olarak atayacağı bir kişinin veya kişilerin önünde temsil
edilmesine izin verilecektir” denilmekte ve aynı maddenin 3. fıkrasında da “taraf devletler, bu
gibi bir mülteciye diğer bir ülkeye yasal olarak kabulünü sağlayabilmesi için makul bir süre
tanıyacaklarıdır” şeklinde bir düzenleme yapılmaktadır.
31. maddede söz konusu olan zulüm riski olan yere göndermeme, İşkenceye ve Diğer
Zalimane, İnsanlık Dışı veya Onur Kırıcı Muamele veya Cezaya Karşı Birleşmiş Milletler
Sözleşmesi’nin 3. maddesinde tekrar edilir: “Hiçbir taraf devlet bir şahsı, işkenceye tabi
tutulacağı tehlikesinde olduğuna dair esaslı sebeplerin bulunduğu kanaatini uyandıran başka
devlete vermeyecek, sınır dışı etmeyecek veya iade etmeyecektir”. Uluslararası hukukta 1949
Dördüncü Cenova Sözleşmesi (Madde 45), Kaybolmaya Karşı Herkesin Korunması Hakkında
Bildiri (Madde 8), Kanun Dışı, Keyfi ve Yargısız İnfazların Etkili Bir şekilde Önlenmesi ve
Soruşturulması Hakkında Prensipler (İlke 5) belgelerinde ve Amerika İnsan Hakları
Sözleşmesi (Madde 22), Afrika Birliği Örgütü Sözleşmesi (Madde 2) ve Arap Dünyasındaki
Mültecilerin ve Yerinden Edilmiş Kişilerin Korunmasına Dair Kahire Sözleşmesi’nin de dahil
olduğu kimi bölgesel insan hakları sözleşmelerinde geri göndermeme ilkesine yer
verilmiştir.22
22 Söz konusu belgelerin ilgili maddeleri için bkz., (BMMYK, 2001b: 13-14)
93
Her ne kadar doğrudan bir hüküm olmasa da Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası
Sözleşmesi’nin “Yabancıların Sınır Dışı Edilmelerine Karşı Usulü Güvenceler” başlıklı 13.
maddesinde “Bir devletin ülkesinde hukuka uygun olarak bulunan bir yabancı ancak, hukuka
uygun olarak verilmiş bir sınır dışı etme kararı gereğince ve ulusal güvenliğin zorlayıcı
şartları hariç, sınır dışı etme kararına karşı itiraz etmesine ve bu itirazın önünde temsil
edilebileceği yetkili bir makam veya yetkili makamın görevlendirdiği bir kişi ve kişiler
tarafından denetlenmesi imkanı verilmesi halinde sınır dışı edilebilir” düzenlemesi vardır.
Dolayısıyla bir yabancı kişinin, bir devletin sınırlarından çıkartılmasına karşılık ileri
sürebileceği gerekçeler arasında sığınma hakkının da olduğu ileri sürülebilir.
Geri göndermeme ilkesinin mülteci hukuku bağlamındaki önemi yaşam hakkı başta
olmak üzere temel hak ve özgürlüklere yönelik bir tehdidin varlığı ya da temel hak ve
özgürlüklerin ortadan kaldırılma olasılığıdır (Tarhanlı, 1998: 29).
5.1.2. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Geri Gönderme Yasağı
5.1.2.1. Geri Gönderme Yasağında Dolaylı Koruma
94
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde bu yönde bir düzenleme olmamakla birlikte
denetim organlarınca sınır dışı etme işlemlerine karşı uygulanan madde sözleşmenin aynı
zamanda “mutlak” olarak uygulanması gereken yani uygulanması ile ilgili herhangi bir istisna
durumun tanımlanamayacağı bir hükmü olan 3. maddesidir. “Hiç kimse işkenceye, gayrı
insani yahut haysiyet kırıcı ceza ya da muameleye tabi tutulamaz” şeklindeki madde
yabancıların sınır dışı edilmesi ya da gönderilmesi karşısında koruyucu bir hukuki dayanak
olarak kullanılmaktadır. Belirtmek gerekir ki Sözleşmenin 1. maddesinden yararlanarak
mahkemeye başvuru açısından vatandaş-yabancı ayrımı yapılmaksızın herkes yararlanabilir.
Uygulanan kıstas, kişinin ülkede bulunma ya da ihraç edilme nedeni değil, geri gönderme
kararının olası sonucudur. Vurgulanması gereken nokta, Avrupa İnsan Hakları Divanı’nın 3.
maddenin bu özelliğinin 1951 Sözleşmesi’nin “sınır dışı etme veya geri gönderme yasağı”
başlıklı 33. maddesinin istisna paragrafı karşısında da üstünlük taşıdığı şeklindeki yorumudur
(Tarhanlı, 1998: 20; Vanheule, 1999: 6). Yani 1951 Sözleşmesi madde 33(2) istisna hükmü
geçerli olsa bile eğer kişinin iade veya sınır dışı edilmesi Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’nin 3. maddesinin ihlali anlamına gelecekse istisna hüküm uygulanmamalıdır.
Ancak bu yorum yönteminin uygulanabilmesi için öncelikle ilgili kişinin geri gönderilmesi
durumunda karşılaşacağı tehlikenin değerlendirilmesi ve 3. madde bağlamında bir ihlalin söz
konusu olabileceğinin saptanması gerekir.
Kuşkusuz Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin önüne konuyla ilgili önemli sayıda
başvuru gelmiş olup tümünün bütünlüklü olarak bu çalışma kapsamında incelenmesi mümkün
değildir.23 Bununla birlikte Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin sınır dışı etme işleminde
uygulanabilirliği ilk kez Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından siyasi sığınma davası
23 Konuyla ilgili bir değerlendirme için bkz., Ünal, 2001: 110-116. Ayrıca ilgili başvuruların listesi için bkz., (Doğru, 2002)
95
değil bir suçlunun iadesi davası olan Soering-Birleşik Krallık davasında gündeme gelmiştir.24
Amerika Birleşik Devletleri’nin Virginia eyaleti Soering’in “adam öldürme” suçundan
mahkum edilebilmesi için Birleşik Krallıktan iadesini istemektedir. Ancak Virginia eyaletinde
idama mahkum edilenlerin tabi tutulduğu uygulama altı ile sekiz yıl arası hapishanede
bekletilme olduğu için iade sonucu 3. maddede belirtildiği gibi insanlık dışı ve küçültücü
muamelenin söz konusu olup olmayacağı tartışmaya açılmıştır. Mahkemeye göre sözleşmenin
amaç ve hedefi sözleşmenin içeriğinin korunmasının etkili ve kullanışlı şekilde yorumlanması
ve uygulanmasıdır. Aynı zamanda mahkeme, 3. maddenin ruhunda mevcut olan görevin,
mültecinin gittiği ülkede bu maddede tanımlanan insanlık dışı ve küçültücü muameleye maruz
kalma riskini de kapsadığına kanaat getirmiştir. Mahkeme “bu durum, sözleşmeye taraf olan
devlete ait bir mesuliyettir çünkü seçmiş olduğu davranışın sonucu doğrudan bir kişiyi bu tür
muameleye maruz bırakmaktır” ifadesini kullanarak ilk kez sözleşmenin geri iade konularına
uygulanabilirliğini göstermiştir. Bununla birlikte Soering davasında AİHM, taraf olmayan
üçüncü devletlerin durumunu “suçluların iadesini talep eden ülkenin, uluslararası genel
hukuk uyarınca, sözleşme uyarınca ya da başka biçimde sorumluluğu konusunda karar
vermek ya da bir ülkeye sorumluluk yüklemek söz konusu değildir. Sözleşme kapsamında
mevcut olan ya da doğabilecek herhangi bir sorumluluk bağlamında bireyi kötü muameleye
doğrudan maruz bırakma gibi bir sonucu doğuran bir eylemde bulunması nedeniyle
sorumluluk kişiyi iade eden devlete aittir” şeklinde açıklamaktadır. Yani belirleyici olan,
iadeyi isteyen ülkenin Sözleşme’nin tarafı olmaması değil iade edecek ülkenin iade ile
Sözleşmeyi ihlal edecek olmasıdır. Nitekim bu durumda Sözleşme taraf olmayan devlet
açısından da sonuç doğurmakta ve devletin iade talebi engellenmektedir (Ünal, 2001: 114).
Konuyla ilgili başka bir dava olan Cruz davasında, menşe ülkesinde işkence görmüş
olan bir sığınmacı, 1991 yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine sınır dışı edilmesini 24 Karar için bkz., Soering v. United Kingdom, Human Rights Law Journal, No: 3-4, 1990, Cilt 11, AİHM Yayınları, seri A, Cilt 161
96
önlemek için başvuruda bulunmuş ve mahkeme Soering davasında suçluların iadesine ilişkin
benimsediği ilkenin sınır dışı etme işleminde öncelikle uygulanacağına karar vermiştir.25 Bu
dava sonucunda mahkeme, daha önce işkence yapılmış olmasına karşın sığınmacı ülkeden
kaçtıktan sonra geçen on altı yıl içinde menşe ülkedeki ortam kayda değer bir şekilde değiştiği
için açık bir işkence tehlikesinin var olmadığına karar vermiştir. Fakat bu dava açısından
dikkat çekici olan nokta Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’nun Komisyon İçtüzüğünün 36.
maddesi çerçevesinde ihtiyati tedbir kararı alarak, kesin karar verilinceye kadar işlemin
durdurulmasını talep etmesidir. Her ne kadar davayı daha sonra inceleyen AİHM, ihtiyati
tedbir kararı alma yetkisinin AHİS’ten değil İçtüzükten kaynaklandığını belirterek taraf
devletlerin bu tedbire uymamasının Sözleşmenin ihlali sayılmayacağını belirtmiş olsa da
genel olarak devletler kararların gereğini yerine getirmektedirler (Ünal, 2001: 416).
1991 yılında görülen başka bir dava olan Vilvarajah davasında ise mahkeme, geri
dönüşün 3. maddeyi ihlal etmediğine karar vermiştir.26 Mahkemeye göre olayda bu kişinin 3.
madde kapsamında yasaklanmış bir muamele ile karşılaşması tehlikesinin varolduğuna
inanmak için esaslı nedenler yoktur. Kararda etkili olan başka bir husus ise BMMYK’nın
menşe ülkede yürüttüğü gönüllü geri dönüş programı olmuştur. Bununla birlikte mahkeme 3.
madde ile ilgili olarak “ilgili dönemde 3. maddenin ihlali niteliğinde bir kötü muamele
tehlikesinin varlığının mahkemece incelenmesi, bu hükmün mutlak niteliği ve Avrupa
Konseyi’ni oluşturan demokratik toplumların temel değerlerinden birini temsil etmesi
nedeniyle önemli bir inceleme olmak zorundadır” ifadelerine yer vermiştir.
Son olarak 1992’de görülen Vijaynathan davasında AİHM, ilgili devlete tarafların
menfaatini gözetmesi gerektiğini ve olay Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne intikal
25 Karar için bkz. Cruz Varas v. Sweden, Human Rights Law Journal, No: 4, 1991, Cilt 12, AİHM Yayınları, Seri A, Cilt 201 26 Karar için bkz. Vilvarajah, v, UK, Human Rights Law Journal, Cilt 12, No: 11-12, 1991, AİHM Yayınları, Seri A, Cilt 215
97
etmeden önce sığınmacıların sınır dışı edilmesini inceleyen uygun bir yargılamanın
sağlanması gerektiğini belirtmiştir. Ancak olayda mahkemeye göre 3. madde kapsamında
değerlendirilebilecek bir olasılık yoktur.27
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ihlali iddiasıyla, sığınmacılar tarafından Türkiye
aleyhine başvurulan beş vaka şunlardır: İlki 11.07.2000 tarih ve 43258/98 numaralı G.H.H.
ve Diğerleri kararıdır.28 İran vatandaşı olan başvurucular 1970 yıllarının sonlarında ve 80’li
yıllarda rejim muhalifleri olarak faaliyette bulunmuşlardır. Birinci başvurucunun ilişkisi
bulunduğu derginin yayıncısı 1997’de ölü bulunmuştur ve ilgili diğer kişiler de ya
hapsedilmişler ya da kaybolmuşlardır. Başvurucu daha önce gözaltında işkence gördüğü için
yaşamının tehlikede bulunması nedeniyle İran’dan kaçıp sahte pasaport ve turist vizesiyle
Türkiye’ye giriş yapmıştır. Ekim 1999’da ise başvurucular ABD’ye yerleşmek üzere ülkeden
ayrılmışlardır. Ancak başvurucular 26 Ağustos 1998’de İnsan Hakları Avrupa Komisyonu’na
yaptıkları başvuruda iade edilmeleri halinde insanlık dışı bir muameleye maruz kalacaklarını
ifade etmişleridir. Mahkeme kararında, başvurucular artık ABD’de bulunduklarından ve
İran’a gönderilme korkularının ortadan kalkmış olması nedeniyle 3. madde açısından
incelemeye gerek bulunmadığına karar vermiştir.
İkinci karar ise 11.07.2000 tarih ve 40035/98 numaralı Jabari kararıdır.29 İran
vatandaşı olan bayan Jabari İran’da bulunduğu sırada X ile evlenmek istemiş, X’in ailesinin
muhalefetine rağmen birlikteliklerini sürdürmüştür. Ekim 1997’de birlikte dolaşırlarken X’in
evli olması nedeniyle gözaltına alınmışlar ve Jabari bekaret kontrolüne maruz bırakılmıştır.
Başvurucu Kasım 1997’de yasadışı yollardan Türkiye’ye girmiş ve sahte pasaportla 27 Karar için bkz. Vijaynathan -Puparajh v. Fransa, Human Rights Law Journal, Cilt 14, No: 1-2, 1992, AİHM Yayınları Seri A, Cilt 241-B
28 Karar metni Dışişleri Bakanlığı Çok Taraflı Siyasi İşler Genel Müdürlüğü tarafından Türkçe’ye çevrilmiş olup, gayrıresmi tercümedir. 29 Karar metni Dışişleri Bakanlığı Çok Taraflı Siyasi İşler Genel Müdürlüğü tarafından Türkçe’ye çevrilmiş olup, gayrıresmi tercümedir.
98
İstanbul’dan yola çıkarak Fransa üzerinden Kanada’ya giderken Fransa’da yakalanmıştır ve 5
Şubat 1998’de İstanbul’a geri gönderilerek hava alanında gözaltına alınmıştır. Başvurucu 6
Şubat’ta Pasaport Kanunu’na muhalefetten sınır dışı edilmek üzereyken sığınma talebinde
bulunmuş ve sığınma talebi reddedilmiştir. Başvurucuya göre 26 Mart 1998 tarihine kadar
Emniyet Müdürlüğünde tutulurken BMMYK’nın müdahalesiyle İstanbul’da bir otele
yerleştirilmiştir. 12 Şubat 1998’de BMMYK yetkilisi kendisiyle sığınma talebi hakkında
görüşmüş ve İran’a geri gönderilmesi halinde taşlanma suretiyle öldürülme veya kırbaçlanma
cezası gibi insanlık dışı bir cezayla karşılaşma olasılığı bulunduğu gerekçesiyle 16 Şubatta
kendisine sığınmacı statüsü verilmiştir. Başvurucunun 8 Mart’ta sınır dışı edilme kararı
aleyhine Ankara İdare Mahkemesine yürütmeyi durdurma talebi ile başvurusu, mahkeme
tarafından sınır dışı edilme kararında yasaya aykırılık bulunmadığı ve İran’a gönderilmesi
halinde de telafisi imkansız bir zararın doğmayacağı gerekçesiyle 16 Nisan’da reddedilmiştir.
4 Kasım 1998’de ise Ankara İdare Mahkemesi, AHİM’e yapılan başvuru sonuçlanana kadar
ikamet izni verildiğinden sınır dışı edilme tehlikesi kalmadığı gerekçesiyle başvurucunun
serbest bırakılmasına izin vermiştir. Olayda başvurucu İran’da zina suçu nedeniyle taşlanma
ve kırbaçlanma cezası ile karşılaşacağını ve bununda sözleşmenin 3.maddesi bakımından
insanlık dışı muamele olduğunu ileri sürmüştür. Hükümet ise BMMYK tarafından sığınmacı
statüsü verilmiş olan başvurucu gibi kişilere insani nedenlerle üçüncü bir ülkeye
gönderilinceye kadar ikamet izni verildiğini ancak beş günlük süre içinde başvuru yapılmadığı
için bu imkanın başvurucuya tanınmadığını, başvurucunun ayrıca 1997'de Türkiye'ye
girdiğinde sığınma talebini ilgili makamlara bildirmediği için talebinde bir tutarsızlık
olduğunu, Kanada’ya girebilmiş olsa idi kendisine sığınmacı statüsü verilmesinin kuşkulu
olacağını belirtmiştir. Mahkemeye göre bir kimsenin gönderileceği ülkede insanlık dışı
muamele ile karşılaşma riski bulunduğu taktirde sözleşmeci devletin göndermeme
99
yükümlülüğü vardır. Davalı devlet başvurucunun talebinin anlamlı olup olmadığı konusunda
bir değerlendirme yapmamıştır.
1994 tarihli sığınmacılar hakkında yönetmeliğe göre beş günlük sürenin geçirilmesi
nedeniyle talebin reddedilmesi sorunun esastan incelenmesini engellemiştir.30 Böylesi kısa bir
sürenin otomatik bir şekilde uygulanması sözleşmenin 3. maddesindeki hakkın korunması
bakımından tutarsızlık oluşturur. Bu nedenle başvurucunun sığınma talebi hakkında
değerlendirme yapmak BMMYK yetkililerine kalmıştır. Ankara İdare Mahkemesi’nin
denetimi başvurucunun kaygılarını esastan incelemekten çok sadece şekil şartları ile sınırlı
kalmıştır. Mahkeme, başvurucunun talebini esastan inceleyen BMMYK’nın vardığı sonuca
gereken ağırlığın verilmek durumunda olunduğunu ifade etmiştir. Mahkeme İran’da zina
suçuna islam hukukuna göre ceza verilmemesi yönünde bir gelişme olmadığına kanaat
getirmiştir ve başvurucunun İran’a gönderilmesi halinde sözleşmenin 3. maddesinin ihlal
edileceğine karar vermiştir.
Bu iki karar dışında diğer başvurulardan ilki Sözleşmeye Ek 11 sayılı Protokolün
yürürlüğe girmesinden önce, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu evresindeyken
sonuçlanamadan kalmıştır.31 Başvurucuların komisyon önündeki inceleme sürecine
katılmaması ve ikametlerinin de belli olmaması üzerine komisyon tarafından bu başvurunun
vakalar listesinden düşmesine karar verilmiştir. Divan önüne gelen ikinci başvuru, tüm ihlal
iddialarının sözleşmenin 35. maddesi gereğince açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle
30 Beş günlük bildirim süresi 13 Ocak 1999 tarihinde yapılan değişiklikle on güne çıkarılmıştır. Fakat bu, mahkemenin yukarıda yer verildiği gibi sığınmacının sırf süre sınırlamasına uyulmadığı için geldiği ülkeye iade edilmesi hususunda ifade ettikleri açısından bir değişiklik anlamına gelemez. Kaldı ki beş veya on gün içinde dili Türkçe olmayan bir sığınmacının hukuki durumunu düzenleyen bir metne ulaşması ve gereğini yerine getirmesi oldukça güçtür. 31 9 Temmuz 1998 Tarih ve 39499/98 Numaralı Nurkhalaj ve Hassanpour davası için bkz., (Tarhanlı, 2000: 31)
100
kabul edilemez bulunmuştur.32 Diğer başvuruda ise33 başvurucunun Türkiye’den ayrılıp
Hollanda’ya gitmesi ve başvurusunu takip etmeyeceğini bildirmesi nedeniyle, sözleşmenin
37. maddesi gereğince kayıttan düşmesi kararı alınmıştır.
Mahkemenin sınır dışı etme işlemlerinde 3. maddenin hukuki dayanak olarak
kullanılması konusunda yerleşik bir içtihadı bulunmasına rağmen uygulanabilir tek madde 3.
madde değildir. Bir bireyin kendisini, belirli bir ülkeye zorla geri dönmekle ve sığınma
ülkesinde kalan aile üyelerinden ayırmakla tehdit eden durumlarda “özel ve aile yaşamına
saygı hakkı” başlıklı 8. madde de sınır dışı edilmeye karşı koruma sağlayabilmektedir (Ünal,
2001: 215).
Bu iki madde dışında ilgili diğer hükümler 2. madde (yaşama hakkı), 5. madde
(özgürlük ve güvenlik hakkı), 6. madde (adil yargılanma hakkı), 7. madde (kanunsuz ceza
olmaz ilkesi), 13. madde (etkili bir hukuki yola başvurma hakkı)34 ve 16. maddedir (
yabancıların siyasi faaliyetlerini sınırlama).
5.1.2.2. Korumada Daha Açık Bir İfade 32 15 Haziran 1999 ve 40229/98 numaralı A.G. ve Diğerleri için bkz., (Tarhanlı, 2000: 31) 33 6 Ocak 2000 ve 52239/99 numaralı Mohammed Khadjawi için bkz., (Tarhanlı, 2000: 32) 34 Jabari davasında ihlal edildiğine karar verilen ikinci husus 13. maddedir. Mahkemeye göre sığınma talebinin zamanaşımı süresine tabi olması nedeniyle başvurucu İran’a geri gönderilmesinden neden korktuğunu yetkililere anlatamamıştır. Sığınma talebinin reddine karşı itiraz imkanı ise yoktur. Kararda geri gönderme kararı konusunda yürütmeyi durdurma kararı vermeyen idare mahkemesinin denetiminin etkili bir hukuk yolu sayılamayacağı ifade edilmiştir. Mahkemeye göre sözleşmenin 13. maddesindeki etkili hukuk yolu kavramı, 3. maddeye aykırı bir muameleden korkulması halinde bu konudaki bir talebin bağımsız ve dikkatli bir biçimde incelenmesini gerektirir. Ankara idare Mahkemesi bu güvenceyi sağlayamadığından etkili hukuk yoluna ulaşma yolu ihlal edilmiştir.
101
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 16 Eylül 1963 tarihinde imzaya açılarak 2 Mayıs
1968 tarihinde yürürlüğe giren 4 Nolu Protokolünün 4. maddesi yabancıların topluca sınır
dışı edilmesini yasaklamıştır.35
Diğer bir düzenleme 22 Kasım 1984 tarihli 7 Nolu Protokoldür.36 Başta akit bir
devletin ülkesinde yasal olarak bulunan yabancıların hakları olmak üzere birbirinden ayrı
konuları düzenleyen protokolün 1. maddesinde akit bir devletin ülkesinden sınır dışı edilmek
istenen bir yabancının sahip olduğu haklar güvence altına alınır. “1. Bir Devletin ülkesinde
meşru olarak ikamet eden bir yabancı, kanuna uygun surette verilmiş bir kararın uygulanması
dışında sınır dışı edilemez ve kendisi a) sınır dışı edilmesine karşı sebepler ileri sürebilecek b)
durumunu yeniden inceletebilecek c) yukarıdaki amaçlarla yetkili makamlara ya da bu
makamlar tarafından atanmış kişi veya kişiler önünde kendini temsil ettirebilecektir. 2. Sınır
dışı edilmenin kamu düzeni ya da ulusal güvenlik nedenleri açısından gerekli olduğu hallerde,
bir yabancı 1. Fıkranın (a), (b) ve (c) bentlerinde öngörülen haklarını kullanmadan sınır dışı
edilebilir”.
Bu maddeye göre bir devletin ülkesinde meşru olarak ikamet eden bir yabancı kanuna
uygun şekilde verilmiş bir kararın uygulanması dışında sınır dışı edilemez ve kendisi sınır dışı
edilme işlemine karşı sebepler ileri sürebilir, durumunu yeniden inceletebilir ve her iki amaçla
yetkili makamlar tarafından atanmış kişi ya da kişiler önünde kendisini temsil ettirebilir.
İtiraz mercii bir idari makam ya da mahkeme olabilir, başvurunun yöntemini belirleyecek olan
ilgili devletin iç hukukudur. Aynı maddenin ikinci paragrafında ise kamu düzeni ya da ulusal
35 Protokol Türkiye tarafından 23.02.1994 Tarih ve 3975 Sayılı Kanunla onaylanmıştır (R.G. 26 Şubat 1994-21861). Protokol metni için bkz., (Ünal, 2001: 462 vd.) 36 Protokol Türkiye tarafından 14 Mart 1985’te imzalanmış henüz onaylanmamıştır. Protokol metni için bkz., (Ünal, 2001: 467 vd.)
102
güvenliğin gerektirdiği durumlarda her üç hakkının da kullanılmasının engellenebileceği
belirtilmektedir.
5.1.3. Sığınma, Sığınmacılar ve Geri Gönderme Yasağı
Genel olarak geri gönderme yasağı ile ilgili olan düzenlemenin mülteci konumunda
olanlar için kabul edildiği ifade edilmektedir (Altuğ, 1967: 67; Odman, 1995: 155). Bir görüşe
göre geri göndermeme ilkesi daha geniş bir içeriğe sahip olan “sığınma nosyonu” ile
karıştırılmakta ve bu ikisinin aynı olduğu kanısı Avrupa’da sığınma nosyonunun
zayıflamasına ve mülteci koruması ile göçün denetimi arasında çatışmaya neden olmaktadır
(Vanheule, 1999: 2). Bu düşünüş açısından öne çıkan argüman, sığınma verilmesinin devletin
egemenlik haklarından biri olduğu ve kimsenin kendisine sığınma hakkı verilmesinin zorunlu
olduğunu ileri süremeyeceğidir (a.g.e., 3). Buna karşılık geri göndermeme ilkesi mülteciler
lehine bireysel bir hak meydana getirir. Bu düşünüşün zorunlu sonucu devletlerin sınırda geri
çevirme hakkına sahip olduklarıdır.
Goodwin- Gill’e göre geri göndermeme ilkesi özel bir onaya bağlı olmaksızın bütün
devletler için bağlayıcı bir ilkedir. İlkenin 1951 Sözleşmesi’nde benimsenmesi, yerleşik bir
uluslararası hukuk kuralının resmi olarak yansıması anlamına gelmiştir ve herhangi bir resmi
hukuki telaffuz olmasa bile geçerlidir (1996: 167).
Geri göndermeme ilkesi başka bir açıdan uluslararası hukukta “jus cogens” (mutlak
normlar) olarak adlandırılan ve ihlaline izin verilmeyen normlara dayandırılmaktadır (Allain,
2001: 533-534). Bu normlar uluslararası sistemin varlığı için o denli önemlidir ki ihlalleri bir
bütün olarak sistemin varlığını sorgulanır hale getirir. Buna karşılık “jus dispositivum”
normlar, devletler uluslararası yükümlülüklerini ihlal ediyor olsalar bile kendilerini haklı
çıkaracak koşulları ileri sürdükleri durumlarda dışına çıkabildikleri normlardır. Bir normun
“jus cogens” olabilmesi için uluslararası toplumun tümü tarafından kabul edilmesi ve
103
istisnalarına izin verilmeyen bir kural olarak değerlendirilmesi gerekir. Allain ilk koşulun
yerine getirildiğini fakat ikinci koşulun tartışmalı olduğunu belirtmekle birlikte özellikle
BMMYK Yürütme Komitesi’nin kararlarına dayanarak geri göndermeme ilkesinin mutlak
norm olduğunu ifade eder (a.g.e., 538-541). Referans yapılan 1989 Tarih ve 55 Numaralı
karar şu şekildedir: “Yürütme komitesi... mültecilerin korunmasının bazı devletlerde sınır dışı
etme ve mültecilerin zulüm riski olan ülkeye geri gönderilmesi yoluyla veya özel durumlarını
dikkate almayan birtakım uygulamalarla ciddi bir şekilde tehlikeye sokulmasından duyulan
derin kaygıyı dile getirmiş ve tüm devletleri bu tür uygulamalardan uzak durmaya ve özellikle
de bu tür uygulamalara karşı koyulan temel yasaklamalara rağmen mültecileri geri çevirmek
veya ülke dışına çıkarmak gibi uygulamalara başvurmamaya çağırmıştır” (BMMYK, 1998b:
115).
Kararda ifade edilen son nokta yani mültecilerin geri çevrilmesi iki varsayımın
üzerinde yükselir: İlki mülteci statüsünün 1951 Sözleşmesi’nin 1. maddesinde belirtilen
koşulların gerçekleşmesi halinde mi yoksa “tanıma” ile mi doğacağı tartışmasına verilen
yanıtla ilgilidir ki BMMYK’nın yanıtı ilkidir. İkinci husus ise sınır dışı etme ya da geri
göndermemenin ülkesel sınır kapsamında yapılan tartışmasıdır. Yani devletler henüz
sınırlarına girmemiş olan kişileri geri çevirme hakkına sahip midirler?
Devletlerin bu hakka sahip olup olmadıkları özellikle sınır dışı etmek (expel) ya da
iade etmek (return) terimlerinin kullanımı ile bağlantılı olarak tartışılmaktadır (Vanheule,
1999: 10). Sınır dışı etmek bir ülkeye kabul edilmiş ya da bir ülkede yasalara uygun olarak
kalmakta olan insanlar açısından geçerli gibi görünmekte oysa iade etmek terimi daha sorunlu
bir içeriği öne çıkarmaktadır. 1951 Sözleşmesi’nin hazırlık sürecinde İsviçre ve Hollanda
hükümetlerinin geri göndermeme ilkesine yönelik itirazları bu ilkenin yalnızca ülkeye kabul
edilen mültecilerle sınırlı olması gerektiği şeklindedir. Dolayısıyla her devlet kendi göçmen
politikaları doğrultusunda ilkeyi yorumlayabilir. Diğer hükümetler söz konusu yorumu “katı”
104
olarak nitelemiş olmakla birlikte konu sonuçlandırılmadan kalmıştır (a.g.e., 10). Fakat
özellikle 1967 Devlete Sığınmaya İlişkin Beyanname’nin 3(1) maddesi hiç kimsenin sınırda
reddedilme ya da sığınma hakkı aradığı ülkeye daha önce girmiş ise sınır dışı edilme ya da
zulme uğrayabileceği herhangi bir ülkeye zorla geri döndürülme gibi önlemlere maruz
kalmayacağı gibi daha net ifadelere sahiptir. Bununla birlikte aşağıda görüleceği gibi
Schengen Yürütme Anlaşması’nın 29. maddesi sorunu açıklığa kavuşturmuş görünmektedir.
Buna göre taraflar bir yabancının yapacağı sığınma başvurusunu incelemeyi taahhüt etmekle
birlikte bu, başvuran herkesin ülkeye girişine ya da ülkede kalmasına izin vermesini zorunlu
kılmaz ve taraflar sığınma başvurusunda bulunan bir kişiyi sınırdan geri çevirme ya da üçüncü
bir ülkeye sınır dışı etmek hakkını elinde tutarlar.
1951 Sözleşmesi’nin çok da vurgu konusu yapılmayan 31. Maddesine göre “1. Taraf
devletler hayatlarının ya da özgürlüklerinin madde 1’de gösterilen şekilde tehdit altında
bulunduğu bir ülkeden doğrudan gelerek izinsizce kendi topraklarına giren veya bu
topraklarda bulunan mültecilere, gecikmeden yetkili makamlara başvurarak yasadışı
girişlerinin veya bulunuşlarının geçerli nedenlerini göstermeleri koşuluyla, yasadışı yollardan
girişleri veya bulunuşlarından dolayı ceza vermeyeceklerdir. 2. Taraf devletler, bu
mültecilerin hareketlerine gerekli olanların dışında kısıtlama uygulamayacaklardır ve bu
kısıtlamalar ancak, ülkedeki statüleri belirleninceye veya bir başka ülkeye kabulleri
sağlanıncaya kadar uygulanacaktır. Taraf devletler, bu mültecilerin diğer bir ülkeye
kabullerini sağlamak için makul bir süre ve gerekli bütün kolaylıkları sağlarlar” şeklindedir.
Bu maddenin “doğrudan geliş”, “gecikmeksizin”, “geçerli neden” gibi hukuki açıdan
yorumlanabilir ve muğlak kavramlar kullanılmasına karşılık yasal olmayan yollardan giriş
yapmış sığınmacıları kapsadığı açıktır.37 Bununla birlikte Altuğ’a göre 1951 Sözleşmesi’nin
37 BMMYK’ya göre “doğrudan geliş”, sığınmacının kendi anavatanından, koruma, emniyet ve güvenliğinin temin edilmediği başka bir ülkeden ya da sığınma statüsü için müracaat etmeden ya da sığınma statüsü almadan kısa bir süre için kalmış olduğu transit ülkeden doğrudan geldiği anlamına gelmektedir. “Gecikmeksizin” koşulu
105
31. maddesi hiçbir sözleşmeci devlete mültecileri veya herhangi bir mülteciyi ülkesine kabulü
konusunda yükümlülük getirmez; aksine söz konusu hüküm ülkede bulunan mültecilere
dairdir (Altuğ, 1967: 62).
Sonuç olarak mültecilik statüsünü kazanmamış olan sığınmacılar ya da sınıra gelmiş
olanlar devletlerin göç ya da güvenlik politikaları nedeniyle “hukuki koruma” anlayışının
dışında tutulmaktadırlar. Bu nedenle geri göndermeme ilkesinin, özellikle AİHS’nin işkence
yasağını düzenleyen 3. maddesindeki yorum tarzı göz önünde tutulacak olursa henüz mülteci
statüsüne kavuşmamış sığınmacılar için öncelikle uygulanması gerekir.
Özellikle yasal olmayan yollardan giriş yapan sığınmacılar bulundukları ülkeye iltica
etmek ya da başka bir ülkeye iltica etmek üzere geçici ikamet izni almak zorunda
olduklarından sığınmacının korunması ancak geri göndermemeyle mümkün olacaktır
(Tarhanlı, 1998: 21). Tersi durum, sığınma hakkını kullanma hakkının engellenmesi ya da
hakkın kullanımının suç kılınması demektir. Geri göndermeme ilkesi mülteciler ya da
sığınmacılar, sınırı geçmiş olanlar ya da henüz sınırdakiler, herkes için uygulanmadığı sürece
1951 Sözleşmesi sığınma hakkını kullanma özgürlüğü ve hakkı açısından işlevini yitirir.
Sığınmacılar konusunda öne çıkan son nokta ise sığınmacının bulunduğu ülkedeki
hukukun niteliğidir (Tarhanlı, 1998: 21). “Hukukun üstünlüğü” kavramı, sığınmacıların
keyfiliğin doğuracağı tehlikelerden kaçınabilmesi için hukuk kurallarının saydam ve kesin
olma zorunluluğuna işaret eder. İnsan hakları sözleşmelerince korunan haklara sahip olmak
ise mekanik biçimde uygulanabilecek şekilde sınırlandırılmamalı, sığınmacıların dil sorunu, bilgi eksikliği, resmi makamlara dair daha önceki deneyimlerinden kaynaklanan korku, temel geçinme imkanlarının olmaması gibi nedenlerle başvurularının zaman alabileceği bilinmelidir. “Geçerli neden” koşulunda ise sığınmacının ülkesinden hangi koşullar altında kaçtığının göz önüne alınması gerekir (BMMYK, 2001b: 84).
106
ancak kamu makamlarınca yapılabilecek keyfi müdahale olasılığına karşı o ülkenin iç
hukukunda yeterli ve etkili hukuki koruma imkanlarının bulunmasına bağlıdır.
5.2. Mültecilerin İnsan Hakları
Her ne kadar Mültecilerin Hukuki Statüsüne Dair 1951 Sözleşmesi ve 1967 protokolü
mültecilerin haklarına yönelik düzenlemeler içermekte ise de karşılaştıkları hukuksal sorunlar
bağlamında uluslararası insan hakları düzenlemelerine başvurmak kaçınılmaz ve gereklidir.
Nitekim 1951 Sözleşmesi’nin Giriş kısmında da mültecilerin, BM antlaşması ve Evrensel
Bildirge’de ifade edilen tüm haklardan yararlanmaları gerektiği ifade edilmektedir.
1951 Sözleşmesi’nin 2. maddesine göre mülteciler öncelikle, bulundukları ülkenin
yasa ve düzenlemeleri ile kamu düzenini korumak için alınan önlemlere uymak zorundadırlar.
3. maddeye göre ise mülteciler arasında ırk, din ve gelinen ülke açısından ayrımcılık
yapılamaz. Aşağıda düşünce, ifade özgürlüğü, gözaltına alınma, eğitim, adil yargılanma
hakkı, seyahat özgürlüğü ve çalışma hakkı başlıkları altında hem 1951 Sözleşmesi hem de
diğer insan hakları belgelerinden yola çıkılarak halen geçerli olan ilkelere yer verilecektir.
5.2.1. Düşünce, İfade ve Toplantı Özgürlüğü
107
1951 Sözleşmesi’nin ilgili herhangi bir hüküm içermediği düşünce özgürlüğü, insanın
serbestçe düşünce ve bilgilere ulaşabilmesi, edindiği kanaatlerden dolayı kınanmaması ve
düşüncelerini tek başına ya da başkalarıyla birlikte çeşitli yollarla serbestçe açıklayabilmesi,
savunabilmesi, başkalarına aktarabilmesi ya da yayabilmesi anlamına gelir ( Tanör, 1994: 89).
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin 19. maddesine göre “herkes düşünce ve ifade
özgürlüğüne sahiptir; bu hak herhangi bir karışma olmaksızın bir düşünceye sahip olma ve
sınırlara bağlı kalmadan her hangi bir araç ile bilgi ve düşünceleri aramak, elde etmek ve
yaymak özgürlüklerini kapsar”. Kişisel ve Siyasal Haklara Dair Uluslararası Sözleşme’nin
ilgili hükmü daha somuttur. 19. maddede herkesin herhangi bir müdahaleye maruz
kalmaksızın düşünce ve ifade özgürlüğüne sahip olduğu vurgulandıktan sonra “sözlü, yazılı
veya basılı veya sanatsal ürün şeklinde veya kendi tercih ettiği başka bir iletişim vasıtasıyla
her türlü bilgi ve düşünceyi arama, edinme ve ulaştırma özgürlüğünü içerir” denilmektedir.
Bu iki belge dışında İnsan ve Kişilerin Haklarına Dair Afrika Şartı, İnsan Haklarına
Dair Amerika Sözleşmesi, Çocuk Haklarına Dair Uluslararası Sözleşme ve Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi düşünce özgürlüğünün kapsamı ve sınırları hakkında benzer
düzenlemelere sahiptirler.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 16. maddesi mültecilerle de ilgili olarak “10, 11
ve 14. maddeleri, Sözleşmeci Devletlerin yabancıların siyasal faaliyetleri üzerine yasaklar
koymalarına engel sayılamaz” şeklinde bir hüküm içermektedir. Bu maddeler sırasıyla ifade
özgürlüğü, toplanma ve örgütlenme özgürlüğü ve evlenme hakkını düzenleyen hükümlerdir.
Buna göre Sözleşme’nin ifade özgürlüğünü düzenleyen ve “herkes ifade özgürlüğü hakkına
sahiptir” şeklindeki 10. maddesi, devletlerin yabancıların siyasal faaliyetleri üzerine yasaklar
koymasına engel değildir. Keza 10. maddenin 2. paragrafı ifade özgürlüğünün, ulusal
güvenlik, ülke bütünlüğü veya kamu güvenliği, suçun veya düzensizliğin önlenmesi, genel
108
sağlık ve genel ahlakın korunması, başkalarının şerefi ve haklarının korunması, gizli bilgilerin
açığa vurulmasının önlenmesi, yargı organlarının otorite ve tarafsızlığının korunması
amacıyla ve demokratik bir toplumda gerekli bulunan ve hukukun öngördüğü formalitelerle
şart, yasak ve yaptırımlara tabi tutulabileceğini ifade etmektedir.
Düşünce ve ifade özgürlüğünde olduğu gibi toplantı hak ve özgürlüğü konusunda da
1951 Sözleşmesi açık bir hükme sahip değildir. “Düşünce değişiminde bulunmak veya belli
ortak çıkarları savunmak amacıyla bir araya gelerek belli fikir ve kanaatler çerçevesinde
kamuoyu oluşturma ya da siyasal karar organlarını etkileme ereğine yönelen toplanma
özgürlüğü, toplantıyı düzenleme, katılım ve serbest ifade öğelerini kapsamaktadır” (Kaboğlu,
1993: 223).
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi 20. maddesine göre “herkes barışçı bir şekilde
toplanma ve örgütlenme özgürlüğüne sahiptir”. Kişisel ve Siyasal Haklara Dair Uluslararası
Sözleşme’nin toplanma özgürlüğü başlıklı 21. maddesi “barışçıl bir biçimde toplanma hakkı
hukuk tarafından tanınır. Bu hakkın kullanılmasına ulusal güvenliği veya kamu güvenliğini,
kamu düzenini, sağlık veya ahlakı veya başkalarının hak ve özgürlüklerini koruma amacı
taşıyan, demokratik bir toplumda gerekli bulunan ve hukuka uygun olarak getirilen
sınırlamaların dışında başka hiçbir sınırlama konamaz” hükmüne sahiptir. Benzer şekilde
Çocuk Haklarına Dair Uluslararası Sözleşme ile İnsan Haklarının Korunmasına Dair Avrupa
Sözleşmesi herkesin toplanma ve başkalarıyla bir araya gelerek örgütlenme özgürlüğü
haklarına sahip olduğunu ifade etmektedir.
Bu başlık altında değerlendirilebilecek din özgürlüğü konusu ise 1951 Sözleşmesi’nin
4. maddesinde “taraf devletler, ülkelerindeki mültecilere, dini vecibelerini yerine getirme
hürriyeti ve çocuklarının dini hürriyeti bakımından en az vatandaşlara uyguladıkları muamele
kadar uygun muamele uygulayacaklarıdır” şeklinde bir düzenlemeye sahiptir. Yani
109
sözleşmeci devlet kendi vatandaşlarına farklı dinler bakımından tanıdığı özgürlüğü
mültecilere tanıyacaktır. Denilebilir ki ilgi çekici bir biçimde sözleşmede dile getirilen ilk
norm, kişilerin dinlerinin gereğini yerine getirmede ve çocuklarının dinsel eğitimi
konusundaki özgürlük hakkıdır. İnançsızlık ya da bir dine katılma arasında seçim yapma ve
dinin gereklerini toplu ya da bireysel olarak uygulama serbestliği olarak tanımlanan (Kaboğlu,
1993: 200) din özgürlüğü, İnsan Hakları Bildirgesi’nde de benzer biçimde güvence altına
alınmıştır.
5.2.2. Gözaltına Alınmaya Karşı Koruma
1951 Sözleşmesi’nin 31. maddesi konuyla ilgili önemli bir düzenlemeye sahiptir. Buna
göre “1. Taraf devletler hayatlarının ya da özgürlüklerinin madde 1’de gösterilen şekilde
tehdit altında bulunduğu bir ülkeden doğrudan gelerek izinsizce kendi topraklarına giren veya
bu topraklarda bulunan mültecilere, gecikmeden yetkili makamlara başvurarak yasadışı
girişlerinin veya bulunuşlarının geçerli nedenlerini göstermeleri koşuluyla, yasadışı yollardan
girişleri veya bulunuşlarından dolayı ceza vermeyeceklerdir. 2. Taraf devletler, bu
mültecilerin hareketlerine gerekli olanların dışında kısıtlama uygulamayacaklardır ve bu
kısıtlamalar ancak, ülkedeki statüleri belirleninceye veya bir başka ülkeye kabulleri
sağlanıncaya kadar uygulanacaktır. Taraf devletler, bu mültecilerin diğer bir ülkeye
kabullerini sağlamak için makul bir süre ve gerekli bütün kolaylıkları sağlarlar” şeklindedir.
Yani mülteciler ve sığınmacılar alıkonulmayacak ve bir ülkeye yasadışı giriş ya da
bulunuşları nedeniyle cezalandırılmayacaklardır.
BMMYK Yürütme Komitesi’nin 44 Numaralı kararına göre mülteci ve sığınmacıların
gözaltına alınması normal koşullarda kaçınılması gereken bir uygulamadır. Bu genel kural
ancak yargısal ya da idari denetime sahip olmak ve adi suçlularla beraber tutulmamak şartıyla
dört kabul edilebilir istisnai durum halinde geçersizleşebilir. Bunlar, kanunlarda belirtilmiş
110
durumlarda kimliğin belirlenemediği ya da tartışmalı olması halinde kimliğin belirlenmesi,
tüm statü belirleme prosedürü boyunca ve belirsiz süreli olmamak kaydı ile sığınma talebinin
dayandığı öğeleri belirlemek, sığınmacının sığınma talebinde bulunmayı düşündüğü ülkenin
yetkililerini yanıltmak için seyahat ve kimlik belgelerini yok ettiği veya sahte belge kullandığı
durumlar ve son olarak ulusal güvenlik ve kamu düzenini korumaktır (BMMYK, 1998b: 90).
Fakat sığınmacı ve mültecilerim maruz kaldıkları ya da kalabilme ihtimallerinin yüksekliği
gözönüne alındığında sayılan istisnai halleri gerçekten istisnai olarak nitelemek mümkün
görünmemektedir.
Uluslararası ve bölgesel insan hakları belgeleri, mülteci ve sığınmacıların gözaltına
alınmaya karşı korunmaları ve geçerli olacak standartlar konusunda önemli düzenlemelere
sahiptirler. Bu düzenlemelerden ilki keyfi biçimde gözaltına alınmayı engelleyen
düzenlemelerdir.
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi madde 9’a göre “Hiç kimse, keyfi olarak
tutuklanamaz, gözaltına alınamaz ya da sürgüne gönderilemez”. Kişisel ve Siyasal Haklar
Uluslararası Sözleşmesi’nin 9.maddesi de “özgürlük ve güvenlik hakkı” başlığı altında aynı
ifadelere sahiptir. Keyfi olanın kısıtlanması kuşkusuz hangi durumlarda gözaltına alınmanın
ya doğrudan belirleme ya da ulusal mevzuata yollama yapılarak belirlenmiş olması anlamına
gelir. Her iki durumda da ilke “yasal” dayanaktır (Kaboğlu,1993: 172).
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 5. maddesine göre “Herkes kişi özgürlüğü ve
güvenliği hakkına sahiptir”. Ancak maddenin (f) fıkrasında “ülkeye izinsiz girmek isteyen bir
kimsenin girişinin önlenmesi veya hakkında sınır dışı etme veya iade kararı alınan kişinin
sınır dışı edilmesi veya iadesi için hukuka uygun olarak gözaltına alınması veya tutulması”
hukukun öngördüğü usullere uyulmak kaydı ile genel hükmün istisnasını oluşturur. Bununla
111
birlikte Sözleşme’nin 18. maddesi gereği hak ve özgürlüklere getirilen sınırlamaların
öngörüldükleri amaç dışında kullanılamaz olmaları kuşkusuz istisnai halde geçerli olacaktır.
BMMYK ise özellikle mülteci ve sığınmacıların gözaltına alınmasında keyfiliğin
sınırlarını uluslararası hukuka uygun olup olmamasına göre çizmektedir (BMMYK, 2001b:
93). Yani meşru sebeplerle gözaltına alınan kişinin işlemi bulunduğu ülkenin mevzuatına
uygun olsa bile eğer uluslararası standartlara aykırı ise bu işlem meşru kabul edilmez. Bu
durumda ulusal hukuka uygun olmayan ve yasadışı yollardan bir ülkeye giriş yapmış olan
sığınmacıya BMMYK mülteci statüsü tanımışsa mültecinin alıkonulması işlemi keyfi olarak
nitelendirilecektir. Bu yorum tarzı sığınma hakkının kullanılması açısından önemlidir zira
kişinin sığınılan ülkede alıkonulması sığınma aramanın bir suç olduğu anlamına gelir. Oysa
sığınma aramak bir suç değildir ve keyfi olarak gözaltına alınmamak temel bir insan hakkıdır.
Mülteci ve sığınmacılara dair gözaltına alınma ile ilgili ikinci önemli standart
gözaltına alınmanın yargısal denetimini sağlayan standartlardır. Kişisel ve Siyasal Haklara
Dair Uluslararası Sözleşmenin 9(4) maddesine göre “Gözaltına alınarak veya tutularak
özgürlüğünden yoksun bırakılan bir kimse, tutulmasının hukukiliği hakkında hemen karar
verebilecek ve eğer tutulması hukuki değilse salıverilmesine hükmedebilecek bir mahkemeye
başvurma hakkına sahiptir”.
Her Çeşit Alıkonulan ya da Tutuklu Bulunan Herkesin Korunmasına İlişkin İlkelere
Dair BM metninin 11. ilkesi de gözaltı işlemine karşı yargısal denetimin gerekliliğini
vurgular. Buna göre “ 1- Bir kimse önceden yargısal ya da bir diğer mercii tarafından
dinlenilmesi için etkin bir olanak tanınmadığı sürece alıkonulamaz. Alıkonulan kişi kendisini
savunmak ya da yasa ile tanımlandığı üzere, bir avukatın yardımını almak hakkına sahiptir. 2-
Gözetim altına alınan bir kişiye varsa avukatına alınma kararı nedenleri ile birlikte derhal
112
bildirilecek ve tam olarak bilgilendirilecektir. 3- Yargısal ya da diğer mercii, gözetimin
devam etmesinin yerindeliğini gözden geçirmek üzere yetkilendirilecektir”.
Üçüncü olarak mültecilerin gözaltı süresince BMMYK ile haberleşmelerinin
sağlanması ve mültecilerin adi suçlularla bir arada bulundurulmaması biçimindeki mültecilere
özgü standartlardan söz edilebilir. Kuşkusuz herkes gibi mültecilerin de gözaltı süresince
yakınları ile haberleşmesi ve bir avukat yardımından yaralanması hakkı vardır. Fakat özellikle
BMMYK temsilcileri ile görüşmelerinin sağlanması ayrı bir öneme sahiptir. Herhangi Bir
Biçimde Tutulan veya Hapsedilen Kişilerin Korunmasına Dair Birleşmiş Milletler Prensipleri
madde 16(2) “Tutulan veya hapsedilen bir kimse yabancı ise vatandaşı olduğu devletin
konsolosluğuna veya diplomatik temsilciliği ile eğer kendisi mülteci ise veya uluslararası
örgütün koruması altında ise uluslararası hukuka göre bu konuda bilgi alma haklarına sahip
yetkili uluslararası örgüt veya koruması altında bulunduğu uluslararası örgütün temsilcisi ile
iletişim kurma hakkına da sahip olduğu konusunda kendisine hemen bilgi verilir” demektedir.
“Tutulan” ifadesi aynı zamanda mülteciler için gözaltının mekanının salt hapishaneler ya da
gözaltı merkezleri değil, kapalı kamplar, kamu ya da özel kişiler tarafından işletilen
merkezler, otel odaları ya da havaalanı transit bölgeleri gibi hareket özgürlüğünün ciddi
olarak kısıtlandığı ve bu bölgelerden çıkmanın tek yolunun sığınma ülkesini terk etmek
olduğu dar ve sınırlandırılmış bir alanda tutulmak anlamına gelmektedir ( BMMYK, 2001b:
81).
Mültecilerin adi suçlularla bir arada bulundurulmaması prensibi ise Her Tür Gözaltı ve
Hapse Tabi Herkesin Korunmasına Dair 1988 BM İlkeler Yönetmeliği, Tutuklulara Yapılacak
Muameleye İlişkin 1955 BM Asgari Standart Kuralları ve Özgürlüklerinden Mahrum
Bırakılmış Çocukların Korunmasına Dair 1990 BM Kurallarında tekrar edilen bir ilkedir.
Asgari Standart Kuralları madde 8(c), özel hukuk ilişkilerinden kaynaklanan uyuşmazlıklar
sonucunda mültecilerin tutuklanmasında bile adi suçlularla aynı yere konulmamaları
113
gerektiğini, bu kuralın mültecilerin göç yasalarını ihlal etmeleri halinde de geçerli olacağını
ifade etmektedir.
Son olarak gözaltında bulunma koşullarının onur kırıcı, zalimce ya da insanlık dışı
muameleyi içeremeyeceği şeklindeki ve başta İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, Kişisel veya
Siyasal Haklara Dair Uluslararası Sözleşme, İşkenceye Karşı Sözleşme olmak üzere bölgesel
insan hakları metinlerinde de ifade edilen bu ilke kuşkusuz mülteciler için de geçerlidir.
Hangi tür muamelelerin bu kapsamda olduğu tek tek sayılmasa da olaya göre hücre hapsi,
yakınlarıyla görüştürülmeme, kalabalık koşullar, yetersiz beslenme ve bakım, hijyenik
olmayan ortamlar da kötü muamele içine girer (Altınışık-Yıldırım, 2002: 122).
5.2.3. Adil Yargılanma Hakkı
1951 Sözleşmesi’nde mülteci statüsünün belirlenmesi sırasında geçerli olması gereken
özel düzenlemeler yoktur. Bu durumda standartlar yine insan hakları belgelerinden yola
çıkarak tanımlanabilir. Bireyin keyfi olarak yakalanması ve tutuklanmasına karşı korunması,
maddi ve manevi varlığı zedeleyici ceza ve aşağılayıcı işlemlerin yasaklanması ancak tüm bu
hakları güvence altına alacak bir prosedür ve usul kuralları ile mümkün olabilir. Adil
yargılanma hakkı, ayrıntılı ve somut olarak tanımlandığı bir belge olan İnsan Hakları Avrupa
Sözleşmesi madde 6(1)’de ifade edildiği üzere salt yasa ile kurulmuş tarafsız bir mahkeme
tarafından yargılanma ile makul bir süre içinde açık duruşma ve hakkaniyete uygun bir
biçimde dinlenilerek kararın kamuya açık olarak verilmesini değil 6(3)’te ifade edildiği gibi
kendisine karşı yöneltilen suçlamanın niteliği ve sebepleri hakkında anlayabileceği dilde ve
ayrıntılı olarak derhal bilgilendirilme, savunmasını hazırlamak için yeterli zamana ve
kolaylıklara sahip olma, kendisini bizzat veya seçeceği bir avukat aracılığıyla savunma,
avukata ödeme yapabilmek için yeterli imkanı yoksa ve adaletin yararı gerektiriyorsa ücretsiz
hukuki yardım alma, mahkemede kullanılan dili anlamıyor veya konuşamıyorsa bir
114
çevirmenden ücretsiz olarak yararlanma hakkını da kapsar. Bu düzenlemelerin mülteciler
açısından anlamı hak ve yükümlülüklerine ilişkin rehberlik hizmetlerinin ve sığınma
başvurusunun yapılabilmesi için yeterli sürenin verilmesi, bir çevirmene sahip olunması ve
kanunların tanıdığı hukuki yollara erişim imkanının basitliği anlamına gelir. Bu ilkelerin
yaşama geçirilmesinin mültecilerin sığınma hakkını kullanmaları açısından büyük öneme
sahip olduğu açıktır.
5.2.4. Seyahat Özgürlüğü
1951 Sözleşmesi’nin 26. maddesi seyahat ve ikamet yerini seçme hakkını aynı
durumdaki yabancılara ilişkin düzenlemeler temelinde tanımlamaktadır. Düzenlemeye göre
bir ülkede ulusal hukuka uygun olarak bulunan mülteciler aynı koşullarda bulunan
yabancılara uygulanan düzenlemelere sahip olmak koşulu ile ikamet edeceği yeri seçme ve
özgürce seyahat etme hakkına sahiptir. Uluslararası insan hakları hukukunda seyahat
özgürlüğünün kapsamı devletin sınırları içinde özgürce seyahat etmek, ikamet edeceği yeri
seçmek, kişinin ülkesini terk etme hakkı, gönüllü geri dönme hakkı ve hukuksal olarak geçerli
bir karar olmaksızın sınır dışı edilmeme hakkını kapsar.
Seyahat özgürlüğü ile ilgili en temel hak “Devlet Sınırları Dahilinde Seyahat ve
İkamet Etme Özgürlüğü”dür. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin 13(1) maddesi “herkes
her devletin sınırları içinde hareket ve ikamet hakkına sahiptir” şeklindedir. Benzer şekilde
Kişisel ve Siyasal Haklara Dair Sözleşmenin 12(1) maddesi “bir devletin ülkesinde hukuka
uygun olarak bulunan bir kimse o ülke sınırları içinde seyahat etme ve yerleşeceği yeri seçme
hakkına sahiptir” şeklindedir. Aynı sözleşmenin 12(3) maddesinde özgürlüğün sınırları
düzenlenmiştir. Buna göre “yukarıda belirlenen haklar işbu sözleşmede tanınan diğer haklara
uygun olarak ulusal güvenlik, kamu düzeni, kamu sağlığı ya da kamu ahlakı ya da
başkalarının hak ve özgürlüklerini korumak için gerekli olan ve yasalar ile öngörülmüş
115
sınırlamalar dışında hiçbir sınırlamaya tabi tutulamaz”. Uluslararası insan hakları
standartlarına göre genel kural vatandaşlar ile yabancılar arasında ayrım yapılmaması ve
sınırlamaların dar yorumlanmasıdır.
Uluslararası belgelerin dile getirdiği başka bir hak kişinin kendi ülkesi dahil
bulunduğu ülkeyi terk etme ve gönüllü olarak geri dönme hakkıdır. İnsan Hakları Evrensel
Bildirgesi’nin 13(1) maddesi “herkes kendi ülkesi dahil olmak üzere her hangi bir ülkeyi terk
etmek ve kendi ülkesine geri dönmek hakkına sahiptir” şeklindedir.
Her ne kadar bu düzenleme Evrensel Bildirge’nin “ütopik” maddelerinden biri olarak
nitelense de (Kapani, 1981: 64) Kişisel ve Siyasal Haklara Dair Sözleşme’nin 12. maddesi de
kişinin kendi ülkesine girme hakkının keyfi olarak engellenmemesi ve bu hakkın sınırlama
olmaksızın teminat altına alınması gerektiği üzerinedir. Aynı Sözleşme yukarıda incelendiği
üzere sınır dışı etme işleminin ancak hukuka uygun olarak alınmış bir karar üzerine
alınabileceğini ifade eder. Bununla birlikte Sözleşme’de devletin kendi vatandaşlarını sınır
dışı etme ve yabancıların topluca sınır dışı edilmesini yasaklayan bir hüküm yoktur.
Bu konuda düzenlemeler bölgesel metinlerden izlenebilir. İnsan ve Kişilerin
Haklarına Dair Afrika Şartının 12(1) maddesi “vatandaş olmayanların kitlesel olarak sınır dışı
edilmeleri yasaktır. Toplu olarak sınır dışı etme, ulus, ırk, etnik ya da din gruplarını hedef
alanlardır” hükmünü içererek toplu sınır dışı edilmeyi yasaklamaktadır. Başka bir bölgesel
sözleşme olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 4 Numaralı Protokolün 4. maddesi
yabancıların toplu olarak sınır dışı edilmelerini yasaklamıştır. Yani tüm bu düzenlemelerin
ifade ettiği mantık devletlerin sığınma taleplerini bireysel olarak inceleme zorunluluğudur.
1951 Sözleşmesi, mültecilerin kimlik ve seyahat belgelerine sahip olmamaları
durumunda cezalandırılmalarını önleyebilecek normlar da getirmektedir. Sözleşmeye taraf
devletlerin doğrudan tehlike altında oldukları ülkeden gelen mültecilerin, giriş yaptıkları ülke
116
sınırına geldiklerinde yasal olmayan yollardan gelmeleri ya da o ülkede yasadışı bir şekilde
bulunmaları nedeniyle cezalandırılmalarını yasaklayan bir norma da yer verilmiştir (madde
31). Fakat bu durumdaki mültecilerin olabildiği kadar kısa bir sürede ülke yetkililerine
başvurmaları ve yasadışı girişleri için iyi bir neden göstermeleri gerekir. Devletler,
mültecilerin ülke içinde hareket etmelerine “gerekli olmayan” hiçbir kısıtlama getirmeyecek
ve bu tür kısıtlamalar da mültecilerin bu ülkedeki statüleri belirleninceye veya kadar başka
bir ülkeye geçiş için izin alıncaya kadar uygulanabilecektir.
5.2.5. Çalışma Hakkı
Çalışma hakkı, sözleşmenin 17, 18 ve 19. maddeleri ile 24. maddesinin birinci
fıkrasının (a) bölümünde mültecilerin gerek ücretli gerekse kendi işlerinde çalışmaları
yabancılara tanınan haklar temelinde düzenlenmiştir. “Ücretli işler” başlığı altında düzenlenen
17. maddede taraf devletlere, ülkelerinde yasal olarak bulunan her mülteciye ücretli bir
meslekte çalışma hakkı bakımından aynı şartlar içinde yabancı bir memleketin vatandaşına
uyguladıkları en müsait muameleyi uygulama yükümlülüğü getirilmiştir. Ancak mültecinin
bulunduğu ülke, her halde ulusal işgücü piyasasını korumak amacıyla yabancılara veya
yabancıların çalıştırılmalarına konan sınırlama tedbirleri mülteci içinde uygulanabilecektir”.
Sözleşmenin ilgili taraf devlette yürürlüğe girdiği tarihte söz konusu tedbirlerden muaf tutulan
(17/2) veya ülkede 3 yıl ikamet eden (m.17/2-a) veya ikamet ettiği ülkenin vatandaşlığını
taşıyan bir veya birden fazla çocuğu olan (17/2-c) mültecilere işgücü piyasasını korumak
amacıyla yabancılara ya da yabancıların çalıştırılmalarına ilişkin sınırlama ve tedbirler
uygulanmayacak, bu mültecilere yabancılarla eş muamele yapılacaktır. Nihayetinde taraf
devletler ücretli mesleklerde çalışmak bakımından bütün mültecilerin ve özellikle ülkelerine
bir işçi bulma programına yahut göçmen getirme planına göre girmiş olan mültecilerin
haklarını, vatandaşlarına tanıdıkları çalışma haklarıyla aynı noktaya getirme konusuna sıcak
bakacaklarıdır.
117
Sözleşmenin “kendi işinde çalışmak” başlığı altında düzenlenen 18. maddesine göre
“taraf devletler, ülkelerinde yasal olarak ikamet eden mültecilere tarım, sanayi, küçük sanatlar
ile ticaret sahalarında kendi işyerlerini açmak ve sanayi, sanayi, ticari şirketler kurmak
haklarıyla ilgili olarak, mümkün olduğu kadar müsait ve her halde genel olarak aynı
şartlardaki yabancılara tanıdıklarından daha az müsait olmayan muameleyi
uygulayacaklardır” ve kendi işinde çalışma taraf devlet tarafından belirlenecektir.
Sözleşmenin 19. maddesinde serbest meslekler düzenlenmiştir. “ihtisas meslekleri”
başlığı altında düzenlenen bu maddeye göre “her taraf devlet ülkesinde yasal olarak ikamet
eden ve bu devletin yetkili makamlarınca tanınan diplomalara sahip olup bir ihtisas mesleğini
icra etmek isteyen mültecilere mümkün olduğu kadar müsait ve her halde aynı şartlardaki tüm
yabancılara sağlanandan daha az müsait olmayan bir şekilde muamele uygulayacaklardır.
Taraf devletler, bu gibi mültecilerin anavatanları dışında milletlerarası ilişkilerini yürüttükleri
ülkelere yerleşmelerini temin için kanunlarına ve anayasalarına göre ellerinden gelen çabayı
göstereceklerdir”.
Sözleşmenin 24. maddesinin çalışma yasalarına ilişkin 1/a bölümünde taraf devletlere,
ülkelerinde yasal olarak bulunan mültecilere yasalarla düzenlendiği ya da idari makamların
denetim yetkisine tabi oldukları ölçüde maaş, maaşın bir parçası olduğu durumlarda aile
yardımları, çalışma saatleri, fazla mesai ödemeleri, ücretli tatiller ve evde iş yapma
sınırlamaları, en az çalışma yaşı, çıraklık ve mesleki eğitim, kadınlar ve gençlerin çalışması
ve toplu sözleşmeden yararlanma konularında vatandaşla eşit davranma mükellefiyeti
getirilmiştir.
1951 Sözleşmesi çalışma hakkına dair mültecilere, vatandaş olmayan kişilerle aynı
hakları sağladığına göre taraf devletler, yabancıların çalışmasını yasakladığında mültecilerin
çalışması da engellenmiş olacaktır. Bu konuda temel bir belge niteliğinde olan Ekonomik,
118
Sosyal ve Kültürel Haklara Dair Sözleşmenin 2/2 maddesinde sözleşmeye taraf olan
devletlerin sözleşmede tanınan hakları ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasi ya da diğer görüş,
ulusal ya da sosyal köken, mülkiyet, doğum ya da diğer statü gibi her hangi bir nedenle
ayrımcılık yapılmaksızın teminat altına almayı taahhüt edecekleri ifade edilmektedir. Yani
temel olan, tabiiyete bakılmaksızın ülkede yaşayanlar arasında ayrımcılık yasağıdır. Bununla
birlikte aynı maddenin 3. fıkrası “gelişmekte olan ülkeler, insan haklarını ve ulusal ekonomik
durumlarını dikkate alarak bu sözleşmede tanımlanan ekonomik hakları vatandaş olmayan
kişilere hangi ölçüde tanıyacaklarına karar verebilirler” şeklindedir. Benzer şekilde “hakların
sınırlanması” başlıklı 4. madde sözleşmede tanınmış olan hakların kullanılmasının demokratik
bir toplumda sadece kamunun yararını korumak amacıyla ve hakların niteliklerine uygun
düştüğü ölçüde ancak hukuk tarafından tespit edilmiş sınırlamalara tabi tutulacağını ifade
etmektedir. Dolayısıyla mültecilerin çalışma hakkına getirilecek olan sınırlama, hakların
doğasıyla uyum içinde, orantılı ve amaçladığı hedef için zorunlu olmalıdır.
Sözleşmenin 23. maddesi “sosyal yardım” başlığını taşır. “taraf devletlere ülkelerinde
yasal olarak ikamet eden mültecilere sosyal yardım ve iane konularında vatandaşlarına
uyguladıkları muamelenin aynısını uygulama” yükümlülüğü getirilmiştir. 24. maddenin
birinci fıkrasının (b) bölümünde ise mültecilerin iş kazaları, meslek hastalıkları, analık,
hastalık, sakatlık, yaşlılık, ölüm, işsizlik, ailevi yükümlülükler ile ulusal yasalar ve
yönetmeliklere göre bir sosyal güvenlik programının kapsamına giren her hangi bir
olağanüstü durum konularında vatandaşla eşit muameleye tabi oldukları kabul edilmiştir.
Bununla birlikte sosyal güvenlik yine 24. maddede şu sınırlamalara tabi tutulmuştur:
Bunlardan ilki, kazanılmış haklar ve kazanılmak üzere olan haklarla ilgili düzenlemelerin
mevcut olması halinde bu düzenlemeler geçerli olmalı, ikincisi ise tamamen devlet
fonlarından karşılanan ödenekler veya ödenek bölümleri ile normal bir emeklilik ödeneği için
gerekli katılım koşullarını yerine getirmemiş kişilere yapılan yardımlar konusunda ikamet
119
edilen ülkenin ulusal yasaları ve yönetmeliklerinin geçerli olması halidir. Sözleşmenin 24.
maddesinin ikinci fıkrasında bir mültecinin bir iş kazası veya bir meslek hastalığı sonucunda
ölümden doğacak tazminat haklarına, hak sahibinin taraf devletin toprakları dışında ikamet
etmesi nedeniyle zarar gelmeyeceği ifade edilerek mültecinin iş kazası, meslek hastalıkları ve
ölüm sigortalarından faydalanacakları kabul edilmiştir. 24. maddenin üçüncü fıkrası ile taraf
devletlere sosyal güvenlik konusunda kazanılmış haklar veya kazanılmak üzere olan haklarla
ilgili olarak aralarında imzaladıkları ya da gelecekte aralarında imzalayacakları sözleşmelerin
sağlayacağı faydalardan yalnızca ülke vatandaşlarında aranan şartların aranması kaydı ile
mültecileri de faydalandırma yükümlülüğü getirilmiştir. Dördüncü fıkrada ise taraf devletlerin
taraf olmayan devletler ile yürürlükte bulunan veya herhangi bir zamanda yürürlüğe girecek
olan bunlara benzer anlaşmaların sağlayacağı faydalardan mültecileri de mümkün olduğu
ölçüde yararlandırmak imkanlarını sağlayacakları” ifade edilmiştir.
5.2.6. Diğer Haklar
Sözleşmenin 13. maddesinde mülkiyet hakkı düzenlenmiştir. Taraf devletlere,
mültecilere menkul ve gayri menkul edinme ile buna bağlı diğer hakları, menkul ve gayri
menkul mülkiyete ait kira ve diğer sözleşmelerle ilgili hakları mümkün olduğu kadar müsait
ve her halde genel olarak aynı koşullardaki yabancılara sağlanandan daha az müsait olmayan
şekilde uygulama yükümlülüğü getirilmiştir. Sözleşmeye göre taraf devletler, menkul ve gayri
menkul iktisabı ve buna bağlı diğer haklar, menkul ve gayri menkul mülkiyetine ait kira ve
diğer sözleşmeler bakımından mülteciyi yabancı ile aynı statüde kabul edecekler ve mülteciyi
yabancılardan daha az müsait bir muameleye tabi kılmayacaklardır.
Sözleşmede beslenme hakkına ilişkin bir norm olmamakla birlikte 20. maddede az
bulunan ürünlerin tayına bağlanması konusunda yurttaşlarla aynı şekilde muamele şartı vardır.
120
Mülteciler için çok önemli olan barınma hakkı konusunda ise 21. maddede “yasalar ya
da yönetmeliklerle düzenlendiği ya da kamu makamlarının kontrolüne tabi olduğu oranda
ülkelerinde yasal olarak ikamet eden mültecilere, her halde genel olarak aynı şartlar altındaki
yabancılara uygulanandan daha az olmayacak biçimde mümkün olduğu kadar müsait bir
muamele sağlanması” istenmektedir. 22.maddede ise eğitim hakkı alanında yurttaşlara
sağlanan olanakların aynısının sağlanması öngörülmüştür. Fakat anadilde ifade ve çocukların
anadilde eğitimi gibi mültecilik durumuyla doğrudan ilgili temel bir hak alanı
düzenlenmemiştir.
6. Avrupa Birliği Çerçevesinde Sığınma Hakkı
121
6.1. Genel Olarak
Avrupa’da mülteci korumasının tarihsel gelişimi, Milletler Cemiyeti döneminde F.
Nansen’in Mülteciler Yüksek Komiseri olarak atanması, BM Yardım ve Rehabilitasyon
İdaresi’nin kuruluşu (UNRRA, 1943-47) ve Uluslararası Mülteci Örgütü (IRO, 1947-52) gibi
BMMYK’nın kuruluşu ve 1951 Sözleşmesi’nin yürürlüğe girişine kadar ki oluşumlar
dönemi38 saklı tutulacak olursa iki temel evrede ayırt edilebilir (BMMYK, 2001a: 1-11).
İlk evre İkinci Dünya Savaşı’nın sonundan 1989 Berlin Duvarı’nın yıkılışına kadar
olan dönemdir. Özellikle savaş sonrası yerinden edilmiş insan sayısının yaklaşık kırk milyon
civarında olduğunun ifade edildiği ilk dönemde BMMYK’nın da ilgisi Avrupalı mültecilere
odaklıdır. Kıtada varolan genel eğilim, 1956’da Macar ayaklanmasının Sovyetler Birliği
tarafından bastırılması ve 1968 “Prag Baharı”nın da etkisiyle mültecilerin büyük
çoğunluğunun Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerinden gelenler olduğu düşüncesi iken
önerilen çözüm de mültecilerin üçüncü bir ülkeye yerleştirilmesi şeklindedir. 1970’li yıllara
gelindiğinde göçü belirleyen iki tür gelişimden bahsedilebilir. İlki 1960’larda Afrika’da
sömürgeciliğin tasfiyesi ile ülkelerinden ayrılıp güvenlik sağlandığında yeniden ülkelerine
dönmek isteyenlerin oluşturduğu ve hukuksal düzenlemelere 1951 Sözleşmesi’ndeki coğrafi
ve zaman sınırlamalarını değiştiren 1967 Protokolü ile 1969 Afrika Birliği Örgütü Sözleşmesi
ile yansıyacak olan toplu mülteci akınları ve Şili, Uruguay, Arjantin ülkeleri başta olmak
üzere Latin Amerika ile Güney Asya’daki siyasal gelişmelerin sonucu olarak meydana gelen
insan göçüdür. Bu dönem aynı zamanda gelişmekte olan ülkelerden gelen insanların “misafir
işçi” statüsü alarak kabul edildiği döneme denk düşer (Hırst ve Thompson, 1998: 52).
Özellikle 1980’ler dünyanın neredeyse her yerinde çatışmaların yaygınlaştığı,
kalabalık mülteci kamplarının döneme damgasını vurduğu ve Batılı devletlerin ülkelerine
38 Bu dönemin ayrıntılı bir anlatımı için bkz., (BMMYK, 2001a: 13-35; Odman, 1995: 14-46)
122
yönelen mültecilerden şikayetçi olmaya ve gelenleri mülteci değil “ekonomik sebepli
göçmen” olarak tanımlamaya başladığı yıllardır.39 Özellikle İkinci Dünya Savaşı’nı takip
eden refah döneminin sona ermesi ve sonuç olarak işsizlik oranları artarken göçmen işçilere
ve vasıfsız işe duyulan gereksinimin azalması göç karşıtı politikaları belirlemiştir. Fakat
özellikle hangi sebeple olursa olsun mülteci ve sığınmacıları da kapsayacak şekilde göçe karşı
caydırıcı önlemlerin alınmaya başlanacağı dönem 1989 sonrası ikinci dönem olacaktır. Bir
önceki dönem göç, toplumsal ve siyasal olaylar sonucunda arızi olarak ortaya çıkan bir olgu
iken, ikinci dönem göçe rengini veren temel olgu yoksul ülkelerdeki insanların Batılı ülkelere
gitme isteğidir. “Kaçak göç”e karşı “güvenlik” ve “sınırların kontrolü” söylemlerinin öne
çıkışı ile birlikte mültecilerin bir “toplumsal maliyet” unsuru olarak tanımlandığı ve halen
devam eden bu süreç, aynı zamanda Batılı ülkelerin Avrupa Birliği çatısı altında göçe karşı
sığınma politikalarını ve usullerini uyumlulaştırmaya çalıştıkları dönemdir. Bu nedenle
yürürlüğe giren yasal düzenlemeler, salt Birlik mevzuatını oluşturma gerekliliğinin
öngörülebilir sonuçları olarak değil insan ticareti ve kaçakçılığı da dahil olmak üzere yeni
sorunları ortaya çıkaran ve 1951 Sözleşmesi’nin fiilen geçersizleştirilerek sığınma hakkına
yönelik caydırıcı politikaların uygulamaya konulduğu bir sürecin yapı taşlarını oluştururlar.
Dünya çapında sermaye hareketlerinin önündeki engellerin kaldırılması çağrısı yapılırken
insan hareketliliğinin “kaçak göçmen” vurgusuyla bu denli lanetlenmesi son on yılda istenilen
sonucu vermiş görünmektedir zira özellikle Batı Avrupa’ya yapılan sığınma başvuruları
önemli ölçüde azalmıştır. Bu nedenle aşağıda 1990’lardan bugüne Avrupa Birliği çatısı
altında yürürlüğe konulan yasal düzenlemeler üzerinde yoğunlaşılarak içinde bulunduğumuz
dönemin öne çıkan eğilimleri tespit edilmeye çalışılacaktır.
39 Kastaryano, “ekonomik sığınmacı” (economic refugees) teriminin ABD’de ve bu terimin karşılığı olmak üzere Almanya’da “sahte sığınmacı” anlamına gelen schein-asylanten ve Wirtschaftsasylanten deyimlerinin kullanıldığı belirtmektedir. Her birinin ima ettiği anlam “göç sorunu”nun sorumluları olarak gösterilmeleri ve “istila”, “işgal” gibi sözcüklerle yan yana kullanılmalarıdır (Kastaryano, 2000: 28).
123
6.2. Avrupa Birliği ve İncelenen Sığınma Mevzuatı
Avrupa Birliği’ne üye ülkelere yapılan sığınma taleplerinin incelenmesinde devletlerin
sorumluluğunu belirlemek için ortak kriterler belirleme yönelişinin ilk ifadesi 1990 Dublin
Sözleşmesidir. Halen sığınma talebinde bulunan üçüncü devlet vatandaşlarının durumu,
kısaca Dublin Sözleşmesi olarak adlandırılan 15 Haziran 1990 Tarihli “Avrupa Topluluğuna
Üye Ülkelerden Birine Yapılacak Sığınma Başvurularının İncelenmesinden Sorumlu Ülkeyi
Belirleyen Sözleşme” hükümlerine göre incelenmektedir. Devletler tarafından “Schengen
Bölgesi” olarak nitelenen bölgede iç sınırların kalkmasıyla mükerrer iltica başvurularına karşı
yanıt olmayı amaçlayan Sözleşme, Avrupa Birliği’nin 15 üye ülkesini kapsayacak şekilde 1
Eylül 1997’de yürürlüğe girmiştir.
124
Giriş bölümünde, Sözleşmenin 8-9 Aralık 1989 tarihinde Avrupa Konseyi
toplantısında kararlaştırılan sığınma politikalarına uyum sağlamak, Cenevre Sözleşmesi ve
1967 tarihli protokolüne uygun olarak mültecileri korumak, serbest dolaşımın sağlanacağı bir
alana ilişkin hedefin gerçekleştirilmesi için sığınma başvurularının olası neticelerine dair
bekleme süresini kısa tutmak, sığınma talebinde bulunanların başvurularının üye ülkelerden
biri tarafından inceleneceğine dair garanti sağlamak ve BMMYK ile ortak çalışma yürütmek
amacı ile imzalandığı ifade edilmektedir.
Sözleşmenin 1. maddesinde “yabancı” üye ülke vatandaşı dışındaki kişiyi, “sığınma
başvurusu” ise bir yabancının üye ülkeden Cenevre Sözleşmesi ve 1967 protokolüne göre
mülteci olduğu iddiasında bulunarak koruma talebinde bulunması biçiminde tanımlanmıştır.
Sözleşmenin 3. maddesinde sığınma talebinin tek bir ülke tarafından inceleneceği,
incelemenin sorumlu olan ülke tarafından kendi ulusal hukuku ve uluslararası yükümlülüklere
göre yapılacağı, sorumluluğu olmayan ülkelerin de başvurucunun onayı ile inceleme
yapabileceği ve bu halde inceleme sorumluluğunun bu ülkeye devredileceği, her ülkenin
uluslararası yükümlülüklere uygun olmak şartı ile başvurucuyu üçüncü bir ülkeye gönderme
hakkına sahip olduğu, sığınma talebini inceleyecek olan ülkenin belirlenme sürecinin bir üye
ülkeye ilk sığınma başvurusu yapılır yapılmaz başlayacağı, sığınma başvurusu yapan başka
bir üye ülkede bulunan bir kişinin orada, henüz sorumlu ülke belirleme süreci bitmeden
başvurusunu geri alır ve bulunduğu ülkede başka bir başvuru isteminde bulunursa sorumlu
ülkenin belirlenmesi sürecinin tamamlanması için ilk başvuruda bulunan ülke tarafından geri
alınacağı, geri alma zorunluluğunun başvuruda bulunan kişinin en az üç ay süresince üye ülke
topraklarını terk etmesi veya üye ülkelerden birinden en az üç ay oturma izni alması halinde
ortadan kalkacağı ifade edilmektedir.
Sözleşmenin 4 ve 9. maddeleri arasında sığınma başvurusunu inceleyecek ülkenin
nasıl belirleneceği, 10. maddesinde inceleme sorumluluğu taşıyan ülkenin bu süreçle ilgili
125
yükümlülükleri sayılmıştır. Maddeler incelendiğinde sözleşmede bir mülteci tanımı
getirilmediği, 1951 Sözleşmesi ve 1967 protokolündeki tanımların kabul edildiği görülebilir.
Öngörülen prosedürlerin amacı üye ülkelerdeki mülteci ve sığınma usullerinin benzer
kılınmasıdır.
Amacı sınır kontrollerinin kaldırılması ve göç politikalarında işbirliğinin sağlanması
olan ve Schengen Antlaşması olarak da bilinen 19 Haziran 1990 tarihli “Benelüx Ekonomik
Birliği Hükümetleri, Almanya Federal Cumhuriyeti Hükümeti ve Fransa Cumhuriyeti
Hükümeti Arasındaki Müşterek Sınırlarda Kontrollerin Kademeli Olarak Kaldırılmasına
İlişkin 14 Haziran 1985 Tarihli Schengen Anlaşması’nın Uygulama Sözleşmesi”, 1 Eylül
1993’te yürürlüğe girerek Mart 1995’ten itibaren devletler tarafından uygulanmaya
başlamıştır.40 Sözleşmede, katılımcı devletler arasında serbest hareketi sağlamak amacıyla iç
sınırlar kaldırılırken (madde 2), dış sınır kontrollerinin güçlendirilmesi gerektiği ifade
edilmiştir. Polis teşkilatı ve adli işbirliğini geliştirmek için koşullar, ortak vize politikaları
(madde 9), taşıyıcı yaptırımlarının başlatılması için şartlar (madde 26) ve yabancı uyruklularla
ilgili olarak üye devletler arasında bilgi alışverişi (madde 25) konusunda işbirliği
düzenlenmiştir.
Sözleşmenin 29. maddesine göre “1. Taraflar bir yabancının topraklarında yapacağı
sığınma başvurusunu incelemeyi taahhüt ederler. 2. Bu yükümlülük iltica için başvuran
herkesin ülkeye girişine ya da ülkede kalmasına izin vermesini zorunlu kılmaz. 3. Her
sözleşmeci taraf kendi ulusal yasalarına dayanarak ve uluslararası taahhütlerine uygun olarak
sığınma başvurusunda bulunan bir kişiyi sınırdan geri çevirme ya da üçüncü bir ülkeye sınır
40 Schengen Antlaşması, Schengen Grubu olarak adlandırılan Belçika, Hollanda, Lüksemburg, Almanya ve Fransa tarafından 14 Haziran 1985 tarihinde imzalanmıştı. Antlaşmaya göre, taraf devletler arasında sınır kontrolleri aşamalı olarak kaldırılacak ve gerek üye devletler gerekse üçüncü ülke vatandaşları Birlik içerisinde hareket özgürlüğüne sahip olacaklardı (Tekinalp-Tekinalp, 1997: 12).
126
dışı etme hakkını elinde tutar”.41 Görüldüğü gibi bu ifadelerin mantığı ile 1951
Sözleşmesi’nin mantığı arasından temel bir takım farklılıklar vardır.
7 Şubat 1992’de Maastricht’de imzalanan ve 1 Kasım 1993’te yürürlüğe giren ve
Avrupa Birliği Antlaşması olarak da bilinen Maastricht Antlaşması, sığınma hukuku
konusunda geliştirilmesi bir amaç olarak ifade edilen ortak politikaların ilk zeminidir. Akit
taraflar arasında Birliğin kurulduğunu açıklayan Antlaşmaya göre amaç, iç sınırların olmadığı
bir alan yaratmak, ekonomik ve sosyal birliği güçlendirmek, parasal birliği gerçekleştirmek
yolu ile sürekli ekonomik ve sosyal kalkınma sağlamak, ortak dış ve güvenlik politikası ile
Birlik vatandaşlığını oluşturmak, üye devletler arasında adalet ve içişleri konularında yakın
işbirliğine gitmek ve Topluluk müktesebatını topluluğun amaçları doğrultusunda
geliştirmektir (Tekinalp-Tekinalp, 1997: 15-16). Antlaşmada, Avrupa Birliği’nin temelini
oluşturan üç topluluk olarak Avrupa Ekonomik Topluluğu, Avrupa Atom Enerji Topluluğu ve
Avrupa Kömür Çelik Topluluğu ilk sütunu oluştururken, ikinci sütun ortak dış politika ve
güvenlik, üçüncü sütun ise adalet ve içişlerinde işbirliğidir. Antlaşmada, iltica ve göç
konusuna üçüncü sütunu oluşturan adalet ve içişlerinde işbirliği sütununda yer verilir. İltica
ve göç konusu “üçüncü ülke vatandaşlarının iltica istemlerine karşı ortak politika
belirlenmesi” başlığı altında ve uyuşturucu alışkanlığı ile mücadele ve gümrükler ve poliste
işbirliği alanları ile birlikte yer alır (Tekinalp-Tekinalp, 1997: 20). Sonuç olarak Antlaşma ile
41 İrlanda ve İngiltere dışındaki AB üyeleri sözleşmeye taraftır. 1990’da İtalya, 1991’de İspanya ve Portekiz, 1992’de Yunanistan, 1995’te Avusturya, 1996’da Danimarka, Finlandiya, İsveç ile İzlanda ve Norveç sözleşmeye katılmıştır. Danimarka taraf olmasına rağmen AB bağlamında Schengen mevzuatına göre alınan bir kararı uygulayıp uygulamamak konusunda seçme yetkisine sahiptir.
127
birlikte mülteciler ve sığınma talebinde bulunanlara yönelik politikalar, iç sınırların
kaldırılmasının bir ürünü olarak önem kazanmıştır.
2 Ekim 1997 tarihinde imzalanan ve 1 Mayıs 1999’da yürürlüğe giren Amsterdam
Antlaşması’nda vize, göç, iltica ve kişilerin serbest dolaşımı ile ilgili olarak “sınır dışı etme”
ve “iade” başlıkları Avrupa Birliği Antlaşması’nda yeni bir başlık olarak düzenlenerek üçüncü
sütundan birinci sütun olan Topluluklar sütununa taşınmıştır (Arsava, 2000: 98). Amsterdam
Antlaşması ile değişik Avrupa Topluluk Antlaşması’nın42 birinci kısım dördüncü başlığında
yer alan 61 ve 69. maddeleri arasında söz konusu konular düzenlenmiştir. 61. maddeye göre
kademeli olarak bir özgürlük, güvenlik ve adalet alanının kurulması öngörülürken iltica
konusunda Konsey, Amsterdam Antlaşması’nın yürürlüğe girmesinden sonra, beş yıl içinde
kimi önlemler almakla yükümlüdür (madde 63). Konsey, 1951 Sözleşmesi ve 1967 tarihli
protokol çerçevesinde iltica taleplerinin kabulüne ve üçüncü devlet mensuplarının iltica
taleplerinin incelenmesine ilişkin asgari standartları belirleyecektir. Amsterdam
Antlaşması’nın yürürlüğe girdiği beş yıllık geçiş devresinde iltica konusunda tek yetkili olan
Konsey, komisyon ya da bir üye ülkenin teklifi üzerine Avrupa Parlamentosunun görüşünü
almak koşuluyla oybirliği ile karar verecektir. İlk beş yıl geçtikten sonra Konsey, komisyonun
teklifi üzerine harekete geçecek, üye devletlerden gelen teklifleri de göz önünde bulundurarak
oy birliği ile karar verecektir. 68. maddeye göre, iltica sorununun topluluklar sütununa
alınmasına ilişkin değişiklikle iltica konusunda da ATA’nın 35. maddesi çerçevesinde üye
42 Avrupa Topluluk Antlaşması, Avrupa Ekonomik Topluluğunu kuran Roma Antlaşması olup Maastricht Antlaşmasından sonra Avrupa Topluluk Antlaşması adını almıştır (Tekinalp –Tekinalp, 1997: 15). Ayrıca Roma Anlaşması için Bkz., (Günuğur, 1988)
128
devletin bu hususta yargı yetkisini tanımış olduğunu açıklaması şartıyla, ön karar usulü ile
karar vermek konusunda Avrupa Adalet Divanı’na yetki verilmiştir (Arsava, 2000: 9).43
İltica konusunda Amsterdam Antlaşması’na getirilen Ek protokolle Schengen
mevzuatının topluluk anlaşmalarına eklenme süreci başlamıştır ve “Üye Devlet Vatandaşlarını
İlgilendiren İltica Konularını Düzenleyen Protokol” imzalanmıştır. Bu protokolle üye
devletlerden yapılacak başvuruların kabul edilmez olduğu için değerlendirmeye alınmayacağı,
yine de başvurular incelenecekse AB Bakanlar Konseyi’nin haberdar edilmesi ve temelden
yoksun olduğu varsayımıyla değerlendirilmesi gerektiği ifade edilmiştir
30 Kasım - 1 Aralık 1992’de AB Göçten Sorumlu Bakanlar tarafından alınan
Londra Kararları, hukuksal olarak bağlayıcı olmamakla birlikte AB üye devletlerin çoğu
tarafından uygulanır durumdadır. “Hızlandırılmış Başvurular”ın hangi durumlarda
uygulanabileceğine dair alınan üç karar kısıtlayıcı politikaları ifade eder niteliktedir. Bu
kararlardan ilki, “açıkça dayanaksız” sığınma başvurularını, ikincisi sığınmacıların transit
olarak geçtikleri ve geri dönebilecekleri ev sahibi ya da güvenli üçüncü ülkeleri, üçüncüsü
ise hiçbir zulüm riski olmayan ülkelerden gelen başvuruları konu edinir (BMMYK, 2001a:
159).
Son beş yıl içinde ise ifade edilebilir yeni sonuçlardan çok işbirliğinin önemi
vurgusunu içeren çeşitli toplantılar göze çarpmaktadır. Bunlardan ilki, Amsterdam
Antlaşması ile hedeflenen adalet, içişleri ve güvenlik alanlarında işbirliğinin
gerçekleştirilmesi amacı ile toplanan 15-16 Ekim 1999 Tampere Avrupa Konseyi Zirvesidir.
Buna göre yeniden, ortak bir iltica usulü ve göç politikası oluşturulması gerektiği üzerinde
durulmuştur. Sonuç Bildirgesi’nde sığınma hakkına mutlak saygı, AB’ye ulaşmaya
çalışanlara ya da koruma arayanlara garanti sunulması ve Cenevre Sözleşmesi’nin
43 Avrupa Adalet Divanı’nın işleyişi hakkında bkz., (Arat, 1989; Tekinalp – Tekinalp, 1997: 184 vd.)
129
uygulanması ifade edildikten sonra göç ve iltica veren ve bu ülke vatandaşları için transit
ülke konumunda olan ülkelerle işbirliği, AB iltica sisteminin oluşturulma ihtiyacı,
mültecilere karşı adil davranılması, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ile mücadele ve dış
sınırların korunması ile insan kaçakçılığı ve ticaretine karşı mücadele olmak üzere dört
temel başlık üzerinde durulmuştur. İkinci gelişme, 7-8 Aralık 2000’de Nice’de kabul edilen
AB Temel Haklar Bildirgesi’nin “iltica hakkı 1951 tarihli Cenevre sözleşmesi ve
sığınmacıların statüsüne ilişkin 1967 tarihli protokol kuralları dikkate alınarak ve Avrupa
Topluluğunu kuran Antlaşmaya uygun olarak teminat altına alınmalıdır” şeklindeki 18.
maddesidir. Benzer içerikte olmak üzere Aralık 2001’de Leaken Zirvesi’nde, 20-21 Haziran
2002 Sevilla Zirvesi’nde, Haziran 2003 Selanik Zirvesi’nde yasadışı göç ile mücadele, dış
sınırların korunması, üçüncü ülkelerle olan ilişkilerde göç konusunun dahil edilmesi
vurguları yapılmaktadır (a.g.e., 159).
Amsterdam Antlaşması sonrasından bugüne bir kısmı bağlayıcı olmamakla birlikte
üye devletlerce dikkate alınan kimi çalışma başlıkları vardır. Bunlar arasında Dublin
Antlaşması’nın uygulanması için EURODAC Parmak İzi Alma Sistemi (Aralık 2000)44,
Toplu Mülteci Akınlarında Geçici Koruma ve Yük Paylaşımı (Temmuz 2001), İltica Etmek
İsteyenlerin Üye Devletler Tarafından Kabulü ve Barındırılmasına Yönelik Minimum
Standartlar (Ocak 2003), Avrupa Mülteci Fonunun kurulması (Eylül 2000), İltica
Başvurusundan Hangi Üye Devletin Sorumlu Olacağına Dair Konsey Yönetmeliği olarak
Dublin 2 (Şubat 2003), Aile Birleştirmesi İle İlgili Yönerge (Şubat 2003) ve Amsterdam
44 EURODAC olarak bilinen ve 15 Ocak 2003’te Danimarka hariç Birlik üyesi ülkeler ve Norveç ile İzlanda’nın da dahil olduğu üçüncü ülkelerde uygulanmaya başlanan otomatik parmak izi okuma sistemi, Dublin Sözleşmesinde sığınma başvurusundan hangi ülkenin sorumlu olacağına dair geliştirilen kriter ve mekanizmaların tamamlayıcısı olarak görülmektedir. 14 yaşından büyük her sığınmacının ve belirlenmiş üçüncü ülke vatandaşlarının parmak izlerinin depolandığı bir veri tabanını amaçlayan bu uygulamaya göre, parmak izleri karşılaştırılabilecek ve bir ülkeye sığınma talebinde bulunan bir kişinin başka bir ülkede sığınma talebinde bulunması engellenecektir. EURODAC yönetmeliğine göre parmak izi alınırken kullanılan yöntem Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi ilkelerine aykırı olamaz ve merkezi veri tabanı başta kişilerin isimleri olmak üzere şahsi bilgileri içeremez. http://www.deltur.cec.eu.int/eurodac_tr.trf (24.04.2004)
130
Antlaşması’nin 63 (3.b) maddesi uyarınca Hong Kong, Sri Lanka, Fas, Rusya, Pakistan,
Türkiye ve Çin ile yapılan geri kabul anlaşmaları sayılabilir.45
6.3. Korumaya Erişim Sorunu
6.3.1. Schengen Belgeleri ve Taşıyıcı Yaptırımları
45 Söz konusu belgelerin metinleri için bkz., (BMMYK, Mülteci Hukuku Eğitim CD’si: Modül 8)
131
Bugün, özellikle Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da sığınma hakkı, güvenlik ve dış
sınırların korunması teması çerçevesinde ele alınmaktadır. Öncelikle ele alınacak olan kimi
düzenlemeler açısından Schengen Belgeleri temel hukuksal dayanaklardandır. İnşa süreci
halen devam eden sistemde Avrupa Birliğine üye devlet vatandaşları dışında kalan
“yabancılar”a karşı ortak bir polis mekanı ve güvenlik kuşağı kurulmuş ve göçmen ve
sığınmacı politikasının ana hatları belirlenmiştir. Avrupa Parlamentosunun, Schengen
Sözleşmesi ile ilgili 23 Kasım 1989 tarihli kararında kurulan sistemin denetimsiz polis
yetkilerinde genişlemeye yol açabileceği, kişilerin hukuki koruma, savunma hakkı, özel
hayatının korunması hakkını tehlikeye sokabileceği ve “Schengen Avrupası” ile ilgili
düzenlemelerin kamuoyu ve parlamento denetimi dışında tutulmak istenmesi tespiti dikkat
çekicidir (Çağlar, 1993: 263). Avrupa Parlamentosu’nun kararında Schengen Anlaşmasını
değerlendirirken kullandığı ölçütler, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Şartı ve İnsan Hakları
Avrupa Sözleşmesine referans yapan Avrupa Ekonomik Topluluğu Anlaşması ve Tek Senet
Başlangıçları ve sığınmacıların statüsü ile ilgili sözleşmelerdir (a.g.e., 263).
Parlamento tarafından kurulan “Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı Araştırma
Komitesi”ne göre söz konusu düzenleme ve sözleşmeler etnik azınlıklar ve göçmenlerin
“Avrupa Kalesi” olarak adlandırdıkları kısıtlama politikalarının da ötesinde sığınmacı ve
göçmenlerle ilgili konuları salt “polis olayı” biçiminde değerlendirmektedir.46
Komiteye göre sığınmacı ve göçmenlerin milli güvenlik ve polis önlemleri ile bu
şekilde ilişkilendirilmesi ırkçı düşünceleri beslemekle kalmamakta yabancı olanlar ya da
yabancıya benzeyenlere yönelik sıra dışı kimlik uygulamaları gibi belirli davranış
biçimlerinin meşrulaştırılmasında da rol oynamaktadır (a.g.e., 264). Çağlar’a göre artık hak
46 İşçi Partisinin Manchester’dan parlamento üyesi olan ve anılan komisyonun bir kez başkanlığını bir kez de raportörlüğünü yapan Glyn Ford’un Taş’a verdiği röportajında kullandığı “her aklına esen Avrupa’ya gelmemelidir. Az sayıda göç Avrupa için gereklidir” ifadeleri bu konudaki “mutabakat” bakımından ilginçtir. Röportaj için bkz., (Taş, 1999: 142)
132
ve hürriyetler sisteminde klasik haklar ve sosyal haklar ikiliği silinmeye yüz tutmuş ve
Schengen düzeni ile “Avrupa Kalesi”nin dışındakiler ve içindekilerin hak ve hürriyetleri
olmak üzere yeni bir ikilik doğmaya başlamıştır.
Bu çerçevede özellikle Avrupa Birliği yasama gündeminde öne çıkan temel gündem
maddelerinden biri “yasadışı göçe karşı mücadele” dir. Oysa söz konusu olan kaçak olarak
gelen göçmenlerin büyük çoğunluğunun vardıkları ülkede sığınma başvurusunda bulunacak
olmalarıdır. İnsan kaçakçılığı organizasyonlarının bedensel güvenliği hiçe saydıkları ve yoğun
bir parasal sömürü mekanizmasının işlediği biliniyor. Fakat kaçak göçe karşı uygulanan cezai
yaptırımlar arttıkça göçmenlerin içinde bulundukları koşullar da kötüleşmektedir.
İstatistiklerde “veri” bile olamayan insan kalabalıkları sınırları aşmak için gemi
ambarlarında istiflenmek ya da kamyonların gizli bölmelerinde havasızlıktan ölmek pahasına
yola çıkmaktadırlar. Göçü önlemeye yönelik adımların ilk sonucu, diğer ülkelere önemli
sayıda sığınmacı gönderen ya da gönderme olasılığı olan ülke yurttaşlarına konulan vize
zorunluluğunun genişletilmesidir. İkinci önemli uygulama ise gerekli belgeleri olmayan
yolcuların getirilmesinden sorumlu olan ulaşım şirketlerine getirilen yaptırımlardır. 1995’te
uygulanmaya başlanan ve Danimarka, İrlanda ve BK haricinde tüm AB ülkeleri tarafından
imzalanan ortak sınırlardaki kontrollerin kaldırılmasına dair Schengen Sözleşmesinin 26.
maddesine göre, üye devletler, hava, kara ve deniz taşıyıcılarını, ülkelerine girişi kabul
edilmeyen yabancıları geri götürmek veya Schengen üyesi olmayan bir ülkeye geri götürmek
konusunda bağlayan yasal düzenlemeler yapmalıdırlar. Buna ek olarak kimi ülkeler gerekli
belgelere sahip olmayan göçmenleri durdurmak ve kendi topraklarına girmelerini engellemek
için yurtdışındaki hava alanlarında transit bölgeler oluşturmayı ve “göç irtibat görevlileri”
bulundurmayı tercih etmektedirler (BMMYK, 2001a: 161).
133
Bu noktada ilginç olan husus, devletlerin kendi egemenlik alanları dışında yaptıkları
işlem ve eylemlerin AİHS’in 1. maddesi nedeniyle sözleşmenin ihlali kapsamında
değerlendirilemeyeceği yönündeki bakış açılarıdır. Sözleşmenin 1. maddesine göre
“Sözleşmeci devletler, bu sözleşmenin birinci bölümünde tanımlanan hak ve özgürlükleri
kendi egemenlik alanı içinde bulunan herkes için güvence altına alırlar”. Oysa More, X-
Federal Almanya, Loizidou-Türkiye, Drozd ve Janousek - Fransa ve İspanya davalarında
Mahkeme’nin ülke içinde ve dışındaki yetkililerin davranışlarının sözleşmeye taraf olan ilgili
devletlerin sorumluluğunu kapsayabileceğini öngördüğünü ve hatta bu durumun anılan
yetkililerin davranışlarının ülke dışında etki yapması halinde de geçerli olduğunu karara
bağladığını ifade etmektedir (More, 1998: 30).
Geçerli pasaportu ya da vizesi olmayan yolcuları karaya çıkartan ulaşım şirketlerine
yaptırım uygulamak yeni bir uygulama değildir. Avustralya, Kanada, ABD gibi ülkelerin
1950’lerden bu yana aynı içerikte yasalara sahip oldukları ifade edilmekte ancak son yıllarda
bu uygulamanın yaygınlaştığına özellikle 1997’ye gelindiğinde Avrupa Birliği’ne üye
devletlerin İrlanda hariç tamamının İsviçre’nin sahip olduğu gibi “taşımacı sorumluluğu”
kanunları çıkarttıklarına dikkat çekilmektedir (BMMYK, 1997: 192).
Taşıyıcı yaptırımları konusundaki yasal düzenlemeler devletler arasında farklılık
göstermektedir. More, taşıyıcının sorumluluğu uygulamasının Danimarka, Almanya ve
özellikle İngiltere’de diğer Avrupa Birliği devletlerinden çok daha sıkı bir şekilde
uygulandığını ifade etmektedir (More, 1998: 31). Bu uygulama, Belçika, Fransa, Almanya,
Hollanda ve Portekiz gibi ülkelere gelen ve “açıkça asılsız başvuru” olarak tanımlanan
sığınmacıların temyiz istemleri sonuçlanıncaya kadar “uluslararası alanlarda” tutulmaları ile
birlikte uygulanmakta örneğin İngiltere’de kişiler gözaltı merkezlerinde tutulmaktadır.
İspanya'da Mayıs 1994'te kabul edilen bir kanun gereği bu tür kişilere, BMMYK üç gün
içerisinde itiraz etmediği sürece, giriş hakkı verilmemekte ve kişiler sınır dışı edilmektedirler.
134
Federal Almanya Cumhuriyeti'nde 1 Temmuz 1993 tarihinde ilgili anayasa değişiklikleri ile
birlikte yürürlüğe giren bir Sığınma Usulu Kanunu çerçevesinde “havaalanı usulu” denilen
(Flughafenregelung) bir uygulama getirilmiştir. Bu kanunun 18. maddesinin (a) fıkrasına göre
güvenli bir köken ülkesinden gelen veya geçerli bir pasaportu olmadan havayolu ile gelen bir
kişinin başvurusu hızlandırılmış bir süreçten geçirilmektedir. Bu usul genellikle 19 gün ila üç
hafta arasında sürmekte ve ilgili kişinin ancak bu usul sonrasında ülkeye “giriş” yapmasına
izin verilmektedir. Bu uygulamaların temel aldığı ilke havaalanlarındaki transit bölgelerinin
bir devletin egemenlik sahasına dahil edilemeyeceği ve dolayısıyla o devletin kanunlarının
geçerli olmadığı tezine dayanmaktadır. Mahkeme Amuur davasında sözleşmenin 1.
maddesindeki sorumluluk alanı tanımlanmasına dayanarak uluslararası hukukta bu tür bir
yorumlamaya meydan verebilecek bir kavramın mevcut olmadığını belirtmiştir. Durum
Avrupa Konseyi Parlamenter Asamblesi tarafından aşağıdaki gibi özetlenmiştir: “Bazı ülkeler
havayolu şirketlerine mültecilerin korunmasını sağlayan en temel ilkeleri çiğneyen ve kişinin
sığınma hakkı aramasını engelleyen yaptırımlar getirmişlerdir. Ayrıca bu yolla taşıyıcı
şirketlere çok önemli oranda yasal, idari ve parasal sorumluluklar yüklenirken göçmenlik
dairesi yetkililerinin omuzlarından önemli sorumluluklar alınmıştır” (More, 1998: 31-32).
Uygulama açısından yabancının mülteci olup olmaması ya da geldiği ülkede doğrudan
bir tehlikeyle karşılaşacak olması önemsizdir (Peker, 2002: 39). Buna göre, geçerli seyahat
belgesi olmayan yabancıları Schengen ülkelerine taşıyan taşıyıcı, para cezasına çarptırılır.
Örneğin İngiliz hükümetinin kişi başına yaklaşık 1600 dolarlık bir ceza uyguladığı ve 1987 ile
1995 yılları arasında BK otoritelerinin havayolları ve diğer ulaşım şirketlerini toplam 140
milyon dolar tutarında bir cezaya çarptırdığı göz önüne alınırsa taşıyıcı yaptırımlarının
caydırıcılık gücü anlaşılabilir. Belçika, Fransa ve Lüksemburg para cezasını mültecinin
başvurusu işleme konuncaya kadar ve Finlandiya ile Almanya iltica hakkı tanınıncaya kadar
askıya almakta eğer yabancı iltica hakkı alırsa ceza hükmüne olumlu istisna getirilmektedir
135
(BMMYK, 1997: 193). Ancak bu arada taşıyıcılar, geçerli seyahat belgeleri olmayanları
taşımama yolunu çoktan tercih etmişlerdir ve sınır kontrollerinin sıkılaştırılması ve “kaçak
girişler”in engellenmesi ile ilgili olarak vize gerekliliği, taşıyıcı yaptırımları yoluyla kişilerin
Avrupa topraklarına girmeleri engellenmiştir. Bu yönelişin doğrudan ilk sonucu,
sığınmacılığın fiilen suç haline getirilmesi ve söz konusu kişilerin insan kaçakçıları ve
tacirlerine güvenmek zorunda kalmalarıdır.
Bu uygulamanın sığınma hakkı ve uluslararası mülteci hukuku açısından tartışılması
gereken sonucu, şirketlerin, yolcuların yaşam ya da özgürlükleri tehlikede olduğu için
ülkelerini terk etmekte oluşlarına dair bir karar verme konumunda bulunmadıkları ve de
bulunamayacaklarıdır. Eğer, genel olarak kabul edildiği üzere sığınma hakkına vücut veren
temel olgu, kişilerin çoğu kez yasal zorunlulukları yerine getirmeden kaçmak zorunda kalmış
olmaları ise ulaşım şirketlerinin “kağıtları” olmayan yolcuları taşımaması, insan haklarının
koruma alanında yeni bir aktör olarak ticari şirketlerin tanımlanması sonucundan öteye bir
anlam içermez. Kuşkusuz, taşıyıcı yaptırımlarıyla birlikte yasal olmayan belgelerin
düzenlenmesinde bir artış olduğu ve bu belgelerle taşıma aracına binen yolcuların çoğu kez
ayrıldıkları yere geri dönmemek için belgelerini yok ettikleri, çoğu zaman yolculukların
yarıda kesilerek, henüz sığınma talebinde bulunamadan kişilerin gözaltına alındıkları ve
şirketlerin de Batıdan gelen yolcuların gerekli belgelere sahip oldukları varsayımına sahip
olmalarına karşılık azgelişmiş ülkelerden gelen yolculara karşı kuşkulu davranış biçimleri
geliştirdikleri eklenmelidir (a.g.e., 193). Sonuç olarak söz konusu düzenlemelerin ulaştığı
nokta sığınma hakkını talep etme hakkının engellenmesidir.
Uygulamanın savunusu, temel olarak devletlerin kendilerine yönelik göçü kontrol
etmek konusunda meşru bir hakka sahip olduğu şeklindedir. Buna göre sığınma, devlet
tarafından verilen bir “imtiyaz” olarak tanımlandığında (Arboleda-Hoy, 1993: 68) kimi insani
ya da ahlaki önermeler dışında tüm tartışmalar hükümsüzleşmektedir.
136
6.3.2. “Boat People”
Korumaya erişim sorunu açısından başka bir tartışma başlığı bulundukları ülkelerden
teknelerle ayrılan sığınmacılara (“Boat People”) yönelik düzenlemelerdir.
Goodwin-Gill denizlerdeki kurtarma yükümlülüğünün hem geleneksel uluslararası
hukuk hem de akdedilen anlaşmalar tarafından kesin olarak tanımlandığını ifade etmektedir
(Goodwin-Gill, 1996: 157). Uygulama alanı en geniş iki anlaşma 1974’te imzalanan ve
SOLAS Sözleşmesi olarak bilinen Denizde Can Güvenliği Uluslararası Sözleşmesi ile
1982’de imzalanan ve BM Deniz Hukuku Sözleşmesidir. Bu zeminde genel bir yardım
yükümlülüğü varolmasına karşın ulusal hukuklar açısından bakıldığında birbiriyle uyumlu
etkin bir genel hukuk ilkesinin varlığından söz etmek güçtür (Pallis, 2002: 334). Örneğin
Fransız yasaları tehlikede olan bir insana kendisini ya da üçüncü tarafları riske atmaksızın
yardım edebilecek ve destek olabilecekken bundan kaçınan ya da başkalarının kaçınmasına
neden olan kişileri cezalandırırken İngiltere’de genel bir yardım yükümlülüğü yoktur (a.g.e.,
334).
Bununla birlikte söz konusu uluslararası sözleşmelerin kurtarma yükümlülüğünü
herkes için dolayısıyla sığınmacılar için de öngördüğü belirtilmektedir (a.g.e., 338). Fakat
Goodwin-Gill’e göre sığınmacılar açısından sorun, devlet egemenliği prensibi ve buna bağlı
olarak bölgesel üstünlük ve öz savunma prensipleri ile genel uluslararası hukuk ve
anlaşmalardan çıkarılan gelişme halindeki insani ilkeler tarafından karakterize edilen yasal
boşluklardır (Goodwin-Gill, 1996: 174). Sığınma hakkının tanınması devletler tarafından
gerçekleştirilen “lütfen” bir eylem (act of grace by states) olarak görülmekte ve devletler
sığınma talebini kabul etme yükümlülüklerini reddetme tutumu sergilemektedirler. Yukarıda
1951 Sözleşmesi’nin 33. maddesinde belirtilen geri göndermeme prensibinin asgari bir
koruma sağladığı ifade edilmişti. Denizlerdeki sığınmacılar açısından bu ilke yeniden,
137
yükümlülüğün “kesin coğrafi sınırları” başlığı altında ve ısrarla devam ettirilmektedir (Pallis,
2002: 342). Tartışma karasularının ülke toprağı sayılıp sayılmayacağı ve geri göndermeme
ilkesinin karasularında ne biçimde geçerli olacağı etrafında dönmektedir. Geri göndermeme
yükümlülüğünün sığınmacıların karasularının sınırlarında geri çevrilmesini de kapsadığı
yönündeki genel uzlaşma dikkate alınacak olursa geri çevrilme doğal olarak geri göndermeme
ilkesinin ihlali anlamına gelecektir (a.g.e., 343).
BMMYK geri göndermeme yükümlülüğünün devletlerin sığınmacılarla ilk olarak
nerede karşılaştıklarına -topraklarının içinde ya da dışında- bakılmaksızın bağlayıcı olduğunu
ve yükümlüğünün sınırda mültecinin gelişini bekliyor olmasından ya da onu açık denizde
durdurmuş olmasından bağımsız olarak kişiyle karşılaştığı an ortaya çıktığını belirtir (Aktaran
Vanheule, 1999: 12). Bu başlık altında bizim için önemli olan bu özel yorumun, Birleşik
Devletler Yüksek Mahkemesi’nin geri göndermeme ilkesine ilişkin olmak üzere açık denizde
durdurularak ülkelerine gönderilen Haitili mülteciler olayı sonrasında verdiği karar üzerine
yapılmış olmasıdır. Birleşik Devletler Başkanı Reagan yönetiminde oluşturulan ve ABD sahil
güvenliği tarafından 1981’den bugüne uygulanan yasaklama programına göre eğer yolcular
sığınma talep ettiklerini ifade ederlerse başvurular “deniz üzerinde” değerlendirilmekte,
talepleri kabul edilmeyenler Haiti’ye iade edilmektedir. Her ne kadar 1991’de başkan
Aristide karşıtı askeri darbeden sonra yasaklama programı durdurulsa da -ki durdurmanın
biçimi Haitililerin doğrudan geri gönderilmesi değil “eleme” yapılmak üzere Küba’nın
Guantamo bölgesinde bulunan ABD’ye ait bir deniz üssüne götürülerek hapsedilmesidir-47
1994’te yeniden başlatılmıştır (a.g.e., 11). Yüksek Mahkeme’nin önüne gelen olay sonrası
verilen karar, Birleşik Devletler karasularında herhangi bir koruma yükümlülüğünün olmadığı
(Pallis, 2002: 344)48 ve 33. maddenin yalnızca halihazırda bir ülkeye kabul edilmiş olan
47 1980’lerden günümüze kadar devam eden durdurma politikasının ayrıntıları için bkz., (BMMYK, 2001a: 176-177) 48 Bilinen ve tartışılan bu kararla ilgili diğer görüşler için bkz., (Pallis, 2002: 344-345)
138
mültecilerin sınır dışı edilmelerine ve ülke topraklarında bulunsa da henüz yerleştirilmemiş
olan mültecilerin sınır dışı edilmelerine yönelik olduğu şeklindedir (a.g.e., 11).
Bu yorum kabul edilecek olursa devletlerin tüm dünya sularında gemileri durdurmaları
ve insanların kendi ülkelerine ulaşmalarını engellemeleri mümkündür (a.g.e., 12). Özetle
sığınmacıların denizde durdurulabilir veya statüleri belirleninceye kadar başka bir ülkede
bekletilebilir olarak kabul edilmeleri kara ve hava sınırları açısından uygulamaya konulan
önlemlerin başka bir versiyonudur.
6.4. Sığınmacı ve Mülteci Tanımının Yorumlanması ve Sığınmayı Belirleyici Süreçteki
Önlemler
6.4.1. Tanımlarda Yeni Kriterler
Sığınmacı ve mülteci arasında sığınma talebinin resmi olarak kabul edilip
edilmemesine göre yapılan ayrım, devletlerin tanımak istedikleri hakları ayrıştırmalarının bir
ürünüdür (Peker, 2002: 58). Kaldı ki bir önceki başlıkta ele alınan erişim sorunu açısından
sığınmacı ve mülteciler arasında bir ayrım söz konusu değildir. Sığınma hakkının
kullanılmasının engellenmesine yönelik her uygulama aynı zamanda mültecilerin uluslararası
koruma standartlarında geriye düşüşün bir ifadesidir. Özellikle uzun zaman alan başvuruların
değerlendirilme sürecinde sığınmacılar adeta sosyal ve hukuki düzenin dışındadırlar. Oysa
sığınmacı kavramı net olmamakla birlikte hem mülteci statüsü alacak olan insanları hem
139
başvuruları reddedilecek olan insanları hem de başvuruları kabul edilmese bile sığınma
hakkını kullanacakları ülkelerde oturma iznine sahip olan insanları içerebilmektedir.
Dolayısıyla esasen başvuruları değerlendirilinceye kadar tüm sığınmacılar potansiyel olarak
mülteci kabul edilmeli ve haklardan yararlanmaları da bu temelde tanınmalıdır (BMMYK,
1997: 184). Oysa haklarında sığınmacı işlemleri başlamış olanlar için farklı önlemlerin
alınması söz konusudur.
Nitelik olarak bu önlemler, sığınmacıların taleplerini ileri sürmeye devam etmekten
caydırılmasına yöneliktirler. Toplumsal ve yasal yardım haklarının geri alınması, çalışma ve
eğitim hakkına yönelik kısıtlamalar, sığınmacıların uzun süreli tutuklanmaları ya da
hapsedilmeleri gibi (a.g.e., 193). Örneğin Federal Almanya Cumhuriyeti'nde daha önceki
sisteme göre sığınma hakkı arayan kişiler iki yıl boyunca normal işlerde çalışamaz onun
yerine “kamu görevleri” yerine getirilmeleri önerilirken 1987 yılında bu çalışma yasağı beş
yıla çıkarılmıştır. Alman kamuoyunda sığınma hakkı arayan kişilerin “kamuya yükledikleri
maliyetler”e ilişkin muhalefetin büyümesi üzerine 1991 yılında bu yasak kaldırılmıştır. Her ne
kadar ilk vardıkları karşılama merkezinde oturan sığınma hakkı arayan kişilere çalışma izni
verilmiyor ise de, daha yerleşik ikametgahlara geçtiklerinde, ilgili iş daha önce bir Almana
veya öncelikli bir yabancıya teklif edilmiş olmamak koşulu ile normal işlere
başvurabilmektedirler. İsveç, İsviçre ve İngiltere’de sığınma hakkı arayan kişilere birkaç ay
sonra çalışma izni verilmekte, Fransa'da Eylül 1991’ten bu yana, Belçika'da ise Ekim
1993’ten bu yana sığınma hakkı arayan kişilere çalışma izni verilmemektedir (More, 1998:
34).
Benzer olarak karşılanma koşulları açısından devletler arasında büyük farklılıklar
vardır. Örneğin İsveç, tüm sığınmacılara geçim yardımında bulunurken kimi ülkeler sadece
karşılama merkezinde ikamet edenlere destekte bulunmakta bazıları ise sığınmacı esas
prosedürden geçmeden hiçbir yardımda bulunmamaktadır. Hollanda geniş kapasiteli bir kabul
140
tesisine sahipken İtalya ve Yunanistan’da sığınmacıların çoğuna devlet kalacak bir yer
sağlamamaktadır. Çok az ülke sığınmacılara acil durumlar dışında sağlık hizmeti sunmak
konusunda isteklidir. Örneğin 1996’ya kadar İngiltere’ye sığınma başvurusunda bulunan
kişilerin %90’ına İngiltere’deki hak sahiplerine sunulan sosyal güvenlik ve konut desteği
sağlanmaktayken bu uygulama kişilerin sığınma başvuruları bir karara bağlanıncaya kadar
toplum içinde bağımsız olarak yaşamlarını sürdürmeleri anlamına gelmekteydi. 1996’da
yapılan bir plana göre sığınmacılara sağlanan destek konusunda başvurunun nerede
yapıldığına dayanan bir ayrım getirilmiştir. Eğer ülkeye giriş esnasında başvuru yapılmış ise
sığınmacılara verilen haklar verilmeye devam edilecek, ülke içinde başvuru yapıldı ise sadece
sosyal hizmetler birimleri tarafından sağlanacak yiyecek ve barınağı içeren ayni yardım
alacaklardır. 1999’da ise “mahrumiyet” içindeki sığınmacıların İngiltere’nin dört bir yanına
dağıtılması ve ulusal sığınmacılara destek servisi tarafından özel barınak sağlanmasını içeren
yeni bir sistem geliştirilmiştir. Bu sisteme göre yeni sığınma başvurusunda bulunanlar kupon
karşılığı yardım ve haftada 10 pound alabilmektedirler. Belçika’da 2000 yılının sonunda
uygulamaya sokulan yeni sisteme göre hiçbir sığınmacıya sığınma prosedürünün kabul
aşamasında ya da ret kararı konusunda yüksek mahkemeye temyize giderken maddi yardım
sağlanmayacaktır. Hollanda’da Ekim 1998’den beri sığınmacılar Dublin Sözleşmesine
tabidirler ve kabul edilmeleri durumunda beklerken barınma hakları yoktur. İrlanda’da 2000
yılının Nisan ayında hükümet ulusal bazda oluşturulan doğrudan tedarik sistemini
duyurmuştur. Buna göre başvuruların değerlendirilmesi esnasında sığınmacılar tüm ülkeye
dağıtılacak ve bölgesel barınma merkezlerinde tam pansiyon kalışları sağlanacaktır ve haftalık
nakit 15 pound alma hakları vardır (Sianni, 2002: 69-70).
Sığınmacılara karşı geliştirilen bu yaklaşımın temelinde “ekonomik sığınmacı” ya da
“sahte göçmen” biçiminde yapılan tanımlama yatmaktadır. 1951 Sözleşmesi’nde tanımlanan
“mülteci tanımı ile ilgisi olmayan, tamamen ekonomik sebeplerle ya da hayatlarını maddi
141
yönden iyileştirme amacıyla menşe ülkelerini terk eden kişiler” olarak ifade edilen (BMMYK,
2003: 129) bu insanların mülteci statüsü kriterleri kapsamında olmadıkları ve bu nedenle
mülteciler gibi uluslararası koruma alma hakkından yoksun oldukları ifade edilmektedir. Bu
anlayışa göre bir göçmen ülkesini kendi isteğiyle daha iyi bir hayat arayışı ile terk ederken
mülteci için sığınılan ülkenin ekonomik şartları güvenlik koşullarından daha az önemlidir.
1951 Sözleşmesi’nin şartlarına ve bu şartların uygulamasına bakıldığında gerçekten de
yoksulluk nedeni ile olan gelişleri “haklı neden” kapsamında değerlendirebilmek mümkün
görünmemektedir. Zira devletlerin bu yöndeki nedenleri “haklı neden” kapsamında
değerlendirebileceklerine dair bir görüşe sahip olmak da oldukça zordur. Bu zorluğu sağlayan
ise kuşkusuz sistemin sınırlarıdır. İşsizliğin ve yoksulluğun kendiliğinden meydana gelen ve
razı olunacak bir zorunluluk mu ya da özellikle neo liberal politikalarla gitgide derinleşen
toplumsal bir sorun mu olduğunun sorgulanamadığı bir çerçevede “ekonomik sığınmacı” gibi
bir kategori yaratmak ve ayırıcı özelliği olarak “gönüllülük” temelinde gerçekleşmiş bir göç
olarak nitelemek kuşkusuz anlaşılabilir.49 Avrupa’nın “yabancı” nüfusuna yönelik olarak
ayrımcı politikaları meşrulaştıran, ırkçılığı ve yabancı düşmanlığını üretir şekilde kullanılan
“ekonomik sığınmacı” ya da “kaçak göçmen” söylemlerinin çağrıştırdığı da en masum
ifadeyle “kendi rızası ve iradesi olmadan, bir vergi mükellefi olarak, siyasi anlamda istismar
edilen bir sığınmacıyı finanse etmek durumuna düşen” (Vural, 2002: 12) sığınılan ülke
vatandaşının üzerinde “parazit” olma durumudur. Aynı olgunun Avrupa’da sosyal hakların
bütünüyle dışında yeni bir ucuz işgücü kaynağı yarattığı göz önüne alınırsa göçün
yasadışılaştırılması ile yaratılan yasadışı insan grubunun neredeyse yeni bir köle ırkını
oluşturduğu söylenebilir.50
49 Bu kavramın nasıl kullanıldığına ilişkin çarpıcı bir örnek 1980’lerin başında Sri Lanka’dan gelen Tamilli mülteciler grubuna yönelik uygulamadır. İç savaşın gelişteki etkisi açık olmasına rağmen Avrupa devletlerinin Tamilli mültecilere yönelik olarak “ekonomik sığınmacı” nitelemesini yapması ve Sri Lanka vatandaşlarına vize zorunluluğunu koyması aynı döneme denk düşer (BMMYK, 2001a: 157). 50 “Kaçak göç” ve ucuz işgücü arasında kurulan ilişki için bkz., (Balibar, 2000, 280; Hardt-Negri, 2002: 399)
142
Mülteci tanımının değerlendirilmesi ile ilgili temel tartışma başlıklarından bir diğerini
zulüm kavramı oluşturmaktadır. Özellikle Almanya’nın tanımı dar olarak yorumlama
eğiliminde olması ve Fransa’nın Avrupa Birliği’nin Mart 1996’da karara bağladığı mülteci
tanımına dair “ortak tutum”da benimsendiği şekliyle zulmün devlet tarafından uygulanma
koşuluyla kabulüne yönelik politikası nedeniyle Schengen ve Dublin sözleşmeleri, sınırlı bir
yaklaşıma işaret eder (BMMYK, 2001a: 164). Zulüm ve zulümden kaçışı ele alma biçimi
devletler arasında farklılık göstermeye devam etse de tam adı “Cenevre Sözleşmesi’nin 1.
Maddesinde Geçen “Mülteci” Tanımının Uyumlaştırılmış Bir Şekilde Uygulanması Hakkında
28 Temmuz 1996 Tarihli Ortak Tutum”51 olan Avrupa Birliği Konseyi kararı “zulüm
genellikle, uluslararası hukuka göre statüsü ne olursa olsun bir devlet organı (merkezi devlet
ya da federal devletler, bölgesel ya da yerel yetkililer) ya da devleti kontrol eden taraflar ya da
örgütler tarafından gerçekleştirilir” yaklaşımını benimsemektedir. Üçüncü taraflarca
uygulanan zulüm ise ancak “sözleşmenin 1A maddesinde yer alan gerekçelerden birine
dayandığı ve doğası gereği bireysel olduğu, yetkililer tarafından teşvik edildiği ya da
gerçekleşmesine izin verildiği taktirde” sözleşme kapsamında değerlendirilecektir. Ortak
Tutum’a göre her halde zulmün varlığını kanıtlamak üzere “ortaya konulan olgu ve olayların
gerçekliğinin değerlendirilmesi için ihtiyaç duyulan kanıtlar, sığınmacı tarafından ibraz
edilecektir”. Oysa sığınma başvurusunda bulunanların büyük çoğunluğu gerekli belgelerden,
yasal temsilciden ve dilini çevirecek çevirmenden yoksundur.
1951 Sözleşmesi bir zulüm tanımı yapmış olmadığı gibi sözleşmede zulmün devletten
ya da devlet dışı bir gruptan yapılıp yapılmamasına göre de bir ayrım söz konusu değildir.
Zulmün şiddet tekelini elinde bulunduran devlet tarafından yapılması haklı bir varsayım
olmasına rağmen, zulüm herhangi bir ülkede güç sahibi bir gruptan da gelebilir. Kadınlara ve
51 Metin için bkz., (Official Journal of The Europan Communities, No: L63, 13.03.1996)
143
eşcinsellere yönelik olarak erkek egemen sistemden 52 ya da mezhep, klan yahut
geleneklerden gelmesi ihtimal dahilindedir (BMMYK, 2001a: 163). Özellikle Almanya,
Fransa, İtalya ve İsviçre eğer zulüm devlet dışı bir gruptan geliyor ve ilgili devlet koruma
sağlamıyor ya da sağlayamıyorsa mülteci taleplerini reddetme eğilimindedirler (a.g.e., 163).
Başka bir daraltıcı yorum şekli 1951 Sözleşmesi’nin kilit kavramlarından biri olarak
zulmün salt birey değil tüm topluma uygulandığı gerekçesiyle, bireyin ayrımcı bir muameleye
maruz kalabileceğinin reddidir (Sancar-Peker, 2001: 24). Buna göre sığınma hakkı, ayrımcı
şekilde uygulanan baskıya karşı kişisel bir hak olarak, toplumun tümünün etkilendiği savaş ve
çatışma koşullarında korunmaya değer olamaz. Oysa “yaygın şiddet hareketleri, bir kişinin
zulüm görme korkusunu ve temel haklarının tehdit altında olması gerçeğini ortadan kaldıran
değil pekiştiren durumlardır” (a.g.e., 24).
6.4.2. Tanımların Geri Planı Olarak Londra Kararları
30 Kasım - 1 Aralık 1992’de AB Göçten Sorumlu Bakanlar tarafından alınan
Londra Kararları’nın, hukuksal olarak bağlayıcı olmamakla birlikte AB üye devletlerin
çoğu tarafından uygulanır durumda olduğu ve “hızlandırılmış başvurular”ın hangi
52 İngiltere’de kocaları tarafından zulüm derecesinde eziyet gören Pakistanlı iki kadının talep ettiği mülteci statüsü İngiltere’nin en yüksek hakimler kurulu olan Lordlar Kamarası tarafından kabul edilmiştir zira gerekçeye göre Pakistan hükümeti kadın oldukları için koruma tutumu içinde değildir (BMMYK, 2001a: 163).
144
durumlarda uygulanabileceğine dair alınan üç kararın kısıtlayıcı politikaları ifade ettiği
belirtilmişti. Bu kararlardan ilki, “açıkça dayanaksız” sığınma başvurularını, ikincisi
sığınmacıların transit olarak geçtikleri ve geri dönebilecekleri ev sahibi ya da güvenli
üçüncü ülkeleri, üçüncüsü ise hiçbir zulüm riski olmayan ülkelerden gelen başvuruları
konu edinir.53
Söz konusu kararlardan ilki olan “Açıkça Dayanaksız İltica Başvuruları Hakkında
Karar”ın 1. maddesine göre iki halde başvuru dayanaksızdır: İlki başvurucunun kendi
ülkesinde zulüm korkusu duyması için açık bir dayanağı olmaması ikincisi ise başvurunun
kasıtlı bir hile ya da ihlale dayanmasıdır. İlk halin hangi durumlarda geçerli olacağı kararın 6
ve 8. maddeleri arasında sıralanmaktadır. Kararın 6. maddesine göre a) eğer başvurucu 1951
Sözleşmesinde belirtilen nedenlerle değil “daha iyi bir iş ve yaşam koşullarına sahip olma”
nedeniyle başvuruyorsa b) başvurucu kanıt gösteremiyor ya da hikayesi kişisel ve ikincil
detayları içermiyorsa c) kişi tutarsızlık sergiliyor ya da güven telkin etmiyorsa, zulüm korkusu
dayanaksız olarak nitelenecektir. Ayrıca 7. maddeye göre eğer kişiye ülkesinin başka bir
yerinde etkin koruma sağlanıyor ya da makul şartlar altında kişinin bu bölgeye gitmesi
beklenebiliyorsa başvurusu reddedilebilir.
Kararın 9. maddesinde ise ikinci durum olan hile ve kasıt kapsamında
değerlendirilecek unsurlar sayılmaktadır a) başvurusunu sahte kimlik ya da sahte veya taklit
belgelere dayandırması ve kendisine sorulduğunda bu belgelerin gerçek olduğunu savunması
b) iltica başvurusunda bulunduktan sonra talebi hakkında yazılı ya da sözlü olarak kasten
yanlış beyanlarda bulunması c) iltica başvurusunda bulunmak için sahte kimlik çıkarmak ya
da başvurusunun incelenmesini daha da zorlaştırmak için talebi ile ilgili pasaport, belge ya da
biletleri kötü niyetle tahrif etmesi, zarar vermesi ya da bertaraf etmesi d) özellikle sahte
kimliklerin kullanıldığı durumlarda daha önceden bir ya da daha fazla ülkede başvuruda 53 Karar metinleri için bkz., (BMMYK, Mülteci Hukuku Eğitim CD’si: Modül 8)
145
bulunduğunu kasten gizlemesi e) daha önceden iltica başvurusunda bulunmak için fırsatı
olmasına rağmen inceleme aşamasında olan bir sınır dışı etme tedbirini engellemek için
başvuruda bulunması f) iltica prosedürleri ile ilgili olarak ulusal kanunlar uyarınca getirilen
sabit yükümlülüklere açıkça uymaması g) Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Cenevre
Sözleşmesi uyarınca yeterli prosedürel teminatları da kapsayan bir incelemenin ardından
başka bir ülkede başvurusunun daha önceden reddedilmiş olmasına rağmen üye devletlerden
birinde başvuruda bulunması. Karara göre bu nitelikleri taşıyan başvurular temelden yoksun
addedilerek reddedilmelidir. Görüldüğü gibi hile ya da kasıt kapsamında değerlendirilerek
dayanaksız olarak nitelenen başvuruya temel oluşturan unsurların çoğu sığınmacı ya da
mültecilerin maruz kaldığı zorunlu durumları kapsamaktadır.
Londra Kararları’nın ikincisi “Ev Sahibi Üçüncü Ülkelerle İlgili Meselelerde
Uyumlulaştırılmış Bir yaklaşım Hakkında Karar” başlığını taşır. Buna göre a) ev sahibi
üçüncü ülkenin resmi belirlemesi prensip olarak iltica başvurusunun bağımsız incelemesi ve
haklı nedenlerine göre önceliğe sahiptir b) ev sahibi üçüncü ülke ilkesi, mülteci olarak kabul
edilsin ya da edilmesin iltica başvurusunda bulunan herkes için geçerli olacaktır c) bu nedenle
ev sahibi üçüncü ülke belirlendiğinde, mülteci statüsüne ilişkin başvuru incelenmeyebilir ve
iltica başvurusunda bulunan kişi o ülkeye gönderilebilir d) iltica başvurusunda bulunan
kişinin uygulamada üçüncü bir ev sahibi ülkeye gönderilememesi durumunda, Dublin
Sözleşmesinin hükümleri geçerli olacaktır. Eğer herhangi bir başvuru bu kavram kapsamına
giriyor ise hızlandırılmış prosedürlere göre ele alınabilir.
Kararda “Bir Ülkenin Ev Sahibi Üçüncü Ülke Olup Olmadığının Belirlenmesine
Yönelik Gereklilikler ve Kriterler” başlığı altında hangi ülkelerin ev sahibi güvenli üçüncü
ülkeler olarak niteleneceği ifade edilir. Buna göre a) Cenevre Sözleşmesinin 33. maddesinde
belirtildiği üzere söz konusu üçüncü ülkelerde iltica başvurusunda bulunan kişinin hayatı ya
da özgürlüğü tehdit altında olmayacaktır b) iltica başvurusunda bulunan kişi üçüncü ülkede
146
işkence, gayriinsani ya da küçük düşürücü muameleye maruz kalmayacaktır c) iltica
başvurusunda bulunduğu Üye Devlete yaklaşmadan önce, iltica başvurusunda bulunan kişiye
üçüncü ülkede koruma sağlanmış olması ya da koruma talebinde bulunmak için üçüncü
ülkenin sınırında ya da topraklarında bu ülkenin yetkilileri ile temas kurma fırsatı verilmiş
olması veya üçüncü bir ülkeye kabul edilebilirliğine dair açık kanıtların olması gerekir d)
iltica başvurusunda bulunan kişiye ev sahibi üçüncü ülkede Cenevre Sözleşmesinde belirtilen
şekilde refulman ilkesine karşı etkin bir koruma sağlanacaktır. Kararda iki ya da daha fazla
ülkenin yukarıdaki şartları yerine getirmesi durumunda, üye devletlerin iltica başvurusunda
bulunan kişiyi söz konusu üçüncü ülkelerden birine gitmek üzere sınır dışı edebileceği ifade
edilmektedir.
Kararların üçüncüsü “Genel Anlamda Ciddi Zulüm Riski Olmayan Ülkeler Hakkında
Karar” başlığını taşır. Buna göre geçmişteki mülteci sayısı ve kabul oranları, insan haklarına
saygı, demokratik kurumların varlığı, istikrar gibi unsurlar ölçüt kullanılarak yapılan
değerlendirme sonuçlarına göre bu ülkelerden gelen başvurucuların başvuruları hızlandırılmış
prosedüre tabii tutularak reddedilecek ve geldikleri ülkeye geri gönderilecekleridir.
6.4.3. “Güvenli Bölge” ve “Güvenli Üçüncü Ülke”
“Güvenli bölge” uygulamasının aslında, Cenevre Sözleşmelerinde yer alan “silahlı
çatışmalar sırasında özel korumalı bölgeler oluşturma” uygulamasına dayandırıldığı ve
özellikle 1990’lı yıllardan bu yana silahlı çatışma bölgelerine çokuluslu askeri güçler
gönderme politikası ile birlikte uygulandığı ifade edilmektedir (Peker-Sancar, 2001: 16).
Yazarlara göre “Zorunlu iç göçe maruz bırakılan insanlara ve savaştan etkilenen kalabalık
topluluklara ilave koruma sağlamayı ve yerinden edilmiş toplulukların evlerine geri
dönmesine imkan sağlamayı amaçladığı söylenen bu strateji, uygulamada tam tersi sonuçlara
yol açmıştır” (a.g.e., 16).
147
Birleşmiş Milletlerce Körfez savaşı sonrasında Kuzey Irak’ta oluşturulan, Ruanda,
Bosna ve Kosova’da tekrar edilen “güvenli bölge”lerin kendisinin ne kadar korunduğu
tartışma konusudur. Örneğin Bosna’da nüfusun çoğunun yiyecek, ilaç ve saldırılardan
korunmak için bağımlı olduğu alanların denetiminin Sırp milislere geçmesi ve Güvenlik
Konseyi’nin Birleşmiş Milletler güçlerinin başlıca görevini “güvenli bölgeleri korumak”
olarak belirlerken “Bosnalı Sırp güçlerin kontrolü altındaki Birleşmiş Milletlerce korunan
alanlar”dan söz etmiş olması ihlallerin olasılığı hakkında fikir vericidir.54
“Vahşeti nedeniyle hala lanetlenmeye devam edilen bir savaşın mültecilerine yönelik
politika şu devlet kinizmini iyi örnekliyor: sığınma hakkı en çok ihtiyaç duyulduğu sırada
kısıtlanır; kaçan Boşnaklardan vize talep edilir ve Sırp asker kaçakları mülteci olarak
tanınmaz” ( Samary, 1995: 115). Benzeri bir örnek Ruanda’dan verilebilir. Güvenlik
Konseyi’nin Ruanda’daki barış gücünü genişleten ve yetkilerini arttıran 918 sayılı kararı
uyarınca kurulan “Güvenli Bölge” soykırımı engellememiş, aksine Fransa’nın Birleşmiş
Milletlere operasyon önerisinde bulunması üzerine Konsey, “insani amaçlar”la operasyona
izin vermiştir (Özdek, 2000: 123). Görüldüğü gibi kendi başına bir tartışma konusu olan
“insani müdahale”nin bir ürünü olarak “Güvenli Bölge” uygulaması, sığınma hakkı açısından
“iç kaçış alternatifi” olarak adlandırılan ve “uluslararası koruma aramadan önce sığınmacının
kendi ülkesi içinde güvenli bir bölge bulma imkanı olabileceği koşulunu öne sürerek ev sahibi
devletin sığınma talebini reddetmesini” sağlayan bir argümanı kullanıma sokmuştur (Uwer,
2002: 75).
1998 yılında Avrupa Konseyi kararı ile mücadele edilmesi gereken bir gündem olarak
tanımlanan Kuzey Irak’tan kaçış, “İç kaçış alternatifi”nin sonuçları açısından bir örnektir.
Nitekim, genel tehlikeden dolayı vatandaşları resmi sığınma işlemleri dışında bırakılan ülkeler
54 Güvenlik Konseyi’nin söz konusu 820 sayılı ve 17 Nisan 1993 tarihli kararı ile 838 sayılı 10 Haziran 1993 sayılı iki kararı konusunda bir tartışma için bkz., (Özdek, 2000: 104, 84-130)
148
listesinde yer alan Irak, “güvenli bölge”nin oluşturulmasıyla listeden çıkartılmış ve ilk kez
Hollanda Yabancılar Ofisi’nin ülkeler raporunda Kuzey Irak “güvenli kaçış alternatifi” olarak
tanımlanmıştır. Eş zamanlı olarak Iraklı mültecilerin tanınma oranlarında da düşüş olduğu -
%70’lerin üstünde iken, 2000 yılında %7 olmak üzere- ifade edilmektedir (Uwer, 2002: 77).
Uwer Hollanda’dan örneklendirerek tanınmış Iraklı sığınmacıların ülkelerine geri dönme
şanslarının olmadığını, 2001 Nisan ayında yürürlüğe giren Yabancılar Yasası ile devletin,
sığınma başvurusunu reddederek tüm sorumluluklardan sıyrılabildiğini, mültecilerin yasal
statülerini kaybederek bakım, barınma gibi temel haklardan yoksun kaldıklarını ve bir
anayasal devlette hiçbir hakları olmadan “yaşadıklarını” ifade etmektedir (a.g.e., 77). Sonuç
olarak “İç kaçış alternatifi”nin ileri sürülerek sığınma talebinin reddedilmesinin, “Güvenli
Bölge”nin, salt kaçışın önüne geçme amaçlı dış politik kararlara hizmet eden bir pratik model
olarak değil fakat aynı zamanda uluslararası mülteci korumasının yerini alma tehdidini de
barındırdığı söylenebilir. Başka bir ifadeyle uygulama, mülteci hareketlerinin belirlendiği
yerde durdurulması olarak özetlenebilecek bir yönelimi ortaya çıkarmaktadır. “İç kaçış
alternatifi”nin atfedildiği ülkeler tarafından yapılan başvurular hızlandırılmış işleme tabii
tutulmakta, çoğu zaman sığınma başvurusu yapanlar tehlikeli koşullara iade edilmekte ve aynı
gerekçeyle ilk kurulan yasal ilişkinin iptali yaygınlaşmaktadır (a.g.e., 77).
Diğer bir uygulama olarak “güvenli üçüncü ülke” bir sığınmacının, sığınma başvurusu
yaptığı ülkeye gelmeden önce fiziksel olarak bulunduğu ve mülteci olarak koruma alabileceği
ülke şeklinde tanımlanmaktadır (BMMYK, 2003: 130). 1992’de Birlik üyesi ülkelerin Göçten
Sorumlu Bakanları arasında yapılan toplantı sonrası kararı alınan bu uygulamanın altında
yatan düşünce bir mültecinin mülteci statüsü başvurusunu, korumayı elde edebileceği ilk
ülkeye yapması gerektiğidir. Mülteci bu duruma rağmen yoluna devam edip Avrupa Birliği
sınırları içine giriyorsa geri gönderilecektir ve Birlik üyesi ülkelerden oturma izni
alamayacaktır. Avrupa Birliği içinde hangi ülkenin sığınma başvurusunu inceleyeceğini
149
belirleyen Dublin kriterleri ile birlikte düşünüldüğünde, güvenli üçüncü ülke uygulaması
sığınma tespit sürecinin esas kısmının Birlik sınırları dışına taşınması demektir. Yalnızca
sığınmacının üçüncü ülkeye gönderilmesinin mümkün olmadığı durumlarda başvuru üye
ülkelerden biri tarafından incelenecektir.
Asgari olarak güvenli üçüncü ülkelerin yaşam ve özgürlüğün tehdit altında olmadığı,
işkence, insanlık dışı ya da küçük düşürücü muameleye maruz kalınmayacak, sığınmacının
daha önce korumasından yararlandığı ya da yararlanma imkanına sahip olduğu kabul edilen
ve geri göndermeme ilkesinin etkin olarak uygulanacağı ülkeler olarak tespiti gerekir. Bu
ilkelerin kabulü bile kendisine mülteci gönderilen ülke sonuç olarak kişiyi yaşamı ya da
özgürlüğünün tehdit altında olduğu ülkeye gönderirse ilk ülkenin doğrudan sorumlu
tutulabilmesini gerektirir (Vanheule, 1999: 16). Öte yandan üçüncü ülkenin, sığınmacının
talebini ilk giriş yaptığı sırada yapmamış olması, Birlik sınırları içinde bir süre geçirdikten
sonra geri dönmek zorunda kalmış olması gibi teknik nedenlerle reddetmemesinin garantisi
yoktur.
Aslında Avrupa Birliği’nin doğusunda bir tür “tampon bölge” uygulaması anlamına
gelen bu strateji uyarınca Orta ve Doğu Avrupa hükümetleri ile yasadışı giriş yapanların geri
gönderilmesi konusunda yeniden giriş anlaşmaları yapılarak sığınmacılar geçtikleri “güvenli
ülkeler”e geri gönderilirler. Bu uygulamanın pratik sonucu, sığınmacıların hiçbir koruma
garantisi olmaksızın bir devletten diğerine zincirleme olarak sınır dışı edilmesidir (BMMYK,
2001a: 161).
150
SONUÇ
Çalışma kapsamında sığınma hakkı, modern uluslararası hukukun konusu haline
gelmesi bakımından “neden” ve gerek uluslararası düzenlemeler gerekse devletlerin iç
hukuklarında temel bir hak olarak tanımlanmaması bakımından “sonuç” olarak adlandırılabilir
iki ana eksende tartışılmıştır. İlk husus insan hakları, vatandaşlık ve modern ulus devletin
gelişimlerinin ve küreselleşme sürecinde geçirdikleri dönüşümlerin birbirleri ile olan ilişkileri
çerçevesinde açılımını gerekli kılar. İkinci husus ise sığınma hakkının, kuramsal ve pratik
olarak nasıl tanımlandığı ve hangi mekanizmalarla korunduğu sorularına verilen yanıtlar
temelinde “olan” ve insan hakları açısından değerlendirildiğinde “olması gereken” olmak
üzere iki yönlü bir değerlendirmenin konusu haline gelmesi demektir.
İnsan haklarının gelişim sürecinin incelenmesi temel olarak iki sonucu açığa
çıkarmaktadır. İlk sonuç, hakların birbirini içerir ve evrimci tarzda değil çelişki ve çatışkılarla
151
yüklü tarihsel-toplumsal bir sürecin ürünü olarak şekillendikleri hakkında fikir verir. İkinci
sonuç ise insan haklarının, genel olarak hakların öznesi olarak ilan ettiği insanın, temelde bir
ulus devlete vatandaşlık bağı ile bağlı olan birey olmasıdır. Her ne kadar İkinci Dünya Savaşı
sonrasıyla birlikte uluslararası insan hakları hukukunun gelişimi, bireyi merkezine alan bir
yaklaşımı öne çıkarsa da sığınma hakkının çalışmada aktarıldığı üzere bu denli tartışmalı bir
konum içinde olması söz konusu gerilimin ürünüdür. Sözgelimi İnsan Hakları Evrensel
Beyannamesi’nin 13. maddesinin ilk fıkrası herkesin her devletin sınırları içinde hareket ve
ikamet hakkına ve ikinci fıkrası herkesin kendi ülkesi de dahil olmak üzere herhangi bir
ülkeyi terk etme ve kendi ülkesine dönme hakkına sahip olduğunu ifade etmesine rağmen
“devletsiz” bir kişi haline gelme ihtimali, insanı bir anda “insanlık ailesi”nin dışında
bırakabilir. Sığınma hakkının, görüldüğü gibi modern devlet, insan hakları ve yurttaşlığın
sınırlarında ve kesişim alanında yer alması, ayrıcalıklı konumundan ötürü yurttaşlığın
özellikle değerlendirilmesini gerektirir.
Tarihsel olarak Antik Yunan’da kadınların, yabancıların, kölelerin dışlandığı bir
kamusal alanla birlikte ortaya çıkan ve sınırlı bir gruba tanınan ayrıcalığın ifadesi olan
yurttaşlık, modern dönemde kısıtlı liberal modernliğin açığa çıkardığı çelişkilerin ürünü ve
nihayetinde modern ulus devletin bir bütünlük simgesi olarak şekillenir. Modern devlet
özellikle 18. ve 19. yüzyılda kendisini bireysel özgürlük ve çoğulculuk üzerinde temellenen
bir toplumla değil birliği ve ortaklığı öne çıkaran ulus ve ulusun üyesi olarak yurttaş ile var
edecektir. Bu zeminde her yurttaşa eşit mesafede ve bir tarafsızlık görünümüyle oluşan
kamusal alan, yurttaşlığı kamusal alana dair meşru bir aidiyet biçimi olarak tanımlarken diğer
aidiyetleri sivil topluma terk eder. Kuşkusuz çalışmada ele alınmaya çalışıldığı gibi ve
kullanılan kavramsal çerçeve içerisinde modernliğin dönüşüm evreleri; yurttaşlık kavramı,
kamusal/özel, siyasal/toplumsal alan ikiliklerini dönüşüme uğratsa da küreselleşme sürecinin
ulus devleti “aşağıdan” ve “yukarıdan” aşındırması olgusuyla bağlantılı olarak yurttaşlık
152
kavramında da meydana gelen dönüşümler ve sorgulamalar, bu genel zemin üzerinde
yükselecektir. Nitekim içinde bulunduğumuz dönem bir yandan kamusal alanın “yeniden
feodalleşme” olarak kavramlaştırılan parçalanmasını gündeme getirirken öte yandan klasik
yurttaşlık kategorisini farklı duyarlılık, kimlik ve konum biçimlerini içine alacak şekilde
genişlemeye açmaktadır. Tüm bu gelişimler insan hakları alanına aynılaştırıcı eşitlik
söylemlerinin sorgulandığı genişlemeci bir zemin sunmaktadır. Fakat öte taraftan
küreselleşme sürecinin ekonomik karakteri özellikle refah devletinin çözülüşü ve sosyal
hakların geri alınması süreciyle birlikte insan haklarını salt kişisel ve siyasal haklardan
menkul olarak tanımlamaya ve daraltmaya yönelen yaklaşım biçimlerini de ortaya
çıkarmaktadır.
Habermas’ın, karşısında “Avrupa refah şovenizmi”nin tetikte olduğunu ifade ettiği
(Habermas, 2002b: 139) sığınma hakkı ne Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair 1951 Cenevre
Sözleşmesi’nde olduğu gibi konuyla ilgili uluslararası düzenlemelerde ne de insan hakları
alanı açısından önemli bir yere sahip olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde
tanımlanmıştır. Özellikle 1980’li yıllardan bu yana vuku bulan göç hareketine karşı Batı
Avrupa ülkelerinin geliştirdikleri sınırlayıcı politikalar, sığınma hakkına yönelik hukuksal
yaklaşım ve düzenlemeleri de belirlemektedir. Çalışmanın ikinci bölümünde ortaya
konulduğu üzere Avrupa Birliği çatısı altında uyumlaştırılmaya çalışılan politikalar ve
hukuksal düzenlemeler genel olarak göçü, özel olarak sığınma hakkını “güvenlik” ve “dış
sınırların korunması” temaları çerçevesinde ele almaktadır. Gerek korumaya erişim sorunu
gerekse sığınmayı belirleyici süreçteki önlem ve yaklaşımlar, “güvenli bölge”, “güvenli
üçüncü ülke”, “geçici sığınma” gibi 1990’lı yılların ürünü olan ve çeşitlenmeye de devam
eden yeni bir terminolojiyi ortaya çıkarmıştır. Çalışma açısından ulaşılan sonuç, söz konusu
yaklaşımların 1951 Sözleşmesi’nin ve genel olarak uluslararası insan hakları belgelerinin
ortaya koymuş olduğu insan hakları standartlarından bir geriye düşüş anlamına geldiğidir.
153
Nitekim konuyla ilgili tartışmalarda dile getirilen 1951 Sözleşmesi’nin fiilen geçersiz
kılındığı şeklindeki argüman dikkate değerdir. Balibar’a göre sömürgecilik döneminde farklı
tabiiyetlerden olan sömürgeci kastlar, uygarlığı “vahşiler”e karşı koruma hedefi ile bir
“beyaz” üstünlüğü düşüncesi üretmişlerdir ve bu tasvir bugünkü modern uluslarüstü Avrupalı
ya da Batılı kimliği kavramının oluşturulmasında önemli bir yere sahiptir (Balibar-
Wallerstein, 2000: 57). Günümüzde Avrupa’da genel olarak “yabancı”lara ve başta yaşam
hakkı olmak üzere temel hak ve özgürlüklerin korunmasında hayati olabilecek sığınma
hakkına yönelik politika ve uygulamaların hatırlattığı bu tespit, üzerinde düşünmeye değerdir.
Bununla birlikte birinci bölüm sonunda da ifade edildiği üzere insan haklarının tarihi er ya da
geç ayrıcalıkların sorgulanmasının da tarihidir.
KAYNAKÇA
Kitap ve Makaleler Agamben, Giorgio., (2001), Kutsal İnsan, Çev. İ. Türkmen, İstanbul, Ayrıntı Akal, C. Bali., (1998), İktidarın Üç Yüzü, Ankara, Dost
Allain, Jean., (2001), ‘The Jus Cogens Nature of Non-Refoulement’, International Journal
of Refugee Law, C. 13, S. 4, s. 533-558
Akbatur, Fahrünnisa., (1998), ‘Çocuk Hakları Sözleşmesi Işığında Mültecilik ve Çocuklar’,
Milletlerarası Hukuk Bülteni, C. 16, S. 1-2, s. 1-17
Akın, İlhan., (1987), Kamu Hukuku, İstanbul, Beta
154
Altınışık, Çiğdem ve Yıldırım, Mehmet., (2002), Mülteci Haklarının Korunması, Ankara,
Ankara Barosu
Altuğ, Yılmaz., (1967), Devletler Hususi Hukuku Bakımından Mülteciler, İstanbul,
Sermet Matbaası
Arboleda, Eduardo ve Hoy, Iıan., (1993), ‘The Convention Refugee Definition in the West”,
Disharmony of İnterpretation and Application’, International Journal of Refugee Law, C.
5, S.1, s. 66-90
Arendt, Hannah., (1998), Totalitarizmin Kaynakları/2, Emperyalizm, Çev. B. S. Şener,
İstanbul, İletişim
Arın, Tülay., (1992), ‘Dünya Düzeni: Emperyalizm Nereye’, 11. Tez Kitap Dizisi, S. 12,
İstanbul, Belge
Arrıghı, Giovanni – Hopkins, K. Terence – Wallersein, Immanuel., (1995), Sistem Karşıtı
Hareketler, Çev. C. Kanat, B. Somay, S. Sökmen, İstanbul, Metis
Arsava, A. Füsun., (1993), Azınlık Kavramı ve Azınlık Haklarının Uluslararası Belgeler
ve Özellikle Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin 27. Maddesi Işığında İncelenmesi,
Ankara, AÜSBF
Arsava, A. Füsun (ed)., (2000), Amsterdam Antlaşması’nın Avrupa Birliği Hukukuna
Katkıları, Ankara, AÜSBF
Balibar, Etienne., (1998), ‘İnsan Hakları ve Yurttaş Hakları, Eşitlik ve Özgürlüğün Modern
Diyalektiği, Dersimiz: Yurttaşlık (ed. T. Ilgaz), İstanbul, Kesit, s. 81-107
155
Balibar, Etienne ve Wallerstain İmmanuel., (2000), Irk Ulus Sınıf, Çev. N. Ökten, İstanbul,
Metis
BMMYK., (1997), Dünya Mültecilerinin Durumu: Bir İnsanlık Sorunu, Ankara,
BMMYK Türkiye
BMMYK., (1998a), Sığınma ve Mülteci Konularındaki Uluslararası Belgeler ve Hukuki
Metinler, Ankara, BMMYK Türkiye
BMMYK., (1998b), Mültecilere Uluslararası Koruma Sağlanmasına İlişkin BMMYK
Yürütme Komitesi Kararları, Ankara, BMMYK Türkiye
BMMYK., (2001a), Dünya Mültecilerinin Durumu, İnsani Yardımın Elli Yılı 2000,
Ankara, BMMYK Türkiye
BMMYK., (2001b), Mültecilerin Korunması: Uluslararası Mülteci Hukuku Rehberi,
Çev. BMMYK Türkiye, Ankara, BMMYK Türkiye
BMMYK., (2003), Mültecilerin Korunması, STK’lar için Saha Elkitabı, Çev. A. B. Örsel,
Ankara, BMMYK Türkiye
BMMYK., Mülteci Hukuku Eğitim CD’si, BMMYK Türkiye, (tarih belirtilmemiş)
Bowles, Samuel ve Gintis, Herbert., (1996), Demokrasi ve Kapitalizm, Mülkiyet, Cemaat
ve Modern Toplumsal Düşüncenin Çelişkileri, Çev. O. Akınhay, İstanbul, Ayrıntı
156
Cemiloğlu, Ferda., (2002), ‘Türkiye’de Avrupa Dışı Ülkelerden Gelen Mültecilerin Durumu:
Van Deneyimi’, Avrupa ve Türkiye’de Sığınma Hakkı ve Mülteciler Sempozyumu,
Ankara, Toplumsal Araştırmalar Kültür ve Sanat için Vakıf Yayını, s. 101-106
Çağlar, Bakır., (1993), ‘Kıta Avrupa’sında Yeni Kurumsallaşma Denemeleri: Hukuk ve
Demokrasi’, Anayasa Yargısı, S. 9, s. 260-270
Çavuşoğlu, Naz., (2001), Uluslararası İnsan Hakları Hukukunda Azınlık Hakları, Su
Çelikel, Aysel., (1987), Yabancılar Hukuku, İstanbul, BETA
Çırakman, Aslı., (2002), ‘Bir Meşruiyet Sorunu Olarak Adalet: Rawls ve Höffe’, Liberalizm,
Devlet, Hegemonya (ed. E. Fuat Keyman), İstanbul, Everest, s. 105-148
Davis, Mike., (1990), City of Quartz: Excavating The Future in Los Angeles, London,
Verso
Deveci, Cem., (1999), ‘İnsan Haklarını Aristoteles Evrenselciliğiyle Anlamanın Olanaklılığı’,
50 Yıllık Deneyimlerin Işığında Türkiye’de ve Dünyada İnsan Hakları (ed. İ. Kuçuradi -
B. Peker), Ankara, Türkiye Felsefe Kurumu, s. 42-71
Deveci, Cem, (2002), ‘Faşizmin Yorumsanması ya da Carl Schmitt’in Saf Siyaset Kuramı’,
Liberalizm, Devlet, Hegemonya (ed. E. Fuat Keyman), İstanbul, Everest, s. 32-88
Doehring, Karl., (2002), Genel Devlet Kuramı (Genel Kamu Hukuku), Çev. A. Mumcu,
İstanbul, İnkılap
Doğru, Osman., (2002), İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi Kararları, İstanbul, BETA
157
Donnan, Hastings ve Wilson, M. Thomas., (2002), Sınırlar Kimlik, Ulus ve Devletin Uçları,
Çev. Z. Yaş, Ankara, Ütopya
Donnelly, Jack., (1995), Teoride ve Uygulamada İnsan Hakları, Çev. M. Erdoğan, L.
Korkut, Ankara, Yetkin
Dubıel, Helmut., (1998), Yeni Muhafazakarlık Nedir ?, Çev. E. Özbek, İstanbul, İletişim
Eralp, Atila(ed)., (1996), Devlet, Sistem ve Kimlik: Uluslararası İlişkilerde Temel
Yaklaşımlar, İstanbul, İletişim
Erözden, Ozan., (1997), Ulus Devlet, Ankara, Dost
Guy, S. Goodwın-Gill., (1996), The Refugee in İnternational Law, Oxford, Clarendon Press
Göğer, Erdoğan., (1979), Yabancılar Hukuku, Ankara, AÜHF
Gökberk, Macit., (1999), Felsefe Tarihi, İstanbul, Remzi
Günuğur, Haluk., (1988), Avrupa Ekonomik Birliğini Kuran Antlaşma, Roma Antlaşması,
Ankara, BETA
Güriz, Adnan., (1997), Feminizm Postmodernizm ve Hukuk, Ankara, AÜHF
Habermas, Jürgen., (2002a), Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, Çev. T. Bora ve M. Sancar,
İstanbul, İletişim
158
Habermas, Jürgen., (2002b), ‘Öteki’ Olmak, ‘Öteki’yle Yaşamak, Çev. İ. Aka, İstanbul,
YKY
Habermas, Jürgen., (1999), ‘Meşruiyet Dayanağı Olarak İnsan Hakları’, Çev. T. Bora ve M.
Sancar, Birikim, S. 118, s. 62-74
Hardt, Mıchael ve Negri, Antonio., (2002), İmparatorluk, Çev. A. Yılmaz, İstanbul, Ayrıntı
Hall, Stuart ve Held, David., (1995), ‘Yurttaşlar ve Yurttaşlık’, Yeni Zamanlar (ed. S. Hall-
M. Jacques), İstanbul, Ayrıntı, s. 169-185
Held, David., (1995), ‘Ulus Devletin Çöküşü’, Yeni Zamanlar (ed. S. Hall - M. Jacques),
İstanbul, Ayrıntı, s.189-204
Hırst, Paul ve Thompson Grahame., (1998), Küreselleşme Sorgulanıyor, Çev. Ç. Erdem, E.
Yücel, Ankara, Dost
Höffe, Otfrıed., (1999), ‘Kültürlerarası Tartışmada İnsan Hakları’, 50 Yıllık Deneyimlerin
Işığında Türkiye’de ve Dünyada İnsan Hakları (ed. İ. Kuçuradi-B. Peker), Ankara,
Türkiye Felsefe Kurumu, s.130-162
İçduygu, Ahmet., (2002), ‘Türkiye’de Vatandaşlık Tartışmalarının Arkaplanı’, Liberalizm,
Devlet ve Hegemonya (ed. E. Fuat Keyman), İstanbul, Everest, s. 283-301
Kaboğlu, Ö. İbrahim., (1993), Özgürlükler Hukuku, İnsan Haklarının Yapısı Üzerine Bir
Deneme, İstanbul, Afa
159
Kaboğlu, Ö. İbrahim., (2002), ‘İnsan Hakları, Azınlık Hakları ve Türkiye’, Ulusal,
Ulusalüstü ve Uluslararası Hukukta Azınlık Hakları, İstanbul Barosu, s. 17-29
Kadıoğlu, Ayşe., (2002), ‘Türkiye’de Vatandaşlık ve Bireyleşme: İradenin Akıl Karşısındaki
Zaferi’, Liberalizm, Devlet ve Hegemonya (ed. E. Fuat Keyman), İstanbul, Everest, s. 258-
283
Kapani, Münci., (1981), Kamu Hürriyetleri, Ankara, AÜHF Yayınları
Kastaryano, Riva., (2000), Kimlik Pazarlığı, Fransa ve Almanya’da Devlet ve Göçmen
İlişkileri, Çev. A. Berktay, İstanbul, İletişim
Kuçuradi, İonna., (2001), ‘İnsan Hakları Düşüncesinin Işığında İnsan Hakları Belgeleri’,
İnsan Haklarının Gelişimi, Ankara, TÜBA Bilimsel Toplantı Serileri: 9, s. 71-78
Leadbeater, Charlie., (1995), ‘İktidar Kişiye’, Yeni Zamanlar (ed. S. Hall - M. Jacques),
İstanbul, Ayrıntı, s. 127-141
Leca, Jean., (1998), ‘Bireycilik ve Yurttaşlık’, Dersimiz: Yurttaşlık (ed. T. Ilgaz), İstanbul,
Kesit, s. 13-81
Marx, Karl., (1997), Yahudi Sorunu, Çev. M. İ. Erdost, Ankara, Sol
Meray, L. Seha., (1975), Devletler Hukukuna Giriş, cilt. 3, Ankara, AÜSBF
More, Nuala., (1998), Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Bakımından Mültecilerin
Günümüzdeki Mevcut Durumunun Belirli Yönlerinden Kaynaklanan Problemler,
Avrupa Konseyi İnsan Hakları Dosyaları: 9, Ankara, Sığınmacı ve Göçmenlerle Dayanışma
Derneği Yayını
160
Mumcu, Ahmet., (1994), İnsan Hakları ve Kamu Özgürlükleri, Ankara, Savaş ikinci
Murray, Robin., (1995), ‘Fordizm ve Post-Fordizm’, Yeni Zamanlar (ed. S. Hall - M.
Jacques), İstanbul, Ayrıntı, s.46-62
Nomer, Ergin., (1984), Vatandaşlık Hukuku Dersleri, İstanbul, İÜHF
Odman, Tevfik., (1995), Mülteci Hukuku, Ankara, İmaj
Özdek, Yasemin., (2000), Uluslararası Politika ve İnsan Hakları, Ankara, Öteki
Özkazanç, Alev., (1997), ‘Refah Devletinden Yeni Sağa: Siyasi İktidar Tarzında
Dönüşümler’, Mürekkep, S.7, s. 21-34
Özkazanç, Alev., (1998), Türkiye’de Siyasi İktidar ve Meşruiyet Sorunu: 1980’li Yıllarda
Yeni Sağ, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara
Özkök, Gülriz., (2002), ‘İnsan Hakları Bakımından Adalet Teorileri: John Rawls’, Hukuk
Felsefesi ve Sosyoloji Arkivi, İstanbul Barosu, S. 4, s. 33-51
Pallis, Mark., (2002), ‘Obligations of States Towards Asylum Seekers at Sea’, İnternational
Journal of Refugee Law, C. 14, S. 2-3, s. 329-364
Pazarcı, Hüseyin., (1990), Uluslararası Hukuk Dersleri, 2. Kitap, Ankara, Turhan
Peker, Bülent., (2002), ‘Sığınma Hakkı, Uluslararası Korumanın Önündeki Engeller ve
Türkiye Açısından Sonuçlar’, Avrupa ve Türkiye’de Sığınma Hakkı ve Mülteciler
Sempozyumu, Ankara, Toplumsal Araştırmalar Kültür ve Sanat için Vakıf Yayını, s. 42-59
161
Peker, Bülent ve Sancar, Mithat., (2001), Mülteciler ve İltica Hakkı, Ankara, İHD Pıerson, Christoper., (2000), Modern Devlet, Çev. D. Hattatoğlu, İstanbul, Çiviyazıları
Poggi, Gianfranco., (2002), Modern Devletin Gelişimi, Sosyolojik Bir Yaklaşım, Çev. Ş.
Kut, B. Toprak, İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi
Pollis, Adamantia., (1999), ‘Yeni Bir Evrenselciliğe Doğru: Yeniden İnşa Etme ve Diyalog’,
50 Yıllık Deneyimlerin Işığında Türkiye’de ve Dünyada İnsan Hakları (ed. İ. Kuçuradi -
B. Peker), Ankara, Türkiye Felsefe Kurumu, s. 101-130
Samary, Catherıne., (1995), Parçalanan Yugoslavya, Bosna’da Etnik Savaş, Çev. B.
Tanatar, İstanbul, Yazın
Sancar, Mithat., (2000), Devlet Aklı Kıskacında Hukuk Devleti, İstanbul, İletişim
Sancar, Mithat., (2003), ‘İnsan Hakları: Retorik, Hukuk ve Gerçeklik’, Birikim, S.165, s.
124-128
Savran, Gülnur., (2003), Sivil Toplum ve Ötesi, Rousseau, Hegel, Marx, İstanbul, Belge
Sianni, Areti., (2002), ‘Caydırıcı Politikalar, Avrupa’da Mültecilerin Toplumsal Durumu’,
Avrupa ve Türkiye’de Sığınma Hakkı ve Mülteciler Sempozyumu, Ankara, Toplumsal
Araştırmalar Kültür ve Sanat için Vakıf Yayını, s. 66-71
Strauss, Lévi Claude., (1985), Irk ve Tarih, Çev. R. Erdem ve H. Bayrı, İstanbul, Metis
Strauss, Lévi Claude., (1986), Mit ve Anlam, Çev. Ş. Süer ve S. Erkanlı, İstanbul, Metis
Şenel, Alaaddin., (1982), Siyasal Düşünceler Tarihi, Ankara, AÜSBF
162
Tarhanlı, Turgut., (1998), ‘Mülteciler, İnsan Hakları ve Yargı’, Türkiye’de Mülteci ve
Sığınmacılar ile İlgili Meselelerde Yargının Rolü ve Mültecilerin İnsan Hakları Paneli
Konuşma Metinleri, Ankara, BMMYK Türkiye, s. 12-24
Tarhanlı, Turgut., (2000), ‘Sığınmacı, Mülteci ve Göç konularına İlişkin Türkiye’deki Yargı
Kararları Konusunda Hukuki Bir Değerlendirme’, Sığınmacı, Mülteci ve Göç Konularına
İlişkin Türkiye’deki Yargı Kararları, Ankara, BMMYK Türkiye, s. 1-37
Taş, Mehmet., (1999), Avrupa’da Irkçılık, Ankara, İmge
Tanör, Bülent., (1994), Türkiye’nin İnsan Hakları Sorunu, İstanbul, BDS
Tekinalp, Gülören., (1998), Türk Yabancılar Hukuku, Ankara, BETA
Tekinalp, Gülören ve Tekinalp, Ünal., (1997), Avrupa Birliği Hukuku, İstanbul, BETA
Türkbağ, Ali Ulvi., (2002), ‘İki Soruda Postmodernizm ve Hukuka Yansıması’, Hukuk
Felsefesi ve Sosyoloji Arkivi, İstanbul Barosu, S. 5, s. 28-33
Uwer, Thomas., (2002), ‘Avrupa Mülteci Politikaları ve Güvenli Bölge Kavramı’, Avrupa ve
Türkiye’de Sığınma Hakkı ve Mülteciler Sempozyumu, Ankara, Toplumsal Araştırmalar
Kültür ve Sanat için Vakıf Yayını, s. 74-79
Ünal, Şeref., (2001), Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, İnsan Haklarının Uluslararası
İlişkileri, Ankara, TBMM Basımevi
Üstel, Füsun., (1989), ‘İnsan Hakları Tartışmalarında Standartlaşma- Rölativizm İkilemi’,
Toplum ve Bilim, S.46-47, s. 143-153
Üstel, Füsun., (1999), Yurttaşlık ve Demokrasi, Ankara, Dost
Wagner, Peter., (1996), Modernliğin sosyolojisi, Özgürlük ve Cezalandırma, Çev. M. Küçük,
Ankara, Sarmal
163
Vanheule, Dirk., (1999), ‘The Principle of Non-Refoulement in the 1951 Geneva Refugee
Convention’, Brno, Masaryk University Faculty of Law Press, S. 7, s.77-95
Vural, Volkan., (2002), ‘Açılış Konuşmaları’, Avrupa ve Türkiye’de Sığınma Hakkı ve
Mülteciler Sempozyumu, Ankara, Toplumsal Araştırmalar Kültür ve Sanat için Vakıf
Yayını, s. 12-15
Zabcı, Filiz., (2002), Sosyal Riski Azaltma Projesi: Yoksulluğu Azaltmak mı, Zengini
Yoksuldan Korumak mı ?, Tartışma Metinleri, S. 51, Ankara, AÜSBF Gelişme ve Toplum
Araştırmaları Merkezi
İnternet Adresleri
http:// www.public.srce.hr/mprofaca/lawsorce.htlm
http:// deltur.cec.eu.int.eurodac_tr.trf
164
ÖZET Çalışmanın “İnsan Hakları” başlıklı ilk bölümünde insan haklarının doğuşu, insan
hakları ile vatandaşlık ve modern ulus devlet arasındaki ilişki ve küreselleşme olarak
adlandırılan süreçle birlikte insan hakları alanında yaşanan dönüşüm ve gündemler,
modernliğin dönüşüm evreleri temel alınarak tartışılmıştır. İnsan haklarının siyasal ve
hukuksal bir meşruiyet ölçütü olarak vurgu konusu olması ile yaşam hakkı başta olmak üzere
temel hak ve özgürlüklerle doğrudan ilişkili bir hak olan sığınma hakkının temel bir hak
olarak kabul görmemesi arasındaki açı, insan haklarının niteliği, insan hakları ve vatandaşlık
arasındaki ilişki ve ulus devletin her iki unsur ekseninde kuruluşuna yönelik içkin niteliklerin
neler olduğuna dair soru(n)ların tartışılmasını zorunlu kılmıştır. Zira, sığınma hakkını ortaya
çıkaran temel neden, modern ulus devletler temelinde örgütlenmiş siyasal yapı ile hakların
sahipliği ve kullanımının siyasal aidiyetin ürünü olarak vatandaşlık ilişkisiyle
tanımlanmasıdır. Çalışmanın ikinci bölümünde konu ile ilgili uluslararası ve bölgesel
düzenlemeler ile özellikle Avrupa Birliği çerçevesinde gündeme gelen yasal ilkelere yer
verilmektedir. Bu bölümde, genel olarak dolaşım özgürlüğünü ve özel olarak insan hakları
165
ihlallerinin bir sonucu olarak gündeme gelen sığınma hakkını merkezine alan kısıtlayıcı
politika ve hukuksal düzenlemeler incelenmektedir.
Çalışma açısından ortaya çıkan sonuç, “devletsiz” bir kişi haline gelme yani mülteci
ya da “yabancı” olma durumunun, kişiyi bir anda “insanlık ailesi”nin dışında bıraktığıdır. Bu,
aynı zamanda insan hakları alanının bittiği ve her türlü hak ihlalinin “meşru” gerekçelerinin
oluşturulduğu bir eşiktir. Bu nedenle sığınma hakkının bir insan hakkı olarak kabulü yönünde
yürütülecek tartışmalar önemlidir.
SUMMARY İn the first section of the study, titled “human rights”, the birth of the idea of human
rights, the relationship between human rights, citizenship and modern nation-state, and the
transformation and in the field of human rights in response to the process called globalization
were discussed in reference to the transformational stages of modernity. İt become a must to
investigate the questions concerning the quality of the human rights, the relationship between
human rights and citizenship, and the structural quality of the base of the nation-state in
referance to these two concerns, due to the rift between the human rights’ becoming a point of
emphasis for political and juridical legitimacy criterion and the absence of approval for the
right to seek asylum, which is directly related to bacis rights and liberties, and most
significantly to the right to living, as a basic right. That is so, because, the bacis reason that
right to seek asylum is defining the possession of rights and usage of those rights in referance
to citizenship, as the political structures organized as modern nation-states emerged.
İnternational and regional regulations about the issue and legal princeples that recently appear
166
on the agenda European Union appears in the second section of the study. İn this section,
restrictive political and legal regulations that deal with freedom of circulation in general, and
right to seek asylum that takes place the agenda as a result of human rights violations, in
specific, are analyzed.
The result of the study suggests that becoming a refugee or “stranger”, excludes one
from the humanity. This moment of exclusion is the threshold that the sphere of human rights
comes to an end and the justifications of violating of all kinds of rights are done. Because of
this, the debates on acceptance of the right to seek asylum as a human right are important.