Upload
others
View
3
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
T.C.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
İLAHİYAT ANABİLİM DALI
TEFSİR BİLİM DALI
KUR’AN-I KERİM’DE SECDE
Yüksek Lisans Tezi
NUMAN ÇAKIR
İstanbul, 2007
T.C.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
İLAHİYAT ANABİLİM DALI
TEFSİR BİLİM DALI
KUR’AN-I KERİM’DE SECDE
Yüksek Lisans Tezi
NUMAN ÇAKIR
Danışman: PROF. DR. SADRETTİN GÜMÜŞ
İstanbul, 2007
GENEL BİLGİLER
İsim ve Soyadı : Numan Çakır
Anabilim Dalı : İlahiyat
Bilim Dalı : Tefsir
Tez Danışmanı : Prof. Dr. Sadrettin Gümüş
Tez Türü ve Tarihi : Yüksek Lisans- Temmuz 2007
Anahtar Kelimeler : Sücud, Secde, Sacid, Mescid, Seccade
ÖZET
KUR’AN-I KERİM’DE SECDE
“Kur’an-ı Kerim’de Secde” konusunu incelediğimiz bu çalışmamız bir giriş ve üç
bölümden oluşmaktadır.
Çalışmamızın giriş bölümünde, yapmış olduğumuz araştırmanın amacını, yöntemini
ve kaynaklarını tanıttık.
Birinci bölümde “secde” kavramının sözlük ve terim anlamlarını, bu kökten türeyen
kelimelerin ve secde ile yakın anlamlı kelimelerin sözlük anlamlarını ortaya koymaya çalıştık.
Bunun için de öncelikle klasik Arap lügatlerinden istifade ettik.
İkinci bölümde ise İslam Dininde ve diğer dinlerde secde konusunu ele aldık. Bu
bölümde İslam Dini’nde secdenin yapılış şeklini ve secde çeşitlerini ardından da İslam
dışındaki dinlerde secde konusunu ele aldık.
Üçüncü bölümde bütünüyle secde kelimesinin Kur’ân-ı Kerim’deki kullanımını
inceledik. Secde kelimesinin ve türevlerinin geçtiği ayetleri bir araya getirip bunları bir tasnife
tabi tuttuk. Sonra klasik tefsir kaynaklarımızdan yararlanarak bu ayetlerin tefsirine yer verdik.
Nihayet sonuç, özgeçmiş ve kaynakça ile çalışmamızı noktaladık.
GENERAL KNOWLEDGE
Name and Surname : Numan Çakır
Main Discipline : Theology
Discipline : Commentary of the Qur’an
Supervisor : Professor Sadrettin Gümüş
Degree Awarded and Date : Master- July 2007
Keywords : Prastrating oneself in Prayer, The Bowing
down, Bowing downer, Mosque, Prayer Rug
ABSTRACT
THE BOWİNG DOWN IN THE QUR’AN
This study in which we try to research bowing down in The Qur’an is formed with an
introduction and three parts.
We introduced in the introduction part, the aim, method and sources of the study.
At the first part, we explained the linguistic and term meaning of the “bowing down”,
the linguistic meaning of the words which derive from this origin and the words near
meaning. For this, firstly we benefited from the clasiccal Arabical dictionaries.
At the second part, we took up bowing down in The Islam religion and other religion.
At this part, took form and kinds bowing down in The Islam religion and other religion.
At the third part, we total examined the using of the bowing down in The Qur’an.
Thereupon we collected verse of The Qur’an which pass the bowing down and derivative of
bowing down, afterwards we classified theese. After, we profited from classic commentary
source boks, we hermeneuticsed this verse of The Qur’an. Finally, we finished the study with
a conclusion part, autobiography and bibliography.
ÖNSÖZ
İnsan, diğer varlıklardan çok farklı olarak yaratılmış, maddî ve manevî donanımıyla
mahlukâtın en şereflisi konumuna yükseltilmiştir. En üstün varlık olma beraberinde birtakım
sorumlulukları ve mükellefiyetleri getirmiştir. Bu mükellefiyetlerin en önde geleni namazdır.
Namazın rükünlerinin en önemlisi ise hiç şüphesiz secdedir.
Sözlükte “son derece tevazu ile alçalıp baş eğmek” anlamına gelen secde, terim olarak
“ta’zim ve itaatin en yüksek şekli olarak alnı yere koymak” manalarına gelir ve gurur ve
kibirle zıt bir mana taşır. Secde, Peygamberimizin ifadesiyle “Kişinin Rabbine en yakın
olduğu ve çok dua etmesi gereken bir andır.” Her mümin, günde en az seksen kere bu
yakınlığa mazhar olur.
Kıyamda el-pençe divan durmakla, rükûda itaat ve inkıyâdın ifadesi olarak eğilmekle
gösterilen mahviyet ve tevâzû’, secdede zirve noktaya ulaşır. Secde sayesindedir ki, her
zaman yükseklerde gezinen baş, ayaklarla aynı seviyede buluşur ve en gururlu benlikler bile
sürünürcesine iki büklüm olur inlerler. Secde halindeki bir insan, Yüce Yaratıcı’sının “Secde
et yaklaş” emrine itaat etmenin verdiği hazla, O’na her lahza biraz daha yaklaştığını iliklerine
kadar hisseder.
Secde, Mevlâna’nın tabiriyle “şeb-i arûs” misali insana değerlendirmesi için verilmiş
bir fırsattır. Herkesin mârifet ufku ve kâmet-i kıymeti ölçüsünde “âsâr-ı feyz”e mazhar
olabileceği bir zemindir. Secde Allah’ın haricinde her şeyin ve herkesin unutulup “illallah-
sadece Sen Allah’ım!” deneceği mekândır ve kulun Rabbisiyle olan kurbetini yudumlayacağı
bir yerdir.. Evet Cenâb-ı Hakk’ın şanına yakışan en güzel ve içi dolu kulluğun adıdır secde.
Biz de bu tezimizde secde kavramının Kur’an’daki kulanımını ortaya koymayı
amaçladık. Bu araştırmamızda yardımlarını esirgemeyen danışman hocam Sayın Prof. Dr.
Sadrettin GÜMÜŞ’e, tezimizi baştan sona okuma zahmetine katlanan Doç. Dr. Abdülaziz
Hatip hocama ve emeği geçen herkese teşekkür etmeyi bir borç bilirim.
Numan ÇAKIR
İstanbul, 2007
İÇİNDEKİLER
Sayfa No:
İÇ KAPAK…………………………………………………………………………….
ONAY BELGESİ …………………………………………………………………….
ÖZETLER…………………………………………………………………………….
ÖNSÖZ ………………………………………………………………………………...i
İÇİNDEKİLER……………………………………………………………………….ii
KISALTMALAR……………………………………………………………………...v
GİRİŞ……………………………….………………………………………………….1
ARAŞTIRMANIN AMACI ………………………………………………………… 3
ARAŞTIRMANIN METODU ……………………………………………………….3
ARAŞTIRMANIN KAYNAKLARI ………………………………………………...5
BİRİNCİ BÖLÜM
KAVRAMSAL ÇERÇEVE
1-SECDENİN ANLAMI
1.1. Lügat Anlamı ……………………………………………………………...6
1.2. Istılahî Anlamı ……………………………………………………………7
2- S-C-D MADDESİNDEN MÜŞTAK KELİMELER
2.1. Secede (��� ) ……………………………………………………………...8
2.2. Secide ( ��� ) …………………………………………………………….10
2.3. Escede ( ا��� ) ……………………………………………………………10
2.4. Sücud ( د��� ) ……………………………………………………………11
2.5. Escad ( ا���د ) ……………………………………………………………12
2.6. Sâcid ( ج��� ) ……………………………………………………………..13
2.7. Mescid ( ���� ) …………………………………………………………..14
2.8. Mesced ( ���� ) …………………………………………………………..15
2.9. Seccâde ( دة��� ) ………………………………………………………….16
3- SECDE İLE YAKIN ANLAMLI KELİMELER
3.1. Rükû’ (ع�رآ ) …………………………………………………………….17
3.2. Hudû’ ( ع���) …………………………………………………………...19
iii
3.3. Hurûr (ور�� ) …………………………………………………………….20
İKİNCİ BÖLÜM
İSLAM’DAN ÖNCEKİ DİNLERDE VE İSLAM’DA SECDE
1- İSLAM ÖNCESİ DİNLERDE SECDE…………………………………………22
2- İSLAM’DA SECDE
2.1. Secdenin Yapılış Şekli …………………………………………………...24
2.2. Secde Yalnızca Allah’a Yapılır………………………………………….35
2.3. Secdenin Hikmeti ………………………………………………………..37
2.4. Secdenin Fazileti ………………………………………………………..41
2.5. Fıkıhta Secde …………………………………………………………….44
2.5.1. Namazın Rüknü Olan Secde …………………………………...45
2.5.2. Sehiv Secdesi …………………………………………………..46
2.5.3. Tilavet Secdesi …………………………………………………52
2.5. 4. Şükür Secdesi …………………………………………………54
2.6. Tasavvufta Secde ………………………………………………………..56
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
KUR’ÂN’DA SECDE
1- Meleklerin Hz. Adem’e Secde Etmesi……………………………………………..61
1.1. Bu Secdenin Zamanı ……………………………………………………..64
1.2. Meleklerin Hepsinin Hz. Âdem’e Secde Edip Etmediği ………………...67
1.3. Melekler Âdem’in Şahsında İnsan Nev’ine mi Secde Yapmıştır? ………69
1.4. Hz. Âdem’e Yapılan Secdenin Mâhiyeti ………………………………...69
1.5. İblis’in Secde Etmemesi …………………………………………………73
1.6. İblis’in Secde Etmeme Gerekçesi ………………………………………..77
1.7. İblis’in Akıbeti …………………………………………………………...82
1.8. Bu Kıssadan Çıkarılacak Ders ve Hikmetler …………………………….83
2- Bir Şehre Secde Ederek Girmek ………………………………………………….86
3- Hz. Yusuf’a Secde Meselesi ………………………………………………………89
3.1. Rüyada Güneş, Ay ve On Bir Yıldızın HzYusuf’a Secde Etmesi ……….89
iv
3.2. Kardeşleri ve Ana-babasının Hz. Yusuf’a Secde Etmeleri ……………...91
4- Sihirbazların Hz. Musa’nın Mucizesini Gördüklerinde Secde Etmeleri ………….94
5- Her Şey Allah’a Secde Eder ………………………………………………………97
5.1. Meleklerin Secdesi ………………………………………………………98
5.2. İnsanların Secdesi ………………………………………………………..99
5.3. Hayvanların Secdesi ……………………………………………………..99
5.4. Bitkilerin Secdesi ………………………………………………………100
5.5. Güneş, Ay ve Yıldızların Secdesi ………………………………………102
5.6. Gölgelerin Secdesi ……………………………………………………...104
6- Allah’ın Ayetleri Okunduğu Zaman Secdeye Kapanma ………………………...106
6.1. Peygamberlerin Secdesi ………………………………………………...106
6.2. Ehl-i Kitabın Secdesi …………………………………………………...108
6.3. Müminlerin Secdesi ……………………………………………………111
6.4. Müşriklerin (ise) Secde Etmemesi ……………………………………...111
7- Hz. Peygamber’in Secde Edenler Arasında Dolaşması…………………………..112
8- Rahman’a Secde Etmekten Kaçınma …………………………………………….115
9- Namazın Bir Rüknü Olan Secde …………………………………………………117
10- Kıyamet Gününde Secdeye Çağrılmak …………………………………………117
11- Secde İzi ………………………………………………………………………...123
12- Secde, Kulu Allah’a Yaklaştırır………………………………………………....126
13- Secde Edilen Yerler Olarak Mescidler …………………………………………130
14- Rükû ve Secde …………………………………………………………………..137
15- Secde ve Tesbih ………………………………………………………………...138
16- Secde ve Kıyâm ………………………………………………………………...141
SONUÇ ……………………………………………………………………………..144
KAYNAKÇA……………………………………………………………………….147
ÖZGEÇMİŞ ………………………………………………………………………..153
v
KISALTMALAR
age. : Adı geçen eser
agm. : Adı geçen makale
a.s. : Aleyhi’s-selâm
b. : Bin(oğlu)
bak. : Bakınız
c. : Cilt
c.c. : Celle Celâlühü
çev. : Çeviren
DİA : Diyanet İslam Ansiklopedisi
DİB : Diyanet İşleri Başkanlığı
H. : Hicri
Hz. : Hazreti
M. : Miladi
mad. : Maddesi
O.D.M.Ü. : On Dokuz Mayıs Üniversitesi
r.a. : Radiye’llahü anh
r.ah. : Radiye’llahü anha
s. : Sayfa
sad. : Sadeleştiren
s.a.v. : Sallallahü aleyhi ve selem
S. : Sayı
tah. : Tahkik
ty. : Yayın tarihi yok
T.D.V. : Türkiye Diyanet Vakfı
yy. : Yayınlandığı yer yok
1
GİRİŞ
Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de “Ben cinleri de insanları da ancak bana kulluk etsinler
diye yarattım.”1 buyuruyor. Kulluğun doruk noktası, namazdır. Ve namazın rükünlerinin en
önemlisi ise secdedir.
Namazın bir akışı var. Maddî ve manevî arınmayla başlayan hazırlık…Giyim kuşamın
gözden geçirilmesi…Zât-ı Bârî tarafından verilen buluşma vaktinin gelmesi… Huzur’a çıkış
için kalbî yoğunlaşma… Ardından tekbir… Allahü ekber! İlk adım… İlk sesleniş… İlk
ikrar… Ardından kıyâm, kırâat, rükû’… Ve secde… Yüzünü toprağa sürüş… Kulluğu idrâk
etmenin zirve noktası… Sübhâne Rabbiye’l-A’lâ. Sen varsın. Sen a’lâsın. Sen her türlü
noksan sıfatlardan münezzehsin.
Secde, tekbir ile başlayan kulluk yürüyüşünün her rek’atta tekrarlanan zirve noktasıdır.
Secde, insanın benliğini, gururunu bir yana attığı, kendi hiçliğini fark ettiği, Allah’tan başka
tapılacak tanrı bulunmadığını kabul ettiği ve bütün samimiyetiyle Rabbinin kudretine teslim
olduğu an… Secde, kulun Rabbine en yakın olduğu hâl…
Secde, eseri müminin yüzüne yansıyan bir kulluk ifâdesi2… Secde, duâların kabul
olunduğu ân3 …Secde, Allah’ın insanın derecelerini yükseltmesine ve hataların affına vesile
olan bir kulluk vasfı4…Gerçek iklimi içinde yapılan bir secde ile, bize bahşedilen yakınlıklara
nâil oluyoruz. “Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir.”5’deki beraberliğe, “Biz ona şah
damarından daha yakınız.”6’daki yakınlığa ulaşıyoruz. Rasûlullah, o yakınlığı idrâk etmek
isteyene, “Secdede çok duâ et!” çağrısında bulunmuştu.7 Ve kendisi, secdeyi, Allah’ın katına
yönelişin makâmı olarak değerlendiriyor, uzun uzun secdeler yapıyordu duâ yüklü… Hz. Âişe
diyor ki: “Rasûlullah sizden birinin elli âyet okuyacağı kadar bir zaman başını kaldırmadan
secdede dururdu.” Yine Hz. Âişe diyor ki: “Bir gece Rasûl-i Ekrem’in yanımda olmadığını
fark ettim. Karanlıkta el yordamıyla bakınmaya çalıştım. Elim ayağının tabanına dokundu. Bir
de baktım ki, ayakları dikilmiş, parmakları kıbleye dönmüş secde hâlinde duâ ediyor.”8
1 Zâriyât, 51/56. 2 Fetih, 48/29. 3 Müslim, Salât 207 (415). 4 Müslim, Salât 225 (477). 5 Hadîd, 57/4. 6 Kâf, 50/6. 7 Müslim, Salât 226 (489); Ebû Davud, Salât 313 (1320). 8 Müslim, Salât 222 (486).
2
Allah Rasûlü gece kalkmakta, secdeye kapanıp, duâ etmekte, bunlara zaman zaman
gözyaşları karışmaktaydı. Şükür için secde, duâ için secde, kalbinin ferahlaması için secde
ediyordu. Müşriklerin alaylarına, iftirâlarına karşı secde ediyordu. Çünkü Rabbi secdeyi ve
tesbihâtı Habibine sığınma alanı olarak tavsiye buyuruyordu: “Gerçekten biliriz ki, onların
söyledikleri karşısında göğsün daralıyor. O halde Rabbini hamd ile tesbih et ve secde
edenlerden ol. Ve sana ölüm gelinceye kadar Rabbine kulluk et.”9 “Namaz kılarken bir kulu
men’ edeni gördün mü?” suâlinin ardından, “Onu alnındaki perçeminden yakalayacağız”
tehdidi ve “Secde et ve yaklaş”10 çağrısı geliyordu. Sanki bu, Tâif mazlumiyetinin ardından
Rabb’in lütfu ile Mi’râc’taki tarif edilmez buluşma gibi bir şey…Arş-ı a’lâdaki kabul
ânı…Secde de oradan yeryüzüne bir ikrâm…Secde sanki mi’râcın izdüşümü…
Secde, kişinin Rabbine karşı en fazla boyun eğdiği bir ândır. Bu ise kulun en şerefli
hâlidir. Bu yüzden Rabbine en yakın hâli bu hâl olmuştur. Secde kulluk sırrının tâ kendisidir.
Çünkü kulluk, boyun eğmektir. Araplar “ ���� ���� ” : “kullanılmış yol” sözüyle ayakların
basıp geçtiği, çiğnediği yolu kasdederler. Kulun en en fazla boyun eğdiği hâli secdedeki
hâlidir.
Kişi, ister Allah (c.c.)’in huzurunda yere kapansın, isterse bir başkasının; bu hâl,
mutlak bir boyun eğmeyi ve kesin bir bağlılığı ifâde eder. Öyle ki, secde eden, kim için ve
kimin karşısında başını yere koyuyorsa, o makâma karşı hudutsuz bir saygı ve nihâyetsiz bir
muhabbet besliyor demektir. Bu saygı ve ta’zîm, ister korkudan kaynaklansın isterse de derin
bir hayranlık duygusundan, durum değişmez. Bir makâmı veya şahsı göklere çıkarıp
yüceltmenin secdeden daha ileri ve daha aşırı bir biçimi düşünülemez. Bu yüzdendir ki, İslâm
dini, Allah (c.c.)’tan baskaşına secde etmeyi şer’an küfür saymıştır. Yüceltilmeye, ta’zîmde
bulunulmaya lâyık yegâne makâm Allah-u Azîm’uş-şân’dır.
9 Hicr, 15/97-99. 10 Alak, 96/9-10, 15-19
3
ARAŞTIRMANIN AMACI
İslam dini insanın nihâî mutluluğunu hedefleyen bir dindir. İnsanın yaratılma gâyesi
kulluktur. Kulluğun en derin ifâdelerinden biri de secdedir. İslâm dini, Allah’tan baskasına
secde etmeyi şer’an küfür saymıştır. Çünkü secde kulluğun doruk noktasıdır. Secde namazın
en büyük rükünlerinden biridir. Secdesiz bir namaz, namaz değildir. Biz araştırmamızda secde
kelimesinin Kur’ân-ı Kerîm’de nasıl kullanıldığını ve hangi anlamlara geldiğini ortaya
koymayı amaçladık.
ARAŞTIRMANIN METODU
Tezimizin bir konulu tefsir olması sebebiyle tefsîr-i mevdûî konusunda muhtasâr bir
bilgi vermek istiyorum.
Tefsîr-i Mevdûî (Konulu Tefsir), 19. yy. sonlarında Muhammed Abduh’un (ö.1905)
çalışmalarıyla ortaya çıkmıştır. Abduh, Kur’ân’ın 30. cüzüne bir tefsir yazmış, bu
çalışmasında bir çok özelliğin yanında konu bütünlüğü üzerinde durmuştur. Aynı metodu
Abduh’tan sonra Seyyid Kutub (ö.1966), Emin el-Hulî, Âişe Abdurrahman, Şevkî Dayf,
Muhammed Halefullah takip etmiştir.11 Seyyid Kutub, bu çalışmalarını, “Fi Zilâli’l-Kur’ân”
ve “Meşâhidu’l Kıyâme fi’l-Ku’rân” adlı eserlerinde ortaya koymuştur.
Konulu tefsirin İslam ülkelerinde akademik düzeyde ele alınması 1960’lı yıllara
rastlamaktadır. Muhammed Yusuf Hicaz, doktora tezini 1968 yılında “el-Vahdetu’l-
Mevdû’iyye fi’1-Kur’âni’l-Kerîm” adı altında bu konuda yapmıştır. Ezher Üniversitesi
Usûlü’d-Dîn Fakültesi hocalarından, Ahmet Seyyit el-Kumî, Abdulhay Fermavî ve diğer
âlimlerin gayretleriyle 1978 yılında konulu tefsir, ders müfredâtı içine alınarak resmî bir
nitelik kazanmıştır. Bu konuda değişik çalışmalar hâlen sürmektedir.12
Konulu tefsirde araştırma metotları, günümüze kadar tamamen yerine oturmuş
değildir. “el-Medhal ile’t-Tefsirü’l-Mevdû’î” adlı çalışmasıyla bu konuyu ele alan Abdü’s-
Settâr’a göre, konulu tefsir iki bölüme ayrılmıştır:
1. Genel Konulu Tefsir: Bu gurubun altına, işlenen konular farklı olsa da gâyede
birleşen çalışmaları koymuştur. Meselâ seçilen konunun Kur’ân’da bir aslı vardır. Ancak bu
11 el-Ömerî, Ahmet Cemal, Dirâsât fi’t-Tefsiri’l-Mevdû’î Li-Kasasi’1-Kur’ân, Mektebetu’l- Hancî, Kahire 1986, s. 56. 12 el-Ömerî, Dirâsât fi’t-Tefsiri’l-Mevdû’î Li-Kasasi’1-Kur’ân, s. 57-77.
4
konuyu işlerken çok değişik konular da işlenmektedir. Bu bölüme misâl olarak, eski âlimlerin
Ulûmu’l-Kur’ân çalışmalarından Cessâs’ın (370/981) Ahkâmu’l- Kur’ân’ı, İbn-i Kayyim’in
et-Tibyân fi Aksâmil-Kur’ân’ı ve benzerlerini misâl vermiştir. Fermavî sûre tefsiri
çalışmalarını bu gruba sokar ve bu tip çalışmaların gerçek manada konulu tefsir çalışmaları
grubuna girmediğini savunur.
2. Özel Konulu Tefsir: Bu tür çalışmalarda konuların ve gâyenin birleşmesinin gerekli
olduğunu ve aralarındaki bağlantıların birbirine çok yakın olması gerektiğini söyler ve özel
konulu tefsir çalışmalarını üç gurupta mütalaa eder:
a. Vecîz (Kısa çalışmalar): Bu çalışmada müfessir, konferans veya ders vermek ya da
tv, radyo konuşması için değişik âyetler seçerek konuyu derine inmeden irdeler.
b. Vasît ( Orta düzeyde çalışmalar): Bu tür çalışmada herhangi bir süreden yahut
Kur’ân’ın tümünden bir kavram seçilir ve onun üzerinde çalışılır.Araştırma neticesinde çıkan
âyetlerden seçim yapılarak kavram ifâde edilir.
c. Basît ( Geniş kapsamlı çalışmalar): Bu tür çalışmalarda kavram hakkında kapsamlı
bir araştırma yapılır. Akademik düzeyde yapılan çalışmalarda bu tercih edilir. Fermavî, bu tür
bir çalışmanın gerçekleşebilmesinin pek çok şarta bağlı olduğunu ilâve ederek bunları
detaylarıyla anlatır.13
Bu bilgiler ışığında tezimizi özel konulu tefsir grubunda geniş kapsamlı bir çalışma
olarak değerlendirebiliriz.
Araştırmamız üç bölümde ele alınacaktır. İlk bölümde öncelikli olarak secde
kelimesinin klasik Arapça sözlüklerdeki anlamı ortaya konulacaktır. Bunu yaparken bu alanda
otorite kabul edilen kaynaklara başvurulacaktır. Ayrıca secde kelimesinin fıkıhla olan
münasebeti dolayısıyla zaman zaman da fıkıh kâmuslarından da istifâde edilecektir. Daha
sonra kelimenin bir terim olarak ifâde ettiği anlam ortaya konulacaktır.
İkinci bölümde İslamî ilimlerde ve diğer dinlerde secde konusu incelenecektir. İslam
dininde secdenin yeri, önemi, fazileti, hikmeti ve hadislerden istifâde etmek suretiyle Hz.
Peygamber’in secde yapma şekli ortaya konulacak, Fıkıhta secde çeşitlerinden bahsedilecek
ve diğer dinlerde secde konusu işlenecektir.
13 Abdü’s-Settâr, Fethullah Saîd, el-Medhal ile’t-Tefsiri’l-Mevdûî, Dâru’t-Tıbaa ve’n-Neşru’l- İslamiyye, Kahire 1986, s. 25.
5
Üçüncü bölümde öncelikle Kur’ân-ı Kerîm’de secde kavramının hangi anlamda
kullanıldığı, müştaklarının kullanılıp kullanılmadığı, secde kelimesiyle münâsebeti olan hangi
kelimelerin kullanıldığı gibi konular üzerinde durulacaktır. Ardından secde kelimesinin
geçtiği âyetler ele alınıp bunlar secde kelimesinin öznesine göre bir tasnife tabi tutulacak ve
bu âyetler hakkında müfessirlerin görüşlerine yer verilecektir. Daha sonra ise araştırmanın
sonucu ortaya konulup kaynaklara yer verilerek araştırmamız nihâyete erdirilecektir.
ARAŞTIRMANIN KAYNAKLARI
Araştırmamızın öncelikli alanı olan tefsirle ilgili olarak Taberî’nin Câmi’ü’l-Beyân an
Tevîli Âyi’l-Kur’ân, İbn-i Kesir’in Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Râzî’nin Mefâtihü’l-Ğayb,
Kurtubî’nin el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, Zemahşerî’nin el-Keşşâf, Ebu’s-Suûd Efendi’nin
İrşâdü Akl-i Selîm, Beyzavî’nin Envâru’t-tenzîl ve Esrâru’t-te’vîl, Beğavî’nin Meâlimü’t-
Tenzîl, Elmalılı’nın Hak Dini Kur’ân Dili, Mehmet Vehbi Efendi’nin Hülâsatü’l-Beyân isimli
tefsirleri başta olmak üzere ulaşabildiğimiz diğer tefsir kitaplarından da istifâde ettik.
Kelimelerin sözlük anlamları için İbn-i Manzur’un Lisânü’l-Arab, Zebîdî’nin Tâcu’l-
Arûs, Cevherî’nin es-Sıhâh, Mütercim Asım Efendi’nin tercüme ettiği el-Okyanus el-Basit fî
Tercemeti’l-Kâmûsu’l-Muhît (: Kâmus Tercümesi), Ezherî’nin Tehzîbü’l-Lüğa isimli
eserlerinden ve diğer lügat kitaplarından yararlandık. Kelimelerin terim anlamı için ise
Zemahşerî’nin Esâsü’l-Belâğe, İsfehânî’nin Müfredâtü Elfâzi’l-Kur’ân ve Elmalılı’nın
Alfabetik İslam Hukuku ve Fıkıh Istılahları Kâmûsu isimli eserlere başvurulmuştur.
Tezimiz boyunca geçen âyetlerin meâlleri verilirken Hasan Basrî Çantay’ın meâlinden
ve TDV’nin meâlinden istifâde ettik.
6
BİRİNCİ BÖLÜM
KAVRAMSAL ÇERÇEVE
1-SECDE’NİN ANLAMI
1.1. Lügat Anlamı
Secde (���ة ) kelimesi, s-c-d maddesinden müştak masdar-ı binâ-i merre14 olup şu
anlamlarda kullanılmaktadır:
1. Secde, bir defa secde etmek demektir.15 Bu anlamda olmak üzere “ ���ة ��� ” yani
“Bir defa secde etti.” denilir.16
2. Secde, bir rek’at anlamına da gelir. Hadîs-i şerifte “Sizden biri güneş batmadan
önce ikindi namazının bir secdesini (yani bir rek’atını) yetiştirebilecekse namazını
tamamlasın.” buyruluyor. Yine aynı hadisin devamında “(Sizden biri) güneş doğmadan önce
sabah namazının bir secdesini (yani bir rek’atını) yetiştirebilecekse namazını tamamlasın.”17
buyruluyor.
Hattabî dedi ki: “Bu hadislerdeki secdeden murâd, rukû’ ve sücûduyla birlikte bir
rek’attir. Çünkü rek’at ancak sücûduyla tamam olur. Bundan dolayı rek’at, secde olarak
isimlendirildi.” 18
Secde kelimesi, bir defa secde etmek manasında kullanılmakla birlikte -özellikle son
zamanlarda- bu kelime Türkçe’de etmek, yapmak vb. yardımcı fiillerden biriyle birlikte secde
etmek, secde yapmak şeklinde Arapça’daki sücûd kelimesi gibi masdar olarak
kullanılmaktadır. Sücud kelimesi daha çok Osmanlıca’da kullanılmış, son zamanlarda onun
yerini secde kelimesi almıştır. Zaten lügatlerde secde kelimesi ile sücûd kelimesi, hemen
hemen aynı anlamda tarif edilmiştir. Örneğin Kâmus-u Türkî’de secde: “Namazda ve makâm-
ı ta’zîm ve arz-ı ubûdiyette eğilip yüzünü yere sürme, yere kapanma: secde etmek, secdeye
14 Masdar-ı binâ-i merre, kemmiyet (nicelik) bildiren bir masdardır. Bir işin bir defa olduğunu gösterir. Sülâsî fiillerden fe’letün vezninde gelir. Bu masdara binâ-i merre denildiği gibi masdar-ı merre, ism-i merre veya masdar-ı adedî de denilir. (Çörtü, Meral, Arapça Dilbilgisi-Sarf, İstanbul 2001, s. 437-438.) 15 Ebû Ceyb, Sa’di, el-Kamusü’l-Fıkh Luğaten ve Istılâhen, Dârü’l-Fikr, Dımaşk 1982, s. 166. 16 İbn-i Manzûr, Lisânü’l-Arab, (tah. ve ta’lik: Âmir Ahmet Haydar), Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 2003, III, 252 ; Ezherî, Ebû Mansur Muhammed b. Ahmed b. Ezher el-Herevî (370/980), Tehzîbü’l-Lüğa, (tah. Riyad Zeki Kasım), Dâru’l-Ma’rife, Beyrut 2001, II, 1630. 17 Buhârî, Mevâkît 17, 28 (556, 579); Müslim, Mesâcid 163 (608); Ebû Davud, Salât 5 (412); Tirmizî, Salât 197 (423); Nesaî, Mevâkît 11 (516). 18 Ebû Ceyb, Sa’di, el-Kâmusü’l-Fıkh Luğaten ve Istılâhen, s. 166
7
varmak…”19 şeklinde; sücûd ise: “Namazda veya tevazû’ ve arz-ı ubûdiyet makâmında yüzü
yere sürme, yere kapanma: sücûd etmek…”20 şeklinde tarif edilmiştir. Bu s-c-d kökünün
masdar-ı mücerredi sücûd olduğu için tezimizin ismi “Kur’ân-ı Kerim’de Sücûd” olmalıydı.
Fakat biz son zamanlardaki bu kullanımı esâs alarak tezimize “Kur’ân-ı Kerim’de Secde”
ismini verdik.
1.2. Istılâhî Anlamı
Secdenin ıstılâhî anlamına gelince kısaca, secde, ibâdet kasdıyla alnı yere koymaktan
ibârettir diye tarif edilmiştir. Hatta bunun ibâdet niyetiyle olmasının şart olmadığı
söylenmiştir.21 Ancak yine de secdenin namaz ibâdetinin bir rüknü olarak kavramlaştığını22
görmekteyiz. Buna göre secde denilince namazda alnı, burnu, elleri, dizleri ve ayak uçlarını
yere koyarak Allah’ın huzurunda yere kapanma23 akla gelmektedir. Buna göre aslında bir
terim olarak mutlak anlamda yere kapanma anlamına gelmesine ve geniş bir anlama sahip
olmasına rağmen dinî literatürde secdenin namaz ibâdetindeki bir rükünle özdeşleştirildiği
anlaşılmaktadır. Yani secdenin lügatlarda yer alan anlamlarının, terim anlamına dar bir
çerçevede yansıdığını söyleyebiliriz. Bir başka ifâde ile secdenin terim anlamında bir daralma
olmuş, bunun da ibâdet niyetiyle akıl ve irâde sahibi varlıkların Allah’tan başkasına secde
etmelerinin, tevhid inancı açısından bir takım mahzûrlar doğuracağı endişesinden
kaynaklandığını söyleyebiliriz.
Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’in 32. sûresinin ismi de Secde’dir. Sûre, Kur’ân-ı Azîm’in
âyetlerini dinledikleri zaman Allah Teâlâ’ya secde eden ve O’nu tesbih eden müminlerin bu
vasıflarını ihtivâ etmesi sebebiyle “Secde sûresi” olarak adlandırılmıştır: “Bizim âyetlerimize
ancak kendilerine âyetlerimiz hatırlatıldığı zaman secdeye kapananlar, büyüklük taslamadan
Rablerine hamd ile tesbih edenler inanır.” (Secde, 32/15).24 Kur’ân’da Secde sûresi nâmıyla
iki sûre vardır. Birisi bu (Kur’ân’ın 32.) sûresi, diğeri de !"#$% &' ‘dir. Aralarını fark için buna
19 Sâmî, Şemseddin (1322/1904), Kâmûs-u Türkî, İkdam Matbaası, Dersaadet 1317, s. 709. 20 Sâmî, Şemseddin, Kâmûs-u Türkî, s. 710. 21 Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi (1361/1942), Alfabetik İslam Hukuku ve Fıkıh Istılahları Kâmûsu, (Yay. Haz. Sıtkı Gülle), İstanbul 1997, IV, 350. 22 İsfehânî, Ebü’l-Kâsım Hüseyin b. Muhammed b. Mufaddal Ragıb (502/1108), Müfredâtü Elfâzi’l-Kur’ân, (tah. Safvan Adnan Davûdî), Dârü’l-Kalem ve Dârü’ş-Şamiyye, Dımaşk 2002, s. 397. 23 Merginânî, Burhâneddin Ebu’l-Hasan Ali b. Ebû Bekir, el-Hidâye Şerhü Bidâyeti’l-Mübtedî, yy., ty, I, 150. 24 Zuhayli, Vehbe, et-Tefsirü’l-Münir, (ter. Hamdi Arslan ve öte.), Bilimevi Basım Yayın Ltd., İstanbul 2003, XI, 189.
8
Lokman secdesi, ona da Hâmîm secdesi denilir. Bir de buna Medâci’ sûresi, ona da Fussilet
sûresi nâmı verilir. Âyetleri Basrî ta’dadında yirmi dokuz, diğerlerinde otuzdur.25
2. S-C-D MADDESİNDEN MÜŞTAK KELİMELER
2.1. Secede (���)
Secede (���) fiili, birinci bâbdan sülâsî ve mâzi’ bir fiil olup, müzâri’si (����) şeklinde,
mücerred masdarı ise (دا��� ) şeklinde gelir.26 Secede fiili Arap lügatinde şu manalara
gelmektedir:
1. Secede (���) fiili, eğilmek, başını eğmek demektir. Ebû Bekir dedi ki: “(Bir kimse)
eğildiği ve yere doğru alçaldığı zaman “���” denilir.27
Araplar, hurma ağacı meyvesinin çokluğundan dolayı dalları yere doğru sarktığı
zaman “ derler. Sahibinin binmesi için deve başını eğip çömeldiği zaman yine 28” ال,+*"( ���ت
onlar “ ��� �.��ال “29 veya “)0�,30” ���ت ال derler. Yine Araplar gemi rüzgardan dolayı sağa sola
yalpalayıp bir tarafa doğru meylettiği zaman “ ل"�#�3 �2�� �+1.,(ال “ yani “Gemi, rüzgar yönüne
meyletti.” derler.31
İran kralı Kisrâ’dan bahseden bir rivâyette “ ل"7+�ل6 ���� آ��ى آ�ن ” şeklinde bir ifâde
geçer. Tâli’, hedefin arkasına düşen ok demektir ki onlar bunu hedefe varmış ok gibi kabul
ediyorlardı. Sağa sola sapan oka ise âsıd (9�ص� ) yani hedefe varmayan ok derlerdi. Bu ok
nişancıya tekrar geri verilir o da alırdı. Ezherî dedi ki: “Kisrâ, nişan alırken hedeften daha
yüksek bir konumda bulunduğundan, ok istikâmetine varsın ve hedefe isâbet etsin diye başını
eğiyordu. İşte bu rivâyet, Kisrâ’nın bu hareketini anlatmaktadır.”32
2.Secede (���) fiili, itaat etmek, boyun eğmek, saygı göstermek demektir.
25 Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi (1361/1942), Hak Dini Kur’ân Dili, Eser Neşriyât, İstanbul ty., VI, 3856. 26 İbn-i Manzûr, Lisânü’l-Arab, III, 251. 27 İbn-i Manzûr, Lisânü’l-Arab, III, 253; Zebîdî, Ebu’l-Feyz Murtazâ Muhammed b. Muhammed b. Muhammed (1205/1790), Tâcü’l-Arûs min Cevâhiri’l-Kâmûs, Matbaat-ı Hükümeti’l-Kuveyt, Kuveyt 1970, VIII, 173. 28 Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, VIII, 175; Ahterî, Mustafa b. Şemseddin el-Karahisârî (968/1560), Ahterî Kebîr, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut ty, I, 278. 29 Zemahşerî, Ebü’l-Kasım Carullah Mahmud b. Ömer b. Muhammed(538/1144), Esasü’l-Belağa, (tah. Mezid Nuaym, Şevki Mearrî), Beyrut 1998, s. 361; Feyyûmî, Ebü’l-Abbas Ahmed b. Muhammed b. Ali el-Hamevî (770/1368), Misbâhü’l-Münîr: Mu’cemu Arabî Arabî, Dâru’l-Hadis, Kahire 2003, s. 161. 30 el-Karahisârî, Ahterî Kebîr, I, 278. 31 Zebîdî,Tâcü’l-Arûs, VIII, 176; Zemahşerî, Esasü’l-Belâğa, s. 361. 32 İbn-i Manzûr, Lisânü’l-Arab, III, 253; Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, VIII, 173.
9
Secede (���) fiili, “6��”33 yani eğilmek, tevâzû’ göstermek,34 alçalmak,35 boyun
eğmek, kendini hor ve hakir görmek36 demektir. Bu manada olmak üzere şâir şöyle demiştir:
ل"E�ا%� ��+�ا %.C� اBآ& �2ى ... '��ا2@ %? ال�"� 2�<= ب�;6
“Ve öyle bir toplulukla ki beyaz çizgili siyah atlar etrafında kayboluyor. Orada küçük
tepelerin atların tırnaklarına boyun eğdiğini görürsün.”37
Şâir burada tepelerin atların tırnaklarına secde ettiğini yani boyun eğdiğini
söylemektedir. Çünkü atların tırnakları tepeleri çiğnemekte ve tepeler kendilerini onlara karşı
koruyamamaktadır.38
3. Secede (���), alnı yere koymak demektir.39
İbn-i Sîde dedi ki: “Secede fiili’nin müzâri’si (����) ve masdarı (دا���) şeklinde olup
“alnını yere koydu” demektir.”40
Ebû Ubeyd, Ebû Amr’den naklederek dedi ki: “Bir adam alnını yere koyduğu zaman
(Araplar), “��� “ derler.”41
Alnı yere koymak demek olan namazın sücûdu da bu manadan alınmıştır. Bu
sücûddan daha büyük hudû’ ve meskenet yoktur.42
4.Secede (���) fiili, selâm vermek, selâmlamak anlamına gelir.43 Bu manada olarak
şâir şöyle demiştir:
G"� H��2 @ك ل�و2��� ال;"
33 Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, VIII, 172. 34 el-Karahisârî, Ahterî Kebîr, I, 278. 35 Ebû Ceyb, Sa’dî, el-Kâmûsü’l-Fıkh Luğaten ve Istılâhen, s. 166. 36 Mustafa, İbrahim ve ötekileri, el-Mucemu’l- Vesit, Çağrı Yayınları, İstanbul ty., s. 241. 37 İbn-i Manzûr, Lisânü’l-Arab, III, 254; Cevherî, Ebu Nasr İsmail b. Hammad el-Farabî (400/1009), es-Sıhâh: Tâcü’l-Lüğa ve Sıhâhü’l-Arabiyye, (tah. Emil Bedi’ Ya’kub, Muhammed Nebil Tarikî), Beyrut 1999, II, 72. 38 Kurtubî, Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed (671/1273), el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Kahire 1967, I, 291. 39 Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, VIII, 172. 40 İbn-i Manzûr, Lisanü’l-Arab, III, 251. 41 Ezherî, Tehzibü’l-Lüğa, II, 1630. 42 İbn-i Manzûr, Lisânü’l-Arab, III, 254; İbnü’l-Esir, Ebü’s-Sâdât Mecdüddin Mübarek b. Muhammed (606/1210), en-Nihâye fi ğaribi’l-hadîs ve’l-eser, Kahire 1322, II, 158; Mütercim Âsım, Ebu’l-Kemal es-Seyyid Ahmed, el-Okyanus el-Basit fî Tercemeti’l-Kâmûsu’l-Muhît (: Kâmus Tercümesi), Matbaa-i Âmire, İstanbul 1304, I, 1160. 43 İbn-i Manzûr, Lisânü’l-Arab, III, 254 ; Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, VIII, 176.
10
“O öyle bir meliktir ki diğer bütün melikler ona itaat eder ve hepsi onun huzurunda
selâma dururlar.”44
5. Secede (���) fiili, Tayy kabilesinin lügatinde “J$Kان ” yani ayağa kalktı, dikildi
manasında kullanılmaktadır. 45 Ezherî dedi ki: “(Secede fiilinin bu manası), Leys dışında
başka birinden rivâyet edilmedi.”46
Âsım Efendi Kâmûs tercümesinde diyor ki: “Bir kimse ayağa kalkıp dikildiği zaman
denilir.”47 ”��� ال�ج<“
Firuzâbâdî ise şöyle diyor: “Senin de malumun olduğu üzere secede fiilinin manaları
(olan hudû’ ile intisâb) arasında bir zıtlık48 yoktur.”49
2.2. Secide (���)
Secide (���) fiili, s-c-d maddesinden sülâsî olarak dördüncü babdan gelen, müzâri’si
( ���� ) şeklinde, masdarı ise seceden (���ا) şeklinde gelen bir fiildir.50
Seced, ayağın bir arıza nedeniyle şişmesi manasındadır. Bir kimsenin ayağı şiştiği
zaman “ رج"@ ���ت ” denilir.51
2.3. Escede (���أ)
Escede (���أ), s-c-d maddesinden müştak if’âl bâbından bir fiildir. Escede fiili şu
manalara gelmektedir:
1.Escede (���أ), başını eğdi ve eğildi anlamındadır.52
Ebû Ubeyd, Ebû Amr’dan naklen dedi ki: “Bir adam başını eğdiği ve eğildiği zaman
“ ال�ج< أ��� ” denilir.53
44 İbn-i Manzûr, Lisânü’l-Arab, III, 254. 45 Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, VIII, 172. 46 İbn-i Manzûr, Lisânü’l-Arab, III, 251; Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, VIII, 172. 47 Mütercim Asım, Kâmûs Tercümesi, I, 1160. 48 Burada aslında zıtlıktan çok bir incelik dikkatimizi çekmektedir. Secede fiili bir yerde iki büklüm olup azalarla yerle temas etmeyi ifade ederken bazen bunun tam zıddı olarak ayakta dimdik durmayı ifade ediyor. Bu iki ifade her ne kadar birbirine zıt görünse de iki anlam da birbirini tamamlamaktadır. Mümin secdesini yerine göre kafirlere karşı izzetli olması gibi dimdik durmakla ifade edecektir. Bazen de iki büklüm olarak tevâzû’ sergileyecek ve müslümanlara karşı hoşgörülü olacaktır. (Bak. Maide, 5/54 ve Fetih, 48/29) 49 Zebîdî,Tâcü’l-Arûs, VIII, 172. 50 Mütercim Asım, Kâmûs Tercümesi, I, 1160. 51 Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, VIII, 174; Mütercim Asım, Kâmûs Tercümesi, I, 1160. 52 Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, VIII, 173.
11
Deve başını eğdi ve eğildi anlamında “ �.� أ����ال ” denilir. Bu mananın deve için
kullanılması mecâzîdir.54
Esed oğullarından bir bedevî Arap, Ebû Ubeyde’nin kendisine şu şiiri inşâd ettiğini
söyledi:
“ H"0ل أ��� ل@ وN"." ��ا�O% ”
“Ve ona Leylâ’ya secde et dediler de o da hemen secde etti.”55
Bu şiirde deveye Leylâ’ya secde et yani ona başını eğ denildiği, Leylâ sırtına binmesi
için devenin de başını aşağı doğru eğdiği anlatılıyor.
Humeyd b. Sevr bir şiirinde kadınları vasfederken şöyle diyor:
“ �+;"% H��ل N"9 &$�� ... PQوآ J.�� �اره�وإ�
��ره� ال,+$�رى ���د ... أ���ت أز�+CK� %��ل 'B ”
“O kadınlar bileklerine, kınalı avuçlarına ve bileziklerin(in yerlerin)e develerin
yularlarını doladıkları zaman, hıristiyanların hahamlarına secde ettikleri gibi, develer de
onlara secde etti.”
Şâir burada kadınların develere bindikleri ve develerin yularlarını kendi kollarındaki
bileziklerine tercih ettikleri zaman develerin onlara secde ettiğini söylüyor.
2. Escede, sükûnet içinde bakışı devam ettirdi anlamına da gelir. Bu, mecâzî bir
manadır. Sıhâh’da escede fiilinin bu anlamına ‘göz kapaklarını kırparak bakışı sürdürmek’
şeklinde bir ziyâde getirilmiştir. Bununla naz ve cilveye delâlet eden bir bakış
kasdedilmektedir.56
2.4. Sücûd (د ��)
Sücûd (د���), secede fiilinin mücerred masdarı olup57 şu anlamlara gelmektedir:
53 Ezherî, Tehzîbü’l-Lüğa, II, 1630; Cevherî, es-Sıhâh: Tâcü’l-Luğa ve Sıhâhü’l-Arabiyye, II, 72. 54 Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, VIII, 173. 55 Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, VIII, 173; Cevherî, es-Sıhâh: Tâcü’l-Lüğa ve Sıhâhü’l-Arabiyye, II, 72. 56 Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, VIII, 173. 57 Feyyûmî, Misbâhü’l-Münir, s. 161.
12
1. Sücûd, eğilmek, başını eğmek ve alçalmak demektir.58 Sücûd, lügatte alın yere
değmese bile baş eğmek demektir.59
2. Sücûd, hudû’ ve züll yani itaat etmek, boyun eğmek ve kendini
hor/hakîr/küçük/zelil görmek anlamındadır.60 Sücûd, ancak hudû’ ve tevazû’ göstermek
suretiyle olur.61
Mütercim Asım Efendi, ise sücûdu şöyle tarif etmektedir: “Sücûd kelimesi, kuûd (د��0)
vezninde olup hudû’, tevâzû’ ve tezellül ile serfurû’ kılmak (baş eğmek) manasındadır. Bir
kimse bir başkasının karşısında hudû’ ile baş eğdiği zaman “دا�ل@ �� ��� ” denilir.
Şârih der ki: “Sücûd aslında yukarıda zikredilen manaya vaz’ edilmiştir. Namazın bir
rüknü olan sücûd ise ıtlâkât-ı şer’iyyedendir (şer’î isimlendirmelerden biridir). Zîrâ alnı yere
koymaktan daha büyük hudû’ ve meskenet olmaz.”62
3. Sücûd, alnı yere koymaktır. Alnı yere koymak, hudû’un en son sınırı olduğu için
bununla isimlendirildi.63
4. Sücûd, tahiyye yani selâm manasına da gelir.64
5. Sücûd, ayak üzere sütûn gibi dik durmak manasında olduğu zaman önceki manasına
zıt bir manaya gelir. Bir kimse ayağa kalktığı zaman “ ال�ج< ��� ” denilir.65
6. Sücûd, şer’an o bilinen özel şekilden ibârettir.66 Sücûd, şer’an alnı yere veya yerden
biten yenilmeyen ve giyilmeyen şeylere koymaktır.67
2.5. Escâd (ا����د )
Escâd (د���Bا) kelimesi, Esved b. Ya’fûr en-Nehşelî’nin divânındaki bir şiirinde
Mufaddal’ın rivâyeti olarak şu şekilde yer almaktadır:
58 Ebû Ceyb, Sa’dî, el-Kâmûsü’l-Fıkh Luğaten ve Istılâhen, s. 166. 59 İbnü’l-Cevzî, Ebü’l-Ferec Cemaleddin Abdurrahman b. Ali (597/1201), Nüzhetü’l-A’yüni’n-Nevâzır fi İlmi’l-Vücûh ve’n-Nezâir, (dirase ve tah. Muhammed Abdülkerim Kazım Radi), Müessesetü’r-Risâle, Beyrut 1984, s. 348. 60 Ebû Ceyb, Sa’dî, el-Kâmûsü’l-Fıkh Luğaten ve Istılâhen, s. 166. 61 İbn-i Manzûr, Lisânü’l-Arab, III, 254. 62 Mütercim Asım, Kâmûs Tercümesi, I, 1160. 63 Ebû Ceyb, Sa’dî, el-Kâmûsü’l-Fıkh Luğaten ve Istılâhen, s. 166. 64 Ebû Ceyb, Sa’dî, el-Kâmûsü’l-Fıkh Luğaten ve Istılâhen, s. 167. 65 Mütercim Asım, Kâmûs Tercümesi, I, 1160. 66 Feyyumî, Misbâhü’l-Münir, s. 161. 67 Ebû Ceyb, Sa’dî, el-Kâmûsü’l-Fıkh Luğaten ve Istılâhen, s. 167.
13
“ H� �;� ذي Q7ن +HX7+� أ,� ... N%وا �Cد آ�راه& ب���Bا ”
“Konuşturulan kimse, bozulmuş şaraptan dolayı genzinden konuştu. O onları escâd
dirhemleri gibi karşıladı.”
Bu escâd kelimesi şu manalara gelmektedir:
1. Escâd, yahudî ve hristiyanlar anlamına gelmektedir.
2. Escâd, cizye manasındadır. Bu manayı Ebû Ubeyde söyledi.
3. Derâhim-i escâd, Kisrâ’ların dirhemleridir ki onların üzerinde resimler bulunur ve
onlara secde edilirdi. Denildi ki: O dirhemlerin üzerinde Kisrâ’ların resimleri bulunurdu. Onu
görenler ona secde ederlerdi yani ona başlarını eğer ve hudû’ izhâr ederlerdi. Bu manayı da
İbnü’l-Enbârî söyledi.
4. Bu kelime iscâd şeklinde de okundu. O takdirde yahudîler olarak tefsir edildi. Bu,
İbn-i Arâbî’nin görüşüdür.68
5. İscâd, boyun eğmek ve itaat etmek gibi başı aşağı doğru eğmek manasındadır. Bir
kimse iki kat olup başını eğdiği zaman “ ال�ج< أ��� ” denilir.
6. İscâd, göz kapaklarını kırparak bir nesneye muttasıl nazar eylemek demektir. Bir
kimse bir başkasına göz kapaklarını kırparak bakmaya devam ettiği zaman “@أ��� ل ” denilir.69
2.6. Sâcid (�ج�� )
Sâcid kelimesi, s-c-d maddesinden ism-i fâil olup şu manalarda kullanılmaktadır:
1. Sâcid, secde eden adama denir. Bu manadan dolayıdır ki Araplar yorgun ve hasta
olan göze “ H.9 ج�ة�� ” derler. Yine Araplar, hurma ağacının meyvesi çok fazla olup yere doğru
eğildiği zaman “ ��ج�ة ن*"( ”70 veya eğilen hurma ağaçları manasında “ ��اج� ن*< ”derler.71
Lebîd bir şiirinde şöyle diyor:
“ H.1�ال$+ ب Y."�و H.�الE$� بC� ���< ل& ��اج� J"X ... ��آ,( ال ”
68 Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, VIII, 175. 69 Mütercim Asım, Kâmûs Tercümesi, I, 1160. 70 İbn-i Manzûr, Lisânü’l-Arab, III, 254; Ezherî, Tehzîbü’l-Lüğa, II, 1631; Mütercim Asım, Kâmûs Tercümesi, I, 1161. 71 Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, VIII, 175.
14
Bu beyitte geçen “�اج��” kelimesi meyvesinin çokluğundan dolayı yere doğru
meyleden hurma ağacı manasındadır.72
“�9�0 ” ve “ب�ك ” kelimelerinin çoğulu “د��0 ” ve “?Zب ” şeklinde geldiği gibi, sâcid
kelimesinin çoğulu da “د��� ” şeklinde gelir. Bu sâcid kelimesinin diğer bir çoğulu da “�+��”
şeklinde olup secde eden topluluk anlamında “ ��+� 0�م ” denilir.
Fârîsî dedi ki: “Tahkîr manası kasdedildiği zaman müfred olan sâcid kelimesi
kullanılır.”
2. Sâcid, ayakta duran, dikilen anlamındadır.73 Leys dedi ki: “Sâcid kelimesi, Tayy
kabilesinin lügatinde ayakta duran, dikilen anlamındadır.”74 Ezherî dedi ki: “Sâcid
kelimesinin bu manası Leys dışında başka birinden rivâyet edilmemiştir.”75
2.7. Mescid (���� )
Mescid kelimesi, s-c-d maddesinden müştak ism-i mekân, ism-i zaman ve masdar-ı
mîmî kalıbında olup şu manalara gelmektedir:
1. Mescid, sücûd mevzii yani secde edilen yer demektir.76 Hadîs-i şerîfte: “Yeryüzü
bana mescid ve temiz kılındı. Ümmetimden biri namaza nerde yetişirse orda namazını
kılsın.”77 buyruluyor.
Âsım Efendi şöyle diyor: “Mescid kelimesiyle içinde secde edilen yer kasdedildiği
zaman, ( >�% >�1� ) yani birinci babdan (>�1� ) kalıbında gelen şâz kelimelerden biri olur. Genel
kâidedendir ki her (hangi bir) fiil ki birinci babdan mutasarrıf ola, ondan ism-i zaman, ism-i
mekân ve masdar-ı mîmî ayne’l-fiilin fethasıyla (>���) gibi mefalün vezni üzere gelir. Ancak
bazı kelimeler vardır ki onlar ayne’l-fiilin kesrasını iltizâm eylediler. Bu kelimeler şunlardır:
�ق ، 7�"6،���� �! ، ��%� ، a�� ، HZ��ر، 1��ق ، ��_ ، �,� ،�,� ،G Her ne kadar Araplar’dan
işitilmemiş olsa da (bu kelimelerin ayne’l-fiilinin) fetha ile okunması dahi câizdir. Ve şu fiil
ki ikinci bâbdan mutasarrıf ola, ondan ism-i zaman ve ism-i mekân ayne’l-fiilinin kesrasıyla
72 İbn-i Manzûr, Lisânü’l-Arab, III, 254; Ezherî, Tehzîbü’l-Lüğa, II, 1631. 73 İbn-i Manzûr, Lisânü’l-Arab, III, 251. 74 Ezherî, Tehzîbü’l-Lüğa, II, 1631. 75 İbn-i Manzûr, Lisânü’l-Arab, III, 251. 76 Ebû Ceyb, Sa’dî, el-Kâmûsü’l-Fıkh Luğaten ve Istılâhen, s. 167. 77 Buhârî, Teyemmüm 1 (335), Salât 56 (438); Müslim, Mesâcid 3 (521); Nesaî, Gusl 26 (434).
15
ve masdar-ı mîmî ayne’l-fiilinin fethasıyla gelir. Örneğin nezele fiilinden menzelen dersen
nüzul manasına, menzil dersen mahall-i nüzûl manasına gelir.”78
2. Mescid, örfen namaz için binâ olunan yer anlamındadır.79 Mescid, beytü’s-salât
yani namaz kılınan yer demektir.80 Âsım Efendi dedi ki: “Mescid, meclis vezninde olup -cim
harfinin fetha olması da câizdir- ma’ruftur ki namaz kılınan mahaldir. Farsça’da mezgit
denilir.”81
3. Mescid, içinde ibadet olunan her yer demektir. Çoğulu mesâcid şeklinde gelir.82
Zeccâc dedi ki: “İçinde ibâdet olunan her yer mesciddir (veya mesced şeklinde de
okunabilir). Görmez misin, Peygamberimiz: “Yeryüzü bana mescid ve temiz kılındı.”
buyuruyor.”83
2.8. Mesced ( ����)
Mesced kelimesi mek’ad vezninde bir kelime olup şu manalara gelmektedir:
1. Mesced, cephe yani alın manasındadır.84 Mesced, sücûd izi isâbet ettiği zaman
adamın alnı manasına gelir.85
Zebîdî dedi ki: “Mesced, mesken vezninde olup sücûd izi isâbet etmesi durumunda
cephe(alın) manasındadır. Bu mecâzî bir manadır.”86
Mesced kelimesinin çoğulu mesâcid şeklinde gelir. Mesâcid aynı zaman da mescid
kelimesinin de çoğuludur. Mesâcid, üzerinde secde olunan yedi azanın mecmûuna ıtlâk olunur
ki secde halinde yere değen yedi aza olup bunlar cephe(alın), iki el, iki diz ve iki ayaktan
ibarettir.87 Mesâcid, insan bedeninden sücûd yerleridir şeklinde de tarif edilmiştir. Leys ise
78 Mütercim Asım, Kâmûs Tercümesi, I, 1160. 79 Ebû Ceyb, Sa’dî, el-Kâmûsü’l-Fıkh Luğaten ve Istılâhen, s. 167. 80 Feyyûmî, Misbâhü’l-Münir, s. 161. 81 Mütercim Asım, Kâmûs Tercümesi, I, 1160, ayrıca bak. Lisanü’l-Arab, III, 252. 82 Ebû Ceyb, Sa’dî, el-Kâmûsü’l-Fıkh Luğaten ve Istılâhen, s. 167. 83 İbn-i Manzûr, Lisânü’l-Arab, III, 252. 84 Mütercim Asım, Kâmûs Tercümesi, I, 1160. 85 İbn-i Manzûr, Lisânü’l-Arab, III, 253; Cevherî, es-Sıhâh: Tâcü’l-Luğa ve Sıhâhü’l-Arabiyye, II, 74; Râzî, Ebû Bekir Muhammed b. Zekeriyyâ (313/925), Muhtâru’s-Sıhâh, el-Mektebetü’l-Asriyye, Beyrut 2005, s. 142. 86 Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, VIII, 174. 87 İbn-i Manzûr, Lisânü’l-Arab, III, 253; Mütercim Asım, Kâmûs Tercümesi, I, 1160.
16
Allah’ın “ ل"+@ ال;��ج� وأن+ ”88 sözü hakkında dedi ki: “İnsan bedeninden ve yerden secde yerlerine
mesâcid denir. Müfredi mesced şeklindedir.”89
2. Ebu’l-Abbas, İbn-i Arabî’den naklen şöyle rivâyet etti: “Mesced, evin en güzel ve
en yüksek yeridir. Mescid ise cemâatin namaz kıldığı yerdir. Mesâcid ise hem mescidin hem
de mescedin çoğuludur.”90
2.9. Seccâde (ا������دة )
Seccâde kelimesi şu anlamlara gelmektedir:
1. Seccâde, üzerinde namaz kılınan küçük sergi, halı, kilim vb. örtü demektir.91
Seccâde, ekseriyâ üstünde secdeye varmakta yani namaz kılmakta müsta’mel olunan küçük
halı manasındadır.92 Seccâdesini (yere) serdi manasında “ و����2@ ���د2@ ب�_ ” denilir.93
Seccâde, tanfese94 yani uzun saçaklı küçük halı veya hurma yaprağından yapılan eni
bir zîrâ olan hasır95 manasına gelir.
Seccâde, humra (ال*;�ة )96 demek olup humra, hurma yaprağından yapılan ve ipliklerle
ince bir şekilde dokunan küçük seccâdedir.97 Zemahşerî dedi ki: “Humra, küçük seccâde
demektir.”98
2. Seccâde, alında bulunan secde izi manasına da gelir.99 Yüzünde secde izi var
anlamında “ N"9 @Cدة وج��� ” denilir.100
Âsım Efendi dedi ki: “Seccâde, Arapçada humra ıtlak olunur ki ıtlâkât-ı
şer’iyyedendir. Kaldı ki seccâde aslında secde yeri olan cephede vaki olan eser ve nişana ıtlâk
olunup ondan sonra secde yeri olacak ma’hûd döşemede isti’mâl olundu. Âhirindeki ta (harfi,
88 Cin, 72/18. 89 İbn-i Manzûr, Lisânü’l-Arab, III, 253. 90 Ezherî, Tehzîbül-Lüğa, II, 1630. 91 Ebû Ceyb, Sa’dî, el-Kâmûsü’l-Fıkh Luğaten ve Istılâhen, s. 166. 92 Sâmî, Şemseddin, Kamus-u Türkî, s.709. 93 Zemahşerî, Esâsü’l-Belâğa, s. 361. 94 Ebû Ceyb, Sa’dî, el-Kâmûsü’l-Fıkh Luğaten ve Istılâhen, s. 166. 95 El-Karahisârî, Ahterî Kebîr, II, 17. 96 İbn-i Manzûr, Lisânü’l-Arab, III, 253; Cevherî, es-Sıhâh: Tâcü’l-Lüğa ve Sıhâhü’l-Arabiyye, II, 73; Râzî, Ebû Bekir, Muhtaru’s-Sıhâh, s. 142. 97 Râzî, Ebû Bekir, Muhtaru’s-Sıhâh, s. 142. 98 Zemahşerî, Esâsü’l-Belâğa, s. 361. 99 İbn-i Manzûr, Lisânü’l-Arab, III, 253; Cevherî, es-Sıhâh: Tâcü’l-Lüğa ve Sıhâhü’l-Arabiyye, II, 73. 100 Zemahşerî, Esâsü’l-Belâğa, s. 361.
17
tâ-i) nâkiledir. Yahutta tebbâne ve hammâra kelimelerinde olduğu gibi şâz olarak ism-i mekân
olan fe’âle babındandır.”101
Bu seccâde kelimesi Araplar’dan “süccâde” şeklinde de işitilmiştir.102
3. SECDE İLE YAKIN ANLAMLI KELİMELER
Yukarıda sücûd kelimesinin ilk anlamının “eğilmek” olduğu; ikinci anlamının ise
hudû’ yani tevâzû’ göstermek, boyun eğmek, itaat etmek olduğu ortaya konuldu. Bu nedenle
biz burada secde ile yakın anlamlı kelimelerden rükû’ ve hudû’ ile bir de Kur’ân’da secdeye
kapanmak anlamında kullanılan hurûr kelimesinin anlamlarını ifâde etmeye çalışacağız.
3.1. Rükû’(ع ( رآ
Bu kökün mâzi’ fiili “6رآ” şeklinde; müzâri’si “6��آ” şeklinde; masdarı ise “�� veya ”رآ
“ آ�9�ر ” şeklinde olup başını eğdi manasındadır.103
Rükû’, alçalarak eğilmek demektir. Başını eğdikten sonra dizler yere değse de
değmese de yüzü üzere düşen, eğilen her şeye “6راآ” yani rükû’ eden denir. Bir ihtiyarın
yaşlılık dolayısıyla beli eğildiği zaman, “ +.b رآ6 ال ” denilir. Rükû’nun asıl manası budur.
Namazın rükû’u da bu manadan alınmıştır. Lebîd şöyle demiştir:
�#�راآ6 0;! آ"+;� آOن#? أدب= ... ��! الK? ال�ون أ���ر أ�
“Geçmiş nesillerin haberlerini veriyorum. Kalktığım her seferde rükû’ eder gibi
hareket ediyorum.”
İbn-i Düreyd, “‘6رآ ’, yüz üstü yere düştü manasındadır.” demiştir. İbn-i Berrî ise buna
“tökezledi, ayağı sürçtü, sendeledi” manasını ilâve etmiştir.104
Rükû’, esasen eğilmek manasında vaz’ olunmuş olup daha sonra örf-i şerî’de kıyâmın
akabinde olan özel bir rükündür ki kıyâmda kırâati tamamladıktan sonra iki avuçları dizlerine
gelmek yahud arkası düpdüz olmak vechiyle eğilmekten ibârettir.105 Rükû’, namaz kılan
101 Mütercim Asım, Kâmûs Tercümesi, I, 1161. 102 Zemahşerî, Esâsü’l-Belâğa, s. 361. 103 İbn-i Manzûr, Lisânü’l-Arab, VIII, 158; Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, XXI, 122. 104 Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, XXI, 122. 105 Mütercim Asım, Kâmûs Tercümesi, III, 267.
18
kişinin avuçları, dizlerine ulaşıncaya kadar sırt ve başıyla eğilmesidir. Bu eğilmenin ölçüsünü
fukahâ şu şekilde takdir etmiştir: (Rükû’ eden birinin) sırtına su dolu bir bardak konulduğu
zaman suyun dökülmemesi (gerekmektedir).106
Namazda her kıyâmı, rükû’ ve iki secde takibeder. İşte bu kıyâm, rükû’ ve iki secdeye
bir rek’at denir. “Namaz kılan kimse bir rek’at, iki rek’at, üç rek’at namaz kıldı.” manasında
“ رآ��ت وefث ورآ�H.K رآ�( ال;$"#? رآ6 ” denilir.107 Bu cümlede “6رآ ” fiili, cüziyyet ve külliyet
alâkasıyla namaz kılmak manasındadır.108 Rek’at aynı zamanda Yemen şîvesine göre yerdeki
boşluk ve çukur manasına gelmektedir.109
Rükû’nun mecâzî manalarına gelince, bir mevkiden aşağıya düşmek, durumu
değişmek anlamında kullanılır. “Adam zenginlikten sonra fakirleşti, hâli değişti.” anlamında
“ ال�+ج< رآ6 ” denilir. Şâir Azbad b. Kuray’ şöyle demiştir:
g H.C2 �.`1ال G+"9 � 2�آ6 ... أن��ر% �0 وال�+ه� �@�
“Zayıf olana düşmanlık etme, olur ki sen bir gün makamından düşersin, zaman ise onu
yükseltivermiş olur.”110
Sa’leb’den rükû’nun, hudû’ manasında olduğu rivâyet edilmiştir.111 İsfehânî ise şöyle
demiştir: “Rükû’, eğilmek manasındadır. Bazen namazda o bilinen özel hareket için kullanılır.
Bazen de gerek ibâdetlerde veya onlardan başka şeylerde tevâzû’ ve tezellül hakkında
kullanılır.112 Hattâbî ise şöyle demiştir: “Rükû’ ve secde, bu ikisi züll yani kendini küçük
görmenin ve hudû’nun nihâyetidir. Bu ikisi zikir ve tesbihe has kılınmıştır. Hz. Peygamber bu
ikisinde kırâati yasaklamıştır. Sanki o, Allah kelâmı ile insanların sözünü aynı yerde
birleştirmeyi ve ikisinin aynı makâm ve mevkide kabul edilmesini kerih görmüştür.”113
Ayrıca Araplar, Câhiliyye döneminde putlara tapmayan Hanîfler’e “6راآ” derlerdi.114
106 Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, XXI, 122. 107 İbn-i Manzûr, Lisânü’l-Arab, VIII, 158 ; Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, XXI, 122. 108 Mütercim Asım, Kâmûs Tercümesi, III, 267. 109 İbn-i Manzûr, Lisânü’l-Arab, VIII, 159. 110 Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, XXI, 122. 111 İbn-i Manzûr, Lisânü’l-Arab, VIII, 158; Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, XXI, 122. 112 İsfehânî, Müfredâtü Elfâzi’l-Kur’ân, s. 364; Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, XXI, 122. 113 İbn-i Manzûr, Lisânü’l-Arab, VIII, 158. 114 İbn-i Manzûr, Lisânü’l-Arab, VIII, 158; Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, XXI, 123.
19
3.2. Hudû’( ع ��)
Bu kökten mâzi’ fiil “6��” şeklinde; müzâri’ fiil “6�*�” şeklinde; masdar ise “���� ”
ve “�9���” veya “�1انX” ve “آ�1ان” masdarları gibi “�ن���� ” şeklinde de gelir. Ayrıca “وج�ان”
masdarı gibi ha (خ) harfinin kesrasıyla da geldiği rivâyet edilmiştir.115
Hudû’, tezellül yani kendini hor/hakîr/küçük görmek, tevâzû’ yani alçak gönüllü
olmak, eğilmek, boyun eğmek, itaat etmek anlamlarına gelir.116
“Deve yürümesinde gayret etti.” manasında “ !�اiب< �� ” denilir. Çünkü deve gayretli
bir şekilde yürüdüğü zaman boynunu eğer.117
Araplar, “ ?,K�الE�ج( إل.G أ�� ” yani “İhtiyaç beni sana boyun eğdirdi.” derler.118
Boyunda bulunan eğriliğe ve başın yere yakın olması durumuna “6�*ال ” denilir. “ 6��
���� اiن��ن ” yani “İnsan başını yere doğru eğdi, yere yaklaştı.” denilir.119 Boynunda eğiklik
bulunan kambur kimseye ise “ &."j 6أ�� ” denir.120
“ @��� ��Zال ” yani “İhtiyarlık onu iki büklüm yaptı.” denilir.121
“Züll ve hakarete razı olan adam” manasında “ أ6�� رج< ” denilirken122 “züll ve
hakarete razı olan kadın” manasında “ ����ء ا��أة ” ve “herkese boyun eğen adam” manasında
“ ���( رج< ” denilir.123 “)��� ” kelimesi Cevherî ve Sağanî’nin naklettiğine göre herkese
boyun eğen kimse demektir.124
“6�� ” fiili hem lazım hem de müteaddî olarak kullanılır. Örneğin sen “ @K��� 6�*% ”
yani “Ben onu boyun eğdirdim, o da boyun eğdi.” dersin.125
“ ال,�& 6�� ” yani “Yıldız batmaya doğru meyletti.” denir.126 Aynı şey güneş için de
“ !��� l;+ ال ” denir.127
115 İbn-i Manzûr, Lisânü’l-Arab, VIII, 85-86. 116 Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, XX, 511; İbn-i Manzûr, Lisânü’l-Arab, VIII, 85; Ahterî, Ahterî Kebîr, I, 278. 117 Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, XX, 511; Zemahşerî, Esâsü’l-Belâğa, s. 202. 118 İbn-i Manzûr, Lisânü’l-Arab, VIII, 85. 119 İbn-i Manzûr, Lisânü’l-Arab, VIII, 86; el-Karahisârî, Ahterî Kebîr, I, 278. 120 İsfehânî, Müfredâtü Elfâzi’l-Kur’ân, s. 286. 121 İbn-i Manzûr, Lisânü’l-Arab, VIII, 87. 122 Zemahşerî, Esâsü’l-Belâğa, s. 202. 123 İbn-i Manzûr, Lisânü’l-Arab, VIII, 85-87. 124 Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, XX, 512. 125 İbn-i Manzûr, Lisânü’l-Arab, VIII, 86-87.
20
3.3. Hurûr(ور � )
Bu kökten fiil-i mâzi’ “+��” şeklinde; fiil-i müzâri’ ikinci bâbdan kıyâsî olarak “�=*�”
şeklinde veya birinci bâbdan şâz olarak “�*�” şeklinde; masdarı ise “��ا” veya “��ورا”
şeklinde kullanılmaktadır.
Hurûr, mutlak olarak düşmek bir kavle göre yüksekten aşağıya düşmek
manasındadır.128 Zebîdî ise diyor ki: “Harra fiili, düşmek manasındadır. Onun aslı kendisiyle
birlikte bir ses ve gürültü işitilen düşmedir. Bunu iştikâk erbâbı söylemiştir. Sonra mutlak
olarak düşme manasında kullanılması yaygınlaşmıştır. Bir bina çöktüğü zaman “ +�� �,�ءال ”
denilir. Peygamber Efendimiz’in abdestle ilgili bir hadisinde “ +gت إ+�� m���7� ” yani ancak
(abdest) hataları siler, yok eder buyurmuştur.”129
Bazıları bu kelimenin “aşağı düşmek” anlamını, dinî terim anlamındaki secdeyle
bütünleştirerek “secdeye kapanmak” şeklinde tercüme etmektedirler.130
Harra fiili, yarmak manasındadır.131 Su yeryüzünü yardığı zaman “ ��ا اBرض ال;�ء ��+ ”
denilir.132 Harra fiili, bilinmeyen bir yerden hücuma uğramak manasına da gelir. Filan
kabilenin insanları bize hücum etti manasında “ %eن ب,? H� ن�س 9".,� ��+ ” denilir. Yine harra fiili,
ölüm manasında kullanılmaktadır. Bir adam öldüğü zaman “ %eن �� ” denilir.133
Harra fiili, Kur’ân-ı Kerîm’de şu anlamlarda kullanılmıştır:
1. Düşmek
“Derken Rabbi o dağa tecelli edince onu paramparça ediverdi. Musa da baygın yere
düştü.”134 âyetinde Hz. Musa’nın bayılarak yere düşme eylemi harra fiili ile ifâde edilmiştir.
Şirk koşan insanın Allah katında ânî bir derece ve değer kaybına uğradığını ifâde
etmek için Hac sûresinin 31. âyetinde de bu kelime kullanılmıştır: “Kim Allah’a eş koşarsa o,
126 İbn-i Manzûr, Lisânü’l-Arab, VIII, 87; Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, XX, 511; el-Karahisârî, Ahterî Kebîr, I, 278. 127 Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, XX, 511. 128 Mütercim Asım, Kâmus Tercümesi, II, 290. 129 Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, XI, 150. 130 İşler, Emrullah, Secde Kelimesi ve Türkçeye Çeviri Sorunu, İslâmiyât I (1998), S. 3, s. 114. 131 Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, XI, 150; Mütercim Asım, Kâmus Tercümesi, II, 290. 132 Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, XI, 150. 133 Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, XI, 150; Mütercim Asım, Kâmus Tercümesi, II, 290. 134 A’raf, 7/143.
21
yüksekten düşüp de (parçalanmış ve) kendisini kuş kapmış, yahut rüzgar onu uzak bir yere
atmış (nesne) gibidir.”135
2. Çökmek
“Kendilerinden öncekiler de fasit planlar kurmuşlardır. Nihayet Allah onların
binalarını ta temellerinden (yıkmayı) diledi de üstlerindeki tavan tepelerine çöktü.”136
âyetinde evlerin çatılarının çökmesi anlamında kullanılmıştır.
3. Yıkılmak
“(Süleyman’)ın ölümüne hükmettiğimiz zaman onun öldüğünü ancak değneğini yiyen
bir ağaç kurdu gösterdi. Sonunda yere yıkıldığı zaman besbelli oldu ki eğer cinler gaybı
bilmiş olsalardı öyle küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı.”137 âyetinde bastonuna
dayanan Hz. Süleyman’ın dayandığı bastonu bir ağaç kurdunun kemirmesi ve bastonun
kırılması ile yere yıkılması anlatılırken yine harra fiili kullanılmıştır.
4. Secdeye kapanmak
“Onlara Allah’ın âyetleri okununca secdeye kapanırlardı.”138 âyetinde insanın saygı
duyduğu ve manasını derinden anladığı bir şeyi duyunca secdeye kapanmasını anlatırken
Yüce Allah bu kelimeyi kullanmıştır. Yusuf 7/100, İsrâ 17/107, Secde 34/15 ve Sad 38/24
âyetlerinde de harra fiili aynı manada kullanılmıştır.
135 Hac, 22/31. 136 Nahl, 16/26. 137 Sebe’, 34/14. 138 Meryem, 19/58.
22
İKİNCİ BÖLÜM
İSLAM’DAN ÖNCEKİ DİNLERDE VE İSLAM’DA SECDE
1. İSLAM’DAN ÖNCEKİ DİNLERDE SECDE
Kur’ân-ı Kerîm’in çeşitli âyetlerinde Hz. İbrahim ve İsmail’in namaz kıldıkları ve
kendilerine tâbi’ olan kimselere namaz kılmayı emrettikleri bildirilmektedir.139 Yine Kur’ân-ı
Kerîm’de yer alan “Bana hiçbir şeyi ortak koşma, tavaf edenler, orada kıyâma duranlar,
rükû’ ve secdeye varanlar için evimi temiz tut, diye İbrahim’i Kâbe’nin yanına
yerleştirmiştik.”140 âyeti Hz. İbrahim’in namazının, kıyâm, rükû’ ve secde rükünlerini hâiz
olduğuna işaret etmektedir. Yine Kur’ân-ı Kerîm’de Meryem sûresinin 58. âyetinde Hz.
Âdem’in soyundan, Hz. Nuh ile birlikte gemi taşınanların soyundan ve Hz. İbrahim ile Hz.
İsmail’in soyundan gelen peygamberlerin, İsrâ sûresinin 107. âyetinde ise kendilerine ilim
verilen ehl-i kitaptan bazı insanların Rahmân’ın âyetleri okunduğu zaman ağlayarak secdeye
kapandıkları haber verilmektedir. Ayrıca Âl-i İmrân sûresinin 43. âyetinde de Hz. Meryem’e
secde ve rükû’ etmesi emredilmektedir. Bu âyetlerden öyle anlaşılıyor ki Allahü Teâlâ’ya
secde ta Hz. Âdem’le birlikte başlamıştır.
Yahûdîlik’te günlük ibâdetin özü, duâ ve niyazdan ibâretti. Günlük ibâdette namazdaki
gibi kıyâm (amidah), rükû’ (keria) ve secde bulunurdu.141
Kehf sûresinin 21. âyetinde Ashâb-ı Kehf’in üzerine yapılan binânın “mescid” olarak
zikredilmesi, ilk hıristiyanların namaz kıldıklarını ve onların secdeyi bildiklerini
göstermektedir.142 Nitekim Ümmü Habîbe ve Ümmü Seleme Habeşistan’a hicret ettiklerinde
resimlerle süslenmiş mescidler görmüşlerdir. Bu durumu Hz. Peygamber’e haber verince
Rasûlullah, hıristiyanların, içlerinden sâlih bir kişi öldüğünde onun kabri üzerine mescid inşâ
ettiklerini ve içine resimler yaptıklarını, bu kişilerin kıyâmet gününde mahlûkâtın en kötüleri
olacağını belirtmiş, bu hareketlerinden dolayı yahûdî ve hıristiyanları lanetlemiştir.143
Kur’ân’da “içinde Allah’a ibâdet edilen yer” şeklindeki genel anlamıyla mescid, ehl-i
kitabın ma’betleriyle beraber zikredilmektedir: “Allah, insanların bir kısmını bir kısmıyla def’
139 Bak. Bakara, 2/125; İbrahim, 14/37; Meryem, 19/54-55 140 Hac, 22/26. 141 Epstein, Isidore, Judaism: A Historical Presentation, Penguin Books, London 1960, s. 399-400. 142 Râzî, Ebû Abdullah Fahreddin Muhammed b. Ömer Fahreddin (606/1209), et-Tefsîru’l-Kebîr: Mefâtîhu’l-Ğayb, Dâru Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 2004, XXI, 89. 143 Buhârî, Salât, 48 (427); Müslim, Mesâcid, 16-23 (528-532).
23
etmeseydi herhalde manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılıp giderdi ki buralarda
Allah’ın adı çokça anılır.”144
Milâttan önce I. yüzyılda yaşayan ve “Ölüdeniz yazmaları” kendilerine nisbet edilen
Essenîler’e ait olan ve Lut gölünde bulunan bazı vesîkalarda “mescid” kelimesi
kullanılmaktadır. Bu vesîkalarda “Bizim ibâdet ettiğimiz yer, Tanrı için başımızı koyduğumuz
yerdir.” denilmektedir.145
Kaynaklarda yer alan bazı haberlerden, Câhiliyye döneminde Hanifliğe mensup bazı
kimselerin namaz kıldıklarını öğrenmekteyiz. Müslim’in kaydettiğine göre Ebû Zer ile Kus b.
Saide Câhiliyye döneminde namaz kılan kimseler arasında yer almaktaydı.146 Zeyd b. Amr’ın
da Câhiliyye döneminde kıbleye yönelip: “İlâhım, İbrahim’in ilâhıdır, dinim de İbrahim’in
dinidir.” diyerek secdeye kapandığı kaydedilmektedir.147 Ayrıca Araplar kuşluk vakti kılınan
namaza “sübhetü’d-duhâ” ve “sücûdü’d-duhâ” diye isimlendirmekteydiler.148
İslam’dan önceki dinlerde Allah’tan başkasına secde etmenin câiz olmadığı konusunda
Mevdûdî şöyle demektedir:
“Allah’tan başkası huzurunda saygı göstermek amacıyla yapılan, şimdiki İslamî
anlamıyla secde hareketine önceki şeriatlarca izin verildiğini ileri süren müfessirler
yanılmışlardır. Bu anlamda secde tüm şeriatlarda daima yasak olmuştur. Sözgelişi
İsrailoğulları’nın Babiller’in egemenliği altında bulunduğu esnada Kral Aha-Suerus, Haman’ı
tüm prenslerin üstündeki mevkiye çıkarmış ve kölelerine secde edip onu selamlamalarını
istemişti. Fakat Yahûdîler arasında sıdkı ve velâyetiyle tanınan Mordecai ne secde etmiş ne de
başını eğmişti (Esther, 3: l-2). Talmud’un aynı konuda söyledikleri gerçekten zikre şayandır:
Kralın köleleri Mordecai’ye şöyle dediler: “Haman’ın huzurunda secde etmeyi, kralın
emrini hiçe sayarak niye reddediyorsun ki? Kralın huzurunda eğilip selam durmaz mıyız?”
“Aptallar!” diye cevapladı Mordecai, “Bir de sebep istiyorsunuz ha! Dinleyin beni. Toprak
olacak birini mi ululayayım? Bir kadından doğma, günleri sayılı birinin önünde mi secde
edeyim? Küçük bir çocukken ağlayıp sızlayan, yaşlanınca ah vah edip duran; günleri öfke ve
144 Hac, 22/40. 145 Hamidullah, Muhammed (2002), İslam Müesseselerine Giriş, (ter. İhsan Süreyya Sırma), Beyan Yayınları, İstanbul 1984, s. 47. 146 Müslim, Ebu’l-Hüseyn Müslim b. Haccac el-Kuşeyrî, el-Câmiü’s-Sahîh, (tah. M. Fuad Abdülbâkî), Mısır 1374-1375, IV, 1920 147 Aynî, Bedrüddin Ebû Muhammed Mahmud b. Ahmed (855/1451), Umdetü’l-Kârî li Şerh-i Sahîhi’l-Buhârî, İdaretü’t-Tıbâti’l-Müniriyye, Beyrut ty., XVI, 285. 148 Ragıp İsfehânî, Müfredâtü Elfâzi’l-Kur’ân, Dımaşk 2002, s.397.
24
kızgınlıkla dolu geçen ve sonunda da toprağa dönecek olan böyle bir adama secde etmek, öyle
mi? Asla! Ben Ezelî ve Ebedî olan, hiç ölmeyen Allah’ın huzurunda secde ederim. Yalnızca
O yüce yaratıcıya, O büyük Melik’e... Başkasına asla!...” (Talmud’tan Seçmeler, Polano, s.
l72).
Kur’ân’ın vahyedilişinden bin yıl önce İsrailoğulları’ndan bir müminin yaptığı bu
konuşma, meseleyi sonuçlandırmaktadır. Demek ki, Allah’tan başkası huzurunda secdede
bulunmak için (diğer dinlerde de) hiçbir açık kapı yoktur.”149
2. İSLAM’DA SECDE
2.1. Secdenin Yapılış Şekli
Kur’ân-ı Kerîm’de yalnızca “…Rabbinize secde edin…” buyrulmakta, fakat bu
secdenin nasıl yapılacağı konusunda herhangi bir malumât verilmemektedir. Secdenin nasıl
yapılacağı, secdede hangi tesbihlerin söyleneceğini hep Hz. Peygamber’den öğrenmekteyiz.
Bundan dolayı biz bu konuyu anlatırken tamamen Hz. Peygamber’in hadislerine yer
vereceğiz.
Hz. Peygamber (s.a.v.) secde etmek istediği zaman tekbir getirir, sonra secde ederdi.150
Secdeye giderken bazen ellerini kaldırdığı olurdu.151
Secdeye giderken yere önce dizlerin mi yoksa ellerin mi konulacağına dair Hz.
Peygamber (s.a.v.)’den rivâyet edilen iki farklı rivâyet vardır. Bu iki rivâyet şöyledir:
Vâil b. Hücr (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.v.)’ı gördüm, o secde edince, yere diz
kapaklarını ellerinden önce koyardı. Kalkınca da ellerini dizlerinden önce kaldırırdı.”152
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Biriniz secde edince
devenin çöküşü gibi yere çökmesin. Ellerini dizlerinden önce yere koysun.”153
149 Mevdûdî, Seyyid Ebü’l-A’la (1399/1979), Tefhîmü’l-Kur’ân, (ter. Muhammed Han Kayani, ve öte.), İnsan Yayınları, İstanbul 1996, II, 496. 150 Nesaî, İftitah 126 (1087). 151 Nesâî, İftitah 127 (1090). 152 Ebû Davud, Salât 142 (838); Tirmizî, Salât 84 (268); Nesâî, İftitah 128 (1091). 153 Ebû Davud, Salât 142 (840);Bak. Tirmizî, Salât 85 (269); Nesâî, İftitah 128 (1092).
25
Ebû Davud’da Vâil (r.a.)’ın hadisini destekleyen şöyle bir rivâyet bulunmaktadır:
“Rasûlullah (s.a.v.) secdeye gidince alnını ellerinin arasına koydu, kalkınca da diz
kapaklarının üstüne kalktı ve dizlerine dayandı.”154
Tirmizî, Vâil b. Hücr hadisi hakkında şöyle diyor: “Bu hadis, hasen, gariptir.
Senedinde (bulunan râvîlerden biri) Şerik (b. Abdullah en-Nehâî’)dir. Bu hadisi ondan rivâyet
eden başka birini bilmiyoruz. İlim adamlarının çoğunluğuna göre bununla amel edilmektedir.
Bu itibarla onların görüşlerine göre kişi (secdeye giderken) dizlerini ellerinden önce yere
koyar. Kalkarken de ellerini dizlerinden önce kaldırır.155
Ebû Hureyre hadisi pek çok yönden sakattır:
1. Deve yere çökerken önce ön ayaklarını yere koyar; arka ayakları dik kalır.
Kalkacağı zaman önce arka ayaklarını kaldırır; bu esnada ön ayakları yerde kalır. İşte Hz
Peygamber’in yasakladığı ve aksini yaptığı şey budur.
(Hz. Peygamber) uzuvlarını yakınlık derecelerine göre -yere en yakın olan ilk
dokunacak şekilde- yere indirirdi. Yerden kalkarken de yine en üstteki uzvu ilk kaldırmak
sûretiyle diğerlerini de sırasıyla kaldırırdı. Yere önce dizlerini, sonra ellerini, daha sonra da
alnını kordu. Kalkacağı zaman da önce başını, sonra ellerini, daha sonra da dizlerini kaldırırdı.
Bu durum deve iniş ve kalkışının aksinedir. Hz. Peygamber, namazda hayvanlara benzemeyi
yasaklamıştır. Böylece deve gibi çökmekten, tilki gibi sağa sola bakmaktan, canavar gibi
kolları yere sermekten, köpek gibi kaba etleri yere dayayıp bacakları dikmekten, karga gibi
gagalamaktan ve selâm verirken elleri kötü huylu atların diretirken kuyruklarını kaldırdıkları
gibi kaldırmaktan men’ etmiştir. Şu halde namaz kılan kişinin hareketleri, hayvanların
hareketlerine aykırı demektir.
2. “Devenin dizleri ön ayaklarındadır.” demeleri ise ma’kûl bir söz değildir. Hem lügat
bilginleri de böyle bir tanım yapmamaktadırlar. Diz yalnızca arka ayaklardadır. Devenin ön
ayaklarındakilere diz adı verilmesi tağlîb yoluyladır.
3. Onların dedikleri gibi olsaydı, Hz. Peygamber: “Deve gibi çöksün.” buyururdu.
Çünkü devenin yere ilk gelen kısmı elleridir. Problemin iç yüzü şudur: Kim devenin çöküş
154 Ebû Davud, Salât 142 (839). 155 Tirmizî, Ebû İsa Muhammed b. İsa b. Sevre es-Sülemî, Sünenü’t-Tirmizî, (tah. ve tahric: Halil Me’mun Şiha), Dâru’l-Ma’rife, Beyrut 2002, s.136.
26
şeklini düşünür ve Hz. Peygamber’in de deve gibi çökmeyi yasakladığını bilirse Vâil
hadisinin de doğru olduğunu bilir.156
Vâil b. Hucr hadisi, şu yönlerden tercihe şayandır:
1. Hattâbî gibi bazı alimlerin söyledikleri üzere Vâil hadisi, Ebû Hureyre hadisinden
daha sağlamdır.
2. Ebû Hureyre hadisinin metni muztaribtir. Kimileri “Ellerini dizlerinden önce yere
koysun.” şeklinde rivâyet ederken kimileri tam tersini rivâyet etmiş; kimileri ise “Ellerini
dizlerinin üzerine koysun.” şeklinde rivâyet ederken kimileri de tamamen bu cümleyi
kaldırmıştır.
3. Buhârî, Dârekutnî, vb. muhaddisler Ebû Hureyre hadisini illetli saymışlardır.
4. Ebû Hureyre hadisinin sabit olduğu kabul edilse bile, bir grup ilim adamı hadisin
nesholunduğunu savunmuştur. İbnü’l-Münzîr diyor ki: “Bazı arkadaşlarımız, elleri dizlerden
önce yere koymanın nesholunduğunu sanmaktadırlar.”
5. Ebû Hureyre hadisinin aksine, Vâil hadisi Hz. Peygamber’in namazda iken deve
gibi çökme yasağına paralellik arzetmektedir.
6. Hz. Ömer, oğlu (Abdullah b. Ömer) ve Abdullah b. Mesud gibi sahabeden
nakledilenlere de uygundur. Kendisinden gelen rivâyet farklılığına rağmen yine de Hz.
Ömer’i istisna edersek hiçbir sahabeden Ebû Hureyre hadisine muvâfık bir rivâyet
gelmemiştir.
7. İbn-i Ömer, Enes gibi sahabîlerden naklolunan şâhid hadisler de mevcuttur. Ebû
Hureyre hadisi için tek bir şâhid hadis yoktur. Her iki hadis birbirine karşı koyacak derecede
olsa bile şâhidlerinden dolayı Vâil hadisi yine öne alınır.
8. Çoğunluğun görüşü Vâil hadisi üzerinde birleşmektedir. Diğer görüş yalnız Evzâî
ve Mâlik’ten naklolunmuştur.
156 el-Cevziyye, Ebû Abdullah Şemseddin Muhammed İbn Kayyim (751/1350), Zâdu’l-Meâd: Rasûlullah’ın (s.a.v.) Yolunda, (ter. Şükrü Özen), İklim Yayınları, İstanbul 1988, I, 209-210.
27
9. Vâil hadisinde, Hz. Peygamber’in fiilini anlatmak için serdedilmiş hikâyesi olan bir
olay geçmektedir. Bu yüzden sağlam naklolunmuş olması akla daha uygundur. Çünkü hadiste
hikâye olunan bir olay bulunması onun sağlam naklolunduğunu gösterir.157
Ebû İshak şöyle rivâyet ediyor: Berâ’ya: “Rasûlullah (s.a.v.) secde ettiği zaman
yüzünü nereye koyardı?” diye sordum. “Ellerinin arasına.” diye cevap verdi.158
Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Eller de secde eder, tıpkı alnın secde etmesi
gibi. Öyleyse biriniz alnını secdeye koyduğu zaman ellerini de koysun. Yüzünü secdeden
kaldırdığında ellerini de kaldırsın.”159
Hz. Peygamber (s.a.v.) secdede avuçları üzerine dayanır,160 (ellerinin) parmaklarını
birleştirir, kıbleye doğru çevirirdi.161
Hz. Peygamber (s.a.v.) dizlerini ve ayak parmaklarını da yere sağlamca koyar, ayak
parmaklarını kıbleye doğru çevirir, topuklarını birleştirir ve ayaklarını dik tutardı. Ayak
parmaklarını da öne doğru kırardı.162 Ashabına da böyle yapmalarını emrederdi.163
Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Kul secde ettiği zaman onunla beraber
yedi organı da secde eder: Yüzü, avuçları, dizleri ve ayakları.”164
Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “(Biri) alın, -(mübarek alnını gösterirken mübârek
eliyle) burnuna da işaret etti- (ikisi) eller, (diğer ikisi) dizler, bir de (ikisi) ayak uçları olmak
üzere yedi kemik (yani a’za) üzerine secde etmekle emrolundum. Namaz kılarken elbisemizle
saçımızı (durumu bozulmasın, yahud tozlanmasın diye) toplamaktan da nehyolundum.”165
Secde haliyle, karın üzeri yere yatmak ve benzeri davranışlar, başın yere konulması
noktasında aynıdır. Ancak birincisi saygı için iken, diğeri değildir. Bu durumda, bu
davranışların arasının ayrılması ve ta’zim için olanın zapturapt altına alınması gerekmektedir.
157 İbn-i Kayyim el-Cevziyye, Zâdü’l-Meâd, I, 214-215. 158 Müslim, Salât 234 (494); Tirmizî, Salât 87 (271). 159 Ebû Davud, Salât 156 (892); Nesaî, Tatbîk 38 (1094). 160 Ebû Davud, Salât 118 (736). 161 Buhârî, Ezân 131; Ebû Davud, Salât 118 (732). 162 Ebû Davud, Salât 118 (730); Nesaî, Tatbîk 48 (1103) ; İbn Mâce, İkametü’s-Salât 72 (1061). 163 Tirmizî, Salât 90 (277). 164 Müslim, Salât 231 (491). 165 Buhârî, Ezân 134 (812) ; Müslim, Salât 230 (490).
28
Rasûlullah’ın “Yedi a’za üzere secde etmekle emrolundum.” hadisi bu manayı ifâde
etmektedir.166
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) secde a’zasını sayarken alın ile burnu bir organ kabul
ettikleri bu rivâyetten sarâheten anlaşılıyor. Nitekim Nesâî’deki “Mübarek elini alnına koyup
burnu üzerine doğru yürüttü ve: ‘Bu, bir!’ buyurdu.”167 rivâyeti de bu manayı daha ziyâde
doğrulamaktadır.168 Zaten teşrîh(anatomi) ulemâsına göre de burunla alın bir uzuvdur.169
Bu hadîs-i şerîf ile emsâlindeki sarâhete binâen yedi a’za üzerine secde etmenin
meşrûiyetinde ittifâk vardır. Bu a’za -metinden de anlaşılacağı üzere- yüz, dizler, eller (yani
ellerin içi), ayak uçları (yani ayak parmakları)dır. Yüzden maksat alındır. Alın üzerine secde
etmenin farziyetinde ittifâk varsa da burun da buna dahil midir, değil midir meselesi
ihtilaflıdır. Herhalde alın ile burun üzerine secde etmenin en azından müstehap olduğunda
şüphe yoktur. Ancak ulemânın büyüklerinden pek çok kimseler, burnu secde mahalline
dayamadan yalnız alın üzerine secde etmenin yeterli olduğuna kâil olmuşlardır.170
Nebiyy-i Ekrem (s.a.v.) namaz (esnasında secde) ederken koltuklarının aklığı171
görünecek derecede pazularının arasını aç(ıp beden-i şerîfini yerden uzak tut)arlardı.172
Ümmü’l-müminîn Meymûne (r.ah.)’dan gelen bir rivâyette: “Rasûlulah (s.a.v.) secde ettiği
vakit ufak bir kuzu, kollarının arasından geçmek istese geçebilirdi.”173 şeklinde geçmekte olup
diğer bir rivâyette “Pazularının arasını o kadar açardı ki, koltuklarının beyazlığı arkadan
görünürdü.”174 şeklinde; bir başka rivâyette ise: “Rasûlullah (s.a.v.) secde ettiğinde
dirseklerini yanlarından o kadar uzak tutardı ki, çektikleri zahmetten dolayı yüreğimiz
sızlardı.”175 denilmiştir.
166 Dihlevî, Ebû Abdülaziz Şah Veliyyullah Ahmed b. Abdürrahim (1176/1762), Hüccetullahi’l-Bâliğa, (ter. Prof. Dr. Mehmet Erdoğan), İz Yayıncılık, İstanbul 2002, II, 9. 167 Nesaî, Tatbîk, 45 (1100). 168 Naim, Ahmed (ve Miras, Kamil,) Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercemesi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 1983, II, 848. 169 Davudoğlu, Ahmed, Sahîh-i Müslim Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Neşriyat, İstanbul 1978, III, 295. 170 Naim, Ahmed, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercemesi, II, 848. 171 Yirmi, otuz sahabîden muhtelif lafızlarla Nebî (s.a.v.)’in secdesinin keyfiyetini ta’rîf için rivayet edilen hadislerde koltuk altlarının beyazlığından bahsediliyor. İnsanın koltuk altı malûm olduğu üzere beyaz olmaz. Hâfız Ebû Nuaym: “Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)’in koltuk altlarının beyaz olması nübüvvet alâmetlerinden biridir.” der. (Naim, Ahmed, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercemesi, II, 335) 172 Naim, Ahmed, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercemesi, II, 334. 173 Müslim, Salât 237 (496). 174 Buhârî, Ezan 130 (807); Müslim, Salât 238, 239 (497). 175 Ebû Davud, Salât 159 (900); İbn Mâce, İkametü’s-Salât 19 (886).
29
Bu hadiste tarif olunan hey’ete “tecnîh”, “ictinâh”, “tecennüh”, “cahh” ve “techiye”
denir.176 Kâmûs tercümesinde Âsım Efendi şöyle diyor: “İctinah fi’s-sücûd, musallî secdede
iki ellerinin ayalarına çöküp kollarını yere ferş eylemeyerek yerden yukarıca dirseklerini ref’
edip ve batnının iki tarafına kastırmayarak koltuklarını koğuşça tutarak bi aynihî kanat
şeklinde tutmak manasınadır ki bu vaz’ üzere emr-i şer’î sâdır olmuştur.”177
Enes (b. Malik) (r.a.) Nebiyy-i Ekrem (s.a.v.)’in: “Secdede itidal üzere bulununuz. Hiç
biriniz de kolunu (secde esnasında) canavar kolunu yayar gibi yaymasın.” buyurduğunu
rivâyet etmiştir.178
Kollarını yere yaymaktan nehyolunmasındaki hikmet, nehyolunan hey’etin tembel
insanın hâline ve namaza lâyıkıyla ehemmiyet vermemek hâline benzemesidir. Halbuki
kolların kaldırılıp yanlardan uzakça tutulması tevâzû’ hâline daha münasip olduğu gibi alnı
yere daha sağlam yapıştırmaya daha ziyâde hizmet eder. Herhalde kolları secdede yaymak
mekruhtur. Fakat bu, kerâhet-i tenzîhiyyedir. Sünnet olan fukahânın tahviye dedikleri
hey’ettir.179 Kadın ile hünsâ ise öyle açılıp saçılmaz. Azasını birbirine yapıştırır ki, bu
örtünmeye daha ziyâde yakışır ve ihtiyâta daha ziyâde elverir bir hâldir.180
Hz. Peygamber secdede Kur’ân okumayı yasaklamış ve şöyle buyurmuştur: “Dikkat
edin ki ben rükû veya secde halinde Kur’ân okumaktan nehyolundum. Rükû’da Allah
Teâlâ’yı ta’zîm edin! Secdede ise duâ etmeye çalışın! Zîra secde halinde duânızın müstecâb
olması pek me’mûldür.”181 İşte bu hadîs-i şerîf, rükû’ ve secde hallerinde Kur’ân okumanın
yasak olduğuna delildir. Rükû’da yapılacak vazife tesbih, secdede ise tesbih ve duâdır.182
Rasûlullah (s.a.v.) yukardaki hadiste secdede duâ etmeye çalışmayı emretmiş ve: “Zîra
secde halinde duânızın müstecâb olması pek me’mûldür.” buyurmuştur. Burada secdede iken
çok duâ etmek mi yoksa duâ edecek bir kimse herhangi bir yerde duâ edeceği zaman secde
etsin diye mi emrolunmaktadır? İkisi arasında fark vardır. Hadisin yorumlanabileceği en güzel
anlam şudur: Duâ iki türlüdür: 1- Övgü duâsı, 2- İstek duâsı. Hz. Peygamber secdede iken her
iki tür duâdan çok okurdu. Secdede iken okunmasını emrettiği duâ her ikisini de kapsar.
176 Naim, Ahmed, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercemesi, II, 335. 177 Mütercim Asım, Kâmûs Tercümesi, II, 869. 178 Buhârî, Ezân 141 (822); Müslim, Salât 233 (493); Ebû Dâvûd, Salât 158 (897); Tirmizî, Salât 89 (276); Nesâî, Tatbîk 53 (1112). 179 Naim, Ahmed, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercemesi, II, 853. 180 Naim, Ahmed, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercemesi, II, 336. 181 Müslim, Salât 207 (479); Nesaî, Tatbîk 62 (1122). 182 Davudoğlu, Ahmet, Sahih-i Müslim Tercemesi ve Şerhi, III, 280 (1464).
30
Duânın kabulü de iki türlüdür: 1- İsteklinin isteği verilmek sûretiyle duânın kabulü, 2-
Övgü söyleyene sevâp bahşedilmek sûretiyle duânın kabulü. “Bana duâ ettiğinde, dua edenin
duasını kabul ederim.”183 âyeti her iki türden biriyle tefsir edilmiştir. Doğrusu bu âyet her
ikisini de kapsar.184
Hz. Peygamber’in secdede çeşitli zikir ve duaları okuduğu rivâyet edilmektedir.
Ukbe b. Amir (r.a.) şöyle rivâyet etmiştir: “ 3#�ال�p.& رب#G ب��& %� ” : “Büyük Rabbini adıyla
tesbih et.”185 âyet-i kerîmesi inince Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Bunu rükû’nuzun zikri
yapın.” “ 3#�الN"9O رب#G �&ا � ” : “En yüce Rabbinin adını tesbih et.”186 âyet-i kerîmesi inince de
şöyle buyurdu: “Bunu da secdenizin zikri yapın.”187
Ebû Bekre (r.a.) şöyle rivâyet etmiştir: Rasûlullah (s.a.v.) rükû’sunda üç kere
“Sübhâne Rabbiye’l-Azîm” diye tesbih ederdi. Secdesinde de üç kere “Sübhâne Rabbiye’l-
A’lâ” diye tesbih ederdi.188
Ayrıca Hz. Peygamber’in secde esnâsında aşağıdaki zikirlerden birini okuduğu da
rivâyet edilmektedir:
1. “ m�;Eو ب N"9Bا N#ن رب�E�� ”
“En yüce Rabbimi hamd ile tesbih ederim.”189
��=�ح �0=وس رب= ال;Zre( وال�=وح“ .2 ”
“Münezzehsin! Mukaddessin! Meleklerle rûhun Rabbisin (Allah’ım)!”190
�E�نG ال"+C&+ ر ب+,� وبE;�ك ال"C&+ ا�1Xل?“ .3 � ”
“Allah’ım seni hertürlü noksanlıklardan tenzîh ederim, seni överim, sana hamd
ederim, Allah’ım, beni bağışla!”191
183 Bakara, 2/187. 184 İbn-i Kayyım el-Cevziyye, Zâdü’l-Meâd, I, 218-219. 185 Vâkı’a, 56/74, 96. 186 A’la, 87/1. 187 Ebû Davud, Salât 152 (869). 188 İbn-i Mâce, İkâmetü’s-Salât 20 (888). 189 Ebû Davud, Salât 152 (870). 190 Müslim, Salât 223 (487); Ebû Davud, Salât 152 (871). 191 Buhârî, Ezan 139 (817); Müslim, Salât 217 (484); Ebû Davud, Salât 153 (877); Nesaî, Tatbîk 65 (1124).
31
4. +&C+"ال G���ت ل Gوب !,�s Gأ�";! ول ��� ?Cي وجt+"ل @ "� m+ر�وش�+ وص @�;� m�$رك وب�� أ'H� ال"+@ 2
H. ال*�ل
“Allah’ım, ancak sana secde ettim, sana iman ettim ve sana teslim oldum. Sen benim
Rabbimsin. Yüzüm, kendisini yaratıp şekillendiren, kulağını ve gözünü yaratan (Allah’ına)
secde etti. En güzel yaratıcının şanı ne yücedir.”192
5. “ +&C+"ال !?� ” آ"+@، د0+@ وج"+@، أو+ل@ وe9 ،m��sن.K@ و ��+mا1X� ل? ذن
“Allah’ım, günahımın hepsini, küçüğünü büyüğünü, evvelini âhirini, âşikârını gizlisini
bağışla.”193
6. “ 9 GK;�"?+ هtي ��ي+ و �� ج,.! N"9 ن1�?��� لG ��ادي و �.�ل? و H�s بw% Gادي، أب�ء ب, ”
“Karartım ve hayalim sana secde etti. Kalbim de sana iman etti. Üzerimdeki nimetini
itirâf ediyorum. İşte ellerim ve aleyhime işlediğim günahlar.”194
7. “ Zت و ال�Z";�وت و ال��E�ن ذي ال��);p�����ء و ال ”
“Bütün kahhârlığın, bütün mülkün, yüceliğin ve büyüklüğün sahibi olan Allah’ı tesbih
ederim.”195
8. “ Gن�E��]+&C+"أن!] ال +gإل@ إ g �ك;Eو ب ”
“Allah’ım, seni hamd ile tesbih ederim, senden başka ilâh yoktur.”196
9. “ +&C+"1� ل? �� أ��رت و �� أ9",!! الXا ”
“Allah’ım, gizli açık günahlarımı bağışla.”197
10. +&C+"ال >� ?وأ��� ن�را ش;�ل? وH9 ن�را �;.,? وH9 ن�را ب$�ي و%? ن�را �;�? و%? ن�را 0"�? %? اج
ن�را واج�",? 0�ل أو ن�را ل? واج�< ن�را وKE2? ن�را و%�0? ن�را و�"1? ن�را
192 Müslim, Salâtul-Müsâfirîn 201 (771); Ebû Davud, Salât 122 (760); Nesâî, Tatbîk 67 (1128). 193 Müslim, Salat 216 (483); Ebû Davud, Salat 153 (878). 194 İbn Ebî Şeybe, Ebû Bekr Abdullah b. Muhammed b. İbrâhim (235/849), Kitâbü’l-Musannef fi’l- Ehâdis ve’l-Âsar, Matbaatü’l-Aziziye, Haydarabad 1966, I, 473. 195 Ebû Davud, Salât 152 (873); Nesaî, Tatbîk 73 (1134). 196 Müslim, Salât 221 (485); Nesaî, Tatbîk 72 (1132). 197 Nesaî, Tatbîk 66 (1126).
32
“Allah’ım kalbime nur yerleştir. Kulaklarıma nur yerleştir. Gözlerime nur yerleştir. Alt
tarafımdan nur ver. Üst tarafımdan nur ver. Sağımdan ve solumdan nur ver. Önümden nur ver.
Arkamdan nur ver ve bana nur ver; yahut beni nur eyle.”198
11. +&C+"ذأ9 ال�ب�ض�ك H� G7*� G2�%�� أf,.! آ;� أن! f G."9,�ء أ'$? ل� �,G بG ذوأ9� 9�بH� GK وب;
N"9 G�1ن
“Allah’ım, gazabımdan rızana, cezandan affına sığınırım. Senden yine sana sığınırım.
Ben seni lâyıkıyla övmekten âcizim. Sen kendini övdüğün gibisin.”199
Hz. Peygamber, secdelerini uzunluk olarak, rükû’suna yakın yapardı. Bazen ortaya
çıkan geçici bir sebepten dolayı secdesini uzattığı olurdu. Abdullah b. Şeddâd, babasının şöyle
dediğini rivâyet etmiştir:
“Rasûlullah (s.a.v.), akşam namazlarının birinde (akşam veya yatsı namazında)
kucağında Hasan veya Hüseyin olduğu halde yanımıza geldi. Öne geçip çocuğu (sağ yanına)
koyduktan sonra namaz için tekbir aldı ve namaza başladı. Namazda secdeye vardı ve uzun
süre secdede kaldı. Babam dedi ki: (Cemâatin arasından) başımı kaldırıp bakınca çocuğun,
secde hâlindeki Rasûlullah’ın sırtına bindiğini gördüm, secdeme geri döndüm. Rasûlulah
namazı bitirince insanlar şöyle dedi: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Sen namazda secde yaptın ve bu
secdeyi çok uzattın. Biz önemli bir şeyin olduğunu yahut sana vahiy geldiğini zannettik.’ Hz.
Peygamber şöyle buyurdu: ‘Bunların hiç biri olmadı. Ancak oğlum beni binek yapmıştı
(sırtıma çıkmıştı). Henüz hevesini almadan kalkmayı istemedim.’”200
Rasûlullah’ın gece namazıyla ilgili olarak Hz. Âişe (r.ah.)’dan rivâyet edilen bir
hadiste: “O namazın bazı rek’atlerinde, sizden birinizin elli âyet okuyacağı kadar bir zaman
başını kaldırmadan secdede dururdu.”201 denilmektedir. Demek ki Rasûlullah (s.a.v.) kendisi
tek başına gece namazı kılarken bazen oldukça uzun secde yaptığı oluyordu.
Peygamberimiz (s.a.v.), rükû’ ve secdenin tam yapılmasını emretmiş, bu şekilde
yapmayanı, bir veya iki hurma yediği halde açlığını gidermemiş olan aç insana benzetirdi.202
Zeyd b. Vehb anlatıyor: “Huzeyfe (r.a.), namaz kılarken secde ve rükû’sunu (tam olarak)
yerine getirmeyen bir kimseyi gördü ve onu çağırıp: ‘Ne vakitten beri namaz kılarsın?’ dedi.
198 Müslim, Salâtu’l-Müsâfirîn 181 (763). 199 Müslim, Salât 222 (486). 200 Nesaî, Tatbîk, 82 (1143). 201 Buhârî, Vitir 1 (994), Teheccüd 3 (1123); Nesâî, Ezan 41 (687); İbn-i Mâce, İkamet 181 (1358). 202 Beyhakî, Sünen-i Kübrâ, II, 89.
33
O kimse de: ‘Kırk senedir.’ dedi. Bunun üzerine Huzeyfe (r.a.) şöyle dedi: ‘Öyleyse sen kırk
senedir namaz kılmadın (bütün kıldıkların boşa gitmiş). Bu hâl üzere de ölecek olsan Allahü
Teâlâ’nın Muhammed (s.a.v.)’i yarattığı millet üzere olmayarak ölmüş olacaksın.’ dedi ve
ilave etti: ‘Kişi namazı hafif kılar (ama buna rağmen) tam kılar, güzel kılar.’”203
Rasûlullah (s.a.v.): “İçki içen, zina eden ve hırsızlık yapan kimse hakkında ne
dersiniz?” diye sordu. Bu suâl bunlar hakkında henüz had cezâsı gelmezden önce sorulmuştu.
“Allah ve Rasûlü daha iyi bilir.” diye cevap verdiler. Peygamberimiz (s.a.v.): “Bu fiiller ağır
suçtur, onlar hakkında ceza vardır. Hırsızlığın en kötüsü de namazdan çalmaktır.” buyurdu.
Bunun üzerine: “Ya Rasûlallah, kişi namazdan nasıl çalar?” diye sordular. Şu cevabı verdiler:
“Rükû’ ve secdesini tamamlamaz.”204
Buna benzer bir hadisi Dârimî şöyle rivâyet ediyor: Bir gün Peygamberimiz (s.a.v.)’in
yanında hırsızlıktan söz edildi. Peygamberimiz (s.a.v.): “Hırsızlığın hangi çeşidi daha
kötüdür?” diye sordu. Ashâb-ı kirâm: “Allah ve Rasûlü daha iyi bilir.” diye cevap verdiler.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu: “Hırsızların en kötüsü namazdan
çalandır. Yani rükû’sunu, secdesini, huşû’ ve kırâatini tam yapmayarak çalandır.” (Ashâb):
“Bu hırsızın eli kesilir mi?” dediler. Peygamber Efendimiz: “Elbette kesilir.” buyurdular.
Orada hazır bulunanlar güldüler.205
Abdurrahman b. Şibl b. Amr-ı Ensârî şöyle rivâyet etmiştir: “Nebiyy-i Ekrem (s.a.v.)
nakra-ı gurabdan, iftirâş-ı sebu’dan ve insanın mescidde bir mekânı tahsîs edip deve gibi orayı
îtân etmesinden nehiy buyurmuştur.”206
Bu hadiste geçen nakra-ı gurab, karga yeme gaga vuracak kadar zaman secdede
kalmak şeklinde açıklanmıştır ki maksad secdeyi son derece hafife almaktır207 veya iki secde
arasında bir miktar oturmaya (tuma’nîne) yer vermeden çabucak ikinci secdeye gitmek olarak
açıklanmıştır, çünkü karga bir leşe rastlayınca gagalarını ona peşpeşe aralıksız saplar.208
İftirâş-ı sebu’, canavar gibi yayılmak demektir. Îtân’a gelince, bir tefsire göre, mescidde
kendine bir mekân-ı ma’lûm tahsîs ederek hep orada namaz kılmaktır ki onun bu hâli devenin
bir kere beğendiği yumuşak yeri kendisine hep vatan ve konak ittihâz eylemesine
203 Buhârî, Ezan 119 (791), 132 (808); Nesâî, Sehv 66 (1314). 204 Muvatta, Kasru’s-Salât 72. 205 Dârimî, Salât 78 (1329). 206 Ebû Davud, Salât 149 (862); Nesâî, Tatbîk 55 (1114). 207 Naim, Ahmed, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercemesi, II, 854. 208 Canan, İbrahim, Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, Ankara 1990, VIII, 453.
34
benzetilmiştir. Diğer tefsire göre, mescidde namaz kıldığı yere secdeye varırken deve çöker
gibi çökmekten nehiy buyurulmuştur.209
Hz. Peygamber namazın birinci secdesini yaptıktan sonra tekbir getirerek başını
secdeden kaldırırdı.210 Sonra sol ayağını yere yatırarak üzerine oturur211, otururken sağ
ayağını diker212 ve (bu sağ ayağının) parmaklarını da kıbleye çevirirdi.213 Hz. Peygamber bu
iki secde arasında bütün kemikleri iyice yerine yerleşecek şekilde otururdu.214 Namazını
düzgün kılmayan kişiye bu şekilde yapmasını emretmiş ve şöyle buyurmuştur: “Bu şekilde
yapmadıkça hiçbirinizin namazı tamam olmaz.”215 Peygamberimiz (s.a.v.), bu oturuşunu da
secdesine yakın olacak şekilde uzatırdı.216 Hatta bazen o kadar uzun otururdu ki onu gören
“Kesinlikle unuttu.” derdi.217
Hz. Peygamber iki secde arasındaki bu oturuşunda şu zikirleri yaptığı rivâyet
olunuyor:
1. “ +&C+"1� الX�ن? وار';,? ل? ا�وارز0,? واه�ن? واج ”
“Ey Allah’ım! Beni bağışla, bana acı, merhamet et, beni hidâyete erdir, bana rızık
ver.”218
?ا1X� ل! رب .2 X1� ل?ا ”
“Ey Rabbim, beni bağışla! Rabbim beni bağışla.”219
Bu zikirlerin birini okuduktan sonra Hz. Peygamber tekbir getirerek, ikinci secdeyi
yapardı.220 İkinci secdede de birinci secdede yaptıklarının aynısını yapardı. Sonra tekbir
getirerek başını secdeden kaldırırdı.221
209 Tecrid-i Sarih, II, 854. 210 Müslim, Salât 33 (393). 211 Müslim, Salât 240 (498); Ebû Davud, Salât 125 (783). 212 Müslim, Salât 240 (498); Nesaî, Tatbîk 95 (1159). 213 Ebû Davud, Salât 118 (732); Nesaî, Tatbîk 94 (1160). 214 Ebû Davud, Salât 118 (734). 215 Ebû Davud, Salât 149 (855). 216 Buhârî, Ezan 140 (860); Müslim, Salât 193 (471); Ebû Dâvud, Salât 148 (854); Nesaî, Tatbîk 24 (1067). 217 Buhârî, Ezan 140 (861); Müslim, Salât 195 (472). 218 Ebû Davud, Salât 146 (850); Tirmizî, Salât 95 (284); İbn-i Mâce, İkametü’s-Salât 23 (898). 219 İbn Mâce, İkametü’s-Salât 23 (897). 220 Müslim, Salât 28 (392). 221 Müslim, Salât 28 (392); Ebû Dâvud, Salât 119 (744).
35
2.2. Secde Yalnızca Allah’a Yapılır
Secde, kişinin Rabbine karşı en zelîl olduğu ve en fazla boyun eğdiği bir andır. Bu ise
kulun en şerefli hâlidir. Bu yüzden Rabbine en yakın hâli bu hâl olmuştur. Secde kulluk
sırrının ta kendisidir. Çünkü kulluk, zelîl olmaktır, boyun eğmektir. Araplar “ ���� ���� ” :
“kullanılmış yol” sözüyle ayakların basıp geçtiği, çiğnediği yolu kasdederler. Kulun en zelîl
olduğu ve en fazla boyun eğdiği hâli secdedeki hâlidir.222
Müşrikler, putlara ve yıldızlara secde etmekteydiler. Bunun üzerine Allah’tan
başkasına secde edilmesi yasaklandı. Bu konuyla ilgili olarak Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Güneşe de aya da secde etmeyin! Onları yaratan Allah’a secde edin.”223 Secdede ortak
koşmak, beraberinde tedbirde yani kâinatın idâresinde de ortak kılmayı gerektirir.224 Bundan
dolayıdır ki şirki kökten reddedip yasaklayan tevhid dini İslam, mutlak kudret sahibi
Allah’tan başka bir varlığa ibâdet edilmesini yasaklamıştır.
Kur’ân-ı Kerim’de Neml suresinde Süleyman (a.s.)’ın kıssası anlatılırken Hüdhüd
şöyle söylemektedir: “Onun (Belkıs’ın) ve kavminin Allah’ı bırakıp güneşe secde ettiklerini
gördüm. Şeytan onların yaptıklarını süslemiş de kendilerini doğru yoldan çevirmiş, onun için
onlar doğru yola giremiyorlar. Göklerde ve yerde gizleneni açığa çıkaran ve gizlediklerini ve
açığa vurduklarını bilen Allah’a secde etmeleri gerekmez mi?”225
Bu âyetlerde denetimde bulunamayan Hüdhüd’ün, Hz. Süleyman’a mazeret beyânı
anlatılmaktadır. Hüdhüd Hz. Süleyman’a, güneşe secde eden bir topluluğa rastladığını,
onların göklerde ve yerdeki toprağın altında gizli tohumları filizlendirip toprağın üstüne
çıkaran, gizli ve açık yapılan her şeyi bilen Allah’a secde etmeleri gerekirken güneşe secde
etmelerine şaştığını belirtmektedir. Bir kuş dahi sadece Allah’a secde edileceğini, Allah’tan
başkasına tapılamayacağını bilir. Allah’tan başkasına tapanlar kuş kadar düşünce sahibi
değildirler.226
Hz. Peygamber, insanların birbirlerine secde etmesini yasaklamış, bunu hadislerinde
açıkça ifâde etmiştir.
222 İbn-i Kayyım el-Cevziyye, Zâdu’l-Meâd, I, 220. 223 Fussilet, 41/37 224 Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullahi’l-Baliğa, I, 228. 225 Neml, 27/24-25. 226 Ateş, Süleyman, Kur’an Ansiklopedisi, KUBA Yayınları, İstanbul ty., XVIII, 485.
36
Ebû Hureyre (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Şayet ben (farz-ı muhal) birinin birine secde etmesini emredecek olsaydım, kadının kocasına
secde etmesini emrederdim.”227
Mısır’ın fethine katılmış ve Hz. Ali’nin halîfeliği döneminde H. 36-37 yıllarında orada
vâlî olarak bulunmuş olan Kays b. Sa’d (60/679) tarafından anlatılan ve hadisin vürûduna
sebep teşkil eden şu vak’a, konunun daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacaktır:
Ben Hîre’ye geldiğimde halkının baş kumandanlarına secde ettiklerini gördüm. (Kendi
kendime) Rasûlullah (s.a.v.) secde edilmeye daha lâyıktır, dedim ve Peygamber (s.a.v.)’e
gelerek:
-“Hîre’ye gitmiştim. Onları baş kumandanlarına secde ederken gördüm. Ya
Rasûlallah, sen (hürmet için) secde edilmeye daha lâyıksın.” dedim. Rasûlullah (s.a.v.):
-“Söyler misin, sen benim kabrime uğramış olsaydın ona da secde eder miydin?” diye
sordu. Ben de:
-“Hayır.” diye cevap verdim. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.):
-“Sakın bunu yapmayın. Eğer ben insanlardan birinin (diğer) birine (farz-ı muhal)
secde etmesini emredecek olsaydım, kadınların kocalarına secde etmelerini emrederdim.
Çünkü Allah kadınlar üzerinde erkekler için bir hak koymuştur.” buyurdu.228
Aynı şekilde hadisin diğer bir râvîsi Muaz b. Cebel de Şam’da halkın reislere secde
ettiklerine rastladığını, bunun Rasûlullah (s.a.v.) için de yapılmasını arzuladığını, ancak
Rasûlullah (s.a.v.)’in Kays b. Sa’d’a dediği gibi bunu kesinlikle yasakladığını ifade eder.
Yine hadisin sebeb-i vürûdu hakkında şöyle bir rivâyet daha vardır: Rasûlullah (s.a.v.)
bir grup sahabînin arasında otururken bir deve gelerek Efendimiz’e secde etmişti. Bunu gören
sahabîler: “Ya Rasûlellah! Sana hayvanlar, ağaçlar bile secde ediyor. Sana asıl bizim secde
etmemiz gerekir.” dediklerinde Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdular: “Rabbinize ibâdet edin.
Müslüman kardeşlerinize iyilik yapın. Bir kimsenin diğer bir kimseye secde etmesini
emretmek isteseydim, kadının kocasına secde etmesini emrederdim. Şayet bir kadına kocası,
227 Tirmizî, Radâ’ 10 ( 1159). 228 Ebû Davud, Nikah 39 (2140); Bak. Tirmizî, Radâ’ 10 (1159); İbn Mâce, Nikâh 4 (1852-1853); Dârimî, Salât 159 (1467); Ahmed b. Hanbel, Ebu Abdullah Ahmed b. Muhammed eş-Şeybânî (241/855), Müsnedü Ahmed b. Hanbel, Beytü’l-Efkâri’d-Devliyye, Amman 2004, s. 1403 (Hadis No: 19623).
37
kendisini şu dağdan o dağa, o dağdan bu dağa taşımasını emretse, kadının bu emri yerine
getirmesi gerekir.229
Peygamber Efendimiz’in bu ifadesini muhaddis Tîbî şöyle açıklamıştır:
“Peygamberimiz bu sözüyle ‘Bana tapacağınıza, hiçbir zaman ölmeyecek, saltanatı yok
olmayacak Cenâb-ı Hakk’a secde edin. Zîrâ şimdi benden çekinip saygı duyduğunuz için
secde edecek, yarın yok olduğum zaman ise bundan vazgeçeceksiniz. Böyle mantıksızlık olur
mu?’ demek istemiştir.”230
Müslümanlar Habeşistan’a hicret edince, kafirler, Müslümanları ülkesine sokmaması
ve onları dışarı çıkarması için bir grubu elçi olarak Habeşistan kralı Necaşî’ye gönderdiler.
Kureyş’in temsilcileri o dönemdeki gelenek gereğince huzuruna girerlerken Necaşî’nin
karşısında secdeye kapandılar. Fakat müslümanların temsilcisi Hz. Ali’nin kardeşi Cafer (r.a.)
secde etmedi ve “Biz Allah’tan başkasına secde etmeyiz.” dedi.231 İşte bu rivâyet, ashâb-ı
kirâmın daha İslam’ın ilk yıllarından itibaren Allah’tan başkasına secde edilmeyeceğini
kavradıklarını göstermektedir.
Kişi, ister Allah (c.c.)’in huzurunda yere kapansın, isterse bir başkasının; bu hal,
mutlak bir boyun eğmeyi ve kesin bir bağlılığı ifade eder. Öyle ki, secde eden, kim için ve
kimin karşısında başını yere koyuyorsa, o makama karşı hudutsuz bir saygı ve nihayetsiz bir
muhabbet besliyor demektir. Bu saygı ve tazim, ister korkudan kaynaklansın isterse de derin
bir hayranlık duygusundan, durum değişmez. Bir makâmı veya şahsı göklere çıkarıp
yüceltmenin secdeden daha ileri ve daha aşırı bir biçimi düşünülemez. Bu yüzdendir ki, İslâm
dini, Allah (c.c.)’tan baskaşına secde etmeyi şer’an küfür saymıştır. Yüceltilmeye, ta’zîmde
bulunulmaya lâyık yegâne makâm Allah-u Azîm’uş-şân’dır.
2.3. Secdenin Hikmeti
Beden ile ta’zîmi ifade eden üç hâl vardır:
1. Huzurda elpençe divân durmak
2. Rükû’da bulunmak
229 Müsnedü Ahmed b. Hanbel, s. 1819 (Hadis No: 24970) 230 Azimabadî, Ebü’t-Tayyib Şemsülhak Muhammed b. Emir Ali (1329/1911), Avnü’l-Ma’bud ala Süneni Ebî Davud, (tahric: Raid b. Sabri b. Ebi Ulfe), Beytü’l-Efkari’d-Devliyye, Amman ty., s. 953. 231 Müsnedü Ahmed b. Hanbel, s. 344 (Hadis No: 4400).
38
3. Secdeye kapanmak
Ta’zîmin en güzel şekli, bu üç hâli de içeren davranıştır. Nefsin ta’zîme yönelik
uyarılması için en alttan başlayarak en üst şekle doğru bir seyir izlenmesi daha etkili olur.
Secde hali, ta’zîm için gösterilen en üst mertebeyi teşkil eder ve bizâtihi maksûd olması
muhtemeldir. Diğerleri ise ona ulaştıran aşamalar özelliği taşır. Bu itibarla onun bu
benzetmede ortaya çıkan hakkının dikkate alınması vâcib olmuştur ki bu da secde hâlinin
tekrarlanmasıyla olur.232
Kulun saygı göstermek amacıyla yapacağı fiillerden biri, Allah’ın huzuruna niyazla
durması, yönünü ve gönlünü ona çevirmesidir.
Bundan daha üstünü, kendi zelilliğini, Rabbinin de izzetini bütün benliğinde
hissetmesi ve bunun bir göstergesi olarak başını önüne eğmesidir. Zira bütün insanlarda ve
hayvanlarda başın yukarı dikilmesi, fıtrî olarak azgınlık ve büyüklenme emaresi; boynun
bükülmesi de huşû’ ve teslimiyet belirtisi olmaktadır.
Bundan daha ilerisi, kişinin en şerefli ve duygularının hepsinin bir arada bulunduğu
uzvu olan yüzünü Yüce Allah’ın huzurunda toprağa sürmesidir.233
Secde hâli, saygı ifâdesinin en yüce tezâhür şekli olmaktadır. Zira, saygı göstermek,
saygı gösteren kişinin zaafını, aşağılığını, teslimiyet ve boyun eğmesini; saygı gösterdiği
kimsenin de gücünü, şerefini, hükmünün diğeri üzerinde geçerliliğini ve ona olan
hâkimiyetini düşünmeyi gerekli kılar.234
Secde, kulun Allah’a olan şükrünün en yüksek ifâdesidir. Kul secde ile itâatin,
saygının, ilâhî sevginin, huşû’nun en yücesine çıkar. Kul secde ile Rabbinin katında
derecesini yükseltir. Âlemlerin Rabbine samimiyetle secde edenler, Allah’ın dışında hiçbir
varlığın, makâmın, gücün önünde boyun eğmezler. Başlarını dik tutarlar, haysiyet ve
şereflerine sahip olurlar. Allah’a gerçek anlamda ve gereği gibi secde eden kul, kula kul
olmaktan kurtulur. Mümin en şerefli organı olan yüzünü, insanların üzerinde gezdikleri
232 Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetü’llahi’l-Baliğa, II, 7. 233 Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetü’llahi’l-Baliğa, I, 268. 234 Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetü’llahi’l-Baliğa, I, 221.
39
toprağa sürerek, kendini o topraktan yaratan Allah’ın karşısında ne kadar basit ve âciz
olduğunu anlar. Mümin yalnız yaratıcısı huzurunda kendini zelîl hisseder.235
Çoğu canlılar, eğik biçimde; insan ise dik biçimde yaratılmıştır. Cenâb-ı Hak pek çok
canlının başını yere eğerek ağızlarını rızıklarına uzattırırken; insanı en güzel biçimde dimdik
yaratarak rızkı onun eliyle ağzına kadar yükseltmiştir. Şüphesiz ki bu durum, insanın Allah
katındaki şeref ve değerine bir belge sayılır.
Ancak insan yaratılışından bencil ve gururludur. Ahlak açısından en vahim hastalık,
gururdur. Kavgaların, nefretlerin temelinde nefsin bu zalim hastalığı gurur yatmaktadır.236
Kendini herkesten üstün tutmaya ya da üstün görmeye çalışır. Bazen onun bu karakteri
ölçüyü aşarak Rabbine karşı baş kaldıracak duruma getirir.237 Namaz kılanların hele bunu
ibâdet ciddiyeti içinde devam ettirenlerin, her secdeye varışta gururları manevî bir hikmetle
törpülenmekte238 ve insanı tevazû’ havasına sokmaktadır.
Namazda önce tekbir getirip ayakta durmak, dünyayı artık geriye atıp her şeyin asıl
sahibine yöneldiğini, canlılar arasında Allah’a kul olmanın şuûra, akıl ve zekâya dayalı
ölçüsünü, Allah’ın ona verdiği en güzel biçimde yerine getirdiğini ifade eder. Bu da insana az
da olsa bir üstünlük duygusu verebilir. O halde Rahmân ve Rahîm sıfatlarıyla birlikte Allah’ın
bütün âlemlerin Rabbi olduğunu dile getirdikten sonra kendini hayvan biçiminde ve
235 Çevremizden gördüğümüz, çocukluktan beri alıştığımız için biz çok rahat secdeye gidebiliyoruz. Ama iman nimetiyle yeni yeni tanışanlar için bu o kadar da kolay değil. İşte bir örnek: Jefrey Lang, Amerikalı bir matematik profesörüdür ve müslüman olmuştur. Müslüman olduğu gün cami imamı tarafından eline bir namaz hocası tutuşturulmuştur. Bu yüzden çok heyecanlı ve kararlıdır namaz kılacaktır. O gece, küçük odasına çekilmiş ve namaz hocasından abdest ve namaz hareketleri egsersizlerini yapmaya başlamış. Namazda okunacak bazı surelerin Arapça okunuşlarıyla İngilizce anlamlarını ezberlemeye çalışmış. Gece yarısı kitaptaki talimatları dikkatle uygulayarak abdest almış. Sonra odanın ortasında durup, kıbleye yönelerek derin bir nefes almış ve elini kaldırarak ‘Allahu Ekber’ demiş. Rükûa gidince, rükûda biraz tedirginlik hissetmiş. Neden tedirginlik hissetmiş? Çünkü şeytanı hemen kulağına eğilerek vesveseye başlamış: “Sen ne yaptığının farkında mısın? Hiç hayatında kimseye eğildin mi? Arkadaşların sana kahkahalarla gülecekler, daha önünde üç tur daha var, sana Araplar çarptı böyle oldun diyecekler.” “Sübhane Rabbiyel azim” derken kalbinin hızla çarptığını hissetmiş. Tekrar tekbir getirerek doğrulmuş ve artık secdeye varma zamanı gelmiştir. Secdeye varmak üzere elleri ve dizlerini yere koyunca dona kalmış. İşte burası herkesin nefesini tutup defalarca düşünmesi gereken bir nokta. Ne yapıyorsa bir türlü secdeye gidememiş profesör. Efendisinin önünde başını yere koyan köle gibi yüzünü, burnunu yere koyup kendini, zillet sandığı bir duruma düşüremem diye düşünmüş. Bu durumda kendisini gören, arkadaş ve tanıdıklarının önünde acınacak ve alay edilecek halini düşünmüş. Düşünmemiş, şeytan tam da kalbinin üstündedir ve onu her an vazgeçirebilmek için canhıraş feryatlarla vesvese vermeye devam ediyormuş. Bir müddet tereddüt ettikten sonra derin bir nefes alarak başını bir daha hiç kaldırmamacasına o büyük huzura secde etmiş. Bundan sonra da ‘Neye mal olursa olsun bu namazı tamamlayacağım.’ diye kendine söz vermiş. Son secdede tam bir sükûnet hissetmiş. Ve sonunda son oturuştan sonra selam vermiş…(Süphandağı, Abdülkadir, Secde Uzaklardan Eve Dönüş Gibi Sanki, Ailem Dergisi, S. 215, s. 32-33) 236 Nurbaki, Haluk, Namazın Sırları, İstanbul 1986, s. 38. 237 Yıldırım, Celal, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı : İbadat, Muamelat, Feraiz, Uysal Kitabevi, Ankara ty., I, 242. 238 Nurbaki, Haluk, Namazın Sırları, s. 38-39.
40
ölçüsünde yaratmadığının şükrünü dile getirmek ve fiilî ölçüsünü ortaya koymak için hemen
Allahü ekber denilerek rükû’ya varılır. Allahü Teâlâ her türlü noksan sıfatlardan tenzih
edildikten sonra kendini tam bir mahviyet içerisinde o yüce kudrete teslim ederek secdeye
kapanır, azîz başını toprak üstüne koyarak bitkiler kadar ilâhî kanunlara boyun eğeceğine söz
verir ve bu hâl içinde Allah’ı yine her türlü noksan sıfatlardan tenzih ederek tesbihte bulunur.
Sonra Cenâb-ı Hakk’ın kendisine bu iman ve anlayışı verdiğinden dolayı O’na lâyıkıyla
kulluk edemediğini düşünerek ikinci kez bir şükür anlamında secdeye kapanır. Artık kulun
Allah’a en yakın olduğu ândır, secde hâli.239
(Namaz kılan kimse), Allah’ın nimetlerinin sonsuz olduğunu hatırlayıp bütün ömrünü
ibâdet ve saygıyla geçirse de vazifesi olan teşekkürün binde birini bile yerine
getiremeyeceğini düşününce hemen tekbir alarak secdeye kapanır ve hâl diliyle der ki: “Ya
Rabbi! Ben senin nimetlerine hakkıyla teşekkür etmekten âcizim. Senin ise hiçbir ibâdete
ihtiyacın yoktur. Büyüklüğüne lâyık ve büyük lütuflarına karşılık olabilecek uygun bir amel
bulamıyorum. Bari cühdü’l-mukill (yani fakir ve âcizin gücünün son haddi ve varı yoğu)
kabîlinden olarak en şerefli uzuvlarımı ve bence en değerli bulunan bütün duyu ve bedenimi
senin büyüklüğünü takdir etmek ve yüceliğini görmek için yere koyup gücümün son haddini
harcamak istiyorum. Gerçi bu yaptığım senin büyüklüğüne zerre kadar bir şey katmayacaktır.
Bunu da biliyorum.”
Bu şekilde alnını yere koyarak saygının son haddine varınca da üç defa “Sübhâne
Rabbiye’l-A’lâ” yani “En yüce Rabbimi tenzih ederim.” diyerek yüce Rabbini birbiri arkası
tesbihlerle anar. Bunun arkasından bütün gücünü sarfederek ömrünü geçirse de Rabbine
hakkıyla saygı göstermiş olamayacağını hatırlayıp yine tekbirle başını kaldırır. Esasen büyük
melekler bile Allah’ın büyüklüğüne lâyık şekilde ibâdet edemediklerini kabul etmişlerdir.240
Namazın rükünlerinden her biri her rek’atte bir defa yapılırken secde her rek’atte iki
defa yapılmaktadır. Bu konuda bazı yorumlar yapılmıştır. Râzî namazın her rek’atında iki
secde olmasının hikmetini şu şekillerde açıklıyor:
1. İlk secde ezel içindir, ikinci secde ise ebed içindir. Bu iki secde arasında kalkmak
ise, dünyanın ezel ile ebed arasında var olduğuna işarettir. Bu böyledir, çünkü Allah’ın ezelî
oluşu ile O’nun evvel olduğunu, O’ndan önce başka bir evvelin olmadığını anlıyor ve bunun
239 Yıldırım, Celal, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, I, 242-243. 240 el-Cisr, Hüseyin b. Muhammed b. Mustafa el-Hanefî Hüseyin (1327/1909), er-Risaletü’l-Hamidiyye: İslam Hak ve Hakikat Dinidir, (çev. İsmail Hakkı Manastırlı, sad. Ahmet Gül), İstanbul 1973, s. 116.
41
üzerine O’na secde ediyorsun. Allah’ın ebedî oluşu ile de O’nun âhir olduğunu, O’ndan sonra
başka bir âhirin olmadığını öğreniyor ve bunun üzerine O’na ikinci kez secde ediyorsun.
2. Denildi ki ilk secde ile dünyanın âhiret karşısında fânî olduğu; ikinci secde ile de
âhiret âleminin Allah’ın celâl nurunun zuhûru karşısında fânî olduğu bildirilmiştir.
3. Birinci secde her şeyin haddizâtında fânî olduğunu; ikinci secde de her şeyin ancak
Allah’ın bâkî kılması ile bekâ bulabileceğini gösterir. Nitekim Cenâb-ı Hak: “Allah’ın zatı
hariç her şey helak olacaktır.”241 buyurmuştur.
4. Birinci secde şehâdet âleminin Allah’ın kudretine boyun eğdiğine, ikinci secde de
ruhlar âleminin bizzat Allah’a boyun eğdiğine delâlet eder. Nitekim Allahü Teâlâ: “Haberin
olsun ki yaratmak da emretmek de O’na mahsustur.”242 buyurmuştur.
5. İlk secde Allah’ın zâtına ve sıfatlarına dair bize verdiği bilgi miktarına şükür, ikinci
secde O’nun celâl ve kibriyâsının haklarını edâ etmeye ulaşamamanın korkusu ve âcizliği için
yapılan secdedir.243
Hüseyin el-Cisr Efendi (1327/1909) ise namazın her rek’atında iki secde olmasının
hikmetini şöyle açıklıyor: “(Namaz kılan kimse, ilk) secdeden başını kaldırınca secde
halinden daha şerefli ve daha faziletli başka bir durum olamayacağını anladığı ve o yüce duâ
yerinden tamamen zevkini alamamış olduğu için bir daha secde etmeye gönlü kapılır ve
lanetli şeytanın Allah’ın emrine uymayarak secdeye yanaşmadığını da hatırlar. İşte bu sebeple
bir kerre daha secdeye vararak hem vicdân zevkini hem de boş taassuba uyan mel’ûn şeytana
tabi olamayacağını kuvvetle ifâde etmek ister.”244
2.4. Secdenin Fazileti
Secde, tevâzû’ ve tezellülün en son noktası… Secde, kibrin ve gururun, yerini sonsuz
bir teslîmiyete terk ettiği kutlu bir eylem… Kulun Allah (c.c.)’a en yakın olduğu, tüm
benliğiyle kulun Rabbine teslim olduğu vecd hâli… Nefsin hiçe sayıldığı, gururun ayaklar
altına alındığı, en şerefli uzuv olan başın yere konulduğu; ama o oranda da Allah (c.c.)’nin
yüceltildiği, tekbir ve tesbih edildiği mübârek bir an…
241 Kasas, 28/88. 242 A’râf, 7/54. 243 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, I, 227. 244 Hüseyin el-Cisr, er-Risaletü’l-Hamidiyye, s. 117.
42
Secde, namazın en önemli rüknüdür. Secde, ibâdetin ve kulluğun özü ve esâsıdır.
Kur’ân-ı Kerîm, çeşitli âyetlerde secde edenleri övmektedir.245 Hz. Peygamber’e uyan ve
onun Allah katından getirdiği dini benimseyip yaşayan sahâbelerin ve müminlerin yüzlerinde
secde izleri vardır. Onların mümin oldukları neredeyse alınlarındaki secde izinden belli olur.
Secdenin faziletine dair Peygamber Efendimiz’in pek çok hadisi bulunmaktadır. Şimdi
bu hadislerden ulaşabildiklerimize burada yer vereceğiz.
Ebû Hureyre (r.a.) rivâyet ettiğine göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuşlar: “Kulun
Rabbine en yakın olduğu hâl secdede bulunduğu hâldir. Binâenaleyh siz (secdede) duayı çok
edin!”246
Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Ümmetimden olan herkesi kıyâmet günü
kesinlikle tanırım.” “Ey Allah’ın Rasûlü! O kadar kalabalığın içinde onları nasıl tanırsın?”
dediler. Şöyle buyurdu: “Nişansız simsiyah at sürüsünün içine girsen, orada alnında ve
ayaklarında beyazlık bulunan bir at olsa, sürünün içinde bu atı fark etmez miydin?” Soruyu
soran kişi: “Elbette fark ederdim.” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Muhakkak ki, ümmetimin de o gün secde etmeleri sebebiyle alınlarında, abdest almaları
sebebiyle de abdest azalarında parlaklık olacaktır.”247
Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Kıyâmet gününde ümmetimin (iki alâmeti olacak.
Biri) secde sebebiyle alnındaki parlaklık, (diğeri de) abdest sebebiyle kollarındaki
parlaklıktır.”248
Yine Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “…Nihayet Allahü Teâlâ, ehl-i
nârdan her kimlere rahmet buyurmayı dilemişse (onları çıkaracak. Dünyada iken) Allah’a
ibâdet etmiş olanları çıkarmalarını meleklere emredecek, onlar da onları çıkaracaktır.
(Melekler) onları âsâr-ı sücûddan (yani secde a’zalarındaki izlerden) tanıyacaklardır. Ve (işte
onlar öylece) çıkarılacaklardır. Allahü Teâlâ eser-i sücûdu ye(yip mahvet)meyi nâr(-ı cehîm)e
haram kılmıştır. Binâenaleyh Âdemoğullarının bütününü (cehennem) ateş(i) yer de yalnız
eser-i sücûdu yiyemez. Bunlar ateşten kavrulup kapkara olarak çıkaracaklar. Üzerlerine Âb-ı
245 Bak. Tevbe, 9/112; A’raf, 7/120. 246 Müslim, Salât, 215 (482). 247 Müsnedü Ahmed b. Hanbel, s. 1262 (Hadis No: 17845). 248 Tirmizî, Salât 310 (607).
43
hayât dökülecek de sel uğrağında biten yabani reyhan tohumları nasıl çabuk biterse (yeniden)
öylece biteceklerdir…”249
Ma’dân b. Ebî Talha el-Ya’merî (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.v.)’in azatlısı
Sevbân’a tesâdüf ettim de: “Bana bir amel haber ver ki onu yaparsam Allah beni onun
sebebiyle cennete koysun.” dedim. Veyahutta “Allah indinde en makbûl ameli haber ver.”
dedim. Sevbân sükût etti. Sonra kendisinden (aynı şeyi) tekrar istedim, yine sükût etti. Sonra
üçüncü defa istedim. Bunun üzerine şunları söyledi: “Ben bu meseleyi Rasûlullah (s.a.v.)’e
sordum da: ‘Allah’a çok secde etmeye bak. Çünkü, eğer sen Allah için bir secde yaparsan
onun sayesinde Allah senin bir dereceni yükseltir ve onun sayesinde bir günahını affeder.’”
Ma’dân dedi ki: “Sonra Ebû’d-Derdâ’ya rastladım. Ona da (aynı şeyi) sordum. Bana
Sevbân’ın dediği gibi söyledi.”250
Rabîa b. Kâ’b el-Eslemî anlatıyor: Ben Rasûlullah (s.a.v.) ile birlikte
gecelemekteydim. Kendisine abdest suyunu ve ihtiyacı olan şeyleri getirdim. Bunun üzerine
bana: “Dile” dedi. Ben: “Cennette senin refîkın olmayı dilerim.” dedim. “Yahut bundan başka
bir şey!..” buyurdular. Ben: “Dileğim budur!” dedim. Rasûlullah (s.a.v.): “O halde çok secde
etmek sûretiyle nefsin için bana yardımcı ol!..” buyurdular.251
Rasûlullah’ın (s.a.v.) bu hadisinde, “Çok secde etmek suretiyle kendin için bana
yardımcı ol.” buyurması şunun içindir: Secde, ta’zîmin en son haddidir, mü’minin mi’râcıdır,
insanın melekî yönünün hayvanî yönün baskısından kurtulduğu andır; nefsini ilâhî rahmet
deryasına gark etmesini becerebilen kimse, elbette ki pek çok hayrın kaynağına inmiş
demektir.252
Peygamber Efendimiz’in hadislerinden sonra İslam büyüklerinin secdenin faziletine
dair söylediklerinden bazılarına yer vereceğiz.
Ebû’d-Derdâ (r.a.) diyor ki: “Üç haslet olmasaydı, dünyada kalmak istemezdim:
Birincisi, alnımı yere koyarak her gün Rabbime secde etmek; ikincisi, günün en sıcak
249 Buhârî, Ezan 129 (806); Müslim, İman 299 (182). 250 Müslim, Salât 225 (488); Nesaî, Tatbîk 81 (1140); Tirmizî, Salât 170 (388); İbn-i Mace, İkametü’s-Salât 201 (1422, 1423). 251 Müslim, Salât 226 (489); Ebû Davud, Salât 313 (1320). 252 Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetüllahi’l-Baliğa, II, 26-27.
44
anlarında (oruç tutarak) susuzluğa katlanmak; üçüncüsü de meyvenin iyisi seçildiği gibi
sözlerin iyisini ayıklayan kimseyle oturmak.”253
Yusuf b. Esbât: “Ey gençler, fırsatı ganimet bilin, hastalık ve ihtiyârlık gelmeden önce
Allah’a secde edin! Benim haset ettiğim tek kişi, âdâbına riâyetle rükû’ ve secde edendir. Ne
yazık ki o benden geçti.” dedi. (O ihtiyarladığı için bunları uygun şekilde yapamıyordu.)
Said b. Cübeyr: “Dünyalıkta mahzûn olduğum tek şey secdedir. Yani dünya
hayatından kaybettiğim hiçbir şeye üzülmem, yalnız secde edemediğime üzülürüm.”
demiştir.254
Secdenin faziletini gösteren şeylerden biri de secde yerinin, secde eden kimsenin
lehine şehâdet etmesidir. Hz. Ali: “İnsanoğlu öldüğü zaman, yeryüzünde namaz kıldığı yer ve
gökte de amelinin yükseldiği yer onun için matem tutarak ağlar.” demiş ve sonra da şu âyeti
okumuştur: “Ne gök, ne yer onların üstüne ağlamadı.”255 Atâ el-Horasânî de şöyle
demektedir: “Herhangi bir yer, üzerine secde eden bir kul hakkında kıyâmet gününde şâhitlik
eder ve öldüğü gün de onun için ağlar ve matem tutar.” Enes b. Mâlik (r.a.) ise şöyle demiştir:
“Allahü Teâlâ’nın namazla, zikirle anıldığı bölge, etrafındaki bölge ve kıtalara karşı övünür.
Yedi kat altına varıncaya kadar o bölge, Allah’ın zikriyle müjdelenir. Namaza kalkan bir kul
için küre-i arz süslenir.”256
2.5. Fıkıhta Secde
Fıkıhta secde denilince akla ilk gelen namazın bir rüknü olan secdedir. Namaz secdesi
dışında namazda yanılmanın karşılığı olarak sehiv secdesi, Kur’ân’daki secde âyetleri
okunduğu zaman yapılan tilâvet secdesi ve bir nimete kavuşmaktan veya bir musîbetten
kurtulmaktan dolayı yapılan şükür secdesi gibi secde çeşitleri de vardır. Bir de hadîs-i
şeriflerde secde-i tevbe zikredilmektedir. Sâd sûresinin 24. âyetinde Dâvûd (a.s.)’ın bir
zelleden dolayı istiğfâr ile secdeye kapanarak Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ettiği bildirilmiştir.
Bu secde ile ilgili Nesâî’de şöyle bir rivâyet vardır: İbn-i Abbas demiştir ki, Nebî (s.a.v.), Sâd
sûresinde secde etti. Ve buyurdu ki: ‘Dâvûd (a.s.), tevbe olmak üzere secde etmişti, biz de
şükür olarak secde ederiz.’257 Hz. Dâvûd tevbe ve istiğfâr ile secde ederek Cenâb-ı Hakk’a
253 Ebu Nuaym, el-Hilye, I, 212. 254 Gazalî, İhyâ-ı Ulûmi’d-Dîn, (çev. Ahmed Serdaroğlu), Bedir Yayınevi, İstanbul 1974, I, 409. 255 Duhân, 44/29. 256 Gazalî, İhyâ-ı Ulûmi’d-Dîn, I, 417-418. 257 Nesâî, İftitah, 48 (959).
45
teveccüh ettiği için taraf-ı Peygamberî’den Hz. Dâvûd’un secdesine “secde-i tevbe”
denmiştir.258
Biz bu secde çeşitlerinden ilk dördünü ayrı ayrı başlıklar altında ele alacağız.
2.5.1. Namazın Rüknü Olan Secde
Secde, namazın en önemli rüknüdür. Secdede esas olan iki el, iki diz, ayakların uçları,
alın ve burun üzerine, bütün organların birlikte yere konulmasıyla yapılmasıdır. Bu
mükemmel bir şekilde yapılış şeklidir. İlk secde farz olduğu gibi ikinci secde de farzdır.259
Mâlikîler dışındaki cumhûra göre secde edilirken önce dizlerin sonra ellerin sonra
yüzün yere konması gerekir. Cumhûr bu konuda Vâil b. Hucr’un rivâyet ettiği hadisi delil
olarak kabul etmişlerdir.
Mâlikîlere göre secdeye giderken önce eller sonra dizler yere konur. Secdeden
kalkılırken önce dizler sonra eller kaldırılır. Mâlikîlerin dayandığı delîl ise Ebû Hureyre’nin
rivâyet ettiği hadistir.
Şâfiîlere ve Mâlikîlere göre secdede alınla birlikte burnun da yere konulması
müstehaptır. Hanbelîlere göre burnun bir kısmının konulması vâciptir. Hanefîler ise şöyle
demişlerdir: “Bir kimse secdede burnunu yere koymaksızın yalnız alnıyla secde ederse,
câizdir ancak böyle yapmak mekruhtur.”
Secdede en az bir kere, normal olarak üç kere “Sübhâne Rabbiye’l-Alâ” demek
sünnettir. Hanefîler şöyle demişlerdir: Cemâate hafiflik olması için imam olan kişi secdede üç
kereden fazla tesbih getirmez. Mâlikîlere göre tesbihin bir sınırı yoktur. Şafiîlere göre imam,
namazın uzatılmasından hoşnut bir topluluğun imamı ise Rasûlullah’ın secdede okuduğu
rivâyet edilen zikirlerden bazılarını da ekler.
Secdede duâ etme konusunda Hanefîler şöyle demişlerdir: “Namaz kılan kişi rükû’ ve
secdesinde tesbihten başka bir şey söylemez. Secdede duâ edilmesine dair rivâyet edilen
hadisler nâfile namazlara hamledilmiştir.”260 Mâlikîlere göre secdede din ve dünya işleri,
258 Canan, İbrahim, Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, III, 357. 259 el-Cezîrî, Abdurrahman b. Muhammed b. İyâz (1360/1941), el-Fıkh ala’l-Mezâhibi’l-Erbaa, Kahire ty., s. 135. 260 Haskefî, Alaeddin Muhammed b. Ali b. Muhammed ed-Dimaşkî (1088/1677), Dürrü’l-Muhtar fî Şerhi Tenviri’l-Ebsar, yy., ty., (Yazma 461 vr. D.İ.B. İstanbul Müftülüğü Kütüphanesi numara 278’de kayıtlı eserin CD’si), I, 472.
46
âhiret işleri, kendine yahut başkasına ait işler, husûsî yahut umûmî işler konularında sınırsız
olarak duâda bulunmak müstehaptır.261 Hanbelîlere göre imkanlar ölçüsünde me’sûr olarak
rivâyet edilen duâ ve zikirlerin yapılmasında bir beis yoktur.262 Şâfiîlere göre secdede duâ
talebi daha kuvvetlidir.263
Secde, namazın en önemli rüknü olduğu içindir ki namaz kılan kimse namazda
kıyâmda iken secde yerine bakar. Servî, Ebû Hanîfe, İmâm Şâfiî ve Hasan b. Hayy, namaz
kılan kimsenin secde ettiği yere bakmasının müstehap olduğunu söylerler. Kadı Şüreyh ise
şöyle demektedir: “(Namaz kılan kimse), ayakta iken secde edeceği yere, rükû’da iken
ayaklarının bulunduğu yere, otururken de kucağına bakması gerekir.” İmâm Mâlik ve onun
doğrultusunda kanaat belirtenlere göre ise namaz kılan kimsenin secde ettiği yere değil önüne
bakması gerektiğini söylerler.264
2.5.2. Sehiv Secdesi
Sehiv, bir şeyde yanılmak, onu bilmeyerek terk etmektir. Unutan ile sehveden
arasındaki fark şudur: Unutan kimseye bir şeyi hatırlatınca, hatırlar. Sehveden kimse ise öyle
değildir. Hatırlatılsa da o işi doğru zanneder.265
Namazdaki bir eksikliği gidermek ve namazın esâs amellerinden olmayan bir amelin
terkinden veya bir amelin fazladan yapılmasından dolayı iâdesine gerek bırakmamak için
sehiv secdesi yapılmasının meşrû olduğu konusunda herhangi bir şüphe yoktur. Kasıtlı olarak
yapılan ameller için sehiv secdesi geçerli değildir. Namazın amellerinden bir amelin kasıtlı
olarak terk edilmesi halinde yapılması gereken fiil, terk edilen amelin durumuna göre değişir.
Eğer namazın rükünlerinden ise namaz tamamen geçersiz olur.266
Peygamber Efendimiz’in tilâvet secdesiyle ilgili hadislerine geçmeden peygamberler
hakkında sehvin mümkün olup olmadığı meselesine değinmek istiyoruz. Bu konuda Ahmet
Nâim şöyle diyor: “Peygamberlere unutma ve yanılma ârız olması câiz midir? Bir kere akvâl
ve ef’âl-i belâğiyede yani min tarafi’llah ahkâm-ı i’tikâdiyye ve ameliyye tebliğine müteallik
261 Derdir, Ebü’l-Berekât Ahmed b. Muhammed b. Ahmed Adevî (1201/1786), Şerhu’s-Sağir ala Akrebi’l-Mesâlik ilâ Mezhebi’l-İmâm Mâlik, Dârü’l-Maârif, Kahire 1972, I, 329. 262 İbn Kudâme, Ebû Muhammed Muvaffakuddin Abdullah b. Ahmed (620/1223), el-Muğnî, Mektebetü’r-Riyadi’l-Hadise, Riyâd ty., I, 522. 263 Şirbinî, Şemseddin el-Hatîb Muhammed b. Ahmed el-Kahiri (977/1570), Muğni’l-Muhtâc ilâ Marifet-i Meânî Elfâzi’l-Minhâc, Dârü’l-Fikr, yy. ty., (ofset baskı) I, 181. 264 Kurtûbî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, II, 160. 265 Zuhayli, Vehbe, İslam Fıkıh Ansiklopedisi, (çev. Dr. Ahmet Efe..), İstanbul 1995, II, 215. 266 Said Havva, el-Esas fi’s-Sünne, (çev. M. Ahmet Varol, Orhan Aktepe,..), İstanbul 1997, V, 195.
47
akvâl ve ef’âlde haklarında vukû-ı sehvin muhâliyyetine bütün ulemâ-yı İslâm ittifâk
etmişlerdir. Çünkü ahkâm tebliğinde bir kerecik sehiv ve nisyân vukûu diğer tebliğattan emni
ref’ etmeye kâfîdir. Olmuş ve olacak şeylere dair gerek vahyen, gerek kendiliklerinden
verdikleri haberlerde de ne amden, ne sehven; ne sıhhat, ne maraz halinde; ne rıza, ne de
gazab vaktinde hulfetmeleri mümkün değildir. Tebliğe taalluk etmeyen ef’âl hakkında ise
akvâl-i ulemâ mütehâliftir. Âmme-i ulemâ bunun derhal vahyen veya tarîk-ı uhrâ ile
kendilerine ma’lûm olması şartıyla imkân vukûuna kâildir.”267 Buna göre peygamberlerin
itikâdî ve amelî hükümlerin tebliğinde sehvin mümkün olmadığına bütün alimler ittifak
etmişlerdir. Ancak peygamberlerin tebliğ ile bir alakası olmayan fiillerinde sehvin mümkün
olup olmadığında ise ihtilaf etmişlerdir. Alimlerin çoğunluğu vahiy veya başka bir yolla
hemen kendilerine bildirilmesi şartıyla bu fiillerinde sehvin mümkün olduğunu kabul
etmişlerdir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Ben de sizin gibi bir
insanım. Sizin unuttuğunuz gibi ben de unuturum. Unuttuğum zaman bana hatırlatınız.”268
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in namazda yanılması, Allah’ın ümmete nimetini
tamamlaması, dinlerini kemâle erdirmesidir ki, böylece yanılma durumunda Hz. Peygamber
(s.a.v.)’in kendileri için meşrû kıldığı şeylerde ona uyabilsinler.269 Nitekim Muvatta’da
rivâyet edilen şu munkatı’ hadis de bu manayı ifâde etmektedir: “Benim unutmam yahut
unutturulmam ancak şerîat ve kâide koymak (çığır açmak) içindir.270
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in yaptığı sehiv secdelerini beş grupta toplamak mümkündür:
1. İki rek’atte selâm verdiği için sehiv secdesi yapması
Ebû Hureyre (r.a.)’den: Şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.v.) (bir defa) bize öğlen ya da
ikindi namazlarından birini kıldırırken iki rek’atten sonra selâm verdi. Ondan sonra mescidin
içinde yana uzatılmış bir tahta parçasına doğru kalkıp oraya gadaplı gibi (bir hey’ette)
dayandı. Ve sağ eli(nin içi)ni sol elinin arkası üstüne koyduktan sonra parmaklarını birbirine
geçirip kilitleyerek sağ yanağını sol elinin ardına yapıştırdı. (Ve bu hey’et üzere baka durdu.)
Acele çıkmak isteyenler mescidin kapılarından çıkıp (kendi kendilerine): “Namaz kısaldı.”
dediler. Cemâatin içinde Ebû Bekir ve Ömer (r.a.) da vardı. Bunlar (mehâbet-i huzûrdan
267 Canan, İbrahim, Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, II, 344. 268 Buhârî, Salât 31 (401); Müslim, Mesâcid 89 (572); Ebû Davud, Salât 197 (1020); Nesâî, Sehv 26 (1258). 269 İbn-i Kayyim el-Cevziyye, Zâdu’l-Meâd, I, 265. 270 Muvatta, Sehv, 2. Bu hadisin isnadı munkatı’dır. İbn-i Abdilber diyor ki: “Bu hadisin Hz. Peygamber’den bu sened dışında ne müsned ne maktu’ olarak rivayet edildiğini biliyorum. Bu hadis, Muvatta’da bulunup ondan başka kaynaklarda ne müsned, ne mürsel olarak bulunan dört hadisten biridir.”
48
dolayı) çekinerek bir şey söylemediler. Yine o cemâatin içinde kolları uzun olduğu için Zü’l-
yedeyn dedikleri bir zât vardı. (O zât): “Ya Rasûlallah, unuttun mu? Yoksa namaz mı
kısaldı?” di(ye sor)du. Aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm Efendimiz: “Ne unuttum, ne de kısaldı.”
buyurdu. Sonra: “Zü’l-yedeyn’in dediği gibi mi?” di(ye suâl et)ti. “Evet” denilince (hemen)
ileriye varıp namazdan eksik bıraktığını kıldırdı. Sonra selâm verdi. Sonra tekbir alıp secdeye
vardı. (Her vakitki) sücûdu kadar, yahut daha uzun müddet secdede kaldı. Sonra başını
kaldırıp tekbîr aldı. Sonra tekbîr alıp (yine) secde etti. Sonra (yine) başını kaldırıp tekbîr
aldı.271
2. İki rek’at kıldıktan sonra teşehhüdsüz üçüncü rek’ata kalktığı için sehiv secdesi
yapması
Rasûlullah (s.a.v.) öğle namazının ilk iki rek’atını tamamlamıştı (oturması gerektiği
halde oturmadan) kalktı. Namazı bitirince iki (ziyâde) secde daha yaptı, ondan sonra selâm
verdi.272
Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: “İmam, (yanılarak ikinci rek’atte oturacağı yerde
müteakip) rek’ate kalkmaya teşebbüs eder ve tam doğrulmadan hatırlarsa, hemen otursun.
Tam kalkıp doğrulmuşsa artık (geri dönüp) oturmasın, namazın sonunda sehiv secdesi
yapsın.”273
3. Üç rek’atte selâm verdiği için sehiv secdesi yapması
Rasûlullah (s.a.v.) ikindiyi kıldırmış ve üç rek’atte selâm vermiş. Sonra evine girmiş.
Arkasından Hırbâk denilen ve ellerinde bir parça uzunluk bulunan bir adam kalkarak ona
varmış ve: “Ya Rasûlallah!” diyerek yaptığını kendisine anlatmış. Rasûlullah (s.a.v.) kızgın
bir halde cübbesini sürükleyerek dışarıya çıkmış ve cemâatin yanına gelerek: “Bu doğru mu
söyledi?” demiş. Ashâb: “Evet!” cevabını vermişler. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) bir
rek’at daha kılmış; sonra selâm vermiş; sonra iki secde yapmış; sonra selâm vermiş.274
Hz. Peygamber (s.a.v.) bir gün namaz kıldı, selâm verip ayrıldı. Oysa namazın bir
rek’atı kalmıştı. Talha b. Ubeydullah derhal ona yetişip “Namazın bir rek’atını unuttun.” dedi.
271 Buhârî, Sehiv 5 (1229); Müslim, Mesâcid 97 (573); Ebû Davud, Salât 195 (1008-1012); Tirmîzî, Salât 289 (394), 292 (399); Nesâî, Sehv 22 (1227). 272 Buhârî, Sehv 1 (1225); Müslim, Mesâcid 85 (570); Ebû Davud, Salat 201 (1034); Tirmizî, Salât 171 (391); Nesâî, Sehv 21 (1224); İbn-i Mâce, İkâmetü’s-Salat 131 (1206); Muvatta, Salât 65. 273 Ebû Davud, Salât 202 (1036). 274 Müslim, Mesâcid, 101 (574).
49
Bunun üzerine geri döndü, mescide girdi ve Bilâl’e emredip namaz için kâmet getirtti.
Cemâate bir rek’at namaz kıldırdı.275
4. Beş rek’at kıldığı için sehiv secdesi yapması
Bir keresinde öğle namazını beş rek’at kılmış. Selâm verdiği vakit kendisine: “Namaza
ziyâde mi edildi?” demişler. Efendimiz: “Ne o?” buyurmuş. Ashâb: “Namazı beş rek’at
kıldın.” demişler. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) iki secde yapmış.276
5. Şek ettiği için sehiv secdesi yapması
Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Biriniz namazında şekk eder de üç mü, dört mü kaç
rek’at kıldığını bilemezse şekki atıversin de yakînen bildiğinin üzerine binâ etsin. Sonra selâm
vermezden önce iki secde etsin! Şayet beş rek’at kılmışsa, bu iki secde onun namazını çift
yapar. Eğer dördü tamamlamak için kıldıysa, bu iki secde, şeytanın burnunu sürtme olur.”277
Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Biriniz namazında yanılır da bir mi iki mi kıldığını
bilemezse, namazını bir üzerine binâ etsin; iki mi üç mü kıldığını bilemezse iki üzerine binâ
etsin; üç mü dört mü kıldığını bilemezse üç üzerine binâ etsin, sonra da selâm vermezden
önce iki (ziyâde) secde yapsın.”278
Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Namaz kılarken üç mü kıldım dört mü kıldım diye
şüpheye düşersen, eğer zann-ı gâlibin dört ise hemen teşehhüd yap, sonra sen daha dururken
ve selâm vermemişken iki secde daha yap, sonra aynı şekilde teşehhüd oku, sonra selâm ver.”
(Ebû Davud der ki: “Bu, İbn-i Mesud’dan rivâyet edilmiştir. Âlimlerden kimse bunu
Rasûlullah’a nisbet etmedi.”)279
Sehiv secdesi, Hanefîlerce, sahîh olan görüşe göre vâciptir. Diğer mezheplerin
tümünde ise sünnettir.280
275 Ebû Davud, Salât 197 (1023). 276 Buhârî, Sehv 2 (1226); Müslim, Mesâcid 91 (572). 277 Müslim, Mesâcid 88 (571); Ebû Davud, Salât 198 (1024); Tirmizî, Salât 174 (396); Nesâî, Sehv 24 (1240); İbn-i Mâce, İkâmetü’s-Salat 132 (1210); Muvatta, Salât 62. 278 Tirmizî, Salât 174 (398). 279 Ebû Davud, Salât 199 (1028). 280 İbnü’l-Hümâm, Kemâleddin Muhammed b. Abdülvahid b. Abdülhamid (861/1457), Şerhu Fethu’l-Kadîr, el-Matbaatü’l-Kübra’l-Emiriyye, Bulak 1318, I, 355, 374; el-Kâsânî, Ebû Bekr Alaeddin Ebû Bekr b. Mes’ud b. Ahmed el-Hanefi (587/1191), Bedâiü’s-Sanâi’ fî Tertibi’ş-Şerâi’, Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut 1974, I,163-179; Meydânî, Abdülğanî b. Talib b. Hammade ed-Dımaşkî el-Hanefî (1298/1881), el-Lübâb fî Şerhi’l-Kitab, İstanbul t.y., I, 95.
50
Sehiv secdesinin sebeplerine gelince müctehidler bu konuda ihtilâfa düşmüşlerdir. Biz
bu konuda teferruâta girmeden ana hatlarıyla mezheplerin görüşlerini vermekle yetineceğiz.
Hanefîlere göre sehiv secdesinin sebepleri şunlardır:281
1. Kasden yapılan işlerden dolayı üç yerde sehiv secdesi yapmak gerekir: İlk oturuşu
terk etmek, ilk rek’atın bir secdesini namazın sonuna kadar geciktirmek, bir rüknü edâ edecek
kadar düşünceye dalarak bir şey yapmamak.
2. Namazın vâciplerinden birinin sehven terk edilmesi, bir amelin öne alınması veya
geciktirilmesi, bir fiilin fazla veya eksik yapılması dolayısıyla sehiv secdesi yapmak gerekir.
3. Namazda namazdan olan bir fiili fazladan yapmak. İki kere rükû’ yapmak gibi. Bu
durumda sehiv secdesi yapılır.
4. Sehven terk edilen bir şeye geri dönmek. Bir kimse yanılarak ilk oturuşu terk eder
sonra hatırlarsa eğer oturuşa daha yakınsa döner ve oturup teşehhüdde bulunur. Ama eğer
kıyâma daha yakınsa geri dönmez, sonunda sehiv secdesi yapar. Yanılarak son ka’deyi terk
edip beşinci rek’ata kalkan bir kimse beşinci rek’atın secdesini yapmamışsa geri döner ve
oturup sonunda sehiv secdesi yapar. Eğer bu kişi beşinci rek’atın secdesini yapmışsa farzı
batıl olur ve kıldığı namaz nâfileye dönüşür. Böyle birinin bu namaza bir rek’at daha
ekleyerek altıya tamamlaması menduptur.
5. Namazda şüphelenmek. Bir kimse namazında şüphelenerek üç mü yoksa dört mü
kıldığını hatırlamasa eğer bu yanılma olayı bu kişinin başına ilk defa gelmişse, yani bu gibi
şüpheler onda âdet halini almamışsa namazını yeniden kılmalıdır. Eğer böyle bir kimseye
çoğu kez şüphelenme durumu meydana geliyorsa o kişi zann-ı gâlibine göre hareket eder. Üç
veya dört rek’attan hangisi ağır basıyorsa o tarafı tercih eder. Eğer kendisinde zann-ı gâlip
oluşmazsa azı esâs alır. Burada az olanın yapıldığı kesin olduğundan o esâs alınır.282
Şafiî mezhebine göre, bir kimse namazda yapılması emredilen bir fiili yapmamaktan
(eksiklik) veya namazda yapılması yasak olan bir fiili yapmaktan (fazlalık) ötürü sehiv
secdesi gerekir. Sehiv secdesi gerektiren eksikliğe gelince bu, yapılması istenen bir sünneti
terk etmektir. Bu ise iki çeşittir: Birincisi, unutarak teşehhüdü terk etmektir ki bu sebeple
281 Mevsılî, Ebü’l-Fazl Mecdüddin Abdullah b. Mahmûd b. Mevdud (683/1284), el-İhtiyar li Ta’lîli’l-Muhtar, İstanbul ty., I, 94-95; Meydânî, el-Lübab fî Şerhi’l-Kitab, I, 98-99. 282 Mevsılî, el-İhtiyar li Ta’lîli’l-Muhtar, I, 96; Meydânî, el-Lübab fî Şerhi’l-Kitab, I, 99-100.
51
sehiv secdesi yapılır. İkincisi, sehven kunutu terk etmektir ki bundan dolayı da sehiv secdesi
gerekir. Çünkü bu fiiller maksûde (yapılması istenen) sünnetlerdir. Fazlalığa gelince bu da iki
türlüdür: Söz ve fiil. Unutarak konuşmak söz türünden fazlalığa örnektir. Sehven namaza bir
rek’at daha ilave etmek vb. fiil türünden olan fazlalıklardır.283
Mâlikîlere göre sehiv secdesi üç sebepten dolayı yapılır: Yalnız eksiklik dolayısıyla,
yalnız fazlalık dolayısıyla, hem eksiklik hem fazlalık dolayısıyla. Eksiklik, namazın içinde
bulunan bir müekked sünneti sehven veya kasden terk etmektir. Meselâ zammı sûreyi sehven
okunması gereken yerde okumayıp terk etmek böyledir. Fazlalığa gelince bu, namazın
türünden olan ve olmayan bir fiilin çok miktarda olmaksızın (yani amel-i kesîr yapmaksızın)
namaza ilâve edilmesidir. Namazın türünden olan fiile örnek, rükû’ ve secde gibi namazın
rükünlerinden bir fiili fazladan yapmak, namazın türünden olmayan fiile örnek de sehven az
miktarda bir şey yemek veya sehven az miktarda konuşmaktır.284
Hanbelîlere göre sehiv secdesinin sebepleri üçtür: İlâvede bulunmak, eksik yapmak ve
namazın bazı hareketlerinde şüphelenmek. Namaza ilâvede bulunmanın örneği, namaz kılanın
namaz cinsinden olan bir şeyi sehven namaza ilâve etmesidir. Örneğin, teşehhüt ile birlikte
Fâtiha’yı okumak gibi. Namazda eksiltmeye gelince, meselâ rükû’, secde veya Fâtiha’yı
okumayı sehven terk etmek böyledir. Bunlardan birini terk eden bunu hatırladığında hemen
telâfî etmesi ve terk ettiği fiili yapıp namazın sonunda da sehiv secdesi etmesi gerekir.
Şüphelenmenin ise değişik türleri vardır. Namazın rükünlerinden birini yerine getirip
getirmediği hakkında tereddüd etmek gibi. Bu gibi durumlarda namazın kalan kısmını
kuvvetli kanaatine göre kılar, sonra yapıp yapmadığında tereddüd ettiği fiili yapıp namazı
tamamlar. Bu durumda sehiv secdesi yapmak vâciptir.285
Hanefîlere göre sehiv secdesi mutlak olarak selâmdan sonra; Şafiîlere göre ise
selâmdan önce yapılır. Mâlikîlere göre eksiltmeden dolayı olan sehiv secdesi yahut hem
eksiltme hem de fazladan yapma dolayısıyla olan sehiv secdesi selâmdan önce yapılır. Ama
sadece fazladan yapma dolayısıyla olan sehiv secdesi selâmdan sonra yapılır. Selâmdan sonra
yapılan sehiv secdesi için niyet edilmesi vâciptir. Hanbelîlere göre ise selâmdan önce
yapılması efdaldir. Bununla birlikte aşağıdaki iki durumda selâmdan sonra yapılır: Birincisi,
bir veya daha fazla rek’atin terk edilmesi ve namazın tamamlanmasından önce selâm
283 Şirbinî, Muğni’l-Muhtâc, I, 204-214. 284 Ebü’l-Berekât Derdir, Şerhü’s-Sağîr, I, 337-400. 285 Abdurrahman el-Cezirî, el-Fıkh alâ Mezâhibi’l-Erbaa, s. 261.
52
verilmesi durumunda. İkincisi, imamın namazda bir şeyde tereddüde düşmesi sonra kendi
zann-ı gâlibine göre hareket etmesi durumunda.286
Sehiv secdesinin yapılma şekline gelince Hanefîlere göre şöyledir: Teşehhüdden sonra
selâm verilip iki secde yapılır. Sonra teşehhüd yeniden yapılır. Ardından sehiv ka’desinde
Rasûlullah’a salavât getirilir, duâ edilip selâm verilir. Mâlikîlere göre sehiv secdesinden sonra
sünnete uyularak teşehhüd yapılır ama Rasûlullah’a salavât getirilmez ve duâ edilmez.
Şafiîlere göre ise sehiv için iki secde yapılmasının hemen ardından selâm verilir. Hanbelîler
de şöyle demişlerdir: “Bir kimse, selâmdan sonra sehiv için secde ederse normal namazın
teşehhüdüd gibi teşehhüd yapar ondan sonra selâm verir. Yok eğer selâmdan önce sehiv
secdesi yaparsa teşehhüde bulunmaksızın secdenin ardından selâm verir.”287
2.5.3. Tilâvet Secdesi
Kur’ân-ı Kerîm’de bazı âyetler vardır ki, yükümlü bir kimse bunları okuduğunda veya
dinlediğinde secde etmesi gerekir. Tilâvet secdesinin meşrû’iyyeti Kur’ân, sünnet ve icmâ ile
sâbit olmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’de Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Kendilerine Kur’ân
okunduğu zaman secde etmiyorlar.”288 Tilâvet secdesi konusunda Hz. Peygamber’den bir çok
hadis nakledilmiştir. Onlardan bazılarını buraya kaydediyoruz.
(Abdullah) İbn-i Ömer (r.a.)’dan: Şöyle demiştir: Nebiyy-i Ekrem (s.a.v.) (içinde)
secde (âyeti) bulunan sûreyi bize okuyup secde buyururdu. Biz de (ona iktidâen) secde
ederdik. O kadar (kalabalık ve sıkışık bir halde secde ederdik) ki bazılarımız alnını koyacak
yer bulamazdı.289
Ebû Hureyre (r.a.)’dan: Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Âdemoğlu secde ayetini
tilâvet edip de secde ederse şeytan ağlar, geri kaçar ve der ki: ‘Vay halime ki âdemoğlu secde
etmeye me’mûr oldu ve hemen secde etti. Binâenaleyh cennet onundur. Ben de secde ile
emrolundum; ama ben secdeden imtinâ’ ettim. Bu sebeple cehennemde benimdir.”290
Hz. Ömer (r.a.) cuma günü, minber üzerinde (hutbe verirken) Nahl sûresini okumuş,
secde âyetine gelince, minberden inip secde yapmış, halk da onunla birlikte secdeye
kapanmıştır. Müteakip cumada da (aynı şekilde) aynı sûreyi okumuş, secde âyetine gelince:
286 Abdurrahman el-Cezirî, el-Fıkh alâ Mezâhibi’l-Erbaa, s. 255-256. 287 Mevsılî, el-İhtiyar li Ta’lîli’l-Muhtar, I, 93. 288 İnşikâk, 84/21. 289 Buhârî, Sücûdu’l-Kur’ân 9 (1076); Müslim, Mesâcid 104 (575); Ebû Davud, Salat 334 (1412) 290 Müslim İman, 133 (81).
53
“Ey insanlar, biz bazen secde âyetini okuyoruz. Kim secde ederse isâbet eder, kim de secde
etmezse üzerine günah yoktur.” dedi ve Hz. Ömer (r.a.) kendisi de secde etmedi. (Buhârî’nin
bir rivâyetinde şöyle denmiştir: “Allah, bize (tilâvet) secdelerini farz kılmadı. Ama istersek
yaparız.”)291
Bu secdenin hükmü ve secde âyetlerinin sayısı konusunda fakihler ihtilâf etmişlerdir.
Tilâvet secdesi, Hanefîlere göre gerek okuyana ve gerekse dinleyene vâciptir. Diğer
fıkıhçılara göre ise sünnettir.292
Mâlikîlerce meşhûr olan görüşe göre Kur’ân’daki secde âyetlerinin sayısı on birdir. Bu
secde âyetleri şunlardır: A’râf 206, Ra’d 15, Nahl 49, İsrâ 107, Meryem 58, Hac 18, Furkân
60, Neml 25, Secde 15, Fussilet 28, Sad 24.293
Hanefîlere göre secde âyetlerinin sayısı ondörttür. Hanefîler yukarda sayılanlara şu üç
âyeti de ilâve etmektedirler: Necm 62, İnşikâk 21 ve Alak 19. Hac sûresinin 77. âyeti ise
namazla emir amacı için kullanılmış olan bir secde ifâdesi taşımaktadır. Bu da rükû’ emrinden
hemen sonra gelmesinden anlaşılmaktadır. Hac sûresinin içinde iki secde âyeti geçmesi
sûretiyle üstün kılındığından söz eden hadislerin senetlerinde ise iki zayıf râvî
bulunmaktadır.294
Şafiîler ve Hanbelîler ise şöyle demişlerdir: “Secde âyetlerinin sayısı on dörttür.
Bunlardan iki tanesi Hac sûresindedir. Biri baş tarafındaki 18. âyet, diğeri ise son tarafındaki
77. âyettir. Sâd sûresinde geçen secde âyeti ise namaz dışında yerine getirilmesi müstehab
olan ve kuvvetli olan görüşe göre namazda yerine getirilmesi haram olan ve namazı bozan
şükür secdesidir.”295
Tilâvet secdesinin yapılışına gelince Hanefîlere göre şöyledir: Eller kaldırılmaksızın
tekbir getirilir. Sonra iki secde edilir. Secdede namazda yapılan zikirler yapılır. Eğer tilâvet
secdesi namaz dışında yapılıyorsa bu zikre ilave olarak rivâyetlerde geçen me’sûr zikirlerin
okunması da menduptur. Sonra başını kaldırmak için tekbir getirilir, secdeden kalkılır.
291 Buhârî, Sücûdu’l-Kur’ân 10 (1077); Muvatta, Kur’ân 16. 292 Abdurrahman el-Cezirî, el-Fıkh ala’l-Mezâhibi’l-Erbaa, s.262. 293 Ebü’l-Berekât Derdir, Şerhü’s-Sağîr, I, 418. 294 Meydanî, el-Lübâb fî Şerhi’l-Kitâb, I, 103. 295 Şirbinî, Muğni’l-Muhtâc, I, 214.
54
Bundan sonra teşehhüd okunmaz ve selâm verilmez.296 Mâlikîlerde de tilâvet secdesinin
yapılışı Hanefîler’deki gibidir.
Şafiîlere göre ise namazda tilâvet secdesi yapan birinin bu secde için tekbir getirirken
ellerini kaldırması sünnet değildir. Namaz dışında ise eller kaldırılır.
Hanbelîlere göre tilâvet secdesinin rükünleri secde, secdeden kalkmak ve selâmdır.
Secdeye giderken ve secdeden kalkarken tekbir getirilmesi ve secdede zikir ise vâciptir.
Selâm vermek için oturmak ise sünnettir. Tilâvet secdesi namaz dışında yapılıyorsa, secde
için tekbir getirilirken eller kaldırılır.297
Secde âyetinin tekrar tekrar okunmasına gelince Hanefîlere göre aynı mecliste aynı
âyetin tekrar okunmasından dolayı tekrar secde yapılması gerekmez. Ancak bir okuyucu aynı
secde âyetini farklı meclislerde tekrarlarsa secdenin de tekrarlanması gerekir.298
Namazda secde âyetinin okunması meselesine gelince Hanefîlere göre secde âyeti eğer
namazda okunursa hemen yerine getirilmesi gerekir. Eğer namaz içinde yerine getirilmezse
artık namaz dışında kaza edilmez. Bir kimse namazda secde âyetini okumayı bitirir sonra
secde emrini rükû’da yerine getirmek niyetiyle hemen rükû’ya giderse bu yeterli olur. Bu
durumda niyet etse de etmese de olur. Ancak eğer secde âyetinden sonra üç veya daha fazla
âyet okursa bu durumda özel olarak secde yapması gerekir.
İmamın arkasında namaz kılan birinin tilâvet secdesi konusunda imama uyması
gerekir. Çoğunluğa göre imamın arkasında namaz kılan biri tilâvet secdesinde imama
uymayıp geri kalırsa namazı bozulur. İmama uyan kimse kendi başına okuduğu secde
âyetinden dolayı secde yapmaz. Eğer yaparsa namazı bozulur.299
2.5.4. Şükür Secdesi
Bir felâket atlatılır yahut sevinilecek yeni bir durum ortaya çıkarsa gerek Hz.
Peygamber (s.a.v.), gerekse ashâbı şükür secdesi ederlerdi.300 Nitekim Ebû Bekre’den
nakledildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v.), sevinç verecek bir durum ortaya çıktığında Allahü
296 Meydanî, el-Lübâb Fî Şerhi’l-Kitâb, I, 105. 297 Abdurrahman el-Cezirî, el-Fıkh ala’l-Mezâhibi’l-Erbaa, s. 264. 298 Şürünbülâlî, Ebü’l-İhlas Hasan b. Ammar b. Ali el-Vefâî (1069/1659), Merâki’l-Felâh Şerh-i Nûru’l-Îzâh, Matbaa-i Hayriye, İstanbul ty., s. 84. 299 Mevsılî, el-İhtiyâr li Ta’lîli’l-Muhtâr, I, 97-98. 300 İbn-i Kayyım el-Cevziyye, Zâdu’l-Meâd, I, 333.
55
Teâlâ’ya şükür için yerlere kapanır, Allah’a secde ederdi.301 Enes (r.a.)’den nakledildiğine
göre yine Hz. Peygamber (s.a.v.) bir ihtiyacının görüldüğü müjdesini alınca Allah’a secde
ederdi.302
Abdurrahman b. Avf’tan nakledilen bir hadise göre Hz. Peygamber (s.a.v.), Rabbi
katından: “Senin için duâ edene (salavât getirene) rahmet ederim. Sana selâm verene, selâm
ederim.” müjdesini alınca şükür secdesi etti.303
Sa’d b. Ebî Vakkas şöyle rivayet ediyor: “Hz. Peygamber (s.a.v.), ellerini kaldırdı. Bir
saat kadar Allah’a dua edip bazı isteklerde bulundu. Sonra üç kere secde etti ve ardından
buyurdu: “Rabbime duâ ettim, ümmetim için şefâat istedim. Bana ümmetimin üçte birini
verdi. Rabbime şükür için secde ederek yerlere kapandım. Sonra başımı kaldırdım, yine
Rabbimden ümmetimi istedim. Bana ikinci üçte biri verdi. Bunun üzerine Rabbime şükür için
secde ederek yerlere kapandım. Sonra başımı kaldırdım; Rabbimden ümmetimi istedim. Bana
diğer üçte biri de verdi. Bunun üzerine yerlere kapanıp Rabbime secde ettim.”304
Buhârî, Kâ’b b. Mâlik (r.a.)’ın Allah’ın tevbesini kabul ettiği müjdesini alınca secde
ettiğini rivâyet ediyor.305
Şimdi de mezheplerin şükür secdesi hakkındaki görüşlerine bakalım:
Hanefî mezhebinde şükür secdesiyle ilgili iki farklı hüküm bulunmaktadır. Biri Ebû
Hanîfe’nin, diğeri ise onun dışındaki Hanefî imamların kabul ettiği görüştür. Ebû Hanîfe’ye
göre şükür secdesi yapmak mekruhtur. Zira Cenâb-ı Hakk’ın nimetlerini saymak mümkün
değildir. Eğer onun her nimetine karşı şükür secdesi yapmak vâcip olsaydı o takdirde her an,
her lahza secde etmek gerekirdi. Çünkü ilâhî nimetler kullardan yana durmadan, çokça
gelmekte ve birbirini izlemektedir.
Hanefî mezhebinin diğer imamlarına göre ise şükür secdesi müstehaptır. Fakat
namazdan sonra yapılması mekruhtur. Çünkü bilmeyenler bu secdenin namazın bir sünneti
yahut vâcibi olduğunu zannederler. Onlar, önceki görüşün mensûh olduğunu söylemişler, delil
olarak da Rasûlullah (s.a.v.)’den sonra ashâbın önde gelenlerinin secde yaptıklarını
göstermişlerdir. Meselâ Yemâme fethedildiği zaman Hz. Ebû Bekir yere kapanıp secde
301 Ebû Davûd, Cihâd, 174 (2774) ; Tirmîzî, Siyer, 25 (1578); İbn Mâce, İkâmetü’s-Salat, 192 (1394). 302 İbn Mâce, İkametü’s-Salat 192 (1392). 303 Müsnedü Ahmed b. Hanbel, s. 152 (Hadis No: 1664). 304 Ebû Davud, Cihâd, 174 (2775). 305 Buhârî, Meğazi 78 (4418).
56
etmiştir. Yermuk savaşı zaferle sonuçlanınca Hz. Ömer Allah’a şükür için secde etmiştir.
Yine Hz. Ali’nin de bu anlamda secde ettiği bilinmektedir. Böylece şükür secdesi Allah’a bir
yakınlıktır ki kişi bundan dolayı sevap kazanır.306
Abdurrahman el-Cezîrî de Hanefî mezhebine göre, şükür secdesinin müstehap kabul
edildiğini ve müftâ bih kavlin bu olduğunu belirmektedir.307
Şafiîler şöyle demişlerdir: “Bir nimetin gelmesi veya bir musîbetin kalkması yahut bir
musîbete uğrayanın veya açıktan günah işleyen bir günahkârın görülmesi durumunda (yani
kendisinin bu gibi durumlardan korunduğuna şükür amacıyla) şükür secdesi yapmak sünnettir.
Bu secde, günahkâra gösterilir ama belâya uğratılmış olana gösterilmez. Yapılış şekli aynen
tilâvet secdesi gibidir.”308
Hanbelîler şöyle söylemişlerdir: “Yeni nimetlerin gelmesi veya musîbetlerin kalkması
durumunda şükür secdesi yapmak müstehaptır. Tilâvet secdesinde aranan şartlar aynen şükür
secdesinde de gereklidir.”309
Mâlikîlere gelince onlara göre esâs itibariyle, bir nimetin gelmesi veya bir musîbetin
kalkması durumunda iki rek’at namaz kılınması müstehaptır. Onlara göre şükür için sadece
secde ile yetinilmesi mekruhtur. Mâlikîlerden İbn-i Habîb el-Mâlikî ise şükür secdesini câiz
görmüştür.310
2.6. Tasavvufta Secde
İnsan namazda kıyâmda iken dikey, rükû’da yatay bir halde bulunur. Secdede ise başı
yerdedir. Secde hâlinde iken insan, Allah’a azamî derecede yaklaşır. Secde vaziyeti insanın
Rabbine en yakın olduğu hâldir. İnsan Allah karşısında maddî olarak ne kadar eğilir ve
küçülürse, manen o nisbette büyür ve yücelir.311
Secde her ne kadar vücûdun tevâzû’ göstermesi görünümünde ise de asıl gâye kalbin
tevâzû’udur. Namaz kılan birey, secdeye gitmekle organların en kıymetlisi olan yüzünü,
toprağa koyduğunu bilir ve kendisinin topraktan yaratıldığını, tekrar toprağa döneceğini
306 İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr alâ Dürrü’l-Muhtâr , I, 344. 307 Abdurrahman el-Cezirî, el-Fıkhu ala’l-Mezâhibi’l-Erbaa, s.265. 308 Şirbinî, Muğni’l-Muhtâc, I, 219. 309 İbn Kudâme, el-Muğnî, I, 627. 310 Ebü’l-Berekât Derdir, Şerhü’s-Sağîr, I, 422. 311 Demirci, Mehmet, İbadetlerin İç Anlamı, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Ankara 2000, s. 16.
57
anlarsa kibri, gururu ve şirke götüren her türlü olumsuz karakter özelliklerini ortadan
kaldırmayı sağlayacak idrak derecesine yükselecektir.312
Secde, gerçek boyun eğişi, mutlak itaati, Allah’a tam teslimiyeti ve yakınlaşmayı,
O’nu Rab bilmeyi, tesbihi, tenzihi ve kulluğun bütün görüntülerini bünyesinde toplayan
önemli bir eylemdir. Aynı zamanda secde insanın şükrünün, itaatinin, saygısının, ilâhî
sevgisinin en yüksek makâmıdır.313 Namaz kılan mümin secde vasıtasıyla kibir ve gurur
yerine teslimiyet ve bağlılık duygularını canlandırır. Bu yönüyle secde, Allah’ın yarattığı
bedenin yine Allah’ın yarattığı âciz yaratılmışlara sınırsız bir saygıda bulunmak üzere
kullanılmayacağını gösterir. Ve kişiyi gerçek anlamda övgü ve takdire lâyık olana saygıya
yönlendirir.314
Namaz kılan kişi, secde noktasında, Allah’ın nimetlerinin sayılamayacak kadar çok
olduğunu, kendisinin ise onların şükrünü edâ etmekten âciz olduğunu idrak eder. Bu anlayış
ile birey, “Allah en büyüktür.” diyerek tekrar secdeye kapanır ve secde noktasında, Rabbinin
iktidarı, saltanatı ve sonsuz yüceliği ile insana ve yaratılmışlara ait bütün eksik sıfatlardan
münezzeh olduğunu ifâde eder.315 Bu bağlamda secde eden kişi, Allah’ın “A’lâ” yani tek
kelimeyle “yüceler yücesi” olduğunu anlama eşiğindedir. Allah’ın “A’lâ” sıfatı, aşağının,
zayıflığın zıddı olup yüceliği ifâde eder.316 Aynı zamanda Allah’ın “A’lâ” sıfatı, Allah’ın
mekândan ve zamandan yüce oluşunu, şânının ve şerefinin yüce olduğunu317 vurgular. En
önemlisi ise Allah’ın yüceliği O’ndan başka bir mutlak yücenin daha bulunmasını imkânsız
kılan; yüceliğini bir başkasına nisbetle ifâde edemeyeceğimiz mutlak ve zarûrî bir yüceliktir.
İşte bu yönleriyle Allah’ın yüceliği, diğer varlıkların yüceliğinden ayrılır.318
Secde noktasında Allah’a yakınlaşma, dünyadan tamamen uzaklaşıp, Allah’tan başka
her şeyi gönülden çıkarmakla mümkün olur. Niyazi Mısrî, “Vasl-ı Hakkı isteyen cân u cihanı
terk eder” diyerek Allah için dünyayı ve cânı aşmanın önemini vurgulamıştır. Secde
noktasında, en olgun şekliyle şahsiyetin yeniden yapılanması söz konusudur. Duyguda,
düşüncede, dikkat ve ilgide, arzu ve isteklerde, ibâdet ve diğer tüm davranışlarda Allah’ın
arzusuna uyma ve kendi beninden sıyrılarak O’nunla bütünleşme, O’na ulaşma istikâmetinde
312 Gazalî, Kimya-ı Saadet, (çev. Abdullah Aydın, Abdurrahman Aydın), Aydın Yayınları, İstanbul 1986, I, 159. 313 Ece, Hüseyin K., İslam’ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları, İstanbul 2000, s. 583-584. 314 Yıldız, Abdullah, Namaz Bir Tevhid Eylemi, Pınar Yayınları, İstanbul 2001, s. 118-120. 315 Tabbare, Afif Abdü’l-Fettah, Rûhu’s-Salât fi’l-İslam, Dâru’l-İlim, Beyrut 1979, s. 29. 316 Râzî, Abdulkadir, Muhtâru’s-Sıhâh, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut 1994, s. 452. 317 İsfehânî, Müfredâtü Elfâzi’l-Kur’ân, s. 510. 318 Gazalî, İlâhî Ahlâk, (çev. Yaman Arıkan), Uyanış Yayınevi, İstanbul 1983, s. 225.
58
şahsiyet yeniden şekillenir. Namaz kılan kişi secde noktasında günlük hayatın getirdiği
gündelik şuurun etkisinden çıktığı noktada ulaşacağı aşkın bilinçlilik hâli ile ilâhî
bütünleşmeyi gerçekleştirebilir. Ancak bu şartla, zihni sadece Allah düşüncesi üzerine
yoğunlaştırmak suretiyle diğer bütün düşünce ve duygulardan sıyrılır. Nihayet benlik
tamamen yok olarak Allah’ta dirilir, bekâya erilir. Yani önce nefsin olumsuz istekleri, sonra
zihnin olumsuz düşünceleri, sonra da tüm olumsuz benliğin yok olması mümkün olur. “secde
et ve yaklaş” âyetinin önemi bu süreçlerden geçen bir kişi için açıklık kazanmış olur. Secde
noktasında, namaz kılan kişi zihnini sadece Allah düşüncesiyle doldurarak kendini Allah’ın
irâdesinde yok ederek, karakterini Allah’ın ahlakı ile şekillendirme çabasındadır.319
Allah’la birlik ve bütünleşme duygusunu en yoğun yaşayanlardan biri olan
Mevlânâ’ya göre, namazın şekli yönünün şartı temizliktir; bu da suyla olur. Namazın rûhunun
şartı ise en büyük savaş olan nefisle savaşmaya kırk yıl devam etmek, gözü-gönlü kan etmek,
yedi yüz karanlık perdeden geçmek; kendi yaşayışıyla O’nun varlığında ölmek, Hakk’ın
varlığıyla var olmaktır.320 İnsan, secde noktasında Allah’a en yakın olduğu bir durumu
tecrübe etmektedir. Kur’ân’da “Secde et ve yaklaş” buyrularak, bedenlerimizin secde etmesi
cânı (rûhu) da Hakk’a yaklaştırmaktadır. 321
Secde, kendi ilâhî özünü gerçekleştirme imkânı bulmuş bireylerin aynı zamanda ilâhî
birlik ve bütünleşme duygusunu yaşadıkları son noktadır. Bursevî ise kalbin secdesine dikkat
çekerek şöyle diyor: “Kim bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir arşın yaklaşırım.” hadîs-i
kutsî’sinin ifâde ettiği üzere bir yakınlaşma, kalbin Hakk’a secde miktarıdır.322
Ebû Tâlib el-Mekkî, secde edenlerin hâlleri hakkında şöyle diyor:
Mü şâhede ehlinin secdesi üç makâmda olur:
Birinci makâmdakiler, secdeye gidince, kendisine en yüce âlemler açı lı r/keş folur; bu
kimse Yüce Zât ın kar şısı nda, Ar ş’ı n önünde secde eder. O bu hâlde, Ufuk-i A’lâ/en yüksek
makâm ile karşı kar şıya; Mele-i A’lâ’ya/en yüksek meleklerin meclisine kom şu olur. Yüce
Allah’a yaklaşı r, Yüce Sevgili’ye yak ın olur. Bu, Yüce Allah taraf ından sevilenler
mukarrebûn/ilâhî huzurda kabul gören âriflerin makâmı dı r.
319 Peker, Hüseyin, Tasavvuf Psikolojisi, O.D.M.Ü. Dergisi, Samsun 1993, Yıl: 3, S. 1, s. 48-51. 320 Yeniterzi, Emine, Mevlânâ Celâleddin Rûmî, T.D.V. Yayınları, Ankara 2001, s. 190. 321 Yenitezi, Mevlânâ Celâleddin Rûmî, s. 186. 322 Bursevî İsmail Hakkı, Ferahu’r-Rûh Muhammediye Şerhi, (haz. Mustafa Utku), Uludağ Yayınları, Bursa 2003, I, 89.
59
İkinci makâmdakiler secdeye gidince, kendisine yücelik âlemleri açı lı r; o, Allahü
Teâlâ’n ın tan ıttığı gibi, yer yüzünün en alt tabakasını n üzerinde secde eder. Kalbi Azîz ve
Yüce Allah’a kar şı tevâzû’ ile mahzun olur, boyun eğer. Bu, âbidlerden korku sahiplerinin
makâm ıdı r.
Üçüncü makâmdaki kimse secde edince, kalbi, göklerin ve yerin
melekûtunda/görünmeyen âlemlerinde dola şır; bir çok ince hikmetleri ele geçirir, kimsenin
bilmediği ş eyleri mü şâhede eder. Bu da, hakkı arayan sâd ık kulları n makâm ıd ır.
Dördüncü bir kesim vard ır ki, onların övülecek hiçbir sı fatı yoktur. Onları n bütün
dü şüncesi, Yüce Allah’ ın kendilerine vereceği mal ve mülktedir. Onlar, dünya dü şüncesiyle
perdelenerek yüce âlemleri mü şâhede etmekten ve nefsin kötü arzuları na esir olarak en yüce
makâmlara doğru yol almaktan mahrum kalmış lard ır.323
323 el-Mekkî, Muhammed b. Ali b. Atiyye el-Harisî Ebû Talib (386/996), Kutu’l-Kulûb (: Kalplerin Azığı), (çev. Dilaver Selvi), Semerkand Yayıncılık, İstanbul 2004, III, 419.
60
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
KUR’ÂN’DA SECDE
Secde kelimesinin kendisinden türediği s-c-d kökü, Kur’ân’da türevleriyle birlikte -
fiil-i mâzi’ olarak sekiz yerde, fiil-i müzâri’ olarak on beş yerde, emir fiil olarak on iki yerde,
sücûd şeklinde altı yerde, sücced şeklinde on bir yerde, ism-i fâil olarak on iki yerde, ism-i
mekân olarak yirmi sekiz yerde olmak üzere- toplam doksan iki yerde zikredilmektedir.
Dâmeğânî (478/1085) ve Fîruzâbâdî (817/1414), bazı âyetlere dayanarak Kur’ân’da s-
c-d kökünün, dua ve namaz,324 peygamberler,325 boyun eğip teslim olma,326 rükû’ya varma327
ve namaz secdesi328 gibi beş anlamda kullanıldığını söylemektedirler.329 Ancak konu
derinlemesine incelendiğinde secde sözcüğünün bu beş anlamla sınırlandırılamayacağı
anlaşılmaktadır.
Râgıp İsfehânî, secdeyi iki kısma ayırıyor: Birincisi, ihtiyârî secde (isteğe bağlı olarak
yapılan secde) olup bu secde yalnızca insanlara mahsûstur,330 bundan dolayı sevâb elde edilir.
“Haydi Allah’a secde edin, (O’na) kulluk edin.”331 âyetinde yer alan secde, bu türden bir
secdedir. İkincisi ise teshîrî secde (zorunlu secde) olup hem insanlara hem de bütün
hayvanlara ve bitkilere mahsûs bir secdedir. “Göklerde ve yerde kim varsa onlar da, gölgeleri
de sabah akşam ister istemez Allah’a secde eder.”332 âyetinde sözü edilen secde böyle bir
secdedir. Bitkilerin, hayvanların, dağların, gölgelerin, gök cisimlerinin Allah’a secde
etmelerinden bahseden âyetlerde söz konusu cemâdât, nebâtât ve hayvânâtın bizim
324 Örnek: “Göklerde ve yerde bulunanlar da onların gölgeleri de, sabah akşam, ister istemez sadece Allah’a secde ederler.” (Ra’d, 13/15) 325 Örnek: “(O Allah) senin secde edenler -peygamberler- arasında dolaştığını (da görür).” (Şuarâ, 26/219) 326 Örnek: “Bitkiler ve ağaçlar O’nun buyruğuna boyun eğerler.” (Rahmân, 55/6) 327 Örnek: “(İsrâiloğullarına:) Şu şehre girin, orada dilediğiniz gibi, bol bol yiyin, secde ederek kapısından girin..” (Bakara, 2/58) 328 Örnek: “Sakın ona uyma, sen secde et, Rabbine yaklaş.” (Alak, 96/19) 329 Dâmeğânî, Hüseyin b. Muhammed, Kâmûsu’l-Kur’ân: Islâhu’l-Vücûh ve’n-Nezâir fi’l-Kur’âni’l-Kerîm, Beyrut 1985, s. 230-231; Fîruzâbâdî, Mecdüddin Muhammed b. Yakub (817/1415), Besâiru Zevi’t-Temyîz fî Letâifi Kitâbi’l-Azîz, Beyrut ty., III, 189-190. 330 İsfehânî, ihtiyârî secdenin yalnızca insanlara mahsus olduğunu söylüyorsa da meleklerin ve cinlerin secdelerini de bu grupta değerlendirmek yerinde olacaktır. Zira Kur’ân-ı Kerîm’de meleklerin yer yer fikirlerini serdettikleri, örneğin Allah’ın yeryüzünde bir halîfe yaratması konusunda fikirlerini ortaya koydukları ve onların bütünüyle irâdesiz varlıklar olmadığı; yine cinlerin de insanlar gibi şuur ve irâde sahibi varlıklar oldukları (Cin, 72/2,11) ifâde edilmektedir. Dolayısıyla bu ihtiyârî secdenin insanlar, cinler ve melekler tarafından yapıldığını söyleyebiliriz. 331 Necm, 53/62. 332 Ra’d, 13/15.
61
anladığımız manada dilsel suskunluklarına rağmen, bizzat kendi varlıklarıyla gerçeği
haykırdıkları ve yaratılış gâyelerine uygun hareket ettikleri vurgulanmaktadır.333
Bizim tesbitlerimize göre Kur’ân-ı Kerîm’de secde kelimesinin kullanıldığı âyetlerde
secde eyleminin öznesi, kimi zaman melekler, kimi zaman insanlar, kimi zaman da yer ve gök
cisimleri ve kendisine secde edilen ise, çoğu zaman Yüce Allah, bazen de Allah’ın dışındaki
varlıklar olmaktadır. Biz de bu durumu göz önüne alarak aşağıdaki tasnif yoluna gittik.
1-Meleklerin Hz. Âdem’e Secde Etmeleri
Kur’ân-ı Kerim’de meleklerin Hz. Âdem’e secde etmeleri mevzuu yedi ayrı sûrede
anlatılmaktadır. Konunun anlatıldığı âyetleri, yer aldıkları sûrelerin nüzûl sırasına uygun
olarak şu şekilde sıralayabiliriz:
ا رو@. 3� 49: و0?<= � �ی;: 89ذا () 345 3� )2 ا ��1� إ0/. �,-,�+*( ر)'& %�ل إذ AB9 :� ا�-,�+*( 9��� () 3��ج�ی
CD',ن آ A-إ��� () أج F4,(إ G*;�ی� %�ل ()ا�*�9 ی3 3� وآ�ن ا F4,(إ �� &AH� ت��� أن �-� =B,� آH= أم أ�;*G ت )4�ي�
3� 34��A�4 أ�0 %�ل () ا� H�: .H;B,�� ج %�ل () 345 3� و�,B;: �0ر 3� �9 �DH� &�089 C44& وإن� () رج,N .;HA� O�م إ ی
ا��/ی3
“Hani Rabbin meleklere şöyle demişti: ‘Muhakkak ki ben çamurdan bir insan
yaratacağım. Onu şekillendirip ruhumdan üflediğim zaman, derhal onun için secdeye
kapanın!’ Bunun üzerine bütün melekler topluca secde ettiler. Ancak İblis secde etmedi. O
büyüklük tasladı ve kafirlerden oldu. Allah buyurdu: ‘Ey İblis, iki elimle yarattığıma secde
etmekten seni hangi şey menetti? Kibirlenmek mi istedin? Yoksa yücelerden mi oldun?’ İblis
dedi ki: ‘Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten; onu ise çamurdan yarattın.’ Allahü Teala
buyurdu ki: ‘Hemen buradan çık! Zira artık sen taşlanan (rahmet-i ilahiyeden kovulan bir
melun)sun. Ve şüphesiz ki ceza gününe kadar lanetim senin üstünedir. ”334
�B�و Cآ�HB,� �CP Cر�0آ� Q �CP �H,% )*+�,-,� دم ا���واR� إ��� 9���وا F4,(إ C� 3*ل ()ا����ج�ی3 3� ی�% �� &AH� ت��� أ���
�4 أ�0 %�ل أ� ت& ذإ :H� .H;B,� 3� إ�0& �9� ج �D49 ت;*�G أن �& ی* ن �DH� �-9 �9هSG %�ل () 345 3� و�,B;: �0ر 3�
ا�U��V ی3
“Andolsun ki sizi yarattık. Sonra size şekil verdik. Sonra da meleklere, ‘Âdem’e secde
edin!’ diye emrettik. İblis’in dışındakiler secde ettiler. O secde edenlerden olmadı. Allah
buyurdu: ‘Sana emrettiğim zaman seni secde etmekten alıkoyan neydi?’ İblis dedi ki: ‘Ben
333 Ragıp İsfehânî, Müfredâtü Elfâzi’l-Kur’ân, s.396-397. 334 Sâd, 38/71-78.
62
ondan hayırlıyım. ( Çünkü) beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın.’ Allah dedi ki:
‘Öyleyse hemen in oradan! Artık orada senin kibirlenmen, kafa tutman gerekmez. Hemen çık
(git)! Çünkü sen alçaklardansın.’”335
أ)O إ),F4 إ��� 9���وا R�دم ا���وا �,-,�+*( %,�H وإذ
“Hani meleklere, ‘Âdem’e secde edin!’ demiştik de onlar hemen secde ettiler; yalnız
İblis hariç. O bundan kaçındı.”336
�,B= �-3 أأ��� %�ل إ),F4 إ��� 9���وا R�دم ا���وا �,-,�+*( %,�H وإذ �H45 () أرأی;& %�ل Wي اهWآ ��= ا�� �.,N 3X� 3ت �� أ
O�م إ 9 را ج\اء ج\اؤآC جC�HD 89ن� CDH� تAG& 9-3 اذهZ %�ل () %,4,� إ��� ذر/ی�;: H;@Y�*�3 ا�4B��( ی �
“Hani meleklere, ‘Âdem’e secde edin!’ demiştik, İblis’in dışında hepsi secde ettiler.
İblis, ‘Hiç ben, çamur halinde yarattığın bir kimseye secde eder miyim?’ demişti. Yine dedi ki:
‘Benden şerefli kıldığın bu (adam da) kim oluyormuş, bana haber ver! Eğer beni kıyamet
gününe kadar geciktirirsen, andolsun ki onun zürriyetini birazı müstesna olmak üzere,
mutlaka kendime bendederim(bağlarım).’ (Allah da): ‘(Defol!) git, dedi, artık onlardan kim
sana uyarsa şüphesiz ki cehennem hepinizin cezasıdır, tastamam bir ceza.’”337
ن @-�V,Q 3� 8ل 3� )2 ا ��1� إ0/. (�,-,�+* ر)'& %�ل وإذH�� () ی;: 89ذا� ا رو@. 3� 49: و0?<= �AB9 :� 3��ج�ی
ن آ,'CD ا�-,�+*( 9���() A-إ��� () أج F4,(إ O(ن أن أ ی* ت* ن أ��� �& �� إ),F4 ی� %�ل ()ا����ج�ی3 � () ا����ج�ی3 �
ن @-�V,Q 3� 8ل 3� �,Y� 2G� :;B��� أآC� 3 %�لH�� () ج %�ل ��9 �DH� &�089 C4رج
“Hani Rabbin meleklere, ‘Ben kupkuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan bir
insan yaratacağım. Onu düzenleyip ruhumdan üflediğim zaman, onun için secdeye kapanın!’
demişti. Bunun üzerine bütün melekler hemen secde ettiler. Fakat İblis hariç. O, secde
edenlerle beraber olmaktan kaçındı. Allahü Teala: ‘Ey İblis! Secde edenlerle beraber
olmayışının sebebi nedir?’ dedi. İblis: ‘Ben, kuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan
yarattığın bir insana secde edecek değilim.’ dedi. (Cenab-ı Hak) şöyle buyurdu: ‘O halde çık
buradan. Çünkü sen artık kovulmuşsundur.’”338
دو0. 3� أو�4�ء وذر/ی�;: أW>�;;9و0: ر)/: أ� 3N 9?1� ا3��/ 3� آ�ن إ),F4 إ��� 9���وا R�دم ا���وا �,-,�+*( %,�H وإذ
Cوه C*� _�وN FX( 34-��� ,� ���(
335 A’râf, 7/11-13. 336 Tâhâ, 20/116. 337 İsrâ, 17/61-63. 338 Hicr, 15/28-34.
63
“Hani biz meleklere, ‘Âdem’e secde edin!’ demiştik de İblis hariç olmak üzere, onlar
hemen secde ettiler. İblis cinlerdendi. Rabbinin emrinin dışına çıktı. Şimdi siz, beni bırakıp da
onu ve onun soyunu mu dost ediniyorsunuz? Oysa onlar sizin düşmanınızdır. Zalimler için bu
ne fena bir değişmedir.”339
ا�*�9 ی3 3� وآ�ن وا�;*G أ)O إ),F4 إ��� 9���وا R�دم ا���وا �,-,�+*( %,�H وإذ
“Hani biz meleklere, ‘Âdem’e secde edin!’ demiştik. İblis hariç hepsi secde ettiler, o
ise kaçındı, büyüklük tasladı ve kafirlerden oldu.”340
Meâllerini sıraladığımız bu âyetleri ana hatlarıyla bir değerlendirmeye tabi tutmamız,
konuyu bütün olarak görmemize katkı sağlayacaktır. Bu nedenle söz konusu âyetlerin
zâhirinden anlaşıldığına göre, Allahü Teâlâ meleklerden Hz. Âdem’e secde etmelerini istemiş,
onlar da hiçbir itirazda bulunmaksızın bu emri yerine getirmişlerdir. Yine bu âyetlerin
hepsinde İblis’in Allah’ın bu emrine karşı geldiği, secde etmediği ve kafirlerden olduğu
zikredilirken; A’râf, Hicr ve Sâd sûrelerinde İblis ile Allahü Teâlâ arasında geçen
konuşmadan bahsedilmiştir. Yine bu âyetlerden Hicr ve Sâd sûrelerindeki ifâdelerde,
meleklerin kendisine secde etmekle emrolundukları kimse için, Âdem ismi zikredilmemiş,
bunun yerine beşer ifadesi kullanılmış; Bakara, A’râf, İsrâ, Kehf ve Tâhâ sûrelerinde ise
açıkça Âdem ismine yer verilmiştir. Yine Hicr ve Sâd sûrelerindeki âyetlerde meleklerden
secde etmeleri emredilen kişiye ruh üfürülmesinden söz edilirken, diğer sûrelerdeki âyetlerde
bu konudan söz edilmemektedir. Buna göre, kendisine secde edilmesi istenen kişinin Âdem,
Âdem’in ise, biçim verilmek suretiyle kendisine ruh üflenen, böylece beden ve ruh birlikteliği
ile tam ve şuûrlu bir varlık olan insan olduğu anlaşılmaktadır. Bu tezimizde üzerinde
duracağımız konuları, sorular halinde şu şekilde sıralayabiliriz:
Melekler ne zaman bu secde ile emrolundular? Bu secde emri, Hz. Âdem’in
yaratılmasından ve ona ruhun üflenmesinden önce mi, yoksa sonra mıdır? Söz konusu bu
emir, melekler tarafından ne zaman yerine getirildi?
Secde emri meleklerin tamamını mı yoksa bir kısmını mı kapsamaktadır? Meleklerin
hepsi bu secdeye iştirâk etmişler midir? Meleklerin secdesi, aynı anda mı, yoksa farklı
zamanlarda mı gerçekleşmiştir?
339 Kehf, 18/50. 340 Bakara, 2/34.
64
Secde emri yalnızca Hz. Âdem’in şahsıyla mı sınırlıdır, yoksa Hz. Âdem orada insan
nev’ini mi temsil etmiştir?
Bu âyetlerde anlatılan secdenin mâhiyeti nedir? Bu secdeden maksat şeriat örfünde
bilinen ibâdet secdesi gibi bir secde midir? Yoksa sözlük anlamında yer alan bir selâmlama,
saygı ile eğilme veya itaat etme şeklinde bir secde midir?
Bu secde emrine muhatap olanlar içinde İblis var mıydı? İblis, bu secde emrine nasıl
ve niçin muhatap oldu? İblis niçin secde etmedi? İblis secde etmemesine sebep olarak öne
sürdüğü gerekçelerinde haklı mıydı?
Bu secde emrine itaat etmeyen İblis’in başına neler geldi? Ve bütün bunlar secde
etmemenin sonucu mu gerçekleşti?
Bu secdenin hikmeti ve bundan çıkarılacak dersler nelerdir?
Şimdi bu sorulara teker teker cevap aramaya çalışalım.
1.1. Secdenin Zamanı
“Hani Rabbin meleklere şöyle demişti: ‘Muhakkak ki ben çamurdan bir insan
yaratacağım. Onu şekillendirip ruhumdan üflediğim zaman, derhal onun için secdeye
kapanın!’ Bunun üzerine bütün melekler topluca secde ettiler. Ancak İblis secde etmedi. O
büyüklük tasladı ve kafirlerden oldu.”341 ve “Hani Rabbin meleklere, ‘Ben kupkuru bir
çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan bir insan yaratacağım. Onu düzenleyip ruhumdan
üflediğim zaman, onun için secdeye kapanın!’ demişti. Bunun üzerine bütün melekler hemen
secde ettiler. Fakat İblis hariç. O, secde edenlerle beraber olmaktan kaçındı. Allahü Teala:
‘Ey İblis! Secde edenlerle beraber olmayışının sebebi nedir?’ dedi. İblis: ‘Ben, kuru bir
çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattığın bir insana secde edecek değilim.’ dedi.”342
meâlindeki âyetlerde Allahü Teâlâ Hz. Âdem’i yaratmadan önce meleklere, kuru çamurdan,
şekillenmiş balçıktan bir beşer yaratacağını, söz konusu beşerin yaratılma, biçimlendirilme ve
ruh üfürülme işlemleri tamamlandığında ona secde etmelerini emrettiğini haber vermektedir.
Bu âyetlerden meleklerin bir beşere secde etmelerine dair verilen emrin, beşerin
341 Sâd, 38/71-74. 342 Hicr, 15/28-33.
65
yaratılışından, şekil verilmesinden ve ruhun üfürülmesinden önce olduğu anlaşılmakta343 ise
de buradaki emrin şarta bağlı bir emir olarak anlaşılması gerekir.344 Ancak “Andolsun ki sizi
yarattık. Sonra size şekil verdik. Sonra da meleklere, ‘Âdem’e secde edin!’ diye emrettik.
İblis’in dışındakiler secde ettiler. O secde edenlerden olmadı.”345 meâlindeki âyette ise söz
konusu olan secde emrinin beşerin yaratılıp şekil verilmesinden sonra olduğu
anlaşılmaktadır.346 Görüldüğü gibi burada asıl problem, bu iki âyet grubunda iki ayrı secde
emrinin farklı zamanları ifâde etmesinde düğümlenmektedir. Söz konusu iki âyet arasında
çelişki gibi gözüken durumun, müfessirlerin secde emrinin zamanı konusundaki asıl ihtilâf
noktasını teşkil ettiğini söyleyebiliriz. Bu sebeple cevabı aranması gereken husus, secde
emrinin ne zaman verildiği sorusu olacağı için, bu konuda söylenenlere kısaca bir göz
atmamız uygun olacaktır.
Başta Râzî olmak üzere bir kısım müfessirlere göre secde emri, Hz.Âdem’in
yaratılmasından ve ona şekil verilmesinden öncedir.347 Onlar bu görüşlerine “Hani Rabbin
meleklere şöyle demişti: ‘Muhakkak ki ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onu
şekillendirip ruhumdan üflediğim zaman, derhal onun için secdeye kapanın!’”348 meâlindeki
âyeti delil olarak getirmektedirler. Râzî âyette geçen “ � ,�آ& ول "� +&f &+رن�آ�ص ” : “Andolsun sizi
yarattık. Sonra size şekil verdik.” kısmından sonra gelen “ +&f �,"0 )Zr�";"ل}دم ا���وا ل ” : “Sonra da
meleklere, ‘ Âdem’e secde edin!’ diye emrettik.” bölümünde yer alan “+&f ” kelimesinin terâhî
manasını ifade ettiğini; dolayısıyla bu âyetin zâhirinin, meleklerin secde etmelerine dair
verilen emrin, Âdem’in yaratılışından ve ona şekil verilmesinden sonra olmasını gerekli
kıldığını; ancak durumun hiç de öyle olmadığını söylemektedir. Ona göre bu âyetin ifâde
ettiği anlam şudur: “Biz sizi yarattık, sonra size sûret verdik. Sonra da size haber veriyoruz ki
biz meleklere Âdem’e secde edin! diye emrettik…” Binaenaleyh bu âtıf, bir haber vermenin
başka bir haber verme üzerine tertib edildiğini ifâde etmekte olup, haber verilen şeyin,
durumu bildirilen başka bir şey üzerine tertibini ifâde etmez…”349
343 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, II, 194; Ebû Hayyân, Muhammed b. Yusuf el-Endelûsî (745/1344), el-Bahru’l-muhît, Beyrut 1992, I, 247. 344 Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, I, 320. 345 A’râf, 7/11. 346 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XIV, 26. 347 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XIV, 26. 348 Sâd, 38/71-72. 349 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XIV, 26.
66
İkinci grup müfessirlere göre ise, meleklere secde emri, Hz. Âdem’e isimlerin
öğretilmesinden sonradır.350 Onlara göre Hz. Âdem yaratılıp şekil verildikten sonra kendisine
isimler öğretilmiş, daha sonra da meleklere Âdem’e secde etmeleri emredilmiştir.
İçlerinde çağdaş müfessirlerden Elmalılı M. Hamdi Yazır (ö.1941)’ın da bulunduğu
üçüncü grupta yer alan müfessirler ise, meleklere secde emrinin, birisi şarta bağlı olarak
yaratılmadan önce, diğeri de sonuçlandırma ile ilgili olarak yaratılıştan sonra olmak üzere iki
defa olduğunu; ancak secdenin ikinci emirden sonra gerçekleştiğini ifade etmektedirler.351 Bu
görüşte olanlarla birinci grupta yer alanlar arasında secdenin ilk emirle birlikte olduğu
noktasında bir benzerlik bulunmasına rağmen, ikinci grupta yer alanlar ilk secdeden
bahsetmemek suretiyle bunlardan ayrılmaktadırlar. Yine birinci grubun, ikinci secde emrini
kabul etmeyerek ikinci ve üçüncü gruptan ayrıldığı görülmektedir.
Bu anlatılanlardan yola çıkarak, meleklerin Hz. Âdem’e secdelerinin, Âdem’in
yaratılması, ona biçim verilmesi ve ruh üflenmesinden sonra352 verilen ilk secde emrine bağlı
olarak gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Çünkü Hicr, 15/28-29 ile Sâd, 38/71-72 âyetlerinin
zâhirinden bu anlaşılmaktadır. Bazı müfessirlerin Hicr, 15/28-29 ile Sâd, 38/71-72
âyetlerindeki takibiyye için gelen “fa” harfinin yaratılış, biçim verme ve ruh üflenmesinin
hemen ardından secde emrinin yerine getirilmesini gerekli kıldığını söylemeleri353 de bunu
teyit etmektedir.
Bu konunun anlatıldığı diğer âyetlerde yer alan secde emirleri354 ise, verilen bu emrin
yerine getirildiğinin haber verilmesi şeklinde anlaşılabileceği gibi, şartlar tahakkuk ettiği
zaman emrin de tahakkuk etmesi ya da verilen emrin tekrarlandığı şeklinde anlaşılabilir.
Râzî, buradaki “fa” harfinin takibiyye için olmasından hareketle, secdenin ruh
üflenmesinden hemen sonra, isimlerin Âdem’e öğretilmesinden ise önce gerçekleştiği
görüşündedir.355 Allah’ın melekleri imtihan etmesini ve isimleri Âdem’e öğretilmesini, ona
350 Beyzâvî, Ebû Said Nasiruddin Abdullah b. Ömer b. Muhammed (685/1286), Envâru’t-tenzîl ve Esrâru’t-te’vîl, Daru’r-Raşîd, Dımaşk ve Müessesetü’l-Îman, Beyrut 2000, I, 86; Şevkânî, Muhammed b. Ali b. Muhammed, Fethü’l-kadîr, (tah. Abdurrahman Umeyre), yy. 1994, I, 126; Kâsımî, Muhammed Cemaleddin, Mehâsinü’t-te’vîl, yy. ty., II, 101. 351 Bak. Ebu’s-Suûd, Muhammed b. Muhammed b. Muhyiddin el-İmâd (982/1574), Tefsîru Ebu’s-Suûd: İrşâdü’l-Akli’s-Selîm ilâ Mezâye’l-Kur’âni’l-Kerîm, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1999, I, 118; Ebû Hayyân, el-Bahru’l-Muhît, I, 247; Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, I, 320-321. 352 Taberî, Ebû Cafer İbn Cerir Muhammed b. Cerir b. Yezid (310/923), Tefsirü’t-Taberî: Câmiü’l-Beyân an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân, (tah. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî), Dâru Alemi’l-Kütüb, Riyad 2003, VIII, 96. 353 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XIX, 145. 354 Bakara, 2/34; A’râf, 7/11; İsrâ, 17/61; Kehf, 18/50; Tâhâ, 20/116. 355 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, II, 194.
67
ruhun üflenmesi safhasında değerlendiren Elmalılı ise, secdenin yaratılışın tamamlanıp ruh
üflenmesi safhasından sonra, isimleri öğretilmesini müteakip, Âdem’in ruh ve bedeni ile tam
ve şuûrlu bir insan olmasından sonra gerçekleştiğini söylemektedir.356
1.2. Meleklerin Hepsinin Hz. Âdem’e Secde Edip Etmediği
Meleklerin Hz. Âdem’e secde etmelerinden bahseden tüm âyetlerde “melâike” yani
melekler kelimesinin çoğul olarak gelmesi ve özellikle Hicr, 15/30 ile Sâd, 38/73 âyetlerinde
geçen “ ���% )Zr�";ال &C="ن آ��أج; ” : “Derken bütün melekler topluca secde ettiler.” ve bir te’kîd
ifadesi olarak yer alan “&C="آ ” : “meleklerin tamamı” ve “ن�� topluca” kelimelerinin“ : ” أج;
kullanılması, bu secdenin bütün melekler tarafından yapıldığını göstermektedir.357 Halil ve
Sibeveyh “ C&آ"= ” ve “ن�� .kelimelerinin, ard arda gelen iki te’kîd olduğunu söylemişlerdir ” أج;
Müberred’e bu âyet sorulunca şöyle demiştir: “Eğer Allah Teâlâ burada ‘Melekler secde etti.’
demiş olsaydı, bundan, onların bir kısmının secde etmiş oldukları manası çıkarılabilirdi. Ama
“&C="آ ” buyurunca, bu ihtimal ortadan kalkmış ve onların hepsinin secde ettikleri
anlaşılmıştır.”358 Âlimlerin büyük çoğunluğu bu görüştedir.359 Peşpeşe gelen bu te’kîd
ifâdeleri meleklerin bir kısmının secde etmemiş olabileceği ihtimalini ortadan kaldırdığı gibi,
meleklerin tamamının aynı anda, bir defada ve topluca secde ettikleri anlamını daha da
pekiştirmektedir.360
Gazâlî (505/1111), Râzî (606/1209) ve Mevdûdî (ö.1979) gibi bir grup alim Hz.
Âdem’e secde eden meleklerin yalnızca yeryüzü melekleri olduğu, bir kısım meleklerin veya
gökteki meleklerin ise Âdem’e secde ile emrolunmadığı görüşündedir. Bu alimlerden Gazzâlî,
Âdem’e secde eden meleklerin, insan cinsinin koruyucusu olan yeryüzü melekleri olduğunu,
gökyüzü meleklerinin ise Hz. Âdem’e secde etmediğini belirtmektedir.361 Râzî de konu ile
ilgili âyetlerde geçen “melâike” yani melekler kelimesinin zâhirinin bütün melekleri
kapsadığını; ancak “Şüphe yok ki Rabbinin katındakiler O’na kulluk etmekten asla
kibirlenmezler, O’nu tesbih eder ve yalnız O’na secde ederler.” meâlindeki A’râf, 7/206.
âyette yer alan “ Yalnız O’na secde ederler.” kısmının hasr ifâde ettiğini ve bu âyette
356 Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, I, 320-321. 357 Bak. Taberî, Câmi’ul-Beyân, XXIII, 118-119; Beğavî, Ebû Muhammed Hüseyin b. Mesud (516/1122), Meâlimü’t-tenzîl, Riyad 1993, I, 81; Ebu’s-Suûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm,V, 372. 358 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XIX, 145. 359 Kâsımî, Muhammed Cemaleddin, Mehâsinü’t-Te’vîl, Dârü’l-Fikr, Beyrut 1978, II, 102. 360 Zemahşerî, Ebü’l-Kâsım Carullah Mahmud b. Ömer b. Muhammed (538/1144), el-Keşşâf an Hakâik-i Gavâmizi’t-Tenzîl ve’l-Uyuni’l-Ekâvîl fi Vucûhi’t-Te’vîl, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 2003, IV, 101; Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XIX, 182; Mehmet Vehbi, Hülâsâtü’l-Beyân, İstanbul ty., XV, 4822. 361 Gazzâlî, Ebû Hâmid Muhammed, Cevâhirü’l-Kur’ân, Beyrut 1990, s.11.
68
belirtilen meleklerin yalnızca Allah’a secde ettiklerine delâlet ettiğini belirtmektedir.
Dolayısıyla ona göre, söz konusu âyette belirtilen meleklerin Allah’tan başka bir varlığa yani
Hz. Âdem’e secde etmeleri söz konusu değildir. Buna göre bir kısım melekler secde ile
emrolunmamıştır.362 Râzî sözünü ettiği A’râf, 7/206. âyetten hareketle gökteki meleklerin
secde ile emrolunan melekler arasında yer almadığını söylemektedir. Ancak Râzî, tefsirinin
bir başka yerinde “Onlar (o melekler) yalnız Allah’a secde ederler.”363 ile “Derken bütün
melekler topluca Âdem’e secde ettiler.”364 meâlindeki âyetlerin nasıl bağdaştırılacağını –zira
bu âyetlerin birincisinde, meleklerin Allah’tan başkasına secde etmedikleri anlatılırken,
ikincisinde onların Âdem’e secde ettikleri anlatılmaktadır.- açıklarken yukarıdaki görüşünden
farklı olarak şunları söylemektedir: “Âyetteki ‘Onlar (o melekler) yalnız Allah’a secde
ederler.’ ifâdesi, meleklerin Allah’tan başkasına secde etmediklerini anlatır. Bu, umûmî bir
ifadedir. Ama, ‘Derken bütün melekler topluca Âdem’e secde ettiler.’ âyeti ise hâs bir
ifadedir. Hâs ifade, nazar-ı i’tibâra alınma bakımından umûmî ifâdeye göre daha
önceliklidir.”365 Burada Râzî’nin yeryüzü melekleri ve gökyüzü melekleri diye bir ayrıma
gitmediği görülmektedir. Râzî her ne kadar yukarıda bir kısım melâikenin Âdem’e secde
etmediğinden söz etse de buradaki ifâdelerinden anlaşılabileceği gibi, meleklerin tamamının
secde ettiğini farklı bir izahla ortaya koyduğunu söyleyebiliriz. Reşid Rızâ (1323/1905) ise
secde eden meleklerle ilgili farklı bir yaklaşım tarzı ortaya koyarak, Hz. Âdem ile soyunun
emrine verilen melekler, Allah’ın yasalarını yönetmekte olan arz melekleri olduğu yorumunda
bulunmaktadır.366
Muhyiddin Arabî ise Sâd sûresinin 75. âyetinde geçen “ H� H.ل��ال ” yani
“yüksektekilerden” tabirini hakîkî manasında yorumlayıp bunu delil göstererek şu görüşe
sahip olmuştur ki, Hz. Âdem’e secde ile emredilmeyen melekler de vardır. Bunlar
“âlîn”(yüksektekiler)dir. “Müheyyemûn” denilen bir kısım melekler vardır ki, bunlar Allahü
Teâlâ’nın cemâl ve celâlini düşünmeye dalmışlardır. Hiçbiri Allahü Teâlâ’nın ondan başkasını
yaratmış olduğunu bilmez, bunlar Hz. Âdem’e secde ile emrolunmamışlardır. “Âlîn”, yahut
gök meleklerinin hepsidir. Onlar da Hz. Âdem’e secde ile emrolunmamışlardır. Hz. Âdem’e
secde ile emrolunan melekler hep yer yüzü melekleridir.367
362 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XIX, 145. 363 A’râf, 7/206. 364 Hicr, 15/30; Sâd, 38/73. 365 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XIX, 145. 366 Reşid Rıza, Muhammed (1354/1935), Tefsirü’l-Kur’âni’l-Hakîm: Tefsirü’l-Menar, (tahric, şerh: İbrahim Şemseddin), Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 2005, VII, 332. 367 Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, VI, 4111.
69
Süleyman Ateş’in konu ile ilgili değerlendirmesi ise şöyledir: “Kanaatimize göre Hz.
Âdem’e secde eden melekler, Allah’ın yeryüzüne hâkim kıldığı tabiat kuvvetleridir. Tabiat
kuvvetleri ise insanın emrine verilmiş, insan akıl gücüyle onlara hâkim olmuştur.”368
Bize göre bu konu gayb âlemiyle ilgili olduğundan elde sağlam naklî delil
bulunmadıkça belirleyici yorumlardan kaçınmak uygun olur.
1.3. Melekler Hz. Âdem’in Şahsında İnsan Nev’ine mi Secde Yapmıştır?
Allahü Teâlâ insanoğluna bahşetmiş olduğu nimetleri sayarken, bunlar arasında
meleklerin Hz. Âdem’e secde etmelerine de yer vermektedir. A’râf sûresinin 10 ve 11.
âyetlerinde bu husus açıkça ifade edilmektedir. Söz konusu âyetlerin meâlleri şu şekildedir:
“Andolsun ki (ey insanlar), sizi yeryüzüne gerçekten (bolluk içinde) biz yerleştirdik ve size
orada geçiminizi sağlayacak şeyler verdik. (Hal böyleyken) ne kadar az şükrediyorsunuz!
Evet gerçekten biz sizi yarattık, sonra size biçim verdik ve sonra da meleklere ‘Âdem’e secde
edin’ dedik. Bunun üzerine İblis’in dışındakiler secde ettiler. (Bir tek) o secde edenlerin
arasında yer almadı.” Burada görüldüğü üzere hitap insanların tümünü içermektedir. Bu
durum söz konusu secdenin, sadece Hz. Âdem’in şahsıyla sınırlı olmayıp, insanlığın babası
kabul edilen Hz. Âdem’in şahsında bütün insan cinsini kapsadığının işaretidir.369 Aynı
doğrultuda görüş belirten Muhammed Esed (ö.1992) de âyetlerde anlatılan Âdem isminin,
tüm insan soyunu simgelediğini söylemektedir.370 Ayrıca konu ile ilgili âyetlerde yer alan
beşer lafzının cins ifâde edebileceği dikkate alındığında da, bu secdenin Âdem’in şahsıyla
sınırlı olmayıp, insan cinsini kapsadığı sonucuna ulaşılabilir.
1.4. Hz. Âdem’e Yapılan Secdenin Mâhiyeti
Müfessirler meleklerin Hz. Âdem’e secde etmelerinin ibâdet kasdı taşımadığı üzerinde
ittifâk etmekle birlikte, bu secdenin keyfiyeti ve mâhiyeti konusunda farklı görüşler ileri
sürmüşlerdir. Müfessirlerin bu konudaki görüşlerini şu şekilde özetlemek mümkündür:
1. Meleklerin secdesinin yere kapanmak suretiyle gerçekleştiği görüşü
Bu görüşte olanların, secdenin terim anlamını ön plana çıkardıkları görülmektedir. Bu
görüş sahiplerine göre, secdenin ilk anlaşılan, onun yaygın olarak bilinen terim anlamıdır.
368 Ateş, Süleyman, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 1988, I, 144. 369 Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, III, 2129. 370 Esed, Muhammed (1412/1992), Kur’ân Mesajı: Meal, Tefsir, (çev. Ahmet Ertürk, Cahit Koytak), İşaret Yayınları, İstanbul 1999, I, 12.
70
Dolayısıyla secde, öncelikle bu anlama hamledilmelidir. Yine bu görüşü savunanlardan bir
kısmına göre, Hicr 29 ile Sâd 73. âyetlerde yer alan “ ��ا ��جH�� ل@ % ” ifadesi, secdenin tam ve
fiziksel olarak yani yere kapanmak suretiyle gerçekleşmiş olduğunun delilidir. Ancak söz
konusu ifâdenin bu konuda delil olamayacağı da belirtilmiştir.371
Secdenin keyfiyetinin yere kapanma olduğunu benimseyen bu görüş sahipleri, onun ne
anlama geldiği hususunda ise farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.
a. Melekler bu secde ile, Âdem’e saygı gösterisinde bulunmuşlardır. Hz. Ali (40/661),
İbn-i Abbas (68/687-688) ile İbn-i Mesud (32/652-653) söz konusu bu secdenin tıpkı âilesinin
Hz. Yusuf’a secdeleri gibi selamlama secdesi olduğunu söylemişlerdir.372 Bu görüş
sahiplerine göre bu selâmlama secdesi terim anlamında olup, alnı yere koymak sûretiyle
gerçekleşmiştir.373 Katâde (118/736)’den Cenab-ı Hakk’ın “Ve onun için secdeye
kapandılar.”374 meâlindeki âyet hakkında nakledilen “O zaman insanların birbirine karşı
selamı, secde etmek şeklindeydi.”375 ifâdesinden de bu anlaşılmaktadır. Bu görüşü
savunanlara göre Âdem’e yapılan secde, aynı zamanda emrini yerine getirme bakımından
Allah’a itaattir. Bu görüş cumhûrun görüşü olarak bilinmektedir.376
b. Melekler Hz. Âdem’i kıblegâh edinerek secdeye kapanmışlardır. Allah’a secde
etmek maksadıyla Kâbe’nin kıblegâh sayılıp, oraya yönelmek suretiyle secdeye kapanma gibi
melekler de Hz. Âdem’i kıblegâh edip Allah’a secde etmişlerdir. Bundan maksat Kâbe’ye
secde etmek değil; aslında Yüce Allah’a secde etmektir.
Bu görüş şu şekilde eleştirilmiştir: Arapça’da kıbleye dönme eylemi anlatılırken,
“ �( ص".!�Z"ل ” denilmeyip “ �( إلN ص".!�Zال ” denilmekte ve “ilâ” harf-i ceri kullanılmaktadır.
Oysa Hz. Âdem’e secde anlatılırken hep “lam” harf-i ceri kullanılmıştır. Yani “ ل}دم ا���وا ”
denilmiştir. Dolayısıyla Hz. Âdem’in bir kıblegâh olarak kabul edilmesi görüşü, Arapça
gramerine uygun düşmemektedir.377
371 İbn Atıyye, Ebu Muhammed Abdülhak b. Galib İbn Atıyye el-Endelüsî (541/1147) el-Muharrerü’l-Vecîz fi Tefsîri’l-Kitabi’l-Azîz, Dâru İbn Hazm, Beyrut 2002, s. 1070. 372 Kurtubî, Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed (671/1273), el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Kahire 1967, I, 293. 373 Ebû Hayyân, el-Bahru’l-Muhît, I, 247. 374 Yusuf, 13/100. 375 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, II, 195. 376 Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, I, 293; Ebû Hayyân, el-Bahru’l-Muhît, I, 247. 377 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, II, 194; Beğavî, Meâlimü’t-Tenzîl, I, 81.
71
Ancak Râzî, bu eleştirinin doğru olmadığını hem Arap gramerinden hem de Arap
şiirinden delil getirerek ifâde etmektedir. Zira, Arapçada “ �( ص".!�Z"ل ” denildiği gibi, aynı
manada olmak üzere “ �( إلN ص".!�Zال ” de denilebilir. Şiirden delile gelince Hassan b. Sabit
şöyle demiştir:
'�H أب? f �C,� H9& ه�ش& H9 ... �,$�ف ا��B أن أ�9ف آ,! ��
l.أول أل H� N"ص &ZK"�وال�,H ب�ل`�sن ال,�س وأ�9ف ... ل`
“Ben işin, Haşim(oğullarının elin)den, ondan sonra da Hasan’ın babasının elinden
çıkacağını hiç düşünmemiştim. O kıbleye yönelerek ilk namaz kılan ve insanların Kur’ân’ı ve
sünneti en iyi bileni değil midir?”378
Ayrıca bu görüşü eleştirenlerin diğer bir itirazı da şudur: Bu secde eğer Hz. Âdem’in
zâtına değil de o bir kıblegâh olarak kabul edilerek Allah’a yapılan bir secde olsaydı, İblis’in
buna karşı çıkması ve karşı çıkarken de kendisinin Âdem’den üstün olduğunu söylemesi
mantıklı olmazdı.379
2. Meleklerin secdesinin yere kapanma şeklinde gerçekleşmediği görüşü
Bu görüşte olanların, secde kelimesinin lüğat anlamını ön plana çıkardıkları
görülmektedir. Buna göre, onların konuya yaklaşımlarını şöylece özetleyebiliriz:
a. Meleklerin secdesi terim anlamında olmayıp, lügavî anlamda, boyun eğmek, alçak
gönüllü olmak, itaat etmek, Âdem’in üstünlüğünü kabul etmek anlamındadır.380 Râzî,
secdenin keyfiyetinin alnı yere koymak şeklinde yaygınlık kazandığından hareketle bu görüşü
isâbetli bulmamaktadır.381
b. Yapılan secde tam bir secde olmayıp başı hafif bir şekilde eğmek ve saygı ile
selâmlamak biçiminde gerçekleşmiştir. Bu secde, Hz. Yusuf’un kardeşlerinin, baş eğerek
saygı ile selâmlama göstergesi olarak kendisine yaptıkları secde gibidir. Bu görüşte olanlar,
Hz. Yusuf’un kardeşlerinin, onun huzurunda eğildiklerini, ancak yere kapanmadıklarını kabul
etmektedirler.
378 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, II, 195. 379 Nesefî, Ebü’l-Berekat Hafızüddin Abdullah b. Ahmed b. Mahmud (710/1310), Tefsirü’n- Nesefî: Medârikü’t-Tenzîl ve Hakâiki’t-Te’vîl, Darü’l-Ma’rife, Beyrut 2000, 46; Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, I, 228. 380 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, II, 195; Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, I, 293. 381 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, II, 195.
72
3. Meleklerin secdesinin sembolik bir secde olduğu görüşü
Bu görüşü kabul edenlerden biri olan Mevdûdî (ö.1979), söz konusu bu secdeyi “Bu
yeryüzünü ve tüm evrenin yeryüzü ile ilgili bölümünü yöneten meleklerin, insana baş eğip
itaat etmesinin sembolik bir ifadesi…” diye yorumlamaktadır. Ona göre bu secdenin, Allah’ın
izin verdiği ve yapılmasına müsaade ettiği tüm işlerde meleklerin insanlara yardım etmeleri,
Allah’ın müdahale edilmesini ifâde eden bir anlam taşıması muhtemeldir.382
Süleyman Ateş’in de buna yakın bir görüşe sahip olduğunu söyleyebiliriz. Şu kadar
var ki Süleyman Ateş bunu, “Tabiat kuvvetleri ve ruhânî melekler, hilâfet sırrından dolayı
Âdem’e secde etmiş, ona boyun eğmişlerdir. İnsanoğlu, doğa güçlerini, zekasıyla kendisine
boyun eğdirip hizmet ettirmiştir.”383 şeklinde farklı bir ifâde tarzıyla dile getirmiştir.
Yukarıda anlatılanlardan anlaşılacağı üzere müfessirler meleklerin Hz. Âdem’e secde
etmelerini terim ve lügat anlamlarından hareket ederek değerlendirmişlerdir. Bu secdenin,
terim anlamı olan “alnı yere koymak” şeklinde gerçekleştiğini savunan müfessirler, örfte ve
şeriatte secde etmekten anlaşılanın tıpkı namazdaki secde gibi alnı yere koymak olduğu ve
kelimelerde aslolanın onu yaygın ve bilinen manasına hamletmenin gerekliliği düşüncesinden
hareket etmişlerdir.
Meleklerin Hz. Âdem’e secdesinin sembolik olduğu görüşünü savunanlar, secde
kelimesinin “boyun eğmek, itaat etmek, üstünlüğünü kabul etmek, başı hafif bir şekilde öne
eğmek ve saygı ile selamlamak” şeklindeki lügat anlamı ve Allah’tan başkasına secde
etmenin câiz ve mümkün olmadığı düşüncesinden yola çıkmışlardır. Bu düşünceyi özellikle
Mevdûdî, açık bir şekilde ifâde etmektedir.
Melekler bizim göremediğimiz gaybî ve latîf varlıklardır. Onların secde şeklinin bizim
anlamamız zordur. Bu anlamda söz konusu secde terim anlamında gerçekleşmiş olabileceği
gibi lügavî anlamda veya tamamen daha farklı bir biçimde gerçekleşmiş olabilir. Buna
herhangi bir engel yoktur. Bizim ise böyle bir şeyi tesbit etme imkanımız yoktur. Bu konuyla
ilgili Hz. Peygamber’in herhangi bir açıklamasına da rastlamamaktayız. Bu sebeple burada
meleklerin secdesinin ne şekilde gerçekleştiği üzerinde değil de bu secdenin içerdiği anlam
öne çıkarılmalı ve bu konu üzerinde durulmalıdır. Allah, meleklerin Âdem’in şahsında, insana
382 Bak. Mevdûdî, Seyyid Ebü’l-A’la (1399/1979), Tefhîmü’l-Kur’ân, (ter. Muhammed Han Kayani, ve öte.), İnsan Yayınları, İstanbul 1996, I, 64. 383 Ateş, Süleyman, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, I, 144.
73
saygı sunma, onu yüceltme ve selamlamalarını bize, daha iyi kavrayabilmemiz için,
zihnimizde saygı gösterme, yüceltme ve itaatin en yüce şekli sayılan “secde” formunda
anlatmaktadır. Bu sebeple burada özellikle belirtilmesi gerekli olan husus şudur: Melekler,
latîf varlıklar olduğu için nasıl secde etmeleri mümkün ise öylece Allah’ın emrine uyarak ve
Âdem’in üstünlüğünü tescil etmek için secde etmişlerdir.
Meleklerin Hz. Âdem’e secdesi ile ilgili değerlenmelerini isâbetli bulduğumuz
Elmalılı M. Hamdi Yazır (ö.1941)’ın şu yaklaşımına burada yer vermenin yararlı olacağı
kanaatindeyiz:
“Aslında lügatte secde, son derece tevazû’ ile alçalıp serfürû etmektir ki kibrin tam
zıddıdır. Şer’an da alnını yere koymaktır ki ta’zîm ve inkıyâdın en yüksek sûretidir. Ve ondan
ehastır. Zirâ evvelki ayaklar altına yatıp yuvarlanmakla dahi olabilir. Mana-yı şer’îsinde
ibâdet kasdını ilâveye lüzûm yoktur. Çünkü secdenin ibâdet olması için niyet şart ise de,
secde olması için şart değildir. Mâmafîh lügavî ve şer’î her secde de bir mana-yı tezellül ve
ta’zîm ü inkıyâd vardır. Bunun için Allah’tan maadasına secde etmek şer’ân küfürdür. Ve
secde fiilî bir ta’zîm ü ve inkıyâd olduğu cihetle, yalnız kalbî olan inkıyâd hakkında mecâz
olur. Acaba melâikenin secdesi hangisidir? Kelimât-ı Kur’âniye mana-yı şer’îyyesine
hamledilmek iktizâ eder ve melâike sûret-i cismâniyede dahi tecellî edebileceklerinden vaz-ı
cephe manası mümkündür. Mâmafîh melâikenin secdesini kendi hakîkatleri ile mütenâsip
olarak mülâhaza etmek ve hasbe’l-hilâfe Âdem’e bu emr-i ilâhî bir biât-ı fiilî halinde telakkî
eylemek daha muvâfıktır. Bu ise Âdem’e bir tekrîm olmakla beraber bizzat Allahü Teâlâ’ya
bir ibâdettir. Bununla melâike ahkâm-ı ilâhîyenin icrâsı nokta-ı nazarından Âdem’e mertebe-i
hilâfetiyle mütenâsip bir sûrette hizmet ve muâvenete memûr kılınmış ve bir ahde raptedilmiş
demek olur. O halde melekler, Âdem’e müsahhar değil, fakat bi’l-hilâfe hâdim olacaktır ve
her halde mabûd-ı asîl olan, Hâlık Teâlâ’dır. Hasılı bu secde, Âdem’e bir ibâdet değildir.”384
1.5. İblis’in Secde Etmemesi
Kur’ân’da Hz. Âdem’e secde konusunun anlatıldığı yedi sûrenin hepsinde de Allah’ın
Hz. Âdem’e secde edilmesine dair emri karşısında İblis’in secde etmediği, secde etmekten
kaçındığı anlatılmaktadır.
Kur’an-ı Ker’im’de Hz. Âdem’e secde emrinin meleklere verildiği ifade ediliyor. Zira
ilgili âyetlerde “Biz meleklere dedik ki Âdem’e secde edin…” ifâdesi geçmektedir. Peki İblis 384 Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, I, 318-319.
74
de bu secde ile emrolunmuş mudur? Meleklere verilen bu secde emrinde İblis de bu hitâba
dahil midir?
Hemen söyleyelim ki İblis’in de bu secde emrinde muhatap olduğunu bütün
müfessirler kabul etmektedirler.385 Öyleyse İblis bu secde emri ile nasıl muhatap olmuştu?
Bir görüşe göre İblis, insanoğlu henüz yaratılmamışken meleklerle beraber yaşamakta
ve onlar gibi ibâdet etmekteydi. Yapısı meleklerden farklı olmasına rağmen onların içindeydi.
Kim bilir belki kendisi gibi başka hemcinsleri de aynı ortamı paylaşıyorlardı. Ve bir gün
Allah meleklere bir emir verdi. Melekler, o topluluğun çoğunluğunu teşkil ettikleri için
Cenâb-ı Hak onlara hitap etti. Fakat şeytan gibi o toplulukta bulunan herkes bu emre muhatap
oldu. Bu görüşe göre, meleklere yapılan ilâhî emre, içlerinde bulunduğundan ötürü İblis de
muhatap olmuştur.
İkinci bir görüşe göre, meleklerin bir cinsi vardır ki, doğup büyürler, bunlara cin denir.
İblis de işte bunlardandı. Dolayısıyla İblis de bu secde ile emrolunmuştur.
Üçüncü bir görüşe göre, bütün cinler de secde ile emrolunmuşlardı. Cenâb-ı Hak
melekleri zikretmekle cinlere de hitap etmiş olmaktadır. Böylece sadece melekler değil, bütün
ruhânî varlıklar secde ile emrolunmuşlardır.386
Bu konudaki diğer bir görüşe göre A’raf sûresinin 12. ayetinde “ أG2�� إذ ” yani “Ben
sana emrettiğim zaman…” işaret edildiği gibi İblis, bu secde ile zımnen değil, sarîh bir emirle
emrolunmuştu.387
Evet her ne sûrette olursa olsun İblis Hz. Âdem’e secde ile emrolunmuş, fakat o, Hz.
Âdem’e secde etmemiş, Allah’ın emrini yerine getirmemiştir. Cenâb-ı Hakkın emrine
muhâlefet etme anlamına gelen İblis’in bu isyanı Kur’ân-ı Ker’im’de şu şekillerde ifade
edilmiştir:
“ إ),F4 إ��� 9���وا ”
“ İblis’in dışında hepsi secde ettiler.”388
“ ا����ج�ی3 3� *3ی C� إ),F4 إ��� 9���وا ” 385 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, II, 197; Kurtubî, el-Câmi’ li ahkâmi’l-Kur’ân, X, 25. 386 Ebu’s-Suûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm, I, 117. 387 Alûsî, Ruhü’l-Meani, I, 270. 388 İsrâ, 17/61.
75
“İblis’in dışındakiler secde ettiler. O secde edenlerden olmadı.”389
“ أ)O إ),F4 إ��� 9���وا ”
“İblis’in dışındakiler secde ettiler. O bundan kaçındı.”390
“ ن آ,'CD ا�-,�+*( 9���A-إ��� () أج F4,(إ O(ن أن أ ی* ا����ج�ی3 � ”
“Bütün melekler hemen secde ettiler. Fakat İblis hariç. O, secde edenlerle beraber
olmaktan kaçındı.” 391
ن آ,'CD ا�-,�+*( 9��� “ A-إ��� () أج F4,(إ G*;�ا�*�9 ی3 3� وآ�ن ا ”
“Bütün melekler topluca secde ettiler. Ancak İblis secde etmedi. O büyüklük tasladı ve
kafirlerden oldu.”392
“ ا�*�9 ی3 3� وآ�ن وا�;*G أ)O إ),F4 إ��� 9���وا ”
“ İblis hariç hepsi secde ettiler, o ise kaçındı, büyüklük tasladı ve kafirlerden oldu.”393
“ ر)/: أ� 3N 9?1� ا3��/ 3� آ�ن إ),F4 إ��� 9���وا ”
“İblis hariç olmak üzere, onlar hemen secde ettiler. İblis cinlerdendi. Rabbinin
emrinin dışına çıktı.”394
Bu âyetleri dikkatle incelediğimiz zaman, “Melekler ( meleklerin hepsi395) secde
ettiler, ancak İblis hariç.” ifadesinin bu âyetlerin her birinde geçtiğini görürüz. İblis’in
isyanının bu şekilde ifâde edilmesi, onun isyânının büyüklüğünü anlatmak içindir.396 Bu
cümlede İblis meleklerden istisna edilmiştir. Dolayısıyla İblis müstesnâ, melekler ise
müstesnâ minh konumunda bulunmaktadır. Müstesnâ minh olan melekler Sâd ve Hicr
sûrelerinde açıkça zikredilmiş ve “ &C="ن آ��أج; ” tekîdi ve ihtiras kaydı ile pekiştirilmiştir. Bu
pekiştirme yapılmasaydı müstesnâ minh’teki harf-i ta’rîfin ahd ifadesiyle bilinen bazı
melekleri kapsayacağı, meleklerin içinde de secde etmeyenlerin bulunduğu ve İblis’in isyânda
389 A’râf, 7/11. 390 Tâhâ, 20/116. 391 Hicr, 15/30-31. 392 Sâd, 38/73-74. 393 Bakara, 2/34. 394 Kehf, 18/50. 395 Hicr, 15/30-31; Sâd, 38/73-74. 396 İsmail Durmuş, İstisnâ, DİA, XXIII, 389.
76
yalnız olmamasıyla teselli bulacağı, dolayısıyla isyânın büyük bir şey olmadığının ifâde
edilmesi ihtimal dahilinde olurdu. Getirilen bu tekîd ve ihtiras kaydı ile bütün melekler
kasdedilerek isyânında İblis yalnız bırakılmıştır.397
İblis, bu isyankâr tavrıyla üç günahı birden işlemektedir: Birincisi, emr-i ilâhîye
muhalefet etmek; ikincisi, cemâatten ayrılmak ve mukarreb olan meleklerin intizâmından
çıkmak; üçüncüsü, Âdem (a.s.)’ı tahkîr etmektir.398
Bazı rivâyetler yanında özellikle bu âyetlerde geçen “İblis hariç melekler secde
ettiler” ifâdesine dayanan bazı tefsirciler onun önde gelen bir melek olduğunu, bu isyândan
sonra meleklik sıfatını kaybettiğini ve kendisine Allah tarafından farklı özellikler verildiğini
ileri sürmüşlerdir. Yine bazı rivâyetler yanında özellikle “O, cinlerdendi; Rabbinin emrinden
dışarı çıktı”399 meâlindeki âyeti delil olarak kullanan tefsirciler de İblis’in melek değil, cin
türünden olduğunu, hatta nasıl Âdem insanlığın babası ise onun da cinlerin babası olarak
yaratıldığını savunmuşlardır. Her ne kadar “İblis hariç” şeklindeki istisna, İblis’in
meleklerden olduğu kanaatini veriyorsa da, bir toplulukla beraber bulunan, fakat onların
cinsinden, türünden olmayan varlıklar için de istisna ifadesi kullanıldığı (istisnâ-i munkatı’),
meselâ “Koyun sürüsü geldi ancak çoban gelmedi” denilebildiği, ayrıca meleklerin yaratılış
özellikleri arasında “Allah’ın emrine karşı çıkmamak ve buyruklarını yerine getirmek”400
vasfının da bulunduğu göz önüne alındığında İblis’in melek türünden olmadığı tespiti ve
yorumu ağır basmaktadır.401
Yukardaki âyetleri incelemeye devam ettiğimizde âyetlerin devamında İblis’in secde
etmemesinin şu şekillerde pekiştirildiğini görmekteyiz: “O secde edenlerden olmadı.”, “O
bundan kaçındı.”, “O, secde edenlerle beraber olmaktan kaçındı.”, “O büyüklük tasladı ve
kafirlerden oldu.” , “İblis cinlerdendi. Rabbinin emrinin dışına çıktı.”
Cenâb-ı Hak “diretti” diyerek, İblis’in gücü yettiği ve ma’zûr olmadığı halde secde
etmediğini beyân buyurmuştur. Çünkü diretmek iradî olarak kaçınmaktır. Ama, iş yapmaya
kâdir olamayan kimseye gelince, onun için “diretti” denmez. Sonra bunun bu şekilde olması
câiz olsa bile, ona bir büyüklenme eklenmez. Böylece Cenâb-ı Hak, “büyüklendi” diyerek, bu
397 İsmail Durmuş, İstisnâ, s.389. 398 Mehmet Vehbi, Hülâsatü’l-Beyân, Üçdal Neşriyat, İstanbul ty., IV, 1587; Ebu’s-Suûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm, II, 480. 399 Kehf 18/50. 400 Bkz. Tahrim, 66/6; Enbiyâ, 21/27. 401 Karaman, Hayrettin; Çağrıcı, Mustafa; Dönmez,İbrahim Kafi; Gümüş, Sadrettin, Kur’an Yolu, DİB Yayınları, Ankara 2006, I, 45-46.
77
diretmenin büyüklenme biçiminde olduğunu beyân etmiştir. Sonra bu söz konusu diretme ve
büyüklenmenin, küfür olmaksızın da bulunması câizdir. İşte bunun için Cenâb-ı Hak, “Ve,
kâfirlerden oldu” ifadesiyle, onun kâfir olduğunu beyân etti.402
Yukardaki ifadelerden anlaşılacağı üzere İblis’in secdeden yüz çevirmesini Kur’an,
fısk ve küfür ile nitelendirmiştir. Şeytanın fıskı (Kehf, 18/50) tekebbüründen dolayı, küfrü
(Bakara, 2/34; Sâd, 38/74 ) ise Allah’ın emrini yersiz bularak O’na cevr (zulüm) isnâd
etmesinden dolayıdır. Yani şeytan “çekinmesi, kibirlenmesi ve secde etmemesi” sebebiyle
kâfir olmuş değildir. Onun küfrü, Allah’ın emrini beğenmeyerek, ona zulüm isnâd etmiş
olmasındandır. Bir diğer ifadeyle Allah, ona göre, emri ters veriyordu. Asıl secde kendisine
yapılmalıydı.403
Demek oluyor ki bu zamana, yani Âdem’e secde emrinin gelmesine kadar Yüce Allah,
İblis’in duygularına dokunacak hiçbir emir ve teklif yapmamış, bir imtihan etmemişti ve onun
o zamana kadar isyân etmemesi ve melekler içinde bulunması, olayların kendi istek ve
eğilimlerine uygun gerçekleşmesiyle de ilgili bulunuyordu. Böyle bir durumda olan itaatin ise
sadece emir ve ilâhî rızaya boyun eğmekten kaynaklandığı ortaya çıkamazdı. Çünkü Allah’ın
emrine, hem de nefsin rızasına uygun gelen hususlarda asıl göz önüne alınıp itaat edilen
mabûd, Allah mı, yoksa nefis mi, bu belirlenemez ve bu açığa kavuşamaz. Ne zaman ki Âdem
yaratılıp, meleklerin ve o arada İblis’in ona secde etmeleri emredilince, bu hepsi için imtihan
olmuş ve bu imtihan İblis’in duygularına dokunmuş ve içyüzünü ortaya çıkarmıştır. Ve o
zaman anlaşılmıştır ki, İblis’in geçmişte meleklere arkadaşlık ve benzerliği “Allah’ın
kendilerine emrettiğine karşı gelmeyen ve kendilerine emredilen şeyi yapan melekler
vardır.”404 özelliğine gerçekten sahip olduğu için değil, ilâhî emir ile nefsin emri
çatışmadığından ve isyâna sebep bulamamasından dolayı imiş. Yoksa İblis gerçekte Allah’a
değil, kendi zevkine taparmış.405
1.6. İblis’in Secde Etmeme Gerekçesi
Allahu Teâlâ, İblis’in secdeden niçin kaçındığını da bilmesine rağmen, İblis’in
mantığına dikkat çekmek üzere kendisiyle bir münazaraya yer vermektedir. Yüce Allah’ın
İblis ile konuşması hakkında iki görüş vardır. Bu görüşlerden birincisine göre Yüce Allah
402 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, II, 215-216. 403 Yakıt, İsmail, Kur’an’ı Anlamak, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2003, s. 77. 404 Tahrim, 66/6. 405 Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, III, 2131 (sadeleştirilerek).
78
onunla elçisi vasıtasıyla konuşmuştur; ikincisine göre ise, İblis’e ikram ve onu kendisine
yakınlaştırmak şeklinde değil de tehdidini ağırlaştırmak üzere onunla konuşmuştur.406
Allahü Teâlâ, İblis’i secde etmemeye sevk eden sebebi soruşturmak üzere şöyle
buyurmaktadır:
“ أ� ت& إذ ت��� أ��� AH�& �� %�ل ”
“Allah buyurdu: ‘Sana emrettiğim zaman seni secde etmekten alıkoyan neydi?’”407
“ ت* ن أ��� �& �� إ),F4 ی� %�ل ا����ج�ی3 � ”
“Allahü Teala: ‘Ey İblis! Secde edenlerle beraber olmayışının sebebi nedir?’ dedi.”408
“ ا34��A� 3� آH= أم أ�;*G ت )4�ي� �,B= �-� ت��� أن AH�& �� إ),F4 ی� %�ل ”
“Allah buyurdu: ‘Ey İblis, iki elimle yarattığıma secde etmekten seni hangi şey
menetti? Kibirlenmek mi istedin? Yoksa yücelerden mi oldun?’”409
Allahü Teâlâ’nın bu sorularına İblis, şöyle cevap vermiştir:
“ �4 أ�0 %�ل :H� .H;B,�345 3� و�,B;: �0ر 3� ”
“İblis dedi ki: ‘Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten; onu ise çamurdan
yarattın.’”410
“ ن @-�V,Q 3� 8ل 3� �,Y� 2G� :;B��� أآC� 3 %�لH�� ”
“İblis: ‘Ben, kuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattığın bir insana
secde edecek değilim.’ dedi.”411
“ �,B= �-3 أأ��� %�ل �H45 () ا أرأی;& %�لWي هWآ ��= ا�� �.,N 3X� 3ت �� إ��� ذر/ی�;: H;@Y�*�3 ا�4B��( ی م إO� أ
�,4,%”
“İblis, ‘Hiç ben, çamur halinde yarattığın bir kimseye secde eder miyim?’ demişti.
Yine dedi ki: ‘Benden şerefli kıldığın bu (adam da) kim oluyormuş, bana haber ver! Eğer beni 406 Kurtubî, el-Câmi’ li ahkâmi’l-Kur’ân, X, 27. 407 A’râf, 7/12. 408 Hicr, 15/32. 409 Sâd, 38/75. 410 A’râf, 7/12; Sâd, 38/76. 411 Hicr, 15/33.
79
kıyamet gününe kadar geciktirirsen, andolsun ki onun zürriyetini birazı müstesna olmak
üzere, mutlaka kendime bendederim(bağlarım).’”412
İblis, Âdem’e secde etmeme gerekçesini açıklamak için “Ben ondan daha
hayırlıyım.”413 derken, öncelikle sadece kişisel duygularına uymuş fakat bunu bir ilim
şeklinde süsleyerek hakka dayandırmak için biri yalan “Ben ondan daha hayırlıyım.” biri de
doğru “Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın.” iki mukaddimeyi birbirine bağlayıp
doğru mukaddimenin içinde yanlış bir takım kübrâ(büyük önerme)ları gizleyerek iki suğrâ
(küçük önerme) ile iki mantıkî kıyas şeklinde bir bozuk görüş yürütmüş ve doğru olan
yaratılış önermesinden yalan olan kişisel davasını sonuçlandırmaya kalkışmıştır ki âlemde
şeytanlık ve iblisliğin ilk örneği olan bu sözde, şeytanlığın bütün özü ve aslı yer almış gibidir.
Bu iki cümle tahlîl edilip incelenecek olursa, bunda araştırma âdâbı ilmi, psikoloji, ahlâk,
istikrâî ve istintâcî (tümevarım ve sonuç çıkarma) mantık, hikmet-i tekvîn (yaratma hikmeti)
ve teşrî (kanun koyma) gibi nice ilimlere değinen açık ve gizli bir çok suçlar, hîle ve oyunlar,
yanıltıcı sözler görülecektir ki, bununla şeytan ve şeytanlığın bütün iç yüzünü anlamak
mümkün olacaktır. Bu cümleden olarak hayırdan geri durmayı uygun görmek için bilgisizlikle
bilgiyi, yalan ile doğruyu, kötülük ile hayrı, kibir ile yüze gülmeyi, aldanmakla aldatmayı
birbirine karıştırarak, hayırlı olmayı hayra engel yapmak çelişkisini, ilmî bir gerçek ve
mantıkî bir sonuç şeklinde tasvir etmek, şeytanın birinci sıfatı olduğu anlaşılıyor ki, kişisel
gururu ile fikir ve zeka şeklinde görünmek isteyen bu ahmaklık ve cehâletin Hak hususunda
ne kadar aşağılık bir durum olduğunu bir düşünmeli.414
Şimdi İblis’in bu dava ve istidlâlindeki başlıca hata ve yanlış noktalarını da
kaydedelim:
1- Her şeyden önce İblis soruya karşı durum ve görevini takdir edememiş, cevabı
ta’rîz ve çekişme tavrına dökerek bahis ve sözde makâm gasbı sevdasına düşmüştür. İtirâf ve
bağışlanma dileme yerine itirâza ve yanlış çıkarmaya kalkışmıştır.
2- Mevrîd-i nass (kesin ilâhî buyruk) karşısında kıyâs ve ictihâda kalkışmış, açık emre
karşı yaratılışın delâletine mürâcaat eylemiştir.
412 İsrâ, 17/61-62. 413 A’râf, 7/12; Sâd, 38/76. 414 Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, III, 2132 (sadeleştirilerek).
80
3- “Beni ateşten, onu çamurdan yarattın.” demesi, aslında doğrudur. Fakat İblis bu iki
yaratılış olayını mukayese ile, bundan “Ben ondan üstünüm” sonucunu çıkarmak için nokta-i
nazarında hata etmiştir. Çünkü bir taraftan yaratıcının yaratmasını itirâf ile ona nazar-ı dikkati
celbediyor gibi görünürken, diğer taraftan hayır ve üstünlükte bakışını sadece madde ve
unsurla sınırlamış, fâilin ihtisâsının nisbetine, şekle, gayeye atf-ı nazar eylememiştir. Âdem'in
yaratılışında “İki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir?”415 ilâhî buyruğuyla
hatırlatılan hususî üstünlüğü “Onu düzenle(yip insan şeklini ver)diğim ve ona ruhumdan
üflediğim zaman (hemen ona secdeye kapanın)”416 ilâhî buyruğuyla hatırlatılan ruh ve sûreti
“Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.”417 ilâhî buyruğuyla hatırlatılan gâyeyi göz önüne
almayıp yalnız madde ve unsura itibar etmek isteyen İblis, Âdem’de topraktan, kendisinde
ateşten başka bir özellik görmemiş ve diriden ölü, ölüden diri yaratan ve eşyanın özellikleri ve
üstünlüklerini kereminden bahşeden Yüce Yaratıcı’yı maddeye mahkûm gibi varsaymıştır.
Hiç düşünmemiştir ki, çamur ile ateşin özündeki fark da sadece Yaratacı’nın tahsîsine borçlu
olan bir yaradılış farkından başka bir şey değildir. Bundan anlaşılır ki, âlim geçinenlerin bir
çoğunda görülegelen sadece maddeye yöneliş (maddecilik) İblis’in mesleklerinden bir
meslektir. İşte yukarda işaret edildiği üzere bu yanlış görüşüyledir ki İblis “Beni ateşten
yarattın, onu ise çamurdan yarattın.” küçük önermesi altında; “Ateş çamurdan üstündür, üstün
olandan yaratılan da üstündür.” diye iki gizli büyük önermeye işaret ederek, bunları birer açık
gerçek ve müselleme (yardımcı teorem) gibi varsaymış ve bundan “Ben ondan daha
hayırlıyım.” sonucunu çıkarmak istemiştir. Oysa ikinci önerme toptan doğru olmadığı gibi,
birinci önerme de mutlak olarak doğru değildir. Gerçekte genellikle yaratılış bakımından ikisi
de mahlûk olmak ve yaratıcının hükmüne mahkûm bulunmak bakımından eşit olduktan başka,
özellik bakımından da toprağa mahsûs özellikler, ateşe mahsûs özelliklerden daha kapsamlı
ve üstündür. Hele ahlâkî bir temsil ile düşünüldüğü zaman, ateşin hafifliğine, hiddet ve
şiddetine, telaş ve ızdırabına, kibre eğilimli ve yayılmacı olmasına karşılık toprağın vakar ve
sakinliği, sabır ve dayanıklılığı, sebatı, yumuşaklığı, haya ve cömertliği, seçkinlik ve
olgunlaşma yeteneği ne kadar yüksektir. İblis gerek bilgi edinme noksanlığından, gerek
anlayışındaki bozukluktan, yani bilgiyi haktan değil nefsinden almak davasında
bulunduğundan dolayı bunda da yanlışa düşmüştür. Ve yine bu yanlış iledir ki, Âdem’i sırf
çamur, kendisini sırf bir ateş seviyesinde mukayese etmiş, çamurdan yaratılan Âdem’in
415 Sâd, 38/75. 416 Hicr, 15/29. 417 Bakara, 2/30.
81
Allah’ın seçkin kılması ile çamurdan büsbütün başka şerefli bir duruma yükseleceğini,
kendisinin de ateşten büsbütün başka bir lanete uğrayacağını anlayamamıştır.418
Ateşin mi yoksa çamurun mu üstün olduğu konusunda filozoflar şöyle demişlerdir:419
Allah’ın düşmanı İblis, ateşin çamura üstünlüğünü iddia etmek bakımından hataya düşmüştür.
Her ne kadar her ikisi de yaratılmış ve cansız olmak bakımından aynı derecede bulunsalar
bile, çamur dört bakımdan ateşten üstündür:
1. Sağlamlık, sükûn, vakar, temkin, hilm, haya ve sabır çamurun özünden gelir. İşte
kendisi için takdir olunmuş mutluluktan ayrı olarak, Âdem’i tevbeye, alçak gönüllülüğe,
yalvarıp yakarmaya iten sebep budur. Bunun sonucunda mağfirete, seçilmişliğe ve hidâyete
mazhar olmuştur.
Hafiflik, serkeşlik, keskinlik, yükselmek ve kararsızlık da ateşin özündendir. İşte
kendisi için takdir olunmuş bedbahtlıktan ayrı olarak, İblis’i büyüklenmeye ve bunda ısrar
etmeye iten sebep budur. Bunun sonucunda ise o, helâka, azaba, lanete ve bedbahtlığa hak
kazanmıştır.
2. Rivâyetler, cennetin toprağının hoş kokulu misk olduğunu ifade etmekle birlikte;
cennette ateş bulunduğunu, cehennemde de toprak bulunduğunu ifade etmemektedir.
3. Ateş, azaba sebeptir ve Allah’ın düşmanlarına azabıdır. Toprak ise azaba sebep
değildir.
4. Çamurun ateşe ihtiyacı yoktur. Ama ateşin bir mekâna ihtiyacı vardır, onun mekânı
da topraktır.
Bu hususta beşinci bir sebep daha zikredilebilir, o da sahih bir hadiste ifade edildiği
gibi420 toprağın hem secde yeri hem de temizlenme aracı olduğudur. Ateş ise korkutma ve
azap aracıdır. Nitekim Allahü Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “İşte Allah bununla kullarını
korkutuyor.”421
418 Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, III, 2132-2134 (sadeleştirilerek). 419 Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, VII, 171. 420 Buhâri, Teyemmüm 1 (335), Salât 56 (438); Müslim, Mesâcid 3-5 (521-523); Ebû Dâvûd, Salât 24 (489); Tirmizî, Siyer 5 (1553); Nesaî, Gusl 26 (434); İbn Mâce, Tahâret 90 (567). 421 Zümer, 39/161.
82
1.7. İblis’in Akıbeti
İblis Allah’ın emrine itaat etmedi, secdeden yüz çevirdi ve kendince de haklı bir
mazeret beyân etti. Peki bundan sonra İblis’in başına neler geldi? Bu konuyu Kur’ân bize
şöyle bildirmektedir:
“ ا�U��V ی3 3� إ�0& �9� ج �D49 ت;*�G أن �& ی* ن �DH� �-9 �9هSG %�ل ”
“(Allah) öyleyse, dedi, hemen in oradan! Artık senin orada kibirlenmen gerekmez.
Hemen çık (git)! Çünkü sen alçaklardansın.”422
“ � ج �ل%�9 �DH� &�089 C44& وإن�) 34 (رج,N (HA�,ا� O�م إ ا��/ی3 ی ”
“(Cenab-ı Hak) şöyle buyurdu: O halde çık buradan. Çünkü sen artık
kovulmuşsundur. Hiç şüphesiz ceza gününe kadar lanet senin üstünedir.”423
“ � ج %�ل�9 ��DH &�089 C44& وإن� () رج,N .;HA� O�م إ ا��/ی3 ی ”
“(Allahü Teala) buyurdu ki: Hemen buradan çık. Zira sen artık kovulmuşsundur. Hiç
şüphesiz ceza gününe kadar lanetim senin üstünedir.”424
İlâhî emre muhâlefet ve isyân etmesinin cezâsı olarak Allahü Teâlâ İblis’e “Hemen
oradan in.” buyurdu. İbn-i Abbas (r.a.) Cenâb-ı Hakk’ın “oradan” ifâdesiyle cenneti murâd
ettiğini, onların Adn cennetinde olduklarını ve Hz. Âdem’in orada yaratıldığını söylemiştir.
Mutezile’nin bir kısmı ise Cenâb-ı Hakk’ın ona gökten inmesini emrettiğini söylemişlerdir.425
Şöyle de açıklanmıştır: “Hemen in oradan.” yani yerden, denizlerdeki adalara intikal et!
Buna göre o, sanki yeryüzünden denizlerdeki adalara sürülmüş ve onun otoritesi orada gibi bir
anlam çıkmaktadır. O yere bir hırsız gibi iner, korku içinde bulunur, oradan çıkıncaya kadar
bu hâli böylece devam eder.
Ebû Ravk ve el-Becelî ise dedi ki: “Hemen in oradan.” buyruğu, sahip olduğun
sûretin değişsin, demektir. Çünkü o, kendisinin ateşten yaratılmış olduğunu ileri sürerek
övünüp böbürlenmiştir. Yüzü karartılarak ve parlaklığı izâle olunarak çirkinleştirildi.426
422 A’raf, 7/13. 423 Hicr, 15/34-35. 424 Sâd, 38/77-78. 425 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XIV, 30. 426 Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, VII, 173.
83
Sonra Cenâb-ı Hak İblis’e “Artık senin orada kibirlenmen gerekmez.” buyurmuştur.
İbn-i Abbas (r.a.) diyor ki: “Allahü Teâlâ, bu buyruğuyla gök ahalisinin mütevâzi’ ve huşû’lu
melekler olduğunu kasdetmiştir.”427
Allahü Teâlâ İblis’e devamla “Hemen çık (git)! Çünkü sen alçaklardansın.”
buyurmuştur. Âyette geçen “H��X�+$ال ” kelimesi kendi kendini zelîl eden, haysiyetini
çiğnettiren anlamına gelir. Yani “Açıktır ki sadece bir mahlûk ve Allah’ın kulu olduğun halde,
kendini beğenen, büyüklük taslayan düşüncenle zillet içinde olmayı bizzât kendin istedin.
Bunun senin asâletini ve şerefini alçaltacağını düşünerek seni yaratanın emrine küstahça karşı
geldin. Yücelik ve mükemmelliğin hakkında, sanki bunlar sana aitmiş gibi, gurur, kibir ve
kendini beğenmişlik tasladın. Bu durum seni aşağılayacak, sefîl ve düşmüş bir hale sokacak
ve bu alçaklığın sorumlusu da bizzat sen olacaksın.”428
Zeccâc ise şöyle demiştir: “İblis, kibirlenmeyi istedi. Allah da Hz. Peygamber
(s.a.v.)’in ‘Kim Allah rızası için mütevâzi’ olursa, Allah onu yüceltir. Kim de kibirlenirse
Allah onu alçaltır.’ diye ifâde ettiği hususun doğruluğuna dikkat çekerek, onu zillet ve
alçaklıkla cezalandırdı.”429
Cenâb-ı Hak Hicr ve Sâd suresindeki âyetlerde ise İblis’in kovulmasına ilâveten
Allah’ın lanetinin kıyâmete kadar onun üzerine olduğunu haber vermiştir. Bütün bu
âyetlerden İblis’e önce konumunu kaybettirmek, sonra oradan çıkartmak, sonra
aşağılanmışlardan kılmak, sonra da Allah’ın lanetine uğramak şeklinde cezâ verildiği
anlaşılmaktadır. İblis secde etmemesinin cezâsını bu dünyada kovulmak ve lanete uğramakla;
öteki dünyada ise azaba uğramakla çekecektir.
Şeytan için bitişin başlangıcı isyânı; bitişi geri dönülmez bir hale getiren de inadı
olmuştur. O, diretip inat etmeseydi belki de kurtulabilirdi. Nitekim Hz. Âdem hatasını
anlayınca derhal Allah’a yönelmiş, tevbe etmiş ve affa mazhar olmuştu. İblis bunu yapmamış,
hatasını affettirebilecek bir hayır da işlememişti. Bu yüzden İblis’in isyânı, onu başkalarından
ayıran en önemli özelliği oldu. Hakka muhâlefet söz konusu olunca isyân; isyân söz konusu
olunca da İblis akla gelir oldu. Hz. İbrahim babasını tevhid dinine davet ederken:
427 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XIV, 30. 428 Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, II, 16. 429 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XIV, 30.
84
“Babacığım, şeytana tapma, çünkü şeytan Rahman’a isyan etmişti.”430 diyerek şeytanın
başka değil sadece bu yanına dikkat çekmekteydi.
Şeytan geçirdiği imtihanla ters yüz olmuş, içi dışına çıkmış, mâhiyetinde bulunan
çarpıklıklar ortaya dökülmüştür. O, bu imtihan sürecinin hiçbir safhasında istenileni ortaya
koyamamış, emre itaatteki inceliği anlayamamış, Cenâb-ı Hakk’a karşı gelmiş, bununla da
kalmamış, bahaneler ileri sürüp kendini müdafaaya kalkışmış, kabiliyetlerini kötüye
kullandığından sürekli alçalmış ve üst üste yapmış olduğu bu yanlışlıklarla kendi sonunu
hazırlamıştır. Allah’ın huzurundan ve rahmetinden kovulmuş, cennetten atılmış, neyi var neyi
yoksa her şeyini kaybetmiştir.
1.8. Bu Kıssadan Çıkarılacak Ders ve Hikmetler
Yüce Yaratıcının en güzel biçimde yaratıp kendi ruhundan üflediği ve yer yüzünde
halîfe kıldığı Hz. Âdem ve onun şahsında temsil edilen insan şerefli bir varlıktır. Allahü
Teâlâ, Âdem ve onun temsil ettiği insan türünün şân ve şerefini göstermek üzere meleklere
Âdem’e secde etmelerini emir buyurmuştur.431
Âdem’e saygı gösterisi olarak, başka bir ritüelin değil de özellikle “secde”nin
istenmesi, secde ibâdetinin önemini ve saygı gösterisindeki yerini ortaya koymaktadır. Bu
yüzden secde, kulun Rabbine en yakın olduğu eylem olarak nitelendirilmiştir.
Meleklerin Hz. Âdem’e secde etmelerinin hikmeti nedir, diye sorulacak olursa, şu
şekilde cevap verilir: Melekler tesbih ve takdisleri ile bir parça kendilerini büyük görür gibi
olunca, Allah, onlara kendisinden başka birisine secde etmeleri emrini verip kendilerine
muhtaç olmadığını, ibâdetlerine ihtiyacı bulunmadığını göstermek istemiştir. Kimi ilim adamı
da şöyle demektedir: Melekler Âdem (a.s)’ı kusurlu buldular, onu küçük gördüler. Halbuki
yaratılışının özelliklerini bilmiyorlardı. Bundan dolayı onun şânını, şerefini yükseltmek üzere
ona secde etmekle emrolundular. Yüce Allah’ın onlara Âdem’e secde etme emrini vermesinin
kendilerine: “Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım dediğinde meleklerin:
“Orada fesad çıkartacak bir kimse mi yaratacaksın?”432 demelerine bir cezâ olarak Âdem’e
secde etmelerini emretmiş olması da ihtimal dahilindedir.433
430 Meryem, 19/44. 431 Karaman, Hayrettin; Çağrıcı, Mustafa; Dönmez, İbrahim Kafi; Gümüş, Sadrettin; Kur’an Yolu, II, 505. 432 Bakara, 2/30. 433 Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, I, 292.
85
Cenâb-ı Allah insanlığa öyle bir şeref bağışlamıştır ki, Âdem’in meleklere değil,
meleklerin Âdem’e secde etmesini emretmiştir. Düşünelim ki bu yaratma, bu biçimlendirme
ve bu şereflendirme nimetlerinden sonra insanların Allah’tan başkasına tapmaları ne büyük
aşağılık ve ne büyük nankörlük olacak ve ne büyük bir sorumluluk doğuracaktır.434
İblis, madde-i aslîyesinin efdal olup, efdalden yaratılan kimsenin de efdal olacağından
kendisinin efdal olduğu cihetle secdeyi terk ettiğini açıklamıştı. Halbuki fazilet, emr-i ilâhîye
uyup onun gereğiyle amel etmekte ve Allah’ın yaratmasıyladır; hasep ve nesebe itibar
edilmez.435 Binâenaleyh, efâl-i ilâhîyeden hikmetini bilmediği şeye hiç kimse tarafından itirâz
câiz değildir.436
Şeytan evvelce ubûdiyet noktasında ibâdete devam etmişken hasedi ve kibri sebebiyle
emr-i ilâhîye red ve itirâz tarikiyle muhâlefet ettiğinden güzel suratı, çirkin bir surata
tebeddülle cism-i nûrânîsi zulmânîye inkılâb etmiştir. Çünkü ibâdetle hâsıl olan nûrâniyetin
ma’siyetle zulumâta tahavvül edeceği şüphesizdir. İşte bu esâsa binâendir ki bir müddet
ibâdetle meşgul olan insan yoldan çıkarak salâh-ı hâlini fesâda değişince güzel sîmâsının
çirkin bir sîmâya tebeddül ettiği her zaman görülmektedir. Binâenaleyh, itibâr, hâtimeyedir.
Şu halde insan için lazım olan, Cenâb-ı Hak’tan tevfik istemek ve hüsn-i hâtime
temenniyâtında bulunmaktır. Zira her işte hüsn-i hâtime olmazsa emeklerin boşa gideceği
şüphesizdir.437
Umur-u dinde kendi re’yiyle en önce kıyasa kalkışan İblis’tir. Dinî işlerde kendi
re’yiyle kıyasa başvurup hak yoldan çıkan kimseyi Allahü Teâlâ’nın kıyâmet gününde İblis’e
arkadaş yapacağı Cafer hazretlerinden rivâyet edilmiştir. Çünkü, bu bidat-ı seyyieyi en önce
ortaya koyan İblis olduğundan, onun bidatına ittiba edenlerin onun bayrağı altında
bulunacaklarında hiç şüphe yoktur.438
İblis’in emr-i ilâhîye muhâlefeti ve imana muvaffak olamaması, rubûbiyetin ulviyetini
ve ubûdiyetin süfliyetini beyân ve iman ile küfür arasındaki farkı ve cennetle cehennemin
434 Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, III, 2130 (sadeleştirilerek). 435 Mehmet Vehbi, Hülâsatü’l-Beyân, IV, 1587. 436 Mehmet Vehbi, Hülâsatü’l-Beyân, VII, 2747. 437 Mehmet Vehbi, Hülâsatü’l-Beyân, XII, 4826. 438 Mehmet Vehbi, Hülâsatü’l-Beyân, IV, 1588.
86
yaratılmasındaki hikmeti ilân ve bütün teklîf-i ilâhîye ve ahkâm-ı diniyenin netice itibarı ile
sırlarını ortaya çıkarmıştır.439
2. Bir Şehre Secde Ederek Girmek
İsrailoğulları, bir kavim olarak, Kur’ân’da en fazla zikredilen ve haklarında en çok
malumat verilen bir topluluktur. Kur’ân-ı Kerim’de pek çok detayı ile anlatılan İsrailoğulları
kıssaları Hz. Musa’nın kavmini Mısır’daki kölelik hayatından kurtarmak için karşılaştığı
zorluklardan bahsetmektedir. Kur’ân’da İsrailoğulları kıssalarının anlatıldığı üç yerde onlara
şehre girerken kapısından secde ederek girmeleri emredilmektedir.
ا %,�H وإذ,� ا اB� ی( هdW اد,*9 �DH� e4@ C;X�ا شUا ر ,�� ا ����ا �Gبا� واد وH�\ی� ��hی�آ�h@ ?i0 C*� C( و%
34H�j-�ا
“Hani ‘Şu kasabaya girip dilediğiniz yerde istediğinizi bol bol yeyin, kapısından secde
ederek girin ve hıtta deyin, kusurlarınızı örtelim, iyilik edenler için ise daha artıracağız.’
demiştik.”440
�HA9ور CD% ر 9'hا� CD%�k4-( �H,%و CD� ا ,�� CDH� �%�k4� وأ��0W ا���G= 9. تA�وا �� CD� و%,�H ����ا ا�G�ب اد 4,U
“Misaka bağlanmaları için Tur’u üstlerine kaldırmış, onlara: ‘O (şehrin) kapı(sın)dan
secde ederek girin.’ demiş, Cumartesi günü hakkında da ‘Haddi aşmayın.’ diye söylemiş,
kendilerinden ağır teminat almıştık.”441
ا l4% CD� وإذ H*�ا dWی( ه B�ا ا � ا ش�DH� e4@ C;X وآ, ا @�h( و%,� H�\ی� ��X4hت*i0 C*� C? ����ا ا�G�ب واد
34H�j-�ا
“O zaman onlara: ‘Şu şehre yerleşin. Onun dilediğiniz yerinden yeyin. Hıtta deyin.
Kapısından secde ederek girin ki kusurlarınızı örtelim. İyi hareket edenlere ileride daha
fazlasıyla vereceğiz.’ denilmişti.”442
İsrailoğulları, Hz. Musa’nın eşliğinde Mısır diyarından gelip ataları İsrail’den
kendilerine miras olarak kalan topraklara girmekle emrolundukları ve oranın halkı olan
Amalikâlılarla savaşmaları söylendiği zaman onlar savaştan vazgeçip zayıf düşmeyi ve feryâd
439 Mehmet Vehbi, Hülâsatü’l-Beyân, I, 99. 440 Bakara, 2/58. 441 Nisa, 4/154. 442 A’râf, 7/161.
87
ü figân etmeyi tercih ettiler. Allahü Teâlâ da cezâ olarak kendilerini çöle düşürdü. Bu husus
Mâide suresinde443 anlatılmaktadır.444
Yukardaki âyetlerde bahsedilen şehrin neresi olduğu konusunda farklı görüşler
bulunmaktadır: Süddî, Rebi’ b. Enes ve Katâde’nin de zikrettiği gibi bu şehrin Beyt-i Makdis
yani Kudüs olması en doğru görüştür. Bazıları ise bu şehrin Eriha olduğunu söylerler. Bu
uzak bir görüştür. Çünkü Eriha onların yolları üzerinde değildi. Onlar Eriha’ya doğru değil,
Kudüs’e doğru gitmişlerdi. Nuh oğlu Yûşa ile beraber kırk yıl çölde kaldıktan sonra çıkmışlar,
Allah bir Cuma akşamı fethi onlara müyesser kılmış ve bu fetih gerçekleşinceye kadar güneş
tutulmuştu. Eriha ise İsrailoğulları için kasdedilen bir belde değildi. Bu şehri fethedince,
memleketlerini kendilerine geri verdiği, çölden ve sapıklıktan kurtardığı için Allah’a şükür
nişânesi olarak şehre kapısından secde ederek girmeleri emredilmişti.445
Onların secde ederek girmeleri emredilen kapı hangisidir? İbn-i Abbas, Dahhâk,
Mücâhid ve Katâde’ye göre bu kapı, Beyt-i Makdis’te “Hıtta” denilen kapıdır. Asamm ise
alimlerden bazılarından bu kapı ile şehrin çeşitli yönlerinden bir cihetle oraya varan kapı
olduğunu nakletmiştir.446 Bu kapının Hz. Musa ve İsrailoğullarının kendisine doğru yönelerek
namaz kıldıkları kubbenin kapısı olduğu da söylenmiştir.447
Bütün müfessirler bu âyetlerde geçen “sücceden” ifadesini hiçbir şekilde ıstılâhî
anlamda “secde etmek” olarak anlamamışlardır. Bu nedenle Râzî, Hasan-ı Basrî’nin “Şehre
girerken yüzleri üzerine secdeye kapanmakla emrolundular.” şeklindeki görüşünü uzak bir
ihtimal olarak gördüğünü belirtir.448
Alimler, bu “sücceden” kelimesi hakkında iki görüş daha zikretmişlerdir:
1. Said b. Cübeyr’in İbn-i Abbas’tan yaptığı rivâyete göre, bu secdeden maksat,
rükû’dur.449 Zira rükû’ da secde de eğilmeyi gerektirdiğinden boyun eğerek girmelerine
“Rükû’ ederek girin” yerine “Secde ederek girin” denmiştir. Çünkü kapı dar ve küçük idi.
Oradan girecek olan kişinin eğilmesi gerekiyordu.
443 Bkz. Maide, 21-22. 444 İbn-i Kesîr, Ebü’l-Fida İmadüddin İsmail b. Ömer, Tefsirü’l-Kur’âni’l-Azîm, (tah. Abdurrezzak Mehdî), Beyrut 2004, I, 246-247. 445 İbn-i Kesîr, Tefsirü’l-Kur’âni’l-Azîm, I, 246. 446 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, III, 83. 447 Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, I, 410. 448 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, III, 83. 449 Taberî, Câmiü’l-Beyân, II, 104.
88
İbn-i Kesîr, bu kapı ile ilgili şöyle bir rivâyete yer vermektedir: Ebû Said el-Hudrî
(r.a.) dedi ki: “Rasûlullah (s.a.v.) ile birlikte yolculuk yapıyorduk. Gecenin sonuna doğru
Zatü’l-Hanzel adlı dar bir geçitten geçerken: ‘Bu geçit Allah’ın İsrailoğullarına ‘Kapısından
secde ederek girin.’ âyetiyle hatırlattığı kapıya benziyor.’ buyurdu.”450
2. Allah, bu secde ile onların hudû’ ve huşû’ göstermelerini kasdetmiştir.451
Râzî, birinci görüşe “Şayet kapı dar olsaydı, onlar oraya rükû’ ederek girmek
mecburiyet kalırlar ve oraya girmek için böyle bir emre ihtiyaç kalmazdı.” şeklinde itiraz
ederek ikinci görüşü tercih eder.452
M. Hamdi Yazır, Bakara suresi 58. âyette geçen “sücceden” ifâdesini “…başlarınızı
eğerek, şükür secdesine kapanarak giriniz, kibir ile, çalımla, azgınlık ve serkeşlik yaparak
girmeyiniz.”453 şeklinde izâh ederken; Mevdûdî ise bu ifâdeyi şöyle açıklar: “Onlara şehre
barbar ve acımasız despotlar gibi değil, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Mekke’nin fethinde yaptığı
gibi Allah’tan korkarak, boyun eğip alçak gönüllü bir şekilde girmeleri emredilmişti.”454
Rivâyet edilir ki Rasûlullah (s.a.v.) Mekke’yi fethettiği gün Seniyyetü’l-Ulyâ’dan
saygı ve ta’zîmle eğilerek zaferin şükrünü, Beytullah’a girmenin sürûrunu Rabbine huşû’ ile
boyun eğerek göstermişti. Öyle ki sakalı neredeyse eğerinin önüne değecek durumda idi ve
böylece Allah’a şükrediyordu. Sonra şehre girince gusledip sekiz rekat şükür namazı
kılmışlardı. O zaman kuşluk vaktiydi. Bazıları, bu, kuşluk namazıydı derken bazıları da bu,
fetih namazıydı demişlerdir. Böylece devlet adamları ve imamlar için bir beldeyi fethedince
oraya ilk girdiği sırada sekiz rek’at namaz kılması müstehap kabul edilmiştir. Nitekim Sa’d b.
Ebî Vakkas, Kisrâ’nın sarayına girince orada sekiz rek’at namaz kılmıştı.455
Bu üç âyetteki secde emri bize bir şehrin kapısından girmek ve o memleketi fethetmek
isteyenlerin, riâyet etmeleri gereken âdâbı göstermektedir. Bir şehri fetheden insanlar, o
şehrin yerleşik halkına karşı kaba davranmamalı, onlara karşı nazik ve kibar olmalıdırlar.
Girilen kapıdan bir daha gerisin geri çıkmamak için halka yumuşak davranmak ve onlarla
kaynaşmak gerekmektedir. Bu secde kavramı, halka karşı mütevâzi’ davranmak ve fethedilen
bir ülkenin insanlarının gönüllerini fethetmek gerektiğini de düşündürmektedir.
450 İbn-i Kesîr, Tefsirü’l-Kur’âni’l-Azîm, I, 249. 451 Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, I, 410 452 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, III, 83. 453 Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, I, 304 . 454 Mevdûdî, Tefhîmü’l-Kur’ân, I, 79. 455 İbn-i Kesîr, Tefsirü’l-Kur’âni’l-Azîm, I, 247-248.
89
3. Hz. Yusuf’a Secde Meselesi
Hz. Yusuf, Kur’ân’da adı geçen Ben-i İsrail peygamberlerinden biri olup, Yakup
peygamberin oğludur. Nesebi Hz. İbrahim’e kadar varır.456 Kur’ân’da Hz. Âdem ve Hz. Musa
gibi peygamberlerin kıssaları parçalar halinde, değişik sûrelerde anlatılırken Yusuf kıssası,
sadece Yusuf sûresinde ve tarihî sürece riâyet edilerek bütün yönleriyle anlatılmıştır. İşte bu
Yusuf kıssasının iki âyeti tezimizin konusuyla ilgili olduğundan bu âyetleri ele alacağız:
3.1. Rüyada Güneş, Ay ve On Bir Yıldızın Hz. Yusuf’a Secde Etmesi
Yusuf kıssası, Hz. Yusuf’un rüyasında on bir yıldız, güneş ve ayın secde ettiklerini
görmesinin anlatılmasıyla başlamaktadır. Kur’ân-ı Kerim’de bu husus şöyle anlatılır:
“ ��ج�ی3 �. رأی;CD واB�- وا�F-�2 آ آ2N �G أ@� رأی= إ0/. أ)= ی� Y�)4: ی m� %�ل إذ ”
“Bir vakit Yusuf, babasına: ‘Babacığım, demişti, gerçek ben rüyada on bir yıldızla
güneşi ve ayı gördüm. Gördüm ki onlar bana secde edicilerdir.’”457
Bu âyette geçen “=رأی” fiili, şu iki sebepten dolayı rüyada görmek manasına
hamledilir:
1. Yıldızların, hakikatte secde etmemeleri.
2. Hz. Yakub’un “Rüyanı kardeşlerine anlatma!”458 şeklindeki sözü.459
Nisâbûrî ise şöyle diyor: “Eğer bu görme işi uyanıklık halinde olsaydı, bu büyük bir
mucize olur ve bu hadise hiç kimseye gizli kalmazdı.460
Yine bu “=رأی” fiili âyette iki defa tekrar edilmiştir. Bu tekrarın hikmeti nedir?
Buna cevap olarak Kaffal şöyle demiştir: “Yusuf (a.s.) “On bir yıldızı, güneşi ve ayı
gördüğünü anlatmak için birinci fiili, onların kendine secde ettiğini gördüğünü anlatmak için
de ikinci fiili zikretmiştir. Bazıları da şöyle demiştir: “Yusuf (a.s.) “On bir yıldızı, güneşi ve
456 Naim, Ahmed ve Miras, Kamil, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercemesi, IX, 139. 457 Yusuf, 12/4. 458 Yusuf, 12/5. 459 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XVIII, 69. 460 en-Nisâbûrî, Nizameddin el-A’rec Hasan b. Muhammed Nizameddin (850/1446), Garâibü’l-Kur’ân ve Reğâibü’l-Furkân, (tah. İbrâhim Atve Avad), Mustafa el-Babi el-Halebi, Kahire 1962, XII, 81.
90
ayı gördüm.” deyince, sanki “Nasıl gördün?” denilmiş de “Onları bana secde ediyor olarak
gördüm.” demiştir.”461
Hz. Yusuf bu rüyayı gördüğünde daha küçük bir çocuk ya da ergenlik çağı öncesini
yaşayan bir gençti. Ancak babasına anlattığı bu rüya, bu yaştaki bir çocuğun rüyasına hiç
benzemiyordu. Eğer bu, sıradan çocukluk rüyalarından biri olsaydı, yıldızları, güneşi ve ayı
yakalayıp tutacak denli yakınında ya da kucağında görebilirdi. Oysa, yıldızları, güneşi ve ayı
kendisine secde ederken, tıpkı bir saygı ve yüceltme ifâdesi olarak başlarını secdeye koyan
akıllı varlıkların hareketlerini andırır biçimde kendine secde ederken görmüştü.462
Yusuf (a.s.) rüyasında on bir yıldız ile güneşin ve ayın kendisine secde ettiğini
görmüştü. Onun on bir erkek kardeşi vardı. Kardeşlerinden Yehûda, Rubil, Şem’ûn, Lavey,
Reyalûn, Denye, Yeşcur Yusuf (a.s.)’ın teyzesi Liya’dan dünyaya gelmişlerdir. Vedan,
Neftali, Cad ve Aşir ismindeki dördü de Zülfe ve Belher ismindeki iki cariyeden
doğmuşlardır. Yusuf (a.s.)’ın ana-baba bir kardeşi olan Bünyamin ile kendisi Rahil’den
dünyaya gelmişlerdi. Hz. Yakub ile Rahil, Liya’nın vefatından sonra veya o hayatta iken
evlenmişlerdi. Çünkü Hz. Yakub’un şeriatında iki kardeşin bir kimsenin nikahı altında birlikte
bulunması câizdi. Diğer kardeşleriyle birlikte anne ve babaları Mısır’a gelip secde ettikleri
zaman Bünyamin, Yusuf (a.s.)’ın yanında bulunduğundan secde edenler içinde olmadığından
yukarıda on bir kardeş sayıldı. Bünyamin de eklenince secde eden kardeşlerin on iki olması
lazım gelir. Halbuki ayette on bir kardeştir denilerek itirâz vârid olmaz. Yahut diğer on bir
kardeş içinden birinin vefâtıyla Bünyamin’in de secde edenlere dahil olması muhtemeldir.463
Bundan dolayı yıldızlar, kardeşleri olarak; güneş, annesi olarak; ay da babası olarak tefsir
edilmiştir.464
Bir hadiste bu on bir yıldızın isimleri sayılmaktadır: Cabir (r.a.) şöyle rivâyet etmiştir:
“Hz. Peygamber’e Büstâne el-Yahudî denilen bir yahûdî geldi. Ona ‘Ey Muhammed,
Yusuf’un kendine secde ettiğini gördüğü yıldızların isimlerini bana haber ver!’ dedi.
Peygamberimiz bir şey söylemeyip bir müddet sustu. Ardından Cebrâil inip bu yıldızların
isimlerini Peygamberimize haber verdi. Hz. Peygamber yahûdîye ‘Onların isimlerini
söylersem müslüman olur musun?’ dedi. Yahudi ‘Evet’ deyince Hz. Peygamber de: ‘Onlar
461 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XVIII, 70. 462 Seyyid Kutub, Seyyid b. Kutub b. İbrahim (1386/1966), Fî Zılali’l-Kur’ân, (ter. M. Emin Saraç, Bekir Karlığa, İ. Hakkı Şengüler), Birleşik Yayıncılık, İstanbul 1986, VIII, 361. 463 Mehmet Vehbi, Hülâsatü’l-Beyân, VI, 2461-2462. 464 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XVIII, 69.
91
Cürübbân, Târık, Zeyyâl, Zül-kenefât, Kâbis, Vessâb, Amûdân, Felîk, Misbah, Darûh, Zül-
ferğ, Ziyâ ve Nûr.’ buyurdu. Bunun üzerine yahûdî: ‘Evet, Allah’a yemin ederim ki onların
isimleri bunlardır.’ dedi.”
İbn-i Kesîr’in ifade ettiğine göre bu hadisin senedinde yer alan râvîlerden biri olan
Hakem b. Züheyr el-Fezârî, hadisi rivâyette tek kalmıştır. İmamlar onu zayıf görmüşler ve bir
çokları da onun hadisini metrûk kabul etmişlerdir.465
3.2. Kardeşleri ve Ana-babasının Hz. Yusuf’a Secde Etmeleri
إذ ). أ@3� و%� @�oB ر)/. جlG �% �D,A% 3� رؤی�ي تYویl هWا أ)= ی� و%�ل ����ا �: و� 'وا اA� ش O,N أ) ی: ور9
.Hج � ت. و)H4( 34. ا��h4�2ن 0\غ أن )A� 3� اG��و C*( 3� وج�ء ا��/3� 3� أ� اC4,A� ه إ�0: ی�2ء �-� m4h� ر)/. إن� إ
C4*j�ا
“(Yusuf) babasını ve anasını tahtının üstüne çıkarıp oturttu. Hepsi onun için secdeye
kapandılar. (Yusuf) dedi ki: ‘Ey babam! İşte bu, evvelce gördüğüm rüyanın tahakkukudur.
Gerçek Rabbim onu doğru çıkardı. Şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra da
O, sizi çölden getirdi. Şüphesiz ki Rabbim, dileyeceği şeyleri çok güzel, çok ince tedbir
edendir. Hakkıyla bilen, tam hikmet sahibi olan O’dur.’”466
Allahü Teâlâ, kıssanın bu bölümünde Hz. Yakub’un âilesi ve oğulları ile birlikte Mısır
ülkesine ve Yusuf (a.s.)’ın yanına gelişini haber veriyor. Yusuf (a.s.) onların yaklaştıklarını
haber alınca, onları karşılamaya çıkmış ve kral, emirlerine, ileri gelenlerine Yusuf (a.s.) ile
beraber Allah’ın peygamberi Hz. Yakub’u karşılamak üzere çıkmalarını emretmiştir. Kralın
da Hz. Yakub’u karşılamaya çıktığı söylenirse de bu kesin değildir.467 Şehre girmek
üzereyken Hz. Yakub, oğlu Yahuda’ya dayanarak yürüyordu. Etrafta atlar üstündeki
kalabalığı ve insanları görünce: “Ey Yahuda, bu Mısır firavunu mu?” dedi. Yahuda: “Hayır,
bu senin oğlun Yusuf (ve onun adamları)” dedi.468 Yaklaştıklarında Yusuf (a.s.)’dan önce Hz.
Yakub selâm verdi de “Selâm sana ey hüzünleri gideren” dedi.469 Yusuf (a.s.) ana-babasını
karşıladığı zaman onları bağrına basmış sonra ülkenin giriş kapısına ulaştıklarında: “Allah’ın
isteği ile Mısır’a emin olarak girin.”470 demiştir.
465 İbn-i Kesîr, Tefsirü’l-Kur’âni’l-Azîm, III, 572. 466 Yusuf, 12/100. 467 İbn-i Kesîr, Tefsirü’l-Kur’âni’l-Azîm, III, 603-604. 468 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XVIII, 167-168; Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, IV, 2925. 469 Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, IV, 2925. 470 Yusuf, 12/99.
92
Cenâb-ı Hak bu âyette ise karşılaşmanın daha sonraki safhalarını anlatıyor: “(Yusuf)
anasını ve babasını tahtının üstüne çıkarıp oturttu. Hepsi onun için secdeye kapandılar.”
Bizim üzerinde duracağımız konu âyetin bu bölümüdür.
Yusuf (a.s.)’a secde edenlerin kimler olduğu ve bu secdenin mâhiyeti konusunda farklı
görüşler vardır:
En zâhir olanına göre, Yusuf (a.s.)’a secde edenler, annesi, babası ve tüm
kardeşleridir. Bir başka görüşe göre Yusuf (a.s.)’a secde edenler sadece kardeşleridir. Ancak
Yusuf (a.s.)’ın gördüğü rüya bu ikinci görüşü çürütmektedir. Çünkü o rüyada kendisine anne-
babasıyla kardeşlerinin secde edecekleri bildirilmişti.471
Yusuf (a.s.)’ın annesi ile ne kasdedildiği konusunda iki görüş vardır: Bundan murâd,
onun (öz) annesidir. Buna göre annesinin o zamana kadar yaşamış olduğu söylenildiği gibi;
annesinin daha önce ölmüş olduğu, fakat Allahü Teâlâ’nın Yusuf (a.s.)’ın rüyasını
gerçekleştirmek üzere ona secde etsin diye, onu diriltip kabrinden çıkarmış olduğu da
söylenmiştir.472 Fakat zâhire göre böyle bir şey olmamıştır. Eğer olsaydı mutlaka o, büyük bir
mucize olduğundan dolayı şöhret bulurdu.473 Bir başka görüşe göre Yusuf (a.s.)’ın annesinden
murâd, onun teyzesidir. Çünkü annesi, Bünyamin’i doğurduktan sonra loğusa iken vefat
etmişti. İşte annesi öldüğü zaman Hz. Yakub, Yusuf (a.s.)’ın teyzesi ile evlenmişti. Bundan
dolayı Allahü Teâlâ, teyzesini ebeveyninden biri olarak ifade etmiştir. Çünkü çocuğu
yetiştirip terbiye eden kimseye, annenin yerini tuttuğu için anne denilir veya amcaya baba
denildiği gibi teyzeye de anne denilir.474
Cenâb-ı Hak bu âyette “Hepsi onun için secdeye kapandılar.” buyurmuştur. Bu
âyetteki secdenin mâhiyeti nedir? Müfessirlerin bu konudaki görüşleri şu şekildedir:
1. Bu secde ibâdet değil, bir selâmlama secdesi idi. Bu şekilde secde etmek, o
dönemde, Hz. Yakub’un şeriatında câizdi. Bu gün ayağa kalkmak, tokalaşmak, el öpmek ve
bir insana ta’zîm etmek gibi âdetlerde olduğu gibi, secde de selâmlama ve el öpme yerine
geçiyordu.475 Bu, Hz. Âdem’den Hz. İsa’nın şeriatına gelinceye kadar câiz kalmakta devam
471 Arslan, Ali, Büyük Kur’ân Tefsiri (Hülâsatü’t-Tefâsir), Okusan Yayıncılık, İstanbul ty, VIII, 467. 472 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XVIII, 168. 473 Arslan, Ali, Büyük Kur’ân Tefsiri (Hülâsatü’t-Tefâsir), VIII, 465. 474 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XVIII, 168. 475 Arslan, Ali, Büyük Kur’ân Tefsiri (Hülâsatü’t-Tefâsir), VIII, 465.
93
etmiştir. Ancak ümmet-i Muhammed’e haram kılınmış ve secde yalnızca Allahü Teâlâ’ya has
kılınmıştır.476
Kurtubî, Hasan-ı Basrî’nin şu görüşünü nakleder: “Bu, secde değildir. Onlarda bir
uygulamaydı. Birini selâmlarken başlarını öne eğerlerdi.” Başka görüşler de nakleden
Kurtubî’nin tercihi bu görüştür. O, selâm verirken eğilmenin sonradan Mısır ve acemlerde
âdet haline gelmesini dine uygun bulmadığı için eleştirir ve bunun câiz olmadığını bildirir.477
Mevdûdî sözkonusu âyetin tefsirinde şunları söylemektedir: “Bu âyetlerin tefsirinde
ilâhî hidâyetin temellerine karşı olan bir takım ciddî hatalara düşülmüştür. Öylesine ki, bazı
kimseler bir saygı nişânesi olarak melik ve azizler huzurunda yerlere kapanmayı şer’î kabul
edecek denli ifrata kaçmışlardır. Bir kısmıysa biraz daha sofuca davranıp bu konuda şöyle bir
açıklama getirmişlerdir: ‘Önceki şeriatlarda, Allah’tan başkasının önünde sadece ibâdet
secdesi yapmak yasaklanmıştı. İbâdet maksadıyla yapılmazsa buna izin verilmişti. Ama şimdi
Hz. Muhammed’e indirilen şeriatte bu da kesinlikle haram kılınmıştır.’ Böyle yanlış
anlamalar; bu âyette secde etmek anlamına gelen ‘sücceden’ kelimesinin halihazır İslam
fıkhındaki ‘elleri, dizleri ve alnı zemine değdirerek yere kapanmak’ biçiminde dile getirilen
teknik (ıstılâhî) anlamıyla ele alınışı sonucu oluşmuştur. Oysa ‘sücceden’ kelimesi, secûd’un
lügat anlamında yani baş eğerek selâmlama anlamında kullanılmıştır.”
Daha sonra Mevdûdî bu görüşünü destelemek için Kitâb-ı Mukaddes’e başvurur ve o
devirde eğilerek selâmlamanın yaygın olduğunu ortaya koyar. O, bu konudaki kesin kanaatini
şöyle ifade ediyor: “Kitâb-ı Mukaddes’te zikredilen bu ve benzeri durumlar, 100. âyette geçen
hadiseyle ilgili olarak Kur’ân’ın secde kelimesini ıstılâhî anlamda değil, lügat anlamında
kullanıldığının kesin delilidir.”478
Taberî de bu âyette geçen secdenin selâmlama anlamına geldiğine dair bir çok rivâyet
zikreder ve o da bu görüşü tercih eder.479
2. İbn-i Abbas’a nisbet edilen bir yoruma göre onlar Yusuf (a.s.)’ın hatırı için Allah’a
secde etmişlerdir. Netice olarak bu secde, bir şükür secdesi olup secde edilen de Allahü Teâlâ
idi. Ancak bu secde, Hz. Yusuf’tan dolayı yapılmıştı. “Anne-babasını tahtın üstüne çıkarıp
oturttu ve hepsi onun için secdeye kapandılar.” cümlesi onların tahta çıktıktan sonra secde
476 İbn-i Kesîr, Tefsirü’l-Kur’âni’l-Azîm, III, 604. 477 Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, IX, 265. 478 Mevdûdî, Tefhîmü’l-Kur’ân, II, 496. 479 Taberî, Câmiü’l-Beyân, XIII, 355-356.
94
ettiklerini göstermektedir. Şayet onlar Yusuf (a.s.)’a secde etmiş olsalardı, tahta çıkıp
oturmadan önce bunu yaparlardı. Çünkü tevazû’ bunu gerektirir. Ancak Allah’a yapılan şükür
secdesi ise tahta çıktıktan sonra da icrâ edilebilir.
Râzî, tüm bunları söyledikten sonra, aynı sûrenin 4. âyetinde geçen “ ��ج�ی3 �. ” yani
“…onları bana secde ediciler olarak gördüm.” ifâdesini ileri sürüp de Yusuf (a.s.) bu âyette
bizzât kendisine secde edildiğini ifâde ediyor denilemeyeceğini; aksine âyetteki bu ifâdenin
de “Onlar benim için, benim iyiliğimi isteyerek Allah’a secde ettiler” manasında olduğunu
ifade ettikten sonra: “Bana göre böyle olduğu kesin bir gerçektir. Çünkü, babalık hakkı,
yaşlılık, ilim, din ve peygamberlik mertebesinin daha mükemmel olması bakımından Hz.
Yakub’un kendisinden daha önde olmasına rağmen, babasının kendisine secde etmesine izin
vermesi, Yusuf (a.s.)’ın aklına ve dinine ters düşer.” demiştir.480
M. Hamdi Yazır da bu secde hakkında şöyle demektedir: “Ve hepsi onun için secdeye
kapandılar. Yani, anası, babası ve kardeşleri Yusuf (a.s.)’a kavuştukları için Allah’a şükür
ifâdesi olarak secdeye kapandılar. Bir görüşe göre o zaman âdet olduğu üzere Yusuf (a.s.)’a
karşı resmî bir selâm görevini yerine getirmek için secde durumuna geçip yere kapandılar.
Gerçi bu mana, ilk bakışta Yusuf (a.s.)’ın gördüğü rüyaya daha uygun gibi görünür. Lâkin
selâm secdesi olsa idi, ilk karşılaşma anında yapılırdı. Öyle yapılması icap ederdi. Zaten 4.
âyette geçen “ &CK�ل? رأ H��ج�� ” cümlesi de “Onları gördüm bana secde ediyorlardı” demek
olabileceği gibi “Benim için secde ediyorlar gördüm” anlamına da gelebileceğinden, Yusuf
(a.s.)’a kavuşturan Allah’a şükür secdesi şeklinde anlamak, her bakımdan uygun
düşmektedir.”481
4. Sihirbazların Hz. Musa’nın Mucizesini Gördüklerinde Secdeye Kapanmaları
Bilindiği gibi peygamberler kendilerini ümmetlerine kabul ettirebilmek için mucizeler
göstermek mecburiyetindedirler. Peygamberlere verilen mucizeler de kendi zamanlarında
revaçta olan şeylerden daha üstün özellikler taşıyordu. Bunun böyle olması tabii, bir bakıma
da gerekli idi. Çünkü aksi durumda mucizenin inandırıcı olması söz konusu edilemezdi.482 Bu
nedenledir ki Hz. Musa’ya da kendi döneminde çok yaygın olan sihirle ilgili mucize
verilmişti. Hz. Musa’ya verilen bu mucizenin anlatıldığı kıssada bizi ilgilendiren kısım
480 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XVIII, 169. 481 Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, IV, 2925. 482 Demirci, Muhsin, Tefsir Usulü ve Tarihi, İstanbul 2001, s.202.
95
sihirbazların Hz. Musa’nın mucizesini gördüklerinde secdeye kapanmalarıdır. Bu olay
Kur’ân’da üç yerde geçmektedir.
“ .B�ة وأ jا ()��ج�ی3 ا��� ��% ��H�q /34 ) ب-��A�رب/ () ا O� وه�رون � ”
“Sihirbazlar hep birden secdeye kapandılar. ‘Alemlerin Rabbine, Musa ile Harun’un
Rabbine iman ettik.’ dediler.”483
“ .B�Y9 ة jا ����ا ا��� ��% ��H�q /ه�رون ) ب O� و� ”
“Neticede sihirbazlar secdeye kapandı, ‘Harun ile Musa’nın Rabbine iman ettik.’
dediler.”484
“ .B�Y9 ة jا () ��ج�ی3 ا��� ��% ��H�q /34 ) ب-��A�رب/ () ا O� وه�رون � ”
“Sihirbazlar derhal secdeye kapandılar. ‘Alemlerin Rabbine, Musa ile Harun’un
Rabbine iman ettik.’ dediler.”485
Bu âyetlerde geçen “ ? ��جH�� ال�+E�ة %Oل ” : “Sihirbazlar derhal secdeye kapandılar.”
cümlesinde Hz. Musa’nın elindeki asasını attığına, onun, sihirbazların bütün yaptıklarını
yutan bir yılan hâline geldiğine, hakikatın ortaya çıktığına ve böylece de sihirbazların secdeye
kapandıklarına bir işaret vardır. Çünkü onlar yüksek tabakadan olan sihirbazlardı.
Binâenaleyh onlar Hz. Musa’nın yaptığı şeyin kendi yaptıklarından farklı olduğunu
gördüklerinde bunun kesinlikle bir sihir olmadığını anladılar. Sihirbazların başkanlarının
şöyle dediği anlatılır: “Biz büyümüzle insanlara gâlip oluyorduk ve âlet ve edevâtımız
elimizde kalıyordu. Eğer bu seferde gâlip olsaydık ve Hz. Musa’nın yaptığı da bir büyü
olsaydı, bizim attığımız şeyler hani, nerede?” Böylece o sihirbazlar, cisimlerin hâllerinin
değişmesinden (var iken yok olmasından) hareket ederek kâdir ve âlim bir yaratıcının
varlığına ve bu değişikliğin Hz. Musa’nın elinde meydana gelmesi ile de, onun Allah katından
gönderilmiş doğru bir peygamber olduğuna istidlâl ettiler. Böylece tevbe ettiler, iman ettiler
ve huşû’ ve hudû’larını tam ortaya koyan secdeye kapandılar.486
483 A’râf, 7/120-122. 484 Taha, 20/70. 485 Şuara, 26/46-48. 486 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XXII, 74-75.
96
Denildiğine göre o anda Hz. Musa ile Hz. Harun, Allah’a şükretmek maksadıyla -hak
batıla galebe çaldığından- secde ederler ve hemen arkalarındaki sihirbazlar da onlara uyar,
secdeye kapanırlar.487
Ayetteki “Sihirbazlar derhal secdeye kapandılar(atıldılar).” cümlesi ile o
sihirbazların secde etmeye mecbur bırakıldıkları manası kasdedilmemiştir. Onlar bu şekilde
övülmektedirler. Ahfeş bu konuda şöyle der: “Onlar çok hızlı secdeye kapandıkları için sanki
(başkaları onları) secdeye atıvermiş gibi oldu. Zira onlar kendilerini secdeye kapanmadan
alıkoyamadılar.”488 Mevdûdî, bu konuda şöyle diyor: “(O sihirbazlar,) Hz. Musa’nın asasının
gücünü gördüklerinde, ister istemez sanki biri onları zorluyormuş gibi hemen secdeye
kapandılar. Çünkü bunun bir sihir değil mucize olduğunu anlamışlardı.”489 Seyyid Kutup ise
şöyle diyor: “İşte bu durumda artık tartışma götürmeyen apaçık gerçeğe boyun eğmemek için
kendilerine hâkim olamadılar. Çünkü onlar herkesten daha çok onun gerçek olduğunu
biliyorlardı.”490 Zemahşerî ise şöyle der: “Onlar işi (durumu) ne kadar da ilginç! Çünkü onlar
önce değnek ve iplerini, küfür ve inkar için attılar. Ama kısa bir müddet sonra bu sefer de
başlarını şükür ve secde için yere atıp secdeye kapandılar. Binaenaleyh bu iki atma arasındaki
fark ne kadar büyüktür.”491
Evet sihirbazlar, asanın Allah’ın kudretiyle oradaki ip ve sopaların hepsini yuttuğunu
görünce bunun ilâhî bir iş olup bir sihir olmadığını anlayarak secdeye kapandılar. Buradaki
secde ile gerçek secde kasdedilmektedir. Taha ve Şuarâ sûrelerindeki âyetlerde hemen
anlamına gelen “ف” harfiyle kasdedilen süratten de bu anlaşılır. Böylece onların gerçek
secdeyi bildikleri belli olmaktadır. Ya da buradaki secde ile baş eğmek, huşû’ göstermek
manaları kasdedilmiştir. Yani mecâzî bir kullanım söz konusudur.492
Allahü Teâlâ onların önce secdeye vardıklarını, daha sonra da onların “Biz alemlerin
Rabbine, Musa ile Harun’un Rabbine iman ettik.” dediklerini bildirmiştir. İmanın secdeden
önce olması gerektiği halde, Cenâb-ı Hakk’ın bu şekilde buyurmuş olmasının sebebi ve
hikmeti nedir? Buna iki şekilde cevap verilebilir:
487 Arslan, Ali, Büyük Kur’ân Tefsiri (Hülâsatü’t-Tefâsir), VI, 144. 488 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XXII, 75. 489 Mevdûdî, Tefhîmü’l-Kur’ân, III, 257. 490 Seyyid Kutub, Fi Zılali’l-Kur’an, XI, 40. 491 Zemahşerî, Keşşâf, III, 73. 492 Arslan, Ali, Büyük Kur’ân Tefsiri (Hülâsatü’t-Tefâsir), VI, 144.
97
1. Onlar ilâhî bilgiyi elde edince, o anda secdeye kapandılar ve o secdelerini, ilâhî bilgi
ve imanı elde etmelerine karşılık, Allah’a bir şükür; küfürden imana geçişlerine dair bir
alâmet ve Allah için inkıyâd ve tezellülde bulunmalarının bir göstergesi yapmışlardır. Böylece
onlar, sanki o tek secdelerini, toplu halde bu üç manaya bir alâmet kılmışlardır.
2. Onların secdeye kapandıkları esnada “Biz alemlerin Rabbine, Musa ile Harun’un
Rabbine iman ettik.” demiş olmaları da uzak bir ihtimal değildir. Böyle olması halinde bu
soru ortadan kalkar; ama doğru olan izâh, ilk açıklamadır.493
Alimler demişlerdir ki, bu âyet ilmin fazileti hakkında en büyük delillerdendir. Çünkü
diğerleri bilgisizliklerinden dolayı “Bu, bir sihirdir.” denilince şüpheye düştüler, halbuki bu
sihirbazlar sihrin sınırını ve sihrin ne demek olduğunu bilmeleri ve konuya vâkıf bulunmaları
sayesinde Hz. Musa’nın asası ile meydana gelen olayın sihirden bambaşka şey olduğunu,
bunun göz boyacılığı ve insan gücüyle olabilecek bir şey olmadığını hemen anlayıp, bunun
ilâhî bir mucize olması lazım geldiğini anında fark ettiler. Eğer bu hususda bilgileri ve
mahâretleri olmasaydı ve sihrin özüne hakkıyla vâkıf olmasalardı, o zaman kendi kendilerine
“Belki bu bizden daha iyi biliyormuş, onun için bizim bilmediğimiz ve yapamayacağımız bir
sihir yapmıştır.” diyebilirlerdi. Fakat böyle demediler ve bu hususda hiç şüphe ve tereddüde
düşmediler ve kendilerini tutamayarak derhal (secdeye kapanarak) küfürden imana geçtiler.
Şu halde sihir ilminde bile ihtisâs bu kadar faydalı sonuçlar verirse, Hakkın birliği itikadında
ve tevhid inancında ihtisâs, insanlığın gelişmesine ne kadar yüksek faydalar sağlar bir
düşünmeli.494
5. Her Şey Allah’a Secde Eder
“ وا�QR�ل )�i��و/ وCD��,s وآ ه� 5 �N واY�رض ا���-�وات 9. 3� ی��� و�,�: ”
“Göklerde ve yerde kim varsa onlar da, gölgeleri de sabah akşam ister istemez
Allah’a secde eder.”495
“ ی�;*G ون �� وهC وا�-,�+*( دا)�( 3� اY�رض 9. و�� �واتا���- 9. �� ی��� و�,�: ”
“Göklerde ve yerde olan canlılar ve melekler, kendilerine hiçbir yüksünme
gelmeyerek, Allah’a secde ederler.”496
493 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XIV, 168. 494 Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, IV, 2234-2235. 495 Ra’d, 13/15.
98
“ C�رض 9. و3� �واتا���- 9. 3� �: ی��� ا�,�: أن� ت أY�ا F-�2وا� -B�م وا �'Hل وا��G��وا���واب' وا��2� وا
4kس 3� وآ��H4 ا�k4: @�1 وآ,N ابWA�3 و3� اDا�,�: إن� �* م 3� �: 9-� ا�,�: ی lA?ی�2ء �� ی ”
“Görmedin mi, göklerde olan herkes (her şey) ve yerde bulunan herkes (her şey),
güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların bir çoğu hakikaten Allah’a
secde ediyor. Bir çoğunun üzerine de azap hak olmuştur. Allah kimi hor kılarsa onu saadete
kavuşturacak (hiçbir kuvvet) yoktur. Şüphesiz ki Allah ne dilerse (onu) yapar.”497
Allahü Teâlâ bu üç âyette zâtının tek ve ortağı olmaksızın ibâdete müstehâk olduğunu,
her şeyin isteyerek veya istemeyerek O’nun azâmeti karşısında secde ettiğini, secde etmeye
tahsîs edilen her şeyin secdelerini haber veriyor.498 Göklerde meleklerin, güneş, ay ve
yıldızların; yerde ise insanı, cini ve hayvanları ile her çeşit canlının; dağların ve hatta
gölgelerin dahi Allah’a secde ettikleri zikrediliyor.
5.1. Meleklerin Secdesi
Kur’ân-ı Kerîm’e göre, Allah Hz. Âdem’i yarattığı ve ona ruh verdiği zaman
meleklere, “Hz. Âdem’e secde edin!” diye emretmiş, bütün melekler bu emre uymuşlar ve
secde etmişlerdir. Ancak İblis kendisinin ateşten, Âdem’in ise topraktan yaratıldığını ileri
sürerek bu emre karşı gelmiştir. Bu Hz. Âdem’e secde meselesini biz bu bölümün başında
uzun uzadıya ele aldık, bu meselenin teferruâtı için oraya bakılabilir. Ayrıca Kur’ân-ı
Kerîm’in başka âyetlerinde de meleklerin yalnızca Allah’a secde ettikleri anlatılmaktadır:
�GN :0دت: 3N ی�;*G ون �� ر)/& HN� ا��Wی3 إن� j/G�ی���ون و�: وی
“Şüphe yok ki Rabbinin katındakiler O’na kulluk etmekten asla kibirlenmezler, O’nu
tesbih ve yalnız O’na secde ederler.”499
نی�;*G و �� وهC وا�-,�+*( دا)�( 3� اY�رض 9. و�� ا���-�وات 9. �� ی��� و�,�:
“Göklerde ve yerde olan canlılar ve melekler, kendilerine hiçbir yüksünme
gelmeyerek, Allah’a secde ederler.”500
496 Nahl, 16/49. 497 Hac, 22/18. 498 İbn-i Kesîr, Tefsirü’l-Kur’âni’l-Azîm, IV, 416. 499 A’râf, 7/206. 500 Nahl, 16/49.
99
Ayrıca Ra’d, 13/15 ile Hac, 22/18. âyetlerde geçen “…göklerde olanlar…” ifâdesiyle
de melekler kasdedilmiş olup bu âyetlerde de meleklerin Allah’a secdeleri anlatılmaktadır.
Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuş: “Allah Teâlâ’nın öyle melekleri vardır ki, O’nun
korkusundan kemikleri titrer. O meleklerden birinin gözünden bir damla yaş düşecek olsa,
mutlaka namaz kılan bir meleğin üzerine düşer. Ve yine o meleklerden bir kısmı Allah’ın
gökleri ve yeri yarattığı günden beri secdedirler. Başlarını hiç kaldırmamışlardır. Kıyâmete
kadar da kaldırmayacaklardır. Ve yine o meleklerden bir kısmı rükû’dadırlar. Başlarını
Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günden beri kaldırmamışlardır. Kıyâmete kadar da
kaldırmayacaklardır. Başlarını kaldırdıkları zaman Allah’ın zâtına bakıp derler ki: ‘Tesbîh
ederiz seni. Gerektiği gibi sana ibâdet edemedik.’”501
5.2. İnsanların Secdesi
Hac sûresinin 18. âyetinde insanların sınav ortamının icâbı olarak hür irâdeleriyle baş
başa bırakılmaları neticesinde topyekün bir teslimiyet ve itaat içinde olmadıkları, dolayısıyla
birçok insan Allah’a itaat edip kurtuluşa ererken nicelerinin de azabı hak etmiş olacağı uyarısı
yapılmaktadır.502
İnsanların taraf-ı ilâhîden gelen her türlü avârızdan imtinâ edemeyip elbette inkıyâd
ettikleri cihetle cümlesi secde ediyorlarsa da bazıları mükellef oldukları secdeden imtinâ ve
temerrüd ettikleri cihetle onların ekserîsinin secde ettiklerini beyânla secde etmeyenlere ta’rîz
olunduğu gibi secde etmeyenler üzerine azabın vacib olduğu (bu âyette) tasrih edilmiştir.503
5.3. Hayvanların Secdesi
Nahl suresinin 49. âyetinde tekil olarak, Hac suresinin 18. âyetinde ise “=ال�+واب”
şeklinde çoğul olarak zikredilen “)�(دا” kelimesi, Arapça’da “yavaş ve sessiz yürümek, nüfûz
ve sirâyet etmek” manalarına gelen “debb” veya “debîb” kökünden türemiş bir sıfat (ism-i
fâil) olup, “yeryüzünde yürüyen her tür canlı” ve özellikle “binek hayvanı” anlamlarında
kullanılır. Kur’ân-ı Kerim’in on dört âyetinde tekil, dört âyetinde de çoğul şekliyle (devâb)
yer alan kelime, bazen sadece yeryüzünde yürüyen, bazen hem yerde hem gökte bulunan,
501 İbn-i Kesîr, Tefsirü’l-Kur’âni’l-Azîm, VI, 347. 502 Karaman, Hayrettin; Çağrıcı, Mustafa; Dönmez, İbrahim Kafi; Gümüş, Sadrettin, Kur’ân Yolu, IV, 15. 503 Mehmet Vehbi, Hülâsatü’l-Beyân, IX, 3519.
100
bazen de yer belirtmeksizin mutlak olarak hareket eden bütün canlılar manasına gelir.504 Bu
iki âyette ise “dabbe” kelimesi, bütün hayvanlar manasındadır.505
Hayvanlar gibi mükellef olmayan mahlûkâtın secdeleriyle murâd, taraf-ı ilâhîden
kendilerine nâzil olan avârız ve havâdisi reddedemeyip kabul etmeleridir. Çünkü emr-i ilâhîye
muhâlefet edememeleri, mükellef olanların secdelerine müşâbih olduğundan teşbih tarikiyle
“secde ederler” denilmiştir ki “emr-i ilâhîye itaat ederler” demektir.506
5.4. Bitkilerin Secdesi
Cenâb-ı Hak, Rahman sûresinde şöyle buyuruyor:
C��Hی���ان وا��2� وا�
“Sakı (sapı, gövdesi) olmayan nebat da, ağaç da (O’na) secde ederler.”507
Bu âyette geçen necm kelimesi hakkında şu iki izâh yapılmıştır: Birincisi necm,
gövdesi olmayan bitki demektir.508 Bu, İbn-i Abbas’ın görüşüdür.509 İkinci izâha göre, necm,
yıldız manasındadır. Bu ise Hasan-ı Basrî ve Mücahid’in görüşüdür.510 Ancak birinci mana,
daha açıktır. Çünkü Cenâb-ı Hak bu kelimeyi şecer yani ağaç kelimesiyle birlikte ve (bir
önceki âyette zikredilen) güneş ve ay mukabilinde zikretmiştir. Böylece de iki semâvî varlığa
karşılık iki yeryüzü varlığını zikretmiş olur.511 Yine bu âyette geçen şecer kelimesi ise
gövdesi olan bitkiler manasındadır.512
Bitki ve ağaçların secde etmesi ne demektir? Bu hususta şunlar söylenmiştir:
1. Bitki ve ağaçların secde etmesi, onların gölgelerinin secde etmesi manasındadır.513
Bu açıklamayı Dehhak yapmıştır. Ferrâ ise şöyle demiştir: “Bunların secdeleri, güneş
504 Zeki Sarıtoprak, Dâbbetü’l-Arz, DİA, VIII, 393. 505 İbn-i Kesîr, Tefsirü’l-Kur’âni’l-Azîm, IV, 417. 506 Mehmet Vehbi, Hülâsatü’l-Beyân, IX, 3519. 507 Rahman, 55/6. 508 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XXIX, 79; Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, XVII, 153. 509 Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, XVII, 153. 510 Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, XVII, 154. 511 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XXIX, 79. 512 Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, XVII, 153; Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, VII, 4664. 513 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XXIX, 79; Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, XVII, 154.
101
doğduğu zaman güneşe dönük olmaları sonra gölge çekilinceğe kadar onunla birlikte
gölgelerinin de kayması ile olur.514
2. Bitki ve ağaçlar, Allah’a boyun eğerler, O’nun irâdelerine tab’an inkıyâd ederler,
kanunları karşısında elâstikiyetle istediği vaz’iyyeti alırlar515 manasındadır. Dolayısıyla onlar
hep yerden bitip çıkıyorlar. Allah’ın izniyle bu çıkışa ve boyun eğmeye devam ediyorlar.
Böylece de Cenâb-ı Hak, güneşi ve ayı dairevî bir şekilde hareket etmeye; bu bitkileri de
yukarıya doğru, dikey harekete mecbur kılmıştır. Bu sebeple de bitkilerin hep yerinde duruşu,
secdeye teşbih edilmiştir. Çünkü secdede olan, sabit ve hareketsizdir.
3. Her ne kadar görülmese de bu bitkiler, gerçekten secde ederler ve bu, anlaşılmasa
bile, tıpkı her birinin Allah’ı tesbih edişleri gibidir. Nitekim Allahü Teâlâ, “Her şey Allah’ı
tesbih eder. Fakat siz onların tesbihini anlayamazsınız.”516 buyurmuştur.
İbn Abbâs’tan gelen bir rivâyete göre o, şöyle demiştir : “Bir adam geldi ve : Ey
Allah’ın elçisi, bu gece rüyâmda kendimi gördüm. Sanki bir ağacın arkasında namaz
kılıyordum. Ben secde ettim. Ağaç da benim secdem üzerine secde etti. Onun şöyle dediğini
işittim : ‘Ey Allah’ım, bununla benim için katında mükâfat yaz. Benim bir günâhımı alçalt.
Bunu benim için katında bir azık kıl. Kulun Dâvûd’dan kabul ettiğin gibi bunu benden kabul
et.’ İbn Abbâs der ki: Hz. Peygamber (s.a.v.) bu âyeti okudu, sonra secde etti. (Secdede) o
adamın ağacın sözü olarak haber verdiği gibi söylediğini işittim.”517
4. Secde, alnı yere koymak ya da başın yere doğru olması demektir. Gövdeli ve
gövdesiz bitkilerin başları da gerçekte yere doğru, ayakları ise göğe doğrudur. Çünkü
canlıların gıdalarını almaları başları sayesinde; bitkilerin gıdalarını almaları ise kökleri
sayesinde olur. Bir de baş olmadan hayat olmaz. Bitkilerin de köklerine bir arıza girdiğinde,
taptaze olarak ayakta kalmazlar. Ama dalları ve tepeleri kesildiğinde hayatiyetlerini
sürdürebilirler. İşte bundan ötürü bitkilerin de üst taraflarına baş denmiştir. Buna göre gövdeli
ve gövdesiz bitkilerin başları, hep yere doğrudurlar. O halde bunların secde edişleri, hakikî
manada değil, bir teşbih olacaktır.
Ayrıca bu âyette necm kelimesinin şecer kelimesinden önce getirilmesinde, “eş-şemsü
ve’l-kamerü” ifadelerine lafzî bakımdan bir uyum bulunduğu gibi mana bakımından da şöyle
514 Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, XVII, 154. 515 Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, VII, 4664. 516 İsra, 17/44. 517 Tirmizî, Salat 55 (579); İbn-i Mace, İkametü’s-Salat 70 (1053).
102
bir incelik yatmaktadır: Necm’in secde etmesi (ağacın secde etmesinden) daha açık olarak
anlaşılır. Çünkü böyle gövdesiz bitkiler, secde eden insan gibi yere serilip yayılmıştır ve bu,
tıpkı güneşin hesapla ilgisinin (ayın hesapla ilgisinden) daha yakın olması gibidir. Çünkü
güneşin hareketlerini hesap etmek, takvimcilere göre, ayınkini hesap etmekten daha
kolaydır.518
Öte yandan âyette geçen necm kelimesinin yıldızlar anlamına geldiğini söyleyenlerden
Mücâhid’e göre, yıldızların secdesi, gölgelerinin dönmesi ile olur.519 Yıldızların secdesinin,
onların kaybolmaları olduğu; ağaçların secdesinin ise meyvesinin toplanmasının mümkün
olmasıdır, diye de açıklanmıştır.520
Mehmet Vehbî Efendi bu âyet hakkında şöyle diyor: “Bu âyette Vâcip Teâlâ’nın fâil-i
muhtâr olduğuna delâlet vardır. Ağaçların nefsinde olan ağırlıkları onların tabiatları sıklet
merkezi (ağırlık merkezi) olan süfliyyet iktizâ ederken yukarı gitmesi fâil-i muhtârın
ihtiyârıyla olduğuna delâlet eder. Çünkü eğer tabiat vasıtasıyla olmuş olsaydı tabiatının
iktizâsı merkezi siklete gitmesidir. Şu halde tabiatın hilâfı cânib-i ulviyete doğru gitmesi, fâil-
i muhtârın ihtiyârıyla olduğunda şüphe yoktur.
Vâcip Teâlâ, insanlara vermiş olduğu nimetleri zikrederken otları ve ağaçları (da)
zikretmiştir. Zîrâ otlar, cümle hayvânâtın rızkının esâsıdır. Eğer otlar olmasa hiçbir hayvan
yaşayamaz ve bilhassa insan katiyen idâme-i hayat edemez. Çünkü insanın rızkı nebâtâta ve
nebâtâttan hasıl olan hubûbât, süt ve et gibi şeylere münhasır olduğundan nebâtât olmasa
insan için yaşamak mümkün değildir. Şu halde vücût nimetinden sonra insan için en büyük
nimet rızık olduğundan Cenâb-ı Hak hilkatten sonra insanın rızkının esâsı olan otları
zikretmiş ve insanın bakâ-yı hayatına hâdim olan otların secdelerini beyânla insanın Cenâb-ı
Hakk’a secde etmeye daha lâyık olduğuna işâret buyurmuştur.”521 O halde insanlar da tav’an
(isteyerek) Allah’ın emirlerine inkıyâd ederek nimetlerine şükür için secdeyi bilmelidirler.522
5.5. Güneş, Ay ve Yıldızların Secdesi
Allahü Teâlâ Hac sûresinin 18. âyetinde “… güneş, ay ve yıdızların Allah’a secde
ettiklerini görmüyor musun?” buyurmuştur. Güneş, ay ve yıldızlar bu âyette özellikle ve
518 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XXIX, 79. 519 Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, XVII, 154. 520 Maverdî, Ebü’l-Hasan Ali b. Muhammed b. Habib (450/1058), en-Nüket ve’l-Uyun: Tefsirü’l-Maverdî, Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1992, V, 424. 521 Mehmet Vehbi, Hülâsatü’l-Beyân, XIV, 5693. 522 Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, VII, 4664.
103
ismen zikredilmişlerdir. Zira Allah’ın dışında ibâdet edilen şeyler bunlardır. Allahü Teâlâ
bunların da yaratıcılarına secde ettiklerini, Allah’ın emrine müsahhar kılındıklarını beyân
etmiştir.523 Çünkü müşrikler yıldızlara secde etmekteydiler. Bunun üzerine Allahü Teâlâ
kendisinden başkasına secde edilmesini yasaklayarak şöyle buyuruyor:524
“ إی��d آC;H إن �,�3DB ا��Wي �,�: وا���وا �,B- و�� �,F-�2 ت���وا �� واB�- وا�F-�2 وا��D�Hر ا�,�q l4ی�ت: و3�
”تGA�ون
“Gece, gündüz, güneş ve ay O’nun ayetlerindendir. Güneşe de aya da secde etmeyin!
Onları yaratan Allah’a secde edin, eğer O’na ibadet edecekseniz.”525
Ebû Zer (r.a.) şöyle rivâyet etmiştir: “Bir gün Peygamber (s.a.v.) (ashâbına): ‘Bu
güneş nereye gider biliyor musunuz?’ demiş. Ashâb: ‘Allah ve Rasûlü bilir’ cevabını
vermişler. Rasûlullah (s.a.v.): ‘O, tâ arşın altındaki karargahına varıncaya kadar gider ve
(orada) secdeye kapanır. Kendisine: Kalk, geldiğin yere dön! denilinceye kadar o halde kalır.
Bunun üzerine (geri) döner ve sabahleyin doğduğu yerden tekrar doğar. Sonra yine arşın
altındaki karargâhına varıncaya kadar akıp gider ve (yine) secdeye kapanır. Kendisine: Kalk,
geldiğin yere dön! denilinceye kadar o halde kalır. Ve (tekrar) dönerek sabahleyin doğduğu
yerden doğar. Bilâhere artık insanlar onun hiçbir halini yadırgamaz olarak arşın altındaki o
karargâhına varıncaya kadar akıp gider. Nihâyet kendisine: Kalk, (yarın sabah) battığın
yerden doğ! denilir; o da battığı yerden doğar.’ buyurmuş ve sözüne şöyle devam etmiştir:
‘Bu ne zaman olacak bilir misiniz? Bu, evvelce iman etmeyen yahut imanında bir hayır
kazanmayan hiçbir kimseye (o günkü) imanının fayda vermeyeceği zamandır.’”526
Nevevî: “Güneşin secdesi, temyiz ve idrakle olur. Allahü Teâlâ Hazretleri bu hassayı
onda halk eder.” diyor.527
Ebu’l-Âliye der ki: “Gökte hiçbir yıldız, güneş ve ay yoktur ki battığı zaman Allah
için secdeye kapanmasın. Sonra kendisine izin verilinceye kadar secdeden ayrılmaz. Doğacağı
yere dönünceye kadar sağ tarafında durur, yerini alır.”528
523 İbn-i Kesîr, Tefsirü’l-Kur’âni’l-Azîm, IV, 417. 524 Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetüllahi’l-Baliğa, I, 228. 525 Fussilet, 41/37. 526 Buharî, Tefsir, Yasin 1 (4802); Müslim, İman 250 (159); Tirmizî, Tefsirü Yasin 2 (3227). 527 Davudoğlu, Ahmet, Sahîh-i Müslim Tercemesi ve Şerhi, II, 69 (581). 528 İbn-i Kesîr, Tefsirü’l-Kur’âni’l-Azîm, IV, 417.
104
Göklerin Allah’a secde ve itaat edişi üzerine “Risâle fî’l-ibâne an sücûdi’l-cirmi’l-
aksâ” adlı bir risâle529 te’lif eden el-Kindî (252/868)’nin, “O halde gezegenler sözkonusu
olunca, secdeye, âmirin emrine itaat etme anlamının dışında başka bir anlam verme imkanı
kalmıyor.”530 şeklindeki sözünün bu konuda söylenenlerin bir özeti olduğu söylenebilir.
5.6. Gölgelerin Secdesi
Allahü Teâlâ Nahl ve Ra’d sûrelerinde şöyle buyurmaktadır:
C�ی وا أو O�1 �� إ,�دا� ون وهC �,�: ����ا وا�l+�-�2 اs 3N 34-4�,��: ی;?Y�4 ش.ء 3� ا�,�:
“Onlar Allah’ın yarattığı herhangi bir şeye (dikkatle) bakmadılar mı ki onların
gölgeleri bile zelil zelil Allah’a secde ederek durmadan sağa sola dönüyor.”531
وا�QR�ل )�i��و/ �CD�وs, وآ ه� 5 �N واY�رض ا���-�وات 9. 3� ی��� و�,�:
“Göklerde ve yerde kim varsa onlar da, gölgeleri de sabah akşam ister istemez
Allah’a secde eder.”532
Bu iki âyette geçen gölgelerin secde etmesinden murâd nedir? Bu hususta değişik
izâhlar yapılmıştır:
1. Gölgelerin secde etmesinden murâd, teslim olma, boyun eğme ve inkıyâd
manasıdır.
Zîrâ Allahü Teâlâ, gök cisimlerini ve yıldızları, ışıkları yeryüzüne düşecek şekilde
belli bir takım prensipler çerçevesinde düzene koymuştur. Biz, bu ışıkların ve gölgelerin,
yeryüzüne ancak Allah’ın tedbîr ve takdîrine uygun olarak düştüklerini görürüz. Böylece biz,
güneş doğduğunda katı cisimlerin, batı tarafına doğru uzanan birtakım gölgelerinin düştüğünü
müşâhede ederiz. Sonra güneş doğup yavaş yavaş yükseldikçe, bu gölgelerin de, güneşin
zeval vaktine gelmesine kadar gittikçe küçüldüğünü ve tamamen kaybolduğunu görürüz.
Nihâyet güneş, zevalden batıya doğru meylettiği zaman, bu sefer gölgelerin doğuya doğru
düştüğünü görürüz. Güneşin batıya doğru meyli arttıkça, gölgelerin doğuya doğru uzaması da
529 Bu risâle, “Göklerin Allah’a Secde Edişi Üzerine” başlığı adı altında Türkçe’ye tercüme edilmiş ve Kindî’nin diğer risâleleriyle birlikte yayınlanmıştır. Bak. el-Kindî, Yakub b. İshak, Felsefî Risâleler (trc. Mahmut Kaya), İstanbul 1994, s. 114-126. 530 el-Kindî, Felsefî Risâleler, s. 114-115. 531 Nahl, 16/48. 532 Ra’d, 13/15.
105
artar. Bu durumu bir gün içinde müşâhede edebileceğimiz gibi, bir sene boyunca sağ ve sol
tarafta gölgelerin farklılık arz ettiğini de müşâhede edebiliriz. Bütün bunlar, güneşin
hareketinin, güneyden kuzeye doğru ve kuzeyden güneye doğru değişmesi sebebiyle olur.
Binâenaleyh gölgelerin, (güneşin doğduğu battığı nokta açısından) meydana gelen günlük
değişiklikler sebebi ve bir sene boyunca güneşin yörüngesinin sağında ve solunda meydana
gelen farklılıklar sebebiyle, değişiklik arzettiğini müşâhede edip, bu gölgelerin belli bir tarz
ve sıra ile düştüklerini görünce, bütün bunların, Allah’ın kudretine boyun eğdiklerini, O’nun
takdîr ve tedbîri karşısında eğildiklerini anlıyoruz. O halde âyette bahsedilen secde, bu
durumu anlatmaktadır.533
2. Diğer bir izâha göre gölgelerin secdesinden murâd, gölgelerin yeryüzüne düşmesi
ve secde eden kimsenin şeklini almalarıdır. Nitekim Ebu’l-Alâ el-Mearrî bir vadiyi tavsîf
ederken şöyle diyor:
“ mد�ف �7.< ال�,3 %.@ ���Eب ...���K;ال Jول{رض زي ال�اه ”
“Uzun uzun secde eden bir uçurum ve kendini iyice ibâdete vermiş bir rahip
kılığındaki yer..” demiştir. Dolayısıyla gölgelerin şekli, secde edenlerin şekline benzediği için,
Cenâb-ı Hak, gölgeler hakkında secde etme vasfını kullanmıştır. Hasan-ı Basrî: “Senin
gölgen, Rabb’ine secde ediyor, ama sen etmiyorsun. Bu yaptığın ne kötüdür.” demiştir.534
Mücâhid ise: “Müminin gölgesi, Allah’a isteyerek; kafirin gölgesi de istemeyerek secde
eder.” demiştir.535
İbnü’l-Enbârî der ki: “Gölgelere akıl verilir, onlar da bu akılları ile secde ederler ve
Allah’a saygı ile itaat ederler. Nitekim dağlara anlama ve kavrama kâbiliyeti verilerek onlara
hitap edildiği ve onların da hitap ettikleri belirtilmektedir.” Kuşeyrî buna şöyle cevap
vermiştir: “Böyle bir açıklama çok su götürür. Çünkü dağ bir cisimdir. Onun akıl sahibi
olması ancak hayat sahibi olmasıyla mümkündür. Gölgeler ise iz ve arazdır. Bunların hayat
sahibi olması düşünülemez.”536
Yine Mehmet Vehbi Efendi şöyle diyor: “Gölge, akıl sahibi varlıklardan olmadığı
cihetle, hakîkî secde, gölgede tasavvur olunmaz ve lâkin mükellef olan kimsenin Rabbine
kemâl-i itaatını izhâr için tevazû’nun en nihâyesi olan yere kapanmakla secde ettiği gibi gölge
533 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XX, 35. 534 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XX, 35-36. 535 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XIX, 25; Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, IX, 302. 536 Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, IX, 302.
106
de yere döşenip azâmet-i ilâhîye karşısında kemâl-i itaat üzere bulunmasından secdeyle tabir
olunmuştur.
Akıl sahibi olmadıkları cihetle tekâlife (yükümlülüğe) mahal olmayan cisimlerin
gölgeleri, emr-i ilâhîye imtisâle âmâde ve her vakit kudret-i ilâhîye altında ezilmekle yere
döşenmiş olduğunu görüp insanların onlardan ibret almaları lazım olduğu bu âyet(ler)den
müstefâd olan fevâid cümlesindendir.”537
6. Allah’ın Ayetleri Okunduğu Zaman Secdeye Kapanma
Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’de peygamberlerin, ehl-i kitabın ve müminlerin âyetler
karşısında secde ettiklerini buna karşılık müşriklerin ise secdeden kaçındıklarını haber
vermektedir.
6.1. Peygamberlerin Secdesi
&X�ی3 أوWا�� CA0ا�,�: أ CD4,N 3� 34/4G�Hدم ذر/ی�( 3� ا�q 3�-�و �H,-@ و�-�3 وإ� ا+l4 إ) اهC4 ذر/ی�( و3� 0 ح �
�Hه�ی �H4G;إذا واج O,;ت CD4,N ی�تq 3-@� وا ا�' �و)*�o4 ����ا
“İşte bunlar, Allah’ın kendilerine nimet verdikleri peygamberlerden, Âdem’in
zürriyetinden, Nuh ile beraber taşıdıklarımızdan, İbrahim ile İsrail’in neslinden, hidayete
erdirdiğimiz ve seçtiğimiz kimselerdendir. Onlar çok esirgeyici (Allah’ın) ayetleri okunduğu
zaman ağlayarak secdeye kapanırlar.”538
Bu âyette hangi peygamberlerin kasdedildiği hakkında Süddî ve İbn-i Cerîr şöyle
diyorlar: “Hz. Âdem’in zürriyetinden kasdedilen, İdris (a.s.)’dır. Hz. Nuh ile beraber gemide
taşınanların zürriyeti ile kasdedilen, İbrahim (a.s.)’dır. Hz. İbrahim’in zürriyetinden
kasdedilen, Hz. İshak, Hz. Yakub ve Hz. İsmail’dir. İsrâîl zürriyetinden kasdedilen ise, Hz.
Musa, Hz. Harun, Hz. Zekeriyya, Hz. Yahya ve Hz. İsa’dır.”539
Ancak İbn-i Kesîr’e göre bu peygamberlerden maksât, yalnızca bu âyet-i kerimede
sözü edilenler değil; aksine bütün peygamberlerdir. İbn-i Kesîr Enâm suresinin 83-90. âyetleri
ile Mü’min suresinin 78. âyetini bu görüşüne delil olarak getirir.540
537 Mehmet Vehbi, Hülâsatü’l-Beyân, VII, 2835-2836. 538 Meryem, 19/58. 539 İbn-i Kesîr, Tefsirü’l-Kur’âni’l-Azîm, IV, 282; Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, XI, 120. 540 İbn-i Kesîr, Tefsirü’l-Kur’âni’l-Azîm, IV, 283.
107
el-Asamm dedi ki: “Rahmân’ın âyetlerinden kasıt, O’nun tevhid edilmesine dair belge
ve delilleri ihtivâ eden kitaplardır. Onlar bunları okuduklarında secde eder ve ağlarlardı.”
Ancak İbn-i Abbas’tan gelen bir rivâyete göre Rahmân’ın âyetlerinden kâsıt Kur’ân-ı
Kerim’dir. Onlar Kur’ân’ı okuduklarında secde ederler ve ağlarlardı. El-Kiyâ (et-Taberî) ise
şöyle demiştir: “Onun bu sözlerinden bütün peygamberlere okunanın, Kur’ân-ı Kerim olduğu
anlaşılmaktadır. Ancak durum böyle olsaydı Kur’ân-ı Kerim’in özel olarak Rasûlullah’a
indirilmiş olması söz konusu olmazdı.”541
Râzî’ye göre, buradaki Rahmân’ın âyetlerinden murâd, Cenâb-ı Hakk’ın onlara vermiş
olduğu semâvî kitaplardaki âyetlerdir. Ebû Müslim, buradaki âyetlerden murâd, kafirlerin
başına gelen azabı anlatan âyetler olduğunu söylemiştir. Bu, uzak bir ihtimaldir. Çünkü,
cennet, cehennem vesâir konuları anlatan diğer âyetler, okunduğu zaman secde etmelerine ve
ağlamalarına daha uygundur. Binâenaleyh buradaki ayetleri, va’d, vaîd, terhib ve terğib ifade
eden bütün âyetlere hamletmek gerekir. Çünkü bütün bunlar, üzerinde düşünecek olan
kimseleri secdeye götürecek ve ağlatacak âyetlerdir.542
Mehmet Vehbî Efendi ise şöyle diyor: “O (peygamber)lerin üzerine okunan âyetlerle
murâd, kendilerine nâzil olan kitapların âyetleridir… O peygamberler, envâ-ı nimetlerini
in’âm eden Rahmân Teâlâ’nın kudretine ve vahdâniyetine delâlet eden âyetler okunduğunda,
kemâl-i tevâzu’ ile alınlarını türâb-ı mezellete koymakla secde eder ve celâlet-i ilâhîye ve
azâmet-i sübhâniye karşısında eltâfını istirhâm ederek yere kapanırlar.”543
İbn-i Kesîr şöyle diyor: “(O peygamberler) Allah’ın hüccetlerini, delillerini ve
burhanlarını içeren kelâmını işittikleri zaman Rableri için boyun eğerek, içinde bulundukları
büyük nimetlere şükür ve hamd ederek secdeye kapanırlardı.”544
Alimler bu âyetteki secde hakkında ihtilâf etmişlerdir. Bazıları, “Bu (secde),
namazdır.” derken; bazıları da “Bu (secde)den murad, tilâvet secdesidir.” demiştir. Zira
peygamberlerin secdeye kapanmaları tilâvete ta’lik olunmuştur.545 Bundan murâdın huşû’ ve
hudû’ olduğu da söylenmiştir.546
541 Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, XI, 120-121. 542 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XXI, 200. 543 Mehmet Vehbi, Hülâsatü’l-Beyân, VIII, 3235. 544 İbn-i Kesîr, Tefsirü’l-Kur’âni’l-Azîm, IV, 283. 545 Mehmet Vehbi, Hülâsatü’l-Beyân, VIII, 3236. 546 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XXI, 200.
108
Sonuç olarak Mehmet Vehbi Efendi şöyle diyor: “İşte Kur’ân’da şu menâkıpları beyân
olunan enbiyâ-yı izâmın âyetler okunduğunda kemâl-i tevâzû’ ve hudû’ üzere bulunduklarını
ve ağladıklarını beyânla Cenâb-ı Hakk’ın onları senâ buyurması, ümmet-i Muhammed’e
Kur’ân okunduğunda kemâl-i edep ve tevâzû’ ile dinlemelerini, lazım gelen ta’zîmi
yapmalarını, Kur’ân’ın hakkına hürmet ve mûcibiyle amel etmelerini tavsiye etmektir. Çünkü
Allah’ın âyetlerine riâyetin enbiyânın sünnetleri olduğunu beyân, onların sünnetlerini ihyâ
etmeye terğibtir. Binâenaleyh, bu âyeti okuyan ve işitenin secde etmesi sünnettir.”547
6.2. Ehl-i Kitâbın Secdesi
Allahü Teâlâ, Kur’ân’da âyetlerinin okunmasıyla secdeye kapananların yalnızca
peygamberler olmadığını ve ehl-i kitaptan bazılarının da âyetler kendilerine tilâvet olununca
secde ettiklerini şöyle bildiriyor:
l% ا H�q :( ا �� أو H�vی3 إن� تWا ا�� � ن () ����ا �,Yذ%�ن ی< 'ون CD4,N ی;,O إذا %G,: 3� اC,A� أوت Bن وی�jG�
�H/(آ�ن إن ر �Nو �H/(ر �� A?-� () ذ%�ن وی< 'ونY,� ن *Gی Cوی\ی�ه �N 2�
“De ki: ‘Ona ister iman edin, ister etmeyin. Çünkü bundan evvel ilim verilmiş olanlar
bile kendilerine karşı o tilavet olununca çenelerinin üstüne kapanarak secde ediyorlar.’ Ve:
‘Rabbimizi tenzih ederiz. Hakikat Rabbimizin vadi katiyen fiile çıkarılmıştır.’ diyorlar.
Ağlayarak çeneleri üstüne kapanıyorlar ve bu (Kur’an dinlemeleri de onların) derin saygısını
artırıyor.”548
Allahü Teâlâ, bu âyette “…daha önce kendilerine ilim verilmiş olanlar…” yani
“Kur’ân inmezden önce kendilerine ilim verilmiş olanlar” buyurmuştur. Mücâhid bunların,
Peygamberimiz (s.a.v.)’e indirilen âyetleri dinlediklerinde yere kapanıp secde eden bir grup
ehl-i kitap olduğunu söylemiştir ki Zeyd b. Amir Nüfeyl, Varaka b. Nevfel ve Abdullah b.
Selâm bunlardandır.549 Ancak bu İsrâ suresinin indiği Mekke’de kayda değer bir ehl-i kitap
topluluğu bulunmadığına göre bu görüş isâbetli görünmemektedir.550 Taberî ise bunların
Kur’ân inmeden önce karşılaşılan az sayıdaki ehl-i kitap müminleri olduğu kanaatindedir.551
Cenâb-ı Hak, bu âyette kendilerine ilim verilen kimseler, Kur’ân inmeden önce, daha
evvel indirilen kitapları incelemiş olup da vahyin, kitabın, din ve şeriatın ne olduğunu
547 Mehmet Vehbi, Hülâsatü’l-Beyân, VIII, 3236. 548 İsra, 17/107. 549 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XXI, 58; Mehmet Vehbi, Hülâsatü’l-Beyân, VIII, 3072 550 Karaman, Hayrettin; Çağrıcı, Mustafa; Dönmez, İbrahim Kafi; Gümüş, Sadrettin, Kur’ân Yolu, III, 455. 551 Taberî, Câmiü’l-Beyân, XV, 180-181
109
anlamış, peygamberlik delillerini öğrenmiş,552 din-i Muhammedî’nin zuhûrunu bekleyen,553
kendi kitaplarına sarılan ve onu tebdîl ve tahrîf etmeksizin uygulayan ehl-i kitabın salihleri,
kendilerine bu Kur’ân okunduğu zaman, yüzleri üstü secdeye kapandıklarını, Allah’ın
kendilerine verdiği nimete ve buna kendilerini ehil kılmasına şükür için secde ettiklerini ve bu
kitabın kendisine indirildiği peygambere ulaşmış olmalarından dolayı sevinç içinde
olduklarını554 ve secdelerinde “Bizim Rabbimiz cemi’ nekâisten münezzeh ve müberrâdır.
Binâenaleyh, (O’nu) cemi’ nekâisten takdîs etmek bizim üzerimize vâciptir. Zira Rabbimizin
gerek kütüb-i sâbıkada ve gerek Kur’ân’da bize va’di elbette vâki’ olacaktır.”555 dediklerini
haber veriyor.
Allahü Teâlâ burada onların hemencecik secdeye koşup yere kapandıklarını anlatmak
için “ون����” değil de “ون ل{ذ0�ن ��+�ا=�*�” buyurdu. (Zira) insanı Allah korkusu kapladığında,
bazen tıpkı bayılmış gibi, secde gâyesiyle yere kapanır. Durum her ne zaman böyle olursa,
onun çenesi üstüne kapanması, secde yerine geçmiş olur. Binâenaleyh, “…çeneleri üstüne
kapanarak secde ediyorlar.” ifadesi, onun son derece korku, endişe ve haşyet içinde
olmasından kinâye olmuş olur.556
Zemahşerî, “…çeneleri üstüne kapanarak secde ediyorlar.” cümlesini “yüzleri üzere
düşerler” şeklinde tefsir etmiştir. Bu tefsiri yaptıktan sonra da “Çeneleri üzerine” tabirinin
kullanılması, secde edenin yere ilk temas eden azasının çenesi olmasındandır.” demiştir. Fakat
Zemahşerî’nin bu yorumuna “Secde edenin yerle ilk temas eden uzvu, alın ve burundur.”
şeklinde itiraz edilmiş ve bu itiraza Zemahşerî şöyle cevap vermiştir: “Kişi secde etmeye
başladığı zaman onun yüzünün yere en yakın olan yeri, çenesidir.”557
Bu âyetin zâhirine bakılırsa, bu âlimlerin düşüşleri ve secdeye kapanmaları gerçekten
olmuştur. Fakat bazı müfessirler: “Böyle bir şey fiiliyatta olmamış; ancak âyetten maksât,
onlar dinlediklerine itaat ederler, ona tam manasıyla baş eğerler demektir.” demişlerdir.
Böylece kelâm, istiâre şeklinde vârid olmuştur.558
Allahü Teâlâ onların secdelerinde “Rabbimizi tenzih ederiz. Hakikat Rabbimizin vadi
katiyen fiile çıkarılmıştır.” dediklerini ifade ettikten sonra “ ,Onlar“ : ” ل{ذ0�ن ��Z�نو�*�=ون
552 Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, V, 3213. 553 Mehmet Vehbi, Hülâsatü’l-Beyân, VIII, 3072. 554 İbn-i Kesîr, Tefsirü’l-Kur’âni’l-Azîm, IV, 189. 555 Mehmet Vehbi, Hülâsatü’l-Beyân, VIII, 3072. 556 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XXI, 58. 557 Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 672. 558 Arslan, Ali, Büyük Kur’ân Tefsiri (Hülâsatü’t-Tefâsir), X, 363.
110
ağlayarak çeneleri üstü kapanıyorlar.” buyurmuştur. Bu tekrarın sebebi, iki hâlin birbirinden
farklı oluşudur. Bu farklılık da, onların evvelinde secdeye kapandıkları ve sonra Kur’ân’ı
işittikleri esnada da secdeye ağlayarak kapandıkları beyân olunmuştur.559 Bir de sözün
tekrarının, onların bu fiili tekrar tekrar yaptığına delâlet etmiş olması da mümkündür.560
Ayrıca Vâcip Teâlâ, ehl-i kitabın iman edenlerini Al-i İmran sûresinin 113. âyetinde
şöyle senâ buyurmuştur:
اء 4�� ا � 3� lن %�+-( أ��( ا�*;�ب أه ی���ون وهC ا�,��0q l4ء ا�,�: qی�ت ی;,
“Hepsi bi değildirler. Ehl-i kitabın içinde ayakta dikilen bir ümmet vardır ki gecenin
saatlerinde onlar secdeye kapanarak Allah’ın ayetlerini okurlar.”561
Bu âyette geçen “Onlar secdeye kapanırlar…” cümlesi hakkında şu izâhlar
yapılmıştır:
1. Bu cümle “Allah’ın âyetlerini okurlar.” cümlesinden hâl olması mümkündür. Buna
göre sanki onlar, tam bir inkıyâd ve huşû’ya erebilmek için, secdede Kur’ân okuyorlardı.
Ancak ne var ki Hz. Peygamber secdede Kur’ân okumayı yasaklamıştır.562
2. Bu cümle müstakil bir cümle de olabilir. Buna göre mana, “Onlar Allah’ın âyetlerini
okurlar ve secde ederler.” şeklinde olur.
3. Bu cümleden maksat onların namaz kılmaları olabilir. Böylece Allah onları gece
namazı kımakla tavsif etmiştir. Zira namaz sücûd, secde, rükû, rekat ve tesbîh kelimeleriyle
de ifâde edilmektedir.
4. Bu cümlenin “Onlar Allah için huşû’ ve hudû’ duyuyorlardı.” manasında olması da
muhtemeldir. Çünkü Araplar bazen huşû’yu sücûd kelimesiyle ifâde ederlerdi.563
Demek ki ehl-i kitabın övülen sıfatlarından biri de secdeyle meşgul olmalarıdır. Yani
onlar, adalet üzere hareket etmek ve Kur’ân tilâvetiyle meşgul olmakla beraber huşû’ ve
hudû’ üzere yüzlerini türâb-ı mezellete sürmekle dahi ubûdiyetlerini izhâr ederler demektir.
559 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XXI, 58; Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 672; Mehmet Vehbi, Hülâsatü’l-Beyân, VIII, 3073; Nesefî, Medârikü’t-Tenzîl, s. 639. 560 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XXI, 58. 561 Al-i İmrân, 3/113. 562 Bak. Müslim, Salât 207 (479). 563 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, VIII, 165.
111
6.3. Müminlerin Secdesi
Allahü Teâlâ, müminlerin de Allah’ın âyetleri kendilerine hatırlatıldığında secdeye
kapandıklarını şöyle ifâde ediyor:
ا ����ا � 'وا )�D ذآ/ وا إذا ا��WیR 3ی�ت�H) ی3�v إ�0-� j�G�و �-j( CD/(ر Cون �� وه G*;�ی
“Bizim ayetlerimize ancak öyle kimseler iman ederler ki bunlarla kendilerine öğüt
verildiği zaman, onlar büyüklük taslamayarak, yüzü üstü secdeye kapanırlar ve Rablerini
hamd ile tesbih ederler.”564
Mehmet Vehbi Efendi şöyle diyor: “Cenâb-ı Hak bu âyette ehl-i imanı yani müminleri
üç şeyle senâ buyurmuştur: Birincisi, taraf-ı şeriatten vârid olan nasihatle mütenassih olarak
derhal teallül ve tereddüd etmeden secdeye kapanmaları; ikincisi, hidâyet ve iman gibi manevî
nimetleri ve Allah’ı zikretmek için lisân ve hakkı duymak için kulak gibi maddî nimetleri
mülâhaza ederek Cenâb-ı Hakk’ı nekâisten tenzihle hamd ü senâ etmeleri; üçüncüsü, bu
misilli ibâdetten istikbâr etmeyip kemâl-i hudû’ üzere edâya müsaraat etmeleridir.”565
İbn-i Abbas bu âyetteki secdeyi rüku’ya varanlar diye açıklamıştır. Mehdevî ise şöyle
diyor: “Bu açıklama secde ayetinin okunması esnasında rükû’ya varmayı da gerekli görenlerin
görüşüne uygun bir açıklamadır. Bu açıklamayı yapanlar ‘Hemen rüku’ edip yere kapanarak
(Allah’a) döndü.’566 âyetini delil gösterirler.” Bir diğer açıklamaya göre de bundan murâd,
secdeye varmaktır. Alimlerin çoğu bu kanaattedir.567 Yani âyetlerimize iman eden o kimseler,
âyetlerimizin inzârât ve tebşîrâtıyla nasihat olunduklarında azab-ı ilâhîden korkularına binâen
kemâl-i tevâzû’ ile yüzleri üzere secdeye kapanır, en âlî ve azîz olan yüzlerini türâb-ı
mezellete sürer, nâil oldukları nimetlerin şükrünü edâ ederler ve bu secdeleriyle âyetleri
kabul, muktezâsıyla amel ve âyetlerin emr-ü nehyine inkıyâd ettiklerini izhâr ederler ve yalnız
secdeyle iktifâ etmezler. Belki kendilerini nimetleriyle terbiye eden Rablerinin nimetlerini
sayar ve senâ eder oldukları halde tesbih ederler.568
6.4. Müşriklerin (ise) Secde Etmemesi
Allahü Teâlâ, İnşikâk sûresinde şöyle buyurmaktadır:
564 Secde, 32/15. 565 Mehmet Vehbi, Hülâsatü’l-Beyân, XI, 4361. 566 Sâd, 38/24. 567 Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, XIV, 99. 568 Mehmet Vehbi, Hülâsatü’l-Beyân, XI, 4360.
112
ی���ون �� اq B�ن CD4,N % ئ وإذا
“Ve karşılarında Kur’ân okunduğu zaman secde etmiyorlar.”569
Bir gün Rasûlullah (s.a.v.) secde âyetini okuyup ashabıyla beraber secde edince o
mekânda mevcut olan Kureyş süfehâsı ıslık çalmak ve ellerini birbirine vurmak suretiyle
istihzâda bulunmaları üzerine bu âyetin nâzil olduğu mervîdir.570
Araplar fesahat ve belâğat erbabı kimselerdi. Binâenaleyh Kur’ân’ı dinlerken mutlak
surette onun bir mucize olduğunu bilmeleri gerekirdi. Onlar Hz. Muhammed’in nübüvvetinin
doğru olduğunu, ilâhî emir ve yasaklar konusunda ona boyun eğmenin gerekli olduğunu
bildiklerine göre, Allahü Teâlâ onların Kur’ân okunduğu zaman, secde etmeyip taatte
bulunmayışlarını yadırgamıştır.
İbn-i Abbas, Hasan-ı Basrî, Atâ, Kelbî ve Mükâtil bu âyetteki secde ile namazın
kasdedildiğini söylerken; Ebû Müslim, boyun eğmek, itaat etmek manasının kasdedildiğini
söylemiştir. Diğer bazıları da bu ifâdeyle bizzat secde etmenin murâd edildiğini söylemişler
ve bu da secde âyetlerindendir demişlerdir.571 Hatta İmâm-ı A’zâm, (tilâvet) secdesinin
vücûbuna bu âyetle istidlâl etmiştir. Zira, fiil-i Rasûlullah’a ittibâ vâcip olduğu gibi âyetin
sebeb-i nüzûlüne nazaran Allahü Teâlâ, secdeyi terk eden kafirleri zemmetmiştir. Eğer secde
vâcip olmasaydı zem lâhık olmazdı. Şu halde zemmin luhûku, secdenin vücûbuna delâlet
eder.572
7. Hz. Peygamber’in Secde Edenler Arasında Dolaşması
Cenâb-ı Hak, Şuarâ sûresinde şöyle buyurmaktadır:
“ &G',Bا����ج�ی3 9. وت ”
“(O Allah) secde edenler arasında dolaşmanı (da görür).”573
Bu âyette geçen Rasûlullah’ın secde edenler arasında tekallübüyle murad nedir? Bu
konuda şu îzâhlar yapılmıştır:
569 İnşikak, 84/21. 570 Mehmet Vehbi, Hülâsatü’l-Beyân, XV, 6398. 571 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XXXI, 102. 572 Mehmet Vehbi, Hülâsatü’l-Beyân, XV, 6398. 573 Şuarâ, 26/219.
113
1. Bununla, Hz. Peygamber’in gecenin bir yarısında teheccüd namazı için kalkıp,
çalışıp çabalayan, din için uğraşan müminlerin hallerine muttali’ olmak için, araştırmak üzere,
onlar arasında (evleri arasında) dolaşması kasdedilmiştir.574 Çünkü, teheccüd namazı ibtidâ-yı
İslâm’da farz iken sonra nesholununca Rasûlullah nesholunduğu gece ümmetinin ibâdetlerine
kemâl-i tamâına binâen farziyyeti nesholunan tehecccüd namazına mukabil ne gibi amelle
meşgul olduklarını teftiş için ashabının evlerini dolaşıp her evi arının kovanı gibi zikrullah ve
tilâvet-i Kur’ân iniltisiyle dolu görüp mesrûr olması üzerine Cenâb-ı Hak bu âyeti inzâl ile
Rasûlünün hâlini tasvîr etmiştir. Buna nazaran mana-yı nâzım: “Habibim! Ashabın hâline
muttali’ olmak için geceyle gezdiğini Rabbin görür ve bilir.” demektir.575
Bu îzâha göre âyetteki “secde edenler” ifadesi ile namaz kılanlar kasdedilmiştir.576
Demek ki ashâb-ı kirâmın, alâmet-i farikası secdeye varmaktır.577
2. Bu âyetten bir önceki âyet, “Allah, seni insanlarla birlikte cemâat halinde namaz
kılmaya kalktığında görür.” manasında olup Hz. Peygamber’in secde edenler arasında
dolaşması ise “(Hz. Peygamber) onların imâmı olduğu için kıyâmı, rükû’u, secdesi ve
oturuşuyla onlar üzerindeki tasarrufu” manasındadır.578
3. Yine bir önceki âyet “Sen dînî işleri yerine getirme hususunda ne zaman kalkar
isen” manasında olup, bu ayet ise “Ve sen secde edenler ile dönüp dolaşır, çabalarsan bu hâlin
Allah’a gizli değildir.”579 ve “Allahü Teâlâ, secdeye giden insanların hayatlarında inkılap
yapmak için gösterdiğin çabalardan bütünüyle haberdârdır. Onları ıslah için kendilerini ne tür
eğitimden geçirdiğinden, yaşantılarını nasıl temizleyip nasıl onları en iyi insanlar hâline
getirdiğinden de haberdârdır.”580 manasındadır. Buna göre tekallüb ile murâd, umûr-u dîni
temşiyet için (yani dinî işleri yürütmek için) gezip dolaşmaktır. Buna nazaran mana-yı nâzım:
“Habibim! Sen şol Zât-ı Ecell-ü Âlâ’ya itimat et ki, O Zat senin din hususunda bir emir için
kıyâm edip müminlerle beraber dönüp dolaştığını görür ve bilir.” demektir.581
Elmalılı M. Hamdi Yazır burada diğer tefsirlerde rastlamadığımız bir yorum daha
aktarıyor ki o da şudur: “(Allahü Teâlâ, senin) ilâ-yı kelimâtullahı îfâ için enbiyâ miyânındaki
574 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XXIV, 149. 575 Mehmet Vehbi, Hülâsatü’l-Beyân, X, 3962-3963. 576 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XXIV, 149. 577 Mevdûdî, Tefhîmü’l-Kur’ân, IV, 79. 578 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XXIV, 149. 579 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XXIV, 149. 580 Mevdûdî, Tefhîmü’l-Kur’ân, IV, 79. 581 Mehmet Vehbi, Hülâsatü’l-Beyân, X, 3963.
114
hıdemâtını (görür.)”582 Buna göre secde edenlerden murâd, daha önceki peygamberler olmuş
olur.
4. Bu tekallübden murâd, Rasûlullah’ın cemâate imâm olduğunda ashabının hâlini
murâkabe etmesidir.583 Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.): “Rükû’ ve secdenizi dosdoğru yapın.
Vallahi ben sizi rükû’ ve secde ettiğiniz zaman arkamdan584 (galiba sırtımın arkasından
demiş) görüyorum.”585 buyurmuştur. Buna nazaran mana-yı nâzım: “Habibim! Rabbin Teâlâ
secde edenler içinde senin murâkabe ve senin tasarrufunu görür.” demektir. Çünkü Rasûlullah
önünde olanları gördüğü gibi arkasında olanları da görür. Binâenaleyh, namaz içinde
arkasındaki cemâatin hâlini nazar-ı murâkabesinden uzak tutmazdı ve ehl-i sücûdun ahvâlini
teftiş için gözünü gezdirirdi. İşte bu âyetle Cenâb-ı Hak Rasûlullah’ın şu hâlini tasvîr
etmiştir.586
5. Bu âyet hakkında Rafizîler’in farklı bir görüşü vardır. Onlar bu âyet hakkında şöyle
demişlerdir: “Âyetteki ‘Secde edenler arasında dolaşmanı görür.’ ifâdesi, sizin ileri
sürdüğünüz manalara gelebileceği gibi bizim dediğimiz şekilde, bununla ‘Allah onun rûhunu
bir secde edenden, diğer bir secde edene taşımış, dolaştırmıştır.’ manasının kasdedilmiş
olması da muhtemeldir. Bütün bu manalar muhtemel olunca, bunlar arasında bir tezat ve bir
üstünlük bulunmaması gerektiği için, âyeti bu manalardan hepsine de hamletmek gerekir.”587
Rafizîler bu hususta hem bu âyete hem de bir hadise tutunmuşlardır. Onların hadisten delilleri
ise, Hz. Peygamber’in: “Ben hep temiz erkeklerin sulbünden, temiz kadınların rahimlerine
aktarılıp durdum.”588 şeklindeki sözüdür.
İbn-i Abbas’tan da Rafizîler’in bu görüşü doğrultusunda şöyle bir rivâyet vardır: İbn-i
Abbas dedi ki: “(Hz. Peygamber’in secde edenler arasında dolaşması), Yüce Allah onu
peygamber olarak çıkartıncaya kadar Âdem, Nuh ve İbrahim gibi atalarının sulblerinde
dolaşması demektir.”589
Râzî, Rafizîler’in bu görüşü hakkında şöyle diyor: “Rafizîler’in söyledikleri, lafzı,
zâhirî manasından çıkarıp mecâzî mana vermektir. Onların bu âyet hakkında söyledikleri,
582 Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, V, 3648. 583 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XXIV, 149; Mehmet Vehbi, Hülâsatü’l-Beyân, X, 3963. 584 Rasûlullah’ın arkasındaki eşyayı nasıl gördüğü meselesi için bak. Davudoğlu, Ahmet, Sahîh-i Müslim Tercemesi ve Şerhi, III, 180 (1364). 585 Buhârî, Salât, 40 (419); Müslim, Salât 110 (425). 586 Mehmet Vehbi, Hülâsatü’l-Beyân, X, 3963. 587 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XXIV, 149. 588 Bu hadisin kaynağını tesbit edemedim. Hadis, Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XXIV, 149’da geçiyor. 589 Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, XIII, 144; Bak. İbn-i Kesîr, Tefsîrü’l-Kur’âni’l-Azîm, IV, 650.
115
‘Bunu bütün manalara hamletmek gerekir.’ şeklindeki görüşleri mümkün değildir. Çünkü
birkaç manaya gelebilen bir lafzı, aynı anda bütün manalara birden hamletmenin câiz
olmadığını beyân etmiştik. Rafizîler’in hadisten delillerine gelince, bu haber-i vâhid olup,
Kur’ân’a muâraza edemez.”590
Elmalılı M. Hamdi Yazır ise bu konuda şöyle diyor: “(Bu âyete) bir de ‘dünyaya
gelinceye kadar müminden mümine atalarının atalarının sulbündeki intikâlâtını’ diye bir mana
verilmiş ise de bu intikâl, mâzide olup âyetin siyâkı ise hâl ve istikbâlde zâhir olduğundan bu
mananın burada istinbâtı baîd görünür.”591
8. Rahman’a Secde Etmekten Kaçınma
“ را وزادهC تY� �0 �-� أ0��� ا� �@-3 و�� %�� ا �, �@-3 ا���وا l4% CD� وإذا?0 ”
“Onlara, ‘Rahman’a secde edin’ denildiği zaman ‘Rahman da neymiş? Senin bize
emrettiğine mi secde edeceğiz?’ dediler ve (bu) onların nefretlerini artırıverir.”592
Bu sözü söyleyen ya Rasûlullah’tır veya onun dilinden Allahü Teâlâ buyurmaktadır.593
Bu âyette bahsedilen “onlar”dan maksat, Furkân sûresinin başından beri özellikleri
anlatılan müşrikler ve kafirlerdir. Allahü Teâlâ, Allah’ın dışında hiçbir fayda ve zarar
veremeyen putlara kendilerini buna sevk eden bir delil, ona götüren bir hüccet olmaksızın,
aksine mücerred kendi görüşleri, arzuları ve hevâları ile tapınmalarında müşriklerin
bilgisizliklerini haber veriyor. Onlar bu putlara dost olmakta, onların yolunda savaşmakta ve
onlar hususunda Allah ve Rasûlü’ne düşmanlık etmektedirler.594
İşte bu insanlara “Sonsuz rahmet ve merhamet sahibi Rahman’a secde edin!” denildiği
ifâde edilmektedir. Buradaki hitap müşriklere yönelik olduğuna göre buradaki secdenin
namazdaki secde anlamına geldiğini söyleyemeyiz. Çünkü “Onlar Rahmân’ı inkâr
ediyorlardı.”595 Rahmân’ı inkâr eden birine namaz kılıp secde etmesi söylenmez. Bundan
dolayıdır ki bize göre buradaki secde emri “Rahmân’a boyun eğmek, saygı duymak, kulluk
etmek vb.” manalarına gelmektedir.
590 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XXIV, 149. 591 Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, V, 3648. 592 Furkân, 25/60. 593 Arslan, Ali, Büyük Kur’ân Tefsiri (Hülâsatü’t-Tefâsir), XII, 283. 594 İbn-i Kesîr, Tefsirü’l-Kur’âni’l-Azîm, IV, 603. 595 Ra’d, 13/30.
116
Şehab-ı Haffacı’ya göre bu âyette kulun Rabbine en yakın olduğu zamanın secde hâli
olduğu manası vardır. Onlar bilmiyormuş gibi davranarak, rezâletlerini takınarak Peygamber
(s.a.v.)’den şöyle sordular: “Rahmân da ne imiş?” Halbuki Rahman’ın ne olduğunu
biliyorlardı. Nitekim Hz. Musa, Firavun’a “Ben âlemlerin Rabbinden gönderilmiş bir
elçiyim.” dediğinde, Allah’ı bildiği halde, “Âlemlerin Rabbi de kimmiş?” diye sormuştur.596
Firavun da, müşrikler de gurur ve inançları yüzünden bu (sözleri) söylüyorlardı. Firavun’un
kâinâtın Rabbinden habersiz olamayacağı gibi, Mekke müşrikleri de Rahmân’dan habersiz
değildiler. Âyetin ifâdesinden ve Rahmân hakkındaki sorularının, O’ndan habersiz
olduklarından değil, isyânlarından kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Yoksa, bundan dolayı Allah
kendilerini cezalandırmaz ve kendisinin Rahmân olduğunu yumuşak bir dille anlatırdı. Ayrıca
Allah için Rahmân kelimesinin eski zamanlardan beri Arabistan’da kullanılmakta olduğu
tarihî bir gerçektir.597
Hem bu âyetteki “Rahmân nedir?” ifâdesinden hem de Hudeybiye mütârekesi
sırasında Kureyşliler, şartnâmenin başına “Bismi’llâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm” yazılmasına itiraz
etmeleri ve onların delegesi Süheyl’in “er-Rahmân’ı tanımıyorum” demesinden598 hareketle
Rahmân kelimesinin Arapça olmadığı ve müşriklerin Rahmân isminin anlamını bilmedikleri
ileri sürülmüştür. Fakat Taberî, kendi zamanında böyle bir hükme varan kimse hakkında çok
ağır bir ifâde kullanır: “ ‘Onlara, ‘Rahman’a secdeye varın’ denildiği zaman, ‘Rahmân da
nedir?’599 âyetine dayanarak, bir ahmak, Arapların Rahmân’ı bilmediklerini ve bunun,
dillerinde bulunmadığını iddia etti. Ona göre şirk ehli, doğruluğunu bildiği şeyi inkâr
etmezmiş sanki! Bu adam Allah’ın kitabındaki şu âyeti okumamış mıdır nedir? ‘Kendilerine
kitap verdiğimiz kimseler, oğullarını tanıdıkları gibi onu (Hz. Muhammed’i) tanırlar.’600
Taberî, onların Hz. Peygamberi böylesine tanıdıkları halde inkâr edip yalanladıklarını bildirir,
arkasından da Câhiliye devri Arap şiirinde Rahmân isminin kullanılışına dâir örnekler verir.601
Bu konuda Elmalılı M. Hamdi Yazır şöyle diyor: “Rahmân nedir suâli, bu ismin
mefhûmunu veya müsemmâsını ve mâhiyetini istifsâr olabildiği gibi inkâr da olur. Şüphe yok
ki, Araplar Rahmân kelimesinin mefhûmunu anlamaz değildir. O halde ya Allah’ın ismi
olduğunu bilmiyorlardı veya Allah’ı inkâr ediyorlardı; daha doğrusu Allah’ın rahmet sıfatını
596 Arslan, Ali, Büyük Kur’ân Tefsiri (Hülâsatü’t-Tefâsir), XII, 283-284. 597 Mevdûdî, Tefhîmü’l-Kur’ân, III, 599. 598 Buhârî, Vekâle 2 (2301)’deki rivâyette ise Buhârî, Abdurrahman İbn Avf’ın müslüman olduktan sonra aldığı bu isme karşı şirkin taasubunu gösteren bir olay nakleder. 599 Furkân, 25/60. 600 Bakara, 2/146. 601 Taberî, Câmiü’l-Beyân, I, 131.
117
inkâr ediyorlardı. Bu ismin ifâde ettiği rahmet ve merhamet vasfına âşina değillerdi. Onun
için ‘Sen bize emrediyorsun diye secde mi edeceğiz?’ dediler. Yani ‘Bilmediğimiz bir şeye
mücerred senin emrinle secde eder miyiz?’ dediler.602
“(Bu) onların nefretini artırdı.” Yani onlara Rahmân’a secde edin, emrini veren
kimsenin bu sözü, onların dinden daha çok uzaklaşmalarına sebep oldu.603 Bu emirden
beklenen, onları işe ve onu kabul etmeye sevk edici olması iken, onun bu emri onların
nefretini artırmıştır.604
Dehhâk’tan rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v.), Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali,
Osman b. Maz’un, Amr İbn-i Uneyse secde ettiler. Müşrikler, bunların secde ettiklerini
görünce istihzâ ederek mescidin öbür tarafına doğru uzaklaşıp gittiler.605 “(Bu) onların
nefretini artırdı.” âyetinden murâd edilen bir mana da budur. Yani müminlerin secdeleri
onların nefretlerini artırdı.
Süfyân-ı Sevrî, bu âyet-i kerîme hakkında şöyle dermiş: “Ey Yüce İlâh’ım, senin
düşmanlarının nefretini artıran husus, benim senin önünde daha bir zilletle boyun eğmemi
artırmıştır.”606
9. Namazın Bir Rüknü Olan Secde
Allahü Teâlâ, Hac sûresinin 77. âyetinde “Ey iman edenler! Rükû’ edin, secde edin.
(Diğer sûretlerle de) Rabbinize ibâdet edin, hayır işleyin. Ta ki umduğunuza nâil olasınız.”
buyurmaktadır. Bu âyet gösteriyor ki secde namazın farzlarından biridir. Secdesiz bir namaz,
namaz değildir. Günde 40 rekât namaz kılan bir mümin, 80 defa secde yapma şerefine
kavuşur. Bu secdenin nasıl yapılacağını ise Hz. Peygamber açıklamıştır. Hz. Peygamber’in
nasıl secde yaptığı ve secde ile ilgili açıklamaları için tezimizin ikinci bölümünde gerekli bilgi
verildi. Bunun için oraya bakılmalıdır.
10. Kıyâmet Gününde Secdeye Çağrılmak
Vâcip Teâlâ, müşriklerin ahirette vâki olacak rüsvaylıklarını beyân etmek üzere607
Kalem suresinin 42 ve 43. âyetlerinde şöyle buyuruyor:
602 Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, V, 3605. 603 Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, XIII, 64. 604 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XXIV, 92. 605 Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, V, 3605. 606 Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, XIII, 64.
118
نوی ��ق 3N ی*m2 ی مN� O�د إ ن 9,� ا��'�A4h;�ی() )Aش�� Cره�V(أ CDBت ه )ا و%� ذ�� ن آ�0N�ی O�د إ ا��'�
Cن وه -���
“(Hatırla ki o gün) baldır(ın) açılacağı, kendilerinin secdeye davet edilecekleri bir
gündür. Fakat (buna) güç yetiremeyeceklerdir. (Onlar) gözleri düşmüş, kendilerini bir zillet
sarmış olarak (secdeye davet edileceklerdir.) Halbuki onlar bu secdeye (dünyada) her şeyden
salim ve sapasağlam iken davet ediliyorlardı.”608
Bu âyette geçen “ق��” kelimesi lügatte, topuktan baldıra doğru bacağın incik yerine
denir. Bundan (hareketle) ağacın sâkı (yani gövdesi) gibi herhangi bir şeyin aslına da (sâk)
denir.609 O günün şiddet ve dehşeti son dereceye varacağına işaret için “��ق” lafzı ta’zîme
delâlet eden tenvinle vârid olmuştur.610
Sâk’ın tefsirinde dört ayrı izâh şekli vardır:
1. Bu, şiddettir. İbn-i Abbas’a bu âyetin tefsiri sorulduğunda şöyle demiştir: “Size
Kur’ân’dan bir şey gizli geldiği zaman onu şiirden araştırın. Çünkü şiir, Arab’ın divânıdır.
Şâirin şu sözünü işitmediniz mi?
H� �,ل G��0 9,�ق ض�بBب و0��! ... ا�Eب,� ال N"9 ق��
“Senin kavmin boyunları vurmayı bize gelenek haline getirdi. Savaş, bize, birden bire
alevlendi.”
Sonra da İbn-i Abbas: “O, gam, keder ve sıkıntı günüdür.” demiştir. Mücâhid de İbn-i
Abbas’tan bu günün, kıyâmetin en şiddetli ânı olduğunu rivâyet etmiştir. Dilciler bu anlamda
birçok beyit rivâyet etmişlerdir. Bunlar dilcilerin “sâk” kelimesinin şiddet manasında mecâz
olarak kullanılmış olduğunu itiraf etmeleri demektir. Yüce Allah’a hakîkî manada “sâk” isnad
etmenin kesin delillerle imkansız olduğu bilindiğinden bunun mecâz olduğu ortaya çıkar.
2. Bu, Ebû Saîd ed-Darîrî’nin görüşüdür. Bir şeyin sâk’ı demek, onu ayakta tutan aslı
demektir. Yani “durum aslında ortaya çıktığı, açıldığı gün” demektir. Kıyâmet günü her şeyin
hakikatleri ve asılları ortaya çıkacaktır.
607 Mehmet Vehbi, Hülâsatü’l-Beyân, XV, 6091. 608 Kalem, 68/42-42. 609 Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, VIII, 5292. 610 Mehmet Vehbi, Hülâsatü’l-Beyân, XV, 6092; Ebu’s-Suûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm, VI, 289.
119
3. Bu sâk, Cehennemin sâkı veya arşın sâkı veya korkunç bir meleğin sâkı demektir.
Fakat âyet sadece bir sâk’a işaret ediyor. Bunun hangi şeyin sâkı olduğuna lafızda bir işaret
yoktur.
4. Müşebbihe’nin yani Allah’ı cisme benzetenlerin tercih ettiği görüştür ki, bunlar,
“Bu âyetten maksat Allah’ın sâkıdır.” demişlerdir. Oysa Yüce Allah cisme benzemekten
münezzehtir. İbn-i Mesud hadisi611 gibi gelen bazı rivâyetleri bir cismin baldırı şeklinde
anlamak batıldır ve âyette “sâk” kelimesi marife değil, nekredir.612
Zemahşerî şöyle demiştir: “Sâk’ı açmak, baldırı açmak tabirleri, durumun şiddetinde
ve musibetin çetinliğini anlatmak için misal olarak verilen sözlerdir. Bunun aslı korku, dehşet
ve hezimet anında ve örtülü kadınların kaçarken paçalarını sıvamaları ve o sırada baldırlarını
açmaları meselindendir.”613
Ebû Hayyân ise şöyle demiştir: “Sâk’ın açılması, olayın şiddetinden ve gittikçe
büyümesinden kinâyedir.”614
Bu gün hakkında iki görüş vardır:
Birincisi, çoğunluğun görüşü olup bu kıyâmet günüdür.
İkincisi, Ebû Müslim’in görüşüdür ki bu gün kıyâmet günü değil, dünyadadır. Ebû
Müslim şöyle der: Bunun kıyâmet gününe yorumlanması mümkün değildir. Zira bu günün
özellikleri anlatılırken “ ال�=��د إلN و9���ن ” : “Secdeye çağrılırlar.” buyrulmuştur. Oysa
kıyâmet günü ne taabbüd (:kulluk), ne teklif (:yükümlülük) yoktur. Bundan murâd ya kişinin
dünyadaki son günüdür. “ �ى ل� ال;"�Zr( ��ون ��م �ل�ن ل";���. H�t~�� ب E���را '��ا و� ” : “Melekleri
görecekleri gün, o gün müjde yoktur. (Melekler) onlara ‘Size müjde yasak edilmiştir, yasak!’
diyeceklerdir.”615 buyrulduğu üzere melekleri müjdesiz olarak görürler. Sonra insanları görür,
vakti gelince namaza çağırırlar, kendisi namaza güç yetiremez. Çünkü o vakit “ إ�;�نC� ن1�� �,61 ل�
�< HZ2 !,�s H� ل&0 ” : “Daha önce iman etmemiş kimseye o gün imanı fayda vermez.”616
buyrulduğu üzere daha evvelden iman etmemiş bir nefsin o demde imana gelmesi fâide
vermez. Yahud da hastalık, ihtiyarlık, âcizlik hâlidir. Halbuki “ وه& ال�=��د إلN 9���ن آ�ن�ا و0�
611 Bu hadis aşağıdaki gelecek olan Hakim’in rivayet ettiği hadistir. 612 Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, VIII, 5294-5295; Bak. Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XXX, 94-95. 613 Zemahşerî, el-Keşşâf, IV, 581. 614 Ebû Hayyân, el-Bahru’l-Muhît, VIII, 316. 615 Furkan, 25/22. 616 En’am, 6/158.
120
Sağ sâlim kişiler oldukları halde secdeye davet olunuyorlardı.” O zaman bu gün“ : ”��ل;�ن
başlarında bulunan dertten sâlim idiler. İşte ya ölüm sırasında başlarına inip gözleriyle
gördükleri o korkunç olayın şiddetinden veya âcizlik ve ihtiyarlıktandır. Şu bilinmelidir ki
âyetin lafzını Ebû Müslim’in dediği gibi yorumlamak mümkündür. Fakat onun, “Kıyâmet
gününe yorumlanması mümkün değildir.” demesi doğru değildir. Çünkü bu secdeye çağırma
teklif (:yükümlülük) yoluyla değil, başa vurmak ve tahcîl etmek (:utandırmak) içindir. Ve
secdeye davet olunduklarında kudretleri alınacak ve istidâtlarıyla kendilerinin arasına sed
çekilmiş bulunacaktır ki vaktiyle sağ sâlim iken yaptıkları aşırılık ve kusurdan dolayı
kederleri ve pişmanlıkları artsın.617
Şu halde “ Q ��م Z� H9 ق�� ” âyetinin manası, “hakkın emri şiddetlenip iş büyümeye
başladığı gün” demektir. Yoksa ne sâk vardır ne de keşf. Nitekim kolları kesik fakat aynı
zaman da cimri olan adam hakkında “eli bağlı” denir. Halbuki ortada ne el vardır, ne de bağ.
Bu, ancak cimrilik için söylenmiş bir meseldir. Burada Allah’ın insan gibi baldırı olduğu
zannına kapılana gelince, bu onun havsalâsının darlığından ve ilm-i beyânda nazarının
azlığındandır. Onun aldandığı şey İbn-i Mesud hadisindeki “ Q Z� H;'+ال� H9 @0�� ” : “Rahman
sâk’ını açar.” kısmıdır. Halbuki bunun manası “Rahmân’ın emri şiddetlenip iş büyüdüğü
zaman” demektir ki o da kıyâmet günü “ الOآ�� الa1ع ” : “en büyük feryat”tır.618
İşte o kıyâmet günü ki şimdi nazarlardan gizli olan hakkın hükmü tecelli etmeğe,
hakikat perdesi aşağıdan yukarıya açılmaya, müslimlere murâd, mücrimlere zillet ve felâket
olan gaye bir uçtan arz-ı endam eylemeye başlayacak ve “ ال�=��د إلN و9���ن ” : “Secdeye davet
olunacaklar.”
Hakka boyun eğmek istemeyen, istedikleri gibi hüküm verip fenâlıktan korunmayan,
keyiflerine göre yaşamak arzu eden o mücrimler, münkirler şerikleriyle beraber birer birer
veya alay alay kalkın bakalım, vaktiyle tanımadığınız hakkın emrine boyun eğin, teslim olun,
kemâl-i ta’zîm ile secdeye kapanın, yüzlerinizi yere koyun, haddinizi anlayın diye kahr-ü
tevbîh için çağrılacaklar, o zaman secdeye kapanmak için can atacaklar. “ ��ن %"�.7K�� ” : “Fakat
güçleri yetmeyecek.” Ne başlarını kaldırabilecekler, ne bellerini eğebilecekler, belleri kazık
kesilmiş olacak.619 Onların bu secde edemeyişleri ya vaktin geçmesinden ya da bir başka
617 Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, VIII, 5296. 618 Zemahşerî, el-Keşşâf, IV, 582; Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, VIII, 5295-5296. 619 Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, VIII, 5299-5300.
121
yasak tanımadıkları gibi “boyunlarının bükük, başlarının eğik”620 olmasından kaynaklanıyor.
Sanki bedenleri ve sinirleri kendi irâdeleri dışında korku ve dehşetten tutulmuş gibidir.621
Buhârî, bu âyetin tefsirinde Ebû Saîdi’l- Hudrî’den şöyle bir hadis rivâyet ediyor:
“Peygamber (s.a.v.) Hazretleri’ni dinledim, şöyle diyordu: Rabbimiz sâkını keşfeder, derhal
her mümin erkek ve kadın ona secde eder. Dünyada riyâ ve süm’a (: başkaları işitsinler) için
secde eder olan kalır. O da secde etmeye gider, fakat beli tutulur kalır.”622
İbn-i Mesud’dan ise şöyle rivâyet edilmiştir: “Allah, kıyâmet günü insanları toplar ve
buluttan gölgeler içerisinde iner de bir seslenici şöyle seslenir: “Ey insanlar! Sizi yaratan, size
şekil veren, sizi rızıklandıran Rabbiniz, sizlerden her bir insana dünyada taptığı, kendine veli
tanıdığına gitsin.” der. Ve dünyada ilâh tanıdıkları şeyler onlara görünür, şekilleriyle
karşılarına dikilirler. Hz. İsa’ya tapanlara İsa (a.s.)’ın şeytanı görünür. Üzeyr’e tapanlara da
keza, hatta ağaç, odun ve taşa varıncaya kadar her birinin taptığı kendilerine gösterilir. Ehl-i
İslam da diz çökmüş, göğsüne doğru yaslanmış bir durumda kalır. Onlara da Yüce Allah
görünür ve kendilerine: “Siz niye herkesin gittiği gibi gitmiyorsunuz?” denilir. Onlar, “Bizim
bir Rabbimiz vardır ki henüz görmedik.” derler. O vakit buyurur ki: “Siz Rabbinizi görseniz
ne ile tanırsınız?” “Onunla bizim aramızda alâmet vardır, görsek onu tanırız.” derler. “O
nedir?” buyurur. Derler ki: “Sâk’tan keşf eder.” O vakit Rahmân sâk’ından keşf eder.
Müminler hemen secdeye kapanırlar, münafıklar ise sırtlarını tabak tabak içlerine şişler
saplanmış gibi olur.”623
Demek ki kıyâmet günü kim Allah’a ibâdet edenlerdendi ve kim de onu inkâr
edenlerdendi, açıkça ortaya çıkacaktır. Bu iş için herkesin Allah’ın önünde secdeye
kapanması istenince dünyadayken ibâdet edenler hemen secde edecekler, oysa dünyadayken
inkâr edenlerin belkemikleri kaskatı kesilerek kilitlenecek ve onlar secdeye gidemeyecekler,
zelîl ve pişman olarak ayakta kalacaklardır.624
“ )�C& أب$�ره& ��ش ذل+( 2�ه ” : “Gözleri huşu içinde bir îmâya bile muktedir olamayacak
vechile düşkün, kendilerini bir zillet saracak da saracak.”
620 Bak. İbrahim, 14/43. 621 Seyyid Kutub, Fi Zılali’l-Kur’ân, XV, 166. 622 Buhârî, Tefsîru Sureti 68, 2 (4919); Bak. Müslim, İman 302 (183); Dârimî, Rikak 83 (2799); Ahmed b. Hanbel, s. 761-762 (Hadis No: 11144). 623 Hakim, Müstedrek, IV, 590. 624 Mevdûdî, Tefhîmü’l-Kur’ân, VI, 439.
122
Sevinç ve üzüntü gözde her azâdan ziyâde nümâyan olduğundan (:göründüğünden)
cümle azâya ârız olan korku manasına olan huşû’, zikr-i cüz’ irâde-i kül kabîlinden, göze
isnâd olunmuştur ki cümle azâya ârız olan kederden kinâyedir. Çünkü gözlerde görülen korku
ve züll-ü meskenet her azânın korkusuna ve züll-ü meskenetine delâlet eder.625
Vâcip Teâlâ, kafirlerin âhirette secdeye davet olunup secdeye muktedir
olamayacaklarını beyândan sonra dünyada secdeye davet olunduklarını beyân etmek üzere
“ ��ل;�ن وه& ال�=��د إلN 9���ن آ�ن�ا و0� ” : “Halbuki onlar azâları tam, bedenleri sağlam ve namaz
kılmaya muktedir oldukları halde dünyada secdeyi câmî’ olan namaza müezzinler vasıtasıyla
davet olunurlar, lâkin icâbet etmezlerdi. Halbuki icâbetlerine bir mâni’ de yoktu.”
buyurmuştur. Yani vaktiyle dünyada başları selâmette iken o secdeye davet olunuyorlardı.
Tav’an secde ve inkıyâd etmeleri kendilerine teklif olunuyordu da onu reddediyorlardı, o
selâmetin kadrini bilmiyorlar, rıza ve ihtiyârlarıyla secdeye yanaşmıyorlar, itaatin sevabına
akıbette zevkine inanmıyorlar. Mücrimleri müslimlerden akıllı sayıyorlardı.626 İşte dünyada
icâbete muktedir oldukları halde icâbet etmediklerine cezâ olarak ahirette secdeye davet
olunurlar ve lâkin terzîl için kudretleri selb olunur, icâbetin faydası olmadığı halde icâbet
etmek isterler.627 O secdeye bugün ister istemez can atacaklar. Amma kımıldanmaya
dermanları kalmayacak, gittikçe büyüyen bir zillet içinde hâib ü hasîr, makhûr olacaklar.628
İbrahim et-Teymî dedi ki: “Onlar ezan ve kamet ile (namaza) çağrıldıkları halde bu
çağrıya uymayı kabul etmiyorlardı.”
Saîd b. Cübeyr dedi ki: “Onlar ‘Haydi felâha’ nidasını işitiyorlar, fakat buna icâbet
etmiyorlardı.”
Rabi’ b. Heysem felç olmuştu. Bununla birlikte iki kişinin arasında (onlara) tutunarak
mescide gidiyordu. “Ey Ebû Zeyd! Evinde namaz kılsan olmaz mı? Şüphesiz bu, senin için
bir ruhsattır.” denilince şöyle dedi: “ ‘Haydin felâha’ sesini işiten herkes yüzüstü emekleyerek
dahi olsa o çağrıya icâbet etsin.”
625 Mehmet Vehbi, Hülâsatü’l-Beyân, XV, 6091-6092; Bak. Ebu’s-Suûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm, VI, 290. 626 Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, VIII, 5300. 627 Mehmet Vehbi, Hülâsatü’l-Beyân, XV, 6092-6093. 628 Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, VIII, 5300.
123
Ka’b el-Ahbâr ise şöyle demiştir: “Allah’a yemin ederim ki bu âyet-i kerime
cemâatlerden geri kalan kimseler dışında, kimse hakkında inmiş değildir.”629
Bu âyet(ler), namaza davet olunup da icâbet etmeyenleri zem olduğu gibi cemâat-i
müslimîni terk edenler hakkında dahi vaîdi mutazammındır. Binâenaleyh, cemâate gitmenin
vâcip olduğunu beyân eden fukahânın beyânlarına bu âyet delâlet eder. Amma ulemâ-yı
Hanefiye indinde cemâatle namaz kılmak vâcip olmayıp sünnet-i müekkede olduğundan
cemâati terk etmek azap îcab etmese de terk eden kimsenin zemmini mûcip olur. Binâenaleyh
cemâate gitmeyenler şeriat nazarında mezmûmlardır.630
11. Secde İzi
Allahü Teâlâ Fetih suresinin son âyetinde şöyle buyuruyor:
Cا�0 4�-�ه ن 9�,� 3� ا�,�: ورضi;G����ا ی �Aرآ� Cت اه CDH4( ا�*?��ر ر@-�ء O,N أش��اء :A� 3یWل ا�,�: وا�� j�-�� ر�
O,N ى ;��9 |,i;��9 dزرR9 dYhج ش �9. وج هCD 3� أP ا��'� د ذ�& CD,k� 9. ا�;� راة وCD,k� 9. اl4�08� آ\رع أ
:% � Z�A4| ا�\'ر�اع یi4� CD( ا�*?��ر �Nی3 ا�,�: وWا ا�� H�q ا ,-Nت و�j���Vا� CDH� ة ?i� 4-� وأج ا N
“Muhammed, Allah’ın rasûlüdür. Onun beraberinde bulunanlar da kafirlere karşı
çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rüku ve secde edenler olarak görürsün.
Onlar Allah’tan fazl ve rıza isterler. Secde izinden (meydana gelen) nişanları yüzlerindedir.
İşte onların Tevrat’taki vasıfları budur. İncildeki vasıfları da filizini yarıp çıkarmış, gitgide
onu kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış, gövdesi üzerine doğrulup kalkmış bir ekine benzerler ki bu,
ekincilerin de hoşuna gider. (Ashab hakkındaki bu teşbih) kafirleri öfkelendirmek için(dir).
İçlerinden iman edip de iyi amelde bulunanlara Allah hem mağfiret, hem büyük mükafat vaad
etmiştir.”631
İşte bu âyet-i celîlede Cenâb-ı Hak, ashâb-ı kirâmı üç cihetle senâ buyurdu: Birincisi,
kafirler üzerine şiddetli bulunmalarıdır. İkincisi, kendi aralarında birbirlerine gâyet
merhametli olmalarıdır. Üçüncüsü ise fazl-ı ilâhîyi ve ihsân-ı sübhânîyi talep ederek rükû’ya
ve secdeye kapanmaları632 ve secde izinden nişanları yüzlerinde olmalarıdır.
Bu âyetin bizim üzerinde duracağımız bölümü “ ال�=��د أH� �f وج�هC& %? �.;�ه& ” : “Secde
izinden (meydana gelen) nişanları yüzlerindedir.” olacaktır.
629 Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, XVIII, 251. 630 Mehmet Vehbi, Hülâsatü’l-Beyân, XV, 6093. 631 Fetih, 48/29. 632 Mehmet Vehbi, Hülâsatü’l-Beyân, XIV, 5475.
124
Burada geçen sîmâ Türkçe’ye de geçmiş bir kelime olup lügat manası, alâmet633,
nişan, yüz özelliği ve fizyonomîdir.634
Âyetteki “Secde izinden (meydana gelen) nişanları yüzlerindedir.” cümlesi ile ilgili
iki izâh yapılmıştır:
1. Bu alâmetler, dünyada olacaktır. Böyle oluşuna göre, bu durumda şu iki izâh
yapılabilir:
a. Bununla çok secde etmeleri sebebiyle, müminlerin alınlarında meydana gelen
durum kasdedilir.635 Ebu’s-Suûd Efendi tefsirinde: “(Bu), çok secde etmekten meydana gelen
izdir.”636 demiştir. Hz. Peygamber’den rivâyet olunan “Süratlarınızı sertleştirmeyiniz, sertlikle
damgalamayınız.” hadîs-i nebevîsi ile vârid olan nehiy, alınlarını yere sürterek o sîmâları
husûle getirmeye çalışanlar hakkındadır ki o sırf riyâ ve nifaktır.. Buradaki söz ise sırf Allah
için secde eden hâlis muhlis secdekâr olanların yüzlerinde hâsıl olan izdir.637
b. Bununla Cenâb-ı Hakk’ın geceleri namaz kılan ve secde edenlerin yüzünde yarattığı
güzellik nuru kasdedilir.638Allah için hâlisâne secde edip durdukları yüzlerinin salâh ile
parlayan nûrânîliğinden bellidir.639 Bu, aklı olanlar için inkarı mümkün olmayan bir şeydir.
Çünkü gece uyanık olan iki kişiden biri içki içerek, oyun oynayarak; diğeri ise namaz kılıp
Kur’ân okuyarak ve ilim talebi ile vakit geçirse ertesi gün bütün insanlar, içki içip oyun
oynadığı için uykusuz kalanla Allah’ı zikir ve şükür için uykusuz kalanın farkını görür.
İbn-i Mâce, Sünen’inde şöyle bir hadis rivâyet ediyor: Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki:
“Geceleyin çok namaz kılanın yüzü, gündüz güzel olur.”640
Ancak bu hadis hakkında İbn-i Kesîr: “Sahih olan, bu hadisin mevkûf olmasıdır.”
demiştir.641 İbn-i Arabî ise şöyle demiştir: “Bunu birtakım kimseler Peygamber (s.a.v.)’e
yanlış bir sûrette nisbet etmiştir. Bunun bir harfi dahi Hz. Peygamber’den gelmiş değildir.”642
633 Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, XVI, 293. 634 Karaman, Hayrettin; Çağrıcı, Mustafa; Dönmez, İbrahim Kafi; Gümüş, Sadrettin, Kur’ân Yolu, V, 82. 635 Beyzavî, Envâru’t-tenzîl ve Esrâru’t-te’vîl, III, 301. 636 Ebu’s-Suûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm, VI, 108. 637 Ebu’s-Suûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm, VI, 108; Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, VI, 4441. 638 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XXVIII, 93. 639 Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, VI, 4440. 640 İbn-i Mâce, İkâmetü’s-Salât 174 (1333). 641 İbn-i Kesîr, Tefsirü’l-Kur’âni’l-Azîm, V, 640. 642 Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, XVI, 293.
125
Mücâhid’den rivâyet olunduğuna göre, İbn-i Abbas demiştir ki: “O, sizin göreceğiniz
eser değil ve lâkin İslam sîmâsı, seciyesi, tavrı, huşû’u, tevâzû’udur.”643
2. Bu alâmetler, kıyâmet günü tahakkuk edecektir. Bazı müfessirler de bunu
dünyadaki secdelerinden, namazlarından kıyâmet günü yüzlerinde hâsıl olacak nur diye
rivâyet etmişlerdir.644 Nitekim Allahü Teâlâ: “O gün birtakım yüzler ağarır.”645 ve “Onların
nurları önleri sıra koşar.”646 buyurmuştur. Onların yüzlerindeki nurları hakka yönelmeleri
sebebiyle olmuştur.647
Âyette sözü edilen bu alâmeti müfessirlerden bazıları maddî anlamda bazıları ise
manevî bir özellik olarak anlamışlardır.
Mevdûdî, bu alâmetin manevî bir özellik olduğunu kabul ederek şöyle diyor: “Burada
anlatılmak istenen namaz kılanların alınlarında meydana gelen yuvarlak iz değildir. Burada
kasdedilen mana, Allah’a baş eğme sonucu insanda fıtrî olarak meydana gelen ruh yüceliği,
ahlak güzelliği, vakar ve takva gibi insan çehresinde kendini gösteren hasletlerdir. İnsan
çehresi yani sîmâsı, sayfalarında ruh dünyasının ve nefis âleminin rahatlıkla okunduğu bir
kitaptır. Gururlu bir insanın sîmâsı, mütevâzî ve alçak gönüllü bir insanın sîmâsından
farklıdır. Ahlaksız bir adamın çehresi ile iyi niyetli ve temiz ahlaklı bir adamın çehresinin
farkı hemen belli olur. Serseri ve edepsiz bir adamın yüzü ile mûnis, haysiyetli ve iffetli bir
insanın yüzü arasında açık fark görülür. Allah buyruğunun özü bize şunu gösteriyor: Hz.
Muhammed’in bu sahâbeleri ve beraberindekiler öyle kimselerdi ki çehrelerinde takva
nurunun parlamasından dolayı görenler onları insanların en hayırlıları ve mahlûkâtın en iyileri
olduklarını derhal sezer ve kabul ederler. Bunun bir örneğini İmâm Mâlik bize şöyle
anlatıyor: Sahabîler ordusu Suriye topraklarına girdiğinde bölgenin Hrıstiyanları bunlar için
“Hz. İsa’nın havarîleri hakkında duyduğumuz o yüce meziyetleri ve üstün değerleri taşıyan
insanlar..” demişlerdi.”648
Mehmet Vehbi Efendi ise bu alâmetin hem dünyada hem de âhirette görülebilecek bir
özellik olduğuna dikkat çekerek şöyle diyor: “…Ehl-i iman çokça namaz kıldıklarından secde
ile hakka teveccühlerinin eseri olarak yüzlerinde tıynetlerinin tahâretleri, fıtratlarının kerâmeti
643 Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, VI, 4441. 644 Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, VI, 4441. 645 Al-i İmran, 3/106. 646 Tahrim, 66/8. 647 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XXVIII, 93. 648 Mevdûdî, Tefhîmü’l-Kur’ân, V, 428.
126
görülür. Yüzlerinde lemeân eden bu parlaklık rükû ve sücûdlarının alâmeti olarak imanlarına
delâlet eden nur-u ilâhîdir ve dünyada rükû ve sücûdlarının eseri olan nur-u iman sebebiyle
âhirette yüzleri beyaz olarak kabirlerinden kalkarlar.”649
Taberî ise konuyla alâkalı rivâyetleri naklettikten sonra şöyle demektedir: “Allahü
Teâlâ, sıfatlarını zikrettiği bu müminlerin yüzlerinde secde izlerinden alâmetler olduğunu
beyân etmiş ve bu alâmetlerin dünya ve âhiret gibi herhangi vakitle mukayyet olduğunu veya
herhangi bir şekilde şekillendiğini bildirmemiştir. Madem ki durum böyledir, o halde bu
alâmet müminlerin yüzlerinde her zaman mevcuttur. Dünyada müminleri tanıtan bu alâmet,
İslam’ın izleridir. Bunlar da İslam’ın mümine bahşettiği huşû’, takva, mütebessim bir sîmâ
vb. alâmetlerdir. Ahirette ise mümini tanıtan bu alâmetler, secde izleri, alında parlayan abdest
izleri vb. alâmetlerdir…”650
Bize göre, bu yorumların biri diğerine zıt düşmemekte; aksine birbirini
tamamlamaktadırlar. Sahâbe gibi çokça namaz kılan ve secde edenlerde bu özelliklerin hep
birden bulunması mümkündür.
12. Secde, Kulu Allah’a Yaklaştırır
Allahü Teâlâ, Alak sûresinin son âyetinde şöyle buyurmaktadır:
“ وا%; ب وا��� تAh: �� آ,�� ”
“Sakın ona itaat etme, secde et ve yaklaş.”651
İlk bölümü dışında bu Alâk sûresinin Ebû Cehil hakkında indiği rivâyet edilir. Ebû
Cehil, Hz. Peygamber Kâbe’de namaz kılarken ona rastlamış ve demiş ki: “Ey Muhammed!
Sana bunu yasak etmemiş miydim?” Sonra Rasûlullah’a tehdidler savurmuştu. Rasûlullah da
ona sert davranarak onu kovmuştu. Belki de Rasûlullah’ın Ebû Cehil’in boğazından tutup
“Vay başına geleceklere” dediği olay budur. O sırada Ebû Cehil Hz. Peygamber’e: “Ey
Muhammed! Beni ne ile tehdid ediyorsun?” diye sormuş, sonra “Allah’a and içerim ki, bu
gördüğün vadide en çok taraftarı olan insan benim.” demişti. Bunun üzerine Yüce Allah “O
649 Mehmet Vehbi, Hülâsatü’l-Beyân, XIV, 5475. 650 Taberî, Câmiü’l-Beyân, XXI, 326. 651 Alâk, 96/19.
127
zaman gitsin de taraftarlarını çağırsın.”652 âyetini indirdi. İbn-i Abbas der ki: “Ebû Cehil
taraflarını çağırmaya kalksaydı azap melekleri o anda işini bitirirlerdi.”653
Bu âyetin başındaki “��,آ” red harfidir.654 Hayır, durum Ebû Cehil’in zannettiği gibi
değildir demektir.655
Âyetteki “���وا” : “Secde et.” emrine gelince bu konuda
1. Müfessirlerin çoğunluğuna göre Cenâb-ı Hak bu emir ile “Namaz kıl; gerek fiil,
gerekse tebliğ açısından ibâdete devam et. Bu düşmanın hakkındaki fikrini açıkça söyle.
Çünkü Allah, senin destekçin ve yardımcındır.” manasını kasdetmiştir.
2. Bazıları ise “Bu emirle, huşû’ ve hudû’ manası kasdedilmiştir.” demişlerdir.
3. Diğer bazıları da “Hayır, bu emirle namazdaki secdeler kasdedilmiştir.”
demişlerdir.656
Elmalılı M. Hamdi Yazır bu konuda şöyle diyor: “Burada secde, yukarıdaki (âyetlerde
geçen) salât karinesiyle namaz manasına olmak dahi muhtemil ise de hakikatı üzere bilhassa
kendi manasında olmak daha zâhirdir. Zira ‘�بK0وا’ : ‘yaklaş’ (ifadesi), namaz ve sâir envâi
kurbete (insanı Allah’a yaklaştıran diğer ibâdet çeşitlerine) şâmildir. Secdenin ayrıca tahsîsi
‘Kulun Rabbine en yakın olduğu hâl, secdede bulunduğu hâldir…’657 hadisi mucebince
ehemmiyetini tansîstir (açıkça ifade eder). Çünkü secde, bütün yakınlığın esası olan hudû’ ve
inkıyâdın ekmel sûretidir.”658
Kurtubî şöyle diyor: “Bu ayetteki ‘secde et’ buyruğu namazdaki secde anlamına gelme
ihtimali olduğu gibi, bu suredeki tilâvet secdesi anlamına gelme ihtimali de vardır.”659
Daha sonra Yüce Allah “�بK0وا” : “ve yaklaş.” buyurmuştur. Bu ifade hakkında ise şu
izâhlar yapılmıştır:
652 Alâk, 96/17. 653 İbn-i Kesîr, Tefsirü’l-Kur’âni’l-Azîm, VI, 495. 654 Beyzavî, Envâru’t-tenzîl ve Esrâru’t-te’vîl, III, 552. 655 Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, XX, 128. 656 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XXXII, 26. 657 Müslim, Salât 215 (482). 658 Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, VIII, 5962-5963. 659 Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, XX, 128.
128
1. Bu ifade, “Yaptığın secdelerle Rabbine iyice yaklaşmayı iste!” demektir.660 Çünkü
Hz. Peygamber: “Kulun Rabbine en yakın olduğu hâl secdede bulunduğu hâldir. Binâenaleyh
siz (secdede) duayı çok edin!”661 buyurmuştur. Bir hadîs-i kudsîde de: “Kulum bana fazla
ibâdetlerle mütemâdiyen yaklaşır. O derece ki nihâyet ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü,
duyduğu kalbi olurum, benimle işitir, benimle görür, benimle duyar.”662 buyurulmuştur.
Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Secde edecek olursan, duâ etmekle Allah’a
yakınlaş. Atâ, Ebû Hureyre’den şöyle dediğini rivâyet etmiştir: Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki:
“Kulun Rabbine en yakın olup, onun en çok sevdiği hâli, Allah için secde (ederek alnının
yerde bulunduğu hâl)dir.”663 Bir başka hadiste ise Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Rükû’ya gelince o halde Rabbinizi ta’zîm ediniz. Sücûda gelince, olabildiğince dua ediniz.
Çünkü bu halde duânızın kabul edilmesi umulur.”664
Bunun böyle olmasının sebebi, bu hâlin kulluğun ve zilletin en ileri derecesinin ifâdesi
olmasıdır. İzzetin en ileri derecesi ise Yüce Allah’a mahsûstur. Ölçüsünün sözkonusu
olmadığı izzet yalnızca O’nundur. Sen O’na ait olan bu öz sıfattan ne kadar uzak kalırsan,
O’nun cennetine o derece yaklaşmış, O’nun nimet yurdunda O’nun komşuluğuna o kadar
yakınlaşmış olursun. Şu beyti söyleyen şâir ne güzel söylemiş:
“ ���aه� %? ذلC�* وإذا t2ل"! ال�0�ب 2�اض% G.إل �,� ”
“Senin için alçak gönüllülükle boyunlarımız zilletlerini arzedecek olurlarsa, hiç
şüphesiz onların azîz olması (huzurunda) zelîl olmalarında saklıdır.”665
Buradaki Allahü Teâlâ’ya yakın olmayı nasıl anlamalıyız? Bu konuda Sadreddin
Konevî şöyle diyor: “Bilesin ki Hakk’a yakınlığın beş mertebesi vardır. Şöyle ki:
Nefsin yakınlığı,
Kalbin yakınlığı,
Sırrın yakınlığı,
660 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XXXII, 26. 661 Müslim, Salât 215 (482). 662 Buhârî, Rikak 38 (6502). 663 Müslim, Salât 215 (482); Ebû Davud, Salat 153 (875); Nesaî, Tatbîk 78 (1139). 664 Müslim, Salât 207 (489); Ebû Davud, Salat 153 (876); Nesaî, Tatbîk 8 (1047), Tatbîk 62 (1122); Müsnedü Ahmed b. Hanbel, s. 172 (Hadis No: 1900). 665 Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, XX, 128.
129
Ruhun yakınlığı,
Bir de Hakk’ın ehadiyet yakınlığı.
Bilhassa ehadiyet yakınlığı bütün mertebeleri kendinde toplar.
Şimdi yukarıda toplu sayılan yakınlık mertebelerinin tafsîline geçelim. Şöyle ki:
Nefsin yakınlığı, bu onun itaat ve ibâdet görevlerini yapmasına bağlıdır. Bu makâmda
Hakk’ın kuluna yakınlığı, merhameti ve şefkatidir.
Kalbin yakınlığı, kulun kalbî ve içten amellere dalmasına bağlıdır. Bu ise pek kolay
değildir. Dünya ehlinden kopmak îcâb eder. Bu makamda Hakk’ın yakınlığına gelince ilim,
hikmet ve irfân çeşidinden şeyleri kuluna vermesidir, ona bağlamasıdır.
Sırrın yakınlığı, bu da onun hakîkî keşiflere dalmasına bağlıdır. Hakîkî tecellî ile hâsıl
olur. Asıl tecellî de, Hakk’ın yakınlığı da budur.
Ruhun yakınlığı, bu mertebeyi de kısmen kalbin, kısmen sırrın yakınlığı bilmekte bir
mahzûr yoktur.
Hakk’ın ehadiyet yakınlığına gelince daha önce de anlatıldığı gibi sözü edilen bütün
mertebeleri özünde toplar. Bu mertebe kul için tam bir yokluk mertebesidir, ne varsa özünde
toplar. Hakk’ın zât, sıfat ve ef’âl tecellîlerinin temiz, şeksiz, aydınlık tenzîhleri altında. Bu hâl
içinde kul, zât, sıfat ve fiil olarak tam, küllî ve tek birliğe doğru yol alıp kendinden geçer, fenâ
bulur.”666
2. Bu ifâdenin manası, “Ey Muhammed! Sen secde et. Ey Ebû Cehil! Sen de
zebânîlerin seni yakalayacakları hakikatini görebilmen için, Muhammed’e yaklaş.”
şeklindedir. Böylece Cenâb-ı Hak sanki, o kafirin öfkesinin artması için, Hz. Peygamber’e
secde etmesini emretmiştir. Bu manaya göre ifade, “…onunla kafirleri öfkelendirmek
için…”667 âyeti gibi olmuş olur. Bu öfkenin artmasını gerektiren sebep şudur: Kafirler Hz.
Peygamber’in namaz kılmasına mani oluyorlardı. Böylece Hz. Muhammed (s.a.v.)’i secde
ederken görmeleri durumunda ise, kin ve öfkeleri doruk noktasına çıkıyordu. Daha sonra
Cenâb-ı Hak, tam bu sırada, Hz. Peygamber secde ederken “Ey Ebû Cehil! Ona yaklaş ve
666 Sadreddin Muhammed b. İshak b. Muhammed Sadreddin Konevî (672/1273), Şerh-i Hadîs-i Erbaîn: Kırk Hadis Şerhi, (çev. Ekrem Demirli), İz Yayıncılık, İstanbul 2002, s. 146. 667 Fetih, 48/29.
130
ayağını ensesine bas. Çünkü Peygamber secde ediyor ve kendi işiyle meşgul.(Yapabiliyorsan
yap bakalım.)” demiştir ki bu, Ebû Cehil ile istihzâ etmek ve onu hafife almaktır.668
Bütün bu ifadelerden şunu anlıyoruz ki kulun Allah’a yapmış olduğu her itaat ve
ibâdet onu Allah’a yaklaştırır. Allah’a yaklaşmanın en iyi yolu ise secde etmektir.
13. Secde Edilen Yerler Olarak Mescidler
Mescid, Arapça’da “eğilmek, tevâzû’ ile alnı yere koymak” manasına gelen sücûd
kökünden “secde edilen yer” anlamında bir mekân ismidir. Secde; namazın rükünleri içinde
en önemlisi, Kur’ân’a göre insanın daha ilk yaratılışında şâhit olduğu bir hürmet ifâdesi ve
Hz. Peygamber’in bildirdiğine göre kulun Allah’a en yakın olduğu an669, ibâdetin özü ve nihaî
noktasıdır. Bundan dolayıdır ki ibâdet yerlerine “secdegâh” ve “secde mekânı” anlamında
“mescid” adı verilmiştir.670 İslâm’ın temel ibâdetlerinden biri olan namazın başka
rükünlerinin de bulunmasına rağmen “ibâdethâne” karşılığında “sücûd”dan türeyen “mescid”
kelimesinin kullanılması, namazın hedeflediği kulluk, ta’zîm ve hürmeti, sücûdun en iyi bir
şekilde ifâde etmesi sebebiyle olsa gerektir.
Mescid, secde ile namaz ve ibâdet için tahsis olunmuş olan yerlerdir ki lügaten müslim
ve gayri müslim her milletin ma’bedine şâmil olabilir. Örfte ehl-i İslâm’ın ma’bedine
mahsûstur. İmtiyâzına tenbih için ism-i mekânın şâz vezinlerinden olmak üzere meksûr
okunarak kıyâstan ayırd edilmiştir. Mesced ise secde manasına mimli masdar veya secde
mevzii, secde uzvu manasına kıyasî ism-i mekân olur.671
Mescid kelimesinin, Sâmî kökenli dillerde telaffuz ve anlam bakımından benzerleri
vardır. Meselâ milâttan önce V. yüzyıla ait olduğu tesbit edilen Yahudî Elephantine
papirüslerinde kelime “ibâdet yeri” anlamında geçmektedir. Milâttan önce I. yüzyılda yaşayan
ve “Ölüdeniz yazmaları” kendilerine izâfe edilen Essensîler de ibâdet yerlerine mescid
diyorlardı.672 Mescid kelimesi, ekser Avrupa lisânlarına da intikâl etmiştir: İspanyolca-
Mesquita, İtalyanca-Moschea, Almanca-Moschee, Fransızca-Mosquée, İngilizce-Mosque.673
668 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XXXII, 26. 669 Ahmet Önkal-Nebi Bozkurt, Cami, DİA, VII, 46. 670 Yılmaz, H. Kamil, Secde Hiçlikte Yükseliştir, Altınoluk Dergisi, Aralık 2004, s. 8. 671 Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, VIII, 5408. 672 Ahmet Önkal-Nebi Bozkurt, a.g.m., VII, 46. 673 Kadri, Hüseyin Kazım, Türk Lügati: Türk Dillerinin İştikakı ve Edebî Lügatları, İstanbul 1943, III, 49.
131
Mescid kelimesi Kur’ân’da tekil ve çoğul olarak, ayrıca sıfat tamlaması şeklinde
toplam yirmi sekiz yerde geçmektedir.674 Kâbe ve çevresini ifâde eden Mescid-i Harâm on
beş yerde, Mescid-i Nebevî veya Mescid-i Kubâ’nın kasdedildiği “takvâ temeli üzerine kurulu
mescid”675, Kudüs hareminin kasdedildiği Mescid-i Aksâ676 ve münâfıkların Hz. Peygamber’e
suikast tertiplemek üzere binâ ettikleri Mescid-i Dırâr677 birer âyette, kelimenin çoğulu olan
mesâcid ise altı yerde zikredilmektedir.
Kur’ân’ın bildirdiğine göre “insanlar için inşâ edilen ilk beyt (mâbed)” Kâbe’dir.678
Rivâyete göre onun da ilk bânîsi Hz. Âdem’dir. Ebû Zerr (r.a.) şöyle demiştir: Ben: “Ya
Rasûlallah! Yeryüzünde ilk kurulan mescid hangisidir?” dedim. Rasûlullah (s.a.v.): “Mescid-i
Harâm’dır.” buyurdular. “Sonra hangisidir?” dedim. “Mescid-i Aksâ’dır.” buyurdular.
“Bunların arasında ne kadar zaman vardır?” dedim. “Kırk senedir. Sonra nerede namaz vakti
gelirse namazını orada kıl. Orası da bir mesciddir.” buyurdular.679 Bu hadiste iki mescidin
aralarının zaman olarak kırk yıl olduğunun belirtilmesi, bu mescidleri yeni yaptıklarını değil;
Hz. İbrahim’in ve Hz. Süleyman’ın eski temelleri üzerine bunları yenilediklerini
göstermektedir.680
Allahü Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de mescidlere hürmet göstermek lâzım olup mescidleri
tahrib edenlerin de en büyük zâlim olduğunu beyân etmek üzere şöyle buyuruyor:
�-�3 أC,s و3� H� آ أن ا�,�: ����جWی �D49 :-�ا OA�9. و �D(ا � &X�آ�ن �� أو CD� ه� أن ,���+?34 إ��� ی� CD�
�\ي ا��'�40 9. CD�ة 9. و �R�اب اWN C4 N
“Allah’ın mescidlerinde O’nun adının men’ edenlerden, onların harab olmasına
koşandan daha zâlim kimdir? Onların (hakkı) oralara korkak korkak girmekten başkası
değildir. Dünyada rüsvaylık onlarındır. Ahirette en büyük azap da yine onların.”681
Allah’ın mescidlerini içlerinde ism-i ilâhî zikredilmekten ve o mescidlerin maddeten
veya ma’nen harab olmasına, yıkılmasına veya muattal kalmasına veya mescidlikten
çıkarılmasına çalışandan daha zâlim kim vardır? Her şeyin hakkı, lâyık olduğu mevkiye
konulmak; zulüm de bir şeyi mevziinin gayrine koymaktır. Demek ki bir şey hakkından, lâyık
674 Abdülbâkî, Muhammed Fuad, el-Mucemü’l-Müfehres Fi Elfâzi’l-Kur’ân-ı Kerim, s. 423-424. 675 Tevbe, 9/108. 676 İsrâ, 17/1. 677 Tevbe, 9/107. 678 Al-i İmrân, 3/96. 679 Buhârî, Enbiyâ 40 (3425); Müslim, Mesâcid 1-2 (520). 680 Davudoğlu, Ahmet, Sahîh-i Müslim Tercemesi ve Şerhi, III, 349 (1533). 681 Bakara, 2/114.
132
olduğu mevkiden ne kadar uzaklaştırılırsa, o kadar haksızlık, o kadar zulüm yapılmış olur ve
o şey ne kadar yüksek ve ne kadar mukaddes ise zulüm de o nisbette ileri gitmiş bulunur.
Nitekim Allah’a şirk en büyük zulümdür. İşte Allah’ın mescidlerini, içlerinde Allah demekten
men’ etmek ve harab olmalarına çalışmak da hem Allah’ın, hem mescidlerin, hem de
insanların hakkına son derece bir tecâvüzdür. Bunu yapan zâlimler hiçbir zulümden çekinmez,
hepsini yapar ve hepsine kapı açar. Binâenaleyh mescidlere taarruz ve onların maddeten ve
ma’nen harab olmasına say’ etmek, zulümlerin en büyüklerinden ve bunu yapanlar en zâlim
kimselerdendir. Bu derece zulmün emsâli tasavvur olunsa bile mâfevki tasavvur olunmaz.
Nitekim “ H�و &"jأ H+;� K%�ىا N"9 @+"ب� الtآ ” : “Yalan yere Allah’a iftira edenden daha zâlim kim
olabilir?”682 gibi diğer birtakım âyetlerde de bunun emsâli beyân edilmiştir ve bu
istifhâmların hepsi bunların fevkında bir mertebe-i zulüm bulunmadığını beyân içindir.
“Mesâcidellah” terkibi hiç ibir istisnâsı olmayarak bütün mescidlere şâmildir ve âyetin hükmü
umûmîdir.683
Bu âyette geçen mescidleri tahrib etmek, iki kısımdır: Birincisi, maddeten yıkmak
sûreti(yle)dir. İkincisi, manâ cihetinden tahrib etmek ki, nâsı mescidde ibâdetten men’ ile
ta’tîl etmektir. Çünkü cemâatten mahrum olan mescid, zâhirde ma’mûr ve müzeyyen olsa
dahi manâda haraptır. Zira her şeyde maksat ve gâye muteberdir. Mescidden maksat olan
cemâat olmayınca o mescid maksattan ârî muattal ve haraptır. Şu halde harâbiyetine sebep
olan kimse elbette herkesten ziyâde zâlimdir.684
Bu âyet-i celîle mescidlerin Allah indinde muhterem olup insanlara dahi mescide
hürmet ve ta’zîm etmek vâcip olduğuna delâlet eder. Zira mescidi yıkan ve insanları ibâdetten
men’ ile ta’tîl eden kimsenin müşrikten daha ziyâde zâlim olduğunu beyân etmek, mescidin
Allah indinde fevkalgâye muazzam olduğuna delâlet ettiği gibi, insanlar için de ta’zîmin vâcip
olduğuna delâlet eder. Zira emkinenin (mekânların) teâlî ve terakkîsi zikr-i ilâhîyle olup
mescidler zikrullah için hazırlandığı cihetle emkinenin elbette âlâ ve efdalidir.685
�ون��� هC ا���Hر و9. أhG@ CD��-N= أوX�& )��*? أO,N CD�?0 ش�ه�ی3 ا�,�: ���ج� یA- وا أن �,-2 آ34 آ�ن ��
� وا4� م )��,�: 3�q 3� ا�,�: ���ج� یA- إ�0-�() R�ة وأ%�م ا�,�Vا� Oتqا�\�آ�ة و C�ا�,�: إ��� ی<{ و O�A9 &X�ا أن أو 0 ی*
ا�-D;�ی3 3�
682 En’am, 6/21. 683 Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, I, 472-473. 684 Mehmet Vehbi, Hülâsatü’l-Beyân, I, 208. 685 Mehmet Vehbi, Hülâsatü’l-Beyân, I, 209.
133
“Müşriklerin kendi küfürlerine bizzat kendileri şâhit iken, Allah’ın mescidlerini imar
etmelerine (ehliyetleri) yoktur. Onların bütün yaptıkları boşa gitmiştir ve onlar ateşte ebedî
kalıcıdırlar. Allah’ın mescidlerini ancak Allah’a ve âhiret gününe iman eden, namazı
dosdoğru kılan, zekatı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte
doğru yolda olmaları umulanlar bunlardır.”686
Bu âyetlerde geçen mescidin imârı iki manaya gelir. Birisi binâsı ve tecdîdi, birisi de
ziyâreti ve içinde bulunulup ibâdet edilmesidir. Nitekim Beyt-i şerîf’i ziyâret-i mahsûsaya
“umre” denilir. Ve mescidlere çok giden ve içlerinde çok duran kimselere de “ummâr-ı
mesâcid” ta’bir olunur. Kezalik bir kimsenin meclisine çok devam ettiği zaman “falanın
muammiri falan” derler. Bu suretle bir mescidin ma’mûriyeti bu iki cihetin cem’iyle olur.
Birisi umrân-ı maddîsidir ki binâsı, ta’mirâtı, nezâfeti, mefrûşâtı, tenvîrâtı ve bunların
idâmesine müteallik cihâtıdır. Birisi de umrân-ı ma’nevîsidir ki içinde Allah için ibâdet, zikir,
tedrîs-i ulûm gibi taât ve fezâilin idâmesi ve bunların idâmesine müteferri’ cihâtı ve mescidi
mevzûun lehinin gayrı şeylerden sıyânet ile kâim olur. Bir mescid içinde dünya umûruna
müteallik lakırdı bile onu mevzûun lehinin gayriden sıyânet etmemek ve binâenaleyh
ma’mûriyet-i ma’neviyyesini ihlâl eylemektir. Bu bâbda şu ehâdis-i şerîfe ne kadar şayânı
dikkattir: Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)’den vârid olmuştur ki: “Mescidde lakırdı, hayvanın ot yediği
gibi hasenâtı yer (tüketir).”687 Aleyhissalâtü vesselâm şu hadîs-i kudsîyi de bildirmiştir:
“Allahü Teâlâ buyurdu ki: Arzda benim buyûtum -evlerim- mescidlerdir ve bunlarda benim
ziyaretçilerim de onları ma’mûr edenlerdir. İmdi ne mutlu o kula ki hânesinde tatahhur etti;
iyice temizlendi de sonra beni evimde ziyâret eyledi, çünkü ziyâret edene ikrâm etmek ziyâret
olunan üzerine bir haktır.”688 Diğer bir hadîs-i nebevîde: “Her kim mescide ülfet ederse Allah
Teala ona ülfet eder.”689 Bir başka hadiste: “Bir adamı mescidlere devam ediyor gördünüz mü
onun mü’min olduğuna şehâdet ediniz.”690 Enes (r.a.)’den rivâyet olunmuştur ki: “Her kim bir
mescidde bir kandil bulundurursa o mescidde onun ziyâsı devam ettiği müddetçe melâike ve
hamele-i arş onun için istiğfâr ederler.”691 İşte mescidleri lakırdıdan bile sıyânet etmek iktizâ
edeceğinden bir mescide herhangi bir küfür şöyle dursun herhangi bir fıskın ve herhangi bir
tahâretsizliğin bile takarrubu (: yaklaşması) o mescidin ma’neviyâtına uzatılan bir darbe-i
tahrîb olur. Şu halde (burada) asıl mesele müşriklerin mescidleri imâr edip etmemeleri ve 686 Tevbe, 9/17-18. 687 Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XVI, 9; Nesefî, Medârikü’t-Tenzîl, s. 916. 688 İbn-i Ebî Şeybe, el-Kitâbü’l-Musannef fi’l-Ehâdîs ve’l-Âsâr, VIII, 172; el-Hindî, Kenzü’l-Ummâl, VII, 20740. 689 Suyutî, Câmiu’s-Sağîr, IV, 141. 690 Tirmizî, Tefsiru Sûreti 9, 10 (3093); İbn Mâce, Mesâcid 19 (802); Dârimî, Salât 23 (1221). 691 Suyutî, Ebü’l-Fazl Celaleddin Abdurrahman b. Ebî Bekr (911/1505), ed-Dürru’l-Mensûr, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 2004, III, 394; Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, XII, 274.
134
bunun câiz olup olmaması değildir. Âyet, onların yaptığını temelden geçersiz sayıyor. Yani
onların imârları, imâr değildir.
Aslında mescid kelimesi, “içinde Allah’a secde ve ibâdet edilmeye mahsûs mevki”
demek olduğundan Allah’a imanı olmayanların Allah’a ibâdet için bir yer binâ ve tahsîs
etmeleri veya böyle bir binanın Allah için imârıyla cidden alakadar olmaları mümteni’dir
(mümkün olacak bir şey değildir). Sonra Allah’a ibâdet ile iştiğâlin fâidesi bilâhare kıyâmette
görülecektir. Bunun için âhirete imanı olmayanlar Allah’a ibâdet etmezler, etmeyince de ne
mescid yaparlar ne de mescidleri ibâdetle ma’mûr ederler, fırsat buldukça ya mescidleri
yıkarlar veya mescidlikten çıkarıp dilediklerini yaparlar. Binâenaleyh “Allah’ın mescidi”
tabirinden bilbedâhe (açıkça) anlaşılacağı üzere bunu imâr için evvelâ Allah’a ve âhirete iman
şarttır. Fakat bu, yeterli bir şart değildir. Bununla beraber namazı kılmak da şarttır. Zira
mescidlerin binâsından maksûd-i aslî, namaz kılmaktır. Namazın vücûbunu itirâf etmeyenler
mescid yapmak lüzûmunu hissetmeyecekleri gibi namaz kılmayanlar da mescidlerin ma’nen
harab olmasına sebep olurlar. Mâmafih namaz kılmak da kâfî değildir. Bununla berber zekâtı
vermek de şarttır. Mescid imârının mal ve zekâta da bir tevakkufu vardır. Farz olan zekât
borcunu vermeyen, fukarâ ve mesâkîni gözetmeyenlerin mescid binâsıyla iştiğâl etmeleri pek
melhûz olmadığı gibi mescide gidip fukarâ ve mesâkîni gözeterek zekât vermenin de
mescidlerin imâr-ı ma’nevîsiyle pek büyük alâkası vardır. Ancak bu da kâfî değildir. Bunlarla
beraber Allah’tan başkasından korkmamak da şarttır. Gerçi insan birçok mahzûrlardan
korkabilir ve korkmamak elinden gelmez ve Allah’tan korkmayanlardan da hiç korkulmaz
değildir. Fakat Allah’ın emr-ü nehyini yerine getirmek için Allah korkusundan başka hiçbir
korkuyu saymayan, herhangi bir korku ile başkasının rızasını Allah’ın rızasına tercih
etmeyecek ve herhangi bir işte Allah’ın hakkıyla kendi hakkı teâruz ettiği zaman Allah’ın
rızasından mahrûm olmak korkusuyla kendi hakkını fedâ ve Allah’ın hakkını ihtiyâr edecek,
vazifesini yapmak için şunun bunun levminden veya zâlimin zulmünden korkup
çekinmeyecek ve lüzûmunda harb ü kıtâlden vesâir sûretle çarpışmaktan kaçınmayacak
velhasıl muhtelif korkular, endişeler tearruz ettiği zaman Allah korkusunun karşısında diğer
korkuları kâle almayacak bir kalp ve iman sahibi olan ve bu sûretle dört hasleti câmi’ bulunan
zevât lazımdır ki Allah’ın mescidleri imâr edilebilsin. Yoksa zikredilen bu üç haslet bulunup
da İslam’ın ve iman-ı tevhidin hakikat ve kemâli demek olan bu kalp ve iman, bu ihlâs ve
vicdan bulunmayanlar mescidlerin ma’mûriyetini idâme edemezler. Günün birinde bir kafirin
veya zâlimin ve hatta alel’âde bir cüretkârın tehdidinden korkarak kendi elleriyle mescidleri
yıkmak zilletine bile düşebilirler. Maddeten ve ma’nen tecâvüzden, hetk-i hürmetten
135
(saygınlığının ihlâl edilmesinden) sıyânet eylemeyen ve bu sıyâneti idâme edecek iman-ı
kâmil erbâbından hâli’ kalan mescidlerin ne servet ve ne sâir bir sûretle devam-ı
ma’mûriyetleri ihtimali yoktur.692
Vâcip Teâlâ, mescidlerin Allah’ın olduğunu ve bu mescidlerde Allah’tan başkasına
ibâdetin câiz olmayacağını beyân etmek üzere şöyle buyurmaktadır:
ا 9,� �,�: ا�-��ج� وأن� N�ت أ@�ا ا�,�: �
“Hakikat mescidler hep Allah içindir, o halde Allah’ın yanında başka birine dua
etmeyin.”693
Bu âyette geçen mesâcid kelimesi ile kasdedilen ibâdethânelerdir. Cumhûrun kavli de
budur. Yahûdî ve Hıristiyanlar, havra ve kiliselerinde Allah’ın gayrisine de dua ettiklerinden
dolayı müslümanlara ihlâs ile emrolunmuştur. Ancak bu (Cin) sûresi nâzil olduğu zaman
müslümanlara mahsûs mescidler yapılmış olmadığı için burada mesâcidi daha umûmî
manasıyla tefsir etmek üzere birkaç vecih daha zikrolunmuştur ki şunlardır:
1. “Arz bana mescid ve tahûr kılındı.” hadîs-i şerîfine nazaran Hasan-ı Basrî demiştir
ki: “Burada mesâcid, arzın bütün buk’alarına (parçalarına) işarettir. Arzın hepsi Allah’ın
mahlûku olduğu için onların üzerinde hâlikının gayrisine secde etmeyin, demektir.”
Binâenaleyh âyet-i celîle, secde mümkün olan her yere şâmil olması lâzımdır ki bu mana
murâd olunduğunda hadîs-i şerîfe muvâfık olarak tefsir olunduğu gibi kavâid-i Arabiye’ye
dahi muvâfıktır. Çünkü elif-lâm ile vârid olan cemi’lerde tercîh-i bilâ müraccih lâzım
gelmemesi için istiğrâk yani şümûlü mümkün olan cemi’ efrâda şâmil olması murad olunmak
kavâid-i Arabiye iktizâsındandır. Binâenaleyh, el-mesâcid, elif-lâm ile cemi’ olduğundan
“Mescid ıtlâkına sezâ olan her yeri Allahü Teâlâ halk ettiği için Allah’a mahsûs ve
Allah’ındır.” demek olur. Şu halde Allah’ın halk ettiği her yerde Allah’ın gayriye ibâdet câiz
olamayacağını Cenâb-ı Hak bu âyette beyân buyurmuştur.694
2. Yahud mesced fetha ile mimli masdar olmak üzere secdeler, yani namazlar Allah’a
mahsûstur. Başkasına secde etmeyin, demektir.
692 Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, IV, 2479-2482. 693 Cin, 72/18. 694 Mehmet Vehbi, Hülâsatü’l-Beyân, XV, 6190.
136
Said b. Cübeyr de demiştir ki: “Secde a’zaları olan mescedler Allah’ındır, yani
Allah’ın mahlûkudur. Binâenaleyh onlarla Allah’ın gayrisine secde etmeyin, âkıl olan
Allah’tan başkasına secde etmez, demektir.”
3. Atâ, İbn-i Abbas’tan burada mesâcidden murad, Mescid-i Haram’dır, diye de bir
rivâyet söylemiştir. Bunun vechinde çünkü Mescid-i Haram, birçok mescidleri hâvî demektir.
Bu sûrette diğer mesâcidin hükmü bu âyetin ibâresinden değil, delâletinden anlaşılmış olur.
Bu (manalardan) her birinin bir vechi bulunmakla beraber en zâhir olan cumhûr-ı
ulemânın dediği vechile alel’umûm ibâdethâneler demek olmasıdır.695
Enbiyâ-yı selef zamanında ancak havra, kilise, gibi ibâdete tahsîs edilmiş yerlerde
namaz kılınabilirdi. Nebiyy-i âhir zaman (s.a.v.) Efendimiz ile ümmeti olmakla müşerref
bulunan bizlere ise tâhir yani temiz olmak şartıyla bütün yeryüzü mescid olduğu gibi, temiz
olan toprağı da tâhûr yani mutahhir (temizleyici) ve müzîl-i hades (hadesi izale edici) oldu.
Abdest suyu bul(a)mayan kimse, hemen toprak ile teyemmüm edip her nerede olursa namaza
durur.696 Zîrâ Nebi (s.a.v.) buyurdu ki: “Benden evvel hiçbir kimseye verilmedik beş şey (hep
birden) bana verilmiştir. Bir aylık yola kadar (düşmanlarımın kalbine) korku (salmakla)
mansur oldum. Yer(yüzü) bana namazgah ve sebeb-i taharet kılındı. Onun için ümmetimden
namaz vakti gelip çatmış her kim olursa olsun namazını kılıversin. Ganimetler bana helal
edildi. Halbuki benden evvel kimseye helal edilmemişti. Bana şefaat verildi. Bir de (benden
evvel) her nebi, hassaten kendi kavmine ba’s olunurken ben umumî nâsa ba’s olundum.697
Ancak Rasûlullah (s.a.v.), yeryüzünün bazı kısımlarında namaz kılmayı yasaklamıştır:
Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Tüm yeryüzü mesciddir; mezarlık ve hamam
hariç.”698 Yine Rasûlullah (s.a.v.) yedi yerde namaz kılınmasını yasaklamıştır: Çöplük,
mezarlık, mezbahâne, yol ortası, hamam, deve ağılı ve Kâbe’nin damı.699 Bâbil arazisinde
namaz kılınmasını da yasaklamıştır; çünkü orası lanetli bir yerdir.700
695 Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, VIII, 5408-5409. 696 Naim, Ahmet, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercemesi, II, 245. 697 Buhârî, Teyemmüm 1 (335), Salat 56 (438); Müslim, Mesacid 3 (521); Nesai, Gusl 26 (434). 698 Ebû Davûd, Salât 24 (492); İbn-i Mâce, Mesâcid 4 (745). 699 Bkz. Tirmizî, Salât 141 (346); İbn-i Mâce, Mesâcid 4 (746). 700 Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullahi’l-Bâliğâ, I, 693.
137
Mescid, bir beldenin İslam vatanı oluşunu simgeleyen ebedî bir damgadır. Hz.
Peygamber gönderdiği birliklerine gittikleri yerlerde şayet bir mescid görürlerse mescid
oranın İslam beldesi olduğuna delâlet ettiği için halkına dokunmamalarını emrederdi.701
Hz. Peygamber, İslam devletindeki bu mümtaz mevkii ve cemiyet hayatındaki
fevkalâde ehemmiyetine binâen Medine’ye hicretinde kısa bir müddet kaldığı Kuba’da hemen
bir mescid inşâ ettirmiş, şehre intikal ederek yerleştiği andan itibaren de ilk faaliyeti,
Mescid’ini binâ etmek olmuştu.702
Yine davetteki rolü sebebiyle Hz. Peygamber, mescidlerin sayılarının artırılması
hususunda teşviklerde bulunuyor, “İçerisinde Allah’ın zikredildiği bir mescid bina edene
Cenâb-ı Hak, cennette bir köşk hazırlar.”703 buyurarak her mahallede bir mescidin açılmasını
ve temiz tutulmasını emrediyordu.704 Semhudî’nin isim ve yerlerini belirterek ve geniş bilgiler
vererek beyân ettiğine göre Hz. Peygamber zamanında, mescid edinilmiş evler müstesna,
Mescid-i Nebî dışında bizzat Rasûlullah’ın namaz kıldığı Medine dahilinde 18, Medine
civarında ise 40 mescid vardı.705
14. Rüku’ ve Secde
Rükû’ ve secde namazın birbirinden ayrılmayan iki önemli rüknüdür. Cenaze
namazında olduğu gibi bir namazda rükû’ yoksa secde de bulunmamaktadır. Rükû ve secde
halinin tazim olabilmesi için kişinin belli bir süre o halde kalması, alemlerin Rabbine o halde
iken boyun eğmesi ve ta’zîmi tâ kalbinin derinliklerinde duyması gerekir. Bu yüzden rükû’ ve
secde vazgeçilmez bir rükün kılınmıştır.706 Kur’ân-ı Kerîm’de de dört ayrı yerde rükû’ ve
secde birlikte kullanılmıştır. Bunlar:
ا ا��Wی3 أی'�D ی� H�q ا A�وا وا���وا ارآGNوا C*�(ا ر ,A9ا�<4 وا C*�,A� ن j,?ت
“Ey iman edenler! Rükû edin, sücûd edin. Rabbinize ibâdet edin, hayır işleyin. Tâ ki
umduğunuza nâil olasınız.”707
وارآA. وا���ي � )/& ا%H;. � یC ی� � 34Aا� �اآ
701 Tirmizî, Siyer 2 (1549). 702 İbn-i Kesîr, Bidâye, III, 214-219. 703 Buhârî, Salât 65 (450); Müslim, Mesâcid 24 (533). 704 İbn Mâce, Mesâcid 9 (758); Ebû Davud, Salât 13 (455). 705 Semhudî, Vefa, III, 819-880. 706 Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullahi’l-Bâliğâ, II, 9. 707 Hac, 22/77.
138
“Ey Meryem! Huşû’ ile Rabbinin divanına dur, secdeye kapan. Rükû edenlerle
beraber rükû et.”708
)D5 .;4/ ا أن وإ�-�l4N إ) اهC4 إO� وOo,V� �0�DN إ) اه�B C4م� 3� وات�<Wوا وأ��H,� �H�س �k�)( ا4G�= ج�H,A وإذ
34?+��h,� 34?آ�A�وا ا��'� د وا� 'آ�
“Hani Beyt(-i Şerîf’i) insanlar için bir toplantı yeri ve emin bir mahal yapmıştık. Siz
de İbrahim’in makamından bir namazgah edinin, İbarahim ile İsmail’e de ‘Evimi tavaf
edenler, (ibâdet kasdıyla orada) kalanlar, rükû ve sücûd eyleyenler için titizlikle temizleyin’
diye kuvvetli bir emir vermiştik.”709
�أ�0 وإذ ( C4ن 8�) اه�*� G�ت2 ك �� أن 4=ا .( �X4ش /D534 )4;. و?+��h,� 34-+�B�وا ا��'� د وا� 'آ�
“Hatırla o zamanı ki biz Beyt’in yerini İbrahim’e: ‘Bana hiçbir şeyi eş tutma. Beytimi
tavaf edenler, kıyâm edenler, rükû ve sücûd edenler için iyice temizle.’ diye merci
yapmıştık.”710
Herkes kıyâm halinde iken aynı durmaz; kimi başını önüne eğerek durur, kimi eğik
durur ve hepsi de kıyam sayılır. Bu durumda saygı için eğilmenin kıyâm diye isimlendirilen
fiilden ayrılmasına ihtiyaç duyulur. Bu da rükû’ şekliyle belirlenmiştir. Rükû’, parmak uçları
dizkapaklarına yetişecek şekilde aşırı eğilmedir.711
Secde etmek isteyen herkesin, secde haline ulaşıncaya kadar mutlaka eğilmesi
gerekecektir. Bu rükû’ değil, secde haline ulaşmak için bir yoldur. Bu durumda rükû’ ile
secde arasının farklı bir hareketle ayrılmasına ihtiyaç vardır. Böylece her biri başlı başına
maksud olan bir taat halini alacak ve nefis her birinin faydası için ayrı ayrı uyarılmış
olacaktır. Bu farklı hareket de “kavme”712 olmaktadır.713
15. Secde ve Tesbih
Müminler rükû’da iken “Sübhâne Rabbiye’l-Azîm”, secdede iken “Sübhâne
Rabbiye’l-Alâ”714 derler. Bundan dolayıdır ki rükû’ ve secde tesbih etme makâmıdır. Tesbihin
708 Âl-i İmran, 3/43. 709 Bakara, 2/125. 710 Hac, 22/26. 711 Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullahi’l-Bâliğâ, II, 8-9. 712 Rükûdan sonra secdeye intikal etmeden evvel dümdüz doğrulmaya verilen addır. 713 Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullahi’l-Bâliğâ, II, 9. 714 Bak. Ebû Davûd, Salât 150 (871).
139
anlamını, önemini ve secdeyle arasındaki münâsebeti bilmeden secde tam anlamıyla
anlaşılamaz. Allahü Teâlâ yeryüzünde bir halîfe yaratacağını meleklere bildirince onlar: “Biz
hamdinle seni tesbih ve takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, kan dökecek kimse
mi yaratacaksın.”715 demişlerdi. Bu âyetten anlaşılmaktadır ki insanın en önemli
görevlerinden biri de Allah’ı tesbih etmektir. Melekler yaratılış hikmeti, tesbih olan yeni bir
varlık yaratılacağını anlayıp, bu görevi kendilerinin hakkıyla yaptıklarını belirtmişlerdi.
Tesbih, sübhânellah demek yani Hak Teâlâ’yı (her türlü noksanlıklardan ve Allahü
Teala’ya lâyık olmayan şeylerle şerîk ve nazîrden) tenzih ve takdis eylemek manasındadır.716
Secde ile tesbih arasındaki münâsebeti gösteren bir diğer şey de Arapların kuşluk
vaktinde kılınan namaza “sübhetü’d-duhâ” ve “sücûdü’d-duhâ” adını vermeleridir.717
Allahü Teâlâ, Rasûlüne ve dolayısıyla ümmetine gecenin bir kısmında secde ve
tesbihle meşgul olmasını emretmek üzere şöyle buyurmaktadır:
ی,� 4�,� وj/G�: �: �9��� ا�,�l4 و3� 5
“Gecenin bir kısmında Rabbine secde et ve gecenin uzun bir müddetinde O’nu tesbih
(ve tenzih) eyle.”718
Bu âyette tesbih ve secdeyle emir, devam içindir. Çünkü Rasûlullah’ta tesbih ve
secdenin aslı mevcut olduğu cihetle bunlarla Rasûlullah’a emir devamlarıyla emirdir. Eğer
bunların esâslarıyla emir olsa, hâsılı tahsîl olur, buysa câiz olmayacağından bu misilli
makâmda Rasûlullah’a emirden murâd, devamdır.719
Cenâb-ı Hak, meleklerin de tesbih ve secde ettiklerini şöyle bildiriyor:
�GN :0دت: 3N ی�;*G ون �� ر)/& HN� ا��Wی3 إن� j/G�ی���ون و�: وی
“Şüphe yok ki Rabbinin katındakiler O’na kulluk etmekten asla kibirlenmezler, O’nu
tesbih ve yalnız O’na secde ederler.”720
715 Bakara, 2/30. 716 Mütercim Asım, Kamus Tercümesi, II, 895. 717 Ragıp İsfehânî, Müfredâtü Elfâzi’l-Kur’ân, s.397. 718 İnsan, 76/26. 719 Mehmet Vehbi, Hülâsatü’l-Beyân, XV, 6287. 720 A’râf, 7/206.
140
Meleklerin ind-i ilâhîde olmalarıyla murâd, şereflerini ve rahmet-i ilâhîyeye mazhar
olduklarını beyândır. Tesbih ve secde, istikbâr etmemekte dahil ise de istikbâr etmemek
meleklerin tevâzu’, huşu’ ve hudu’larını beyân olup ibâdetleri tesbih ve secde olduğu ayrıca
beyân olunmuştur.
Bu âyette insanı secdeye ve tesbihe terğîb vardır. Zira meleklerin kemâl-i şeref ve
tıynet-i tahâretle beraber gazab u şehvetten, hased ü hıkıtten ârî oldukları halde ibâdet edince
insan zulumât-ı cismâniyyeye ve şehevât-ı nefsâniyyeye müptelâ olduğu halde daha ziyâde
ibâdet etmesi lâzımdır.
İnsan vücudu ikiye münkasim olup biri kalp diğeri sâir beden olduğundan a’mâl-i
kalbe işaret için tesbih ve a‘mâl-i bedene işaret için secde zikrolunmuştur. İbâdette asıl olan,
a’mâl-i kalp olduğuna işaret için usûl-ü itikâdiyyeden olan nekâisten tenzîh manasına tesbih
evvelâ zikrolunup furû-u a’mâlden olan secde sonra zikrolunmuştur.721
GQ�9 O,N �� ن � Bی �/G�و �-j( &/(ر lG% ع ,5 F-�2ا� lG%وب و i�و3� () ا l4�,ا� :j/G�9 د وأد)�ر ا��'�
“Onların söylediklerine sabret. Rabbini güneşin doğuşundan evvel ve batışından önce
hamd ile tesbih et. Gecenin bir kısmında ve secdelerin arkalarında da O’nu tesbih et.”722
Bu âyette geçen sücûdun edbârı ile murâd, akşam namazından sonra kılınan iki rek’at
ve sabah namazından evvel kılınan iki rek’at sünnetler olduğu Ömer, Ali ve İbn-i Abbas (r.a.)
hazerâtından mervîdir. Rasûlullah’ın nâfileler içinde sabah namazının evvelindeki iki rek’at
sünnete ihtimâmı sâir nâfilelere ihtimâmından daha ziyâde olduğu Hz. Âişe’den mervîdir.723
Bu iki âyet, beş vakit namaza şâmildir. Çünkü gün doğmazdan evvel tesbih ile murad,
sabah namazı; gurubtan evvel tesbih ile murad, öğle ve ikindi namazları; gecenin bazısında
tesbih ile murâd, akşam ve yatsı namazlarıdır. Secde akabinde tesbih ile murâd, farz
namazları akabinde edâ olunan nâfile namazlardır. Yatsı namazından sonra kılınan vitir
namazı olduğu da söylenmiştir.724
Aşağıdaki iki âyette de yine secde ve tesbih kelimeleri birlikte geçmektedir.
ا ����ا � 'وا )�D واذآ/ إذا ا��WیR( 3ی�ت�H ی3�v إ�0-� j�G�و �-j( CD/(ر Cون �� وه G*;�ی
721 Mehmet Vehbi, Hülâsatü’l-Beyân, V, 1840. 722 Kaf, 50/39-40. 723 Mehmet Vehbi, Hülâsatü’l-Beyân, XIV, 5544. 724 Beyzavî, Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl, III, 319.
141
“Bizim âyetlerimize ancak öyle kimseler iman eder(ler) ki bunlarla kendilerine öğüt
verildiği zaman, onlar büyüklük taslamayarak, yüzü üstü secdeye kapanırlar ve Rablerini,
hamd ile tesbih ederler.”725
�B�و C,A0 &�014 أ�� ن )-� Q�رك ی Bی () �/G�9 �-j( &/(ا����ج�ی3 3� وآ3 ر
“And olsun, biliyoruz ki onların söyleyip durduklarından göğsün cidden daralıyor.
Sen hemen Rabbini hamd ile tesbih et ve secde edenlerden ol.”726
16. Secde ve Kıyâm
Kıyâm, “ayakta durmak” demektir. Namazda kıyâm, Allahü Teâlâ’nın huzurunda
ayakta durmak demektir. Kıyâm, kulun bütün varlığını hürmetle Rabbinin huzuruna
dikmesidir; O’na saygıyla teslim olduğunun ifâdesidir. Hakikatte her yerde ve her zaman
Allah’ın değil miyiz? Ama gaflete düşüyoruz, unutuyoruz. İbâdet için abdest alıp
toparlanıyoruz ve tüm varlığımızla kendisine ait olduğumuz Rabbimizin huzurunda
duruyoruz. Kişi, Allah’ın huzurunda kıyâmda divân durmakla O’na karşı saygı ve ta’zîmini
ifade etmektedir. Bu saygı ve ta’zîmin en ileri merhalesi ise secde olmaktadır. Kur’ân’da iki
âyette secde ve kıyâm birlikte kullanılmıştır. Bunlar:
ن وا��Wی3 ;4Gی CD/( � و%�4�� ����ا
“Onlar ki gecelerini Rableri için secde ederek ve kıyâmda durarak geçirirler.”727
Vâcip Teâlâ, secdeden nefret eden müşriklerin hâllerini beyândan sonra secdeye
muhabbet eden ehl-i imanın sıfatlarını bu âyetlerde beyân ediyor. Onların sıfatlarından biri de
geceyle rızâ-yı ilâhîyi tahsîl için kıyâma durmak ve secde etmektir.728
� ة یWjر و%�+-� ��ج�ا ا�,��0q l4ء %�0= ه أ��3 R�ا ن ا��Wی3 ی�; ي هl% l ر)/: ر@-( وی ج-,Aی3 یWوا�� ��
ن-,Aآ� ی إ�0-� یW; ا�G�Y�ب أو�
“Yoksa o, âhiret (azabın)dan korkarak, Rabbinin rahmetini umarak gecenin
saatlerinde secdeye kapanır, kıyâmda durur bir halde taat ve ibâdet eden kimse (gibi) midir?
725 Secde, 32/15. 726 Hicr, 15/97-98. 727 Furkân, 25/64. 728 Mehmet Vehbi, Hülâsatü’l-Beyân, IX, 3859-3860.
142
De ki: Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak temiz akıl sahipleridir ki (bunları) hakkıyla
düşünür.”729
Bu âyette Cenâb-ı Hak, müminleri medh için evsâf-ı memdûhadan secde ve kıyâmla
tavsîf etmiş ve secdede ibâdet manası daha ziyâde zâhir olduğundan secdeyi kıyâm üzerine
takdim buyurmuştur.730
Âlimlerimiz kıyâm ve secdeden hangisinin daha faziletli olduğunda görüş ayrılığına
düşmüşlerdir. Bir grup şu yönlerden kıyâmı tercih etmiştir:
1. Kıyâmdaki zikir, zikirlerin en üstünüdür. Öyleyse rüknü de rükünlerin en üstünüdür.
2. Allah (c.c.) buyuruyor ki: “İhlâslı bir halde Allah için namaza durun.”731
3. Hz. Peygamber buyuruyor ki: “En üstün namaz kıyâmı uzun olandır.”732
Diğer bir grup ise secde daha üstündür diyor. Onların delilleri ise şunlardır:
1. Hz. Peygamber: “Kulun Rabbine en yakın olduğu hâl secdede bulunduğu hâldir.
Binâenaleyh siz (secdede) duâyı çok edin!”733 buyurmuştur.
2. Ma’dân b. Ebî Talha el-Ya’merî (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.v.)’in azatlısı
Sevbân’a tesadüf ettim de: “Bana bir amel haber ver ki onu yaparsam Allah beni onun
sebebiyle cennete koysun.” dedim. Veyahutta “Allah indinde en makbûl ameli haber ver.”
dedim. Sevbân sükût etti. Sonra kendisinden (aynı şeyi) tekrar istedim, yine sükût etti. Sonra
üçüncü defa istedim. Bunun üzerine şunları söyledi: “Ben bu meseleyi Rasûlullah (s.a.v.)’e
sordum da: ‘Allah’a çok secde etmeye bak. Çünkü, eğer sen Allah için bir secde yaparsan
onun sayesinde Allah senin bir dereceni yükseltir ve onun sayesinde bir günahını affeder.’”
Ma’dân dedi ki: “Sonra Ebû’d- Derdâ’ya rastladım. Ona da (aynı şeyi) sordum. Bana
Sevbân’ın dediği gibi söyledi.”734
729 Zümer, 39/9. 730 Mehmet Vehbi, Hülâsatü’l-Beyân, XII, 4849. 731 Bakara, 2/238. 732 Müslim, Salâtü’l-Müsafirîn 164 (756); Tirmîzî, Salât 168 (387); İbn-i Mâce, İkametü’s-Salât 200 (1421); Nesâî, Zekat 49 (2528). 733 Müslim, Salât, 215 (482); Ebû Davûd, Salât 153 (875). 734 Müslim, Salât, 225 (488); Nesaî, Tatbîk 80 (1141); Tirmizi, Salât 169 (388); İbn-i Mace, İkametü’s-Salât 201 (1423).
143
3. Cennette refakatçisi olmak isteyen Rabîa b. Kâ’b el-Eslemî’ ye Allah Rasûlü
(s.a.v.): “Sen dediğimi yap, çok secde et. Böylece bana bu isteğini yerine getirmemde bana
yardımcı olursun.”735 buyurmuştur.
4. En doğru görüşe göre Allah Rasûlü (s.a.v.)’e indirilmiş ilk sûre olan Alâk sûresi
“Secde et ve yaklaş!”736 ayetiyle son bulmaktadır.
5. Secde ulvî-süflî bütün yaratıklar tarafından Allah’a yapılan bir ibâdet şeklidir.
Secde, kişinin Rabbine karşı en zelîl olduğu ve en fazla boyun eğdiği bir ândır. Bu ise kulun
en şerefli hâlidir. Bu yüzden Rabbine en yakın hâli bu hâl olmuştur. Secde kulluk sırrının tâ
kendisidir. Çünkü kulluk, zelîl olmaktır, boyun eğmektir. Araplar “ ��GA 5 ی1 ” : “kullanılmış
yol” sözüyle ayakların basıp geçtiği, çiğnediği yolu kasdederler. Kulun en zelîl olduğu ve en
fazla boyun eğdiği hâli secdedeki hâlidir.
Bir başka grup ise; “Geceleyin kıyâmı uzun tutmak daha faziletlidir. Gündüzse çokça
rükû’ ve secde etmek daha faziletlidir.” diyor. Bu grubun delili:
Gece namazına özel olarak “kıyâm” ismi verilir. Çünkü Allah (c.c.): “Gece kıyâma
kalk!”737, Hz. Peygamber (s.a.v.) ise: “Kim Ramazan’da inanarak ve sevabını Allah’tan
bekleyerek (gece) kıyâma kalkarsa günahı affolunur.”738 buyurmaktadır. Bu yüzden “gece
kıyâmı” sözü kullanılır da “gündüz kıyâmı” sözü kullanılmaz. Diyorlar ki: İşte Hz.
Peygamber (s.a.v.)’in sünneti buydu. Zira o, gece 11 yahut 13 rek’attan fazla namaz kılmazdı.
Bazı gecelerde Bakara, Âl-i İmrân ve Nisâ sûrelerini bir rek’atta okuyarak namaz kılardı.
Gündüz ise böyle bir şey yaptığı nakledilmemiştir. Aksine sünnetleri hafif tutardı.
(İbn-i Teymiyye ise) şöyle demiştir: “Doğrusu kıyâm ve secde faziletçe birbirine
eşittir. Kıyâm, Kur’ân okuma (kırâat) şeklindeki zikrinden dolayı daha faziletli, secde ise
vaziyet itibariyle daha faziletlidir. Secde vaziyeti kıyâm vaziyetinden, kıyâm zikri secde
zikrinden daha faziletlidir. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in tutumu işte böyleydi. Küsûf ve gece
namazlarında yaptığı gibi kıyâmı uzatınca rükû ve secdeyi uzatırdı; kıyâmı kısa tutunca da
rükû’ ve secdeyi kısa tutardı. Farz namazda da aynen böyle yapardı. Nitekim Berâ b. Âzib:
735 Müslim, Salât 226 (489); Ebû Davud, Salât 312 (1320). 736 Alâk, 96/19. 737 Müzzemmil, 73/1. 738 Buhârî, İman 27 (37); Müslim, Salâtü’l-Müsafirîn 173 (759); Tirmîzî, Savm 1 (683); Ebû Davud, Ramazan 1 (1371).
144
“Hz. Peygamber (s.a.v.)’in kıyâmı, rükû’u, secdesi ve itidâli takriben birbirine yakındı.”739
diyor. En iyi bilen Allah’tır.”740
SONUÇ
Yukarıda secdenin lügat ve terim anlamlarını, bu kökten türeyen ve secde ile yakın
anlamlı kelimelerin anlamlarını Arap şiirinden de şâhitler getirmek sûretiyle ortaya koymaya
gayret ettik. Buna göre aslında bir terim olarak mutlak anlamda yere kapanma anlamına
gelmesine ve geniş bir anlama sahip olmasına rağmen dinî literatürde secdenin namaz
ibâdetindeki bir rükünle özdeşleştirildiği ve secdenin terim anlamında bir daralma olduğu
anlaşılmaktadır.
Secde kelimesi türevleriyle birlikte Kur’ân-ı Kerîm’de toplam doksan iki yerde
kullanılmıştır. Kur’ân’da s-c-d kökünün, dua ve namaz, peygamberler, boyun eğip teslim
olma, rükû’ya varma ve namaz secdesi gibi beş anlamda kullanıldığını söylenmekte ancak
derinlenmesine bir inceleme yapıldığında secde sözcüğünün bu anlamlarla
sınırlandırılamayacağı anlaşılmaktadır.
Kur’ân-ı Kerîm’de secde kelimesinin kullanıldığı âyetlerde secde fiilinin öznesi, kimi
zaman melekler, kimi zaman insanlar, kimi zaman da yer ve gök cisimleri ve kendisine secde
edilen ise, çoğu zaman Yüce Allah, bazen de Allah’ın dışındaki varlıklar olmaktadır.
Kur’ân’a göre secde, eseri müminin yüzüne yansıyan bir kulluk ifadesidir. Secde öyle
bir ibadettir ki onun izi müminlerin alınlarında görülmektedir.
Kur’ân bize, bütün varlığın, ağaçların, güneşin, yıldızların, dağın taşın secde ettiğini
bildirmektedir. Evet her şey, canlı-cansız, küçük-büyük her şey Allah’a boyun eğiyor,
hürmetle boynunu büküyor ve yerlere kapanıyor. Nereye bakarsak bakalım, hangi tarafa
yönelirsek yönelelim, istisnası yok; bütün varlıklar, hükmüne boyun eğmiş secde ediyor.
Adeta her şey dile gelmiş haykırıyor: “Gel sen de bize katıl! Eğil senin ve bütün varlıkların
sahibine! Yoktan var edenin huzurunda eğil; eğil ki var edilmişlere başını eğdirtmesin,
kimseye karşı seni zelil etmesin.” Varlıkların hepsi, bütün kâinat Allah’ın huzurunda eğilirken
739 Buhârî, Ezân 121 (792); Müslim, Salât, 193 (471). 740 İbn-i Kayyım el-Cevziyye, Zâdu’l-Meâd, I, 219-221; Bak. Davudoğlu, Ahmed, Sahîh-i Müslim Tercemesi ve Şerhi, III, 287 (1471).
145
sorumluluk sahibi insanların ise tamamının değil çoğunun secde ettiğini yine Kur’ân bize
haber veriyor. Demek ki insanların çoğu kendi irâdesini hayır yönünde kullanarak Allah’ın
huzurunda secdeye kapanmakta; ancak insanların çoğu da bundan kaçınmaktadır.
Secde, insanoğlunun saygısını ortaya koyabileceği en ileri seviyedeki hâlidir. Secde,
bedenin ve rûhun birlikte yakarışıdır. İnsanın âcizliğini, hatta hiçliğini kabullenişinin
ifâdesidir. İnsanın bir nevi ayakta hissettiği varlık duygusunu, yerlere indirerek gerçek varlık
karşısında eridiğinin, hatta yok olduğunun fiilî beyânıdır.
Günde kırk rek’at namaz kılan bir mümin, seksen defa secde yapma şerefine kavuşur.
Alnını her gün seksen defa yerlere koyarak nefsini ve benliğini kırar. Bu secdelerde mümin,
“Ene rabbikümu’l-A’lâ”(Nâziat, 79/24) diyen firavunlara meydan okuyup ”Sübhâne
Rabbiye’l-A’lâ” der.
Secdeye kapanan kul, hâl ve gönül diliyle şunları söylüyordur:
“Ey Rabbim! Büyük sadece sensin. Yer, gök ve onlarda bulunan her şey sana ait.
Saniyeleri, dakikaları, günleri ve çağları sen yaratıyorsun. Kullarına ve diğer varlıklara sen
güç verirsin; güç senindir. Şimdiye kadar olanları ve bundan sonra olacakları da sen bilir ve
yaratırsın. Benim de her şeyim sana ait. Aslında ben yok, Sen varsın. Çünkü fânî olan ben,
bâkî olan sensin.
Ey yüceler yücesi Rabbim! Sen her türlü noksanlıktan uzaksın.
Sübhâne Rabbiye’l-A’lâ.
Sübhâne Rabbiye’l-A’lâ.
Sübhâne Rabbiye’l-A’lâ.”
Kul, secdedeki bu hâlini ve anlayışını, secde dışındaki zamanlarda da muhafaza
edebilir, hatta etmelidir. İşte kul bu anlayışı muhafaza ettiği zamanlar, secdede olmasa da
onun secde hâlinde bulunduğu yani o hâli yaşadığı zamanlardır. Evet kul, sürekli secdede
olamaz, fakat sürekli secde hâlinde olabilir. Bu hâli ve anlayışı elde edebilmek için secdeler
edebine uygun ve gafletten uzak olarak yerine getirilmelidir.
Secde hâlini günlük hayatlarına yayabilen gönül erleri, secdeye varınca farklı bir mana
atmosferini teneffüs ederler. Çünkü kulun Rabbine yakın olduğu ânın secde ettiği ân
146
olduğunu, madde ve mana âleminin Sultan’ından, secde ettikçe Allah’a yaklaşacağını “Secde
et, yaklaş” (Alak, 96/19) âyetinden öğrenmişlerdir.
Zaten Rasûlullah (s.a.v.)’ın bütün hayatı secde hâli ve anlayışında geçmemiş miydi?
Allahü Teâlâ’ya en çok ve en güzel secde eden de o değil miydi? Hz. Âişe vâlidemiz (r.ah.)
onun hayatından endişe edecek kadar secdede kaldığını bazen de secde ettiği yerde göz
yaşlarının biriktiğini anlatmamış mıydı? (Bak. Buhârî, Menâkıb 21; Ebû Davud, Salât 317)
Evet Hz. Peygamber (s.a.v.) secdede irtihâl etmedi ama secde hâlinde dünyasını değişti. Onun
yolunda gidenlerin en büyük özelliği çok secde etmek ve secde hâlini bütün hayatlarına
yansıtmak oldu. Onlar râzı olunan bir hayat yaşadılar ve râzı olarak Rablerine kavuştular.
Biz de râzı olunan bir hayat istiyoruz Rabbimizden…
Bir de ya secdede ya da secde hâlinde bir hayat…
147
KAYNAKÇA
Kur’ân-ı Kerîm
ABDULBAKİ, Muhammed Fuad, el-Mucemü’l-Müfehres Fi Elfâzi’l-Kur’ân-ı Kerim,
Dâru’l-Hadîs, Kahire 1996, (1 cilt).
AHMED B. HANBEL, Ebu Abdullah Ahmed b. Muhammed eş-Şeybânî (241/855),
Müsnedu Ahmed b. Hanbel, Beytü’l-Efkâri’d-Devliyye, Amman 2004, (2 cilt).
AHTERÎ, Mustafa b. Şemseddin el-Karahisârî (968/1560), Ahterî Kebîr, Dâru İhyâi’t-
Türâsi’l-Arabî, Beyrut ty, (2 cilt).
ALÛSÎ, Ebü’s-Sena Şehabeddin Mahmûd b. Abdullah (1270/1854), Ruhü’l-Meani fî
Tefsiri’l-Kur’âni’l-Azîm ve’s-Seb’i’l-Mesânî, Dârü’l-Fikr, Beyrut 1997, (15 cilt).
ARSLAN, Ali, Büyük Kur’ân Tefsiri (Hülâsatü’t-Tefâsir), Okusan Yayıncılık, İstanbul ty, (16 cilt).
ATEŞ, Süleyman, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsiri, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 1988, (12
cilt).
AZİMABADÎ, Ebü’t-Tayyib Şemsülhak Muhammed b. Emir Ali (1329/1911), Avnü’l-
Ma’bud ala Süneni Ebî Davud, (tahric: Raid b. Sabri b. Ebi Ulfe), Beytü’l-Efkari’d-
Devliyye, Amman ty, (1 cilt).
BEĞAVÎ, Ebû Muhammed Muhyissünne Hüseyin b. Mesud (516/1122), Tefsîru’l-Beğavî:
Meâlimü’t-Tenzîl, Daru İbn-i Hazm, Beyrut 2002, (1 cilt).
BEYZAVÎ, Ebû Said Nasiruddin Abdullah b. Ömer b. Muhammed Beyzavî (685/1286),
Envâru’t-tenzîl ve Esrâru’t-te’vîl, Daru’r-Raşîd, Dımaşk ve Müessesetü’l-Îman, Beyrut
1421/2000, (3 cilt).
BUHÂRÎ, Ebû Abdullah Muhammed b. İsmail (256/870), Sahîhi’l-Buhârî, (tertib:
Muhammed Fuad Abdülbâkî, tah. Ahmed Muhammed Şakir), Dâru İbn-i Heysem, Kahire
2004, (1 cilt).
148
CEVHERÎ, Ebû Nasr İsmail b. Hammad el-Farabî (400/1009), es-Sıhah: Tâcü’l-Lüğa ve
Sıhâhü’l-Arabiyye, (tah. Emil Bedi Yakub, Muhammed Nebil Tarîkî), Dâru’l-Kütübi’l-
İlmiyye, Beyrut 1999, (7 cilt).
EL-CEVZİYYE, Ebû Abdullah Şemseddin Muhammed İbn Kayyim (751/1350), Zâdu’l-
Meâd Rasûlullah’ın (s.a.v.) Yolunda, (ter. Şükrü Özen), İklim Yayınları, İstanbul 1988, (4
cilt).
EL-CEZÎRÎ, Abdurrahman b. Muhammed b. İyâz (1360/1941), el-Fıkh Ala’l-Mezâhibi’l-
Erbaa, Daru İbni’l-Heysem, Kahire ty, (1 cilt).
EL-CİSR, Hüseyin b. Muhammed b. Mustafa el-Hanefî (1327/1909), er-Risâletü’l-
Hamîdiyye: İslam Hak ve Hakikat Dinidir, (çev. İsmail Hakkı Manastırlı, sad. Ahmet Gül),
Bahar Yayınları, İstanbul 1973, (1 cilt).
DİHLEVÎ, Ebû Abdülaziz Şah Veliyyullah Ahmed b. Abdürrahim (1176/1762),
Hüccetullahi’l-Bâliğa, (ter. Prof. Dr. Mehmet Erdoğan), İz Yayıncılık, İstanbul 2002, (2 cilt).
DAVUDOĞLU, Ahmet, Sahîh-i Müslim Tercemesi ve Şerhi, Sönmez Neşriyat, İstanbul
1978, (12 cilt).
DÂRİMÎ, Ebû Muhammed Abdullah b. Abdurrahman b. Fazl (255/868), Sünenü’d-Dârimî,
el-Mektebetü’l-Asriyye, Beyrut 2006, (1 cilt).
EBÛ CEYB, Sa’di, el-Kamusü’l-fıkh lugaten ve ıstılahen, Dârü’l-Fikr, Dımaşk 1982, (1
cilt).
EBÛ HAYYÂN, Muhammed b. Yusuf el-Endelûsî (745/1344), el-Bahru’l-muhît, Dâru’l-
Fikr, Beyrut 1983, (8 cilt).
EBU’S-SUÛD, Muhammed b. Muhammed b. Muhyiddin el-İmâd (982/1574), Tefsîru Ebu’s-
Suûd: İrşâdü’l-Akli’s-Selîm ilâ Mezâye’l-Kur’âni’l-Kerîm, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut
1999, (5 cilt).
ESED, Muhammed (1412/1992), Kur’ân Mesajı : Meal, Tefsir, (çev. Ahmet Ertürk, Cahit
Koytak), İşaret Yayınları, İstanbul 1999, (3 cilt).
149
EZHERÎ, Ebû Mansur Muhammed b. Ahmed b. Ezher el-Herevî (370/980), Tehzîbü’l-Lüğa,
(tah. Riyad Zeki Kasım), Dâru’l-Ma’rife, Beyrut 2001, (4 cilt).
FEYYÛMÎ, Ebü’l-Abbas Ahmed b. Muhammed b. Ali el-Hamevî (770/1368), Misbâhü’l-
Münîr: Mu’cemu Arabî Arabî, Dâru’l-Hadis, Kahire 2003, (1 cilt).
GAZALÎ, Hüccetülislam Ebû Hamid Muhammed b. Muhammed (505/1111), Kimya-ı
Saadet, (çev. Abdullah Aydın, Abdurrahman Aydın), Aydın Yayınları, İstanbul 1986, (1 cilt).
_____________ GAZALÎ, Cevâhirü’l-Kur’ân, Dârü’l-Afaki’l-Cedide, Beyrut 1990, (1 cilt).
HAVVA, Said (1409/1989), el-Esâs fi’s-Sünne (: Hadislerle İbadet Ansiklopedisi), (ter. M.
Hamdi Varol, Orhan Aktepe, H. Ahmet Özdemir), Aksa Yayın Pazarlama, İstanbul 1994, (12
cilt).
İBN ATIYYE, Ebu Muhammed Abdülhak b. Galib İbn Atıyye el-Endelüsî (541/1147), el-
Muharrerü’l-Vecîz fi Tefsîri’l-Kitabi’l-Azîz, Daru İbn Hazm, Beyrut 2002, (1 cilt).
İBNÜ’L-CEVZÎ, Ebü’l-Ferec Cemaleddin Abdurrahman b. Ali (597/1201), Nüzhetü’l-
A’yüni’n-Nevâzır fi İlmi’l-Vücûh ve’n-Nezâir, (dirase ve tah. Muhammed Abdülkerim
Kazım Radi), Müessesetü’r-Risâle, Beyrut 1984, (1 cilt).
İBNÜ’L-ESÎR, Ebü’s-Sâdât Mecdüddin Mübarek b. Muhammed (606/1210), en-Nihâye Fî
Garîbi’l-Hadîs ve’l-Eser, el-Matbaatü’l-Hayriyye, Kahire 1322, (2 cilt).
İBN KESÎR, Ebü’l-Fidâ İmadüddîn İsmail b. Ömer (774/1373), Tefsîrü’l-Kur’âni’l-Azîm,
(tah. Abdürrezzak Mehdî), Dâru İhyâi’l-Kütübi’l-Arabiyye, Beyrut 2004, (8 cilt).
İBN MANZÛR, Ebü’l-Fazl Muhammed b. Mükerrem b. Ali el-Ensârî, Lisânü’l-Arab, (tah.
ve ta’lik: Âmir Ahmet Haydar), Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 2003, (18 cilt).
İBN-İ MÂCE, Ebû Abdullah Muhammed b. Yezîd er-Rebeî el-Kazvinî (273/887), Sünenü
İbn-i Mâce, el-Mektebetü’l-Asriyye, Beyrut 2006, (1 cilt).
EL-İSFEHÂNÎ, Ebü’l-Kâsım Hüseyin b. Muhammed b. Mufaddal Ragıb (502/1108),
Müfredâtü Elfâzi’l-Kur’ân, (tah. Safvan Adnan Davûdî), Dârü’l-Kalem, Dımaşk; Dârü’ş-
Şamiyye, 2002, (1 cilt).
İŞLER, Emrullah, Secde Kelimesi ve Türkçeye Çeviri Sorunu, İslâmiyât I (1998), S. 3.
150
KAL’ACÎ, Muhammed Revvas, Mu’cemu Lüğâti’l-Fukahâ: Arabî-İngilizî-Fransî:
Dictionary of İslamic Legal Terminology, (inaye: Hamid Sadık Ka’nibî, Kutub Mustafa
Sanu), Dâru’n-Nefâis, Beyrut 1996, (1 cilt).
KARAMAN, Hayrettin; ÇAĞRICI, Mustafa; DÖNMEZ, İbrahim Kafi; GÜMÜŞ, Sadrettin;
Kur’an Yolu, DİB Yayınları, Ankara 2006, 2. baskı, (4 cilt).
KASIMÎ, Muhammed Cemaleddin, Mehâsinü’t-te’vîl, Dârü’l-Fikr, Beyrut 1978, (17 cilt).
KONEVÎ, Sadreddin Muhammed b. İshak b. Muhammed Sadreddin (672/1273), Şerh-i
Hadîs-i Erbaîn: Kırk Hadis Şerhi, (çev. Ekrem Demirli), İz Yayıncılık, İstanbul 2002.
KURTUBÎ, Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed (671/1273), el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân,
Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Kahire 1967, (20 cilt).
MAVERDÎ, Ebü’l-Hasan Ali b. Muhammed b. Habib (450/1058), en-Nüket ve’l-Uyun:
Tefsirü’l-Maverdî, Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1992, (6 cilt).
MEHMET VEHBİ, Hâdimî Mehmet Vehbi Efendi (1369/1949), Hülâsâtü’l-Beyân fî
Tefsîri’l-Kur’ân, Üçdal Neşriyat, İstanbul ty., (8 ciltte 16 cilt)
MEVDÛDÎ, Seyyid Ebü’l-A’la (1399/1979), Tefhîmü’l-Kur’ân, (ter. Muhammed Han
Kayani, ve öte.), İnsan Yayınları, İstanbul 1996, (7 cilt).
MÜTERCİM ASIM, Ebu’l-Kemal es-Seyyid Ahmed, el-Okyanus el-Basit fî Tercemeti’l-
Kâmûsu’l-Muhît(: Kâmus Tercümesi) Matbaa-i Âmire, İstanbul 1304, (4 cilt).
NAİM, Ahmed ve MİRAS, Kamil, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercemesi,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 1983, (13 cilt), 7. baskı.
NESÂÎ, Ebû Abdurrahman Ahmed b. Ali b. Şuayb (303/915), Süneni’n-Nesâî, el-
Mektebetü’l-Asriyye, Beyrut 2006, (1 cilt).
NESEFÎ, Ebü’l-Berekat Hafızüddin Abdullah b. Ahmed b. Mahmud (710/1310), Tefsirü’n-
Nesefî: Medârikü’t-Tenzîl ve Hakâiki’t-Te’vîl, Darü’l-Ma’rife, Beyrut 2000, (1 cilt).
EN-NİSÂBÛRÎ, Nizameddin el-A’rec Hasan b. Muhammed Nizameddin (850/1446),
Garâibü’l-Kur’ân ve Reğâibü’l-Furkân, (tah. İbrâhim Atve Avad), Mustafa el-Babi el-
Halebi, Kahire 1962, (10 ciltte 30 cüz).
151
RÂZÎ, Ebû Bekir Muhammed b. Zekeriyyâ (313/925), Muhtâru’s-Sıhâh, el-Mektebetü’l-
Asriyye, Beyrut 2005, (1 cilt).
RÂZÎ, Ebû Abdullah Fahreddin Muhammed b. Ömer Fahreddin (606/1209), et-Tefsîru’l-
Kebîr: Mefâtîhu’l-Ğayb, Dâru Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 2004, (17 ciltte 32 cüz).
REŞİD RIZA, Muhammed (1354/1935), Tefsirü’l-Kur’âni’l-Hakîm: Tefsirü’l-Menar,
tahric, şerh: İbrahim Şemseddin, Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 2005, (12 cilt).
SEYYİD KUTUB, Seyyid b. Kutub b. İbrahim (1386/1966), Fi Zılali’l-Kur’an, (ter. M.
Emin Saraç, Bekir Karlığa, İ. Hakkı Şengüler), Birleşik Yayıncılık, İstanbul 1986, (16 cilt).
ES-SİCİSTÂNÎ, Süleyman b. Eş’as b. İshak el-Ezdî Ebû Davûd (275/889), Sünen-i Ebî
Davûd, Dâru’l-Erkam, Beyrut 1999, (1 cilt).
SUYUTÎ, Ebü’l-Fazl Celaleddin Abdurrahman b. Ebî Bekr (911/1505), ed-Dürru’l-Mensûr,
Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 2004, (7 cilt).
TABERÎ, Ebû Cafer İbn Cerir Muhammed b. Cerir b. Yezid (310/923), Tefsirü’t-Taberi:
Câmiü’l-Beyân an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân, (tah. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî), : Dâru
Alemi’l-Kütüb, Riyad 2003, (26 cilt).
TİRMÎZÎ, Ebû İsa Muhammed b. İsa b. Sevre es-Sülemî (279/892), Sünen-i Tirmîzî, (tahkik
ve tahric: Halil Me’mun Şiha), Dâru’l-Ma’rife, Beyrut 2002, (1 cilt).
YAZIR, Elmalılı Muhammed Hamdi (1361/1942), Hak Dini Kur’ân Dili, Eser Neşriyat,
İstanbul ty, (10 cilt).
____________ YAZIR, Alfabetik İslam Hukuku ve Fıkıh Istılahları Kamusu, (haz. Sıtkı
Gülle), Eser Neşriyat, İstanbul 1997, (5 cilt).
ZEBÎDÎ, Ebu’l-Feyz Murtaza Muhammed b. Muhammed b. Muhammed (1205/1790),
Tâcü’l-Arûs min Cevâhiri’l-Kamûs, Matbaat-ı Hükümeti’l-Kuveyt, Kuveyt 1970, (25 cilt).
ZEMAHŞERÎ, Ebü’l-Kâsım Carullah Mahmud b. Ömer b. Muhammed (538/1144), Esâsü’l-
Belâğa, (tah. Mezid Nuaym, Şevkî Mearrî), Mektebetü Lübnân, Beyrut 1998, (1 cilt).
_____________ ZEMAHŞERÎ, el-Keşşâf an Hakâik-i Gavâmizi’t-Tenzîl ve’l-Uyuni’l-
Ekâvîl fi Vucûhi’t-Te’vîl, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1424/2003, (1 cilt).
152
ZUHAYLÎ, Vehbe, İslam Fıkıh Ansiklopedisi, (çev. Dr. Ahmet Efe ve öte.; red. Hamdi
Arslan), Risale Yayınları, İstanbul 1995, (10 cilt).
153
ÖZGEÇMİŞ
1978’de Bayburt’ta doğdum. İlkokulu Yukarı Kırzı Köyü’nde okuduktan sonra
hafızlığımı köyümüzün Kur’an Kursu’nda tamamladım. 1999’da Bayburt İ.H.L.’den mezun
olduktan sonra aynı yıl Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesini kazandım. 2004 yılında
fakülteyi bitirdim. 2005 yılında Tefsir bölümünde Yüksek Lisans’a başladım.
Şu anda Beşiktaş’ta Diyanet’te görev yapmaktayım.