512
Hakîkat Kitâbevi Yayınları MEKTÛBÂT TERCEMESİ ONDOKUZUNCU BASKI YAZAN Âriflerin ışığı, Velîlerin önderi, İslâmın bekçisi ve Müslimânların Baştâcı İMÂM-I RABBÂNÎ AHMED-İ FÂRÛKÎ SERHENDÎ Terceme eden HÜSEYN HİLMİ IŞIK “Rahmetullahi aleyh” [1911-2001 Eyyûb-İstanbul] BİRİNCİ CİLD Hakîkat Kitâbevi Darüşşefeka Cad. No: 53 P.K.: 35 34083 Fâtih-İSTANBUL Tel: 0212 523 45 56-532 58 43 Fax: 0212 523 36 93 http://www.hakikatkitabevi.com.tr e-mail: [email protected] MAYIS-2014

MEKTÛBÂT TERCEMESİ · 2015-02-24 · MEKTÛBÂT TERCEMESİ ÖNSÖZ İşte budur, miftâh-ı genc-i kadîm: Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahü teâlâ, dünyâda bütün insanlara

  • Upload
    others

  • View
    5

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

  • Hakîkat Kitâbevi Yayınları

    MEKTÛBÂTTERCEMESİ

    ONDOKUZUNCU BASKI

    Y A Z A N

    Âriflerin ışığı, Velîlerin önderi, İslâmın bekçisive Müslimânların Baştâcı

    İMÂM-I RABBÂNÎAHMED-İ FÂRÛKÎ SERHENDÎ

    Terceme eden

    HÜSEYN HİLMİ IŞIK“Rahmetullahi aleyh”

    [1911-2001 Eyyûb-İstanbul]

    BİRİNCİ CİLD

    Hakîkat KitâbeviDarüşşefeka Cad. No: 53 P.K.: 35 34083

    Fâtih-İSTANBULTel: 0212 523 45 56-532 58 43 Fax: 0212 523 36 93

    http://www.hakikatkitabevi.com.tre-mail: [email protected]

    MAYIS-2014

  • – 2 –

    Hilmi! Mektûbunuza müteşekkir oldum. Sıhhatinizeşükr etdim. Din ve dünyânıza en ziyâde yarıyan ve dîn-iislâmda misli te’lîf olmıyan (Mektûbât) kitâbını oku-yup, ba’zısını anlamak, çok ziyâde bir fadl ve ihsândır.Bu ihsâna kavuşduğunu anlayınca, Rabbime çok şükreyledim.

    Abdülhakîm-i Arvâsî_________________

    TENBÎH: Bir çocuk ve bir hayvan yavrusu dünyâyagelir gelmez, bütün a’zâları ve his organları çalışmağabaşlıyor. Bunların âhenkli, muntazam çalışmalarıyla ya-şamağa devâm ediyor. Bu hâl, bütün akl sâhiblerini, bü-tün ilm adamlarını hayretde bırakıyor. Bu organları vareden ve böyle çalışdıran sonsuz kuvvet sâhibinin ismi(Allah)dır. Allahın var olduğunu anlamayan kimse yok-dur. İnsanların gözünde kuvvet olsaydı, kendisini görür-lerdi. Her insana, her iyiliği, her râhatlığı gönderen veher derdi, her sıkıntıyı gönderen Allahdır. Ni’met gelin-ce şükr, derd gelince, istigfâr ve sabr etmelidir. Derdler,ni’metin kıymetinin anlaşılmasına sebeb olmakdadır. İs-tigfârın ve sabrın sevâbı pek çokdur. Dünyâdaki derdler,âhıretde çok sevâb verilmesine sebeb olmakdadır.

    Her gün (Estagfirullah min külli mâ kerihallah) çokokumalıdır. Bunun ma’nâsı, (Yâ Rabbî, râzı olmadığın,beğenmediğin şeylerden, yapdıklarımızı afv et! Yapma-dıklarımı yapmakdan koru!)dır.

    _________________

    KELİME-İ TENZÎH

    (Sübhânallahi ve bi-hamdihi sübhânallahil-azîm). Bukelime-i tenzîh, bu kitâbın 307 ve 308.ci mektûblarındayazılıdır. Bunu, sabâh ve akşam yüz kerre okuyanın gü-nâhları afv olur. Derdlerden kurtulur. Bir dahâ günâh iş-lemekden muhâfaza olunur.

    Baskı: İhlâs Gazetecilik A.Ş.Merkez Mah. 29 Ekim Cad. İhlâs Plaza No: 11 A/4134197 Yenibosna-İSTANBUL Tel: 0.212.454 30 00

  • MEKTÛBÂT TERCEMESİ

    ÖNSÖZ

    İşte budur, miftâh-ı genc-i kadîm:Bismillâhirrahmânirrahîm.

    Allahü teâlâ, dünyâda bütün insanlara acıyor. Fâideli şeyleri yaratıp, dos-tu ve düşmanı ayırmadan, herkese gönderiyor. Âhıretde, Cehenneme git-mesi gereken mü’minlerden tevbe etmiyenlere ihsân ederek, onları afv ede-cek, Cennete kavuşduracakdır. Her canlıyı yaratan, her vârı, her ân varlık-da durduran, hepsini korku ve dehşetden koruyan yalnız Odur. Böyle yü-ce bir Allahın şerefli ismine sığınarak, bu kitâbı yazmağa başlıyorum.

    Allahü teâlâya hamd olsun! Peygamberlerin en üstününe ve Onun te-miz Âline ve Ona Eshâb olmakla şereflenmişlerin hepsine selâmlar vehayrlı düâlar olsun!

    Târîh boyunca, îmânlılar ile îmânsızlar çarpışmakda, kuvvetli, çalış-kan olan, gâlib ve hâkim olmakda, inançlarını, düşüncelerini yaymakdadır.Bu çarpışma, harb vâsıtaları ile, döğüşerek olduğu gibi, propaganda ile, neşryolu ile de yapılmakdadır. Şimdi, ikinci savaş bütün hızı ve kuvveti ile her-gün devâm etmekdedir. Îmânsızlar, alçakça ve açıkça iftirâ etdikleri gibi,müslimân şekline girerek, din adamı görünerek, islâmiyyeti içerden yıkma-ğa da çalışıyorlar. Kitâblı ve kitâbsız bu kâfirlerin, plânlı olarak hâzırladık-ları uydurma kitâbları, radyo, televizyon neşriyyâtı ve sinema filmleri biryandan, câhil ve münâfık kimselerin, dünyâlık ele geçirmek için, ortaya çı-kardıkları yanlış, bozuk din kitâbları ve sözleri de bir yandan, dîni, îmânıyok etmekdedir. Bu ma’nevî yıkıntıyı durdurabilmek için, Ehl-i sünnet âlim-lerinin doğru bilgilerini yaymakdan başka kurtuluş yolu yokdur. Bunun için,yıllarca çalışarak, o büyük âlimlerin kitâblarını inceledim. Sonsuz ölümesürükleyen kalb hastalıklarının ilâcı olan kıymetli yazıları toplamağa ve ter-ceme etmeğe uğraşdım. Cenâb-ı Hakkın yardımı ve ihsânı ile, birkaç kitâbhâsıl oldu ve basıldı.

    Resûlullahın vefâtından sonra da, islâm düşmanları dîne, îmâna insafsız-ca saldırmışlardı. Allahü teâlâ, Hindistânda, imâm-ı Rabbânî Ahmed-i Fâ-rûkî Serhendîyi “kuddise sirruh” yaratarak, o korkunç akıntıyı, bunun ça-lışmaları ile durdurmuşdu. Bu yüce imâmın mektûbları, kitâbları, insanla-rı gafletden uyandırdı. Dünyâya ışık saldı. Kendisi 1034 [m. 1624] senesin-de Hindistânda vefât etdi. Çeşidli memleketlere göndermiş olduğu mek-tûblardan beşyüzotuzaltı mektûbu, üç cild hâlinde toplanarak (MEKTÛ-BÂT) kitâbı meydâna gelmişdir. Büyük âlim, seyyid (Abdülhakîm Efen-di), (Allahın kitâbından ve Resûlullahın hadîslerinden sonra, islâm ki-tâblarının en üstünü, en fâidelisi, İmâm-ı Rabbânînin Mektûbât kitâbıdır.

    – 3 –

  • Mektûbâtda bildirilen tesavvufdan, tarîkatden ve hakîkî mürşidlerdenşimdi hiç kalmadı. Bizler, Mektûbâtdaki ince bilgileri, ma’rifetleri anlıya-mayız) buyurdu. [Abdülhakîm efendinin hâl tercemesi (Eshâb-ı Kirâm) ki-tâbımızda yazılıdır.] Bu kitâbdaki mektûbların birkaçı arabî, geri kalanla-rın hepsi fârisîdir. 1392 [m. 1972] senesinde, Pâkistânda, Karaşide (EdebMenzil Saîd Kompani) de gulâm Mustafâ hân tarafından, üç cildi iki kitâbhâlinde ve hâşiyesinde açıklamalar olarak, gâyet okunaklı ve nefîs basılmış-dır. Bu fârisî baskının, 1397 [m. 1977] senesinde, İstanbulda, foto-kopisi bas-dırılmışdır. Muhammed Murâd-i Kazânî Mekkî tarafından binüçyüziki1302 [m. 1884] senesinde arabîye terceme edilerek (Dürer-ül-meknûnât)adı verilmiş, 1316 [m. 1898] da, Mekke-i mükerremede Mîriyye matba’a-sında basılmışdır. 1382 [m. 1963] de, İstanbulda da basılmışdır. Muhammedbin Abdüllah Kazânî 1352 [m. 1933] de Mekkede vefât etmişdir. İmâm-ıRabbânînin ve oğlu Muhammed Ma’sûmun (Mektûbât) kitâbları Müste-kîmzâde Süleymân efendi tarafından farscadan türkçeye terceme edilip,[1277] hicrî senesinde İstanbulda taşbasması yapılmışdır.

    Târîh incelenirse, kitâblı ve kitâbsız bütün islâm düşmanlarının ve müs-limân ismini taşıyan câhil ve sapıkların (Ehl-i sünnet) âlimlerinin kitâbla-rına çamur atmağa, bu doğru yolun bilgilerini çürütmeğe, yok etmeğe sal-dırdıkları hemen görülür. Bir tarafdan da, din câhili münâfıkların, dünyâçıkarları için, tarîkatcılık yapdıkları görülüyor. Temiz gençleri, şehîd evlâd-larını bu alçakça saldırılardan korumak, onlara se’âdet ve kurtuluş yolu-nu göstermek ve tarîkatcıların tuzaklarına düşmemeleri için, (Mektûbât)kitâbının hepsini, fârisîden türkçeye terceme edip, basdırarak, kıymetli oku-yucularımıza sunmağı lüzûmlu gördüm. Ehl-i sünnet bilgilerini ve çok in-ce ve derin yazılmış olan tesavvuf ma’rifetlerini kolay anlaşılacak açıkkelimelerle yazdım.[1] Ba’zı yerleri iyi açıklıyabilmek için, başka kaynaklar-dan eklemeler yapdım. Bu eklemeleri ve te’vîlleri bir köşeli parantez [ ] içi-ne yazarak, (Mektûbât)dan ayrı olduklarını belli etdim. Aylarca geceligündüzlü çalışarak, birinci cilddeki üçyüzonüç mektûbun tercemesi, 1 Zil-hicce 1387 ve 1 Mart 1968 Cum’a günü temâm oldu. Birinci baskısı 1968 se-nesinde yapılarak, kıymetli gençlerin istifâdelerine sunuldu. İkinci cilddebulunan doksandokuz mektûbdan kırksekiz adedi ve üçüncü cildde bulu-nan yüzyirmidört mektûbdan, otuzsekiz adedi, (Se’âdet-i Ebediyye) kitâ-bımda okuyabilirsiniz.

    İşbu (Mektûbât Tercemesi) kitâbında, îmân ve tesavvuf bilgilerineağırlık verilmişdir. Bu kitâbı dikkat ile okuyan tâli’li bir kimse, kâmil birîmân ve güzel ahlâk sâhibi olur. Tesavvufu, hakîkî tarîkati anlıyarak, sah-te tarîkatcılara aldanmaz. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sel-lem”, (Kâmil mü’min, eli ile, dili ile, mahlûklara zararı dokunmıyan kim-sedir) buyurdu. Derin âlim seyyid Abdülhakîm efendi “rahmetullahialeyh” de, (Er-Riyâdut-tesavvufiyye) kitâbında, (Tesavvuf, tarîkat, kötühuyların hepsinden kurtulmak, iyi huyların hepsine kavuşmakdır) demek-

    – 4 –

    [1] Evliyânın ba’zı kelimeleri te’vîle muhtacdır. Te’vîl veyâ meâlen bildirmek,muhtelif ma’nâlar içinden dîne uygun olanı seçmekdir. Bunu herkes yapamaz.[46.cı ve sonraki mektûbları okuyunuz!]

  • dedir. Görülüyor ki, bu kitâbımız, insanları zararsız ve iyi huylu yapmakiçin yazılmışdır. Bu kitâbı anlıyan ve uyan insan, Allahü teâlânın emrleri-ne ve devletin kanûnlarına itâ’at eder. İslâm dîni, hükûmete isyân etmeği,kanûnlara karşı gelmeği, fitne çıkarmağı şiddetle yasak etmiş, bu konudahiçbir özr kabûl etmemişdir. Seyyid Kutbun ve Mevdûdînin ihtilâlci, bölü-cü kitâblarına ve boş kafalarından yazdıkları uydurma fetvâlarına aldan-mamalı, fitne çıkarmamalıdır. Müslimân, vatanına, milletine fâideli olur.Vatandaşların aynı hak ve hürriyyetlere mâlik olduklarını bilir. Kendinikimseden üstün görmez. Râhat ve huzûr içinde yaşadığı azîz vatanını, mil-letini ve bayrağını çok sever. Herkese iyilik eder. Bölücülük yapmaz. Gay-rı müslimlere, başka dinden, başka mezhebden olanlara, turistlere, ya-bancı tüccârlara, müsâfirlere de hiç kötülük yapmaz. Müslimânların güzelhuylu, iyi insanlar olduklarını, güler yüzü ile, tatlı sözleri ile ve iyi hareket-leri ile, bütün dünyâya tanıtır. Herkesin seve seve müslimân olmalarına se-beb olur. Kötülük yapanlara nasîhat verir. Kimseye hîle, hıyânet yapmaz.Devâmlı çalışır. Halâl kazanır. Kimsenin hakkına dokunmaz. Vergilerini,borçlarını vaktinde öder. Bunu, Allah da sever, kullar da sever. Çalışarakhalâl para kazanmanın lâzım ve çok sevâb olduğu (Mekâtîb-i şerîfe)nin sek-sensekizinci mektûbu sonunda uzun yazılıdır. Bu mektûb, (Se’âdet-i Ebe-diyye) ikinci kısm sonundadır.

    Allahü teâlâ, bütün insanları, imâm-ı Rabbânî hazretlerinin yazıların-dan ve rûhâniyyetinden feyz alarak, küfrden ve sapık inanışlardan korusun!

    (Ehl-i sünnet) âlimlerinin, Resûlullahdan alarak bizlere ulaşdırdıkları,biricik kurtuluş yoluna kavuşdursun! Âmîn.

    Bugün, müslimânlar üç fırkaya ayrılmışdır. Birincisi, Eshâb-ı kirâmın yo-lunda olan hakîkî müslimânlardır. Bunlara (Ehl-i sünnet) ve (Sünnî) denir.İkincisi (Şî’î), üçüncü fırka (Vehhâbî)lerdir. Bu ikisine (Fırka-i mel’ûne)denir. Çünki bunların müslimânlara müşrik dedikleri (Kıyâmet ve Âhıret)kitâbımızda yazılıdır. Müslimânları bu üç fırkaya parçalayan, yehûdîlerleingilizlerdir. Hangi fırkadan olursa olsun, nefsine uyan ve kalbi bozukolan, Cehenneme gidecekdir. Her mü’min, nefsini tezkiye için, ya’nî nef-sin yaratılışında mevcûd olan küfrü ve günâhları temizlemek için, her ze-mân çok (Lâ ilâhe illallah) okumalı ve nefsden ve şeytândan ve kötü arka-daşlardan ve zararlı, bozuk kitâblardan gelen küfr ve günâhlardan kalbi-ni tasfiye için, kurtulmak için (Estagfirullah) okumalıdır. İslâmiyyete uya-nın düâları muhakkak kabûl olur. Nemâz kılmıyanın, açık kadınlara baka-nın ve harâm yiyip içenin, islâmiyyete uymadığı anlaşılır. Bunun düâları ka-bûl olmaz.

    Mîlâdî Hicrî Şemsî Hicrî Kamerî2001 1380 1422

    – 5 –

  • Aşkın bağında açan güllere, bülbül olan,İslâmın hasret ile beklediği kahramân,Ma’şûkunun aşkından yanıp yanıp kül olan,Ağlasa yeri vardır, seni görmiyen zemân!

    İlmîle, irfanîle, sâhib olan (Sılâ)ya,İki temel bilgiyi, vasl eden bir araya,dalıp uçsuz bucaksız, o mu’azzam deryâya,Ve bu zikr deryâsından en büyük payı alan!

    Kimi sâhile gider ve bu bana yeter der;kimi uzakdan görür, mest olur, başı döner,kimi yalnız seyr eder, kimi bir katra içer;bir Sensin, bu deryâdan, içip içip de kanan!

    Kur’ândan, hadîslerden sonra, gelir eserin,rûhlara şifâ olan, o mubârek sözlerin,baş kumandanısın sen velîlerin, erlerin;ve (Müceddid-i elf-i sânî) adını alan!

    Bize seni duyuran, fıtraten dostun olan,ve cihânda bir tekdir, senin izinde kalan.(Seyyid Abdülhakîm) O, senin aşkınla yanan,hürmetine nasîb et, bize şefâ’atından!

    Eserinle cihânı, yeniden tenvîr eden,sihrli bir kuvvetle, bizi kendine çeken,ondördüncü yüzyılın, zulmetini gideren,(Arvâs)ın ışığıdır, gerisi hayâl yalan!

    Biz onun talebesi, o sizin tâlibiniz,muhakkak aks yapar; o nûrlu kalbleriniz,belli, birbirinize, âşıksınız ikiniz,ve size âşık olur (Mektûbât)ı anlıyan!

    – 6 –

  • MEKTÛBÂT-I İMÂM-I RABBÂNÎ

    BİRİNCİ CİLDÂlemlerin rabbi olan Allahü teâlâya hamd olsun. Rabbimizin seveceği

    ve beğeneceği şeklde ve bütün mahlûkların yapdıkları hamd ve şükrlerinkatlarından dahâ çok hamd olsun. Onun âlemlere rahmet olarak gönder-diği en sevgili kulu Muhammed Mustafâya salât ve selâm olsun. Onunmubârek ismini söyliyenlerin her söyleyişinde ve gaflet uykusuna dalarakismini söylemeyenlerin sayısınca ve Ona lâyık ve yakışık düâlar ve selâm-lar olsun ve Onun günâhsız, her dürlü aybdan, kusûrdan uzak Âline ve Es-hâbına da düâlar ve selâmlar olsun!

    Bu kitâb, hakîkî âlimlerin gavsi, âriflerin kutbu, vilâyet-i Muhammediy-yenin burhânı, ya’nî senedi, şerî’at-i Mustafâviyyenin hucceti, ya’nî senedi,şeyh-ul-islâm, müslimânların büyük âlimi ve Evliyânın önderi (İmâm-ıRabbânî müceddid-i elf-i sânî AHMED-İ FÂRÛKÎ Nakşibendî) selleme-hullahü sübhânehü ve ebkâhü hazretlerinin (MEKTÛBÂT) adındaki kitâ-bının birinci cildidir. Bu cildde üçyüzonüç mektûb vardır. Bu mektûbları,İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hizmetinde ve sohbetinde bulunarak ilm vema’rifet sâhibi olan yâr Muhammed-ül Cedîd-i Bedahşî Talkanî “kuddisesirruh” hazretleri toplamışdır. Hak teâlânın rızâsına kavuşmak isteyenlerefâideli olmak için bu kitâbı vücûde getirmişdir. Allahü teâlâdan ismet ve tev-fîk dileriz, ya’nî bizleri ayblardan, günâhlardan korumasını ve ilerlememiz,yükselmemiz için yardım etmesini dileriz.

    1BİRİNCİ MEKTÛB

    Bu mektûb, kendi mürşidi, Evliyânın büyüğü, kalb ilmlerinin müte-hassısı (Bâkî-billâh) hazretlerine yazılmışdır. İsm-i zâhire bağlı olan hâl-leri ve Arşın üstündeki makâmlara yükselmeyi ve Cennetin derecelerini veba’zı Evliyânın mertebelerini bildirmekdedir:

    Kâmil ve herkesi kemâle kavuşduran, vilâyet derecelerine ulaşmış, ni-hâyeti başlangıca yerleşdirilmiş olan yolda gidenlerin önderi, Allahü teâlâ-nın beğendiği dînin kuvvetlendiricisi, şeyhimiz ve imâmımız şeyh Muham-med Bâkî Nakşibendî ve Ahrârî “kaddesallahü teâlâ sirrehül akdes vebellegahüllahü sübhânehü ilâ aksâ mâ yetemennâhü” hazretlerine, köle-lerinin en aşağısı olan Ahmedden en yüksek makâma dilekcedir. Kıymet-li emrlerinize uyarak bu mektûbu yüzümün karası ile yazıyorum. Dağınık,

    – 7 –

  • bozuk olan hâllerimi titriyerek arz ediyorum. Bu yolda ilerlerken, Allahüteâlânın zâhir ismi o kadar çok tecellî etdi ki, her şeyde ayrı ayrı göründü.Bu tâifeye o kadar bağlandım ki, nasıl bildireyim, kendimi tutamıyordum.Onların şeklindeki zuhûr başka hiçbir şeyde yokdu. Âlem-i emrdeki la-tîfelerin hâlleri ve acâib güzellikler bu şeklde görüldüğü kadar başka hiç-bir şeyde görülmüyordu. Onların yanında eriyordum. Yanıp kül oluyor-dum. Bunun gibi her yiyecekde, her içecekde ve her cismde ayrı ayrı te-cellîler oldu. Lezzetli yemeklerde olan letâfet ve güzellik başka şeyler-de yokdu. Tatlı şerbetler de, tatlı olmayanlardan böyle başka idi. Kısa-ca her tatlı şeyde başka başka kemâl vardı. Bu tecellînin incelikleri, yaz-makla bildirilemez. Yüksek hizmetinizde bulunmakla şereflenmiş ol-saydım, belki bildirmek nasîb olurdu. Bu tecellîlerin hepsi karşısında, yal-nız (Refîk-ı a’lâ)yı istiyordum. Bu tecellîlere bakmamağa çalışıyordum,fekat kendimi tutamıyordum. Birdenbire, bu tecellîlerin, o zemânsız,mekânsız, hiçbirşeye benzemeyen varlığa bağlılığı değişdirmediğini an-ladım. Bâtın, ya’nî kalb ve rûh, hep ona bağlı idi. Zâhire hiç bakmıyor-du. Zâhirde bu bağlılık yokdu. Zâhir, bu tecellîlerle şereflenmişdi. Bâtı-nın gözü bu tecellîlere hiç kaymıyordu. Bunları bilmekden, görmekdenyüz çevirmişdi. Zâhir, çokluğa ve iki varlığa bağlı olduğundan, bu tecel-lîlere uygun idi.

    Bir zemân sonra, bu tecellîler görünmez oldu. Bâtının şaşkınlığı ve bil-gisizliği yine vardı. Tecellîler yok oldu. Bundan sonra, (FENÂ) hâsıl oldu.Te’ayyün geri geldikden sonra hâsıl olan Te’ayyün-i ilmî, bu fenâda yok ol-du, bundan hiçbir şey kalmadı. Bu zemân islâm-i hakîkî başlamağa veşirk-i hafînin alâmetleri yok olmağa başladı. İbâdetleri kusûrlu ve niyyet-leri bozuk görmek ve kulluk ve yokluk alâmetleri görünmeğe başladı. Al-lahü teâlâ, yüksek teveccühlerinizin ve merhametinizin bereketi ile kullukne demek olduğunu bildiriyor. Arşın üstüne yükselmek çok oluyor. Bunlar-dan birinci çıkışda, uzun yolculukdan sonra, Arşın üstüne yükselince, Cen-net yukarıdan kuş bakışı göründü. Bildiklerimden birkaçının Cennetdeki ma-kâmlarını görmek istedim. Dikkat etdim. Göründüler; makâmların sâhib-lerini de o makâmlarda gördüm. Dereceleri, yerleri, şevkleri ve zevkleri baş-ka başka idi. Başka bir yükselişde büyüklerimizin ve Ehl-i beyt imâmları-nın ve Hulefâ-i Râşidînin ve Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” haz-retlerinin ve başka peygamberlerin makâmları ayrı ayrı göründü. Melekle-rin yükseklerinin makâmları, Arşın üstünde göründü. Arşın üstünde o ka-dar yükseltdiler ki, yeryüzünden Arşa kadar veyâ bundan biraz dahâ az, ya’nîHâce Nakşibend “kaddesallahü teâlâ sirrahül akdes” hazretlerinin makâ-mına olan uzaklık kadar ilerletdiler. Nakşibend hazretlerinin makâmının üs-tünde, büyüklerden birkaçının makâmı vardı. Bu makâmın az üstündeMa’rûf-i Kerhî ve Şeyh Ebû Sa’îd-i Harrâzın makâmı vardı. Başka büyük-lerin makâmları, bu makâmlardan biraz aşağıda ve bir çoğu bu makâmda idi-ler. Şeyh Alâüddevle ve Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ aşağıda idi. Ehl-i beytimâmları bu makâmın üstünde idi. Bunların üstünde, dört halîfenin “rıdvâ-nullahi teâlâ aleyhim ecma’în” makâmları vardı. Peygamberlerin “alâ ne-biyyinâ ve aleyhimüssalâtü vesselâm” makâmları, o Serverin “sallallahü aley-hi ve sellem” makâmının bir yanında idi. Meleklerin büyüklerinin “salevâ-

    – 8 –

  • tullahi ve selâmühü alâ nebiyyinâ ve aleyhim ecma’în” makâmları, bu ma-kâmın öte yanında ve bu makâmdan ayrı idiler. O Serverin makâmı, bütünmakâmların üstünde, en başda idi. Herşeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir.

    Allahü teâlânın yardımı ile, her istediğim zemân yükseltiyorlar. İsteme-den de yükseltdikleri oluyor. Her birinde başka başka şeyler görülüyor.Hepsinin eserleri belli oluyor. Bunların çoğu unutuluyor. O hâllerin birka-çını yazmak istiyorum, fekat kalemi elime alınca hâtırlıyamıyorum. Çün-ki, hiçbirine kıymet vermiyorum. Hattâ bu hâllerden tevbe ve istigfâr ede-ceğim geliyor. Onun için yazmağa sıra gelmiyor. Bu bozuk yazılarımı dol-dururken birkaç şey hâtırımda idi, fekat hiçbirini yazmak nasîb olmadı. Say-gısızlığımı uzatmıyayım.

    Molla Kâsım Alînin hâli çok iyidir. Kendini gayb etmiş, şü’ûrsuz, bitkinbir hâldedir. Cezbe makâmlarının hepsini aşdı. Kendi hâllerinin, sıfatları-nın asldan geldiğini biliyordu. Şimdi, o sıfatları kendinden uzak görüyor.Kendini bomboş buluyor, hattâ sıfatları durduran nûru da kendinden ay-rılmış görüyor. Kendini o nûrun öte tarafında buluyor. Sevdiklerimizin hep-sinin hâlleri, her gün dahâ iyi olmakdadır. Bundan sonraki mektûbda in-şâallahü teâlâ uzun uzun arz ederim, efendim.

    2İKİNCİ MEKTÛB

    Bu mektûb, yine büyük mürşidine yazılmışdır. Terakkîlerini ve Allahüteâlânın ihsânlarını bildirmekdedir:

    Kölelerinizin en aşağısı olan Ahmedin yüksek makâma dilekcesidir. İs-tihâre yapmamızı emr buyuran mektûbu, Ramezâna yakın bir zemândaMevlânâ Şâh Muhammed getirdi. Ramezândan önce kapınızın eşiğini öp-mekle şereflenmek için vakt bulamadım. Ramezândan sonra bu şerefekavuşmayı düşünerek seviniyorum. Yüksek teveccühlerinizin bereketiolarak, Allahü teâlâdan durmadan birbiri ardı sıra gelen ihsânların hangibirini yazayım. Fârisî iki beyt tercemesi:

    Ben o toprağım ki, ilk behâr bulutu,Lutf eder, verir bereketli yağmuru.Vücûdumun her kılı dile gelse de,Şükr edemem ni’metlerinin hiçbirine.

    Böyle hâlleri bildirmek her ne kadar bir atılganlık ve saygısızlık sanılırsa dani’metlerle sevinmeyi, övünmeyi de göstermekdedir. Fârisî beyt tercemesi:

    Beni toprakdan kaldıran, sultân ise eğer,Başım gökden yukarı olsa, elbet değer.

    Sahv ve Bekâya kavuşmak, Rebî’ul-âhır ayının sonunda başladı. Bugü-ne kadar her ânda tam bir Bekâ ile şereflendiriyorlar. Önce Şeyh Muhyid-dîn-i Arabî “kuddise sirruh” hazretlerinin Tecellî-i zâtî dediği hâlden sah-ve ya’nî uyanıklık, şü’ûr hâline getiriyorlar. Sonra sekr hâline götürüyor-lar. İnerken ve çıkarken şaşılacak bilgiler, duyulmamış ma’rifetler veriyor-lar. Her mertebede, bu mertebenin bekâsına uygun şühûd ile ve ihsânlar-

    – 9 –

  • la şereflendiriyorlar. Ramezân-ı mubârek ayının altıncı günü bekâ ile şe-reflendirdiler. Öyle bir ihsânda bulundular ki, nasıl anlatacağımı bilemiyo-rum. Gücümün oraya kadar olduğunu anlıyorum. Hâlime uygun olan ka-vuşmak burada nasîb oldu. Cezbe tarafı şimdi temâm oldu. Cezbe makâ-mına uygun olan (Seyr-i fillah) başladı. Fenâ makâmı ne kadar temâm olur-sa, hâsıl olan bekâ da o kadar yüksek oluyor. Bekâ ne kadar yüksek olur-sa, sahv da o kadar çok oluyor. Sahv ne kadar çok olursa, islâmiyyete uy-gun bilgiler o kadar çok geliyor. Sahvın temâmı, bütünü peygamberler için-dir “aleyhimüssalâtü vesselâm”. O büyüklerin bildirdikleri ma’rifetler de,dinleridir. Allahü teâlânın zâtında ve sıfatlarında bildirdikleri îmân bilgi-leridir. Bu bilgilere uymayan ma’rifetler sekrden ileri gelmekdedir. Şim-di, bu fakîrin üzerine yağan ma’rifetlerin çoğu, islâmiyyetin bildirdiğima’rifetlerin açıklamasıdır ve onları bildirmekdedir. Akl ile, düşünce ile an-laşılan bilgiler, şimdi keşf yolu ile ve kendiliğinden hâsıl olmakdadır ve top-luca kazanılanlar, uzun ve açık olarak ele geçmekdedir.

    Fârisî beyt tercemesi:

    Dahâ söylersem eğer, çok uzun sürer,Korkarım, utanmazlığa kadar gider.

    Fârisî mısra’ tercemesi:

    Köle, haddini bilmelidir!

    3ÜÇÜNCÜ MEKTÛB

    Bu mektûb, yine büyük mürşidine yazılmışdır. Sevdiklerinin belli bir ma-kâmda kaldıklarını, birkaçının bu makâmı geçdiklerini ve tecellî-i zâtîmakâmlarına kavuşduklarını bildirmekdedir:

    Yüksek makâmınıza sunulur ki, buradaki sevdiklerimiz ve oradaki sev-diklerimizden her biri, bir makâmda kalmışlardır. Onları bu makâmlardankurtarıp çıkarmak güç oluyor. O makâmlara yakışan bir kuvveti kendim-de bulamıyorum. Yüksek teveccühleriniz ve merhametleriniz ile Hak te-âlâ ilerletiyor. Bu alçağın yakınlarından biri bu makâmdan kurtulup geç-di. Allahü teâlânın zâtının tecellîleri başladı. Çok güzel bir hâldedir. Aya-ğı, bu aşağı kölenizin ayağı üzerindedir. Başkalarının da ilerlemeleriniumuyorum. Oradaki sevdiklerimizden birkaçının yaradılışı mukarreblereuygun değildir. Bunların hâli, ebrârın yoluna uygundur. Hâlleri böyleiken, elde etdikleri yakîn de büyük ni’metdir. Bu yolda olmalarına emr olun-maları uygundur. Fârisî mısra’ tercemesi:

    Herkesi bir iş için yaratmışlardır.

    Bunların ismlerini açıklamıyacağım. Çünki, yüksek varlığınıza gizli de-ğildirler. Çok yazarak saygısızlık etmekden çekiniyorum. Bu kâğıdı doldur-duğum gün, Mîr Seyyid Şâh Hüseyn, çalışırken şöyle gördüğünü söyledi:(Büyük bir kapı önüne gelmişim. Bu kapı, hayret, şaşkınlık kapısıdır dedi-ler. İçeri bakdım, o yüksek zâtı ve seni gördüm. Ben de gireyim diye çokuğraşdım ise de, ayaklarımı kaldıramadım.)

    – 10 –

  • 4DÖRDÜNCÜ MEKTÛB

    Bu mektûb yine yüksek mürşidine yazılmışdır. Kıymeti çok büyük olanRamezân ayının üstünlüklerini ve (Hakîkat-i Muhammediyye)yi bildirmek-dedir:

    Hizmetçilerinizin en aşağısı olan Ahmed, yüksek katınıza sunar ki, çokzemândan beri yüksek kapınızın hizmetçilerinin hâllerini bildiren mubâ-rek mektûbunuza kavuşmakla şereflenemedim; gözlerim yoldadır. Mubâ-rek Ramezân ayının gelmesi hayrlı olsun. Bu ayın Kur’ân-ı kerîm ile tambağlılığı vardır. Bu bağlılıkdan dolayı, Kur’ân-ı kerîm bu ayda inmeyebaşladı. Bekara sûresinin yüzseksenbeşinci âyetinde, (Kur’ân-ı kerîm Ra-mezân ayında indirildi) buyuruldu. Kur’ân-ı kerîm, Allahü teâlânın zâtınınve şü’ûnlarının bütün kemâllerini kendinde toplamışdır, asl dâiresininiçindedir. Ona hiçbir zıl yaklaşmamışdır. (Kâbiliyyet-i Ûlâ) onun zıllidir.Ramezân-ı şerîf ayının Kur’ân-ı kerîm ile bağlılığı olduğu için, bu ay da bü-tün hayrları ve bereketleri kendinde toplamışdır. Bütün bir yıl içinde her-hangi bir yoldan herhangi bir kimseye gelen bütün hayrlar ve bereketler, buçok kıymetli ayın bereketleri denizinden bir damla gibidir. Bir kimse bu ay-da kendini toparlarsa, bütün yılı iyi olarak geçer. Bu ayı kötülükle geçirir-se, bütün senesi kötü geçer. Ramezân-ı mubârek ayı bir kimseden râzı olur-sa, o kimseye müjdeler olsun. Bir kimseye gücenirse, bereketlerinden vehayrlarından pay almazsa, o kimseye yazıklar olsun! Bu ayda, Kur’ân-ı ke-rîmi hatm etmek, aslın bütün kemâllerine ve zıllin bütün bereketlerine ka-vuşmak için olabilir. Ramezân-ı şerîfde Kur’ân-ı kerîmi hatm eden kimse-nin, bereketlerine kavuşması, hayrlarından pay alması umulur. Bu ayın gün-lerinin bereketi başka, gecelerinin hayrları başkadır. İftârda acele etmeninve sahûru gecikdirmenin, böylece gecesi ile gündüzünün tam ayrılmasınınsünnet olması, bu incelikden ileri gelebilir. Yukarıda söylediğimiz (Kâbi-liyyet-i Ûlâ)ya (Hakîkat-i Muhammediyye) de denir “alâ masdarihessalâ-tü vesselâmü vettehıyye”. Bu, bütün sıfatları bulunan (Kâbiliyyet-i zât) de-mek değildir. Büyüklerden birkaçı böyle demiş ise de, öyle değildir. Zât-i ilâhînin ilm i’tibârının kâbiliyyetidir ki, Kur’ân-ı kerîmin hakîkati olan,zâtın ve şü’ûnlarının kemâllerinin hepsine bağlıdır. Sıfatlara bağlı olan vezât ile sıfatlar arasında bir geçit olan (Kâbiliyyet-i ittisâf), ondan başka bü-tün Peygamberlerin hakîkatlarıdır “alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalevâtü vet-teslîmât vettehıyyât”. Bu kâbiliyyet, kendisinde birçok (İ’tibârat) bulun-mak düşüncesi ile, birçok hakîkatlar olmuşdur. Hakîkat-i Muhammediyyeolan kâbiliyyet, kendisinde zılliyet bulunmakla berâber, sıfatlara benzemez.Zât-i ilâhî ile arasında hiçbir perde yokdur. Muhammedî yaratılmış olan ev-liyânın hakîkatları, Zât-ı ilâhînin ilm i’tibârı ile olan kâbiliyyetleridir. Bu kâ-biliyyet-i Muhammediyye, Zât-i ilâhî ile o çeşidli kâbiliyyetler arasındabir geçitdir. Bu kâbiliyyete onlardan birinin adı da verilir. Çünki, bu kâbi-liyyet sıfatlara yakındır. Sıfatlarda olan ilerleme, bu kâbiliyyete kadar olur.Bunun için, bu kâbiliyyete (Hakîkat-i Muhammediyye) denilmişdir. Bukâbiliyyet-i ittisâf, gözden hiç yok olmadığı için, buna o kâbiliyyetlerinde ismi verilmişdir. Çünki, hakîkat-i Muhammediyye, arada hep perde-dir. Kâbiliyyet-i Muhammediyye, Zât-i ilâhîde bir i’tibârdır ve sâlikin gö-

    – 11 –

  • zünden yok olabilir. Yok olduğu da bilinmekdedir. Kâbiliyyet-i ittisâf da,i’tibâr ise de, arada geçit gibi olduğundan, sıfatlar gibi, zâtdan başka, ay-rıca vardır ve gözden yok olamaz. Bunun için, bu perdenin aradan hiçkalkmadığını söylemişlerdir.

    Asl ve zılli bir arada toplayan makâmın böyle bilgileri çok gelmekdedir.Bunların çoğu kâğıd üzerine yazıldı. (Makâm-ı kutbiyyet), zıl makâmınınbilgilerinin inceliğinin kaynağıdır. (Ferdiyyet mertebesi), asl dâiresininma’rifetlerinin gelmesine vâsıtadır. Zıl ile aslı birbirinden ayırmak, bu ikini’mete kavuşmadan olamaz. Bunun içindir ki, büyüklerden çoğu, kâbiliy-yet-i ûlâya (Te’ayyün-i evvel) diyorlar ve zâtdan ayrı değildir diyorlar. (Te-cellî-i zâtî), bu kâbiliyyeti görmekdir diyorlar. İşin doğrusu, bizim bildir-diğimiz gibidir. Allahü teâlâ, işin doğrusunu doğru olarak bildirir ve dile-diğini doğru yola kavuşdurur. Yazmak emr olunan şeyleri bitiremedim. Ya-zılanlar öylece kaldı. Bu duraklamanın hikmeti acaba nedir? Mektûbu sı-kılmadan dahâ uzatmak edebsizlik olur.

    5BEŞİNCİ MEKTÛB

    Bu mektûb, yine yüksek mürşidine yazılmışdır. Kendisini çok sevenler-den Hâce Bürhânı gönderdiği ve onun ba’zı hâlleri bildirilmekdedir:

    Yüksek kapınızın hizmetçilerinin en aşağısı olan Ahmed, (Hâcegân)“kaddesallahü teâlâ esrârehüm” hazretlerinin tarîkatını bildiren küçükbir kitâb yazarak, mubârek huzûrunuza gönderdim. Dahâ müsvedde hâlin-dedir, mubârek büyüğümüz okudukdan sonra bir dahâ yazılacakdır. Hâ-ce Bürhân, yola çabuk çıkdığı için bir dahâ yazmağa vakt olmadı. Bundansonra, belki başka bilgiler de ona eklenir.

    Bir gün (Silsile-tül Ahrâr) kitâbına bakıyordum. Kısa aklıma şöyle gel-di ki, yüksek makâmınıza yazayım. Oradaki bilgilerden birkaçı üzerinde ay-rıca bir şeyler yazılsın, yâhud bu fakîrin yazması için emr buyurulsun. Budüşüncem gitgide kuvvetlendi. Buna bağlı ba’zı bilgiler, bu müsveddeye ek-lendi. Bu arada, o kitâbdaki ba’zı bilgiler de müsveddeye yazıldı. Bu bakım-dan bu müsvedde, o kitâbın eki yapılırsa uygun olur, yâhud müsveddede-ki bilgilerden uygun olanları seçilerek o kitâba ek yapılırsa, yine iyi olur.Dahâ ileri gitmek edebe aykırı olacakdır. Hâce Bürhân, bugünlerde güzelişler yapdı. Cezbe makâmına bağlı olan üçüncü seyrden bir şeylere kavuş-du. Günlük geçim düşüncesi kendisini üzmekdedir. Yüksek kapınıza gel-mişdir. Kıymetli emrleriniz onun için büyük kazanç olacakdır.

    _________________

    Binlerce top ve tüfek, yapamaz aslâ,Göz yaşının seher vakti yapdığını,Düşman kaçıran süngüleri çok def’a,Toz gibi yapar, bir mü’minin düâsı.

    – 12 –

  • 6ALTINCI MEKTÛB

    Bu mektûb, yine yüksek mürşidine yazılmışdır. Cezbe ve sülûke kavuş-mağı ve cemâl ve celâl sıfatları ile terbiye olmağı ve Fenâ ve Bekâyı ve Nak-şibendiyye bağının üstünlüğünü bildirmekdedir:

    Hizmetçilerinizin en aşağısı olan Ahmed, yüksek kapınıza bildirir ki, tammürşid olan Allahü teâlâ, sizin yüksek teveccühlerinizin yardımı ile, cez-be ve sülûk yollarının her ikisi ile de terbiye etmekdedir. Cemâl ve celâl sı-fatları ile yetişdirmekdedir. Şimdi cemâl, celâl oldu ve celâl, cemâl oldu. (Ri-sâle-i kudsiyye) kitâbının açıklamalarından bir kaçında, bu yazıyı açık an-laşıldığı gibi yazmayıp, hayâle gelen şeyleri yazmışlardır. Bu yazıyı açık an-laşıldığı gibi yazmak yerinde olur. Başka dürlü yazmak, anlaşılanı başka şek-le çevirmek yersiz olur. Bu terbiye ile yetişmenin alâmeti, Zât-i ilâhînin sev-gisinin hâsıl olmasıdır. Bundan önce bu sevgi hâsıl olamaz. Zât-i ilâhîninsevgisinin hâsıl olması (Fenâ)nın alâmetidir. (Fenâ), mâsivâyı unutmak de-mekdir. Allahü teâlâdan başka her şeye (Mâsivâ) denir. Bütün ilmler gö-ğüsden silinmedikçe, tam bir câhillik hâsıl olmadıkça, Fenâ elde edile-mez. Bu câhillik ve şaşkınlık, aralıksız olur; hiç yok olmaz. Bir zemân hâ-sıl olup başka zemân yok olması düşünülemez. Bekâdan önce tam bir câ-hillik vardır. Bekâdan sonra, bilgi ile bilgisizlik bir arada bulunur. Hiçbir-şey bilmez iken, şü’ûru yerindedir. Tam bir şaşkınlık varken, huzûr içinde-dir. Bu makâm, (Hakk-ul yakîn) makâmıdır. Burada bilgi ve görmek bir-birine perde olmaz. Bu câhillikden önce bulunan bilginin hiç kıymeti yok-dur. Bu câhillik varken ilm de verilirse, kendinde olur. (Şühûd), ya’nî bâ-tın ile görmek varsa, yine kendindedir. Ma’rifet veyâ hayret ya’nî ma’rifet-siz olmak, şaşkınlık varsa yine kendindedir. Kendinden başka şeyleri gör-dükçe, kendinde de görmüş olsa dahî, ilerleyememiş demekdir. Dışarıyı gör-mesinin büsbütün yok olması lâzımdır. Hâce Behâeddîn “kaddesallahü sir-rehül’azîz” hazretleri buyuruyor ki, (Ehlüllah, ya’nî Evliyâ, Fenâ ve Bekâ-dan sonra, her gördüklerini kendilerinde görürler. Her bildiklerini kendi-lerinde bilirler. Onların hayretleri, bilgisiz olmaları kendilerindedir). Bun-dan da açıkça anlaşılıyor ki, şühûd ve ma’rifet ve hayret yalnız kendinde-dir. Bunların hiçbiri dışarıda yokdur. Bu üçünden biri dışarıda oldukça, ken-dinde de olsa dahî, Fenâya hiç kavuşamamış demekdir. Fenâ olmayınca, Be-kâ nasıl olabilir? Fenâ ve Bekâ mertebesinin sonu budur. Bu Fenâ tamdırve tam olan Fenâ her şeyin yok olmasıdır. Bekâ da, Fenâya göre olur.Bunun içindir ki, Ehlüllahdan bir çoğu, Fenâ ve Bekâ hâsıl oldukdan son-ra, dışarıda da görürler. Fekat bizim büyüklerin yolu bütün yolların üstün-dedir. Fârisî beyt tercemesi:

    Her aynası olanı, İskender sanma!Her saçını keseni, kalender sanma!

    Bu yolun büyüklerinden birini veyâ ikisini yüzlerce sene sonra bu ma-kâma kavuşdurmakla şereflendirirler. Başka yolları artık düşünmelidir. Buyol, Hâce Abdülhâlık-ı Goncdevânî “kuddise sirruh” hazretlerine bağ-lanmakdadır. Bu yolu temâmlayan, kuvvetlendiren ise, hâcelerin hâcesi olanHâce Behâeddîn-i Nakşibend “kuddise sirruh” hazretleridir. Bunun halî-

    – 13 –

  • felerinden Hâce Alâ’üddîn-i Attâr “kuddise sirruh” hazretleri de bu ni’me-te kavuşmakla şereflenmişdir. Fârisî mısra’ tercemesi:

    Bu büyük ni’meti acaba kime verirler?Şaşılacak şeydir ki, önce, her belâ ve sıkıntı gelince sevinirdim, derd ve

    belâ arardım. Elimden dünyâlık çıkınca da tatlı gelirdi. Hep böyle olması-nı isterdim. Şimdi ise, sebebler âlemine getirdiler. Kendi zevallılığımı, aşa-ğılığımı görmeye başladım. Az bir sıkıntı gelince, hemen üzülüyorum. Herne kadar üzüntü çabuk bitiyor, hiç kalmıyor ise de, önce üzüntü gelmedenolmuyor. Bunun gibi önce, belâların ve sıkıntıların gitmesi için düâ ederken,bunların gitmesini, yok olmasını düşünmüyordum. (Bana yalvarınız!) em-rine uymak istiyordum. Şimdi ise, belâların, sıkıntıların gitmesi için düâ edi-yorum. Eskiden korkular, üzüntüler yok olmuşdu, şimdi yine geldiler.

    Eski hâllerin hep sekr, şü’ûrsuzlukdan ileri geldiğini anladım. Sahv,ya’nî şü’ûrlu olunca, câhiller için olan şeyler hâsıl olmakdadır. Böylece ze-vallılık, yalvarmak, korkmak, üzülmek, sıkılmak, sevinmek oluyor. Başlan-gıçda düâ etmek, belâdan kurtulmak için değildi. Bunu düşünmek gönlü-me iyi gelmiyordu. Fekat, hâl kaplamışdı. Peygamberlerin “aleyhimüssa-levâtü vetteslîmât” düâlarının böyle olmadığını düşünüyordum. Onlar,bir şeye kavuşmak için düâ ediyorlardı. Şimdi, bu hâl ile şereflendirdiler.İşin iç yüzünü açıkladılar. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vettehıyyât”düâlarının zevallılıkla, düşkünlükle, korku ile olduğu, yalnız emre uymakiçin olmadığı anlaşıldı. Yalnız yüksek emrinize uymuş olmak için, hâsıl olanşeylerden bir çoğunu arasıra bildirmekle saygısızlık yapmakdayım.

    7YEDİNCİ MEKTÛB

    Bu mektûb, yine yüksek mürşidine yazılmışdır. Kendisinin şaşılacak bir-kaç hâlini bildirmekde ve birkaç şey sormakdadır:

    Hizmetçilerinizin en aşağısı olan Ahmed, yüksek kapınıza bildirir ki,Arşın üstündeki makâma, rûhumun yükselerek ulaşdığını anladım. BurasıHâce Behâeddîn-i Buhârî “kaddesallahü sirrehül akdes” hazretlerinin ma-kâmı idi. Bir zemân sonra, maddeden yapılmış olan bu bedenimi de, o ma-kâmda buldum. O zemân böyle anladım ki, bu madde âlemi ve gökler aşa-ğıda kaldı. İsmleri ve nişânları yok oldu. O makâmda yalnız Evliyânın bü-yüklerinden birkaçı vardı. O zemân bütün âlemi o mahâlde ve o makâmdakendime ortak buldum. Onlardan temâmen ayrı olduğum hâlde kendimi on-larla birlikde görünce şaşırdım kaldım. Zemân zemân öyle hâller hâsıl olu-yor ki, ne kendim kalıyorum ve ne âlem kalıyor. Gözüme hiçbirşey görün-müyor. Hâtırıma birşey gelmiyor. Şimdi de bu hâldeyim. Âlemin varlığını veyaratılmış olduğunu ne biliyorum ne görüyorum. Bundan sonra yine o ma-kâmda yüksek bir köşk görüldü. Bir merdiven konuldu. Oraya çıkdım. Bumakâm da, âlem gibi yavaş yavaş aşağı indi. Her ân yükseldim. Orada abdes-tin şükr nemâzını kılmak hâtırıma geldi. Kıldım. Çok yüksek bir makâm gö-rüldü. Nakşibendiyyenin dört büyük Hâcesini orada gördüm. [Bu dört zâtın“kaddesallahü esrârehüm” Hâce Abdülhâlık-ı Goncdevânî ve Hâce Muham-med Behâeddîn-i Nakşibend ve Hâce Alâ’üddîn-i Attâr ve Hâce Ubeydul-

    – 14 –

  • lah-ı Ahrâr oldukları zan olunur.] Seyyid-üt-tâife Cüneyd ve bunun gibibirkaç velî de orada idi. Birkaç velî bu makâmdan dahâ yukarıda idi. Fekatbunun direklerini tutmuş oturuyorlardı. Birkaç velî de bu makâmdan dahâaşağıda idi. Derecelerine göre yer almışlardı. Kendimi bu makâmdan çokuzakda gördüm. Hattâ bu makâmla hiçbir ilgim yok idi. Bunun için çoküzüldüm. Aklımı kaçıracak gibi oldum. Aşırı üzüntüden ve sıkıntıdan canımçıkacak idi. Çok zemân bu hâl üzere kaldım. Sonunda, yüksek teveccühle-riniz ve yardımlarınız ile kendimi o makâma ilişik gördüm. Önce başımı onunyüksekliğinde buldum. Kendim de yükselerek o makâmın üstünde otur-dum. İyice inceliyerek, o makâmın tam bir tekmîl makâmı, ya’nî sâlikleri ke-mâle erdirenlerin makâmı olduğu anlaşıldı. Sülûk, ya’nî tesavvuf yolculuğun-da en son bu makâma varılır. Tam sülûk yapmamış olan meczûb bu makâ-ma kavuşamaz. O makâmda şöyle düşündüm ki, çok zemân önce yüksek ka-pınızda bildirdiğim rü’yâ ile bu makâma yetişmiş oldum. O rü’yâda emîr-il-mü’minîn hazret-i Alî “kerremellahü teâlâ vecheh” (Göklerin ilmini sana bil-dirmek için geldim) buyurmuşdu. İyi dikkat ederek bu makâmın, Hulefâ-iRâşidîn “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” arasında yalnız Emîr hazretle-rine ayrılmış olduğunu anladım. Herşeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir.

    Kötü huyların her ân kendimden ayrılarak uzaklaşdıkları görülüyor. Bir-çoklarının iplik gibi çıkdıkları, başkalarının solucan gibi ayrıldıkları bellioluyor. Bir vakt geliyor ki, tam ayrıldıkları anlaşılıyor. Başka bir zemân, baş-ka birşey yine görülüyor.

    Ba’zı hastalıkların ve sıkıntıların gitmesi için teveccüh ederken, Allahüteâlânın bu teveccühden râzı olup olmadığını bilmek lâzım mıdır, yoksa lâ-zım değil midir? (Reşahât) kitâbında hâce Nakşibend “kaddesallahü sir-rehül akdes” hazretlerini anlatırken bildirdiklerinden, lâzım olmadıkları an-laşılıyor. Siz, bunun için nasıl emr buyuruyorsunuz? Böyle teveccühdebulunmak bu fakîre tatlı gelmiyor.

    Tâliblerde huzûr hâsıl oldukdan sonra, zikr etmelerine son vererek buhuzûr üzerinde durmaları lâzım mıdır, değil midir? Huzûrun hangi merte-besinde zikr yapılmaz? Burada öyle sâlikler var ki, başlangıçdan sonuna ka-dar zikr yapıyorlar. Zikri hiç bırakmıyorlar. Nihâyete kadar yaklaşıyorlar.İşin doğrusu nasıldır? Ne yapmamız emr buyurulur?

    Yüksek kapınıza dördüncü olarak sunulur ki, Hâce hazretleri [ya’nî,Ubeydüllah-i Ahrâr] (Fıkarât) kitâbında buyuruyor ki, (Sonunda zikryapmak emr olunur. Çünki, birçok dilekler vardır ki, zikrsiz ele geçmez).Bu dileklerin ne olduğunu beyân buyurunuz.

    Beşinci olarak yüksek kapınıza sunulur ki, çok kimse geliyor tarîkat öğ-retilmesini istiyorlar. Fekat, yidikleri lokmaların halâl olmasını gözetemi-yorlar. Bu gevşek davranışları ile birlikde huzûra ve biraz şü’ûrsuzluğa ka-vuşdukları görülüyor. Lokmalara dikkat etmeleri için sıkışdırılacak olur-sa, istekleri gevşek olduğundan, büsbütün bırakıp gidecekler. Bunlara neyapmamız emr buyurulur? Birçokları da, yalnız bu şerefli zincire halka ol-mak istiyor, zikr öğretilmesini istemiyorlar. Bu kadarcık bağlanmaları câ-iz midir, değil midir? Eğer câiz ise, nasıl yapacağımızı emr buyurunuz? Sö-zü dahâ uzatmak saygısızlık ve tam edebsizlik olur.

    – 15 –

  • 8SEKİZİNCİ MEKTÛB

    Bu mektûb, yine büyük mürşidine yazılmışdır. Bekâ ve sahv makâmın-daki hâlleri bildirmekdedir:

    Kölelerinizin en aşağısı olan Ahmed, yüksek kapınıza sunar ki, sahva ge-tirdikleri ve bekâya kavuşdurdukları günden beri şaşılacak bilgiler ve işi-tilmemiş ma’rifetler durmadan, birbiri ardınca ihsân olunmakdadır. Bun-ların çoğu, büyüklerin söylediklerine ve bildirdiklerine uymamakdadır.(Vahdet-i Vücûd) ve buna benzer şeyler için söyledikleri şeyleri dahâ o hâ-lin başında ihsân etdiler. Çoklukda, ya’nî mahlûklar aynasında birliği,ya’nî yaratanı görmek hâsıl oldu. Bu makâmdan çok yukarı derecelere çı-kardılar. Bu bilgilerden çeşid çeşid bildirdiler. Fekat, o makâmların ve ma’ri-fetlerin alâmetleri, işâretleri, o büyüklerin sözlerinden açıkça anlaşılamı-yor. Büyüklerden birkaçının sözlerinde kısaca ve kapalı bildirilmişdir.Bunların doğru olduğuna en sağlam şâhid, islâmiyyet ve Ehl-i sünnet âlim-lerinin söz birliği ile bildirdiklerine uygun olmalarıdır. Hiçbirşey dîn-i is-lâma uygunsuz olmuyor. Hiçbiri felesoflara ve onların kısa aklları ile an-layıp bildirdiklerine uygun düşmüyor. Hattâ, islâm âlimlerinden olup da,Ehl-i sünnetden ayrılmış olanların bildirdiklerine de uymuyor. Kazâ ve ka-der bilgisinde, kulun kuvveti işe te’sîr etdiği gösterildi. İşi yapmadan evvelgücü, kudreti yokdur. İş yapılırken kudret verilir. Teklîf, ya’nî Allahü te-âlânın emrleri ve yasakları, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi sebeb-lerde ve uzvlarda selâmet bulunduğu zemân yapıldığı anlaşıldı. Bu makâm-da kendimi Hâce Nakşibend “kaddesallahü teâlâ sirrehül akdes” hazret-lerinin izinde buluyorum. Kendileri bu makâmda idi. Hâce Alâ’üddîn-i At-târ hazretleri de, bu makâmdan pay almışdır. Bu yüksek zincirin büyük hal-kalarından biri, hâce Abdülhâlık-ı Goncdevânî “kaddesallahü sirrehülakdes” hazretleridir. Eski büyüklerden, hâce Ma’rûf-i Kerhî ve imâm-ı Dâ-vüd-i Tâî ve Hasen-i Basrî ve Habîb-i Acemî “kaddesallahü teâlâ esrâre-hümül mukaddese” hazretleri de bu makâmdadırlar. Bu makâmdaki hâl-lerin sonu, tam bir uzaklık ve yabancılıkdır. İş ilâc kabûl etmez hâle gelmiş-dir. Perdeler arada oldukça çalışarak, uğraşarak perdeler kaldırılabilir. Şim-di kendini büyük bilmesi en büyük perdesidir. Onu bu dertden kurtaracakbir tabîb ve okuyacak bir sâlih yokdur. Sanki tam bir yabancılığa ve ayrı-lığa, kavuşmak ve birleşmek adını vermişler. Yazıklar olsun! Yûsüf ileZelîhânın beyti onun hâline uygundur. Fârisî beyt tercemesi:

    Defi dinliyor ve bu ses dostdandır diyor,Def çalanın eline, ondan kuvvet geliyor.

    Şühûd nerede ve gören kimdir ve görülen nedir? Fârisî mısra’ terceme-si:

    Yüzünü mahlûka nasıl gösterir O?

    Arabî mısra’ tercemesi:

    Toprağa olan nerede, her şeyin sâhibine olanlar nerede?

    Kendimi güçsüz yaratılmış bir kul biliyorum. Bütün âlemi de ve herşe-

    – 16 –

  • yin yaratanı olan tam kudret sâhibini de biliyorum. Ve Onu yaratıcı ve her-şeye gücü yetici olmakdan başka dürlü bilmiyorum. Mahlûklarına benze-mesi ve herşeyde Onun görünmesi gibi şeyler bilmiyorum. Fârisî mısra’ ter-cemesi:

    Hangi aynada görülebilir O?

    Ehl-i sünnet âlimleri ba’zı işlerinde kusûr yapsa bile, onların Allahü te-âlâ için ve Onun sıfatları için söyledikleri bilgiler, o kadar çok doğru ve okadar çok nûrludur ki, o sözlerin güzelliği yanında, o kusûrları hiç görün-müyor. Tesavvufculardan çoğu, o kadar riyâzetler ve mücâhedeler, sıkın-tılar çekdikleri hâlde, Allahü teâlânın zâtı için, sıfatları için inanışları, tamdoğru olmadığından, bunlarda öyle güzellik görülmüyor. Bunun için, âlim-lere ve ilm öğrenenlere muhabbet çok oluyor. Onların hâli, tatlı geliyor. On-ların arasında bulunmak istiyorum. Dört başlangıçdan olan (Telvîh) kitâ-bını onlarla konuşmak ve (Hidâye) fıkh kitâbını onlarla birlikde okumakarzû ediyorum. Allahü teâlânın ilminin bütün mahlûklarla berâber olduğu-nu ve her şeyi kaplamış olduğunu, âlimlerin bildirdikleri gibi anlıyorum. Bu-nun gibi, Allahü teâlâ bu mahlûklar değildir. Bunlara bitişik, bunlardan ay-rı, bunlarla birlikde, bunlardan uzak, âlemi kaplamış, herşeye sinmiş olma-dığını biliyorum. İnsanların kendilerini ve sıfatlarını ve işlerini Allahü te-âlâ yaratıyor, biliyorum. Onların sıfatlarının, Onun sıfatı ve onların işleri-nin Onun işleri olmadığını anlıyorum. Her işin Onun kudreti ile yapıldığı-nı, mahlûkların kudretleri ile olmadığını anlıyorum. Ehl-i sünnet âlimleride böyle söylemekdedir. Allahü teâlânın yedi sıfatının var olduğunu ve irâ-de sıfatının da olduğunu biliyorum. Kudret sıfatının, bir işi yapmağa ve yap-mamağa gücü yetmek olduğunu iyi anlıyorum. İsterse yapar, istemezseyapmaz demek değildir. Çünki, istemezse demek, irâde sıfatı yok demek-dir. Bu ise olamaz. Kudreti, felesoflar ve ba’zı tesavvufcular böyle anlamış-lardır. Bu sözleri, Allahü teâlânın mecbûr olmasını gösterir. Onu tabî’at ka-nûnları gibi yapmış olurlar. Her şeyi tabî’at yapıyor demelerine uygunolur. Kazâ ve kader bilgilerini Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi an-lıyorum. Mal sâhibi, mülk sâhibi, kendi malını, mülkünü dilediği gibi kul-lanır. İnsanların bir işe uygun yaratılmasını, ya’nî kâbiliyyet ve isti’dâdı, hiçte’sîrli görmüyorum. Çünki, te’sîr olursa insanlar mecbûr edilmiş olur.Allahü teâlâ seçer, dilediğini yapar. Başa gelenleri bildirmek vazîfe oldu-ğu için, saygısızlık olacak kadar yazdım. Fârisî mısra’ tercemesi:

    Köle, kendi haddini bilmelidir.

    9DOKUZUNCU MEKTÛB

    Bu mektûb, yine yüksek mürşidine yazılmışdır. Geri dönüş makâmların-daki hâlleri bildirmekdedir:

    Bu köleniz, gaflet uykusuna dalmışdır.Yüzü siyâhdır, kusûrları çok-dur, huysuzdur, eline geçen birkaç şeye aldanmışdır. Kavuşmak ve yüksel-mek düşüncesi ile başı dönmüşdür. Her işi, sâhibine karşı gelmekdir. İyi,fâideli şeyleri yapmaz. Herkes görsün diye süslenir. Allahü teâlânın her ân

    – 17 – Mektûbât Tercemesi: - F:2

  • gördüğü gönlünü yıkmakdadır. Hep gösteriş için çalışmakdadır. Bunun içingönlü, rûhu kararmakdadır. Sözleri, düşüncelerine uymaz. Düşünceleri dehep saçmadır. Bu gaflet uykusundan, bu saçma düşüncelerden ele ne ge-çebilir? Böyle sözlerin, böyle düşüncelerin ne fâidesi olur? Hep zararda,hep alçalmakdadır. Anlayışı kıt, gitdiği yol bozukdur. Fesâd karışdırır,kötülüklere sebeb olur. Başkalarına zararı çok, kendi günâhları pek çok-dur. Ayblardan, kusûrlardan yapılmış bir heykel gibidir. Günâhlar yığını-dır. İyilik olarak yapdıkları bir işe yaramaz, hep atılır. Fâideli ve güzel bil-diği işleri hep kötüdür, beğenilmez. (Çok Kur’ân-ı kerîm okuyan vardır ki,Kur’ân-ı kerîm ona la’net eder) hadîs-i şerîfi tam onun hâline uygundur.(Çok oruc tutanlar vardır ki, orucundan eline geçen yalnız açlık ve susuz-lukdur) hadîs-i şerîfi onun hâlini göstermekdedir. Bu hâlde olan bir kim-seye ve makâmı, derecesi, kemâli böyle olana yazıklar olsun. Onun istig-fâr etmesi de, günâhlarından dahâ büyük bir günâhdır. Tevbesi, başkaçirkin işlerinden de dahâ çirkindir. Bozuk olan kimsenin her işi de bozukolur, demişlerdir. Fârisî mısra’ tercemesi:

    Buğdaydan arpa, arpadan buğday çıkmaz elbet!Onun hastalığı, iliğine, kemiğine işlemişdir. İlâc fâide vermez. Temelin-

    den bozukdur, ta’mîr ile düzelmez. Bir şeyin özünde, yapısında bulunan-lar, ondan ayrılmaz. Fârisî mısra’ tercemesi:

    Habeşden siyâhlık ayrılmaz, çünki kendi rengidir.Ne yapılabilir, Bekara, A’râf, Tevbe, Nahl sûrelerinde ve Rûm sûresi-

    nin dokuzuncu âyetinde, (Allahü teâlâ onlara zulm etmedi. Fekat onlar ken-dilerine zulm ediyorlar) buyuruldu.

    Evet, tam iyiliğe karşı tam kötülük lâzımdır. Böylece iyilik tam olarakmeydâna çıkar. Herşey, zıddı ile, tersi ile anlaşılır. Hayr ve kemâl hâzır olun-ca, bunlara şer ve naks lâzım olur. Çünki, iyiliğe ve güzelliğe elbette aynalâzımdır. Birşeyin aynası onun karşısında olur. Bundan dolayı iyiliğin ay-nası kötülükdür. Aşağılık da, üstünlüğün aynasıdır. Bunun içindir ki, bir-şeyde aşağılık ve kötülük ne kadar çok olursa, iyiliğin ve üstünlüğün o şey-de görülmesi de, o kadar çok olur. Şaşılacak şeydir. Yukarıda saydığımızkötülükler iyiliğe döndüler. Bu kötülükler, bu aşağılıklar, iyiliklerin ve üs-tünlüklerin yeri oldu. İşte bunun için, abdiyyet, kulluk makâmı, her makâm-dan dahâ üstündür. Çünki, bu söylediklerimiz, (Abdiyyet makâmı)ndatamdır ve en çokdur. Sevilenleri bu makâma indirmekle şereflendirirler. Se-venler, görmenin zevkinden tad almakdadır. Kulluğun tadını almak veona alışmak ise, sevilenler içindir. Sevenler, sevgiliyi görmekle râhatlanır.Sevilenlerin râhatlığı ise, sevgiliye kul olmakdadır. Onlar kulluğa alışarakbu devlete kavuşdurulur. Bu ni’metle şereflendirilir. Kulluk meydânındayarışanların başı, din ve dünyânın efendisi, geçmişlerin ve geleceklerin enüstünü ve âlemlerin Rabbinin sevgilisi olan Muhammed aleyhisselâmdır.Bir kimseyi, ihsân ederek, acıyarak bu devlete, bu ni’mete kavuşdurmakisterlerse, ona Resûlullaha tam uyabilmek ni’metini verirler. O servere“aleyhi minessalevâti etemmühâ ve minettehıyyâti ekmelühâ” uymakla, oyüksek makâma ulaşdırırlar. Bu, Allahü teâlânın öyle bir ihsânıdır ki, di-lediğine verir. Allahü teâlâ, büyük ihsanların sâhibidir.

    – 18 –

  • Şerrin ve aşağılığın çok olması demek, bunu zevkle anlamak demekdir.Yoksa, kötü, aşağı bir kimse olmak değildir. Böyle anlayışlı kimse, Allahüteâlânın ahlâkını huy edinmiş kimsedir. O ahlâkı huy edinmenin fâidelerin-den biri de, böyle anlayış sâhibi olmakdır. Bu makâmda kötülük, aşağılıkhiç bulunabilir mi? Ancak bunların bilgisi bulunur. Bu ilm, tam bir şühûdile hâsıl olduğu için tam bir yükseklikdir. Öyle bir iyilikdir ki, herşey onunyanında kötülük görülür. Bu görüş, nefs-i mutmainnenin kendi makâmınainmesinden sonra ele geçer. Bunun için kul, zevkinden geçmedikçe vekendini yere vurmadıkça ve işi buraya vardırmadıkça, Mevlâsının yük-sekliğinden bir şey anlayamaz. Nerede kaldı ki, kendini mevlâ bile ve ken-di sıfatlarını Onun sıfatları sana. Allahü teâlâ, böyle şeylerden çok uzak, çokyüksekdir. Böyle bilmek ismlerde ve sıfatlarda ilhâddır, zındıklıkdır. A’râfsûresi yüzsekseninci âyet-i kerîmesinde, (Allahü teâlânın ismlerinde il-hâd edenleri, ya’nî ismleri değişdirenleri terk edin. Onlar âhıretde yapdık-larının cezâsını çekeceklerdir) bildirilen mülhidlerdendirler.

    [Bu âyet-i kerime, Allahü teâlânın ismlerini değişdirenlerin, tercemeedenlerin, doksandokuz ismden başka ism söyleyenlerin, kıyâmetde azâbçekeceklerini bildiriyor. Allah yerine tanrı diyenlerin bu âyet-i kerîmedenkorkmaları, tevbe etmeleri lâzımdır.]

    Cezbesi sülûkdan önce olan herkes sevilmişlerden olamaz. Fekat sevil-mişlerden olmak için cezbenin önce olması şartdır. Evet, her cezbede se-vilmişlerden az birşey vardır. Çünki sevilmiş olmayanlarda cezbe olmaz. Buaz birşey sonradan hâsıl olmuşdur. Kendinden değildir. Kendisinde bulu-nan mahbûbiyyet hiçbirşeye bağlı değildir. Sona varan her sâlik cezbeye ka-vuşur. Fekat çoğu sevenlerdendir. Dışarıdan az bir sevilmişlik gelmişdir. Bukadar şey sevilmişlerden olmak için yetişmez. Dışarıdan sevilmişliği geti-ren sebeb, tezkiye ve tasfiyedir, ya’nî kalbin ve nefsin temizlenmeleridir.Başlangıçda olan birçok sâliklerde de, O Servere “sallallahü aleyhi ve sel-lem” uydukları için, az bir sevilmişlik hâsıl olur. Bu sevilmişliği müntehî-de de husûle getiren, yine o Servere “sallallahü aleyhi ve sellem” uymak-dır. Sevilmişlerde de kendilerine ihsân edilmiş olan bu ni’metin meydânaçıkması, yine o Servere “aleyhissalâtü vesselâmü vettehıyye” uymağa bağ-lıdır. Hattâ, kendilerine, sevilmiş olmak ni’metinin verilmesi de, o Serve-re “sallallahü aleyhi ve sellem” bağlılıkları olduğu içindir. Onun rabbiya’nî terbiye edicisi, yetişdiricisi olan ism, o Serverin “aleyhissalâtü vesse-lâmü vettehıyye” rabbi olan isme yakın olduğu için, sevilmişlerden ol-muşdur. Bunun için bu se’âdete kavuşmuşdur. Her şeyin doğrusunu Alla-hü teâlâ bilir. Herkes, sonunda Onun huzûruna çıkacakdır. Haklıyı mey-dâna çıkaran Allahü teâlâdır. Doğru yolu gösteren, doğru yola kavuşduranOdur.

    _________________

    Niçin küfrân eder insân, Hudâ ni’met verir iken,Utanmayıp eder isyân, kamûyu ol görür iken.Beher an hamdü şükretmez, dahî ihsânı fikretmez,Hergün Hakkı zikretmez, bedende cân durur iken?

    – 19 –

  • 10ONUNCU MEKTÛB

    Bu mektûb, yine yüksek mürşidine yazılmışdır. Kurb ve bu’d ve firâk vevaslın bilinmeyen ma’nâlarını arz etmekdedir:

    Kapınız hizmetçilerinin en aşağısı olan Ahmed, yüksek huzûrunuzasunar ki, çok zemân oluyor, o yüksek kapı hizmetçilerinden haber gelme-di. Gözlerimiz yoldadır. Fârisî beyt tercemesi:

    Şaşmayınız! Rûhuma hayât veriyor her ân,Haber geldikce hep, uzakda kalan dostumdan.

    Huzûrunuza kavuşmak ni’metine lâyık olmadığımı biliyorum. Fârisîmısra’ tercemesi:

    Hayvanlarınızın çanını uzakdan işitmek bana yeter!

    Şaşılacak şeydir. Çok uzakda kalmağa yakınlık adını vermişler. Ayrılı-ğın en çoğuna kavuşmak demişler. Sanki bu yakınlık ve kavuşmak kelime-leriyle uzaklığı ve ayrılığı bildirmek istemişler. Arabî beyt tercemesi:

    Sevgiliye kavuşmak ele geçer mi acaba?Yüksek dağlar ve korkunç tehlükeler var arada.

    Bundan dolayı, sonsuz üzülmek ve durmadan düşünmek lâzımdır. İste-nilenlerin de, sonunda isteyeni arayıcı, isteyici olması lâzımdır. Sevileninde, seviciyi sevmekle sevici olması lâzımdır. O, dînin büyüğü “minessale-vâti ekmelühâ ve minettehıyyâti efdalühâ” arananların ve sevilenlerinmakâmında olduğu hâlde, sevicilerden oldu. Arayanlardan oldu. Bunun için,o Serverin hâlini bildirenler: (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”,hep üzüntülü, hep düşünceli idi) dediler. O Server “aleyhissalâtü vesselâm”(Benim çekdiğim sıkıntı gibi hiçbir Peygamber sıkıntı çekmemişdir) buyur-du. Sevenlerin, muhabbet yükünü taşımaları lâzımdır. Sevilmişlerin buyükü kaldırmaları güçdür. Dahâ söylersek, sonu gelmez. Arabî mısra’ ter-cemesi:

    Aşk hikâyesinin sonu gelmez.

    Mektûbu getiren Şeyhullah Bahş, biraz cezbe ve muhabbete mâlikdir.Onun zorlamasıyla, yüksek kapınızın hizmetçilerine birkaç kelime yazıldı.Kendisi, yüksek hizmetinizde bulunmağı çok istiyor. Bunun için yola çık-dı. Önce burada birşeyler istedi. Fekat fakîrin çekindiğini anlayınca, yal-nız görüşmeğe râzı oldu. Bu birkaç kelimeyi yazdırdı. Mektûbu dahâ uza-tarak saygısızlık yapmak edebsizlik olur.

    _________________

    Niçin kılmazsın, farz-ı sünneti?Değil misin Muhammedin ümmeti? (Aleyhisselâm)Anmazmısın, Cehennemi, Cenneti?Îmân sâhibi kul böyle mi olur?

    – 20 –

  • 11ONBİRİNCİ MEKTÛB

    Bu mektûb yine yüksek mürşidine yazılmışdır. Ba’zı keşfleri ve kusûr-larını görmek makâmının hâsıl olduğu ve Şeyh Ebû Sa’îd-i Ebül-Hayrın sö-zünün açıklanması bildirilmekdedir:

    Kölelerinizin en aşağısı olan Ahmed, yüksek katınıza sunar. Öncelerikendimi içinde gördüğüm makâmı, yüksek emrinize uyarak bir dahâ düşün-düm. Üç halîfenin “rıdvânullahi teâlâ aleyhim” bu makâmdan geçdiklerigörüldü. Fekat orası makâmım olmadığı ve çok kalmadığım için, birinci çı-kışımda onları görmemişdim. Bunlar gibi, Ehl-i beytin oniki imâmındanİmâm-ı Hasen ve Hüseyn ve Zeynel’âbidînden başkaları da “radıyallahüteâlâ anhüm” bu makâmda yerleşmemişdi. Fekat buradan geçmişlerdi.Çok inceleyerek anlaşıldı.

    Önce kendimi bu makâma uygun görmemişdim. Uygun olmamak iki dür-lüdür. Birincisi, yollardan hiçbir yol bulunamamasıdır. Bunun için, uy-gunsuzluk olur. Bir yol gösterilince, bu uygunsuzluk aradan kalkar. İkin-cisi, tam uygunsuzlukdur ki, aradan hiç kalkmaz. O makâma kavuşduranyol iki dânedir, bir üçüncüsü yokdur. Ya’nî bir üçüncü yol görünmüyor. Bi-rinci yol, kendini kusûrlu ve aşağı görmekdir ve iyi niyyetlerini de beğen-memekdir. Kuvvetle çekildiği hâlde kendini kabâhatli bilmekdir. İkinci yol,çekile çekile sülûkünü temâmlayan ve tâlibleri de çekip ulaşdırabilen birmürşidin sohbetine kavuşmakdır. Allahü teâlâ, yüksek kapınızda saçılanimkânlarınızın yardımı ile yaradılışdaki isti’dâd kadar birinci yoldan ihsâneyledi. Yapdığım iyiliklerden hiçbirini beğenmiyorum. O işin ayblarını, ku-sûrlarını bulmadıkça, râhat edemiyorum. Sağ omuzumdaki meleklerin ya-zacağı iyi bir iş yapdığımı bilmiyorum. Bu meleklerin elindeki sahîfelerinbomboş olduğunu, meleklerin birşey yazmadığını anlıyorum. Böyle birkimseyi Allahü teâlâ beğenir mi?

    Dünyâda bulunan her insan, hattâ frenk kâfirlerini ve sapıklarını, zın-dıkları, her bakımdan kendimden dahâ iyi görüyorum. Bunların en kötü-sü olarak kendimi görüyorum.

    Her ne kadar cezbe ile (Seyr-i ilallah) temâm oldu ise de, birkaç parça-sı kalmışdı. Bunlar da, (Seyr-i fillah) makâmının ortasında hâsıl olan fenâ-da temâm oldular. Bu fenâdaki hâlleri bundan önce uzun uzun yazarak yük-sek kapınıza sunmuşdum. Hâce-i Ahrâr hazretlerinin (Bu işin sonu fenâ-ya kavuşmakdır) sözündeki fenâ, tecellî-i zâtdan ve seyr-i fillâhdan sonrahâsıl olan fenâ olmalıdır. (Fenâ-i irâdet) de bu fenânın dallarından biridir.Fârisî beyt tercemesi:

    Bir kimsede hâsıl olmazsa fenâ,Hak teâlâya yol bulamaz aslâ!

    Bu makâma bağlılığı olmayanların da iki dürlü oldukları göründü:

    Birincileri bu makâmı istiyorlar ve ona kavuşduran yolu arıyorlar. İkin-cileri bu makâmı istemiyorlar ve hiç aramıyorlar. Yüksek teveccühlerini-zin, o makâma kavuşduran iki yoldan ikincisi ile olduğu dahâ çok görülü-

    – 21 –

  • yor ve bu yola dahâ uygun oluyor. Yüksek kapınızdan aldığım emre uya-rak, bir kaç şeyi bildirmek saygısızlığında bulundum. Yoksa, fârisî mısra’tercemesi:

    Ben o Ahmedim ki, eskisi gibiyim, eskisi gibiyim!

    İkinci olarak sunulur ki, o makâmı ikinci olarak incelediğimde, birbiriüstünde, bir çok başka makâmlar da göründü. Yalvararak, kırılarak uğraş-dıkdan sonra, önceki makâmın üstündeki makâma kavuşuldu. Bu makâmınhazret-i Osmân-ı Zinnûreynin makâmı olduğu, diğer halîfelerin de bura-dan geçdikleri anlaşıldı. Bu makâm da, tâlibleri yetişdirmek ve irşâd etmekmakâmıdır. Şimdi, bunun üstünde de iki makâm bildirilecek ki, bunlar datekmîl ve irşâd makâmıdır. Bunlardan biri, önceki makâmın üstünde gö-rüldü. Bu makâma çıkınca, hazret-i Ömer-ül-Fârûkun makâmı olduğu an-laşıldı. Öteki üç halîfe de, bu makâmdan geçmişlerdir. Bu makâmın üstün-de hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkın makâmı göründü “radıyallahü anhüm ec-ma’în”. Bu makâma da çıkıldı. Büyüklerimizden Hâce Nakşibend “kadde-sallahü sirrehül akdes” hazretleri her makâmda yanımda geliyordu. Öte-ki üç halîfe de, bu makâmdan geçmişlerdi. Aramızdaki ayrılık şu idi ki, bizbu makâmlardan geçiyorduk. Onlar ise bu makâmların sâhibleri idi. Biz,yolcu olarak geçip gidiyorduk, onlar bu yüksek makâmlarında kalıyorlar-dı. Bu makâmın üstünde, yalnız bir makâm vardı. Başka hiç bir makâm gö-rünmüyordu. Bu bir makâm, Peygamberlerin sonuncusu olan Muham-med aleyhisselâmın “aleyhi minessalevâti etemmühâ ve minettehıyyâtiekmelühâ” makâmı idi. Hazret-i Sıddîkın “radıyallahü teâlâ anh” makâmıkarşısında, çok yüksek, nûrdan bir makâm vardı. Bunun gibi hiç bir makâmgörülmemişdi, o makâmdan biraz dahâ yüksek idi. Kanapenin yerden da-hâ yüksek olması gibi idi. Bu makâmın, mahbûbiyyet makâmı olduğu an-laşıldı. Bu makâm çok süslü ve işlemeli idi. Onun süsleri, nakşları bana aksetdi. Kendimi de öyle süslü gördüm. Bundan sonra, kendimi de latîf, mad-desiz buldum. Hava gibi, yâhud bulut gibi, her tarafa yayılmış olduğumu gör-düm. Birkaç yeri, dahâ çok kapladım. Hâce Nakşibend hazretlerini, haz-ret-i Sıddîkın “radıyallahü anhümâ” makâmında ve kendimi onun karşısın-daki makâmda buldum. Bildirdiğim hâlde idim.

    Bu çok tatlı işleri bırakmak istemiyorum. Fekat herkes, sapıklık, taşkın-lık denizinde girdâba yakalanarak boğulmakdadır. İnsanları bu girdâbdankurtaracak kadar güçlü olduğunu anlayan bir kimse, bunların hâline nasılseyirci kalabilir. Kendinin başka işi var ise de, bunları kurtarmağa uğraş-ması lâzımdır ve dahâ iyidir. Fekat bu işi başarırken, hâsıl olan kuruntularve bozuk düşünceler için istigfâr etmek şartdır. Bu iş, ancak bu şartla fâ-ideli olur, beğenilir. Bu şart yerine getirilmezse, hiç beğenilmez, aşağıya atı-lır. Fekat Hâce Nakşibend hazretleri ve Hâce Alâüddîn-i Attâr hazretle-ri “kaddesallahü teâlâ esrârehümâ” bu şartı düşünmeyerek beğenilmişler-dir. Bu aşağı kölenizin bu şartı düşünmeksizin çalışması ise, ba’zan beğe-nilmekdedir, ba’zan da atılmakdadır.

    (Nefahât) kitâbında Şeyh Ebû Sa’îd-i Ebül-Hayrın sözleri arasında di-yor ki, (Ayn, ya’nî kendisi kalmadı, eseri ya’nî izi nasıl kalır. Müddessir sû-resinin yirmisekizinci âyetinde buyurulduğu gibi, geride birşey kalmaz). Bu

    – 22 –

  • söz, ilk bakışda güç göründü. Çünki, Şeyh Muhyiddîn-i Arabî hazretleri veona uyanlar diyorlar ki, birşeyin aynı ya’nî kendisi yok olamaz. Çünki, Al-lahü teâlâ o şeyin varlığını bilmekdedir. Yok olursa, Allahü teâlânın bilgi-si bilgisizlik olur. Ayn yok olmayınca eseri nereye gidecek. Bu sözleri zih-nimde yerleşmişdi. Ebû Sa’îd hazretlerinin sözü çözülemedi. Çok uğraşdım,Allahü teâlâ, bu sözün iç yüzünü açığa çıkardı. Ayn da kalmaz, eser de kal-maz olduğu anlaşıldı. Kendimi de böyle olmuş buldum. Hiç güçlük kalma-dı. Bu ma’rifetin makâmı da göründü, çok yüksek idi. Şeyh Muhyiddîninve ona uyanların söyledikleri makâmın üstünde idi. Bu iki ma’rifet birbi-rini bozmuyordu. Çünki, biri bir makâmda, öteki ise başka makâmda an-laşılmışdı. Dahâ çok açıklamak, sözü uzatacak ve usandıracakdır.

    Şeyh Ebû Sa’îd hazretleri bu tecellînin devâmlı olduğunu bildirmişdi. Butecellînin ne demek olduğu ve devâmlı olmasının nasıl olduğu da gösteril-di. Kendimde de bu hadîsi ya’nî tecellîyi aralıksız buldum. Bu hadîsin dâ-imî olması çok az kimselere nasîb olur. [İmâm-ı Rabbânî “kuddise sirruh”hazretlerinin (Hadîs) kelimesi ile anlatdıkları şey, tecellî-i zâtî olduğubaşka mektûblardan anlaşılmakdadır. Allahü teâlânın zâtı, başkalarınaçok aralıkla tecellî etdiği hâlde, kendisine aralıksız tecellî etmekdedir.]

    Kitâb okumak hiç tatlı gelmiyor. Yalnız büyüklerin yüksek makâmlar-daki hâllerinin bir yere yazılmasını, sonra bunları okumağı istiyorum. Es-ki büyüklerin hâllerini okumak, her şeyden dahâ tatlı geliyor. Ma’rifetle-rin inceliklerini ve hele tevhîd-i vücûdî ve mertebelerin tenezzüllerini bil-diren yazıları okuyamıyorum. Bu hâlimi, Şeyh Alâüddevle-i Semnânî haz-retlerine çok uygun buluyorum. Bu bilgilerdeki zevkim ve hâlim onunla bir-leşmekdedir. Fekat eski bilgilerim, bu ma’rifetleri inkâr etmeme ve sert kar-şılamama mâni’ oluyor.

    Ba’zı hastalıkların giderilmesi için birkaç kerre teveccüh olundu vete’sîri görüldü. Bunun gibi, birkaç ölünün mezârdaki hâlleri göründü.Bunların da azâblardan, sıkıntılardan kurtulmaları için teveccüh olundu.Fekat şimdi hiçbirşeye teveccüh etmeye gücüm kalmamışdır. Hiçbirşey içinkendimi toparlayamıyorum. Birkaç kimse bu fakîre sert davrandılar ve acısöylediler. Bu fakîre bağlı olanlardan çoklarını, boş yere incitdiler ve yer-lerinden uzaklaşdırdılar. Bundan dolayı gönlüme hiç bir toz konmadı, birsıkıntı gelmedi, nerede kaldı onların kötülüğü zihnimizden geçmiş ola.

    Sevdiklerimizden birkaçı cezbe makâmında şühûd ve ma’rifet elde et-mişlerdi. Ve şimdiye kadar sülûk konaklarına ayak basmamışlardır. Bun-ların hâllerinden az bir şey sunuyorum. Cezbeyi bitirdikden sonra, Allahüteâlânın bunları sülûk ni’metine kavuşdurmakla şereflendirmesini umuyo-rum. Şeyh Nûr, bulunduğu makâmda bağlı kalmakdadır. Cezbe makâmın-daki dahâ yukarı bir noktaya çıkamıyor. Üzücü hareketleri ve hâlleri olu-yor. Kabâhatini anlamıyor. Bunun için onun işi ilerlemiyor. Bunun gibi, sev-diklerimizin çoğu, edebleri iyi gözetmedikleri için, oldukları makâmlardakalıyorlar. Şuna şaşılır ki, bu fakîr hiç birinin yolda kalmasını dilemiyorum;hattâ hepsinin ilerlemesini istiyorum. Fekat, elde olmıyarak işleri öylece du-ruyor. Hâlbuki bu yol çabuk kavuşdurucudur. Mevlânâ Ma’hûd son nok-taya indi. Cezbeyi sonuna ulaşdırdı. O makâmın aracılığına kavuşdu ve ka-

    – 23 –

  • fasını bir bakımdan nihâyete ulaşdırdı. Önce sıfatları, hattâ sıfatları durdu-ran nûru kendinden ayrı görmüşdü. Kendisini boş bir kalıp olarak bulmuş-du. Sonra sıfatları zâtdan ayrılmış gördü. Bu görüşle, cezbe makâmındanehadiyyete kavuşdu, şimdi herşeyi ve kendini yok sanmakdadır. İhâta vema’iyyet görmemekdedir. Gizlilerin gizlisine öyle bağlanmışdır ki, şaşkınve câhil bir hâldedir. Seyyid Şâh Hüseyn de cezbe makâmının sonuna yak-laşdı ve başı son noktaya ulaşdı. Bu da, Allahü teâlânın sıfatlarını zâtındanayrı görmekdedir. Fekat bir olan bu zâtı her yerde bulmakdadır. Bundanzevk almakdadır. Meyân Ca’fer de son noktaya yaklaşdı. Çok sevinçlidir.Hareketli ve seslidir. Şâh Hüseyne yaklaşmışdır. Diğer sevdiklerimizinhâlleri de başka başkadır. Meyân Şeyh ve Şeyh Îsâ ve Şeyh Kemâl, cezbemakâmında yukarıki noktaya çıkmışlardır. Şeyh Kemâl, inmeye de başla-mışdır. Şeyh Nâkürî yukarıdaki noktanın altına gelmişdir. Fekat dahâ gi-decek çok yolu vardır. Buradaki sevdiklerimizden, şimdiye kadar sekizveyâ dokuz, hattâ on kişi, yukarıdaki noktanın altına ulaşmışdır. Birkaçı nok-taya gelmiş ve inmeye başlamışlardır. Kimisi noktaya yakın, kimisi uzak-dır. Meyân Şeyh Müzemmil kendini yok buluyor. Sıfatları asldan görüyor.Mutlak olan varlığı her yerde buluyor. Hattâ hiçbirini görmüyor. MevlânâMa’hûda, tâlibleri yetişdirmek için izn vermenin iyi olacağı görünüyor.Fekat, cezbeye uygun icâzet olacakdır. Her ne kadar, onun da istifâdeedeceği birkaç şey kalmış ise de, gitmek için acele etdi, durmadı. Yüksekkapınıza kavuşmak için yola çıkdı. Ona yarıyacak bir vazîfeyi kendisine bu-yurursunuz. Bu aşağı köleniz bildiğini yazdı. Emr sizindir. Hâce ZiyâeddînMuhammed bir kaç gün burada kaldı. Biraz huzûr ve cem’ıyyet edindi. Fe-kat, sonunda, geçim sıkıntısından kendini toparlıyamadı, askere gitdi.Mevlânâ Şîr Muhammedin oğlu da yüksek kapınıza doğru yola çıkdı. Birazhuzûr ve cem’ıyyet edinmişdir. Ba’zı engeller dolayısı ile o kadar ilerliye-medi. Dahâ çok yazmak saygısızlık olacakdır. Fârisî mısra’ tercemesi:

    Köle, kendi haddini bilmelidir!Mektûbu yazdıkdan sonra bir hâl kapladı, yazmakla anlatılacak gibi de-

    ğildir. Bu hâlde iken (Fenâ-i irâde) hâsıl oldu. Dahâ önce de, bir şeye is-tek kalmamışdı. Fekat, istek büsbütün yok olmamışdı. O hâlimi yüksek ka-pınıza sunmuşdum. Şimdi, irâde de kökünden kazındı. Şimdi ne istenilenbirşey var, ne de istek var. Bu fenânın şekli de gösterildi. Bu makâma uy-gun olan birçok bilgiler de verildi. Bu bilgiler çok ince ve karışık oldukla-rından yazılması güç oluyor. Bunun için, bunlar üzerinde kalem yürüteme-dim. Bu fenânın hâsıl olduğu ve ilmlerin verildiği zemân vahdetden ileri-de yepyeni şeyler göründü. Vahdetin ötesinde birşey görülemiyeceği, hat-tâ hiçbir bağlılık bulunmadığı belli ise de, bulunanı yazmağı emr buyurmuş-dunuz. Birşeyi iyi anlamadıkça yazmağa cesâret edemiyorum. Bu makâmınşekli, vahdetin ötesinde öyle göründü ki, Egre şehri Delhi şehrinin ötesin-de bulunduğu gibi. Bu görüşün doğruluğunda hiç şübhe kalmadı. Her nekadar, gözümde ne vahdet var, ne vahdetden ötesi var ve ne de hakîkat ola-rak veyâ hakkı onun ötesinde bileceğim bir makâm var. Hayret ve cehâlettamdır. Bu görüşlerle, hiçbir değişikliğe uğramamışdır. Ne yazacağımı bi-lemiyorum. Hep birbirine uymayan şeyler, hiçbiri anlatılamıyor. Fekat, hep-sinin varlığında şübhem yokdur. Estagfirullah ve etûbü ilellah min cemî’i

    – 24 –

  • mâ kerihallah, kavlen ve fi’len ve hâtıran ve nâzıran. [Ya’nî, Allahü teâlâ-dan magfiret dilerim ve Allahü teâlânın beğenmediği sözden, işden, düşün-ceden ve görüşden Allahü teâlâya tevbe ederim.]

    Şimdi anlaşıldı ki, bundan önce sıfatların fenâsı ya’nî, sıfatları unutmak,sıfatların birbirlerinden ayrılmamalarına sebeb olan şeylerde fenâ idi. Buşeyler, vahdetde bulunmakda idiler. Bunlar yok olmuşlardı. Şimdi, sıfatla-rın kendileri de, vahdetde bulunarak olsa bile, yok oldu. Ehadiyyet kahra-mânı, varlıkda hiçbir şey bırakmadı. İlm-i ilâhîde, sıfatların topluca veyâbirer birer olan ayrılıkları da kalmadı. Yalnız hâric göründü. (Allahü teâlâvar idi. Ondan başka hiçbir şey yok idi.) Şimdi de böyledir. Bundan önce,bu hadîs-i şerîfi yalnız biliyordum. Fekat, bu hâlde değildim. Bu hâlimindoğruluğunda veyâ yanlışlığında bu fakîri uyandıracağınızı ümmîd ederim.

    Mevlânâ Kâsım Alînin tekmîl makâmına erişdiği görülüyor. Oradaki sev-diklerimizden birkaçının da, bu makâma ulaşdıkları anlaşılıyor. Herşeyindoğrusunu ancak Allahü teâlâ bilir.

    12ONİKİNCİ MEKTÛB

    Bu mektûb, yine yüksek mürşidine yazılmışdır. Fenâ ve Bekâ makâmı-nın hâsıl olduğunu ve Seyr-i fillah ve Tecellî-i zâtî bildirilmekdedir:

    Yüksek kapınız kölelerinin en aşağısı olan Ahmed, sunar ki, kusûrlarım-dan hangisini bildireyim. Allahü teâlânın istediği olur. Onun istemediği ol-maz. Hiç kimsede hareket ve kuvvet olmaz. Ancak, büyük ve yüksek olanAllahın dilemesi ile olur. (Fenâ-fillâh) ve (Bekâ-billâh) makâmına bağlı olanilmleri, Allahü teâlâ ihsân ederek açıkladı. Böylece herşeyin özü anlaşıl-dı. (Seyr-i fillah) ve (Tecellî-i zâtî-i berkî)nin ne oldukları ve Muhamme-dî-yül-meşreb kime dendiği, bunlara benzer şeyler anlaşıldı. Her makâm-da, bu makâma lâzım olan şeyleri gösterildi ve hepsinden ileri götürüldüm.Evliyâullahın haber verdikleri şeylerden, gösterilmedik ve geçirilmedik pekazı kaldı. Beğendiklerini sebebsiz olarak beğenirler. Herşeyin kendisi,maddesi, mahlûk olduğu gibi, yaratılışlarında bulunan kâbiliyyetlerin, uy-gunlukların da, mahlûk oldukları anlaşıldı. Allahü teâlâ, kâbiliyyetlerin te’sî-ri altında değildir. Hiçbirşeyin Ona hükm etmesi câiz değildir. Dahâ uza-tarak saygısızlık yapmakdan çekindim. Fârisî mısra’ tercemesi:

    Köle olan, haddini bilmelidir.

    13ONÜÇÜNCÜ MEKTÛB

    Bu mektûb, yine yüksek mürşidine yazılmışdır. Yolun sonsuz olduğu vehakîkat bilgilerinin, islâmiyyet bilgilerine uygun olduğu bildirilmekdedir:

    Yüksek kapınız kölelerinin en aşağısı olan Ahmed, sunar ki, bu yolunsonsuzluğundan, bitmez tükenmez olmasından âh ederim! Binlerle âh ede-rim! Yolda çok hızlı götürüyorlar ve çok şeyler ihsân ediyorlar. Bununiçindir ki, büyükler, Seyr-i ilallah yolculuğunun ellibin senelik yol olduğu-

    – 25 –

  • nu bildirmişlerdir. Belki de, Me’âric sûresinin dördüncü [4] âyetinde, (Me-lekler ve rûh oraya bir günde varırlar. Bu günün uzunluğu ellibin senelikyoldur) buyurulmakla bu yola işâret edilmişdir. Yolun çokluğu bizi çok üz-dü. Ümmîdlerimiz kesildi. Fekat hemen Şûrâ sûresinin yirmisekizinci [28]âyetinde; (Ümmîd kesildikden sonra, O, fâideli yağmur gönderir ve rahme-tini yayar) müjdesi, bizi sevindirdi. Birkaç günden beri eşyâda seyr, ya’nîyolculuk hâsıl olmuşdur. Fekat, talebeler çılgınlık gösterdiklerinden, yineonlarla uğraşmağa başlanıldı. Dahâ o makâma kavuşacağımı sanmıyorum.Fekat, talebeler sıkışdırdıkları için, hayâ ve ihsân duyguları ile onlara bir-şeyler söylüyorum. Bundan önce tevhîd-i vücûdî bilgilerine bağlanıp kal-mışdım. Hâlimi arka arkaya yüksek kapınıza bildirmişdim. İşleri, sıfatlarıasla vermişdim. İşin içyüzü anlaşılınca, o bilgilerden kurtuldum. Terâzinin(Heme ezûst) kefesinin ağır basdığını anladım. Yüksekliğin böyle görüşdeolduğunu, (Heme ûst) demekde olmadığını anladım. Fi’llerin ve sıfatlarınondan başka oldukları anlaşıldı. Herbirini ayrı ayrı göstererek, yukarımertebeye çıkardılar. Şübheler hiç kalmadı. Keşflerin hepsi, ahkâm-ı islâ-miyyenin açık bilgilerine tam uymakdadır. İslâmiyyetin açıkça bildirdikle-rinden kıl kadar ayrılıkları yokdur. Tesavvufcuların birkaçı, islâmiyyetinaçıkça bildirdiklerine uymıyan keşfler bildirmişler ise de, yâ yanlış anlamış-lar veyâ sekr, ya’nî şü’ûrsuzluk hâlinde iken söylemişlerdir. Bâtının zâhi-re uygunsuz olduğu hiç görülmemişdir. Tesavvuf yolunun ortasında, zâhi-re uymayan şeyler görünüyor ise de, bunlar da zâhire uydurulur. Zâhirle bâ-tın birleşdirilir. Yolun sonuna varanların bâtını, islâmiyyetin zâhirine hepuygun olur. Âlimler ile bu büyükler arasında yalnız bir ayrılık vardır ki, âlim-ler düşünerek ve ilm yolu ile bilirler. Bu büyükler ise, keşf ederek, tadınıalarak bulurlar. Bu büyüklerin hâllerinin doğru olmasına birinci alâmet, is-lâmiyyetin zâhirine uygun bulunmalarıdır. Şu’arâ sûresi onüçüncü âyet-i ke-rîmesi (Göğsüm daralıyor, dilim söylemez oluyor) bunların hâline uygun-dur. Ne yazacağımı bilemiyorum. Hâllerimin birçoğunu kaleme alamıyorum.Mektûblarda da yazacak yer kalmıyor. Belki bunda da bir hikmet vardır.Uzakda kalan bu mahrûmu kıymetli teveccühünüzden ve garîblere olan mer-hametinizden ayırmayınız. Yolda bırakmayınız. Fârisî beyt tercemesi:

    Bu söze sebeb olan sensin,Uzarsa uzatan da sensin.

    Mektûbu uzatmak saygısızlığından çekiniyorum. Fârisî mısra’ tercemesi:

    Köle olan haddini bilmelidir.

    14ONDÖRDÜNCÜ MEKTÛB

    Bu mektûb yine yüksek mürşidine yazılmışdır. Yolculukda hâsıl olan şey-leri ve birkaç talebenin hâllerini bildirmekdedir:

    Yüksek kapınızın kölelerinin en aşağısı olan Ahmed sunar ki, mahlûk-ların mertebelerinde görülen tecellîlerden birazı, önceki mektûbda su-nulmuşdu. Ondan sonra (Vücûb), ya’nî varlığı lâzım olan mertebe görün-dü. Bütün sıfatlar bu mertebededir. Çirkin, siyâh bir kadın şeklinde görün-

    – 26 –

  • dü. Bundan sonra ehadiyyet, ya’nî bir olan varlık, ince bir dıvar üstünde du-ran uzun bir genç adam şeklinde tecellî etdi. Bu iki tecellî hakkânî olarakgöründüler. Bundan evvelki tecellîler böyle görünmüyordu. Bu zemânölmek istedim. Kendimi büyük bir deniz kenârında ayakda gördüm. Ken-dimi denize atmak istedim. Fekat arkamdan bir ip ile bağlanmış idim. Bu-nun için denize atlayamadım. Bu ipin, maddeden yapılmış olan bedene olanbağlılıklar olduğunu anladım. İpin, kopmasını istedim.

    Öyle bir hâl oldu ki, gönlümün Allahü teâlâdan başka hiçbirşeyi isteme-diğini anladım. Bundan sonra vücûb makâmının bütün sıfatları göründü.Bu sıfatlar, bir bakımdan birçok şeylerin aynaları oldular. Dahâ sonra buaynalarda görünen şeylerin hepsi aşağı döküldüler. Geride yalnız vücûb ma-kâmının sıfatları kaldı. Bunlarda görülen şeylerin ayrılmaları, dökülmele-ri de görüldü. Şimdi sıfatların asla verildiği anlaşıldı. Onlarda görülenşeylerden ayrılmadan önce, asla verilemezlerdi. Belki verilmiş gibi görü-lürlerdi. (Tecellî-i sûrî)ye kavuşanların hâli böyledir. Sıfatlar asla verilin-ce, (Fenâ-i hakîkî) hâsıl oldu. Bundan sonra kendimdeki ve başkalarında-ki sıfatları birbirinin benzeri buldum. Yerlerinin başka başka olması orta-dan kalkdı. Böyle olunca gizli şirklerin inceliklerinin birçoğundan kurtul-dum. Şimdi ne Arş kaldı, ne yer kaldı, ne zemân, ne mekân, ne altı cihet vene de eşyâyı ayıran sınırlar kaldı. Eğer senelerce düşünsem âlemden bir zer-renin yaratılmış olduğunu bilemem. Bundan sonra, kendime mahsûs olan(Te’ayyün), kendime mahsûs olan vech göründüler. Bu te’ayyün, eski veparça parça bir elbise gibiydi. Bir kimse giymiş idi. O kimsenin kendimemahsûs vech olduğunu anladım. Fekat hakkânî olarak anlaşılmadı. Dahâsonra bu adamın yukarı tarafında ve kendisine bitişik ince bir post görün-dü. Kendimi o post olarak buldum. Bu te’ayyün elbisesini kendimdenuzak gördüm. O post üzerinde bir nûr göründü. Biraz sonra gene yok ol-du. Bu post ve elbise de yok oldular. Eskisi gibi câhil ve şaşkın kaldım. Bugörünen şeylerden anladıklarımı yüksek kapınıza bildireceğim. Doğrusu ileyanlışını işâret buyurursunuz. Şöyle ki, o görünen kimse, (Ayn-ı sâbi-te)dir. Vücûb ile imkân arasında bir geçit gibidir. İki yüzü birbirine ben-zemez. Arasında elbise bulunan ve nûr görülen o post da vücûd ile ademarasında geçitdir. Kendimi o post bulmuşdum. Bu da, varlıkla yokluk ara-sındaki geçite kavuşmakdır. Bundan önce rü’yâlarda da, kendimi böyle ge-çit bulmuşdum. Fekat o âfâkda idi. Şimdi ise enfüsdedir. Ya’nî kendimde-dir. İkisi arasında başka bir ayrılık dahâ görülmüşdü. Fekat şimdi yazarkenonu unutdum. Her zemanki hâlim şaşkınlık ve câhillikdir. Arasıra böyleoyunlar da hâsıl oluyor ve sonra yok oluyor. Geride ma’rifetleri kalıyor.Ba’zı şeylerin ne olduğunu anlıyamıyorum. Hâtırımda kalanlara da güve-nemiyorum. Bunun için hemen yazmak saygısızlığında bulunuyorum. Böy-lece, yüksek işâretinizle, bunlara güvenim hâsıl olur. Kıymetli teveccühle-riniz yardımıyla alçak şeylere olan bağlılıklardan kurtulacağımı ümmîd edi-yorum. İmdâdıma yetişmezseniz işim çok güçdür. Fârisî beyt tercemesi:

    Hakkın ve hak adamlarının yardımı olmadan,Melek de olsa kurtulamaz yüz karalığından.

    Hindistânın meşhûr şeyhlerinden Şeyh Abdüllah-i Niyâzînin oğlu ŞeyhTâhâ ve hüddâm hâcı Abdül’azîz yüksek kapınızı çok özlemekdedirler. Şeyh

    – 27 –

  • Tâhâ da mubârek ayaklarınızdan öper ve kabûl buyurulması için yalvarır.Bu yüksek tarîka girmek istiyor, candan yalvardı. İstihâre yapmasını söy-ledim. Görünüşde çok uygundur. Burada zikr etmesini öğrenen sevdikle-rimizin çoğu râbıta yapmakdadır. Bir kısmı rü’yâ, vâkı’a esnâsında râbıtaalıp gelmekdedir. Bir çoğu da Delhiden gelmeden önce râbıta etmişlerdir.Önce huzûra ve şü’ûrsuzluğa dalıyorlar. İçlerinden birkaçı, sıfatları asla ve-riyorlar, ya’nî ondan görüyorlar. Geri kalanları böyle değildir. Fekat hiç-biri tevhîd-i vücûd ve nûrları görmek ve keşflere kavuşmak yoluna gitmi-yor. Molla Kâsım Alî ve Molla Mevdûd Muhammed ve Abdül-Mü’min, gö-rünüşde cezbe makâmının üst noktasına varmışlardır. Fekat Molla KâsımAlî inmeye başlamışdır. Geri kalan ikisinin inmesi bilinmiyor. Şeyh Nûr danoktaya yakındır, fekat kavuşamamışdır. Molla Abdürrahmân da noktayayakındır. Kavuşmasına az kalmışdır. Molla Abdülhâdî o makâmda huzûrave şü’ûrsuzluğa dalmışdır. Diyor ki, (Her bakımdan hiçbirşeye benzeme-yen bir varlığı “celle şânüh” her şeyde hiç birine benzemeksizin görüyorum.Her işi Onun yapdığını anlıyorum). Yüksek ni’metleriniz, tâliblere ve elve-rişli olanlara durmadan yağmakdadır. Bu ni’metleri onlara ulaşdırmakdabu aşağı kölenizin hiç hizmeti olmuyor. Fârisî mısra’ tercemesi:

    Ben o eski Ahmedim, hiç değişmedim.Bir gün vak’alardan bir vak’ayı anlatırken (O, sevilmişlerden olmasay-

    dı, maksada kavuşmakda çok güçlük çekerdi) buyurmuşdunuz. Bu mahbû-biyyetin yüksek ihsânınıza bağlı olduğunu da bildirmişdiniz. Bu müjde-nizden çok ümmîdliyim. Bu taşkınlıklarım ve saygısızlıklarım ondandır.

    15ONBEŞİNCİ MEKTÛB

    Bu mektûb, yine yüksek mürşidine yazılmışdır. İniş makâmındaki hâl-leri ve birkaç gizli bilgiyi açıklamakdadır:

    Hâzır olan gâibin, bulmuş olan kaçırmışın, kavuşmuş olan mahrûmunsunduğu şöyledir ki: Çok zemândır onu arardım, hep kendimi bulurdum.Sonra, işim öyle oldu ki, kendimi arasaydım, onu bulurdum. Şimdi, onu gaybetdim, kendimi buluyorum. Onu kaçırdığım hâlde aramıyorum, yok oldu-ğu hâlde özlemiyorum. İlm bakımından huzûrdayım, kavuşmuşum, karşı-lıyorum. Zevk bakımından ise, gayb etdim, aramıyorum. Zâhiri bekâ, bâ-tını fenâdır. Bekâda iken fânîdir. Fenâda olduğu hâlde bâkîdir. Fekat,ilmle olan fenâdır ve zevkle olan bekâdır. İşi, düşmekde ve inmekdedir. İler-lemekden ve yükselmekden kalmışdır. Onu, kalbden kalbin sâhibine gö-türmüşlerdi. Şimdi kalbin sâhibinden kalb makâmına indirdiler. Rûh, nefs-den kurtulmuşdu. Nefs de itmînâna kavuşdukdan sonra rûhun nûrlarınınçokluğundan çıkmışdı. Şimdi rûh ile nefsi onda topladılar. Onu her ikisi ara-sında geçit yapdılar. Bu aracılıkla, yukarıdan almak, aşağıya vermek ni’me-tini ihsân etdiler. Fâideli şeyleri alır, aldıklarını başkalarına verir. Hem alı-cı ve hem vericidir. Fârisî mısra’ tercemesi:

    Dahâ söylersem, sonu gelmez.Yüksek makâmınıza sunulur ki, sol el, kalb makâmına işâretdir. Kalbin

    – 28 –

  • sâhibine yükselmeden öncedir. Yukarıdan indikden sonra kalb makâmı-na getirirler. Bu makâm başkadır. Sağ ile sol arasında geçitdir. Kavuşan-lar, bunu iyi bilir. Sülûk yapmamış olan meczûblar, kalb makâmına varır-lar. Bunlara (Erbâb-i kulûb) denir. Kalbin sâhibine kavuşmak için sülûkyapmak lâzımdır. Bir makâmın bir kimseye verilmesi demek, ona bu ma-kâmda husûsî bir şân hâsıl olması demekdir. Bu şân ile, o makâmın erbâ-bından ayrılır. Ayrılıklarından biri, cezbenin, önce olması demekdir ve omakâmda husûsî bekâsı hâsıl olarak o makâmın bilgilerine ve ma’rifetle-rine kavuşur. Kalb makâmının bilgileri ve cezbenin, sülûkün, fenâ ve be-kânın ne oldukları ve bunlara benzer bilgiler, bundan evvelki mektûblar-da, yazılarak sunulacağı bildirilen kitâbda açıklanmışdır. Mîr Seyyid ŞâhHüseyn, acele ile yola çıkdı, temize çekmek nasîb olmadı. Bu kitâb üzerin-deki kıymetli düşüncelerinizi ve emrlerinizi okumakla şerefleniriz inşâal-lahü teâlâ. Azîz Mütevakkıf cezbe makâmında yukarıdan inmişdir. Fekatyüzü bu âleme değildir. Hep yukarıya bakmakdadır. Yükselmesi başkası-nın çekmesiyle olduğu için cezbeye uygundur. İnerken, birlikde az birşeygetirdi. Nisbetinin aslı, başkasına bağlı olan teveccüh idi. Kendisini bu te-veccüh yükseltiyordu. Bu nisbeti şimdi de vardır. Cezbe nisbetinde, cesed-deki rûh gibidir ve karanlıkda bulunan ışık kaynağı gibidir. Fekat bu cez-be, büyüklerimizin bildirdiği cezbe değildir “kaddesallahü teâlâ esrâre-hüm”. O cezbe, Hâce-i Ahrâr “kuddise sirruh” hazretlerine yüksek dede-lerinden gelmişdir. [Ya’nî annesinin dedelerinden gelmişdir. (Reşehât) ki-tâbı.] O büyüklerin, bu makâmda husûsî şânları vardır. Birkaç taleberü’yâda gördüler ki, yukarıda adı geçen Azîz Mütevakkıf, Hâceyi yimişdir.Bu rü’yâ, bu makâmın görüneceğini göstermekdedir. Bu cezbenin fâide ver-mek makâmı ile ilişiği yokdur. Bu makâmda, yüz, hep yukarı doğrudur vehep şü’ûrsuzluk lâzımdır. Cezbe makâmlarından çoğuna kavuşdukdansonra bunlar sülûke uygun olmaz. Bunları yazarken o makâma doğruidim. Ba’zı incelikleri göründü. Sebebsiz teveccüh olunamıyor. Herşeyindoğrusunu Allahü teâlâ bilir. O azîz, birkaç aydan beri aşağı inmişdir.Fekat bu cezbe makâmına tam girmiyor. Bu makâmın şânını bilmediği içingiremiyor. Dağınık düşünceleri buna sebeb oluyor. Bu saçma yazılar yük-sek kapınıza kavuşduğu zemânda, bu makâma tam gireceğini ümmîd ede-rim. Hâce hazretle