Upload
furkan-yavuz
View
242
Download
2
Embed Size (px)
DESCRIPTION
Sosyal grup
Citation preview
mürekkep
01
mürekkep
02
mürekkepAyakta Ölmek
Silahını doldurdu yine, sabah kahvesi için. “Gel” dedi.
İçeri giren hizmetçinin korku kokan adımlarla servisini izledi
eli tetikte. El işaretiyle çıkmasını emretti emrine sadık olan
nadir insanlardan birine. Fotoğraflara uzandı; vurulmuş,
parçalanmış, yakılmış asker resimleri… Tek kelimeyle
iğrençti. Öyle hissetmesi gerektiğini düşündü, iğrenmeliydi
ama iğrenmiyordu artık. Her gün yeni emir onay
kâğıtlarıyla gelen generallerin bir bu kadar iğrenç yüzleriyle
normalleşmişti bunlar da. Oysa plaj, şantiye, fabrika resimleri
vardı masasında 4 ay öncesine kadar. Nerede hata yapmıştı
da kendi evlatları ülkesini yakıyorlardı. “Hayır” dedi. “Bu
nankörlere asla pes etmeyeceğim. Ben onların babasıyım.
Onlara ellerindekileri ben verdim. Bu ülkeyi ben var ettim.
Hainler!
Kahvesi elinde, Paris işi koltuğuna bıraktı cesedini, acı
acı gülümserken yudumluyordu. Dudaklarında kalan acı tat
geçmesin istedi, peçeteyi masaya bıraktı. Bu seti karısıyla
almıştı Riyad’dan, sabah kahveleri için. Bu sehpa da oradandı.
Her şey buradaydı ama sevdikleri yoktu. Güvendikleri yoktu.
Bu deprem, yaslandığı o güvenilir kayaları da parçalamıştı.
En yakınları kendisinin de bilmediği varoşlarda küflü
duvarlarda hapistiler. Bu şehirde herkes hapisti, bu açık hava
cezaevinde herkes işkence masasındaydı. En güvendikleri
sırtlarını dönmüştü, oysaki onlara bir hayat vermişti, güç
ve itibar vermişti. Ellerindeki her şeyi… Bu mu olmalıydı
cömertliğinin bedeli. Bedeli evlatlarının acısı mıydı? Yılların
emeğinin yok oluşunu izlemek miydi? Eksik olan neydi?
Daha ne alabilirlerdi ki? Güvendikleri sevdiklerini öldürerek
mi teşekkür etmelilerdi?
Kapı çaldı tekrar, kararlı bir ritimde. Gerizekalı bir subay
içeri girecek, “Efendim, Teröristler …”diye lafa girip yeni
bir operasyonu imzalatacaktı. Sedef işlemeli penceresinden
başını uzatamazken askerlerinin ‘şerefli ve adil’ bir savaş
verdiklerine inanmasını istiyorlardı. Başka şansı var mıydı ki
sanki? Kapıdakine güvenmekten başka bir şansı var mıydı?
Onlardan başka yanında kalan var mıydı? “Gel.” dedi. İçeri
giren yüz tanıdıktı aylardır görmese de.
“Amca, kardeşim Aziz…” bitiremedi yeğeni. Fincanı
savurup doğrulmak için hamle yaptı. Yeğeninin kum sarısı
suratına baktı. Korku ve ümitsizliği damla damla döken
gözlerine… ”Amca, yetişemedik.” “Oğlum” dedi. İniltisiyle
hizmetçiler odaya doluştular. Yarı baygın bedenini koltuğa
kaldıranlar, doktor diye bağıranlar, suyla yüzünü ovanlar,
pencerelere koşanlar… Oğlunu almışlardı. “Oğulları” oğlunu
almışlardı. Can paresini, biricik oğlunu…
Naylonumsu çarşafa yapışan saçlarından rahatsız oldu.
Doğrulmak istedi. “Efendim, uzanın lütfen. Kalkmamanız
lazım.” Çevresinde koşuşturanlar arasında tanıdığı tek yüz
bu doktordu. Güvende hissetmiyordu, her zamanki gibi.
“Sümeyyem!” dedi. “Ahmed, Sümeyye nerede?””Buraya
getirdik amca, yandaki odada. Sağ eli hafif ezilmiş. Doktorlar
ilgileniyorlar. Ciddi bir şey yok.” Doğrulmasıyla doktoru atıldı.
“Efendim n’olur, istirahat etmeniz gerekiyor.” Eliyle ‘çekil’
işareti yaptı. Ters duran terliklerine uzattı yorgun bacaklarını.
“Koluma gir Ahmed!” İhtiyar vücudunu sürükleyen yeğenine
sarılmış halde odadan çıktı ki koridordaki hareketlilik aniden
durdu. Herkes esas duruşta, put gibi, acıma ve endişeyle
gözlerine kenetlenmişlerdi. Kapı koluna uzandı ama
indiremedi. Ahmed’in baş işaretiyle üniformalı bir bayan
subay kapıyı açtı. O anda perişan haldeki kristalini gördü. Bu
dünya incisine kim bunu yapabilirdi, Gözünden sakındığı bu
asil kadına… Ne cüret!
Odaya giren bayan subaylar, odasından getirilen koltuğu
içeri aldılar. Kristalinin ellerinden tutmuş yanı başında
uyanmasını bekliyordu. Oysa hep o beklerdi uyanmasını, o
uyandırırdı hep. Gözyaşları kirpiklerinden sakalına varmadan
Ahmed odayı boşalttı, kapı yanındaki tabureye çöktü.
Önce kardeşi, sonra can paresi… Şimdi de kristalini almak
istiyorlardı. Kendi evlatları istiyordu. Canını isteseler verirdi
03
mürekkepseve seve, sevdiklerinin bu halini görmek yerine. Serum
bandajını dolanmış elini yüzünde gezdirdi. Bir bahar sabahına
uyandıklarını hayal etti yeniden. Bu narin ellerin kendisine
sabah kahvesini hazırladığı o kısa tatil günlerini
Kapı çalındı. Ahmed sessizce kapıyı araladı ve çıktı. Telaşla
içeri girdi tekrar. “General Hamid, amca. Asiler buraya
geliyorlarmış. Şehrin güneydoğu ve doğu girişlerindelermiş.
Batı çıkışına, karargâha geçmemizi öneriyor.” Sakalını
kaşımaya başladı. Telaşlandığında böyle yapardı, derin derin
bakardı. Ama bu sefer çok düşünmedi: “Sümeyye’yi götürün.
Hamid’e söyle, burayı takviye etsin. Saray kuşatılınca özel
kuvvetler güneyden asileri sarsın. Sen de kuzeyden.”
Ahmed’in, ameliyathane önünde ölüm haberi almış gibi,
donuk bakışlarla kapı yanında beklediğini gördü. Sehpanın
üstündeki bardağı kapıya savurdu. Hırıltısı, sinirinin gök
gürültüsü gibiydi, pürüzlü ve sert. Tekrarladı: “Hadi dedim.
Sümeyye’yi götürün.” Yalvaran bakışlarla inledi yeğeni
“Amca, bu intihar!” Sertleştirdi sesini ihtiyar lider. Petrol
avcılarını kovaladığı kıvamda yineledi emrini. “Emrediyorum
Ahmed! Hadi dedim. Muhafız birliği karşılama salonunda
toplansınlar. Silahlarımı ve askeri üniformamı buraya getirin.”
Salona beyaz askeri üniformasıyla girdi. İktidarının
ilk yıllarında giydiği üniformayla… Aksayarak ilerledi
muhafız komutanın yanına doğru. Gözleri askerlerindeydi.
Askerlerinin gözlerinde… Korku dolu, endişe dolu
bakışlarında… “Tam mı?” Sesi her zamanki sertlikteydi.
Komutan, kaçaklar olduğunu fakat yakalandıklarını söyledi.
Onun da sesindeki titreme hissedilebiliyordu. Onun sesi
zaten hep titrekti ki böyle bir liderin yakın emrinde olmak,
korkudan olduğu yere yığılıp ölmek için yeterliydi. Büyük
liderin gözleri sinir ve çaresizlikten dolu doluydu. Kılıcını
sıyırdı. İlaçlarının ve sürahinin bulunduğu sehpaya doğru
indirdi. Avını pençeleyen bir çöl aslanı gibi asildi hala, herşeye
rağmen. ”Oğullarım! Sizler bu milletin kahramanlarısınız.
Büyük savaşçılarısınız. Bu hainler, kâfirler, dedeleri kurşun
sıkmadan teslim olan sizlerin cesaretini kabullenemiyorlar.
Milletimizi yok etmek istiyorlar. İkindiye doğru, ekmeğini
yedikleri bu vatanın hâkimlerine kurşun sıkmak için burada
olacaklar. Onları burada tutacağız ve inşallah sabah namazını
giriş bahçesinde muzaffer olduğumuz halde kılacağız. Allah
Kerimdir.” Muhafız komutanına döndü. “Kaçakları birbirine
bağlayın, bahçenin dışarıdan görünen yerlerine yerleştirin.
Silahını atanın hükmü ölümdür.”
Selam verdi. İşaretiyle koluna girip sandalyeden kaldırdılar.
Döndü. Tahiyyattaki askerlerine doğru… Altın işlemeli
tabancasını kaldırdı. “Allahu Ekber!” Tekbirlere askerler
de katıldı. Muhafız komutanına eğildi. “Herkes pozisyon
alsın. Giriş bahçesine uzanan tünelleri hazırlayın. Çıkışlar
kapansın.”
Sıcak rüzgarların ıslıklarından başka ses duyulmuyordu.
Komuta odasında, önündeki telsiz subayı ve muhafız
komutanının sessizlikleri çıldırtır cinstendi. Telsizciden
sigara istedi. Tablada, elde sarılmış son 6 sigara vardı. Çekti
en sağdakini, masadaki çakmakla ateşledi. Kış güneşinin
“Bırak şu sigarayı, öldürecek seni.” deyişleri gözünün
önüne geldi. Keşke sigaradan ölseydi. Sevdikleri yatağını
sarmış, gözyaşı döküyor olsalardı. Kapıdan Kur’an sesi
süzülürken bir ikindi vakti bitseydi bu kavga, bu mücadele.
Telsiz sesleri hareketlendi birden. Telsizci bir eli kulaklığında,
diğer elinde kalem karargâhın mesajlarını yazmaya başladı.
”Çekiliyorlar” yazıyordu. Sadece “çekiliyorlar”... “Doğrulat!”
İnanamadı. Bu kadar yakınken neden çekiliyorlardı? Mesaj
aynıydı. “Askerler yerlerine dönsünler. Arabayı da hazırlayın.
Karargaha gideceğiz.”
Sağ elinde aslan başlı bastonu, kapıdan çıktı. Genç bir
asker ritminde makam aracına doğru ilerledi. Arabanın
yanında danışmanı, onu farkedince sigarayı attı ve selam
durdu. Kapıyı aç işaretinden sonra harekete geçti. Konvoy
sarayın giriş bahçesinde uzun siyah bir yılanı andıracak
şekilde zikzaklar yaparak ağır ağır kapıya ulaştı. Büyük giriş
kapısında görevli askerler, sabahki konuşmanın tesirinde,
araca selam durmuşlar, konvoyun çıkışını bekliyorlardı. Giriş
04
mürekkepkapısında uzanan büyük bulvara girdiler. “Hızlanın!” emrini
verdi. Çekilme haberi hala aklına yatmış değildi. Tatlı guruba
doğru giden aracın sarsıntısı ihtiyar bedenini gevşetmişti.
Nice zamandır uyuyamamıştı. Beşikte sallanan bir bebek gibi
gözleri kapandı yavaş yavaş.
Aniden açtı gözlerini. En öndeki araçtan çıkan siyah
bulutları fark etti. “Kim bunlar?” Şok ve korkuyla haşlanmış
sesi onun gibi bir lidere yakışmayacak derecede tizdi.
Danışmanı elinde telefon karargahı arıyordu fakat güvenli
hat kapalıydı. Sarayı aramasını emretti. Uzun düzlüklerde
kuzeybatıdan yaklaşan tankları fark etti. Bunlar 1 yıldan
az bir süre önce modernizasyonu tamamlanan tanklardı.
Ordusunun tanklarıydı. Onun tankları… “Geri sür!” Kimdi
bunlar? İsyancılar mı? Kendi ordusu mu? Kafasını çevirdi.
Danışmanı telefonu kapatmış dizine koymuştu. ”Efendim,
geliyorlar. Saray zırhlıları da yolda.” Bir patlama daha
duydu. Kafasını sola uzattı ama bu öndeki araçlar değildi.
Arkadaki araçlardan biriydi! “Allah’ım burada öleceğiz!”
Öndeki korumaya yoklamasını emretti. Arkada patlayan araç
hangisiydi? Aracı zırhlı da olsa karşılarında yaklaşan tanklar
vardı.
Danışmanına emir verdi: ”Kapıyı aç en arkadaki araca
koş!” Soldan, danışmanının tarafından çıktılar. O meşhur
tabancasını elinde, arkasında koruması üstüne kapaklanmış
halde koşuyorlardı. Arkadaki araçlardan ateş edenlere
ateşkes emri verildi. Arkadaki yanan aracın yanından
geçerken koruması arkasından ceketine asıldı. Şaşkınlıkla
döndü. Vurulmuş genç adam yüzüstü ayaklarının dibine
yığıldı. Döndü koşmaya devam etmek istedi. Sol ayağını
attı ki yüzüstü yere yığıldı. Vurulmuştu! Kalkıp yanan aracın
ardına atmak istedi kendini. Aksayan sağ bacağı bedenini
taşımıyordu. Arkadaki araçta ateşkesmiş bekleyen korumalar
fırlayıp koluna girdi. Burun ucundan şerit halinde süzülen
kana baktı, baktı. Askerlerin çığlıkları dumanlara karışırken
gördükleri bulanmaya başlamıştı. “Sümeyyem!” dedi.
“Sümeyyem!”
Sert bir yumrukla kendine geldi. Burnu her an yumruk
yiyor gibi ağrıyordu. Karşısında genç bir subay henüz
anlamlandıramadığı şeyler soruyordu. Bağırıyordu, galiba…
Etrafına bakındı. Burası Merkez Karargahtı, kendi odasıydı.
Ahmed’i duydu. Sağında bir sandalyede bağlı, suratı kanlar
içindeydi. Kulağına yaklaştı, konuşmaya çalışıyordu. Kandan
esmerliği gözükmeyen burnunu, amcasının yanağına dayadı.
“Başardık amca.” dedi. “Yengem uçağınla ülkeden çıktı.
Havaalanı dönüşü bizi kıstırdılar.” Kapı açıldı. İçeri giren
Hamid’di. Genç subay esas duruşa geçti. Hamid, “Dışarı
çık!” dedi. Kapı sesiyle birlikte Hamid, Ahmed’e yaklaştı.
”Uçaktaki kimdi?” Ağzı dağılmış, kanı küfürlerine karışmıştı
Ahmed’in. Silahını çekti ve 2 defa tetiğe dokundu. İhtiyar
lidere yöneldi. Yeğenine bakakalmış yaşlı adama sert bir
yumruk savurdu. “Artık bitti. Senin için bugün son gün!”
Genç subay ve erler etrafında, bahçeye çıkartıldı.
Üzerine temiz bir gömlek giydirildi. Hala sağ bacağından
vurulduğu pantolon vardı altında. Yeni kırılmış büstünün
önünde durduruldu. 5 genç er silahları dolu halde gözlerine
bakıyorlardı.Endişeliydiler; bakışlarından anlaşılabiliyordu.
2 gazeteci yanlarında Hamid’le binadan çıktı. Hamid
kameralarını ayarlayan gazetecilere törenin neden gece
yapıldığını anlatmaya çalışıyordu. Avrupalı olmalıydılar yada
Amerikalı. Ortadoğuluya benzemiyorlardı. Hamid, askerlerle
bitkin cesedi arasında durdu. Bakışlarından zaferin getirdiği
kibir okunuyordu. Kendisine hayat verdiği bu zavallı adamın
bu iğrenç bakışları arasında kendine doğrulmuş silahlara
baktı. “Bu kadarmış” dedi kendi kendine.
Hamid’in 2. komutuyla askerlerin gözleri gezin hizasında
kendisine kenetlendi. Kameralar kayıttaydı. “Kaldırın beni!”
Hamid’e bakıyordu. “Ayakta ölmeliyim, kaldır beni Hamid!”
Hamid, yüzündeki acımasız ifadeyi sertleştirerek bakışlarını
kaçırdı. İhtiyar dudaklarını örten kanını ve terini püskürterek
haykırmaya devam etti: ”Ayakta ölmeliyim, kaldırın beni!”
Gazetecilerden biri Hamid’e sokuldu. Bir süre fısıldaştılar.
Hamid’in emriyle yüzü örtülü iki er koluna girip arkasındaki
büstün mermerine yasladılar. “Ben bu milletin babasıyım.
Ayakta öleceğim.” Bakışlarını kameralara çevirdi. Çığlık
atarcasına kelime-i şehadete girdi. Hamid “Ateş!” emrini
verdi. Ama hala kurşun sesleri çığlıklarına karışmamıştı.
Hamid yineledi: “Ateş diyorum!” Nefesi tükenmişti. Başını
soğuk mermere yasladı. “Evet” dedi boğuk bir sesle.
“Hazırım!” Hamid, susmasıyla son kez emretti:”Ateş!”
Benlioğulları
05
mürekkepMühendislik Dünyası Alp Transit
1992 yazında İsviçre’de hareketli günler yaşanıyordu.
İsviçre seçmeni bu sefer ne bir genel seçim ne de bir anayasa
maddesi için sandık başındaydı. Referanduma sunulan
hayata geçirilip geçirilmemesi büyük tartışmalara yol açan
“Alp Transit” projesiydi.
%64’lük, “Evet” oyu ile kabul edilen Alp Transit projesi
bitirildiğinde Zürih-Milan arası 2,5 saate inecek ve İsviçre,
Almanya, İtalya arasındaki ticaret köprüsünün önemli
bir ayağı olacak. Projenin en ilgi çekici etabı ise yapımı
bittiğinde Gothard Tüneli en uzun ve en derin tünel
unvanlarını Japonya’daki Seikan Tüneli’nden alacak.
Tünel 56 km uzunluk ve altına girdiği 2500 metrelik kaya
kütlesiyle mühendislik sınırlarını zorluyor. Gothard Tüneli’yle
birlikte Alp dağlarındaki seyahat süresi 13 dakikaya inecek
ve ticaretin demiryoluna kaydırılmasıyla yük kamyonlarının
dağ yollarını kapaması engellenecek. Alplerin doğal yapısına
verilen zarar azaltılacak.
Tüm bunlar için öncelikle 2,5 km’lik kaya basıncına
dayanıklı 56 km’lik bir tünelin Alplerin altına yerleştirilmesi
gerekiyordu. Bu ihtiyaç modern çağın mühendislerine 21.
yüzyılın Mekanik Ferhatlarını yaptırdı. Her biri yaklaşık 23
milyon $’a mal olan 2 tünel delme makinesi, Almanya’da
yapıldı ve parçalar halinde İsviçre’ye getirilerek yer altında
birleştirildi. Proje sahasının yanına yapılan küçük bir elektrik
santrali ile enerji ihtiyacı karşılandı. İşçiler ve makineler için
06
mürekkep
kilometrelerce uzunlukta havalandırma borusu döşendi.
Makinelerin çalışması için gerekli 2 milyon litre su nehirden
karşılandı. Bunlar sadece makinelerin çalışması için yerine
getirilmesi gerekli koşullardı. 500 metrelik metal köstebekler
döner başlıklarında bulunan 58 bıçak ile kayaları parçalar
ve her gün 30 metre ilerler. Karşılıklı iki paralel tünelden
her gün yaklaşık 7.000 ton kaya dışarı çıkartılırken, 2.000
ton betonda tünele sokulmaktadır. Makinelerin bıçakları ve
diğer parçaları titreşim ve darbelere dayanamayarak sürekli
kırılmalar gösterir. Bu nedenle her gün periyodik bakım
yapılır. Herhangi bir çökme olmaması için 10 metrelik metal
iğnelerle alınan toprakların analizi yapılır ve ilerleme yapılıp
yapılmayacağına karar verilir. Çıkan hafriyat taşıyıcı bantlar
ve trenlerle kilometrelerce yol alıp gün ışığına çıkar. Bir
kısmı yapısal projelerde kullanılırken, %75’i geri dönüşüm
ile özel bir betona çevrilerek tünel duvarlarına püskürtülür.
Tünel duvarları yapımında ise öncelikle özel olarak geliştirilen
esnek kirişler kenarlara yerleştirilir ve dağın baskı yaparak
kirişleri son haline getirmesi için 2 ay beklenir. Yani delme
işlemi devam ederken 2 ay önce delinen kısımların beton
kaplaması yapılarak son halini alması sağlanır.
2016’da bitirilmesi planlanan 11 milyar $’lık dev projede,
makineler bir süre daha çalışacak gibi gözüküyor. Eğer
planlandığı gibi 2016’da bitirildiğinde ise uluslar arası
seyahatin ve ticaretin gelişmesine katkı sağlayacak.
A.Faruk Budak
07
mürekkepModel United Nations
MUN, yani “Model United Nations”. Neredeyse eminim
ki birçoğunuz anlamsızca bakıyor bu yan yana gelmiş 3
kelimeye, tıpkı benim ilk gördüğümde baktığım gibi. Model
United Nations, “Birleşmiş Milletler Modeli” anlamına gelir.
Yani Birleşmiş Milletler’in öğrenci bazındaki simülasyonudur.
Her sene MUN adıyla Türkiye’de birçok üniversitede ve lisede
kapsamlı organizasyonlar yapılır ve bu organizasyonlara lise
ve üniversite çapında öğrenciler katılır. İsterseniz kısa bir
açıklama yapayım Birleşmiş Milletler hakkında, neymiş bu
Birleşmiş Milletler?
“Birleşmiş Milletler” adında dünya çapında ismi çok
telaffuz edilen, öncülüğünü ABD, İngiltere, Rusya, Fransa ve
Çin’in yaptığı bir kuruluş var. Peki ne yapar bu kuruluş?
Hızla gelişen dünyamızda teknolojik gelişmelere bağlı
olarak, devletler arasında siyasi iktidar mücadeleleri nedeniyle
birçok problem ortaya çıkmaktadır. Güncel bir örnek olarak
devletlerin nükleer silah bulundurabilmeleri konusundaki
anlaşmazlıkları, veya hepimizi derinden yaralayan, Somali’de
binlerce kardeşimizin yiyecek küçük bir parça ekmek dahi
bulamayarak Hakk’ın rahmetine kavuşmasını üzülerek buraya
sebep olarak yazabilirim. Bu ardı arkası kesilmeyen ölüm
haberlerini durdurmak için ne yapılabilir? “Ekmek yoksa pasta
yesinler(!)” mi demeliyiz yoksa? Az mı duyuyoruz “İnsanlık
öldü mü kardeşim?” söylemlerini? Evet arkadaşlar, devletler
bu gibi problemlere çözüm üretmek amacıyla dünyadaki
birçok ülkenin katıldığı, fikirlerini belirttiği ve üretilen çözüm
önerilerini hayata geçirdiği “Birleşmiş Milletler Cemiyeti”ni
kurmuş uzun bir süre önce. Ve Birleşmiş Milletler halen
görevini layıkıyla yerine getirmeye devam ediyor.ऀŞimdi ise
yazımın başında bir hayli bahsettiğim MUN’in nasıl işlediğine
değinmek istiyorum:
Tıpkı BM gibi MUN’de de farklı komiteler vardır.
ECOSOC (Economic and Social Commitee), UNSC (United
Nations Security Council) vb. gibi. Bu komiteler kendilerini
ilgilendiren problemler hakkında tartışırlar. Her öğrenci
MUN konferanslarına bir ülkenin delegasyonu olarak gider
-ki ben en son katıldığım FUMUN organizasyonunda UNSC
komitesinde Güney Afrika’yı temsil etmiştim- ve görüşlerini
08
mürekkepbelirtir; fakat siz de hak verirsiniz ki görüşlerini belirtmek
sınıfta parmak kaldırarak hocadan izin almak kadar basit
olmaz. Ancak komite yöneticileri(chairs) söz verdiğinde
ortaya bir konu atabilirsiniz; fakat bu konunuzun konuşulup
konuşulmaması da yöneticiler tarafından oylamaya
sunulur. Her delege plakartlarını kaldırarak bu oylamalara
katılabilir. Konferanslar açılış konuşmalarıyla başlar, açılış
konuşmalarında delegeler konu hakkında neler düşündüğünü
özetler. Konuşma süresi bir buçuk dakikadır. Ardından
komitelerde konular tartışılır. Bu adımdan sonra “Resolution
paper” adı verilen sonuç kağıdına komitede alınan kararlar,
problemlere üretilen çözümler yazılır ve bu sonuç kağıdı 3 gün
süren oturumlar sonunda Birleşmiş Milletler’e değerlendirilmek
üzere gönderilir; ancak hangi sonuç kağıdının gönderileceği
de oylamaya sunulmalıdır; çünkü birden fazla sonuç kağıdı
yazılabilir, farklı fikirler ortaya çıkabilir. Unutmadan şunu da
belirtmek istiyorum ki, konferansların resmi dili İngilizcedir.
Kendi dilinizde yapacağınız konuşmalar sonucu uyarı alırsınız
ve söyledikleriniz dikkate alınmaz; bu yüzden konferanslara
katılmak için İngilizcenizin belli bir seviyenin üzerinde olması
gerekir.
MUN organizasyonlarına katılmak insanın kendini
geliştirmesi adına kaçırılmayacak bir fırsattır bana göre.
Fikirlerini özgürce belirtebildiğin, insanlarla zaman zaman
görüş ayrılıklarına düştüğün; fakat neredeyse her zaman
ortak bir fikirde birleştiğin, yabancı dilini belki de şu ana
dek hiç böylesine etkili kullanamadığını fark ettiğin, birçok
yeni arkadaşlarının olduğu, dünya gündemindeki çok önemli
konular hakkında söz sahibi olduğun, hitabet yeteneklerini
geliştirdiğin ve şu an sayamayacağım kadar yararlarının
olduğu bir konferanstır MUN. Lise hayatını en iyi şekilde
değerlendirmenin en güzel ve en kestirme sayılabilecek bir
yoludur bence. Her sene yaklaşık 6-7 MUN organizasyonu
yapılıyor Türkiye’de. Her sene 6 organizasyona katılan
bir öğrenci son seneyi YGS/LYS çalışmaları nedeniyle
saymazsak 3 senede 18 MUN organizasyonuna katılmış
olur ve bu da demek oluyor ki neredeyse bu konferanstan
öğrendikleri “proficient” seviyesinde bir İngilizce, ve en
önemlisi olaylara başkalarının penceresinden bakabilmek,
tabir yerindeyse at gözlüklerini çıkartabilmek. Acizane
tavsiyem arkadaşların İngilizcelerine çok dikkat etmeleri,
İngilizce dersini boş bir ders olarak görmemeleri, güncel
olayları yakından takip etmeleri ve benim gibi sonradan
bu konferansların önemini anlayıp da pişman olmamaları,
MUN’i en iyi şekilde değerlendirmeleridir..
LET’S MUN!
Saygılarımla.
Eymen BİLİK
09
mürekkepLozan Antlaşması
Lozan Antlaşması, 24 Temmuz 1923 tarihinde İsviçre’nin
Lozan şehrinde,
Türkiye Büyük Millet Meclisi temsilcileriyle Birleşik Krallık,
Fransa, İtalya, Japonya,Yunanistan, Romanya, Bulgaristan,
Portekiz, Belçika, SSCB ve Yugoslavya temsilcileri tarafından,
Lozan Üniversitesi salonunda imzalanmış barış antlaşmasıdır.
Lozan Antlaşması’nı Sevr ile karşılaştırıp zafer gibi
göstermek alışılagelmiş bir hal. Ancak böyle bir karşılaştırma
tamamen aldatmacadır. Çünkü Lozan’ın Sevr ile kıyası
mümkün değildir. Öncelikle Sevr bir antlaşma statüsüne dahi
girmez. Meclis’ten onay almamıştır. Sadece bir “proje”den
ibarettir. Bunu ben değil, Gazi Mustafa Kemal Nutuk’ta
söylüyor. Hem de tam 9 kez. Kaldı ki Sevr bize sunulduğunda,
masadaki yenik taraf bizdik. Ancak Lozan’da bu böyle
değildir. Biz Lozan’a Kurtuluş Mücadelesini kazanmış bir
millet olarak katıldık. Bu sebeplerden dolayı Lozan’ı Sevr’den
ayrı değerlendirmek gerekir.
Lozan Müzakerelerine ikinci murahhas sıfatıyla katılmış
bulunan Dr. Rıza Nur, onun bu mahiyetini şu cümlelerle
açıkça ifade etmektedir:
“İmzayı bastık. Artık bence buhranlarla yaşayıp
bitirdiğimiz, bazen hayal olup elimizden uçan sulhu
millete verdik. Hem de büyük bir kar ile büyük şerefle…
Türkiye’nin dokuz asırlık (Selçuklu ve Osmanlı) hesabını
görmüş tasfiyesini yapmıştık.”(8)
Hariciye vekili Yusuf Kemal Bey’in arzusu üzerine İsmet
Paşa Heyet-i Murahhasa Reis olur. Bununla beraber
ileride belirtildiği üzere böyle bir siyasi faaliyet için hiçbir
tecrübe ve hatta liyakat sahibi olmadığından M. Kemal
Paşa’nın kendisinin bu husustaki teklifi karşısında pek çok
tereddütler geçirmiş ve bütün hayatı askerlikte geçtiğinden
bahsederek itiraz etmişti.
Lozan Konferansının uzun müzakerelerinde Kıbrıs
hakkında söylenmiş müdafaa ve talep hususunda bir tek
kelimeye bile rastlamak mümkün değildir. Kıbrıs adını ancak
Lozan Antlaşmasının Kıbrıs kaderini aleyhimize olarak tayin
eden maddelerinde(20 ve 21) görüyoruz.
İsmet İnönü’nün Kıbrıs mevzunda duruşu gerçekten
gariptir. Hiçbir bakımdan Kıbrıs ile kıyası mümkün olmayan
“Meis Adası” için günlerce mücadele ettiği ve Tuna Nehri
üzerinde adı var, kendi yok bir yer olan “Adakale” için
çırpındığı halde Kıbrıs’ı talep etmek lüzum ve ihtiyacını
hissetmemiştir.
Dr. Rıza NUR “Hayat ve Hatıratım” isimli eserinin
üçüncü cildinin (İstanbul 1968) 959-1260’ıncı sayfaları
arasında Lozan Konferansı’nı anlatmaktadır. Bu sayfalarda
Konferansa ait Murahhas ve Müşavirlerinin şahsi
ahlaksızlıklarına kadar akla gelebilecek her türlü ayrıntıyı
bulmak mümkündür. Fakat olumlu veya olumsuz Kıbrıs için
bir tek kelime bulmak mümkün değildir.
Kıbrıs’ın Lozan müzakerelerinde ortaya çıkan durumunu
kısaca belirtmek gerekirse;
a) Kıbrıs Adası infisahı bir şartla İngiltere’ye terk edilmiş
olduğu cihetle “Brest-Litovsk Antlaşması” ile tahakkuk eden
şart gereğinde Kıbrıs’ın Türkiye’ye terki talep edilmek lazım
geldiği halde bu yapılmamıştır.
10
mürekkepb) Böyle bir talep kabul edilmediği takdirde hiç olmazsa
İngiltere’nin adayı gelecekte terki halinde Türkiye’ye iadesi
şart koşulması gerekirdi. Böyle bir talep de ileri sürülmemiştir.
c) Bu da mümkün olmadığı takdir de Ada sakinlerinin
Türkiye’deki Rumlar emsal gösterilmek suretiyle haklarının
teminat altına alınması ve zamanla kötü İngiliz idaresinden
kaçarak Türk nüfus nispetinin bugünkü duruma düşmesi
önlenebilirdi.
Türkiye’nin güney sınırlarının çizilmesi dolayısıyla ortaya
çıkmış bulunan “Musul Mes’elesi” Lozan Konferansının,
üzerinde en zorlu tartışmaların yaşandığı bir mesele olmuştur.
Türkiye için hayati bir yere sahip olan Musul, görüşmelerde
bütün müttefiklerine hâkim olan İngiltere için de gerek
zengin “Petrol kaynakları” ve gerekse “Hindistan Yolunun
Emniyeti” bakımından ele geçirilmesi zaruri bir yer olmuştur.
Hatta İngiltere’nin 1.Dünya Savaşı’na katılmasının belli başlı
sebeplerinden biri de Musul dâhil olmak üzere bütün Irak’a
sahip olma arzusuydu.
Lozan’da Türkiye’nin Musul almasının zor olacağını
tahmin etmek güç değildi. Dr. Rıza NUR’un inanılması
güç beyanında, daha Lozan’a gitmeden kendilerine “Musul
için hiç uğraşmayın” denilmiştir. Hayat ve Hatıratım isimli
eserinde bunu açıkça ifade etmektedir.
Eğer doğruysa, Lozan’a bu emrin tesiriyle giden İnönü,
Musul’u gerektiği şekilde müdafaa edememiştir.
Musul Meselesinde İngilizlerin kendilerinden emin
olmadıklarını gösteren bir örnek de onların şahsi görüşmeler
esnasında bazı tavizler vermesiydi. Bakın bu tavizleri Dr.
Rıza NUR nasıl anlatıyor;
“Bir gün İngilizler bize geldiler. Yeni teklifte bulundular.
Ellerinde haritaları vardı. Hududu çizmişlerdi. ‘İşte’
dediler. Musul’un hemencik şimalinden, hududundan
geçiyor ve Süleymaniye Sancağını tamamıyla bize
bırakıyorlardı. Bu, büyük bir şeydi. Demek Musul’u
almak için ümit artıyordu. Bizim askeri müşavir Tevfik:
‘Süleymaniyeden ne çıkar? Buraları dağlıktır. Musul
olmayınca oralara gidilmez bile. Başa bela olur.’ dedi.
Ben oraları bilmem, askerde değilim. Görüyorum, İsmet
de bunları ondan soruyor. Tevfik ‘Süleymaniyeden
ne çıkar?’ sözü ile beni kandırdı. Böyle olsaydı da bari
Süleymaniye’yi alsaydık. İki yıl sonra bunu da alamayarak
İsmet bütün Musul’u terk etti.”
İnönü, Batı Trakya’yı Misak-ı Milli’nin çizdiği esaslar
doğrultusunda kurtarmaya çalışmış ve ne yazık ki çeşitli
teknik hataları yüzünden bunda başarılı olamamıştır. Bu
başarısızlığın tespiti için Lozan zabıtları incelendiğinde, İnönü
gereken cevabı daha sonra vereceği görülür. İnönü’nün bu
durumunu fark eden Lord Gürzon, onu her fırsatta ‘hemen
cevap vermeye’ zorlamıştır.
İnönü, Trakya sınırlarına yönelik taleplerinden sadece
Edirne’nin bir mahallesi olan “Karaağaç” istasyonunu
kurtarabilmiştir. Ancak bunu da tamirat bedeli adı verilen
“Harp Tazminatı”ndan vazgeçerek elde edebilmiştir.
011
mürekkepTürk Başmurahhası İnönü, Lozan’da Ege Denizi Adaları
hakkındaki taleplerini 25 Kasım 1922 tarihli celsede iki
madde halinde ortaya atmıştır.
1- Küçük ve yakın adalarla, İmroz, Bozcaada ve Semadirek
Türkiye’ye verilmeli.
2- Diğer adalar, askerlikten tecrit edilmeli, tarafsız veya
müstakil bir hale konulmalı.
Lozan müzakere zabıtları İnönü’nün sadece çok küçük
bir ada olan “Meis Adası” için çırpındığını ve asıl önemli
olan Oniki Ada’yı kurtarmak için ise, hiçbir ciddi gayret
göstermediğini açıkça ortaya koymaktadır.
Dr. Rıza NUR bakın bu yetersizliği kendi ağzıyla ne kadar
açık anlatıyor;
“…Sukomisyonda, Limni bizim müşavirler tarafından
unutulmuş, Lord Gürzon komisyon celsesinde bu sebeple
bizimle alay etmiştir. Hakkı var. Kendi menfaatimiz
hususunda büyük bir gaflet edilmiş idi. Bu müşavir de
Tevfik idi.”
Yetersizliği anlatmaya ileri sayfalarda devam ediyor Dr.
Rıza;
“…Fakat Türkiye’de onları ne almak ne de sonra
muhafaza etmek kuvveti var. Deniz aşırı. Muhafazaları
büyük masraflar ister. Yalnız Çanakkale Boğazı’nın
ağzını tıkayan bir iki adayı almalıyız ve alabilirsek kar.
Öbür tarafı uğraşmaya değmez. Yunan veya İtalyan kimin
elinde olursa olsun, biz de olmayınca.”
Lozan’da adalara ilişkin maddelerde yer alan hükümlere
göre;
1- Bu adalardan sadece Çanakkale Boğazı’nın karşısında
yer alan “İmroz”,”Bozcaada” ve “Tavşan Adası” bize
bırakılmıştır.(madde 12)
2- Limni, Semadirek, Midilli, Sisam, Sakız ve Nikaria
Adaları üzerinde 13 Şubat 1914 tarihli “Londra Antlaşması”
ile tanınan Yunan hâkimiyeti murahhaslarımızca kabul
edilmiş ve bu adalar Yunanistan’a bırakılmıştır.
Murahhaslarımız, doğu sınırında Ruslar ile barışın ancak
önemli tavizler sonucunda gerçekleşeceğine ciddi bir şekilde
inanıyorlardı. Murahhaslarımızdan Dr. Rıza NUR, Batum’u
talep etmenin barışa mutlak surette engel olacağını sert bir
şekilde ifade ettikten sonra;
“ Muahede bitiyor. Çok şeyler yazıldı. Türkiye-Rusya
arasındaki hudut da tespit edildi. Telaşlı bir haber…
Bizimkiler de Batum’a girmişler. Ruslar bize: ‘Bu ne
iştir, muahede mi yapıyoruz? Burada öyle, orada sizin
ordu Batum’a giriyor!’ Ankara’ya şifre yazar ve Rusları
teskin ediyoruz: ‘Siz muahedeye bakın! Biz Batum’u
istemiyoruz.’ diyoruz… Biz Moskova’da bir hudut yapıyor,
Batum’u istemiyoruz. Kanaatimizce Batum’u Ruslar bize
vermezler. Batum Türkiye’ye beladır diyoruz. Burayı
muhafaza için daima orada elli bin kişilik ordu beslemek
lazımdır.”
Sonuç olarak “Moskova Antlaşması” ikinci maddesi ile
Batum’u Rusya’ya terk etmekte ve oradaki Türklere daima
kâğıt üzerinde kalacak olan birtakım hak ve imtiyazlar
veriliyordu.
Çanakkale Savaşı’nda ölen İngiliz ve Fransız askerleri
için orada birtakım mezarlıklar inşa edilmişti. Müttefikler,
bunların mülkiyetlerinin kendilerinde olmasını talep ediyordu.
Mezarlıklarla öylesine derin bir surette alakadar olmuşlardı
ki; Lozan Konferansı’nda bu “Mezarlıklar Meselesi” en çok
müzakere edilen konulardan birisi olmuştur. Bu mesele
Lozan Antlaşması’nda 13 madde halinde(madde 124–136)
detaylı bir şekilde ele alınmıştır.
İnönü bu meselede düşmanların gizli bir askeri niyet
taşıdıkları düşüncesine kapılmış ve teklife karşı hep bu
yönden itirazda bulunmuştur. Bu konuda Dr. Rıza NUR
ondan tavizkâr çıkmıştır.
12
mürekkep“İngilizler bir de mezarlık meselesini çıkardılar.
Gelibolu şibih ceziresinde harpte ölen askerlerinin
gömüldükleri toprakların bir şahsi mal gibi sahibi olmak
istiyorlar ve bunda ısrardalar. Bu da İsmet’in fena halde
vehmine dokundu. Şimdiye kadar bunca mühim teklifler
ve kabuller oldu. Hiçbiri bu kadar sinirine dokunmamıştı.
Bu adam tuhaftır. Bana dedi ki: Bunda gayet tehlikeli
bir maksatları var. Bu mezarlıklara sahip olacaklar,
buralarını aleyhimize üssülhareke yapacaklar. Ziyaretçi
diye asker sokacaklar, dedi. Ben de;
Canım, bunda bu kadar vahim bir şey olamaz. Beyhude
yere kendini üzme! Burasını onlara Suriye’yi, Mısır’ı terk
ettiğimiz gibi terk edecek değiliz. Tabii öyle yapamayız.
Mezarlık olsun, ziyaret etsinler. İnsani bir haktır. Ziyaret
diye asker sokabilirler mi? Bizim gözümüz kör mü? ... ,
dedim.”
İnönü, Yunanlıların Anadolu’da yaptıkları tahribatın
“1.000.500.000 (bir milyar beş yüz bin altın)” a vardığını,
yanan “280.000(iki yüz seksen bin)” evin ise “3.000.000(üç
milyon lira)” kıymet kaybına sebep olduğunu götürülen
hayvan ve eşyanın da “700.000.000(yedi yüz milyon lira)”
kıymetinde olduğunu söyleyerek, “Yapılacak tetkikler
zararın bu rakamın çok üstünde olduğunu meydana
çıkaracaktır. Hele nüfusça, ırz ve namusça olan
zararlarımızın takdiri bile kabil değildir. Fakat bütün
zararlarımızı Yunanlıların yanında bırakmayacağız.
Bunların santimine kadar tazminini isteyeceğiz.” diye sert
bir üslupla konuşuyordu.
Fakat Konferansın en önemli meselelerinden biri olan
tamirat meselesinde de İnönü bir miktar direndikten sonra,
yelkenleri suya indirmiş ve maalesef gerekli neticeyi alamadan
teslim olmuştur. İsmet Paşa’nın Yunan murahhası Venizelos
ile uzun süren görüşmesinde sonuç alınamadı. Tamirat bedeli
meselesini Dr. Rıza NUR anlatıyor;
“Çok düşündüm. Tazminattan vazgeçmek lazım
olduğuna kanaat ettim. İsmet de o fikirde. Zaten
düşünüyorum alsak bile Yunan’dan ne alacağız?
Müflis ve maliyesi Avrupa kontrolü altında bir devlet…
Donanmasını, ölür de vermez. İşgal mi yapacağız? İşgal
masraf ister, biz yapabilir miyiz? Hayır. İsmet ile baş
başa verdik ‘Ne yapacağız?’ dedik. Hükümet kati emrini
vermiş. Rauf ateş püskürüyor. Yeniden yazdık. Üç gündür
cevap yok. Vakit de yok. Cevap verme günü geldi…”
İsmet Paşa, tamirat bedeli istemekten vazgeçince
Lozan’daki bütün murahhaslar çılgınca bir sevince kapıldılar.
Asla ummadıkları bir sonuç elde etmişlerdi. Hatta Venizelos
bile kendisini ziyaret eden ve fikrini soran Türk gazetecilerine
karşı sevincini şu sözlerle dile getirmiştir;
“Artık size beyanda bulunabilirim. Tabii haber
almışsınızdır, tamirat bedeli meselesi halledildi. Yani
Türkiye ile Yunanistan arasında sulhün akdine mani
hiçbir mesele kalmadı. İsmet Paşa Hazretleri gerçekten
büyük bir sulh arzusu gösterdi. Zaten, Yunanistan
Anadolu felaketinden sonra çok elim mali vaziyette
idi. Bu şartlar içinde bizim bir tazminat verebilmemizin
maddi olarak imkânı yoktu.”
Bu son sözden anlaşılıyor ki, değil bu tazminat meselesi,
hiçbir meselede Yunanistan da harbi göze alamamaktaydı.
Fakat bunu önceden anlamak lazımdı. Tazminattan
vazgeçmek öyle bir hata idi ki, Lozan’a övgülerde bile belki
bir dil sürçmesi olarak bunu “Fedakârlık” olarak göstermek
mecburiyetinde hissetmişlerdir
1. Dünya Savaşı başladığı zaman, henüz savaş cephesinde
yerimizi almadığımız bir zamanda İngiliz tersanelerine üç savaş
gemisi ısmarlamış ve bunların bedellerini de fiilen ödemiştik.
Fakat İngilizler bu gemilere Türk Bayrağı çekilmeden el
koymuşlar ve ne gemileri ne de bedellerini karşılamışlardı.
Bu meseleyi Rauf Bey şöyle anlatıyor;
13
mürekkep“Bizim harbe girmediğimiz günlerde inşaları tamamlanıp
bedelleri de tarafımızdan tamamen ödenmiş olduğu
halde memleketimize getirilecekleri sırada İngilizlerin
elkoymuş oldukları Sultan Osman, Sultan Reşat ve
Fatih dretnotlarımızın, tahminen on iki milyon İngiliz
altını tutan bedellerinin geri verilmesi meselesi vardı. Bu
İngilizlerin sarih bir borcu idi ve bu da Karaağaca karşılık
verilmek istenmiyordu.”
Türkiye, Yunanistan’dan oradaki İslam vakıflarına karşılık
olmak üzere “800.000(sekiz yüz bin)” İngiliz altını almıştır.
Ancak bu rakam gerçek değerinin yüzde biri bile değildi.
Rumeli’yi ilk fetheden atalarımızın buraları Türkleştirmek ve
İslamlaştırmak için adım başı yaptıkları cami, yol, imarethane,
tekke vs. gibi çeşitli hayrat ve hasenatın bedeli bahsedilen
değerle kıyası mümkün olamaz.
Yunanistan’dan hiç olmazsa çok cüzi bir miktarda olsun
alındı. Peki ya Yugoslavya, Romanya, Bulgaristan gibi
devletlerinde arazilerinde Yunanistan’dan az olmamak üzere
pek çok İslam vakıf, emlak ve müessese mevcut idi. Bunca
tahribe rağmen hala da mevcuttur. Oralarda yaşayan Türk
ve Müslümanların şahsi hak ve hürriyetleri ile alakalı olarak
hiçbir şey dava edilmediği gibi ortak mal ve hukuku koruyacak
herhangi bir talepte bulunulmamıştır. Belki bunların bedelleri
istenemez, istense de fiilen alınamazdı. Fakat hiç olması
bulundukları yerlerde korunmaları temin olunamaz mıydı?
Neden olmasın, olabilirdi.
Sinan Köse
14
mürekkepAteşteki Ferahlık
Od kalbe düşünce aşk olur yakar
Yaktıkça beni ferahlatır o yar
Gönül şelalesinde yaş olup akan
Aşktır o gecelerde gözlerden sızan
Dualar uçuşur seher vakti göklere
Haltan alıp halka veren semazenlerle
Döner döner de durmaz aşk yolunda avare
Bu yola girmek için olmak gerek divane
Saklanmaz ki içinde eyler kendini izhar
Hak yolunu bulmuşsan kalır mı sana ağyar
Küçücük gözyaşında bir deryadır aşk
Kırık mezar taşında vuslat anıdır aşk
Ö.Faruk Köse
15
mürekkepHızlı Okumanın Tarihi
2. Dünya savaşı sırasında
uçakların radarlarında
gördükleri düşmanların
kısa sürede belirleyip
vurmaları gerekmekteydi.
Fakat bu iş oldukça zor ve
yetenek gerektiren bir işti.
Yapılan en küçük bir hata
bile çok büyük kayıplara yol
açabilirdi. Hava kuvvetleri
psikologları ve eğitimcileri
bu olumsuzluğu gidermek için işe koyuldular. ABD Ohio
Üniversitesinde görev yapan Dr. Renshaw takitoskop
denilen bir alet geliştirdi. Bu alet saniyenin 1/25, 1/50,
1/100’ü hızında açılıp kapanarak göze birtakım görüntüler
yansıtıyordu. İlk başta dost ve düşman uçaklarını büyük
resimlerle birkaç saniye aralığında göstermeye başladılar.
Sonra da zamanı azaltıp resimleri küçülttüler. Bu eğitimin
sonunda uçakların neredeyse nokta kadar resimlerini,
ekrana saniyenin 1/500’ü hızında yansıtılan şekillerden ayırt
edebildiklerini keşfettiler. Savaştan sonra ABD bilim adamları
bu sistemi alfabe ve bazı şekiller üzerinde denediler ve aynı
şekilde başarılı olular. Bu eğitimi alan insanların okuma
hızında belirgin bir artış olduğunu fark ettiler. Böylece hızlı
okumanın temelleri atılmış oldu.
HIZLI OKUMA
Herkesin ilk başta önyargıyla yaklaştığı bir nokta var. Hızlı
okursam anlayamam ezberi. Bu ezberi bozabilmek adına
şöyle bir örnekten bahsedilebilir. Örneğin iki araba düşünün.
Birinin hızı saatte 30 km iken diğerinin hızı 150 km. Siz
hangi arabayı kullanırken daha dikkatli olursunuz? Cevabınız
tabi ki de ikinci araç olacaktır. Tıpkı bu örnekte olduğu gibi
de hızlı okuma dikkat dağınıklığını engeller ve okumadan
daha çok verim almamızı sağlar.
Beynimizin kapasitesi dakikada 2000 kelimedir. Ortalama
bir okuyucu ise dakikada ortalama 200-300 kelime aralığında
okur. Okuma hızı doğru bir çalışmayla iki, üç ve hatta dört
kat arttırılabilir. Yani hızlı okuma tekniğiyle okuyan bir
okuyucu dakikada 450-800 kelime okuyabilir. Bu da yaklaşık
bir dakikada 3 sayfa bir saatte 180 sayfa demektir. Daha ileri
düzeyde seçmeli okuma ve kaymağını alma gibi tekniklerle
özellikle gazete ve haber yazılarda hızınızı 3000-4000
kelimeye çıkarabilirsiniz.
HIZLI OKUMADA KULLANILAN BAZI TEKNİKLER
Normal okumada yapılan en
büyük hatalardan biri kelimeleri
tek tek okumaktır. Gözümüz bir
bakışta iki üç kelimeyi aynı anda
görüp algılayabilecek kapasiteye
sahiptir. Bilinenin aksine
gözlerimiz yazılar üzerinde
kaymaz. Fotoğraf çekerek ilerler. Bu yüzden kelimeleri
gruplandırarak okumak bize büyük hız kazandıracaktır.
Hızlı okumada en önemli etkenlerden biri de gözdür.
Kelimeler üzerinde gözlerimizi hızlıca gezdirebilmek için göz
kaslarımızın antrenmanlı olması çok mühimdir. Okurken bize
en çok hız kazandıracak nokta göz kaslarımızın antrenmanlı
olmasıdır.
Diğer yandan kelimeler üzerinde hızla gidip gelirken
gözlerimizin yorulmaması için de yapacağımız antrenmanlar
çok önemlidir.
Hızımızı etkileyen diğer bir faktör ise kelime haznemizdir.
Kelime haznemiz ne kadar genişse kelimeleri daha kolay
okuyup anlarız. Mesela hastane kelimesini bir çırpıda okurken,
erişilebilirlik kelimesini aynı rahatlıkta algılayamayabiliriz.
Kelime dağarcığımız da ancak çok okumayla gelişir. Ne kadar
çok okursak okuma hızımız da bunun paralelinde artacaktır.
16
mürekkep
Okumamızı en çok yavaşlatan engel iç sesimizdir. Ve
bizi belki de en çok zorlayacak aşama da iç sesimiz kısmak
olacaktır. İç sesimizi kısarak kelime grupları üzerinde
gözlerimizi gezdirebilmek belki de ilk başta okuduğumuzu
anlayamama gibi bir sıkıntıya yol açacaktır. Fakat biraz
üzerine gittiğimizde gayet hızlı bir şekilde okurken anlamadaki
sorunlar giderilecektir.
ORTAM
Okurken en yüksek verimi alabilmek için en iyi dış
koşulların hazırlanması gerekir. Bunlardan bazılarını şöyle
sıralayabiliriz.
KONUM: Kitap okuyacağınız yer ışığı en iyi alabileceğiniz
bir yer olmalıdır. Masanızı cam kenarına koyarak bunu
sağlayabilirsiniz. Gece çalışmalarında ise gölgenizin masanızın
üzerine gelmemesine dikkat etmelisiniz. Karanlıkta okumak
gözlerinizi daha çok yorup uykunuzun gelmesine sebep
olabilir.
Kitap okurken fazla gevşemeyin rahat koltuk ve yastıklar
da uykunuzu getirir ve okuma veriminizi düşürür. Koltuk
değil sandalyede oturun. Okurken kitabı yaklaşık 40-45 cm
aralığında tutun. Uzak olduğu zaman gözler kelime grupları
üzerinde daha kolay yoğunlaşabilirler. Bu mesafeden okumak
gözlerinizin yorulmasını ve okuduktan sonraki baş ağrılarınızı
büyük ölçüde azaltacaktır.
Zihin ve vücut paralel hareket eder. Zihinsel durumumuz
fiziksel durumumuzu etkilediği gibi, fiziksel duruşumuz da
zihinsel durumumuzu oldukça etkiler. Bu yüzden okuma
esnasındaki doğru fiziksel duruş ve dış etkenlerin olumlu
bir şekilde kullanılması okuma hızı ve verimliliği belirgin bir
şekilde artıracaktır.
Cahit Kuru
17
mürekkepİslam, Demokrasi, Hukuk
(Kısaltılmıştır.)
Tüm toplumlar sosyal hayatta adaleti sağlayan, iyiyi
kötüyü doğruyu-yanlışı birbirinden ayıran bir sosyal sisteme
muhtaçtır. Düzenin en sağlam ayağı, sosyal muvazene, kaos
düzeninin tek engelleyicisidir. Genelde belirli bir zümrenin
elinden çıkan ve sosyal hayatın belirleyicisi hukuksal düzenler,
belirli bir süre varlığını sürdürse de bir gün tarihe gömülür
veya köklü reformlar geçirir. Çünkü insan müdahalesi hiçbir
zaman mükemmelliği ve kalıcılığı sağlayamayacağı gibi kusur
barındırmaya mahkûmdur.
Bir sistem tasavvur edelim ki bin dört yüz senedir tatbik
edilmesine rağmen özde reforma uğramamış, geçersizliği
ispatlanamamış, ortaya koymuş olduğu değerler yüzlerce yıl
sonra evrenselleşmiş ve günümüzde tüm insanlık tarafından
model kabul edilen Modern Avrupa Hukuku’nun temel
dinamiklerini oluşturmuş olsun. Büyük medeniyet kabul
edilen Roma, Pers, Çin ve Mısır medeniyetlerinde kadın ve
çocuk, değil sosyal haklara sahip olmak, kum yüklü develer
kadar değer görmüyorken, hatta cinsel arzuların tatmininden
ve fitne üretmekten başka işe yaramayan zavallı yaratıklar
olarak addedilirken, hala hikmetleri tam anlaşılamayan
bir sistem, cumhuriyet, eşitlik, empati ve farklılıklara saygı
gibi o dönemde bir mana ifade etmeyen kavramları hayata
geçirmişti.
Batı’da devlet-imparatorluk hukuksal-anayasal gelişimi 12
Levha Kanunları ile başlamış, Codex ile 529’da anayasal
sisteme oturmuştur. Bu dönemden sonra kilisenin keyfi
uygulamaları “Batı”yı etkisi altına almış; İslam eserlerinin
yeşerttiği Aydınlanma Çağı’nın parlak meyveleri, Amerika
Bağımsızlık ve Fransız İnsan Hakları Beyannameleri, sisteme
değiştirinceye kadar hükmü sürdürmüştür. Bu dönemden
sonra da hukuk üretme çılgınlığı altında ezilen ve kontrolden
çıkan Avrupa milletlerine karşın, İslam toplumları 1200yıl
sosyal buhran yaşamamış; kargaşa doğuran durumlar da
sosyal tabanda yükselmemiş, aksine siyasi zeminden halka
mal edilmeye ve çalışmıştır. İslam barışı ve uhuvveti bu
coğrafyanın havasına suyuna işlemiştir.
Bu parlak pencereye rağmen son yüzyıllarda “Batı”daki
doğu taklitçiliği ve bizim ulema-aydın kesimimizin statükoyu
koruma sevdası bizi teknikte geri bırakmış; bu dönemden
sonra terazinin kefeleri tersine dönmüştür. Yeni yetişen
İslam Havzası aydınları, bu harabeyi inşa etmek zahmetine
girmek yerine üzerini kireç ve toprakla örterek yeni ve
temelsiz bir bina inşa etmeye çalışmışlardır. Ulu Önder bu
konuda “Düşmanlarımız tevakkuf ve inhitatamızı Din’e
atfediyorlar. Bu bir hatadır. Âlem-i İslam, hakikat-i Diniye
dairesinde Allah’ın emrini yapmış olsa idi, bu akıbetlere
maruz kalmazdı.” demiştir.
II. Dünya Savaşı’nda inandığı tüm değerlere ihanet ederek
ne Hıristiyanlığa ne de Hümanizm-Modernizm anlayışına
uygun hareket etmiş, tarihte eşi benzeri görülmemiş
vahşet destanları yazmışlardır. Bu ayıbı örtbas etmek ve
tekrarını engellemek için üretilen Avrupa İnsan Hakları
18
mürekkepBeyannamesi(1948), Hz.Muhammed’in veda hutbesinin
güncel metni denecek kadar hutbe ve Medine sözleşmesi
ile benzerlik arz etmektedir. Yüzyılımızın eşitlik ve özgürlük
sembolü olan beyannamenin düsturları, Eski Dünya
Kıtalarının yarısında İslam dini ile yaşanmakta, Kitab’ıyla her
gün zikredilmektedir. Zaten hukuk medeniyeti Avrupa’nın(!)
meşhur hukukçularının katıldığı 1937 Lahey Konferansı’nda,
İslam Hukuku’nun özgün ve “Avrupaî” bir hukuk sistemi
olduğunun kabulü gereğinden fazla ironik değil mi?
Avrupalının İslam’a ve Kitab’ına “çağdışı” ve “yabani”
denmesi, kendi aydınlarına ve tarihçilerine kulaklarını
kapamasıdır. İmam-cemaat, müderris-talebe, şeyh-molla,
ilişkisini hayvan-sahip ilişkisi gibi lanse eden ve bizi bile bize dair
bu yalanına inandıran Batı’nın mütefekkirleri toplumları gibi
düşünmemektedir. İslam’ın demokrasi(Al-i İmran 159.ayet)
ve istişare(Şûrâ 38.ayet) anlayışını ve Hulefa-i Raşidin(Dört
Halife-Cumhuriyet Dönemi) dönemini biraz inceleyen batılı
mütefekkirler(Voltaire, Prens Bismark, Dr.Moris, Gaston
Şarl, Michovd, James Michner, Hammer) kabul ediyorlar
ki İslam, bir demokrasi ve hoşgörü dinidir. Sultan Hamid’in
Hocası, ünlü oryantalist Vambery “Hâlâ dünyanın en
demokratik dini İslam’dır.” demektedir. Necip Fazıl İslam-
Cumhuriyet ilişkisini şu ifadeyle ortaya koyar: “Demokrasi
lafsıyla değil, hakikatiyle İslam’dadır. Cumhuriyet, hakikatiyle
Allah’ın emridir.”(Sahte Kahramanlar)
Yazılı veya sözlü hukuk ile sosyal hayat arasındaki ilişki etle
tırnak gibidir. Bugüne kadar vücut bulan tüm hukuki metinler
toplumdan, toplum hayatından esinlenilerek tümdengelim
mantığında kaleme alınmışken, İslam toplumlarını hayatlarını
Kur’an-ı Kerim’e göre şekillendirmiş, onu hakkiyle tatbik
ettiği sürece en ufak kargaşaya, reforma veya toplumsal
kutuplaşmaya zemin oluşmamış; toplumsal bütünlüğün
sağlandığı bu toplumlar Dünya’ya hükmetmiştir. Dünya’nın
ilk çok uluslu cumhuriyet ve demokrasi sisteminin, insan
haklarının ve sosyal adalet anlayışının temel dinamiğini
oluşturan bu kutlu metin, kendisine sadakatsizlik gösteren ve
şu anki aciz durumuna düşen İslam milletleri için “terakki”nin
yeni ve değişmez referansı, varlığından söz edilebilecek tüm
sosyal zeminlerin şekillendiricisidir.
“Umulur ki, Allah sizinle o kâfirlerden düşmanlık ettiğiniz
kimseler arasında dostluk meydana getirir.” Mümtehine
Suresi 4-7 ayetleri
Furkan Yavuz Benlioğulları
19
mürekkepYeni Anayasa
Bu Ne Gürültü Yahu?
Milletimiz adına yepyeni bir dönemin adı: Yeni Anayasa.
Tüm siyasi partiler bu sözle sandığa gittiler. Tüm sivil toplum,
işin “bizce”sini oluşturmanın derdine düştü. Peki, nedir bu iş?
Ne oluyordu da bu güne geldik? Nerdeyiz ve dahası nereye
gidiyoruz?
Kural Koyuculuk ve Anayasacılık
Dünya toplumları anayasayla ve anayasacılıkla tanışması
yazıdan önceki dönemlere kadar uzanır. İlk yerleşik
toplumlar, aralarında temel kurallar koyarak bu kurallar
düzeninin tesisini bir otokrata devrettiler. Bu güç, zamanla
kuralları şekillendirme yetkisini de içine alınca büyüyen bu
güç formları otoriter sosyal kurallarla desteklendiler. Yazının
keşfiyle beraber Mezopotamya toplumlarından başlayan
yasa üretme faaliyeti, Pers ve Helen medeniyetleriyle eski
karaların geneline yayıldı ve melez bir hal aldı. Bu melez
yapıdan bağımsız Çin ve Amerika kültürlerindeki gelişmeler
coğrafik sebeplerden dolayı sürecin dışında kaldı.
Medine vesikası ve İslam kural koyuculuğuyla beraber melez
sürecin son ürünü Roma geleneği, Orta ve Batı Avrupa’da
daha hümanistik ve hakçı bir yapıya büründü. Bu dönem
için insan-köle haklarında ve toplumsal mutabakatta devrim
niteliğinde olan İslam hukuku, Haçlı akınları, Akdeniz ticareti,
Endülüs ve Osmanlı ilerlemeleriyle merkez Avrupa’ya taşındı.
İslam üniversitelerinde okuyan Avrupalı aydın gençlerin
temellendirdiği hümanizm, olgunlaşma süreciyle beraber,
günümüz de dahil, anayasacılığın temel unsurlarından biri
haline geldi.
İngiliz soyluların, ardından Avrupa’nın zengin şehirlilerinin
monarklara karşı başlattıkları güç mücadelesi, Fransız İhtilali
gibi sembol olaylarla millet meselesi haline getirildi ve önder
çevresinde kolektifleşen anayasaların yerini daha bireyci ve
özgürlükçü anayasalar aldı. Doğu medeniyetleri ise uzun
süren medeniyet üstünlüklerinden dolayı bu gelişmelere
önem atfetmediler ve güçlü otoritelerin yönetimindeyken bu
mücadelelere girişecek siyasi boşluğu bulamadılar.
Milliyetçilik kavramının yükseldiği dönemde vatandaşlığı
temel alan Meşrutiyet anayasaları ise çağın akımlarına
kapılmış milletlerce devleti parçalama aracı olarak kullanıldı.
Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’yle başlayan “vatandaşlık”
paydası, Avrupa kıtasındaki milliyetçilik kavramını etki
anlamında aşabilmek için ikinci dünya savaşı sonuna kadar,
diğer yaklaşımlarca da 80’li yılların sonuna kadar bekledi.
Soğuk Savaş dönemi yaklaşımlarsa komünist olmak ya da
olmamak endeksli olunca, tüm dünya devletleri anayasalarının
yetkileri üstünde icraatlarla milletlerinin çıkarlarını “tartışılmaz
bir fedakarlık”la(!) korudular.
Günümüzde tüm Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş
mantıklarından kurtulmuş Dünya, globalleşme ve buna
direnen otokratların devrilmesi endeksli dönmektedir.
Olağanüstü şartlarda hazırlanan anayasalar, devletler izin
verirse demokratik süreçlerle, izin vermedikleri takdirde
isyanlarla veya dış müdahalelerle değiştirilmektedir. Bu da
karşımıza, Güney Afrika demokrasisi ve Irak demokrasisi
20
mürekkepgibi iki uç örnek çıkartmaktadır. Bu süreci şekillendiren
siyasiler kahraman olmakta, direnenlerse tarih sayfalarında
üniformalarıyla yerlerini almaktadırlar.
Yeni Anayasa
Elimizdeki 82 anayasası, 61 anayasasının demokrat
yapısına “balans” ayarı niteliğinde, apolitikleştirme amaçlı
“ama”lar, “fakat”lar anayasasıdır. 61 anayasasındaki
demokratik bir takım genişlikleri ya da sınırlandırılmamışlıkları
kullanabilecek “demokratik olgunluğa sahip olmayan”
Türkiye halkına, “devlet babamız” kullanabileceği münasip
bir anayasa “lütfetti”. Bu sınırlayıcı, apolitikleştirici, öte
yandan militaristleşmeye ve tekdüzeleşmeye ortam hazırlayıcı
anayasa, “terör” ve “irtica” öcülerinin yükseldiği 90’larda
çok iyi manipüle edildi ve bazı odakların “devletin sahibi”
olduklarını gösteren tapu hükmünde işlev gördü ki hala da
aynı işlevi icra etme mücadelesindedir.
Günümüz Dünya siyaseti ve hukuku, İnsan Hakları
Bildirgesi’ni endeks alan özgürlükçü bir yapıda yeniden
şekilleniyor. Soğuk Savaş döneminde küresel anlamda bir
şakadan fazlası olmayan özgürlükler, 90’ların başından bu
yana otoriter avına çıkmış durumda. Türkiye örneğinde
ise, somut bir diktatör olmasa da, seçilmişlerin doğuştan
seçilmişlerle (dededen atanmışlar) mücadelesi net bir biçimde
gözüküyor. %10’u aşamayan temsil edilemiyor, 5 dakikada
5 parti kapatılabiliyor, seçilmiş hükümet halkın taleplerine
rağmen engellenebiliyor ve ülke vatandaşlarının ciddi bir kısmı
hâlâ “kim” olduklarını devlete anlatamıyorlar. Hâlâ devlet
istediği sivil toplum kuruluşunu “milli güvenlik, kamu düzeni,
genel sağlık ve genel ahlak”a aykırı bularak yasaklayabilir,
engelleyebilir(md.33).
Bir anayasa, milletin ortak metni olma hüviyetini
taşımıyorsa taşımasını sağlamaktan daha öncelikli bir görev
düşünülemez. Adından da anlaşılabileceği gibi anayasa, her
üç vatandaştan birini öyle yada böyle “yüce maddeleriyle”
kapsama alanının dışında bırakıyorsa o vatandaşların
vatandaşlığı değil, o anayasanın anayasalığı sorgulanmalıdır.
Artık muz darbeleri yaşamıyoruz diye, muz cumhuriyetleri
anayasasıyla yönetilmeye devam etmek zorunda değiliz. Biraz
düşünelim, her şey gibi eski anayasamız da ölümlü olmasın?
Furkan Yavuz Benlioğulları
21
mürekkepTelefon ve İletişim
Telefon ile İletişimin Avantajları
• İşleri ve süreçleri kısaltır. Uzun zaman içinde olacak
haberleşme işlemi dakikalara indirilir ve ona göre durum
şekillenir.
• Kullanım rahatlığı, iletişimi sorunsuz hale getirdiği için iki
tarafında olumlu iletişimine katkı sağlar.
• İki kişi arasında olduğundan kargaşa veya çok taraflı
iletişim zorluğu aşılmış olur.
Telefon ile İletişimin Dezavantajları
• Görüşme sırasında başka şeylerle ilgilenmek diyaloga
verilen dikkati azaltıp konuşmanın niteliksizleşmesine neden
oluyor, verimi düşürüyor.
• Görüntü probleminden dolayı beden dili faktörü devreden
çıkıyor. Bu da duyguların yansıtılmasında bazı eksikliklere
neden oluyor.
• Kullanım rahatlığı, telefon iletişimi ile yüz yüze iletişim
arasında uçurum oluşturabilir. Telefonda rahat davranan
insanlar, bu rahatlığı hayata aksettiremeyebilirler.
Görüşme Öncesi
• Görüşme planı yapmalı fakat sırasına bağlı kalmamalıyız.
Planı konuşmanın akışına göre uygulamalıyız.
• Eğer acil değilse, sabahın erken saatleri ile gece
aramamaya özen göstermeliyiz.
• Kolay ulaşılabilirlik için gereken tedbirleri almalıyız.
Arama
• Eğer arama karşı taraftansa çok bekletmemeye, eğer
bizim tarafımızdansa çok çaldırmamalıyız.
• Sinirli olsak bile güler yüzlü telefonu açmalıyız. Bu
konuşmanın seyrini tahmin edemeyeceğimiz kadar etkiler.
• Görüşme için sessiz ve rahat ortamları tercih etmeliyiz.
Söylenilenleri tekrarlatmak iletişim kopukluğuna sebep olur.
• Görüşmeye başlamadan oturuşumuzu dikleştirmeli,
konuşmaya odaklanmalıyız.
22
mürekkep
Görüşme
• Konuşmaya selamlama ve “iyi ..…” kalıplarıyla
başlamalıyız. Nazik ses tonu ile güzel bir giriş, tüm görüşmenin
kader noktasıdır.
• Kendimizi tanıtmalı ve karşımızdakini tanımalıyız. İsmiyle
hitap etmek iletişimdeki kopukluk durumunu engeller.
• Müsait olup olmadığını, herhangi bir ses problemi olup
olmadığını kontrol etmeliyiz. Zor şartlar altındaki görüşme
işkenceye dönüşebilir.
• Samimiyet ifade eden kelimelerle hitap etmeliyiz fakat bazı
gayriciddi hitaplardan (aga,canım,kanka) uzak durmalıyız. Bu
tip hitaplar mesajımızı zayıflatır.
• Karşımızdakinin anlatımına bölücü olmayan, onaylayıcı
kelimelerle katılmalıyız. Konuşmamasını bölmemeliyiz
fakat ölü gibi dinlemek konuşan için “dinlenilmiyorum”
hissine sebep olur. Uzun anlatımdan sonra anladıklarımızı
özetlemeliyiz.
• Samimiyeti bozmayacak ölçüde “Teşekkür ederim”-
“Lütfen” gibi kullanımlarda bulunmalı, görüşmeyi
“teşekkürler, iyi günler” şeklinde sonlandırmalıyız.
• Abartılı ifadelerden kaçınmalı, seviyeyi kaybettirecek
söylemlerden uzak durmalıyız. Telefonla iletişimdeki hatalar
ilişkileri düzelmesi zor bir sürece sokabilir.
23
mürekkepBeklenen Kitap Ama Hangi Atatürk
Hangisi Değil Hepsi
“Bu kitabı yazmanın birçok sebebi var ama merhum
Attilá İlhan da vesile oldu. Onun “Hangi Atatürk“ kitabı
üzerine Milliyet’te bir eleştiri yazdım. İlhan’ın Atatürk’ün
20’lerdeki sözlerinden seçmeler yaparak kendine göre
bir Atatürk kurguladığını belirttim. Sonra kendisiyle
uzun bir telefon görüşmem oldu. Bu kitaptaki amacım
merhum Attilá İlhan’ı değil, yanlış bulduğum bir metodu,
yani Atatürk’ün “seçilmiş“ sözlerini alarak isteğimize
göre bir Atatürk kurgulama alışkanlığını eleştirmek. Bu
şekilde sağcı, solcu, Batıcı, Batı düşmanı, sosyalist, liberal
Atatürkler kurgulanıyor. Hatta AB’ye karşı Atatürk var,
AB yanlısı Atatürk var! Bu metodu yanlış buluyorum.
Doğru bulduğum metod ise şudur: Atatürk’ü tarih içinde,
yaşadığı dönemin şartlarına
bakarak, hangi dönemde
nasıl konuşup davrandığını
inceleyerek araştırmak.
Kitapta yapmaya çalıştığım
budur.“ Yazarımız bu
cümlelerle kitabını gayet güzel
özetliyor ve bize bu konuda
fazla bir şey bırakmıyor. Belki
de cümleleri üzerinde biraz
düşünülürse çok büyük bir
emeğin ürünü olarak ortaya
çıkan kitabının konu hakkında
ne derece yeterli olacağını
belirtiyor. Gerçekten de öyle:
Eser, konu hakkındaki diğer kitaplar arasında yerini zirveyi
zorlayacak şekilde almış bulunuyor.
Dediğimiz gibi bu kitapta emekten ve kaliteden ödün
vermeyen Taha Akyol, Atatürk’ün farklı dönemlerde
hangi kelimeleri ne sıklıkla kullandığı, dini isimlerle olan
ilginç ilişkileri, dış politikadaki siyasi bir dehâ olduğunu
ispatlayan stratejileri ve kitabın genelinde de ön plana
çıktığı gibi bulunduğu durum ve elde etmek istediği sonuç
arasında kurduğu mükemmel bağlantılar ile yeni bir rejimi
nasıl kurduğu gibi konularla kitabı tekdüzelikten kurtarmayı
başarmış ve kitabı oldukça ilgi çekici bir hâle getirmiş. Kitabın
bu özellikleri itibarıyla okur kitlesi tarafından beklenen, merak
edilen bir eser olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Ama Hangi Atatürk’ü, Atatürk ile ilgili birçok eser okumuş
büyük bir bilgi birikimine sahip olan okurlar için farklı
konular arasındaki boşluğu kapatabilecek bir kitap olarak
gösterebiliriz. Kitap, Atatürk’ün askeri bir dehâdan öte asla
unutulmayacak bir siyasi dehâ olarak tarihteki yerini aldığı
sonucuna varmamızı sağlayacak. Konu hakkında belli bir
yetkinliğe ulaşmak isteyen herkesin okumasının adeta şartı
haline gelen kitabı, Taha Akyol’un uzun açıklamaları sıkıcı
olmaktan çıkaran üslubuyla kısa sürede bitirebilirsiniz.
Dergimizin bir sonraki sayısında Sherlock Holmes serisini
sizlere sunmaya çalışacağız. O zamana kadar sizi okumanın
zevkine eriştirecek nice kitaplarla baş başa kalmanız
dilekleriyle uğurluyorum. Esen kalın…
Selman AYDOĞDU
24
mürekkepÜtopyalar
Genel anlamda siyaseti pratik açıdan bir sanat, teorik açıdan
ise bir bilim olarak tanımlayabiliriz. Siyasetin anlamı ve amacı
hakkında günümüze değin çeşitli görüşler ileri sürülmüştür:
Platon, politikanın “İnsanları rızaları ile yönetmek sanatı”
olduğunu belirtirken, siyasal bilimin babası olarak kabul edilen
Aristoteles ise siyasetin “İnsan mutluluğunu gerçekleştirme
sanatı oldugunu” belirtmiş. Büyük Selçuklu veziri Nizâmülmülk
de ünlü eseri “Siyasetname”de başarılı siyasetin “adalete ve
bilgiye dayanan yönetim biçimi” olduğunu vurgulamıştır.
Siyasetin modern bir tanımı da Amerikan siyasal bilimci
Harold D. Lasswell tarafından yapılmıştır. Lasswel siyaseti
“Kimin, neyi, ne zaman ve nasıl aldığını gösteren bir sanat ve
bilim” olarak tanımlamaktadır. İlk kilise babalarından bazıları
devleti ve onunla ilgili olarak siyaseti şeytani bir kurum olarak
görmüşlerdir. G.B. Shaw ise siyaseti “medeniyeti kurtaracak
tek bilim olarak” alkışlarken, karşıt görüşteki bilim adamları
bir bilim olmak şöyle dursun, siyasetin bütün sanatların en
gerisi ve en ilkeli olduğunu vurgulamaktadırlar.(1)
Fârâbî ise, siyaseti, “insanın elde etmek zorunda oldugu
olgunluğun ne ve nasıl olduğunu, ona ulaştıran vasıtaları
elde etmek için yararlı olacak şeylerin neler olduğunu
ve olgunluğun yolunu tıkayan engellerin nelerden ibaret
bulunduğunu, her birinin neden ve niçin mevcut olduklarını
bildiren ve ayırt eden bilimdir.”(2)
Şeklinde tanımlayarak, saadetin elde edilmesini, siyaset
ilmine bağlamaktadır. Saadete nasıl ve neler vasıtasıyla
ulasılacağını bize siyaset ilmi öğretmektedir. Yine bu siyaset
ilmi, herkesin kendi fıtri yeteneklerine göre saadetin elde
edilmesini öğretir.
1 DÂVER Bülent, Siyaset Bilimine Giriş, s.3
2 FARABİ, Mutluluğun Kazanılması, s.12
Siyaset bilimci Immanuel Wallerstein’ın dedigi gibi
“ütopyalar ya da kendi deyimiyle ve benim de özümseyerek
kullandığım “ütopistik” yalnızca bir kelime oyunu mudur? 4
Aslında böyle olmadığı Platon veya Doğu versiyonlu ismiyle
Eflatun’un ve Doğu’da ismini kanıtlamış Yeni Plâtoncu
Fârâbî’nin “ütopik devlet” yapılarını anlatan kitaplarının
birer şaheser haline gelip bugün bile devlet otoritelerinin
el kitabı olma nitelikleri, halen birçok insanın ütopik devlet
yapılanmalarını kendi beyinlerinde yarattıklarının bir kanıtı
olarak karşımıza çıkmaktadır.
“Ütopya”, bildiğimiz gibi, Thomas Moore tarafından icat
edilmiş bir sözcüktür ve kelime anlamı itibariyle “hiçbir yerde”
veya “olmayan yer” olarak da tanımlanabilir. “Olmayan yer”
aslına bakılırsa bilinen bütün ütopyalardaki gerçek sorun
da, yalnızca simdiye kadar hiçbir yerde varolmamış olmaları
değil, fakat yeryüzünde hiçbir zaman var olmayacak cennet
düşleri olarak yani adaletin herkese eşit olarak dağıtılabileceği
25
mürekkep
bir ülke olarak tasavvur edilmeleridir ki, en büyük sorun da
buradadır.5
Çünkü insanlara gerçek adaleti veren ve herkese
bölüştürebilenlerin hakkını verebilen tek güç mutlak güçtür.
Çalışmamızda da aslında görülen belki de en büyük ortak
gerçek bu olsa gerektir. Çünkü iki eserde de bu ütopik devlet
yapılanmalarını sahiplenebilecek iki kişiler, yani, Tanrı’ya
yakın insanüstü varlıklar olarak, birinde filozof ve diğerinde
ise peygamber olacaktır. Böyle olmasının asıl nedeni ise “Faal
(Tanrısal) Akıl”la ilişki kurabilen yegâne ve biricik insanların
Filozof ya da Peygamber olmasından kaynaklanmaktadır.
Dolayısıyla bu iki muteber şahsiyetin ortaya koyduğu devlet
yapılanması hem Fârâbî, hem de Platon’da Tanrısal bir
şeklin topluma yansıması olarak kabul edilmekte, bunu
avama iletecekler de filozof ya da peygamber özelliği taşıyan
İmamlar (Lider, Başkan) olarak görülmektedir.
4 WALLERSTEIN Immanuel, Ütopistik, s.11
5 CIORAN E.M.,Tarih ve Ütopya, s.81
Bir İslam Âlimi Olan Farabi’nin Ütopyasi:
El Medinetül
Fârâbî’ye göre devletin ilk ve en önemli kaynağı evrendeki
düzenden gelmektedir.38
Her şeyin evrensel bir’e bağlı olduğunu belirten Fârâbî,
varlıktaki idari düzen ile toplumdaki idari düzenin bir
bütün olduğunu belirterek, devletin asıl kaynağını bu temel
düzenden alması gerekliliğini ortaya koymaktadır.
Fârâbî devletin Psikoljik Kaynağına vurgu yaparak şöyle
bir açıklama yapmaktadır: “insan, tabiatı gereği medenidir.
Her insan yaşamak ve üstün mükemmeliyetlere ulaşmak için
doğası gereği bir çok şeye muhtaçtır. Bunların hepsini tek
başına sağlayamaz. Her insan, bunun için birçok kimsenin
bir araya gelmesine ihtiyaç duyar. Her birey bu ihtiyaçlardan
ancak üzerine düşeni yapar.
Bütün insanların birbirlerine karşı durumları böyledir.
Böylece her birey tabiatındaki mükemmelleşme ihtiyacını,
ancak başka insanlarla bir araya gelmekle elde edebilir.” 39
Fârâbî, devletin diğer bir kaynağının da adaleti temin
etmesi olduğunu belirtmektedir. Adalet Allah’a aittir fakat
her varlık kendi durumuna göre O’ndan bu cevheri almıştır.
Dolayısıyla insanlarda bu cevher bulunmaktadır. İnsanlar
kendi aralarında adaleti dağıtmak ve düzenlemek için bir
otoriteye ihtiyaçlarından dolayı devlet mekanizmasını ortaya
çıkarmışlardır.40
Farabi‘yi ütopik devlet anlayışı hakkında net bir eser ortaya
koymaya iten asıl etkenin sadece bir filozof olmasından
öte İslam coğrafyasının içinde bulunduğu durum olduğu
söylenebilir. İslam o dönemde altın çağına ulaşmış ve bu
rahatlıkla kendi temel öğretileri arasında yer alan değerlerden
uzaklaşıp dünyevi rahatlığa ağırlık vermeye başlamıştır.Bir
İslam bilgini ve düşünürü olarak Farabi‘nin böyle bir ortamda
düşüncelerini ifade etmeden durması zaten oldukça anlamsız
bir durum teşkil etmiş olurdu.
38 FÂRÂBÎ, İdeal Devlet (El-Medinetü’l Fâzıla), s.67
39 HÜLÂGÜ Orhan, Fârâbî ve İbn-i Haldun’da Devlet
Düşüncesi, s.48
40 FÂRÂBÎ, İdeal Devlet (El-Medinetü’l Fâzıla), s.18 - 19
41 TAYLAN Prof.Necip, İslâm Düşüncesinde Din
Felsefeleri, s.147
Fârâbî’nin devletine kaynaklık eden olgulara değindikten
sonra şimdide ideal devlet anlayışını irdelemeye çalışalım.
Fârâbî’nin ideal devlet anlayışının asıl amaçlarından belki
de en önemlisi: İslâm devletinde tarihsel süreç açısından
M.10. yüzyılda meydana gelen halifeliğin dinsel karakterinin
kesin olarak kaybolması, pratik olarak İslâm öncesi Arap
uygarlıgındaki gibi dünyevi bir güç devletine dönüşmesi ve
İslâm dünyası dışında da gelişmeye devam etmesidir. 41
26
mürekkep
Özellikle halifelik Fârâbî zamanında salt dünyevi bir
hükümdarlık (mülk) olmuş, mahiyeti apaçık bir güç devletine
dönüşmüştür. Halifelerin bir mevki elde etme savasına
girişmeleri, paraya, kadınlara, şaşaalı bina ve yapılara olan
tutkuları, aşk ve yiyecek üzerinde yoğunlaşan ilgileri Fârâbî’de
rahatsızlık oluşturmuştur. Bu durum, Fârâbî’nin, bir filozof
olarak devletin varlığının filozof bir yöneticinin önderliğinde
düzelme ihtimalinin var olabileceğini düşünmesine neden
olur. Çünkü her ne kadar insanlar elde ettikleri ya da ele
geçirdikleri devletlerin ganimetleri ile biraz olsun mutlu
olsalar bile bu felsefî bir mutluluğun tam karşıtı olduğu için
sonu hüsranla biten bir buhran yaşatacaktır insanlara. Bunu
da aşabilecek tek güç vardır. O da temeli felsefe ile inşa
edilmiş bir ideal devletle olacaktır.
Fârâbî’nin ideal devlet anlayışının amacına kısaca
değindikten sonra “İdeal Devlet”inin ismi olan Medine’nin
kaynağına baktığımızda Fârâbî’nin bu konuda Kur’an-ı
Kerim’den ve bazı hadislerinden yararlandığını görmekteyiz.
Bunları örneklemelerle açıklayacak olursak:
Hz. Lut zamanındaki olaylar anlatılırken Kur’an’da
“Medine” kelimesinin geçtiğini görmekteyiz. Fakat, bu
kelime, devlet olarak değil de, coğrafi bütünlüğü ifade eden
“şehir” anlamında kullanılmaktadır. “Şehir (Medine) halkı
sevinerek yanına geldi”.42
Bu cümle ayette aynen geçmektedir. “Medine” kelimesinin
çoğulu “Medain” olarak Kur’an’da geçmektedir.43
Fakat “Medyen” olarak kullanılınca, devlet olarak
kullanıldığına dair bir işaretin varlığından bahsedilebilir.44
42 Kur’an, 15/67.
43 Kur’an, 7/111.
44 BAYRAKLI Bayraktar, Fârâbî’de Devlet Felsefesi, s.35
45 BAYRAKLI Bayraktar, Fârâbî’de Devlet Felsefesi, s.36
Peygamberimizin birçok şehir isminin yerine
“Medine” ismini kullandığını görmekteyiz. Bu bakımdan
“Konstantiniyye” için de “Medine” kelimesini kullandığı
belirtilmektedir.45
Medine’nin çoğulu olarak “Medain” kelimesi de hadislerde
geçmektedir. Böylece burada ortaya çıkan olgu “Medine”
kelimesinin bazen coğrafi bir bütünlüğü ifade eden
“şehir” anlamında kullanıldığı gibi, “devlet” anlamında da
kullanıldığıdır.
Farabi‘nin ütopik devlet teorisinin temelinde yer alan düzen
ve adalet kavramları Allah‘ın sıfatlarının insanda yer alması
olarak açıklanıyor. Bu durum ise İslam‘ın temel öğretileri
arasında yer alan başka bir konudur(Allah‘ın sıfatlarının
varlıklar üzerinde tecelli etmesi).
Fârâbî’de, bu kelime, bazen coğrafi bir bütünlük arzeden
topluluk manasına kullandığı gibi bazen de “devlet” manasına
kullanmıştır. “Devlet” olarak kullanınca, idareleri bakımından
devletleri tasnife tutar. Bunun için devlet idaresi adına yaptığı
felsefeye de “Devlet ilmi=el-ilmu’l-Medeni” ve “Devlet
Felsefesi=el-Felsefetu’l-Medeniyye” demektedir. Böylece,
Medine’yi “devlet” anlamında kullandığını ifade etmektedir.
Fârâbî devleti temel olarak ikiye ayırır: “Fazıl ve fazıl
olmayan devlet”. Fazıl olmayan devleti de dörde ayırır:
“Cahil devlet, fasık devlet, değişebilir (mübadele) devlet, sapık
devlet” olarak. Cahil devleti ise kendi arasında altı bölüme
ayırmaktadır. Bunlar: “Zaruri devlet, değiştirici devlet,
hasis devlet, gösterişçi devlet, zorba devlet, demokratik
devletler”dir. 46
Bu devlet biçimlerine kısaca değinecek olursak:47
1. Zaruri Devlet: İnsanın varlığı için gerekli her türlü
yardımlaşma esasına dayalı devlet modelidir. Fakat bu
yardımlaşma, ideal devletteki gibi insanın gerçek ihtiyaçlarının
aynı değildir. İdeal devlete yakın bir devlettir.
27
mürekkep2. Değiştirici Devlet: Ticaretle uğrasan devlettir.
Baskan, servetin korunması ve biriktirilmesi konusunda
tedbir alan kişidir.
3. Hasis Devlet: Maddi zevkler peşinde olan devlettir.
4. Gösterişçi Devlet: İkramcı ve üstün gelme motiflerinin
hâkim olduğu devlettir. Şeref sahibi olma yolları aranmıştır.
5. Zorba Devlet: Zafer, galibiyet, hâkim olma, sömürme
maksatlarına göre kurulmuş toplumun devletidir. Tek gaye
insanı köleleştirmektir.
6. Demokratik Devlet: Hürriyet ve eşitlik ilkelerinden
doğan bir otorite tavrına sahip devlettir. Bir imkânlar devleti
olan bu devlet, ideal devlete dönüşmeye en yakın devlettir.
Farabi kendi dönemine kadar dünya üzerinde hüküm süren
devletleri incelemiş ve kendince
bunları sınıflandırmıştır.Bu
sınıflandırma oldukça basittir.
Farabi‘nin ideal devletine
en yakın olan devlet ise
demokratik devlettir. Farabi‘nin
bu konuda haklı olduğu daha
sonraki çağlardaki dünya
çapında çok fazla etkisi görülen
demokratikleşme hareketleri ve
kurulan demokratik devletler
örnek gösterilebilir.
İdeal devletin gelişme olanağı
bulabileceği en şanslı devlet
yapısı ise “Demokratik Devlet” yapısıdır.“Demokratik Devlet”,
hürriyet ve eşitlik ilkelerinden doğan bir otorite tavrına sahip
devlettir. Bir imkânlar devleti olan bu devlet, “İdeal Devlet”e
dönüşmeye en yakın devlettir. Şehirlerarasında demokratik
şehir, en çok imrenilen ve mutlu olunandır. Herkes orayı
sever ve orada yaşamak ister. Çünkü orada insan için
karşılanmayan hiçbir arzu ve istek yoktur. Bu bakımdan söz
konusu şehir, öteki bilgisiz şehirler içinde ileri derecede iyilik
ve kötülüğü birlikte bulunduran şehirdir. Burada zamanla
faziletli (erdemli) kişilerin yetişmeleri mümkündür. Faziletli
şehirlerin ve faziletli kişilerin yönetiminin kurulması, zarurî
ihtiyaçları karşılayan şehirler ile demokratik şehirlerde
bulunmaktadır. İste bu yüzden “demokratik şehir” Fârâbî için
çok önemli bir yapı taşıdır.
46 FÂRÂBÎ, İdeal Devlet (El-Medinetü’l Fâzıla), s.99
47 FÂRÂBÎ, İdeal Devlet (El-Medinetü’l Fâzıla), s.100
“İdeal Devlet” örnek devlettir. Saadeti elde etmeye yarayan
ve irade ile yapılan işleri, hareketleri ve melekeleri kontrol
altına alıp sağlamlaştıran devlettir. Buna itaat eden halklar da
faziletli halklardır. İdeal olmayan devlet ise saadet olmadıkları
halde saadet sanılan şeylerin elde edilmesine yarayan iş ve
huyları kontrol altına alır ve bunları birer vazgeçilmez yapar.
Fârâbî‘nin ütopik devlet anlayışının kaynağına iyi bir
şekilde baktığımızda kendisinin şehri ile Platon’nun şehri
arasında belli paralellikler gözlemliyoruz. Fârâbî’nin toplum
teorisi, belli farklarla, Platon’un “polis”ine (şehir devleti)
benzemektedir. Bununla birlikte Fârâbî, Platon’dan bir adım
daha ileri giderek, bütün dünya
ve orta büyüklükteki toplumu da
göz önüne alıp, daha büyük bir
toplumdan söz etmiştir. Fârâbî’nin
içinde bulunduğu islâm kültüründen
dolayı böyle bir toplum anlayışı
uygun olabilir; bu bir yasam tarzı
olarak İslâm’ın evrenselliği ile de
uyumludur. Fârâbî, “El-Medinetü’l-
Fazıla”da mümkün olan en yüksek
iyi’ ve ‘son derece mükemmel’
olan ilk toplumun bir sehir devleti
olduğunu ve bunun da daha küçük
bir siyasal birlik olmadığını ilave
etmiştir.
İnsana, özgür iradesi ve seçimi rehberlik ettiğinden dolayı,
gerçek mutluluk sadece bu ideal devlette (El-Medinetü’l-
Fazıla) elde edilebilir. Çünkü insanlar kötülükten ziyade iyiliği
artırma konusunda, birbirlerine sadece bu devlette yardımcı
olabilirler. Değerli şeylerin yapılması ve gerçek mutluluğa
götüren erdemler sadece uygun ve genel bir şekilde, bu
şehirlerde ve toplumda yerine getirilebilir.
Farabi‘nin ütopik devlet anlayışında ilerledikçe görülecektir
ki Farabi‘nin her bireyin mutluluğu için göstermiş olduğu
temel ilkeler İslam ilkeleriyle birebir örtüşmektedir. Ancak bu
ilkeler evrensel değerler olmasına karşın birçok filozof kendi
28
mürekkepütopik devlet modellerinde bu ilkelerden bahsetmemişlerdir.
Ayrıca şunu da önemle belirtmek gerekir ki Farabi‘nin ütopik
devlet anlayışı yine diğer birçok ütopik devlet modelinden
çok daha geniş toplumları kapsamaktadır. Bunun da yine
hedeflenilen mutluluğun evrensel olması açısından İslam‘la
ilişkilendirebiliriz.
Filozofun düşüncelerinin merkezinde insan vardır.
Çünkü insan, fizik ile metafizik âlem arasında bir köprü
görevi yapmaktadır. İnsan, bedeni ile bir maddeye bağlıdır.
Taşımış olduğu nefis ya da can ile beraber canlılar âlemine
girmektedir. Canlılar dünyası, hareketlerin, çarpışmaların,
toplanmaların, yardımlaşmaların dünyasıdır. İnsanlar,
topluluklar oluşturur. Ancak bu topluluk herhangi bir canlı
grubunun oluşturduğu gibi değildir. Burada iradeli davranışlar,
davranışların sebepleri, sonuçları, cezaları ve mükâfatları
olacaktır. Topluluk düzeninin bir parçasını oluşturan fert,
kendi şahsiyeti içinde müstakil bir bütündür.
Fârâbî, klasik Yunan felsefesi, özellikle Yunan siyaset
felsefesi ile İslâm’ı uzlaştırmaya çalışmış olan ilk filozoftur.
Düşünür, iki özelliği ile yani genel olarak Antik - Yunan
felsefesi, özel olarak Platon - Aristotelesçi siyaset felsefesini
İslâm’la bağdaştırmak, uzlaştırmak çabası ve bu amaçla
gerçekleştirmiş olduğu sistemi ile İslâm düşüncesini,
kendisinden sonra gelen diğer filozofları etkilemiştir.
Düşünürün bazı eserleri ve yorumlarının bir kısmı Latince’ye
çevrilmiştir. Bunların yanında, kendi felsefesini anlattığı
eserleri Batı ortaçağındaki filozoflar tarafından bilinmekteydi.
Bununla beraber psikoloji, metafizik ve mantık eserlerinden
Latince’ye çeviriler yapılmıştır. Yalnız XII. ve XIII. yüzyıllarda
İslâm dünyasındaki eserlerden ele geçenler Latince’ye
çevrilmiştir. Çünkü bazı eserler tam tercüme edilememiş,
bazıları da ya göç sırasında ya da yangınlarda yok olmuştur.
Fârâbî, Aristoteles’in eserlerinin, Arapça’ya tercümelerinin
analizi, elestirişi ve izahı ile ondan önce Doğu felsefesinde
hüküm süren tabiat felsefesi yerine bir zihniyet felsefesini
getirmiştir. Felsefede, kimyacıların ve tecrübecilerin yerini
kavramcılar almıştır. Fârâbî sayesinde ilk İslâm felsefesi
mektebi X. yüzyılda kurulmuştur. Fârâbî Arapça’yı çok
mükemmel bir tarzda kullanmıştır. Fârâbî’nin felsefesi kadar
ahenkli, biraz sunî de olsa insicamlı bir felsefe Arap dilinde
bulunamaz. Bu tutarlılık ve ahenk sebebiyle filozof, eski
Yunan’ın iki büyük filozofunun - Eflatun ile Aristoteles’in - ayrı
ayrı felsefî düşünceler yaratmış olmalarını kabul edememiştir.
Bunların aynı felsefî sistemi düzenlediklerini ispat etmeye
çalışmıştır. “Fârâbî Syncretisme”i diye isimlendirilen bir felsefî
sistem kurulmuştur. Bu felsefî sistem Eflatun ve Aristoteles’in
fikirleri uzlaştırılarak oluşmuştur. Fârâbî, kendi “syncretiste”
felsefesini İslâm inançlarıyla uzlaştırmak istemiştir. Ruh
temizliğine önem vermiş ve felsefî düşüncenin temeline bunu
koymuştur. Aristoteles mantığına dayanan akılcı bir metafizik
sistemi geliştirmiştir. Düşünce sistemindeki üniversalizm de
“kâinat bütünlüğü” İslâm’ın “Tanrı - kâinat” arasındaki daimi
ve kopmaz bağın bir başka ifadesidir. Buradaki dünyaya
hâkim olma fikri ise “İslâmîyet’in bütün dünyayı ve bütün
insanlığı içine alması” fikrine dönüşmüş gibidir. Hâkimiyeti
elinde bulunduran, bütün faziletleri kendisinde toplamış
olan Hz. Muhammed olacaktır. Fârâbî de bunu böyle
düşünmektedir.48
“Fârâbî, Aristotelesçi olmasına rağmen, kendi felsefesinde
tam Yeni Eflatuncu geleneğe göre düşünüyordu. Bundan
dolayı Batı ortaçağında Yeni Eflatunculuk’tan faydalanmak
isteyen akımlara, başlıca Augustinisme’e dayanak görevi
gördü”. Platon‘un eserlerini Yunanca‘dan çeviren, dolayısıyla
bu eserlerin Batı dünyasına tanıtılmasına vesile olan Fârâbî,
siyasi çözülmenin belirginlestiği bir çağda yaşamıştır. Fârâbî,
siyasi düşüncenin alanının sadece soyut ve sırf aklî düşünce
olmayıp, olayların gözlenmesi ve incelenmesine dayalı pratik
bir düşünce olduğu kanaatindedir.
Fârâbî‘ye göre asıl olan mutlu olmaktır. Filozofun siyasetle
ilgili fikirleri de bu kavram etrafında şekillenir. Mutluluk,
mutlak olarak iyiliktir. Mutluluğa ulaşmada faydası olan
her şey, kendinden dolayı değil, mutluluğa ulaşmaya vasıta
olduğu için iyidir.
Hatırlanacağı gibi Sofist Protagoras da insanların bir
arada yaşama zorunluluğundan söz etmişti. Fârâbî‘nin bu
konuda Protagoras‘tan ayrıldığı nokta, Protagoras, hayat
mücadelesinde insanın başarılı olabilmesi için bir arada
yaşamayı şart koşmasına rağmen Fârâbî, bir arada yaşamayı,
insanın mükemmeliyete ulaşması için öngörmektedir.
Fârâbî, toplulukları üçe ayırmıştır. Birincisi ve en büyük olanı
“dünya”dır. Ortada olan ikinci sosyal grup ise, “millet”tir.
Nihayet en küçük topluluk, Fârâbî‘nin “kent topluluğu” diye
tanımladığı topluluktur. Bu üç topluluk filozofa
48 BOER T.J. De, İslâm’da Felsefe Tarihi, s.44
29
mürekkep
göre tam topluluk kategorisine dahildir. Kentin alt birimleri
olan mahalle, sokak, ev ve yine kentin hizmetçisi olan köy ise
tam olmayan eksik topluluklardır. Filozof, esas olarak şehri
(kent) almaktadır. Mutluluk, şehirden küçük olan topluluk
merkezlerinde değil, şehirlerin sınırları içinde elde edilir.
İnsanın olgunlaşması ancak şehirde mümkün olabilir. Sadece
elbirliği ile çalışan insanların bulunduğu şehirlerin oluşturduğu
bir devlet, erdemli bir devlet, aynı şartlar içerisinde bulunan
bir dünya erdemli bir dünya haline gelebilir.49
Farabi birçok ütopik devlet anlayışında olduğu gibi kendi
teorisinde de bir devlet başkanı düşünmüş ve bu kişiyi Hz.
Muhammed (a.s) olarak göstermiştir.
Tüm zamanların en muhteşem insanı olması itibarıyle bu
karar her müslümanın kabul ve takdir etmesi gereken bir
karardır. Bu kararın doğruluğunu ortaya koyması açısından
başka dinlere mensup önemli kimselerin Hz.Muhammed‘i
(a.s) öven, O‘nu takdir edip, büyüklüğünü kabul eden sözleri
örnek olarak gösterilebilir.
El Medinetül Fazıla‘da hedef olarak yer alan temel esas
insanların mutluluğudur. Bu mutluluğun sürekli olması ise
bütün toplum olarak yaşanmasına bağlıdır.
En küçük toplumda sağlanacak olan mutluluk paralelinde
büyüyerek evrensel mutluluğu beraberinde getirecektir. Bu
sav oldukça ilgi çekicidir. Ancak mümkün olması imkansızdır.
Evrensel mutluluğun sağlanması bu temele dayandırılsa bile
en küçük toplum Farabi‘nin belirttiği kadar büyük değildir.
Hatta tam zıddı olarak çok küçüktür.Benim şahsi fikrimce
evrensel mutluluğu etkilemesi her birey en küçük toplumu
teşkil eder.
49 FÂRÂBÎ,
Selman AYDOĞDU
30
mürekkep
mürekkep