64
OCAK 2019 / SAYI 13 www.gazeteduvar.com.tr Hafıza

OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

  • Upload
    others

  • View
    1

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

114 forum

OCAK 2019 / SAYI 13

www.gazeteduvar.com.tr

Hafıza

Page 2: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

2

Selamlar,

Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi için gerekli düşünsel, uzmanlığa dayalı içeriğin üretim ve sunumuna da önem vermeye gayret etti. İnternetin sağladığı hızlı enformasyon ve bilgi akışının yararlarının yanı sıra, bir müddet sonra baş edilmesi zor bir kargaşaya, en özetle aranan şeyin bulunmasını güçleştiren bir entropiye yol açmak gibi zararlı yönleri de olduğu malum. Bu güçlüğü aşabilmek için başladığımız, Forum sayfalarında kullanılan metinlerin bir derlemesinden oluşan dergimizin on üçüncü sayısının başlığı ‘Hafıza’.

Tezcan Karakuş Candan, Zerrin Kurtoğlu, Gözde Yılmaz, Hayri Demir, Sharo I. Garip, Oktay Candemir, Aras Aladağ, Muazzez Uslu Avcı, Korhan Gümüş, Özgün E. Bulut, İlayda Karabulut, Mahmut Üstün, Buket Türkmen, Elçin Aktoprak

Her zaman dediğimiz gibi: Gayret bizden himmet okurdan… İyi okumalar.

Yayın Tarihi: Ocak 2019 Genel Yayın Yönetmeni: Ali Duran Topuz Yayına Hazırlayan: Cennet Sepetci

AND Gazetecilik ve Yayıncılık, San. ve Tic. A.Ş. adına Yayın Sahibi: Vedat Zencir İcra Kurulu Başkanı ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ömer Araz Katkıda Bulunanlar: Tezcan Karakuş Candan, Zerrin Kurtoğlu, Gözde Yılmaz, Hayri Demir, Sharo I. Garip, Oktay Candemir, Aras Aladağ, Muazzez Uslu Avcı, Korhan Gümüş, Özgün E. Bulut, İlayda Karabulut, Mahmut Üstün, Buket Türkmen, Elçin Aktoprak

Yönetim Yeri: Maslak Mahallesi Ahi Evran Cad. Nazmi Akbacı İş Merkezi 233-234 Sarıyer/İstanbul Santral (212) 3463601, Faks (212) 3463635

Duvar Dibi Dergi’de yayımlanan yazı, haber ve fotoğrafların her türlü telif hakkı AND Gazetecilik ve Yayıncılık Sanayi ve Ticaret A.Ş.’ye aittir. İzin alınmadan, kaynak gösterilmeden ve link verilmeden iktibas edilemez.

https://[email protected]

© 2019 Gazete Duvar

Page 3: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

3

Bu sayıda...

5

Şekerin bahçesi

12

Hafıza ve unutuş

18Kürdistan’da self

kolonizasyon: Bir

sömürgecilik teknolojisi

olarak ‘protez akıl’

29

Murat Belge’yi ve sol

liberalleri hatırlayan kim

var?

8Hrant’la ve Hrant’ta dile gelen

14‘Bir daha asla!’ diyememek…

2690 kuşağı artık 40 yaşında...!

35Dersim’in yazılmamış hikayelerinden: Torun Hanım’ın mucize kurtuluşu

Page 4: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

4

Bu sayıda...39

Büyükada Rum

Yetimhanesi ‘En Çok

Tehdit Altındaki 7 Miras

Listesi’nde

47

Şeker Ailesi ve emeğin

satılması

53

Scorsese, sessizlik ve

direniş

60

Kitaplarda ‘Hafıza’

44‘Ne varsa yarım kalmış geleceğimizdir’

49Bu ülkeden bir Ecevit geçti

58Durduğu yerde yanıyor ellerimiz

Page 5: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

5

Şekerin bahçesiSavaştan çıkmış halkın moral bulduğu şeker fabrikalarının yoksul halka sağladığı mekansal olanaklara, bugün bir yerleşke içerisinde ancak milyonlarca liraya mal olan güvenlikli rezidans ve sitelerde ulaşılabilmektedir. Şeker fabrikaları taşıdığı mekânsallıkla fabrikadan ötedir. Cumhuriyetin halkına sunduğu kamusal alanlardır.

TEZCAN KARAKUŞ CANDAN

19 MAYIS 2018

Kentlerin azgın yapılaşmadığı dönemlerde, çocukluk aklımızla, dağ bayır dolaşır, o Türk filmlerine konu olan yaşlı huysuz ama iyi kalpli, amcaların teyzelerin bahçelerinden meyveleri aşırmanın keyfini yaşardık. Bahçe duvarlarını düşmeden aşmak, yakalanma-dan bahçeye girmek, meyveyi dalından düşürmek için taş atmak, uzun değnek kullanmak, ezber bilgilerden daha çok matematiği, yaşamı öğretiyordu bize. Hayat böyle bir şey. Dokunarak, hissede-rek öğrendiğinizi unutturmuyor işte.

Okullar tatil olunca, kentlerdeki küçük özgürlük alanlarımızı okulun açılması sürecine bırakarak gittiğimiz memlekette bir yaz tatilinde öğrendim şekerin bahçesini. Kocaman elmaları vardı. Isırdığınızda ağzınızın iki kenarından akan su, daha silinemeden

Page 6: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

6

“ Mekan böyle bir şey işte, hafızanızın derinliklerinde bulunan bir şeyi, bir kelime, bir duvar, bir fabrika bir okul, bir sinema ya da başka bir şey, bir anda bugüne taşıyor, hatırlatıyor. O hatırlama anı ile yüzünüzdeki o gülümseme, o mutluluk var ya, işte onun hiçbir şekilde maddi karşılığı olmadığı gibi bizim varlık nedenimiz, hayata tutunuşumuzun sebebi. Çünkü o bizim kolektif

hafızamız.“

üzerinize damlardı. Hayatımda öyle elma yememiştim. “Şekerin bahçesinden” dediler. Meyve aşıracak yeni bir bahçe bulmanın keyfiyle göz göze gelen kuzenler için şekerin bahçesine gitmek zorunluluğumuz olmuştu. Lakin şekerin bahçesinin öyle bahçe duvarlarından, yakalanmadan gireceğimiz bir yer olmadığını çok kısa sürede öğrendik. Sonra hepimizin elinden tutarak bizi şekerin bahçesine götürdüler. Şeker ne teyze ne amca idi. Şeker hayattı, elmayı dalından koparttığımız, piknik yaptığımız, doya-sıya yeşil alanlarında koştuğumuz, kahkahalar attığımız, tiyatro, sinema izlediğimiz, golf oynarken, elimizdeki sopa ve top ile matematiği ve fiziği öğrendiğimiz, yüzmeyi öğrendiğimiz yerdi. Şekerin bahçesi şimdi daha iyi anlıyoruz ki bizim olmayan, bizim bahçemizdi.

Çocukluğumun güncesinde kalan, belki de bu ülkenin binlerce yoksul çocuğunun yaşadığı bu anı ve yaşanmışlığı, bugünlerde satılması gündeme gelen şeker fabrikaları gündemi hafızamın derinliklerinden bulup gün ışığına çıkarttı. Mekan böyle bir şey işte, hafızanızın derinliklerinde bulunan bir şeyi, bir kelime, bir duvar, bir fabrika bir okul, bir sinema ya da başka bir şey, bir anda bugüne taşıyor, hatırlatıyor. O hatırlama anı ile yüzünüzdeki o gülümseme, o mutluluk var ya, işte onun hiçbir şekilde maddi karşılığı olmadığı gibi bizim varlık nedenimiz, hayata tutunuşu-muzun sebebi. Çünkü o bizim kolektif hafızamız.

Şeker üretiminde dışa bağımlı olan Osmanlı’nın çok uğraşmasına rağmen yapamadığını, 1923 yılında İktisat Kongresi ile kararları alınmış, Cumhuriyetin ilanı ile hayata geçirilmiş şeker fabrikaları yapmıştır. Bugün bu fabrikalar biriciktir, eşi benzeri yoktur. Eko-nomik kalkınma ile birlikte yaşamsal kalkınmanın önemli me-kanları olan şeker fabrikaları, mekansal planlaması ile bugün bile karşılaşamadığımız bir devrimci bakış açısını barındırmaktadır. Fabrika yerleşkesi içerisinde yapılan mekanlar, peyzaj düzenleme-leri modern bir toplumun öğrenme, üretme ve paylaşma okulları olarak karşımıza çıkmaktadır. Şeker fabrikaları ile birlikte yerleşke içerisinde, işçiler için inşa edilen konutlar, mevsimlik işçiler için planlanan lojmanlar, misafirhaneler, işçi çocuklarının ve kentte yaşayanların eğitimi için yapılan okullar, meslek edindirme kurs-ları, okuma yazma bilmeyen halka yönelik açılan okuma yazma kursları, spor tesisleri, yüzme havuzları, stadyumları, golf sahaları, futbol takımları, balo, sinema ve tiyatro salonları, lokantalar, has-tane ve ucuz satış mağazaları, piknik alanları ile yapıldığı kente kimlik ve hayat vermiştir.

Savaştan çıkmış halkın moral bulduğu şeker fabrikalarının yoksul halka sağladığı mekansal olanaklara, bugün bir yerleşke içerisinde ancak milyonlarca liraya mal olan güvenlikli rezidans ve sitelerde ulaşılabilmektedir. Şeker fabrikaları taşıdığı mekânsallıkla fabri-kadan ötedir. Cumhuriyetin halkına sunduğu kamusal alanlardır. Cumhuriyetin aydınlanması, kolektivizmi, toplumsal cinsiyet eşitliğinin hayat bulduğu, bilimin ve sanatın boy verdiği, sağlıklı

Page 7: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

7

nesillerin yetişmesinin spor mekânları, halkın teknolojiyle tanıştığı aydınlandığı alanlardır. Bir halk üniversitesi kimliğini içerisinde ba-rındıran şeker fabrikalarının satışına ilişkin her kesimden karşı çıkış olmasının arkasında yatan şey bir ülkenin kurulmasında ve gelişme-sinde hepimizin hayatına dokunan ve birlikte yarattığımız kolektif hafızamızın varlığıdır. Bugün satılmak istenen şeyde tam da budur. Bizim direnme gücümüzü arttıracak ve tüm baskılara karşı koyabil-me gücünü bulacağımız ortak hafızalarımızın yok edilmesidir.

O gün çocukluk hafızamın en derinlerine işleyen şekerin bahçesi bu ülkenin yokluğunu varlığa dönüştürdüğü ve devleti ana, baba, komşu yapan sevgiyi büyüten yerdir. Bir çocuğun dalından kopar-tarak ısırdığı elması, bir işçinin çalıştığı, barındığı, çocuğunu okula gönderdiği, çatal bıçak tutmayı, okumayı öğrendiği, dans ettiği, maç yaptığı, hastanesinde tedavi olduğu, havuzunda yüzdüğü, konser dinlediği, film seyrettiği, ağacının gölgesinde serinlediği şekerin bahçesini, fabrikasını satmak isteyenler işte bu nedenle kaybedecek-ler. 3 Nisan’da başlayacak şeker fabrikalarının satışının yapılacağı ihale sürecinde, satmak isteyenlerle, ihaleye girenlerin gözlerinin içine bakmak, boyalı elma şekerleri ile bizi kandıramayacaklarını söylemek için orada olmaya ne dersiniz?

Page 8: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

8

Tam 10 yıl önce, kendisini barışa adamış bir insan, Hrant Dink, milliyetçilik hastalığına tutulmuş bir tetikçi tarafından başın-dan vurularak katledildi. Hastalığı bulaştıranların ve dahi katl suçunu organize edenlerin yargılanmak bir yana taltif edildiği; ya da şimdilerde, Hrant’ın katledilmesinin, iktidarın artık terör örgütü olarak işaretlediği sabık ortağının suç hanesine yazıldığı 10 yıllık dava sürecinin sonunda gelinen noktada, Hrant hala o kaldırımda yatıyor!

Hrant Dink’i, pek çok insan gibi ben de en çok şu üç kavram eşliğinde yazdım kendi kişisel tarihime: Hafıza, diyalog ve barış. Geçmişin kayıplarını ve acılarını diyalogla aşarak barış içinde yaşamaktı onun özlemi! Çünkü o, unutturulmak is-tenen ve doğrusu her türlü eğitim ve öğretim aracı kullanılarak unutturulmuş olan trajik bir geçmişin, şimdiki zamanda dile gelen hafızasıydı. Öyle bir hafıza ki hem o geçmişi gün ışığına çıkartıyor; hem de bugünü geçmişin acılarından arındırmaya

Hrant’la ve Hrant’ta dile gelenHer hafıza gibi Hrant’ın hafızası da geçmişi kendi deneyimlerinin, duyarlılıklarının filtresinden geçirmişti. Hrant’ın filtresi, özgürlüktü, eşitlikti, demokrasiydi... Hrant’ın dili barışın diliydi ve hepimizin dilini, gramerini, imlasını, lügatini etkilemeye, değiştirmeye başlamıştı.

19 OCAK 2017

ZERRIN KURTOĞLU

Page 9: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

9

çalışıyordu. Hrant’ın dediği gibi tehcir ya da katliam ya da kıyım ya da soykırım, her ne adla adlandırırsak adlandıralım Anadolu’nun dört bin yıllık kadim halkı olan Ermenilerin 1915’te uğradıkları Büyük Felaket’ten söz ediyorum.

‘BU TOPRAKLARDAN TEKRAR TEKRAR KOVUYORDUK’Hrant’ın çabası, gayet resmi, gayet milli ve gayet militarist tarih yazıcıları tarafından Türklük ve Müslümanlık filtresinden geçirilerek yazılan milli ders kitapları ile biçimlendirilmiş kolektif-zenofobik hafızamızı, içine tıkıştırıldığı sığ milliyetçi hücrenin dışına dav-et etmekti. Çünkü öyle sorgusuz sualsizdik ki kolektif hafızamıza nefret söylemi ile kaydolan Ermenilerle, her sene illerin kurtuluş günlerinde, kendilerinden “çok şükür” kurtulduğumuz düşmanlar, işgalciler olarak biteviye savaşıyor ve onları bu topraklardan tekrar tekrar kovuyorduk. Bu toprakları onlara yar etmemiş olmanın mut-luluğu ve kıvancıyla dolarak küçük hücrelerimizde arınıyorduk.

Ama işte, geçmişin hayaletleri Hrant’ın sesi ile bizimle konuşmaya başladığında, bazılarımız duyduğu sesin samimiyetine, bazılarımız yanlış giden bir şeyler olduğuna dair sezgisine, bazılarımız da mer-akına kapılarak hücrelerimizin dışına çıkıp Hrant’a kulak verdik.

HRANT’IN HAFIZASIKuşkusuz her hafıza gibi Hrant’ın hafızası da geçmişi kendi deney-imlerinin, duyarlılıklarının filtresinden geçirmişti. Hrant’ın filtresi, özgürlüktü, eşitlikti, demokrasiydi. Orada insan vardı, diyalog vardı, barış vardı. Bu filtre, hayata, insanın kapasitesine, yaratma kudre-tine aşkla tutunan Hrant’ın hafızasının, geçmişi okuma kılavuzuydu ve Hrant’ın, bu topraklarda katledilen bir halkın, kendi halkının o trajik geçmişinden bugüne, diyalog için, barış için, gelecek için güçlü köprüler inşa etmesini sağlamıştı. Oysa bizim milli hafızamız, savaşlarla, düşmanlarla, marşlarla örülmüştü ve çok yoksuldu. Ora-dan dünyaya açılmak, dünyayı kucaklamak mümkün değildi. Ama Hrant’ın sesi, herkesi herkese ve dünyaya davet ediyordu. Ermenilerin uğradığı soykırım felaketinin anısı ve tarihi Hrant’la birlikte, kamusal bir mesele olarak ifade edilir, tartışılır hale geldi. Hrant’ta dile gelen hafıza, yalnızca unutmaya karşı değil, katliamı kasten karartan resmi hafızaya karşı da güçlü bir direnişti. Çünkü Hrant sözünü, insani değerlere ve insani kapasiteye binaen kurmuş ve bu kapasiteyi harekete geçirmeyi başarmıştı.

KARARTILAN ACILARHrant’ta ve Hrant’la dile gelen, tam da bu yüzden kavramlar değil, onca zaman karartılan ve susulan acılardı! Zira kavramlar, ko-laylıkla, olayları ya da geçmişi kendileriyle akılsallaştırarak içine

“Hrant’ın filtresi, özgürlüktü, eşitlikti, demokrasiydi. Orada insan vardı, diyalog vardı, barış vardı. Bu filtre, hayata, insanın kapasitesine, yaratma kudretine aşkla tutunan Hrant’ın hafızasının, geçmişi okuma kılavuzuydu ve Hrant’ın, bu topraklarda katledilen bir halkın, kendi halkının o trajik geçmişinden bugüne, diyalog için, barış için, gelecek için güçlü köprüler inşa etmesini

sağlamıştı.“

Page 10: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

10

kapandığımız hücrelerimizin duvarlarına dönüşebilirdi. Bu yüzden, 1915’te yaşananların adını koymaktan daha değerliydi, yaşayanların ve ölenlerin acılarını anlatmak… Kavramlar insanları birbirinden ne kadar uzaklaştırıyorsa acılar o kadar yakınlaştırıyor-du. Acılar insan yanımızı, sahip olduğumuz insani kapasiteyi ve kudreti kışkırtıyordu. Hrant’ın anlattığı hikâyeler, bu yüzden sarstı herkesi…

Hrant o kadar samimi, o kadar sahici ve o kadar sarsıcı bir dille anlatıyordu ki yitik Ermenilerin yitik acılarını, o acılar şimdide görünürlük kazanıyor, şimdide teselli arıyorlardı. Hiç tanımadığımız insanların acılarını paylaşıp, onların yasını tutmayı öğrendik Hrant’la. Umut eden, çare üreten, çıkış yolu bulan insani kudretimizin farkına vardık. Gayet resmi şırıngalarla toplumsal hafızamıza zerk edilen hastalıkların şifasıydı Hrant! Anadolu halk-larının gelecekleriyle geçmişleri arasındaki çorak bölgeyi yeşerter-ek birleştiren bilgesiydi. Çünkü o bu toprakların hakikat ışığıyla döllenen ilâhî hafızası, Hızır’ıydı.

BABİL’IN ÇOCUKLARIHrant muhatap olduğu her insanın dilini anlamaya ve o dilde kendi hafızasına kayıtlı acılara, kaygılara, umutlara bir karşılık yaratmaya çalışıyordu. O kayıp Babil’in, birlikte bir gelecek inşa et-menin, birbirinin dilini anlamaktan geçtiğini bilen çocuklarından biriydi. Tanrının, birbirlerini anlamasınlar diye insanların dilini karıştırmasına rağmen, duyguların dili ortaktı. Hrant işte bu dille, vicdanla demlenmemiş bir aklın zulmünden muzdarip olanların diliyle konuşuyordu.

Hrant’ın dili, karşılaşmaya, yüzleşmeye, diyaloga davet ediyordu. Çünkü o sözünü, birlikte dünyayı dönüştürmek üzere kuruyordu. Bu yüzden herkesin dilini anlamaya hazırdı. Bu yüzden onun sözü, düşünme ve eylemi birlikte içeriyordu. Sözü, ancak böyle kurarsak insan kapasitemizi, eyleme, düşünme, dönüştürme kudretimizi edimselleştirebilirdik.

Hrant’ın sözü, gerçek bir diyalogun bütün koşullarını taşıyordu. Derin bir dünya ve insan sevgisiyle, alçak gönüllülükle, insanın yapma, yaratma, yeniden yaratma kudretine inançla, umutla, eleştirel ve eylemden kopmayan bir düşünme cesaretiyle maluldü. Bu yüzden Hrant’ın dili barışın diliydi ve hepimizin dilini, gramer-ini, imlasını, lügatini etkilemeye, değiştirmeye başlamıştı.

HRANT’LA BİRLİKTE YOK EDİLMEK İSTENEN10 yıl sonra tekrar Hrant Dink’le birlikte nelerin yok edilmek istendiğini düşünelim. Hrant’ın katline ferman verenlerin amacı, Hrant’ta ve Hrant’la dile gelen, gün ışığına çıkan her ne varsa onların hepsini yeniden yok etmekti; Hrant’ın düşlediği, hayat

“O kayıp Babil’in, birlikte bir gelecek inşa etmenin, birbirinin dilini anlamaktan geçtiğini bilen çocuklarından biriydi. Tanrının, birbirlerini anlamasınlar diye insanların dilini karıştırmasına rağmen, duyguların dili ortaktı. Hrant işte bu dille, vicdanla demlenmemiş bir aklın zulmünden muzdarip olanların diliyle

konuşuyordu.“

Page 11: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

11

verdiği, kucakladığı her ne varsa onların hepsini katletmekti.

Yani geçmişi ve geleceği yok ederek hepimizi boşlukta sallanan bir şimdinin hapishanesine tıkmaktı. Böylece, Hrant’ın cümleleri ile söyleyeyim, bu topraklarda farklı dillerden söylenen türküler-le, birlikte halaya durma umudumuzu yok etmek istediler; bir-birlerinin dilini bilen ve konuşan farklılıkların biraradalığını; cemaat göletlerinden, Türkiye denizine, oradan da evrensellik okyanusuna kulaç atma imkânımızı; travmalarımızdan kurtu-larak normallaşme ihtimalimizi yok etmek!..

Bugün yaşadığımız ülke, her bakımından 10 yıl öncesinin çok gerisinde… Ama en kötüsü, kötülüğün sıradanlaşması sürecinin tamamlanmış olması… Artık adaletten, vicdandan, diyalogdan, barıştan söz etmek, yalnızca devlet için değil, gerçeklik algısı tarumar edilmiş çoğunluk için de suç ve suçluyu övmekle eş an-lamlı hale geldi. Faşizmin bin bir yüzünün cirit attığı; muhalif her sesin, cebirle, tehditle, kanun kılığına sokulmuş kanunsuz uygu-lamalarla, gayrı meşru bir şekilde susturulmaya çalışıldığı; nefreti ve ayrımcılığı körükleyen yeni filtrelerle, Sünni İslam ve Türklük filtresiyle yeni bir resmi tarihin yazılmaya başlandığı bir dönemin tanıklarıyız. Bu tanıklık, tam da Hrant’ın dediği gibi, bugüne ba-karak tarihi anlamamızı sağlıyor. Garo Paylan’a milli mutabakatla verilen ceza, geçmişte neler olmuş olabileceğine ışık tuttuğu gibi, Hrant’ın katledilmesinin nedenini de aydınlatıyor.

RESMİ TARİHİN ÇELMELERİBugün Garo Paylan’ı cezalandıranlar, barış ve adalet talebini terör torbasına sokanlar, eleştirel düşüncenin eylemle; gerçeğin toplumla buluşmasını engelleyeceklerini sanıyorlar. Ama yanılıyorlar… Nasıl ki resmi tarihin bütün çelmelerine, karart-malarına, inkârına rağmen, 1915 gerçeğinin, dönemin tanıkları vasıtasıyla, şiirle, romanla, hikâyeyle halkın tahayyülüne sızması engellenemediyse; aynı şekilde bugünün karatılan gerçeğinin de toplumun tahayyül ve hafızasına sızması engellenemeyecektir. Çünkü birbiri üstüne bindirilmiş karanlıklar arasında unutuluşa terk edilse bile, gerçeğin, hep denildiği gibi, ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu vardır.

Hrant’ın miras bıraktığı hafızamıza kayıtlanan umudu, hücrel-erimizden çıkıp dünyaya açılma imkânını, barış içinde birarada yaşama ihtimalini yok etmek artık mümkün değildir… Bu umut, bu imkân, bu ihtimal, bu biraradalık Hrant’ın yalnızca mirası değil aynı zamanda vasiyetiydi ve bu vasiyete sahip çıkanlar, hala barışın dilini inşa etmeye çalışıyorlar… Tıpkı Hrant gibi, derin bir dünya ve insan sevgisiyle, alçak gönüllülükle, insanın yapma, yaratma, yeniden yaratma kudretine inançla, umutla, vicdanla demlendirilmiş bir akılla, eleştirel ve eylemden kopmayan bir düşünme cesaretiyle ve bedel ödeyeceklerini bilerek…

“Nasıl ki resmi tarihin bütün çelmelerine, karartmalarına, inkârına rağmen, 1915 gerçeğinin, dönemin tanıkları vasıtasıyla, şiirle, romanla, hikâyeyle halkın tahayyülüne sızması engellenemediyse; aynı şekilde bugünün karatılan gerçeğinin de toplumun tahayyül ve hafızasına sızması

engellenemeyecektir.“

Page 12: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

12

Hafıza ve unutuşToplumun hafızası tazelenmeden, sandıkların kapakları teker teker açılıp geçmiş ile yüzleşilmeden, hiçbirimiz nevrozlardan kurtulamayacağız. Bu nevroz bizi içten içe kemirecek, aynadaki görüntülerimiz yavaş yavaş silinip bir hiç olarak şu dünyadan kayıp gideceğiz.

GÖZDE YILMAZ

22 ARALIK 2018

İnsan neden unutur? Aslında, unutma sürecinde bir yok oluş değil, belleğin gerisine saklayış vardır. Hatıralarımızı birçok nedenle sak-larız ve çoğu zaman, onları sandıklarımıza kilitler, kilidi de ücra bir köşeye fırlatırız. Bizim memlekette unutkanlar çoktur. Bu unutuşun başka başka sebepleri vardır. Örneğin kimimiz, hatıralarımız bizleri korkuttuğundan ve yaşamamızı zor kılacağından unuturuz, kimi-miz ise hatıralara gereken önemi vermediğimizden ve hatıraları-mızın üzerlerinin sıvanmasına izin verdiğimizden… Sonra bir gün bir olay yaşanır, birileri birkaç soru sorar ve ürpeririz. Beklenmedik bir etkiye maruz kalırız. Unuttuğumuzu sandığımızı, bir şekilde açılıvermiş buluruz. Kabul ettiğimiz doğrularımız yavaş yavaş temelinden sarsılmaya başlar fakat biz, onları olağanca gücümüzle yerlerinde tutmaya çalışırız. Maazallah, onlar yerle bir olurlarsa biz nasıl artık eski biz olacağız?

Page 13: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

13

“Fakat gördük ki halkın çoğu, geçmişe dair soru sorma faslını geçmiş. Yaşanmışlıklardan değil, kalıplaşmış fikirlerden feyz alınmakta. Süreç içerisinde ne verildiyse onu almış kişi, zamanla neyi unuttuğunun farkına varamaz hale gelir. Elbette hatıralarına sahip çıkan, sadece bakmayıp gören gözler de var. Yıkık dökük yapılardan arda kalanlardan, gelen geçenden ve tanış olunandan toplanmış birçok hikâyeyi toplamış insanlar da var. Keşke

hiçbirimiz unutmasak.“

Geçen hafta sonlarından birinde İzmir’de Sivil ve Ekolojik Haklar Derneği (SEHAK) tarafından gerçekleştirilen Hafıza Yürüyüşü ve Eğitimi programı sürecinde aklıma düşüşenlerden birkaçı idi bunlar. Konumuz İzmir yangını üzerine ve İzmir’deki Yahudi kültürü üzerine bir hafıza çalışması ile bağlantılıydı. İzmir’de yaşamış Yahudilerin yaşam alanlarını gezerek, onlardan kalanları görüntüleyip, halk ile röportaj yaparak uzun bir gün geçirdik. Çe-keceğimiz kısa filme veri toplama temelinde geçen süre boyunca hayli hikâye topladık. Korkan ve röportaj vermek istemeyen kişi sayısı epey fazla olsa da, birkaç kelimeyi yan yana getirip fikrini söylemeye çalışan, bilgisi, tanışlığı sayesinde yaşanmışlıklarını anlatan kişilerle de konuştuk. Onlara “Yahudi kültürü hakkında ne biliyorsunuz?”, “Çevrenizde tanıdığınız Yahudiler var m?”, “Yahudilerin görünürlükleri eskiye nazaran neden azaldı?” diye sorduk.

Farklı fikirlerle karşılaştık; “Neden sinagoglardan bahsediyor-sunuz da camilerden bahsetmiyorsunuz? Siz Müslüman değil misiniz?’”, “Ticari hayatımızda bir sorun yok, bizce görünüyorlar”, “Zamanla asimile oldular”, “Egemenin dili ile konuşulduğunda, unutuş kaçınılmazdır”, “Ticari hayatta anlaşmazlıklardan ziyade entelektüel ve politik sahada yaşanan anlaşmazlıklar bize daha farklı bilgiler verir”, “Dürüst insanlar, keşke hepimiz Yahudi olsak”, “Sizinkiler (Yahudileri kastettiklerini düşünerek) insan öldürüyor” diyenler oldu. Fakat gördük ki halkın çoğu, geçmişe dair soru sorma faslını geçmiş. Yaşanmışlıklardan değil, kalıplaşmış fikirlerden feyz alınmakta. Süreç içerisinde ne verildiyse onu almış kişi, zamanla neyi unuttuğunun farkına varamaz hale gelir. Elbette hatıralarına sahip çıkan, sadece bakmayıp gören gözler de var. Yıkık dökük yapılardan arda kalanlardan, gelen geçenden ve tanış olunandan toplanmış birçok hikâyeyi toplamış insanlar da var. Keşke hiç-birimiz unutmasak. Öyle zengin bir toprak ki Anadolu toprağı, halkların kardeşliği ile yeşerecek öyle verimli bir toprak ki bu… Toplumun hafızası tazelenmeden, sandıkların kapakları teker teker açılıp geçmiş ile yüzleşilmeden, hiçbirimiz nevrozlardan kurtulamayacağız. Bu nevroz bizi içten içe kemirecek, aynadaki görüntülerimiz yavaş yavaş silinip bir hiç olarak şu dünyadan kayıp gideceğiz. Kimliksiz, kimsesiz ve paylaşmaya değer anıları-mız olmadan, dilimizde asılı birkaç nefret sözcüğü ve ses olmayı bekleyen birkaç sevgi kırıntısı ile yok olup gideceğiz. Yapmaya-lım. Gelin hepimiz üzerine bastığımız şu topraktan bize seslenen ağızlara kulak verelim. Göreceksiniz o zaman kulaklarınız daha iyi işitecek, gözleriniz dünyaya daha aydınlık bakacak ve sesimiz gür, şarkı söylercesine çıkacak boğazımızdan. Birbirimize dair daha birçok hikâyemizin olduğu günlere uyanmak dileği ile…

Page 14: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

14

‘Bir daha asla!’ diyememek…Daha birkaç yıl önce 90’lı yılların karanlık dönemlerinde insanlığa karşı işlenen suçlara dair dosyalar bir bir raflardan inerken, toplumda geçmişle yüzleşme beklentisi de yeşermişti. Davalar onlarca yıl son-ra açılmıştı, ama birkaç yıl içinde hemen karara bağlandı. Hiçbirinde “Bir daha asla!” denilemedi. Mağdurların tek talebi olan adalet yerini bulmadı.

HAYRI DEMIR

20 ARALIK 2018

“Bir daha asla” demek, geçmiş bir zamanda yaşananın tekrar yaşan-maması için açılan ilk kapıdır. Aynı zamanda geçmişle yüzleşmedir, özürdür. Bireyler için olduğu kadar devletler için de geçerlidir; “Bir daha asla” diyebilmek.

Özürle gelecek “Bir daha asla!” bir söylemden ötedir. Barış, demokrasi ve adalet için de onarıcılık adımıdır. Her gün giderek otoriterleşen Türkiye’de bu söylemin gündemde olmadığını 20-30 yıllık yakın tarih-te yaşananlara bakarak çıkarsamak mümkün.

Oysa bu tarih aralığında ne acılar yaşandı, ne yaslar tutuldu; sadece “Bir daha asla!” denilmediği için..

Page 15: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

15

“Davalar onlarca yıl sonra açılmıştı, ama birkaç yıl içinde hemen karara bağlandı. Hiçbirinde “Bir daha asla!” denilemedi. Mağdurların tek talebi olan adalet yerini bulmadı.O yüzden bu davalar, bir davadan öte anlam taşıyor.Kısa bir bellek

tazeleyelim…“

Geçtiğimiz günlerde İzmir’de 16 kişinin yaşamını yitirdiği Lice davasının beraatla sonuçlanması, “Bir daha asla!” söylemiyle kar-şılaşmadığımızın, karşılaşmayacağımızın da malumu oldu.

Daha birkaç yıl önce 90’lı yılların karanlık dönemlerinde insan-lığa karşı işlenen suçlara dair dosyalar bir bir raflardan inerken, toplumda geçmişle yüzleşme beklentisi de yeşermişti.

Davalar onlarca yıl sonra açılmıştı, ama birkaç yıl içinde hemen karara bağlandı. Hiçbirinde “Bir daha asla!” denilemedi. Mağdur-ların tek talebi olan adalet yerini bulmadı.

O yüzden bu davalar, bir davadan öte anlam taşıyor.

Kısa bir bellek tazeleyelim…

KULPLice davasından sadece iki ay önce yine bir yüzleşme davası olan Kulp katliamıyla ilgili dava da zaman aşımı gerekçe gösterile-rek düştü. Kulp’ta 1993’te 11 yurttaş yaşamını yitirmişti. Aileler yakınlarının kemiklerine 11 yıl sonra ulaşılabilmişti. Yıllar sonra gidip ziyaret edebilecekleri bir mezar taşına kavuşmuşlardı ama failler henüz açığa çıkartılmamıştı. Olaya dair dava ise 20 yıl sonra tek sanıklı olarak açıldı. Dönemin Bolu 2. Komando Tugay Komutanı emekli Tuğgeneral Yavuz Ertürk hakkında “kasten öldürme” suçundan 11 kez müebbet isteniyordu. Beş yılını dahi doldurmayan yargılamanın sonunda dava zaman aşımı gerekçe-siyle düştü ve Ertürk beraat etti.

CİZRE1993-95 yılları arasında ilçede 21 kişinin gözaltında kaybedilmesi ve faili meçhul cinayetlerle öldürülmesi “Cizre JİTEM davası” olarak kamuoyunun gündemine geldi. Cizre bir başka yüzleşme davasıydı. Dava kapsamında dönemin Cizre Jandarma İlçe Ko-mutanı emekli Albay Cemal Temizöz’ın da bulunduğu 10 kişinin cezalandırılması talep ediliyordu. 16 yıl sonra açılan dava olayın üzerinden 22 yıl geçtikten sonra beraatla sonuçlandı.

DERİKİlçede 1992-94 yılları arasında 13 kişinin zorla kaybettirilmesiyle ilgili dönemin Derik Jandarma Komutanı Tuğgeneral Musa Çitil hakkında 2012 yılında dava açıldı. Yargılama sadece iki yıl sürdü. 21 Mayıs 2014’teki karar duruşmasında Çitil hakkında beraat kararı verildi. Çitil, yargılama sırasında Ankara Bölge Jandarma Komutanlığı’nda görevini yürütüyordu. Önce beraat alan Çitil, 2015’teki YAŞ’ta tümgeneralliğe terfi etti. 8 Ağustos 2015 tarihin-de Diyarbakır Bölge Jandarma Komutanlığı’na, 22 Temmuz 2017 tarihinde ise Jandarma Genel Komutan Yardımcılığı’na kadar

Page 16: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

16

terfi etti. Ailelerin adalet beklentisi karşılık bulmamış terfilerin ardında kalakalmıştı.

VARTİNİSMuş’un Vartinis bölgesindeki tek gözlü bir evde Öğüt ailesinin aralarında küçücük çocuklarının da olduğu dokuz kişi yakıla-rak öldürüldü. Yıl yine ölümlerin köşe başlarında pusu kurduğu 1993’tü.

Ailenin hayatta kalan tek ferdi o sırada tesadüfen evde olmayan Aysel’di.

Bir ailenin yakılarak öldürülmesi ile ilgili dava Aysel’in de adalet mücadelesiyle 2011 yılında ancak açılabildi.

Sanıkların her biri için 180 yıldan 230 yıla kadar hapis istendi. Savcı, esas hakkındaki mütalaasında sanıkların cezalandırılma-sını talep etti. Ama Mart 2016’daki karar duruşmasına gelindiğin mütalaa ne hikmetse değişti, tüm sanıklar beraat etti.

Davadan geriye ise ailenin öldürülen tüm fertlerinin evin tek gözlü odasında çektirdikleri toplu fotoğrafları ve bir de tecelli etmeyen adalet beklentisi kaldı.

ROBOSKİBirkaç gün sonra yedinci yılını geride bırakacak bir yüzleşememe davası da Roboski.

Sınır ticareti yapan köylülerin savaş uçaklarıyla bombalanması sonucu 34 köylünün yaşamını yitirdiği o günlere dair fotoğraflar halen zihnimizin en berrak yerinde dün çekilmiş gibi duruyor. O gün siyaha bürünen köy halen yasını tutmaya devam ediyor. Aile-ler birkaç gün sonra yine yitirdiklerini anacak, adalet isteyecek.

Çünkü o günün hükümet yetkililerine göre bir “kaza” olan Ro-boski’ye de adalet gelmedi. 34 kişinin uçaklarla öldürülmesi gibi vahim “kazada” yargılanan dahi olmadı. Genelkurmay hakkında-ki suç duyurusu takipsizlikle sonuçlandı.

Bunlar onlarca davadan sadece birkaçı…

Ankara JİTEM, Kızıltepe JİTEM, Musa Anter davası devam eden kimi yargılamalar. Davalar devam etse de aslında karar geçmişten geldiği gibi belli; beraat.

Hakikat Adalet Hafıza Merkezi (Hafıza Merkezi), zorla kaybet-tirmelerle ilgili olarak çalışma yürütüyor. Merkez bugüne kadar 344 kişinin hukuki dosyasına ulaşabildi. Bunlardan 218 kişinin

“Hakikat Adalet Hafıza Merkezi (Hafıza Merkezi), zorla kaybettirmelerle ilgili olarak çalışma yürütüyor. Merkez bugüne kadar 344 kişinin hukuki dosyasına ulaşabildi. Bunlardan 218 kişinin kaybedilmesine dair soruşturmalar sürüncemede kaldı. Sadece 84 kişinin kaybettirilmesi ile ilgili toplamda 15 dava açılsa da 36 kişinin kaybettirilmesi ile ilgili sekiz davada beraat kararı verildi. Şu ana kadar mahkumiyetin verildiği

dava sayısı sadece iki.“

Page 17: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

17

kaybedilmesine dair soruşturmalar sürüncemede kaldı. Sadece 84 kişinin kaybettirilmesi ile ilgili toplamda 15 dava açılsa da 36 kişinin kaybettirilmesi ile ilgili sekiz davada beraat kararı verildi. Şu ana kadar mahkumiyetin verildiği dava sayısı sadece iki.

Oysa bölgede 17 bin 500 “faili meçhul” yaşandı ve aslında hepsinin “faili malum…”

Bazı davalar, koca bir siyasi tarihin kılcal damarlarına bile ışık tutan minyatürlerdir.Bazı davalar vardır, bir ülkenin tarihini anlatır.Bazı davalar vardır, bir ülkenin tüm geçmişini özetler.

Geçmiş bu satırlarda özetlenmeyecek kanlı bir bakiye…Bu bakiyeye rağmen “Bir daha asla!” denilmemiş olmaması, gelece-ğin nasıl olacağının da habercisi…

Oysa dün Lice, Kulp, Cizre ile yüzleşilmiş olunsaydı Roboski, Gezi, Reyhanlı, Diyarbakır, Suruç, Ankara olmayacaktı. 1915 için “Bir daha asla!” denilebilseydi, Dersim olmayacaktı. Dersim için “Bir daha asla!” denilebilseydi; 90’lı yılların karanlığı da yaşanmayacaktı.

Roboski yaşandıktan sonra “Unutursak kalbimiz kurusun” denilmiş-ti, evet adaleti görmedik, bir özür dahi duymadık ama o günler öyle bir geçmişi de unutmadık…

Bir yenisini daha yaşamamak için geçmişle yüzleşmenin kaderini “duruşma salonlarına” teslim etmemek, her daim iktidar mekaniz-malarının elinden çıkarıp almak gerek…

Page 18: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

18

Kürdistan’da self kolonizasyon: Bir sömürgecilik teknolojisi olarak ‘protez akıl’(1)Protez aklın sınırları, dinamikleri ve algısı kolonyal sistem tarafından belirlenmiş ve filtrelenmiş bir akıldır. Kürdistan’da hem makro düzeyde nesnel gerçeklik, yani kolektif aktör olarak toplumsal varlığın bilinci, hem mikro bazda tek tek bireylerin kendine özgün öznel gerçekliği başka bir ifadeyle bireysel bilinci ters yüz edilmiştir. Dolayısıyla sömürgenin çoğu kez kendisine ait olmayan hakikatleri dahi kendisininkiymiş gibi sahiplenebildiği görülmektedir.SHARO I. GARIP 14 ARALIK 2018

Page 19: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

19

“Kürdistan son yüzyılda defalarca işgal edilmiş, soykırım (genocide) ve kavimkırımlarla (etnocide) talan ve terbiye edilmiştir. Talandan ve yağmadan arta kalanlar devlet müzelerinin kapılarına asılırken, Kürdistan coğrafyası Dersim’den, Halepçe ve Mahabad’a uzanan bir katliamlar koleksiyonu olarak kaldı. Bu, 20’nci yüzyıldan 21’inci yüzyıla devreden bir Kürt trajedisidir. Tabii ki yağmalanan sadece Kürtlerin dili, edebiyatı, tarihi değil aynı zamanda

bir insan yağmasıdır “

Başka ulus ve halkları inkâr edenlerin kaçacağı ilk sığınak evren-selciliktir.

Son dönemlerde “evrensellik”, “kimlik” ve “milliyetçilik” üzerine yapılan tartışmalar küllenmiş olan “kolonyalizm” (sömürgecilik) teorisini tekrar gündeme getirdi. Bu konuların yakıcılığı Ortado-ğu’da kadim bir hikâyesi olan ve bir düğüm haline gelen Kürdistan ve Kürtler ile ilgili tartışmalardan gözlemlenebiliyor. Dünya gene-linde yükselen otoriter rejimler ve de özellikle demokrasi saati hep geriye giden Ortadoğu’da yaşanan vahşet, faşizm tartışmalarını da beraberinde getirdi. Oysa faşizmin en vahşi türlerinden biri olan kolonyalizm Kürdistan’ın dört parçasında da 100 yıldır sahnedeydi. Fakat faşizm kendi metropollerini vurmadığı sürece beyaz medeni-yet (en çok da Müslüman İran, Arap ve Türki medeniyet) Kürtlere karşı sessizliğini korumuştu. Bir kabus gibi Afrika’nın, Amerika kıtasının ve diğer halkların üstüne çöken “beyaz evrenselliğin” bu karanlık yüzünün kökenlerini, düşünür/şair Aime Cesaire (2), sürrealizm ve psikanalize başvurarak arayacak, aralayacak ve tarihi bir manifestoyla Afrika’yı tekrar ışığa kavuşturacaktı. Aime Cesaire gibi, öğrencisi F. Fanon (3), A. Memmi (4) ya da Steve Biko (5) ve post-kolonyal feminizmi çalışan birçok Afrikalı kadın yazar sö-mürge mekanizmasının işleyişini deşifre ederek Afrikalıların eline önemli kurtuluş ve savunma araçları teslim etti. Edebiyat alanında da Aime Cesaire köle-efendi ilişkisini, Shakespeare’in “Fırtına” oyununu tekrardan Afrikalıların gözünden yazarak beyaz kibre bir ders verecekti. Bir başka örnek de Rene Girard’ın değindiği “meta-fizik arzu”, öykünmeci arzu”, “taklitçi arzu”, “dolayımlanmış arzu” vb. kavramlar yabancılaşmayı anlamamıza yardımcı oldu. Afrika ve diğer sömürge tecrübeleriyle kıyasladığımızda Kürdis-tan’da sömürge tartışması yarım ve güdük kalan bir tartışmaydı. Oysa ki bu kabustan kurtulmanın ön koşulu önce bu kabusla dü-şünsel düzeyde yüzleşmekten geçiyordu. Kürtlere dayatılan kölelik, bir gerçeklik ilkesine dönüşmüş hatta çoğu zaman köleliğin konfo-ru özgürlük korkusuna tercih edilir hale gelmişti. Kimlik ve kendi kaderini tayin hakkı gibi doğal/evrensel haklar sürekli tarihsel bilincin dışına itilip durdu. Kürtler açısından esas tartışılması ge-reken nokta bu mekanizmanın işleyişini anlamaya çalışmak, mikro ve makro düzeyde temellerini bulmaya çalışmaktır.

SÖMÜRGENİN DÜŞÜN DÜNYASIKürdistan son yüzyılda defalarca işgal edilmiş, soykırım (genocide) ve kavimkırımlarla (etnocide) talan ve terbiye edilmiştir. Talandan ve yağmadan arta kalanlar devlet müzelerinin kapılarına asılırken, Kürdistan coğrafyası Dersim’den, Halepçe ve Mahabad’a uzanan bir katliamlar koleksiyonu olarak kaldı. Bu, 20’nci yüzyıldan 21’inci yüzyıla devreden bir Kürt trajedisidir. Tabii ki yağmalanan sadece Kürtlerin dili, edebiyatı, tarihi değil aynı zamanda bir insan yağ-masıdır (dehumanization). Dersim’in binlerce kayıp kızlarından

Page 20: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

20

“Fiziki işgali mümkün kılan tüfek, çelik ve mikrobun yanında hümanizm-medeniyet yalanları ve İncil de gerekiyordu. Kürdistan’daki durum da bundan pek farklı değildi. Fetih için Kur’an (camilerde okunan hutbeler ya da ideolojilerin ayetleriyle Kürt kültürü ve değerleri, her şeyden önce de Kürt bilincinin surlarını topa tutmak

gerekiyordu.“

Şengal’deki Müslümanlık adına IŞİD tarafından kaçırılan 5 bin Ezidi Kürt kadını ve çocuğu bu yağmanın vardığı vahşet derecesini gözler önüne seriyor. 1’inci ve 2’nci Dünya Savaşlarında ve de etnik savaş-larda özellikle çocuklar ve kadınlar iki nedenden dolayı hedef haline getirilmişlerdi; kadınlar ve çocuklar diz çöktürmenin (kavimkırım) ve soykırımın araçları olarak seçilirler. Özellikle de çocukların he-deflenmesi aynı zamanda vahşeti hafızaya yerleştirmeye yöneliktir. Kürdistan’da da bu çok sistematik bir şekilde devreye sokulmuştur. Ne yazık ki Kürt düşün dünyasının ülke bilincine yeterince sahip olamaması ve mevcut milli bilincinin de zayıf olması, bu yağmaya açık bırakılan bir kapıdır denilebilir.

Fakat fiziki bir işgal kolonyalizm ile her zaman birebir örtüşmez ve tahakküm için tek başına yeterli de değildir. Çünkü kolonyalizm sadece bir defaya mahsus bir yağma faaliyeti değildir. Bir sistemdir ve konsolide ihtiyacı duyar. Kolonyalizmin konsolide edilmesinin yöntemlerinden biri sömürgedeki insanın düşünce sistemini, yani zihnini işgal etmektir (6). Fiziki işgali mümkün kılan tüfek, çelik ve mikrobun (7) yanında hümanizm-medeniyet yalanları ve İncil de ge-rekiyordu. Kürdistan’daki durum da bundan pek farklı değildi. Fetih için Kur’an (camilerde okunan hutbeler ya da ideolojilerin ayetleriyle Kürt kültürü ve değerleri, her şeyden önce de Kürt bilincinin surları-nı topa tutmak gerekiyordu. Kolonyal dünyanın sertifikalı şövalyeleri olan evrenselci misyonerler ümmetçilerden sosyalistlere, liberallere ve feministlere büyük bir bölümünün az veya çok üstüne düşeni yerine getirdiklerini söyleyebiliriz. Gelinen noktada Kürt bilincinde ciddi gedikler açıldığını kabul etmek gerekir. Bu işgalin önemli araç-larından biri de sömürge fabrikaları olan okullarda dil aracılığıyla yürütüldü. Ama eğitimin paradoksu, sömürgenin-sömürge insanı-nın aydınlanma tehlikesini de içermesindeydi. Kolonyal sistem bu çıkmazını sömürge insanına özgü icat ettiği “protez akıl” sayesinde aşmaktadır. Özellikle cami, okul, üniversite, yayınevleri, entelektüel söylem (discourse), hepsi protez aklın hayat bulduğu, şekillendiği yerlerdir. Kolonyal sistemin kurgulayıp devinize ettiği protez akıl ötekinin/sömürgecinin aklı olarak sömürge insanına ödünç verilmiş yabancı ve suni bir organ olarak organizmanın bütünlüğü içerisinde doğal bir devinimle çalışmamakta, ötekinin/ müdahalesi ve hakika-tiyle varlığını sürdürebilmektedir. Bu müdahale sömürgecinin lehi-ne, sömürülenin/sömürgenin aleyhine programlanmış bir müdahale olup protez aklın, kendini sürekli sabote etmesine ve aldatmasına sebebiyet veren bir müdahaledir. Bu durumda sömürgenin farkına varamadığı birçok pratiğin –kendi lehine ve sömürgeye karşı olduğu-nu düşündükleri de dâhil- sömürgecinin lehine işlediğinden bihaber, sömürgenin artık kendi kendini sömürmeye başladığı gerçeğini ifade eden self kolonyalizm ile karşı karşıyayız demektir.

Protez aklın sınırları, dinamikleri ve algısı kolonyal sistem tarafın-dan belirlenmiş ve filtrelenmiş bir akıldır. Kürdistan’da hem makro düzeyde nesnel gerçeklik, yani kolektif aktör olarak toplumsal varlığın bilinci, hem mikro bazda tek tek bireylerin kendine özgün

Page 21: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

21

“Günümüzde “kardeşlik”, “iyilik” gibi normlar yerini “eşitlik”, “sosyal adalet”, “tanıma” gibi normlara bırakmıştır. Bir ulus içinde aile hukukundan, annelik hakkından, vatandaşlık hukukundan bahsedilebilir ya da devletler arası hukuktan; ama uluslar, kavimler hatta kişiler arasında kardeşliğin hukukundan bahsetmek mümkün değildir. Bu nedenle Kürdistan’da “kardeşlik** hukuku” bir sömürge hukuku

işlevi görmektedir.“

öznel gerçekliği başka bir ifadeyle bireysel bilinci ters yüz edilmiştir. Dolayısıyla sömürgenin çoğu kez kendisine ait olmayan hakikatleri dahi kendisininkiymiş gibi sahiplenebildiği görülmektedir. Kürtlerin geniş bir kesiminin kendini ne sömürge ne de azınlık olarak görmeyip, Cumhuriyetin asli unsuru olarak görmesi bu durumu açıklayan iyi bir örnektir (illusion). Öte yandan kolonyal sistem düşünsel tahakkümünü sürdürmek için, organik aklın hakim olduğu veya yeşermeye başladığı her tür durumda protez aklı organik akla ikame etmenin yeni yöntem-lerini bulmaya çalışacaktır. Şunu belirtmek gerekir ki kolonize edilen-lerin çıplak şiddet ile protez aklı bertaraf etmeleri mümkün değildir. Kolonyal sistem düşünsel tahakküm vasıtasıyla ulusal bilinçlenmenin önünü almak için her türlü manipülasyona başvurmaktadır. Sömürge-de sadece fiziki mekanlar hükmetme/kudret mekanları değildir; aynı zamanda üretilen soyut mekanlar, örneğin bilgelik mekanları veya körüklenen algı mekanları sömürgenin ruhunu gözetim altında tutan gözetim kuleleridir (3, s. 179). Örneğin anti-kolonyal bir sözleşmenin oluşmasına karşı “evrensellik” bir barikat olarak derhal devreye sokulur ve Clastres’nin (8, s. 196) deyimiyle sömürgeden, özgürlüğünü kendi aleyhine çeviren evrensel barışa razı olması, hakeza eşitliğini orta-dan kaldıran bir genel savaşa kendini bırakması istenir. Kürdistan’da evrensellik ilkesinin sadece egemeni taklit değil aynı zamanda kendi gerçeğinden kaçışın ve bunu başka ütopyalarla ikame etmenin bir aracı olarak görüldüğü, kullanıldığı iddia edilebilir.

Yaratılan algılardan burada sayısız örnekler verilebilir. Ama en önem-lisi, sistemin radikal sağından radikal soluna kadar çokça dile getirilen “kardeşlik” söylemidir. Bu söylemin re-kolonizasyon ve self-kolo-nizasyon için önemli bir rol oynadığını belirtmek gerekir. Örneğin Kürtler kardeşlikten bahsederken daha çok Türk-Kürt, Arap-Kürt veya Fars-Kürt kardeşliğinden bahsedilir. Kürtlerin kendi içindeki kardeşlik tartışması söylemi ise yerini Kürtler arası düşmanlığa ve nefrete bırakı-yor (öz-nefret/yabancılaşma). Oysa ki geçmiş yüzyıllara ait normlar ve prensiplerle günümüzün sorunlarının çözülemeyeceği açıktır. Günü-müzde “kardeşlik”, “iyilik” gibi normlar yerini “eşitlik”, “sosyal adalet”, “tanıma” gibi normlara bırakmıştır. Bir ulus içinde aile hukukundan, annelik hakkından, vatandaşlık hukukundan bahsedilebilir ya da dev-letler arası hukuktan; ama uluslar, kavimler hatta kişiler arasında kar-deşliğin hukukundan bahsetmek mümkün değildir. Bu nedenle Kürdis-tan’da “kardeşlik** hukuku” bir sömürge hukuku işlevi görmektedir.

Kolonyal sistem çok sistematik ve rasyonel bir mantık içinde süreklili-ğini koruyacak mekanizmalar üretmektedir. Sistemin en efektif (etkin) olarak işlediği alanlardan biri, sömürgedeki düşünce sistemini mental ve epistemik şiddet vasıtasıyla sömürgeleştirmesidir. Bunu yapabilmek için sistematik bir şekilde düşünce yapısının geliştiği bütün kurum-ları ve yapıları, özellikle de tarihsel birikimleri/kültürel artı-değeri ve hafıza izlerini silmesi gerekir. Dil bu düşünsel tahakkümün en önemli araçlarından biridir. Örneğin sömürgenin dili yasaklanarak bir taraf-tan savunma araçlarından mahrum bırakılırken diğer taraftan kendi kültürü ve tarihiyle olan bağlantısı kesilir. Sömürgecinin diline, söyle-mine (discourse) mahkum olan sömürge insanı özgüvenini yitirmiş ve

Page 22: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

22

“De-kolonizasyon sürecindeki direnişlerin karşısında somut ve soyut mekanlardaki mental şiddet zamanla daha da rafineleşmiş bir şekle, bir başka deyimle “pis Kürt”ten “ırkçı Kürt”e evrilmiştir. Baudrillard’ın dediği gibi bu kavramsal şiddetin misyonerler ya da bulaşıcı hastalıklardan daha yıkıcı olduğunu her alanda

gözlemleyebiliyoruz.“

onun düşünce sistemine eklemlenmeye hazır hale gelmiştir (öz-de-ğer yıkımı). Geldiğimiz aşamada ise yeni teknolojiler (örneğin dizi filmler) dilin yasaklanmasına gerek kalmadan Kürtlerin kendi kendilerini asimile etmelerine (self-assimilation***/self kolonizas-yon) aracı olmaktadır.

Kürtler kendilerine karşı uygulanan bu sistematik kolonyalizm metotlarına karşı son yüzyılı bir direniş ve de-kolonizasyon süreci olarak geçirdi. De-kolonizasyon pratiklerinden dolayı tahribata uğrayan ve ayardan düşen kolonyal sistemin üretim süreçleri yeni sömürgecilik teknolojileriyle tekrar tekrar çok yönlü kolonyal tami-rata (restorasyon) ve re-kolonizasyona tabi tutulmuştur. Kürtlerin de-kolonizasyon sürecinde çok ciddi bir direniş gösterdikleri ve elde ettikleri kazanımların hakkını teslim etmek gerekiyor. Ama tüm bu sürecin, önemli bir ayağı eksik bıraktığı, bunun da ulusal bilincin inşa sürecinin yarıda bırakılması ya da ihmal edilmesi olduğu ileri sürülebilir. Re-kolonizasyon ile de-kolonizasyon arasındaki müca-dele şiddetli bir şekilde devam ederken yüzeyde görünmeyen ancak derinden içsel bir dinamik olarak işleyen self-kolonizasyon sömürge açısından ölümcüldür. Kolonyal sistem artık doğrudan değil sömür-ge aracığıyla –kendini sömürge pratiklerinin dolayımlayıcısı kıla-rak- sömürgeci pratiklerini hayata geçirmekte ve kendi konumunu sağlama almaktadır. Kolonyal sistemin mental ve epistemik şiddetine de maruz kalan sömürge, hem bir bütün olarak makro düzeyde hem tek tek bireyler şahsında mikro düzeyde bu şiddetin etkili bir sonucu olarak özgün-lüğünü ve özgüvenini kaybedip bir objeye (edilgen subje) dönüş-mektedir (9). Dolayısıyla kolonyal sistemin düşünsel tahakkümü altında de-kolonizasyon çabalarının çok iyi sonuç alması beklenme-melidir.

De-kolonizasyon sürecindeki direnişlerin karşısında somut ve soyut mekanlardaki mental şiddet zamanla daha da rafineleşmiş bir şekle, bir başka deyimle “pis Kürt”ten “ırkçı Kürt”e evrilmiştir. Baudril-lard’ın dediği gibi bu kavramsal şiddetin misyonerler ya da bulaşıcı hastalıklardan daha yıkıcı olduğunu her alanda gözlemleyebiliyoruz (10). Eskiden bir bütün olarak basın-yayın, üniversite, yayınevleri, sivil toplum örgütlerinin büyük bir bölümünde algılarla uygulanan şiddet biçimleri olan “feodalite”, “aşiret” “cehalet” yeni dönemde yerini “ensest” (11) “çocuk yaşta evlilik”, “kadına şiddet” Kürtlerle özdeşleştirilmeye çalışılan kavramlara/araştırmalara bırakmıştır. Bu konuda kolonyal feminizm de kültürün önemli bir taşıyıcısı olan kadın ve aile üzerinden kültürel sömürgeciliği rafine bir tarzda yü-rütmektedir (12), (13). Deyim yerindeyse kolonyal fanteziler labora-tuvarında sömürge önce kadavraya çevrilir sonra üzerinde çalışma-lar yürütülür. Bu olumsuz algı operasyonları Kürt kimliğinin, Kürt kültürünün ve bilincinin çok ciddi düzeyde maruz kaldığı yapısal şiddettir. Akademi dünyasında bu baskılanmadan nasibini alan Kürt akademisyenlerin kayda değer bir bölümü bu şiddetin altında, tartıştığı her ortamda “ben milliyetçi değilim” yemin törenine davet

Page 23: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

23

edilir. Ve de sonuçta enternasyonalist olabilir, feminist, sosyalist, ümmetçi olabilir ama Kürt olamaz! Protez akla kodlanmış olan egemene hayranlık/taklit Kürt düşün dünyasında, bilimde, edebi-yatta, sanatta çokça yaygın olan bir durumdur. Kürt düşün dünya-sının büyük bir bölümü kendi akademisyeninin, edebiyatçısının, sanatçısının kendisini ve eserlerini, küçümsemeyi, ucuzlatmayı ve itibarsızlaştırmayı, egemenin algısı ve arzusu olarak çok fazla içselleştirmiş durumdadır. Keza aksi takdirde akademik/sanatsal misillemeye uğrayacak ve egemenin dünyasında hiçbir şekilde yer edinmesi mümkün olmayacaktır. Dolayısıyla Kürt düşün dünyası-nın çok büyük bir bölümü şimdiye kadar kolonyal söyleme (dis-coursa) eklemlenmiş ve güçlü anti-kolonyal bir söylem (discourse) ile karşılık verememiştir. Bu durum Cesaire’nin Afrikalılar için yaptığı tespitler ile paralellikler gösteriyor:

“Hani zaman zaman adına özgürlük ve adalet denen şeyler için kavgaya girmiyor değil, ama bu kavgalar hep beyaz adamın öz-gürlük ve adalet dediği şeyler için oluyor, beyaz özgürlük ve beyaz adalet efendilerine özgü değerler için…” (A. Cesaire, 261.)

ÇIKARSAMA VE TARTIŞMASonuç olarak Kürtlerin büyük bir bölümü sömürge koşullarının yarattığı bilinçaltlarını yeterince aydınlatamamış, sömürgeciliğin devamında çok önemli rol oynayan (belki de belirleyici olan) iç di-namikleri yeterince bilince çıkaramamışlardır. Bunun çok boyutlu analizi bu makalenin ana fikrini ve hacmini aşacak kadar muhte-liftir.

Page 24: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

24

“Toplumsal hafızanın, kültürel değerlerin egemen ulusun etnik mezarlıklara çevrilmiş müzelerinden kurtarma çabası ezilenlerin antika merakından gelmiyor, tüm çaba, çalınanın asıl sahiplerine iade edilmesi/ait kılınması

mücadelesidir.“

Kolonyalizm bir köksüzleştirme ve kimliksizleştirme (dehuma-nisation) hareketi olarak ciddi tahribatlara, yıkımlara sebep olan bir sistemdir. Yurt ve kültür talanı buna iyi bir örnektir. Bunun sonucunda zincire vurulan birçok halkın kültürü gasp edilip medeniyetler dünyasının dışına itildi (acculturation) (14). Aztek, Maya, Afrika ve Mezopotamya… Kürt kültürünün başına gelen de budur. Maalesef teorilerin baştan çıkartan lüks kavramlarına başvurmak kültürel yıkımlar ve kimlik tahribatlarının üstünü örtmeye yetmiyor.

Taylor’ın dediği gibi “Sağlam bir kimlik olmadığında insan, krizin eşiğindedir –sadece mutsuz değildir, neredeyse normal davranmaktan bile aciz olur. İnsanın kimliğini kaybetme tehdidi altında olduğu dönemler kriz olarak tanımlanır” (15, p. 271).

Kürdistan’da baskı altında tutulan kültürler, kimlikler şiddetli bir travmaya uğradı. Etnik/milli bilincin ve özgüvenin zayıflamasına yol açan bu durum, düşünsel tahakkümü de kolaylaştırmıştır.

Toplumsal hafızanın, kültürel değerlerin egemen ulusun etnik mezarlıklara çevrilmiş müzelerinden kurtarma çabası ezilenlerin antika merakından gelmiyor, tüm çaba, çalınanın asıl sahiplerine iade edilmesi/ait kılınması mücadelesidir. Dolayısıyla egemen ulusların bekçilerinin, bu çabaları boşa çıkarmak için “ilkellik”, “anti-evrenselcilik”, “anti-bilimsellik” gibi argümanlarla lanetle-yerek bu çaba sahiplerini kurban etmek istedikleri “bir şeytan taşlama” ayinine başlamadan evvel sebep oldukları yıkımlardan ötürü kendileri için yapacakları “şeytan çıkarma” ayinine ihtiyaç vardır. Nitekim hümanizma ve evrenselciliğin en iyi sınanacağı yer sömürgelerdir. Her ikisinin de diğer sömürgelerde olduğu gibi Kürdistan’da da iyi bir sınav verdiklerini söylemek çok zor. Tam aksine kolonyal vaizcilerin sağ elinde İncil-Kuran sol elinde hümanizmin ve evrenselliğin teorileri ile sömürüyü meşrulaştır-makta ve aynı zamanda bu sömürüyü de yeniden üretmektedir. Bir kolonyal çölde hapsedilmek istenen Kürt düşün dünyasının önünde, özellikle protez akıl gibi sömürge teknolojilerine karşı analizler ve teoriler geliştirmek gibi çok zor görevler duruyor. Önümüzdeki süreç Kürt düşün dünyasının bu konuda yeteneği-nin test edileceği bir dönem olacaktır.

** Zaten kardeşliğin pratik hayatta da bir karşılığı olmadığını da görebiliyoruz. Örneğin Türkiye’de 2,5 milyon Türk-Kürt aile birleşiminden bahsediliyor. Bu birlikteliklerin neredeyse tamamına yakınında Türk tarafı Kürtçe öğrenmeye tenezzül bile etmez ve bu ortaklıktan doğan çocuklar da Kürtçe’den ziyade Türkçe öğrenir. Bu, bilim ve akademi dünyasında da böyledir. Neredeyse hiçbir Türk, Arap, Fars akademisyenin Kürtler üzerine araştırmalar yaparken Kürtçe öğrenme zahmetine girmediğini görürüz.

*** Bir başka örnek ise yaptığım bir araştırmada çok iyi eğitim görmüş ailelerin çocukları, özellikle orta ve üst sınıfların çocuklarının neredeyse büyük bir bölümü Kürtçe konuşmamaktadır. Bu durum Kürt düşün dünyasının ciddi bir çıkmazını göstermektedir; bir yandan Kürtler makro düzeyde asimilasyona karşı ciddi

Page 25: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

25

bir de-colonization ile karşı koyarken mikro düzeyde tek tek bireyler kendi çıkarını maksimize etmek ve çocuğunun sistemde yükselme şansını artırmak için sisteme aşırı derecede entegre olmaktadır (self-coloni-zation).

Kaynakça

(1) Bu kavram Horkhemier’in endüstri toplumları için kullandığı araçsal akıl (instrumentelle Ver-nunft) kavramından esinlenerek yazıldı. M. Horkheimer, Zur Kritik der instrumentellen Vernunft, 1974.

(2) A. Cesaire, Barbar Batı, Doğu Kitabevi, 2015.

(3) F. Fanon, Siyah Deri Beyaz Maske, 2015.

(4) A. Memmi, The Colonizer and the Colonized, 2010.

(5) Andile Mngxitama, A. Alaxendar und N. C. Gibson, Biko Lives: Contesting the legacies of Steve Biko, Palgrave Macmillan, 2008.

(6) T. Adorno und M. Horkheimer, Dialektik der Aufklärung, Fischer Taschenbuch, 2017.

(7) J. Diamond, Tüfek, Mikrop ve Çelik, 2016.

(8) P. Clastres, Vahşi Savaşçının Mutsuzluğu, Ayrıntı , 1992.

(9) N. Şarman, Yayınlanmamış Yazılar 2018.

(10) J. Baudrilard, Üretimin Aynası, 2013.

(11) Milliyet, “Her dört evde ensest”, 2009. http://www.milliyet.com.tr/-her-dort-evden-birinde-en-sest-iliski-yasaniyor–gundem-1146301/.

(12) S. Avar, Dağ Çiçeklerim, Berikan Yayınevi, 2004.

(13) T. Saylan, “Radikal” http://www.radikal.com.tr/yorum/turkiyenin-kani-cani-yibolarda-2-791001/.

(14) “İktidarı kaybeden kavim ya da (makro etnik yapı) aynı zamanda medeniyet bünyesindeki yerini de kaybeder”. H. Bozarslan, Lüx ve Şiddet, İstanbul, 2016.

(15) C. Taylor, Wie viel Gemeinschaft braucht die Demokratie, Frankfurt am Main, Deutschlnad, 2002, p. 271.

Yazının Kürtçesine buradan ulaşabilirsiniz.

Page 26: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

26

90 kuşağı artık 40 yaşında...!90’larda binlerce insan öldürülürken, batıda bir kuşak televizyonun karşısında büyüdüğü ve o günün televizyonlarında 90’larda Van, Batman, Amed, Şırnak, Hakkari’de neler olduğu gerçeğiyle yayınlan-madığı için haliyle, batı toplumu faili meçhullerden, işkencelerden, köylerin boşaltıldığından bihaberdi. Burada yaşananlara ilişkin tele-vizyonlardan en çok duydukları, “Güvenlik güçlerinin teslim ol çağ-rısına ateşle karşılık veren bir grup terörist ölü olarak ele geçirildi” şeklindeki kaynağı TSK olan haberlerdi.

OKTAY CANDEMIR

04 EKİM 2018

Geçenlerde bir televizyon programında izledim. Batı illerinde sokakta yürüyen orta yaş insanlara “90’lar denildiğinde aklınıza ne geliyor?” diye soruldu.

“Maraba Televole”, “Medyum Memiş”, “Oynama şıkıdım”, “Reha Muhtar” ve “Saklambaç programı”, “Susam Sokağı” diyenler çoğunluktaydı. Bunların çok ötesine giden bir yurttaş “Uğur Mumcu”‘ dedi.

Batı illerinde yapılan bu röportajların çıkardığı sonuç, Batı toplu-munun televizyon kuşağı olduğunu gösteriyordu. Politik düzey-leri Uğur Mumcu’nun suikastını hatırlayacak kadardı.

Page 27: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

27

“90’larda binlerce insan öldürülürken, batıda bir kuşak televizyonun karşısında büyüdüğü ve o günün televizyonlarında 90’larda Van, Batman, Amed, Şırnak, Hakkari’de neler olduğu gerçeğiyle yayınlanmadığı için haliyle, batı toplumu faili meçhullerden, işkencelerden, köylerin boşaltıldığından

bihaberdi. “

Oysa aynı soruyu gelip Şırnak’ta, Amed’de, Van’da, Batman’da, Di-gor’da, Dersim’de sorsalar alacakları cevapların listesi bayağı uzun olurdu:

‘Faili meçhuller’, ‘Köy boşaltmalar’,’JİTEM’, ‘Özel Harekat’, ‘Duvarlara yazılan yazılar, kapılara konan çarpılar’, ‘Beyaz Toroslar’, ‘İşkenceler’, ‘Digor’da öldürülen köylüler’, ‘Yeşil’, ‘General Zinnar’, ‘Tansu Çiller’, ‘Mehmet Ağar’, ‘Susurluk’, ‘Hizbullah’ ya da ‘Apê Musa’, ‘Vedat Aydın’ gibi öldürülen onlarca gazeteci…

Bu yüzden devlet zihniyetinin hiçbir zaman bu kuşağa ’90’lar size neyi hatırlatıyor? diye soracağını sanmıyorum. 90’larda binlerce insan öldürülürken, batıda bir kuşak televizyonun karşısında büyüdüğü ve o günün televizyonlarında 90’larda Van, Batman, Amed, Şırnak, Hakkari’de neler olduğu gerçeğiyle yayınlan-madığı için haliyle, batı toplumu faili meçhullerden, işkencelerden, köylerin boşaltıldığından bihaberdi. Burada yaşananlara ilişkin televizyonlardan en çok duydukları, “Güvenlik güçlerinin teslim ol çağrısına ateşle karşılık veren bir grup terörist ölü olarak ele geçiril-di” şeklindeki kaynağı TSK olan haberlerdi.

Batı illerinde çocuklar böyle büyürken, Kürt 90 kuşağı gizli gizli ‘Dörtlerin Gecesi’ romanını okuyor, bayiden Özgür Gündem gazete-si alabilmek için plan yapıyordu. Radikal İKİ okunuyor, entelektüel tartışmalarla Kürt sorununa barışçıl-demokratik çözümler aranıyor-du.

Kahvede, “Arkadaşlar, emniyette polêsler bana ‘Sen iyisin, senin çevren kötüdür’ dediler. Kusura bakmayın artık sizinle ilişkimi kesiy-orum” şeklinde espriler yapılıyordu.

Gözaltından yara bere içinden çıkanlar övünçle yaralarını gösteriy-orlardı.

Üniversite kampüslerinde Kürt öğrenciler okulu bırakmış, oturma eylemi yapıyordu.

İlk Kürtçe televizyonu da 90 kuşağı gördü. Bu fırtınalı ortamda erken büyüdü Kürt 90 kuşağı. Newroz ateşinin kitlesel olarak yandığı o ilk kutlamalarla sokağa çıktılar. En fırtınalı zamanları yaşadılar, en yakın arkadaşlarını, aile bireylerini yitirdiler. Vedat Aydın’ın cenazesinde Surlardan halkın üzerine ateş edenleri gördüler, Digor’da güpegündüz cadde ortasında katledilen insan-ları…

Tüm bunlara tanıklık ederken, henüz 14-15 yaşlarında çocuktu 90 kuşağı.

90’lar devletinin kolay kolay değişmeyeceğini, her şartta neler

Page 28: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

28

“Belki de yarısı 90’ların ortamında yaşamını yitirdi, diğer yarısı tesadüfen hayatta kalmış olanlarının en genci bile artık 40 yaşında.Cumhuriyet tarihinin en önemli zamanlarını yaşamalarına rağmen hâlâ bir dernek sahibi bile

değiller. “

yapabileceğini 2010’lu yılların ortasından itibaren bir kez daha yaşadılar.İşte bu yüzden Kürt 90 kuşağı, gelinen aşamada yaşananların arşividir, hafızasıdır.

Bugün neler olduğunu öğrenmek isteyenler 90 kuşağına dönüp “O gün neler oldu?” diye soruyor.

Yeni kuşak ile 90 kuşağı arasında bugünlerde “Devlet bugün mü çok fazla şiddet uyguluyor, yoksa 90’larda mı?” tartışması yaşanıyor. 2015 yılından itibaren başlayan şiddet dalgası ile 1992 ile 1999 arası yaşanan devlet şiddeti mukayese ediliyor. Bu tartışmalardan henüz hangi dönem daha fazla şiddet uygu-landığına dair somut bir karar çıkmadı. Bütün bu tartışmaların ortaya çıkardığı sonuç ise ne yazık ki, iki dönem arasında hiçbir farkın olmadığı yönünde.

Belki de yarısı 90’ların ortamında yaşamını yitirdi, diğer yarısı tesadüfen hayatta kalmış olanlarının en genci bile artık 40 yaşın-da.

Cumhuriyet tarihinin en önemli zamanlarını yaşamalarına rağmen hâlâ bir dernek sahibi bile değiller.

İçinden geçtiğimiz zor zamanlarda 90 kuşağının birikimine, deneyimine çok ihtiyaç var.

Günü geldiğinde bir dönem aydınlatılacak ise eğer, bu 90 kuşağının tanıklığında olacak.

90 kuşağı nostalji kuşağı değildir, gereken tepkileri koyabilecek bir kuşak olduğunu bugün de ispatlamaya devam ediyor.

Page 29: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

29

Murat Belge’yi ve sol liberalleri hatırlayan kim var?Mesele, sol liberallerin geçmişteki pratik tutumlarının yanlışlığını mahkum etmek ve günümüzdeki her türlü zorbalığın sorumluluğunu onların üzerine yıkmak değil. Ancak, sol liberallerin teorik bagajları deşifre edilmeden merkez sağcı/İslamcı cenahtan demokratikleşme beklentisinin gerekçeleri anlaşılamaz; 30 küsür yılı deviren karşılıksız bu aşkın neden bitmediği ise hiç anlaşılamaz. Yani mesele, Yetmez Ama Evet kampanyasının öngörüsüzlüğünü tartışmak değil, mesele, doğrudan sol liberallerizmin politik konumlanışını tartışmak.

ARAS ALADAĞ

02 EKİM 2018

Cumhuriyet gazetesinde yaşanan tartışmalar ve Ahmet Altan davası gibi güncel kimi konular, yakın tarihimizde önemli bir yer kaplayan tartışma başlıklarını yeniden gündeme getiriyor: Yetmez Ama Evet, Taraf gazetesi, sol liberaller… Ancak, “hafıza-i beşer nisyan ile malul-dür.” sözünü haklı çıkarırcasına, bazen bu tartışmalar tarihsel bağla-mından koparılarak, bir unutma/unutturma pratiğine dönüşebiliyor. Hatta, bu tartışmalar yanlış bir şekilde ulusalcılar/sol liberaller ekse-nindeki bir karşıtlık üzerinden de tartışılıyor. Bu aslında başka bir fa-sıl ama geçerken bir parantez açarak söylemekte fayda var: Ulusalcılık da tıpkı sol liberalizm gibi temel demokratikleşme gündemlerine sorunlu bir şekilde yaklaşıyor ve her ikisi de Sungur Savran’ın dediği

Page 30: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

30

.“Mesele, sol liberallerin geçmişteki pratik tutumlarının yanlışlığını mahkum etmek ve günümüzdeki her türlü zorbalığın sorumluluğunu onların üzerine yıkmak değil. Ancak, sol liberallerin teorik bagajları deşifre edilmeden merkez sağcı/İslamcı cenahtan demokratikleşme beklentisinin gerekçeleri anlaşılamaz; 30 küsür yılı deviren karşılıksız bu aşkın neden bitmediği ise

hiç anlaşılamaz. “

gibi 12 Eylül sonrasının “yenilgi ideolojileri.” Ulusalcıların, başta Kürt meselesi olmak üzere önerebildikleri bir şey yok. Sol liberalizmin yanılgısı ise parmak bastığı demokratikleşme gün-demlerinin çözüme kavuşturulmasında siyasal İslam’a/merkez sağa biçtikleri rol ve tarihi yorumlamadaki çarpık bakış açıları. Bu anlamıyla, meseleye dair daha ayrıntılı bakıp bazı küçük notlar düşmek gerekiyor…

SOL LİBERALİZM VAKASIYakın tarihimizde “sol liberalizm” vakasının derin etkilerine – sonuçlarına tanık olduk. Bugünlere adım adım ilerleyen süre-cin daha başlangıcında, sol liberalizm kullanışlı bir aparat işlevi görerek AKP iktidarının hegemonya kurma sürecini destekledi. Başta 12 Eylül 2010 tarihinde gerçekleşen anayasa referandu-mu olmak üzere, Balyoz, Ergenekon vb dava süreçlerinde ve bilumum seçim sürecinde, “vesayet” başlığı altında yapılan tartışmalarla merkez sağdan/İslamcı kökenden gelen parti ve cemaatler demokratikleşmemizin öncüsü ilan edilerek des-teklendi. Şimdi ise yine aynı kesimler, ülkenin çıkmaz bir yola girdiği, hukukun rafa kalktığı, keyfiyetin ve kural tanımazlığın egemen olduğunu söylüyor. Üstelik, demokratikleşme için des-

Page 31: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

31

“ Murat Belge’ye, Ömer Laçiner’e, Roni Margulies’e, Nabi Yağcı’ya göre, yüzlerce yıllık değişmeden kalan “merkezle merkezkaç güçler arasındaki eksen” nihayet AKP ile bozulacak ve Türkiye de tarihin “normal”

seyrine girecekti.“

tekledikleri güçlerin ağır baskısı altında, mahkeme salonlarından kamuoyuna seslenerek. Peki bu konu basit bir “yanıldık/kandırıl-dık/safmışız” söylemiyle geçiştirilebilir mi?

Bu konuları gerçek manada tartışmak için başkaca eski defterleri de açmak gerekiyor.[1] Çünkü mesele, sol liberallerin geçmişteki pratik tutumlarının yanlışlığını mahkum etmek ve günümüzdeki her türlü zorbalığın sorumluluğunu onların üzerine yıkmak değil. Ancak, sol liberallerin teorik bagajları deşifre edilmeden merkez sağcı/İslamcı cenahtan demokratikleşme beklentisinin gerekçeleri anlaşılamaz; 30 küsür yılı deviren karşılıksız bu aşkın neden bit-mediği ise hiç anlaşılamaz. Yani mesele, Yetmez Ama Evet kam-panyasının öngörüsüzlüğünü tartışmak değil, mesele, doğrudan sol liberallerizmin politik konumlanışını tartışmak.

Merkez sağ ve İslamcı partilere/hareketlere/cemaatlere demokra-tikleştirici bir misyon yükleyen sol liberalizmin teorik malzemesi; esasta Weberci bir okumaya dayanan, Türkiye’de sivil toplumun olmadığı, güçlü devlet geleneğinin sivil toplumun gelişmesini baskıladığı ve bu yüzden batıdaki gibi “demokratik” bir yapının kurulamadığı iddiasına dayanıyor. Siyasal alandaki değişmeyen tek veya asli gündemimiz devlet/sivil toplum çatışmasına indirgen-diğinde; Prens Sabahattin’den Büyük Millet Meclisi’ndeki İkinci Grup’a, Terakkiperver Fırka’dan Demokrat Parti’ye, Adalet Parti-si’ne ve nihayet AKP’ye kadar uzanan siyasal devamlılığın, devlet/sivil toplum çatışmasındaki “sivil toplum” tarafını temsil ettiği iddiasına ulaşılıyor. Bu anlamıyla, solun liberali mi olur, Türkiye’de liberal var mıdır gibi soruları bir tarafa bırakırsak, sol liberalizm diye andığımız bu akımdan kastımızın esas olarak “sivil toplumcu-luk” olduğunu söyleyebiliriz.

İ. KÜÇÜKÖMER VE Ş. MARDİN…Sol liberal teorik torbaya Türkiye’den iki orijinal katkı İdris Küçü-kömer ve Şerif Mardin’den geliyor. Küçükömer’in 1969’da yazdığı, “Türkiye’de sağ sol, sol da sağdır. Türkiye’nin ilericileri ‘sağ’ cenahta görülen geniş İslamcı halk kitleleridir.” şeklinde özetlenen “Düze-nin Yabancılaşması”ndaki görüşleri, nasıl ki yankısını önce Murat Belge’nin 1984’te yayınlamaya başladığı Yeni Gündem Dergisi’nde buldu, sonrasında ise daha güçlü ve etkili şekilde 2007’de Ahmet Altan/Yasemin Çongar’ın yayınlamaya başladığı Taraf Gazetesi’nde yankı buldu. Aynı şekilde; Şerif Mardin’in de 1973’te kaleme aldığı “Türk Siyasasını Açıklayabilecek Bir Anahtar: Merkez-Çevre İlişki-leri” adlı makalesinde bütün bir Osmanlı-Türkiye tarihini merkez/çevre ikiliği üzerinden okuduğu, siyasal hayatımıza dair “durağan-lığı”, “batıya benzemezliği” anlattığı tezleri önce Murat Belge’nin Yeni Gündem Dergisi’nde, sonra 1989’da yayınladığı “Sosyalizm Türkiye ve Gelecek”inde ve nihayet Taraf Gazetesi’nde bolca yer buldu. Murat Belge’ye, Ömer Laçiner’e, Roni Margulies’e, Nabi Yağ-cı’ya göre, yüzlerce yıllık değişmeden kalan “merkezle merkezkaç

Page 32: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

32

“Her daim, çatışmanın bir tarafında devlet-merkez, diğer tarafında sivil toplum-çevre yer aldı. Postmodern çağa uygun olarak sınıf hiç denkleme dahil edilmedi. Türkiye’de burjuvazinin neden güçlü ve aktif bir devlete ihtiyaç duyduğu, sermaye birikim süreçlerinin yeniden yapılandırılması gündeme geldiğinde neden askeri yöntemlerle yeni sınıf koalisyonlarının önünün açıldığının üzerinde bile

durulmadı…“

güçler arasındaki eksen” nihayet AKP ile bozulacak ve Türkiye de tarihin “normal” seyrine girecekti. 2009’da Roni Margulies Taraf ’taki köşesinden duyurmuştu:

“Türkiye de nihayet Marksizm’e uygun, doğru dürüst bir ülke olmaya başladı. Generallerin, mafya babalarının, hortumcula-rın, korucuların yönettiği bir ülke olmaktan çıkmaya, Koçların, Sabancıların, TÜSİAD’ın yönettiği bir ülke olmaya başladı. Ve ülkeyi bunların adına, bunların çıkarına AKP yönetiyor.” (Açı-lım, AKP ve Marx, Taraf, 21.10.2009).

Türkiye’yi normalleştirecek olan sivil toplumu da bulmak çok zor değildi artık. Mardin’in batıda sivil toplumun gelişmesinde önem atfettiği “ikincil yapılar” meselesi de Türkiye’de devlet ile fert arasındaki ümmet ve tarikat yapılarıyla kapatılınca, aradığımız sivil toplum İslamcılarda/tarikatlarda/cemaatlerde bulunmuş oluyordu.

HER DERDE DEVA DEVLET/SİVİL TOPLUM ÇATIŞMASI…Sol liberallerin her kapıyı açan maymuncuk misali kullandıkları “devlet/sivil toplum çatışması”, kuşkusuz askeri darbeler kapısını da açıyor.

İkinci Dünya Savaşı sonrası başlayan “Kapitalizmin Altın Çağı”-nın kapanıp, refah devletinin krize girdiği, ithal ikameci serma-ye birikim modelinin rafa kalkıp, yapısal uyarlama politikaları uyarınca çevre ülkelerin ihracata dayalı birikim modeline geçtiği, Türkiye’de ise bu sürecin “yüksek” ücretler nedeniyle zora girdiği ve ücretlerin disiplin altına alınacağı bir yönteme ihtiyaç duyul-duğu; diğer bir deyişle, Türkiye’deki eski sınıf ittifaklarının çözü-lerek yeni birikim modeli uyarınca yeni ittifakların kurulduğu askeri diktatörlüğe biz 12 Eylül Darbesi diyoruz. Birileri “kardeş kavgasına son verdik” diyor (ne desinler?), bir diğerleri de ne ol-duğu belirsiz devlet/sivil toplum çatışmasında yine devletin galip geldiği bir çatışma olarak yorumluyor. Ama o yorum içerisinde yukarıda bahsedilen sermaye birikim modelindeki dönüşüm yok, o dönüşümün önünde dikilen sınıflar yok, dağılan sınıf koalisyonları yok. Yalnızca devlet ve sivil toplum var. Ama ne devletin içinde ne de sivil toplumda sınıflar yok. Sınıf kavramsal olarak yok, tahayyül olarak yok, hiç yok.

Darbenin ekonomi politiğini özetleyen, Turgut Özal’ın 24 Ocak kararlarına biz kusursuz bir neoliberal program diyoruz; bunu dediğimiz için liberal çevrelerde çağ dışı Marksist tezleri savun-makla anılıyoruz, Ertuğrul Özkök ise yakın tarihli bir yazısında Özal’dan “Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en devrimci insanların-dan biri” olarak bahsediyor ve kuşkusuz ki bu liberal/sol liberal mahallede kulağa hoş geliyor.

Page 33: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

33

“Dahası bir imkân-mümkünlüğünün hakikiliğini düşünümle değil, eylemle sınayabiliriz. Her kavramsal sorgulamada içerik kavramın sınırlılığına takılı kalır. Bir fikrin imkân-mümkünlüğü pratik alanda yadsınsa bile başka mümkünlüklere evrilebildiği gibi bir imkana dönüşebilir. Bu bakımdan marxist tarih anlayışı kapalı olmayıp, geleceğe, yeni olana

her zaman açıktır.“

Sahip olduğu tek şey elindeki çekiç olunca her şeyi çivi gibi gö-rürcesine, sol liberaller de bütün bir Osmanlı-Türkiye tarihindeki kırılmaları; çok partili hayata geçişi, 27 Mayıs’ı, 12 Mart’ı, 12 Eylül’ü, 2010 Anayasa Referandumu’nu ve merkez sağı/siyasal İslamı açıkça ya da utangaçça destekledikleri her seçimi, AKP ile ordu arasındaki her gerilimi devlet/sivil toplum çatışmasının arenası olarak gördü-ler. Her daim, çatışmanın bir tarafında devlet-merkez, diğer tarafın-da sivil toplum-çevre yer aldı. Postmodern çağa uygun olarak sınıf hiç denkleme dahil edilmedi. Türkiye’de burjuvazinin neden güçlü ve aktif bir devlete ihtiyaç duyduğu, sermaye birikim süreçlerinin yeniden yapılandırılması gündeme geldiğinde neden askeri yöntem-lerle yeni sınıf koalisyonlarının önünün açıldığının üzerinde bile durulmadı…

2010 SONRASI ERKEN SEVİNÇYukarıda aktarılan arka planla 2010’da anayasa referandumuna gi-dildi ve başta yüksek yargıdaki AKP denetimi olmak üzere bugünkü birçok hukuksuzluğa yol açan HSYK düzenlemeleri onaylandı. Taraf Gazetesi ise 13 Eylül 2010 günü “Halk Yönetime El Koydu” manşe-tiyle referandum sandığından çıkan %58’lik “evet” oyunu müjdeledi. Geçmişin TKP genel sekreteri Nabi Yağcı (Haydar Kutlu) “Bu Bir Devrimsi Değişimdir” yazısıyla yükselen sivil toplum hareketine se-lam durdu. Ferhat Kentel, “Devrimsi değil, bildiğin devrim” derce-sine, Taraf ’taki köşesinden duyurdu ki bu bir “Zincirleme Demok-rasi-Muhafazakar Devrim” idi. Roni Margulies ise “normal” bir ülke olmanın heyecanıyla olacak, referandum sonrası AKP ile mücadele etmek için “müthiş bir fırsat” yakalandığını söylüyordu. Vesayet bitmiş, sınıf mücadelesinin önü nihayet açılmıştı. Ömer Laçiner, referandumun hemen ardından yayınlanan Birikim Dergisi’nde (Sayı 258, Ekim 2010) kılıcını çekmiş, yeni yol arkadaşlarıyla bağını pekiştirircesine solun geri kalanıyla arasında var olduğunu iddia ettiği köprünün halatlarını kesme telaşına düşmüştü: “…artık apayrı zihniyet dünyalarında olduğumuzu daha bir açıklıkla gördüğümüz bu mikro-dünyanın bileşenleri ile (…) yolun sonuna geldiğimizi kabul etmek zorundayız.”

SON BİR NOT VE TARİHİN İRONİSİ…Sol liberaller aslında genel olarak bu tartışmaları “vesayet” başlı-ğı altında yaptı. Çoğu zaman devlet/sivil toplum çatışmasını ima ettiler, merkeze çöreklenmiş bir grup askeri bürokratik yapının çevreyi ezdiğini söylediler. Ama tam da suda balık misali etraflarını saran teorik arka plandan habersizce, vesayet gündeminin ardına doluştular. İlginçtir ve tarihe nottur: Tam da bu kesimlere de ses-lenircesine, Murat Belge 12 Eylül 2010 anayasa referandumunun hemen ardından kaleme aldığı “İdris Küçükömer’i Hatırlayan Kim Var?” (17.10.2010, Taraf) adlı makalesinde İdris Küçükömer’e hem sağda hem de solda olan ilgisizliğe dert yanmış ve 1969’da yazılan Düzenin Yabancılaşması’na gönderme yapmıştı. Sol liberaller davul

Page 34: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

34

zurnayla referandum “zaferini” kutlarken, Murat Belge istikrarlı olarak Yeni Gündem’den beri savunageldiği teorik referanslara gönderme yapıyordu. Murat Belge balığı bildiği kadar, suyu da biliyordu. Muhtemelen yıllardır savunduğu tezlerin galip geldiği-ni düşünerek, kendiyle gurur duyuyordu, bilemeyiz.

İroni ise şurada: Belge’nin bu yazısı kaleme alındıktan yaklaşık on ay sonra, uzun süredir yurtdışında bulunan Kemal Burkay, Türkiye’ye geldi. Büyük bir olay olarak aktarıldı televizyonlar-da. Burkay, geçmişte solculuğuyla anılan ve dönemin Kültür ve Turizm Bakanı olan AKP’li Ertuğrul Günay’la bir görüşme yaptı ve Günay o görüşmede Burkay’a bakanlığın yayınladığı “İdris Küçükömer” kitabını hediye etti. Murat Belge, Kemal Burkay, Er-tuğrul Günay, İdris Küçükömer kitabı ve referandum… Neresin-den bakılırsa bakılsın tam bir ilginçlikler yumağı. Murat Belge’yi karşı mahalleden Ertuğrul Günay duymuştu.

***

Son olarak; 2010 referandumu üzerinden daha birkaç ay geç-mişken, Zaman Gazetesi’ndeki köşesinden Mümtaz’er Türköne (O da şimdi Fethullahçı olduğu iddiasıyla cezaevinde), durumu özetleyen bir yazı kaleme aldı. Onunla bitirelim:

“Liberallerin AK Parti hükümetine verdikleri destek geçmişte kritik bir destek idi. Laikliği tehlikede görerek niyet sorgulaması-na girişenler ve bu yolla darbe kışkırtıcılığı yapanların dengesini, liberallerin koyduğu ağırlık bozdu. Taraf ’ın darbe karşıtlığı, bu yüzden çok etkili ve inandırıcı roller üstlendi. Laiklik endişesi olanların darbe tezgâhlarını deşifre etmesi toplumun ortalaması için etkileyici idi. Siyasetin reel şartları bugün farklı. AK Par-ti’nin liberallere ihtiyacı yok.” (Liberallerin Kızılelma’sı Var mı?, Zaman, 25.01.2011).Şimdi hepsi unutuldu. Olsun, unutuldukça hatırlatmak gereke-cek…

[1] Bunu şurada ayrıntılı şekilde yapmıştık: Aras Aladağ, Hegemonya Yeniden Kurulurken Sol Liberalizm ve Taraf, İstanbul: Patika Kitap, 2013.

Page 35: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

35

Dersim’in yazılmamış hikayelerinden: Torun Hanım’ın mucize kurtuluşuDersim Katliamı’ndan sağ çıkmış tanıdığım kadınların çoğu 80-90 yaşların üzerinde. Sanki Dersim Katliamı’nda hayatları ellerinden alınanların yaşayamadıkları hayatı yaşar gibidirler. İşte bunlardan biri de Torun Hanım’ın hayatta kalışının mucizevi hikayesidir.

MUAZZEZ USLU AVCI

04 MAYIS 2018

”…gökyüzü hep kederlidir bu topraklardaşahittir; Suphilerin boğazlanışına, fidanların asılışınaPir Sultan’ın taşlanışına, Sivas’ta aydınlığın yakılışına….ölülere karıştıkça toprak, kara bulut oldu sularıMaraş’dan, Çorum’dan, Sivas’dan, Dersim’denyetmedi “devlet dersini ezberlememiş” gençlerdendizim dizim ölülere açtı bağrını, içi kanayarak…İşte bu yüzden hep kederlenir gökyüzü, yeryüzüne bakarak”

Page 36: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

36

“ “Katliamlardan kaçan mağaralara sığınan insanların fareler gibi öldürdüklerini” söylemiş o dönemin devletlilerinden İhsan Sabri Çağlayan. Bir zamanlar bunu bir övünç ve başarı gibi anlatanların bir gün bu meselenin gerçekliği tokat olup suratlarına

çarpacaktı mutlaka…“

Dersim neresidir, Dersimli kimdir? Bazı kaynaklara göre, Malat-ya’dan, Tunceli, Elazığ, Diyarbakır’a kadar olan bölgenin ismi antik çağlarda Dranis’miş. Bazı kaynaklara göre’de; Farsça’da adı kapı anlamına gelen der ile gümüş anlamına gelen sim imiş. Sözde bu bölgelerde gümüş madeni bulunduğundan söz edilir.

1600 yıllarında Anadoluyu karıştıran Celali İsyanlarından kaçan Ermeniler Dersim bölgelerinde kendilerine güvenli bir yuva bul-muş ve topluca Aleviliğe geçmiş. Ama eski inanç ve geleneklerini devam ettirmek isteyenler inançlarını gizlice devam ettirmişler. Bazı tarihçilere göre de, Dersim ismi sadece bir bölge olmayıp mevcut aşiretlerin (Dersimanlı, Seyidanlı, Şeyh Hasanlı) üç koldan en ünlüsü olanın Dersimanlı’dan dolayı bu ismi almış Zaza mı, Asuri mi, Ermeni mi, Kürd mü? Yoksa melez bir halk mı? İnanç-ları Şaman mı? Hristiyan mı? Müslüman mıymış? Biz tarihçilerin yalancısıyız, onların işini onlara bırakalım…

Halkın eşkıyalıkla geçindiğini – arazi yapısı ne tarıma ne hayvancı-lığa elverişli olmadığı için mi eşkıyalığı seçmişler – bunları tarihçi-ler yazıp durur. Devlet neden bu bölge ile sürekli uğraşmış, niye bu bölgede sık sık isyanlar çıkmış? Askerlikten mi kaçarlarmış, vergi mi vermezlermiş, eğitime mi karşıymışlar? Ağzı olanın sakız gibi çiğnediği Dersim Katliamı’nın uzunca yıllar çarpıtılarak aktarılma-sı ne acı! Dersim halkı niye bunca zulüm ve acıyı yaşamış? Özel-likle 1937-1938’de niçin binlerce çoluk çocuk katledilmiş, kurşuna dizilmiş? “Katliamlardan kaçan mağaralara sığınan insanların fareler gibi öldürdüklerini” söylemiş o dönemin devletlilerinden İhsan Sabri Çağlayan. Bir zamanlar bunu bir övünç ve başarı gibi anlatanların bir gün bu meselenin gerçekliği tokat olup suratlarına çarpacaktı mutlaka… Devlet ve din ideolojisine ters düştükleri için mi bu kadar soykırı-ma uğratılmışlar? Annesi babasız kalan çocuklar öbek öbek şe-hirlere taşınmış, zengin evlerinde besleme, hizmetçi yapılmasında suçları neymiş? Neden bölge halkı yerlerinden sürülmüş de, başka uluslardan getirilen göçmenler oralara yerleştirilmiş?

Amacı oraları tarumar etmek isteyen devlet “33 askerin, Dersimli eşkıyalarca öldürdüğünü” söyleyerek tüm halkın üzerine bombalar kusmuş; evleri bir bir basarak insanları kurşuna dizmişler. Amaç-ları neymiş ki bu katliamı yapmışlar? Amaçları Dersim halkını asimile etmek mi, homojenleştirmek miymiş? Soykırım mı?

Dersim Katliamı’nda yaşanan yüzlerce acı anılardan kalanların hikayelerini dinledik okuduk. İnsanlığa sığdıramadık. Kanayan yaraları hâlâ kabuk bağlamadı. Nasıl bağlasın? O dönemi yaşayan ve şimdi 90’lı yaşlarına gelmiş birçok tanık var. Her kulak sağır değildir gerçeğe, dilden dile, kulaktan kulağa taşınır hikayeler. Her hikaye hafıza ve anı taşır nesilden nesle. İşte bu anlatacağımız hikaye de bunlardan biri. 1938’de 12 yaşla-

Page 37: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

37

“ Torun Hanım diğer kardeşleriyle anasına sokulur, sessizce yürürler. Köy meydanına topladıkları insanları yukarıdaki Vank Deresi’ne doğru götürürler. Ermeni komşuları, uzak yakın akrabaları, çoluk çocuk ve kadından oluşan öbek öbek insan. Hamile gelinler, kucağında bebeği olan anneler askerlerin önünde tüfeklerin dipçiği ile ite kaka yürütülürler. Aslında hissederler bunca katliamdan sonra kendilerinin de başlarına kötü şeyler geleceğini… Ama çıkmayan canda umut vardır, belki de sürgün edilmeye götürülüyorlardır, diye

geçer içlerinden. “

rında olan Torun Hanım’ın akılları durduran hikayesi. Torun Hanım eski bir Ermeni köyü olan, adını Ermenice’den alan Hakis köyünün Wank beldesinde doğmuş. -Hakis cumhuriyetten sonra Büyükyurt olarak değiştirilmiş-. 11 kardeşin sekizincisiymiş To-run Hanım. Hayvancılıkla uğraşan babası kıt kanaat geçindirir-miş çocuklarını. Annesi kilim dokur, çorap örermiş. Kışın çetin geçer Dersim’de; her çocuğun ayağına çorap gerekir ki çarıkla-rında üşümesin ayakları. Peynir yapar, yün eğirir. Torun Hanım daha küçük yaşta öğrenir birçok işi yapmayı, anasına yardım eder. Konu komşu dayanışmaları evlenecek çocuklarının düğün derneğinde, kışa hazırlık yağı ekmeği peyniri birlikte hazırlarlar. Komşuları, Arus Teyze, Bedros Amcadır sormazlar bile birbirle-rine “Ermeni misin, Kürd müsün, Asuri misin, Keldani misin?” diye. Geçinir giderler, dayanışma içinde. Zaten vahşi olan doğa-sının zorluğu yeter Dersim’in. Kış oldu mu iyice zorlaşır hayat daha çok sokulurlar birbirine. Taa o gün gelene kadar, askerlerin bir bir evleri basıp biriktirdikleri malzemelerini, hayvanlarını yağmalayıp evin erkeklerinin kollarından tutup götürene ve gök yüzünde kocaman ateş kusan kuşa benzer tayyarelerin üstlerine yağdırdığı bombalara kadar kendi hallerinde yaşarlar.

Dersim Katliamı’ndan sağ çıkmış tanıdığım kadınların çoğu 80-90 yaşların üzerinde. Sanki Dersim Katliamı’nda hayatları ellerinden alınanların yaşayamadıkları hayatı yaşar gibidirler.

İşte bunlardan biri de Torun Hanım’ın hayatta kalışının mucizevi hikayesidir. Askerler bir sabah köyün etrafını sarmıştır. Orma-na, dağlara kaçanlar kurtulmuş. Torun Hanım’ın babası, am-cası, ağabeyleri başlarına geleceği anlayıp bir yol bulup dağlara kaçmışlardır. Babası köyden ayrılmadan bir gün önce evdeki paraları ve altınları bir kese ile kızı Torun’un elbisesi altından beline bağlar “Sen küçüksün sana bir şey yapmazlar, başınıza bir şey gelirse bunları kullanırsınız” der. Köye giren askerler önce ahırlardaki keçileri, koyunları kesip bir güzel yerler. Karınlarını şişirdikten sonra kemikleri mağdurların önüne atarlar. Talan bittikten sonra her haneye giren askerler hanede yaşayanları önlerine katıp ite kaka dışarı çıkarıp köy meydanına doğru götü-rürler. Torun Hanım diğer kardeşleriyle anasına sokulur, sessizce yürürler. Köy meydanına topladıkları insanları yukarıdaki Vank Deresi’ne doğru götürürler. Ermeni komşuları, uzak yakın akra-baları, çoluk çocuk ve kadından oluşan öbek öbek insan. Hamile gelinler, kucağında bebeği olan anneler askerlerin önünde tüfek-lerin dipçiği ile ite kaka yürütülürler. Aslında hissederler bunca katliamdan sonra kendilerinin de başlarına kötü şeyler geleceği-ni… Ama çıkmayan canda umut vardır, belki de sürgün edilme-ye götürülüyorlardır, diye geçer içlerinden. O malum derenin yamacına geldiklerinde, asker “Durun! Herkes sıraya dizilsin” komutunu verir. Önce itiraz ederler, direnirler fakat her dire-nen askerlerin tekmeleri altında ezilir. Asker “küçük çocukları kucaklarınıza alın” diye emreder, çünkü kurşun telef olmasındır, bir atışta analı kuzulu aynı anda devrilmelidirler. Dağlardan inen

Page 38: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

38

“Torun Hanım mı? O da ailesiyle Elazığ’a kaçar. Orada, gene bir eski Ermeni köyü olan Erzürük’e yerleşirler. 16 yaşına geldiğinde evlendirilir. Sonra eri İstanbul’a para kazanmaya gider. Torun Hanım istemez İstanbul’a yerleşmeyi ”Orada toprak yok ne yaparım orada?” dese de üç çocukla gelir İstanbul’a, 4 çocuk’da orada doğurur. Torun ismi tuhaf kaçar İstanbul’da, adı Fatma olarak

değiştirilir.“

kar sularıyla Vank Deresi çağıl çağıl çağlamaktadır. Ağaçlar sanki tepelerinden onların acıklı sonunu izleyerek dallarını vururlar gövdelerine. Kuşlar sezmiş gibi birazdan patlayacak silahları cavlayarak kaçışırlar uzaklara. Çocuklar ölüme o kadar uzaktır ki kaçışan kuşlara takılır gözleri. Altı yaşındaki Hıdır sorar anasına: “Ana biz ne zaman çimeceğiz derede?” Anası cevap veremez sesi titrer. Görüyor gibidir birazdan kızıla boyanacak derede cesetleri-nin çimeceğini…

Askerler makineli tüfeği derenin yamacındaki tepeye en yakın damın üzerine kurarlar. Etraftaki ahırları da ateşe verirler, yanan hayvanların böğürtüsü ve biraz sonra ortalığı saran et kokusu kalmıştır belleklerinde.

Askerler geçerler dam üstüne kurdukları makineli tüfeğin başına, kurbanlara doğrulturlar silahı. Can korkusu sarar her birinin be-denini, çocuklar oyun ve ölümün farkını ayıramazlar henüz. Sa-dece titreyen ve inleyen analarının hallerinden anlarlar başlarına gelecek kötülüğü. Tam da bu hengame ve can pazarında, tam da asker kurşunları namlunun ağzına verdiği anda kucağındaki 40 günlük bebeğini düşürür genç bir kadın. Bebek dereye doğru yu-varlanırken asker çeker elini tetikten, koşar dereye düşen bebeğin yanına, bebeği dereden alıp çıkarır. Askerin içindeki kalan vicdan kırıntısı mıdır harekete geçiren? Hayır, belki de askeri bir intiza-mın bozulmasından rahatsız olmasıdır ya da sadece bir refleks olmalıdır! Tam da ölümün soğuk sancısıyla titreyen insanlar için zaman orada durmuşken derenin karşısındaki tepede elinde be-yaz bayrak sallayan muhtarın çığlığı duyulur: ”Af geldi, af, geldi!” diye bağırınca bir iki dakika önce Azrail’in nefesini yüzlerinde hisseden biçare insanlar ”affedilmesi mümkün olmayan devletin” affıyla kurtulmuş olurlar…

Sonra bitmez tabii çileleri, o şehir bu şehir derken Türkiye’nin dört tarafına sürgün edilirler. Küçük kızların saçları tıraş edilir; trenlere bindirilip zengin, bürokrat ve asker evlerine hizmetçi olarak gönderilir isimleri değiştirilir. Kopartılırlar yurtlarından, ailelerinden…

Torun Hanım mı? O da ailesiyle Elazığ’a kaçar. Orada, gene bir eski Ermeni köyü olan Erzürük’e yerleşirler. 16 yaşına geldiğinde evlendirilir. Sonra eri İstanbul’a para kazanmaya gider. Torun Hanım istemez İstanbul’a yerleşmeyi ”Orada toprak yok ne yapa-rım orada?” dese de üç çocukla gelir İstanbul’a, 4 çocuk’da orada doğurur. Torun ismi tuhaf kaçar İstanbul’da, adı Fatma olarak değiştirilir.

Şimdi 90 yaşına gelmiş Torun Hanım yaşamış olduğu onca acılara inat, dalları gürül- gürül ulu bir çınar gibi… O çınarı, ne fırtına-lar ne kasırgalar yıkabilmiştir; 90 yaşına kadar inatla yaşamıştır. Onca öldürülenlerin hayatından da hakkını almış yaşamdan sanki…

Page 39: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

39

Büyükada Rum Yetimhanesi ‘En Çok Tehdit Altındaki 7 Miras Listesi’nde2017 yılının Haziran ayında önemli bir adım atıldı. Gönüllü bir girişimin çabalarıyla, önemli bir gelişme yaşandı: Yetimhane, Europa-Nostra tarafından “En Çok Tehlike Altındaki 7 Kültürel Mirası” arasında gösterildi. Günümüzde Yetimhane’nin hâlâ Büyükada’da yaşayanların ve eski öğrencilerinin tanıklıklarıyla, hafızalarda yaşadığı düşünülürse, bina kadar bu hafızanın da korunması önemli.

KORHAN GÜMÜŞ

02 MAYIS 2018

Büyükada Rum Yetimhanesi, Saray Mimarı ve İstanbul’da Mek-tebi Tıbbiye-i Şahane, Osmanlı Bankası, Pera Palas gibi önemli yapılara imzasını atmış bir Levanten, Sanayi-i Nefise’nin mimarı ve Mimarlık Bölümü kurucusu ve yöneticisi Alexandre Vallaury tarafından 1898 yılında, “Prinkipo Palace” adıyla lüks bir otel olarak tasarlanmıştır. Vallaury’nin İstanbullu Levanten kimliği (babası İtalyan, Osmanlı vatandaşı, annesi ise Rum), dönemin eklektik mimari tarzını yerel mimari birikim ile yeniden yo-rumlayan bir zenginlik içermiş ve diğer yapıtlarında olduğu gibi

Page 40: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

40

“Ancak siyasal ortamdaki istikrarsızlıklar şehirdeki gelişmeleri sarsıntıya uğratır. “Prinkipo Palace” inşa edildikten sonra otel olarak işletmesi mümkün olmadığı için 1902’de İstanbullu bir hayırsever olan Eleni Zarifi tarafından 3 bin 700 altına Wagon-Lits şirketinden satın alınarak, yetimhane olarak kullanılmak üzere Patrikhane’ye bağışlanır. 21 Mayıs 1903’teki açılışına bu girişime kendisi de bağış yaparak katkıda bulunan dönemin padişahı 2. Abdülhamit de, Patrik 3. Yoakim ile birlikte

katılır.“

Prinkipo Palace’ın mekânsal kurgusunda da bu coğrafyanın izlerinin açıkça görülmesine olanak vermiştir. Örneğin İstan-bul’daki yapılarda sıkça gördüğümüz cumbaların modern bir kurgu içinde üst üste bindirilmesi ve özgün bir cephe sistemi oluşturması, ya da Büyük Salon’un localarının balüstradlarında bilgeliği, iyiliği, sevgiyi simgeleyen yedi köşeli yıldızların kulla-nılması…

Yetimhane binası, farklı kaynaklarda dünyanın (ikinci en büyük ahşap binası veya) birinci büyük ahşap binası olarak geçen, 26 bin metrekarelik arazisiyle ormanlık bir alanın içine yerleşti-rilmiştir. Yan bölümleri altı, diğer bölümleri beş katlı ve 206 odalı bu dev yapının Büyükada’da yapılış amacının, Avrupa’yı İstanbul’a bağlayan, sınırlar ötesi bir ulaşım ağı olan “Orient Express”in zengin burjuvazinin temsilcileri olan yolcularının beklentilerine cevap vermek, bu yolculuğun final noktasın-daki ihtişamı göstermek olduğu tahmin edilebilir. Bu projeyi Vallaury’e sipariş veren Compagnie desWagon-Lits ismindeki Fransa-Belçika menşeli kuruluş da o tarihlerde Avrupa’da İstan-bul’a yönelik oluşan büyük ilgiyi değerlendirmek istemiştir. Bu projede, aynı zamanda demiryollarına yatırım yapan ve köklü bir banker aileden gelen, 2. Leopold’un yakın arkadaşı George Nagelmaker isimli kişinin (Vallaury ile) hayallerinin de önem-li bir payı olduğu tahmin edilebilir. Şirket şehrin Avrupa’nın önemli bir ticaret, kültür, diplomasi, finans, kültür merkezi olarak ortaya koyduğu büyük ekonomik dinamizmi değerlen-dirmek üzere harekete geçmiştir. Çünkü şehir aynı zamanda Avrupa’nın sanatçılarının yanında, girişimcilerinin, yatırımcıla-rının da ilgisini çekmektedir. Hızlı vapurlarla geliştirilen ulaşım şebekesi sayesinde İstanbul, Avrupa’nın zenginlerinin, seçkinle-rinin rağbet ettikleri en önemli turizm destinasyonlarından biri olacaktır. Ancak siyasal ortamdaki istikrarsızlıklar şehirdeki gelişmeleri sarsıntıya uğratır. “Prinkipo Palace” inşa edildikten sonra otel olarak işletmesi mümkün olmadığı için 1902’de İstanbullu bir hayırsever olan Eleni Zarifi tarafından 3 bin 700 altına Wa-gon-Lits şirketinden satın alınarak, yetimhane olarak kullanıl-mak üzere Patrikhane’ye bağışlanır. 21 Mayıs 1903’teki açılışına bu girişime kendisi de bağış yaparak katkıda bulunan dönemin padişahı 2. Abdülhamit de, Patrik 3. Yoakim ile birlikte katılır.

Osmanlı’yı Avrupa ile “bütünleşmek” yolunda yürüttükleri poli-tikada demiryolundan da yararlanmak düşleri yarım kalacaktır. Vallaury’nin gidişiyle Almanların devreye girişi arasında bir ilişki olabilir. Ama ilginç olan (Macar Yahudisi Banker) Baron Hirsch’e verilen imtiyazın Avusturya sınırına uzanışı. Balkanlar-daki kayıplar Osmanlı coğrafyasını değiştiriyor ve Sırplar, Bul-garlar demiryolu işletmesinde kendi sınırları içinde söz sahibi oluyorlar. Prinkipo Palace’ın sonunu belki de ulus devletleşme, imtiyaz sahibi şirkete aşar vergisinden ayrılması kararlaştırılan

Page 41: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

41

“İstanbul’dan ve Anadolu’nun her yerinden gelen çocuklar için çatı olan yapının, 6/7 Eylül Olayları ve 64 yılında şehirdeki Rum nüfusun büyük bir bölümünün tehcir edilmesi ile öğrencileri azalmaya başlar. Yoğunlaşan baskılar ve dönemin tırmanan gergin siyasi ortamında, yetimhanenin mülkiyeti 1964 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne devredilir. Öğrenciler apar topar Aya Nikola Manastırı’na

nakledilir. “

payın ödenmemesi, imparatorluk içinde nüfuz dengelerinin değişmesi gibi nedenler de getiriyor olabilir. Daha sonra da görüleceği gibi yapının tarihindeki kırılma noktaları şehrin siyasal arka planındaki önemli gelişmelere işaret ediyor. El koyuyorlar kendi sınırları içindeki yollara. Prinkipo Palace’ın sonunu belki de ulusdevletleşme getiriyor olabilir. Daha sonra da görüleceği gibi yapının tarihindeki kırılma noktaları şehrin siyasal arka planındaki önemli gelişmelere işaret ediyor.

Demiryolları gelişimi ve kurulan ortaklıklar, sermayenin ki-min elinde olduğu çok belirleyici özellikle. İşte tüm bu değişen güç dengeleriyle birlikte,Vallaury’nin gidişi ve tüm toplumsal hayattaki dönüşüm bağlantılı olabilir.

Henüz Almanya’da, Avusturya’da nasyonal sosyalizmin işa-retleri yok ama o tarihlerde özellikle Avrupa’da farklı bir ulus devletleşme süreçleri var. Bunlar kültürel iklime de yansıyor. Mesela Fransız ulus devlet modeli ve mimarlık daha çok kültürlü bir yapı üzerine temelleniyor. Ama Almanya’nın kuruluşunda toplumun homojen olması gerekliliğini tartışılı-yor. Askeri plandaki danışmanlar tarafından bu kültür modeli aynı zamanda eğitim kurumları içinde yetişen yerel elit ve bir ekonomik nüfuz alanı olarak geliştiriliyor. Sonra Büyükada Rum Yetimhanesi’nin kapatılmasına kadar uzayan bir süreç. Asimilasyon politikasından çok doğrudan azaltma, sürgün ve katliamlarla gerçekleşen bir homojenleştirme tarihi. İstanbul’dan ve Anadolu’nun her yerinden gelen çocuklar için çatı olan yapının, 6/7 Eylül Olayları ve 64 yılında şehirdeki Rum nüfusun büyük bir bölümünün tehcir edilmesi ile öğren-cileri azalmaya başlar. Yoğunlaşan baskılar ve dönemin tır-manan gergin siyasi ortamında, yetimhanenin mülkiyeti 1964 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne devredilir. Öğrenciler apar topar Aya Nikola Manastırı’na nakledilir. 1977’de ise fiilen kapatılmış olur. 24 saat içinde boşaltılması istenen yetimhane binasının içinden ne resmi belgeler ne de öğrencilerin kişisel eşyaları kurtarılabilir. Bina, bir yetimhane olarak kuruluşun-

Page 42: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

42

“Yapının durumunun bugün içerdiği büyük risklerle beraber, temsil ettiği mirasın da Avrupa’nın çok ötesindeki evrensel üstün değerinin, içinde bulunduğu coğrafyadaki siyasi gelişmelerle birlikte taşıdığı sembolik değerlerle dikkate alınması oldukça

hayati bir önemdedir.“

dan, kapatılana dek yaklaşık 6 bin kadar öğrenciye bir yaşam ve eğitim alanı olmuştur. Her zaman öğretmen ve personel açığı gibi sorunlarla karşı karşıya kalınmasına rağmen, edebi-yat, coğrafya, tarih gibi derslerin yanında, bir sanat ve meslek okulu olarak da eğitimin farklı alanlarına önem verilmekteydi. Buradan yetişen çocuklar bu sebeplerle piyasada kendilerine iş bulacak kadar çeşitli meslekler öğrenmekteydiler. Tüm bu açılardan da önemli bir hafıza mekânı olan yapı, ne yazık ki boşaltılıp, kapatılmasıyla birlikte ıssız ve işlevsiz kalır. O tarih-lerden itibaren hiçbir bakım, onarım gerçekleştirilemez.

2007 yılında AİHM tarafından kabul edilen başvurunun ka-rara bağlanması ile Yetimhane binası 2010 yılında Fener Rum Patrikhanesi’ne iade edilmiştir. Ancak sahiplerine iade edilmiş olsa da, mülkiyete ilişkin çözümsüzlüklerin yarım asır boyun-ca sürmüş olması nedeniyle bu önemli kültür mirası, geçen süre içinde büyük hasarlar almış, çökme tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. Buna karşılık yapının korunması ve yeni-den işlevlendirilmesi hem Büyükada’nın hem de İstanbul’un önemli bir kültürel miras alanı olarak gelişmesini ve tanınır-lığını artıracak, kaybettiği değerlerini geri kazanmasına vesile olabilecektir. Aynı zamanda kaybettiği nüfusun, şehirle ilgisini, duygusal bağlarını koruyan Rum diasporasının İstanbul ile aidiyet ilişkilerini geliştirecektir.

Bu açıdan 2017 yılının Haziran ayında önemli bir adım atıldı. Gönüllü bir girişimin çabalarıyla, önemli bir gelişme yaşandı: Yetimhane, Europa-Nostra tarafından “En Çok Tehlike Altın-daki 7 Kültürel Mirası” arasında gösterildi. Günümüzde Yetim-hane’nin hâlâ Büyükada’da yaşayanların ve eski öğrencilerinin tanıklıklarıyla, hafızalarda yaşadığı düşünülürse, bina kadar bu hafızanın da korunması önemli.

Yapının durumunun bugün içerdiği büyük risklerle beraber, temsil ettiği mirasın da Avrupa’nın çok ötesindeki evrensel üstün değerinin, içinde bulunduğu coğrafyadaki siyasi geliş-melerle birlikte taşıdığı sembolik değerlerle dikkate alınması oldukça hayati bir önemdedir.

Ayrıca bu girişimle birlikte, İstanbul’un önemli bir kültür mi-rası olan Yetimhane binasının geleceği ile ilgili önemli bir adım atılmış olacak. Yapının korunması ve yeniden işlevlendirilmesi için bugün karşı karşıya olunan bütün zorluklar, imkansızlıklar aynı zamanda şehirde kültürel mirasın korunması konusunda yeni deneyimlerin geliştirilmesi, işbirlikleri için de bir fırsat oluşturabilecek.

1. Yapının 20 sene önce çatısının onarılması için harekete geçilmişti. Bütçe de bulundu ama mümkün olmadı. Şu anda da yapılacak ilk iş çatının örtülmesidir. (Diğer önemli konular bir tarafa.)

Page 43: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

43

2. Europa-Nostra tarafından gerçekleştirilen “En Çok Tehdit Al-tındaki 7 Miras Listesi” süreci bir eylem planı gerektiriyor. Nasıl korunacağı, nasıl işlevlendirileceği, nasıl finanse edileceği konu-sunda hemen bir çalışmanın başlatılması lazım. Bunlardan birin-cisi Yetimhane’nin nasıl kullanılacağı. İkincisi buna cevap verecek mimari çalışmaların nasıl olacağı. Üçüncüsü nasıl yönetileceği. Bunun nasıl finanse edileceği.

3. Amaçların çok iyi tanınır ve bilinir olması lazım. Bu çalışma yapılırsa Avrupa Yatırım Bankası ve Europa-Nostra bu çalışma gerçekleştirildiği takdirde bazı destekçileri projeye yönlendirebilir. Önümüzde eylül ayında heyet ziyareti öncesinde, hatta şu anda bitmiş olması gereken sorumluluklar var. 4. Bunun için bütün kurumların enerjisini bir araya getiren bir organlaşmaya ihtiyaç var. Binanın sahibi tarafından bir komite oluşturulabilir. Ancak temsili bir yapı (yönlendirici komite) dışın-da işlevi bu projenin yönetimi olan “misyon odaklı” bir organlaş-manın oluşturulması mümkün.

5. Yetimhane gibi hafıza mekanları, yalnızca fiziksel varlıkları ile değil, sosyal varlıkları ile korunmalıdır. Hafıza mekanları, Ye-timhane gibi örneklerde olduğu gibi dünyaya dağılmış binlerce öğrencisi ile bir “mıknatıs” gibi işlev görebilir. Kültürel mirasın korunması bu açıdan bir deneyim geliştirme alanı. Üç konunun birbiriyle ilişkili ele alınması mümkün: En Çok Tehdit Altındaki Miras Listesi’ne seçilmek; 2018 Kültürel Miras Yılı; Okul temasını ve farklı bir “öğrenicilik” sürecini odağına alan 4. Tasarım Bienali.

6. Üç konunun birbiriyle ilişkili ele alınması mümkün: En Çok Tehdit Altındaki Miras Listesi’ne seçilmek; 2018 Kültürel Miras Yılı; Okul temasını ve farklı bir “öğrenicilik” sürecini odağına alan 4. Tasarım Bienali.

7. Eylül ayında, Galata Rum Okulu Yetimhane’yi konu alan sergiler, atölye çalışmaları gerçekleştirmeyi planlıyor. Yetimhane çalışması-nın ve İstanbullu Rumların bir “Hafıza Merkezi”ne dönüştürülmesi hedeflenen Galata Okulu’nda ilişkili sorunsal içinde 4. Tasarım Bienali’nda sergilenmesi, tartışılması amaçlanıyor. İstanbul Rum-ları’nın gelecekte bir hafıza merkezi olması amaçlanan Galata Rum Okulu’nun bu deneyimi üretmek için bir platform olabileceği düşünülebilir.

8. Karşımızda çok boyutlu bir çalışma var. Bu nedenle biraz disip-liner çalışmaların ötesine geçen, çok boyutlu ama somut sonuçlar ortaya koyan bir çalışmaya ihtiyaç var. Bildiğimiz temsili, ya da siyasal kurumlar ile kültür kurumları farklı bir mantıkla çalışır. Genellikle bu tür projelerin gerçekleştirilmesinde temsili kurumla-rın yönlendiriciliğinde, misyon odaklı ve kendi dinamiğine sahip olan bir organlaşma gerçekleştiriliyor.

Page 44: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

44

‘Ne varsa yarım kalmış geleceğimizdir’Dersim Katliamı’ndan kurtulan ve 9 Nisan’da hayata veda eden Ali Hıdır Şahin Cemal Süreya’nın dizesi ile konuşuyor adeta. ‘Sanki şu an bağırıyormuş gibi hala kulaklarımda sesi.” Yani ‘Ne varsa yarım kalmış, geleceğimizdir.’ Ölülerin anahtar olduğu yerden konuşuyor Ali Hıdır Şahin. Kulaklarında çınlayan sesten, korkudan, panikten konuşuyor. Bir ömür, kulağında çınlayan sesle böyle kaybolup gidiyor sessizce.

ÖZGÜN E. BULUT

12 NİSAN 2018

Kapı her anlamda önemli bir kelime. Evin içindeki huzurun başlan-gıç yeri olduğu gibi, evin kokusunun, sıcaklığının da çıkış yeridir. Ya da dışarıdaki kötülüklerin bırakılarak huzura bağlanma noktası… Anahtar ise o huzurun tılsımına dönen araçtır, kapıya dokunmanın inceliğidir. Korkunun arkada bırakılıp, güvene doğru uzanmanın geçiş köprüsüdür.

Kapı aynı zamanda kavuşmadır. Özlem giderme, sarılma kapıdan başlar ve yolun son noktası orasıdır. Halk arasında kullanılan bir söz vardır. Bir kapı kapanırsa, yenisi açılır. Umut tazeleyen, umutlu olmayı gösteren güzel bir sözdür. Kapı sığınma diyarıdır. ‘Açılın ka-

Page 45: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

45

“Trajedileri anlamak için çok soru sormak gerekiyor. Bastırılmış, sindirilmiş, korkutulmuş, çaresiz bırakılmış insanların mirası, şiir ve ağıtların dili oluyor çoğunlukla. Acı çekenlerin, yas tutanların içine gireceği, derdini dökeceği son kapı oralar

ne yazık ki.“

pılar Şah’a gidelim’ der Pir Sultan. Zulümden kaçmanın, özgürlüğe ulaşmanın çıkış yerini, yolun başlangıcını gösterir.

Derdim böyle başlamak değildi. “Meftay di me, me ra kirin e koza déri./ Ölülerimizi bize kapı kilidi yapmışlar.’ Ali Duran Topuz blo-ğunda, bir Koçgiri türküsünde yer alan bu dize üzerinden konuşu-yordu. Aslında ben de bu dize üzerinden iki kelam etmek isterken kapının kendimce anlamını düşünerek böyle bir giriş yaptım. “Ölülerimizi bize kapı kilidi yapmışlar.” Bu dizeyi okuyunca kim-senin sarsılmadan kalabileceğine inanmıyorum. Kapıya, kilide gidiyor akıl. Neler olmuş ki kalanlar böyle bir serzenişte bulunur? Hangi acı insana böyle bir dizeyi kurdurur? Ölülerin kapı kilidi yapılmasına kadar gelen kin, nasıl bir kindir? Ya da sağ kalanlar ölülerinin nelerini referans alırlar da onları kapılarının anahtarı sayarlar?

Trajedileri anlamak için çok soru sormak gerekiyor. Bastırılmış, sindirilmiş, korkutulmuş, çaresiz bırakılmış insanların mirası, şiir ve ağıtların dili oluyor çoğunlukla. Acı çekenlerin, yas tutanların içine gireceği, derdini dökeceği son kapı oralar ne yazık ki.

Ölülerin kapı kilidi yapılması, kapının anahtarlanması ve çekilip gidilmesidir oralardan. Gidiş her anlamda kopuştur. Giden tüm varlığını birlikte alıp götürmüştür. Kalansa sadece fiziksel bir varlık olarak oradadır, ruhunu ise göndermiştir. Yani kapı kapanmıştır, kilitlenmiştir ve orası artık viranedir. Beni etkileyen, adeta bir dize olacak kadar etkili bir sözü de ‘Dağ-ların Kayıp Anahtarı’ isimli kitapta görmüştüm. Cemal Taş’ın ha-zırladığı kitap, tamamen yaşlı Dersimlilerle yapılan görüşmelerden hazırlanmış bir kitap. Dağların kayıp anahtarını Hemo Sur isimli anlatıcı aktarıyor. Bu görüşmeyi onunla, Cemal Taş ve Hüseyin Ayrılmaz yapmış. Oğlu dağda vurulan Hémé Mırzé’ye artık teslim olması için telkinlerde bulunulur ve o da ikna olup gidip Dersim merkezde teslim olur. Huzuruna çıkarıldığı paşa ile aralarında geçen konuşmada ‘neden teslim olduğu’ sorusuna: “Anahtarım dağlarda kaldı. Ben dağlarda anahtarımı kaybettim.” der. Oğlu ölen bir babanın kullandığı bu söz, ‘ölülerimizi bize kapı kilidi yapmış-lar’ dizesiyle aynı duygunun sonucudur. İkisinde de kaybedilen umut vardır. İkisinde de kapı kapanmıştır. İlkinde de, ikincisinde de gidene büyük bir bağlanma, unutmama ve yas vardır. Kaybe-dilen anahtar, kapanan kapı olunca, kala kala bir kalbin ortasına yerleşen yara kalmıştır.

Cemal Süreya’nın ‘Açılmamış Kapılar’ isimli bir şiiri var.

Ne varsa yarım kalmış, geleceğimizdirBir kez girilmiş sokaklarAçılmamış kapılar

Page 46: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

46

Kapı bir kez kapanmışsa, anahtar kaybolmuşsa, ölüler kapılara anahtar olmuşsa, orada geleceğin yarısından söz etmenin bile anlamı olmayacaktır. Çünkü geride kalan insanların hafızala-rında, kırılanların ardından yakılan ağıtların hüzünlü öyküle-rinden başka anlatılacak bir şey kalmamıştır. Tam da dizedeki gibidir. ‘Ne varsa yarım kalmış, geleceğimizdir.’ O gelecek asla tamamlanmayacak ve korkuyla, kaygıyla, panikle dolu olacak-tır. Dersim Katliamı’ndan kurtulan ve 9 Nisan’da hayata veda eden Ali Hıdır Şahin, Evrensel Gazatesi’nden Şerif Karataş’a bu durumu şöyle anlatmış. “Hepimiz köydeyiz. Yeni ismi Çığla eski ismi Xec köyünde mezradayız. Babam ve iki kardeşimle birlikteyiz. Nasıl ki bademler beyaz çiçek açıyor ya, öyle. As-ker de Demirkapı’dan bizim köye kadar bembeyaz bir şekilde hareket ediyordu. Babam ağlıyordu. Bacımı ve çocuklarını götürdü. Mehmet isminde muhtar vardı. Belinde rahatsızlığı vardı. Hızlı yürüyemiyordu. Bağırıyordu: ‘Kevra Ali bıreme şıma bene qırkene (Kirve Ali kaçın sizi götürüp katledecekler).’ ‘Nasıl bağırıyordu?’ diyerek devam ediyor Şahin: ‘Sanki şu an bağırıyormuş gibi hala kulaklarımda sesi. Üç–dört kez bağırdı. Her bağırmasında asker ona vuruyormuş. Bunu da görenler bize anlattı. Biz de o zaman harmanla uğraşıyorduk. Harmanı bıraktık. Kardeşimle birlikte Çiçekli’ye doğru gittik. Ormanın içine gitmeye başladığımızda, sesler duyduk. Anladık insanlar katlediliyor. Silah sesleri peş peşe gelmeye başladı.”

Ali Hıdır Şahin, Cemal Süreya’nın dizesi ile konuşuyor adeta. ‘Sanki şu an bağırıyormuş gibi hala kulaklarımda sesi.” Yani ‘Ne varsa yarım kalmış, geleceğimizdir.’ Ölülerin anahtar oldu-ğu yerden konuşuyor Ali Hıdır Şahin. Kulaklarında çınlayan sesten, korkudan, panikten konuşuyor. Bir ömür, kulağında çınlayan sesle böyle kaybolup gidiyor sessizce.

Page 47: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

47

Şeker Ailesi ve emeğin satılmasıŞeker fabrikalarının özelleştirilmek istenmesine karşı doğan haklı tepkinin neden olduğunu anlamak çok zor değil aslında. Herkesin hayatında yer edinmiş sadece fabrika, bina olarak adlandıramayacağımız bu yapılar satıldığı zaman kaybettiğimiz sadece bir fabrika olmayacak çünkü.

İLAYDA KARABULUT

03 NİSAN 2016

Küçük yaşlarda okuma bayramımız dolayısıyla hayatıma girdi şeker fabrikası. İlimizde olan iki salondan biriydi fabrikanın salonu. Kul-lanmak için izin istemiyorduk çünkü zaten bizimdi, halkındı. Yıllar sonra kapısından içeri girdiğimde hatırladığım evlerin çatılarına yuva kuran leylekleri görmek için koşuşturduğumuzdu. Benim hafızamda bu şekilde yer edinen küçük anılar. Peki şeker fabrikaları toplumun hafızasında ne derece yer ediniyor?

Savaştan yeni çıkmış bir toplumun içinden çıkan bir köylü dert edin-miş kendine, çıkmış Paşa’nın karşısına “Bize el ver, fabrikamızı ku-ralım” demiş. Ancak ne elde var ne avuçta. Para istememişler halktan,

Page 48: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

48

“Şeker fabrikalarının özelleştirilmek istenmesine karşı doğan bu haklı tepkinin neden olduğunu anlamak çok zor değil aslında. Herkesin hayatında yer edinmiş sadece fabrika, bina olarak adlandıramayacağımız bu yapılar satıldığı zaman kaybettiğimiz sadece bir fabrika olmayacak çünkü. Cumhuriyet ile birlikte temelleri atılmış bu yapılar sayesinde kendi kendine yetmeye çalışan bir toplumun hikayesini

okuyabiliyoruz.“

para yerine yağ, buğday, arpa, koyun, kuzu hatta yumurtayı bile kabul etmişler. Sermaye sıkıntısı engel olamamış fabrikayı kurmalarına. Türkiye’yi bu azim, bu istek bu şevk kurtaracak demiş Atatürk. İşte böyle zor zamanlardan geçerek kurulan Uşak Şeker Fab-rikası’nın hikayelerini dinlerken kurucularından Nuri Dede diye bahsediyor çalışanlar hâlâ. Şu birbirimize selam bile ver-mediğimiz ofislerin aksine, birbirlerini tanıyorlar, sıkıntılarını biliyorlar, kocaman bir Şeker Ailesi gibi çalışıyorlar,

Şeker fabrikalarının özelleştirilmek istenmesine karşı doğan bu haklı tepkinin neden olduğunu anlamak çok zor değil aslında. Herkesin hayatında yer edinmiş sadece fabrika, bina olarak adlandıramayacağımız bu yapılar satıldığı zaman kaybettiğimiz sadece bir fabrika olmayacak çünkü. Cumhuriyet ile birlikte temelleri atılmış bu yapılar sayesinde kendi kendine yetmeye çalışan bir toplumun hikayesini okuyabiliyoruz. Bahçe kapısın-dan girdiğiniz andan itibaren yaşamanızı sürdürebilmek için tüm ihtiyaçlarınızın karşılandığı işlevlere sahip. Bir aileye sahip oluyorsunuz, paylaşıyorsunuz, iletişim kurabiliyorsunuz, en önemlisi üretiyorsunuz. Üstelik tüm bunlar yaklaşık 100 yıl önce düşünüp hayata geçirilmiş. Bugünü düşündüğümüzde bu yapıların bize sağladığı imkanları hangi mekanda bulabiliy-oruz? Bugün sahneye çıkmasına izin verilmeyen kadınlarımızın o yıllarda fabrikada çalıştığı, üretime katıldığı mekanlardır bahsettiğimiz şeker fabrikaları. Şeker fabrikaları bizim için, toplumumuz için böylesine değerli mekanlardır. Cumhuriyetin izlerini taşıyan, büyük mücadele ve zorluklarla kurulan, ülkenin gelişimi ve kalkınması adına ilerici bakış açısını mekanlardan okuyabildiğimiz, toplumu her alanıyla ele alıp geliştiren, modern toplum algısı yaratma-ya çalışan, kendi kendine yetebilen, üreten bir toplum olma çabası içinde olan bu mekanların satılmasını istemiyoruz. Genç yaşıma rağmen benim belleğimde önemli bir yere sahip şeker fabrikalarının satılması demek benim gibi birçok insanın çocukluğunun satılması demektir. Çiftçinin, işçinin emeği-nin satılması demektir. Sağlığımızın bozulmasına izin vermek demektir. Milli hafızamızın yok olup gitmesine izin vermek istemiyoruz.

Page 49: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

49

Bu ülkeden bir Ecevit geçtiEcevit, Türk halkının modernleşme, çağdaşlaşma isteği ile kendisine olan özgüveni arasında pozitif bir ilişki kuran nadir liderlerden biridir. Ama Ecevit büyük bir umut olduğu kadar aynı zamanda büyük bir hayalkırıklığıdır da...

MAHMUT ÜSTÜN

07 KASIM 2017

Bülent Ecevit denilince, eminim ki herkesin aklına öncelikle 1970’li yıllar ve bu yılların ‘Karaoğlan’ı gelmektedir; benim de öyle. 1970’li yılların ilk yarısında dile getirdiği “Toprak İşleyenin, Su Kullananın”, “Ne ezen ne ezilen insanca hakça düzen” vb. slo-ganlarıyla ülkenin her yerinde, bütün ezgin gönüllerinde yarattığı heyecan dalgası, bugün gibi aklımdadır.

Ecevit’i Türk siyasal tarihi içinde onu önemli bir lider yapan bir dizi etmenden söz etmek olanaklı. Ama herhalde O’nun tarihsel mirasının en önemli halkaları, Türkiye’de sosyal demokrasi akımı-nı sistematik bir tarzda oluşturan ilk lider olması ile birlikte, sol bir partiyi şu ana kadar ki en yüksek oy düzeyine, yüzde 45’lere kadar taşıyabilmiş olmasıdır da.

Page 50: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

50

“Ecevit, sosyal demokrat siyaset ve ekonomi anlayışını Türk siyasetine ilk kez sistemli bir dünya görüşü olarak sokan siyasetçidir. Daha genç yaşlarında İnönü kabinesinde Çalışma Bakanı iken toplumun alın teri ile geçinen kesimlerini öne çıkaran sosyal adaletçi tavrı, daha sonraki yıllarda halkın sevgisini kazanmasındaki önemli etmenlerden biri

olmuştur.“

Üstelik sıradan bir oy artışı da değildir söz konusu olan. Ecevit bu oy oranına çevresinde son derece büyük, kitlesel bir umut ve sevgi halesi yaratarak ulaşmış bir liderdir. Türk halkı Ecevit’te, içerideki ve dışarıdaki güçlü ve adaletsiz güçlere karşı kendisine önderlik edecek karizmatik bir lider görmüştü.

O tarihlerde milyonlar dağa taşa “Umudumuz Ecevit” yazdı; solu ya onunla tanıdı ya da onunla daha fazla sevdi.

Neydi Ecevit’teki tılsım? Nasıl olmuştu da Ecevit kendisini des-tekleyende de, desteklemeyende de büyük bir sevgi ve saygı hissi yaratabilmişti?

Bunun arkasında öyle sanıyorum ki, Türk halkının daha baş-langıçtan itibaren Ecevit’in dürüst ve adil kişiliğe sahip bir lider görmesi ve onun haksızlığa karşı ödünsüz ve bükülmez bir ira-deyle karşı koyacağını, ilkelerinden ödün vermektense gerekirse koltuğundan ödün vereceğini düşünmüş olması bulunmaktadır.

Nitekim İnönü ile 12 Mart askeri darbesinin hükümetine bakan verip vermemek konusunda ayrı düşmüşler ve askeri darbe hükümete bakan vermemek gerektiğini düşünen Ecevit, Genel Sekreterlik görevinden istifa ederek; CHP içinde kararlı bir de-mokratik tutumun temsilcisi olduğuna ilişkin güçlü bir kanaat yaratmıştı.

Bu kararlı ve bükülmez kişiliğin kaba sabalıkla değil; tam tersine duygusal, sevecen bir kişilikle ve yüksek bir nezaketle birleşme-si, Anadolu insanının sıcak, duygusal, sevecen ve terbiyeli kişi-liği ile büyük ölçüde örtüşmüş ve O’nu halkın gözünde olumlu anlamda çok daha farklı kılmıştı.

Ecevit, sosyal demokrat siyaset ve ekonomi anlayışını Türk siyasetine ilk kez sistemli bir dünya görüşü olarak sokan siyaset-çidir. Daha genç yaşlarında İnönü kabinesinde Çalışma Bakanı iken toplumun alın teri ile geçinen kesimlerini öne çıkaran sos-yal adaletçi tavrı, daha sonraki yıllarda halkın sevgisini kazan-masındaki önemli etmenlerden biri olmuştur. O politikanın seçkinlerin tekelinde olan bir iş olmaktan çıkarı-larak, halkın politikaya çok daha etkin biçimde katılımasından yana olduğunu çok sık söylüyordu. Halkın önemli bir aktör ola-rak içinde olmadığı hiçbir toplumsal değişim projesinin, siyasi programın ve partinin köklü ve kalıcı olamayacağını dillendiri-yordu. Bu söylem ve yaklaşımlar, Bülent Ecevit’le halk arasında-ki ilişkiyi güçlendiren bir başka önemli etmendi.

Ecevit ayrıca,Türk halkının modernleşme, çağdaşlaşma isteği ile kendisine olan özgüveni arasında pozitif bir ilişki kuran nadir liderlerden biridir. Pek çok başka lider Türk halkının moder-

Page 51: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

51

“Ayrıca Ecevit’in, Kıbrıs çıkarması anında da, haşhaş krizi sırasında daki tutumları, yabancı düşmanlığı yapmadan ulusal çıkarların korunabileceğine ilişkin önemli bir anti emperyalist tutum kabul edildi. Ayrıca Ecevit, Türkçe’yi konuşma ve yazı dilinde şiirleştiren bir liderdi. Sanırım popüler bir lider olmasında bu da

önemli bir faktördü. “

nleşme, çağdaşlaşma gereksinimini ya kendisine olan özgüvenini sarsacak bir “batının üstünlüğü ve bizim geriliğimiz” ikilemi üze-rine kurmuş ya da geleneksel olanı pohpohlayarak, çağdaşlaşmayı ve batıyı yabancı ve düşman göstererek Türk halkının çağdaşlaşma arzusunu törpülemeye çalışmıştı. Ecevit bu konuda sanki Türk halkına aradığı dengeyi ve sentezi vermişti ve bu nedenle de çok sevilmişti.

Ayrıca Ecevit’in, Kıbrıs çıkarması anında da, haşhaş krizi sırasında daki tutumları, yabancı düşmanlığı yapmadan ulusal çıkarların korunabileceğine ilişkin önemli bir anti emperyalist tutum kabul edildi.

Ayrıca Ecevit, Türkçe’yi konuşma ve yazı dilinde şiirleştiren bir liderdi. Sanırım popüler bir lider olmasında bu da önemli bir fak-tördü.

Page 52: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

52

“70’li yıllarda devlet ve büyük sermaye ile arasına sınır koyan, Türk resmi ideolojisinin en önemli ayaklarından biri olan Yunanistan düşmanlığına karşı dostluk ve kardeşlik şiirleriyle meydan okuyan Ecevit, 1980’li yıllardan sonra devletle ve sermaye ile barışık tutumu nedeniyle artık örnek ve sorumlu devlet adamı sıfatıyla anılmaya başlanmış ve sosyal demokrasinin faşist para militer MHP ile daha sonraki yıllarda da artarak sürecek olan yakınlaşmasının da ilk ciddi tohumlarını

atmıştı.“

KENDİ EVLADINI BOĞAN BABA…Ama Ecevit büyük bir umut olduğu kadar aynı zamanda büyük bir hayalkırıklığıdır da… O’nun kişisel dürüstlüğüne ilişkin hiç bir zaman ciddi bir tartışma olmamıştır ama Ecevit’in 70’lerin ‘Karaoğlan’ı, ‘Halkçı ve Devrimci Ecevit’i olmak konusunda 1978’li yıllardan sonra oldukça zikzaklar çizdiği ve 12 Eylül dar-besinin ardından da bu çizgiden tümüyle saparak milliyetçi ve devletçi çizgiye yöneldiği ve Türkiye’de sosyal demokrasinin ku-rucusu ve önderi olan Ecevit’in 12 Eylül sonrası sosyal demokrat siyaseti tasfiye konusunda da öncü bir rol oynağı söylenebilir. 12 Eylül öncesi sermayenin isteğiyle neoliberal 24 Ocak karar-larının uygulanmaya başlaması ve yine sermaye ile ordunun isteğiyle sıkıyönetim ilan edilmesi hep Ecevit’in başbakanlığı döneminde hayat bulmuştur. 70’li yıllarda devlet ve büyük sermaye ile arasına sınır koyan, Türk resmi ideolojisinin en önemli ayaklarından biri olan Yunanistan düşmanlığına karşı dostluk ve kardeşlik şiirleriyle meydan okuyan Ecevit, 1980’li yıllardan sonra devletle ve ser-maye ile barışık tutumu nedeniyle artık örnek ve sorumlu devlet adamı sıfatıyla anılmaya başlanmış ve sosyal demokrasinin faşist para militer MHP ile daha sonraki yıllarda da artarak sürecek olan yakınlaşmasının da ilk ciddi tohumlarını atmıştı. 70’li yıl-lardaki antimilliyetçi, evrensel değerlere dayalı bir yurtseverlik çizgisinin temsilcisi görüntüsü gitmiş; yerine batının evrensel ve sol değerlerine şüpheyle ve hatta yer yer düşmanlıkla yaklaşan, batı emekçilerinin evrensel mücadelesinin ürünü olan değerle-rine milliyetçi saiklerle sırt dönen ve Kürt sorunu konusunda bu milliyetçi yönelimini açık bir şovenizmle tahkim eden bir Ecevit gelmişti.O’nun başbakanlığı sırasında ve bizzat onun emriyle cezaevle-rinde onlarca devrimcinin katldilmesi ve sakat bırakılması ise affı ve unutulması imkansız bir siyasal katliam/suç olarak hafıza-lara kazındı.

Bu tutumuyla bir zamanlar sosyal demokrasiyi siyaseten zirveye taşıyan Ecevit’in, sosyal demokrat solun ideolojik-kimlik krizi-ne sürüklenerek zayıflamasında ve parçalanmasında en önemli etkenlerden birine dönüştüğü de açıktır.

Bülent Ecevit şimdi aramızda yok; ama o sosyal demokrasinin parlayan olduğu kadar, sönen bir yıldız olmasında da; emekçi halkın ak günlere ilişkin umudunun artmasında ve ama aynı zamanda bu umudun akamete uğratılmasında en belirleyici role sahip bir siyasal kişilik olarak Türk siyasal tarihinde hep yaşaya-caktır…

Page 53: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

53

“Sükut ikrardan gelir”.

Her zaman ve her durumda sükut ikrardan mı gelir peki? Sesini susmazsan başına gelecekler değil sadece, sevdiklerinin başına gelebilecekler korkunç ve zalimce ise, sustuğunda sessizliğin hala ikrar mıdır? Peki sessizlik böyle bir durumda zulme boyun eğiş midir?

Scorsese, sessizlik ve direnişSessizlik özneyi muhafaza edebilmemiz için kıymetli bir direnişi içinde mayalandırabilir. Otoriter bir rejimde bu mayalanma sürecini pamuklara sararak korumamız da gerekir. Ama o mayanın tutması, gerektiğinde sessizlikten vazgeçmeyi bilmemize de bağlı: eski hafızamızı tazelememize ve sürekli yanımızda-yöremizdekileri ötekileştirmekten kaçınarak dikkatli ve nazik, yan yana ve birlikte yürümeyi biz çok iyi biliriz, bunu hatırlamamız gerekiyor bugünlerde.

BUKET TÜRKMEN

03 TEMMUZ 2017

Page 54: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

54

SCORSESE: AVUÇ İÇİNDE SAKLI ÖZNELLİKScorsese’in “Sessizlik” filmi Hristiyan misyonerlerin 17’nci yüzyılda Japonya’da yaşadıkları şiddet ve baskıyı anlatıyor. Film boyunca Japon imparatorluk görevlilerinin Hristiyan rahiplerin öğretisini benimseyen köylülere nasıl işkence yaptıklarını, rahip-lerin Hristiyanlaşmış Japon köylülerin yaşadığı bu eziyetler kar-şısında vicdan azabı ve Hristiyan sorumlulukları arasında bir tür çarmıha gerilme yaşamalarını kalbimiz sıkışarak izliyoruz. Diğer taraftan filmde batılı misyonerlerin gizli kolonyalist eğilimleri de ince şekilde sorgulanıyor. Hristiyanlaştırma çabaları ne ölçüde Japon kültürüne saygısızlık etmek, ne derece “halkı kurtarma” çabasıdır? Hikayede kimin sömürgeci ve baskıcı, kimin özgür-lükçü ve bağımsızlıktan yana olduğu meseleleri birbirine karışı-yor, rahip ile imparatorluk görevlisi arasında geçen diyaloglarda. Kimin aynasından bakarsanız karşıdaki özgürlük ve bağımsız-lığa saygısız gibi görünüyor. Barbarlığın ve şiddetin tam olarak hangisi tarafından uygulandığı, kimin aslında medeni olduğu meselesi de bu karmaşada sorgulamalardan payını alıyor. Japon İmparatorluk görevlisi, en medeni tavrı ile Hristiyan rahibe ne cüretle bu kadar uzaktaki halklara doğru-düzgün anlaşılamayan kendi Tanrısını benimsetmeye kalktığını soruyor. “Burada sizin tanrınız biraz tuhaflaşıyor” diyor, kilometreler öteden gelen o kelamın, Japon gelenekleri ile karşılaşınca rahibin öğretisi olarak sabitleştiğinin ve rahibin neredeyse putlaştığının altını çiziyor. Bu “medeni” konuşmanın hemen akabinde rahibe Hristiyan-laştırdığı köylülere yaptıkları işkenceleri seyrettiriyor. Rahip, halka yapılan işkencelere tanık oldukça o işkencelerin kendisine yapılması ve masum halkın rahat bırakılması için yalvarıyor. Ama imparatorluk görevlisi sanıldığından çok daha uzak görüşlü düşünüyor: “Size işkence ederek öldürürsem öğretiniz sonsuza dek direnir bu topraklarda. Siz kendiniz öğretinizden vazgeçer-seniz halkı bu işkenceden kurtarmış olursunuz.” Bu uzak görüş, tartışmasız şekilde işlevseldir de: işte o zaman sarayın görevlile-rinin halkı ikna etmesine gerek kalmayacaktır. Ortada bir rahip kalmazsa öğreti de kalmayacak, halkın da direniş sebebi ortadan kalkacaktır. Zira imparatorluk görevlisi bir noktada haklıdır: yarıda kalmış Hristiyanlaştırma işlemi yüzünden, öğreti rahibin/liderin öğretisi olarak kalmış, Hristiyanlık değerleri halk tara-fından içselleştirilememiştir. Rahibin/liderin bu topraklardaki varlığını sona erdirmek yetecektir Hristiyanlığı silmek için, ama bu onu öldürmekten değil, direnişinden vazgeçirerek boyun eğdirmekle mümkündür ancak. Öyle de olur. İlk rahip tamamen boyun eğmek zorunda kalır halkın işkenceden geçmesi karşısın-da, kutsal emanetlerin hepsini ayaklarının altında çiğner halkın gözünün önünde, ve tam bir tövbekar Budist rahibe dönüşür. Yıllar sonra onun peşinden kendisini aramaya gelen ikinci kuşak rahipler, onu imparatorluk tapınak rahiplerinden biri olarak bulurlar. Bir süre sonra onlar da aynı yoldan geçip aynı yerlere varmak zorunda kalırlar. Halkın içinden bir küçük azınlık köylü ise ilk başlarda gizlice umutsuzca ve gizlice yarım-yamalak ya-şamaya çalışır Hristiyanlığı, ve arkadan gelen rahiplerle kiliseyi

Page 55: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

55

““Kurbanlarımız bizi kendi yara ve zincirlerinden tanıyorlar: Tanıklıklarını çürütülmez kılan da bu” diye açıklar bu durumu Sartre (2), sömürgeci iktidarın şiddetini çözümlerken. Herhangi bir baskı rejiminde de kurbanların durumu aynıdır: kendi yaralarından tanırlar iktidarı. İktidar da bilir o yaraları, ve bundan

rahatsızdır. “

tekrar canlandırmaya heves eder. Ancak sonunda ikinci kuşak rahiplerin de “yok edilmesi veya boyun eğdirilmesi” ile tama-men Hristiyanlık unutulur. Huzur içinde herkes yaşayıp-gider imparatorluk içinde.

Ama imparatorluk görevlileri huzursuzdur. Bir türlü inanamaz-lar asimile olan rahiplerin içtenliğine. Sık sık sınavdan geçirirler onları, tekrar sınarlar Hristiyan duyarlılıklarını. Ama asimilas-yon tamamdır, hiçbir şey bulamazlar… Ve ilk rahip uzun yıllar boyunca bir Japon olarak sürdürdüğü yaşamının sonunda ölür. Oranın geleneklerine uygun şekilde yakılacağı düzeneğe yerleş-tirilir bedeni, alevler içinde görürüz onu ve kamera yakın çekim yapar ellerine… Avucunun içinde gizlenmiş küçük tahta haçı o zaman görürüz alevler içinde…

OTORİTER REJİM VE SAĞIR EDİCİ SESSİZLİKBiz bu ve benzeri hikayeleri çok iyi biliriz kendi topraklarımız-da… Avuç içlerinde, sandıkların dibinde bulunan küçük haç-larını biliriz “Müslüman babaannelerimiz”in… Ama konuyu asimile edilen Hristiyanlık ile sınırlı göremedim filmi izlerken, elimde değil. Her film ve roman, içinde yaşadığımız dönemin merceğinden alımlanır ne de olsa. Orada çok daha evrensel bir hikayeydi galiba izlediğimiz. O sebeple ismi çok iyi konmuş bir filmdi: “Sessizlik”. Sessizliğin anlamı üzerine bir filmdi izlediği-miz, sessizliğin taşıdıkları üzerine.

Film, özellikle ifade kanallarının daraldığı rejimlerde yaşayan insanlar için önemli sorular soruyor: sessizlik boyun eğme ve kabullenme midir? Sessizliğin ve susmanın her zaman boyun eğme olmadığını en iyi otoriter rejimler bilir. Susan ve boyun eğenden en fazla onlar şüphe eder, hatta korkarlar. Zira bütün kendini ifade kanallarını yok ettiğini bilir böyle iktidarlar, baskı altına aldıklarının boyun eğişi onları ikna etmez. “Bizden nefret ediyorlar” paranoyası bu baskı rejiminin motoru olur. Homi Bhabha der ki (1), bu kimlik-kurucu “bizden nefret ediyorlar” fikrinin paranoyak olması, gerçek bir olguya dayanmadığı anla-mına gelmez. “Kurbanlarımız bizi kendi yara ve zincirlerinden tanıyorlar: Tanıklıklarını çürütülmez kılan da bu” diye açıklar bu durumu Sartre (2), sömürgeci iktidarın şiddetini çözüm-lerken. Herhangi bir baskı rejiminde de kurbanların durumu aynıdır: kendi yaralarından tanırlar iktidarı. İktidar da bilir o yaraları, ve bundan rahatsızdır. O yaraların sessizliği getirme-sidir aslında muhalefet ve direnişi susturmak isteyen iktidarın sorunu: yaraların nerede olduğunu çok iyi bilir gizlenseler de ve yaralarını sessizce yalayan o sakin görünüşlü kedilerin tır-mıklarının olduğunu da bilir zararsız pofidik patilerinin içinde. Direnişin susması ve yok olması, baskıcının tedirginliğini azalt-maz. Baskı azaldığı anda ayaklanma yaşanacağından duyduğu korku, sessizliğin yayılmasıyla daha da büyür. Bu ise sessizliğe

Page 56: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

56

bürünmüş gruplar üzerindeki baskı ve şiddetin azalacağına çoğal-masına sebep olur. Sessizleşmiş kitleler, boşuna baskının sakin-leşmesini, hayatın normale dönmesini beklerler. Oysa sürekli olarak sınava tabi tutulacaklardır. Zira bir ara direnmişlerdir ve bu direnişin hafızası lanetlemiştir onları yeni rejim altında. Onlar her daim direnebilirlikleri ile damgalıdırlar. Hafızası iktidarca si-linmiş sokaklarında kentin, bir dönemin ayaklanmasının hayaleti dolaşır ve iktidara bağlı kitlelerin her meydana çıkışı, o hayaletle bir hesaplaşma, o hayaleti küçük düşürme, lekeleme ve alay etme ile maluldür (3).

Peki neden sessizlik? “Neden direnmiyorsunuz? Neden sessizce kabulleniyorsunuz artık başınıza gelenleri?” sorusunun ne tür bir zalimce soru olduğunu en iyi Hannah Arendt Kötülüğün Sıra-danlığı’nda (4) tarihten örnek ile açıklar. Direniş imkanlarının sıfırlandığı Nazi iktidarı altında da baş kaldıranlar olur, daya-namazlar boyun eğişin zulmüne, ayaklanırlar… ve onlar aylarca ölmeden işkence görürler: nasıl ölümü arzular duruma geldikle-rini ama asla öldürülmediklerini anlatırken Arendt, korku filmi izler gibi okuruz o birkaç cümleyi. İnsanlar, öznedirler esasen, ve patilerinin içine tırmıklarını sessizce sebepsiz yere gizlemezler.

İşte o direniş hafızasının lanetiyle iktidar da halk da bilir ki ses-sizlik, içinde bir öznenin gizli çığlığını barındırmaktadır. Sessizlik öznenin ölümü, “öznebozumu” değildir her zaman: eylem ile özne arasındaki köprünün rejim tarafından yıkılması ve öznenin bir türlü aktör olamaması, eylem kapasitesinden uzaklaştırılması-dır burada söz konusu olan. O sebeple özne, sokakta haykıramaz, meydanlarda eyleme geçemez, direnişinin performansını sergile-yemez. Suskunluğunda sloganları, durgunluğunda sokak eylem-leri, sükunetinde öfkesi ve itirazları gizlidir, hayata geçirilmemiş potansiyelleri, iktidarın tepesinde Demokles’in kılıcı gibi sallanır. Hayatta kalma çabası ile benimsenen uyumluluk, itiraz edilme-diği anlamına gelmez. Sağır edici sessizlik, çözümlenmesi en güç mesajlarla yüklü olabilir.

TÜRKİYE’DE SESSİZLİĞİN SİNİZMİBugünün Türkiye’sini anlamaya çalışırken de, sessizliğin sosyolo-jisini yapmayı öğrenmemiz gerekiyor. Hannah Arendt bize o yolu açıyor. Fakat bir kaygı içimizi kemiriyor yine de: alevler içinde yok edilirken avuçlar içine gizlenen minik haçlara kadar inebilir öznelliğin eyleme kapasitesi… Kalbimize gizlediğimiz öznelli-ğimizin kime ne faydası vardır hakikaten? Sessizliğin tehlikesi, öznebozumu potansiyeli taşımasından gelmez. Özne yine orada-dır. Fakat öznelliğimiz sessizlik içinde gizlenirken (avuç içimize/evimize sakladığımız değerlerimiz, pofidik patilerimizin içine gizlediğimiz tırmıklarımız) birçok yoldaşımızın kurban edilme-sine nasıl engel olabiliriz? Ruhunu satmamak önemlidir, evet. Kendine sadık olmak inanılmaz ahlaklı (ve bir yandan da kon-

“İşte o direniş hafızasının lanetiyle iktidar da halk da bilir ki sessizlik, içinde bir öznenin gizli çığlığını barındırmaktadır. Sessizlik öznenin ölümü, “öznebozumu” değildir her zaman: eylem ile özne arasındaki köprünün rejim tarafından yıkılması ve öznenin bir türlü aktör olamaması, eylem kapasitesinden uzaklaştırılmasıdır burada söz konusu olan. O sebeple özne, sokakta haykıramaz, meydanlarda eyleme geçemez, direnişinin performansını

sergileyemez. “

Page 57: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

57

forlu, kabul edelim) bir şeydir. Ancak bize gerçekten ne yapıyor eyleme kapasitesi ile her buluşma olasılığına “kendine sadakat” bahanesi ile sinik bir burun kıvırma, fazla eleştirel bir itiraz ile yaklaşma tavrı? Sessizliğimiz boyun eğme değil, gizlice kendi-mize sadakat midir bazen? Fakat bunun barındırdığı tehlikelerin farkında mıyız?

Bugünün Türkiye’sinde sol muhalefetin sürekli olarak kendine sadakat ile bezeli eleştirel sinizm barındıran itirazlarının, ey-leme kapasitelerinin neredeyse sıfırlanacağı bir rejimde, az bir eylem potansiyelini ancak birlikte yürümek, minimum müşterek değerler için beraber eyleme geçmekle hayata geçirebileceğimiz fikrine burun kıvırmayı yaygın bir refleks haline getirdiği ger-çeğiyle belki de yüzleşmemiz gerekiyordur. Bu kendine sadakat temelli eleştirel sol sinizminin hepimizi sağır edici sessizliğin militan depresyonuna hapsetme tehlikesini içinde barındırdığını görebiliriz o zaman. Sokak, bütün bastırılmışlığına rağmen, her zaman hafızasını geri çağırır. Bizim sokaklarımızın yakın dönem hafızasında birbirinden farklı sloganlar birlikte ve yan yana atı-lırdı, o yakın dönemde yan yanayken en son düşünülen şey ses-sizlik, en az kaygı duyulansa sessizliğin bizi hapsedeceği depresif yalnızlıktı. Kendimize sadakatin eylemden bizi uzak düşürdüğü depresif sinizm değil, birlikte ve yan yana eyleme kapasitesiydi bizi güçlü kılan. Her türlü otoriter iktidarın en fazla korktuğu da muhaliflerin bu yan yana eyleme kapasitesidir.

Sessizlik özneyi muhafaza edebilmemiz için kıymetli bir direnişi içinde mayalandırabilir. Otoriter bir rejimde bu mayalanma sü-recini pamuklara sararak korumamız da gerekir. Ama o maya-nın tutması, gerektiğinde sessizlikten vazgeçmeyi bilmemize de bağlı, eski hafızamızı tazelememiz gerek: sürekli yanımızda-yö-remizdekileri ötekileştirmekten kaçınarak dikkatli ve nazik, yan yana ve birlikte yürümeyi biz çok iyi biliriz, bunu hatırlamamız gerekiyor bugünlerde.

(1) Homi Bhabha, The Location of Culture, Routledge: 1994

(2) Jean-Paul Sartre, “Yeryüzünün Lanetlilerine Önsöz”, in Franz Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri, Versus: 2007

(3) Bülent Küçük & Buket Türkmen (2017) “Müzakeresiz Kamusallık: Milli Cemaatin Yeniden İnşası Sürecinde Demokrasi Nöbetleri”, Toplum ve Bilim, 140: 181-214

(4) Hannah Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı Adolf Eichmann Kudüs’te, Metis: 2009

Page 58: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

58

Adını koyalım, hangi tarafta olursanız olun, hatta bitaraf da olsanız en basit tabiriyle ilginç günler yaşıyoruz. Bu ülke siyasi krizlere, darbelere, haksız ve hukuksuzluklara alışık, alışık da, neden bize en çok şu içinden geçtiğimiz günler garip geliyor… Cevap, en ufak bir iyilik ve adalet emaresi taşıyan habere, vid-eoya gözlerimizin dolmasında saklı sanırım.

Birkaç hafta önce Kaygı’nın Demos tarafından Ankara’da düzen-lenen gösterimindeydik. Film bittiğinde iki kolumun da kendimi kasmaktan ötürü nasıl ağrıdığını hissettim önce; kafamda bu topraklarda yakılan insanlar geçidi…

Sonra filmin yönetmeni Ceylan Özgün Özçelik’le söyleşi başladı. İlk sözü arkalardan, yaşça hepimizden büyük bir kadın aldı ve tok, kendinden emin bir sesle teşekkür etti. Madımak’ta yakılan arkadaşları için, bu ülkede en azından birileri hafızaya değer verdiği için… Sağ gözümden inen sakin yaşlar durmadı. Açlık, güzele açlık…

Durduğu yerde yanıyor ellerimizNe demiş popüler kültürümüzün en derin şairi Sezen Aksu, “vicdan, ilahi bir takiptir”. Yaşadığımız ilginçliğin sebebi, belki de kendi vicdanımızın peşimizdeki gözleridir. Çünkü artık “görmedim, bilmedim, duymadım” yok. Haber her yerde, herkes haberde.

17 HAZİRAN 2017

ELÇIN AKTOPRAK

Page 59: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

59

Bir ilk filmin eksikleri yok mudur, vardır elbet. Sinemacılar onları yazar; ama ben sade suya bir izleyici olarak günlerce şu sahnelere takıldım: Yeniden yapılanan bir şehirde yükselen binalar, inşaat gürültüsü ve birden kameranın takıldığı eski tuğlalar, orada öylece kalakalmış…durakalmış… Aynı hafı-zamız gibi birbirine açılan odalardan oluşan bir ev, en çok kul-landığımız odadaki bir sesin veya bir eşyanın bizi unuttuğumuz boş odalara sokması, odaların yavaş yavaş donanması… Hatır-ladıkça ısınan duvarlar, duvarlardan yanan elimiz… Yüzleşme…. Ve kahramanımız Hasret, adında ne çok anlam gizli Hasret… Geçmişle hesaplaşırken aklının sınırlarını zorlayan, kendini yeniden kuran…

Aynı günlerde bir de Hikmet Hükümenoğlu’nun Körburun’unu okuyordum, başka bir geçmişle yüzleşme, bir adada iç içe geçen zaman… Seher… Güzel bir tesadüf gibi Hasret ve Seher’in bend-eki yan yanalığı… Vakitlerden bir seher vaktinde doğmayan, ama kendini bir seher vaktinde doğuran Seher… Körburun bir ada ya da belki de bir çıkmaz sokak pek çok sakini için. Her-kesin herkesi tanıdığı yerlerde kök salmasına inanılmayanın tanığı, linçin tanığı bir hafıza hapishanesi Körburun. Distopya değil, burun buruna yaşanan ama kimsenin kimseyi gerçekten tanımadığı bir yakınlıkta kolektif hafızanın tüm mezarlarını kuşaklara aktaranlar, vicdanlarını vatanseverliğin sorgusuz sıcağına bırakanlar dünden ve bugünden, burada. Seher… yine de Seher bir güzel vakitte inkar ettikleriyle yüzleşen yüzleştikçe kendini yeniden kuran, kurdukça çıkmaz sokaktan çıkan… İyiliğe ve güzele açlıktan girip Hasret ve Seher’e bağlamak açlığı, açlığı geçmişteki iyilik ve güzelliğe açlıktan alıp çıkarmak için… Evet, geçmişte güzel günler de vardı elbet, ama kötü günlerle yüzleşmedikçe unuttuk değerlerini ve battıkça batıyoruz çamu-ra… Hafızaya ilişkin, geçmişle yüzleşmeye dair bir başka romanı hatırlatıyor bu batış, Ayfer Tunç’un Dünya Ağrısı’nı. O çamurun tüm sıkıntısını bize hissettiren, ağırlıkla batışı, ağrının ağırlığını, kendi suçumuzun ve cezamızın dünya ağrısının bir parçası old-uğunu, suçumuzun bazen sadece izlemek olabileceğini. İnsanlar ölürken feda etmek, haksızlığı kabullenmek, bizden olmadığı için kafamızı çevirmek, bize dair olmadığı için susmak…

Ne demiş popüler kültürümüzün en derin şairi Sezen Aksu, “vicdan, ilahi bir takiptir”. Yaşadığımız ilginçliğin sebebi, bel-ki de kendi vicdanımızın peşimizdeki gözleridir. Çünkü artık “görmedim, bilmedim, duymadım” yok. Haber her yerde, herkes haberde. O iyiliğe ve güzele hasretimiz, biraz da kendimiz içinde olmadığımız için olmasın. Olsak, biz de bir seher vakti büyümez miyiz?

Çamurumuz hoşunuza gitmese de ortak, çamurumuz derin. Duvara gerek yok, durduğu yerde yanıyor ellerimiz.

“Körburun bir ada ya da belki de bir çıkmaz sokak pek çok sakini için. Herkesin herkesi tanıdığı yerlerde kök salmasına inanılmayanın tanığı, linçin tanığı bir hafıza hapishanesi Körburun. Distopya değil, burun buruna yaşanan ama kimsenin kimseyi gerçekten tanımadığı bir yakınlıkta kolektif hafızanın tüm mezarlarını kuşaklara aktaranlar, vicdanlarını vatanseverliğin sorgusuz sıcağına bırakanlar dünden ve

bugünden, burada.“

Page 60: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

60

Kolektif Hafıza

Yazar: Maurice Halbwachs Çevirmen: Banu BarışYayınevi: Heretik YayıncılıkBaskı Sayısı: 2017Sayfa Sayısı: 174

Hafıza Yelpazesi

Yazar: A. Çağlar Deniz Yayınevi: E YayınlarıBaskı Yılı: 2015Sayfa Sayısı: 158

Kitaplarda ‘Hafıza’...

Page 61: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

61

Konuş, Hafıza

Yazar: Vladimir Nabokov Çevirmen: Yiğit YavuzYayınevi: İletişim YayıncılıkBaskı Sayısı: 2011Sayfa Sayısı: 310

Hafıza, Tarih, Unutuş

Yazar: Paul Ricoeur Çevirmen: M. Emin ÖzcanYayınevi: Metis YayıncılıkBaskı Yılı: 2012Sayfa Sayısı: 568

Kitaplarda ‘Hafıza’...

Page 62: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

62

Büyük Savaşın Hafıza Mekan-ları-Gelibolu ve Alsace Lorraine

Yazar: E. Zeynep SudaYayınevi: YazılamaBaskı Sayısı: 2017Sayfa Sayısı: 184

Toplumsal Hafıza, Mimarlık, Tarih Ve Kuram

Yazar: Uğur TanyeliYayınevi: Everest YayınlarıBaskı Yılı: 2018Sayfa Sayısı: 532

Kitaplarda ‘Hafıza’...

Page 63: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

63

Zorla Kaybetmeler ve Yargının Tutumu

Yazar: Öznur Sevdiren , Emel Ataktürk Sevimli , İlkem Altıntaş , Gökçen AlpkayaYayınevi: Hafıza MerkeziBaskı Sayısı: 2014Sayfa Sayısı: 144

Konuşulmayan Gerçek: Zorla Kaybetmeler

Yazar: Özgür Sevgi Göral , Özlem Kaya , Ayhan Işık Yayınevi: Hafıza MerkeziBaskı Yılı: 2014Sayfa Sayısı: 100

Kitaplarda ‘Hafıza’...

Page 64: OCAK 2019 / SAYI 13 OCAK 2019 / SAYI 13 Hafıza 2 Selamlar, Gazete Duvar yayına başladığı günden bu yana sadece enformatik içeriği değil, o içeriklerin daha iyi anlaşılabilmesi

64

İki Yakın Halk İki Uzak Komşu

Yazar: Hrant Dink Yayınevi: Hrant Dink Vakfı YayınlarıBaskı Yılı: 20o8 Sayfa Sayısı: 116

Kamp Armen’e Giden Yol - Artakalanların Hikayesi

Yazar: Hrant GüzelyanYayınevi: Hrant Dink Vakfı YayınlarıBaskı Yılı: 2016Sayfa Sayısı: 120

Kitaplarda ‘Hafıza’...