182

Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı
Page 2: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı
Page 3: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

İŞÇİ PARTİSİ

ÖNCÜ GENÇLİK

2009 YAZ DÖNEMİ

EĞİTİM ÇALIŞMASI

YAZI DERLEMESİ

1. BÖLÜM

DİYALEKTİK VE TARİHSEL MATERYALİZM

Pratik Üzerine Mao Zedung 5 Çelişme Üzerine Mao Zedung 11 Sosyalizmin Kuruluşu Açısından Kısa Marksizm Tarihi Doğu Perinçek 26 Manifesto Yüzyılına Giriyoruz Doğu Perinçek 30 Bilimsel Sosyalizm ve Bilim Doğu Perinçek 36 Teorik Miras (3. Genel Kongre Raporu, 5. Bölüm) 49 Marksizmin Üç Kaynağı ve Üç Bileşeni V. I. Lenin 57 Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı (Önsöz) Karl Marx 60 Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü F. Engels 62

2. BÖLÜM

MİLLİ DEMOKRATİK DEVRİM

Yeni Demokrasi Üzerine Mao Zedung 67 Kemalist Devrimin Halkçılık Programı Doğu Perinçek 85 İşçi Partisi Milli Hükümet Programı 90 İşçi Partisi 7. Genel Kongre Raporu 107 Halkçılık Programı 124

3. BÖLÜM

ÖNCÜ PARTİ TEORİSİ VE KİTLE ÇİZGİSİ

Öncü Parti Teorisi ve İnşa Deneyleri O. B. Kuruca 127 Devrimlerin Öncü-Kitle Diyalektiği Doğu Perinçek 139 Doğru Eylem Nedir? Doğu Perinçek 144 İşçi Partisi 3. Genel Kongre Raporu’ndan 154 İşçi Partisi 5. Genel Kongre Raporu’ndan 160 İşçi Partisi 7. Genel Kongre Raporu’nun “Örgütlenme” Bölümü 165 Proleter Devrimci Safları Çelikleştirelim 170 Kitle Çalışmasında Yeni Görevler Hasan Yalçın 175

Liberalizmle Mücadele Edelim Mao Zedung 181

Page 4: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı
Page 5: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Seçme Eserler I

Mao Zedung PRATİK ÜZERİNE* Bilgi ile Pratik, Bilme ile Yapma Arasındaki İlişki Üzerine Temmuz 1937

Marx’tan önce materyalizm, bilgi sorununu insanın toplumsal niteliğinden ve tarihi gelişmesinden kopuk bir biçimde incelemiş, bu yüzden bilginin toplumsal pratiğe bağımlılığını, yani üretime ve sınıf mücadelesine bağımlılığını kavrayamamıştı.

Marksistler her şeyden önce insanın üretimdeki faaliyetini en temel pratik faaliyet olarak, insanın bütün diğer faaliyetlerinin belirleyicisi olarak görürler. İnsanın bilgisi esas olarak maddi üretimdeki faaliyetine dayanır. İnsan, maddi üretimdeki faaliyeti aracılığıyla, yavaş yavaş doğa olaylarını, doğanın özelliklerini ve yasalarım ve kendisiyle doğa arasındaki ilişkileri kavrar. Gene üretimdeki faaliyeti aracılığıyla, insan ile insan arasındaki bazı ilişkileri de yavaş yavaş farklı ölçülerde kavrar. Bu bilgilerden hiçbiri üretimdeki faaliyet dışında elde edilemez. Sınıfsız toplumda toplumun bir bireyi olarak her insan öteki bireylerle birlikte ortak çalışmaya katılır, onlarla belirli üretim ilişkilerine girer ve insanın maddi ihtiyaçlarını karşılamak üzere üretimde bulunur. Bütün sınıflı toplumlarda farklı toplumsal sınıfların bireyleri de farklı biçimlerde belirli üretim ilişkilerine girerler ve maddi ihtiyaçlarını karşılamak üzere üretimde bulunurlar. İnsan bilgisinin serpilip boy attığı ana kaynak budur. İnsanın toplumsal pratiği sadece üretimdeki faaliyetle sınırlı değildir, sınıf mücadelesi, siyasi hayat, bilimsel

ve sanatsal uğraşlar gibi daha birçok biçime bürünür. Sözün kısası, bir toplumsal varlık olarak insan, toplumun pratik hayatının bütün alanlarına katılır. Dolayısıyla insanın, insan ile insan arasındaki farklı ilişkileri değişen ölçülerde öğrenmesi, yalnızca maddi hayatı aracılığıyla değil, aynı zamanda siyasi ve kültürel hayatı (her ikisi de maddi hayata sımsıkı bağlıdır) aracılığıyla da olur. Toplumsal pratiğin bu öteki türleri arasında özellikle sınıf mücadelesi, bütün değişik biçimleriyle, insan bilgisinin gelişmesi üzerinde derin bir etki yaratır. Sınıflı toplumda her insan belli bir sınıfın üyesi olarak yaşar ve hiç istisnasız her düşünce belli bir sınıfın damgasını taşır.

Marksistler, insan toplumunda üretim faaliyetinin alt düzeyden üst düzeye doğru adım adım geliştiğini ve bu nedenle insanın doğaya ya da topluma ilişkin bilgisinin de alt düzeyden üst düzeye doğru adım adım geliştiğini, yani sığdan derine doğru, tek yanlılıktan çok yanlılığa doğru geliştiğini savunurlar. İnsanlar tarihte çok uzun bir zaman, zorunlu olarak, toplum tarihi konusunda tek yanlı bir kavrayışla sınırlı kaldılar. Bunun nedeni, bir yandan sömürücü sınıfların her zaman taraf tutan bir tutumla tarihi çarpıtmaları, öte yandan da küçük çapta üretimin insanın bakış açısını sınırlamasıydı. İnsanoğlu ancak dev üretici güçlerle (büyük çapta sanayi) birlikte modern proletarya ortaya çıktığı zaman toplumun gelişmesi konusunda kapsamlı ve tarihi bir kavrayış edinebildi ve bu bilgiyi bir bilime, Marksizm bilimine dönüştürebildi.

Marksistler, insanın dış dünyaya ilişkin bilgisinin doğruluğunun biricik ölçütünün, insanın toplumsal pratiği olduğunu savunurlar. Aslında insan bilgisinin doğruluğu, ancak, önceden beklenilen sonuçlara toplumsal pratik süreci (maddi üretim, sınıf mücadelesi ya da bilimsel deney) içinde varıldığı zaman kanıtlanmış olur. Bir kimse çalışmasında başarılı olmak, yani önceden kafasında tasarladığı sonuçlan elde etmek istiyorsa, kafasındaki fikirleri nesnel dış dünyanın yasalarına uygun kılmalıdır. Eğer kafasındaki fikirler nesnel dış dünyanın yasalarına uygun düşmezse, pratikte başarısızlığa uğrar. Bir kimse pratikte başarısızlığa uğradığında bundan birtakım dersler çıkarır ve kafasındaki fikirleri düzelterek onları dış dünyanın yasalarına uygun kılarsa başarısızlığı başarıya dönüştürebilir; "başarısızlık başarının anasıdır" ve "bir musibet bin nasihatten iyidir" sözlerinden kastedilen de budur. Diyalektik materyalist bilgi teorisi, insan bilgisinin pratikten asla kopartılamayacağını savunur, pratiğin önemini inkâr eden ya da bilgiyi pratikten kopartan bütün yanlış teorileri mahkûm eder ve pratiğe öncelik tanır. Bu nedenle Lenin şunu söylemişti: "Pratik, (teorik) bilgiden daha yüksektir, çünkü sadece evrensellik değerine değil, dolaysız güncellik değerine de sahiptir."1 Diyalektik materyalist Marksist felsefenin iki önemli özelliği vardır. Birincisi, onun sınıfsal niteliğidir: Diyalektik materyalizmin proletaryanın hizmetinde olduğunu açıkça ilan eder. İkincisi, uygulanabilir oluşudur. Teorinin

* Bir zamanlar Partimizde bazı dogmacı yoldaşlar vardı. Bunlar uzun bir zaman "Marksizm bir dogma değil, bir eylem kılavuzudur" şeklindeki gerçeği inkâr ederek ve insanları Marksist eserlerden yerli yersiz aktardıkları sözler ve elimlerle yıldırarak, Çin Devrimi'nin tecrübesini reddettiler. Bir zamanlar bazı deneyci yoldaşlar da vardı. Bunlar uzun bir zaman kendilerini kendi bölük pörçük tecrübeleriyle sınırladılar, teorinin devrimci pratik için ne kadar önemli olduğunu kavramadılar ya da devrimi bir bütün olarak görmediler. Var güçleriyle, ama önlerini görmeden çalıştılar. Bu iki türden yoldaşların, özellikle de dogmacıların hatalı fikirleri 1931-1934 yıllarında Çin Devrimi'ni ağır kayıplara uğrattı. Ama gene de Marksist kisvesine bürünen dogmacılar epeyce yoldaşın kafasını bulandırmaya devam ettiler. "Pratik Üzerine" yazısı, Parti içindeki dogmacılığın ve deneyciliğin öznelci hatalarını, özellikle de dogmacılık hatasını Marksist bilgi teorisinin bakış açısından gözler önüne sermek amacıyla yazılmıştı. Bu yazıya "Pratik Üzerine" adının verilmesinin nedeni, yazıda pratiği küçümseyen öznelciliğin dogmacı türünün açığa çıkarılmasına ağırlık tanınmasıdır. Bu yazıdaki düşünceler, Yen an’daki Japonya'ya Karşı Askeri ve Siyasi Okulda Mao Zedong Yoldaşın verdiği bir derste ortaya konulmuştu.

5

Page 6: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

pratiğe bağımlı olduğunu, teorinin pratiğe dayandığını ve pratiğe hizmet etliğini vurgular. Herhangi bir bilgi ya da teorinin doğruluğu öznel duygular tarafından değil, toplumsal pratikteki nesnel sonuçlar tarafından belirlenir. Doğruluğun biricik ölçütü toplumsal pratiktir. Diyalektik materyalist bilgi teorisinde başlıca ve temel bakış açısı, pratiğin bakış açısıdır.2

Peki, insan bilgisi pratikten nasıl doğar ve gene pratiğe nasıl hizmet eder? Bilginin gelişme sürecini incelersek, bu sorun açıklığa kavuşur.

Pratiğin süreci içinde insan ilkönce şeylerin sadece görünürdeki yanını, tek tek yönlerini, dış ilişkilerini görür. Örneğin, dışarıdan bazı kimseler bir gözlemde bulunmak üzere Yen an’a gelirler. İlk bir iki gün şehrin topografyasını, sokaklarını, evlerini görürler. Birçok insanla tanışır, ziyafetlere, akşam davetlerine ve kitle mitinglerine gider, çeşitli türden konuşmalar dinler, çeşitli yazılar okurlar; bunların hepsi de şeylerin görünürdeki yanı, tek tek yönleri ve dış ilişkileridir. Buna algısal bilgi aşaması, yani duyusal algılamalar ve izlenimler aşaması denir. Yani Yen an’daki bu belirli şeyler, gözlem grubu üyelerinin duyu organları üzerinde etki yaratır, duyusal algılamalar uyandırır ve onların beyinlerinde birçok izlenimin doğmasına yol açar; bu izlenimler arasında dış ilişkilerin kaba bir taslağı vardır. Bu, bilginin birinci aşamasıdır. Bu aşamada insan henüz daha derin kavramlar oluşturamaz ya da mantıki sonuçlar çıkaramaz.

Toplumsal pratik sürerken, insanın pratiğinin akışı içinde insanda duyusal algılamalar ve izlenimler uyandıran şeyler birçok kez tekrarlanır; sonra bilgi süreci içinde beyinde ani bir değişiklik (sıçrama) meydana gelir ve kavramlar oluşur. Kavramlar artık şeylerin görünürdeki yanı, tek tek yönleri ve dış ilişkileri değildir; şeylerin özünü, bütünselliğini ve iç ilişkilerini kavrarlar. Kavramlar ile duyusal algılamalar arasında sadece niceliksel bir farklılık değil, niteliksel bir farklılık da vardır. Bundan sonra insan yargıya varma ve sonuç çıkarma yoluyla daha da ileri giderek mantıki sonuçlara varabilir. San Kuo Yen Yi'deki3 "kafanı çalıştır, bir yolunu bulursun" ve günlük konuşmada kullandığımız "dur bir düşüneyim" deyimleri, insanın yargıya varmak ve sonuç çıkarmak için kavramlar yardımıyla zihnini çalıştırdığını gösterir. Bu, bilginin ikinci aşamasıdır. Gözlem grubunun üyeleri çeşitli veriler topladıktan ve onları "bir kere daha düşündükten" sonra, "Komünist Partisi'nin Japonya'ya Karşı Birleşik Cephe siyaseti, kapsamlı, samimi ve dürüsttür" yargısına varabilirler. Bu yargıya vardıktan sonra, eğer kendileri de milleti kurtarma konusunda samimiyseler bir adım daha atıp şu sonucu çıkarabilirler: "Japonya'ya Karşı Milli Birleşik Cephe başarıya ulaşabilir." Bu kavrama, yargıya varma ve sonuç çıkarma aşaması, bir şeyi öğrenmenin bütün bir süreci içinde daha da önemli bir aşamadır; ussal bilgi aşamasıdır. Öğrenmenin gerçek görevi, algılama yoluyla düşünceye varmak, giderek nesnel şeylerin iç ilişkilerini, yasalarını, bir süreç ile başka bir süreç arasındaki iç ilişkileri kavramak, yani mantıkî bilgiye varmaktır. Bir başka deyişle, algısal bilgi şeylerin tek tek yönleriyle, görünürdeki yönleriyle ve dış ilişkileriyle ilgilidir; buna karşılık mantıkî bilgi şeylerin bütünselliğine, özüne ve iç ilişkilerine ulaşmada büyük bir adım atar ve çevremizdeki dünyanın iç ilişkilerini açığa çıkarır. Mantıkî bilgi ile algısal bilgi arasındaki fark budur. Dolayısıyla mantıkî bilgi çevremizdeki dünyanın gelişmesini, bütünselliği ve bütün yönlerinin iç ilişkileri içinde kavrayabilir.

Bilginin gelişme sürecinin pratiğe dayandığını ve sığdan derine doğru ilerlediğini ileri süren bu diyalektik materyalist teoriyi, Marksizm’in doğuşundan önce hiç kimse ortaya koyamamıştı. Bilginin gittikçe derinleşen hareketini toplum içindeki insanın karmaşık ve durmadan tekrarlanan üretim ve sınıf mücadelesi pratiği içinde algısal bilgiden mantıkî bilgiye doğru ilerlediği bu hareketi, hem materyalist hem de diyalektik bir biçimde ortaya koyan Marksist materyalizm bu sorunu ilk kez doğru bir biçimde çözmüş oldu. Lenin şöyle demişti: "Maddenin soyutlanması, bir doğa yasasının soyutlanması, değerin soyutlanması vb. kısacası bütün bilimsel (doğru, ciddi ve saçma olmayan) soyutlamalar doğayı daha derin, daha doğru ve daha eksiksiz bir biçimde yansıtır."4 Marksizm-Leninizm. Bilgi sürecindeki her iki aşamanın da kendi özelliklerine sahip olduklarını; bilginin, alt aşamada algısal olarak, üst aşamada ise mantıkî olarak ortaya çıktığını ve her iki aşamanın da bütünleşmiş bir bilgi süreci içinde bulunduğunu savunur. Algısal bilgi ile ussal bilgi nitelik bakımından farklı olmakla birlikte, birbirlerinden kopuk değildirler; pratik temelinde birleşmişlerdir. Pratiğimiz şunu kanıtlıyor: Algılanan bir şey hemencecik kavranamaz ve bir şey ancak kavrandığı zaman daha derin bir biçimde algılanabilir. Algılama sadece dış görünüş sorununu çözebilir; öz sorunu ise ancak teori tarafından çözülebilir. Her iki sorunun çözümü de pratikten asla ayrılamaz. Bir şeyi öğrenmek isteyen bir kimsenin o şeyle bağ kurmaktan, yani o şeyin çevresinde yaşamaktan (uygulamada bulunmaktan) başka çaresi yoktur. Feodal toplumda kapitalist toplumun yasalarını önceden bilmek olanaksızdı, çünkü kapitalizm henüz doğmamıştı ve bununla ilgili pratik henüz yoktu. Marksizm ancak kapitalist toplumun ürünü olabilirdi. Marx, laissezfaire kapitalizmi† döneminde, emperyalizm çağına özgü belirli yasaları önceden somut olarak bilemezdi, çünkü kapitalizmin son aşaması olan emperyalizm henüz doğmamıştı ve bununla ilgili pratik henüz yoktu. Bu görevi ancak Lenin ve Stalin yerine getirebilirdi. Dehaları bir yana, Marx, Engels, Lenin ve Stalin'in teorilerini yaratabilmelerinin temel nedeni, kendi zamanlarının sınıf mücadelesi ve bilimsel deney pratiğine doğrudan doğruya katılmış olmalarıydı. Bu pratiğe katılmayan hiçbir dahi başarıya ulaşamaz. "Bilim adamı, kapısından dışarı adımını atmadan bütün dünyada olup biteni bilir" sözü teknolojinin henüz gelişmediği eski çağlarda söylenmiş boş laflardan biriydi. Gerçi bu söz bugünkü gelişmiş teknoloji çağında bile varlığını sürdürmektedir; ama gerçek kişisel bilgiye sahip olanlar, dünyanın dört bir bucağında pratiğin içinde bulunan insanlardır. Bu insanlar kendi pratikleri aracılığıyla "bilgi

† “Bırakınız yapsınlar” felsefesinin egemen olduğu kapitalizm. Başka bir deyişle serbest rekabet dönemindeki kapitalizm. (Ç.N.)

6

Page 7: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

edinirler" ve edindikleri bilgi yazılar ve teknik araçlar yoluyla "bilim adamı"na ulaşır: işte "bilim adamı" ancak o zaman dolaylı bir biçimde "bütün dünyada olup biteni bilebilir". Eğer belli bir şeyi ya da belli bir şeyler dizisini dolaysız bir biçimde öğrenmek istiyorsak, gerçeği değiştirmek, o şeyi ya da şeyler dizisini değiştirmek için pratik mücadeleye doğrudan doğruya katılmamız gerekir. Çünkü, birer olgu olarak onlarla bağ kurabilmemiz ancak böyle mümkün olabilir, o şeyin ya da şeyler dizisinin özünü açığa çıkarabilmemiz ve onları kavrayabilmemiz ancak gerçeği değiştirmek için pratik mücadeleye doğrudan doğruya katılmakla mümkün olabilir. Bazı kimseler sorunları bile bile çarpıtarak tam tersini ileri sürseler de, insanı bilgiye gerçekten götüren biricik yol budur. Dünyanın en gülünç insanı, şuradan buradan kulaktan dolma bilgiler edinip sonra da kendini "dünyanın Bir Numaralı otoritesi" ilan eden "allame"dir; bu da sadece onun kendini bilmediğini gösterir. Bilgi bir bilim sorunudur ve bilimde en küçük bir sahtekârlığa ya da kendini beğenmişliğe yer yoktur. Bilimde gerekli olan bunun tam tersidir; dürüstlük ve alçakgönüllülük. Bilgi sahibi olmak istiyorsanız, gerçekliği değiştirme pratiğine katılmanız gerekir. Bir armudun tadının nasıl olduğunu öğrenmek istiyorsanız, onu yiyerek değiştirmeniz gerekir. Atomun yapısını ve özelliklerini öğrenmek istiyorsanız, atomun durumunu değiştirmek üzere fiziksel ve kimyasal deneyler yapmanız gerekir. Devrimin teorisini ve yöntemlerini öğrenmek istiyorsanız, devrime katılmanız gerekir. Her gerçek bilgi dolaysız tecrübeden kaynaklanır. Ama bir kimse her konuda dolaysız tecrübeye sahip olamaz; aslında bilgimizin büyük bir bölümü dolaylı tecrübeden, örneğin eski çağlarda ve yabancı ülkelerde edinilmiş bilgiden gelir. Atalarımız ve yabancılar bu bilgiyi dolaysız tecrübeyle edinmişlerdir ve bu bilgiye ancak, onların dolaysız tecrübelerinin süreci içinde Lenin'in sözünü ettiği "bilimsel soyutlama"nın gerekliliği yerine getirilmişse ve nesnel gerçeklik bilimsel bir biçimde yansıtılmışsa güvenilir; yoksa güvenilmez. Dolayısıyla bir insanın bilgisi, biri dolaysız tecrübeden, biri de dolaylı tecrübeden edinilen iki bölümden oluşur. Ayrıca, benim için dolaylı tecrübe olan şey başkaları için dolaysız tecrübedir. Bu nedenle, bir bütün olarak alındığında hiçbir bilgi dolaysız tecrübeden ayrılamaz. Bütün bilgi, insanın fiziksel duyu organları aracılığıyla nesnel dış dünyayı algılamasından kaynaklanır. Bu algılamayı reddeden, dolaysız tecrübeyi reddeden, ya da gerçekliği değiştirmenin pratiğine doğrudan doğruya katılmayı reddeden bir kimse materyalist değildir. İşte "allame"nin gülünç olmasının nedeni de budur. "Kaplanın inine girmeden kaplan yavrusunu nasıl yakalarsın?" diye eski bir Çin özdeyişi vardır. Bu özdeyiş aynı zamanda insanın pratiği ve bilgi teorisi için de geçerlidir. Pratik dışında hiçbir bilgi olamaz.

Gerçekliği değiştirmenin pratiği temelinde yükselen diyalektik materyalist bilgi hareketini, giderek derinleşen bilgi hareketini açıklığa kavuşturmak için birkaç somut örnek daha verelim.

Pratiğinin ilk döneminde, yani makineleri parçalama ve kendiliğinden mücadele döneminde proletarya, kapitalist topluma ilişkin bilgisinde henüz algısal bilgi aşamasındaydı; kapitalizmin olgularının sadece bazı yönlerini ve dış ilişkilerini biliyordu. O zamanlar proletarya hâlâ "kendi içinde bir sınıf idi. Ama pratiğinin ikinci döneminde, yani bilinçli ve örgütlü ekonomik ve siyasi mücadeleler dönemine eriştiğinde proletarya kapitalist toplumun özünü, toplumsal sınıflar arasındaki sömürü ilişkilerini ve kendi tarihi görevini kavradı. Proletaryanın bütün bunları kavrayabilmesinin nedeni, kendi pratiği ve uzun süreli mücadele tecrübesiydi. Marx ve Engels bu pratiği ve tecrübeyi bütün yönleriyle bilimsel bir biçimde özetlediler ve proletaryanın eğitilmesi için Marksizm teorisini yarattılar. İşte o zaman proletarya "kendisi için bir sınıf” durumuna geldi.

Aynı şey Çin halkının emperyalizm konusundaki bilgisi için de geçerlidir. İlk aşama yüzeysel ve algısal bilgi aşamasıydı; bu, Tay-ping İlahi Krallığı Hareketinin, Yi Ho Tuan Hareketi'nin vb. yabancılara karşı hiçbir ayrım gözetmeksizin giriştiği mücadelelerde açıkça görülebilir. Çin halkı ancak ikinci aşamada ussal bilgi aşamasına ulaştı, emperyalizmin iç ve dış çelişmelerini gördü ve emperyalizmin geniş Çin halk kitlelerini ezmek ve sömürmek üzere Çin'in komprador ve feodal sınıflarıyla ittifak yaptığı temel gerçeğini kavradı. Bu bilgi, aşağı yukarı 1919'daki 4 Mayıs Hareketi sıralarında başladı. Şimdi de savaşı alalım. Eğer bir savaşı yönetenlerin savaş tecrübesi yoksa, ilk aşamada belli bir savaşın

(örneğin son 10 yıldaki Toprak Devrimi Savaşımız) yönetilmesiyle ilgili kapsamlı yasaları kavrayamazlar. İlk aşamada sadece bir sürü çarpışmaya girip çıkarlar, üstelik de birçok yenilgiye uğrarlar. Ama bu tecrübe (kazanılan savaşların ve özellikle de kaybedilen savaşların tecrübesi) onların tüm savaşın iç sürecini, yani o belirli savaşın yasalarını kavramalarını, strateji ve taktiklerini anlamalarını ve böylece savaşı güvenle yönetmelerini sağlar. Eğer o anda komuta tecrübesiz birine devredilirse, o zaman savaşın gerçek yasalarını kavrayana kadar o da birçok yenilgiye uğrayacaktır (tecrübe kazanacaktır).

"Bu işin üstesinden gelebileceğimden emin değilim." Bir yoldaş bir görevi kabul etmekte duraksama gösterdiğinde çoğu zaman bu sözleri işitiriz. Niçin kendinden emin değildir? Çünkü ya verilen görevin özü ve koşulları konusunda sistemli bir kavrayışa sahip değildir ya da o çalışmayla bağı pek azdır ya da hiç yoktur ve dolayısıyla o çalışmayı yöneten yasalardan habersizdir. Ama kendisine verilen görevin özünü ve koşullarını ayrıntılı bir biçimde tahlil ettikten sonra kendine olan güveni artar ve o görevi seve seve yerine getirir. Eğer o görevde bir süre çalışır ve tecrübe kazanırsa, sorunlara öznel, tek yanlı ve yüzeysel bir biçimde yaklaşan bir insan değil de, sorunlara açık görüşlülükle bakmaya istekli bir kimseyse, o işin nasıl yapılacağı konusunda kendi başına sonuçlar çıkarabilir ve o işi daha büyük bir cesaretle yapabilir. Ancak sorunlara öznel, tek yanlı ve yüzeysel bir biçimde yaklaşan kimseler bir yere gelir gelmez koşullara dikkate almadan, şeyleri bütünlükleri (bir bütün olarak geçmişteki ve şimdiki durumları) içinde gözden geçirmeden ve (şeylerin özünü, şeylerin niteliğini ve bir şey ile başka bir şey arasındaki iç ilişkileri) kavramadan hemen sağa sola emirler ve talimatlar yağdırmaya koyulurlar. Böyle insanlar tökezleyip düşmeye mahkûmdurlar.

Dolayısıyla görüldüğü gibi, bilgi sürecinde ilk adım dış dünyadaki nesnelerle bağ kurmaktır; bu, algılama aşamasına girer. İkinci adım, algılamada elde edilen verileri yeniden düzene koyarak senteze vardırmaktır; bu, kavrama, yargıya varma ve sonuç çıkarma aşamasına girer. Algılamada elde edilen veriler ancak çok zengin

7

Page 8: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

(bölük pörçük değil) ve gerçekliğe uygun (aldatıcı değil) olurlarsa, doğru kavramlar ve teoriler kurmanın temelini oluşturabilirler.

Burada iki noktayı önemle belirtmek gerekir. Birincisini gerçi daha önce belirttik, ama burada tekrarlamakta yarar var; ussal bilgi algısal bilgiye bağımlıdır. Ussal bilginin ille de algısal bilgiden çıkması gerekmediğini sanan bir kimse idealisttir. Felsefe tarihinde bir "akılcı" okul vardır. Bu okul yalnızca aklın güvenilir olduğuna, algısal tecrübenin güvenilir olmadığına inanır ve tecrübenin değil, yalnızca aklın gerçekliğini kabul eder. Bu okulun yanılgısı, şeyleri tersine çevirmesindedir. Ussal bilginin güvenilir olmasının biricik nedeni, duyusal algılamalardan kaynaklanmasıdır. Eğer böyle olmasaydı, ussal bilgi, kaynağı olmayan bir suya, kökleri olmayan bir ağaca benzer; öznel, kendi kendine oluşmuş ve güvenilmez bir şey olurdu. Bilgi sürecindeki sıralamada en başta algısal tecrübe gelir. Toplumsal pratiğin bilgi süreci içindeki önemini vurguluyoruz, çünkü insan bilgisini yaratan ve insanın nesnel dünyadan algısal tecrübe edinmesini başlatan, sadece ve sadece toplumsal pratiktir. Gözlerini kapayan, kulaklarını tıkayan ve kendini nesnel dünyadan bütünüyle koparan bir insan için bilgi diye bir şey söz konusu olamaz. Bilgi tecrübeyle başlar; bilgi teorisinin materyalizmi budur. İkinci nokta ise şudur: Bilginin derinleştirilmesi gerekir, algısal bilgi aşamasının ussal bilgi aşamasına

vardırılması gerekir; bu da, bilgi teorisinin diyalektiğidir.5 Bilginin ilk baştaki algısal aşamada kalabileceğini, tek başına algısal bilginin güvenilir olduğunu ve ussal bilginin güvenilir olmadığını sanmak, "deneyciliğin" tarihi yanılgısını tekrarlamak olur. Bu teorinin yanılgısı, algılama verilerinin nesnel dünyadaki bazı gerçeklikleri yansıtmakla birlikte (burada, tecrübeyi sözüm ona iç gözlemle kısıtlayan idealist deneyciliği kastetmiyorum), tek yanlı ve yüzeysel olmaktan öteye gidemediklerini, şeyleri tam olarak yansıtmadıklarını, şeylerin özünü yansıtmadıklarını kavrayamamasındadır. Bir şeyi bütünlüğü içinde tam olarak yansıtabilmek, onun özünü yansıtabilmek, onun iç yasalarını yansıtabilmek için, bir kavramlar ve teoriler sistemi kurmak üzere posayı atıp özü alarak, sahte olanı atıp gerçek olanı alarak, birinden diğerine, dışarıdan içeriye doğru ilerleyerek, duyusal algılamada edinilen zengin verileri düşünce yoluyla yeniden düzenlemek gerekir; yani algısal bilgiden ussal bilgiye bir sıçrama yapmak gerekir. Bu yeniden düzenlenmiş bilgi daha boş ve daha az güvenilir bir bilgi değildir. Tam tersine, bilgi süreci içinde pratiğe dayanılarak bilimsel bir biçimde yeniden düzenlenen her şey, Lenin'in de dediği gibi, nesnel gerçekliği daha derin, daha doğru ve daha eksiksiz olarak yansıtır. Gel gelelim, kaba "pratikçiler" tecrübeye saygı duyar, teoriyi küçümserler; bu yüzden de, nesnel sürecin bütününü kapsamlı bir biçimde göremez, açık seçik bir yönelimden ve uzak görüşlü bir bakış açısından yoksun kalır, rastgele başarılarla yetinir ve gerçeği ancak kıyısından köşesinden yakalayabilirler. Böyle kimseler bir devrimi yönetecek olsalar, onu olsa olsa bir çıkmaz sokağa sokarlar.

Ussal bilgi algısal bilgiye dayanır, ama algısal bilginin de ussal bilgiye vardırılması gerekir; diyalektik materyalist bilgi teorisi budur. Felsefede "akılcılık" da, "deneycilik" de, bilginin tarihi ve diyalektik niteliğini kavrayamazlar. Bu iki okul da gerçeğin bir yönünü içermekle birlikte (burada idealist değil, materyalist akılcılık ve deneyciliği kastediyorum), her ikisi de bir bütün olarak bilgi teorisinde yanılgıya düşerler. Bilginin algısal olandan ussal olana doğru ilerleyen diyalektik materyalist hareketi, büyük bir bilgi süreci (sözgelimi, bütün bir toplumu ya da devrimi öğrenmek) için olduğu kadar, küçük bir bilgi süreci (sözgelimi, tek bir şeyi ya da görevi öğrenmek) için de geçerlidir.

Ama bilginin hareketi burada sona ermez. Eğer diyalektik materyalist bilgi hareketi ussal bilgide duracak olsaydı, sorunun yalnızca yarısı çözülmüş olurdu. Üstelik Marksist felsefeye göre bu, sorunun daha az önemli olan yarısıdır. Marksist felsefe, işin en önemli yanının, nesnel dünyanın yasalarını kavramak ve böylece nesnel dünyayı açıklayabilir duruma gelmek değil, bu yasalara ilişkin bilgiyi, dünyayı değiştirmek üzere etkin bir biçimde uygulamak olduğunu savunur. Marksizme göre, teori önemlidir ve teorinin önemi Lenin'in şu sözlerinde eksiksiz bir biçimde dile getirilir: "Devrimci teori olmadan, devrimci hareket olamaz."6 Ama Marksizmin teorinin önemini vurgulamasının biricik nedeni, teorinin eyleme yol göstermesidir. Elimizde doğru bir teori olduğu halde, onun sadece lafını edip rafa kaldırırsak, onu uygulamaya koymazsak, o teori ne kadar doğru olursa olsun hiçbir işe yaramaz. Bilgi, pratikle başlar; teorik bilgi pratik aracılığıyla edinilir ve yeniden pratiğe dönmek zorundadır. Bilginin etkin işlevi, kendini yalnızca algısal bilgiden ussal bilgiye etkin sıçrayışta göstermez; aynı zamanda, daha da önemlisi, kendini ussal bilgiden devrimci pratiğe sıçrayışta da göstermek zorundadır. Yeryüzünün yasalarını kavrayan bilgi, yeniden dünyayı değiştirmenin pratiğine yöneltilmeli, yeniden üretim pratiğine, devrimci sınıf mücadelesinin ve devrimci milli mücadelenin pratiğine ve bilimsel deney pratiğine uygulanmalıdır. Bu, teoriyi sınama ve geliştirme sürecidir, bütün bir bilgi sürecinin sürdürülmesidir. Teorinin nesnel gerçekliğe uygun olup olmadığı sorunu, yukarıda belirtildiği gibi, algısal bilgiden ussal bilgiye ilerleyen hareket içinde tam olarak çözülmez ve çözülemez. Bu sorunu tam olarak çözmenin biricik yolu ussal bilgiyi yeniden toplumsal pratiğe yöneltmek, teoriyi pratiğe uygulamak ve insanın kafasında tasarladığı hedeflere ulaşıp ulaşmadığına bakmaktır. Birçok doğabilim teorisinin doğru sayılmasının nedeni, sadece doğabilimciler tarafından ilk bulundukları anda doğru kabul edilmeleri değil, daha sonraki bilimsel pratik içinde doğrulanmış olmalarıdır. Marksizm-Leninizm’in doğru kabul edilmesinin nedeni, sadece Marx, Engels, Lenin ve Stalin tarafından bilimsel olarak formüle edildiği zaman doğru sayılması değil aynı zamanda daha sonraki devrimci sınıf mücadelesinin ve devrimci milli mücadelenin pratiği içinde doğrulanmış olmasıdır: Diyalektik materyalizm evrensel olarak geçerlidir, çünkü pratiğin içindeki hiç kimse diyalektik materyalizmin etki alanının dışında kalamaz. İnsan bilgisinin tarihi, bize, birçok teorinin tam olarak doğru olmadığını ve bu eksikliğin pratiğin sınaması içinde giderildiğini öğretiyor. Birçok teoride hatalar vardır ve bu hatalar ancak pratiğin sınaması içinde düzeltilebilir. İşte bu yüzdendir ki, doğruluğun ölçütü pratiktir ve "bilgi teorisinde hayatın, pratiğin bakış açısı öncelikle ve temel olarak alınmalıdır".7 Stalin'in çok güzel söylediği gibi: "Pratiğin yolu devrimci teoriyle aydınlatılmazsa, pratik karanlıkta el yordamıyla ilerler; aynı şekilde, teoride pratikle birleştirilmezse, amaçsız hale gelir."8

8

Page 9: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Peki, bu noktaya vardığımız zaman bilginin hareketi tamamlanmış mı olur? Cevabımız, hem evet, hem de hayırdır. Toplumdaki insanlar, belli bir nesnel sürecin (doğal ya da toplumsal) belli bir gelişme aşamasında o süreci değiştirmek üzere pratiğe atıldıklarında, nesnel sürecin beyinlerinde yansıması ve kendi öznel faaliyetleri sonucunda, bilgilerini algısal aşamadan ussal aşamaya vardırabilir, o nesnel sürecin yasalarına genellikle uygun düşen fikirler, teoriler, planlar ya da programlar yaratabilirler. Sonra da bu fikirleri, teorileri, planları ya da programları aynı nesnel süreç içinde pratiğe uygularlar. Ve eğer kafalarındaki amaçları gerçekleştirebilirlerse, yani daha önceden formüle ettikleri fikirleri, teorileri, planları ya da programları aynı sürecin pratiği içinde gerçeğe dönüştürebilirlerse ya da genel olarak dönüştürebilirlerse, o zaman bilgi süreci bu belirli sürece ilişkin olarak tamamlanmış sayılabilir. Doğanın değiştirilmesi süreci içinde, örneğin bir teknik projenin gerçekleştirilmesini, bilimsel bir varsayımın kanıtlanmasını, bir aracın yapılmasını ya da ekinlerin biçilmesini alalım. Toplumun değiştirilmesi süreci içinde, sözgelimi bir grevin zaferle sonuçlanmasını, bir savaşta zafer kazanılmasını ya da bir eğitim tasarısının gerçekleştirilmesini alalım. Bütün bunlar bir insanın kafasındaki amaçları gerçekleştirmesi olarak kabul edilebilir. Ama genellikle, gerek doğayı değiştirmenin pratiğinde, gerekse toplumu değiştirmenin pratiğinde, insanların ilk baştaki fikirleri, teorileri, planları ya da programlarının hiç değişmeden gerçekleştiği pek enderdir. Çünkü gerçekliği değiştirmeye girişen insanlar genellikle birçok kısıtlamayla karşılaşırlar. Yalnızca var olan bilimsel ve teknolojik koşullar tarafından değil, aynı zamanda nesnel sürecin gelişmesi ve bu sürecin belirginlik derecesi (nesnel sürecin yönleri ve özü henüz tam olarak açığa çıkmamıştır) tarafından da kısıtlanırlar. Böyle bir durumda fikirler, teoriler, planlar ya da programlar genellikle kısmen, bazen de tamamen değişirler. Çünkü, pratiğin akışı içinde önceden düşünülmemiş koşullarla karşılaşılır. Yani ilk baştaki fikirler, teoriler, planlar ya da programlar gerçekliğe kısmen ya da tamamen uygun düşmeyebilir ve kısmen ya da tamamen yanlış olabilir. Birçok durumda, bilgideki yanlışların düzeltilebilmesi, nesnel sürecin yasalarıyla uygunluğun sağlanabilmesi, böylelikle öznel olanın nesnel olana dönüştürülebilmesi ya da başka bir deyişle, önceden tasarlanmış sonuçların pratikte elde edilebilmesi için, başarısızlıkların birçok kez tekrarlanması gerekir. Ama gene de, bu noktaya erişildiğinde, belli bir nesnel sürecin belli bir aşamasında o sürece ilişkin insan bilgisinin hareketi tamamlanmış sayılabilir.

Gel gelelim, sürecin gelişmesi açısından bakılacak olursa, insan bilgisinin hareketi henüz tamamlanmış değildir. Doğada olsun, toplumda olsun, her süreç kendi iç çelişmesi ve mücadelesi aracılığıyla ilerler ve gelişir ve insan bilgisinin hareketi de onunla birlikte ilerleyip gelişmelidir. Toplumsal hareketler söz konusu olduğunda, gerçek devrimci önderler, yukarıda belirtildiği gibi yalnızca hatalar ortaya çıktığında fikirlerini, teorilerini, planlarını ya da programlarını düzeltmesini bilmekle kalmamalıdırlar. Aynı zamanda belli bir nesnel süreç geliştiği ve bir gelişme aşamasından öbürüne dönüştüğü zaman onunla birlikte kendilerinin ve bütün devrimci yoldaşlarının öznel bilgilerini de ilerletip dönüştürmelerini sağlamasını da bilmelidirler; yani önerilen yeni devrimci görevlerin ve yeni çalışma programlarının durumundaki yeni değişikliklere uygun olmasını sağlamalıdırlar. Devrimci bir dönemde durum çok hızlı değişir. Eğer devrimcilerin bilgisi de değişen duruma uygun bir hızla değişmezse, o devrimciler devrimi zafere götüremezler.

Ama çoğu zaman düşünce gerçekliğin gerisinde kalır, çünkü insan bilgisi çeşitli toplumsal koşullar tarafından kısıtlanır. Devrimci saflardaki bazı iflah olmazların düşünceleri, değişen nesnel koşullara uygun bir biçimde ilerleyemez ve kendini tarihi olarak sağ oportünizm biçiminde gösterir; biz, devrimci saflardaki bu iflah olmazlara karşıyız. Bunlar, karşıtların mücadelesinin nesnel süreci ilerlettiğini, ama kendi bilgilerinin eski aşamada kaldığını göremezler. Bu, bütün iflah olmazların düşüncesinin belirleyici özelliğidir. Bunların düşüncesi toplumsal pratikten kopuktur; toplum arabasına yol göstermek üzere önden gidemezler, arabanın çok hızlı gittiğinden yakınarak geride kalırlar ve onu geriye çekmeye ya da ters yöne çevirmeye çalışırlar.

Biz aynı zamanda "sol" lafazanlığa da karşıyız. "Solcular"ın düşüncesi, belli bir gelişme aşamasını nesnel süreçten soyutlar. Bazıları kendi kafalarındaki düşleri gerçek sanırlar. Bazıları da ancak gelecekte gerçekleştirilebilecek olan bir düşünceyi bugünden gerçekleştirmeye çabalarlar. Kendilerini halkın büyük çoğunluğunun bugünkü pratiğinden ve günün gerçeklerinden koparırlar ve maceracı eylemlere girişirler.

Öznel olan ile nesnel olan arasındaki kopukluk ve bilginin pratikten koparılması, gerek idealizmin, gerekse mekanik materyalizmin; gerek oportünizmin, gerekse maceracılığın belirleyici özelliğidir. Belirleyici özelliği bilimsel-toplumsal pratik olan Marksist-Leninist bilgi teorisi, bu yanlış ideolojilere kararlılıkla karşı çıkar. Marksistler, evrenin mutlak ve genel gelişme sürecinde her özel sürecin gelişmesinin göreli olduğunu ve dolayısıyla da mutlak gerçeğin sonsuz akışında, herhangi bir belirli gelişme aşamasındaki özel bir sürece ilişkin insan bilgisinin yalnızca göreli olarak doğru olduğunu kavrarlar. Sayısız göreli doğrunun toplamı, mutlak doğruyu oluşturur.9 Gerek nesnel bir sürecin gelişmesi, gerekse insan bilgisinin hareketinin gelişmesi çelişmeler ve mücadelelerle doludur. Nesnel dünyadaki bütün diyalektik hareketler, eninde sonunda insan bilgisinde yansımalarını bulabilir. Gerek toplumsal pratikteki, gerekse insan bilgisindeki oluşma, gelişme ve yok olma süreci sonsuzdur. İnsanın nesnel gerçekliği belirli fikirlere, teorilere, planlara ve programlara uygun olarak değiştiren pratiği geliştikçe, nesnel gerçekliğe ilişkin bilgisi de derinleşir. Nesnel gerçeklik dünyasındaki değişme hareketinin nasıl sonu yoksa, insanın pratik aracılığıyla gerçeği öğrenmesinin de sonu yoktur. Marksizm-Leninizm, gerçeği bilmenin sonuna ulaşmış değildir; tam tersine, pratiğin akışı içinde durmadan gerçeğin öğrenilmesine giden yeni yollar açar. Bizim vardığımız sonuç, öznel olanla nesnel olanın, teoriyle pratiğin ve bilme ile yapmanın somut, tarihi birliğidir. Biz ister "sol" olsun, ister sağ, somut tarihten ayrılan bütün yanlış ideolojilere karşıyız.

Toplumun bugünkü gelişme döneminde, dünyayı doğru bir biçimde öğrenmenin ve değiştirmenin sorumluluğu, tarih tarafından proletaryanın ve onun partisinin omuzlarına yüklenmiştir. Bilimsel bilgiye uygun olarak belirlenen bu süreç, yani dünyayı değiştirme pratiği dünyada ve Çin'de daha şimdiden tarihi bir ana,

9

Page 10: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

insanlık tarihinde eşine rastlanmamış büyük bir ana, yani karanlığın dünyadan ve Çin'den tamamen kovulacağı ve dünyanın bugüne kadar görülmemiş ölçüde aydınlık bir dünyaya dönüştürüleceği ana ulaşmış bulunmaktadır.

Proletaryanın ve devrimci halkın dünyayı değiştirme mücadelesi şu görevleri içerir. Nesnel dünyayı ve aynı zamanda kendi öznel dünyalarını değiştirmek; öğrenme yeteneklerini değiştirmek ve öznel dünya ile nesnel dünya arasındaki ilişkileri değiştirmek. Böyle bir değişiklik yeryüzünün bir bölümünde, Sovyetler Birliği'nde daha şimdiden gerçekleşmiştir. Orada insanlar bu değişme sürecini daha da ilerletmektedirler. Çin halkı ve bütün dünya halkları da böyle bir süreçten geçmektedirler ya da mutlaka geçeceklerdir.

Kendisi de değiştirilecek olan nesnel dünyada, değişmeye karşı çıkanlar da vardır. Bunların da, değiştirilebilmeleri için, gönüllü ve bilinçli bir değişme aşamasına girmeden önce bir zorlama aşamasından geçmeleri gerekmektedir. Bütün insanlık kendini ve dünyayı gönüllü ve bilinçli olarak değiştirdiği zaman, dünya komünizmi çağına ulaşılmış olacaktır.

Gerçeği pratik içinde keşfedin ve gene pratik içinde kanıtlayıp geliştirin. Algısal bilgiden yola çıkın ve onu etkin bir biçimde ussal bilgiye vardırın; sonra ussal bilgiden yola çıkın ve hem öznel, hem de nesnel dünyayı değiştirmek üzere devrimci pratiğe etkin bir biçimde rehberlik edin. Pratik, bilgi, gene pratik ve gene bilgi. Bu süreç sonsuz döngüler içinde tekrarlanır ve her döngüyle birlikte pratiğin ve bilginin içeriği bir üst düzeye yükselir. Bütün bir diyalektik materyalist bilgi teorisi budur. Bilme ile yapmanın birliği diyalektik materyalist teorisi budur. DİPNOTLAR 1 V.İ. Lenin, "Hegel'in Mantık Biliminin Özeli", Bütün Eserleri, Moskova, 1958, cilt 38, s.205.

2 Bkz. Kari Marx, "Feuerbach Üzerine Tezler", Kari Marx ve Friedrich Engels, iki ciltlik Seçme Eserler, cilt II. Moskova, 1958, s.403 ve V.İ. Lenin, Materyalizm ve Ampiriokritisizm, Çağrı Yayınları

3 San Kuo Yen Yi (Üç Krallığın Masalları), 14. yüzyılın sonları ve 15. yüzyılın başlarında yaşamış olan Lo Kuançung'un yazdığı ünlü bir Çin romanıdır.

4 V.l. Lenin, "Hegel'in Mantık Biliminin Özeti", Bütün Eserleri, cilt 38, Moskova, 1958, s.161.

5 "Bir şeyi kavrayabilmek için, ilkönce deneysel olarak kavramaya, incelemeye başlamak, sonra da deneycilikten evrensele yükselmek gerekir." (Aynı eserler, s.197)

6 V.İ. Lenin Ne Yapmalı? , Sol Yayınları

7 V.İ. Lenin Materyalizm ve Ampiriokritisizm

8 J. V Stalin. Leninizmin İlkeleri, Sol Yayınları

9 Bkz. V.İ. Lenin Materyalizm ve Ampiriokritisizm

10

Page 11: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Seçme Eserler I

Mao Zedung ÇELİŞME ÜZERİNE*

Ağustos 1937 Şeylerdeki çelişme yasası, yani karşıtların birliği yasası materyalist diyalektiğin temel yasasıdır. Lenin,

"Gerçek anlamda diyalektik, nesnelerin özündeki çelişmenin incelenmesidir"1 demişti. Lenin bu yasaya genellikle diyalektiğin özü adını veriyordu. Aynı zamanda ona diyalektiğin çekirdeği de diyordu.2 Dolayısıyla bu yasayı incelerken bir dizi soruna değinmeden, bazı felsefi sorunlara değinmeden geçemeyiz. Eğer bütün bu sorunları açıklığa kavuşturabilirsek, materyalist diyalektik konusunda temel bir kavrayışa varmış olacağız. Bu sorunlar şunlardır: İki dünya görüşü, çelişmenin evrenselliği, çelişmenin özelliği, baş çelişme ve bir çelişmenin esas yönü, bir çelişmenin yönleri arasındaki özdeşlik ve mücadele ve uzlaşmaz karşıtlığın çelişmedeki yeri.

Son yıllarda Sovyet felsefe çevrelerinde Deborin okulunun idealizmine yöneltilen eleştiri 3 bizim aramızda da büyük ilgi uyandırdı. Deborin'in idealizminin Çin Komünist Partisi içinde çok kötü bir etkisi oldu. Partimizdeki dogmacı düşüncenin Deborin okulunun yaklaşımıyla bir ilgisi olmadığı söylenemez. Bu nedenle bugün felsefeyi incelerken ana hedefimiz dogmacı düşüncenin kökünü kazımak olmalıdır. I. İki Dünya Görüşü

İnsan bilgisinin bütün tarihi boyunca evrenin gelişmesi yasasına ilişkin iki anlayış var olmuştur; iki karşıt dünya görüşünü oluşturan metafizik anlayış ile diyalektik anlayış. Lenin şöyle demişti:

İki temel (ya da iki mümkün? ya da tarihi olarak ayırt edilebilir?) gelişme (evrim) anlayışı şunlardır: Azalma ve çoğalma olarak tekrarlanma olarak gelişme ve karşıtların birliği olarak gelişme (bir birliğin birbirinden ayrı karşıtlara bölünmesi ve bunlar arasındaki karşılıklı ilişki).4

Burada Lenin bu iki farklı dünya görüşünü kastediyordu. Çin'de metafiziğin bir başka adı da suan-sueh'tir. İdealist dünya görüşünün özünü meydana getiren bu

düşünce tarzı gerek Çin'de, gerekse Avrupa'da tarihin uzun bir dönemi boyunca insan düşüncesine hâkim oldu. Avrupa'da burjuvazinin ilk zamanlarındaki materyalizmi de metafizikti. Birçok Avrupa ülkesinin toplumsal ekonomisinin çok gelişmiş kapitalizm aşamasına ulaşmasıyla, üretici güçlerin, sınıf mücadelesinin ve bilimlerin tarihte eşi görülmemiş bir düzeye erişmesiyle ve sanayi proletaryasının tarihi gelişmenin en büyük itici gücü durumuna gelmesiyle birlikte, materyalist diyalektik Marksist dünya görüşü doğdu. Gene aynı sıralarda, materyalist diyalektiğe karşı çıkmak için, burjuvazi içerisinde açık ve kaba gerici idealizmin yanı sıra bir de kaba evrimcilik ortaya çıktı.

Metafizik ya da kaba evrimci dünya görüşü, şeyleri tek başına, durağan ve tek yanlı olarak görür. Evrendeki bütün şeyleri, bütün şeylerin biçimlerini ve türlerini birbirlerinden sonsuza dek kopmuş ve değişmez olarak kabul eder. Ancak, nicelik bakımından artma ya da azalma biçiminde bir değişiklik ya da bir yer değişikliği olabilir. Kaldı ki, bu artma ya da azalmanın ya da yer değişikliğinin nedeni şeylerin içinde değil, dışındadır; yani itici güç dışsaldır. Metafizikçiler evrendeki bütün farklı türden şeylerin ve onların özelliklerinin ilk meydana geldikleri andan bu yana hep aynı kaldığını ileri sürerler. Meydana geldikleri andan sonraki bütün değişiklikler sadece nicelik bakımından artma ya da azalma biçimindedir. Metafizikçiler bir şeyin ancak aynı şey olarak kendini durmadan tekrarlayabileceğini ve başka bir şeye dönüşemeyeceğini savunurlar. Onlara göre, kapitalist sömürü, kapitalist rekabet, kapitalist toplumun bireyci ideolojisi vb., bütün bunlar eski köleci toplumda, hatta ilkel toplumda bile görülebilirler ve hiç değişmeden sonsuza dek var olacaklardır. Toplumsal gelişmenin nedenlerini coğrafya ve iklim gibi toplumun dışındaki etkenlere bağlarlar. Bir şeyin gelişmesinin nedenlerini aşırı basitleştirilmiş bir biçimde o şeyin dışında ararlar ve gelişmenin bir şeyin içindeki çelişmelerden doğduğunu savunan materyalist diyalektik teoriyi inkâr ederler. Bunun sonucunda da, ne şeylerin niteliksel farklılığını açıklayabilirler, ne de bir niteliğin başka bir niteliğe dönüşmesi olayını. Bu düşünce tarzı Avrupa'da 17. ve 18. yüzyıllarda mekanik materyalizm olarak, 19. yüzyılın sonlan ve 20. yüzyılın başlarında da kaba evrimcilik olarak görüldü. Çin'de "Tao nasıl değişmezse, gökyüzü de değişmez"5 sözlerinde dile gelen metafizik düşünce, çürümüş feodal hâkim sınıflar tarafından uzun bir süre desteklendi. Son yüz yıl içinde Avrupa'dan ithal edilen mekanik materyalizm ve kaba evrimcilik de burjuvazi tarafından desteklenmektedir.

Metafizik dünya görüşünün karşısına dikilen diyalektik materyalist dünya görüşü, bir şeyin gelişmesini anlayabilmek için onu içsel olarak ve başka şeylerle ilişkileri içinde incelememiz gerektiğini savunur. Başka bir deyişle, şeylerin gelişmesi onların içsel ve zorunlu kendi kendine hareketi olarak görülmelidir. Buna karşılık, her

* Mao Zedung Yoldaş bu felsefe yazısını "Pratik Üzerine" adlı yazısından sonra ve gene o sıralarda Parti içinde görülen ciddi dogmacı düşünce hatasının üstesinden gelmek amacıyla kaleme aldı. İlk olarak Yenan'daki Japonya'ya Karşı Askeri ve Siyasi Okul'da dersler şeklinde sunulan bu yazı, Mao Zedung Yoldaş'ın Seçme Eserleri'ne alınmadan önce kendisi tarafından gözden geçirildi.

11

Page 12: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

şey kendi hareketi içinde çevresindeki şeylerle karşılıklı ilişki içindedir ve hem onlardan etkilenir, hem de onları etkiler. Bir şeyin gelişmesinin temel nedeni dışsal değil, içseldir; o şeyin bağrında taşıdığı çelişmededir. Her şeyin bir iç çelişmesi vardır ve her şeyin hareketi ve gelişmesi bu iç çelişmeden kaynaklanır. Bir şeyin içindeki çelişirlik o şeyin gelişmesinin temel nedenidir; o şeyin başka şeylerle olan karşılıklı ilişkileri ve karşılıklı etkilemeleri ise ikincil nedenlerdir. Bu yüzden materyalist diyalektik, metafizik mekanik materyalizm ve kaba evrimcilik tarafından ileri sürülen dışsal nedenler teorisine ya da dışsal bir itici güç teorisine karşı etkili bir biçimde mücadele eder. Salt dış nedenlerin ancak mekanik harekete, yani büyüklük ya da nicelik bakımından değişikliklere yol açabileceği, ama şeylerin niçin niteliksel olarak binlerce bakımdan farklılık gösterdiğini ve bir şeyin niçin başka bir şeye dönüştüğünü açıklayamayacağı ortadadır. Aslında bir dış gücün etkisi altındaki mekanik hareket bile şeylerin iç çelişirliği aracılığıyla meydana gelir. Aynı şekilde bitkilerdeki ve hayvanlardaki basit büyüme, onların niceliksel olarak gelişmeleri de, esas olarak, onlardaki iç çelişmelerin bir sonucudur. Gene aynı şekilde toplumsal gelişme de esas olarak dış nedenlerin değil, iç nedenlerin bir sonucudur. Hemen hemen aynı coğrafya ve iklim koşullarının bulunduğu ülkeler gelişmelerinde büyük farklılıklar ve eşitsizlikler gösterirler. Ayrıca, bir ülkenin coğrafyası ve iklimi hiç değişmediği halde, o ülkede büyük toplumsal değişiklikler meydana gelebilir. Emperyalist Rusya, Sosyalist Sovyetler Birliği’ne dönüştü. Gene kapılarını dünyaya kapamış olan feodal Japonya, emperyalist Japonya'ya dönüştü; ama her iki ülkenin de coğrafyasında ve ikliminde herhangi bir değişiklik olmamıştı. Çağlar boyu feodalizmin egemenliği altında bulunan Çin, son yüz yıldır büyük değişikliklere uğradı ve şimdi de kurtarılmış ve özgür bir yeni Çin doğrultusunda değişiyor; ama coğrafyasında ve ikliminde henüz hiçbir değişiklik olmadı. Gerçi bir bütün olarak yeryüzünün ve onun her bölümünün coğrafyası ve iklimi de değişir; ama bu değişiklikler toplumdaki değişikliklerle kıyaslandıklarında çok önemsiz kalırlar. Coğrafya ve iklim değişiklikleri kendilerini on binlerce yıldır gösterirler, oysa toplumsal değişiklikler kendilerini binlerce, yüzlerce, onlarca yılda, hatta devrim zamanlarında birkaç yıl ya da birkaç ayda gösterirler. Materyalist diyalektiğe göre, doğadaki değişikliklerin ana nedeni doğadaki iç çelişmelerin gelişmesidir. Toplumdaki değişiklikler ise esas olarak toplumdaki iç çelişmelerin, yani üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişmenin, sınıflar arasındaki çelişmenin ve eski ile yeni arasındaki çelişmenin gelişmesinden kaynaklanır. Toplumu ilerleten ve eski toplumun yerini yeni toplumun almasının itici gücünü sağlayan şey, bu çelişmelerin gelişmesidir. Peki, materyalist diyalektik dış nedenleri yok mu sayar? Asla. Materyalist diyalektik, dış nedenlerin değişmenin koşullarını, iç nedenlerin de değişmenin temelini meydana getirdiğini ve dış nedenlerin ancak iç nedenler aracılığıyla etkili olabileceğini savunur. Bir yumurta uygun bir ısıda civcive dönüşür, ama hiçbir ısı bir taşı civcive dönüştüremez, çünkü her birinin farklı bir temeli vardır. Farklı ülkelerin halkları arasında sürekli bir karşılıklı etkileme vardır. Kapitalizm çağında, özellikle de emperyalizm ve proletarya devrimci çağında farklı ülkeler arasında siyasi, iktisadi ve kültürel alanlardaki karşılıklı ilişki ve etkilemeler son derece büyüktür. Ekim Sosyalist Devrimi, Rusya tarihinde olduğu kadar dünya tarihinde de yeni bir çağ açtı. Dünyanın öteki ülkelerindeki iç değişiklikleri etkiledi. Hele Çin'deki iç değişiklikleri özellikle derinden etkiledi. Ne var ki, bu değişiklikler, Çin de içinde olmak üzere bu ülkelerin iç gelişme yasaları aracılığıyla meydana geldiler. Savaşta bir ordu zafer kazanır, öbürüyse yenik düşer; zafer de, yenilgi de iç nedenler tarafından belirlenir. Savaşı kazanan ordu ya güçlü olduğu için ya da ustaca yönetildiği için kazanmıştır. Yenik düşen ordu ise ya zayıf olduğu için ya da kötü yönetildiği için yenilmiştir. Dış nedenler ancak iç nedenler aracılığıyla etkili olurlar. Çin'de 1927 yılında proletaryanın büyük burjuvazi tarafından yenilgiye uğratılmasının nedeni, o sıralar doğrudan doğruya Çin proletaryasının içinde (Çin Komünist Partisi'nin içinde) ortaya çıkan oportünizmdi. Bu oportünizmi ortadan kaldırdığımız zaman Çin Devrimi yeniden ilerlemeye başladı. Daha sonra Çin Devrimi, düşman karşısında yeniden ağır yenilgilere uğradı, çünkü partimizin içinde maceracılık baş göstermişti. Bu maceracılığı yok ettiğimiz zaman davamız bir kere daha ilerlemeye koyuldu. Dolayısıyla, bir siyasi partinin devrimi zafere ulaştırabilmek için kendi siyasi çizgisinin doğruluğuna ve kendi örgütünün sağlamlığına dayanmak zorunda olduğu kolayca anlaşılabilir.

Eski çağlarda diyalektik dünya görüşü hem Çin'de, hem de Avrupa'da ortaya çıktı. Ama eski diyalektiğin kendiliğinden ve çelimsiz bir niteliği vardı. O günün toplumsal ve tarihi koşullarında, henüz teorik bir sistem kuracak durumda değildi. Bu nedenle dünyayı tam olarak açıklayamadı ve yerini metafiziğe bıraktı. 18. yüzyılın sonları ve 19. yüzyılın başlarında yaşayan ünlü Alman filozofu Hegel, diyalektiğe çok önemli katkılarda bulundu, ama onun diyalektiği, idealistti. Ancak proletarya hareketinin büyük öncüleri Marx ve Engels insan bilgisinin tarihindeki olumlu başarıları birleştirdikleri ve özellikle de Hegelci diyalektiğin akla uygun unsurlarını eleştirici bir biçimde özümleyerek diyalektik ve tarihi materyalizmin büyük teorisini yarattıkları zaman, insan bilgisi tarihinde eşi görülmemiş bir devrim gerçekleşti. Bu teori, Lenin ve Stalin tarafından daha da geliştirildi. Çin'e ulaşır ulaşmaz, Çinlilerin düşünce dünyasında çok büyük değişikliklere yol açtı.

Bu diyalektik dünya görüşü, bize, öncelikle farklı şeylerdeki karşıtların hareketini nasıl gözlemleyeceğimizi ve tahlil edeceğimizi ve bu tahlile dayanarak çelişmeleri çözme yöntemlerini nasıl bulacağımızı öğretir. Dolayısıyla, şeylerdeki çelişme yasasını somut bir biçimde kavramak bizim için son derece önemlidir. II. Çelişmenin Evrenselliği

Sorunu daha kolay ortaya koymak bakımından, önce çelişmenin evrenselliğini ele alacağım, sonra da çelişmenin özelliğine geçeceğim. Böyle yapmamın nedeni, çelişmenin evrenselliğinin daha kısa olarak açıklanabilmesidir. Çünkü, materyalist diyalektik dünya görüşü keşfedildiğinden bu yana ve materyalist diyalektik, Marksizmi yaratan ve sürdüren Marx, Engels, Lenin ve Stalin gibi büyük ustalar tarafından insanlık tarihinin ve doğa tarihinin birçok yönlerinin tahliline ve toplum ve doğanın birçok yönlerinin değiştirilmesine (Sovyetler Birliği'nde olduğu gibi) olağanüstü bir başarıyla uygulandığından bu yana, çelişmenin evrenselliği

12

Page 13: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

geniş ölçüde kabul edilmiştir. Oysa birçok yoldaş, özellikle de dogmacılar çelişmenin özelliğini hâlâ açık seçik kavramamaktadır. Çelişmenin evrenselliğinin, çelişmenin özelliğinde yattığını kavramamaktadırlar. Devrimci pratiğin akışına yön verebilmemiz için, karşımıza çıkan somut şeylerdeki çelişmenin özelliğini incelemenin ne kadar önemli olduğunu da kavramamaktadırlar. Bu nedenle, çelişmenin özelliğinin incelenmesini vurgulamak ve onu enine boyuna açıklamak gerekmektedir. Dolayısıyla, şeylerdeki çelişme yasasını tahlil ederken, ilkönce çelişmenin evrenselliğini tahlil edecek, sonra çelişmenin özelliğinin tahliline özel bir önem verecek ve en sonunda da yeniden çelişmenin evrenselliğine döneceğiz.

Çelişmenin evrenselliği ya da mutlaklığının ikili bir anlamı vardır. Birincisi, bütün şeylerin gelişme sürecinde çelişme vardır. İkincisi, her şeyin gelişme sürecinde başından sonuna kadar karşıtların bir hareketi vardır.

Engels, "Hareketin kendisi bir çelişmedir"6 demişti. Lenin karşıtların birliği yasasını "(zihin ve toplum da içinde olmak üzere) bütün doğa olay ve süreçlerindeki çelişmeli, birbirini karşılıklı olarak dışlayan, karşıt eğilimlerin tanınması (keşfedilmesi)"7 olarak tanımlamıştı. Bu fikirler doğru mudur? Evet, doğrudur. Bütün şeylerin hayatını belirleyen ve gelişmesini sağlayan, bütün şeylerdeki çelişmeli yönler arasındaki karşılıklı bağımlılık ve mücadeledir. İçinde çelişme olmayan hiçbir şey yoktur. Çelişme olmadan hiçbir şey var olamaz.

Basit hareket biçimlerinin (sözgelimi, mekanik hareket) ve daha da önemlisi karmaşık hareket biçimlerinin temeli çelişmedir.

Engels çelişmenin evrenselliğini şöyle açıklamıştı: Eğer basit mekanik yer değiştirme, bir çelişme içeriyorsa, maddenin daha yüksek hareket biçimleri

özellikle de organik hayat ve organik hayatın gelişmesi haydi haydi içeriyordur çelişmeyi. ... hayat, özellikle ve öncelikle, bir varlığın her an hem kendisi, hem de bir başka şey olmasıdır. Demek ki hayat da şeylerin ve süreçlerin kendilerinde var olan, durmadan ortaya çıkan ve çözülen bir çelişmedir;'çelişme ortadan kalktığı zaman hayat da sona erer ve ölüm gelir. Gene görmüştük ki, düşünce alanında da çelişmelerden kurtulamayız; sözgelimi, insanın özünde var olan sınırsız bilgi edinme yeteneği ile bu yeteneğin ancak, dış koşullar tarafından sınırlanan ve sınırlı bir bilgiye sahip olan insanlarda bulunması arasındaki çelişme -bize göre, hiç değilse pratik bakımdan- sonsuz bir kuşaklar dizisi ve sonsuz bir ilerleme içinde çözüme kavuşur. ... yüksek matematiğin temel ilkelerinden biri çelişmedir. ... Ama basit matematik bile çelişmelerle doludur.8

Lenin de çelişmenin evrenselliğini şöyle göstermişti:

Matematikte: + ve -. Diferansiyel ve entegral. Mekanikte: Etki ve tepki. Fizikte: Pozitif ve negatif elektrik.

Kimyada: Atomların bileşimi ve ayrışımı. Toplum biliminde: Sınıf mücadelesi.9

Savaşta saldırı ve savunma, ilerleme ve geri çekilme, zafer ve yenilgi hep karşılıklı olarak birbirleriyle

çelişen olaylardır. Biri olmadan öbürü de olamaz. İki yönden aynı anda hem çatışma içindedirler, hem de karşılıklı olarak birbirlerine, bağımlıdırlar. İşte bir savaşın bütünlüğünü oluşturan, onun gelişmesini sağlayan ve sorunlarını çözen budur.

Kavramlarımızdaki her farklılığın nesnel bir çelişmeyi yansıttığı kabul edilmelidir. Nesnel çelişmeler öznel düşüncede yansırlar ve bu süreç, kavramların çelişmeli hareketini oluşturur, düşüncenin gelişmesini sağlar ve insan düşüncesindeki sorunları durmadan çözer.

Parti içinde durmadan farklı türden düşünceler arasında karşıtlık ve mücadele ortaya çıkar. Bu, toplumdaki sınıflar arasındaki ve eski ile yeni arasındaki çelişmelerin parti içindeki bir yansımasıdır. Parti içinde çelişmeler ve bu çelişmeleri çözmek için verilen ideolojik mücadeleler olmasaydı, partinin hayatı sona ererdi.

Bu nedenle daha şimdiden açıktır ki, gerek basit hareket biçimlerinde, gerekse karmaşık hareket biçimlerinde; gerek nesnel olgularda, gerekse ideolojik olgularda çelişme evrensel olarak ve bütün süreçlerde vardır. Peki, çelişme her sürecin ilk aşamasında da var mıdır? Tek tek her şeyin gelişme sürecinde başından sonuna kadar karşıtların bir hareketi var mıdır?

Sovyet filozoflarının Deborin okulunu eleştiren yazılarından da anlaşılacağı gibi, Deborin okulu çelişmenin bir sürecin başlangıcında değil de, o süreç ancak belli bir aşamaya ulaştığı zaman ortaya çıktığını ileri sürmektedir. Böyle olsaydı, sürecin o aşamadan önceki gelişmesinin nedeni içsel değil dışsal olurdu. Dolayısıyla Deborin, dış nedensellik ve mekanik düşünce biçiminin metafizik teorilerine geri dönmektedir. Deborin okulu, bu görüşü somut sorunların tahliline uyguladığında, Sovyetler Birliği'ndeki bugünkü koşullarda genel olarak kulaklar (zengin köylüler) ile köylüler arasında çelişmeler değil, sadece farklılıklar görmekte ve böylece Buharin'le10 tamamen anlaşmaktadır. Fransız Devrimi'ni tahlil ederken, işçiler, köylüler ve burjuvaziden oluşan Üçüncü Sınıf içinde devrimden önce aynı şekilde çelişmeler değil, sadece farklılıklar olduğunu savunmaktadır. Deborin okulunun bu görüşleri, Marksizme aykırıdır. Bu okul, her farklılığın daha başından bir çelişme içerdiğini ve farklılığın kendisinin bir çelişme olduğunu kavrayamamaktadır. İki sınıfın ilk ortaya çıktığı andan bu yana, emek ile sermaye çelişme halindedir; ancak ilk başlarda çelişme henüz şiddetlenmemişti. Sovyetler Birliği’nin bugünkü toplumsal koşullarında bile işçiler ve köylüler arasında bir farklılık vardır ve bu farklılığın kendisi bir çelişmedir. Ancak emek ile sermaye arasındaki çelişmenin tersine bu çelişme, şiddetlenerek uzlaşmaz bil karşıtlığa dönüşmeyecek ya da sınıf mücadelesi biçimine bürünmeyecektir; sosyalist

13

Page 14: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

inşa süreci içinde işçiler ve köylüler sağlam bir ittifak kurmuşlardır ve bu çelişmeyi sosyalizmden komünizme geçiş süreci içinde yavaş yavaş çözmektedirler. Sorun, çelişmenin olup olmaması değil, farklı türden çelişmelerin olmasıdır. Çelişme evrensel ve mutlaktır, bütün şeylerin gelişme sürecinde vardır ve her süreçte başından sonuna kadar varlığını sürdürür.

Yeni bir sürecin doğması ne demektir? Kendini oluşturan karşıtlarıyla birlikte eski birlik, yerini kendini oluşturan karşıtlarıyla birlikte yeni bir birliğe bırakır. Böylece eski sürecin yerini alan yeni bir süreç doğar. Eski süreç biter, yeni bir süreç başlar. Ama yeni süreç de yeni çelişmeler içermektedir, böylece o sürecin çelişmelerinin gelişme tarihi başlar.

Lenin'in belirttiği gibi, Kapital adlı eserlerinde Marks, şeylerin gelişme sürecinde başından sonuna kadar varlığını sürdüren bu karşıtların hareketinin örnek bir tahlilini sunmuştu. Bütün şeylerin gelişmesi incelenirken uygulanması gereken yöntem budur. Lenin de bu yöntemi doğru bir biçimde uygulamış, bütün yazılarında bu yönteme bağlı kalmıştır.

Kapital adlı eserinde Marx, ilkönce burjuva (meta) toplumunun en basit, en sıradan, en temel, en

genel ve en gündelik ilişkisini, milyonlarca kez karşılaşılan bir ilişkiyi, yani meta değişimini tahlil eder. Bu son derece basit olgunun (burjuva toplumunun bu "hücre”sinin) tahlili, modern toplumun bütün çelişmelerini (ya da bütün çelişmelerinin tohumlarını) ortaya koyar. Bunu izleyen açıklama bu çelişmelerin ve tek tek parçaların toplamı olarak bu toplumun gelişmesini (hem büyümesini, hem de hareketini) başından sonuna kadar gözler önüne serer.

Lenin şunu da ekledi: "Genel olarak diyalektiğin açıklanması (ya da incelenmesi) yöntemi de böyle

olmalıdır."11 Çin komünistleri bu yöntemi öğrenmelidirler. Çin Devrimi’nin tarihini ve bugünkü durumunu ancak bu

yönetimi öğrendikleri zaman doğru bir şekilde tahlil edebilir ve Çin Devrimi’nin geleceğini görebilirler III. Çelişmenin Özelliği

Çelişme bütün şeylerin gelişme sürecinde vardır; her şeyin gelişme sürecinde başından sonuna kadar varlığını sürdürür. Bu, yukarıda anlattığımız gibi, çelişmenin evrenselliği ve mutlaklığıdır. Şimdi de çelişmenin özelliğini ve göreliliğini inceleyelim.

Bu sorun çeşitli düzeylerde incelenmelidir. Birincisi, maddenin her hareket biçimindeki çelişmenin kendi özelliği vardır. İnsanın maddeye ilişkin bilgisi

maddenin hareket biçimlerine ilişkin bir bilgidir. Çünkü, bu dünyada hareket halindeki madde dışında hiçbir şey yoktur ve bu hareket belli biçimler almak zorundadır. Maddenin her hareket biçimini ele alışımızda, onun öteki hareket biçimleriyle ortak noktalarını gözlemlememiz gerekir. Ama özellikle önemli ve gerekli olan ve bir şeye ilişkin bilgimizin temelini oluşturan, maddenin bu hareket biçiminde kendine özgü olan şeyi gözlemlemektir; yani bu hareket biçimi ile öteki biçimler arasındaki niteliksel farklılığı gözlemlemektir. Ancak bunu yaptığımız zaman şeyleri birbirinden ayırt edebiliriz. Her hareket biçimi kendi içinde kendi özel çelişmesini taşır. Bu özel çelişme, bir şeyi başka bir şeyden ayıran özel niteliği oluşturur. Bu, iç nedendir; ya da denilebilir ki, yeryüzündeki şeylerin engin çeşitliliğinin temelidir. Doğada birçok hareket biçimi vardır: Mekanik hareket, ses, ışık, sıcaklık, elektrik, ayrışım, bileşim vb. Bütün bu biçimler birbirine bağımlıdır, ama her biçim özünde öbürlerinden farklıdır. Her hareket biçiminin özel niteliği kendi özel çelişmesi tarafından belirlenir. Bu sadece doğa için değil, aynı zamanda toplumsal ve ideolojik olgular için de geçerlidir. Her toplum biçiminin, her ideoloji biçiminin kendi özel çelişmesi ve özel niteliği vardır.

Bilimler de kendi inceleme konularının özel çelişmelerine göre ayrılırlar. Dolayısıyla, belli bir olgular alanına özgü bir çelişme, belli bir bilim dalının inceleme konusunu meydana getirir. Örneğin, matematikte pozitif ve negatif sayılar; mekanikte etki ve tepki; fizikte pozitif ve negatif elektrik; kimyada ayrışım ve bileşim; toplum biliminde üretici güçler ve üretim ilişkileri, sınıflar ve sınıf mücadelesi; askerlik biliminde saldırı ve savunma; felsefede idealizm ve materyalizm, metafizik bakış açısı ve diyalektik bakış açısı vb. Bütün bunlar farklı bilim dallarının inceleme konularıdır, çünkü her bilim dalının kendi özel çelişmesi ve özel niteliği vardır. Hiç kuşkusuz, çelişmenin evrenselliğini kavramazsak, şeylerin hareket ya da gelişmesinin evrensel nedenini ya da evrensel temelini keşfedemeyiz. Ne var ki, çelişmenin özelliğini incelemezsek, bir şeyi başka şeylerden ayıran özel niteliği saptayamaz, bir şeyin hareket ya da gelişmesinin özel nedenini ya da özel temelini keşfedemez, bir şeyi başka bir şeyden ayırt edemez ya da bilim alanları arasına sınır çekemeyiz. İnsan bilgisinin hareketindeki sürekliliğe gelince, her zaman tek tek ve belirli şeylere ilişkin bilgiden genel

olarak şeylere ilişkin bilgiye doğru adım adım bir gelişme vardır. İnsan ancak birçok farklı şeyin özel niteliğini öğrendikten sonra genellemeye geçebilir ve şeylerin ortak niteliğini öğrenebilir. İnsan bu ortak niteliğe ilişkin bilgiyi elde ettiğinde, onu bir kılavuz olarak kullanır ve henüz incelenmemiş ya da derinliğine incelenmemiş olan çeşitli somut şeyleri incelemeye, her birinin özel niteliğini keşfetmeye koyulur; ancak böylelikle somut şeylerin ortak niteliğine ilişkin bilgisini tamamlayabilir, zenginleştirebilir ve geliştirebilir ve bu bilginin kuruyup gitmesini ya da donup kalmasını önleyebilir. İki bilgi süreci vardır.

Biri özelden genele, öteki ise genelden özele. Dolayısıyla, bilgi her zaman döngüler halinde ilerler ve (bilimsel yönteme sımsıkı bağlı kalındığı sürece) her döngü insan bilgisini bir adım daha yükseltir ve böylece gittikçe derinleştirir. Bu sorunda bizim dogmacılar şu noktada yanılıyorlar: Bir yandan, çelişmenin evrenselliğini ve şeylerin ortak niteliğini yeterince öğrenebilmemiz için çelişmenin özelliğini incelemek ve tek tek şeylerin özel niteliğini öğrenmek zorunda olduğumuzu kavramıyorlar; öte yandan da, şeylerin ortak niteliğini öğrendikten sonra daha da derine inmemiz ve henüz derinliğine incelenmemiş ya da daha yeni ortaya çıkmış olan somut

14

Page 15: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

şeyleri incelememiz gerektiğini kavramıyorlar. Bizim dogmacılar çok tembel adamlar. Somut şeylerin titiz bir incelemesine girişmeye yanaşmıyor, genel doğruların gökten zembille indiğini kabul ediyor, onları tamamen soyut, anlaşılmaz formüller haline getiriyor ve böylece insanın gerçeği öğrenme sürecini tamamen inkâr ediyor ve tersine çeviriyorlar. İki bilgi sürecinin, yani önce özelden genele ve sonra da genelden özele doğru olan iki sürecin birbirine bağımlı olduğunu da anlamıyorlar. Marksist bilgi teorisini zerre kadar kavramıyorlar.

Yalnızca maddenin hareket biçimlerinin her büyük sisteminin özel çelişmesini ve sistemin bu özel çelişme tarafından belirlenen özünü incelemekle yetinmemek, aynı zamanda maddenin her hareket biçiminin uzun gelişme seyri içindeki her sürecin özel çelişmesini ve özünü de incelemek gerekir. Her hareket biçiminde, gerçek olan (düşsel olmayan) her gelişme süreci, nitelik bakımından farklıdır. İncelememiz bu noktayı vurgulamalı ve bu noktadan yola çıkmalıdır.

Farklı nitelikteki çelişmeler ancak farklı nitelikteki yöntemlerle çözülebilir. Örneğin, proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişme, sosyalist devrim yöntemiyle çözülür; geniş halk kitleleri ile feodal sistem arasındaki çelişme, demokratik devrim yöntemiyle çözülür; sömürgeler ile emperyalizm arasındaki çelişme, milli devrimci savaş yöntemiyle çözülür; sosyalist toplumda işçi sınıfı ile köylü sınıfı arasındaki çelişme, tarımın kolektifleştirilmesi ve makineleştirilmesi yöntemiyle çözülür; Komünist Partisi içindeki çelişme, eleştiri ve özeleştiri yöntemiyle çözülür; toplum ile doğa arasındaki çelişme, üretici güçleri geliştirme yöntemiyle çözülür. Süreçler değişir, eski süreçler ve eski çelişmeler yok olur, yeni süreçler ve yeni çelişmeler doğar ve buna uygun olarak çelişmeleri çözme yöntemleri de değişir. Rusya'da Şubat Devrimi tarafından çözülen çelişme ile Ekim Devrimi tarafından çözülen çelişme arasında ve aynı zamanda bu çelişmeleri çözmek için kullanılan yöntemler arasında temel bir farklılık vardı. Farklı çelişmeleri çözmek için farklı yöntemler kullanma ilkesi, Marksist-Leninistlerin kesinlikle uymaları gereken bir ilkedir. Dogmacılar bu ilkeye uymazlar; farklı türden devrimlerde koşulların da farklı olduğunu, bu nedenle farklı çelişmeleri çözmek için farklı yöntemler kullanmak gerektiğini kavramazlar. Tam tersine, her zaman değişmez sandıkları bir formül benimser ve onu gelişigüzel bir biçimde her yerde uygularlar. Bu da, ya devrimin yenilgilere uğramasına yol açar ya da daha önceden iyi yapılmış bir işi berbat eder.

Bir şeyin gelişmesiyle ilgili herhangi bir süreçteki çelişmelerin özelliğini, bütünlükleri ya da karşılıklı ilişkileri içinde açığa çıkarabilmek için, yani sürecin özünü açığa çıkarabilmek için, o süreçteki her bir çelişmenin iki yönünün özelliğini açığa çıkarmak gerekir. Yoksa sürecin özünü keşfetmek mümkün olmaz. İncelememizde buna da en büyük dikkati göstermemiz gerekir.

Her önemli şeyin gelişme sürecinde birçok çelişme vardır. Örneğin, Çin'de koşulların son derece karmaşık olduğu burjuva-demokratik devrim sürecinde, Çin toplumundaki tüm ezilen sınıflar ile emperyalizm arasındaki çelişme, geniş halk kitleleri ile feodalizm arasındaki çelişme, proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişme, köylülük ve şehir küçük burjuvazisi ile burjuvazi arasındaki çelişme, çeşitli gerici hâkim gruplar arasındaki çelişme vb. vardır. Bu çelişmelerin hepsi de aynı biçimde ele alınamaz, çünkü her birinin kendi özelliği vardır. Ayrıca her çelişmenin iki yönü de aynı biçimde ele alınmaz, çünkü her yönün kendi özellikleri vardır. Çin Devrimi uğrunda mücadele eden bizler, bu çelişmelerin özelliğini bütünlükleri içinde, yani karşılıklı ilişkileri içinde kavramakla yetinmemeli, aynı zamanda her bir çelişmenin iki yönünü de incelemeliyiz; bütünü kavramanın tek yolu budur. Bir çelişmenin her yönünü kavramak derken, her yönün hangi belirli durumda olduğunu, her yönün karşıtıyla olan karşılıklı bağımlılığı ve çelişmesi içinde hangi somut biçimlere büründüğünü, karşıtıyla olan mücadele içinde hangi somut yöntemlerin uygulandığını kavramayı kastediyoruz. Üstelik bütün bunları, hem bu iki yönü karşılıklı bağımlılık ve çelişme içinde oldukları durumda hem de karşılıklı bağımlılık koptuktan sonraki durumda kavramayı kastediyoruz. Bu sorunları incelemek çok önemlidir. Lenin, Marksizmde en temel şeyin, Marksizmin yaşayan ruhunun, somut koşulların somut tahlili olduğunu söylerken işte bunu kastediyordu.12 Bizim dogmacılar ise Lenin'in öğretilerini bir kenara bıraktılar. Onlar bir şeyi somut olarak tahlil etmek için hiçbir zaman kafalarını çalıştırmıyorlar; yazılarında ve konuşmalarında her zaman içi boş kalıplar kullanıyor, böylece partimiz içinde çok kötü bir çalışma tarzı yaratıyorlar.

Bir sorunu incelerken öznellikten, tek yanlılıktan ve yüzeysellikten kaçınmalıyız. Öznel olmak demek, sorunlara nesnel olarak bakmamak, yani sorunlara bakarken materyalist bakış açısını kullanmamak demektir. Bu sorunu "Pratik Üzerine" adlı yazımda ele almıştım. Tek yanlı olmak demek, sorunlara bütün yanlarıyla bakmamak demektir; örneğin, sadece Çin'i kavrayıp Japonya'yı kavramamak, sadece Komünist Partisi'ni kavrayıp Guomindang'ı kavramamak, sadece proletaryayı kavrayıp burjuvaziyi kavramamak, sadece köylüleri kavrayıp toprak ağalarını kavramamak, sadece elverişli koşulları kavrayıp güç koşulları kavramamak, sadece geçmişi kavrayıp geleceği kavramamak, sadece tek tek parçaları kavrayıp bütünü kavramamak, sadece kusurları kavrayıp başarıları kavramamak, sadece davacının durumunu kavrayıp davalının durumunu kavramamak, sadece gizli devrimci çalışmayı kavrayıp açık devrimci çalışmayı kavramamak vb. demektir. Sözün kısası, bir çelişmenin her iki yönünün özelliklerini kavramamak demektir. Bir soruna tek yanlı olarak bakmak derken işte bunu kastediyoruz. Buna, parçayı görüp bütünü görmemek, ağaçları görüp ormanı görmemek de denilebilir. Bu yolla bir çelişmeyi çözecek yöntemi bulmak, devrimin görevlerini yerine getirmek, verilen işleri iyi yapmak ya da parti içindeki ideolojik mücadeleyi doğru bir şekilde geliştirmek mümkün değildir. Sun Vu Zu askerlik biliminden söz ederken şöyle demişti: "Düşmanı ve kendini iyi tanırsan, yenilme tehlikesi olmadan yüz kere bile savaşabilirsin."13 Sun Vu Zu burada savaşan iki tarafı kastediyordu. Tang Hanedanı dönemindeki Vey Çeng14 de tek yanlılığın yanlış olduğunu kavramıştı: "Her iki tarafı da dinlersen aydınlığa çıkarsın, sadece tek bir tarafı dinlersen karanlığa batarsın." Ama yoldaşlarımız sorunlara çoğu zaman tek yanlı bakıyor ve bu yüzden de sık sık kafalarını duvara çarpıyorlar. Şuy Hu Çuan adlı romanda Sung Ciang, Çu köyüne üç kere saldırır.15 İlk iki saldırıda yerel koşulları bilmediği ve yanlış yöntem kullandığı için yenilgiye uğrar. Bunun üzerine yöntemini değiştirir. İlkönce durumu araştırır ve kendini karmaşık koşullara uydurur, sonra

15

Page 16: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

da Li, Hu ve Çu köyleri arasındaki ittifakı bozar ve yabancı öyküdeki Truva Atı'na benzer bir hileyle kılık değiştirttiği askerlerini düşman kampına sokarak pusuya yatırır. Ve üçüncü saldırıda galip gelir. Şuy Hu Çuan adlı romanda materyalist diyalektiğin birçok örneği vardır ve Çu köyüne yapılan üç saldırının öyküsü de bunların en güzelidir. Lenin şöyle demişti:

... bir nesneyi gerçekten tanıyabilmek için onu bütün yanlarıyla, bütün ilişkileriyle ve bütün "dolaylı ilişkileri"yle birlikte ele alıp incelememiz gerekir. Gerçi bunu hiçbir zaman tam olarak gerçekleştiremeyiz, ama bir nesneyi bütün yanlarıyla ele almaya çalışmak, yanılgılara ve katılığa karşı bir güvencedir.16

Lenin'in bu sözlerini akıldan çıkarmamalıyız. Yüzeysel olmak demek, bir çelişmenin özelliklerini bütünlüğü

içinde görmemek ya da bir çelişmenin bütün yönlerinin özelliklerini göz önüne almamak demek değildir. Yüzeysel olmak demek, bir şeyi derinliğine ele almanın ve onun çelişmesinin özelliklerini kılı kırk yararcasına incelemenin gerekliliğini inkâr etmek ve o şeye sadece uzaktan bakıp kaba hatlarına şöyle bir göz atar atmaz hemen çelişmeyi çözmeye kalkışmak (bir soruya cevap vermek, bir anlaşmazlığı çözmek, çalışmaya koyulmak ya da bir askeri harekâtı yönetmek) demektir. İşleri böyle çözmeye çalışmak başarısızlığa uğramaya mahkûmdur. Çin'deki dogmacı ve deneyci yoldaşların hatalar işlemiş olmalarının nedeni, şeylere öznelci, tek yanlı ve yüzeysel bir biçimde bakmalarıdır. Tek yanlı ve yüzeysel olmak aynı zamanda öznel olmak demektir. Çünkü, aslında bütün nesnel şeyler birbirleriyle bağıntılıdırlar ve kendi iç yasaları tarafından yönetilirler. Ama bazı kimseler şeyleri gerçekte oldukları gibi yansıtmaya çalışacakları yerde, şeylere sadece tek yanlı ya da yüzeysel olarak bakarlar ve onların ne karşılıklı ilişkilerini, ne de iç yasalarını bilirler; dolayısıyla onların yöntemleri öznelcidir.

Sadece bir şeyin gelişmesindeki karşıtların hem karşılıklı ilişkileri içindeki, hem de her yönün içindeki bütün bir hareket sürecinin belirli özelliklerine dikkat etmemiz yetmez, aynı zamanda süreçteki her aşamanın belirli özelliklerine de dikkat etmemiz gerekir.

Bir şeyin gelişme sürecindeki temel çelişme ve sürecin bu temel çelişme tarafından belirlenen özü, süreç tamamlanıncaya kadar kaybolmaz; ama uzunca bir süreçte koşullar genellikle her aşamada değişir. Çünkü, bir şeyin gelişme sürecindeki temel çelişmenin niteliği ve sürecin özü değişmemekle birlikte, temel çelişme uzunca bir süreç içinde bir aşamadan ötekine geçerken gittikçe şiddetlenir. Ayrıca temel çelişme tarafından belirlenen ya da etkilenen irili ufaklı çeşitli çelişmelerden bazıları şiddetlenir, bazıları geçici olarak ya da kısmen çözülür ya da hafifler ve bazı yeni çelişmeler doğar; bundan dolayı süreç aşamalara ayrılır. Bir şeyin gelişme sürecindeki aşamalarına dikkat edilemezse, onun çelişmeleri doğru bir biçimde çözülemez.

Örneğin, serbest rekabet çağının kapitalizmi emperyalizm aşamasına ulaştığında, temel çelişmeyi oluşturan iki sınıfın, yani proletarya ile burjuvazinin sınıf niteliğinde ya da toplumun kapitalist özünde bir değişme olmadı. Ama bu iki sınıf arasındaki çelişme şiddetlendi, tekelci sermaye ile tekelci olmayan sermaye arasındaki çelişme doğdu, sömürgeci devletler ile sömürgeler arasındaki çelişme şiddetlendi, kapitalist ülkeler arasında onların eşit olmayan gelişmelerinden doğan çelişme özel bir keskinleşme gösterdi ve böylece kapitalizmin özel aşaması, emperyalizm aşaması ortaya çıktı. Leninizm, emperyalizm ve proletarya devrimi çağının Marksizmidir; çünkü, Lenin ve Stalin bu çelişmeleri doğru bir biçimde açıklamışlar ve bu çelişmelerin çözülmesi için proletarya devriminin teori ve taktiklerini doğru bir biçimde ortaya koymuşlardır.

Çin'in 1911 Devrimi'yle başlayan burjuva-demokratik devrimi sürecini alalım. Bu sürecin de birtakım farklı aşamaları vardır. Özellikle devrimin burjuva önderliğindeki dönemi ile devrimin proletarya önderliğindeki dönemi son derece farklı iki tarihi aşama oluşturur. Başka bir deyişle, proletarya önderliği devrimin bütün çehresini tepeden tırnağa değiştirmiş, sınıfların yeni bir mevzilenişine yol açmış, köylü devriminde çok büyük bir yükseliş yaratmış, emperyalizme ve feodalizme karşı devrime köklü bir nitelik kazandırmış, demokratik devrimden sosyalist devrime geçiş olasılığını yaratmıştır vb. Devrimin burjuva önderliğinde bulunduğu dönemde bunların hiçbiri mümkün değildi. Gerçi bütün olarak süreçteki temel çelişmenin niteliğinde, yani sürecin antiemperyalist, antifeodal, demokratik devrimci niteliğinde (ki bunun karşıtı sürecin yarı sömürge ve yarı feodal niteliğidir) hiçbir değişme olmadı, ama gene de bu süreç, 20 yılı aşkın bir zaman boyunca çeşitli gelişme aşamalarından geçti. Bu süre içinde birçok büyük olay meydana geldi: 1911 Devriminin başarısızlığa uğraması ve kuzeyli savaş ağaları rejiminin kurulması, birinci milli birleşik cephenin kurulması ve 1924-1927 Devrimi, birleşik cephenin dağılması ve burjuvazinin karşıdevrim safına geçmesi, yeni savaş ağaları arasındaki savaşlar, Toprak Devrimi Savaşı, ikinci milli birleşik cephenin kurulması ve Japonya'ya Karşı Direnme Savaşı. Bu aşamaların, bazı çelişmelerin şiddetlenmesi (yani Toprak Devrimi Savaşı ve dört kuzeydoğu eyaletinin Japon istilasına uğraması), bazı çelişmelerin kısmen ya da geçici olarak çözülmesi (yani kuzeyli savaş ağalarının yok edilmesi ve toprak ağalarının topraklarına el koymamız) ve başka bazı çelişmelerin doğması (yani yeni savaş ağaları arasındaki çatışmalar ve güneydeki devrimci üs bölgelerimizi kaybetmemizden sonra toprak ağalarının topraklarını geri almaları) gibi belirli özellikleri vardır.

Bir şeyin gelişme sürecindeki her aşamanın çelişmelerinin özelliklerini incelerken, onları sadece karşılıklı ilişkileri ya da bütünlükleri içinde ele almakla kalmamalı, aynı zamanda her çelişmenin iki yönünü incelemeliyiz.

Örneğin, Guomindang ile Komünist Partisi’ne bakalım. Yönlerden birini, Guomindang'ı alalım. Guomindang birinci birleşik cephe döneminde Sun Yatsen’in Rusya'yla ittifak, Komünist Partisi’yle işbirliği ve köylülere ve işçilere yardım şeklindeki Üç Büyük Siyaseti'ni uyguladı; dolayısıyla devrimci ve canlıydı, çeşitli sınıfların demokratik devrimden yana bir ittifakıydı. Ama 1927'den sonra Guomindang karşıtına dönüştü ve toprak ağalarıyla büyük burjuvazinin gerici bir ittifakı olup çıktı. 1936 Aralık'ındaki Sian Olayı'ndan sonra Guomindang iç savaşı sona erdirme ve Japon emperyalizmine karşı ortak mücadele için Komünist Partisi'yle işbirliği yapma doğrultusunda yeni bir değişiklik başlattı. Guomindang'ın üç aşama içindeki belirli özellikleri bunlardır. Hiç

16

Page 17: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

kuşkusuz, bu özellikler birçok nedenden doğmuştur. Şimdi de öteki yönü, Komünist Partisini ele alalım. Birinci birleşik cephe döneminde Çin Komünist Partisi çocukluk çağındaydı. 1924-1927 Devrimi'ne cesaretle önderlik etli, ama devrimin niteliğini, görevlerini ve yöntemlerini kavrayışıyla henüz olgunlaşmamış olduğunu ortaya koydu. Bunun sonucunda, bu devrimin ikinci bölümünde ortaya çıkan Cen Dusiyuculuğun kendini kabul ettirmesi ve devrimin yenilgisine yol açması mümkün oldu. Komünist Partisi 1927'den sonra Toprak Devrimi Savaşı'na cesaretle önderlik etti ve devrimci orduyu ve devrimci üs bölgelerini kurdu. Ne var ki, hem orduyu hem de üs bölgelerini çok ağır kayıplara uğratan maceracı hatalar işledi. 1935'ten bu yana parti bu hataları düzeltti ve Japonya'ya karşı direniş için yeni birleşik cepheye önderlik etmeye başladı; şimdi bu büyük mücadele gelişiyor. Bugünkü aşamada Komünist Partisi iki devrim sınavından geçmiş ve büyük tecrübe kazanmış bir partidir. Çin Komünist Partisi’nin üç aşama içindeki belirli özellikleri bunlardır. Bu özellikler de birçok nedenden doğmuştur. Bu iki özellikler dizisini incelemeden, bir birleşik cephenin kurulması, birleşik cephenin dağılması ve yeni bir birleşik cephenin kurulması gibi çeşitli gelişme aşamaları boyunca iki parti arasındaki özel ilişkileri kavrayamayız. İki partinin belirli özelliklerinin incelenmesi bakımından daha da temel bir nokta, iki partinin sınıf temelinin ve bunun sonucunda farklı dönemlerde her bir parti ile öteki güçler arasında doğan çelişmelerin incelenmesidir. Örneğin, Komünist Partisi'yle birinci işbirliği döneminde Guomindang'ın yabancı emperyalizmle çelişmesi vardı ve bu yüzden de antiemperyalistti. Öte yandan Guomindang'ın ülke içindeki geniş halk kuleleriyle de çelişmesi vardı; emekçi halka lafta pek çok şey vaat etmesine karşın, aslında onlara pek az şey verdi ya da hiçbir şey vermedi. Antikomünist savaşı sürdürdüğü dönemde Guomindang geniş halk kitlelerine karşı emperyalizm ve feodalizmle işbirliği yaptı; kitlelerin devrimde elde etmiş oldukları bütün kazançları yok etti ve böylece onlarla olan çelişmelerini şiddetlendirdi. Bugünkü Japonya'ya karşı savaş döneminde ise Guomindang'ın Japon emperyalizmiyle çelişmesi vardır ve Komünist Partisi’yle işbirliği yapmak istemektedir; ama Komünist Partisi'ne ve halka karşı yürüttüğü mücadeleyi ve bunlar üzerindeki baskısını gevşetmeden. Komünist Partisi ise her zaman, her dönemde emperyalizme ve feodalizme karşı geniş halk kitlelerinin yanında yer almıştır, ama bugünkü Japonya'ya karşı savaş döneminde Guomindang'a ve yerli feodal güçlere karşı ılımlı bir siyaset benimsemiştir; çünkü Guomindang Japonya'ya karşı direnmeden yana olduğunu dile getirmiş bulunmaktadır. Yukarıdaki koşullar iki parti arasında kimi zaman ittifaka, kimi zaman mücadeleye yol açmış ve hatta ittifak dönemlerinde bile hem ittifak, hem mücadele gibi karmaşık bir durum olmuştur. Çelişmenin her iki yönünün belirli özelliklerini incelemezsek, sadece her bir partinin öteki güçlerle olan ilişkilerini değil, aynı zamanda iki parti arasındaki ilişkileri de kavrayamayız.

Dolayısıyla, herhangi bir çelişmenin özelliğini incelerken -maddenin her hareket biçimindeki çelişme, onun her gelişme sürecindeki çelişme, her süreçteki çelişmenin iki yönü, bir sürecin her aşamasındaki çelişme ve her aşamasındaki çelişmenin iki yönü- bütün bu çelişmelerin özelliğini incelerken, öznel ve rastgele davranmamalı, onu somut olarak tahlil etmeliyiz. Somut tahlil olmadan, hiçbir çelişmenin özelliği bilinemez. Lenin'in somut koşulların somut tahlili konusundaki sözlerini hiçbir zaman akıldan çıkarmamalıyız.

Bize bu somut tahlilin ilk yetkin örneklerini Marx ve Engels sağladılar. Marx ve Engels, şeylerdeki çelişme yasasını toplumsal-tarihi sürecin incelenmesine uyguladıklarında, üretici

güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişmeyi, sömüren ve sömürülen sınıflar arasındaki çelişmeyi, bunun sonucu olarak doğan ekonomik temel ile onun üstyapısı (siyaset, ideoloji vb.) arasındaki çelişmeyi ve bu çelişmelerin nasıl kaçınılmaz olarak farklı türden sınıflı toplumlarda farklı türden toplumsal devrimlere yol açtıklarını keşfettiler.

Marx bu yasayı kapitalist toplumun ekonomik yapısının incelenmesine uyguladığında, bu toplumun temel çelişmesinin üretimin toplumsal niteliği ile mülkiyetin özel niteliği arasındaki çelişme olduğunu keşfetti. Bu çelişme kendini, tek tek işletmelerdeki üretimin örgütlü niteliği ile bir bütün olarak toplumdaki üretimin anarşik niteliği arasındaki çelişmede gösterir. Bu çelişme, sınıf ilişkileri açısından kendini burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişmede gösterir. Şeylerin alanı çok geniş olduğundan ve gelişmelerinin sınırı olmadığından, bir durumda evrensel olan bir

şey başka bir durumda özel olur. Gene, bir durumda özel olan bir şey de başka bir durumda evrensel olur. Kapitalist sistemde üretimin toplumsal niteliği ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişme, kapitalizmin var olduğu ve geliştiği bütün ülkelerde ortaktır. Bu, kapitalizm bakımından çelişmenin evrenselliğini oluşturur. Ne var ki, kapitalizmin bu çelişmesi sınıflı toplumun genel gelişmesi içinde sadece belli bir tarihi aşamaya ilişkindir. Bu, bir bütün olarak sınıflı toplumda üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişme bakımından, çelişmenin özelliğini oluşturur. Ama Marx, kapitalist toplumdaki bütün bu çelişmelerin özelliğini açıklarken, genel olarak sınıflı toplumda üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişmenin evrenselliğini daha da kapsamlı, daha da yeterli ve daha da eksiksiz bir biçimde açıklığa kavuşturmuştur.

Özel olan evrensel olanla birleşmiş olduğuna, her şeyde çelişmenin hem evrenselliği, hem de özelliği bulunduğuna; evrensellik özelliğin içinde olduğuna göre, bir nesneyi incelerken hem özel olanı, hem evrensel olanı, hem de bunlar arasındaki karşılıklı ilişkiyi keşfetmeye; hem özelliği, hem evrenselliği, hem de bunların o nesnenin içindeki karşılıklı ilişkisini keşfetmeye ve o nesnenin kendi dışındaki birçok nesneyle olan karşılıklı ilişkilerini keşfetmeye çalışmalıyız. Stalin, Leninizmin İlkeleri adlı ünlü eserinde, Leninizmin tarihi kökenlerini açıklarken, Leninizmin ortaya çıktığı uluslararası durumu ve kapitalizmin emperyalizm koşullarında doruğuna varan çelişmelerini inceledi ve bu çelişmelerin proletarya devrimini nasıl acil bir eylem sorunu durumuna getirdiğini, kapitalizme karşı doğrudan bir saldırı için elverişli koşulları nasıl yarattığını gösterdi. Dahası, Rusya'nın Leninizmin beşiği durumuna gelmesinin, Çarlık Rusyası'nın emperyalizmin bütün çelişmelerinin odak noktasına dönüşmesinin ve Rusya proletaryasının uluslararası devrimci proletaryanın öncüsü olabilmesinin nedenlerini tahlil etti. Böylelikle Stalin, Leninizmin niçin emperyalizm ve proletarya devrimi çağının Marksizmi

17

Page 18: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

olduğunu göstererek emperyalizmdeki çelişmenin evrenselliğini ve aynı zamanda proletarya devriminin teori ve taktiklerinin niçin Rusya'da doğduğunu ve çelişmenin evrenselliğinin nasıl bu özelliğin içinde bulunduğunu göstererek, bu genel çelişmenin içinde Çarlık Rusyası emperyalizminin özelliğini tahlil etti. Stalin'in bu tahlili bize çelişmenin özelliğim ve evrenselliğini ve bunlar arasındaki karşılıklı ilişkiyi kavramanın bir örneğini vermektedir.

Nesnel olayların incelenmesinde diyalektiğin kullanılması konusunda, Marx ve Engels ve aynı şekilde Lenin ve Stalin, hiçbir zaman öznel ve gelişigüzel davranmamayı, bu olayların somut çelişmelerini, her çelişmenin her bir yönünün somut durumunu ve çelişmelerin somut karşılıklı ilişkilerini o olayların gerçek nesnel hareketindeki somut koşullara bakarak keşfetmeyi öğütlerler. Bizim dogmacılar ise inceleme yaparken bu tutumu benimsemediklerinden hiçbir işi doğru dürüst beceremezler. Onların başarısızlıklarından ders almalı ve incelemede biricik doğru tutum olan bu tutumu benimsemeyi öğrenmeliyiz.

Çelişmenin evrenselliği ile özelliği arasındaki ilişki, çelişmenin genel niteliği ile özel niteliği arasındaki ilişkidir. Çelişmenin genel niteliği derken, çelişmenin bütün süreçlerde var olduğunu ve başından sonuna kadar da varlığını sürdürdüğünü söylemek istiyoruz; hareket, şeyler, süreçler, düşünce; bunların hepsi birer çelişmedir. Çelişmeyi inkâr etmek, her şeyi inkâr etmek demektir. Bu, bütün çağlar ve bütün ülkeler için geçerli olan ve istisna tanımayan evrensel bir doğrudur. İşte çelişmenin genel niteliği, mutlaklığı buradan kaynaklanır. Ama bu genel nitelik her özel nitelikte vardır; özel nitelik olmadan genel nitelik diye bir şey olamaz. Eğer bütün özel nitelikler kaldırılsaydı, geriye hangi genel nitelikler kalırdı? Özel niteliğin doğmasının nedeni, her çelişmenin özel olmasıdır. Özel nitelik koşullu geçici olarak var olur ve bu yüzden de görelidir.

Genel ve özel niteliğe, mutlaklığa ve göreliliğe ilişkin bu gerçek, şeylerdeki çelişme sorununun can alıcı özüdür. Bunu kavramamak, diyalektiği reddetmek demektir. IV. Baş Çelişme ve Bir Çelişmenin Esas Yönü

Çelişmenin özelliği sorununda ayrıca incelenmesi gereken iki nokta daha vardır: Baş çelişme ve bir çelişmenin esas yönü.

Karmaşık bir şeyin gelişme sürecinde birçok çelişme vardır. Bunlardan birinin varlığı ve gelişmesi, öteki çelişmelerin varlığını ve gelişmesini belirler ya da etkiler. İşte bu, zorunlu olarak, baş çelişmedir.

Örneğin, kapitalist toplumda birbiriyle çelişen iki güç, yani proletarya ve burjuvazi baş çelişmeyi oluşturur. Feodal sınıfın kalıntıları ile burjuvazi arasındaki çelişme, köy küçük burjuvazisi ile burjuvazi arasındaki çelişme, proletarya ile köy küçük burjuvazisi arasındaki çelişme, tekelci olmayan kapitalistler ile tekelci kapitalistler arasındaki çelişme, burjuva demokrasisi ile burjuva faşizmi arasındaki çelişme, kapitalist ülkelerin kendi aralarındaki çelişmeler ve emperyalizm ile sömürgeler arasındaki çelişme gibi öteki çelişmeler hep bu baş çelişme tarafından belirlenir ya da etkilenirler.

Çin gibi yarı sömürge bir ülkede baş çelişme ile ikincil çelişmeler arasındaki ilişki karmaşık bir görünüm sunar.

Emperyalizm yarı sömürge bir ülkeye karşı bir saldırı savaşı başlattığında, bazı hainler dışında o ülkenin çeşitli sınıfları emperyalizme karşı bir milli savaşta geçici olarak birleşebilirler. Böyle bir durumda, emperyalizm ile söz konusu ülke arasındaki çelişme baş çelişme haline gelir, buna karşılık o ülkedeki çeşitli sınıflar arasındaki bütün çelişmeler (daha önce baş çelişme olan feodal sistem ile geniş halk kitleleri arasındaki çelişme de dahil) geçici olarak ikincil ve bağımlı bir duruma düşerler. Çin'de 1840'taki Afyon Savaşı’nda, 1894'teki Çin-Japon Savaşı'nda ve 1900'deki Yi Ho Tuan Savaşı'nda böyle olmuştu; bugünkü Çin-Japon Savaşı’nda da durum böyledir.

Ama bir başka durumda, çelişmeler yer değiştirir. Emperyalizm zulmünü savaş yoluyla değil de, daha yumuşak yollarla -siyasi, iktisadi ve kültürel- sürdürdüğünde, yarı sömürge ülkelerdeki hâkim sınıflar emperyalizme teslim olurlar ve emperyalizm ile hâkim sınıflar halk kitlelerini ortaklaşa ezmek üzere bir ittifak kurarlar. Böyle bir durumda, kitleler genellikle emperyalizm ile feodal sınıfların ittifakına karşı iç savaşa başvururlar; emperyalizm ise genellikle yarı sömürge ülkelerdeki gericilerin halkı ezmesine yardım etmek için doğrudan eylemde bulunmaktansa, dolaylı yöntemlere başvurur. Bunun sonucunda da iç çelişmeler özellikle şiddetlenir. Çin'de 1911'deki Devrimci Savaş'ta, 1924-1927'deki Devrimci Savaş'ta ve 1927'den sonraki 10 yıllık Toprak Devrimi Savaşı'nda böyle olmuştur. Yarı sömürge ülkelerdeki çeşitli gerici hâkim gruplar arasındaki savaşlar, yani Çin'deki savaş ağaları arasındaki savaşlar bu sınıflamaya girer.

Bir devrimci iç savaş doğrudan doğruya emperyalizmin ve onun uşakları yerli gericilerin varlığını tehdit eden bir noktaya ulaştığında, emperyalizm genellikle hâkimiyetini koruyabilmek için başka yöntemlere başvurur. Ya devrimci cepheyi içerden bölmeye çalışır ya da yerli gericilere doğrudan doğruya yardım etmek üzere silahlı kuvvetlerini gönderir. Böyle bir durumda, yabancı emperyalizm ve yerli gericilik açıkça bir kutupta, halk kitleleri de "öteki kutupta yer alır ve böylece öteki çelişmelerin gelişmesini belirleyen ya da etkileyen baş çelişmeyi oluştururlar. Ekim Devriminden sonra çeşitli kapitalist ülkelerin Rus gericilerine yaptıkları yardım, silahlı müdahalenin bir örneğidir. Çan Kayşek'in 1927'deki ihaneti ise, devrimci cepheyi bölmenin bir örneğidir.

Ama ne olursa olsun, bir sürecin gelişmesindeki her aşamada önder rolü oynayan sadece tek bir baş çelişmenin bulunduğu kesindir.

Bu nedenle, eğer bir süreçte birkaç çelişme varsa, bunlardan bir tanesi önder ve belirleyici rolü oynayan baş çelişme olacak, öbürleriyse ikincil ve bağımlı bir durumda bulunacaktır. Dolayısıyla, içinde iki ya da daha fazla çelişme bulunan karmaşık bir süreci incelerken, bütün çabamızı, o sürecin baş çelişmesini bulmaya yöneltmemiz gerekir. Bu baş çelişme bir kere kavrandığında, bütün sorunlar kolayca çözülebilir. Marx'ın kapitalist toplumu incelerken bize öğrettiği yöntem budur. Aynı şekilde Lenin ve Stalin de emperyalizmi,

18

Page 19: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

kapitalizmin genel bunalımını ve Sovyet ekonomisini incelerlerken bize bu yöntemi öğretmişlerdir. Bu yöntemi kavramayan binlerce bilim adamı ve eylem adamı vardır. Bunun sonucunda bunlar sisler içinde kaybolur, sorunun özünü kavrayamaz ve elbette o sorunun çelişmelerini çözmenin yolunu bulamazlar.

Dediğimiz gibi, bir süreçteki bütün çelişmeleri eşit olarak görmemek, baş çelişmeyi ikincil çelişmelerden ayırt etmek ve baş çelişmeyi kavramak için özel bir dikkat göstermek gerekir. Peki, ister baş çelişme olsun, ister ikincil çelişme, herhangi bir çelişmede iki çelişmeli yön eşit olarak ele alınabilir mi? Gene hayır. Herhangi bir çelişmedeki çelişmeli yönlerin eşit olmayan bir gelişmesi vardır. Bunlar bazen denge içinde gibi görünebilirler, ama bu sadece geçici ve göreli bir durumdur, eşitsizlik ise temeldir. İki çelişmeli yönden biri birincil, öbürü ise ikincildir. Birincil yön, çelişmede önder rolü oynayan yöndür. Bir şeyin niteliği esas olarak bir çelişmenin birincil yönü tarafından, yani hâkim duruma geçmiş olan yön tarafından belirlenir.

Ama bu durum durağan değildir. Bir çelişmenin birincil ve ikincil yönleri birbirine dönüşür ve buna uygun olarak o şeyin niteliği de değişir. Belli bir süreçte ya da bir çelişmenin gelişmesindeki belli bir aşamada birincil yön A, ikincil yön de B ise, başka bir aşamada ya da başka bir süreçte roller değişir. Bu, bir şeyin gelişme süreci içinde, bir yönün öteki yöne karşı verdiği mücadelede gücünün artma ya da azalma derecesi tarafından belirlenen bir değişikliktir.

Sık sık "yeninin eskinin yerini alması" ndan söz ederiz. Yeninin eskinin yerini alması, evrenin genel, ölümsüz ve değişmez yasasıdır. Kendi özüne ve dış koşullara uygun olarak farklı biçimlerde sıçramalar yoluyla bir şeyin başka bir şeye dönüşmesi; yeninin eskinin yerini alması süreci budur. Her şeyin yeni yönü ile eski yönü arasında çelişme vardır. Bu, inişli çıkışlı bir dizi, mücadeleye yol açar. Bu mücadeleler sonucunda, yeni yön geri plandan ön plana çıkar ve hâkim duruma yükselir; eski yön ise ön plandan geri plana düşer ve yavaş yavaş ölüp gider. Ve yeni yön eski yön üzerinde hâkimiyet kazanır kazanmaz, eski şey niteliksel olarak yeni bir şeye dönüşür. Dolayısıyla, bir şeyin niteliğinin esas olarak çelişmenin birincil yönü tarafından, yani hâkim duruma geçmiş olan yön tarafından belirlendiği görülebilir. Hâkim duruma yükselmiş olan yön değiştiğinde, buna uygun olarak bir şeyin niteliği de değişir.

Kapitalist toplumda, kapitalizmin eski feodal çağdaki bağımlı durumu değişmiş, kapitalizm hâkim duruma geçmiştir. Buna uygun olarak toplumun feodal niteliği de kapitalist niteliğe dönüşmüştür. Yeni, kapitalist çağda, daha önce hâkim durumda olan feodal güçler bağımlı bir duruma gelmişler ve yavaş yavaş ölüp gitmişlerdir. Örneğin, İngiltere'de ve Fransa'da böyle olmuştur. Üretici güçlerin gelişmesiyle birlikte, burjuvazi ilerici bir rol oynayan yeni bir sınıf olmaktan çıkar, gerici bir rol oynayan eski bir sınıf durumuna gelir. En sonunda da proletarya tarafından devrilir; üretim araçlarının özel mülkiyetinden yoksun kılınmış ve iktidardan yoksun bırakılmış bir sınıf haline gelir ve böylece yavaş yavaş yok olup gider. Sayıca burjuvaziden çok daha fazla olan, burjuvaziyle aynı anda, ama onun hâkimiyeti altında gelişen ve başlangıçta burjuvaziye bağımlı yeni bir güç olan proletarya yavaş yavaş güç kazanır, tarihte önder rolü oynayan bağımsız bir sınıf haline gelir ve en sonunda siyasi iktidarı ele geçirerek hâkim sınıf olur. Böylelikle toplumun niteliği değişir ve eski kapitalist toplum yeni sosyalist topluma dönüşür. Daha şimdiden Sovyetler Birliğinin tuttuğu ve bütün diğer ülkelerin de kaçınılmaz olarak tutacağı yol budur.

Örneğin, Çin'i alalım. Çin'in bir yarı sömürge durumuna düştüğü çelişmede, emperyalizm hâkim durumdadır. Emperyalizm, Çin halkını ezmekledir. Çin bağımsız bir ülke olmaktan çıkmış, yarı sömürge bir ülke haline gelmiştir. Ama bu durum kaçınılmaz olarak değişecektir. İki taraf arasındaki mücadelede, Çin halkının proletarya önderliğinde büyüyen gücü Çin'i kaçınılmaz olarak bir yarı sömürge olmaktan çıkarıp bağımsız bir ülke durumuna getirecek, emperyalizm alt edilecek ve eski Çin kaçınılmaz olarak Yeni Çin'e dönüşecektir.

Eski Çin'in Yeni Çin'e dönüşmesi aynı zamanda ülke içindeki feodal güçler ile yeni halk güçleri arasındaki ilişkide de bir değişikliği içerir. Eski feodal toprak ağası sınıfı yıkılacak, yöneten olmaktan çıkıp yönetilen haline gelecek ve yavaş yavaş ölüp gidecektir. Proletarya önderliğindeki halk ise, yönetilen olmaktan çıkarak yöneten durumuna gelecektir. Böylece Çin toplumunun niteliği değişecek ve eski, yarı sömürge ve yarı feodal toplum yeni demokratik bir topluma dönüşecektir.

Böyle karşılıklı dönüşüm durumları geçmiş tecrübelerimizde vardır. Çin'i 300 yılı yakın bir süre yönetmiş olan Çing Hanedanı 1911 Devrimi'yle yıkılmış ve Sun Yatsen'in önderliğindeki devrimci Tung Meng Huy17 bir süre üstünlük kazanmıştır. 1924-1927'deki Devrimci Savaş'ta. bir zamanlar duruma hâkim olan kuzeyli savaş ağalan devrilmiş, buna karşılık güneydeki komünist-Guomindang ittifakının devrimci güçleri zayıf olmaktan çıkıp güçlü duruma gelmiş ve Kuzey Seferinde zafer kazanmışlardı. 1927'de, Komünist Partisi önderliğindeki halk kuvvetleri, Guomindang gericiliğinin saldırıları karşısında sayıca büyük ölçüde azalmışlar, ama saflarındaki oportünizmin yok edilmesiyle birlikte yavaş yavaş yeniden çoğalmışlardı. Komünistlerin yönetimindeki devrimci üs bölgelerinde köylüler yönetilen olmaktan çıkıp yöneten durumuna gelmiş, toprak ağaları ise bunun tam tersi bir dönüşüme uğramıştır. Dünyada her zaman böyle olur; yeni eskinin yerini alır, eski yerini yeniye bırakır, eski yeniye yol açmak üzere yok olup gider ve eskinin bağrından yeni doğar.

Devrimci mücadelenin belli dönemlerinde, güçlükler elverişli koşullara ağır basar ve böylece çelişmenin birincil yönünü oluştururlar: elverişli koşullar ise çelişmenin ikincil yönünü meydana getirirler. Ama devrimciler kendi çabalarıyla güçlükleri adım adım alt edebilir ve yeni bir elverişli durum yaratabilirler; böylece zor bir durum yerini elverişli bir duruma bırakır. Çin'de devrimin 1927'de yenilgiye uğramasından sonra ve Çin Kızıl Ordusu'nun Uzun Yürüyüş'ü sırasında böyle olmuştur. Bugünkü Çin-Japon Savaşı'nda Çin gene güç bir durumdadır. Ama bunu değiştirebilir ve Çin ile Japonya arasındaki durumu tam tersine dönüştürebiliriz. Ama devrimciler hatalar işlerse, elverişli koşullar güç koşullara dönüşebilir. Nitekim 1924-1927 Devrimi'nin zaferi yenilgiye dönüşmüştür. 1927'den sonra güney eyaletlerinde gelişen devrimci üs bölgelerinin hepsi de 1934 yılında yenilgiye uğramışlardı.

19

Page 20: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

İncelemeye giriştiğimiz zaman, aynı şey bilgisizlikten bilgiye geçişteki çelişme için de geçerlidir. Marksizmi ilk kez incelemeye başladığımızda, Marksizme ilişkin bilgisizliğimiz ya da az bilgimiz, Marksizm bilgisiyle çelişme halindedir. Ama yorulmak bilmeyen bir incelemeyle bilgisizlik bilgiye, az bilgi çok bilgiye ve Marksizmin körü körüne uygulanması da Marksizmin ustalıkla uygulanmasına dönüştürülebilir.

Bazıları bunun bazı çelişmeler için geçerli olmadığını sanırlar. Örneğin, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişme de üretici güçlerin birincil yön; teori ile pratik arasındaki çelişmede pratiğin birincil yön; ekonomik temel ile üstyapı arasındaki çelişmede ekonomik temelin birincil yön olduğunu ve bunların karşılıklı durumlarında hiçbir değişme olmadığını düşünürler. Bu diyalektik materyalist anlayış değil, mekanik materyalist anlayıştır. Evet, üretici güçler, pratik ve ekonomik temel genellikle birincil ve belirleyici rol oynarlar; bunu inkâr eden materyalist değildir. Ama aynı zamanda kabul edilmelidir ki, üretici güçler, teori ve üstyapı gibi yönler de belirli koşullarda birincil ve belirleyici rol oynarlar. Üretici güçler, üretim ilişkilerinde bir değişme meydana gelmeden gelişemez duruma geldiklerinde, üretim ilişkilerindeki değişme birincil ve belirleyici rol oynar. Lenin'in "Devrimci teori olmadan, devrimci hareket olamaz"18 dediği zamanlarda, devrimci teorinin yaratılması ve savunulması birincil ve belirleyici rol-oynar. Eğer herhangi bir görev yerine getirilecekse ve henüz bir rol gösterici çizgi, yöntem, plan ya da siyaset yoksa, birincil ve belirleyici olan şey yol gösterici bir çizgi, yöntem, plan ya da siyaset saptamaktır. Üstyapı (siyaset, kültür vb.) ekonomik temelin gelişmesini engellediğinde siyasi kültürel değişiklikler birincil ve belirleyici olur. Bu söylediklerimiz materyalizme aykırı mıdır? Hayır. Çünkü bir yandan tarihin genel gelişmesi içinde maddi olanın zihinsel olanı, toplumsal varlığın toplumsal bilince belirlediğini kabul ederken, öte yandan da zihinsel olanın maddi şeyler üzerindeki, toplumsal bilincin toplumsal varlık üzerindeki ve üstyapının ekonomik temel üzerindeki etkisini de kabul ederiz; zaten bu zorunludur. Bu, materyalizme aykırı değildir. Tam tersine, mekanik materyalizme karşı çıkmak ve kararlılıkla diyalektik materyalizmi savunmak demektir.

Çelişmenin özelliğini incelerken, bu iki yüzü de -bir süreçteki baş çelişme ile ikincil çelişmeyi ve bir çelişmenin birincil ve ikincil yönlerini- incelemediğimiz sürece, yâni çelişmenin bu iki yüzünün ayırt edici niteliğini incelemediğimiz sürece, soyutlamalar içinde kaybolur, çelişmeyi somut olarak kavrayamaz ve sonunda o çelişmeyi çözmenin doğru yöntemini bulamayız. Çelişmenin bu iki yüzünün ayırt edici niteliği ya da özelliği, birbiriyle çelişen güçlerin eşitsizliğini gösterir. Bu dünyada hiçbir şey mutlak olarak eşit bir biçimde gelişmez. Eşit gelişme teorisine ya da denge teorisine karşı çıkmalıyız. Üstelik, eskinin yerini alan yeninin gücünü ortaya çıkaran da, bir çelişmenin bu somut özellikleri ve bir çelişmenin gelişme sürecinde birincil ve ikincil yönlerinde meydana gelen değişmelerdir. Çelişmelerdeki çeşitli eşitsizlik durumlarının, baş çelişme ile ikincil çelişmenin ve bir çelişmenin birincil ve ikincil yönlerinin incelenmesi, devrimci bir siyasi partinin gerek siyasi, gerekse askeri sorunlardaki stratejik ve taktik siyasetlerini doğru olarak belirlemesini sağlayan temel bir yöntem oluşturur. Bütün komünistler buna önem vermelidirler. V. Bir Çelişmenin Yönleri Arasındaki Özdeşlik ve Mücadele

Çelişmenin evrenselliğini ve özelliğini kavradıktan sonra, bir çelişmenin yönleri arasındaki özdeşlik ve mücadele sorununu incelemeye koyulmamız gerekir.

Özdeşlik, birlik, uygunluk, birbirinin içine girme, birbirinin içine yayılma, karşılıklı bağımlılık (ya da var olmak için birbirine bağlı olma), karşılıklı ilişki ya da karşılıklı işbirliği; bütün bu farklı terimler aynı anlama gelir ve şu iki noktayı dile getirir: Birincisi, bir şeyin gelişme sürecindeki bir çelişmenin iki yönünden her birinin varlığı, öbürünün varlığını gerektirir ve her iki yön de tek bir bütün içinde bir arada varlığını sürdürür; ikincisi, belli koşullarda iki çelişmeli yönden her biri kendi karşıtına dönüşür. Özdeşliğin anlamı budur.

Lenin şöyle demişti:

Diyalektik, karşıtların nasıl özdeş olabildiklerini nasıl olup da özdeş olduklarını (nasıl özdeş duruma geldiklerini), -hangi koşullarda birbirlerine dönüşerek özdeş olduklarını- insan aklının bu karşıtları niçin ölü ve katı şeyler olarak değil de, yaşayan, koşula bağlı, hareketli ve birbirine dönüşen şeyler olarak kabul etmesi gerektiğini gösteren öğretidir.19

Bu sözler ne anlama gelmektedir? Her süreçteki çelişmeli yönler birbirini dışlar, birbiriyle mücadele eder ve birbirine karşıt durumdadır. Bunlar,

hiç istisnasız bütün şeylerin gelişme sürecinde ve bütün insan düşüncesinde vardır. Basit bir süreç yalnızca tek bir karşıtlar çiftini içerir, karmaşık bir süreç ise daha fazlasını. Ayrıca bu karşıtlar çiftleri de birbirleriyle çelişme halindedir. İşte nesnel dünyadaki bütün şeyler ve bütün insan düşüncesi böyle oluşur ve böyle hareket eder.

Durum böyle olduğuna göre, özdeşlik ve birlik diye bir şey olmaması gerekir. Öyleyse özdeşlikten ya da birlikten nasıl söz edebiliriz?

Aslında hiçbir çelişmeli yön tek başına var olamaz. Her yön, kendi karşıtı olan yön olmazsa, varlığı için gerekli koşulu yitirir. Düşü-nün bir kere, bir şeyin ya da insan kafasındaki bir kavramın herhangi bir çelişmeli yönü bağımsız olarak var olabilir mi? Hayat olmasaydı, ölüm de olmazdı, ölüm olmasaydı, hayat da olmazdı. "Yukarısı" olmasaydı, "aşağısı" da olmazdı; "aşağısı" olmasaydı, "yukarısı" da olmazdı. Talihsizlik olmasaydı, talihlilik de olmazdı; talihlilik olmasaydı, talihsizlik de olmazdı. Kolaylık olmasaydı, zorluk da olmazdı; zorluk olmasaydı, kolaylık da olmazdı. Toprak ağaları olmasaydı, ortakçı köylüler de olmazdı; ortakçı köylüler olmasaydı, toprak ağaları da olmazdı. Burjuvazi olmasaydı, proletarya da olmazdı; proletarya olmasaydı burjuvazi de olmazdı. Ülkeler üzerinde emperyalist baskı olmasaydı, sömürgeler ve yarı sömürgeler de olmazdı: sömürgeler ve yarı sömürgeler olmasaydı, ülkeler üzerinde emperyalist baskı da olmazdı. Bu, bütün karşıtlarda böyledir; belli koşullarda, bir yandan birbirlerine karşıdırlar, öte yandan da birbirleriyle ilişkilidirler,

20

Page 21: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

birbirlerinin içine girerler, birbirlerinin içine yayılırlar ve birbirlerine bağımlıdırlar ve bu nitelik özdeşlik olarak tanımlanır. Belli koşullarda, bütün çelişmeli yönler özdeş olmama niteliğine sahiptirler ve bu yüzden de çelişme halinde oldukları söylenir. Ama aynı zamanda özdeşlik niteliğine de sahiptirler ve bu yüzden de birbirleriyle ilişkilidirler. İşte Lenin, diyalektiğin "karşıtların nasıl özdeş olabildiklerini" incelediğini söylerken bunu kastediyordu. Peki, nasıl özdeş olabilirler? Olabilirler, çünkü her biri öbürünün varlık koşuludur. Özdeşliğin birinci anlamı budur.

Ama sadece çelişmeli yönlerden her birinin ötekinin varlık koşulu olduğunu, aralarında özdeşlik bulunduğunu ve bu nedenle de tek bir varlık içinde bir arada var olabileceklerini söylemek yeterli midir? Hayır, değildir. Sorun, var olabilmeleri için birbirlerine bağımlı olmalarıyla bitmez, daha da önemli olan, birbirlerine dönüşmeleridir. Yani belli koşullarda bir şeyin içindeki çelişmeli yönlerden her biri karşıtına dönüşür, karşıtının yerini alır. Bu da çelişmenin özdeşliğinin ikinci anlamıdır.

Peki, acaba burada neden özdeşlik vardır? Çünkü, bir zamanlar ezilen sınıf olan proletarya, devrim yoluyla hâkim sınıf durumuna gelir, buna karşılık bir zamanlar hâkim sınıf olan burjuvazi, ezilen sınıf durumuna gelir ve karşıtının ilk baştaki yerini alır. Bu daha şimdiden Sovyetler Birliği’nde gerçekleşmiştir ve bütün dünyada da gerçekleşecektir. Eğer belli koşullarda karşıtların karşılıklı ilişkisi ve özdeşliği diye bir şey olmasaydı, böyle bir değişiklik nasıl gerçekleşebilirdi?

Çağdaş Çin tarihinin belli bir aşamasında belli bir olumlu rol oynayan Guomindang, kendi sırf niteliği ve emperyalistlerin satın alma girişimleri yüzünden (bunlar koşulları oluşturuyordu) 1927'den sonra karşı devrimci bir parti haline geldi. Ama Çin ile Japonya arasındaki çelişmenin keskinleşmesinden ve Komünist Partisi’nin birleşik cephe siyasetinden dolayı (koşulları bunlar oluşturuyordu) Japonya'ya karşı direnmeyi kabullenmek zorunda kaldı. Çelişmeli şeyler birbirlerine dönüşürler ve burada kesin bir özdeşlik vardır.

Bizim toprak devrimimiz, topraklan elinde tutan toprak ağası sınıfının toprağını yitirmiş bir sınıfa dönüştüğü, buna karşılık bir zamanlar topraklarını yitirmiş olan köylülerin de toprak edinen küçük mülk sahipleri durumuna geldiği bir süreç olmuştur ve ileride gene böyle bir süreç olacaktır. Belli koşullarda sahip olmak ile sahip olmamak, edinmek ve yitirmek arasında karşılıklı bir ilişki vardır; bu iki yan arasında özdeşlik vardır. Sosyalizm koşullarında, özel köylü mülkiyeti sosyalist tarımda kamu mülkiyetine dönüşür. Bu daha şimdiden Sovyetler Birliği’nde gerçekleşmiştir ve bütün dünyada da gerçekleşecektir. Özel mülkiyetten kamu mülkiyetine uzanan bir köprü vardır ve buna felsefede özdeşlik, birbirine dönüşme ya da iç içe girme adı verilir.

Proletarya diktatörlüğünü ya da halk diktatörlüğünü sağlamlaştırmak, aslında bu diktatörlüğe son vermenin ve bütün devlet sistemlerinin ortadan kalktığı daha yüksek bir aşamaya geçmenin koşullarını hazırlamak demektir. Komünist Partisi'ni kurmak ve inşa etmek, aslında Komünist Partisi'nin ve bütün siyasi partilerin ortadan kalkmasının koşullarını hazırlamak demektir. Komünist Partisi önderliğinde devrimci bir ordu inşa etmek ve devrimci savaşı sürdürmek, aslında savaşın tamamen yok edilmesinin koşullarını hazırlamak demektir. Bu karşıtlar aynı zamanda birbirlerini bütünlerler.

Savaş ve barış, herkesin bildiği gibi, birbirine dönüşür. Savaş; barışa dönüşür; sözgelimi, Birinci Dünya Savaşı savaş sonrasının barışına dönüşmüştü, sonra bugün Çin'deki iç savaş sona ermiş ve yerini iç barışa bırakmıştır. Barış savaşa dönüşür; sözgelimi, Guomindang komünist işbirliği 1927'de savaşa dönüşmüştü ve günümüz dünyasındaki barış durumu, ikinci bir dünya savaşına dönüşebilir. Bu niçin böyledir? Çünkü, sınıflı toplumda savaş ve barış gibi çelişmeli şeyler arasında belli koşullarda bir özdeşlik vardır.

Bütün çelişmeli şeyler arasında karşılıklı bir ilişki vardır; bunlar sadece belli koşullarda tek bir varlığın içinde bir arada var olmakla kalmazlar, daha başka koşullarda birbirlerine de dönüşürler. İşte karşıtların özdeşliğinin gerçek anlamı budur. Lenin, "nasıl olup da özdeş olduklarını (nasıl özdeş duruma geldiklerini), hangi koşullarda birbirlerine dönüşerek özdeş olduklarını" tartışırken, işte bunu söylemek istiyordu.

Niçin "insan aklı bu karşıtları ölü ve katı şeyler olarak değil de, yaşayan, koşula bağlı, hareketli ve birbirine dönüşen şeyler olarak kabul etmelidir?" Çünkü nesnel gerçeklikte şeyler tam olarak böyledir. Çünkü, gerçekte nesnel şeylerdeki karşıtların birliği ya da özdeşliği ölü ya da katı değil, canlı, koşula bağlı, hareketli, geçici ve görelidir; belli koşullarda her çelişmeli yön kendi karşıtına dönüşür. Bu, insan düşüncesine yansıdığında, Marksist diyalektik materyalist dünya görüşü olur. Karşıtları canlı, koşula bağlı, hareketli ve birbirine dönüşen şeyler olarak değil de, ölü ve katı şeyler olarak görenler sadece geçmişteki ve şimdiki gerici hâkim sınıflar ve onların hizmetindeki metafizikçilerdir. Bunlar halk kitlelerini kandırmak için bu aldatmacayı her yerde yayarlar ve böylece hâkimiyetlerini sürdürmeye çalışırlar. Komünistlerin görevi, gericilerin ve metafizikçilerin aldatmacalarını açığa çıkarmak, şeylerin özündeki diyalektiği yaymak ve böylece şeylerin dönüşümünü hızlandırmak ve devrim hedefine ulaşmaktır.

Karşıtların belli koşullardaki özdeşliğinden söz ederken, gerçek ve somut karşıtları ve karşıtların birbirine gerçek ve somut olarak dönüşmelerini kastediyoruz. Mitologyada sayısız dönüşme vardır; örneğin, Şan Hay Cing'de20 Kua Fu'nun güneşle yarışması, Huay Nan Zu'da21 Yi'nin dokuz güneşi vurması, Si Yu Ci'de22 Maymun Kralın 72 kılığa girmesi, Liao Çay'ın Garip Masalları’nda23 insana dönüşen hortlak ve tilkilere ilişkin çeşitli serüvenler vb. Ama bu efsanelerdeki karşıtların dönüşümü, somut çelişmeleri yansıtan somut değişmeler değildir. Bunlar, karşıtların birbirine sayısız gerçek ve karmaşık dönüşümünün insan kafasında uyandırdığı safça, düşsel, öznel olarak tasarlanmış dönüşümlerdir. Marks şöyle demişti: "Bütün mitologya, doğa güçlerini hayal gücü içinde ve hayal gücü yoluyla denetim altına alır, yönetir ve biçimlendirir; bu yüzden de, insan doğa güçlerini denetim altına alır almaz mitologya yok olur."24 Mitologyadaki (ve aynı zamanda çocuk masallarındaki) binlerce değişme insanların hoşuna gider, çünkü bunlar insanın doğa güçlerine üstün gelmesini düşsel olarak canlandırırlar ve Marks'ın dediği gibi en güzel efsanelerde "ölümsüz bir çekicilik" vardır. Ama efsaneler belli koşullarda var olan somut çelişmeler üzerine kurulmamışlardır ve dolayısıyla da gerçekliğin bilimsel bir

21

Page 22: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

yansıması değildirler. Yani efsanelerde ya da çocuk masallarında bir çelişmeyi oluşturan yönlerin somut bir özdeşliği değil, yalnızca düşsel bir özdeşliği vardır. Gerçek dönüşümlerdeki özdeşliğin bilimsel bir biçimde yansıtılması, Marksist diyalektiktir.

Neden bir yumurta civcive dönüştürülebilir de, bir taş civcive dönüştürülemez? Neden savaş ile barış arasında özdeşlik vardır da, savaş ile taş arasında özdeşlik yoktur? Neden insanlar sadece insan doğurabilirler de, başka bir şey doğuramazlar? Bunun biricik nedeni, karşıtların birliğinin sadece belirli zorunlu koşullarda var olmasıdır. Bu belirli zorunlu koşullar olmadan herhangi bir özdeşlik olamaz.

Neden Rusya'da 1917'de burjuva-demokratik Şubat Devrimi doğrudan doğruya proleter-sosyalist Ekim Devrimine bağlandı da, Fransa'da burjuva devrimi doğrudan doğruya bir sosyalist devrime bağlanmadı ve 1871 Paris Komünü25 başarısızlıkla sonuçlandı? Öte yandan, neden Moğolistan ve Orta Asya'daki göçebelik düzeni doğrudan doğruya sosyalizme bağlandı? Çin Devrimi neden kapitalizm aşamasından geçmeden de edebilir ve Batı ülkelerinin eski tarihi yolunu tutmadan, yani bir burjuva diktatörlüğü döneminden geçmeden doğrudan doğruya sosyalizme bağlanabilir? Bunun biricik nedeni, zamanın somut koşullarıdır. Belirli zorunlu koşullar var olduğunda, şeylerin gelişme sürecinde belirli çelişmeler doğar. Ayrıca, bu çelişmelerdeki karşıtlar birbirine bağımlıdır ve birbirine dönüşür. Yoksa bunların hiçbiri mümkün olmazdı.

Özdeşlik sorunu budur. Peki öyleyse mücadele nedir? Özdeşlik ile mücadele arasındaki ilişki nedir? Lenin şöyle demişti:

Karşıtların birliği (uygunluğu, özdeşliği, eşit etkisi) koşullu, geçici, süreksiz, görelidir. Birbirini karşılıklı olarak dışlayan karşıtların mücadelesi ise, tıpkı gelişme ve hareket gibi mutlaktır.26

Bu sözlerin anlamı nedir? Her sürecin bir başlangıcı ve bir sonu vardır. Her süreç, kendini karşıtına dönüştürür. Her sürecin

değişmezliği görelidir, ama bir sürecin başka bir sürece dönüşmesinde görülen değişebilirlik mutlaktır. Bütün şeylerde, biri göreli durgunluk, öbürü de gözle görülür değişme olmak üzere iki hareket durumu

vardır. Her ikisine de yol açan, bir şeyin içindeki iki çelişmeli unsur arasındaki mücadeledir. Bir şeyin harekeli birinci durumu gösterdiği zaman, niteliksel bir değişikliğe değil, sadece niceliksel bir değişikliğe uğramaktadır ve bu nedenle dış görünüşüyle hareketsizdir. Bir şeyin hareketi ikinci durumu aldığı zaman, birinci durumdaki niceliksel değişiklik, en yüksek noktasına varmıştır ve o şeyin bir varlık olarak yok olmasına yol açar ve bunu da niteliksel bir değişme izler; böylece ortaya gözle görülür bir değişme çıkar. Günlük hayatta gördüğümüz bu birlik, dayanışma, bileşim, uyum, denge, durgunluk, hareketsizlik, dinginlik, değişmezlik, istikrar, katılık, çekim vb. gibi durumlar hep niceliksel değişme halindeki şeylerin görünüşleridir. Öte yandan, birliğin parçalanması, yani bu dayanışmanın, bileşimin, uyumun, dengenin, durgunluğun, hareketsizliğin, dinginliğin, değişmezliğin, istikrarın, katılığın, çekimin yok olması ve her birinin karşıtına dönüşmesi ise hep niteliksel değişme halindeki şeylerin görünüşleri, bir sürecin başka bir sürece dönüşmesidirler. Şeyler kendilerini durmadan birinci hareket durumundan ikinci hareket durumuna dönüştürmektedirler; karşıtların mücadelesi her iki durumda da vardır, ama çelişme ikinci durum içinde çözülür. İşte karşıtların birliğinin koşullu, geçici ve göreli; birbirini karşılıklı olarak dışlayan karşıtların mücadelesinin ise mutlak olduğunu söylememizin nedeni budur.

Yukarıda, aralarında özdeşlik olduğu için iki karşıt şey tek bir varlık içinde bir arada var olabilir ve birbirine dönüşebilir demiştik. Burada koşulluluğu, yani iki çelişmeli şeyin belli koşullarda birleşebileceğini ve birbirine dönüşebileceğini, ama bu koşullar olmadığı zaman bu iki çelişmeli şeyin bir çelişme oluşturamayacağını, aynı varlık içinde bir arada var olamayacağını ve birbirine dönüşemeyeceğini kastediyorduk. Özdeşliğin koşullu ve göreli olduğunu söylememizin nedeni, karşıtların özdeşliğinin ancak belli koşullarda geçerli olmasıdır. Ayrıca şunu da ekleyebiliriz: karşıtlar arasındaki mücadele, bir sürecin başından sonuna kadar varlığını sürdürür ve bir sürecin başka bir sürece dönüşmesini sağlar, her yerde vardır ve dolayısıyla mücadele koşula bağlı değildir ve mutlaktır.

Koşullu ve göreli özdeşlik ile koşula bağlı olmayan ve mutlak mücadelenin bileşimi bütün şeylerdeki karşıtların hareketini oluşturur.

Biz Çinliler sık sık şöyle deriz: "Birbirine karşı olan şeyler aynı zamanda birbirini tamamlar."27 Yani birbirine karşı olan şeyler arasında özdeşlik vardır. Bu deyiş, diyalektiktir ve metafiziğe aykırıdır. "Birbirine karşı olan" sözü, iki çelişmeli yönün birbirini karşılıklı olarak dışlamasını ya da ikisi arasındaki mücadeleyi dile getirir. "Birbirini tamamlar" sözü ise, iki çelişmeli yönün belli koşullarda birleştiği ve özdeşliğe vardığı anlamına gelir. Ama özdeşlikte de mücadele vardır ve mücadele olmadan özdeşlik de olamaz.

Özdeşlikte mücadele, özellikle evrensellik ve bireysellikte de genellik vardır. Lenin'in deyişiyle, "... göreli olanın içinde bir mutlak olan vardır".28 VI. Uzlaşmaz Karşıtlığın Çelişmedeki Yeri

Karşıtların mücadelesi sorunu uzlaşmaz karşıtlığın ne olduğu sorununu da içerir. Kanımızca, uzlaşmak karşıtlık, karşıtların mücadelesinin bir biçimidir, ama tek biçimi değildir. İnsanlık tarihinde, sınıflar arasındaki uzlaşmaz karşıtlık, karşıtların mücadelesinin özel bir görünümü olarak

vardır. Sömüren ve sömürülen sınıflar arasındaki gelişmeyi alalım. Bu çelişen sınıflar ister köleci toplum, ister feodal toplum, ister kapitalist toplum olsun aynı toplum içinde uzun bir süre bir arada yaşarlar ve birbirleriyle mücadele ederler; ama bu iki sınıf arasındaki çelişme ancak belli bir aşamaya vardığı zaman açık bir uzlaşmaz karşıtlık biçimini alır ve devrime dönüşür. Aynı şey sınıflı toplumda barışın savaşa dönüşmesi için de geçerlidir.

Bir bomba, patlamadan önce, içindeki karşıtların belli koşullarda bir arada var oldukları tek bir bütündür. Ancak, yeni bir koşul ortaya çıktığında, yani tutuşma olduğunda patlama meydana gelir. En sonunda açık

22

Page 23: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

çatışma biçimine bürünerek eski çelişmeleri çözen ve yeni şeyler yaratan bütün doğa olaylarında benzer bir durum meydana gelir.

Bu gerçeği kavramak son derece önemlidir. Çünkü bu gerçeği kavramak, sınıflı toplumda devrimlerin ve devrimci savaşların kaçınılmaz olduğunu, devrimler ve devrimci savaşlar olmadan toplumsal gelişmede herhangi bir sıçrama sağlamanın, gerici hâkim sınıfları yıkmanın ve dolayısıyla da halkın siyasi iktidarı ele geçirmesinin ve mümkün olmadığını kavramamızı sağlar. Komünistler, gericilerin toplumsal devrimin gereksiz ve olanaksız olduğu yolundaki aldatıcı propagandalarını açığa çıkarmalıdırlar. Komünistler, Marksist-Leninist toplumsal devrim teorisini kararlılıkla savunmalı ve toplumsal devrimin sadece tamamen gerekli değil, aynı zamanda tamamen mümkün olduğunu ve bütün bir insanlık tarihinin ve Sovyetler Birliği'nin zaferinin bu bilimsel gerçeği doğruladığını halka kavratmalıdırlar.

Ne var ki, karşıtların her mücadelesinin koşullarını somut olarak incelemeli ve yukarıda tartıştığımız formülü her şeye gelişigüzel bir biçimde uygulamamalıyız. Çelişme ve mücadele evrensel ve mutlaktır, ama çelişmeleri çözme yöntemleri, yani mücadele biçimleri çelişmelerin niteliğindeki farklılıklara göre değişir. Bazı çelişmeler açık uzlaşmaz karşıtlıkla belirlenir, bazılarıysa açık uzlaşmaz karşıtlıkla belirlenmez. Şeylerin somut gelişmesine bağlı olarak, ilk başta uzlaşmaz olmayan bazı çelişmeler uzlaşmaz çelişmelere, ilk başta uzlaşmaz olan bazı çelişmeler de uzlaşabilir çelişmelere dönüşür.

Daha önce de belirttiğimiz gibi, sınıflar var olduğu sürece, Komünist Partisi içinde doğru fikirler ile yanlış fikirler arasındaki çelişmeler sınıf çelişmelerinin parti içindeki yansımalarıdır. Bazı sorunlarda bu çelişmeler ilk başta uzlaşmaz bir biçimde belirmeyebilir. Ama sınıf mücadelesinin gelişmesiyle birlikte bu çelişmeler de büyüyebilir ve uzlaşmaz duruma gelebilir. Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin tarihi bize şunu gösteriyor: Lenin ve Stalin'in doğru fikirleri ile Troçki, Buharin ve diğerlerinin yanlış fikirleri arasındaki çelişmeler ilk başta uzlaşmaz bir biçimde ortaya çıkmadılar, ama daha sonra uzlaşmaz duruma geldiler. Buna benzer durumlar Çin Komünist Partisi’nin tarihinde de vardır. Partili yoldaşlarımızdan birçoğunun doğru fikirleri Cen Dusiu, Çang Guotao ve diğerlerinin yanlış fikirleri arasındaki çelişmeler de ilk başta uzlaşmaz bir biçimde ortaya çıkmamışlardı, ama daha sonra giderek uzlaşmaz bir hale geldiler. Bugün partimizde doğru fikirler ile yanlış fikirler arasındaki çelişme kendini uzlaşmaz bir biçimde göstermiyor ve hata işlemiş olan yoldaşlar, hatalarını düzeltebilirlerse uzlaşmaz bir hale gelmeyecektir. Bu nedenle parti bir yandan hatalı fikirlere karşı ciddi bir mücadele yürütmeli, öte yandan da hata işlemiş olan yoldaşların hatalarını kavramaları için onlara fırsat tanımalıdır. Bu durumda bu yoldaşlara karşı aşırı mücadele hiç kuşkusuz doğru olmaz. Ama hata işlemiş olanlar hatalarında diretir ve hatalarını daha da artırırlarsa, bu çelişmenin uzlaşmaz bir çelişmeye dönüşme olasılığı vardır.

Ekonomik bakımdan, şehirler ile köylük bölgeler arasındaki çelişme, hem burjuvazinin yönetimi altında şehirlerin köylük bölgeleri amansızca yağmaladığı kapitalist toplumda, hem de yabancı emperyalizmin ve Çin'in komprador büyük burjuvazisinin yönetimi altında şehirlerin köylük bölgeleri doymak bilmez bir açgözlülükle yağmaladığı Çin'deki Guomindang bölgelerinde son derece uzlaşmaz bir çelişmedir. Ama sosyalist bir ülkede ve bizim devrimci üs bölgelerimizde bu uzlaşmaz çelişme uzlaşabilir bir çelişmeye dönüşmüştür ve komünist topluma erişildiğinde tamamen ortadan kalkacaktır.

Lenin şöyle demişti: "Uzlaşmaz karşıtlık ile çelişme, asla bir ve aynı değildir. Sosyalizmde birincisi ortadan kalkar, ikincisi kalır."29 Yani uzlaşmaz karşıtlık, karşıtların mücadelesinin bir biçimidir, ama tek biçimi değildir. Uzlaşmaz karşıtlık formülü her yerde gelişigüzel bir biçimde uygulanamaz. VII. Sonuç

Şimdi sorunu kısaca toparlayabiliriz artık. Şeylerdeki çelişme yasası, yani karşıtların birliği yasası doğanın ve toplumun ve dolayısıyla da düşüncenin temel yasasıdır. Bu yasa metafizik dünya görüşüne karşıdır. İnsan bilgisinin tarihinde büyük bir devrimdir. Diyalektik materyalizme göre, çelişme, nesnel olarak var olan şeylerdeki ve öznel düşüncedeki bütün süreçlerde vardır ve bütün bu süreçlerin başlangıcından sonuna kadar varlığını sürdürür. Bu, çelişmenin evrenselliği ve mutlaklığıdır. Her çelişmenin ve çelişmedeki her bir yönün kendi özellikleri vardır. Bu, çelişmenin özelliği ve göreliliğidir. Belli koşullarda karşıtlar özdeşliğe sahiptirler ve bu yüzden de tek bir varlık içinde bir arada var olabilirler ve birbirlerine dönüşebilirler. Bu da gene çelişmenin özelliği ve göreliliğidir. Ama karşıtların mücadelesi hiç durmaz; karşıtların mücadelesi hem karşıtlar bir arada var olurken, hem de birbirlerine dönüşürlerken devam eder ve birbirlerine dönüşürlerken özellikle belirgin duruma gelir. Bu da, çelişmenin evrenselliği ve mutlaklığıdır. Çelişmenin özelliğini ve göreliliğini incelerken, baş çelişme ile ikincil çelişmeler arasındaki ayrıma ve bir çelişmenin birincil yönü ile ikincil yönü arasındaki ayrıma dikkat etmemiz gerekir. Çelişmenin evrenselliğini ve çelişmedeki karşıtların mücadelesini incelerken, farklı mücadele biçimleri arasındaki ayrıma dikkat etmemiz gerekir. Yoksa hatalar işleriz. Eğer yukarıda açıklanan temel ilkeleri inceleme yoluyla gerçekten kavrayabilirsek, Marksizm-Leninizmin temel ilkelerine aykırı ve devrimci davamıza zararlı olan dogmacı fikirleri yıkabiliriz ve pratik tecrübesi olan yoldaşlarımız da tecrübelerini toparlayarak ilkelere dönüştürebilir ve deneyci hataları tekrarlamaktan kaçınabilirler. Bunlar, çelişme yasasını incelerken çıkardığımız birkaç basit sonuçtur.

23

Page 24: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

DİPNOTLAR 1 Hegel'in Felsefe Tarihi Üzerine Dersler'indeki "Eleatik Okul" üzerine Lenin'in notlarından. Bkz. V.İ. Lenin, "Hegel'in Felsefe Tarihi Üzerine Dersler'inin Özeti", Bütün Eserleri, cilt 38, Moskova, 1958, s.249.

2 Lenin, "Diyalektik Sorunu Üzerine" adlı yazısında şöyle diyordu: "Tek bir bütünün ikiye bölünmesi ve onun çelişmeli bölümlerinin bilinmesi (Bkz. Lassalle'ın Heraklitos'la ilgili kitabının 'Bilgi Üzerine' adlı üçüncü bölümünün başındaki Philo'dan Heraklitos'la ilgili alıntı) diyalektiğin özüdür ('esaslarından biridir, temel özelliği değilse bile temel özelliklerinden biridir')." (Bütün Eserleri, cilt 38, Moskova, 1958, s.357) Lenin, "Hegel'in Mantık Bilimi’nin Özeti" adlı yazısında şöyle diyordu: "Sözün kısası, diyalektik, karşıtların birliği öğretisi olarak tanımlanabilir. Bu, diyalektiğin çekirdeğini ortaya koyar, ama açıklanması ve geliştirilmesi gerekir." (Agy. s.215).

3 Bir Sovyet filozofu olan Deborin (1881-1963) SSCB Bilimler Akademisi'nin bir üyesiydi. Sovyetler Birliği’ndeki felsefe çevreleri 1930 yılında Deborin Okulu’nu eleştirmeye başladılar ve bu okulun teoriyi pratikten, felsefeyi de siyasetten koparmak şeklindeki hatalarını idealist nitelikte hatalar olduğunu belirttiler.

4 V.İ. Lenin "Diyalektik Sorunu Üzerine", Bütün Eserleri, cilt 38, Moskova, 1958, s.358.

5 Han Hanedanı döneminde Konfüçyusçuluğun ünlü temsilcilerinden biri olan Dung Çungşu'nun (MÖ 179-104) bir sözü.

6 F. Engels, "Diyalektik, Nicelik ve Nitelik", Anti-Dühring, Sol Yayınları.

7 V.İ. Lenin, "Diyalektik Sorunu Üzerine", Bütün Eserleri, cill 38, Moskova, 1958. s.357-358.

8 F. Engels, agy, s.166-167.

9 V.İ. Lenin, "Diyalektik Sorunu Üzerine", Bütün Eserleri, cilt 38, Moskova, 1958,s.357.

10 Buharin (1888-1938), Rus devrimci hareketinde Leninizme karşı çıkan bir hizbin başını çekti. Daha sonra bir ihanet grubuna katıldı, 1937'de Partiden atıldı ve 1938'de Sovyet Yüksek Mahkemesi tarafından ölüme mahkûm edildi. Burada Mao Zedung Yoldaş, Buharin'in uzun zamandır savunduğu şu hatalı görüşü eleştiriyordu: Sınıf çelişmelerini örtbas etmek ve sınıf mücadelesinin yerine sınıf işbirliğini koymak. Sovyetler Birliği'nin tarımı bütünüyle kolektifleştirmeye hazırlandığı 1928-1929 yıllarında Buharin, zengin köylüler ile yoksul ve orta köylüler arasındaki sınıf çelişmesini örtbas etmeye ve zengin köylülere karşı kararlı mücadeleye karşı çıkmaya çalışarak, hatalı görüşünü her zamankinden daha açık bir biçimde ortaya koydu. Buharin aynı zamanda işçi sınıfının "sosyalizme barış içinde geçebilecek" olan zengin köylülerle bir ittifak kurabileceği yolundaki aldatmacayı da ileri sürdü.

11 V.İ. Lenin. "Diyalektik Sorunu Üzerine", Büıiin Eserleri, elli 38, Moskova. 1958, s.358-359:

12 Bkz. bu ciltte "Çin'in Devrimci Savaşında Strateji Sorunları" Not 10, s.279.

13 Bkz. Bu ciltte s.271,Not2.

14 Vey Çeng (MS 580-643), Tang Hanedanı döneminde yaşamış bir devlet adamı ve tarihçidir.

15 Şuy Hu Çuan (Bataklık Kahramanları), 14. yüzyılda yazılmış ünlü bir Çin romanıdır. Bu romanda, Kuzey Sung Hanedanı döneminin sonlarındaki bir köylü savaşı anlatılır. Çu köyü, köylü ayaklanmasının önderi ve romanın kahramanı Sung Çiang'ın üssünü kurduğu Liangşanbo yakınlarındaydı. Bu köyün yöneticisi Çu Çaofeng, zorba bir toprak ağasıydı.

16 V.İ. Lenin, "Bir Kere Daha Sendikalar, Şimdiki Durum ve Troçki ve Buharin'in Hataları Üzerine", Seçme Eserler, cilt 9, International Publishers, New York, 1943.

17 Sun Yatsen 1905 yılında, esasını Çin'i Kalkındırma Birliğinin oluşturduğu ve ayrıca Zing'le rejimine muhalefet eden iki örgütü, Çin'in Yeniden Doğuşu Derneği ile Çin'in Yeniden Kurulması İçin Birliği de kapsayan Tung Men Huy'u (Devrimci Birlik) kurdu. Bu, siyasi programı, Çin'in kalkınması, cumhuriyetin kurulması ve toprak mülkiyetinin eşitleştirilmesi olan devrimci bir burjuva partisiydi. 1911 Devrimi'nden sonra yeniden örgütlenen bu Parti, daha sonra Guomindang'ı oluşturdu.

18 V.İ. Lenin, Ne yapmalı? Sol Yayınları.

19 Hegel'in Mantık Bilimi, Birinci Kitap, Birinci Bölümdeki "Belirlilik (Nitelik)" üzerine Lenin'in notlarından. V.İ. Lenin "Hegel'in Mantık Biliminin Özeti", Bütün Eserleri, cilt 38, Moskova, 1958, s.97-98.

20 Şan Hay Çing (Dağların ve Denizlerin Kitabı), Savaşan Devletler döneminde (MÖ 403-221) yazılmıştı. Bu eserdeki masallardan birinde, bir üstün-insan olan Kua Fu güneşi kovalar ve yakalar. Ama açlıktan ölür ve adamları da Teng Or-manı'na dönüşür.

21 Yi, eski Çin'in destan kahramanlarından biridir. Ok atmadaki ustalığıyla nam salmıştır. MÖ. II. yüzyılda yazılmış olan Huay Nan Zu'daki bir destana göre, İmparator Yao zamanında gökyüzünde on tane güneş vardır. Bu kavurucu güneşlerin ekinlere verdiği zararı önlemek için İmparator Yao, Yi'ye onları okla vurup aşağı indirmesini buyurur. Vang Yi (MS II. yüzyıl) tarafından kaybedilmiş başka bir destanda ise, okçunun on güneşten dokuzunu vurduğu anlatılır.

22 Si Yu Ci (Batıya Hac Yolculuğu), 16. yüzyılda yazılmış bir romandır. Bu romanın kahramanı, Maymun Tanrı Sun Vukung'dur. Maymun Tanrı dilediği vakit kuş, ağaç, taş gibi yetmiş "iki değişik kılığa girebiliyordu.

23 17. yüzyılda Pu Sungling tarafından yazılan Liao Çay'ın Garip Masalları genellikle hortlaklar ve tilki hayaletleriyle ilgili 431 masaldan oluşan ünlü bir derlemedir.

24 Karl Marx, "Ekonomi Politiğin Eleştirisine Giriş", Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol Yayınları.

25 Paris Komünü, dünya tarihinde ilk proleter iktidar organıydı. Fransa proletaryası 18 Mart 1871'de Paris'e bir ayaklanma düzenledi ve iktidarı ele geçirdi. Proletarya önderliğindeki Paris Komünü, 28 Mart'ta seçimle kuruldu. Paris Komünü, proletaryanın burjuva devlet aygıtını parçalamak için giriştiği ilk devrimci atılım ve yıkılan burjuva iktidarının yerine proletarya iktidarını geçirmeyi amaçlayan eşi görülmemiş bir olaydı. O sırada yeterince olgun olmayan Fransa proletaryası,

24

Page 25: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

müttefiki yoksul köylülerle birleşmeyi başaramadı, karşıdevrime çok yumuşak davrandı ve kararlı askeri saldırıları tam zamanında başlatmadı. Böylece karşıdevrim dağılmış olan kuvvetlerini rahat rahat toparlayabildi, eski durumunu yeniden kazandı ve ayaklanmaya katılan halkı vahşice katletti. Paris Komünü 28 Mayıs'ta çöktü.

26 V.İ. Lenin. "Diyalektik Sorunu Üzerine" Bütün Eserleri, cilt 38, Moskova, 1958. s.358.

27 "Birbirine karşı olan şeyler aynı zamanda birbirini bütünler" sözü ilk kez MO I, yüzyılın ünlü tarihçisi Ban Gu'nun Han Hanedanı'nın ilk Dönemlerinin Tarihi adlı eserinde görüldü. Uzun zamandır bir halk deyişi haline gelmiştir.

28 V.İ. Lenin, "Diyalektik Sorunu Üzerine", Bütün Eserleri, cilt 38, Moskova, 1958, s.358.

29 V.İ. Lenin. "N.l. Buharin’in Geçiş Dönemi Ekonomisi Üzerine Düşünceleri", Seçme Eserler, cilt 11, Moskova-Leningrad, 1931, s.357.

25

Page 26: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

“Stalin’den Gorbaçov’a”

kitabından

Doğu Perinçek

IV TEORİK SONUÇLAR

"Lenin, burjuva haklarını koruyan kapitalistlerin olmadığı bir burjuva devletinin kurulmasından söz etmiştir. İşte bizim kurduğumuz devlet de böyledir; eski toplumdan pek az farklıdır. Burada kademe farkı, sekiz kademeli ücret uygulaması vardır ve yapılan işe göre bölüşüm ve eşit değerlerin değişimi ilkesi varlığını sürdürmektedir. Bu koşullar sürdükçe, sınıflar, sınıf çelişmeleri ve sınıf mücadelesi varoldukça, burjuvazinin, uluslararası emperyalizmin ve revizyonizmin etkileri sürdükçe, kapitalist yolcular hâlâ kapitalist yolda ilerlerler." * "Bugünkü Büyük Kültür Devrimi sadece ilkidir, gelecekte kaçınılmaz olarak bu tür devrimler olacaktır."**

Mao Zedung

1. SOSYALİZMİN KURULUŞU AÇISINDAN KISA MARKSİZM TARİHİ

"On bin fersahlık yürüyüş durduğun yerden başlar." Mao Zedung***

En İlkel Marksist: Marx

SB deneyi, sosyalizmin kuruluşundan geri dönüşün mümkün olduğunu gösterdi. Bir emekçi devriminden sonra emekçilerin iktidarının yerini azınlık sınıf iktidarı alabildi.

Bu olay, insanlık tarihinde yeni bir olaydır. Marksizmin kurucuları doğal olarak sosyalizmden geri dönüşü tahlil eden bir teori geliştirmemişlerdi. Hattâ onlar sosyalizmin kuruluşuna ilişkin bir teori de bırakmadılar. Aslında sosyalizmin kuruluşu ve geri dönüş, aynı sürecin iki karşıt eğilimidir. Bu nedenle sosyalizmin kuruluşu teorisinin özü, geri dönüş tehlikesinin açıklanması ve önlenmesidir.

Marksizmin kurucuları, 1871 Paris Komünü’nün çok sınırlı deneyimi bir yana, herhangi bir ülkede sosyalizmi kurma pratiğine tanık olmadılar. Kendilerine gökten vahiy inmedi*ği için, teorilerini pratikten çıkarıyorlardı. Marx ve Engels, yaşadıkları kapitalizmin esaslı bir tahlilini yaptılar ve kapitalist sistemin sınıf çelişmelerinin kaçınılmaz olarak sosyalizme götüreceğini saptadılar. Devletin ve sınıfların varlığı ile üretimin gelişme düzeyi arasındaki ilişkileri teorileştirdiler.

Marx, insanlığın teori hazinesine yaptığı katkıyı 1852'de Weydemeyer’e yazdığı mektupta özetlemiştir: "Modern toplumda sınıfların varlığını ve bunlar arasındaki mücadeleyi keşfetmiş olma şerefi bana ait

değildir. Burjuva tarihçileri bu sınıf mücadelesinin tarihsel gelişmesini, burjuva iktisatçıları da sınıfların iktisadî yapısını benden çok önce açıkladılar. Benim yeni olarak yaptığım, sadece şunları kanıtlamak olmuştur: 1. Sınıfların varlığı, sadece üretimin gelişmesindeki belli tarihsel aşamalara bağlıdır; 2. Sınıf mücadelesi kaçınılmaz olarak proletarya diktatörlüğüne yol açar; 3. Bu diktatörlüğün kendisi, sadece, tüm sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız topluma geçişi meydana getirir." (abç)1

Marx, "Fransa'da Sınıf Mücadeleleri (1848-1850)" adlı kitabında da, 1848 devrimi deneyiminden yararlanarak, sosyalizmin kuruluşu döneminin özet bir programını açıklamıştı. Sosyalizm, bütün sınıf ayrılıklarının kaldırılmasına, bu sınıf ayrılıklarının dayandığı bütün üretim ilişkilerinin kaldırılmasına, bu üretim ilişkilerinin karşılığı olan bütün toplumsal ilişkilerin kaldırılmasına, bu toplumsal ilişkilerin sonucu olan bütün düşüncelerin devrimcileştirilmesine zorunlu geçiş dönemidir.

Görüldüğü gibi, sosyalizmin genel programı: - Bütün sınıf ayrılıklarının, - Sınıf ayrılıklarına yol açan bütün üretim ilişkilerinin, - Bu üretim ilişkileriyle bağlantılı bütün toplumsal ilişkilerin, - Bu toplumsal ilişkilerin üst yapısını oluşturan bütün siyasal ve düşünsel ilişki ve kurumların

* Mao Zedung, Büyük Proleter Kültür Devrimi 16 Mayıs 1966 Genelgesi. ** Genelgenin 1. Yıldönümünde Mao'nun söyledikleri. *** Mao Zedung. Sovyet İktisadının Eleştirisi, s. 120. 1 Marx'ın J. Weydemeyer'e Mektubu, 5 Mart 1852.

26

Page 27: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

ortadan kaldırılmasıdır. Üretimin gelişmesiyle bolluk toplumu gerçekleşecek, böylece mallan paylaşmak için yapılan sınıfsal kavgaların ve sınıf ayrılıklarının temeli kalkacaktır. Gene üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin temeli de yıkılmış olacaktır. Mallar ihtiyaca yeterli olunca, onları "emeğe göre dağıtma" ilişkisi, anlamını yitirecek ve herkes üretimden ihtiyacına göre pay alabilecektir. Böylece meta üretiminin, malları para ile değişmenin temeli de yok olacaktır. Malların paylaşımını belli sınıfların çıkarına düzenleyen devlete ve sistemi ideolojik ve siyasal düzlemde koruyan düşüncelere ve kurumlara da gerek kalmayacaktır. Ancak bütün bunların gerçekleşmesinde kilit sorun, Marx'a göre, emekçilerin iktidara gelmesidir, siyasal ve ideolojik hegemonyayı ele geçirmesidir. Üretimin bolluk toplumunu yaratacak kadar gelişmesi, sınıfsız toplumun zeminini oluşturur. Ama anahtar, Marx'ın ısrarla vurguladığı gibi, siyasettedir, emekçilerin devlet haline gelmelerindedir. Emekçi devleti, kendisinin varlık nedenini de ortadan kaldıracaktır, sınıfların varlık nedenini de. Elbette bunu sınıfsal inisiyatifle, sürekli aşağıdan yukarı bir dinamizmi harekete geçirerek, bu anlamda tarihin görmediği bir demokrasi aracılığıyla başaracaktır.

Marx, sosyalizmin kuruluşu programını 1871 Paris Komünü’nün üç aylık deneyimine dayanarak geliştirdi. Yeni toplumun eski devlet aygıtıyla kurulamayacağını, eski aygıtın parçalanması gereğini açıkladı.

Ancak görüldüğü gibi, Bilimsel Sosyalizmin kurucuları, geri dönüş sorunsalına girmediler ve dolayısıyla sosyalizmin kuruluşuna ilişkin gelişmiş bir teori bırakmadılar, böyle bir deneyimi yaşamadıkları için bırakamazlardı da. İlk Sosyalist Devrim

Geri dönüş sorunu, kaçınılmaz olarak ilk sosyalizm deneyi ile ortaya çıktı. Emperyalizmle kuşatılmış geri bir ülkede sosyalizm kurulabilir miydi? Buna devrimciler "evet kurulabilir, bu mümkündür" cevabını verdiler. Teorik kanıtlar bir yana; sınıf mücadelesinin uluslararası ve ulusal alandaki pratiği açısından bu soruya verilebilecek biricik devrimci cevap, "evet" idi. Sosyalizm uluslararası planda olsun, ulusal planda olsun bir süreçti. Proletarya, emperyalizm çağı koşullarında kapitalizmin sömürü zincirini bir ülkede kırmış ve siyasal iktidarı ele geçirmişti. Tarih bu büyük sınıfsal altüst oluşu gerçekleştiren sınıfın önünde, ne kadar yorgun düşse, nesnel olarak erise ve son derece olumsuz koşullarla kuşatılsa bile, bir tek yol bırakmıştı: İlk sosyalizm dalgasını götürebildiği yere kadar götürmek, sürece olabildiği kadar omuz vermek ve geleceğin yeni sosyalizm dalgaları için bir birikim, bir dayanak, bir tecrübe oluşturmak.

Soruna böyle bir sınıf mücadelesi perspektifiyle baktığınız zaman, yani dünyayı değiştirmek için bir teori inşa ettiğiniz zaman, tek ülkede sosyalizmi kurma çabasına "mümkün" diyenler doğruydu. "Mümkün değil" diyenler ise, pratikte uygulanamayacak, idealist bir teori üretmekteydiler. Çünkü bir kez iktidarı ele geçirmiş olan bir sınıfın, hele bir de kanlı iç savaşlardan ve emperyalist kuşatmalardan sonra, iktidardan kendi isteğiyle vazgeçmesi mümkün değildi; o gün o sınıfın önünde sosyalizmi kurabileceği kadar kurmak dışında bir eylem olamazdı ve bu nedenle sınıfın benimseyeceği, pratiğe ışık tutan bir teori de, sosyalizmi inşa çabasına olumlu vaatlerde bulunmak zorundaydı. Tarihsel gerçek de buydu ve bunu doğruladı.

Gerçekten de ilk sosyalizmi kurma deneyi, insanlık tarihinde büyük bir dalga yarattı; yalnız uygulandığı ülkeyi değil, dünyanın çehresini değiştirmede görülmemiş etkilerde bulundu.

Bu kadarı, meselenin bir cephesidir. Diğer cephesi ise, "mümkündür" cevabının verilmesinden sonra sürecin ilerletilmesinin önündeki olağanüstü büyük zorlukların görülmesi ve buna uygun, doğru bir teorinin inşasıydı. Lenin, son yıllarında, sosyalizmi inşanın güçlükleri karşısında bazı ipuçları yakalamış ve teorik çabasını bu yöne çevirmişti. Ancak, deneyin ilk basamaklarında olunması nedeniyle, geri dönüş tehlikesinin kaynağı konusunda, ilerde tecrübenin kanıtlayacağı berrak kavrayışlara ulaşılamamıştı.

Devrim, henüz kapitalizmi tasfiye aşamasındaydı. Köylük alanlarda zengin köylü (yani kapitalizm) varlığım koruyordu. Şehirlerde NEP gibi kapitalizmi canlandırma politikalarına geçici olarak başvurulmuştu. Bütün bu nedenlerle tehlikenin kaynağı olarak, tasfiye edilmekte olan eski sınıfların yeniden iktidarı ele geçirmesi ihtimali üzerinde duruluyordu. Bu da o günün gerçekliğine uygundu. Çünkü yıkılan sınıflarla hesaplaşma kesin bir sonuca ulaşmamıştı. Bununla birlikte zamanın devrimcileri, devlet ve parti içinde gelişen bürokratik yönelişler, sınıftan ve halktan kopma eğilimleri üzerinde de durmaya başlamışlardı. Ama varolan hesaplaşma yanında sınıfın yorgun düşmesi ve hesaplaşmanın esas olarak öncüye dayanılarak yürütülmesi zorunluluğu, bu ikinci problemi gölgelemekteydi. İşte bu koşullarda önemli bir teorik zaaf (yaratıcı Marksizm eksikliği) gölgeyi daha da koyulaştırdı. O zamana

kadarki kavrayışa göre, üretim araçlarının toplumsallaşması sınırları ve geri dönüş ihtimalini ortadan kaldıracaktı. Kolaylıkla Marx'a kadar dayandırılabilecek bu teori, sosyalizmin önkoşullarının oluştuğu gelişmiş kapitalist ülkelerde girişilecek bir sosyalizmi kurma çabası için önerilmişti. Lenin, emperyalizmin yarattığı yeni koşullarda, klasik teoriyi sosyalist devrimin görece az gelişmiş ülkelerde de gerçekleşebileceğini ortaya koyan tahliliyle düzeltmiş, geliştirmişti. Siyasal devrim açısından berrak bir biçimde yapılan bu geliştirmenin diğer ayağı, 1960'lara kadar kurulamadı. Siyasal devrimin mümkün olması açısından geliştirilen teori, sosyo-ekonomik dönüşümün tamamlanmasının zorluğu, ve sosyalizmi inşa sürecinde geri dönüş tehlikesinin saptanması açısından eksik kalmıştı. Emperyalist sömürü zincirinin geri bir ülkede kırılması mümkündü ("zayıf halka"). Bu geri ülkede, uluslararası alanda dayanışma içinde olacağı başka sosyalist ülkeler olmaksızın, tek başına sosyalizmi kurmak da mümkündü. O zaman, gerek siyasal devrimin zaferi ve gerekse sosyalizmin kuruluşunun başarılabileceği yönündeki bu teorik yeniliğin, mutlaka sosyalizmin kesin zaferinin koşullan açısından da tamamlanması gerekiyordu. Ama bu tamamlama yapılamadı. Demek ki, emperyalizm teorisiyle ve tek ülkede sosyalizmin inşasının mümkün olduğu teziyle yapılan katkı, bütünsel sonuçlarına kadar götürülemedi.

27

Page 28: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Üretim araçları bir kez toplumsallaştırılınca, sınıfların ortadan kalkacağı ve geri dönüş tehlikesinin içsel kaynağının kurutulmuş olacağı şeklindeki teori, 19. yüzyılın kalıntısıydı. Gelişmiş kapitalist ülkelerde, hem de uluslararası çapta gerçekleşecek bir sosyalizm deneyine göre yapılmış bir teori dogmatik bir tavırla benimsenmişti. Hep eski yıkılan sınıflardan gelecek restorasyon girişimlerinden korkuluyordu. Burjuvazi ile aristokrasi arasındaki mücadelelerde iktidarın birkaç kez el değiştirdiği görülmüştü. Bazı ülkelerde alaşağı edilen krallık ve aristokrasi daha sonra iktidar girişimlerinde bulunabilmiş ve bazı örneklerde başardı da olmuştu. İlk sosyalizm deneylerinde Marksist teorinin bu tarihsel tecrübeye takılıp kaldığı görülüyor. Devrimin doruk noktalarında cephe eski hakim sınıflara dönüktür, doğal olarak teori ve programın cephesi de. Ancak merkezî iktidar mevzilerindeki ve mülkiyet hukukundaki hesaplaşmalardan sonra, hiçbir sosyalist ülkede eski hakim sınıflar bir daha iktidarı ele geçirme girişiminde bulunamadılar. Burjuvazinin iktidarı yeniden ele geçirdiği ülkeler olmadı değil. Ama dikkat edilirse bu örnekler kuvvetler arasındaki kesin boy ölçüşmenin sonuçlanmadığı ülkelerdir, 1919'da Macar Sovyetleri'nin üç ay sonra düşmesinde olduğu gibi.

Toplum içinde küçük azınlıklar olan eski hakim sınıfların gücü, iktidar mevzilerinden, üretim araçları üzerindeki mülkiyetlerinden ve ideolojik hegemonyalarından geliyordu. Her üç düzlemde ayaklarının altındaki zeminin bir devrimle çekilmesi, onlarda yeni bir iktidar girişimi için mecal bırakmıyordu.

Proletarya diktatörlüğü programlarının ruhu, 1960'lara kadar 19. yüzyıldan kalmıştır. Bu programların içerikleri esas olarak Paris Komünü varsayımına göre oluştu. Emekçiler iktidarı ele geçirdikten sonra eski hakim sınıflar yeniden iktidar girişimlerinde bulunacaklardı. Nitekim Paris Komünü, üstelik yabancı ülke ordularının desteklediği gericilik tararından yıkılmamış mıydı? Marksist teori, uzun süre bulunduğu zamanı şaşırarak (anakroni) yaşadı, 19. yüzyıldan kalan sabit fikirlere saplandı. Emekçi iktidarını savunma ve pekiştirme mekanizmaları namlularını yıkılan hakim sınıflara çevirmişti. Sosyalizmin kuruluş deneyleri, bu teorik şizofreni içinde bir bakıma gafil avlandı. Geri dönüş girişimleri, üretim araçları üzerindeki mülkiyetin dönüşümü tamamlandıktan sonra, eski hakim sınıflardan değil, bizzat devletin ve partinin içinden geldi. Pratikte devlet ve parti mevzilerinde zaman zaman şiddet yöntemleriyle çözülen siyasal mücadeleler yaşanıyordu, fakat teoride geri dönüş girişimlerinin kaynağı hâlâ eski hakim sınıflardı.

1960’lara gelinceye kadar eski teori hakimiyetini sürdürdü. Sosyalizmden geri dönüş olayı SB'de yaşanıyordu, fakat bu olayın henüz teoride yeri yoktu. Hıristiyanlığın ve İslamiyetin etkileri hatırlanırsa, her yeni olgunun açıklamasını kutsal kitaplarda arayan ve kitapta yeri olmayan olguları reddeden zihinsel alışkanlıkların Marksistler arasında da sürmesi anlaşılabilir. Geri dönüşü inkâr eden revizyonizm, burada dogmatizmden kuvvet alıyordu.

Kuşkusuz emekçi devrimi yapmış toplumlardaki geri dönüşü, çok kritik de olsa, tek başına bir teorik yanılgıya bağlıyor değiliz. Ancak burada konuyu teori düzleminde tartışıyoruz. İlk büyük revizyonizm dalgası olan İkinci Enternasyonal, Avrupa'daki sosyalist hareketin ve işçi sınıfının

bilincinde uzun yıllar devam eden bir paslanma yaratmıştı. Lenin'in önderlik ettiği devrimci akım ve Ekim devrimi, sınıfın zihnindeki pasları açmıştı ve Bilimsel Sosyalizmi yeniden canlı ve yaratıcı bir gelişme mecrasına sokmuştu.

Dünya devrimci hareketi, SB'deki geri dönüş olayıyla birlikte yeniden gerçeklerden kopma tehdidiyle karşı karşıya geldi. Revizyonizm bu kez büyük bir sosyalist devletin yönetimine hakim olmuş ve emekçiler üzerinde diktatörlük uygulayan bir rejimin ideolojisi haline gelmişti. Revizyonizm, bir süper devletin dünya ölçüsündeki etkisinden güç alarak, yalnız uluslararası komünist hareketin saflarında değil, bütün insanlığın düşüncesinde yer yer çürümelere yol açtı. Bu çürümenin etkisini bugün özellikle SB ve Doğu Avrupa halklarında görüyoruz. Mao Zedung'un Katkısı

1960'ların ortamında Marksist teori, dinamizmini Mao Zedung'un katkılarıyla ortaya koydu. Mao, SB'deki geri dönüş olgusunu ve Çin deneyini değerlendirerek eski teoriyle hesaplaştı ve proletarya iktidarı altında devrimi sürdürme teorisini açıkladı. Sosyalist toplum oldukça uzun bir tarihsel dönemi kapsıyordu. Bu dönem boyunca, sınıflar, sınıf çelişmeleri ve sınıf mücadelesi devam ediyordu. Üretim araçlarının esas olarak toplumsal mülkiyete geçmesinden sonra da, iki sınıf, iki çizgi, iki yol arasındaki mücadele ortadan kalkmıyordu. Proletarya ile burjuvazi, Marksizm ile Revizyonizm, Sosyalizm ile kapitalizm arasındaki mücadele henüz kesin bir sonuca ulaşmış değildi. Kapitalizme geri dönüş tehlikesi vardı. Bu tehlike, esas olarak yıkılmış olan hakim sınıfların kalıntılarından değil, devlet ve parti içinde kapitalist yolu tutmuş mevki sahiplerinden geliyordu. Mao, proletarya devrimini sürdürmek için, öncelikle devlete ve partiye değil, geniş emekçi kitlelerin inisiyatifine güvendi; bir emekçi demokrasisinin teorisini ve pratiğini geliştirdi.

1966 yılı 16 Mayısında "Karargâhı bombalayın" çağrısıyla başlayan Büyük Proleter Kültür Devrimi, Mao'nun emekçi demokrasisine ilişkin teorisinin ilk önemli uygulaması oldu. Mao, Kültür Devrimi pratiği içinde ve daha sonra, sosyalizm döneminde "fırtına halinde kitle mücadelelerinin gerekliliğini" teorileştirdi. İktidarı ele geçiren burjuvazi, emekçilere ayaklanmak dışında bir çıkış yolu bırakmıyordu. Burjuva yolcuların iktidarı bütünüyle ele geçirme girişimleri de, fırtına halinde emekçi hareketiyle önlenebilirdi. Mao, Kültür Devriminin başlamasının birinci yıldönümünde, ilerde böyle birçok devrim olacağını da belirtti.

Mao'nun teorisi, Çin, SB, Polonya, Doğu Almanya ve diğer Doğu Avrupa pratiklerinde doğrulandı ve doğrulanıyor. Revizyonist diktatörlükler büyük kitle hareketleriyle yıkılıyor. Toplumun yeniden sosyalizm rayına girmesi de, fırtına halinde kitle hareketlerini gerektiriyor. İktidardaki devlet burjuvazisinin bir kesiminin yukarıdan aşağı reformları, sosyalizmi getirmiyor ve getiremez de. Çünkü sosyalizm ancak işçi sınıfının eliyle kurulabilir.

Mao, 1976 yılında öldüğü zaman, sosyalizm ve geri dönüşe ilişkin deneyler de sınırlıydı. En önemlisi o, Revizyonizme karşı Çin'deki Proleter Kültür Devrimi dışında büyük kitle hareketlerini görmedi. Kültür Devriminin

28

Page 29: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

sonuçlarını ve bugün Doğu Avrupa'da yükselen büyük halk hareketlerini değerlendiremedi. Mao'nun ölümünden iki yıl sonra, 1978 yılı sonundan itibaren Çin, Mao'nun sosyalizmin kuruluşuna ilişkin teorisini reddeden bir çizgiye girdi ve bu yeni çizgi 1989 baharında Tien Anmen alanındaki büyük halk hareketleriyle karşı karşıya geldi. Arkasından SB'deki büyük madenci grevleri başladı. Polonya işçi sınıfı yirmi yıl soluklu bir mücadele yürüttü. Doğu Almanya'da, Çekoslovakya'da ve Bulgaristan'da büyük halk hareketleri oldu. SB'deki millî ayaklanmalar da kuşkusuz önemli. Mao, Prag Baharı'nın birkaç aylık pratiğine tanık olmuş, fakat reformcu akımın Gorbaçov'la iktidara gelmesini ve uluslararası bir akıma dönüşmesini de görmemişti. Bu nedenle Mao'nun sosyalizmin kuruluşuna ilişkin teorisi, tanık olduğu dönemin pratiğiyle sınırlı kaldı.

Nasıl Marx ve Engels, sosyalizm deneylerini yaşamadıkları için bir sosyalizm programı geliştiremedilerse, Mao'nun günümüz gerçekleriyle doğrulanan teorisi de, geliştirilmeye muhtaçtır. Halkların Revizyonizme karşı mücadele pratiği, sosyalizmin önünde yeni teorik ufuklar da açıyor.

29

Page 30: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Bilim ve Ütopya Mart 1998

Doğu Perinçek MANİFESTO YÜZYILINA GİRİYORUZ *

21. yüzyıla bakıyoruz, özel mülkiyet ve kâr sistemi çıkmazda. Bu sistemin biricik seçeneği, kolektif

mülkiyet ve paylaşmacılık. Sosyalizm, sadece mülkiyet sistemiyle değil, Şeyh Bedrettin'in söyleyişiyle "din ve mezheplerin kanunlarını iptal eden" Enternasyonalizmiyle de geliyor.

- Marx'ın düşüncesinin son 100-150 yıl içinde toplumsal pratiğe etkilerini göz önüne alarak tarih içindeki

yerini değerlendirebilir misiniz? - Marx'ın beni deli gibi sevdalara düşüren bir cümlesi var. Hegel'in hukuk felsefesini eleştirirken şöyle diyor:

"Proletarya ayağa kalkmadan, felsefe gerçekleşemez; felsefenin gerçekleşmesi olmadan, proletarya ayağa kalkamaz."1

On birinci tez ünlüdür. Orada "filozofların dünyayı yorumlamaktan başka bir şey yapmadıkları" belirtilir ve "Esas olan, dünyayı değiştirmektir denir. On birinci tez, bir yönüyle idealist felsefeye eleştiri, bir yönüyle de öğüt gibi. Ancak yukarda aktardığım cümle, bence meseleyi on birinci tezden daha sağlam koymuş. İnsan eylemi ile felsefe arasındaki bağlantı! Felsefeyi gerçekleştiren, en sonunda yığınların eylemidir; pratik enerjisidir. Fransız Büyük Devrimi olmasa, bugün J. J. Rousseau'nun felsefesi ne kadar olurdu? Ekim devrimi, Çin devrimi olmasa, bugün Marx ve Engels ne kadar varlardı? Zincirdeki enerji

Marx'ın tarih içindeki yerini, 20. yüzyılın devrimleri belirledi. Komünist Partisi Manifestosu, aslında tek cümleye indirilebilir: Proletarya devrim yapar, iktidar olur, dünyayı değiştirir. Bütün bunlar oldu. Ezilen insanlık, o yoksul yığınlar, Marx ve Engels'i eylemleriyle hayata geçirdiler.

Marx, felsefesini hayattan, tarihin maddesinden çıkarmıştı. Tarih ve hayat. o felsefeyi, o teoriyi, tarihin ve hayatın parçası haline getirdi; tarihsel ve gerçek kıldı. Marx'ın felsefesi olmadan proletarya devrimleri olmazdı ve proletarya devrimleri olmadan da Marx'ın felsefesi olmazdı. Öyle bir felsefe ki, zincirdeki enerjiyi keşfetti. "Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri olmayanların", yepyeni bir dünya yaratabileceklerini saptadı.

Bu da bir diyalektik, yoksulluğun dünyayı değiştiren en büyük enerji kaynağı olması! Yoksulluktaki cevheri Engels, Feuerbach eleştirisinde vurgular: "Eğer açlık ve sefalet yüzünden bedeninde bir cevher yoksa, kafanda, ruhunda ve yüreğinde de ahlâk namına bir cevher yok demektir." Marx ve Engels'i iktisatçılardan ayıran fark, o cevheri görmeleriydi. Marx, Felsefenin Sefaleti'ne söyler bunu: "İktisatçılar, yoksullukta yalnız yoksulluğu görürler; fakat yoksulluğun, eski toplumu yıkacak olan devrimci yanını farketmezler." Fark etmedikleri için de, iktisatçılar, 20. yüzyılın filozofu olamamışlardır. Devrimler coğrafyasının teorisi

150 yıl öncesine baktığımız zaman, Marksizmin hangi koşullarda oluştuğunu görüyoruz: Gelişmiş sanayi, güçlü ve toplu işçi sınıfı, kısacası Avrupa.

Bilimsel Sosyalizm, elbette o zamanın öncü coğrafyasında, devrimler coğrafyasında doğacaktı. O zaman bir tek Avrupa var devrim haritasında. Asya, Afrika ve Latin Amerika, dünyanın geleceği üzerinde söz sahibi değiller. Oraları. Avrupa'da yükselen kapitalizmin belirlediği kara parçaları. Avrupa, öne fırlamış, dünyanın geri kalanını kolundan bacağından tutmuş, insanlığın yeni gelişme yatağının içine çekiyor; elbette paryalar olarak.

Marx ve Engels, Avrupa devrimleri çağının teorisyenleriydi. İşçi sınıfı kendinden önce devrim yapan sınıflardan farklı olarak, kendisini kurtarmak için bütün toplumu kurtarmak zorundaydı. Feodal toplumu devrimle yıkan burjuvazi, yeni bir azınlık diktası kurmuştu. Gerçi, krallığa ve beylere karşı toplumun geniş emekçi kesimini arkasına takmıştı ama getirdiği sistem, kendi sınıf diktasıydı; burjuva özel mülkiyet sistemiydi. İşçi sınıfının ondan farkı, mülksüz bir sınıf olduğu için, ücretle çalıştığı için, paylaşmaya mecbur olduğu için, kendisiyle birlikte bütün toplumu da kurtarmak zorunda olmasıydı. Bunun koşulları da Avrupa'daydı. Üretimin toplumsal olması ile mülkiyetin özelliği arasındaki çelişmenin kıtası!

Devrimin Avrupa'dan ezilen dünyaya kayması

Marx ve Engels'in bu tezleri, 19. yüzyıl Avrupa'sında, Paris Komünü'yle diğer işçi devrimleriyle, doğrulanmış oldu. Gerçekten de, bakıyoruz, o zaman, devrimler dünyanın en gelişmiş kapitalist ülkelerinde gerçekleşti.

* Türkiye Sosyalist Hareketine sadece bir politik lider olarak değil, bir düşünür ve tarihçi olarak da önemli katkılarda bulunmuş işçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek ile Kari Marx'ı ve Bilimsel Sosyalizmi konuştuk. Perinçek, marksist kuram ve pratiğin 150 yılını değerlendirerek geleceğe uzanımlarda bulundu. Söyleşiyi Nesrin Timur gerçekleştirdi.

30

Page 31: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Fakat daha sonra, 19. yüzyıl sonlarından itibaren kapitalizm, emperyalist bir karakter kazandı: dünyanın geniş alanlarına sermaye ihraç etti ve o uyuyan dünyayı kapitalist çelişmelerin içine çekli. Oralarda elde ettiği sömürüyle kendi emekçilerine belli paylar verdi ve ülkesindeki sınıf çelişmelerini belli ölçülerde yatıştıra-bildi. Tabii bu, Marx ve Engels'in hayatlarında görmedikleri bir olay. Marx 1883 yılında öldüğü zaman kapitalizm, emperyalizm aşamasına henüz yeni girmekteydi.

Marx, peygamber veya müneccim değildi; Bilimsel Sosyalizmi inşa ederken, olgulardan hareket etti. Yani yaşanan pratikleri teori haline getirdi; yoksa geleceğe yönelik bir takım kestirimlerde bulunmadı. O'nun zamanında "devrim kapitalizmin en geliştiği ülkelerde olacak" tezi geçerliydi. Paris Komünü öyle değil mi?

Bakıyoruz daha sonraki devrimlere, örneğin Rusya'da gerçekleşiyor. Rusya, kapitalist ülkelerin en az gelişmiş olanı, geri ülkelerin de en gelişmişi. Rusya'dan sonraki devrimler ise, daha geri ülkelerde oluyor. Çin devrimi, Vietnam devrimi, Küba devrimi... Marx'tan sonra devrimin doğuya doğru, yani gelişmiş kapitalist ülkelerden geri ülkelere doğru kaydığını, kapitalizmin merkezlerinden çevre ülkelere doğru kaydığını görüyoruz.

Kalıp olarak bakılınca, Marksizme en yoğun eleştiriler buradan gelir. "Gelişmiş kapitalist ülkelerde devrim olacak dedi, ama Rusya'da, Çin'de oldu" denir.

Bir kere Marx, 1848 ve 1871 devrimleriyle, yani insanlık pratiğiyle doğrulandı. Sonra Marx'ın tahlil etmediği bir dünyaya girdik. 19. yüzyıl devrim modeli ile 20. yüzyıl modeli arasındaki farkı, yine Marx'ın takipçileri açıklayabildi; başkası değil.

Marx ve Engels, öyle bir teori bıraktılar ki, bu teoriyi hayata uygulayanlar, emperyalizm çağını tahlil edebildiler. Lenin, artık devrimin gelişmiş kapitalist ülkelerde değil, emperyalist zincirin zayıf halkasında olacağını gördü. Mao, göreli geri ülkelerde inşa edilen sosyalizmin, kapitalizme geri dönüş olasılığını içerdiğini saptadı ve proletarya diktatörlüğü altında devrimin sürdürülmesi teorisini üretti. Bu olgular, Marx'ın bıraktığı mirası kabul edenlerin, gelişen dünyayı ve devrim olanaklarını açıklayabildiklerini gösteriyor. Yalnız açıklamak bir şey ifade etmiyor elbette; marksist teori kılavuzluğunda devrim yaptılar; asıl önemli olan bu.

Sonsuz duvarını görebilmenin yararı

Altını çizmek gerekiyor: Marx, bilgimizin mutlak hakikat olmadığını saptamıştı. Nesnel olarak, bizim dışımızda kuşkusuz bir mutlak gerçek var, ama insan bilgisi, o insan bilgisinin doruğu olan Bilimsel Sosyalizm, o mutlak gerçeği bütün yönleriyle kavrayamaz; ancak o gerçeğe daha fazla yaklaşabilir. Çünkü evren sonsuz, bizim temas ettiğimiz dünya ise sınırlı. Ayrıca biz temasa geldiğimiz dünyanın gerçeğini de sınırlı olarak keşfedebiliyoruz. En azından o dünyayı evrenin, tanımadığımız süreçleriyle bağlantısı içinde kavrama şansına sahip değiliz. Kavrayışımızda her zaman, eksik olan bir boyut, bir derinlik olacaktır. Kaldı ki, zaman da bitmiş değil. O nedenle bilgi, üstelik zamanla da koşulludur. Dolayısıyla bilgi, göreli olarak doğru olabilir. Ve mutlak hakikat, ancak sonsuz sayıdaki göreli doğrunun toplamı olacaktır ki, insanlık burada bir kez daha sonsuz duvarına çarpmaktadır.

Çağımızın rakipsiz devrimci teorisi

Marksizm, özetlediğimiz bilgi teorisi sayesinde yeni sınıf mücadelesi pratikleriyle, üretimdeki gelişmeyle ve yeni bilimsel deneylerle, değişen dünyayı daha doğru açıklama yeteneğini içerir. Marksizm, böylece değişen dünyada rakipsiz bir devrimci teori olarak kalabildi. Nitekim 20. yüzyıla baktığımız zaman, milyonları ayağı kaldıran tek akımın Marksizm olduğunu görüyoruz. Yüz milyonlarla insanın pratik enerjisini harekete geçirmede, böylece kendini doğrulamada Marksizmle rekabet edebilecek, yarışabilecek başka bir teori yok.

Ulusal kurtuluş savaşlarına ışık tutan Fransız Devrimi ideolojisi de bütünüyle devre dışı kalmış değil elbette. Burjuvazinin devrimci teorisinin 20 yüzyılda ezilen dünyada, Mustafa Kemal örneğinde olduğu gibi, bir geçerliği vardı ve etkili oldu. Ancak Türk Devrimi'nin Altı Oku'na bakınız, devletçilik ve halkçılığın kaynağı, Ekim Devrimi'ndedir. 1917'den sonraki ulusal demokratik devrimler, burjuva devrimci ideolojinin rehberliğinde gerçekleşse bile, emperyalist kapitalizme karşı sosyalist ülkeler ve güçlerle ittifak halindedir. Burjuvazinin devrimci teorisi, çağımızda ancak sosyalizme yaklaşarak ve sosyalizmle ittifak ederek yaşayabilmiştir. Bu da göstermektedir ki, çağımızın esas devrimci akımı, Bilimsel Sosyalizm'dir. İşte 20. yüzyılın büyük devrimlerimi Rus devrimi, Çin devrimi, diğerleri, hep Marx ve Engels'in bayrağı

altında gerçekleşti.

Ezilen Dünya'nın sosyalizm bayrağındaki damgası

Tabii devrimin teorisi değişmişti; artık 1 Paris Komünü modeli geçerli değildi. Artık devrim, bir ülkenin içindeki sınıfların bir hesaplaşması değil, emperyalist sömürü zincirinin bir ülkedeki halkasının kırılmasıydı. Gelişmiş bir işçi sınıfının burjuvaziyi devirmesi şeklinde bir devrim değil de, örneğin Rusya'da işçi-köylü ittifakıyla bir demokratik devrim ve ardından sosyalist devrim oldu. İşçi-köylü ittifakı, Çekiç Orak simgeleriyle sosyalizminin bayrağına yazıldı. Dikkat ediniz, bayrak; yani kısa süreli bir taktik değil. ABD, Almanya. Fransa, Japonya komünist partilerinin bayrağında da orak var; yani köylülük var. Devrimciliğe Avrupa'nın kendi damgasını vurduğu çağdan, Ezilen Dünya'nın damgasını taşıyan çağa geçtiğimizi, devrimin bayrağında da görebilirsiniz.

Rusya. Çin, Doğu Avrupa, Kore Küba, Vietnam, Kamboçya, Laos: Bu devrimlerin hepsi "Biz Marksist teoriyi uyguluyoruz" diyen öncü partilerin önderliğinde yapılmıştır. Hepsinin diğer bir ortak yanı, 19. yüzyılın devrim modeline takılıp kalmamalarıdır.

31

Page 32: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Lenin, Paris Komünü'nü taklit etmemiştir; etseydi, Rusya'da devrime önderlik edemezdi. Ancak Lenin, kendi devrim modeli yine Marksizmin teorik birikiminden çıkarmıştır.

Çin devrimi ise, Lenin'in "zayıf halka" teorisini doğrulamakla birlikte, Ekim Devrimi'ni taklit etmemiştir. 1920'lerde Ekim Devrimi'ni örnek alarak birkaç büyük şehirde ayaklanmaya kalkıyorlar ve kentlerdeki güçlerini neredeyse bütünüyle kaybediyorlar. Mao diyor ki, "Marksizm böyle değildir. Marksizmi, Çin gerçeğine uygulayacağız ve biz köylülüğü esas alacağız". Birileri “Bu Marksizm değil” diyor; çünkü metafiziğin içindeler. Devrimciler, devrimi yapacak sınıfları ısmarlama şansına sahip değiller, tarihin içinde hangi devrimci sınıfı bulurlarsa, onunla iş yaparlar. Mao, Marksizm bayrağı altında, dünyanın dörtte birinin yaşadığı ülkede, büyük bir devrim gerçekleştirdi.

Bunların hepsi, Marx'ın 20. yüzyıla devrimci cevalliyetini sürdürebilir bir teori bıraktığını göstermektedir. Liberalizmle devrim yapabiliyor musunuz, ya ortaçağın dinsel ideolojisiyle?

Marx'ın katkısı

- Marx'ın bilimsel düşünceye katkısını biraz açabilir misiniz? Örneğin iktisada, felsefeye ve toplumbilimine olan etkisini?

- Marksizm, iktisat, hukuk, siyaset bilimi ve sosyolojiyi ayırmıyor; tersine bu başlıklar altında incelenen

süreçler arasındaki bağlantıyı, hatta iç içeliği açıklıyor. Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı'nın önsözünde, kendi teorisini özetler; İnsanlar, üretim sürecinde,

kendi iradeleri dışında, belli ilişkilere girerler. Bu üretim ilişkileri ile maddî üretici güçlerin gelişme düzeyi arasında bir bağlantı vardır. Bu altyapı temelinde, ideolojik, hukukî ve siyasal üstyapı yükselir. Üretim ilişkileri, üretici güçlerin gelişmesini boğduğu zaman, toplum bir devrimle üretici güçleri özgürleştirir vb.

Bu açıklama aslında bir tek toplum bilimi olduğunu ortaya koyar. İktisat, hukuk, siyaset bilimi gibi başlıklar, belli yoğunlaşma alanları seçmek için belki yararlı olabilir. Ancak diyelim siz hukukçuysanız ve ekonomi bilmiyorsanız, ne Roma hukukunu ne de kapitalist toplumun hukukunu anlayabilirsiniz. Eğer kapitalist toplumu biliyorsanız, örneğin bir tek "akit serbestisi" ilkesine dayanarak, borçlar hukukunun neredeyse tümünü çözebilirsiniz.

Marx, katkısını kendisi açıklamış. 1852'de Weydemeyer'e yazdığı mektubu hatırlayınız. Marx, hatırımda kalan ifadelerle 'Sınıf mücadelesini keşfetmek bana ait değil. Benden önceki burjuva tarihçileri, Guizot, Mignet, Thierry gibi Fransız sosyolojik tarihçileri, sınıf mücadelesini bulmuşlardı. Burjuva iktisatçıları da sınıfların ekonomik yapjsını açıklamışlardı' der. Yine Engels, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm adlı kitapçığında, Marksizmin üç kaynağı olarak, İngiliz iktisadını, (Adam Smith, Ricardo-özellikle Ricardo'unun değer teorisi), Fransız sosyalizmini (ütopik sosyalistler) ve Alman felsefesini (Hegel'in diyalektiği ve Feuerbach'ın Materyalizmi) anlatır. Yine Lenin, İsviçre'de bir ansiklopediye yazdığı Marksizm maddesinde o üç kaynağı açıklar. Marksizmin kaynaklarına baktığımız zaman, üçünün de burjuvazinin bilim hazinesinde olduğunu görüyoruz. Marx, Weydemeyer'e mektubunda kendi katkısını özetliyor:

Birincisi, sınıfların varlığı, üretimin gelişmesinin belli tarihsel aşamalarına bağlıdır. İkincisi, sınıf mücadelesi kaçınılmaz olarak proletarya diktatörlüğüne yol açar. Üçüncüsü, proletarya

diktatörlüğü, sınıfların, dolayısıyla proletarya ve burjuvazinin de ortadan kakmasına, sınıfsız topluma götürür.

Marx zamanında devrimin kendisi Avrupamerkezliydi

- Gerçi siz Marx dönemini açıkladınız ama Marx'a yapılan eleştirilerin başında "Avrupa-merkezci" olduğu konusu geliyor; ardından da "ekonomist" bakışın yoğunluğu eleştiriliyor.

- Doğru, Marx Avrupamerkezcidir. Ama o zamanı, eğer devrimle ilgiliyseniz; Avrupa-merkezci olmayıp da

ne olabilirdiniz? O dönemde Avrupa dışında, dünyayı değiştirme pratiğine giren başka bir kıta yok. Unutmayalım, Marksizmin birinci özelliği, bir devrim teorisi oluşudur. Kapitalizm, önce Avrupa'da gelişiyor. İnsanlık, o çağda atağını Avrupa'dan yapıyor. Avrupa öncü kıta olmuş! Nitekim 20. yüzyılda, Afrika ve Latin Amerika'nın da, Avrupa mecrasına girdiğini görüyoruz. Yani Avrupa, bütün dünyaya kendisini dayatabilmiş.

20. yüzyıla baktığımız zaman, Marksizmin dünyalılaştığını görüyoruz. Birdenbire o dünyanın uyuyan alanlarının, öncü tarihin içine girdiğini, Avrupa'nın önüne geçerek dünyanın geleceğini belirleyecek büyük pratikler yarattığını görüyoruz. İşte burada Marksizm, Avrupa merkezli olmaktan çıkıyor; Asya'nın önderliğinde dünyalılaşıyor.

Sovyetler Birliği bir yarı Avrupa, yarı Asya ülkesi. Ekim Devrimi'nden sonra. Avrupa'dan bakanlar, Bilimsel Sosyalizmi artık Doğulu görüyorlar. Dünya devriminin merkezi Ezilen Dünya'ya doğru kayınca, Marksizm de devrimle birlikte merkez değiştiriyor. Marksizm, kendi kaderini devrime bağlamış. Avrupa'da ortaya çıkan her ideolojinin aynı yeteneği gösterdiğini söyleyemeyiz. Bu yeteneği yalnız Marksizm gösteriyor. Diğer teoriler, doktrinler kendilerini Avrupa'ya çiviledikleri için, devrim Doğu'ya doğru kayarken, onlar, Avrupa'da kalıyorlar ve beslenme yetersizliği nedeniyle kuruyorlar.

Bu arada, Marksizm dünyalılaşırken, Avrupa'nın önemsizleştiğini görüyoruz. Devrimin terkettiği kıtalar, canlılığını yitiriyor.

Marksizm ise, devrimin olduğu kıtalarda doğrulanıyor. Devrimin olmadığı kıtalarda ise, bir süre gericilik doğrulanıyor olsun. Biz marksistler, bu kusurumuzdan çok hoşnutsuz.

Kısacası Marksizmin Avrupamerkezci olduğu eleştirisini, hem doğru hem yanlış diye yanıtlayabiliriz. 19. yüzyıl için doğru ve kaçınılmaz. 20. yüzyıl için yanlış. Ama en büyük doğru şudur: Marksizm, Avrupa'ya çakılı

32

Page 33: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

olmadığını, devrimlerle dünyanın her coğrafyasına yayılabildiğini kanıtlamıştır. Bilimsel Sosyalizm, insanlık tarihinin en dünyalı akımıdır.

Marksizm ekonomizmi reddeder

Ekonomizm eleştirisine gelince, temelden yanlış. Marksizm ekonomizmi temelden reddederek doğdu. Biraz önce Marks'ın katkısına değindik. Marksizmin merkezinde, devrim yapıp, proletarya diktatörlüğü ile dünyanın değişmesi olayı var. Bilimsel Sosyalizmin sebebi hikmeti, ekonomizmin reddidir diyebiliriz. Marx'ın 18. Brümer'de belirttiği gibi, insanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar. Ancak dilebildikleri gibi değil de, tarihsel olarak belirlenmiş koşullar içinde. Yani bir sahne var, o sahnede tarih yapabilirsiniz. Marksizm, insanın bilinçli politik çabasına önem verdiği için, devrimci bir teoridir. Hatta belli dönemlerde insanın tarihe müdahalesi belirleyici önem kazanır. Örneğin devrimci kriz dönemlerinde.

"İlerlemeci" değil devrimci

- Avrupamerkezciliği eleştirisinin önemli bir yanını "uygarlık" konusu oluşturuyor. Bu hem "ilerlemeci" bakış açısı nedeniyle bütün toplumların Avrupa tarzı bir üretim biçimine girip girmeyeceği sorununu, hem de Doğu-Batı kültür tartışmasını getiriyor.

- Bir kere Doğu-Batı kavramlaştırması yanlış. Belli aşamaları, Doğusu da Batısı da yaşıyor. Alın

Kahramanlık Çağı'nın destanlarını, İlyada ve Odisseia'deki Ahileus, Hektor veya Paris ile bizim Dede Korkut'taki Bamsı Beyrek veya Salur Kazan'ın kültürleri aynıdır. Çin imparatoru ile Yavuz Sultan Selim'in ya da İspanya kralı Filip'in kültürleri de öz olarak aynıdır. Doğu ve Batı kültürü diye iki kültür yok, ama sınıfsız toplumun, Kahramanlık Çağı'nın, feodal toplumun ve kapitalizmin hakim kültürleri var.

"İlerlemeciliğe" gelince, Marx ve Engels "ilerlemeci" değil, büyük devrimci teorisyenlerdir. Tarihsel Materyalizm, toplumların hep dümdüz ilerlediği gibi tarihe aykırı bir iddiayı paylaşmaz. Tarih, sınıflar arası mücadelelerin tarihidir. Bu nedenle süreçler, zikzaklar içerir; bazen yüzyıllar süren çürüme ve geri dönüş dönemleri yaşanır. Dolayısıyla tarihe çok yukarıdan baktığımız zaman, toplam olarak bir ilerleme görüyoruz.

Bu ilerlemenin iki dinamiği var. Biri insanın doğaya hükmetme çabasıdır. İnsanın daha fazla özgürleşmesi, en sonunda doğaya olan bağımlılığının azalmasıyla mümkündür. Elbette doğa-insan dengesini koruyarak. İkincisi, sınıf tahakkümüne karşı mücadeledir. Tarihin seyrine baktığımızda, köylü köleye göre, işçi toprağa

bağlı köylüye göre daha özgürdür.

Doğanın intikamı

Ancak insan, doğaya egemen olayım derken, çürüme çağındaki kapitalizmle birlikte üzerinde yaşadığı doğayı mahveden bir sistemle yüz yüze gelmiştir. Marx ve Engels, daha 19. yüzyılın ortalarında bu gidişi gördüler. Engels, Doğanın Diyalektiği’nde, "Doğa üzerinde insanlığımız zafer kazanıyor diye boş hayallere kapılmayalım. Doğa bizden bu tür zaferlerin intikamını alır." der.2 Bilimsel Sosyalizm hakkında fikri olan çoklarının görebildiği gibi, Engels. daha sanayileşmenin erken çağında, insanın fizik varlığının ve doğanın yıkıma uğratılmasını eleştiren "ilk büyük ekolojik yal zarlardan biridir."3 Marx, kapitalist tarımın her ilerlemesinin, yalnız işçileri soyma sanatında değil, aynı zamanda toprağı soyma sanalında bir ilerleme olduğunu; yine işçinin verimliliğinin biri süre için artırılmasındaki her ilerlemenin, bu verimliliğin sürekli kaynaklarının tahrip edilmesinde bir ilerleme olduğunu Kapital’in ilk cildinde yazmıştır.4 Doğa, Marx'a göre, insan için hayattır, yoksa geçim maddesi değil. Marx, kapitalizmin en sonunda yaşadığımız doğayı yıkıma uğratan bir sistem özelliği kazanacağını kesin ifadelerle belirtti. Kapitalizm tarihteki diğer sistemlerle karşılaştırılamayacak kadar yıkıcı olacağını tahlil etti. Marx, kapitalizmin, doğayı yıkıma uğrattığı için de yıkılıp gideceğine vurgu yaptı.

Geleceğin toplumu, eski toplumun en geliştiği yerden filizlenmedi

Ancak 20., hatta 21. yüzyıl marksisti olarak, 19. yüzyıl Marksizmine şöyle bir eleştiri yapılabilir: Marx, geleceğin toplumunun bir önceki toplumun en geliştiği yerden filizleneceğini söyledi. Sosyalist uygarlık, kapitalizmin en geliştiği yerden doğacak ve ilerleyecekti.

Gerçi bu, tam ifade edilmiş değil. Marx, toplumların eşit olmayan gelişmesini saptamıştı. Ancak bir sonraki toplumun, üretici güçlerin en geliştiği ülkede yeşereceği gibi bir görüşü de vardı. Oysa insanlık tarihi öyle değil. En gelişmiş toplum, bir sonraki sisteme sıçrama yeri olmuyor.

Diyelim, ilk sınıflı toplum Mezopotamya'da gelişti. Meta ekonomisinin daha sonraki en gelişmiş alanlarına bakıyorsunuz, köleci uygarlıklar Atina ve Roma'da doğdu, Mezopotamya'da değil. Feodalizm çağında bakıyorsunuz, İslam uygarlığı öne geçiyor. Batı Avrupa, feodal çağın ileri değil geri bölgesidir. Ancak bu kıta, kapitalizme Çin ve Ortadoğu gibi gelişmiş feodal toplumlardan önce geçmiştir.

Bütün bu olgulara baktığınız zaman, en ileri durumda olan ülkelerde, sistemin bir anlamda kabuk bağladığı, aşırı bir oturmuşluk içine girdiği ve tutuculaştığı görülür.

En gerinin öne geçmesi, en ilerinin arkada kalması, diyalektik bir olay. 20. yüzyılın başında bütün dünya, Avrupa'nın ileri, Asya'nın geri olduğunu düşünürken, Lenin, "Geri Avrupa, İleri Asya" dedi. Gerçekten bugün, Lenin'in doğrulanması kuvvetlenerek sürüyor. 15. yüzyılda başlayan Atlantik çağı bitti. Artık dünya ekonomisinin ağırlığı Pasifik'e kaydı. Çin, dünyanın en büyük ekonomisi haline geliyor. Sınıflar ortadan kalkınca, ideolojiler de kalmayacak

33

Page 34: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

- Evrim kuramı gibi bilimsel gelişmelerden etkilenerek oluşan Bilimsel Sosyalizmin yerine, gelecek yüzyılda, yeni bilimsel gelişmeleri kendine dayanak yapan daha kapsamlı bir teori oluşabilir mi? Marksizm, sınıflar kalkınca ne olacak?

- Adı üstünde, Marx ve Engels, teorilerine '"Bilimsel" demişler. Bilimdeki her gelişmenin Bilimsel Sosyalizmi

olgunlaştıracağını biraz önce konuştuk. Ömrüne gelince, Bilimsel Sosyalizm, bütün ideolojiler gibi sınıflı topluma aittir, işçi sınıfının ideolojisidir. İşçi

sınıfı, sınıfları ortadan kaldırırken, kendisini ve ideolojiyi de ortadan kaldıracak. Sınıfların olmadığı bir dünyayı, Bilimsel Sosyalizm bugünden görüyor. Ama o dünyada kendisine de yer yok. Marksizmin, en azından son 150 yılda oluşan içeriğiyle yaşayamayacağı kesindir. Kuskusuz Bilimsel Sosyalizmin sınıfsız dünyaya bırakacağı bir teorik miras olacaktır. Nasıl Demokritos'tan, İbn Haldun'dan veya Hegel'den günümüze kalan bir teorik miras varsa, öyle. Marksizmin de o zaman aşılması kaçınılmazdır. İdeoloji sınıflı toplumlarda olur; sınıfsız toplumlarda ise kültür olacak şüphesiz, ancak ideoloji olmayacak.

Robot devrimi önlemez, tersine devrimi getirir

- Dünyada, örneğin Andre Gorz gibi, artık işçi sınıfının gelişmediği, hizmet sektörünün öne geçtiği ve dolayısıyla da isçi sınıfı önderliğinde olacak devrimin koşulların olmadığı şeklinde görüş koyanlar var.

- Onların büyük bir yanılgısı var. Türkiye'de bunu Sayın Çetin Altan da çok yazdı. Doğru, üretimdeki emeğin

niteliği değişiyor. Robot da, gelişmiş sanayilere girmeye başladı. Ama işçi sınıfının bitmesi, Japonya'da bile söz konusu değil. Hiçbir gelişmiş ülkede, üretim esas olarak robotlarla yapılmıyor. Tabii bir gün insanlık oraya gelecek. Malların kıtlığının aşıldığı bir bolluk toplumu olacak. O zaman özel mülkiyetin ve kârla belirlenen paylaşım ilişkilerinin sonu gelmiş olacak. Mallar kıt olmayınca, paylaşma kavgasına da gerek yok. Ama oraya giderken devrim olacak. Çünkü üretimde robot kullanılmasının artması, emeğin verimliliğinin yükselmesi, malların kıtlığının sona ermesi, özel mülkiyeti ve kâr anlamsız kılıyor. Ancak bunlar, böyle düz bir süreçte kendiliğinden kalkmayacak. Bireysel çıkar sisteminin temellerinin zayıflaması, dahası özel mülkiyetin yıkım etkenine dönüşmesi, ondan kurtulmak isteyen ezici çoğunluğu harekete geçirecektir. Andre Gorz olsun, Çetin Altan olsun, o topluma devrim olmadan da ulaşılacağı gibi metafizik görüşleri dillendirdiler. Oysa süreç, devrimi zorluyor. Robot, devrimi önlemiyor, tersine devrimi getiriyor.

Artık insanlık kapitalizmle devam edemeyeceği bir eşiğe geldi. İnsanın biyolojik varlığı tehdit altında. Ozon tabakasının delinmesi, denizlerin, nehirlerin, toprağın zehirlenmesi gibi sorunlar, özel mülkiyet ve kâr sisteminin acı meyvası. Bu sorunları, yalnız kolektif mülkiyetle ve büyük projelerle halledebilirsiniz. Ozon tabakasını yamayabilecek bir holding yok. Bu durumda kâr sisteminin sonu gelmiştir. Bu da devrimdir zaten. Doğa ve insanın yıkımı da, insanlığı özel mülkiyetten vazgeçmeye zorluyor.

Kaynakların sınırlılığı da, kapitalizmin tüketim kalıplarından vazgeçmeyi gerektiriyor; bu da bir devrim etkeni. Kapitalizmin tüketim ölçülerinden vazgeçmek, devrim demektir; çünkü sistem bu ölçülen sürdüremezse çöker. Sürekli tüketen, ama kullanım değeri tüketmeyen budalalar toplumu yarattılar. Hatta insan hayatına aykırı tüketim modelleri bile kurdular. Uyuşturucu, silah tüketimini azaltın, sistem sallanır. Demek ki sistem, insan hayatıyla karşı karşıya geldi. Yine şehirlerdeki gürültü, havasızlık, trafik, insan ilişkilerinin paramparça olması, yalnızlaşma, bu ortamda nasıl yaşanacak? Bazı karamsar kestirimler de var, belki de insan türü ortadan kalacak diyorlar.

Komünist Manifesto'nun en haklı olduğu bir döneme, insanoğlu şimdi giriyor. Manifesto, "Özel mülkiyet sistemini ortadan kaldırmak, bizim teorimizin temelidir" diyor. Özel mülkiyet en debdebeli, en parlak dönemini yaşıyormuş gibi görünüyor ama, "Pompei'nin son günleri" gibi aslında, yani Roma imparatorluğunun son dönemi gibi. Özel mülkiyet kalkacak, kolektif mülkiyet gelecek ve en başta insan-doğa arasındaki dengeleri yeniden kurulacak.

Komünizmin "bolluk toplumu" kapitalizmin tüketim toplumundan temelden farklı

- Bolluk toplumu kavramıyla ilgilim şöyle bir eleştiri var: Komünizme geçiş bolluk toplumu ile olacağı varsayılıyordu, oysa dünyanın kaynakları sınırlı ve bu anlamda bir bolluk toplumu olması söz konusu değil gibi görünüyor. Bu Marksizmin yeniden değerlendirilmesi gereken bir yanı değil mi sizce?

- Bir kez bolluk toplumunu ' kültürle değil de, sosyalizmin kültürüyle, sosyalizmin yaratacağı yeni insanın

talepleriyle tanımlamak lazım. Bolluk toplumunda, kimse "dolabımda 40 kat elbise var, Afrika'nın bütün hayvanlarından kürküm var" gibisinden enayice ve zavallı "mutluluklar" içinde olmayacak. Bir Einstein, bir Cahit Arf düşünebiliyor musunuz, ceylan derisinden ayakkabısı olsun, Bengal kaplanından kürkü olsun? Gelişmiş bir insanın hiç böyle hevesleri olabilir mi? Her sistemin manevi kültürü, insan ihtiyacını yeniden tanımlar. Bolluk toplumu, kendini sanatla, kültüre, bilime vermiş, yaratıcılıktan tat alan, tarihe, felsefeye, matematiğe, arkeolojiye, müziğe, resme, tiyatroya vb. doyamayan insanların toplumudur. Marksizmin bolluk kavramını, sosyalizmin yarattığı "yeni insanın" mutluluk ölçüleriyle, birlikte düşüneceksiniz. Komünizmin yeni insanı, aynı zamanda son derece tutumludur, kaynakları kullanmada son derece dikkatlidir. O, bir tüketim budalası değildir; yaratıcı ve derindir. Öte yandan bugün ölene kadar giyebileceğiniz, yıpranmayan kumaş yapmak mümkün, hiç bozulmayan ampul yapmak, yeryüzünü yerin altından ısıtmak, mümkün. Ancak bunları yapamazsınız, kapitalizmin belli sektörleri çöker. Kapitalizmi yıkan sosyalizm, kâr sisteminden kaynaklanan yapay tüketim kalıplarını kaldıracak, tüketim pompalamasına son verecek, kaynakların dengeli kullanımını getirecek. Bütün sorunlar, devrimi zorluyor. Bütün yollar, bizi devrime götürüyor.

34

Page 35: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Her teorik atılımın arkasında baldırıçıplakların yığınsal eylemi vardır

- 20. yüzyıldaki sosyalizm dalgasının, devrimlerin geri çekilmesinin nedenleri neydi sizce? - Burada idealist açıklamalar yapılıyor, sosyalizmin proje üretemediğine falın ilişkin. Bunlar çok yanlış, bu

tabloyu kuvvet ilişkilerindeki değişiklikler yarattı. 1970'lerden sonra, hatta belki de 1960'lardan başlayarak, kuvvet ilişkilerinde sosyalizmin aleyhine

değişiklikler yaşandı. Sovyetler Birliği'nin 1950'lerin sonlarında kapitalizme geri dönmesi onu kapitalist kampının bir kuvveti haline getirdi.

Devrim dalgasının 1960'lardan sonra durduğu görülüyor. Hele 1980'lerdeki gelişmelerle kapitalizm bir inisiyatif geliştirdi ve saldırıya geçti.

Sosyalist projeler toplumsal pratiklerin dayatmasıyla üretilir. İsyan eden bir halk yoksa, proje üretilemez. Avrupa'da bakın 1848 yılının Şubat'ında Komünist Manifesto ilan ediliyor, Mart'ta basılıyor. Haziran ayında ise Fransa'da işçi hareketti başlıyor ve Manifesto'nun ilk çevirisi orada yapılıyor. Devrimlerin bastırıldığı döneme girilince, bakıyorsunuz Manifesto'yu ne arayan, ne soran, ne de çeviren var.

Birinci Enternasyonal'in kurulduğu dönemde, Avrupa'da yeniden bir işçi dalgası ve yeniden Manifesto’ya rağbet var. Yani toplumsal pratikler, insanların yeni, bir dünya aramak için giriştiği kitlesel eylemler, sosyalizmin teorisindeki yükselişleri getirir. Örneğin, 1848 devrimleri döneminde Komünist Partisi Manifestosu çıkıyor; 1871 devrimlerinde Bilimsel Sosyalizmin devlet teorisi olgunlaşıyor. Arkasından gelen 1917'ye kadarki durgunluk döneminde hiçbir ciddi teorik atılım yok. Çünkü bir insan pratiği yok.

Marksizm bir eylem kılavuzudur ve tek kaynağı vardır: İnsan pratiği. Pratik varsa, teori de ilerliyor. Örneğin Sovyet Devrimi, Çin devrimi olmasaydı, Bilimsel Sosyalizm zenginleşmezdi. Sovyet deneyi, Çin deneyi olmasaydı, sosyalizm nasıl inşa edilir, geri dönüş nasıl oldu, bunun tartışması bile yapılmazdı. Büyük devrimci teoriler, büyük devrimci pratiklerle gelişiyor. Teorinin itici gücü, yığınsal pratiktir. Her teorik atılımın arkasında, baldırı çıplakların eylemi vardır.

Karşıdevrimin harekete geçirdiği akımlar

- Anarşizmin yeniden liberalizmle birlikte bu dönemde canlanması bir tesadüf değil o zaman? - Tabii, karşı devrim pratikleri de karşı devrimci teorileri canlandırıyor. 1980 sonrasına bakıyoruz; Sivil

Toplumculuk, Neo Liberalizm, Anarşizm ve sosyalizmden kaçışın kanallarını yaratmaya hizmet eden bir Çevrecilik ve Feminizm gibi akımlar birdenbire canlandı; daha doğrusu belli merkezlerden canlandırıldı, beslendi. Çevrecilik ve Feminizm, kuşkusuz karşı devrimci değiller ama sosyalizmden kaçışın, dönekliğin kanalı haline gelince, karşı devrimin hizmetine giriyorlar.

21. yüzyıl sosyalizm çağı olacak

- Çizdiğiniz, tabloya göre 21. yüzyıl sosyalizm açısından bir atılım çağı olacak. - 21. yüzyıla bakıyoruz, özel mülkiyet ve kâr sistemi çıkmazda. Özel mülkiyet ve bireysel çıkarın biricik

seçeneği, kolektif mülkiyet ve paylaşmacılık. 21. yüzyıl, sosyalizmin yüzyılı. Bunu gösteren işaretler çok. Uygarlığın Atlantik'ten Asya'ya kayması da dikkat çekici. Emperyalizmin paylaşma gündemine aldığı Doğu Avrupa ve Asya'da muazzam bir kaos coğrafyası oluştu. "Asya İsyanları" geliyor. Paylaşılmak ve parçalanmak istenen coğrafya, çok güçlü bir direnme birikimine sahip.

Çin, çok önemli. 1949'da devrimin zaferinden bu yana, dünya tarihinin görmediği bir tempoyla yükselişi devam ediyor. Sosyalist Çin'i çıkarın, dünyada büyüme durur. Dünya ekonomisini kapitalizm değil, sosyalizm büyütüyor. Çin ile Afganistan'ı, Pakistan'ı karşılaştırın, elli sene önce aynı düzeydelerdi. Sosyalizmin farkı çarpıcı.

Yine Avrasya coğrafyasında Rusya var; koşullar yeniden sosyalist devrimi zorluyor. Hindistan, Türkiye, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri, Arap ülkeleri, İran: Bu ülkeleri emperyalizm, milliyet, mezhep ve din kavgalarına sürüklemeye çalışıyor ama onların da bir cevabı olacak. Mezhep kavgam olmasın, din kavgam olmasın diyenler, uluslararası dayanışmaya girmek durumunda. Avrasya dayanışması, Batı emperyalizminin önünü kesecek bir birikimi içeriyor. Aynı zamanda geleceğin enternasyonalizminin en temel gücünü oluşturuyor.

Sosyalizm, kaçınılmaz olarak geliyor. Sadece mülkiyet sistemiyle değil, Şeyh Bedrettin'in söyleyişiyle "din ve mezheplerin kanunlarını iptal eden" enternasyonalizmiyle de geliyor.

- Çok teşekkür ediyoruz.

DİPNOTLAR 1 Marx, "Zur Kritik der Hegelschen Rechtsphilosophie", Marx Engels, Werke, 3, s. 391.

2 Marx Engels, Werke, 20, s. 452.

3 Bkz. Luciana Castellina, "Sozialismus im 21. Jahrhundert" içinde, Bd. 2, Berlin 1985, s. 105.

4 Marx Engels, Werke, 23, s. 529.

35

Page 36: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Teori Sayı 202 Kasım 2006

Doğu Perinçek BİLİMSEL SOSYALİZM VE BİLİM

Partimiz bu süreçten büyük bir bilimsel, teorik atılım yaparak çıkacak. Onun için bu tartışmaların çok faydası var. Bütün arkadaşlarımıza, fikirlerini söyledikleri için yürekten teşekkür ediyoruz. I. BİLİMSEL SOSYALİZM VE BİLİMİN DORUĞU Köyde Mao’ya göndermede bulunuyor musunuz?

Şimdi ben hepimizin kafasını açacağını tahmin ettiğim bir soru atıyorum ortaya. İsmail Durna kardeşimiz köylere gittiğinde, köylüye bir gerçekliği anlatırken; hiç Marks’a, Lenin’e, Mao’ya göndermede bulunuyor mu?

Niyazi Işık, Avcılar’da işçilere, çarşıda esnafa gittiği zaman, Marks’a, Lenin’e, Mao’ya gönderme yaparak mı anlatıyor görüşlerini? Biz halkımıza, emekçimize gerçeği anlatma çabası içinde iken, Lenin’e, Mao’ya gönderme yapıyor muyuz? Hakikate gönderme yapıyoruz! Kanıtlarımızı gerçeklerden seçiyoruz. Köylüye nasıl anlatıyoruz: Arkadaş bak, destek akçalarını kaldırdılar, toprağını bile kaybetme noktasına geldin, toprakları satıyorlar, cebine bir şey girmiyor, falan, filan… İnsanlar arasındaki ilişkide gönderme yaptığımız düzlem, gerçeklikler düzlemidir, hayattır. Ve bilim böyle

üretilir ve insanlar böyle ikna edilir; öbürü safsatadır. Buradan şuraya geçeceğim; İsmail Durna, köylülerle gidip konuşurken onlarla Marks’tan söz etmeden

konuşur. Doğu Perinçek’e geldiği zaman Marks, Lenin diye konuşur. Bu da jargon, yani ağız oluyor. Bilimsel düzlemde Einstein neyse, Hz Muhammed de odur, Marks da odur, Engels de odur, Lenin de odur, Atatürk de odur. Ve onların bütün söyledikleri, gerçeklikle, hayatla sınanarak kaynak olabilir. Atatürk çok güzel söylüyor: “Benim milletime beyni sulanmış hafızlar gibi, yüzyıllardan beri bu dogmaları ezberlettiler.”… Şimdi kendilerini Marksist diye tanımlayan kimilerinin de beyni sulanmış hafızlara dönüştüğünü bütün dünyada görüyoruz.

Biz ne yapıyoruz, köylüyle, işçiyle, esnafla veya uluslararası bir düzlemde? Örneğin Semih Koray arkadaşımız gidiyor Roma’da tartışmalara katılıyor, dergilerde bilim adamlarıyla karşılaşıyor, uluslararası toplantılara gidiyor. Oralarda bilimsel, akademik düzlemlerde, “Mao şöyle dedi, Marks böyle dediydi, hayır öyle demedi, böyle dedi” diye bir tartışma yapıyor mu? Köylüyle falan değil en üst düzeydeki tartışmalarda da kanıt araçlarımız gerçekliktir. Hatta yüzyıllardan beri dogmaların etkisinde olduğu için köylü içinde göndermede bulunmak, biraz daha geçerlidir ama halktan bilime doğru yükseldikçe, göndermecilik kalkar, gerçeklikle kanıtlama gelir. İspat vasıtası gerçekliktir. Bunu Mustafa Kemal Atatürk nasıl ifade etmiştir; “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.” Bilimin ispat aracı, gerçektir. Biz programımıza bunu koyuyoruz. Bunun iki yönü var: Bir yandan ayağımızı gerçeklikler zeminine basıyoruz. Hem birbirimizi iknada, hem halkı iknada, hem de akademik düzeyde, tek bir düzlem oluşturuyoruz. Tek bir ikna yöntemi belirliyoruz. Birbirimizi de gerçeklikle ikna ediyoruz. Bu açıdan “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir”; olağanüstü esaslı ve olumlu bir çözümdür. Diğer yandan, Bilimsel Sosyalizm’in bilimselliğini de, gerçeklikle kanıtlamış, doğruluğunun pratikte sınanmış olmasına dayandırıyoruz.

2. Bilimsel Sosyalizm bilimin doruğunda tahta oturmuş değil

Hayatta en hakiki yol göstericinin bilim olduğu formülünün tehlikesi nedir? Bilimsel Sosyalizm gerçekten de bilimin doruğudur. Bilim yapmak için, başlangıçta bir teorinizin olması şarttır. Bilimsel Sosyalizmden vazgeçmek, bu anlamda bilim için gerekli teorik anahtarı kaybetmektir. Ancak bu teorik anahtarı kimseye dayatamazsınız. Parti içinde Milliyetçi ve Halkçılar olacaksa, onlar bu teorik kaynaktan bilimdeki genel etkisi nedeniyle beslendikleri ölçüde yararlanacaklardır. Ortak düzlem bilim diye adlandırılmaktadır.

Bilimsel Sosyalizmin bilimin doruğu olmasını açmak gerekir: Her hangi bir tezi, bu bilimsel sosyalisttir diye bilimin doruğuna oturtamazsınız. Herhangi bir tezin bilimin doruğunda olmasını belirleyen, Bilimsel Sosyalizmle kurduğu bağlantı değil, fakat bilimin gerçekten doruğunda olması, yani o güne kadarki bilimsel verilere dayanması ve bilimsel bir yöntemle üretilmiş olmasıdır. Ölçüt, yine hayattır. Burada bilimin doruğu önceliklidir. Bilimsel Sosyalizm ona tabi olur. Yani Bilimsel Sosyalizm, gerçeklerin keşfine, bilimin gelişmesine yaptığı katkılarla doruğa tırmanmasına devam eder. Yoksa bilimin doruğunda Bilimsel Sosyalizm için, bir taht kurulmuş değildir. Bilimsel Sosyalizm adına ileri sürülen tezler, kendiliğinden bilimin doruğuna yerleştirilemez. Bilimsel Sosyalizm, hayatın akışından ve bilimin en geliştirilmiş verilerinden beslenir. Yoksa Bilimsel Sosyalizmi dogmalaştırmış oluruz; Bilimsel Sosyalizmi bir çuval gibi bilimin başına geçirmiş oluruz. Bu tavır, Bilimsel Sosyalizmi hayattan kopartır ve köreltir; öte yandan bilimin gelişmesine katkı yollarını da kapatır.

Bilimsel Sosyalizm bilimin doruğudur. Doğru, ama hangi anlamda? Dogmalar, bilimin üzerindedir anlamında değil. Bilimsel Sosyalizm, gerçekle ilgili her yeni bilgiyi izleyecek ve teoriyi buna göre geliştirecek anlamında. Orada sana söylenen şudur: “Hep bilimin doruğunda ol”. 3. Bilimsel tezlerin görece doğruluğu

Bilgi teorimiz, göreceliliği kabul etmiştir. Gerçeği tam olarak, mükemmel olarak hiçbir zaman kavrayamayız ancak ona yaklaşabiliriz. Teori, her saniye eskimektedir. Hatta saniyenin sonsuzda biri kadar olan bir anda teori

36

Page 37: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

eskimektedir. Bir nehirde iki kere yıkanılamaz. Yıkandın çıktın, çıkar çıkmaz o nehre bir daha atladın, o atladığın nehir bir başka nehirdir artık… Bu şu demektir: Biraz evvel o nehir ile ilgili yaptığın bütün teori artık eskimiştir. Bir saniye sonraki nehrin teorisini yeniden yapacaksın. Bunun anlamı arkada kalan bütün teorik birikimden, nehirle ilgili bütün bilgilerden yararlanabilirsin, o bir hazinedir ama o birikim, seni yeni nehrin teorisini yapmaktan kurtaramaz. Yeni nehrin teorisi de yeni olacaktır.

Yeni Tüzük ve Millî Hükümet Programı, bizim için çok önemli bir gelişme, kara kaplı kitabımız yok. Akademik düzlemlerdeki, uluslararası düzlemlerdeki ispat vasıtalarımız, kanıtlama araçlarımız neyse; o bilimin doruğudur. Parti içinde beni hiç kimse, Hz. Muhammed’in hadisinde şöyle yazıyor, Lenin, Mao böyle dedi, Atatürk böyle dedi diye ikna edemez. Kimsenin elinde öyle bir kanıtlama aracı, öyle bir yetenek yok. Birbirimizi bu göndermelerle ikna edemeyiz. Onların hepsi hayatı ve gerçeklikleri yakaladıkları ölçüde bizim için geçerlidir. Einstein’ın, herhangi bir bilim adamının, Galile’nin, Kopernik’in insanlığın bilgi gelişmesine, serüvenine katkısı neyse, Marks’ın, Lenin’in Mao’nun, Atatürk’ün katkısı da öyle ele alınır; gerçeklikle sınanır. Bütün doğrular, görece doğrudur ve her doğru eskir, yerini daha doğruya bırakır.

Kaynağı teori olan, teoriye gönderme yapan, halkla birleşemez. Kendi pratiklerimizden bunu anlayalım. Eğer İsmail Durna gidip, “Marks şöyle dedi, Lenin böyle dedi” diye köylü ile birleşemiyorsa, demek ki o göndermelerle halkı kazanamayız. Partinin bunu anlaması lâzım. Hayatta en hakiki mürşidin bilim olduğuna yeni gelmedik, 5–10 senedir bunları tartışıyoruz. Dikkat edin bizim bütün teorik çabalarımızda, gerçekliklere, olgulara, tarihsel süreçlere, rakamlara gönderme vardır. Marks, Lenin, Mao, Atatürk de öyleydi… Onlarda “şu sunu dedi, bu bunu dedi” diye ispat araçları var mı? O ki, halkla birleşmek istiyoruz, o zaman gerçekleri kanıt olarak kullanacağız. Kafamıza çuval geçirmeyeceğiz.

Bizim, Marksizm veya Marksizm-Leninizm veya Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesi isimlendirmelerini değil de, Bilimsel Sosyalizm kavramını yeğlememiz de anlamlıdır. Çünkü herhangi bir öğretmenin veya öğretmenlerin adıyla teoriyi dondurmuyoruz. Teorisyenler, ölüyor, ama teori sürekli gelişiyor. Teorisyen isimleri, teoriyi daha başından dondurmuş oluyor. II. DEMOKRATİK DEVRİMLER VE BİLİMSEL SOSYALİZM 1. Bilimsel Sosyalizmin üç kaynağı

Şimdi ben size Marksizmi, daha doğrusu Bilimsel Sosyalizmi anlatmaya çalışacağım. Dünyada insanlığın bilgi hazinesinden, bilim dediğimiz birikimden kopuk bir Bilimsel Sosyalizm yoktur. Marks’ın kendisi Marksizmi burjuva kaynaklardan beslenerek kurmuştur. Marksizm adına konuşanlar, Marksizmin kaynaklarını biliyorlar mı? Teori Dergisi’nde, “Marksizm’in Üç Kaynağı” diye Ekim sayısında yayınlandı. Lenin ansiklopediye yazmış “Marksizm nedir?” diye. Diyor ki:

Marksizm’in üç kaynağı var; Bir, Alman burjuva felsefesi. Burjuva! İki, İngiliz burjuva iktisadı. O da burjuva! Üç Fransız burjuva sosyalizmi; O da burjuva! Marks, 1853’de Weydemeyer’e yolladığı meşhur mektupta özetle şöyle yazıyor; ‘Ben burjuvazinin ve

insanlığın bana getirdiği bilgi birikimini aldım, buna bir tek bu tarihsel sürecin işçi sınıfının iktidarına doğru gittiğini ekledim. Yani Marksizm’in kendisinin kaynakları, felsefede olsun, ekonomi politikte olsun, kuracağı toplum düzeni olsun, burjuvadır. Başka deyişle Marksizm, bilimin verileri üzerine kurulmuştur. Burjuva biliminin getirdikleri üzerine kurulmuştur; başka bir temel üzerine de oturamazdı. Çünkü gökten inmemiştir.

Ama gökten inmeyen Marksizm, daha sonra birilerinin kafasında gökten iner hale getirilmiştir. Marksizmin kaynağını oluşturan burjuva bilim adamlarının ortaya koyduğu verileri, diyelim Ricardo’nun, diyelim Adam Smith’in, diyelim Hegel’in, Feuerbach’ın teorilerini, biz Marks’tan öğrendiğimiz zaman, Marksizm diye öğreniyoruz. Yüzeysel bir Marksist, o teorileri, Ricardo, Adam Smith, Fourier veya Hegel’den okuduğu zaman, burun kıvırıyor, burjuva diyor, ama Marks’tan okuduğu zaman, bir ayet veya hadisi şerif gibi görüyor. Feuerbach diye okuduğun zaman başka bir şey, ama altında Marksın imzasını görünce “tamam” diyor “bu ayet”! Ayet oluyor o anda… Bu, büyük yanlıştır. Bu yanlışları aşmak zorundayız. Zaten bu yanlışları aşanlar dünyada bir şey yapmış. Bu yanlışları aşamayanlar debelenip durmuşlar. Partimizi de debelendirmenin bir anlamı yok! 2. Teori nasıl gelişti ve gelişir

20. yüzyıla gelmiş insanlık; Lenin bakmış ki dünyada emperyalizm diye bir olgu çıktı. Ne var ki, kara kaplı kitapta emperyalizm yok. Marks’ta emperyalizm yok. Ne yapacağız? Emperyalizm gerçeğini anlamayacak mıyız veya gözardı mı edeceğiz?

Yine Lenin bakmış ki 20. yüzyılda artık burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişmeden bir devrim çıkmaz. 1871 Paris Komünü, son örnek, 19. yüzyılda kalmış. O zaman Lenin, Marks’ın devrim teorisini almış çöpe atmış ve şu gerçeği saptamış: Ezen dünya ile ezilen dünya arasındaki çelişme, artık baş çelişmedir. Devrim, Marks zamanındaki gibi, artık gelişmiş kapitalist ülkelerde olmayacak, ezilen dünyada olacak. Nitekim 20. yüzyılda devrimler, hep doğuda olmuş, hep vatan savunmasında olmuş.

Eğer Lenin, o kara kaplı kitaba bağlı kalsaydı, Lenin olmazdı. 20. yüzyılın başlarında kara kaplı kitaba bağlı kalmayan, denebilir ki, bir tek Lenin çıkıyor. Bilimsel Sosyalizm, o sayede, tekrar oradan bir atak yapıyor.

37

Page 38: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Atatürk de bunu yakalamış, zalim milletler, mazlum milletler olayı. Atatürk’ün kaynakları dünyanın o günkü gerçekleri, ezen dünya var, ezilen dünya var. Esas sınıf mücadelesi, milletlerarası düzlemde.

Bizim bugün Türkiye’deki diğer sosyalistlerle bütün farkımız buradadır. İşte Lenin’in o ispatlanmış teorisini, ezen ezilen millet çelişmesini temele oturtmamızdır. Çünkü doğrulamış ve doğrulamaya devam ediyor. Ancak bu çelişme de sonsuza kadar devam edecek değildir. Türkiye’de o bütün devrim teorilerini proletarya-burjuvazi mücadelesi üzerine kuranlar, hâlâ 19.yüzyılda çırpınıyorlar ve görüyorsunuz her tür mücadelenin kenarına düşüyorlar.

Teorinin gelişmesini 20. yüzyılda izlemeye devam edelim. Çin Devrimi sürecinde Mao demiş ki, ‘Bizim doğru dürüst işçi sınıfımız yok, bizde köylülük var, biz köylüyle bu işi yapacağız.’ O zaman o kafalarında hamam tası bulunanlar, ‘Vay kara kaplı kitapta, köylülük yok, işçi sınıfı esas itici güçtür’ dediler. Hatta Sovyetler Birliği’nden de Çin Devrimi’ne bu yönde müdahaleler geldi. Ama Çin’deki yaşananlar hiç de teoriye uymuyordu. Mao, teoriyi pratikten çıkardığı için, Çin’de esas güç köylüdür dedi.

Mao, ikinci olarak, Çin’de devrimin kırlardan şehirlere doğru gelişeceğini ortaya koydu. Marksizmi bir dogma olarak gören, teoriyi mukaddes sayanlar, Mao’yu aforoz ettiler. Onlara göre, şehirler devrimin merkeziydi ve bu bütün dünya için geçerliydi. Mao’nun dedikleri kara kaplı kitapta yoktu. İşçi sınıfına ve şehirlere vurgu yapanlar, Çin’de milyonlarca komünistin ve emekçinin mahvına yol

açmışlardır. O büyük Nancing, Şanghay gibi ayaklanmalarda yüzbinler heder edilmiştir 1934’e kadar o solcu bağnazlar, Mao’yu zengin köylünün temsilcisi, burjuvanın adamı diye suçlamışlardır; sözünü dinlememişlerdir. ÇKP’nin başına peş peşe dört aşırı solcu yönetim geçmiştir. ÇKP’nin şehirlerdeki bütün üyeleri dağılmıştır. Kırlarda da yüzde 90’ı… Kimi ölmüş, kimi partiyi bırakmış. ÇKP şehirlerde sıfıra, köylerde yüzde 10’a inmiştir.

1960’lı yıllarda Bilimsel Sosyalizm, yine o teoriyi pratiğin önüne koşan bağnazlıkla cephe cepheye gelmiştir. Mao Zedung bakıyor, Sovyetler Birliği kapitalizme geri dönüş sürecine girmiş. Ancak bu saptamanın kitapta yeri yok. Gerçekten de, sosyalizmden kapitalizme geri dönüş tehdidinin artık ortadan kalktığını, Stalin 1936 yılında ilan etmişti. Üretim araçlarının mülkiyetinin esas olarak kolektifleştirilmesinden sonra kapitalizme geri dönüş tehlikesinin kalmadığı söylenmişti. 1960’lı yılları hatırlayınız, o bağnaz Sovyet yandaşları, ‘Hani nerede, Lenin’de Stalin’de var mı geri dönüş teorisi, gösterin bize’ diyorlardı. İspat kaynağı, hayatın kendisi değil, fakat teori idi, kitaplar idi. Lenin ve Stalin, kuşkusuz sosyalizmin ilerlemesi için büyük mücadeleler verdiler. Ancak arkalarında başka bir tecrübe yoktu. Stalin, geri dönüşün başını çekenleri, hain ve ajan olarak ilan etmek durumuna düşüyordu. Oysa onlar, ajanlar değil, fakat kapitalist yolculardı. Ve onlara karşı mücadele, ajanlara karşı mücadele düzleminde değil, sınıf mücadelesi düzleminde yürütülmeliydi.

Teori, hayattan, yani tecrübelerden üretilir. Biz, bilimsel olduğumuz için, hayata öncelik verdiğimiz için, kafamızda hamam tası olmadığı için, 1960’lı yılların sonunda, Sovyetler Birliği kapitalizme geri gidiyor dedik. Bakın bu bizim partimizin tarihinde en kritik kararlardan biridir. O sayede ayakta kaldık, Sovyetler Birliği’nin dağılması sırasında alabora olmadık, tam tersine teorimizin hayata uygun olduğunu gördük ve Bilimsel Sosyalizme olan güvenimiz güçlendi. Ayrıca yalnız gerçeğe değil, halkımıza ve vatanımıza bağlı olduğumuz için Sovyetler Birliği’ni eleştirebilmiştik. Devrimi bir başka ülkenin gelip bizim yerimize yapmayacağını biliyorduk. Bu süreçte kendi halkımıza olan güvenimiz daha da sağlamlaştı.

Dünya ve Türkiye ölçeğinde yaşanan bu tecrübeler gösteriyor ki, değerli arkadaşlarım, özellikle kritik noktalarda, birbirimizi kitaplarla ikna tutumuna düşmemek, dünyayı anlamak, gerçekliği anlamak, partinin gelişmesinde belirleyici olmuştur. Partinin hayatla, insanlarla, toplumla bağı başka türlü kurulamaz.

Hadi birbirimizi Lenin’den Mao’dan Atatürk’ten alıntılarla ikna ettik diyelim, hayatın akışını da o alıntılarla ikna edebilir miyiz? Bakın ben Atatürk’ü de onun içine koyuyorum. Hiç kimse beni alıntılarla ikna edemez; teoriyle ikna edemez. Bilimsel Sosyalizmin öğretmenleri veya Atatürk gibi büyük devrim önderleri, peygamber değiller. Yani söyledikleri gökten indirilmiş, mutlak gerçeklikler, kesin doğrular değildir. Onların yaşamadıkları tecrübeler var; ayrıca bilgilerinde sınırlar var. Bu nedenle teorilerinde eksikler ve yanlışlar var. Yanlışlarının olmaması mümkün değil.

Parti, kendi halkıyla ve hayatla birleşebilmek için, bu zemine otaracak. Ve bu zemine otururken tabi bütün birikimden yararlanacak, Lenin’in doğruları, Atatürk’ün doğruları, Mao’nun doğruları, Einstein’ın doğruları Kopernik’in doğruları, İbn Haldun’un doğruları vb, hepsi insanlığın birikimi içindedir. Ama elbette bilim yapmak için başlangıçta gerekli olan teori, Bilimsel Sosyalizmdir. Peki bu teorik aracı kullanmayanlar, bilim yapamazlar mı? Kuşkusuz yaparlar ve yapmışlardır ve yapmaktadırlar. Ancak onların bilimlerinde, bazı zayıflıklar olması kaçınılmazdır. Buna rağmen, onların katkıları da bilimin hazinesi içindedir ve hayata uygunluk açısından tartışılır. Bazı bilim adamları, Bilimsel Sosyalizmi teorik bir araç olarak benimsemeseler bile, kimi bilimsel sosyalistlerden daha gelişmiş verilere ulaşabilmişlerdir.

Bu nedenle arkamızdaki bilgi birikimini, bu bilimsel sosyalist teoriye aittir; şu ait değildir diye ayıramayız. Bu doğrudur, şu doğru değildir diye ayırabiliriz. Marks, Lenin, Mao ve bütün önemli teorisyenler, öyle yapmışlar. Gerçeğin ölçütü olarak teoriyi değil, hayatı almışlar. Bilimsellik budur. Teori, hayatı kavrayabildiği kadarıyla bilimseldir. Teorinin doğrulanan, yaşayan dağarcığı bilimseldir; yanlış çıkan, ölen unsurları ise artık bilimsel değildir ve kaçınılmaz olarak terk edilecektir. Bilim düzleminde, ölçüt Bilimsel Sosyalizme uygunluk değildir; böyle bir ölçütü bilim alemine kabul ettirecek bir babayiğit bulunmuyor. Bilim dünyasında ölçüt, bilimsel yöntemlerin kullanılmasıdır; hayata uygunluktur. Bu ölçütler, bizi bilim düzlemiyle buluşturuyor. Partinin kılavuzunu o düzleme oturtuyoruz. 3. Kemalist Devrim ve Bilimsel Sosyalizm

38

Page 39: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Türkiye’nin tecrübe birikimi, aynı zamanda bilim ve düşün birikimidir. Önümüzdeki pratik ve bilimsel gelişme, o birikimden beslenerek olacaktır. Her ırmak kendi yatağında akar; kendi dere ve çaylarından, kendi dağlarından beslenir. Kuşkusuz bütün millî süreçlerin milletlerarası beslenme kaynakları da vardır. Onların bilince çıkarılması da bizim işimiz olmuştur.

Kemalist Devrim’in milletlerarası kaynaklarına girdiğimiz zaman, Bilimsel Sosyalizmle arasındaki bağlantıların bizim bildiğimizden daha güçlü olduğunu saptıyoruz. Kemalizm ile Bilimsel Sosyalizm arasında sanıldığı gibi duvarlar olmadığını, araştırmalara yöneldikçe, kuyulardan gerçekleri çıkardıkça öğrenmeye başladık. Bilimsel sosyalist akım, bir dönem kendi bağımsız kişiliğini oluşturmaya çalıştı. O dönem, Kemalizm ile kendi arasındaki sınırları belirlemek önemliydi. Öncünün ideolojik inşası döneminde böyle oluyor. Ancak şimdi o kişilik oluştu. Bu kez de, kitlelerle birleşerek ülkenin geleceğine ağırlığımızı koyma aşamasına geldik. Bu durumda Türkiye’nin devrim tarihinden beslenmek öne çıktı.

Türk Devrimi’nin kökünde Fransız Devrimi etkisi biliniyor. O kaynak, yani Fransız Devrimi, zaten Marks’ta da var. Türk Devrimi’nin ikinci milletlerarası kaynağı, Narodnizm, yani halkçılık ve üçüncüsü de Sovyet Devrimi’nin etkisidir.

Biz Kurtuluş Savaşı’nı hangi ideolojiyle yaptık? Atatürk’ün 1920–1921 yıllarında Kurtuluş Savaşı’nın ortasında yazdığı Hâkimiyeti Milliye başyazılarını incelemeliyiz.1 Orda, Büyük Devrimci Önder, yazdığı veya kontrol ettiği başyazılarda, başlık atmış, “Rus Bolşevizmi Türk Komünizmi” diye. Özetle, Türkiye’de Komünizmin Rus Bolşevizminden farklı yollardan gerçekleşeceğini anlatıyor. ‘Bolşeviklerin emrine girmeyiz, bağımsızız, ama biz de aynı davanın takipçileriyiz’ görüşü belirtiliyor.2 Hâkimiyeti Milliye, Ankara’daki devrimci karargâhın resmi görüşlerini dile getirmektedir. Başyazarı Atatürk... Çoğu başyazıları kendisi yazmış, bütün başyazılar onun denetiminden geçmiş. O başyazılarda savunulan görüşlerde, Sovyet Devrimi’nin çok kuvvetli etkisini görüyoruz. Atatürk, hiçbir zaman bunu gizlemedi. Daha sonra Lise Tarih kitaplarına da yazdırdı, aynen şöyle: “Anadolu’da çıkan silahlı millî ayaklanma hareketi siyasî konum ve hedeflerde Sovyet Rusya’yla tam benzerlik arzediyordu.”3 Lise 4. sınıf öğrencilerine okutuluyor bu kitap. Ne zaman yayınlanmış? Birinci basım 1932’de, ikinci basım 1934’te. Cumhuriyet’in devrimci kuşakları, “Anadolu’daki silahlı millî ayaklanma hareketi” ile Sovyet devrimciliğinin “siyasî konum ve hedeflerde tam benzerlik” bulunduğunu öğrenerek yetişmiş.

Sosyalistler Kemalizm ile kendi aralarına duvar koymayacak, aynı şekilde kendisini Kemalist olarak tanımlayanlar da, Bilimsel Sosyalizm ile kendi aralarına duvar çekmeyecekler. Neyle aramıza duvarlar koyacağız; Safsatayla... Bilimsel olmayan her görüşle aramıza duvarlar koyacağız. Burada ölçü o. “Bu Kemalist’tir, bu sosyalisttir” diye armutları seçmek yerine, “bu hayata uygundur, bu hayata uygun değildir” diye bakmak gerekir olaylara. Gerçek olgularda aranır. ÇKP de bu konuda büyük mücadeleler yaşadı.

Yalnız Türkiye’de değil, Ezilen Dünya’nın demokratik devrimciliği, Sosyalizm ile Milliciliğin bileşimidir. Çünkü emperyalizm çağında, bir Ezilen Dünya ülkesinde, demokratik devrimi sonuna kadar götürebilmek için, Sosyalizmden beslenmek ve sosyalizme yönelmek zorundasın.

Milletimizden gizlenmeye çalışılıyor; Atatürk’ün sosyalizme ilgisi, ta 1904 yılında başlıyor. 23 yaşında Harp Akademisi’ndeyken not defterine şöyle yazıyor: “Evvela sosyalist olmalı, maddeyi anlamalı.”

1921 Anayasasını da gizlemeye çalışırlar. 1921 de bir anayasa yapmışlar, bakın biz Partimizin programının başına Halkçılık Programı’nın en önemli bölümlerini yazdık. 1921 Anayasasının taslağıdır Halkçılık Programı. Mustafa Kemal kendi imzasıyla Meclis’e vermiş. Meclis, ayrıca 17 Kasım 1920’de bu önergenin esaslarını Halkçılık Beyannamesi adıyla dünyaya yayınlamış. Orada diyor ki;

“TBMM hükümeti hayat ve bağımsızlığını kurtarmayı yegâne ve mukaddes gaye bildiği halkı, emperyalizm

ve kapitalizm tahakküm ve zulmünden kurtararak” -kapitalizmden kurtarmak ne demek sosyalizm demek- “İrade ve hâkimiyetin hakiki sahibi kılmakla gayesine ulaşacağı kanaatindeyiz”.

Yani emperyalizm ve kapitalizmden kurtulmadan, millî iradenin ve halk yönetiminin temelini kuramazsın. Devam edelim: “Milletin hayat ve bağımsızlığına suikast eden emperyalist ve kapitalist düşmanların tecavüzlerine karşı müdafaa ve harici düşmanlarla işbirliği yapıp milleti aldatmaya ve ifsada çalışan dâhili hainlerin cezalandırılması için orduyu sağlamlaştırmayı ve onu milli bağımsızlığın dayanağı bilmeyi borç sayarız”.

Burada ne var; halkın demokratik diktatörlüğü… Hainlere işbirliği yapanlara karşı devrimci diktatörlük fikri var. Fransız Devrimciliği ile Sovyet Devrimciliğinin buluştuğu yer. 4. Kemalist Devrim’in sınıfsal karakteri

Kemalist Devrim halk sınıflarına dayanır. O koşullarda küçük sermaye ve orta sermaye de halkın bir parçasıdır. Sakarya’da savaşan Mehmetçiktir. İzmir’e yırtık postalla veya postalsız koşan Anadolu köylüsünün devrimidir. İşçi de yoktu o zaman, Atatürk, işte o köylüyle devrim yapmıştır. Bütün demokratik devrimler gibi köylü devrimidir. Atatürk, memleketin efendisi köylüdür diyerek, “Kimsesizlerin cumhuriyeti” gibi kavramlarla hep o köylü devrimini sürdürmüştür. Önderlik ise, küçük burjuvazinin asker ve sivil aydınlarıdır. Program olarak, millî burjuvazi de diyebilirsiniz, ama tam da oturmuyor. Kanımca bazı teorik kalıpların içine zorla oturtmak yerine, dünyadaki bazı süreçlerle benzetmeler yerine, olayı bütün özgünlüğüyle açıklamak, daha doğru oluyor.

Kemalist Devrim’in milli burjuva yaratma çabası üzerinde de durmak gerekir. Tarih, iradeyle yürümüyor. Toplumların içinde bulunduğu aşama ve devrimi kuşatan koşullar da var. Yalnız Atatürk değil ki, her devrim ve her devrim önderi o kuşatmanın altındadır. Lenin’de 1921’de NEP politikasıyla burjuva yarattı. Lenin yarattığı

39

Page 40: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

zaman iyi oluyor, Atatürk yarattığı zaman kötü oluyor. Hayatın koşulları var. Kuşkusuz Kemalist Devrim’in de yetersizlikleri, zayıflıkları ve önderliğin hataları var, bunları yıllardır saptadık.

Kendisini Atatürkçü sayanlardan bazıları, Atatürk Devrimi’nin sınıfsallığını anlamak istemezler. Atatürk sınıf gerçeğini reddetmiştir diyenler bile vardır. Peki, sultanlığın, ağalığın, beyliğin şeyhliğin kaldırılması, tekke ve zaviyelerin tasfiyesi, bütün bu uygulamalar sınıfsal değil midir?

Burada mesele, hangi sınıflara karşı ve hangi sınıflarla beraber, bunu doğru saptamak, doğru mevzilenmektir. Atatürk, bu tarihsel materyalist tavrı, konuşmalarında ortaya koymuştur. Biz, işçisinden sermayedarına kadar mazlum bir milletiz demiştir. Bu sınıfsal bir tahlildir ve doğrudur. Lenin de Türkiye’yi öyle tahlil etmiştir.

Atatürk de sınıf mücadelesi verdi; ama dönemin gerçeklerine uyan ve toplumun önündeki sorunu çözen bir sınıf mücadelesi! Kemalist Devrimin ağalık-paşalık unvanlarını kaldıran kanunun bir gerekçesi vardır. Orada derki; Biz ağa, bey ve paşaların yalnız unvanlarını kaldırmıyoruz, bu unvanların temelindeki sosyal sınıfları da ortadan kaldırıyoruz. Kemalist Devrim, bir yandan emperyalist sermayeye ve acentalarına, öte yandan Ortaçağ sınıflarına karşı bir devrimdi. Mustafa Kemal de sınıfları kabul ediyor ve sınıf mücadelesi veriyordu. Sultanların bütün mülklerini, tekkelerin bütün mallarını ve mülklerini, 1934 yılında çıkan İskan Kanunuyla bir takım ağaların ve aşiret reislerinin tapuya kayıtlı ve kayıtsız mallarını kamulaştırmıştır. Birçok yabancı şirketi millileştirmiştir. O günün doğru sınıf mücadelesinin içeriği buydu. Mehmet Perinçek’in “Atatürk’ün Sovyet Temsilcileriyle Görüşmeleri” başlıklı kitabından okuyabilirsiniz, Büyük Devrimci Önder, Sovyet temsilcileriyle yaptığı konuşmalarda, bunları anlatır, Samanpazarı’ndaki bakkalı kamulaştırmanın hiçbir devrimci yönü olmadığını saptar. Çok doğru ve önemli! 1920 ve 1930’ların Türkiye’sinde burjuvaziye karşı işçi sınıfı mücadelesi vermeye kalkışanlar, bilimsel sosyalist değil, fakat ancak dangalak veya hain olabilirlerdi.

Hele bugün, Atatürkçülük adına sınıfları reddetmek, bazılarını emperyalizmin yanına düşürmektedir. Atatürk zamanında sınıflar arasında önemli farklar yoktu, doğru. Ancak bugün öyle mi? O büyük mafya sermayesi, her yıl devlet bütçesinin yüzde 40’ını, 45 katrilyon lirayı faiz olarak cebe indirenler, dolar ve borsa vurguncuları, bunlar sınıf oluşturmuyor mu? O şarap havuzlarında yıkananlar kim? Dün Bartu Soral arkadaşımız rakamlarla anlattı. Türkiye’nin muazzam zenginleri var artık. Bunları görmeden hangi Atatürkçülüğü uygulayacaklar? Ancak mesele, hangisini hedef alacağız sorusunda düğümleniyor. Biz burjuva-proletarya çelişmesini elbette kurcalayacak değiliz. Ezilen Dünya ülkesindeyiz. Ama emperyalizmle işbirliği yapan burjuvazi elbette karşımızdadır; hortumcu, dolar vurguncusu ve tefeci dediğimiz kapitalizmin gelişmesine de köstek olan mafyalaşmış kesim, milletin karşısındadır. Ancak milli burjuvazi bizim dostumuzdur.

Önümüzdeki dönem için arkadaşlarımızın uyarıları faydalıdır. Biz esas olarak Türkiye’nin çalışan kesimine, yoksullarına, daha orta halli kesimlerine dayanacağız bu çok açık ortada. Vatan savunması onlarla yapılıyor.

Türkiye’nin önündeki dönemi arkada kalan yıllar gibi düşünmemek lazım. İkinci İsrail kuruluyor, içeride bölücülük, yıkıcılık, Haçlı gericilik, ABD güdümlü cemaatler, iç yıkıcılığı çok farklı boyutlara yükseltebilirler. O zaman emekçiler ve yoksullar ortaya çıkar. Cumhuriyeti kurtaracak olan, esas, işçidir, köylüdür, esnaftır, zenaatkardır ve diğer yurtsever güçlerdir. Şu anda burjuvazi ile bir iktidar kavgası ruh haline girmek, çok yanlış. İşçiyi ve köylüyü birleşebileceği müttefiklerinden koparıyoruz. İşçiye önderlik vasfı veriyoruz, ama ona önderlik yapabileceği bir dost bırakmıyoruz. 5. Kemalist Devrim’i tamamlamak ve arasız devrimler

Ali Çelik arkadaşımız, “Daha ileri bir proje olmadan Kemalist Devrim’i tamamlayamayız” dedi. Çok doğru. Kemalist Devrimi daha ileri bir proje olmadan tamamlayamayız. Atatürk’ün de daha ileri projesi vardı. Arasız devrimler diyordu. Arasız devrimler kavramı, Lenin’deki kesintisiz devrimdir. O zaman daha güzel bir Türkçe karşılık bulmuşlar.

Nereye doğru “arasız devrimler”?

Atatürk’ün 15 yıl dışişleri bakanlığını yapan Tevfik Rüştü Aras, Yakup Kadri ve Atatürk’ün Milli Eğitim Bakanı Cemal Hüsnü Taray, Atatürk’ün sınıfsız toplum idealini benimsediğini açıkça belirtirler.4 Tanıklıklarına da gerek yok, açıkça belirtmiş Atatürk: Renklerin, sınıfların olmadığı bir uyum dünyası, yurtta sulh, cihanda sulh… Bunların hepsi sınıfsız kaynaşmış bir toplum idealidir. Bunların hepsi o gün yapılmakta olan emperyalizmi, ortaçağı ve sultanlığı tasfiye projesinin ötesinde projelerdir ve çağdaş uygarlık hedefiyle programın ucu açık bırakılmıştır. Atatürk, çağdaş uygarlığı hiçbir zaman Batı uygarlığı olarak tanımlamamıştır. Atatürk’e göre, uygarlık evrenseldir ve onu almayanlar yanar kül olur. Atatürk’te kültür ve uygarlık, Ziya Gökalp’teki gibi iki farklı kavram değildir. Tekdir, birdir ve evrenseldir. Bu da Atatürk’ün enternasyonalizmidir. Şimdi Tüzüğümüze bakalım. Bizim ileri bir projemiz var mı, yok mu? Bazen programlar yalnızca yaşanan

aşamayla sınırlı tutulabilir. Burada bir arkadaşımız söyledi, sırf Kemalist Devrimi tamamlamakla da sınırlanabilirdi hedefimiz. Bazı koşullarda öyle programlar da yapılabilir. Fakat biz öyle yapmadık.

Tüzüğümüze ne koymuşuz, Türkiye’mizin bugün Asya’dan yükselen çağdaş ve toplumcu uygarlığın önündeki seçkin yerini alması için, artık mafyalaşan kapitalizmin her tür sömürü ve baskısını arasız devrimlerle ortadan kaldırmayı amaçlıyoruz. Arkadaşlar biz programımızı Türkiye devriminin dinamiğine oturttuk ve ifadeleri de Türk Devrimi’nden aldık. Biz Atatürk’ten alıyoruz, ama Atatürk de insanlığın o günkü birikiminden almıştı. Marks da öyle yapmamış mıydı?

Çok önemli bir iş yapıyoruz. Aslında biz bu işe 1980 öncesinde başlamıştık. 1987 Programımız da, Türk Devrim dinamiği üzerinde üretilmiştir. Şimdi daha da olgunlaştırıyoruz. Tüzük ve Programın dilimizi tarihe daha sıkı bağlıyor ve iyice yerlileştiriyoruz. Başka milletlerin hayatlarında üretilmiş kavramları bırakıyoruz, onun

40

Page 41: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

yerine kendi milletimizin devrimci pratiklerinde oluşturulmuş, kendi hayatımıza uyan kendi milletimizle bizi birleştirecek, ama aynı anlama gelen, çoğu dışardan alınmış, ama bizim pratiklerimizde bizden olmuş kavramlar. Bunların hepsi, halkla birleşmek içindir, devrim içindir.

Bu program bundan önceki programdan çok daha devrimcidir, çok daha esaslıdır, çok daha hakla birleşiktir, çok daha Türkiye toprağına basmaktadır. Ve kendi devrimci yatağımıza mücadelemizi oturtuyoruz.

Bir örnek verelim. Programda emperyalizmin, İstiklal Marşımızda belirtildiği gibi “Tek dişi kalmış canavar” haline geldiğini saptıyoruz. Lenin bunu okusaydı kıskanırdı. “Tek dişi kalmış canavar”, emperyalizmin çürümesi olayının şiirleştirilmesidir. Mehmet Akif, çok güzel anlatmış. Lenin’in teoride yaptığını şiirde yapmış. Sen o teoriyi alıyorsun, senin İstiklal Marşına girmiş haliyle programına yazıyorsun. Bu da bir icat. Bu sayede İsmail Durna köylüye daha kolay anlatacak.

Sizin elinizde Partimizi halkınızla birleştirici bir kılavuz veriyoruz. Dogmatik anlayışta olan arkadaşlar bizim kendi içimizdeki tartışmalarda teorik ağızları kullanıyorlar. Hadi gidin bakalım, o teorik ağızlarla işçiyle, köylüyle, sınıfla, emekçiyle birleşin. Oraya gittiğiniz zaman başka oluyorsunuz. Buraya gelince bu şekilde oluyorsunuz. 6. Kemalist Devrim sistemin içinde mi, dışında mı?

Bazı arkadaşlar, Atatürk Devrimi’nin sistemin içinde kaldığını belirtiyorlar. Oysa Atatürk Devrimi’nin esas yönü sistem değiştirmesidir. Emperyalizme bağımlı Osmanlı Ortaçağı’ndan bağımsızlıkçı Cumhuriyet sistemine geçildi. Marks’ın burjuva-proletarya çelişmesi açısından baktığımız için öyle konuşuyoruz. Eğer Ezen-Ezilen çelişmesi içinden bakarsak, Türkiye 1922 yılında 30 Ağustostan sonra sistemin dışında çıktı. Ama 15–20 yıllık bir çaba sonunda bir yere geldi, bir karşı devrimle tekrar sistemin içine yuvarlandı. Ama tarih böyle gelişiyor. Bir atak yetmiyor. Sovyet Devrimi de öyledir. Sistemin dışına çıkarken, tekrar sistemin içine düştü.

Dün Millî Hükümet Programı Konferansı’nda bir arkadaş ilginç bir şey söyledi. “Kemalist devrim tamamlanmadı, Atatürk tamamlayamadan gitti” dedi. Ben yerimden şöyle mırıldandım; “Kemalist Devrim tamamlanmadı, hatta yıkıma uğradı, doğru ama Lenin’in yaptığı Sovyet Devrimi de yıkıldı”.

Hayata kalıpların, şablonların içinden ve önyargılarla bakanlarımız var. Hangi devrim 15 senelik bir atakla tamamlanmış, var mı örneği dünyada? 7. Kemalizm ile Sosyalizm arasına örülen duvarlar yıkılıyor

Bazı arkadaşlarımız, Kemalizm ile Sosyalizm arasına duvarlar çekmeye çalışırken, Türkiye’de o duvarlar yıkılıyor. Yukarda gördük ve “Kemalist Devrim-5 Kemalizmin Felsefesi ve Kaynakları” başlıklı yeni çıkacak kitabımda da gösterdim, o duvarlar, Kurtuluş Savaşı sırasında yoktu. Atatürk’ün önderlik ettiği Hakimiyeti Milliye gazetesinde, “Rus Bolşevikleri ve Türk Komünistleri” diye başyazılar çıkıyordu. 1921 Anayasası’nın bir Şuralar, Sovyetler sistemi getirdiğini bizzat Atatürk söylüyordu, hem de Sovyet sözcüğünü kullanarak.

Biz, Kurtuluş Savaşımızı Kemalizm ile Sosyalizm arasına duvar koymayarak, hatta ikisi arasındaki birlikteliği vurgulayarak kazandık. Şimdi yine o olay gündeme geliyor. Türkiye’nin başı dara girdi mi, o duvarlar yıkılıyor. Bunun en etkili kanıtı, 30 Ağustos’tan sonra Genelkurmay başkanımızın ve kuvvet komutanlarımızın konuşmalarıdır. Genelkurmay Başkanı Org. Büyükanıt, bu konuşmaların hepsine katıldığını ifade etmiştir. Komuta kademesi arasındaki silah arkadaşlığının, aynı zamanda Kemalist Devrim’i ilerletmek için bir devrim arkadaşlığı, bir dava arkadaşlığı boyutunda olduğunu görüyoruz. Türk Devrimi, yüz elli yıldan beri sivil ve asker öncülerin önderliğinde ilerliyor. Bu olay, Ezilen Dünya’ya, hatta bütün demokratik devrimlere, bütün devrimlere özgüdür ve Türk Devrimi’nin de tunç yasasıdır.

Komutanlar, her şeyden önce program ve stratejiyi doğru saptamışlardır. Kara Kuvvetleri Komutanımız İlker Başbuğ, bugün devrimi savunmak değil, “Kemalist Devrimi ilerletme” göreviyle karşı karşıya olduğumuzu belirtti. Biz de Parti olarak, onyıllardan beri artık savunulacak bir cumhuriyetimiz olmadığını saptıyor ve Kemalist Devrim’i tamamlama amacını izliyoruz.

Sayın Deniz Kuvvetleri Komutanımız Ora.Yener Karahanoğlu, Türk milliyetçiliğinin çok önemli bir tanımını yaptı.

Birincisi, bizim milliyetçiliğimizin “evrensel kapitalizme ve emperyalizme karşı” olduğunu saptadı. Bu olağanüstü önemlidir, Atatürk’ün Halkçılık Programı’ndaki tavrı çağrıştırmaktadır. İkincisi, milliyetçiliğimizin Ortaçağ kurum ve ilişkilerini tasfiye etmek ve milleti bu temelde oluşturmak

anlamına geldiğini belirtti; milliyetçiliğin devrimci karakterini ortaya koydu. Üçüncüsü, Türk milliyetçiliğinin, Türkiye sınırları dışındaki Türkleri kapsayan bir Türkçülük olmadığını, hangi

etnik kökten gelirse gelsin Türkiye’de yaşayan bütün halkı kucakladığını vurguladı. Yani Atatürk’ün ünlü “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” tanımı. Çok cesur bir tavır. Turancılık değil, Türk milliyetçiliği diyor. Türkiye sınırları içinde yaşayan çeşitli etnik gruplardan gelen insanları bir millet olarak birleştiriyor. Zaten Türk Devrimi boyunca yaşanan süreç budur. Yani Kürt benim milletimden diyor. Dış Türkler meselesine, aynı Atatürk gibi, Asya’nın büyük birliği anlayışı içinde yaklaşıyor. İran’a, Çin’e, Rusya’ya da mesajlar var bu açıklamada. Oralarda ABD ile birlikte ayrılıkçılığı kışkırtmayacağız tavrı sergilenmektedir.

Yine Sayın Genelkurmay Başkanı, irticanın tepelerde olduğunu vurguladı. Bizim Haçlı irtica brifinglerimizde açıkladığımız gerçek de bu değil miydi? Sonra ne diyor Deniz Kuvvetleri Komutanı? “Tarikat ve cemaatler Anadolu’nun bağrında boğulacaktır.” Mustafa Kemal de böyle konuşurdu. Cumhuriyetin yumruğu Ortaçağın tepesine inecektir. İnmezse, Ortaçağ güçleri Cumhuriyetin tepesine bineceklerdir. Olay budur. Bütün demokrasiler, Ortaçağ ilişkilerine karşı devrimci diktaların ürünüdür. Cromwell, Robespierre, Washington, Lincoln, Bismark, Garibaldi, Bolivar, Lenin, Mustafa Kemal, Mao, Ho Şi Minh, hepsi budur.

41

Page 42: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Haçlı gericiliği, Ortaçağ güçlerini temizlemek, bu bir sınıfsal ve sosyal devrimdir. Tarikatlar cemaatler belli sınıfın örgütlenmeleri, feodal sınıfların örgütlenmeleri.

Evrensel kapitalizme karşı olmak ne demektir? Tarikatları ve cemaatleri bir devrimle tasfiye etmek ne demektir? Etnik özelliklere değil, vatana ve kültüre dayanan Türk milliyetçiliği ne demektir? Komutanların bu tarihi tutumlarının ideolojik ve düşünsel kaynakları nedir? Evensel kapitalizmi ve Ortaçağ ilişkilerini tasfiye programı, Türkiye’nin önüne hangi ufukları açar?

Bu sorulara cevap vermeye başladığınız anda kendi beyinlerinizde ördüğünüz duvarları yıkmaya başlarsınız, zaten bu süreç o duvarları yıkmaktadır. Avrasya yüzyılına girmişiz, Çin ve Hindistan’dan Latin Amerika’ya kadar kamucu ekonomiler gelişiyor ve öncülüğü almış. Bolivarcılık, Ortadoğu’da BAAS, Afrika’da yerli sosyalizmler yükseliyor. Çin ve Vietnam, mevzilerini demokratik devrimler ile sosyalizmin başlangıç aşamalarında kurmuşlar ve olağanüstü ataklar gerçekleştiriyorlar. Dünya’da kamplaşma ve mücadeleler, bir bakıma yeniden demokratik devrimler mevzisinde yaşanıyor. Başka deyişle Kemalizm, dünyanın her yerinde başka adlandırmalarla ve Bilimsel Sosyalizm ile iç içe yaşanıyor. Eğer bilim yapıyorsak, eğer pratik teoriyi belirleyecek ise, bu olay da bir hikmet yok mu? Bu pratiği teori haline getirmeyen bir Bilimsel Sosyalizm olabilir mi?

Bazı arkadaşlar Kemalizmle aralarına duvar çekmeye çalışıyorlar, oysa o duvarlar Parti’nin dışından yıkılıyor. Bu durumda senin kerametin ne? Sen neden kaçıyorsun? Neyle arana duvar çekmeye çalışıyorsun? Niçin birleşmek istemiyorsun? Devrimin dışında kalmak, kumda oynamak için mi? Şimdi hayat size böyle büyük bir güç getirirken, gelen insanlara, “Gidin gelmeyin, yanlış kapı çalıyorsunuz,

biz sizi istemiyoruz, birlikte olmayı biz istemiyoruz, yanlış yere geliyorsunuz” mu diyeceğiz? O zaman yanlış yere giden biz oluruz. Çünkü kendimizi devrimci pratiklerin dışına atarız. 8. Devrimci gelenek, millî devrimci pratiklerde oluşur

Devrim, tarihin içinde yapılır. Zamanın dışında bir devrim olmaz. O nedenle her devrim, o ülkenin tarihsel birikiminin ürünüdür. Milletlerarası etkenler, o dinamik üzerinde etkileriyle tarihe müdahale ederler. Bunu anlamayanlar bizde de bulunuyor.

Türk Devrimi, köklü ve büyük bir gelenek. Ama sığ sularda yüzenler, derinlikleri ne bilecekler? Atatürkçü olduklarını söyleyen bazıları da, o kökleri sevmiyorlar. Talat Paşa diyorsun ona hayır diyor. Oysa Talat Paşa olmasa, Atatürk olmayacak, Namık Kemal olmasa Talat Paşa olmayacak…

Büyük bir devrimci birikim var arkamızda. Programda onlara vurgu yapmamızdan rahatsız niçin rahatsız oluyoruz? Değerli arkadaşlar buradaki vurgu herhangi bir ideolojik tavra değil, devrimci pratiğe vurgudur, devrimlere vurgudur.

Namık Kemal, 1876 devriminin lideri; Talat Paşa, 1908 Devrimi’nin ve Mustafa Kemal 1920 Devrimi’nin. Suphi Karman da arkadaşlarıyla birlikte 27 Mayıs 1960 Devrimi’nin. Arkamızdaki devrim pratiği bu. Programımızda gerçekleşmiş devrim pratiklerine gönderme yapıyor; olmayan devrimlere gönderme yapamaz ki. Sosyalistler, henüz Türkiye’nin devrim tarihinde, devrimlerin başına geçen pratikler yürütemediler. Gerçek bu. Programımızın tavrı materyalisttir; yani olgulara dayanır; sosyalistlere iltimas geçemez; o zaman sosyalist olamaz.

Bir de devrimci çabalar var, biz de 1960’lardan beri o çabaların içinde yer aldık. Kendimizin veya partimizin adını yazmıyoruz. Çünkü biz henüz tarihi yönlendiren bir şey yapmadık. Bir birikim yarattık. Devrim yaptığımız gün oraya adımızı yazarız.

Bir arkadaş gelmiş bana ölen devrimcilerin adı niye yok diye soruyor. İnsan ölmekle gelenek yaratacak olsa hadi ben gideyim şu köprüden atlayayım, öleyim. Önemsiz adamlar ölerek önemli olur. Bernard Show’un galiba, “tarihte önemsiz insanlar ölerek önemli olur” diye ir sözü vardır. Atatürk ölse idi Atatürk olur muydu? Mao ölmediği için Mao oldu, Lenin de ölmediği için Lenin oldu. 9. Devrimciliği teori mi belirliyor, pratik mi?

Şimdi söyleyeceğim çok önemli. İstanbul’da Şefik Hüsnü’nün partisi var; Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası. Tüzüğünde işçi sınıfı öncülüğü yazıyor. Tramvay işçilerine bildiri dağıtıyor. Atatürk ise o tarihte Ankara’da Kurtuluş Savaşı veriyor. Şimdi Ali Çelik arkadaşıma soruyorum: Hangisi devrimci? Atatürk devrimin pratiğini yapıyor, öbürü devrimi ıskalıyor. Ötekinin adı komünist, programında işçi sınıfı önderliği var, her şey var, o var bu var. Ama teori ve program değil, Kurtuluş Savaşı pratiği belirliyor o günü devrimciliğini. Bazıları, Kemalizmi beğenmiyor. Ama görüyorsunuz, keskin sözler değil, doğru pratik belirliyor devrimciliği. İkisi arasındaki farkı tespit edelim. İkisi arasındaki fark arkadaşlar teoride bir fark değil, pratikte bir fark. İnsanı teoriler devrimcileştirmiyor, pratikler devrimcileştiriyor. Biz de işte böyle bir yerdeyiz. Devrimci pratiklere girersek, devrimcileşeceğiz. Öyleyse teorimiz ve programımız bizi devrimci pratiklere sokmalı. Ölçü bu olmalı. Yeni Tüzük ve Programın her maddesini bu açıdan değerlendirmeliyiz. İşte Sovyetler Birliği’nin de 1960 sonrasında programları vardı, Komünizme gidiyoruz diyorlardı. Adları

Komünist Partisi’ydi ve ülkelerini kapitalizme sürüklediler. Fidel Castro, devrimi yaparken Küba’da, Komünizmden ve Sosyalizmden söz etmedi. Havana’ya, Batista’yı

yıkmak için girerken, Havana’da lafta Komünist Partisi, faşist diktatör Batista’yı destekleyen bildiriler dağıtıyordu.

42

Page 43: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Şimdi bir soru soruyorum; Niçin bugün Chavez’ler, Morales’ler, oradaki küçük burjuva, burjuva vs dediğimiz milli devrimci veya halkçı devrimci yönetimler kendi milletlerinin başına geçip ABD emperyalizmine karşı savaşırken, oradaki sözüm ona komünist partileri kumda oynuyor.

Peki, biz ne yapıyoruz? Biz partimizi mücadele pratiğinin içine sokacak bir çizgi inşa ediyoruz. Partimizde bazı arkadaşlarda çok yanlış fikirler var. Partimize yeni katılan arkadaşların “bizi devrimcilikten uzaklaştıracağını”, “devrimci disiplinden uzaklaştıracağını” vb düşünüyorlar. Tam tersine bu katılımlar, bizi mücadele mevzilerine sokuyor. Böyle bir katılım olmasa ve iktidara yönelmesek, mücadele mevzilerine girmesek, Partimizi ne hedef alan olur; ne psikolojik savaş yapan olur, ne de cenaze namazına durdu diye çarşaf çarşaf yazılar yazılır. Yeni gelen arkadaşlar, Partimizi devrimcileştiriyor. Kafamızdaki yanlışları düzeltelim. Partinin hayatında her gün, her çalışmada yaşıyoruz bunu. Millî Hükümet Programı konferansı’nda iki gün bunu yaşadık. O gelenler bizi devrimcilikten uzaklaştırmıyor. Yeni katılan arkadaşlar, bizi daha ileri pratiklere zorluyor. Onların katılımıyla güçlendikçe, büyüdükçe daha devrimci pratiklere giriyoruz. Daha devrimci pratikler de bizi adam ediyor, örneğin beni adam ediyor. 10. Devrimci disiplin ve vicdanın kaynağı

Bir arkadaşımız, “Bilimsel Sosyalizmi açıkça ifade etmezsek, partide bir ortak vicdan ve disiplin olmaz” diyor. Peki, Şefik Hüsnü’nün İstanbul’daki partisi, Komünizm diyordu. Ama o komünizmin ancak tramvay işçisine bildiri dağıttıracak kadar disiplini vardı. Atatürk ise, Ankara’da insanları ölüme gönderecek kadar kuvvetli bir disiplin kurdu. Bunlar çok önemli. Disiplini sağlayan, davanın büyüklüğüdür, milletin vicdanında yankı bulmasıdır ve devrimci pratiktir. Devrimci pratik ise, sağlam zemine basarak olur; yani hayatı yakalayarak.

Vicdan, kendisini bilimsel sosyalist olarak adlandıran bir azınlığın vicdanı değildir. Vicdan, tarih içinde oluşur. İşçi Partisi, bu milletin vicdanını neyle ayağa kaldıracak? Milletin vicdanı, Atatürk deyince, Sakarya deyince titrer, Çanakkale deyince ayağa kalkar. Vicdan meselesini iyi anlayalım. Ortak vicdan, milletin vicdanıdır. Ortak vicdan, sosyalistlerin kendi aralarında oluşturdukları vicdan değildir.

Türkiye insanını Sakarya’da ölüme götüren, Çanakkale’de ölüme götüren, İzmir yollarında ölüme götüren bir vicdan var. Eğer vicdanın kaynağını Bilimsel Sosyalizmle sınırlarsak, Kurtuluş Savaşı’nın fedakarlıklarını ve kahramanlıklarını açıklayamayız. Öte yandan İstanbul’da o tarihte tramvay işçisine İngiliz işgali altında bildiri dağıtmakla yetinen bazı bilimsel sosyalistlerin vicdanlarının niçin yetersiz kaldığını da açıklayamayız.

Stalin, İkinci Dünya Savaşı’nda, Sovyet ordusuna şöyle sesleniyordu: “Kuduzof’un aslanları!” Kuduzof kim? Çarlık generali! Dikkat ediniz, “Lenin’in aslanları” demiyor. Oysa 24 yıl önce Lenin devrim yapmış, o hala Kuduzof’un aslanları diyor. Neden? Çünkü savaşı kazanacak. Kuduzof Rus tarihine oturmuş. Napolyon’a karşı vatan savunması yapan Çarlık generali. Vatan savunması denince vicdana o yerleşmiş.

Yanlışlık nerededir? Bilimsel sosyalistlerin vicdanının dayandığı değerleri anlayabiliyor muyuz? O değerler, vatan, millet, bağımsızlık, hürriyet, insanca yaşamak, emek gibi aynı zamanda demokratik devrimlerin değerleri değil midir? Fransız Devrimi’nin Babeuf’ü ve hatta Robespierre’i ile Lenin ve Mao arasında duvar mı bulunuyor? Lenin’e Troçki, “Robespierre diye küfretmiyor muydu, hatta “Şapşal avukat” demiyor muydu bu yüzden? Çünkü Lenin “Demokratik devrimlerin liderlerine hayran olmayan bir insan, Marksist olamaz” diyordu. Lenin’in bu hayranlığını bizim arkadaşlarımız niçin paylaşamıyor? Çünkü Lenin gibi Tarihsel Materyalizmleri yeterli olgunlukta değil ve Lenin gibi devrim istekleri Lenin gibi güçlü değil. Korkuları ise büyük. Ya sosyalizmden ayrılırsak korkusu, onların devrim isteğinin önündedir. Halkı düşünmek yerine kendi sosyalizmlerini düşünmektedirler. Bilgisizlik, daima korkunun temel nedenidir. Bilmiyorlar, tarihi bilmiyorlar. O zaman da başımıza neler gelir diye korkuya kapılıyorlar.

Demokratik devrimlerin ahlakı ve vicdanı ile bilimsel sosyalistlerin ahlâk ve vicdanı arasında uçurumlar mı bulunmaktadır? Peki 20. yüzyılın bütün devrimlerinin vatan savunmasında gerçekleştirildiği nasıl açıklanacaktır? Bu devrimlere komünist partiler önderlik etmedi mi? Demek ki, vatanı savunma vicdanı, İkinci Dünya Savaşı döneminde sosyalistlerdeydi. Peki Atatürk’ün vicdanı, başka bir kaynaktan mı besleniyordu?

Hangi vicdan daha büyük ve esaslı vicdan? Devrimci pratikleri esas almak, devrimci pratiklere bakmak, bilimin esasıdır. Bilim budur, bilimsel sosyalizm de budur. Ama burada parti içerisinde ortak bir referans kaynağı olacaksa bu yeni tüzüğün önemli gelişmelerinden biridir, bilimsel sosyalizmi referans alarak değil, bilim ve gerçekleri referans alarak bir ortak zemin, milletimizle birleştiren bir ortak zemin. Yani İsmail Durna’yı milletiyle birleştiren, gerçeklik kaynaklarını, ispat kaynaklarını partinin içine taşıyoruz. Hayatı, partinin içine taşıyoruz. Partiyi hayatın içine götüremiyoruz. Bu anlayışlarla mümkün de değil. Lenin de böyle bir şey yapmadı, Marks da böyle bir şey yapmadı, Mao da böyle bir şey yapmadı. Partinin en disiplinli üyeleri pratikte belli oluyor. Yeni katılan arkadaşlara, Lozan’a gidiyoruz diyorsun Lozan’a gidiyor. Bismil’e git diyorsun, Bismil’e gidiyor. Berlin’e diyorsun gidiyor. Muğla’ya git, konferans ver diyorsun gidiyor.

Yeni katılan arkadaşlarımız bize disiplin getirmiştir, disiplinsizlik değil. Bu katılan arkadaşlar, yalnız asker arkadaşlar için söylemiyorum, diğer bilim adamları da olağanüstü disiplinli arkadaşlar. Partinin verdiği görevleri tıkır tıkır saatinde yerine getiriyorlar. Onun için Partimizde, bugün yeni-eski ayrımı kadar büyük bir yanlış yoktur. O nedenle kıdemlilik meselesini hep gündemimize getirdik. Kıdem, Türkiye’nin toplum hayatında elde edilmiş kıdemdir. Kimse kendisini fasulye gibi nimetten saymasın, çok önemli bu. Bunu niçin hep anlatmaya çalışıyorum; Partinin bu büyümeyi özümlemesi ve kendisini o büyümenin içinde özümletmesi gerekiyor. Hem yeni katılan arkadaşlar Partide eriyecek, hem biz eskiler yeni bileşim içinde eriyeceğiz. Yani hepimiz yenisi ve sekisiyle tecrübelerin bileşimi içinde eriyeceğiz. O bileşim, her şeyi kurtaracak. Halkçılar, milliyetçiler, sosyalistler, öyle pişmemiş nohut taneleri gibi durmayacak. Bunların birbirine karışması, halleşmesinden halka

43

Page 44: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

önderlik edecek birikimde bir Parti çıkacak. Öyle hiziplerin birleşimi olmayacak, zaten olmayacağı gözüküyor. Fikir ayrılıkları da gelenler ile eskiler arasında olmayacak, bu çok açık görülüyor. Bu süreci o bakımdan çok iyi anlamamız gerekiyor. 11. Yapmak ya da yapmamak

Aslında bizim aramızdaki tartışma şudur; bazı tehlikeleri üstlenerek bir şey yapmak ile hiçbir şey yapmamak arasındaki seçeneği tartışıyoruz. Geldik biz bir kayaya dayandık. Parti gelişti, olgunlaştı bir noktaya geldi. Türkiye, büyük zorluklarla karşı karşıya. Derin bir krize girdik ve devrimci çözümler gündemdedir. Tartışmayı bu zeminde yürütmeliyiz. Yani Türkiye’nin içine girdiği altüst oluşlar ortamının sorunlarına cevap vermek için. Ya bu milletimizin başına geçip Ergenekon’da olduğu gibi kayaları delip çıkacağız veya tarihin kenarına düşeceğiz. Bakın bir parantez açalım. Ben Ergenekon dedikçe birçoklarının tüyleri diken diken oluyor. Ben de inatla Ergenekon diyeceğim. Çünkü bakın arkadaşlar bu Türk aydınının büyük gafletidir. Ahilius desem, Hektor desem, Truva’dan Homeros’un destanlarından örnekler versem bayılırlar. Onlar da destandır ve dünya mirası içindedir, bir şey demiyorum. Ama bizimkiler destan değil midir, dünya mirası içinde onlara bir yer bulunmaz mı? Kendi hayatımızdan, kendi destanlarımızdan, Anadolu’nun destanlarından, Ortadoğu, Orta Asya destanlarından örnek verince, ürperirenlere soruyorum bu soruyu. Milletlerine, emekçi halka yabancılaşmışlardır. ABD güdümlü sahte milliyetçilere bu büyük miras bırakılırsa, sosyalist mi oluyoruz, yoksa frankofon mu?

Türk destanları müthiş destanlardır. Edebi değerleri olağanüstüdür. Yunan destanlarında bireysel kahramanlar vardır, askeri demokrasi çağının gerçeği. Ergenekon’da ise Demirci var ve halkı harekete geçiririp körükleri çalıştırıp dağın demirini eriterek, kolektif bir iş yapıyor. Biz kolektif bir çabayı, halkın önderi olan Demirciyi bırakıyoruz, neye hayranlık besliyoruz? Truva kalesinin önüne gelmiş, Ahilius oradan bağırıyor “Hektor, Hektor, çık” diye, iki kişi dövüşüyor. Bizimki halkı birleştiriyor, demirleri eritiyor, dağlardan çıkıyor. Yani sosyalistlerin sarılacağı bir destandır bu… En önemlisi kendi halkının kaynağıdır. Ergenekon’daki Demirci önder, bugün İşçi Partisi’dir.

Konuya dönersek, önümüzdeki işin tehlikeleri yok mu, sonuna kadar var. Tehlikesiz bir iş olmaz. Sistem partiyi yutabilir mi, tabi yutabilir. Hem de ne büyük iştahla. Ben size “hayır sistem partiyi yutmaz” demiyorum, der miyim? O zaman gaflet uykularına yatarız. Ama eğer biz bu yeni programı yapmazsak sistem partiyi daha kolay yutar. Çünkü bizi devrimci kılan, bizi sistemin dışında tutan, keskin laflar değildir. Devrimci pratikle sistemin dışında kalırız. Bizi devrimci pratiklere yönelten bu Tüzük ve Programı yaptığımız için, yutulmayacağız; sistemle daha yaman mücadeleler bekliyor bizi. İşte güvencemiz buradadır; yoksa teorik lafazanlıkta değil. III. SINIFSAL TEMEL VE ÖNCÜ PARTİ 1. Programın kamucu ve emekçi karakteri

Sefa arkadaş çok önemli bir şey söyledi. Bu programın kendisi kamucu, yani karma ekonomiyi getiriyor. Ayrıca Avrasya’dan yükselen uygarlığın kamucu ve toplumcu karakteri vurgulanıyor. Bütün ekonomik çözümler, karma ekonomi kapsamında, ancak kamu öncülüğünde. Hortumcunun malına el konulması, iç borçların ertelenmesi öngörülüyor. Bunlar, mülkiyet sistemine yapılan müdahalelerdir. Böyle bir program, ancak emekçilerin seferber edilmesiyle uygulanabilir. 2. Seçkinleri kazanmak mı emekçileri kazanmak mı?

Bazı arkadaşlarımızın “Biz seçkinleri kazanmak için programı değiştiriyoruz” eleştirisini kabul etmiyorum. Bu iddianın bizim pratiğimizle hiçbir alakası yok. Partimizin arkadaki büyük pratiğine bakın; 30 tane köylü kurultayı, 20 tane işçi kurultayı, bütün özelleştirme mücadelelerinde en önde, sendikalarda en itibarlı parti. Genel Başkanı dahil, bir ayağı köylerde olan parti. Ankara ilimiz son seçim çalışmasında bin köye gitti. Hep yoksullara giden, emekçilere yönelen bir partiyiz. Bizim partinin zaafı, yakın zamana kadar aydını kazanamamaktı. Ama kafada önyargılar var. Köyden çıkmış, emekçi karakterde insanlarımızı, burjuvazinin insanları olarak görüyoruz. Bunlar emekçi halkın evlatları, bütün davranışları ile öyle. Parti büyüdükçe, vatan savunması nedeniyle yavaş yavaş milli burjuvazi içinde de etkili olmaya başlıyor. Bunu iyi karşılayacağımıza, geliştireceğimize, kaygılanıyoruz. Oysa işçi ve köylü, o burjuvazi denenleri, bürokratları, generalleri vb kazandığımız zaman, bizim yanımıza geliyor. Pratiğe girdiğinizde bunu göreceksiniz. Niçin Bismil’lere, Düzce’lere, Kemal Paşa’lara vb o arkadaşlarımızla gidiyoruz. Niçin? Köylü onları görünce bize daha çok güveniyor, bizim kuvvetimize güveniyor. Öyle “seçkinleri kazanma çizgisi” değil bu. Seçkinleri kazanmak da iyi bir şey. Öncü nedir, seçkindir. Parti seçkinlerden oluşur. Seçkini iyi tarif etmek lazım. 3. İşçi sınıfı önderliği

Programda işçi sınıfı önderliğinden de söz edilebilirdi. Fakat geldiğimiz, olgunlaştığımız noktada, önder sınıfın göğsüne vurarak “ben sana önderlik edeceğim” demesi, önderliğe hizmet etmiyor. İğneyi hemşire cart diye yaptığı zaman, diyorsun ki bu hemşire beceremiyor, acıtıyor, diğerinin eli ne kadar hafif diyorsun. Önderin de eli hafif olmalı, hissettirmemeli. Bu da siyasî olgunluk meselesidir. Hiçbir önder, “sen benim arkamdan geleceksin” diyerek önderlik yapamamıştır.

44

Page 45: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

4. Öncü parti

Partimiz öncü parti olarak tanımlanmaktadır. Bizim Türk Devrim tarihinde bu öncü parti geleneği vardır. Türk Devrim tarihinde iş yapmış partiler, Vatan ve Hürriyet Cemiyeti, İttihat Terakki, Müdafa-i Hukuktur. Bunların üçü de öncü partidir, üçü de fedailer partisidir. Onun için bu öncü parti tarifi şarttır. Bence kitle partisi yerine, halkı harekete geçirmekten, seferber etmekten söz etmeliyiz. Halkla birleşmek, çok doğru. Ama kitle partisi başka bir şey. ANAP, DYP, CHP gibi düzen partileri için kullanılıyor. Kendimizi öyle tarif edersek onlara benzetebiliriz.

Türkiye önümüzdeki dönemde çatışmalara gidiyor. İç çatışmalar, dış çatışmalar… Burada öncü karakterde, fedai karakterde olmayan bir partinin fazla yapabileceği bir iş yoktur.

Geldiğimiz noktada milleti birleştirmek, milletin bütün sınıflarını birleştirmek, yakıcı, önemli bir görev haline geldi. Biz bunu cepheler kurarak yapamadık. Güçbirliği çabaları gösterdik olmadı. Tarihte de olmuyor. Bakın Vietnam, Kore devrimi. Bir devrim iki tane karargâh kabul etmez. Devrimin bir tane karargâhı olur. Hayat, getirdi, döndürdü dolaştırdı, bu oluşan güçlerle parti içinde birleşmek, kaynaşmak gibi bir zorunluluk ve sorumlulukla bizi karşı karşıya bıraktı. Hayatın getirdiği noktada Kemalist Devrimi tamamlamak için Berlinlerde, Lozanlarda birleşen insanlar, bu birleşmenin örgütsel biçimini yaratmak, birleşmeyi daha disiplinli hale getirmek ihtiyacı duydular. Böyle bir çözümle bizi hayat karşı karşıya getirdi. Burada da kafamızda hamam tası olmadığı için, bu çözümü gördükten ve bir iki yıl yaşadıktan sonra bu adım atıyoruz. Aslında o öncülerimizle biz bir parti olmuştuk. Şimdi adını koyuyoruz. Tartışmaya karşı değilim. Ama ham ve çiğ tavırlar var. Özümlenmeyi zorlaştıran, dolayısıyla gelişmeyi zorlaştıran tutumlar var. Parti şimdi müdahale ediyor. Müdahale etmek toplumu dönüştürmektir. Toplumu dönüştürürken kendimiz de dönüşüyoruz. 5. Hayata müdahale

Parti, bu programla hayata müdahale edemez türünden görüşler de dile getirildi. Müdahale hayatın içinde olur. Bulutların üzerinden hiçbir müdahale yapılamaz. Bu program ve tüzük önümüzdeki süreçlere müdahale eder, çünkü araçlarını, kuvvetlerini yaratıyor. Kuvvetiniz olmazsa hiçbir şeye müdahale edemezsiniz. İspatlanan bir olay var. Bu programı birdenbire, bu gün yazmadık. 15–20 yıldır yazıyoruz. Her kongrede

yakamıza yapışıyorsunuz, niye programımızı değiştirmiyoruz, olgunlaştırmıyoruz diye. Biz, durun zamanı var, en kritik noktada yapalım dedik. 1987 Programı’ndan bu yana 20 yıl geçti. İşte en kritik noktada programımızı arkada kalan dönemin derinleşmeleri ve olgunlaşmalarıyla zenginleştiriyor ve hayata müdahale imkânı kazanıyoruz. 6. Değişim değil, hakikate bağlılık

Programla ilgili olarak, değişim lafını kullanmayalım arkadaşlar. Değişim, küreselleşme döneminde ABD’nin anahtar kavramıdır. Biz, halkımız ve vatanımız ve cumhuriyetimiz için bütün varlığımızı ortaya koymuşuz. Bizi niye seviyor bu millet; “Bunlar dirençli, kararlı” diye seviyor. İşin gerçeği de budur. Ne oluyor? Olgunlaşıyoruz, pişiyoruz. Ama değişim lafı çok tehlikeli. Hiç kullanmayalım. Neyi kullanalım? Hakikate dayanmak, olgunlaşmak, kendimizi geliştirmek, devrimcileşmek, hayata müdahale eder hale gelmek, ayağımızı yere basmak. Bu kavramları kullanalım. Bu program özünde bizim eski programımızı olgunlaştırmakta, geliştirmekte, milletiyle daha sıkı birleştirmektedir. IV. SONUÇ 1. Kendimize güveniyoruz

Bu tüzük program, Partiye güvenenlerin, kendimize güvenenlerin tüzük programdır. Ben özümlerim, kaynaştırırım, birleştiririm, o kabiliyetim vardır diyenlerin programıdır. Bir bakıma bu tartışmalar, partimiz içinde kendimize güvenmek ile güvenmemek arasındadır. Mücadeleden korkmamak lazım. Parti içi mücadele her zaman olacaktır. Partiyi geliştirecek olan da budur.

Bir arkadaş, şu anda bizim tüzüğümüz eski tüzüğümüzdür dedi. Doğru, bu tüzük daha kabul edilmedi. O da doğru. Arkadaşlara fikirlerini parti kongrelerinde söylemelerini hem rica ediyorum; eminim söyleyeceklerdir. Parti bu tartışmaları çok olgun yürütüyor, yürütecektir. Ama fikirlerimizi söylerken kazandığımız arkadaşlarımızı yıldırmak gibi sonuçlara dikkat edelim. Aramızdaki tartışmayı gerçekliğe gönderme yaparak yürütelim. 2. Devrimci teori ileri pratiklerden çıkar

Partimizin yeni Tüzük ve Millî Hükümet Programı, Türkiye tarihinin en gelişmiş, hayata en uygun, en devrimci programıdır.

En gelişmiştir, çünkü en gelişmiş verilere dayanmaktadır; hayata uygunluk açısından da gelmiş geçmiş en yüksek bir olgunluk düzeyini yansıtır.

En devrimci programıdır; çünkü bugünün devrimci ihtiyaçlarına kararlı olarak tek bir ödün vermeden cevap vermektedir. Yine en devrimcidir; çünkü bizleri Türkiye tarihinin en ileri pratiklerine götürmektedir.

Bu program, Türk Devrimi’nin çok önemli bir gerçeğini yeniden saptamıştır. Türk Devrimi, 1876, 1908, 1920 ve 1960 atılımlarında, hep Milliyetçi, Halkçı ve Sosyalist birikimi bir araya getirmişti. İşte biz, bunu keşfettik. Kızıl elma diye suçlamaları boşuna değildir. Çünkü ABD, teoriden korkmaz, devrimci pratikten korkar. Lozan’dan korkar, Bismil’den korkar, Berlin’den korkar, özelleştirmeye karşı işçi hareketlerinrden korkar, sosyal

45

Page 46: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

güvenliği savunan mücadelelerden korktar, köylü harektlerinden korkar. Dikkat edin bütün bu millî ve sınıf mücadelelerinde, Milliyetçiler, Halkçılar, Sosyalistler birlikte. Ereğli’de, Seydişehir’de, SEKA’da, Tekel’lerde, Telekom’larda, Şeker fabrikalarında, işçi ve köylü kurultaylarında hep birlikte oldular. İşte biz bu gerçeği keşfettik. O ÖDP, EMEP, TKP türünden sözde sosyalistler, at gözlükleri yüzünden göremediler, göremezlerdi.

Bu Milliyetçi, Halkçı ve Sosyalistlerin birliği, bizi vatan savunmasının önderliğine taşıyor. Bu cephenin dışında kalanlar ise, gitsinler ABD denetimi altında sözde Komünistlik yapsınlar. Başka ne yapabiliyorlar ki?

Teorinin inşası açısından bakarsak, size bir formül: Bizi ileri pratiklere götüren her şey, iyidir; olumludur. Milliyetçi, Halkçı ve Bilimsel Sosyalistlerin birliği, bizi vatan savunmasına ve ileri pratiklere götürüyor. Öyleyse doğrudur ve olumludur. Teorik gelişme de buradan çıkacaktır ve nitekim buradan çıkmaktadır. Partimizde yeni Tüzük ve Programı anlamayan arkadaşların bunun üzerinde düşünmelerini rica ediyorum. Kendimizi devrimci pratiklerden yasaklarsak, hangi teorik gelişmeyi kaydedeceğiz. Belki diyeceklerdir ki, Milliyetçi ve Halkçılar ile Partinin dışında cepheler kurarak birleşelim. Bunu da denedik. Hayat, bizi daha ileri, daha disiplinli, daha devrimci ve partimizi öncü konumlara yerleştiren bir çözüme getirdi. Teoriden çıkarak değil, prtaiği ilerleterek bu çözüme geldik. Öyleyse yaptığımız iş doğrudur. Bunu yapmazsak, vatan savunmasının dışında kalacağız. 20. yüzyılda bütün devrimler, vatan savunmasında gerçekleşti. O nedenle vatan savunmasının dışında kalmak, devrimin dışında kalmaktır. İstiklal Savaşı yapılırken, İstanbul’da İngiliz işgalcilerine hizmet eden Sosyalist Hilmi gibi mi olalım veya tramvay işçisine bildiri dağıtan Komünistler gibi tarihin kenarına mı düşelim? Ayıp olmaz mı, kendimizden utanmazmışız o zaman? Ama bazı arkadaşların böyle bir ayıpları yok galiba? Bu arkadaşlar devrimci pratiklerin ve Partinin dışında kalmaktan pek korkmuyorlar, vicdanları pek sızlamıyor bu durumlara düşecekleri zaman. Evet doğrudur çoğu arkadaş Bilimsel sosyalizmi savunma kararıyla böyle davranıyor,ben onlarla birlikteyim, onlar meseleyi çözecektir. Aka bir kısım arkadaş devrimci pratiğin dışında kalma eğiliminde. Bu yeni programı bir fırsat olarak görüyor. Tıpkı o 1990’ların Kanatçıları gibi. Bakın hepsi dönek oldu. Dönek olmayanlar ise, Parti’ye geliyor, yeniden üye oluyor. 3. Devrim, vatan savunmasında olacak.

Bilim ve teori, vatan savunmasında, yani devrim pratiğinde geliştirilecek. Başka bir yerde geliştirilemez. Öyleyse partimizi vatan savunmasının ileri mevzilerine yerleştiren her karar, her tercih doğrudur Teoriye

bağlılığın, davaya bağlılığın, teorik gelişmenin kanunu budur. 4. Bilimsel Sosyalizm ortaya çıkışında ve her atağında demokratik devrim zemininden beslendi

Bilimsel Sosyalizm, 19. yüzyılın ortasında, burjuva demokratik devrimlerin bilimsel birikimini kaynak alarak ortaya çıktı. Ekonomide İngiliz burjuva iktisatçılarına, Felsefe’de Alman burjuva felsefesine ve sosyalizm programında Fransız burjuva sosyalizmine dayandı. Sınıf mücadelesi teorisini keşfeden Marks değildir; burjuvazinin bilim adamlarıdır. Marks, bütün bu teorik temele, bu tarihsel sürecin proletarya diktatörlüğüne gittiği tezini ekledi. Mark’ın öğretisi, Avrupa merkezli idi. Çünkü gelişmiş kapitalizm ve işçi sınıfı Avrupa’daydı ve dünya devriminin merkezi o zaman Avrupa idi. Buna rağmen Marks, Avrupa’nın gericiliği zayıflatan millî devrimlerini destekledi; 1871’de Almanya’nın birliğinden yana tavır alınca, onun Bismarck’ın uşağı olduğunu söyleyenler çıktı. Yine Marks, Avrupa’da 19. yüzyıl devrimlerinin başarısızlığını incelerken, köylü kitlelerinin devrime kazanılmamış olmasına dikkat çekti. Köylü, Marks için hâlâ önemliydi. Çünkü Avrupa’da demokratik devrimler ile Paris Komünü gibi sosyalist devrim deneyimleri iç içeydi.

Eğer Bilimsel Sosyalizm, 20. yüzyılda Avrupamerkezli kalsaydı, ölecekti. Çünkü artık Avrupa, dünya devrim ocağı olmaktan çıkmıştı. Avrupa’da devrim, uzun bir süre için sönmüştü. 19. yüzyıl sonunda kapitalizmin emperyalizme dönüşmesi sonucu dünya Ezen ve Ezilenler olarak iki kampa ayrıldı. Buna bağlı olarak devrimin merkezi de Doğu’ya, Asya’ya kaydı. Bu koşullarda Bilimsel Sosyalizmi, yine Asya’nın demokratik devrimleri zemininde, Lenin ve Mao Zedung geliştirdiler, bir bakıma yeniden inşa ettiler. Denebilir ki, Marksizm bu kez Asya’da yeniden filizlendi. Bu kez Asya’nın millî demokratik devrimleri zemininde. Bilimsel Sosyalizmin öncülüğü ve öğretiye katkılar da, Asya’ya kaydı. Lenin’den Mao’ya doğru bir gelişme süreci izlendi.

Lenin’in Bilimsel Sosyalizme katkılarını iyi tahlil edelim. Hepsi de Asyalılık temelindedir ve demokratik devrimler zeminindedir.

Birincisi, Dünyanın Ezen ve Ezilen ülkeler diye iki kampa ayrılması, Asya’daki millî uyanışları teorileştirir. Üç ülke sürekli örnek verilir: Türkiye, Çin ve İran. Üçü de millî demokratik devrim aşamasındadır. İkincisi, Lenin, Marks’ın Avrupamerkezli devrim teorisinin artık geçersiz olduğunu saptar. Devrim, proletarya

ile burjuvazi arasındaki mücadelenin ürünü değil, emperyalizme karşı mücadelenin ürünü olacaktır; yani Asya ülkelerinde emperyalizmin zayıf halkasında olacaktır. Lenin, devrim teorisinde millî demokratik devrim pratiklerine dayanır ve o pratikleri teorileştirir.

Üçüncüsü, Lenin, işçi köylü ittifakını eksen aldı. Leninizmi, köylülüğe verdiği önemle tanımlayanlar olmuştur. Yanlış değildir. Lenin, 1921 Yeni Ekonomi Politikasıyla (NEP) burjuvaziye de bir süre alan açtı. Demokratik devrim devam ediyordu. Nitekim Sovyet Devrimi, 1929 yılına kadar köylük alanlarda kolektifleştirmeye gitmedi. 1929 yılındaki atılım ise, devrimin önderleri, Stalin ve arkadaşları tarafından olağan sayılmadı. Henüz kolektifleştirme için zaman erkendi. Ancak dünya savaşının yaklaşması ve zengin köylülerin şehirleri aç bırakması üzerine kolektifleştirme zorunlu ve olağanüstü bir uygulama olarak başlatıldı. Köylerde toprak üzerindeki özel mülkiyeti tasfiye eden bu uygulama, zorunluydu, ama aynı zamanda Sovyetler Birliği’nde tarım üretiminde yarattığı zayıflıklar yüzünden geri dönüşün zeminini yaratan yönleriyle de ele alınmıştır.

46

Page 47: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Bilimsel Sosyalizmin üçüncü büyük atılımı, Sovyetler Birliği’nin de daha doğusunda, Asya’da gerçekleşti. Bu kez Mao, başı çekiyordu. Mao Zedung’un katkıları da, hep millî demokratik devrim eksenlidir. Bir Asya ülkesinde Lenin’in devrim teorisini geliştirdi. Köylülüğün önemi, hatta esas güç olması, işçi köylü ittifakı, şehirlerin köylerden kuşatılmasını içeren uzun süreli halk savaşı; bu teorinin önemli başlıklarıydı.

Daha önemlisi, Mao, sosyalizm pratiklerini değerlendirerek, kolektif mülkiyete geçişin esas olarak tamamlanmasından sonra da kapitalizme, hatta Ortaçağ koşullarına geri dönüşün mümkün olduğunu ortaya koydu. Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa deneyimleri bunu kanıtlamıştı. 20. yüzyılın sosyalizmi kurma girişimleri, görece geri ülkelerde gerçeklemişti. Bu nedenle bu çabalar, demokratik devrim görevleriyle iç içe geçmişti. O kadar ki, bu ülkelerde geri dönüş sonucu kurulan sistemi kapitalizm denmesi de zordu. Yarı ortaçağlı mafya rejimleri ortaya çıkmıştı. Bu olgular da gösterdi ki, aslında dünya proleter devrimleri çağını değil, millî kurtuluş savaşları ve sosyalist devrimler çağını yaşıyordu. Sosyalist devrimler ise, adı sosyalist olmakla birlikte çoğunlukla demokratik devrim görevlerini yerine getiriyordu. İşte bu pratiklerin teorisini Çin geliştirmektedir. Çin Komünist Partisi, sosyalizmin alt basamaklarında

olduğunu saptamaktadır. Uygulanan ekonomi, Çin gerçekleri temelinde planlı ve karma ekonomidir. Kamu mülkiyeti ile özel mülkiyet yan yanadır ve hatta rekabet halindedir. Çin, demokratik devrimi tamamlamak ile sosyalizmi kurmak görevlerini birlikte yürütmektedir ve bu dönemin daha uzun zaman devam edeceğini saptamaktadır.

Diğer sosyalist ülkeler, Vietnam ve Küba da, Çin’i örnek alıyorlar. Vietnam, Çin çizgisindedir. Küba ise, sağlık ve eğitim alanı dışında sosyalizm mevzilerinden büyük ölçüde geri çekilmiş ve demokratik devrim mevzilerine yerleşmiştir. Kore DHC de, benzer süreçlerin eşiğindedir.

Bütün bu gerçekler, dünyamızın 1917 Ekim devrimi’nden sonra söylendiği gibi, proleter devrimleri çağında değil, millî kurtuluş devrimleri ve sosyalist devrimler çağında olduğunu kanıtlamaktadır. Bugün Bilimsel Sosyalizm, dünyanın bütününe baktığımız zaman, 1848 Komünist Partisi Manifestosu’ndan bu yana 158 yıl geçmesine rağmen, hâlâ o günkü gibi, demokratik devrim pratiklerinde geliştirilmektedir. Avrupa’nın gelişmiş denen ülkelerine baktığımız zaman, Haçlı seferlerinin, hurafenin, mafyalaşmanın vb alıp başını yürüdüğünü görüyoruz. ABD, İngiltere, Fransa, Almanya gibi gelişmiş denen ülkeler bile, yer yer demokratik devrimlerin gerisine düşmüştür.

Bu durumda çağ, hâlâ esas olarak emperyalizm ve millî demokratik devrimler çağıdır. Teoriyi, yaşanan millî demokratik devrimler zemininde geliştirmek dışında yapılabilecek fazla bir şey yoktur. Bilimsel Sosyalizm, 1848 Manifestosu gibi, yine insanlığın demokratik devrimler birikimi üzerinde yükselmektedir. Hayatın belirlediği bu yerde, bu aşamada bulunuyoruz. Bilimsellik, insanlığın pratiğiyle sınırlıdır. Geçmiş Avrupa’da proletarya-burjuvazi çelişmesi ekseninde üretilmiş teoriler, bugün geçerliymiş gibi bakanlar var dünyamıza. Bu yüzden demokratik devrimler ile sosyalizm arasına kalın duvarlar çekiliyor. Oysa hayatın fırtınaları ve yaşanan çağın dalgaları, hep o duvarı yıkıyor ve bilim de ve elbette bilimin doruğunda üretilen Bilimsel Sosyalizm de, bu gerçeklik zemininde gelişiyor.

Yunan tanrılarından Antaios, kuvvetini topraktan alıyordu. Yere düşecek olsa topraktan kuvvet alarak ayağa kalkardı. Herakles, onu havaya kaldırıp ayaklarını yerden keserek boğdu.

Bilimsel Sosyalizm de, her krizini demokratik devrim dalgasından kuvvet alarak çözmüştür. Bilimsel Sosyalizmin kuvvet aldığı zemin, hep demokratik devrimler oldu. Kuruluşunda, Lenin’le ve sonra Mao’yla hep demokratik devrimlerden beslenerek büyük ataklarını gerçekleştirdi. Çünkü dünya hâlâ o çağda yaşıyor. Dünya devriminin merkezi olan Ezilen Dünya, millî demokratik devrim çağındadır. Gelişmiş olduğu söylenen Batının kapitalist ülkeleri, devrim coğrafyasının kenarına düşmüştür ve Ezilen Dünya’nın yükselişi onu devrimin merkezine çektiği zaman, bu çürümeyi, öncelikle emperyalizme ve mafya düzenine karşı bir tür demokratik devrimle aşacaktır. Sosyalizm orada da daha sonraki aşamadır. Bu ayama, hızla geçilebilir ve geçilecektir, ama yine de aşamadır.

Marks’tan başlayarak Bilimsel Sosyalizmin bütün başlangıç ve ileri atılımları, dikkat ederseniz, demokratik devrimlerin yeniden keşfinden başka bir şey değildir. Marks’ın kendisi Bilimsel Sosyalizmin demokratik devrimlerdeki kaynaklarına dikkat çekerek bunu açıkça belirtmişti. Bunu anlamayanlar, sosyalist devrimcilik adına Menşevik olurken ve burjuvazinin ve gericiliğin safına yuvarlanırken, Lenin, 20. yüzyıl başında demokratik devrim gerçeğini Doğu’nun dünyasında yeniden keşfederek teoriye can kattı. Bu kez Lenin’i anlamayanlar oldu ve Türkiye’de görüyorsunuz, ÖDP, EMP, TKP ve diğerlerinin özelliği Lenin’i, daha doğrusu 20. yüzyılın Ezen-Ezilen Dünya gerçeğini anlamamış olmalarıdır. Bu durumda Mao’yu hiç anlayamazlardı. Bu yüzden Sovyetler Birliği yıkılınca hepsi ters tosbağa oldular. Aslında Mao’nun yaptığı iş de, Asya’nın millî demokratik devrim gerçeğini keşfetmesidir. Hepsi bu kadar basittir.

Küreselleşme sürecinde dünya daha da geriye düştü. Biz, yaptığımız her işi, programlarımızı, strateji ve taktiklerimizi hep o geriye düşen dünyada ve Kemalist Devrim’in yıkıldığı Türkiye koşullarında üretmek durumundayız. Ama bakıyorum bazı arkadaşlarıma Paris Komünü’nün barikatlarında zafer sarhoşluğu içindeler. Avrupamerkezliler. Demokratik devrimlerin bilimi ile Bilimsel Sosyalizm arasına duvar çekmelerinin nedeni, pratikten değil, teoriden hareket etmeleridir. Bu durumda metafiziğe saplanmaları ve hurafeler üretmeleri kaçınılmazdır.

Daha basitini söyleyeceğim: 20. yüzyılın ilk çeyreğinde nasıl Lenin ve Mustafa Kemal, yalnız devrimci pratiklerde değil, teoride de buluştular. Bugün de demokratik devrimlerin bilimsel verileri ile Bilimsel Sosyalizmin teorik kazanımlarını buluşturmak zorundayız. Daha doğrusu, bu buluşma hayatın kendisinde vardır. Bizim meselemiz, hayatta olan buluşmayı, kafamızda da gerçekleştirmektir.

47

Page 48: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Kanımca en doğru formül şudur: Bilimsel Sosyalizm bilimin doruğudur. Ancak bu dorukta olmayı, Tanrı tarafından bağışlanmış bir paye olarak görmek, metafiziğin doruğudur. Bilimsel Sosyalizmi, demokratik devrimlerin mirasından koparanlar, aslında işte o metafiziğin doruğuna tırmanmaktadırlar. Çünkü yükselebilecekleri başka bir basamak bırakmıyorlar. Kendi beslenme kaynaklarını yok ediyorlar.

Bu durumda bilimin doruğunu iyi tanımlamamız gerekiyor. Bunun anlamı, bilimsel kaynaklar ve veriler, bizim üzerinde teori kuracağımız birikimdir. O birikimin tek bir ölçüsü vardır, o da hayattır; olgulardır.

Deneyciliğe, başka deyişle Ampirizme de düşecek değiliz, Bilimsel Sosyalizmin elbette bir teorisi vardır. Ama mesele, o birikimi sürekli hayatla beslemek, ayrık otlarını boy verdikçe sürekli çapalamak, elbette bu işi toprağın üzerinde yapmaktır. Topraktaki çeşitli besinler, madenler vb teorimizi besliyor. Beslenme kaynaklarımızla büyüttüğümüz teoriyi birbirinden koparmanın sonuçları bellidir. Buğdayın topraktan beslenerek filizlenmesi gibi, Bilimsel Sosyalizm de bilimden beslenerek büyüyecektir. Buğdayın sapında ve başaklarında bulunan bütün maddeler, sonuç olarak köklerindeki toprakta ve suda mevcuttur. Böyle bakarsak, bilim ile Bilimsel Sosyalizmin maddesinin aynı olduğunu saptayabiliriz. İkisi arasındaki ilişki, toprak ve sudaki maddelerin buğdaya dönüşmesinden başka bir şey değildir. Buradan hareketle, dönüşme olayını ihmal edersek, bilim ile Bilimsel Sosyalizmin aynı olduğunu söylemek bile mümkündür.

Sosyalizm adına bağnazlık yapanlar, besleyen ile filizlenenin maddesinin aynı olduğunu inkar etmektedirler. Sosyalizme düşmanlık bağnazlığında diretenler ise, dönüşme olayının önemini reddetmektedirler. Evet buğday, toprak ve sudan yeşermiştir; ama buğday diye de bir olgu vardır.

DİPNOTLAR

1 Bu konuda Doğu Perinçek’in yeni çıkan kitabına bkz. Kemalist Devrim 5 – Felsefi ve Milletlerarası Kaynakları- Kaynak Yayınları, İstanbul, Ekim 2006

2 Kurtuluş Savaşı’nın İdeolojisi – Hakimiyeti Milliye Yazıları -, Genişletilmiş 2. basım, Kaynak Yayınları, s. 100 vd.

3 Tarih IV, Üçüncü basım, Kaynak Yayınları, Haziran 2001, s. 59

4 Bkz. Doğu Perinçek, Kemalist Devrim 5 – Kemalizmin Felsefesi ve Kaynakları; ve Teori’nin bu sayısındaki “Atatürk ve Sosyalizm” başlıklı yazı

48

Page 49: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

İşçi Partisi 3. Genel Kongre

Raporu’nun

Teorik Miras Bölümü

Teori Sayı 54 Haziran 1994

V

TEORİK MİRAS

Bilimsel Sosyalizmin kurucusu Karl Marx, 70 günlük Paris Komünü deneyinden proletarya diktatörlüğü teorisini üretmişti. 1917 Ekim Devrimi'yle başlayan sosyalizmi kurma pratiklerinde ise, 70 yılı aşan bir deneyim birikti. Bu 70 yıl, insanoğlunun dünyayı değiştirme çabasında en yoğun ve en güçlü atılımı içermektedir. Böylesine dev bir pratik, Bilimsel sosyalist teoriye Paris Komünü'nün 70 günlük deneyimiyle karşılaştırılamayacak kadar zengin bir malzeme sunuyor. İşçi Partisi, program ve tüzüğünü sosyalizmin 1990'larda son bulan birinci dalgasının teorik kazanımları

temelinde üretmişti. Ancak bu teorik mirası, bir Parti belgesinde özetlemedik. Artık 20. yüzyılın sosyalizm ve sınıf mücadelesi pratiklerinin derli toplu bir teorisini yapmanın zamanıdır.

Çünkü Sovyetler Birliği'ndeki geri dönüş süreci sonuna varmış ve olgular. 1960'lardan bugüne uzanan tartışmaya ilişkin son sözünü söylemiştir. 19.Yüzyılın Avrupa Merkezli Sosyalizmi

Dünyamızdaki proleter devrimci pratik ve teorinin gelişmesini iki döneme ayırabiliriz. Birinci dönem, 1848'de Komünist partisi Manifestosu'yla başlar ve 1871 Paris Komünü sonrasına kadar uzanır. İkinci dönem, 1917 Ekim Devrimi'yle başlar ve Sovyetler Birliği'ndeki geri dönüş sürecinin

tamamlanmasına kadar uzanır. Kısaca 19. Yüzyıl Sosyalizmi ve 20. Yüzyıl Sosyalizmi diye ifade edebileceğimiz bu dönemleştirme,

dünyamızın ekonomik-politik süreçlerindeki köklü değişikliklerle çakışır, daha doğrusu bu köklü değişimlerden kaynaklanır.

19. yüzyılda dünya devriminin merkezi, gelişmiş kapitalist ülkelerdeydi, başka deyişle Avrupa'daydı. Ekim Devrimi, "Proletarya Devrimleri ve Kurtuluş Savaşları Çağı"nı açtı. Kapitalizm, artık emperyalizm

aşamasına ulaşmıştı. Bu koşullarda dünya devriminin merkezi, gelişmiş kapitalist ülkelerden Ezilen Dünya'ya doğru kaydı.

Bilimsel Sosyalizmin ilk dönemine 19. yüzyıl gerçeği damgasını vurmuştu. O zaman dünyanın tarih yapan haritası, Avrupa'dan ibaretti. Kuzey Amerika da, Avrupa'nın kapitalist uygarlığının bir parçasıydı. Asya, Afrika ve Latin Amerika, insanlığın ortak gelişme yatağına henüz girmemişlerdi. Bu koşullarda 19. yüzyılda devrim odağı Avrupa'daydı, olgu buydu.

Marx ve Engels, materyalist oldukları için, gerçeği olgularda aradılar. Gelişmiş kapitalist ülkelerde üretimin toplumsallaşması ile özel mülkiyet arasındaki çelişme, proleter devrimlerine yol açacaktı. Bu, bir kıta devrimiydi ve Avrupa ölçeğinde olacaktı; en azından en gelişmiş kapitalist ülkeleri kapsayacaktı. İktidarı alan proletarya, burjuvazinin devlet cihazını parçalamalı, devirdiği fakat bütün toplumsal, ekonomik ve ideolojik temelleriyle tasfiye edemediği burjuva sınıfı üzerinde sınıf diktatörlüğü uygulamalıydı.

Bilimsel Sosyalizmin kurucuları, ortaya koydukları bu devrim modelini 1848 devrimleri ve 1871 Paris Komünü pratiklerinden çıkardılar. 19. yüzyılın sınıf mücadelesi ve devrim pratikleri, hem Marx ve Engels'in teorisine malzeme oldu, hem de teoriyi doğruladılar. 19. yüzyıl Avrupa'sının sanayi kentleri, büyük proletarya hareketlerine sahne oldu. İşçi sınıfı 1871 yılında Paris'te ayaklanarak ilk kez iktidarı ele geçirdi. Paris Komünü, yayılamadığı ve burjuvazinin devlet aygıtını parçalayamadığı için ancak 70 gün yaşayabildi. Devrilmiş olan burjuvazi, yeniden toparlandı ve Alman burjuvazisiyle de işbirliği yaparak Paris Komünü'nü yıktı. 20. Yüzyılda Devrim Odağı: Ezilen Dünya

20. yüzyılın en büyük gerçeği, Asya, Afrika ve Latin Amerika'daki muazzam insan gücünün dünya siyaset sahnesine çıkması, bir anlamda dünya tarihine tüm ağırlığıyla girmesidir. Ezilen Dünya'yı, insanlığın ortak gelişme yatağına emperyalizm çekti. Kapitalizmin tüm dünyaya yayılması, anti-kapitalizmin de Avrupa dışına taşması sonucunu verdi. Bu anti-kapitalizm, çevre halkların metropollere muhalefeti idi, yani anti-emperyalizmdi. Kapitalizm, Avrupa'daki ölümcül krizine genişleyerek çare bulabildi. Fakat bu "çare", krizin tüm dünyaya yayılmasından başka bir sonuç vermedi.

19. yüzyılda Avrupa ve yakın çevresi, burjuvazi-proletarya olarak ikiye bölünmüştü. 20. yüzyılda ise, dünyadaki ana bölünme, ezen ve ezilen uluslar biçiminde gerçekleşti. Bu bölünme, sınıf mücadelesinin uluslararası alanda devamıydı. Lenin, 19. yüzyılın devrim ve sosyalizm stratejisini esastan değiştiren bu gelişmeyi, dünya tahlilinin temeline oturttu ve Komünist Enternasyonal Kongresine sunduğu tezlere temel aldığını belirtti.

49

Page 50: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

20. yüzyıla göz attığımızda, ezen-ezilen çelişmesinin, dünya çapındaki başlıca çelişmeler içinde baş çelişme olduğunu görüyoruz. Proletarya devrimleri, ezilen halkların emperyalizme karşı işçi sınıfı önderliğinde verdikleri mücadelelerde gündeme geldi.

Çağımızın temel özelliklerinden biri, devrim akımının Batı'dan Doğu'ya, Kuzey'den Güney'e, kapitalist merkezlerden çevre ülkelere doğru kaymasıdır. Kapitalizmin emperyalist aşamaya geçmesi, dünyanın ezen ve ezilen uluslar olarak ikiye bölünmesi, sömürünün ve dolayısıyla çelişmelerin çevre ülkelerde yoğunlaşması, devrim merkezinin bu yöne kaymasını getirmiştir.

Sosyalizmi "geri" ülkelerde kurma çabası, umutsuz bir zorlama mıdır, tarihe çalım atma gayreti midir? 20. yüzyıl sosyalizmleri başından beri bu eleştiriyle karşılaştılar. Eleştirenler arasında, kafaları 19. yüzyılda kalmış bazı "marksistler" de vardı.

Kim ne derse desin, insanlığın kapitalizmi şu veya bu düzeyde aşan yaşanmış bütün deneyleri, bu "geri" denilen ülkelerde gerçekleşti. Teori, alçak gönüllü olmalıdır, oturup bu olgunun nedenlerini tahlil etmelidir. Teori pratiğe uymadığı zaman, pratik yok sayılamaz, teori değiştirilir.

19. yüzyıldan farklı olarak, dünyanın devrime ve sosyalizme daha yakın kesimi, artık en ileri kapitalist ülkeler değil, kapitalizmin daha geri aşamalarını yaşayan ülkelerdir. Yüzyılımız gerçeğinin baştan sona kanıtladığı bu saptama, teorik hazinemizin köşe taşlarından birini oluşturur. Başarıya ulaşabilecek bir devrim stratejisi için öncelikle belirlenecek gerçek budur.

20. yüzyılda Bilimsel Sosyalizm, Avrupa-merkezli olmaktan çıkmış, dünyalılaşmıştır. Avrupa'nın ağırlığı ikinci plana düşmüştür. Günümüzden geçmişe doğru bakıldığında daha açık görüldüğü gibi, Ekim Devrimi klasik 19. yüzyıl Avrupa devrimi değil, "geri" ülke devrimidir. Rusya, Avrupa'nın en geri, Asya'nın ise en ileri ülkesiydi. Rusya'da başlayan devrim, Batı'ya doğru değil, daha Doğu'ya, Asya'nın içlerine doğru yayılabilmiştir. Lenin ve Bolşevikler, 1920'lere kadar ısrarla Avrupa proletaryasından devrim beklediler ve bunu Sovyet iktidarının yaşayabilmesinin koşulu olarak gördüler. Fakat özellikle Almanya ve İtalya'daki proletarya ayaklanmalarının başarısızlıkla sonuçlanması üzerine gözlerini Doğu'ya diktiler.

Ekim Devrimi, 19. yüzyıl devrimlerinden 20. yüzyıl devrimlerine geçiş sürecinde, yeni devrim odağının henüz tam belirginleşmediği bir aşamada gerçekleşti. İki dönemin özelliklerini de bağrında taşıyordu. Fakat devrimin, İngiltere, Fransa, Almanya gibi zamanın en gelişmiş kapitalist ülkelerinde değil de Rusya'da olması, sürecin yönünü gösterir. Rusya, ilerilerin en gerisiydi. Fakat günümüzden arkaya doğru bakarsak, Ekim Devrimi'nin ileri ülkelerin en gerisinde değil, geri ülkelerin en ilerisinde gerçekleştiğini belirleriz. Nitekim 1917 devrimi, Avrupa devrimini değil, Asya, Afrika ve Latin Amerika devrimlerini, ulusal kurtuluş savaşlarını ateşledi. Dünya kapitalizmi metropollerini koruyabildi, fakat sömürgeleştirmek istediği geniş alanlarda Ekim Devrimi'nin rüzgârını bastıramadı. Sovyet Devrimi'ni, Doğu Avrupa devrimleri, özellikle Çin Devrimi, Kore, Küba, Hindicini devrimleri ve tüm dünyada güçlü bir akım olan bağımsızlık mücadelesi izledi. Dünya Çapında Cepheleşme ve Emperyalizmin Zayıf Halkası

20. yüzyılın temel gerçeklerinden biri de, sermayenin dünya çapında yayılması ve yeryüzünün büyük emperyalist devletler tarafından paylaşılmasıdır. Bu gelişme, proletaryanın devrim stratejisine önemli bir değişiklik getirdi. Devrim, artık 19. yüzyıldaki gibi herhangi bir ülkenin burjuvazisi ile proletarya arasında ulusal düzlemle sınırlı bir hesaplaşmanın ürünü olmayacaktı. Devrim, dünya ölçeğindeki cepheleşmenin belirli bir ülkede sonuç vermesiyle gerçekleşebilirdi. Dünya çapındaki emperyalist sömürü zinciri, en zayıf halkasından kırılacaktı.

20.yüzyılın bütün başarılı devrimlerinde ülke emekçileri, emperyalizmle karşı karşıya geldiler. İktidarı ele geçirmek, korumak ve sosyalizmi kurmak için emperyalist müdahaleyi boşa çıkarmak gerekti.

Çağımızda emperyalizmi gözardı eden hiçbir devrim stratejisi başarıya ulaşamadı ve ulaşamaz. Devrim ile karşı-devrim güçlerinin dünya çapında cepheleşmesi, dünya ölçeğinde hesaplaşma perspektifini zorunlu kılar. Devrim elbette dünyanın her tarafında birden değil, emekçi kuvvetlerin en güçlü olduğu, dolayısıyla emperyalist zincirin en zayıf olduğu ülkede gerçekleşecektir. Dünya Devrimine Giden Biricik Yol: Ülke Devrimleri

Dünyanın ezen ve ezilen uluslara bölündüğü ve dünya çapında emperyalist zincirin oluştuğu çağımız koşullarında, devrim atılımını öncelikle Kuzey'den, Amerika'dan, Avrupa'dan veya Japonya'dan beklemek, devrimi olanaksız kılmanın teorisidir. Gelişmiş kapitalist ülkelerde devrim, Ezilen Dünya'daki devrimlerin yarattığı koşullarda olacaktır. Tek tek ezilen ülkelerdeki devrimler, emperyalizmin merkezindeki devrimleri zorlayacaktır. Dünya devrimi, tek tek ulusal ölçekteki devrimlerin ve sınıf mücadelelerinin yarattığı birikimin ürünü olacaktır.

Günümüz dünyasında herhangi bir ülkede sosyalizmin kuruluşunun ölçütü olarak devletin sönmesi getirilemez. Böyle bir ölçüt, 19. yüzyılın dünya devrimi varsayımından kaynaklanıyor ve emperyalizmi gözardı ediyor. 20. yüzyıl pratiklerinin de kanıtladığı gibi, ezilen bir ülkede gündeme gelen sosyalizmi inşa pratiklerinde, emperyalizmin varlığı ve iç savaş tehditi nedeniyle, başlangıçta emekçi devletinin sönmesi beklenemez. Tersine şiddetlenen sınıf mücadelesi, bir süre için emekçilere devletlerini güçlendirme ihtiyacını dayatacaktır. Geri ülkede sosyalizm kurulabilir, ancak geri dönüş tehlikesine karşı sınıf mücadelesi daha keskin olacak ve uzun sürecektir.

Tek ülkede sosyalizm için mücadele, dünya devrimine giden biricik yoldur ve biricik enternasyonalist teoridir.

50

Page 51: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Ancak deneyimler, sosyalizmin ancak büyük ölçeklerde yaşayabileceğini kanıtladı. Dünya kapitalist sisteminden kopabilmek için, sosyalizmin belli bir insan ve üretim potansiyeline, az çok geniş bir coğrafyaya ve iç pazara ihtiyacı vardır.

Bu geniş ölçeği, tek bir ülke de oluşturabilir, birden çok ülke de. Türkiye, sosyalizmi kurmak için oldukça geniş ve elverişli bir ölçektir. Köylülüğün Devrimci Potansiyeli

Devrim merkezlerinin kapitalist metropollerden çevreye kayması, köylü meselesini daha da önemli kıldı. Çünkü Ezilen Dünya'da yoğun köylü yığınları yaşıyordu. Proletarya, bu köylü denizinin ortasındaki sanayi merkezlerinden oluşan adalarda toplanmıştı. Köylü kitleleri emperyalist sömürü ve zulümle karşı karşıya bulunuyordu. Köylüye dayanmayan, onun taleplerini dikkate almayan, onu devrime katarak dönüştürmeyi benimsemeyen bir devrim stratejisi olanaksızdı. 20. yüzyıl devrimcilerinin Rusya, Çin, Kore, Küba, Hindiçini devrimleriyle kanıtlanmış gerçeği budur. Proletarya, gerek devrimde gerek sosyalist kuruluşta, emekçi köylülükte temel müttefikini buldu.

Ezilen ülkeler, emperyalizm çağında kendi iç dinamikleriyle kapitalistleşme, kendi burjuvazileri önderliğinde feodalizmi tasfiye ve bu anlamda demokratikleşme olanağını kaybettiler. Emperyalizm girdiği ülkede kendine bağımlı işbirlikçi bir kapitalist sınıf yarattı ve feodal gericilikle işbirliği yaptı. Gerek emperyalist burjuvazi, gerek ezilen ülke burjuvazisi, 20. yüzyılda feodalizmi yıkacak dinamiklerden artık yoksundu. Geniş halk kitlelerinin feodalizmden kurtuluş, demokratikleşme ve aydınlanma gibi ihtiyaçları, proletaryanın omuzlarına bindi ve ezilen ülke devrimlerinin karakterini belirledi.

Köylülük, kapitalizmin gelişme aşamalarında görüldüğü gibi, artık burjuvazinin bir müttefiki değil, proletaryanın bir müttefiki durumuna geldi. 19. yüzyıl Avrupa'sındaki temel saflaşmada, proletarya ile burjuvazi karşı karşıyaydı. 20. yüzyıl devrimlerinde ise, emperyalizm-işbirlikçi burjuvazi-feodal ağa ittifakına karşı işçi-köylü ittifakı ekseninde birleşen halkın yer aldığı yeni bir saflaşma ortaya çıktı. Feodalizme karşı mücadele ile emperyalizme-kapitalizme karşı mücadele birleşti. Köylü kitleleri devrimin gücü haline geldi. Köylülükteki bu devrimci gücü kavramayanlar, 20. yüzyıl dünyasına 19. yüzyılın kütüphane pencerelerinden baktılar; ne kadar saf sosyalist ve saf proleterci geçinseler de, sosyalizmi ve proletarya iktidarını olanaksız gören bir konuma düştüler. Ezilen Dünya'da ortaya çıkan ve Avrupa-merkezli revizyonizmin beslediği bu eğilim, aynı Avrupa'da olduğu gibi, burjuvazinin feodalizmi tasfiye edeceği hayalini besledi ve beklemeye geçerek devrimin dışına düştü, giderek emperyalizmin safına geçti. 20. yüzyılda köylülüğün devrimci potansiyelini reddetmenin varacağı başka bir yer yoktu.

Tarihin eşitsiz ve sıçramalı gelişim yasası, 20. yüzyıl boyunca hükmünü yürüttü. Avrupa'nın aydınlanma hareketi ve sanayi devrimi 19.yüzyıl ortalarına kadar burjuvazi önderliğinde gerçekleşmişti. Emperyalizm, kapitalizm öncesi ilişkiler içinde bulunan ülkelere bu yolu kapattı. 20. yüzyılla birlikte kapitalizm, aydınlanma ve ilerleme barutunu tüketti. Ezilen Dünya'nın aydınlanma ve gelişme sorunu, artık kapitalistleşme sorunu değil, emperyalizme karşı mücadele ve özellikle sosyalistleşme sorunuydu. Geride kalan, ileride olandan artık daha ileri bir potansiyel taşıyordu. Aşamalı ve Kesintisiz Devrim

Devrimin merkezinin kapitalistleşme açısından daha geri ülkelere kayması ve yoksul köylü kitlelerinin taleplerinin proletaryanın gündemine girmesi, beraberinde aşamalı devrim olgusunu da getirdi. Yine çağımızda devrimin emperyalizmle hesaplaşmayı zorunlu kılması da, aşamalı devrimi dayattı.

Proletarya, sosyalizm ve sınıfsız toplum hedefine ulaşabilmek için, ilk aşamada programına toprağın işleyene dağıtılması, bağımsızlık, özgürlük, ulusal eşitlik, aydınlanma, insan hakları gibi sosyalizm öncesi demokrasi taleplerini aldı. Bu talepler burjuva demokratik karakterdedir. Sosyalizm ise, üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti, toprakta kolektifleştirme ve proletarya enternasyonalizmi gibi sınıfsız topluma ilerleyen hedefleri içerir. 20. yüzyıl devrimlerinde, 19. yüzyılın Avrupa modelinden farklı olarak iki ayrı devrimin talepleri iç içe geçti. Rusya'da 1917 Şubat'ındaki demokratik devrimi Ekim'de sosyalist devrim izledi. Tarımda sosyalizm programının uygulanmasına ise, ancak 1929 yılındaki kolektifleştirmeyle başlandı. Doğu Avrupa devrimleri ise, Hitler ve Mussolini faşizmlerine karşı yurtsever-demokratik devrim aşamasından geçerek sosyalizme ilerledi. Sovyet deneyi ve özellikle Çin deneyi başta olmak üzere çağımızın bütün devrimleri, aşamalı devrim teorisinin parlak birer uygulamasıdır.

Dünyadaki devrim pratikleri göstermiştir ki, Ezilen Dünya ülkelerinde "bir çırpıda sosyalizm" dayatması, emperyalizme karşı en geniş güçleri birleştiremez, işçi-köylü ittifakını bozar, iktidarın kazanılmasını olanaksız kılar, dolayısıyla sosyalist kuruluşu da olanaksız hale getirir. Sosyalizm ve sınıfsız toplum temelinde ilerlemek, "bir çırpıda sosyalizm"le değil, "aşamalı ve kesintisiz devrim" yolundan mümkündür. Proletarya Önderliği, Öncü Parti ve Kitle Çizgisi

Marx, devrimde ve sosyalist kuruluşta proletarya önderliğinin gerekli olduğunu saptamıştı. 20. yüzyıl sosyalizm deneylerinin işçi sınıfının azınlıkta ve köylülüğün yoğun olduğu ülkelerde gerçekleşmesi, proletarya önderliğinin önemini bir kat daha artırdı. Anti-emperyalist ve demokratik görevlerin tamamlanabilmesi ve kesintisiz olarak sosyalist kuruluşa geçilmesi için, işçi sınıfı önderliği zorunluydu. 20. yüzyıl devrimleri bu gerçeği kanıtladı. Sınıfın etkili olmadığı anti-emperyalist mücadeleler, demokratik görevi başaramadığı gibi, kısa sürede yeniden emperyalizmin ağına düştüler. Milli burjuvazi önderliğindeki Türkiye'nin Kurtuluş Savaşı ve

51

Page 52: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

sonraki süreç bu olumsuz deneyimin en çarpıcı örneğidir. 20. yüzyıl deneyleri, partisiz devrim olamayacağını kanıtladı. Bütün başarılı sosyalist devrimler,

proletaryanın öncülerini birleştirmiş, kitleler içinde kök salmış, sağlam bir ideolojik, politik ve örgütsel çizgi tutturmuş öncü partilerin kurmaylığında hayat bulabildi.

Öncü, Lenin'in bir icadı değil, fakat toplumsal bir gerçektir. Her sınıfın bilinçli ve ileri bir kesimi vardır. Yine her sınıfı, bu öncü uyandırır, yönlendirir. Sınıf mücadelesinin de bir kurmayı vardır. Kurmaydan yoksun olan bir sınıf, devrim yapamaz.

Öte yandan devrim, sırf öncüyle başarılamaz. Sınıftan kopuk "öncü savaş" yoluyla kotarılmış bir tek devrim örneği yoktur. Bu tür girişimler, hüsranla sonuçlandı ve ancak kendi çıkmazını kanıtladı. Gerek iktidarın ele geçirilmesi gerekse sosyalist kuruluşta, devrimin kitlelerin eseri olabileceği doğrulandı. Proletarya önderliği, öncü parti ve kitle çizgisi, başarılı bir devrimin birbirine bağlı üç temel unsurudur. Stalin'in Sosyalizmde Direnme Çizgisi ve Stalin'i Aşmak

Stalin dönemi, ilk sosyalizmi inşa deneyimini içerir. İlk olması, en lekeli olmasını da getirdi. Stalin'in önderlik ettiği sosyalist iktidarın tarihsel konumunu belirleyen eylemi, özel mülkiyete karşı amansız bir saldırı ve köklü bir tavırla statükonun üzerine yürümesidir. Stalin, kapitalizmden kopmada ve sosyalizmi inşa etmede ısrar çizgisiyle tarihteki yerini almıştır; sosyalizmin safındadır ve bize aittir.

Bu saptamayı yapmak, Stalin'i aynen tekrar etmek anlamına gelmez. Yalnız sosyalizmi yıkmak isteyenler değil, ilk deneyi aşmak isteyenler de Stalin'i eleştirmek durumundadırlar. Ancak bu eleştiri, kapitalizm cephesinden değil, sınıf mücadelesi ve sosyalizm cephesindendir. Stalin sonrası sosyalizm pratikleri, özellikle Mao'nun önderliğindeki Çin pratiği o dönemden dersler çıkarmış ve Stalin'i aşmıştır.

Kitlelerin yorulduğu ve sosyalizmin inşasında tıkanıklığın başgösterdiği bir dönemde, Stalin önderliğindeki öncü, parti ve devlet mekanizmasını aşırı kullanarak bunalımı aşma yoluna gitti.

Stalin, 1936 yılında, üretim araçlarının kolektifleştirilmesi esas olarak tamamlandıktan sonra, Sovyetler Birliği'nde sınıf mücadelesinin sona erdiği tezini ileri sürdü, artık kapitalizme geri dönüş tehlikesi kalmamıştı. Oysa hayat, kolektifleştirmeden sonra da sınıf mücadelesinin devam ettiğini gösterdi. Stalin, sınıfların varlığını reddettiği için, Parti içindeki kapitalizm yolcularını "ajan", "yıkıcı", vb. olmakla suçladı. Böylece sınıf mücadelesi, "ajanlara" ve "yabancı devletlerin yıkıcı faaliyetlerine" karşı mücadeleye indirgendi. Bu tavır nedeniyle, ideolojik mücadele ve kitle inisiyatifi önemsizleşti; polisiye önlemler, siyasal ve ideolojik mücadelenin önüne geçti. Ayrıca halk içindeki çelişmeler yer yer düşmanca yöntemlerle ele alındı, hatta sosyalist yasallığa ve ahlâka aykırı uygulamalara bile girişildi. Bu yöntemler, emekçileri pasifleştirdi ve yabancılaştırdı, öncüyü kitlesinden kopardı, sosyalizmin biricik itici gücü olan emekçi hareketini köreltti, sosyalist demokrasinin koşullarını baltaladı.

Sovyetler Birliği'nde Stalin çizgisinin alternatifi olan Troçkizm, tek ülkede sosyalizmin kurulamayacağını iddia etmişti. Oysa devrim yapmış bir sınıfın sosyalizmi kurmada direnmek dışında devrimci bir seçeneği yoktu. Sovyet Devrimi'nin dünya devrimine katkısı da ancak bu yoldan olanaklıydı. Sovyetler Birliği, Stalin'in önderliğinde "tek ülkede sosyalizmi" kurmada direnerek, İkinci Dünya Savaşı'nda faşizmin yenilgiye uğratılmasında belirleyici bir rol oynadı, emekçi devrimleri ve sömürgelerin kurtuluşu için elverişli güç dengelerini yarattı. Sovyetler Birliği, bir bakıma kendisini feda ederek insanlığın gelişme yolu üzerindeki hendeği doldurdu. Yine Sovyet pratiği, ilk sosyalizm deneyimiyle, daha sonraları Mao Zedung'un katkılarında ifadesini bulan daha gelişmiş sosyalizm pratiklerine ve teorisine de basamak oldu. Revizyonizm Kapitalizme Götürdü

Kruşçev önderliğinde bir hakim sınıf haline gelen Sovyetler Birliği'nin devlet burjuvazisi, 1990'a kadar süren otuz yılı aşkın gelişme sürecinde, "kapitalizmle yarış" adı altında kapitalist üretim, tüketim, bölüşüm ve sanayileşme modelini benimsedi. Çağımızda herhangi bir azınlık sınıfın rejimi, hele gelişmiş bir sanayi ülkesinde ancak burjuva karakterde olabilir, ancak burjuvazinin programıyla ekonominin çarkını çevirebilir ve ancak burjuvazinin dünya görüşüyle emekçi kitleler üzerinde hegemonya kurabilir.

Sovyetler Birliği'nin devlet burjuvazisi, ABD ile rekabetin öne çıktığı dönemlerde, aslında emperyalistler arası çelişmelerden kaynaklanan bu rekabeti, sistemler arası bir mücadele gibi yansıttı ve burada Bilimsel Sosyalizmin devrimci mirasından ve Sovyet Devrimi'nin Lenin ve Stalin dönemindeki saygınlığından yararlandı.

Ancak Sovyetler Birliği'nin devlet burjuvazisi, devlet mevkilerinin sağladığı rantlar biçimindeki sömürü sistemi tıkanınca, artı değerin piyasa mekanizmaları içinde kârla dağıtıldığı sisteme geçerken, yönettiği sınıf hakimiyeti sisteminin adını da koydu. Böylece Bilimsel Sosyalizm maskesini attı, Stalin düşmanlığından Lenin ve Marx düşmanlığına sıçrayarak, süreci doğal sonucuna götürdü.

Gorbaçov, emperyalizmin küreselleşme teorisiyle ve "Yeni Dünya Düzeni" projesinin savunucusu olarak ortaya çıktı. Kapitalist dünyanın merkezlerinde üretilen "değişim" doktrini, dünyanın her yerinde temsilcilerini buldu. Gorbaçov ile Turgut Özal'ın tezlerinin aynı olması, aynı ekonomik ve ideolojik kaynağa bağlı olmalarından ileri geliyordu.

Gorbaçov, başlıca üç tez öne sürdü:

- Sınıf mücadelesi ve devrimler çağı geçmiştir. - Ezen-ezilen, gelişmiş-gelişmemiş bütün ülkeler karşılıklı bağımlılık içindeydiler (Interdependence). - Kapitalizm ve sosyalizm buluşmaya gidiyorlardı (Convergence).

Bu tezler, neresinden bakılırsa bakılsın, dünya sermayesinin ideolojisini seslendiriyordu; uluslararası

52

Page 53: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

kapitalist piyasa ile alabildiğine bütünleşmeyi amaçlıyordu. Sovyetler Birliği'nin kapitalizme geri dönüşü resmen de ilan edeceği sırada bu tezleri açıklaması, doğaldı.

Sovyet hakim sınıfının kuyruğuna takılan bir çok partinin, bu tezleri benimsemesi ve Gorbaçovculuğu emperyalistlerle birlikte savunması da, şaşırtıcı değildi. Modern Revizyonizm, yalnız Sovyetler Birliği'nde değil, dünyanın her yerinde sosyalizm saflarında önemli tahribat yapmıştı.

Ne var ki, Sovyet Revizyonizminden etkilenen partilerin, Sovyet burjuvazisi gibi bir sınıfsal temelleri yoktu. Bu partiler içinde, kendi halklarına değil, fakat Sovyetler Birliği'ne bel bağlayan bir burjuva eğilim yanında, kendi halklarının mücadelesi saflarında yer alan bir kanat da vardı. O nedenle Sovyet Revizyonizminden etkilenen partilerde bölünmeler oldu. Gorbaçov'un burjuva tezlerine cephe alan parti ve gruplar, adım adım Sovyetler Birliği'nde geri dönüş sürecinin eleştiri ve tahliline de girdiler.

Aynı süreci Türkiye'de de yaşadık. Başta TBKP olmak üzere çeşitli revizyonist parti ve gruplar bölündüler. Bunların önderlikleri "Yeni Dünya Düzeni" saflarına katıldılar, büyük burjuvazinin "değişim" projesi içindeki yerlerini aldılar. Sosyalizmde direnenler ise, belli bir ideolojik devrimcileşme sürecine girdiler.

Gerek Sovyetler Birliği'nde gerekse ülkemizde yaşanan deneyim, Revizyonizmin burjuva ideolojisi olduğunu kanıtlamıştır. Revizyonizm, sosyalizmin bir türü değildir. Revizyonist teori ve programla devrim yapılamaz, sosyalizm kurulamaz. Revizyonizm, devrime karşı koyar ve kapitalizme götürür. Revizyonizm kapitalizme hizmet etmiş ve burjuvaziye güç taşımıştır. Mao, "Revizyonizm burjuvazi demektir", saptamasıyla, bu tarihsel gerçeği daha 1960'larda özetlemişti. Mao Zedung'un Sosyalizmde Sınıf Mücadelesi Teorisi

19. yüzyılın büyük ustalarının sosyalizmin kuruluş sürecine ilişkin teorileri sınırlıydı. Çünkü o zaman henüz dişe dokunur bir sosyalizmi kurma pratiği yoktu. Marx ve Engels, çok kısa da sürse tarihin ilk proletarya iktidarı olan 1871 Paris Komünü'nü derinlemesine incelediler ve dersler çıkardılar. Marx, Paris Komünü'nün "işçi sınıfının hazır devlet aygıtına el koymakla yetinip onu kendi amaçları doğrultusunda kullanamayacağını" kanıtladığını belirtir. Burjuva devlet aygıtı parçalanmalı ve yerine "proletarya diktatörlüğü" kurulmalıdır. Geçmiş burjuva devrimleri ve Paris Komünü deneyiminden hareketle karşı-devrim tehlikesinin ancak yıkılan hakim sınıftan gelebileceği belirlenmiş ve proletarya diktatörlüğü bu bağlamda zorunlu görülmüştü.

20. yüzyılda ise, dev sosyalizm pratikleri gerçekleşti. Bu pratikler kapitalistleşme açısından geri ve köylülüğün yoğun olduğu ülkelerde yaşandı. Bu toplumsal yapı, sosyalizmin kuruluş sürecinin sorunlarını da belirledi.

Üretim araçlarının büyük sanayiden başlayarak toplumsallaştırılmasıyla birlikte kapitalizme geri dönüş tehlikesinin de kalkacağı düşünülüyordu. Bu görev tamamlandıktan sonra sınıflar ve sınıf mücadelesi son bulacak, geri dönüşün toplumsal ve ekonomik zemini yok olacaktı. 19. yüzyıldan kalan bu teori, 1960'larda Sovyetler Birliği'nde yoğunlaşan olgular karşısında geçerliğini kaybetti. Revizyonizmin Sovyetler Birliği'nde iktidara gelişi, sosyalist harekette yeni bir bunalım yarattı.

Bu noktada Mao Zedung, Sovyetler'deki geri dönüş sürecini ve Çin pratiğini tahlil ederek "Proletarya iktidarı altında devrimi sürdürme teorisi"ni ortaya koydu.

Sosyalizm, proleter devrimiyle başlayan ve sınıfsız topluma kadar sürecek uzun bir tarihi dönemi kapsar. Bütün bu süreç boyunca üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti esas olarak tamamlandıktan sonra da, kapitalizme geri dönüş tehlikesi hâlâ vardır; iki sınıf, iki yol, iki çizgi arasındaki çelişmeler devam eder. Başka deyişle proletarya ile burjuvazi, sosyalist yol ile kapitalist yol, Bilimsel Sosyalizm ile Revizyonizm arasındaki mücadele sürer. Bir hukuki biçim olarak toplumsal mülkiyet, geri dönüş tehlikesini bütünüyle bertaraf edemez. Üretim araçlarının mülkiyetinin toplumsallaştırılmasından sonra esas tehlike, tasfiye edilen burjuvaziden değil, bizzat parti ve devlet aygıtı içinde yer alan mevki sahibi kapitalist yolculardan kaynaklanır. Sınıfsız topluma ilerleyen sosyalizmi kurma sürecinin itici gücü, sınıf mücadelesidir, emekçi kitlelerin inisiyatifidir, devrimdir.

Mao'nun teorisi, burjuva çoğulculuğunu merkez alan burjuva demokrasisinden de köklü bir kopuşu temsil eder, yeni bir emekçi demokrasisi geliştirir. Parti, devrimin gereğidir, varlık nedeni yönetmek değil, sınıfa hizmettir. Sosyalizmin güvencesi, emekçilerin iktidarı yaygınlığına ve derinliğine yeniden ve yeniden fethetmesidir. Parti, bu inisiyatifin önderi olabildiği sürece sosyalizm yolunda ilerleyebilir. Sosyalizmin kuruluşu için sıradan emekçi kitlelerin inisiyatifini seferber etme ve onları öncülere dönüştürme görevini terk eden bir öncü, yozlaşma ve çürüme sürecine girerek, burjuva yolcular sınıfını oluşturmaya başlar ve emekçiler üzerinde diktatörlük uygulamaya yönelir. Böyle bir öncünün denetlediği devlet mülkiyeti de, artı değerin bir azınlık sınıf tarafından gaspedilmesine temel oluşturan bir tür özel mülkiyete dönüşür.

Sosyalizm, sıradan emekçinin öncüleşmesini, böylece öncüye ihtiyaç kalmayan bir toplumu hedefler. Sosyalist iktidar, her tür iktidarı, gereksiz kılma perspektifini taşır. Yönetme-yönetilme ilişkisinin adım adım ortadan kaldırılması, burjuva demokratik ilişkilerden köklü bir kopuşu temsil eder.

Mao'nun teorisi, Sovyetler Birliği'ndeki son gelişmelerle kanıtlandı. Bu teoriyi benimsemeden Sovyetler'deki çözülüşü açıklama ve burjuvazinin ideolojik saldırısını göğüsleme olanağı yoktur.

Bugün herkes Sovyetler Birliği'nde sosyalizmden geri dönüldüğünü görüyor, otuz yıllık tartışma bitti. Fakat sorun gözlemi teori düzeyine yükseltmektir: Rusya'da kapitalizme geri dönülmesi, ülkeyi kapitalizme götüren bir hakim sınıfın 1990'dan önce oluştuğunu kanıtladı. Gorbaçov ve Yeltsin, 1917'de yıkılan burjuvazinin temsilcileri değildi, "Komünist" adını taşıyan Parti'nin ve "sosyalist" adını taşıyan bir devletin başta gelen sorumlularıydı. Üstelik çevrelerindeki Parti ve devlet yöneticileri de onlarla birlikte kapitalizme geçişe önderlik ettiler. Her toplumsal sistem, bir sınıf tarafından kurulur. Kapitalist sistemi de burjuvazi kurar. Rusya'da 1991 yılında açıkça ilan edilen kapitalizmi de, kapitalist sınıf getirdi. Ancak bu kapitalist sınıf, feodalizme karşı mücadele sürecinde

53

Page 54: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

değil, sosyalizmin yozlaşması sürecinde doğmuş ve kapitalizme geri dönüş sürecinde gelişmişti. Devlet iktidarını elinde tuttuğu için üretim araçlarını da denetimi altına alan bu yeni tipte burjuvazi, Kruşçev'le birlikte emekçiler üzerinde diktatörlük kurmuş ve kapitalizmin inşasına girişmişti. Gorbaçov ve Yeltsin'ler işte otuz yıldan uzun zamandır iktidarı elinde tutan bu sınıfın liderleriydi. Devlet burjuvazisi, daha önce oluştuğu ve iktidarı ele geçirdiği içindir ki, 1990 yıllarına gelindiği zaman, başında bulunduğu sistemin de adını koydu.

Yaşanan süreç, Mao'nun 1960'larda açıkladığı tahlili doğruladı. Böylece Mao'nun tezleri kanıtlandı ve teori haline geldi. Bilimsel Sosyalizmin Dünyalılaşması

20. yüzyılda Bilimsel Sosyalizme ilk önemli katkıyı, Ekim Devrimi'nin önderi Lenin yaptı. Lenin, kapitalizmin emperyalizm aşamasına geldiği gerçeğine dayanarak, çağımızda proletarya devriminin stratejisini belirledi, böylece 19. yüzyılın Avrupa merkezli teorisini aştı, Bilimsel Sosyalizmi dünyalılaştırdı.

Mao'nun sosyalizmde sınıf mücadelesi teorisi, Lenin'in katkısını tamamladı. Emperyalizm aşamasında devrimin geri ülkelere kayması, geri dönüş tehlikesini de kaçınılmaz olarak içeriyordu. Lenin, devrimin artık kapitalizmin en çok geliştiği ülkelerde olmayacağını açıklamıştı. Mao ise, sosyalizmin kuruluşu teorisini bu 20. yüzyıl gerçeği üzerine oturttu. Dünyanın ezilen kutbunda, kapitalizmin gelişmediği ülkelerde kurulan sosyalizm, geri dönüş tehlikelerini içeren uzun bir sınıf mücadelesi sürecinden geçerek sınıfsız topluma ilerleyecekti.

Mao, sosyalizmin sorunlarını emekçi kitleleri seferber ederek çözme teorisiyle Marx'ın teorisine derinlik getirdi. Marx, "En büyük üretici gücün devrimci sınıfın kendisi olduğunu" belirtmişti. Yine Marx, "Devrim niçin zorunludur" sorusuna şu yanıtı getirmişti: "Devrim, yalnızca yönetici sınıfı devirmenin başka bir yolu olmadığı için değil, fakat aynı zamanda onu deviren sınıf ancak bir devrim içinde kendisini geçmişin birikmiş tortularından temizleyebileceği ve böylece toplumu yeniden kurabileceği için de zorunludur."

Devrim yapan emekçi kitleler, en büyük üretici güçtür. Öte yandan yeni toplumu kuracak sınıf, ancak ve ancak devrim için ayağa kalkmış olan sınıftır. Emekçileri eski toplumun bütün yüklerinden ve olumsuz özelliklerinden arındıran süreç, devrimci kitle eyleminin kendisindedir.

Mao, devlet aygıtına değil, emekçi kitlelerin devrimci eylemine yaptığı vurguyla, sömürü, baskı ve yabancılaşmadan arınmış yeni bir toplum kurmak isteyenlere ışık bırakmıştır.

Mao Zedung'un proletarya iktidarı altında sınıf mücadelesi teorisi, Bilimsel Sosyalizmin 20. yüzyılda ulaştığı doruğu belirler.

Mao, bu teoriyle 19. yüzyıl sosyalizmini aşmış ve 21. yüzyılın yeni sosyalizm dalgası için temel oluşturmuştur. Bu nedenle Mao Zedung'un katkılarını içermeyen bir Bilimsel Sosyalizm artık düşünülemez. Kapitalizmle Yarışma Değil Kopuş

Sosyalizm, sınıflı toplumdan ve onun son biçimi kapitalizmden kopan ve onu aşan yepyeni bir uygarlık yaratma çabasıdır.

Avrupa-merkezli ideoloji, Ezilen Dünya'da ileri geçme potansiyeli görmüyor, ezilen halklara devrimi yasaklıyordu. Bu ideoloji, sosyalizm saflarına kapitalizmle yarışma projeleriyle yansıdı: "Geri" ülkeler, kapitalizmin ötesine geçemeyeceklerine göre, olsa olsa kapitalizmle yarışabilirlerdi.

Sovyetler Birliği, Kruşçev dönemiyle birlikte kapitalizmden kopuş çizgisini tamamen terketti ve yarışmacılığı benimsedi. Bu çizginin Stalin döneminden gelen ekonomist kökleri de vardı, fakat Kruşçev'le birlikte hakim hale geldi. Sovyetler Birliği, kapitalizmle yarıştıkça kapitalistleşti, Brejnev döneminde bazı dallarda yarışı önde bile götürdü, öne geçtikçe daha çok kapitalistleşti. Sonunda kapitalistleştiği için yarışı kaybetti. Yarışla başlayan süreç, yarışa girdiği için yarışı kaybetti. Sosyalizmi, kapitalizmin üretim ve tüketim ölçüleriyle yarışma olarak benimseyen ekonomist model iflas etti. 20. yüzyılın belki de en trajik olayı budur. Sovyetler Birliği'nin vardığı yeri, bir zamanlar yarışta kendisini alkışlayanlar dahil, herkes görebiliyor: Kapitalist sefalet, ulusal boğazlaşmalar ve barbarlık! Revizyonizmin kapitalizmle yarış felsefesi, 21. yüzyılın sosyalizm dalgasına eşsiz bir ders bırakmıştır.

Kapitalizmle yarışın temelinde, Avrupa-merkezli "üretici güçler teorisi" ve ekonomizm vardı. 20. yüzyılın sosyalizm deneyleri, 19. yüzyıl felsefenin bu büyük efsanesini paramparça etti.

Yasakçı ve yarışmacı çizgi, tarihin diyalektiğini kavramadı, Avrupa gelişim çizgisine, daha doğrusu burjuvazinin pozitivist tarih anlayışına takılıp kaldı. Aslında Avrupa tarihi de onları doğrulamıyor. Her toplumun "ilkel komünal-köleci-feodal-kapitalist-sosyalist" turnikeden geçen düz bir gelişim çizgisi izleyeceğine, her aşamanın her yerde sonuna değin yaşanacağına dair kaba materyalist anlayış, bu çizgiyi en fazla doğrular gibi gözüken Avrupa'da bile, tarihsel gerçeklere uymuyor.

Tarih, önderlik merkezlerinin değişmez değil oynak olduğunu, gerek Avrupa gerek dünya çapında birçok kez kanıtladı. Yeni bir üretim tarzı, ille de varolan üretim tarzını en ileri biçimde yaşayanların içinden çıkmaz. Toplumsal gelişmeye önderlik de, değişir. Aynı üretim tarzı içinde yer alan toplumlar eşit olarak gelişmezler. Bir önceki aşamada "geri" olanlar, bir sonraki çağa sıçramanın başına geçebilirler. Her üretim tarzı belli bir aşamadan sonra tarihi ilerletici rolünü kaybediyor. Eskiyen sistemde diretmek, çürümeyle sonuçlanıyor. Arkadan gelen ve bu çürümeyi yaşamadığı için belli birikimler taşıyan toplumlar, daha ileri üretim tarzına geçebiliyor ve ilerlemenin önderliğini alabiliyorlar. İlerlemenin yolu, çürüyenin peşine takılmak, ona yetişmeye çalışmak değil, ondan köklü bir kopuş, onu

yadsıyış ve aşmadır. Çünkü çürüyen artık ilerlemenin değil, tersine gerilemenin merkezi olmuştur. İleriymiş gibi gözükmesi, geçmişin belleklerde bıraktığı bir yanılsamadır. Bu yanılsama içinde, kapitalizme yetişmeye

54

Page 55: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

çalışanlar, aslında ileriyi yakalamış değil, geriye dönmüş oluyorlar. Kapitalist sistemden kopuş, dünya piyasasının sürekli ürettiği ekonomik hiyerarşiden, sömürü ve tahakküm

ilişkilerinden, dünya kapitalist sisteminin dayattığı işbölümünden ideoloji ve kültürden kopuş anlamına geliyor. Dünya kapitalist sisteminden kopmak, kuşkusuz piyasa ve meta ilişkilerini bir anda ortadan kaldırmak

anlamına gelmiyor, ancak uluslararası piyasanın dışardan dayattığı sistemin ve kuralların dışında kalabilmek, dünya ülkeleriyle ilişkileri bağımsız olarak yürütebilmek koşullarına kavuşmak anlamına geliyor. Kapitalist sistemden kopuş, güçlü bir halk inisiyatifini ve ayakları üzerinde durmak için yeterli ekonomik olanakları gerekli kılar. Bu nedenle kopuş, günümüz koşullarında göreli büyük ölçeklerde gerçekleşecektir. Tarihin En Yıkıcı Sistemi: Bugünkü Kapitalizm

Lenin, emperyalizmin çürüyen kapitalizm olduğunu tahlil etmişti. Günümüzde bu saptamanın hatalı olduğuna, kapitalizmin toplumları ilerletici potansiyelini henüz kaybetmediğine dair yaygın bir propaganda yapılıyor. Burjuva ideologlarından ve Gorbaçov'un tezlerinden kaynaklanan medya destekli bu propaganda, bazı "sosyalist" aydınlarda da yankı bulabiliyor. Onlara göre kapitalizmin de olumlu yanları vardır, sosyalizm kapitalist dünya sisteminden köklü bir kopuş olarak anlaşılmamalıdır, hatta sosyalizm ile kapitalizm buluşma yolundadırlar.

Oysa bireysel kâr ve mülkiyet sistemi, bugün geldiği noktada insan türünün varlığını sürdürmesi için vazgeçilmez olan doğal kaynakları yıkıma uğratıyor, gezegenimizi yaşanmaz hale getiriyor, dünyanın damını deliyor.

Kapitalizm, tekellerin diktasına dönüşerek, sömürü ve tahakkümü hem ulusal hem de uluslar arası boyutlarda ağırlaştırdı. Emperyalist-kapitalist sistem, insanlığı ulusal ve dinsel boğazlaşmalar içine iterek felaketlere ve savaşlara sürüklemekte, milyonlarca insanın kanına girmektedir.

Birey özgürlüğünü kutsadığı söylenen kapitalizm, bireyin iç dünyasını çürütüyor; birbirine benzeyen fakat birbirinden uzak, hatta birbirinin kurdu olan, parçalanmış, doğal tepkilerinden koparılmış; üretime, topluma, kendisine bile yabancılaşmış, yapayalnız bir insan tipi yaratıyor.

Kapitalizm, insanları "İletişim Devrimi"yle doğal ilişkilerinden ve hatta en yakınındakinden koparıyor, odasındaki ekrana bağımlı nesneler haline getiriyor, enayice pompalanan naylon ihtiyaçların peşinden koşan budalalar ordusu yaratıyor. İnsanlığın büyük bilimsel-teknolojik "zaferleri", ölüm makinelerine dönüşüp, yine insanların tepesine çöküyor. Ezenlerin Kuzeyi ile ezilenlerin Güneyi arasındaki kutuplaşma bugün öyle boyutlarda ki, insanlığın dörtte

birinden fazlasında aşırı beslenme bozuklukları görülüyor, dörtte üçü açlık sınırında yaşıyor, hatta açlıktan ölüyor.

Kısaca kapitalizm, yaşam, doğa ve insan ile derin bir çelişme içindedir. Emperyalist-kapitalist sistem, dünya kaynaklarının ve insan emeğinin tepesine çökmüş çok küçük bir azınlık ile insanlığın neredeyse tamamına yakını arasındaki çelişmeyi alabildiğine keskinleştiriyor. Kapitalizm, insanlığın büyük akışının sürmesi için sökülüp atılması gereken bir kabuk haline geldi. Bir zamanlar bayraktarlığını yaptığı, eşitlik, özgürlük kardeşlik gibi büyük insanlık ideallerinden ve gerçek insan ihtiyaçlarından koptu, gereksizleşti. Kapitalizm şartlarında insanlık ilerlemiyor, tersine ilerleme potansiyeli iğdiş ediliyor.

Lenin'in "emperyalizm, çürüyen kapitalizmdir" nitelemesi hiçbir zaman bugünkü kadar doğru olmadı. Sosyalizm hiçbir dönemde günümüzdeki kadar can alıcı bir ihtiyaç haline gelmedi. Bu durum kapitalizmin yıkılışının insanlığın gündeminde olduğuna işaret ediyor. 20. yüzyıl Sosyalizmi, bu büyük umudu, 19. yüzyıldan devralıp, gerçekleşebilir bir olgu haline getirdi ve 21. yüzyıla taşıdı.

Geleceğin anahtarı, kapitalizmden ve onun ölçülerinden köklü bir kopuşta, kapitalizmi eleştiren ve yıkan emekçi pratiklerindedir. 21. Yüzyıla Köprü

Bilimsel Sosyalizm, 19. yüzyıl Avrupası'nda doğdu ve 20. Yüzyıl dünyasına damgasını vurdu. Bilimsel Sosyalizmin teorisinin ortaya çıkması için gerekli birikim, gelişmiş kapitalist ülkelerde oluşmuştu. Ancak Avrupalılardan çok farklı kökenlere ve geçmişe sahip olan ezilen halklar, insanlığın ortak tarihinin yatağına girerken, işçi sınıfının insanlığa sunduğu bu ortak hazineyi, devrim pratiklerinde kılavuz olarak benimsediler.

Bilimsel Sosyalizm, düşünce hayatının sınırları içinde kalan bir doktrin değil, fakat dünyayı değiştiren insan eylemine ışık tutan bir devrim teorisidir; toplumdaki maddi bir gücün, insanlığın bugüne değin gördüğü en modern sınıfın, proletaryanın ideolojisidir.

Bilimsel Sosyalizm, insan pratiğinden üretilir ve insan pratiğinde hayat bulur, "bilimselliği" buradan gelir. İnsanlık, yüzyılı aşan bir süredir sömürü ve zulme karşı Bilimsel Sosyalizm bayrağı altında mücadele ediyor. Savunduğumuz ideoloji, çağımızda yüz milyonları harekete geçiren bir enerji kaynağı olmuş, böylece iddiasını kanıtlamış, doğruluğunu ve güvenilirliğini devrim yapan halkların pratiğinde göstermiştir.

Bilimsel Sosyalist Teori, 20. yüzyılda kendi içindeki 19. yüzyılla mücadele içinde gelişti. Sosyalist hareket içindeki bütün anlamlı iki çizgi mücadeleleri bu temelde gerçekleşti. 19. yüzyılda sıkışıp kalan Avrupa-merkezli Sosyalizm ile 20. yüzyılın Dünyalı Sosyalizmi çatıştı. Bilimsel Sosyalist Teori, 19. yüzyıl tutuculuğunu aşarak gerçeklerle birleşti ve halkların mücadelesinde maddi bir güce dönüştü.

Dönem ve içerik olarak birbirlerinden farkları bulunmasına rağmen, 2. Enternasyonal Revizyonizminin, Troçkizmin ve Kruşçev-Brejnev-Gorbaçov Modern Revizyonizminin ortak özellikleri, Avrupa-merkezli olmalarıdır. Kapitalizme bağımlılıkları buradan kaynaklanır. "Geri" halkların devrimci potansiyelini red, onlara

55

Page 56: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

sosyalizmi bir türlü yakıştıramama ve tepeden bakma, bu akımların ortak karakteridir. Ezilen halkları ve sıradan emekçiyi hor görme, her türden Revizyonizm ile has burjuva ideolojilerinin kesişme noktasıdır.

Sonuçta, revizyonist akımlar ya emperyalizme katıldılar (2. Enternasyonal ve Avrupa Komünizmi) veya

iktidarda emperyalist bir ideoloji haline geldiler (Kruşev-Brejnev-Gorbaçov Revizyonizmi), ya da hayattan koparak pratiğe giremediler ve dönüştürücülük gücünü yitirdiler (Troçkizm).

20. yüzyılda Bilimsel Sosyalizm, ideolojik planda Lenin ve Mao Zedung'un katkıları kanalında ilerledi. Bu çizgi, devrim yaptı, sosyalizmi kurma pratiğine girişti, dünyayı değiştirdi ve bu büyük pratikle teorideki büyük atılımların malzemesini de yarattı. Böylece 21. yüzyıla bir insanlık ve devrim köprüsü kurdu.

Dünya işçi hareketi, elbette 20. yüzyıl sosyalizmini de aşacaktır. Bu çabaya katkının bir tek yolu var: Örgütlü sınıf mücadelesi pratiğine girmek ve devrim için mücadele!

56

Page 57: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Teori Sayı 201 Ekim 2006

V. I. Lenin MARKSİZMİN ÜÇ KAYNAĞI VE ÜÇ BİLEŞENİ *

Marx'ın öğretisi, tüm uygar dünyada, Marksizmi bir tür "zararlı tarikat" olarak gören bütün burjuva (gerek

resmi, gerekse de liberal) bilimin en acımasız düşmanlığını ve en büyük nefretini üzerine çekmektedir. Zaten başka bir tutum da beklenemez, çünkü sınıf mücadelesi üzerine kurulu bir toplumda "tarafsız" herhangi bir sosyal bilim olamaz. Tüm resmi ve liberal bilim, şu ya da bu biçimde, ücretli köleliği savunur, oysa Marksizm bu köleliğe karşı amansız bir savaş açmıştır. Ücretli köleliğin var olduğu bir toplumda bilimin tarafsız olmasını beklemek, aynen, sermayenin kârını düşürerek işçilerin ücretini yükseltme sorununda fabrikatörden tarafsız olmasını beklemek gibi budalaca bir saflık olacaktır.

Dahası var. Felsefe tarihi ve sosyal bilimler tarihi, son derece açık biçimde Marksizmin dünya uygarlığının gelişmesinin anayolunun dışında oluşmuş herhangi bir kapalı, kemikleşmiş öğreti anlamında bir "sekterlik"e benzeyen hiçbir şey içermediğini göstermektedir. Tam tersine Marx'ın bütün dehası tam da, insanlığın en ileri düşünürleri tarafından ortaya atmış sorulara yanıt vermesinde yatmaktadır. Onun öğretisi, felsefe, politik ekonomi ve sosyalizmin en büyük temsilcilerinin öğretilerinin doğrudan ve dolaysız devamı olarak ortaya çıkmıştır.

Marx'ın öğretisi her şeye kadirdir, çünkü doğrudur. Kendi içinde bütünlüklü ve uyumludur, insanlara, hiçbir batıl inançla, hiçbir gericilikle, hiçbir burjuva köleliğinin savunulmasıyla uzlaşmayan bütünlüklü bir dünya görüşü verir. İnsanlığın on dokuzuncu yüzyılda Alman felsefesi, İngiliz politik ekonomisi ve Fransız sosyalizminin şahsında yaratmış olduğu en iyi şeylerin meşru mirasçısıdır. Şimdi Marksizmin bu üç kaynağı ve aynı zamanda bileşeni üzerinde biraz durmak istiyoruz.

I

Marksizmin felsefesi materyalizmdir. Tüm yakın tarihi boyunca Avrupa'da ve özellikle de on sekizinci yüzyılın sonunda Fransa'da, bütün ortaçağ pılıpırtısına karşı, kurumlardaki ve düşüncelerdeki köleliğe karşı tayin edici meydan savaşının verildiği bu ülkede, materyalizmin, doğa bilimlerinin bütün öğretilerine sadık kalan, batıl inançlara, ikiyüzlülüğe vb. düşman biricik tutarlı felsefe olduğu görülmüştür. O nedenle demokrasi düşmanları bütün güçleriyle materyalizmi "çürütme", baltalama, karalama gayreti içinde olmuşlar ve daima şu ya da bu biçimde dinin savunulmasına ya da desteklenmesine çıkan felsefi idealizmin çeşitli biçimlerini himaye etmişlerdir.

Marx ve Engels felsefi materyalizmi azimle savundular ve bu temelden her sapmanın ne kadar yanlış olduğunu tekrar tekrar gözler önüne serdiler. Onların görüşleri, en açık ve en ayrıntılı biçimde, Komünist Partisi Manifestosu gibi her sınıf bilinçli işçinin elkitabı olan Engelsin Ludwig Feuerbach ve Anti-Dühring adlı eserlerinde yer alır.

Ne var ki Marx, on sekizinci yüzyıl materyalizminde takılıp kalmamış, felsefeyi daha da geliştirmiştir. Marx felsefeyi, Feuerbach'ın materyalizmine yol açmış, olan klasik Alman felsefesinin, özellikle de Hegelci sistemin kazanımlarıyla zenginleştirdi. Bu kazanımların en önemlisi diyalektiktir, yani en tam, en derin ve tek yönlülükten en arınmış şekliyle gelişme öğretisidir, bize, sürekli gelişen maddenin bir yansımasını veren insan bilgisinin göreliliği öğretisidir. Eski ve çürük idealizme sürekli "yeni" dönüşleriyle burjuva filozofların öğretilerine rağmen, doğa bilimlerindeki en son buluşlar -radyum, elektronlar, elementlerin dönüşümü- Marx'ın diyalektik materyalizmini parlak biçimde doğrulamıştır.

Marx, felsefi materyalizmi derinleştirip sonuna kadar geliştirmiş, doğanın bilgisini insan toplumunun bilgisine genişletmiştir. Marx'ın tarihi materyalizmi bilimsel düşüncede muazzam bir kazanım olmuştur. O zamana kadar tarih ve politika konusunda hüküm süren kaosun ve keyfiliğin yerini, toplumsal yaşamın bir biçiminden, üretici güçlerin gelişiminin bir sonucu olarak başka, daha yüksek bir biçimin nasıl geliştiğini -örneğin serflik düzeninden kapitalizmin doğduğunu, gösteren kendi içinde bütünlüklü ve uyumlu bir bilimsel teori almıştır.

Tıpkı insan bilgisinin, ondan bağımsız olarak var olan doğayı, yani gelişen maddeyi yansıtması gibi, insanın toplumsal bilgisi de (yani çeşitli felsefi, dini, politik vb. görüşler ve öğretiler) toplumun ekonomik yapısını yansıtır. Politik kuruluşlar ekonomik temel üzerinde yükselen bir üstyapıdır. Örneğin bugünkü Avrupa devletlerinin çeşitli siyasi biçimlerinin nasıl burjuvazinin proletarya üzerinde hâkimiyetini sağlamlaştırmaya hizmet ettiğini görüyoruz.

Marx'ın felsefesi, insanlığa ve özellikle de işçi sınıfına güçlü bilgi araçları veren mükemmel felsefi materyalizmdir.

* Mart 1913; Lenin, Seçme Eserler, Cilt 11, sayfa 13-19, İnter Yayınları

57

Page 58: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

II

Ekonomik yapının, üzerinde siyasi üstyapının yükseldiği temel olduğunu kavradıktan sonra Marx, dikkatini her şeyden önce bu ekonomik yapıyı incelemeye yöneltti. Marx'ın başeseri Kapital, bugünkü, yani kapitalist toplumun ekonomik yapısının araştırılmasına ayrılmıştır.

Klasik politik ekonomi, Marx'tan önce İngiltere'de, en gelişmiş kapitalist ülkede ortaya çıktı. Ekonomik yapıyı araştıran Adam Smith ve David Ricardo, emek-değer teorisinin temelini yarattılar, Marx onların eserini devam ettirdi. Bu teoriyi tam olarak temellendirdi ve tutarlı bir biçimde geliştirdi. Her metanın değerinin, o metanın üretimi için harcanan toplumsal olarak gerekli çalışma süresi miktarıyla belirlendiğini gösterdi.

Burjuva iktisatçıların şeyler arasında bir ilişki (metaya karşı metanın değiş-tokuşu) gördüğü yerde Marx, insanlar arasında bir ilişkiyi ortaya çıkarmıştır. Meta değiş-tokuşu tek tek üreticiler arasında pazar aracılığıyla kurulan bağı ifade eder. Para, bu bağın, tek tek üreticilerin tüm ekonomik yaşamını kopmaz tek bir bütün haline getirerek gittikçe daha sıkı hale gelmesi demektir. Sermaye bu bağın daha da gelişmesi demektir: insanın işgücü meta haline gelir. Ücretli işçi işgücünü toprağın, fabrikaların, üretim araçlarının sahibine satar. İşçi işgününün bir kısmını kendisi ve ailesinin geçimi için gerekli harcamaları karşılamak için kullanır (ücret), günün diğer bölümünde ise parasız çalışır, kapitalistler için, kapitalistler sınıfının kârının kaynağı, zenginliğinin kaynağı olan artı-değer yaratır.

Artı-değer öğretisi Marx'ın iktisadi teorisinin köşe taşıdır. İşçinin emeğiyle yaratılan sermaye, işçiyi ezer, küçük mülk sahibini mahveder ve bir işsizler ordusu yaratır.

Sanayide büyük işletmenin zaferi daha ilk bakışta görülürken, tarımda da aynı şeyi görürüz: tarımda kapitalist büyük işletmenin üstünlüğü büyür, makine kullanımı artar, köylü iktisadı para sermayenin ağına düşer, yıkılmaya yüz tutar ve geri tekniğin yükü altında yok olur. Tarımda küçük işletmenin batışı başka biçimler alır, fakat batışın kendisi tartışma götürmez bir olgudur.

Küçük üretimi yok ederek sermaye, emeğin üretkenliğinin yükselmesine ve en büyük kapitalistlerin birlikleri için bir tekel konumunun yaratılmasına yol açar. Üretimin kendisi gittikçe daha fazla toplumsallaşırken –yüz binlerce ve milyonlarca işçi planlı bir ekonomik organizma olarak birleşir-, ortak çalışmanın ürününe bir avuç kapitalist el koyar. Üretim anarşisi, krizler, pazarlar uğruna vahşi mücadele ve halk kitlesi için geçim sıkıntısı artar.

Kapitalist düzen, işçinin sermayeye bağımlılığını artırırken, birleşik emeğin muazzam gücünü yaratır. Marx, meta üretiminin ilk başlarından, basit değiş-tokuştan başlayarak, kapitalizmin gelişmesini en yüksek

biçimine, büyük üretime kadar izlemiştir. Ve gerek eski, gerekse de yeni tüm kapitalist ülkelerin deneyimi, yılbeyıl artan sayıda işçiye Marx'ın bu

öğretisinin doğruluğunu çarpıcı biçimde gösteriyor. Kapitalizm bütün dünyada zafer kazanmıştır, ne var ki bu zafer işçilerin sermaye üzerindeki zaferinin sadece

ön basamağıdır.

III Kölelik yıkılıp "özgür" kapitalist toplum dünyaya gözünü açtığında, bu özgürlüğün, emekçileri ezme ve sömürmenin yeni bir sistemi demek olduğu hemen görüldü. Bu baskının yansıması ve ona karşı protesto olarak, derhal çeşitli sosyalist öğretiler ortaya çıktı. Fakat ilk sosyalizm ütopik bir sosyalizmdi. Bu teori kapitalist toplumu eleştiriyor, mahkûm ediyor ve lanetliyor, yıkılmasını düşlüyor, daha iyi bir düzenin hayalini kuruyor, zenginleri sömürünün gayri-ahlakiliğine ikna etmeye çalışıyordu.

Ne var ki ütopik sosyalizm gerçek bir çıkış yolu gösterecek durumda değildi. Ne kapitalizmde ücret köleliğinin özünü açıklayabilmiş, ne onun gelişme yasalarını keşfedebilmiş, ne de yeni bir toplumun yaratıcısı olabilecek toplumsal gücü bulabilmişti.

Oysa Avrupa'nın her yerinde ve özellikle de Fransa'da feodalizmin, serfliğin çöküşüne eşlik eden şiddetli devrimler, bütün gelişmenin esası ve itici gücü olarak sınıf mücadelesini daha açık biçimde ortaya çıkarıyordu.

Derebeyler sınıfı üzerinde siyasi özgürlüğün tek bir zaferi bile, bunların umutsuz direnişiyle karşılaşmaksızın elde edilmedi. Tek bir kapitalist ülke bile, kapitalist toplumun çeşitli sınıfları arasında bir ölüm kalım mücadelesi vermeksizin az çok özgür, demokratik bir temelde ortaya çıkmadı.

Marx'ın dehası, herkesten önce buradan dünya tarihinin öğrettiği sonucu çıkarmayı ve onu tutarlılıkla geliştirmeyi bilmiş olmasında yatar. Bu sonuç sınıf mücadelesi öğretisidir. İnsanlar her zaman aldatılmanın ve kendi kendini aldatmanın saf kurbanları olmuşlardır ve herhangi bir

ahlaki, dini, politik, sosyal safsata, açıklama ve vaadin arkasında şu ya da bu sınıfın çıkarlarını aramayı öğrenmedikleri sürece kurban olmaya devam edeceklerdir. Reformlar ve iyileştirmelerden yana olanlar, ne kadar kötü ve çürümüş olursa olsun, her eski kurumun, şu ya da bu egemen sınıf güçlerince muhafaza edildiğini ve bu sınıfların direnişini kırmak için sadece bir tek çarenin bulunduğunu kavramadıkları sürece, eskiyi savunanlarca aldatılacaklardır. Bizzat bizi çevreleyen toplum içinde, eskiyi ortadan kaldıracak ve yeniyi yaratacak gücü oluşturabilecek durumda -ve toplumsal konumu nedeniyle bunu yapmak zorunda- olan güçler bulmak, onları aydınlatmak ve mücadele için örgütlemek.

Sadece Marx'ın felsefi materyalizmi, proletaryaya, o zamana kadarki bütün ezilen sınıfların içinde sefil bir hayat yaşadıkları düşünsel kölelikten çıkış yolunu göstermiştir. Sadece Marx'ın iktisadi teorisi kapitalizmin genel düzeni içinde proletaryanın gerçek konumunu açığa çıkarmıştır.

58

Page 59: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Amerika'dan Japonya'ya, İsveç'ten Güney Afrika'ya tüm dünyada proletaryanın bağımsız örgütlerinin sayısı artıyor. Proletarya kendi sınıf mücadelesini yürüterek kendini aydınlatıp eğitmeye çalışıyor, burjuva toplumunun önyargılarından arınıyor, saflarını gittikçe sıklaştırıp başarı derecesini ölçmeyi öğreniyor, güçlerini çelikleştiriyor ve karşı konulamaz biçimde büyüyor.

59

Page 60: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

“Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı” kitabından

Karl Marx Londra, Ocak 1859

ÖNSÖZ

BURJUVA ekonomi sistemini şu sırayla inceliyorum: sermaye, toprak mülkiyeti, ücretli emek; devlet, dış ticaret, dünya pazarı, ilk üç başlık altında modern burjuva toplumun bölündüğü üç büyük sınıfın ekonomik varlık koşullarını inceliyorum; öteki üç başlığın birbiriyle ilişkisi açıktır. Sermayenin incelendiği birinci kitabın birinci kısmı, şu bölümlere ayrılmıştır: 1. meta; 2. para ya da basit dolaşım; 3. genel olarak sermaye, ilk iki bölüm, bu kitabın içeriğini oluşturmaktadır. Basılmak üzere değil, kendi aydınlanmam için uzun zaman aralıklarıyla karaladığım ve tasarlanan plan gereğince sistemli olarak hazırlanması koşullara bağlı bulunan monografiler şeklinde materyaller, toplu olarak önümde bulunmaktadır.

Hazırlamış olduğum bir genel girişi yayınlamıyorum;1 çünkü düşünüp taşındıktan sonra, bana öyle geldi ki, ilkönce kanıtlanması gereken sonuçlar konusunda önceden yargılara varmak, ancak sıkıcı olabilirdi ve beni izleyecek okurun, tekil'den genel'e geçmesi gerekecekti. Buna karşılık, benim kendi ekonomi politik incelemelerimin seyri konusunda bazı bilgiler sunmam, bana, burada, yerinde bir davranış gibi gelmektedir.

Benim uzmanlaşmış çalışmalarımın konusu, felsefe ile tarih yanında ikincil bir bilgi kolu saymış olmama karşın, hukuktu. 1842-43'te Rheinische Zeitung’un başyazarı olarak, ilk kez, maddi çıkarlar denen şey üzerine yazı yazmak gibi zor bir yükümlülükle karşılaştım. Renanya Landtag'ındaki orman kaçakçılığı ve toprak mülkiyetinin parçalanması üzerine tartışmalar, o zamanlar Renanya eyaletinin birinci başkanı olan Bay Von Schaper'in, Mosel köylülerinin durumu üzerine Rheinische Zeitung ile giriştiği polemik, ve ensonu serbest ticaret ve himayecilik konusundaki tartışmalar, iktisadi sorunlarla uğraşmam için, ilk nedenler oldular. Öte yandan, "öne geçme" yolunda iyi niyetin sık sık bilginin yerini aldığı o dönemde, Rheinische Zeitung’da, Fransız felsefesine, sosyalizmine ve komünizmine hafif çalan bir yankı duyulmaktaydı. Ben, bu acemi işine karşı çıktım, ama aynı zamanda, Allgemeine Augsburger Zeitung ile giriştiğim bir tartışmada, o zamana kadar yapmış olduğum incelemelerin, Fransız eğilimlerinin asıl niteliği üzerinde herhangi bir hükme varma cesaretini göstermeme olanak vermediğini açıkça itiraf ettim. Bunun yerine gazeteleri için verilmiş ölüm fermanını, gazeteye daha ılımlı bir tutum vererek affettirebileceklerini sanan Rheinische Zeitung yöneticilerinin bu hayalinden özenle yararlanmayı, politika sahnesini terketmek ve çalışma odama kapanmak için yeğliyordum.

Kafamda biriken kuşkuları gidermek için ilk giriştiğim çalışma, Hegelci Hukuk Felsefesini eleştirici bir gözle yeniden gözden geçirmek oldu. Bu çalışmanın girişi, Paris'te, 1844'te yayınlanan Deutsch-Französische Jahrbücher’de yayımlanmıştı. Araştırmalarım, beni, —devlet biçimlerinde olduğu gibi— hukuki ilişkilerin de, ne kendilerinden, ne de ileri sürüldüğü gibi insan zihninin genel evriminden anlaşılamayacağı, tam tersine, bu ilişkilerin köklerinin, Hegel'in 18. yüzyıl İngiliz ve Fransız düşünürleri gibi, "sivil toplum" adı altında topladığı maddi varlık koşullarında bulundukları, ve sivil toplumun anatomisinin de, ekonomi politiğin içinde aranması gerektiği sonucuna götürdü. Ben, ekonomi politiği incelemeye Paris'te başlamıştım ve bu incelemeyi, Bay Guizot'nun hakkımda verdiği sınırdışı edilme kararı sonucu göçmek zorunda kaldığım Brüksel'de sürdürdüm. Ulaşmış olduğum ve bir kez ulaşıldıktan sonra incelemelerime kılavuzluk etmiş olan genel sonuç, kısaca şöyle formüle edilebilir: Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesiyle örtüşür. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç biçimleriyle örtüşen bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi yaşamın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel yaşam sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin belirli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde devindikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da, bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, çok ya da az bir hızla altüst eder. Bu gibi altüst oluşların incelenmesinde, daima, iktisadi üretim koşullarının maddi altüst oluşu ile —ki, bu, bilimsel bakımdan kesin olarak saptanabilir—, hukuksal, siyasal, dinsel, artistik ya da felsefi biçimleri, kısaca, insanların bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri ideolojik biçimleri ayırt etmek gerekir. Nasıl ki, bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak bir hüküm verilmezse, böyle bir altüst oluş dönemi hakkında da, bu dönemin kendi kendini değerlendirmesi göz önünde tutularak, bir hükme varılamaz; tam tersine, bu değerlendirmeleri maddi yaşamın çelişkileriyle, toplumsal üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmayla açıklamak gerekir. İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar. Onun içindir ki, insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar. Çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar. Geniş çizgileriyle, Asya üretim tarzı, antikçağ, feodal ve modern burjuva üretim tarzları, toplumsal-ekonomik biçimlenmenin ileriye doğru gelişen çağları olarak nitelendirilebilirler. Burjuva üretim ilişkileri, toplumsal üretim sürecinin en son uzlaşmaz

60

Page 61: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

karşıtlıktaki biçimidir — bireysel bir karşıtlık anlamında değil, bireylerin toplumsal varlık koşullarından doğan bir karşıtlık anlamında; bununla birlikte burjuva toplumun bağrında gelişen üretici güçler, aynı zamanda, bu karşıtlığı çözüme bağlayacak olan maddi koşulları yaratırlar. Demek ki, bu toplumsal oluşum ile insan toplumunun tarih-öncesi sona ermiş olur.

Deutsch-Französische Jahrbücher’de, iktisadi kategorilerin eleştirisine katkının dâhice taslağını2 yayınlamasından beri yazışarak sürekli olarak fikir alışverişinde bulunduğum Friedrich Engels, benim vardığım sonuca, başka bir yoldan (İngiltere'de Emekçi Sınıfın Durumu adlı yapıtıyla karşılaştırınız) ulaşmıştı. 1845 ilkyazında, o da gelip Brüksel'e yerleştiği zaman, birlikte çalışmaya ve Alman Felsefesinin bakış açısı karşısında olan kendi bakış açımızı oluşturmaya karar verdik: bu, gerçekte, bizim geçmişteki felsefi bilincimizle hesaplaşmamızdı. Bu planımız, Hegel sonrası felsefenin bir eleştirisi biçiminde gerçekleşti. El yazısı, formalar halinde, iki cilt olarak, Vestfalya'daki yayınevi sahibinin elindeydi ki, yeni gelişmelerin, yapıtın basılmasını olanaksızlaştırdığını öğrendik. Biz, görüşlerimizi açıklığa kavuşturmuş, başlıca amacımıza ulaştığımız için, el yazısını farelerin kemirici eleştirisine seve seve terkettik. Bu dönemde çeşitli sorunlar üzerine görüşlerimizi kamuoyuna açıkladığımız dağınık çalışmalar arasında, ancak Engels ile birlikte kaleme aldığımız Komünist Parti Manifestosu ile benim yayınlamış olduğum Serbest Ticaret Sorunu Üzerine'yi belirteceğim. Bizim görüş tarzımızın kilit noktaları, polemik tarzında olsa da, ilk kez, bilimsel olarak 1847'de yayınlanmış olan ve Proudhon'u hedef tutan Felsefenin Sefaleti

3 adlı yapıtımda sunuldu. Almanca olarak yazılmış olan ve Brüksel'deki Alman işçileri Derneğinde konuyla ilgili konferanslarımı toplayan Ücretli Emek üzerine incelemenin basımı, Şubat devrimi ve bunun sonucu olarak Belçika'dan sınırdışı edilmem yüzünden yarıda kaldı.

Neue Rheinische Zeitung’un 1848-49'da yayınlanması ve bunu izleyen olaylar, ekonomi üzerine incelemelerimi kesintiye uğrattı ve ben, bu konuya, ancak 1850'de Londra'da dönebildim. British Museum'da toplanmış olan ekonomi politiğin tarihi ile ilgili malzemenin bolluğu, burjuva toplumun gözlemi için Londra'nın elverişli olması ve en sonu Kaliforniya ve Avustralya altınının bulunmasından sonra, burjuva toplumun girer gözüktüğü yeni gelişme aşaması, işe baştan başlamamın ve yeni malzemeyi eleştirici bir anlayışla derinliğine incelemeye karar vermemin nedeni oldu. Bu incelemeler, beni, kısmen kendiliğinden asıl konumdan uzaklaştırır gibi görünse de üzerinde az ya da çok bir zaman süresi durmam gereken bilgi kollarına doğru yöneltti. Ama bu çalışmaya ayırmak istediğim zamanımı asıl kısaltan şey, para kazanmak amacıyla çalışmak zorunluluğu oldu. ilk Ingiliz-Amerikan gazetesi olan New York Tribüne deki şimdi sekiz yılı bulan çalışmam, asıl gazetecilikle ancak çok fazla uğraştığım için, incelemelerimin olağanüstü dağılmasına neden oldu. Bununla birlikte, İngiltere'de ve Kıtada kendini gösteren ekonomik olaylar üzerine makalelerim, bu gazeteye katkılarım arasında öyle önemli bir yer tutuyordu ki, asıl ekonomi politik biliminin alanına girmeyen pratik ayrıntılar konusunda bilgi edinmek zorunda kaldım.

Ekonomi politik alanındaki incelemelerimin gelişmesinin bu taslağıyla, ben, yalnızca görüşlerimin, nasıl değerlendirilirse değerlendirilsin ve yönetici sınıfların çıkarcı yargılarıyla ne kadar az uyuşursa uyuşsun, uzun ve özenli incelemelerin sonucu olduklarını göstermek istedim. Ama bilimin eşiğinde, cehennemin giriş kapısında olduğu gibi, şu kurala uymak zorunludur:

Qui si convien lasciare ogni sospetto Ogni viltâ convien che qui sia morta

4 DİPNOTLAR: 1 Marx’ın yayınlamadığı, 1857’de yazılmış olan bu giriş kısmı, elinizdeki kitapta “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Giriş” adı altında (s. 235-272) yayınlanmaktadır. –Ed.

2 Engels’in adı geçen yazısı için bkz: Karl Marx, 1844 Elyazmaları, Sol Yayınları, Ankara 1976, s. 397-433. –Ed.

3 Bkz: Felsefenin Sefaleti, Sol Yayınları, Ankara 1992, s. 189-204. –Ed.

4 “Burada bütün kuşkular kovulsun “Ve burada her türlü korku yok olsun.” (Dante, İlahi Komedya.) –Ed.

61

Page 62: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

“Doğanın Diyalektiği” kitabından

Friedrich Engels MAYMUNDAN İNSANA GEÇİŞTE EMEĞİN ROLÜ

EKONOMİ politikçiler, emek bütün zenginliklerin kaynağıdır, der. Gerçekten de bir kaynaktır — ona, zenginliğe çevirdiği materyali sağlayan doğayla birlikte. Ama bundan da sınırsızca daha fazla bir şeydir. O, tüm insan varoluşunun birincil temel koşuludur ve belirli bir anlamda, bu öyle bir ölçüdedir ki, emek insanın kendisini yarattı demek gerekir.

Yüz binlerce yıl önce, jeologların dünya tarihinin üçüncü zaman dönemi dedikleri, henüz kesinlikle saptanamayan bir dönemi sırasında, belki de onun sonlarına doğru, dünyanın tropikal bölgesinde bir yerlerde —muhtemelen şimdi Hint Okyanusunun dibine batmış geniş bir kıta üzerinde— insansı (anthropoide) maymunların son derece gelişmiş bir ırkı yaşıyordu. Darwin, atalarımız olması gereken bu maymunların yaklaşık bir betimlemesini bize vermiştir. Bunların bede tamamen kıllarla örtülüydü, sakallan ve sivri kulakları vardı ve ağaçlar üzerinde sürü halinde yaşıyorlardı.

Tırmanma, ellere ve ayaklara farklı işlevler kazandırmaktadır ve yaşam tarzları yerde hareket etmelerini gerektirdiğinde, bu maymunlar, yürürken ellerini kullanma alışkanlığı yavaş yavaş bırakmaya, dik biçimde bir yürüyüş kazanmaya başladılar. Böylece, maymundan insana geçişte kesin adım atılmış oldu.

Bugün yaşayan bütün insansı maymunlar dik olarak ayakta durabilirler ve yalnızca iki ayak üzerinde hareket edebilirler; ama bunu, yalnız zorunlu durumlarda ve pek beceriksizce yaparlar. Doğal yürüyüşleri yarı diktir ve yürümek için ellerini de kullanırlar. Çoğu, bükük parmaklarının orta kemiklerini yere dayar ve sakat bir kimsenin koltuk değnekleriyle yürüyüşü gibi bacakları bükük olarak bedenlerini uzun kolları arasında sallandırırlar. Genel olarak, biz, bugün bile, maymunlarda, dört ayak üzerinde yürümeden iki ayak üzerinde yürümeye geçişin bütün evrelerini gözleye-biliyoruz. Ama iki ayak üzerinde yürüme, onlarda, hiçbir zaman geçici bir önlemden öteye geçmemiştir.

Eğer kıllı atalarımızda dik yürüme, önce kural ve daha sonra da zamanı gelince bir gereklilik durumuna geldiyse, herhalde, bu arada, öteki çok farklı işlevlerin ellere aktarılmış olması zorunluluk olmuştur. Zaten maymunlarda, el ve ayakların kullanılış yollarında bazı farklılıklar vardır. Daha önce belirttiğimiz gibi, tırmanmak için, el, ayaktan başka bir biçimde kullanılır. Daha aşağı memeli hayvanların ön pençelerini kullandıkları gibi, el, artık, özellikle besin tutmaya ve devşirmeye yardım eder. Birçok maymun, ağaçlarda yuva ve «atta, şempanze gibi, kötü havadan korunmak için dalların arasında çatı yapmakta ellerini kullanırlar. El ile, düşmanlara karşı korunmak için sopaları yakalar, yada meyveleri ve taşları düşmanlarına fırlatırlar. Yakalandıklarında insanlardan kopya ettikleri birçok basit hareketler için ellerini kullanırlar. Ama insana en çok benzeyen maymunların bile gelişmemiş eli ile yüz binlerce yıllık emek yoluyla son derece gelişmiş insan eli arasındaki farkın ne kadar büyük olduğu burada anlaşılır. Kemiklerin ve kasların sayısı ve genel yapısı, ikisinde de aynıdır; ama en ilkel vahşinin eli, hiçbir maymunun elinin taklit edemeyeceği yüzlerce iş yapar. Hiçbir maymun eli, en kaba taş bıçağını bile asla imal etmemiştir.

Atalarımızın, binlerce yıllık sürede, maymundan insana geçiş döneminde, ellerini yavaş yavaş uyarlamayı öğrendikleri ilk hareketler, ancak en basit işlemler olabilirdi. En ilkel vahşiler, hatta aynı zamanda fiziksel bir gerileme göstererek daha çok hayvana benzer bir duruma dönüşenler bile, bu geçiş dönemi yaratıklarından çok daha üstündür. İlk çakmak taşı insan eliyle bıçak haline getirilinceye kadar, öyle dönemlerden geçilmiştir ki, bizce bilinen tarihsel dönem, onunla karşılaştırılınca önemsiz görünür. Ama asıl adım atılmıştı: el, serbest duruma gelmişti ve artık durmadan yeni beceriler kazanabilirdi. Böylece kazanılan daha büyük esneklik (souplesse) kuşaktan kuşağa geçiyor ve artıyordu.

O halde, el, yalnızca emeğin organı değildir, emeğin ürünüdür de. Ancak emeğin, giderek yeni işlemlere uygulanmasıyla, geliştirilmiş kasların, eklemlerin ve, daha uzun aralıklarla, kemiklerin kalıtsal yoldan geçmesi, bu kalıtsal inceliğin, yeni, giderek daha karmaşık duruma gelmiş işlemlere, giderek yenilenen biçimde uygulanması, insan elini, Raphael'in tablolarını, Thorwaldsen'in heykellerini, Paganini'nin müziğini yaratabilecek bu yüksek yetkinlik düzeyine kadar getirmiştir.

Ama el, tek başına değildi. O, son derece karmaşık bir organizma bütününün üyelerinden yalnızca biriydi. Ve el için yararlı şey, hizmet ettiği bütün beden için de yararlıdır — hem de iki yoldan.

Birincisi, beden, Darwin'in karşılıklı-gelişme yasası diye adlandırdığı yasadan yararlandı. Bu yasaya göre, bir organik varlığın ayrı kısımlarının belirli biçimleri, görünüşte onlarla bağıntısı olmayan öbür kısımların belirli biçimleriyle her zaman bağıntılıdır. Böylece, çekirdeksiz alyuvar hücrelerine sahip ve kafanın iki eklemle (kondil) birinci omura bağlandığı hayvanların istisnasız hepsinde, yavruları emzirmek için süt bezleri vardır. Bunun gibi memeli hayvanlardaki çifttırnaklar, kural olarak, geviş getirmeyi sağlayan kırkbayır ile bağıntılıdır. Belirli biçimlerdeki değişmeler, aradaki bağıntıyı açıklayabilecek durumda olmamamıza karşın, öteki beden kısımlarının biçiminde de değişmelere neden olur. Gözleri mavi olan tamamen beyaz kediler, her zaman, yada hemen her zaman sağırdır. İnsan elinin gittikçe yetkinleşmesi ve buna paralel olarak ayağın dik yürüyüşe uyarlanması, hiç kuşkusuz böyle bir karşılıklı-gelişme yoluyla organizmanın öteki kısımları üzerinde de etkisini göstermiştir. Bu etki ise, burada bu olguyu genel terimleriyle belirtmekten öte bir şey yapmamızı sağlayacak kadar henüz yeterince incelenmemiştir.

Elin gelişmesinin, dolaysız, gözle görülebilir biçimde organizmanın diğer kısımlarına yaptığı etki çok daha önemlidir. Daha önce belirttiğimiz gibi, bizim maymunsu atalarımız sürü halindeydiler; bütün hayvanların en

62

Page 63: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

toplumsalı olan insanın, toplumcul olmayan atadan türemiş olması elbette olanaklı değildir. Doğa üzerindeki egemenlik, elin gelişmesiyle, emek ile başladı ve her yeni ilerleme de, insanoğlunun ufkunu genişletti. İnsan, doğal nesnelerde, sürekli olarak, yeni, o güne kadar bilinmeyen özellikler keşfediyordu. Öte yandan emeğin gelişmesi, karşılıklı dayanışma, ortaklaşa etkinlik durumlarını çoğaltma, ve bu ortaklaşa etkinliğin her birey için sağladığı yararın bilincine varma yoluyla toplum üyelerinin birbirine giderek yaklaşmasına zorunlu olarak yardım ediyordu. Kısacası, oluşum geçiren insanlar, birbirlerine söyleyecek bir şeylerinin bulunduğu noktaya eriştiler. Gereksinme kendine bir organ yarattı: maymunun gelişmemiş gırtlağı, durmadan daha gelişmiş modülasyon elde etmek için yapılan modülasyon yoluyla yavaş ama sağlam biçimde değişti ve ağız organları, yavaş yavaş birbiri ardından düşünce ifade eden sesler çıkarmayı öğrendi.

Hayvanlarla bir karşılaştırma, dilin kaynağının, emek sürecinden ve emek süreci ile birlikte doğduğu açıklamasının, tek doğru açıklama olduğunu gösterir. En gelişmiş hayvanların birbirlerine iletmek gereksinimini duydukları pek az şey bile, düşünce ifade eden konuşmayı gerektirmez. Doğal ortamda hiçbir hayvan, konuşmamayı yada insan dilini anlamamayı bir eksiklik olarak duymaz. Ama hayvan, insanlar tarafından evcilleştirilirse, durum çok değişir. Köpek ve at, insanlarla olan ilişkilerinde düşünce ifade eden konuşmaya karşı öyle bir kulak geliştirmişlerdir ki, kavrayış çerçeveleri içinde her dili kolayca anlamayı öğrenirler. Ayrıca eskiden kendilerine yabancı olan, insana bağlılık, minnettarlık vb. gibi duyguları kazanma yeteneği edinmişlerdir. Böyle hayvanlarla fazla ilişkisi olan herkes, birçok durumda konu-şamamalarını, onların şimdi ne yazık ki belli bir yönde çok gelişmiş ses organlarının artık ortadan kaldıramayacağı bir eksiklik olarak hissettiğini kabul etmekten kaçınamaz. Ama organın bulunduğu yerde, belirli sınırlar çerçevesinde bu yeteneksizlik bile ortadan kalkabilir. Kuşların ağız organları insanların ağız organlarından alabildiğine farklı olduğu halde, konuşmayı öğrenen tek hayvan kuştur. En çirkin sesli kuş olan papağan, en iyi konuşur. Onun konuştuğu şeyi anlamadığını söylememeli. Salt konuşma ve insanlarla bir arada bulunma zevkinden dolayı bütün sözcük hazinesini saatlerce konuştuğu ve yinelediği doğrudur. Ama, kavrayışı çerçevesinde söylediklerini anlamasını da öğrenebilir. Papağana, anlamından bir şey kavrayabileceği küfür sözcükleri öğretin (sıcak ülkelerden dönen denizcilerin en çok hoşlandığı şeylerden biri); onu kızdırın ve küfür sözlerinin Berlinli bir seyyar sebze satıcısı kadar doğru değerlendirmeyi bildiğini hemen göreceksiniz. Şekerleme dilenirken de aynı şeyi yapar.

Önce emek, sonra onunla birlikte dil — bir maymunun beynini etkileyen ve en önemli iki dürtü bunlardır ve bu etki altında maymun beyni, bütün benzerliğine karşın çok daha büyük ve çok daha yetkin bir insan beynine doğru gelişmiştir. Ama beynin gelişimiyle, onun en yakın araçlarının, duyu organlarının gelişimi yan yana gitmiştir. Dilin sürekli gelişimi içinde işitme organının aynı ölçüde incelmesi zorunlu olarak nasıl yan yana gitmişse, bir bütün olarak beynin gelişimine paralel olarak da bütün duyular gelişmiştir. Kartal, insandan çok daha uzağı görür, ama insanın gözü, şeylerde, kartalın gözünden çok daha fazlasını görür. Köpeğin burnu insana göre çok daha keskindir, ama insan için değişik şeyleri ayırmaya yarayan kokuların yüzde-birini bile ayırt edemez. Ve maymunun en kaba ilk biçimiyle bile sahip olmadığı dokunma duyusu, ancak bizzat insan elinin gelişimi ile birlikte, emek aracılığı ile gelişmiştir.

Beynin ve ona eşlik eden duyularının gelişmesinin, gittikçe durulaşan bilincin, soyutlama ve sonuç çıkarma yeteneğinin emek ve dil üzerindeki tepkisi, hem emeğe, hem de konuşmaya daha çok gelişme için durmadan yenilenen bir dürtü verdi. Bu gelişme sonunda insan, maymundan ayrılınca, bitiş noktasına gelmedi, değişik zamanlarda, değişik insan topluluklarında, derecesi ve yönü değişerek, hatta orada burada yerel yada geçici bir gerilemeyle kesintiye uğrayarak, tüm olarak büyük ilerlemeler gösterdi. Oluşumunu tamamlamış insanın ortaya çıkışı ile birlikte sahneye çıkan yeni bir öğe, yani toplum bu gelişimi hem güçlü bir biçimde hızlandırdı ve hem de bu gelişime daha kesin bir yön verdi.

Kuşkusuz, ağaca tırmanan maymunlar topluluğundan bir insan toplumu oluşuncaya kadar yüz binlerce yıl —dünya tarihi içinde insan yaşamının bir saniyesine eşdeğer *— geçti. Ama sonunda bu da oldu. Maymun sürüsü ile insan toplumu arasında karakteristik ayrım olarak gene ne buluruz? Emek. Maymun sürüsü coğrafi durumun yada komşu sürülerin direncinin ona tanıdığı beslenme bölgesinde otlanmakla yetiniyordu, yeni bir yemlenme alanı elde etmek için yürüyüşlere ve savaşımlara girişiyordu ama, yemlenme bölgesinde doğanın sağladığından, farkına varmadan kendi döküntüleriyle gübrelendiği toprağın verdiğinden fazlasını elde edecek durumda değildi. Bütün beslenme bölgeleri dolunca, maymun nüfusunda artış da olamazdı. Olsa olsa hayvanların sayısı aynı kalabilirdi. Ancak bütün hayvanlar, son derece fazla yiyecek maddesi israf ederler. Bunun yanısıra yetişmekte olan bir yiyecek maddesini, filiz halindeyken öldürürler. Kurt, avcının tersine, ertesi yıl ona yavrular verecek olan dişi geyiği esirgemez. Yunanistan'da taze çalıları büyümeden kemiren keçiler, ülkenin dağlarını kelleştirmiştir. Hayvanların bu "yağma ekonomisi", kanlarının farklı bir kimyasal bileşim edinmesi sayesinde, onları, alışılagelmiş besinden başkasına uymaya zorlayarak, türlerin yavaş yavaş değişmesinde önemli bir rol oynar ve uyum gösterememiş türler yok olup giderlerken, tüm fiziksel yapı giderek değişir. Atalarımızın maymundan insana geçişine, bu yağma ekonomisinin güçlü bir biçimde katkıda bulunduğundan kuşku duyulamaz. Zeka ve uyarlanabilirlik yetisi bakımından öteki ırklardan çok ilerde olan bir maymun ırkında yağma ekonomisi, yiyecek bitkilerinin sayısının sürekli olarak çoğalmasına ve bu bitkilerin yenebilecek kısımlarının tüketilmesine yol açmış olmalıdır. Kısacası yiyecekler giderek çeşitlenmiş ve bununla

* Bu konuda önde gelen bir otorite olan Sir W. Thomson, üzerinde bitkilerin ve hayvanların yaşayacağı kadar dünyanın soğuduğu zamandan bu yana yüz milyon yıldan ancak biraz daha fazla bir zaman geçmiş olabileceğini hesaplamıştır. [Engels'in notu.]

63

Page 64: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

birlikte maymundan insana geçişin kimyasal öncüleri olan ve bedene giren maddeler de çeşitlenmiştir. Ama bütün bunlar, sözcüğün gerçek anlamıyla emek değildi henüz. Emek, alet oluşturmakla başlar. Bulabildiğimiz en eski aletler nelerdir? Tarih-öncesi insanların keşfedilmiş kalıntılarına ve şimdiki en ilkel insanların ve en eski tarih çağlarındaki insanların yaşayış biçimine göre en eski olan aletler nelerdir? Bunlar, avcılık ve balıkçılık aletleridir; birinciler aynı zamanda silah yerine geçerler. Avlanma ve balıkçılık ise, salt bitkiyle beslenmeden, etin de yenmesine geçişi öngörür. Ve bu, maymunların insana geçiş sürecinde bir başka önemli adımdır. Et yemek, organizmanın metabolizma için gerektirdiği en önemli maddelerin hemen hazır bir durumda bulunmasını da sağlıyordu; aynı zamanda, sindirim için gerekli süreyi kısaltarak, bitkicil yaşamınkine uygun düşen öbür bitkisel beden süreçlerini de kısaltıyor ve böylece gerçek anlamda hayvan yaşamına uygun etkin belirtiler için daha çok zaman, daha çok madde ve daha çok istek kazandırıyordu. Oluş halindeki insan, bitkiden uzaklaştıkça, aynı ölçüde de hayvanın üstüne çıkıyordu. Et yanında bitkiyle beslenmeye de alışma, vahşi kedi ve köpekleri nasıl insanın uşağı yapmışsa, bitki yeme yanında etle beslenmeye alışma da, oluş halindeki insana beden gücü ve bağımsızlık vermekte büyük rol oynamıştır. Ancak, etle beslenme, etkisini en çok, beslenmesi ve gelişmesi için gerekli olan maddeleri şimdi eskisinden daha çok sağlayan ve bu nedenle de kuşaktan kuşağa daha hızlı ve daha yeterli gelişebilen, beyin üzerinde göstermişti. Yalnız bitkisel yiyecek alan insanlara olan saygımız bir yana, insan, etle beslenmeseydi, varlığına ulaşamazdı, ve eğer etle beslenme de, tanıdığımız bütün halklarda şu yada bu zamanda yamyamlığa neden olmuşsa (Berlinlilerin ataları olan Weletabianlar yada Wilzianlar 10. yüzyılda bile ana-babalannı yiyorlardı), bunun bugün bizim için bir önemi yoktur

Et yemek, çok önemli iki yeni ilerleme sağladı: ateşin kullanılması ve hayvanların evcilleştirilmesi. Birincisi, yemeği nerdeyse yarı-sindirilmiş durumda ağza getirerek, sindirim sürecini daha da kısalttı. İkincisi de avcılık yanında yeni ve daha düzenli bir beslenme kaynağı açarak, daha bol et elde etmeyi sağladı. Ayrıca, süt ve süt ürünleriyle, madde karışımları bakımından en azından etle aynı değerde bir yeni yiyecek maddesi getiriyordu. Bu iki ilerleme, insan için yeni kurtuluş araçları demekti. Bunların insanın ve toplumun gelişmesi için çok önem taşımasına karşın, dolaysız etkilerinin ayrıntılarına kadar inmek, bizi alanımızın çok dışına çıkartır. İnsan, bütün yenebilen şeyleri yemesini nasıl öğrenmişse, her iklimde yaşamasını da öğrenmiştir.

Barınılabilir dünyanın tümüne yayıldı ve kendi gücüyle bunu tam anlamıyla başarabilecek tek hayvandı. Bütün iklimlere alışmış öteki hayvanlar, ev hayvanları ve haşarat, bunu kendiliğinden değil, ancak insanı izleyerek öğrenmişlerdir. Her zaman sıcak olan anayurt ikliminden daha soğuk bölgelere, yılın yaza ve kışa bölündüğü yerlere geçiş, soğuktan ve ıslanmaktan korunmak için ev ve giyim gibi yeni gereksinmeler, yeni çalışma alanları, insanı hayvandan durmadan uzaklaştıran yeni etkinlik biçimleri ortaya çıkardı.

Elin, konuşma organlarının ve beynin birlikte eylemiyle yalnızca her bireyde değil, aynı zamanda toplumda da, insanlar, giderek daha karmaşık işleri yapabilecek, giderek daha yüce hedeflere yönelecek ve erişecek güce ulaştı. Emek de kuşaktan kuşağa değişti, daha yetkin ve çok yönlü duruma geldi. Avcılığa ve hayvancılığa tarım, tarıma örgücülük ve dokumacılık, metallerin işlenmesi, çömlekçilik, gemicilik eklendi. Ticaret ve sanayinin yanısıra, ensonu sanat ve bilim ortaya çıktı, kabileler, uluslar ve devletler halinde değişti; hukuk ve siyaset gelişti; bunlarla birlikte insan kafasında insani şeylerin gerçeği aşan yansıması ortaya çıktı: din. Önce kafanın ürünü olarak ortaya çıkan ve insan toplumlarına egemen gibi görünen bütün bu oluşumlar karşısında, çalışan elin daha mütevazı ürünleri arka plana geçti, bu, emeği planlayan kafa henüz ilk başlangıç durumundaki toplumsal gelişme basamağında (örneğin ilkel bir aile durumunda), kendisininkinden başka ellerle planlanmış emeğe sahip olabildiği ölçüde daha fazla oldu. Toplumun hızlı gelişmesinin bütün kazançları zihne, beynin gelişmesine ve etkinliğine dayandırıldı; insanlar, etkinliklerini, gereksinmeleriyle açıklamak (gene de bunlar zihinde yansır ve bilinçleşir) yerine, düşünceleriyle açıklamaya alıştılar. Böylece, zamanla, özellikle antik dünyanın batışından bu yana zihinleri etkilemiş olan idealist dünya görüşü oluştu. Bu idealist dünya görüşü, insanlara hâlâ o kadar egemendir ki, darvinci okulun en materyalist doğabilimcileri bile, insanın kökeni konusunda hâlâ herhangi bir duru görüş oluşturmaktan acizdirler, çünkü bu ideolojik etki altında, bu konuda emeğin oynadığı rolü kavramıyorlar.

Yukarda belirtildiği gibi, hayvanlar, etkinlikleri yoluyla, insanın yaptığı ölçüde olmasa bile aynı biçimde çevreyi değiştirirler ve bu değişiklikler, gördüğümüz gibi, bu kez de başka etkiler doğurur ve onları oluşturanları değiştirirler. Çünkü doğada hiçbir şey ayrı ayrı oluşmaz. Her şey, diğerlerini etkiler ve diğerlerinin etkisi altında kalır, ve çoğu zaman da, doğabilimcilerin en basit şeyleri bile açıkça görmesini önleyen, bu çok yönlü hareketin ve karşılıklı etkilerin unutulmasıdır. Keçilerin Yunanistan'ın yeniden ormanlaşmasını nasıl önlediklerini gördük. St. Helen adasında buraya ilk gelenlerin getirdikleri keçiler ve domuzlar, adanın eski bitkilerinin tamamen kökünü kazımayı başarmışlardır. Böylece daha sonraki gemicilerin ve göçmenlerin getirdikleri bitkilerin yayılması için ortam hazırlamışlardır. Ama hayvanların çevreleri üzerinde yaptıkları sürekli etkileme bir niyete dayanmaz ve hayvanların kendisi için de bir rastlantıdır. Ancak insanlar hayvandan uzaklaştıkça, onların doğa üzerindeki etkisi giderek daha çok düşünülmüş, planlanmış, belirgin ve önceden bilinen hedeflere yönelmiş bir eylem niteliği alır. Hayvan, bir yerin bitkilerini, ne yaptığını bilmeden yokeder. İnsan, bunları, boş kalan toprağa tarla ürünleri ekmek yada kendisine ekilenin birkaç katını getirebileceğini bildiği ağaçlar ve bağlar yetiştirmek için yokeder. Yararlı bitkileri ve ev hayvanlarını bir yerden bir yere taşır, böylece dünyanın her yanında bitkileri ve hayvan yaşamını değiştirir. Bunun da ötesine gider. Yapay üretme yoluyla bitki ve hayvanlar insan eliyle o kadar değiştirilmişlerdir ki, tanınmaz duruma gelmişlerdir. Tahıl cinslerinin kökeni olan yabani bitkileri artık bulmak olanaksızdır. Kendi aralarında bile çok değişik olan köpeklerimizin, hangi vahşi hayvanlardan yada çok sayıda ırkları bulunan atların, nereden geldiği bugün bile tartışma konusudur.

64

Page 65: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Söylemeye gerek yok ki, hayvanların yöntemli, önceden tasarlanmış biçimde hareket etme yeteneğini tartışmak bizim için söz konusu değildir. Tersine, protoplazmanın, canlı albüminin bulunduğu ve tepki gösterdiği, basit de olsa belirli hareketlerin, dıştan gelen belirli uyarmaların sonucu olarak oluştuğu her yerde embriyon halinde yöntemli hareket tarzı vardır. Böyle bir tepki, sinir hücresi bir yana, hiçbir hücrenin bulunmaması durumunda bile oluşur. Böcek yiyen bitkilerin avını yakalama yolu da, tamamen bilinçsiz olmakla birlikte, bir bakıma yöntemli gibidir. Hayvanlarda bilinçli ve yöntemli eylem yeteneği, sinir sisteminin gelişmesi oranında gelişir ve memeli hayvanlarda yüksek bir düzeye erişir. İngiltere'de yapılan tilki avı sırasında, tilkinin kendisini kovalayanlardan kaçmak için, çok üstün yer saptama bilgisini kullanmayı nasıl becerdiğini, her yeri ne kadar iyi tanıdığını ve bu yerleri kovalamacayı kesmek için nasıl kullandığını her gün gözlemek olanaklıdır. İnsanla birlikte oluşu dolayısıyla çok gelişmiş ev hayvanlarımız arasında, insan çocuklarıyla aynı aşamaya kadar varan kurnazlık durumlarını her gün görebiliriz. Çünkü insan embriyonunun ana rahmindeki gelişmesinin tarihçesi, hayvan olan atalarımızın, solucandan başlayarak milyonlarca yıl sürmüş bedensel gelişme tarihinin kısa bir yinelenmesi olduğu gibi, bir çocuğun ruhsal gelişmesi de aynı atalarımızın, hiç değilse daha sonrakilerin düşünsel gelişmesinin daha kısa bir yinelenmesinden başka bir şey değildir. Ama bütün hayvanların bütün yöntemli eylemi, dünyaya, onların iradesinin damgasını vurmayı sağlayamamıştır. Bunu, insan yapmıştır.

Kısacası, hayvan dış doğadan yalnızca yararlanır ve salt varlığı ile onda değişiklikler oluşturur; insan onda değişiklikler oluşturarak, amaçlarına yarar duruma sokar, ona egemen olur. İnsanın öteki hayvanlardan son ve temel farkı budur, bu farkı oluşturan da gene emektir. *

Bununla birlikte, doğa üzerinde kazandığımız zaferlerden dolayı kendimizi pek fazla övmeyelim. Böyle her zafer için doğa bizden öcünü alır. Her zaferin beklediğimiz sonuçlan ilk planda sağladığı doğrudur, ama ikinci ve üçüncü planda da büyük çoğunlukla ilk sonuçları ortadan kaldıran, bambaşka, önceden görülmeyen etkileri vardır. Mezopotamya, Yunanistan, Küçük Asya ve başka yerlerde işlenecek toprak elde etmek için ormanları yok eden insanlar, ormanlarla birlikte nem koruyan ve biriktiren merkezlerin ellerinden gittiğini, bu ülkelerin şimdiki çölleşmiş durumuna zemin hakladıklarını akıllarına hiç getirmiyorlardı. Alplerdeki İtalyanlar, dağların kuzey yamaçlarında dikkatle korunan çam ormanlarını güney yamaçlarında yok ederken, bölgelerinde sütçülük sanayiinin köklerini kazıdıklarını sezemiyorlardı. Böylece, yılın büyük kısmında, dağlardaki kaynakların suyunu kuruttuklarını, aynı zamanda da yağmur mevsiminde azgın sel yığınlarının ovaları basmasına neden olduklarını hiç bilemiyorlardı. Avrupa'da patatesi yayanlar, nişastalı yumrularla birlikte, sıraca hastalığını yaydıklarını bilmiyorlardı. İşte böylece her adımda anımsıyoruz ki, hiçbir zaman, başka topluluğa egemen olan bir fatih, doğa dışında bulunan bir kişi gibi, doğaya egemen değiliz; tersine, etimiz, kanımız ve beynimizle ondan bir parçayız, onun tam ortasındayız, onun üzerinde kurduğumuz bütün egemenlik, başka bütün yaratıklardan önce onun yasalarını tanıma ve doğru olarak uygulayabilme üstünlüğüne sahip olmamızdan öte gitmez.

Ve aslında her geçen gün bu yasaları daha doğru anlamayı öğreniyor, doğanın geleneksel akışına yaptığımız müdahalelerin yakın ve uzak etkilerinin farkına varıyoruz. Özellikle yüzyılımızda doğabilimin sağladığı büyük ilerlemelerden sonra hiç değilse günlük üretim etkinliklerimizin en uzak doğal etkilerini bile öğreniyor ve onların farkına varabilecek ve dolayısıyla onları denetleyebilecek bir durumda bulunuyoruz. Ama bu ilerlemeler ölçüsünde insanlar, doğa ile olan içice durumlarını yalnızca sezmekle kalmıyor, daha iyi de öğreniyorlar; Avrupa'da klasik çağın bitiminden bu yana ortaya çıkan ve Hıristiyanlıkta en yüce gelişme noktasına varan, düşünce ile madde, insan ile doğa, ruh ile beden arasında bir karşıtlığın, bu anlamsız ve doğaya aykırı düşüncesi bu ölçüde olanaksız duruma geliyor.

Üretime yönelmiş etkinliklerimizin en uzak doğal etkilerini hesaplamayı bir dereceye kadar öğreninceye dek, binlerce yıllık bir emek gerekli olmuşsa da, bu eylemlerin daha uzak toplumsal etkileri bakımından bu iş çok daha güç olmuştur. Patatese ve onunla birlikte yayılan sıraca hastalığına değindik. Oysa, işçilerin yiyeceklerinin yalnız patatese indirgenmesinin bütün ülkelerin halk yığınlarının yaşayış durumu üzerinde yaptığı etkilerle, 1847 yılında patates hastalığı dolayısıyla İrlanda'nın uğradığı, yalnızca ve yalnızca patates yiyen bir milyon İrlandalıyı mezara yollayan ve iki milyonunu da denizaşırı ülkelere göç etmeye zorlayan açlıkla karşılaştırıldığı zaman, sıraca hastalığı nedir ki? Araplar alkol damıtmayı öğrendikleri zaman, o zamanlar henüz keşfedilmemiş olan Amerika'nın asıl yerlilerinin ortadan kalkmasına yarayan başlıca silahlardan birini oluşturduklarını düşlerinde bile görmemişlerdi. Ve sonradan Kolomb, Amerika'yı keşfettiğinde, Avrupa'da çok önceleri yenilgiye uğrayan köleliği yeniden canlandırmakta ve zenci ticaretinin temelini atmakta olduğunu bilmiyordu. 17. ve 18. yüzyıllarda, buhar makinesinin yapımı üzerinde çalışan insanlar, başka her şeyden daha çok tüm dünyanın toplumsal ilişkilerini kökten değiştiren ve özellikle Avrupa'da, zenginliğin azınlık tarafında ve yoksulluğun büyük çoğunluk tarafında yoğunlaşmasını, önce burjuvazinin toplumsal ve siyasal egemenlik elde etmesini, sonra da burjuvazi ile proletarya arasında, ancak burjuvazinin yıkılması ve bütün sınıf karşıtlıklarının ortadan kalkmasıyla sona erebilecek olan bir sınıf savaşımını ortaya çıkaran aracı hazırladıklarından habersizdiler. Ama bu alanda da yavaş yavaş, uzun ve çoğunlukla sert deneyler, tarihsel malzemenin toplanması ve incelenmesi sonucu, üretim etkinliğimizin dolaylı, daha uzak toplumsal etkileri konusunda aydınlığa varmayı öğrenmekteyiz; böylece, bu etkileri denetleme ve onları düzenleme olanağına da kavuşuyoruz.

Bu düzenlemeyi gerçekleştirmek için de, salt bilgiden başka şeyler gereklidir. Bunun için bugüne kadarki üretim tarzında ve onunla birlikte tüm toplumsal düzenimizde tam bir devrim gereklidir.

* Elyazmasının kenarına kurşun kalemle şu not edilmiştir: "Soylulaştırma". -Ed.

65

Page 66: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Şimdiye dek varolmuş bütün üretim tarzları, ancak emeğin en yakın, en dolaysız yararlı etkisine ulaşmayı

hedef almıştır. İlerde ortaya çıkan, yavaş yavaş yinelenerek ve yığılarak etkili duruma gelen daha sonraki sonuçlar tamamen ihmal edilmiştir. Toprağın ilkel ortak mülkiyeti, bir yandan, ufukları genel olarak sınırlı olan insanların gelişme düzeyine tekabül ediyor, öte yandan ise, bu en ilkel ekonominin olası kötü sonuçları karşısında, belirli bir telafi olanağı sağlayan, işlenebilir fazla toprağı gerektiriyordu. Bu toprak fazlalığı tükenince, ortak mülkiyet de son buluyordu. Oysa, daha ileri bütün üretim tarzları, nüfusun çeşitli sınıflara bölünmesine ve bununla birlikte de egemen ve ezilen sınıflar arasındaki karşıtlığa götürüyordu; ama aynı zamanda, egemen sınıfların çıkarları üretimin itici unsuru haline geldi, çünkü üretim, artık ezilen halkın en temel tüketim araçlarının sağlanmasıyla sınırlı değildi. Bu, bugün batı Avrupa'da egemen olan kapitalist üretim tarzı içinde, en iyi biçimde yerine getirildi. Üretime ve değişime egemen olan bireysel kapitalistler, yalnızca etkinliklerinin en yakın yararlı etkileriyle ilgilenebilmektedirler. Hatta bu yararlı etki bile — üretilen yada değişilen malın yararlılığı söz konusu olduğu ölçüde— tamamen arka plana geçer; satıştan elde edilecek kâr, tek itici güç olur.

BURJUVAZİNİN toplumsal bilimi, klasik ekonomi politik, daha çok yalnız üretim ve değişim alanlarındaki

insan eylemlerinin gerçekten tasarlanmış toplumsal etkilerini ele alır. Bu, onun teorik olarak ifade ettiği toplumsal düzene tamamen uygundur. Kapitalistler, doğrudan doğruya kâr için üretim ve değişim yaptıklarından, ilk planda yalnızca en yakın, en dolaysız sonuçlar hesaba katılmalıdır. Bir fabrikatör yada tüccar, ürettiği yada satın aldığı metaı normal bir kârla satarsa, durumdan hoşnuttur ve metaın ve alıcısının sonradan ne olacağı onu ilgilendirmez. Bu etkinliklerin doğal etkileri için de aynı şey geçerlidir. Küba'da dağ yamaçlarındaki ormanları yakarak en verimli kahve ağacının bir kuşağına yetecek gübreyi bunların külünden sağlayan İspanyol tarımcılarını, sonradan şiddetli tropikal yağmurların artık korunamayan üst toprak tabakasını alıp götürmesi ve geriye yalnız çıplak kayalar bırakması ilgilendirir miydi? Bugünkü üretim tarzında, toplum karşısında olduğu gibi doğa karşısında da, daha çok, doğrudan ve elle tutulur sonuç dikkate alınır. Sonradan da, buna yönelmiş etkinliklerin en uzak etkilerini tamamen değişik ve tamamen ters düşen öteki sonuçlarından dolayı, arz ve talep dengesinin, her on yılda bir sanayi çevriminin gösterdiği ve hatta Almanya'nın da bu "çöküntü"de bunun deneyimini biraz daha önce geçirdiği gibi, çok tersine dönüşmesinden dolayı; kişinin kendi emeği üzerine kurulu özel mülkiyetin, zorunlu olarak, işçilerin mülksüzleştirilmeleri yönünde gelişmesi, buna karşılık bütün zenginliklerin giderek işçi olmayanların elinde toplanmasından dolayı şaşakalırlar. [...] *

* Elyazması burada kesiliyor. -Ed.

66

Page 67: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Seçme Eserler II Mao Zedung YENİ DEMOKRASİ ÜZERİNE Ocak 1940 I. Çin Nereye Gidiyor?

Direnme Savaşı başladığından bu yana ülkenin dört bir yanında bir canlılık hüküm sürmektedir, içine düşülen çıkmazdan kurtulmanın yolunun bulunduğunu herkes hissediyor ve insanlar artık çaresizlik içinde boyunlarını bükmüyorlar. Ne var ki, son zamanlarda ortalık yeniden, uzlaşmacılığın ve anti-komünizmin tozu dumanıyla doldu ve halk bir kere daha şaşkına döndü. Bundan en kolay ve en başta etkilenecek olanlar aydınlar ve genç öğrencilerdir. Aynı soru yeniden ortaya çıkmaktadır: Ne yapmalı? Çin nereye gidiyor? Bu yüzden Çin Kültürü'nün1 yayına başlaması dolayısıyla ülke içerisindeki siyasi ve kültürel akımların açıklığa kavuşturulması yararlı olabilir. Ben kültür sorunlarında acemi sayılırım; bu sorunları incelemek istiyorum, ama buna daha yeni başladım. Bereket versin, Yenan'da bu konuyu kapsamlı bir şekilde ele almış olan pek çok yoldaş var, onun için benim ortaya koyduğum kabataslak görüşler, tiyatroda oyun başlamadan önce çalan zilin görevini görebilir. Gözlemlerimiz, ülkenin ileri kültür işçileri için bir nebze doğruluk payı taşıyabilir ve kendi değerli katkılarını öne sürmeleri için alçakgönüllü bir uyarı görevini yerine getirebilir; onların, milli ihtiyaçlarımızı karşılayacak doğru sonuçlara varılması için tartışmaya katılacaklarını umuyoruz. Bilimsel tutum, “gerçeği olgularda aramak”tır ve kendini beğenmiş bir şekilde yanılmaz olduğunu ilan ederek insanlara nutuk çekmekle hiçbir zaman hiçbir şey halledilmez. Milletimizin karşılaştığı felaketler son derece ciddidir ve ancak bilimsel bir yaklaşım ve sorumluluk duygusu onu kurtuluşa götürebilir. Bir tek gerçek vardır ve insanın o gerçeğe varıp varmadığı, öznel bir şekilde böbürlenmeye değil, nesnel pratiğe bağlıdır. Gerçeğin tek ölçütü, milyonlarca insanın devrimci pratiğidir. Bence bu, Çin Kültürü'nün tutumu olarak kabul edilebilir.

II. Yeni Bir Çin Kurmak İstiyoruz

Biz komünistler, uzun yıllardır, siyasi ve ekonomik bir devrim için olduğu kadar bir kültür devrimi için de mücadele ettik. Hedefimiz Çin milleti için yeni bir toplum ve yeni bir devlet inşa etmektir. Bu yeni toplumun ve yeni devletin, yalnız yeni bir siyaseti ve yeni bir ekonomisi değil, aynı zamanda yeni bir kültürü de olacaktır. Başka bir deyişle, yalnız, siyasi yönden ezilen ve ekonomik yönden sömürülen Çin'i, siyasi yönden özgür ve ekonomik yönden kalkınmış bir Çin haline getirmek istemekle kalmıyor, aynı zamanda eski kültürün baskısı altında cahil ve geri bırakılan Çin'i yeni bir kültürün hüküm sürdüğü aydınlanmış ve ileri bir Çin haline getirmek istiyoruz. Kısacası, yeni bir Çin kurmak istiyoruz. Kültür alanında hedefimiz, yeni bir milli Çin kültürü inşa etmektir. III. Çin'in Tarihi Özellikleri

Biz yeni bir milli kültür inşa etmek istiyoruz, ama bu nasıl bir kültür olmalıdır? Her kültür (bir ideolojik biçim olarak), belli bir toplumun siyasetinin ve ekonomisinin yansımasıdır. Öbür

yandan bunlardan birincisinin ikinci üzerinde olağanüstü bir etkisi vardır; ekonomi temeldir ve siyaset ekonominin yoğunlaşmış ifadesidir.2 Kültürün siyaset ve ekonomiyle olan ilişkisi ve siyasetin ekonomiyle olan ilişkisi konusunda temel görüşümüz budur. Dolayısıyla, kültür biçimi önce siyasi ve ekonomik biçim tarafından belirlenir ve ancak ondan sonra söz konusu siyasi ve ekonomik biçim üzerinde işlemeye ve onu etkilemeye başlar. Marks şöyle der: “İnsanların varlıklarını belirleyen, bilinçleri değil; tam tersine bilinçlerini belirleyen toplumsal varlıklarıdır.”3 Ayrıca şunu da belirtir: “Filozoflar dünyayı sadece çeşitli şekillerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir.”4 Bu bilimsel tanımlamalar, insanlık tarihinde ilk kez, bilinç ile varlık arasındaki ilişki sorununu doğru bir şekilde çözmüştür ve bunlar, daha sonra Lenin tarafından çok derin bir şekilde geliştirilen dinamik devrimci bilgi teorisinin temel kavramlarıdır. Bu teori, bilgiyi gerçekliğin yansıması olarak alır. Çin'in kültür sorunlarını tartışırken bu temel kavramları aklımızda tutmalıyız.

Böylece, tasfiye etmek istediğimiz eski milli kültürün gerici unsurlarının, eski milli siyaset ve ekonominin ayrılmaz bir parçası olduğu; öte yandan, inşa etmek istediğimiz yeni milli kültürün de yeni milli siyaset ve ekonominin ayılmaz bir parçası olduğu apaçık görülmektedir. Çin milletinin eski siyaseti ve ekonomisi, onun eski kültürünün temelini meydana getirmektir; aynı şekilde yeni siyaseti ve ekonomisi de onun yeni kültürünün temelini meydana getirecektir.

Çin'in eski siyaseti ve ekonomisi nedir? Ve Çin'in eski kültürü nedir? Çu ve Çing Hanedanlarından itibaren Çin toplumu, feodal bir siyasete ve feodal bir ekonomiye sahip olan

feodal bir toplumdu. Hâkim kültür de, siyaseti ve ekonomiyi yansıtan feodal kültürdü. Yabancı kapitalizmin istilasından ve Çin toplumundaki kapitalist unsurların giderek gelişmesinden itibaren,

ülke adım adım değişerek sömürge, yarı-sömürge ve yarı-feodal bir toplum haline gelmiştir. Çin bugün, Japon işgali altında bulunan bölgelerde sömürge, Guomindang bölgelerinde ise esas olarak yarı-sömürgedir ve iki bölgede de esas olarak feodal ya da yarı-feodaldir. İşte günümüz Çin toplumunun niteliği ve ülkemizdeki durum budur. Bu toplumun siyaseti ve ekonomisi esas olarak, sömürge, yarı-sömürge ve yarı-feodaldir ve siyaset ile ekonomiyi yansıtan hâkim kültür de gene sömürge, yarı-sömürge ve yarı-feodal bir nitelik taşır.

67

Page 68: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Bizim devrimimiz tamamen bu hâkim siyasi, ekonomik ve kültürel biçimlere yöneltilmiştir. Biz eski sömürge, yarı-sömürge ve yarı-feodal siyaset ve ekonomiden ve onların hizmetindeki eski kültürden kurtulmak istiyoruz. Ve yerine, bunların tam tersi olan Çin milletinin yeni siyasetini, yeni ekonomisini ve yeni kültürünü inşa etmek istiyoruz.

Öyleyse Çin milletinin yeni siyaseti, yeni ekonomisi ve yeni kültürü nedir? Çin devrimi kendi tarihî süreci içerisinde iki aşamadan, birinci olarak, demokratik devrim ve ikinci olarak

sosyalist devrim aşamasından geçmek zorundadır. Ve nitelikleri gereği bunlar iki ayrı devrimci süreçtir. Buradaki demokrasi, eski sınıflamaya dahil olan, eski demokrasi değildir; tersine yeni sınıflamaya giren, Yeni Demokrasidir.

Dolayısıyla Çin'in yeni siyasetinin, Yeni Demokrasinin siyaseti, Çin'in yeni ekonomisinin Yeni Demokrasinin ekonomisi ve Çin'in yeni kültürünün de Yeni Demokrasinin kültürü olduğu söylenebilir.

Günümüzdeki Çin devriminin tarihi özellikleri bunlardır. Çin devrimine katılan herhangi bir siyasi parti grup ya da kişi bunu kavramadığı takdirde, Çin devrimini yönetmeyi ve zafere ulaştırmayı başaramayacak, halk tarafından bir kenara atılacak ve kaderine yanmakla kalacaktır. IV. Çin Devrimi Dünya Devriminin Bir Parçasıdır

Çin devriminin tarihi özelliği, demokrasi ve sosyalizm olmak üzere iki aşamaya bölünmüş olmasıdır; birincisi artık genel anlamda demokrasi değil, Çin tipi bir demokrasi, yeni ve özel tipte bir demokrasi, yani Yeni Demokrasidir. Öyleyse bu tarihi özellik nasıl meydana gelmiştir? Geçen yüzyıldan beri var olan bir şey midir, yoksa daha yakın zamana mı aittir?

Çin'in ve dünyanın tarihî gelişmesinin kısa bir incelemesi, bu özelliğin Afyon Savaşı'ndan hemen sonra değil; ancak Birinci Emperyalist Dünya Savaşı'ndan ve Rusya'daki Ekim Devrimi'nden sonra şekillenmeye başladığını gösterir. Şimdi bunun oluşma sürecini inceleyelim.

Günümüz Çin toplumunun sömürge, yarı-sömürge ve yarı-feodal niteliğinden Çin devriminin iki aşamaya bölünmesi gerektiği sonucu çıkar. Birinci adım, sömürge, yarı-sömürge ve yarı-feodal toplum biçimini bağımsız, demokratik bir toplum haline getirmektir. İkinci adım ise, devrimi ilerletmek ve sosyalist bir toplum inşa etmektir. Şu anda Çin devrimi birinci adımı atmaktadır.

Birinci adım için hazırlık dönemi 1840'taki Afyon Savaşı'yla, yani feodal Çin toplumunun, yarı-sömürge ve yarı-feodal bir toplum haline gelmeye başlamasıyla açıldı. Bunu Tayping İlahî Krallığı Hareketi, Çin-Fransız Savaşı, Çin-Japon Savaşı, 1898 Reform Hareketi, 1911 Devrimi, 4 Mayıs Hareketi, Kuzey Seferi, Toprak Devrimi Savaşı ve şimdiki Japonya'ya Karşı Direnme Savaşı izledi. Bunların tümü bütün bir yüzyılı kaplamıştır ve bunlar, Çin halkının bağımsız, demokratik bir toplum inşa etmek ve birinci devrimi tamamlamak için em-peryalizme ve feodal güçlere karşı çeşitli zamanlarda ve değişen ölçülerde yürüttüğü mücadeleler oldukları için bir anlamda o birinci adımı temsil ederler. 191. Devrimi, bu devrimin daha tam anlamda başlangıcıydı. Toplumsal niteliği bakımından bu devrim bir proleter sosyalist devrim değil, bir burjuva demokratik devrimidir. Daha tamamlanmamıştır ve hâlâ büyük çabalar gerektirmektedir, çünkü bugün bile düşmanları hâlâ çok güçlüdür. Dr. Sun Yatsen “devrim henüz tamamlanmamıştır, bütün yoldaşlarım mücadeleye devam etmelidir” derken burjuva demokratik devrimden söz etmekteydi.

Ne var ki, 1914'teki Birinci Emperyalist Dünya Savaşı'nın patlak vermesinden sonra ve 1917'deki Rus Ekim Devrimi'nin sonucu olarak yeryüzünün altıda birini kaplayan topraklar üzerinde sosyalist bir devletin kurulmasıyla, Çin'in burjuva demokratik devriminde bir değişiklik oldu.

Bu olaylardan önce, Çin'in burjuva demokratik devrimi, eski burjuva demokratik dünya devrimi sınıflamasına giriyordu ve bunun bir parçasıydı.

Bu olaylardan sonra, Çin burjuva demokratik devrimi bir değişiklik geçirmiş ve burjuva demokratik devrimlerinin yeni sınıflamasına dahil olmuştur. Devrimci güçlerin mevzilenişi açısından ise, bu devrim proleter sosyalist dünya devriminin bir parçasıdır.

Neden? Çünkü Birinci Emperyalist Dünya Savaşı ve ilk muzaffer sosyalist devrim, Ekim Devrimi, dünya tarihinin bütün gidişini değiştirmiş ve yeni bir çağ açmıştır.

Bu çağda, dünya kapitalist cephesi yeryüzünün bir bölümünde (dünyanın altıda birinde) çökmüş ve geri kalan yerlerde ise kendi çürümüşlüğünü açıkça gözler önüne sermiştir. Kapitalizmin hüküm sürdüğü ülkeler varlıklarını sürdürebilmek için her zamankinden daha fazla sömürge ve yarı-sömürgelere dayanmak zorundadırlar; sosyalist bir devlet kurulmuş ve bütün sömürgelerle yarı-sömürgelerin kurtuluş hareketlerini etkin olarak desteklemeye hazır olduğunu ilan etmiştir; kapitalist ülkelerdeki proletarya kendisini sosyal demokrat partilerin sosyal-emperyalist etkilerinden kararlı bir şekilde kurtarmakta ve sömürgelerle yarı-sömürgelerdeki kurtuluş hareketlerini desteklediğini ilan etmektedir. Bu çağda bir sömürge ya da yarı-sömürgede em-peryalizme, yani uluslararası burjuvaziye ya da uluslararası kapitalizme yöneltilmiş her devrim, artık burjuva demokratik dünya devriminin eski sınıflamasına değil, yeni sınıflamasına girer. Böyle bir devrim artık eski burjuva ya da kapitalist dünya devriminin bir parçası değil yeni dünya devriminin, proleter sosyalist dünya devriminin bir parçasıdır. Böyle devrimci sömürge ve yarı-sömürgelere artık dünya kapitalizminin karşı-devrimci cephesinin müttefikleri gözüyle bakılamaz; bunlar dünya sosyalizminin devrimci cephesinin müttefikleri olmuşlardır.

Sömürge ve yarı-sömürge bir ülkede böyle bir devrim, birinci aşaması ya da birinci adımı sırasında, toplumsal niteliği bakımından temelde hâlâ burjuva demokratik olduğu ve nesnel hedefi kapitalizmin gelişmesi için yolu açmak olduğu halde artık, burjuvazinin diktatörlüğü altında kapitalist bir toplum ve kapitalist bir devlet kurmak amacıyla burjuvazinin önderlik ettiği eski tipte bir devrim değildir. Bu devrim, birinci aşamada, yeni

68

Page 69: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

demokratik bir toplum ve bütün devrimci sınıfların ortak diktatörlüğü altında bir devlet kurmak amacıyla proletaryanın önderlik ettiği yeni tipte bir devrimdir. Böylece bu devrim, gerçekte, sosyalizmin gelişmesi için daha da geniş bir yol açma görevini yerine getirir. Bu devrimin gelişme süreci içinde, düşman tarafında ve müttefiklerimizin saflarında meydana gelen değişikliklerden dolayı, birkaç alt aşama daha olabilir, ama devrimin temel niteliği değişmez.

Böyle bir devrim, emperyalizmin temellerini hedef alır ve bu yüzden emperyalizm, onu hoş görmez, ona karşıdır. Buna karşılık, sosyalizm ondan yanadır ve sosyalizmin anavatanıyla uluslararası sosyalist proletarya onu destekler.

Bu yüzden, böyle bir devrim kaçınılmaz olarak proleter sosyalist dünya devriminin bir parçası olur. “Çin devrimi dünya devriminin bir parçasıdır” şeklindeki doğru tez daha 1924-1927 yıllarında Çin'in Birinci

Büyük Devrimi sırasında öne sürülmüştü. Bu tez, Çin komünistleri tarafından öne sürülmüş ve o günkü anti-emperyalist ve anti-feodal mücadeleye katılan herkes tarafından onaylanmıştı. Ne var ki, bu tezin taşıdığı önem, o günlerde tam olarak açıklığa kavuşturulmamış ve dolayısıyla oldukça belirsiz bir şekilde kavranmıştı.

Burada geçen “dünya devrimi” sözü, artık eski dünya devrimi değildir. Çünkü eski burjuva dünya devrimi çoktan tarihe karışmıştır, bu söz bugün yeni dünya devrimini, sosyalist dünya devrimini ifade eder. Aynı şekilde, onun “bir parçasını” meydana getirmek demek, eski burjuva devriminin değil, yeni sosyalist devrimin bir parçasını meydana getirmek demektir. Bu hem Çin, hem de dünya tarihinde eşi görülmemiş olağanüstü bir değişikliktir.

Çin komünistleri tarafından öne sürülen bu doğru tez, Stalin'in teorisine dayanır. Stalin, daha 1918 yılında, Ekim Devrimi'nin birinci yıldönümünü kutlayan bir makalesinde şöyle yazmıştı: Ekim Devrimi'nin dünya çapındaki büyük önemi, esas olarak şu gerçekte yatar:

1) Milli meselenin ufkunu genişletmiş ve bunu, Avrupa'da milli baskıya karşı mücadele gibi özel bir sorun olmaktan çıkarıp ezilen halkları, sömürgeleri ve yarı-sömürgeleri emperyalizmden kurtarmak gibi genel bir sorun haline getirmiştir.

2) Onların kurtuluşları için geniş olanaklar yaratmış ve kurtuluşa giden doğru yolu açmıştır, böylelikle Batının ve Doğunun ezilen halklarının kurtuluş davasını büyük ölçüde kolaylaştırmış ve hepsini, emperyalizme karşı verilen muzaffer ortak mücadele akımı içine çekmiştir;

3) Ekim Devrimi, dünya emperyalizmine karşı, Batının proleterlerinden başlayıp, Rus Devrimi'nden geçerek Doğunun ezilen halklarına kadar ulaşan, yeni bir devrimler cephesi yaratarak sosyalist batı ile köleleştirilmiş Doğu arasında bir köprü kurmuştur5.

Stalin, bu yazıyı yazdığı tarihten sonra, sömürge ve yarı-sömürgelerdeki devrimlerin eski sınıflamadan

çıkarak proleter sosyalist devrimin bir parçası haline geldikleri teorisini tekrar tekrar açıklığa kavuşturmuştur. En berrak ve kesin açıklama, 30 Haziran 1925 tarihinde yayınlanan ve Stalin'in zamanın Yugoslav milliyetçilerine karşı sürdürdüğü polemikleri içeren bir makalede yapılmıştır. “Bir Kere Daha Milli Mesele Üzerine” adını taşıyan bu makale, Çang Çungşi tarafından çevrilen ve Stalin, Milli Mesele Üzerine adını taşıyan bir kitapta yer almaktadır. Aşağıdaki bölüm bu kitaptan aktarılmıştır:

Semiç, Stalin'in 1912 yılı sonunda yazılan Marksizm ve Milli Mesele yazısındaki bir yere dayanıyor.

Orada şöyle deniyor: “Yükselen kapitalizm şartlarında, milli mücadele burjuva sınıfları arasında bir mücadeledir.” Görünüşe göre Semiç, bu suretle, bugünkü tarihi koşullarda, milli hareketin sosyal anlamının belirlenmesinde kendi formülünün doğru olduğuna işaret etmek istiyor. Ancak Stalin'in yazısı, emperyalist savaştan önce, milli mesele Marksistlerin gözünde henüz dünya çapında bir mesele değilken, Marksistlerin temel talebinin, kendi kaderini tayin hakkı talebinin proletarya devriminin bir parçası olarak değil, burjuva demokratik devrimin bir parçası olarak anlaşıldığı zamanda yazıldı. Uluslararası durumun, o zamandan beri temelden değiştiğini, bir yandan savaşın, öte yandan Rusya'daki Ekim Devrimi'nin milli meseleyi burjuva demokratik devrimi meselesinin bir parçası olmaktan çıkarıp, proleter sosyalist devrimi meselesinin bir parçası haline getirdiğini görmek istememek gülünç oluyordu. Daha 1916 Ekim'inde Lenin, “Kendi Kaderini Tayin Tartışmasının Sonuçları” adlı yazısında, milli meselenin önemli noktasının, kendi kaderini tayin hakkı noktasının, genel demokratik hareketin bir parçası olmaktan çıktığını, artık genel proleter sosyalist devrimin ayrılmaz bir parçası olduğunu söy-lüyordu. Burada gerek Lenin'in, gerekse Rus komünizminin diğer temsilcilerinin milli mesele konusundaki çalışmalarına değinmek istemiyorum bile. Bütün bunlardan sonra Semiç'in, Stalin'in Rusya'da burjuva demokratik devrimi döneminde yazılmış olan yazısındaki bilinen yere dayanmasının bugün, yeni tarihi durum dolayısıyla yeni bir aşamaya, proleter devrimi aşamasına girdiğimiz bir zamanda ne anlamı olabilir? Sadece şu anlamı olabilir: Semiç, yer ve zaman dışında, yaşanan tarihi durumdan bağımsız olarak alıntı yapıyor ve bununla diyalektiğin temel gereklerine aykırı hareket ediyor ve bir tarihi durumda doğru olanın, başka bir tarihi durumda yanlış olabileceğini dikkate almıyor...6

Buradan da, iki türden dünya devrimi olduğu ve birincisinin burjuva ya da kapitalist sınıflamaya girdiği

görülür. Bu türden dünya devrimi çağı çoktan tarihe karışmıştır; daha 1914'te Birinci Emperyalist Dünya Savaşı patlak verdiği ve özellikle 1917'de Ekim Devrimi meydana geldiği zaman son bulmuştur. İkinci tür, yani proleter sosyalist dünya devrimi bundan sonra başlamıştır. Bu devrimin temel gücü kapitalist ülkelerin proletaryası, müttefikleri de sömürge ve yarı-sömürgelerin ezilen haklarıdır. Ezilen bir millette hangi sınıflar, hangi partiler ya da hangi kişiler devrime katılırsa katılsın ve bunlar sorunun bilincinde olsunlar ya da olmasınlar, sorunu kavrasınlar ya da kavramasınlar, emperyalizme karşı çıktıkları sürece, onların devrimi proleter sosyalist dünya

69

Page 70: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

devriminin bir parçası haline gelir ve kendileri de bu devrimin müttefiki olurlar. Bugün Çin devrimi daha da büyük bir önem kazanmıştır. Bugün, kapitalizmin ekonomik ve siyasi

buhranlarının dünyayı gitgide daha çok İkinci Dünya Savaşı'na doğru sürüklediği; Sovyetler Birliği'nin sosyalizmden komünizme geçiş dönemine vardığı ve bütün dünya proletaryası ile ezilen milletlere, emperyalist savaşa ve kapitalist gericiliğe karşı mücadelelerinde hem önderlik, hem yardım edebileceği; kapitalist ülkelerin proletaryasının kapitalizmi devirip sosyalizmi kurmaya hazırlandığı ve Çin'de proletaryanın, köylülüğün, aydınların ve küçük burjuvazinin diğer kesimlerinin Çin Komünist Partisi'nin önderliği altında muazzam bir bağımsız siyasi güç haline geldiği bir zamanda yaşıyoruz. İçinde bulunduğumuz bu durumda, Çin devriminin dünya çapında daha da büyük bir önem kazandığını söylemek doğru olmaz mı? Bence doğru olur. Çin devrimi, dünya devriminin çok önemli bir parçası haline gelmiştir.

Çin devrimi bu birinci aşamada (birçok alt aşamasıyla birlikte) yeni tipte bir burjuva demokratik devrim olduğu ve toplumsal niteliği bakımından henüz bir proleter sosyalist devrim olmadığı halde, çoktan beri proleter sosyalist dünya devriminin bir parçası olmuştur ve hatta bugün bu dünya devriminin çok önemli bir parçası ve büyük bir müttefikidir. Devrimimizin birinci adımı ya da aşaması, kesinlikle, Çin burjuvazisinin diktatörlüğü altında kapitalist bir toplum kurulması değildir ve olamaz da; devrimimiz, Çin proletaryasının önderliğinde Çin'in bütün devrimci sınıflarının ortaklaşa diktatörlüğü altında yeni demokratik bir toplumun kurulmasıyla sonuçlanacaktır. O zaman devrim, Çin'de sosyalist bir toplumun kurulacağı ikinci aşamasına doğru ilerletilecektir.

Bu, günümüz Çin devriminin (1919'daki 4 Mayıs Hareketi'nden itibaren) son yirmi yılın yeni devrimci sürecinin temel niteliği ve somut yaşayan özüdür. V. Yeni Demokrasinin Siyaseti

Çin devriminin yeni tarihî özelliği, birincisi yeni demokratik devrim olmak üzere, iki aşamaya bölünmüş olmasıdır. Bu, yurtiçindeki siyasi ve ekonomik ilişkilerde somut olarak nasıl ifadesini bulur? Bu konuyu ele alalım.

1919'daki 4 Mayıs Hareketi'nden önce (bu olay, 1914'teki Birinci Emperyalist Dünya Savaşı'ndan ve 1917'deki Rus Ekim Devrimi'nden sonra meydana gelmiştir) burjuva demokratik devrimin siyasi önderleri, (aydınları aracılığıyla) küçük burjuvazi ve burjuvaziydi. Çin proletaryası henüz uyanmış ve bağımsız bir sınıf gücü olarak siyaset sahnesine çıkmamış, ama devrimde sadece küçük burjuvazinin ve burjuvazinin izleyicisi olarak yer almıştı. 1911 Devrimi sırasında proletarya işte bu durumdaydı.

4 Mayıs Hareketi'nden sonra ise, milli burjuvazi devrime katılmaya devam ettiği halde, Çin burjuva demokratik devriminin siyasi önderi artık burjuvazi değil, proletaryaydı. Çin proletaryası, olgunlaşması sonucu ve Rus Devrimi'nin etkisiyle hızla bağımsız bir uyanmış bir siyasi güç haline geldi. “Kahrolsun emperyalizm” slo-ganını ve burjuva demokratik devrimin bütünü için geniş kapsamlı bir programı öne süren, Çin Komünist Partisi'ydi. Toprak Devrimini gerçekleştiren de sadece ve sadece Çin Komünist Partisi'ydi.

Çin milli burjuvazisi, sömürge ve yarı-sömürge bir ülkenin burjuvazisi olduğu ve emperyalizm tarafından ezildiği için emperyalizm çağında bile, emperyalistlere ve bürokratlarla savaş ağalarının yerli hükümetlerine karşı (ikincisine karşı çıkma örnekleri, 1911 Devrimi ve Kuzey Seferi dönemlerinde bulunabilir) belli dönemlerde ve belli ölçülerde, belli bir devrimci niteliği sürdürür ve karşı çıkmaya hazır olduğu düşmanlara karşı proletarya ve küçük burjuvaziyle ittifak kurabilir. Bu bakımdan Çin burjuvazisi, eski Çarlık Rusyasındaki burjuvaziden ayrılır. Çarlık Rusyası başka ülkelere saldırıda bulunan askeri-feodal bir emperyalizm olduğu için, Rus burjuvazisi devrimci bir nitelikten yoksundu. Orada proletaryanın görevi, burjuvaziyle birleşmek değil, ona karşı çıkmaktı. Ama Çin milli burjuvazisinin belli dönemlerde ve belli ölçülerde devrimci bir niteliği vardır, çünkü Çin saldırıya uğrayan sömürge ve yarı-sömürge bir ülkedir. Burada proletaryanın görevi, milli burjuvazinin devrimci niteliğini göz önünde tutarak onunla emperyalizme ve bürokrat ve savaş ağası hükümetlerine karşı bir birleşik cephe kurmaktır.

Bunun yanı sıra, Çin milli burjuvazisinin, sömürge ve yarı-sömürge bir ülkede bulunduğu ve dolayısıyla ekonomik ve siyasi yönden son derece çelimsiz bir burjuvazi olduğu için devrimin düşmanlarıyla uzlaşma eğilimi taşıması gibi bir niteliği de vardır. Devrime katıldığı zaman bile emperyalizmden tamamen kopmaya ya-naşmaz ve üstelik köylük bölgelerde toprak rantı yoluyla sürdürülen sömürüyle çok yakından ilişkisi vardır. Dolayısıyla emperyalizmi ve hele feodal güçleri kesin bir şekilde devirmeyi ne ister, ne de bunu yapabilecek durumdadır. Bu yüzden, Çin'in burjuva demokratik devriminin iki temel sorunu ya da görevi, milli burjuvazi tarafından çözülemez ya da gerçekleştirilemez. Guomindang tarafından temsil edilen Çin büyük burjuvazisi ise, 1927'den 1937'ye kadar olan uzun dönem boyunca emperyalistlerin kucağından inmemiş ve devrimci halka karşı feodal güçlerle ittifak yapmıştır. 1927'den itibaren bir süre için Çin milli burjuvazisi de karşı devrimin peşine takılmıştı. Şimdiki Japonya'ya karşı savaş sırasında büyük burjuvazinin Vang Cingvey tarafından temsil edilen kesimi düşmana teslim olmuş ve bu da büyük burjuvazinin yeni bir ihanetini oluşturmuştur. Öyleyse bu bakımdan Çin'deki burjuvazi, Avrupa ve Amerika ülkelerindeki ve özellikle Fransa'daki daha önceki burjuvaziden ayrılır. O ülkelerdeki ve özellikle Fransa'daki burjuvazi hâlâ devrimci çağında iken burjuva devrimi görece köklü bir nitelik taşımaktaydı, oysa Çin'deki burjuvazi bu ölçüde köklü olmaktan bile uzaktır.

Bir yanda, devrime katılma olasılığı, öbür yanda devrim düşmanlarıyla uzlaşma eğilimi; işte Çin burjuvazisinin ikili niteliği budur ve önünde her iki yol da açıktır. Avrupa ve Amerika'nın tarihindeki burjuvazi bile bu ikili niteliğe sahipti. Büyük bir düşmanla karşılaştıkları zaman, düşmana karşı işçiler ve köylülerle birleşmişler, ama köylüler ve işçiler uyanınca yüzgeri ederek işçilere ve köylülere karşı düşmanla birleşmişlerdir. Bu, dünyanın her yerindeki burjuvazi için geçerli olan genel bir kuraldır, ancak Çin

70

Page 71: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

burjuvazisinde bu özellik daha da belirgindir. Çin'de, emperyalizmi ve feodal güçleri yıkmak için kim halka önderlik etmeyi başarırsa, halkın güvenini onun

kazanacağı açıktır; çünkü bu ikisi ve özellikle emperyalizm, halkın can düşmanıdır. Bugün, Japon emperyalizmini kovmak ve demokratik bir yönetim kurmak için halka kim önderlik ederse, o, halkın kurtarıcısı olacaktır. Tarih, Çin burjuvazisinin bu sorumluluğu taşıyamayacağını ve bunun kaçınılmaz olarak proletaryanın omuzlarına yükleneceğini kanıtlamıştır.

Dolayısıyla Çin'in kaderini belirleyen temel güçlerin proletarya, köylülük, aydınlar ve küçük burjuvazinin öbür kesimleri olduğu açıktır. Bir kısmı şimdiden uyanmış ve geri kalanı da uyanma süreci içinde olan bu sınıflar, proletarya önder güç olmak üzere, zorunlu olarak Çin demokratik cumhuriyetinin devlet ve hükümet yapısının temel unsurları haline geleceklerdir. Kurmak istediğimiz demokratik Çin cumhuriyeti, bütün anti-emperyalist ve anti-feodal halkın proletarya önderliğindeki ortak diktatörlüğü altında bir demokratik cumhuriyet, yani yeni demokratik bir cumhuriyet, gerçekten devrimci yeni Üç Halk İlkesi'nin ve onun Üç Büyük Siyasetinin cumhuriyeti olmalıdır.

Bu yeni demokratik cumhuriyet, eski demokratik biçim olan ve zaten günü geçmiş bulunan burjuva diktatörlüğü altındaki eski Avrupa-Amerikan tipi kapitalist cumhuriyetten farklı olacaktır. Öte yandan, SSCB'de daha şimdiden gelişip serpilmeye başlayan proletarya diktatörlüğü altındaki Sovyet tipi sosyalist cumhuriyetten de farklı olacaktır. Bu Sovyet tipi sosyalist cumhuriyet, bütün kapitalist ülkelerde kurulacak ve kuşkusuz sanayisi gelişmiş bütün ülkelerdeki devlet ve hükümet yapılarının egemen biçimi haline gelecektir. Ancak, belli bir tarihî dönem boyunca bu biçim, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki devrimler için uygun değildir. Öyleyse bu süre içinde, bütün sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde üçüncü bir devlet biçimi, yani demokratik cumhuriyet kabul edilmelidir. Bu biçim, belli bir tarihî dönem için geçerlidir ve bu yüzden bir geçiş biçimidir; ama gene de zorunlu bir biçimdir ve bundan vazgeçilemez. .

Dolayısıyla, dünyadaki çeşitli tipteki devlet sistemleri, siyasi iktidarlarının sınıf niteliğine göre üç temel biçime indirgenebilir: 1) Burjuva diktatörlüğü altındaki cumhuriyetler; 2) Proletarya diktatörlüğü altındaki cumhuriyetler; 3) Birkaç devrimci sınıfın ortak diktatörlüğü altındaki cumhuriyetler.

Birinci tür, eski demokratik devletleri kapsar. Bugün, ikinci emperyalist savaşın patlamasından sonra, burjuvazinin kanlı militarist diktatörlüğü altına girmiş ya da girmekte bulunan kapitalist ülkelerin birçoğunda demokrasinin izine bile rastlanamaz. Toprak ağaları ve burjuvazinin ortak diktatörlüğü altındaki belli ülkeler de bu tür içinde sayılabilirler.

Sovyetler Birliği'nde var olan ikinci türün kapitalist ülkelerde ortaya çıkması için koşullar olgunlaşmaktadır. Gelecekte bu, bir süre için bütün dünyada egemen bir biçim olacaktır.

Üçüncü tür, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin devrimlerinde benimsenmesi gereken geçiş döneminin devlet biçimidir. Bu devrimlerin her birinin kaçınılmaz olarak kendine özgü belli nitelikleri olacaktır, ama bunlar genel bir tema üzerindeki küçük çeşitlemelerdir. Sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde yer alan devrimler olduklarına göre, devlet ve hükümet yapıları zorunlu olarak temelde aynı, yani birkaç antiemperyalist sınıfın ortak diktatörlüğü altındaki yeni demokratik bir devlet olacaktır. Bugünün Çin'inde Japonya'ya karşı birleşik cephe, yeni demokratik devlet biçimini temsil etmektedir. Japonya'ya karşıdır ve anti-emperyalisttir; aynı zamanda birkaç devrimci sınıfın ittifakı olan bir birleşik cephedir. Ama ne yazık ki, savaş bu kadar uzun bir süredir devam ettiği halde, demokrasiyi gerçekleştirme çalışması, Komünist Partisi önderliğindeki Japonya'ya karşı demokratik üs bölgeleri dışında kalan çoğu yerde, daha yeni başlamıştır ve Japon emperyalistleri ülkemizi çiğnemek için bu temel zaaftan yararlanmışlardır. Eğer bu konuda bir şey yapılmazsa, milli geleceğimiz ciddi bir şekilde tehlikeye düşecektir.

Burada tartışılan sorun, “devlet sistemi” sorunudur. Çing Hanedanının son yıllarından bu yana, 20-30 yıldır süregelen çatışmalardan sonra bile bu sorun hâlâ çözülmüş değildir. Aslında bu, çeşitli toplumsal sınıfların devlet içindeki yeri sorunundan başka bir şey değildir. Burjuvazi, bir kural olarak sınıfların yeri sorununu hasıraltı eder ve “milli” yaftası altında tek sınıf diktatörlüğünü sürdürür. Sorunu bu şekilde hasıraltı etmenin devrimci halka hiçbir yaran yoktur ve sorun onlara açıkça anlatılmalıdır. “Milli” terimine bir diyeceğimiz yok, ama bu terim karşı-devrimcileri ve hainleri içine almamalıdır. Çünkü bugün bizim ihtiyaç duyduğumuz devlet, bütün devrimci sınıfların, karşı-devrimcilerle hainler üzerindeki diktatörlüğüdür.

Modern devletlerdeki sözüm ona demokratik sistem, genellikle burjuvazinin tekelindedir ve sadece

halkı ezmeye yarayan bir araç haline gelmiştir. Oysa, Guomindang'ın Demokrasi İlkesi, bir azınlığın özel malı değil de bütün halkın paylaştığı demokratik bir sistem demektir.

Guomindang'ın, 1924'te Guomindang-komünist işbirliği döneminde yapılan 1. Milli Kongresi'nin Bildirisindeki

resmî açıklama buydu. Guomindang on altı yıldır bu açıklamayı çiğnemiş ve dolayısıyla şu anda içinde bulunduğumuz vahim milli buhranı yaratmıştır. Bu, çok büyük bir hatadır ve Guomindang'ın, Japonya'ya karşı savaşın pislikleri arındıran alevleri içerisinde bu hatayı düzelteceğini ummaktayız.

“Yönetim sistemi” sorununa gelince, bu siyasi iktidarın nasıl örgütleneceği sorunudur; şu ya da bu toplumsal sınıfın, düşmanlarına karşı çıkmak ve kendini korumak için, siyasi iktidar mekanizmasını hangi biçimde düzenleyeceği sorunudur. Kendini temsil edecek uygun bir siyasi iktidar organı olmayan hiçbir devlet yoktur. Çin, artık bir halk meclisleri sistemini benimseyebilir; bu sistem, milli halk meclisinden başlayıp eyalet, il, bölge ve kasaba halk meclislerine kadar iner ve her düzeydeki meclis kendi yönetim organlarını seçer. Her devrimci sınıfın devlet içindeki yerine göre doğru dürüst temsil edilmesi, halkın iradesinin doğru ifadesini bulması, devrimci mücadelelerinin doğru yönetilmesi ve Yeni Demokrasi ruhunun doğru bir şekilde dile getirilmesi için cinsiyet, dinî inanç, mülkiyet ya da eğitim ayrımı yapılmaksızın genel ve eşit oy hakkı tanıyan bir sistem ku-

71

Page 72: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

rulmalıdır. Demokratik merkeziyetçilik böyle bir sistemdir. Ancak demokratik merkeziyetçiliğe dayanan bir yönetim, bütün devrimci halkın iradesini tamamen dile getirebilir ve devrimin düşmanlarıyla en etkili bir şekilde mücadele edebilir. Hükümet ve orduda, “azınlığın özel malı olmayı” reddetme ruhu hâkim olmalıdır. Gerçekten demokratik bir sistem olmaksızın bu başarılamaz ve yönetim sistemi ile devlet sistemi arasında uyum sağlanamaz.

Devlet sistemi, bütün devrimci sınıfların ortak diktatörlüğüdür; yönetim sistemi, demokratik merkeziyetçiliktir. Yeni Demokrasi'nin siyaseti ve Yeni Demokratik cumhuriyet budur; Japonya'ya karşı birleşik cephe cumhuriyeti, yeni Üç Halk İlkesi'nin ve onun Üç Büyük Siyaseti'nin cumhuriyeti, ismen olduğu kadar gerçekte de var olan Çin Cumhuriyeti işte budur. Bugün lafta var olan, ama gerçekte olmayan bir Çin Cumhuriyeti'miz vardır ve şimdiki görevimiz bu isme uyacak gerçekliği yaratmaktır. Devrimci bir Çin'in, Japon istilasına karşı savaşan bir Çin'in, mutlaka gerçekleştirmesi gereken iç siyasi ilişkileri bunlardır; bugünkü milli yeniden inşa çalışmamızın tek yönelimi, tek doğru yönelimi budur. VI. Yeni Demokrasi'nin Ekonomisi

Eğer Çin'de böyle bir cumhuriyet kurulacaksa, sadece siyasetinde değil, aynı zamanda ekonomisinde de yeni demokratik olmalıdır.

Bu cumhuriyet büyük bankaları ve büyük sanayi ve ticaret işletmelerini mülkiyeti altına alacaktır.

Nitelikleri bakımından tekelci olan ya da özel kişiler tarafından yönetilemeyecek kadar büyük olan bankalar, demiryolları ve havayolları gibi girişimler, ister Çinlilere, ister yabancılara ait olsun, özel sermayenin halkın geçim koşullarına hükmetmesini önlemek için devlet tarafından işletilecek ve yönetilecektir; sermayeyi denetlemenin temel ilkesi budur.

Guomindang-komünist işbirliği döneminde yapılan Guomindang'ın 1. Milli Kongresi'nin Bildirisi'nde yer alan

bir başka resmî açıklama da budur ve bu yeni demokratik cumhuriyetin ekonomik yapısı için doğru olan siyasettir. Proletaryanın önderliği altındaki yeni demokratik cumhuriyette devlet girişimleri sosyalist bir niteliğe sahip olacak ve bütün milli ekonominin önder gücünü yaratacaktır: ama cumhuriyet, kapitalist özel mülkiyete genel olarak el koymayacak ve “halkın geçim koşullarına hükmetmeyen” kapitalist üretimin gelişmesine engel olmayacaktır. Bunun nedeni Çin ekonomisinin hâlâ çok geri olmasıdır.

Cumhuriyet, toprak ağalarının topraklarına el koymak ve topraksız ya da az topraklı köylülere dağıtmak. Dr. Sun Yatsen'in “toprak işleyenindir” sloganını gerçekleştirmek, köylük bölgelerde feodal ilişkileri ortadan kaldırmak ve toprağı köylülerin özel mülkiyetine geçirmek yolunda birtakım gerekli adımları atacaktır. Köylük bölgelerde, zengin köylü ekonomisine izin verilecektir. “Toprak mülkiyetinin eşitleştirilmesi” siyaseti budur. Bu siyaset açısından “toprak işleyenindir” sloganı doğrudur. Genel olarak, bu aşamada sosyalist tarım gerçekleştirilmeyecek, ama “toprak işleyenindir” sloganı temelinde geliştirilen çeşitli kooperatif işletmeleri bağrında sosyalizmin unsurlarını taşıyacaktır.

Çin ekonomisi, “sermayenin denetlenmesi” ve “toprak mülkiyetinin eşitleştirilmesi” yolunda gelişmelidir ve hiçbir zaman “bir azınlığın özel malı” olmamalıdır. Bir avuç kapitalistin ve toprakağasının “halkın geçim koşullarına hükmetmesine” hiçbir zaman izin vermemeliyiz; hiçbir zaman Avrupa-Amerika tipi bir kapitalist toplum kurmamalı ya da eski yarı-feodal toplumun yaşamasına izin vermemeliyiz. Kim bu ilerleme çizgisinin tersine hareket etmeye kalkarsa, başarıya ulaşamayacak ve kafasını duvara çarpacaktır.

Devrimci bir Çin'in, Japon saldırısına karşı savaşan bir Çin'in kurmak zorunda olduğu ve kaçınılmaz olarak kuracağı yurtiçi ekonomik ilişkiler bunlardır.

Yeni Demokrasi'nin ekonomisi budur. Ve Yeni Demokrasi'nin siyaseti. Yeni Demokrasinin ekonomisinin yoğunlaşmış ifadesidir.

VII. Burjuva Diktatörlüğünün Reddedilmesi

Halkın yüzde 90'ından fazlası, yeni demokratik siyaseti ve yeni demokratik ekonomisi ile böyle bir cumhuriyetten yanadır; başka bir yol yoktur.

Peki, ya burjuva diktatörlüğü altında kapitalist bir "topluma giden yol? Avrupa ve Amerika burjuvazisinin izlediği eski yol buydu; ama istesek de istemesek de Çin'in gerek uluslararası gerekse yurtiçi durumu, bu yolun izlenmesine elvermemektedir.

Uluslararası duruma bakacak olursak, bu yol kapanmıştır. Şimdiki uluslararası durum, aslında, kapitalizm ile sosyalizm arasında mücadele durumudur ve kapitalizm gerilerken sosyalizm yükselmektedir. Birinci olarak, uluslararası kapitalizm ya da emperyalizm, Çin'de burjuva diktatörlüğü altında kapitalist bir toplum kurulmasına izin vermeyecektir. Gerçekten de modern Çin'in tarihi, bir emperyalist saldırı tarihi, Çin'in bağımsızlığına ve kapitalizmi geliştirmesine emperyalistlerin karşı çıkmasının tarihidir. Çin'de daha önceki devrimler, emperyalizm onları boğduğu için başarısızlığa uğramış ve sayısız devrim şehidi görevlerini yerine getirememenin acısı içinde ölmüştü. Bugün, güçlü bir Japon emperyalizmi zorla Çin'e girmekte ve Çin'i bir sömürge haline getirmek istemektedir. Ülkemizde Çin, Çin kapitalizmini değil, tersine Japonya, Japon kapitalizmini geliştirmektedir. Ülkemizde diktatörlüğünü sürdüren Çin burjuvazisi değil, Japon burjuvazisidir. Gerçekten de bu dönem, ölmekte olan emperyalizmin son çırpınışları dönemidir. Emperyalizm “can çekişen kapitalizmdir”.7 Ama, can çekiştiği için de, varlığını sürdürebilmek amacıyla sömürgelere ve yarı-sömürgelere her zamankinden daha fazla muhtaçtır ve herhangi bir sömürge ya da yarı-sömürgenin, kendi burjuvazisinin diktatörlüğü altında kapitalist bir toplum kurmasına hiçbir şekilde izin vermeyeceği açıktır. Japon emperyalizmi özellikle vahim

72

Page 73: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

ekonomik ve siyasi buhranların batağına saplandığı ve can çekişmekte olduğu için Çin'i istila etmek, onu bir sömürge haline getirmek, böylece Çin'de burjuva diktatörlüğüne ve milli kapitalizme giden yolu tıkamak zorundadır. İkinci olarak, sosyalizm buna izin vermeyecektir. Dünyadaki bütün emperyalist devletler bizim

düşmanımızdır ve sosyalizmin anavatanının ve uluslararası proletaryanın yardımı olmaksızın Çin'in ba-ğımsızlığını kazanmasına olanak yoktur. Yani, Sovyetler Birliği'nin yardımı ve Japonya, İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri, Fransa, Almanya, İtalya ve öbür ülkelerin proletaryalarının kapitalizme karşı mücadele ederek yaptıkları yardım olmaksızın Çin bağımsızlığını kazanamaz. Hiç kimse, Çin devriminin zafer kazanmasının, bütün bu ülkelerde ya da bu ülkelerden birkaçında devrimin zafer kazanmasına bağlı olduğunu söyleyemez, ama onların proletaryasının gücünü kendimizinkine katmaksızın zafer kazanamayacağımız da açıktır. Özellikle Sovyetler Birliği'nin yardımı, Çin'in Direnme Savaşı'nda nihaî zaferi kazanması için kesinlikle vazgeçilmez bir şeydir. Sovyet yardımını reddedersek, devrim başarısızlığa uğrayacaktır. 1927'den itibaren açılan Sovyet aleyhtarı kampanyalar8, bu konuda çok iyi bir ders olmadı mı? Bugün dünya, yeni bir savaşlar ve devrimler çağında, kapitalizmin kesinlikle can çekiştiği ve sosyalizmin kesinlikle ilerleyip geliştiği bir çağdadır. Bu koşullarda, Çin'de emperyalizm ve feodalizm yenilgiye uğradıktan sonra, burjuvazinin diktatörlüğü altında kapitalist bir toplumun kurulmasını beklemek boş hayallere kapılmak olmaz mı?

Birinci Emperyalist Dünya Savaşı'ndan ve Ekim Devrimi'nden sonra Türkiye'de, belli özel koşullar nedeniyle (burjuvazinin Yunan saldırısını püskürtmedeki başarısı ve proletaryanın zayıflığı) burjuvazinin cılız Kemalist diktatörlüğü9 ortaya çıktığı halde, ikinci bir Türkiye olamaz; hele İkinci Dünya Savaşı'ndan ve Sovyetler Birliği'nde sosyalizmin inşasından sonra, 450 milyon nüfuslu bir “Türkiye” hiç olamaz. Çin'in kendine özgü koşullarında (uzlaşma eğiliminde olan burjuvazinin çelimsizliği ve sonuna kadar devrimci olan proletaryanın gü-cü koşullarında) işler hiçbir zaman Türkiye'de olduğu gibi kolayca halledilemez. 1927'deki Birinci Büyük Devrim başarısızlıkla sonuçlandıktan sonra, Çin burjuvazisinin bazı mensupları Kemalizmi ateşli bir şekilde savunmamışlar mıydı? Ama Çin'in Kemal'i nerede? Ve Çin'in burjuva diktatörlüğü ile kapitalist toplumu nerede? Zaten Kemalist Türkiye bile, gittikçe daha çok bir yarı-sömürge haline, gerici emperyalist dünyanın bir parçası haline gelerek sonunda kendini İngiliz-Fransız emperyalizminin kollarına atmak zorunda kalmıştır. Günümüzdeki uluslararası durumda sömürge ve yarı-sömürgelerdeki “kahramanlar”, ya emperyalist cephede yer alarak dünya karşı-devrim güçlerinin bir parçası haline gelirler, ya da anti-emperyalist cephede yer alarak dünya devrim güçlerinin bir parçası haline gelirler. Ya birini ya ötekini yapmak zorundadırlar, çünkü üçüncü bir seçenek yoktur.

Yurtiçindeki durumu da ele alacak olursak, Çin burjuvazisi şimdiye kadar, alması gereken dersi almış olmalıdır. Proletarya, köylü ve küçük burjuva kitlelerinin gücü 1927 devrimini zafere ulaştırdıktan hemen sonra büyük burjuvazinin önderliğindeki kapitalist sınıf, kitleleri bir kenara fırlatıp atmış, devrimin meyvelerini gasp etmiş, emperyalizm ve feodal güçlerle karşı-devrimci bir ittifak-kurmuş ve on yıl süren “komünistlerin bastırılması” savaşında gücünü sonuna kadar zorlamıştı. Sonuç ne oldu? Bugün,' güçlü bir düşman topraklarımızın ta içine kadar girmişken ve Japonya'ya karşı savaş iki yılı aşkın bir zamandır sürüp giderken, Avrupa ve Amerika burjuvazisinin eskimiş re1 çetelerini hâlâ tıpatıp uygulamak isteyen kimselerin bulunması mümkün müdür? Bütün bir 10 yıl, komünistleri yok etmek üzere “baskı uygulamakla” geçti; ama burjuva diktatörlüğü altındaki bir kapitalist toplum “baskı” yoluyla gerçekleştirilemedi. Aynı şeyi bir kere daha denemek isteyenlerin bulunması mümkün müdür? Komünistlerin on yıl boyunca “bastırılması” sonucunda “tek parti diktatörlüğünün” “baskı yoluyla kurulduğu doğrudur, ama bu, yarı-sömürge ve yarı-feodal bir diktatörlüktür. Üstelik dört yıl süreyle “komünistlerin bastırılması” sonucunda (1927'den 18 Eylül 1931 Olayı'na kadar) “baskı” yoluyla “Mançukuo” kuruldu. Ve gene, altı yıl süren böyle bir “baskı”nın sonucu olarak Japon emperyalistleri, Büyük Çin Seddi'nin güneyinden Çin'e girmeyi başardılar. Eğer bugün “baskı”nın bir 10 yıl daha sürdürülmesi isteniyorsa, bu eskisinden biraz farklı olan yeni tipte bir “komünistlerin bastırılması” olacaktır. Peki, bu yeni “komünistlerin bastırılması” girişimini cesaretle üstlenen ve şimdiden bu konuda herkesi geride bırakan eli çabuk birisi yok mu? Var: Yeni tipte bir anti-komünist mümtaz şahsiyet haline gelen Vang Cingvey. Onun çetesine katılmak isteyen varsa, keyfi bilir; ama o zaman burjuva diktatörlüğü, kapitalist toplum, Kemalizm, modern bir devlet, tek parti diktatörlüğü, “tek öğreti” vb. gibi konularda yüksekten atmak daha da yüz kızartıcı bir şey olmaz mı? Eğer bir kimse, Vang Cingvey çetesine katılmak yerine, halkın “Japonya'ya karşı savaş” kampına girmek ister ve savaş kazanıldığı anda da, Japonya'ya karşı savaşan halkı bir kenara fırlatıp atabileceğini, Japonya'ya karşı savaşta elde edilen zaferin meyvelerini gasp edebileceğini ve “sürekli bir tek parti diktatörlüğü” kurabileceğini sanırsa hayale kapılmış olmaz mı? “Japonya'ya karşı savaşalım!” “Japonya'ya karşı savaşalım!” Peki, ama kim savaşıyor? İşçiler, köylüler ve küçük burjuvazinin öbür kesimleri olmaksızın bir adım bile ilerlemeye olanak yoktur. Onları bir tarafa itmeye kalkan, kendisi ezilir. Artık bu da yeterince açık değil midir? Ancak, Çin burjuvazisi içindeki iflah olmazlar (sadece iflah olmazlardan söz ediyorum), son yirmi yılda hiçbir şey öğrenmemişe benziyorlar. Onlar hâlâ, “Komünizmi kısıtlayalım”. “Komünizmi yıpratalım” ve “Komünizmle mücadele edelim” diye bağırıp durmuyorlar mı? “Kökü Dışarda Partilerin Faaliyetlerini Kısıtlamak için Önlemlerin arkasından “Kökü Dışarda Parti Sorununun Çözülmesi İçin Önlemler”in, onun da arkasından “Kökü Dışarda Parti Sorununun Çözülmesi İçin Talimatlar”ın geldiğini görmedik mi? Amanın! Bütün bu “kısıtlamalar” ve “çözme”ler böyle sürüp giderken, insan, onların hem ülkemiz, hem de kendileri için nasıl bir gelecek hazırladıklarını merak ediyor doğrusu! Bu beylere ciddi ve içten bir öğüt vermek isteriz: Gözlerinizi açın, Çin'e ve dünyaya iyice bakın, yurtiçinde olduğu kadar yurtdışında da işlerin ne merkezde olduğunu görün ve hatalarınızı tekrarlamayın. Hatalarınızı tekrar etmekte ayak direrseniz milletimizin geleceği elbette çok kötü olacaktır, ama eminim ki sizin işleriniz de yolunda gitmeyecektir. Bu tamamen doğru

73

Page 74: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

ve kesindir. Çin burjuvazisi içindeki iflah olmazlar uyanmazlarsa, gelecekleri pek parlak olmayacak, sadece kendi çöküşlerini hazırlayacaklardır. Bu yüzden, Çin'in Japonya'ya karşı birleşik cephesinin sürdürüleceğini ve Japonya'ya karşı davanın bir tek kliğin tekelinde olarak değil, herkesin işbirliğiyle zafere ulaşacağını umuyoruz. Tek iyi siyaset budur ve başka siyasetler kötüdür. Biz komünistler bunu size samimi olarak tavsiye ediyoruz, sizi önceden uyarmadık diye ilerde bizi suçlamayın.

“Yiyecek bir şey varsa, herkes ondan payını almalı.” Bu eski Çin atasözünde büyük bir gerçek payı vardır. Düşmana karşı mücadeleye hepimiz katıldığımıza göre, hepimiz yemekten payımızı almalı, hepimiz payımıza düşen işi yapmalı ve hepimiz eğitimden payımızı almalıyız. “Her şeyi ben ve sadece ben alacağım” ve “kimse bana dokunmaya yeltenemez” gibi tavırlar, feodal ağaların artık 1940'larda kesinlikle sökmeyecek olan eski numaralarından başka bir şey değildir.

Biz komünistler devrimci' olanları hiçbir zaman bir yana itmeyeceğiz; biz, birleşik cephede ısrar edeceğiz ve Japonya'ya karşı sonuna kadar savaşmaya hazır olan bütün sınıf, tabaka, siyasi parti, grup ve kişilerle uzun vadeli işbirliğini sürdüreceğiz. Ama bazı kimseler Komünist Partisini bir kenara itmek isterlerse, bu olmaz; birleşik cepheyi bölmek isterlerse, bu olmaz. Çin, birleşerek ve ilerleyerek, Japonya'ya karşı savaşmaya devam etmelidir; teslim olmaya, bölücülük yapmaya ya da geri gitmeye çalışan hiç kimseye göz yumamayız. VIII. “Sol” Lafazanlığın Reddedilmesi

Peki, burjuva diktatörlüğü altındaki kapitalist yolu izlemek mümkün değilse, o zaman proletarya diktatörlüğü altındaki sosyalist yolu tutmak mümkün müdür?

Hayır, o da mümkün değildir. Hiç kuşkusuz, şimdiki devrim birinci adımdır ve gelişerek ileri bir tarihte, ikinci adıma, yani sosyalizme

dönüşecektir. Ve Çin, ancak sosyalist döneme girdiği zaman gerçek mutluluğa erişecektir. Ama bugün henüz sosyalizmi kurmaya girişmenin zamanı değildir. Çin'deki devrimin şimdiki görevi emperyalizme ve feodalizme karşı savaşmaktır ve bu görev yerine getirilmedikçe sosyalizm söz konusu değildir. Çin devrimi bu iki adımı, önce Yeni Demokrasi, sonra da sosyalizm adımlarını atmak zorundadır. Üstelik birinci adım epey uzun bir zaman alacaktır ve bu öyle, akşamdan sabaha tamamlanacak bir iş değildir. Biz hayalci değiliz ve kendimizi, karşı karşıya bulunduğumuz gerçek koşullardan koparamayız.

Birbirinden kesinlikle ayrılan bu iki farklı devrim aşamasını kasten birbirine karıştıran bazı kötü niyetli propagandacılar, Üç Halk İlkesi'nin her türlü devrime uygulanabileceğini ve dolayısıyla komünizmin varoluş nedeninin ortadan kalktığını kanıtlayabilmek için, sözüm ona tek devrim teorisini savunmaktadırlar. Bu “teori”yi kullanarak komünizme, Komünist Partisine, Sekizinci Yol Ordusu'na ve Yeni Dördüncü Ordu'ya ve Şensi-Gansu-Ningsia Sınır bölgesine gözleri dönmüşçesine karşı çıkmaktadırlar. Esas amaçlan devrimi yok etmek, burjuva demokratik devrimin ve Japonya'ya karşı direnişin sonuna kadar götürülmesine karşı çıkmak ve Japon saldırganlarına teslim olmalarını haklı çıkarmak için kamuoyunu hazırlamaktır. Bu, Japon emperyalistleri tarafından özellikle teşvik edilmektedir. Japon emperyalistleri Vuhan'ı işgal etmelerinden sonra, Çin'in boyunduruk altına girmesi için sadece askeri güdün yeterli olmayacağını görmeye başlamışlar ve bu yüzden siyasi saldırılara ve ekonomik hilelere başvurmuşlardır. Siyasi saldırıları, Japonya'ya karşı kamptaki bocalayan unsurları kendi yanlarına çekmeye çalışmak, birleşik cepheyi bölmek ve Guomindang-Komünist işbirliğini baltalamaktan ibarettir. Ekonomik hileleri ise, sözde ortak sanayi işletmeleri biçimini almaktadır. Japon saldırganları, orta ve güney Çin'deki bu gibi işletmelerde Çin kapitalistlerinin sermayenin yüzde 51 'ini yatırmalarına izin vermektedir; bunun geri kalan yüzde 49'unu ise Japon sermayesi oluşturmaktadır. Kuzey Çin'de Çin kapitalistlerine yüzde 49 oranında sermaye yatırımı yapma izni verilmekte, geri kalan yüzde 51'ini ise Japon sermayesi oluşturmaktadır. Japon istilacıları ayrıca, Çin kapitalistlerine, eski tahvillerini yapılan yatırımlarda sermaye payları şeklinde geri vereceklerini vaat etmişlerdir. Kâr edeceklerini gören bazı vicdansız kapitalistler, bütün ahlak kurallarını bir yana atıp şanslarını denemek için sabırsızlanmaktadırlar. Vang Cingvey tarafından temsil edilen bir kesim, daha şimdiden teslim olmuştur. Japon aleyhtarı kampta gizlenen bir başka kesim de o tarafa geçmek istiyor. Ama hırsızların korkaklığı içinde, komünistlerin karşılarına dikileceğinden ve dahası, halkın onları hain ilan etmesinden korkuyorlar. Onun için kafa kafaya Verip, kültür çevrelerinde ve basın aracılığıyla bunun zeminini hazırlamaya karar vermişlerdir. Siyasetlerini iyice belirledikten sonra, kalemlerinin uçlarını sivrilterek dört bir yana saldıran ve kargaşa yaratan birkaç “metafizik bezirgânı”nı10 ve Troçkisti kiralamakta hiç vakit kaybetmemişlerdir. Böylece, çevrelerinde olup bitenlerden habersiz kimseleri aldatmak için bir sürü hile ve yalan ile ortaya çıkmaktadırlar. “Tek devrim teorisi”, komünizmin Çin koşullarına uygun olmadığı konusunda uydurulan hikâyeler, Çin'de bir Komünist Partisine ihtiyaç olmadığı, Sekizinci Yol Ordusu ve Yeni Dördüncü Ordu'nun Japonya'ya karşı savaşı baltaladıkları ve hiç savaşmadan dolanıp durdukları, Şensi-Gansu-Ningsia Sınır bölgesinin feodal ayrılıkçı bir rejim olduğu, Komünist Partisinin itaatsiz, karşıt, komplocu ve yıkıcı olduğu yolundaki bütün bu yalanlar, yüzde 49 ya da yüzde 51 hisselerini alabilmeleri ve elverişli bir anda milletin çıkarlarını düşmana satabilmeleri için kapitalistlere uygun bir ortam sağlayabilmek amacıyla yayılmaktadır. Bu, “kirişleri ve sütunları çalıp yerine çürümüş kereste koymak”, kamuoyunu ilerdeki teslimiyetlerine hazırlamak demektir. Dolayısıyla, bütün ciddiyetleriyle, komünizme ve Komünist Partisine karşı çıkmak için “tek devrim teorisi”ni öne süren bu baylar, aslında yüzde 49 ya da yüzde 51 hisselerinden başka hiçbir şey düşünmemektedirler. Bu kimseler kimbilir kafalarını ne kadar yormak zorunda kalmışlardır! “Tek devrim teorisi”, aslında, hiç devrim yapmama teorisinden başka bir şey değildir ve sorunun özü de budur.

Ama hiçbir kötü niyetleri olmaksızın “tek devrim teorisi” ve “hem siyasi devrimi, hem de toplumsal devrimi tek darbede gerçekleştirme” hayalci anlayışıyla yanlış yola sürüklenen kimseler de vardır. Bunlar, devrimimizin iki aşamaya bölündüğünü, bir sonraki devrim aşamasına ancak birinci aşamayı tamamladıktan sonra

74

Page 75: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

varabileceğimizi ve “her ikisini de tek bir darbede gerçekleştirmek” diye bir şey olmadığını anlamıyorlar. Onların anlayışı da çok zararlıdır, çünkü bu anlayış devrimde atılacak adımları birbirine karıştırmakta ve bugünkü görevin gerçekleştirilmesine yönelik çabalan zayıflatmaktadır. İki devrim aşamasından birincisinin, ikincisinin koşullarını sağladığını ve arada, bir burjuva diktatörlüğü aşaması olmasına izin verilmeksizin bu iki aşamanın birbirini izlemesi gerektiğini söylemek, Marksist devrimci gelişme teorisine uygundur ve doğrudur. Öte yandan demokratik devrimin kendine özgü bir görevi ve dönemi olmadığını ve başka bir görevle yani ancak başka bir dönemde gerçekleştirebilecek olan sosyalist görevle birleştirilip aynı anda gerçekleştirilebileceğini söylemek, gerçek devrimcilerin reddettiği hayalci bir görüştür, onların “bir darbede her ikisini birden gerçekleştirmek” dedikleri şey budur. IX. İflah Olmazların Reddedilmesi

Öte yandan burjuva iflah olmazları da gelip, “Mademki siz komünistler sosyalist sistemi daha sonraki bir aşamaya ertelediniz; Uç Halk İlkesi Çin'in bugünkü ihtiyaçlarına cevap verdiği için Partimiz bunların tamamen gerçekleştirilmesi uğruna savaşmaya hazırdır' diye ilan ettiniz11, öyleyse şimdilik komünizminizi rafa kaldırın” diyorlar. Bu savın öne sürülmesiyle birlikte son zamanlarda “tek öğreti” teorisi biçimini alan korkunç, bir gürültü koparıldı. Bu, özünde, iflah olmazların burjuva zorbalığı uğrunda kopardığı bir yaygaradır. Ne var ki biz, kibar davranarak bunu tamamen sağduyudan yoksun olmak diye nitelendirebiliriz.

Komünizm, hem proletarya ideolojisinin bütünsel bir sistemi, hem de yeni bir toplumsal sistemdir. Herhangi bir ideolojiden ya da toplumsal sistemden farklıdır ve insanlık tarihinin en eksiksiz, en ileri, en devrimci ve en akla uygun sistemidir. Feodalizmin ideolojik ve toplumsal sisteminin yeri ise ancak tarihin müzesidir. Kapitalizmin ideolojik ve toplumsal sistemi de dünyanın bir bölümünde (Sovyetler Birliği'nde) müzelik olmuştur ve başka ülkelerde de “batıdaki tepelerin ardında kaybolan güneş gibi hızla batan, ölüm döşeğindeki bir insanı” andırmaktadır ve yakında müzeye kaldırılacaktır. Sadece komünizmin ideolojik ve toplumsal sistemi gençlik ve canlılık doludur, dünyayı bir çığ hızıyla ve bir şimşek gücüyle sarmaktadır. Bilimsel komünizmin Çin'e gelişi insanlara yepyeni ufuklar açmış ve Çin devriminin çehresini değiştirmiştir. Komünizm Çin demokratik devrimine yol göstermezse, bu devrimin zafere ulaşması bir yana, bir sonraki aşamaya geçmesi bile olanaksızdır. Burjuva iflah olmazlarının, komünizmin “rafa kaldırılması” için bunca patırtı gürültü etmelerinin nedeni budur. Ama “rafa kaldırılmamalıdır”, çünkü komünizm bir kere “rafa kaldırıldı” mı, Çin felakete sürüklenecektir. Bugün bütün dünya, kurtuluşu için komünizme güvenmektedir ve Çin de buna bir istisna değildir.

Herkesin bildiği gibi, Komünist Partisinin, savunduğu toplumsal sisteme ilişkin olarak bir bugünkü bir de gelecekteki programı, bir asgari ve bir de azami programı vardır. Bugünkü dönem için Yeni Demokrasi ve gelecek için sosyalizm; bunlar aynı komünist ideolojisinin rehberliğindeki organik bir bütünün iki parçasıdır. Öyleyse Komünist Partisinin asgari programı Üç Halk İlkesi'nin siyasi ilkelerine temelde uygun düşüyor diye komünizmin “rafa kaldırılması” gerektiği yolunda yaygara koparmak büyük bir saçmalık değil midir? Biz Ko-münistler, “Üç Halk İlkesi'ni Japonya'ya karşı birleşik cephe için siyasi temel” olarak kabul etmeyi ve “Üç Halk İlkesi Çin'in bugünkü ihtiyaçlarına yanıt verdiği için, Partimizin bunların tamamen gerçekleştirilmesi uğruna savaşmaya hazır olduğunu” ilan etmeyi, tamamen bu ikisi arasındaki temel uyuşmadan dolayı mümkün görüyoruz; aksi takdirde bu mümkün olmazdı. Burada, demokratik devrim aşamasında, komünizm ve Üç Halk İlkesi arasında bir birleşik cephe söz konusudur. Bu, Dr. Sun Yatsen'in “Komünizm, Üç Halk İlkesinin iyi dostudur”12 dediği zaman kastettiği türden bir birleşik cephedir. Komünizmi inkâr etmek, aslında birleşik cepheyi inkâr etmek demektir. İflah olmazlar sırf birleşik cepheyi inkâr etmek ve kendi tek parti öğretilerini uygulamak istediklerinden, komünizmin inkârı için saçma sapan fikirler icat ediyorlar.

Üstelik, “tek öğreti” teorisi bir saçmalıktan ibarettir. Sınıflar var olduğu sürece, bir o kadar da öğreti var olacaktır ve hatta aynı sınıfa dahil olan çeşitli grupların bile kendi farklı öğretileri olabilir. Feodal sınıfın feodal bir öğretisi, burjuvazinin kapitalist bir öğretisi, Budistlerin Budizmi, Hıristiyanların Hıristiyanlığı ve köylülerin çoktanrıcılığı olduğuna göre ve son yıllarda bazı kimseler Kemalizmi, faşizmi, vitalizmi13, “emeğe göre bölüşüm öğretisini”14 ve daha nicesini kabul ettiklerine göre, neden proletaryanın komünizmi olmasın? Sayısız “izmler” olduğuna göre, neden sadece komünizm hakkında “rafa kaldırılsın!” yaygarası koparılıyor? Açıkçası, bu “rafa kaldırma” işi yürümeyecektir. İyisi mi bir yarışma düzenleyelim. Eğer komünizm yenilirse, biz komünistler yenilgiyi sportmence kabul ederiz. Ama eğer yenilmezse, o zaman “tek öğreti” konusunda koparılan ve de-mokrasi ilkesini çiğneyen bütün yaygaralar bir an önce “rafa kaldırılsın.”

Yanlış anlamalara engel olmak ve iflah olmazları doğru yola getirmek için Üç Halk İlkesi ile komünizmin nerede birleştiğini ve nerede ayrıldığını açık seçik ortaya koymak gerekir.

Bu ikisinin karşılaştırılması, hem benzerlikleri hem de farklılıkları ortaya koyar. İlkönce benzerlikleri alalım. Bunlar, her iki öğretinin Çin'deki burjuva demokratik devrim aşaması için ortaya

koyduğu temel siyasi programlarında görülür. 1924'te Dr. Sun Yatsen tarafından yeniden yorumlanan Milliyetçilik, Demokrasi ve Halkın Refahı ile ilgili Devrimci Üç Halk İlkesi'nin üç siyasi ilkesi, komünistlerin Çin'deki demokratik devrim aşamasına ilişkin siyasi programına esas olarak benzer. Bu benzerliklerden ve Üç Halk İlkesi'nin uygulanmasından dolayı iki öğretinin ve iki partinin birleşik cephesi ortaya çıkmıştır. Bu durumu gözden kaçırmak yanlıştır. Şimdi de farklılıkları alalım. 1) Programın demokratik devrim aşamasıyla ilgili kısmında bir farklılık vardır.

Bütün demokratik devrim süreci boyunca komünistlerin programı, halkın bütün haklarını tanıdığı, sekiz saatlik işgününü ve tutarlı bir toprak devrimini öngördüğü halde, Üç Halk İlkesi bunları içermez. Bu noktalar Üç Halk İlkesi'ne eklenmedikçe ye bunları gerçekleştirmeye hazır olunmadıkça, iki demokratik program sadece esas olarak aynıdır, ama tamamen aynı sayılamaz. 2) Bir başka farklılık da, birinin sosyalist devrim aşamasını

75

Page 76: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

içermesi öbürünün ise buna yer vermemesidir. Komünizm, demokratik devrim aşamasının ardından sosyalist devrim aşamasını öngörür ve dolayısıyla, asgari programının ötesinde bir azami programı, yani sosyalizme ve komünizme ulaşmak için bir programı vardır. Sadece demokratik devrim aşamasını öngören ama sosyalist devrim aşamasını öngörmeyen Üç Halk İlkesi'nin sadece bir asgarî programı vardır ve azami programı yoktur; yani sosyalizmin ve komünizmin kurulması için hiçbir programı yoktur. 3) Dünya görüşü bakımından fark vardır. Komünizmin dünya görüşü diyalektik ve tarihî materyalizmdir. Buna karşılık Üç Halk İlkesi, tarihi halkın refahı açısından açıklar ve bu, aslında ikici ve idealist bir görüştür. Bu iki dünya görüşü birbirine karşıdır. 4) Devrimci tutarlılık açısından da farklılık vardır. Komünistlerde teori ve pratik birlikte gider; yani komünistler, devrimci tutarlılığa sahiptir. Üç Halk İlkesi'nin izleyicilerinde devrime ve gerçeğe tamamen sadık olanların dışında, teori ve pratik birlikte gitmez ve yaptıklarıyla söyledikleri çelişir; yani devrimci tutarlılıkları yoktur. İkisi arasındaki farklılıklar bunlardır. Bu farklılıklar komünistleri Üç Halk İlkesi'nin izleyicilerinden ayırır. Bu ayrımı gözden kaçırmak ve sadece birlik yanını görmek, çelişme yanını görmemek, kuşkusuz çok yanlıştır.

Bütün bunlar bir kere kavrandı mı, burjuva iflah olmazların, komünizmin “rafa kaldırılmasını isterken neyi kastettiğini anlamak kolaylaşır. Eğer bu burjuva zorbalığı anlamına gelmiyorsa, başka hiçbir anlama gelmiyor demektir.

X. Eski Ve Yeni Üç Halk İlkesi

Burjuva iflah olmazları herhangi bir tarihî değişimi kavrayamazlar; bilgileri yok denecek kadar kıttır. Komünizm ve Üç Halk İlkesi ya da eski ve yeni Üç Halk İlkesi arasındaki ayrımdan habersizdirler.

Biz Komünistler, “Üç Halk İlkesi”ni Japonya'ya Karşı Milli Birleşik Cephe için siyasi temel olarak tanıyor ve “Üç Halk İlkesi bugün Çin'in ihtiyaçlarına yanıt verdiği için, Partimiz bunların tamamen gerçekleştirilmesi uğrunda savaşmaya hazırdır” diyoruz ve komünistlerin asgari programıyla Üç Halk İlkesi'nin siyasi ilkeleri arasında temeldeki uyumu kabul ediyoruz. Peki ama, hangi Üç Halk İlkesi'ni? Guomindang'ın 1. Milli Kongresinin Bildirisi'nde Dr. Sun Yatsen tarafından yeniden yorumlanan Üç Halk İlkesi'ni, başkasını değil. İflah olmaz bayların zevkle uğraştıkları “komünizmi kısıtlama”, “komünizmi yıpratma” ve “komünizmle mücadele” işlerinden biraz vakit ayırıp bu bildiriye bir göz atmalarını isterdim. Bu bildiride Dr. Sun Yatsen şöyle diyordu: “Guomindang'ın Üç Halk İlkesi'nin doğru yorumu budur.” Dolayısıyla tek gerçek Üç Halk İlkesi bunlardır, öte-kilerin tümü sahtedir. Üç Halk İlkesi'nin tek “doğru yorumu” Guomindang'ın 1. Milli Kongresi'nin Bildirisi'nde yer alan yorumdur ve öteki yorumlar yanlıştır. Bunun komünistlerin uydurması olmadığı açıktır, çünkü birçok Guomindang üyesi gibi bizzat ben de bildirinin kabul edilişine tanık oldum.

Bildiri, Üç halk İlkesi'nin tarihindeki iki dönemi ayırt eder. Üç Halk İlkesi, bildiriden önce eski sınıflamaya aitti; yarı-sömürge bir ülkede eski burjuva demokratik devrimin Üç Halk İlkesi, eski demokrasinin Üç Halk İlkesi, eski Üç Halk İlkesi'ydi.

Bildiriden sonra ise Üç Halk İlkesi yeni bir sınıflamaya girdi, yarı-sömürge bir ülkede yeni burjuva demokratik devrimin Üç Halk İlkesi, Yeni Demokrasinin Üç Halk tikesi, yeni Üç Halk İlkesi haline geldi. Yeni dönemin devrimci Üç Halk İlkesi sadece ve sadece bunlardır.

Yeni dönemin devrimci ÜÇ Halk İlkesi, yeni ya da gerçek Üç Halk İlkesi, Rusya'yla ittifak, Komünist Partisiyle işbirliği ve köylülere ve işçilere yardım şeklindeki Üç Büyük Siyaseti kapsar. Bu Üç Büyük Siyaset'ten herhangi birinin olmaması halinde Üç Halk İlkesi, yeni dönemde ya sahte ya da eksik olur.

Birinci olarak, devrimci, yeni ya da gerçek Üç Halk İlkesi mutlaka Rusya ile ittifakı kapsamalıdır. Bugünkü duruma bakıldığında, Rusya'yla, sosyalizmin anatavanıyla ittifak siyaseti olmadığı takdirde, bunun yerini emperyalizmle, emperyalist güçlerle ittifak siyasetinin alacağı açıktır. Bu, 1927'den sonraki durumun tamamen aynısı değil midir? Sosyalist Sovyetler Birliği ile emperyalist devletler arasındaki çatışma keskinleştiği zaman, Çin şu ya da bu tarafta yerini almak zorunda kalacaktır. Bu, kaçınılmaz bir gidiştir. İki taraftan birine yas-lanmaktan kaçınmak mümkün müdür? Hayır, bu bir hayaldir. Bütün dünya bu iki cepheden birine sürüklenecek ve o zaman “tarafsızlık” sadece aldatıcı bir deyimden ibaret olacaktır. Bu özellikle, topraklarının ta içlerine kadar giren emperyalist bir devlete karşı savaşan" ve Sovyetler Birliği'nin desteği olmaksızın nihaî zafer kazanmayı düşünemeyecek olan Çin için özellikle doğrudur. Eğer emperyalizm ile ittifak uğruna Sovyetler Birliği ile ittifak feda edilirse, o zaman gerici bir nitelik alacak olan Üç Halk İlkesi'nden “devrimci” kelimesi çıkarılmalıdır. Son tahlilde, “tarafsız” Üç Halk İlkesi diye bir şey olamaz; Üç Halk İlkesi ancak ya devrimci ya da karşı-devrimci olabilir. Vang Cingvey'in bir zamanlar söylediği gibi, “her iki taraftan gelen saldırılara karşı savaşmak”15 ve bu “savaş”a hizmet edecek türden bir Üç Halk İlkesi'ni benimsemek daha kahramanca bir şey olmaz mı? Ne yazık ki, bizzat bunun mucidi olan Vang Cingvey bile bu türden bir Üç Halk İlkesi'ni terk etmiştir (ya da “rafa kaldırmıştır”) çünkü o emperyalizmle ittifaka dayanan Üç Halk İlkesi'ni benimsemiştir. Doğu emperyalizmiyle batı emperyalizmi arasında bir fark olduğunu öne sürerek, Doğu emperyalizmiyle ittifak eden Vang Cingvey'in tersine, Doğuya saldırmak için Batılı emperyalistlerden bazılarıyla ittifak yapılması gerektiğini savunmak oldukça devrimci bir tutum olmaz mı? Ne var' ki, ister hoşunuza gitsin ister gitmesin. Batılı emperyalistler Sovyetler Birliği'ne ve komünizme karşı çıkmakta kararlıdırlar ve onlarla ittifak ederseniz, sizden kuzeye yürüyüp saldırıya geçmenizi isteyecekler ve devriminiz boşa çıkacaktır. Bütün bu koşullar devrimci, yeni ve gerçek Üç Halk İlkesi'nin Rusya'yla ittifakı içermesini ve hiçbir koşul altında Rusya'ya karşı emperyalizmle ittifak yapılmamasını zorunlu kılmaktadır. İkinci olarak, devrimci, yeni ve gerçek Üç Halk İlkesi Komünist Partisiyle işbirliğini içermelidir. Ya Komünist

Partisiyle işbirliği yaparsınız ya da ona karşı çıkarsınız. Komünizme karşı olmak Japon emperyalistlerinin ve Vang Cingvey'in siyasetidir. Sizin istediğiniz de bu ise, pekâlâ; o zaman sizi anti-komünist kumpanyalarına katılmaya davet edeceklerdir. Ama bu sizin hain haline geldiğiniz kuşkusunu uyandırmaz mı? “Ben

76

Page 77: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Japonya'dan değil başka bir ülkeden yanayım” diyebilirsiniz. Bu, gülünç bir şeydir. Kimden yana olursanız olun, Komünist Partisine karşı çıktığımız anda hain olursunuz, çünkü artık Japonya'ya, karşı koyamazsınız. “Ben bağımsız olarak Komünist Partisine karşı çıkacağım” derseniz, bu, zırvalığın ta kendisi olur. Bir sömürge ya da yarı-sömürge ülkedeki “kahramanlar”, emperyalizmin gücüne dayanmadan bu kadar büyük bir karşı-devrimci görevin altından nasıl kalkabilirler. On yıldır neredeyse dünyanın bütün emperyalist güçleri Komünist Partisine karşı saf tuttular, ama boşuna, Birden bire nasıl olur da ona “kendi başınıza” karşı koyabilirsiniz? Duyduğumuza göre, Sınır Bölgesinin dışındaki bazı kimseler şöyle diyorlarmış: “Komünist Partisine karşı çıkmak iyidir, ama bunu asla başaramazsınız.” Eğer dedikodu değilse, bu görüşün yarısı yanlıştır; Komünist Partisine karşı çıkmanın nesi “iyi” olabilir? Ama öteki yarısı doğrudur, kuşkusuz “başaramazsınız”. Bunun temel nedenini ko-münistlerde değil, Komünist Partisini seven, ama ona “karşı çıkmayı” sevmeyen halkta aramak gerekir? Milli düşmanımızın topraklarımızın ta içlerine kadar girdiği bir dönüm noktasında Komünist Partisine karşı çıkarsanız, halkın elinden kurtulamazsınız; gözünüzün yaşına bakmayacağından emin olabilirsiniz. Şurası açıktır ki, kim Komünist Partisine karşı çıkmak istiyorsa, yerle bir edilmeye hazır olmalıdır. Eğer yerle bir edilmek niyetinde değilseniz, bu karşı çıkmaya son vermeniz iyi olur. Bu, bütün anti-komünist “kahramanlara” samimi tavsiyemizdir. Dolayısıyla, bugünün Üç Halk İlkesi'nin Komünist Partisiyle işbirliğini içermesi gerektiği, aksi takdirde bu ilkelerin yok olup gideceği yeterince açıktır. Bu Üç Halk İlkesi için bir ölüm kalım sorunudur. Üç Halk İlkesi, Komünist Partisiyle işbirliğini içerirse, yaşar; Komünist Partisine karşı çıkarsa, yok olur gider. Bunun tersini kanıtlayacak olan var mı?

Üçüncüsü, devrimci, yeni ve gerçek Üç Halk İlkesi köylülere ve işçilere yardım siyasetini içermelidir. Bu siyaseti reddetmek köylülere ve işçilere yürekten yardım etmeyi ya da Dr. Sun Yatsen'in Vasiyetnamesindeki “Halk kitlelerini harekete geçirin” emrini yerine getirmeyi başaramamak, devrimin yenilgisini ve kendi yenilgimizi hazırlamak demektir. Stalin, “Milli mesele özünde bir köylü meselesidir”16 demişti. Bu Çin devriminin özünde bir köylü devrimi olduğu ve şimdi Japonya'ya karşı devam eden direnişin özünde bir köylü direnişi olduğu anlamına gelir. Yeni Demokrasi siyaseti özünde köylülere haklarını vermek demektir. Yeni ve gerçek Üç Halk İlkesi özünde bir köylü devriminin ilkeleridir. Kitle kültürü, özünde köylülerin kültür düzeyinin yükseltilmesi demektir. Japonya'ya karşı savaş özünde bir köylü savaşıdır. “Dağlara çıkma ilkesi”nin17 geçerli olduğu bir zamanda yaşıyoruz; toplantılar, çalışmalar, dersler, gazete yayını, kitapların yazılması, tiyatro gösterileri, her şey dağlarda yapılmaktadır ve hepsi de özünde köylüler içindir. Ve özünde, Japonya'ya karşı direnişi ayakta tutan ve bizim varlığımızı sürdürmemiz için her şeyi sağlayan, köylülerdir. “Özünde” derken esas olarak demek istiyoruz ve Stalin'in kendisinin de açıkladığı gibi, halkın öbür kesimlerini göz ardı etmiyoruz. Çin nüfusunun yüzde 80'inin köylülerden oluştuğunu ilkokul çocukları bilebilir. Dolayısıyla, köylü sorunu Çin devriminin temel sorunudur ve köylülerin gücü Çin devriminin temel gücüdür. Çin nüfusunda işçiler sayıca köylülerden sonra gelir. Çin'de birkaç milyon sanayi işçisi, milyonlarca el sanatları işçisi ve tarım işçisi vardır. Çin, değişik sanayi dallarındaki işçiler olmaksızın yaşayamaz, çünkü onlar ekonominin sanayi sektöründeki üreticilerdir. Ve devrim, modern sanayide çalışan işçi sınıfı olmaksızın başarıya ulaşamaz, çünkü, o, Çin devriminin önderidir ve en devrimci sınıftır. Bu koşullar altında, devrimci, yeni ve gerçek Üç Halk İlkesi köylülere ve işçilere yardım siyasetini içermelidir. Bu siyaseti içermeyen, köylülere ve işçilere vargücüyle yardımcı olmayan ya da “Halk kitlelerini harekete geçirin” emrini uygulamayan herhangi bir başka Üç Halk İlkesi kuşkusuz yok olup gider.

Dolayısıyla, Rusya'yla ittifak, Komünist Partisiyle işbirliği ve köylülerle işçilere yardım şeklindeki Üç Büyük Siyasetten uzaklaşan herhangi bir Üç Halk İlkesi'nin hiçbir yaşama şansı olmadığı açıktır. Üç Halk İlkesi'ni içtenlikle izleyen herkes bu nokta üzerinde ciddiyetle durmalıdır.

Üç Büyük Siyaset'i içeren Üç Halk İlkesi —başka bir deyişle, devrimci, yeni, gerçek Üç Halk İlkesi— Yeni Demokrasi'nin Üç Halk İlkesidir; eski Üç Halk İlkesi'nin geliştirilmesi, Dr. Sun Yatsen'in büyük bir katkısı ve Çin devriminin, dünya sosyalist devriminin bir parçası haline geldiği çağın bir ürünüdür. Çin Komünist Partisinin “Çin'in bugünkü ihtiyaçlarına cevap verdiğini” düşündüğü ve “tamamen gerçekleştirilmesi” için “savaşmaya hazır olduğunu” ilan ettiği Üç Halk İlkesi işte sadece bunlardır. Komünist Partisi'nin demokratik devrim aşamasındaki siyasi programıyla, yani asgari programıyla esas olarak uyuşan Üç Halk İlkesi sadece bunlardır.

Eski Üç Halk İlkesi ise, Çin devriminin eski döneminin bir ürünüydü. Rusya o zaman emperyalist bir devletti ve doğal olarak, onunla ittifak siyaseti söz konusu olamazdı. Ülkemizde o zaman bir Komünist Partisi yoktu ve doğal olarak onunla ittifak siyaseti söz konusu olamazdı. İşçilerin ve köylülerin hareketinin siyasi önemi henüz tamamen ortaya çıkmamış ve halkın dikkatini çekmemişti ve doğal olarak onlarla ittifak siyaseti söz konusu olamazdı. Dolayısıyla 1924'te Guomindang'ın yeniden örgütlenmesi döneminden önceki Üç Halk İlkesi eski sınıflamaya giriyordu ve geçerliğini yitirmişti. Eğer Guomindang onları geliştirerek yeni Üç Halk İlkesi haline getirmeseydi, ilerleyemezdi. Dr. Sun Yatsen ileri görüşlülüğü sayesinde bunu gördü; Sovyetler Birliği'nin ve Çin Komünist Partisi'nin yardımını sağladı ve Üç Halk İlkesi'ne zamana uygun yeni özellikler kazandırmak için onu yeniden yorumladı. Sonuç olarak, Üç Halk İlkesi ile komünizm arasında bir birleşik cephe meydana geldi, ilk Guomindang-komünist işbirliği kuruldu, bütün ülke halkının sevgisi kazanıldı ve 1924-1927 Devrimi başlatıldı.

Eski Üç Halk İlkesi, eski dönemde devrimciydi ve bu dönemin tarihî özelliklerini yansıtıyordu. Ancak eski şeyler, yeni Üç Halk İlkesi ortaya konulduktan sonraki yeni dönemde tekrarlanırsa, Rusya'da sosyalist bir devlet kuruldukta sonra Rusya'yla ittifaka karşı çıkılırsa, ya da Komünist Partisi ortaya çıktıktan sonra Komünist Partisiyle işbirliğine karşı çıkılırsa, köylülere ve işçilere yardım siyasetine, onlar uyandıktan ve siyasi güçlerini ortaya koyduktan sonra karşı çıkılırsa, bu gerici bir tutum olur ve içinde yaşanılan zamandan habersiz olun-duğunu gösterir. 1927'den sonraki gericilik dönemi, böyle bir cehaletin sonucuydu. “Yaşadığı zamanın özelliğini anlayan insan, büyük insandır” diyen eski bir atasözü vardır. Üç Halk İkesi'nin izleyicilerinin bunu bugün akıllarında tutacaklarını umarım.

77

Page 78: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Üç Halk İlkesi eski sınıflamaya girseydi, komünistlerin asgari programıyla temelde hiçbir ortak yanı kalmazdı, çünkü geçmişin malı haline gelir ve geçerliğini yitirirdi. Rusya'ya, Komünist Partisine ya da köylülere ve işçilere karşı olan herhangi bir Üç Halk İlkesi kesinlikle gericidir. Komünistlerin asgari programıyla hiçbir ortak yanı olmadığı gibi, komünizme düşmandır ve komünizmle arasında hiçbir ortak zemin yoktur. Üç Halk İlkesi'nin izleyicileri dikkatle bunun da üzerinde durmalıdırlar.

Ne olursa olsun, dürüst kimseler, emperyalizme ve feodalizme karşı çıkma görevi esas olarak tamamlanıncaya kadar, yeni Üç Halk İlkesi'nden hiçbir zaman vazgeçmeyeceklerdir. Vazgeçenler sadece Vang Cingvey gibileridir. Onlar Rusya'ya, Komünist Partisine ve köylülerle işçilere karşı olan sahte Üç Halk İlkesi'ni ne kadar hararetle savunurlarsa savunsunlar, Dr. Sun Yatsen'in gerçek Üç Halk İlkesini desteklemeye devam eden dürüst ve halktan yana insanlar kuşkusuz varolacaktır. Gerçek Üç Halk İlkesi'nin birçok izleyicisi 1927'deki gericilikten sonra bile, Çin devrimi için mücadeleye devam etmişlerdir ve şimdi milli düşman topraklarımızın ta içlerine kadar girdiğine göre, bunların sayısı kuşkusuz on binlerle artacaktır. Biz komünistler, Üç Halk İlkesi'nin bütün gerçek izleyicileriyle uzun süreli işbirliğinde ısrar edeceğiz ve hainleri ve komünizmin yeminli düşmanlarını reddederken dostlarımızın hiçbirini terk etmeyeceğiz. XI. Yeni Demokrasinin Kültürü

Buraya kadar, Çin siyasetinin yeni dönemdeki tarihî özelliklerini ve yeni demokratik cumhuriyet sorununu açıkladık. Şimdi kültür sorununa geçebiliriz.

Her kültür, belli bir toplumun siyasetinin ve ekonomisinin ideolojik bir yansımasıdır. Çin'de, siyasi ve ekonomik alanda emperyalizmin hâkimiyetinin ya da kısmen hâkimiyetinin bir yansıması olan emperyalist bir kültür vardır. Bu kültür, yalnızca doğrudan doğruya emperyalistlerin yönettiği kültür kuruluşları tarafından değil, aynı zamanda ar damarı çatlamış bazı Çinliler tarafından da beslenmektedir. Köleleştirici ideolojiyi kapsayan her kültür bu sınıflamaya girer. Bir de, Çin'in yarı-feodal siyasetini ve ekonomisini yansıtan yarı-feodal bir kültür vardır; bu kültürün temsilcileri, yeni kültür ve yeni düşünceye karşılık, Konfüçyus'a tapınmayı, Konfüçyus'un ilkelerini incelemeyi ve eski ahlak kuralları ile eski fikirleri savunanlardır. Emperyalist kültürle yarı-feodal kültür yapışık kardeşlerdir ve Çin'in yeni kültürüne karşı gerici bir kültür ittifakı kurmuşlardır. Böyle bir gerici kültür, emperyalistlere ve feodal sınıfa hizmet eder ve bunun ortadan kaldırılması gerekir. Bu gerici kültür yok edilmedikçe, hiçbir yeni kültür inşa edilemez. Yıkmadan inşa etmek olmaz, suyun önünü kesmeden akması sağlanamaz, durgunluk olmadan hareket olmaz; bunlar arasındaki mücadele, bir ölüm kalım mücadelesidir.

Yeni kültür ise, hizmet etmeyi amaçladığı yeni siyaset ve yeni ekonominin ideolojik bir yansımasıdır. Üçüncü Bölümde de belirttiğimiz gibi, Çin'de kapitalist ekonominin doğmasından bu yana Çin toplumunun

niteliği yavaş yavaş değişmiştir. Gerçi feodal ekonomi hâlâ hüküm sürmektedir, ama Çin artık tamamen feodal bir toplum değil, yarı-feodal bir toplumdur. Bu kapitalist ekonomi, feodal ekonomiye kıyasla, yeni bir ekonomidir. Burjuvazinin, küçük burjuvazinin ve proletaryanın siyasi güçleri, bu yeni kapitalist ekonomiyle birlikte ortaya çıkan ve gelişen yeni siyasi güçlerdir. Yeni kültür de, bu yeni ekonomik ve siyasi güçleri ideoloji alanında yansıtmakta ve onlara hizmet etmektedir. Kapitalist ekonomi olmasaydı, küçük burjuvazi ve proletarya olmasaydı ve bu sınıfların siyasi güçleri olmasaydı, yeni ideoloji ya da yeni kültür ortaya çıkmazdı.

Bu yeni siyasi, ekonomik ve kültürel güçler, eski siyasete, eski ekonomiye ve eski kültüre karşı olan bütün devrimci güçlerdir. Eski siyaset, ekonomi ve kültür iki bölümden meydana gelmektedir; bunlardan biri, Çin'in yarı-feodal siyaseti, ekonomisi ve kültürü, öteki ise emperyalizmin siyaseti, ekonomisi ve kültürüdür. Bu ikisi arasındaki ittifakta, emperyalizmin siyaseti, ekonomisi ve kültürü başı çekmektedir; her ikisi de kötüdür ve tamamen ortadan kaldırılması gerekir. Çin toplumunda yeni ile eski arasındaki mücadele, aslında halkın yeni güçleri (çeşitli devrimci sınıflar) ile emperyalizmin ve feodal sınıfın eski güçleri arasındaki bir mücadeledir. Devrim ile karşıdevrim arasındaki mücadeledir. Bu mücadele, Afyon Savaşı'ndan bu yana alındığında tam 100 yıldır, 1911 Devrimi'nden bu yana alındığında da aşağı yukarı 30 yıldır devam etmektedir.

Ama daha önce de belirttiğimiz gibi, devrimler de eski ve yeni diye sınıflandırılabilir ve bir tarihî dönemde yeni olan, başka bir tarihî dönemde eski olabilir. Çin'in 100 yıllık burjuva demokratik devrimi, birincisi 80 yıl, ikincisi de 20 yıldan oluşmak üzere başlıca iki aşamaya ayrılabilir. Her iki aşamanın da temel tarihî özellikleri vardır: Çin'in ilk 80 yıldaki burjuva demokratik devrimi eski sınıflamaya girer; oysa Çin'in son 20 yıldaki burjuva demokratik devrimi, iç ve dış siyasi durumda meydana gelen değişikliklerden dolayı, yeni sınıflamaya girer. İlk 80 yılın özelliği, eski demokrasidir. Son 20 yılın özelliği ise, Yeni Demokrasidir. Bu ayrım, siyaset için olduğu kadar kültür için de geçerlidir.

Bu ayrım kendini kültür alanında nasıl gösterir? Şimdi bunu açıklayacağız.

XII. Çin’in Kültür Devriminin Tarihi Özellikleri

Kültürel ve ideolojik cephede, 4 Mayıs Hareketi'nden önceki ve sonraki dönemler birbirinden farklı iki tarihî dönem oluşturur.

Çin'in kültür cephesindeki mücadele, 4 Mayıs Hareketi'nden önce, burjuvazinin yeni kültürü ile feodal sınıfın eski kültürü arasındaydı.

Modern okul sistemi ile imparatorluk sınav sistemi18, yeni eğitim ile eski eğitim ve Batı eğitimi ile Çin eğitimi arasındaki mücadeleler, bu nitelikte mücadelelerdi. O zamanın sözüm ona modern okulları, yeni eğitim ya da Batı eğitimi, esas olarak (esas olarak diyoruz, çünkü Çin feodalizminin zararlı kalıntıları hâlâ kısmen varlığını koruyordu) burjuvazinin temsilcilerinin muhtaç oldukları doğa bilimlerinde ve burjuva toplumsal ve siyasi teorilerinde yoğunlaştırılmıştı. O sıralarda, yeni eğitimin ideolojisi Çin'in feodal ideolojisine karşı mücadelede

78

Page 79: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

devrimci bir rol oynadı ve eski dönemin burjuva demokratik devrimine hizmet etti. Ama Çin burjuvazisi güçsüz olduğundan ve dünya artık emperyalizm aşamasına geçtiğinden, bu burjuva ideolojisi kısa bir süre dayanabildi ve yabancı emperyalizmin köleleştirici ideolojisi ile Çin feodalizminin “eskiye geri dönme” ideolojisi arasındaki gerici ittifak tarafından yenilgiye uğratıldı. Sözüm ona yeni eğitim, bu gerici ittifakın daha ilk karşı-saldırısı karşısında bayraklarını indirdi, davullarını susturdu ve dış biçimini koruduğu halde ruhunu kaybederek ricat borusunu çaldı. Eski burjuva demokratik kültür, emperyalizm çağında, zayıflamış ve yozlaşmış bulunuyordu; bu yüzden de, yenilgiye uğraması kaçınılmazdı.

Ama 4 Mayıs Hareketi'nden sonra işlerin rengi değişti. Çin'de yepyeni bir kültür gücü, yani Çinli komünistlerin rehberliğindeki komünist kültür ve ideoloji ya da komünist dünya görüşü ve toplumsal devrim teorisi ortaya çıktı. 1919'da 4 Mayıs Hareketi oldu, 1921'de de Çin Komünist Partisi kuruldu ve Çin'de gerçek emekçi hareketi bu tarihte başladı. Bütün bunlar, Birinci Dünya Savaşı'ndan ve Ekim Devrimi'nden hemen sonra, yani milli meselenin ve bütün dünyada sömürgelerdeki devrimci hareketlerin değişikliğe uğradıkları ve Çin devrimi ile dünya devrimi arasındaki bağın çok belirgin bir hale geldiği sırada oldu. Proletaryanın ve Komünist Partisinin yeni siyasi gücü, Çin siyaset sahnesine ayak bastı. Bunun sonucunda, yeni üniforması ve yeni silahlarıyla yeni kültür gücü, mümkün bütün müttefikleri birleştirerek ve saflarını savaş düzenine sokarak, emperyalist ve feodal kültürlere karşı kahramanca saldırılara girişti. Bu yeni güç, toplumsal bilimler ve sanat ve edebiyat alanlarında, yani felsefe, ekonomi, siyaset bilimi, askerlik bilimi, tarih, edebiyat ve sanat (tiyatro, sinema, müzik, heykel ve resim dahil) alanında büyük adımlar attı. Son yirmi yıl içinde, bu yeni kültür gücünün saldırısını yönelttiği her yerde ideolojik öz ve biçim bakımından büyük bir devrim meydana geldi. (Örneğin, yazı dilinde) Bu yeni kültür gücünün etkisi o kadar büyük ve şiddetli oldu ki, karşısında hiçbir şey duramadı. Çin tarihinde eşi görülmedik sayıda insanı peşinden sürükledi. Bu yeni kültür gücünün en büyük ve en yiğit bayraktan, Lu Sün'dü. Lu Sün, Çin kültür devriminin başkomutanı olarak, sadece büyük bir edebiyatçı değil, aynı zamanda büyük bir düşünür ve devrimciydi. Lu Sün, her türlü dalkavukluk ve yaltaklanmadan arınmış, sarsılmaz tutarlığa sahip bir insandı; bu, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin halkları için paha biçilmez bir niteliktir. Milletin büyük çoğunluğunu temsil eden Lu Sün saldırıya geçerek düşman kalesinde gedikler açtı; Lu Sün, kültür cephesinde en yiğit, en doğru, en sağlam, en azimli bir milli kahramandı, tarihimizde eşi görülmemiş bir kahramandı. Onun seçtiği yol, Çin'in yeni milli kültürünün yoluydu.

4 Mayıs Hareketi'nden önce Çin'in yeni kültürü, eski demokratik bir kültürdü ve dünya burjuvazisinin kapitalist kültür devriminin bir parçasıydı. Ama 4 Mayıs Hareketi'nden bu yana, Çin'in yeni kültürü, yeni demokratik bir kültür olmuş ve dünya proletaryasının sosyalist kültür devriminin bir parçası haline gelmiştir.

4 Mayıs Hareketi'nden önce Çin'in yeni kültür hareketine ve kültür devrimine, hâlâ önder rolü oynayabilecek durumda olan burjuvazi önderlik etmekteydi. Ama 4 Mayıs Hareketi'nden sonra, burjuvazinin kültür ve ideolojisi, siyasetinden de daha geri bir duruma düştü ve burjuvazi artık hiçbir önder rol oynayamayacak hale geldi. Artık burjuvazi devrimci dönemlerde belli ölçüde bir müttefik olarak hizmette bulunabiliyor, buna karşılık ittifaka önderlik etme sorumluluğu kaçınılmaz olarak proletaryanın kültür ve ideolojisine düşüyordu. Bu, inkâr edilmez bir gerçektir.

Yeni demokratik kültür, geniş kitlelerin anti-emperyalist ve anti-feodal kültürüdür; bugün bu kültür, Japonya'ya karşı birleşik cephenin kültürüdür. Bu kültüre herhangi bir sınıfın kültür ve ideolojisi değil, ancak proletaryanın kültür ve ideolojisi, yani komünizm ideolojisi önderlik edebilir. Sözün kısası, yeni demokratik kültür, geniş kitlelerin proletarya önderliğindeki anti-emperyalist ve anti-feodal kültürüdür. XIII. Dört Dönem

Bir kültür devrimi, siyasi ve ekonomik devrimin ideoloji alanındaki bir yansımasıdır ve onun hizmetindedir. Çin'de siyasi devrimde olduğu gibi, kültür devriminde de bir birleşik cephe vardır.

Kültür devrimindeki birleşik cephenin son yirmi yıllık tarihi, dört döneme ayrılabilir. Birinci dönem 1919-1921 arasındaki üç yılı, ikinci dönem 1921-1927 arasındaki altı yılı, üçüncü dönem 1927-1937 arasındaki on yılı ve dördüncü dönem de 1937'den günümüze kadarki üç yılı kapsar.

Birinci dönem, 1919'daki 4 Mayıs Hareketi'yle başlar ve 1921'de Çin Komünist Partisi'nin kurulmasına kadar uzanır. Bu döneme damgasını vuran olay, 4 Mayıs Hareketi'dir.

4 Mayıs Hareketi, anti-feodal olduğu kadar anti-emperyalist bir hareketti. Bu hareketin, 1911 Devrimi'nde bulunmayan ve büyük tarihi önem taşıyan özelliği, feodalizme karşı olduğu kadar emperyalizme karşı da yürüttüğü kararlı ve uzlaşmaz muhalefettir. 4 Mayıs Hareketi böyle bir niteliğe sahipti, çünkü kapitalizm Çin'de bir adım daha gelişmişti ve Çin'in devrimci aydınları üç büyük emperyalist devletin, yani Rusya, Almanya ve Avusturya-Macaristan'ın yıkılmasına, öteki iki büyük emperyalist devletin, yani İngiltere ve Fransa'nın za-yıflamasına ve Rusya proletaryasının sosyalist bir devlet kurmasına ve Almanya, Macaristan ve İtalya proletaryasının devrim için ayaklanmasına tanık olmuşlar ve Çin milletinin kurtuluşu için yeni umutlar belirmişti. 4 Mayıs Hareketi, dünya devriminin, Rusya Devrimi'nin ve Lenin'in çağrısı sonucunda meydana geldi. 4 Mayıs Hareketi, o günün dünya proletarya devriminin bir parçasıydı. O sırada, Komünist Partisi henüz kurulmamış olduğu halde Rus Devrimi'ni benimseyen ve komünist ideolojinin temel ilkelerini bilen çok sayıda aydın vardı. Başlangıçta, 4 Mayıs Hareketi, halkın üç kesiminin, yani komünist aydınların, devrimci küçük burjuva aydınlarının ve burjuva aydınlarının (bu sonuncusu hareketin sağ kanadını oluşturuyordu) cephesinin devrimci hareketiydi. Hareketin eksikliği, aydınlarla sınırlı kalması ve işçilerle köylülerin, harekete katılmamasıydı. Ama 4 Mayıs Hareketi 3 Haziran Hareketine19 dönüştüğünde yalnız aydınlanıl değil, proletaryanın, küçük burjuvazinin ve burjuvazinin de katıldığı hareket ülke çapında devrimci bir hareket haline geldi. 4 Mayıs Hareketi sonucunda doğan kültür devrimi, feodal kültüre karşı uzlaşmaz bir muhalefet yürüttü; Çin tarihinin başlangıcından bu yana

79

Page 80: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

hiçbir zaman böylesine büyük ve köklü bir kültür devrimi olmamıştı. O günlerin iki büyük bayrağı olan “Kahrolsun eski ahlak, yaşasın yeni ahlak!” ve “Kahrolsun eski edebiyat, yaşasın yeni edebiyat!” sloganlarını yükselten kültür devrimi büyük başarılar kazandı. Bu kültür hareketinin o sıralarda işçiler ve köylüler arasında geniş ölçüde yayılması henüz mümkün değildi. Gerçi “Halk için edebiyat” sloganı ortaya atılmıştı, ama o sıralar “halk” sözüyle sadece şehirlerdeki küçük burjuva aydınlar, yani şehirli aydın zümresi kastediliyordu. 4 Mayıs Hareketi, gerek ideoloji, gerekse kadrolar bakımından, 1921'de Çin Komünist Partisi'nin kurulmasını, 1925'teki 30 Mayıs Hareketini ve Kuzey Seferini hazırladı. 4 Mayıs Hareketinin sağ kanadını oluşturan burjuva aydınlan ikinci dönemde genellikle düşmanla uzlaştılar ve gericiliğin safına geçtiler.

Çin Komünist Partisi'nin kurulması, 30 Mayıs Hareketi ve Kuzey Seferi gibi olayların damgasını taşıyan ikinci dönemde, üç sınıfın 4 Mayıs Hareketi sırasında kurulan birleşik cephesi devam etti ve genişledi. Bu birleşik cepheye köylülük de kazanıldı ve bütün bu sınıfların siyasi bir birleşik cephesi, yani ilk Guomindang-komünist işbirliği kuruldu. Dr. Sun Yatsen, yalnızca büyük 1911 Devrimi'ne (bu devrim eski döneme ait bir demokratik devrim olduğu halde) önderlik ettiği için değil, aynı zamanda “dünyanın gidişine ayak uydurmasını bildiği ve kitlelerin ihtiyaçlarını karşıladığı” için de büyük bir insandı. Dr. Sun Yatsen, devrimci Üç Büyük Siyaseti, yani Rusya'yla ittifakı, Komünist Partisiyle işbirliğini ve köylülere ve işçilere yardım etmeyi ileri sürülebilecek, Üç Halk İlkesine yeni bir anlam kazandırarak Üç Büyük Siyasetin yanı sıra yeni Üç Halk İlkesini ortaya koyabilecek ye-tenekte olduğu için de büyük bir insandı. Daha önceleri Üç Halk İlkesi, eğitim ve yüksek öğrenim alanını ya da gençliği pek az etkileyebilmişti; çünkü emperyalizme, feodal toplum düzenine, feodal kültür ve ideolojiye karşı muhalefet sorunlarını ortaya atmamıştı. Bu eski Üç Halk İlkesiydi; ve eski Üç Halk İlkesine, iktidarı ele geçirmeye, başka bir deyişle birtakım mevkiler elde etmeye çalışan bir grup insanın sırf zamana ayak uydurmak ve siyasi dolaplar çevirmek amacıyla sarıldığı bir bayrak gözüyle bakılmıştı. Sonra Üç Büyük Siyasetiyle birlikte yeni Üç Halk İlkesi geldi. Guomindang ile Komünist Partisi arasındaki işbirliği ve her iki partinin devrimci üyelerinin ortak çabalan, yeni Üç Halk İlkesinin eğitim ve yüksek öğrenim alanının bir kesimine ve öğrenci gençlik kitlesine kadar uzanarak bütün Çin'e yayılmasını sağladı. Bu, tamamen, eski Üç Halk İlkesinin anti-emperyalist, anti-feodal ve yeni demokratik Üç Halk İlkesine ve onun Üç Büyük Siyasetine dönüşmüş olmasından ileri gelmekteydi. Eğer bu gelişme olmasaydı, Üç Halk İlkesinin fikirlerini yaymak mümkün olmayacaktı.

Devrimci Üç Halk İlkesi bu dönemde, Guomindang, Komünist Partisi ve bütün devrimci sınıfların birleşik cephesinin siyasi temeli haline geldi ve “Komünizm, Üç Halk İlkesinin iyi dostu olduğundan”, bu ikisi arasında bir birleşik cephe yaratıldı. Toplumsal sınıflar açısından bu, proletaryanın, köylülüğün, şehir küçük burjuvazisinin ve burjuvazinin birleşik cephesiydi, iki parti, çeşitli bölgelerde komünist Haftalık Kılavuz, Guomindang'ın Şanghay'da çıkardığı Cumhuriyetçi Haber Gazetesi ve diğer gazetelere dayanarak, anti-emperyalizmi ortaklaşa savundular. Konfüçyus'a tapınmaya ve Konfüçyus'un ilkelerini incelemeye dayanan feodal eğitime karşı ortaklaşa mücadele ettiler. Feodal edebiyata ve klasik dile ortaklaşa karşı çıktılar ve yeni edebiyatı ve anti-emperyalist, anti-feodal içerikli yeni yazı tarzını, herkesin anlayabileceği yazı tarzını ortaklaşa geliştirdiler. Guandung'daki savaşlar ve Kuzey Seferi sırasında anti-emperyalist ve anti-feodal fikirler aşılayarak Çin silahlı kuvvetlerinde reform yaptılar. Milyonlarca köylü arasında “Kahrolsun yiyici memurlar!” ve “Kahrolsun yerel zorbalar ve mütegallibe!” sloganları atıldı ve devrimci büyük köylü mücadeleleri başlatıldı. Bütün bunlar ve Sovyetler Birliği'nin yardımı sayesinde Kuzey Seferi zafere ulaştı. Ne var ki, büyük burjuvazi iktidara gelir gelmez bu devrime son verdi ve yepyeni bir siyasi durum yarattı.

Üçüncü dönem, 1927-1937 arasındaki yeni devrimci dönemdi. İkinci dönemin sonlarına doğru devrimci kampta bir değişiklik meydana geldiğinden, yani büyük burjuvazi emperyalist ve feodal güçlerin karşı-devrimci kampına geçtiği ve milli burjuvazi de onun kuyruğuna takıldığından, daha önce devrimci kampta bulunan dört sınıftan geriye yalnızca üç sınıf, proletarya, köylülük ve küçük burjuvazinin öbür kesimleri (devrimci aydınlar dahil) kalmıştı. Bunun sonucunda, Çin devrimi, kitlelere kaçınılmaz olarak yalnızca Çin Komünist Partisi'nin ön-derlik ettiği yeni bir döneme girdi. Bu, bir yandan karşı-devrimci “kuşatma ve bastırma” harekâtlarının yapıldığı, bir yandan da devrimin derinlik kazandığı bir dönem oldu. Biri askeri, biri de kültürel olmak üzere iki tür karşı-devrimci “kuşatma ve bastırma” harekâtı vardı. Devrimin kitleler arasında derinleştirilmesi de iki biçime bü-ründü: Bir yandan toprak devrimi bir yandan da kültür devrimi derinleşti. Emperyalistlerin kışkırtmasıyla, bütün ülkenin ve bütün dünyanın karşı-devrimci güçleri her iki türden “kuşatma ve bastırma” harekâtı için seferber edildi. En azından on yıl süren bu harekâtlar sırasında eşi görülmemiş bir zulüm uygulandı. Yüz binlerce komünist ve genç öğrenci öldürüldü, milyonlarca işçi ve köylü ağır zulüm ve baskı gördü. Anlaşılan, bütün bu işlerin sorumluları, komünizmin ve Komünist Partisinin “kökünün kazınabileceğinden” pek emindiler. Ama sonuç hiç de umdukları gibi olmadı; gerek askeri, gerekse kültürel “kuşatma ve bastırma” harekâtları tam bir başarısızlığa uğradı. Askeri harekât, Kızıl Ordu'nun Japonya'ya karşı direnmek için kuzeye ilerlemesiyle, kültürel harekât da 1935'te devrimci gençliğin 9 Aralık Hareketinin patlak vermesiyle sonuçlandı. Ve her iki harekâtın ortak bir sonucu olarak, bütün ülke halkı uyandı. Bunlar, üç olumlu sonuçtu. En şaşırtıcı olanı ise, Guomindang'ın kültürel “kuşatma ve bastırma” harekâtının, Komünist Partisinin bütün eğitim ve kültür kurumlarında tamamen savunmasız bir durumda bulunduğu Guomindang bölgelerinde de tamamen başarısızlıkla sonuçlanmasıydı. Neden böyle olmuştu? Bunun üzerinde derinlemesine düşünmek gerekmez mi? Komünizme inanan Lu Sün, işte bu “kuşatma ve bastırma” harekâtları sırasında Çin kültür devriminin büyük kahramanı haline geldi.

Karşı-devrimci “kuşatma ve bastırma” harekâtlarının olumsuz sonucu ise, ülkemizin Japon emperyalizmi tarafından istila edilmesi oldu. İşte, on yıl süren o komünizm düşmanlığından bütün ülke halkının bugün hâlâ şiddetle nefret etmesinin başlıca nedeni budur.

80

Page 81: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Bu dönemdeki mücadelelerde devrimci taraf, halkın antiemperyalist ve anti-feodal Yeni Demokrasisini ve yeni Üç Halk İlkesini savundu. Karşı-devrimci taraf ise, emperyalizmin baskısı altında toprak ağası sınıfı ile büyük burjuvazinin koalisyonunun zorba yönetimini zorla kabul ettirmeye çalıştı. Bu zorba yönetim, Dr. Sun Yatsen'in Üç Büyük Siyasetini ve yeni Üç Halk İlkesini gerek siyasi, gerekse kültürel bakımdan boğazlayarak Çin milletini büyük felaketlere sürükledi.

Dördüncü dönem, Japonya'ya karşı günümüzdeki savaş dönemidir. Çin devrimi, dolambaçlı bir yol izleyerek yeniden dört sınıfın birleşik cephesine ulaşmış bulunuyor. Üstelik bugün birleşik cephenin ufku çok daha geniş, çünkü bu cephe üst tabakadan hâkim sınıfların birçok üyesini, orta tabakadan milli burjuvaziyi ve küçük burjuvaziyi, alt tabakadan da bütün bir proletaryayı kapsıyor. Öyle ki, milletimizin çeşitli sınıf ve tabakaları, Japon emperyalizmine karşı kararlılıkla direnen bir ittifakın üyeleri haline gelmiş bulunuyorlar. Bu dönemin bi-rinci aşaması, Vuhan'ın düşüşüne kadar sürdü. Bu dönemde ülkenin, her alanında bir canlılık görülmekteydi; siyasi bakımdan bir demokratlaşma eğilimi, kültür bakımından ise oldukça yaygın bir faaliyet göze çarpıyordu. Vuhan'ın düşmesiyle, ikinci aşama başladı. Bu aşamada, siyasi durumda birçok değişiklik meydana geldi; büyük burjuvazinin bir kesimi düşmana teslim oldu, başka bir kesimi ise Direnme Savaşı'nın bir an önce son bulmasını istiyordu. Bu durum, kültür alanında, Ye Çing,20 Çang Cunmay ve ötekilerin gerici faaliyetlerinde ve söz ve basın özgürlüklerinin kaldırılmasında ifadesini buldu.

Bu bunalımın üstesinden gelmek için direnmeye, birliğe ve ilerlemeye karşı çıkan bütün fikirlere karşı güçlü bir mücadele vermek gerekir. Bu gerici fikirler ezilmediği sürece, zaferden umutlu olamayız. Bu mücadele nasıl sonuçlanacaktır? Bütün ülke halkının zihnini meşgul eden büyük soru budur? İç ve dış duruma bakacak olur-sak, direnme yolunun önüne ne kadar çok engel dikilirse dikilsin Çin halkının mutlaka zafere ulaşacağını görürüz. 4 Mayıs Hareketinden bu yana geçen yirmi yılda kaydedilen ilerleme, hem daha önceki 80 yıldan çok daha büyüktür, hem de binlerce yıllık Çin tarihinde kaydedilen tüm ilerlemeyi geride bırakmıştır. Bir de, Çin'in önümüzdeki yirmi yılda kaydedeceği ilerlemeyi düşünün! Yerli yabancı tüm karanlık güçlerin kudurgan zulmü, milletimizi büyük bir felakete sürükledi. Ama bu zulmün kendisi, hâlâ az çok kuvvetli oldukları halde karanlık güçlerin daha şimdiden ölüm sancılan çekmeye başladıklarını ve halkın adım adım zafere yaklaştığını en açık bir şekilde kanıtlamıyor mu? Bu, bütün Doğu ve bütün dünya için olduğu kadar bütün Çin için de doğrudur. XIV. Kültürün Niteliği Hakkında Bazı Yanlış Fikirler

Yani olan her şey, zorlu ve acılı mücadelelerden geçilerek elde edilir. Bu, iyinin de kötünün de mücadele içinde sınanıp kanıtlandığı son yirmi yıl boyunca dolambaçlı bir yol izleyen yeni kültür için de böyledir. İflah olmaz burjuvalar, siyasi iktidar sorununda olduğu gibi kültür sorununda da tamamen yanılıyorlar. Ne

Çin'deki bu yeni dönemin tarihi özelliklerini kavrıyor, ne de kitlelerin yeni demokratik kültürünü kabul ediyorlar. Onların hareket noktası, burjuva zorbalığıdır ve bu, kültür alanında, burjuvazinin kültürel zorbalığına dönüşür. Sözüm ona Avrupa-Amerikan okulundan21 yetişme iyi öğrenim görmüş kimselerin daha önce Guomindang hükümetinin kültür cephesinde açtığı “komünizmi bastırma” harekâtına katılmış olan bir kesimi yalnızca bir kesimi diyorum, anlaşılan şimdi de Guomindang hükümetinin Komünist Partisini “kısıtlama” ve “yıpratma” siyasetini desteklemektedir. Bunlar, işçilerin ve köylülerin gerek siyaset, gerekse kültür alanında başkaldırmalarını istemiyorlar. Oysa iflah olmaz burjuvaların tuttukları kültürel zorbalık yolu, tam bir çıkmaz içindedir; siyasi zorbalık için olduğu gibi kültürel zorbalık için de gerekli önkoşullar ülke içinde de, ülke dışında da yoktur. Dolayısıyla, bu kültürel zorbalığı da “rafa kaldırsalar” iyi ederler.

Milli kültürümüzün yönlendirilmesine gelince, ona komünist ideoloji rehberlik etmektedir. Sosyalizmi ve komünizmi işçi sınıfı arasında yaymak, köylülüğü ve halkın öbür kesimlerini sosyalizm fikirleriyle doğru bir biçimde ve adım adım eğitmek için çok sıkı çalışmalıyız. Ama milli kültürümüz bir bütün olarak henüz sosyalist bir kültür değildir.

Yeni Demokrasinin siyaseti, ekonomisi ve kültürü, proletarya önderliğinde olduğu için, sosyalizmin bir unsurunu da kapsar; üstelik bu unsur hiç de gelişigüzel bir unsur değil, belirleyici bir unsurdur. Ama bugüne kadarki siyasi, ekonomik ve kültürel durum bir bütün olarak alındığında, sosyalist değil, yeni demokratiktir. Çünkü bugünkü aşamasında Çin devrimi, henüz kapitalizmi ortadan kaldırmayı amaçlayan bir sosyalist devrim değil, merkezi görevi yabancı emperyalizme ve yerli feodalizme karşı savaşmak olan bir burjuva demokratik devrimdir. Milli kültür alanında, var olan milli kültürün bütünüyle sosyalist bir kültür olduğunu ya da böyle olması gerektiğini düşünmek yanlıştır. Böyle düşünmek, komünist ideolojinin yayılması ile acil bir eylem programının uygulanmasını; sorunları incelemede, araştırma yapmada, çalışma ve kadroların eğitilmesinde komünist bakış açısı ve yönetimin uygulanması ile Çin devriminin demokratik aşamasında milli eğitim ve milli kültür için genel siyaseti birbirine karıştırmak demektir. Sosyalist içerikli bir milli kültür, ister istemez, sosyalist bir siyasetin ve sosyalist bir ekonominin yansıması olacaktır. Gerçi siyasetimizde ve ekonomimizde sosyalist unsurlar vardır ve bu sosyalist unsurlar milli kültürümüzde de yansımaktadır; ama toplumumuzu bir bütün olarak ele alırsak, henüz sosyalist bir siyaset ve sosyalist bir ekonomimizin bulunmadığını görürüz. Bu yüzden de bütünüyle sos-yalist bir milli kültürden söz edilemez. Bugün Çin devrimi dünya proleter sosyalist devriminin bir parçası olduğuna göre, Çin'in yeni kültürü de dünya proleter sosyalist yeni kültürünün bir parçası ve büyük müttefikidir. Kültürümüzün bu kesimi sosyalist kültürün canalıcı unsurlarını taşıdığı halde, bir bütün olarak milli kültür, dünya proleter sosyalist yeni kültürünün akışına tamamen sosyalist bir kültür olarak değil, geniş kitlelerin anti-emperyalist ve anti-feodal yeni demokratik kültürü olarak katılmaktadır. Ve günümüzde Çin devrimi proletarya önderliği olmadan gerçekleşemeyeceğine göre, Çin'in yeni kültürü de proletaryanın kültür ve ideolojisinin, yani komünist ideolojinin önderliği olmadan olamaz. Ama bugünkü aşamada böyle bir önderlik, anti-emperyalist ve anti-feodal siyasi ve kültürel bir devrimde halk kitlelerine önderlik etmek demektir; dolayısıyla, bir bütün olarak

81

Page 82: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

alındığında Çin'in yeni milli kültürünün içeriği hâlâ yeni demokratiktir. Kuşkusuz, komünist fikirleri daha geniş ölçüde yaymanın ve Marksizm-Leninizmin öğrenilmesini daha da

hızlandırmanın şimdi tam zamanıdır. Aksi takdirde, hem Çin devrimini sosyalizm aşamasına ilerletemeyiz, hem de bugünkü demokratik devrimi zafere ulaştıramayız. Ama gene de, komünist toplum düzeni hakkındaki pro-paganda ve komünist fikirlerin yayılması ile yeni demokratik eylem programının pratikte uygulanışını birbirinden ayırmamız gerekir. Aynı şekilde, sorunları incelemede, araştırma yapmada, çalışma ve kadroların eğitilmesinde komünist teori ve yöntem ile bir bütün olarak milli kültürün yeni demokratik çizgisini de birbirinden ayırmamız gerekir. Bu ikisini birbirine karıştırmak hiç kuşku yok ki yanlış olur.

Böylece görülüyor ki, bugünkü aşamada Çin'in yeni milli kültürünün içeriği, ne burjuva kültür zorbalığı, ne de proleter sosyalizmidir. Bugünkü aşamada Çin'in yeni mili kültürünün içeriği, proleter sosyalist kültür ve ideoloji önderliğinde kitlelerin antiemperyalist ve anti-feodal Yeni Demokrasisidir. XV. Milli Ve Bilimsel Bir Kitle Kültürü

Yeni demokratik kültür, millidir; emperyalist boyunduruğa karşı çıkar ve Çin milletinin onurunu ve bağımsızlığını savunur. Kendi milletimizin malıdır ve kendi milli özelliklerimizi taşır. Yeni demokratik kültür, bütün, başka milletlerin sosyalist ya da yeni demokratik kültürleriyle birleşir; bunlar birbirlerine öylesine bağlıdırlar ki, birbirlerine katkıda bulunarak ve birbirlerinin gelişmesine yardımcı olarak yeni bir dünya kültürü oluştururlar. Ama devrimci bir milli kültür olarak yeni demokratik kültür, hiçbir milletin hiçbir gerici emperyalist kültürüyle asla birleşmez. Çin'in, kendi kültürünü geliştirmek için, yabancı ilerici kültürü geniş ölçüde özümlemesi gerekmektedir, çünkü bu geçmişte yeterince yapılmamıştır. Bugün, yalnızca günümüzdeki sosyalist ve yeni demokratik kültürlerde değil, aynî zamanda diğer milletlerin daha önceki kültürlerinde, örneğin çeşitli kapitalist ülkelerin Aydınlanma Çağındaki kültürlerinde de bizim için yararlı olan her şeyi özümlemeliyiz. Ama bu yabancı malzemenin tek bir zerresini bile eleştiriden geçirmeden yutmamalıyız; onu yediğimiz yemeğe uyguladığımız işlemden geçirmeli, yani ilkönce çiğnemeli, sonra midemizin ve barsaklarımızın salgılarının işlemine terk etmeli, sonra da sindirilecek besin ile dışarıya atılacak posayı birbirinden ayırmalıyız; beslenebilmek için, böyle yapmak zorundayız. “Toptan batılılaşma”yı22 savunmak yanlıştır. Çin, yabancı malzemenin mekanik bir biçimde benimsenmesinden çok çekmiştir. Aynı şekilde, Çinli komünistler, Marksizmi Çin'e uygularken, Marksizmin evrensel gerçeği ile Çin devriminin somut pratiğini tam ve doğru bir biçimde birleştirmelidirler; ya da başka bir deyişle, Marksizmin evrensel gerçeği Çin'in kendine özgü milli nitelikleriyle birleştirilir ve belli bir milli biçim alırsa, yararlı olabilir. Marksizm yalnızca bir formül olarak öznel bir biçimde uygulanamaz. Formülleri putlaştıran Marksistler, Marksizmi ve Çin devrimini hafife almaktan başka bir şey yapmıyorlar. Çin devriminin saflarında böylelerinin yeri yoktur. Çin kültürünün kendine özgü bir biçimi, yani milli bir biçimi olmalıdır. Biçimde milli, içerikte yeni demokratik; işte bugünkü yeni kültürümüz.

Yeni demokratik kültür, bilimseldir. Feodal ve batıl inançlara dayanan her türlü düşünceye karşıdır; gerçeği olgularda aramayı, nesnel gerçeği ve teori ile pratiğin birliğini savunur. Bu noktada, Çin proletaryasının bilimsel düşüncesi ile ilerici olan Çinli burjuva materyalistleri ve doğa bilimcileri arasında emperyalizme, feodalizme ve batıl inançlara karşı bir birleşik cephe kurmak mümkündür; ama herhangi bir gerici idealizm ile birleşik cephe kurulması söz konusu olamaz. Komünistler, siyasi eylem, alanında, bazı idealistlerle ve hatta dindar kişilerle anti-emperyalist ve anti-feodal bir birleşik cephe kurabilirler; ama onların idealizmine ve dinî öğretilerine hiçbir zaman göz yumamazlar. Çin'in yüzyıllarca süren feodal toplumunda parlak bir eski kültür yaratılmıştır. Yeni milli kültürümüzü geliştirmek ve kendimize olan milli güvenimizi artırmak için, bu eski kültürün gelişmesini incelemek, onun feodal süprüntülerini reddetmek ve demokratik özünü benimsemek zorunludur; ama hiçbir şeyi eleştiriden geçirmeden benimsememeliyiz. Halkın belli ölçüde demokratik ve devrimci nitelikteki eski güzel kültürü ile eski feodal hâkim sınıfın tüm çürümüşlüğünü birbirinden mutlaka ayırmak gerekir. Çin'in bugünkü yeni siyaseti ve yeni ekonomisi, eski siyasetinin ve eski ekonomisinin bağrından çıkmıştır; aynı şekilde, Çin'in yeni kültürü de eski kültürünün bağrından çıkmıştır. Dolayısıyla, kendi tarihimize saygı göstermeli, onunla olan bağlarımızı kesip atmamalıyız. Ama tarihe saygı göstermek demek, onu bir bilim olarak yerli yerine oturtmak ve onun diyalektik gelişmesine saygı duymak demektir; yoksa bugünü bir kenara bırakarak geçmişi göklere çıkarmak ve feodal zehirin her bir zerresini övmek demek değildir. Kitleler ve öğrenci gençler söz konusu olduğunda önemli olan, geriye değil, ileriye dönük olmalarını sağlamak için onlara yol göstermektir.

Yeni demokratik kültür demokratiktir, çünkü geniş kitlelerin malıdır. Nüfusumuzun yüzde 90'ından fazlasını meydana getiren çalışan işçi ve köylü kitlelerine hizmet etmeli ve giderek onların kendi kültürü haline gelmelidir. Devrimci kadrolara verilen bilgi ile devrimci kitlelere verilen bilgi arasında, kültür düzeyinin yükseltilmesi ile yay-gınlaştırılması arasında sıkı bir bağ olduğu gibi, belli bir ayrım da vardır. Devrimci kültür, geniş halk kitleleri için güçlü bir devrimci silahtır. Hem devrimden önce ideolojik zemini hazırlar, hem de devrim sırasında genel devrimci cephe içinde önemli ve aslında zorunlu bir mücadele cephesi oluşturur. Devrimci kültür çalışmalarına katılanlar bu kültür cephesinin çeşitli kademelerdeki komutanlarıdır. “Devrimci teori olmadan, devrimci hareket olamaz”23 bu sözlerden, kültür hareketinin devrimci hareketin pratiği için ne kadar önemli olduğunu anlayabiliriz. Gerek kültür hareketleri, gerekse pratik hareketler kitlelerin malı olmalıdır. Bu yüzden, Japonya'ya karşı savaşta, bütün ilerici kültür emekçileri kendi kültür müfrezelerine, yani geniş kitlelere sahip olmalıdırlar. Halka yakın olmayan bir devrimci kültür emekçisi, barutu düşmanı alt etmeye yetmeyen, ordusuz bir komutana benzer. Bunun için yazı dili gerekli koşullar içinde düzeltilmeli ve halkın konuşma diline yaklaştırılmalıdır. Çünkü önemle belirtmek gerekir ki, devrimci kültürümüzün bitmez tükenmez kaynağı halktır.

Milli ve bilimsel bir kitle kültürü; işte halkın anti-emperyalist ve anti-feodal kültürü, Yeni Demokrasinin kültürü, Çin milletinin yeni kültürü budur.

82

Page 83: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Kurmak istediğimiz demokratik cumhuriyet, bu ada layık olan Çin Cumhuriyeti ve yeni Çin, ancak Yeni Demokrasinin siyasetini, ekonomisini ve kültürünü birleştirmekle gerçekleşecektir. İşte, Yeni Çin göründü. Hep birlikte selamlayalım! Direkleri ufukta belirdi. Onu hep birlikte sevinçle karşılayalım! Ellerimizi kaldırıp selamlayalım. Yeni Çin bizimdir!

DİPNOTLAR

1. Çin Kültürü, Ocak 1940'ta Yenan'da yayımlanmaya başlayan bir dergidir, bu makale derginin ilk sayısında çıkmıştır.

2. Bkz. V.İ. Lenin, “Bir Kere Daha Sendikalar, Şimdiki Durum ve Troçki ile Buharin'in Hataları Üzerine”, Seçme Eserler, Cilt 9, İng. bas., International Publishers, New York, 1943, s.54

3. J.V. Stalin, “Ekim Devrimi ve Milli Mesele”, Eserler, Cilt 4, İng., bas., FLPH Moskova, 1953, s. 169-170

4. Karl Marks, “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkıya Önsöz”, Marks-Engels, Seçme Eserler, Cilt 1, İng. bas., FLPH, Moskova, 1958, s. 363

5. Karl Marks, “Feuerbach Üzerine Tezler”, Marks - Engels, Seçme Eserler, Cilt 2, İng. bas., FLPH, Moskova, 1958, s. 405

6. J.V. Stalin, “Bir Kere Daha Milli Mesele Üzerine”, Proletarya Devrimi Çağında Milli Mesele, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1992.

7. V.İ. Lenin, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Emperyalizm, İkinci Bölüm, Aydınlık yayınlan, İstanbul, 1979

8. Bu Sovyet aleyhtarı kampanyalar, Çan Kayşek'in devrime ihanetinden sonra Guomindang hükümeti tarafından başlatıldı. Guomindang 13 Aralık 1927'de Kanton'da Sovyet konsolos yardımcısını öldürttü ve ertesi gün Nancing'deki Guomindang hükümeti Rusya ile olan ilişkilerinin kesildiğine dair resmi bir kararname yayınlayarak çeşitli illerdeki Sovyet konsolosluklarını tanımadığını resmen açıkladı ve bütün Sovyet ticari kuruluşlarına faaliyetlerini durdurmalarını emretti. Çan Kayşek Ağustos 1929'da emperyalistlerin kışkırtmasıyla, kuzeydoğuda Sovyetler Birliği'ne karşı, silahlı çatışmalarla sonuçlanan bazı provokasyonlar düzenledi.

9. İngiliz emperyalistleri Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra kendi uşakları olan Yunanistan'ı Türkiye'ye saldırması için kışkırttılar, ama Türkiye halkı Sovyetler Birliği'nin de yardımıyla Yunan birliklerini 1922'de bozguna uğrattı. 1923'te Kemal, Türkiye Cumhurbaşkanlığına seçildi. Stalin şöyle demişti:

Kemalist devrim, bir üst tabaka devrimidir, milli ticaret burjuvazisinin devrimidir. Bu devrime, yabancı emperyalistlere karşı mücadele içinde varıldı; devrimin daha sonraki gelişmesi ise, esas olarak, köylü ve işçilere karşı, bir toprak devrimi olasılığına karşı yönelmekteydi. “Sun-Yatsen Üniversitesi öğrencileri ile Bir Görüşmek, M illi Demokratik Devrim, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1992.

10. “Metafizik bezirganları” Çang Cunmay ve grubudur. 4 Mayıs Hareketi'nden sonra Çang bilime açıkça karşı çıkararak metafiziği ya da kendi deyişiyle “ruhla kültürü” savundu ve böylece adı “metafizik bezirgânı”na çıktı. Çan Kayşek'i ve Japon saldırganlarını desteklemek için, Çan Kayşek'in emri üzerine, Aralık 1938'de “Bay Mao Zedung'a Açık Mektup”u yayınladı ve gözü dönmüş bir şekilde Sekizinci Yol Ordusunun, Yeni Dördüncü Ordu'nun ve Şensi-Gansu-Ningsia Sınır Bölgesi'nin lağv edilmesini istedi.

11. Bkz. Çin Komünist Partisi Merkez Komitesinin, Guomindang-komünist işbirliğinin kurulması üzerine 1937 Eylül'ünde yayınladığı bildiri.

12. Bkz. Dr. Sun Yatsen, Halkın Refahı ilkesi Üzerine Konuşmalar, 1924, İkinci Konuşma.

13. Çan Kayşek'in ünlü gizli servis şeflerinden olan Çen Lifu'nun kiraladığı birkaç gerici satılmış yazar tarafından hazırlanan ve “vitalizm” adını taşıyan pespaye derlemede, Guomindang faşizminin reklamı yapılıyordu. Bu kitap Çen Lifu'nun adıyla yayımlanmıştı.

14. “Emeğe göre bölüşüm öğretisi”, Şansi Eyaleti'ndeki büyük toprak ağalarının ve büyük kompradorların temsilcisi ve bir savaş ağası olan Yen Şişan'ın utanmadan; ortaya attığı tantanalı bir slogandı.

15. “Her İki Taraftan Gelen Saldırılara Karşı Savaşın”, Vang Cingvey'in 1927'de devrime ihanet ettikten sonra yazdığı bir makalenin başlığıydı.

16. J.V. Stalin, “Yugoslavya'da Milli Mesele Üzerine”, Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesinin Yugoslavya Komisyonu'nda 30 Mart 1925'te yapılan bir konuşma. Stalin bu konuşmasında şöyle diyordu:

...Köylülük milli hareketin ana ordusunu oluşturduğu, köylü ordusu olmadan güçlü bir mitli hareketin olmadığı ve olamayacağı ortaya çıkıyor. Ve milli meselenin, özünde köylü meselesi olduğu söylendiği zaman, işte bu kastediliyor. (Proletarya Devrimi Çağında Milli Mesele, Kaynak Yayınlan)

17. “Dağlara çıkma ilkesi”, Mao Zedung yoldaşın köylük bölgelerdeki devrimci üslere önem vermesiyle alay eden dogmacıların kullandığı bir sözdü. Mao Zedung yoldaş burada bu deyimden yararlanarak köylük bölgelerdeki devrimci üslerin oynadığı rolün önemini açıklamaktadır.

18. Modem okul sistemi, Avrupa ve Amerika'daki kapitalist ülkelerden olduğu gibi aktarılan eğitim sistemiydi. İmparatorluk sınav sistemi ise feodal Çin'deki eski sınav sistemiydi. 19. yüzyılın sonlarına doğru, bilinçlenmiş Çinli aydınlar, eski rekabetçi sınav sisteminin kaldırılması ve modem okulların kurulması talebinde bulunmuşlardı.

83

Page 84: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

19. 3 Haziran Hareketi, 4 Mayıs yurtsever harekelinin yeni bir aşamasını oluşturdu. Pekin'de öğrenciler, ordunun ve polisin baskı ve zulmüne meydan okuyarak 3 Haziran 1919'da mitingler düzenlediler, konuşmalar yaptılar. Öğrenciler boykota gitti ve bu hareket Şanghay, Nancing, Tienzin, Hangçov. Vuhan ve Ciuciang'daki ve Şandung ve Anvey Eyaletlerindeki işçiler ve tüccarlar arasında da yayıldı. Böylece 4 Mayıs Hareketi, proletaryanın, şehir küçük burjuvazisinin ve milli burjuvazinin katıldığı geniş bir kitle hareketi haline gelmiş oldu.

20. Ye Çing, Guomindang gizli servisinde satılmış bir yazar olarak hizmet eden dönek bir komünistti.

21. Sözüm ona Avrupa-Amerikan okulunun sözcüsü, karşı-devrimci Hu Şi idi.

22. Bütünüyle batılılaşma, Batının köhnemiş bireyci burjuva kültürünü göklere çıkaran ve kapitalist Avrupa ve Amerika'nın körü körüne taklit edilmesini savunan batılılaşmış, bazı Çinli burjuva aydınlarının savunduğu bir görüştü.

23. V.İ. Lenin. Ne yapmalı?, Sol Yayınlan, 1. baskı; Ankara, 1968, s. 32

84

Page 85: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Teori Sayı 111 Nisan 1999

Doğu Perinçek KEMALİST DEVRİM’İN HALKÇILIK PROGRAMI *

"Türkiye Büyük Millet Meclisi, hayat ve istiklalini yegane ve mukaddes emel bildiği Türkiye halkını, emperyalizmin ve kapitalizmin tahakküm ve zulmünden kurtararak irade ve hakimiyetinin sahibi kılmakla gayesine vasıl olacağı kanaatindedir."

(TBMM'nin Halkçılık Beyannamesi'nden,

18 Kasım 1920) Kemalist Devrim'in ilk programı

Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetinin 13 Eylül 1920 tarihli Halkçılık Programı, 18 Eylül 1920 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde okundu.

BMM hükümetinin "siyasi, içtimai, idari, askeri" görüşlerini özetleyen ve idari teşkilat hakkındaki kararlarını içeren "Halkçılık Programı", BMM Reisi Mustafa Kemal imzalı bir yazıyla Meclis'e sunulmuştur.

Büyük Millet Meclisi, 18 Kasım 1920 günü, Halkçılık Programı temelinde Özel Komisyon tarafından hazırlanan Anayasa Tasarısı'nın görüşmelerine başlamış ve Halkçılık Beyannamesi'ni kabul etmiştir.

Halkçılık Programı, Kemalist Devrim'in ilk programıdır ve fiilen kurulmuş olan Cumhuriyet'in ilk anayasası olan 20 Ocak 1921 Teşkilatı Esasiye Kanunu'na temel olmuştur.

Biz Türkiye halkı, Halkçılık Programı'yla yola çıkarak, büyük Ekim Devrimi'yle birlikte çağımızı yaratan milli kurtuluş devrimlerinin başını çektik.

Halkçılık Programı, "emperyalist ve kapitalist saldırı ve tahakküme karşı" isyan bayrağını yükselten uzun soluklu devrimci karakteriyle 21. yüzyıl için de eşiktir. Türkiye devrimle kuruldu

Değerli arkadaşlar, biz Türkiye'nin bir devrimle kurulduğunu unuttuk veya bu büyük gerçeği unutmamız için her şey yapıldı, ama gene unutan biziz. Biraz önce Erkan Yücel Tiyatrosu'nun, Sayın Burçay Anger yönetiminde bize sunduğu tablo, bir devrim tablosudur. Türkiye bir devrimle kurulmuştur. Türkiye Cumhuriyeti'nin temelinde bir devrim vardır.

Halkçılık Programı Madde 8: "Türkiye Halk hükümeti, Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti unvanını taşır." İmza, Mustafa Kemal. Şimdi bunlar bize doğal geliyor. Türkiye diyor... Daha önce yoktu, Osmanlı devleti vardı. 13 Eylül 1920

tarihini taşıyan İcra Vekilleri Heyeti'nin, yani hükümetin, Meclis Başkanı Mustafa Kemal imzasıyla Meclis'e sunduğu bu belge, Türkiye adını ilk kez kullanan anayasal belgedir. Başka belgelerde kuşkusuz kullanıldı, ama ilk kez bir anayasal belgeye Türkiye adı girmiştir.

Bu bir devrimdir, ama Osmanlı devletinin üzeri, bir kâğıdın üzerinde çiziliş üstüne Türkiye yazılmış değildir. Bunu katipler de yapabilirdi. İstanbul'da bulunan "Osmanlı hükümetine, Osmanlı padişahına ve müsliminin halifesine isyan edilerek" 1 Ankara'da devrimci bir hükümet kurulmuştur. Ordusuyla, meclisiyle pratikte kurulmuş olan o devrimci hükümet, anayasasını da yapmaya başlamıştır. Önce anayasa sonra hükümet değil, önce devrimci hükümet! Ve devrim, anayasasını da getiriyor. Devrimin anayasa taslağı

Halkçılık Programı, 18 Eylül 1920 günü Meclis'te okunuyor ve 20 Ocak 1921 günü, yani Meclis'te okunmasından 4 ay sonra 1921 Anayasası halini alıyor. Halkçılık Programı, bir anayasa taslağıdır. Devrimin anayasasının taslağıdır. Bir beyanname veya basit bir açıklama, bir metin değildir. Türkiye Cumhuriyeti devletinin, Türkiye Devrimi'nin temelindeki düzenlemeyi, ideolojiyi, amaçları; kurulacak olan yeni devletin ve yeni toplumun esaslarını içermektedir.

Padişahın üzerini çiziyor, Osmanlı devletinin üzerini çiziyor, yerine Türkiye diyor. Henüz Cumhuriyet demiyor, ama aslında Cumhuriyet 23 Nisan 1920 günü BMM'nin Ankara'da toplanmasıyla fiilen kurulmuştur. 29 Ekim 1923, bildiğiniz gibi Cumhuriyetin ilanıdır; kurulması, daha önce 23 Nisan 1920 günü gerçekleşti. TBMM'nin toplandığı, yeni bir irade merkezi, yeni bir iktidar merkezi yaratıldığı gün Cumhuriyet kurulmuştur. Çünkü o iradenin temelinde ne vardı; milli irade vardı, milli hâkimiyet vardı.

* İşçi Partisi İstanbul İl Örgütü, Mustafa Kemal’in Halkçılık Programı’nı Büyük Millet Meclisi’ne sunmasının 78.yılı nedeniyle İstanbul Atatürk Kültür Merkezi’nde toplantı düzenledi. Toplantıda Erkan Yücel Halk Tiyatrosu, Burçay Anger yönetiminde, Halkçılık Programı’nı konu alan 25 dakikalık bir oyun sergilendi. Prof. Dr. Anıl Çeçen ve İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek ise, Halkçılık Programı’nı anlattılar. Perinçek, bu konuşmasını gözden geçirerek okuyucuya sunuyor.

85

Page 86: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Padişah, İstanbul'daki İngiliz zırhlılarının gölgesi altındadır. Müslümanların halife sinin iradesi, fermanı artık geçerli değildir. Kimin iradesi geçerlidir: Ankara'da toplanmış olan BMM'nin iradesi. Savaşın önderliğini yapan bir meclistir bu! Devrimin önderliğini yapan bir meclis! Kelleyi koltuğuna almış, Ankara'ya çıkmış, vazife üzerine düştüğü zaman "ahval ve şeraiti düşünmemiş" olan insanların oluşturduğu milletin iradesini temsil eden bir meclis!

Halkçılık Programı, işte yapılmış olan devrimin, İstanbul hükümetinin karşısında dikilmiş olan yeni devrimci Ankara hükümetinin anayasasını getirmektedir.

Nutuk'un ilk on sayfasında bulacaksınız; bence bütün Nutuk'un esası ve özetidir ve bütün devrimlerin esasıdır. Orada Atatürk der ki, "müslümanların halifesine karşı milleti ve orduyu isyan ettirmek lazım geliyordu." Milletin ve ordunun İstanbul'daki padişaha ve saltanata karşı isyanını örgütlemek. O isyanın yönetilmesi için Ankara hükümeti kurulmuştur.

Gerçi halkçılık programına milli hâkimiyet esası, emperyalizm ve kapitalizmden milleti kurtarmak esası konduktan sonra, İstanbul'daki İngilizin esiri durumunda olan padişahlık ve halifeyi kurtarmaktan da bahsedilebilir. Bu çok önemlidir. Padişahın ve halifenin işi bitirilmiştir. Ankara'da kurulan hükümetle bitirilmiştir. Fakat Türkiye'nin gündemine o gün padişahlığı ve halifeliği kaldırmayı getirmiyor, çok doğru; mesele o gün padişahlığı kaldıralım mı, kaldırmayalım mı değil henüz. Ama içimizdeki devrim düşmanları sezmiştir. Açın Büyük Millet Meclisi müzakerelerini; işte Ali Şükrü'ler, Hüseyin Avni'ler vb., o karşı kuvvetin adamları, onlar çıkmışlar demişlerdir ki, sizin bu anayasanız, bu halkçılık programınız padişahı ve halifeliği yok ediyor. Orada padişah ve halifenin kurtarılmasından söz edilmekle birlikte, siz padişahı ve halifeyi bitirdiniz. M. Kemal de çıkıp demiştir ki; arkadaşlar şimdi burada padişahın ve halifenin yetkilerini konuşmanın anlamı yok. Bu program öyle bir yetkiden söz etmemektedir. Zamanı geldiğinde konuşulacaktır. Ve zamanı geldiğinde şöyle karar verilmiştir: Padişahın ve halifeliğin hiçbir yetkisi yoktur, kaldırılmıştır.

Aslında Halkçılık Programı, milli hâkimiyet ilkesini kabul ederek, iktidarı Meclis'e vererek, milletin kendisine vererek padişahı ve halifeyi kaldırmıştır. Ama tıpkı Cumhuriyet'in resmen ilanını ertelemesi gibi onu kaldırmayı da ertelemiş, ilan etmemiştir. Atatürk'ün deyimiyle, o zaman Türkiye Halk Hükümeti kurulmuştur. Padişahlığı yıkmak için önce İngilizin elinden kurtaracaksın

Burada devrimin diyalektiği var: İngilizin elinde olan padişah ve halifeyi yıkmak için önce onu İngilizin elinden kurtaracağım. Osmanlıyı yıkacağım, ama Osmanlıyı gelmiş emperyalistler paylaşmış, padişahı esir almış. Bize ait olan, bizim padişahımızı, İngiltere, Fransa ve İtalya esir alamaz. Onu yıkacak bir kuvvet varsa, Türkiye halkıdır. Padişahı önce emperyalizmin elinden kurtarırım, ondan sonra yıkarım diyor Mustafa Kemal. Burada kurtarılacak olan padişah değil, otoritedir, iktidardır aslında. Bu son derece önemlidir. Onu yıkabilmek için önce emperyalizmin elinden alacaksın. Bugün birçok toy, çocuksu devrimcinin anlayamadığı çok büyük bir gerçektir bu. Emperyalistler, padişah da olsa, halife de olsa bize ait olan bir şeyi yıkamaz. Onu istersek biz yıkarız ve yıkmışızdır. Yıkmanın başlangıcı işte bu Halkçılık Programı'na yol açan Anadolu hareketidir; Anadolu'da milletin ve ordunun isyanının örgütlenmesi ve siyasi iktidara kavuşturulması olayıdır.

Yetkileri o gün konuşulmayan ve kendisine hiçbir yetki verilmeyen padişahlık, biliyorsunuz daha sonra 1 Kasım 1922'de saltanatın ve 4 Mart 1924'te halifeliğin kaldırılmasıyla resmen de ortadan kaldırılmıştır; bu işin siyasi yönü. Emperyalizme açık tavır

Toplumsal-ekonomik yönüne geldiğimiz zaman, bir milli demokratik devrimdir bu. Daha önce Meşrutiyetlerle başlayan, ancak padişahla uzlaşan, sultanlığı ortadan kaldırmayan devrimlerin devamıdır. Milli demokratik devrimimizin kökleri oradan geliyor. Onlar olmasa 1920'ler olmayacaktı.

Yüz elli yıllık milli demokratik devrimimizin en büyük atılımı olan Kemalist Devrim neyi hedef almaktadır? Emperyalizmi hedef almaktadır. Düşman, anayasamızın temelindeki Halkçılık Programı'nda açıkça saptanmış. Büyük Millet Meclisi tarafından 18 Kasım 1920 günü müzakere edilerek kabul edilmiş ve "Halkçılık Beyannamesi" başlığıyla ilan edilmiş. Yalnız hükümet ve Mustafa Kemal'in imzasıyla kalmamıştır; emperyalizme karşı, kapitalizm tecavüzüne karşı milleti kurtarma fikri, bir Türkiye Büyük Millet Meclisi beyannamesi haline gelmiştir.

Burada, kapitalizme karşı olmaktan da söz ediyor. Bence bu, uluslararası kapitalizmdir, iç kapitalizm değil. Bu bir milli demokratik devrimdir, sosyalist devrim değildir. Program ve Beyanname, kapitalizme karşı ifadelere yer vermekle birlikte, Kemalist Devrim'in programında kapitalizmi kaldırmak yoktu. Doğruydu bu, o gün Türkiye'nin gündeminde kapitalizmi kaldırmak yoktu, olamazdı. Sosyalistlerin programı da, o gün kapitalizmi kaldırmak değil milli demokratik devrimdi; bağımsızlığımızı önce sağlamak, bir halk hükümeti kurmak, demokratik devrimimizi yapmaktı. O bakımdan buradaki kapitalizm kavramını esas olarak dünya kapitalizmi, yani emperyalizm olarak anlamak gerekir. Tabii devrimci rüzgâr esiyor.

Halkçılık Programı'nın görüşülmesi sırasında, Karasi (Balıkesir) Milletvekili Hasan Basri (Çantay) Bey, kapitalizm konusunu tartışma gündemine getirmiştir. Komisyon sözcüsü tarafından cevaplandırılması istenen soru şöyledir:

"...Emperyalizm ve kapitalizm zulmünden kurtararak diyor. Maksat, dış emperyalizm ve kapitalizm midir, yoksa içteki de bunun içinde bulunmakta mıdır?"

86

Page 87: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Bu soruya komisyon sözcüsü şu yanıtı vermiştir: "Biz bütünüyla emperyalizme karşıyız. Emperyalizm nereden gelirse gelsin. Kendimiz emperyalist değiliz ve emperyalistlerin aleti de olmayız. Kapitalizm meselesine gelince; kapitalizm zulmü nerede geçerli olursa olsun karşısındayız. 2 Türkiye Devrimi ile Sovyet Devrimi arasındaki dayanışma

Nerede devrimci rüzgâr eserse, oraya sosyalizmin programları, fikirleri gelir. Biraz önce Burçay Anger yönetimindeki oyunda, ilk Meclis'teki Halkçılık Programı görüşmesinde, Burdur Milletvekili İsmail Suphi de söyledi. Çıktı kürsüye, dedi ki, "Bizi Bolşeviklikle suçluyorlar. Bolşeviklerin programından etkilenmemiş olmamız mümkün değildir." Mustafa Kemal de bu etkiyi dile getirmiştir.

Sovyet Devrimi olmasaydı Türkiye Devrimi olmazdı. Ondan önce Çanakkale direnişi olmasaydı, Sovyet Devrimi olmazdı. Çanakkale'de biz direndik, Karadeniz'in kapısını tuttuk. Zavallı Rus halkı, o sayede Sovyet Devrimi'ni yaptı ve Sovyetler de bize borçlarını ödediler. Çarlığı yıktılar, Çarlığı yıktıkları için biz Anadolu'da bir fukara millet olarak o devrimi yapabildik.

Bu, çağımızın tunç yasasıdır. Yani sosyalist devrimler, milli kurtuluş devrimleri; bunlar beraber yükselir, beraber yıkılır.

Bakınız 1950'lerde küçük Amerika projesi başlıyor, Türkiye'de Kemalist Devrim de yıkılmaya başlamıştır. Tarikat-mafya Cumhuriyeti'nin ilk adımları atılıyor. Aynı tarihlerde Rusya'da da ne oluyor? 1956'dan sonraki süreçte Sovyet Devrimi yıkılıyor. Kruşçev'ler, Brejnev'lerle emperyalist bir Rusya oluşuyor. Biz beraber devrim yaptık, beraber devrimlerimizi yitirdik. Şimdi tekrar beraber devrim; bunu bütün Kemalistlerin, bütün sosyalistlerin çok iyi anlamaları gerekir.

Özel kâr değil halkın ihtiyaçları

Halkçılık Programı, "bir avuç insanın ihtiyaçlarını karşılamayı reddeden, halkın ihtiyaçlarını esas alan bir ekonomi" öngörmüştür. Halkçılık Programı temelinde kârı reddeden, halkın ihtiyaçlarını esas alan bir ekonomi kurmayı amaçlıyor. Milli karakterde, kamu ağırlıklı bir ekonomi düşünüyor.

Komisyon sözcüsü İsmail Suphi, Halkçılık Programı'nı açıklarken, "Türk köylüsü, Kürt köylüsü"nü savunuyor. Kurulmakta olan yeni Türkiye, padişah ve etrafındaki lavanteleri, işbirlikçi hainleri değil, Türk köylüsünü, Kürt köylüsünü düşünüyor. Demokratik ekonominin bu esasını oturtuyor. Millet + ordu formülü

Sonra çok önemli, Halkçılık Programı, ilk iş olarak silahlı kuvveti, orduyu kuvvetlendirmekten bahsediyor. 1920'de Meclis'in elinde doğru dürüst silah yok, ordu yok. Nasıl kurtulacaksın? Sana silah lazım.

Bugün de öyle... Başına gelmiş bir mafya-tarikat rejimi oturmuş, nasıl devrilecek? Nasıl devrileceğini 29 Nisan 1997 tarihli Genelkurmay'ın Milli Askeri Stratejik Konsepti ilan ediyor. Diyor ki, irtica baş tehdittir, gerektiğinde ulusun isteği doğrultusunda askeri kuvvet kullanılarak ezilecektir.

Askeri olmayan, silahı olmayan bir devrim olmaz. "Devrim yapacağız, iktidara geleceğiz" sözleri son otuz yılda sokağa düşmüştür. Kim iktidardan söz ediyorsa, onu gülerek dinlerim, ama kafamdan hep şu geçer: Bunun bir ordusu var mı, silahı var mı? İktidardan söz ediyor, bilmem ne partisiymiş, ama ordusu yok.

Her devrimcinin denkleştirmesi gereken formülü Atatürk, Nutuk'un başında söylemiştir: Millet + ordu. Birincisi milletin olacak, herkesin gerçi bir millet var, ama ayağa kalkan, devrim yapacak bir milletin olacak!

İkincisi o milletin bir silahlı kuvveti olacak ki, bunu başarasın. İşte Halkçılık Programı, devrimin ateşi içinden çıktığı için olayın farkındadır. Mustafa Kemal, programı

kütüphanede yazmıyor. Ayağında çizmelerle yazıyor. Çok güzeldi, Burçay Anger'i kutlarım, oyunda Meclis'in kapısına bir Kuvayı Milliye askeri koymuş, uzun süngüsüyle devrimi bekliyor. O olmadan olmaz; askeri denk düşüreceksin. Ordun yoksa ne devrim yapabilirsin, ne hükümet olabilirsin, ne iktidar olabilirsin; işte Halkçılık Programı o pratiğin içinde olduğu için bu esası koymuştur. Halkçılık Programı, orduyu kuvvetlendirmek dediği için Ordu Sakarya'ya gelmiştir, Dumlupınar'a gelmiştir, İzmir'e girmiştir. İzmir'e girmeseydi Kuveyt olurdu İzmir. Ondan sonra Irak gibi ben İzmir'i nasıl alacağım diye uğraşırdın. İzmir'e girmeseydi Ordu, Körfez Şeyhlikleri gibi devletçikler, Antalya'ya girmeseydi, Abu Dabi'ler olurdu oralarda. Halk Şûraları sistemi

Halkçılık Programı ve 1921 Anayasası ile somut bir demokrasi önerisi gelmiştir, yani meclisler sistemi, bunlar unutturuluyor. 1921 Anayasası'nı açınız, herkes okusun lütfen, orada der ki: Nahiyeler, Nahiyeler Şûrası tarafından yönetilecektir. Şûra, Sovyet demek. İllerimiz İl Şûraları, yani İl Sovyetleri tarafından yönetilecektir. Tabii meclis sözcüğü daha güzel, onu söyleyeyim.

Savaşa kalkan, emperyalizme karşı dövüşen bir halk ancak meclislerle yönetilebilir. 1921 Anayasası'yla Vilayet Şûraları kuruluyor. Kazalar, yani ilçeler kaymakamlık olarak kabul ediliyor, ama bir halk yönetim birimi olmuyor. Nahiyeler ve illere dayanan halk yönetimidir bu. Şûralara geniş kanun çıkarma yetkisi bile tanınıyor. Çünkü sen milleti seferber edeceksin. Düşman'ı nasıl denize dökeceksin? O nahiye halkıyla, o il halkıyla.

1921 Anayasası'nın bu özellikleri unutulmamalıdır. Ve aynı zamanda bu özellik, Kürt meselesinin bir çözümü olarak da, Mustafa Kemal tarafından Ocak 1923'te İzmit Basın Toplantısı'nda savunulmuştur. Bakın ne demiştir: Kürtlere muhtariyet verilmiştir. 3

87

Page 88: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Bizim anayasamızda Siverek'i Siverekli yönetecek, Bitlis'i Bitlisli yönetecek, ama Ankara'da devrimci hükümet böyle cemaatlere, tarikatlara, milliyetlere, mezheplere bırakılmış değil. Devrimcilikte birleşmiş bir Anadolu-Trakya halkı, Türkiye olarak bu sistemi getirmiştir. Meclisler sistemini kurmuştur. İşçi Partisi'nin programı, işte 1921 Anayasası'nın meclisler sistemini benimsemiştir. Fransız Devrimi'nden fazlamız

Atatürk'ün ideolojisisi de bu programda kendisini gösterir. J. J. Rousseau ile Sovyet Devrimi'nin esintileri bunlar. Atatürk büyük bir demokratik devrimci; J. J. Rousseau'ların soyundan geliyor, ama J. J. Rousseau'dan fazlası var. Çünkü J. J. Rousseau, bir Fransız; biz zavallı, ezilen bir halkız, dünyada altta kalan bir halkız, kapitalizmin önünde giden değil, kapitalizmin altında kalan bir halkız. Bu yoksulluk ve zavallılık, bizim fazlamız olmuştur. Yoksul ve zavallı olduğumuz için Fransız devrimcilerinden fazlayız, ilerdeyiz. O yoksulluk ve zavallılık bize daha devrimci, ilerici programlar getirmiştir.

Altı Ok'a bakınız, Sovyet Devrimi'yle Fransız Devrimi'nin bir bileşimidir. Halkçılık ve Devletçilik, Sovyet Devrimi'nden; diğerleri Fransız Devrimi'nden. Altı Ok, Fransız Devrimi'nin Eşitlik, Özgürlük, Kardeşlik ilkelerinden ileridedir, onun ötesindedir. Bunu özellikle Türkiye devrimcilerine söylüyorum: Kendilerini küçük gören, haksız yere Batılılar önünde eğilen, kendine güvenmeyen, kendi yarattıklarını bilmeyenlere söylüyorum.

Genç Mustafa Kemal: "Evvela sosyalist olmalı, maddeyi anlamalı"

Atatürk'ün daha 1900'lerde sosyalizmden esinlendiğini gösteren çok ilginç bir belge buldum. Daha doğrusu arkadaşlarım buldular, bana getirdiler. Mustafa Kemal daha 23 yaşında genç bir subayken, not defterine 5 Ocak 1904 günü şöyle yazmış: (Kendi el yazısıyla, bunlar Türkiye halkından hep gizlendi) "Evvela sosyalist olmalı, maddeyi anlamalı." Yani o genç Mustafa Kemal, yıkılan Osmanlı devleti karşısında çözümler arayışı içerisinde. Mustafa Kemal sosyalisttir demiyorum, olmasına da gerek yok. Büyük bir devrimci. Ama 1900'lerin o büyük akımları içerisinde nasıl maddeyi anlamaya bakıyor, o önemli. Ruhu değil, maddeyi anladığı için, o Kurtuluş Savaşı'nı veriyor.

Sonra dönmüş dolaşmış, Kemalist Devrim, 1923 İzmir İktisat Kongresi'nin özel girişimcilik politikasından geçerek, 1930'larda dünya buhranıyla birlikte "devlet sosyalizminde karar kılmıştır. 1931 yılındaki bütün Kemalist metinlere bakınız. Resmi metinlerdir bunlar. Atatürk'ün el yazısıyla Medeni Bilgiler kitabında, "bizim mesleğimiz Devlet Sosyalizmi'dir der. 1920 yılında da Mustafa Kemal "Devlet Sosyalizmini" kabul ettiklerini söyler.

Bunları niçin söylüyorum? Kemalistler, sosyalizme yan gözle bakmasın. Sosyalistler, Kemalist Devrim'e zaten yan gözle bakarlarsa sosyalist olamazlar. Sosyalizme yan gözle bakan Kemalist, Kemalizmin devrimcisi olamaz. Kemalist Devrim'i inkâr eden sosyalist de hiçbir şey olamaz. Bu çok önemlidir.

Kemalist Devrim'in üzerine örtülen perdeyi kaldıracağız

Anayasa kitaplarını açtım evde. Dedim ki, şu 1921 Anayasası'nı nasıl yazmışlar, Halkçılık Programı'ndan, bu kitaplardan yararlanayım. Değerli arkadaşlar, bugün Türkiye'nin hukuk fakültelerinde okunan anayasa hukuku kitaplarında, Bülent Tanör'ün kitabı dışında, 1921 Anayasası yazılırken, o Anayasa'nın taslağı olan Halkçılık Programı'ndan söz edilmemektedir.

Bu nasıl anayasa hukukçuluğudur? Bu nasıl anayasa dersidir, bu nasıl üniversitedir? Halkçılık Programı basit bir metin değildir; Atatürk Nutuk'ta diyor ki: Anayasa'nın taslağı olarak verdim.

Ne var ki devrimciler Halkçılık Programı'nın önemini biliyor. Hikmet Kıvılcımlı dönmüş dolaşmış Halkçılık Programı'na ulaşmış. Türkiye'de hangi gelişme olsa, Hikmet Kıvılcımlı hemen eline kalem almış, baylar demiş, efendiler, sayın yöneticiler demiş, Türkiye Cumhuriyeti'nin temelinde bir Halkçılık Programı vardır.

Doğan Avcıoğlu, hakkını yemeyelim, kitaplarında "Halkçılık Programı" diye yazmış. Ama Kemalist Devrim yıkıcıları, küçük Amerikacılar, Halkçılık Programı'nı gizlemişlerdir. Yıkacakları devletin

kökündeki devrimi sizlerden gizlemişlerdir. O yıktıkları devletin devrimci ideolojisi onlara direnecektir. Şimdi şu sahneler, şu tablolar Türkiye'de oynandığı zaman,4 Gedik Paşa Tiyatrosu'nda Namık Kemal'in

Vatan Yahut Silistre'si gibi, bu halkı sen zincire vurabilir misin? İdeolojik bakımdan ilkönce beyinleri ele geçirmişlerdir. Şimdi arkadaşlar biz o perdeleri kaldırıyoruz. Kemalist Devrim'in üzerine örtülen perdeleri kaldıracağız.

Türkiye halkının beyninin üzerine bu devrimi, Türkiye’nin kökündeki devrimi göstereceğiz. Atatürk'ü devrimciler anlar

Atatürk'ü devrimciler anlar, ben onu gördüm. Atatürk'ün devrimciliğini örtbas ederek yada devrimci değildi, ıslahatçıydı, reformcuydu vb. diyerek, Türkiye halkına gerekli olan en büyük gerçeği karartıyorlar.

600 yıllık Osmanlı devletini yıkmış; o devrimci değil de kim devrimci? Sen mi devrimcisin? Bazı solcular, neoliberaller diyor ki, devrimciyiz. Sen hangi sistemi, hangi devleti yıktın da devrimci oldun? Sen daha ideolojik olarak devrimcisin. Pratik olarak yaptığın bir devrim var mı? Biz henüz bir devrim daha yapabildik mi? Ama devrim yapmak istiyoruz.

Ben devrimcileri anlıyorum, o Bastille zindanını yıkanları anlıyorum. J. J. Rousseau'ları anlıyorum; Washington'ları anlıyorum; Lincon'leri anlıyorum. Amerikan devrimcilerini, İngiliz kralını ipe gönderen

88

Page 89: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Cromwell'leri anlıyorum, İngiliz parlamentosunu süngüyle basıp dağıtıyor, onu anlıyorum. Çünkü devrim yapmak istiyorum. Mustafa Kemal'i anlıyorum. Çünkü devrim yapmak istiyorum. Kırgızistan'da Fethullahçı, İstanbul'da Atatürkçü olunmaz

Devrim yapmak istemiyorsan, Mustafa Kemal'i anlayamazsın. Fethullah Hoca'yı övmeye başlarsın, işte görüyoruz bazı devrimcileri. Efendim Fethullah Hoca Türkiye'de zararlıymış, ama Özbekistan'da, Kırgızistan'da, Türkmenistan'da, Kazakistan'da, buralarda iyi olurmuş. Ne biçim Cumhuriyetçisin ve devrimcisin; Özbekistan'ı laiklikten kurtarıp gerici mi yapacaksın, tarikatçı mı yapacaksın? Sosyalizmi yaşamış, laik kuşaklar yetiştirmiş Kırgızı, Özbeki, Azeriyi Anadolu halkından daha mı aşağı görüyorsun? Onları tarikatçı yapacaksın. Amerikan tarikatçısı yapacaksın. Oraya Fethullah Hocayı ihraç ediyorsun. Nasıl Atatürkçülük bu? Atatürkçü, her yerde Atatürkçüdür. Kırgızistan'da Fethullahçı, İstanbul'da Atatürkçü olunmaz. Cumhuriyet Halk Partisi Bir Gün İlk Genel Başkanını hatırlayacaktır

Son sözlerimi önce CHP için söyleyeyim: İlk genel başkanı Mustafa Kemal Atatürk olan bir parti fethedilemez. Ele geçirilemez, Tony Blair'ler, bilmem Clinton'lar tarafından ele geçirilemez, bunu göreceksiniz. O ki, ilk genel başkanı Mustafa Kemal'dir, CHP'ye yeter. CHP içinde tek bir devrimci kalmasa bile, bir tek CHP'nin tarihi yeter. Bir tek yazı kalsa CHP'nin elinde, sen Kurtuluş Savaşı'nda kuruldun ve genel başkanın Mustafa Kemal'dir diye, içinde tek bir adam kalmasa, o yazı CHP'yi kurtaracaktır, göreceksiniz bunu.

Ankara’da devrimci hükümet olmak!

21. yüzyılın eşiğindeyiz ve Türkiye 21. yüzyıla Cumhuriyet Devrimi'nin yeni taarruzuyla giriyor. Kuvvet dengeleri değişmiştir. Cumhuriyet Devrimi'nin artık bir ordusu vardır. Fethullah'in ordusu yok, tarikatların ordusu yok, Tansu Çiller'in ordusu yok. Mesut Yılmaz'ın ordusu yok. Bir tek Cumhuriyet Devrimi'nin ordusu vardır. Bu çok önemlidir. Şimdi bütün mesele, bu ordunun başına devrimci bir hükümet, Ankara hükümeti koymaktır, IMF'nin

müsteşarlarını, genel müdürlerini oradan atmaktır. Ankara'ya, Türkiye için karar alacak, Halkçılık Programı'ndan esinlenecek ve onu yerine getirecek bir hükümet lazım.

Geldik gene oraya, Ankara'da bir hükümet kurmaya gelmişizdir. Bunun formülü, Cumhuriyet Devrimi kuvvetlerinin ittifak yapması ve önümüzdeki seçimlere bir Cumhuriyet Devrimi bloku olarak girmeleridir. Madem DSP-CHP Atatürk'ün kökünden geliyor ve en önemlisi o partilerin tabanı Cumhuriyet devrimcisidir ve İP bir Sol Güç-birliği önermiştir; o halde bir Cumhuriyet Devrimi güçbirliği yapacaklar, bir hükümet formülü yaratacaklar ve Ankara'yı IMF'den kurtaracaklardır.

Bu çok temel bir problem. Herkes gözünü buna dikmeli ve bütün emekler buna harcanmalıdır. Yok ben bir çocuğu okutacağım, vakıf kuracağım, o burs verecek, tarikatların elinden çocuğu kurtaracağım; bunlarla kurtaramazsın. Hükümet sende olursa kurtarırsın. İlkönce Ankara'da senin hükümetin olmalı ki; 30 Ağustos, 29 Ekim arkasından gelsin. Ankara'da senin hükümetin yoksa hiçbir şey yapamazsın.

Karşı taraf diyor ki, ben hükümet olacağım, sen de yollan yürü, ağla, yollar yürümekle nasıl olsa aşınmaz. Demiyor mu Süleyman Demirel, size bol özgürlük, yürüyün yollarda, ama bir tek hükümete doğru yürümeyin. Onun için bugün devrimcilik demek Halkçılık Programı'nın ruhunu yaşatmak demek, Cumhuriyet Devrimi hükümeti için örgütlü mücadele demektir.

Deniyor ki, Atatürkçüler birleşsin, dayanışma yapsın, laikliği koruyalım. Hayır bu şekilde laikliği koruyamazsın. Hükümet olacaksın. Hükümet olmadan, iktidar olmadan laikliği de koruyamazsın. Hep altlarında kalırsın, 50 yıldır olduğu gibi. Onun için bugün Halkçılık Programı'nın bize mesajı, tekrar Ankara'da hükümet olmaktır. 21. yüzyılın programı

Bu program arkamızdaki program değildir. Halkçılık Programı'nı okuyun, emin olun o, şûralarla yöneten, meclislerle Anadolu'yu yöneten özelliğiyle, milli hâkimiyeti esas alan özelliğiyle, emperyalizme ve dünya kapitalizmine meydan okuyan özelliğiyle 21. yüzyıl programıdır. Biz İşçi Partisi olarak hükümete gelelim, iktidar olalım veya paylaşalım, bu programı aynen onaylıyoruz, imzalıyoruz. 21 yüzyıla ışık tutacak esas teşkilat-anmayı, idari esasları, siyasi iktidar örgütlenmesini, ekonomik yönelişleri içermektedir.

DİPNOTLAR 1 Nutuk/Söylev, AKDTYK Türk Tarih Kurumu Yayınları, 3. basım, Ankara 1989, s.20. 2 Zabıt Ceridesi, c. 5, s.371-372'den aktaran İsmail Arar, Atatürk'ün Halkçılık Programı, İstanbul 1963, s.41-42, not 24. 3 Bkz. Mustafa Kemal, Eskişehir-İzmit Konuşmaları (1923), Kaynak Yayınları, Haziran 1993, ,105. 4 Toplantıda Erkan Yücel Tiyatrosu'nun oynadığı Halkçılık Programı'nı konu alan gösteri kastediliyor.

89

Page 90: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

İşçi Partisi Genel Merkezi

Propaganda Bürosu

İşçi Partisi

Millî Hükümet Programı

GİRİŞ

Türk Devrimi’nin Eşsiz Birikimi Türkiye, iki yüzyıldır dış ticaret çağının yayılmacı kapitalizmine ve emperyalizme karşı savaşıyor. Dünyada

benzeri olmayan bir tarihsel mirastır bu. Eşsiz bir tecrübe birikimidir ve eşsiz bir özgüven kaynağıdır.

Meşrutiyetlerden, Kurtuluş Savaşımızdan ve Kemalist Devrim’in büyük atılımlarından süzülüp gelen bu büyük

mücadele, özetle Türk Devrimi’dir. İki yüzyıldır millî ve halkçı devrimimizi tamamlamak; bağımsız, özgür, çağdaş bir toplum kurmak için savaşıyoruz.

Millî devletimizi, Cumhuriyetimizi, millî birliğimizi, vatan bütünlüğümüzü, kamusal varlığımızı ve aydınlanmamızı,

Türk Devrimi’ne borçluyuz.

Tek Çözüm Arkada kalan 60 yıllık tecrübe bize göstermiştir ki, Atlantik ilişkileri içinde, millî devletimizi, millî birliğimizi, toprak

bütünlüğümüzü, kamu çıkarına dayanan Cumhuriyetimizi ve çağdaş değerlerimizi kaybediyoruz. Bu tarihî ders, milletimizin önünde varolmak için iki yol değil, tek bir yol bulunduğunu öğretmektedir. Emperyalist sisteme bağımlılık, liberalizm denen bireycilik ve özel çıkarcılık, Türkiye için bir çözüm değil, fakat yıkımdır. Türk Devrimi’nin açtığı vadide ilerlemek, milletimiz için biricik çözümdür.

Denenmiş Program Türk Devrimi’nin programı, iki yüzyıllık bir süreçte, milletimizin bağımsızlık, özgürlük ve çağdaşlaşma ihtiyacına

cevap veren millî pratikler içinde oluşmuştur. Meşrutiyetleri, Kurtuluş Savaşı’nı ve Cumhuriyet’i gerçekleştiren kuşakların başarılarıyla tanımladığımız bu gelenek, denenmiş olmanın ötesinde, geleceğimizi kuracak birikimi de yansıtır. Türk Devrimciliği, tarihin seyri içinde millî gerçeğimize oturmakla birlikte, Fransız Devrimi, Halkçılık Cereyanı ve Sovyet Devrimi deneyimlerini değerlendirmek yoluyla milletlerarası kaynaklardan da beslenmiş ve bütün Mazlumlar Dünyası için bir model oluşturmuştur. Türk Devrim geleneği, bütün bu yönleriyle millîdir ve milletlerarasıdır.

19. yüzyılın sonlarında belirginleşen Türk Devrimci Milliyetçiliği, Fransız ve İngilizlerinki gibi emperyalist değil,

bağımsızlıkçıdır ve diğer milletlerle uyum içinde yaşamayı öngörür; bireyci değil toplumcudur; özel çıkarcı değil kamucudur; ademi merkeziyetçi değil merkeziyetçidir.

Kurtuluş Savaşımıza yol gösteren Halkçılık Programımız, 1921 ve 1924 anayasalarımız, 1920 ve 1930’lu yılların

temel program ve siyasetleri, bu gelenek içinde billurlaşmıştır ve geleceğimize ışık tutan büyük tarihsel mirasımızı oluştururlar. Bu esaslar, Büyük Devrimci Önderimiz Atatürk tarafından 1930’larda Milliyetçilik, Cumhuriyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik ve Devrimcilik ilkeleriyle özetlenmiş ve 1937 yılında Anayasamıza kaydedilmiştir.

Yükselen Uygarlık Bu devrimci rotada ilerleyen milletimiz, Atatürk önderliğinde, dünyanın ‘Türk mucizesi’ diye adlandırdığı büyük

başarıyı gerçekleştirmiştir. Bugün Asya’dan yükselen yeni uygarlık, bütün dünyanın kabul ettiği gibi, bağımsız millî devletlerin ve kamu ağırlıklı toplumsal-ekonomik modelin eseridir.

90

Page 91: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Latin Amerika ülkeleri de, özellikle son yıllarda emperyalist merkezlerin denetimi dışına çıkma arayışındadırlar.

Emperyalizmin güdümündeki ülkelerde çöküşler ve felaketler yaşanırken; bağımsız, halkçı, kamucu ve aydınlanmacı çizgide önemli başarılar kazanılmaktadır.

Neoliberalizm denen küresel emperyalist saldırının sonuna gelmiş bulunuyoruz. Mazlumlar Dünyasında ve

gelişmekte olan ülkelerde, yeniden bağımsızlık ve halkçılık eğilimi yükseliyor. Türkiye, büyük imparatorluklardan ve Türk Devrimi’nden gelen tarihsel birikimiyle bu büyük çözümün önder ülkeleri arasındaki yerini alacaktır.

Yeniden Yapılanma Washington’dan güdülen mafya-tarikat rejimi altında, devlet egemenliğimizden toprak bütünlüğümüze kadar her

şeyimizi kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya gelmiş bulunuyoruz. Milletimiz, bu mafya-tarikat yönetimini yıkmazsa, onlar Cumhuriyet’i yıkacaklardır.

Bugün Cumhuriyetimizin kaleleri büyük ölçüde yıkıma uğratılmıştır. Gittikçe ağırlaşan tehditlere, var olan kurum

ve ilişkilerle karşı koyma olanağına sahip değiliz. Türkiye, bu tehditleri ancak yeniden yapılanarak, Kemalist Devrim’in kurumlarını ve toplumunu yeniden örgütleyerek göğüsleyebilir. O nedenle muhafaza edilecek bir Cumhuriyetimiz değil, yeniden kurulacak bir Cumhuriyetimiz vardır.

Millî İktidar Hedefine Kilitlenmek Bütün mesele, bağımsız millî devletimizi halkçılık temelinde yeniden örgütleyecek bir meclis ve hükümetin

oluşturulmasıdır.

Tarihsel Örgütlenme Modeli İktidar hedefine ulaşmak için, Türk Devrimi’nin yalnız programı değil, başarılar kazanmış örgütlenme modeli de

geçerlidir. Namık Kemal, Talat Paşa, Mustafa Kemal Atatürk’lerin simgelediği kuşaklar, büyük tecrübeler içinde bir öncü parti modeli üretmişlerdir. Yeni Osmanlılar, İttihat ve Terakki ve Müdafai Hukuk partileri ile sosyalist partilerin temsil ettiği örgütlenme geleneği, Türkiye’nin 19 ve 20. yüzyıldaki bütün ileri atılımlarının yaratıcısıdır.

Özellikle kör çıkmazlarda yeniden tarih sahnesine çıkan, bilimin yol göstericiliğinde büyük fedakârlık ve

kahramanlık örnekleri yaratan, milletimizin olanca yeteneğini seferber eden ve geleceğin yolunu açan, hep bu gelenektir.

Zaman Dar Bugün Türkiyemizde kendisini bu öncü geleneğin içinde tanımlayanlar, milletimizin geleceğine önderlik edecek

büyük birikimi temsil etmektedirler. Ancak çeşitli partilere veya derneklere dağılmışlardır veya partisiz konumdadırlar. Onları aynı öncü örgütlenme, yani siyasal parti içinde birleştirmek, millî hükümet amacının zorunlu kıldığı yakıcı görevdir.

ABD’nin “Binyılın Meydan Okuması” gibi iddialı isimlerle Türkiyemizi işgal tatbikatları yaptığı ve ABD Silahlı

Kuvvetler Dergisi’nin ülkemizi parçalama haritaları yayınladığı dikkate alınırsa, zamanımız dardır. Türkiye’nin öncüleri, her gün her saati olağanüstü dinamik bir tavırla değerlendirmek ve iktidar hedefine kilitlenmek durumundadırlar.

Birincisi; Kendisine ‘Kuvayı Milliye’, ‘Müdafaai Hukuk’, ‘Millîci’, ‘Atatürkçü’, ‘Kemalist’, ‘Vatansever’ gibi adlar

veren dernekçiliği olağandışı bir tavırla aşmak zorundayız. İkincisi; farklı partilere bölünmüşlüğü yine devrimci tarzda aşmak zorundayız. Namık Kemal-Talat Paşa-Atatürk

geleneğinden gelen öncüler ve kökleri yine Türk Devrimi’nin içinde olan sosyalist birikim, tarihî bir görevle karşı karşıyadır. Bu görev, öncelikle Kemalist Devrim’i tamamlamak için İşçi Partisi’nde birleşmektir. Türkiye’nin öncü birikiminin yüzyılların tecrübeleri içinde oluşmuş bilimselliğini, namusunu, fedakârlığını ve cesaretini bugünün koşullarında yeniden üreten ve hayata geçiren, İşçi Partisi’dir.

İşçi Partisi, Edirne'den Hakkâri'ye kadar bütün halkımızı Millî Hükümet Programı ekseninde seferber edecek ve

21. yüzyılın bağımsız, halkçı, aydınlanmış ve devrimci Türkiyesini kuracaktır. Nâzım Hikmet'in deyişiyle, "Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine" yaşamak için…

91

Page 92: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

I

MİLLÎ DEVLET VE

HALK YÖNETİMİ

1. Kemalist Devrim’i Tamamlamak Millî Hükümet’in amacı, Kemalist Devrim’i tamamlamak; millî devleti bağımsızlık ve halkçılık temelinde yeniden

yapılandırmak; özgür, aydınlanmış, çağdaş ve zengin bir toplum kurmaktır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, bu esaslara dayanarak yeniden yapılacaktır.

2. Halk Yönetimi İktidarın kaynağı halktır. Halk yönetimi, köy ve mahalleden Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne kadar her düzeyde,

bütün toplumsal, ekonomik ve kültürel koşullarıyla gerçekleştirilecektir. Siyasal hayatı, partileri ve seçimleri düzenleyen kanunlar yeniden düzenlenerek, siyasal partiler arasında eşitlik

sağlanacak ve gelişmenin önünü tıkayan hükümler kaldırılacaktır. Siyasal partilere hazine yardımına son verilecektir.

3. ABD Denetimine ve AB Aday Üyeliğine Son Türkiye, Türkiye’den yönetilecektir. Türkiye üzerindeki yabancı denetim ve müdahale bütün temelleriyle tasfiye

edilecektir. Milletçe refaha ilerlemenin ve özgürleşmenin biricik siyasal çerçevesini oluşturan millî devlet, emperyalizmin küresel saldırısına karşı savunulacaktır.

Türkiye’yi Avrupa Kapısı’na bağlayan, millî devletimizi ve Atatürk Devrimi’ni tasfiye eden AB aday üyelik sürecine

son verilecektir. AB Aday Üyelik Protokolü, Katılım Ortaklığı Belgesi, Müzakere Çerçeve Belgesi gibi yeni Sevr antlaşmaları feshedilecek ve Türkiye, Avrupa Gümrük Birliği’nden çekilecektir.

4. Milletin Birliği “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.” Türkiye halkı, Kurtuluş Savaşı’nı başarıya

ulaştırarak ve Cumhuriyet’i kurarak, Türk milletini devrimle oluşturmuştur. Cumhuriyeti kurma iradesine ve eylemine, eşit yurttaşlık bağına, ortak millî kültüre ve birlikte yaşama arzusuna dayanan millî birliğimizi pekiştirmek ve kaynaşma sürecini ilerletmek; özgürleşmenin gereğidir ve Millî Hükümetin görevidir.

5. Vatanın Bütünlüğü ve Bölgeler Arasında Denge Vatan bir bütündür, bölünemez. Yurttaşlarımızın Cumhuriyet bilincinin güçlendirilmesi, Ortaçağ ilişkilerinin

bütünüyle tasfiyesi ve bölgeler arasında dengenin sağlanması, vatan bütünlüğünün güvencesidir. Millî Hükümet, kamu yatırımı ve hizmetlerinde, ülkemizin geri kalmış bölgelerine öncelik sağlayacak, bu bölgeleri

desteklemek için millî bütçeden özel kaynak ayıracaktır.

6. Kürt Meselesine Emperyalist Müdahaleye Son Türkiyemizde Kürt meselesi, demokratik hak ve özgürlükler açısından esas olarak çözülmüştür. Ülkemizde iç

barışı, bütünlüğü ve kardeşliği sağlamak için esas görev, emperyalist müdahaleye karşı birleşmek ve direnmektir. Bu amaçla izlenecek siyasetler ve yerine getirilecek görevler şunlardır: - Kürt kökenli yurttaşlarımızın millî bütünlüğe kazanılması ve Cumhuriyet’in devrimci kültürünün hakim kılınması, - Bölgede kamu yatırımlarıyla herkese iş ve aş sağlanması, çok boyutlu bir kalkınmanın gerçekleştirilmesi, - Toprak reformuyla ağalık, şeyhlik ve aşiret reisliğinin tasfiyesi, hazine topraklarının ve mayından temizlenmiş

arazilerin yoksul köylüye dağıtılması,

92

Page 93: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

- Bölücü teröre karşı kararlı ve kapsamlı mücadele, - Irak’taki işgalci güçlerin çekilmesi ve Irak’ın toprak bütünlüğünün sağlanması, - Suriye, İran, Irak, Azerbaycan ve KKTC ile bölgesel ittifak.

7. Millî Egemenliğin Şartı Olarak Laiklik Laiklik, millî egemenliğin ve halk iktidarının şartıdır ve demokratik devrimlerdeki bu içeriğiyle hayata

geçirilecektir. Saltanatın kaynağı, kralların, padişahların ve şeyhlerin binlerce yıldır iddia ettikleri gibi ilahî değildir. İktidar, yalnız ve yalnız halka aittir. Din bir vicdan işidir. Dünya işleri, devletin bağımsızlığı, milletin egemenliği, vatanın bütünlüğü ve halkın mutluluğu esaslarına göre düzenlenecektir. Türkiye şeyhler, müritler, dervişler ve mensuplar ülkesi olamaz. Alevi yurttaşlarımızın azınlık konumuna düşürülmesine izin verilemez.

Herkes, vicdan, kanaat, dinî inanç veya inanmama özgürlüğüne sahiptir. Herkes, ibadetini serbestçe yapar.

İnsanların ibadet ihtiyaçlarını karşılayan yerler kapatılamaz. Kimse dinsel ayin ve törenlere katılmaya, dinsel emirleri yerine getirmeye veya inanç ve kanaatini açıklamaya zorlanamaz.

Dinler hakkındaki bilgi, felsefe, tarih ve sosyoloji derslerinde verilir. Hz Muhammed’in önderlik ettiği medeniyet

devriminden sonra gerçekleştirilen Türk ve İslam uygarlıklarının devlet kuruculuğuna, bilime, bayındırlığa ve uygarlığa yaptığı büyük katkıların öğretilmesine önem verilir.

Türkiye’de Haçlı misyoner faaliyetine ve Fener Patrikhanesi’nin Lozan Antlaşması hükümleri çiğnenerek

Ekümenik (Evrensel) ilan edilmesine izin verilmeyecektir. “Dinler arası diyalog” türünden emperyalist uygulamalar kesinlikle önlenecektir.

8. Devrim Kanunları Uygulanacak Millî Hükümet, Devrim Kanunları’nı kararlılıkla uygulayarak, Sultanlığın ve Halifeliğin kaldırılması; tekke ve

zaviyelerin kapatılması; ağalığın, efendiliğin, paşalığın kaldırılması; Latin harflerinin kabulü; laiklik ve dilde halkçılaşma gibi, Cumhuriyet Devrimi’nin bağımsızlık, demokrasi ve aydınlanma yönündeki bütün kazanımlarını halk yararına geliştirecek; çağdaş toplumu kurmanın tarihsel birikimi olarak değerlendirecektir.

9. Halka Dayanan Güçlü Devlet Devlet otoritesi, her alan ve düzlemde halka dayandırılarak ve adalet reformu yapılarak güçlendirilecektir. Devlet

hortumcunun ve soyguncunun elinden kurtarılacak, halkı yoksullaştıran aciz devlete son verilecek, yoksulun ve kimsesizin yardımına koşan güçlü devlet kurulacaktır. Cumhuriyet yıkıcılığına, bölücülüğe, teröre, mafyaya ve sokakta şiddete aman verilmeyecek, vatandaşın huzur ve güveni sağlanacaktır. Sivil toplum kuruluşlarının ve kurumların yabancı devlet ve kurumlardan para ve maddî destek almaları yasaklanacak, millî devleti ve ülke bütünlüğünü tahrip etmeleri önlenecektir.

10. Basit, Ucuz, Açık, Hızlı ve Etkin Yönetim Millî Hükümet, kamu yönetimini basitleştirecek, hızlandıracak, yasaları azaltacak ve sadeleştirecek, kamu

hizmetini ucuzlatacaktır. Yönetim etkin kılınacak, başka deyişle iş ve hizmet üretecektir. Kaynakları, emeği ve zamanı israf eden, yolsuzluğa batmış, pahalı, verimsiz, hantal yönetim yapısı köklü bir reformla değiştirilecektir. Halk girişkenliği canlandırılacak, halk denetiminin kurumları yaratılacak ve geliştirilecektir.

Cumhuriyet’i, milletin birliğini ve vatanın bütünlüğünü etkin olarak savunan güçlü merkezi yönetim ile Ortaçağ

kalıntılarından kurtarılmış yerel halk girişimi birbirini bütünler. Yerel yönetimler, bu esasa uygun olarak güçlendirilecek ve kaynaklarını genişletme olanakları sağlanacaktır.

Polisin halkla bağları güçlendirilecek ve saygınlığı yükseltilecek, çalışma ve yaşama koşulları düzeltilecektir.

11. Millî Yargı Anayasa’nın 90. maddesindeki, milletlerarası sözleşmeleri millî yasaların üzerine çıkaran hüküm ile millî yargıyı

devre dışı bırakan milletlerarası tahkime ilişkin Anayasa ve yasa değişiklikleri ve ikili antlaşmalar kaldırılacaktır. Yabancı yatırımlar ve ticari işlerle ilgili milletlerarası tahkim kararları, millî ekonominin gereklerine, milli güvenliğe,

93

Page 94: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

kamu düzenine ve kamu sağlığına aykırı olamaz. Doğrudan yabancı yatırımlarla ilgili yargı kararları, millî mahkemelerce verilecek, tahkim kararları yargı denetimine tabi tutulacaktır.

12. Adalet Reformu Adalet ve infaz sisteminde köklü reform yapılacaktır. Davaların yıllarca sürmesine ve milletimizi

canından bezdirmesine son verilecektir. Yargılama süreci hızlandırılacak ve adalet etkin kılınacaktır. Bunun için gerekli altyapı gerçekleştirilecektir.

Yargının bağımsızlığına yönelik bütün engeller ortadan kaldırılacaktır.

Cezaevleri tutukluların, hükümlülerin ve yakınlarının eza ve cefa yeri olmaktan çıkarılacak, insanlarımızı topluma

yeniden kazanmayı amaçlayan eğitim kurumlarına dönüştürülecektir.

Güvenlik güçlerinin asli görevi suçun işlenmesini engellemek olacak, adli polis teşkilatı kurulacaktır.

Savunma hakkının önündeki engeller kaldırılacak, savunma güçlendirilecek, savcılık ile savunma arasında eşitlik sağlanacaktır.

Kişiye özel yargılama usullerine son verilecek, herkes makamına bakılmaksızın suçun türüne göre ilgili

mahkemede yargılanacaktır. Kanun önünde eşitlik ilkesine aykırı düşen bütün özel uygulamalar kaldırılacaktır. Milletvekilliği dokunulmazlığı, siyasal dokunulmazlık esasına göre yeniden düzenlenecektir.

II

BAĞIMSIZ DIŞ POLİTİKA, MİLLİ SAVUNMA VE GÜVENLİK

13. Yurtta Barış Cihanda Barış Millî Hükümet, dünyanın bütün devletleriyle, eşitliğe, bağımsızlığa, devlet egemenliğine ve toprak bütünlüğüne

karşılıklı saygı, içişlerine karışmama ve karşılıklı çıkar temelinde barış içinde işbirliği siyaseti izleyecek, Atatürk’ün ‘Yurtta barış cihanda barış’ ilkesini hayata geçirecektir.

14. Caydırıcı Millî Savunma Ülkemize, dışta Irak’ın Kuzeyi, Kıbrıs ve Ege üzerinden yöneltilen; içte bölücülük ve gericilik gibi etkenlerle

desteklenen ve sözde insan hakları yalanlarıyla meşrulaştırılan tehdide karşı caydırıcı bir savunma sistemi kurulacaktır. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin halkla bağları ve donanımı güçlendirilecektir. Atlantik merkezli “profesyonel ordu” girişimlerine set çekilecek; demokrasinin ayrılmaz parçası olan genel askerlik ilkesi korunacaktır. Millî savunma sanayisi, Türkiye’nin bağımsız savunma ihtiyacını karşılayacak ölçülerde geliştirilecektir.

15. Yabancı Üs ve Askere Son Topraklarımız üzerinde yabancı üs ve asker bulunmasına izin verilmeyecek, güvenliğimizi ve komşularımızı

tehdit eden ikili antlaşmalar kaldırılacaktır. Türkiye, NATO’dan çekilecek, emperyalist askeri ittifaklara katılmayacaktır.

16. ABD’nin “Büyük Ortadoğu Projesi”ne Hayır Millî Hükümet, ABD’nin bölgemize ve Avrasya’ya yönelik müdahale ve saldırı eylemlerinde rol almayacak,

“Büyük Ortadoğu Projesi”nin engellenmesi için bölge ve dünya devletleriyle işbirliği yapacaktır.

17. Bölge İttifakı Bölgeye yabancı müdahaleleri ve terörü önlemek, bölge ülkelerinin toprak bütünlüğünü savunmak, güvenliğini ve

kalkınmasını sağlamak ve barışı korumak için, Suriye, İran, Irak, Azerbaycan ve KKTC ile bölge ittifakı gerçekleştirilecektir. Türkiye’nin güney komşuları yanında, Karadeniz’e çevre ülkelerle, Kafkas ve Balkan ülkeleriyle her alanda işbirliği kurumları oluşturulacaktır. Bu bölgelerde ortak gümrük alanları oluşturulacak, ortak enerji ve ulaştırma projeleri geliştirilecek, çifte vergilendirmeyi önleyen anlaşmalar yapılacak, ortak yatırım ve kalkınma

94

Page 95: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

bankaları kurulacak, bölgesel ticareti özendiren sistemler geliştirilecek, bilim, teknoloji, kültür ve eğitim alanlarında işbirliği yapılacaktır.

18. Avrasya’da İşbirliği ve İttifak Türkiye, dünyada ve bölgemizde güvenlik ve barış için, başta Rusya, Çin Halk Cumhuriyeti, Orta Asya

Cumhuriyetleri, Hindistan, Pakistan olmak üzere Avrasya ülkeleriyle işbirliği ve dayanışmasını güçlendirecek, dünya dengelerini değerlendirecektir. Türkiye, Şanghay İşbirliği Örgütü içindeki bağımsız yerini alacaktır. Böylece ülkemizin ABD ve AB ile ilişkilerini normalleştireceği ve karşılıklı yarar esasına oturtacağı koşullar da yaratılmış olacaktır.

19. KKTC’nin Türkiye ile Bütünleşmesi ABD’nin “Birleşik Kıbrıs” planı yapaydır ve emperyalist amaçlara hizmet etmektedir. Bir Kıbrıs milleti olmadığı

gibi, “Birleşik Kıbrıs devleti”nin başka bir temeli de yoktur. KKTC’nin Türkiye ile bütünleşmesi, Kıbrıs’ın her iki toplumu yanında Türkiye ve Yunanistan halklarının yararınadır ve dünya barışı için en doğru çözümdür. Millî Hükümet, bölge ve Avrasya ülkelerinin de desteğini alarak, KKTC’nin Türkiye ile bütünleşmesini adım adım gerçekleştirecektir. Kıbrıs’ta Türkiye ve Yunanistan dışında, herhangi bir devletin ve devletler topluluğunun askerî güç bulundurması ve üsler kurması kabul edilemez.

20. Ermeni Soykırımı Yalanına Son Millî Hükümet, emperyalist amaçlarla uydurulan Ermeni soykırımı yalanına karşı özellikle ABD ve AB’de

kapsamlı bir mücadele yürütecektir. Devletin girişimleri yanında, Batı ülkelerinde yaşayan beş milyon Türkün seferber edilmesi yoluyla, Ermeni soykırımı yönündeki parlamento kararlarının kaldırılması sağlanacaktır.

21. Azerbaycan’ın Toprak Bütünlüğü Ermenistan’ın işgal ettiği Azerbaycan topraklarından çekilmesi için, devletin ve milletin bütün olanakları

değerlendirilecek, milletlerarası alanda gerekli girişimler kararlı olarak yürütülecektir.

III

HERKESE İŞ VE REFAH

22. Millî Direnme Ekonomisi Ekonomide öncelik, halkın refahıdır. Türkiyemizin varlığını tehdit eden dış ve iç güçlere karşı bir millî direnme

ekonomisi yapılandırılacak, ülkenin doğası ve kaynakları korunup geliştirilecek, bölgeler arasında dengesizlikler giderilecektir.

23. Karma Ekonomi Kamu kesimi öncülüğünde, özel girişimin dinamik katılımıyla, halkçı, planlı, karma ekonomi siyasetleri

uygulanacaktır. Kamu öncülüğü ile özel kesim arasındaki uyumun yol gösterici ilkesi, halkın ihtiyaçları ve millî ekonominin gerekleridir.

24. Planlama Ülke kaynaklarının halkın ihtiyaçları için, verimli ve etkin kullanılmasını sağlamak, böylece ekonomik gelişmeyi

kesintisiz sürdürmek amacıyla, Devlet Planlama Teşkilatı yeniden örgütlenecek; beş yıllık genel ve yıllık özel kalkınma planları uygulanacaktır. Millî ekonominin lokomotifi olan kamu kesimi ile piyasa mekanizmaları arasındaki ilişkinin düzenlenmesinde, çalışmanın ve üretimin özendirilmesi, ekonominin etkin işleyişi ve üretim ile hizmetlerin halkın gerçek ihtiyaçlarını karşılaması esasları gözetilecektir.

25. İç Borçlar Ertelenecek Devlet Tahvili ya da Hazine Bonolarından vadesi 10 yıl içinde dolacak olanların ana para ve aylık, üç aylık, altı

aylık ya da yıllık faiz ödemeleri, yeni bir ödeme planına bağlanarak ve adalet ilkesi gözetilerek ertelenecektir. Küçük tasarruf sahiplerine olan borçlar düzenli olarak ödenecektir. Böylece millî devlet borç ve faiz batağından kurtarılacak, kamu kaynakları büyük bir yatırım planı uygulamak, üretimi artırmak ve iş sahaları açmak için değerlendirilecektir.

95

Page 96: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

26. Dış Borçlar İçin Yeni Takvim

Alacaklı ülke ve kuruluşlarla görüşülerek, dış borç ana para ve faizlerinin, Türkiye ekonomisinin gelişme olanaklarını tahrip etmeyen, yıllara yayılan yeni bir ödeme planına bağlanması sağlanacaktır. Dış borçların ödenmesinde yıllık dışsatımın belirlenecek oranı aşılmayacaktır. Bu oran, dışalım için gerekli dövize göre saptanacaktır.

27. IMF ile Bağlantı Kesilecek IMF’nin dayattığı tarıma destekleri, gümrükleri, KİT’leri, kamu hizmetini ve paranın giriş çıkışına kontrolü kaldıran

politikalara son verilecektir.

28. Türk Bayrağı Altında Türk Lirası Merkez Bankası güçlendirilecektir. Türkiye’de Dolar ve Avronun saltanatına son vermek ve Türk Lirasının millî piyasada rakipsiz dolaşımını

sağlamak için, yurda sermaye giriş çıkışı ve kısa vâdeli para hareketleri denetim altına alınacaktır. 1567 sayılı Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu’na göre yeni kararlar ve Merkez Bankası tebliğleri çıkarılarak, eski kararlara göre devredilen yetkiler kaldırılacak ve mevzuat yeniden düzenlenecektir. Döviz üzerinden işlem ya da sözleşme yapılması izne bağlanacak ve denetim altına alınacak; bankaların dövizle borçlanma ve döviz pozisyonu tutma yetkileri sınırlandırılacaktır. Döviz tevdiat hesapları Türk Lirası mevduat hesaplarına çevrilecek; döviz büfeleri kapatılacaktır.

29. İMKB Yeniden Düzenlenecek ve Emtia Borsaları Canlandırılacak İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nın yatırıma, üretime ve ekonominin verimliliğine katkısı bulunmayan, tersine

kaynakları çarçur eden, küçük birikim sahiplerinin kandırılmasına ve kumar benzeri haksız kazançlar sağlanmasına olanak veren, en önemlisi emperyalist para operasyonlarıyla dışa kaynak aktarılmasına neden olan bugünkü işleyişine son verilecektir. İşlem gören kağıtlarla ilgili yeni düzenleme yapılarak Sermaye Piyasası Kurulu’nun yetki ve sorumlulukları yeniden belirlenecektir.

Emtia borsalarının ekonominin etkin işleyişine katkısı geliştirilecektir. Dünya fındık ve kayısı borsaları Türkiye’de kurulacaktır.

30. Tefeciliğe Son, Halkçı, Üretken ve Millî Bankacılık Bankacılıkta yabancı sermayeye izin verilmeyecek, bankacılık sektörü millileştirilecektir.

Devletin ekonomiyi toplum yararına yönlendirmesi, millî planın uygulanması, tefeciliğe son verilmesi, gelir

dağılımında adaletin sağlanması için, bankacılık ve kredi sistemi etkin bir biçimde kullanılacak ve yeniden düzenlenecektir. Hızlı kalkınmanın aracı olarak kamu uzmanlık bankaları ile kalkınma ve yatırım bankaları örgütlenecektir. Devlet bankalarının sermayesi güçlendirilecektir. Kooperatifçiliği geliştiren özel kredi yöntemleri uygulanacaktır. Hazinenin, KİT’lerin ve yerel yönetimlerin parası, kamu bankalarına yatırılacaktır.

Tasarrufu özendirmek, üretimi artırmak, planlamanın önceliklerini gözetmek, gelir bölüşümünde adaleti sağlamak ve tefeciliğe izin vermemek amacıyla etkin faiz politikası izlenecektir.

Tekelci sermaye bankacılığı önlenecek, bankacılığın belli sermaye gruplarının denetimi altına girmesine, bankaların ticari ve sınai holdinglerle bütünleşmesine izin verilmeyecek, bu amaçla kamulaştırma dahil her önlem alınacaktır.

31. Nereden Buldun Kanunu Kambiyo ve Gümrük mevzuatında, Bankalar Kanunu ve Vergi Kanunlarında, 4208 sayılı Karaparanın

Aklanmasının Önlenmesine Dair Kanun ve 4422 sayılı Çıkar Amaçlı Suç Örgütleriyle Mücadele Kanunu çerçevesinde gerekli düzenlemeler yapılarak, millî ekonomiye hizmet etmeyen teşvikler kaldırılacak, bu kanunların etkin ve kararlı bir şekilde uygulanması sağlanacaktır. Bu amaçla Servet Beyanında bulunma yükümlülüğü getirilerek Nereden Buldun Kanunu çıkarılacaktır. Uyuşturucu, silah ve nükleer madde kaçakçılığından elde edilen bütün servetlere, kara ve kirli paraya el konacak; hortumculuk, bankaların içini boşaltma, rüşvet, yolsuzluk, görevi kötüye kullanma gibi yasadışı yollardan elde edilen bütün kazançlar ve servet unsurları kamu kaynağına dönüştürülecek ve bu suçları işleyenlere karşı etkili ve hızlı ceza kovuşturması yürütülecektir.

96

Page 97: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

32. Vergi Reformu Dar ve sabit gelirliler, ücretli ve maaşlılar, esnaf ve zenaatkâr üzerinde doğrudan ve dolaylı vergi yükünü

azaltmak, yatırımı özendirmek ve istihdamı artırmak için, vergi mevzuatı, ülke ekonomisine ve milletlerarası ölçülere göre yeniden düzenlenecektir. Vergi kayıp ve kaçakları giderilecek; vergi muafiyet ve istisnaları gözden geçirilerek vergi yükümlülüklerinde adil dağılım sağlanacak ve vergi kanunları sadeleştirilecektir. Ekonomik işlemlerin esas olarak ada yazılı senetlerle ve kâğıtlarla yürütülmesi için gerekli düzenleme yapılacak, hamiline yazılı kâğıt ve işlemler sınırlanacaktır. Kaldırılan “Servet beyanı ve gider bildirimi” esası yeniden getirilecektir.

Vergi idaresi güçlendirilecek, bu bağlamda personelin özlük hakları iyileştirilecek, maliye memurluğu “kariyer

memurluk” haline getirilecek, yeterli bina, araç ve gereç sağlanacak, vergi arşiv çalışmaları tamamlanacaktır. Vergi idaresi, vergisel olayları etkin olarak izleyebilen dinamik bir yapıya kavuşturulacaktır.

Vergi denetimi dağınıklıktan kurtarılacak, güçlendirilecek ve bağımsızlaştırılacaktır. Bunun için bütün vergi

denetimi aynı örgütlenme çatısı altında toplanarak keyfî müdahalelerden kurtarılacaktır.

33. Millî Ekonomiye Katkıda Bulunan Yabancı Sermaye Yabancı sermayenin dolaşım ve faaliyeti, millî ekonominin gelişmesine katkıda bulunma şartına bağlanacaktır.

34. Yurt Düzeyine Yayılan Sanayileşme Hızlı ve etkin bir yatırım programıyla fabrikalar yurt düzeyine yayılacak, beş yıl içinde herkese iş sağlanacaktır.

Halkın ihtiyaçlarını karşılayan, ileri teknoloji kullanan, kaliteli üretim yapan, yurt dışında yarışabilen millî sanayinin kurulmasına, kamu iktisadi kuruluşları öncülük edecektir. Ülke çıkarları ile uyumlu özel sektör yatırımları özendirilecektir. Tarım ürünlerini işleyen sanayi işletmelerinin kurulmasına önem verilerek tarım ile sanayinin uyumlu gelişmesi sağlanacaktır.

Devlet olanaklarıyla özel şirketleri ve mafyayı zenginleştiren teşvik siyasetlerine son verilecek, kamu kaynakları öncelikle kamu yatırımlarında, kamu hizmetinde ve millî tarım ile sanayinin gelişmesinde kullanılacaktır.

Ara mallar ve yatırım malları üreten sanayi birimleri ve küçük sanayi siteleri geliştirilecek, yeni teknolojilerle donatılacak, küçük ve orta sanayi işletmeleri desteklenerek iç pazar genişletilecek, ekonomimiz ve güvenliğimiz dışa bağımlılıktan kurtarılacaktır.

35. Özelleştirmeye Son, KİT’lerin Verimli Kılınması Özelleştirme kapsamında bulunan ve yürütülen bütün işlemler derhal durdurulacaktır. Özelleştirme kapsamına

alınan ve özelleştirilen, ortaklık yapısı kısmen ya da tamamen değiştirilerek yönetimi yabancı sermaye ve işbirlikçilerine veya yerli sermayeye devredilen ya da bunlarla paylaşılan İktisadi Devlet Teşekkülleri, Kamu İktisadi Kuruluşları ve bunların iştirakleri yeniden kamulaştırılacaktır. Özelleştirmeyle ilgili bütün işlemler ayrıca soruşturulacaktır.

İktisadi Devlet Teşekküllerini, Kamu İktisadi Kuruluşlarını ve bunlara ait iştirakleri verimli hale getirmek için,

gerekli kaynaklar bütçeden karşılanacak ve Devlet Yatırım Bankası yeniden örgütlenecektir. KİT’lerin işletilmesinde, millî çıkar, üretim ve istihdam artışı, verimlilik, fiyat istikrarı, ucuz fiyat ilkeleri esas

alınacaktır. Dar gelirlilerin gıda, giyim ve ısınma ihtiyaçları için üretilen mallar, satış mağazaları zinciriyle halkın ayağına götürülecektir. Ancak bunlar dışında kalan mallar, piyasa kuralları içinde oluşan fiyatlarla sunulacak, devlet eliyle kaynak aktarılması önlenecektir. KİT’lerin kendi çalışanlarına sosyal ve kültürel yarar sağlayan hizmetleri geliştirileciktir.

36. Tarıma Destek ve Eğitim Tarımda hedef, köylüyü efendi kılmak; her tür bağımlılığa son vermek, Türkiye’yi beslenme, giyim, gübre, tohum

ve damızlıkta yeniden kendine yeterli bir ülke haline getirmek; üreticinin hayat düzeyini yükseltmek ve dışsatıma azami katkı sağlamaktır. Bu amaçlarla Avrupa Birliği, IMF, Dünya Ticaret Örgütü ve benzeri örgütlerin dayatmaları reddedilecek ve tarım desteklenecektir. Çiftçiye, besiciye ve balıkçıya, düşük faizli kredi, ucuz mazot, ucuz gübre, ucuz tarım ilacı, ucuz tarım aleti, ucuz ve sağlıklı tohum ve damızlık sağlanacaktır. Tarım desteklerinin ve kredilerinin amaca uygun kullanılması için gerekli önlemler alınacaktır. Çiftçiye üretimi özendiren taban fiyat verilecektir. Üreticinin alacakları, devlet ve kooperatiflerce zamanında ödenecektir. Tarıma destek siyasetleri bir yıl

97

Page 98: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

öncesinden ilan edilecektir. Pamuk, sıvı yağ, tütün, sigara, şeker, hayvan ürünleri gibi Türkiye’de yeteri kadar üretilebilecek tarım mallarının ve gıdaların dışalımı yasaklanacak; yerli üretim özendirilecektir.

Tarım üreticisinin emeğinin karşılığını alması ve tüketicinin uygun fiyatlarla gıdaya ulaşması için, kamu eliyle ve

kooperatifler aracılığıyla etkin ve iyi işleyen bir pazarlama sistemi örgütlenecektir.

Yoksul ve orta halli köylüler, tefeci ve banka borçlarından kurtarılacak, ipotekler kaldırılacaktır. Tarım işçilerinin sosyal güvenlik, sendika ve bütün demokratik hakları gerçekleştirilecektir.

İhtiyarlık, sakatlık veya hastalık nedeniyle toprağını işleyemeyen köylülerin, dul ve yetimlerin geçimleri, bakımları

sağlanacaktır. Çiftçinin eğitimi için gerekli kurumlar oluşturulacak ve araçlar devlet tarafından sağlanacaktır.

Tarımda biyoteknoloji veya benzeri yöntemlerle üretim, sadece sınırlı ve korunmuş alanlarda, devlet

denetimindeki millî şirketler eliyle yapılacaktır. Tarım alanları ve ürünleri, özellikle yabancı sermayenin yol açtığı genetik kirlenmeden korunacaktır. AR-GE faaliyetleri tamamen devlet denetiminde ve devlet destekli millî sermayeli şirketler tarafından gerçekleştirilecektir.

37. İşletme Ölçeğinde Verimlilik ve Kadastronun Hızla Tamamlanması

Tarımda işletme ölçeğinin verimlilik esasına göre oluşması için, gerekli hukuki ve ekonomik önlemler alınacak, kooperatifçilik ayrıca bu amaçla desteklenecektir.

Köy Kanunu çerçevesinde kalan tarım ve köy arazilerinin kadastro işlemleri hızla bitirilerek, köy senetleriyle

yapılan satışlar tapuya tescil edilecektir.

38. Ortaçağ Kalıntılarının Temizlenmesi İçin Toprak Reformu Yurdumuzun belli bölgelerinde hâlâ varlığını sürdüren toprak ağalığı, aşiret reisliği, şeyhlik, tefecilik gibi Ortaçağ

kalıntısı ilişkileri kökünden temizlemek; köylüyü toprak sahibi yapmak ve özgürleştirmek; yoksulluğu yenmek; ülke bütünlüğünü sağlamlaştırmak; tarım üretimini çağdaşlaştırmak; verimliliği artırmak; başta ormanlarımız ve sularımız olmak üzere doğal kaynaklarımızı korumak amacıyla toprak reformu yapılacaktır. Orta halli ve zengin köylülerin mülkiyetleri korunacaktır. Toprak reformunun uygulanmasına, kamu denetimi altında oluşturulacak Köy Meclisleri önderlik edecektir.

Herhangi bir hüküm veya belgeyle veya örf ve adetle aşiretlerin şahsiyetlerine veya onlara dayanılarak reis, bey,

ağa ve şeyhlere ait olarak tanınmış, kayıtlı kayıtsız bütün taşınmazlar, hazine toprakları ve mayından temizlenen araziler, topraksız veya az topraklı köylülere bedelsiz olarak dağıtılacak ve tapuya bağlanacaktır.

Köy sınırları içindeki göller, sular ve meralar köylünün ortak malıdır. Devlet bu kaynakların köylüye hizmet

dışında özel çıkar için kullanılmasına izin vermeyecektir.

39. 2b Alanları Orman Köylüsüne ve Halka 6831 Sayılı Kanun’un 2b maddesi uyarınca orman niteliğini tam olarak kaybettiği kesinleşen ve orman

rejiminden çıkarılan alanlar, orman köylüsüne mera, tarım ve yerleşim alanı olarak bedelsiz tahsis edilecektir. Fiilen yerleşim alanına dönüşmüş 2b alanları, köy, belde ve il tüzel kişiliklerine ayrılacaktır. Bunun için toplu yerleşim yeri kavramının bilimsel tanımı yapılacak; sel, taşkın, su baskını, deprem, heyelan ve sağlıksız yaşama koşullarını kaldırmaya yönelik imar planları yapılacaktır. Orman niteliğinin kaybına, orman alanlarının daralmasına ve yeni 2b alanlarının oluşmasına engel olacak önlemler alınacaktır. İşgal, haksız yapılanma ve tahsisler kamulaştırılacak ve kaldırılacaktır. Devlet ormanlarının yönetimi ve işletilmesi ekosistem işlevleri itibariyle devlet tarafından gerçekleştirilecektir.

Dağ ve orman köylerinin çok amaçlı kooperatifler yolluyla kalkındırılmasına özel önem verilecektir.

40. Yabancıya Toprak Satışı Yasaklanacak

98

Page 99: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Yabancıya toprak satışını serbest bırakan kanun kaldırılacaktır.

41. Tarımda Kooperatifleşme ve Kamu Hizmetinin Örgütlenmesi 4572 sayılı Tarım Satış Kooperatifleri ve Birlikleri Hakkında Kanun yeniden düzenlenerek, Devletin tarım

kooperatiflerini ve çiftçi örgütlerini desteklemesini engelleyen hükümler derhal kaldırılacak, kooperatifleşme özendirilecektir. Kooperatiflere ilişkin bütün düzenlemeler, tek bir yasada toplanacak ve basitleştirilecektir.

Toprakların islahı, erozyonun önlenmesi, yeni tarım alanlarının açılması, dağların zeytin ve meyve ağaçlarıyla

şenlendirilmesi, teraslama, sulama kanalları ve bentler yapılması, hayvancılığın islahı, balıkçılığın modernleştirilmesi, ormanların ve doğanın korunması gibi verimi artıracak ve tarımı geliştirecek önlemlerin elbirliğiyle ve imece yöntemleriyle başarılması için, özellikle üretim kooperatiflerine gerekli makine, araç, traktör, tarım ilacı, gübre, yem, tohumluk ve kredi sağlanacaktır.

Sulama, arazi toplulaştırma ve tarla içi geliştirme hizmetleri ile tarımsal ve kırsal altyapı hizmetlerinin tamamlanması devletin görevidir. Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü, Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü, Tarım Reformu Genel Müdürlüğü bu amaçla yeterli araçlarla donatılarak tarımın hizmetine koşulacaktır.

Tarımsal kamu yönetimi yeniden yapılandırılacak, Zirai Mücadele, Toprak-Su, Gıda İşleri, Veteriner İşleri, Ziraat

İşleri Genel Müdürlükleri, Türkiye Zirai Donatım Kurumu, Süt Endüstrisi Kurumu, Et Balık Kurumu, Toprak Mahsulleri Ofisi, Tekel, TŞFAŞ, Yem Sanayii gibi kapatılan veya özelleştirilen kurumlar, çiftçiye hizmet anlayışıyla yeniden örgütlenecek, tarım üreticisi piyasada ezilmekten kurtarılacaktır. Ziraat Bankası, çiftçiye tarımsal kredi sağlamak, tarımı ve tarıma dayalı sanayiyi geliştirmek göreviyle yeniden yapılandırılacak ve yeterli sermayeye kavuşturulacaktır. Atatürk’ün çiftlikleri, Zirai Kombinalar, Devlet Üretme Çiftlikleri, Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü (TİGEM) ve Tarımsal Araştırma Genel Müdürlüğü (TAGEM), Türk tarımının hizmetinde yeniden örgütlenecektir.

42. Türkiye’de Yeterince Üretilebilecek Mallar Dışardan Alınmayacak Başta tarım ürünleri olmak üzere Türkiye’de yeterince üretilebilecek malların, lüks tüketim maddelerinin ve

ikame edilebilen malların dışalımına son verilecek; yerli üretimin verim ve kalitesinin artırılması için tarım ve sanayi üreticisi desteklenecektir. Dışalım, millî ekonominin ayakları üzerinde doğrulmasına, üretimin artmasına, millî teknolojinin gelişmesine, halkın ihtiyaçlarının karşılanmasına ve millî savunmanın gereklerine bağımlı kılınacaktır.

Millî Hükümet, Dünya Ticaret Örgütü’nün eşitsizliğe dayanan yapılanmasını değiştirmek, özellikle mali kuruluşlarımıza, tarımımıza, küçük ölçekte üretim yapan sanayi işletmelerimize ket vuran düzenlemelerini etkisiz hale getirmek için, her düzlemde mücadele yürütecek ve kalkınmakta olan ülkelerle işbirliği yapacaktır.

43. Türkiye’de Türk Tüccarı ve Esnafı Yabancı sermayeyi teşvike ilişkin düzenlemeler gözden geçirilerek millî tüccar, esnaf ve zenaatkâr korunacaktır.

Yabancı hipermarket ve süpermarketler millileştirilecektir. Yerli süpermarketler şehir dışında faaliyet gösterecektir. Toplumun üretim ve hizmet birikiminin en büyük ölçüde değerlendirilmesi ve istihdamın genişlemesi için, esnaf,

zanaatkâr ve kobiler üzerindeki vergi yükleri hafifletilecek; küçük ve orta büyüklükteki işletmeler desteklenecektir.

44. Kamu Hizmeti Kamu Eliyle “Devleti küçültme” adı altında kamu hizmetinin ortadan kaldırılmasına, belediye hizmetlerinin özelleştirilmesine

son verilecektir. Kamu hizmeti, esas olarak kamu eliyle yapılacaktır. Köy hizmetleri, kaynak ayrılarak güçlendirilecektir. Kamu inşaatlarını ve hizmetlerini gerçekleştiren kamu kurumları yeniden örgütlenecektir. Böylece on yıllardan beri vurguna, israfa ve rüşvete giden kaynakların, kamu kaynağı olarak halkın refahı için kullanılması sağlanacaktır.

45. Enerji Üretim, İletim ve Dağıtımında Kamuculuk Enerji üretim, iletim ve dağıtımı kamu eliyle yürütülür. Enerji iletim şebekesi ıslah edilerek kayıplar ortadan

kaldırılacaktır. Enerji Verimliliği Kanunu çıkartılarak ve diğer önlemlerle tüketimdeki savurganlığa son verilecektir. Enerjide millî-doğal kaynaklarımıza öncelik tanınacak; ithal fosil yakıta bağımlılık en aza indirilecek; akarsu, güneş, rüzgâr, biyoenerji ve yeraltı ısısı gibi temiz ve yenilenebilir kaynaklar değerlendirilecektir. Bağımsız nükleer enerji üretimi ve teknolojisi, güvenliğe ve çevreye uyumlu olarak geliştirilecektir.

99

Page 100: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

46. Demiryolları ve Denizyollarını Esas Alan Toplu Taşımacılık

Ülkemizin coğrafi olanaklarını değerlendiren, kaynaklarını savurmayan, güvenli, ucuz ve halkın ihtiyaçlarına cevap veren toplu ulaştırma ve taşımacılık siyaseti izlenecektir. Devletin milyarlarca dolarını otoyol projelerine dökerek yabancı otomotiv sanayisini destekleyen karayoluna öncelik yerine, demir ve denizyoluyla ulaşım geliştirilecek ve ucuzlatılacaktır. Böylece çarpık kapitalizmin trafik anarşisine, can ve servet kaybı ile çevre kirlenmesine son verilecektir.

Millî hükümet, Kemalist Devrim’in anayurdu demirağlarla örme siyasetini yeni atılımlarla sürdürecektir. Yıllardır kaderine terk edilmiş olan demiryolu yatırım ve taşımacılığı geliştirilecek, yeni demiryolları döşenecek, eski demiryolları teknolojik gelişmelere uygun olarak iyileştirilecektir. Demiryollarında elektrik enerjisi kullanılmasına yönelik yatırımlar yaygınlaştırılacaktır. Lokomotif, vagon ve diğer demiryolu araç ve gereçleri yurt içinde üretilecektir.

Üç tarafı denizlerle çevrili ülkemizde denizyolunun kullanılması özendirilecek ve yaygınlaştırılacaktır. Limanlar devlet eliyle çoğaltılacak ve geliştirilecektir. Özelleştirilmiş limanlar kamulaştırılacak ve devletçe işletilecektir. Limanlarımız milletlerarası taşımacılığa uygun konteyner terminalleriyle, araç ve gereçlerle donatılacaktır. Milletlerarası sularda taşımacılığa hizmet eden gemilerin yapımı için büyük tersaneler kurulacak, dünya ölçeğinde yarışacak deniz taşıma filosu oluşturulacaktır. Su santralleri için yapılmış baraj göllerinde ve doğal göllerde insan ve yük taşımacılığına uygun limanlar yapılacak, ülke içi bağlantılar kara ve demir yolu ağıyla sağlanacaktır.

Hava yollarıyla taşımacılık geliştirilecektir.

47. Turizmde Doğaya, Tarihe ve Sağlığa Yatırım Millî Hükümet, yurdumuzun dört mevsimi bir arada yaşayan iklimini ve uygarlık birikimini, halkımızın ve insanlığın

kültürel ve ekonomik gelişme ve zenginlik kaynağı olarak değerlendirecek; turizm işletmeciliğini yabancıların elinden kurtaracak ve millî işletmeleri destekleyecektir. Yabancıların kaçak çalışması önlenecektir. Türkiye’nin tarihsel ve doğal zenginlikleri, kıyıları, kaplıca ve ılıca gibi sağlık kaynakları ve kayak, dağcılık gibi spor olanakları, millî ekonominin hizmetine sokulacaktır. Turizm bahanesiyle tarım ve orman alanlarını yıkıma uğratan betonlaşmaya son verilecektir.

48. Doğal Kaynaklar ve Madenler

Millî ekonomi ve ülke savunması açısından stratejik önem taşıyan doğal kaynaklar ile bor, trona, uranyum ve toryum gibi stratejik önem taşıyan madenler kamu eliyle işletilecektir. Yabancı sermayeye verilmiş olan maden ruhsatları ve imtiyazları gözden geçirilerek, millî çıkarlara uygun olmayanlar kaldırılacaktır.

Doğal kaynakların bulunması yanında niteliklerinin, ekonomik değerlerinin ve işletme teknolojilerinin saptanması,

korunması ve zenginleştirilmesi için, araştırma seferberliği başlatılacaktır. Bu amaçla yeni kurumlar oluşturulacak ve Maden Tetkik Arama Kurumu geliştirilecektir.

Türkiye’nin kıta sahanlığındaki doğal kaynaklar üzerindeki hakları, her tür müdahaleye karşı korunacaktır.

Denizlerdeki doğal kaynakların araştırılması ve kullanılması doğrultusunda bilgi edinmek ve teknoloji geliştirmek için bütün olanaklar değerlendirilecektir. Bu konuda yabancı güçlerin müdahale ve kısıtlama girişimlerine izin verilmeyecektir.

49. Kıyılar, Ormanlar, Sular ve Tarihsel Zenginlikler Doğal ve tarihsel zenginliklerimiz ile kültür değerlerimiz kamuya aittir. Kıyılar, ormanlar, millî parklar, bitki tür

zenginliği, yabani hayvan varlığı ve kültür hazineleri korunacaktır. Bu varlıkların kamu mülkiyetinde bulunması sisteminden verilen ödünler kaldırılacaktır. Bu değerler, özel çıkarcılığın neden olduğu yıkımdan kurtarılacak ve halkın yararına sunulacaktır. Kıyılar halka açılacaktır. Erozyonu önleme ve ağaçlandırma amacıyla, halkın, gençliğin ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin etkin ve gönüllü katılımıyla yoğun bir seferberlik gerçekleştirilecektir.

50. Rantlara Son, İnsancıl Kentler Millî Hükümet, kapitalizmin yol açtığı hastalıklı kent yapısını planlı ve köktenci uygulamalarla değiştirecek; insanı

ve doğayı gözeten, halkçı kent projelerini ve imar planlarını yürürlüğe koyacaktır. Halkı depreme, sele, toprak kaymasına ve yangına karşı korumak için gerekli kentsel dönüşümler gerçekleştirilecektir. Büyük kentlerimizi emperyalist metropollerin çöplüğü ve batakhanesi haline getirecek “uluslararası bütünleşme” projelerinin uygulanmasına izin verilmeyecektir.

Havadan para kazanma aracı olan kent rantları halkın kaynağına dönüştürülecektir. Hazine arazileri, kent

refahının hizmetine sokulacak ve bütün bu önlemlerle insancıl, sağlıklı, trafik sorunu olmayan, rahat ve uyumlu bir kent yaşamının ve belediye hizmetinin koşulları sağlanacaktır.

100

Page 101: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Köyler ve küçük yerleşim birimleri çekici hale getirilerek büyük kentlere yığılma önlenecektir. Verimli tarım

topraklarında sanayi kurulmasına ve betonlaşmaya izin verilmeyecek, kentler ve sanayi merkezleri tarıma elverişsiz topraklarda kurulacaktır.

Hedef, nüfusu birkaç yüz bini geçmeyen, insan ilişkilerinin zengin ve toplumsal dayanışmanın güçlü olduğu,

doğayla iç içe, toplumsal hizmetlerin halka kolayca götürülebildiği, kültür ve sanat hayatı canlı, halkın siyasal hayata katılma olanaklarının geliştiği, doğrudan demokrasi uygulamalarına elverişli, ferah kentler oluşturmaktır.

Büyük kentlerde ulaşımı felç eden, her gün milyonlarca saat zaman kaybına ve enerji savurganlığına yol açan,

ömür törpüleyen bugünkü ulaşım yapısı değiştirilecek, devletin otomotiv sanayisine yaptığı büyük desteklere son verilecek, toplu taşımacılık, bu arada yeraltı ve yerüstü raylı ulaşım projeleri gerçekleştirilecektir.

Şehiriçi ulaşım, elektrik ve ısınma gibi kamu hizmetleri ucuzlatılacak ve zamanla parasız hale getirilecektir. Millî Hükümet, İstanbul Boğazı’ndaki betonlaşmayı yıkarak, bu eşsiz doğa güzelliğimizi halkın gezme, dinlenme,

sağlıklı yaşama ve kültürel ihtiyaçlarının hizmetine sunacaktır. Atatürk Orman Çiftliği, sahibi olan millete iade edilecektir.

51. Doğa ile Uyumlu Kalkınma Özel çıkarcılığın derelerimizi, ırmaklarımızı, körfezlerimizi, denizlerimizi ve toprağımızı kirletmesine ve yaşam

koşullarını bozmasına izin verilmeyecektir. İnsan ile doğa arasındaki uyum ve dengeler gözetilecektir.

52. Teknoloji Atılımı Ekonomide dışa bağımlılığa son verilmesi, esas olarak özgücümüze dayanan bir ekonominin kurulması,

milletlerarası rekabet yeteneğimizin geliştirilmesi, yüksek katma değer sağlanması, gelişme hızının artırılması, topyekûn kalkınma ve millî savunma sanayisinin geliştirilmesi amacıyla Teknoloji Atılımı gerçekleştirilecektir. “En büyük üretici güç insandır” gerçeğinden hareketle, bilgi piyasanın engelleyici etkilerinden kurtarılacak ve yaygınlaştırılacak, insan kaynaklarımız planlı olarak geliştirilecek ve verimli kullanılacak, bilimsel-teknolojik araştırma ve geliştirmeye öncelik verilecektir.

53. Emek Seferberliği, İşsizliğe Son Ekonomik, toplumsal ve teknolojik gelişmenin ve iç barışın sağlanabilmesi için, emek özgürleştirilecek ve ülkenin

insan kaynağı bütünüyle seferber edilecektir. Devlet, belediyeler, kooperatifler ve diğer toplumsal kuruluşlarla işbirliği yaparak, yeni tarım alanları açma, toprağı islah etme, teraslama, sulama, dağları şenlendirme, orman alanlarını genişletme, denizlerimizi ve ırmaklarımızı koruyarak su ürünlerimizi geliştirme, doğal güzelliklerimizi bütün halkın yararlanmasına elverişli hale getirme, turizmi geliştirme, yol, liman, baraj ve bent yapma gibi emekyoğun işler yapılmasına önderlik ederek, bugün boşta gezen milyonlarca işsize iş ve gelir sağlayacak, üretimi, hizmetleri ve refahı geliştirecektir.

54. Yeterli Ücret, Maaş ve Taban Fiyat Ürün taban fiyatlarının, işçi ücretlerinin, esnaf ve zanaatkâr gelirlerinin, memur, emekli ve yetim aylıklarının

artırılması yoluyla iç pazarda talep büyütülecek ve refah yükseltilecektir. Herkese parasız sağlık ve eğitim, sağlıklı konut, sağlıklı ve hızlı ulaşım, herkese kültür ve sanat olanağı gibi toplumsal siyasetlerle halka refah sağlanacak ve sanayinin tam kapasiteyle çalışması ve tarım kaynaklarının seferber edilmesi koşulları yaratılacaktır.

IV

SAĞLIKLI VE GÜVENLİ YAŞAM

55. Herkese Sağlıklı ve Güvenli Konut Millî Hükümet, herkese, sağlıklı, güvenli, depreme dayanıklı ve uygarca yaşayabileceği bir konut sağlayacaktır.

Bu hedefe ulaşmak için konut yapımı planlanacak, kooperatifleşme desteklenecektir. Her yeni yatırım, yaratacağı konut ihtiyacıyla birlikte ele alınacaktır.

101

Page 102: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

56. Parasız ve Nitelikli Sağlık Bütün yurttaşlar sosyal güvenlik kapsamına alınacaktır. Sağlık alanında her düzeydeki eşitsizliğe son verilecek, herkese nitelikli sağlık hizmeti verilecektir. Sağlık

hizmetleri iki yıl içinde parasız hale getirilecek; işyeri, mahalle, köy ve okul temelinde yeniden örgütlenerek halkın ayağına götürülecektir. Türkiye bütün bu olanaklara sahiptir.

Sosyal güvenlik kurumları çökmekten kurtarılacak, hizmet için yeterli hekim ve hastabakıcı görevlendirilecek ve

araç gereç tahsis edilecektir. Sosyal güvenlik kurumlarının özel kesimden alacakları hızla tahsil edilecektir. İnsan sağlığını piyasaya feda eden, hastayı müşteri olarak gören ve çoğaltan sistem değiştirilecektir. Para

kazanmaya değil, hastalıkları önleyici sağlık hizmetine öncelik verilecektir. Halkın sağlık bilgisi yaygın eğitim kampanyalarıyla geliştirilecektir.

Sağlık hizmetinin planlanması, yönetilmesi ve denetlenmesine, sağlık görevlileri ile hizmetten yararlananların

etkin katılımı sağlanacaktır. Bu bağlamda hekimlerimizin ve sağlık çalışanlarının sorunlarına çözüm getirilecektir.

57. Halka Ucuz ve Nitelikli İlaç Sosyal güvenlik kurumlarına ve halka ucuz ve nitelikli ilaç sağlanacaktır. Millî Hükümet, millî ilaç sanayisini yabancı ilaç tekellerine karşı koruyacak ve destekleyecektir. Araştırma

çalışmaları özendirilecek ve geliştirilecektir. Millî güvenliğin gereği olarak, Dünya Sağlık Örgütü’nün 100 temel ilacı ve aşılar Türkiye’de üretilecektir. Türkiye’de üretilebilecek ilaçlar dışardan alınmayacaktır. Yabancı ilaçlara ruhsat, sıkı kayıtlara ve süreye bağlanacaktır.

Sağlığa zarar veren bilinçsiz ilaç tüketiminin kışkırtılmasına son verilecektir. Halk bu amaçla eğitilecektir.

58. Çalışma Hakkı ve İş Güvencesi En başta gelen hak, yaşama ve geçinme hakkıdır. Millî Hükümet, her yurttaşın yeteneğine göre bir işte

çalışmasını garanti eder. Hiç kimse siyasal görüşü, inancı, ırkı ve cinsiyeti yüzünden işsiz kalmayacak ve işten atılmayacaktır. Angarya yasaktır. Eşit işe eşit ücret uygulanacaktır.

59. Çalışma Süresi ve Dinlenme Hakkı

Haftalık çalışma süresi 40 saattir. Yeraltında ve ağır işkollarında bu süre daha da kısaltılacaktır. Bütün çalışanların yılda en az bir ay ücretli dinlenme hakları gerçekleştirilecektir. Millî Hükümet, yurttaşlara dinlenme, eğlenme, siyaset, kültür, sanat ve başka toplumsal faaliyetlerde bulunma ve kendilerini geliştirme olanağı sağlayacaktır.

60. Sağlıklı Çalışma Çalışma hayatında emekçilerin can güvenliğine ve sağlığına öncelik verilecektir. İşyerleri ve fabrikalarda sağlık

koşullarına uyulması sağlanacaktır. İnsan sağlığına olumsuz etkileri olan çalışma alanlarında koruyucu ve önleyici önlemler alınacaktır. Kadınların ve 15-18 yaş arasındaki çocukların sağlıklı çalışma koşulları özel olarak düzenlenecektir.

61. Çalışanların Hakları Çalışma hayatını düzenleyen bütün kanunlar, bu arada 4857 sayılı İş Kanunu, 657 sayılı Devlet Memurları

Kanunu ve 399 sayılı Sözleşmeli Personele İlişkin Kanun Hükmündeki Kararname yeniden düzenlenerek, ücretlilerin ve kamu çalışanlarının temel hak ve özgürlükleri hayata geçirilecek ve güvence altına alınacaktır. Bütün çalışanların sendikalaşma, grev ve toplu pazarlık hakları sağlanacak, kaldırılan hak grevi yeniden yasalaştırılacak ve lokavt yasaklanacaktır. Bütün halkın ve özellikle emekçilerin ülke siyasetine ve işyerlerinin yönetimine etkin olarak katılmaları, Millî Hükümet için en büyük destek ve güvencedir.

62. Sıcak Yuva, Mutlu Aile

102

Page 103: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Küreselleşmenin aileyi dağıtan ve yozlaştıran ekonomik ve kültürel ilişkileri tasfiye edilerek aile korunacaktır.

63. Çocukların ve Yetimlerin Korunması 15 yaşından küçük çocukların çalıştırılması önlenecektir. Millî Hükümet, merkezden yerel yönetimlere kadar

bütün imkanlarını seferber ederek çocukları koruyacak, çocuklara karşı her tür şiddet ve istismara kökten son verecektir. Çocukların kültürel ve bedensel gelişmeleri için parasız hizmet veren kurumlar oluşturulacak, yeterli kaynak sağlanacaktır.

Yetim ve öksüzlerin bakımını ve eğitimini devlet üstlenecektir. Suç işlemiş çocukların topluma kazanılması için

çocuk iyileştirme evleri açılacaktır. Sokakta yatan tek bir çocuk bırakılmayacak, tinerciliğe ve kapkaççılığa itilmiş çocuklarımız eğitilecek ve meslek sahibi yapılacaktır.

64. Kadının Kurtuluşu Millî Hükümet, erkekle kadın arasındaki yasal ve fiili eşitsizliği, kadına karşı ayrımcılığı, her tür şiddeti ve cinsel

tacizi bütün temelleriyle ortadan kaldırmak için, toplumun her kesiminde seferberlik yürütecektir. Kadının toplum hayatında ve üretimde yer almasını ve gelişmesini engelleyen Ortaçağ kurumları ve ilişkileri tasfiye edilecek, kadına iş ve kazanç olanağı sağlanacaktır. Kadınların siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda önder roller üstlenmesinin önündeki bütün engeller ve geleneksel anlayışlar temizlenecek, bu amaçla yeterli kreş, yuva, eğitim merkez ve okuma yazma kursları açılacaktır. Çalışan kadınların analık durumlarının korunması için gerekli bütün önlemler alınacaktır. Köylük alanlarda kadınlar, sosyal ve sağlık güvencesine kavuşturulacak, kadının ekonomik girişimciliği özendirilecektir. İşsiz ve kimsesiz kadınlar, çocuklarıyla birlikte güvenli ve çağdaş olanaklarla barındırılacak ve devlet

güvencesine alınacaklardır. Kadınları bedenlerini satmaya zorlayan ve aileleri büyük acıların içine iten ekonomik ve toplumsal temel ortadan kaldırılacak, kadın ticaretine ve fahişeliğe son verilecektir.

Eğitimde ve kitle iletişim araçlarında kadını aşağılayan, küçük düşüren, gerileten anlayış ve yayınlara izin verilmeyecektir.

65. Emekli, Dul, Yaşlı ve Engellilerin Korunması Millî Hükümet ve yerel yönetimler, emekli, dul, yaşlı ve engellileri koruyacak; muhtaç olanların ekonomik, sosyal

ve kültürel ihtiyaçlarını karşılayacak; toplumsal hayata her alanda katılmaları için gerekli kurumları oluşturucak ve kaynakları sağlayacaktır. Bu anlayışla öncelikli olarak emeklilerin, dulların ve yetimlerin aylıkları insanca yaşam için gerekli düzeye yükseltilecektir.

Millî Hükümet, engellileri yardıma muhtaç kimseler olarak değil, ülkemizin gelişmesine katkıda bulunacak

yurttaşlar olarak görür. Engellilerin toplum hayatının her alanına, üretime, hizmetlere, kültür ve sanat faaliyetine etkin olarak katılmaları için gerekli olanaklar sağlanacaktır. Devlet, engelli çocukların bakım ve eğitiminden sorumludur. Engellilerle ilgili düzenleme ve kararlarda, engelli örgütlerinin görüşleri gözönünde tutulacaktır.

66. Şehit Aileleri ile Gazilere Saygı ve Koruma Türkiye’nin en değerli yeraltı zenginliği, vatan toprağı altındaki şehit kemikleridir. Şehit ailelerinin ve gazilerin

korunması, Cumhuriyet’in ve vatanın savunulması görevi içindedir. Milli Hükümet, bu anlayışla toplumumuzda şehit ve gazilere minnet ve saygı bilincini güçlendirecektir. Şehitlerimizin ve kahramanlarımızın anıları yaşatılacak, mezarları ve anıtları imar edilecektir. Şehitler ve gazilere ilişkin düzenlemeler tek bir kanunda toplanarak, yadigârları olan ailelerinin kendilerine yakışan koşullarda geçim ve eğitimleri güvence altına alınacaktır. Gazilerimizin ve şehit ailelerinin dernekleri desteklenecektir.

67. Yurtdışındaki Yurttaşlarımız

Millî Hükümet, yeterli iş sahası açarak yurtdışına işçi göçüne son verecek, emek birikimimizi ülkemizin kalkınmasında değerlendiren bir yatırım, üretim ve hakça bölüşüm düzeni getirecektir. Bu sayede işsizlik, geçinme kaygısı, siyasal sığınma ve değişik nedenlerle yurtdışına göçmüş yurttaşlarımız vatanlarına dönme olanağına kavuşacaktır.

Millî Hükümet, yurtdışındaki yurttaşlarımızın bulundukları ülkelerdeki ekonomik, toplumsal ve kültürel taleplerinin

gerçekleşmesi için çaba gösterecektir. Gurbetzedelerin gasp edilen birikimleri tahsil edilecektir. Yurda dönmek

103

Page 104: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

isteyenlerin uyum sorunları çözülecektir. Yurtdışında yaşayan yurttaşlarımızın Türkiye genel seçimlerinde, yaşadıkları yerlere yakın merkezlerde oy kullanmaları sağlanacaktır.

İşçi Partisi, Lozan ve Berlin meydanlarında yaptığı gibi, hükümet olduktan sonra da, özellikle devlet olanaklarını

sonuna kadar değerlendirmek ve yurtdışındaki beş milyon yurttaşımızı seferber etmek yoluyla, onların ırkçılığa, yabancı düşmanlığına ve kültürel baskılara karşı haklarını ve huzurunu sağlayacaktır.

V

CUMHURİYET EĞİTİMİ VE

AYDINLANMA

68. Parasız Eğitim ve Spor Anaokulundan üniversite sonuna kadar parasız eğitim, kültür ve spor hizmeti sağlanacaktır. Eğitimde

öğrencilerden ve ailelerinden katkı payı, yardım ve benzeri adlarla para alınamaz. Ailesinden uzakta öğrenim gören, kimsesiz veya yardıma muhtaç öğrencilerin beslenme, giyim, uygarca eğlenme ve kültür ihtiyaçlarını devlet karşılayacaktır.

69. Türkçenin Kurtarılması ve Geliştirilmesi Millî Hükümet, “Türkiye’yi kurtarmak için Türkçe’yi kurtarma” bilinciyle, bütün yurttaşlarımızın dilimizi iyi bilmesini

sağlayacak uzun süreli bir seferberlik yürütecektir. Anaokulundan üniversite sonuna kadar eğitim ve öğretim dili Türkçe olacaktır. Yabancı diller, yetkin ölçülerde öğretilecektir.

Millî Hükümet, kamu yönetiminde, eğitimde, yayın alanında, ticarette, sanayide, kültürde, sanat, eğlence ve

sporda yabancı dillerin Türkçe’yi bozan etkilerini önlemek, Türkçemizin bir uygarlık ve bilim dili olarak gelişme olanaklarını değerlendirmek amacıyla “Türkçe’yi Geliştirme Yasası”nı çıkaracak ve uygulayacaktır. Başta TRT Kanunu olmak üzere görsel, yazılı ve sözlü basınla ilgili yasalar, bu amaca uygun olarak yeniden düzenlenecektir. Türkiye’de kurulan bütün şirketlerin, basın kuruluşlarının, derneklerin ve diğer kurumların yabancı dillerden isim, unvan, marka vb kullanmaları önlenecektir.

Türkçenin ve Türk kültürünün öğretilmesi ve yaygınlaştırılması için, yurtta ve dünyanın önemli kentlerinde “Yunus

Emre Enstitüleri” kurulacaktır.

70. Cumhuriyet Eğitiminin Birliği ve Felsefesi Millî Hükümet, Cumhuriyet’in devrimci felsefesi kılavuzluğunda, bağımsız, toplumcu, demokratik, laik, bilimsel ve

halkçı ekonominin ihtiyaçlarına cevap veren, tek bir eğitim sistemi uygulayacaktır. Bu bağlamda emperyalist çıkar sistemine eleman yetiştiren bugünkü eğitim sistemi temelden değiştirilecektir. Türkçemizi iyi bilen, yurtsever, halka hizmet aşkıyla dolu, devrimci, özgür düşünceli, yaratıcı, başı dik, haksızlığa direnen, cesur, barışçı, dayanışmacı, emeğe saygılı, kamu mülkiyetine özen gösteren, paylaşmacı, insanlığa kardeşlikle bağlı, yetenekli, bilgili, sorumlu, “Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” kuşaklar yetiştirilecektir. Müzik, resim, tiyatro gibi kültür ve sanat derslerine ve faaliyetine önem verilecektir. Köy Enstitüleri tecrübesi, çağdaş eğitimin ihtiyaçlarına uygun olarak değerlendirilecektir.

Millî Hükümet, öğrenciyi ve öğretmeni, eğitimin merkezine yerleştirecektir.

71. Özel Kesime ve Tarikatlara Ait Eğitim Kurumları Kamulaştırılacak Cumhuriyet Devrimi Kanunları’na göre yasadışı olan tarikatlara ve vakıflara ait okullar ve yurtlar ile bütün özel

okullar, özel üniversiteler ve özel eğitim kurumları kamulaştırılarak, Cumhuriyet eğitiminin halka hizmet eden kurumları haline getirilecek, Eğitimin Birliği (Tevhidi Tedrisat) sağlanacaktır.

72. Üniversiteye Giriş Orta Öğretime Dayandırılacak Ülkemizin yetişmiş insan gücü en önemli kamu değerlerimizdendir. İlk ve orta öğretim güçlendirilerek, bu eğitim

kurumlarında yetişen gençlerimizin, hayatın her alanında yol gösterici ve nitelikli bilgi ve becerilerle donanmaları sağlanacaktır. Giriş sistemi, ortaöğretime dayandırılacak ve fırsat eşitliği gerçekleştirilecektir. Ortaöğretimin amacını, üniversite giriş sınavını kazanma becerilerinin verilmesine indirgeyen eğitim karşıtı anlayış ve uygulamaya

104

Page 105: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

son verilecektir. Yetişmiş insan gücümüzün dağılımı, Üniversite Giriş Sınavı’nın bozucu ve yıpratıcı etkilerinden kurtarılacaktır. Giriş sınavları ve diğer araçlar, eğitim planının uygulanmasına hizmet eden yönlendirici unsurlar olarak işlev görecektir. Üniversiteye giriş sınavı adım adım kaldırılacaktır. Gençlerimizin ilgi ve yetenekleri ile seçtikleri meslekler arasında uyum sağlanacaktır.

73. Meslek Okulları Millî plana göre, ekonomik, toplumsal ve kültürel kalkınmanın ihtiyaçlarına cevap veren meslek eğitimi

geliştirilecektir.

74. Üniversitelerde Bilimsel Nitelik ve Kamuya Hizmet Üniversitelerimiz, bilimsel araştırma ve bilim eğitimi yanında, halka sundukları hizmetlerle, milletin geleceğinin

kurulmasına katkıda bulunan Cumhuriyet kurumları olarak yeniden düzenlenecektir. Üniversiteler, çalışmalarını, bilimden ve bilimin evrensel ölçütlerinden ödün vermeksizin, oluşturulacak millî bilim gündemleri doğrultusunda yürüteceklerdir. Özel olarak bilim gücümüzün, genel olarak insan gücümüzün yetiştirilmesi planlanacak ve üniversitelerimiz bu planların uygulanmasında temel unsur işlevi göreceklerdir. Öncelikle seçilmiş bazı alanlardan başlanarak, üniversitelerimizin dünyada bilimin öncüleri arasında yer alması sağlanacaktır. Üniversite içindeki atama ve yükseltme kuralları, bu ölçütlere göre yeniden düzenlenecektir.

Üniversitelerimizde, Kemalist Devrim’i tamamlama amacının gereği olarak, idarî, malî özerklik ve bilimsel

özgürlük hayata geçirilecek ve iç işleyiş demokratik bir yapıya kavuşturulacaktır.

75. Bilim İnsanına Özgürlük ve Araştırmanın Özendirilmesi Halkçı ve özgürlükçü siyasetler sayesinde bilim alanında yeteneklerin ortaya çıkması sağlanacak; gençler

bilimsel buluş ve araştırmaya yönlendirilecektir. Bilimsel çalışmanın özgürleştirilmesi ve araştırmanın özendirilmesiyle yurtdışına beyin göçü durdurulacak ve dışardan yurdumuza beyin göçünün koşulları yaratılacaktır.

Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu yeniden özerk yapıya kavuşturulacak ve bu kurumlara yeterli kaynak

ayrılacaktır. Türk tarihi ve dilini araştırmak için binlerce bilim insanı yetiştirilecek ve seferber edilecektir.

76. Devrimci Eğitim ve Aydınlanma Seferberliği Batı destekli gericiliğin ve bölücülüğün iç çatışma olanaklarını ortadan kaldırmak, millî birliği sağlamlaştırmak,

çağdaş bir ekonominin insan gücünü yaratmak ve yurttaşlarımızın yeteneklerini geliştirmek amacıyla bütün toplumu kucaklayan bir Devrimci Eğitim ve Aydınlanma Seferberliği ve sürekli eğitim yürütülecektir. Bu seferberliğin kurum ve araçları oluşturulacaktır. Radyo ve Televizyon Yasası ile Basın Yasası, bu amaca uygun olarak yeniden düzenlenecektir. Halk kütüphaneleri, müzeler ve kültür sarayları yaygınlaştırılacak ve geliştirilecektir. Halkevleri, günümüz koşullarına göre köy ve mahallelere kadar yeniden örgütlenecek, halkı eğitecek ve sanat çalışmasına katacaktır.

77. Yenileşme ve Güzelleşme İçin Sanat Milli Hükümet, milli ve halkçı sanatımızın her dalda toplumu kucaklaması ve eğitmesi, sanatımızın güzellikte ve

teknikte milletlerarası düzeye ulaştırılması için, gerekli kurumları oluşturacak ve yeterli kaynak sağlayacaktır. Halkımızın sanat birikimi, çağdaş ölçülerde geliştirilecektir.

Güzel Sanatlar günlük hayatın bir parçası haline getirilecek ve geliştirilecektir. Toplumla buluşması için

sanatçının önü açılacaktır. Telif hakları titizlikle uygulanacak, fikir ve sanat eserlerinde korsanlık önlenecek, eser sahiplerinin emekleri ve yaratıcılıkları korunacaktır.

Radyolar, televizyonlar, basın ve yayınevleri, sinemacılık, düzeyli sanat uğraşına hizmet amacıyla desteklenecek

ve özendirilecektir. Gençlerimizin ve yurttaşlarımızın en az bir sanat dalında yeteneklerini geliştirmeleri sağlanacaktır.

Devlet tiyatroları, Devlet opera ve baleleri, senfoni orkestraları, çoksesli korolar, sanat galerileri, sanatçı yetiştiren eğitim kurumları, Devlet konservatuarları, güzel sanat liseleri, yerel yönetimlerin sanat kurumları, halk müziği ve oyunlarını geliştiren kurumlar yaygınlaştırılacak ve nitelikleri yükseltilecektir. Özel sanat kurumları desteklenecektir.

105

Page 106: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Sanatın, halklar ve ülkelerarası bir dostluk köprüsü olması sağlanacaktır.

78. Yabancılaşmaya ve Tekelleşmeye Son, Millî ve Özgür Basın Yazılı, sözlü ve görsel basın, yabancı ve yerli tekellere bağımlılıktan kurtarılacak ve özgürleştirilecektır. Basında

yabancı sermaye yasaklanacaktır. Basının kültürel yozlaşma aracı olması önlenecektir. Topluma gerçek haber ve bilginin ulaştırılması için eşit rekabet koşulları sağlanacak ve basın desteklenecektir. Demokratikleşmeye hizmet eden yerel basın teşvik edilecektir.

79. Sağlıklı, Mutlu ve Ahlaklı Yurttaş Yetiştirmek İçin Spor

Gençlerimize ve her yaşta yurttaşımıza spor yapmaları için gerekli olanaklar sağlanacak, spor kurumları ülkemizin her köşesinde yaygınlaştırılacak ve desteklenecektir. Gençlerimiz ve yurttaşlarımız, spor yarışmalarında düşmanlığı ve bireyciliği kışkırtan kapitalist yozlaşmanın etkilerinden arındırılacaktır. Bedence ve ruhça sağlıklı, mutlu ve ahlâklı yurttaşlar yetiştiren, toplumda dostluğu, dayanışmayı ve kardeşliği güçlendiren bir spor kültürü geliştirilecektir. Spor emekçilerinin hakları korunacaktır.

80. Ahlakî Çürümeye Son İşçi Partisi, insanı vatanına, topluma, üretime ve kendisine yabancılaştıran emperyalist kültüre karşı sürekli

mücadele yürütür. Vatansızlaşmayı, milletsizleşmeyi, anarşizmi, bencilliği, köşe dönmeciliği, havadan kazanmayı, açgözlülüğü, vurgunculuğu, başkalarının sırtına basarak yükselmeyi, fuhuşu, uyuşturucu ve alkol bağımlılığını kışkırtan, toplumu unufak eden, yalnızlaştıran ve yırtıcılaştıran emperyalist ve kapitalist yozlaşmaya karşı; vatanseverliği, çalışkanlığı, paylaşmayı, insan, doğa ve hayvan sevgisini, hoşgörüyü, barışı temel alan toplumcu ahlakın ve değerlerin yayılması ve kök salması için çalışır.

106

Page 107: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

İşçi Partisi Merkez Komitesi'ne sunulan 7. Genel Kongre için Rapor Taslağı

Teori Sayı 203

Aralık 2006 Doğu Perinçek MİLLÎ HÜKÜMET PROGRAMI'YLA İKTİDARA

I

SUPHİ KARAMAN KURULTAYI

Ya bölenlerin ya birleştirenlerin iktidarı

Devlet büyük ölçüde mafyanın ve tarikatların eline geçmiştir. Egemenlik, ABD ve AB emperyalistlerine devredilmiştir. Hırsızın, hortumcunun yönetimi kurulmuştur. Haçlı gericilik, ABD emperyalizminin güdümünde Cumhuriyeti yıkmaktadır. Soyguncu ve hortumcular, inanç sömürüsüyle milleti aldatmaktadır. ABD güdümlü mafya tarikat yönetimi, vatanımızı Avrupa Kapısı'nda bölmektedir. Türkiyemiz bir vatan savunması dönemine girmiştir. Önümüzdeki yıllarda, Türkiye'yi ya bölenler yönetmeye devam edecektir; ya da birleştirenler yönetecektir. Türkiye'yi birleştirebilecek tek parti, İşçi Partisi'dir. Bu nedenle İşçi Partisi'nin iktidarı zorunludur ve

kaçınılmazdır. Atatürk Devrimi birleştirir

Türkiye'mizi bu düzen içinde birleştirme olanağı yoktur. ABD güdümlü mafya tarikat düzeni, Avrupa Kapısı'na bağlanmış olan Türkiye'yi bölmektedir.

ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi içinde Diyarbakır'ımızı ikinci İsrail devletine verme planlarını açıklayanlar, iktidarın tepesindedir.

Türkiye'yi artık yalnız ve yalnız devrim birleştirir. Devrimden vazgeçmek, Türkiye'nin dağılmasına razı olmaktır.

Türkiye'nin önündeki devrim, Kemalist Devrim'in yıkımdan kurtarılması ve tamamlanmasıdır. Devleti mafyanın ve tarikatların elinden kurtaracağız! Devlet halkındır! ABD ve AB güdümlü yönetime son vereceğiz! Egemenlik milletindir! Hırsızın ve hortumcunun yönetimine son vereceğiz! Millî Hükümet! Devleti çaresizlikten ve çözülmeden kurtaracağız! Güçlü devlet! Vatanı bölücüden, yıkıcıdan kurtaracağız! Vatan bölünmez! Cumhuriyet'i Haçlı irticadan kurtaracağız! Atatürk'ün cumhuriyeti! İnsanımızı işsizlikten, yoksulluktan kurtaracağız! Herkese iş, herkese refah! Soyguncunun inanç sömürüsüne son vereceğiz! İnanç vicdandadır! Toplumu çürümeden kurtaracağız! Temiz toplum, dürüst yurttaş! Aileyi dağılmaktan kurtaracağız! Mutlu yuva, sıcak aile!

İşçi Partisi'nin tarihsel görevi

Bu devrim programını İşçi Partisi yapmıştır. Adı, Millî Hükümet Programı'dır. Devrimin pratiğine, İşçi Partisi önderlik etmektedir. Devrimin kadroları, İşçi Partisi'nde toplanmaktadır. Türkiye'yi yarın yönetecek birikim, İşçi Partisi'nde birleşmektedir. Partimiz, 2007 yılına büyüyerek, bütünleşerek, önderleşerek, halkla birleşerek ve Ezilen Dünya'nın öncü

konumlarına yerleşerek girmektedir. İşçi Partisi 7. Genel Kongresi, Türkiye'nin devrim ile yıkım arasında seçimler yapacağı bir sürecin başında

toplanmaktadır. Türkiye'nin önündeki yol ayrımı, Partimiz için de geçerlidir:

107

Page 108: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

- Devrime yönelmek ya da devrime yan çizmek, - Emperyalizme karşı güç toplamak ya da güçlenme fırsatını tepmek, - Öncü partinin inşasında atılım yapmak ya da sol lafazanlıklar arkasında liberalleşmek, - Geleceğe umutla bakmak ya da kasvete dalmak.

Partimiz, yapmak veya yapmamak sorusuyla karşı karşıyadır. Bu koşullarda 7. Genel Kongremize, Genel Başkan Yardımcımız Suphi Karaman'ın adını veriyoruz. Suphi Karaman, bir devrimin önder kadrosunun merkezinde görev yapmıştı. İsçi Partisi de, önümüzdeki devrimin merkezinde olacaktır ve bugünden merkezindedir. Suphi Karaman Kongresi'nde bir kez daha yapacağız kararı alıyoruz ve yemin ediyoruz: Yapacağız!

II ABD VE AB'NİN PROGRAMINA KARŞI

MİLLİ HÜKÜMET PROGRAMI Türkiye'de iki program çarpışmaktadır: Uygulanmakta olan ABD ve AB programı ile İşçi Partisi'nin Millî

Hükümet Programı. Emperyalizmin dayattığı program

ABD emperyalizminin Türkiyemizi AB kapısına bağlatarak dayattığı program şöyle özetlenebilir: - Siyasal düzlemde beş yoksunlaştırma: Devletsizleştirme, milletsizleştirme, vatansızlaştırma,

ordusuzlaştırma ve devrimsizleştirme. Ekonomik düzlemde beş kaldırma yoluyla beş yoksullaştırma: Gümrükleri kaldırmak, paranın giriş çıkışına

denetimi kaldırmak, tarıma destekleri kaldırmak, KİT'leri kaldırmak, kamu hizmetini kaldırmak, başka deyişle devleti küçültmek.

- Kültürel düzlemde iki yozlaştırma: Türkiye halkını özellikle büyük kent merkezlerinde vatansızlaştırmak ve kent çevreleri ile taşrada etnik bölücülüğe ve tarikatlaştırmaya sürüklemek. Millî Hükümet Programı

Partimiz, Millî Hükümet Programı'yla iktidara gelerek, emperyalizmin beş yoksunlaştırma ve iki yozlaştırma programına karşı; Siyasal düzlemde;

- Millî devletin yeniden kurulmasını, - Etnik gruplaşma, mezhepleşme ve tarikatlaşmaya son vererek milletin birleştirilmesi. - Vatanın bütünleştirilmesini, - Türk Silahlı Kuvvetleri'nin caydırıcı gücünün geliştirilmesini ve millî savunma sanayisinin ülke güvenliği için

yeterli hale getirilmesini - Devrimin arasız devrimlerle kesin zaferini gerçekleştirecektir. Ekonomik ve toplumsal düzlemde; - Millî sanayi, tarım ve ticaret gümrüklerle korunacak, - Paranın giriş çıkışı denetim altına alınacak, - Özelleştirilen kilit kuruluşların kamulaştırılmasıyla kamu ekonomisi yeniden yapılandırılacak, - Tarım ucuz mazot, ucuz gübre, ucuz tarım ilacı, tohumluk, damızlık, ucuz tarım kredisi, tarım tekniğinin

geliştirilmesi ve kooperatifleşme yoluyla desteklenecek, - Kamu hizmeti yeniden kurumlaştırılacak, her yurttaşa parasız sağlık hizmeti, sosyal güvenlik, iş güvenliği,

köy hizmetleri sağlanacaktır. Kültür ve eğitim düzleminde; - Anaokulundan üniversite sonuna kadar parasız eğitim gerçekleştirilecek, - Özel eğitim kurumlarının ve tarikat eğitim kurumlarının kamulaştırılması yoluyla eğitim ve öğretim yeniden

birleştirilecek, - Cumhuriyetin millî devrimci kültürü yeniden hakim kılınacak, - Vatanına bağlı, aydınlanmış, özgür bir toplum için Cumhuriyet Devrimi Kanunları kararlılıkla

uygulanacaktır. Millî Hükümet Programı, öncelikle bir millî direnme programıdır. Halkımızın refah ve kardeşlik içinde,

özgürce yaşama özlemlerine cevap vermektedir. Millî Hükümet Programı, devleti haraca bağlayan büyük tefeci takımına, dolar ve borsa vurguncusuna ve

hortumcuya, özetle yabancı güdümlü mafya-tarikat zümresine karşı bütün halkın örgütlenmesi ve seferber edilmesiyle uygulanacaktır.

III

TÜZÜK VE PROGRAMIN DEVRİMCİLEŞMESİ Devrimler vatan savunmasında oldu

Partimizin teori, program ve siyasetlerine ışık tutan dünya gerçeği şudur: Emperyalizm çağının bütün devrimleri vatan savunmasında oldu. Vatan savunması, devrim düzlemidir. Yalnız millî devrimler çağını açan Kemalist Devrim değil, Sovyet Devrimi ve ardından gelen diğer devrimler de bu gerçeği kanıtlamıştır. Bolşevik

108

Page 109: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Partisi, 1917 yılında Rusya'yı birleştirebilecek tek seçenek olduğu için iktidara gelmiştir. Ve o seçenek yıkılınca, Sovyetler Birliği de dağılmış, ülke parçalanmıştır. Çin Devriminden Vietnam Devrimi'ne kadar, devrimler ülkeleri birleştirmiş, emperyalizmin karşıdevrimleri bölmüştür.

Emperyalizm çağında devrimciliğin tek bir anahtarı vardır: Emperyalizme karşı vatan savunması çizgisinde sağlam durmak ve ilerlemek. Bugün esas sınıf mücadelesi, milletlerarası düzlemdedir. Partimiz, kendi halkıyla ve hayatla birleşebilmek için bu zeminde mevzilenmektedir. Devrim yapan bütün bilimsel sosyalist partiler, vatan savunmasının gereğine uygun teori, program ve siyaset yenileşmelerini gerçekleştirdikleri için bu görevlerini başardılar.

Vatan savunmasının gereğini yerine getiremeyen partiler ise, sosyal-demokratlaştılar, liberalleştiler, giderek emperyalizmin ajanlarına dönüştüler ve kendi halklarına ve sosyalizme de ihanet ettiler. 1960 ve 70'lerde Latin Amerika ve Ortadoğu ülkelerinde sosyalizm adına ortaya çıkan maceracı örgütlenmeler ve Sovyet sosyal emperyalizmine bağlı sözde "komünist partiler", milletlerinden ve emekçi sınıflardan kopmuşlardır. Hepsinin en önemli özelliği, Ezilen Dünya gerçeğini anlamamış ve emperyalizme karşı mücadelenin görevlerini yerine getirmek yerine 19. yüzyılın gelişmiş Avrupa ülkelerinden kalan ve artık geçerliğini yitirmiş olan devrim teorilerine saplanmış olmalarıdır.

Bu nedenledir ki, özellikle Latin Amerika'da yaygın görüldüğü gibi, birçok sosyalist ve komünist parti, günümüzde emperyalizme karşı mücadelenin önderliğini sosyalizmden de esinlenen yurtsever ve halkçı partilere terk etmişlerdir. Devrimci pratiğin belirleyiciliği

Bütün bu tecrübelere baktığımız zaman, öncü partilerin devrimciliğini, isimlendirmelerin değil devrimci pratiklerin güvence altına aldıgını görüyoruz. Ülkeleri sosyalizme götüren olay, bazı kavramlar ve adlandırmalar değil, fakat devrimci pratiklerdir.

Pratik teoriyi belirler; teori pratiği belirleyemez. Hiçbir teori, hayatı ikna edemez. Ancak hayat, teorilerin inadını kırar ve teoriyi ikna eder. Öyleyse teorimiz ve programımız bizi devrimci pratiklere sokmalıdır.

Nitekim Tüzük ve Programımızdaki yenileştirme, bizi daha ileri pratiklere zorluyor ve Partimizi devrimcileştiriyor. Binlerce öncünün katılımı, Partimizi güçlendirmekte ve daha devrimci pratiklere yöneltmektedir.

Partimiz, içine girdiğimiz vatan savunması döneminin görevlerini yerine getirmek, Türkiye'yi Kemalist Devrim'i tamamlayarak bütünleştirmek ve Asya'dan yükselen çağdaş uygarlığın önder konumlarına ulaştırmak amacıyla 1988 yılında kabul ettiğimiz Tüzük ve Programı yenilemekte ve devrimcileştirmektedir.

Her devrimin temel meselesi, devrimin kuvvetlerini ve araçlarını yaratmaktır. Partimiz, Tüzüğünü yenileyerek ve Millî Hükümet Programı'yla geldiğimiz aşamada devrimin kuvvet ve araçlarını geliştirmektedir. Partimiz, halkın pratiğine önderlik edecek kumanda merkezine yerleşmenin gereklerini yapıyor.

1988 yılında kabul ettiğimiz programın yenilenmesi istemi, sekiz-on yıldır partimizin gündemindedir. Ancak pratiğimizin zorunlu kıldığı ve tecrübelerimizin olgunlaştığı bir noktada bu yenilenmeyi hayata geçireceğimizi belirlemiştik.

2003 yılında gerçekleştirdiğimiz 6. Genel Kongremizin Merkez Komitesi Raporu'nu ve Genel Başkanın açış ve kapanış konuşmalarını incelediğimiz zaman, yenilenme ve devrimcileşmenin daha 2003 yılında Kongre kararıyla kabul edildiğini saptarız. Şimdi o kararı, üç yıllık sınamadan sonra Tüzük ve Program haline getiriyoruz. Böylece teori ve siyaset alanında 1988'den bu yana kazandığımız birikimi, yeniden ve toplu olarak kayda geçmiş oluyoruz.

7. Genel Kurultayımıza sunduğumuz Tüzük ve Millî Hükümet Programı, varolan Tüzük ve Program'ın çizgisinde, hayatın önümüze koyduğu bir devrimcileşme ve yenileşmedir.

Yenileşme ve devrimcileşmenin amaçları bellidir: 1. Türk Devrimi'nin 19. yüzyıldan gelen ve bugün yeniden tarih sahnesinde beliren milliyetçi, halkçı ve

sosyalist birikimini vatan savunması görevlerinde ve Kemalist Devrim'i tamamlamak için birleştirmek. 2. Birleşmesi zorunlu olan bu birikimi geçerli ve ortak bir mücadele kılavuzuna kavuşturmak, bilimin

insanlığın ve ülkemizin devrim pratiklerinde geliştirilmiş birikimini benimsemek ve gerçeği olgularda aramak. 3. Partimizi, emperyalizme karşı bütün millî sınıflara önderlik edecek bir bileşime kavuşturmak. Partimizin

esas dayanağı olan emekçi omurgasını milletin katılımıyla güçlendirmek, böylece öncü karakterimizi günün devrimci ihtiyaçlarına göre sağlamlaştırmak.

Bu üç ihtiyaç, Partimiz önderliği tarafından icat edilmemiştir. Geldiğimiz noktada milleti birleştirmek, milletin bütün sınıflarını birleştirmek, yakıcı, önemli bir görev haline

geldi. Biz bunu cepheler kurarak yapamadık. Güçbirliği çabaları gösterdik olmadı. Hayat bizi birlikte mücadele ettiğimiz öncülerle Partimizde birleşmek gibi bir zorunluluk ve sorumlulukla karşı karşıya bıraktı.

Özelleştirmeye karşı işçi mücadelelerinde, köylü kurultaylarında, Bismil, Diyarbakır ve Erzurum Çat mücadelelerinde, Lozan ve Berlin harekâtlarında ve öncüleri birleştirme çalışmalarında bir araya gelen ve başarılar kazanan kuvvet, zaten Partimiz ekseninde bir programa, bir örgütlenmeye, bir disipline kavuşturulmuştu. Bir devrim iki karargâh kabul etmez. Bu kuvvetin ayrı partilere dağıtılması veya parti dışında tutulması, Türkiye'ye değil, emperyalizme hizmet edecekti.

Bu tarihsel anda, bu yenileşmeleri yapmazsak, tarihin dışına düşeceğiz devrimci özelliklerimizi yitirerek milletimize ve emekçilere yabancılaşacağız. O nedenle Tüzük ve

Programdaki yenileşme, Partimizin 40 yıllık mücadelesinin bir verimidir; Türkiye'nin karşılaştığı sorunları çözmeye önderlik etmenin gereğidir; kendi mücadele pratiğimiz içinde deneye sınaya ve başarılarını göre göre

109

Page 110: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

ulaştığımız bir sıçramadır. Partimizin yeni Tüzük ve Millî Hükümet Programı, Türkiye tarihinin en gelişmiş, hayata en uygun, en

devrimci programıdır. En gelişmiştir, çünkü en gelişmiş verilere dayanmaktadır. Hayata uygunluk açısından da gelmiş geçmiş en yüksek olgunluk düzeyini yansıtır. En devrimci programıdır; çünkü Partimizi iktidar amacına yaklaştırmakta, Türkiye tarihinin en ileri pratiklerine yöneltmektedir.

Programın kamucu ve emekçi karakteri

Tüzük ve Programımızın emperyalizme karşı bağımsızlığı amaçlaması, kamu mülkiyetinin öncü rolünü saptaması, hizmet ve bölüşümde

halkçı olması, emekçi karakterini belirlemektedir. Üretimin amacı, özel çıkar değil, toplumun çıkarıdır. Milletin genel çıkarlarını gözetmek, kamu mülkiyeti ile özel girişim arasında uyumu sağlayan temeli oluşturmaktadır.

Programımız, ayrıca Avrasya'dan yükselen çağdaş uygarlığın kamucu ve toplumcu karakterine de vurgu yapmakta, insanlığın artık emperyalist-kapitalist ilişkileri aşmanın eşiğine geldiğini saptamaktadır.

Programımızı, emekçi sınıfları ancak belirleyici bir kuvvet haline getirerek ve seferber ederek uygulayabiliriz. Milletin ağır basan kesimi emekçidir.

Emekçilere yönelen bir partiyiz. Emekçiler, bizden aydınları da kazanmamızı istiyordu. Çünkü halk bilmektedir ki, örgütlü aydını olmazsa, iktidara gelemez ve ülkeyi yönetemez. Partimiz, şimdi bu talebi de hayata geçirmekte, emekçileri aydınlarıyla birleştirmektedir. İşçi sınıfı, önderliğini tarihte hiçbir zaman aşırı vurgularla ve dayatmalarla kabul ettirememiştir. Bu bir siyasal

olgunluk meselesidir. Partimiz, milletimizin en modern ve en örgütlü sınıfı olan işçi sınıfının Önderliğini, milletin bütününün çıkarını savunan, akıllı bir yolgöstericilikle gerçekleştirecektir. Türk Devrimi'nin yatağı

1988 Programımız da, Türk Devrimi dinamiği üzerinde üretilmiştir. Şimdi bu tarihsel tavrımızı daha derinleştiriyor, daha olgunlaştırıyoruz.

Devrim, tarihin içinde yapılır. Zamanın dışında bir devrim olmaz. Her devrim, ülkenin tarihsel birikiminin ürünüdür. Milletlerarası etkenler, o dinamik üzerinde etkileriyle tarihe müdahale ederler. Partimizi, Türk Devrimi'nin yatağına daha sağlam yerleştiriyoruz. Zamanın akışına mevzileniyoruz. On yıllardır yaptığımız budur.

Tüzük ve Programın dilini de, tarihe daha sıkı bağlıyor ve iyice yerlileştiriyoruz. Başka milletlerin hayatlarında üretilmiş kavramların yerine kendi milletimizin devrimci pratiklerinde oluşturulmuş, kendi hayatımıza uyan, kendi milletimizle bizi daha sıkı birleştirecek kavramları yeğliyoruz.

Türk Devrimi, 1876, 1908, 1920 ve 1960 atılımlarında, hep Milliyetçi, Halkçı ve Sosyalist birikimi bir araya getirmişti. İşte biz, bu tarihi yeniden keşfettik. Kızıl Elma diye suçlamaları boşuna değildir. Emperyalizm, teoriden korkmaz, kendisini hedef alan pratikten korkar. Türkiye'nin Milliyetçileri, Halkçıları ve Sosyalistleri, Tekel'lerde, Telekom'larda, Şeker fabrikalarında, SEKA'da, işçi ve köylü kurultaylarında, Seydişehir'de, Ereğli'de, Lozan'da, Bismil'de, Berlin'de birlikte oldular. Biz, tarihin derinliklerinden gelen bu pratiğin Tüzüğünü ve Programını yaptık. Çünkü amacımız, tarihi yeniden yaratacak olan bu pratiği partileştirmektir.

Milliyetçi, Halkçı ve Sosyalistlerin birliği, bizi vatan savunmasına ve ileri mevzilere götürüyor. Öyleyse doğrudur ve olumludur. Teorik gelişme de buradan çıkacaktır ve nitekim buradan çıkmaktadır.

1980 öncesinde Partimiz, sol vicdan ile emekçi vicdanı arasında bir tartışma ve seçim yapmıştı. Vicdan, kendisini sosyalist olarak adlandıran bir azınlığın vicdanı değildir; milletin ve özellikle emekçi halkın vicdanıdır.

Milletin vicdanı, tarih içinde oluşur. Bugün milletimizin ve genel olarak insanlığın vicdanını oluşturan değerler; vatan, millet, bağımsızlık, hürriyet, insanca yaşamak, emek gibi demokratik devrim değerleridir. Türkiye insanını Çanakkale'de, Erzurum tabyasında, Sakarya'da, İzmir yollarında ölüme götüren bir vicdan var. Disiplini sağlayan, milletin ortak vicdanıdır.

IV ÇAĞIMIZ

Devletler bağımsızlık, milletler kurtuluş, halklar devrim istiyor

20. yüzyılın başlarında Lenin ve Mustafa Kemal Atatürk gibi devrim önderleri, dünyanın emperyalist milletler ve ezilen milletler olarak iki kampa bölündüğünü saptadılar. Buna bağlı olarak, devrim, artık burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişmenin değil, emperyalizm ile ülke arasındaki çelişmenin ürünü olacaktı. Ve gerçekten de öyle oldu. 20. yüzyılın bütün devrimleri, Rusya ve Türkiye'den başlayıp Asya, Afrika ve Latin Amerika'ya yayıldı. Artık devrimin merkezi, 19. yüzyıldaki gibi gelişmiş kapitalist ülkeler değil, onların ezdiği ülkelerdi. Devrim, kapitalist Batı'dan yarıfeodal Doğu'ya kaydı. Bu durumda 19. yüzyılın "Bütün ülkelerin işçileri birleşin" sloganı da, yerini "Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen milletler birleşin" sloganına bıraktı. Aslında bu slogan dahi eski teorinin lekelerini taşıyordu ve yeni durumu tam ifade edememişti. Çünkü dünya işçilerinin büyük çoğunluğunu oluşturan emperyalist ülkelerin işçi sınıfları, emperyalist milletin bir parçası haline getirilmişti ve sistemin denetimi altına alınmıştı. Dünya işçilerinin çoğunluğunun birliği, bu koşullarda sistemin denetimi altındaki bir birlikti. Mao Zedung, 1970'lerde "Devletler bağımsızlık, milletler kurtuluş, halklar devrim istiyor" sloganıyla yeni durumu saptadı.

Bugün emperyalizmin küreselleşme veya "Yeni Dünya Düzeni" dediği saldırı karşısında, dünya devrimi, millî

110

Page 111: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

devletleri koruma ve devrimlerle yeniden yapılandırma mevzisinde direnmektedir. Devletlerin bağımsızlık için direnme ve mücadelesi, devrimin birinci kuvvetidir. Çin, Rusya, Kore DHC,

Vietnam, Hindistan, Malezya gibi Asya devletleri; Küba, Venezülla ve Bolivya örneğinde Latin Amerika devletleri; İran ve Suriye örneğinde Ortadoğu devletleri; Zimbabve ve Sudan örneğinde Afrika devletleri, bugün ABD merkezli emperyalist saldırıya karşı direniyorlar.

Milletlerin kurtuluş mücadeleleri, bugün Irak ve Afganistan örneklerinde görüldüğü gibi, ABD emperyalizmine kök söktürmekte ve onu yenmektedir.

Halkların devrim mücadelesi de, daha çok bu ülkelerin ufuklarında görülen bir olaydır. Emperyalizmin merkezleri olan ABD, Avrupa ve Japonya'daki sınıf mücadeleleri ise, tarihin en geri düzeyine

inmiştir. Ancak Asya, Latin Amerika ve Afrika devletlerinin direnişiyle emperyalizmin derinleşen krizi, bu ülkelerdeki sınıf mücadelesini tetikleyecektir. Kapitalist ülkelerin işçi sınıfları ve dünya işçilerinin birliği, o zaman devrimci nitelik kazanacaktır.

Kapitalizmin mafyalaşması ve ortaçağ ilişkilerinin hortlaması

Kapitalizmin emperyalizm aşamasına gelmesiyle çürüme dönemi de başlamıştı. 20. yüzyılın sonlarından itibaren görülen mafyalaşma, bu çürümenin ulaştığı boyutları sergiliyor. Artık emperyalist sistem, merkezlerinde olsun çevre ülkelerde olsun, mafyaların yönetimindedir. Mafyalaşma, demokratik devrim kazanımlarının yıkımını hızlandırmış ve özellikle kültürel-ideolojik düzlemde ortaçağa geri dönüş sürecini kamçılamıştır Büyücülük, falcılık, tarikatlar gibi kapitalizm öncesi çağların kurum, ilişki ve hurafeleri, emperyalizmin merkezlerinde ve çevresinde yayılmakta ve toplumları denetleme araçları olarak kullanılmaktadır. ABD ideologlarının ortaya attığı "dinler arası çatışma" teorileri ve Haçlı Seferi ilanları, bu dönemdeki gericileşmeyi yansıtmaktadır. ABD'nin etnik gruplar, mezhepler ve tarikatlar üzerinden yürüttüğü yıkıcı ve bölücü faaliyetleri sonucu bazı ülkeler parçalanmış, kurtuluş savaşlarıyla kurulmuş bazı millî devletler yıkılmışlardır. Emperyalist merkezlerde demokratik devrimlerin ve çevre ülkelerde millî demokratik devrimlerin birçok kazanımı tasfiye edilmiştir. ABD, İngiltere, Fransa, Almanya gibi gelişmiş denen ülkeler bile, özellikle kültür ve ideoloji düzleminde demokratik devrimlerle elde ettiklerini terk etmişlerdir. İngiltere, Belçika, Hollanda, Danimarka, Norveç, İsveç gibi Batı ülkelerinin birçoğunda krallıklar hüküm sürmektedir.

Küreselleşme sürecinde, halkın talepleri ve mücadelesi, demokratik devrimler çağından farklı değildir. İnsanlık, millî devletleri, kamu iktisadi kuruluşlarını, başka deyişle devlet kapitalizmini, kamu hizmetini, sosyal devleti, sendika hakkı gibi burjuva demokratik hakları, laikliği, tarikat ve cemaatlerden kurtulmayı savunma mevzilerinde bulunuyor. Sovyetler Birliği'nde kapitalizme geri dönüş ve Çin'de sosyalizm

Ekim Devrimi'nden sonra "proletarya devrimleri çağı"nın açıldığı öne sürülmüştü. Daha sonra bir dünya devrimi beklentisinin gerçekçi olmadığı görüldü ve çağ da "proletarya devrimleri ve millî kurtuluş savaşları çağı" diye tanımlandı. Dünya devrimi teorisinin artık geçersiz olduğunun kabulüyle birlikte, Sovyetler Birliği'nde "milliyetçilikle suçlanan "tek ülkede sosyalizmi kurma" teorisi ortaya kondu ve Sovyetler Birliği, İkinci Dünya Savaşı'nda anavatanı savunma savaşı verdi. 1950'lerin sonlarına doğru Sovyetler Birliği'nde sosyalizmden geri dönüş süreci başladı ve 1990'da Gorbaçov ve Yeltsin türünden Komünist Partisi yöneticileri. Sovyetler Birliği'nin kapitalizme döndüğünü ilan ettiler. Doğu Avrupa ülkelerinde de sosyalizmin yıkılması olayı yaşandı. Asya'nın Batı'sındaki bu gerilemeye karşılık sosyalizmin Asya'nın Doğusu'nda mucizeler yaratması çok anlamlıdır ve çağımız gerçeğini gösterir. Çin Halk Cumhuriyeti, Vietnam, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, Küba gibi sosyalist ülkeler, sosyalizmin alt basamaklarında olduklarını saptıyorlar ve birçok alanda millî demokratik devrimi tamamlama programını uyguluyorlar. Emperyalizm, milli demokratik devrimler ve sosyalist devrimler çağı

20. yüzyıla toplam olarak baktığımız zaman, insanlığın Emperyalizm, Millî Demokratik Devrimler ve Sosyalist Devrimler Çağı'nda olduğunu saptıyoruz. Bugün dünya gündeminde, devletlerin bağımsızlık mücadeleleri işgale karşı kurtuluş savaşları ve Çin'de sosyalizmin kumUCS sürecini görüyoruz. Dünya ölçeğinde devrimci mücadele esas olarak savunma konumundadır. Ancak sosyalist Çin Halk Cumhuriyetin önlenemeyen yükselişi, ABD'nin inişi, Ortadoğu'da emperyalizme karşı kazanılan başarılar ve Latin Amerika'daki Bolivarcı bağımdık dalgası, dünya devriminin yeni bir yükseliş dönemine girdiğini göstermektedir.

V

YOL GÖSTERİCİ

Gerçeğe dayanmak, halkla birleşmek ve iktidara yönelmek

Stratejik bir kararla Partimizi Türk Devrimi yatağına oturtuyoruz ve Türk Devrimi'nin Milliyetçi, Halkçı ve Sosyalist birikimini iktidar hedefiyle öncü partimizde topluyoruz.

Bu birikimin kuşkusuz ortak bir yol göstericisi vardır, o da bilimdir. Büyük devrimci önder Atatürk, "Hayatta en hakiki yol gösterici bilimdir" sözüyle Türk Devrimi'nin 19. yüzyıldan üçüncü binyıla uzanan kılavuzunu belirlemiştir.

Böylece Partiyi iknada ve toplumu iknada tek bir gönderme düzlemi, tek bir kaynak belirlemiş oluyoruz. Halkı

111

Page 112: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

seferber ederken kullandığımız bilimsel kaynaklarla, partinin yolunu belirlemede kullandığımız kaynakları tek bir düzleme indiriyoruz, ikiliği kaldırıyoruz. Toplumun ve partinin paylaştığı tek bir dünya ve Türkiye gerçeği vardır; ayrı gerçekler bulunmuyor. İşte o gerçekliğe dayanarak, Parti'nin önündeki yolu çizeriz ve halkı o yolda mücadele için harekete geçirebiliriz. Halk iktidarını kurabilmek için yeterli kuvveti toplama gereği, bizi böyle bir icatta bulunma noktasına getirmiştir. Partimizin hayatında çok önemli bir gelişmenin eşiğindeyiz. Bilim tarihi

Bilim, sınıflı topluma, devlet kuruculuğuna, özetle uygarlığa geçişle başlar. Sınıfsız toplumda büyücülükle iç içe olan bilgi dağarcığı, sınıflı toplumda özel bir uğraş olur ve gelişir. Bilimi köleci ve feodal devletler ve imparatorluklar kurmuş ve geliştirmiştir.

Bilimin uygarlığın doğuşundan sonraki ilk önemli sıçraması, kapitalizmle gerçekleşti. Demokratik devrimler, bilimin önünü açtı: Rönesans, Aydınlanma, arkasından Sanayi Devrimi'yle o çağın önemli bilimsel atılımları yaşandı.

20. yüzyılın sosyalist ve millî demokratik devrimleri, bilimi boğan emperyalist sisteme ağır darbeler indirerek, bilimin insanlığa yayılma sının itici gücü oldular. İşte Bilimsel

Sosyalizm, bu tarihsel süreçte Marks ve Engels tarafından insanlığın bilgi birikimine dayanarak ortaya kondu ve geliştirildi. Kapitalist ülkelerin ciddî bilimsel çevreleri Bilimsel Sosyalizmin kurucusu Marks'ı bugün de son yüzyılların en önemli bilim ve düşün adamı olarak kabul etmektedirler. Bilimsel Sosyalizmin üç kaynağı

İnsanlığın bilgi hazinesinden ayrı ve o birikimin dışında bir Bilimsel Sosyalizm yoktur. Marks'ın kendisi Bilimsel Sosyalizmi burjuva kaynaklardan beslenerek kurmuştur. Marksizm'in üç kaynağı vardır:

Birincisi, Alman burjuva felsefesidir. İkincisi, İngiliz burjuva iktisadıdır. Üçüncüsü, Fransız burjuva sosyalizmidir. Marks, 1852'de arkadaşı Weydemeyer'e yolladığı meşhur mektupta, insanlığın teori birikimine yaptığı katkıyı

şöyle özetlemiştir: "Modern toplumda sınıfların varlığını ve bunlar arasındaki mücadeleyi keşfetmiş olma şerefi bana ait

değildir. Burjuva tarihçileri bu sınıf mücadelesinin tarihsel gelişmesini, burjuva iktisatçıları da sınıfların iktisadî yapısını benden çok önce açıkladılar. Benim yeni olarak yaptığım, sadece şunları açıklamak olmuştur: 1. Sınıfların varlığı, sadece üretimin gelişmesindeki belli tarihsel aşamalara bağlıdır; 2. Sınıf mücadelesi kaçınılmaz olarak proletarya diktatörlüğüne yol açar; 3. Bu diktatörlüğün kendisi, sadece, bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız topluma geçişi oluşturur."

Marksizm, demokratik devrimlerin burjuva bilimsel birikimi üzerine kurulmuştur; başka bir temel üzerine de oturamazdı. Çünkü gökten inmemiştir. Bilimsel Sosyalizmin 160 yıllık demokratik devrim zemini

Belki daha da önemlisi, Bilimsel Sosyalizm, Marks ve Engels'ten sonraki gelişme sürecinde de bütün atılımlarını, millî demokratik devrimler zemininde gerçekleştirmiştir. Sosyalizmi kurma tecrübelerinin bu zeminin devamı olduğu ortaya çıkmıştır. Geri dönüş dersleri olsun, Çin'in izlediği gerçeklerden hareket eden çizgi olsun, bunu kanıtlar.

Marks'ın öğretisi, Avrupa merkezli idi. Çünkü gelişmiş kapitalizm ve işçi sınıfı Avrupa'daydı ve dünya devriminin merkezi bu kıtaydı. Buna rağmen Marks, Avrupa'nın gericiliği zayıflatan millî devrimlerini destekledi. Yine Marks, Avrupa'da 19. yüzyıl devrimlerinin başarısızlığını incelerken, köylü kitlelerinin devrime kazanılmamış olmasına dikkat çekti. Köylü, Marks için hâlâ önemliydi. Çünkü Avrupa, hâlâ

esas olarak demokratik devrim tecrübelerini yaşıyordu. Paris Komünü olağandışı bir gelişmeydi ve başarısızlığa uğradı.

Eğer Bilimsel Sosyalizm, 20. yüzyılda Avrupa merkezli kalsaydı, çürüyecekti. 19. yüzyıl sonunda kapitalizmin emperyalizme dönüşmesi sonucu dünya Ezen Milletler ve Ezilen Milletler olarak iki kampa ayrıldı. Artık Avrupa, dünya devriminin merkezi değil, gericiliğin merkezi olmuştu. Devrimin merkezi Doğu'ya, Asya'ya kaydı. Bu koşullarda Bilimsel Sosyalizm, bu kez Avrupa'nın değil, Asya'nın millî demokratik devrimleri zemininde gelişti. Teorik birikime katkılar, Lenin'den Mao'ya doğru gittikçe daha çok Asyalılaşan bir süreçte oldu.

Lenin, Marks'ın Avrupa merkezli devrim teorisinin artık geçersiz olduğunu açıkça saptamıştı. Nitekim 20. yüzyılda devrim, proletarya ile burjuvazi arasındaki mücadelenin ürünü değil, emperyalizme karşı mücadelenin ürünü oldu; emperyalizmin zayıf halkalarında gerçekleşti. Lenin, devrimin 20. yüzyılda emperyalizme karşı, millî karakterde olacağını saptamıştır. Millî devrimcilik ilerici, Avrupa'nın sosyaldemokrasisi ise gericiydi. Marks zamanında devrimin Avrupa çapında ve uluslararası karakterde olacağı öne sürülmüşken, Lenin ve Stalin, "tek ülkede sosyalizmin yaşayabileceği" teorisiyle sosyalist devrimlerin de millî zeminlerde gerçekleşeceğini ve yaşayabileceğini gördüler. 20. yüzyılın bütün devrimleri, Lenin'in teorisini doğruladı. Avrupa merkezli milletlerarası devrimin yerini Asya merkezli millî devrimler aldı. Uluslararası dayanışma artık milli devrimlerin dayanışmasıydı.

20. yüzyılın ilk devrimi olan Sovyet Devrimi, Avrupa'nın doğusunda ve Asyalı toplumsal ve ekonomik koşullarda, işçi köylü ittifakıyla gerçekleşti. Lenin, 1921 Yeni Ekonomi Politikasıyla (NEP) burjuvaziye de bir

112

Page 113: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

süre alan açtı. Demokratik devrim, aslında devam ediyordu. Sovyetler Birliği'nin başında bulunan Stalin yönetimi, kolektifleştirmeyi 1929 yılında bile erken buluyordu. Ancak dünya savaşının yaklaşması ve zengin köylülerin şehirleri aç bırakması üzerine kolektifleştirme zorunlu ve olağanüstü bir uygulama olarak başlatıldı. Köylerde toprak üzerindeki özel mülkiyeti tasfiye eden bu uygulama, Sovyetler Birliği'nde tarım üretiminde yarattığı zayıflıklar yüzünden geri dönüşün zeminini yaratan yönleriyle de ele alınmıştır.

Bilimsel Sosyalizmin üçüncü büyük atılımı, Sovyetler Birliği'nin doğuşunda, Asya'da gerçekleşti. Mao Zedung'un katkıları da, hep millî demokratik devrim eksenlidir. Köylülüğün esas güç olması, işçi köylü ittifakı, şehirlerin köylerden kuşatılmasını içeren uzun süreli halk savaşı; bu teorinin önemli başlıklarıydı. Devrim, yalnız Çin'de değil, bütün dünyada kapitalizmin merkezlerinden çevresine, şehirden köye, işçi sınıfından köylülüğe doğru kaymıştı.

Daha önemlisi Mao, sosyalizm pratiklerini değerlendirerek, kolektif mülkiyete geçişin esas olarak tamamlanmasından sonra da kapitalizme, hatta ortaçağ koşullarına geri dönüşün mümkün olduğunu ortaya koydu. 20. yüzyılın sosyalizmi kurma girişimleri, görece geri ülkelerde gerçekleşmişti ve bu girişimlerin henüz hiçbiri tamamlanmadı. Bu nedenle Lenin, Sovyetler Birliği'nde sosyalizmin inşasına girişirken yaptıkları işin o gün için "burjuva haklarını koruyan, kapitalistlerin, madiği bir burjuva devleti kurmak" olduğunu söylemişti. Çünkü emeğe göre bölüşüm, kapitalizmin bölüşüm ilişkisinden başka bir şey değildi. Bu nedenle Mao Zedung, Lenin'in yukarıdaki saptamasına gönderme yaparak, "İşte bizim kurduğumuz devlet de böyledir; eski toplumdan pek az farklıdır." belirlemesinde bulundu.

Sosyalizmin üst yapısı, burjuvazisiz burjuva devletidir; alt yapısı ise sömürüsüz burjuva bölüşüm ve değişim ilişkileridir. Sosyalizmi kurma çabalan, demokratik devrim görevleriyle iç içe geçmiştir. O kadar ki Rusya ve diğer ülkelerde geri dönüş sonucu yarı ortaçağlı mafya rejimleri ortaya çıktı.

Sosyalizmi kurma çabaları da gösterdi ki, aslında dünya "proletarya devrimleri çağı"nı değil, öncelikle millî demokratik devrimler çağını yaşıyordu. Kapitalizmin gelişmediği ülkelerde gerçekleşen sosyalizmi kurma çabaları, adı sosyalist olmakla birlikte çoğunlukla demokratik devrim aşamasının pek ötesine geçememişti. Mao'nun bu deneyimlere ilişkin teorik katkıları, hep sosyalizmin uzun sürecek bir geçiş aşaması olduğunu vurguladı. Bu süreç boyunca, üretim araçlarının mülkiyetinin esas olarak kolektifleştirilmesinden sonra dahi kapitalizme geri dönüş tehlikesi bulunduğu tecrübeyle kanıtlandı. Sosyalizme ilişkin teorik katkılar, Asya gerçekleri temelinde, başka deyişle demokratik devrim zemininde yapılıyordu. İşte bu gerçeklerden hareketle Çin Komünist Partisi, sosyalizmin alt basamaklarında olduğunu

saptamaktadır. Uygulanan ekonomi, Çin gerçekleri temelinde planlı ve karma ekonomidir. Kamu mülkiyeti ile özel mülkiyet yan yanadır ve hatta rekabet halindedir. Çin, millî demokratik devrimi tamamlamak ile sosyalizmi kurmak görevlerini birlikte yürütmektedir ve bu dönemin daha uzun zaman süreceğini saptamaktadır.

Diğer sosyalist ülkeler, Vietnam ve Küba da, Çin'i örnek alıyorlar. Vietnam, Çin çizgisindedir. Küba ise, sağlık ve eğitim alanı dışında sosyalizm mevzilerinden büyük ölçüde geri çekilmiş ve demokratik devrim mevzilerine yerleşmiştir. Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti de, benzer süreçlerin eşiğindedir.

Bu kısa tarihçe göstermektedir ki, Bilimsel Sosyalizm, 20. yüzyılda Avrupa merkezli kökleri nedeniyle karşılaştığı her krizi, Asya'nın demokratik devrim dalgasından kuvvet alarak çözmüştür. Çünkü devrimin merkezi olan Ezilen Dünya, millî demokratik devrim çağındadır. Gelişmiş olduğu söylenen Batı'nın kapitalist ülkeleri, devrim coğrafyasının kenarına düşmüştür ve Ezilen Dünya'nın yükselişi onu devrimin merkezine çektiği zaman, bu çürümeyi, öncelikle emperyalizme ve mafya düzenine karşı bir tür demokratik devrimle aşacaktır. Gelişmiş denen emperyalist-kapitalist ülkeler dahi, bugün sosyalizm aşamasında değillerdir. O ülkelerin de önündeki devrim, öncelikle emperyalizmi ve mafyalaşmayı temizleyecektir. Bu aşama, hızla geçilebilir ve geçilecektir, ama yine de aşamadır.

Kuşkusuz insanlık ancak büyük toplumsal projelerle ve ancak kamu mülkiyetiyle çözeceği sorunlarla karşı karşıyadır. Bununla birlikte dünya kapitalist ülkelerde, hatta sosyalizmi kuran ülkelerde bile, özel mülkiyetin kökten ve her alanda tasfiyesinin mümkün olduğu bir aşamaya henüz varmış değildir.

Bilimsel Sosyalizm, ortaya çıktığı 1848 devrimlerinden bu yana 158 yıl geçmesine rağmen, hâlâ o günkü gibi, demokratik devrim pratiklerinde geliştirilmektedir.

Bilim, yaşanmayan olgular ve henüz ulaşılmayan süreçler üzerinde varolmaz. Dünün olguları veya geleceğin varsayımları, bilim kisvesi giydirilerek bugüne taşınamaz. 19. yüzyıl Avrupa'sının proletarya-burjuvazi çelişmesi ekseninde üretilmiş devrim teorilerine saplanıp kalmış olanlar, yarınların gerçeğini de arkada kalan geçmiş üzerine kurmaktadırlar. Bu nedenle demokratik devrimlerin birikimi ile sosyalizm arasına kalın duvarlar çekiyorlar. Böyleleri her zaman oldu. Onlar, 1871 yılında Alman Birliği'ni, yani demokratik devrimi desteklediği için, Marks'a "Bismarck'ın uşağı" dediler. Lenin'i, Robespierre'in önadına gönderme yaparak, "Maksimilian Lenin" veya "Millî darkafalı" diye karaladılar. Mao'yu "Zengin köylü çizgisi" izlemekle suçladılar. Bize de 1960'lardan beri "Kemalist" diyorlar. Onlar, çağımız devrimciliğinin demokratik devrimlerden beslendiğini anlamadılar. Oysa Doğu'da patlayan fırtınalar, başka deyişle yaşanan çağın Asyalı dalgaları, hep onların yapay duvarlarını yıktı ve bilim bu gerçeklik zemininde gelişti.

Marks'tan başlayarak Bilimsel Sosyalizmin bütün teorik atılımları, demokratik devrimlerin yeniden keşfinden başka bir şey değildir. Partimiz işte bu keşfi berraklaştırmak ve teorik düzeye yükseltmekte, bilimi ve onun verileri üzerine kurulan bilimsel sosyalist teoriyi demokratik devrimler zeminindeki gerçek yerine oturtmaktadır. Teoriyi bilimin doruğunda kurmak

Bilimsel sosyalizm bilimin doruğudur. Ancak bu dorukta olmayı, Tanrı tarafından bağışlanmış bir pare olarak görmek, metafiziğin doruğudur. Bilimsel Sosyalizmi, demokratik devrimlerin mirasından koparanlar aslında işte

113

Page 114: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

o metafiziğin doruğuna tırmanmaktadırlar. Çünkü yükselebilecekleri başka bir basamak bırakmıyorlar. Hiç kimse her hangi bir tezi, bu bilimsel sosyalisttir diye bilimin doruğuna oturtamaz. Herhangi bir tezin

bilimin doruğunda olmasını belirleyen, Bilimsel Sosyalizmle kurduğu bağlantı değil, fakat bilimin gerçekten doruğunda olması, yani o güne kadarki bilimsel verilere dayanması ve bilimsel bir yöntemle üretilmiş olmasıdır. Bilimsel Sosyalizm gerçeklerin keşfine, bilimin gelişmesine yaptığı katkılarla doruğa tırmanmasına devam eder. Yoksa bilimin doruğunda Bilimsel Sosyalizm için, bir taht kurulmuş değildir. Bilimsel Sosyalizm adına ileri sürülen tezler, kendiliğinden bilimin doruğuna yerleştirilemez. Bilimsel sosyaüst teori, hayatın akışından ve bilimin en geliştirilmiş verilerinden beslenir. Yoksa Bilimsel Sosyalizmi dogmalaştırmış oluruz; Bilimsel Sosyalizmi bir çuval gibi bilimin başına geçirmiş oluruz. Bu tavır, Bilimsel Sosyalizmi hayattan kopartır ve köreltir; öte yandan bilimin geliş. mesine katkı yollarını da kapatır.

Bu durumda bilimin doruğunu iyi tanımlamamız gerekiyor. Bilimsel kaynaklar ve veriler, bizim üzerinde teori kuracağımız birikimdir. O birikimin tek bir ölçüsü vardır, o da hayattır; olgulardır. Buğdayın topraktan beslenerek filizlenmesi gibi, Bilimsel Sosyalizm de bilimden beslenerek büyüyecektir. Buğdayın sapında ve başaklarında bulunan bütün maddeler, sonuç olarak köklerindeki toprakta ve suda mevcuttur, Böyle bakarsak, bilim ile Bilimsel Sosyalizmin maddesinin aynı olduğunu saptayabiliriz. Partimiz içindeki ikna süreçlerinde kullanacağımız malzeme, işte bilimin ortaya koyduğu bulgulardır; hayatın kendisidir. Bilim için gerekli teori

Bilim yapmak için, başlangıçta bir teorinin olması şarttır. Bilimsel Sosyalizmden vazgeçmek, bu anlamda bilim için gerekli teorik anahtarı kaybetmektir. Ancak bu teorik anahtar kimseye dayatılamaz.

Bu nedenle arkamızdaki bilgi birikimini, bu bilimsel sosyalist teoriye aittir, şu ait değildir diye ayıramayız. Bu doğrudur, şu doğru değildir diye ayırabiliriz. Teori, hayatı kavrayabildiği kadarıyla bilimseldir. Teorinin doğrulanan, yaşayan dağarcığı bilimseldir; yanlış çıkan, ölen unsurları ise artık bilimsel değildir. Bilim düzleminde ölçüt, Bilimsel Sosyalizme uygunluk değildir; bilimsel yöntemlerin kullanılmasıdır; hayata uygunluktur. Bu ölçütler, bizi bilim düzlemiyle buluşturuyor. Partinin kılavuzunu o düzleme oturtuyoruz. Kemalist Devrim ve Bilimsel Sosyalizm

Teorimizi, programlarımızı, strateji ve taktiklerimizi, küreselleşme denen karşıdevrimi yaşayan bir dünyada ve Kemalist Devrim'in yıkıldığı Türkiye koşullarında üretiyoruz. Yürüttüğümüz mücadele de, bu zemin üzerindedir. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde nasıl Lenin ve Mustafa Kemal, yalnız devrimci pratiklerde değil, teoride de buluştularsa, bu gün de demokratik devrimlerin bilimsel verileri ile Bilimsel Sosyalizmin teorik kazanımları, yine aynı buluşma zeminindedir.

Bu buluşma yalnız Türkiye'de gerçekleşmiyor. Latin Amerika'da Bolivarcılık ile Bilimsel Sosyalizm buluşmuştur. Ortadoğu'da Nasırcılık ve BAAS, hep sosyalizmin bir dalı olarak varolmuştur. Çin'de Mao'nun geliştirdiği Bilimsel Sosyalizm, Sun Yatsen'le olan bağlarını her kritik süreçte tazelemiştir. Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti'nde Bilimsel Sosyalizm, millî köklere sarılarak Cuçe düşüncesi olarak sunulmuştur. Afrika ülkelerinde sosyalizm, Afrikalı köklerden kuvvet alarak geliştirilmiştir. Görüldüğü gibi Bilimsel Sosyalizm ile millî biçimlerde sunulan sosyalizmlerin iç içe geçmesi olayı, çağımıza özgüdür ve Asya, Afrika ve Latin Amerika'nın ortak gerçeğidir. Bizim meselemiz, hayatta olan buluşmayı, teoride de gerçekleştirmektir.

Türkiye'nin tecrübe birikimi, aynı zamanda bilim ve düşün birikimidir. Önümüzdeki pratik ve bilimsel gelişme, o birikimden beslenerek olacaktır. Her ırmak kendi yatağında akar; kendi dere ve çaylarından, kendi dağlarından beslenir. Kuşkusuz bütün millî süreçlerin milletlerarası beslenme kaynakları da vardır. Onların bilince çıkarılması da bizim işimiz olmuştur.

Atatürk, Kemalizmi, CHP'nin 1931 ve 1935 programlarında ve 1937 yılında kendi elyazısıyla hazırladığı program çalışmalarında, bir "düşünce sistemi" olarak değil, bir devrimci pratik olarak tanımladı: "Türk Devrimi'nin başlangıcından bugüne kadar yapılmış olan işler."

Kemalist Devrim'in yaptığı işleri incelediğimiz ve milletlerarası kaynaklarına girdiğimiz zaman, sosyalizmle arasındaki bağlantıların ve ortaklıkların bugüne kadar bilinenden çok daha derin ve güçlü olduğunu saptıyoruz. Kemalizm ile Bilimsel Sosyalizm arasında sanıldığı gibi duvarlar olmadığını, kuyulardan gerçekleri çıkardıkça daha iyi öğrenmeye başladık.

1960'larda sosyalist hareket, bir yandan Kemalist Devrim'den kuvvet alan gerçekçi ve doğru bir tavır içinde oldu. Öte yandan aynı dönemde, 1938 sonrasında ve özellikle Soğuk Savaş döneminde Kemalizmin içinin boşaltılmasının ve yeni uydurulan "Gardrop Atatürkçülüğü" nün eleştirilmesi gerekiyordu. O sırada Bilimsel Sosyalizmin bağımsız geliştirilmesi ve Atatürkçülük ile sınırlarının belirlenmesi, hem öncünün ideolojik inşası, hem de Kemalist Devrim gerçeğinin yeniden keşfi açısından yararlı olmuştur. Kemalist Devrim gerçeğinin ve davasının bugüne taşınması, dikilen heykellerle değil, fakat Partimizin önderlik ettiği bu eleştiriyle olmuştur. Burada Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Doğan Avcıoğlu, Attila İlhan, Prof. Dr. Muammer Aksoy, Prof. Dr. Bahri Savcı, Prof. Dr. Cahit Talas, Suphi Karaman, Prof. Dr. Mümtaz Soysal, Prof. Dr. Sina Akşin, Ahmet Taner Kışlalı, Prof. Dr. Alparslan Işıklı gibi fikir ve mücadele öncülerinin çabalarını da saygıyla anmak gerekir. Onlar "Gardrop Atatürkçülüğü"ne karşı mücadele yürüttüler ve Kemalizmin sosyalizmle buluşan devrimci içeriğini son elli yılın kuşaklarına anlattılar.

Türk Devrimi, bugün Kemalist Devrim'i tamamlama aşamasındadır. Atatürk'ün önümüze koyduğu milli demokratik devrim yarım kalmış, hatta büyük ölçüde yıkıma uğramıştır. Kemalist Devrim'in tamamlanması, bu

114

Page 115: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

devrimin beslenme kaynaklarının ortaya konmasını zorunlu kılmaktadır. Türk Devrimi, her devrim gibi kuşkusuz millidir ve her devrim gibi Atatürk'ün deyişiyle dünyadaki büyük devrim cereyanlarının bir parçasıdır. Büyük Fransız Devrimi, Narodnizm (Halkçılık) ve Sovyet Devrimi'nin Türk Devrimi üzerindeki etkilerini saptamadan Kemalist Devrim'i anlamak mümkün olmamıştır.

Kurtuluş Savaşı'nı hangi ideolojiyle yaptığımızı, bugün yeniden belirlemek zorundayız. Ankara'daki devrimci karargâhın resmi görüşlerini dile getiren Hâkimiyeti Milliye başyazıları, 19 Eylül 1920 günü Meclis'te okunan Atatürk'ün Halkçılık Programı, 20 Ocak 1921 Anayasası, bu sorunun cevabını belgelemiştir. Bu belgelerde, emperyalizm ve kapitalizmden kurtuluşu amaçlayan bir program, millî hakimiyete dayanan bir halk hükümeti kurulması, her kademede şuralarla (Sovyetlerle) hayata geçirilen bir yönetim sistemi, "Türk Komünizminin Rus Bolşevizminden bağımsız olarak gelişeceği" öngörülmektedir. Atatürk'ün bu anlayışla Komünist Enternasyonal'e girmek için başvurduğunu, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras anlatır.

Atatürk'ün sosyalizmi benimsemesinin, ta gençlik yıllarına, 1904 ya lına kadar uzandığı, Genelkurmay Arşivi'nde saklanan belgelerle doğrulanmıştır. Genç Mustafa Kemal. 23 yaşında Harp Akademisi'ndeyken not defterine "Evvela sosyalist olmalı, maddeyi anlamalı" diye yazmıştır. 1920'de ve 1930'larda da, Devlet Sosyalizmi'ni açıkça savunmuştur.

Kendisini Atatürkçü sayanlardan bazıları, Atatürk Devrimi'nin sınıfsallığını anlamak istemiyorlar. Atatürk sınıf gerçeğini reddetmiştir diyenler bile vardır. Peki, emperyalizme karşı mücadele; sultanlığın, ağalığın, beyliğin şeyhliğin kaldırılması, tekke ve zaviyelerin tasfiyesi, bütün bu uygulamalar sınıfsal değil midir?

Burada mesele, hangi sınıflara karşı ve hangi sınıflarla beraber olunacağını doğru saptamak, doğru mevzilenmektir. Atatürk, bu tarihsel materyalist tavrı, konuşmalarında ortaya koymuştur. "Biz, işçisinden sermayedarına kadar mazlum bir milletiz" demiştir. Bu sınıfsal bir tahlildir ve doğrudur. Lenin de Türkiye'yi öyle tahlil etmiştir.

Atatürk, çağdaş uygarlığı hiçbir zaman Batı uygarlığı olarak tanımlamadı. Atatürk'e göre, "Uygarlık evrenseldir ve ona kayıtsız kalanlar yanar kül olur." Atatürk'te kültür ve uygarlık, Ziya Gökalp'teki gibi iki farklı kavram değildir; tektir, birdir ve evrenseldir.

Partimizin programını Türkiye devriminin dinamiğine oturttuk ve dilini de Türk Devrimi'nin dağarcığından seçmeye özen gösterdik. Biz Atatürk'ten alıyoruz, ama Atatürk de insanlığın o günkü birikiminden almıştı.

Bu gerçekler karşısında, sosyalistler Kemalizm ile kendi arasına duvar çekmeyecek, aynı şekilde kendisini Kemalist olarak tanımlayanlar da, Kemalizmi Bilimsel Sosyalizmden koparmaya kalkışmayacaklardır. Her iki yanlış tavır, hem gerçekten ayrılmada, hem de Kemalist Devrim'i tamamlama görevinden vazgeçmede buluşmaktadır.

Duvarları, bilimsel olmayan görüşlere, hurafe ve safsataya karşı kuracağız. Anlamlı ayrım, "Bu Kemalist'tir, şu sosyalisttir" değil, "Bu hayata uygundur, şu hayata uygun değildir" tavrındadır.

Ezilen Dünya'nın demokratik devrimciliği, Sosyalizm ile Milliciliğin bileşimidir. Emperyalizm çağında, bir Ezilen Dünya ülkesinde, demokratik devrimi sonuna kadar götürebilmek için, sosyalizmden beslenmek ve sosyalizme yönelmek gerektiği bütün deneyimlerde doğrulanmıştır. Çin Halk Cumhuriyeti, demokratik devrimini arasız devrimlerle sosyalizme ulaştırabildiği için bugün "mucize" olarak tanımlanan o büyük atılımını gerçekleştirmektedir. Türkiyemiz ise, Kemalist Devrim'i tamamlayamadığı ve Atatürk'ün "arasız devrimler" çizgisinde sosyalizme ilerleyemediği için, Kemalist Devrim'in kazanımlarını da büyük ölçüde kaybetmiştir. Cumhuriyet'in "Durursak yıkılırız" saptaması, ne yazık ki olumsuz yönüyle doğrulanmıştır. Kemalizm ile sosyalizm arasına örülen duvarlar yıkılıyor

Biz, Kurtuluş Savaşımızı Kemalizm ile Sosyalizm arasına duvar koymayarak, hatta ikisi arasındaki birlikteliği vurgulayarak kazandık. Şimdi yine o konumdayız. Türkiye'nin başı dara girdi mi, o duvarlar yıkılıyor.

Bunun en etkili kanıtı, 30 Ağustos'tan sonra Genelkurmay Başkanımızın ve kuvvet komutanlarımızın konuşmalarıdır.

Silahlı Kuvvetlerimizin komutanları, en önemlisi, "Kemalist Devrim'i ilerletmek" programını benimsemişlerdir. Buna bağlı olarak, milliyetçiliğimizin "evrensel kapitalizme ve emperyalizme karşı" olduğunu saptadılar. Yine

milliyetçiliğimizin ortaçağ kurum ve ilişkilerini tasfiye etmek ve milleti bu temelde oluşturmak anlamına geldiğini belirttiler; milliyetçiliğin devrimci karakterini ortaya koydular. Türkiye sınırları dışındaki Türkleri kapsayan bir Türkçülük anlayışını açıkça reddettiler ve hangi etnik kökten gelirse gelsin Türkiye'de yaşayan bütün halkı kucaklayan anlayışı vurguladılar. Atatürk'ün, Partimiz tarafından onyıllardır işlenen "Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir" tanımını savundular.

Yine Sayın Genelkurmay Başkanı, bugün irticanın yönetimin tepelerinde olduğunu açıkça belirtti. Bizim Haçlı irtica brifinglerimizde açıkladığımız gerçek de bu değil miydi? Deniz Kuvvetleri Komutanı, "Tarikat ve cemaatler Anadolu'nun bağrında boğulacaktır" dedi. Doğrudur, Cumhuriyetin yumruğu ortaçağın tepesine inecektir. İnmezse, ortaçağ güçleri Cumhuriyetin tepesine bineceklerdir. Bütün demokrasiler, ortaçağ ilişkilerini tırpanlayan devrimci yönetimlerin ürünüdür.

Türk Devrimi, yüz elli yıldan beri sivil ve asker öncülerin önderliğinde ilerliyor. Bu olay, Ezilen Dünya'ya, hatta bütün demokratik devrimlere, bütün devrimlere Özgüdür ve Türk Devrimi'nin de tunç yasasıdır.

Türk Devrimciliğinin bizim mücadelemizle canlandığı, Atatürkçülüğün yeniden tarihindeki devrimci karakteri kazanmakta olduğu koşullarda, Partimiz bu yolu açan öncü konumunu terk etmek bir yana, sağlamlaştırmak durumundadır. Tüzük ve Programımızdaki devrimcileşme ve yenileşme bu açıdan da tam zamanındadır. Tek merkez, tek disiplin

115

Page 116: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Türkiye'nin devrimci öncü birikimi, Türkiye'mizin önündeki sorunları çözmek için Partimizde birleşmektedir. Bu birikimin kökleri birdi, ancak tarihsel süreç içinde Milliyetçi, Halkçı ve Sosyalist dallara ayrılmıştı. Şimdi onları büyük tarihi görev için birleştirme çabasına girdik ve ilk önemli başarılarımızı kazandık. Kurduğumuz birlik, bir hizipler koalisyonu değildir; Türk Devrimi'nin öncü geleneğini sürdüren birleşik bir partidir. Bütün Parti, Tüzüğümüzde belirlediğimiz gibi, tek bir genel merkeze ve her kademede yönetim organlarımıza bağlıdır. Tek bir disiplin oluşturuyoruz. Nitekim Partimize katılan öncüler, mücadele gücümüzü yükseltmekte, sistemli ve planlı çalışmanın geliştirilmesine katkıda bulunmakta, disiplini güçlendirmekte ve Partimizin devrimcileşmesine hizmet etmektedirler.

Üzerinde birleştiğimiz zemin, 7. Genel Kongre'nin kabul edeceği Partimiz Tüzüğü ve Millî Hükümet Programı olacaktır. Alacağımız bütün kararlarda, iktidar mücadelesinde ve bütün çalışmalarımızda, bize yol gösteren belge, Partimizin Tüzük ve Programıdır. Bu Tüzük ve Programın uygulanmasında karşılaşacağımız sorunları, yine bu Tüzük Programın bize yüklediği hedefe ilerlemek ve görevleri yerine getirmek anlayışıyla çözeceğiz. Başka deyişle bizim yol göstericimiz, Parti'nin temel belgeleridir. Programımızı hayata geçirecek siyasetleri üretirken, elbette bilimsel yöntemler kullanacağız; Partinin ortak usavurma süreci bilimsel olacaktır. Kuşkusuz Bilimsel Sosyalizm de, insanlığın bilgi birikimi içindedir.

Bu Tüzük ve Program, Partiye güvenenlerin, kendimize güvenenlerin tüzük programdır. Ben özümlerim, kaynaştırırım, birleştiririm, o kabiliyetim vardır diyenlerin programıdır. Yaşadığımız tartışmalar, bir bakıma, partimiz içinde kendimize güvenmek ile güvenmemek arasındadır.

VI PARTİMİZİ YENİDEN ÖRGÜTLEME SEFERBERLİĞİ

Öncü parti

Partimiz Tüzüğünde öncü parti olarak tanımlanmaktadır. Öncü parti geleneği, bize yalnız dünyadan değil, öncelikle ülkemiz tarihinden mirastır. Türk ve dünya devrim tarihi,

örgütsel alanda fedai örgütlerinin tarihidir. Türk Devrim tarihine damgasını vurmuş, Türkiye'de bağımsızlık, özgürlük ve çağdaşlaşma adına bütün kazanımlara önderlik et-miş partiler, Vatan ve Hürriyet Cemiyeti, İttihat ve Terakki, Müdafa-i Hukuk ve emekçi partileri, hep öncü partilerdir; hepsi de fedailer partisidir. Öncü parti olmak, milletin önündeki sorunu çözmek için, millete önderlik etmek demektir.

Dağların arasında sıkışmış olan eski Türklerin, bir demircinin zekası, önderliği ve örgütçülüğüyle Ergenekon'dan çıkmaları, kör çıkmazlardaki büyük çözümlere destanlarda bulunabilecek gerçekçi bir örnektir. Amacımıza ulaşmak için, partimizi öncülere dayanarak inşa edeceğiz.

Türkiye, gittikçe artan bir istikrarsızlık ve çalkantı dönemine girmiştir. Bu koşullarda öncü karakterde, fedai karakterde olmayan bir partilin yapabileceği bir iş yoktur. Tüzük ve Programımız, Partimizin öncü karakterini daha da sağlamlaştırmakta ve güvence altına almaktadır. Hasan Yalçın Kongresi'nin hedefine ulaştık

2003 yılı Mart sonunda gerçekleştirdiğimiz 6. Genel Kongremizde, örgütlenme alanında, Partimizin Önderlik Yeteneğini Yükseltme hedefini koymuştuk.

7. Genel Kongremizi 2005 yılı baharında yapmamız gerekiyordu. Ancak 6. Genel Kongre'nin koyduğu hedefe ulaşamadığımız için erteledik. 2006 baharına geldiğimiz zaman, bazı arkadaşlar bir usulün yerine getirilmesi olarak anladıkları için, Genel Kongre'yi bir an önce yapmak istediler. Oysa Genel Kongre'nin bir anlamı olmalıydı. Bir önceki Kongre'nin hedefine ulaşılmalı ve yeni hedef konmalıydı.

4 Haziran 2006 günü Ankara Kent Otel'de ve 30 Eylül, 1 Ekim 2006 günleri Ankara Sürmeli Otel'de gerçekleştirdiğimiz Öncüler toplantıları, 6. Genel Kongre'nin hedefine ulaşmakta olduğumuzu gösterdi. Bu iki toplantıda toplam 707 öncü, Partimizin önderlik birikimine katıldı. Üçüncü ve dördüncü dalga katılımlar yoldadır. Bu durumda, 7. Genel Kongre'yi Partimizin önderlik yeteneğini yükselterek gerçekleştiriyoruz. Propaganda çağından örgütlenme çağına

Partimiz, genel merkez düzeyinde kuşkusuz Türkiye'nin en örgütlü partisidir. Propaganda ve yayın alanında çeşitli yöntem ve biçimleri özel görevleri, çeşitli çalışma ve eylemleri, güvenliği vb örgütlemede önemli tecrübeler biriktirdik.

Ancak Partimiz, illerin ve ilçelerin, kitle örgütlerinin ve genel olarak halkın örgütlenmesinde güçlü bir atılım yapmak durumundadır. Bunun koşulları oluşmuştur. Partimiz, Türkiye'nin Öncü birikimi içinde ve halk kitleleri saflarında önemli bir güven birikimi yaratmış bulunuyor Bütün mesele, bu etkiyi örgüte dönüştürmektir. Bu açıdan partimiz, denebilir ki, halk içinde propaganda çağından örgütlenme çağına geçmektedir. Bugüne kadar daha çok öncüleri, yani kendimizi örgütledik şimdi halkı örgütleme aşamasına geldik. Kendimizi, yani öncüyü örgütlemek, artık eylemli olarak geniş halk yığınlarını örgütlemekle birlikte yürüyecektir. Önderlik yeteneğini yükseltmede iki çizgi

Partimizin önderlik yeteneğini yükseltmek için iki olanak vardır. Biri, önderlik yeteneğini yükseltme görevini parti içinden çözmektir. Parti kadrolarının eğitilmesi. Parti içinden

yeni kadroların keşfedilmesi, doğru işe doğru kadroların atanması ve bu kadroların devrimci pratikler içinde

116

Page 117: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

geliştirilmesi, bu kapsamdadır. Diğeri, Partinin önderlik yeteneğini, Parti dışında bulunan Türkiye'nin önderlik birikimini kucaklayarak

yükseltmektir. Her iki çözüm de kuşkusuz geçerlidir. Ancak biri esastır, yani öncelik taşır. 6. Genel Kongre'de belirlenen doğru çizgiye göre, Partinin önderlik yeteneğini yükseltmede esas olan,

Türkiye'nin öncü birikimini kucaklamaktır. İkincil olan ise, parti kadrolarının niteliklerinin yükseltilmesi ve parti içinden yeni kadro keşfidir.

Bu konu, arkada kalan yıllarda Parti içindeki iki çizgi mücadelesinin ekseni olmuştur. Yanlış çizgi, en başta Örgütlenme Bürosu'nun oluşturulmasından başlayarak, il ve ilçe başkanları ve

yöneticilerinin belirlenmesine kadar, önderlik yetenekleri sınırlı, yönetilmesi "kolay" sanılan kadrolara dayanır. Bu çizgi, örgütlerin inşasında, bırakalım parti dışındaki önderlik birikimini, parti içindeki önder kadroları değerlendirmede bile isteksizdir. Bu nedenle, önder kadrolar keşfetmek için çalışmaz, kendisini profesyonel çalışmaya hazır kadrolarla sınırlar; yalnız onlara güvenir, onları yönetmek kolayına gelir. Ceketi sırtındaki görevlilerin partimize büyük hizmetleri olmuştur ve olacaktır. Ancak parti örgütlenmesini bu arkadaşlarla sınırlamak bir kısır döngüdür. Bu uygulama, Türkiye'nin sahte sol örgütlerinde yaygın olan, iktidar ufku olmayan ve halkla birleşmeyen örgütsel çizginin bizdeki izleridir. Önderlik meseleni içerden çözmekte ısrar etmek, Parti'nin kuruması, kabuk bağlaması, emekçi sınıflardan ve milletten kopması anlamına geliyor. Bugünün koşullarında, kadro meselesini esas olarak içerden çözmek, bizi Kemalist Devrim'i tamamlama ve arasız devrimlerle sosyalizme ilerleme yolundan uzaklaştırır. Bazen "sol" görünüşler altında savunulsa da, bu çözüm, bizi devrimci mevzilere yönlendirmiyor; kendi statükomuza bağlıyor. Bu nedenle tutucudur ve çözüm değildir.

Doğru çizgi, iktidar mücadelesine ve Türkiye'yi yönetme yeteneğini kazanma ihtiyacına göre biçimlenmiştir. Partiyi günümüzün devrimci görevi olan millete önderlik çizgisinde Örgütlemek ve emekçi temeline oturtmak için, dışımızdaki önderlik birikimini kazanmamız gerekiyor. Türkiye'yi bu dar boğazdan çıkaracak öncü birikim, sayı olarak büyük oranda Partimizin dışındadır. Kemalist Devrim'in tamamlanmasına önderlik edecek kadroların 200 bin öncüden oluştuğu kestirilebilir. Partimizin üye sayısı 50 bindir. Ancak bu üyelerin 40 bini sıradan in-sanlardır; yani öncü nitelikte değildir. 10 bin üyemizin ise, öncü karakterde olduğu saptanabilir. Demek ki, Partimiz, şu an Türkiye'nin devrimci Önderlik birikiminin ancak yirmide birini bir araya getirmiştir. Ancak Partideki birikim, Türkiye'nin olmazsa olmazıdır. Çünkü ideoloji ve program açısından olsun, fedailer geleneğini hayata geçirmek açısından olsun, Türkiye'nin önderlik çekirdeği İşçi Partisi'ndedir. Bu çekirdek, kendi dışındaki yüzde 95'le kucaklaşma sürecinde adım adım iktidar olacaktır. Bu açıdan iktidar olmanın Örgütsel tanımlaması, Türkiye önderlerini ve yerel halk önderlerini örgütlemektir. Parti, yerel halk önderlerini, fabrika önderlerini, köy önderlerini, Çarşı önderlerini, ticaret ve sanayi önderlerini, sendika ve kitle örgütü önderlerini, gençlik ve kadın hareketi önderlerini, üniversite öğretim

üyelerini, emekli subay ve astsubayları, uzmanları, kültür ve sanat yaratıcılarını örgütlerken, iktidar odaklarını örgütlemiş olur. Dünya tarihindeki bütün iktidar değişiklikleri böyle olmuştur. Aydın, sınıfların siyasal örgütlü kesimidir. İşçi Partisi'ne katılan köylü veya işçi önderi de aydındır. Çünkü emekçi halkın siyasal örgütlü kesiminin içindedirler. İki çizgi arası mücadele, kitle örgütlerindeki iktidar pratiğinde de kendini gösteriyor. Bugün kitle örgütlerinin

önderliklerini kazanmada asıl büyük olanak, varolan önderlerin Partiye kazanılmasıdır; bunun koşulları Öncüler Harekâtı'nın kanıtladığı üzere, düne göre çok elverişlidir. İkincil olanak ise, kitle örgütlerinde çalışan üyelerin örgüt yönetimlerine gelmeleridir.

Türkiye'nin önderlik birikimini kucaklama çizgisine girmediğimiz zaman, örgütlenme alanında çırpınıp duruyoruz. O zaman özeleştiri veya sözümona devrimcileşme ve iradeyi zorlama ataklarıyla, örgütlenme sorununu çözeceğimiz gibi bir yöneliş içine giriyoruz. Sonuç çırpınmak ve kendimizi yıpratmak oluyor. Dışımızdaki birikime yönelen örgütlerimizin moralleri yüksektir. Çünkü örgütlenmede başarının başka bir seçeneği bulunmuyor. Yeni örgütlenme çizgisinin başarıları

Partimiz, 6. Kongre Öncesinden başlayarak hatalı örgütsel anlayışı aşma çabasına girmiştir. Siyasal başarılarımız kuşkusuz bu çabanın zeminini oluşturdu. Çünkü Türkiye'nin önderlik birikimi, Partimizin siyasetlerini pratikte sınayarak üye olmakta ve görev almaktadır. Aslında Parti içinde kenarlarda duran veya kenarlara itilen nitelikli kadrolar da, Türkiye'nin önderlik birikimiyle iç içe olduğu için, bu başarıları yaşaya yaşaya görev almaktadırlar.

Partimiz, 6. Genel Kongre öncesindeki seçim sürecinde, örgütlenme ve kadro politikasında önemli düzeltmeler yapmaya başladı.

Birinci düzeltme, yetenek gözetmeyen, yalnızca profesyonellik ölçütünü uygulayan Örgütlenme Bürosu anlayışı yerine, yarı-profesyonel önder kadrolardan kurulan bir Parti Örgütçüleri sisteminin kurulmasıdır. Bu sayede Parti, taşra örgütlenmesinde yetenekli kadrolara dayanma yönünde önemli bir girişimde bulundu. İkinci düzeltme, Parti içinden veya hemen çevremizden yetenekli önder kadroların keşfedilerek kendilerine

görev verilmesidir. Burada da tutucu anlayışların aşılması yönünde bir uygulama başlattık. Üçüncü düzeltme, Partimize katılan öncülere önder görevler vermede ilk örneklerin oluşturulmasıdır. Bu

örneklerin ilk sonuçlarının alınması, Partimizin bu yöndeki cesaretini kuvvetlendirmektedir. Partimizi iktidar hedefiyle yeniden örgütleyeceğiz

117

Page 118: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Parti, geldiğimiz tarihsel eşikte kendisini baştan sona yeniden örgütleyecektir. 7. Kongre, örgütlenme açısından Partinin öncüleri kucaklama ve yeniden örgütlenme kongresidir. Parti, hem elinde varolan insan malzemesiyle hem de çevresine toplanmış olan birikimle kendisini yeniden örgütleyecektir. Yeniden örgütlenmenin tek ölçüsü bulunmaktadır:

Emperyalizme karşı önümüzdeki büyük mücadelede halka önderlik ederek iktidar hedefine ilerlemek. Örgütlenme iktidar mücadelesi içindir. Örgütlenmemizin bütün ilkeleri bu amacı gözetir. Yeniden örgütlenme, genel merkezin örgütlenmesinden temel örgütlerin örgütlenmesine kadar uzanacaktır.

İl, ilçe, belde, köy, mahalle, kitle örgütü ve işyeri örgütlenmeleri tamamlanacaktır. İşçi Partisi, yurttaşlarımızın bulunduğu her birimin içinde örgütlü olarak varolacak ve çalışacaktır.

Yeni örgütler kurulurken, Partinin birikimli kadroları ile Türkiye'nin birikimli kadroları arasında, başarıya hizmet eden en verimli bileşimler sağlanacaktır. Yeni çizginin esasları ve görevleri

1. Örgütlenme Bürosu'nu yetenekli kadrolarla oluşturmak: Partimizi adına layık bir öncü parti olarak inşa etmek için, öncelikle merkezlerin öncü karakterde olması gerekir; örgütlenme alanında ise Örgütlenme Bürosu'nun yetenekli kadrolardan oluşması gerekir. Bu amaçla partimizin Örgütlenme Bürosu'nu yeniden kurduk. Bu büro, örgütlenmede doğru çizgiyi hakim kılacak, doğru çizginin politikalarını geliştirecek, örgütlenme pratiğine yol gösterecek, örnek örgütlenme çalışmaları yürütecek, tecrübeleri toparlayacak ve teorileştirecektir. Örgütlenmeye önderlikte bulduğumuz en önemli çözüm, Partimizin birikimli kadrolarını Parti Örgütçüleri olarak belli yörelerin örgütlenmesine önderlik etmek üzere görevlendirmektir. Genel Merkez Örgütlenme Bürosu'na bağlı olarak bir Merkez Örgütçüleri kurumu oluşturduk. Anadolu ve Trakya ile bağları olan, yarı profesyonel arkadaşları burada görevlendiriyoruz. Merkez Örgütçüleri, Örgütlenme Bürosu'na bağlıdırlar ve Ankara, İstanbul, İzmir dışındaki illerin örgütlenme çalışmalarında belirli illere önderlik için görevlendirilmektedirler. Örgütlenmede esas çözüm budur.

2. Her düzeyde yetenekli önderlikler: Partinin bugün örgütlenmede tutacağı halka, yetenekli önderlikler

kurmaktır. Her düzlemde bütün örgütlerimizin yönetimleri, halka önderlik ve iktidar amacına göre yeniden örgütlenecektir. Yerel iktidarı oluşturacak, alanı yönetecek, kendisine güvenen önder kadrolar Türkiye'nin önderlik birikiminin içinden ve parti saflarından keşfedilecek ve görevlendirilecektir. Biz hem partiyi, hem Türkiye'yi, ülkemizin yetenekli ve dürüst kadrolarıyla yöneteceğiz. Türkiye'nin yetiştirdiği her kadro, Partimizin de kadrosudur. Sloganımız: "Türkiye'nin kadro birikimi, Partimizin kadro birikimidir."

3. Başkanın belirleyiciliği: Örgütlerin başarısında başkan belirleyicidir. Her düzeyde önderlikleri

oluştururken, başkanların doğru seçilmesi, başarının anahtarıdır. Yetenekli başkan, yetenekli yönetimin birinci şartıdır. Bir örgüt kurmak, öncelikle en uygun başkanı bulmaktır. Örgütlemek, bu nedenle doğru başkanı bulmakla başlar ve başarıya ulaşır. İl ve ilçe başkanının bir işi veya mesleği olmalıdır; eli ekmek tutmalıdır. İkinci önemli görev, sekreterliktir veya yürütme sekreterliğidir. Doğru önderlik, verimli bir yürütmeyle başarıya ulaşır. İl ve ilçe sekreterleri, başkanlardan farklı olarak, profesyonel kadrolardan oluşabilir.

4. Profesyonel devrimci ve önder tanımında düzeltme: Örgütlenme alanında öncelikle düzeltmemiz

gereken hatamız, önder tanımıyla ilgilidir. Yanlış çizgi, öncelikle "Profesyonel devrimci" tanımında yanlıştır. Profesyonel devrimcilik için, ceketi sırtında olmak yetmez. Profesyonel devrimci, öncüdür, kurmaydır, halk önderidir. Önderlik birikimi olmayan bir üyemiz, ceketini sırtına almaya ikna edilince, "Profesyonel devrimci" nitelik kazanmaz. Partinin şu veya bu işini üstlenmek ve bunu bir iş ve meslek olarak yapmak, güzel bir çabadır. Ancak bunu yapan arkadaş, Parti görevlisidir; yoksa önder değildir. Bu meseleyi Genel Başkan Yardımcımız Suphi Karaman, çok iyi görmüş ve Partimizin önüne getirmeye çalışmıştı.

5. Kıdem saptamasında düzeltme: Kıdem belirlemesinde Parti üyeliğinin eskiliğinin öne çıkarılması

yanlıştır. Partimize katılan her üye, toplum ve devlet içinden, hatta diğer siyasal partilerden belli bir tecrübeyi birlikte getirmektedirler. Devrimci partilerde, esas olan kıdem, halka önderlikte ve çeşitli örgütlerde kazanılan birikimdir. O nedenle bir sendikacının, bir kitle örgütü önderinin, bir üniversite mensubunun veya devlet görevlisinin hayatı boyunca elde ettiği tecrübe birikimi, Parti kıdemi kadar değerlidir. Çünkü Partimiz, halka önderlik ve Türkiye'yi yönetme görevini, o birikimleri kaynaştırıp değerlendirerek yerine getirecektir. Parti büyürken Öğrenme iki yönlü olacaktır. Hem katılan arkadaşlarımız partinin birikmiş tecrübelerinden öğrenecektir; hem de Partimiz yeni katılan arkadaşların getirdikleri birikimlerden öğrenecektir. Bu nedenle Partinin eski üyelerinin kıdemlilik taslamaktan uzak durmaları devrimci bir tavırdır. Parti içindeki tartışmalarda biricik ölçü, doğrulardır; yani hayatın devrimci ihtiyaçlarına uygunluktur. Eski bir üyenin veya bir üst kademe yöneticisinin yanlışı savunması, yanlışa pirim kazandırmaz. Yine, parti görevlerine seçme ve atamada, partinin eski veya yeni üyesi olmak, bir yeğleme nedeni değildir. Parti görevlerine, o görevi yerine getirmede en başarılı olacak arkadaş seçilecek ve atanacaktır.

6. Müdahaleci, yaratıcı, girişimci, atak ve cesur önderlikler: Parti çalışmasında tutuculuk yaygındır.

Varolan durum ve konumların korunması eğilimi vardır. Yanlış ve zaafları seyretmek yerine müdahale etmek, alışılageleni sürdürmek yerine yaratıcı çözümler bulmak, yukardan talimat beklemek yerine girişimci olmak, durumu korumak yerine atak olmak ve çekingen bir çalışma tarzı yerine cesur olmak için, bu özelliklere uygun önderlikler oluşturulması gerekiyor.

7. Kurumlaşma ve örgüt hukuku: Partimizde kurumlaşma ve hukuk anlayışının geliştirilmesine ihtiyaç

118

Page 119: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

vardır. Özellikle toplum ve devlet örgütlenmesi alanında tecrübesi olmayan kadrolar, kurumlaşmaya ve parti hukukunun uygulanmasına direnmektedir. Kurumlaşma ve Parti hukukunun uygulanması birbirini güçlendiriyor. Kurum, her şeyden önce bir görevler sistemidir ve ast üst ilişkileridir. Kurumlaşmak, görevlerin, işbölümünün ve ast üst ilişkilerinin belli olması ve uygulanmasıdır.

8. Sistemlerin kurulması, plan yapılması ve modeller üretilmesi: 6. Genel Kongre'mizin kabul ettiği Merkez Komitesi Raporu, planlı, sistemli ve verimli çalışmaya vurgu

yapmıştı. Bu konuda başarılar kazanmaya yeni başladık. Genel Merkez'den başlayarak sistemli ve planlı çalışmaya geçmenin sancılarını yaşıyoruz. Örgütlenme, öncelikle sistemlerin kurulmasıdır. Her alanda hayata ve ihtiyaca uygun sistemler kurulacak, bu sistemler şemalar haline getirilecek, planlar yapılacak, görevler belirlenecek, görevlilerin önüne işler konacak ve bu işlerin başarılması takip edilecek ve denetlenecektir. Başarılı modeller, Partinin diğer örgütlerinin yönlendirilmesinde ve eğitilmesinde kullanılacaktır. Bütün parti örgütlerimizin bilgisayar kullanması ve örütbağa (internete) girmesi özendirilecek ve ekonomik yöntemler genel merkez tarafından bulunacaktır.

9. Görevi ve işi doğru tanımlamak: Her örgütlenmede, görevin ve işin açık olarak ve kesin sınırlarıyla

belirlenmesi, başarının öncelikli şartıdır. Tanımlanmamış görevler ve işler vermek veya bulanık tanımlamalar yapmak, enerji israfı yanında, önderliğe güveni sarsmakta ve Partinin maneviyatını bozmaktadır. Görevler, örgütlenme modelleri oluşturulurken yazılı olarak tanımlanmalı ve görevliye yazılı olarak verilmelidir. Günlük işlerde ise, kısa ve pratik görüş alışverişinden sonra, iş sözlü olarak tanımlanmalı ve tekmil alınmalıdır. Çünkü tanımlanan işin doğru anlatıldığı ve doğru anlaşıldığı tekmil sayesinde anlaşılır.

10. Binaları değil, mücadeleyi örgütlemek: Partimizde örgütlenme dendiği zaman, daha çok parti

örgütlerimizin kiraladığı büroların örgütlenmesi anlaşılmaktadır. Kuşkusuz faaliyet merkezinin düzenlenmesi gerekir. Ancak asıl örgütlenmeden anladığımız, halkın iktidar eksenli mücadelesinin örgütlenmesidir. Partimiz, halkı iktidara getirmek için vardır ve halkın çeşitli sınıflarının çeşitli alanlardaki mücadelesini örgütleyerek iktidara ilerleyecektir.

11. İşi yönetmek ve işe kadro bulmak: Örgütlemek, elbette insanları örgütlemek ve yönetmektir. Ancak

insanlar faaliyet ve iş zemininde yönetilir. Faaliyet ve iş dışında soyut bir insan yönetme sanatı yoktur. Parti açısından sendika, kitle kuruluşları, propaganda, yayın, meclis grubu örgütlenmesini yönetmek veya seçim faaliyeti, grev, yürüyüş, miting, köylü mücadelesi, öğrenci eylemi, yayın organı, parasal kaynak çalışmasını vb yönetmek, hep ayrı ayrı işlerdir. Yönelmek, kısacası, bu işlerden birini veya bir iş kümesini yönetmektir. Yönetici bu işin yürütülmesini örgütleyecektir. O nedenle işi yöneten, işi bilmek zorundadır. Kadro politikasında da insana iş bulmak değil, işe insan bulmak gerekir. İşi yönettiğimiz zaman, işe göre kadro buluruz ve işi başarırız. İnsanı yönetmek diye bir uzmanlık yoktur. Uzmanlık, belli bir işin yapılmasında uzmanlıktır.

12. Doğru göreve doğru kadro: Her görevin ve her işin kadroları olmalıdır. Bazı parti örgütlerimiz iş ve

görevleri tanımladıktan sonra o iş veya görevi yapacak komite, komisyon veya görevlileri belirlememektedirler. Başka deyişle, işin yapılması için havaya çağrılarda bulunmaktadırlar. Kadro yetersizliğinden yakınmak, bir önderlik tavrı değildir. Kadro bulmak, kadro keşfetmek, varolan kadroları görev vererek geliştirmek, yönetimlerin esas görevidir. Önderliklerin oluşturulmasından ve görevlerin tanımlanmasından sonra temel mesele, doğru görev ve işlere doğru kadroların atanmasıdır. Kadrolardaki yetenek ve birikimlerin keşfedilmesi için, kadrolarla omuz omuza çalışılması, kadroların faaliyeti içinde tanınması gerekir.

13. Astüst ilişkilerini ve işbölümünü belirlemek: Bir görev veya işi yapacak ekip belirlenirken, başkanın

belirlenmesi, astüst ilişkilerinin berrak olarak saptanması, işin ayrıştırılması ve tek tek her işi yürütecek görevlilerin belirlenmesi şarttır. Başkansız görev ve iş olmaz. Örneğin bir mitingin veya yürüyüşün örgütlenmesinde, yapılacak işlerin ayrıntılı bir dökümü yapılmalı, sürahinin kürsüye konmasına kadar bütün işleri yapacak olanlar belirlenmeli ve denetlenmelidir.

14. Uzaktan kumanda değil, işin başında olmak: Parti örgüt ve faaliyetini uzaktan kumandayla yönetme

anlayışı yanlıştır. İş yapmayan ve yalnız birilerine iş yaptıran bir yönetim tarzını değiştirmek zorundayız. O zaman herkes iş buyurmakta ve iş yapan kimse kalmamaktadır. Önderler, varolan durumda en önemli çalışmayı belirlemeli ve işin başarılmasında kadrolarla birlikte çalışmalıdırlar. Kaptan dümende ve işin başında olmalıdır.

15. Kolektif çalışma: Önderlik, kolektif çalışmayı yönetmektir. İşi birlikte yönetmek, işbirliği, kadrolara görev

ve inisiyatif vermek, yardımlaşma, dayanışma, yeni kadrolar yetiştirmek, ustalık çıraklık sistemleri kurarak yeni ustalar yetiştirmek, denetleme, eleştiri ve özeleştiri; ihtiyacımız olan kolektif çalışma ilkeleridir.

16. Hedefler koymak ve hedeflere ulaşılmasını denetlemek: Herhangi bir görev ve iş belirlenirken,

kesinlikle ihtiyacı ve hedefi belirlemek gerekir. Hedef eğer mümkünse sayıyla belirlenmelidir. Örneğin şu kadar ayda isim isimi şu ilçe örgütleri kurulacak, şu kadar köy ve mahalle örgütü kurulacak, şu kadar üye kazanılacak, şu kadar gelir sağlanacak, şu kadar dergi satılacak gibi. Hedefler saptanmadığı zaman, hem en çok verimi almak mümkün değildir, hem başarının ve denetimin ölçütleri konmamış olur.

17. Mali örgütlenmeye özel önem: Mali örgütlenme, Parti örgütlenmesi ve faaliyetinin araçlarının

yaratılması açısından belirleyici önemdedir. O nedenle mali örgütlenmenin ihmali, aslında bütünüyle örgütlenmenin ve faaliyetin ihmali anlamına gelmektedir. Kaynak bulma çalışmasının anahtarı, siyasal

119

Page 120: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

faaliyettir. O nedenle parti üyelerinden ve toplumdan, yalnız Partinin genel bütçesi için değil, fakat somut Parti faaliyetleri için de katkı istenmelidir.

18. Örgütçülerin eğitimi: Örgütlenmede, Türkiye'nin önderlik birikimine güvenme ve dayanma çizgisinin

başarısı için, öncelikle bu çizgiyi uygulayacak örgütçülerin eğitilmesi gerekir. Örgütçülerin eğitiminde öncelikle Genel Merkez Örgütlenme Bürosu ve Merkez Örgütçüleri eğitilecektir. Örgütlenmede iki çizgi arası mücadelenin tecrübeleri canlı olarak ele alınacak, değerlendirilecek, teorileştirilecek ve eğitim metinleri haline getirilecektir. İkinci olarak, il ve ilçe örgütlenme büroları eğitilecektir.

19. Kadro taraması ve kadro havuzları: Genel Merkez düzeyinden en alt kademelere kadar, her örgüt

kendi kadro taramasını yapacak, kadro havuzları oluşturulacaktır. Amaç, kadro birikimimizi bilmek ve yeni kadrolar keşfetmektir. Kadro birikiminin sınıflandırılması ve havuzlanması, her görev ve her işi belirlerken yerinde atamalar yapmak ve parti birikimini sonuna kadar değerlendirmek için şarttır. Ayrıca parti örgütleri arasında kadro yardımlaşması ve Partinin bütün örgütlerinin kadro birikiminden yararlanabilmesi için de gereklidir.

20. Parti çevresindeki kadroların taranması: Türkiyemizin öncü kadroları, partimizin kadrolarıdır. Parti

iktidar amacı için gerekli olan ve hızla büyüyen kadro ihtiyacını esas olarak Türkiye'nin öncü birikimi içinden çözeceği için, çevresindeki kadroları da belirleyecektir. Genel merkezden başlayarak, il, ilçe, belde, köy, mahalle ve temel örgütlerimiz, Partiye kazanacağı kadroları belirleyecek ve bu kadroları üye yapmak ve görevlendirmek için özel çaba gösterecektir.

21. Öncü Kadın: Partimizin, gençlik örgütü gibi bir kadın örgütü kurmayışı, kadın çalışmasını Genel

Merkez'deki Kadın Komisyonu ile sınırlaması ciddi bir hatamızdı. Biz kadın üyelerimizin parti örgütlerinde erkek arkadaşlarla birlikte çalışmalarını kadın-erkek eşitliğinin bir gereği olarak değerlendirmiştik. Oysa Türkiye gerçeğimize bakınca, kadınların siyasal partilerde erkeklerden ayrı örgütlendiklerini görüyoruz. Kuşkusuz her kadın üyemiz, parti önderliği ve örgütleri içinde erkek arkadaşlarımızla birlikte çalışmaya devam edecek ve özendirilecektir. Bununla birlikte kadın kitlelerinin partide örgütlenmesi için, İşçi Partisi Öncü Kadın'ı kurduk. Öncü Kadın, tıpkı Öncü Gençlik gibi genel merkezden alt kademelere kadar örgütlenecektir. Öncü Kadın ile Genel Parti Örgütümüz arasındaki ilişkiler, Tüzükle düzenlenmiştir ve sorunlar pratik içinde çözülecektir.

22. Ulusal Strateji Merkezi (USMER): Partimiz, 11 ilde yani Ankara, İstanbul, İzmir, Eskişehir, Aydın,

Denizli, Muğla, Sivas, İzmit, Samsun ve Trabzon'da Ulusal Strateji Merkezlerini kurmuştur. Çok kısa zamanda on kentimizde daha kurulacaktır. USMER, Türkiye'nin beyin birikimini hızla birleştirmekte ve seferber etmektedir.

23. Kültür ve Sanat Merkezleri: Tüzüğümüzdeki yenileşmeyle öngörüldüğü üzere, Kültür ve Sanat

Merkezlerini hızla örgütleyeceğiz. 2007 yılının örgütlenme hedefleri

2007 Türkiye için kritik bir yıldır ve seçim yılıdır. Yıl sonuna kadar gerçekleştireceğimiz örgütlenme hedeflerini şöyle belirliyoruz:

- 81 il merkezi, - 700 ilçe merkezi, - 1000 belde, - 3219 temsilcilik örgütleyerek Toplam örgüt sayımızı 5000 Örgüte ulaştıracağız.

Merkez Seçim Bürosu ve müşahitler ordusu

Merkez Seçim Bürosu kurulmuştur. Hazırlanacak müşahit kartları her seçim sandığı için şimdiden belirlenecek müşahitlere verilecektir. 2007 seçimlerine oluşturacağımız bir müşahitler ordusuyla katılacağız.

VII PARTİNİN BAŞARILARI

İşçi Partisi, 6. Genel Kongremizden bu yana geçen 3,5 yıl içinde şu görevleri başarmıştır: - Türkiye'yi karşılaştığı tehditlerden ve içinde bulunduğu çıkmazdan kurtaracak Millî Hükümet Programı'nı

hazırladık. Bu programı hayata geçirecek plan ve projeler de, Ulusal Strateji Merkezleri'nde (USMER) kurulan komisyonların çalışmalarıyla hazırlanmaktadır.

- 3 Kasım 2002 genel seçimi akşamından itibaren AKP'nin ABD tertipleriyle iktidara getirildiğini, Haçlı gericiliği temsil ettiğini, ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi içinde Diyarbakır'ı merkez yapma iddiasıyla vatanı bölme planlarında görev aldığını, tarikatlarla birlikte Cumhuriyet yıkıcısı faaliyette bulunduğunu, mafyayı ve hortumculuğu güçlendirdiğini, gelir dağılımındaki uçurumu derinleştirdiğini, tinercilikten kapkaççılığa ve fuhuşa kadar suçu yaygınlaştırdığını, iktidara gelişi ve uygulamalarıyla meşru bir yönetim olmadığını halka anlattık. Bu görüşlerimiz, bugün kamuoyunu yönlendirmektedir.

- Daha önceki iktidarlara karşı olduğu gibi, bu dönemde de, hortumculuk, dolar ve borsa vurgunculuğu, faiz vurgunculuğu, yolsuzluk, rüşvet gibi yasadışı uygulamaları sergiledik; Yimpaş'ları, Ali Dibo mekanizmalarını

120

Page 121: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

ortaya koyduk; gurbetzede, imarzede, bankazedelerin, soyulan ve haksızlığa uğrayan halkın biricik güven kaynağı olduk.

- ABD'nin 2002 yılı 24 Temmuzunda başlayan "Millenium Challenge 2002" başlıklı Türkiye'yi işgal tatbikatına, 4 Nisan 2003 tarihinde o zaman Başbakan olan Abdullah Gül ile ABD Dışişleri Bakanı Powell arasındaki "İki sayfa dokuz maddelik gizli antlaşma"ya. 2003 yılı 4 Temmuz günü Süleymaniye'de Türk subay ve askerinin başına çuval geçirilmesine, 2003 yılı Temmuzunda Mecliste kabul edilen İkiz İhanet Yasaları'na, ABD'nin yayınladığı Türkiye'yi bölen haritalara karşı genellikle tek başımıza mücadele ettik, kampanyalar ve kitle hareketleri düzenledik. Bugün halkımızın yüzde 90'a varan büyük çoğunluğunun ABD tehdidini görmesinde ve ABD denetiminin Türkiye'de kırılmasında, Partimiz belirleyici olmuştur.

- AB'nin Parlamento kararları, Uyum Yasaları, İlerleme Raporları, Müzakere Çerçeve Belgesi ve çeşitli yollardan Türkiye'ye karşı yürüttüğü çözücü ve yıkıcı faaliyetine karşı kampanyalar yürüttük, AB'ye bütün giriş seçeneklerinin Türk millî devletini ortadan kaldırdığını, bu nedenle hepsinin "şerefsiz girişi" temsil ettiğini kampanyalarla, kitle hareketleriyle ortaya koyduk ve halkı aydınlattık. Bugün AB'ye girilmesine karşı olanların oranının yüzde 70'e çıkması, büyük ölçüde İşçi Partisi'nin çalışmalarıyla olmuştur.

- ABD'nin Irak'ı bölerek ve Kuzey Irak üzerinden Türkiye'ye karşı yürüttüğü bölücü ve yıkıcı faaliyete karşı cepheden ve kararlı bir mücadele verdik. Telafer'i yakan ve yıkan ABD askerî harekâtlarına karşı tek başımıza kampanyalar yaptık. Irak'taki Türkmen örgütleriyle birlikte, 9 Mayıs 2005 günü 18 maddelik "Türkiye İçin Irak Politikası" başlıklı ortak beyannameyi ilan ettik ve bir mücadele cephesi oluşturduk.

- Türkiye'ye Kıbrıs'tan yönelen ABD merkezli tehdide ve Annan Planı'na karşı çeşitli partileri ve kitle örgütlerini de katan Kıbrıs mitingleri yaptık, Denktaş nöbetleri tuttuk, "Dayan Denktaş Uyan Türkiye" yürüyüş ve gösterileri düzenledik. Partimiz, Kıbrıs konusunda Türkiye'nin savunma ve güvenlik hattının oluşturulmasında herkesin açıkça belirttiği gibi çok önemli bir görev yaptı.

- Özellikle Ortadoğu ve Asya devletleri katında, Kıbrıs'tan Kuzey Irak'a uzanan bir insanlık cephesi oluştuğu yönünde çalışmalar yürüttük. Suriye, İran, Rusya ve Çin'in bu cepheyi destekleyen yeni politikalar üretmesinde belirleyici etkilerimiz oldu. Bu amaçla geniş katılımlı ve etkili Avrasya Konferansları örgütledik; uluslararası görüşmeler yaptık ve çeşitli girişimlerde bulunduk; Türkiye'nin millî dış politikasını eylemli olarak ve başarıyla yürüttük, sonuçlar aldık. İşçi Partisi, 1996 ve 2000 Uluslararası Avrasya Seçeneği Konferanslarında başlayan öncü konumunu geliştirdi.

- Partimiz, Türkiyemizin yurtsever öncüleriyle birlikte, yurtdışındaki beş milyon Türkü ayağa kaldırarak Türkiye'nin savunma mevzilerini Batı merkezlerinde kurmak amacıyla büyük bir mücadele başlattı.

"Ermeni soykırımının uluslararası bir yalan olduğunu" bütün dünyaya ilan eden 23-24 Temmuz 2005 tarihlerindeki Lozan2005 mitingi, yürüyüşü, Winterthur ve Lozan konferanslarından sonra 18-19 Mart 2006 günlerinde hayata geçirdiğimiz "Talat Paşa Harekâtı" kapsamındaki yürüyüş, miting ve konferans, İsviçre ve Almanya hükümetlerini dize getirdi; Avrupa kamuoyunda çok geniş ve hararetli bir tartışma başlattı; Ermeni soykırımını reddedenlere ceza öngören yasaların kalkması yönündeki uygulamaları gündeme getirdi.

- Türk Silahlı Kuvvetleri'ne karşı Şemdinli'den Danıştay ve Atabey'ler operasyonuna uzanan ABD merkezli tertipleri tek başımıza açığa çıkarttık ve göğüsledik. Komuta kademesinin 30 Ağustos 2006'dan itibaren, millî egemenlik ve millî güvenliği reddeden söylemleri terk etmesi, "Kemalist Devrim'i ilerletme" programını savunması, "emperyalizme ve evrensel kapitalizme karşı" çıkması, "tepe konumlara yerleşen" irticayı "Anadolu'nun bağrında boğma" kararlılığını açıklaması, "Cumhuriyet Devrimi Kanunlarını uygulama" programını benimsemesi, etnik ayrımcılığı reddederek "Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkını" bir millet olarak kucaklaması, Türkiye'nin ufkunu açmış ve İşçi Partisi'nin yürüttüğü mücadele açısından da büyük bir başarıyı işaretlemiştir.

- Özelleştirme ve kapatmalar yoluyla kamu ekonomisinin yok edilmesine karşı İşçi Partisi, Tekellerde, Sümerbank'larda, Şeker fabrikalarında, gıda işkolunda, Telekom'larda, Tüpraş'larda, madenlerde, SEKA'da, Seydişehir'de, Ereğli'de, Köy Hizmetleri'nde, işçi kitleleri ve sendikalarla birlikte en önde mücadele etmiş, Çorum, Kayseri, Konya, Bandırma, Aydın, Çorlu, Adana, Gaziantep, Malatya, Tarsus, Manisa, Eskişehir, Kırıkkale, Antalya, Seydişehir, Bor, Bursa ve Kocaeli'de, toplam 18 il ve ilçede, İşçi Kurultayları toplamış, özelleştirmeye karşı mücadelenin siyasetlerini ve temalarını belirlemiş, işçi hareketine önderlik etmiş ve sendikalarda güven ve saygınlık kazanmıştır.

- İşçi Partisi, Batı dayatmasıyla tarımın çökertilmesine karşı pamuk, tütün, buğday, pancar, fındık üreticileriyle birlikte köylü eylemleri düzenledi, Bergama, Niğde, Ceyhan(2), Uşak, Lüleburgaz, Silifke(2), Polatlı, Edirne, Tire, Kiraz, Bergama / Zeytindağ, Afyon / Çobanlar, Hacıbektaş, Ulukışla, İskenderun / Arput, Anamur, Alanya, Kütahya / Üzümlü ve Gazipaşa'da örgütlediği 21 köylü kurultayına önderlik etti. 2003 Ağustos ayında Meclisten geçirilen yabancılara toprak satışını kabul eden kanuna karşı kapsamlı ve etkili bir mücadele verdi.

- Partimiz, Diyarbakır merkez ve Bismil köylerinde, yoksul köy emekçilerini harekete geçiren, Erzurum Çat köylerinde, toprak ağalığına karşı Cumhuriyeti savunan ve Türkiye'yi birleştiren tarihi önemde bir mücadeleyi başlattı ve ülke bütünlüğünü sağlayacak program ve siyasetleri uygulamaya koyan örnekler yarattı.

- Partimiz, Türkiye'nin öncü birikimini, toplum ve devlet içinde önemli tecrübeler kazanmış seçkin kadrolarını örgütlemekte ve Millî Hükümet'i yönetecek bilgi ve namus birikimini bir araya getirmektedir.

- İşçi Partisi, Öncü Gençliğiyle, emperyalizmin ve neoliberal çevrelerin, gençlik içinde vatansızlaşmayı, milletsizleşmeyi, bireyciliği, çıkarcılığı, Haçlı irticayı ve anarşiyi kışkırtan faaliyetinin karşısına dikilmiş; yurtsever, devrimci, halkçı gençliğin toparlanmasına ve örgütlenmesinde çok büyük başarılar kazanmaya başlamıştır. Türkiye halkı, İşçi Partisi'nin bu çabalarını görerek, gençliğimize güvenebilir ve geleceğe umutla bakabilir.

121

Page 122: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

- Partimiz, emperyalizm ve Haçlı irticanın Türkiye'deki yalan tekelini kıran bir ulusal medya kurulmasına kararlılıkla ve büyük fedakarlıklarla önderlik etmektedir.

- Bugün Cumhuriyetin devrimci kültürü, İşçi Partisi'nin çalışmalarıyla yaşamakta ve yayılmaktadır. Partimiz, Atatürk'ün devrim davasını, fikirlerini ve yaptığı işleri ve Türk Devrim tarihinin kültür mirasını I genç kuşaklara ulaştırmaktadır.

VIII MİLLİ HÜKÜMET PROGRAMIYLA İKTİDARA

Türkiyemiz kritik bir yıla girmektedir. Cumhurbaşkanlığı seçimi ve genel seçim, büyük mücadelelere sahne olacaktır. Ağırlaşan dış ve iç borç

yükü ve büyüyen dış ticaret açığı, Türkiye'yi haciz durumuyla karşı karşıya bırakmaktadır. ABD, her alanda Türkiye'nin direncini kırma politikası izlemektedir.

ABD, ikinci Körfez saldırısı öncesinde ülkemizin tepesine sahte İslamcıları getirerek, Islama karşı Haçlı seferinde kullandı. Ancak AKP de, son yirmi yılın diğer Amerikancı yönetimleri gibi hızla yıpranmıştır. Daha önemlisi, ABD'nin Türk Ordusunu AKP üzerinden denetim altına alma şansının bulunmadığı ortadadır. Bu durumda Türkiye'nin bölünmesi ihalesi, sahte laiklere ve sahte milliyetçilere yüklenmek isteniyor. Laiklik ve milliyetçilik maskesini kullanan bir yönetim, Türk Silahlı Kuvvetleri'ni denetim altına almak açısından da en uygun çözüm olarak planlanmaktadır.

Önümüzdeki gündem, Kuzey Irak'taki İkinci İsrail devletinin resmen ilan edilmesidir. Diyarbakır'ı, Kukla Devlete merkez yapmak, Büyük Ortadoğu Projesi'nin önündeki adımdır. Bu uygulama, Türkiye'de İran ve Suriye karşıtı bir yönetimi gerekli kılıyor. ABD güdümlü Haçlı gericilikle ittifak yapıp İran düşmanlığını esas alan sahte bir laiklik ve yine İran'ın, Rusya'nın ve Çin'in bütünlüğünü kurcalayan bir sahte milliyetçilik tezgahlanmaktadır.

ABD'nin Türkiye'yi bölen haritaları piyasaya sürülmüş ve NATO toplantılarında Türk komutanlarının önüne konmuştur. "ABD'yi bu haritaya gömeceğiz" iradesi, siyasal alanda bir fek İşçi Partisi'nde bulun-

maktadır. Laik ve milliyetçi görüntülü partiler, ABD haritası karşısında susmuşlardır. ABD'nin yeni iktidar planını bozacak tek olanak, İşçi Partisi'nin güçlenmesi ve önümüzdeki hükümetlerde yer

almasıdır. Cumhurbaşkanlığı seçiminde de, ABD planlarına hizmet eden taktiklere karşı milletimizi uyanık olmaya

çağırıyoruz. Bazı güçler, bilerek veya bilmeyerek, Cumhurbaşkanlığı seçimini yalnızca Tayip Erdoğan'ın şahsını önlemeye yönelik hedeflere kilitlemektedir. Bu durumda, AKP içinden ABD güdümlü bir başka tarikat müridinin Çankaya'ya tırmanması, laik güçlere bir zafer gibi takdim edilecektir. Bu nedenle Cumhurbaşkanlığı seçiminde Partimizin siyasetini, "Haçlı gericilik Çankaya'ya tırmanamaz" diye özetliyoruz.

Genel seçimde, İşçi Partisi'nin başarısı, Türkiye'nin başarısı olacaktır. Bugün bütün gücümüzle Partimizi büyütme çalışmasına kilitlenmek, başarının tek şartıdır. Büyüyen Parti,

çeşitli seçenekleri de elde edecektir. Türkiye'nin ABD'nin BOP projelerinde ateşe sürülmesine ve AB kapısına bağlanmasına ses çıkarmayan

ittifak ve güç birliği tezgahları, Türkiye'nin önündeki yeni tuzaklardır. İşçi Partisi iyimserdir. Bazı örgütsüz aydınlarımız gibi milletimize kara bilgi yüklemiyoruz. Sevr tehditlerinin

cevabının, dün olduğu gibi bugün de devrim olduğunu biliyoruz. ABD, Ortadoğu'da yenilmiştir. ABD ekonomisi. 1 trilyon dolara yaklaşan dış ticaret açığı ve yine aynı miktarda bütçe açığı vermektedir. Ağırlaşan ekonomik kriz karşısında Washington'un neoconları, ABD içinde savaşmak yerine, Ortadoğu'da savaşmak çözümünü uygulamaktadırlar. ABD'deki Temsilciler Meclisi seçimleri, bu politikada önemli bir değişiklik yapmayacaktır. Çünkü kriz. ABD'nin krizidir.

Her durumda ABD'nin bozgunu kaçınılmazdır. Bu bozgun, Ortadoğu'da yeni devrimleri gündeme getirecektir. Türkiye, bu süreçte önder konumda olacaktır.

Bugün ABD güdümlü mafya ve tarikatların eline geçen devlet, halkın devleti olacaktır. Cumhuriyet, yeniden "Kimsesizlerin kimsesi" olacak, yoksulluk, işsizlik ve yozlaşmaya son verilecektir. İşçi Partisi, milli devletin bir devrimle yeniden kuruluşuna önderlik edecektir. Partimiz, 21. yüzyılın partisidir.

122

Page 123: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

7. Genel Kongre sloganları: Millî Hükümet Programıyla iktidara! ABD ve AB güdümlü yönetime son! Egemenlik milletindir!

Devletî mafyanın ve tarikatların elinden kurtaracağız! Devlet halkındır!

Hırsız ve hortumcu yönetime son! Zenginlikler halkındır!

AKP iktidarına son! Millî Hükümet!

Çaresiz devlete son! Güçlü devlet!

Vatanı bölücüden, yıkıcıdan kurtaracağız! Vatan bölünmez!

Cumhuriyet'i Haçlı irticadan kurtaracağız! Atatürk'ün cumhuriyeti!

İnsanımızı işsizlikten, yoksulluktan kurtaracağız! Herkese iş, herkese refah!

Soyguncunun inanç sömürüsüne son! İnanç vicdandadır!

Toplumu çürümeden kurtaracağız! Temiz toplum, dürüst yurttaş!

Aileyi dağılmaktan kurtaracağız! Mutlu yuva, sıcak aile!

123

Page 124: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Teori Sayı 166 Kasım 2003

Halkçılık Programı (Teşkilatı Esasiye Kanunu Tasarısı *) 13 Eylül 1920

Reis [Reisi Sani Vekili Vehbi Efendi]: Hükümetin beyannamesi var, okunacak:

Büyük Millet Meclisi Riyaseti'ne

Heyeti Vekile'nin siyasi, toplumsal, idari, askeri görüşlerini özetleyen ve idari teşkilat hakkındaki kararlarını ihtiva eden programı Büyük Millet Meclisi'ne takdim ediyorum. İşbu esaslara dayanarak tanzimi gereken kanun tasarılarının dahi takdim edilmek üzere olduğu arz olunur.

Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal

Maksat ve Meslek

1. Türkiye Büyük Millet Meclisi, milli sının dahilinde hayat ve bağımsızlığın temini ve hilafet ve saltanat makamının kurtarılması ahdiyle teşekkül eylemiştir. 2. Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti hayat ve bağımsızlığını kurtarmayı yegâne ve mukaddes gaye bildiği2 halkı emperyalizm ve kapitalizm tahakküm ve zulmünden kurtararak irade ve hâkimiyetin3 hakiki sahibi kılmakla gayesine ulaşacağı inancındadır. 3. Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti, milletin hayat ve bağımsızlığına suikast eden emperyalist ve kapitalist düşmanların tecavüzlerine karşı müdafaa ve harici düşmanlarla4 işbirliği yapıp milleti aldatmaya ve ifsada5 çalışan dahili hainlerin tedibi6 için orduyu sağlamlaştırmayı ve onu milli bağımsızlığın dayanağı bilmeyi borç sayar. 4. Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti, halkın maruz bulunduğu sefalet sebeplerini gidererek saadet ve refahının gereklerini ve vasıtalarını temin etmeyi esas ilke ve dolayısıyla toprak, maarif, adliye, maliye, iktisat ve genel olarak toplumsal meselelerde asrın icabına ve halkın hakiki ihtiyacına göre gereken yenilikleri ve tesisleri vücuda getirmeyi başlıca vazife sayar. Ancak, Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti gaye ve maksatlarını temin için bütün mesai ve icraatında millet ve memleketin maruz bulunduğu fiili tecavüzlere ve ifsatlara karşı milletin birlik ve dayanışmasını halele ve müdafaa ve mücahede kuvvet ve kudretini eksiltmeye uğratmaktan ehemmiyetle kaçınır. Siyasi, toplumsal ilkelerini milletin ruhundan almaya ehemmiyet atfeden Büyük Millet Meclisi hükümeti bu ilkelerin tatbikatında milletin hakiki eğilimlerini ve ihtiyaçlarını nazarı dikkatte bulundurur. Esas maddeler

5. Hilafet ve saltanat makamının kurtarılmasına muvaffakiyet hasıl olduktan sonra padişah ve Müslümanların halifesi esas kanunlar dairesinde muhterem ve yüce mevkiini alır. 6. Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir. İdare usulü, halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına dayanır. 7. İcra kudreti ve kanun yapma salahiyeti milletin yegâne ve hakiki temsilcisi olan Büyük Millet Meclisi'nde tecelli eder ve toplanır. 8. Türkiye Halk Hükümeti, Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur. Ve "Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti" unvanını taşır. 9. Büyük Millet Meclisi, vilayetler halkınca genel oy ile seçilmiş üyelerden meydana gelir. 10. Büyük Millet Meclisi üyelerinin miktarı her elli bin nüfusta bir üye olmak itibariyle tertip olunur. 11. Büyük Millet Meclisi'nin seçimi iki senede bir kere icra olunur. Seçilen üyenin üyelik müddeti iki seneden ibaret olup. fakat tekrar seçilmek uygundur. Büyük Millet Meclisi üyelerinin her biri kendini seçen vilayetin ayrıca vekili olmayıp bütün milletin vekilidir. 12. Büyük Millet Meclisi her sene kasım başında davetsiz toplanır. 13. Büyük Millet Meclisi üyeleri her toplanma tarihinden7 itibaren dört ay sonra Büyük Millet Meclisi'ne ait bütün hukuk ve salahiyete sahip olmak ve gelecek toplanma devresine8 kadar toplanma halini9 muhafaza etmek üzere her vilayetten asgari birer üye bulunacak surette içlerinden üçte birini gizli oy ile ayırır. 14. Bütün kanunların konulması ve değiştirilmesi, feshi ve antlaşmalar ve barış yapılması ve harp ilanı Büyük Millet Meclisi'nin hukuku cümlesindendir. 15. Büyük Millet Meclisi hükümeti10 kısımlara ayırdığı daireleri özel kanunu11 icabınca seçilmiş olan vekilleri vasıtasıyla, reisinin12 riyaseti altında olarak idare eder. Kalan üyeler icrai hususlar için vekillere yön tayin eder ve lüzumunda bunları değiştirir. 16. Ordu sadece Büyük Millet Meclisi'nin ordusudur. Emir ve kumanda salahiyeti Büyük Millet Meclisi'nin manevi şahsiyetinde olup, emir ve kumandayla alakalı işler Erkânıharbiyei Umumiye Vekâleti tarafından yürütülür. 17. Büyük Millet Meclisi reisi aynı zamanda İcra Vekilleri Heyeti'nin de reisidir. Meclis reisi sıfatıyla Meclis

124

Page 125: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

namına imza koymaya ve kararları tasdike salahiyettardır. İdare

18. Türkiye, coğrafi vaziyet ve iktisadi münasebet bakımından vilayetlere, vilayetler kazalara bölünmüş olup kazalar da nahiyelerden meydana gelir. Vilayet 19. Vilayet, mahalli işlerde manevi şahsiyet ve tam muhtariyete sahiptir. Harici ve dahili siyaset, askeri işler, milletlerarası iktisadi münasebetler ve hükümetin genel vergileri ile menfaatları birden fazla vilayetleri kapsayan hususlar müstesna olmak üzere, Büyük Millet Meclisi'nce konulacak kanunlar icabınca bütün eğitim, sıhhiye, iktisat, ziraat, bayındırlık ve sosyal yardım işlerinin13 idaresinin tanzimi14 "vilayet meclislerinin" salahiyeti dahilindedir. 20. Vilayet meclisleri, beş bin nüfusta bir üye itibariyle ve genel oy ile vilayet halkınca seçilmiş üyelerden meydana gelir. Vilayet meclislerinin seçim devresi,15 Büyük Millet Meclisi'nin seçim devresi kadardır. Toplanma müddetleri senede iki aydır. 21. Vilayet meclisi, üyeleri arasından bir reis ile dört üyeden teşekkül etmek üzere bir heyeti idare seçer. İcra salahiyeti, daimi olan16 işbu heyete aittir. 22. Vilayette Büyük Millet Meclisi'nin vekil ve temsilcisi olmak üzere vali bulunur. Vali, Büyük Millet Meclisi hükümeti tarafından tayin olunup, vazifesi, hükümetin genel ve ortak vazifelerini görmektir. Mahalli idareye karşı vaziyet ve vazifesi yalnız denetlemeden ibarettir. Kaza 23. Kaza yalnız bir idari ve inzibati kısım olup, manevi şahsiyete sahip değildir. İdaresi, Büyük Millet Meclisi hükümeti tarafından tayin olunmuş ve valinin emri altında bir kaymakama verilmiştir. Nahiye 24. Nahiye, özel hayatında muhtariyete sahip manevi bir şahsiyettir. 25. Nahiyenin bir meclisi, bir idare heyeti ve bir de müdürü vardır. 26. Nahiye meclisi, nahiye halkınca genel oy ile seçilmiş üyelerden meydana gelir. 27. İdare heyeti ve17 nahiye müdürü nahiye meclisi tarafından seçilir. 28. Nahiye meclisi kazai,18 iktisadi ve mali salahiyete sahip olup, bunların dereceleri özel kanunlar ile tayin olunur. 29. Nahiye bir veya birkaç köyden meydana geldiği gibi, bir kasaba da bir nahiyedir. Bir veya birçok köyün birleşmesinden hasıl olan nahiyeye "divan", bir kasabanın teşkil ettiği nahiyeye "belde" namı verilir. Genel Müfettişlik 30. Vilayetler iktisadi ve toplumsal münasebetleri itibariyle birleşerek genel müfettişlik bölgelerini vücuda getirirler. 31. Genel müfettişlik bölgelerinin genel olarak asayişinin temini ve bütün dairelerin muamelelerinin teftişi ve genel müfettişlik bölgesindeki vilayetlerin ortak işlerindeki ahengin tanzimi vazifesi genel müfettişlere verilmiştir.

13 Eylül 1336 [1920] 19

DİPNOTLAR * TBMM Zahit Ceridesi. Devre 1, c.4, Hazırlayan: TBMM Zabıt Kalemi Müdürlüğü. 2. Basım. Ankara, 1942. s. 179-181; TC Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, 13.09.1920, 030.18.1.1-1.11.16. Belgeye ait çevrimyazının fotokopisi Atatürk'ün Bütün Eserleri Arşivi'ndedir. Belgenin üzerinde "Eski Defter, C. No. 1, S. No. 124-129, Karar No: 214" kaşesi basılıdır. Mustafa Kemal Paşa'nın Meclise sunduğu bu kanun tasarısı, Büyük Millet Meclisi'nin 18 Eylül 1920 günü öğleden sonra saat 4.38'de açılan ve riyasetini Reisi Sani Vekili Vehbi Efendi'nin yaptığı 67. toplantı 3. celsesinde okunmuştur. Bu kanun tasarısının ''Maksat ve Meslek" kısmında yer alan dön madde, 18 Kasım 1920 tarihinde Büyük Millet Meclisi'nin beyannamesi olarak yayımlanmıştır. Bkz. fotokopisiyle birlikte aktaran: Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, Mayıs 1981, sayı 79, s.92-94. Beyanname, şu paragrafla başlamaktadır: "Emperyalist devletlerin, devlet ve milletimizin hayatına açıkça kastetmeleri neticesinde meşru müdafaa için toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisi, şimdiye kadar muhtelif vesilelerle açıkça veya zımnen ilan ettiği maksat ve mesleğini bir kere daha bütün cihana arz için bu beyannameyi yayımlamaya lüzum görmüştür". Halkçılık Programı. Cumhuriyetin ilk Anayasası olan 20 Ocak 1921 Teşkilatı Esasiye Kanunu'na temel olmuştur. (Y.N.) 1 TC Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi'ndeki belgede Mustafa Kemal'in bu takdim yazısı bulunmamakta. "Büyük Millet Meclisi'nin Esas Mahiyetine ve İdare Usulü Hakkındaki Görüşleri Tespit Eden ve Büyük Millet Meclisi'nin 24 Nisan 1336 119201 Cumartesi Günkü İkinci Toplantısında İttifakla Kabul Olunan Mustafa Kemal Paşa'nın Önergesi" yer almaktadır. Bu önerge için bkz. Atatürk'ün Bütün Eserleri, c.8, s.72-75 (Y.N.).

2 TBMM Zabıt Ceridesi'nde "yegâne maksadı ve gaye bildiği" (Y.N.).

3 TBMM Zabıt Ceridesi'nde "idare ve hâkimiyetinin"(Y.N.),

4 TC Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi'ndeki belgede "düşmanların"(Y.N.).

5 İfsat: Fesada uğratma, karışıklık çıkarma(Y.N.).

6 TC Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi'ndeki belgede "hâinleri tedip". Tedip: Cezalandırma, haddini bildirmc(Y.N.).

125

Page 126: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

7 Belgede "her toplanma tarihinden" sözcüklerinin aslı olan "her mebdei içtimadan" sözcükleri yerine. TC Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi'ndeki belgede "mebdei içtimâ'ından"(Y.N.).

8 Belgede "devrei içtimaiyeye"(Y.N.).

9 Belgede "hali içtimaı"(Y.N.).

10 TC Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi'ndeki belgede "Hükûmetin"(Y.N.).

11 Belgede "özel kanunu" sözcüklerinin aslı olan "kanunu mahsusu" sözcükleri yerine, TC Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi'ndeki belgede "kanunu mahsûs"(Y.N.).

12 TC Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi'ndeki belgede "reîsin"(Y.N.).

13 Belgedeki "bütün eğitim, sıhhiye, iktisat, ziraat, bayındırlık ve sosyal yardım işlerinin" sözcükleri yerine. TC Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi'ndeki belgede "nâfi'a ve mu'âvenet-i içtimâ'iyyenin"(Y.N.).

14 Belgede "idaresinin tanzimi" sözcüklerinin aslı olan "tanzimi idaresi" sözcükleri yerine. TC Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi'ndeki belgede "tanzim ve idâresi"(Y.N.).

15 Belgede yanlışlıkla "devairi intihabiyesi (seçim daireleri)" şeklinde yazılmış. TC Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi'ndeki belgede "devre-i intihâbiyyesi" (seçim devresi) (Y.N.).

16 TC Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi'ndeki belgede "dâimî olarak" (Y.N.). 37 TBMM Zabıt Ceridesinde, yanlışlıkla "veya"(Y.N.).

18 Kazai: Yargıyla ilgili (Y.N.).

19 TC Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi'ndeki belgenin sonunda şu imzalar yer almaktadır: Büyük Millet Meclisi Reisi

M. Kemal Hariciye Vekâleti Vekili Dahiliye Vekili Adliye Vekili namına

Ahmet Muhtar Refet Ahmet Muhtar

Müdafaa. Milliye Vekili Umuru Şeriye Vekili

Hasta Fehmi

Erkânıharbiyeı Umumiye Reisi Sıhhiye Vekili İktisat Vekaleti Vekili İsmet Dr. Adnan Mahmut Celal Nafia Vekili Maarif Vekili Maliye Vekili Dr. Rıza Nur Ferit

126

Page 127: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Teori Sayı 40 Nisan 1993

Osman Bilge Kuruca ÖNCÜ PARTİ TEORİSİ VE İNŞA DENEYLERİ

Nerede sınıf mücadelesi varsa orada sınıfların örgütlü güçleri vardır. Sınıf mücadelesinin tarihi aynı zamanda sınıf örgütlerinin çatışmasının tarihidir. Ancak tarihteki her sınıf örgütü parti değildir. Parti, sınıflarının gelişiminin belli bir aşamasında ortaya çıkmıştır. Burjuva devrimleriyle birlikte işgücünün serbestçe alınır satılır bir duruma gelmesi ve büyük bir emekçi kuvvetinin ortaya çıkışı, beraberinde bütün yurttaşlara oy hakkını, seçim sistemini, politikaya kitlesel katılımı gündeme getirmiştir. Siyasi partiler böyle bir dönemin ürünü olarak büyük siyasi organizasyonlar şeklinde ortaya çıktılar. Sınıfların değişik türdeki örgütlenmelerinden farklı olarak sınıf iktidarının gerçekleşmesinin ve yürütülmesinin bir aracı olmak onların temel karakterlerini oluşturdu. Partilerin doğduğu bu dönemin tipik özelliği, emekçi kitlelerin ilk kez bu kadar geniş bir şekilde politika alanına çıkmış olmalarıdır.

Kapitalist piyasa sistemindeki rekabet burjuvazinin çeşitli kesimlerinin ayrı ayrı partiler oluşturmasına neden olmuştur. Ancak bu partiler sistemin devamı söz konusu olduğu zaman tek parti gibi davranmışlardır. Emekçilerin uyanışı ve elde ettikleri mevziler karşısında sadece bir devlet örgütlenmesiyle egemenliklerini sürdüremeyeceklerini görmüşler, bu nedenle hakim sınıfların diktatörlüğünü kitlelere kabullendirme fonksiyonunu da üstlenmişlerdir. Burjuvazinin seçim sisteminin ve seçim partilerinin misyonu budur. Burjuva partilerin kendilerini "sınıf partisi olmadıkları, bütün sınıfların çıkarlarını savundukları" şeklinde tanımlamaları da buradan kaynaklanır.

Sınıf çelişmelerinin derinleşmesi ve emekçi kitlelerin politik alanda yer almaları sonucunda işçi sınıfı partileri doğmuştur. Kitleler işçi sınıfının teorisi ve partisi ile nesnel olarak işçi iktidarı için mücadele düzlemine çıkmışlardır. Kapitalizmi yok edecek çelişmenin başını çeken işçi sınıfının partileşme deneyleri, burjuvazinin tam tersi olarak, gerçek bir kitle demokrasisine doğru uzanan bir yol izlemiş ve bu durum her aşamada örgütsel çizgide derinleştirilen politikalarla kendisini göstermiştir. Öncü parti deneylerinin günümüze kadar uzanan tarihi, onun toplumsal devrimlerin gerçekleştirilmesinde belirleyici bir role sahip olduğunu kanıtlamıştır.

Marks'ta Parti Teorisi

Sosyalizmin 19. yüzyılın ortalarında bilimsel bir teori olarak şekillenmesi işçi sınıfının pratikleri içinde gerçekleşti. 19. yüzyılın başlarında Avrupa'da irili ufaklı birçok işçi örgütünün ortaya çıkışı, 1848'deki büyük işçi hareketleri, bu gelişmenin başlıca dinamikleridir Marks, "Feuerbach Üzerine Tezler"in 11. sinde "filozoflar sadece dünyayı değişik biçimde yorumlamakla yetindiler. Söz konusu olan onu değiştirmektir"1 derken "değiştirici"ye de işaret ediliyordu. Bu dinamiklerin başında, işçi sınıfının burjuvazinin varlığını tehdit eden bir sınıf olarak ortaya çıkması ve kendi sınıf iktidarı için siyasi örgütlenmelere girişmiş olması geliyordu. Bu bağlamda "değiştirmek" işçi sınıfının iktidar olması demekti; değiştirme eyleminin özü ise sınıfın örgütlenmesiydi. Marks ve Engels işçi sınıfının teorisini oluştururken sınıfın örgütlenmesinin de teorisini yaptılar. Sosyalist teorinin bir eylem kılavuzu olmasında örgütlenme eksenine oturması belirleyicidir.

Sosyalist teorinin çerçevesi Marks ve Engels tarafından 1848'de yayınlanan Komünist Partisi Manifestosu'nda açıklandı. Bu Manifesto’nun Komünist Partisi adına yayımlanması da anlamlıdır. Sınıf mücadelesinde partiye verilen değeri göstermektedir. Komünist Partisi Manifestosu bir iktidar programıdır. Bu metinde parti ile iktidar arasındaki ilişki ilk kez sistematik bir şekilde ortaya konmuştur. Buna bağlı olarak işçi sınıfının öncü partisi ile ilgili ilk teorik ilkeler yine bu metinde yer almıştır. Marks ve Engels sınıf partisi ile ilgili düşüncelerini Manifesto'da şöyle açıklamışlardır.

"Komünistler, öteki işçi sınıfı partilerine karşı olan ayrı bir parti oluşturmazlar. "Komünistlerin bir bütün olarak proletaryanın çıkarlarından ayrı ve farklı çıkarları yoktur. "Komünistler, proletarya hareketini biçimlendirmek ve kalıba dökmek üzere kendilerine özgü hiçbir sekter

ilke koymazlar. "Komünistler, öteki işçi sınıfı partilerinden yalnızca şu noktalarda ayrılırlar: 1. Farklı ülkelerin proleterlerini

kendi ülkelerindeki mücadelelerinde, her türlü ulusallıktan bağımsız olarak bütün proletaryanın ortak çıkarlarını vurgular ve öne çıkarırlar. 2. İşçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesinin geçmek zorunda olduğu çeşitli gelişme aşamalarında, her zaman her yerde bütün bir hareketin çıkarlarını temsil ederler.

"Dolayısıyla komünistler, bir yandan pratik bakımdan her ülkenin işçi sınıfı partilerinin en ileri ve en kararlı kesimini, bütün öteki kesimleri ilerleten kesimini oluştururlar; öte yandan da teorik bakımdan proletaryanın büyük çoğunluğu karşısında, proletarya hareketinin hangi yolda ilerleyeceği, proletarya hareketinin koşullarını ve en sonunda varacağı genel sonuçları açık seçik kavrama üstünlüğüne sahiptirler.

"Komünistlerin dolaysız hedefi, bütün öteki proletarya partilerinin dolaysız hedefiyle birdir: Proletaryanın bir sınıf olarak oluşması, burjuvazinin üstünlüğünün yok olması, siyasal iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi"2

Engels Manifesto'ya 1890'da yazdığı bir önsözde, başından beri "işçi sınıfının kurtuluşu işçi sınıfının kendi eseri olmalıdır görüşünü büyük bir kararlılıkla"3 savunduklarını belirtir. 1871 Londra Konferansında ise "işçi sınıfının kendisini... bir politik parti haline getirmediği takdirde sınıf olarak hareket etmesinin mümkün olmadığı"4 değerlendirmesini yaparlar.

127

Page 128: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Marks ve Engels'in Paris Komünü'nden çıkarttıkları en önemli ders, "İşçi sınıfının hazır devlet aygıtına el koymakla yetinip onu kendi amaçları doğrultusunda kullanamayacağı"5 tespiti olmuştur. Bu tespit proletaryanın bir iktidar kuvveti olarak nasıl hazırlanması gerektiği sorusunu da beraberinde getiriyordu. Paris Komünü yenilgisinden hemen sonra yapılan I. Enternasyonal Londra Konferansı, işçi sınıfını politik eylemde eğiten bir parti vurgusu yaptı. Devrimin gerçekleşmesi ve sürdürülmesi için partinin gerekli olduğu belirtildi. "Devrim en yüksek bir politik harekettir ve devrim isteyenler onu elde etmenin yolunu da istemelidirler. Bu yol, devrim için ortamı hazırlayan ve işçilere devrimci eğitimi veren politik eylemlerdir. Bu eğitim olmaksızın işçiler savaşın ertesi sabahı Favreslerin ve Pyatların aletleri haline gelmeye mahkûmdurlar. Öte yandan bizim politikamız işçi sınıfı politikası olmak zorundadır. İşçi Partisi asla herhangi bir burjuva partisinin kuyruğuna takılmamalıdır. Bu parti bağımsız olmalıdır."6 Konferans kararlarından bir diğeri ise şudur: "İşçi sınıfının kendisini politik bir parti haline getirmesi, sosyal devrimin ve nihai sonucunun -sınıfların kaldırılmasının- zaferini sağlamak için gereklidir."7

Marks ve Engels'in yazılarında işçi sınıfının öncü partisinin esasları şöyle konmuştur: 1) Komünist Partisi "siyasi iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesinin" aracıdır. 2) Proletaryanın "bir sınıf olarak oluşması", "sınıf olarak hareket etmesi" proletarya partisiyle gerçekleşir. Bu

değerlendirme ile sınıf meselesinin özünün örgütlenme meselesi olduğu net bir şekilde belirlenmiştir. 3) Komünist Partisi "işçi sınıfı partilerinin en ileri ve en kararlı kesimini, bütün öteki kesimlerini ilerleten

kesimini oluşturur". "Proletaryanın büyük çoğunluğu karşısında, proletarya hareketinin hangi yolda ilerleyeceği ve... varacağı genel sonuçları açık seçim kavrama üstünlüğüne sahiptir". Marks ve Engels bu görüşleriyle öncü parti teorisinin ana hatlarını ortaya koymuşlardır.

4) Komünist Partisi'nin "proletaryanın çıkarlarından ayrı ve farklı çıkarları yoktur". "Devrim işçi sınıfının kendi eseri olacaktır". Parti’nin sınıf çizgisi ve sınıfa tabi parti anlayışı bu ilke ile temellendirilmiştir.

5) Marks ve Engels Paris Komünü'nden sonra, devrim öncesinde ve sonrasında partinin öncülüğünü bir şart olarak görmüşlerdir.

Marks ve Engels bu görüşleriyle proletarya partisinin ilkelerini ilk kez ortaya atmışlardır. Bu ilkeleri Manifesto'da belirttikleri gibi diğer işçi sınıfı örgütleriyle rekabete girişmeden yaymaya çalışmışlardır. Sınıfın varolan örgütlerinde işçilerin bilincini geliştirme başka türlü olmazdı. Onların 1847'de kurdukları Komünist Ligası'nın ve daha sonra I. Enternasyonal'in örgütlenmesinin kısa sürmesi, işçi sınıfının gelişme düzeyine denk düşer. 1871'de de görüldüğü gibi proletarya, iktidarı alacak bir olgunluğa ve güç birikimine henüz ulaşmamıştır. İktidarı alma koşullarının olmaması, işçi sınıfının partileşme pratiğini ve parti teorisinin derinleşmesini engellemiştir. Bunun içindir ki, genel bir çerçeve konmakla birlikte, emekçileri iktidara hazırlayacak bir partinin inşası meselesi Marks ve Engels'in çalışmalarında yer almamıştır.

Leninist Öncü Parti Teorisi

20. yüzyıla doğru kapitalizmin çelişkilerinin giderek keskinleşmesi, proletaryanın büyük sanayi merkezlerinde deneyimli ve büyük bir siyasi güç olarak ortaya çıkması, yoksul halklar ile emperyalizm arasındaki uçurumun derinleşmesi işçi sınıfının sosyalist iktidarı için koşulları olgunlaştırdı. Yoksul halkların ve metropollerdeki işçi sınıfının yükselen mücadeleleri, devrimin gerçekleştirilmesini pratik bir sorun haline getirdi. 1900'lerden itibaren Lenin'in önderliğinde yürütülen mücadele bu tarihi eksene oturdu. Rusya'da işçi sınıfının mücadele ve örgütlenme düzeyindeki gelişmeler ve bu zemin üzerinde Bolşevik Partisi'nin örgütlenmesi ve siyasal öncülüğü, işçi sınıfının iktidarı alabilecek bir kapasiteye sahip oluşunun ölçüsü olmuştur.

Lenin'in arkasında sadece bir Paris Komünü deneyi vardı. Sorun sadece proletarya diktatörlüğünün oluşturulması değildi. İktidara gelmek ve onu yaşatmak için sınıf nasıl bir hazırlık döneminden geçmeliydi? Ortada bir ikinci deney olarak, Avrupa'da kitleselleşmiş işçi partileri vardı. Bu partiler işçi sınıfının bütünüyle işçi partisi arasında fark görmeyen bir çizgi izliyorlardı. Lenin bu parti modelini kabul etmedi. İşçi sınıfının özelliklerini ve iktidar olma potansiyelini analiz etti; işçi sınıfının iktidarı almasının ve yaşatmasının biricik koşulunu bir öncü partinin önderliği olduğunu ortaya koydu.

Leninist öncü parti teorisinin ana hatları şunlardır: a) Proletarya partisi; işçilerin sınıf bilincine sahip önderlerinin örgütüdür. Lenin, proletarya partisini işçi sınıfının çoğunluğundan ayırdı ve sınıf bilincindeki önderlerin örgütü olarak

tanımladı. Öncü partinin örgütlenmesi tamamen bu esasa dayandı. Lenin partinin örgütlenme modelini şöyle açıklamaktadır. "Güçlü bir illegal parti merkezleri örgütü, sistemli olarak çıkan illegal yayınlar ve en önemlisi yerel hücreler, özellikle de doğrudan doğruya işçilerin arasından gelen ve kitlelerle sıkı ilişki içinde yaşayan öncü üyelerin yönettiği fabrika hücreleri; Devrimci ve Sosyal Demokrat işçi hareketinin her türlü zorluğu göğüsleyebilecek sağlamlıktaki çekirdeğini işte bu temel üzerinde inşa ettik."8 Lenin partinin genişlemesinin anahtarını, bu öncü karakterin korunmasında görmektedir. "Parti’nin çekirdeği ne kadar sıkı olursa işçi sınıfından ve diğer toplumsal sınıflardan harekete katılabilecek ve aktif görev alabileceklerin sayısı o kadar büyük olacaktır."9 Lenin'e göre kitle hareketinin yüksek olması öncü örgütlenmeden vazgeçmeyi gerektirmez, tam aksine bu durumda öncünün önemi daha da artar. "Şunu ileri sürüyorum. Sürekliliği sağlayan bir önderler örgütü olmaksızın hiçbir devrimci hareket varlığını sürdüremez. Hareketin temelini oluşturan ve ona katılan halk yığınları mücadeleye kendiliklerinden ne kadar fazla katılırlarsa katılsınlar, böyle bir örgütün gerekliliği o ölçüde artar."10

Leninist parti teorisi, devrim için bir "önderler örgütünü" temel şart sayar. Lenin sık sık partinin önderlik niteliğini korumak için "küçülmeyi" göze aldığını belirtir. Esasen Bolşevik Partisi 1905 devriminden önce 8400

128

Page 129: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

üyesi olan küçük bir partiydi. 1905 devrimiyle birlikte 1906'da üye sayısı 48.000 1907'de ise 8400 olmuştu.11 Parti Stolipin gericiliği döneminde üyelerinin önemli bir bölümünü kaybetmişti. 1917 Şubat devriminden önce partinin üye sayısı 23.600 idi. Ama bir yıl sonra Bolşevik Partisi'nin üye sayısı 115.000'e yükselmişti.12

Görülüyor ki Bolşevik Partisi küçük bir parti olmakla birlikte devrim dönemlerinde milyonlarca emekçiyi çevresinde toplayabilmiş onların devrimci atılımına önderlik edebilmiş, üye sayısını hızla arttırabilmişti. Lenin ve Stalin böyle bir öncü örgütün "işçi sınıfının gücünü yüz kat daha arttırdığını"13 söylerler. O halde Lenin'in öncü parti teorisinde önümüze çıkan temel soru şudur. Niçin azınlık bir önderler örgütü olmadan, ayağa kalkan kitlelerin devrim yapabilmesi mümkün değildir? Niçin öncü parti işçi sınıfının gücünü yüz kat daha arttırabilmektedir? Bu soruların cevabı toplumsal gelişmenin ve işçi sınıfının analizinde yatmaktadır.

Kapitalist sistem sürekli olarak işçi sınıfının gücünü parçalar. Sistemin ideolojik, siyasal ve örgütsel mekanizmaları bunu amaçlar. İşçi sınıfının gücünün parçalanması esas hangi noktalarda gözükür? Birinci olarak üreten bir sınıf olmakla birlikte bölüşümü kontrol edememesidir. İkinci olarak toplumsal bilginin esas kaynağını oluşturmasına rağmen, teoriden kopartılmış olmasıdır. Üçüncü olarak ise toplu üretim yapmasına rağmen, bireysel ekonomik arayışlar içinde tutulmasıdır. Kapitalist sistem devamlılığını, bu parçalanmanın üretilmesine bağlamıştır.

Hakim sınıfların şiddetli baskısı altındaki işçi sınıfı bu çelişkiler yumağı içinde yaşar. Sınıfın partisi bütün bu çelişkileri çözmeye yönelen bir nitelik taşıdığı ölçüde öncü rolünü oynayabilir. Çelişkinin çözülmesi, işçi sınıfının gerçek gücünün ortaya çıkması demektir. Ancak bunun gerçekleştirilmesinde kritik nokta, hakim sınıfların parçalayıcı şiddetinin, dirençli bir örgütsel yapıyla karşılanmasıdır. Bu şiddet kırıldığı oranda işçi sınıfının çelişkilerinin çözümünde özgür bir gelişim ortaya çıkar; var olan dinamikler harekete geçerek sınıfın niteliğini hızla değiştirir. Lenin'in, her şart altında varlığını sürdürebilecek bir önderler örgütünün oluşturulması ilkesi üzerinde özenle durması burada bir anlam kazanmaktadır.

Öncü parti birinci olarak, sınıfı, kendi yarattığı bilgi birikimi ile buluşturur. Sınıf mücadelelerinden çıkartılan ve pratikte kanıtlanan Bilimsel Sosyalist Teori işçi sınıfı önderlerinin silahı haline gelir.

Toplumsal gelişme birbirine tarihi süreç içinde yaklaşan iki paralel düzlemde ilerler. Birinci düzlem sınıf mücadeleleri, ikincisi ise teori ve bilginin birikimi ve kullanılmasıdır. Tarih boyunca ezilen sınıfların yürüttükleri mücadele, toplumsal gelişmenin maddi temelini yaratır. Bu maddi temel, bilginin ve teorinin de kaynağıdır. Ancak sistemleştirilmiş bilgi, ezilen sınıf geri bıraktırıldığından her zaman bir grup aydının elinde bulunur. Oluşan teorinin ezilen sınıfa ulaşması zaman alır: Bu süreçlerin birbiriyle ilişkisi olması ama farklı düzlemlerde yaşanması kafa ile kol emeği arasındaki çelişmeye tekabül eder. Proletarya partisi tarihte ilk kez bu çelişmeyi çözmeye yönelen ve iki düzlem arasında bağı kuran bir örgütsel biçim oluşturur. Öncü partide sınıfın yarattığı bilgi sınıfın içindeki önderlerle birleşir. İşçi sınıfı partisi ideolojik bir çekirdek yarattıktan sonra devamlı olarak işçi önderleriyle birleşmeye ve onları dönüştürmeye yönelir. Bu sınıfsız topluma kadar devam eden bir görevdir. İşçi önderlerinin ideolojik olarak cihazlanmaları, sınıfın olanaklarını harekete geçirmeleri bakımından son derece önemli bir adımdır.

Öncü parti ikinci olarak sınıf mücadelesi içinde tek tek kalmış bireyleri birleştirir, örgütlü bir kuvvet haline getirir. Kapitalizmin yol açtığı, işçi ile emeği ve yarattığı ürün arasındaki yabancılaşmayı ortadan kaldırmanın tek yolu kamu mülkiyetini esas alan bir işçi sınıfı iktidarı hedefiyle örgütlenmektir. Sınıfın önderleri, örgütlü siyasi eylemleriyle üretim araçları üzerindeki ağırlıklarını görürler ve iktidar mücadelesinin öznesi haline gelirler.

Proletarya partisi işçi sınıfının parçalanan gücünü bir araya getirerek, sınıfın kuvvet noktalarını birleştirir. Sınıfın çoğunluğunu yönlendiren bir kaldıraç yaratır. Öncü partinin kitle hareketinin yükseldiği koşullarda hızla kitleselleşebilmesi, parti tarafından ilk reaksiyonun başlatılmasıyla ilgilidir. Lenin küçük bir partinin oynayabileceği büyük rolü şöyle anlatmaktadır: "Küçük bir partinin bile -İngiliz ve Amerikan partisi- siyasal gelişmenin sürecini iyi inceler ve partisiz kitlenin hayat ve geleneklerini iyi tanırsa uygun bir anda devrimci bir hareket yaratabilmesi mümkündür."14

b) Leninist parti işçi sınıfının en ileri örgütlenmesidir: Lenin, Bolşevik partisinin yapılanmasını şöyle tanımlanmıştır: "Parti, örgütlerin toplamı ve parti üyesi de parti

örgütlerinden birinin üyesi olan kimsedir".15 1903'de Bolşevikler ve Menşevikler arasındaki ayrışma bu tanımlama temelinde olmuştur. Menşevik Martov parti üyesi tanımını, "parti programını kabul eden, parti örgütlerinden birinin önderliği altında düzenli işbirliği içine giren ve paraca destekleyen kimse RSDİP üyesidir" şeklinde yapmıştır. Lenin'in ise bu konuda görüşü şöyledir: "Parti programını kabul eden, parti örgütlerinden birine şahsen katılan ve paraca destekleyen kimse parti üyesidir."16 Menşeviklerle Bolşeviklerin arasındaki temel ayrım parti üyesinin parti örgütlerinden birisine üye olup olmaması noktasında ortaya çıktı. Bu tartışma işçi sınıfının örgütlenmesinde çok ileri bir aşamayı ifade etmektedir. Marks'ın Komünist Ligası tüzüğünde organa üyelik şeklinde bir üyelik tanımı getirilmiyordu.

Parti üyesinin tanımlanması, aslında parti örgütünün nasıl olması gerektiği konusundaki bir tartışmaydı. Çünkü üye, partinin temel taşıdır. Onun görevleri ve rolü parti örgütünün genel yönelimini ortaya koyar. Parti emekçiler içinde örgütlü bir kuvvet olacak mıdır? Başka bir deyişle emekçiler iktidar mücadelesinin öznesi midir? Menşevikler bu sorulara 'hayır' yanıtını veriyordu. Onlara göre merkezin örgütlü olması yeterdi. Düzen partilerinde olduğu gibi üye pasif konumda tutuluyor, tepede ise örgütlü emekçi kuvvetinden koptuğu için hakim sınıflarla uzlaşmaya yatkın komplocu ve bürokratik bir merkez yaratılıyordu. Menşevizmin Rus devriminden kopuşu buralarda başladı. Bolşevik Partisi üyenin bir temel örgüt içinde çalışmasını tüzük kuralı haline getirerek, üyeyi parti hayatında ve sınıf mücadelesinde etkin bir role yükseltiyordu. Üyenin karar alan ve uygulanan bir temel örgütün parçası haline gelmesi partinin kitlelere önderlik gücünü arttırıyor, diğer yandan

129

Page 130: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

parti içi demokrasinin de temelini oluşturuyordu. Parti üyesinin bir örgüte üye olması ilkesi, partinin emekçiler içinde temel örgütler biçiminde örgütlenmesinin teorik temelini oluşturmuştur.

c) Öncü partinin nesnelliği: Lenin'in "önderler örgütü" tanımlaması çoğu kez yanlış anlaşılmaktadır. Sadece ideolojik bir cihazlanmanın

günün birinde kitleleri harekete geçireceği düşünülmektedir. Oysa ki Lenin irade ile nesnellik arasındaki ilişkide, iradenin nesnelliğin ateşleyicisi olduğunu söylemiştir. Bu ateşleyici irade, sosyalist teorinin inatla tek tek işçi önderlerine ulaştırılarak, onların dönüştürülmesi ve örgütlü bir kuvvet haline getirilmesidir. Lenin bu görevi reddeden iki eğilimi 1900 yılında yazdığı bir makalede şöyle eleştirmektedir: "Bizim başlıca ve temel görevimiz, işçi sınıfının politik örgütlenmesi ve politik gelişimini kolaylaştırmaktır. Bu görevi arka plana itenler, mücadelenin her türlü özel yöntemlerini ve bütün diğer görevlerini buna bağımlı kılmayı reddedenler yanlış bir yol izlemekte ve harekete ciddi zararlar vermektedirler. Ve bu, birinci olarak yönetime karşı girişilen mücadelede işçi sınıfı hareketinden kopuk, tecrit edilmiş gizli çevrelerin güçlerini kullanmak için devrimcilere başvuran kimseler tarafından ikinci plana itilmektedir. İkinci olarak da politik propaganda, ajitasyon ve örgütlenmenin alanını ve muhtevasını sınırlayanlar..."17

Lenin, proletarya partisinin öncülüğünün, sınıfla birleştiği ölçüde gerçekleştiğini belirtir. Komünist Enternasyonal kongresinde, Komünist Partilerinin rolü üzerine yaptığı konuşmada öncünün işçi sınıfı ile bağının önemini şöyle açıklar: "Parti’nin işçi sınıfının azınlığı ile geri kalan işçiler arasında bir bağ vazifesi görmesi üzerinde kesinlikle ısrar ediyoruz. Eğer azınlık kitlelere liderlik etmeye ve onlarla sıkı bağlar kurmaya muktedir değilse, kendine ister parti desin...... parti değildir ve genel olarak hiçbir değeri yoktur".18

Öncü parti teorisi hem Ekim devrimiyle hem de daha sonraki devrimlerle kanıtlandı. Öncü parti teorisini her ülkenin devrimcileri kendi somut şartlarına uygulayarak başarılı olabildiler. Çeşitli ülke devrimcilerinin kendi koşullarında partiyi nasıl inşa ettikleri, sorunları nasıl aşmaya çalıştıkları oldukça öğreticidir. Öncü parti teorisinin uygulanması açısından iki zıt örnek olan Bolşevik Partisi'nin ve Almanya Komünist Partisi (KPD)'nin inşa deneyimi dikkat çekicidir.

Bolşevik Partisinin İnşa Deneyi

Bolşevik Partisi her şart altında sınıfa dayanma çizgisi izledi: Bolşevik Partisi politik ve örgütsel çalışmasını her şart altında sınıf temeline dayanarak yaptı. Partinin üye

profili işçi çoğunluğunu yansıtıyordu. David Lane Bolşevik Partisi'nin yüzde 61,9'unun işçilerden oluştuğunu belirtmektedir. Lane, Bolşevik Partisi'ni şöyle tanımlamaktadır: "Parti’nin alt düzeylerine ve özellikle kitle desteğine bakarsak şunu söyleyebiliriz ki, Bolşevikler bir işçi partisi idiler. Oysa Menşevikler'in buna kıyasla daha küçük burjuva üyelere, daha alt düzeylerde daha az sınıfından taraftarlara sahip oldukları görünür."19

Bolşevik Partisi, işçi sınıfının en yoksul en radikal kesimlerine dayanıyordu. Carr bu objektif durumu şöyle açıklamaktadır: "Menşevikler kendi üyelerini en kalifiye ve en örgütlenmiş işçiler arasından, basın işçileri, demiryolu işçileri ve Güneyin modern sanayi bölgelerindeki çelik işçileri arasında buldular. Oysa Bolşevikler'i Petersburg bölgesindeki köhnemiş ağır sanayide çalışan nispeten vasıfsız işçiler ile Petersburg ve Moskova dokuma fabrikalarındaki işçiler destekliyordu. Sendikaların büyük bir kısmı Menşevikti."20

Bolşevik Partisi mali kaynaklar bakımından da sınıfın öz gücüne dayanan bir çizgi izlemiştir. "1914'ün ilk çeyreğinde Pravda'ya yapılan bütün bağışların yüzde 87'si işçilerden yüzde 13'ü işçi olmayanlardan toplandı. Oysa aynı dönemde Menşevik yayın organlarına bağışların sadece yüzde 44'ü işçilerden yüzde 56'sı işçi olmayanlardan geliyordu."21

Bolşevik Partisi'nin temelini, temel örgütler oluşturdu: Bolşevik Partisi'nin örgütlenmesi üretim esasına dayanmaktaydı. Parti ülke çapında büyük işletmelerde

örgütlenmeye ağırlık vermişti. Lenin bu örgütsel çizgiyi şöyle açıklamaktadır: "Hareketin temel gücü büyük işletmelerdeki işçilerin örgütlenmesinde yatmaktadır. Çünkü büyük işletmeler (ve fabrikalar) işçi sınıfının sadece sayı bakımından üstün kesimini değil, aynı zamanda daha da önemlisi, etki, gelişme ve savaşma gücü bakımından üstün kesimini kapsamaktadır. Her işletme bizim kalemiz olmalıdır."22 Bir Bolşevik örgütçüsü olan Osip Piatnitsky Parti’nin mahalli alanlardan çok üretim esasına göre örgütlenmesini şöyle anlatır: "Bütün dönemlerde Bolşeviklerin daha alt düzeyde parti örgütlenmesi yaşanılan bölgeden çok iş yerinde bulunuyordu."23 J. Molyneux bu açıdan Bolşevikler ile Menşevikler'i şöyle karşılaştırmaktadır: "Bolşevik Partisi'nin küçüklüğüne rağmen bu yapı parti ile proletarya arasında, sosyal demokrat partilerin sağladığından daha yakın bir ilişki sağladı. Sosyal demokrat partilerin fabrikalar ile bağları ancak sendika denetimi aracılığıyla dolaylı yoldan kuruluyor... Bolşevikler'de bu tür de facto ayrım olmadı."24

Bolşevik Partisi'nin üretim birimlerine dayanan örgütlenme çizgisi partinin her şart altında devamını sağlamış, işçi sınıfı içinde uzun süreli ve istikrarlı bir çalışma yürütülmesinin temelini yaratmıştır. J. Molyneux bu durumu şöyle tespit ediyor: "Gericilik dönemlerinde hareketten kitlesel bir entelektüel kaçış oldu; oysa fabrika hücreleri tecrit olmuşluklarına rağmen, partinin proleterleşmesini artırarak daha kolay yaşayabildiler."25 Parti’nin işçi sınıfı içindeki bu devamlılığı işçi hareketindeki yükselişleri hazırlıklı karşılanmasına yol açtı.

Bolşevik Partisi inisiyatifli örgütlere dayanıyordu: Bolşevik Partisi, üretim birimlerindeki örgütlenmesini bu örgütlerin bağımsız çalışmalarıyla birleştirdi.

Bolşevik Partisi 1905 devrimi sırasında işçi hareketiyle kucaklaşmanın bir yolu olarak parti örgütlerinin inisiyatifini bir tüzük maddesi haline getirdi. RSDİP 3. Kongresinde kabul edilen parti tüzüğünün ilgili bölümü

130

Page 131: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

şöyledir: "Kapsamlı bir çalışma yürüten bütün parti örgütleri (yerel komiteler, bölge işletme komiteleri) özellikle ve yalnızca parti faaliyetinin, yönetimini sürdürmek üzere oluşturuldukları (çalışma) alanıyla ilgili olarak bütün işleri bağımsız yürütürler; tek tek ve özel işlevleri yerine getiren grupların... bağımsızlık derecesi, bu grupları oluşturan merkezi organlar tarafından belirlenir."26

Bolşevik Partisi'nin her şart altında kitlelere ulaşması ve önderlik etmesi inisiyatifli örgütler sayesinde olmuştur. Bolşevik örgütçü Pianitsky inisiyatifli örgütlerin tayin edici önemini şöyle belirtmektedir: "Yerel parti örgütlerinin, hücrelerin inisiyatifi teşvik edildi. Odesa veya Moskova veya Bakü veya Tiflis'teki Bolşevikler gericilik ve savaş yıllarında tutuklamalar nedeniyle çoğu kez varolmayan Merkez Komitesinden veya bölge komitelerinden sürekli direktif bekleselerdi, bunun sonucu ne olurdu? Bolşevikler işçi kitlelerine ulaşamazlar ve onların üzerinde etki sağlayamazlardı."27

Bolşevik Partisi genç bir partiydi: Molyneux, Bolşevik Partisi'nin yaş profilini şöyle açıklamaktadır: "1907'de parti üyelerinin yaklaşık yüzde

22'si 20 yaşından küçüktü. 20-24 arasında olanlar yüzde 37'yi, 25 ile 29 arasındakiler yüzde 16'yı oluşturuyordu."28 Troçki bunun önemini ve yarattığı sonuçları şöyle değerlendirmektedir: "Bolşevizm yeraltındayken daima genç işçiler partisi oldu. Menşevikler daha saygıdeğer kalifiye üst tabakaya dayanıyordu, bununla gurur duyuyor ve Bolşevikler'e tepeden bakıyorlardı... Belirleyici anda gençlik daha olgun tabakayı, hatta yaşlıları peşinden sürükledi."29

Bolşevik Partisi değişen koşullara uyum gösteren bir örgütlenme çizgisi izledi: Bolşevik partisi dogmatik ve statik bir örgütlenme tarzını büyük tehlike olarak gördü. Her somut durumda

halk hareketiyle Çarlık rejiminin güç ilişkilerini dikkate alan bir örgütsel çizgi oluşturuldu. Bu örgütsel çizgi her değişen durumda işçi sınıfıyla birleşebilmenin ve ona önderlik edebilmenin örgütsel taktiklerini belirledi. Bu örgütsel taktikler, güç ilişkilerindeki değişime göre parti örgütlenmesinin yasal alana doğru genişletilmesinde veya daraltılmasında görülmektedir.

Bolşevik Partisi 1905 devrimine kadar profesyonel devrimcilerden oluşmuş bir parti çekirdeğinin inşasına yöneldi. 19. yüzyıla girerken Rus sosyalistlerinin oluşturduğu çeşitli örgütlenmelerin yaşamı üç ayı geçmiyor. Çarlık rejiminin baskısıyla örgütlerin faaliyeti kesintiye uğruyordu. Lenin'in sıkı bir çekirdeğin inşasına yönelmesi bu şartlarda oldu. Bolşevik Partisi bu komitelerin önüne sınıfın birleşme görevini koymuştu. Bu hem Rus sosyalistleri içinde ideolojik bir çizgi olarak savunuluyor, hem de örgütsel planda işçi öncülerini alt örgütlerde örgütleyerek, kimisini de çekirdeğin içine alarak gerçekleştiriliyordu. "Komitelerin isçilerin üzerinde büyük etkisi olmasına karşın, bu örgütlerin tümünde hemen hemen hiç işçi üye yoktu. Ancak komitelerin yayınları ve buyrukları, işçi kitlesinin özlemlerini yansıtıyor ve işçiler artık bir öndere sahip olduklarını hissediyorlardı. Böylece komiteler onların gözünde çok popülerdi. Ama, işçilerin pek çoğu için bu komitelerin faaliyetleri bir gizlilik perdesiyle örtülmüştü. İşçiler çoğu kez, hareketin temel sorunlarını görüşmek için aydınlardan ayrılarak kendi aralarında toplanmışlardı."30

1905 devriminin büyük işçi hareketleri Bolşevikler içinde önemli tartışmalar yarattı. Lenin yeni durumu şöyle tahlil ediyordu: "Artık zayıflamış hükümetin baskısından kurtulmuş demokratik düşünceler ve istemlerin açık propagandası o denli yayılmıştır ki, kendimizi bu tümüyle yeni hareket alanına uyarlamayı öğrenmemiz gerekiyor."31 Yeni durum iki önemli açılımı getirdi. Bunlardan birincisi, partinin güçler dengesindeki değişikliğe bağlı olarak yasal alana açılması ve bu yolla ayağa kalkmış çok sayıda işçi önderini partinin içine alması ve işçi hareketine önderlik etme yeteneğinin kazanılması hedefiydi.

Lenin bu politikayı şöyle açıklıyordu: "Partimiz çok uzun zaman illegal kalmıştır. Üçüncü kongrede bir delegenin haklı olarak söylediği gibi, son birkaç senedir yeraltında boğulmuştur. Yeraltı dönemi sona ermektedir. O halde cesaretle ileri; yeni silahı eline al, onu yeni insanlara dağıt, tabanını genişlet, tüm işçi sosyal demokratları çevrende topla, onların yüzlercesini ve binlercesini Parti saflarında birleştir. Onların (sosyal demokrat işçiler) delegeleri merkezi kurumlarımızın saflarını canlandırsın, genç devrimci Rusya'nın taze ruhu onlar vasıtasıyla içimize aksın."32

Lenin yasal mevzinin daha da genişletilerek parti örgütlerinin yasallaştırılması amacını da şöyle belirtmektedir: "Eğer tam koalisyon özgürlüğü olsaydı ve halkın yurttaşlık hakları tamamıyla sağlam olsaydı o zaman şüphesiz her yerde sosyal demokrat birlikler (yalnız sendikalar değil, politik yani parti birlikleri) kurmamız gerekirdi. Mevcut şartlarda elimizdeki bütün yollar ve araçlarla bu amaca ulaşmak için çalışmalıyız."33

Bolşevik Partisi ikinci olarak, parti örgütlerindeki işçi ağırlığının arttırılması ve parti örgütlerinin inisiyatifinin teşvik edilmesi görevini önüne koydu. "Tüm yoldaşların bağımsız, yaratıcı, birleşik gayretleri ile yeni örgüt biçimleri yaratmaları zorunludur. Bunun için herhangi önceden belirli standartları koymak mümkün değildir. Çünkü tamamen yeni bir alanda çalışıyoruz; yerel şartlar hakkındaki bilgi ve her şeyden önce tüm parti üyelerinin inisiyatifi harekete geçirilmelidir. Yeni örgüt şekli ya da daha doğrusu işçilerin partisinin temel örgütsel hücresinin yeni şekli kesin olarak eski çevrelerden çok daha geniş olmalıdır. Bundan başka yeni hücre büyük ihtimalle daha az katı, daha 'özgür' ve daha esnek (gevşek) bir örgüt olmak zorunda olacaktır."34

Lenin hiç işçi üyeye sahip olmayan komitelerin çoğunluğunun işçilerden olması gerektiğini belirtiyordu: "Parti'nin 3. Kongresi'nde Parti komitelerinin 2 aydına karşılık 8 işçiden oluşturulması dileğini açıklamıştım. Bu dilek şimdi ne kadar modası geçmiş görünüyor!... Şimdi yeni Parti örgütlerinin bir sosyal demokrat aydına karşılık bir kaç yüz sosyal demokrat işçiye sahip olmasını dilemeliyiz."35

Lenin'in bu iki noktadaki açılımı Parti içinde "komiteciler" olarak adlandırılan ve 1905 öncesinde komitelerde görev alan bazı parti üyeleri tarafından tepkiyle karşılandı: "komiteciler genellikle biraz kendi başına buyruk

131

Page 132: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

kişilerdi. Komite çalışmalarının kitleler üzerinde yaptığı muazzam etkiyi görmüş ve kural olarak parti içi demokrasi diye bir şey tanımaz olmuşlardı."36 Komiteciler 3. Kongrede işçilerin komitelere alınmasına karşı çıktılar. Krupskaya Lenin'in onları şöyle eleştirdiğini belirtiyor: "Umacılar icat etmeyiniz yoldaşlar. Sosyal demokrat aydınlar şimdi işçilere gitmek zorundadırlar. İşçilerin kişisel girişimleri, bizlerin dünün yeraltıcı grupçuklarının hayal bile edemedikleri bir ölçüde, artık kendisini ortaya koyacaktır..."37

Bolşevik Partisi 1905 devriminde kendisini yenileyebilme yeteneği olduğunu gösterdi. 1905 devriminden sonra gericilik yıllarında da Bolşevik Partisi'nin gizlilik koşullarına uyumu biliniyor. 1912'den sonra Birinci Dünya Savaşının arifesinde büyük grev hareketleriyle yeni canlanmanın başlaması Parti’nin yeniden yasal alana doğru genişlemesine yol açtı. Bolşevik Partisi'nin tarihi, örgütlenmenin dogmatizmi dışladığını açık bir şekilde kanıtladı.

Almanya Komünist Partisi (KPD)'nin İnşa Deneyi

KPD işçi sınıfının dayanan bir politika izlemedi.38 KPD 1927 yılında 143.172 üyeye sahipti. Üyelerinin yüzde 68,1'i işçiydi. Zenaatçılar yüzde 9,57, sendika ve

kooperatiflerde çalışanlar yüzde 2,61, tarım işçileri yüzde 2,21, orta sınıf 2,21, satıcılar yüzde 1,73, parti işletmesinde çalışanlar yüzde 1,64, düşük dereceli memurlar yüzde 0,7, köylüler yüzde 0,3 diğerleri yüzde 11,73 idi.

KPD üye sayısının çoğunluğu işçi olmasına rağmen, örgütsel inşasını, politik çalışmalarını ve eylem çizgisini işçi sınıfı zemininde oluşturmadı. Bunun en tipik örneği KPD'nin yükselen faşizme karşı izlediği çizgidir. Faşistlerin orta sınıf içinde güç topladığı tespitini yapan Parti, faşizme karşı mücadelede işçi sınıfı dışındaki tabakalara yöneldi. Orta sınıfın bulunduğu mahallelerde politik çalışmayı ve örgütlenmeyi esas aldı. Faşist saldırı mahalle örgütlerini kolayca dağıttı. KPD faşizme karşı işçi sınıfının gücünü etkili bir şekilde kullanamadı.

KPD üretim esasına göre örgütlenmekten vazgeçti: KPD üye sayısının çoğunluğunun işçi olmasına ve 1926 yılında 2243 fabrika komitesine sahip olmasına

rağmen, mahallelerde örgütlemeyi esas aldığı için, işçi üyelerini mahalle örgütlerinde örgütlemeye başladı. Bu fabrika dışı örgütlenmeler Parti'nin işçi gücüne önemli bir darbe vurdu. Parti'nin örgütsel gücü etkisizleşti.

Yıl Fabrika hücresinde Mahalle hücresinde Hiç hücresi olmayan

örgütlü işçiler (%) örgütlü üyeler (%) mahalle örgütlerindeki üyeler (%)

1927 15 47 31 1928 12 42 43 1929 14,7 45 40,3

Bu tabloya göre işçi üyelerin yüzde 53'ü fabrika dışında ya örgütlüdür ya da örgütsüzdür. İşçilerin fabrikadaki örgütlenmelerden ve kendi somut koşullarında politika yapmaktan kopartılması partinin

hızla işçi üye kaybetmesine yol açmıştır. KPD'nin üye bileşimindeki değişim (İşçi üyelerin tüm üyelere oranı): 1928 63,3 1929 51,6 1930 33,2 1931 20 1932 11 KPD hızla işçi üyelerini kaybederken, işsizlerin çoğunluğu oluşturduğu bir parti durumuna gelmiştir. 1931'de

üyelerin yüzde 78'i 1932'de üyelerin yüzde 85'i işsizdir. KPD güç ilişkilerin dikkate alan bir örgütsel çizgi izlemedi, legalizme saplandı: KPD 1931-32 yıllarında büyük bir işçi üye erimesi yaşarken, toplam üye sayısında ve oy oranında bir artış

sağladı. KPD'nin seçimlerde aldığı oylar ve üye sayısının gelişimi:

alınan oy % üye sayısı 1928 3.263.400 10 130.000 1930 4.590.179 13,1 134.000 1932 Temmuz 5.297.068 14,3 287.000 1932 Kasım 5.980.329 16,9 336.000 KPD'nin mahallelere yönelmeyi esas almasında, bir seçim kaygısının olduğu düşünülmelidir. Seçime göre

örgütlenmenin tipik ölçüsü yerleşim yerlerine göre ve idari yapıya göre örgütlenmektir. KPD'nin oy oranındaki ve üye sayısındaki dikkate değer yükselişin faşist yükselişi durdurmada hiçbir rolünün olmadığını hayat gösterdi. Fabrikalardaki temel örgütlerden vazgeçmek KPD'nin yıkımı olmuştur. Faşizmin güçlendiği koşullarda KPD'nin kendi gücünü analiz edip işçi sınıfında yoğunlaşmaması, parlamentarist seçim başarılarına kendisini bağlaması

132

Page 133: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

yenilgisinin nedenlerinden biridir. KPD deneyi şunu göstermiştir: Bir öncü partinin asıl gücü, oy grafiklerinde değil, fabrikalardaki örgütlü kuvvetlerinde ve bunların işçi sınıfına kumanda etme yeteneğindedir.

Ülkemizdeki Parti İnşası Deneyleri Üzerine Öncü Parti ile Sınıf Çizgisi Arasındaki Zorunlu İlişki

Günümüzde Türkiye sosyalist hareketinin panoramasını çizecek olursak, solun önemi bir kesiminin parti yapılanmasının dışında, sınıfın nesnelliğinden uzak, sınıf hareketi içinde ciddi bir başarı elde edememiş konumda olduğu görülecektir. Bu eğilimin tipik özelliği sınıf mücadelesinin dışında, kendi iç ölçülerini yaratmış olmasıdır. Bir diğer akım İP'nin sınıf içinde derinleşen çizgisidir. Bu çizginin belli başlı özelliği partili mücadelede ısrar etmek, sınıf çizgisinde istikrarlı politikalara sahip olmaktır. Bu tablonun tarihimizden kaynaklanan nedenleri vardır.

1960'lardan sonra gelişen sosyalist hareket esas olarak öğrenci ve aydın tabakalara dayanıyordu. Dönemin koşullarından da kaynaklanan bu durum, önemli zaafların yeşermesine yol açtı. Sınıfa dışardan propaganda anlayışıyla yaklaşılması ve bunun getirdiği örgütsel biçimlere yönelinmesi bu zaafın esasını oluşturdu. Hareketin böyle bir zeminde gelişmesi sosyalistlerin iradesi dışında oluşmuştu. Fakat bu zaafı altetmek için mümkün olduğunca iradi çaba gösterilmesi gerekiyordu. 70'lerdeki saflaşma bu temelde yaşandı. TİKP partili mücadele ve sınıf çizgisini esas aldı. THKP, THKO gibi akımlar sınıf çizgisini ve partili mücadeleyi reddederek "öncü savaş" çizgisini izlediler.

1989 yılında başlayan işçi hareketleri yeni bir dönemin habercisi oldu. Esasen 80'li yıllarda aydın hareketi kendi arasında parçalanmış, önemli ölçüde düzenin kontrolü altına girmişti. 1989'da başlayan işçi hareketleri toplumsal mücadelenin güç merkezinin artık işçi sınıfına kaydığını ortaya koydu. Bu yeni durum, sosyalist hareket için büyük bir şans yaratmıştı. İşçi omurgasına dayanan bir parti örgütlenmesine girişmek ve sınıf içinde karargâhlar kurabilmek. Bu yetmiş yıllık Türkiye sosyalizm tarihinde bir dönüm noktasıydı. 1988'de kurulan Sosyalist Parti tamamen bu yeni duruma uygun bir örgütlenme modelini uygulamaya çalıştı. Sınıf zemininde büyük bir siyasi çalışmaya girişti. Sosyalist Parti bu durumu görebildi ve tedbirlerini aldı. Diğer gruplar ise işçi hareketlerine soğuk baktılar ve bunun gerektirdiği sorumluluklara ve politikalara yönelmediler. Aydınların önemini yitirdiği bir dönemde eski omurgaya dayanmak bu örgütleri reformcu bir mecraya soktu ve dağıttı.39

Bu tarihi tecrübe gösteriyor ki, THKP/C kökenli hareketlerde görüldüğü gibi parti örgütlenmesine karşı olanlar, aynı zamanda sınıf çizgisine de karşı olmuşlardır. Buna karşın sınıf çizgisini savunanlar partinin gerekliliğini görmüşler ve parti inşasına girişmişlerdir. Partileşme ve sınıfa yönelme çizgileri arasında çarpıcı bir ilişki vardır. Bu ilişkiyi kavrayamayan saflarda iki eğilim dikkati çekmektedir. Bunlardan birincisi "kadromuz yeterli olursa parti kuracağız" veya "işçi sınıfıyla güçlü bağlar kurduktan sonra partileşeceğiz" biçiminde kendini ifade ediyor. İkinci eğilim ise TDKP gibi parti kurmuş olanlarda kendisini gösteriyor. Bu arkadaşlara göre, kurmanın kendisinde bir keramet vardır. Dünyanın merkezine kendilerini koyarak, işçi sınıfına öncülük görevlerini yaptıklarını düşünmektedirler. Her iki eğilim aslında bir madalyonun iki yüzü gibidir. Hem "kurulunca tam kurulur" fikri hem de "kurduk, öncülük işi tamamdır" fikri aşırı bir idealizmden kaynaklanmaktadır. Bu idealist bakış parti yapılanmasının bir an meselesi olmadığını, sınıfın kendi pratiğiyle süreç içinde gerçekleşeceğini görememektedir. Partileşme bir kuruluş anından çok, bir sürecin tanımlanmasıdır.

Dünyamız ve ülkemizin içinde bulunduğu çelişmeler yumağı, işçi sınıfının yetenekleri ve devrimci potansiyeli, çağımızda işçi iktidarlarının kurulmasının güçlü bir zemini olduğunu göstermektedir. Bu durum aynı zamanda, gücü başlangıçta ne olursa olsun proletarya partisinin kurulmasını da zorunlu kılmaktadır. Ancak burada önemli olan partinin hangi perspektiflerle kurulduğu ve kurulduktan sonra sınıfla olan ilişkisinin niteliğidir. Parti sınıfın bir parçası haline gelebilmek için, uygun bir teorik ve pratik hat izliyorsa süreç içinde gerçekten bir öncü parti durumuna gelecektir. Bir parti ancak sınıfın nesnelliğine oturan politikalar izleyerek kendi varlık temelini yaratabilir. Sınıf, partisiz iktidar olamaz. Parti de sınıf dinamikleri içinde yer almadan gerçek bir öncü parti olamaz.

Parti ile sınıf arasındaki bu diyalektik ilişkiyi kavrayan bir hat, devrimin güçlerini yaratın tek yoludur ve devrimci bir örgütsel yönelimin temelini oluşturur. Bu çizginin karşısında yer almak ise kaçınılmaz olarak örgütsüzlüğü ve reformculuğu doğuracaktır.

Öncü Partinin İnşa Modeli

Parti inşası konusunda iki model vardır. Bu iki modelin ayrım noktası, kitleleri devrim için seferber edip etmemektir.

Ne kadar sol ve keskin temalarla çıkılırsa çıkılsın, kitlelerden kopuk, onlarla dinamik bir ilişki içinde olmayan bütün örgütlenmeler reformcudur Bu tür örgütlerin iki özelliği dikkat çekmektedir. Bürokratik bir merkez ve hiçbir kitle çalışmasında sınanmamış dar ve statik bir gövde. Bu örgütler, kopuklukları nedeniyle kitle fırtınalarından beslenemezler, ancak düzenin rüzgârlarıyla bir oraya bir buraya savrulurlar. Kitleler içinde örgütsel bir temelleri olmadığı için uzun süreli bir mücadele çizgisine sahip değillerdir.

Öncü partinin amacı devrim yapmaktır. Devrim ise, geniş emekçi kitlelerin kendi iktidarları için seferber edilmesiyle gerçekleştirilir. Öncü partinin örgütlenmesi tamamen bu amaca hizmet etmelidir. Bunun için, istikrarlı bir önderlik, kitlelerin ihtiyacına cevap verecek politikalar ve kitleleri harekete geçirecek bir örgütlenme gereklidir. Bunların gerçekleşebilmesi için parti örgütlenmesi, uygun mekanizmalardan oluşturulmalıdır.

133

Page 134: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Bu örgütsel mekanizmaların yaratılmasında ve işletilmesinde temel alınacak ilkeler şunlardır. Proletarya partisi yukardan aşağı inşa edilir. Bunun pratik anlamı, uzun bir tarihi dönem boyunca kitleleri öncüleştirmek görevinin varlığıdır. Bir diğer önemli nokta ise, sınıf hareketine önderlik yeteneğinin aşağıdan yukarıya kazanılıyor olmasıdır.

Öncü parti bu esaslara uygun olarak örgütlenmelidir. Proletarya partisinde iki tür örgüt vardır. Yönetici örgütler ve kitlelerin içindeki temel örgütler. Bu örgütler arasındaki ilişki tayin edicidir. Düzen partilerinde ve reformcu sol örgütlerde merkez her şey, örgüt hiçbir şeydir. Üyeler ve alt örgütler fonksiyonsuzdur. Proletarya partisinde ise örgüt her şeydir. Merkezin varlık nedeni olan önderlik yeteneği tamamen örgüte bağımlı olarak oluşur.

Öncü partinin örgütlenmesini bir piramite benzetebiliriz. Bu kitlelerin içine gömülmüş bir piramittir. Piramitin üst kısmında merkezi örgütler, geniş tabanında ise temel örgütler vardır. Temel örgütler halk hareketinin merkezini oluştururlar. Çevrelerindeki kitle örgütleri kanalıyla kitle hareketine önderlik etmeyi hedeflerler. Temel örgütler ile merkez arasında düzgün bir ilişki kurulduğu taktirde, parti merkezi sınıf mücadelesine önderlik edecek bir kurmay haline gelir. Temel örgütler de kitlelere önderlik görevlerini gerçekleştirebilir. Parti tüzüğümüz ve temel örgüt iç tüzüğümüz temel örgütler ile yönetici örgütler arasındaki ilişkileri kurumlaştırmış ve belli esaslara bağlamıştır. Bu esaslar partinin kitleleri kumanda edebilme yeteneğini geliştirmek, öncü karakterini kuvvetlendirmek içindir.

1- Yönetim kurulu üyelerinin yarıdan fazlası temel örgütlerde yer alan işçi ve emekçilerden oluşmaktadır. "Madde 4: İşçi Partisi, demokratik yapısını organlarının ve üyelerinin emekçi karakterine dayandırır. Bütün bu kademelerde yönetici organ üyelerinin ve kongre delegelerinin çoğunluğu işçilerden ve emekçilerden oluşur. Kol emekçilerine öncelik tanınır.”40

2- Yönetim kurulu üyelerinin bütünü temel örgütlerde yer almalıdır. Merkezi görevlerini aksatmayacak şekilde yöneticiler, temel örgütleriyle ve onların çalışmalarıyla bağlarını sürdürmek zorundadır. "Yönetici organlarda görev yapan üyeler dahil, bütün üyeler bir temel örgüt içinde çalışır."41

3- Yönetici örgütler ile temel örgütler arasında düzenli bir siyasi ilişki kurulur. Parti tüzüğünde belirtilen danışma ve üye toplantıları ile raporlar bunun araçlarıdır. İşçi Partisi böyle bir örgütlenme modeline sahip olduğu için işçi hareketlerinin geleceğini önceden analiz

edebilmiş ve bunun gerektirdiği görevleri yerine getirebilmiştir. Bu örgütsel yapılanma demokratik merkeziyetçiliğin sağlıklı bir şekilde uygulanmasının temelidir

Örgütsel Yoğunlaşma Çizgisi

Emekçilerin iktidar mücadelesi her aşamada hakim sınıfların ve emekçilerin kuvvetlerinin çatışmasıyla ilerler. O halde gücün tanımını doğru yapmak gerekir. Güç, bir şeyi yapabilme yeteneğidir. Güç ancak sınıf mücadelesi ölçeği içinde tanımlanabilir ve somutlanır. Gücün ölçeği sınıf mücadelesi olduğuna göre, gücün somut ifadesi de başta işçi sınıfı olmak üzere köylülerin ve emekçilerin örgütlenmiş ve harekete geçirilmiş kuvvetleridir. İşçi sınıfı ve emekçiler, üreten bir sınıf olarak hem çoğunlukturlar hem de sistemin kalbini ellerinde tutarlar. Onların sınıf pratikleri içinde oluşmuş örgütlü güçleri bütün demokratik atılımların ve devrimlerin kaldıracıdır.

Sınıf mücadelesinin kuralı budur ama, emekçilerin büyük çoğunluğunun bu kuraldan ve iktidar bilincinden haberleri yoktur. Bu noktada önemli bir sorun önümüze çıkmaktadır; gücün yaratılması sorunu. Öncü partinin rolü burada kendisini hissettirir.

Gücün yaratılmasına ilişkin iki ana politikadan söz edilebilir. Büyük çoğunluğu harekete geçirebilmek her ikisinin de görünüşte kalkış noktasıdır. Çoğunluk nasıl harekete geçirilecektir?

Birinci politika, genel olarak kalabalıklara yönelme, çoğunluğu birden kazanma çizgisidir. Bu durumda kitleleri etkilemek için yaygın propaganda çizgisi izlenir. Propaganda dili popülistleşir. Yukardan ve dışardan bir propaganda tarzı hakimdir. Bu çizgi kitle hareketi canlı olduğu zaman canlanır, kitle hareketinin durgunlaştığı ve gerilediği koşullarda ise karamsarlaşır. Çalışma sürekliliği olmayan, içine kapanık, dar bir örgütlenme tarzına sahiptir. İdeolojik planda reformcudur. Kalabalıkları her zaman yanında göremediği için kendine güvensiz ve sınıf mücadelesinde çekingendir. İkincisi örgütsel yoğunlaşma çizgisidir. Hedefli propaganda yapar. Sınıfın güç merkezlerine yönelmeyi esas

alır. Harekete geçirilmiş örgütlü bir emekçi kuvvetinin çok büyük ve sarsıcı bir propaganda değeri olduğunu bilir. Genel bir propagandadan çok, yoğunlaşmış özel propagandalara yönelir. Parti bu amaca hizmet edecek şekilde inşa edilir. Bu örgütlemenin biçimi üretim birimlerindeki temel örgütlerdir. İşçi Partisi ikinci çizgide ısrarlıdır. Ancak birinci çizginin Parti'nin çalışmalarında dikkate değer bir etkide

bulunduğu da açıktır. Yoğunlaşma alanlarının tespiti için ölçülerimiz şunlar olmalıdır: 1-Üretimdeki rolü ve sistem açısından

taşıdığı önem. 2-Mücadeledeki yeri. 3-Parti’nin kuvvetlerinin durumu. Bu üç etken dikkate alınarak, alan seçimi yapılmalıdır.

Yoğunlaşma politikası, gücü belli noktalarda toplayarak sonuca gitmeyi amaçlar. Böyle bir çalışmada sabırlı ve ısrarlı olmak, yapılan işin ülke çapındaki sınıf mücadelesindeki önemini kavramak tayin edicidir.

Öncü Partinin Örgütlenmesinde Temel Örgütlerin Rolü ve İnşası

Temel örgüt partinin temel taşıdır. Klasik literatürdeki "hücrenin" karşılığı olarak kullanılmaktadır. "Temel örgütler partinin üretim alanları ve meslek esasına göre oluşturduğu örgütlenmelerdir"42

134

Page 135: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Temel örgüt niçin partinin örgütsel temelidir? Çünkü devrimci bir partinin amacı emekçi iktidarının kurulmasına önderlik etmektir. Parti’nin bu rolünü oynayabilmesi emekçileri örgütlü bir güç haline getirmesine bağlıdır. Bu nedenle devrimci partiler üretim esasına dayalı temel örgütler oluşturmayı esas alırlar. Kapitalist sistemin işleyişinin can damarı olan fabrikalar, aynı zamanda işçinin üretimden gelen gücünü kullanacağı alanlardır. 1925 yılında Komünist Partiler için Komünist Enternasyonal Örgütlenme Şubesinin hazırladığı model tüzüğün ilgili maddesi şöyledir: "13- Parti’nin temel organı, temeli, içinde çalışan tüm partililerin üyesi olması gereken fabrika... hücresidir."43 Bolşevik Partisi ve diğer devrimi gerçekleştirmiş partiler, temel örgütleri parti örgütlenmesinin temeli olarak değerlendirmişlerdir.

Düzen partileri üretim ve meslek esasına göre bir örgütlenmeye karşıdırlar. Çünkü amaçları hakim sınıf iktidarını korumaktır. Emekçi inisiyatifini güçlendirecek örgütsel yapıları reddederler. Onların örgütlenmesinde merkez tek aktif organ durumundadır. Zaman zaman seçim kaygıları nedeniyle oluşturulan sandık örgütlenmeleri de bir temel örgüt değildir. Bunlar gelip geçici örgütlenmeler olduğu gibi, kişilerin üretim alanlarında bir kuvvet haline gelmelerini perdelediği için de aldatıcıdırlar. Revizyonist ve reformcu partiler de emekçilerin iktidara gelmesine karşı olduklarını, emekçilerin temel örgütlerde örgütlenmelerine karşı çıkarak gösterirler. Kruşçev'in iktidara geldikten sonra gerçekleştirdiği ilk uygulamalardan biri de partinin temel örgütlerini dağıtmak olmuştur. Parti’nin bu temel örgütleri üretimi arttırmakla görevli komitelere dönüştürülmüştür. Kruşçev bunu şöyle ifade ediyor: "Parti örgütlerinin çalışmalarında esas şeyin eğitim olduğunu dobra dobra söylüyoruz." SBKP Kruşçev'le birlikte "parti örgütlerini üretim ilkesine göre inşa etmeye" yönelmiştir.44 Ülkemizde bir örnek de SBP örgütlenmesidir. SBP tüzüğünde bir organa üye olmak maddesi yoktur. Bunun doğal sonucu temel örgütlerin reddidir. Diğer taraftan ülkemizdeki çeşitli sosyalist gruplar çevreleriyle üyelik ve organ temelinde bir ilişki kurmamakta, sadece "gruptan" olmayı yeterli görmektedirler. Böyle bir anlayışla emekçilerin örgütlenemeyeceği bu tür grupların da emekçilerden koparak bir çürüme içine girecekleri açıktır.

Partimiz, emekçiler içinde temel örgütlerle örgütlenmeyi esas almıştır. Bu husus, temel örgüt içtüzüğünde şöyle belirtilmiştir: "Madde 1- İşçi Partisi’nin amacı, işçi sınıfı önderliğinde Demokratik Halk İktidarını gerçekleştirmek ve durmaksızın sosyalizmin kuruluşuna geçmektir. Bu amaç Parti'nin örgütlenme çizgisini belirler. Partimiz bu anlayışla emekçiler içinde örgütlenmeyi esas alır. Üyelerini fabrikalar, işyerleri, köyler, mahalleler, sendikalar, kitle örgütleri, eğitim kurumları ve diğer emekçi topluluklarında temel örgütler oluşturarak örgütler. Temel örgütler, Parti'nin üretim alanları ve meslek esasına göre oluşturduğu örgütlerdir. Bu özellikleriyle parti örgütlenmesinin temelidirler ve Parti'nin emekçilere önderlik etmesinin başlıca aracıdırlar."45

Temel Örgütler İktidar Organlarıdır

Parti’nin amacı, parti iktidarı değil emekçi iktidarı kurmaktır. Bunun güvencesi Parti'nin gövdesinin örgütlü bir emekçi kuvvetine dayanmasıdır. Birincisi, örgütler iktidar bilincine ulaşmış emekçi öncülerini temsil ederler. İkincisi temel örgütün esas fonksiyonu, emekçi kitlesini kendi örgütsel pratikleri içinde değiştirerek bir iktidar kuvveti haline getirmektir. Temel örgüt bu özellikleriyle emekçilerin gittikçe gelişecek olan iktidar organlarının motoru işlevini üstlenir. Temel Örgütler Kitleleri Dönüştüren Organlardır

Partimizde temel örgütlerin çalışmalarına mükemmelliyetçi yaklaşılmaktadır. Temel örgütler Parti’nin kitlelerle bağını sağlayan örgütlerdir. Emekçi önderleri geçmişten gelen zaafları ile bu örgütlerde yer alırlar. Burada önemli olan yaratıcılığı öne çıkaran bir dönüştürme çizgisi izlemektir.

Kitleleri dönüştürmek ancak bir iş ortaklığı temelinde gerçekleşebilir. Her temel örgüt emekçilerin kültürel, politik, ekonomik ve psikolojik sorunlarını dikkate alan bir dönüştürme politikası oluşturmalıdır. Temel örgütler, üye olan emekçilerin öncü ve yaratıcı yanına sarılmalı, sıradan eğilimleri ise ortak pratikler içinde altetmelidir. Temel örgüt, emekçi önderleri için bir okul olmalıdır.

Temel Örgüt ve Parti Üyeliği

Üyelik kurumu ve temel örgüt arasında çok yakın bir bağ vardır. Temel örgütü olmaması, üyenin fonksiyonlarını zayıflatır. Üyenin hak ve görevlerine sahip çıkması ise örgütlenmeyi zorunlu hale getirir, varolan temel örgütlerin fonksiyonlarına uygun bir şekilde çalışmasını sağlar. Temel örgütler üyenin hak ve görevlerinin kurumlaştırıldığı yapılardır.

Yöneticiler içinde ciddi bir eğilim olan insan beğenmezlik hastalığı yenilmelidir. İnsan beğenmezliğin kaynağında genel ve üstten propagandaya göre koşullanmış bir önderliğin ölçüleri vardır. Yöneticiler, kendileri gibi olmayanları horlamaktadırlar. Halbuki, doğru önderlik tarzı, güce dayanarak iş yapmak, güç hareket ettirilebildiği ölçüde etkili bir propaganda yapılacağını görmektir.

Üye beğenmezlik saplantısı, üyeye ilgisizliği de getirmektedir. Bir kısım yöneticiler, bırakalım örgütlenmeyi üyeyi tanımaya bile yaklaşmamaktadır. Üyeyi tanımamak, onu değerlendirmemeye yol açmaktadır. Üyenin fikirlerine ve yapabileceği şeylere değer verilmemekte, sadece arada bir aidat veya bağış istemek için kendisine uğranmaktadır.

Bu zaafı yenmek için atılacak birinci adım, bütün üyeleri mücadele ve somut iş esasına göre temel örgütlerde örgütlemektir. Üye, temel örgütlerde ve üye toplantılarında karar süreçlerine katılmalı, partinin politikalarında ve pratiklerinde söz sahibi olduğu bilincine varmalıdır.

135

Page 136: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Temel Örgütler Bağımsız Çalışan Organlar Olmalıdır

Her temel örgüt, parti politikaları doğrultusunda bağımsız kararlar alma ve uygulama yeteneğine sahip olmalıdır. Bu inisiyatifin gerçekleşmesi, temel örgütün kendi kitlesiyle ve içinde yaşadığı gerçeklikle birleşmesine bağlıdır. Temel örgüt bağımsız bir çalışma yürütmek zorundadır. Çünkü kendisinin dışında hiçbir parti organı o alanın gerçeğini bilemez. Temel örgüt, kendi başına yaşama yeteneği kazanmış parti organı demektir.

Temel örgütler bu yönleriyle partinin büyümesinin ve sürekliliğin aygıtlarıdır. Yaşam dinamikleri merkeze değil, kitlelere dayanan temel örgütler, merkezler şu veya bu nedenle tahrip edilmiş olsa bile örgütsel hayatlarını sürdürebilirler.

Temel örgüt inisiyatifinin partinin sürekliliğindeki rolünü gösteren çarpıcı örnekler vardır. TİKP'de 80 sonrasında merkezdeki sağcı ve tasfiyeci çizgiye karşı esas direniş bazı fabrika ve mahalle temel örgütlerinden gelmişti. Bu temel örgütler, örgütsel faaliyeti kesintiye uğratmadılar. Bulundukları alanda ideolojik ve siyasi çalışmayı aksatmadılar. Parti mali ihtiyaçlarını önemli ölçüde buralardan karşıladı. Bir fabrika temel örgütünün ısrarla izlediği sınıf politikaları, fabrika içinde büyük bir muhalefet hareketi yaratmış, diğer iş kollarındaki muhalefetin motoru olmuş, işçi ve sendikacıların 12 Eylül'e karşı örgütsel inisiyatif koymalarına yol açmıştı. 1988 yılında Sosyalist Parti örgütsel inşaya başladığında, sınıf içinde önemli kanallara sahipti. Bu kanallar 12 Eylül'ün baskısına ve Parti merkezinin dağılmasına rağmen çalışmalarına devam eden temel örgütlerin ve parti üyelerinin eseriydi.

Temel Örgütler ile Partinin Eylem Yeteneği Arasındaki İlişki

1989'dan sonra, gelişen büyük işçi hareketleri, özel olarak Zonguldak madencisinin Ankara yürüyüşü, işçi gücünün iktidarla hesaplaşmadaki önemini ortaya çıkardı. Sosyalist hareketin sınıfın bu eylem yapabilme yeteneğini değerlendirebilmesi belirleyici bir öneme sahiptir. Sosyalist hareketin eylem yeteneği nedir? Sosyalist Parti 89 Bahar eylemlerinden başlayarak bütün büyük işçi hareketlerinin ve önemli işçi grevlerinin içinde yer aldı. Bu hareketleri zaman zaman etkilemeyi başardı. Bazılarına ise fiilen önderlik etti. Bugün de İşçi Partisi sol içinde, eylem yapabilme yeteneğine sahip tek örgüttür. Diğer sol gruplar işçi hareketlerinin içinde yer almadılar ve bu hareketlere soğuk yaklaştılar. Küçük grupların korsan eylemleri şeklinde bir eylem çizgisi izlediler. Bu grupların kitlelerin katıldığı bağımsız bir eylemi gerçekleştirdikleri görülmedi. İşçi Partisi diğer sola kıyasla daha ileri bir pratiği temsil etmektedir. Ancak ülkemizdeki çelişmelerin

derinleşmesi dikkate alındığında İşçi Partisi'nin de ihtiyaca yeterince cevap vermediği ve ciddi eksiklikler taşıdığı açıktır. İşçi Partisi'nin eylem gücünü analiz edersek şöyle bir sonuca varırız: 1- Üretim birimlerinde çalışan parti

üyeleri işçi hareketlerinde genellikle etkili bir rol üstlenmiştir. 2- Herhangi bir üretim alanında önceden hazırlanan ve yönlendirilen özel eylem pek yapılmamaktadır. 3- Parti’nin merkezi olarak düzenlediği miting ve yürüyüşler en sık rastlanan eylem biçimidir.

Bu merkezi eylemlere katılanları incelersek; a) parti üyelerinin bir kısmı, b) genel propagandanın etkisiyle çevreden mitinge gelenler, c) üretim

alanlarındaki ve emekçi bölgelerindeki parti üyelerinin çevrelerindeki emekçiler mitinglerin katılımını oluşturmaktadır.

Bu eylemlere katılanların büyük çoğunluğunu genel propagandayla gelenler oluşturmaktır. Parti üyeleri ve örgütlü katılım daha azdır.

Bu tablo göstermektedir ki, üyeler parti eylemlerine tam olarak seferber edilememektedir. Üretim birimlerindeki temel örgütlerimiz ve parti üyelerimiz, çevrelerini parti eylemlerine sokamamaktadırlar. Kendi alanlarında özel eylemler geliştirmemektedirler.

Parti’nin eylem yeteneği ile temel örgütlerinin yapılanması arasında çok yakın bir bağ vardır. Birinci olarak, eylemlere katılmayan parti üyeleri genellikle temel örgütlerde görevli değildir. Bir partili olarak kolektif çalışmanın parçası haline gelmemişlerdir. O halde yapılması gereken, bu üyeleri hızla temel örgütlerde birleştirmek ve siyasi çalışmada bir fonksiyon yüklemektir.

Karşımıza çıkan ikinci sorun, temel örgütlerin özel eylem yapmaması ya da çevrelerini merkezi eylemlere çekememesidir. Birçok temel örgütümüz işyerlerinde ve çalışma alanlarında genel ve üstten bir propaganda dilini kullanmaktadır. Eyleme yönelmek için bir işçi kabarışı beklemektedir. Kuşkusuz fırsat kollamak ve işçi yükselişinin olanaklarını değerlendirmek önemlidir. Ancak, yükselişe kadar sadece bekleyen bir kuvvet ne ölçüde bu yükselişe önderlik edebilecektir? Bir partinin işyerlerindeki özel eylem yeteneği yükselişlere önderlik edebilmesinin de garantisidir. Özel eylem yeteneği olmayan bir temel örgüt merkezi mitinglere de çevresini getiremez.

Bir temel örgüt özel eylem yeteneğini nasıl kazanır? Bunun için temel örgütün her somut durumda üretilecek özel politikalarla çevresindeki emekçilere yönelmesi ve onlarla ortak faaliyet içine girmesi gerekir. Yüzlerce kez tekrarlanan ortak pratikler kitlelerin önder kesiminin partiye güven duymasını sağlayacaktır. Parti’nin politikaları bu ortak pratikler içinde sınanacaktır. Ancak böyle bir birikim yaratılırsa, partinin kritik dönemde yapacağı çağrılara emekçiler olumlu yanıt verebilir.

Fabrikalardaki temel örgütlerimiz, böyle bir çalışmaya yöneldiklerinde eylem yapabilme gücünü kazanıyorlar. 91 Yaz eylemlerinde bir fabrika temel örgütümüz 10-15 bin kişilik bir işçi hareketini günlerce yönlendirebildi. Ancak o noktaya nasıl gelindiği önemlidir. Bu temel örgüt yıllardır işçilerle yüzlerce ortak pratikte bulunmuştu. 89'daki işçi yükselişinden sonra işyerinde ve çevresindeki fabrikalarla ortak eylemliliği yaratacak bir dizi özel

136

Page 137: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

politika izlenmişti. Zıt görüşten işçiler dahi partili işçi önderlere güveniyordu. Zonguldak eylemlerinin sıcak günlerinde madenci parti üyeleri her gün çevrelerindeki emekçilerle toplanıyor günlük politikaları saptıyor ve bunu ocak komitelerinin ortak politikası haline getirebiliyorlardı. Bunun sonucunda Parti’nin eylemdeki inisiyatifi arttı, yeni üyeler kazanıldı. Daha sonra Zonguldak İl Örgütünün madencinin her sorunu konusunda özel politikalar geliştirmesi ve çözümün işçi önderleriyle birlikte aranması bir başka olumlu deneydir. Partimizin Ege'deki köylü çalışması da bir diğer önemli deneyi oluşturuyor. Kırsal alandaki temel örgütlerin her somut durumda özel politikalar ve özel eylemler geliştirmeleri hızla bir köylü kitle örgütünün doğmasına ve büyümesine neden oluyor.

Son yıllardaki işçi hareketleri kendi mücadele pratikleri içinden çıkardıkları işyeri komiteleri tarafından yönlendirildi. Bu işyeri komiteleri net siyasal perspektiflere sahip olmadıkları halde sadece işyerinde sınanmış ilişkileri nedeniyle hızla yönetici konuma geldiler. Ve büyük bir işçi kitlesi onların siyasal görüşlerine bakmaksızın arkalarından yürüdü. Bu tablo parti temel örgütlerinin ortak pratikler içinde kitlelerin güvenini kazanmaları durumunda, kritik zamanlarda üye sayıları ne olursa olsun önemli bir rol oynayabileceklerini göstermektedir.

Temel Örgütlerin Kurulması ve Çalıştırılması

Birçok parti örgütümüz ve üyemiz temel örgütün önemini kavradıklarını, ama bir türlü temel örgütler oluşturamadıklarını, oluştursalar bile bunların kısa bir sürede dağıldığını belirtmektedir. Bunun o kadar çok lafı ediliyor ki neredeyse bir bilinmezciliğe sürükleniliyor. Bunun nedeni Parti’nin kendi deneylerinden öğrenmemesidir. Partimizin temel örgüt kurma ve çalıştırma deneyleri, neler yapılması gerektiğini açıkça göstermektedir.

Önderlik çalışma alanında karargâhını kurmalıdır Eğer çalışma alanında bir temel örgüt yoksa, önderlik o alana dışarıdan bir kadro tayın yaparak temel örgüt

çalışmasına başlamalıdır. Şayet çalışma alanında parti üyeleri varsa, yine önderlik bu üyeler ile omuz omuza bir çalışma içine girmelidir. Karargâh kurulabilmesi için bu mesele parti yönetiminin gündemine ağırlıklı olarak girmelidir. Parti kadroları ve çalışma alanındaki parti üyeleri bütün zamanlarını emekçiler içinde geçirmeye özen göstermelidir. Birçok işçi üye, mesai saati bitince işinden evine gelmektedir. İşçi kahveleri, işçilerin evleri, sendika merkezleri, kültür evleri, parti çalışmasının mesai saatinden sonra da devam ettirileceği alanlardır.

Parti kitlelerin gerçeğiyle birleşmelidir: Parti üyesinin karargâh kurmaya başladıktan sonra ilk yapması gereken şey, kitlelerin durumunu,

özelliklerini, taleplerini, kültürel arayışlarını, kitle psikolojisini tanımaya çalışmaktır. Bu tanıma kitlelerin genel durumunun yanısıra belli işçi önderlerinin tanınmasına da yönelik olmalıdır. Parti, emekçilerin kendiliğinden oluşturduğu bütün ortak çalışmaların içine girmelidir. Bir kültürel toplantı mı var, bir hasta emekçi için dayanışma mı yapılıyor, sendikada bir toplantı mı var, yemekhanede bir gazete haberi mi tartışılıyor, parti üyeleri orada olmalıdır. Kitleleri tanımak ancak böyle ortamlarda mümkün olur. Tanımanın ve gerçeği tespit edebilmenin bir diğer yolu ilgi çekici soruları ve konuları ortaya atmaktır. Gelen yanıtlar ve sorular kitlelerin durumunu somut olarak gösterir. Böylece giderek kitlelerin gerçeğiyle birleşilir. Gerçeği tespit etmek de politika yapmanın ilk şartıdır.

Özel politik çalışma belirleyici önemdedir: Temel örgüt kurulmuş veya kurulmamış olsun, bir parti yöneticisi o alanla ilgilenmeye başladığı andan

itibaren özel politikalara sahip olmalıdır. Bilgisi ve gözlemleri düzeyinde sınıfın ihtiyaçlarına cevaplar bulmalı, politikalaştırmalı, yayabildiği en geniş çevreye yaymalıdır. Her özel politikanın gereği olan özel işler ortaya çıkartılmalı, mümkün olduğunca detaylı bir iş paylaşımı yapılmalıdır.

Özel politika iki şekilde geliştirilmelidir. Birincisi; merkezi bir politikanın, örneğin Çekiç Güç'e karşı mücadele politikasının, işçiye hangi özgüllük içinde, hangi özel bağlar kurularak anlatılacağının tespit edilmesidir. İkincisi ise, işyerindeki somut sorunların çözümüne yönelik politikalardır. Özel politika, insanların ancak kendi karşılaştıkları sorunları aşarak dönüşecekleri gerçeğine dayanmalıdır. Parti örgütsel alanda da özel politikalar izlemelidir. Üye kazanma çalışması her aşamada olgunlaştırılan, her insana özgü bir özel politikayı gerektirir.

Uzun süreli sabırlı ve istikrarlı bir çalışma: Birçok parti örgütü kısa bir süre, temel örgüt kurmaya çalıştıktan sonra, "olmuyor" deyip vazgeçiyor.

Kurulmuş temel örgütün iyi çalışmaması durumunda onu kolayca gözden çıkarabiliyor. Bu kolaycı bir anlayıştır. Emekçileri dönüştürmek, binlerce yılın kültürel ağırlıklarını yok etmek kolay değildir, ancak bir süreç içinde gerçekleşebilir. Dönüştürme eylemi hayatın her alanını kapsar ve sabırlı, istikrarlı bir çalışma gerektirir. Ayrıca emekçiler kendileriyle ilişki kuran partilerin istikrarlı olmalarına, düzen partileri gibi gelip geçici olmamalarına çok dikkat ederler.

Sınıf mücadelesinde önder roller oynamış temel örgütlerimizin kurulması ve çalıştırılması bir anda olmadı. Parti örgütçülerinin ve işyerindeki partili işçilerin birkaç yılı bulan çalışmaları ile sonuç elde edilebildi.

137

Page 138: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

DİPNOTLAR 1 Engels, “Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu” Sol Yayınları, s.72

2 Marks-Engels, “Komünist Partisi Manifestosu", Aydınlık Yayınları, s.64-65

3 a.g.e., s. 34

4 Marks-Engels, "Birinci Enternasyonelde Örgütlenme Meselesi" Ekim Yayınları, s.91

5 Marks-Engels, “Komünist Partisi Manifestosu", Aydınlık Yayınları, s.14

6 Marks-Engels, "1. Enternasyonelde örgütlenme Meselesi" Ekim Yayınları, s.88

7 a.g.e., s.91

8 Lenin, "Örgütlenme" Kaynak Yayınları, s.15

9 J. Molyneux, "Marksizm ve Parti" Belge Yayınları, s.45

10 Thomson, "Marks'tan Mao Zedung'a Devrimci Diyalektik Üzerine", s.92

11 Marcel Liebman, "Lenin Döneminde Leninizm", C.1, s.46

12 E. H. Carr, "Bolşevik Devrimi 1917-23" Metis Yayınları, s.192

13 "AEP'nin İnşası ve Parti Yaşantısı" Komün Yayınları, s.39

14 Lenin, "3. Enternasyonal Konuşmaları" Koral Yayınları, s.145

15 Stalin, "Leninizmin İlkeleri ", s.101

16 E. H. Carr, "Bolşevik Devrimi 1917-23", Metis Yayınları, s.38

17 Lenin, "Kitle içinde Parti Çalışması", Ekim Yayınları, s.13

18 a.g.e., s.142

19 J. Molyneux, "Marksizm ve Parti" Belge Yayınları, s. 82

20 Carr, “Bolşevik Devrimi” Metis Yayınları, s.49

21 J. Molyneux, "Marksizm ve Parti" Belge Yayınları, s. 82

22 Lenin, "Örgütlenme Üzerine" İnter Yayınları, s.24

23 J. Molyneux, "Marksizm ve Parti" Belge Yayınları, s. 83

24 a.g.e., s.83

25 a.g.e., s.82

26 "Örgütlenme Üzerine, Tüzükler" İnter Yayınları, s.185

27 J. Molyneux, "Marksizm ve Parti" s.86

28 a.g.e., s.84

29 a.g.e., s.84

30 Krupskaya, "Lenin'den Anılar" Bibliotek Yayınları, s.108

31 Marcel Liebman, "Lenin Döneminde Leninizm", C.1, s.44

32 “Örgütlenme Üzerine, Tüzükler" İnter Yayınları, s.77

33 a.g.e., s.79

34 a.g.e., s.79

35 Krupskaya, "Lenin'den Anılar" Bibliotek Yayınları s.118

36 a.g.e., s.108

37 a.g.e., s.118

38 Bu bölümdeki istatistiki bilgiler için yararlanılan kaynak: İşçiler ve Toplum, Mart 1990, "KPD'nin Faşizme Yenilgisi" Aydemir Güç.

39 Osman Bilge Kuruca, "İktidar Mücadelesi, İşçiler ve Parti" Teori Mart 90 s.3

40 İşçi Partisi Tüzük Program s.3-4

41 Teori, Sayı 37, Ocak 93, s.25

42 a.g.e.

43 "Örgütlenme Üzerine, Tüzükler" İnter Yayınları, s.89

44 "Polemik" İnter Yayınları, s.511

45 Teori, Sayı 37, s.25

138

Page 139: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

“Stalin’den Gorbaçov’a” kitabından

Doğu Perinçek DEVRİMLERİN ÖNCÜ-KİTLE DİYALEKTİĞİ

"En büyük üretici güç devrimci sınıfın kendisidir."

Marx

Öncü Bir Olgudur, İcat Değil

Öncü, bir olgudur, yoksa teorik bir icat değildir. İşçi sınıfı devrimcileri, devrim yapmak için öncü diye bir manivela yaratmadılar, toplumsal bir gerçekliği saptadılar ve onu örgütlediler. Mehmet Ali Aybar arkadaş, öncü teorisini hedef tahtasına koyarken, işte bu toplumsal gerçekliği dikkate almıyor.

Hiçbir sınıf yoktur ki, üyeleri bütünüyle aynı bilinç düzeyinde olsun. Her sınıfın göreli ileri, orta ve geri kesimleri bulunur. Sınıflar, sürekli bir oluşum ve değişim süreci yaşarlar. Her sınıfın üyeleri, değişik ve karmaşık ekonomik, toplumsal, siyasal ve kültürel ilişkiler içindedir. Bu nedenle zaman ve yoğunluk açısından farklı bilinçlenme süreçlerinden geçerler. Bütün sınıfların siyaset, kültür ve ideoloji alanında sınıfın çıkarlarını temsil eden ileri kesimleri bulunur. Bunlar "öncü"yü oluştururlar. İşçi sınıfının da ileri, orta ve geri kesimlerinin bulunması, bütün ülkelerin hayatında görülen bir gerçekliktir.

Üretim birimlerinin toplumsallığı, yoğunluğu farklıdır. İşçileri etkileyen coğrafi özellikler, kültürel ve siyasal çevreler de farklıdır. Özet olarak işçiler farklı bilinçlenme süreçleri yaşarlar.

Marx, "kendiliğinden sınıf" ve "kendisi için sınıf" ayrımını yapmıştı. İşçi sınıfı nesnel olarak sınıftır. Fakat bu sınıf bütün üyeleriyle bir anda "kendisi için sınıf” haline gelmez. Sınıfın önce bazı kesimleri uyanır ve siyaset-kültür alanına çıkar. Bu ileri kesimler, işçi sınıfının öncüsüdür. Bu öncü, burjuvazinin ideolojik hegemonyasından ilk kurtulan kesimdir.

Bu nedenle işçi sınıfını örgütlemek ve sınıf mücadelesine yöneltmek isteyen herkes, kaçınılmaz olarak öncüyü örgütlemek durumundadır. Aybar gibi öncü teorisine karşı çıkanlar için de başka bir çözüm yoktur. "İşçi sınıfının uyanan ileri kesimleri politika yapmasın, sınıfın diğer kesimlerini uyandırmasın, herkes kendiliğinden ve aşağıdan bilinçlensin" dediğiniz zaman da, kimse sizin bu öğüdünüzü dinlemeyecektir. Çünkü bu tutum, politikayı ezenlerin tekeline vermekte ve işçilere yasaklamaktadır. "Aşağıdan uyanış" ve "kendiliğinden bilinçlenme" teorisi, aslında işçi sınıfının uyanışının ve siyaset yapmasının karşısındadır. Öte yandan devrimci politika, ister istemez sınıfın bilinçli kesimiyle yapılabilir. Hâlâ burjuvazinin ideolojik hegemonyası altındaki geri kesimler, devrimci bir öncünün kazanacağı kesimlerdir, yoksa özgüçleri değildir. Öncü, politikalarını sınıfın büyük çoğunluğunu kazanma amacına uygun olarak saptayacaktır. Ama "kazanmak" sözcüğü bile burada bir değiştirme sorumluluğunu ifade eder. Sorun, öncü gerçeğini kabul ettikten sonra öncü-kitle diyalektiğini doğru tahlil etmek ve sınıfın genel çıkarları yönünde çözümler geliştirmektir. Öncü ile Devrim Arasındaki Zorunlu Bağlantı

Sınıfların uyanan kesimleri, sınıfın geri kalan kısımlarının uyanışını tarihin hiçbir döneminde beklemediler. Öncüler olarak siyaset alanına çıktılar, iktidarı ele geçirmek için sınıfın geri kalan kesimlerini hareketlendirmeye çalıştılar. Öncü ile sınıf arasındaki ilişki de böyle başladı. İşçi sınıfının ilk uyanan kesimleri de siyasal mücadeleye girmek için sınıfın orta ve geri kesimlerinin

uyanışını beklemediler. Çünkü bilinçlenmek, dünyayı değiştirmek için eyleme geçmek demektir. Öncü, dünyayı değiştirmeye kendi sınıfını uyandırmakla ve eyleme yöneltmekle başlar. Bu uyandırma faaliyetinin kendisi dünyayı değiştirmenin bir biçimidir. Öncü, sınıfı örgütleyecek ve kendi bulunduğu siyasal mücadele alanına çekecektir.

Sınıfların tarihe müdahalesi, böylece kaçınılmaz olarak öncüsünden başlayıp kitlesine doğru bir süreç izliyor. Tarihe müdahalenin doruğu olan devrim de, bu sürecin içinde ve her zaman sürecin tamamlanmadığı bir noktada oluyor. Ekim devriminden Nikaragua devrimine kadar bütün emekçi devrimleri hep aynı gerçeği ortaya koydu: Devrimler, devrimci sınıfın üyelerinin tümü bilinçlenmeden gerçekleşiyor. "Sivil Toplumcular" beğenmeseler de, öncüler sınıfın orta ve geri kesimlerini peşlerine takarak devrimler yapıyorlar. Öncü, tarihe insan müdahalesinin bir ifadesidir.

Üretici güçlerin gelişmesi ve sınıfın uyanışı sonuna kadar müdahalesiz devam etseydi, devrime de gerek kalmayacaktı. O zaman evrimciler haklı çıkacaktı.

Evrimci teoriler, üretici güçlerin gelişmesi ve toplumun değişmesinin devrimci müdahalelere gerek kalmaksızın gerçekleşeceğini ileri sürdüler. Ama tarih onları dinlemedi. Daha doğrusu toplumsal gelişmenin hakimiyet vaat ettiği sınıflar, sömürü ve baskıya karşı ayaklanırken herhangi bir teoriye göre davranmıyorlar.

Ezilen sınıfların kitlesel değişmesi de devrimci eyleme bağlıdır. Devrim yalnız eski düzenin yıkılması için değil, devrimci sınıfın kendisinin değişmesi için de gereklidir.

Özetleyecek olursak, öncü ile devrim ve üretici güçlerin özgürleşerek gelişmesi arasında kopmaz bağlar var. Öncü, sınıfı arkasına alarak devrimi gerçekleştiriyor ve üretici güçlerin gelişme yollarını açıyor. Bizzat devrimci sınıfın kendisinin bir üretici güç olduğunu hatırlayacak olursak, insanın özgürleşmesi ve değişmesinin koşullarını da devrim yaratıyor.

Öncünün reddi, üretici güçler teorisi ve evrimcilik, bir ideolojik paket. Tarihe insan müdahalesine karşı çıkan

139

Page 140: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

beklemeciler, gerçeklerden kopuyorlar. "Öncüler devrimlere önderlik etmesin" diyenleri kimse dinlemiyor. "Üretici güçler gelişsin, devrim sonra olsun" diyenleri de dinleyen yok. Çünkü devrim üretici güçlerin en geliştiği zaman ve yerde olmuyor. Tersine üretici güçlerin ve insanın gelişmesi için devrim gerçekleşiyor. Elbette belli bir olgunluk düzeyinde.

Evrimci ideolojik paket, gücünü gerçeklerden değil, gerçeği artık kaybetmiş olan, gerçeğe direnen sınıflardan alıyor.

Emperyalistler ve burjuvazi, işçi sınıfının öncüsünün siyaset alanına çıkmasını ve sınıfın diğer kesimlerini politize etmesini istemiyor; üretici güçlerin gelişmesi için beklemeyi öğütlüyor. Üretici güçlerin kapitalizmle gelişeceğini kabul ettikten sonra da devrime gerek kalmıyor. Zaten Gorbaçov, devrimler çağının bittiğini ilan etmiyor mu?

Oysa bugün uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının oluştuğu eski sosyalist ülkeler devrimci kaynaşma alanları haline geldi. Üretici güçlerin gelişmesini boğan kireçlenmiş bir iktidar sınıfına karşı işçiler ayaklanıyor, gençler ayaklanıyor, halk ayaklanıyor. Devrimler çağının arkada kalmadığını, Sibirya madenlerinde ayağa kalkan işçiler, Polonya işçileri ve Doğu Almanya halkı hatırlatıyor.

Tarihin her döneminde devrimden korkanlar, devrimlerin bittiğini ilan etmişler ama gerçeği devrimci sınıfların ayaklan altında kalarak öğrenmişlerdir. İşçi Sınıfının Öncüsü Çoğunluğun Bir Parçasıdır

Öncü, bir gerçektir. Öncünün ikili bir karaktere sahip olması da bir gerçektir. İşçi sınıfının öncüsü, çoğunluğun bir parçasıdır, çoğunluğun politize olan kesimidir. Öte yandan işçi sınıfının öncüsü de bir azınlıktır. İşçi sınıfının seçkinleri, sınıfın ve emekçi sınıfların içinde bir

azınlığı oluşturur. Çoğunluğun bir parçası olması ve politize olması, işçi öncüsünün ileri yönüdür. O, bu niteliği sayesinde

tarihe katkıda bulunan bir rol oynar. Sınıfın ve emekçilerin geniş kesimleriyle birleşir. Hatta işçi sınıfının kendisiyle birlikte bütün insanlığı kurtaracak özellikleri nedeniyle sınıfın öncüsü, insanlığın büyük çoğunluğunun çıkarlarıyla birleşebilecek bir potansiyeli taşır. Bu birleşme, yalnız nesnel çıkarlar düzleminde kalmadığı, fiilen gerçekleştiği zaman devrim şansı doğar. İşçi sınıfının öncüsü, devrimi gerçekleştirebilmek için sınıfın geniş kesimlerini, temel müttefik olarak köylülüğü ve diğer halk sınıflarım safına çeker, siyasal eyleme katar ve devrimin maddî güçlerini oluşturur.

Devrimleri öncülerin yaptığı iddiaları doğru değildir. Dünyanın hiçbir yerinde öncüyle devrim yapılmadı. Soljenitsin, Ekim devriminin bir "komplo" olduğunu yineledi. Bu tezi ısıtıp ısıtıp piyasaya sürenler, devrimi 7 Kasım günü gerçekleşen bir ayaklanma ile sınırlı göstermeye çalışıyorlar. Oysa o ayaklanmanın "komplo" olmadığı gerçeği bir yana, Bolşevik Partisi 1917-21 arasında dört yıl süren bir iç savaşta emperyalist müdahaleyi ve gerici sınıfları altetti. Bu dört yıllık hesaplaşmada devrimin eline silahı alan bir halktan başka gücü yoktu. Köylülük de bu hesaplaşmada esas olarak Bolşevik Partisi’nin, daha doğrusu devrimin yanında yer aldı. Öncü geniş kitlelerin enerjisini sonuna kadar seferber ederek iç savaşı kazandı. Liberaller, sosyal demokratlar, menşevikler, troçkistler, revizyonistler vb. geniş kitlelerle tarih boyunca böyle bir ilişki içine giremediler, kitleleri o kadar aktivize edemediler, dolayısıyla o kadar demokratik bir seferberliğe önderlik edemediler.

Çin devrimini alınız. ÇKP, 1927 yılından 1949 yılına kadar 22 yıl on milyonları, yüz milyonları ayaklandırabildi. ÇKP, Çin köylüsünü, Çin işçisini kurtuluş için ölümü göze alacak kadar aktif biçimlerde politika alanına çıkardı.

Politikada ölümü göze almak, gönüllülüğün doruğudur. Çin'de ve diğer devrimlerde halk kitleleri, devletin zoruyla değil, kurtulmak için hayatlarını ortaya koydular. Bunu, örneğin Çin'de 22 yıl sürdürdüler. Bu olay, öncü ile kitle arasında sürekli, istikrarlı ve canlı bir ilişkiyi kanıtlar. Hiçbir liberal hiçbir sosyal demokrat parti geniş kitlelerle bu kadar kuvvetli ve derin bağlar kuramamıştır. Demek ki, Çin'de de devrimi öncü yapmadı, kitleler yaptı, halk yaptı.

"Demokrasi, kitlenin siyasete katılmasıdır" deniyor. O zaman kitlenin ayaklanması, demokrasinin doruğudur. Çünkü ayaklanma, halkın hayatını koyarak siyasete katılmasıdır. Ayaklanma, halkın kendi geleceğine sahip çıkmasının en ileri, en aşırı biçimidir. Ayaklanma, en ileri demokrasidir, sonuna kadar demokrasidir.

1917'den bu yana gerçekleşen emekçi devrimleri, bu nedenle insanlığın bugüne kadar yaşadığı en ileri demokrasi deneyimleridir, demokrasi grafiğinin doruk noktalarıdır. Öyleyse öncülerin önderliğinde yapılan devrimler, demokrasi adına bir iflası değil, en büyük demokrasi mirasını ifade ederler. Demokrasi, rıza göstermeyen, boyun eğmeyen, itiraz edebilen, başı dik olan, gereğinde ayağa kalkan halklarla gerçekleştirilir, uygulanır ve yaşanır. Devrimler, insanlığa böyle bir bilinci ve dünyayı değiştirme kararlılığını bıraktılar.

Öncüler, devrimlerin bir gerçeği idiler. Yalnız 1917 sonrasındaki devrimlerin değil, 1871 Paris Komünü'nün de başında ileri işçiler vardı, bir öncü vardı. Paris Komünü'nün yenilgiye uğramasının nedeni, bu öncünün yeteri kadar öncü olamaması, gelişmiş bir teoriye, programa, taktiklere ve örgütsel yapıya sahip olmamasıydı.

Bu durumda öncüyü suçlamak niçin? Devrim gerçeğinin ayrılmaz bir parçası olduğu için mi? Devrimdeki rolü nedeniyle mi?

Aslında öncünün "sıkı ve disiplinli bir devrimciler örgütü" oluşturması suçlanıyor. Bugün muhasebesini yaptığımız sosyalizm deneyimlerine bu "sıkı ve disiplinli" öncüler önderlik etti.

Öncünün disiplinli örgütlenmesini reddedenler, halkı seferber edemediler. Demek ki öncüler kadar demokrat olamadılar. Büyük kitleleri ayağa kaldırabilecek herhangi bir pratiğe önderlik edemediler. Sosyalizm deneyimlerine girişemediler. Hata yapabilme düzlemine çıkamadılar. Öncünün suçu, halkla birleşebilmesi, halkı

140

Page 141: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

seferber edebilmesi, bir halk pratiğine girişebilmesidir. Arkada kalan devrimler bağlamında, sıkı disiplinli bir öncü ile halk seferberliği arasındaki bağı araştırmak

daha bilimsel bir tavır olur. Acaba ilk kuşak emekçi devrimleri niçin öncülerin önderliğinde başarıldı? Burada bir gerçeklik yatmıyor mu?

O sıkı ve disiplinli örgütlenme, Leninci bir icat değil, fakat Çarlık hakim sınıflarının, Çin hakim sınıflarının ve diğer hakim sınıfların bir dayatmasıydı. Gerici hakim sınıflar, kendi sınıflı toplumlarının birçok özelliğini muhaliflerine de dayattılar: Hiyerarşi, disiplin, gizlilik gibi. Devrim, gökten arınmış olarak inmedi, sınıflı toplumun lekeleriyle doğdu. "Devrim lekesiz olsun" diyenler, aslında devrime karşı çıkıyorlar. O zaman gericiliğin hakimiyeti, lekeli bir devrime yeğleniyor. Öncü Aynı Zamanda Sınıfın İçinde Azınlıktır

Öncü, aynı zamanda bir azınlıktır, sınıfın uyanmış kesimidir, siyaset alanındaki en aktif kesimidir. Öncü, bu özellikleriyle sınıfın geniş kesimleri içinde sayıca azınlık olarak kalır. Bu azınlık, hakim sınıfların ideolojik hegemonyasından daha erken bir aşamada kurtulmuştur. Bu açıdan ileri bir özellik taşır: Ama öncünün sayıca azınlık olması, halktan kopuk bir yönetici azınlığa dönüşme olasılığını da içinde barındırır. İşte burada öncünün ikinci karakteri karşımıza çıkar. Bu ikinci karakter, öncünün bir zamanlar burjuvazinin ideolojik hegemonyası altında edindiği kendisine yabancı özelliklerin kalıntılarıdır. Öncü, burjuvazinin ideolojik hegemonyasından kurtulmuştur, hatta burjuvazinin devrilmesine önderlik etmiştir. Fakat hakim sınıflardan ve sınıflı toplumdan kendisine bulaşmış bazı düşünce ve davranışlar hâlâ yaşamaktadır.

Bir azınlık olarak kaldığı sürece öncünün kurtulduğu ideolojik hegemonyanın altına yeniden düşme tehlikesi vardır. Öncünün bu ideolojik dönüşümü, daha doğrusu yozlaşması, sosyalist toplumda yeni bir hakim sınıfın oluşması tehlikesiyle bağlantılıdır.

Öncü-kitle diyalektiğini incelerken, kuşkusuz Sovyet devriminin, Çin devriminin ve diğer emekçi devrimlerinin kendine has özellikleri var. Ama biz burada özel olandan çok genel olanı tartışıyoruz.

Devrimlerin kaçınılmaz olarak bir öncünün önderliğinde gerçekleşmesi, insanlığın gelişme düzeyi nedeniyledir ve o gelişme düzeyiyle lekelidir. Bir gün insanlık, kuşkusuz öncülere gerek kalmayan bir olgunluğa ulaşacaktır. Toplumların yönetilmeye muhtaç kalmadığı bir aşama ütopya değildir.

Yönetme - yönetilme ilişkisinin son bulacağı bir dünya perspektifine sahip olan devrimci öncüler bile, en sonunda yönetme işleviyle lekelenmek durumundadırlar. Her yönetme olayı, kaçınılmaz olarak malların ihtiyaca göre dağıtılamadığı, kıt olduğu, malların bölüşümü sorununun gündemden kalkmadığı bir toplumda yaşanır. Yönetme, en sonunda toplumun maddî üretiminin bölüşülmesi üzerindeki kontroldür. Bu durumda devrimci azınlıkların (öncülerin), bu bölüşümü bir süre sonra dar azınlık çıkarlarına göre yönetmesi tehlikesi vardır.

Öncü hem muhalefetteyken, hem de iktidara geldikten sonra ikili karakterini içinde taşır. Çoğunluğun bir parçası olması, öncüyü kitlelerin çıkarlarıyla birleştirir. Emekçi sınıflar içinde bir azınlık oluşturması ise, öncünün içinde bir çürüme nedeni olarak barınır. Çürüme, öncünün kendi arasında bir çıkar birliği oluşturması ve bu çıkarı geliştirmek için dayanışma içine girmesidir. Azınlığın kendisi için dayanışması, kaçınılmaz olarak çoğunluğa karşı dayanışmaya dönüşür. Bu olayı, SB'deki, Doğu Avrupa'daki ve diğer sosyalist ülkelerdeki öncülerin yaşadığı süreçlerde görebiliyoruz. Henüz iktidara gelmemiş öncülerin içinde de kaçınılmaz olarak bu eğilimler görülüyor ve benzer süreçler yaşanıyor. Bu nedenle öncünün vicdanı ile emekçi kitlelerin vicdanı arasında bir ayrım yapmak gerekir. Burada kısaca "sol vicdan" ve "emekçi vicdanı" terimlerini de kullanabiliriz. Sol Vicdan ve Emekçi Vicdanı

Öncü daha muhalefet döneminden başlayarak düzenle cephe cepheyedir. Hakim sınıflardan gelen baskıları göğüslemek durumundadır. Bu nedenle devrimci öncülerin içinde başka partilerde görülemeyecek bir dayanışma gelişir. Bu devrimci dayanışma, emekçi halka karşı dayanışmaya dönüşme tehlikesini de taşır. Öncünün saflarında veya genel olarak sosyalist saflarda boy veren "sol vicdan" kavramı, böyle revizyonist bir gelişmeye yol verir.

Türkiye'de 1980 öncesinin bazı solcu pratiklerini hatırlayalım. Bakkal soyma, sıradan halkın parasını gaspetme, mahallelerde baskıyla para toplama, esnafın kepenklerini zorla kapattırma, "MHP sempatizanı" diye işçileri götürüp öldürme, sol grupların birbirlerine uyguladıkları şiddet eylemleri vb, bütün bunlar, "öncüler"in kendi varlıklarını sürdürmeleri için giriştikleri eylemlerdi. Bu tür eylemlerin hepsi, yıllarca "devrimci faaliyet" için "zorunlu" diye açıklandı. Türkiye solunda bu açıklamayı haklı gören bir kamuoyu, 1970'lerden sonra gelişti. Kendisini "kurtarıcı" olarak gören öncü, bu kurtarıcılık misyonunu gerçekleştirmek için her şeyi yapabilirdi. Bu ayrıcalığı onaylayan bir "sol vicdan" oluştu. Bu sol vicdan, artık toplumu dönüştürme sorumluluğunun manevî kaynağı olan, devrimci bir vicdan değildi, emekçi vicdanı değildi. Birçok "ağabey", kocaman isimleri olan aydınlar, emekçi vicdanından kopmuş olan bu solcu pratiklere karşı tavır almadılar. "Ne de olsa bunlar bizimkiler" anlayışı egemen oldu. Burada gerçekte korkunç bir oportünizm vardı, bir vicdansızlık vardı. Azınlık çıkarları için dayanışma, "sol vicdan"la koruma altına alınmıştı. “Tut beni tutayım seni" düşüncesi, sözümona "solcu" dayanışmayla destekleniyordu. İşçi sınıfına bütünüyle yabancılaşmış, azınlık çıkarı için yapılan bu eylemlere açıkça karşı çıkan gerçek öncü tavırlar, gerici karakterdeki bu "sol" vicdanla karşı karşıya geldi. Birçok aydın, bunu göze alamadığı için sustu ve dolayısıyla halka karşı bir dayanışmanın içinde yer aldı. Bu tavır, bugün Doğu Avrupa'da halkın ayakları altında kalan tavırdır. Revizyonist yönetimler, sosyalist veya solcu olmayan geniş yığınların vicdanından kopmuşlardı. Bütün uygulamalarını, kendi tanımladıkları bir "öncü" vicdanıyla, bir "sol" vicdanla haklı gösteriyorlardı. Kendileri "ileriyi" temsil ediyorlardı, bu nedenle emekçilere

141

Page 142: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

rağmen iktidarda kalma hakkına sahiplerdi. Emekçi vicdanından kopan öncüler, bu ideolojik meşrulaştırmalarla, emekçilere diktatörlük uygulayan

iktidarlara dönüştüler Bizde 1980 öncesinde emekçi halkın vicdanında onay bulmayan eylemlere girişebilen Sol, Doğu Avrupa'daki revizyonist iktidarların ideolojik çizgisini daha iktidara gelmeden benimsemişti. İktidara gelmek için bakkal soyan veya zorla para toplayan bir "öncü", iktidara geldikten sonra da "bakkal soyacak" ve "zorla para toplayacak"tır. Üstelik bu soygun, o zaman "kolektif mülkiyet"le perdelenebilecektir. Muhalefet döneminde "haklı" mücadelesini çıplak soygunla finanse eden öncü, iktidar döneminde bu soygunu toplumsal sömürü mekanizmalarıyla gerçekleştirecek, kendi azınlık diktatörlüğünü emekçilerin ödenmeyen emeğiyle finanse edecektir. Her iki olguda ortak yan, "sol vicdan"ın emekçi vicdanını bastırmasıdır. Hiçbir öncü, soyut olarak "revizyonizme karşıyım" demekle SB'deki ve Doğu Avrupa'daki öncülerin yaşadıkları yozlaşma sürecinden kendini kurtaramaz. Revizyonizm, bir yönüyle öncünün emekçi yargılardan kopuk bir kapalı devre değerler sistemi oluşturmasıdır. Daha tehlikelisi, buna "devrimcilik" adını vermesidir. Revizyonizm, bir azınlık vicdanının, sosyalist olması şart olmayan sıradan emekçi vicdanını ezmesidir.

Emekçi vicdanını belirleyen moral değerler, kuşkusuz hakim sınıfların ideolojik hegemonyasının bütünüyle dışında değildir. Ancak emekçilerin toplum içindeki sınıfsal konumlarından gelen, yaşadıkları hayattan gelen veya kültürel miras olarak edindikleri kendilerine özgü değerleri vardır. İnsan kişiliğine ve emeğe saygı, kardeşlik, barış, elbirliği ve dayanışma gibi bu değerler, emekçi halk içindeki toplumsal bağları da ayakta tutar. Bu değerler hakim ideolojiyle de yer yer iç içe geçerek, bir ahlâkî sorumluluk duygusu oluşturur. Ne olursa olsun, öncü eğer toplumu değiştirmek istiyorsa, emekçilerin haklı bulduğu bir eylem çizgisi benimsemek zorundadır. Öncü, geniş emekçi yığınlarıyla birleşme ve emekçileri değiştirme olanağını elinde tutabilmek için, sıradan emekçilerin haklı bulduğu bir zeminde mücadele edecektir. Toplumun ihtiyaçlarını ve değerlerini, kendi ihtiyaç ve misyonuna göre tanımlayan bir öncü, emekçi kitlelerden kopacak ve yozlaşacaktır. Böylece öncü rolünü de gerçekleştiremeyecektir. Öncü kitlelerden beslenmediği, büyümediği, kitleleri öncülere dönüştürme işlevini yürütemediği zaman çürüme de başlar. Tıpkı kan dolaşımı durunca oksijensiz kalan bir dokunun kangrenleşmesi gibi.

Öncü, iktidar mücadelesi sırasında veya iktidara geldikten sonra, kitlelerin çıkarlarını kitlelerin aktif katılımıyla savunabildiği ve gerçekleştirebildiği oranda ileri rol oynayacaktır. Bu nedenle sosyalist toplumda da, haklı olan emekçi halktır. Öncünün, haklılık iddiasıyla kendi arasında halka karşı bir dayanışma içine girmesi, kendi çıkar mevzilerini kurması, bu mevzileri bekleyecek kurumları ve ideolojiyi oluşturması, yeni bir sınıflaşma sürecini de ifade eder. Üretimin geriliği ve kültürel gelişmemişlik, öncünün kitleye karşı bir dayanışma içine girmesinin koşullarını da oluşturur.

Uzun ve çetin mücadele yıllarında ezilen, baskılara uğrayan, hapislerde yatan, şehitler veren bir öncünün saflarında, bu fedakârlıkların karşılığını görmek gibi bir ideolojik ve psikolojik ortam da gelişir. Burada kuşkusuz geçerli olan, meta ekonomisinin ruhudur, yani değerlerin eşdeğerlerle değişimidir. "Öncü" halk için mücadele etmiştir ve bedelini de ödettirme eğilimi içindedir.

Bugün Türkiye'de yayımlanan sol dergilere ve yayınlara bakınca, her fedakârlığın pazara sunulduğunu görürüz. Hapiste yatmak da metaya dönüştürülüyor. İşkence ve baskılar, hakim sınıfları sergilemekten ve direnme ruhunu güçlendirmekten çok halktan alacaklı çıkmak için anlatılıyor. Bu tavır, şiire, öyküye, ve müziğe de yansıdı. "Senin için neler çektik ey halkım" türünden bir edebiyat ortaya çıktı. Bu edebiyat, devrimden sonra iktidara yapışacak bir azınlık diktasının kültürel gıdasını oluşturuyor. "Halk için" yapılanların halkın başına kakıldığını görüyoruz. Burada öncüler, "iyilik et de denize at, balık bilmezse hâlik bilir" diyen emekçi değerlerinin çok gerisine düşmüşlerdir.

Komünist ruh, kendisini karşılıksız emekte gösterir. Bir devrimci, toplumda yeni bir "devrimciler" statüsü yaratılması için mücadele etmez. Olgun bir Marksist, toplum içinde sıradan olmayı benimser. Ayrıcalıkların, farklılıkların karşısında olan insandır. Herhangi bir emekçi olmaktan mutluluk duyar. Oysa öncü teorisindeki yozlaşmalar, tarihsel haklılıktan çıkarak küçük azınlıkların haklarının takviye edilmesine, küçük azınlıkların ayrıcalıklarının pekiştirilmesine uzanır. Derken o küçük azınlıkların ayrıcalıklarına karşı çıkan sıradan halkı, "karşı devrimcilik"le suçlamalar gelir. Devrim, artık kitlelerin olmaktan çıkmış, Öncü'nün içinden çıkan azınlık diktasının malı haline gelmiştir.

Sosyalizmin kuruluşu teorisinde en temel sorun, çelişmelerin ve sınıf mücadelesinin devam ettiğinin kabul edilmesidir. Sovyetler Birliği'nden Çin'e kadar bütün sosyalizm deneyimleri, sınıf mücadelesinin devam ettiğini kanıtladı, kanıtlıyor. Öncü'nün emekçilerle birleşen, emekçi demokrasisiyle geleceğin yolunu açmak isteyen kesimleri, sosyalizmde sınıf mücadelesini kabul ediyorlar. Öncü'nün bir azınlık diktatörlüğüne yönelen kesimleri ise, sınıf mücadelesini ve çelişmeleri reddeden teoriler ürettiler. Çünkü emekçilerin mücadelesi, onları hedef alacaktır; sosyalizmde azınlık sınıf hakimiyeti eğilimlerini hedef alacaktır.

Kritik nokta, sosyalizm döneminde emekçilerle siyasal iktidar arasındaki kanalların sonuna kadar açılabilmesidir. Bu da yalnız Öncü'nün iradesiyle olmaz. Emekçi sınıfların siyasal ve kültürel birikimleri, insan malzemesi burada belirleyici bir rol oynar. Bir ülkede sosyalizmin başarısını, en sonunda emekçilerin kazanımları ve birikimleri belirler. Teorilerin ve programların da kuşkusuz bir rolü vardır. Ama o teori ve programları, hayata en sonunda o ülkenin emekçileri geçirecektir. Emekçilerin kültürel olgunluğu, devrimci coşkusu, yönetme yeteneği ve siyasal etkinliği, yalnızca programlarla gerçekleştirilemiyor, dünya koşullarından devrimci süreçlerin özgüllüklerine kadar çeşitli etkenler rol oynuyor.

Öncü'nün içinden çıkan bir kesimi bir azınlık diktasına dönüştürecek süreçlere karşı biricik güvence, o süreçlerin yeniden bir ezilen sınıfa dönüştüreceği emekçi kitlelerin cihazlandırılmasıdır. Kısacası özgür ve örgütlü bir halk, sosyalizmin kuruluşunun itici gücüdür.

142

Page 143: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Kitlenin Öncüye Dönüşmesi

Kitlenin tümünün seçkinlere dönüşmesi Öncü'nün de sonu demektir. O zaman Öncü'nün içinden çıkan bir kesimin bir azınlık sınıfa dönüşme tehlikesi de bütünüyle ortadan kalkar.

Öncü gerçeğiyle birlikte varolan diğer toplumsal olgular şöyle sıralanabilir: Paylaşım kavgalarının ekonomik zeminini oluşturan malların kıtlığı: kafa emeği ile kol emeği, şehir ile köy, işçi ile köylü arasındaki farklar…

Bolluk toplumunda, malların kıtlığı yüzünden paylaşım kavgalarının da, yukarda saydığımız üç büyük farkın da temeli kalkmış olacaktır. O zamana kadar, sosyalist toplumlarda öncü-kitle farklılaşması kaçınılmazdır. Sosyalizmin kuruluşu, bir bakıma öncü-kitle farklılaşmasının ortadan kaldırılması sürecidir. Sosyalist demokrasinin temel sorunu ise, öncü-kitle çelişmesinin çözümüdür.

Kitlenin öncüye dönüştüğü gün, aslında siyaset de, devlet de kalmamış demektir. Sınıflı toplum, yalnız üretim araçlarına ve devlete sahip olanlar ile olmayanlar ayrımını değil, her sınıfın içinde öncü ve kitle ayrımını da içerir. Sınıfların arasındaki farklar ile her sınıfın kendi içinde siyasete katılma düzleminde farklılaşması, birlikte ortadan kalkacaktır. Sınıflararası farklar, öncü-kitle farklılaşmasının da temelini oluşturur. Öte yandan öncü-kitle farklılaşması, bazı sosyalizm deneylerinde görüldüğü gibi, zamanla sınıfsal farklılaşmaya da dönüşebilir. Devletin ve siyasetin ortadan kalktığı nokta, yalnız sınıfların değil, öncü-kitle ayrımının da son bulduğu noktadır. Kitleler tümüyle seçkinlere dönüştüğü zaman, kitlenin tümü öncü haline geldiği zaman, artık siyaset olayı da son bulacaktır.

Süreç, bir yönüyle kitlenin öncüyü yemesidir; kitle öncüyü ortadan kaldıracaktır. Diğer yanıyla öncü kitleyi yiyecek, ortadan kaldıracaktır. Çünkü sürecin sonunda kitle bütünüyle öncüye dönüşmüştür. Öncülerin son amaçları, öncüsüz bir dünyadır. Siyasetin ve siyasal örgütlenmenin yaşamaya devam ettiği sosyalist toplumda, işçi sınıfının örgütlü öncü müfrezesi politikadaki yol gösterici rolünü ister istemez sürdürecektir. Sosyalist demokrasinin temel sorunu, kitlelerin de kendi aktif eylemleriyle öncülere dönüşebileceği mekanizma ve kurumların geliştirilebilmesidir. Burada da kitlelerin aktif katılımı, kitlelerin yaratıcılığı belirleyicidir. Öncü bu aktif katılımın yollarının açılmasına, bu yaratıcılığın kollarının çözülmesine katkıda bulunduğu oranda olumlu bir rol oynayacaktır.

143

Page 144: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

“Doğru Eylem Nedir?” kitabından

Doğu Perinçek DOĞRU EYLEM NEDİR?

Eylül 1978

I

DOĞRU BİR MÜCADELE ÇİZGİSİ İÇİN GENEL SİYASETLER

Lenin'in "devrimci teori olmadan devrimci hareket olamaz" dediği

zamanlarda, devrimci teorinin yaratılması ve savunulması esas ve belirleyici rolü oynar. Eğer herhangi bir görev yerine getirilecekse ve henüz bir yol gösterici çizgi, yöntem, plan ya da siyaset yoksa, esas ve belirleyici olan şey, yol gösterici bir çizgi, yöntem, plan ya da siyaset tespit etmektir.

MAO ZEDUNG *

Türkiye, yüz yılı aşan bir zamandan beri milli demokratik devrim aşamasını yaşıyor. Türkiye devriminin en

yüksek mücadele biçimlerine ulaşabilmesi için uzun süreli ve sabırlı bir hazırlık dönemi gerekiyor. Lenin'in belirttiği üzere:

“Tüm sınıf ve geniş yığınlar öncüyü doğrudan desteklemeden ya da ona karşı olumlu bir tarafsızlık

tavrı almadan öncüyü tek başına kesin savaşa sokmak... sadece aptallık değil, fakat cinayet de olacaktır. Ve gerçekten tüm sınıfların, gerçekten emekçi halkın geniş yığınlarının ve sermayenin baskısı altında ezilenlerin böyle bir tavır alabilmeleri için, tek başına propaganda ve ajitasyon yetmez. Böyle bir tavır için yığınların kendi siyasal tecrübelerinin olması gerekir.”1

Bu sözlerden de anlaşılacağı gibi, proletarya sabırlı bir hazırlık dönemi boyunca yığınları seferber etmeli,

onları kendi tecrübeleriyle eğitmeli ve daha ileri mücadele biçimlerine inandırmalıdır. Şehirlerde ve köylük alanlarda yürüteceğimiz böyle bir mücadelenin genel siyaset ve ilkeleri neler olmalıdır?

Proleter devrimci hareket son yedi yıl içinde bu mesele üzerinde çeşitli mücadeleler verdi. AYDINLIK'ın Ekim 1969 tarihli 12. sayısında yayınlanan “Proleter Devrimci Safları Çelikleştirelim” başlıklı bildirisi, bu konuyu etraflı olarak ele alan ilk açıklamaydı. Bu bildiri, o tarihte devrimci saflarda beliren maceracılık eğilimlerine karşı doğru mücadele siyasetlerini savunuyordu. Bu yüzden de sert bir ideolojik tartışmaya konu oldu. Denebilir ki, bu bildiri ilkesiz Birlik Cephesiyle mücadele tarzına ilişkin siyasetler konusundaki ayrılığımızı ortaya koyan ilk önemli belgedir. İki çizgi arasındaki mücadele, devrimci hareketimizin mücadele tarzına ilişkin genel siyasetlerini adım adım

ilerletti ve olgunlaştırdı. Mücadelemizin genel siyasetleri, gerek sağ, gerekse “sol” oportünizme karşı yürütülen çeşitli mücadeleler içinde gelişti. “Dogmatizme, dar-kapıcılığa, sübjektivizme ve aceleciliğe karşı” açtığımız son kampanya, bu konuda ileri bir adım daha atmamızı sağladı.

Bugün vardığımız noktada mücadele tarzına ilişkin genel siyaset ve ilkeleri sistemli bir şekilde ele almak ve açıklamak yararlı olacaktır.

Mao Zedung'un “Siyaset Üzerine” ve “Çin Devrimi ve Çin Komünist Partisi” başlıklı yazılarında açıkladığı görüşler konumuza ışık tutmaktadır.2 Mao Zedung'un Seçme Eserler'indeki çeşitli yazılarında tekrarlanan bu siyasetleri mücadele tecrübemizle birleştirdiğimiz zaman, örgütlenme ve mücadele tarzına ilişkin genel siyasetimizi şu noktalarda toplayabiliriz:

1. Emperyalistlerin ve yerli hakim sınıfların iznine bağlı olmayan uzun süreli bir çalışma ve mücadele yürütmek.

2. Seçkin kadrolara sahip olmak. 3. Güç toplamak. 4. Fırsat kollamak. 5. Düşmanı daraltmak ve birleşebileceğimiz bütün güçlerle birleşmek. Şimdi bu genel siyasetleri tek tek ele alabiliriz:

1. Emperyalistlerin ve Yerli Hakim Sınıfların İznine Bağlı Olmayan Uzun Süreli Bir Çalışma ve Mücadele Yürütmeliyiz

Mücadelemiz uzun sürelidir. Yani milli demokratik devrim zafere ulaşıp, demokratik halk iktidarının kurulmasıyla belirlenen bugünkü stratejik hedefimize kadar devam edecektir. Demokratik halk iktidarının kurulmasından sonra devrimci mücadele yeni bir aşamaya girecektir. Bütün örgütlenme ve mücadelemizi bu

* Seçme Eserler, Cilt I, AYDINLIK Yayınları, s. 393

144

Page 145: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

bakış açısı içinde yürütmeliyiz. Gelip geçici bir çalışma değil, demokratik halk iktidarının gerçekleşmesine kadar güçlenerek yaşaması gereken uzun süreli bir örgütlenme ve mücadele anlayışına sahip olmalıyız. Bulunduğumuz şehirdeki, fabrikadaki, köydeki, kitle örgütündeki vb. çalışmamız devrimin zaferine kadar varlığını devam ettirebilmeli, görevlerini yerine getirebilmeli ve gelişmelidir. Tek tek devrimciler birey olarak değişebilir, fakat mücadelemiz ve örgütlenmemiz varlığını güçlenerek sürdürebilmelidir. İki süper devlet ve hakim sınıflar, keyifleri istediği zaman bu uzun süreli çalışmamızı, yok edememelidir.

Bütün bir stratejik dönem boyunca, devrimci hareketin emperyalistlere ve hakim sınıflara karşı varlığını koruyacak durumda olması esastır. İster “sol” görünüm altında çıksın, isterse sağcılığını açıkça ortaya koysun, tasfiyecilik, daima devrimci hareketin bu niteliğini yok etmeye hizmet etmiştir. İki süper devlet ve işbirlikçilerinin istedikleri zaman dağıtabilecekleri bir çalışma, devrimci görevlerini yerine getiremez.

Emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin yok edemeyeceği bir çalışmanın sözünü etmek elbette yetmez. Hatta böyle bir çalışma tarzını lafta en hararetli bir şekilde savunanlar, maceracılar olmuştur. Mesele, bu çalışma ve örgütlenme tarzının temel ilkelerini kavramak ve uygulamaktır. Nedir bu ilkeler:

Birincisi, halk kitlelerine güvenmeliyiz. Hakim sınıfların yok edemeyeceği çalışmayı, halk kitlelerinden kopmak şeklinde uygulayan anlayış hakim sınıfların ilk baskısı karşısında dağılmaya mahkumdur. Kitleleri bilinçlendirme, örgütleme ve kitlelere önderlik etme görevlerinden vazgeçmek, hiç bir devrimci gerekçeyle açıklanamaz. Baskı ve saldırısına karşı varlığımızı koruyacağımız güçler, emperyalistler ve işbirlikçileridir. Buna karşılık işçilere, köylülere ve tüm halka güvenmeli ve onlara dayanmalıyız. Maceracıların halktan korkan ve halktan saklanan anlayışını saflarımızdan temizlemeliyiz. Devrimciler için tek güvenilir ve sağlam kale, halk yığınlarının bağrıdır. Görevimiz, hakim sınıfların devrimci hareketi ortadan kaldırmasına imkan vermemek ve halkı bu çalışma içinde seferber etmek ve örgütlemektir. İkincisi, Anayasanın ve kanunların tanıdığı bütün hak ve hürriyetlerden son damlasına kadar

yararlanmalıyız. Bunu başaramazsak devrimci hareket, kendisini savunacak güçler toplayamaz ve halk yığınlarıyla da yeterince birleşemez. Stalin şöyle demektedir:

“Modern şartlarda savaş sanatını, savaşın bütün biçimlerini ve bu alanda bilimin bütün buluşlarını

öğrenmek, bunlardan akıllıca yararlanmak, bunları yetenekle birleştirmek veya bunlardan birini ya da diğerini şartların gereğine göre zamanında kullanmak oluşturur.”3

2. Seçkin Kadrolara Sahip Olmalıyız

Proletarya hareketi, seçkin kadrolardan oluşmalıdır. Seçkin kadro, emekçi yığınlara önderlik eden. proleter devrimci hareketin siyasetlerini emekçi yığınlar içinde maddî bir güç haline getiren kadrodur. Hiç bir devrimci, en başından en yüksek yeteneklere sahip değildir. Hiç bir devrimci, tornadan çıkmış gibi mükemmel nitelikler taşımaz. Hayattaki her şey gibi, devrimcinin yetenekleri de mücadele içinde gelişir ve güçlenir.

Devrimci hareket, devrimcilerin yetişmesi için bir okuldur. Bu sebeple fabrikalarda, köylerde, diğer çalışma alanlarında halkın sevdiği, güvendiği, halka önderlik eden ve proleter devrimci siyasetleri benimseyen ileri unsurlarla birleşmek, seçkin kadrolara sahip olma siyasetinin, ilk görevidir. Proleter devrimci hareket, yirmi, elli, yüz, bin, hatta bazen binlerce emekçinin önderi olan devrimcilerden oluşmalıdır. Halkın öncüsü ve önderi olmak için gerekli olan budur. Yalnız doğru bir siyasete sahip olmak yetmez. Doğru bir siyasete sahip olduktan sonra tayin edici olan, kadroların seçkin niteliğidir. Seçkin kadro, “süper devrimci” değildir, tam tersine emekçi halkın parçasıdır. Seçkin kadrolara sahip olmak için, halk önderleri ile birleşmek yeterli değildir. Bu önderler, devrimci hareket içinde eğitilmeli, yetenekleri geliştirilmeli ve belli bir alanda uzman haline getirilmelidir. Devrimci hareket, ideolojik çalışmaya öncelik vermeli, kadroların ideolojik sağlamlığına ve cereyanı ayırdedebilme yeteneğini geliştirmeye en büyük önemi vermelidir.

Özet olarak, devrimci hareket emekçi halkın ileri unsurlarıyla birleşmeli ve bu önderlerin yeteneklerini sürekli olarak yükseltmelidir. 3. Güç Toplamalıyız

Mücadelemiz, içinde bulunduğumuz aşamada güç toplamaya hizmet etmelidir. Ne var ki, bu siyaseti bir gün ortaya atılacağımız devrim gününü beklemek şeklinde anlayamayız. Böyle bir tutum pasifizm olur. Mücadele etmezsek, güç toplayamaz, üstelik güçlerimizi de kaybederiz. İşlemeyen demir paslanır. Mücadeleye önderlik etmeyen, devrimci kisveler altında halktan ayrı konserve haline getirilen bir devrimci hareket de, paslanır ve çürür. Lenin, proletarya hareketinin nasıl olması gerektiğini şöyle belirtmektedir:

“Bu örgüt, lafta değil, fiiliyatta her protesto hareketini ve her patlayışı her zaman desteklemeye hazır

ve bunu belirleyici mücadele için uygun savaş kuvvetlerinin inşasında ve sağlamlaştırılmasında kullanacak bir örgüt olmalıdır.”4 (Altını biz çizdik)

Stalin ise güç toplama siyasetinin aktif mücadeleye dayanmasını şu sözlerle açıklamaktadır:

“...savunma ve güç biriktirme döneminde Parti kendisini kesin savaşlar için tam anlamıyla hazırlamalıdır. Savaşlara girmek için... Ancak bu hiç bir şekilde Partinin silahları kuşanmış bir halde beklemesi ve bomboş gezen bir seyirci haline gelerek devrimci bir parti durumundan (eğer muhalefetteyse) bekle ve gör partisine dönüşüp yozlaşması anlamına gelmez. Hayır, eğer Parti gerekli güç biriktirmesini henüz gerçekleştirmediyse veya şartlar Parti için elverişsizse, böyle dönemde Parti, çatışmalardan kaçınmak, savaşı kabul etmemek zorundadır, fakat elbette ki, elverişli şartlarda tek bir

145

Page 146: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

fırsatı bile kaçırmamalıdır.”5

1971 öncesinde TİP'in oportünist yöneticileri, Stalin'in deyişiyle örgütü, bir “bekle gör” partisi haline

getirmişlerdi. Bunlar güç toplamaya hizmet eden her mücadelenin karşısına dikiliyor ve “mücadele edersek, faşizm gelir” diyorlardı. Lenin, TİP oportünistleriyle aynı iplikten dokunan İkinci Enternasyonal revizyonistleri için şöyle demişti:

“Oportünistler, büyük savaşlara güçleri hazırlama dönemini, bu savaşlardan vazgeçme dönemi olarak

yorumladılar.”6 Maceracılar da, mücadelede güç toplama siyasetini esas almadılar. Onlar için önemli olan “bireyci

kahramanlık” peşinde koşmak ve bir marifetmiş gibi bununla böbürlenmektir. Onların eylemleri, güç toplamaya değil, güçlerin dağılmasına yaradı. Esasen maceracılar, devrim için sabırlı bir hazırlığı ve güç toplamayı reddettiler. Lenin'in görüşlerinin modasının geçtiğini iddia ettiler. Onlar “suni denge” teorileriyle halkın uyuşuk olduğu karalamasını ileri sürdüler ve büyük bir kibire kapıldılar. Güç toplama siyasetinin yerine, “oligarşinin bağrını gümbür gümbür dövme” şeklinde ifade ettikleri maceracı siyaseti koydular. Oysa halka dayanmayan ve güç toplama siyasetini gözetmeyen bir tutum, “oligarşinin bağrını” dövmedi, tam tersine hakim sınıfların, devrimci güçlerin bağrını dövmesine ve güç kaybına yol açtı.

Sabırlı bir hazırlık ve güç toplama siyasetini reddeden maceracılık, kitlelere güvensizlikten, derin bir karamsarlıktan ve her an balon gibi sönebilen şövalyece bir “kahramanlık” duygusundan kaynaklanıyordu. Bu bireyci “kahramanlığın” ne kadar kof ve yüreksiz olduğunu Lenin şöyle tespit etmişti:

“Yığın mücadelesini hazırlama ve geliştirme koşullarına dikkat etmeyen kimi kişiler, Avrupa'da

kapitalizme karşı kesin mücadelenin uzun süre geri kalması yüzünden umutsuzluğa ve anarşizme sürüklendiler. Bu anarşist umutsuzluğun ne denli kısa görüşlü ve yüreksiz olduğunu artık görebiliyoruz.”7

Küçük burjuva maceracılığının “yüreksizliğini” Türkiye'de de döne döne yaşadık ve yaşıyoruz. Yaygın bir

küçük burjuva temeli olan ülkelerde maceracılık, özellikle çocukluk dönemlerinde devrimci harekete uzun yıllar egemen olabilmiş ve güç toplama yerine, güçleri heder etme siyasetini Koyabilmiştir. Lenin şöyle diyordu:

“Bolşevizm, anarşizme benzer yanları bulunan ve ondan bir şeyler alan ve her temel sorunda tutarlı

bir proleter sınıf mücadelesinin koşullarından ve gereklerinden kaçan şu küçük burjuva ihtilalciliğine karşı uzun yıllar süren bir mücadelede şekillendi ve güçlendi...”8

Çin devriminde ise Partiye, 1927-1935 yılları arasında üst üste dört “sol” oportünist çizgi hakim oldu. Mao

Zedung, bunları şöyle eleştiriyordu:

“Li Li-san ve öteki yoldaşlar devrimin kendi öz örgütsel gücünü geliştirmek suretiyle yeterli hazırlığa ihtiyacı olduğunu anlamayıp 'kitleler sadece büyük eylemler ister, küçük değil' diyorlardı.”9

Bütün devrimlerin deneyleri bize güç toplamaya yönelen sabırlı bir mücadele yürütmenin gereğini öğretiyor.

Güç toplama siyasetimiz, yalnız öncü güçleri toplamaya değil, kitlelerin seferber edilmesi ve devrim saflarına kazanılmasına da hizmet etmelidir. Bu yüzden güç toplama siyasetimiz, hem öncünün inşasını, hem de kitle temelinin inşasını hedef almalıdır. Elbette her eylem, tek başına ele alınırsa bu iki amaca birden hizmet etmeyebilir. Böyle bir şart yoktur. Fakat çalışmamızın bütünü bu iki görevi de yerine getirmelidir. Yalnız öncüyle devrim olmayacağını sık sık belirten Lenin, şu noktaya dikkat çekmiştir:

“... devrime tam bir hazırlık esastır. Fakat bura- da 'büyük' kitleler talebimizden derhal vazgeçmemiz gerektiği iddiasıyla çıkan yoldaşlar var. Bu yoldaşlara

karşı çıkılmalıdır. Tam hazırlık olmadan hiç bir ülkede zafer kazanılamaz.”10

4. Fırsat Kollamalıyız

Uzun süreli ve güç toplamaya yönelen bir mücadele içinde, eyleme geçmek için fırsat kollamalıyız. Fırsat kollamak, uygun mücadele fırsatlarının doğmasını kadere terk etmek değildir. Mücadele fırsatını kendi çabalarımızla yaratmalı ve hazırlamalıyız. Diğer yandan fırsatları değerlendirmek için, her an eyleme geçmeye ve mücadele biçimimizi değiştirmeye hazır olmalıyız. Ancak sabırlı bir çalışma yürüten, mücadele yeteneği olan ve disiplinli bir proletarya hareketi bunları başarabilir.

Yerli yersiz eylem yapmak ve sırf “eylem” için harekete geçmek, proletaryanın mücadele tarzı değildir. Sabırsız ve aceleci bir şekilde, fırsatları kollamadan ileri atılmak doğru değildir. Eylem için en uygun zamanı kollamalıyız. Bulunduğumuz kitle içinde mücadelenin yükselme ve alçalma durumunu doğru olarak tespit etmeliyiz. Çalıştığımız fabrika veya köylük bölgede, mücadele alçalırken kuvvetlerimizi derleyip toparlamaya, örgütlenmemizi düzenlemeye, gedikleri kapatmaya ve yeni fırsatların yaratılması için hazırlığa önem vermeliyiz. Mücadele yükselirken, bu yükselişi doğru bir şekilde değerlendirmeli, fırsatlardan yararlanmalı ve en uygun anı kollayarak eyleme girişmeliyiz. Bir grev başlatmak, toprak ve hürriyet için bir eyleme girişmek, herhangi bir direnişe geçmek, miting veya yürüyüş yapmak gibi her türden mücadelede uygun zamanın seçilmesi, mücadelenin başarısında önemli bir etkendir.

Mücadelenin yükseliş ve alçalışını tespitte ölçümüz, kitlelerin mücadelesi ve mücadele isteğidir. Mücadelenin yükselişini, bir avuç ileri unsurun durumuna bakarak değil, bulunduğumuz fabrika, köy veya yerdeki kitlenin çoğunluğunun durumuna bakarak tespit etmeliyiz. Mao Zedung'un belirttiği üzere:

146

Page 147: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

“Kitleler henüz uyandırılmadan taarruza geçmeye kalkışsaydık, bu maceracılık olurdu. Kitleleri, isteklerine aykırı bir şey yapmaya zorlasaydık, hiç şüphesiz başarısızlığa uğrardık. Kitleler ilerlemeyi istediği zaman ilerlemeseydik, bu sağ oportünizm olurdu.”11

Eğer kitle belli biçimde bir mücadele istiyor, fakat hakim sınıflar bu mücadeleyi ezmeye hazır durumdaysa, o

mücadele biçimi için uygun harekete geçme fırsatı yok demektir. Bu durumda hakim sınıfların ezmeye hazır olduğu mücadele biçimi değiştirilmelidir. Örneğin aktif bir mücadele verilmesi söz konusudur, kitle böyle bir mücadeleye isteklidir, fakat hakim sınıflar bu mücadeleyi ezmeye ve güçlerimizi dağıtmaya hazırdır. Bu durumda mücadelenin biçimini değiştirmeli, örneğin yoğun bir propaganda çalışmasına geçmeli veya uygun bir mücadele biçimi bulmalıyız. Böylece daha ileri mücadele biçimleri için hazırlıkları geliştirmeli ve fırsat kollamalıyız. Diğer yandan geniş yığınlar bir kere harekete geçti mi, onun atılımına vargücümüzle önderlik etmeli, yığınların enerjisini sonuna kadar değerlendirmeliyiz.

Lenin, fırsat kollayan bir siyaset izleyen proletarya hareketini şu sözlerle niteliyordu:

“... bir yandan düşman bütün kuvvetlerini tek bir noktada topladığında güçlü düşmana karşı açık savaşa girişmekten kaçınabilecek, öte yandan da düşmanın acemiliğinden yararlanabilecek ve ona en beklemediği zamanda ve yerde saldırabilecek kadar esnek bir örgüt...”12

Türkiye'de gerek işçi, gerek köylü mücadelelerinin birçoğunda fırsat kollama siyaseti uygulanıyor mu? Bu

soruya pek olumlu bir cevap veremeyiz. Birçok işçi direnişi, birçok grev veya köylülerin toprak mücadelesi, zamanında harekete geçilmediği için başarısızlığa uğramıştır. Bazen fırsatlar kaçırılmakta, fakat birçok zaman da mücadeleye zamanından önce girişilmektedir. Bu yüzden eylem, erken açan çiçeğe don vurması gibi meyve vermemektedir. Öyleyse eylem anını, çok dikkatli seçmeliyiz. Mücadeleye, halkın güçlerinin en güçlü ve birleşik, karsı güçlerin en zayıf ve bölünmüş olduğu anda girişmeliyiz. 5. Düşmanı Daraltmalı ve Birleşebileceğimiz Bütün Güçlerle Birleşmeliyiz

Bütün düşmanları birden devirmeye kalkmak veya bizden olmayan herkese darbe indirmek, küçük burjuva devrimciliğinin yöntemidir. Bu tutumun şampiyonluğunu uzun yıllar TİP oportünistleri yaptılar. Onlar, kendilerinden olmayan herkesi, düşman kamp içinde görüyor ve çeşitli güçler arasında sınıf temellerine bakarak herhangi bir ayrım yapmıyorlardı. Kaba bir ekonomizme saplanıyorlar ve mülk sahibi olan bütün sınıfların temsilcilerini düşman kampta görüyorlardı. Örneğin işbirlikçi burjuvazi ve milli burjuvaziyi aynı sepete atıyorlardı. Hatta halkın saflarında yer alan akımları kendilerine rakip görüyorlar, esas darbeyi onlara yöneltiyorlardı.

Bu tutum, maceracılara ve tasfiyecilere Boran oportünizminden miras kaldı. Maceracılar, “herkes kahrolsun” siyasetini devrimcilik olarak göstermeye çalışıyorlar. Onlar, her olayda esas darbeyi yöneltecekleri düşmanı belirlemeksizin, herkese birden saldırıyorlar. Stalin, “her şeyi birden devirme” siyasetini şöyle eleştirmektedir:

“Bazı yoldaşlar, bütün cephelerde saldırıya geçmenin bugün devrimci ruhun başlıca belirtisi olduğunu

sanıyorlar. Hayır yoldaşlar, bu doğru değildir. Bütün cephelerde birden saldırı, bugün için aptallık olur. Bunun devrimci ruhla hiç bir ilgisi yoktur. Aptallıkla devrimci ruhu karıştırmamak gerekir.”13

Çeşitli türden maceracılar, bir vuruşta herkesi devirmek gibi bir siyasetin peşinde koşarken küçük burjuva

hayalciliğine kapılıyorlar. Hatta bunlar, herkesi düşmanın yanına itmek için ne yapmak gerekirse onu yapıyorlar, Herkese darbe indirerek, kendilerinin devrimci, olduğunu kanıtlamak sevdasına kapılmışlardır. Düşman kamptaki çelişmelerden yararlanmak bir yana, halk içindeki siyasi akımları da birçok zaman düşmanla aynı sepete atıyorlar. Millî burjuvaziyi, işbirlikçi burjuvaziden ayırmıyorlar, Avrupa ülkelerini de düşman olarak görüyorlar. Bunlar, devrimci siyasetin yerine kendiliğindenciliği ve “zengin düşmanlığını” koyuyorlar. Buna karşılık, revizyonistlerle ittifakı savunuyorlar.

Mao Zedung, bir vuruşta herkesi devirme hayallerini şöyle eleştirmektedir:

“İflah olmazlar arasındaki çelişmelerden faydalanmasını bilmeli ve bir seferinde birçoğunu birden karşımıza almamalı, darbemizi ilkin içlerinde en gerici olanına indirmeliyiz.”14

Düşmanı daraltmak ve en geniş ittifakı sağlamak için ortaya iki mesele çıkmaktadır: 1. Düşman kamptaki bütün çelişmeleri doğru bir şekilde tahin etmek, baş düşmanı dikkatle tespit etmek ve

diğerlerinden ayırmak, esas darbeyi ona yöneltmek. 2. Halk içindeki çelişmeler ile düşmanla bizim aramızdaki çelişmeleri dikkatle ayırmak ve birleşebileceğimiz

güçleri düşman kampa itmemek. Birinci mesele ile ilgili olarak Mao şöyle demektedir:

“Düşmanın iç çelişmelerinden yararlanmak ve geçici müttefikler kazanmak konusunda bu çelişmeleri patlama noktasına kadar itmek ve baş düşmana karşı düşman kampında bizimle işbirliği yapabilecek veya henüz bizim, baş düşmanımız olmayan unsurlarla geçici bir ittifak kurmak ve bizimle işbirliği yapmak isteyen müttefiklere gerekli tavizler vermek, onları bize katılmaya ve ortak harekette yer almaya itmek ve sonra onları etkileyip peşlerindeki kitleyi kazanmak gereklidir.”15

Bu siyasete uygun olarak revizyonistlerin veya faşistlerin yönetimindeki kitle örgütlerinde yaptığımız

çalışmalarda alt tabakalarla birleşmeli, orta tabakaları kazanmalı, üst tabakaları bölmeliyiz. İkinci mesele ise, halk içinde yer alan akımlarla, gruplarla ve kişilerle çelişmelerimizi dostça çözmeliyiz.

147

Page 148: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Bir yandan onlara karşı ideolojik mücadele vermekle beraber, diğer yandan dostluk kurmaya ve bu dostluğu pekiştirmeye önem vermeliyiz. Eleştirilerimiz ve mücadelemiz bu amaca hizmet etmelidir.

II EYLEMİN HAKLI BİR ZEMİNİ, FAYDASI VE

SINIRI OLMALI

Leninist önderlik, ta1m da öncünün, artçıyı beraberinde

ilerletmesi, öncünün kitlelerden kopmadan onların önünde gitmesi demektir. Ne var ki, öncünün kitlelerden kopmamasını, milyonlarca kitleyi gerçekten beraberinde ilerletebilmesini sağlamanın belirleyici şartı, kitlelerin bizzat kendi tecrübeleriyle öncünün talimat, direktif ve sloganlarının doğruluğuna ikna olmalarıdır.

STALİN*

Mücadele ve örgütlenme tarzına ilişkin genel siyasetleri belirledikten sonra, şimdi de doğru bir eylem yapmak için hangi ilkeleri gözetmek gerektiği üzerinde duracağız. Doğru Eylem Proletaryanın Devrimci Siyasetine Hizmet Eder

Lenin, “devrimci teori olmadan, devrimci hareket olamaz” demişti. Devrimci bir eylem yapabilmek için her şeyden önce devrimci bir teoriye, devrimci bir programa ve bu programın gerçekleşmesine hizmet eden siyasetlere ihtiyacımız vardır. Mao Zedung şöyle demektedir:

“Siyaset, devrimci bir partinin bütün pratik eylemlerinin başlangıç noktasıdır ve o partinin eylemlerinin

seyri içinde ve bu eylemlerin sonucunda kendini gösterir. Devrimci bir parti bir eyleme giriştiği zaman bir siyaset uyguluyor demektir. Eğer doğru bir siyaset uygulamıyorsa, yanlış bir siyaset uyguluyor demektir. Eğer belli bir siyaseti bilinçli olarak uygulamıyorsa, körü körüne uyguluyor demektir. Tecrübe dediğimiz şey, bir siyasetin uygulanmasının seyri ve sonucudur. Bir siyasetin doğru olup olmadığını ve ne ölçüde doğru, ne ölçüde yanlış olduğunu ancak halkın pratiğiyle, yani tecrübeyle anlayabiliriz. Ama halkın pratiği, özellikle devrimci bir partinin ve devrimci kitlelerin pratiği mutlaka şu veya bu siyasetle belirlenir. Bu nedenle, herhangi bir harekete girişmeden önce, mevcut şartların ışığında tespit ettiğimiz siyaseti Parti üyelerine ve kitlelere açıklamamız gerekir. Aksi takdirde, Parti üyeleri ve kitleler, siyasetimizin rehberliğinden uzaklaşırlar, körcesine hareket ederler ve yanlış bir siyaset uygularlar.”10

Bilindiği üzere, revizyonizmin babası Bernstein “hareket her şey, hedef hiç bir şey” demişti. Maceracıların

“nerede hareket orada bereket” anlayışı da, Bernstein'ın görüşünün aynısıdır. Çünkü her ikisi de hedefi bir kenara atmakta, ilkesiz bir şekilde yürümeyi veya eylem yapmayı “her şey” olarak görmektedirler.

Aslında revizyonistlerin ve maceracıların da belli bir ideoloji ve siyasetleri vardır. Fakat onların ideoloji ve siyasetleri burjuvazinin ve küçük burjuvazinin sınıf menfaatlerine hizmet eder.

Bugün Türkiye'de birçok siyasi grup berrak bir teori, program ve siyaset ortaya koymadan halk yığınlarını kendisini izlemeye çağırıyor. Bu tutumun en belirgin ve iddialı örneğini “Halkın Kurtuluşu” grubu temsil ediyor. Bu arkadaşlar, daha Türkiye'nin nasıl bir toplum olduğunu dahi tespit etmeden, en temel program meselelerini çözmeden halkın karşısına çıkıyor ve “ilkeli birlik”ten ve eylemcilikten söz ediyorlar. Ortaya konmayan ve halk yığınlarına ilan edilmeyen “ilkeler” üzerinde mi birlik yapacaklardır? Boşluğun üzerine “birlik” kurulabilir mi? Eylem, hangi teorinin ve ilkenin ışığında yapılacaktır? Teoriyi ve siyaseti ortaya koymadan halkı eyleme çağırmak, tam bir sorumsuzluk ve siyasi maceracılık örneği değil midir? Üstelik onlar, kendilerini program ve siyasetlerini açıkça ortaya koymaya çağırdığımız zaman, büyük bir öfke ve telaşa kapılıyorlar. Bunun “ilkesiz bir birlik” çağrısı olduğunu söyleyerek, kendi ilkesizliklerini gözlerden saklamaya çalışıyorlar. Oysa devrimcilerin ve bütün halkın, herhangi bir siyasî akımdan istediği ilk şey, teori ve siyasetini ortaya koymasıdır. Bu yapılmadan, doğru bir eylem çizgisi izlenemez. Bu yapılmazsa, her eylemden sonra “özeleştiri” yayınlamak, her üç-beş yılda bir geçmişi mahkum edip silbaştan yapmak kaçınılmaz olur. Doğru bir eylem çizgisi izlemek için, her şeyden önce doğru bir siyasî çizgi yaratılmalıdır. Mao Zedung yoldaş şöyle demektedir:

“Lenin'in 'devrimci teori olmadan devrimci hareket olamaz' dediği zamanlarda, devrimci teorinin

yaratılması ve savunulması esas ve belirleyici rolü oynar. Eğer herhangi bir görev yerine getirilecekse ve henüz bir yol gösterici çizgi, yöntem, plan ya da siyaset yoksa, esas ve belirleyici olan şey, yol gösterici bir çizgi, yöntem, plan ya da siyaset tespit etmektir.”17

Bütün bunları başka bir dille söylersek, doğru eylem proletaryanın devrimci siyasetine hizmet eden eylemdir.

Proletarya için, bu ölçü dışında doğru bir eylem, yiğitlik veya fedakarlık anlayışı yoktur. Doğru bir eylem çizgisi izlemek için, doğru teori ve siyaset yanında doğru mücadele ilkelerine ihtiyaç vardır.

Bu mücadele ilkeleri, esasen devrimci teoriye sımsıkı bağlıdır. Mao Zedung, uygulanması gereken mücadele ilkelerini şöyle özetlemektedir:

* Millî Demokratik Devim, AYDINLIK Yayınları, s. 182

148

Page 149: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

“Düşmana karşı mücadelede halka önderlik ederken, Komünist Partisi, adım adım ve yavaş fakat emin bir şekilde ilerleme taktiğini uygulamalı, haklı bir zemin üzerinde, kendi lehimize ve ihtiyatla mücadele etme ilkesine bağlı kalmalı ve kanun, kararname ve toplumsal geleneklerin izin verdiği her türlü açık faaliyet biçimlerinden yararlanmalıdır; kuru gürültü ve ihtiyatsızlık hiç bir zaman başarıya götürmez.”18

Bu ilkeleri üç noktada toplayabiliriz: 1. Haklı bir zemin üzerinde mücadele etmeliyiz. 2. Eylemin bir faydası olmalıdır (“kendi lehimize mücadele etmek”). 3. Eylemin bir sınırı olmalı, mücadele ihtiyatlı bir şekilde yürütülmelidir. Şimdi bu ilkeleri tek tek ele alabiliriz.

1. Haklı Bir Zemin Üzerinde Mücadele Etmeliyiz

Mücadelemizin her şeyden önce bir zemini olmalıdır. Bir zemine dayanmayan eylem, kitleleri harekete geçiremez ve başarılı olamaz. Eylemin zemini somut olmalı ve gerçeğe dayanmalıdır.

Mücadelenin bir zemine dayanması, eylem için gerçek bir sebep bulunması ve kitlelerin de bunun bilincinde olması demektir. Mücadele, ancak bu gerçeğe dayanarak yürütülebilir, yoksa boşluğa basılarak eylem yapılamaz. Ayrıca bu gerçeği, yalnız bizlerin kavraması da yeterli değildir. Kitleler de bu gerçeği bilmeli ve bu uğurda mücadeleye istekli olmalıdır. Bu bakımdan, eylemin hangi zemin üzerinde yürütüleceğine karar vermek için kitleyi tanımak, kitlenin durumunu bilmek ve kitlenin nabzını elimizde tutmak gerekir. Sözgelişi bir gecekondu mahallesinin duvarlarına “Kahrolsun faşizm”, “Tek yol devrim” yazıp, halkı yürüyüş yapmaya veya herhangi bir mücadeleye çağırsak, böyle bir eylem için zemin yaratmış olmayız. Çünkü bu sloganlar, bir eyleme zemin olabilecek somut bir nitelik taşımıyor. Ama aynı gecekonduları yıkmak ve halkı evsiz barksız bırakmak için gelen polise karşı direnmek, bir mücadele zemini olabilir. Gene faşist cinayetleri protesto etmek veya “Yeni Çarlarla işbirliği anlaşmasına” karşı çıkmak, böyle bir gecekondu semtinde somut bir mücadele zemini oluşturabilir. Önemli olan, bu meseleleri kitleye kavratabilmek ve bu zemin üzerinde bir mücadele isteği yaratabilmektir. Öte yandan “Tek yol devrim” ve “Kurtuluşa kadar savaş” gibi sloganlar, hiç bir zaman bir eylem sloganı olamaz. Devrimin doruğuna yükseldiği zaman bile bu tür sloganların hiç bir anlamı yoktur. Dünya Marksist hareketinin tarihinde böyle sloganlara rastlanmaz.

Başka bir örnek alalım. DİSK'in başına musallat olan sosyal-emperyalizmin beşinci kolu Mehmet Ertürk - Aydın Meriç kliğine karşı, bir sendika toplantısında veya bir mitingte, herhangi bir zemin olmadan sırf “Kahrolsun sendika ağaları” şiarını atarak mücadele yürütemeyiz. Fakat bu kliğin işçileri satmaları, patron ve hükümetle işçi sınıfına karşı işbirliği yapmaları, devrimcilere saldırmaları, işçi tabanının isteklerini bastırmaları, sosyal-emperyalizme yardakçılık ettiklerini açıkça ortaya koymaları gibi somut olaylar ve durumlar, eyleme girişmek için elverişli bir zemin yaratabilir. Bir yandan DİSK üyesi bütün işçiler ve DİSK'te çalışan bütün yurtsever sendikacılar önünde bu kliğin maskesini indirmek için sabırlı bir aydınlatma çalışması yürütmeli, öte yandan bu kliğe karşı bir mücadele zemini yaratan her somut durumda işçileri ve yurtsever sendikacıları harekete geçirmek için çalışmalıyız. Bu mücadele içinde revizyonistlerin gerçek yüzünü tanıtmalıyız.

Canlı bir örnek daha alalım. Almanya'da Fürth şehrindeki Nobel Dinamit fabrikasında 1975 yılında bir direniş yapılmak istendi. O sırada onu Türkiyeli olmak üzere on dokuz işçi fabrikadan atılmıştı. Buna karşı bir mücadele açmak gerekiyordu, fakat bunu her şeyden önce o fabrikanın işçilerine kavratmak gerekirdi. Üç-beş kişi, bir mücadele zemini yaratmaksızın 2 400 işçi çalışan fabrikada kırk kişiyle direniş başlatmaya kalktı. Kırk kadar devrimci işçiyi maceraya sürükleyen tasfiyeciler, işçi kitlesinden o kadar kopmuşlardı ki, greve katılmayan 2 3Q0'den fazla işçiyi bile fabrika kapısından girerken yuhluyorlardı. Sonuç, işçi kitlesinden kopuk olan bu eylemin ezilmesi, greve katılan devrimci işçilerin atılması ve Türkiye'ye yollanması oldu.

Geçmişi hatırlarsak, Türkiye'de ABD emperyalizmine karşı kitle mücadeleleri, milli petrol isteği, limanlarımıza gelen 6. Filoyu protesto, ABD'li askerlerin halka karşı işledikleri suçlar, Johnson'un mektubu gibi somut gerçeklere dayanılarak yapıldı. Geniş yığınlar, ABD emperyalizmine karşı bu zemin üzerinde adım adım bilinçlendirildi ve harekete geçirildi.

Bugün de aynı şekilde Rus sosyal-emperyalizmine karşı mücadeleyi, İskenderun Demir Çelik ve Seydişehir Alüminyum yatırımlarındaki sömürüye karşı çıkmak, elektrik enerjisi alanındaki denetime son verilmesi, Rusya'nın savaş hazırlıkları ve tehdidine karşı mücadele, Boğazlar üzerindeki egemenliğin korunması, Karadeniz'de avlanan balıkçılarımıza yapılan baskıları protesto ve Karadeniz'deki haklarımıza sahip çıkmak, imzalanması düşünülen işbirliği anlaşmasına karşı mücadele, Rusya'nın Türkiye'deki casusluk faaliyetleri ve yıkıcılığına karşı çıkmak gibi somut konularda yürütmeliyiz.

Yapacağımız eylemin zeminini, o eylem için ileri sürdüğümüz şiar (slogan) belirler. Stratejik sloganlarla, eylem sloganlarını birbirinden dikkatle ayırmalıyız. Stratejik bir slogan her zaman bir eylem sloganı olmaz, yani somut bir eylemin zeminini belirlemez. Başka bir dille, stratejik slogan ileri sürülerek eylem çağrısı yapılmaz.

Bir örnekle açıklayalım. “Ne Amerika ne Rusya, bağımsız demokratik Türkiye” bugün bulunduğumuz aşamanın stratejik sloganıdır. Bu slogan proletarya önderliğinde yapılan her eylemde ileri sürülmeli, proleter devrimcileri tarafından her mücadeleye götürülmelidir. Fakat bu slogan, somut bir eylem için zemin oluşturmaz. Yani bir eylem sloganı, bir eylem çağrısı değildir. Buna karşılık, örneğin “Devlet Güvenlik Mahkemeleri kalksın”, “İşten atılan arkadaşlarımız geri alınsın”, “Müdür istifa!”, “Sigorta istiyoruz”, “Boğazlar savaş gemilerine kapansın”, “Silvan'daki zulme son”, “Okuma özgürlüğü ve can güvenliği”, “Kosigin defol!” gibi sloganlar eylem sloganı olabilir.

149

Page 150: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Hiç şüphesiz, bu sloganlarla somut bir zemin üzerinde yürütülen eylemlerde, temel sloganlarımız taşınmalı ve kitlelere mal edilmelidir. Herhangi bir sloganın eylem sloganı haline gelmesi için ise, ilkönce propaganda ve daha sonra ajitasyon dönemlerinden geçmesi gerekir. Propaganda sloganı, ancak kitlelere mal olduktan sonra bir eylem sloganı ve elverişli bir zamanda ise bir eylem çağrısı (direktif) olabilecektir.

Mücadele zeminimiz aynı zamanda haklı olmalıdır. Haklı olduğuna yalnız bizim inanmamız yetmez, kitleler de yaptığımız eylemin haklı olduğuna inanmalıdır. Bu noktayı tekrar ve önemle vurgulamak gerekiyor. Çünkü bugün birçok devrimci, emekçi kitlelerin nasıl karşılandığına bakmaksızın, haklı olduğuna yalnız kendilerinin inandıkları eylemlere girişiyorlar. Eğer kitleler ayağa kalkmış ve harekete geçmişse, artık o eylemin “haklılığı” üzerine bir girişmek saçmadır. Çünkü emekçi kitleler, kendi sınıf yararları için harekete geçmekle, haklı bir zeminde yürüdüklerini eylemleriyle göstermektedirler. Bu şartlarda proleter devrimcilerin görevi, emekçi kitlelere önderlik etmek, onların devrimci atılım ve enerjisini sonuna kadar geliştirmektir.

Bugün gidip herhangi bir polis karakoluna bomba atıldığı zaman, bu eylem haklı bir zemin üzerinde yapılmamıştır. Ama Demir Döküm işçileri 1969 yazında üzerlerine saldıran toplum polislerini demir çubuklarla karşılayıp kendilerini savundukları ve polisleri kovaladıkları zaman, haklı bir zemin üzerindeydiler. Çünkü işçiler, saldırgana karşı kendilerini savunuyorlardı ve halk da bu tutumu haklı görüp vargücüyle işçileri destekliyordu. Nitekim büyük burjuvazinin basını, binlerce işçiyi harekete geçiren önemli bir mücadele olduğu halde, Demir Döküm işçilerinin mücadelesini örtbas etti. Buna karşılık, kitlelerin haklı görmediği hatta tepki gösterdiği maceracı eylemlerin propagandasını büyük burjuvazi yapmaktadır. Maceracılar ise, “silahlı propaganda” yaptıklarını sanmaktadırlar.

Bugün gidip bir bankaya veya Sanayi Odasına bomba atıldığı zaman, bu eylemin haklı bir zeminde yürütüldüğü düşünülemez. Ama iki süper devlete karşı Adana yürüyüşünde faşist komandoların silah sıkmaları karşısında yürüyüşçüler kendilerini her türlü vasıtayla savundukları zaman, mücadele haklı bir zemin üzerinde yürütülmüştür. Nitekim Sanayi Odasına bomba atılmasını toplumda savunan bir kesim çıkmadığı halde, Adana yürüyüşünün bu kararlı tutumu en geniş desteği bulmuştur.

Bugün haklı savunma şartları dışında “faşist ve revizyonist dövmek” adı altında, okul veya mahalle arkadaşına karşı şiddet kullanan üç-beş düşüncesiz devrimci bir iş yaptığını sanırken büyük bir yanılgı içindedir. Bu yapılanın sınıf mücadelesiyle, devrimci mücadele ile en küçük bir ilgisi yoktur. Bu arkadaşlar, devrimci işçilerin tutumunu bir kere incelemelidirler. Onlar, aynı fabrikada çalıştıkları veya aynı mahallede oturdukları insanlara karşı yerli yersiz şiddet kullanmaya girişiyorlar mı? Tam tersine işçiler, bugün halk düşmanlarının ideolojik etkisi altında olan iş arkadaşları veya komşuları ile ilişki kurmaya, onlara devrimci görüşleri anlatmaya çalışıyorlar. Öğrenciler, burada devrimci işçileri örnek almalıdırlar. Bu olay da gösteriyor ki, emperyalizmi, gericiliği ve revizyonizmi tecrit ederek halkı birleştirebilecek olan sınıf, işçi sınıfıdır. Bazı öğrencilerin yukardaki hatalı tutumu, onların üretimden kopuk bir tabaka olmasından ileri geliyor.

Mitinglerde, yürüyüşlerde ve yasal hakların kullanılmasında, polisle çatışmayı bir amaç haline getirmek de geniş kitlelerin gözünde haklılık kazanamaz. Gerici iktidarlar, silahlı güçlerini bağımsızlık ve demokrasi isteyen halkın üzerine sürüyorlar. Bu bir gerçektir ve halk elbette kendini savunacaktır. Bizzat gizli polise servislerinin emekçi halkı bu haklı zeminin dışına çıkarmak için çeşitli tertiplere başvurması da başka bir gerçektir. Bu nedenle haklı zemin üzerinde mücadele ilkesi, aynı zamanda gerçek devrimci eylemle polis tertibi arasına kesin bir sınır çeker.

Bu konuda bir örnek verelim: 10 Kasım 1969 günü Anıtkabirde başlayan Dev-Genç yürüyüşünde bazıları Tandoğan Meydanına gelindiği

zaman, Kızılay yolunu kesen polis kordonuna hücum etmek istiyorlardı. Oysa yürüyüşün yolu İstasyon yönüydü. Bu yönü değiştirmek için hiç bir haklı neden yoktu. Yürüyüş bu yönde devam etti ve başarıyla sona erdi. Kızılay yolunu tutan polis kordonuna saldırmak, yürüyüşü haklı zeminden ayıracak ve dağılmasına yol açacaktı.

Mahkemelerdeki mücadelede de daima kendimizi savunma ve haklı bir zemin üzerinde bulunma tutumu izlenmelidir. Örneğin TİİKP Davasında bir arkadaşa yumruk atıldığı zaman, salondaki bütün arkadaşlar saldırgan yüzbaşının üzerine yürüdü; bu hareket, meşru müdafaanın gereği idi. Ama ortada fol yok yumurta yokken böyle bir şey yapılsa idi, haklı zeminden uzaklaşılmış olurdu.

Başka örnekler verelim. İsterse MHP'li olsun bir doktoru silahla soymak, çocuk kaçırıp fidye istemek, isterse Türkiye'nin en zengini olsun adam kaçırıp fidye istemek, uçak kaçırıp içindeki yolcuların hayatını pazarlık konusu yapmak, isterse NATO'nun bir üssünde çalışsınlar İngiliz teknisyenlerini kaçırmak, müteahhit, eczane, bakkal, banka soymak gibi eylemler haklı bir zemin üzerinde yapılmış olmazlar. Bu eylemler, proletaryanın siyasetine hizmet etmez ve geniş halk yığınları tarafından haklı görülmez.

Marksistlerin hedefi, siyasi iktidarı ele geçirip, özel mülkiyeti adım adım bir sistem olarak ortadan kaldırmaktır. Yoksa işyerlerini bombalayarak veya zenginleri öldürerek “kapitalizme karşı” mücadele verilemez. Tam tersine, demokratik halk devrimi, zenginler dahil herkesin can güvenliğini sağlayacaktır.

Uçak kaçırıp yolcuların hayatını pazarlık konusu yapmak, hiç bir zaman Marksistlerin tutumu olamaz ve halkın desteğini sağlamaz. Çünkü ölüm cezası, ancak halka karşı ağır suçlar işlemiş ve bu cezaya mahkum edilmiş bir avuç halk düşmanı dışında kimseye uygulanamaz. Masum insanların hayatını pazarlık konusu yapmak, devrimcilere değil, faşistlere yakışır. Kendilerinden olmayan herkesin hayatını hiçe sayanlar faşistlerdir.

Bütün bunlara karşılık, 1962'de Yapı İşçileri Sendikasının düzenlediği “Açların Yürüyüşü” sonunda beş bin işsizin Meclis önünde polisin saldırısına karşı koyması, 1963 Kavel direnişi, 1965 Kozlu maden işçilerinin büyük mücadelesi, Alpagut ve Demir Döküm işçilerinin mücadeleleri, ABD 6. Filosunu protesto hareketleri, Doğuda

150

Page 151: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

millî zulme karşı yapılan kitle hareketleri, 15-16 Haziran şanlı işçi mücadelesi, Turanlar köylülerinin ağalara ve jandarmaya karşı mücadelesi, Söke Sazlıköy tarım işçilerinin direnişi, Sazlıbahçe ve Pazarcık köylülerinin mücadelesi, geçen yıl iki süper devlete karşı yapılan bağımsızlık yürüyüş ve mitingleri ve işçi grevleri vb. haklı bir zemin üzerinde yapılmıştır. Bu yüzden örnek olarak verdiğimiz bu eylemler, halkın geniş desteğini sağlamış ve hakim sınıfları zor duruma düşürmüştür. 2. Eylemin Bir Faydası Olmalıdır (Başarı İlkesi)

Eylemlerimiz güç toplamaya hizmet etmelidir. Eğer bir eylem güç toplamaya yarıyorsa doğrudur. Güç kaybetmeye ve güçlerimizin dağılmasına yol açan eylem yanlıştır. Mücadelemizin başarılı olmasının tek ölçüsü budur.

Stalin bu ilkeyi şöyle açıklamaktadır:

“... aktif savunma taktikleri ve eylem taktikleri, Komünist Partisinin devrimci eylem taktiklerinin proletaryanın güçlerini biriktirmeye ve onun eylem için artan hazırlığına ve böylece devrimin hızlanmasına değil de, proletaryanın güçlerinin dağılmasına, onların eylem hazırlığının bozulmasına ve böylece devrim davasının gecikmesine yol açacak olan devrimci 'jimnastik' taktiklerine dönüşme tehlikesini yaratacağından kötü kullanılmamalıdır.”19

Mao Zedung'un eserlerinde bu ilke “fayda gözeterek mücadele” (kendi lehimize mücadele) ilkesi veya

“başarı ilkesi” şeklinde geçmektedir. Mao Zedung “başarı ilkesini” açıklarken şöyle demektedir:

“Zaferden emin olmadıkça savaşmayacağız. Plansız, hazırlıksız ve başarıdan emin olmadan asla savaşmamalıyız.”20

Bu ilke her eylem için doğrudur. Yenilgiye, dağınıklığa, güç kaybına yol açacak eylemler yapılmaz. Ancak

maceracılar, özellikle karamsarlığa kapıldıkları zamanlarda böyle eylemlere girerler ve halkın güçlerinin heder olmasına yol açarlar:

Başarılı eylemler yapmak için, var olan durumun ve karşılıklı güçlerin düzgün bir tahlilini yapmak, emekçi yığınlara güvenmek ve gelişme yönünü görmek belirleyici bir önem taşımaktadır. Maceracı akımların en çok göze çarpan özelliklerinden biri, güçler arasındaki ilişkiyi tahlil etmeden gözükara eylemlere girmeleridir. Bu gözükaralığın temelinde koyu bir umutsuzluk ve karamsarlık yatmaktadır. Varılan yer ise teslimiyettir. Komintern Programı, “maceracılık tuzağına düşen” akımların, “sınıf güçlerinin nesnel bir değerlendirmesini yapacak yerde, kabadayılara özgü siyasi tavırlar aldıklarını” belirtmektedir.21 Lenin de, Rusya'daki küçük burjuva devrimci akım olan “Sosyalist-Devrimcileri” bu noktada şöyle eleştirmektedir:

“İlkönce, bu parti, Marksizmi inkar ederek, herhangi bir siyasi eyleme girişmeden önce sınıf güçlerini

ve bu güçler arasındaki ilişkiyi hesaba katmanın gereğini anlamamakta direniyordu.”22 Proleter devrimciler, Türkiye'de de eylemde başarı ilkesini, yani faydası olan, güç toplamaya yarayan

eylemlere girişilmesini başından beri savundular. Buna karşılık örneğin tasfiyecilerin önde gelenleri gözü kapalı maceralara atılmayı şu anlayışla savunuyorlardı:

“Devrim yenile yenile zafere ulaşır.” (İ. Kaypakkaya, Bütün Yazılar) Gerçekten de devrim yenile yenile zafere ulaşır. Fakat bu “yenileceğiniz bir eyleme girin” anlamına gelmez.

Bu söz, yenilgilere rağmen tarihin ilerlemesinin bir zorunluluk olduğunu İfade etmektedir. Gerçekten de devrimin güçleri, bazen karşı-devrimin güçleri karşısında zayıf kalır ve yenilgiler olabilir. Fakat proletarya önderliği, daima başarı sağlayacak eylemler örgütlemeli, mücadelede fayda gözetmelidir.

Lenin'in de belirttiği gibi mücadelenin hedefi devrim için “savaş kuvvetlerini inşa etmek”23, yani güç toplamaktır, Lenin, hakim sınıfların değil, devrimin güçlerini dağıtan eylemlere girişen teröristleri şöyle eleştirmektedir.

“... biz mevcut koşullarda bu mücadele aracının (yani terörün) vakitsiz ve elverişsiz olduğunu; en faal

savaşçıları gerçek görevlerinden, bir bütün olarak hareketin çıkarları açısından en önemli olan görevden saptıracağını ve hükümetin değil, devrimin güçlerini dağıtacağını üzerine basa basa belirtiyoruz.”24

Yalnız mücadelenin yerini, zamanını, konusunu, hedeflerini, şiarlarını vb. değil, mücadelenin biçimini de güç

toplama ilkesi açısından düşünmeliyiz. Örneğin 1971 yılından beri yurdumuzda yapılan banka soyma, adam kaçırma gibi maceracı eylemler, bu eylemleri yapanların güçlerini dağıtmalarından başka bir şeye hizmet etmedi. Buna karşılık örneğin Söke Sazlıköy'deki tarım işçilerinin hareketi, Pazarcık köylülerinin mücadeleleri ve iki süper devlete karşı bağımsızlık yürüyüşleri güç toplamamıza yaradı.

Güç toplama siyasetini uygularken, mücadelenin bazı fedakarlıklar yapılmadan, bazı kurbanlar verilmeden yürütüleceği gibi bir anlayışa düşmemeliyiz. Bazı kayıplar verilebilir, fakat yapılan mücadele, eğer verilen kayıpların yerini doldurduğu gibi daha da büyük kuvvetlerin toplanmasına yarayacaksa doğrudur.

Küçük burjuva kahramanlığı için veya “derhal intikam almalıyız”, “bir şeyler yapmalıyız” gibi duygusal sebeplerle kesinlikle eylemlere girmemeli, daima aklımızı kullanmalı ve faydası olan eylemlere girmeliyiz.

“Tarihteki bütün başarılı devrimcilerin başarılı olmalarının nedeni, yalnızca düşmanı küçümseme

cesaretini göstermiş olmaları değil, aynı zamanda, her özel meselede ve her belirli mücadelede düşmanı ciddiye almaları ve ihtiyatlı bir tutum takınmalarıdır. Genel olarak devrimciler ve özellikle proleter devrimciler bunu yapmadıkları takdirde, devrimi sağa sola yalpalamaktan ileriye götüremezler ve

151

Page 152: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

muhtemelen maceracılık hatasına düşerek devrimin kayıplara hatta yenilgilere uğramasına yol açarlar.”25 3. Eylemin Sınırı Olmalıdır

Her eylemin bir sınırı olmalıdır. Mücadelede en kritik noktada durmasını ve ateşkes yapmasını bilmeliyiz. Unutmayalım ki zafer bir defada kazanılmayacaktır. Düşman bugün için bizden güçlüdür. Güç dengesini kendi lehimize çevirebilmek için defalarca mücadelelere atılmak durumundayız. Fakat bu mücadeleler arasında ateşkesler yapmalı ve yeni mücadelelere hazırlanmalıyız. Daima ilerlemek, hiç durmadan mücadele etmek, sonuna kadar mücadeleyi sürdürmek, “kurtuluşa kadar savaşmak” gibi sözler, eğer ateşkesleri inkar etmek şeklinde yorumlanırsa maceracılıktan başka bir şeye hizmet etmez. Yurdumuzda yapılan da bu olmuştur. Karşı-devrimle kesin bir hesaplaşmaya gireceğimiz zamana kadar durmadan mücadele etmek ve ateşkesleri reddetmek, son derece zararlı bir eylem çizgisinin ifadesidir. Mao Zedung böyle bir çizgi izleyenleri şu sözlerle eleştirmektedir:

“Özet olarak çeşitli 'sol' çizgileri ve özellikle üçüncüyü izleyen yoldaşlar kapalı-kapıcılık ve

maceracılıktan başka marifet göstermediler ve 'mücadelenin her şeyin üstünde olduğuna ve her şeyin mücadele için' olduğuna ve 'mücadelenin durmadan genişletilmesine ve daha yüksek bir aşamaya getirilmesine' gözü kapalı inandılar.”20

Devrimin güçleri üstün bir duruma gelinceye kadar kesin bir düelloya girmemek gerekir. Bu dönem içinde

güç toplamak amacıyla dalma sınırı olan eylemler yapılmalıdır. En yüksek mücadele biçimleri kullanıldığı zaman da, eylemin bir sınırı vardır ve ateşkesler yapılmalıdır. Eylemde ateşkes yapacağımız ve eyleme geçici olarak son vereceğimiz kritik noktayı doğru tespit etmeliyiz. Düelloya girmemiz için bizi kışkırtan daima düşman olacaktır. Çünkü karşı-devrim halkın güçlerini henüz zayıf olduğu bir dönemde kesin hesaplaşmaya sokarak yok etmek isteyecektir.

Mao Zedung ateşkes ilkesini şöyle açıklıyor:

“İflah olmazların, bir saldırısını püskürttükten sonra nerede duracağımızı bilemeli ve bize yeni bir saldırı başlatılmadan önce, o savaşı sona erdirmeliyiz. Hiç bir şart altında günlerce durmadan savaşmamalıyız. Her mücadelenin geçici karakteri burada yatmaktadır.”27

Duracağımız yeri, yani eylemin sınırını nasıl tespit etmeliyiz? Burada da ölçü kitlelerin durumu ve güçler

arasındaki ilişki olmalıdır. Kitleden ileri gitmek, kitleden kopmak, kitlelerin artık bizi izlemediği yere kadar mücadeleyi devam ettirmek yanlıştır. Sözgelişi “süresiz grev” yapılmaz. Bir noktada işçilerin mücadeleye katılması son bulur. Bu noktada eylemi sona erdirmesini bilmek ve uzlaşmak da bir hüner ve önderlik meselesidir. Diyelim ki. patron yüzde 20 zam isteğimizi kabul etmemektedir ve grevci işçilerde bir çözülme başlamak üzeredir. Eylemi devam ettirmemiz halinde işçilerin çoğu bizi izlemeyecektir. Bu durumda patronun kabul ettiği yüzde 15 ücret artışı üzerinde anlaşmak ve yeni mücadeleler için hazırlanmak doğru olacaktır. Eğer eylemin sınırını doğru tespit etmezsek, işçilerin safında bölünme yaratacak; maceracı bir şekilde ilerleyecek, mücadelenin yenilgisine yol açacak ve ilerde yeni eylemlere hazırlanma imkanını da yok etmiş olacağız. Cesaretle ileri atılmak yetmez, duracağımız yeri de bilmeliyiz. Ateşkesler yapmak, devrimci mücadeleyi tatil etmek, kesintiye uğratmak anlamına gelmez. Tam tersine ateşkes yapmak, daha güçlü ve daha ileri mücadelelerin gereğidir. Lenin'in şu sözleri bu noktaya parmak basmaktadır:

“Biz, (tasfiyecilerin iddia ettiği gibi) kesintisiz, uzun ve işçileri bitkin düşüren grevlerde ısrar etmiyoruz.

Biz yalnız devrimin kesintisiz geliştirilmesinde ısrar ediyoruz.”28 Eylemin sınırlı olması ile eylemin sloganı arasındaki ilişkiyi de düzgün bir şekilde çözmek gerekir. Mao

Zedung bu meseleyi özlü bir ifadeyle şöyle çözmektedir:

“... kitle mücadelesini başlatmak için kitlelerin kabul edebileceği sınırlı şiarların talep ve mücadele biçimlerinin öne sürülmesi ve mücadele seyri içinde değişen koşullara uygun olarak ya tedricen kitle mücadelesini daha yüksek bir aşamaya götürmek ya da 'nereye kadar gidileceğini bilerek' daha yüksek bir aşamada ve daha büyük çaptaki gelecek savaşa hazırlanmak üzere geçici olarak savaşı sona erdirmek gerekir.”29

Geçen yıl bir fabrikada yapılan işçi direnişi ateşkes yapılması gereken zamanı doğru tespit etmemek

yüzünden başarısızlığa uğradı. İşçilerin büyük çoğunluğunun artık işbaşı yapmak kararında olduğu bir sırada işçilerin ancak dörtte birinin desteğiyle mücadeleye devam kararı alındı. Oysa o gün yapılması gereken, mücadelenin elde ettiği kazançlarla yetinip ateşkes yapmak ve yeni bir mücadele için çalışmaya devam etmekti. Bu yapılmadığı için hem işçilerin birbirine olan güveni, hem de mücadeleye önderlik edenlere karşı güven sarsıldı. Sonuç olarak mücadele o fabrikada güç kaybına yol açtı. Bütün bunlardan yararlanan ise pasifizmi savunan revizyonistler oldu. Eylemin sınırını doğru tespit etmemek, eylemsizliği savunanların ekmeğine yağ sürdü. Maceracılık revizyonizmi güçlendirmiş oldu.

Eylemin sınırının doğru tespit edilmesini başka örneklerle açıklamaya devam edelim: 1974 Mayısında Ankara Mamak Cezaevinde yapılan açlık grevinde dışımızdaki grupların grevi kesin olarak

bırakma kararı almaları üzerine taleplerimizin önemli bir kısmı da kabul edilince, herkesle birlikte açlık grevine son verdik. Diğer devrimci arkadaşlardan koparak kendi başımıza devam etmemiz doğru değildi.

1976 ders yılında Anadolu'daki bir lisenin öğrencileri boykot yaptılar. Talepler, faşist müdürün gitmesini ve diğer konuları kapsıyordu. Halk da boykotu destekliyordu. Vali, boykot karşısında talepleri kabul ettiğini, fakat

152

Page 153: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

müdürün görevinden alınmasının ancak ikinci dönem mümkün olabileceğini, bu konuda da kesin söz veremeyeceğini söyledi. Bu noktada boykota son vermek doğruydu. Oysa iki devrimci grup birbirleriyle rekabet ederek “sonuna kadar devam” şiarını savundular. Sonuç, bütün öğrencilerin sınıfta kalması ve halkın devrimcilere karşı kızgınlık duyması oldu. Oysa taleplerin hemen hepsi kabul edildiği zaman boykota son verilse, Valinin sözünde durmayarak müdürü görevden almaması halinde, yeni bir mücadele için bütün kitlenin desteklediği bir zemin doğmuş olacaktı. Daha da önemlisi, boykot başarı kazanacak ve öğrenci kitlesi mücadelenin faydasını görecekti.

Olumlu ve olumsuz örnekler daha da çoğaltılabilir. Son olarak önemli bir nokta üzerinde durmak istiyoruz. Eylemin sınırını tespit ederken kitlelere güvenmeyen karamsar görüşlere karşı uyanık olmalıyız. Çünkü sağcılar, kitlelerin durumunu olduğundan geri tespit eder ve kitlelerdeki cevheri göremezler. Onlar durgun bir denizin fırtınalara gebe olduğunu sezemez ve anlayamazlar. Onlar gerek mücadeleye girişmede gerekse mücadelenin duracağı yerin tespitinde daima tutucu görüşler savunurlar. Örneğîn geçen yıllar bütün yurtta bağımsızlık bayraklarını kaldırarak kitle eylemlerine giriştiğimiz zaman, karamsar görüş sahipleri kitlelerin bizi izlemeyeceğini düşündü. Bunlar mücadele başladıktan sonra bu sefer de mücadeleye zamanından önce son verilmesi için çalıştılar.

Mücadelenin bîr sınırının olması ilkesi maceracılığı önleyen bir ilkedir. Bu sebeple bu ilkeyi uygularken ters cereyana, yani kitlelere güvensizlik ve karamsarlığa karşı uyanık olmak gerekir. Çünkü sağcılar mücadeleyi ellerinden gelen en geri düzeyde tutmaya çalışırlar. HALKIN SESİ. Sayı 66, 67, 68 Temmuz-Ağustos 1976 DİPNOTLAR 1 Lenin, Toplu Eserler, Cilt 25, Rusça baskı, s. 228'den naklen Stalin, Strateji ve Taktikler Üzerine, Aşama Yayınları, s. 65.

2 Bkz. Mao Zedung, Seçme Eserler, Cilt II, AYDINLIK Yayınları, s. 448 ve s. 317. Okuyucularımıza özellikle "Siyaset Üzerine" yazısını okumalarını salık veririz.

3 Stalin, Strateji ve Taktikler Üzerine, Aşama Yayınları

4 Lenin, Örgütlenme, AYDINLIK Yayınları, s. 47.

5 Stalin, Strateji ve Taktikler Üzerine, Aşama Yayınları, s. 23-24.

6 Lenin, "Marks'ın Öğretisinin Tarihi Kaderi", Doğuda Ulusal Kurtuluş Hareketleri, Ant Yayınları, s. 80.

7 Lenin, aynı yerde, s. 81.

8 Lenin, "Sol" Komünizm, Bir Çocukluk Hastalığı, Sol Yayınları, ikinci baskı, s. 22-23.

9 Mao Zedung, Sağ ve Sol Sapma. Ekim Yayınevi, s. 39.

10 Lenin, Kitle içinde Parti Çalışması, Ser Yayınları, s. 173.

11 Mao Zedung, Seçme Sözler, AYDINLIK Yayınları, s. 106.

12 Lenin, Örgütlenme, AYDINLIK Yayınları, s. 51-52.

13 Stalin, Millî Demokratik Devrim, AYDINLIK Yayınları, s. 78.

14 Mao Zedung, Seçme Eserler, AYDINLIK Yayınları, Cilt II, s. 431-432.

15 Mao Zedung, Sağ ve Sol Sapma, Ekim Yayınevi, s. 73-74.

16 Mao Zedung, Seçme Sözler, AYDINLIK Yayınları, s. 12-13.

17 Mao Zedung, "Çelişme Üzerine", Seçme Eserler, Cilt I, AYDINLIK Yayınları, s. 393.

18 Mao Zedung, Seçme Eserler, Cilt II, AYDINLIK Yayınları, s. 317.

19 Stalin, Strateji ve Taktikler Üzerine, Aşama Yayınları, s. 24.

20 Mao Zedung, Seçme Eserler, Cilt II, AYDINLIK Yayınları, s. 431.

21 Komünist Enternasyonal Programı, AYDINLIK Yayınları, s. 96.

22 Lenin, "Sol" Komünizm, Bir Çocukluk Hastalığı, Sol Yayınları, ikinci baskı, s. 24

23 Lenin, Örgütlenme, AYDINLIK Yayınları, s. 47.

24 Lenin, aynı yerde, s. 46.

25 Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşiniz, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, birinci baskı, s. 317.

26 Mao Zedung, Sağ ve Sol Sapma, Ekim Yayınevi, s. 76.

27 Mao Zedung, Seçme Eserler, Cilt II, AYDINLIK Yayınları, s. 132.

28 Lenin, "Devrimci Grevlerin ve Sokak Gösterilerinin Gelişmesi".

29 Mao Zedung, Sağ ve Sol Sapma, Ekim Yayınevi, s. 73.

153

Page 154: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

İşçi Partisi 3. Genel Kongre

Rapor Taslağı’ndan

Teori Sayı 54 Haziran 1994

Sınıfın Kurmayı Olmak

Ülkemizde sınıf çelişmeleri gittikçe keskinleşiyor. Sınıf mücadelesinde bir hesaplaşma dönemi yaşıyoruz. Başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi kitleler, mücadele alanlarına çıkıyorlar. 1989 Baharı'ndan bu yana devam eden kitle hareketinin asıl büyük dalgaları önümüzdedir. Büyük kitle hareketleri olacaktır. Bütün sorun, bu hareketlerin başıbozuk bir yatağa girmemesi veya ekonomizme saplanmamasıdır. Her iki durumda da, hareket düzenin çerçevesi içinde kalacaktır. İşçi Partisi'nin kurmaylığı işte burada belirleyici önemdedir. Akıl etkeni, mücadelenin sonucunun

belirlenmesinde büyük rol oynayacaktır. Önümüzdeki emekçi mücadelesinde, haklı zeminde, güç toplayan ve gerektiğinde ateşkesler yapan doğru bir eylem çizgisi izlemek, başarının anahtarıdır. İşçi Partisi kadrolarının otuz yıllık mücadele deneyimi ve önderlik birikimi, emekçi saflara gereklidir.

Sınıf açısından, partileşmek başarı kazanmanın bugünkü anahtarıdır. Partimiz açısından ise, önümüzdeki sorun şimdiye kadarki deneylerimizden aldığımız derslerle bu hesaplaşmanın çapına uygun örgütsel önlemleri gecikmeden gerçekleştirmektir. Bu görevimizi varolanla yetinen, mücadele dışı örgütlenme anlayışlarını yenerek başaracağız.

Partimizin 2. Genel Kongresinin saptadığı öncüleşme görevinin günümüzdeki anlamı, sınıf mücadelesini örgütlemek ve fiilen yönetmektir. Partimiz bu konuda atak yapabilecek birikime sahiptir ve bu yönde örnekler yaratmıştır.

Partimizin önünde kitleselleşme olanağı bulunuyor. Sınıf politikalarımız halk içinde yıllarca sınandı ve doğrulandı. Devrimci çözümlerimizi düşünceden uygulamaya çıkarmak için sınıfın ağırlığına ihtiyaç var. Programları dayatacak olan kuvvettir ve şimdi o kuvvetle birleşme sancılarını yaşıyoruz.

Önümüzdeki dönemin örgütsel politikalarını, sınıf mücadelesini yönlendirme görevinin ihtiyaçlarına göre oluşturacağız. Bu konudaki hatalarımızı yenmek, eksiklerimizi gidermek için, gereken örgütsel düzenlemeleri hızla yapacağız. Kitle Çalışmasına Politik Önderlik

Yönetim organları başta olmak üzere Parti organlarımız, politik önderlik görevlerini yeterince yerine getirememekte, dar pratikçi bir önderlik tarzı uygulamaktadır. İstikrarlı politik çalışmalar yapılmıyor, kampanyalar döneminde atılan adımların arkası getirilmiyor. Parti yönetimleri sınıf mücadelesinin ihtiyacına uygun politik önderlik yerine, kendilerine çarpan işlere yöneliyor ve günlük Parti görevleriyle kendilerini sınırlıyorlar. İşler ve görevler kitlelerin hayatından ve sınıf mücadelesinin gerçeğinden çıkarılmıyor. Bunun sonucu olarak kapalı devre bir Parti hayatı oluşmakta ve önderlikte değiştiriciliği ve koparıcılığı engelleyen bir politik irade zayıflığı ortaya çıkmaktadır. Bu ortam, Parti içi disiplini zayıflatıyor. Mücadeleden kopuk iş ve görev anlayışı, Parti yöneticilerini merkeze çekiyor, tabandaki Parti üyelerini de merkezden görev bekleyen konumda tutuyor. Yönelim kitlelere doğru olmadığından tabandaki Parti üyelerine önem verilmemekte, üyeler kitleler içindeki işlevlerinden uzaklaştırılmakta, önderlik içinde üye beğenmeme hastalığı yaygınlaşmaktadır. Politik çalışmasının yapılmaması bir süre sonra kolektif organ çalışmasını da gereksiz hale getirmektedir. Dar pratikçilik önderlik çekirdeğini zayıflatmış, önderlik işlevlerini şekilsizleştirmiştir.

Politik önderlik zaafının nedeni, yönetimlerin kitlelerden kopuk olmasıdır. Parti’de politik önderlik, kitlelerin dışında yapılan bir işe indirgenmiştir. Yönetici organlarımız daha çok yukardan propagandaya göre ayarlanmış yapılar durumundadır.

Kitle çalışması ve politik önderlik bir bütündür. Kitle çalışması, emekçi kitleleri kendi mücadele deneyleri içinde dönüştürme pratiğidir ve politik çalışmanın özüdür. Politika yapmaktan amacımız, kitleleri seferber etmektir. Kitleler içinde çalışmak, bizi hem gerçeklerle, hem de devrimi yapacak güçle birleştirir. Kitle çalışması, partinin varlık temelidir; adeta bir kalbin atışları gibi partinin yaşamasını ve dinamizmini sağlar.

Politik önderlik zaafı, Parti yöneticilerinin kitlelerle ilişkide kendiliğindenci olmalarına yol açmıştır. Fabrikalardaki ve semtlerdeki Parti üyelerimiz ve yöneticilerimiz, kitle çalışmasını kitlelerin içinde bulunma hali olarak anlamaktadır. Kitleleri istikrarlı olarak dönüştüren bir çizgi izlemiyoruz. Mücadelenin yükseldiği zamanlarda başlayan politik çalışma, mücadele yavaşlayınca bırakılıyor. Kitleleri düzenli ve tempolu bir çalışmayla mücadeleye hazırlamadığımız zaman, sınıf mücadelesine önderlik fırsatlarını yakalama olanağı da bulunamıyor. Bu durumda Parti üyelerimiz ideolojik ve politik bakımdan yeterince gelişmiyor. Tabandaki kendine güvensizlik buradan kaynaklanıyor. Üyelerimizi öncüleştirmenin yolu, sınıf mücadelesi içinde omuz omuza politik çalışma yapmaktır.

Parti’nin eylemlere bütün gücünü seferber edemeyişinin nedeni de kitleler içinde politik çalışma eksiğidir. Kitleler içinde özelleşmiş politik çalışma, çeşitli düzlemlerde küçük küçük eylemleri içerdiğinden, Parti’ye, kuvvetleri seferber etme yeteneğini kazandırır.

Önümüzdeki dönemde Parti örgütlerimizi bütünüyle kitle mücadelelerine önderlik görevine göre yapılandıracağız. Parti yönetimleri, politik önderlik, kitleler içinde mevzilenme ve işbitiricilik ölçütleri dikkate

154

Page 155: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

alınarak oluşturulacaktır. Bütün görevler, kitleler içindeki politik çalışmaya bağımlı kılınmalıdır. O zaman günlük işlerde rastlanan tıkanmaların da ortadan kalktığı görülecektir. Kitleler içindeki politik çalışma bütün çalışmanın can damarıdır. Temel Örgütler ve Üyelik Bilinci

Temel örgütler kurmak ve çalıştırmak konusunda hedefimize ulaşamadık. Parti üyelerinin bulunduğu birçok çalışma alanında temel örgüt yoktur. Kurulan temel örgütler ise düzenli çalışmıyor.

Parti yönetimleri, üyelerle ilişkiyi temel örgütü atlayarak doğrudan kurmakta, çoğu kez üyeler bir kenara bırakılmaktadır. Ödenti toplama oranı yüzde yirmiler civarındadır. Parti yönetimleri, üyeleri yeterince tanımıyor, onların olanaklarını ve kitle ilişkilerini değerlendiremiyorlar. Temel örgütlerin olmayışı nedeniyle üyelik bilinci gelişmiyor. Üyelik bilinci, örgütlü mücadele bilincidir ve ancak örgütlü bir yapıda kazanılır.

Temel örgütler kurmada niçin önemli bir yol alamadık? Bunun birinci nedeni, Parti’nin kitle çalışmasını politik çalışmanın bir biçimi olarak düşünmemesidir. Kitlelerin birdenbire propagandamıza geleceği yönünde kolaycı anlayışlar önderliklerimizde yaygındır. Parti’nin ilgi merkezine emekçi hareketini örgütleme görevini yerleştirmemiz gerekiyor. Emekçi alanlarındaki sorunlar ve örgütsel problemler küçümsenmiş, Parti üyeleriyle düzgün örgütsel ilişki kurulmamıştır. Parti üyelerine kitleler içinde işlev kazandırmak da Parti önderliğinin görevidir. Temel örgütleri gerçekleştirmek, bir yönüyle bu görevin yerine getirilmesine bağlıdır.

Temel örgüt kuramayışımızın ikinci nedeni, temel örgüt meselesine mükemmeliyetçi yaklaşımdır. Temel örgütlerin Parti örgütlenmesinin temeli olması ve kitle mücadelesinin merkezini oluşturması, hedeftir. Temel örgüt, bu hedefe giden süreç içinde gelişecek ve tanımındaki yeteneğe ulaşacaktır. Unutulmamalıdır ki, temel örgütler Parti’nin kitlelerle birleştiği noktalardaki örgütlenmelerdir. Bu nedenle sıradan düşünce ve davranışlar, temel örgütlerde sürekli görülecektir. Parti öncü karakterleriyle ve temel örgütleri işleterek dönüştürme görevini yerine getirir. Parti’nin okul işlevi kendisini burada gösterir.

Temel örgüt, doğası gereği örgütsel ve ideolojik sorunlarla cebelleşerek yoluna devam eder. Aksaklıklar olunca bu çalışmadan vazgeçmek, öncü bir tutum değildir. Temel örgüt çalışmasında diretmek tayin edici önemdedir.

Temel örgüt çalışmalarına yaratıcı bir anlayışla yaklaşılmalıdır. Kitleleri dönüştürmenin ve harekete geçirmenin nasıl sayısız biçimi varsa, temel örgütlerin üyelerini görevlendirmeleri ve harekete geçirmeleri için de sayısız yöntem vardır. Önemli olan, temel örgütün sınıf mücadelesi pratiği içinde olmasıdır. Yaratıcılığın kaynağı, sınıf mücadelesindedir.

Temel örgüt kuramayışımızın üçüncü nedeni, üretim birimlerinin ve kitlesel çalışma alanlarının taşıdığı önemin kavranmayışıdır. Üretim birimlerindeki Parti üyelerimizin çoğu, işyeri duvarları arasında kalan bir bakış açısına sahipler. Kendi çalışmalarını küçümsüyorlar ve genel mücadelede bir ayrıntı olarak görüyorlar. Bu bakış açısı, üyelerimizi temel örgütler olmasa da olur gibi bir havaya sokmaktadır. Son yıllarda gelişen işçi hareketleri gösteriyor ki, bir işyerinde başlayan direniş, büyük bir dalganın ilk adımını, ülke çapında mücadelenin de merkezini yaratabiliyor. Öncü parti, sınıfın üretimden gelen gücünü seferber edebilmelidir. Temel örgütler işte bu yeteneğin biricik manivelasıdır.

Öncü partinin inşasında temel örgütlerin kurulması ve çalıştırılması, tayin edici önemdedir. Bu örgütleri geliştirdiğimiz ölçüde kitlelere önderlik yapabiliriz. Temel örgütlerde örgütlü olmayan tek bir Parti üyesi kalmamalıdır.

Her temel örgüt, kendi başına bir partidir, bütün parti görevlerini ve işlevlerini yerine getirecek bir örgütlenmeyi ve işbölümünü adım adım geliştirmelidir. Temel örgütün az sayıda üyeden oluşacağını düşünmek de yanlıştır. Parti'nin geliştiği büyük bir işletmedeki temel örgüt üyelerinin sayısı yüzleri bulabilir. Demek ki, temel örgüt bir yönetici komitenin altındaki çok sayıda işlev ve organdan oluşabilecektir.

Eğer temel örgütü çeşitli kolları ve işlevleri olan bir örgütlenme olarak anlar ve uygularsak, yayınların satışı ye ödentilerin toplanması gibi parti görevleri de düzene girer.

Partimizin Temel Örgüt İçtüzüğü'ndeki esaslar hayata geçirilmelidir. Parti önderlerinin bir temel örgütte yer almasını emreden tüzük kuralı uygulanmalıdır. Temel örgütlerin ihtiyaç duyduğu politik birikim ve deneyim eksikliğini ortadan kaldırmanın yolu budur. Yoğunlaşma ve Güç Toplama

Sınıf mücadelesi güçlerin çatışmacıdır. Güç toplama, kazanmanın ön koşuludur. Ancak güç yaratarak politikalarımızı hayata geçirebiliriz. Bunun içindir ki örgütsel çalışmalarımız bir emekçi kuvveti yaratmaya yönelik olmalıdır.

Bu, örgütlenmede yoğunlaşma çizgisi ile gerçekleştirilebilir. Yoğunlaşma, kadroları ve önderlik gücünü belli noktalarda toplayarak sonuç almaya hizmet eder. Yoğunlaşmada ısrarlı olmak ve yapılan işin sınıf mücadelesi içindeki yerini kavramak, belirleyicidir.

Her Parti örgütü, elindeki gücü ve mücadele alanlarının durumunu dikkate alarak, bir örgütsel yoğunlaşma planı yapmalıdır. Parti’nin derinlemesine örgütlenmesi, öncüleşmesi ve kitle ilişkilerini bir eylem gücüne dönüştürmesi, yoğunlaşmanın doğru uygulanmasına bağlıdır. Yaygınlaşmanın ve kitleler içinde kalıcı ve dayanıklı bir örgütsel güç yaratmanın yolu da yoğunlaşmadan geçer. Sınıf Mücadelesi Mevzilerine

Parti önderlerimizin büyük bir çoğunluğu sınıf mücadelesi mevzisinde değildir. Parti önderlerinde yönetim

155

Page 156: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

işini mücadele dışında yapma şeklinde güçlü bir eğilim vardır. Kitle çalışması alanları genellikle zayıf kadrolara, deneyim ve birikimi henüz yetersiz Parti üyelerine bırakılmıştır. Bu kadrolar mücadelenin ihtiyaçlarına cevap verememekte, çoğu kez yükün ağırlığından gelen sorunları aşmakta zorlanmaktadırlar. Parti’nin en önemli işleri göreli geri kadroların elindedir. Yukarda kalan önderlikler ise, mücadelenin gerektirdiği politikaları üretemiyorlar. Yöneticisini kendi yanında görmeyen Parti üyeleri önderlikten giderek kopmakta, güven ilişkisi zedelenmektedir. Bu zaaf, fabrikalardaki işçi önderlerimizde de görülüyor. Eylem dönemlerinde kurulan ilişkiler, işçilerin hayatına giren istikrarlı bir çalışmaya dönüştürülmemektedir.

Kadrolarımızı sınıf mücadelesi alanlarında mevzilendirmek, en temel önderlik politikası olmalıdır. En birikimlilerden başlayarak bütün kadrolar, kitleler içinde karargah kuracaktır. Bu uygulama önderlik tarzımızı olgunlaştıracaktır. Her düzeydeki yönetim organları, işte o zaman sınıf mücadelesinin sorunlarını önlerine koyabilecek ve kitle çalışması içindeki organlara önderlik edebileceklerdir. Sınıf mücadelesini örgütlemek, tek önderlik ölçütüdür. Kitle Örgütlerinde Çalışma ve Önderlik

Parti’nin kitlelerin öncüsü haline gelmesi, bir dizi mücadelede ve bu mücadeleyi şekillendiren örgütler içinde gerçekleşir. Bir kitle hareketi yaratmak; kitleleri somut talepleri etrafında örgütlemekle mümkündür. Kitle örgütleri bu işlevi üstlenir. Bu nedenle sınıf mücadelesini hazırlamak ve yönetmek için, kitle örgütlerinin yönetim mevzilerine önderlik etmek zorunludur.

Partimiz kitle örgütlerinin sınıf mücadelesindeki rolünü yeterince kavrayamamıştır. Örgütlü gücümüzü kitle örgütlerinde değerlendirmiyoruz. Kitle örgütü olmayan alanlarda kitle örgütleri oluşturmada tutuk davranıyoruz. Örneğin semtlerde ve köylerde halk meclislerini bugünden inşa etmeye yönelmek, önümüzde duran bir görevdir.

Kitle örgütlerinin yönetiminde bulunan üyeleri kendi alanlarından koparmak, başka işlere koşturmak, Partimizde sıkça rastlanan vahim bir hatadır. Bu eğilimi derhal yenmeliyiz.

Kitle örgütleri aynı zamanda düşünsel mücadele alanlarıdır. Emekçilerin partileşmesinin önünü tıkayan birçok geri düşünce ve tavır, bugün kitle örgütlerinde mevzilenmiş bulunuyor. Buraları sendikalizmin ve ekonomizmin sığınağı durumundadır. Kitlelerin öncü haline getirilmesi, emekçi önderlerinin Parti’ye kazanılması ancak bu alanlarda verilecek ideolojik mücadeleyle mümkündür.

Diğer bir hatamız da, kitle örgütlerinde emekçilerin çok ilerisinde çözümler üretmemiz ve tavırlar almamızdır. Kitle örgütleri insan gerçeğinden kopmamalı, onların önüne yapabilecekleri politika ve pratikler koymalıyız. Emekçilerin erişemeyeceği yerlerde durmak, kimi arkadaşlarımızı "temiz" devrimci konumlarda tutuyor ama devrime hizmet etmiyor.

Bütün Parti yöneticilerimiz ve üyelerimiz bulundukları çalışma alanında kitle örgütlerine mutlaka katılacak ve doğru çözümler üreterek yönetime talip olacaklardır. Partimizin öncelikli politikası, kitle örgütlerini ele geçirmek değil, bu örgütlerin yöneticilerini Parti'ye kazanmak ve bir önderler örgütü inşa etmektir.

Kitle örgütü olmayan alanlarda ise, mücadeleye hizmet eden kitle örgütleri oluşturulmalıdır. Kitle örgütlerinin önderlerine her kademedeki Parti yönetimlerimizde görev vermeliyiz.

Kadroların Niteliğini Yükseltmek

Sınıf mücadelesinde mevzilenme ve örgütsel düzeltme için yakalanacak halka, doğru bir kadro politikası uygulamaktır.

Bugün sorun, kadroların niteliğini yükseltmektir. Parti’nin üye sayısı hızla artıyor. Örgütlerde çok sayıda deneyimsiz kadro adayı ortaya çıkmıştır. Parti’nin, bu emekçi ve gençlik alanlarına önderlik getirebilmesi ve örgütsel inşayı derinleştirmesi görevi önümüzdedir. Bunu başarmak, her şeyden önce nitelikli kadrolar görevlendirmemize ve yetiştirmemize bağlıdır.

Nitelikli kadro, halkın önderlik ihtiyacına cevap veren kadrodur, eğitimlidir, önderlik bilincine sahiptir ve esas olarak profesyonelleşmiştir.

Türkiye'nin varolan emekçi önderleri birikimi, Partimiz için en önemli kadro kaynağıdır. Yetişmiş emekçi ve gençlik önderlerini Partimiz saflarına üye olarak kazanmak, kadro ihtiyacını çözmede başlıca yöntemdir. Bunun için koşullar son derece elverişlidir. Parti’nin çevresinde politikalarımızdan etkilenen çok sayıda kitle önderi var. Örgütlerimiz, bu değerli birikimi üye yapmak için, özel ve hedefli bir çalışma yürütmelidir. Bu önderlerin kazanılması, Parti’nin örgütlenme çizgisinin eksenini oluşturur. Partimiz, işçi ve emekçi mücadelesine önderlik yeteneğini bu çizgide direnerek geliştirecektir.

Parti içinde yeni ve genç kadrolara görev vermede tutuculuğa son verilmelidir. Parti önderlikleri gençlere ve yeni kazanılan birikimli kadrolara karşı dar kapıcıdır. Statükoyu kırmalıyız. Kadrolar eski alışkanlıklarla değil, mücadelenin ihtiyacına cevap verme ölçeğinde değerlendirilmelidirler. Yönetimler yeni ve genç kadrolarla tazelenmelidir.

Nitelikli kadrolarımız verimli çalıştırılmalıdır. Bunun için politik önderlik esas alınmalı, planlama yapılmalı, zaman ve emek en verimli biçimde değerlendirilmeli, denetime önem verilmelidir. Nitelikli kadrolarımızın önemli bir bölümü liberalizm nedeniyle verimli olamıyor. Öte yandan verimli çalışmadan çok fedakarlığa vurgu yapan bir anlayışımız da var. Fedakarlık kuşkusuz devrimci bir niteliktir, ancak verimli ve etkin çalışmayla tamamlanmalıdır. Kimi kadrolar, bir işi daha zahmetli yapmayı, daha verimli yapmaya yeğliyorlar. Oysa doğru önderlik, varolan emek potansiyeliyle azami işin yapılmasını planlamak ve örgütlemektir.

Kadro politikasındaki hatalarımızı, birbirimizin hatasıyla uzlaşmayan önderlik tavrıyla, eleştiri-özeleştiri ve

156

Page 157: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

ideolojik dönüştürme yöntemiyle aşmalıyız. Daha önemlisi, pratikte doğru çözümler üretmektir. Profesyonel görev verebileceğimiz değerli bir kadro birikimi yarattık. Mali kaynak sorununu çözerek bu

konuda adım atmak zorundayız. Partimiz çevresinde örgütlenmeye hazır büyük birikim oluştu. Çok sayıda profesyonel kadro görevlendirmek yoluyla örgütümüzü birkaç kat büyütme olanağı önümüzde duruyor. Bunun için Partimizin parasal kaynaklarını artırma sorununu çözmek durumundayız. Örgütsel İnşaya Hizmet Eden Eğitim

Nitelikli kadroların yaratılmasında ve Parti’ye yeni katılan üyelerin dönüştürülmesinde eğitim belirleyici önemdedir. Partimiz, sınıf mücadelesi içinde ve sınıf mücadelesinin sorunlarını çözme temelinde eğitimi esas alıyor. Öte yandan eğitimi örgütsel inşanın bir parçası olarak ele almalıyız.

Eğitim görevini üç yöntemle gerçekleştireceğiz. Birinci olarak Parti kadrolarını merkezi ve yerel bölge kurslarında eğiteceğiz. Pek çok il ve ilçe örgütümüz

kendi olanaklarıyla kadro kursları düzenleyecek durumdadır. Bu konuda atak ve değiştirici olmak yeterlidir. Merkezi düzeyde ise, eğitimi kadrolaşma programının bir parçası olarak ele alacağız. Bu amaçla parti okulları açacağız ve kursları yeni dönemin ihtiyaçlarına göre yeniden düzenleyeceğiz. İkinci olarak, özellikle temel örgütlerde eğitimi sürekli hale getirmeliyiz. Organ içi eğitim, Parti üyelerinin

dönüştürülmesinde esastır. Üçüncü olarak, bütün Parti örgütleri dışa açık seminerler ve konferanslar yapacaklar. Parti salonları, daha

çok sohbet mekânları olarak kullanılıyor. Oysa buraları Parti okulu işlevine kavuşturulmalıdır. Parti'de düzenlenecek sürekli toplantılara özellikle emekçi ve gençlik önderlerini ve kitle örgütlerinin

yöneticilerini çağırmalı, böylece Parti’yi dışa açmalı ve yeni üyeler kazanmalıyız. Proleter Hayat Tarzı ve Militanlaşmak

Türkiye derin bir bunalımın içine giriyor, sınıf mücadelesi ve emperyalizme karşı mücadele şiddetleniyor, yeni boyutlar kazanıyor. Böyle bir dönemin eşiğinde, hayatımızı devrimcileştirmek, emekçi davasının omuzlarımıza yüklediği büyük bir sorumluluk ve önemli bir görevdir.

Emperyalist-kapitalist sistem, sömürü çarkını çevirmek için, insanları bencilleştiriyor, yalnızlaştırıyor ve boyun eğme felsefesine hapsetmek istiyor. Büyük sermayenin denetlediği televizyon, basın, eğitim ve kültür mekanizmaları, emekçileri kuşatmış bulunuyor. Bu bireyci ve köşe dönmeci kültürü dağıtarak, sosyalizmin paylaşmacı ve devrimci kültürünü yaymanın en etkili yolu, emekçi kitleleri sınıf mücadelesine seferber etmektir. Öncü, bu devrimci çalışma içinde, hem kendisini dönüştürecek, hem de emekçi kitlelere kendi eylemiyle dönüşme inisiyatifini kazandıracaktır. Düzenin değişmesi, öncünün değişmesinden başlayarak sıradan emekçilerin dönüşmesine uzanan bir süreç izler. Öncünün değişmesi, öncelikle öncü içindeki ilişkilerin, sonra öncü ile kitleler arasındaki ilişkilerin, giderek kitlelerin kendi içindeki ilişkilerin devrimcileşmesiyle olur.

Parti, sınıfsız toplum geleceğinin kitleler içindeki çekirdeği ve bugünden filizlenmesidir. Parti, kadrolarının ve üyelerinin öncü tavırlarıyla kitlelere önderlik eder. Kitleler boş konuşmalara itibar etmez. En etkili söz, yapmaktır. Parti üyelerimiz, ev hayatından çalışma hayatına, mücadeleden eğlenmeye kadar, sosyalizm ve öncü seçeneğini emekçilerin önünde somutlaştırmalıdırlar. Kitleleri devrime ikna etmenin en etkili yöntemi, devrimci hayatın örneğini sunmaktır.

Sınıfsız toplum davasına bağlı olarak yaşamak, proleterya devrimcisi için bir zorlama, bir özenti, bir yakıştırma değildir; içten gelir, mutluluk kaynağıdır, hayatın kendisidir; bir kültürün, bir felsefenin kendisini insan davranışıyla açıklamasıdır.

Çetinleşen sınıf mücadelesi, Parti disiplinini daha da önemli kılıyor. Türkiye, disiplinsiz bir örgüte hayat tanımayan bir döneme giriyor. Parti üyesi, her koşulda görevini ön planda tutmalıdır. Disiplin, mücadelenin gerektirdiği görevleri başarmak için gereklidir. Kitleler, hele bu dönemde disiplinli bir Parti'ye güvenir.

Parti üyesi, emekçilerin hayatıyla ve kaderiyle birleşir, onların sorunlarını ve zorluklarını paylaşır. İşçi Partili, çevresindeki emekçilerin can dostudur, dert ortağıdır. Emekçilerin ihtiyaçlarını ve onurunu her şeyin üzerinde tutar ve kitle mücadelesinin en fedakar görevlerine talip olur. Cesurdur ve gösterişe kapılmaz.

Emeğe değer vermek, sade yaşamak, kapitalizmin tüketim budalalığına ve savurganlığa karşı bilinçli bir hayat sürmek, Bilimsel Sosyalist kültürün somut ifadesidir. Parti üyelerimiz, özellikle son "İstikrar Paketi"nin yol açtığı yoksullaşmaya karşı mücadele ederken, emekçi halk ve Partililer arasındaki dayanışmayı da örgütleyeceklerdir. Örgütlerimiz ve üyelerimiz, emekçi hayatının bütün sorunlarına yanıt buldukları ölçüde kendilerini de geliştireceklerdir.

Partimizi militanlaştıracağız. Militanlaşmak, kitleler içinde çalışmak ve sınıf mücadelesini örgütlemekle olur. Partimiz programını halkın saflarında ısrarla uygularsak, Parti hayatını da devrimcileştiririz.

Parti örgütleri ve üyelerimiz, kitle hareketinin ön saflarında yer alacak, halka yönelecek baskıları göğüsleyecek ve emekçi eyleminin kurmayı ve aklı olacaklardır.

Emekçilerin iktidar mücadelesini her koşulda sürdürmek, Partimizin değişmez ve değiştirilemeyecek kararıdır, Partimizin örgütsel çizgisidir. İşçi sınıfının devrim davası ve enternasyonalizm uğruna son dört yıl içinde hayatlarını veren İşçi Partisi üyeleri Metin Altıok, Resul Sakar, Halit Güngen, Ömer Güven, Orhan Karaağar, Adil Başkan ve İbrahim Sarıca ile değerli arkadaşlarımız Turan Dursun ve Hasret Gültekin yanında emekçi halkımızın bütün şehitleri, emekçiler için can vermeyi sıradan bir olay haline getiren tavırlarıyla bizlere esin veriyorlar.

157

Page 158: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

IV BİRLİK Bölünmenin Geçmişi

1960'li yıllarda ülkemizde sosyalizmi savunanlar esas olarak tek bir çatı altına toplanmışlardı. Türkiye İşçi Partisi (TİP), 1960 sonrasının yükselen halk hareketi koşullarında sosyalizme yeni kuşaklar kazanmış ve bu pratiğiyle sosyalistleri de birleştirmişti.

Ne var ki, TİP yönetimi 1965'ten sonra emekçi hareketinin başına geçmek yerine, mücadeleyi parlamento duvarlarına hapsetti. Demokratik halk devrimi aşamasını reddettiği için, ülke gerçeklerinden koptu ve geniş güçlerle birleşmeye yönelmedi. Öte yandan ülkemizin geçmiş sosyalist birikimine karşı birleştirici olmayan bir tavır aldı. Bu uygulamalara eleştiri yönelten devrimciler ise, Parti'den atıldılar. Türkiye sosyalist hareketi, böylece 1960'ların sonlarına doğru bölündü.

Milli demokratik devrim aşamasında olduğumuzu savunan saflarda ortaya çıkan, sosyalistler arasındaki sorunları şiddetle çözme yönündeki uygulamalar, bölünmeyi daha da derinleştirdi.

1971 yılına doğru ortaya çıkan farklı pratikler, bölünmeye yeni boyutlar getirdi. İdeolojik ayrılıklar da, birbirinden uzaklaşan pratiklere bağlı olarak belirginleşti.

Türkiye sosyalist hareketinde neredeyse otuz yıla yaklaşan ayrılıkları, bir eksende açıklamak olanaklıdır: Devrim için halka güvenmek ya de güvenmemek.

Emekçi halka güvenmeyen çizgi, kendini başlıca iki eğilimde göstermiştir: Birincisi, Sovyetler Birliği'ne bel bağlamak ve Sovyet Modern Revizyonizminin ideolojik çizgisini izlemek. İkincisi, Türkiye emekçilerinin "tarih boyunca hakim sınıflara boyun eğdikleri" iddiasıyla "Öncü savaş"

pratiklerine girmek. Bugün geldiğimiz noktada, her iki eğilimin geçersizliği de artık kanıtlanmıştır. Kruşçev-Brejnev-Gorbaçov

Revizyonizminin takipçisi olan TBKP önderliği, Gorbaçov'un yolunu izleyerek kapitalizme katıldı ve "Yeni Dünya Düzeni"nin güçleri arasında yer aldı. Bu parti saflarında bulunmuş birçok sosyalist ise, sosyalizm davasında direndi ve Revizyonizmi eleştirmeye yöneldi.

"Öncü savaş" pratikleri ise, bir çeyrek yüzyıldır devrimci kuşakları halktan koparıyor, hakim sınıflara ezdiriyor ve devletin gücünü kanıtlamaya hizmet ediyor. Bu pratiklerin emekçi halka yabancılaşması süreci öyle bir noktaya vardı ki, "Öncü savaş", "öncüler" arası savaşa dönüştü. Hakim sınıfların kışkırttığı örgüt içi çatışmalarda arkadaş kanına girmek, başlıca "devrimci faaliyet" haline geldi. Şiddete tapmanın getirdiği yozlaşma, birçok devrimciyi uyandırmış ve emekçi kitleleri örgütleme pratiklerine yöneltmiştir.

Revizyonizmin ve emekçi halktan kopuk "devrimciliğin" iflası, sosyalistlerin birliği için elverişli bir ortam yarattı. Ülkemiz sosyalistleri arasında birleşme isteği var. Emekçi hareketinin ileri kesimleri de, sosyalistlerin birleşmesi beklentisi içindedir. Bu birleşme isteği, esas olarak devrimci bir istektir.

Bölünmüşlüğü partili mücadele dışında kalmanın bahanesi olarak öne sürenler ise, aslında bölünmüşlükten hoşnutlar; mücadele dışında durmayı bölünmüşlük olgusuyla meşrulaştırıyorlar. Bunlar, güçlenen örgütlü mücadelenin kendi düzenlerini de sarsmasından korkuyorlar.

Bölünmüşlük temelinde varlığını sürdüren bir başka kesim ise, küçük grupların lider akımlarıdır. Bu grupların, ayrı örgüt olarak varolmayı haklı çıkaran bir teorileri, programları, örgütsel gelenekleri, sınıf mücadelesi pratikleri yoktur. Dergi çevreleri halinde örgütlüdürler ve esas işlevleri de sosyalistlerin birleşmesini engellemektir.

Bu grupların dayandıkları bir sınıf yoktur, daha çok sınıf dışı karakterdedirler. Bu nedenle bir omurgaları da yoktur, her yana savrulmaları mümkün olabilmektedir. Sınıfın değil, fakat cafcaflı başlıklar altında küçük grupların çıkarlarını savunmaktadırlar. Bu örgütlerde sınıf çıkarının yerini, grup bencilliği almıştır. Herhangi bir sınıftan kopuk oldukları için, emekçi halkın ve ulusun değerlerinden de kopukturlar, halka yabancılaşmışlardır. Bu tavırlarıyla toplumun sosyalizme kuşkuyla bakmasına hizmet ediyorlar. Birliğin İdeolojik Zemini ve Sınıfsal Omurgası

Dünya ölçeğinde ve Türkiye'de yaşanan deneyimler, sosyalistlerin ancak emekçi halkı seferber etme ve örgütleme mücadelesinde birleşebileceklerini göstermiştir.

Yine yaşanan deneyimler, Revizyonizmin böldüğünü ve dağıttığını kanıtlamıştır. Revizyonizm, dünyada olsun Türkiye'de olsun topladığı güçleri kapitalizme götürdü. Bu nedenle, işçi sınıfı partisinin ancak Revizyonizme karşı kararlı bir mücadele içinde gelişebileceğini saptamak, sosyalistlerin birliğinin ideolojik anahtarıdır.

Sınıfsal anahtar ise, işçi sınıfının önderlerini örgütlemektir. Birleşme, doğru bir pratik için ve doğru pratik temelinde olur. Bu pratik, işçi sınıfını seferber etme ve örgütleme pratiğidir. Örgüt ve gruplar arasında görüşmeler, emekçi önderlerini örgütleme ekseninde birleşmeye hizmet ettiği ölçüde yararlıdır. İşçi Partisi olarak, Program ve Tüzüğümüzü emekçi önderlerinin ve sosyalistlerin eleştirisine sunuyoruz.

Revizyonizme karşı kararlı mücadelenin ürünü olan Program ve Tüzüğümüzün olgunlaştırılmasına ve derinleştirilmesine yapılacak devrimci katkıları sevinçle karşılıyoruz. Emekçi önderleri ve sosyalistler, bu katkılarını Partimize üye olup kongre sürecine katılarak da gerçekleştirebilirler. 14-16 Ekim günleri arasında yapılacak 3. Genel Kongremizi, birlik için önemli bir olanak olarak değerlendirebiliriz. Program ve Tüzüğü birlikte yapmak, örgütsel birliğin de zeminini yaratır.

Yine bu Raporumuzu da, dünya ve Türkiye'deki süreçleri açıklayan ve proleter devrimci politikalar üreten yönleriyle emekçi önderlerinin ve sosyalistlerin tartışmasına sunuyoruz. Birlik isteğimizin ve birliğe katkımızın

158

Page 159: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

en somut ifadesi, emekçi halkın mücadelesi saflarında yarattığımız örgütlü birikimdir, İşçi Partisi'dir. Ayrıca emekçi önderlerinin ve sosyalistlerin değerlendirmesine sunduğumuz teori, program ve tüzük

önerilerimiz de, İşçi Partisi'nin birlik sorununu çözmeye yönelik yapıcı tavrını gösterir. Teori, program ve tüzük olmadan, birlik de olmaz. O nedenle birlikten söz eden herkesin ilk yapması gereken, bir program önerisi getirmektir. İşçi Partisi olarak, program ve tüzüğe temel olacak bir teorik çalışmayı da yalnız Türkiyeli proleter

devrimcilerin değil, bütün dünyanın işçi partilerinin tartışmasına sunuyoruz. Marx ve Engels'in 1848'de ilan ettikleri Komünist Parti Manifestosu'ndan bu yana neredeyse 150 yıl geçti.

Komünist Enternasyonal Programı da sosyalizm pratiğinin hemen başında yapılmıştı ve Sovyetler Birliği'ndeki geri dönüşün tahlilini içermiyor. Bu durumda son yüzyılın pratiklerinden damıtılacak yeni bir Manifesto'ya ihtiyaç vardır. İşçi Partisi, uluslararası alanda yapılacak böyle bir çalışmaya ve Türkiye sosyalistlerini birleştirecek teorik zemine katkıda bulunmak amacıyla 20. yüzyılın pratiklerinden bir "Teorik Miras" çıkarıyor.

159

Page 160: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

İşçi Partisi 5. Genel Kongre

Rapor Taslağı’nın

Örgütlenme, Çalışma Tarzı

ve Eğitim

Bölümleri

Teori Sayı 114 Temmuz 1999

VII - ÖRGÜTLENME

Partiyi örgütlemek ve büyütmek esas

Sol Güçbirliği için büyük bir çaba harcadık ve seçimlere çok değerli Sol Güçbirliği adaylarıyla girdik. Örgütsel görevler açısından artık yeni bir dönem başlamıştır. Şimdi Parti'yi örgütlemek ve büyütmek esastır; Bu görev, bütün dikkatimizi ve enerjimizi yoğunlaştıracağımız temel örgütsel sorundur. Sol Güçbirliği'nin gerçekleştirilmesi, hatta önümüzdeki çetin mücadele döneminde, Türkiye'nin milli demokratik devrim yolunda ilerleyebilmesi, bu temel örgütsel görevdeki başarımıza bağlıdır.

Örgütlenmeye yoğunlaşırken temel ilkeyi asla unutmamalı, bu konudaki bilinci asla zayıflatmamalıyız. Siyasal çalışma parti çalışmasının can damarıdır. Siyasi mücadele maddeyi, örgüt ise biçimi temsil eder. Örgütlenmekten amacımız, daha iyi mücadele etmektir. Mücadele dışında yapılacak hiçbir örgütlenmenin ayakta durması mümkün değildir. Mücadele örgütü büyütecek, örgüt mücadeleye kumanda edecektir. Partiyi örgütlemek esastır derken, mücadeleyi örgütlemekten söz ediyoruz. Örgüt mücadele içindir ve mücadele içinde yaratılır. Koşullar son derece elverişli

İşçi Partisi, işçi ve köylü kitleleri başta olmak üzere, bütün toplum içinde aldığı oyla karşılaştırılamayacak bir etkiye sahiptir. Partiler düzleminde Cumhuriyet Devrimi'ne sahip çıkan tek parti oluşumuz; mafya-gladyo-tarikat rejiminin karşısına dikilmemiz; Özelleştirme saldırısına karşı ulusal ekonomiyi savunmamız; Sol'un iktidar formülü olan Altı Ok Programı temelinde Sol Güçbirliği'nin mücadelesini vermemiz, Parti'yi kitlelerin sevgilisi haline getirmiştir. Mübalağasız, Parti'nin birkaç milyon taraftarı olduğunu söyleyebiliriz. Parti'nin seçimlerden sonra da çok sayıda yeni üye kazanmış olması, bu gerçeğin bir başka ifadesidir. Az oy alışımızın hayret uyandırmasının sebebi de, oyla sevgi arasındaki bu büyük orantısızlıktır. Seçim değerlendirmesinde bu konu üzerinde durduk; şimdi, mevcut durumun örgütlenme açısından Parti'ye sunduğu müthiş olanaklara dikkat çekiyoruz. Parti, hızla büyüyebileceği koşulları en iyi şekilde değerlendirmelidir.

Parti, sadece kitlelerde sempati yaratmakla kalmamış, iki kongre arasında yürüttüğü Sol Güçbirliği çalışmaları ve seçim kampanyası boyunca, Türkiye toplumunun her kesimden önderleriyle, ortak çalışma içinde sıkı ve güçlü ilişkiler kurmuştur. Bu kesimlerden birçok üye kazandık, ancak bu henüz yetersizdir. Parti, gereken çabayı gösterir, özel bir önem verirse, bizimle birlikte örgütlü mücadeleye hazır bu çok değerli önderler birikiminden çok daha büyük güç alabilir. Örgütlü çekirdeği büyütmek esas

Üye kazanmak, parti örgütlerinin temel görevidir. Parti, yeni üyeler kazanma çabasını asla gevşetemez. Ancak içinde bulunduğumuz dönemde Parti'yi büyütmenin yolu esas olarak örgütlü çekirdeği büyütmektir.

"Örgütlü çekirdek" derken, sadece Parti'nin profesyonellerden oluşan iç çekirdeğini kastetmiyoruz. Seçimlerde Parti üyelerinin yüzde 20 kadarının profesyonelce kampanyaya girdiğini, ancak yüzde 60-70 kadarının harekete geçtiğini saptıyoruz. Profesyonelleri de içine alan, söz konusu yüzde 20'lik bölüm, Parti'nin örgütlü çekirdeğidir. Öte yandan bütün ısrarlı çabalarımıza rağmen, üyelerin çoğunluğunun temel örgütlerde örgütlenemediği, dolayısıyla bunlara herhangi bir görev verilemediği, birçok üyenin eylemlere katılmadığı, oldukça yüksek oranda partilinin aidatını düzenli vermediği, önemli bir kısmının ise ancak istendiğinde verdiği, Parti'nin gerçekleridir. Parti tüzüğünde tanımlandığı anlamda örgütlü üye sayısını artırmak; yüzde 20'yi yüzde 30'a, 40'a çıkarmak; yüzde 60-70 dediğimiz bölümü yüzde 90'a, 95'e çıkarmak bugün Parti'yi büyütmede anahtar sorundur.

Parti'nin örgütlü kesimini büyütmek, açıkça görülüyor ki, yeni üyeler kazanmayı alabildiğine hızlandıracak, Parti'nin etrafında adeta üye olmayı bekleyen onbinlerce insanın kazanılmasını sağlayacaktır. Söz konusu yüzdeler yeniden ve yeniden değişecektir. Parti'nin büyüme yasası budur.

Bir: Parti, henüz dışımızda bulunan güçlü önder birikimini kazanmaya, bütün örgütleriyle, büyük önem vermeli; kazandığı önderleri kitle çalışmasının ihtiyacına göre ve Parti'nin önderlik yeteneğini güçlendirecek şekilde mevzilendirmeli; onlara yönetimlerde yer vermelidir. Bu amaçla, parti örgütleri, önder birikimi değerlendirebilecekleri yeni alanlar açmalı, yeni görevler tanımlamalıdırlar. Katılan her yeni toplum önderinin Parti'ye yeni bir birikim getirdiği, yeni bir çalışma alanı eklediği, yeni bir mücadele cephesi açtığı

160

Page 161: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

unutulmamalıdır. İki: Düzeye uygun teorik ve siyasal eğitim programları oluşturulmalı ve yeni üyeler dahil Parti'nin önderlik

birikimi yoğun ve sistemli bir eğitimden geçirilmelidir. Sayıca büyümek önemlidir, ancak nitelik büyümesi sayıca büyümenin de güvencesidir.

Üç: Üyelerin temel örgütlerde, örgütlenmesi ilkesinde ısrar etmeliyiz. Parti, birkaç kongre döneminde bu konuya büyük önem verdi ve her Merkez Komitesi toplantısında sorunu yeniden yeniden ele aldı. Şimdi olumlu ve olumsuz deneyleri değerlendirebilir, başarılı adımlar atabiliriz. Temel örgütlerde örgütlenmenin püf noktası, işyerlerini ve kitle çalışmasını esas almaktır. Mücadeleye kumanda etmek iddiası, yerel politika geliştirme çabası temel örgütün yaşamasının güvencesidir.

Bu dönem için tanımladığımız örgütlenme görevlerini şu dört emirle özetleyebiliriz: 1. Kazanın, 2. Sağlamlaştırın, 3. Düzenleyin, 4. Mevzilendirin! Temel ölçü sınıf mücadelesine önderlik

Sınıf mücadelesinin son yılardaki bütün deneyleri gösteriyor ki, temel sorun, kitlelerin taleplerini, iktidar programı ve stratejisiyle birleştirecek bir önderliğin yaratılmasıdır. Partimiz, ancak emekçi kitlelerin öncülerini örgütleyerek sınıf mücadelesine kumanda edebilir.

Parti'nin bugünkü örgütsel sorunu iki başlık altında ele alınabilir. Bir, tabanın örgütsüzlüğü. İki, önderliğin sınıf mücadelesi dışında bulunması ve toplumun önderlerini kazanmada yetersiz kalması. Aslında bu iki sorun aynı bütünün parçalarıdır ve özü itibariyle kitlelerden kopuk bir önderlik anlayışını

yansıtmaktadır. Bu örgütsel zaafın emekçi mücadelelerine yansıması, önderlik birikimimizin kitle mücadelelerinin hazırlık aşamasında rol alamamasıdır. Başlayan mücadelelere sonradan yapılan müdahalelerin ise, yönetim kademelerinden yapılmadığı için, etkisi sınırlı kalmaktadır.

Örneğin Parti, özelleştirmeye karşı mücadelenin iktidar meselesine bağlı olduğunu doğru olarak tespit etti ve bir Sol Güçbirliği iktidarı tanımladı. Ancak, özelleştirmeye ve mafya-tarikat iktidarına karşı gelişen yaygın tepkileri, bu iktidar seçeneğinin kuvveti haline getiremedik. Kitle örgütleri ve sendikalar bizim iktidar seçeneğimizin arkasında birleşip, bir güç oluşturamadılar. Çünkü öncünün, emekçi mevzilerinde örgütlenmesi yetersizdi. Önderliğin ölçüsü

Önderlerin emekçi hareketinden kopuk olması, yanlış bir önderlik bilincinin ürünüdür. Kitlelerin iktidar mücadelesine hazırlanması ve bu amaçla dönüştürülmesi ihtiyacı, önderliğin varlık sebebidir. Önderliğin ölçüsü de buradan çıkmaktadır: Kitleleri dönüştürebilmek ve kitle mücadelesine önderlik. Parti önderi, kitle çalışmasını yöneten kişidir. Parti organlarının temel görevi ise, kitle çalışmasının sorunlarını çözmek ve kitlelere fiilen önderlik etmektir.

Bugün Partimiz'de yönetici organların birçoğu, kitle çalışmasına kendiliğindenci bir şekilde yaklaşmakta; önderlik görevini, yani kitlelerin ideolojik, siyasal ve örgütsel olarak dönüştürülmesini daha geri olan Parti tabanına bırakmaktadır. Parti üyelerinin, kazanmak için önder emekçi ve aydınlara değil, sadece sıradan emekçilere yönelmesinin önemli sebeplerinden biri budur. Böyle olunca, politik önderlik doğal olarak kitle deneyiyle zenginleştirilemiyor ve basit bir aktarıcılığa dönüşüyor. Oysa kitle çalışması, kitlelerin emekçi iktidarı için dönüştürülmesi çalışmasıdır. Parti'nin öncüleşmesi, önderlik kademelerinin bu görevi ne kadar yerine getirdiğine bağlıdır. Önderliğin niteliğini yükseltmek

Kitleden kopukluk, birçok parti organında ve kadrosunda emekçi pratiği dışında ölçüler ve alışkanlıklar yaratmaktadır. Temel işlevlerini yerine getirmeyen önderlik kademelerinde bozulma kaçınılmazdır. Liberalizm, ideolojik ve politik çalışmaya ilgisizlik, vurdumduymazlık, statükoculuk, disiplinsizlik bu temelde gelişiyor. Zorluklarla tarihsel fırsatların iç içe geçtiği bu dönemde, önderlik çekirdeğini genişletmek, güçlendirmek ve çelikleştirmek belirleyici önemdedir. Bu ise, yapılan işin niteliğine bağlıdır. Parti önderliğinin güçlendirilmesi dediğimizde anlatmak istediğimiz, önderlik kademelerinin, kitle çalışmasını ve sınıf mücadelesindeki çeşitli kuvvetleri yönetecek duruma gelmesidir.

Parti organlarının ve önderlerinin, niteliklerini dönemin ihtiyaçlarına uygun olarak yükseltmenin tek yolu, sınıf mücadelesi pratiğine fiilen girmeleridir. Eğitim ve dönüştürme ancak mücadele zemininde sonuç verebilir. Uzun süreli ve sabırlı kitle çalışmasında yoğunlaşmak

Kitle çalışması, yoğunlaşmayı esas alan uzun süreli bir çalışmadır. Devrimci politikaları uygulamak en sonunda kuvvet meselesidir ve yoğunlaşma kuvvet oluşturmanın biricik yoludur. Parti'nin her örgütünün bir yoğunlaşma planı olmalıdır. Kitlelerin güveni ancak uzun süreli, tekrarlanan mücadeleler içinde kazanılabilir. Kitleler içinde kök salmak, sürekli, sabırlı ve istikrarlı uzun vadeli bir çalışma yapmaya bağlıdır. Ancak zaman içinde alanın gerçekleri kavranır ve Parti kadroları ancak zaman içinde kendilerini kitleye kabul ettirebilirler. Bunun içindir ki, kitle çalışmasında sık sık alan ve kadro değiştirmek yanlıştır.

Parti örgütleri, yetenekli ve birikimli kadrolarını köylerde, fabrikalarda, semtlerde, okullarda, kitle örgütlerinde uzun süreli olarak mevzilendirmeli, kısa vadeli işler için onların yerlerini değiştirmekten kaçınmalıdırlar.

161

Page 162: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Kitle mücadelesinin ihtiyacına göre kurumlaşmak ve örgütlenmek

Başta yönetici organlar olmak üzere, Parti organlarının bugün, kurumsallaşmak ve kitle çalışmasına önderlik etmek şeklinde iki temel sorunu vardır. Bu iki sorunun çözümü birbirine bağlıdır.

Mesele işin niteliğiyle ilgilidir. Parti'nin yönetim mekanizması çoğu kez bina ya da örgüt içi sorunlarla ilgilenmekte, dönem dönem parti merkezinin koyduğu görevleri yapmakla yetinmektedir. Yönetici organlar böylece birçok küçük işin içinde boğulmakta, günübirlik işlerin arkasından koşturmakta, esas olanı seçememekte veya gözden kaçırmaktadır. Burnunun dibinde kitle hareketleri başladığında bile yapısını mücadeleye göre değiştiremeyen parti örgütleri hiç de az değildir.

Görevi sınıf mücadelesinin gerçeğinden çıkarmama tutumu, kurumsallaşmayı da engellemektedir. Esas iş belirlenmemişse ve bu iş sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarından çıkmamışsa nasıl bir kurumlaşma olabilir? Ancak dar pratikçi, çoğunlukla bürokratik bir yapı oluşur ve örgütsüzlük hakim olur. Kurumlaşma mücadeleye önderlik etmek için gereklidir. Kurumlaşmanın biçimi ise ancak emekçilere önderlik pratiği içinde ortaya çıkar.

Bu konudaki zaafı gösteren tipik örnek, yönetim kademelerinde genellikle bir mali sorumlunun tespit edilmemesi ya da bu görevin önder kadrolara değil, rastgele üyelere verilmesidir. Bu durum en sonunda bütün yöneticilerin mali işlerle uğraşmasına ve kitle mücadelesinin ihtiyaçlarından kopmasına yol açmaktadır. Kaldı ki, birçok işle birlikte yapıldığı için mali sorunlar da çözülmemektedir. Mali mesele aslında kitle mücadelesine bakışla ilgilidir. Ancak kitleler içinde kuvvet olma perspektifi güçlü olan ve mücadele hedeflerini sürekli büyüten örgütler mali meseleyi de çözebilmektedirler. İş ve görev, sınıf mücadelesinin ihtiyacından çıkmalıdır. Kitle hareketinin önderlik ihtiyacı, işin niteliğini

belirler. Yönetici kadroları merkezlere çeken işler azaltılmalı, basitleştirilmeli ve örgütlenmeli; önderlik ise tamamen kitle çalışmasının sorunları ve görevleri üzerinde yoğunlaşmalıdır. Bunun somut adımı, kadroların büyük bölümünün fabrikalarda, işyerlerinde, köylerde, semtlerde, okullarda, kitle örgütleri ve sendikalarda mevzilendirilmesidir.

Uzmanlık görevlerine ayrılan az sayıdaki parti kadrosu da, kitle çalışmasının önünü açacak şekilde görevlerini yapmalıdır. Yayın, maliye gibi uzmanlık görevlerinin başarısı kitle çalışmasına yaptığı katkıyla ölçülmelidir. Yönetim kurulları bu anlayışa göre örgütlenmeli, ağırlıklı olarak kitle çalışmasını yönetebilen kadrolardan oluşturulmalıdır. Kitle çalışmasının önderi olarak temel örgüt

Kitle çalışmasına önderliğin organları temel örgütlerdir. Temel örgütlerin kurulmasında ve çalıştırılmasında esas hata, bu örgütleri kitle çalışmasına önderlik pratiği içinde oluşturmamaktır. Kitle çalışması yapmadan temel örgütleri bürokratik bir aygıt olarak bile yaşatmak mümkün değildir. Temel örgüt dogmatizmin ve bürokratizmin geçerli olamayacağı tek yerdir. Temel örgütlerin kitle çalışmasına önderlik edebilmeleri ise, başlarına önder kadroların geçmesine bağlıdır. Önder kadrolar, kitle önderlerini kazanan bir pratiğe yönelerek, temel örgütlerin önderlik düzeyini artırmayı ilk hedef olarak koymalıdırlar.

Ne yazık ki, bazı örgütlerde Parti üyelerinin birçoğu işsizdir ya da kendilerine verilecek görev bulunamamaktadır. Oysa, kitleleri dönüştürmeyi hedefleyen bir parti örgütünün önünde alanın ve mücadelenin özelliklerine göre değişen sayısız iş ve görev vardır. Üyelerin seferber edilmesi ve üyelik bilincinin geliştirilmesi de ancak böyle zengin bir pratik içinde olur. Kitle örgütlerine önderlik ve örgütsel araçlar yaratmak

Kitle çalışması, esas olarak kitle örgütlerinde yapılan çalışmadır. Çünkü kitle örgütleri, hem kitlelerin ileri unsurlarını birleştirir, hem de kitle hareketinin ve dinamiklerinin vardığı düzeyi temsil eder. Kitle örgütlerinde çalışma, Parti'nin kitleleri, siyasi mücadele içinde dönüştürmesinin başlıca yoludur. Var olan kitle örgütlerinde çalışmak ve yeni kitle örgütleri kurmak en önemli parti görevlerinden biridir.

Parti örgütlerindeki kitle çalışmasına kendiliğindenci yaklaşım, esas olarak kitle örgütlerine gösterilen ilgisizlikte kendini ortaya koyuyor. Aslında bu, toplumsal dinamiklerden ve bu dinamikler içinde gelişen önderlikten kopmak anlamına gelir ve muhtemel kitle mücadelelerinin dışında kalmaya yol açar. Çünkü kitle örgütlerinin örgütlenmesi ve yönetilmesi, aynı zamanda bir mücadele hazırlığıdır. Bu sebeple, Parti organlarının birinci işi, kitle örgütlerindeki çalışmayı yönetmektir. Yönetim kurulları, Partimiz'in, her parti üyesinin bir kitle örgütüne üye olması ve bir kitle örgütünde çalışması kararını hayata geçirmeye özen göstermelidirler.

Kitle çalışmasının en önemli amacı emekçi önderlerini kazanmaktır. Parti, sınıf mücadelesine emekçi önderlerini kazanarak kumanda eder. Emekçi önderleri, mücadeleler içinde kitlelerin güvenini kazanarak, emekçi kuvvetlerini harekete geçirme ve yönetme yeteneği kazanmışlardır. Parti emekçi önderlerini üye yaparak yılların birikimi ve tecrübesiyle birleşir ve öncülük yeteneğini güçlendirir. Her Parti organı, sürekli olarak çalışma alanındaki kitle önderlerini kazanmayı hedefleyen somut ve kişilere göre özgülleşen bir çalışma yürütmelidir.

Dayanışma örgütleri, köy ve mahalle dernekleri, sanatsal ve kültürel örgütlenmeler, bilim ve araştırma kurulları, spor kulüpleri ve diğer somut mücadele örgütleri kitle örgütü biçimlerinden bazılarıdır. Örgütsel aracın reçetesi yoktur. Çalışma alanlarının özgüllüklerine göre sayısız örgütsel biçim geliştirilebilir. Fabrikalardaki ve köylerdeki örgütlenmenin başına

162

Page 163: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Sınıf mücadelesinde bir hesaplaşma dönemi yaşamaktayız. Emperyalizmin içteki kuvvetlerine karşı Parti'nin kuvveti, emekçi sınıfların üretimden gelen gücüdür. Bu nedenle, örgütlenmede öncelikli görev büyük işyerlerinde ve köylerde örgütlenmek, sendikalar içinde aktif bir çalışma yürütmektir. İşçi sınıfının son on yıl içinde gerçekleştirdiği büyük kitlesel hareketlerin önemli siyasi sonuçları oldu. İşçi sınıfı büyük bir sendikasızlaştırma saldırısına uğradı. Bütün bunlara rağmen işçi sınıfımız devrimin öncüsü ve toplumsal gelişmenin temel dayanağı olduğunu kanıtlamıştır. Kendi içinde belli zigzaklar taşısa bile, 89 Bahar Eylemleriyle başlayan süreç devam etmektedir ve hareketi yaratan temel dinamikler değişmemiştir. Bunun içindir ki, en yetenekli Parti kadrolarının sınıf çalışmasının başına geçmesi, önderlik organlarının dikkati bu noktaya yoğunlaştırmaları hem stratejik, hem de acil bir görevdir.

Tarımda büyük bir yoksullaşma yaşanmaktadır. Üretici köylünün yıkımı Cumhuriyet tarihinde görülmedik ölçülerdedir. Köylünün bir çıkış yoluna ihtiyacı vardır. Öncü eylemleri başlamıştır. Bergama köylülerinin yabancı tekellere karşı tarım alanlarını korumak için yürüttükleri ve başarı kazandıkları uzun süreli mücadele köylü dinamiğinin önemini ve bütün toplum üzerindeki etkilerini ortaya koymuştur. Bu nedenle köylerde yoğunlaşmak, köylü önderlerinin örgütlenmesine ve eğitilmesine önem vermek, köylü önderlerini birleştirecek örgütsel araçları çoğaltmak ve geliştirmek yaşamsal devrimci görevlerdir. Yakalanacak halka, köylü çalışmasına önderlik edecek profesyonel kadroların sayısını artırmaktır. Öncü Gençlik

Parti gençliği 1996 Kongremizden bu yana, hem bilinç düzeyini yükseltmek, hem gençlik yığınları içine kök salmak, hem de sınıf mücadelesi pratiği açısından büyük gelişmeler kaydetti. Gençlik, "Küçük Amerika" sürecinin en önemli hedeflerinden biridir. Otuz yıldır saldırı altındadır ve daha önemlisi Özalların hızlandırdıkları bir süreç boyunca ideolojik bakımdan yıkıma uğratılmaktadır. Öncü Gençlik, işte bu ağır saldırılara direnen Türkiye gençliğinin temsilcisidir.

Öncü Gençlik'in "Gericiliğe Özgürlük Yok" sloganıyla başlattığı öğrenim kurumlarını gericilikten temizleme mücadelesi, gençliğimizin Cumhuriyet Devrimi çizgisinde eğitilip seferber edilmesinde önemli bir adımdır ve sürmektedir. Gericilikle mücadele üniversitenin demokratikleştirilmesinin ön koşuludur. Ancak kuşkusuz bununla sınırlı değildir; üniversitelerin gerçek sahiplerinin yani gençlerin ve öğretim üyelerinin, yönetimlerde söz sahibi olması, Öncü Gençlik'in gündemde tuttuğu önemli bir taleptir. Gençliğimiz, YÖK'e kaşı özerk, demokratik, halkçı ve bilimsel üniversite eğitimi mücadelesinde öncü rol üstlenmektedir.

Öncü Gençlik, mücadelede barışçı, birleşiri, yani devrimci tarzı esas almakta; buna uygun olarak bütün üniversitelerde öğrenci kimliği olan herkesin okula girebilmesini, hakaret ve şiddet içermemek koşuluyla her türlü fikrin savunulabilmesini, demokratik ve özgür tartışma platformlarının oluşturulabilmesini savunmakta, bu uğurda kampanyalar yapmaktadır.

Öncü Gençlik değişik eğilimdeki gençlerimizi, bağımsızlık, laiklik ve devrimcilik temelinde birleştirmeye büyük önem verecektir.

Öncü Gençlik, üniversitelerde örgütlenmeyi esas almalıdır. İşçi gençlik işçi sınıfımızın bir parçasıdır. Öte yandan Partimiz, her türlü sosyal güvenlikten yoksun milyonlarca çırak ve işsiz gençle, semt gençliği için özel ve kitlesel örgütlenme biçimleri yaratmalı; bu gençleri ayrıca parti saflarında örgütleyip, eğitmelidir. Kadınlarımızın örgütlenmesi

Arkada kalan dönem boyunca kadın hareketi, kendisine dayatılan marjinal ideolojik etkilerden kurtularak, Cumhuriyet Devrimi çizgisinde önemli bir toplumsal ve siyasal atılım yaptı. Batı destekli irticaya karşı mücadelede öne çıktı ve kendi kitle örgütünü yaratmada başarılar kazandı. Partimiz kadın hareketinin canlanışını devrimci duygularla selamlamaktadır.

Öte yandan kadın örgütlenmesinin özel sorunlarına bugüne kadar gereken yoğunlukta eğilmediğimizi saptamalıyız. Parti önümüzdeki dönemde, kadın üye kazanmaya, kadın üyelerimizin eğitimine ve Parti organlarında ağırlıklı biçimde yer almalarına özel bir önem vermelidir. Parti ayrıca kadın hareketinin örgütlenmesini ve mücadelesini bütün olanaklarını kullanarak desteklemelidir.

Unutmayalım ki, göğün yarısını her zaman kadınlar omuzlar ve kadın eli değen bütün Parti faaliyetinde büyük başarılar kazandık.

VIII - ÇALIŞMA TARZI

Çalışma tarzımızda büyük sorunlarımız var. Öncelikle gerçeğimizi saptamalıyız, biz bir ezilenler partisiyiz.

Dolayısıyla, üye kitlemizin eğitim düzeyinin oldukça düşük olması doğaldır. Düzen, özellikle Küçük Amerika sürecinin bugün geldiği aşamada emekçilerin okuma, öğrenme, okullar bitirme olanaklarını adeta tamamen ortadan kaldırmıştır. Sınıfsal yapımız, bizim devrimci olmamızın ve devrimci kalmamızın güvencesidir, ama aynı zamanda ve özellikle planlı, verimli çalışma, zamanı iyi kullanma gibi çalışma tarzına ilişkin konulardaki zaaflarımızın da maddi zeminidir. Unutmayalım ki, devrim sadece üretim araçlarına hangi sınıfın veya sınıfların hükmedeceğine karar vermez; bununla birlikte, bilginin ve becerinin de fethidir. Öncü parti ise, daha iktidar olmadan önce emekçi sınıfın düzenden kaynaklanan geriliklerine karşı açılmış bir savaşın öncüsüdür. Öncü değiştirmek istediği sistemin bilgi birikimini kendine mal etmekle yetinemez; o düzenin temsilcilerinden daha gelişkin yöntemlere sahip olmalı, zamanı onlardan daha iyi kullanabilmelidir. "Çalışma tarzımızı iyileştirelim" sloganıyla ortaya koyduğumuz hedef budur.

163

Page 164: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Çalışma tarzının esası zamanı iyi kullanmak, yani verimdir. Diğer bütün çalışma tarzı ilkeleri bu temel amaç ekseni etrafında sıralanmıştır. Zamanı iyi kullanmak için, başta Merkez Komitesi üyelerimiz ve il başkanlarımız olmak üzere yönetici kadrolar, planlı ve sistemli çalışmada ustalaşmalıdırlar. Liderlerin kendi programlarına hakim olmaları esastır. Yarın ne yapacağını, o hafta ne yapacağını, o ay ne yapacağını, hangi eylemlere önderlik edip, hangi ziyaretlerde bulunup, hangi kitapları okuyacağını esas olarak bilmeyen lider, liderlik zaafı içindedir. Kendi programını yapmayanın programını başkaları yapar, kendi zamanını iyi kullanmayanın zamanını başkaları kullanır. Bugün birçok lider ve kadromuz, zaman ve programlarını adeta başkalarına ihale etmişlerdir.

Sorunu iyi incelemek ve dört başı mamur kavramak, planlı ve sistemli çalışmanın başlangıcıdır. Parti genelgelerini bile ciddiyetle inceleyip tartışmayan, buna uygun bir iş düzenlemesi yapmayan liderlerin ve örgütlerin planlı ve sistemli çalışması, zamanı iyi kullanması ve siyasi çalışmayı başarıyla sürdürmesi mümkün değildir.

Kolektif çalışma işlerin kalabalıkla yapılması demek değildir. Kolektif çalışma, hedefleri iyi belirlemek, koşulları araştırmak, plan yapmak, uygun kadroları seçmek, seçilmiş kadroları görevin gerektirdiği biçimde eğitmek, görev boyunca süreci iyi izlemek, dönemsel değerlendirmeler yaparak sonuçlar çıkarmak ve hedefi gözden geçirmek ve sonucu, amaç açısından değerlendirerek pratiği teorileştirmek meselesidir. Bu süreci, bir miting için de, bir seçim kampanyası için de izleyebiliriz. Liderlik bu görev süreçlerine önderlik etmektir.

Yoğunlaşma, Partimiz'de genellikle uygulanmayan veya yanlış uygulanan bir çalışma tarzı ilkesidir. Yoğunlaşılmayan hiçbir görevin başarılması mümkün değildir. Yoğunlaşma başarıyı tesadüflerin elinde esir olmaktan kurtarır. Dikkat enerjisinin tespit edilmiş esas iş üzerinde toplanmasıdır. Bir miting yapılacaksa, örgüt dikkatini orada toplamalı, adalelerini bütünüyle bu iş için germelidir. Gücün ve dikkatin dağılması, işlerin hiçbirinin başarıya ulaşmaması gibi bir sonuç verecektir.

Kurallaştırma ve düzgün biçimde arşivleme verimi yükselten en önemli tedbirlerdir. Kurallaştırma parti çalışmasının özetlenmesidir. Hangi tür bildirilerin nerelere dağıtılacağına, bildirinin hangi biçimde yazılacağına, dilekçenin nasıl hazırlanacağına kadar bütün parti işleri kurallaştırılabilir ve pratikte büyük zaman tasarrufu sağlar. Toplumda, düzgün çalışan bir parti izlenimi oluşturmak ayrıca önemlidir.

Parti önümüzdeki dönemde kendi öz tecrübesinden hareketle çalışma tarzını iyileştirecek tedbirler almalı, eğitimlerde çalışma tarzına önem vermeli, iyi örnekleri Parti içinde yaygınlaştırarak verimi yükseltmelidir. Verimi yükseltmek, kadro sayısını artırmak demektir. On kişiyle üç eğitimli kadronun yaptığı işi yapan örgütün kadro sayısı aslında üçtür; üç kişiyle on kişilik iş yapan örgütün asıl kadro sayısı ise on'dur.

IX - EĞİTİM 1996 kongremizden bu yana yirmi bine yakın yeni üye kazandık, yani Parti dört kat büyüdü. Bu durum,

eğitim ihtiyacını yakıcı hale getiren en önemli etkendir. Yeni üyeleri Parti ideolojisiyle donatmak; onlara teori, program ve siyasetlerimizi kavratmak Parti'nin ideolojik ve siyasal çizgisini, örgütsel birliğini güvence altına almanın en önemli tedbiridir. Kaldı ki, eğitim parti hayatının en önemli parçasıdır ve başarı için eski ve yeni bütün üyelerin mücadelenin ihtiyacına göre sürekli eğitilmeleri gerekir. Parti, teori, program, genel ve özel siyasetler konusunda canlı bir fikir hayatına sahip olmalı, bunun kurum ve ortamlarını yaratmalıdır. Unutulmasın ki, ideolojik mücadele sınıf mücadelesinin en önemli alanlarından biridir ve ideolojik bakımdan güçlü olmayan önderliklerin düzgün genel ve özel siyasetler oluşturup izlemesi ve kitlelere önderlik etmesi mümkün değildir.

Geçtiğimiz dönem içinde eğitimi gerektiği gibi ele almadık. Bu saptamamız gereken önemli bir gerçeğimizdir. Bütün Parti çapında, sonuç alıcı, düzeye göre belirlenmiş programlara dayanan, Türkiye'nin özgül tarihinden ve koşullarından yola çıkan bir eğitim uygulayamadık. Parti'de eğitim, genellikle düzensiz ve dizi konferanslar tarzında yapıldı, dolayısıyla verim düşük kaldı. Üye eğitimi, kadro eğitimi, köylü kadro eğitimi, yaygın eğitim için bazı programlar ise, ancak son bir yıl içinde oluşturulabildi ve uygulamanın sonuçları henüz alınamadı.

Önümüzdeki dönemde eğitim sorununu köklü bir biçimde ele almalı; Eğitim Büromuzu güçlendirmeli, her düzeyde eğitim için Türkiye'nin devrimci aydın birikiminden de yararlanacak şekilde örgütlenmeliyiz. Her düzeyde ve her örgütümüzde eğitimin kurumlaşmasını ve kurumlara kavuşmasını sağlamalıyız.

Parti içi eğitimi, temel örgütlerin ve yerel örgütlerimizin düzenli, sürekli ve olmazsa olmaz asli faaliyetlerinden biri haline getirmeliyiz. Asıl Parti eğitimi budur. Öte yandan kademeli bir eğitim sistemi kurmalı, üye, kadro, profesyonel ve yönetici eğitimi için özel programlar ve kurslar düzenlemeliyiz. Eğitimciler, örgütçüler, propagandacılar için ayrı uzmanlaştırma eğitimleri düzenlemeliyiz.

Bir Parti akademisi veya eğitim merkezi artık büyük bir ihtiyaç haline gelmiştir. Örgütümüzde eğitim verecek kadrolar da esas olarak bu merkezden yetişecektir.

Teori dergimiz başta olmak üzere, yayın organlarımız Parti eğitiminin en önemli araçlarıdır. Yayın organları eğitimde kullanılmalı ve eğitimler, Parti yayın organlarını beslemelidir.

Eğitimlerde pratikten yola çıkmalı, teori pratik bütünlüğünü sürekli göz önünde tutmalı, kitabi eğitimden kaçınmalıyız. Türkiye devriminin sorunlarının çözümü esas alınmalı; temel bilimsel sosyalist eserler ve diğer devrimlerin tecrübeleri, Cumhuriyet Devrimi'nin tahlilinden ve Partimiz'in öz mücadele deneylerinden hareketle incelenmelidir.

164

Page 165: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

İşçi Partisi Merkez Komitesi'ne sunulan 7. Genel Kongre için Rapor Taslağı’ndan

Örgütlenme Bölümü

Teori Sayı 203

Aralık 2006

VI PARTİMİZİ YENİDEN ÖRGÜTLEME SEFERBERLİĞİ

Öncü parti

Partimiz Tüzüğünde öncü parti olarak tanımlanmaktadır. Öncü parti geleneği, bize yalnız dünyadan değil, öncelikle ülkemiz tarihinden mirastır. Türk ve dünya devrim tarihi,

örgütsel alanda fedai örgütlerinin tarihidir. Türk Devrim tarihine damgasını vurmuş, Türkiye'de bağımsızlık, özgürlük ve çağdaşlaşma adına bütün kazanımlara önderlik et-miş partiler, Vatan ve Hürriyet Cemiyeti, İttihat ve Terakki, Müdafa-i Hukuk ve emekçi partileri, hep öncü partilerdir; hepsi de fedailer partisidir. Öncü parti olmak, milletin önündeki sorunu çözmek için, millete önderlik etmek demektir.

Dağların arasında sıkışmış olan eski Türklerin, bir demircinin zekası, önderliği ve örgütçülüğüyle Ergenekon'dan çıkmaları, kör çıkmazlardaki büyük çözümlere destanlarda bulunabilecek gerçekçi bir örnektir. Amacımıza ulaşmak için, partimizi öncülere dayanarak inşa edeceğiz.

Türkiye, gittikçe artan bir istikrarsızlık ve çalkantı dönemine girmiştir. Bu koşullarda öncü karakterde, fedai karakterde olmayan bir partilin yapabileceği bir iş yoktur. Tüzük ve Programımız, Partimizin öncü karakterini daha da sağlamlaştırmakta ve güvence altına almaktadır. Hasan Yalçın Kongresi'nin hedefine ulaştık

2003 yılı Mart sonunda gerçekleştirdiğimiz 6. Genel Kongremizde, örgütlenme alanında, Partimizin Önderlik Yeteneğini Yükseltme hedefini koymuştuk.

7. Genel Kongremizi 2005 yılı baharında yapmamız gerekiyordu. Ancak 6. Genel Kongre'nin koyduğu hedefe ulaşamadığımız için erteledik. 2006 baharına geldiğimiz zaman, bazı arkadaşlar bir usulün yerine getirilmesi olarak anladıkları için, Genel Kongre'yi bir an önce yapmak istediler. Oysa Genel Kongre'nin bir anlamı olmalıydı. Bir önceki Kongre'nin hedefine ulaşılmalı ve yeni hedef konmalıydı.

4 Haziran 2006 günü Ankara Kent Otel'de ve 30 Eylül, 1 Ekim 2006 günleri Ankara Sürmeli Otel'de gerçekleştirdiğimiz Öncüler toplantıları, 6. Genel Kongre'nin hedefine ulaşmakta olduğumuzu gösterdi. Bu iki toplantıda toplam 707 öncü, Partimizin önderlik birikimine katıldı. Üçüncü ve dördüncü dalga katılımlar yoldadır. Bu durumda, 7. Genel Kongre'yi Partimizin önderlik yeteneğini yükselterek gerçekleştiriyoruz. Propaganda çağından örgütlenme çağına

Partimiz, genel merkez düzeyinde kuşkusuz Türkiye'nin en örgütlü partisidir. Propaganda ve yayın alanında çeşitli yöntem ve biçimleri özel görevleri, çeşitli çalışma ve eylemleri, güvenliği vb örgütlemede önemli tecrübeler biriktirdik.

Ancak Partimiz, illerin ve ilçelerin, kitle örgütlerinin ve genel olarak halkın örgütlenmesinde güçlü bir atılım yapmak durumundadır. Bunun koşulları oluşmuştur. Partimiz, Türkiye'nin Öncü birikimi içinde ve halk kitleleri saflarında önemli bir güven birikimi yaratmış bulunuyor Bütün mesele, bu etkiyi örgüte dönüştürmektir. Bu açıdan partimiz, denebilir ki, halk içinde propaganda çağından örgütlenme çağına geçmektedir. Bugüne kadar daha çok öncüleri, yani kendimizi örgütledik şimdi halkı örgütleme aşamasına geldik. Kendimizi, yani öncüyü örgütlemek, artık eylemli olarak geniş halk yığınlarını örgütlemekle birlikte yürüyecektir. Önderlik yeteneğini yükseltmede iki çizgi

Partimizin önderlik yeteneğini yükseltmek için iki olanak vardır. Biri, önderlik yeteneğini yükseltme görevini parti içinden çözmektir. Parti kadrolarının eğitilmesi. Parti içinden

yeni kadroların keşfedilmesi, doğru işe doğru kadroların atanması ve bu kadroların devrimci pratikler içinde geliştirilmesi, bu kapsamdadır.

Diğeri, Partinin önderlik yeteneğini, Parti dışında bulunan Türkiye'nin önderlik birikimini kucaklayarak yükseltmektir.

Her iki çözüm de kuşkusuz geçerlidir. Ancak biri esastır, yani öncelik taşır. 6. Genel Kongre'de belirlenen doğru çizgiye göre, Partinin önderlik yeteneğini yükseltmede esas olan,

Türkiye'nin öncü birikimini kucaklamaktır. İkincil olan ise, parti kadrolarının niteliklerinin yükseltilmesi ve parti içinden yeni kadro keşfidir.

Bu konu, arkada kalan yıllarda Parti içindeki iki çizgi mücadelesinin ekseni olmuştur. Yanlış çizgi, en başta Örgütlenme Bürosu'nun oluşturulmasından başlayarak, il ve ilçe başkanları ve

yöneticilerinin belirlenmesine kadar, önderlik yetenekleri sınırlı, yönetilmesi "kolay" sanılan kadrolara dayanır. Bu çizgi, örgütlerin inşasında, bırakalım parti dışındaki önderlik birikimini, parti içindeki önder kadroları

165

Page 166: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

değerlendirmede bile isteksizdir. Bu nedenle, önder kadrolar keşfetmek için çalışmaz, kendisini profesyonel çalışmaya hazır kadrolarla sınırlar; yalnız onlara güvenir, onları yönetmek kolayına gelir. Ceketi sırtındaki görevlilerin partimize büyük hizmetleri olmuştur ve olacaktır. Ancak parti örgütlenmesini bu arkadaşlarla sınırlamak bir kısır döngüdür. Bu uygulama, Türkiye'nin sahte sol örgütlerinde yaygın olan, iktidar ufku olmayan ve halkla birleşmeyen örgütsel çizginin bizdeki izleridir. Önderlik meseleni içerden çözmekte ısrar etmek, Parti'nin kuruması, kabuk bağlaması, emekçi sınıflardan ve milletten kopması anlamına geliyor. Bugünün koşullarında, kadro meselesini esas olarak içerden çözmek, bizi Kemalist Devrim'i tamamlama ve arasız devrimlerle sosyalizme ilerleme yolundan uzaklaştırır. Bazen "sol" görünüşler altında savunulsa da, bu çözüm, bizi devrimci mevzilere yönlendirmiyor; kendi statükomuza bağlıyor. Bu nedenle tutucudur ve çözüm değildir.

Doğru çizgi, iktidar mücadelesine ve Türkiye'yi yönetme yeteneğini kazanma ihtiyacına göre biçimlenmiştir. Partiyi günümüzün devrimci görevi olan millete önderlik çizgisinde Örgütlemek ve emekçi temeline oturtmak için, dışımızdaki önderlik birikimini kazanmamız gerekiyor. Türkiye'yi bu dar boğazdan çıkaracak öncü birikim, sayı olarak büyük oranda Partimizin dışındadır. Kemalist Devrim'in tamamlanmasına önderlik edecek kadroların 200 bin öncüden oluştuğu kestirilebilir. Partimizin üye sayısı 50 bindir. Ancak bu üyelerin 40 bini sıradan insanlardır; yani öncü nitelikte değildir. 10 bin üyemizin ise, öncü karakterde olduğu saptanabilir. Demek ki, Partimiz, şu an Türkiye'nin devrimci Önderlik birikiminin ancak yirmide birini bir araya getirmiştir. Ancak Partideki birikim, Türkiye'nin olmazsa olmazıdır. Çünkü ideoloji ve program açısından olsun, fedailer geleneğini hayata geçirmek açısından olsun, Türkiye'nin önderlik çekirdeği İşçi Partisi'ndedir. Bu çekirdek, kendi dışındaki yüzde 95'le kucaklaşma sürecinde adım adım iktidar olacaktır. Bu açıdan iktidar olmanın Örgütsel tanımlaması, Türkiye önderlerini ve yerel halk önderlerini örgütlemektir. Parti, yerel halk önderlerini, fabrika önderlerini, köy önderlerini, Çarşı önderlerini, ticaret ve sanayi önderlerini, sendika ve kitle örgütü önderlerini, gençlik ve kadın hareketi önderlerini, üniversite öğretim

üyelerini, emekli subay ve astsubayları, uzmanları, kültür ve sanat yaratıcılarını örgütlerken, iktidar odaklarını örgütlemiş olur. Dünya tarihindeki bütün iktidar değişiklikleri böyle olmuştur. Aydın, sınıfların siyasal örgütlü kesimidir. İşçi Partisi'ne katılan köylü veya işçi önderi de aydındır. Çünkü emekçi halkın siyasal örgütlü kesiminin içindedirler. İki çizgi arası mücadele, kitle örgütlerindeki iktidar pratiğinde de kendini gösteriyor. Bugün kitle örgütlerinin

önderliklerini kazanmada asıl büyük olanak, varolan önderlerin Partiye kazanılmasıdır; bunun koşulları Öncüler Harekâtı'nın kanıtladığı üzere, düne göre çok elverişlidir. İkincil olanak ise, kitle örgütlerinde çalışan üyelerin örgüt yönetimlerine gelmeleridir.

Türkiye'nin önderlik birikimini kucaklama çizgisine girmediğimiz zaman, örgütlenme alanında çırpınıp duruyoruz. O zaman özeleştiri veya sözümona devrimcileşme ve iradeyi zorlama ataklarıyla, örgütlenme sorununu çözeceğimiz gibi bir yöneliş içine giriyoruz. Sonuç çırpınmak ve kendimizi yıpratmak oluyor. Dışımızdaki birikime yönelen örgütlerimizin moralleri yüksektir. Çünkü örgütlenmede başarının başka bir seçeneği bulunmuyor. Yeni örgütlenme çizgisinin başarıları

Partimiz, 6. Kongre Öncesinden başlayarak hatalı örgütsel anlayışı aşma çabasına girmiştir. Siyasal başarılarımız kuşkusuz bu çabanın zeminini oluşturdu. Çünkü Türkiye'nin önderlik birikimi, Partimizin siyasetlerini pratikte sınayarak üye olmakta ve görev almaktadır. Aslında Parti içinde kenarlarda duran veya kenarlara itilen nitelikli kadrolar da, Türkiye'nin önderlik birikimiyle iç içe olduğu için, bu başarıları yaşaya yaşaya görev almaktadırlar.

Partimiz, 6. Genel Kongre öncesindeki seçim sürecinde, örgütlenme ve kadro politikasında önemli düzeltmeler yapmaya başladı.

Birinci düzeltme, yetenek gözetmeyen, yalnızca profesyonellik ölçütünü uygulayan Örgütlenme Bürosu anlayışı yerine, yarı-profesyonel önder kadrolardan kurulan bir Parti Örgütçüleri sisteminin kurulmasıdır. Bu sayede Parti, taşra örgütlenmesinde yetenekli kadrolara dayanma yönünde önemli bir girişimde bulundu. İkinci düzeltme, Parti içinden veya hemen çevremizden yetenekli önder kadroların keşfedilerek kendilerine

görev verilmesidir. Burada da tutucu anlayışların aşılması yönünde bir uygulama başlattık. Üçüncü düzeltme, Partimize katılan öncülere önder görevler vermede ilk örneklerin oluşturulmasıdır. Bu

örneklerin ilk sonuçlarının alınması, Partimizin bu yöndeki cesaretini kuvvetlendirmektedir. Partimizi iktidar hedefiyle yeniden örgütleyeceğiz

Parti, geldiğimiz tarihsel eşikte kendisini baştan sona yeniden örgütleyecektir. 7. Kongre, örgütlenme açısından Partinin öncüleri kucaklama ve yeniden örgütlenme kongresidir. Parti, hem elinde varolan insan malzemesiyle hem de çevresine toplanmış olan birikimle kendisini yeniden örgütleyecektir. Yeniden örgütlenmenin tek ölçüsü bulunmaktadır:

Emperyalizme karşı önümüzdeki büyük mücadelede halka önderlik ederek iktidar hedefine ilerlemek. Örgütlenme iktidar mücadelesi içindir. Örgütlenmemizin bütün ilkeleri bu amacı gözetir. Yeniden örgütlenme, genel merkezin örgütlenmesinden temel örgütlerin örgütlenmesine kadar uzanacaktır.

İl, ilçe, belde, köy, mahalle, kitle örgütü ve işyeri örgütlenmeleri tamamlanacaktır. İşçi Partisi, yurttaşlarımızın bulunduğu her birimin içinde örgütlü olarak varolacak ve çalışacaktır.

Yeni örgütler kurulurken, Partinin birikimli kadroları ile Türkiye'nin birikimli kadroları arasında, başarıya

166

Page 167: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

hizmet eden en verimli bileşimler sağlanacaktır. Yeni çizginin esasları ve görevleri

1. Örgütlenme Bürosu'nu yetenekli kadrolarla oluşturmak: Partimizi adına layık bir öncü parti olarak inşa etmek için, öncelikle merkezlerin öncü karakterde olması gerekir; örgütlenme alanında ise Örgütlenme Bürosu'nun yetenekli kadrolardan oluşması gerekir. Bu amaçla partimizin Örgütlenme Bürosu'nu yeniden kurduk. Bu büro, örgütlenmede doğru çizgiyi hakim kılacak, doğru çizginin politikalarını geliştirecek, örgütlenme pratiğine yol gösterecek, örnek örgütlenme çalışmaları yürütecek, tecrübeleri toparlayacak ve teorileştirecektir. Örgütlenmeye önderlikte bulduğumuz en önemli çözüm, Partimizin birikimli kadrolarını Parti Örgütçüleri olarak belli yörelerin örgütlenmesine önderlik etmek üzere görevlendirmektir. Genel Merkez Örgütlenme Bürosu'na bağlı olarak bir Merkez Örgütçüleri kurumu oluşturduk. Anadolu ve Trakya ile bağları olan, yarı profesyonel arkadaşları burada görevlendiriyoruz. Merkez Örgütçüleri, Örgütlenme Bürosu'na bağlıdırlar ve Ankara, İstanbul, İzmir dışındaki illerin örgütlenme çalışmalarında belirli illere önderlik için görevlendirilmektedirler. Örgütlenmede esas çözüm budur.

2. Her düzeyde yetenekli önderlikler: Partinin bugün örgütlenmede tutacağı halka, yetenekli önderlikler

kurmaktır. Her düzlemde bütün örgütlerimizin yönetimleri, halka önderlik ve iktidar amacına göre yeniden örgütlenecektir. Yerel iktidarı oluşturacak, alanı yönetecek, kendisine güvenen önder kadrolar Türkiye'nin önderlik birikiminin içinden ve parti saflarından keşfedilecek ve görevlendirilecektir. Biz hem partiyi, hem Türkiye'yi, ülkemizin yetenekli ve dürüst kadrolarıyla yöneteceğiz. Türkiye'nin yetiştirdiği her kadro, Partimizin de kadrosudur. Sloganımız: "Türkiye'nin kadro birikimi, Partimizin kadro birikimidir."

3. Başkanın belirleyiciliği: Örgütlerin başarısında başkan belirleyicidir. Her düzeyde önderlikleri

oluştururken, başkanların doğru seçilmesi, başarının anahtarıdır. Yetenekli başkan, yetenekli yönetimin birinci şartıdır. Bir örgüt kurmak, öncelikle en uygun başkanı bulmaktır. Örgütlemek, bu nedenle doğru başkanı bulmakla başlar ve başarıya ulaşır. İl ve ilçe başkanının bir işi veya mesleği olmalıdır; eli ekmek tutmalıdır. İkinci önemli görev, sekreterliktir veya yürütme sekreterliğidir. Doğru önderlik, verimli bir yürütmeyle başarıya ulaşır. İl ve ilçe sekreterleri, başkanlardan farklı olarak, profesyonel kadrolardan oluşabilir.

4. Profesyonel devrimci ve önder tanımında düzeltme: Örgütlenme alanında öncelikle düzeltmemiz

gereken hatamız, önder tanımıyla ilgilidir. Yanlış çizgi, öncelikle "Profesyonel devrimci" tanımında yanlıştır. Profesyonel devrimcilik için, ceketi sırtında olmak yetmez. Profesyonel devrimci, öncüdür, kurmaydır, halk önderidir. Önderlik birikimi olmayan bir üyemiz, ceketini sırtına almaya ikna edilince, "Profesyonel devrimci" nitelik kazanmaz. Partinin şu veya bu işini üstlenmek ve bunu bir iş ve meslek olarak yapmak, güzel bir çabadır. Ancak bunu yapan arkadaş, Parti görevlisidir; yoksa önder değildir. Bu meseleyi Genel Başkan Yardımcımız Suphi Karaman, çok iyi görmüş ve Partimizin önüne getirmeye çalışmıştı.

5. Kıdem saptamasında düzeltme: Kıdem belirlemesinde Parti üyeliğinin eskiliğinin öne çıkarılması

yanlıştır. Partimize katılan her üye, toplum ve devlet içinden, hatta diğer siyasal partilerden belli bir tecrübeyi birlikte getirmektedirler. Devrimci partilerde, esas olan kıdem, halka önderlikte ve çeşitli örgütlerde kazanılan birikimdir. O nedenle bir sendikacının, bir kitle örgütü önderinin, bir üniversite mensubunun veya devlet görevlisinin hayatı boyunca elde ettiği tecrübe birikimi, Parti kıdemi kadar değerlidir. Çünkü Partimiz, halka önderlik ve Türkiye'yi yönetme görevini, o birikimleri kaynaştırıp değerlendirerek yerine getirecektir. Parti büyürken Öğrenme iki yönlü olacaktır. Hem katılan arkadaşlarımız partinin birikmiş tecrübelerinden öğrenecektir; hem de Partimiz yeni katılan arkadaşların getirdikleri birikimlerden öğrenecektir. Bu nedenle Partinin eski üyelerinin kıdemlilik taslamaktan uzak durmaları devrimci bir tavırdır. Parti içindeki tartışmalarda biricik ölçü, doğrulardır; yani hayatın devrimci ihtiyaçlarına uygunluktur. Eski bir üyenin veya bir üst kademe yöneticisinin yanlışı savunması, yanlışa pirim kazandırmaz. Yine, parti görevlerine seçme ve atamada, partinin eski veya yeni üyesi olmak, bir yeğleme nedeni değildir. Parti görevlerine, o görevi yerine getirmede en başarılı olacak arkadaş seçilecek ve atanacaktır.

6. Müdahaleci, yaratıcı, girişimci, atak ve cesur önderlikler: Parti çalışmasında tutuculuk yaygındır.

Varolan durum ve konumların korunması eğilimi vardır. Yanlış ve zaafları seyretmek yerine müdahale etmek, alışılageleni sürdürmek yerine yaratıcı çözümler bulmak, yukardan talimat beklemek yerine girişimci olmak, durumu korumak yerine atak olmak ve çekingen bir çalışma tarzı yerine cesur olmak için, bu özelliklere uygun önderlikler oluşturulması gerekiyor.

7. Kurumlaşma ve örgüt hukuku: Partimizde kurumlaşma ve hukuk anlayışının geliştirilmesine ihtiyaç

vardır. Özellikle toplum ve devlet örgütlenmesi alanında tecrübesi olmayan kadrolar, kurumlaşmaya ve parti hukukunun uygulanmasına direnmektedir. Kurumlaşma ve Parti hukukunun uygulanması birbirini güçlendiriyor. Kurum, her şeyden önce bir görevler sistemidir ve ast üst ilişkileridir. Kurumlaşmak, görevlerin, işbölümünün ve ast üst ilişkilerinin belli olması ve uygulanmasıdır.

8. Sistemlerin kurulması, plan yapılması ve modeller üretilmesi: 6. Genel Kongre'mizin kabul ettiği Merkez Komitesi Raporu, planlı, sistemli ve verimli çalışmaya vurgu

yapmıştı. Bu konuda başarılar kazanmaya yeni başladık. Genel Merkez'den başlayarak sistemli ve planlı çalışmaya geçmenin sancılarını yaşıyoruz. Örgütlenme, öncelikle sistemlerin kurulmasıdır. Her alanda hayata ve ihtiyaca uygun sistemler kurulacak, bu sistemler şemalar haline getirilecek, planlar yapılacak, görevler

167

Page 168: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

belirlenecek, görevlilerin önüne işler konacak ve bu işlerin başarılması takip edilecek ve denetlenecektir. Başarılı modeller, Partinin diğer örgütlerinin yönlendirilmesinde ve eğitilmesinde kullanılacaktır. Bütün parti örgütlerimizin bilgisayar kullanması ve örütbağa (internete) girmesi özendirilecek ve ekonomik yöntemler genel merkez tarafından bulunacaktır.

9. Görevi ve işi doğru tanımlamak: Her örgütlenmede, görevin ve işin açık olarak ve kesin sınırlarıyla

belirlenmesi, başarının öncelikli şartıdır. Tanımlanmamış görevler ve işler vermek veya bulanık tanımlamalar yapmak, enerji israfı yanında, önderliğe güveni sarsmakta ve Partinin maneviyatını bozmaktadır. Görevler, örgütlenme modelleri oluşturulurken yazılı olarak tanımlanmalı ve görevliye yazılı olarak verilmelidir. Günlük işlerde ise, kısa ve pratik görüş alışverişinden sonra, iş sözlü olarak tanımlanmalı ve tekmil alınmalıdır. Çünkü tanımlanan işin doğru anlatıldığı ve doğru anlaşıldığı tekmil sayesinde anlaşılır.

10. Binaları değil, mücadeleyi örgütlemek: Partimizde örgütlenme dendiği zaman, daha çok parti

örgütlerimizin kiraladığı büroların örgütlenmesi anlaşılmaktadır. Kuşkusuz faaliyet merkezinin düzenlenmesi gerekir. Ancak asıl örgütlenmeden anladığımız, halkın iktidar eksenli mücadelesinin örgütlenmesidir. Partimiz, halkı iktidara getirmek için vardır ve halkın çeşitli sınıflarının çeşitli alanlardaki mücadelesini örgütleyerek iktidara ilerleyecektir.

11. İşi yönetmek ve işe kadro bulmak: Örgütlemek, elbette insanları örgütlemek ve yönetmektir. Ancak

insanlar faaliyet ve iş zemininde yönetilir. Faaliyet ve iş dışında soyut bir insan yönetme sanatı yoktur. Parti açısından sendika, kitle kuruluşları, propaganda, yayın, meclis grubu örgütlenmesini yönetmek veya seçim faaliyeti, grev, yürüyüş, miting, köylü mücadelesi, öğrenci eylemi, yayın organı, parasal kaynak çalışmasını vb yönetmek, hep ayrı ayrı işlerdir. Yönelmek, kısacası, bu işlerden birini veya bir iş kümesini yönetmektir. Yönetici bu işin yürütülmesini örgütleyecektir. O nedenle işi yöneten, işi bilmek zorundadır. Kadro politikasında da insana iş bulmak değil, işe insan bulmak gerekir. İşi yönettiğimiz zaman, işe göre kadro buluruz ve işi başarırız. İnsanı yönetmek diye bir uzmanlık yoktur. Uzmanlık, belli bir işin yapılmasında uzmanlıktır.

12. Doğru göreve doğru kadro: Her görevin ve her işin kadroları olmalıdır. Bazı parti örgütlerimiz iş ve

görevleri tanımladıktan sonra o iş veya görevi yapacak komite, komisyon veya görevlileri belirlememektedirler. Başka deyişle, işin yapılması için havaya çağrılarda bulunmaktadırlar. Kadro yetersizliğinden yakınmak, bir önderlik tavrı değildir. Kadro bulmak, kadro keşfetmek, varolan kadroları görev vererek geliştirmek, yönetimlerin esas görevidir. Önderliklerin oluşturulmasından ve görevlerin tanımlanmasından sonra temel mesele, doğru görev ve işlere doğru kadroların atanmasıdır. Kadrolardaki yetenek ve birikimlerin keşfedilmesi için, kadrolarla omuz omuza çalışılması, kadroların faaliyeti içinde tanınması gerekir.

13. Astüst ilişkilerini ve işbölümünü belirlemek: Bir görev veya işi yapacak ekip belirlenirken, başkanın

belirlenmesi, astüst ilişkilerinin berrak olarak saptanması, işin ayrıştırılması ve tek tek her işi yürütecek görevlilerin belirlenmesi şarttır. Başkansız görev ve iş olmaz. Örneğin bir mitingin veya yürüyüşün örgütlenmesinde, yapılacak işlerin ayrıntılı bir dökümü yapılmalı, sürahinin kürsüye konmasına kadar bütün işleri yapacak olanlar belirlenmeli ve denetlenmelidir.

14. Uzaktan kumanda değil, işin başında olmak: Parti örgüt ve faaliyetini uzaktan kumandayla yönetme

anlayışı yanlıştır. İş yapmayan ve yalnız birilerine iş yaptıran bir yönetim tarzını değiştirmek zorundayız. O zaman herkes iş buyurmakta ve iş yapan kimse kalmamaktadır. Önderler, varolan durumda en önemli çalışmayı belirlemeli ve işin başarılmasında kadrolarla birlikte çalışmalıdırlar. Kaptan dümende ve işin başında olmalıdır.

15. Kolektif çalışma: Önderlik, kolektif çalışmayı yönetmektir. İşi birlikte yönetmek, işbirliği, kadrolara görev

ve inisiyatif vermek, yardımlaşma, dayanışma, yeni kadrolar yetiştirmek, ustalık çıraklık sistemleri kurarak yeni ustalar yetiştirmek, denetleme, eleştiri ve özeleştiri; ihtiyacımız olan kolektif çalışma ilkeleridir.

16. Hedefler koymak ve hedeflere ulaşılmasını denetlemek: Herhangi bir görev ve iş belirlenirken,

kesinlikle ihtiyacı ve hedefi belirlemek gerekir. Hedef eğer mümkünse sayıyla belirlenmelidir. Örneğin şu kadar ayda isim isimi şu ilçe örgütleri kurulacak, şu kadar köy ve mahalle örgütü kurulacak, şu kadar üye kazanılacak, şu kadar gelir sağlanacak, şu kadar dergi satılacak gibi. Hedefler saptanmadığı zaman, hem en çok verimi almak mümkün değildir, hem başarının ve denetimin ölçütleri konmamış olur.

17. Mali örgütlenmeye özel önem: Mali örgütlenme, Parti örgütlenmesi ve faaliyetinin araçlarının

yaratılması açısından belirleyici önemdedir. O nedenle mali örgütlenmenin ihmali, aslında bütünüyle örgütlenmenin ve faaliyetin ihmali anlamına gelmektedir. Kaynak bulma çalışmasının anahtarı, siyasal faaliyettir. O nedenle parti üyelerinden ve toplumdan, yalnız Partinin genel bütçesi için değil, fakat somut Parti faaliyetleri için de katkı istenmelidir.

18. Örgütçülerin eğitimi: Örgütlenmede, Türkiye'nin önderlik birikimine güvenme ve dayanma çizgisinin

başarısı için, öncelikle bu çizgiyi uygulayacak örgütçülerin eğitilmesi gerekir. Örgütçülerin eğitiminde öncelikle Genel Merkez Örgütlenme Bürosu ve Merkez Örgütçüleri eğitilecektir. Örgütlenmede iki çizgi arası mücadelenin tecrübeleri canlı olarak ele alınacak, değerlendirilecek, teorileştirilecek ve eğitim metinleri haline getirilecektir. İkinci olarak, il ve ilçe örgütlenme büroları eğitilecektir.

19. Kadro taraması ve kadro havuzları: Genel Merkez düzeyinden en alt kademelere kadar, her örgüt

kendi kadro taramasını yapacak, kadro havuzları oluşturulacaktır. Amaç, kadro birikimimizi bilmek ve yeni

168

Page 169: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

kadrolar keşfetmektir. Kadro birikiminin sınıflandırılması ve havuzlanması, her görev ve her işi belirlerken yerinde atamalar yapmak ve parti birikimini sonuna kadar değerlendirmek için şarttır. Ayrıca parti örgütleri arasında kadro yardımlaşması ve Partinin bütün örgütlerinin kadro birikiminden yararlanabilmesi için de gereklidir.

20. Parti çevresindeki kadroların taranması: Türkiyemizin öncü kadroları, partimizin kadrolarıdır. Parti

iktidar amacı için gerekli olan ve hızla büyüyen kadro ihtiyacını esas olarak Türkiye'nin öncü birikimi içinden çözeceği için, çevresindeki kadroları da belirleyecektir. Genel merkezden başlayarak, il, ilçe, belde, köy, mahalle ve temel örgütlerimiz, Partiye kazanacağı kadroları belirleyecek ve bu kadroları üye yapmak ve görevlendirmek için özel çaba gösterecektir.

21. Öncü Kadın: Partimizin, gençlik örgütü gibi bir kadın örgütü kurmayışı, kadın çalışmasını Genel

Merkez'deki Kadın Komisyonu ile sınırlaması ciddi bir hatamızdı. Biz kadın üyelerimizin parti örgütlerinde erkek arkadaşlarla birlikte çalışmalarını kadın-erkek eşitliğinin bir gereği olarak değerlendirmiştik. Oysa Türkiye gerçeğimize bakınca, kadınların siyasal partilerde erkeklerden ayrı örgütlendiklerini görüyoruz. Kuşkusuz her kadın üyemiz, parti önderliği ve örgütleri içinde erkek arkadaşlarımızla birlikte çalışmaya devam edecek ve özendirilecektir. Bununla birlikte kadın kitlelerinin partide örgütlenmesi için, İşçi Partisi Öncü Kadın'ı kurduk. Öncü Kadın, tıpkı Öncü Gençlik gibi genel merkezden alt kademelere kadar örgütlenecektir. Öncü Kadın ile Genel Parti Örgütümüz arasındaki ilişkiler, Tüzükle düzenlenmiştir ve sorunlar pratik içinde çözülecektir.

22. Ulusal Strateji Merkezi (USMER): Partimiz, 11 ilde yani Ankara, İstanbul, İzmir, Eskişehir, Aydın,

Denizli, Muğla, Sivas, İzmit, Samsun ve Trabzon'da Ulusal Strateji Merkezlerini kurmuştur. Çok kısa zamanda on kentimizde daha kurulacaktır. USMER, Türkiye'nin beyin birikimini hızla birleştirmekte ve seferber etmektedir.

23. Kültür ve Sanat Merkezleri: Tüzüğümüzdeki yenileşmeyle öngörüldüğü üzere, Kültür ve Sanat

Merkezlerini hızla örgütleyeceğiz. 2007 yılının örgütlenme hedefleri

2007 Türkiye için kritik bir yıldır ve seçim yılıdır. Yıl sonuna kadar gerçekleştireceğimiz örgütlenme hedeflerini şöyle belirliyoruz:

- 81 il merkezi, - 700 ilçe merkezi, - 1000 belde, - 3219 temsilcilik örgütleyerek Toplam örgüt sayımızı 5000 Örgüte ulaştıracağız.

Merkez Seçim Bürosu ve müşahitler ordusu

Merkez Seçim Bürosu kurulmuştur. Hazırlanacak müşahit kartları her seçim sandığı için şimdiden belirlenecek müşahitlere verilecektir. 2007 seçimlerine oluşturacağımız bir müşahitler ordusuyla katılacağız.

169

Page 170: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

PDA Seçmeler I

PROLETER DEVRİMCİ SAFLARI ÇELİKLEŞTİRELİM! * 1 Ekim 1969

...Yığınları politikamızın doğruluğuna inandırmak için canla başla çalışılması gereken uzun ya da kısa bir süre vardır. Bu süre atlanamaz. Bu sürenin atlanabileceğini sanmak aptallıktır. Ancak yığınlar arasında yürütülecek sabırlı politik açıklama anlatma çalışmasıyla aşılabilir ve giderilebilir.1

Proleter devrimci hareket, yürüttüğü ideolojik mücadeleyle ve devrimci teorinin emrettiği milli demokratik

devrim yönündeki eylemlerle Aybar ve Aren oportünizmini geniş ölçüde etkisiz bırakmıştır. Emperyalizme ve onun devrimci hareket içindeki kolu oportünizme karşı verilen mücadeleden sonra büyük şehirlerdeki ve taşradaki sosyalist kadrolar, proleter devrimci saflarda hızla toplanmaktadır. Aybar ve Aren oportünizmi, emperyalizme boyun eğip, gerici parlamentarizmle kaynaşarak proletaryaya devrimci bilinç verilmesi ve örgütlenmesi mücadelesini baltalamaya çalıştığı gibi, ilerici oyları toplamak konusunda kendisine rakip gördüğü küçük burjuva örgütlerini baş düşman ilan etmişti. Temelinde pasifizm ve parlamentarizm olan, lafta keskin devrimcilik ve pratikte devrimci ideoloji ve mücadeleye düşmanlık olarak beliren bu politika, devrimci teorinin öngördüğü milli ittifakı reddeden gençlik içindeki sekter unsurlara da uzun süre kumanda etmiştir. Proletaryanın düşmanlarını ve müttefiklerini doğru tahlil edememek noktasında birleşen sağ oportünizm ve sekter eğilimler, pratikte birincinin pasif, ikincinin aktif tutumları dolayısıyla birbirinden kopmuştur. Proleter devrimcilerin milli demokratik devrim yolundaki aktif mücadelesi, Aybar ve Aren oportünizminin ideolojik etkinliği altındaki aktif genç kadroları “milli demokratik devrim” tezi etrafında toplamıştır. İdeolojik mücadele yanında gençliğin pasifizme karşı olumlu tepkisinin etkili olduğu ve başlangıç tarihi, 12 Kasım 1966 Emperyalizme Karşı Bağımsızlık Mitingi; 1968 başında AISEC Kongresi’ndeki protesto ve 29 Nisan 1968 Mitingi olarak tespit edilebilecek devrimci yöndeki bu gelişme, içinde sapma eğilimlerini de taşımıştır.

Sosyalizmi benimseyen gençlik, proleter devrimci saflarda hızla toplanmış, buna karşılık ideolojik eğitim ve işçi köylü yığınlarıyla devrimci bağlar kurulması yönündeki çalışmalar aynı hızla gelişememiştir. Bunun dışında öğrenci gençliğe uzun yıllar yön veren küçük burjuva devrimciliği, proleter devrimci politika olan kitle çizgisinden sapma eğilimlerini besleyen etkenlerden biri olmuştur. Bu eğilimler hiçbir zaman sistemleşmemiş, bir ideoloji geliştirmemiş, daha çok küçük burjuva davranışının yenilememesinden ileri gelmiştir.

Kitle çizgisinde yürütülen eylem, kitlelere sınıf düşmanlarını tanıtan, devrimci politik hedefler gösteren ve milli sınıfları devrim saflarına kazanmaya yönelen eylemdir. Bugün Türkiye'de proleter devrimci eylemin taktik hedefi, emperyalizm ve işbirlikçilerinin gücünü kırmak ve milli demokratik cephe saflarını güçlendirmektir. Bir eylemin biçimi ne olursa olsun, onun kitlelerle bağını gösteren esas budur. Milli demokratik hareketimiz kuvvet toplama ve örgütlenme dönemindedir. Bir eylem, bir tek kişi tarafından yapılsa dahi bu amaca hizmet ettiği takdirde kitle çizgisindedir.

Milli demokratik devrim hedefini slogan olarak benimseyen, ancak onun özünü, devrimci politikasını ve taktiklerini kavramayan her eylem, proleter devrimci çizgiden sapma eğilimleri taşımaktadır. Milli demokratik devrim sloganını bayrak edinerek, milli cephe politikasına aykırı tutumun izlerini taşıyan eylemler yapılabilmektedir. Aynı eylemlerin kitleden kopuk ve kitleleri devrimci saflara kazanma hedefine yönelmeyen yanları, küçük burjuva devrimciliğinin damgasını da taşımaktadır. Bu çeşit davranışları zaman zaman hepimizin paylaştığı olmuştur. Önemli olan, günlük eylem hatalarını sistemli sapmadan ayırmak ve bu günlük hataları, zamanında, yerinde ve açıkça eleştirerek sapma halinde sistemleşmesine imkan vermemektir.

Ancak doğru taktikler uygulayarak milli demokratik devrim yolunda ilerleyebiliriz. Stratejiye hayat veren, onu pratiğe uygulayan taktiklerdir. Bu sebeple ideoloji, strateji ve taktik arasında bir bütünlük vardır, Proletarya ideolojisinin belli bir aşamada bir tek stratejisi olduğu gibi, belli bir stratejinin somut bir durumda bir tek doğru taktiği olabilir.2 Farklı durumlarda farklı taktikler uygulanır. Yanlış taktikler kullanmak, stratejiyi kavramamaktan, ya da somut durumları doğru tahlil edememekten ileri gelir.

Bugün Türkiye'de proleter devrimci hareket, milli demokratik devrimin öncü kuvveti olan proletaryayı bilinçlendirme ve örgütlenme mücadelesi verirken, bir yandan da milli cephenin sağlam temellere oturması için savaşıyor. Hedefimiz, proleter devrimci safları güçlendirmek, proleter devrimci örgütlenmemizi gerçekleştirmek ve sağlamlaştırmak ve milli cepheyi kuvvetlendirmektir. Milli cephenin ve proleter devrimci safların güçlenmesi ile milli cephe içinde proletaryanın öncülüğünün sağlanması arasındaki diyalektik bağı ve birliği kavrayamazsak, milli demokratik devrim yolundan sapabiliriz. Bu sapma, proletaryayı bilinçlendirme ve örgütleme mücadelemizi ihmal etme şeklinde bir sağ sapma olduğu gibi, milli cephe politikasını terk ederek ittifakları yıkan eylemlere girişme şeklinde görünüşte “sol”, ama özünde sağ bir sapma olabilir. Ya da proleter devrimci hareketin bu her iki temel görevi ile bağdaşmayan, kitleden kopuk terörist ve anarşist eylemler olabilir ki, artık burda bir sapma değil, doğrudan doğruya bireyci küçük burjuva devrimciliği söz konusudur.

Türkiye'deki “sol” sapma eğilimin özünde, meşhur sosyal-demokrat Bernstein'ın “Hareket her şeydir, hedef hiçbir şey” görüşü yatmaktadır. Hedefi unutarak, hareketi her şey olarak gören bu ideoloji, kimi zaman yığınlarla bağ kurmak ve proletaryayı örgütlemek görevimizi unutturmakta, kimi zaman da düşmanı yanlış seçerek, milli güçlere karşı yanlış tutumlara girmektedir. Bu ideoloji, Aybar ve Aren oportünizminin, milli cepheyi bölme

170

Page 171: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

politikasının allanıp pullanıp devrimci kılığa sokularak, devrimci saflara sokulmasından başka bir şey değildir. AYDINLIK dergisi, TÜRK SOLU'nun başlattığı yolda gerici parlamentarizme, pasifizme karşı amansız bir

mücadele verirken, demokratik özgürlüklerin sınırlı oluşundan ve proletaryanın devrimci örgütünün bulunmamasından ötürü tespiti ve uygulanması bir kat daha güçleşen proleter devrimci çizgiyi, kitle çizgisini vargücüyle savunmuştur. Bunun yanında Aybar ve Aren oportünizminin çöküş süreci içinde beliren “sol” sapma eğilimlerine ve bireyci küçük burjuva devrimciliğine karşı devrimci bilincin canlı tutulmasına özen göstermiştir.

Dergimiz ilk sayısında toplu olarak görüşlerini açıklamış, milli demokratik devrim mücadelemizde devrimci politikamızı belirtmiştir:

“Milli demokratik devrim mücadelesinin geniş yığınlara mal edilmesinin yolu budur. Grevlerle, toprak mücadelesiyle, Amerikan üslerini çepçevre kuşatıp protesto gösterileri yaparak, çeşitli meslek gruplarının ve öğrencilerin reform taleplerini yaygınlaştırıp milli devrimci niteliğe ulaştırarak, Amerikan filolarının karasularımızı kirletmelerini, Amerikan bahriyelilerinin topraklarımızı çiğnemelerini mitinglerle, yığın hareketleriyle telin ederek, emperyalizmin toplumumuzun bağrında açtığı işsizlik ve pahalılık yarasını gösterilerle, toplantılarla yığınlara anlatarak, işçilerimizin demokratik haklar ve sosyal adalet için giriştiği mücadeleleri sonuna kadar destekleyerek ve bu mücadeleleri demokratik devrim çizgisine getirerek, yabancı mallarına, yabancı şirketlere, yabancı sermayeli veya onunla işbirliği eden bankalara, milli kaynaklarımızın yabancılara peşkeş çekilmesine karşı milli hareketler düzenleyerek, bizi milletçe yok olmanın eşiğine götüren, emperyalizmin silahlı örgütü ve Amerikan tekellerinin yurdumuzdaki bekçisi NATO'ya karşı yürüyüşler, mitingler düzenleyerek, emperyalizmin unutturduğu yerli malı kullanma ilkesini canlandırıp yabancı malları boykot ederek, emperyalizmin kültürel istilasıyla halkımızı oyalamaya ve afyonlamaya yönelen ideolojik araçlarıyla mücadele ederek yürütülmesi gereken anti-emperyalist hareket, yığınları uyandıracak, onlara gerçek menfaatini öğretecektir.”3

AYDINLIK, daima proleter devrimcilerinin politikası olan kitle çizgisini savunmuştur ve bu politikanın emrettiği her eyleme, anti-emperyalist gençlik hareketlerine, işçilerin demokratik ve iktisadi haklar için mücadelesine, demokratik köylü hareketlerine, TİP içinde devrimci mücadeleye katılmış ve kitle çizgisinin emrettiği bir görev olan İŞÇİ-KÖYLÜ gazetesini yayınlama düşüncesini daha ilk sayıda açıkladığı gibi, bu devrimci görevin yerine getirilmesi için mücadele etmiştir. “...AYDINLIK, yarım yüzyılı aşan bilinçli sınıf mücadeleleri geleneğimizin bir ürünüdür. Türkiye'nin devrimci tecrübe ve bilgi birikiminin mirasçısıdır. Bu yüzdendir ki AYDINLIK, ileri dönük her hareketin yanında yer alır ve onu destekler. Dergimizin düşüncesine derinlik ve sağlamlık veren, devrimci mücadeledir. AYDINLIK'ı bu mücadeleye rapteden ve onu bu mücadelenin ayrılmaz parçası yapan bağlardır. Devrimci mücadeleyi omuzlayan herkes, AYDINLIK'ın gelişmesine, AYDINLIK'ta ifadesini bulan devrimci teorinin olgunlaşmasına katkıda bulunuyor demektir.”4

AYDINLIK, 4. sayısında emekçi yığınlarıyla bağları güçlendirmenin ve proletarya ile özdeş olmanın zorunluluğu üzerinde ısrarla durmuştur:

“Lenin 'İnsan, ancak işçi ve köylülerle ortak çalışma sayesinde gerçek sosyalist olur' demektedir. (...) Ya gerçek sosyalist olmak için kitlelerle ilişki kuracağız; ya da o andan itibaren yerimizde sayacağız. (...) Bugün Türkiye'de devrimci hareketin karşılaştığı temel mesele budur.”5

Bu yazının yayınlandığı dönem, genç sosyalist kadrolarla köylülerin omuz omuza mücadeleler verdiği ve 6. Filoya karşı, Kommer'in büyükelçi tayin edilmesine karşı gençliğin anti-emperyalist mücadelesinin güçlendiği bir dönem olmuştur.6

AYDINLIK, Nisan 1969'daki öğrenci hareketlerini desteklemiş ve gerici parlamenter güçlerin gençliğe karşı tutumunu şiddetle eleştirmiştir. Dergimiz, öğrencilerin, işçi ve köylü yığınlarının, bütün milli sınıfların özlemlerini dile getiren ve yığınları devrimci saflara kazanma hedefine yönelen gençlik hareketine vargücüyle katılırken, bir yandan da anarşist ve terörist eğilimlere karşı devrimcileri uyarmıştır. AYDINLIK'ta bu konuya da değinen yazılar yayınlanmıştır:

“... gençler, güçbirliği bozguncularına karşı olduğu gibi, gençliğin eylemine anarşizmi ve terörcülüğü sokmak isteyenlerle de mücadele ediyorlar.”7

Aynı şekilde 13 Mayıs 1969'da TÜRK SOLU'nda yayınlanan bir yazıda oportünizmin çeşitli kılıklara girebileceği belirtildikten sonra, oportünizmin milli demokratik devrim stratejisini benimser gözükerek, pratikte bozgunculuk yapabildiği ve devrimci eylemi baltaladığı açıklanmakta, pasifizme ve terörizme karşı iki yönlü bir mücadelenin gereği üzerinde durulmaktadır.8

Gençlik içindeki proleter devrimci çizgiden sapma eğilimlerinin daha belirli olması üzerine AYDINLIK, 8. sayısında küçük burjuva bireyciliği, popülizm, terörizm, pasifizm kavramlarını açıklamıştır.9

Dergimizin 9. sayısında İŞÇİ-KÖYLÜ gazetesinin çıkışıyla ilgili olarak kitle çizgisinin önemi üzerinde bir kere daha durulmuştur.10 İŞÇİ-KÖYLÜ gazetesi, işçi, köylü ve gençlik hareketlerinde izlenen proleter devrimci çizginin son uygulaması olmuş ve bütün bu hareketleri bir merkezde toplayan, hareket yaratan ve kitlelere bu hareketin propagandasını götüren bir gazete olarak milli demokratik devrim saflarındaki yerini almıştır.

Daha ilk sayısından itibaren oportünizme karşı proleter devrimcilerin milli demokratik devrim tezini savunan ve milli demokratik devrimi proletarya öncülüğünde bütün milli sınıfların gerçekleştirdiğini belirten TÜRK SOLU ise 26 Ağustos 1969 tarihli sayının başyazısında proleter devrimcilerin kitle çizgisini açık bir dille belirtmiştir:

“Halktan kopuk kalan bir devrimci grubun halka rağmen halk için bir politika izlemesi olanağı yoktur. Halk için politikanın emrettiği yolda yürümek, ancak bilinçli ve örgütlü halk yığınlarının en aktif desteğiyle ve o halkçı politikayı bu yığınların kendilerinin gerçekleştirmeleriyle mümkündür. Köy emekçisi toprak reformunun gereğini en derinden duymadan ve bu reformun gerçekleştirilmesi uğruna mücadeleye yığınlar halinde katılmadan, hiçbir iktidar, ne kadar iyi niyetli olursa olsun, gerçekten köklü bir toprak reformu yapamaz.

“Amerikan vesayeti durumuna son verilmesi ve Türkiye'nin tam bağımsızlığının gerçekleştirilmesi işi de

171

Page 172: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Türkiye toplumunun bütün ulusal güçlerinin işidir. Tam bağımsızlık ancak bir ulusal şahlanış sonucu elde edilebilecek, ulaşılması çetin bir ulusal amaçtır...

“Hiçbir iktidar, ne kadar iyi niyetli olursa olsun, bütün millici sınıf ve zümreleri bilinçli ve örgütlü olarak harekete geçirmeden Türkiye'nin tam bağımsızlığını gerçekleştirme görevini yerine getiremez. Onun için, devrimci bir iktidar, eğer gerçekten devrimci ise, eğer gerçekten milli demokratik devrimin görevlerini yerine getirmek azminde ise, mutlaka emekçi halk yığınları içinde kök salmış bir iktidar olmak zorundadır. Halk için politikayı ancak halk iktidarları uygularlar. Halktan kopuk devrimci iktidar olmaz.”11

Ve en son olarak da Şahin Alpay'ın TÜRK SOLU'nda çıkan yazısı, proleter devrimci çizgiyi açıklayarak görüşlere berraklık getirmiştir.12

AYDINLIK, bugün de gençlik eylemi içinde gözüken sapma eğilimlerini açıklıkla ortaya koymayı, devrimci saflarda doğru ilkeler etrafında birliği sağlamanın ilk şartı olarak görmektedir.

Devrimci saflarda birlik, bütün sapmalara, taktik hatalara ve işbirlikçi güçlerin devrimci safları bölme çabalarına karşı gerçekleri açıklayarak, ideolojik mücadeleyle, sapma eğilimlerinin sebeplerini doğru tespit ederek, devrimci eğitimi hızlandırarak, her görüşe ifade imkanı sağlayıp, kardeşçe tartışma ve eleştiri ortamını yerleştirerek ve devrimci uyanıklığı canlı tutarak yapılır. Ve bütün bunlardan önemlisi, doğru devrimci çizgide eylemler yürüterek ve bu eylem etrafında devrimci birliği gerçekleştirerek sapma eğilimlerine karşı mücadele edebiliriz.

“Aramızdaki görüş ayrılıkları ortaya çıkmasın, sapmaları ortaya koymayalım” şeklindeki görüşlerin doğru olduğu söylenemez. Görüş ayrılıklarını külleyerek örtbas etme çabaları, sonuç itibarıyla devrimci saflarda gerçek bölünmelere ve parçalanmalara sebep olur. “Çelişmeler, örtbas edilerek değil, tersine, apaçık ortaya konularak (...) mücadele edilerek giderilir.”13

Diğer taraftan, doğru devrimci politikayı kabul etmek ve sapmaları sözde mahkum etmekle beraber, ideolojik mücadeleye girişilmesine karşı çıkmak ve sapma eğilimiyle uzlaşmak da hatalı bir tutumdur. “... günlük politika meselelerinde, farklı düşünenlere rastlanabilir ve rastlanmalıdır. Ama bu meseleler, prensip ayrılıkları ile ilgiliyse, hiçbir uzlaşma, hiçbir 'orta' yol yoktur ve olamaz. (...) ya şu ya da bu prensibi temel almak zorunludur. Prensip meselelerinde 'orta' yol görüş ayrılıklarını örtbas etme, gizleme yoludur.”14

Biz, devrimci saflarda birlikten ve disiplinden yana isek, bu birlik ve disiplinin ideolojik birlik olduğunu, belli bir stratejiye, ilkelere ve bütün bunların uygulanmasında birliğe dayanması gerektiğini unutmayalım.15 Ve gene unutmayalım ki, soyut “birlik” ve “disiplin” dünya devrimci hareketinde olsun, Türkiye'de olsun oportünizmin sloganı olmuştur. Proleter devrimci slogan: İLKEDE BİRLİK ve DOĞRU DEVRİMCİ EYLEMDE DİSİPLİN'dir. Bu ilkeler, devrimci teorinin vazgeçilmez ilkeleridir. Bu ilkeleri terk ettiğimiz ve “sapmaları eleştirmeyelim, bölünme olur” görüşüyle ortaya çıktığımız zaman, doğru devrimci çizgiyi savunsak ve sapmanın varlığını kabul etsek bile, sonuç olarak aldatıcı ve kof bir birlikten yana oluruz. Herhangi bir eleştirinin yanlış olmasının ortaya çıkması bile, o eleştirinin yapılmış olmasına bağlıdır.

Diğer devrimci bir ilke de, sapma eğiliminde olanları açık tartışmaya çağırmak, görüşlerin açıklanmasını ve yazılmasını sağlamaktır. Sapma eğilimini susturmaya çalışmak hatalı bir tutumdur. Tam tersine sapmalara söz hakkı tanıyalım ki, ideolojik açıklığa kavuşsun, yanlış düşünceleri gösterme ve düzeltme imkanları doğsun. Proleter devrimci ilkeleri açıkça ortaya koyalım, devrimci saflarda açık tartışma yapalım ki, proletaryanın sınıf düşmanlarının körüklediği ve kaynatmaya çabaladığı dedikodu kazanı devrilsin ve bölücülere fırsat verilmesin. AYDINLIK bu ihtiyaçla daha 2. sayısında devrimcileri eleştiriye çağırmış ve 10. sayısında da sayfalarında bir “Tartışma” bölümü açmıştır. Son olarak dergimiz, eleştirileri olduğunu öğrendiği arkadaşlara mektuplarla başvurarak eleştirilerini yayınlamaya hazır olduğunu bildirmiştir.

Devrimci saflarda tartışma ve eleştiri ortamının canlanmasından korkmayalım. Proleter devrimcilerinin Aybar ve Aren oportünizmine karşı yürüttükleri şiddetli ideolojik mücadele, sosyalizmi benimsemiş, ancak devrimci teoriyi derinliğine kavramamış unsurları rahatsız etmiş ve ilkesiz “birlik” ve “barış” çağrıları duyulmuştu. Proleter devrimcileri bu çağrılara kulak vermediler ve bilinci sarsılan unsurların tepkileri yüzünden de mücadeleyi bırakmadılar. “Bu kavgaları bir yana bırakıp pratik çalışmaya dalmak daha iyi olmaz mıydı?” şeklindeki sorulara yıllarca önce cevap verilmiştir: “Nereye gittiğimizi bilmezsek, hareketin hedefini görmezsek ilerleyemeyiz. (...) Biz, devrimci olarak, ileri yürüyüşümüzü, pratik çalışmamızı en önemli sınıf hedefine, proletarya düzenine bağımlı kılmaIıyız. Bunu yapamazsak oportünizmin batağına saplanmamız kaçınılmaz ve mutlaktır.”16

Ancak, hedefimizin devrimci ilkeler etrafında güçlenmek olduğunu unutmamalıyız. Amaç, proleter devrimci saflardan tek bir militanın dahi kaybedilmemesi için, sapma eğilimlerini ortadan kaldırmaktır. Ve bu uğurda yapılacak ideolojik mücadelede Lenin'in “gençliğe karşı hoşgörü” ilkesini de hatırdan çıkarmamalıyız. Lenin, gençlik hareketindeki hataların düzeltilmesinde doğru yolu gösteriyor:

“Mümkün olduğu kadar sabırlı olmalı ve ikna ederek hataları düzeltmeye çalışmalıyız (...) aynı zamanda gençliğin hatalarının arkadaşça eleştirisi konusunda da tam bir özgürlüğü savunuruz. Gençliğe dalkavukluk etmemeliyiz.”17

Türkiye, kapitalizm öncesi kalıntıları barındıran emperyalizmin egemenliği altında bir ülkedir. Proleter devrimci hareketimiz objektif olarak bu toplumsal yapının ürünüdür. Bunun yanında proletaryanın bilinç ve örgütlenme düzeyinin ileri olmayışı, sapmalar karşısında bir proletarya örgütünün bulunmayışı, bugünkü proleter devrimci kadroların yığınlarla bağ kurmak ve proletarya ile özdeş olmak yolunda köklü tecrübelere sahip olmaması, militan kadroların ideolojik yetişkinliğinin ve eylem tecrübesinin sınırlı olması, hareketimizin sübjektif şartlarını oluşturmaktadır. Bütün bu şartlar, proleter devrimci hareketimizde sapma eğilimleri çıkması için elverişli bir ortam yaratmakla birlikte, bütün devrimcilere tek tek ve toplu olarak kendini eleştirmek, bireyciliği yıkmak, devrimci eylem içinde ideolojik eğitimini yapmak ve sapmalara karşı ideolojik mücadele

172

Page 173: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

vermek görevini yüklemektedir. Her türlü sapma eğilimine karşı mücadele, yalnız teorik açıklamalarla değil, devrimci eylemlerle yürütülür.

Sapmalara karşı proleter devrimci çizgiyi savunmak yetmez, bu çizginin politikasını eylemde uygulayarak sapmaları doğru yola katılmaya, ya da açıkça ortaya çıkarak devrimci eylemden ayrı düşmeye zorlar. Devrimci eyleme katılma, devrimci safları güçlendirir ve sapmayı yok eder. Devrimci eyleme karşı çıkma ise, sapmanın pratikteki rolünü militanlara gösterir ve sapmayı tecrit eder. Her iki halde de güçlenen proleter devrimci çizgidir. Örneğin, İŞÇİ-KÖYLÜ gazetesini küçümseme, eylemini baltalama, ya da uygulanamayacak eylemler önererek günün eyleminden ve görevinden kaçma şeklinde beliren bir eğilim, eylem zamanı tecrit olmakta, militanlara devrimci gerçeği göstermektedir. 1 Stalin, “Sağ ve Sol Sapmalar Üzerine”, Çev. M. Ardos, Sol Yayınları, Ankara, 1969, s. 53. 2 Strateji ve taktik konusunda bkz. H. Kıvılcımlı, "Klasik Anlamıyla Strateji ve Taktik Nedir?", AYDINLIK, Sayı 11. s. 369 vd. 3 "Dünya, Türkiye ve Devrimci Mücadele", AYDINLIK, Sayı 1, s. 29. 4 AYDINLIK, Sayı 7, s. 3. 5 AYDINLIK, Sayı 4, s. 264. 6 Bkz. TÜRK SOLU, Sayı 66 ve "Demokratik Köylü Hareketleri", AYDINLIK, Sayı 5, s. 341 vd. 7 Doğu Perinçek, "Gerici Parlamentarizme Karşı Gençlik ve Milli Demokratik Güçbirliği", AYDINLIK, Sayı 7, s. 21. 8 Bkz. Gün Zileli, "Kılık Değiştiren Oportünizm", TÜRK SOLU, Sayı 78, s. 12. 9 AYDINLIK, Sayı 8, s. 91. 10 "Yaşasın İŞÇİ-KÖYLÜ Gazetesi", AYDINLIK, Sayı 9, s. 161. 11 "Halka Rağmen Halk İçin mi? Halkın Oyu ile Halka Karşı mı?", TÜRK SOLU, Sayı 93, s. 3. 12 Bkz. Şahin Alpay, "Proleter Devrimci Çizgi Kitle Çizgisidir", TÜRK SOLU, Sayı 96, s. 6. 13 Stalin, a.g.e., s. 124. 14 Stalin, a.g.e., s. 121, 122. 15 Bu konuda bkz. "İdeolojik Birlik ve Örgüt", AYDINLIK, Sayı 10, s. 141. vd. 16 Stalin, a.g.e., s. 48. a.g.e. 17 Lenin, "Gençlik Enternasyonali", AYDINLIK, Sayı 1, s. 73. AYDINLIK Yazı Kurulu,

1. Bütün üyelerinin ittifakıyla kabul ettiği ve yukarıda açıkladığı tutumunu proleter devrimcilere bildirmeyi bir görev bilir.

2. Devrimcileri, TÜRK SOLU, AYDINLIK, İŞÇİ-KÖYLÜ' nün eylemini baltalayan her davranışa karşı mücadeleye ve kitlelerle bağ kurma ve kitleleri örgütleme mücadelesine çağırır.

3. Devrimciler arasında canlı bir tartışma ortamı yaratmak ve ilkeler etrafında birliği sağlamak amacıyla sayfalarını devrimcilerin görüş ve eleştirilerine açtığını ve fikirlerin açıklanması gereğine inandığını bir kere daha belirtir.

Vahap Erdoğdu, Erdoğan Güçbilmez,

Doğu Perinçek, Şahin Alpay, Seyhan Erdoğdu, Gün Zileli,

Cengiz Çandar, Atıl Ant, Ömer Özerturgut

AYDINLIK, Sayı 12 s. 422-429 * AYDINLIK Yazı Kurulu üyelerinin hepsinin imzalarıyla yayınlanan bu bildiri, o zaman TÜRK SOLU - AYDINLIK hareketi saflarındaki görüş ayrılıklarını açıkça ortaya getirmekteydi. Bildirinin bütün Yazı Kurulu üyeleri tarafından imzalanmasının sebebi, Yazı Kurulunun azınlığını oluşturan Vahap Erdoğdu ve Seyhan Erdoğdu'nun tutumlarıydı. Erdoğdular, AYDINLIK'a karşı maceracılarla birleşiyor, fakat bunu dürüst bir tutumla ortaya koymuyor ve ikiyüzlü davranıyorlardı. Bunlar, birlikte hareket ettikleri Münir Aktolga'nın Ağustos 1969'da AYDINLIK'ın sahipliğinden uzaklaştırılmasına ve Yazı Kurulundan atılmasına oy vermek zorunda kaldıkları halde, Aydınlıkçılara karşı alttan alta bir klik oluşturmaya çalışıyorlardı. Bu klik, Mihri Belli'nin ve maceracıların katılmasıyla ortaya çıktı ve daha sonra İlkesiz Birlik Cephesi dediğimiz revizyonist-terörist ittifakının çekirdeği oldu. AYDINLIK Yazı Kurulu üyelerinin bildirisi, 1969 yılında gittikçe belirgin bir şekilde ortaya çıkan maceracı eğilimleri eleştiriyor ve bu eğilimlerin arkadaşça bir iki çizgi mücadelesi ile yenilmesini amaçlıyordu. Daha sonra maceracılığın nerelere kadar vardığını, hatta açıkça devrim düşmanı bir karakter kazandığını hatırlarsak, bu bildirinin taşıdığı tarihi önemi daha açık görebiliriz. Bildiri, içinde bulunduğumuz dönemin güç toplama ve örgütleme dönemi olduğunu berrak bir şekilde ortaya koyuyor ve doğru eylemin biricik ölçüsünün güç toplamak olduğunu vurguluyordu. Maceracıların, hiçbir zaman anlayamadıkları bu devrimci çizgi, kitle çizgisiydi. Kitlelerle birleşmek, devrimci siyasetlerin doğruluğunu kitlelere kendi tecrübeleriyle kavratmak, kitleleri adım adım ilerletmek ve mücadele biçimlerinde de kitlelerden kopmamak: İşte bildiri, o gün üzerinde birleşilmesi son derece önemli olan bu ilkeleri savunuyordu. Bildiri, doğru mücadele çizgisini saflara hakim kılmak için doğru bir yöntem getirmekteydi. Bu yöntem, ayrılıkların iki çizgi arası mücadele ile çözülmesiydi. Hatalı görüşe de, kendini açıklama imkanı verilmeli ve bu hatalı görüşler açığa çıkarıldıktan sonra herkesin katıldığı bir ideolojik seferberlikle temizlenmeliydi. Fakat gerek Mihri Belli gerekse maceracılar, bu doğru yöntemi reddettiler. Onlar ideolojik mücadele yerine, doğruları savunan Aydınlıkçılara darbe indirme yöntemini, iknanın yerine kaba kuvvet kullanılmasını savundular, her türlü

173

Page 174: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

hileye ve tertibe başvurdular, dedikodu yaptılar ve ikiyüzlü davrandılar. "Proleter Devrimci Safları Çelikleştirelim" bildirisi, devrimci saflarda boy gösteren maceracılık ve terörizmi eleştirmek yanında, Mihri Belli'nin ideolojik mücadeleyi bastırmaya çalışan ve ilkesiz bir uzlaşmayı savunan oportünist tutumunu da hedef alıyordu. Mihri Belli, reformcu burjuvazinin yapacağı bir darbenin kuyruğuna takılmayı esas alan siyasetine uygun olarak, birçok devrimci genci sırt sıvazlayarak maceracı bir çizgiye itmekteydi. Aydınlıkçılar ile Mihri Belli arasındaki çelişmeler 1969 Mayısından itibaren derinleşme yönünde gelişti. Mihri Belli'nin Partileşmeye karşı çıkması ve mücadeleyi aile ilişkileri içinde yönetmekte ısrar etmesi, yolların ayrılmasının başlangıç noktası oldu. Mihri Belli, örgütlü mücadele ilkesini reddetti. Oysa Aren-Boran-Aybar oportünizmi yıkılmakta ve devrimci birikim TÜRK SOLU - AYDINLIK hareketi etrafında toplanmaktaydı. Bu gelişme, ancak bir proletarya partisi tarafından kucaklanabilir ve devrimci bir şekilde yönlendirilebilirdi. İşte bu şartlarla, Mihri Belli, devrimci bir ideolojik ve siyasi temel üzerinde birleşmeye karşı çıkıyor, kararların organlarda kolektif çalışmayla oluşturulduğu ve çelik disiplinli proletarya partisini kurmak yerine, ahbapçavuş çevresinin ilişkilerini devam ettirmeyi savunuyordu. Onun tutumu, devrimci hareketin meselelerini ideolojik mücadele ile ve organlarda değil, ahbaplık ilişkileri içinde uzlaşmalarla çözmekti. Mihri Belli'nin bu örgüt düşmanı çizgisi, maceracıların otorite tanımayan örgütsel anarşisi ile birleşiyordu. AYDINLIK Yazı Kurulunun bildirisi, proleter devrimciler ile Mihri Belli'nin başını çektiği revizyonist-terörist ittifakı arasındaki ayrılığın ilk önemli belgesidir. AYDINLIK, buraya kadar açıklandığı gibi, proletarya partisini savunmak, bireyci terörizmi mahkum ederek kitle çizgisi izlemek ve iki çizgi mücadelesini doğru yöntemlerle yürütmek noktalarındaydı. İlkesiz Birlik Cephesi, bu noktaları bulandırarak, mücadele konusunu Şahin Alpay'ın, bir yazısındaki hatalı bir cümle olarak göstermeye çalıştı. Oysa o cümlenin hatasına ilk işaret edenler de gene Aydınlıkçılardı. Mihri Belli, “Proleter Devrimci Safları Çelikleştirelim” bildirisinin yayınlanması üzerine AYDINLIK Yazı Kuruluna girdi ve kesin ayrılığa kadar geçen iki ay boyunca AYDINLIK Yazı Kurulunun çoğunluğuna karşı Vahap ve Seyhan Erdoğdu ile bir klik oluşturdu.

174

Page 175: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Teori Sayı 97 Şubat 1998

Hasan Yalçın KİTLE ÇALIŞMASINDA YENİ GÖREVLER

İşçi Partisi'nin 22, 23, 24 Kasım 1996 tarihlerinde yapılan 4. Genel Kongresi'nin oybirliğiyle kabul ettiği

Merkez Komitesi Raporu'nda, "Kitle Çalışması ve Kitle Örgütleri" başlıklı bölüm şu görüşlere yer veriyordu: "Kitle çalışması, kitlelerin ileri unsurlarının dönüştürülmesi, Parti'ye kazanılması ve emekçi kitlelerin bu yolla

seferber edilmesi çalışmasıdır. "Parti'nin kitle çalışmasındaki esas zaafı, kendiliğindenciliktir. Kendiliğindenciliğin Parti hayatındaki birinci

görünümü, kitle örgütlerindeki çalışmaya ilgisizliktir. Örgütler, bilinçli ve planlı olarak, kitlelerin ileri unsurlarına yönelmek yerine, kitlelerin en geri kesimleri içinde kalıyorlar.

"Kendiliğindenciliğin ikinci görünümü, Parti önderliklerinin kitleler içinde müdahaleci bir çalışma yerine, beklemeci bir tutum olması, kitleleri dönüştürme çalışmasına hizmet etmeyen işler ve görevler icat etmesidir.

"Kitleler içindeki parti çalışması, esas olarak, kitlelerin ileri unsurlarının toplandığı kitle örgütlerinde ve sendikalarda yürütülen çalışmadır. Partinin emekçi kitleleri seferber etmesinin biricik yolu, buralarda etkili olmak ve sorumluluk üstlenmektir. Kitle örgütleri içerisinde geliştirdiğimiz özel siyasetler ve programlar, somut temelde yürüttüğümüz ideolojik mücadele, başarının anahtarıdır.

"Kitle örgütlerinde, örgüt üyelerinin çıkarlarını esas alan bir çizgi izlemeliyiz. "Partinin önderlik ölçüsü, başta kitle örgütlerinde olmak üzere, kitle çalışmasını ideolojik, siyasal ve örgütsel

olarak yönlendirmektir. Bunu gerçekleştirmek, kitlelerin günlük hayatları ve talepleriyle birleşmekten geçer. Partideki bütün işler ve görevler, buna bağlı olarak saptanmalıdır. Önderlik kademeleri, bu ölçüye göre yenilenmeli, emekçi önderlerinin ve kitle örgütü yöneticilerinin yönetimlere alınmasına özen gösterilmelidir. Her parti üyesinin en az bir kitle örgütünde çalışması kararı, hayata geçirilmelidir."

Parti Çalışmasının Doğru Tanımı

20–21 Aralık 1997 günleri Ankara'da toplanan Kitle Örgütleri Konferansı, en önemlileri dahil birçok kitle örgütünde faaliyet gösteren 37 parti kadrosunun sunduğu raporları tartışarak Parti'nin kitle örgütlerindeki çalışmasını değerlendirdi; çalışmanın belirlenen yeni politikalar doğrultusunda geliştirilip güçlendirilmesini kararlaştırdı. Kasım 1996'da Genel Kongre tarafından kabul edilen "Her parti üyesinin en az bir kitle örgütünde çalışması" kararı Konferans'ta yeniden ele alındı. Karar aslında çok daha eskidir. 1992'de Merkez Komitesi tarafından alınmış, geçen altı yıl boyunca parti örgütleri bu açıdan sık sık uyarılmış ve denetlenmiştir, ilk bakışta kararın sadece kitle örgütlerinin önemine vurgu yaptığı sanılabilir. Oysa asıl üzerinde durulan, doğrudan doğruya parti çalışmasıdır. Daha iyi anlayabilmek için konuya "Parti çalışması nedir?" sorusuyla yaklaşılmalıdır.

Parti çalışmasını, miting düzenlemek, afiş asmak, gazete satmak, bildiri dağıtmak, toplantılar düzenlemek ve toplantılara katılmak, seçimlere girmek gibi genel olarak yapılan işlerden ibaret sanan bir anlayış oldukça yaygındır. Ev ziyaretlerini ve Parti'nin sempatizan kitlesinden yeni üyeler kazanma çabasını da bunlara ekleyebiliriz. Yapılan işle, örgüt arasında diyalektik bir ilişki vardır. Parti, işi örgütler; ama işin kendisi de partiyi örgütler. Genel işlerle yetinen örgütlerin, söz konusu işlerde uzmanlaşmış üyelerle yetinme eğilimine girmelerinin sebebi budur. Böyle örgütlerin üyelerle düzgün ve sürekli bir ilişki içinde bulunmadıkları; yeni üye kazanma konusunda isteksiz davrandıkları; hatta ne yapacaklarını bilmedikleri yeni üyelerden içten içe rahatsızlık bile duydukları gözlenebiliyor.

Örgütlü ve sürekli bir çalışma içinde önderlik edilmeyen üyeler ise, partiye girmenin yaşamlarında bir değişiklik yapmadığından yakınmakta, karamsarlığa kapılarak en fazla köşesinde oturan birer sempatizan durumunda kalmaktadırlar. Örgütlerin üye analizleri sırasında ortaya çıkan oldukça yüksek kayıp üye ve ilişki kurulamayan üye oranları esas olarak parti çalışmasındaki bu yanlış kavrayışın da ürünüdür.

Örgütlü Parti

Binlerce üyeli bir partide, üye ile ilişkiyi, yöneticilerin onları zaman zaman hatırlamaları, aramaları, hal hatır sormaları yöntemiyle sürdürmek maddeten imkânsızdır. Kaldı ki, politik önderliği esas almayan bu tür ilişkilerin fazla bir yararı da yoktur. Şimdi özellikle büyük örgütlerin gelip dayandıkları nokta budur. Artık yöneticiler isteseler bile birçok üye ile belki de yüz yüze hiç görüşemeyeceklerdir.

Biricik doğru yol, örgütlü bir parti haline gelmektir. Yani, iktidar mücadelesini temel örgütlere kadar indirmek, her üyeyi temel örgütlerde birleştirerek kitle çalışmasına seferber etmek, henüz temel örgüte yerleştirilemeyen örgütleri uygun temel örgütlerin önderliğine bağlamak; böylece aşağıdan yukarı ve yukarıdan aşağı bilgilerin ve politikaların gelip gittiği nesnel bir işleyişe ulaşmak. Kitle çalışmasını esas almadan ve kitle örgütlerinde düzgün bir çalışmaya girmeden bunu gerçekleştirmek mümkün değildir.

Kendiliğindenciliği Yenmek İçin

Miting de, gazete satışı da, ev ziyareti de, panel ve toplantı düzenlemek de kuşkusuz, olmazsa olmaz parti faaliyetleridir. Ancak, bu faaliyetlerin gerçek ürünlerini toplayabilmek için bile, istisnasız bütün parti üyelerinin belli dönemlerde, hayatlarının belli sürelerini işgal edecek şekilde değil, her an, adeta nefes alır gibi, tempolu ve

175

Page 176: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

programlı bir faaliyet içinde olmaları gerekir. Öyle ki, üye, belli faaliyetler için birkaç saatini ayıran, partili olmanın bilincine varmak için böyle bir faaliyete yeniden çağırılmayı bekleyen bir insan olmasın; sürekli partiyi teneffüs etsin, adeta partiyle yatıp kalksın; daha önemlisi çalışmasının ürününü bizzat toplasın, verimini bizzat ölçebileceği devrimci bir çalışma içinde gerçek öncü niteliklerini öne çıkarabilsin.

Tabii çok daha önemlisi, partinin kitlelere kumanda etmesidir. Kumandanlık ordunun içinde, başında yapılabilecek bir iştir. Her üyenin, askeri terimle söylersek, küçük veya büyük bir birliğe komuta etmesi öncü parti olmanın gereğidir. Her üye, daha doğrusu her temel örgüt, kitleler içinde kendi karargâhını oluşturacak, kitlelerin ileri unsurlarını partiye kazanarak kitleleri seferber edecektir.

Böyle bir faaliyetin, yaşamın kendisinden başka bir zemini olamaz. Yani üyenin çalıştığı işyeri, okuduğu okul, yaşadığı mahalle, bunun parçası olarak sendika veya kitle örgütü!

Yaşam ve mücadele alanları içinde kitle örgütlerinin çok özel bir yeri vardır. Belli ortak özelliklere sahip bir kitlenin çıkarları ve talepleri temelinde kurulmuş olan bu örgütler hem kitlelerle bağ kurmak, hem de siyaset yapmak için sınırsız olanaklar sunar.

Parti tüzüğüne göre bir temel örgütte çalışmak, üyeliğin üç şartından biridir. Peki temel örgüt nerede çalışır, boşlukta mı? Temel örgütün yeri ait olduğu kitlenin içidir. Orada çalışacaktır. Orada çalışırsa yaşayabilir. Yani, kitle çalışması aslında parti tüzüğünün emridir. Parti üyesi sadece aidat veren değil, aynı zamanda kitle çalışması yapan proleter devrimcidir.

4. Kongre, bütün partinin şu tanıma göre hareket etmesini istemiştir: "Kitleler içindeki parti çalışması, esas olarak, kitlelerin ileri unsurlarının toplandığı kitle örgütlerinde ve sendikalarda yürütülen çalışmadır." Kitle örgütlerindeki çalışma konusunda yapılması gereken ilk ve önemli iş, parti çalışmasının tanımı konusunda bilinçlerin netleşmesidir. Kitle çalışması parti çalışmasının esasıdır. Sendikaları da katarak söylersek, kitle örgütlerinde çalışma ise kitle çalışmasının en önemli ayağıdır.

4. Genel Kongre, Parti'nin kitle çalışmasındaki esas zaafının, kendiliğindencilik olduğunu belirtmiş, ayrıca "kendiliğindenciliğin Parti hayatındaki birinci görünümü, kitle örgütlerindeki çalışmaya ilgisizliktir" saptamasını yapmıştır. Bu ilgisizlik o boyutlardadır ki, Parti örgütlerinin çoğu, Parti'nin kitle örgütlerindeki gücünden bile habersizdirler. Üyelerini bulundukları kitle örgütlerine göre sınıflandırmamışlardır. Kitle örgütlerinde lider konumda birçok parti üyesi vardır. Ancak parti, bu üyelere kitle örgütünün liderleri olarak değil, aidat veren, bağış veren, zaman zaman mesleki becerilerinden yararlanılan insanlar olarak bakmaktadır. Bu üyelere ne önderlik etmekte, ne onlarla omuz omuza politikalar üretip uygulanmasını denetlemektedir. Kafasında, düzgün bir parti ve kitle çalışması anlayışı olmayan örgütlerin bu tutumları da son derece doğaldır. Düzgün ve verimli bir kitle çalışması için bütün parti örgütlerinin, yönetim kurullarından başlayarak, yanlış kavrayışları saflardan temizlemeye yönelik bir eğitim uygulamaları şarttır.

Misafir Gibi Değil, Ev Sahibi Olarak

20–21 Aralık Kitle Örgütleri Konferansı'nda birçok başarılı örnek üzerinde duruldu. En çok eleştirilen ise kitle örgütlerinde "misyoner türü" diye adlandırılan çalışma tarzıydı.

Birçok durumda parti üyeleri kitle örgütünü sadece Parti'nin genel politikalarının propaganda yeri olarak görüyordu. Oralara misyoner, hatta misafir gibi gidiliyor, Parti'nin fikirleri yerli yersiz tekrarlanıyor, her tartışmada bu fikirlerin tekrarı için bir fırsat kollanıyor, fikirler söylenince de "görev yerine getirilmiştir" duygusuyla kitle örgütünün sorunlarına kayıtsız kalınıyordu. Başarısız olunduğunda ise, sorunun özüne inerek çalışma tarzını düzeltmek yerine, kitle örgütlerindeki çalışmada parti kimliğinin açıklanıp açıklanmamasının nasıl etkileri olacağı gibisinden, son derece tali konular üzerinde duruluyordu. Kitle örgütünü kongreden kongreye hatırlamak ise, misafir anlayışının en aşırı örneği idi. Misafir tavrı, kendiliğindenciliğin öteki yüzüdür. Temelinde kitle örgütlerinde çalışmayı anlamamak ve kitle örgütünün tabiatını bilmemek vardır. Bu tür bir çalışma tarzıyla kitle örgütlerinde başarı kazanmak tesadüflere kalmıştır. Hele sadece kongre sırasında yüklenerek etkili olmayı ummak, hayal görmektir.

Ne kadar devrimci niyetlerle olursa olsun dışardan gelip, kitle örgütünden bir şeyler alıp götürmek mümkün değildir. Kitlelerin bu tür yaklaşımları algılamayacağını sanmak, onları küçümsemektir. Devrimci nutukçuluk kitleleri kazanmanın değil, yabancılaştırmanın yoludur. Kitle için önemli olan, orada çalışma yapan devrimcinin parti kimliği değil, kendisinden biri olup olmadığı, kendisiyle aynı kaderi paylaşıp paylaşmadığı, ortak çıkarlar için ne yaptığıdır. Örgüt için, örgütün amaçları doğrultusunda çalışmak, yükün altına girmek, fedakârlık yapmak oralarda kitlenin güvenini kazanmanın biricik yoludur.

Oraya ait olmak, kitle örgütünde devrimci çalışmanın en önemli koşuludur, ikinci koşul ise, kitle örgütündeki çalışmanın parti çalışmasıyla ilişkisini iyi bilmektir. Kitle örgütü için yapılan işler bir yanda, Parti işleri öte yanda değildir. Kitle örgütündeki çalışmayı bir an önce bitirip asıl parti çalışması diye bilinen faaliyetlere gitme bilinciyle hareket edilmemelidir. Üyenin kitle örgütü içinde, kitle örgütü için yaptığı çalışma, parti çalışmasının kendisidir. Kitle örgütünde en iyi çalışan, en iyi parti üyesidir.

Kitlelerin Önderi Olmak İçin

4. Genel Kongre bütün partiyi uyarmış ve şu yolu göstermiştir: "Partinin emekçi kitleleri seferber etmesinin biricik yolu, buralarda etkili olmak ve sorumluluk üstlenmektir. Kitle örgütleri içerisinde geliştirdiğimiz özel siyasetler ve programlar, somut temelde yürüttüğümüz ideolojik mücadele, başarının anahtarıdır. Kitle örgütlerinde, örgüt üyelerinin çıkarlarını esas alan bir çizgi izlemeliyiz."

176

Page 177: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

"Örgüt üyelerinin çıkarlarını esas almak" ve "sorumluluk üstlenmek" başarının anahtarıdır. Çalışma, Parti politikalarının, kitle örgütünün amaçlarıyla bütünleştirilmesi yoluyla, yani özel politikalarla yürütülebilir. Ama bununla yetinilemez, önder olmak için, kitle örgütünün en çalışkan ve en fedakâr üyesi olmak da gerekir. Parti'nin bütün deneyimi göstermektedir ki, bu yöntem ve ruhla kitlelerin sevgilisi olunamayacak hiçbir örgüt yoktur. Kitleleri, sevgilisinden ise hiçbir psikolojik savaş, hiçbir iftira ayıramaz. Parti kimliğinin bilinmesi böyle durumlarda, kitle örgütlerinde parti çalışması açısından bir üstünlük haline gelir. Tek tek üyeler kazanmanın ötesinde, bütün bir kitlenin sempatisi Parti'ye yönlendirilebilir. Doğal Önderleri Kazanmak

Öncü partinin her üyesi kitlelerin önderi olmaya çalışacaktır. Öte yandan doğal önderleri partiye kazanmak gerekir. Bu, kitleleri kazanmanın en geçerli yoludur. 4. Kongre bu noktaya özel bir vurgu yapmış, kitlelerin en geri kesimleri içinde kalmamak, "bilinçli ve planlı olarak, kitlelerin ileri unsurlarına yönelmek" gerektiğini belirtmiştir.

Unutulmamalıdır ki, önderler kitle mücadelesinin nesnel süreçleri içinde öne çıkarlar. "Doğal önder" denmesinin nedeni de budur. Akarsuların, taşları sürte sürte yontup parlatması gibi kitleler de belli nitelikteki üyelerini mücadele içinde sınaya sınaya lider haline getirirler. Kitle örgütlerinde çalışan parti üyeleri alçakgönüllü olurlar ve bu amaçla incelerlerse, doğal önderlerden, kitlelerin nasıl kazanılacağı konusunda çok şey öğrenebilirler.

Öte yandan doğal önderlerin de Parti'nin doğru fikir ve politikalarına ihtiyaçları vardır. Kendiliğinden mücadelenin ufku ekonomik ve demokratik haklarla sınırlıdır, emekçilerin kurtuluşuna kadar uzanmaz. Bir doğal önderi, sadece parti gerçek bir siyasi lider haline getirebilir.

Doğal önderlerin kazanılması, sadece kitle örgütlerindeki başarı için değil, partinin öncü niteliğini güçlendirmek açısından da yaşamsal öneme sahiptir. Kitle örgütlerindeki parti çalışmasının doğal önderleri kazanmaya yönelik özel plan ve taktikleri olmalıdır.

Kitle Örgütleri ve Politika

Kitle örgütlerinin politika yapıp yapmayacağı; yapacaksa, nasıl ve ne ölçüde yapacağı hep tartışılagelmiş bir konudur. Uçlardan biri, ele geçirdikleri kitle örgütünü kendi parti ve gruplarının küçük ve dar çıkarları için kullananların tutumudur. Çok keskin görünmelerine rağmen, bunların kitlelerin politika yapma hakkını savunduklarını düşünmek son derece yanlıştır. Bu tür gruplar için kitle örgütü bir maske, kitle örgütünün üyeleri ise, kendi sloganlarını bağırtacakları cansız mankenlerdir. Böyle olduğunu tabii en iyi bu kitle örgütlerinin üyeleri anlamakta, bu çevrelerin eline geçen örgütleri lanet okuyarak terk etmektedirler. Bu tür yönetimlerin eline geçtikten sonra kansere yakalanmış gibi eriyip giden birçok sendika ve kitle örgütünün deneyimi son derece öğreticidir.

Kitle örgütü-politika ilişkisindeki diğer uçta ekonomizm vardır. Öteki ucun yarattığı nefretten de beslenen politika dışı kalma eğilimi, kitlelerin öz menfaatlerini savunmak iddiasındadır. "Ekonomik ve demokratik haklar" mücadelesinin dışına taşan her siyasal davranışı reddeden ekonomizm de sonuç olarak, kitlelerin küçümsenmesi ideolojisidir. Bu bakımdan birinci eğilimden hiçbir farkı yoktur. Aslında ekonomizmin kendisi de bir politikadır ve kitleleri mevcut sistem içinde tutmaya hizmet eder; bu özelliği nedeniyle de daima mevcut sistemin desteğini arkasında bulur.

Bu konudaki temel soru şudur: Hangi politika? Hiçbir kitle örgütü politika yaptığı için yargılanamaz, kitlelerin politika yapmasından doğal hiçbir şey yoktur.

Kitle örgütünün niteliği ise, nasıl bir politika yaptığı sorusunun yanıtıyla ortaya çıkar. KESK örneği öğreticidir. KESK yönetimi Batıcı Kürt milliyetçiliğinin kuyruğuna takıldığı ve tabanına rağmen Cumhuriyet devriminin birikimlerine sırt döndüğü ölçüde hatalar yaptı. Bunun bedeli ise üye ve saygınlık kaybı oldu. Gerekli olan, doğru politika yapmaktır.

Öte yandan kitle örgütü ve parti, üye bileşimleri itibariyle farklı karakterde örgütlerdir. İdeolojik birlik, belli sınıfları temsil eden partilerin temel özelliğidir. Kitle örgütleri ise belirli bir kesimin, bir meslek grubunun, hatta bir hemşeri çevresinin maddi veya kültürel çıkarları temelinde kurulup faaliyet gösterirler. Dolayısıyla buralarda değişik ideolojilere sahip, çeşitli partilere mensup üyelerin bulunması doğaldır. İdeolojinin bütünü kucaklayacak kadar esnek, siyasetin kitleyi kavrayacak kadar geniş, disiplinin çok daha yumuşak olması kitle örgütünün tabanındaki çeşitliliğin gereğidir. Partide bulunması gereken berraklığı ve sıkılığı dayatmak, bu örgütlerin daralmasından başka hiçbir sonuç vermemektedir. Politikaları Kitlelerin Diline Tercüme Etmek veya Özel Politika

Kuyrukçuluk, kitle çalışmasında önemli bir tehlikedir; Parti saflarında da oldukça etkilidir. Kitlelerle birleşmek adına sıradanlaşmak, geri eğilimlerle uzlaşmak, politika yapmamak, kitlelere de partiye de hiçbir yarar sağlamaz. Bir devrimci, kitlelerin geri bilinç içinde tutulmasına seyirci kalamaz. Parti üyesi kitle mücadelesinin her aşamasında doğru fikir ve politikaları cesaretle savunacak, önerilerde ve müdahalelerde bulunacaktır. Öncü tutumun gereği budur. Parti çalışması, kitlelerin bilincini dönüştürmeyi esas alır. Sorun, bir işin nasıl yapılacağıdır. Padişah elçisi gibi gidip, Parti merkezlerinden üretilen politikaları aynen tekrarlamaya dayalı çalışma tarzı başarısız oluyorsa, bunun sebebi o politikaların yanlışlığı değil, kitle örgütünün tabiatını dikkate almamaktır.

177

Page 178: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Kitle örgütündeki çalışma, Parti'den kitle örgütüne bakılarak değil, kitle örgütünün içinden dünyaya bakılarak yürütülebilir. Bunun yolu ise genel politikaları kitle örgütünün koşullarına uydurmak, onun diline tercüme etmektir. Kaldı ki, parti merkezlerinden kitle örgütünde çalışan üyelere, sürekli, Parti'yi öne çıkarmaları yönünde isteklerin hatta baskıların gelmesi de doğaldır. Burada doğru çalışma yapmak görevi kitle örgütündeki üyeye düşer. Gerçekten örgütün parçası haline gelmişse, Parti politikalarının orada nasıl savunulacağını da en iyi kendisi bilir. Örneğin, laiklik, Cumhuriyet'in kazanımlarının savunulması gibi son derece doğru ve haklı politikalar bile, parti üslubuyla değil, parti örgütünün amaçları ve gündelik mücadelesiyle bağlantılar kurularak savunulmalıdır. Kitle örgütünün doğru bir politikaya ve politik önderliğe kavuşturulmasının da, partinin kitleleri seferber edebilmesinin de yolu budur. Kitle örgütünün birliğini ve büyüme olanaklarını güvence altına alan böyle bir çizgi, kitlelerin ideolojik dönüşümü için de son derece elverişli bir zemin yaratır. Doğru politikayla yürütülen kitle mücadelesi en büyük dönüştürücüdür. Düzgün bir parti çalışması kitleleri bütünüyle kazanabilir. Kaldı ki, bu yaklaşım tek tek parti üyesi kazanmayı da alabildiğine kolaylaştırır.

"Ele Geçirmek" Değil

“Ele geçirmek" ifadesi, kitlelerden kopuk küçük solcu grupların kitle örgütlerine yaklaşımını çok iyi ifade eder. Zaten onlar da bu terimi sık sık tekrarlarlar. Ele geçirme düşüncesinin doğal sonucu ise "kullanmak"tır. "Ele geçirme" ve "kullanma" mantığının ne gibi bir sonuç alabileceği, bu grupların ve bunların egemenliği altına düşen örgütlerin durumuna bakılarak görülebilir. Kullanacaklarını söyleyenler gittikçe daha çok tecrit olmuşlar, kitle örgütlerine ise ağır yıkım getirmişlerdir. İlginçtir şimdi aynı çevreler, bazı kitle örgütlerinde "İşçi Partisi ele geçirecek" propagandası yapıyorlar. Akılları sıra, kendi politikalarının kitlelerde yarattığı tepkiyi Parti'ye karşı kullanacaklardır. Böyle bir korkuluk sallanmasının asıl nedeni ise Parti çizgisinin, bütün kitle örgütlerinde giderek etkili olması, biricik alternatif olarak kitleleri kazanmasıdır.

Kitle örgütünü "ele geçirme" anlayışıyla hareket edenin en fazla elde edebileceği bir örgüt tabelasıdır. Kitle örgütü "ele geçirildiğinde", kısa bir süre içinde herhangi bir parti örgütüne dönüşür. Kitle örgütünü söndürmek ise herhalde devrimci bir kazanç değildir. Kitle örgütünü partinin yan kuruluşu olarak gören anlayışı reddetmek ve kitle örgütlerini bu duruma düşürmek isteyen diğer akımlarla mücadele etmek gerekir.

Kitle Örgütünde İktidar Olmak

Öte yandan, parti çalışması elbette iktidar olma amacıyla yapılacaktır. Kitle örgütlerinde iktidar olmanın, "ele geçirmekle" hiçbir ilgisi yoktur. Fark şudur: Kitle örgütünde yönetime gelen parti üyeleri, bütün yöneticilerin partili olduğu durumlarda bile, hatta o zaman özellikle, Parti'nin değil, başında bulundukları kitle örgütünün yöneticisi olduklarını bir an bile akıllarından çıkarmayacaklardır. Kitle örgütünün çoğulcu yapısını gözetecekler; temsil ettikleri kitlenin çıkarlarıyla birleşecekler, örgütün politikasını kitlelerden kitlelere yöntemine bağlı kalarak oluşturup izleyeceklerdir. Kuşkusuz Parti'nin kitle örgütlerine talimat vermek diye bir anlayışı yoktur; buna karşılık kitle örgütünü yönetenler de Parti'den talimat beklemeyecekler, kitle örgütü içinde bir Parti kliği haline gelmeyecekler, kitlenin rızası olmaksızın partinin sloganlarını sokuşturmak, örgüt imkânlarını partiye kaydırmak gibi küçük hesaplara girmeyeceklerdir.

Esasen kitle örgütlerinde iktidar olmak, şu veya bu sayıda partilinin yönetime gelmesinden daha geniş bir anlama sahiptir. Kitle örgütlerindeki çalışmada başarının ölçüsü düzgün, yani kitlelerin ve devrimin yararına olan bir çizginin egemenliğini sağlamak; kitleleri ideolojik, siyasal ve örgütsel olarak yönlendirmektir. Parti, kitlelerin savunucusudur; dolayısıyla kitle örgütünün geniş anlamda doğru çizgide olması, kitlelerin çıkarını kararlılıkla savunması, Parti için büyük bir kazançtır.

Bu anlayışın örgütsel düzlemdeki doğal sonucu müttefiklerle çalışmaktır. Bütünüyle partililerden oluşan yönetimler oluşturma olanaklarına sahip olunduğunda bile, aynen bizim gibi düşünmeyen doğal önderlerle birlikte yönetmek, örgütü büyütmek ve kitleleri seferber etmek açısından önemli bir politikadır. Esasen, başarı için uygun ittifaklar gereklidir. Buralarda, ittifaklara bel bağlamamakla birlikte her zaman ittifak arayan; ittifaklar içinde inisiyatifi elde tutan, her türlü olasılığa hazırlıklı olan bir çizgi izlemek gerektiği tecrübenin dersidir.

Birleşilebilecek Herkesle Birleşmek

Kitle örgütünün sıradan üyelerini küçümsemek, değişik fikirlerden insanlarla çalışmamak, parti üyelerinin sürekli birbirine sokulması, gene kitle örgütünün doğasını kavrayamamaktan, dahası Parti'nin ideoloji ve politikalarını sindirememekten kaynaklanan önemli zaaflardır. Doğru fikir ve politikalar bizi kitlelerden koparmak şöyle dursun, birleştirir. Önemli olan, fikirleri somut duruma uygulayabilmek, kitlelerin menfaatleriyle birleştirebilmek, ortamlara uygun bir dil ve üslupla savunabilmektir.

Önder, sözde üstün nitelikleri yüzünden kimseye benzemeyen nadide bir çiçek değildir. Partili ancak, birleştiği insan sayısıyla orantılı olarak önderdir. Kitle örgütünde kimle birleşilip kime karşı çıkılacağını, kimin hangi partiden olduğu değil, savunulan politikalar ve üye kitlesinin çıkarları belirler. Yeni Dünya Düzeni Koşullarında Kitle Örgütleri

Kitle örgütlerinde çalışma, Parti için her zaman yaşamsaldır. Ancak Yeni Dünya Düzeni, kitle örgütlerinin ve oralarda çalışmanın önemini kat kat artıran yeni koşullar ortaya çıkardı. 1980'e kadar uzunca bir dönem boyunca bu örgütler emperyalizme karşı mücadelenin kaleleriydi. Oralarda çalışmak, bağımsızlık

178

Page 179: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

mücadelesinin üslerini güçlendirmek anlamına geliyordu. Şimdi ise mücadele kalenin içinde, göğüs göğüse yapılıyor.

Emperyalist ideoloji kitle örgütlerinde oldukça geniş bir etki alanı edindi. Öyle ki, kitle örgütlerinin adı bile değişti. Şimdi artık, NGO'lardan (encio) veya sivil toplum kuruluşlarından söz ediliyor. Emperyalizme karşı net politikalar izleyen birçok kitle örgütünün bile, kendini bu yeni terimlerle ifade etmeye başlaması, ideolojik hegemonyanın büyüklüğünü gösteriyor. Daha önemlisi ismin içerdiği anlam, yani on senedir Amerika ve Batı tarafından kitle örgütlerine yüklenen işlevdir. Emperyalist merkezler, kitle örgütlerini ezilen dünyadaki ulusal devletleri devre dışı bırakmanın aracı olarak görüyorlar.

Sürecin hangi boyutlara vardığını gösteren en çarpıcı örnek, Avrupa Birliği ülkelerinin, İnsan Hakları Derneği'ne verdikleri roldür. Mesut Yılmaz hükümeti, altı ay boyunca kendileriyle insan hakları konusunu görüşmeyeceğini açıklayınca, Avrupa Birliği ülkelerinin büyükelçilik müsteşarları bu konuda raporu kendilerine, yemekli bir toplantıda İHD Başkanı Akın Birdal'ın sunmasını sağladılar (8 Ocak 1998 tarihli gazeteler). Bu kadar açık olmasa bile birçok alanda benzer durumlar söz konusudur. Emperyalist devletlerin birçok sendika ve kitle örgütüyle, doğrudan doğruya veya bu iş için kurdukları NGO'lar üzerinden ilişki geliştirdikleri biliniyor. Bu tür ilişkiler hızla devletten devlete ilişkilerin yerine geçiriliyor. "Katılımcılık", "yerinden yönetim" gibi sloganlarla yerel yönetimlerin merkezi devletten koparılmasıyla birlikte, kitle örgütlerinin bu yeni işlevi küreselleşmenin "demokrasi" programını oluşturuyor. İdeolojik zemin kuşkusuz çok önemli. 12 Eylül yıkımından sonra, Sovyetler Birliği'nin çözülmesinin de şokunu yaşayan bir kısım soldaki teslimiyet, kitle örgütlerinin, emperyalizmin "demokrasi" ve "insan hakları" propagandasına açık hale gelmesinde önemli rol oynadı. Paranın rolü de küçümsenemez. İnsan Hakları Derneği ve Türkiye insan Hakları Vakfı başta olmak üzere birçok kitle örgütü Amerika'dan ve Avrupa devletlerinden para alıyor. Daha vahim olan, bu tür parasal ilişkilerin, utanma sıkılma bir yana bırakılarak artık alenen kurulması, açık açık savunulmasıdır.

Amerika'dan alınan "yardımlar" hâlâ biraz gizli tutuluyor da, Avrupa Birliği'nden alınanlar, örgütlerin yayımladıkları kitapların giriş bölümlerinde ilan ediliyor, bütçelerinde gösteriliyor. Aydınlık dergisi, 11 Ocak 1988 tarihli sayısında hangi kitle örgütü ve sendikanın Avrupa Birliği'nden ne kadar para aldığını, liste halinde verdi. Tabii bunlar Avrupa Birliği makamlarından resmen alınan rakamlar. Para ilişkisinin bir de açıklanmayan boyutu olduğu kesindir. Kaldı ki, söz konusu örgütlerin yöneticileri Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde ve Amerika'da sık sık ağırlanmakta, buralardaki harcamaları da bu devletler tarafından karşılanmaktadır. Emperyalistlerle girilen para ilişkiler ayrıca, kitle örgütlerinin yönetimlerinde bağımlılık yaratmakta, aidat toplamayı bile yük gibi gören anlayışları besleyerek örgütü kitlesinden koparmakta, giderek dış merkezler adına politika yapan bir büroya dönüşmesi tehlikesini yaratmaktadır.

Kitle örgütlerindeki parti çalışması artık kitleleri devrimci mücadeleye kazanma amacıyla yetinemez. Oraları emperyalizmin tasallutundan kurtarmak başlı başına önemli bir devrimci görevdir.

Ne Yapmalı?

Parti, genel politikaları sayesinde geniş kitleler içinde büyük bir etki ve sempati yaratmıştır. Neosolculuğun geniş yığınları etki altına alması mümkün değildir. Yakın tarihinde bir Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet devrimi bulunan Türkiye'de insanlara, vatansızlığı ve tarikat savunuculuğunu kimse benimsetemez. Bağımsızlıkçı ve devrimci fikir ve politikalar için durum son derece elverişlidir. 20-21 Aralık günleri yapılan Kitle Örgütleri Konferansı'na sunulan raporlar, bu gerçeği bir kere daha kanıtlamıştır. Birçok kitle örgütünün yöneticileri ve önder unsurları Parti'ye kendiliğinden üye olmakta ve Parti'yle birlikte çalışma isteği göstermektedirler. "Her parti üyesinin en az bir kitle örgütünde çalışması" önemli bir tedbir olmakla birlikte, artık yetersizdir. Şimdiki görev, partinin kitle örgütlerindeki çalışmaya göre örgütlenmesidir. Kendini belli bir çalışma alanına göre örgütlemek, o alanı örgütlemenin vazgeçilmez adımıdır.

Koşulların başarıyı adeta getirip önümüze koyduğu bir dönemde, Parti'nin kitle örgütleri içindeki çalışmasına hâlâ büyük ölçüde kendiliğindenciliğin egemen olması büyük çelişmedir. En küçük örgütten merkeze kadar bütün Parti'nin kitle örgütleri konusunda özellikle yoğunlaşması, hem kitle örgütlerinin doğru politikalara kavuşması, hem de Parti'nin kitleleri seferber etmesi açısından belirleyici önemdedir. İI ve ilçe örgütleri işin başına geçmelidir. Görev, üyeleri, içinde yer aldıkları kitle örgütlerindeki çalışmaya göre örgütlemek ve seferber etmektir. Her

üyenin en az bir kitle örgütünde çalışması kuralı, gevşetilmeden uygulanmakla birlikte; her üyenin mümkün olan her kitle örgütüne üye olması, ancak sadece bir örgütte çalışmayı esas alması sağlanmalıdır.

Büyük illerde ve güçlerin uygun olduğu her yerde, kitle örgütlerinde çalışma konusunda uzmanlaşacak, alanı avucunun içi gibi öğrenip önderlik edecek kitle örgütleri büroları oluşturulmalı; henüz büro oluşturamayan örgütler, yöneticilerden birini mutlaka kitle örgütleri sorumlusu olarak görevlendirmelidirler.

Büyük örgütler başta olmak üzere, mali olanakların elverdiği her yerde kitle örgütleri alanına profesyonel kadrolar ayrılmalıdır. Tecrübe göstermiştir ki, başarı profesyonel çalışmayla orantılıdır. Her kitle örgütünün özel durumuna uygun özel politikalar geliştirmeli, özel örgütlenmelere gidilmeli, çalışmaya önderlik edilmeli ve denetlenmelidir.

Kitle örgütlerinin mücadeleleri, kongreleri ve önemli olaylar takvimde belirlenmeli, aylarca öncesinden gerekli hazırlık ve çalışmalara girilmelidir.

Kitle örgütlerindeki partililer ve dostlar belirlenmeli, adresleri ve telefonları saptanarak ilişkiler örgütlenmelidir.

179

Page 180: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Kitle örgütlerini, siyasal mücadeledeki ağırlıklarına, Parti'nin buralardaki gücüne göre değerlendirmek, hangisinin esas alınacağını, nereye ağırlık verileceğini saptayarak yoğunlaşmak önemlidir. Ağırlık vermek, aynı zamanda Parti'nin olanaklarını söz konusu alana yoğunlaştırmak anlamına gelir.

Parti, meslek odalarında uzun vadeli ve sabırlı bir çalışmaya girmeli, buralardaki üyeleri örgütleyip kendi örgütlerinde görevlendirmelidir. Bu çalışma, oda üyelerinin yüzde 70'inin, kamu alanından tasfiye edilmesine yönelik yasa çıkarma hazırlıklarının yapıldığı bugün özellikle önemlidir.

Hiç örgüt bulunmayan alanlar özel olarak ele alınmalı, köylü kitlelerine, esnafa, büyük kentlerde hemşeri yoğunluklarına dönük yeni örgütler kurmakta cesur davranılmalıdır.

Var olan kitle örgütlerinin şubelerinin açılmasına önderlik edilmelidir. Esnaflar gibi çok sayıda parti üyesinin bulunduğu, ancak bugüne kadar ihmal edilmiş alanlara Parti,

ciddiyetle yönelmeli, buralarda örgütlü bir çalışmaya geçmelidir. Anadolu'nun küçük illerinde ve ilçelerde Ziraat Odası ve esnaf odaları, yerel iktidarın birer uzvu gibi çalışmaktadırlar. Bugüne kadar iktidarların, şeriatçı güçlerin ve mafyanın yuvalanıp kullandıkları bu örgütler Parti tarafından adeta görmezden gelinmektedir. Oysa bunların, esnaf ve küçük ticaret erbabı olan üye kitlesinin büyük çoğunluğu köylüdür ve halkın bir parçasıdır. Parti, serbest piyasa ekonomisinin acımasız uygulamaları sonucu yok olma tehdidi altına düşen bu kesimin sorunlarına da eğilmeli, örgütlerinin gerçek önderlerin yönetimine geçmesine çalışmalı, bu önderlerle ilişkiler geliştirmeli, politikalar önermeli, bu alana da önderlik yapmalıdır.

180

Page 181: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

Seçme Eserler II Mao Zedung LİBERALİZMLE MÜCADELE EDELİM 7 Eylül 1937

Biz, aktif ideolojik mücadeleden yanayız; çünkü bu mücadele, parti ve devrimci örgütler içinde savaşımızın yararına olan birliği sağlayan silahtır. Her komünist ve her devrimci bu silaha sarılmalıdır.

Buna karşılık liberalizm, ideolojik mücadeleyi reddeder ve ilkesiz barıştan yanadır; bu yüzden yoz ve bayağı bir tutuma yol açar, parti ve devrimci örgütler içindeki bazı birimlerde ve bireylerde siyasi soysuzlaşmayı doğurur.

Liberalizm, kendisini çeşitli biçimlerde gösterir. Bir kimse açıkça hata işlediğinde, barış ve dostluk uğruna işi oluruna bırakmak; eski bir tanıdık, bir hemşeri,

okul arkadaşı, yakın bir dost, sevilen biri, eski bir meslektaş ya da alt kademeden eski bir arkadaştır diye ilkelere bağlı tartışmadan kaçınmak. Ya da arayı bozmamak için konuya derinliğine girmeyip şöyle bir dokunup geçmek. Bunun sonucunda hem örgüt, hem de o kişi zarar görür. Bu, liberalizmin birinci biçimidir.

Düşüncelerini örgüte aktif olarak iletmek yerine, özel çevrelerde sorumsuz eleştirilere girişmek. Kişilerin yüzlerine karşı hiçbir şey söylemeyip arkalarından konuşmak ya da toplantıda bir şey söylemeyip sonradan dedikodu yapmak. Kolektif hayatın ilkelerine kulak asmayıp kendi bildiğini okumak. Bu, liberalizmin ikinci biçimidir.

Kendisini kişisel olarak ilgilendirmeyen işlere kayıtsız kalmak; yanlış olanı pek iyi bildiği halde, mümkün olduğu kadar az şey söylemek, açıkgöz davranıp kaçak güreşmek; sadece suçlanmamaya bakmak. Bu, liberalizmin üçüncü biçimidir.

Emirlere uymayıp kendi görüşlerini her şeyin üstünde tutmak. Örgütten özel bir ilgi beklemek, buna karşılık örgüt disiplinini tanımamak. Bu liberalizmin dördüncü biçimidir.

Birlik, ilerleme ya da çalışmanın gerektiği gibi yapılması için hatalı görüşlere karşı tartışmak ve mücadeleye girişmek yerine, kişisel saldırılarda bulunmak, hır çıkarmak; kişisel kin gütmek ya da öç almaya bakmak. Bu, liberalizmin beşinci biçimidir.

Karşı çıkmaksızın yanlış görüşleri dinlemek ve hatta karşı-devrimci düşünceleri duyup da haber vermemek, bunları sanki hiçbir şey olmamış gibi sükûnetle karşılamak. Bu, liberalizmin altıncı biçimidir.

Kitleler arasında olup da propaganda ve ajitasyon yapmamak ya da kitle toplantılarında konuşmamak, kitleler içinde araştırma ve inceleme yapmamak; tersine, kitlelere karşı kayıtsız kalmak, kitlelerin dertleri ile hiç ilgilenmemek, bir komünist olduğunu unutarak komünist olmayan sıradan biri gibi davranmak. Bu, liberalizmin yedinci biçimidir.

Birinin kitlelerin çıkarlarına zarar verdiğini görüp de tepki göstermemek, onu vazgeçirmemek, engellememek ya da ikna etmemek ve bunu sürdürmesine göz yummak. Bu, liberalizmin sekizinci biçimidir.

Belli bir plan ya da yönelim olmadan, gönülsüz, baştan savma çalışmak, gün doldurmaya bakmak, “gözlerimi kaparım, vazifemi yaparım” tutumu takınmak. Bu, liberalizmin dokuzuncu biçimidir.

Kendisini devrime büyük hizmetlerde bulunmuş saymak, kıdemli olmakla böbürlenmek, büyük görevler için yetersiz olduğu halde küçük görevlere dudak bükmek. Çalışmada savruk, öğrenmede gevşek olmak. Bu, liberalizmin onuncu biçimidir.

Hatalarının farkında olmak, ama onları düzeltme yolunda hiçbir çaba göstermemek: kendine karşı liberal bir tavır takınmak. Bu liberalizmin on birinci biçimidir.

Daha birçoğunu sayabiliriz. Ama bu on bir tanesi liberalizmin başlıca biçimleridir. Bunların hepsi de liberalizmin birer yansımasıdır. Liberalizm devrimci bir topluluğa son derece zararlıdır. Birliği kemiren, dayanışmayı zayıflatan, kayıtsızlığa

yol açan ve ayrılık yaratan yıkıcı bir şeydir. Devrimci safları sağlam bir örgütlenmeden ve sıkı bir disiplinden yoksun kılar, siyasetlerin uygulanmasını engeller, parti örgütlerini partinin önderlik ettiği kitlelerden koparır. Bu, son derece kötü bir eğilimdir.

Liberalizm, küçük burjuva bencilliğinden kaynaklanır, kişisel çıkarları birinci plana alır, devrimci çıkarları ikinci plana iter ve bu da ideolojik, siyasi ve örgütsel liberalizme yol açar.

Liberal kimseler Marksizmin ilkelerini soyut birer dogma olarak görürler. Marksizmi kabul ederler ama onu uygulamaya ya da hakkıyla uygulamaya yanaşmazlar: liberalizmlerinin yerine Marksizmi koymaya yanaşmazlar. Bu kimselerde Marksizm vardır, ama aynı zamanda liberalizm de vardır. Marksizmden söz eder, liberalizmi uygularlar. Marksizmi başkalarına, liberalizmi kendilerine uygularlar. Bunlar her iki malı da dağarcıklarında bulundurur ve her birini kullanacak yer bulurlar. Bazılarının kafası işte böyle işler.

Liberalizm, oportünizmin bir ifadesidir ve Marksizme tamamen aykırıdır. Olumsuzdur ve nesnel olarak düşmana hizmet eder; içimizde sürüp gitmesinden düşmanın hoşnut olması bundandır. Bu niteliğinden dolayı liberalizmin devrim saflarında yeri olmamalıdır.

Olumsuz bir özü olan liberalizmin üstesinden gelmek için olumlu bir özü olan Marksizmi kullanmalıyız. Bir komünist sorunları kapsamlı bir şekilde ele almalı ve sağlam ve aktif olmalıdır; devrimin çıkarlarını canı gibi korumalı, kişisel çıkarlarını devrimin çıkarlarına bağımlı kılmalıdır. Partinin kolektif hayatını sağlamlaştırmak ve parti ile kitleler arasındaki bağları güçlendirmek için her zaman ve her yerde ilkelere bağlı kalmalı ve bütün yanlış düşünceler ve eylemlerle bıkmadan usanmadan mücadele etmelidir. Parti ve kitlelerle, herhangi bir

181

Page 182: Öncü Gençlik-2009 Yaz Dönemi Eğitim Kitapçığı

kimse ile ilgilendiğinden daha çok ve gene başkalarıyla, kendisi ile ilgilendiğinden daha çok ilgilenmelidir. Ancak böylece komünist adına hak kazanabilir.

Bütün sadık, dürüst, aktif ve açıkyürekli komünistler, aramızdaki bazı kimselerde ortaya çıkan liberal eğilimlere karşı koymak için birleşmeli ve onları doğru yola getirmelidir. Bu, ideolojik cephemizdeki görevlerden biridir.

182