161
2008 OSTERN TATIL KITABI 1

ostern programi

  • Upload
    aulm04

  • View
    1.139

  • Download
    1

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: ostern programi

2008 OSTERN TATIL KITABI

1

Page 2: ostern programi

Rehberlık ServısıFasıldan Fasıla Kitaba çağrı

Kitap okumak çok önemlidir; hususiyle de insanı Rabb'ine ulaştıracak, onu gaye-i hayal saydığı neticeye bağlayacak, kainatın gerçek manada fethine vesile olacak, kendisi için kapalı meseleleri açacak; dahası kara delikleri cennetin birer koridoru haline çevirecek ve en zulmetli noktalarda dahi sürçmeden yürüyebilmesini temin edecek kitapları okumak çok önemlidir.

Yukarıda belirtilen türden kitapları okumakla metafizik gerilim, birbirini destekleyici mahiyette "salih daire" teşkil ederler. Zira iyi bir kitap, metafizik gerilime; metafizik gerilim de o kabil kitapları okumaya sevk eder. Evet, insan kitap okudukça ondaki gerilim daha da artar ve o, gerilim arttıkça fırsatları kitap okuyarak değerlendirir. Bu sayede inançla gerilmiş aydınlık ruhlar, küfür ve dalalete karşı hep donanımlı olur, aydınlanır ve başkalarını da aydınlatırlar.

Masum dimağlar

Asrımızda, küfür ve ilhada sürükleyen kitaplar okutulmak suretiyle masum dimağlar baştan çıkarılmış ve Allah'tan uzaklaştırılmışlardır. Komünizm, ateizm, nihilizm.. vb. gibi küfür ve anarşiyi besleyen zararlı cereyanların yedeğinde hep bu menfur ideolojiler -bunlara da ideoloji denecekse- ve hareketler vardır. Bunlara karşı insanları Allah'a yaklaştırmanın ve ona yönlendirmenin yolu, onlara bizim dünyamıza ait kitapları okutma olmalıdır.

İnanan herkes, şuurlu bir şekilde ve lüzumunu ruhunda derinlemesine hissederek mutlaka kitap okumak mecburiyetindedir. Zira bizi dinsizliğe zorlayan millet ve çevreler, aynı zamanda bizi doğruya götüren vesilelerden de mahrum etmek istemektedirler. Şimdiye kadar bu hasım ruhlar, böylesi hain emellerine ulaşabilmek için değişik yolları denemiş, dili berbat etmek suretiyle kütüphanelerdeki kitaplarımızı okunmaz ve anlaşılmaz hale getirmiş ve belli ölçüde de olsa neticede nesilleri birbirinden koparmayı başarmışlardır (!). Böyle bir talihsizliğe maruz kalan günümüzün zavallı insanı tabii olarak kendi ruh köküyle alakalı değerleri bilememekte ve bundan dolayı da her geçen gün biraz daha kendisinden uzaklaşmaktadır.

Okuma seferberliği

Bu itibarla, milli değerlerimize gönül vermiş muhabbet fedailerinin okuma mevzuunda da, umumi seferberlik ilan edercesine kendilerini okumaya vermeleri gerekmektedir. Devlet başta olmak üzere gönüllü sivil toplum kuruluşları ve vakıflar tarafından bu önemli meselenin gerektiği şekilde ele alınıp alınmadığı meselesinin her zaman münakaşası yapılabilir; ama okumak bizim için artık bir zaruret halini almıştır. Vakıa okullarda insanlara okuyup yazma öğretilmektedir; ancak önemli olan husus, öğrencilere kitap okuma şuurunun kazandırılması ve faydalı kitapların okutulmasıdır. Eğer o körpe dimağlara sadece boş, fuzuli ve onu baştan çıkaran romanlar, hikayeler okutuluyor; fakat bizi asırlarca yücelten ve büyük insanların yetişmesine vesile olan yayınlar hep ihmal ediliyor ve neslimize iyi bir rehberlik yapılmıyorsa, onların bir şey okumuş oldukları söylenemez. Nihilist ve anarşist nesillerin yetişmesinde kötü yayınların okutulması, faziletli nesillerin yetiştirilmesinde de milli ruh

2

Page 3: ostern programi

eksenli yayınların okutulmasının tesiri büyüktür. Binaenaleyh her ferdin, evvela bu mevzuda, neyi bilmesi gerektiğini çok iyi belirlemesi, daha sonra da başta kendi aile efradı olmak üzere ulaşabildiği herkese iyiyi, doğruyu ve güzeli öğrenme yollarını göstermesi gerekmektedir.

Bir mü'min, İslam'a, imana ve Kur'an'a ait meselelere sahip çıktığını söylediği halde kendi nesline anlatacak kadar bu yüce hakikatleri bilmiyorsa, onun samimi olduğunu söylemek çok zordur. Oysaki içte ve dışta dine karşı olan kimseler hangisine kulak verilirse verilsin, kendilerine ait meseleleri çok iyi bildikleri görülecektir. Mesela bir nihilist, bir anarşist, bir din düşmanının vb. fikirlerinden istifade ettiği kişilerin eserlerini çok iyi takip ettikleri ve rahat anlatabildikleri açıktır. Aynı zamanda onlar, demagoji ve diyalaktiği de fevkalade iyi bilmekte ve karşılarına aldıkları körpe dimağları ezip yoğurarak balmumuna çevirmektedirler. Evet, batıl yolun talihsiz yolcuları, kendi ideolojileriyle alakalı bilmeleri gereken her şeyi çok iyi bilirler. Bir şahsın hayat serencamesini bilmek bir ilim ve irfan değildir; ama ruhları karbonlaşmış bu talihsizler, kendi davalarında bayraktarlık yapmış pek çok dinsizin hayat serencamesini çok iyi bilirler.

Dinimizi anlama ve anlatma

Ne acıdır ki, yüce bir davaya gönül vermiş mü'minlerin pek çoğu Efendimiz'in (sas), Hulefa-i Raşidin'in (r.anhüm) hayat-ı seniyelerine ait bir şey bilmedikleri gibi dinin temel felsefesinden de habersizdirler. Bilmedikleri için de o yüce şahsiyetlerin hayatlarından ve kıymetli sözlerinden de habersizdirler. Bunlar bir yana, akıl ve mantık ölçüleri içinde müspet ilimlerden de istifade ederek anlatma imkanı varken Allah'ı, Peygamber'i, Kitab'ı ve ahireti bile tam olarak anlatamamaktadırlar. Onlar, fünun-u müsbetenin henüz yeni yeni keşfettiği pek çok ilmi hakikatten Kur'an-ı Kerim sayesinde, belli ölçüde de olsa haberdarken, bütün bunlardan gerektiği gibi istifade edememektedirler. Nitekim Kaptan Custo, Cebel-i Tarık Boğazı'nda Atlas Okyanusu ile Akdeniz'in sularının birbirine karışmadığını tespit edip bunu büyük bir buluş olarak neşrettiğinde onun niyeti ne olursa olsun hepimizde bir hayranlık hissi uyardı. Zira o, bizim kitabımızın bir faslını dile getiriyordu: "İki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir. Aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karışmazlar." (Rahman, 55/19-20) Biz bunları yabancıların, çarpıtarak vermelerinden mi öğrenecektik? Kur'an'da bunun gibi daha pek çok ilmi hakikatler vardı ama, maalesef Müslümanlar bunlardan habersizdi.

İşte bütün bu sebeplerden ötürü kendi değerlerinden habersiz Müslüman nesillere mutlaka kitap okutmak suretiyle, Müslümanlığı anlama ve anlatma kabiliyeti kazandırılmalıdır. Evet, en az bir ateist ve materyalistin kendisine ait meseleleri anlattığı kadar, bir mü'minin de kendisine ait meseleleri anlatması onun için bir vecibedir. Biraz olsun onur ve gurur sahibi her mü'min, başkalarının kendi batıl ilhad ve küfürlerini anlattıkları kadar, her mevzuyu akla ve mantığa dayalı, o tertemiz, dupduru ve gönüllere inşirah veren iman esaslarımızı anlatabilmek için okuyup okutmalıdır. Öyle ki o, "-inşaallah- elime aldığım her insanı, duygu ve düşüncem altında yoğurarak onun kafasına ilim, kalbine iman yerleştirmek suretiyle, hem onun cennete gitmesini; hem de kendimin kurtulmasını sağlayacağım" gibi.. duygu ve düşüncelerle harekete geçerek kitapları cennete yükselten merdivenin birer basamağı olarak kabul edip, bol bol okuyacak ve okuduklarını da başkalarına anlatmaya çalışacaktır.

İrtibatımızın remzi

Okumak bu kadar önemli iken bir mü'min yine de okuyup düşünmüyor ve okuyup düşünenlere destek olmuyorsa, onun dini değerlere karşı alakası da işte o kadar demektir. Yani Allah'ın, Kur'an'ın, Efendimiz'in (sas) ve O'nun güzide ashabının (r.anhüm) anlatılıp-

3

Page 4: ostern programi

anlatılmaması sanki onun nazarında müsavidir. Bir seçim, bir spor müsabakası kadar bu meselelere alaka duymayan bir mü'min, sevip alaka duyduğunu söylediği zevatla işte o kadar alakalı demektir. Hele bir mü'min, bütün alemleri ve kendisini hiçten, yoktan yaratan Hz. Allah (c.c) hakkında bir insanı aklen ikna edecek kadar malumata sahip değilse ve Rabb-i Kerim ü Rahim'ini anlatamıyorsa, -ben diyemem ve dememeliyim de- fakat o kendi kendine "yazıklar olsun" demelidir. Evet kitap okumama, kanaat-i acizanemce, bizim neslimizin en büyük eksikliklerinden biridir. Bu eksikliği gidermek için devamlı ve çok okumalı, her gün bir şeyler öğrenmek için çalışmalı, ev ve iş yerlerinde, hiç olmazsa birkaç dakika da okumaya ayırmalıyız. Neslimize bu mevzuda da iyi bir örnek olmalı, değişik vesile ve metotlar geliştirerek onlara okuma yollarını açmalı ve onların, İslam'ı anlama-anlatma aşk ve şevklerini geliştirmeliyiz.

CEVŞEN

Soru:

Cevşen hakkında Müslümanlar arasında farklı görüşler var. Bazıları onu baş tacı yaparken, bazıları da alabildiğine ilgisiz, hattâ habersiz. Bu sebeple, bizleri Cevşen hakkında aydınlatır mısınız?

Cevap: Cevşen ile ilgili pek çok düşünce ve görüş ortaya atılmıştır. Daha çok Şiî kaynaklardan gelmiş olması, Ehl-i Sünnet’in Cevşen’e karşı soğuk davranmasına sebep olmuştur. Ancak bizim Cevşen ile ilgili mülâhazamız biraz husûsiyet arzetmektedir. Onun için de başkalarına ait görüşlerin naklinden daha çok, biz burada kendi mülâhazalarımızı aktarmak istiyoruz:

1. Cevşen halisane yapılmış bir duâdır. Onun hangi cümle ve kelimesi ele alınırsa alınsın, damla damla ihlâs ve samimiyet yüklü duâ takattur eder. Durum böyle olunca, Cevşen kime izafe edilirse edilsin, özdeki bu husûsiyete tesir etmemeli. Burada, “bir sözün Efendimiz’e izafesiyle bir başkasına izafesi arasında fark yoktur” demek istemiyoruz elbette. Demek istediğimiz şudur: Cevşen’in asgarî vasfı onun bir duâ olmasıdır. Başka hiçbir özelliği bulunmasa, sadece onun bu özelliği bile, Cevşen’e bir değer ve kıymet atfetmek için yeterli bir sebeptir. Halbuki onun daha nice özellikleri vardır ki, diğer maddelerde bazılarına işaret edilecektir. Öyleyse, sadece senedine âit şaibeden dolayı Cevşen’i tenkit pek haklı bir davranış olmasa gerek.

2. Efendimiz’e ait sözlerin bütün beşer sözlerine bir rüçhaniyet ve üstünlüğü vardır. O’na ait beyan ve sözleri seçip tanımada maharet kazanmışlara gizli kalmayacak bir gerçektir ki, Cevşen baştan sona peygamberane ifadelerle bezeli bir edâya sahiptir. Bu sebeple de duâda O’na ait malzemeleri kullanmak hem önemli hem de kabule daha yakındır. Fakat yine de bu bir tercih mes’elesidir. Yoksa insan namazın dışındaki duâları hangi dille yaparsa yapsın bu durum duânın aslına tesir etmez; zira Cenab-ı Hakk bütün dilleri bilir ve duâya icabette sadece duânın samimî ve gönülden olmasını esas alır. Zaten dillerin ve renklerin ayrı ayrı oluşu O’nun kudretini ele veren âyetlerden değil mi?

3. Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi Sünnî kaynaklar Cevşen’e yer vermezler. Sadece Hâkim’in Müstedrek’inde Cevşen’den birkaç fıkrayı görebiliriz. Onun dışındaki eserlerde ben şimdiye kadar, Cevşen’e ait ibare ve ifadelerin birkaçının bile nakledildiğini görmedim. Ancak bu tamamen senede ait bir husûsiyete dayanılarak alınmış müşterek tavrın tezahüründen başka birşey değildir ve Cevşen’in değerine menfî yönde etki edecek bir ağırlığı da yoktur. Nitekim Buharî ve Müslim’in rivayet ettiği pek çok hadis var ki; aynı hadisleri çok

4

Page 5: ostern programi

küçük farklarla, hatta bazen aynı şekliyle Küleynî’nin el-Kafî’inde yer almaktadır. Ne var ki Ehl-i Sünnet alimleri Küleynî’den tek bir nakilde dahi bulunmamışlardır. Halbuki onda yer alan hadisler, Buharî ve Müslim’de de yer aldıklarına göre hem senet hem de lafız itibariyle cerhi söz konusu olmayan hadislerdir. Ancak, el-Kafî’de yer alan hadisleri daha çok Şiî imamlar nakletmişler ve bu sebeple de Sünnîlerce, daha işin başında endişeyle karşılanmışlardır. Cevşen için de aynı durum söz konusu olmuştur. Eğer Cevşen Şiî imamlar yoluyla nakledilmemiş olsaydı, öyle zannediyorum ki, bütün Sünnîlerce kabul görecek ve baş tacı edilecekti. Fakat Cevşen, senet yönüyle bir talihsizliğe uğradığı için, bunca insan sırf bu yüzden onun nurlu, feyizli ve bereketli ikliminden mahrum kalmıştır. Şu anda böyle bir talihsizliği önleyecek güçte de değiliz. Asırların birikimiyle vücud bulmuş böyle bir kanaati bertaraf etmek imkânsız olmasa bile çok zordur.

4. Bazen hadis kriterleri ölçü olmayabilir. Ehlullah’ın Efendimiz’den keşfen hadis alması hiç de az vaki olmuş hâdiseler-den değildir. İmam Rabbanî der ki: “Ben, İbni Mesud’dan, Muavvizeteyn’in Kur’ân’dan olmadığına dair rivayetini görünce, bu sûreleri farz namazlarımda da okumamaya başladım. Ne zaman ki, Efendimiz’den onların Kur’ân’dan olduğuna dair ihtar aldım, ancak o zaman bu sûreleri farz namazlarımda da okumaya başladım.” Bazılarının bizim Kunut duâsı olarak okuduklarımızı, Kur’ân’dan kabul etmesi de, yukarıda işaret etmek istediğimiz husûsa ayrı bir delil kabul edilebilir. Ve yine İmam Rabbanî’den bir misal.. diyor ki: “Ben bazı hususlarda İmam Şafiî’yi taklid ediyordum. Ancak bana İmam Ebu Hanife’nin peygamberlik mesleğini temsil ettiği ihsas edildi. Ben de Ebu Hanife’ye iktida ettim...”

Bu durum da elbet belli kriter ve ölçü gerektirir. Yoksa önüne gelen herkes keşfen birşeyler aldığını söyler ve ortalık bir sürü uydurma keşiflerle dolar. Ama bazı büyük zatları bu kategoriye dahil etmek çok büyük yanılgı olur. Onlar “keşfen aldık” dediklerini mutlaka öyle almışlardır ve dedikleri de kat’iyen doğrudur. Ne var ki, bunları belli hadis kriterleri içinde tahlil etmek imkânsızdır. Onun için de hadisçiler bu türlü ifadelere iltifat etmemişlerdir. Ama onların iltifat etmemesi bu ifadelerin doğru olmadığı mânâsına da gelmez.

Bütün bu söylediklerimiz Cevşen için de aynen geçerlidir. Onun için biz kesinlikle diyoruz ki, Cevşen mânâsı itibariyle Efendimiz’e ilham veya vahiy yoluyla gelmiştir. Daha sonra da ehlullahtan birisi bu Cevşen’i keşif yoluyla Efendimiz’den almış ve Cevşen bize kadar öyle ulaşmıştır.

Bu hususlara şunu da ilave etmek faydalı olur kanaatindeyim. İmam Gazalî gibi bir allame, Gümüşhanevî gibi bir büyük veli ve Bediüzzaman gibi bir sahibkırân, Cevşen’i kabullenip onu vird edinmişlerdir. Hatta İmam Gazalî ona bir şerh yazmıştır. Cevşen’in me’hazindeki kuvvet ve kudsiyete ait başka hiçbir delil ve bürhan olmasa, sadece isimlerini verdiğimiz büyüklerin bu kabullenişleri ve yüzbinlerce insanın Cevşen’e gönülden bağlanıp değer atfetmeleri, Cevşen hakkında en azından ihtiyatlı konuşmaya yetecek güç ve kuvvette delillerdir. Sadece senedine ait bir boşluktan dolayı Cevşen’e dil uzatmak en ılımlı ifadeyle bir haksızlıktır.

CEVŞENEfendimiz (a.s.m.) Alemlerin Rabbini öyle bir tarif etti ki , onun irşadına aydınlananlar Alemlerin Rabbine adeta gözleriyle görmüşcesine bir yakin ile iman ederler. Onun tarifleriyle nihayetsiz kemalat mertebelerine yükseldiler.

Kainatın Efendisi (a.s.m.) Alemlerin Rabbini nasıl tanıtıyor.

5

Page 6: ostern programi

Bu soruya verilebilecek en güzel cevap Cevşen-ül Kebirdir. Kuran’dan süzülen ve

Efendimize vahiyle gelen bu dua Üstadın tabiriyle “kainatı envaıyla pamuk gibi hallaç eden,

ehli dalaletin boğulduğu en son ve en geniş kainat perdelerinin arkasında envar-ı tebhidi

gösteren” misilsiz bir münacattır. Cevşeni okuyana pek çok mükafatlar vadedilmiştir. Fakat

bunların en büyüğü cevşenin kendisidir. Çünkü bir beşerin bütün kainatı geride bırakarak

Alemlerin Rabbine binbir ismiyle bizzat hitapta bulunabilmesi kadar büyük bir şeref ve

mükafat tasavvur etmek mümkün değildir. İnsan dünyaca büyük sanılan insanlarla bir iki

defa görüşmüş olsa bunu kendine imtiyaz sayar. Ben filanı gördüm der. Bütün alemlerin

dizginlerini elinde tutan Ezel ve Ebed sultanının bin bir ismini , elinde hazır bulunduran ve

telefon numarası gibi vasıtasız manisiz ona hitap edebilmenin dileğini arz edebilmenin ve

bunu hergün tekrar edebilmenin ne büyük bir imkan ve şeref olduğunu bilebilirler mi?

Olmasaydı elimizde cevşen, hadi bakalım hitap edin Rabbinize kaç kelimeyle kaç ismiyle hangi sıfatlarıyla hitap edebilirdik, dahası bir gün ettiğimiz bu hitapları ertesi gün hatırlıyabilirmiydik?

Bu tarifi imkansız değerine ve ehemmiyetine rağmen Cevşen, Asr-ı Saadetten bu yana layık olduğu alakayı görememiştir, çok bilimemiştir.

Alemlerin Rabbinin, kendisi hakkında bizzat kullandığı isimler ve sıfatların yerini hiçbir söz ,kelime, tercüme tutamaz. O isimlerin bizzat okunmasından gelecek feyzi hiçbirşey veremez. Cevşenden Kesitler:Allahım! Senin isimlerinle sana münacaatımı arzediyor ve onların şefaatiyle sana niyaz ediyorum.Ey bütün noksan sıfatlardan münezzeh ve müberra, yegane hak mabud Allah!Ey rahmeti herşeyi kuşatan ve kainattaki bütün af, rahmet ve şefkat ve merhamet onun eseri olan Rahim !Ey asi kullarının hatalarını meğfiret etmek şanında olan Gafur-u Rahim.Senden başka ilah yok ki bize imdad etsin. El aman, bizi azap ateşinden ve Cehennemden halas et.

Arkadaşlar arasında dağıtılan cevşeni okumak vacip olduğundan terki katiyyen caiz değildir.Cevşen ışık müesseseleri arasında nurdan bir bağ oluşturur. Cevşen okunmayan yer, Işık müesseseleri zincirine dahil olamaz, dağıtılan ulufelerden hissedar olamaz.

Kur’ân-ı Kerîm

Allah-u Teâlâ, insanlara yol göstersin, onlara rehber olsun diye peygamberleri vazifelendirmiştir. Peygamberler dünyadan ayrılıp ahirete göçünce insanların elinde uyarıcı olsun, peygamberlerin anlattıklarını unutturmasın diye kitapları indirmiştir. Böylece Rabbimiz, bize de kitabımız Kur’ân-ı Kerîmi göndermiştir.

6

Page 7: ostern programi

Kur’ân, diğer semavi kitaplardan farklı olarak, kıyamete kadar devam edecek bir dinin müntesiplerine geldiği için, kıyamete kadar hiç eskimeyecek şekilde bir mucize olarak gönderilmiştir. Evet, Kur’ân, Efendimizin (SAV) Allah tarafından indirilmiş bir mucizesidir. Kur’ânın, Peygamber Efendimizin Şakk-ı Kamer, Hanîni Ciz ve on parmağından su akıtması gibi mucizelerinden tek farkı, o mucizelerin Peygamber Efendimiz devrindeki insanlara gösterilmiş olması, Kur’ânı ise kıyamete kadar gelecek olan bütün insanların görecek olmasıdır. Belki sürekli elimizde olduğundan belki de onu yeterince anlayamayışımızdan, bilemeyişimizden dolayı bugün Kur’ânın mucize olması yönü yeteri kadar takdir edilmemektedir.

Bugün Kur’ân-ı Kerîm dünyada en çok basılan, en çok okunan, en çok ezberlenen kitaptır. İndiği günden beri tek bir noktası dahi değişmeden günümüze ulaşmıştır. Tehdit edildikleri, muarazaya davet edildikleri halde şimdiye kadar hiç bir kâfir onun benzerini hatta benzeri bir sureyi veya ayeti dahi getirememiştir. Sadece bu yönleri bile O’nu mucize yapmaya yeter.

Kur’ân, îcaz ve i’caz da bir doruk noktadır. O geldikten sonra, şairler “Bunun üstüne söz olmaz” deyip şiiri bırakmışlar (Lebid ve Hansa), Ka’benin duvarına asılan muallakat-ı seb’a denilen şiirleri kendi elleriyle indirmişlerdir. O devrin insanının aklına sığıştıramadığı konulardan biri ise, bu mucizevî sözleri ümmî, hayatında kitap okuyup yazmamış birisinin söylemesiydi.

Kur’ân, ne şiirdir ne de düz yazı. Şiirin kurallarına uymaz ama içinden bir kelime değiştirildiği zaman ahengi bozulur. O’nun kendine has bir musikisi vardır. İnsanı anlatılan olayın atmosferine çeker. Sırf bu musiki yüzünden imana gelmiş insanlar vardır.1 - Kelimelerin seçimi : Kur’ân da kelimeler, olaya göre, olayı en iyi şekilde insanın kafasında şekillendirecek şekilde seçilmiştir. Meselâ, inançsızlığın verdiği sıkıntıyı, zorla yukarıya çıkıp bunalma manasını ifade eden”Dayyıkan haracen ke ennemâ yessa’adü” kelimeleriyle anlatan Kur’ân,Yessa’adü kelimesindeki şeddeli ayn harfi ile,havasız kalan bir insanın refleks bir hareketle ağız açışını da karakteristik özelliği ile beraber hissettirmiştir. Öbür taraftan fenni yönden yukarılara çıkıldıkça oksijenin azaldığına da işaret etmiştir.2 – Muhatapları : Bir kitap, bir yazı yazılacağı zaman, onu okuyacak kitlenin seviyesinin göz önüne alınması gerekir. Bir matematik kitabı yazılacaksa, ilkokul, ortaokul, lise, üniversite seviyesi dikkate alınarak yazılır. Kur’ân ise her asra ve her insana hitab edecek şekilde indirilmiştir. 1400 seneden beri her kim okuduysa kendi seviyesine göre onda bir şeyler bulmuştur. Bu zamanda ilim o kadar ilerlediği ve yayıldığı halde, gene herkes onda kendi hayatını tanzim edecek kuralları bulabilmektedir. O’nu kimyacısı, matematikçisi, mühendisi, avamı, uleması, herkes okumaktadır. O, hiç eskimemiştir. 3 - Sıkıntı vermez : Kur’ân, namazda okunur, defalarca hatmedilir ama hiç bir okunuşunda insana sıkıntı vermez. Nice orijinal kitap, şiir ve fikir yazıları zamanla okundukça bıkkınlık vermiş ve bir daha yüzüne bakılmaz olmuştur.4 – Başlı başına bir dil meydana getirmesi : Kur’ân gelmeden önce arapça ileri bir dil olmasına rağmen metafiziğe ve bilime ait medenî bir dilde bulunması lazım olan kelimelerden mahrum bulunuyordu. Arapça’nın bu eksikliği, Kur’ânın inmesinden sonradır ki tamamlandı. Kâfir, eski arapçada toprağını üzerini örten, çiftçi anlamına gelirken, Kur’ân bu kelimeyi hakikatin üzerini örten anlamında kullanmıştır.5 – Hayatın her safhasına hitab etmesi : Şimdiye kadar beşer tarihinde insanın bütün hayatını intizam altına alacak, maddî-manevî, idarî, hukukî, siyasî, iktisadî, dünyevî, uhrevî bütün meselelerden bahseden bir kitabı bir insanın yazması, bütün bu sahalarda ihtisas sahibi olması imkansızdır. Bu da Kur’ânın beşer kelamı olamayacağının isbatıdır.6 – Teşbihlerin mucizeliği : Kur’ân da yer alan benzetmeler arasında sadece değişik coğrafyalarda yaşayan bir insanın bilebileceği, yemyeşil manzaralardan, coşkun akan ırmaklardan, dalgalar halinde kabarmış denizlerden, denizlerin üstündeki kapkara bulutlardan bahsedilmektedir. Açıktır ki hayatında bu manzaraları görmemiş bir insanın bunları tasvir etmesi düşünülemez. Peygamber Efendimiz ise hayatı boyunca çölde yaşamış, bir iki defa gene çöl içinden geçerek Şam tarafına yolculuğu sırasında deniz görmüş bir insandır. O’nun böyle tasvirlerde bulunması düşünülemez.

7

Page 8: ostern programi

7 – Gaybden bahsetmesi : Kur’ân hem geçmiş, hem yakın zaman hem de gelecekteki gaybden haber vermiştir. O zaman için Peygamber Efendimizin bilemeyeceği geçmiş zamandaki ümmetlerin durumlarını anlatmış, geçmişte olan bazı hususi olaylara işaret etmiştir. Bunları ifade ederken de kimi zaman “bunlar olurken sen onların yanında değildin.” gibi ifadeler kullanmıştır.

Peygamber Efendimiz Mekke’de iken ehl-i kitap olan Bizanslılar, mecusî olan Perslere (İranlılara) yenilmişlerdi. O kadar ki Persler, Bizansın içlerine kadar ilerlemişler, ordusunu yok etmişlerdi. Bu durum Mekke’li müşrikleri oldukça sevindirmiş, ve mü’minlere karşı bir koz olarak kullanmaya başlamışlardı. Bunun üzerine Rum suresinin başındaki ayetler indirilmiş ve yakın bir zamanda Bizanslıların galip geleceği bildirilmişti. O zaman müşrikler inanmamışlardı. Ama sonunda Kur’ânın bildirdiği oldu ve 9 sene gibi kısa bir süre sonunda Bizanslılar toparlanarak, İranlıları perişan ettiler.

8 – İlmî ve teknolojik gelişmelerden haber vermesi : Kur’ân bu devirde ancak anlaşılabilen ilmî hakikatlerden ve teknolojik gelişmelerden haber vermiştir. Dünyanın yuvarlaklığı, kainatın genişlemesi, atmosferin koruyuculuğu, parmak izinin herkes için ayrı olması, herşeyin çift yaratılması,dünyanın dönmesi, yukarıya çıkıldıkça oksijenin azalması, elektrik ve trenden haber vermesi …Ayrıca peygamberlerin mucizelerini anlatarak insanlara ilerideki teknolojik gelişmeler için fikir vermektedir.

"Efendimizin (sav) 40 yaşından sonra tebliğ ettiği Kur'an ayetleri karşısında şairlerin ve

hatiplerin aciz kalması.Efendimiz (sav) o zamana kadar ne şiir söylemiş ne de okuyup

yazmıştır.

'Kur'an meydan okumuş : "Eğer kuluma indirdiğimizden bir şüpheniz varsa , haydi onun benzeribir sure getirin."(Bakara 23)

"De ki : Andolsun , eğer bu Kur'an'ın benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplansa da birbirlerine yardımcı olsalar , yine de onun benzerini getiremezler." (İsra 88).Eger bu meydan okumaya cesaretleri ve güçleri olsaydı muhakkak ortaya çıkardı.Kalemle mücadele müfnkün olmadığı için ,kılıçla mücadeleye mecbur oldular.(Ayrıntılı bilgi için 25. Söz ,1 . Şule, 1. Şua, I. Suret)

'Kabe'nin duvarına altın harflerle yazılan yedi en güzel şiir âdetinden Kur'an'ın inmeye başlamasından sonra bizzat müşrikler vazgeçmişler.

23 senede çok farklı olaylar üzerine ve çok farklı şartlarda, türlü türlü haleti ruhiyede inmiş olmasına rağmen bütün arz eder; sanki bir seferde inmiş gibi bir uyum vardır.·Peygamberimiziıı(sav) kendi üslubundan çok farklıdır."Musikisi olağanüstüdür.Prof Muhammed Hamidullah'ın arkadaşının (Avrupalı bir müzisyen) sırf Kur'an'ın musikisinden müslüman olması.(Kur'an'ın Edebi Veche, Safvet Senih)'Gelecekten haber vermesi; `olabilir' degil `olacak' diye bahsetmesi: Mekke'nin fethi, Rumların İranlılara galip gelmesi."Ezberlenmesi kolaydır:Bazı ülkelerde (Sudan) Kur'an'ı ezbedeyen mahpuslan serbest bırakıyorlar.Hristiyan mahpuslara da İncil'I ezberleyenleri serbest bırakma kanunu var.Ama bir çok müslüman bu sayede hapisten kurtulduğu halde hristiyanlardan kurtuılan olmaması dikkat çekmiş.

·İlmi hakikatler:

-Dunya'nın yuvarlaklığı 'Bundan sonra yumurta gibi yayıp döşedi."

-Kainatın genişlemesi "Göğü biz yarattık ve onu genişletiyoruz'·

-Atmosferin koruyuculuğu "Biz gökyüzünü de korunmuş bir tavan yaptık"(Enbiya 32) -Parmak uçlarının hususiyeti: "Evet, biz onun parmak uçlarını da derleyip iade etmeye kadiriz." (Kıyamet4)

-Her şeyin çift yaratılması

8

Page 9: ostern programi

-Elektrik: "Allah göklerin ve yerin nurudur. O'nun nurunun misali ,bir Iamba yuvası gibidir ki, onda bir kandil vardır. Kandil de cam fanus içindedir. Cam fanus ise, inci gibi parlayan bir yıldıza benzer ki, ne doğuya ne de batıya ait olmayan mübarek bir ağacın yakıtından tutuşturulur. Onun yakıtı, kendisine ateş dokunmasa bile ışık verecek kabiliyettedir. O nur üstüne nurdur. Allah dilediğinde nuruna kavuşturur." (Nur-35)

-Kur'an'ın teknolojik gelişmelerde insanoğluna hedef göstermesi. ufkunu açması: 20.Söz 2.Makam

Faydalanılabilecek Kaynaklar :

25. Söz20. Söz26 Mektub 4. Mebhas, Sekizinci Mesele, Kur’ân’ın gerçek bir meâli olabilir mi?İman Dünyası, İshak Halisİnancın Gölgesinde 2Kur’ân ve İlimler, Safvet SenihKur’ânda Edebî VecheKur’ân, İncil, Kitâb-ı Mukaddes ve Bilim, Maurice BucailleRisale-i Nur’da Kur’ân Mucizesi, Dr. Mehmet KileciKur’ân’ın Altın İkliminde SerisiDüşünce Kaymaları

Kur'an'ın tercümesi olur mu?

-Elmalılı Tefsiri , Mukaddime , Cilt-1

-Fatiha Üzerine Mülahazalar , İIgili Bahis ·

Kur'an'ın yakılması iddiaları:

-Düşünce Kaymaları , İlgili Bahis.

9

Page 10: ostern programi

~

RİSALE-İ NUR'U ANLAMAK

Risale~i Nur'u yeni tanıyanların haklı bir

şikayetleri var. Risaleleri okurken anlamakta

zorluk çektiklerini belirtiyorlar. Doğrudur,

anlamak için biraz gayret etmek gerekir.

Anlamayı zorlaştıran iki sebep vardır:

Birincisi;bu eserlerde işlenen konulardan

kaynaklanmaktadır. Bir hikaye veya romanı

anlamak kolaydır: Ancak ilmi bir eseri

anlayabilmek zordur tabii belirli bir çalışmayı

gerektirir. Anlamayı zorlaştıran ikinci sebep, dil

problemidir. Cumhuriyetle birlikte, milletimizi

eski kültüründen koparmak için devlet eliyle

başlatılan "dil devrimi", yeni nesillerin bu tür

kitapları anlamasını zorlaştırmıştır.

Birinci sebebi ortadan kaldırmak mümkün

değildir. Bu eserler, Kur'an'ın tefsiri olduğu için

çok mühim ve zor konuları işlemektedir. İkinci

sebebi yok etmek için ortaya atılan

°sadeleştirme"de çıkar yol olamaz. Çünkü,

Risalelerdeki kelimelerin çoğu ıstılahtır. Her ilim

dalının olduğu gibi , bu eserlerin de kendine has

terimleri vardır: 'Tesbih,

tahmid, esma-i hüsna, İsm-i azam"gibi binlerce

kelimenin tam Türkçe karşılıkları yoktur. O

halde çare nedir?

Çare; planlı, yavaş yavaş ilerleyen bir gayret içine

girmektir. Bu eserleri okumak, bir kelam ve tefsir

fakültesi tahsili görmek gibidir: Nası1 ki tıp

fakültesinde okuyan bir öğrenci"hematoloji,

endikasyon, antihistaminik," gibi binlerce

Latince kelimeyi öğrenmek zorundadır. Kaldı ki,

Risalelerdeki kelimeler bunlara nazaran çok

daha kolay öğrenilir.

Okumaya yeni başlayanların , eserleri iyi

anlayanlarla birlikte okumaya başlaması çok

faydalı olur.

Tek başına okuyamaya başlayanlar ise belirli bir

sıra takip etmelidir. Sözler'in sonundaki

`Konferans, bölümü,ilk sekiz Söz ve

Ondokuzuncu mektup nispeten daha kolay

olduğundan bunlarla başlanmasındâ yarar vardır. Bu

eserlerde iman ve ibadetle ilgili konular işlendiğinden,

okuması da bir nevi zikirdir, sevaptır: Dünyevi

hayatımız için ne zorluklara katlanıyoruz; Yabancı bir

dil öğrenmek için, kurslara gidip, yıllarca zaman,

milyonlarca lira harcıyoruz. Ebedi hayatımızı

kazandıracak bu eseri anlamak için de biraz gayret

göstermeyi çok görmemeliyiz. O gayret dahi ilmi bir

çalışma olduğu için ibadettir. Çünkü ilim öğrenmek

farzdır.

Aslında bu eserlerdeki bölümler birbirini izah'

etmekte, adeta kendi kendisinîn tefsiri

olmaktadır.

Burada Üstad'ın gençliğinde yaşadığı bir hadîse hatıra

geliyor. Bilirsiniz

Lügatler müracaat kitaplarıdır. Ama, Üstad

gençliğinde Kamus-u Okyanus adlı meşhur

ansiklopedik lügatı "Sin" harfine kadar ezberlemiştir.

Sebebî sorulduğunda şöyle der:"Kamus, her kelimenin

kaç manaya geldiğini yazıyor; :ben de bunun aksîne

olarak her manaya kaç-kelimenin kullanıldığını

gösteren bir kamus vücuda getirmek merakına düştüm.

O'nun eserleri arasında böyle bir lügat yoktur. Ancak

Risale-i Nur'u okuyanlar böyle bir lügatın bu altı bin

sayfalık muazzam tefsirin arasında gizli olduğunu

müşahede ederler.

Sözler üzerinde yaptığımız bir araştırma, Risalelerin

aynı zamanda bir `dil öğretmeni' olduğunu ve

sadeleştirme isteklerine gerekçe gösteren-delillerin

zayıflığını da gösterir: `

İşte size,yüzlerce örnekten birkaçı:

"O sultana muhatap ve halil ve dost ol!" '

"Her şeyde maslahat ve faidelere riayet etmesidir"

"Onu bütün hakaikına temel taşı ve üssü-l esas

yapıyor"

"Hem kendi marifetini izhar edip göstersin"

Örneklerden de anlaşıldığı üzere,Risaleler ile Arapça

ve Farsça olan kelimelerin arkasından Türkçesi. Zikr

edilmekte ve bu kelimeler öğretilmektedir.

Risale-i Nur'u anlamanın zorluğu sadece diI

probleminde düğümleniyor değil. Asıl mesele,10

Page 11: ostern programi

bu eserlerdeki yüksek derin ve çok şümullü hakikatlerin çok veciz bir şekilde

anlatılmasındandır. Bu bakımdan, Arapça ve Farsça eğitimi görmüş, eski kelimelere aşinalığı

olanların bile anlayamamaktan şikayet ettiği görülmüştür. Her şeyi kendi derecesine göre

değerlendirmek gerekir. İlmi bir eserin anlaşılmasında birtakım zorlukların bulunması tabiidir.

Zaten, üniversitelerde ders kitabı olarak okutulacak derecede ilmi zenginliği olan bu tefsiri

hemen anlayamamaktan dolayı üzülmek, ümitsizliğe kapılmak yersizdir. Bu eserleri hakkıyla

anlayabilmek için yapılacak ilk şey, bu eserlere şiddetle muhtaç olduğunu bilmek, onları sevmek

ve anlamayı kesin bir şekilde istemektir. İhtiyaç, sevgi ve istek, insanları öğrenmeye iten en

büyük etkenlerdir. Bu eserleri anlamak, sabırla devam edilecek yorucu bir meşguliyet ister. Ve

bu meşguliyet, iman ve Kur'an dersi olduğu için tatlı, zevkli, mes'ud bir faaliyettir. Devamlılık

çok mühimdir. Her gün on sayfa okuyan kişi,yılda 4 bin sayfa okumuş olur ki, bu neredeyse

bütün eserleri bir defa okumak demektir. Şurası çok mühimdir: Bu eserlerdeki kelimeler, kısa

ve sıradan anlamları bulunan kelimeler değildir. Çoğu,tamlama ve terimlerdir. Yani, izafet ve

ıstılahtır. Bunlar ise, derin ilmi mevzuların anahtarlarıdır. Bu bakımdan öğrenilen bilgilerin

büyüklüğü ve ehemmiyeti hiç akıldan çıkarılmamalıdır. Üstad, Risaleleri dikkat ve tefekkürle okumamızı istemektedir. Bir Risaleyi okurken, kendi yazdığı halde,"Bu eseri hiç bu kadar

anlamamıştım, sanki ilk defa görüyor gibiyim." demiştir. Yine O, her okuyanın mutlaka

hissedar olacağını belirterek, bir bahçeye giren kişilerin, boylarının yüksekliği derecesinde

meyvelerden istifade edebileceğini, Risaleyi okuyanların da , kendi akıl ve ilim derecesine göre

faydalanabileceğini vurgulamıştır. Yine bir keresinde, talebesine; “Ben, bu hakikatleri yiyorum,

siz bir kokucuk dahi alsanız yeter.” Diyerek iman ilminden edilecek istifadenin hiç

küçümsenmemesi gerektiğini belirtmiştir. Yine Onuncu sözde: Neden şu sözü tam

anlayamıyoruz?” denmemesini, İbn-i Sina gibi bir dahinin bile:”Haşir, nakli bir meseledir, akıl

bu yolda gidemez” dediğini belirtmiş, ne kadar istifade edilirse kâr olduğunu ve imanımızın

kurtulmasına yeteceğini söylemiştir.

Said’in şahsının ehemmiyeti yoktur ki sohbetine arzu edilsin. Üstadınız olan Said ise, herbir risaleyi açtıkça onunla sohbet edersiniz. Ahiret kardeşiniz olan Said ise, her sabah-akşam dergâh-ı ilahi’de dua vasıtasıyla sizinle beraberdir.

Teheccüd: Karanlık gecelerin aydınlatıcı feneridir:

Gecelerini teheccüd feneriyle gündüz gibi aydınlatmış olanlar, berzah hayatlarını da aydınlatmış sayılırlar. Teheccüd, berzah karanlığına karşı bir zırh, bir silah, bir meş’ale ve kişiyi berzah azabından koruyan bir emniyet yamacıdır. Her namaz, insanın öbür âlemdeki hayatına ait bir parçayı aydınlatmayı tekeffül etmiştir; teheccüd ise, ötelerin zâdı, zahiresi, azığı ve aydınlatıcısıdır. Kur’ân’da birkaç yerde teheccüde işaret edilmiştir. (İsrâ, 17/79;Secde, 32/16; İnsan, 76/26) İki rek’at kılınabileceği gibi, sekiz rek’at da kılınabilir. Buhari ve Müslim’in rivayetine göre, İbn Ömer, rüyâsında iki dehşetli kimsenin gelip, kollarından tutarak kendisini

11

Page 12: ostern programi

derin, alevli bir kuyunun başına getirdiklerini ve atacaklar diye korkunca da: “Korkma, senin için endişe yok” dediklerini Efendimiz’e anlatır. Allah Resûlü, “İbn Ömer ne güzel insandır; keşke, teheccüd namazını da kılsa” şeklinde tabir ve tevcihde bulunurlar.. Allah, böylece rüyâsında İbn-i Ömer’e Cehennem’e ait bir berzah levhasını göstermiş ve bir eksiğini hatırlatıp, Efendimiz’in tavsiyeleriyle o eksiğin kapatılmasını sağlamıştır.

Ülfetin dağılmasında, kalblerin yumuşamasında ve şeytanların, günahların tesirlerinden korunmada, Allah korkusu, Allah haşyeti ve muhabbetinden gecenin zülüfleri üzerine bırakılan bir kaç damla gözyaşı ve herkesin uyuduğu saatlerde uyumayan gözlerle eda edilen zikirler, tesbihler, kılınan namazlar ve mütalâa edilen derslerin kalblere ne kazandırdığı, ancak tatbikatla ve tadıp bilmekle anlaşılır. Geceleri aydın olan insanların, gündüzleri hiç aydın olmaz mı?

TESBİHAT

Namazlardan sonra yapılan tesbihatın ehemmiyeti bir çok Hadis-i Şerifte ifade edilmiştir. Yine Efendimiz pek çok hadislerinde, namaz sonlarında okunacak tesbihat ve duaları bildirmiş, bizlere de bunları yapmamızı tavsiye etmiştir. Bizim tesbihatımız, Efendimiz(s.a.v)’in bildirdiği, geçmiş asırlardaki maneviyat büyüklerinin evliyaların, kutupların okuduğu tesbih, dua ve salavatlardan derlenmiştir. Bu tesbihatta, camilerde okunana ilaveten, hadisce tavsiye edilen istisna duaları, salavatlar bulunmakta, Cenab-ı Hakka Esma-i Hüsnası ve İsm-i Azamı ile dua edilmektedir. Bu tesbihatı okuyan ve hazını alan mü’min, Efendimizin(s.a.v) resiliğinde milyonlarca müslüman muazzam bir zikir halkası etrafında toplandığını ve bu mübarek kelimeleri söyleyip dua ettiğini hisseder. “Namazdan sonraki tesbihatlar tarikat-ı Muhammediyedir,(a.s.m.) ve Velayet-i Ahmediyyenin bir evradıdır. O noktadan, ehemmiyeti büyüktür.”Nasıl ki Risalede inkilap eden Velayet-i Ahmediyye(a.s.m.) bütün velayetin üstündedir. O velayet-i kübranın evradı olan tesbihat, o derece sair tarikatlarin ve evradların fevkındedir. Tesbihatı terketmemek gerekir. Eğer hemen namaz sonrasında müsait olamazsak mutlaka kazasını yapmalıyız. Bu açıdan tesbihatı ezbere bilmek çok önemlidir. Her zaman yapabilirsiniz. Ama ilk namazlarda ezberleyemediğiniz kısımları, ufak bir fotokopi halinde yanınızda taşıyıp namaz sonrasında oradan bakarak yapabilirsiniz. Zamanla ezberleyip, terketmemeye çalışmalısınız. Tesbihatı sesli yapmanın sebebi, bilmeyenlerin kulak aşinalığı kazanmasını sağlamak, onların da katılabilmesine olanak tanımak ve manevi havayı daha iyi hissetmek içindir. Şart değildir. Kim günde yüz defa “La ilahe illallahü vahdehü la şerike lehül mülkü ve lehül hamdü ve hüve ala külli şey’in kadir” derse on tane köleyi hürriyetine kavuşturmuş kadar sevap kazanır. Kendisine yüz iyilik sevabı yazılır, yüz günahı affedilir. Bu zikri ertesi güne kadar kendisini şeytandan korur. Bunu daha fazla yapanların dışında hiç kimse bundan daha üstün bir iş yapmış olamaz. “Allahın 99 ismi vardır. Kim bunları manalarını bilerek ve idrak ederek sayarsa Cennet’e gider.”“Akşam namazından dödüğün zaman, yedi defa ‘Allahım, beni Cehenneminden koru’ de. Eğer bunu söyledikten sonra o gece ölecek olursan, cehennemden kurtuluşun kesinleşir. Sabah namazını kıldığın zaman da, namazdan sonra aynı duayı yap. Eğer bu duayı yaprığın gün ölürsen, cehennemden kurtuluşun kesindir.” Ebu Davud

12

Page 13: ostern programi

“Kim sabah namazının peşinde, henüz dizüstü oturduğu sırada hiçbir şey konuşmadan önce on defa “La ilahe illallahü vahdehü la şerike lehül mülkü ve lehül hamdü yuhyi ve yumitu ve hüve ala külli şey’in kadir” derse kendisine on sevap yazılır, on günahı silinir ve manevi makamı on derece yükseltilir. Bunu yaptığı gün her türlü kötülükten ve şeytandan korunmuş olur. Şirkin dışında, o gün işlemiş olduğu bütün günahları affedilir.”Resulullaha(a.s.m.) “Hangi dualar en çok kabul edilmeye layıktır.” soruldu. O da “Gece yarısından sonra ve farz namazların sonunda yapılan dualar” buyurdu. “En çok kabul edilen dua, birinin diğeri hakkında gıyaben yaptığı duadır.”

Tesbihat

Salat-ı Tüncina:Allah’ım! Efendimiz Muhammed’e Efendimiz Muhammed’in Âl-i Beytine öyle bir salât ve rahmet eyle ki, onunla bizi bütün korku ve afetlerden kurtar, bütün ihtiyaçlarımızı yerine getir, bütün kötülüklerden bizi temizle, katındaki derecelerin en yücesine yükselt, gerek hayatta ve gerek öldükten sonra bütün hayırların en yüksek gayesine ulaştır. Duamızı kabul eyle, ey dualara cevap veren! Hamd, alemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.

Allahümme inna nükaddimu...Allah’ım! Her nefes alıp vermede, her bakışta, her anda semavat ve yer ehlinin her göz açıp kapamalarında, Sana şu şehadeti takdim ediyoruz: Şehadet ederim ki...

La ilahe illallahu...(ve ileyhil masir)Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. O tekdir. Ortağı yoktur. Mülk O’nundur, hamd O’na mahsustur. O diriltir ve öldürür. O ölmeyen Diri’dir. Hayır onun elindedir. Onun herşeye gücü yeter. (ve dönüş O’nadır.)

Ecirnâ:Allah’ım, bizi Cehennemden muhafaza eyle!Allah’ım, bizi bütün ateşlerden muhafaza eyle!Allah’ım, bizi dini ve dünyevi fitneden muhafaza eyle!Allah’ım, bizi ahir zaman fitnesinden muhafaza eyle!Allah’ım, bizi Mesih-i Deccal ve Süfyan’ın fitnesinden muhafaza eyle!Allah’ım, bizi sapıklıklardan, bid’alardan ve belalardan muhafaza eyle!Allah’ım, bizi kötülükleri şiddetle emreden nefsin şerrinden muhafaza eyle!Allah’ım, bizi firavunlaşmış nefs-i emmarelerin şerlerinden muhafaza eyle!Allah’ım, bizi kötü kadınların şerrinden muhafaza eyle!Allah’ım, bizi kötü kadınların belasından muhafaza eyle!Allah’ım, bizi kötü kadınların fitnesinden muhafaza eyle!Allah’ım, bizi kabir azabından muhafaza eyle!Allah’ım, bizi Kıyamet Günü’nün azabından muhafaza eyle!Allah’ım, bizi Cehennem azabından muhafaza eyle!Allah’ım, bizi kahrının ateşinden muhafaza eyle!Allah’ım, bizi kabir ve ateşlerin azabından muhafaza eyle!Allah’ım, bizi gösterişten ve işitsinler diye amel etmekten, kendini beğenmekten ve övünmekten muhafaza eyle!Allah’ım, bizi din düşmanlarının tecavüzünden muhafaza eyle!Allah’ım, bizi münafıkların şerrinden muhafaza eyle!

13

Page 14: ostern programi

Allah’ım, bizi fasıkların fitnesinden muhafaza eyle!Allah’ım, bizi anne babamızı, iman ve Kur’an hizmetindeki Sadık Nur Talebelerini, mü’min ve muhlis dostlarımızı, akrabalarımızı ve ecdadımızı Cehennem’den muhafaza eyle!

Affınla muamele eyle, ey kurtaran Mucir! Fazlınla muamele eyle, ey bütün günahları bağışlayan Gaffar! Allah’ım, bizi iyilerle beraber Cennet’e idhal eyle! Allah’ım, bizi iyilerle beraber Cennet’e girdir! Allah’ım, bizi üstadımızı, anne babamızı Sadık Nur Talebelerini, erkek ve kız kardeşlerimizi, akrabalarımızı, ecdadımızı, iman ve Kur’an hizmetindeki muhlis mü’min dostlarımızı, Seçkin Peygamberimizin şefaatiyle, iyilerle beraber Cennet’e ithal eyle! Gece ve gündüz devam ettikçe onlara selam eyle. Dualarımızı kabul eyle. Alemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun,

Fa’lem...(la ilahe illallah)Şunu muhakkak bil ki (Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur.)

Muhammedenresulullahi...Muhammed Allah’ın resuludür. Allah Teala ona salat ve selam eylesin.

La ilahe illallahül el Melikül....Melik, Hak ve Mübin olan Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. Vaadinde sadık ve emin olan Muhammed (a.s.m) Allah’ın resuludür.

Bismillah....Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla.

İnnallahe ve melaiketehu...Muhakkak ki, Peygamber’e Allah rahmet eder, meleklerde dua eder. Ey iman edenler, siz de ona teslimiyetle salat ve selam getirin. Emrin başımız üstüne Allah’ım.

Allahümme salli ala...(kesiran kesira)Allah’ım, Efendimiz Muhammed (a.s.m)’a ve Efendimiz Muhammed (a.s.m)’in âline, bütün

hastalıklar ve devalar adedince salat, bereket ve selam ihsan eyle.

Salli ve sellim...Ya Rabbi! Sevgili Muhammed (a.s.m)’a ve bütün peygamber ve resullere, herbirisinin al ve ashabında salat ve selam eyle! Duamızı kabul buyur! Alemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun!

Elfü elfi...Milyon kere selam olsun sana, ey Allah’ın resulü,Milyon kere selam olsun sana, ey Allah’ın sevgilisi,Milyon kere selam olsun sana, ey vahyin emini.

Allahümme salli...Allah’ım, Efendimiz Muhammed (a.s.m), onun Âl ve Ashabına, ağaçların yaprakları, denizlerin dalgaları, yağmurların damlaları sayısınca salat, selam ve bereket ihsan eyle. Bizi mağfiret eyle, bize merhamet et. Bize, Üstadımıza, anne babamıza ve Sadık Risale-i Nur

14

Page 15: ostern programi

Talebelerine, Ey Allah’ımız, bu salavatlardan herbirinin hürmetine lutfeyle! Allah’tan başka hiçbir ilah olmadığına şehadet ederim ve yine Muhammed (a.s.m)’ın Allah’ın resulü olduğuna şehadette bulunurum. Allah ona salat ve selam etsin.

Sübhaneke ya (Allah) taaleyte ya (Rahman), ecirna minennar biafvike ya Rahman.Münezzehsin, ey bütün kemal sıfatlarla muttasıf olan Allah! Yücesin, ey dünyada mü’min kafir ayırt etmeden rızıklandıran Rahman! Affınla bizi Cehennemden kurtar, ya Rahman!

Sübhaneke ahiyyen...: Seni bütün kusur ve noksan sıfatlardan tenzih ediyorum, ey çok merhamet eden Hannan ve nimeti bol olan Mennan! Senden başka ilah yok! Bizi, üstadımızı, anne babamızı, erkek ve kız kardeşlerimizi, Risale-i Nur Talebelerini, arkadaşlarımızı, akrabalarımızı, halis dostlarımızı...

:Cehennemden ve bütün ateşlerden kurtar. Bizleri, nefsin ve şeytanın şerrinden, cin ve insanın şerrinden, bid’aların, sapıklıkların, dinsizliğin ve azgınlığın şerrinden muhafaza eyle!

: Affınla muamele eyle, ey koruyan Mucir! Fazl ve ihsanınla olsun, ey günahları çok bağışlayan Gaffar! Rahmetinle olsun, ey merhamet edenlerin en merhametlisi! Allah’ım bizleri, Seçkin peygamberinin şefaatiyle, iyilerle beraber Cennete idhal eyle. Duamızı kabul et. Hamd Alemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.

Esma-i Hüsna

Allah: Uluhiyyete mahsus sıfatların hepsini kendinde toplamış bulunan Zat-ı Vacibül

Vücuda dalalet eden isimdir ve sayılan isimlerin içinde ismi-i A’zamdır.Er-Rahman: Ezelde bütün yaratılmışlar hakkında hayır ve rahmet irade buyuran,

sevdiğini, sevmediğini ayırt etmeyerek tekmil mahlukatını sayısız nimetlerle müstağrak kılan.

Er-Rahim: Pek ziyade merhamet edici, verdiği nimetleri iyi kullananları

daha büyük ve ebedi nimetleri vermek suretiyle mükafatlandırıcı

El-Melik: Bütün kainatın sahibi, aslen ve mutlak surette hükümdarı

El-Kuddus: Hatadan, gafletten, aczden her türlü eksiklikten çok uzak ve pek temiz

Es-Selam: Her çeşit arıza ve hadiselerden salim kalan, her türlü tehlikelerden kullarını

selamete çıkaran, Cennetteki bahtiyar kullarına selam edenEl-Mü’min: Gönüllerde iman ışığını uyandıran, kendine sığınanlara aman verip onları

koruyan, rahatlandıran.El-Müheymin: Gözetici ve koruyucu

15

Page 16: ostern programi

El-Aziz: Mağlup edilmesi mümkün olmayan galib

El-Cebbar: Kırılanları onaran, eksikleri tamamlayan, dilediğini zorla yaptırmaya

muktedir olanEl-Mütekebbir: Her şeyde ve her hadisede büyüklüğünü gösteren

El-Halık: Her şeyin varlığını ve varlığı boyunca görüp geçireceği halleri, hadiseleri

tayin ve tesbit eden ve ona göre yaratan, yoktan var eden.El-Bari: Eşyayı ve her şey aza ve cihazını birbirine uygun ve mülayim bir halde

yaratanEl-Musavvir: Tasvir eden, her şeye bir şekil ve hususiyet veren

El-Ğaffar: Mağfireti pek çok

El-Kahhar: Herşeye, her istediğini yapacak surette galip ve hakim

El-Vehhab: Çeşit çeşit nimetleri daima bağışlayıp duran

Er-Rezzak: Yaratılmışlara faydalanacakları şeyleri ihsan eden

El-Fettah: Her türlü müşkülleri açan ve kolaylaştıran

El-Alim: Her şeyi çok iyi bilen

El-Kabıd: Sıkan, daraltan

El-Basit: Açan, genişleten

El-Hafid: Yukarıdan aşağıya indiren, alçaltan

El-Rafi: Yukarı kaldıran, yükselten

El-Muiz: İzzet veren, ağırlayan

El-Muzill: Zillete düşüren, hor ve hakir eden

Es-Semi: İyi işiten

El-Basir: İyi gören

El-Hakem: Hükmeden, hakkı yerine getiren

El-Adl: Çok adaletli

El-Latif: En ince işlerin bütün inceliklerini bilen, nasıl yapıldığına nüfuz edilemeyen,

en ince şeyleri yapan, ince ve sezilmez yollardan kullarına çeşitli faydaları ulaştıranEl-Habir: Her şeyin iç yüzünden, gizli taraflarından haberdar

El-Halim: Hilmi çok

El-Azim: Pek azametli

El-Gafur: Mağfireti çok

16

Page 17: ostern programi

Eş-Şekur: Kendi rızası için yapılan iyi işleri daha ziyadesiyle karşılayan

El-Aliy: Pek yüksek

El-Kebir: Pek büyük

El-Hafiz: Yapılan işleri bütün tafsilatıyla tutan, her şeyi, belli vaktine kadar afet ve

beladan saklayanEl-Mukit: Her yaratılmışın rızığını veren

El-Hasib: Muhasib: herkesin hayatı boyunca yapıp ettiklerini bütün tafsilat ve

teferruatıyla hesabını iyi bilenEl-Celil: Celalet ve ululuk sahibi

El-Kerim: Keremi bol

Er-Rakib: Bütün varlık üzerinde gözcü, bütün işleri mürakabesi altında bulunan

El-Mucib: Kendine yalvaranların istediklerini veren

El-Vasi: Geniş ve müsaadekar

El-Hakim: Buyrukları ve bütün işlerinin hikmetleri bulunan

El-Vedud: İyi kullarını seven, onları rahmet ve rızasına erdiren yahut sevilmeye ve

dostluğu kazanılmaya biricik layık olanEl-Mecid: Şanı büyük ve yüksek

El-Bais: Ölüleri diriltip kabirlerinden çıkaran

Eş-Şehid: Her zamanda ve her yerde hazır ve nazır

El-Hak: Varlığı hiç değişmeden duran

El-Vekil: İşlerini yoluyla kendisine bırakanların işini düzeltip, onları

yapabileceğinden daha iyisini temin edenEl-Kaviy: Pek güçlü

El-Metin: Çok sağlam

El-Veliy: İyi kullarına dost

El-Hamid: Ancak kendisine hamd-ü sena olunan, bütün varlığın diliyle biricik öğülen

El-Muhsi: Namütenahi de olsa, binbir şeyin sayısını bilen

El-Mubdi: Mahlukatı maddesiz ve örneksiz olarak ilk baştan yaratan

El-Muid: Yaratılmışları yok ettikten sonra tekrar yaratan

El-Muhyi: Çok bağışlayan, sağlık veren

El-Mumit: Canlı bir mahlukun ölümünü yaratan

El-Hay: Diri, her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten

El-Kayyum: Gökleri, yeri ve herşeyi tutan

17

Page 18: ostern programi

El-Vacid: İstediğini istediği vakit bulan

El-Macid: Kadr-ü şanı büyük, kerem ve semehati bol

El-Vahid: Tek-Zatında, sıfatlarında, işlerinde, isimlerinde, hükümlerinde asla şeriki-

ortağı ve nazırı-benzeri-dengi bulunmayanEs-Samed: Hacetlerin bitirilmesi, ızdırapların giderilmesi için tek merci

El-Kâdir: İstediğini istediği gibi yapmaya gücü yeten

El-Muktedir: Kuvvet ve kudret sahipleri üzerinde istediği gibi tasarruf eden

El-Mukaddim: İstediğini ileri geçiren, öne alan

El-Muahhir: İstediğini geri koyan, arkaya bırakan

El-Evvel: İlk

El-Ahir: Son

Ez-Zahir: Aşikar

El-Batın: Gizli

El-Vali: Bu muazzam kainatı ve her an olup biten hadisatı tek başına tedbir ve idare

edenEl-Müteal: Yaratılmışlar hakkında aklın mümküm gördüğü her şeyden, her hal ve

tavırdan pek yüceEl-Berr: Kulları hakkında müsaid bulunan-iyiliği ve bahşişi çok olan

Et-Tevvab: Tevbeleri kabul eden, günahları bağışlayan

El-Müntekım: Suçları adaleti ile müstehık oldukları cezaya çarpan

El-Afuv: Afvı çok

Er-Rauf: Pek re’fetli

Malikül-Mülk: Mülkün ebedi sahibi

Zül-Celal-iVe’l İkram: Hem büyüklük sahibi, hem fazl-ı kerem sahibi

El-Muksit: Bütün işlerini denk ve birbirine uygun ve yerli yerinde yapan

El-Cami: İstediğini istediği zaman, istediği yerde toplayan

El-Ğaniy: Çok zengin ve her şeyden müstağni

El-Muğni: İstediğini zengin eden

El-Mani: Bir şeyin meydana gelmesine müsaade etmeyen

Ed-Darr: Elem ve sıkıntı verici şeyleri yaratan

En-Nafi: Hayr ve menfaat verici şeyler yaratan

En-Nur: Alemleri nurlandıran, istediği simalara, zihinlere ve gönüllere nur yağdıran

El-Hadi: Hidayet lutfeden, istediği kulunu hayırlı ve karlı yollara muvaffak kılan,

muradına erdirenEl-Bedi: Örneksiz, misalsiz, acib ve hayret verici alemler icad eden

18

Page 19: ostern programi

El-Baki: Varlığının sonu olmayan

El-Varis: Servetlerin geçici sahipleri elleri boş olarak yokluğa döndükten sonra,

varlığa devam eden, servetlerin hakiki sahibi

Er-Raşid: Bütün işleri ezeli takdirine göre yönetip dosdoğru ve bir nizam ve hikmet

üzere akibetine ulaştıranEs-Sabur: Çok sabırlı

©

KAMP DUVAR YAZILARI• BENİ KAMPIN YAĞMURLARINDA YIKASINLAR…

1.GÜNÜN 1.NURU:

ONDOKUZUNCU SÖZ( RİSÂLET-İ AHMEDİYE'YE DAİRDİR )

Evet şu söz güzeldir. Fakat onu güzelleştiren, güzellerin güzeli olan evsaf-ı Muhammediyedir."ONDÖRT REŞEHAT"ı tâzammun eden Ondördüncü Lem'anın

BİRİNCİ REŞHASI: Rabbimizi bize târif eden üç büyük, küllî muarrif var. Birisi: Şu kitab-ı kâinattır ki, bir nebze şehadetini onüç lem'a ile arabî Nur Risalesinden Onüçüncü dersten işittik. Birisi: Şu kitab-ı kebirin âyet-i kübrâsı olan Hâtem-ül Enbiya Aleyhissalâtü Vesselâm'dır. Birisi de Kur'an-ı Azîmüşşan'dır. Şimdi şu ikinci bürhân-ı nâtıkî olan Hâtem-ül Enbiya Aleyhissalâtü Vesselâm'ı tanımalıyız, dinlemeliyiz.

Evet, o bürhânın şahs-ı mânevîsine bak: Sath-ı Arz bir mescid, Mekke bir mihrab, Medine bir minber... O bürhân-ı bâhir olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ehl-i îmânâ imam, bütün insanlara hatib, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkeb bir halka-i zikrin serzâkiri... Bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya taravettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki; herbir dâvasını, mu'cizâtlarına istinad eden bütün enbiya ve kerametlerine itimad eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar. Zira o, der, dâva eder. Bütün sağ ve sol, yâni mâzi ve müstakbel taraflarında saf tutan o nuranî zâkirler, aynı kelimeyi tekrar ederek, icmâ' ile mânen "Sadakte ve bil-hakkı natakte" derler. Hangi vehmin haddi var ki, böyle hesabsız imzalarla teyid edilen bir müddeaya parmak karıştırsın.

İKİNCİ REŞHA: O nûrânî bürhân-ı tevhid, nasılki iki cenahın icmâ' ve tevatürüyle teyid ediliyor. Öyle de, Tevrat ve İncil gibi Kütüb-ü Semâviyenin (Haşiye) yüzler işaratı ve irhasatın binler rumuzatı ve hâtiflerin meşhur beşâratı ve kâhinlerin mütevâtir şehâdâtı ve şakk-ı Kamer gibi binler mu'cizâtının delâlâtı ve şeriatın hakkaniyeti ile teyid ve tasdik ettikleri gibi, zâtında gâyet Kemâldeki ahlâk-ı hamîdesini ve vazifesinde nihayet hüsnündeki secâya-yı galiyesini ve kemâl-i emniyetini ve kuvvet-i îmânını ve gâyet itminanını ve nihayet vüsûkunu gösteren fevkalâde takvâsı, fevkalâde ubûdiyeti, fevkalâde ciddiyeti, fevkalâde metâneti; dâvâsında nihayet derecede sâdık olduğunu güneş gibi âşikâre gösteriyor.

_____________________(Haşiye): Hüseyin-i Cisrî "Risale-i Hamîdiye"sinde yüzondört işârâtı, o kitablardan çıkarmıştır. Tahriften sonra bu kadar bulunsa, elbette daha evvel çok tasrihat varmış.

ÜÇÜNCÜ REŞHA: Eğer istersen gel Asr-ı Saadet'e, Ceziret-ül Arab'a gideriz. Hayâlen olsun onu vazife başında görüp ziyaret ederiz. İşte bak: Hüsn-ü sîret ve cemâl-i sûret ile mümtaz bir zâtı

19

Page 20: ostern programi

görüyoruz ki; elinde mu'ciznümâ bir kitab, lisanında hakaik-âşina bir hitab, bütün benî-Âdeme, belki cin ve inse ve meleğe, belki bütün mevcûdata karşı bir hutbe-i ezeliyeyi tebliğ ediyor. Sırr-ı hilkat-ı âlem olan muamma-i acîbânesini hal ve şerh edip ve sırr-ı kâinat olan tılsım-ı muğlâkını fetih ve keşfederek, bütün mevcûdâttan sorulan, bütün ukûlü hayret içinde meşgul eden üç müşkil ve müdhiş sual-i azîm olan "Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?" suallerine mukni, makbul cevab verir.

YEDİNCİ REŞHA: İşte bak: Şu cezire-i vasiâda vahşî ve âdetlerine mutaassıb ve inadçı muhtelif akvamı, ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-i vahşiyânelerini def'aten kal' ve ref' ederek bütün ahlâk-ı hasene ile techiz edip bütün âleme muallim ve medenî ümeme üstad eyledi. Bak! Değil zâhirî bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri fetih ve teshir ediyor. Mahbûb-u kulûb, muallim-i ukûl, mürebbi-i nüfûs, sultan-ı ervah oldu.

SEKİZİNCİ REŞHA: Bilirsin ki, sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimde büyük bir hâkim, büyük bir himmetle ancak daimî kaldırabilir. Halbuki bak bu zât, büyük ve çok âdetleri; hem inadçı, mutaassıb büyük kavimlerden, zâhirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref'edip yerlerine öyle secayâ-yı âliyeyi ki, dem ve damarlarına karışmış derecede sâbit olarak vaz' ve tesbit eyliyor. Bunun gibi daha pek çok hârika icraatı yapıyor. İşte şu Asr-ı Saadeti görmeyenlere, Ceziret-ül Arab'ı gözlerine sokuyoruz. Haydi yüzer feylesofu alsınlar, oraya gitsinler. Yüz sene çalışsınlar. O Zâtın, o zamânâ nisbeten bir senede yaptığının yüzden birisini acaba yapabilirler mi?

DOKUZUNCU REŞHA: Hem bilirsin: Küçük bir adam, küçük bir haysiyetle, küçük bir Cemâatte, küçük bir mes'elede, münazaralı bir dâvâda hicabsız, pervasız; küçük, fakat hacaletâver bir yalanı, düşmanları yanında hilesini hissettirmeyecek derecede teessür ve telâş göstermeden söyleyemez. Şimdi bak bu Zâta; pek büyük bir vazifede, pek büyük bir vazifedâr, pek büyük bir haysiyetle, pek büyük emniyete muhtaç bir halde, pek büyük bir Cemâatte, pek büyük husumet karşısında, pek büyük mes'elelerde, pek büyük dâvâda, pek büyük bir serbestiyetle, bilâ-perva, bilâ-tereddüd, bilâ-hicab, telâşsız, samimî bir safvetle, büyük bir ciddiyetle, hasımlarının damarlarına dokunduracak şedid, ulvî bir Sûrette söylediği sözlerinde hiç hilaf bulunabilir mi? Hiç hile karışması mümkün müdür? Kellâ Evet, hak aldatmaz, hakikatbîn aldanmaz. Hak olan mesleği hileden müstağnidir; hakikatbînin gözüne hayâlin ne haddi var ki, hakikat görünsün aldatsın...

1.GÜNÜN 2.NURU:

11.LEM’AİKİNCİ NÜKTE: İmam-ı Rabbânî Ahmed-i Fârûkî (R.A.) demiş ki: "Ben seyr-i ruhanîde kat-ı merâtib ederken, tabakat-ı Evliya içinde en parlak, en haşmetli, en letâfetli, en emniyetli; Sünnet-i Seniyyeye ittibaı, esas-ı tarikat ittihaz edenleri gördüm. Hatta o tabakanın âmi Evliyaları, sair tabakatın has velîlerinden daha muhteşem görünüyordu." Evet müceddid-i elf-i sâni İmam-ı Rabbanî (R.A.) hak söylüyor. Sünnet-i Seniyyeyi esas tutan, Habibullah'ın zılli altında makam-ı mahbubiyete mazhardır.

ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Bu fakir Said, Eski Said'den çıkmaya çalıştığı bir zamanda, rehbersizlikten ve nefs-i emmarenin gururundan gâyet müdhiş ve mânevî bir fırtına içinde akıl ve kalbim hakaik içerisinde yuvarlandılar. Kâh süreyyadan seraya, kâh seradan süreyyaya kadar bir sukut ve sûud içerisinde çalkanıyorlardı.İşte o zaman müşahede ettim ki: Sünnet-i Seniyyenin mes'eleleri, hatta küçük âdâbları, gemilerde hatt-ı hareketi gösteren kıblenâmeli birer pusula gibi, hadsiz zararlı, zulümatlı yollar içinde birer düğme hükmünde görüyordum. Hem o seyahat-ı ruhiyede çok tazyikat altında gâyet ağır yükler yüklenmiş bir vaziyette kendimi gördüğüm zamanda, Sünnet-i Seniyyenin o vaziyete temas eden mes'elelerine ittiba ettikçe, benim bütün ağırlıklarımı alıyor gibi bir hiffet buluyordum. Bir teslimiyetle tereddüdlerden ve vesveselerden, yâni "Acaba böyle hareket hak mıdır, maslahat mıdır?" diye endişelerden kurtuluyordum. Ne vakit elimi çektiysem, bakıyordum: Tazyikat çok. Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır, ben de gâyet âcizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı. Ne vakit Sünnete yapışsam; yol aydınlaşıyor, selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyikat kalkıyor gibi bir hâlet hissediyordum. İşte o zamanlarımda İmam-ı Rabbanî'nin hükmünü bilmüşahede tasdik ettim.

20

Page 21: ostern programi

BEŞİNCİ NÜKTE:Âyet-i azîmesi, ittiba-ı Sünnet ne kadar mühim ve lâzım olduğunu pek kat'î bir surette ilân ediyor. Evet şu Âyet-i Kerime, kıyâsât-ı mantıkıyye içinde, kıyâs-ı istisnâî kısmının en kuvvetli ve kat'î bir kıyâsıdır. Şöyle ki: Nasıl mantıkça kıyâs-ı istisnâî misâli olarak deniliyor: "Eğer güneş çıksa, gündüz olacak." Müsbet netice için denilir: "Güneş çıktı, öyle ise netice veriyor ki: Şimdi gündüzdür." Menfî netice için deniliyor: "Gündüz yok, öyle ise netice veriyor ki: Güneş çıkmamış". Mantıkça, bu müsbet ve menfî iki netice kat'îdirler. Aynen böyle de: Şu Âyet-i Kerime der ki: "Eğer Allah'a muhabbetiniz varsa, Habibullah'a ittiba edilecek. İttiba edilmezse, netice veriyor ki: Allah'a muhabbetiniz yoktur." Muhabbetullah varsa, netice verir ki: Habibullah'ın Sünnet-i Seniyyesine ittibaı intac eder. Evet Cenab-ı Hakk'a îman eden, elbette ona itaat edecek. Ve itaat yolları içinde en makbulü ve en müstâkimi ve en kısası, bilâ-şübhe Habibullah'ın gösterdiği ve takib ettiği yoldur. Evet bu kâinatı bu derece in'âmat ile dolduran Zat-ı Kerim-i Zülcemal, zîşuurlardan o nîmetlere karşı şükür istemesi, zarurî ve bedihîdir. Hem bu kâinatı bu kadar mu'cizat-ı san'atla tezyin eden o Zat-ı Hakîm-i Zülcelâl, elbette bilbedahe zîşuurlar içinde en mümtaz birisini kendine muhatab ve tercüman ve ibâdına mübelliğ ve imam yapacaktır. Hem bu kâinatı hadd ü hesaba gelmez tecelliyat-ı Cemal ve Kemalâtına mazhar eden o Zat-ı Cemil-i Zülkemâl, elbette bilbedahe sevdiği ve izharını istediği Cemal ve Kemal ve Esmâ ve san'atının en câmi ve en mükemmel mikyas ve medârı olan bir zata, her halde en ekmel bir vaziyet-i ubûdiyeti verecek ve onun vaziyetini sairlerine nümune-i imtisal edip herkesi onun ittibaına sevkedecek, tâ ki o güzel vaziyeti başkalarında da görünsün.Elhasıl: Muhabbetullah, Sünnet-i Seniyyenin ittibaını istilzam edip intac ediyor. Ne mutlu o kimseye ki, Sünnet-i Seniyyeye ittibaından hissesi ziyade ola. Veyl o kimseye ki, Sünnet-i Seniyyeyi takdir etmeyip, bid'alara giriyor.

SEKİZİNCİ NÜKTE:dan evvelki olan ilâ âhir.. Âyeti, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ümmetine karşı kemâl-i şefkat ve nihayet re'fetini gösterdikten sonra, şu âyetiyle der ki: "Ey insanlar! Ey müslümanlar! Böyle hadsiz bir şefkatiyle sizi irşad eden ve sizin menfaatiniz için bütün kuvvetini sarfeden ve mânevî yaralarınız için kemâl-i şefkatle getirdiği ahkâm ve sünnet-i Seniyyesiyle tedavi edip merhem vuran şefkatperver bir zatın bedihî şefkatini inkâr etmek ve göz ile görünen re'fetini ittiham etmek derecesinde onun sünnetinden ve tebliğ ettiği ahkâmdan yüzlerinizi çevirmek, ne kadar vicdansızlık, ne kadar akılsızlık olduğunu biliniz! Ve ey şefkatli Resul ve ey re'fetli Nebî! Eğer senin bu azîm şefkatini ve büyük re'fetini tanımayıp akılsızlıklarından sana arka verip dinlemeseler, merak etme! Semavat ve Arz'ın cünûdu taht-ı emrinde olan, Arş-ı Âzîm-i Muhîtin tahtında saltanat-ı Rubûbiyeti hükmeden Zat-ı Zülcelâl sana kâfidir. Hakikî muti' taifeleri, senin etrafına toplattırır, seni onlara dinlettirir, senin ahkâmını onlara kabul ettirir!" Evet Şeriat-ı Muhammediye ve Sünnet-i Ahmediyede hiçbir mes'ele yoktur ki, müteaddid hikmetleri bulunmasın. Bu fakir, bütün kusur ve aczimle beraber bunu iddia ediyorum ve bu dâvânın isbatına da hazırım. Hem şimdiye kadar yazılan yetmiş seksen Risale-i Nuriye, Sünnet-i Ahmediyenin ve Şeriat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) mes'eleleri, ne kadar hikmetli ve hakikatlı olduğuna yetmiş seksen şâhid-i sâdık hükmüne geçmiştir. Eğer bu mevzua dair iktidar olsa yazılsa, yetmiş değil, belki yedi bin Risale o hikmetleri bitiremeyecek. Hem ben şahsımda bilmüşahede ve zevken, belki bin tecrübatım var ki; mesâil-i Şeriatla Sünnet-i Seniyye düsturları, emrâz-ı ruhaniyede ve akliyede ve kalbiyede, hususan emrâz-ı içtimâiyede gâyet nâfi' birer devâdır, bildiğimi ve onların yerini başka felsefî ve hikmetli mes'eleler tutamadığını, bilmüşahede kendim hissettiğimi ve başkalarına da bir derece Risalelerde ihsas ettiğimi ilân ediyorum. Bu dâvâmda tereddüd edenler, Risale-i Nur eczalarına müracaat edip baksınlar.İşte böyle bir zatın sünnet-i Seniyyesine elden geldiği kadar ittibaa çalışmak, ne kadar kârlı ve hayat-ı ebediye için ne kadar saadetli ve hayat-ı dünyeviye için ne kadar menfaatli olduğu kıyas edilsin.

1.GÜNÜN 3.NURU:

12. MEKTUB

İKİNCİ SUALİNİZ: Şeytanların halkı ve icadı ne içindir? Cenab-ı Hak, şeytanı ve şerleri halketmiş, hikmeti nedir? Şerrin halkı şerdir, kabihin halkı kabihtir?

Elcevap: Hâşâ!.. Halk-ı şer, şer değil, belki kesb-i şer şerdir. Çünki halk ve icad, bütün netaice bakar; kesb, hususî bir mübaşeret olduğu için, hususî netaice bakar. Meselâ: Yağmurun gelmesinin binlerle neticeleri var, bütünü de güzeldir. Sû'-i ihtiyarıyla bazıları yağmurdan zarar görse, "Yağmurun icadı

21

Page 22: ostern programi

rahmet değildir" diyemez; "Yağmurun halkı şerdir" diye hükmedemez. Belki sû'-i ihtiyarıyla ve kesbiyle onun hakkında şer oldu. Hem ateşin halkında çok faideler var; bütünü de hayırdır. Fakat bazıları sû'-i kesbiyle, sû'-i istimaliyle ateşten zarar görse, "Ateşin halkı şerdir" diyemez. Çünki ateş yalnız onu yakmak için yaratılmamış; belki o, kendi sû'-i ihtiyarıyla, yemeğini pişiren ateşe elini soktu ve o hizmetkârını kendine düşman etti.

Elhasıl: Hayr-ı kesîr için, şerr-i kalil kabul edilir. Eğer şerr-i kalil olmamak için, hayr-ı kesîri intac eden bir şer terkedilse; o vakit şerr-i kesîr irtikâb edilmiş olur. Meselâ: Cihada asker sevketmekte elbette bazı cüz'î ve maddî ve bedenî zarar ve şer olur. Fakat o cihadda hayr-ı kesîr var ki, İslâm küffarın istilasından kurtulur. Eğer o şerr-i kalil için cihad terkedilse, o vakit hayr-ı kesîr gittikten sonra şerr-i kesîr gelir. O ayn-ı zulümdür. Hem meselâ: Gangren olmuş ve kesilmesi lâzım gelen bir parmağın kesilmesi hayırdır, iyidir; halbuki zâhiren bir şerdir. Parmak kesilmezse, el kesilir; şerr-i kesîr olur.

İşte kâinattaki şerlerin, zararların, beliyyelerin ve şeytanların ve muzırların halk ve îcadları, şer ve çirkin değildir; çünki çok netaic-i mühimme için halkolunmuşlardır. Meselâ: Melâikelere şeytanlar musallat olmadıkları için, terakkiyatları yoktur; makamları sabittir, tebeddül etmez. Keza hayvanatın dahi, şeytanlar musallat olmadıkları için, mertebeleri sabittir, nâkıstır. Âlem-i insaniyette ise meratib-i terakkiyat ve tedenniyat nihayetsizdir. Nemrudlardan, firavunlardan tut, tâ Sıddıkîn-i Evliya ve Enbiyaya kadar gayet uzun bir mesafe-i terakki var.

İşte kömür gibi olan ervah-ı safileyi, elmas gibi olan ervah-ı âliyeden temyiz ve tefrik için, şeytanların hilkatıyla ve sırr-ı teklif ve ba's-i enbiya ile, bir meydan-ı imtihan ve tecrübe ve cihad ve müsabaka açılmış. Eğer mücahede ve müsabaka olmasaydı, maden-i insaniyetteki elmas ve kömür hükmünde olan istidadlar, beraber kalacaktı. A'lâ-yı illiyyîndeki Ebu Bekr-i Sıddık'ın ruhu, esfel-i safilîndeki Ebu Cehl'in ruhuyla bir seviyede kalacaktı. Demek şeyatîn ve şerlerin yaratılması, büyük ve küllî neticeye baktığı için îcadları şer değil, çirkin değil; belki sû'-i istimalattan ve kesb denilen mübaşeret-i hususiyeden gelen şerler, çirkinlikler, kesb-i insana aittir; îcad-ı İlahîye ait değildir.

2. LEM’ABirinci Mes'ele: Asıl musîbet ve muzır musîbet, dine gelen musîbettir. Musîbet-i diniyeden her vakit dergâh-ı İlâhiyyeye iltica edip feryad etmek gerektir. Fakat dinî olmayan musîbetler, hakikat noktasında musîbet değildirler. Bir kısmı ihtar-ı Rahmânîdir. Nasılki çoban, gayrın tarlasına tecavüz eden koyunlarına taş atıp, onlar o taştan hissederler ki: Zararlı işten kurtarmak için bir ihtardır, memnunane dönerler. Öyle de çok zâhirî musîbetler var ki: İlâhî birer ihtar, birer îkazdır ve bir kısmı keffâret-üz zünupdur ve bir kısmı gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve zaafını bildirerek bir nevi huzur vermektir. Musîbetin hastalık olan nev'i, sâbıkan geçtiği gibi o kısım, musîbet değil, belki bir iltifat-ı Rabbanîdir, bir tathirdir. Rivayette vardır ki: "Ermiş bir ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşüyor, sıtmanın titremesinden günahlar öyle dökülüyor."

Hazret-i Eyyub Aleyhisselâm münâcâtında istirahat-ı nefs için dua etmemiş, belki zikr-i lisanî ve tefekkür-ü kalbîye mânî olduğu zaman ubûdiyet için şifa taleb eylemiş. Biz, o münacat ile -birinci maksadımız- günahlardan gelen mânevi ruhî yaralarımızın şifasını niyet etmeliyiz. Maddî hastalıklar için ubûdiyete mâni olduğu zaman iltica edebiliriz. Fakat mu'terizâne, müştekiyâne bir surette değil, belki mütezellilane ve istimdadkârâne iltica edilmeli. Madem Onun Rubûbiyetine râzıyız, o rubûbiyeti noktasında verdiği şey'e rıza lâzım. Kaza ve kaderine itirazı işmam eder bir tarzda "Ah! Of!" edip şekva etmek; bir nevi kaderi tenkiddir, Rahîmiyyetini ittihamdır. Kaderi tenkid eden, başını örse vurur kırar. Rahmeti ittiham eden, Rahmetten mahrum kalır. Kırılmış el ile intikam almak için o eli istimal etmek, nasıl kırılmasını tezyid ediyor. Öyle de: Musîbete giriftar olan adam, itirazkârâne şekva ve merakla onu karşılamak, musîbeti ikileştiriyor.İkinci Mes'ele: Maddî musîbetleri büyük gördükçe büyür, küçük gördükçe küçülür. Meselâ: Gecelerde insanın gözüne bir hayal ilişir. Ona ehemmiyet verdikçe şişer, ehemmiyet verilmezse kaybolur. Hücum eden arılara iliştikçe fazla tehâcüm göstermeleri, lâkayd kaldıkça dağılmaları gibi; maddî musîbetlere de büyük nazarıyla ehemmiyetle baktıkça büyür. Merak vasıtasıyla o musîbet cesedden geçerek kalbde de kökleşir, bir mânevî musîbeti dahi netice verir; ona istinad eder, devam eder. Ne vakit o merakı, kazaya rıza ve tevekkül vasıtasıyla izale etse, bir ağacın kökü kesilmesi gibi maddî musîbet hafifleşe hafifleşe kökü kesilmiş ağaç gibi kurur gider. Bu hakikatı ifade için bir vakit böyle demiştim:Bırak ey bîçare feryadı, belâdan kıl tevekkül.Zira feryad belâ-ender, hata-ender belâdır bil.Eğer belâ vereni buldunsa, safa-ender, atâ-ender belâdır bil.Eğer bulmazsan bütün dünya cefa-ender, fena ender belâdır bil.

22

Page 23: ostern programi

Cihan dolu belâ başında varken, ne bağırırsın küçük bir belâdan, gel tevekkül kıl!Tevekkül ile belâ yüzünde gül, tâ o da gülsün. O güldükçe küçülür, eder tebeddül.

Nasılki mübârezede müdhiş bir hasma karşı gülmekle: Adâvet musâlâhaya, husûmet şakaya döner, adâvet küçülür mahvolur. Tevekkül ile musîbete karşı çıkmak dahi öyledir.

1.GÜNÜN 4.NURU:

İŞTİRAK-İ ÂMÂL-İ UHREVİYE

Aziz, sıddık kardeşlerim,Lâtif ve mânidar ve beşaretli iki hadiseyi beyan ediyorum.

Birincisi: Meyusâne bir hatıradan müjdeli bir ihtar:Bugünlerde hatırıma geldi ki, hayat-ı içtimaiyeye giren hangi şeye temas etse, ekseriyetle günahlara maruz kalıyor. Her cihette günahlar serbestçe insanı sarıyorlar. "Bu kadar günahlara karşı insanın hususi ibadet ve takvâsı nasıl mukabele edebilir?" diye meyusâne düşündüm.

Hayat-ı içtimaiyedeki Risale-i Nur talebelerinin vaziyetlerini tahattur ettim. Risale-i Nur şakirtleri hakkında necatlarına ve ehl-i saadet olduklarına dair kuvvetli işaret-i Kur'aniyeyi ve beşaret-i Aleviyeyi ve Gavsiyeyi düşündüm. Kalben dedim ki: "Herbiri bin yerden gelen günahlara karşı bir dille nasıl mukabele eder, galebe eder, necat bulur?" diye mütehayyir kaldım. Bu tahayyürüme mukabil ihtar edildi ki:

Risale-i Nur'un hakikî ve sadık şakirtlerinin mâbeynlerindeki düstur-u esasiye olan iştirak-i âmâl-i uhreviye kanunuylave samimi ve halis tesanüd sırrıyla herbir halis, hakikî şakirt, bir dille değil, belki kardeşleri adedince dillerle ibadet edip istiğfar eder. Bin taraftan hücum eden günahlara, binler dille mukabele eder. Bazı melâikenin kırk bin dille zikrettikleri gibi, halis, hakikî, müttakî bir şakirt dahi kırk bin kardeşinin dilleriyle ibadet eder, necata müstehak ve inşaallah ehl-i saadet olur. Risale-i Nur dairesinde sadakat ve hizmet ve takvâ ve içtinab-ı kebâir derecesiyle o ulvî ve küllî ubudiyete sahip olur. Elbette, bu büyük kazancı kaçırmamak için, takvâda, ihlasta, sadakatte çalışmak gerektir.

İkincisi: Eski zamanda, on dört yaşında iken icâzet almanın alâmeti olan üstad tarafından sarık sardırmak, bir cübbe bana giydirmek vaziyetine mâniler bulundu. Yaşımın küçüklüğüyle, memleketimizde büyük hocalara mahsus kisve giymek yakışmadığı...Saniyen: O zamanda büyük âlimler, bana karşı üstadlık vaziyeti değil, ya rakip veyahut teslimiyet derecesine girdikleri için bana cübbe giydirecek ve üstadlık vaziyetini alacak kendilerine güvenenler bulunmadı. Ve evliya-yı azimeden dört beş zâtın vefat etmeleri cihetiyle, elli altı senedir icazetin zahir alâmeti olan cübbeyi giymek ve bir üstadın elini öpmek, üstadlığını kabul etmek hakkımı bugünlerde, yüz senelik bir mesafede Hazret-i Mevlânâ Zülcenâheyn Hâlid Ziyâeddin kendi cübbesini, o cübbeye sarılan bir sarıkla, pek garip bir tarzda bana giydirmek için gönderdiğini bazı emarelerle bana kanaat geldi. Ben de o mübarek ve yüz yaşında cübbeyi giyiyorum. Cenab-ı Hakka yüz binler şükrediyorum.

KASTAMONU LAHİKASI(TAKVA)

Azîz, Sıddık Kardeşlerim!Bugünlerde Kur'an-ı Hakîm'in nazarında îmandan sonra en ziyade esas tutulan takva ve amel-i sâlih esaslarını düşündüm. Takvâ, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek; ve amel-i sâlih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def'-i şer, celb-i nef'a râcih olmakla beraber; bu tahribat ve sefahet ve cazibedar hevesat zamanında bu takvâ olan def'-i mefasid ve terk-i kebair üss-ül esas olup, büyük bir rüchaniyet kesbetmiş.

Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takvâ bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur. Böyle kebair-i azîme içinde amel-i sâlihin ihlâsla muvaffakıyeti pek azdır. Hem az bir amel-i sâlih, bu ağır şerait içinde çok hükmündedir.

Hem takvâ içinde bir nevi amel-i sâlih var. Çünki bir haramın terki vâcibdir. Bir vâcibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var. Takvâ, böyle zamanlarda, binler günahın tehacümünde bir tek içtinab, az bir amelle,

23

Page 24: ostern programi

yüzer günah terkinde, yüzer vâcib işlenmiş oluyor. Bu ehemmiyetli nokta niyetiyle, takva nâmıyla ve günahtan kaçınmak kasdıyla, menfî ibadetten gelen ehemmiyetli âmâl-i sâlihadır.

Risale-i Nur şakirdlerinin bu zamanda en mühim vazifeleri, tahribata ve günahlara karşı takvayı esas tutup davranmak gerektir. Mâdem her dakikada, şimdiki tarz-ı hayat-ı içtimaiyede yüz günah insana karşı geliyor; elbette takva ile ve niyet-i içtinab ile yüzer amel-i sâlih işlemiş hükmündedir. Malûmdur ki; bir adamın bir günde harab ettiği bir sarayı, yirmi adam yirmi günde yapamaz ve bir adamın tahribatına karşı yirmi adam çalışmak lâzım gelirken; şimdi binler tahribatçıya mukabil, Risale-i Nur gibi bir tamircinin bu derece mukavemeti ve te'siratı pek hârikadır. Eğer bu iki mütekabil kuvvetler bir seviyede olsaydı, onun tamirinde mu'cizevâri muvaffakıyet ve fütuhat görülecekti.

Ezcümle: Hayat-ı içtimaiyeyi idare eden en mühim esas olan hürmet ve merhamet gayet sarsılmış. Bazı yerlerde gayet elîm ve bîçare ihtiyarlar ve peder ve valideler hakkında dehşetli neticeler veriyor.Cenab-ı Hakk'a şükür ki; Risale-i Nur bu müdhiş tahribata karşı, girdiği yerlerde mukavemet ediyor, tamir ediyor. Sedd-i Zülkarneyn'in tahribiyle, Ye'cüc ve Me'cüclerin dünyayı fesada vermesi gibi; şeriat-ı Muhammediye (A.S.M.) olan sedd-i Kur'ân'înin tezelzülüyle de Ye'cüc ve Me'cüc'den daha müdhiş olarak ahlâkta ve hayatta zulmetli bir anarşilik ve zulümlü bir dinsizlik fesada ve ifsada başlıyor.

Risale-i Nur'un şakirdleri, böyle bir hâdisede mânevî mücahedeleri, inşâallah zaman-ı Sahabedeki gibi az amelle, pek çok büyük sevab ve âmâl-i sâlihaya medar olur.Azîz kardeşlerim! İşte böyle bir zamanda, bu dehşetli hâdisata karşı, ihlâs kuvvetinden sonra bizim en büyük kuvvetimiz; iştirâk-i â'mâl-i uhrevî düsturuyla birbirimize kalemler ile, herbirinin â'mâl-i sâliha defterine hasenat yazdırdıkları gibi, lisanlariyle herbirinin takva kal'asına ve siperine kuvvet ve imdad göndermektir. Ve bilhassa fırtınalı tehacüme hedef olan bu fakir ve âciz kardeşinize, bu mübarek şuhur-u selâsede ve eyyam-ı meşhurede yardıma koşmak, sizin gibi kahraman ve vefadar ve şefkatkârların şe'nidir. Bütün ruhumla bu imdad-ı manevîyi sizden rica ediyorum. Ve ben dahi, îman ve sadakat şartlarıyla, Risale-i Nur talebelerini bütün dualarıma ve manevî kazançlarıma, yirmidört saatte, iştirâk-ı â'mâl-i uhreviye düsturuyla, bazan yüz def'adan ziyade Risale-i Nur talebeleri ünvanıyla hissedar ediyorum.

1.GÜNÜN PIRLANTASI

CEMAAT RUHUNA SAHİP OLMAKİçtimai hayatta yaşayan ve insanlarla içli dışlı bir hayat sürdüren kimse nereye gitse ve neye temas etse ekseriyetle günaha girmektedir.Zira günümüzde günahlar her taraftan insanı sarmış bulunmaktadır.Peki,bu kadar günahlara karşı insanın hususi ibadetleri ve takvası nasıl mukabele edebilir ve insan her taraftan hücum eden bu günahlardan nasıl korunabilir?Günahlar ve tuzaklar her taraftan hücum ederken insan tek başına nasıl karşı koyabilir?İşte bu noktada cemaat halinde yaşamanın önemi ortaya çıkıyor.O da şudur:

Ahirete ait işlerde ortaklık prensibiyle hareket eden samimi,sadık ve fedakar kimseler,arlarında bir prensip olarak kabul edip hakim kıldıkları tesanüd (dayanışma)ve teavün (yardımlaşma) sırrı ile fertlerden her birisi bir dil,bir akıl ve bir kalp ile değil;belki kardeşleri sayısınca diller,akıllar ve kalpler ile şuurlu bir şekilde ibadet edip istiğfar ederler.Yani bin taraftan hücum eden günahlara karşı binler dil ve gönül ile mukabele eder ve böylece maddi-manevi tehlike ve zararlardan kendilerini korumuş olurlar.

Dağınık çalışmaların zahmeti çok,verimi azdır.Fakat bir anlaşmaya ve mukaveleye dayanarak muhtelif maharetlerini ve değişik çalışmalarını sadakatle birleştirmiş ve işe aşk ve şevkle sarılarak cemaatle birlikte yürümüş olanlardan her biri,kendi çalışmasının karşılığını almış olmakla beraber,diğer dava arkadaşlarının çalışma ve kazançlarından da fazlasıyla hissedar olur ve nasibini alır.

Kuran’ı Kerim müslümanların cemaat halinde yaşamalarını emrediyor.Nitekim Al’i İmran sure sinin 103.ayetinde ‘Hepiniz Allah’ın ipine (Kur’an’a İslam’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın.’ buyurulmaktadır.

Karıncalar kaymadan yürürler.Çünkü,ayakları çoktur.

24

Page 25: ostern programi

İşte insanlarda,özellikle iman ve Kur’an hakikatlerini yaymayı hayatlarının gayesi yapan müminler de, cemaat halinde birbirine ihtiyaç duyarak,el ele vererek,omuz omuza gelerek hareket ve hizmet etmelidirler ki,pek çok kimsenin kayıp gittiği bu kaygan zeminde kayıp gitmesinler.

İç ve dış düşmanların hücumları vaktinde dahili adavetleri bırakmak bir esastır.Öyle ise biz ehli iman ve ehli İslam olarak çevremizde bu kadar düşmanın bize karşı hücum halinde olduğu bir zamanda aramızdaki ihtilafları unutup bırakmak elbette ki, düne göre çok daha lüzumlu ve çok daha zaruridir.Evet, içimizdeki ve çevremizdeki düşmanlara el birliği ile ve cemaat halinde mukabele etmeliyiz.

ÖRNEK CEMAATTarihin seyrini değiştirip yeryüzünde muvanene unsuru olacak, Cenâb-ı Hakk'ın matmah-ı nazarı cemaat!..Kâinattaki istikametin mazharı, Allah'ın meleklerine baktırıp Hazret-i Âdem'in rüçhaniyetinini ispat edeceği cemaat!..Mevsimleri, zamanları, buudları aşan; dünden bugüne, bugünlerden yarına, yarınlardan da kıyamete kadar herkesin nazargahı olacak cemaat!.."Siz ümmetler içinde, milletler içinde seçilmiş bir ümmetsiniz"(40) tebşiratına muhatap, Allah'ın müjdelediği cemaat!..Secdede, rükuda ve kıyamda kâlbi haşyetle çarpan; gecede, gündüzde ve seferde adımlarını hesapla atan; varlıkta, darlıkta ve bollukta helalle hemdem olan cemaat!..İnandığı dine müzahir, onun için yaşayan; Resûlullah'ı tanıyıp, O'nun yoluna baş koyan; Allah ve Resûlü'nün adını ufuktan ufuğa yayacak cemaat!..Sevgi, müsamaha ve tefkatin temsilcisi; kin, öfke ve düşmanlığın düşmanı; Allah'ının, Kitab'ının ve Peygamber'inin bendesi cemaat!..Çiğnense de, dövülse de, horlansa da yolundan dönmeyen; en mühim ve kıymetli vasfı "Allah'a ve Resûlü'ne sadakat" olan cemaat!..

SADAKATSadakat, feragat ve fedakarlıkla ifadesini bulur. Allah'ı ve Resûlullah'ı kendi arzu ve isteklerine tercih etmekle tezahür eder. İlkler ve onları takip edenler nefsî arzularını ve behimî isteklerini Allah ve Resûlü için terkederek, sadakatı ve sıddıkiyeti temsil etmişlerdi. Onları takip edip bu yeni bezmde peşleri sıra gidecek olanlar da, kıyamete kadar o vasıfları taşıyacak olan "Sadıklar ve sıddıklar cemaâti"dir. Allah Resûlü'nün çevresinde halenenen o mümtaz cemaatin baş ünvanları: Sadakattır.Sadık, derin ve yorucu meselelerle iştigal etmese de, Allah ve Resûl'ü ile kâlbi münasebetini bir an bile aksatmaz, Nefsî hazlarını, annesi, babası, eş ve evladı gibi bütün sevdiklerini Allah ve Resûlü'nden üstün tutmaz. Allah'ın rızası ve Resûlullah'ın bir anlık bakışını cihanlara bedel bilir; malını, mülkünü ve herşeyini O'nlara mukabil feda eder. Nazarında, Allah'a ve Resûlü'ne ait olmayan şeylerin kıymeti yoktur. Sessizdir, durgundur, hakkında methiyeler yazılmamıştır ama derunu ummanlar gibidir. Sadakatın yerini ve lazımını çok iyi bilir. Kafası, bedeni veya kâlbi, nesi isteniyorsa, nasıl isteniyorsa, nerede isteniyorsa... Bir an tereddüt etmeden: "Alın, Resûlullah'a feda olsun. Bu kâlb Allah adına parçalansın. Kanım, İslâm adına aksın" der. Bunlar bugün için mevzubahis değildir. Fakat İslâm'ın, Kur'ân'ın ve Allah Resûlü'nün getirdiği esaslar, bu gibi şeyleri, bir gün gerekli kılarsa, sadık bunları yapacaktır.Birine "sadık değil" deseniz, rahatsız olur, gücenir. Çünkü, sadık olmayan haindir. Bir insana "sadık mü'min" denilmesi için de sadakatın şartlarını ve şiarını yerine

25

Page 26: ostern programi

getirmesi gerekir. Biz sadakatı birbirimizle olan münasebetlerimizle de anlarız. Yüzümüze methiyeler söyleyip meddahlık yapanlar, sadık dostlarımız değildirler. Sadık dost ve arkadaş takip ettiğimiz yol ve fikir istikametinde muhalefet etmeden yürür. Karar verip, harekete geçtiğimiz yolda koşar, destek olur. Tehlikeler, musibetler ve belalar karşısında göğsünü gerer, arkadaşlarına siper olur. Alınan kararlara ve gereklerine riayet eder. Biz bu gibi şeyleri sadakat nişanesi olarak değerlendirdiğimiz gibi, Allah ve Resûlü'ne ait meseleler de benzer şekilde değerlendirilir. Onun içindir ki, Kur'ân-ı Kerim'de "vessıddıkin"(4) denilerek pek çok sıddık bulunduğuna işaret edilmekle beraber Hazret-i Ebu Bekir'e en büyük sıddık manasına "sıddık" denilmiştir.Kur'ân ferman ediyor: "Allah ve Resûlullah'a îmanı olan, ahirete îmanı olan fertlerin herbirini Allah ve Resûlullah'ı nefsine, annesine, babasına ve sevdiği herşeye tercih etmenin dışında göremezsiniz."(42) Bir ferd Allah'a Resûlullah'a ve Kur'ân'a inanıyorsa, Onları sevdiği ve bağlandığı herşeye tercih edecektir. İşte Hazret-i Ebu Bekir, sevdiği, bağlandığı babasını, evladını, ailesini, kabilesini, herşeyini Allah ve Resûlullah için terkederek "sıddık" ünvanına mazhar olmuştu. O ve diğer Ashab-ı güzin efendilerimiz öyle kimselerdi ki, îmanın kâlblerine perçinlendiği sarsılmayan, usanmayan, dönmeyen ve yılmayan birer ruhla te'yid buyrulmuşlardı.1. GÜNÜN YILDIZI : BİLÂL-İ HABEŞÎ (r.a.)

Hz. Peygamber'e ilk iman edenlerden biri ve sonradan ona müezzin olan sahabî. İslâm tarihinde unutulmaz yeri olan Bilâl-î Habeşî, aslen Habeş'lidir. Anasının adı Hamâme, babasının adı Rebah, künyesi Abdullah'tır.

Bilâl, islâm'ın ilk tebliğ yıllarında Ümeyye b. Halef'in kölesiydi. İslâm'ın ortaya çıktığı yıllarda bir çok kimse, soy ve soplarının yüksekliğine, şirk toplumu içindeki nüfuzlarına bakarak kavim ve kabîle taassubuna düşmüş, islâm'a cephe almış ve sapıklıkta kalmışlardı. Bilâl b. Rebah gibi kimseler de zayıf ve acizliklerine rağmen hak davete uyup şirkten kurtulmuşlardı. İşte Bilâl b. Rebah (r.a.) islâm davetine ilk icabet edenlerden biriydi.

Ümeyye b. Halef, kölesi Bilâl'in müslüman olduğunu anladıktan sonra, onu islâm'dan çevirmek için yapmadığı eziyet ve işkence kalmamıştı. Ümeyye, öğlen vakti güneşinin bir yanardağ kesildiği anda, Bilâl'i alır, kızgın kumların üzerine yatırır, sırtına kocaman bir taş koyar ve şöyle derdi: "Muhammed'e küfret; Lat ve Uzza'ya iman et. Yoksa onlara iman edinceye kadar böylece kalacaksın."

Bilâl'in kızgın kumlar üzerinde sırtı yanar, göğsü yanar, nefesi tıkanır, bu müthiş işkence altında saatlerce kıvranırdı. Fakat dudaklarında daima şu sözler dökülürdü: "Allahu Ahad, Allahu Ahad", Onun bu durumu, müşrikleri bile hayrete düşürürdü.

O, geçim için, makam ve mevki için başka ilâhlara sığınmazdı. O biliyordu ki hüküm Allah'a aittir, rızık Allah'a aittir. Öldürmek ve yaşatmak Allah'ın elindedir. Geçici dünyanın çıkarları için put ve tağutları tasdik etmek ve bu arada imandan bir cüz de Allah'a ayırmak iman için yeterli değildir. Tam ve kâmil anlamda hükmün, öldürmek ve diriltmenin Allah'a ait olduğunu rızık verenin yalnız Allah olduğunu, Allah'ı bütün sıfatlarıyla tanıyıp ona göre iman etmedikçe ve bu uğurda gelecek sıkıntı ve ezalara katlanmadıkça imanda kemâle ulaşmanın mümkün olmadığını biliyordu. Bilâl, rızık ve ölüm korkusu taşımıyordu. Yalnız Allah'tan korkuyor ve yalnız ondan ümid ediyordu.

İşkence altında kıvranan Bilâl (r.a.)'a rastgelen Varaka b. Nevfel, "Vallahi ey Bilâl, Allah birdir, Allah birdir. " der, sonra da müşriklere dönerek: "Siz onu bu yüzden öldürürseniz, biz onu, kendimize örnek alırız." derdi

Bilâl'in efendileri olan Mekkeli müşrikler onu, çoluk çocuğun oyuncağı yapmışlardı, ona işkence edenlerden biri de Ebu Cehil'di. Ama Bilâl'e yapılan işkenceler sırasında gösterdiği sabır ve tahammül hepsini şaşkına çevirirdi. Nasıl oluyor da bu derece ağır işkencelere katlanabiliyordu.

26

Page 27: ostern programi

Ümeyye b. Halef'in Bilâl'e yaptığı işkencelere çok üzülen Hz. Ebû Bekir (r.a.) ona bu işkenceden vazgeçmesini söylemiş o da; "Onun ahlâkını bozan sensin, onu bizden uzaklaştıran senden başkası değildir" demişti. Bunun üzerine Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.) ona şu cevabı vermişti: "Benim yanımda senin şu kölenden daha güçlü ve kuvvetlisi var. Hem de senin dinindendir. İstersen onu al ve bunu bana ver." Ümeyye bu teklifi kabul edip öteki köleyi aldı ve Hz. Bilâl'i Hz. Ebû Bekir'e verdi. Başka bir rivayette Hz. Ebu Bekir'in onu yedi ukiyeye satın alıp azat ettiği kaydedilir.

Bilâl'i Resulullah'ın yanına götürüp azat etmiş ve Bilâl işkenceden kurtulmuştu. Elbette bu Allah'ın bir takdiridir. Bilâl Hz. Ebû Bekir'e bu sebeple borçlu değildir. İki mümin de görevlerini yapmışlar. Allah da onlara ecrini vermiştir. Hz. Ömer şöyle der: "Efendimiz Ebu Bekir, yine Efendimiz Bilâl'i azad etti. Bilâl daha sonra diğer ashab ile birlikte Medine'ye hicret etti. Orada Sa'd b. Hayseme'ye misafir oldu. Ensar ile Muhacirler arasında kardeşlik oluşturulunca Bilâl'e de Abdullah b. Abdurrahman el-Has'amî kardeş ilân edildiler. Bu kardeşlik köklü bir şekilde sürüp gitti. Öyle ki Bilâl, Hz. Ömer devrinde Şam'da bulunduğu sırada maaş olarak divandan ona ayrılan hissesinden kardeşine de bir hisse veriyordu.

Bilâl, Resulullah (s.a.s.)'in müezzini olarak tanınmaktadır. Ve sık sık ezanı Bilâl'e okuttururdu. Hatta sabah ezanındaki " " (Namaz uykudan hayırlıdır) ibaresini Bilâl ezana eklemiş Resulullah "Bilâl, bu ne güzel söz!" diye onu tasvip etmişti. Hz.Bilâl, Resulullah'ın bütün gazalarına katıldı. Bedir gazasında Hz. Bilâl, Mekke'de kendisine her türlü eza ve işkenceyi reva gören Ümeyye'yi görmüş ve şöyle bağırmıştı: "İşte küfrün başı!.." Bunun üzerine dikkatleri ona çevrilmiş ve müslümanlar derhal onun ve oğlunun etrafını sararak ikisini de öldürmüşlerdi. Resul-u Ekrem Mekke'nin fethi ardından Kâbe'ye girerken has müezzini Hz. Bilâl'i yanlarında bulundurmuşlardı. İbn Ömer, bu vakayı şöyle nakleder ve der ki: "Resul-u Ekrem, Mekke'nin fethi gününde, Mekke'nin yüksek tarafından bir deve üzerinde geldi. Üsame b. Zeyd, Bilâl ve Osman b. Talha da yanlarındaydılar. Resul-u Ekrem Kâbe içinde uzun bir müddet kaldılar, sonra çıktılar. Arkasında müminler içeri girmek için birbiriyle yarış etti. İlk giren bendim. Bilâl, kapının arkasındaydı. Bilâl'e Resulullah'ın nerede namaz kıldıklarını sordum, yerini gösterdi. Ne var ki Bilâl'e, Allah Resulunun kaç rekat namaz kıldıklarını sormayı unuttum."

Resulullah, Kâbe'yi putlardan temizledikten sonra müezzini Bilâl, burada ezan okuyarak, ortalığı tevhîd nameleriyle coşturmuştu. (İbn Sa'd, Tabakat, III, 234). Resul-u Ekrem'in vefatı üzerine, ona karşı büyük bir sevgi duyan Hz. Bilâl, Medine'de kalmaya dayanamayıp, ayrılmak zorunda kaldı. Hz. Ebu Bekir, Bilâl'e yanında kalması için ısrar ettiği halde, Hz. Bilâl ona şöyle demişti: "Eğer sen beni Allah için azat ettinse bırak istediğim yere gideyim; yok kendi nefsin için azat ettinse beni yanında alıkoy!" Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir şöyle demişti: "İstediğin yere git!..." Resulullah'ın vefatından sonra cihadı, ezana tercih eden Hz. Bilâl, Şam'a gitti ve Hz. Ebû Bekir devrinde Suriye'de meydana gelen gazalara katıldı

Hz. Ebû Bekir'in vefatından sonra, Hz. Ömer devrinde cihat devam etti. Hz. Bilâl bu cihatlara da katıldı. Hz. Ömer, hicrî onaltıncı yılda Suriye ve Filistin'e gittiği zaman, Bilâl onu karşılamaya çıkarak Câbiye'ye gelmişti. Sonra halifenin maiyetinde Kudüs'e giderek, bu kutsal şehrin teslimi sırasında bulunmuş ve Hz. Ömer ile birlikte Kudüs'e girmişti. Hz. Ömer, burada, Resulullah'ın vefatından beri ezan okumayan Bilâl'den ezan okumasını rica etmiş, Hz. Bilâl de halifenin ısrarına dayanamayarak ezan okumuştu. Bilâl Tevhîd'in bu üstün yanı olan ezanı okumaya başlar başlamaz, Hz. Ömer ve diğer ashab Resulullah (s.a.s.) dönemini hatırlayarak, gözlerinin önüne, geçmiş günleri getirip hüngür hüngür ağlamaya başladılar. Bilâl'in ezanını dinleyenlerin hepsi, kendilerinden geçmişlerdi. Kudüs'ü teslim alma sırasında Hz. Ömer'den başka Ebu Ubeyde b. el-Cerrâh, Muaz b. Cebel, Amr b. el-Âs gibi ashabın ileri gelenlerinden bir çok kimse bulunuyordu.

Hz. Peygamber (s.a.s.)'in irtihâlinden sonra Suriye'ye giden Bilâl, "Havlan" kasabasına yerleşti. O burada huzur içinde yaşıyordu. Hz. Bilâl, Suriye'de bir müddet kaldıktan sonra bir gece rüyasında Hz. Peygamber (s.a.s.)'i gördü. Resulullah ona, şöyle demişti: "Beni ziyaret etmeyecek misin?" Hz. Bilâl, uyanır uyanmaz, hazırlığını tamamlayıp Medine yolunu tuttu. Medine'ye gece ulaştı. Oraya varınca Ravza-i Mutahhara'ya yüzünü sürerek, burada Resul-u Ekrem'le birlikte geçirdigi günlerin hatırasını düşünerek ağladı. Bu sırada Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin Bilâl'i görmüş, fecir

27

Page 28: ostern programi

vaktinde ondan ezan okumasını rica etmişlerdi. Bilâl, (r.a.) onların arzusunu yerine getirerek, Peygamber Mescid'inde ezan okumuştu. Bilâl'in sesini duyan Medineliler, İsrafil suruyla uyandırılmış gibi yerlerinden fırlamış ve ezanı dinlemeye başlamışlardı. Birinci şehadetten sonra Resulullah'ın risâletini ikrar eden şehadet tekrar okunurken, Hz. Peygamber'in kabrinden kalktığını tasavvur ederek evlerinden dışarı fırlamışlardı. Bu sabah, bütün Medine'ye, risalet devrini bütün canlılığı ile yaşatan, herkesin hislerini coşturan, bütün müslümanların Resul-u Ekrem'e karşı duydukları sevgiyi canlandıran Bilâl'in sesi idi.

Hz. Bilâl, hicretin yirminci yılında altmış yaşlarında iken vefat etti. Dımaşk'ın Bâbü's-Sagîr tarafına defnolundu.

Hz. Bilâl (r.a.), vefatı yaklaşınca, ölümün ızdırabını, sevgililerine kavuşmasındaki zevk ile mezcetmiş; ömrünün son anlarında onun hastalığını gören zevcesi, teessüründen "ah ne acı" dedikçe, Bilâl: "Oh! ne tatlı!." diyor ve ekliyordu: "Yarın sevgililerle, Muhammed ve arkadaşlarıyla buluşacağım." diyordu.

Bilâl-i Habeşî, islâm'ın ahlâkıyla ahlâklanmış, fazîlet ve kemâl sahibi bir sahabî idi. Hz. Bilâl'in, ilk müslümanlardan olduğunu ve islâm akîdesi uğrunda en büyük çileyi çekenlerden olduğunu, herkes bilir ve ona son derece sevgi ve hürmet beslerdi. Hz. Bilâl, bütün vaktini, Resul-u Ekrem'e hizmetle geçirdi. O, Resulullah'ın meclislerinde daima hazır bulunurdu. Her namazda, her durum ve işte Resulullah'dan ayrılmazdı. Hz. Peygamber'in hazinedarlığını, Bilâl yapardı. Çarşı ve pazardan alınacak her şeyi o tedarik eder, icabında ödünç para alır, Resulullah'ın evinin ihtiyaçlarını sağlar, sonra da müsait zamanlarda o borçları öderdi.

Hz. Bilâl'in doğruluk ve ahlâki, islâm'a bağlılığı bütün çağdaşları tarafından aynı derecede takdir edilmekte ve övülmekteydi. Artık o, siyahî bir köle değil, ashab'ın ileri gelenlerinden ve islâm devletinin yönetiminde söz sahibi olan müminlerden biriydi.

Hz. Bilâl, uzun boylu, zayıf, ince ve koyu esmerdi. Ömrünün sonlarına doğru saçlarının çoğu beyazlaşmıştı.

1. GÜNÜN 2.YILDIZI : AMMAR BİN YÂSİR (r.a.)

Ammar İbni Yâsir radiyallahu anh imanda azmin ve sebâtin sembolü bir yigit!.. inancı uğruna gösterdiği fedakârlıklar, islâm'ın yüceliğinin bir vesikası olan kahraman!... Fedakârlığın imanın özü olduğunu gösteren ilk şehid çocuğu... Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin; "Cennet üç kişiye müstaktır. Ali, Ammar ve Selman." iltifatına mazhar cennetlik bir insan!... Babası Yâsir, Yemen'li Kahtânî kabilesinin Ans kolundandır. Kaybolan kardeşini aramak için Mekke'ye geldi. Benî Mahzum

İnsanların en hayırlıları benim asrımda yaşayanlardır.

28

Page 29: ostern programi

kabilesinden Ebû Huzeyfe İbni Mugire'nin himayesine girdi. Sümeyye adındaki câriyesi ile evlendi. Bu evlilikten Ammar dünyaya geldi.

Ebu'l-Yekzan künyesiyle anılan Ammar İbni Yâsir, Erkam'ın evinde Suheyb ile birlikte otuzuncu müslüman olarak islâm'la şereflendi. Kısa bir müddet sonra babası Yâsir ve annesi Sümeyye hatun da müslüman oldular.İslâm'ın ilk günleri zorlu günlerdi. İlk müslümanlar da zor zamanı yaşayan insanlardı. Zira müşrikler islâm'a girenleri tehdit eder, himâyesiz kimseleri de işkence altında inletirlerdi. Yâsir ailesi bu iniltileri bu acıları gönüllerine gömen ve müşriklerin en ağır işkencelerine karşı kahramanca direnen yiğitlerdir. Kalbi kararmış, gözü dönmüş, zâlimler Yâsir ailesine akla-hayale gelmeyecek cehennemî işkenceler yaptılar. Güneşin en kızgın saatlerinde üçünü birden çölün kavurucu kumlarına gömdüler. Üzerlerine, derileri kavlatan kor parçası kayaları koydular. Fakat kalblerinden imanlarını alamadılar.

Fahr-i Kâinat sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz her gün Yâsir ailesinin yanına giderdi. Onlara manevî kuvvet, rûhî direnç verirdi. Bir ziyaretinde Ammar (r.a.) Resûl-i Ekrem (s.a.) Efendimize: "Yâ Rasûlallah işkence son haddine vardı." dedi: iki Cihan Güneşi Efendimiz de ona: "Sabret ey Ebü'l-Yekzan!... Sabrediniz ey Yâsir ailesi!.. Size vadedilen yer Cennettir." buyurdu. Onlara yüce hedefler göstererek acılarına, dertlerine ortak oldu.

Yine birgün Resûl-i Ekrem (s.a) Efendimiz, Ammar (r.a)'ın yanına uğradı. Ateşle dağlayarak ona azap ettiklerini gördü. Mübarek eliyle başını sıvazladı ve: "Ya Rab!.. Bu ateşi İbrâhim'e berd ü selâm buyurduğun gibi Ammar'a da serin ve zararsız eyle." diye dua etti. Ne dehşet verici, ne yürek dağlayan bir hadise!.. Hangi yürek dayanabilir buna?.. Amma ilâhî irâde böyle... Kader çerçevesi böyle çizilmiş... Bir mücâdele vermek gerekiyor... Allah Teâlâ kulunda bu gayreti görmek istiyor... Buyuruyor ki: "Yoksa Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?" (Al-i imran: 142)

"İnsanlar, imtihandan geçirilmeden sadece iman ettik demeleriyle bırakılacaklarını mı sandılar?" (Ankebût; 2)

Yâsir ailesi gün geçmezdi ki işkenceye tâbi tutulmasın. Müşrikler, Sümeyye hatunu iki devenin arkasına bağlayarak yerlerde sürüklediler. Ebu Cehil ve avânesi, kamçı vurarak işkence ettiler. O gün anne ve babası ikisi birden şehadet şerbetini içti. Tenleri kızgın çölde kaldı. Ruhları ise Cennete uçtu.İslâm'in ilk şehidleri olarak tarihe geçen Yâsir ailesi kıyamete kadar gelecek mü'minlere bu davranışlarıyla tükenmeyen bir şeref, bir asâlet bıraktılar.Ammar (r.a) kendine yapılan zulüm ve cefaya direnmeğe devam etti. Birgün yine ona aklını kaybedesiye, soluğu kesilinceye, derileri soyuluncaya kadar çok ağır işkence yaptılar. Putlarını hayır ile yâd etmedikçe bırakmayacaklarını söylediler. O da ölümden kurtulmak için onların istedikleri şekilde Lât ve Uzza lehinde zarûreten konuşmak zorunda kaldı. Müşriklerin elinden kurtulur kurtulmaz doğruca Rasûlullah (s.a) Efendimizin huzuruna vardı. Başından geçenleri ağlayarak anlattı. Efendimiz ona: "Bu sözleri söylerken kalbini nasıl buldun?" diye sordu. O da: "Kalbimde Allah'a imanda en ufak bir değişiklik olmadı." dedi. Bu cevap üzerine Efendimiz (s.a): "Ammar'ı başından ayağına kadar iman kapladı. iman kemiklerine işledi." buyurdu.

Gözyaşlarını mübarek elleriyle sildi. Kalbde iman yerleştikten sonra diliyle zarûrete binaen söylemenin imana zararı olmadığını hatta yine işkenceye uğrarsa aynı sözleri söyleyebileceğini ona su âyet-i kerime ile müjde verdi. Meâlen: "Kalbi imanla dolu olduğu halde inkâra zorlanan müstesna, inandıktan sonra Allah'ı inkâr edip gönlünü kafirliğe açanlara Allah'ın gazabı vardır. Büyük azâb da onlar içindir." (Nahl suresi: 106)

O, ilk önce Habeşistan'a daha sonra Medine'ye hicret etti. Resûl-i Ekrem (s.a) Efendimiz onu Huzeyfe İbni Yeman (r.a) ile kardeş ilan etti. Mescid-i Nebevi'nin inşâsında büyük gayretler gösterdi. İkişer ikişer kerpiç taşıdı. Efendimiz onu yüzü gözü toz içerisinde görünce: "Vah Ammar!.. Vah Ammar!.. Seni âsî bir topluluk öldürecek, sen onları cennete, onlar ise seni cehenneme davet edecekler." buyurdu.

Ammar (r.a) Bedir'den itibaren bütün gazvelerde bulundu. Büyük kahramanlıklar gösterdi. Yemame savaşında kulağı kopmuş sallanırken o yigitçe savaşmağa devam etti. Dağılmak üzere olan orduyu: "Ey müslümanlar!.. Cennetten mi kaçıyorsunuz? Ben Ammar İbni Yâsir'im. Bu tarafa gelin." diye

29

Page 30: ostern programi

haykırarak toparladı. Hz. Ömer (r.a) zamanında Kûfe'ye vali olarak gönderildi. Hz. Ali (r.a) devrinde Cemel ve Sıffin'de 93 yaşlarında çarpışırken şehid düştü. Hz. Ali (r.a.)'ın kıldırdığı cenaze namazından sonra oraya defnedildi. O, uzun boylu, kara yağız, ela gözlü ve geniş omuzluydu. Son derece sâde ve nezih yaşadı. Hiçbir namazını kazaya bırakmadı. 62 hadis-i şerif rivâyet etti. Buhari'de geçen bir rivayeti şöyledir: "Üç şeyi nefsinde toplayan kimse imanın tamamını elde etmiş olur. 

ABDULLAH BİN HUZAFE (R.A.)Biz Müslümanlar, Allah yolunda ölümden korkmayız. Keşke başımdaki saçlarım adedince

canlarım bulunsa da, herbiri Allah yolunda öldürülse.

Bir davayı temsil etme durumundaki insanların hayatında öyle ehemmiyetli anlar vardır ki, o sırada yaptıkları küçük bir ihmal,

birçoklarının felaketine sebebiyet verebildiği gibi, gösterdikleri fedakarlıklar da, pek çok insanın saadetine ve kurtuluşuna vesile olur.

İşte insanlığın yıldız şahsiyetleri Sahabiler, daima birer saadet rehberi olmuşlardır. Türlü çile ve ıztıraplara katlanmışlar, ama

arkalarındaki birçok kimseye de dünya ve Ahiret saadetini yaşatmışlardır.

İlk Müslümanlardan olan Abdullah bin Huzafe de (r.a.) böyle bahtiyar biriydi.Hz Ömer (r.a.) devrinde Bizanslılarla yapılan muharebede

birçok Müslümanla birlikte esir düşmüştü. Bizanslılar, ellerine geçirdikleri esirlere önce Hiristiyanlık telkini yapar, kabul ettiği takdirde

serbest bırakırlar, aksi halde çeşitli işkencelerle öldürürlerdi.

Abdullah bin Huzafe’nin, Sahabenin ileri gelenlerinden biri olduğunu öğrenen Kral, ona ayrı bir ehemmiyet veriyor, Hıristiyanlığı kabul

etmesi için devamlı telkinler yaptırıyordu. Fakat Abdullah bin Huzafe bu tekliflerin hiçbirisi ne kulak asmıyor, kelime-i şehadeti haykırmaya

devam ediyordu. Kral henüz ümidini kesmemişti. Hz. Peygamberin yakın arkadaşlarından birisinin Hıristiyanlığı kabul etmesi, günden güne

yayılarak, Bizans’ı tehdit eden Müslümanlı arasında bir panik meydana getirecek ve Hıristiyanlık alemi için büyük bir muvaffakiyet olacaktı.

Onun için Kral, Hz. Abdullah’ın Hıristiyan olması halinde kavuşacağı dünyalıkları durmadan arttırıyor, yeni yeni tekliflerde bulunuyordu.

En sonunda şöyle bir teklifte bulundu:

“Hıristiyan olmayı kabul ettiğin takdirde, kızımı verir, seni saltanatıma ve nülküme ortak ederim.”

İslam imanını bütün varlığına sindirmiş olan Hz. Abdullah, izzetle haykıraak şu cevabı verdi:

“Değil bütün Bizans topraklarını, Arap ve Acem topraklarını da versen, bir an olsun, dinimden dönmem!”

Kral, “Öyle ise öldürüleceksiniz” dedi.

Hz. Abdullah ise, “Buna gücünüz yetebilir. Ama imanımı kalbimden çıkarıp atamazsınız diye cevap verdi.

Sonra Hz. Abdullah çarmıha gerildi ve okçular devamlı olarak, ellerine ve ayaklarına yakın yerlere ok yağdırdılar. Bu arada yine

Hıristiyanlık telkinlerine devam ediliyordu. Aynı zanıanda, bir kazan su kaynatılmış ve Hıristiyan olmalı reddetmiş olan diğer

Müslümanlardan birisi getirilmiş, kazana atılmak üzere bekletiliyordu. Derken o Müslüman kaynar suya atıldı. Etrafta bulunanlar ve Hz

Abdullah yanan kemik cızırtılarını duydular. Sonra kazanın yanına Hz. Ahlullah getirildi.

Bu esnada Hz. Abdullah ağlamaya başladı: Kral Hz. Abdullah’ın korkusunlan ağladığını zannederek, tekrar Hıristiyan olmasını teklif etti. Hz

Abdullah gine tekliflerini reddetti.

Kral, “O halde niçin ağlıyorsun?” diye sordu. Bu soruya Hz. Abdullah’ın cevabı şu oldu:

“Ben korkumdan ağlamış değilim. Biz Müslümanlar Allah yolunda ölümden korkmayız. Benim ağlamamın sebebi şudur ki, ‘Başımdaki

saçlarım adedince canlarım bulunsa da, onlardan her biri böyle Allah yolunda ölüme gitse,’ diye düşündüm ve böyle bir düşünce beni

ağlamaya sevk etti.”

İslam izzetinin müşahhas bir timsali olan Hz. Abdullah’ın bu sözleri karşısınla Kral yeni bir teklifte bulundu:

“Başımdan öpersen, seni serbest bırakacağım.”

Bizans saltanatına ortaklık teklifi karşısında bile imanından fedakarlık göstermeyen Abdullah, bir Hıristiyanın başından nasıl öperdi?

Şöyle mukabil bir teklifte bulundu:

“Burada bulunan bütün Müslüman esirleri serbest bıraktığın takdirde dediğini yaparım.”

Hz Abdullah Kralın başını öpmeye giderken şöyle düşünüyordu:

“Bu adamın, Allah’ın düşmanlarından birisi olduğuna inanıyorum. Bunun başını ise, ancak Müslüman kardeşlerimi serbest bırakacağı

için öpüyorum.”

30

Page 31: ostern programi

Hz. Abdullah, Kralın başım öptü ve o da sözünde durarak 80 Müslüman esiri serbest bıraktı.

Abdullah bin Huzafe’nin imanından gelen izzet ve fedakarlığı 80 Müslünıanın kurtarılmasına ve daha nicelerinin imanının kurtulmasına

vesile olmuştu.

Esirlerle birlikte Medine’ye dönen Hz. Abdullah, Hz. Ömer tarafından karşı landı. Hz. Ömer, Abdullah’ı tebrik etti ve orada bulunan

Müslümanlara hitaben, “Abdullah, Kralın başından öperek 80 Müslüman kardeşimizin kurtuluşurıa vesile olmuştur. Onun için, Abdullah’ın

başından öpmek her Müslümana bir vazıfedir. İşte ilk önce ben öpüyorum” dedi ve başından öptü.1

Müslüman olduktan sonra Resulullahla birlikte bütün savaşlara katılan Abdullah bin Huzafe, bir ara Peygamberimiz tarafından 50 kişilik

bir seriyyenin kumandanlığına da getirilmişti.

Hz. Peygamber’in mektubunu İran Kisrasına götüren de o idi. Perviz adındaki Iran Kisrası Hz. Peygamber’in mektubunu yırtmıştı. Bunu

haber alan Resulullah da, “Ya Rab! O nasıl mektubumu parçaladı ise, sen de onu ve onun mülkünü parça parça et!” demiş ve ilave etmişti:

“Bundan başka kisra gelmez.”

Bir müddet sonra, Perviz’in oğlu Şirviye, babasını hançerle paralamış ve Sa’d bin Ebi Vakkas da (r.a.) onun saltanatının altını üstüne

getirmişti.

Sağlığında Hz. Peygamberin ihbarının çıktığını gören Abdullah bin Huzafe, Hz. Osman devrinde Mısır’da vefat etti.Allah ondan razı

olsun.

1. GÜNÜN HİKAYESİ : FREN PATLAYINCA…

Henüz yirmi yaşında bile değildim. Haruniye'nin meşhur kaplıcasına gidiyordum. O zamanlar, her şoför, bu dağlık arazinin kıvrım kıvrım yollarına girmeye cesaret edemiyordu. Biz bir kamyonet bulduk ve birkaç aile yataklarımızı ve diğer eşyalarımızı yerleştirip üzerlerine kurulduk. Bir süre sonra yeşilin her tonunun muhteşem bir güzellikle sergilendiği dağ yollarındaydık. Ağustos böceklerinin monoton nağmelerini dinleyerek pırıl pırıl, capcanlı çamların arasında arkamızda bir toz bulutu bırakarak ağır ağır tırmanıyorduk.

Allah'tan ki karşımızdan başka araba gelmiyordu. Çünkü yolun bazı yerleri iki arabanın sığamayacağı kadar dardı. Hattâ bazı virajlarda, kamyonet tekerinden fırlayan taşlar, atlaya zıplaya derenin dibini buluyordu. Nihayet zorlana zorlana uzun yokuşu bitirmiş olan arabamız, düze çıkmıştı. Biraz sonra da iniş başlayacaktı. Ben çok sevdiğim bu manzaranın ve dolayısıyla da yolculuğumuzun hiç bitmemesini istiyor, temiz dağ serinliğini doyasıya ciğerlerime çekiyordum. Bu arada gözüme enteresan bir şey ilişti. Hayret içindeydim, bir daha baktım, bir daha, bir daha ve şöyle haykırmaktan kendimi alamadım:- Aman Allahım, çama bakınız! Sipsivri bir kayanın tepesinde kök salmış, bir avuç toprak bile yok."

Ben böyle sesli düşünürken, karşımda oturan yaşlıca adam, biraz da benim hayretime kızgın olarak sordu:- Ne var bunda? Çoktur buralarda böyle ağaçlar..."- Ne var olur mu? Şu Allah'ın kudretine bakınız! Koskocaman bir kayanın zirvesinde pırıl pırıl ve bakımlı bir güzelim çam ağacını yaratmış..."-Hadi canım sende! Bunun Allah'la ve O'nun kudretiyle ne ilişkisi var?"- Peki ama, nasıl olur başka türlü? Kim o çamı o en olmayacak yerde bitirmiş olabilir?"- Hiç kimse evlât... Niçin illâ da biri yaratmış olsun yani? Bunlar hep geri ve ilkel düşüncelerdir."- Ama Allah o çamı orada yaratıp yetiştirmediyse, kim yaptı bu işi?"- Meselâ şöyle düşün: Bir kuş, ağzında bir çam tohumu ile uçarken, tam bu kayanın üzerine gelince, ağzından düşürmüştür. Düşen tohum da kayanın bir kırık tarafına takılıp kalır ve oradaki toprağa kök salar. Sonra da kayanın altına giren kökleriyle böyle gelişip serpilir."- Olay sizin dediğiniz gibiyse bile, bütün bunları yapıp yaratan yok mu?"- Yok tabiî... Yaratıcı diye bir şeye inanmak, bu devirde çok ayıptır.- Yaşınız başınızla bunu nasıl söylersiniz? Ben size bu konuda birçok misal söyleyebilirim."

Bu şekilde devam eden konuşmamız hemen münakaşaya döndü ve tabiî seslerimiz de yükseldi. Adam bağırdıkça ben de sesimi yükseltiyordum. Bizi sessiz dinleyen diğer yolcular da zaman zaman münakaşaya katılıyorlardı. Fakat halinden okumuş bir kimse olduğu sezilen bu yaşlıca adamdan başka hiç kimse, Allah'ı inkâr etmiyordu. Ama bir an önce de münakaşayı bitirmemizi ve susmamızı istiyorlardı.

31

Page 32: ostern programi

Bu sırada araba yavaş yavaş hızlanmaya başladı. Derken belki yüz metre aşağılarda ip gibi uzayıp giden Ceyhan nehrine kadar tekerleklerden fırlayıp giden taşlar, bizi şaşkına çevirdi. Bir an sessizlikle herkes birbirine bakışırken, şoför başını uzatıp, "Fren patladı!" dedi. Sağ yanımız yokuş aşağı çamlarla kaplı bir bayırdı. Bu yokuşun sonunda Ceyhan nehrinin kayalara çarptıkça köpüklenen suları görünüyordu. Sol taraf ise, yalçın kayalıklarla kaplı bir yamaçtı. Birkaç saniyelik şaşkınlık geçer geçmez, herkes çığlık çığlığa bağırmaya başladı. Kimisi şehâdet getiriyor, kimisi besmele çekiyor, kimisi de "Allah" diye bağırıyor, kendince dualar edip yalvarıyordu. Allah'a inanmadığını söyleyen yaşlı zat da, adetâ kendinden geçmiş, "Allahım!..." deyip duruyordu.

Ama bu durum, fazla sürmedi. Çünkü, bizim bütün şaşkınlığımız ve hayretimiz arasında araba yavaşlamaya başladı ve biraz sonra kenara yanaşıp durdu. Durur durmaz da her kafadan bir ses yükselmeye başladı:- Yahu bu ne biçim iş?"- Hani fren patlamıştı?"- Ödümüz patladı!"- Şaka mıydı yoksa?.."

Şoför yerinden çıkıp yanımıza yaklaştı ve benim biraz önce münakaşa ettiğim yaşlıca adama dönerek dedi ki:-Sen utanmıyor musun, Allah yoktur demeye? Biraz önce yoktur dedin, sonra da fren patladı sanınca, herkesten fazla Allah diye bağırdın. Yoksa, niçin O'nu yardımına çağırıyorsun?"Sonra da bize dönerek: - Kusura bakmayın, fren miren patlamadı. Ben münakaşanızı duyunca, şu adama bir ders vermek istedim," diyerek tekrar direksiyona geçti.

Araba yürüdüğünde sadece Ağustos böceklerinin sesleri vardı. Herkes susmuş; yaşlıca adam ise, yüzü kıpkırmızı, düşüncelere dalmıştı... Kaplıcaya gelip de eşyalarımızı indirdiğimiz zaman bana yaklaşarak:- Oğlum, senden özür dilerim; bunca yıldır inanmadığımı sandığım Allah'a meğer ben inanıyormuşum da haberim yokmuş... Bunu öğrenmeme sebeb oldun. Şoför efendi, sana da çok teşekkür ederim, bana inancımın farkına varacak imkânı sağladın," dedi.

1. GÜNÜN ŞİİRİKALK YİĞİDİM

Kalk ey yiğit uykudan!Kalk ki bağrımda nâlân...Sensiz geçen günlerde,Dolaştım ben dünlerde

Hep mahzûn ve kederli,Sen bizi terk edeli.Yiğidim görün artık!Görün ki çok bunaldık.

Canlarımız gırtlakta,Son kelime dudakta:Gülümse milletine!Susadık himmetine...

Kalmadı hiç gücümüz;Bizler bir sürü öksüzHep itilip kakıldık;Eşya gibi satıldık;

32

Page 33: ostern programi

Hicran üstüne hicran,Dahasına yok derman...Her gece hayâldesin,Sözlerde, gönüldesin,

Bir ömür boyu böyle..Bir defa da sen söyle!Azıcık acı bize!

Yıkılıp geldik dize...

ŞEHİT TAHTINDA

Şehit tahtında Rabbe gülümserAh binler ce canım olsaydı derŞehit tahtında Rabbe gülümserCanım bedeli bir sofradan yer

Ümitsiz olmaz ümitsiz olmazSevdasız olmaz sevdasız olmaz

Dağları oyup zindan etselerAllah nurunu söndüremezlerDağları oyup zindan etselerDavamın önüne geçemezler

Yarasız olmaz Çilesiz olmazŞehitsiz olmaz Kurbansız olmaz

Şehit tahtında Rabbe gülümserAh binler ce canım olsaydı derŞehit tahtında Rabbe gülümserCanım bedeli bir sofradan yer

Karanlık ölür zülümat ölürGözler önünde ve Ölüm ölür

Anladım artık Uhud ve BedirVe Ümit sevda Şehadet nedirSoludum Kanri Mahşer anını

Ümidi Şehidi ve Sevdayı

Şehit tahtında Rabbe gülümser

33

Page 34: ostern programi

Ah binler ce canım olsaydı derŞehit tahtında Rabbe gülümserCanım bedeli bir sofradan yer

Kamp Duvar Yazıları SAKLA SAMANI KAMPTA YERSİN

SAKLA KİTABINI KAMPTA OKURSUN

2.GÜNÜN 1.NURU:

YİRMİBİRİNCİ SÖZ[İki Makamdır]Birinci Makam

Bir zaman sinnen, cismen, rütbeten büyük bir adam bana dedi: Namaz iyidir. Fakat hergün hergün beşer defa kılmak çoktur. Bitmediğinden usanç veriyor.O zâtın o sözünden hayli zaman geçtikten sonra, nefsimi dinledim. İşittim ki, aynı sözleri söylüyor ve ona baktım gördüm ki; tenbellik kulağıyla şeytandan aynı dersi alıyor. O vakit anladım: O zât o sözü, bütün nüfus-u emmârenin namına söylemiş gibidir veya söylettirilmiştir. O zaman ben dahi dedim: Mâdem nefsim emmâredir. Nefsini ıslah etmeyen, başkasını ıslah edemez. Öyle ise, nefsimden başlarım.

Dedim: Ey nefis! Cehl-i mürekkeb içinde, tenbellik döşeğinde, gaflet uykusunda söylediğin şu söze mukabil beş ikazı benden işit.

Birinci ikaz: Ey bedbaht nefsim! Acaba ömrün ebedî midir! Hiç kat'î senedin var mı ki, gelecek seneye belki yarına kadar kalacaksın? Sana usanç veren, tevehhüm-ü ebediyettir. Keyf için, ebedî dünyada kalacak gibi nazlanıyorsun. Eğer anlasa idin ki, ömrün azdır hem faidesiz gidiyor. Elbette onun yirmidörtten birisini, hakikî bir hayat-ı ebediyenin saadetine medâr olacak bir güzel ve hoş ve rahat ve rahmet bir hizmete sarfetmek; usanmak şöyle dursun, belki ciddî bir iştiyak ve hoş bir zevki tahrike sebeb olur.

İKİNCİ İKAZ: Ey şikem-perver nefsim! Acaba hergün hergün ekmek yersin, su içersin, havayı teneffüs edersin; sana onlar usanç veriyor mu? Mâdem vermiyor; çünki ihtiyaç tekerrür ettiğinden, usanç değil belki telezzüz ediyorsun. Öyle ise: hâne-i cismimde senin arkadaşların olan kalbimin gıdası, ruhumun âb-ı hayâtı ve lâtife-i Rabbâniyemin havâ-yı nesimini cezb ve celbeden namaz dahi, seni usandırmamak gerektir. Evet nihayetsiz teessürat ve elemlere maruz ve mübtelâ ve nihayetsiz telezzüzata ve emellere meftun ve pürsevda bir kalbin kut ve kuvveti; herşeye kadir bir Rahîm-i Kerîm'in kapısını niyaz ile çalmakla elde edilebilir. Evet şu fâni dünyada Kemâl-i sür'atle vaveylâ-yı firakı koparan giden ekser mevcûdâtla alâkadar bir ruhun âb-ı hayâtı ise; herşeye bedel bir Mâbûd-u Bâki'nin, bir Mahbûb-u Sermedî'nin çeşme-i rahmetine namaz ile teveccüh etmekle içilebilir. Evet fıtraten ebediyeti isteyen ve ebed için halkolunan ve ezelî ve ebedî bir Zâtın âyinesi olan ve nihayetsiz derecede nazik ve letafetli bulunan zîşuur bir sırr-ı insanî, zînur bir lâtife-i Rabbâniye; şu kasavetli, ezici ve sıkıntılı, geçici ve zulümatlı ve boğucu olan ahvâl-i dünyeviye içinde, elbette teneffüse pek çok muhtaçtır ve ancak namazın penceresiyle nefes alabilir.

ÜÇÜNCÜ İKAZ: Ey sabırsız nefsim! Acaba geçmiş günlerdeki ibâdet külfetini ve namazın meşakkatini ve musibet zahmetini, bugün düşünüp muzdarib olmak, hem gelecek günlerdeki ibâdet vazifesini ve namaz hizmetini ve musibet elemini, bugün tasavvur edip sabırsızlık göstermek hiç kâr-ı akıl mıdır? Şu

34

Page 35: ostern programi

sabırsızlıkta misâlin şöyle bir sersem kumandana benzer ki: Düşmanın sağ cenah kuvveti onun sağındaki kuvvetine iltihak etmiş ve ona taze bir kuvvet olduğu halde; o tutar mühim bir kuvvetini sağ cenâha gönderir, merkezi zayıflaştırır. Hem sol cenahta düşmanın askeri yok iken ve daha gelmeden, büyük bir kuvvet gönderir, Ateş et! emrini verir. Merkezi bütün bütün kuvvetten düşürtür. Düşman işi anlar, merkeze hücum eder; tar ü mar eder. Evet buna benzersin.

Çünki: Geçmiş günlerin zahmeti, bugün rahmete kalbolmuş; elemi gitmiş, lezzeti kalmış. Külfeti, kerâmete iltihak ve meşakkati, sevaba inkılab etmiş. Öyle ise ondan usanç almak değil, belki yeni bir şevk, taze bir zevk ve devama ciddî bir gayret almak lâzımgelir. Gelecek günler ise mâdem gelmemişler. Şimdiden düşünüp usanmak ve fütur getirmek; aynen o günlerde açlığı ve susuzluğu ile bugün düşünüp bağırıp çağırmak gibi bir divâneliktir. Mâdem hakikat böyledir. Âkıl isen, ibâdet cihetinde yalnız bugünü düşün ve onun bir saatini, ücreti pek büyük, külfeti pek az, hoş ve güzel ve ulvî bir hizmete sarfediyorum, de. O vakit senin acı bir füturun, tatlı bir gayrete inkılâb eder.

İşte ey sabırsız nefsim! Sen üç sabır ile mükellefsin. Birisi: Tâat üstünde sabırdır. Birisi: Mâsiyetten sabırdır. Diğeri: Musibete karşı sabırdır. Aklın varsa, şu üçüncü ikazdaki temsilde görünen hakikatı rehber tut. Merdâne Ya Sabur de, üç sabrı omuzuna al. Cenâb-ı Hakk'ın sana verdiği sabır kuvvetini eğer yanlış yolda dağıtmazsan, her meşakkate ve her musîbete kâfi gelebilir ve o kuvvetle dayan.

DÖRDÜNCÜ İKAZ: Ey sersem nefsim! Acaba şu vazife-i ubûdiyet neticesiz midir, ücreti az mıdır ki, sana usanç veriyor? Halbuki bir adam sana birkaç para verse veyahut seni korkutsa, akşama kadar seni çalıştırır ve fütursuz çalışırsın. Acaba bu misafirhane-i dünyada âciz ve fakir kalbine kût ve gınâ ve elbette bir menzilin olan kabrinde gıdâ ve ziya ve herhalde mahkemen olan Mahşer'de sened ve berat ve ister istemez üstünden geçilecek Sırat Köprüsü'nde nur ve burak olacak bir namaz, neticesiz midir veyahut ücreti az mıdır? Bir adam sana yüz liralık bir hediye va'detse, yüz gün seni çalıştırır. Hulf-ul va'd edebilir o adama îtimad edersin, fütursuz işlersin. Acaba hulf-ul va'd hakkında muhal olan bir zât, Cennet gibi bir ücreti ve saadet-i ebediye gibi bir hediyeyi sana va'd etse, pek az bir zamanda, pek güzel bir vazifede seni istihdam etse; sen hizmet etmezsen veya isteksiz, suhre gibi veya usançla, yarım yamalak hizmetinle Onu va'dinde ittiham ve hediyesini istihfaf etsen, pek şiddetli bir tedibe ve dehşetli bir tazibe müstehak olacağını düşünmüyor musun? Dünyada hapsin korkusundan en ağır işlerde fütursuz hizmet ettiğin halde; Cehennem gibi bir haps-i ebedînin havfı, en hafif ve lâtif bir hizmet için sana gayret vermiyor mu?

2.GÜNÜN 2.NURU:

YİRMİBİRİNCİ SÖZ

BEŞİNCİ İKAZ: Ey dünyaperest nefsim! Acaba ibâdetteki füturun ve namazdaki kusurun meşâgil-i dünyeviyenin kesretinden midir veyahut derd-i maişetin meşgalesiyle vakit bulamadığından mıdır? Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki, bütün vaktini ona sarfediyorsun! Sen istidad cihetiyle bütün hayvanatın fevkinde olduğunu ve hayat-ı dünyeviyenin levâzımatını tedârikte iktidar cihetiyle, bir serçe kuşuna yetişemediğini biliyorsun. Bundan neden anlamıyorsun ki, vazife-i asliyen hayvan gibi çabalamak değil; belki hakikî bir insan gibi, hakikî bir hayat-ı dâime için sa'y etmektir. Bununla beraber meşâgil-i dünyeviye dediğin, çoğu sana ait olmayan ve fuzûli bir Sûrette karıştığın ve karıştırdığın malâyâni meşgalelerdir. En elzemini bırakıp, güya binler sene ömrün var gibi en lüzumsuz mâlûmat ile vakit geçiriyorsun. Meselâ: Zühal'in etrafındaki halkaların keyfiyeti nasıldır ve Amerika tavukları ne kadardır? gibi kıymetsiz şeylerle kıymettar vaktini geçiriyorsun. Güya kozmoğrafya ilminden ve istatistikçi fenninden bir kemâl alıyorsun.

Eğer desen: Beni namazdan ve ibâdetten alıkoyan ve fütur veren öyle lüzumsuz şeyler değil, belki derd-i maişetin zarurî işleridir. Öyle ise ben de sana derim ki: Eğer yüz kuruş bir gündelik ile çalışsan; sonra biri gelse, dese ki: Gel on dakika kadar şurayı kaz, yüz lira kıymetinde bir pırlanta ve bir zümrüt bulacaksın. Sen ona: Yok, gelmem. Çünki on kuruş gündeliğimden kesilecek, nafakam azalacak desen; ne kadar divanece bir bahane olduğunu elbette bilirsin. Aynen onun gibi; sen şu bağında, nafakan için işliyorsun. Eğer farz namazı terketsen, bütün sa'yin semeresi, yalnız dünyevî ve ehemmiyetsiz ve bereketsiz bir nafakaya münhasır kalır. Eğer sen istirahat ve teneffüs vaktini, ruhun rahatına, kalbin teneffüsüne medâr olan namaza sarfetsen; o vakit, bereketli nafaka-i dünyeviyye ile beraber, senin nafaka-i uhreviyene ve zâd-ı âhiretine ehemmiyetli bir menba olan, iki mâden-i mânevî bulursun:

35

Page 36: ostern programi

Birinci Mâden: Bütün bağındaki (Haşiye) yetiştirdiğin -çiçekli olsun, meyveli olsun- her nebâtın, her ağacın tesbihatından, güzel bir niyyet ile, bir hisse alıyorsun.

İkinci maden: Hem bu bağdan çıkan mahsulattan kim yese -hayvan olsun, insan olsun; inek olsun, sinek olsun; müşteri olsun, hırsız olsun- sana bir sadaka hükmüne geçer. Fakat o şart ile ki: Sen, Rezzak-ı Hakikî nâmına ve izni dairesinde tasarruf etsen ve Onun malını, Onun mahlûkatına veren bir tevziat memuru nazarıyla kendine baksan...İşte bak, namazı terk eden ne kadar büyük bir hâsâret eder, ne kadar ehemmiyetli bir serveti kaybeder ve sa'ye pek büyük bir şevk veren ve amelde büyük bir kuvve-i mânevî temin eden o iki neticeden ve o iki mâdenden mahrum kalır, iflâs eder.___________________________(Haşiye): Bu makam, bir bağda bir zâta bir derstir ki, bu tarz ile Beyân edilmiş

Hattâ ihtiyarlandıkça bahçecilikten usanır, fütur gelir. Neme lâzım der. Ben zâten dünyadan gidiyorum. Bu kadar zahmeti ne için çekeceğim? diyecek, kendini tenbelliğe atacak. Fakat evvelki adam der: Daha ziyade ibâdetle beraber sa'y-i helâle çalışacağım. Tâ, kabrime daha ziyade ışık göndereceğim âhiretime daha ziyade zahîre tedârik edeceğim.

Elhasıl: Ey nefis! Bil ki dünkü gün senin elinden çıktı. Yarın ise senin elinde sened yok ki, ona mâliksin. Öyle ise hakikî ömrünü, bulunduğun gün bil. Lâakal günün bir saatini, ihtiyat akçesi gibi, hakikî istikbal için teşkil olunan bir sandukça-i uhreviye olan bir mescide veya bir seccâdeye at. Hem bil ki: Her yeni gün, sana hem herkese, bir yeni âlemin kapısıdır. Eğer namaz kılmazsan, senin o günkü âlemin zulümatlı ve perişan bir halde gider, senin aleyhinde Alem-i Misâlde şehadet eder. Zira herkesin, her günde, şu âlemden bir mahsus âlemi var. Hem o âlemin keyfiyyeti, o adamın kalbine ve ameline tâbidir. Nasılki âyinende görünen muhteşem bir saray, âyinenin rengine bakar. Siyah ise, siyah görünür. Kırmızı ise, kırmızı görünür. Hem onun keyfiyyetine bakar. O âyine şişesi düzgün ise, sarayı güzel gösterir. Düzgün değil ise, çirkin gösterir. En nâzik şeyleri kaba gösterdiği misillü; sen kalbinle, aklınla, amelinle, gönlünle, kendi âleminin şeklini değiştirirsin. Ya aleyhinde, ya lehinde şehadet ettirebilirsin. Eğer namazı kılsan, o namazın ile o âlemin Sâni'-i Zülcelâl'ine müteveccih olsan; birden, sana bakan âlemin tenevvür eder. Âdeta namazın bir elektrik lâmbası ve namaza niyyetin, onun düğmesine dokunması gibi, o âlemin zulümatını dağıtır ve o herc ü merc-i dünyyeviyedeki karmakarışık perişaniyyet içindeki tebeddülât ve harekât, hikmetli bir intizâm ve mânidar bir kitabet-i kudret olduğunu gösterir.

âyet-i pür-envârından bir nûrû, senin kalbine serper. Senin o günkü âlemini, o nurun in'ikâsıyla ışıklandırır. Senin lehinde nuraniyyetle şehâdet ettirir.

Sakın deme: Benim namazım nerede, şu hakikat-ı namaz nerede... Zira bir hurma çekirdeği, bir hurma ağacı gibi, kendi ağacını tavsif eder. Fark yalnız icmâl ve tafsil ile olduğu gibi; senin ve benim gibi bir âminin -velev hissetmezse- namazı, büyük bir velînin namazı gibi şu nurdan bir hissesi var, şu hakikattan bir sırrı vardır -velev şuurun taallâk etmezse-. Fakat derecâta göre inkişaf ve tenevvürü ayrı ayrıdır. Nasıl bir hurma çekirdeğinden, tâ mükemmel bir hurma ağacına kadar ne kadar merâtib bulunur. Öyle de: Namazın derecâtında da daha fazla merâtib bulunabilir. Fakat bütün o merâtibde, o hakikat-ı nûrâniyyenin esâsı bulunur. * * *

2.GÜNÜN 3.NURU:

ŞAMLI HAFIZ TEVFİK'İN FIKRASI

Mukaddime: Malum olsun ki: " Zübdet-ür-Resail Umdet-ül-Vesail" namında kutb-ül-arifin Ziyaeddin Mevlana Şeyh Halid (Kuddise sırruhu) nun mektubat ve resail-i şerifelerinden muktebes nasayih-ı kudsiyenin tercümesine dair bir Risaleyi, onüç sene mukaddem Bursa'da Hoca Hasan Efendiden

36

Page 37: ostern programi

almıştım, nasılsa mütalaasına muvaffak olamamıştım. Ta bu günlerde kitablarımın içerisinde bir şey ararken elime geçti. Dedim: " Bu Hazret-i Mevlana Halid, üstadımın hemşehrisidir. Hem İmam-ı Rabbaniden sonra Tarik-ı Nakşi'nin en mühim kahramanıdır, hem Tarik-i Halidiye-i Nakşiyenin piridir." Risaleyi mütalaa ederken, Hazret-i Mevlananın tercüme-i halinde şu fıkarayı gördüm: Ashab-ı Kütüb-ü Sitte'den İmam-ı Hakim " Müstedrek" inde ve Ebu Davud " Kitab-ı Sünen" inde, Beyhaki " Şuab-ı İman" da tahriç buyurdukları :yani :" Her yüz senede Cenab-ı Hak bir müceddid-i din gönderiyor." Hadis-i Şerifine mazhar ve masadak ve müzhir-i tam olan Mevlana Eşşehir, Kutb-ül-Arifin, Gavs-ül-Vasılin, Varis-i Muhammedi, Kamil-üt-Tarikat-ül- Aliyeti Vel- müceddiyyeti Halid-i Zülcenaheyn ( kuddise sırruhu) ila ahir...

Sonra tarihçe-i hayatında gördüm ki, tevellüdü, binyüz doksanüç tarihindedir. Sonra gördüm ki, bin ikiyüz yirmidört tarihinde saltanat-ı Hind'in payitahtı olan Cihanabad'a dahil olmuş. Tarik-ı Nakşi silsilesine girip müceddidiyete başlamış. Sonra bin ikiyüz otuzsekizde ehl-i siyasetin nazar-ı dikkatini celbedip, vatanını terkederek diyar-ı Şam'a hicretle gitmiştir. Hem içinde gördüm ki: Hazret-i Mevlananın (K.S.) nesli, Hazret-i Osman Bin Affan Radıyallahu Anh'a mensuptur. Sonra gördüm ki; tercüme-i halinde istidad-ı fıtri ve kabiliyet-i harika ile sinni yirmiye baliğ olmadan evvel a'lem-i ulame-i asr ve allame-i vakit olmuş, Süleymaniye kasabasında tedris-i ulum ile iştigal eylemiştir. Sonra üstadımın tarihçe-i hayatını düşündüm. Baktım; dört mühim noktada tevafuk ediyorlar:

Birincisi: Hazret-i Mevlana, binyüz doksanüçde dünyaya gelmiş. Üstadım ise, arabi bin ikiyüz doksanüçde, tam Mevlana Halid'in yüz senesi hitam bulduktan sonra dünyaya gelmiş.

İkincisi: Hazret-i Mevlana'nın (K.S.) tecdid-i din mücahedesine başlangıcı ve mukaddimesi: Hindistanın payitahtına bin ikiyüz yirmidörtte girmiş. Üstad ise, aynen yüz sene sonra bin üçyüz yirmidörtte Osmanlı saltanatının payitahtına girmiş, mücahede-i maneviyesine hazırlanmış.

Üçüncüsü : Ehl-i siyaset, Hazret-i Mevlana'nın fevkalade şöhretinden tevehhüm ederek diyar-ı Şam'a naklettirilmesi bin ikiyüz otuzsekizde vaki olmuştur. Üstad ise, aynen yüz sene sonra bin üçyüz otuzsekizde Ankara'ya gidip onlarla uyuşmayıp, onları reddederek, küserek tekrar Van'a gidip bir dağda inziva ederken, bin üçyüz otuzsekiz senesini müteakip Şeyh Said hadisesinin vukuu münasebetiyle ehl-i siyasetin vehmine dokunmuş, ondan korkarak Burdur ve Isparta, Kastamonu, Afyon vilayetlerinde sekizer sene, yirmibeş sene ikamet ettirilmiş.

Dördüncüsü: Hazret-i Mevlana, yaşı yirmiye baliğ olmadan evvel allame-i zaman hükmünde fuhul-i ulemanın üstünde görünmüş, ders okutmuş. Üstad ise, tarihçe-i hayatını görenlere ve bilenlere malumdur ki: Ondört yaşında icazet alıp a'lem-i ulema-i zamana karşı muarazaya girişmiş. Ondört yaşında iken, icazet almağa yakın talebeleri tedris etmiştir. Hem Hazret-i Mevlana, neslen Osmanlı olduğu ve Sünnet-i Seniyeye bütün kuvvetiyle çalıştığı gibi, Üstadım, Kur'an-ı Hakime hizmet noktasında, meşreben Hazret-i Osman-ı Zinnureyn'in arkasında gidip Hazret-i Mevlana (K.S.) gibi, Risale-i Nur eczalariyle bütün kuvvetiyle Sünnet-i Seniyenin ihyasına çalıştı.

İşte bu dört noktadaki tevafukat, tam yüz sene fasıla ile, Risale-i Nurun takviye-i din hususundaki te'siratı, Hazret-i Mevlananın (K.S.) Tarik-ı Nakşiye vasıtasiyle hizmeti gibi azim görünüyor. (Hâşiye) Üstadım, kendine ait medh ü senayı kabul etmiyor, fakat Risale-i Nur Kur'ana ait olup medh ü sena Kur'anın esrarına aittir.

BİR RÜYABu mes'eleyi yazdıktan biraz zaman sonra, bir gece rü'yada Cenab-ı Peygamber Sallallahü Aleyhi

Vesellem Efendimizi gördüm. Bir medresede huzur-u saadette bulunuyordum. Cenab-ı Peygamber bana Kur'andan ders vereceklerdi. Kur'anı getirdikleri sırada, Hazret-i Peygamber Sallallahü Aleyhi Vesellem Efendimiz, Kur'ana ihtiramen kıyam buyurdular. O dakikada şu kıyamın, ümmeti irşad için olduğu birden hatırıma geldi.Bilahare bu rü'yayı, suleha-yı ümmetten bir zâta hikâye ettim. Şu suretle tabir etti: "Bu büyük bir işaret ve beşarettir ki, Kur'an-ı Azîmüşşan lâyık olduğu mevki-i muallâyı bütün cihanda ihraz edecektir.

37

Page 38: ostern programi

_____________________________(Hâşiye): Hazret-i Mevlana (K.S.) milyonlar etbalarının ittifakıyle müceddittir ve baştaki Hadis-i Şerifin bir masadakıdır. Ve madem tam yüz sene sonra dört mühim cihetle tevafukla beraber, Risale-i Nur ayni vazifeyi görüyor. Demek nass-ı Hadis ile Risale-i Nur eczaları tecdid ve takviye-i din vazifesini görüyorlar.

2.GÜNÜN 4.NURU:

RÜ'YADA BİR HİTABE(Mücedditlik)Meali ve hatırda kalan elfazı aynendir.1335 senesi eylülünde, dehrin hâdisatı verdiği ye's ile şiddetle muzdarib idim. Şu kesif zulmet içinde bir nur arıyordum. Manen rü'ya olan yakazada bulamadım. Hakikaten yakaza olan rü'ya-yı sadıkada bir ziya gördüm. Tafsilatı terk ile, yalnız bana söylettirilmiş noktaları kaydedeceğim. Şöyle ki:

Bir cum'a gecesinde nevm ile âlem-i misale girdim. Biri geldi dedi:-Mukadderat-ı İslâm için teşekkül eden bir meclis-i muhteşem, seni istiyor.Gittim gördüm ki, münevver, emsalini dünyada görmediğim, selef-i sâlihînden ve a'sârın meb'uslarından her asrın meb'usları içinde bulunur bir meclis gördüm. Hicab ettim, kapıda durdum. Onlardan bir zât dedi ki:-Ey felâket, helâket asrının adamı, senin de re'yin var, fikrini beyan et!Ayakta durup dedim:-Sorun cevab vereyim.………......................Birden o meclisten tasdik emareleri tezahür etti.Dediler:-Evet ümidvar olunuz, şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sada, İslâmın sadası olacaktır!..Tekrar biri sordu:-Musibet cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddemesidir. Hangi fiiliniz ile kadere fetva verdirdiniz ki, şu musibetle hükmetti. Musibet-i âmme, ekseriyetin hatasına terettüb eder. Hazırda mükâfatınız nedir?Dedim:-Mukaddemesi, üç mühim erkân-ı İslâmiyedeki ihmalimizdir: Salât, savm, zekat. Zira yirmidört saattan yalnız bir saatı, beş namaz için Hâlık Teâlâ bizden istedi. Tenbellik ettik. Beş sene yirmidört saat talim, meşakkat, tahrik ile bir nevi namaz kıldırdı. Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık. Keffareten beş sene oruç tutturdu. On'dan, kırktan yalnız biri, ihsan ettiği maldan zekat istedi. Buhl ettik, zulmettik. O da bizden müterakim zekatı aldı.(Ceza amelin cinsindendir)Mükâfat-ı hazıramız ise; fâsık, günahkâr bir milletten humsu olan dört milyonu velayet derecesine çıkardı; gazilik, şehadetlik verdi. Müşterek hatadan neş'et eden müşterek musibet, mazi günahını sildi.

Baktım meclis istihsan etti. Heyecanımdan uyandım. Terli, elpençe yatakta oturmuş kendimi buldum. Gece böyle geçti.

MünazaratSual: İfrat ediyorsun, hayâli hakikat gösteriyorsun. Bizi de techil ile tahkir ediyorsun. Zaman âhirzamandır, gittikçe daha fenalaşacak. (*).Cevap: Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da, yalnız bizim için tedennî dünyası olsun?... Öyle mi? İşte ben de sizinle konuşmayacağım, şu tarafa dönüyorum, müstakbeldeki insanlarla konuşacağım:Ey üçyüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitane Nur'un sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temâşâ eden Saidler, Hamzalar, Ömerler, Osmanlar, Tahirler, Yusuflar, Ahmedler vesâireler!.. Sizlere hitab ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, "Sadakte" deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muâsırlarım, varsın beni dinlemesinler. Târih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizin ile konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennet-âsâ bir baharda

38

Page 39: ostern programi

geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır. Biz hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bekliyoruz ki: Mâzi kıt'asına geçmek için geldiğiniz vakit, mezarımıza uğrayınız; o bahar hediyelerinden birkaç tanesini medresemin (1) mezar taşı denilen ve kemiklerimizi misafir eden ve Horhor toprağının kapıcısı

olan kal'anın başına takınız. Kapıcıya tenbih edeceğiz; bizi çağırınız. Mezarımızdan sadasını işiteceksiniz. (Gitme! Seni çağırır.)

Şu zamanın memesinden bizimle süt emen ve gözleri arkada mâziye bakan ve tasavvuratları kendileri gibi hakikatsız ve ilerileşmiş (ayrılmış) olan bu çocuklar, varsınlar şu kitabın (**)hakaikını hayal tevehhüm etsinler. Zira ben biliyorum ki; şu kitabın mesâili hakikat olarak sizde tahakkuk edecektir.

Ey muhatablarım! Ben çok bağırıyorum. Zira asr-ı sâlis-i aşrın (yani onüçüncü asrın)

minaresinin başında durmuşum, sûreten medenî ve dinde lâkayd ve fikren mâzinin en derin derelerinde

olanları câmiye dâvet ediyorum.

İşte ey iki hayatın ruhu hükmünde olan İslâmiyet'i bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Mesîl-i neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz; tâ ki, hakikat-ı İslâmiyeyi hakkıyla kâinat üzerinde temevvüc-söz edecek olan nesl-i cedid gelsin!..

________________________(*): Muhtemeldir ki, burada büyük bir veli; Eski Said'in Risale-i Nur'un dar dairesini gayet geniş ve siyasî bir daire olarak bir hiss-i kablelvuku'la kırk sene evvel hissederek, bu risaledeki çok cevabları o histen neş'et ettiğinden, o veli yalnız bu noktada itiraz etmiş.(1): Medreset-üz Zehra'nın Van'daki nümunesi olan ve vefat eden Horhor Medresesi'nin mezar taşı hükmünde bulunan Van Kal'ası demektir

(**):İstikbalde te'lif edilecek Risale-i Nur Külliyatını hiss-i kablelvuku' ile haber veriyor.

2.GÜNÜN PIRLANTASI

Nerdesin

Nerdesin, yıllarca hasretini çektiğimiz kahraman? Nerdesin, hayâllerimizin güvercini, rüyâlarımızın üveyki? Nerdesin “ba’su ba’del-mevt” imizin müjdecisi? Izdırab dolu günlerimizde, uykusuz geçen gecelerimizde hep yolunu bekleyip durduk. Ufkumuzda beliren her karaltıya, “bu O’dur” deyip, “seniye-i vedâ” (1) türküleriyle yollara döküldük. Gurublara kadar beklediğimiz nice günler vardır ki; kolumuz, kanadımız kırık evlerimize dönerken, zambakdan hülyalarımızla teselli olup durduk. Her yeni gün, bizim için tasa ve kederden esintilerle gelip ruhumuzu ezerken, düşmanlarımız esirdikce esiriyor ve ortalığı şamataya boğuyorlardı; gelmeyecek Mesih soluklu, Heraklit pazulu diye...

Nerdesin ve ne zaman geleceksin, esâtîrî yiğidim! Billahi, şu ölgün ruhların, pörsümüş gönüllerin hayat mumları sönmek üzeredir! Eğer canlara can katan temiz soluklarınla imdada yetişmezsen, kuruyan göllerimizde, suyu çekilen havuzlarımızda yaprağı dökülmedik tek nilüfer kalmayacakdır. Bağban gideli, bağ bozulalı asırlar oldu. Toprak, semâya inad, sema, “gözlerin kuruması murat” dediği günden bu yana, zemin bir başdan bir başa çöle döndü. Bizler uçsuz bucaksız bu beyâbanda (2) gördüğümüz her kervana, Yusuf’un gömleğini sorar gibi seni sorduk ve sonra da bir sabr-ı cemil (3) çekerek yeni doğuşlar beklemeye koyulduk. Sessizliğin ve kimsesizliğin içimizi yalnızlıkla doldurduğu, bu insiz, cinsiz âlemde, kaç defa sinekleri kartal; elsiz, ayaksız kötürümleri İskender diye alkışladık. Arkasından koşup durmadığımız kâfile kalmadı. Ama sen, hiçbirinde yokdun! Karşılaşdığımız minare kâmetliler, parmak kadar düşünceye, bir mum tutuşduracak kadar irâdeye sahip değillerdi. Ruh dünyaları karbonlaşmış, fikirleri harâbâtî, bakışları miyop ve beyanları alabildiğine dekolte idi. Onlarda, kahramanımızın çarpıcı nazarları, kahramanımızın ıstırab ve acıları, kahramanımızın coşkunluk ve tebessümleri göze çarpmıyordu..

39

Page 40: ostern programi

Zaman bizim için hep muharrem, zemin Kerbelâ oldu. Sînemiz, Hüseyin’in âh u efgânıyla inliyor. Gözlerimiz kararan ufuklarda, hilâl arar gibi yolunu gözlüyor, her yüzde seni hayâl etmek, her çığlıkda senin muştunu duymak istiyoruz. Sana hasret, sana susuz ve sana tutkunuz..!

Seni vefalı, seni hasbî, seni şuurlu ve seni hep becerikli tanıdık. Atmosferine sığınan kemlik görmedi. Sen sadakat ve samimiyetin bestesi oldun. Gönül verdiklerinin ağlamasıyla ağladın; gülmeleriyle de güldün. Onlar için inledin ve onlar için sevindin. Yüce gönlüne ve yukarılarda pervâz eden ruhuna, maddiyat ve dünyalar kement olamadı. Pürvefâydın yürekdendin..!

Kafdağından ağır bir yükün altına girerken, ne yaptığının şuuru içinde ve kararlı idin. Onun için ne yolların sarplığı, ne de önüne çıkan kan-revân deryalar, sende gevşeklik, sende yılgınlık ve sende vefasızlık meydana getiremedi. Bir karasevdalı gibi girdiğin bu yolda, “girdik reh-i sevdâya bize onur, bize gurur lâzım değil” demişdin..!

Hani bir keresinde, dostunun ayağına saplanan bir dikenle, senin hayatını bir terazide tartmak istemişlerdi de, sen çılgına dönmüşdün. Bin ruhun olsa, onun zülfünün tek teline feda etmemeyi vefasızlık sayıyor ve isyan ediyordun! Nerdesin Hubeyb...!

Ve yine bir defasında, senin kolunu, kanadını kırmış ve budanan bir ağaç gibi yere sermişlerdi. Kala kala omuzların üzerinde kankırmızı bir başın kalmışdı. Sen cennet hûrilerinin divan duracakları bu yüce başı saklamak istiyordun. Ve hatırlarsan şöyle diyordun: “Bu baş bu omuzlarda olduğu müddetçe, ona gelip çarpan şeyleri göğüslemezsem vefasızlık yapmış olurum.” Nerdesin Mus’ab..!

Hatırlarsan bir başka zaman, orduları arkana takmış ve çok uzaklara açılmışdın. Kabına sığmıyordun. Ateşdin. Tufandın. Bir başdan bir başa yeryüzünü bir hamlede teslim almak ve yüce zimamdarına bağlamak istiyordun. Leventlerinle bir solukda ateşgedelerin ülkesine ulaşdın ve içlerine öyle bir vâveyla saldın ki, ard arda Kisra’nın beldeleri târumâr oluyor ve toprağa gömülüyordu. Sonra tutdun topuzunu Bizans’ın batına indirdin. Asırlarca sonra gelecek olan, genç Türk serdarına öncülük yapdın ve Konstantiniye’ye (4) giden yolu açdın. Hızır mıydın, İlyas mıydın? Geçdiğin yerlerde güller bitiyor, ayağını attığın harâbeler, yerlerini umranlara terk ediyordu. Dost düşman kılıcının gökden indiğine inanıyor, orduların seni insanlığın te’dibiyle vazifeli bir melek sanıyordu. Tam, zaferlerinin böyle üst üsde kaideleşdiği ve senin bu müstesna kâide üzerinde abideleşdiğin bir dönemde, iltifat beklediğin bir ağızdan, vazifeden affedildiğini işitdin. Sarığın boynunda ve bir mücrim hüviyetinde, o yüce ağızdan: “Halk, elde edilen zaferleri senin şahsında buluyor, halbuki...” sözlerini dinlerken, ona hak veriyor ve hakkında kesilip biçilen kararlara inkıyâdını belirtiyordun. Sonra tutdun, elinin altında bulunan birinin emrine girerek, yüce ideâlin uğrunda yoluna devam etdin. Söyle, Allah aşkına! Bütün bunlara nasıl katlandın? Senin izzet-i nefsin ve onurun yok muydu? Soluklarına susadığım, yiğidim, Halid nerdesin...!

Bir başka defasında da seni kardeşinle konuşmakdan menetmişlerdi. Hani o güne kadar, bir lâhza kendisinden ayrılmadığın kardeşinle konuşmakdan... Savaş meydanlarında omuz omuza, yemek sofralarında diz dize oturduğun kardeşinle konuşmayacakdın. Emir, âlî bir divandan çıkmıtdı ve sen buna riayet etme kararında idin. Dilbeste olduğun O zât aşkına, söyle bana! Şu benim bilebildiğim “Bilmiyorum” sözünden başka, ona bir lâf etdin mi!. Değilse, o ne sadakat, o ne vefa ve o ne irade! Nerdesin Ebu Katâde..!

Bir defa da sen, hocanın önünde yürüyordun. Itırla yıkanmış cübbene, onun atının ayağından bir damla çamur sıçramışdı. Sen o gün bir hükümdardın. Dünyayı iki hükümdara az gören bir hükümdar... İranlı kapıkulun, Memlûkler kölelerindi, “Şirler pençe-i kahrından olurken lerzân” (5), sen tutdun, o çamurlu cübbenin tabutuna sarılmasını vasiyet etdin. Sen nesin? Sofî misin? Derviş misin? Yoksa yerde gezen bir melek misin? Ve ey Şirpençe! Nerdesin...!

40

Page 41: ostern programi

Gözlerim yollarını gözlerken, dilim da’vet türkülerini söylerken, kırık mızrabımı gönlümün tellerine dokundurmak istedim. Heyhât! Bu muammanın bir küçük noktasına dahi tercüman olamadım. “Ben o nağmeden müteheyyicim ki, yokdur ihtimali terennümün.” (6).

Nazarlarımız ilk geldiğin yolda takılıp kaldı. Ve, yıllar yıllı, bir daha geleceğinin ümidini, içimizde besleyip durduk. Ve hayâllerinle avunduk. Bu ümit, bu azimle sonsuzlara kadar, her şafakda seni arayacak ve her kervandan seni soracağız. İnan, ne bizim yalnızlık ve inkisarımız, ne de düşmanlarımızın habire kudurup durması, senin yolunun delileri olmadan bizi vazgeçiremeyecekdir...!

Bu uğurda, belki bin defa aldanacak, bin defa ateş böceklerine koşmalar dizecek, yüzbin defa zangoçlara yahşi çekecek ve vaftiz suyunu âb-ı hayat diye içeceğiz, ama, bir Mevlâna anlayışı içinde, senin yolundaki yalanlara dahi gönlümüzü çıkarıp armağan etmeden geri kalmayacağız...

Ey tatlı rüyaların sevimli kahramanı! Riyânın, şöhretin, mansıbın aydın ümitlerimize zift sürmek istediği şu kara günlerde, ağzının diriltici iksirine muhtaç gönülleri daha fazla bekletme...!

 

1) Seniye-i vedâ: Vedâ yokuşu.2) Beyâban: Çöl.3) Sabr-ı cemil: Güzel sabır.4) Konstantiniye: İstanbul.5) “Aslanlar kahrının pençesinden titrerken.”6) “Ben öyle bir nağmeden coşup heyecanlanmışım ki, onu terennüm ve ifadeye imkân yoktur.” 

CEMAATLE NAMAZNamazi cemaatle kilmak çok önemlidir. Hiç ihmal etmeye gelmez. Biz Hanbelî mezhebinden degiliz ama Imam Ahmed b. Hanbel'in cemaat hakkindaki anlayisi dikkate deger. O, cemaati namazin sarti sayar. Tabiîn efendilerimiz cemaat hususunda ne kadar titizdirler. Mesela A'mes (Süleyman b. Mihran) yetmis sene boyunca ilk tekbiri hiç kaçirmaz. Yetmis sene yetisemediginden dolayi tek bir rekati kaza etmez. Bir baskasi ömrü boyunca namazlarda baskasinin ensesini görmez, hep en ön saftadir.

Efendimiz cemaatin önemini anlatirken buyuruyor ki: "Çok defa içime geliyor ki birisi namaz için kamet okusun, cemaat namaza dursun, ben de gideyim cemaata gelmeyenlerin evini yakayim." Evet cemaat çok önemli. Ben size sorsam "Hayatinizda cemaatsiz, münferit kaç namaz kildiniz?" Ondan fazla ise cemaatsiz namaziniz söylemeyin bunu, Allah'a karsi ayiptir. O on da ya uçakta ya havaalaninda ya da yolda, yani cemaata imkan bulamadiginiz yerlerde olmali.

Hayat namaza göre tanzim edilmeli. Namaz bir takvim gibi hayatin her noktasini kusatmali. Hayatin gerçek takviminin blokaji namaz üzerine oturtulmali. Namaz vakitleri köse taslari olmali ve sair isler bu köse taslarina göre programlanmali. Eskiler bir is için sözlestiklerinde "sabah namazindan önce.. ögle namazindan sonra.." derlerdi. Kur'an'da da bu espri muhafaza edilir ve pek çok yerde "namaz kilindiktan sonra.. namaza kalktiginizda.. namaza durdugunuzda.." gibi ifadelerle ferman buyrulur.

Aglamak da tebessüm de kalbin çehreye yansiyan rengi olmalidir.***

41

Page 42: ostern programi

Günah çok kötü bir seydir ancak bir yerde iyi sayilabilir. O da kulun bir günaha girip bir ömür boyu onun için ah u vah etmesidir. Mesela bir harama im'an-i nazar ile (dikkatlice) bakmistir, yillar sonra bile onu hatirladikça iki büklüm olur ve o Rahmet Kapisi'na yönelir.

***Öyle bir Sultan'a kul olacaksin ki Fatih Sultan Mehmet ile bir farkin kalmayacak, Yavuz Sultan Selim ile ayni çesmeden testini dolduracaksin.

***SAYGISIZLIGA SAVAS

Kur'an okurken, hutbe verirken "Estaizü..." diyorlar, bu yanlis. Kur'an'da Kur'an okunacakken "Allah'a siginma dileyin, siginma talebinde bulunun" buyruluyor. Bu halde okurken biz, "Siginma talebinde bulunuyoruz" demeyiz, "Siginiriz". (Estaizü: "Siginma diliyorum"; Eûzü: "Siginiyorum" manasina gelir.) Yani her halükarda "Eûzü billahi..." demek lazimdir.Her zaman Eûzü Besmele'yi adet haline getirmeliyiz. Ayet okurken besmele yetmez. Çok saygili davranmaliyiz. Efendimiz'in her adi geçtiginde mutlaka salavat getirmeliyiz, sadece dille degil bütün vücudumuzla. O'nun adi geçtiginde hem bedenen hem ruhen toparlanmaliyiz. Çünkü O'nun ruhaniyati tesrif etmis olabilir. Ama bu saygiyi gösterirken de katiyen riya ve sum'aya girmemeli, saygimizi gönlümüzün derinligi ölçüsünde ve içimizden geldigi sekliyle ifade etmeliyiz.Her yerde saygida asiri hassasiyet göstererek onu yerlestirecegiz.

***Zühdün tarifi: "Dünyayi kesben degil, kalben terketmek." Bunun ölçüsü de dünya umurundan kaybettigine üzülmemek, kazandigina sevinmemek.

***Hazreti Süleyman bir karincanin bir senede ne yiyecegini sormus. "Bir bugday" demisler. O da denemek için bir karincayi bir kutuya koymus ve içine de bir tane bugday atmis. Bir sene sonra açip baktiginda kutuda karinca ve bugdayin yarisi varmis. Karincaya sormus: "Sen senede bir bugday yemez miydin?". "Ya Süleyman! O rizkimi Rezzak u Kerim verirken öyle idi. Ama rizik senin vasitanla gelince senin ileride ne yapacagini bilemedim ki onun için ihtiyatli davrandim."

***

BEKLENTI

Biz hiç ama hiç beklenti içinde olamayiz. Hatta bir insana bir iyilik yaptigimizda ondan bile tesekkür beklentisi içinde olmamaliyiz. "Men lem yeskurin nâse lem yeskurillah - Insanlara tesekkür etmeyen Allah'a da tesekkür etmez." hakikati onu ilgilendirir, bizi ilgilendirmez. Biz tek bir seyin beklentisi içinde olabiliriz o da ALLAH RIZASI. Hiçbir seyde hirs göstermek caiz degildir ama Allah'in rizasini kazanmak ugruna, O'nun adini dünyanin her tarafinda duyurma hususunda ölesiye hirs göstermek caiz, hatta matlubtur. Hirs gösterilecek tek nokta budur.***

42

Page 43: ostern programi

Bizim pek çok zaaflarimiz var. Bunlarin farkina varma ve itiraf etme, onlari iradeyle zapt u rapt altina alma ve onlara ragmen iffetle yasama insani evc-i kemalâta (kâmil insan zirvesi) yükseltir.***

Hazreti Adem'in yasak meyveye el uzatmasina "Hasenâtül ebrâr seyyiâtül mukarrabin-Ebrar adina iyilik sayilan bir fiil, daha ileri seviyede bulunan mukarrabin için günah sayilir" sirriyla bakilmalidir. O bir içtihat hatasidir, iftar vaktini bilememe meselesidir. Insanlarin bulunduklari konuma göre yaptiklari fiiller farklilik arzeder. Salonda bulunanin, koridordakinin yaptigini yapmasi, salonda olma adabina uymayacagindan hatadir. Harem odasinda hareme mahrem olmus kimse de salondakinin yaptigini yapamaz.***

Efendimiz hakkinda akla gelen kötü seyleri hemen ELININ TERSIYLE VURUP KOVACAKSIN! Hiç barindirmayacaksin. Hani bahar bulutlari gibi zihne gelse.. hani mesela "taaddüt-ü zevcât" filan akla gelse hemen "Ne güzel Ya Rabbi! O Güzeller Güzelinde bu sey ne güzel duruyor!" diyeceksin.

2. GÜNÜN YILDIZI : HUBEYB bin ADİYY (r.a.)

Uhud savaşında bazı yakınları ölen müşrikler, Müslümanlardan bunların intikamını almak istediler. Alçakca bir plân hazırladılar. Hemen de planı tatbike koydular. Bu maksatla bir heyet Medine'ye giderek Resulullahın huzuruna çıkıp: “Yâ Resûlallah. Bizim kabîlelerimiz, İslâmiyeti kabûl ettiler. Yalnız Kur'ân-ı Kerîm öğretmenine ihtiyâcımız var. Lütfen bize; İslâmiyeti, Kur'an-ı kerimi öğretecek kimseler yollar mısınız?” diye ricada bulundu. Sevgili Peygamberimiz kendilerine, 10 kişilik bir öğretmenler heyeti yolladılar. Başlarında, Âsım bin Sâbit hazretlerinin bulunduğu bu heyette, Mersed bin Ebî Mersed, Hâlid bin Ebî Bükeyr, Hubeyb bin Adiy, Zeyd bin Desinne, Abdullah bin Târık, Muattib bin Ubeyd de bulunuyordu.

Bu öğretmenler kâfilesi, geceleri yürüyerek, gündüzleri gizlenerek Hüzeyl Kabilesi topraklarında, Reci' suyu başında, seher vakti konakladılar.. Bu sırada yanlarında bulunan Adal ve Kare kabilesi heyetinden biri, bir bahane ile yanlarından ayrıldı. Hemen Lıhyanoğullarına gidip, haber verdi. Çok geçmeden kâfilenin etrâfı sarıldı. 200'den fazla silâhlı eşkiyâ oradaydı. “Bize öğretmen lâzım!” diyenler, çekip gittiler. O güzîde Müslümanları, eşkiyâ ile karşı karşıya bıraktılar. Lıhyânoğulları mensupları, esir ticâreti ile geçinirlerdi. Bu sebeple: “Teslim olun. Canınızı kurtarın” teklifinde bulunuyorlardı. Asıl niyetleri onları Mekke'de köle olarak satmaktı. Böylece çok para kazanacaklardı. Çünkü Mekke'li müşrikler kendilerine: “Yakaladığınız her Müslüman için, değerinden fazla para öderiz” demişlerdi.

Bunu Müslümanlar da duymuşlardı. Onun için, aralarında istişâre ederek çarpışmaya karar verdiler. Arkalarını dağa dönüp, kılıçlarını çekip, Allah’ın dîni uğrunda vuruşmaya başladılar. İki yüz kişilik düşmana karşı görülmemiş bir kahramanlıkla çarpıştılar. Üzerlerine saldıran kuvvetten bir kısmını öldürdüler. Nihayet çarpışa çarpışa on Sahâbi'den yedisi okla vurularak orada şehid düştü.  Sadece Hubeyb bin Adiy, Zeyd bin Desinne ve Abdullah bin Târık kalmış, müşriklerle çarpışıyorlardı. Çok geçmeden müşrikler, onları sağ olarak yakaladılar.

Lıhyanoğulları üçünü de yayların kirişleri ile bağladılar. Mekke'ye götürmek üzere yola çıktılar. Abdullah bin Târık Mekkeli müşriklere götürülmeye râzı olmadı. Gitmemek için zorlandı.  “Vallahi ben size arkadaş ve yoldaş olmam! Şehid olan arkadaşlarım bana örnek ve önderdir” deyip, bir zorlayışta ellerini kurtardı. Lıhyanoğulları O'nu taşa tuttular, sonunda O'nu da şehid ettiler. Lihyânoğulları, Hubeyb bin Adiy ve Zeyd bin Desinne'yi Mekke'ye götürüp müşriklere yüksek bir fiyatla sattılar. Çünkü Hz. Hubeyb Bedr Gazâsında müşriklerden Hâris bin Âmir'i Cehenneme yollamıştı. Onun oğulları şimdi kendisini almak için, büyük para ödediler. Zeyd bin Desinne'yi de Safvân bin Ümeyye, Bedir savaşında öldürülen babası Ümeyye bin Halef'in intikâmını almak üzere satın aldı.

43

Page 44: ostern programi

Mekkeli Müşrikler, Hz. Hubeyb ve Zeyd'i satın aldıktan sonra, onlara ne cezâ vereceklerini konuşuyorlardı: - Hayır! Evvelâ işkence etmeliyiz. - Ama Harâm aylar içinde bulunuyoruz! - Bu sebeple, hemen öldüremeyiz! Harâm ayların geçmesini beklememiz gerek- O hâlde, hapsedelim. - Ellerini, ayaklarını zincire vuralım! diyorlardı. Öyle yaptılar.Harp meydanındaki yenilginin intikâmını, müdâfaasız bir insandan alacaklardı. Hem de o esîri; harpte değil, parayla pazardan almışlardı!.. Hârisoğulları, iftihârla Hubeyb bin Adiy'i kendi âile fertlerine gösteriyorlar: “İşte babamızı öldüren. Şimdi vereceğimiz cezâyı beklemekte!” diyorlardı.

Hapsedildiği evde bulunan ve azatlı bir cariye olan Mâviye şöyle anlatmıştır: Hübeyb, benim bulunduğum evde bir hücreye hapsedilmişti. Ben ondan daha hayırlı bir esir görmedim.  Bir gün baktım elinde insan başı gibi kocaman bir üzüm salkımı vardı. Ondan yiyordu. Her gün böyle üzüm salkımı elinde görülürdü. O mevsimde hem de Mekke'de üzüm bulmak asla mümkün değildi. Allahü Teâlâ ona rızık veriyordu. Hz. Hubeyb, hapsolunduğu hücrede namaz kılar, Kur'ân-ı Kerîm okurdu. Onun okuduğu Kur'ân-ı Kerîm’i dinleyen kadınlar ağlaşırlar. Ona acırlardı. “Ona bir isteğin var mı?” dediğimde, “Bana tatlı su ver, putlar için kesilen hayvanların etinden getirme, bir de beni öldürecekleri zaman önceden haber ver, başka birşey istemem”, dedi.

Hubeyb bin Adiy ve Zeyd bin Desinne'yi öldürmek için müşriklerin kararlaştırdığı gün gelmişti. Fakat müşriklerin kin ve intikâm hisleri geçmek bilmedi. Herkese haber verildi. Bu yüzden şehrin zengin-fakîr, genç-ihtiyâr, kadın-erkek ve bütün çocuklar oradaydılar. Bu iki yüce Sahâbenin başına gelecekleri merak ediyorlardı.

Bir sabah erkenden O büyük îmânlı Sahâbînin zincirlerini çözüp, zindandan çıkardılar. Mekke dışında Ten'im denilen yere götürdüler. Çünkü bütün mel'anetlerini, orada yapmayı âdet edinmişlerdi. Bu iki Allah ve Resûlullah dostu ise, heyacanlı değildiler.Yolda karşılaşıp görüşen bu iki Sahâbî kucaklaşarak birbirlerine uğradıkları belâya sabretmelerini tavsiye ettiler. Az sonra bir müşrik bağırdı:

Ey Hubeyb! Sen bizim babamızı, Hâris bin Âmir'i öldürdün. Bugün onun intikâmını senden alacağız. Ölmeden önce bir isteğin var mı? Hubeyb bin Adiy gâyet sâkin, şunları söyledi: “Yaşatan ve öldüren ve öldükten sonra gene diriltecek olan, yalnız Cenâb-ı Allahtır.. O'na binlerce hamd olsun.”

Müşrikler hayretle tekrar sordular: - Ölmeden önce son bir arzun yok mudur? - Beni bırakınız iki rekât namaz kılayım... - Kıl orada. Elleri ve ayakları çözülen Hz. Hubeyb, hemen namaza durup, büyük bir sükûnet içinde huşû' ile iki rekât namaz kıldı. Cenâbı Hakka son duâlarını yaptı. Toplanan müşrikler, kadınlar, çocuklar heyecanla onu seyrediyorlardı. Namazını bitirdikten sonra: ” Vallahi eğer ölümden korkarak namazı uzattığımı zannetmeyecek olsaydınız, namazı uzatırdım ve daha çok kılardım” dedi.

Böylece idam edilirken iki rekât namazı ilk kılan, âdet ve sünnet olmasına sebep olan Hubeyb bin Adiy'dir Peygamber Efendimiz, onun idam edilirken iki rekât namaz kıldığını işitince bu hareketini yerinde ve uygun bulmuştur. Hârisoğulları hırsla yaklaştılar: “Artık ölmeye hazır mısın?” diye sordular. Aslında O'nun bağırıp çağırmasını istiyorlardı. Çünkü o zaman daha keyifle, işkence edeceklerdi. Fakat aksine Hubeyb halâ sâkindi:

- Müslüman olarak öldükten sonra, ne şekilde can verirsem vereyim, önemli değil. Çünkü bütün çektiklerim, Allah ve Resûlullah sevgisi içindir. Cenâb-ı Hak dilerse, parça parça edeceğiniz vücudumun zerresini, lütuf ile Cennetine nâil eyler, dedi. Hz. Hubeyb, son namazını kıldıktan sonra, Mekkeli müşrikler, onu tutup darağacına kaldırarak bağladılar. Yüzünü kıbleden Medine'ye doğru çevirdiler. Sonra: - Vallahi dînimden asla dönmem! Bütün dünya benim olsa, bana verilse yine İslâmiyyetten dönem!.. - Şimdi senin yerine Peygamberinin olmasını, onun öldürülmesini, sen de evinde rahat oturasın ister misin? - Ben Muhammed aleyhisselâmın değil benim yerimde olmasını, Medîne'de yürürken ayağına bir diken bile batmasına asla râzı olmam!

44

Page 45: ostern programi

- Ey Hubeyb, İslâm dîninden dön eğer dönmezsen seni muhakkak öldüreceğiz. - Allah yolunda olduktan sonra benim için öldürülmenin hiç ehemmiyeti yoktur. Hz. Zeyd bin Desinne'ye de bu şekilde söylediler. O da aynı cevabı vererek şehid oldu. Bundan sonra Hubeyb: - Allahım! Şuracıkta düşman yüzünden başka yüz görmüyorum... Allahım! Resûlüne selâmımı ulaştır. Bize yapılan bu işi Resûlüne bildir, diyerek duâ etti.

Hubeyb bu duâyı yaptığı sırada sevgili Peygamberimiz, Eshâb-ı kirâmla oturuyordu. Zeyd bin Hârise şöyle anlatmıştır: “Bir gün Resûlullah Efendimiz Eshâbıyla otururken kendisine vahy geldiği sırada kaplayan hâl gibi bir hâl kapladı. Sonra, “ Ve aleyhisselâm”, dedi. - Yâ Resûlallah bu selâmı kimin selâmına karşılık verdiniz? - Kardeşimiz Hubeyb'in selamına karşılık verdim. Cebrâil aleyhisselâm, Hubeyb'in selâmını bana ulaştırdı.

Ve Hubeyb ile Zeyd'in şehid edildiğini Eshâbına duyurdu. Hubeyb'in etrafında toplanan Kureyş müşrikleri: İşte babalarınızı öldüren bu adamdır, diyerek gençleri üzerine mızraklarıyla saldırttılar. Mızraklarını saplayarak vücudunu yaralamaya başladılar.  Bu sırada Hubeyb'in yüzü Kâ'be'ye doğru döndü. Müşrikler Medine'ye doğru döndürdüler. Hz. Hubeyb: “Allahım eğer ben senin katında hayırlı bir kul isem yüzümü Ka'be'ye çevir” diyerek duâ etti.

Yüzü yine kıbleye döndü. Müşriklerden hiçbiri onun yüzünü Kâ'be'den başka bir tarafa çeviremedi. Bu esnada Hz. Hubeyb darağacı üzerinde düşman arasında garip bir halde şehit edilmekte olduğunu dile getiren bir şiir söyledi. Mekkeli müşrikler darağacına çıkardıkları Hz. Hubeyb'e, ellerindeki mızraklarla işkence yapmaya başlayınca:

- Valahi ben Müslüman olarak öldürülecek olduktan sonra vurulup hangi yanım üstüne düşersem düşeyim gam yemem. Bunların hepsi Allah yolundadır, dedi. Hubeyb bundan sonra yüksek sesle şöyle bedduâ etti. - Ey büyük ve herşeye kâdir Allahım. Sen de bu zâlimlerin tamâmını mahveyle! Onlardan hiç birini sağ bırakma! Hepsini ayrı ayrı öldür, Allahım!Hâinler korkak olur. Bu hâinler de bedduâyı işitince korkmaya başladılar. Hz. Hubeyb biraz daha konuşursa, vaziyet değişebilirdi. Oradakiler müşrik de olsalar tesir altında kalabilirlerdi! Hattâ o mazlûmu kurtarmak isteyen bile çıkabilirdi. Hârisoğulları: “Konuşturmayın şunu!” diye bağırdılar. Sonra da mızraklarını peşpeşe saplamaya başladılar, içlerinden biri göğsüne mızrağı sapladı, mızrak sırtından çıktı. Hubeyb, vücudundan kanlar fışkırırken ve darağacında sallanarak son nefesini verirken, “Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlüh” diyerek şehid oldu.

Hubeyb bin Adiy'in cenazesi kırk gün darağacında asılı kaldı. Bedeni çürüyüp kokmadı. Hep taze kan aktı. Peygaber Efendimiz onun cenazesini getirmek üzere Eshâb-ı kirâmdan Zübeyr bin Avvâm ve Mikdâd bin Esved'i gönderdi. Gece gizlice Mekke'ye girip Hubeyb'i asılı bulunduğu darağacından indirip deveye yükleyerek Medine'ye doğru yola çıktılar. Durumu öğrenen müşrikler büyük bir kalabalık hâlinde üzerlerine hücum ettiler. Hz. Zübeyr ve Mikdâd, kendilerini savunmak için cenazeyi yere koydular. Biraz sonra baktılar ki, Hubeyb'in cenazesini bıraktıkları yer yarılıp, cesedi içine alındı ve kapandı. Onlar da oradan uzaklaşıp, Medine'ye döndüler. Peygaber Efendimiz, Hubeyb bin Adiy için: - O benim Cennette komşumdur, buyurmuştur. Bu şekilde şehid edilen Hubeyb, Ensârdan ya'nî Medîneli Müslümanlardan olup Evs kabilesindendir. Hicretten önce Müslüman oldu. Bedir ve Uhud savaşına katıldı. Bu savaşlarda büyük kahramanlıklar gösterdi.

2. GÜNÜN 2.YILDIZI : ENES bin MÂLİK (r.a.)

Medîneli çocuklar hem koşuyor, hem de sevinçle bağırarak etrafı çınlatıyorlardı: “Resûlullah Efendimiz geldi! Kâinâtın efendisi geldi!  Günlerce, aylarca, beklenen Allahın Resûlü işte geliyordu... Çocuklar arasında en coşkulusu, şüphesiz Hz. Enes idi. Ancak 9-10 yaşlarındaydı.

45

Page 46: ostern programi

Bütün varlığıyla koşuyor, sevinç çığlıkları atıyordu. Dikkatle bakmasına rağmen, Âlemlerin Efendisini bir türlü göremedi. Bir müddet daha, o heyecanla koştular, bağırdılar. Nihayet Kusvâ adlı develeri üzerinde, Resûlullah Efendimiz ve arkadaşları göründüler. Kalbleri duracak gibiydi. Medîne'nin epeyce dışındaydılar. Bir Müslüman amca, Küçük Enes ve arkadaşlarına dedi ki: “Koşun! Medînelilere müjdeyi verin! Sevgili Peygamberimizin teşriflerini bildirin!”

Bunun üzerine çocukların yarısı, nefes nefese şehre koşmaya başladı. Büyük müjdeyi ulaştırmak için, son gayretlerini sarfediyorlardı. Bu haberi sabırsızlıkla bekleyen sayısız Müslüman, Medîne ufuklarında doğan Nûr'a doğru yarıştılar. Bütün insanların ve cinlerin Peygamberini karşılamak için, acele ettiler. Her taraftan sesler yükseliyordu: - Vedâ tepelerinden ay doğdu üstümüze. - Buyurunuz yâ Resûlallah, bize buyurunuz. - Safâ geldiniz sevgili Peygamberimiz, safâlar getirdiniz... - Hürmet ve şerefle Sizi selâmlıyoruz, ey Allahın Sevgilisi. - İnşâallah Medîne'de, emniyet ve huzûra kavuşacak ve kavuşturacaksınız. Resûlullah Efendimiz böyle sesler arasında şehre girdiler.  Sevgili Peygamberimizin yanlarında, en yakın dostları Hz. Ebû Bekir bulunuyordu. Kadınlar ve çocuklar, şiirler okuyorlar, hangisinin Resûlullah olduğunu birbirlerine soruyorlardı.

Medîne kurulduğu günden beri, böyle sevinçli ve heyecanlı anlar yaşamamıştı. Müslümanların çoğu Efendimizi; kendi evlerine götürmek, misâfir etmek şerefine erişmek istiyordu. Bu sebeple, Kusvâ'nın yularını yakalamaya çalışıyorlardı. Fakat sevgili Peygamberimiz buyurdu ki: “O'nu serbest bırakınız. Kimin evi önünde durursa, oraya misâfir oluruz, İnşâallah” En sonunda Ebû Eyyûb Hâlid bin Zeyd hazretleri, bu şerefe kavuştu. Efendimiz, bir müddet için, O mübârek zâtın evinde misâfir kaldılar. Artık bütün Medîneli Müslümanlar için, Resûlullaha hizmet yarışı başlamıştı. Herkes ellerinde ve evlerinde ne varsa, ikrâm ediyordu.

Ümmü Süleym de, oğlu küçük Enes'in elinden tutarak; sevgili Peygamberimizin huzûruna gelerek dedi ki: “Yâ Resûlallah! Bizler zengin değiliz. Size takdim edecek, fazla bir şeyimiz yok. Ancak çok sevdiğimiz şu küçük oğlumuzu, hizmet etsin diye, size armağan ediyoruz. Lûtfen kabûl buyurunuz! “ Peygamberimiz, bu içten gelen teklife pek memnun kaldılar. Küçük Enes'in başını okşayıp, duâ ettiler. Ana ve babasını kırmayıp, onu, yanlarına aldılar. Medîne dışında koşa koşa Efendimizi karşılayan bu küçük Müslüman, meğer kendi saâdetine doğru koşuyormuş! Böylece iki cihânın Efendisiyle, gece ve gündüz beraber olmak saâdetine kavuşmuş oldu.

O da, bu büyük ni'metin karşılığını ödemek için, büyük gayret sarfetti. Efendimizin hiçbir sözlerini kaçırmadan, dikkatle hizmet etti. Sevgili Peygamberimiz Enes bin Mâlik'e, sanki çocuk değil de; olgun bir insan gibi davranıyorlardı. Bir kerecik yüzlerini astığı görülmedi. Sert konuştukları işitilmedi. O'nun minik kalbini kırdıkları, incittikleri duyulmadı. İşte o sıralarda bir gün, küçük Enes, arkadaşlarıyla birlikte oyun oynuyorlardı. Hz. Peygamber, çocuklara doğru yaklaştılar. Sevgiyle selâm verdiler. Onlar da hürmetle, selâmlarını aldılar. Sonra Efendimiz yavaşça, Enes'in elinden tuttular. Birlikte, az ilerdeki duvar dibine yürüdüler. Orada O'nun kulağına, bir şeyler söylediler.

Ümmü Süleym'in akıllı oğlu, derhal koşarak uzaklaştı. Belli ki Efendimiz kendisine, vazîfe vermişlerdi. Kendileri de, o duvar dibine oturdular. Beklemeye başladılar... Epeyce sonra Hz. Enes, koşarak geldi. Hz. Resûle öğrendiklerini arzetti. Resûlullah Efendimiz oradan memnun ayrıldılar.

Yaşı küçük, vazîfesi büyük Hz. Enes; daha sonra evine geldi. Hava kararmak üzereydi. Annesi O'nu, merakla bekliyordu. Hemen sordu: - Nerede kaldın yavrucuğum? Niçin geciktin? Oğlunun gözleri, pırıl pırıldı. Cevap verdi: - Efendimiz, bir işe gönderdiler anneciğim. O yüzden geç kaldım. Hz. Ümmü Süleym daha da meraklandı: - O iş, neydi?  - Sırdır, cevabını verdi ve sustu.

46

Page 47: ostern programi

İşte o zaman annesi: - Âferin oğlum! Resûl-i Ekrem’in sırlarını, dâimâ muhafaza et, sakla. Onları hiç kimseye açıklama. Bütün ömrünce böyle davran, diye tenbih etti. Sonra da sevgiyle, oğulcuğunu bağrına bastı.

Aylar ve yıllar geçiyor, küçük Enes; sevgili Peygamberimizin yanlarında büyüyordu. O şerefli ocakta terbiye ediliyordu. Dâimâ birlikte abdest alır, namaz kılar, oruç tutarlardı. Bir gün mescid-i şerîfe, çölden bir adam geldi. Efendimiz, namaza durmak üzere idiler. Ama adamcağız soruverdi: - Yâ Resûlallah! Kıyâmet, ne zaman kopacak? Sevgili Peygamberimiz namaza başladılar. Namazı bitirip, selâm verdikten sonra: - Kıyâmeti soran nerede? diyerek bakındılar.  O kimse cevap verdi: - Buradayım, yâ Resûlullah!..  - Kıyâmet için, ne hazırladın? Soruyu soran kimse mahcûb bir hâlde arz etti ki: - Anam babam, Sana fedâ olsun ey Allahın Resûlü! Yazık ki kıyâmet için, fazla bir hazırlığım yok. Ne fazla oruç tutabildim; ne namaz kılabildim. Sâdece, Allah ve Resûlünü çok seviyorum. Bu cevap üzerine, sevgili Peygamberimiz şöyle buyurdular: - İnsan kıyâmette, sevdikleri ile beraber olur. Bunu duyan Müslümanlar, başka hiç bir müjdeye; bu kadar sevinmediler.

Hz. Enes iyi günlerde, sıkıntılı anlarda, İslâm için yapılan savaşlarda; dâima Efendimizle birlikte idi. Resûlullahın gazâları, fazla olmakla beraber; savaş yapılanı dokuz tanedir: Büyük Bedir, Uhud, Hendek, Benî Kureyzâ, Benî Mustalak, Hayber, Mekke'nin Fethi, Tâif ve Huneyn Gazâlarıdır. Hz. Enes bunların çoğuna iştirak etti. Kâinatın Efendisini hiç terk etmedi. Hizmetlerini, bir an için bile aksatmadı.

Zaman ilerledikçe Ümmü Süleym'in küçük oğlu Enes; 20 yaşlarında bir delikanlı oldu. Zekâsı, terbiyesi, ilim ve cesâretiyle; yaşıtlarını geride bıraktı. Hz. Enes bu arada şâhid olduğu olayları sonraki âlimlere nakletti. Resûlullahın son günlerindeki bir hâdiseyi şöyle anlatır: 

Bir sabah Hz. Ebû Bekir ve Hz. Abbâs, beraberce yürüyorlardı. Bir topluluğa rastladılar. Bunlar, Medîneli Müslümanlar idiler. Hepsi de, üzüntüyle ağlaşıyorlardı. Kalbi çok rakik, hassas, yumuşak olan Hz. Ebû Bekir sordu:  - Ey Kardeşlerim! Sizleri ağlatan şey nedir? - Bizler, Resûlullah Efendimizin huzûrunu düşünüyoruz. O'na ağlıyoruz.Gerçekten sevgili Peygamberimiz, bir müddetten beri rahatsız idiler. Bunu bilen Medîneliler öbek öbek toplanıp, üzüntülerini paylaşıyorlardı. Yüreği, sevgi ve ayrılık üzüntüsüyle çarpan, Hz. Ebû Bekir de ağladı. Biraz sonra da, Efendimizin mübârek evlerine vardı. Gördüklerini, duyduklarını saygı ile arzetti. Sevgili Peygamberimiz çektiği bütün acılara rağmen, mescide geçtiler. Bunu gören Eshâb-ı kirâm da oraya koşuştular. Efendimizin üzerlerinde, uzun bir hırka ve başlarında, siyah sarık bulunuyordu. Güzel bir hutbe okudular. Önce Allaha hamd ve şükrettiler. Sonra da ağır ağır buyurdular ki: 

- Ey İnsanlar! Sizlere, Ensârı ya'nî Medîneli Müslümanları vasiyet ediyorum. Diğer insanlar çoğalıyor. Ensâr ise azalıyor. Onlar, kendi zararlarına bile olsa, size karşı vazîfelerini yerine getirdiler. Artık sizler de, Onları kollayın. İstemiyerek sizlere, bir kusurları dokunursa; o kusurlarından vazgeçiverin!

Bu, sevgili Peygamberimizin son Hutbeleri oldu. Bir daha minbere çıkamadılar. Dünya hayatlarını ve Peygamberlik vazîfelerini, şerefle tamamladılar. Gözyaşları arasında, Hz. Enes dedi ki:  “Sevgili Peygamberimizin Medîne'ye geldikleri günü de, vefât ettikleri günü de gördüm. Müslümanlar birincisi kadar sevinçli; ikincisi kadar elemli gün yaşamadılar.”Hz. Enes'in babası Mâlik, hicretten önce Müslüman olmamış ve Hz. Enes'in annesi Ümmü Süleym ile kavga etmiş ve evden ayrılmıştı. Çıktığı bir seferde ölmüştü. Ümmü Süleym daha sonra Ebû Talhâ ile evlenmişti.

47

Page 48: ostern programi

Hz. Enes bütün gazâlara katıldı. Büyük Bedir zaferinde, 12 yaşında olduğu hâlde, savaş alanındaydı. Efendimizin vefâtlarında 20 yaşında bulunuyordu. 70-80 yıl daha yaşadı. Efendimizin en yakınlarında bulunduğu için; O'nun bütün emir ve yasaklarını çok iyi biliyordu. Bunları olduğu gibi, Müslümanlara nakletti. Uzun ömrünü yalnız, bu işe vakfetti. Hz. Ebû Bekir devrinde, Bahreyn'de zekât ve vergi toplamaya memûr edildi. Hz. Ömer zamanında, Basra'ya yerleşti. Hayatının sonuna kadar orada, ilim öğretmeye devam etti. Çok ve kıymetli talebeler yetiştirdi. Hasan-ı Basrî hazretleri, bunlar arasındadır. 100 yaşlarında, Basra'da vefât etti.

2. GÜNÜN HİKAYESİ :

48

"Ashabım yıldızlar gibidir,

hangisine uyarsanız hidayeti

bulursunuz."

Page 49: ostern programi

İPİN HESABI

Zenginin biri ölümden ve kabirdeki yalnızlıktan çok korkuyormuş. "Öldüğüm geceyi kim kabre girerek sabaha kadar benimle geçirirse servetimin yarısını ona bağışlıyorum" diye vasiyet etmiş. Öldüğünde "Kim birlikte kabre girip sabahlamak ister?" diye araştırmışlar. Kimse çıkmamış. Nihayet bir hamal, "Benim sadece bir ipim var, kaybedecek bir şeyim yok. Sabaha kadar durursam zengin olurum." diye düşünerek kabul etmiş. Vefat eden zengin ile birlikte defnetmişler. Sorgu sual melekleri gelmiş. Bakmışlar kabirde bir ölü, bir canlı var. "Nasıl olsa bu ölü elimizde... Biz şu canlı olandan başlayalım" demişler ve hamalı sorgulamaya başlamışlar. "O ip kimin? Nereden aldın? Niye aldın? Nasıl aldın? Nerelerde kullandın?" Sabaha kadar sorgu sual devam etmiş, adamın hesabı bitmemiş. Sabahleyin kabirden çıkmış.

    - Tamam, servetin yarısı senin, demişler.

    - Aman,demiş hamal, istemem, kalsın. Ben, sabaha kadar bir ipin hesabını veremedim. O kadar servetin hesabını nasıl veririm?

YEŞİL ELBİSE

Yolda karşılaştığımızda ezan okunuyordu.

- Gel seni camiye götüreyim,dedim.Bugün Cuma biliyorsun.

- Sen de benim camiye gitmediğimi biliyorsun, dedi

- Biliyorum ama, sebebini gerçekten merak ediyorum.

- Ne bileyim olmuyor işte,dedi.Hem pantolonumun ütüsü bozulup, dizleri çıkar diye endişe ediyorum.

Gayri ihtiyari gülmeye başladım.

- Herhalde şaka yapıyorsun,bunun için cami terkedilir mi?

- Ciddi söylüyorum, dedi. Giyimime ve özellikle yeşile düşkün olduğumu bilirsin.

Gerçekten öyleydi. Giydiği birbirinden güzel elbiseleri mutlaka yeşilin bir başka tonundan seçer ve her zaman ütülü tutardı.

- Peki, dedim. Hayatında hiç camiye gitmedin mi?

- Çocukken dedemle birkaç kere gitmiştim, dedi. Hem o yaşlarda dizlerim aşınacak diye herhalde endişe etmiyordum. Fakat artık camiye gidebileceğimi zannetmiyorum.

Söyledikleri beni son derece şaşırtmış ve bu konuyu açtığıma pişman etmişti. Daha sonra el sıkışıp ayrıldık. Onunla konuşmamızdan 2 ay sonra,kendisinin camide olduğunu söylediler. Hemen gittim. Bahçedeki namaz saflarının en önünde duruyordu ve üzerinde yine yeşiller vardı.

Yavaşça yanına yaklaştım ve kısık bir sesle:

- Hani,dedim. Camiye gelmeyecektin?

Hiç sesini çıkarmadı. Çünkü musalla taşının üzerinde, yeşil örtülü bir tabut içinde yatıyordu.

49

Page 50: ostern programi

Hayatını ve hayatın içerisinde istifade edilen lütufların hesabını vermek hafife alınacak şey değildir.

EDEN BULUR

Hz. İsa Aleyhisselam, bir gün yolda yürürken bir gencin, ak sakallı, ihtiyar bir adamı tekmeleyerek sürüklediğini gördü. Hazreti İsa Aleyhisselam, ihtiyarın bu durumuna çok acır. Hemen koşarak onu kurtarmak ister. Fakat ihtiyar kendisine engel olur ve şöyle der:

- Lütfen dokunmayın, ne olur dokunmayın, beni tekmelesin.

Bu durum karşısında Hazreti İsa Aleyhisselam daha fazla merak ederek, sebebini sorar:

 - Ben de zamanında babamı, burada, aynı şekilde tekmelemiştim. Bu genç benim oğlumdur.

Benim babama yaptığımın aynısını, şimdi öz oğlum bana yapıyor. Babama yaptıklarımın intikamını alıyor.

2. GÜNÜN ŞİİRİGÜNEŞ DOĞACAK

Ey mâyesi nurla yoğrulmuş millet! Hele dişini sık az daha sabret!

Aman, sönmesin sînendeki himmet! Son durağın “Devlet-i ebed müddet...”

Hiç durma yürü ki, yollarda gözler! Durmuş şehid baban yolunu gözler

Geril, koş! Seni bekliyor pürüzler Gel artık sevinsin kederli yüzler..!

Belli, da’vâ büyük yollar da uzun; Ne gam! Yolcusu olmuşsun Sonsuz’un.

Kutlu Rehber bu yolda kılavuzun.. Lafı mı olur artık, karın-buzun..!

Nasıl olsa bir gün güneş doğacak; Çevreye yeniden nurlar yağacak;

Dağ-dere, ova-oba bucak bucak, Işık gelip karanlığı boğacak...

 AŞKIN İLE AŞIKLAR

50

Page 51: ostern programi

Aşkın ile aşıklarYansın yâ Resullallah.

İçip aşkın şarâbınKansın yâ Resullallah.

Şol seni seven kişiVerir yoluna başı

İki cihan güneşiSensin yâ Resullallah.

Aşık Yunus'un canıHilm-ü şefaat kanı

Alemlerin sultanıSensin yâ Resullallah.

Kamp Duvar Yazıları;

Bu kampa gitmezsem ölürüm

Beni kimse tutamaz

3.GÜNÜN 1.NURU:

SADAKATTE MEŞHUR OLAN BARLALI SÜLEYMAN'IN VAZİFE-İSADAKATINI TAMAMİYLE YAPAN ISPARTA SÜLEYMANI

RÜŞDÜ'NÜN BİR FIKRASIDIR.Aziz üstadım!

Kardeşlerimin Yirmiyedinci Mektub'a giren fıkralarını, kendi fikrime ve hissiyatıma muvafık

bulduğumdan, onlar bu nokta-i nazardan kendi fıkralarımdır diye başka fıkra yazmağa lüzum görmedim. Fakat

bu ahirlerde Risale-i Nurun kerametine temas eden bazı hadiseler benimle de münasebetdar olarak vücuda

geldiğinden, ondan bir ihtar hükmünde idi ki, onlar münasebetiyle benim de bir hususi fıkram kardeşlerimin

hususi fıkraları içine girsin diye o hadiselerden bazı latif tevafukatı ve bazı rü'ya-yı sadıkayı ve birkaç hadiseyi

yazıyorum.

Bu rüyalar birbirine yakın ve birkaç gün zarfında görülmüş ve Hazreti Peygamber Aleyhissalatü Vesselam içinde bulunduğu cihetle rü'ya-yı sadıkadır. Çünki, Hadisce sabittir ki, Peygamber Aleyhissalatü Vesselam görülen rü'yada şeytan o rü'yaya karışamıyor. Bu rü'ya-yı sadıkadan herbiri, gerçi rü'yadır, delil ve hüccet olamaz, fakat herbirinin aynı mealde ittifakları, bir müjde veriyor ve Risale-i Nurun makbuliyetine ve Hazret-i Peygamber Aleyhissalatü Vesselamın daire-i rızasında bulunduğuna bizlere kanaat veriyor. Ezcümle :

Birincisi: Risale-i Nur şakirdlerinden Rıza görüyor: Hazret-i Peygamber Aleyhissalatü Vesselam, camide Hazret-i Ebu Bekir-is-Sıddık Radıyallahü Anha emrediyor: " Çık hutbe oku" Ebu Bekir-is-Sıddık koşarak

51

Page 52: ostern programi

minberin en yukarı basamağına kadar çıkar, hutbe okur. Hutbe içinde cemaate der ki : " Bu söylediğim hakikatların izahatı " Yirmidokuzuncu Söz" dedir.."

İkincisi : Risale-i Nurun şakirdlerinden Osman Nuri diyor ki: Rü'yamda, Şemail-i Şerife muvafık, gayet nurani bir surette Hazret-i Peygamber Aleyhissalatü Vesselamı oturduğu yere dayanmış bir vaziyette gördüm. Bu anda bir sada geldi ki, Hazret-i Peygamber Aleyhissalatü Vesselamın bir yaveri geliyor. Kapılar birdenbire kendi kendine açıldı. Risale-i Nur naşirlerinin üstadı olan zat içeriye girdi. Hazret-i Peygamber Aleyhissalatü Vesselam, üstadımıza şefkatkarane bir iltifat göstererek, dayandığı vaziyetten doğruldu. Ben de ağlayarak uyandım.

Üçüncüsü: Risale-i Nur şakirdlerine köşkünü tahsis eden Şükrü Efendidir. Rü'yada ona diyorlar ki: " Senin o köşküne Hazret-i Peygamber Aleyhissalatü Vesselam gelmiş." O da koşarak gidip, Hazret-i Peygamber Aleyhissalatü Vesselamı çok nurani ve sürurlu bir halde bulup ziyaret etmiş.

***

HULUSİ ABİNİN GÖRMÜŞ OLDUĞU HİZMETE VE H.E.’YE İŞARET EDEN BİR RÜYA

Senin müjdeli, mübarek ve güzel rü'yanın tabiri, Kur'an için ve bizim için çok güzeldir. Hem zaman tabir etti ve ediyor, tabirimize ihtiyaç bırakmıyor. Hem kısmen tabiri güzel olarak çıkmış. Sen dikkat etsen anlarsın. Yalnız bir-iki noktasına işaret ederiz. Yani bir hakikat beyan ederiz. Senin hakikat-ı rü'ya nev'inden olan vakıalar, o hakikatın temessülâtıdır. Şöyle ki:

O vasi' meydanlık, âlem-i İslâmiyettir. Meydanlığın nihayetindeki mescid, Isparta vilayetidir. Etrafı bulanık çamurlu su, hal ve zamanın sefahet ve atalet ve bid'atlar bataklığıdır. Sen selâmetle, bulaşmadan, sür'atle mescide eriştiğin; herkesten evvel envar-ı Kur'aniyeye sahib çıkıp, kalbini bozmadan sağlam kaldığına işarettir. Mesciddeki küçük cemaat ise; Hakkı, Hulusi, Sabri, Süleyman, Rüşdü, Bekir, Mustafa, Ali, Zühdü, Lütfü, Hüsrev, Re'fet gibi Sözler'in hameleleridir. Ufak kürsü ise, Barla gibi küçük bir köydür. Yüksek ses ise, Sözler'deki kuvvet ve sür'at-i intişarlarına işarettir. Birinci safta sana tahsis edilen makam ise, Abdurrahman'dan sana münhal kalan yerdir. O cemaat; telsiz âletlerin âhizeleri hükmünde, bütün dünyaya ders işittirmek istemek işareti ve hakikatı ise inşâallah tamamıyla sonra çıkacak. Şimdi efradı birer küçük çekirdek iseler de, ileride tevfik-i İlâhî ile birer şecere-i âliye hükmüne geçerler. Ve birer telsiz telgrafın merkezi olurlar. Sarıklı küçük genç bir zât ise; Hulusi'ye omuz omuza verecek belki geçecek birisi, naşirler ve talebeler içine girmeye namzeddir. Bazılarını zannederim, fakat kat'î hükmedemem. O genç, kuvve-i velayetle meydana atılacak bir zâttır. Sair noktaları sen benim bedelime tabir et.

Senin gibi dostlarla uzun konuşmak hem tatlı, hem makbul olduğundan; şu kısa mes'elede uzun konuştum, belki de israf ettim. Fakat nevme ait olan âyât-ı Kur'aniyenin bir nevi tefsirine işaret etmek niyetiyle başladığımdan, inşâallah o israf afvolur veya israf olmaz.

* * *

3.GÜNÜN 2.NURU:

TARİHÇE-İ HAYAT(GÖZÜMDE NE CENNET SEVDASI..)

İstanbul seyahatinden muzdarib olup olmadığını sordum:

-Bana ızdırab veren, dedi, yalnız İslâmın mâruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi; onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi, mukavemet güçleşti. Korkarım ki cemiyetin bünyesi buna dayanamaz.. çünkü düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basiret gözü böyle körleşirse, îman kalesi tehlikededir. İşte benim ızdırabım, yegâne ızdırabım budur. Yoksa şahsımın mâruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeğe bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate mâruz kalsam da, îman kalesinin istikbali selâmette olsa!

-Yüzbinlerce îmanlı talebeleriniz size âtî için ümid ve teselli vermiyor mu?-Evet, büsbütün ümidsiz değilim....Dünya, büyük bir mânevî buhran geçiriyor. Mânevî temelleri sarsılan garb cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir taûn felâketi gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müdhiş sârî illete karşı, İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi? Yoksa İslâm cemiyetinin ter ü taze îman esaslariyle mi? Büyük kafaları gaflet içinde

52

Page 53: ostern programi

görüyorum. İman kalesini, küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için, ben yalnız îman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum.

Risale-i Nur'u anlamıyorlar. Yahut anlamak istemiyorlar. Beni, skolâstik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müsbet ilimlerle, asr-ı hazır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hattâ bu hususta bazı eserler te'lif eyledim. Fakat ben, öyle mantık oyunları bilmiyorum. Felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben, cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum. Yalnız Kur'ânın tesis ettiği tevhid ve îman esası üzerinde işliyorum ki İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cem'iyet yoktur.

Bana, "Sen şuna buna niçin sataştın?" diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müdhiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, îmanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeğe, îmanımı kurtarmağa koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış. Ne ehemmiyeti var? O müdhiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler! Dar görüşler!

Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin îmanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de. Seksen küsûr senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harb meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harblerde, bir câni gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan menedildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere mâruz kaldım. Zaman oldu ki hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni menetmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.

Benim fıtratım, zillet ve hakarete tahammül etmez. İzzet ve şehamet-i İslâmiye beni bu halde bulunmaktan şiddetle meneder. Böyle bir vaziyete düşünce, karşımda kim olursa olsun, isterse en zalim bir cebbar, en hunhar bir düşman kumandanı olsa tezellül etmem. Zulmünü, hunharlığını onun suratına çarparım. Beni zindana atar, yahut idam sehpasına götürür.. hiç ehemmiyeti yoktur. -Nitekim öyle oldu.- Bunların hepsini gördüm. Birkaç dakika daha o hunhar kumandanın kalbi, vicdanı zulümkârlığa dayanabilseydi Said bugün asılmış ve mâsumlar zümresine iltihak etmiş olacaktı.

İşte benim bütün hayatım böyle zahmet ve meşakkatle, felâket ve musibetle geçti. Cemiyetin îmanı, saadet ve selâmeti yolunda nefsimi, dünyamı feda ettim. Helâl olsun. Onlara beddua bile etmiyorum. Çünki, bu sayede Risale-i Nur, hiç olmazsa birkaç yüzbin, yahut birkaç milyon kişinin -adedini de bilmiyorum ya, öyle diyorlar. Afyon Savcısı beşyüz bin demişti. Belki daha ziyade- îmanını kurtarmağa vesile oldu. Ölmekle yalnız kendimi kurtaracaktım, fakat hayatta kalıp da zahmet ve meşakkatlere tahammül ile bu kadar îmanın kurtulmasına hizmet ettim. Allaha bin kere hamdolsun.Sonra, ben cemiyetin îman selâmeti yolunda âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.

Hazret coşmuştu. Bir yanardağ gibi lâvlar saçıyordu. Bir fırtına gibi gönül denizini dalgalandırıyordu. Bir şelâle gibi haşmetli zemzemelerle ruhun en derin noktalarına çarpıyordu. Çok heyecanlanmıştı. Millet kürsüsünde coşmuş bir hatib gibi devam ediyor, sözünün kesilmesini istemiyordu. Yorulduğunu hissettim. Bu heyecanlı bahsi değiştireyim, dedim.

-Mahkemede sıkıldınız mı? diye sordum.Dinî tedrisata, kadınlarımızın, muhterem hemşirelerimizin terbiye-i İslâmiye dairesinde iffet ve

şereflerini muhafaza etmelerine taraftar olmanın bir suç olduğuna dair kanunlarda bir madde var mı? "Kalbe gelen hakikat" gibi tâbirleri de şahsî nüfuz temini maksadına delil göstermelerinin mânasını da bu ilimle, hukukla meşgul doçentlerden sorarım.Üstadla görüşmemiz çok uzamıştı. Müsaade alıp ayrıldığım zaman vakit hayli geçmişti.

52 EŞREF EDİP

3.GÜNÜN 3.NURU:

53

Page 54: ostern programi

23.SÖZ

DÖRDÜNCÜ NOKTA: İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. Öyle ise, insanın vazife-i asliyesi, îmân ve duadır. Küfür, insanı gâyet âciz bir canavar hayvan eder.

Şu mes'elenin binler delillerinden yalnız hayvan ve insanın dünyaya gelmelerindeki farkları, o mes'eleye vâzıh bir delildir ve bir bürhân-ı kâtî'dır. Evet insâniyet, îman ile insâniyyet olduğunu; insan ile hayvanın dünyaya gelişindeki farkları gösterir. Çünki hayvan dünyaya geldiği vakit âdeta başka bir âlemde tekemmül etmiş gibi istidadına göre mükemmel olarak gelir, yâni gönderilir. Ya iki saatte, ya iki günde veya iki ayda, bütün şerait-i hayatiyesini ve kâinatla olan münasebetini ve kavanin-i hayatını öğrenir, meleke sahibi olur. İnsanın yirmi senede kazandığı iktidar-ı hayatiyeyi ve meleke-i ameliyeyi, yirmi günde serçe ve arı gibi bir hayvan tahsil eder, yâni ona ilham olunur. Demek hayvanın vazife-i asliyesi; taallümle tekemmül etmek değildir ve mârifet kesbetmekle terakki etmek değildir ve aczini göstermekle meded istemek, dua etmek değildir. Belki vazifesi; istidadına göre taammüldür, amel etmektir, ubûdiyet-i fiiliyedir. İnsan ise dünyaya gelişinde herşeyi öğrenmeye muhtaç ve hayat kanunlarına câhil, hattâ yirmi senede tamamen şerait-i hayatı öğrenemiyor. Belki âhir-i ömrüne kadar öğrenmeye muhtaç, hem gâyet âciz ve zaîf bir Sûrette dünyaya gönderilip bir-iki senede ancak ayağa kalkabiliyor. Onbeş senede ancak zarar ve menfaatı farkeder. Hayat-ı beşeriyenin muavenetiyle, ancak menfaatlarını celb ve zararlardan sakınabilir. Demek ki, insanın vazife-i fıtriyesi; taallümle tekemmüldür, dua ile ubûdiyyettir. Yâni: "Kimin merhametiyle böyle hakîmane idare olunuyorum? Kimin keremiyle böyle müşfikane terbiye olunuyorum? Nasıl birisinin lütuflarıyla böyle nazeninane besleniyorum ve idare ediliyorum?" bilmektir ve binden ancak birisine eli yetişemediği hâcâtına dair Kadı-ül Hâcât'a lisan-ı acz ve fakr ile yalvarmaktır ve istemek ve dua etmektir. Yâni aczin ve fakrın cenahlarıyla makam-ı a'lâ-yı ubudiyyete uçmaktır.

Demek insan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidad itibariyle herşey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-u hakikiyyenin esâsı ve madeni ve nuru ve ruhu; Mârifetullahtır ve onun üss-ül esâsı da İman-ı Billahtır.

Hem insan, nihayetsiz acziyle nihayetsiz beliyyata maruz ve hadsiz a'danın hücumuna mübtelâ ve nihayetsiz fakrıyla beraber nihayetsiz hâcâta giriftar ve nihayetsiz metâlibe muhtaç olduğundan, vazife-i asliye-i fıtriyesi, îmândan sonra duadır. Dua ise, esâs-ı ubûdiyettir. Nasıl bir çocuk, eli yetişmediği bir meramını, bir arzusunu elde etmek için, ya ağlar, ya ister. Yâni ya fiilî, ya kavlî lisan-ı acziyle bir dua eder. Maksûduna muvaffak olur. Öyle de: İnsan bütün zîhayat âlemi içinde nazik, nâzenin, nâzdar bir çocuk hükmündedir. Rahmanürrahîm'in dergâhında; ya za'f ve acziyle ağlamak veya fakr ve ihtiyacıyla dua etmek gerektir. Tâ ki, makasıdı ona müsahhar olsun veya teshirin şükrünü edâ etsin. Yoksa bir sinekten vaveylâ eden ahmak ve haylaz bir çocuk gibi; Ben kuvvetimle bu kabil-i teshir olmayan ve bin derece ondan kuvvetli olan acib şeyleri teshir ediyorum ve fikir ve tedbirimle kendime itaat ettiriyorum. deyip küfrân-ı nimete sapmak, insâniyyetin fıtrat-ı asliyyesine zıd olduğu gibi, şiddetli bir azaba kendini müstehak eder.

24.SÖZ 5.DAL 2. MEYVE

Eğer desen: Şu küllî hadsiz nimetlere karşı nasıl şu mahdud ve cüz'î şükrümle mukabele edebilirim?

Elcevab: Küllî bir niyetle, hadsiz bir îtikad ile... Meselâ: Nasılki bir adam beş kuruş kıymetinde bir hediye ile, bir padişahın huzuruna girer ve görür ki, herbiri milyonlara değer hediyeler, makbul adamlardan gelmiş, orada dizilmiş. Onun kalbine gelir: Benim hediyem hiçtir, ne yapayım? Birden der: Ey seyyidim! Bütün şu kıymetdar hediyeleri kendi namıma sana takdim ediyorum. Çünki: Sen onlara lâyıksın. Eğer benim iktidarım olsaydı, bunların bir mislini sana hediye ederdim. İşte hiç ihtiyacı olmayan ve raiyetinin derece-i sadakat ve hürmetlerine alâmet olarak hediyelerini kabûl eden o pâdişah, O bîçarenin o büyük ve küllî niyetini ve arzusunu ve o güzel ve yüksek itikad liyakatını, en büyük bir hediye gibi kabûl eder. Aynen öyle de:

Âciz bir abd, namazında Ettahiyyâtü lillâh der. Yâni: Bütün mahlukatın hayatlarıyla sana takdim ettikleri hediye-i ubûdiyetlerini, ben kendi hesabıma, umumunu sana takdim ediyorum. Eğer elimden gelseydi,

54

Page 55: ostern programi

onlar kadar tahiyyeler sana takdim edecektim. Hem sen onlara, hem daha fazlasına lâyıksın. İşte şu niyet ve îtikad, pek geniş bir şükr-ü küllîdir. Nebâtatın tohumları ve çekirdekleri, onların niyetleridir.

Hem meselâ: Kavun, kalbinde nüveler Sûretinde bin niyyet eder ki, Ya Hâlıkım! Senin Esmâ-i Hüsnânın nakışlarını yerin bir çok yerlerinde ilân etmek isterim. Cenâb-ı Hak gelecek şeylerin nasıl geleceklerini bildiği için, onların niyetlerini bilfiil ibâdet gibi kabûl eder. Mü'minin niyeti, amelinden hayırlıdır. Şu sırra işaret eder.

3.GÜNÜN 4.NURU:

23.SÖZ

BEŞİNCİ NOKTA: İman duayı bir vesile-i kat'iye olarak iktiza ettiği ve fıtrat-ı insâniyye, onu şiddetle istediği gibi; Cenâb-ı Hak dahi Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var? mealindeferman ediyor. Hem

emrediyor.Eğer desen: Bir çok defa dua ediyoruz, kabûl olmuyor. Halbuki, âyet umumîdir.. her duaya cevab var ifade ediyor.

Elcevab: Cevab vermek ayrıdır, kabûl etmek ayrıdır. Her dua için cevab vermek var; fakat kabûl etmek, hem ayn-ı matlubu vermek Cenâb-ı Hakk'ın hikmetine tâbi'dir. Meselâ: Hasta bir çocuk çağırır: Ya Hekim! Bana bak. Hekim: Lebbeyk der.. Ne istersin cevab ver? Çocuk: Şu ilâcı ver bana der. Hekim ise; ya aynen istediğini verir, yahut onun maslahatına binaen ondan daha iyisini verir, yahut hastalığına zarar olduğunu bilir, hiç vermez. İşte Cenâb-ı Hak, Hakîm-i Mutlak hâzır, nâzır olduğu için, abdin duasına cevab verir. Vahşet ve kimsesizlik dehşetini, huzuruyla ve cevabıyla ünsiyete çevirir. Fakat insanın hevaperestane ve heveskârane tahakkümüyle değil, belki hikmet-i Rabbâniyenin iktizasıyla ya matlûbunu veya daha evlâsını verir veya hiç vermez.

Hem, dua bir ubûdiyyettir. Ubudiyyet ise semeratı uhreviyyedir. Dünyevî maksadlar ise, o nevi dua ve ibâdetin vakitleridir. O maksadlar, gayeleri değil. Meselâ: Yağmur namazı ve duası bir ibâdettir. Yağmursuzluk, o ibâdetin vaktidir. Yoksa o ibâdet ve o dua, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyyet ile olsa; o dua, o ibâdet hâlis olmadığından kabûle lâyık olmaz. Nasılki güneşin gurubu, akşam namazının vaktidir. Hem Güneş'in ve Ay'ın tutulmaları, küsuf ve husuf namazları denilen iki ibâdet-i mahsusanın vakitleridir. Yâni gece ve gündüzün nuranî âyetlerinin nikablanmasıyla bir âzamet-i İlahiyeyi ilâna medâr olduğundan, Cenâb-ı Hak ibâdını o vakitte bir nevi ibâdete davet eder. Yoksa o namaz, (açılması ve ne kadar devam etmesi, müneccim hesabıyla muayyen olan) Ay ve Güneş'in husuf ve küsuflarının inkişafları için değildir. Aynı onun gibi; yağmursuzluk dahi, yağmur namazının vaktidir. Ve beliyyelerin istilâsı ve muzır şeylerin tasallutu, Bâzı duaların evkât-ı mahsusalarıdır ki; insan o vakitlerde aczini anlar, dua ile niyaz ile Kadîr-i Mutlak'ın dergâhına iltica eder. Eğer dua çok edildiği halde beliyyeler def'olunmazsa denilmeyecek ki: Dua kabûl olmadı. Belki denilecek ki: Duanın vakti, kazâ olmadı. Eğer Cenâb-ı Hak fazl ve keremiyle belayı ref'etse; nurun alâ nur.. o vakit dua vakti biter, kaza olur. Demek dua, bir sırr-ı ubudiyyettir.Ubudiyyet ise, hâlisen livechillah olmalı. Yalnız aczini izhar edip, dua ile ona iltica etmeli. Rububiyyetine karışmamalı. Tedbiri ona bırakmalı. Hikmetine itimad etmeli. Rahmetini ittiham etmemeli. Evet hakikat-ı halde âyât-ı beyyinâtın beyânıyla sâbit olan: Bütün mevcûdât, herbirisi birer mahsus tesbih ve birer husûsî ibâdet, birer has secde ettikleri gibi; bütün kâinattan dergâh-ı İlahiyeye giden, bir duadır. Ya istidad lisaniyledir. (Bütün nebâtatın duaları gibi ki; herbiri lisan-ı istidadıyla Feyyaz-ı Mutlak'tan bir Sûret taleb ediyorlar ve Esmâsına bir mazhariyyet-i münkeşife istiyorlar.) Veya ihtiyac-ı fıtrî lisanıyladır. (Bütün zîhayatın, iktidarları dâhilinde olmayan hâcât-ı zaruriyyeleri için dualarıdır ki; her birisi o ihtiyâc-ı fıtrî lisanıyla Cevvad-ı Mutlak'tan idame-i hayatları için bir nevi rızık hükmünde Bâzı metâlibi istiyorlar.) Veya lisan-ı ızdırarıyla bir duadır ki: Muztar kalan herbir zîruh; kat'î bir iltica ile dua eder, bir hâmi-i meçhulüne iltica eder, belki Rabb-ı Rahîm'ine teveccüh eder. Bu üç nevi dua, bir mâni olmazsa daima makbuldür.

Dördüncü nevi ki; en meşhurudur, bizim duamızdır. Bu da iki kısımdır; Biri, fiilî ve hâlî; diğeri, kalbî ve kâlîdir. Meselâ: Esbaba teşebbüs, bir dua-yı fiilîdir. Esbabın içtimaı; müsebbebi îcad etmek için değil, belki lisan-ı hal ile müsebbebi Cenâb-ı Hak'tan istemek için bir vaziyyet-i marziyye almaktır. Hattâ çift sürmek hazine-i rahmet kapısını çalmaktır. Bu nevi dua-yı fiilî, Cevvad-ı Mutlak'ın isim ve ünvanına müteveccih olduğundan, kabûle mazhariyyeti ekseriyyet-i mutlakadır. İkinci kısım; lisan ile

55

Page 56: ostern programi

kalb ile dua etmektir. Eli yetişmediği bir kısım metâlibi istemektir. Bunun en mühim ciheti, en güzel gayesi, en tatlı meyvesi şudur ki: Dua eden adam anlar ki: Birisi var; onun hâtırât-ı kalbini işitir, herşeye eli yetişir, her bir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına meded eder.

İşte ey âciz insan ve ey fakir beşer! Dua gibi hazine-i rahmetin anahtarı ve tükenmez bir kuvvetin medârı olan bir vesileyi elden bırakma, ona yapış, â'lâ-yı illiyyîn-i insâniyete çık. Bir sultan gibi bütün kâinatın dualarını, kendi duan içine al. Bir abd-i küllî ve bir vekil-i umumî gibi de. Kâinâtın güzel bir takvimi ol.

* * *

3.GÜNÜN PIRLANTASI

Geleceğin Mimarları

Geleceği kuracak ve yükseltecek fikir işçileri, kendi ruhunda varlığa ermiş talihlilerdir. Maddesini ledünniyâtına (1) teslim etmiş bu hakikat erleri, alabildiğine silik ve alabildiğine sönük görünümlüdürler. Bu itibarla da onları, dünyevî debdebe içinde bekleyenler hep yanılmış ve hep inkisâr-ı hayâle uğramışlardır.

Dış görünüşleri itibariyle oldukça mukassîdirler. Ama sînelerinde binbir buhurdan çeşit çeşit koku neşretmektedir. Onların nilüfer tenlerini, yasemin kokularını, onlarla hemhâl olmayanlara anlatmak oldukça zordur. “Girmeyen duymaz, tadmayan bilmez.” Kafdağından daha ağır bir yükdür, nâdanlara hâl arzetmek...

Nâm u nişân nedir bilmez, makama, mansıba eyvallah etmezler. İçlerinde tutuşdurdukları sonsuzluk ateşi, onları herşeyden müstağni (2) kılmışdır. Bir mum gibi eriyen benliklerinde, cihânlar aydınlığa kavuşur ama, onların göz hadekaları (3) şuânın zerresini bile kendi hesabına kullanmak istemez. “Yol yapma bize, rahat yürüme başkalarına; sa’y u gayret bize, ganimet başkalarına...” Bilmem ki, bir bilmece olan mâhiyetlerini, böyle birkaç hecede ifâde etmek kâbil olur mu...?

Onlar, âlayitsiz ve gösteritsizdirler... Duygu ve dütüncelerini anlatmak için, ne yüce mahfillere, ne de muhteşem kürsülere ihtiyaç hissetmezler. Derûnî duygularının simâlarına aksetmesi, onlar için en yüce en samimâne bir anlatma yoludur.

Madde ve ma’nâ “alaşımı” yüksek bir mâhiyete sahibdirler. Fıtratla kat’iyyen tenakuza düşmezler. Maddeleri bir gergef inceliği içinde ve tamamen ma’nânın emrindedir.

Dayanıklıdırlar ve darılma bilmezler. Müsâmaha atmosferlerine çarpan kin ve öfke şahâbları, onların yakıcı ve eritici havalarıyla iz bırakmadan kaybolur gider. Yunus’un diliyle “dövene elsiz, sövene dilsiz ve gönülsüz”dürler. Gönülsüz derken, onların kalbsiz oldukları zannedilmesin; onların içlerinde binbir hüznün, binbir sevincin bilmecesi nümâyandır (4).

Kendi saâdetlerine karşı yabancı ve alabildiğine diğergâmdırlar. Nübüvvetin özünden gelen bir uzantı ile, daha çok başkalarının lezzet ve acılarıyla dolu ve onlar için vardırlar.

Kararlı ve azimlidirler. Ayaklarının önünde binbahar sökün etse, yine de yol ve yön değiştirmezler. Onlara göre makam aldatıcı bir tahtarevalli, mansıb buz üzerine bir yazı, servet fırtınalarla yer değiştiren çerçöpden ibâretdir.

Solmayan güzelliklere gönül kapdırmış bu yüce kâmetler için, cennet hûrilerinin perdedarlığı (5) dahi onların gözlerini kaydıramaz ve bakışlarını bulandıramaz. Nerede kaldı ki, fenâ ve zevâl içinde yuvarlanan eşyâ, onların gözlerinin akına leke olsun...!

Şan ve şeref onların en çok nefret ettiği şeylerdir. Şöhret uğruna verilen her kavgayı bir komedi, her mübarezeyi bir Donkişotluk sayarlar. Gökler ötesi âlemlerden, aldıkları “Bundan

56

Page 57: ostern programi

evvel Hakk’a teslim olmuşlar ünvânını, size O verdi” iltifatıyla, ne nobel ödüllerine, ne gazetelerde reklâma ihtiyaç hissetmezler. İhtiyaç hissetmek şöyle dursun, nâm u nişan arama uğrunda, her cehd, onların nazarında, insanın mahiyetine karşı bir su-i kasd ve onu zelil kılmadan ibarettir.

Gönül eridirler: İçleri aydın, duyguları duru, düşünceleri iç-içe mâ’rifet peteği ve atmosferleri huzurdan bir cennetdir. Onlarla hemhâl olanlar saâdet bulur. Onlardan uzak kalan huzurdan da uzak kalır.

Gönülleri hür ve alabildiğine serâzaddır. Hiçbir fâni kement, o sülün boyunlara tasmalık edememişdir. Ne var ki, Hakk’a esâret de onların en yüce şiârıdır. “Kul oldum, kul oldum... Her bende, hürriyete erince şâd olur. Ben sana kulluğumla gıbda ve sevince erdim” (Mevlâna) sözü, gönüllerinin hürriyet ve esâret destanıdır. İhtiraslar onların ufkunu kirletmez. Şehvetler, dünyalarında konaklayacak yer bulamaz. Onların geceleri, sabah duruluğunda, gündüzleri de cennet-âsâdır (6).

Yıllar yılı bağrı yanık ve yıkık Anadolu insanı, hep bu gönül mimarlarını bekleyip durdu. Daha ne kadar bekleyeceğini kesdirmek de oldukça zordur. Ancak bizler, ümidimizden birşey kaybetmeden, doğuş beklediğimiz ufka yönelerek, Rahmet-i Sonsuz’a yakarışa devam edeceğiz...

O, yıkılan kalb ve ruh surlarımızın tamirinde, bizi daha fazla bekletmesin.

 1) Ledünniyat: Allah Teâlâ tarafından hususi şekilde iç âlemine ihsan olunanlar.2) Müstağni: Gözü ve gönlü tok. Kimseden birşey beklemeyen.3) Hadeka: Göz bebeği.4) Nümâyan: Görünen, parlayan.5) Perdedar: Perdeci.6) Cennet-âsâ: Cennet gibi.

İSTİŞARE

Yegane gaye Allah rızası olmalıdır. Hakkında açık ve kesin bir dini hüküm bulunmayan mevzular için yapılır. Rüya gibi manevi ilhamlar, hiçbir zaman , istişare için tercih sebebi ve delil

olamazlar.

İSTİŞARE EHLİNİN VASIFLARI Farzları yapıp haramlardan içtinap etmeli. Adaletli olmalı. Emin olmalı. İlim sahibi olmalı (Dini, idari ,fenni) Hilm sahibi olmalı. Tecrübeli olmalı.

İSTİŞAREDE DİKKAT EDİLMESİ GEREKEN UNSURLAR Gün. Yer, saat önceden tespit edilmeli. Heyetin hepsinin haberi olmalı Abdestli olunmalı. Herkes vaktinde hazır olmalı. Kılık-kıyafet yapılan işin kutsiyetine uygun olmalı. Başlamadan önce cevşen-tefriciye dağıtılıp bunların okunmasıyla başlanabilir. Sesli sessiz istiğfar salat-ü selamla başlamalı (İ) İ. Ağırlıklı olan gündeme uygun bir ders yapar. Oturma ve kalkmaya dikkat edilir. Edep adap kurallarına dikkat edilir. İstişarede görüşülecek maddeler bir önceki istişareden bir sonrakine kadar geçen

süre içinde hazırlanmalıdır(son 15-20 dakikada değil)

57

Page 58: ostern programi

Gündeme getirilecek maddeler üzerinde daha önceden,teklif sadedinde, sunulabilecek çözümler de önceden düşünülerek gelinmeli.

Her madde üzerinde ariz-amik durulmalı izah edilmeli baştan savma geçilmemeli. Öncelikle, bir önceki haftadan devreden meselelerin neticeleri alınmalı tıkanılan

yerler için çözüm üretilmeli. Konuşulan mesele kimin olursa olsun herkes kendi meselesi gibi sahip çıkıp

dinlemeli ve varsa fikri söylemeli. Bana ne benim meselem değil dememeli. Kesin bilgi sahibi olmadığı meselede ısrarcı olmamalı. Lüzumlu- lüzumsuz, müsaadesiz, sesli-sessiz konuşmamalı. Fikirler yüksek sesle değil, yumuşak ifadelerle dile getirilmeli. Münakaşa eden haklı dahi olsa haksızdır. İ’nin sözü kesilmemeli. İ’ye karşı saygı ve edepte kusur edilmemeli. İstişare sırasında başka işlerle meşgul olunmamalı. O an en mühim evrad

istişaredir. Heyette değişik birimleri temsil eden şahıslara söz hakkı verilip kendi vazifeleri ile

alakali bilgi alınmalı. Diğer birimlerle yapılacak istişarelerin duyurulması saaat, yer ve şahıslar

hassasiyetle tekrar edilip söylenmeli. Alınan kararlar herkesin kavradığına emin olacak şekilde tekrar edilmeli. Bir sonraki görüşmenin yeri ve zamanı tespit edilmelidir. İstişarenin zamanı, ihtiyaç hissedildiği zamandır. İstişare heyeti gerek olduğu

zaman imam nezaretinde toplanmakla mükelleftir. İ’nin tayin etmediği bir heyet istişare heyeti değil ifsat heyetidir.

KARARLARLA ALAKALI Karar çoğunluğun reyine göre alınır. Lider çoğunluğun aleyhine bir karar verebilir ve buna uyulmak zorundadır. Alınan karar sadece lehte oy verenleri değil aleyhte oy verenleri de bağlar. Alınan kararın en iyi şekilde başarıya ulaşması için herkes üzerine düşen vazifeyi

en güzel şekilde yapmalıdır. Alınan kararı tenkit, gıybet etmek tatbikinde ihmal göstermek fesad ve tahribtir. Ne söylenecekse istişarede söyleyip,dışarıya çıkıldığında karar aleyhinde hiçbir

şey söylenmemelidir. Çünkü bu fitnedir. Karar sadece kararı alan meclisin fertlerinin tekrar bir araya gelip bozması ile

değişebilir. İstişarede olmayan da konuşulan her şeyi kabul etmiş sayılır. Aleyhinde olunan mesele menfi şekilde neticelense bile şahıslar “Benim dediğim

gibi olsaydı böyle olmazdı.” Diyemez. Bu da fitnedir. İstişare heyeti mevcut problemleri çözer, ihtimallere bırakmaz. İstişaresi yapılıp kararı verilen meseleler uygulamaya konulacağı yerlerde sadece

nasıl yapılabileceği istişare edilebilir. Yoksa verilen kararın kendisi istişare edilmez.

AYETLER Onların işleri aralarında müşavere iledir.(Şura 38) Öyleyse onları bağışla,onlar için bağışlanma dile ve iş konusunda onlarla

meşveret et.(Ali İmran 159) Ey iman edenler! Sizden başkalarını kendinize içli-dışlı dost edinip sırlarınıza

ortak etmeyin.(Ali İmran 118)

58

Page 59: ostern programi

HADİSLER İstişare eden kaybetmez. Meşveret eden güvenlik içindedir. İstişare edip doğruya ulaşmamış bir topluluk yoktur. Şüphesiz ne Allah ve nede Rasulünün meşverete ihtiyacı vardır.ne varki Allah

onu ümmete rahmete vesile kılmıştır. Kim istişarede bulunursa doğruya ulaşmaktan mahrum kalmaz kim de onu terk

ederse sapıklığa düşer.

R.N.’den Asyanın bahtının miftahı meşveret ve şuradır. Meşveret ve tesanüd sizi muhafaza eder. İçinizdeki şahsı manevinin fikrini o

meşveretle bildirir. Nefsinizi, “Biz dünyayı değil ahiretimizi bile feda ederiz.” Diye susturunuz ve

medarı niza olan bir şey varsa meşveret ediniz. Teenni ile meşveret ile ihtiyatla bu kutsi vazifeye çalışmak lazım. Siz meşveretle ne lazımsa yaparsınız. Cumhuriyet; adalet, meşveret ve kanunda kuvvetten ibarettir.

H.E.’den İstişareli helaya gitmek istişaresiz hacca gitmekten iyidir. Ben artık Ramiz hocanın oğlu değilim. Kaderim davanın ve sizin kaderinizle

bütünleşmiş. Şahsi karar vermem millete ihanet sayılır. Kendi başınıza,meşveretsiz dünyayı dahi fethetseniz toplu iğnenin ucu kadar

kıymeti yok. En mühim mesele istişaredir. Namaz şahsi ibadettir. Kuralları vardır. İstişare

sosyal bir ibadettir.

3. GÜNÜN 1.YILDIZI : KA’B bin MÂLİK (r.a.)

Kâ'b bin Mâlik, babasının tek oğlu olup hâli vakti yerinde idi. Arabistan'ın ileri gelen şâirlerinden biri idi. Islâmiyetin Medîne'de hızla yayılmasından sonra yapılan ikinci Akabe bî'atına katılmış ve orada Müslüman olmuştu. Kâ'b bin Mâlik ikinci Akabe bî'atının gerisini şöyle anlatmaktadır: Biz kararlaştırdığımız gibi vâdide toplandık. Resûlullah Efendimizi bekliyorduk. Sonra Resûlullah Efendimizi amcası Hz. Abbâs ile birlikte geldi. Yapılan konuşmalardan sonra orada bulunan yetmiş sahâbî, Resûlullah Efendimizi her türlü tehlikeye karşı koruyacaklarına ve Islâmiyeti yayacaklarına söz verdiler.  Akabe bî'atinden sonra Medîne'ye dönen Kâ'b bin Mâlik kabîlesinin Müslüman olmasında büyük emeği geçti. Kâ'b bin Mâlik hazretleri Bedir savaşına katılmadı. Uhud savaşında ise onbir yerinden yaralandı. Burada karşılaştığı bir hâdiseyi şöyle anlatıyor:

Uhud savaşında bir ara şehîdlerin bulunduğu yere yöneldim. Orada bir müşrik, bir taraftan şehîdlerin silâhlarını toplarken, diğer taraftan şehîdlerin ağız, burun ve kulaklarını kesiyordu. Bir taraftan da: “Bunları koyun boğazlar gibi boğazlayın” diye yaygara yapıyordu.  Biraz ötede silahlı bir Müslüman yaklaştı. Kâfirle vuruşmaya başladı. Kâfirle Müslümanı mukâyese ettiğimde kâfir daha iyi silahlara sahip görünüyordu.  Ben daha bu düşüncelerden sıyrılmadan birbirlerine hücûm ettiler. Müslüman bir kılıç darbesiyle kâfiri Cehenneme yolladı. Sonra bana dönerek yüzünü açtı ve dedi ki: “Tanıyamadın mı yâ Kâ'b, ben Ebû Dücâne'yim. “

Hz. Kâ'b'ın hali vakti yerindeydi. Tebük Gazâsına gidilecekti. Daha önceki gazâlarda gidilecek yeri hiç söylemeyen Peygamber Efendimiz, bu defa Müslümanları topladı ve Tebük'e sefer yapılacağını haber verdi.  Mevsim sıcaktı ve meyveler olgunlaşmıştı. Herkes hummalı bir şekilde sefere hazırlanırken Hz. Kâ'b; "hazırlığı ne zaman olsa yapabilirim" diyerek, kendi işleriyle oyalandı. Öyle ki, Peygamber yola çıktığı zaman Kâ'b'ın hiçbir hazırlığı yoktu. Hemen hazırlanmak üzere evinden çıktı, ama hiçbir şey

59

Page 60: ostern programi

yapamadan döndü. Kendisi bunu şöyle anlatır: "Yola çıkıp arkalarından yetişmeyi düşündüm. Keşke yapmış olsaydım. Fakat bu da mümkün olmadı. Resûlullah Efendimiz bu gazâya gittikten sonra insanlar arasına çıktığımda, kendime arkadaş olarak ancak münâfıklık damgası vurulmuş kimseleri, yâhut âcizleri görmem beni kederlendirdi."

Tebük'e varıncaya kadar onun ismini anmayan Hz. Peygamber, orada Kâ'b'ın ne yaptığını sordu. Müslümanlardan biri, (elbiselerine ve boyuna bakıp gururlanması onu cihâd yolundan alıkoydu) deyince, Mu'âz bin Cebel hemen müdâhale ederek Kâ'b hakkında iyilikten başka birşey bilmediklerini söyledi. Bu cevap üzerine Hz. Peygamber sükût etti. Sefer sona erip de Müslümanlar Medîne'ye doğru harekete geçince, Kâ'b'ı müthiş bir endişe ve telâş kapladı. Resûlullah Efendimiz dönünce ona ne diyeceğini düşünüyordu. Bu arada aklına birçok mâzeretler geliyor, ama o Resûlullaha yalan söylemeyi nefsine yediremiyordu.  Nitekim Resûlullahın Medîne'ye geldiği haberi ulaşınca Kâ'b doğruca Peygamberimizin huzuruna gidip ona hakîkatı olduğu gibi söylemeye karar verdi. Bundan sonrasını kendisi şöyle anlatıyor:

"Resûlullah Efendimizin huzûruna varınca selâm verdiğim zaman, bana gazâblı bir gülümseyişle, "Gel" buyurdular. Yürüyüp yanına vardım ve önüne oturdum. Bana sordular: “Seni geride bırakan nedir? Bana yardım etmek üzere Akabe'de bana bî'at etmemiş miydin?”- Evet, yâ Resûlallah! Allahü teâlâya yemin ederim ki, sizden başka şu dünya halkından birisinin yanında bulunsaydım, özür beyân ederek onun gazâbından kurtulabileceğimi zannederdim. Zîrâ söz söylemesini bilirim.  - Vallahi, biliyorum ki, bugün yalan söyleyip sizi memnun etsem de Allahü teâlâ sizi bana gücendirebilir. Eğer doğrusunu söylersem siz bana kızacaksınız. Lâkin ben doğruyu söylemekle Allahtan hayırlı netîce beklerim. Yemin ederim ki, gazâdan geri kalmam için hiçbir özrüm yoktu. Hiçbir zaman, sizden ayrılıp kaldığım zamandakinden daha kuvvetli ve zengin değildim.

Kâ'b Resûlullaha doğruyu söylerken gözleri önünde, ba'zı münâfıklar yalan mâzeretlerle Peygamberimizin huzuruna çıkmışlar; Peygamberimiz de bunların bu mâzeretlerini kabûl ederek kalblerinde yatan niyeti Allaha havâle etmişti. Fakat Kâ'b Allah ve Resûlü huzurunda doğruluktan ayrılmadı. Kâ'b bin Mâlik'in bu şekilde mâzeret belirtmemesi üzerine Resûlullah Efendimiz buyurdu ki: - Işte Kâ'b doğru söyledi. Kalk, Allahü teâlâ senin hakkında hükmünü verinceye kadar bekle!  Kalktım. Evime gelirken, Selimeoğullarından ba'zı kişiler, benimle birlikte geldiler ve bana dediler ki:  - Vallahi, biz, seni bundan önce bir günâh işlemiş kimse olarak bilmiyoruz. Ne çâre ki, sen, seferden geri kalan kişilerin özür diledikleri şekilde Resûlullah Efendimizden özür dilemedin ve çok âciz duruma düştün! Hâlbuki, Resûlullah senin hakkındaki magfiret dileği, günâhını bağışlatmaya yeterdi! Vallahi, Selimeoğulları, beni kınamaya o kadar devam ettiler ki, nihayet Resûlullah Efendimizin yanına dönmek, kendimi yalanlamak istedim. Sonra, onlara sordum: - Bu duruma düşen benden başka, benimle birlikte bir kimse var mıdır? - Evet! Iki kişi daha vardır. Onlar da, Resûlullaha senin söylediğin sözün benzerini söylediler. Resûlullah tarafından onlara da, sana söylendiği gibi söylendi. - Kimdir onlar?  - Mürâre bin Rebî-ül-Amrî ile Hilâl bin Ümeyye-tül-Vâkıfî'dir!

Bu iki zâtın, sâlih ve kendileri örnek tutulacak kişiler olduklarını, Bedir savaşında bulunduklarını bana hatırlattılar. Tereddütten vazgeçtim. Mu'âz bin Cebel ile Ebû Katâde'ye rastladım. Bana dediler ki:  “Arkadaşlarının sözlerini dinleme! Doğruluk üzerinde dur! Inşâallah, herhalde, Allahü teâlâ, senin için bir genişlik, bir çıkar yol yaratır. Özür sahiplerine gelince, eğer, onlar özürlerinde sâdık iseler, Allahü teâlâ, bu husûsta onlardan hoşnut olur ve bunu, Peygamberine bildirir! “

Bu zâtların hâlleri etrafa yayılınca, herkes onlara yabancı gibi davranmaya başladı. Diğer iki Sahâbî evlerine kapanmayı tercih ederken, Kâ'b cemâ'atle namazlarını kıldı, çarşıları dolaştı. Ama hiç kimse onunla konuşmuyordu.  Resûlullaha yakın yerlerde oturmaya dikkat ediyor ve bu esnâda onun çehresine bakmaya çalışıyordu. Ama her defasında Peygamberimiz ondan yüzünü çeviriyordu. Bu hâlden iyice bunalan Kâ'b, amca oğlu Ebû Katâde'ye gitti ve ona sordu:  “Ey Ebû Katâde! Allah için soruyorum. Allahı ve Resûlünü ne kadar sevdiğimi biliyor musun? “ Fakat cevap alamadı. Birkaç defa daha sordu. Ebû Katâde kısa cevap verdi:  “Allah ve Resûlü daha iyi bilir” Bunun üzerine Kâ'b mahzûn bir şekilde, gözyaşları içinde oradan ayrıldı.

60

Page 61: ostern programi

Günler geçti, haftalar birbirini kovaladı. Kimse Kâ'b'la bir tek kelime konuşmuyor, Kâ'b işin nereye varacağını bilemiyordu. Bu arada, Kâ'b'ın imtihanını daha da çetinleştiren bir hâdise ortaya çıktı. Kâ'b 50 gün devam eden bu ızdırap verici bekleyiş devresinde Gassan'daki Kıptî liderlerinden bir mektup aldı. Mektupta şöyle deniyordu: “Efendinizin size uygunsuz muâmelede bulunduğunu duydum. Sizi hukukunun çiğnendiği ve kıymetinin bilinmediği bir yerde bırakmasın. Yanımıza gelin, size ikrâmlarda bulunuruz.”Bir tarafta haftalardır yüzüne bakmayan, kendisiyle konuşmak tenezzülünde bile bulunmayan arkadaşları, diğer bir tarafta da izzet, ikrâm ve haşmet teklif eden bir da'vet vardı. Düşman, Kâ'b'ın bu zayıf anını değerlendirmek istiyordu. Böyle sıkıntılı bir zamanda, böyle câzip bir teklife kim hayır diyebilirdi? Fakat Kâ'b tereddütsüz Kıptî liderinin mektubunu yırtıp attı. Tam bu esnâda, Kâ'b'ın durumunu daha da zorlaştıran bir emir daha geldi. Peygamberimizin gönderdiği bir elçi, ona, zevcesinden uzak durmasının istendiğini haber veriyordu. Kâ'b hanımını boşamayacak, ama ondan ayrı yaşayacaktı. Çile biteceğine daha da şiddetleniyordu. Aynı emir diğer üç Sahâbîye de gönderilmişti. Fakat bu emir de Kâ'b'ın ve arkadaşlarının Resûlullaha bağlılığını sarsmadı. Işledikleri hatânın pişmanlığı içinde bütün rûhlarıyla Allaha yalvarıp istigfâr ediyorlardı.  Ama mü'minler cemâ'atinden ayrılmak, Allah ve Resûlünü terketmek akıllarından bile geçmiyordu. Îmânları böyle bir davranışa müsaade etmiyordu. Bundan sonrasını Kâ'b hazretleri şöyle anlatır:

"Insanların bizimle konuşmalarının yasaklandığı günden 50 gece sonrasında, gecenin sabahında sabah namazını kıldım. Rûhum çok sıkılmış ve bulunduğum yere sığamaz bir vaziyette oturuyordum. Âdetâ yerle gök arasında sıkışmış ve gidecek hiçbir yeri kalmamış gibiydim. Tam bu esnâda bir ses işittim: “Ey Mâlik'in oğlu Kâ'b, müjde, müjde!” Kurtuluş günü gelmişti. Hemen secdeye kapandım. Peygamber Efendimiz sabah namazından sonra, bu üç Sahâbînin tevbelerinin kabûl edildiğini halka ilân etmişti. Bunun üzerine Sahâbîler müjdeyi kardeşlerine ilân etmek için yarışırcasına koştular ve Kâ'b'la birlikte diğer iki Sahâbîye müjdeciler gönderdiler. Kâ'b bin Mâlik, bundan sonrasını ve Peygamberimizin yanına gidişini şöyle anlatır:

"Hemen Resûlullah Efendimize gittim. Halk, beni takım takım karşıladılar. "Allahın, tevbeni kabûl buyurması, sana kutlu olsun!" diyerek beni, kutladılar. Mescide varıp girdim. O sırada, Resûlullah Efendimiz, eshâbıyla oturuyordu."  Kâ'b bin Mâlik anlatmasına şöyle devam etti: "Kendisine selâm verdiğim zaman, Resûlullah Efendimiz, sevinçten yüzü şimşek çakar gibi bir hâlde olarak bana buyurdu ki:  - Seni, öyle bir günün hayır ve saâdetiyle müjdelerim ki, o, annenin doğurduğu günden beri geçirdiğin günlerin hayırlısıdır! Sen, hiç bir zaman, üzerine doğmamış olan hayırlı güne gel!  Bunun üzerine Peygamber Efendimize sordum: - Yâ Resûlallah! Bu müjde, Senden mi, yoksa, Allahü teâlâdan mı? - Hayır! Benden değil, Allahü teâlâdandır!  Zâten, Allahü teâlâ tarafından sevindirildiği zaman, Resûlullahın yüzü, sevinçten, ay parçası gibi parıldardı. Bunu, biz de, yüzünün parıltısından anlardık. Resûlullah aleyhisselâmın önüne oturunca dedim ki:  - Yâ Resûlallah! Hem tevbemin kabûlüne şükür için, hem de Allahın ve Resûlünün rızâsını kazanmak için sadaka olarak malımdan sıyrılıp çıkacağım! Resûlullah aleyhisselâm buyurdu ki:  - Malının bir kısmını yanında tut. Hepsini dağıtma! Bu, senin için daha hayırlıdır. Bunun üzerine dedim ki: - Öyle ise, Hayber'de hisseme düşmüş olan malı, yanımda tutar, kendime alıkorum. Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ beni, ancak doğrulukla kurtardı. Artık ben, tevbemin icâbından olarak, bundan böyle sağ kaldıkça, yaşadıkça, doğrudan başka bir şey söylemeyeceğim!  Vallahi, Resûlullah Efendimize, bunları söylediğimden beri, Müslümanlardan hiç bir kimse bilmiyorum ki, doğru söylemek husûsunda, Allahü teâlânın bana yaptığı imtihandan daha güzel imtihanı ona yapmış olsun! Resûlullah Efendimize, bunları söylediğimden bu güne dek yalan bir şey söylemek, aklımdan bile geçmemiştir. Bundan sonra sağ kaldığım zaman içinde de, Allahü teâlânın beni yalandan koruyacağını umarım! Peygamberimizin şâirlerinden olan Hz. Kâ'b, Hicretin 50. yılında Hz.Muâviye'nin hilâfeti zamanında 77 yaşında iken vefât etti.

61

Page 62: ostern programi

3. GÜNÜN 2.YILDIZI : ERKAM bin EBİ’L-ERKAM (r.a.)

Hz. Erkam'ın ataları, Mekke'nin sayılı zengin ve reisleri idiler. Bu sebeple, eskiden beri saygı ve i'tibâr görürlerdi. Erkam'ın babası; Ebî'l Erkam, anası; Ümeyme, kabîlesi; Mahzûmoğulları, künyesi; Ebû Abdullah'tır. İslâmiyeti ilk kabûl edenlerin 7. veya 11.'sidir. Ailesi, Mekke'nin sayılı asîllerinden idi. Bu sebeple Müslüman olmadan önce de, çok saygı görürlerdi. Kâ'be-i muâzzamanın batı taraflarında, yüksek bir evleri vardı. Beytullahı ziyâret edenler mutlaka, onların evi önünden geçmeye mecburdular. Safâ tepesinde bulunduğu için, uzaktan bile Kâ'be'yi görmek mümkündü. Hz. Erkam Müslüman olduktan sonra, sevgili Peygamberimizi evlerine da'vet etti. Peygamber efendimiz de münâsip bir zamanda, Hz. Ebû Bekir'le birlikte şeref verdiler. Evin geniş ve ferah salonlarında, topluca namaz kıldılar. Huzûr içinde sohbet ettiler, uzun uzun konuştular. Bir ara Hz. Erkam dedi ki: “Yâ Resûlallah, evim, evinizdir. Emrinizdedir. Nasıl, ne zaman ve ne kadar arzû ederseniz, kullanabilirsiniz.” O sırada ilk Müslümanlar gerçekten, büyük baskı ve tehdit altındaydılar. En yakın akrabâları bile onlara, eziyet ediyorlardı. Abdestlerini gizli alıyor, namazlarını gizli kılıyorlardı. Çünkü müşrîkler, puta tapanlar; büyük bir kin ve nefretle doluydular. Hz. Erkam'ın teklifi bu yüzden, sevgili Peygamberimizi çok ferahlattı. Hz. Erkam'ın tertemiz evi, Müslümanlar için gerçek bir kurtuluş kalesi oldu. Bir dâr-ül İslâm ya'nî İslâm yuvası hâline geldi. Peygamber efendimiz, sayıları 10-15'i geçmeyen mü'minler ile birlikte oraya yerleştiler. Rahatça ibâdet etmeye, İslâm için çalışmaya devam ettiler.

İki Cihân Güneşi ve sevgili arkadaşları üç yıl kadar, bu ilk İslâm Kalesinde bulundular. Birçok âyet-i kerîme, orada nâzil oldu. Birçok meşhur kimse, orada hidâyete erdiler, Müslüman oldular. Sayıları kırka yaklaştığı bir gün, Hz. Ebû Bekir sordu: “Yâ Resûlallah! İnsanları açıkça İslâma da'vet zamanı, daha gelmedi mi?” Peygamber efendimiz de buyurdu ki: ”Henüz, sayımız azdır.” Fakat Hz. Ebû Bekir ısrar etti. Bunun üzerine hep beraber, Kâ'be civârına çıktılar. Hz. Ebû Bekir ayağa kalkıp, orada bulunanlara konuşmaya başladı: “Ey Kureyşliler! Allahü teâlâ birdir. Muhammed aleyhisselâm, O'nun Resûlüdür. Gelin, birlikte İslâma dönelim. Felâha, kurtuluşa erelim”

Sevgili Peygamberimiz de onu dinliyorlardı. Hz. Ebû Bekir, daha sözünü bitirmeden, müşrikler hücûm ettiler. Hem Hz. Ebû Bekir'e, hem de ötekilere saldırıyorlardı. Hâinliğiyle tanınmış Rebîa'nın oğlu Utbe yamalı ayakkabısıyla, yüzüne gözüne vuruyordu. Her tarafı şişen Hz. Ebû Bekir sonunda düştü, bayıldı... Gürültüyü işiten Teymoğulları kabîlesi, koşarak geldiler. Saldırganları dağıtıp, akrabâlarını kurtardılar. Çünkü Hz. Ebû Bekir, aynı kabîleden idi. O zamanlar kabîle mensupları, Müslüman olsun, müşrik olsun, birbirlerini koruyorlardı. Hz. Ebû Bekir'i, bir çarşaf içinde evine götürürlerken dediler ki: “Eğer akrabâmız ölürse; and olsun ki biz de, Utbe'yi sağ bırakmayız!”

Hz. Ebû Bekir'i müşriklerin elinden alıp evine götüren Teymoğulları ve anacığı, Akşama kadar yatağı ucunda beklediler. Nihayet hava kararırken Hz. Ebû Bekir gözlerini açtı. İlk sözü: “Allahü teâlânın Resûlü nasıllar” oldu. Kabîle büyükleri çıkıştılar: “Sen bu hâle, O'nun yüzünden düştün! Kendine bakmıyor da, hâlâ O'nu mu soruyorsun?”  Anası Ümm-ül Hayr, başında gürültü yapanları kovaladı. Bütün gayretiyle, sevgili oğluna bir şeyler yedirmeye çalışıyordu. O ise, hep soruyordu: - Resûlullah efendimiz nasıldır?  Onun, ısrarlı soruları karşısında anası dedi ki: - Yemîn ederim ki, benim hiç haberim yok! - Öyleyse sorup, öğreniver! Annesi yalvaran oğlunun hatırı için, evden çıktı. Epeyce sonra geldi. Yüzü gülüyordu: - Müjde oğlum! Merak ettiğin zât, Erkam'ın evinde bulunuyorlarmış. Hz. Ebû Bekir'in gözleri parladı. Sanki dünyalar onun olmuştu. Anacığı ise, elinde yiyecek bir şeyler uzatıyordu. - Yine de gidip O'nu kendim görmedikçe, ahdim olsun, boğazımdan ne su, ne yemek geçmeyecektir, deyince, kadıncağız şaşırdı. 

Ortalık kararıp, herkes evlerine kapanıncaya kadar beklediler. Sonra, Hz. Ebû Bekir'in koltuklarına girip, sokağa çıktılar. Doğruca Hz. Erkam'ın evine yollandılar. Peygamber efendimizi sağ-sâlim görünce; sarılıp öpmeye, koklamaya başladı. Dâr-ül Erkam'da bulunan Müslümanlar da, onu öpüyorlardı. Bu göz yaşartıcı sahne, uzun zaman devam etti... Peygamber efendimizin şefkatli bakışlarından, kendisine çok acıdığını hisseden Hz. Ebû Bekir ricâda bulundu:

62

Page 63: ostern programi

- Yâ Resûlallah! Anam, babam, size fedâ olsun. Lütfen, benim için üzülmeyiniz. Çünkü o kâfirler, yüzüme biraz fazlaca vurdular, o kadar. Fakat şu benim vefâlı anacığım, çocukları için çok merhametlidir. Onun için Allaha duâ buyursanız da, hidâyete kavuşsa ve böylece de, Cehennem ateşinden kurtulmuş olsa? Sevgili Peygamberimiz tebessüm ettiler. Sonra, Allahü teâlâya duâda bulundular. Ümm-ül Hayr hazretlerine, îmân ve İslâmı teklif ettiler. O temiz kalbli ana, hiç tereddüt etmeden Müslüman oldu. Kurtuluşa erdi. Böylece Hz. Erkam'ın evi, bir kere daha bereketini gösterdi.

Çok geçmeden Hz. Hamza da, Müslümanlar arasına katılınca; sayıları 39'a yükseldi. Peygamber efendimizin o bahadır amcaları ile, Müslümanların gücü çok yükseldi. Çünkü onun kılıcının keskinliği, herkes tarafından iyi bilinmekteydi. Bütün Mekkeliler, Hz. Hamza'nın cesâret ve kahramanlığından korkarlardı. Hz. Hamza Müslüman olduktan sonra bir ikindi vakti, inananlar, yine Hz. Erkam'ın kutlu evinde toplanmışlardı. Namaz kılınmış, sohbet ediyorlardı. Kapı hızlı hızlı çalındı. Gidip bakan zât, haber verdi: - Yâ Resûlallah, Hattâb'ın oğlu Ömer gelmiş. Kılıcı da elinde bulunuyor. Bunun üzerine ba'zıları dediler ki: - Kapıyı açmıyalım!  Ba'zıları da, aksini söylediler.

İşte o zaman yiğit Hz. Hamza, sevgili Peygamberimize dönerek dedi ki: - Bırakınız, yâ Resûlallah! Şâyet hayır için geldiyse, hayır görür. Şer, kötülük için geldiyse, kendi kılıcıyla kellesini uçururum. Kapı açıldı. Ve bütün heybetiyle Hattâb'ın oğlu içeri girdi. İki Cihân Sultânı ayağa kalktılar. Önlerine gelince, onu omuzlarından tutup sarstılar: - Ey Ömer! Hâlâ vazgeçmiyecek misin? Hattâb'ın oğlu, tâ iliklerine kadar sarsıldı. Ve olanca gücüyle dedi ki: - Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah!  O anda, Müslümanlık şerefine erişti. Hz. Ömer oldu. Bütün Eshâb-ı kirâm, yüksek sesle: - Allahü ekber! Allahü ekber! Vallahü ekber! Tekbîrleriyle yeri, göğü inletmeye başladılar. O kadar ki, Mekke'nin en uzak yerindekiler bile işittiler. Çünkü Müslümanların sayısı, 40'a yükselmişti. Bunu öğrenen Hz. Ömer: - Ey Allahın Resûlü! Müsâade buyurunuz da, gidip hep birlikte, Beytullahın içinde namaz kılalım, teklifinde bulundu. Peygamber Efendimiz kabûl ettiler.

İşte o gün, Hz. Erkam'ın sırlarla dolu güzel evi Dâr-ül Erkam; vazîfesini tamamlamış oldu. Çünkü o günden sonra Müslümanlar, ibâdetlerini artık açıkça ve her yerde yapmaya başladılar... Allahü teâlânın emriyle sevgili Peygamberimiz, Medîne'ye Hicret ettikleri zaman; Hz. Erkam da fazla gecikmedi. Herkes gibi o da; Mekke'deki güzel evlerini, topraklarını, akrabâlarını terketti. Peygamber Efendimiz Medîne'de onu, Hz. Zeyd bin Sehl ile din kardeşi yaptılar. Huzur içinde yaşıyabilmesi için, Beni Züreyk mahallinde bir miktar arazi verdirdiler...

Hz. Erkam fevkalâde dindar, ahlâklı ve cömert bir Müslümandı. Bilhassa, namaza çok önem veriyordu. Bir gün yol kıyâfetiyle Peygamber efendimizin huzûrlarına girip, selâm verdi. Sevgili Peygamberimiz selâmını aldıktan sonra sordular: - Ne tarafa gidiyorsun? O da eliyle, Beyt-i Makdîs'i, Kûdüs taraflarını işâret etti. Peygamber Efendimiz tekrar sordular: - O tarafa seni sevkeden nedir, ticâret mi? - Hayır ey Allahın Resûlü. Maksadım, ticâret değildir. Sâdece Beyt-i Makdîs'te namaz kılmak istiyorum. Sevgili Peygamberimiz, Mekke taraflarını işâret ederek buyurdu ki: - Mescîd-i Harâm'da kılınan bir namaz; oradan başka mescîdlerde kılınan bin namazdan hayırlıdır.  Medîne'de parlayan İslâm Güneşi, ışıklarını; önce yakınlara, sonra uzaklara yaymaya başladı. Allah rızâsı için, Allahın dîni olan İslâmı yaymak için, savaşlar yapıldı. Önce büyük Bedir, sonra ibretli Uhud, daha sonra Hendek ve öteki gazâlar kazanıldı. Nihâyet İslâmın doğduğu mübârek belde olan Mekke, müşrikliğin merkezi durumundan kurtarıldı ve fethedildi. Oradan da, dünyanın dört bir yanına dağıldılar.

Hz. Erkam'ın nûrlu evinde, Dâr-ül İslâmda yetişen, 40 büyük" sahâbî bugün yeryüzünde yaşayan 400 milyon Müslümanın yıldızları, önderleri, ataları oldular. Hz. Erkam'ın evi, İslâm târihinde çok önemli bir rol oynamıştır. İlk Müslümanlar, kendilerine yapılan eziyet ve işkencelerden kurtulmak için, bu eve sığınmışlardı.  Hz. Ömer'in katılmasıyla 40 kişi oluncaya kadar, Dâr-ül Erkam onlara, tam bir sığınak oldu. Ayrıca birçok âyet-i kerîme de, burada nâzil oldu...

63

Page 64: ostern programi

Hz. Erkam'ın evi Dâr-ül İslâm olarak; uzun müddet önemini korudu. Çocuklarına vakfettiği için, onlar da satmadılar. Fakat Halîfe Mansûr zamanında, devletin eline geçti. Yıkılmaktan kurtarmak için, ta'mir edildi. O zaman da evin aslı kayboldu. Bu mübârek eve fazla kıymet vermemiz; şüphesiz, onun taşına toprağına değildir! İslâmiyet zâten böyle bir şeye, izin vermez. Saygımız sâdece, orada toplanan ve İslâm ve îmânları için her fedâkârlığı göze alan ilk Müslümanların hâtırâları sebebiyledir.

Hz. Erkam aynı zamanda; Mekke'de, Mekkelilerden ve onlar dışında Mekke'ye girecek olan sâir insanlardan zulme ve haksızlığa uğramış kimse bırakmamak; mazlûmun hakkı geri alınıncaya kadar, zâlime karşı, mazlûmla birlikte hareket etmek üzere ahidleşen; denizlerin, bir kıl parçasını ıslatacak kadar suyu bulundukça, Hirâ ve Sebîr dağı yerlerinde durduğu ve üzerlerinde dağ tekeleri yayıldığı müddetçe, bu ahid ve sözlerine bağlı kalacaklarına yemin eden Hılfül fudûl eshâbından idi.

Hz. Erkam, Bedir, Uhud ve diğer gazâlara katıldı. Hepsinde büyük yararlıklar gösterdi. Allahü teâlânın Resûlü zaman zaman onu, zekât toplamakla vazifelendirdiler. Her zaman olduğu gibi bu vazifeyi de, severek ve başarıyla yaptı.  Geçimini, ziraat ve ticâretle temin ederdi. Kimseye muhtaç olmadan yaşadı. Dürüstlük ve dindarlık; ahlâkının temel taşlarıydı. İki oğlu vardı: Abdullah ve Osman. Kızları: Meryem, Safiyye ve Ümeyye adlarını taşıyordu. Hicretin 53. yılında, 83 yaşlarında, Medîne'de vefât eyledi. Namazını, vasiyeti üzerine aynı günlerde Müslüman oldukları; Hz. Sa'd bin Ebî Vakkâs kıldırdı. Bakî' kabristanına defnolundu.

3. GÜNÜN HİKAYESİ:

ÖMER VE NAMAZ

Ateşgede, İranlı bir köle, Hz. Ömer Efendimizi namaz kılarken sırtından hançerlemişti. Namazını tamamlamak için belini doğrultmaya çalışıyordu. Yanındakiler, "Sen namaz kılamazsın." dedikçe, o "namaz" diyor, Rabb'ine "namaz" diyerek yürüyordu. Kendini kaybetmeye başlamıştı. Adeta komaya girmişti. Uyandırmaya çalışıyorlar, bir türlü muvaffak olamıyorlardı.Bir ara içeriye ashabın gençlerinden Misver İbn-i Mehrame girdi. "Emir-ül Mü'minin'i uyandıramıyoruz!" dediler. Yaşı gençti ama, Ömer'i çok iyi anlamıştı:- Emir-ül Mü'minini namaza çağırın, dedi. Birisi, ağzını kulağına doğru yaklaştırdı:- Es salâh Ya Emir-ül Mü'minin,dedi. "Namaza ey mü'minlerin emiri!" diyordu.Bıçak keser, ateş yakar, su ıslatır, Ömer namaza çağrılınca kalkardı. Uyuyan ve birkaç defa çağrıldıktan sonra "Geliyorum!" diyen bir insanın telaşıyla:- Ha Allahi izen. "Tamam şimdi kalktım!" diyerek doğrulmaya çalıştı.

Fethullah Gülen Hocaefendi, bu hadiseyi anlatıyor ve şöyle yorumluyordu. "Eğer sizde, Ömer vefat ettikten sonra sesinizi ona duyurabilecek ses olsaydı ve siz ona "Es salâh Ya Emir-ül Mü'minin" diye seslenseydiniz, toprağın altından, "Ha Allahi izen" diyerek doğrulduğunu görecektiniz." Hz. Ömer'deki namaz aşkı bu idi.

DOKUNUŞ

Haşir meydanındaki insanlar, ebed ülkesine uçmak için sabırsızlanıyordu. Peygamberler, şehitler ve büyük veliler için herhangi bir problem yoktu. Ancak diğerleri, "Elli bin sene sürer" denilen bu yolu, dünyadaki hayatlarının karşılığı olan bir vasıta ile aşmak durumundaydı. Her insan, sevap ve günahlarını ortaya döküp ince hesaplar yaparken, sermayeleri yetmeyen bazı gençler bir araya geldi ve kendilerine gözcülük eden meleğe başvurarak:- Bizler, dünyada iken meşhur bir yarışmaya katılmış ve ellerimizi günler boyu süren bir sabırla lüks arabaların üzerinden çekmeyerek onları kazanmıştık, dedi. Bu gayretimize karşılık o arabaların verilmesini istiyor ve bu zorlu yolu onlarla aşmayı planlıyoruz. Melek, yarışmanın detayını öğrendikten sonra:- Yanlış şeye dokunmuşsunuz, dedi. Sizin arabanız, o yolda gitmez.Gençler, biraz ilerideki insanları göstererek:

64

Page 65: ostern programi

- Şuradaki insanların da bir şeylere dokunduğu söyleniyor, diye itiraz etti. Ama şimdi Cennet?e uçuyorlar.- Evet!.. dedi, melek. Onlar da dokundular. Hem de günde sadece bir saatçik.   - Bir saat mi?..diye atıldı gençler. Oysa bizler günler boyu çekmedik elimizi. Uyumadık, aç kaldık, nerdeyse ölüyorduk. Peki onlar nelere dokundular?- Seccadeye, dedi melek. Küçük bir seccadeye. Şimdi ise onlarla uçuyorlar. 

ÇILGIN

Genç mühendis, işe yeni başladığı şirketteki bir toplantıya katıldığında, masa üzerindeki gazeteye göz atıp âniden yerinden fırladı ve ?eyvah mahvoldum? gibilerden bir şeyler söyleyip koşar adımlarla odasına girdikten sonra, kapısını da arkadan kilitledi. Bir anda buz gibi bir hava esti içeride.       Şirket sahibi, çok babacan insandı. Toplantıyı bir bıçak gibi kesip:- Bu işte bir bit yeniği var, dedi. Mühendise kötü birşeyler oldu. Dikkat edin, canına kıyabilir.Şirket çalışanları, müdürün ne kadar tecrübeli olduğunu bildiklerinden, hep birlikte yerlerinden fırladı. Sekreterlerden biri, mühendisin okuduğu gazeteye bakarak:  -Biliyorsunuz ki bugün borsa tepetaklak geldi, dedi. Mutlaka çok sayıda hissesi vardı.Bir başkası:-Faiz veya repo da olabilir, diye araya girdi. Yüzde ikiyüz sınırı aşıldı.           Diğeri, kendinden emin bir tarzda:-Dün dolar bozduracağını söylemişti, dedi. Bugün döviz âniden yükseldiği için, milyarlarca lira zarar etmiş olmalı.Şirketin muhasebe müdürü:  -Kesinlikle yanılıyorsunuz, diye lafa karıştı. Daha üç gün önce avans çekmişti. Paralı insan böyle birşeyler yapmaz. Olsa olsa karısıyla kavga etmiştir.Kadın sekreterlerden biri:  -Öyledir öyledir, diye atıldı. Hanımına geçen gün rastlamıştım, çok suratsız biriydi.    Bütün ihtimaller tek tek sıralanırken, şirket müdürü,: -Konuşmakla vakit kaybetmeyelim, diye gürledi. Her an bir tabanca sesi gelebilir içerden..Müdürün sözleri, ortalığı tekrar karıştırdı. Şirkette ne kadar çalışan varsa, mühendisin kapısına yığıldı. Müdür bey, etrafındakileri bir el işaretiyle susturduktan sonra, yumuşak bir sesle:-Mühendis beyyy!.. diye seslendi. Benim canım kardeşim, sakın bir çılgınlık yapma. Biliyorsun ki bu dünya fânidir. Bir gün zaten öleceğiz, değil mi?  Mühendisin bulunduğu oda müstakil olduğu için başka bir mekana bağlanmıyordu. Bu yüzden de herkes, onun içeride olduğundan emindi. Oda kapısı da özel olarak izole edildiği ve iki adet çelik levhadan yapıldığı için bütün çabalara rağmen kırılmıyordu. Buna rağmen içeriden çıt çıkmıyordu. Bu arada itfaiyeye haber verildi, altıncı katta bulunan odanın pencereleri altına brandalar gerildi ve televizyon kameramanları, yüzlerce meraklı eşliğinde canlı yayına geçerek, adamın aşağı atlaması için duaya başladılar. Mühendis bey, on beş dakika sonra kapıyı açtı. Yüzü ışıl ışıldı ve neler olup bittiğinden habersiz görünüyordu. Kapı önündeki  kalabalığın şaşkın bakışları arasında:  -Az kalsın ikindi namazını kaçırıyordum, diye gülümsedi. Dünya fâni olduğundan, bu iş ihmale gelmez.

3. GÜNÜN ŞİİRİ

BENİ YALNIZ BIRAKMA

Gönlüm gözüm Sen’in ile açılır,Geçilmezler Sen’in ile geçilir,Adın anılınca nurlar saçılır;

Doğ rûhuma beni hasretle yakma!Hak aşkına kulun yalnız bırakma!

65

Page 66: ostern programi

Ben bir kapıkulu, Sen de Sultansın,Yolda kalmışlara Haktan emansın,Ben bir cesed isem, Sen onda cansın;

Doğ rhuma beni hasretle yakma!Dost aşkına kulun yalnız bırakma!

Âşıklar ararlar Sen’i her yerde,Dudağın şerbeti dermandır derde..Ben bir dertli isem dermanım nerde?

Doğ rûhuma beni hasretle yakma!Hak aşkına kulun yalnız bırakma!

Bir yüzü karayım pek çok vebâlim,Düşe-kalka, kalmadı hiç mecâlim..Bilmem ki ötede ne olur hâlim..?

Doğ rûhuma beni hasretle yakma!Hak aşkına kulun yalnız bırakma!

Bir zaman mevsimler bütün bahardı,Korkarım o günler bir bir karardı..Merhamet! Yollarım bir sarpa sardı..

Doğ rûhuma beni hasretle yakma!Dost aşkına kulun yalnız bırakma!

 

SEHER VAKTİ BÜLBÜLLER

Seher vakti bülbüller Nede güzel öterler Açınca tüm çiçekler Birlikte zikrederler Aman Allah illallah 

Dertlere derman Allah Gönüle şifa veren 

Lailahe illallah 

Akşam olur giderler 

66

Page 67: ostern programi

Boyun büker çiçekler Kim bilir ne söylerler Feryad eder bülbüller 

Aman Allah illallah Dertlere derman Allah 

Gönüle şifa veren Lailahe illallah 

Onlarda bütün dertler Yine de şükrederler 

Salat selam söylerler Beytullaha giderler Aman Allah illallah 

Dertlere derman Allah Gönüle şifa veren 

Lailahe illallah

Kamp Duvar Yazıları;

Yiğidi öldür ama kampını engelleme

DUR ŞAKİRT!

BASTIĞIN BU YERLERİ TOPRAK DİYEREK GEÇME, TANI, DÜŞÜN BURADA YAPILAN ESKİ KAMPLARI

4.GÜNÜN 1.NURU:

17.LEM’ANIN ONÜÇÜNCÜ NOTASI

Birincisi: Tarîk-ı Hakta çalışan ve mücahede edenler, yalnız kendi vazifelerini düşünmek lâzım gelirken, Cenab-ı Hakk'a ait vazifeyi düşünüp, harekâtını ona bina ederek hataya düşerler. Edeb-üd Din Ve-d Dünya Risalesi'nde vardır ki: Bir zaman şeytan, Hazret-i Îsa Aleyhisselâm'a itiraz edip demiş ki: "Madem ecel ve herşey kader-i İlâhî iledir; sen kendini bu yüksek yerden at, bak nasıl öleceksin." Hazret-i Îsa Aleyhisselâm demiş ki:

yâni: "Cenab-ı Hak abdini tecrübe eder ve der ki: Sen böyle yapsan sana böyle yaparım, göreyim seni yapabilir misin? diye tecrübe eder. Fakat abdin hakkı yok ve haddi değil ki, Cenab-ı Hakk'ı tecrübe etsin ve desin: Ben böyle işlesem, sen böyle işler misin? diye tecrübevâri bir surette Cenab-ı Hakk'ın Rubûbiyetine karşı imtihan tarzı sû-i edebdir; ubûdiyete münafîdir."Madem hakikat budur, insan kendi vazifesini yapıp Cenab-ı Hakk'ın vazifesine karışmamalı.

Meşhurdur ki: Bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz'in ordusunu müteaddid defa mağlup eden Celâleddin-i Harzemşah harbe giderken, vüzerâsı ve etbâı ona demişler: "Sen muzaffer olacaksın, Cenab-ı Hak seni galib edecek." O demiş: "Ben Allah'ın emriyle, cihad yolunda hareket etmiye

67

Page 68: ostern programi

vazifedarım, Cenab-ı Hakk'ın vazifesine karışmam; muzaffer etmek veya mağlub etmek onun vazifesidir." İşte o zat bu sırr-ı teslimiyeti anlamasiyle, harika bir surette çok defa muzaffer olmuştur.

Evet insanın elindeki cüz-i ihtiyarî ile işledikleri ef'allerinde, Cenab-ı Hakk'a âit netaici düşünmemek gerektir. Meselâ: Kardeşlerimizden bir kısım zatlar, halkların Risale-i Nur'a iltihakları şevklerini ziyadeleştiriyor, gayrete getiriyor. Dinlemedikleri vakit zaîflerin kuvve-i maneviyeleri kırılıyor... Şevkleri bir derece sönüyor. Halbuki Üstad-ı Mutlak, Mukteda-yı Küll, Rehber-i Ekmel olan Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm,olan ferman-ı İlâhîyi kendine rehber-i mutlak ederek, insanların çekilmesiyle ve dinlememesiyle daha ziyade sa'y ü gayret ve ciddiyetle tebliğ etmiş. Çünküsırrıyla anlamış ki: İnsanlara dinlettirmek ve hidayet vermek, Cenab-ı Hakk'ın vazifesidir. Cenab-ı Hakk'ın vazifesine karışmazdı.

Öyle ise; işte ey kardeşlerim! Siz de, size âit olmayan vazifeye harekâtınızı bina etmekle karışmayınız ve Hâlikınıza karşı tecrübe vaziyetini almayınız!...

20.LEM’ANIN ÜÇÜNCÜ SEBEBİ

Ehl-i hakkın ihtilâfı, himmetsizlikten ve aşağılıktan ve ehl-i dalâletin ittifakı, uluvv-ü himmetten değildir. Belki ehl-i hidayetin ihtilâfı, uluvv-ü himmetin sû-i istîmâlinden ve ehl-i dalâletin ittifakı, himmetsizlikten gelen zaaf ve aczdendir. Ehl-i hidayeti, uluvv-ü himmetten sû-i istîmâle ve dolayısiyle ihtilâfa ve rekabete sevkeden, âhiret nokta-i nazarında bir haslet-i memdûha sayılan hırs-ı sevab ve vazife-i uhreviyede kanaatsızlık cihetinden ileri geliyor. Yâni: "Bu sevabı ben kazanayım, bu insanları ben irşad edeyim, benim sözümü dinlesinler." diye, karşısındaki hakikî kardeşi ve cidden muhabbet ve muavenetine ve uhuvvetine ve yardımına muhtaç bir zata karşı rekabetkârâne vaziyet alır. "Şâkirdlerim ne için onun yanına gidiyorlar?.. Ne için onun kadar şâkirdlerim bulunmuyor." diye, enâniyeti oradan fırsat bulup, mezmum bir haslet olan hubb-u câha temayül ettirir, ihlâsı kaçırır, riya kapısını açar.

İşte bu hatanın ve bu yaranın ve bu müdhiş maraz-ı ruhânînin ilâcı şudur ki: Cenab-ı Hakk'ın rızası ihlâs ile kazanılır. Kesret-i etba' ile ve fazla muvaffakıyet ile değildir. Çünki onlar Vazife-i İlâhiyyeye ait olduğu için istenilmez; belki bâzen verilir. Evet bazen bir tek kelime sebeb-i necat ve medâr-ı rıza olur. Kemmiyetin ehemmiyeti o kadar medâr-ı nazar olmamalı. Çünki bâzen bir tek adamın irşadı, bin adamın irşadı kadar Rıza-i İlâhîye medâr olur. Hem ihlâs ve hakperestlik ise, Müslümanların nereden ve kimden olursa olsun istifadelerine taraftar olmaktır. Yoksa, "Benden ders alıp sevab kazandırsınlar." düşüncesi, nefsin ve enâniyetin bir hilesidir.

Ey sevaba hırslı ve a'mâl-i uhreviyeye kanaatsız insan! Bâzı Peygamberler gelmişler ki, mahdud birkaç kişiden başka ittiba edenler olmadığı halde, yine o peygamberlik vazife-i kudsiyesinin hadsiz ücretini almışlar. Demek hüner, kesret-i etba' ile değildir. Belki hüner, Rıza-yı İlâhîyi kazanmakladır. Sen neci oluyorsun ki, böyle hırs ile "Herkes beni dinlesin." diye vazifeni unutup, vazife-i İlâhiyeye karışıyorsun? Kabul ettirmek, senin etrafına halkı toplamak Cenab-ı Hakk'ın vazifesidir. Vazifeni yap, Allah'ın vazifesine karışma. Hem hak ve hakikatı dinleyen ve söyleyene sevab kazandıranlar, yalnız insanlar değildir. Cenab-ı Hakk'ın zîşuur mahlukları ve ruhanîleri ve melâikeleri kâinatı doldurmuş, her tarafı şenlendirmişler. Madem çok sevab istersin, ihlâsı esas tut ve yalnız Rıza-yı İlâhîyi düşün. Tâ ki senin ağzından çıkan mübarek kelimelerin havadaki efradları; ihlâs ile ve niyet-i sadıka ile hayatlansın, canlansın, hadsiz zîşuurun kulaklarına gidip onları nurlandırsın, sana da sevab kazandırsın. Çünki, meselâ: Sen "Elhamdülillâh" dedin; bu kelâm, milyonlarla büyük küçük "Elhamdülillâh" kelimeleri, havada izn-i İlâhî ile yazılır. Nakkaş-ı Hakîm abes ve israf yapmadığı için, o kesretli mübarek kelimeleri dinliyecek kadar hadsiz kulakları halketmiş. Eğer ihlâs ile, niyet-i sadıka ile o havadaki kelimeler hayatlansalar, lezzetli birer meyve gibi ruhanîlerin kulaklarına girer. Eğer Rıza-yı İlâhî ve ihlâs o havadaki kelimelere hayat vermezse, dinlenilmez; sevab da yalnız ağızdaki kelimeye münhasır kalır. Seslerinin ziyade güzel olmadığından, dinliyenlerin azlığından sıkılan hâfızların kulakları çınlasın!..

4.GÜNÜN 2.NURU:

26.MEKTUB 3.MEBHAS 10.MESELE

[Ziyaretçilere ait bazı dostlar tarafından ihtar ile, bir düstur izah edilmek istenilmiştir. Onun için yazılmıştır.]

68

Page 69: ostern programi

Malûm olsun ki: Bizi ziyaret eden, ya hayat-ı dünyeviye cihetinde gelir; o kapı kapalıdır. Veya hayat-ı uhreviye cihetinde gelir. O cihette iki kapı var: Ya şahsımı mübarek ve makam sahibi zannedip gelir. O kapı dahi kapalıdır. Çünki ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum. Cenâb-ı Hakk'a çok şükür, beni kendime beğendirmemiş. İkinci cihet, sırf Kur'an-ı Hakîm'in dellâlı olduğum cihetledir. Bu kapıdan girenleri, alerre'si vel'ayn kabul ediyorum. Onlar da üç tarzda olur: Ya dost olur, ya kardeş olur, ya talebe olur.

Dostun hassası ve şartı budur ki: Kat'iyen, Sözler'e ve envar-ı Kur'aniyeye dair olan hizmetimize ciddî tarafdar olsun; ve haksızlığa ve bid'alara ve dalalete kalben tarafdar olmasın, kendine de istifadeye çalışsın.

Kardeşin hassası ve şartı şudur ki: Hakikî olarak Sözler'in neşrine ciddî çalışmakla beraber, beş farz namazını eda etmek, yedi kebairi işlememektir.

Talebeliğin hâssası ve şartı şudur ki: Sözler'i kendi malı ve te'lifi gibi hissedip sahib çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini, onun neşir ve hizmeti bilsin.

İşte şu üç tabaka benim üç şahsiyetimle alâkadardır. Dost, benim şahsî ve zâtî şahsiyetimle münasebetdar olur. Kardeş, abdiyetim ve ubudiyet noktasındaki şahsiyetimle alâkadar olur. Talebe ise, Kur'an-ı Hakîm'in dellâlı cihetinde ve hocalık vazifesindeki şahsiyetimle münasebetdardır.Şu görüşmenin de üç meyvesi var:

Birincisi: Dellâllık itibariyle mücevherat-ı Kur'aniyeyi benden veya Sözler'den ders almak. Velev bir ders de olsa.

İkincisi: İbadet itibariyle uhrevî kazancıma hissedar olur.

Üçüncüsü: Beraber dergâh-ı İlâhiyeye müteveccih olup rabt-ı kalb ederek, Kur'an-ı Hakîm'in hizmetinde el-ele verip, tevfik ve hidayet istemek.

Eğer talebe ise; her sabah mütemadiyen ismiyle, bazan hayaliyle dahi yanımda hazır olur, hissedar olur.

Eğer kardeş ise, birkaç defa hususî ismiyle ve suretiyle duâ ve kazancımda hazır olup hissedar olur. Sonra umum ihvanlar içinde dâhil olup, rahmet-i İlâhiyeye teslim ediyorum ki, duâ vaktinde "ihvetî ve ihvanî" dediğim vakit onlar içinde bulunur. Ben bilmezsem, rahmet-i İlâhiye onları biliyor ve görüyor.

Eğer dost ise ve feraizi kılar ve kebairi terkederse, umumiyet-i ihvan itibariyle duâmda dâhildir. Bu üç tabaka dahi, beni manevî duâ ve kazançlarında dâhil etmek şarttır.

BİTLİS -TİFLİSBundan on sene evvel Tiflis'e gittim. Şeyh San'an tepesine çıktım, dikkatle temaşa ediyordum. Bir Rus

yanıma geldi. Dedi:-Niye böyle dikkat ediyorsun?Dedim:-Medresemin plânını yapıyorum.Dedi:-Nerelisin?-Bitlis'liyim dedim.Dedi:-Bu Tiflis'tir.Dedim:-Bitlis, Tiflis birbirinin kardeşidir.Dedi:-Ne demek?

69

Page 70: ostern programi

Dedim:-Asya'da, âlem-i İslâm'da üç nur, birbiri arkası sıra inkişafa başlıyor, sizde birbiri üstünde üç zulmet inkişâa başlayacaktır. Şu perde-i müstebidane yırtılacak, takallüs edecek, ben de gelip burada medresemi yapacağım.Dedi:-Heyhat! Şaşarım senin ümidine.Dedim:-Ben de şaşarım senin aklına. Bu kışın devamına ihtimal verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin bir neharı vardır.Dedi:-İslâm parça parça olmuş.Dedim:-Tahsile gitmişler. İşte Hindistan, İslâm'ın müstaid bir veledidir, İngiliz mekteb-i idadisinde çalışıyor. Mısır, İslâm'ın zeki bir mahdumudur, İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor. Kafkas ve Türkistan, İslâm'ın iki bahadır oğullarıdır, Rus mekteb-i harbiyesinde talim alıyor, ilâ âhir.Yahu şu asılzade evlâd, şehadetnamelerini aldıktan sonra, herbiri bir kıt'a başına geçecek, muhteşem âdil pederleri olan İslâmiyet'in bayrağını, âfâk-ı kemalâtta temevvüc ettirmekle, kader-i ezelînin nazarında feleğin inadına, nev'-i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını ilân edecektir. İşte hikâyemin yarısı bu kadar.

4.GÜNÜN 3.NURU:

YİRMİİKİNCİ MEKTUB

(Şu Mektub, iki mebhastır. Birinci Mebhas, ehl-i îmanı uhuvvete ve muhabbete davet eder.)Birinci Mebhas

Mü'minlerde nifak ve şikak, kin ve adâvete sebebiyet veren tarafgirlik ve inad ve hased; hakikatça ve hikmetçe ve insaniyet-i kübra olan İslâmiyetçe ve hayat-ı şahsiyece ve hayat-ı içtimaiyece ve hayat-ı maneviyece çirkin ve merduddur, muzır ve zulümdür ve hayat-ı beşeriye için zehirdir. Şu hakikatın gayet çok vücuhundan altı vechini beyan ederiz:

BİRİNCİ VECİH: Hakikat nazarında zulümdür.Ey mü'mine kin ve adâvet besleyen insafsız adam! Nasılki sen bir gemide veya bir hanede bulunsan, seninle beraber dokuz masum ile bir câni var. O gemiyi gark ve o haneyi ihrak etmeye çalışan bir adamın, ne derece zulmettiğini bilirsin. Ve zalimliğini, semâvâta işittirecek derecede bağıracaksın. Hattâ bir tek masum, dokuz câni olsa; yine o gemi hiç bir kanun-u adâletle batırılmaz.

Aynen öyle de: Sen, bir hâne-i Rabbâniye ve bir sefine-i İlâhiye olan bir mü'minin vücudunda îman ve İslâmiyet ve komşuluk gibi dokuz değil, belki yirmi sıfât-ı mâsume varken; sana muzır olan ve hoşuna gitmeyen bir câni sıfatı yüzünden ona kin ve adâvet bağlamakla, o hâne-i mâneviye-i vücudun mânen gark ve ihrakına, tahrib ve batmasına teşebbüs veya arzu etmen, onun gibi şeni' ve gaddar bir zulümdür.İKİNCİ VECİH: Hem hikmet nazarında dahi zulümdür. Zira malûmdur ki: Adâvet ve muhabbet, nur ve zulmet gibi zıddırlar. İkisi, mâna-yı hakikîsinde olarak beraber cem' olamazlar.Eğer muhabbet, kendi esbabının rüchaniyetine göre bir kalbde hakikî bulunsa, o vakit adâvet mecâzî olur; acımak sûretine inkılab eder. Evet mü'min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla ıslahına çalışır. Onun için nass-ı hadîs ile: "Üç günden fazla mü'min mü'mine küsüp kat'-ı mükâleme etmeyecek."

Eğer esbab-ı adâvet galebe çalıp, adâvet hakikatıyla bir kalbde bulunsa; o vakit muhabbet mecâzî olur, tasannu' ve temelluk sûretine girer.

Ey insafsız adam! Şimdi bak ki: Mü'min kardeşine kin ve adâvet ne kadar zulümdür. Çünki nasılki sen âdi küçük taşları, Kâ'be'den daha ehemmiyetli ve Cebel-i Uhud'dan daha büyük desen, çirkin bir

70

Page 71: ostern programi

akılsızlık edersin. Aynen öyle de: Kâ'be hürmetinde olan îman ve Cebel-i Uhud azametinde olan İslâmiyet gibi çok evsaf-ı İslâmiye; muhabbeti ve ittifakı istediği halde, mü'mine karşı adâvete sebebiyet veren ve âdi taşlar hükmünde olan bazı kusuratı, îman ve İslâmiyete tercih etmek, o derece insafsızlık ve akılsızlık ve pek büyük bir zulüm olduğunu aklın varsa anlarsın!..

Evet tevhid-i îmanî, elbette tevhid-i kulûbü ister. Ve vahdet-i itikad dahi, vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder. Evet inkâr edemezsin ki: Sen bir adamla beraber bir taburda bulunmakla, o adama karşı dostane bir rabıta anlarsın; ve bir kumandanın emri altında beraber bulunduğunuzdan arkadaşane bir alâka telakki edersin. Ve bir memlekette beraber bulunmakla uhuvvetkârane bir münasebet hissedersin. Halbuki îmanın verdiği nur ve şuur ile ve sana gösterdiği ve bildirdiği esmâ-i İlâhiye adedince vahdet alâkaları ve ittifak râbıtaları ve uhuvvet münasebetleri var. Meselâ:

Her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mabudunuz bir, Râzıkınız bir.. bir bir, bine kadar bir bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir.. bir bir, yüze kadar bir bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir.. ona kadar bir bir. Bu kadar bir birler vahdet ve tevhîdi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak manevî zincirler bulundukları halde; şikak ve nifâka, kin ve adâvete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü'mine karşı hakikî adâvet etmek ve kin bağlamak; ne kadar o râbıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münasebât-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i'tisaf olduğunu; kalbin ölmemiş ise, aklın sönmemiş ise anlarsın!

4.GÜNÜN PIRLANTASI

CİHAD HAYAT KAYNAĞIDIR

Cihad, müslüman milletleri canlı tutan bir hayat kaynağıdır. Maddî-manevî cihaddan mahrum bırakılan bir milletin arasında dahilî sürtüşmeler baş gösterir ve o millet, içten içe kokuşmaya başlar. Osmanlı gibi... Elbette Osmanlı’nın kokuşması bir kaderdir. Ama, buna sebep olanlar vardır. Hükümdarlar, saraylarda sefil zevklerini yaşamaya koyuldular ve i’lâ-i kelimetullah yapmak üzere savaşa gitmediler. Onların bu gevşekliği, orduya da sirayet etti. Bu ise, ruh sefaletini doğurdu ve neticede Osmanlı, dünya devletlerinin üstündeki muallâ mevkiini kaybetti. En nihayet dahilî sürtüşmeler, koskoca bir devlet-i âliyeyi yedi, bitirdi.

Biz cihadı terkettiğimiz günden itibaren içimizde fırkalar türedi ve şu anda mevcud olan bütün fırka ve fraksiyonlar, o devirde atılan menfî tohumların, cehennem zakkumu gibi neşv u nemâ bulmuş şekillerinden başka bir şey değildir. Bu halden kurtulmanın tek çaresi vardır ki, o da cihaddır. Cihad, bir mü’minin uğruna canını feda edebileceği en tatlı ümniye ve en tatlı idealdir. Zira mü’min, kendi teri içinde boğulma veya kendi kanıyla abdest alma zevkini ancak cihadla tadacaktır. Öyle tadacak ve öyle zevk alacaktır ki, Harâm b. Milhan’ın sinesinden yediği bir okla yere düşerken dediği gibi: “Kabe’nin Rabbine yemin ederim ki kurtuldum..” diyecektir.

CİHAD HER MÜ’MİNİN VAZİFESİDİRDünya hayatında herkese düşen bir vazife vardır; hiçbir şeyin kararında

kalmadığı, servetlerin payimal olup cennetlerin harabeye döndüğü ve insanlara ötede ancak buradan gönderdiklerinin fayda vereceği şu dünyada herkes, kendi durumuna göre bir şey yapacak ve bu örfaneye iştirak edecektir. Zira kat’iyyen bilinmelidir ki, ölümle herkesin amel defteri kapanacak ve herkes yaptığıyla karşı karşıya kalacak, ancak dinine, milletine, ırzına, namusuna ve korunması gereken her şeye zarar gelmesin diye kendini Allah yoluna adayanların; hayatı gerçek hayat içinde yaşayıp,

71

Page 72: ostern programi

Hz. Muhammed’siz bir dünyaya lânet okuyan ve her şeyleriyle yüce İslâm da’vasına sarılanların defterleri asla kapanmayacaktır. Bir hadis-i şerifte,

“O’nun ameli kıyamete kadar nemalanır” buyurulmaktadır. Çünkü O, bir çığır açmıştır ve dolayısıyle, kendisinden sonra o yolu takip edenlerin hasenatının bir misli ona da yazılacaktır. Hem o, kabrin fitnesinden ve dehşetinden de emin olacaktır; zira ölmemiştir ki kabir azabına dûçar olsun. Sadece cismaniyeti itibariyle yer değiştirmiş olup, arkada bıraktığı tatlı çizgileri ve izleriyle halâ insanların gönlünde yaşamaktadır.

Hz. Muhammed (sav)’e, Raşid Halifeler’e ve sahabîye ölü diyenin kendisi ölmüştür. Onlar öyle bir şehrah açmışlardır ki, uğradığımız yolun her girizgahında onlara ait bir kısım eserler görüyoruz. Ve her görüşte yüzümüzü yerlere sürüyor ve “Payidar olun. Bu yolu açtınız ve bize rahat ve emniyet içinde yürüme imkânı hazırladınız” diyoruz. Bu sebeple, onların fazilet, meziyet ve hasenatları üst üste yığılmakta ve arşa kadar yükselmektedir. Zaten onlar, kabir azabından da emindirler. Çünkü kabir azabı, ölü ruhlar, diri bir hayat yaşamayanlar, dini kendilerine can yapmayanlar, hakikat-ı Ahmediye’ye gönül vermiyenler ve Kur’ân’ı gözlerine sürme diye çekmeyenler içindir. Dolayısıyle hayatını bunlarla donatmış, mamur etmiş bir insanın kabir azabı çekmesi düşünülemez.

Yine cihadın faziletindedir ki, Fahr-i kâinat Efendimiz, şöyle buyuruyor:“Kişinin kendisini bir gece Allah’a adaması, gündüzünde oruç tutulan,

gecesinde de ibadet edilen bin günden daha hayırlıdır.” Bir tarafta bin gün oruç tutacak ve bin geceyi ihya edecek, beri tarafta ise, memleketin çeşitli boşluklarından istifade ile sızmak isteyen düşman karşısında uyanık bir nöbetçi olarak silah omuzda bekleyeceksiniz. İşte bu, öncekinden daha hayırlı bir ameldir ve Allah katında daha makbuldür.

Bir kısım mü’minler, cihad vazifelerini doğrudan doğruya ve fiilen yüklenip yaparlar ve neticede yukarıdan beri arzettiğimiz fazilete ererler. Bir kısım insanlar da vardır ki, onların bu işe fiilen sahip çıkmaları söz konusu değildir. Fakat onlar da, yaptıklarının karşılığını Cenâb-ı Hakk’ın bir lûtfu olarak diğerleri ölçüsünde alacaklardır. Yani, imana ve Kur’ân’a hizmet istikametinde sırtına bir kerpiç alıp taşıyan insanın sa’yi heba olmayacaktır. Bu uğurda önüne tomar tomar kâğıt yığıp da İslâmî müessese yapacağım diye yazıp çizen mühendisin kaleminden damlıyan mürekkep, şehidin kanıyla muvazene edilecek kadar kıymet ve değer kazanacaktır. Kalemiyle cihada iştirak eden yazarın durumu da aynıdır. Öyle ise herkes, bu örfaneye Rabbin kendisine bahşettiği imkânlarla iştirak edecek ve neticede herkes, aynı sevaba ortak olacaktır.

Buhari’de gördüğümüz bir hadis-i şerifte Ebu Hureyre’den şunu dinliyoruz: “Rasûl-i Ekrem (sav) Mi’rac’a irtika buyururken, (ubûdiyetiyle, Allah’a kulluğuyla merdiven merdiven semalara doğru tırmanırken, nasût aleminden sıyrılıp, lâhût alemiyle yüzyüze gelirken) çeşitli manzaraları müşahede etmiş, çeşitli vak’alara muttalî olmuştu. Bu arada şunu da gördüler: Bir anda tohum toprağa ekiliyor ve aynı anda hasad edilip hasadlar ambarlara gidiyor ve bu, durmadan muttasıl devam edip gidiyor. Efendimiz, “bunlar kimdir?” diye Cibril’e sorduğunda, şu cevabı alıyorlar:

“Bunlar, kendilerini Allah yoluna adamış mücahidlerdir. Onlar için hasene yediyüz kere katlanır. Ve ne infak etseler eksilmez; Allah, onun yerine başkasını ihsan eder”. Yani, onların verdikleri hiç bir şey heder olmaz, boşa gitmez...

Mü’min, Allah yolunda hayatını, zevkini, rahatını ve gençliğini feda ederken, bunların heder olmadığı, fenaya gitmediği kanaat ve düşüncesini taşıyacak ve öbür aleme gittiğinde de hiç bir şeyin zayî olmadığını bizzat görecektir. Her şeyi koruyan, muhafaza eden Hz. Allah, onun verip feda ettiklerini de korumaktadır: Eğer Cennet’te secde söz konusu ise, mü’min bu lütuf ve ihsanlar karşısında secdeye kapanır ve

72

Page 73: ostern programi

Cennet’te başını secdeden kaldırmak istemezdi. Öyle zannediyorum ki, bu secdeden alınan zevk, diğer cennet nimetlerinden alınan zevkten aşağı da olamazdı..

Bu mevzûda Rasûl-i Ekrem (sav)’in bir te’yidini de şu hadiste görüyoruz:“Gaziyi techiz eden, aynen gazaya gitmiş gibidir. Gazinin ehline bakıp gözeten

de gaza yapmış gibidir”. Bir insanın kendisi bizzat ve fiilen mücahedeye katılamıyor, fakat mücahedeye omuz veriyor, müesseseleriyle mücahidleri kucaklıyor ve onları koruyup kolluyorsa, o da fiilen mücahedede bulunmuş gibidir. Bedir’de kılıç çalanlarla, onlara destek verenler; Uhud’da savaşanlarla onları techiz edenler, Tebûk’e çıkanlarla, çıkamayıp servetiyle o yola koyulanlar, Huzûr-u Rabb-ül Alemîn’e beraber gidecekler ve beraber haşr ve neşr olacaklardır. Zira, Rasûl-i Ekrem’in “Seferber olunuz!” emrine onlar da icabet etmiş ve her ne kadar birtakım geçerli maniler sebebiyle fiilen harbe iştirak edememişlerse de, harp için seferber olmaktan geri kalmamışlardır.

Evet, fiilen Tebûk’e gidenler, ahirette kadınları, yaşlıları ve çocukları da yanlarında göreceklerdir. Çocuktur, ama bıçak veya kamasını harpte kullanılsın diye getirip, Rasûl-i Ekrem’in önüne atmıştır. Gelindir, kulağından küpeyi çıkarmış ve Allah Rasûlü’ne vermiştir. Bir başkası kolundan bileziğini sıyırıp Allah Rasûlü’ne teslim etmiştir. Yaşlıdır, ama koltuk değnekleriyle sürünerek gelmiş, sırtındaki cübbesini çıkarıp, “Benim de sadece verecek bir cübbem var” diyerek onu vermiştir. İşte bunlar da bizzat sefere iştirak etmiş gibi muamele göreceklerdir. Bunu da Rasûl-i Ekrem, bir başka hadislerinde ifade buyuruyorlar. Vadiler geçilir, dağ-tepe aşılırken, meşrû mazareti olanlar evlerinde oturdukları halde niyetleriyle onları takip etmiş ve bir bakıma her yerde fiilen gazaya çıkanlarla beraber olmuşlardır. Acizlik, fakirlik, yaşlılık ve kadın olma gibi mazeretler, onların ayaklarına bağ olup, kendilerini fiilen sefere çıkmaktan alıkoymuşsa da cihad sevabından mahrum kalmadıkları gibi, mükâfatından da mahrum kalmayacaklardır. Cenab-ı Hakk, niyetleri sebebiyle onları aynen gazaya çıkanlar gibi kabul buyurmuştur. Allah Rasûlü’nün müjde yüklü ifadesinden biz bunu anlıyor, buna inanıyor ve inşâallah bu inancımızı hakkımızda bir dua ve niyaz kabul ediyoruz. Bilhassa günümüzde, cihadın terke uğraması gözönünde bulundurulacak olursa, cüz’i-küllî bu işe iştirak edenlerin mutlaka cihad sevabından hisselerini alıp payidar olacaklarına yakînimiz vardır. Ve kat’i kanaatımız odur ki, Cenab-ı Hakk bizi bu yakînimizde yalancı çıkarmayacaktır.

4. GÜNÜN 1.YILDIZI : MUS’AB bin UMEYR (r.a.)

Mus'ab bin Umeyr, hem annesi hem de babası tarafından Kureyş'in asîl ve zengin bir âilesine mensub idi. Zengin oldukları için gâyet râhat bir hayat sürüyordu. Orta boylu, güzel yüzlü, nâzik ve yumuşak huylu, son derece zekî idi. Güzel konuşurdu. Akl-ı selîm sâhibi olduğundan, putların bir fayda veya zarar veremiyeceğini bilir onlara tapılmasından nefret ederdi. Annesi tarafından en iyi şartlar altında refah ve bolluk içinde yetiştirilmişti.

Güzel yüzlü ve zengin olduğundan Mekke halkı ona gıpta ile bakardı. Peygamber efendimiz bunun için "Mekke'de Mus'ab'dan daha zarîf, daha nârin, daha güzel kimse yok idi. Saçları kıvrım kıvrım idi." buyurmuşlardı. Bütün bu rahatlıklara rağmen kalbinde büyük bir boşluk hissediyordu Mus'ab bin Umeyr. Bu maksatla sevgili Peygamberimizin bir merkez olarak seçtiği, İslâmı anlattığı ve o zaman Mekke'de müslümanların toplandığı Erkam bin Ebi'l-Erkam'ın evine gitti. Resulullahı görür görmez Müslüman oldu. İslâmiyeti kabûl ettiği an hayatı da birdenbire değişti. Eski servet ve zenginliğin yerini fakirlik aldı.

73

Page 74: ostern programi

Âilesinin sevgili oğullarına yapmadığı eziyet kalmadı. Onu dîninden döndürmek için evlerindeki bir mahzene hapsederek günlerce aç ve susuz bıraktılar. Arabistan'ın yakıcı güneşi altında ağır ve tahammülü zor işkenceler yaptılar. Fakat Mus'ab bin Umeyr, bu ağır ve acımasız işkenceler karşısında sabır ve sebât göstererek aslâ İslâmiyetten dönmedi. Her seferinde bütün gücüyle haykırıyordu: - Allah’tan başka tapılacak, ibâdet edilecek ilâh yoktur. Muhammed aleyhisselâm O'nun peygamberidir.

İslâmiyet'i kabûl ettikten sonra Mekke'de sıkıntı ve işkencelere mâruz kalan Mus'ab bin Umeyr, Resûlullahın izniyle iki defa Habeşistan'a hicret etti. Bir müddet orada kalıp, her türlü sıkıntıya katlandı. Daha sonra dönüp, Peygamberimizin yanına geldi. Onun bu gelişini Hz. Ali şöyle anlatmıştır:”Resûlullah ile oturuyorduk. Bu sırada Mus'ab bin Umeyr geldi. Üzerinde yamalı bir elbiseden başka giyeceği yoktu. Resûlullah onun bu hâlini görünce, mübârek gözleri yaşla doldu ve: - Kalbini Allahü teâlânın nûrlandırdığı şu kimseye bakın! Anne ve babası onu en iyi yiyecek ve içeceklerle besliyorlardı. Allah için bunların hepsini terk etti. Allah ve Resûlünün sevgisi, onu gördüğünüz hâle getirmiştir, buyurdu.”

Birinci Akabe bî'atında Müslüman olan Medîneliler, Resûlullah Efendimize: "Yâ Resûlallah! İçimizde, İslâmiyet açıklandı ve yayılmaya başladı. Halkı Allahın Kitâbına da'vet edecek, Kur'ân-ı kerîmi okuyacak, İslâm dînini anlatacak, İslâmın sünnet ve emirlerini aramızda ikâme edecek, yerleştirecek, namazlarımızda bize imâmlık yapacak bir kimse gönder" diye mektup yazdılar. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz Mus'ab bin Umeyr'i, Medine'ye gönderdi ve ona: "Medînelilere Kur'ân-ı kerîm okumasını, İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğretmesini, namazlarını kıldırmasını" emretti.

Mus'ab bin Umeyr kısa zamanda Medîne'ye vardı. Orada kendisini büyük sevinçle karşıladılar. Es'ad bin Zürâre'nin evine yerleşti. Ev sâhibi Medîneli ilk Müslümanlardan idi. Orada insanlara dinlerini öğretmeye başladı. Mus'ab bin Umeyr'in büyük gayretleri ve hizmeteri netîcesinde İslâmiyet, Medîne'de sür'atle yayıldı. Öyle ki, İslâmiyet her eve girmiş, îmân etmeyen kalmamıştı.

Mus'ab bin Umeyr, Medîne'de Es'ad bin Zürâre'nin evinde Kur'ân-ı kerîm öğretiyor ve İslâmiyet'i anlatıyordu. Onun bu hizmetiyle Medîne'de çok kimse Müslüman oldu. Medîne'de bulunan kabîle reîslerinden Sa'd bin Muâz, Üseyd bin Hudayr henüz Müslüman olmamışlardı. Bunların durumu çevreyi etkiliyor, İslâmiyet'in hızla yayılmasını engelliyordu. Bir gün Mus'ab bin Umeyr, bir bahçede, etrâfında bulunan Müslümanlara dîni anlatıyor, sohbet ediyordu. Bu sırada Evs kabîlesinin reîslerinden olan Üseyd, elinde mızrağı olduğu hâlde hiddetli bir şekilde gelip, şöyle konuşmaya başladı:

- Siz bize niçin geldiniz, insanları aldatıyorsunuz? Hayâtınızdan olmak istemiyorsanız buradan derhâl ayrılın! Onun bu taşkın hâlini gören Mus'ab bin Umeyr; - Hele biraz otur! Sözümüzü dinle. Maksadımızı anla, beğenirsen kabûl edersin. Yoksa engel olursun, diyerek gâyet yumuşak ve nâzik bir şekilde karşılık verdi. Üseyd sâkineşip; - Doğru söyledin, dedi ve mızrağını yere saplayarak oturdu. Mus'ab bin Umeyr ona İslâmiyet'i anlattı ve Kur'ân-ı kerîm okudu. Kur'ân-ı kerîmin eşsiz belâgatı ve tatlı üslûbunu işiten Üseyd kendini tutamayıp; - Bu ne kadar güzel, ne kadar iyi bir sözdür. Bu dîne girmek için ne yapmalı, diye sordu. Güzel yüzlü, tatlı dilli öğretmen cevap verdi: - Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah demek kâfidir. Mus'ab bin Umeyr'in, bu sözü üzerine Kelime-i şehâdeti söyleyip Müslüman olan Üseyd, sevincinden yerinde duramadı ve: - Ben gidip arkadaşlarıma da anlatayım, diyerek ayrıldı. Evs kabîlesinin reîsi Sa'd bin Muâz'ın ve kabîlesinin yanına varınca, Müslüman olduğunu söyledi. Bunu gören Sa'd şaşırarak hiddetlendi ve Mus'ab bin Umeyr'in yanına koştu. Yanına varınca sert bir kızgın bir tavırla konuşmaya başladı. Mus'ab bir Umeyr, ona da gâyet yumuşak konuştu ve

74

Page 75: ostern programi

oturup biraz dinlemesini söyledi. Sa'd, bu nâzik konuşma karşısında yumuşayıp oturdu ve konuşulanları dinlemeye başladı. Mus'ab bin Umeyr, ona da İslâmiyet'i anlattı ve Kur'ân-ı kerîmden bir miktâr okudu. Kur'ân-ı kerîm okunurken Sa'd'ın yüzü birden bire değişiverdi. O da orada Müslüman oldu. Kendinde duyduğu üstün bir hâlin ve râhatlığın şevkiyle derhâl kavminin yanına gidip onlara şöyle dedi:

- Ey kavmim beni nasıl biliyorsunuz? Sen bizim büyüğümüz ve üstünümüzsün. - Öyle ise Allah'a ve Resûlüne îmân etmelisiniz... Îmân etmedikçe sizin erkek ve kadınlarınızla konuşmak bana harâm olsun. Bunun üzerine kavmi hep birden İslâmiyeti kabûl etti. O gün kabîlesinden îmân etmedik kimse kalmadı. Mus'ab bin Umeyr'in büyük gayretleri ve hizmeteri netîcesinde İslâmiyet, Medîne'de sür'atle yayıldı. Öyle ki, İslâmiyet her eve girmiş, îmân etmeyen kalmamıştı.

Ensâr-ı kirâm , Resûlullah’tan izin alarak Sa'd bin Heyseme'nin evinde ilk defâ Cum'a namazını edâ ettiler. Medîne-i münevverede ilk kılınan Cum'a namazı bu oldu.

Mus'ab bin Umeyr, Müslüman olan Medîneli müslümanlar ile ikinci Akabe bîatında bulundu. Bedr savaşında sancaktâr olup, büyük gayret ve kahramanlık gösterdi. Süveyd bin Harmale ile birlikte Abdüddâroğullarından Bedir savaşına katılan iki kişiden biri idi. Mus'ab, Uhud savaşına da katıldı. Yine sancağı o taşıyordu. Bu savaşta Peygamberimizin yanından ayrılmayarak saldıranlara karşı koyuyordu. İki zırh giyinmişti. Bu hâliyle Peygamberimize benziyordu.

Müşrik ordusundan İbn-i Kâmia adında biri Peygamberimize saldırırken, Mus'ab bin Umeyr onun karşısına çıktı. Bu müşrik, bir kılıç darbesiyle Mus'ab bin Umeyr'in sağ kolunu kesti. Mus'ab bunun üzerine sancağı derhâl sol eline aldı. Mus'ab o esnâda; "Muhammed (aleyhisselâm) ancak resûldür. Ondan evvel daha nice peygamberler gelip geçmiştir" meâlindeki Al-i İmrân sûresinin 144. âyet-i kerîmesini okuyordu. İkinci bir darbe ile sol kolu da kesilince, sancağı kesik kollarıyla tutup göğsüne bastırdı ve yine aynı âyet-i kerîmeyi okudu. Bu hâliyle kendini Peygamberimize siper yapan Mus'ab bin Umeyr'in üzerine hücum eden İbn-i Kâmia, vücûduna bir mızrak sapladı ve Mus'ab bin Umeyr yere yıkılıp şehîd oldu.

Mus'ab bin Umeyr zırh giydiği zaman, Peygaberimize benzediği için müşrikler onu şehîd edince Peygamberimizi ödürdüklerini zannetmişlerdi. Hz. Mus'ab şehîd olunca; onun sûretinde bir melek, sancağı aldı. Mus'ab'ın şehîd düştüğünden Resûlullahın henüz haberi olmamıştı. "İleri ey Mus'ab ileri!" diye sesleniyordu. Bunun üzerine bayrağı elinde tutan melek, geri dönüp Resûlullah efendimize; "Ben Mus'ab değilim" diye cevap verince, Resûlullah sancağı elinde tutanın melek olduğunu anladı. Bundan sonra Peygamberimiz sancağı Hz. Ali'ye verdi.

Resûlullah efendimiz, Mus'ab bin Umeyr'i şehîd olmuş görünce, başı ucuna dikilerek Ahzâb sûresinden: "Mü'minlerden öyle yiğitler vardır ki, onlar Allah'a verdikleri sözde sadâkat gösterdiler. Onlardan bâzıları şehîd oluncaya kadar çarpışacağına dâir yaptığı adağını yerine getirdi. Kimisi de şehîd olmayı bekliyor. Onlar verdikleri sözü aslâ değiştirmediler" meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu ve sonra şöyle buyurdu: - Allah'ın Resûlü de şâhittir ki, siz kıyâmet günü Allah'ın huzûrunda şehîd olarak haşrolunacaksınız.

Daha sonra yanındakilere dönüp; - Bunları ziyâret ediniz. Kendilerine selâm veriniz. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, kim bunlara bu dünyâda selâm verirse, kıyâmette bu aziz şehîdler kendilerine mukâbil selâm vereceklerdir, buyurdu. Daha sonra Mus'ab bin Umeyr'e kefen olarak bir şey bulunamamıştı. Mekke'nin en zengin iki ailesinden birinin çocuğu olan Mus'ab bin Umeyr'in örtünecek kefeni yoktu. Vücûdu kaftanı ile ve ayak tarafı da otlarla örtülmek sûretiyle defnedildi.

Habbâb bin Eret der ki:

75

Page 76: ostern programi

Mus'ab bin Umeyr, Uhud'da şehid edilince, kendisini saracak kısa bir hırkadan başka bir şey bulunamadı. Hırkayı baş tarafına çektik, ayakları açıldı. Ayaklarına çektik, baş tarafı açıldı. Resûlullah bize: - Onu baş tarafına çekiniz! Ayaklarını otlarla kapatınız! buyurdu.

4. GÜNÜN 2.YILDIZI : ASIM BİN SABİT (r.a.)

Asr-ı saâdette küfür ve şirk karanlıklarından kurtulup, İslâm nûruna kavuşanların hayatlarında, tamamen bir değişiklik oluyor ve eski hayatlarıyla alâkalı her şeyi terk ediyorlardı. Müslüman olmadan önceki hayatlarını hatırlatan bir hâdise onlara büyük bir ızdırap veriyordu. Bu durum Akabe bî'atından önce Müslüman olan Medîneli Âsım bin Sâbit'te de kendini göstermişti. Âsım Müslüman olduktan sonra, hiç bir müşrike dokunmamaya ve müşriklerden hiçbirini de kendine dokundurmamaya karar vermişti. Bu kararında sâbit olması için de devamlı olarak Allahü teâlâya duâ ediyor, yalvarıyordu. Âsım bin Sâbit Bedir savaşına katılmış, büyük kahramanlık göstermişti. Peygamber efendimiz, Bedir gazâsının gecesinde Ashâb-ı kirâma nasıl harp edileceğini, harpte hangi usûlü takip edeceklerini sordu. Asım bin Sâbit eline yayı ve oku alarak dedi ki:- Yâ Resûlallah, Kureyş kavmi 100 metre veya daha yaklaştıkları zaman yayla okları kullanırız. Kureyşliler, bize taş yetişecek kadar yakınımıza geldikleri zaman taşla mücâdele ederiz. Mızrak yetişecek kadar yakınımıza geldikleri zaman, mızrak kırılıp parçalanıncaya kadar mızrakla mücâdele ederiz. Kırılınca mızrağı bırakır, kılıçlarımızı sıyırır ve kılıçla çarpışmaya tutuşuruz. Peygamber efendimiz bunu beğendiler ve buyurdular ki:- Harbin îcâbı budur. Bu tarzda çarpışılması lâzımdır. Çarpışan ve vuruşan Âsım'ın çarpışması gibi çarpışşın! Bedir harbi bu şekilde yapıldı ve meleklerin de yardımıyla Allahü teâlâ zafer ihsân eyledi. Âsım bin Sâbit bu gazâda Kureyş'in ileri gelenlerinden Ukbe bin Muayt'i öldürdü. Bu Ukbe Mekke'de Peygamberimizi boğmaya kalkmış ve hayatına son vermek için çalışmış azıl müşriklerden idi.

Peygamberimizin hicreti üzrerine:

- Ey Kusvâ (Peygamberimizin devesinin adı) adındaki devenin binicisi! Hicret edip bizden uzaklaştın. Fakat pek yakında beni atlı olarak karşında göreceksin. Mızrağımı size saplayıp, onu kanınızla sulayacağım. Kılıçla hiç örtülü yerinizi bırakmayacağım, ma'nâsına gelen beytler söyledi.

Peygamberimiz onun bu sözlerini işitince:- Allahım! Onu yüzü koyun, burnunun üzerine düşür! diyerek duâ etti. Ukbe bin Ebi Muayt, Bedir'de Kureyş ordusunun yenildiği anladığı zaman, kaçıp kurtulmak için atını sürdü. Fakat hayvan hiçbir şey yokken birden ürkmüş ve Onu yere vurmuştu. Resûlullahın duâsı gerçekleşmişti. Abdullah bin Seleme de onu esir etmişti. Peygamberimiz Âsım bin Sâbit'e Ukbe'nin cezâlandırılmasını emretti. Ukbe dedi ki:- Yazıklar olun sana ey Kureyş cemâ'atı. Şunlar arasında neden bir tek ben cezâlandırılıyorum?Peygamberimiz buyurdu:- Allah ve Resûlüne olan düşmanlığından dolayı cezâlandırılıyorsun.- Yâ Muhammed! Kavminden herkese yaptığını bana da yap. Onları öldürürsen beni de öldür. Onlara emân verirsen bana da emân ver. Onlardan kurtulmaları için para alırsan, onlar gibi benden de al. Yâ Muhammed! Sen beni öldürürsen, küçüklere kim bakacak?- Onları Allaha bırak. Ey Âsım git onun cezâsını ver!

76

Beni gören veya beni göreni

gören bir Müslüman’a ateş

değmeyecektir

Page 77: ostern programi

Âsım bin Sâbit gidip Ukbe'nin cezâsını verince Peygamberimiz buyurdu ki:- Vallahi; Allahı, Resûlünü ve Kitâbını inkâr eden, Peygamberini işkenceden işkenceye uğratan senden daha kötü bir adam bilmiyorum. Âsım bin Sâbit, Uhud'da da bulundu ve Resûlullahın has okçularından idi. Bu savaşta Resûlullahın yanından bir an bile ayrılmayan, O'nunla beraber sebât eden bahtiyarlardandı. Bu gazâda müşriklerin sancaktarlarından Müsâfi bin Talhâ ile kardeşi Hâris bin Talhâ'yı ok ile öldürdü. Bunların anneleri Sülâfe binti Sa'd, Hz. Âsım'ın kafatasından şarap içmeyi nezrederek yemîn etti ve Onun başını kendisine getirene yüz deve vermeyi vaad etti. Uhud savaşında ba'zı yakınları ölen müşrikler de, Müslümanlardan bunların intikamını almak istediler. Alçakça bir plân hazırladılar. Hemen de plânı tatbike koydular. Bu maksatla bir heyet Medîne'ye giderek Resûlullahın huzuruna çıkıp ricada bulundular:- Yâ Resûlallah! Bizim kabîlelerimiz, İslâmiyeti kabûl ettiler. Yalnız Kur'ân-ı kerîm öğretmenine ihtiyâcımız var. Lütfen bize; İslâmiyeti, Kur'ân-ı kerîmi öğretecek kimseler yollar mısınız?

Sevgili Peygamberimiz kendilerine, 10 kişilik bir öğretmenler heyeti yolladılar. Başlarında, Âsım bin Sâbit hazretlerinin bulunduğu bu heyette, Mersed bin Ebî Mersed, Hâlid bin Ebî Bükeyr, Hubeyb bin Adiy, Zeyd bin Desinne, Abdullah bin Târık, Muattib bin Ubeyd de bulunuyordu.Bu öğretmenler kâfilesi, geceleri yürüyerek, gündüzleri gizlenerek Hüzeyl kabîlesi topraklarında, Reci' suyu başında, seher vakti konakladılar... Bu sırada yanlarında bulunan Adal ve Kare kabîlesi heyetinden biri, bir bahane ile yanlarından ayrıldı. Hemen Lıhyanoğularına gidip haber verdi. Çok geçmeden kâfilenin etrâfı sarıldı. 200'den fazla silâhlı eşkıyâ oradaydı. "Bize öğretmen lâzım!" diyenler, çekip gittiler. O güzîde Müslümanları, eşkiyâ ile karşı karşıya bıraktılar... Lıhyanoğulları mensupları, esir ticâreti ile geçinirlerdi. Bu sebeple, "Teslim olun! Canınızı kurtarın!" teklifinde bulunuyorlardı. Asıl niyetleri onları Mekke'de köle olarak satmaktı. Böylece çok para kazanacaklardı. Çünkü Mekkeli müşrikler kendilerine demişlerdi ki:- Yakaladığınız her Müslüman için, değerinden fazla para öderiz! Bunu Müslümanlar da duymuşlardı. Âsım bin Sâbit, Mersed bin Ebî Mersed ve Hâlid bin Ebî Bükeyr:- Hiç bir zaman müşriklerin ne sözlerini, ne de akidlerini kabûl ederiz, diyerek müşriklerin tekliflerini reddettiler.Âsım bin Sâbit dedi ki:- Ben hiçbir zaman müşriklere el sürmemeye ve müşriklerden hiçbirini de kendime dokundurmamaya karar vermiştim. Onların sözlerine kanarak kâfirlere teslim olmam.Sonra ellerini açarak şöyle duâ etti:- Allahım! Peygamberini durumumuzdan haberdâr et! Allahü teâlâ, Hz. Âsım'ın duâsını kabûl buyurdu ve Resûlullah efendimiz onlardan haberdar oldu.Âsım bin Sâbit müşriklere haykırdı:- Biz ölmekten korkmayız! Çünkü dînimizde basiretliyiz. Ölünce şehîd olur Cennete gideriz!Müşriklerin ileri gelenlerinden Süfyân bağırdı:- Ey Âsım, kendini ve arkadaşlarını zâyi etme, teslim ol!Âsım bin Sâbit ok atmak suretiyle cevap verdi. Ok atarken:- Ben güçlüyüm hiç eksiğim yok. Yayımın kalın teli gerilmiştir. Ölüm hak, hayat boş ve geçicidir. Mukadderâtın hepsi başa gelicidir. İnsanlar er-geç Allaha rücû edicidir. Eğer ben sizinle çarpışmazsam anam üzüntüsünden aklını kaybeder, ma'nâsında şiirler söylüyordu. Hz. Âsım'ın sadağında yedi ok vardı. Attığı her ok ile bir müşriki öldürdü. Oku bitince birçok müşriği mızrağıyla delik deşik etti. Öyle bir an oldu ki mızrağı da kırıldı. Hemen kılıcını sıyırdı, kınını kırıp attı. Bu, "ölünceye kadar döğüşeceğim, teslim olmayacığım" ma'nâsına gelirdi. Sonra da şöyle duâ etti:- Allahım! Ben bugüne kadar senin dînini koruyup hıfzettim, sakladım. Senden bu günün sonunda, benim etimi, vücudumu koruyup, hıfzetmeni niyâz ediyorum. Çünkü Uhud'da öldürdüğü iki kardeş olan Hâris ve Müsâfi' bin Talhâ'nın anneleri Hz. Âsım'ın kafatasından şarap içmeye yemîn etmiş ve kafasını getirene yüz deve vermeyi vaad etmişti. Müşrikler bunu biliyorlardı.

77

Page 78: ostern programi

Âsım bin Sâbit'in ve diğer Eshâbın Allah Allah nidâları, dağları inletiyordu. İkiyüz kişiye karşı on mücâhid ölesiye çarpışıyor, yanlarına yaklaşanlar yaptıklarının cezâsını görüyorlardı. Âsım bin Sâbit en sonunda iki ayağından yaralanıp yere düştü. Kâfirler, Âsım bin Sâbit'ten o kadar korkmuşlardı ki yere düşünce bile yaklaşamadıkları için uzaktan ok atarak şehîd ettiler. O gün orada mevcut bulunan on sahâbîden yedisi şehîd oldu, üçü esir edildi. Lıhyanoğulları Sülâfe binti Sa'd'a satmak için Âsım bin Sâbit'in başını kesmek istediler. Fakat Allahü teâlâ, Hz. Âsım bin Sâbit'in duâsını kabûl buyurdu ve mübârek cesedine müşrikler el süremediler. Allahü teâlâ bir arı sürüsü gönderdi. Bulut gibi Âsım bin Sâbit'in üzerinde durdular. Hiç bir müşrik yanına yaklaşamadı.- Bırakın akşam olunca arılar onun üzerinden dağılır, biz de başını alırız, dediler. Akşam olunca Allahü teâlâ hiç bulut yok iken bir yağmur gönderdi. Görülmemiş bir yağmur yağdı. Sel geldi ve Âsım bin Sâbit'in cesedini alıp götürdü. Cesedin nerede olduğu bilinemedi. Ne kadar aradılarsa da bulunamadı. Bunun için müşrikler Âsım bin Sâbit'in hiçbir yerini kesmeye muvaffak olamadılar. Lıhyanoğulları O'nu taşa tuttular. Sonunda O'nu da şehîd ettiler. Hubeyb bin Adî ile Zeyd bin Desinne'yi Mekkelilere sattılar. Onlar da bu iki sahâbîyi asarak şehîd ettiler.

Arıların, Âsım'ı korudukları hâdisesi zikredildiği zaman Hz. Ömer buyurdu ki:- Allahü teâlâ elbette mü'min kulunu muhâfaza eder. Âsım bin Sâbit, sağlığında müşriklerden nasıl korundu ise Allahü teâlâ da ölümünden sonra onun cesedini muhâfaza edip müşriklere dokundurmadı.Bunun için Âsım bin Sâbit anılırken, "Arıların koruduğu kimse" diye anılırdı.Eshâb-ı kirâmın muhâriblerden olan Âsım'ın, babası Sâbit, künyesi Ebû Süleymân'dır. Annesi Şemûs binti Ebî Âmir'dir. Doğum tarihi belli değildir. Âsım, hicretten önce îmân etmiştir. Ensârdan, ya'nî Medînelidir.

4 . GÜNÜN HİKAYESİ : HAKKINI ARAYAN UKKÂŞE

Hz. Peygamber (sav.) artık ömrünün sayılı günlerini yaşıyordu. Altmışüç yıllık şerefli hayatını insanlara hidayet ve kurtuluş yolunu anlatmakla geçiren o şanı yüce insan bir karıncayı bile incitmemiş ve incitenleri de daima uyarmıştı. Fakat Allah elçilerinin de farkında olmaksızın çok ufak hatalar işleyebileceğini bildiğinden şu son anlarını yaşarken bütün mü'minlerle helalleşmeyi aklından geçirdi.İşte o yüzden bir gün Bilâl'den ezan okuyarak mü'minlerin camiye toplanmasını rica etti. Hz. Bilâl'de bunu bir emir kabul ederek hemen minareye çıkıp yakıcı ve gür sesiyle ezan-ı şerifi okudu. Ezan sesini duyar duymaz bütün Mekke'li (göçmen) ve Medine(li (yerli) sahabiler birer birer camiye akın ederek her tarafını tıklım tıklım doldurdular.Sevgili Peygamberimiz (sav) sahabilere iki rekat namaz kıldırdıktan sonra minbere çıkarak önce Allah'a hamdü senada bulundu, daha sonra da bütün gözlerden ırmak ırmak yaşlar akıtan, bütün kalpleri tirtir titreten, bütün vücutları ürpertiye boğan içli ve duygulu bir hutbe verdi. Ve hutbesini sona erdirirken de kelimelerin üstüne basa basa şöyle haykırdı."Ey mü'minler!... Ben sizin Peygamberinizim. Sizlere ömür boyunca öğütler verdim, hidayet ve kurtuluş yolunu anlatmaya çalıştım. Tabii ki güç ve kuvvetine sınır olmayan Allah'ın izni ve yardımıyla. Sizleri bir kardeş gibi şefkat kanatlarımın altına alarak korudum. Bir baba gibi de size karşı merhametli davrandım. Sizinle keder ve gaye birliği ettim.Şimdi size soruyorum. Bende hakkı hukuku olan var mı? Olan hemen gelsin ve Allah hakkı için, büyük Kıyamet günü hesaplaşmasından önce hakkını alsın."Yaşın yaşın ağlıyan gözlerle peygamberlerini dinleyen sahabilerden hiç kimse gidip de, "Ey Allah'ın Rasulü!.. Benim sende hakkım var" demedi. Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) aynı soruyu ikinci ve üçüncü defa tekrarlayınca sahabilerden Ukkâşe ayağa kalkarak huzuruna vardı ve, "Ey Allah'ın elçisi anam-babam sana feda olsun! Eğer defalarca Allah (c.c.) adını kullanmasaydınız huzurunuza gelip de hakkımı aramaya kalkışmayacaktım." dedi ve olayı şöyle anlattı:"Ey Allah'ın elçisi!.. Birgün sizinle birlikte savaş ediyordum. Nasılsa develerimiz yanyana geldiler. Devemden inerek özür dilemek üzere size yaklaşmıştım ki, birden kamçınızın sırtımda şakladığını duydum. Ey Allah'ın Rasulü!.. Bunu kasten mi yaptınız yoksa devenize vururken kazara bana mı çarptı? Bunu bilmiyorum."Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav.) "Ey Ukkâşe, Peygamberin sana kasten nasıl vurabilir? Asla!" diye özür beyan etti ve ardından Hz. Bilal'e, kızı Fatıma'nın evine vararak aynı kamçıyı alıp getirmesini

78

Page 79: ostern programi

söyledi. Bilal (r.a.) camiden çıkarak Hz. Fatıma'nın evine doğru hızla yol almaya başladı. Bir yandan da Peygamberler Peygamberinin kendi kendine ceza vermesini düşünüyorduKapıyı çaldı; içerden Fatıma "Kim o kapıya vuran?" diye seslenince Bilal (r.a.) kendisini tanıttı ve Allah Rasulünün savaşlarda kullandığı kamçısını almaya geldiğini belirtti.Fatıma: “Ey Bilal, babam kamçıyı ne yapacak?”Bilal: “Baban bu kamçıyla kendi kendisini cezalandıracak”Fatıma: “Ey Bilal, bu kamçıyla babama vurarak hakkını alacak olan kim?”Bilal: “Ukkâşe”, dedi.Hz. Bilal (r.a.) kamçıyı alır almaz doğru camiye yollandı. Kamçıyı götürüp Hz. Peygamber'e teslim etti. Peygamber de Ukkâşe'ye verdi. Tam bu sırada ayağa fırlayan Hz. Ebu Bekir'le Hz. Ömer "Ey Ukkaşe, işte biz karşınızdayız, Peygamber'in yerine bize vurun. Ne olur?" diyerek arkalarını dönerler.Hz. Peygamber: "Ey Ebu Bekir, Ey Ömer, yerlerinize oturun. Şüphesiz ki Yüce Allah (c.c.) sizin bu iyi niyetinizi mükafatsız bırakmayacaktır" diye çıkışır.Bu defa Hz. Ali (r.a.) fırlar ve "Ey Ukkaşe!" der: "İşte ben karşınızda hayattayım, Peygamber'e vurmanıza gönlüm razı olmuyor, işte sırtım, işte karnım, istediğiniz yere dilediğiniz kadar vurun."Hz. Peygamber: “Ey Ali, otur yerine! Yüce Allah (c.c.) senin bu iyi niyetini mükafatsız bırakmayacaktır" diye çıkışırHz. Hasan ile Hz. Hüseyin: “Ey Ukkaşe, biliyorsun ki biz Allah Resulünün torunlarıyız, hakkını bizden aldığında O'ndan almış sayılırsın. Ne olur bize vur?" diye yalvarıp yakarırlar.Hz. Peygamber (sav) onlara da: "Yerlerinize oturun, ey benim göz bebeğim torunlarım" diye çıkışır. Bütün bu olanları ibretle seyreden Sevgili Peygamberimiz (sav.) "Ey Ukkaşe, eğer gerçekten bana vurmak istiyorsan, buyur, vur!" diyerek haykırdı. Bunun üzerine Ukkaşe, "Ey Allah'ın Resulü!" dedi. "Siz bana vurduğunuzda ben çıplaktım. Şimdi ben de size vururken çıplak kalmanızı rica ediyorum."Sevgili Peygamberimiz (sav) hiç duraklamadan hemen elbisesini çıkarır ve "Buyurun, hiç çekinmeden dilediğiniz kadar vurun" diye diretti.Durumu yakından izleyen sahabiler hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlarlar ve hıçkırık sesleri cami duvarlarını sarsarcasına kalınlaşırken, Ukkaşe bakar ki iki cihan güneşi Peygamberin vücudu süt gibi beyaz ve ardından Peygamberlik mührünü taşıyan ben etrafa ışık saçmaktadır. Kalkar gider sırtını doya doya öperek yerine dönüp oturur. Ardından da: "Ey Allah'ın Rasülü!" der. "Canım sana feda olsun! Hangi kalb sana kıyabilir? Maksadım sadece o senin ışık saçan mübarek vücudunu kana kana öperek, senin yüzün suyun hürmetine Rabbimin rızasını kazanmak ve Cehennem azabından kurtulmaktır."Sözün burasında ışıldayan nurani gözlerle sahabilerin süzen Sevgili Peygamberimiz (sav): "Ey Mü'minler!.. Beni dinleyin!" der. "Cennetlik görmek isteyen varsa, işte Ukkaşe'yi görsün."Bunun üzerine bütün müslümanlar kalkıp Ukkaşe'nin gözlerinden öperek, "Müjdeler olsun!.. Yüksek derecelere eriştin ve Peygamberimizin dostluğunu elde ettin." diyerek kendisini tebrik ettiler.Allah'ım ululuk ve yücelik hakkı için bize Sevgili Peygamberimizin şefaatını nasip et, amin...

4.GÜNÜN ŞİİRİ MEDİNE'NİN GÜLÜ

Andım yine Sen'i her şey yâdımdan silindi,Hayalin gönlümün tepelerinde gezindi;Bu bir serap olsa da hafakanlarım dindi..Andım yine Sen'i her şey yâdımdan silindi.

Keşke her an aşkınla oturup aşkınla kalksam,Ruhlar gibi yükselip de ufkunda dolaşsam;Bir yolunu bulup gönlünden içeri aksam..Keşke her an aşkınla oturup aşkınla kalksam.

Anladım vaslına ermek için artık çok geç,Hicranla yanan gönlüm durmadan inleyecek;İnleyip en taze hislerle hep bekleyecek..Anladım vaslına ermek için artık çok geç...

Kalbim bir güvercin kalbi gibi titrerken adından,Ne olur Sana ulaşmam için kanadından;

79

Page 80: ostern programi

Bana bir tüy ver pervaz edeyim hep ardından..Kalbim bir güvercin kalbi gibi titrerken adından.

Ey kupkuru çölleri cennete çeviren gül;Gel o bayıltan renklerinle gönlüme dökül!Vaktidir ağlayan gözlerimin içine gül!.Ey kupkuru çölleri cennete çeviren gül!

Mecnûn gibi arkanda koşan kulun olayım,Bir kor saç içime ocaklar gibi yanayım;Sensiz geçen bu acı rüyadan kurtulayım..Mecnûn gibi arkanda koşan kulun olayım..

Aklım uzakta kaldığı günleri saymakta,Ruhuma sisli-dumanlı bir kasvet yaymakta;Göster çehreni ki güneş gurûba kaymakta..Aklım uzakta kaldığı günleri saymakta...

Son demde hiç olmazsa gurûbum tulû olsun,Gönlüm ufkunun en taze renkleriyle dolsun;

Her yanda tamburlar çalınsın; neyler duyulsun..Ne olur hiç olmazsa gurûbum tulû olsun

 BİZLERİ DE MAHRUM EYLEME ALLAH

Durmaz yanar vücudum Allah Bizleri de mahrum eyleme Allah Sensin benim maksudum Allah Bizleri de mahrum eyleme Allah 

Gül bülbülün ormanı Allah Ver derdime dermanı Allah Şükür erdik bugüne Allah 

Bizleri de mahrum eyleme Allah 

Halas eyle narından Allah Ayırma didarından Allah 

Cennette cemalinden Allah Bizleri de mahrum eyleme Allah 

Kandiller yana yana Allah Dervişler döne döne Allah 

80

Page 81: ostern programi

Son nefeste imanından Allah Bizleri de mahrum eyleme Allah.

ŞURASI OMUZ OMUZA NAMAZ KILDIĞIMIZ YER,

ŞURASI DİZ DİZE TESBİHAT YAPTIĞIMIZ YER,

ŞURASI YAN YANA KİTAP OKUDUĞUMUZ YER,

BURALARDA SIK SIK KAMP YAPMAMIZ ONDAN

5.GÜNÜN 1.NURU:

YİRMİİKİNCİ MEKTUBÜÇÜNCÜ VECİH: Adalet-i mahzayı ifade eden sırrına göre; bir mü'minde bulunan câni bir sıfat yüzünden sair masum sıfatlarını mahkûm etmek hükmünde olan adâvet ve kin bağlamak, ne derece hadsiz bir zulüm olduğunu ve bahusus bir mü'minin fena bir sıfatından darılıp küsüp, o mü'minin akrabasına adâvetini teşmil etmek, sîga-i mübalâğa ile gayet azîm bir zulüm ettiğini, hakikat ve şeriat ve hikmet-i İslâmiye sana ihtar ettiği halde; nasıl kendini haklı bulursun, "Benim hakkım var" dersin?Hakikat nazarında sebeb-i adâvet ve şerr olan fenalıklar, şerr ve toprak gibi kesiftir; başkasına sirayet ve in'ikas etmemek gerektir. Başkası ondan ders alıp şerr işlese, o başka mes'eledir. Muhabbetin esbabı olan iyilikler, muhabbet gibi nurdur; sirayet ve in'ikas etmek, şe'nidir. Ve ondandır ki; "Dostun dostu dosttur" sözü, durub-u emsal sırasına geçmiştir. Hem onun içindir ki; "Bir göz hatırı için çok gözler sevilir" sözü umumun lisanında gezer.İşte ey insafsız adam! Hakikat böyle gördüğü halde, sevmediğin bir adamın, sevimli mâsum bir kardeşine ve taallûkatına adâvet etmek; ne kadar hilaf-ı hakikat olduğunu hakikat-bîn isen anlarsın.

DÖRDÜNCÜ VECİH: Hayat-ı şahsiye nazarında dahi zulümdür. Şu dördüncü vechin esası olarak birkaç düsturu dinle:Birincisi: Sen, mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit; "Mesleğim haktır veya daha güzeldir" demeye hakkın var. Fakat, yalnız hak benim mesleğimdir, demeye hakkın yoktur. sırrınca, insafsız nazarın ve düşkün fikrin hakem olamaz. Başkasının mesleğini butlân ile mahkûm edemez.İkinci Düstur: Senin üzerine haktır ki: Her söylediğin hak olsun. Fakat her hakkı söylemeğe senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı. Fakat her doğruyu demek doğru değildir. Zira senin gibi niyeti hâlis olmayan bir adam, nasihatı bazan damara dokundurur, aks-ül âmel yapar.Üçüncü Düstur: Adâvet etmek istersen, kalbindeki adâvete adâvet et; onun ref'ine çalış. Hem en ziyade sana zarar veren nefs-i emmarene ve heva-i nefsine adâvet et, ıslahına çalış. O muzır nefsin hatırı için, mü'minlere adâvet etme. Eğer düşmanlık etmek istersen; kâfirler, zındıklar çoktur; onlara adâvet et. Evet nasılki muhabbet sıfatı, muhabbete lâyıktır; öyle de adâvet hasleti, her şeyden evvel kendisi adâvete lâyıktır. Eğer hasmını mağlub etmek istersen, fenalığına karşı iyilikle mukabele et. Çünki eğer fenalıkla mukabele edersen, husumet tezayüd eder. Zâhiren mağlub bile olsa, kalben kin bağlar, adâveti idame eder. Eğer iyilikle mukabele etsen, nedamet eder; sana dost olur.

81

Page 82: ostern programi

hükmünce; mü'minin şe'ni, kerim olmaktır. Senin ikramınla sana müsahhar olur. Zâhiren leîm bile olsa, îman cihetinde kerimdir. Evet fena bir adama "İyisin iyisin" desen, iyileşmesi ve iyi adama "Fenasın fenasın" desen, fenalaşması çok vukubulur. Öyle ise gibi desatir-i kudsiye-i Kur'aniyeye kulak ver, saâdet ve selâmet ondadır.Dördüncü Düstur: Ehl-i kin ve adâvet hem nefsine, hem mü'min kardeşine, hem rahmet-i İlâhiyeye zulmeder, tecavüz eder. Çünki kin ve adâvet ile nefsini bir azab-ı elîmde bırakır. Hasmına gelen nimetlerden azabı ve korkusundan gelen elemi nefsine çektirir, nefsine zulmeder. Eğer adâvet hasedden gelse, o bütün bütün azabdır. Çünki hased evvelâ hâsidi ezer, mahveder, yandırır. Mahsud hakkında zararı ya azdır veya yoktur.Hasedin çaresi: Hâsid adam, hased ettiği şeylerin akibetini düşünsün. Tâ anlasın ki; rakibinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet; fânidir, muvakkattır. Faidesi az, zahmeti çoktur. Eğer uhrevî meziyetler ise, zâten onlarda hased olamaz. Eğer onlarda dahi hased yapsa; ya kendisi riyakârdır, âhiret malını dünyada mahvetmek ister veyahut mahsudu riyakâr zanneder, haksızlık eder, zulmeder.

Hem ona gelen musibetlerden memnun ve nimetlerden mahzun olup kader ve rahmet-i İlâhiyeye, onun hakkında ettiği iyiliklerden küsüyor. Âdeta kaderi tenkid ve rahmete itiraz ediyor. Kaderi tenkid eden başını örse vurur, kırar. Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır.

Acaba, bir gün adâvete değmeyen bir şey'e, bir sene kin ve adâvetle mukabele etmeyi hangi insaf kabul eder, bozulmamış hangi vicdana sığar? Halbuki mü'min kardeşinden sana gelen bir fenalığı, bütün bütün ona verip, onu mahkûm edemezsin. Çünki evvelâ, kaderin onda bir hissesi var. Onu çıkarıp o kader ve kaza hissesine karşı rıza ile mukabele etmek gerektir. Sâniyen, nefis ve şeytanın hissesini de ayırıp, o adama adâvet değil, belki nefsine mağlub olduğundan acımak ve nedamet edeceğini beklemek. Sâlisen, sen kendi nefsinde görmediğin veya görmek istemediğin kusurunu gör; bir hisse de ona ver. Sonra bâki kalan küçük bir hisseye karşı en selâmetli ve en çabuk hasmını mağlub edecek afv ve safh ile ve ulüvvücenablıkla mukabele etsen, zulümden ve zarardan kurtulursun. Yoksa sarhoş ve divane olan ve şişeleri ve buz parçalarını elmas fiatıyla alan cevherci bir Yahudi gibi, beş paraya değmeyen fâni, zâil, muvakkat, ehemmiyetsiz umûr-u dünyeviyeye; güya ebedî dünyada durup ebedî beraber kalacak gibi şedid bir hırs ile ve daimî bir kin ile mütemadiyen bir adâvetle mukabele etmek, sîga-i mübalağa ile bir zalûmiyettir veya bir sarhoşluktur ve bir nevi dîvaneliktir.İşte hayat-ı şahsiyece bu derece muzır olan adâvete ve fikr-i intikama, -eğer şahsını seversen- yol verme ki kalbine girsin. Eğer kalbine girmiş ise, onun sözünü dinleme. Bak, hakikatbîn olan Hâfız-ı Şirazî'yi dinle:Yani: "Dünya öyle bir meta' değil ki, bir nizâa değsin." Çünki fâni ve geçici olduğundan kıymetsizdir. Koca dünya böyle ise, dünyanın cüz'î işleri ne kadar ehemmiyetsiz olduğunu anlarsın!..

5.GÜNÜN 2.NURU:

ONBİRİNCİ SÖZ

Ey kardeş! Eğer hikmet-i âlemin tılsımını ve hilkat-i insanın muammasını ve hakikat-ı salâtın rumuzunu bir parça fehmetmek istersen, nefsimle beraber şu temsilî hikâyeciğe bak:

Bir zaman bir sultan varmış; servetçe onun pek çok hazineleri vardı. Hem o hazinelerde her çeşit cevâhir, elmas ve zümrüt bulunuyormuş. Hem gizli pek âcaip defineleri varmış. Hem Kemâlâtça sanâyi-i garîbede pek çok mehareti varmış. Hem hesabsız fünûn-u acîbeye ma'rifeti, ihâtası varmış. Hem, nihayetsiz ulûm-u bedîaya ilim ve ıttılâı varmış. Her cemâl ve kemâl sahibi, kendi cemâl ve kemâlini görmek ve göstermek istemesi sırrınca; o sultan-ı zîşan dahi istedi ki, bir meşher açsın, içinde sergiler dizsin; tâ nâsın enzarında saltanatının haşmetini, hem servetinin şa'şaasını, hem kendi san'atının hârikalarını, hem kendi ma'rifetinin garibelerini izhar edip göstersin. Tâ cemâl ve kemâl-i mânevîsini iki vecihle müşahede etsin:

82

Page 83: ostern programi

Bir vechi: Bizzât nazar-ı dekaik-âşinâsıyla görsün.

Diğeri: Gayrın nazarıyla baksın.

Bu hikmete binâen, cesîm ve geniş ve muhteşem bir kasrı yapmağa başladı. Şâhâne bir Sûrette dairelere, menzillere taksim ederek hazinelerinin türlü türlü murassaatıyla süslendirip kendi dest-i san'atının en lâtif, en güzel eserleriyle zînetlendirip, fünun-u hikmetinin en incelikleriyle tanzim edip düzelterek ve ulûmunun âsâr-ı mu'cizekâraneleriyle donatarak tekmil ettikten sonra, herbir taam ve nimetlerinin bütün çeşitlerinden en lezizlerini câmi' sofralar, o sarayda kurdu. Herbir tâifeye lâyık bir sofra tâyin etti. Öyle sehâvetkârane, san'atperverane bir ziyafet-i âmme ihzâr etti ki, güya herbir sofra, yüz sanâyi-i lâtifenin eserleriyle vücud bulmuş gibi kıymetli hadsiz ni'metleri serdi. Sonra aktâr-ı memleketindeki ahali ve raiyetini, seyre ve tenezzühe ve ziyafete dâvet etti. Sonra bir yaver-i Ekremine (ASM) sarayın hikmetlerini ve müştemilâtının mânâlarını bildirerek Onu üstad ve târif edici tâyin etti. Tâ ki, sarayın Sâniini, sarayın müştemilâtıyla ahaliye târif etsin ve sarayın nakışlarının rumuzlarını bildirip, içindeki san'atlarının işâretlerini öğretip, derûnundaki manzum murassalar ve mevzun nukuş nedir? Ve ne vecihle saray sahibinin Kemâlâtına ve hünerlerine delâlet ettiklerini, o saraya girenlere târif etsin ve girmenin âdâbını ve seyrin merasimini bildirip, o görünmeyen sultana karşı marziyatı dairesinde teşrifat merasimini târif etsin. İşte o muarrif üstadın herbir dairede birer avenesi bulunuyor. Kendisi en büyük dairede şâkirdleri içinde durmuş, bütün seyircilere şöyle bir tebligatta bulunuyor. Diyor ki:

«Ey ahali; Şu kasrın meliki olan seyyidimiz, bu şeylerin izharıyla ve bu sarayı yapmasıyla, kendini size tanıttırmak istiyor. Siz dahi onu tanıyınız ve güzelce tanımağa çalışınız. Hem şu tezyinatla kendini size sevdirmek istiyor. Siz dahi onun san'atını takdir ve işlerini istihsan ile kendinizi ona sevdiriniz. Hem bu gördüğünüz ihsanat ile, size muhabbetini gösteriyor. Siz dahi itaat ile ona muhabbet ediniz. Hem şu görünen in'am ve ikramlar ile, size şefkatini ve merhametini gösteriyor. Siz dahi şükür ile ona hürmet ediniz. Hem şu Kemâlâtının âsârıyla, mânevî cemâlini size göstermek istiyor. Siz dahi onu görmeğe ve teveccühünü kazanmağa iştiyakınızı gösteriniz. Hem bütün şu gördüğünüz masnûat ve müzeyyenat üstünde birer mahsus sikke, birer hususî hâtem, birer taklid edilmez turra koymakla, herşey kendisine has olduğunu ve kendi eser-i desti olduğunu ve kendisi tek ve yekta, istiklâl ve infirad sahibi olduğunu size göstermek istiyor. Siz dahi Onu; tek ve yekta ve misilsiz, nazîrsiz bîhemta tanıyınız ve kabûl ediniz.»Daha bunun gibi, ona ve o makama münâsib sözleri seyircilere söyledi. Sonra, giren ahali iki güruha ayrıldılar:

Birinci güruhû: Kendini tanımış ve aklı başında ve kalbi yerinde oldukları için, o sarayın içindeki acâiblere baktıkları zaman dediler: «Bunda büyük bir iş var.» Hem anladılar ki: Beyhûde değil, âdi bir oyuncak değil. Onun için merak ettiler. «Acaba tılsımı nedir, içinde ne var.» deyip düşünürken, birden o muarrif üstadın(A.S.M.) Beyân ettiği nutkunu işittiler. Anladılar ki: Bütün esrarın anahtarları Ondadır; Ona müteveccihen gittiler ve dediler: «Esselâmü Aleyke ya Eyyühel Üstad! Hakkan, şöyle bir muhteşem sarayın, senin gibi sâdık ve müdakkik bir muarrifi lâzımdır. Seyyidimiz sana ne bildirmişse lütfen bize bildiriniz.» Üstad ise, evvel zikri geçen nutukları onlara dedi. Bunlar güzelce dinlediler, iyice kabûl edip tam istifade ettiler. Padişahın marzîyatı dairesinde amel ettiler. Onların şu edebli muamele ve vaziyetleri o Padişahın hoşuna geldiğinden onları has ve yüksek ve tavsif edilmez diğer bir saraya dâvet etti, ihsan etti. Hem öyle bir Cevvâd-ı Melik'e lâyık ve öyle mutî ahaliye şâyeste ve öyle edebli misâfirlere münasib ve öyle yüksek bir kasra şâyan bir Sûrette ikrâm etti... daimî onları saâdetlendirdi.

İkinci güruh ise; akılları bozulmuş, kalbleri sönmüş olduklarından, saraya girdikleri vakit, nefislerine mağlub olup lezzetli taamlardan başka hiç bir şey'e iltifat etmediler; bütün o mehâsinden gözlerini kapadılar ve o üstadın (ASM) irşâd'atından ve şâkirdlerinin îkazatından kulaklarını tıkadılar. Hayvan gibi yiyerek uykuya daldılar. İçilmeyen, fakat Bâzı şeyler için ihzâr edilen iksirlerden içtiler. Sarhoş olup öyle bağırdılar, karıştırdılar; seyirci misafirleri çok rahatsız ettiler. Sâni'-i Zîşan'ın düsturlarına karşı edebsizlikte bulundular. Saray sahibinin askerleri de onları tutup, öyle edebsizlere lâyık bir hapse attılar.

5.GÜNÜN 3.NURU:

ONÜÇÜNCÜ LEM'A sırrına dairdir.

83

Page 84: ostern programi

(Şeytandan istiaze sırrına dairdir. "Onüç İşaret" yazılacak. O işaretlerin bir kısmı, müteferrik bir surette Yirmialtıncı Söz gibi bir kısım Risalelerde beyan ve isbat edildiğinden burada yalnız icmâlen bahsedilecek.)

BİRİNCİ İŞARET: Sual: Şeytanların kâinatta icâd cihetinde hiçbir medhalleri olmadığı; hem Cenab-ı Hak Rahmet ve inayetiyle ehl-i hakka tarafdar olduğu, hem hak ve hakikatın cazibedar güzellikleri ve mehâsinleri ehl-i hakka müeyyid ve müşevvik bulunduğu; hem dalâletin müstekreh çirkinlikleri ehl-i dalâleti tenfir ettikleri halde, hizb-üş-şeytanın çok defa galebe etmesinin hikmeti nedir? Ve ehl-i hak, her vakit şeytanın şerrinden Cenab-ı Hakk'a sığınmasının sırrı nedir?

Elcevap: Hikmeti ve sırrı şudur ki: Ekseriyet-i mutlaka ile dalâlet ve şer, menfîdir ve tahribdir ve ademîdir ve bozmaktır. Ve ekseriyet-i mutlaka ile hidayet ve hayır, müsbettir ve vücudîdir ve imar ve tamirdir. Herkesçe malûmdur ki: Yirmi adamın yirmi günde yaptığı bir binayı, bir adam, bir günde tahrib eder. Evet bütün âzâ-yı esasiyenin ve şerâit-i hayatiyenin vücuduyla vücudu devam eden hayat-ı insan, Hâlık-ı Zülcelâl'in kudretine mahsus olduğu halde; bir zâlim, bir uzvu kesmesiyle, hayata nisbeten ademî olan mevte o insanı mazhar eder. Onun için "Ettahrîbüeshel" durûb-u emsâl hükmüne geçmiş.

İşte bu sırdandır ki: Ehl-i dalâlet, hakikaten zaîf bir kuvvet ile pek kuvvetli ehl-i hakka bazen galip oluyor. Fakat ehl-i hakkın öyle muhkem bir kal'ası var ki, onda tahassun ettikleri vakit, o müdhiş düşmanlar yanaşamazlar, bir halt edemezler. Eğer muvakkat bir zarar verseler sırriyle ebedî bir sevab ve menfaatle o zarar telâfi edilir. O kal'a-i metin, o hısn-ı hasîn ise, Şeriat-ı Muhammediye (A.S.M.) ve Sünnet-i Ahmediyedir (A.S.M.).

İKİNCİ İŞARET: Sual: Şerr-i mahz olan şeytanların îcadı ve ehl-i imâna taslîtleri ve onların yüzünden çok insanlar küfre girip Cehennem'e girmeleri, gâyet müdhiş ve çirkin görünüyor. Acaba Cemîl-i Alelıtlak ve Rahîm-i Mutlak ve Rahmân-ı Bil-Hakk'ın Rahmet ve cemâli, bu hadsiz çirkinliğin ve dehşetli musîbetin husûlüne nasıl müsaade ediyor ve nasıl cevaz gösteriyor?Şu mes'eleyi çoklar sormuşlar ve çokların hatırına geliyor.

Elcevap: Şeytanın vücudunda cüz'î şerler ile beraber bir çok makasıd-ı hayriye-i külliye ve kemalât-ı insaniye vardır. Evet bir çekirdekten koca bir ağaca kadar ne kadar mertebeler var; mahiyet-i insaniyedeki istîdadda dahi ondan daha ziyade meratib var. Belki zerreden Şemse kadar dereceleri var. Bu istîdadatın inkişafatı, elbette bir hareket ister, bir muamele iktiza eder. Ve o muameledeki terakki zenbereğinin hareketi, mücahede ile olur. O mücahede ise, şeytanların ve muzır şeylerin vücudiyle olur. Yoksa, melâikeler gibi insanların da makamı sabit kalırdı. O halde insan nev'inde, binler enva hükmünde sınıflar bulunmıyacak. Bir şerr-i cüz'î gelmemek için bin hayrı terketmek, hikmet ve adâlete münâfidir. Çendan şeytan yüzünden ekser insanlar dalâlete giderler. Fakat ehemmiyet ve kıymet, ekseriyetle keyfiyete bakar, kemmiyete az bakar veya bakmaz. Nasılki bin ve on çekirdeği bulunan bir zat, o çekirdekleri toprak altında bir muamele-i kimyeviyeye mazhar etse; ondan on tanesi ağaç olmuş, bini bozulmuş. O on ağaç olmuş çekirdeklerin o adama verdiği menfaat, elbette bin bozulmuş çekirdeğin verdiği zararı hiçe indirir. Öyle de: Nefs ve şeytanlara karşı mücahede ile, yıldızlar gibi nev-i insanı şereflendiren ve tenvir eden on insan-ı kâmil yüzünden o nev'e gelen menfaat ve şeref ve kıymet, elbette haşerat nev'inden sayılacak derecede süflî ehl-i dalâletin küfre girmesiyle insan nev'ine vereceği zararı hiçe indirip göze göstermediği için, Rahmet ve hikmet ve adâlet-i İlâhiyye, şeytanın vücuduna müsaade edip tasallutlarına meydan vermiş.

Ey ehl-i îman! Bu müdhiş düşmanlarınıza karşı zırhınız: Kur'an tezgâhında yapılan takvâdır. Ve siperiniz, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın Sünnet-i Seniyyesidir. Ve silâhınız, istiâze ve istiğfar ve hıfz-ı İlâhiyyeye iltîcadır.

5.GÜNÜN PIRLANTASI

SIDK ve DOĞRULUK Hazret-i Muhammed Sallallahü Aleyhi Vesellem’i ve sair peygamberleri, Ebu

Bekir Es-Sıddık ve onun gibi sahabileri en büyük ve en şerefli makama yükselten SIDK olduğu gibi, Müseylemet’ül-Kezzab’I, Ebu Cehl’I, Firavunları, nemrutları ve Deccalları

84

Page 85: ostern programi

en adi ve bayağı duruma düşüren de onların yalanları, hak ve hakikatlere yalan demeleridir.

“Münafığın alameti üçtür. Konuştuğu zaman yalan söyler, va’dettiğini yerine getirmez ve emanete ihanet eder.” Hadis-i Şerif

“Her duyduğunu söylemesi kişiye günah olarak yeter.” (Tac 5/42) Yalan bir kimsenin bir şey hakkında bildiğinin zıddını söylemesidir. Yalan hem

Allah Celalühu katında hem insanlar nazarında , gerek dünyevi mutluluğun zedelenmesi yönüyle, gerekse uhrevi bedbahtlığa ve azaba sebeb olması itibariyle çok çirkin ve gayet sevimsiz bir sıfattır.Bazı hadis-I şerifler, zaruret ve maslahat şartıyla , bazı hususlarda yalanın söylenebileceğine cevaz veriyor ise de mikdarı belli edilmediğinden ve özellikle zamanımızda su-I istimale kapı açacağından, bunlardan bile sakınmak en azından takva gereğidir.

Esasen yalan bir küfür sıfatıdır. Yalan söyleyen mü’min, bundan dolayı kafir olmasa bile; fakat, kafire ait bir sıfatı üzerinde taşıdığından, hadis-I şerifte münafıklar zümresine dahil olmakla tehdid edilmiştir. Evet yalan küfrün ve sapıklığın temeli, doğrunun düşmanı, bütün noksan ve kusurların başı, ahlaken düşük ve huzursuz bir cemiywtin hayatı, küfür dünyasının iç yüzü ve insanların huzurlu ve münevver olmasına mani olan zararlı bir sıfattır.

İslamiyette yalan hıyanetle eşit tutulmuştur. Nitekim, Süfyan İbn-i Üseyd’in Radıyallahu Anh nebi Sallallahu Aleyhi Vesellemden rivayet ettiği bir hadis-I şerifte:”Kardeşin seni tasdik ederken, senin yalan söyleyerek ona(birşey) anlatman (ne) büyük bir hıyanettir.”Buyurulmaktadır. Evet, muhatabın teslimiyetini, sadakatını veya saflığını istismar ederek yalan söylemek; aynı zamanda onu aldatmak , onunla alay etmek ve onu saptırmak olduğu için büyük bir hıyanettir.

Bir başka hadis-i şeriflerinde de Nebi Sallallahu Aleyhi Vesellem şöyle buyurmaktadır:”Kul, şakalaşmayı yalan söylemeyi ve haklı bile olsa münakaşayı terk etmedikçe tam iman etmiş olmaz.” Hadis-i şerifi, yalanın şakayla ciddisi arasında fark olmadığını şakadan yalan söylemenin de haram olduğunu açıkca ifade etmektedir. Evet, insan küçük hatalara alışa alışa, zamanla büyük cinayetlere irtikab eder hale gelir.

Başka bir hadis-i şerif’te: “Veyl (vadisi) topluluğu güldürmek için konuşup yalan söyleyen içindir.Veyl onundur, veyl onundur” buyurulmuştur.

Yalan sözle olduğu gibi yapılan işle de olur. Taşıdığı niyetin bilgi ve fikrinin zıddını söylemek yani bir hakikatı ters-yüz edip söylemek, sözle yalan olduğu gibi ;söylediğini yapmamak, va’d ettiğini yerine getirmemek ve inandığı şekilde yaşamamak da, amel yönüyle yalandır. Nitekim, Abdullah b. Amr şu hadiseyi naklediyor: “-Annem beni bir gün çağırdı. Resulüllah Sallallahü Aleyhi Vesellem de evimizde oturuyordu. Annem bana; -Gel, sana birşey vereyim dedi. Resulüllah anneme dedi ki, -Ona ne vermek istedin? Annem, -O’na hurma vereceğim dedi. Bunun üzerine Resulüllah şöyle buyurdu: -Dikkat et. Eğer sen bu çocuğa birşey vermeyecek olsaydın, sen,n üzerine bir yalan(günah) yazılmış olurdu.”

Bir başka hadis-i şerifte:” Koğucu cennete giremez” Buyurulmaktadır.Yani insanların aralarını bozmak maksadıyla bir hadiseyi veye bir sözü başka biryere nakledip yaymaya koğuculuk denir. Bir hadis-i şerifte “Kim La ilahe İllallah derse(ve müslüman olarak ölürse) cennete girer” buyurulduğu halde koğuculuk yapan cennete giremez zira bir insan bile bile koğuculuk yapıyorsa bu haliyle imandan çıkmış olur. Aynı zamanda birisine gidip başka birisinin o kimse hakkındaki doğru sözlerini bile söylemesi sakıncalıdır. Zira gıybete girer. Zaten yalan söylemesi hem gıybet, hemde iftiradır ki iki katlı bir günahtır ve bu davranışı yapanlar hem Kur’an da, hem de Hadislerde kötülenmiştir ve ölü kardeşinin etini yemeye benzetilmiştir. Demekki insan

85

Page 86: ostern programi

ağzından çıkan herşeyi tartarak ve süzerek söylemeli, her doğruyu da her yerde söylememelidir

Bir yerde konuşulan söz oraya ait bir emenettir. Meclis dağıldıktan sonra artık o sözü söyleyenden izin almadan konuşulan şeylerin birbaşkasına nakledilmesi hiçte doğru değildir. Böyle bir hal emanete riayet etmemek ve I’timadı sarsmaktır. Bu gibi kimseler insanların aralarının bozulmasında, itimad ve güvenin zedelenmesinde büyük rol oynarlar ki, böyleleri hadis-i şerife göre insanların en şerlisidir.

Hak ve hakikate uygun olan söze SIDK dendiği gibi; herhangi bir karşılık beklemeden ve her türlü garazdan uzak olarak yapılan dostluğa ve gösterilen bağlılığa da SADAKAT denir.Sıdk ve sadakat Peygamberlerde bulunması gereken beş temel sıfattan birisidir. Sadakat, hakiki dosttan gelen nur ile narı bir görmek, O’ndan gelen lutf ile kahrı bir tutmak, O’nun gönderdiği hi’lat ile kefeni bir saymak ve O’nun uzattığı gül ile dikeni bir kabul etmektir.

Sıddıkiyet makamı, Nübüvvet makamından sonra ilk dereceyi almaktadır. Arkadaşlıkta ve dostlukta sadakat şarttır. Kişinin dostunda en başta arayıp

görmek istediği husus, onun sadakatıdır. Sadakatı olmayanın dostluğu olmaz. Hz. İbrahim (a.s.) muhtelif vesilelerle sadakatini gösterip ispat ettiğindendir ki, O’na Halil’ürRahman denmiştir. Nitekim Hz. İbrahim aleyyisselam ateşe atılacağı bir zamanda, yanına gelen meleğin yardımını kabul etmemiş ve “Allah’ın benim halimi bilmesi bana yeter.” Demek suretiyle sadakatını göstermiş ve bu vesile ile Sadıkların makamlarının en yükseği olan Allah’ın kazasına razı olma mertebesini kazanmıştır. Bir başka seferinde de, oğlu İsmail’i kesmekle imtihan edilen İbrahim aleyhisselam sadakatını böylesine isbat ettiğindendir ki; “O yüce kitapta olanlar arasında İbrahim’I hatırla ki O sıddık bir nebiydi” (Meryem, 19/41) gibi ayetlerde kendisinden çokça bahsedilmiş ve sadakatı anlatılmıştır.

Sadakat aynı zamanda bağlılık, metenet ve sebatı da ihtiva etmektedir. Nitekim, nebiler serveri daha ilk zamanlarında yani etrafında pek az insanın bulunduğu ve dünyanın bir düşman ateşi haline geldiği bir zamanda kendisine; davasından vazgeçmesi halinde başlara tac yapılacağı, en soylu ve en zengin birisiyle evlendirileceği, kendilerine reis yapılacağı vb. Son derece cazip ve caydırıcı teklifler yapıldığında O, birden irkilmiş, gözünü kırpmadan sıdkını, sadakatını, sebat ve metenetini şu cümlelerle beyan etmiştir:” Allah’a yemin ederim ki amca! Güneşi sağıma Ay’ı soluma koysalar, beni bu vazifeden vazgeçirmeye çalışsalar yapamazlar. Ya Allah’ın emri yerine gelir yahut helak olurum. Fakat yine vazifemi bırakmam.”

Hz. Ebu Bekir Mi’rac hadisesi sabahı müşriklerin kendisine, “duydun mu dostun nelerden bahsediyir? Bir gecede nerelere gidip gelmiş? Bunları da kabul edecek misin?” Demelerine karşılık O hiç sarsılmadan; “Evet, şayet bunları O söylüyorsa doğrudur.” Demiş ve sadakatini göstermiştir. Hatta bundan dolayıda kendisine SIDDIK lakabı verilmiştir.

Hz. Hubeyb Mekke’de şehid edilmek üzere iken müşriklerin kendisine, “Ne dersin, ş,mdi O peygamber burada olsa idi de, senin yerine O’nu öldürse idik olmaz mı idi?” tüyler ürpertici tekliflerine karşı; “O’nun benim yerime öldürülmesi şöyle dursun, O’nun ayağına bir diken batacaksa, onun yerine benim gibi binlerce Hubeybfeda olsun.” Demiş ve sadakatini göstermişti.

Hz. Sa’d b. Rabi’ Uhudda şehid olarak vefat etmek üzere iken Allah Rasulünden selam getirip halini soran sahabiye, ölüm heyecanını taşıdığı o demlerde; cemaatıma git söyle: “Eğer göz açıp kapama kadar nefesleri olur da bu müddet zarfında Allah Rasulüne herhangibirşey olursa, ahirette iki elim yakalarındadır.” Vasiyetinde bulunuyor ve sadakatini gösteriyordu.

86

Page 87: ostern programi

Uhudda Allah Rasulü Sallallahu Aleyhi Vesellemin dişinin kırıldığını duyan bir sahabi, bir kenara çekilmiş, eline bir taş almış ve: “Resulüllah’ın dişinin kırıldığı bir dünyada ben diş taşıyamam.” Diyerek bütün dişlerini kırmıştı.

Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i, Şerifler işbu doğruluk ve sadakat üzerinde fazlasıyla durmakta, doğruluğun ne kadar faydalı ve lüzumlu olduğunu anlattıkları aynı anda müslümanların doğru olmalarını emir buyurmaktadırlar. Bir taraftan sözünde, özünde, davranışlarında samimi ve sadık olanları medhedip mümünlere, onlar gibi olmalarını, sadece onları dost edinmelerini ve her zaman onlarla beraber olmalarını emrederken, diğer taraftan, doğruluktan ve sadakattan mahrum, yalancı, riyakar ve vefasız kimselerle arkadaşlık yapmanın zararlarını anlatmakta ve böylelerinden uzak durmanın ehemmiyetini dile getirmektedirler. Hatta Kur’an ve sünnet nazarında, Va’dinde sadık olmak bile, sıdk ve sadakatin en beriz alametlerinden birisidir.

Demek ki, Sıdk ve Sadakat, başta Allah (cc) ve Resulü (sav) tarafından sevilen yegane hususlardır. Sıdk ve Sadakat ne kadar sevimli iseler; yalan ve hıyanet de o kadar meftundırlar. Çünkü; Sıdk, kişiyi iyiliğe, hakikate, Cennete, Rida ve Rıdvanı kazanmaya götürdüğü gibi; Kizb dahi insanı kötülüğe, hileye, sapıklığa, cehenneme ve şeytana arkadaş olmaya sürükler.

5. GÜNÜN 1.YILDIZI : ABDULLAH BİN HÜZAFE (r.a.)

Bir davayı temsil etme durumundaki insanların hayatında öyle ehemmiyetli anlar vardır ki, o sırada yaptıkları küçük bir ihmal, birçoklarının felaketine sebebiyet verebildiği gibi, gösterdikleri fedakarlıklar da, pek çok insanın saadetine ve kurtuluşuna vesile olur.

İşte insanlığın yıldız şahsiyetleri Sahabiler, daima birer saadet rehberi olmuşlardır. Türlü çile ve ıztıraplara katlanmışlar, ama arkalarındaki birçok kimseye de dünya ve Ahiret saadetini yaşatmışlardır.

İlk Müslümanlardan olan Abdullah bin Huzafe de (r.a.) böyle bahtiyar biriydi.Hz Ömer (r.a.) devrinde Bizanslılarla yapılan muharebede birçok Müslümanla birlikte esir düşmüştü. Bizanslılar, ellerine geçirdikleri esirlere önce Hiristiyanlık telkini yapar, kabul ettiği takdirde serbest bırakırlar, aksi halde çeşitli işkencelerle öldürürlerdi.

Abdullah bin Huzafe’nin, Sahabenin ileri gelenlerinden biri olduğunu öğrenen Kral, ona ayrı bir ehemmiyet veriyor, Hıristiyanlığı kabul etmesi için devamlı telkinler yaptırıyordu. Fakat Abdullah bin Huzafe bu tekliflerin hiçbirisi ne kulak asmıyor, kelime-i şehadeti haykırmaya devam ediyordu. Kral henüz ümidini kesmemişti. Hz. Peygamberin yakın arkadaşlarından birisinin Hıristiyanlığı kabul etmesi, günden güne yayılarak, Bizans’ı tehdit eden Müslümanlı arasında bir panik meydana getirecek ve Hıristiyanlık alemi için büyük bir muvaffakiyet olacaktı. Onun için Kral, Hz. Abdullah’ın Hıristiyan olması halinde kavuşacağı dünyalıkları durmadan arttırıyor, yeni yeni tekliflerde bulunuyordu.

En sonunda şöyle bir teklifte bulundu:“Hıristiyan olmayı kabul ettiğin takdirde, kızımı verir, seni saltanatıma ve nülküme ortak ederim.”İslam imanını bütün varlığına sindirmiş olan Hz. Abdullah, izzetle haykıraak şu cevabı verdi:“Değil bütün Bizans topraklarını, Arap ve Acem topraklarını da versen, bir an olsun, dinimden dönmem!”

Kral, “Öyle ise öldürüleceksiniz” dedi.Hz. Abdullah ise, “Buna gücünüz yetebilir. Ama imanımı kalbimden çıkarıp atamazsınız diye cevap verdi.Sonra Hz. Abdullah çarmıha gerildi ve okçular devamlı olarak, ellerine ve ayaklarına yakın yerlere ok yağdırdılar. Bu arada yine Hıristiyanlık telkinlerine devam ediliyordu. Aynı zanıanda, bir kazan su kaynatılmış ve Hıristiyan olmalı reddetmiş olan diğer Müslümanlardan birisi getirilmiş, kazana atılmak üzere bekletiliyordu. Derken o Müslüman kaynar suya atıldı. Etrafta bulunanlar ve Hz Abdullah yanan kemik cızırtılarını duydular. Sonra kazanın yanına Hz. Ahlullah getirildi.Bu esnada Hz. Abdullah ağlamaya başladı: Kral Hz. Abdullah’ın korkusunlan ağladığını zannederek, tekrar Hıristiyan olmasını teklif etti. Hz Abdullah gine tekliflerini reddetti.

Kral, “O halde niçin ağlıyorsun?” diye sordu. Bu soruya Hz. Abdullah’ın cevabı şu oldu:

87

Page 88: ostern programi

“Ben korkumdan ağlamış değilim. Biz Müslümanlar Allah yolunda ölümden korkmayız. Benim ağlamamın sebebi şudur ki, ‘Başımdaki saçlarım adedince canlarım bulunsa da, onlardan her biri böyle Allah yolunda ölüme gitse,’ diye düşündüm ve böyle bir düşünce beni ağlamaya sevk etti.”

İslam izzetinin müşahhas bir timsali olan Hz. Abdullah’ın bu sözleri karşısınla Kral yeni bir teklifte bulundu:“Başımdan öpersen, seni serbest bırakacağım.”Bizans saltanatına ortaklık teklifi karşısında bile imanından fedakarlık göstermeyen Abdullah, bir Hıristiyanın başından

nasıl öperdi? Şöyle mukabil bir teklifte bulundu:“Burada bulunan bütün Müslüman esirleri serbest bıraktığın takdirde dediğini yaparım.”Hz Abdullah Kralın başını öpmeye giderken şöyle düşünüyordu:“Bu adamın, Allah’ın düşmanlarından birisi olduğuna inanıyorum. Bunun başını ise, ancak Müslüman kardeşlerimi serbest

bırakacağı için öpüyorum.”Hz. Abdullah, Kralın başım öptü ve o da sözünde durarak 80 Müslüman esiri serbest bıraktı.Abdullah bin Huzafe’nin imanından gelen izzet ve fedakarlığı 80 Müslünıanın kurtarılmasına ve daha nicelerinin imanının

kurtulmasına vesile olmuştu.Esirlerle birlikte Medine’ye dönen Hz. Abdullah, Hz. Ömer tarafından karşılandı. Hz. Ömer, Abdullah’ı tebrik etti ve orada

bulunan Müslümanlara hitaben, “Abdullah, Kralın başından öperek 80 Müslüman kardeşimizin kurtuluşurıa vesile olmuştur. Onun için, Abdullah’ın başından öpmek her Müslümana bir vazıfedir. İşte ilk önce ben öpüyorum” dedi ve başından öptü.1

Müslüman olduktan sonra Resulullahla birlikte bütün savaşlara katılan Abdullah bin Huzafe, bir ara Peygamberimiz tarafından 50 kişilik bir seriyyenin kumandanlığına da getirilmişti.

Hz. Peygamber’in mektubunu İran Kisrasına götüren de o idi. Perviz adındaki Iran Kisrası Hz. Peygamber’in mektubunu yırtmıştı. Bunu haber alan Resulullah da, “Ya Rab! O nasıl mektubumu parçaladı ise, sen de onu ve onun mülkünü parça parça et!” demiş ve ilave etmişti: “Bundan başka kisra gelmez.”

Bir müddet sonra, Perviz’in oğlu Şirviye, babasını hançerle paralamış ve Sa’d bin Ebi Vakkas da (r.a.) onun saltanatının altını üstüne getirmişti.

Sağlığında Hz. Peygamberin ihbarının çıktığını gören Abdullah bin Huzafe, Hz. Osman devrinde Mısır’da vefat etti.Allah ondan razı olsun.

BEŞİR BİN HASASİYYE (R.A.)İnsanlar Allah’ın dinine cemaatler halinde girdiler. Yine zaman

gelecek, ccmaatler halinde ondan çıkacaklar.Hadis-i şerif

Peygamberimiz, halkı imana davet ediyordu. Bu davete Beşir bin Hasasiyye de muhatap olmuş ve tereddüt göstermeden bu daveti kabul etmişti. Müslüman olmadan önceki ismi “korkutucu” manasında “Nezir” idi. Müslüman olduğunda, Resulullah (a.s.m.) onun ismini ‘müjdeleyici” demek olan “Beşir” ile değiştir Beşir (r.a.) birgün Peygamberimize, “Sana hangi hususlarda biat edeyim, ey Allah’ın Resülü?” diye sordu. Peygamberimiz, uyulması gereken hususlan şöyle saydı:

“Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in Onun kulu ve Resulü olduğuna şehadet edeceksin. Beş vakit namazı vaktinde kılacaksın, zekatı vereceksin. Ramazanda oruç tutacaksın, hacca gideceksin ve Allah yolunda cihad edeceksin”

Beşir bunları dinledikten sonra şöyle dedi: “Ey Allah’ın Resulü, hepsine gücümüz yeter, ancak ikisi benim takatim dışındadır. Birisi zekat, diğeri de cihad. Allah’a yemin ederim ki, ailemin süt ve binek ihtiyacını karşılayan on deveden aşka hiçbir şeyim yok. Nasıl zekat verebilirim?

88

Page 89: ostern programi

“Cihada gelince: Ben korkak biriyim. Halbuki halk, ‘Kim savaştan kaç arsa, Allah’ın gazabına uğrar’ diyorlar. Bir savaş durumunda, ölümden korkarak saıaştan kaçınacağımdan ve bu yüzden Allah’ın gazabına uğrayacağımdan endişe ediyorum.”

Bunun üzerine Peygamberimiz (a.s.m.), “Ey Beşir, zekat verilmeyecekse, cihada gidilmeyecekse Cennete ne ile ve nasıl girilir?” buyurdu.

Bunu duyan Beşir (r.a.) ağlayarak şöyle dedi: “Ey Allah’ın Resulü, uzat elini, bütün bunları yapnıak üzere sana biat edeyim!”’

Suffe Ashabındandı. Resulullaha büyük bir sevgi ile bağlıydı. Resulullahı bir zarar gelmesinden endişe eder, yalnız olarak bir yere gittiğini görürse, he men takip ederdi.

Kendisi anlatıyor: “Bir gece Resulullah (a.s.m.) evden çıkmıştı. Ben de arka sından onu takip ettim. Baki’ Mezarlığına gitti ve şöyle buyurdu: ‘Mü’minler topluluğunun yurdu! Allah’ın selamı üzerinize olsun. Muhakkak biz de size ka vuşacağız. Allah’dan geldik yine ona döneceğiz. Siz hayırlara nail olmuş bir ne silsiniz. Birçok kötülük gelmeden önce gittiniz.’

Resulullah (a.s.m.) sonra benim geldiğimi fark etti. Kim olduğumu sordu Beşir dedim. ‘Allah’ın, gözünü, kalbini, kulağını İslam’a yöneltmesine razı ol maz mısın?’ buyurdu. ‘Elbette olurum ya Resulullah’ dedim. Niçin geldiğim sordu. ‘Tehlikeli hayvanların size zarar vermesınden korktuğum için’ dedim.”

Beşir (r.a.) Resulullahın vefatından sonra onun acısına dayanamayacağın düşünüyordu. Bu sebeple Peygamberimize, ‘Ya Resulallah, sizden önce öl mem için dua edin” diye ricada bulundu. Resulullah (a.s.m.), “Ben bunu Allah’tan hiç kimse için istemem” buyurdu.2

5. GÜNÜN 2.YILDIZI : ABDULLAH BİN AMR (R.A.)

0 şehid [Abdullah bin Amr] kaldırılıncaya kadar melekler onu kanatlarıyla gölgelemekten geri durmadılar.

Hadis-i şerif

Peygamberliğin 13. senesiydi. Hicretten az önce, Medine’de tebliğle vazifelendirilen Hz. Mus’ab bin Umeyr’in (r.a.) eliyle çok sayıda Medineli İslami seçmişti. Hac mevsimi gelince ikisi kadın, 75 kişilik bir heyet Hz. Mus’ab’la birlikte Mekke’ye gitti. Esasen kafile beş yüz kişilikti. Çoğunluğu müşrikler teşkil ediyordu. Onlar da Hac mevsiminde Kabe’ye giderek putlara tapıyor, kendilerine göre bunu hac sayıyorlardı.

Medineli Müslümanlar Peygamberimizle geceleyin görüşmek üzere anlaştılar. Fakat bu haberi müşrikderden gizli tutuyorlardı. Ka’b bin Malik (r.a.) birkaç Müslümanla henüz o zaman müşrikler safında bulunan Abdullah bin Amr’e giderek, onu hidayete davet etti. Çünkü bu zat Hazrec Kabilesinin ileri gelenlerindendi. Eğer iman ederse kabilesinden pekçok kimsenin de kurtulmasına vesile olabilirdi. Şu teklifte bulundular:

“Ey Cabir’in babası! Sen bizim efendimiz ve büyüklerimizdensin, muhterem ve

89

Page 90: ostern programi

herkesçe tanınan bir insansın. Biz senin gibi şerefli ve kabilesi içinde belli bir yeri olan birisinin Cehenneme odun olmanı istemeyiz”

Bu sözlerden sonra Müslüman olmasını teklif ettiler. İtiraz etmeyip kalbinin İslama ısındığını hissettikleri zaman da Resul-i Ekremle buluşacaklarını bildirdiler. Zaten fıtraten temiz ruhlu ve sevimli olan Abdullah bin Amr çok geçmeden iman ederek saadete kavuştu.’

O gece bütün Medineli Müslümanlar Akabe’de Peygamberimizle buluştular. Peyganıberimiz, içlerinden temsilci olarak 12 kişiyi seçmelerini istedi. Hazreçlileri temsil eden 9 kişiden birisi de Hz. Abdullah bin Amr’dı (r.a.). Hz. Abdullah kuvvetli irade sahibi, bilgili ve dirayetli bir insandı. Okuma yazma da bilirdi. Bu seyahatte Hz. Abdullah mü’minler halkasına girince, haliyle daha da mükemmel bir insan olmuştu. Biata katılanları Peygamberimiz Cennetle müjdelemiş, böylece Hz. Abdullah da Müslüman olur olmaz ebedi huzurun saadetini tatmıştı.Peygamberimizin Medine’ye teşrifinden sonra ondan ilim ve hikmet dersi almak için

mukaddes sohbetlerinin ekserisinde bulunmuştu. Hz. Abdullah kalabalık bir ailenin reisi ve fakir bir vaziyette olduğu halde Peygamber sohbetinden geri kalmıyordu. Ayrıca Suffe Medresesinin talebeleri arasında yer almıştı. Peygamberimizin hususi talebeleri içinde bulunarak Allah’ın medhine, Resulullahın iltifatına mazhar olan Hz. Abdullah, Bedir’de müşriklerle iman-küfür mücadelesini vermek üzere cihad daveti vuku bulunca cephede vazife aldı. Yüce dinin bahtiyar erleri içinde bulundu.

Bir sene sonra Peygamberimiz Uhud Gazası için mücahit toplarken, Hz. Abdullah da Peygamber ordusunda bulunmayı arzu etti. Evde bir oğlu, yedi kızı vardı. Kendisiyle beraber İkinci Akabe Biatında Müslüman olan oğlu Hz. cabir de (r.a.) müşriklere kılıç sallamak istiyordu. Fakat kız çocuklarını yalnız başlarına kimsesiz bir halde de bırakamazdı. İkisi de harbe katılıp şehit olsalar, onlara kim bakacaktı? Mücahit oğlunun gönlünü alan Hz. Abdullah şöyle konuştu:

“Vallahi oğlum cabir, şu kızların kimsesiz kalmasını düşünmesem, senin gözlerimin önünde şehit düşmeni isterdim. Ben senin evde kalıp kardeşlerine bakmanı arzu ediyorum.”2 Babasını kırmayan Hz. Cabir aile reisliğine vekalet ederken, Hz. Abdullah Uhud Savaşına katıldı.

Uhud’da müşrik güruhunun üzerine atılan Hz. Abdullah, her kılıç kaldırışında

Allah düşmanlarına ağır zayiat verdiriyordu. Eşsiz şecaat sahneleri sergili-

yordu. İmanı uğrunda, inancı istikametinde bütün gücüyle mücadele ediyordu.

Onu Peygamberinin yanıbaşında çarpışmaktan ne ailesi, ne de körpe kız

90

Page 91: ostern programi

çocukları alıkoymuştu. Bu savaşta da gaye, Tevhid sancağının dalgalanması,

Allah’ın yüce isminin dünyaya ilanıydı.

Savaşın ateşli bir anında müşrikderden Usame’nin kılıcı Hz. Abdullah’a şehadet

şerbetini tattırdı. Abdullah bin Amr’in Allah’a yaptığı niyaz kabul edilmiş, Uhud’da ilk şehit düşen Sahabi olmuştu.

Savaştan sonra Medine’de bulunanlar Uhud’a gelmişlerdi. Yakınları şehit olanlar, onları arıyorlardı. Hz. cabir de gelmişti. Babasının cesediyle karşılaşmasını şöyle anlatır:

“Uhud günü babam yüzü örtülü olarak getirilmişti. Uzerindeki örtüyü kaldırdım. Müşrikler burnunu ve kulağını kesmişler ve onu tanınmaz hale sokmuşlardı. Kendimi tutamayarak ağladım. 0 sırada halam Fatıma da geldi. Feryat edip ağlamaya başladı. Onu teselli etmek için Resulullah şöyle buyurdu: ‘Ne diye ağlıyorsun? 0 şehit kaldırılıncaya kadar melekler onu kanatlarıyla gölgelendirmekten geri durmadılar.”3

Daha sonra Peygamberimiz Hz. Abdullah’ın Amr bin Cemuh’la (r.a.) birlikte defnedilmesini emretti: “Bunlar hayatta iken birbirlerini seven en iyi iki dosttu” buyurdu.4

Bir gün Hz. Peygamber, Cabir bin Abdullah’ı mahzun görmüştü. “Ey Cabir, ne oldu sana? Seni üzgün ve kalbi kırılmış görüyorum” dedi. Hz. Cabir de, “Ey Allah’ın Resulü, babam şehid oldu, geride kalabalık bir aile ile bir hayli borç bıraktı” dedi.

Bunun üzerine Peygamberimiz şu müjdeyi ve saadetli teselliyi verdi: “Baban şehit olunca Allah onu diriltip huzuruna aldı ve ona sordu: ‘Ey kulum, dile benden, dilediğini, sana ihsan edeyim!’ Baban da, ‘ya Rabbi, ben Sana hakkıyla kulluk edemedim. Beni dünyaya geri göndermeni, Peygamberimin yanında savaşıp senin uğrunda bir kere daha şehid olmayı dilerim’ dedi. Allah da, ‘Ben şehitlerin geri dönmeyeceklerine hükmettim’ buyurdu. Sonra baban, ‘Oyleyse ya Rabbi, bunu geride kalanlara ulaştır’ deyince Cenab—ı Hak şu ayet-i kerimeleri vahyetti:

“Allah yolunda öldürülünleri ölü sanma. Onlar Rablerinin katında hayat sahibidirler ve Onun nimetleriyle rızıklanırlar.

“Onlar, Allah’ın kerenıinden bağışladığı nimetlerle sevinç içindedirler. Arkada kalan ve henüz kendilerine katılmamış olan kardeşlerinin ahiretteki hallerini görüp sevinirler ve bililer ki, onlar üzerine hiçbir korku olmayacak ve onlar hiçbir üzüntüye uğramayacaklardır.

“0 şehidler, Allah’tan kendilerine erişen büyük bir nimetle, pek ziyade bir mükafatla ve mü’minlerin mükafatını Allah’ın zayi etmediğini görmekle sevınirler.’5 Bu haberi duyan Hz. Cabir’in sevincine diyecekyoktu. Aradan kırk altı yıl geçmişti. Hz. Abdullah’ın kabri sel sularının akıntı yerindeydi. Akan sular toprağı iyice oyunca şehitlerin kabirleri açılmıştı. Başka tarafa nakledilmeleri gerekince, mezarları açtılar; şehitler sanki yeni vefat etmiş gi-biydiler. Cesetleri hiç değişmemiş ve bozulmamıştı. Kabir açılır açılmaz misk gibi bir koku yayıldı. Uyur gibiydiler. Hz. Abdullah yaralandığı zaman elini yaranın üzerine koymuştu. Mezar açılıp eli yarasının üzerinden ayrılmak ve uzatılmak istenince yarası kanamaya başladı. Sonunda eli olduğu gibi bırakıldı. Kanama da durdu.

5. GÜNÜN HİKAYESİ :

91

Page 92: ostern programi

KABİRDE KONUŞAN GENÇ

Takva sahibi olmak, hayatın her döneminde güzel. Ama fırsatlar çağı gençlikte bir başka güzel. Güce, kuvvete, güzelliğe rağmen günahlardan sakınanların mükafatı ebedi mutluluk. Hayatın baharı şeytana satılmazsa, sonsuz bahar bir adım ötede.

Hz. Ömer’in (R.A.) halifeliği döneminde ibadet ehli, son derece takva sahibi bir genç vardı. Hz. Ömer’in hayret ve takdirle izlediği bu gencin kalbi, Allah ve Rasulü’nün (A.S) sevgisiyle doluydu. Vakit namazlarında cemaati kaçırmaz, namazdan çıkar çıkmaz evine döner ve ihtiyar babasının hizmetini görürdü.

Bu gencin evine giden yolu bir kadının kapısının önünden geçiyordu. Kadın her defasında gencin yoluna çıkarak çirkin tekliflerde bulunuyor, fakat genç, Allah korkusundan ona iltifat etmiyordu.

Yine bir gün yatsı namazını kıldıktan sonra evine giderken, kadın tekrar karşısına çıktı. Bu sefer bütün maharetini kullanarak genci kandırmayı başardı. Fakat genç, kadının ardı sıra eve girerken birden bire Allahu Tealâ Hazretleri’ni hatırladı ve korkuyla dilinden şu ayet döküldü:“Takvaya erenler (var ya); onlara şeytandan herhangi bir vesvese iliştiği zaman (Allah’ın emir ve yasaklarını) hatırlayıp, hemen gerçeği görürler.” (A’raf/201)

Hemen ardından da bayılarak düştü. Kadın hizmetçisini çağırdı. Genci tutarak evinin önüne getirip koydular. Sonra da kapıyı çalarak babasına haber verdiler. Babası dışarı çıkınca, oğlunu baygın bir vaziyette kapının önünde buldu. Komşulardan bir kaçı genci tutup eve taşıdılar. Uzun bir müddet baygın kalan genç kendine gelince, babası:- Evladım neyin var ne oldu? diye sordu. Oğlu:- Bir şeyim yok. dedi. Babası:- Allah aşkına söyle! deyince, oğlu başından geçenleri anlattı. Babası:- Hangi ayeti okumuştun? diye sordu.Genç, ayeti okudu ve tekrar kendinden geçti. Bir de baktılar ki genç ruhunu teslim etmiş. Bunun üzerine genci yıkadılar ve gece vakti götürüp göz yaşlarıyla defnettiler. Sabah olunca olay Hz. Ömer’e bildirildi. Hz. Ömer, gencin babasına gelerek başsağlığı diledi ve:- Bana niye haber vermedin? diye sordu. Gencin babası:- Ey Mü’minlerin Emiri, vakit geceydi. dedi. Hz. Ömer:- Bizi onun kabrine götürün. dedi. Hz. Ömer ve beraberindekiler gencin kabrine geldiler. Hz. Ömer (R.A):- Ey filan kişi! Rabbin makamında durmaktan korkanlara iki cennet var. (Rahman/46) dedi. Kabirdeki genç konuşup:- Ya Ömer! Rabbim Cennette bana onları iki defa verdi. diye cevap verdi.

KAFİR  Mİ  MÜMİN  Mİ ?

İmam -ı Azam'ın da bulunduğu bir mecliste birisi şöyle bir soru sordu: "Bir adam ki, cenneti istemez, cehennemden korkmaz, ölü eti yer,  rükusuz secdesiz namaz kılar, görmediğine şahitlik eder, fitneyi sever,  hakkı istemez, bu adam kafir midir, mümin mi?" Mecliste bulunanlar ağız birliği etmişcesine "Bunlar kafirin sıfatlarıdır, böyle bir adam kafirin ta kendisidir."  dediler. İmam-ı Azam susuyordu:  "Ya imam sen ne dersin?" dediler. İmam-ı Azam, "Bunlar müminin sıfatıdır, böyle biri müminin ta kendisidir" dedi. İtiraz ettiler: "Ya imam nasıl olur, mümin cenneti istemez  mi, cehennemden korkmaz mı?.." diye İmam tek tek açıkladı: "Gerçek (bilinçli) mümin cenneti istemez, sahibini (Allah-ı) ister, cehennemden korkmaz, sahibinden korkar, ölü eti dediğiniz balıktır, görmediğine şahitlik eder, çünkü Allah'ı görmez ama kesin inanırrükusuz secdesiz kıldığı namaz cenaze namazıdır, fitneyi sever, çünkü fitneden maksat mal ve evladdır, (Kur'an'da mal ve evladın müminler için fitne -imtihan- olduğu belirtilmiştir); hakkı istemez, çünkü haktan kasıt ölümdür, mümin de olsa ölümü temenni etmez."

92

Page 93: ostern programi

KERPİCİN ETKİSİ

Bir inkarcı, alimin birine şu üç soruyu sorar:1- Allah varsa bana göster.2- Her işi Allah yaratıyor da neden suçlu ceza görür?3- Şeytan ateşten yaratıldığı halde ona cehennem ateşi nasıl etki yapabilir?

Alim bu soruları soğukkanlılıkla dinler. Sonra da yerden bir kerpiç parçası alıp inkarcının başına vurur. Başı yarılan inkarcı soluğu mahkemede alır. Hakim, alime sorar:- Bunun başına kerpiç vurmuşsun öyle mi?- Bana üç soru sormuştu, ben sorularına karşılık kerpici vurdum.- Nasıl?

- Anlatayım. Allah varsa bana göster demişti. Başının ağrıdığını iddia ediyorsa göstersin. İkinci olarak da her şeyi Allah yaratıyorsa suçlu neden ceza görsün dedi. Madem ki niçin beni mahkemeye veriyor. Üçüncü olarak da ateşten yaratılan şeytana cehennem ateşi nasıl etki yapar diye sordu. Cevabını aldı. Topraktan yaratılan kendisine, yine topraktan olan kerpiç nasıl etki yapıyor?Bu cevaplardan sonra alim beraat eder.

5.GÜNÜN ŞİİRİGENÇ ADAM

Genç adam! Düşün bir yığın dertdi ki asırlık..Sarmış cemiyeti onulmaz pek çok hastalık.Milletin heryanı ayrı bir illetle ma’lûl;Beyinler sarsık, kalbler baygın, devâsı meçhûl..

Meydanlar inliyor; gâyesiz kalabalıklar..Ve insanlar tıpkı “akvaryumdaki balıklar:Şaşkınlıkla gidip kâh sağa tos, kâh sola tos..Böyle bir topluluk içinde idrâka paydos!

Bunca fezâyîle cemiyet yaşar mı? Heyhât!Göz görmez, kulak sağır, “kapkaranlık hissiyât..”Şehirler çirkef oldu, sokaklar zift kanalı;Gençler serâzât, herşey hürriyet payandalı...

Hayâ yırtılıp gitmiş, iffet ayak altında,Yalan som altın, aldatma sultanlık tahtında...Kurt gövdenin içinde yapraklar bir bir solmuş,Millî ruh derbeder ve millet dâğidâr olmuş...

Genç adam; bu bâdirenin bahâdırı sensin!Yıllardır, hayâllerde, düşlerde beklenensin...Doğrul! Kendine gel! Bak tan yeri ağarıyorVe ışıklar karanlık ordusunu boğuyor.

Hiç durma koş tulumban elinde dört bir yana!Göğüsle alevleri bu bir vazife sana!Yırtılsın bütün zulmetler, belli olsun akyol...Gel, İslâm emânetin dönmez da’vâcısı ol!

Sensin asırlardan beri beklenen kahraman,

93

Page 94: ostern programi

Gel ki, artık dizlerimizde kalmadı derman..!

AY DOĞDU ÜZERİMİZE (DOLUNAY)

Ay doğdu üzerimize Veda tepesinden. 

Şükür gerekti bizlere Allah'a davetinden.

Sen güneşsin, sen aysın Sen nur üstüne nursun. 

Sen Süreyya ışığısınEy sevgili, ey Resül! 

Ey bizden seçilen elçi Yüce bir davetle geldin. 

Sen bu şehre şeref verdin Ey sevgili, hoş geldin.

Ey Resül, sana söz verdik Doğruluktan ayrılmayız. 

Sen ey esenlik yıldızı Senin sevginle doluyuz.

YIKILMADIM,KAMPTAYIM

KİTAPLARIMLA BAŞ BAŞAYIM

ŞEYTANIMA, NEFSİME

YENİLMEDİM BURADAYIM

 

6.GÜNÜN 1.NURU:

16 MEKTUBUN DÖRDÜNCÜ NOKTASI

94

Page 95: ostern programi

DÖRDÜNCÜ NOKTA: Evhamlı birkaç sualin cevabıdır:Birincisi: Ehl-i dünya bana der: "Ne ile yaşıyorsun? Çalışmadan nasıl geçiniyorsun? Memleketimizde tenbelce oturanları ve başkasının sa'yi ile geçinenleri istemiyoruz."

Elcevap: Ben iktisad ve bereketle yaşıyorum. Rezzakımdan başka kimsenin minnetini almıyorum ve almamağa da karar vermişim. Evet günde yüz para, belki kırk para ile yaşayan bir adam, başkasının minnetini almaz. Şu mes'elenin izahını hiç arzu etmiyordum. Belki bir gururu ve bir enaniyeti ihsas eder fikriyle, beyan etmek bana pek nâhoştur. Fakat mâdem ehl-i dünya evhamlı bir surette soruyorlar, ben de derim ki: Küçüklüğümden beri halkların malını kabul etmemek -velev zekat dahi olsa- hem maaşı kabul etmemek -yalnız bir-iki sene Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye'de dostlarımın icbarıyla kabul etmeye mecbur oldum ve o parayı da manen millete iade ettik- hem maişet-i dünyeviye için minnet altına girmemek, bütün ömrümde bir düstur-u hayatımdır. Ehl-i memleketim ve başka yerlerde beni tanıyanlar bunu biliyorlar. Bu beş seneki nefyimde, çok dostlar bana hediyelerini kabul ettirmek için çok çalıştılar, kabul etmedim. "Öyle ise nasıl idare edersin?" denilse, derim: Bereket ve ikrâm-ı İlâhî ile yaşıyorum. Nefsim çendan her hakarete, her ihanete müstehak ise de; fakat Kur'an hizmetinin kerâmeti olarak, erzak hususunda ikrâm-ı İlâhî olan berekete mahzar oluyorum.

sırrıyla, Cenâb-ı Hakk'ın bana ettiği ihsânâtı yâdedip, bir şükr-ü manevî nev'inde birkaç nümunesini söyleyeceğim. Bir şükr-ü manevî olmakla beraber, korkuyorum ki, bir riya ve gururu ihsas ederek o mübarek bereket kesilsin. Çünki müftehirane gizli bereketi izhar etmek, kesilmesine sebeb olur. Fakat ne çare, söylemeye mecbur oldum.

İşte birisi: Şu altı aydır otuzaltı ekmekten ibaret bir kile buğday bana kâfi geldi. Daha var, bitmemiş. Ne mikdar kifayet (Hâşiye) edecek, bilmiyorum.

İkincisi: Şu mübarek Ramazanda, yalnız iki haneden bana yemek geldi, ikisi de beni hasta etti. Anladım ki, başkasının yemeğini yemekten memnû'um. Mütebâkisi, bütün Ramazanda benim idareme bakan mübarek bir hanenin ve sadık bir arkadaşım olan o hane sahibi Abdullah Çavuş'un ihbarı ve şehadetiyle; üç ekmek, bir kıyye (kilo demek) pirinç bana kâfi gelmiştir. Hattâ o pirinç, onbeş gün Ramazandan sonra bitmiştir.

Üçüncüsü: Dağda, üç ay bana ve misafirlerime bir kıyye tereyağı, -hergün ekmekle beraber yemek şartıyla- kâfi geldi. Hattâ Süleyman isminde mübarek bir misafirim vardı. Benim ekmeğim de ve onun ekmeği de bitiyordu. Çarşamba günü idi; dedim ona: Git ekmek getir. İki saat, her tarafımızda kimse yok ki, oradan ekmek alınsın. "Cum'a gecesi senin yanında bu dağda beraber dua etmek arzu ediyorum" dedi. Ben de dedim:kal." Sonra hiç münasebeti olmadığı halde ve bir bahane yokken, ikimiz yürüye yürüye bir dağın tepesine çıktık. İbrikte bir parça su vardı. Bir parça şeker ile çayımız vardı. Dedim: "Kardeşim, bir parça çay yap." O ona başladı, ben de derin bir dereye bakar bir katran ağacı altında oturdum. Müteessifane şöyle düşündüm ki: Küflenmiş bir parça ekmeğimiz var; bu akşam ancak ikimize yeter. İki gün nasıl yapacağız ve bu sâfi-kalb adama ne diyeceğim? diye düşünmede iken, birden bire başım çevrilir gibi başımı çevirdim; gördüm ki: Koca bir ekmek, katran ağacının üstünde, dalları içinde bize bakıyor. Dedim: "Süleyman müjde!

Cenâb-ı Hak bize rızık verdi." O ekmeği aldık; bakıyoruz ki, kuşlar ve hayvanat-ı vahşiye hiçbiri ilişmemiş. Yirmi-otuz gündür hiç bir insan o tepeye çıkmamıştı. O ekmek, ikimize iki gün kâfi geldi. Biz yerken, bitmek üzere iken, dört sene sâdık bir sıddîkım olan müstakim Süleyman, ekmekle aşağıdan çıkageldi.

Dördüncüsü: Şu üstümdeki sakoyu, yedi sene evvel, eski olarak almıştım. Beş senedir elbise, çamaşır, pabuç, çorap için dört buçuk lira ile idare ettim. Bereket-i iktisad ve rahmet-i İlâhiye bana kâfi geldi.

İşte şu nümuneler gibi çok şeyler var ve bereket-i İlâhiyenin çok cihetleri var. Bu köy halkı çoğunu bilirler. Fakat sakın bunları fahr için zikrediyorum zannetmeyiniz, belki mecbur oldum. Hem benim için iyiliğe bir medar olduğunu düşünmeyiniz. Bu bereketler, ya yanıma gelen hâlis dostlarıma ihsandır veya hizmet-i Kur'aniyeye bir ikramdır veya iktisadın bereketli bir menfaatıdır veyahut "Yâ Rahîm, Yâ Rahîm" ile zikreden ve yanımda bulunan dört kedinin rızıklarıdır ki, bereket suretinde gelir, ben de ondan istifade ederim. Evet hazîn mırmırlarını dikkatle dinlesen, "Yâ Rahîm, Yâ Rahîm" çektiklerini anlarsın. Kedi bahsi geldi, tavuğu hatıra getirdi. Bir tavuğum var. Şu kışta, yumurta makinesi gibi pek

95

Page 96: ostern programi

az fasıla ile her gün rahmet hazinesinden bana bir yumurta getiriyordu. Hem bir gün iki yumurta getirdi; ben de hayrette kaldım. Dostlarımdan sordum: "Böyle olur mu?" dedim. Dediler: "Belki bir ihsan-ı İlahîdir." Hem şu tavuğun yazın çıkardığı küçük bir yavrusu vardı. Ramazan-ı Şerifin başında yumurtaya başladı, tâ kırk gün devam etti. Hem küçük, hem kışta, hem Ramazanda, bu mübarek hâli bir ikrâm-ı Rabbanî olduğuna, ne benim ve ne de bana hizmet edenlerin şübhemiz kalmadı. Hem ne vakit annesi kesti, hemen o başladı.. beni yumurtasız bırakmadı.________________

(Hâşiye): Bir sene devam etti.

6.GÜNÜN 2.NURU:

EMİN VE FEYZİ'NİN BİR FIKRASIDIR.

[Risalet-ün-Nura Ait Dört-Beş Kerametten Bahseder.]

Hizmet-i Kur'aniyede bize sebkat eden sadık ve halis, metin ve vefakar kardeşlerimizden mübarek Husrev ve Rüşdü gibi zatlar, Risalet-ün-Nurun hadimlerine ve vazifelerinin makbuliyetine bir emare olan ihsan olunan bereket hakkında müteaddit fıkralar yazmışlar. Biz de bu kardaşlarımızın fıkraları gibi bu yakın zamanda beraber tezahür eden gördüğümüz bazı hadisatı kaydedeceğiz. Hem nümune için yalnız bir kısmını beyan ederiz.

Birincisi : Bu yakında Üstadımız ile beraber kıra çıkmıştık. Çay yapılmasını, hem ikişer çay, üçer şekerle içilmesini emir buyurdular. Hepimiz üçer şekerle ikişer çay içtik. Yalnız Emin kardeşimiz, bir şeker kendine noksan olarak içmiş. Akşam üzeri, Risalet-ün-Nurun menba-ı intişarı olan Ütadımızın odasına geldik. Emin, şeker kutusuna sarfolan şekerleri koymak istemiş, fakat kutu sekiz şekerden fazla almamış. Emin, " fesübhanallah" der. Onyedi şeker yerine kutu sekiz şeker ile dolsun, diye taaccüb ettik. Bu vak'a bize şuhud derecesinde kanaat verdi ki, şu sırr-ı bereket, Risale-in Nur hadimlerine bir inayet-i İlahiyye ve bir iltifat-ı Rabbaniyedir.

İkincisi: Yine aynı günde ben, yani Mehmed Feyzi, evvelce yazıp Üstada teslim ettiğim Hücumat-ı Sitte Risalesi"ni bana vermek için sakladığı yerden ararken, fevkalade bir surette bulunmaz. Birden o anda adetlerinin hilafına olarak hiç vuku bulmamış bir tarzda bir hadise zuhuriyle, gözlüklerini bırakarak merdivene müteveccih olurlar. Aynı vakitte Risale-i Nurun intişarına ve hizmetine zarar vermek niyetiyle casus bir adamın merdivene doğru zahiren ziyaret maksadiyle geldiği görülür. Üstadımızın telaşlı olduğunu hisseder. Hem Üstadımız onun nazarını öteki hadise-i bedeniyyeye çevirir, ona der ki: " Görüyorsun, ben mazurum, ziyareti başka vakte bırak!" O da döner, gider.Hem Hucümat-ı Sitte, hem Mehmet Feyzi, hem başka işlerimiz o tecessüsten kurtuldu.

Evet, " Hucümat-ı Sitte" saklandığı muayyen yerinde fevkalade bir surette kaybolması, ehemmiyetli bir hadisenin önünü aldı. Üstada arız olan bu hilaf-ı adet halet ve o risalenin yerinde bulunmaması kat'iyyen tesadüfe hamledilmez. Bir hafta sonra o risaleyi hilaf-ı me'mul bir yerde bulduk. Üstadımızın emriyle Emin kardeşime ehemmiyetli bir surette okudum. Üstadımız izahat veriyordu. O vakte kadar öyle mühim ve te'sirli ders almamıştık. Demek bu iki mühim sırra binaen risale kendini göstermedi. Bu hadise, Risale-i Nurun sadık ve ihlaslı şakirdleri daima bir hıfz-ı inayet ve himayet altında olduklarına şüphe bırakmıyor.

Üçüncüsü : Yine bir vak'a-i bereket: Üstadımızın bir okka (1 kilo 220 gram) peyniri vardı. Ekser günlerde o peynirden hoşuna gittiği için bir-iki def'a yiyordu ve bize de veriyordu. Hem yemeksiz olduğu ekser vakitlerde ondan yediği halde altı ay kadar devam ettiğini ve halen de yüz dirhem kadar o peynirden bulunduğunu görüp yakinen tasdik ediyoruz. Fakat bu hadise-i bereketin ifşasından sonra, evvelce görünmeyen dibi, görünmeye başladı, noksaniyetini gösterdi. Evet, bereket hususunda şayan-ı hayret bir hadisedir. Hem, yarım kilo tereyağı, ekser günlerde fazlaca sarfolunduğu halde, elli güne yakın devamiyle anladık ki, şüphesiz bir bereket içine girmiş.,

Hem yine aynı Ramazan Bayramında Üstadın rızası olmadığı halde Tahsin ve ben, yani Emin, bir kilo kadar ince şeker getirmiştik. Ekser yoğurt ve süt ve tatlı kabağa vesair şeylere bazan yirmi - otuz dirhemden fazla kattıkları halde, beş ay devam etti. Halen o şekerden yüz dirhem kadar kalması, elbette bereket sebebiyledir.

96

Page 97: ostern programi

Hem bu havalideki şakirdler, herkes, cüz'i - külli hissetmiş ve itiraf ediyorlar ki: Risalet-ün-Nura çalıştığımız zaman, hem rızkımızda bereket ve suhulet, hem kalbimizde bir inşirah ve ferah, zahiren hissediyoruz. Ezcümle: Ben kendim, yani Emin, itiraf ediyorum ki: Risalet-ün-Nur dairesine girmezden evvel bütün sene çalışırdım. Ne vakit Risalet-ün-Nur dairesine girdim, beş senedenberi üç-dört ay kadar çalıştığım halde, evvelkinden daha müferrah ve daha mes'ut bir halde yaşamaklığım, yüzde yüz Risalet-ün Nurun hizmetinin bereketiyle olduğunda hiç şüphem yoktur (Hâşiye-1).

Hem, ezcümle Üstadımız diyor ki: " Benim de kanaat-ı kat'iyyem çok tecrübelerle gelmiş ki, ben Risalet-ün-Nurun tashihatiyle meşgul olduğum zaman, pek zahir bir tarzda hem rızkımda bereket, hem suhulet görüyordum. Ne vakit çalışmazsam, o hali göremiyordum."

Hem Üstadımız diyor ve biz de tasdik ediyoruz ki: " Ben son zamanda anladım: Şimdiye kadar hem ben, hem dostlarım, bir hakikatın suretini başka şekilde görmüşüz. Şöyle ki:

Hapishanede bir tek ekmek, sekiz ve bazan on gün bana kafi geldiği gibi, burada da aynen o tarzda yaşıyordum. Hem ben, hem kardeşlerim, bunu benim az yemek ve iştahsızlığıma veriyorduk. Halbuki çok emarelerle kat'iyyen anladık ki; o acib hal, bereket neticeleri imiş. Birkaç def'a sekiz günde bana kafi gelen bir ekmeği, aynı iştiha ile çalışmadığımdan berekete mazhar olmadığım zaman iki günde, bazan bir buçuk günde bitiriyordum. Demek bu onaltı ve onyedi senedenberi benim mükemmel ta'yinatım, Risalet-ün-Nurun hizmetinden gelen bir bereket idi. Evet, bize de aynelyakin derecesinde kanaat gelmiş ki; bu kesretli hadisat-ı bereket, Kur'an-ı Mu'ciz-ül-Beyanın i'caz-ı manevisinin bir şuaıdır. Manen der: " Ey Kur'an şakirdleri! Sizi vazife-i mukaddesenizden ekseriyetle geri bırakan, maişet telaşesidir. O ise, Kur'anın feyziyle bereket nev'inden sizlere veriliyor, vazifenize bakınız."

________________________ (Hâşiye-1): Evet, bütün kuvvetimle tasdik ediyorum ki, Emin kardeşimiz memleketimize geldiği zaman mütemadiyen fa'al bir surette her ay çalışıyordu. Şimdi ise, Risalet-ün-Nurun dairesine girdikten sonra, üç-dört aydan fazla çalıştığını görmüyoruz. Feyzi(Hâşiye-2) : Evet, o mütecavizlerden birisi dehalet etti, ölümden kurtuldu. Diğeri bir sene azab çekti, hem öldü.

6.GÜNÜN 3.NURU:

İSLAMİYET DÜŞMANLARININ YAPTIKLARI TAARRUZ VE HİLÂF-I HAKİKAT MENFÎ PROPAGANDALARINA MUKABİL ÜNİVERSİTE

NUR TALEBELERİNİN BİR AÇIKLAMASIDIR

İmam-ı Gazâlî (R.A.) gibi en meşhur İslâm hükemalarının eserlerini tetebbu eden muhakkik ve müdakkik bir ehl-i ilim diyor ki:Risale-i Nur'dan okuduğum bir sahifenin bana verdiği istifade, diğer eserlerin on sahifesinden daha fazladır.

Felsefî eserlerle meşgul bir muallim:Ben, bu kadar senedir ilmî ve felsefî eserlerle iştigal ettim. Risale-i Nur kadar beni ikna eden ve Garb

eserlerinden ve felsefeden aldığım yaraları tedavi eden ve bu zamanın ihtiyacına tam cevab veren bir eseri görmedim.

Bir edebiyatçı:Benim aklım nursuz, kalbim mü'mindi. Risale-i Nur, hem aklımı, hem kalbimi tenvir ve nefsimi ilzam

etti. Beni, Cehennemî bir azabdan kurtardı.Bir doktor:

Risale-i Nur'dan istifadeye başladığım günü, hayata gözlerimi açtığım gün olarak biliyorum.

Bahtiyar bir üniversiteli:Üstadımıza ve Risale-i Nur'a ait bir mektubu, İstanbul'un bir yerinden bir yerine götürmek gibi bir

hizmeti, mebusluğa tercih ederim.Otuz sene evvel, ihlâslı ve faziletli ihtiyar bir ehl-i tasavvuf, Lütfü isminde bir genci göstererek: "Bu

Nur talebesi benden ileridir" demiştir ki, bunlar binler itiraflardan birer nümunedir.

97

Page 98: ostern programi

Yine bu azîm sırr-ı ihlâsa binaendir ki; Risale-i Nur talebeleri, iman ve İslâmiyet hizmetinde ağır şartlar ve kayıdlar ve tehdidatlar içinde muvaffak oluyorlar ve hayatlarını, Risale-i Nur'a ve Üstadlarına vakfetmişler. Risale-i Nur'u, sermaye-i ömür ve gaye-i hayat edinmişlerdir. Risale-i Nur dâvâsı, Rıza-yı İlâhî dâvâsı olduğu içindir ki, hamiyet-i İslâmiyeye mâlik mümtaz avukatlar, Risale-i Nur'un fahrî avukatı olmak ve dindar hakperest mücahid muharrirler, dünyayı istilâ edecek Nur'un ilânında hissedar olmak şeref ve nimetine mazhar olmuşlardır. Risale-i Nur'un neşriyat ve fütuhatı ve tesiratı; sessiz, büyük bir ihtişamla muhteşem bir bahar mevsiminde intişar eden mevcudat gibidir.

İşte ey Risale-i Nur gibi hadsiz hamd ü senalara şâyeste olan bir nimet-i azîmeye nail olan Nur kardeşlerimiz! Böyle bir dâhî-yi âzamın, böyle bir mütefekkir-i ekberin, böyle bir müellif-i İslâmın ve ulûm-u evvelîn ve-l âhirîne vâkıf böyle bir allâme-i asrın, böyle bir mücahid-i ekberin, böyle bir sahib-i zühd ve takvânın hakaik-i imaniyenin varlığında âdeta tecessüm eden böyle bir abd-i küllînin, Rıza-yı İlâhîden başka hiçbir şeye iltifat etmeyen ve âzamî ihlâsın mazharı olan böyle bir tilmiz-i Kur'ân ve hâdim-i İslâmın ve "Bir ferdin imanını kurtarmak için Cehenneme de atılmaya hazırım" diyen böyle bir halâskâr-ı imanın ve idam için sevkedildiği Divan-ı Harb-i Örfî'de "Sen de mürtecisin" ittihamına karşı "Eğer Meşrutiyet bir fırkanın istibdadından ibaret ise, bütün ins ve cin şâhid olsun ki ben mürteciyim. Bin ruhum da olsa, Kur'ânın bir tek mes'elesine hepsini feda etmeye hazırım." diyen ve beraetinden sonra da teşekkür etmeyerek, Bayezid meydanındaki kalabalıkta "Yaşasın zalimler için Cehennem... Yaşasın zalimler için Cehennem!" diye bağırarak ilerleyen ve imha plânıyla verildiği mahkemelerde yirmidört sene evvel "Ey mülhidler! Ey zındıklar! Said, ellibin nefer kuvvetinde demişsiniz... Yanlışsınız... Kur'ana ve imana hizmetim cihetiyle ellibin değil, elli milyon kuvvetindeyim!... Titreyiniz! Haddiniz varsa ilişiniz!...", "Benim ölümüm sizin başınızda bomba gibi patlayıp, başınızı dağıtacaktır. Toprağa atılan bir tohumun yüzer sünbüller vermesi gibi, bir Said yerine yüzler Said size o yüksek hakikatı haykıracaktır." Ve onbeş sene evvel: "Saçlarım adedince başlarım bulunsa, her gün biri kesilse, bu hizmet-i imaniyeden çekilmem." Ve "Dünyayı başıma ateş yapsanız, hakikat-ı Kur'âniyeye feda olan bu başı zındıkaya eğmem!" diyen ve elli sene evvel Âlem-i İslâmı sömüren, sömürgeci cebbar ve zalim bir İmparatorluğa karşı: "Tükürün o zalimlerin hayâsız yüzüne" diye matbuat lisanıyla cevab veren ve Büyük Millet Meclisinde, Reise: "Kâinatta en yüksek hakikat imandır. İmandan sonra namazdır. Namaz kılmayan haindir. Hainin hükmü merduddur. Cenab-ı Hak, Kur'ân-ı Kerîm'inde, yüz yerde edasını emrettiği namazdan daha büyük bir hakikat olsa idi, imandan sonra onu emrederdi" diyen ve yazdığı bir beyannameden sonra Mecliste cemaatle namaz kılınmasına başlanan ve Birinci Cihan Harbinde Gönüllü Alay Kumandanı olarak esir düştüğü Rusya'da Moskof Çarlığına karşı izzet-i İslâmiyeyi muhafaza edip, kurşuna dizileceği hengâmda "Âhirete gitmek için bana bir pasaport lâzımdı" diye ölümü istihkar eden böyle bir kahraman-ı İslâm Üstadımız Bediüzzaman'ın eserlerini okumak nimet-i uzmâsına mukabil canımızı da feda etsek, ömrümüzü de Ona vakfetsek, zulümden zulüme de sürüklensek, ömrümüzün nihayetine kadar şükran secdesinden kalkmasak bize yine ucuzdur...

Üstadımız sık sık der ki: Mesleğimiz müsbettir; menfî hareketten Kur'ân bizi menediyor.

Ey Seyyid-i senedimiz! Ey ruhumuzun ruhu, kalbimizin kalbi, canımızın canı, cânânımız, sertâcımız, sevgili Üstadımız Efendimiz!.. Madem bize menfî harekete izin vermiyorsun. Öyle ise biz de Rahmet-i İlâhiyeden niyaz ederek ahdediyoruz ki; din düşmanlığı ile Üstadımıza zulmeden o gaddar, insafsız zalimlerden intikamımızı şöylece alacağız: Risale-i Nur'u ölünceye kadar mütemadiyen okuyacağız.. ve neşrinde sebat ve sadakatla hizmet edeceğiz.. O'nu altun mürekkeblerle yazacağız. İnşâallah...

Üniversite Nur Talebeleri

6.GÜNÜN 4.NURU:

RİSALE-İ NUR ŞAKİRDLERİNDEN MEHMED FEYZİ VE EMSALİNE HİTABEN BEYAN EDİLEN BİR HAKİKATTIR

Kardeşim Feyzi, madem sen Isparta Vilayetindeki kahramanlara benzemek istiyorsan, tam onlar gibi olmalısın. Eskişehir Hapishanesinde, Allah rahmet etsin, mühim bir şeyh-i mürşid ve cazibedar bir Nakşi evliyasından bir zat, dört ay mütemadiyen Risalet-ün-Nurun elli-altmış şakirdleri içinde ve celbkarane onların içlerinde sohbet ettiği halde, yalnız birtek şakirdi muvakkaten kendine çekebildi. Mütebakisi, o cazibedar şeyhe karşı müstağni kaldılar. Risalet-ün-Nurun yüksek, kıymetdar hizmet-i imaniyesi, onlara kafi olarak kanaat veriyordu. O şakirdlerin gayet keskin kalb basireti, şöyle bir hakikatı anlamış ki:

98

Page 99: ostern programi

Risalet-ün-Nur'a hizmet eden, imanını kurtarıyor. Tarikat ve şeyhlik ise, velayet mertebeleri kazandırıyor. Bir adamın imanını kurtarmak, on mü'mini velayet derecesine çıkarmaktan daha mühim ve daha sevaplıdır. Çünki iman, saadet-i ebediyeyi kazandırdığı için, bir mü'mine küre-i arz kadar bir saltanat-ı bâkıyeyi temin eder. Velâyet ise, mü'minin Cennetini genişlettirir, parlattırır. Bir adamı sultan yapmak on neferi paşa yapmaktan ne kadar yüksek ise; bir adamın imanını kurtarmak, on adamı veli yapmaktan daha sevaptır.

İşte bu dakik sırrı senin Ispartalı kardeşlerin bir kısmının akılları görmese de umumunun keskin kalbleri görmüş ki; benim gibi biçare, günahkar bir adamın arkadaşlığını, evliyalara, - belki eğer olsaydı müçtehidlere - dahi tercih ettiler.Bu hakikata binaen, bu şehre bir kutub, bir Gavs-ı A'zam gelse, dese: " Seni on günde velayet derecesine çıkaracağım." Sen, Risale-i Nuru bırakıp onun yanına gitsen, Isparta kahramanlarına arkadaş olamazsın.

Lillahilhamd, bu zamanda Sünnet-i Seniyye dairesinde kemal-i imanı kazanan Risale-i nur şakirdleri, evliyaların, mürşidlerin nazar-ı dikkatini celbedecek vaziyeti aldığından, her zamanda bulunan hakiki mürşidler, her halde bu zamanda Risalet-ün-Nur şakirdlerine müşteri olurlar. Birisini elde etseler, yirmi mürid kadar kıymet verirler. Hem zevkli ve cazibeder velayet tereşşuhatı karşısında Risalet-ün-Nurun hizmetindeki meşakkat, mücahede, külfet bulunduğundan, Feyziye hitaben beyan edilen bu hakikat kaleme alındı.

Said Nursi6.GÜNÜN PIRLANTASI

VEFA

Rıza PazarıEfendimiz (sav), gönderdiği seriyyenin başındaki Abdullah b. Cahş (ra)’a,

giderken kimseyi zorlamamasını emreder. Zorlu bir yolda işin rıza yanı çok önemlidir. Cebren teslim olmuş insanlar, daha güçlü tazyikler gördüklerinde, her zaman ihanet edebilirler. İçten gelen ihanet ise, dış düşmanın her türlü taarruzundan daha vahim neticeler doğurur. Düşman ne kadar güçlü olursa olsun, her zaman ona karşı bir durum ayarlaması yapmak mümkündür. Fakat iç ihanetlerde bu imkân söz konusu değildir.. Ve her an, beklenmedik sürprizlerle karşılaşmak ihtimal dahilindedir. Durum böyle olunca, tedbir adına birşeyler yapmak da müşkülleşir. Onun için gayet rahatlıkla diyebiliriz ki, Cenâb-ı Hakk’ın kendi dinini ikameyle vazifelendirdiği insanları çeşitli imtihanlarla elemesi, kalbura koyması, ayıklamaya tâbi tutması inanan insanlar için lütufların en büyüğüdür. Zira böyle bir yolladır ki, kalleşler, dönekler önemli yerlere yerleşip tahrip fırsatı bulamazlar.

Cephenin, elli defa elendikten sonra dahi, dökülmeyen insanlardan meydana gelmesi o cephe adına bir bahtiyarlık, onun yarım-yamalak insanlarla örülüp meydana gelmesi ise bir bahtsızlık ve hüsrandır. 

Terketme Yok“Kaptan gemiyi, komutan meydanı en son terketmelidir” denilir. Bunlar yerine

göre kendisinden istifade edilmesi gereken tecrübe alaşımlı sözlerdir. Ama biz yeni bir vecize geliştirmek zorundayız. Bu vecizede yukarıdaki sözün sonunu, son kelimeden önce bitirmeliyiz. Yani “terketme” kelimesini telaffuz dahi etmemeliyiz. Bizde kaptan veya komutan ne pahasına olursa olsun gemiyi terketmez. Kimse

99

Page 100: ostern programi

kalmamışsa atını mahmuzlar ve deniz gibi düşmanların üzerine sürer. İslâm tarihinde bunun nice misalleri vardır... Evet, bizde terketme yoktur.

VefaFerd, vefa duygusuyla itimada şayan olur ve yükselir. Yuva, vefa duygusu

üzerine kurulmuş ise, devam eder ve canlı kalır. Millet bu yüce duygu ile faziletlere erer. Devlet kendi teb’asına karşı ancak bu duygu ile itibarını korur. Vefa düşüncesini yitirmiş bir ülkede, ne olgun fertten, ne emniyet va’deden yuvadan, ne de istikrarlı ve güvenilir bir devletten bahsetmek mümkün değildir. Vefanın olmadığı bir ülkede, fertler birbirlerine karşı kuşkulu, yuva kendi içinde huzursuz, devlet teb’aya karşı uğursuzlardan uğursuz ve herşey birbirine karşı yabancıdır, tıpkı camidler gibi.. Üst üste ve iç içe olsalar bile...

Vefanın KazandırdığıVefa, fertlerin birbiriyle kaynaşıp bütünleşmesini temin eder. Vefa sayesinde

cüzler küll olur; ayrı ayrı parçalar bir araya gelerek vahdete ulaşır. Vefa duygusu varıp sonsuzluğa erince, ötelerden gelen tayflar, kitlelerin yolunu aydınlatır ve toplumun önünü kesen bütün tıkanıklıkları açar. Elverir ki o toplum, vefa duygusuyla olgunlaşmış ve onun kenetleyici kollarına kendini teslim etmiş olsun.!

Da’vaya VefaAllah, yeryüzünün istikrarı için dağları yaratmıştır; ayrıca, dağların yerin

üzerinde görünen kısımlarının en az iki misli de yerin altındadır.İşte, bu kudsî da’vâya gönül verenler, Hızır’la yolculuk yapmanın, Hızır

çeşmesinden âb-ı hayat içip ‘ölümsüzlüğe’ ermenin yolunu aramalı; geceleri gündüzler kadar aydınlık, iç dünyaları itibariyle de dış görüntülerinden daha derin ve Rabb'in huzûrunda gözyaşı döken, dağ gibi birer ma’nâ eri olmalıdırlar.

Evet, insan çok kontrollü bir hayat yaşamalıdır. Uçakların nasıl uçuştan önce kanatları, pervânesi, motoru, hattâ en küçük civataları bile kontrol edilir öyle de insan, kendini en ince hissiyâtına kadar kontrol altında tutmalıdır. İşte bize bir murâkabe ölçüsü:

İnsanların yanında ‘hizmet’ diyen, ‘Allah rızası’ diyen bir hizmet eri, yalnız kaldığında aynı duyguları taşımıyor, hattâ şakakları aynı duygularla zonk zonk atmıyor ve kasıkları ağrımıyorsa, ciddî bir nifak alâmeti taşıyor olabilir

“Vefa yok, ahde hürmet hiç... Emânet lafz-ı bî medlûl;

Yalan râyiç, hiyânet, mültezem her yerde, hak meçhûl!

Ne tüyler ürperir, yâ Rab! Ne korkunç inkılâb olmuş:

Ne din kalmış, ne îman, din harâb îman serâb olmuş.”

M.A.Vefa İster

Vakıf kurmaktan dernek kurmaya kadar, her sahada İslâm’ı temsil için, o sahanın mükemmel temsilcilerini yetiştirmek mecbûriyetindeyiz. Eğer temsil tam ma’nâsıyla yerine getirilmezse, sahip çıkılan yüce hakikatler söner gider. Allah (cc) ile insan arasında ubûdiyet ve ulûhiyet mukavelesi vardır. Bu mukavelenin şartlarına riayet etmek, farzlar üstü farzdır. “Bana verdiğiniz sözü tutun ki, Ben de size verdiğim sözü tutayım” (Bakara, 2/40) ayeti bu mukaveleye işaret etmektedir.

Öyleyse, ahde vefa, üzerimizdeki en büyük mes’ûliyetlerden biridir. Bu mes’ûliyetin yerine getirilmesinde hayatımız bile söz konusu olmayabilir. Esâsen, bu

100

Page 101: ostern programi

mukavelenin önemli bir buudunu da ölümü göze alma teşkil etmektedir: İşte, konuyla alâkalı Kur’ân ayeti: “Allah, mü’minlerden mallarını ve canlarını cennet kendilerinin olmak üzere satın almıştır. Çünkü onlar, Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, öldürülürler. Bu, Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’ân’da Allah üzerine hak bir vaaddir. Ahdini Allah’tan daha çok yerine getiren kim olabilir? O halde, O’nunla yaptığınız bu alış-verişten dolayı sevinin. Gerçekten bu, büyük bir kazançtır.” Demek oluyor ki, biz muvakaveleyi bozmadığımız takdirde Allah da bozmayacaktır. Zaten O, asla hulfü’l-vaadde bulunmaz; yani o, vaadinden asla dönmez.

İçtimâiyatçıların görüşüne göre, dünyanın kaderine hakim olan ve tarihte büyük umranlar kuranların hemen hepsi, çileli bir hayatın içinden çıkıp gelmiş milletlerdir. Evet, bu umranlar, hayatlarını çile çizgisinde sürdüren yiğitlerin omuzlarında yükseldiği gibi, yine çileli hayata devam edenlerin omuzlarında devam etmiş; devam etmiş ve ne zaman rahata ve rehâvete düşülmüş, o zaman da bu umranlar çöküşe geçmiştir. Meselâ, bir dönemin yiğitlerinden Hz. Huzeyfe (ra) ve Hz. Enes (ra), hayatlarının son döneminde çok gözyaşı dökmüşlerdir. Halbuki onlar, dünyaya bizim kadar dalmamışlardı. Bu bakımdan, çileli bir hayat yaşamayı daha baştan bilerek ihtiyar etmeli; rahatın, rehâvetin bir gün bizi öğütücü dişleri arasına alabileceği ihtimali karşısında hep teyakkuzda bulunmalıyız. Yoksa, bugün var olsak da, yarın tükenişimiz kaçınılmazdır.

İçte değişikliğe uğramanın bir diğer emâresi de, evrâd ü ezkârı ve günlük hizbimizi okumayı, çeşitli sâiklerle de olsa terk etmektir. Önceleri, Kur’ân’ın nûrunu, karşılaştığımız herkese anlatma şevk ve gayreti içindeydik. Şimdi sanki bu hizmet, o günkü halavetini kaybetmiş gibi. Evrad ve ezkâra gelince, hizmet ediyoruz, koşturuyoruz diye o da rafa kondu. Oysaki Tabiîn ve Tebe-i Tâbiîn’e baktığımız zaman, her türlü vazife ve sorumluluklarının yanında evrâd ü ezkârlarını hiç terketmediklerini görüyoruz. Bediüzzaman Hazretleri, her sahayla iştigal etmiş, fünûn-u müsbete adına çok şeyler öğrenmiş, fakat, şimdikilerin anlayışına göre, ledünnî sahada yaya kalması beklenirken, aksine o, bu sahada da derinleştikçe derinleşmiş ve kalbî hayatını, gecelerdeki ruhanî seyahatını hiç mi hiç terketmemiştir. Demek ki, dimağ mütefelsif, yani aklî ilimlerle meşgul olsa da, kalp daima melek gibi olmalıdır. Bediüzzaman, birbirinden uzak bu iki sahayı cem’ edebilmesi yönüyle de çok büyüktür.

Evet, pozitif ilim tahsili yapanlar, içten bozulmaya karşı çok dikkatli olmalıdırlar. Evrâd ü ezkâra devam etmeli, Rabb’le münasebeti kavî tutmalı; birer temkin insanı olarak, “Allah her yerde hâzır ve nâzır O’nun huzûrunda bulunmak dikkat ister” diyerek, her zaman toparlanmalıdırlar. Zihinler ilim ve hikmetle, dopdolu olduğu gibi, gönüller de itmi’nanla dolup taşmalıdır.

Eskiden, sabah akşam, “Sübhâneke yâ Allah, teâleyte yâ Rahmân, ecirnâ min en-nâr, bi-afvike yâ Rahmân” diyerek, tesbihatını terketmeyenler, makam ve mansıb sahibi olduktan sonra, bunu terkediyorlarsa, bunlar içten çürümeğe başlamışlar demektir. Sabah derslerini terkedenler de öyle... Gecesini ihyâ etmeyen, teheccüd namazını kılmayan, sabah kahvaltısını yapmamalıdır. Tarih boyunca Kur’ân cemaatleri hep aynı yoldan gelip geçmiş, hep aynı çürümeğe maruz kalmışlardır. Zaten arada bir gelen mücedditlerin hikmet-i vücudu da bu küflü dimağların küfünü izale etmek değil mi?

Hâsılı, müslüman şu anda yokuşun eteğindedir ve eğer şimdiden çürümeler başlamışsa, ilerde çok dökülenler olacak demektir. Bu sebeple, her bir çürüme emâresi, bizi dâğidâr etmeli, çürümeğe mani olmak için de, her mü’min, ayıplarını yüzüne söyleyecek kardeşler edinmelidir ki, kardeşi çürüme belirtilerinin farkına

101

Page 102: ostern programi

vardığında hiç çekinmeden hemen onu tenkid etsin ve yolunu düzeltmesine vesile olsun.

6. GÜNÜN 1.YILDIZI : ABDULLAH BİN ABBÂS (r.a.)

TEFSÎR ÂLİMLERİNİN ŞÂHI:

Resûlullah efendimiz Mekke’de iken, Abdullah ibni Abbâs’ın annesine buyurmuştu ki:

- Senin bir oğlun olacak. Doğduğu zaman bana getir!

Çocuğu getirdiklerinde, kulağına ezân ve ikâmet okuyup, ismini Abdullah koydular. “Allahım! Onu dinde fakîh kıl ve kitabını ona öğret” diyerek duâ ettiler. Sonra annesinin kucağına verip buyurdular ki:

- Halîfelerin babasını al, götür!

Abbâs bunu işitip, bu durumu Peygamber efendimize gelip sorunca, “Evet, böyle söyledim. Bu çocuk halîfelerin babasıdır” buyurdu.

Abbâsî devletinin başına çok halîfeler geldi. Bunların hepsi, Abdullah bin Abbâs’ın soyundan oldu.

Abdullah bin Abbâs, Resûlullahın duâsı bereketiyle, ilimde çok yüksek derecelere ulaştı. Daha küçük yaşta iken, Resûl-i ekrem efendimizin yanına giderdi. Teyzesi Meymûne binti Hâris Resûlullahın zevcesi idi. Bu sebeple pek çok defa Peygamberimizin evine gidip gelmiş, ba’zı geceler orada kalmıştır.

Abdullah bin Abbâs, Resûlullahın abdest suyunu hazırlar, birlikte namaz kılarlardı. Abdest almayı, namaz kılmayı, Resûlullahtan görerek öğrendi. Devamlı hizmeti sebebiyle, Resûlullahın çok duâ ve iltifâtına kavuştu.

Bir defasında Peygamber efendimiz, mübârek elini Abdullah bin Abbâs’ın başına koyarak şöyle duâ etti:

- Yâ Rabbî! Bütün ilim ve hikmeti, bu başa ver! Onları te’vîl ve tefsîr edebilsin.

Bir başka gün de mübârek elini göğsü üzerine koyup:

- Allahım! İnsanoğluna ihsân ettiğin her ilim ve hikmet, bu güzel göğüste toplansın, buyurmuştur.

Peygamberimiz, Medîne’ye hicret ettikten sonra, Abdullah bin Abbâs, âilesi ile birlikte hicretin sekizinci senesine kadar Mekke’de kaldı. Mekke’nin fethinden önce Medîne’ye hicret etti. Bu sıralarda henüz 11-12 yaşlarında bulunuyordu. Aklı, zekâsı, çabuk kavrayışı ile dikkati çekiyor ve seviliyordu.

Peygamberimiz vefât ettiği sırada, İbni Abbâs onüç veya ondört yaşında bulunuyordu. Eshâb-ı kirâmın büyüklerinin meclisinde bulundu. Hz. Ömer’in sohbetlerine ve ilim meclisine devam edip, onun, Peygamberimizden aldığı ilme, feyze ve ma’rifetlere kavuştu.

Abdullah bin Abbâs, dört halîfe devrinde fetvâlar verdi. Hz. Osman devrinde yapılan Kuzey Afrika seferine katıldı. Bu seferde, İslâm ordusu adına kendisine elçilik vazîfesi verildi. Burada hükümdârlık eden Cercis ile görüştü. Cercis ve adamları onun aklını, zekâsını, fikrî kuvvetini ve ilmini görerek şaşırmışlardı. Hattâ onların, “Bu, Arabların en derin âlimidir” dedikleri bildirilmiştir.Dönüşlerinde Hz. Osman’ın emriyle, onun yerine hac emirliği yaptı. Bu vazîfeden döndüğü zaman, Hz. Osman şehîd edilmişti. Hz. Ali’nin halîfeliği sırasında, Basra vâliliğinde bulundu.

102

Page 103: ostern programi

Abdullah bin Abbâs, Eshâb-ı kirâm arasında, ilminin üstünlüğü ile tanınmıştır. Übey bin Ka’b onun hakkında buyurdu ki:

- O, bu ümmetin âlimidir. Ona akıl ve anlayış verilmiştir. Resûlullah efendimiz, onun dinde fakîh olması için duâ etmiştir.

Abdullah bin Abbâs hazretleri, Muhâcir ve Ensâr-ı kirâmdan birçoklarıyla görüşür, onlara Resûlullahın gazâları ve inzâl olan sûreler hakkında suâller sorardı. İlminin çokluğu sebebiyle kendisine lakab olarak Bahr-ül ilim, ya’nî ilim deryâsı denildi.

Çalışmaları, son derece muntazam ve belli bir plân dâhilinde idi. Hangi gün ne iş yapacağını önceden tesbit eder ve onlara aynen riâyet ederdi.

Dört büyük halîfe ve diğer Eshâb-ı kirâmdan çok iltifât gördü. Bu iltifâtlar karşısında aslâ hâlini değiştirmedi. Tevâzudan hiç ayrılmadı. Çok methedildiği zaman; “Bana bu ni’meti ihsân eden Allahü teâlâdır. Çünkü, Resûlullah efendimiz benim için duâ etti” derdi.

Abdullah bin Abbâs hazretleri, bilhassa Kur’ân-ı kerîmin tefsîri ve âyet-i kerîmelerin îzâhında yüksek bir ilme sahipti. Bu vasfından dolayı Tercümân-ül Kur’ân denilmiştir. Hz. Ömer, onu, ilim meclisinde bulundurur ve dâimâ ilme teşvîk ederdi. Yaşının küçüklüğüne rağmen İbni Abbâs’a hürmet eder, onunla istişârede bulunur, ilim ve irfânını takdîr ve tebrik ederdi.

Abdullah bin Abbâs hazretleri, Hz. Ömer’in kendisini üstün tutup, meclisinde bulundurması hakkında şöyle demektedir:

“Hz. Ömer, beni, Eshâb-ı Bedir’in meclisinde bulundururdu. Onlardan ba’zıları Hz. Ömer’e, “Niçin bu genci yanında bulunduruyorsun” diye suâl ettiklerinde buyururdu ki:

- Bu, sizin bildiklerinizden değil.”

Talebesi Atâ bin Ebî Rebâh der ki:

- İbni Abbâs’ın ilim meclisinden daha üstün ve daha faydalı bir meclis görmedim. Âlimler, sâlihler, şâirler onun meclisine devam ederler, her biri ilme doymuş olarak huzûrundan ayrılırlardı.

Abdullah bin Amr bin Âs da, İbni Abbâs’ı methederek der ki:

- Sünneti ve Kur’ân-ı kerîmdeki âyet-i kerîmelerin ihtivâ ettiği hükümlerin inceliklerini, en iyi bilenlerimizdendir.

Abdullah bin Abbâs hazretleri, devrinin ilim, irfân ve fazîlet bakımından önde gelenlerindendi.

İlimde canlı bir kütüphâne olup, bütün ilimleri kendisinde toplamış; tefsîr, hadîs, fıkıh, edebiyât ve sahâbenin ihtilâf ettiği konularda ve diğer ilim dallarında mütehassıs olmuştu.

Kur’ân-ı kerîmle ilgili ilmini, isteyen ve soranlara öğretirdi. Kur’ân-ı kerîm âyetlerinin toplanmasında ve neşrinde büyük hizmeti olmuştur.

Meşhûr velîlerden Şakîk, bir hac mevsiminde İbni Abbâs’ın bir hutbesini dinlemişti. İbni Abbâs, Nûr sûresinin tefsîrini yapmıştı. Şakîk buna hayrân olup dedi ki:

- Bu tefsîrin kadri, kıymeti yüksektir. Eğer Mecûsîler, Rumlar bunu duysalardı, hepsi Müslüman olurdu.

Abdullah bin Abbâs hazretlerinin, müstakil bir tefsîr kitabı yoktur. Fakat tefsîre dâir muhtelif rivâyetleri vardır. İslâm âlimleri, tefsîr kitaplarını onun rivâyetleriyle süslediler.

Abdullah bin Abbâs hazretlerinin nakledilegelen rivâyetlerinden bir kısmını, Fîrûzâbâdî, Tenvîr-ül-Mikbâs min Tefsîr-i İbni Abbâs adlı bir kitapta toplamıştır. Onun tefsîre dâir rivâyetleri çeşitli yollarla nakledilmiştir.

103

Page 104: ostern programi

İbni Abbâs hazretlerinin verdiği fetvâlar, fıkıh ilminin en kuvvetli temellerindendir. Halîfe Me’mûn zamanında toplatılan fetvâları, yirmi cildi bulmakta idi. Kendisine havâle edilen mes’elelere gâyet açık ve isâbetli cevaplar vermesiyle meşhûr oldu. Bu sebeple müşkillerini sormak üzere kendisine çok sayıda gelen oluyordu. Suâl sormak için gelenlerin çok kalabalık olması sebebiyle, gelenleri ellişer kişilik gruplar hâlinde yanına alıp, suâllerine cevap verirdi.

Talebelerinden Ebû Sâlih anlatır:

“İnsanlar mes’elelerini sormak için Abdullah bin Abbâs’ın evi önünde toplanmışlardı. Yol, insanla dolup taşmıştı. Kimsenin gelip geçmesi mümkün değildi. Huzûruna girip, kapı önündeki durumu haber verdim. Bana, su getirmemi söyledi. Getirdiğim su ile, abdest aldı ve buyurdu ki:

- Şimdi çık ve dışardakilere söyle! Onlardan, Kur’ân-ı kerîm ve kırâat ilmine dâir soru sormak isteyenler gelsinler!

Dışarı çıkıp söyledim. O husûsta mes’elesi olanlar içeri girdiler. Ev doldu. Müşkillerini sordular ve cevaplarını fazlasıyla alıp dışarı çıktılar. Sonra tekrar buyurdu ki:

- Şimdi Kur’ân-ı kerîmin tefsîr ve te’vîli husûsunda bilgi edinmek isteyenler gelsin!

Söyledim. İçeri girdiler. Onlar da evin odalarını doldurdular. Onların da suâllerini cevaplandırdı. Doymuş olarak çıktılar. Arkasından tekrar buyurdu:

- Harâm, helâl ve fıkıhtan mes’elesi olanlar gelsinler!

Haber verdim, onlar da içeri girdiler. Evde yine boş yer kalmadı.

Gelenler de harâm, helâl ve fıkhî mevzûlarda çeşitli suâller sordular. Onlara da çok güzel cevaplar verdi.

Gelenler dışarı çıktılar. Sonra tekrar buyurdu ki:

- Ferâiz ya’nî mîrâs mes’elesine dâir suâlleri olanlar girsinler!

Onlar gelip evi doldurdular. Cevaplarını alıp çıktılar.

Onlar çıktıktan sonra yine buyurdu: - Lügat ilminden ve edebiyattan sormak isteyenler girsinler.

6. GÜNÜN 2.YILDIZI : ABDULLAH BİN ABBÂS (r.a.)-2

Onlar da gelip suâllerini sorup cevaplarını aldılar. Böylece, suâli olanların hepsi, cevaplarını teferruatlı bir şekilde aldılar.

Bu duruma yakînen şâhit olduktan sonra anladım ki, Kureyş, Abdullah bin Abbâs hazretleri ile ne kadar iftihâr etse azdır. Hayatımda, kapısında böyle kalabalık insanların toplandığı bir başka kimse görmedim.”

İbni Abbâs hazretleri, hadîs ilminde bir deryâ idi. 2660 civârında hadîs-i şerîf rivâyet etti. Hadîs-i şerîfleri tedkîk ve araştırma ile öğrenirdi. Rivâyetleri Kütüb-i sitte denilen meşhûr altı hadîs kitabında yer almaktadır.

Abdullah bin Abbâs hazretleri, ömrünün son günlerinde 7-8 gün hasta yattıktan sonra, 687 senesinde Tâif’te vefât etti. Cenâze namazını, Hz. Ali’nin oğlu Muhammed bin el-Hanefiyye kıldırdı ve buyurdu ki:

- Bugün, bu ümmetin en âlimi vefât etti. Onun vefâtı Müslümanları çok üzdü.

104

Page 105: ostern programi

Abdullah bin Abbâs hazretleri, uzun boylu, güzel beyaz yüzlü, iri vücutlu bir zât idi. Sakalını kına ile boyardı. Çok ağlaması sebebiyle, yanaklarında, gözyaşlarının bıraktığı izler görünürdü. Ömrünün sonuna doğru gözleri görmez olmuştu. Bunun için şu beyti söylemişti:

Allah, gözlerimden görme nûrunu aldıysa, Dilimde ve kalbimde o nûr devam ediyor.

Abdullah bin Abbâs hazretleri buyurdu ki:

“Dağlar dahî birbirine karşı azsa, azgın cezâsını bulacaktır.”

“İçinde harâm olanın, ya’nî harâm yiyenin, namazını Allahü teâlâ kabûl etmez.”

“Benim için gecenin az bir vaktini ilme ayırmak, bütün geceyi ibâdetle geçirmekten daha sevimlidir.”

“İnsanlara hayrı öğretenler için, denizdeki balıklara varıncaya kadar her şey, Allahü teâlâdan magfiret diler.”

“Resûlullah efendimiz misvâk kullanmak husûsunda bize öyle emirler verirdi ki, bu husûsta bir âyet geleceğini zannederdik.”

“Her binânın bir temeli vardır. İslâm binâsının temeli de güzel ahlâktır.”

“Zengine ikrâm edip, fakîre ihânet eden mel’ûndur.”

“Kıyâmet günü Cennete ilk da’vet edilecek olanlar, her durumda Allahü teâlâya hamd edenlerdir.”

“Ey çok günâh işleyen! Yaptığın işin şerli sonucu seni bekliyor, onun için kendinden emîn olma! Gülmektesin, ama başına neler geleceğini anlamıyorsun. Bu hâlin, günâhların en büyüğüdür. Bir hatâlı işte başarı kazanır, sevinirsin. Bu sevinmen, yaptığın hatâdan daha büyüktür.”

“İşleyeceğin yanlış bir işin fırsatını kaçırınca, üzülürsün. Hâlbuki bu, o hatâdan daha tehlikelidir. Sen hatâdasın. Allahü teâlâ, seni dâimâ görmektedir. Bu görüş, kalbini titretmez. Bu hâlin, yaptığın hatâdan daha fenâdır.”

“Sabır üç çeşittir. Birincisi, farzların yapılmasında güçlüklere sabretmek. Bunun sevâbı üçyüz derecedir. İkincisi harâmlardan ve yasak edilen şeylerden sakınma husûsunda sabır. Bunun altıyüz derece sevâbı vardır. Üçüncüsü, musîbetin ilk geldiği anda gösterilen sabırdır. Bunun da fazîleti dokuzyüz derecedir.”

Talebesi Mücâhid bin Cebr, Abdullah bin Abbâs’ın şöyle buyurduğunu nakleder:

“Üzerine gerekmeyen ve sana faydası dokunmayan şeyler hakkında konuşma! Çünkü bu fuzûlî bir iştir, zararından da emîn değilsin.

Yerini bulmadıkça lüzûmlu olan sözü de konuşma! Çok kere faydalı söz yerini bulmaz da kaybolur gider.

Sefîh ve ahmak kimselerle mücâdele etme! Çünkü sefîh, kalbinden sana buğzeder. Ahmak, âdî kimseler, dili ile sana eziyet ederler.

Tanıdığın kimse yanından ayrıldığı zaman, onun ayrı bir yerde seni nasıl anmasını istersen, sen de onu öyle an!

Sen, affedilmeni istediğin husûslarda, onu da affet! Kardeşinin sana ne şekilde muâmele yapmasını istersen, sen de ona o şekilde muâmele et!

Suçlu olarak yakalanıp da, ihsân ile mükâfât görenin ameli gibi amel et!”

105

Page 106: ostern programi

Abdullah bin Abbâs bir dersinde şöyle buyurdu:

- Besmeleyi okuyan, Allahü teâlâyı zikretmiş olur. Elhamdülillah diyen, şükretmiş olur. Allahü ekber diyen, Allahü teâlâyı ta’zîm etmiş, büyük bilmiş olur. Lâ ilâhe illallah diyen, Allahü teâlâyı tevhîd etmiş olur. Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh diyen, Allahü teâlâya teslîm olmuş olur. Onun için Cennette yüksek bir derece ve hazîneler vardır.

Abdullah bin Abbâs hazretleri, farzlara çok önem verirdi. Nasîhat istiyenlere buyururdu ki:

- İlk önce farzları yapmalıdır. Allahü teâlânın emirlerini yerine getir ve O’ndan yardım iste! Allahü teâlâ bir kulunda, düzgün niyet ve katındaki sevâba kavuşma arzûsu görünce, onun istemediği şeyleri ondan men eder.

Allahü teâlâ, mü’min, fâcir, günâhkâr herkesin rızkını helâlden takdîr etmiştir. Helâl rızkı için sabrederse, Allahü teâlâ onu mutlaka gönderir. Sabırsızlık gösterip harâmdan bir şey yerse, helâl rızkından eksiltir.

Abdullah bin Abbâs anlatır:

“Resûlullah efendimiz bana şöyle buyurdu:

- Ey oğlum! Sana faydalı olacak ve Allahü teâlânın râzı olduğu birkaç şey öğreteyim mi?

Sen Allahü teâlânın hakkını gözetirsen, O da seni gözetir. Genişlik vaktinde O’nu unutmazsan, sıkıntılı zamanında imdâdına yetişir.

İnsanlar sana bir şey vermek için bir araya gelseler, o şeyi Allahü teâlâ takdîr etmedi ise vermeye güçleri yetmez. Bir şeyden seni men ettiklerinde, eğer Allahü teâlâ o şeyi takdîr etti ise, mâni olamazlar.”

Yaptığını Allah için yap! Nefsinin hoşuna gitmeyen şeylere sabretmekte, senin için çok hayır ve iyilikler vardır. Allahü teâlânın yardımı, sabırla birlikte gelir. Sıkıntıdan sonra rahatlık vardır.

Abdullah bin Abbâs, kâinâtın yaratılışıyla ilgili olarak bir dersinde buyurdu ki:

Resûlullah efendimiz buyurdu ki:

İblîs, Âdem aleyhisselâm yeryüzüne indirilince, Allahü teâlâya sordu:

- Kullarına saâdet yolunu göstermek için, birçok kitap ve Peygamberler verdin. Kullarını azdırmak için, bana ne vereceksin?

- Senin kitâbın, nefsi azdıran şiirler ve mûsikîdir. Peygamberlerin, kâhinler, falcılar, büyücülerdir. Aklı gideren, kalbleri karartan gıdaların da, Besmelesiz yenilen, içilen şeyler ve sarhoş eden içkilerdir. Nasîhatların, yalan; evin, oyun sahaları ve hamamlar; tuzakların, çıplak gezen kızlar; mescidlerin, fısk meclisleridir.Abdullah bin Abbâs buyurdu ki: “Allahü teâlâ Îsâ aleyhisselâma buyurdu:

- Yâ Îsâ! Muhammed aleyhisselâma îmân et! Senin ümmetinden, Onun zamanına yetişecek olanların, Ona îmân etmeleri için de ümmetine emret! Muhammed aleyhisselâm olmasaydı, Âdem Peygamberi yaratmazdım.

Muhammed aleyhisselâm olmasaydı, Cenneti, Cehennemi yaratmazdım. Arşı su üzerinde yarattım. Hareket etti. Üzerine, Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah yazınca durdu.”

Bir gün Abdullah bin Abbâs hazretlerine sordular: - Beş vakit namazı emreden âyet-i kerîme, Kur’ân-ı kerîmin neresindedir?

Cevâbında buyurdu ki:

- Rûm sûresinin onyedinci ve onsekizinci âyetlerini oku! Bu iki âyet-i kerîmede meâlen buyuruldu ki:

(Akşam ve sabah vakitlerinde, Allahı tesbîh edin! Göklerde ve yeryüzünde olanların yaptıkları ve

106

Page 107: ostern programi

ikindi ve öğle vakitlerinde yapılan hamdler, Allahü teâlâ içindir.)

Akşam yapılan tesbîh, akşam ve yatsı namazlarıdır. Sabah yapılan tesbîh, sabah namazıdır. İkindi ve öğle vakitlerinde yapılan hamdler, ikindi ve öğle namazlarıdır.

Bu âyet-i kerîmeler, beş vakit namazı emretmektedir.

Abdullah bin Abbâs anlatır:

“Birkaç Sahâbî yolculukta bir çadır kurduk. Burada kabir olduğunu bilmiyorduk. Birisinin Mülk sûresini başından sonuna kadar okuduğunu işittik. Medîne’ye gelince, bunu Resûlullaha arz ettik. Buyurdular ki:

- Bu sûre, ölüyü kabirdeki azâbdan kurtarır.”

Abdullah bin Abbâs buyurdu ki:

- Allahü teâlâ bütün emirleri için bir sınır koymuş, bu sınırı aşınca, özür saymıştır. Özür olanı affetmiştir. Yalnız, zikrediniz emri, böyle değildir.

Bunun için bir sınır ve özür tanımamıştır. Hiçbir özür ile zikir terkedilmez. Çünkü O, “Dururken, otururken ve yatarken de zikrediniz! Her yerde, her hâlde, dil ile ve kalb ile zikredin! Beni hiç unutmayın” buyurdu.

Bakara sûresinin yüzelliikinci âyetinde meâlen, “Beni zikredin! Ben de sizi zikrederim!” buyuruldu.

6.GÜNÜN HİKAYESİ : BİTLİS-TİFLİS

(…) Van'a gitmek üzere İstanbul'dan ayrılır, Batum yoliyle Van'a giderken Tiflis'e uğrar. Tiflis'de, Şeyh San'an Tepesine çıkar. Dikkatle etrafı temaşa ederken yanına bir Rus polisi gelir ve sorar:

– Niye böyle dikkat ediyorsun? Bediüzzaman der:– Medresemin plânını yapıyorum. O der:– Nerelisin? Bediüzzaman:– Bitlisliyim. Rus polisi:– Bu Tiflis'dir! Bediüzzaman:– Bitlis, Tiflis birbirinin kardeşidir. Rus polisi:– Ne demek? Bediüzzaman:– Asya'da Âlem-i İslâmda üç nur birbiri arkasında inkişafa başlıyor. Sizde birbiri üstünde üç zulmet

inkişafa başlayacakdır. Şu perde-i müstebidane yırtılacak, takallüs edecek, ben de gelip burada medresemi yapacağım. Rus polisi:

– Heyhat!.. Şaşarım senin ümidine? Bediüzzaman:– Ben de şaşarım senin aklına! Bu kışın devamına ihtimâl verebilir misin? Her kışın bir baharı, her

gecenin bir neharı vardır. Rus polisi:– İslâm, parça parça olmuş? Bediüzzaman:– Tahsile gitmişler. İşte Hindistan, İslâmın müstaid bir veledidir; İngiliz mekteb-i idadisinde çalışıyor.

Mısır, İslâmın zeki bir mahdumudur; İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor. Kafkas ve Türkistan, İslâmın iki bahâdır oğullarıdır; Rus mekteb-i harbiyesinde talim ediyorlar. İlâ âhir...

Yahu, şu asilzade evlâd, şehadetnamelerini aldıktan sonra, herbiri bir kıt'a başına geçecek, muhteşem âdil pederleri olan İslâmiyetin bayrağını âfâk-ı kemalâtta temevvüç ettirmekle, kader-i ezelînin nazarında feleğin inadına, nev-i beşerdeki hikmet-i ezeliyyenin sırrını ilân edecektir.

ULU BİR RÜYA…

Kestane Pazarı Camii'nin bir hatibi vardı. Bizim Kur'an-ı Kerim ve tecvid hocamızdı. İsmi, İbrahim Çetin. Allah rahmet eylesin çok takva bir hafızdı. Camiye, ikinci yollardan gelir, gözüne haram değmemesi için değneğinin ucuna bakarak yürürdü. Tatlı sesiyle, camide namaz kıldırır ve hutbeleri okurdu. Arkadaşlarımızdan birisine şöyle bir rüyasını anlatmış:

"Kendimi Ege Ovası'nda görüyorum. Her taraf kupkuru. Sonra bir nehir akarak geldi. Koyunlar ve çobanlar vardı. Çobanlar, nehirden su içmek isteyen hayvanları engelliyorlardı. Onlara niye böyle yaptıklarını sordum.

107

Page 108: ostern programi

Henüz izin gelmediğini söylediler. Sonra yavaş yavaş, nehir kenarından itibaren bütün ova yeşillenmeye başladı. Çobanlar da iznin geldiğini söyleyerek koyunları suya salmaya başladılar. Ben 'Acaba bu nehir nereden geliyor?' diye sordum. Bana Erzurum'dan geldiğini söylediler. Bu rüyamdan birkaç ay sonra bu camiye bir vaiz geldi; ama çok farklı konuşuyordu. Yaşayışı da bambaşka idi. Örnek bir hali vardı. Nereli olduğunu sorduğumda Erzurumlu olduğunu söylediler. O zaman rüyamı hatırladım."

Şimdi ben de 35 sene öncesini hatırladım. Evet, biz öğrenciydik, O zat da vaiz ve hoca idi. O zaman 28 yaşlarındaydı. Ama, ancak kamil ve bilge insanlarda rastlanabilecek bir vakar ve ciddiyete sahipti. Fıtri istidatları itibariyle de hiç karşılaştıklarımıza benzemiyordu. Kur'an-ı Kerim'i ezberlemeye çok küçük yaşta başlamıştı. Pek çok hadis-i şerif de hafızasındaydı. Mehmet Akif'in o büyük Safahat kitabından mühim bir kısmı da ezberindeydi.

Çok hassas bir yapıya sahipti. Bu hassasiyet her zaman hissedilirdi.

Uyuşuk, tembel ve kaygısızlara "Havadan nem kapanlar yanında bunlar da yağmur altında ıslandığını fark etmeyenler." nazarı ile bakar ve hallerine çok hayret ederdi. Elbette bu hassasiyetin ayet ve hadislerdeki ince ve derin manaları -derinliklerden inci ve mercan çıkaran bir mücevher avcısı gibi- kavrama ve yakalamada çok büyük önemi vardı. Bu mükemmel kavrayış aynı zamanda muazzam bir yorumlama kabiliyetini de devamlı besliyordu.

Böylece herhangi bir meseleye bir anda birkaç yönden bakabilme imkanına da sahip oluyordu. Yerinde kullanılan bir hassasiyet meziyetinin böylece Cenab-ı Hakk tarafından ihsan edilmesinin sır ve hikmeti de tezahür ediyordu.

Hislerinin keskinliği yanında, sezgileri de çok derindi. Zamanla çok defa şahit olduk ki, insanlığa, bilhassa İslamiyet'e indirilen her darbeyi, anında vicdanında duyuyordu. Bu manada kötü bir oluşum başlayınca, patlamadan önce sezer ve bunu iyice anlamak için sağa sola 'Bir yaramazlık var mı?' diye sorardı. Bu mesele ile ilgili olarak yakın çevresi pek çok hissiyatına ve önceden anlattığı rüyalarına şahittir.

Sonbaharda bir yaprağın düşmesi bile ona tesir eder. Tuvalete düşen bir karıncayı kurtarmak için kollarını sıvayıp uzun zaman uğraştığını biliyoruz. Bosna, Azerbaycan ve benzeri olaylar sonrasında, bazı katliamlar karşısında şefkatinden bayılacak hale geldiğine hatta bayıldığına vaaz kasetleri bile şahittir. Bu meselenin ırk ve dini de yoktur.

Onun zihninde büyük bir eğitim projesi ile beraber cihan sulhu vardı.

Vaaz ve sohbetlerinde bunları işledi, önce vatanımızda sonra bütün cihanda bunlar yankısını buldu. Onun için bütün hücumlardan sonra bile yapılan anketler, ona halkımızın % 95'inin sevgi ve sempati beslediğini ortaya koydu. Millet vicdanından onu, Allah'ın izniyle hiç kimsenin silemeyeceği, onu silmek isteyenlerin de silineceği pek çok olayla anlaşıldı.

6. GÜNÜN 2.HİKAYESİ :

108

Keşke!Keşke az konuşsa, az uyusa, az yese ve az içse

idim.Fakat çok Kur'an okusa, çok hadis öğrense ve çok

fıkıhla uğraşsaydım ve öğrendiklerimi hem tatbik etseydim, hem de etrafıma neşretseydim. O kadar ki, Cenabı Hakk'ın esmâsını, Kur'anı Kerim'i ve Sünneti Nebeviye'yi her haliyle anlatan bir dil kesilseydim.

Keşke başta kendi nefsimi terbiye etse idim. Fakat kendimle yetinmeyip neslin de terbiye ve ıslahı istikametinde gayret gösterse idim. Öğrendiklerimi hemen gidip çevremdekilere anlatsa ve etrafa tebliğ etseydim.

Keşke sadece şahsî noksan ve kusurlarımı görseydim ve onların telâfisi için çalışsaydım. Fakat benden gayri hiç kimsenin noksan ve kusurlarına bakmasa idim. Hatta görmese ve düşünmese idim.

Keşke kimseye karşı içimde gıllü gış (iç dedikodusu) olmasa idi, kimseye kin beslemeseydim ve hiçbir Müslüman'la münakaşa etmeseydim.

Ne kadar da sık dokuyorum. Keşke bunu kendi nefsim için yapsaydım da başkaları için çok müsamahalı davransaydım.

Keşke kendimi büyük görmeseydim ve büyüklere ait tavırlara girmeseydim. Bir mecliste kavlen ve fiilen hakim ben olmasaydım. Ferdlerden bir ferd olsaydım. Ancak sorulunca veya müsaade edilince konuşsaydım. Bunun dışında hep sükut etseydim.

Keşke iman esaslarını, Kur'an hakikatlerini ve sünnet düsturlarını hem dilimle, hem de halimle neşretmeyi hayatımın gâyesi yapsaydım ve öyle yaşasaydım.

Keşke Resûli Ekrem Sallallahü Aleyhi ve Sellem ile sahabei kiramı (Radıyallahü anhüm) çok iyi tanısaydım. Onları candan sevseydim ve onlara benzemeye çalışsaydım.

Keşke her şeyimde sadece Yüce Allah'ın rızasını gözetseydim ve mükâfât olarak onunla yetinseydim.

Page 109: ostern programi

İLERİCİ FETHULLAH GÜLEN

Sayın Fethullah Gülen; ömrünü insanlığın hayrı için harcamış, kendisine inananların desteği ile gençleri çağdaş dünyaya hazırlamak ve Türk ulusunu muasır medeniyetler seviyesine çıkarmak için mücadele veren ilerici bir ekolün başlatıcısı... Bir gönül eri...

Gülen ekolü; başta kendi ülkesi olmak üzere, dünyanın dört bir yanındaki 40'ı aşkın ülkede Türk okulları, yurtları açmış. Sadece Türk değil, dünya gençliğine de eğitim hizmeti sunuyor. Kendisine ait mal varlığı, şirketi ve benzeri yatırımları yok. Yapılan bütün işler, Sayın Gülen'e inanmış işadamlarının girişimleriyle oluyor. Ama Türkiye'de son günlerde koparılan fırtınaya bakarsanız Sayın Fethullah Gülen tehlikeli bir gerici.

Allah Allah... Hadi sarık takanı, şalvar giyeni, zikir edeni gerici yaptınız anladık da okul kuran nasıl gerici oluyor? Efendim takiyye yapıyormuş. İstediği noktaya ulaşınca gerçek yüzünü gösterecekmiş.

Yapmayın yahu; ayıptır, günahtır, Sayın Fethullah Gülen 60 yaşına gelmiş bir insan. Daha kaç yıl yaşayacak ki takiyye yapsın?.. Gülen ekolünün eğitim kuruluşlarında bulunan kaç öğrenci polis vurdu, kaç öğrenci banka soydu, kaç öğrenci paşalara uzun menzilli tüfekle suikast düzenledi, kaç öğrenci devletin ve milletin malına zarar verdi, kaç öğrenci uyuşturucu komasına girerek intihar etti?

Tek suçları, uluslararası bilgi yarışmalarında birinci olmak ve Türkiye'nin hayal bile edemediği başarılara ulaşmak. Koparılan gürültü, Sayın Gülen'in veya Gülen ekolünün gerici olmasından değil, tam tersine ilerici olmasındandır.

Bazı çevreler Müslümanları yıllardır ikinci sınıf vatandaş olarak görmeye alışmış... Müslümanlar, hep, "Ye aşı, kıl beşi; başka işe karışma" mantığı ile yönlendirilmiş. Camiye gidip gelen, etliye sütlüye karışmayan insanlar olarak görülmüş Müslümanlar...

Okuyup; cumhurbaşkanı, başbakan, vali, kaymakam, hakim, avukat, doktor, profesör, mühendis, sanayici ve benzeri mevkilere gelmek Müslüman'ın haddine mi düşmüş?!.

İşte şimdi sıkıntı buradan kaynaklanıyor. Müslüman kabuğunu kırmış, sadece Türkiye'de değil; dünyanın dört bir yanında ilim tahsil ediyor. Ve bunun adı gericilik oluyor. Ve her dinin, partinin, grubun içinde bulunan marjinal bazı insanlar örnek gösterilerek Türk kültürünü ve bayrağını dünyaya tanıtan bir ekol gerici ilan ediliyor.

109

Page 110: ostern programi

6.GÜNÜN ŞİİRİIŞIK ADAMBelirdi bir kır atlı;Başı gözü polatlı;Gözler buğulu, nemli,Üveyk gibi kanatlı...

Geliyor dolu dizgin,Yüreği dertle ezgin..Izdırâb çekmiş belli,Duyguları pek engîn.

Ululardan bir ulu,Heyecanla dopdolu;Dokunsan ağlayacak,Allah’ın sâdık kulu.

Bir gariblik sesinde,Yalan yok çehresinde..Bakanlar anlayacak,Işık var çevresinde.

Sür atını durmadan,Kalmadı bende derman;Ey metâı nûr adam!Yok fevt edecek zaman.

Sakın geç kalma zinhâr!İçim hasretle yanar;Kalmadı başka sevdâm,Ağar ufkumda ağar..!

Artık bende’nim bende’n,Ayrılmam asla senden!Al beni de yanına;Vaz geçdim cân u tenden...

Sorma kim olduğumu!Düşüp-doğrulduğumu;Eriştim ummanına,Unuttum boğulduğumu…

110

Page 111: ostern programi

 EBEDA

Yarab haberin nereden alalımBir kamil mürşide varalım

Hakkın yoluna kurban olalım

Bir anda sabah olmaz ebedaGözüme uyku girmez ebeda

Gönlüm teselli bulmaz ebeda

Gönül kuşunu eyleyemedimDünyaya mesken bağlayamadım

Yandı yüreğim ağlayamadım

Bir anda sabah olmaz ebedaGözüme uyku girmez ebeda

Gönlüm teselli bulmaz ebeda

Tazedir solmaz Hakkın gülleriMestane gezer saadet kullarıGayet incedir Hakkın yolları

Bir anda sabah olmaz ebedaGözüme uyku girmez ebeda

Gönlüm teselli bulmaz ebeda

Yarabberrahim Ey lütfü KerimYoluna kurban canım var benimYarab sen varken kime gideyim

Bir anda sabah olmaz ebedaGözüme uyku girmez ebeda

Gönlüm teselli bulmaz ebeda

YEDİ GÜN DAHİ OLSA KAMPA KATILINIZ, AZ KAMP ÇOK İLİM ÖĞRETİR.

111

Page 112: ostern programi

 MEVLANA GİBİ

Mesneviden ders aldımOldum Mevlana gibi

Uçsuz ummana daldımYüzdüm Mevlana gibi

Sağ elimi kaldırdımSol elimi daldırdım

Dilim kalbe indirdimDöndüm Mevlana gibi

Yüceldim döne döneUmudum hep o güneGiderken o düğüneGülsem Mevlan gibi

Sağ elimi kaldırdımSol elimi daldırdım

Dilim kalbe indirdimDöndüm Mevlana gibi

Hayranı der aşk versinŞems gibi yoldaş versin

Canlar kemale ersinErsem Mevlana gibi

Sağ elimi kaldırdımSol elimi daldırdım

Dilim kalbe indirdimDöndüm Mevlana gibi

HEY ARKADAŞ!

ŞU KARŞIDAKİ KAMP

112

Page 113: ostern programi

ŞU YANINDAKİ OKUMAYI BEKLEYEN KİTAP

ŞU İLERDEKİ İLGİLENDİĞİN ARKADAŞ

KAMPTA,KİTAPTA, ARKADAŞTA SANA EMANET

  ARAYU ARAYU

Arayu arayu bulsam iziniİzinin tozuna sürsem yüzüm

Hak nasip eylese görsem yüzünüYa Muhammed canım arzular seni

Bir mübarek sefer olsada gitsemKabe yollarında kumlara bassamHak nasip eylese yüzünü görsem

Can Muhammed canım arzular seni

113