60
19. sayı nisan - haziran 2009 3 TL www.otonomlar.org [email protected] imparatorluğun krizi iktidar diyalektiktir marksist felsefe finansal kapitalizmin şiddeti

OtonomSayı 19

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Otonom 19. Sayı

Citation preview

Page 1: OtonomSayı 19

19. sayı nisan - haziran 2009 3 TL www.otonomlar.org [email protected]

imparatorluğun krizi iktidar diyalektiktir marksist felsefe finansal kapitalizmin şiddeti

Page 2: OtonomSayı 19

Ekim ve Hasatlara Dair: Marcos’un Gazze Üzerine KonuşmasıEzilenlerden ve soldan kim buna sessiz kalabilir? Bir şeyler söylemek işe yarar mı? Bizim ağlayışlarımız bir bombayı dahi durdurur mu? Bizim sözümüz bir tek Filistinlinin dahi yaşamını kurtarır mı? Evet, bize göre bu işe yarar.

17 Ocak 2009, Cumartesi

Komutan Yardımcısı Marcos

İki gün önce, şiddeti tartıştığımız gün, anlatmakta kelimelerin kifayetsiz kaldığı Condoleezza Rice, bir ABD yetkilisi, Gazze’de olup bitenlerin vahşi doğalarından ötürü Filistinlilerin hatası olduğunu beyan etti.

Dünyayı çapraz kesen yeraltı nehirleri kendi coğrafyalarını değiştirebilir ancak aynı şarkıyı söylerler.

Ve şu an bizim duyduğumuz, savaşın ve acının şarkısı.

Buradan çok uzakta değil, Gazze adında bir yerde, Ortadoğu’da, tam burada bizim yanı başımızda, İsrail hükümetinin ağır eğitimli ve silahlı ordusu ölüm ve yıkım yürüyüşüne devam ediyor.

Attığı adımlar klasik bir askeri işgal savaşının adımları: öncelikle “stra-tejik” askeri noktaları (askeri kılavuzların söylediği şekliyle) yok etmek amaçlı yoğun bir toplu bombalama ve direniş güçlerini “zayıflatmak”; sonra istihbarat üzerinde sıkı bir kontrol : “dış dünyada”, operasyon alanının dışı, görülen ve duyulan her şey askeri kriterlerle seçilmelidir; şimdi de taburların yeni mevzilere ilerlemesi için düşman askerlerinin üzerine yoğun top atışı; sonra da düşmanın garnizonunu zayıflatmak için bir kuşatma olacak; sonrasında da mevzi işgal eden ve düşmanı yok eden saldırı, ve muhtemel “direniş yuvalarının” “temizlenmesi”.

Modern savaşın askeri kitapçığı, birkaç varyasyon ve eklemeyle adım adım istilacı askeri güçler tarafından takip ediliyor.

Bunun hakkında çok şey bilmiyoruz ve “Ortadoğu’da çatışma” diye adlandırılan konu hakkında şüphe yok ki uzmanlar var, ancak dünyanın bu köşesinden bizim de söyleyeceğimiz bir şey var:

Haberlerdeki fotoğraflara göre İsrail hükümetinin hava güçlerince imha edilen “stratejik” noktalar; evler, kulübeler, sivil binalardır. Yıkıntıların ortasında tek bir sığınak, kışla, askeri havaalanı ya da bombardıman silahı görmüyoruz. Yani —ve lütfen cahilliğimizi bağışlayın— bize göre ya uçakların silahlarının kötü amaçları var ya da Gazze’de öyle “strate-jik” noktalar yok.

Hiçbir zaman Filistin’i ziyaret etme onuruna sahip olmadık ancak insan-ların, erkeklerin, kadınların, çocukların ve yaşlıların -askerlerin değil- evlerde, kulübelerde ve binalarda yaşadıklarını varsayıyoruz.

Henüz direnişin takviye kuvvetlerini de görmedik, sadece yıkıntılar.

Ancak istihbarat kuşatmasının nafile çabalarını gördük ve işgali gör-mezden gelmekle alkışlamak arasında karar vermeye çalışan dünya hükümetlerini ve epey zamandır bir işe yaramayan, dışarıya ılımlı basın açıklamaları gönderen Birleşmiş Milletleri.

Ancak bekleyin. Birden aklımıza geldi belki de İsrail hükümetine göre bu erkekler, kadınlar, çocuklar ve yaşlılar düşman askerleri; ve böylece ikamet ettikleri kulübeler, evler ve binalar da yok edilmesi gereken kış-lalardır.

Yani şüphe yok ki bu sabah Gazze’ye yağan kurşun yağmuru, İsrail birliklerinin ilerleyişini bu erkekler, kadınlar, çocuklar ve yaşlılardan korumak içindi.

Cahilliğimizi tekrar bağışlayın, belki de söylediğimiz asıl mevzunun dışındadır. Ve devam eden suçu mahkum etmek yerine, biz yerliler ve savaşçılar olarak, olup bitenin “siyonizm” mi “antisemitizm” mi olduğu-nu, ya da bunu başlatanın Hamas’ın bombaları olup olmadığını tartışı-yor olmamız ve bu tartışmaların içinde bir konum almamız gerekiyor.

Belki bizim düşüncemiz çok basit ve analizler için çok gerekli olan nüansları ve dipnotları kaçırıyoruz, ancak Zapatistalar için bu durum pro-fesyonel bir ordunun savunmasız bir nüfusu katletmesi gibi görünüyor.

Ezilenlerden ve soldan kim buna sessiz kalabilir?

Bir şeyler söylemek işe yarar mı? Bizim ağlayışlarımız bir bombayı dahi durdurur mu? Bizim sözümüz bir tek Filistinlinin dahi yaşamını kurtarır mı?

Evet, bize göre bu işe yarar. Belki bir bombayı durduramayız ve sözü-müz böylelikle fişeğinin üzerine “IMI” ya da “Israeli Military Industry” (İsrail Askeri Endüstrisi) harfleri kazınmış 5.56 mm ya da 9 mm kalib-relik mermilerin bir kız ya da oğlan çocuğunun göğsüne saplanmasını engelleyen bir zırhlı kalkana dönüşmeyecek. Ancak belki de sözümüz Meksika’daki ve dünyadaki öteki sözlerle güç birliği yapmayı başarır ve belki de ilk etapta bir mırıltı olarak duyulur, giderek gürleşir ve sonra Gazze’de duyulabilecek bir çığlık, feryat olur.

….

Ancak hepsi bu değil. Filistin halkı da direnecek ve yaşayacak ve müca-dele etmeye devam edecek ve amaçları için ezilenlerden sempati gör-meye devam edecek.

Ve belki Gazze’den bir kız ya da erkek çocuğu da yaşayacak. Belki büyüyecekler, onlarla beraber kuvvetleri, kızgınlıkları ve öfkeleri de büyüyecek. Belki Filistin’de mücadele eden gruplardan biri için asker ya da milis olacaklar. Belki kendilerini İsrail’le savaş halinde bulacaklar. Belki bunu bir silahı ateşleyerek yapacaklar. Belki kendilerini bellerine sarılı bir kuşak dinamitle feda edecekler.

Ve sonra tepede, yukarıdan birileri Filistinlilerin vahşi doğaları hakkında yazacak ve bu şiddeti kınayan açıklamalar yapacak ve bunun siyonizm mi anti-semitizm mi olduğunu tartışmaya geri dönecekler.

Ve hiç kimse şu anda hasat edileni kimin ektiğini sormayacak.

Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu erkekleri, kadınları, çocukları ve yaş-lıları adına,

Komutan Yardımcısı İsyancı Marcos

Meksika, 4 Ocak, 2009 (SIM/OG/TK)

* Komutan Yardımcısı İsyancı (Subcommandante Insurgente) Marcos’un 4 Ocak’ta Dünya Onurlu Öfke Festivali’nde Gazze üzerine yaptığı konuşmanın tam metni. Metni İngilizce çeviri-sinden Onur Günay Türkçeleştirdi.

Kaynak: Bianet (http://bianet.org/bianet/kategori/biamag/111964/ekim-ve-hasatlara-dair-marcosun-gazze-uzerine-konusmasi)

Page 3: OtonomSayı 19

Otonom Sayı: 19, Nisan - Haziran 2009 Fiyatı: 3 TL Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Emre KolayAdres: Yeniçarşı Cad. Kalkan Apt. No: 36/6 Beyoğlu / İstanbulTel: 0 212 244 87 09 Faks: 0 212 292 23 66Yayın Türü: Üç Aylık Yerel Süreli YayınBaskı: Yön Matbaacılık Tel: 0 212 544 66 34Kapak Film: Bay Grafik 0 212 213 26 51 - 213 26 93

Dünya dönüyor (II)Finansal Kapitalizmin ŞiddetiBologna süreci; TÜSİAD ve YÖK

293250

3 1610

Modern Siyasetin Mantığı:İktidar Diyalektiktir Marksist felsefe ve

Feuerbach Üzerine Tezler

İmparatorluğun krizi

Savaş, İsrail ve Filistin

24

Merhaba,Otonom’u yine geciktirdik, okurlardan özür dileriz; okurlarımızın affına sığınarak yeniden merhaba! Biz otonom emekçileri, iki elin parmakları kadarız. Mütevazı olmaya gerek yok; gücümüzün üzerinde işleri yaptık ve yapmaya devam ediyoruz. Hani derler ya: ‘‘Ölüm ne ki, biz yaşamı üstlenmiş insan-larız.’’ Bizim için üstlenilen, şu aşağılık kapitalist toplumsal ilişkiler içinde emeğini mülkleştirmeden, kendini politik piyasada piyasalaştırmadan, komüna-lite içinde, emeğimizle ve ekmeğimizle başımız dik, değerlerimizle ayakta kalmak, onurlu yaşamak!.. Faaliyetlerimizi fonlamak ve ekmeğimizi kazanmak için her birimiz birkaç iş yapmak zorunda kalmakta-yız. Anlayacağınız dostlar zaman karşısında politik emeğimiz yalnız ve kadrosal olarak azız. Ah! Şu iki elin parmaklarına diğer ellerin parmakları da katılsa! Bir çoğalabilsek! Emeklerimizin karşılığını bir görebilsek… Örgütlü olmanın neşesini şu birey-cileşmiş dünyada bir tadabilsek! Örgütlü olmadan kudret toplumsallaşmıyor dostlar! Olsun, adımız inat ve inadına olsun. Bizce güzel yazılar yazdık hediye-miz olsun… İletişim için:

[email protected]

[email protected]

Page 4: OtonomSayı 19

2

Modern Siyasetin Mantığı:İktidar Diyalektiktir

Modern felsefe geleneği içinde diyalektik, hiçbir şeyin kendi içinde olmayıp başkayla bağlantılılığı içinde düşünülebilmesine olanak veren, böylelikle özne ve nesne, akıl ve beden, düşünce ve pratik gibi türlü ikilikleri çözüme kavuşturan bütünlükçü bir felsefi yöntem olarak olumlanmıştır. Diyalektik, ikiliklerin bir bütünün dolayımıyla birbirini yok etmeyen tersine yeniden üreten çelişkiler biçiminde uzlaştırılmasının felsefesidir. Bu felsefenin kuruluşu ise, diyalektiği tarihsel-toplumsal alana taşıyarak ona daha önce görülmemiş ontolojik bir anlam atfeden Hegel’e aittir. Hegel’deki göndermesiyle hatırlayalım. Tin soyutlaması altında karşımıza çıkan bütün, tekilliklerde başkalaşmak yoluyla kendiyle çelişerek devinen mutlak hakikati/varlığı ifade ederken, diyalektik mutlak bütünün bu çelişkili devinimidir. Bununla birlikte sınıflar mücadelesinin felsefesi ya da bilimi olma iddiasındaki Marksizmler için diyalektiğin asıl önemi, karşıtların çelişmesinden doğan hare-keti gösterebiliyor olmasından gelir. Buna göre diyalektik, mutlak olan her şeyin geçici karakterini ortaya koyan, kesintisiz oluş ve yok oluşun yasasıdır. Dolayısıyla Hegel’den beslenen Marksizmlerin ortak noktası, Hegel’de kendine başkalaşarak kendini üre-ten varlığın çelişkili devinimini veren diya-lektiği, sınıflar mücadelesinin yasası olarak uygulamak olmuştur. Tarihin motoru sınıflar mücadelesiyse, sınıflar mücadelesinin moto-

ru karşıtların çelişmesidir. Ancak Hegel’de Tin soyutlaması altında mutlak hakikatin/var-lığın hareketini veren diyalektiğin, Marksist söylemde karşıtların çelişmesinin sürekliliği temelinde mutlak olan her şeyin geçiciliğini veren bir yasaya dönüştürülmesi nasıl müm-kün olabilmiştir?Bu soruya açık bir yanıt ilk olarak, görül-mesi gereken ancak yarım kalan bir hesabı tamamlamak adına Marx’ın ölümünden sonra Hegel’e geri dönen Engels’ten gelir. Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu’nda Engels, diyalektiğin kendinden çıkıp yine kendine geri dönen varlığın hareketi olma belirlenimindeki ‘‘kapalılık’’ ile hareketin sürekliliğini veren ‘‘çelişki’’ belirlenimi arasın-

daki görünürdeki karşıtlaşmayı, bu ikisini bir-birinden bağımsızlaştırarak çözer. Sonradan Hegel üzerine Marksist söylemin adeta bir ezberi haline gelecek şekilde, Hegel’in dog-matik sistemini onun devrimci yönteminden ayırır. Hegel’de varlığın kendi bilincine ve mutlaklaşmasına doğru ilerleyişini veren sis-temin tutuculuğu ile bu süreci sürekli bir oluş ve yok oluş olarak tasvir eden diyalektik yöntem çelişki içindedir, öyle ki ‘‘Hegel’in öğretisinin devrimci yanı onun tutucu yanının ağırlığı altında ezilip boğulmuştur’’.1 O halde Hegel’de bilincin mutlak hakikate ulaşmasıyla sonlanan sistem bir kenara bırakılmalı, bu sistemden kopartılan diyalektik, mutlak olan her şeyi ‘‘gerçeksizleştiren’’ gerçek dünya-

Diyalektik, ikiliklerin bir bütünün

dolayımıyla birbirini yok etmeyen

tersine yeniden üreten çelişkiler

biçiminde uzlaştırılmasının

felsefesidir

Page 5: OtonomSayı 19

3

nın hareketi olarak tekrar ayakları üstüne oturtulmalıdır. Hegel’in öğretisinin Marksist düşünce tarafından alımlanmasının bu ana ekseni bildiğimiz üzere sonradan da değiş-meyecek, Marksizm diyalektik materyalizm söylemi altında Hegel diyalektiğinin radikal bir savunusuna dönüşecektir. Ancak sistem ve yöntem arasında yapılan bu ayrım, diya-lektiği maddeci bir felsefi yöntem olarak der-hal kullanışlı hale getirmekle birlikte Marksist söylem içinde önemli bir kör noktanın yaratıl-masına neden olmuştur. Kurgusal sistem ve devrimci yöntemi karşıtlaştırma, diyalektiğin Hegel’deki ontolojik önemini ve üstelik de maddeci bir ontolojiye göndermesini unuttur-muştur. Bugüne kadar Hegel’i kurgusallık ve gerçeklik, idealizm ve materyalizm arasındaki çatışma içinde anladık ve eleştirdik. Bu yüz-den Hegel’de diyalektiğin, maddi ilişkilerin üretimine ve yeniden üretimine içkin bir man-tık olarak kuruluşunu görmedik. Sistemini eleştirirken, mantığını eleştirisiz kabul ettik. Hegel’in öğretisindeki kapalılığı onun kur-gusallığından kaynaklanan bir şey gibi algı-layarak, diyalektiğin çelişki mantığının tutu-culuğunu sorgulamanın önünü kestik. Emek ve sermaye arasındaki antagonist çatışmayı diyalektik çelişkiye oturtarak aslında Hegel’in mutlağını sermaye biçiminde yeniden ürettik. Antagonizmaya dayalı çatışmayı diyalektik çelişki üzerine oturtulmuş çatışmanın tutucu-luğu altında ezdik. Tam da bu yüzden Hegel’le hesabımız hâlâ sürüyor. Emeğin özgürleşme felsefesi, önümüzde Hegel’le yeni bir çatışma alanı açıyor.

Hegel’in MateryalizmiDiyalektiğin Hegel’in sisteminden devrimci bir yöntem olarak ayrıştırılabilmesi, onun öğretisinin esas itibariyle bir idealizm ola-rak eleştirisi temelinde mümkün olabilmiştir. Maddi dünyanın hareketinin bilincin hareke-ti olarak soyutlanması, Hegel’in kurgusal-lığının temelidir. Bu kurgusal temel çekilip alındığında ve bilincin yerine madde konul-

duğunda geriye doğa ve tarihin ilerlemeci hareketini veren diyalektik süreçler kalır. Bu okuma, idealizmin bilincin kurucu etkinliğini öne çıkaran öznelciliğine karşı materyalizmin nesnelciliğini olumlar. İronik olan şudur ki Hegel, içinde bulunduğu dönemin idealizm ve materyalizm söylemleriyle tam da bu zemin üzerinde çatışma halindedir. İnsan etkinli-ğinin ötesinde doğa da dâhil olmak üzere tüm gerçekliği adeta bilincin etkinliği hali-ne getiren idealizmin öznelciliğine karşı ne kadar mesafeliyse, doğada işlemekte olan, insan öznelliğine kör rasyonel yasaların aynı zamanda toplumun işleyiş yasaları olduğunu savunan mekanik materyalizme de o kadar mesafelidir.2 Aslında karşıtlıkların uzlaştırıl-masının felsefesini kurmuş olan Hegel gibi bir filozof açısından bu konum hiç de şaşırtıcı olmamalıdır. Onunki idealizm ve materya-lizm karşıtlaşmasından ortaya çıkan özne ve nesne ikiliğini tarihsel ve toplumsal gerçeklik zemininde çözen diyalektik bir ontolojidir. Nitekim Hegel zamanın idealist filozofları içinde dünyayla, maddi gerçeklikle en çok ilgilenmiş, metafiziğin akılsallığını tarihsel

ve toplumsal maddi ilişkilere içkin bir şekil-de kurmuş olan filozoftur. Onun tarihsel süreç içinde tekillikler üzerinden kendini açımlamak yoluyla kendi bilincine varan Tin fikri, hem insanın tekil eylemlerini hem de bu eylemlerden oluşmakla birlikte onların ötesinde yer alan tarihsel ve toplumsal bir gerçeklik alanını bir bilinç söylemi altında özgürleştirmiştir. Hegel’de devingenliği olan, oluş halindeki canlı bir Tin düşüncesi, kurucu bilinci tarihselliğe ve toplumsallığa sahip bir varlık olarak koyan maddi bir ontolojiye gön-derme yapar. Öyleyse Hegel’inki, zamanın idealistleri karşısında nesnelci, materyalist-leri karşısında ise öznelci bir pozisyondur. Bu ontolojinin işleyişini veren diyalektik ise, sadece bilincin farklı belirlenimleri arasın-daki geçişleri veren soyut bir mantık değil, öznelliğin ve nesnelliğin, akılsallığın ve olgu-sallığın bir bütün dolayımıyla birleştirilme-sine olanak veren ontolojik bir mantıktır. Diyalektik Hegel’de, nesne anlamında değil tarihsel ve toplumsal anlamda maddi ilişki-lerin dolayımıyla kurulmuş olan akılsallığın yapısıdır. Hegel’in şu meşhur sözünü hatır-layalım: Ussal olan edimseldir, edimsel olan ussaldır. Ussallığa edimselliğini, edimselliğe ussallığını veren aynı diyalektik süreçtir. Buradan itibaren Hegel’in dogmatik sistemi ve devrimci yöntemi arasında yapılan keskin ayrım bulanıklaşır. Söz konusu olan artık karşıtların çelişmesi temelinde hareketin yasasını veren diyalektiği içinde saklayan ‘‘mistik bir kabuktan’’ daha ziyade, akılsallı-ğın olgusallığın dolayımıyla kuruluşunu veren diyalektik bir ontolojidir. Bu nedenle Hegel’in diyalektik yöntemi, sistemiyle bütünlük içindedir. Yöntemini aldığınızda, sistemi de onunla birlikte gelecektir.

Kurgusal sistem ve devrimci

yöntemi karşıtlaştırma,

diyalektiğin Hegel’deki

ontolojik önemini ve üstelik

de maddeci bir ontolojiye

göndermesini unutturmuştur

Hegel’in öğretisindeki

kapalılığı onun

kurgusallığından

kaynaklanan bir şey

gibi algılayarak,

diyalektiğin

çelişki mantığının

tutuculuğunu

sorgulamanın önünü kestik

Page 6: OtonomSayı 19

4

Aslında Hegel’in idealistlerin en maddecisi olduğu Marksizm tarafından keşfedilmemiş bir şey değildir. Yine Engels Klasik Alman Felsefesinin Sonu’nda idealist felsefelerin giderek maddi bir içeriğe bürünmesi yönün-deki eğilimden bahseder. Ama Hegel’in, sırf felsefi bir sistem kurmak gereğinden ötürü, mutlak varlık olarak Tin soyutlamasını yaparak yönteminin maddeci ve devrimci sonuçlarından taviz vermek zorunda kal-dığını öne sürer. Mutlak varlık sisteminin idealizmi ve kapalılığından kurtarıldığında, diyalektik maddi dünyanın kesintisiz oluş ve yok oluşunun yasası olarak ortaya konula-bilir. Ancak bu hâlâ sistem ve yöntem ayrı-mının bir sonucu olarak, Hegel’e sisteminin salt içeriği yönünden getirilen bir eleştiri-dir. Bu eleştirinin etkisi altındaki Marksist söylem, onu salt çelişkinin varlığı ortadan kaldırdığı bir olumsuzlama felsefesi olarak varsayabilmiştir. Oysa Hegel’in ontolojisin-deki kapalılık, tarihte kendini açan mutlak ve soyut bir varlığın tasarlanmış olmasından

değil, tasarlanmış olan bu varlığın kendini sürekli kendiyle çelişerek üretmesine dayalı diyalektik döngüsellikten gelir. Marksizm içindeki yapısalcı eğilimlerde olduğu gibi, bilincin yerine maddeyi koyduğunuzda kapa-lılık ortadan kaldırılmış olmaz, tersine maddi bir yerden yeniden üretilir. Hegel’de bir olarak düşünülmüş bu varlık hem bir önvar-sayım hem de sonuçtur. Bu döngüsellikten dolayı Hegel diyalektiğinde çelişki, varlığı yok etmez tersine yeniden üretir. Çelişki, varlığın devindirici ilkesi, onun bir belirleni-midir. Çelişkinin olumsuzlanmasının sonucu yine varlığın olumlanmasıdır. Tin’in sistemin hem başlangıç hem de bitiş noktası olarak düşünülebilmesini olanaklı kılan şey, tam da varlığın kendi çelişkileriyle yeniden üretimini öngören bu diyalektik ontolojidir. Nitekim Hegel’in bu diyalektik ontoloji üzerine kurulu Hukuk Felsefesi’nde, mutlak Tin karşımıza tarihsel ve toplumsal bir gerçeklik olarak iktidar biçiminde çıkar.

Hegel’in Hukuk Felsefesi ve Devlet

‘‘İki tür yasa vardır: Doğa Yasaları ve Tüze (Hukuk) Yasaları. Doğa yasaları saltıktırlar ve oldukları gibi geçerlidirler…Bu yasaların ölçütü bizim dışımızdadır ve bilgimiz onlara hiçbir şey katmaz. Tüzenin bilgisi de bir yandan böyledir, bir başka yan-dan değildir…Tüze yasaları koyulan, insanlar tarafından türetilen şeyler-dir. İnsanın iç sesi kaçınılmaz olarak bunlarla çatışmaya düşebilir ya da anlaşabilir. İnsan dışsal olarak varo-landa durup kalmaz, tersine haklı olan için ölçüyü kendi içinde taşıdı-ğını ileri sürer…Doğada en yüksek gerçeklik genel olarak bir yasanın olmasıdır, tüze yasasında şey var olduğu için geçerli değildir, tersine herkes onun kendi ölçütüne karşılık düşmesini ister. Burada öyleyse var olan ile olması gereken arasında, kendinde ve kendi için var olan ve değişmeden kalan Hak ile hak olarak geçerli olması gerekenin belirleni-minin keyfiliği arasında bir çatışma olanaklıdır…kendinde ve kendi için varolan Hak ile başına buyrukluğun hak olarak geçerli kılmak istedi-ği şey arasındaki bu karşıtlıklarda Hakkı temelden öğrenme gereksi-nimi yatar. Hakta insan kendi usu ile karşılaşmalıdır, öyleyse Hakkın ussallığı irdelenmelidir ve sık sık yal-nızca çelişkilerle ilgilenmesi gereken pozitif tüze bilimi ile karşıtlık içinde bizim bilimimizin sorunu budur.’’3

Hegel’in en başta hukuk yasalarını var olduk-ları için değil herkesin kendi ölçütüne denk düştüğü oranda geçerli olan yasalar olarak düşünmesi, Hegel’de toplumsal ilişkiler ala-nının düzenlenişinin doğrudan siyasal ola-rak öngörüldüğünün açık bir göstergesidir. Nitekim onun hak kavramının, bireyin kendi dolayımsızlığı içindeki istenci olarak tanımla-

Hegel’in ontolojisindeki kapalılık, tarihte kendini

açan mutlak ve soyut bir varlığın tasarlanmış

olmasından değil, tasarlanmış olan bu varlığın

kendini sürekli kendiyle çelişerek üretmesine

dayalı diyalektik döngüsellikten gelir

Page 7: OtonomSayı 19

5

nan soyut haktan istencin öznelliğinin nesnel-likle bütünleşmesi olarak öngörülmüş devlet-te en yüksek derecesine erişmesi, hak kavra-mının doğrudan bu siyasi içerikle konulmuş olmasından gelir. Bu siyasal içeriği çözümle-yebilmek adına önce Hegel’de hak kavramının nasıl konulduğundan başlayabiliriz.Tekil bir istencin kendine sadece kendi birey-selliği içinde bağlı olduğu ve bu dolayımsız istencin ifadesini mülkiyette bulduğu soyut hak, Hakkın ilk belirlenimini oluşturur. Bunu takiben, bu istencin kendinde olmaktan çıka-rak kendi için haline geldiği ve istencini nesnelleştirmek arzusunda nesnellik alanını tanıyarak kendi öznelliğinin bilincine vardığı ahlak belirlenimi gelir. İstencin öznelliği, nes-nellikle karşıtlaşma içinde bu belirlenimde belirginleşir. Ancak istencin öznelliği ve nes-nellik arasındaki ilişki burada hâlâ dışsaldır. Hak kavramının en yüksek belirlenimini oluş-turan etik yaşamda ise, istencin öznelliği ve nesnellik arasındaki bu karşıtlaşma ortadan kalkar ve Hak kavramı hem öznel istençte hem de nesnellikte olgusallaşmasını bulur. Hak kavramı gerçekleşmesiyle bütünleşir. Çünkü burada ussal ve zorunlu olarak veri-li bulunan kavram, öznel istençler yoluyla edimselliğine, öznel istençler ise öznel erek-

lerini nesnel ereğe çevirmek ve böylelikle evrensel bir töz olarak kendi bilinçlerine var-mak yoluyla ussallıklarına kavuşur. Bireysellik ilkesinin evrensellik ilkesiyle bütünleşmesi ve ussal olarak konulmuş bulunan kavramın aynı zamanda istenç tarafından bu şekilde etkin hale getirilmesi devlette gerçekleşir. Ussallığın en yüksek gerçekleşmesini buldu-ğu devlet o halde Hak kavramına içsel olarak konulmuş bulunan ‘‘olan’’ ile ‘‘olması gere-ken’’, ‘‘nesnellik’’ ve ‘‘öznellik’’ arasındaki kutuplaşmanın nihai olarak giderilmesinin alanıdır. Onda hem bireysellik hem de evren-sellik gerçekliğine ve somutluğuna kavuşur.Hegel’in hukuk felsefesinin bu soyut şema-sı, ancak Hegel’in içinde bulunduğu yüzyılın egemenlik biçiminin maddi ilişkileri temelinde anlaşılır kılınabilir. Hegel’de Hak kavramının, istencin kendi dışındaki bir şeyi dolaysız-ca kendi nesnesi olarak aldığı mülkiyetten, istencin kendi kendini nesne alarak kendi tözsel bilincine vardığı devlete doğru gelişti-rilmesi, bize birey ve toplum, toplum ve dev-let ilişkisinin Hegel’deki tanımlanışını verir. Öznenin kendi dışındaki bir nesneyi alarak edimselleşmesi ve buradan yine kendi içine yansımasıyla soyutlanan özbilincin yapısı aynen devlete aktarılmıştır. Devletin kendine geri dönüş hareketini tamamlamasını sağ-layan nesne konumundaki dolayım birey ve toplumdur. Söz konusu olan devletin bireyi ve toplumu nesneleştirerek mülkleştirmesi-dir. Bilincin kendini nesne olarak alabilmesi fikrinin arkasında, akılsal bir varlık olarak düşünülmüş devletin yine akılsal varlıklar olarak bireyi ve toplumu kendine konu edi-nerek mal edinmesi yatar. Nitekim Hegel’in içinde yaşadığı dönemde, feodal egemenlik biçiminden modern devlete geçişin ortaya koyduğu birey, toplum ve devlet denklemi hâlâ çözülmeye muhtaç durumdadır. Bireyin doğal hakkı ve devletin egemenlik hakkının karşıtlaştırılması temelinde kurulu sözleşme teorileri bu denklem açısından ancak kısmi bir çözümdür. Çünkü sözleşmede öznel istenç olarak birey ile nesnel istenç olarak devlet hâlâ dışsal olarak tanımlanmıştır. Siyasetin diliyle söylersek, bireyin devlet yaşamına katılımı ve devletin bireyin ve toplumun yaşa-mına nüfuzunun nasıl sağlanacağı boşlukta-dır. Hegel’in devlet felsefesi tam da bu boşluk üzerine bir düşünmedir. Bireyin hakkının dev-letin hakkında somut ve gerçekliğine ulaştığı iddiası, bu boşluğu doldurmak yönündeki bir girişimdir. Tam da bu nedenle Hegel’de, ister Hobbes’ta olduğu gibi herkesin birbi-riyle yaptığı bir sözleşmeyle doğal hakkından vazgeçerek egemenin tek doğal hak sahibi kılınması, isterse Rousseau’da olduğu gibi

herkesin herkesle yaptığı bir sözleşmeyle genel iradeyi oluşturması biçiminde olsun, devletin doğası sözleşme temeline oturmaz. Bireyin devlet hakkı karşısındaki hakkı dev-redilebilir bir özel mülkiyet olarak düşünü-lemeyeceği gibi devlet de farklı istençlerin bir ortaklaşması olarak tanımlanamaz. Birey ve devlet arasındaki ilişki, ne ortak çıkarlar üzerinden birbirine bağlanma ne de varlığını sürdürebilmenin güvencesi olarak bir biat ilişkisidir. Hegel’e göre her iki durumda da öznel ereklerin nesnel ereğe dönüşümü ya da tersten devletin öznel istençler tarafından evrensel bir erek olarak alınması, istencin

Hegel’inki, idealizm ve

materyalizm karşıtlaşmasından

ortaya çıkan özne ve nesne

ikiliğini tarihsel ve toplumsal

gerçeklik zemininde çözen

diyalektik bir ontolojidir

Hegel’in diyalektik yöntemi,

sistemiyle bütünlük içindedir.

Yöntemini aldığınızda, sistemi de

onunla birlikte gelecektir

Page 8: OtonomSayı 19

6

bireyselliğinin yadsınmasıyla mümkün olabi-lir. Bu yadsıma, Hobbes’ta gördüğümüz gibi şiddet tekelini elinde tutan devletin despotiz-miyle önsel olarak güvence altına alınabilir. Ya da Rousseau’da olduğu gibi, sanki bireyler daima bütünün yaptığını yapar gibi bir kabule dayanan genel irade yanılsamasının çökme-siyle sonradan gerçekleşebilir. Hegel’e göre Fransız Devrimi’ni takip eden Terör dönemi tam da Rousseau’nun hiçbir bireyselliğe ve ayrıma yer bırakmayan bu genel irade tasa-rımının sonunda evrenselliği nasıl şiddet ve zor yoluyla sağlamak zorunda kaldığının çok somut bir örneğidir. Evrensellik kutbundan bakıldığında ise, Hegel için devlet hak kavra-mının en yüksek belirlenimi olarak kendinde ve kendi için evrensel bir erektir ki var olması öznel istençlerin keyfiliğine bağlı değildir. Bir devlette olmak ya da olmamak da öznel isten-ce bağlı olarak düşünülemez, devlette olmak herkes için mutlak zorunluluktur. Çünkü dev-lette yaşamak insanın ussal belirlenimidir. Öyleyse özellikle liberalizmin Hegel’in hukuk felsefesinin gerçekte bireyselliği olumlayan bir hak felsefesi mi yoksa bireyin devlete tabi kılınmasını öngören bir devlet felsefe-si mi olduğu sorusu Hegel açısından boş bir sorudur. Liberalizm, birey ve toplumu, birey ve devleti uzlaşmaz karşıtlıklar olarak koyar. Oysa Hegel bireyi ve devleti aynı doğa olarak düşünür. İnsan doğadan ona tinsel-liğini veren özgürlüğü yoluyla ayrılır. Devlet ise özgürlüğün en yetkin cisimleşmesidir. Bu nedenle Hegel’de birey ve devletin birliği bir çıkar ya da inanç sorunu değil özdeşlik olarak konmuştur. Bu özdeşlik aynı zamanda onların ayrımlarının önkoşuludur. Bu özdeşlik sayesinde hem Rousseau’da soyut olarak konulmuş bireysellik hem de Hobbes’ta soyut olarak konulmuş evrensellik somutlaşarak gerçek hale gelir. Öyleyse sözleşme teorile-

rinin ötesine geçerek, birey, toplum ve dev-letin birliğinin, ister korku isterse çıkar ya da eğilimler temelinde istençlerin ortaklaşması olarak değil de özdeşlik olarak kurulabilmesi nasıl mümkün olabilir? Hegel’de bu özdeşlik salt akılsal olarak değil, devletin üretiminin ve yeniden üretiminin somut ve maddi ilişki-leri içinde konulmuştur.

İktidar Diyalektiktir

‘‘Mantığın en önemli kazanımların-dan biri de şudur ki mantık, bir kar-şıtlık içinde yer aldığı için aşırı bir uç konumuna sahip olarak belirlenmiş bir uğrağın aşırı bir uç olmaktan çık-tığını ve aynı zamanda bir orta terim olması sonucu organik bir uğrak durumuna geldiğini gösterir.’’4

Hegel’de birey, toplum ve devletin özdeşlik olarak konulabilmesi bu diyalektik mantık itibariyledir. Maddi yaşamın örgütlenmesine gelindiğinde bu mantığın ilişkiler ve kurumlar olarak cisimleştirilmesi elbette zorunludur. Ancak bu Hegel’in de dürüstçe belirttiği gibi

gerçekten devletin ne olmasına gerektiği-ne dair bir öğreti değildir. Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin daha en başında belirttiği iddi-ası, devletin ne olması gerektiğini söylemek değil, onu kendi içinde ussal bir şey olarak kavramak ve betimlemektir. Bu duruş nokta-sından Hegel’in modern egemenlik kuramına asıl katkısı, gerçekten de iktidarı bir şey ya da aygıt olarak değil mantık söylemi altın-da bir ilişkisellik olarak koymuş olmaktır. Politik duruş noktalarının farklılığına rağmen, Hegel’i iktidarı özneleştirerek nesneleştiren bir ilişkisellik olarak tanımlayan Foucault’yu öncelemiş bir düşünür olarak almak hiç de abartılı olmayacaktır. Gerçekten de Hegel’de onun hakkın temel belirlenimi haline getirdiği istenç açısından düşünüldüğünde, öznellik ve nesnellik birbi-rine hiç nüfuzu olmayan kaskatı karşıtlıklar olarak konulmuş değildir. Tam tersi ‘‘özne’’ye özgü erek olarak tanımlanan öznelliğin koşu-lu, onun kendi dışında bir şeyi kendine nesne alarak edimselleşmesi ve olgusallaşmasıdır. Olgusallaşmasında ise öznellik nesneldir. O halde özne, öznellik ve nesnelliğin diyalek-tik birliğidir. Artık öznenin ya da özdeşli-ğin duruş noktasından geriye bakıldığında, nesne öznenin karşıtı değil tam tersi onun öznelliğinin dolayımlanmış biçimidir. Nesne, özne ve öznelliğin arasındaki orta terimdir. Nesne olarak alınmış olmak, kendi için değil başkası için öznellik olarak konmuş bulun-maktır. Nesneleşmek başka için özneleşmek, özneleşmek ise başkayı nesneleştirmektir. Hegel’in meşhur kendinde varlık ve kendi için varlık ayrımı, özne ve nesne arasındaki bu ilişkiselliğe oturur. Dolaysızlığı içinde varlık Hegel için soyut ve belirsiz bir şeydir, onun kendine belirli bir varlık vererek kendi için haline gelmesi ancak bir başka dolayısıyla-dır. Hegel’de varlığın ilksel eylemi kendini

Hegel’in ontolojisindeki

kapalılık, tarihte kendini açan

mutlak ve soyut bir varlığın

tasarlanmış olmasından değil,

tasarlanmış olan bu varlığın

kendini sürekli kendiyle

çelişerek üretmesine dayalı

diyalektik döngüsellikten gelir

Hegel’de bir olarak düşünülmüş

bu varlık hem bir önvarsayım hem

de sonuçtur. Bu döngüsellikten

dolayı Hegel diyalektiğinde

çelişki, varlığı yok etmez tersine

yeniden üretir

Page 9: OtonomSayı 19

7

olumlama değil başkasını olumsuzlamadır. O halde nesneyle ya da başkayla karşıtlaş-ması içinde konulmuş olan bu varlık, yapma gücü değil yaptırma gücüdür. Hegel’de özne iktidar, iktidar ise diyalektiktir. Bir yandan öznenin bütün hırsı ve eğilimi, kendisine göre başka olan, kendisiyle karşıtlaşan şeyi ken-dine nesne olarak mal etmektir. Öte yandan da öznenin, olumsuzlamanın doğası gereği, kendini özne olarak üretimi nesneyle çeliş-kisinin sürekli yeniden üretimini gerektirir. Olumsuzlama, çelişki üretimidir. Çelişki nes-nel ya da olumsal değildir. Başkayı kendisine nesne olarak alarak çelişkiyi koyan öznenin kendisidir. Çünkü nesneyle çelişkisi ortadan kalktığında özne de yok olur. Hegel’in diyalek-tiği, aşırı uçların öznenin organik bir uğrağı haline getirilmesine olanak veren tam da bu mantıktır. Özne tarafından konulduğu için, çelişki varlığın uzlaşmaz karşıtı değil onun kendisini olumlamasının olumsuz uğrağı, onun dolayımlanmış ya da başkalaşmış biçimidir. Diyalektik, kendini olumlamak için başkasını olumsuzlamaya ihtiyaç duyan varlığın ilişki-selliğidir. Diyalektik bir iktidar teknolojisidir. Aşırı uçların çelişki biçiminde özneleştirilerek nesneleştirilmesinin maddiliğidir. Bu temel sayesindedir ki Hegel’in devleti organik bir bütün olarak tasavvuru, birey ve toplum ile devlet arasındaki çelişkileri yok saymaz. Tam tersine devlet, çelişki üretiminin kendisidir. O halde devlet aklı, aşırı uçların çelişki ola-rak özneleştirilebileceği dolayım alanlarının yaratılmasını öngörür. Nitekim Hegel’de aşırı uçların çelişki biçiminde bütünün organik bir uğrağı olarak konulması somut ve mad-didir. Hegel’in Tin soyutlamasındaki filozof dehasıyla bizi inandırmaya çalıştığı gibi ger-çeklik zorunlu olarak diyalektik değildir ama Tin’in bu dünyadaki yürüyüşünü veren devlet diyalektik olarak işler ve çalışır. Devlet aklı diyalektiktir ve Hegel’de en somut halini temsiliyette ve meclislerde bulur:

‘‘Dolayım organı olarak düşünülen meclisler, genel olarak hükümet gücü ile tekil bireyler ve özel alanlar halinde dağılmış halk arasında yer alırlar. Görevleri onları devlet ve hükümet duygusuna olduğu kadar bireylerin ve özel toplulukların çıkarları duygusuna da sahip olmak zorunda bırakır. Aynı zamanda bu durum, (a) krallık gücünün bütünden kopmasını ve aşırı bir uç olarak, yani keyfi bir zorbalık olarak görünmesini önlemek için, (b) bireylerin, komün-lerin ve korporasyonların özel çıkar-larının bütünden kopmasını önlemek için ve son olarak ve özellikle (c) bireylerin kendilerini, organik olma-yan bir kanılar ve istekler tehlikesiy-le karşı karşıya ve organik devlete karşı yığınsal zor kullanmaya yatkın bir kalabalık, bir yığın olarak göster-melerini önlemek için, meclislerin hükümet gücü örgütüyle ortaklaşa hareket etmelerinin gerektiği anla-mına gelir.’’5

Öyleyse Hegel’de genel çıkara karşı aşırı bir uç gibi konulmuş bulunan özel çıkarların dev-let tarafından özneleştirilmek suretiyle onun

organik bir uğrağı haline gelişi, meclisler ve temsiliyet ilişkileri dolayımıyladır. Temsiliyet, özel çıkarlara siyasallaşmanın, genel çıkara toplumsallaşmanın alanını açar. Temsiliyetin dolayımı sayesinde, özel çıkarlar siyasal bir güç olarak özneleşirken, genel çıkar toplum-sal bir güç olarak nesnelleşir. Artık özel çıkar ve genel çıkar arasında birbirini yok eden bir karşıtlaşma yoktur. Siyasal bir güç ola-rak özneleşmesinde özel çıkar genel çıkarı, toplumsal bir güç olarak nesnelleşmesinde genel çıkar özel çıkarı üretir. Bu noktadan itibaren, özel çıkar genel çıkarın, genel çıkar özel çıkarın dolayımlanmış biçimidir. Aşırı uçların birbirinin dolayımı haline geldiği mec-lislerde, özel çıkar ve genel çıkar her çelişme-

Nesneyle ya da başkayla

karşıtlaşması içinde konulmuş

olan varlık, yapma gücü değil

yaptırma gücüdür. Hegel’de

özne iktidar, iktidar ise

diyalektiktir

Diyalektik, kendini

olumlamak için başkasını

olumsuzlamaya

ihtiyaç duyan varlığın

ilişkiselliğidir. Diyalektik bir

iktidar teknolojisidir

Page 10: OtonomSayı 19

8

lerinde birbirlerini yeniden üretir. Varlıklarını üretiminin alanı, karşıtlaşmaları haline gelir. Gerçekten de Hegel’de devlet, Hobbes ve Rousseau’da olduğu gibi genel çıkarın ken-disi değildir. O genel çıkarın özel çıkarda, özel çıkarın genel çıkarda dolayımlanmasının maddi ilişkiselliğidir. Bu ilişkiselliğin kuruluşu ise, aşırı uçları bir dolayım ilişkisi altında bir-birini yeniden üreten çelişkiler olarak özne-leştiren diyalektiktir. Unutmayalım ki Hegel’in içinde bulunduğu dönem, burjuva toplumsal güçlerin feodal siyasal güçlerle karşıtlık için-de iktidar talebinde bulunduğu, aristokrasi ve burjuvazi arasındaki savaşlarla, başarılı ve başarısız burjuva devrimleriyle sarsılan bir dönemdi. Gerçeklik ve onun koyduğu sorun-larla ilişkisini asla koparmamış bir filozof ola-rak Hegel gerçekten de savaşan maddi top-lumsal güçleri uzlaştıracak siyasal bir alanın imkanı üzerine düşünmektedir. Hegel devlet öğretisini, tam da burjuva birey ve toplumun yadsınması değil siyasallaştırılarak devletin gücüne dönüştürülmesi temelinde kurmuştur. Bütün felsefi görünümüne rağmen, tekillik ve evrenselliğin özdeşliğinin sağlanması sorunu, açığa çıkmış toplumsal güçlerin hareketine nasıl yön verilebileceğiyle ilgili doğrudan poli-tik bir sorundur. Burjuvazinin iktidar eğitimini

henüz tamamlamadığı bir dönemde, liberaller Hegel’in devlet felsefesi karşısında dehşete düşebilmiştir. Oysa onun felsefesi, sonra-dan burjuvazinin siyasal aklının temeli olarak sahiplenilecek ve burjuvazi Hegel’in kendi-sine sağladığı silahları kendi karşıtı emeğe doğrultacaktır. Hegel’in özneleştirerek nes-neleştiren diyalektik mantığı en olgunlaşmış biçimini, 20. yüzyıl burjuva demokrasilerinde bulacaktır.

Hegel Diyalektiğinin Eleştirisi: MarxHegel’i sistem ve yöntem ayrımı üzerinden okuduk ve eleştirdik. Onun sistemini eleşti-rirken mantığını eleştirisiz kabul ettik. Emek ve sermaye arasındaki antagonizmayı, ücretli emek ve sermaye arasındaki diyalektik çeliş-kiye indirgedik. Aşırı bir uç olarak emeğin, ücretli emek biçiminde sermayenin çelişkisi olarak özneleşmesini görmedik. Ücretli emek ve sermaye arasındaki çelişkinin, sermaye-yi nasıl yeniden ürettiğini çözümleyemedik. Burjuva demokrasisinin temsiliyet ilişkileri altında özneleştik, ücretli emeğin toplumsal ve siyasal çıkarlarını savunarak, sermayenin emeği ücretli emek olarak sınıflaştırmasını devam ettirdik. Devleti bir sınıf üretme iliş-kisi olarak eleştiremedik. Oysa Marx daha Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi’nde Hegel’in diyalektiğinin çelişki mantığının tutu-cu özünü ortaya koyabilmişti. Hegel’in devlet felsefesinde halk ve hükümet arasında, hükü-met ile meclis arasında, halkla meclis arasın-daki çelişkilerin sürekli bir dolayım alanının oluşturulmasıyla hem ortadan kaldırılmasını isteyen hem de her uğrakta bu çelişkileri yeniden koyan bu mantığı şöyle eleştirmişti:

‘‘Tüm bu ‘dolayım’ saçmalığını soyut, mantıksal dışavurumuna indirgeyen ve ona hiçbir bozulmayı, hiçbir derece ayrımını hoş görmeyen bir biçim veren Hegel’in, bu saçmalığı aynı zamanda Mantığın bir kurgusal gizemi olarak,

‘Usa uygun ilişki’ olarak ve Usun ‘tasım’ı olarak sunması da dikkati çekiyor. Gerçek uçlar, tam da gerçek uçlar oldukları içindir ki dolayımlan-dırılamıyor. Ayrıca dolayım gereksi-nimi de duymuyor, çünkü onlar kendi özleri gereği çatışıyor. Ortak hiçbir şeyleri olmuyor, biri ötekini anlaya-mıyor ve tamamlayamıyor. Hiçbiri kendinde ötekinin isteğini, gereksi-nimini, öncelemesini taşımıyor. (Ama Mantığının temel ikiciliği nedeniyledir ki Hegel, evrensellik ve tekilliği, yani tasımın soyut öğelerini, gerçekten karşıt terimler olarak düşünüyor. Bu konunun geri kalanı, Hegelci Mantığın eleştirisine giriyor.)’’6

Biraz sonra Marx, Hegelci diyalektik man-tığın, birbirine karşıt ve gerçekten aşırı uç konumunda iki varlığın birbiriyle çatışmasının değil, aynı varlığın farklı varoluş biçimleri arasındaki çelişkinin dolayımlandırılmasının mantığı olduğunu şöyle dile getiriyor:

Hegel’in Tin soyutlamasındaki

filozof dehasıyla bizi inandırmaya

çalıştığı gibi gerçeklik zorunlu

olarak diyalektik değildir ama

Tin’in bu dünyadaki yürüyüşünü

veren devlet diyalektik olarak

işler ve çalışır

Burjuvazi Hegel’in kendisine

sağladığı silahları kendi karşıtı

emeğe doğrultacak, Hegel’in

özneleştirerek nesneleştiren

diyalektik mantığı en olgunlaşmış

biçimini, 20. yüzyıl burjuva

demokrasilerinde bulacaktır

Page 11: OtonomSayı 19

9

‘‘Eğer aynı varlığın varoluş biçimleri arasındaki ayrım, özerkleşmiş soyut-lama (başka bir şeyin soyutlanması değil, ama kolayca anlaşılabileceği gibi kendi kendinin soyutlanması) ile, yani karşılıklı olarak birbirini dış-talayan iki varlığın gerçek karşıtlığı ile karıştırılmasaydı, şu üç yanlışlık-tan kaçınılabilirdi: 1. Birinci yanlışlık yalnızca bir ucu gerçek olarak kabul etmeye ve dola-yısıyla bu soyutlama ve bu tekyanlı-lığa gerçek payesini vermeye daya-nıyor. Bu da bir ilkenin, kendinde bir bütünlük olarak ortaya çıkacak yerde, bir başkasının basit bir soyut-lanması olarak görünmesi sonucunu veriyor.2. İkinci yanlışlık, gerçek bir karşıt-lığın şiddetlenmesi karşısında, bu karşıtlık iki ucun kendi bilinçlerine vardığı ve savaşım kararını alev-lendiren karşılaşmasına dönüştüğü zaman, bunu zararlı ve önlenme-si gereken bir şey olarak görmeye dayanıyor. 3. Üçüncü yanlışlık da bu çatışmayı dolayımlandırmak için çabalamaya dayanıyor.’’7

Marx, burada Hegelci diyalektik mantığın karşısına uzlaşmaz karşıtlıkların mantığını koymuştu. Diyalektik dolayımlama, gerçek bir karşıtlığın şiddetlenmesi karşısında bu savaşımı önlemeye çabalamakken antago-nizma, birbirini dıştalayan iki varlığın çatış-masını özgürleştirmekti. Diyalektik mantık, gerçekte iki karşıt varlığın, farklardan biri-

nin diğerinin soyutlanması haline getirilerek massedilmesiyken, antagonizma bir farkın başka bir farkı olumsuzlamasıydı. Emek ve sermaye, diyalektik dolayımın kutupları değil, birbiriyle antagonist farklardı. Marx, Hegelci diyalektik mantığın kapalılığını antagonizma-nın mantığı temelinde eleştirmişti. Bu henüz felsefi temelde geliştirilmiş bir eleştiriydi, politik bir eleştiriye dönüşebilmesi ancak emeğin sermaye karşısında politik bir güce dönüşmesiyle mümkündü. Ne yazık ki 1848 devrimlerinde yenildik. Sermayenin diyalektik işleyişinin tahakkümüne girerek emeği ücretli emek biçimi altında özneleştirdik. 1848’e kadar Marx için her kriz devrimdi. 1848’ten sonra ise ücretli emek ve sermaye arasındaki diyalektik çelişki tarihsel olarak ortadan kalk-madan bir devrim beklenemezdi. Marx için de artık gerçeklik diyalektikti. Buradan itibaren Marksizm için diyalektik, nesnelci yorumlar için tarihin, öznelci yorumlar içinse sınıflar mücadelesinin yasası haline geldi. Bugün ise emeğin politikliğinin olumlanması, diyalek-tiğin sermayenin sınıf üretme ilişkisi olarak olumsuzlanmasını önümüze koyuyor.

1 F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Fel-sefesinin Sonu, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, 1992, s.14.

2 Lukacs, Hegel’s False and His Genuine Ontology, Toward the Ontology of Social Being c.1, çev. David Fernbach, Merlin Press, 1982, s.8.

3 Hegel, Tüze Felsefesi, çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınları, 2006, s.15.

4 Hegel, Hukuk Felsefesi, # 302, Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin Eleştirisi içinde, çev: Kenan Somer, Sol Yayınları, 1997, s.103.

5 Hegel, Hukuk Felsefesi, # 302, a.g.e. s.99.6 Marx, a.g.e., s.1287 A.g.e. s.130.

Marx, Hegelci diyalektik

mantığın kapalılığını

antagonizmanın mantığı

temelinde eleştirmişti.

Bu henüz felsefi temelde

geliştirilmiş bir eleştiriydi,

politik bir eleştiriye

dönüşebilmesi ancak emeğin

sermaye karşısında politik bir

güce dönüşmesiyle mümkündü

Sinem

Page 12: OtonomSayı 19

10

İmparatorluğun krizi

21. yüzyılın sınıflar mücadelesinin ve güç ilişkilerinin yeniden kurulduğu küresel bir krizin içinden geçiyoruz. Kapitalizmin yeni bir egemenlik biçimi olan imparatorluk, kri-zini yaşıyor. Kriz, kapitalizme içkin çelişkile-rin ve antagonist eğilimlerin derinleşmesi ve maddi bir ilişki olarak açığa çıkmasıdır. İçinden geçilen bu krizin ne kadar sürece-ğini ve nasıl çözüleceğini, çatışma içinde pozisyon alan güçlerin niteliği ve bu güçle-rin çatışmaya vereceği biçim belirleyecek-tir. Bu bağlamda kapitalizme içkin kriz eği-limleri politik bir kriz teorisinin kuruculuğu altında okunabilir ve konuşturulabilir.Krizle birlikte en çok satılan kitaplar liste-sinin başında Kapital’in bulunması pek de tesadüf görünmemektedir. Bu kriz Marx’ı çağırmaktadır. İronik olan, Marksizmin en dibe vurduğu bir dönemde Marx’a ihti-yaç duyulmasıdır. Bu ayıp, Marx’ın değil, Marksizm adına Marx’tan uzaklaşan hepi-mizin ayıbıdır. Bu süreç, Marx ile olan mesafenin kapatıldığı ve Marx’ın yeniden güncellenmesinin sağlandığı bir süreç ola-caktır. Lenin üzerinden bir Marx okun-masının tersine Marx üzerinden yeni bir Leninizm kurma eğilimi bir ihtiyaç olarak önümüzde durmaktadır.

Bu Kriz Döngüsel Bir Kriz Üzerinden OkunamazMarx, Grundrisse’ye ‘‘Para’’ bölümüyle başlar. Hemen sonra kaleme aldığı Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı başlıklı kitabı tamamen para üzerine yazılmış bir kitaptır. En temel başyapıtlarından Kapital’in giriş başlığı ise ‘‘Para ve Meta’’dır. Marx’ın, ‘‘paradaki bilmece metalardaki bilmeceden başka bir şey değildir’’1 derken kapitaliz-min anlaşılması açısından ‘‘Para’’ kavramını temel bir anahtar olarak önemsediği gayet açıktır.Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı kitabını, öngördüğü bir krize yetiştirmek için yazdı. Marx için ‘‘para’’ kavramı, kapi-

talizme içkin kriz eğilimlerinin teorileştiril-mesinde temel bir öneme sahipti. Bu durum gayet açıkken, nedense Marksist birikimde ‘‘Para’’ kavramının ağırlığı yok denecek kadar azdır. Genel olarak, Marksistlerin Marx’a olan bu yabacılaşmasının pek çok nedeni olabilir; fakat konumuzla bağıntı-lı nedenlerden biri, Marksistlerin, ‘‘Para’’ kavramından daha çok ‘‘Meta’’ kavramını üretim zamanın bir kavramı olarak kavra-yarak yola çıkmalarıdır. ‘‘Para’’ ve ‘‘Meta’’ kavramları ortak bilmeceye sahip iken, Marksistler tarafından ‘‘meta’’ kavramının çözümlenmesi, ‘‘para’’ kavramını unutma-nın ötesinde, unutturmuştur. İçinden geç-tiğimiz bu kriz, unutulmuş ve unutturulmuş olan Marx’ı, para üzerinden yeniden hatır-latmaktadır. Bu kriz, ‘‘meta’’ kavramının, üretim zamanının bir kavramı olarak çözüm-lemesi üzerinden okunamaz ve konuşturu-lamaz. Krizin çözümlenmesi ancak Marx’ta olduğu gibi ‘‘soyut emek’’ kavramıyla iliş-kilendirilmiş ve dolaşım zamanının bir kav-ramı olarak meta kavramının okunmasıyla mümkündür.Marksist birikimin kriz çözümlemelerine baktığımızda, birincisi üretici güçlerin eşit-

Marx üzerinden yeni bir

Leninizm kurma eğilimi bir

ihtiyaç olarak önümüzde

durmaktadır

Bu kriz, unutulmuş ve

unutturulmuş olan Marx’ı,

para üzerinden yeniden

hatırlatmaktadır

Page 13: OtonomSayı 19

11

siz gelişimine bağlı aşırı üretim krizidir. İkincisi, aşırı üretimle ilişkilendirilen eksik tüketim krizi, üçüncüsü orantısızlık, dördün-cüsü kâr oranlarının düşme yasası olarak özetlenebilir. Bu krizlere içkin rekabet ve kapitalist üretimin plansızlığı olarak sıra-lanabilir. Kapitalizme içkin bütün bu kriz eğilimleri, sermayenin sınırları temelinde yapısalcı bir yerden döngüsel krizler olarak kurulmuştur. Bu temel üzerinde kurulan en radikal politik kriz teorileri bile sınıf hare-ketini reforme etme zorunluluğu ile karşı karşıya kalmıştır.Antagonist çatışma ile çelişki üzerine kuru-lan çatışma arasındaki fark ontolojiktir. Marx’tan uzaklaşan Marksist birikim, kriz teorilerini ‘‘çelişki üzerine kurulu çatışma’’ üzerinden üretmiştir. Sermayenin politik olumlama felsefesiyle, emeğin politik olum-lama felsefesinin ontolojik farklılığı kuru-lamayınca diyalektiğin reformizmi içinden antagonizma kurulmaya zorlanmıştır.Sermayenin kendini politik olumlaması, olumsuzlamanın olumlanmasıdır. Sermaye ontolojik olarak kendisini olumsuzlayarak, olumsuzladığı kendisiyle çelişerek olumlar ve devinir. Sermayenin var oluş devini-mi olumsuzlamanın olumsuzlanması üze-rine kurulan çelişki diyalektiğine bağlıdır. Bu bağlamda, kriz, sermayenin kendisi-ni politik olumlama diyalektiğine içkindir. Sermaye bir krizdir. Bir yandan sermaye için kriz, döngüsel olarak diyalektiğin teklediği süreçlerde ortaya çıkan sermayeye içkin sınırları ifade ederken, diğer yandan ser-maye tekleyen diyalektiği yeniden işleten ve çalıştıran kurucu politik bir dinamik olarak ortaya çıkar. Marksist pek çok kriz teori-si, sermayenin kendini politik olumlama diyalektiğinin çelişkisi üzerine kurulmuştur. Daha somut bir ifadeyle, sermaye güçle-ri ve ücretli-emek ve sermaye arasındaki çelişkiye oturan bir çatışmanın kurduğu kriz teorileridir. Bu krizler, sermayenin döngü-sel krizleri olarak karşımıza çıkar. Peki bu döngüsel krizler, sermayenin üretici güçleri

geliştirme dinamizmine ve tekleyen diya-lektiği yeniden kurarak çalıştırma gücüne tarihsel olarak sahip olduğu zaman, dev-rim ve kriz bağı nasıl kurulacaktır? 1848 devriminin özeleştirisi bu soruyu boşlukta bırakmıştır ve yeni bir soru yaratmıştır: Sermayenin nihai krizi ne zaman gelecek-tir? Sermayenin diyalektiğini tarihsel olarak çalıştıramayacağı ekonomi-politik koşullar nedir? Bu koşullar diyalektik olgunlaşma aşamasına gelene kadar sınıf ne yapma-lıdır? Bu soru, kriz teorisini, sermayenin olumlama diyalektiğinin çelişkilerine oturt-manın yanlışlığından kaynaklanmaktadır. Bu yanlışlık, sınıf antagonizmasını sermayenin politik olumlamasının diyalektiğine göm-mektir. Alman Marksizmi’nin bölünmesine neden olan tarihsel tartışma budur. Reform ve devrim, evrimci çalışma devrimci çalışma tartışmalarını yaratan, bu köklü sorunsaldır. Lenin, bu tartışmayı yeterince tüketmeden politik olarak çözmüştür. Lenin’in bu tar-tışma içersinde en önemli yeri kapitalizme içkin kriz eğilimlerini döngüsel krizlerden çıkarıp, politik krizlere dönüştürmesidir. Kapitalizmin rekabetçi dönemiyle emper-

yalizm dönemi arasındaki ayrımda yatan temel faktör budur. Lenin’in emperyalizm kuramının özgünlüğü, kapitalizmin krizlerini döngüsel krizler üzerinden değil, egemen-lik teorisi üzerinden, egemenlik biçimleri üzerinden teorileştirmesidir. Lenin emper-yalizmin ekonomi-politiğini bulmadı. Lenin emperyalizmin krizini politik kriz teorisi ola-rak kurdu. Hem ‘‘emperyalizm’’i savunup, hem bu krizi, döngüsel kriz üzerinden açık-layanlar nasıl bir tutarsızlık içinde olduk-larının farkında bile değildirler. Döngüsel kriz üzerinden bu krizi açıklayanlar, Alman Marksizmi’nden günümüze değin tüketilme-miş olan bu köklü sorunsalı yeniden üret-mektedirler. Bu sorunsalın yeniden gün-celleşmesi tüketilmemiş olanın tüketilmesi açısından bizce çok hayırlı olur.Evet, Marx’ta sermayenin diyalektik işle-yişine içkin kriz eğilimlerine dair teorileri derinlemesine görebilirsiniz. Bu eğilimler sermayenin kendini olumlama pratiğine içkin sınırlardır. Fakat Marx’taki antagonist krizi, sermayenin döngüsel kriz teorileri-ne içkin olarak politikleştiremezsiniz. Bunu yaptığınız an, sınıfı egemenler arası savaşın bir tarafı haline getirirsiniz. Antagonist kriz, sermayenin döngüsel kriz teorilerine ya da sermayenin sınırlarına içkin politikleş-mez, tam tersi sermayenin sınırları antago-nist krize göre politikleşir. Problem budur. Antagonist kriz teorisi, sermayenin döngü-sel krizlerine içkin değil, sermayenin dön-güsel krizleri, antagonist krizlere içkindir. Emek ve sermaye, daha köklü bir dille ifade edersek emekle ücretli emek arasındaki antagonizma, ücretli-emek ve sermaye ya da sermaye güçleri arasındaki çelişkilere ve çatışmalara içkin değil, tam tersi, ücretli-emek ve sermaye ya da sermaye güçleri arasındaki çelişkiler ve çatışmalar emek ile ücretli-emek arasındaki antagonizmaya içkindir. Marx, yabancılaşmış soyut emek ya da meta fetişizmi üzerinden antagonizmayı kurarken, yapmak istediği budur.

Lenin’in emperyalizm

kuramının özgünlüğü,

kapitalizmin krizlerini döngüsel

krizler üzerinden değil,

egemenlik teorisi üzerinden

teorileştirmesidir

Page 14: OtonomSayı 19

12

Sermayenin Ürettiği Ürün KârdırEmeğin ürettiği ürün toplumsal kullanım değeri iken, sermayenin ürettiği ürün deği-şim değeri olan soyut emektir. Sermaye, toplumsal kullanım değerini, değişim değe-rinin özel mülkiyetinin tahakkümü altına alarak toplumsal mülkiyete yabancılaştırır. Bu ilişki, sermayenin emeği, ücretli emek altında sınıflaştırarak toplumsal olarak sömürgeleştirmesinin ifadesidir.Değişim değeri, kapitalist toplumsal iliş-kilerin üretimi için somut emeği, ‘‘zaman’’ kavramı üzerinden nicelikleştirerek soyut emeğe dönüştürür. Bu bağlamda serma-yenin var oluş nedeni, emeği soyut emeğe dönüştürerek kâr üretmektir. Bunu da ancak değeri metalaştırarak yapar. Marx’ta meta, soyut emeğin somutlaşması ya da don-muş emek zaman olarak maddileşmesidir.

Somut emek, soyutlaşarak artı-emek zaman altında, soyut emek ise değişim değerinde somutlaşarak metalaşır. Sermaye ürünü olan kâr için, değerin üretim zamanın-da soyutlaşarak artı değerleşmesi ve artı değerin dolaşım zamanında değerlenerek metalaşması şarttır. Bundan dolayı Marx, artı-emek zaman içerse bile, ürüne meta demez. Ürün, değişim değeri üzerinden dolaşım zamanına girdiği anda metadır. Bir başka deyişle ürün, artı-değerin kâra dönüşme zamanında metadır. Artı değer değişim ilişkisi içersinde metaya dönüştüğü oranda kâr üretilir. Meta, kâr üretiminin fabrikasıdır. Ürün metaya dönüştüğü anda kullanım değerinden soyutlanır. Bu bağ-lamda değişim değerine dayalı kapitalist meta tanımında, metanın kullanım değeri özelliğinin, Marx’ın dediği gibi, konunun anlaşılması açısından öte bir önemi yoktur ve meta, soyut emeğin toplumsal ilişki biçi-midir. Sermaye hayatın her alanını meta-laştırarak toplumsal ilişkiye dönüştürür; bu, sermayenin doğasıdır. Çünkü kapitalist toplumsal ilişki insan ile insan arasında değil metalar arasında toplumsal bir ilişki-dir. Bu bağlamda Meta kavramını yalnızca maddi olan emeğe indirgemek kapitalizmi anlamamak demektir. Sermaye maddi olan emek kadar maddi olmayan emeği de meta-laştırarak sermayeleştirir. Canlı emeğin olduğu her nokta sermaye için soyutlaştı-rılarak metalaştırılır. Kapitalizmin geldiği bu noktayı anlamayanların, meta üretimini Fordist dönemde olduğu gibi yalnızca maddi olan emeğe indirgeyenlerin, bugünün krizini

anlamaları mümkün değildir. Üretim zamanı ile dolaşım zamanının birliği ve bütünlüğü finanslaşmıştır. Biçimi, toplumsal serma-yenin toplumsal emeği tahakküm altına alması olan sermaye birikiminde, sömürü ve kâr oranlarının yüksek tutularak üretil-mesi değerin finanslaşmasıyla devinmekte-dir. Finans sermayesinin toplumsal hayatın her noktasına girerek bedeni, duyguyu, düşünceyi, imajı, imgeyi sermayeleştirerek metalaştırdığı anlaşılmadan imparatorlu-ğun krizinin anlaşılması mümkün görünme-mektedir. İmparatorluğun krizi, döngüsel bir kriz değil, bir egemenlik biçiminin kuru-luşunu içeren, kapitalizmin gelmiş olduğu küresel sermaye birikiminin krizidir.

Soyut Emeğin KriziParanın ve metanın bilmecesi soyut emektir. Soyut emeğin yalnızca eşdeğerlilik ilişkisinin kuruluşu açısından, emeğin zaman kavramı üzerinden nicelikleştirilmesine indirgenmesi hata boyutunda bir yanlışlıktır. Sermayenin başkalaşım biçimi olan meta, değişim iliş-kisi içersinde tüketilme anında ölür. Fakat toplumsal sermaye içindeki donmuş emek toplumsal soyut emek olarak yaşar. Bu top-lumsal soyut emek, toplumsal sermayenin toplumsal emeği gerçek tahakküm altına alma gücünü ifade eder. Bu güç, toplumsal genel zekânın, canlı emeğin cansız emek tarafından üretken kılınarak sömürüldüğü-nün bir ifadesidir. Soyut emek, toplumsal genel zekânın sermayeleşmesidir. Emeğin verimliliğini ölçen sermayeleşmiş toplumsal zekâ, toplumsal emek zamandır. Soyut eme-ğin bu boyutu, ‘‘zaman’’ kavramını nicelikten

Bu kriz, soyut emeğin

toplumsal boyutta

ölçme niteliğini politik

olarak yitirdiği bir

krizdir

Değerin ölçüsünü belirleyen

toplumsal emek zaman

politiktirMeta, kâr üretiminin

fabrikasıdır

Page 15: OtonomSayı 19

13

çıkartıp niteliksel boyuta sıçratır. Niteliksel zaman belirleyen ve ölçen, niceliksel zaman ise belirlenen ve ölçülendir. Zaman kavramı hem niceliksel hem de niteliksel olarak kuru-lur. Soyut emeğin bu niteliksel ölçme gücü, emeğin toplumsallaşma boyutuna bağlı ola-rak yoğunlaşmasına ve merkezileşmesine bağlıdır. Bu yoğunlaşma ve merkezileşme boyutu soyut emeğin ölçme niteliğini politik-leştirir ve egemenlik biçimiyle içkinleştirir. Soyut emeğin finans kapital aşamasına gir-mesiyle birlikte döngüsel krizler, egemenlik biçiminin krizleri olarak politikleşir. Değerin ölçüsünü belirleyen toplumsal emek zaman politiktir. Ölçü politiktir ve toplumsal serma-yenin, toplumsal emeği toplumsal boyutta tahakküm altına almaya içkin sermaye biri-kimini belirler. Finans, toplumsal hayatın her boyutunda toplumsal soyut emeği yoğun-laştırarak merkezileştiren bir makineye dönüşmüştür. Bu kriz, yalnızca finans sek-törünün krizi değildir. Bu kriz, soyut emeğin toplumsal boyutta ölçme niteliğini politik olarak yitirdiği bir krizdir ve sermayenin bütün döngü uğrakları tıkanmıştır. Küresel sermayenin, küresel çapta toplumsal emeği tahakküm altına alma işleyişi kilitlenmiş görünmektedir.

Gerekli Emeğin FinanslaşmasıArtık sanayi kapitalizmi döneminde yaşamı-yoruz. İçinde yaşadığımız kapitalist dönemin bio-kapitalizm dönemi olduğunu anlama-mız gerekiyor. Genel olarak, sol hareketin

bugünkü kapitalizmi algılayış biçimi sanayi kapitalizminin parametrelerine dayanıyor. Ana parametreler asla değişmez, bu tabii ki böyledir. Fakat bu ana parametrelerin, egemenlik biçimlerine içkin sermaye birikim işleyişine bağlı olarak çalıştığı görülmelidir. Ülkemizdeki sol hareket, güncelliği dikkate alarak Marx’tan çıkmıyor; sanayi kapita-lizmi ya da Fordist kapitalizm üzerinden Marx’ı okuyor. Sermaye kavramını yalnızca üretim zamanın parametreleriyle okuyor ve Marx’ın sermaye kavramı çözümlemesini kabalaştırıyor.Yalnızca üretim zamanın parametreleriyle hareket ettiğimizde ‘‘sermayenin ve onun özel üretim sürecinin koşullarıyla olan’’2 ilişkiyi anlarız. Oysa asıl olan ‘‘sermayenin toplumsal üretimin kolektif, genel koşul-larıyla özgül’’ ilişkisini anlamaktır. Marx dönemindeki kapitalizm bu aşamada değil-di; fakat Marx, döneminin ötesinde günü-müzü de aşan bir kapitalizm öngörüsü üze-rinden çözümlemelerini sürdürmüştür. Bu bilinmiyor.‘‘Sermayenin ürünü kârdır’’ soyutlama-sı anlaşılmıyor. Bu anlaşılmayınca meta kavramı üretim zamanının kavramı olarak anlaşılıyor. Oysa Marx’ta ‘‘meta’’ kavramı üretim zamanının değil dolaşım zamanının kavramıdır. Kâr, üretim zamanında yaratılan artı-emek zamana bağlı artı-değerin dola-şım zamanı içersinde özel mülklüleştirerek gasp edilmesidir. Bu bağlamda kâr, değerin soyut emek altında rantlaştırılmasıdır.Sermaye, üretim zamanıyla dolaşım zama-nının birliğidir. Sermaye üretimi, bu birliğin bütünlüğüdür. Artı değer bu döngü üze-rinden kâra dönüşür ve para-sermaye kâr üzerinden dolaşımdan gelir. Marx, dolaşım zamanı içersinde artı değerin meta üzerin-den kâra dönüşmesi sürecine sermayenin ‘‘ölüm taklası’’ der. Dolaşım zamanı artı-emeği yaratmaz, fakat artı-emek zamanı kısaltmak bağlamında artı-emek zamanı belirler. Sermaye, üretim zamanıyla dolaşım

zamanı arasındaki zamanı sıfırlama eğili-mindedir. Ne kadar sıfırlanırsa artı-emek zaman içersindeki artı-değer miktarı da o oranda kâra dönüşür. Bu sıfırlama eğilimi, dolaşım zamanını ya da yeniden üretim zamanını kâr üreten bir üretim alanına dönüştürmek zorundadır. Değişim ilişkisi içersinde metanın donmuş emek miktarının eşdeğeri, yine soyut emeğin somutlaştı-ğı donmuş emek miktarıdır. Soyut emek ancak soyut emekle eşitlenebilir. Dolaşım alanının ticarileşmesine, özelleştirilmesine, sermayeleştirilmesine ve şirketleştirilmesi-ne neden olan yasa budur. İşte günümüzün kriz eğiliminin en temel noktası sermayenin bu eğilimidir. Üretim zamanı ile dolaşım zamanı arasındaki zamanı sıfırlama eğilimi, dolaşım alanını kâr üretme alanı olarak sermayeleştirmek zorundadır. Bu eğilim, kârı, değerin ölçüsü emekten soyutlaştıra-rak uzaklaştırır. Bu noktada fiyat, metanın değerini belirleyen artı-emek zamandan çıkar ve finansa geçer. Kâr, artı-emek zama-

Kâr, artı-emek zamanı

artı-değer üzerinden

rantlaştırırken emeğin

finanslaşması boyutunda

kâr, toplumsal soyut emeğin

rantlaşmasıdır

Soyut emek,

toplumsal

genel zekânın

sermayeleşmesidir

Page 16: OtonomSayı 19

14

nı artı-değer üzerinden rantlaştırırken eme-ğin finanslaşması boyutunda kâr, toplumsal soyut emeğin rantlaşması boyutuna geçer. Bu kriz sanayi kapitalizminin döngüsel krizi değil, bio-kapitalizmin geldiği boyutta kârın, toplumsal soyut emeğin rantlaşma-sına dönüşmesi sonucu emekten koparak ve emeği finanslaştırarak soyutlaşması ve balonlaşmasıdır. Patlayan balon budur.1970’lerle başlayan 80’lerle birlikte belir-ginleşen birikim modeli, finanslaşma mode-lidir. Kâr oranın düşme eğilimine içkin olarak, üretim zamanında cansız emeğin canlı emeği tam tahakküm altına alması ve üretim sürecinde canlı emeğin niceliksel pozisyonunun emeğin verimliliğine koşut değişmesi, ücretli emeğin ücret talebine içkin gelişmiştir. Kâr oranlarının ötesin-de kâr miktarındaki tarihsel düşüş, yeni bir tarihsel birikim modelini zorlamıştır. Her krizden sonra sermaye emekten kaçar. Ücret talebi üretim zamanının talebi olmak-tan çıkarılmış; finansal kârdan toplumsal ücret talebine dönüşen bir birikim modeline doğru yönelmiştir.Üretici güçlerin gelişimine paralel aşırı üre-tim ve birikim sonucu ortaya çıkan, devasa boyutlarda ‘‘işsiz sermaye’’dir. Sanayi üre-timindeki düşük kâr, bu ‘‘işsiz sermaye’’yi yeni kâr alanlarına açmıştır. Yeniden üretim alanlarının sermayeleşmesi bunun ürünü-dür. Bu boyuttan itibaren Fordizm çökmüş ve sermaye birikimi ‘‘sermayenin toplumsal üretimin kolektif, genel koşulları ile özgül ilişkisi’’3 üzerinden yapılanmaya başlamış-tır. Artık, sermayenin emeği tahakküm altı-na alma paradigması ‘‘özel sermayenin ve onun özel üretim sürecinin koşullarıyla ilişkisinden’’ farklılaşmıştır. Emeğin ücretli emek altında sınıflaştırılarak tahakküm altı-na alınması, toplumsal boyuta sıçramıştır. Toplumsal genel zekâ, toplumsal emeği

verimlileştiren sabit sermayeye dönüşmüş-tür. Bu boyutla birlikte yabancılaşmış değer olan kâr, değerden soyutlanarak sanal-laşmıştır. Gerekli emeğin ücretlendirilmesi fabrikadaki artı-değerden değil, emeğin toplumsal verimliliğine bağlı olarak toplum-sal soyut emeğin rantlaştırılması üzerinden yapılmıştır. Toplumsal gerekli emek finans-laştığı oranda, yani finansal kâr ürettiği oranda toplumsal kârdan ücretlendirilmiştir. Bu ücretlendirme kredi üzerinden borçlan-dırmadır. Ücret, gerekli emeğin finanslaş-ması üzerinden kredi olarak ödenmektedir.Bu durumu ve Amerika’daki finansal krizi anlamak için somut bir örnek üzerinden gitmek yararlı alacaktır. Bankacılık sek-töründeki değişikliği ve değişimi anlamak gerekiyor. Eskiden mevduat bankacılığı vardı. Bugünkü krize neden olan yatırım bankacılığıdır. Arasındaki fark, banka ser-mayesinin borsaya içkinleştirilerek yapı-landırılmasıdır. Finansal enstrümanların türevleşmesi bunun ürünüdür. Mevduat bankacılığı açısından ücretin finanslaştırıl-masının en basit örneği kredi kartlarıdır. Siz bir mevduat sahibi olmasanız da kredi kartı ilişkisine girdiğiniz anda faiz karşılığı olmayan bir mevduat sahibi olmuşsunuz-dur. Fakat çalıştığınız şirket veya devlet bunu faizleştirir. Mevduat bankacısı kredi kartı üzerinden gerekli emeği mevduat-laştırarak sanayi sermayesine faizli kredi olarak verirdi. Yatırım bankacıları bunu böyle yapmamaktadırlar. Onların yaptığı, bankasındaki kredi hacmini sermayeleşti-rip paketleştirerek borsada hisseleştirerek satar. Borsadaki hisse fiyatları üzerinden kredi kartı markalaşır ve metalaşır. Sosyal güvenliğin gerek devlet eliyle gerekse özelleştirme sonucu sermayeleştirilmesi de finanslaşma üzerinden yapılmaktadır. Gelelim asıl mortgage krizine! ABD 2009 yılında, ikinci dünya savaşından bu yana en büyük bütçe açığını verecektir: 1.75 trilyon

Toplumsal

genel zekâ,

toplumsal emeği

verimlileştiren

sabit sermayeye

dönüşmüştür

İçinde

yaşadığımız

kapitalist

dönem,

bio-kapitalizm

dönemidir

Sosyal güvenliğin gerek devlet

eliyle gerekse özelleştirme

sonucu sermayeleştirilmesi

de finanslaşma üzerinden

yapılmaktadır.

Page 17: OtonomSayı 19

15

dolar. ABD merkez bankası Fed, yatırım bankalarına konut kredisi olarak kullanıl-mak üzere çok düşük faizle kredi verirdi. Toplumsal gerekli emek bu fırsatı değerlen-dirilerek konut kredisi üzerinden ev sahibi oldu; fakat kredi ödenene kadar konutun mülkiyeti bankaya aittir. Yatırım bankası bu kredileri ve mülkiyetindeki ipotekleri finansal enstrümana çevirerek paketler, sermayeleştirerek meta haline getirir ve uluslararası borsada bu metaları satar. Bu türevler borsada satıldıkça ve toplumsal gerekli emeğin talebi yükseldikçe konut fiyatları yükselir. Sub-primer denilen geri ödemesi riskli bu finansal enstrümanlara toksit madde denilmektedir. ABD, aptal uluslararası bankalara ve yatırımcılara bu toksitleri satar ve ödeme dengesi açığını kapatmaya çalışır. Bir başka banka da bu toksitleri türevleştirerek başkasına satar ve böylece sonsuz bir zincir kurulur. Konut kredisi almış toplumsal gerekli emek, evinin fiyatlarının yüksekliğinden yararlanarak, diğer ihtiyaçlarını kredilendirmek için evini sermayeleştirir. Bu durum karşısında, olgu-nun sırını gizlemek için yalan söylenmekte-dir. Krediler ödenmediği için hisselerin bat-tığı söylenmektedir. Gerekli emek kredisini ödemese de sonuç değişmez. Önemli olan konut fiyatlarının yüksek tutulmasıdır. Dert

insanları konut sahibi yapmak değil, konut sektörünü finans alanında metalaştırmak için sermayeleştirmektir. Konut fiyatını belirleyen talep değil, uluslararası borsa-daki hisse fiyatının yüksekliğidir. Toplumsal gerekli emek, finansal piyasa yaratılması için bir mevduat gücüdür. Bu basit anlatı-mı bütün toplumsal ilişkilere indirgemeniz mümkündür.Kâr oranın düşme eğilimine bağlı olarak, artı değer miktarının düşmesi metanın fiyatlanmasında kâr miktarını düşürmekte-dir. Düşen bu kâr miktarını fiyata yansıtma-mak için fiyatlar yüksek tutulmak zorunda-dır. İşte bu fiyatların yüksek tutularak kârı yüksekte tutma mekanizmasını finanslaşma üstlenmiştir. Slogan şudur: ‘‘kârını yük-sek tutmak istiyorsan finanslaş!’’ Yaşamın finanslaşması yalnızca toplumsal gerekli

emeğin mevduatlaşmasını sağlamaz aynı zamanda gelecekteki ücretini de bugünden sermayeleştirir. Borsa, emeğin 10 yıl son-rasını, belki 20 yıl sonrasını satın almıştır. Artık toplumsal gerekli emek için ücret, kredi üzerinden borçtur. 25 yıldır sendika siyasetinin tıkanmasının ve yok sayılması-nın nedeni budur. Çünkü toplumsal gerekli emek, ücret talebini patrondan değil top-lumsal patron finans kârından, yani soyut emeğin rantlaştırılmasından, kredi olarak talep etmektedir.Kâr, üretim zamanıyla sınırlanmış artı değerden koptu, yetmedi gelecek yılların artı değeri üzerinde kendisini üretti; bu da yetmedi canlı emeğin bugününden ve yarınından da koparak soyutlaştı. Kriz, bu soyutlaşarak hayalileşen kâr üretiminin çöküşüdür. Büyük iflaslar, küresel bir işsiz-lik ve antagonist bir kriz bizi bekliyor. Evet, nasıl ki sermaye toplumsal soyut emeği özel mülkiyetle rantlaştırdıysa, emek de toplumsal soyut emeği kolektif emek adına politik olarak talep etmelidir. Küresel çapta ve toplumsal boyutta emeğin toplumsallaş-masıyla özel mülkiyet arasındaki antagonist çatışmaya girmiş bulunmaktayız. Yeni bir komün bizi bekliyor. Şenliğimizin adı zafer olsun!

1 K. Marx, Kapital I, Sol Yay., 1997, s. 1022 K. Marx, Grundrisse, Cilt 2, Sol Yay., 2003, s.

1163 K. Marx, Grundrisse, Cilt 2, Sol Yay., 2003, s.

116

Cengiz İNAN

Yaşamın finanslaşması yalnızca

toplumsal gerekli emeğin

mevduatlaşmasını sağlamaz aynı

zamanda gelecekteki ücretini de

bugünden sermayeleştirir.

Toplumsal

gerekli emek

için ücret,

kredi üzerinden

borçtur

Page 18: OtonomSayı 19

16

Marksist felsefe ve Feuerbach Üzerine TezlerEngels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu’nun önsözünde, Marx’ın (ve kendisinin) Hegel ile olan ilişkileri konu-sunda, çeşitli vesilelerle düşüncelerini açık-ladıkları halde, o zamana kadar kapsamlı ve kendi bütünlüğüne sahip bir çalışma yayım-lamadıklarını yazdığında, yıl 1888’dir.1 Alman İdeolojisi’ni oluşturacak olan elyazmalarının yazılışının üzerinden kırk iki, Avrupa’yı saran devrim dalgalarının yenilgiyle dinişinin üzerin-den kırk, Kapital’in son cildinin yazılışının ve Marx’ın ölümünün üzerinden beş yıl geçmiştir. Engels’in bu eseri, Alman İdeolojisi’yle birlik-te, yaygın okuma tarafından Marksist felsefe-nin, yani tarihsel materyalizmin ana hatlarının ortaya koyulduğu eser olarak görülmekle birlikte, kendi döneminde, C. N. Starcke’in Feuerbach üzerine yazdığı bir kitap üzerine, Neue Zeit (Yeni Zaman) dergisinin isteğiyle kaleme alınan bir eleştiri yazısıdır. Engels kendisine getirilen teklifi reddetmemiş, bu eleştiri yazısı dizisini, sonradan oluşturdu-ğu derlemenin önsözünde de belirttiği gibi, ‘‘Marksist dünya anlayışı’’nın temellerine dair bir broşüre çevirmiştir.Klasik Alman Felsefesinin Sonu’nun önsözün-de Engels, 1845–1846 elyazmalarına, namı-diğer Alman İdeolojisi’ne2 de atıfta bulunur. Marx’ın ve kendisinin Brüksel döneminin bu el yazmalarına ait Feuerbach Üzerine Tezler’i,

bazı değişikliklerle birlikte3 Klasik Alman Felsefesinin Sonu derlemesinin ek kısmına dâhil ederken, aynı döneme ait elyazmaları-nın geri kalanı hakkında ise, ‘‘bizim (Marx ve Engels) o zamanki ekonomik tarih konusun-daki bilgilerimizin ne kadar eksik olduğunu kanıtlayan bir materyalist tarih anlayışından ibaret’’4 demekle yetinir. Bu önsözden de anlaşılacağı üzere, Engels Alman İdeolojisi’ni tarihsel materyalizme dair ‘‘eksik’’ –özel-likle ekonomik tahlil bakımından ‘‘eksik’’– ve geliştirilmeyi bekleyen bir şema olarak görür. Aslında bu sadece Engels’e özgü bir yorum değil, Marx’ın da ima ettiği bir görüş-tür. Örneğin Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın önsözünde Marx, 1844–1847 yılları arasında kaleme aldığı eserlerden, sadece Proudhon’la polemiğe tutuştuğu Felsefenin Sefaleti’nin ‘‘bilimsel’’ bir nitelik taşıdığı-nı, 1845–1846 yılları arasında, Brüksel’de Engels’le birlikte yaptığı diğer çalışmaların ise, ‘‘geçmişteki felsefi bilinçleriyle bir tür hesaplaşma’’5 olduğunu yazar.Engels, bu hesaplaşmaların içinden özellikle Tezleri Klasik Alman Felsefesinin Sonu’nun içine almasının gerekçesi olarak ise, bu tezlerin ‘‘yeni dünya kavrayışının dâhiyane

tohumunun atılmış olduğu ilk belge olarak ölçülemez bir değer taşıma’’sını6 gösterir. Bu Tezlerin daha sonraki teorik alımlama-ları, kendilerine büyük ölçüde Engels’in bu sözünün çizdiği çerçeve içinde bir yer bulma-ya çalışmışlardır. Bunun sonucu olarak da, yaygın yorumlara, Marksist dünya görüşü-nün içinden daha önceki ‘‘idealist artıkların’’ defedildiği bir milat saptama kaygısı hâkim olmuştur.7 Pratikte ise, bu tezlerin özellikle de on birincisi, diğerlerinden soyutlanıp bir ilk belge, bir şema olmanın ötesine geçerek, belki de Marx’ın ve Engels’in hiç tahmin ede-meyeceği bir biçimde, sonraki birçok Marksist harekete ilham verecek olan enternasyonal bir motto haline gelmiştir: ‘‘Filozoflar dün-yayı yalnızca değişik tarzlarda yorumladılar, mesele onu dönüştürmektir.’’ On birinci tezde en genel çerçeveyle teori ile pratik, felsefe ile siyasi etkinlik arasında kurulan ilişki (ya da ‘‘karşıtlık’’), bu tez kadar ‘‘popülerleşmemiş’’ olsalar da, diğer tezlerle (özellikle burada üzerinde duracağımız birinci tezle) ve daha genel olarak da Marx’ın Hegel felsefesini ve Hegel sonrası felsefeyi ele alış biçimiyle doğrudan ilişkilidir. Bu ilişki, bizim Marx’ın buradaki ‘‘filozoflar’’ sözcüğüyle kimleri ya da

Engels Alman

İdeolojisi’ni tarihsel

materyalizme dair

‘‘eksik’’ ve geliştirilmeyi

bekleyen bir şema olarak

görür

Feuerbach Üzerine Tezler

hâlâ açık bir uzamdır, metne

işleyen temel kaygı Marksist

felsefe açısından bugün

hâlâ geliştirilebilir bir çıkış

noktasıdır

Tezlerin el yazmalarından…

Page 19: OtonomSayı 19

17

hangi tür felsefe yapma eğilimini kastettiğini, yorumlama ile dönüştürme arasındaki görü-nürdeki karşıtlığın içeriğini daha iyi yakalaya-bilmemize olanak sağlar. Bu yazıda, öncelikle bu olanağın izi sürülmeye çalışılacaktır. Bunu yaparken de, iki noktayı sürekli hatırımızda tutmaya çalışacağız. Birincisi, bu tezlerin belli bir bağlama, konular yoğunlaşmasına ait olduğu ve bu bağlamın, Marx ve Engels’in politik angajmanından ayrı ele alınamayaca-ğı gerçeğidir. İkincisi ise, tezler söz konu-su olduğunda, bu metnin sonlanmamış, bu anlamda kapalı, nihai sözü söyleyip bitirmiş bir doktrin değil, hâlâ açık bir uzam olması ve bu metne işleyen temel kaygının, Marksist felsefe açısından bugün hâlâ geliştirilebilir bir çıkış noktası, bir yönelim sağlıyor olmasıdır.Nedir bu temel kaygı? Feuerbach Üzerine Tezler, Marx’ın kendisinin hiçbir zaman tez demediği ve kendisi için aldığı notlardan oluşan, belki Althusser’in dediği gibi ‘‘şef-faflığı yanıltıcı olan’’8, ama en çok Pierre Macherey’nin dediği gibi ‘‘sahip olduğu gerçek opaklığın içinde, taşıdığı hakikatin bulunması gereken’’9 aforizmalardır. Bizce bu hakikatin en büyük parçasını, idealizm ile materyalizmin birbirini besleyen bir konuma

sahip olduğunu, birbirlerinin aynadaki ters imgeleri haline gelmiş olduklarını göstermek oluşturur.10 Her iki gelenek de, aynı dertten muzdariptir: özne-nesne yarılmasının yol açtı-ğı boşlukta, öznellik-nesnellik bütünlüğünün gözden kaçırılması yüzünden, insan etkinli-ğinin gerçek doğasının kavranamaması. Bu eleştiriden hareketle de, Marx’ın Feuerbach Üzerine Tezleri’nin kaygısı, insanın gerçek etkinliğini kavrayabilen ve özne-nesne, bilinç-madde ve teori-pratik dikotomilerine düşme-den bir bütünlük anlayışı geliştirebilen bir felsefe, yeni bir felsefe, bir praksis felsefesi oluşturmaktır.

Bu temel kaygının serimleniş alanı, birinci tezde kurulur:

Şimdiye kadarki tüm materyalizmin (Feuerbach’ınki dâhil) başlıca kusu-ru, nesnenin, gerçekliğin, duyum-samanın, duyulur insan etkinliği, praksis olarak değil de, öznel ola-rak değil de, yalnızca nesne ya da sezgi biçiminde kavranmış olma-sıdır. Bunun sonucu olarak, etkin yön, materyalizmin tersine, idealizm tarafından geliştirilmiştir –ama yal-nızca soyut olarak, çünkü idealizm gerçek, duyulur etkinliği bu biçi-miyle elbette tanımaz. Feuerbach, düşünsel nesnelerden gerçekten ayrı, duyulur nesneler ister; ama insan etkinliğinin kendisini, nesnel etkinlik olarak kavramaz. Bu yüzden de, Hıristiyanlığın Özü’nde, yalnızca teorik tutumu, hakiki insan tutumu olarak görürken, pratik ise ancak iğrenç yahudice görünümüyle kav-ranır ve sabitleştirilir. O nedenle de, ‘‘devrimci’’, pratik-eleştirel etkinli-ğin önemini anlamaz.11

Marx’ın burada materyalizme getirdiği eleş-tiri, insan etkinliğini, gerçekliğin kurucu bile-şeni olarak görmemektir. Klasik materyalizm, dış dünyanın gerçekliğini kabul eder. Duyum nesnelerinin bu dünyadaki varlığını kabul eder ama bu nesnelerin insan tarafından ancak belli bir duyumsal etkinliğin sonu-cu olarak algılanabildiklerini, bu duyumsal

Marx’ın Tezleri’nin

kaygısı, insanın gerçek

etkinliğini kavrayabilen

ve özne-nesne,

bilinç-madde ve

teori-pratik

dikotomilerine

düşmeden bir bütünlük

anlayışı geliştirebilen

bir felsefe, yeni bir

felsefe, bir praksis

felsefesi oluşturmaktır

Althusser

Engels

Marx’ın materyalizme

getirdiği eleştiri, insan

etkinliğini, gerçekliğin kurucu

bileşeni olarak görmemektir

Page 20: OtonomSayı 19

18

etkinliğin öznel yönünü görmez. İnsanı, bu nesneleri algılarken, onlara pasif bir şekilde maruz kalan bir alıcı konumuna indirger. Nesnelerin algılanışını, dış dünyanın insan zihnine yansıyışı olarak gören bir açıklamaya doğru meyleder. Yani insanın doğayla ilişki-sini tek yönlü olarak kavrar. Oysa insan hem doğanın bir parçası hem de doğayı temel-lük edip dönüştürebilen, değiştirebilen bir güçtür. Sorun, fikrin ve nesnenin doğrudan mütekabiliyeti sorunu değil, duyulur insan etkinliği yoluyla, duyumun içeriğinin dönüş-müş oluşudur. Duyumlar, dış nesnelerinin beden üzerine basit bir etkisi değildir, insan ve çevresi arasındaki karşılıklı etkileşimin bir sonucu olarak oluşurlar. Yani zihin, maddenin bir yansıması değildir. Marx burada idealiz-mi tersine çevirmeye çalışan materyalizmin konumunu (‘‘zihinden maddeye’’ formülü-nü, basitçe ‘‘maddeden zihne’’ formülüyle ikame eden konumu) kabul etmez. İdealizmde etkin olan bilincin, materyalizmin eleştirisiyle

boşalan yerine maddeyi yerleştirmeye kal-kışmaz. Kısacası sorun, bedeni belirleyen bir zihinden, zihni belirleyen bir bedene geçiş değildir. Dolayısıyla pratik terimi, Marx’ın yorumunda, bir bütün olarak duygulanımları da kapsayacak şekilde, insanın bütün etkin-liklerine verilebilecek bir ad olarak karşımıza çıkar. İnsan etkinliği söz konusu olduğunda, sorun zaten bilinç ve madde ayrımının ken-disidir. İdealizm ve materyalizm, birbirlerinin açtıkları boşlukta, birbirlerini ikame eden bir konuma gelmişlerdir. Tam da materyalizmde, insan etkinliğinin öznel yönü eksik kaldığı için,

idealizm bu boşluğu doldurmaya girişebilmiş-tir (‘‘etkin yön, materyalizmin tersine, idea-lizm tarafından geliştirilmiştir –ama yalnızca soyut olarak, çünkü idealizm gerçek, duyu-lur etkinliği bu biçimiyle elbette tanımaz’’). İdealizm, materyalizmin boşlukta bıraktığı öznelliği, etkin bir bilinç tanımıyla doldur-maya çalışır. Fakat onda da maddi gerçeklik kısmı boş kaldığı için, insanın öznelliğini, insanın maddi gerçekliğini dikkate almadan tanımlamaya çalıştığı için de, bu teşebbüsü çarpık bir görünüm kazanacaktır. Marx bu tezdeki konumunu, aslında bir bakıma 1844 Elyazmaları’nda da benimsemiştir:

Dünya ile insani ilişkilerin her biri, görme, işitme, koklama, tatma, dokunma, düşünme, seyir, duygu, istenç, etkinlik, sevgi, kısacası insa-nın bireyselliğinin tüm organları, kendi biçimleri içinde dolaysız top-lumsal olan organlar gibi, nesnel davranışları ya da nesne ile iliş-kilerinde, nesnenin sahiplenilmesi, insani gerçekliğin sahiplenilmesidir. Nesne ile ilişkileri, insani gerçek-liğin belirtisidir. (Demek ki insani gerçeklik, insanın belirlenimleri ve etkinlikleri kadar çeşitlidir – Marx’ın notu)12

Tüm insan duyumları, toplumsal olarak kod-lanmışlardır. Bu da demektir ki, salt görme-den değil, görme biçimlerinden bahsedebi-liriz. İnsan dünyaya arzularıyla (ihtiyaçlarıy-

Ludwig Feuerbach

Marx’ın, Feuerbach (türsel

varlık)-Stirner (birey)

kutuplaşmasının her iki

tarafından da farklılaşan bir

kavrayış geliştirmeye 1844

Elyazmaları’nda başladığı

söylenebilir

Kapitalist bir yaşamdan başka

türlü yaşamak, öncelikle başka

türlü görmek, başka türlü işitmek

demektir

Page 21: OtonomSayı 19

19

la) birlikte yönelirken, insanın her duyumu, dünyayla kurulan belli bir temellük ilişkisini ifade eder. Marx bu epistemolojik argüma-nını, kapitalizm eleştirisiyle ilişkiye sokar. Bu temellük ilişkisinin biçimi, kapitalizmde iş bölümü ve özel mülkiyet biçiminde gelişir Toplumsal ilişkilerin iş bölümü ve özel mülki-yet tarafından belirlendiği bir dünyada, dün-yayla kurulan duyum etkinliği de ancak belli bir biçim içersinde gerçekleşecektir. Burada dünyayı kendinin kılma (appropriation), belli bir mülk edinme (possession) operasyonuna indirgenir:

Özel mülkiyet, bizi öylesine alık-laştırmış ve sınırlı kılmıştır ki, bir nesne ancak ona malik olduğumuz, demek ki (o nesne) bizim için ser-maye olarak var olduğu ya da bizim tarafımızdan dolaysız sahip olundu-ğu, yenildiği, içildiği, giyildiği, içinde oturulduğu vb. kısacası bizim tara-fımızdan kullanıldığı zaman bizimdir – her ne kadar özel mülkiyet sırası geldiğinde sahip olmanın kendisinin bütün bu dolaysız gerçekleşmelerini ancak geçim araçları olarak etkisi içine alır ve her ne kadar bunların araç hizmeti gördüğü yaşam, özel mülkiyet yaşamı, emek ve sermaye yaşamı ise de. 13

Dünyayla araçsal bir ilişki kurmak, dünya-daki şeyleri salt çıkar nesnelerine indirge-mek, dünyadan bir yandan yararlanırken bir yandan da onu kurmaya ve dönüştürmeye devam eden kendinin kılma eyleminin değil, mülk edinme eyleminin sonucu olarak gelişir. Bu ikisini ayırabilmek, yani temellük etme (appropriation) ile mülk edinmeyi (possessi-on) ayırabilmek, ontolojik, epistemolojik ve siyasal bütünlüğe sahip olan kolektif özgür-leşme etkinliği açısından büyük önem taşır. Praksis, insanın etkinliği olarak, bu bütünü ifade eder. Doğanın temellükünde, kolektif bir yararlanma ilkesi geliştirilebilirken, mülk edinmede ise, duyumsal etkinlik, kendi çıkar-larının peşindeki atomize bireylere ait olarak tasvir edilir. İşte bu yüzden Marx dokuzuncu tezde, ‘‘sezgisel materyalizmin, yani duyum-samayı pratik etkinlik olarak kavramayan materyalizmin vardığı en üst nokta, birbi-rinden yalıtılmış bireylerin ve sivil toplumun sezgisidir’’14 diyecektir. Duyumsamayı pratik etkinlik olarak kavramak, duyumun toplum-sal olarak kodlandığını görebilmektir. Bu da,

Hegel’in ‘‘sivil toplum’’ kavramlaştırmasının selefi olan Hobbes’un da aralarında bulundu-ğu İngiliz ampiristlerinin mekanik materyaliz-minin çok ötesinde bir kavrayıştır. Dokuzuncu tezdeki tema, onuncu tezde de devam eder: ‘‘Eski materyalizmin bakış açısı sivil toplum-dur (bürgerliche Gesellschaft), yeni mater-yalizmin bakış açısı ise, insan toplumu ya da toplumsal insanlıktır.’’15

Göstermeye çalıştığımız gibi, Marx, burju-va toplumunun eleştirisine giriştiği 1844 Elyazmaları’nda da felsefeyi ve özellikle de epistemolojiyi, üretim ilişkilerinden bağım-sız ele almaz. Özgürleşme pratiği ise insan etkinliğinin ontolojik, epistemolojik ve politik bütünlüğü içersine kavramlaştırılacaktır. Öyle ki bu proje, salt biyolojik görülebilecek duyum etkinliğini bile kapsar. Kapitalist bir yaşam-dan başka türlü yaşamak, öncelikle başka türlü görmek, başka türlü işitmek demektir. İnsanın duyularının maddiliği, bu bütünlüklü özgürlük projesinde kapsanır.

Althusser, Marx’ın 1844 Elyazmaları’nın da içinde olduğu ‘‘gençlik dönemi’’ eserle-ri için ‘‘kuşkusuz Marx’ın düşünce temala-rı, Feuerbach’ın doğrudan kaygılarını aşar, ama teorik şema ve sorunsal aynıdır’’16 der. Althusser’e göre, Genç Marx’ın Feuerbach antropolojisinin terimlerini kullanması (yaban-cılaşma, türsel varlık (gattungwessen), bütün-lüklü insan), onun felsefi sorunsalının özünün de Feuerbachcı olmasının, yani Genç Marx’ın idealist hümanizminin temel sebebidir.17 Diğer yandan ise, Althusser Feuerbach Üzerine

Hegel

Marx’ın bu dönemdeki Hegel

ve Feuerbach eleştirilerine,

kapitalizmin felsefi eleştirisi de

eşlik eder

Page 22: OtonomSayı 19

20

Tezler’i, muğlak kavramlaştırmalara ve yine Feuerbachcı kalan formülleştirmelere rağ-men, ‘‘yeni teorik bilincin’’ geliştiği döne-min, yani kopuş döneminin bir eseri olarak görür (bilindiği gibi, Althusser’e göre Marx’ın kopuş döneminin bir diğer eseri de Alman İdeolojisi’dir).18 Oysa Marx, Feuerbach’tan gelen bu kavramları, 1844 Elyazmaları’nda bile, farklı bir içerikle kullanmıştır. Örneğin Marx’ın kullandığı türsel varlık (gattungswe-sen) kavramı, burada da üretim faaliyeti ile ilişkilidir. İnsanın türsel varlık olarak evrenselliği, Feuerbach’taki gibi, sınırsız ve toplumsal belirlenimden yoksun ‘‘düşünme faaliyeti’’yle değil, ihtiyaçlar (arzu) temelinde bir araya gelen insanların ortak üretim etkin-liğine katılımı yoluyla tanımlanır. Marx’taki evrensellik teması, üretimin bütünlüğünün evrenselliğidir. Yalnız bu üretimin mekânı, her zaman için mevcut toplumsal ilişkilerin gelişkinlik derecesiyle belirlenir.19

Marx 1844 Elyazmaları’nda türsel varlık kav-ramını kullansa da, bu kavramı Feuerbach’tan eleştirel bir biçimde, içeriğini değiştirerek

almıştır. Alman İdeolojisi’sinde ise bu kav-ram kullanılmayacak ama belli bir evrensellik teması korunacak, Stirner’in belirlenimsiz, toplumsal-dışı ‘‘Ben’’ine karşı, bu kavrayış öne çıkarılacaktır. Dolayısıyla Marx’ın, Feuerbach (türsel varlık)-Stirner (birey) kutuplaşmasının her iki tarafından da farklılaşan bir kavra-yış geliştirmeye 1844 Elyazmaları’nda baş-ladığı söylenebilir. Feuerbach, Hıristiyanlığın Özü’nde, insanı türsel varlık, yani kendi türü-nün bilincinde yapan şeyin, kendi türü ve kendi türüne özgü varoluş koşulları üzerine düşünebilmesi, kendilik bilinci olduğunu söy-ler. Ona göre ‘‘birey’’ kavramı, insanı ayırt eden bir kavram değildir, çünkü doğadaki her varlık, kendini duyumsadığı oranda bir birey-dir. İnsan ise, diğer varlıklardan farklı olarak biri iç, diğeri ise dış dünya olmak üzere, iki varlık alanına sahiptir. İnsan iç dünyasında, kendi kendine bir diyalog geliştirebildiği için ve başka bir insan olmaksızın, kendi türüne özgü bu özellikleri devam ettirebildiği için evrensel bir varlıktır.20 Feuerbach Geleceğin Felsefesinin İlkeleri’nde de şöyle yazar:

(…) Duyusal bir varlık varoluşu için kendi dışında başka şeylere ihti-yaç duyar. Nefes almak için hava-ya, içmek için suya, görmek için ışığa, yemek için bitkisel ve hayvan-sal besinlere ihtiyaç duyarım; ama düşünmek için, en azından dolaysız olarak, hiçbir şeye ihtiyaç duymam. Nefes alan bir varlığı hava olmadan düşünemem, gören bir varlığı da ışık olmadan; ama düşünen bir var-lığı, kendi başına kendisi için olarak düşünebilirim. Nefes alan varlık var-lık, zorunlu olarak, kendi dışındaki bir varlık ile ilişkilidir; oysa düşünen varlık, kendi kendisi ile ilişkilidir; o, kendi kendisinin nesnesidir, kendi özünü içinde taşır, ne olduğunu ken-disine borçludur.21

Marx ise 1844 Elyazmaları’nda, şöyle söyler:

İnsan türsel varlık olduğunu, tam da nesnel dünyayı işleyip geliştirme olgusunda kanıtlar. Bu üretim, onun edimsel türsel yaşamıdır. Bu üretim sayesinde, doğa, onun eseri ve onun gerçekliği olarak görünür. Öyleyse emeğin amacı, insanın türsel yaşa-mının nesnelleşmesidir: çünkü insan, bilinçte olduğu gibi, kendini

sadece entelektüel bir biçimde değil, etkin bir biçimde ikiler ve böylece kendini, kendisinin yaratmış oldu-ğu bir dünyada seyreder. Demek ki yabancılaşmış emek, insandan kendi üretim nesnesini çekip alarak, ondan türsel yaşamını, onun gerçek türsel nesnelliğini de koparıp alır ve insa-nın hayvan karşısında sahip oldu-ğu avantajı, kendi organik olmayan bedeninin, doğanın ondan çalınması dezavantajına dönüştürür.22

Bir anlamda Marx’ın bu dönemdeki Hegel ve Feuerbach eleştirilerine, kapitalizmin felsefi eleştirisi de eşlik eder. Marx kendinden önce-ki felsefi gelenekten gelen türsel varlık kavra-mını, insanın üretim etkinliği ve bu etkinliğin belirli tarihsel koşullar içinde aldığı form (kapitalist üretim ilişkilerinde özel mülkiyet ve yabancılaşmış emek formu) bağlamında yeniden kullanmıştır. 1844 Elyazmaları’nda, Marx’ın Hegel (ve Feuerbach) eleştirisinin iki boyutu vardır: Birincisi, bu düşünürler insanın maddi etkinliğini kavrayamamışlar, diğer bir deyişle mevcut toplumsal ilişkiler

Tezlerin el yazmalarından…

Macherey

Toplumsallıktan yalıtılmış birey

kavrayışı ile özel mülkiyet

ilişkilerinin bedeni olan devlet,

sembiyoz bir ilişki içersindedir

Son tezde, yorumlama ile

dönüştürme, teori ile pratik

arasında önlenemez bir

karşıtlık mı kurulmaktadır?

Page 23: OtonomSayı 19

21

içinde bu etkinliğin kazandığı doğayı (yaban-cılaşmış emek/işbölümü) tam olarak kav-rayamamışlar, iş bölümünün yaratığı zihin-sel ve pratik faaliyet ayrımını verili kabul etmişlerdir. İkincisi ise, insan etkinliğinin büründüğü mevcut biçimi mutlaklaştırmışlar, onun değişebilirliğini ve tarih içindeki göreli-liğini görmezden gelmişlerdir.23 Diğer yandan Marx, bu dönemdeki (1844-1846) felsefi eleş-tirilerinde, evrensellik temasını koruyarak, insanın bireysel özerkliğini savunmak için bu kavrayışı reddeden Stirner’e de karşı çıka-caktır. Stirner Biricik ve Onun Mülkiyeti’nde şöyle söyler:

(…) Egoizm ve insanlık aynı anlama gelmelidir, ama Feuerbach’a göre ‘‘birey ancak kendisini, kendi birey-selliğinin sınırlarının ötesine yüksel-tebilir, kendi türünü özsel ve olumlu olarak belirleyen yasalarının ötesine değil.’’ (…) İnsan sadece bir ideal-dir; tür yalnızca düşüncede var olur. Bir İnsan olmak, İnsan olma idea-lini gerçekleştirmek demek değil, kendini, bireyi göstermektir. Benim görevim, genel insanı gerçekleştir-mek değil, kendi kendime yetmem-dir. Ben kendi kendimin türüyüm. Benim ne normum, ne yasam, ne

modelim ne de benzeri şeylerim var. Kendimden çok az şey ortaya çıka-rabilirim ama bu çok az şey, her şeydir ve bu diğerlerinin gücüyle, geleneğin, dinin, yasaların, Devletin terbiyesiyle yapabildiğimden çok daha iyidir.24

Stirner’in Devlet eleştirisinin temeli, bireyin bu özerkliğidir: ‘‘Öyleyse, biz ikimiz, Devlet ve ben düşmanızdır. Ben, egoist, bu ‘insan toplumu’nu pek dert etmem. Ona hiçbir şey kurban etmem, ben sadece onu kullanırım; fakat onu tümüyle kullanabilmem için, onu kendi mülküm haline, kendi yaratığım haline getiririm; yani onu ortadan kaldırırım ve onun yerine Egoistler Birliği’ni kurarım.’’25 Stirner, Biricik ve Mülkü boyunca, bireyin otonomluğu perspektifinden sadece Devlet eleştirisi geliş-tirmekle kalmaz, komünizmin ve Hıristiyanlığın da, Devletçi yani, egoistin tam tersi olan bakış açısına dahil olduğunu iddia edecektir. Marx’a göre ise sorun, ne izole bir birey tanımına ve onun kurumlar karşısındaki özerkliği kavrayı-şına, ne de sadece ortak bir düşünme ve anla-ma yetisi üzerinden tanımlanan bir türsel var-lık kavrayışına ulaşmaktır. Öznellik-nesnellik dikotomisinin insan etkinliğinin gerçek doğası-nın anlaşılmasına bir engel teşkil etmesi gibi, birey ve türsel varlık, ya da Stirner’in yaptığı gibi birey ve Devlet, özel çıkar ve genel çıkar uçlaştırmalarının da aynı açmazlara düşmesi kaçınılmazdır. Toplumsallıktan yalıtılmış birey kavrayışı ile özel mülkiyet ilişkilerinin bedeni olan devlet, sembiyoz bir ilişki içersindedir. Bunlar arasında antagonist bir fark söz konu-su değildir. Marx bunu Alman İdeolojisi’nde şu şekilde dile getirir:

Komünistler, Stirner’in uzun uzadı-ya yaptığı gibi moraliteyi övmezler. İnsanlardan şu gibi ahlaki taleplerde bulunmazlar: birbirinizi sevin, egoist olmayın, vb.; bilakis bencillik kadar egoizmin de, belirli koşullar içer-sinde, bireylerin kendilerini ortaya koymalarının zorunlu bir biçimi oldu-ğunu gayet iyi bilirler. Dolayısıyla, komünistlerin Aziz Saint’in (ve Arnold Ruge’ün) sandığı gibi, ‘‘özel bireyi’’ ortadan kaldırıp onun yerine ‘‘genel’’ kendinden vazgeçmiş insanı koymak gibi bir niyetleri yoktur asla. Bu, her ikisinin de Alman-Fransız Yıllıkları’nda gerekli açıklamayı bula-bileceği bir hayal gücünün uydurma-sıdır. Komünist teorisyenler, kendi-lerini tarih çalışmasına verebilecek zamana sahip olan komünistler, tam da tarih boyunca ‘‘genel çıkar’’ın ‘‘özel kişiler’’ olarak tanımlanan bireyler tarafından yaratılmış oldu-ğunu keşfetme ayrıcalığına sahip olmuştur. Onlar bu çelişkinin sadece görünüşte olduğunu bilirler, çünkü bir tarafta ‘‘genel çıkar’’ olarak adlandırılan şey, sürekli olarak diğer taraf, özel çıkar tarafından üretil-mektedir; ve de bu ikincisi, yani özel çıkar hiçbir şekilde bağımsız bir tari-he sahip bağımsız bir güç değildir.26

***

Tüm bunlar üzerinde yeniden Feuerbach Üzerine Tezler’e ve son teze dönelim. On birinci tezde Marx şöyle söyler: ‘‘Filozoflar

Stirner’in Devlet

eleştirisinin temeli,

bireyin bu özerkliğidir

Marx

Marx’taki evrensellik teması,

üretimin bütünlüğünün

evrenselliğidir

Stirner

Page 24: OtonomSayı 19

22

dünyayı yalnızca değişik tarzlarda yorumla-dılar, mesele onu dönüştürmektir.’’ Engels’in versiyonu ise şöyledir: ‘‘Filozoflar dünyayı yalnızca değişik tarzlarda yorumladılar, fakat mesele onu dönüştürmektir.’’ Macherey, 11. tezi tartışmaya Engels’in eklediği ‘‘fakat’’ı sorunsallaştırmayla başlar.27 Bu nokta ger-çekten de önemlidir. Bir bakıma bu tezle ilgili, Marksizmin içine kadar sinmiş olan şimdiye kadarki yanlış anlamalar veya indirgemelerin kökü bu ‘‘fakat’’a dayanır. Bu tezin iki versi-yonu arasındaki küçük ama önemli fark ile ilgili, Macherey’yi izleyerek şu sorular soru-labilir: Bu son tezde, yorumlama ile dönüş-türme, teori ile pratik arasında önlenemez bir karşıtlık mı kurulmaktadır? Engels eklediği ‘‘fakat’’la, bu karşıtlığı mı öne çıkarmıştır? Böyle bir karşıtlık varsa, bu karşıtlık nasıl bir karşıtlıktır, bazı çevirilerin iddia ettiği gibi, bir öncelik-sonralık sorunu, zamansal bir

karşıtlık mıdır?28 Yoksa söz konusu olan bu tezle, diğer tezler arasında, örneğin birinci tezdeki pratik-eleştirel kavramı arasında belli bir süreklilik midir? Hatta bu sorulara şu da eklenebilir: Bu sürekliliğin boyutları, Marx’ın 1844’ten başlayıp, 1846’ya uzanan felsefi-ekonomik çalışmalarına uzanır mı?Bu yazıda, Feuerbach Üzerine Tezler’le ilgili öne çıkartmaya çalıştığımız sorular daha çok son iki soru olmuştur. Diğer bir deyişle, bu tezi Marx’ın (Hegel-)Feuerbach ve de Stirner eksenli, dikotomik düşünme eleştirisi bağ-lamına yerleştirmek gerekir. Daha önceki tezlerde dikotomik düşünmenin sınırlarına değinen Marx, son tezde de yorumlama ve dönüştürme faaliyetlerini birbirinden ayır-maktan ziyade, bu iki faaliyetin ayrılığını önvarsayan bir felsefi ufkun açmazlarına işa-ret eder. Marx’ın 1844 Elyazmaları’nda da, Alman İdeolojisi’nde de eleştirisinin temel

Marx, son tezde yorumlama

ve dönüştürme faaliyetlerini

birbirinden ayırmaktan

ziyade, bu iki faaliyetin

ayrılığını önvarsayan bir

felsefi ufkun açmazlarına

işaret eder

Yoksa söz konusu olan bu tezle,

diğer tezler arasında, örneğin

birinci tezdeki pratik-eleştirel

kavramı arasında belli bir

süreklilik midir?

Ancak dönüştürme

faaliyetinin, gerçek insan

etkinliğinin öznesi olabilenler

anlayabilir

Filozoflar dünyayı yalnızca değişik tarzlarda yorumladılar, fakat mesele onu dönüştürmektir

Page 25: OtonomSayı 19

23

hedefi, işbölümüne dayalı toplumsal yapıdır. Bu toplumsal yapı içersinde, özel mülkiyet, sermaye ve emek karşılıklı bir belirlenim içersinde bulunmaktadır. Feuerbach’ın ve Stirner’in de dahil olduğu mevcut Alman men-talitesi (ideolojisi) ise, bu karşılıklı belirlenimi ve toplumun işbölümü temelli örgütlenişini kavrayamayarak, zihinsel emek ve kol emeği ayrımının verili olduğunu varsayıp, bunun üzerinden felsefi alanın özerkliğini koruma-ya çalışmışlardır. Sorun aslında spekülatif felsefenin sadece yorumlamakla yetinmesi de değil, bu yorumun bizzat yanlış öncüllere dayanıyor oluşudur. Yani ortada doğru bir yorum ve buna eşlik eden bir eylemsizlik hali yoktur. Tam da yorumun içeriğindeki yanlış-lar yüzünden, Marx’ın daha önceki tezlerde dediği gibi, varılan nokta ‘‘sivil toplumun bakış açısı’’ olmuştur. Yorumlardaki yanlışları doğuran şey ise yorumun var olan pratikten kopmuş oluşudur. Engels ve Marx’ın Alman İdeolojisi’nde gösterdiği gibi, bilinci ve pra-tiği ayıran, spekülatif felsefenin kendisidir. Oysa her bilince, ‘‘hangi bilinç’’ sorusu doğal olarak eşlik eder. Bilinç, pratikten bağımsız, değişmez, zaman dışı, otonom bir varlık alanı-na sahip değildir. Pratik-toplumsal yaşamdaki varoluş koşullarınca belirlenir. Bu koşulların (özel mülkiyete ve işbölümüne dayalı top-lumun) anlaşılamaması, Alman felsefesinin yaşadığı krizin en önemli sebebi budur Marx’a göre. Yalın hakikat şudur ki, insanın içinde bulunduğu maddi ilişkileri dikkate almayan bir felsefe, kriz içinde olmaya devam edecek-tir. Bu felsefe anlama ve eyleme etkinliğini sürekli olarak ayrıştıracak ve kendisini anla-ma alanıyla sınırlandırırken de, bu anlama, daha baştan bu kopuş yüzünden sınırlı bir anlama olacaktır. Dolayısıyla Marx anlayan bir zümre ve değiştiren bir zümre ayrımını da reddetmektedir (üçüncü tez). Ancak dönüş-türme faaliyetinin, gerçek insan etkinliğinin öznesi olabilenler anlayabilir. Kendi etkinlik-leriyle bu dönüşüme, dönüştürme etkinliğine katılma; felsefecilerin kendi payına düşen de bu olmalıdır.

1 Friedrich Engels, ‘‘Önsöz’’, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Çev. Sevim Belli, Sol Yay., 1992, s. 8.

2 Alman İdeolojisi adıyla bilinen elyazmaları ilk defa, David Riazanov tarafından, Marx-Engels Arşivi’nin 1. cildi kapsamında, 1932 yılında basılabildi.

3 Marx’ın özgün ‘‘Ad Feuerbach’’ metni de, yine ilk defa Riazanov’un baskısında görülecektir.

4 Klasik Alman Felsefesinin Sonu, s. 8.5 K. Marx, F. Engels, ‘‘Ekonomi Politiğe Eleştiriye

Katkı’nın Önsözü’’, Seçme eserler, Cilt I, Çev. Sevim Belli, Sol Yay., 1976, s. 610-611.

6 Klasik Alman Felsefesinin Sonu, s. 9.7 Bu türden bir yorumun en gelişkin biçimine elbette

Althusser’de rastlıyoruz. Özellikle bkz. Louis Althus-ser, Marx İçin, ‘‘Önsöz: Bugün’’, Çev. Işık Ergüden, İthaki Yay., 2002, s. 27-54.

8 Louis, Athusser, ‘‘Önsöz: Bugün’’, Marx İçin, Çev. Işık Ergüden, İthaki Yay., 2002, s. 47.

9 Pierre Macherey, Introduction et la thèse 1, La Philosophie au Sens Large (groupe d’étude animé par Pierre Macherey), année universitaire 2002-2003, http://stl.recherche.univlille3.fr/seminaires.

10 Macherey birinci tezi incelerken, bu okumayı öne çıkarır, A.g.e.

11 Klasik Alman Felsefesinin Sonu, s. 61. Engels’in 1. tezde yaptığı değişiklikler, içeriğe dair bir müdaha-leden ziyade, var olan metni daha anlaşılır kılmanın çabasını yansıtır. Bu yüzden de burada (1. tez ola-rak) Engels’in basıma hazırladığı versiyonu alıntıladık (Türkçe çeviride bazı değişikliklerle birlikte). Marx’ın özgün metni ise, Türkçede, Alman İdeolojisi, Çev. Ahmet Kardam (Tezler), Sol yay., 1992, s. 20-22’de bulunabilir.

12 Karl Marx, 1844 Elyazmaları, Çev. Kenan Somer, Sol yay., 1993, s. 175-176 (çeviri değiştirilmiştir).

13 A.g.e., s. 176.14 Alman İdeolojisi, s. 22 (çeviri değiştirilmiştir).15 A.g.e.16 Althusser, A.g.e., s. 60.17 A.g.e.18 A.g.e., s. 43.19 Bu nokta, üretim faaliyetlerinin bugünkü ontolojik

genişlemesini anlamak açısından, Marx’taki önemli bir anahtar olarak görülebilir.

20 Bkz. Ludwig Feuerbach, özellikle ‘‘Giriş: Genel Anlamda İnsan’’, Hıristiyanlığın Özü, Çev. Devrim Bulut, Öteki yay., 2004, s. 21-34.

21 Ludwig Feuerbach, Geleceğin Felsefesi, Çev. Oğuz Özügül, Say yay., 2006, s. 84.

22 1844 Elyazmaları, s. 147 (çeviri değiştirilmiştir).

23 Hegel’e ve Feuerbach’a yönelen eleştirilerde belli ortak noktaların yanı sıra, önemli farklar da mev-cuttur. Örneğin yine 1844 Elyazmaları’nda, Marx Hegel’in, insan emeğinin özünü kavradığına, insanın türsel varlık olarak kendisiyle ilişkisinin ancak tarihsel süreç ve ortak etkinlik yoluyla olabileceğini gördü-ğünü yazar. Ama Marx’a göre Hegel, modern politik ekonominin bakış açısının içinde kalır. ‘‘O emeği öz olarak, insanın doğrulanmış özü olarak kavrar; eme-ğin sadece olumlu yönünü görür ve olumsuz yanını görmez’’, s. 220.

24 Max Stirner, L’Unique et sa propriété (Biricik ve Mülkiyeti), ‘‘Moi, la propriétaire’’ kısmından, http://fr.wikisource.org.

25 Max Stirner, A.g.e.26 Alman İdeolojisi’nin Türkçe basımı, Fransızca ve

İngilizce birçok basımı gibi, sadece Feuerbach üzeri-ne olan kısmı kapsar. Oysa bu elyazmalarının Bruno üzerine olan ve Stirner’in Biricik ve Mülkiyeti’nin satır satır eleştirisinden oluşan iki bölümü daha vardır. Bu pasaj, Alman İdeolojisi’nin Stirner üzerine olan bölümünden alınmıştır. www.marxists.org.

27 Macherey, A.g.e.28 Engels’in versiyonunda da bulunmamasına rağmen,

bazı çevirilerde on birinci teze bir de ‘‘şimdi’’ sözcü-ğünün eklendiği görülür: ‘‘…fakat şimdi mesele onu değiştirmektir. Örneğin 1936 tarihli Lüdvig Föyerbah ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu kitabında son tez şu şekilde çevrilmiştir (çeviri Fransızcadan yapılmış, Plehanof ve Adoratski’nin Rusça çevirileriyle de kar-şılaştırılmış): ‘‘Filozofların bütün yaptıkları, dünyayı, şu veya bu şekilde tefsir etmekten öteye geçemedi: Şimdi ise dünyayı değiştirmek mevzubahistir.’’, Tecelli Basımevi, İstanbul, 1936, s.90.

Genç Hegelcilerin bir toplantısıyla ilgili olarak Engels’in çizdiği

karikatür. Soldan sağa: Arnold Ruge, Ludwig Buhl, Karl

Nauwerck, Edgar Bauer, Max Stirner

Eylemcan

Page 26: OtonomSayı 19

24

Savaşları yücelttik. Kör ve kana susamış krallardestansı bir müzikle tahtlarına doğru ilerlediler.

(Alfred Noyes, Meşale Taşıyanlar)

Savaş kavramının muhakkak ki birçok tanımı yapılabilir ve bu çok tanımlı sözcüğün tarih kitaplarındaki olayların akışında/değişimin-de belirleyiciliği hayli yüksektir. Yüzlerce yıl önce Roma ordularının meydan savaşların-dan, ABD’nin Irak’a son teknoloji silahlar-la girmesine değin tarihin kırılma noktala-rı hep savaşlarla şekillenmiş; siyasi tarih, hegemonyaları uğruna savaşa yönelen siyasi ideoloji sahiplerinin çatışmalarıyla yazılmış-tır. Savaşın, ‘‘savaşma’’ sürecini şimdilik bir kenara bırakıp, bu çok tanımlı sözcükte saklı nihai hedef ve en temel anlama eğilecek olursak: Savaşı, savaşanların karşılıklı olarak birbirlerinin iradelerini kırma uğraşı, tarafla-rın birbirini psikolojik olarak düşürme çabası olarak tanımlayabiliriz. Savaşların mantığı temelde hep aynı kalsa da yöntemde çağsal değişiklikler elbette olmuştur. Tarih öncesi dünyadaki savaşın en yalın halinden ‘‘modern toplumların’’ savaşlarına doğru insanoğlu ve ‘‘savaş araçları’’ evrilirken; yumruk yumru-ğa, kılıç kalkanla birbirine girilen muhare-beler yerini yavaş yavaş teknoloji ve bilimin belirleyiciliğini üstlendiği modern savaşlara bırakmıştır. Mesele ‘‘silah icat edildi mertlik bozuldu’’ tümcesinden öteye geçip; önceden karşılıklı ordulardaki askerlerin taktik-strateji

ve ‘‘kelle sayılarından’’ ibaret olan eylemin, gitgide semirerek 21.yüzyılda kapitalist güç-lerin iktidar uğruna son teknoloji araçlarla –silahlarla- zulüm dozajında sınır tanımadığı, tüm ilişkilerle ve her yönden bir egemenlik kurmanın öncelikli plana alındığı bir formata geçmiştir. Bu formatı biraz daha açalım: Her savaş, iktidar gerekçeleri ile temellüke yöne-lik çıkar ilişkilerini iç içe geçirir; her savaş kapitalist politikanın sürdürülmesidir; savaş, her geçen gün kapitalist politikanın temeli haline gelen unsurlardan biridir. Kapitalizmin asayiş ve güvenliği ana gerekçe göstererek savaşa hız kazandırması, karşısında serma-ye iktidarına karşı toplumsal mücadelenin sürekli hız kazanmasını bulmak zorundadır.1 Bu zorunluluk ekseniyle Ortadoğu’da yıllardır süregelen İsrail’in Filistin Halkı üzerindeki saldırılarına bakacak olursak, bu iki taraf ara-

sındaki mevzu, savaş kavramının bile yeni-den gözden geçirilmesi gereğini doğuruyor. Yazının başında bahsettiğim gibi savaş kavra-mı modernleştikçe kendi terminolojisine yeni kavramlar da kattı. Bunlar orantılı-güç, oran-tısız güç vb. gibi sıralanabilir. Son Gazze saldı-rısında medyada bu terimlerin kullanıldığına da sıkça rastladık. Fakat İsrail’in Filistin’le savaş, direniş ve zulümle çetrefilleşen iliş-kisinin İsrail cephesinden gelen son Gazze saldırısına baktığımızda bunun savaş litera-türünde oturduğu yeri çözmek sanırım yersiz bir çaba olur. Çünkü İsrail’in bu son kapsamlı saldırıyla yaptığı Gazze gibi dünyada nüfus yoğunluğunun en fazla olduğu topraklardan birine yağdırılan fosfor bombalarıyla savaş-tan öte, artık en pür haliyle bir katliamdır. Bu yeni ‘‘Filistinli’’ katliamı İsrail’in kendine demokratik, dışarıya –Ortadoğu’ya- faşizan/

Savaş, İsrail ve Filistin

Siyasi tarih, hegemonyaları

uğruna savaşa yönelen siyasi

ideoloji sahiplerinin çatışmalarıyla

yazılmıştır

Page 27: OtonomSayı 19

25

Siyonist tavrının güncellenmiş -daha da bar-barlaşmış- versiyonundan öte değildir.Ortadoğu’nun kalbinde sistematik şekilde katliamlara uğrayan fakat uğradığı katliamlar karşısında vaktiyle dünyalı direnişin de en pür haliyle kitabını yazmış bir halkın şimdi-lerde küresel anlamda bir direniş kurmaması ya da başka bir deyişle kurduğu direnişi-nin küresel anlamda karşılığının olmaması –olan karşılığın da sınırlı olması- Filistin halkı adına hayli kaygı vericidir. Bu konuya yazının ilerleyen bölümlerinde İsrail’in dış politika-daki etkin gücüyle birlikte, Filistin’in kendi iç dinamikleri de göz önüne alınarak ayrıca değinilecektir. Fakat bundan önce İsrail’in son Gazze saldırısını daha iyi okuyabilmek için, kurulduğundan beri dünyaya savaş ve zulümden başka bir şey vaat etmeyen ve savaşma eylemi içerisinde olan İsrail ile bol ölümlü, bol katliamlı Ortadoğu’nun ansiklope-dik tarihine göz atmakta yarar var.

Kanın, Zulmün ve Direnişin Kısa TarihiSiyonizm’in lideri Theodor Herzl, 1879’da Basel’de toplanan ilk Siyonist kongrede Yahudilerin de bir millet olduğunu ve bu mil-letin de bir devlete sahip olması gerektiğini dile getirmiş, Ortadoğu’da bir Yahudi devleti kurulmasının temeli de yine ilk olarak bu kongrede Siyonistler tarafından atılmıştır. Herzl, yine o dönem Osmanlı sınırları içeri-sinde olan ve Sultan Abdülhamit’in özel mülkü olan Filistin topraklarını, borçlarından dolayı hayli sıkıntıda olan Osmanlı’dan para karşılığı satın almak istemiştir. Fakat Abdülhamit’in bu teklifi reddettiği bilinir. O dönemde Filistin topraklarını satmamak ve Ortadoğu’da den-geyi bozmamak adına Abdülhamit’in olduk-ça hassas davrandığı söylenebilir. Keza Yahudilerin Filistin’de toprak satın alması-nı da yasalarla hayli kısıtlayan Abdülhamit, ancak tahttan indirildikten sonra Filistin’de Yahudilerin Osmanlı’dan toprak alım izni başlamıştır.2 Birinci dünya savaşıyla birlikte

1917’de Filistin toprakları İngiltere tarafın-dan işgal edilmiştir. Yine dönemin İngiltere dışişleri başbakanı Arthur Balfour, Filistin topraklarında bir Yahudi devletinin aşamalı olarak kurulacağını 1917’de ‘‘Balfour dekla-rasyonu’’ olarak bilinen metinle açıklamıştır.3

1947’de ise, Birleşmiş Milletler kararınca Filistin topraklarında bir Yahudi devleti kurul-ması kararı alınmış ve 1948’de İsrail Devleti resmen kurulmuştur.4

İsrail devletinin resmen kurulmasıyla bera-ber yüz binlerce insan topraklarından teh-cir edilmek zorunda kalmış ve bu tehcirler Ortadoğu’nun toplumsal dengesini alt-üst etmeye fazlasıyla yetmiştir. Bundan sonra Ortadoğu’da sürekli bir karışıklık ve dolayısıy-la savaş hali hâkim olmakla beraber, İsrail’in Ortadoğu’ya dair ‘‘bekçilik’’ ve ‘‘kontrol etme’’ misyonuyla giriştiği ardı ardına saldırı-lar ve katliamlar, devlet terörünün sistematik işlevselliğinin en net ve zalim ifadesi olarak tarihe geçecektir. 1967’de Gazze ve Batı Şeria işgaliyle zulmünü iyice pekiştiren İsrail hiçbir zaman yetinmemiş ve yeni katliamlarla Filistin halkının kapısını ‘‘çalmaya’’ devam etmiştir. Bu katliamların en ağırlarından biri Sabra ve Şatila kamplarındaki katliamdır ki 15-16 Eylül 1982’de, Lübnan’ı işgal eden İsrail ordusu, dönemin savunma bakanı Ariel Şaron’un talimatı üzerine bu kamplara girmiş ve yaklaşık 1400 mülteciyi vahşice katletmiş-tir. Öldürülen çoğu mültecinin (Jean Genet’e göre istisnasız tümünün) işkenceye de uğra-dığı5 Jean Genet’in ‘‘Tek Başına, Şatila’da Dört Saat’’ isimli kitabında tüyler ürpertici şekilde anlatılmaktadır. Yine İsrail’in 96’da

Her savaş, iktidar gerekçeleri ile

temellüke yönelik çıkar ilişkilerini

iç içe geçirir; her savaş kapitalist

politikanın sürdürülmesidir

Son Gazze saldırısına

baktığımızda bunun savaş

literatüründe oturduğu yeri

çözmek sanırım yersiz bir

çaba olur

Page 28: OtonomSayı 19

26

Kana, 2002’de Ramallah ve Cenin saldırı-larında yağdırdığı bombalarla binlerce sivil yaşamını yitirmiştir.Elbette bunca yıkım ve ölüm arasında Filistin halkının direnişi de dünya tarihinde ayrı bir yere oturuyor. 1964’de Filistin Kurtuluş Örgütünün Kurulmasıyla (FKÖ) Direniş örgüt-leri bir çatı altında toplanmış ve FKÖ, Filistin’in İsrail’e karşı o dönemki örgütlü gücü haline gelmiştir. 1968’de ise Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin (FHKC) uçak kaçırma eylemle-ri dünyanın gündemini belirlerken FHKC’nin Leyla Halid isimli kadın militanı Filistin poşusu ve kalaşnikof mermili yüzüğüyle direnişin önemli simgelerinden biri haline gelmiştir. 1987’de ise ilk İntifada oluşmuştur. Arafat tarafından ‘‘Filistin devletinin bir taş atımı uzaklıkta’’ olduğu söylemi yine bu dönem geliştirilirken, 1988’de Filistin Devletinin kuruluşu Tunus’ta ilan edilmiştir.1987-1993 arası birinci İntifada süre-ci yaşanırken gösterilen direniş karşısın-da İntifada’yla anlaşmaya oturmak zorun-da kalan İsrail, Filistin’le Oslo Anlaşması’nı imzalamıştır. Filistin’in dönemsel durumuna ve gücüne bakıldığında Oslo Anlaşması’nın aslında Filistin’in lehine bir anlaşma oldu-ğu pek söylenemez. Çünkü anlaşmaya göre İsrail ordusu, sözde Gazze ve Eriha’dan başlamak üzere, 1967 savaşında işgal etti-ği Filistin topraklarından kademeli olarak çekilecek ve tahliye edilen bölgeler ‘‘Filistin Özerk Yönetimi’’nin kontrolüne geçecektir. Bu aşamalı plan sonucu da 2000 yılına kadar da bağımsız Filistin devleti kurulacaktır. Fakat bu dönemde -Oslo Anlaşması’nın uygulan-ması sürecinde- Filistin Özerk Yönetiminin yanlış politik tahlilleri hem Filistin’in direni-şini zayıflatacak hem de İsrail’in anlaşmayla sözde ‘‘çekileceği’’ alanlara 1993’le 2000 yılları arası ciddi yatırımlar yapıyor olduğu gerçeği doğru okunamayacaktı. Oysa bu yatı-rımlar İsrail’in niyetinin Gazze’den çekilmek olmadığının açık ifadesiydi. FÖY bu tür iç

ve dış bunalımlarıyla ve yönetiminde ortaya çıkan yolsuzluklarıyla uğraşırken, halk içinde ‘‘Filistin İslami Direniş Hareketi’’ olarak da bilinen ‘‘Hamas’’ örgütlenmeye ve öne çıkma-ya başlayacaktır.28 Eylül 2000’de ise Ariel Şaron’un Harem-ül Şerif’e yaptığı ziyaretle başlayan çatışmalar Oslo Anlaşması’nın İsrail tarafından uygu-lanmamasının halkta yarattığı gerilimle tüm Filistin’e yayılmıştır ve bu sefer mücadele kendisini daha şiddetli ve sert şekilde II. İntifada’yla göstermiştir. ‘‘El-Aksa İntifadası’’ olarak adlandırılan bu ikinci intifada, direnişin şiddeti ve örgütlerin ağırlık dengeleri açı-sından ilkinden daha farklıdır. Fakat ikinci intifada, İsrail’in yıkıcılığı ve gücü ne kadar belirleyici olursa olsun uzun soluklu stratejik

bir plan kuramadığı için salt ulusal direnişten küresel bir direnişe geçememiştir ya da dire-nişten kurucu bir politikliğe geçemedi desek sanırım Filistin’in şu anki hali bu durumu olumsuzlamaz.Daha sonra Güney-Lübnan’da en ağır silah-larla Hizbullah’a karşı gücünü deneyen İsrail Ordusu başarısız olmuş ve büyük prestij kaybetmiştir. Gazze saldırısına gelirken Lübnan’da İsrail’in aldığı yenilgi Gazze süre-cinin öncesinde önemli bir kilometre taşını oluşturur.İsrail’in 2006’da Lübnan’da kaybettiği prestiji (burada prestij kelimesiyle kastedilmek iste-nen İsrail’in Ortadoğu ülkeleri üzerinde bulu-nan hegemonik caydırıcılıktır) bu yıl Gazze halkı üzerinde yeni teknoloji silahlarla test edip arıyor olması, İsrail’in dünya tarafından görmezden gelinen suç dosyasına önümüzde-ki on yıl daha neleri eklemesine yol açacak bilinmez ama Gazze halkının tam bir katliamla yüz yüze olduğu su götürmez bir gerçektir.

Acının Diğer Adı: GazzeEğer savaşı yıkım, düzen ve kapitalizmin kendini yeniden var etme süreci olarak nite-lendirirsek yıllardır süre gelen İsrail-Filistin savaşı bu değerlendirmede biraz farklı bir noktaya oturmaktadır. Zira Amerika’nın jeo-stratejisiyle uzak ve karmaşık bağını göz ardı edersek, emperyal sermayenin ihtiyaçlarının bu çatışmada çok küçük kazanımları olmuş-tur. Bu; kimliğe, egemenliğe dair ve sınırlar üzerinde bir savaştır: sadece Arap ve Yahudi arasında olmayan, aynı zamanda Yahudilerin kendi aralarında da, Siyonizm ve İsrail kim-

İsrail’in Ortadoğu’ya dair

‘‘bekçilik’’ ve ‘‘kontrol etme’’

misyonuyla giriştiği ardı

ardına saldırılar ve katliamlar,

devlet terörünün sistematik

işlevselliğinin en net ve zalim

ifadesi olarak tarihe geçecektir

İkinci intifada, İsrail’in

yıkıcılığı ve gücü ne kadar

belirleyici olursa olsun uzun

soluklu stratejik bir planı

kuramadığı için salt ulusal

direnişten küresel bir direnişe

geçememiştir

Page 29: OtonomSayı 19

27

liğinin değişik görünümleri arasında da bir savaştır.6 Filistin-İsrail savaşının özgünlü-ğü bu noktadan daha iyi değerlendirilebilir. Böylesine bir değerlendirmeye hazırlık için yazının en başında genel anlamda kapita-list dünyada savaşların getirdiği yıkıcılık ve kırılmalardan bahsetmiştik. Şimdi biraz daha bu özgünlük üzerinden Gazze sürecine iler-lerken, İsrail’in öncelikle saldırılarına naza-ran daha kapsamlı olan Gazze savaşının/katliamının dünyada ve Ortadoğu’da hangi şartlar altında örgütlendiğini ve bu sürece nasıl varıldığını anlamak adına da Filistin’in ve İsrail Devleti’nin öncelikle iç dinamiklerine göz atmak gerekiyor.John Holloway’e göre devlet bir yapı değil toplumsal ilişkilerin bir biçimidir; toplum-sal ilişkilerin tamamen fetişleşmiş bir biçimi değil, toplumsal ilişkileri biçimlendirme (fetiş-leştirme) sürecidir (ve dolayısıyla kendini yeniden sürekli kurma biçimidir).7 İsrail ise bulunduğu coğrafya, üstlendiği misyon ve kuruluşundaki sancılı süreçten dolayı, kendini Ortadoğu’da bir ulus-devlet olarak var etmek adına, devlet ve dış-baskı mekanizmasının işleyişinin en çetin olarak görülebileceği bir örnektir. Kuruluşundan bulunduğu stratejik konuma dek İsrail Devleti, Siyonist düşün-ce tarafından kendisini her daim savaşa hazırlayan, ‘‘savaşan’’ ve iktidarını korumayı savaşla beceren bir statüde konumlandırmış-tır. Bu konumlandırmanın sadece bir gere-ği olarak kadın-erkek fark etmeksizin tüm İsraillilerin hayatlarının bir döneminde asker-lik yapma zorunluluğu, militarist bir toplum kurma güdüsünü geliştirmek adına İsrail’in olmazsa olmazlarındandır. İsrail kendi içinde ne kadar demokratik bir ülke olursa olsun, her ne kadar anti-militarist hareket ve vic-dani ret, vaktiyle İsrail’de sesini duyurmuş olursa olsun. Son Gazze saldırısında İsrail kamuoyunun aldığı tavır, önceki saldırılarda İsrail kamuoyunun aldığı tavırdan farklıydı. İsrail’de seçimlerin de yaklaşmasıyla poh-pohlanan şoven dalganın her ne kadar bu

sefer toplumun takındığı ‘‘duyarsızlıkta’’ payı olursa olsun, İsrail kamuoyunun bu şiddetli saldırıyı desteklemelerinin temel örgütleyicisi Hamas’ın attığı soba borusundan bozma füze-lerin halkta yarattığı psikolojik gerilim ve bu sefer ‘‘Gazze’ye hareketin gerçekten gerekli olduğu’’ algısının halkta yaratılmış olmasıydı. Elbette bu algıyı yaratmakta İsrail’in gücü ne kadar çok etkin olsa da Hamas’ın İsrail karşısında aldığı tutum da belirleyicidir. Zira dünya gündeminde de gerek Avrupa, gerek-se Birleşmiş Milletler, Hamas’ın bu tavrı karşısında İsrail’in saldırıda haklı olduğunu fakat İsrail’in o meşhur modern savaş termi-nolojisinin sihirli kelimesi ‘‘orantısız-güç’’ün kullanmasının önüne geçilmesi gerektiğini vurguluyorlardı. Vurgu ne olursa olsun tabi ki İsrail üzerinde bir yaptırımı olmadı. Sadece -nadiren birkaç kez- dile getirildi.

‘‘Bir şeyler söylemek işe yarar mı? Bizim ağlayışlarımız bir bombayı dahi durdurur mu? Bizim sözümüz bir tek Filistinlinin dahi hayatını kurtarır mı?Evet, bize göre bu işe yarar. Belki bir bomba-yı durduramayız ve sözümüz böylelikle fişe-ğinin üzerine ‘‘IMI’’ ya da ‘‘Israeli Military Industry’’ (İsrail Askeri Endüstrisi) harfleri kazınmış 5.56 mm ya da 9 mm kalibrelik mermilerin bir kız ya da oğlan çocuğunun göğsüne saplanmasını engelleyen bir zırhlı kalkana dönüşmeyecek. Ancak belki de sözümüz Meksika’daki ve dünyadaki öteki sözlerle güç birliği yapmayı başarır ve belki de ilk etapta bir mırıltı olarak duyulur, gide-rek gürleşir ve sonra Gazze’de duyulabilecek bir çığlık, feryat olur.’’

Subcomandante Marcos8

Her savaş insanlık için bir zulümdür ve yeni gelen her zulüm kendi direnişini oluşturur. Örgütlü bir direniş ancak güç olacağından, örgüt direnişin gücünü oluşturur. Filistin’de Hamas’ın örgütlülüğü bu güçtür. Fakat bu gücün tarihsel gelişiminin nasıl olduğu ve

Filistin’in halkına ne kadar içkin olduğu atlan-maması gereken bir sorudur. Nüfus yoğunluğu ve yakın tarihin üzerine yüklediği zorunluluk-larla bir mülteci kampından farksız olmayan Gazze kentine beyaz fosfor ve misket bom-baları yağarken ve binlerce insan savaşın yıkıcılığını yaşarken, Filistinlilerin Hamas’ın direnişine ve örgütlülüğüne güvenmekten başka alternatifi yoktu. Esasen yukarda öne-mini belirttiğim içkinlik sorusuna cevaben bu durum Filistin halkının direnişte alterna-tifsizlikten dolayı düştüğü çaresizlik olarak okunmamalıdır. Yaşamları artık direniş üzerine kurulan Gazze halkının Hamas’la yaşama iste-ği içkin midir bilinmez ama kesin olan şudur ki Hamas Filistinlilerin tercihidir. 1987’de kurulan ve birinci İntifada’yla beraber güçle-nen Hamas, FKÖ’nün yolsuzluklarının ortaya çıkmasıyla özellikle Gazze’de örgütlenmiş ve gerek Oslo Anlaşması’na karşı çıkmasından gerek de İsrail’e karşı daha sert/radikal tutu-mundan dolayı örgütlülüğünü ve toplumsal gücünü hayli arttırtmıştı. 2005’te İsrail’in Gazze’den çekilmesiyle Hamas siyasete ağırlı-ğını daha çok koymuş, seçimlerde birinci parti olarak çıkmış ve nihayet iki yıl sonra Mahmud Abbas ve FKÖ’yü Gazze’den tasfiye etmiştir. FKÖ’den daha otoriter ve muhafazakâr bir örgüt olarak niteleyebileceğimiz Hamas’ın en

Her savaş insanlık

için bir zulümdür

ve yeni gelen

her zulüm kendi

direnişini oluşturur

Page 30: OtonomSayı 19

28

temel kaygısı Mısır ve Birleşmiş Milletlerin baskısıyla Mahmut Abbas ve FKÖ yönetiminin yeniden Filistin’e dönmesi olarak söylenebi-lir. Fakat son Gazze saldırısıyla bu olasılıkta artık gerçekleşse bile ‘‘İsrail gölgesinde’’ ve ‘‘onursuzca’’ olacağı için Hamas için ciddi bir kaygı olmaktan uzaklaşmıştır. İsrail’in Gazze saldırısının Filistin halkı üzerindeki yıkıcılıkta ne kadar büyük etkisi olursa olsun bu sal-dırılar, Hamas’ın radikal duruşunun örgütlü gücünü daha da güçlendirecek bir konumdan okunabilir. Zira Ramallah’ta bulunan ve Fetih’in eski Planlama Bakanı Hasan el Kâtip tara-fından yönetilen el-Qods Merkezinin yaptığı bir araştırmaya göre Gazze saldırısı sonrası Hamas’ın saygınlığı artmıştır. Yeniden seçim yapılması durumunda Hamas’a oy verecek seçmenlerin oranı %19’dan %28,6’ya yüksel-miştir. Batı Şeria’da Hamas’lı Başbakan İsmail Haniye’ye duyulan güven, Başkan Mahmud Abbas’ın %13,4’lük oranını geçerek %18,5’e ulaşmıştır.9 Tabii ki Hamas, Gazze’de bu denli örgütlüyken bu örgütlü gücün farkında olan İsrail haber bültenlerinde geçtiği gibi sadece stratejik binaları bombalamamış; tarım alan-larını tahrip etmiş ve meyve bahçelerindeki ağaçları bile kökünden sökmüştür. Hal böyley-ken Hamas’ın ne kadar direndiğini ise Mete Çubukçu tartışmalı olarak nitelendiriyor ve ekliyor: Dayak yeme pahasına 6 aydır ilk kez tüp gaz almak için kuyruğa giren bir Filistinlinin söylediği gibi: ‘‘Ne Hamas ne de Fetih kaybetti. Kaybeden Filistin halkı oldu.’’10

Siyonist, militarist, fakat kendi içinde demok-rat sayılabilecek ve üzerindeki misyonlardan ötürü kurulduğu günden bugüne dışarıya karşı düşmanca tavrını korumak adına sta-tükocu, barış sözcüğüne de oldukça mesafeli duran İsrail devleti, karşısında her zaman Hamas gibi radikal-muhafazakâr, kendi ikti-darını kurmak isteyen, kurduğunda bunu kendi dar dünya görüşüyle dayatan ve kendi iktidarının tehlikesi söz konusu olduğunda ayrılıkçı ve tasfiyeci örgütlerin olmasını isti-yor. Karşısında dünyalı bir hareket olmasını

asla istemiyor ve bu sebeple Gazze gibi nüfus yoğunluğunun en yüksek olduğu yerlere bile dünyaya kulak asmadan tüm şiddetiyle per-vasızca saldırabiliyor. Bu pervasızlığın üreti-cisi ve örgütleyicisi dolaylı yoldan bizzat İsrail oluyor ve kendisine meşru zemini, karşısında-kinin radikalliği ve iktidar aşkı uğruna radikal söylem üreticiliği üzerinden kuruyor. Oysa iktidarın kendisi bir kez mücadelenin içine sızdığında, iktidarın mantığı devrimci sürecin mantığı haline geldiğinde, isyanın negatifliği, iktidar-yapıcılığın pozitifliğine dönüştüğünde mücadele kaybedilmiştir.11 Filistin’de direniş örgütleri, iktidar aşklarından vazgeçip dünyalı bir direniş kurmaya daha dünyalı bir söylemle başlamazlarsa bu açığın üzerine oynamayı iyi bilen Siyonist İsrail karşısında Ortadoğu topraklarında yaşayan insanların daha uzun bir süre saldırılara, katliamlara ve artık dünya tarafından rutin olarak görülen ölüm-lere maruz kalması kaçınılmazdır. Bu dire-niş dünyalaşamadıkça Filistin yıllardır süre gelen direnişinde hep ‘‘yenilen’’ taraf olarak kalmaya da ne yazık ki devam edecek, dola-yısıyla Filistin-İsrail ve Ortadoğu Devletleri arasındaki çatışmalar, katliamlar, saldırılar; ekonomik, kimlik siyaseti, din ve terör gibi konularla daha da dallanıp budaklanmaya devam edecektir. Filistin’deki şiddet, terör ve karşı-terör, cezalandırma ve bölme arzusu; bu durumların hiçbiri kimlik hakkında düşün-me, anlatma ve kullanma biçimlerimizde ciddi bir dönüşüm olmadan çözümlenemez. Bütün bu çatışmalar, bir etiğe çağrı ve öteki sevgi-siyle yeniden düşünülmelidir.12 Böylesine bir düşünce devrimiyle bu perspektifle kurulacak bir dünyalı direnişin Siyonist İsrail’in ayağını bastığı sözde meşru zeminleri de ortadan kaldıracağı ve karşılığının şimdikinden çok daha fazla olacağı aşikârdır.Her şeye rağmen Filistin topraklarının ve o toprakların onurlu gençlerinin ilerde ger-çekleşecek küresel bir direnişin, küresel bir İntifada’nın temel kurucu öznelerinden biri olacağı ise kesindir. Çünkü Filistin halkı-

nın direniş pratiği ve tarihçesi bu birikime fazlasıyla sahiptir. Bu birikimi ve umudunu yüreğinde taşıyan, fakat bu umudu bir gün büyüyüp bir zafer çığlığına ulaşana dek bize yüzünü göstermemeye niyetli ‘‘Hanzala’’ ne zaman yüzünü dünyaya dönecek bilinmez ama elindeki taşlarla onurlu mücadelelerine devam eden Filistinli çocuklar bir gün bu dün-yayı Gazze Şeridinden yarmayı başaracaktır! O çocuklar bunu başardığı zaman dünya da bu yarılmaya ve Hanzala’ya sırtını dönmekten vazgeçmek zorunda kalacaktır!

1 Antonio Negri, İmparatorluktaki Hareketler, Oto-nom Yay., 2006, s.35.

2 Abdülhamit’in Filistin politikası için: http://en.wikipedia.org/wiki/Abdul _ Hamid _II#Question _ of _ Islam

3 Balfour Deklarasyonu için: http://en.wikipedia.org/wiki/Balfour _ Declaration _ of _ 1917

4 Birleşmiş Milletler Filistin kararı için: http://en.wikipedia.org/wiki/United _ Nations _ Partiti-on _ Plan _ for _ Palestine

5 Jean Genet, Tek Başına Şatila’da Dört Saat, Sel Yay., 2004, s. 49.

6 Anthony Burke, Egemenliğin Sapkın Sebat, Conatus Çeviri Dergisi, Sayı 7, Otonom Yay., s. 92

7 Werner Bonefeld, John Holloway, Küreselleşme Çağında Para ve Sınıf Mücadelesi, Otonom Yay., 2007, s.141.

8 Marcos’un yazısı, daplatform.com, Çev.: Onur Günay

9 Filistinliler Arası Diyalog: Denemeden Gerçeğe, Samar al-Gama, Çev.: Şule Ünsaldı, Sendika.org

10 Mete Çubukçu, NTV11 John Holloway, İktidar Olmadan Dünyayı Değiştir-

mek, İletişim Yay, s. 33.12 Anthony Burke, Egemenliğin Sapkın Sebat, Cona-

tus Çeviri Dergisi, Sayı 7, Otonom Yay., s. 94

Yaşamları artık direniş

üzerine kurulan Gazze

halkının Hamas’la

yaşama isteği içkin

midir bilinmez ama kesin

olan şudur ki Hamas,

Filistinlilerin tercihidir

Emek

Page 31: OtonomSayı 19

29

Dünya dönüyor (II)

Bir önceki sayıdaki yazıyı hatırlayarak baş-layalım…Dünya’nın şeklinin sezgisel olarak büyük bir topa benzediğini göstermiştik. Ve asıl olarak da Copernicus’tan bahsetmiştik. Ne yapmıştı Copernicus? Aristotales’ten gelme Hıristiyanlık anlayışında sorgulanamaz olan, ‘‘Dünya, evrenin merkezinde sabit bir şekilde durmakta ve diğer gök cisimleri de Dünya etrafında dönmektedir’’ tabusunu çökertmiş-ti. Copernicus bunu, Dünya’nın da döndüğünü gözlemleyerek kanıtlamıştı.Bu yazı da ise geçen sefer kaldığımız yer-den, konuya önce Galileo’nun daha sonra da Johannes Kepler’in penceresinden bakmaya çalışacağız.

Galileo Galilei (1564-1642)Galileo İtalya’nın Pisa şehrinde doğduğunda dönemin takvim yaprakları Rönesans’ın büyük sanatçısı Michelangelo’nun öldüğünü göste-riyordu. Galileo’nun hayat akışında babasının ve büyüdüğü ortamın etkisi büyüktü. Babası Vincenzo, dönemin önemli Lütenistlerinden (bir çalgı ama ne olduğunu bilmiyorum) ve müzik teorisyenlerinden biriydi. Pisa ise döne-min önemli bir sanat ve kültür merkeziydi. Galileo, bu sanatsal atmosferde resim ve müzikle ilgilendi. Ayrıca geliştireceği telesko-pun habercisi olarak araç gereç yapımında da dikkat çeken Galileo, derslerinde de oldukça başarılıydı. Aslen doğa bilimleriyle ilgilenmeyi seven Galileo, babasının hastalığından etkile-nerek yirmili yaşlarında tıp okumaya başladı. Kuru bilgi ezberlemekten sıkılmış ya da kan görmekten korkmuş olacak ki tıp tahsilini yarı-da bırakıp matematik çalışmaya başladı. İyi ki de öyle yapmış. Pisa Üniversitesi’nde kısa

sürede hocalık mertebesine ulaşan Galileo, babasının ölümünden sonra 1592 yılında Padua Üniversitesi’nden aldığı hocalık davetini kabul etti. Padua’da Geometri, Mekanik, ve Astronomi dersleri vermeye başladı.Yaptığı çalışmalarla Copernicus’un teorisini yaymaya çalışan Galileo, Aristoteles evreni-ni sorguluyordu. Kısaca Aristoteles’in evren anlayışını hatırlayalım. Aristoteles’e göre ‘‘Dünya evrenin merkezinde sabit bir şekilde durmakta ve diğer gök cisimleri de Dünya etrafında dönmekte’’ydi. Hıristiyanlıkta da bu görüş şu şekilde tabulaşmaktaydı: Gökyüzü yıldızların çakılı oldukları bir küredir ve küre-nin merkezinde de Dünya sabit bir şekil-de durmaktadır. Geçen yazıda bahsettiğimiz üzere Tycho Brahe tarafından ‘‘Tanrısal bir düzen’’ diye adlandırılan bu anlayış, birçok

dinde de olduğu gibi, insana evrenin merke-zinde olma onur ve gururunu vermekteydi.Geçen yazıda da yer vermiş olduğumuz görü-şe Copernicus gibi Galileo da dini inanç olarak karşı değildi. O da yaşamı boyunca kilise eğitimi almıştı. Ne var ki insanlığın, kendi dönemine kadarki, özellikle de son üç yüz yıllık çalışmalarıyla beslenen Galileo, nerden geldiği belli olmayan kilise tabularını karşılaştırdığında, insanlığın yanlış bir yolda olduğunu görmekteydi.Copernicus’un matematiksel ve teknik yeter-sizlikleri tam anlamıyla çözemediği halde Dünya’nın da hareket ettiğini kanıtlamasıy-la insanlığın doğayı anlayabilme sürecinde büyük bir devrim gerçekleşmişti. Galileo, doğanın işleyişinin anlaşabilirliği üzerine bu yoldan yürümeyi tercih etti.

2009 yılı, Galileo’nun teleskopu icat etmesinin

400. yılı olması nedeniyle dünyada Astronomi

Yılı olarak kabul edilmektedir

Kitabındaki iğneleyici anlatımıyla

kilisenin bütün ipliğini alaycı

ve net bir dille ortaya koyması

Galileo’ya ikinci kez Engizisyon

yolunu göstermişti

Galileo mahkemede…

Johannes Kepler

Page 32: OtonomSayı 19

30

Copernicus evreninde Dünya, evrenin ne merkezinde ne de sabitti. Peki, evrenin bir merkezi var mıydı? Bu cisimler acaba bir yasayla mı hareket ediyorlardı? Bu sorula-rın cevaplarını bulmak için her doğacı gibi Galileo da önce gözlemler yapmaya başladı. Gözlem yapmaya başladı başlamasına da gök cisimleri çok uzaktaydı ve onları eldeki teles-koplarla gözlemlemek imkânsızdı. Hollandalı Hans Lippershey’in 1608 yılında geliştirdi-ği ilk modern teleskopu daha da geliştir-di. Zaten alet yapımına çocukluğundan beri meraklı olan Galileo, 1609 yılında kendi teles-kopunu üretti. Jüpiter’i, uydularını ve birçok yıldızı ilk kez gözlemleyen o oldu. Bu yüzden 1609 tarihi, modern astronominin başlangıcı sayıldı. İçinde bulunduğumuz 2009 yılı da, Galileo’nun teleskopu icat etmesinin 400. yılı olması nedeniyle, dünyada Astronomi Yılı olarak kabul edilmektedir.Galileo’nun geliştirdiği teleskop, astronomide büyük gelişmelere sebep oldu. Artık gezegen-lerin ve uyduların hem yıldızların etrafındaki, hem de kendi etraflarındaki hareketleri şekil olarak anlaşılabilir olmuştu. Mesela ay, dünya etrafında tam dairesel olmayan bir şekilde dönmekteydi. Bazen yaklaşarak bazen de uzaklaşarak… Oysa Copernicus, bu yörünge-nin dairesel olacağı kanısındaydı.Copernicus gibi bir katedralde, basit bir sar-kacın yörüngesini inceleyen Galileo’nun aldığı veriler, gök cisimlerinin teleskopla incelenen yörüngeleriyle hareketin özelliğinin aynı oldu-ğunu gösteriyordu. Buradan hareketle Galileo, cisimlerin hareketinin nedenleriyle uğraşma-yıp, hareketlerin nasıllarını bulmaya çalıştı. Bu çalışma Yunan filozof Aristoteles’i yeniden karşısına alması demekti. Aristoteles’e göre aynı yükseklikten bırakılan iki cisimden ağır olanı hafif olanından daha az bir sürede yere düşmekteydi. Örneklersek, bir elmamız bir de güllemiz olsun. Onları balkondan yere serbest bırakırsak gülle daha önce yere düşmelidir. Bunun bir safsata olduğu 13. yüzyıldan beri biline gelmekteydi. Ne var ki Engizisyon kor-kusundan bu ‘‘kral çıplak’’ atılımını kimse gösterememişti.Sonunda bu çıkış Galileo’dan geldi. Galileo, memleketinin ünlü Pisa kulesine çıktı. Bir top güllesi ve bir sapan taşını kulenin tepesinden aynı anda serbest bıraktı. Sonuçta top güllesi ile taşın yere ulaşma süreleri eşit çıktı. Aynı yükseklikten eşit hız ve yörüngede fırlatılan cisimlerin aynı hız ve sürelerde yere ulaştık-larını gözlemleyen Galileo artık Aristoteles’in doğa anlayışını tamamen çürütmüştü. Bu çalışmalarında konum ve hız kavramlarının yanına onların nedenlerine dair bir kavram eklemişti: ‘‘ivme’’.

Bu çalışmalarını kendi notlarına da eklemişti ama şu gerçeği çok iyi biliyordu: akademide onlarca teoloji bağnazlığından çıkamayan, Katolik Kilise yalakası ve korkak sözde ente-lektüeller var. Grafik tasarımı hazır kitabını matbaadan çıkarırsa başına gelecekleri iyi bildiğinden uzun zaman korktu. Kitabı çıka-rabileceği en güvenli zamanı bekledi. 1616 yılında, Söylevler adlı kitabında yazdıkların-dan ötürü ilk kez Engizisyon Mahkemesi’nin karşısına çıkmak zorunda kaldı. Copernicus evrenini savunarak kutsal dogmalara karşı gelmek ve halkı isyana teşvik suçlamalarıyla yargılandı. Evet halkı isyana teşvik, çünkü Galileo, kitaplarını sadece bilim insanlarının bildiği Latince ile değil herkesin kullandığı

İtalyanca ile kaleme almıştı. Mahkemeye kendi görüşlerinin Copernicus’u aştığını ve başka bir şey söylediğini anlatabilmesi beş yılını aldı ve sonunda beraat etti. Paçayı ucuz kurtardığının farkındaydı.Bu arada kuyruklu yıldızlar üzerine yazdığı Değerlendirici adlı kitap Papa’nın bile çok hoşuna gitti ve 1623’te bizzat Papa tara-fından yeniden çalışma yapması yönünde yüreklendirildi. Deyim yerindeyse Papa’dan da aldığı gazla 1632’de, en büyük eseri olarak bilinen Büyük Dünya Sistemleri Konusunda Diyalog’u yazdı.Son derecede basit bir dille yazmış olduğu kitap, Aristoteles yanlısı Simplicio, Galileo anlayışının savunucusu Salviati ve bağnaz olamayan bir karakter olan Sagredo’nun diya-loglarından oluşmaktaydı. Kitabındaki iğnele-yici anlatımıyla kilisenin bütün ipliğini alaycı ve net bir dille ortaya koyması Galileo’ya ikinci kez Engizisyon yolunu göstermişti. Artık yetmişli yaşlarında olan Galileo’nun bu sefer-ki yargılanması ilkinden de ağır oldu. Yaşına oranla kaldıramayacağı işkencelere maruz kaldı ve sonunda da mahkemenin özür dileme isteği için hazırlamış olduğu metni istemeye-rek okudu.

‘‘Ben Galileo, (...) Güneş’in Dünya’nın merkezi olduğu, hareket etmediği, arzın ise Dünya’nın merkezi olduğu, hareket halinde olduğu yolundaki yanlış görüşleri tümüyle terk etmem için Kutsal Divan tarafından veri-len hukuki hüküm çerçevesinde, söz konusu yanlış doktrini, her ne suret-le olursa olsun, yazılı veya sözlü olarak benimsemeyeceğim, savun-mayacağım ve öğretmeyeceğim…’’

Ev hapsi cezasına çarptırılan Galileo, görme duyusunu kaybetmesine karşın çalışmaya devam etti. İki Yeni Bilim Üzerine Diyalog adlı modern fiziğin temellerini attığı ve bizim

Kepler kendinden

emindi, çünkü en

küçük hesap için bile

aylarca gözlemler

yapmıştı

Kepler Protestanlarla

birlikte Graz’dan kaçarken…

Kepler’in Prag’da yaşadığı ev

Page 33: OtonomSayı 19

31

de bir iki sayı sonra aklımız yettiğince irde-lemeye başlayacağımız kendi doğa anlayışını açıkladığı kitabını yazdı.Sanırım artık sahne sırası Kepler’de.

Johannes Kepler (1571-1630)Almanya’nın Weil şehrinde doğan Kepler, Galileo gibi soylu bir ailenin çocuğu değildi. Babası bir sarhoştu, annesininse akli den-gesi bozuktu. Çocukluk döneminde geçirdiği ateşli hastalıklar yüzünden görme duyusunu büyük ölçüde kaybetti. Bu olumsuz koşullara rağmen mükemmel bir öğrencilik hayatı oldu. Öğreniminde bir ara, bu dönemdeki herkes gibi o da teolojiyle ilgilendiyse de aklını çabuk başına toplayarak matematik çalışmaya başladı.Kepler de Galileo gibi Copernicus’un evren anlayışını savunuyordu. Yirmili yaşlarının başında Avusturya’nın Graz üniversite-sinde profesör oldu. Ne var ki buradaki Protestan-Katolik çekişmesinde yenik düşen Protestanlarla birilikte şehri terk etti. Danimarka’ya giden genç profesör, burada dünya merkezli evren anlayışının en büyük savunucusu Tycho Brahe’nin yardımcılığını yapmaya başladı. Brahe’nin, kendisininkine aykırı görüşlerine rağmen, çalıştığı gözleme-vinin görece kusursuzluğu, kendi çalışmaları için Kepler’e iyi bir olanaktı.Kepler, evrenin yapısı için ‘‘göksel mimarlık’’ tanımını kullanıyordu. Bu mimarinin ise anla-şılabilirliği matematikten geçmekteydi. Brahe, ona ilk iş olarak Mars’ın yörüngesini hesap-lamasını vermişti. Copernicus öğretisinden bildiği kadarıyla Mars yörüngesinin dairesel olacağından şüphesi olamayan Kepler, yıllar-ca bu yörüngeyi inceledi. Gözlemleri sonu-

cunda aldığı verilerle tahmininin uyuşmadığını gördü. Kepler, sabit bir hızla düzgün dairesel bir yörüngenin yerine belli zaman aralıkların-da değişik bir şekilde hızlanıp yavaşlayan ve uzaklaşıp yaklaşan bir yörünge olduğunun farkına vardı. Aslında bu yörünge Kepler’e yabancı değildi. Copernicus’un sarkaç göz-leminde sarkacın hareketinin yansıması ile Kepler’in gözlemlemiş olduğu yörünge örtü-şüyordu. Buradan hareketle gözlemlerindeki sonuçları matematiksel bir ilişkiye sokmaya çalıştı.Gezegenlerin konum değişimlerini an be an hesaplayan Kepler, kendi adıyla da bilinen Kepler Yasası’nın ilk iki maddesini yazdığı Yeni Astronomi adlı kitabını 1609 yılında tamamladı. Yasanın ilk maddesine göre her gezegen, bir odağında Güneş’in yer aldığı bir elips çizerek devinir. İkinci maddeye göre ise Güneş ile gezegen arasındaki vektörün taradığı alanlar birbirlerine eşittir. Kitabını Galileo’ya da yollayan Kepler’e Galileo’dan da cevap çabuk geldi.

…Gerçeği ararken, gerçeğin büyük bir dostu olan sizin gibi bir yandaşım olduğu için kendimi mutlu sayıyorum. İçinde kusursuz şeyler bulacağımdan emin olarak, kitabınızı sonuna kadar okuyacağım. Uzun yıllardan beri Copernicus sistemine bağlı olduğum için ve kabul edile gelmiş hipotezlerin (Aristoteles’in, evrenin merkezinin dünya oluğu yolundaki görüşü) anla-şılmaz kıldığı doğanın birçok yönle-rini açıkladığı için, bu okumayı daha büyük zevkle yapacağım…

Kepler’in üçüncü ve son yasasını bulması ise yaklaşık on yıl sürdü. Bu yasa, bir gezegenin güneş etrafındaki bir turu tamamlama süre-siyle (periyot) ona uzaklığı arasında evrensel bir sabit oran olduğunu söylüyordu. Acaba Kepler haklı mıydı?Bulduğu sonuç, uzaklığın küpü bölü periyodun karesi (r3/T2), bütün çevrelerce çok karmaşık ve zorlama bulunuyordu. Yasayı anlayama-dığından olacak ki Galileo’nun bile bu fikre kafası pek yatmamıştı. Kepler kendinden emindi, çünkü en küçük hesap için bile aylar-ca gözlemler yapmıştı. Kepler’in anlaşılama-masının nedeni ise hesabının dönemin mate-matik birikimiyle açıklanamamasıydı. Belki de bugün Newton’un sonsuz küçük hesabıyla basitleşen hesabını gözlemsel olarak bulmak için bir ömrü adamak zorunda kalmak Kepler için hayırlı oldu. Çünkü bu kadar çok çalışmak ona dünya üzerinden ortalama yüzyılda bir gözlemlenebilen bir olayı görme şansını verdi: Yıldızların küçülerek patlaması ve o gökteki görkemli kaotik görüntü; süpernova. 1604’te gözlemlediği süpernovaya kendi adı verildi. Bu olay günümüze kadar bir kez daha yalnız-ca 1987 yılında, aralarında Kuantum Elektro Dinamiği’nin kurucusu Richard Feynman’ın da bulunduğu ekip tarafından gözlemlendi ve bu süpernovaya da Feynman adı verildi.İnsanlığın doğayı anlayabilme sürecini her yüzyıl oynanan lig maçlarına benzeterek, yazı-mızı bir futbol haberciliği diliyle bitirelim. 17. yüzyılın ilk yarısında doğanın dilindeki kapalı-lık, futbol deyimiyle sıkı savunma açılamadı. Ama ikinci devre oyuna giren Newton ve Leibniz adlarındaki iki gencin takımı topar-lamasıyla maçın sonuna doğru goller de gelmeye başladı. Maç sonrasında sadece oto-nom haber ajansıyla mülakat yapan Newton, ‘‘Oyunun yönünü iyi yönde etkileyebildiysem, bunu takım kaptanlarımız Galileo ve Kepler’e borçluyum.’’ dedi. ‘‘Kafama Elma Düştü’’ adlı bu mülakatın tamamı bir dahaki sayıda, kaçır-mayın!

Galileo’nun katedraldeki sarkaç deneyinde kullandığı avize

Öğreniminde bir ara bu

dönemdeki herkes gibi

teolojiyle ilgilendiyse

de aklını çabuk başına

toplayarak matematik

çalışmaya başladı

Ev hapsi cezasına

çarptırılan Galileo,

görme duyusunu

kaybetmesine karşın

çalışmaya devam etti

Lazuri

Page 34: OtonomSayı 19

32

Finansal Kapitalizmin Şiddeti

Finansal kapitalizmin krizini politik olarak yorumlamadan önce, gayrimenkul ve ban-kacılık balonunun patlamasından bir yıldan biraz daha fazla süre sonra ortaya çıkan makroekonomik ve küresel finans verilerinin bazılarını özetlemek yararlı olacaktır. Finan-cial Times gazetesinden liberal küreselleşme taraftarı Martin Wolf’a atıfta bulunarak (7 Ocak 2009) hemen söyleyelim ki zorunlu olmakla birlikte ABD federal açığındaki ciddi derecede yüksek artışların ve merkez banka-larının kredi genişletmesinin bütün dünyada sadece geçici etkileri olacak, ancak uzun süreli ve normal büyüme oranlarına geri dönülemeyecektir. 2009 ve sonrasında yan-lış yeni başlangıçların birbirini izlemesi ve hükümetin krizi etkisizleştirebilmek için ardı sıra müdahalelerini takiben borsanın düşe kalka hareketini görmemiz olasıdır. Dola-yısıyla hiç kimsenin, en azından şimdilik, ikna edici bir şekilde tarif edemediği, temel değişiklikler gerektiren sistemik bir krizle karşı karşıyayız. Para politikası, ekonomiyi durgunluktan çıkarmakta etkili olsa da şu an yaşamakta olduğumuz gibi bir bunalıma yol açan bir krize girdiğinizde oldukça etkisizdir. Çünkü kısmen Japonya’nın 1990’larda yaşa-dıklarına benzeyen şu anki gibi bir kriz içinde parasal müdahaleleri iletim kanalları (faiz oranlarının düşürülmesi, likidite akıtılması, döviz kurlarına müdahale, banka rezervlerini

artırma), tüketimi artırmak adına şirketlerin ve hanelerin kredilendirilmesi için gereken uyarıları iletemeyerek oyun dışı kalır. Ancak şöyle bir farkla ki Japonya örneğinde balo-nun patlaması, 80’lerin sonunda GSYİH’nin yüzde 17’sini oluşturan sermaye yatırımla-rı üzerinde depresif etki yaparken, ABD’de ortaya çıkan kriz, Amerikan iç ekonomisinin tüketiminden oluşan, GSYİH’nin yüzde 70’i üzerinde doğrudan etkili olmuştur. ‘‘Ameri-kalıların dünyanın en geniş tüketici kitlesi olduğu (düşünülürse) balon sonrası ortaya çıkan depremin küresel etkileri Japonya’nın maruz kaldığından çok daha ciddi olacaktır’’ (Stephen Roach, U.S. not certain of avoiding Japan-style ‘lost decade ‘, Financial Times, 14 Ocak 2009).

Maryland Üniversitesi’nden Carmen Reibhart ve Harvard’dan Kenneth Rogoff’un yaptığı bir çalışmaya dayalı olarak (The Aftermath of Financial Crises, December 2008, www.eco-nomics.harvard.edu/faculty/rogofff/files/Aftermath.pdf), bu krizin on yıllardan beri görülen en derin kriz olduğunu görüyoruz. Yazarlar, geriye dönüp bakarak bunun gibi banka krizlerinin GSYİH’de meydana gelen keskin düşüşlerle birlikte en az iki yıl sürdü-ğünü gözlemliyorlar. Hisse piyasalarındaki düşüş oldukça şiddetli, bunun yanı sıra gay-rimenkul varlıkların fiyatlarındaki düşüş ise 6 yıl içinde yüzde 35’e çıktı ve menkul kıymetle-rin fiyatlarında ise 3-4 yıl içinde yüzde 55’lik bir düşüş meydana geldi. İşsizlik oranı, yine ortalama olarak, 4 yıl içinde yüzde 7 artarken çıktı miktarı yüzde 9 geriledi. Üstelik kamu borçlarının reel değeri ortalama olarak yüzde 86 arttı ve bunun sadece küçük bir kısmı bankalarda sermaye artırımının maliyetinden kaynaklanıyor. Bunun nedeni daha ziyade mali gelirlerinin çökmesi.Bu kriz ve yakın geçmiş arasındaki önemli farklardan biri, şu anki krizin diğerlerinin olduğu gibi bölgesel değil küresel olmasıdır. Daha önce de olduğu gibi, dünyanın geri kalanı ABD’yi finanse edebilecek pozisyona gelesiye kadar, ABD hükümeti, finansmanı fazla veren ülkelerin ABD Hazine Tahvilleri’ni satın alması yoluyla sağlanacak geniş bir

Bu kriz ve yakın geçmiş

arasındaki önemli

farklardan biri, şu anki

krizin diğerlerinin olduğu

gibi bölgesel değil

küresel olmasıdır

Bugünkü zorluk, küresel olması

itibariyle krizin, tam da küresel

ekonominin büyümesine olanak

veren gücü son on yıllarda

dengeleri alt üst ederek kırmış

olmasıdır

Page 35: OtonomSayı 19

33

finansal ve parasal itki programını hareke-te geçirebildiği oranda, krizin bölgesel bir ölçekte tutulması beklenebilir. Ancak bugün ABD’ye sürekli olarak kim yardım edebilir? Bugünkü zorluk, küresel olması itibariyle kri-zin, tam da küresel ekonominin büyümesine olanak veren gücü - yani talebin üretimde yapısal olarak açık veren (ABD gibi) ülke-lerden yapısal olarak artı veren (bugün Çin, dün Japonya gibi) ülkelere kaymasını- son on yıllarda dengeleri alt üst ederek kır-mış olmasıdır. Ancak özel harcamalar dünya çapında çöktüğünde ABD’yi düze çıkarma çabaları yeterli olmayacaktır. Bu, artı üretim yapan gelişmekte olan ülkeler dahil olmak üzere küresel ölçekte uygulanacak tedbirlere ihtiyaç var demektir. Krizin gelişmekte olan ülkeler üzerinde de bunalım niteliğinde etkiler yaratmış olmasından dolayı, şu an itibariyle bu ülkeler, gelişmiş ülkelerdeki talep kaybını telafi edebilir gibi görünmüyor. Bununla bir-likte Dünya Bankası’nın bir tahminine göre, en azından orta vadede (2010-2015) ve Çin, Hindistan, Rusya ile Latin Amerika ülkeleri arasında önemli farklar olmak üzere, büyüme oranları ortalama olarak yüzde 4-5 civarın-da seyretmeye devam edecek. Bu olasılık, gelişmekte olan ülkelerin toplam ihracatının (son beş yıllık GSYİH’lerinin ortalama olarak yüzde 35’i) sadece yüzde 20’si gelişmiş ülke-lereyken yüzde 15’inin gelişmekte olan ülke bloklarının kendi aralarındaki etkileşimler-den oluşmasına bağlıdır (Emerging markets: stumble or fall, The Economist, 10 Ocak 2009). Her durumda, küresel talebi yükselt-mek için gelişmekte olan ülkelerin, içerde ücretleri artırmanın yanı sıra birikimlerini açık veren Batı ülkelerine değil iç talebe yön-lendirmesi gerekiyor ki bu da küresel ekono-miyi derin yapısal eşitsizlikler yoluyla yıllardır çalıştırmakta olan mekanizma olan parasal ve finansal devrenin kesintiye uğratılması anlamına geliyor. Dolayısıyla krizden sonra, gelişmekte olan ülkelerin, gelişmiş ülkelerin birikimlerinin yatırıldığı hegemonik ekonomik güçler haline gelmesi ve böylelikle sermaye akışının yönünün terse dönmesi ve gelişmiş ülkelerdeki tüketim seviyesinin düşmesi olası görünüyor. Ancak hiç kimse bu krizin ne kadar süreceğini tahmin edebilecek pozisyo-na ve dolayısıyla halihazırda artarak ortaya çıkmakta olan toplumsal ve politik çelişkileri yönetebilecek, ekonomik gücün de ötesinde, politik güce sahip değil.Dolayısıyla talebin gelişmiş ülkelerdeki, özel-likle de ABD’deki seyrine odaklanmaktan kaçınılamaz. ABD’de 2007’nin üçüncü çeyreği ve 2008’in üçüncü çeyreği arasında GSYİH’nin yüzde 13’üne varan bir şekilde özel kredi

talebinde bir düşme olduğunu düşünürseniz, net tasarrufların, sadece ABD’de de olma-mak üzere birkaç yıl daha artıda kalacağı kesindir. Başka bir deyişle insanlar borçları-nı azaltmak için ellerinden geleni yapacak-tır ki bu da tüketimi yeniden canlandırmak için alınan parasal önlemleri sadece boşa çıkaracaktır. Şimdilik özel sektörün finansal artısının GSYİH’nin yüzde 6’sını, ticaret den-gesindeki yapısal açığın ise GSYİH’nin yüzde 4’ünü oluşturduğunu kabul edersek, finansal açık, Wold’da alıntılanan bir tahmine göre, GSYİH’nin yüzde 10’unu oluşturacaktır hem de kesin olmamakla birlikte! Üstelik iş dün-yası açısından, nominal faiz oranlarının sıfıra yaklaşması ve fiyatlardaki düşmenin (deflas-yon) çakışmasından kaynaklı olarak borçların azaltılmasının (disindebitamento) önündeki engelleri unutmamalıyız. Böyle durumlarda reel faiz oranları ve dolayısıyla borçların geri ödenmesinin maliyeti çok yüksektir. Tam da bu nedenden dolayı ikinci bir banka krizi dalgası ihtimalini yok sayamayız. Michel Aglietta’nın dediği gibi, ‘‘Durum bu olduğu takdirde bankaların ikinci bir finansal şoka, şirketlerin batık kredilerinden kaynaklanan geri dönüş şokuna maruz kalmaları çok muh-temeldir. Dolayısıyla finansal olarak borçların azaltılmasının ve ekonomik deflasyonun birbi-

rini karşılıklı güçlendirmesine varacak şekil-de ekonomik bunalım daha da yayılabilir.’’ (La crise. Pourquoi en est-on arrivé là? Comment en sortir?, Michalon, Paris, 2008, s. 118).Paul Krugman’a göre, Obama’nın 825 mil-yar dolarlık ekonomik destek programı, kriz zamanlarında GSYİH’nin potansiyel artışı ile gerçek artışı arasındaki ‘‘üretim boşluğunu’’ kapatmak için bile yeterli değildir: ‘‘Üretim kapasitesine uygun bir talebin var olduğu koşulda, Amerika 30 trilyon doların üstünde değere sahip mal ve hizmet üretebilir. Ancak tüketim ve yatırımdaki azalmayla birlikte ABD ekonomisinin üretebileceği ve satabileceği arasındaki devasa uçurum daha da açıl-maktadır. Obama planı ise bu üretim açığını kapatmak için asgari düzeyde bile yeterli değildir.’’ Dolayısıyla Krugman Obama neden daha fazlasını yapmayı denemiyor diye soru-yor. Elbette hükümetin geniş ölçekte borç-

Hiç kimse bu krizin ne kadar

süreceğini tahmin edebilecek

pozisyona ve dolayısıyla

halihazırdaki toplumsal ve

politik çelişkileri yönetebilecek,

ekonomik gücün de ötesinde,

politik güce sahip değil

Page 36: OtonomSayı 19

34

lanmasının tehlikeleri vardır, ancak ‘‘atılacak yanlış adımların sonuçları’’, alınan müdaha-leci tedbirlerin uygun olmaması durumunda (yaklaşık 2.1 trilyon dolar) Japonya’nınkine benzer uzun süreli ve kaçınılmaz bir deflasyon tuzağına yakalanmaktan (yaklaşık 2.1 trilyon dolar) daha iyi değildir. Ya da Krugman’a her zaman sorulduğu gibi, harcama fırsatlarının yokluğu planı kısıtlayacak mıdır? ‘‘Halihazırda gerekli onayları almış ve finansmanı hazır sınırlı sayıda kamu yatırımı projesi var, başka bir deyişle ekonomiye kısa vadede yardımcı olmak üzere hızla başlatabilecek projele-rin sayısı oldukça sınırlı. Bununla birlikte işe yarayabilecek ve aynı zamanda ihtiyaç duyulan zamanlarda ekonomiyi iyileştirebi-lecek, örneğin sağlık bakımında olduğu gibi, başka türden kamu harcamaları da söz konu-su.’’ Yoksa Obama’nın kararının arkasında Cumhuriyetçilerin desteğini alabilmek için ekonomik planın son maliyetini 1 trilyon dola-rın altında tutmaya çabalamak gibi politik bir ihtiyatlılık mı var? (Il piano Obama non basta, la Repubblica, 10 Ocak 2009).Obama’nın programının yüzde 60’ı kamu har-camalarından (sağlık bakımı, altyapı yatırım-ları, Sorunlu Varlıkları Kurtarma Programı’nın 350 milyar dolarlık ikinci dilimiyle 40-100 mil-yar dolara kadar mortgage kredilerinin satın alınması) ve yüzde 40’ı ise mali indirimlerden oluşuyor. Financial Times’daki söyleşisinde

(Do not squander America’s stimulus on tax cut, 16 Ocak 2009) Joseph Stiglitz, bu itkinin, bu krizde başarısızlıkla sonuçlanması kesin olan, mali kesintilerle çarçur edilmemesini şiddetle salık veriyor. Örneğin Şubat 2008’de uygulamaya konulan mali kesinti, harcama-larda sadece yüzde 50’lik bir artış için kulla-nılırken eldeki gelirin geriye kalan kısmı özel borçları azaltmak için kullanıldı. Tüketim eği-limi yüksek olan yoksul aileler dışında, bugün yapılan kesintiler nerdeyse tamamen borçları azaltmak için kullanılacak gibi görünüyor. Mali kesintiler üzerinden gitmeye devam edilecek-se bu kesintileri tercihen yenilikçi yatırımları artırması için iş dünyasıyla sınırlamak daha iyi olacaktır. ‘‘Altyapı, eğitim ve teknoloji harcamaları gelecekteki üretkenliği artırarak varlıklar yaratır.’’Daha genel olarak, ister ABD örneğinde oldu-ğu gibi devlet desteğinin temel olarak ihtiyari

harcamalardan isterse Avrupa’da olduğu gibi sosyal harcamalarda az çok otomatik bir ar-tıştan oluşmasından bağımsız olarak, devletin kriz yönetişimi son tahlilde hisse piyasasına başvurarak borç sermaye alabilme kapasi-tesine dayanmaktadır. 2009 için çıkartılması planlanan devlet tahvillerinin boyutu astro-nomik rakamlara varmaktadır: Amerika’da GSYİH’nin yüzde 14’üne karşılık gelen tahmini olarak 2000 milyar dolardan, İngiltere’de 215 milyar dolarlık (GSYİH’nin yüzde 10’u) tahvil satışlarına kadar ve başta Anglo Sakson tarzı bir mali itkiye direnen Almanya da dahil olmak üzere dünyanın bütün ülkelerinde ciddi miktar-larda tahvil çıkartılıyor (Bu uygulama Merkel tarafından ilk başta ‘‘kaba Keynesçi’’lik ola-rak suçlanmıştı). Tahvil piyasasının, büyümek-te olan açığı kapatabilmek üzere sermayeyi canlandırmak adına devletler tarafından kul-lanılması özellikle de faiz oranlarında sürekli bir düşüşün görüldüğü (bu tahvile yatırım ya-panlar açısından gerçek sabit gelirlerin göreli olarak artması anlamına gelir) içinde bulun-duğumuz gibi deflasyon dönemlerinde temel olarak bir sorun olmamalıdır.Ancak piyasalarda enflasyonda bir düşüş beklentisi ve dolayısıyla (genellikle enflas-yondan kaynaklı olarak) artan gelirlerle dev-let borçlarının ödenmesiyle ilgili zorlukların

Uluslararası para

sistemindeki ciddi dönüşümü,

ulusal egemenliklerinin

küreselleşmeyle birlikte

yaşadığı krizi yansıtan

değişiklikleri hesaba

katmaksızın yeni bir Bretton

Woods’tan bahsetmenin bir

anlamı yoktur.

Süpermarkete alışverişe

gittiğinizde bile kredi kartıyla

ödeme yaptığınız andan itibaren

finansın içindesinizdir

Page 37: OtonomSayı 19

35

artması olasılığı, ekonomik olarak en zen-gin ülkelerde bile hazine tahvilleri üzerin-deki reel faizlerin artmasına neden olur. Hükümet tahvillerine yatırım yapmış olan uluslararası yatırımcılar, kendilerini devlet-lerin iflas etmesi riskine karşı daha iyi koru-yabilmek için nominal ve reel gelirlerinin epeyce yüksek olmasını isterler. Analizcilere göre, fiyatlardaki değişimleri açıklayabilecek olan, tahvil piyasasında spekülatif bir balon yönünde işaretler olmasına rağmen, ‘‘hükü-metler borç almaya başladığı anda reel faiz oranlarının artması tedirgin edicidir’’ (Chris Giles, David Oakley ve Michael Mackenzie, Onerous Issuance, Financial Times, 7 Ocak 2009). 2007’ye kadar dış ticaret dengesinde Almanya’ya göre biraz daha fazla açık vermiş olan İspanya, Yunanistan, İrlanda ve İtalya gibi ülkelerde kamu açıklarının finansmanıyla ilgili problemler Aralık 2008’den bu yana açıkça artmaktadır. Tek bir Avrupa para biri-miyle geçen on yıla rağmen, piyasalar tek bir para biriminin geçerli olduğu bir alanda ülke riskleri arasındaki farklılaşmalar üzerinden işlemektedir. Bu ise üye ülkelerin tekrar para birimi yaratmaya yönelmeleri ya da Euro bölgesinde güçlü olan ülkelerin aleyhine ola-cak şekilde birlik tahvillerinin çıkartılmasıyla çözülecek kadar basit bir sorun değildir. AB içinde özellikle de sosyal politikalar alanında

devlet politikalarının gerçekten birleştirilmesi sorunu, kendini tüm aciliyetiyle yeniden orta-ya koymaktadır.Bu aşamada, aşırı derecede yüksek devlet tahvillerinin çıkartılması karşısında hükümet bonolarını almaya hevesli çok az yatırımcı varken (özel tahvil piyasası çıktısı üzerinde) bir dışlanma etkisi1 riski çok gerçekçidir. Şirketlerin tahvil çıkartabilmeleri pahalı kal-dığı oranda tahvil piyasalarında özel şirketler ve hükümetler arasındaki rekabetin krizden çıkışı engellemesi muhtemeldir. Bu noktada devletler, otomotiv sektörünün desteklen-mekte olduğu ABD’de de yaşanmakta oldu-ğu gibi, hisselerini satın almak yoluyla özel şirketlere doğrudan yardım etmek zorunda kalabilir. Bunun anlamı, son aylarda merkez bankalarının yardımıyla banka ve finans sek-töründe çoktan başlatılmış olduğu şekilde, finanse edilemeyen şirketlerin yarı devletleş-tirilmesi sürecidir (ancak devlet hissedarla-rının oy hakkı bulunmamaktadır). Diyelim ki küresel ekonomi yeniden başlatılacak olsa, ters dışlanma etkisi hareketi yani devlet tah-villerinden özel tahvillere doğru çıkış, borçlu olan ülkelerin borç servisini sadece daha da artıracaktır.Karşımızda duran senaryo, işsizlikte devasa ve küresel ölçekte sürekli bir artış, toplam finans açığında keskin bir artış karşısın-da gelirlerde ve emekli aylıklarında genel bir düşüştür. Bankacılık, finans ve sigorta sisteminin sermaye artırımları, para akıtıl-ması, bankalara el konulması ve döviz kont-rolü yoluyla desteklenmesiyle birlikte liberal hükümetlerin ‘‘sosyalistleştirilmesi’’, ellerin-de beklenmedik oranda toksik senet ve tah-vil bulunan batık bankalar zincirinin iflasını engelleyebilecek gibi görünmüyor. Her bir ülkenin, vergi mükelleflerini kamu açığını kapatmaya çağırmakla birlikte hesap verme-yi (rendering of accounts) mümkün olduğu oranda erteleyebilmek için devalüasyon ve korumacı tedbirler yoluyla kota uygulama-larını yeniden gündeme getirmesi (küresel-leşmenin çözülüşü) söz konusu olabileceği için, ekonomiyi yeniden canlandırmak adına alınan bütün tedbirlere rağmen, iki yıl içinde bütün ülke ekonomilerinin hâlâ depresyon içinde (durgunluk-deflasyon) kalması muh-temeldir. Ekonomik ve parasal politikaların krizi etkin bir şekilde yönetebilme marjinleri çok sınırlıdır. Geleneksel Keynesçi tedbirler, reel ekonomiyi, mallar, hizmetler ve sermaye malları için talebi uyarabilme kanallarından yoksundur. Öte yandan uluslararası para sis-temindeki ciddi dönüşümü, ulusal egemenlik-lerinin küreselleşmeyle birlikte yaşadığı krizi yansıtan değişiklikleri hesaba katmaksızın

yeni bir Bretton Woods’tan bahsetmenin bir anlamı yoktur. Yeni bir New Deal’den, yani geliri, istihdamı ve kredi sistemini ‘‘aşa-ğıdan’’ destekleme sürecinden bahsetmek istiyorsak o zaman krizden bu denli yenilikçi politik kaçışları gerçekleştirebilecek toplum-sal güçleri, aktörleri ve mücadele biçimlerini analiz etmemiz gerekir.

Finansal MantıkYaşamakta olduğumuz krize neden olan finan-sallaşma süreci, tarihsel olarak 1900’lerde ortaya çıkmış olan diğer bütün finansallaşma aşamalarından farklıdır. Geleneksel finansal krizler, P-M-P’ ekonomik döngüsünün belli bir uğrağında, uluslararası ölçekte kapita-list rekabetin ve aynı zamanda uluslararası işbölümü içindeki jeopolitik dengenin altını oyan toplumsal güçlerin bir etkisi olarak kâr oranlarının düşmesiyle çakışan bir şekilde,

Finansal ekonomi artık yaygındır,

başka bir deyişle başından

sonuna eşlik edecek şekilde

ekonomik döngünün bütününe

yayılmıştır.

Finansın bütün mal ve hizmet

üretimiyle aynı öze sahip olduğu

bir tarihsel dönemdeyiz

Page 38: OtonomSayı 19

36

özellikle de döngünün sonunda gerçekleş-miştir. Yirminci yüzyıl finansallaşması, ser-mayenin reel ekonomi içinde toplayamadığını finansal piyasada telafi etmek yönündeki, belli bir ölçüde parazit ve umarsız bir çabayı temsil etmiştir. ‘‘Faiz getiren sermaye’’nin birikimi ve özgün merkezileşmesi, Marx’ın da Kapital’in Üçüncü Cilt’inde söylediği üzere, temel olarak bankalar tarafından yönetilen, paranın para yoluyla üretimi anlamında ‘‘kur-gusal sermaye’’ olarak tanımlanır. Bu tanım aynı zamanda yirminci yüzyıl finansallaşma süreçlerinin belirgin özelliklerinin iyi bir öze-tidir (ki Marx tarafından daha on dokuzun-cu yüzyılın ikinci yarısında vurgulanmıştır). Dolayısıyla finansal kriz, artık bu terimlerle tanımlanmayacak olsa da, reel ekonomi ve finansal ekonomi arasındaki bir zıtlık ilişkisi-ne dayanır.Finansal ekonomi artık yaygındır, başka bir deyişle başından sonuna eşlik edecek şekil-de ekonomik döngünün bütününe yayılmıştır. Örnek vermek gerekirse, süpermarkete alış-verişe gittiğinizde bile kredi kartıyla ödeme yaptığınız andan itibaren finansın içindesi-nizdir. Örneğin, otomotiv endüstrisi tama-men kredi mekanizmalarıyla çalışır (taksitli satışlar, leasing vs.). Finansın bütün mal ve hizmet üretimiyle aynı öze sahip olduğu bir tarihsel dönemdeyiz. Her bir ekonomi için-

de sermaye araçlarına ve ücretlere yeniden yatırılmayan kârlara ek olarak, bugün finan-sallaşmayı besleyen kaynaklar çok çeşitlen-miştir. Doğrudan yabancı sermaye yatırımları sonucunda temettü ve imtiyaz gelirlerinin ülkeye geri dönmesinden, Üçüncü Dünya ülkeleri borç faizleri akışından, gelişmekte olan ülkelere verilen uluslararası banka borç-larının faiz akışlarından, ham maddelerden edinilen sermaye kazançlarından, bireyler ve zengin aileler tarafından biriktirilerek bor-salara, emeklilik fonlarına ve yatırımlarına akan kaynaklardan doğan kârlar bu çeşitliliği yansıtır. ‘‘Faiz getiren sermaye’’nin kaynakla-rının ve aktörlerinin bu denli çeşitlenmesi ve yaygınlaşması yeni finansal kapitalizmin hiç kuşkusuz ayırt edici, olağan dışı ve sorunsal özelliklerinden biridir, özellikle de bu sistemin tersine bir şekilde değişimi, yani finansal-laşmanın çözülüşü, reel ekonomi ve finans ekonomisi arasında daha dengeli bir ilişkinin kurulması ihtimalini düşünürsek.Kendinden öncekiler gibi bu finansallaşma da kârların doğrudan üretim sürecine (sabit ya da değişen sermaye) yeniden yatırılma-masından doğan birikimdeki bir tıkanmadan ürer. Aslında kapitalizmin Fordist büyümesi-nin 70’lerden itibaren krize girmesiyle baş-lar. O yıllarda, sonuç olarak kâr birikimi olmaksızın büyümeyi sağlayabilmek adına kâr paylarına finansal piyasalarda el konul-masıyla birlikte, reel ekonomi (sanayi) ve parasal ekonomi arasındaki ikiliğe dayanan klasik finansallaşmanın yeniden ortaya çıkışı-nın öncülleri mevcuttu. 80’lerin başından bu yana, ‘‘finansal balonların temel kaynağı, ikili bir hareketten ortaya çıkan biriktirilmemiş kâr yönündeki artan eğilimdi: bir yandan ücretlerdeki genel düşüş, öte yandan da kâr oranlarının yeniden sağlanmasına karşın biri-kim oranının durgunluğu, yani düşüşü (Michel Husson, Les enjeux de la crise, La Brèche, Kasım 2008). Birikim oranı net sermaye hac-minin büyüme oranıyken kâr oranı, kâr ve sermaye arasındaki oran olarak tanımlanır: 1980’lerden bu yana görülen iki oran arasın-daki farklılaşma, finansallaşmanın tek olma-sa da kesin bir göstergesidir. Ancak daha önce belirtildiği gibi, yeniden yatırılmayan sanayi kârlarının finansal sermayenin başka ‘‘birikim’’ kaynaklarına eklenmesi, Fordizm sonrası gelişim-krizi modelindeki dönüşüm-leri anlarken göz önünde tutulması gereken bir olgudur. Bugünkü finansal kapitalizmin temelini oluşturan, Fordist üretim modelin-den ‘‘yönetimsel borsa kapitalizmi’’ne geçiş; özellikle sabit sermayenin üretim süreçlerinin ve politik olarak düşürülmesi zor olan ücretli emek katılığının bir sonucu olarak piyasaların

kitlesel tüketim mallarına doyması ve böyle-likle Fordizmin teknolojik ve ekonomik temel-lerinin aşınması nedeniyle 60’lar ve 70’ler arasında sanayi kârlarında meydana gelen (yaklaşık olarak yüzde 50 oranındaki) düşüş ışığında açıklanır. Sermayenin organik gelişi-minin belli bir aşamasında (S/D) Fordist kapi-talizm artan canlı emeği emebilme kapasite-sinden artık yoksundu. ‘‘Dolayısıyla 70’lerin ikinci yarısından itibaren dünya ekonomi-sindeki motor güç, kapitalist işletmelerin, sahipleri ve yatırımcılarının itkisiyle, farklı araçlar kullanarak sürekli olarak kâr oranını yirmi yıl öncesinden daha yüksek düzeyle-re çıkartmak yönündeki çabasıydı’’ (Luciano Gallino, L’impresa irresponsabile, Einaudi, Torino, 2005). Neler olduğunu biliyoruz: emek maliyetlerinin azaltılması, sendikalara saldırı, bütün süreçlerin otomazisyonu, ücretlerin düşük olduğu ve güvencesiz çalışma koşulla-rının bulunduğu ülkelere taşeronluk işlerinin verilmesi ve tüketim kalıplarının çeşitlendiril-mesi. Dolayısıyla sonuç finansallaşma oldu, ancak bu, kârlardaki artışın (Fordist imalat mantığında olduğu gibi) gelirlerin maliyet-ten yüksek olmasından kaynaklanan bir artı değere değil, borsada t1 zamanı ile t2 zamanı arasında karşılaştırmalı olarak (t1 ve t2 ara-sındaki fark sadece birkaç gün bile olabilir) elde edilen bir artı değere bağlı olduğu bir süreçti.Aslında şirketlerin kârlarını yeniden sağla-

Yaşamakta olduğumuz krize

neden olan finansallaşma süreci,

tarihsel olarak 1900’lerde

ortaya çıkmış olan diğer bütün

finansallaşma aşamalarından

farklıdır

Yirminci yüzyıl

finansallaşması, sermayenin

reel ekonomi içinde

toplayamadığını finansal

piyasada telafi etmek

yönündeki, belli ölçüde

parazit ve umarsız bir çabayı

temsil etmiştir

Page 39: OtonomSayı 19

37

mak üzere finansal piyasalara yönelmesinin, faaliyetlerini yeni menkul kıymetler çıkarta-rak finanse etmeleriyle gerçekten bir ilgi-si olmamıştır, çünkü şirketlerin her zaman kendilerini finanse etmeye yetecek kadar bir kapasitesi vardı. Dünyadaki hisselerin çoğun-luğunu elinde bulunduran ülke Amerika, hisse senedi çıkarma yoluyla fonlamayı gerekli ola-nın sadece yüzde biri, Almanya ise yüzde ikisi oranında kullanmıştır. Ekonominin finansal-laşması, kâr oranındaki düşüş döneminden sonra sermayenin kârlılığını yeniden sağlama süreci ve bu kârlılığı doğrudan üretim süre-cinin dışında sağlamanın bir aracıdır. Bu araç, şirketlerin hissedar değeri (sharehol-der value) paradigmasını sorumsuz bir biçim-de, yani menfaat sahibi değeri (stakeholder value)2 olarak tanımlanan ‘‘yarar sağlayan-ların’’ çeşitliliğine karşı (çalışanlar, tüketi-ciler, tedarikçiler, çevre, gelecek nesiller) hissedarın değerini önceleyen şekilde içsel-leştirmesine neden olmuştur. İşletmelerin toplam geliri içinde (sanayi) kârlarının payı, ABD’de 60’lar ve 70’ler arasında yüzde 24’ten yüzde 15-17’ye düşmüş ve o zamandan bu yana yüzde 14-15’leri aşmamıştır. Dolayısıyla finansallaşma, aslında çağdaş kapitalizmin motor gücü haline gelecek şekilde yapısal-laşmıştır.‘‘Var olan bilgi üzerine kapsamlı bir araş-tırma temelinde Greta Krippner tarafından da ortaya konduğu üzere, ABD’li şirketlerin toplam kârları içinde finans, sigorta ve gayri-menkulden doğanların payı 1980’lerde imalat sektörünün payına nerdeyse ulaşmakla kal-mamış, 1990’lara gelindiğinde aşmıştır da. Daha önemlisi ise, 1970’ler ve 1980’lerde finansal olmayan şirketler, tesis ve maki-nelerden ziyade finansal ürünlere yatırımı keskin bir şekilde artırmış ve giderek üre-tim etkinliklerinden ziyade finansal yatırım-larından türeyen ücret gelirlerine ve kârlara bağımlı hale gelmişlerdir. Krippner’in finan-

sal olmayanın finansallaşması yönündeki bu eğilimle ilgili olarak bu süreçte imalat sek-törünün niceliksel olarak ağırlık oluşturmak-la kalmayıp aynı zamanda sürecin götüreni olduğu bulgusu özellikle önemlidir’’ (Giovanni Arrighi, Adam Smith a Pechino. Genealogie del ventunesimo secolo, Feltrinelli, Milan, 2007, s.159-60). Kârları finansal ‘‘kurgusal’’ kazançtan ayıran, reel ekonomi (sanayi) ve finans ekonomisi arasındaki ayrımı tavan arasına atmak ve aynı zamanda hem teorik hem de tarihsel açıdan kapitalizmi sanayi kapitalizmi ile özdeşleştirmeyi bırakmak için bu kadarı yeterlidir (Arrighi bunun, Ortodoks Marksizm tarafından temellendirilmesi hiç de gerekli görülmeyen bir iman eylemi oldu-ğunu söyler). Geçmiş otuz yılda şirketlerin sahiplendiği hissedar değeri paradigmasını tanımlayabilmek için ‘‘sorumsuz şirketler-den’’ bahsedilecekse, Carlo Vercollene’nin güzel ifadesiyle söylersek, üretim sürecinin ‘‘kârın rantlaşması’’na dayalı dönüşümünden bahsetmek faydalı olacaktır.Ücretlerin düştüğü ve güvencesiz hale gel-diği, sermaye yatırımının durakladığı finan-

sal kapitalizmin Fordizm sonrası yapılanması içinde, kârın gerçekleşmesi sorunu (başka bir deyişle artı ürünün satışı) ücret olmayan gelir tarafından tüketimin rolüne gönderme yapar. Bu bölüşüm profili açısından, serma-yenin yeniden üretimi (bunun tanımlayıcı bir unsuru olarak, zenginliğin kutuplaşmasıyla birlikte) kısmen rantiyecinin tüketimi, kısmen-se çalışanların tüketici borçlarıyla sağlanır. Finansallaşma, finansal geliri çalışanlara, oldukça eşitsiz ve güvencesiz olarak (örne-ğin, primin önceliği temelinde birleştirilmiş emekli aylıklarından türeyen emeklilik geliri) iki biçimde, menkul ve gayrimenkul olarak (ABD’de yüzde 20 ve yüzde 80’lik oranlarda) bölüştürür. Dolayısıyla rantın, kârın ötesinde bir tür ücrete dönüşmesi söz konusudur.Özel olarak hane halklarının borçlanması, buna denk düşen ABD ya da Avrupa’daki tasarruflardaki az ya da çok belirgin düşüşle birlikte, finansal kapitalizmin daha genişlemiş bir ölçekte ve küresel düzeyde kendini çoğalt-masına olanak verdi. Refah devletinin yeniden dağıtımcı işlevinin azalmasına paralel olarak, bu süreçte Keynesçi açık harcamasının bir

Her bir ekonomi içinde sermaye

araçlarına ve ücretlere yeniden

yatırılmayan kârlara ek olarak, bugün

finansallaşmayı besleyen kaynaklar

çok çeşitlenmiştir

Refah devletinin yeniden

dağıtımcı işlevinin

azalmasına paralel olarak,

bu süreçte Keynesçi açık

harcamasının bir tür

özelleşmesinden, özel

borçlar yoluyla ek bir

talep yaratılmasından

bahsedilebilir

Page 40: OtonomSayı 19

38

tür özelleşmesinden, özel borçlar yoluyla ek bir talep yaratılmasından (riskin göreli olarak özel hane halklarına kaydırılmasından) bahsedilebilir. Özel borçların patlaması, özel-likle de 2000-2002 Nasdaq krizinden sonra, borca dayalı varlıkların menkul kıymetleşti-rilmesini teşvik eden bir politika olarak, çok yaygın bir parasal politika izlenmesi ve ban-kaların serbestleştirilmesiyle kolaylaştırılmış oldu: Kredi Temerrüt Swaplarına ek ola-rak Teminatlandırılmış Borç Yükümlülükleri ve Teminatlandırılmış Kredi Yükümlülükleri, yatırım risklerine karşı korunabilmek için işletenler arasında alınıp satılan (aslında değiş tokuş edilen) sigorta türevleri vs. Bu kredi türevlerinin tamamı, on yılda yüzde yüzlük bir artış göstererek 62 trilyon dolara kadar ulaştı (menkul kıymetleştirilmiş varlık-lar ve türev finansal araçların bir sözlüğü için bkz. Charles R. Morris, Crack. Come siamo arrivati al collasso del mercato e cosa ci

riserva il futuro, Elliot Edizioni, Rome, 2008). Menkul kıymetleştirme, kredi kurumlarının ya da ajanslarının bütçelerinin, müşterilere verilen kredilerin (mortgage, aynı zamanda da kredi kartları) bankacılık sektörüne satı-larak temizlenmesine olanak verir. Bunlar farklı riskler içeren (iyiden daha kötüye) kredi havuzlarıdır ve bu temelde bu menkul değer-ler, kısa dönemli borçlar yoluyla alış fiyatları-nı fonlamak üzere keyfi bir biçimde yaratılmış olan finansal yapılara (özel amaçlı kanallar ya da araçlara) satılır. Sonunda tahviller hedge fonları, yatırım bankaları ya da emeklilik fon-larına konulur. Bu karmaşık finansal mühen-dislik, bankaların bütçelerini bu kredilerden temizleyerek yeni krediler verebilmelerine ve böylelikle toplam kredi miktarını suni bir şekilde artırmalarına (kaldıraç etkisi) olanak verir. Bu bir çeşit dilimlerin çoğaltılmasıdır, çünkü yaratılmış bir artı değerin bir parçası üzerinde bir hak olarak menkul değerlerin akışı ile sadece parasal olarak katlanan faiz ve kazanç paylarının akışının ayrılması riski, menkul kıymetleştirme (kaldıraç etkisi) yoluy-la kredilerin çoğaltılmasına içseldir.

GSYİH’nin yüzde 93’ünü oluşturan toplam hane borçlarına karşılık olarak GSYİH’nin yüzde 70’ine ulaşan ABD mortgage borçla-rı, 2000’den bu yana artan tüketimin kay-nağını ve 2002’den bu yanaki gayrimenkul balonunun motorunu oluşturmuştur. Tüketim; yeniden mortgage olarak verebilme, ev fiyat-larındaki enflasyon nedeniyle yeni krediler alabilmek için mortgage kredilerini yeniden pazarlık edebilme fırsatları sayesinde ateş-lenmiştir. Home equity extraction3 adı verilen bu mekanizma ABD’nin ekonomik büyüme-sinde kilit bir rol oynamıştır. ABD Ekonomik Analiz Bürosu GSYİH’de bu mekanizma saye-sinde kaydedilen büyümenin 2002 ve 2007 arasında ortalama olarak yüzde 1,5 olduğu-nu tahmin ediyor. Mortgage kredilerinin ve artan tüketimin pozitif etkisi olmasa ABD GSYİH’sinin büyümesi Euro bölgesine eşit ya da ondan daha düşük olurdu (Jacques Sapir, L’économie politique internationale de la crise et la question du ‘‘nouveau Bretton Woods’’: Leçons pour des temps de crise, mimeo, [email protected]). Alt gelir grubu (subp-rime) mortgage’lerin, büyümesi ve finansal kâr sağlayabilmesi için orta sınıfa ek olarak yoksulları da içermesi gerektiğini gösterdik. İşleyebilmesi için kapitalizmin hiçbir güvence sağlayamayan, kendinden başka verebilecek bir şeyi olmayan insanların çıplak yaşamına yatırım yapması gerekir. İnsanların çıplak yaşamını doğrudan bir kâr kaynağı haline

İşleyebilmesi için kapitalizmin

hiçbir güvence sağlayamayan,

kendinden başka verebilecek

bir şeyi olmayan insanların

çıplak yaşamına yatırım

yapması gerekir

Komünün/ortak olanın

üretimi kapitalist gelişmeyi

önceler, onu öngörür, aşar

ve geleceğin eklemlenişini

belirler

Page 41: OtonomSayı 19

39

getiren bir kapitalizm. Dahası finans, gayri-menkul fiyatlarının ‘‘sonsuz’’ artışı ve finan-sal kazancın sürekliliğini sağlamanın gerekli bir koşulu olarak, onsuz mülksüzleri içer-menin mümkün olamayacağı bir koşul olan enflasyon artışı beklentisi temelinde çalışır. Aralarında bir sürü itibarlı finans kuruluşunun da bulunduğu kurum ve kişilerden 50 tril-yon dolar gibi bir rakam toplamayı başaran, Nasdaq’ın eski başkanı Madoff’un tasarlamış olduğu zincir mektupları gibi, bu işleyiş adeta son girenin önce girene kazandırdığı bir tür Ponzi şemasıdır.4

Bu kapsayıcı sürecin eşiği, piyasanın toplum-sal ve özel mantığının gelişimi dahil olmak üzere, toplumsal mülkiyet hakları (ev gibi) ile özel mülkiyet hakları arasındaki çelişki-dir. Sınıf mücadelesinin üzerinde gerçekleş-tiği, aynı zamanda da sermayenin bu krizden çıkma becerisinin dayandığı zemin bu eşiktir. Bu, örneğin subprime mortgage’lere özgü ipotek sözleşmelerinin mimarisindeki zaman-sal bir eşiktir. Sabit mortgage faizlerinin düşük olduğu ve daha ziyade ev sahipleri-nin yararına olan ilk iki yıl ve daha sonra faiz oranlarının dalgalı olduğu ve dolayısıyla genel ekonomi ve parasal politikaya bağlı hale geldiği bir 28 yıl öngören 2+28 formülü, özel mülkiyet ve toplumsal mülkiyet hakları arasındaki çelişkinin bir örneğidir. Kullanım değerinin (ona erişimin) göreli olarak hakim olduğu iki yılın ardından aşırı şiddetli bir sürgün ve dışlama etkisiyle birlikte değişim değerinin kendini hissettirdiği bir 28 yıl geçi-ririz. Bu sayede finansal mantık, her türden yapay bir kıtlık yaratarak, finansal kaynak, likidite, haklar, arzu ve güç kıtlığı yaratarak ‘‘komünün (comune) sakinlerini’’ yerinden

etmekle birlikte böldüğü ve özelleştirdiği bir kamu malı (bene comune) üretir. Bu, ortak mülkleri (bene comune) toprakları üzerinde yaşayan köylülerin, bölünmesi ve özelleştiril-mesiyle birlikte bu ortak topraklardan sökü-lüp atıldığı, çıplak yaşamı içinde proletarya-nın doğuşuna neden olan 17. yüzyıl toprak çitlemelerini hatırlatan bir süreçtir.Spinoza’dan ve onun egemenliğin hukuku ve disiplinine direnişinden bahsederken Augusto Illimunati, çitleme süreçlerinin yasal-normatif doğasına aydınlık getirir: Spinoza ‘‘dünyanın farkındadır, ama onun toprağı, on yedinci yüz-yılın hayvancılık ve avcılık yapmak için çitlen-miş, Eşitlikçilerin (The Levellers)5 deyimiyle, kuzuların insanları yediği topraklar değildir, onun toprağı insanların sadece hizmet etme-sini bilen atıl kuzulara indirgendiği, barış ya da yurttaşlığın değil sadece yalnızlığın ve çölün olduğu topraklar değildir’’ (A. Illuminati, Spinoza Atlantic Ghilbi Edizioni, Milan, 2008, s.15). Sandro Mezzadra’nın ortaya koyduğu üzere ilksel ya da ilkel birikim, başka bir deyişle milyonlarca insanın ücretlendirildi-

ği ve proleterleştirildiği süreç, sermayenin tarihsel gelişiminin, kapitalist sömürü yasa-larından özgür olan ve toplumsal elbirliğinin ürettiği komüne/ortak olana (comune) çarp-tığında ortaya çıkan bir süreçtir (Mezzadra S., La ‘‘cosiddetta’’ accumulazione origina-ria, AAVV, Lessico marxiano, Manifestolibri, Rome, 2008). Dolayısıyla komünün/ortak olanın (comune) üretimi kapitalist gelişme-yi önceler, onu öngörür, aşar ve geleceğin eklemlenişini belirler.

Kârın Rantlaşması ÜzerineFinansın parazitik olmayan rolü, tüketim-de artış sağlayacak şekilde gelir üretebil-mesi sadece bölüşüm yönünden açıklana-maz. Finansın biriktirilmeyen, (sabit ya da değişken) sermayeye yatırılmayan kârdan beslendiği ve finansal mühendislik yoluyla katlanarak çoğaldığı doğrudur, çünkü kârdaki artışların, artı değer paylarının varlık sahip-lerine dağıtılmasına olanak verdiği de doğ-rudur. Bu profilden (tekrarlayalım: bölüşüm profilinden) analiz, finansallaşmanın gerçek sapkın süreçlerini gösterir, öyle ki bu süreçte finansal sermayenin her türlü kolektif çıkar-dan özerkleşmesi (ücret istikrarı ve istihdam, emeklilik gelirlerinin ve borsaya yatırılan biri-kimlerin çöküşü, tüketici kredilerinden mah-rum bırakılma, okul burslarının buharlaşması) ve hisse senedinden kazanç arayışı biçiminde içsel bir dinamik, her türlü kural ve denetim-den bağımsız finansal araçların çoğalmasıyla birlikte kurgusal kârların artışını doğurur. Bu üretim tarzının gelişim-krizi, toplumsal ihti-yaçlar ile hiper kârlara dayalı finansal mantık arasındaki uçurumu derinleştirir: Gelişmiş ülkelerde, artan bir şekilde sosyal alanlara, sağlığa, eğitim ve kültür alanlarına yönelen tüketimi, önceden kamusal kriterlere göre yönetilen alanların özelleştirilmesiyle karşı karşıya bırakan antropogenetik bir model olumlanırken gelişmekte olan ülkelerde ise değerlenme alanlarının genişlemesi, aşırı sömürü ve yerel ekonomilerin yıkımı süreç-leri daha da ilerletilir. Finansal kapitalizmin bir bütün olarak topluma dayattığı talepler, bölüşüm adına toplumsal uyumu ve hayat kalitesini bilerek feda eden bir büyüme

Halihazırdaki finansal kriz,

kapitalist birikimin olmadığı

bir sürecin içe patlayan bir

sonucundan daha ziyade

kapitalist birikimin tıkanması

biçiminde yorumlanmalıdır

Finansallaşmayı, kapitalistin

doğrudan canlı emekten,

fabrikadaki ücretli emekten artı

değer çekememesinden, Fordist

modelin krizinden başlayarak

kendini belli etmeye başlayan,

değer üretim sürecinin diğer yanı

olarak analiz etmemiz gerekir

Page 42: OtonomSayı 19

40

modeli altında toplumsal gerilemeyi daha da pekiştirir. Ücret deflasyonu, çalışma stresine bağlı olarak (GSYİH’nin yüzde 3’üne varasıya) artan sağlık bakımı maliyetleriyle birlikte çalışmanın patolojikleşmesi, toplumsal bilan-çonun giderek kötüleşmesi, finansal mantığın ve finansal kapitalizme özgü yersizleştirme-nin etkileridir.Sorun şu ki, bölüşüm açısından analiz edildi-ğinde (ekonomik son mercii), finansal kapita-lizmin gelişim-krizi ölümcül bir sona götürür. Kapı dışarı edilen, finansın parazitik doğası klişesi, gizlice bacadan içeri girer. Herkesin gözü önünde duran, teorik olmaktan daha ziyade pratik politik olan açmaz şudur: kriz-den çıkış stratejileri geliştirmenin imkan-sızlığı ve bir yandan finansın kurtarılmasını gerektiren (ki buna gerçekten karşıyız) öte yandan ekonominin iyileşmesi ihtimalini zora sokan ekonomik canlanma tedbirlerine baş-vurulması.Kapitalizmin finansal krizini eleştirel yani politik olarak analiz edebilmek için en baştan, finansallaşmanın kaynağını oluşturan, biri-kim olmadan kârın artışından başlamalıyız. Başka bir deyişle, finansallaşmayı, kapita-listin doğrudan canlı emekten, fabrikadaki ücretli emekten artı değer çekememesinden, Fordist modelin krizinden başlayarak kendini belli etmeye başlayan, değer üretim süreci-nin diğer yanı olarak analiz etmemiz gerekir. Burada öne sürülen tez, finansallaşmanın artı değer ve kolektif tasarrufların giderek üretken olmayan/parazitik sapkınlaşması değil, yeni değer üretim süreçlerine simet-rik bir kapitalist birikim biçimi olduğudur. Halihazırdaki finansal kriz, kapitalist birikimin olmadığı bir sürecin içe patlayan bir sonucun-dan daha ziyade kapitalist birikimin tıkanması biçiminde yorumlanmalıdır.Son otuz yıldır, finansın tüketim alanındaki rolünün yanında, artı değer üretim süreçle-rinde meydana gelen bir değişim söz konu-sudur. Artı değerin elde edilmesinin, malla-rın ve hizmetlerin üretim alanlarıyla sınırlı kalmayıp fabrika kapılarının dışına taşması ve doğrudan sermayenin dolaşım alanına girmesi biçiminde, değerlenme süreçlerinde

bir dönüşüm meydana gelmiştir. Bu, kadınlar tarafından uzun zamandır bilinmekte olan bir fenomen ya da bir geçiş olarak, artı değer elde etme süreçlerinin yeniden üretim ve bölüşüm alanlarına genişlemesidir. Daha açık bir biçimde, yönetim stratejileri ve teorilerin-de bile, üretim süreçlerinin taşeronlaşmasın-dan, ‘‘crowdsourcing’’ten6, yani yığınlara ve onların yaşam biçimlerine değer biçmekten bahsediyoruz (Jeff Howe, Crowdsourcing. Why the power of the crowd is driving the future of business, New York, 2008).Üretim açısından finansal kapitalizmi ana-liz etmek, biyo’dan (Andrea Fumagalli, Bioeconomia e capitalismo cognitivo, Carocci, Roma, 2007) ya da ‘‘insanların yaşamla-rıyla giderek bütünleşmesiyle ayırt edilen biyokapitalizm’’den bahsetmek anlamına gelir. ‘‘Daha önceleri, kapitalizm temel ola-rak, makineler ve işçilerin bedenleri aracılı-

ğıyla ham maddelerin işlenmesine gönderme yapıyordu. Biyokapitalizm ise değeri, maddi bir emek aracı olarak işlev gören bedenin de ötesinde bedenin bütününden üretiyor’’ (Codeluppi Vanni, Il biocapitalismo. Verso lo sfruttamento integrale di corpi, cervelli ed emozioni, Boringhieri Bollati, Torino, 2008). Finansal kriz analizimizde son yıllarda geliş-tirilmiş bulunan biyokapitalizm ve bilişsel kapitalizm üzerine teorilere ve çalışmalara gönderme yapmamızın tamamen metodolojik bir anlamı vardır. Burada adı geçen yazarlar ve daha çok sayıdaki diğerleri tarafından zaten yapılmış olduğu için, bilişsel kapitaliz-min daha doğru ve kapsamlı bir betimleme-sini vermek yerine, burada yeni kapitalizmin gelişim-krizinin altında yatan, finansallaşma ve değer üretim süreçleri arasındaki ilişkiyi vurgulamak istiyoruz.Değer üretiminin taşeronlaştırılmasının, bunun yeniden üretim alanına genişleme-sinin çok sayıda örneği mevcuttur (Marie-Anne Dujarier, Le travail du consommate-ur. De McDo à eBay: comment nous ce que nous achetons, La découverte, Paris, 2008). Dolaşım alanının kapitalizm tarafın-dan sömürgeleştirilmesi, ikinci nesil serbest çalışmanın atipik biçimlerinin ortaya çıktığı ilk aşama olan taşeronlaşmadan, tüketicinin ekonomik değerin gerçek üreticisine dönüş-mesine hiç durmaksızın ilerlemiştir. Analizi

Son otuz yıldır,

finansın tüketim

alanındaki rolünün

yanında, artı değer

üretim süreçlerinde

meydana gelen

bir değişim söz

konusudur

Finansallaşma, yeni

kapitalist birikimin uygun

ve sapkın tarzını temsil

etmektedir.

Page 43: OtonomSayı 19

41

basitleştirmek riski taşısa da paradigmatik örnekler üzerine düşünmek faydalı olabi-lir. Bir dizi fonksiyonu tüketiciye devreden Ikea’yı düşünelim (istenilen nesnenin özellik-lerinin belirlenmesi, raftan alınması, arabaya yüklenmesi vs.). Billy kitaplığının montajı işini tüketiciye verir, böylelikle sabit ve değişken maliyetleri çok az bir fiyat indiriminden yarar-lanan tüketici üzerinden dışsallaştırır, şirket ise maliyetlerden ciddi şekilde tasarruf etmiş olur. Başka örnekler de verilebilir: Microsoft ve Google başta olmak üzere yazılım şirketleri programlarının yeni versiyonlarını çoğunlukla tüketicilere test ettirir, üstelik açık kaynak yazılım programları bir insan çokluğunun, ‘‘üretken tüketiciler’’in yarattığı bir yeniliğin sonucudur.Sermayenin yeni değerlenme süreçlerinin ilk sonucu şudur: yeni değer elde etme araçları ile yaratılan katma değer devasa büyüklük-

tedir. Doğrudan ve dolaylı ücretlerin (emekli maaşları, sosyal güvenlik, bireysel ve kolektif tasarruf getirileri) baskılanmasına, esnek ve ağsal iş sistemleri (güvencesiz ve geçici istih-dam) ve çok daha geniş bir serbest meslek tabanının yaratılmasına (tüketim ve yeniden üretim alanındaki işler ve de bilişsel emeğin yoğunlaşması) dayanır. Katma değerin yani karşılığı ödenmemiş emeğin büyüklüğü; üre-tim alanına yeniden yatırılmayan kârın, başka bir deyişle artışı büyümeyi, istihdamı ya da ücreti artırmayan kârların kaynağıdır.Bu yönüyle, krizin nedenleri üzerine dönen Marksist tartışmaya referansla, Alain Bihr’in şu an ‘‘aşırı artı değer’’ durumunda bulun-duğumuz yönündeki tezine kısmen katılmak mümkündür ama Bihr ve Husson’dan farklı olarak, bunun birikimin olmamasının, kârların sabit ve değişen sermayeye yatırılmamasının bir sonucu olmadığını söylemeliyiz. Aksine

artı değer fazlası, Fordizmin krizini takiben, sermayenin dolaşım ve yeniden üretim ala-nında verili olan yeni bir birikim sürecinin sonucudur. Amerikan ve Avrupalı çokuluslu şirketlerin büyük bir kısmının yurtdışı doğru-dan yatırımlarını (Çin, Brezilya ve biraz zor da olsa Hindistan’da) arttırdığı düşünüldüğünde, François Chesnais’nin artı değer fazlasının yeni piyasa fırsatları arayışına yol açmakla kalmadığı yönündeki itirazının genişletilmesi gerekir: Tipik kâr hırsının bir yansıması ola-rak, doğrudan yatırımlar sadece ekonomik olarak gelişmiş ülkeler dışında gerçekleştiril-mekle kalmadı, aynı zamanda içeride açık bir şekilde dolaşım ve yeniden üretim alanlarına aktı. Ve beğenelim ya da beğenmeyelim, bu durum, sermayenin, kendisiyle hiç de mutlu bir birlikteliği olmadığı Fordist işçi sınıfına karşı uzun yürüyüşünün bir sonucudur.Bilişsel kapitalizm üzerine çalışmalar, katma değerin üretiminde bilişsel/maddi olmayan emeğin merkeziliğini aydınlatmanın yanı sıra, sabit sermayenin (fiziksel araçlar) stratejik önemini giderek yitirdiğini ve bir dizi üretici-araçsal işlevin emek gücünün canlı bedenine aktarıldığını ortaya koyar. (Christian Marazzi, Capitalismo digitale e modello antropogene-tico del lavoro. L’ammortamento del corpo macchina, JL Laville, C. Marazzi, M. La Rosa, F. Chicchi (ed.), Reinventare il lavoro, Sapere 2000, Rome, 2005). ‘‘Bilgi ekonomisi ilginç bir paradoks içerir. Yeni ürünün ilk birimi şirket-ler açısından çok maliyetlidir, çünkü üretimi ve pazarlanmasından önce araştırma aşama-sında büyük yatırımların yapılmasını gerekti-rir. Sonraki birimleri üretmek nispeten daha ucuza gelir, çünkü orijinal bir şeyi kopyalamak basittir, üretimin yersizleştirilmesi, var olan

Üretim açısından finansal

kapitalizmi analiz etmek,

biyo’dan ya da ‘‘insanların

yaşamlarıyla giderek

bütünleşmesiyle ayırt edilen

biyokapitalizm’’den bahsetmek

anlamına gelir

Birikim, kâr ve finansallaşma

arasındaki ilişkinin Fordizm

sonrası üretim süreçlerinin

belirgin özellikleri temelinde

yeniden yorumlanması

gerekir

Page 44: OtonomSayı 19

42

teknoloji ve dijitalleşme süreçleri sayesin-de bunu ekonomik bir şekilde yapabilirsi-niz. Bunun sonucu olarak şirketler çabalarını ve kaynaklarını fikir üretimine yoğunlaştırır, ancak maliyetlerin giderek artma eğilimiyle yüz yüze gelir’’ "(Codeluppi, op. Cit., s.24. bkz. E. Rullani’nin çok önemli çalışması, Economia della conoscenza. Creatività e valore nel capitalismo delle reti, Carocci, Roma, 2004). Artan kazanç teorisine gönderme yapan, bilişsel kapitalizmin bu özelliği; bütün etkinlik düzeylerinin emeğin maliyetinin düşük olduğu ülkelere taşeronlaşma yoluyla aktarılma biçi-minin, başlangıç maliyetlerini tekel fiyatlarıy-la amorti etmek için gerekli kıtlığı yaratma süreçlerinin (patentler, lisanslar, telif hakları) ve son olarak sermaye mallarına doğrudan yatırımın azalmasının kaynağıdır. Buna ek olarak, başlangıç maliyetlerini düşürebilmek için şirketler ‘‘daha fazla sermaye malı almayı değil ihtiyaç duydukları fiziksel sermayeyi türlü kiralama sözleşmeleri yoluyla ödünç almayı, böylelikle faaliyet maliyetleriyle aynı biçimde, uygulama maliyetleri gibi göreli mali-yetlerini de hafifletmeyi düşünürler’’ (Jeremy Rifkin, L’era dell’accesso. La rivoluzione della new economy, Mondadori, Milan, s.57). Birikim, kâr ve finansallaşma arasındaki iliş-kinin Fordizm sonrası üretim süreçlerinin belirgin özellikleri temelinde yeniden yorum-lanması gerekir. Finansallaşmayı tetikleyen kârlardaki artış mümkün olabilmiştir, çünkü biyokapitalizmde sermaye birikimi kavramı dönüşüme uğramıştır. Artık sermaye birikimi, Fordist dönemde olduğu gibi, sermayenin

sabit ya da değişen sermayeye (ücretler) yatırılmasına değil üretim dispozitiflerine yatırıma ve doğrudan üretim sürecinin dışın-da üretilen değere el konulmasına dayanıyor. Bu crowdsourcing teknolojileri sermayenin yeni organik bileşimini oluşturur, başka bir deyişle bu, topluma yayılmış olan sabit ser-maye ile yeniden üretim, tüketim, yaşam biçimleri, bireysel ve kolektif imgelem alanla-rında yersiz yurtsuzlaştırılmış, yersizleştiril-miş ve bu alanlara nüfuz etmiş olan değişen sermaye arasındaki orandır. Fordist döneme özgü makineler sisteminden farklı olarak, enformasyon teknolojileri ve enformasyona ek olarak bir dizi maddi olmayan organizas-yon sisteminden oluşan yeni sabit serma-ye, işçileri hayatın her anında kovalayarak

artı değeri emer ve sonuçta işgünü, canlı emek zamanı artar ve yoğunlaşır. Canlı emek miktarındaki artış sadece stratejik üretim araçlarının (bilgi, yetenekler, elbirliği) emek gücünün canlı bedenine aktarılmasını yansıt-makla kalmaz, aynı zamanda geleneksel üre-tim araçlarının ekonomik değerindeki düşme eğilimini de açıklar. Dolayısıyla son yıllarda borsaya yönelişlerin, istihdamı ya da ücretleri artıracak doğrudan yatırımların artışıyla değil de hisse değerleri artışıyla sonuçlanmasının gizemli bir yanı yoktur. Yatırımların kendi kendini finanse etmesi, birikimin kaldıracının, finansallaşma kadar üretim dispozitifleri ve toplum içindeki değere el konulmasıyla ilgili olduğunu gösterir.O halde son otuz yıldır kârlardaki artış, klasik üretim süreçlerinin tamamen dışında olduğu oranda, birikimle birlikte bir artı değer üre-timine atfedilmelidir. Bu açıdan, ‘‘kârın (kıs-men de ücretin kendisinin) rantlaşması’’ fikri doğrudan üretim alanlarının dışında üretilen değere el konulmasının bir etkisi olarak onay-lanmış olur. Halihazırdaki üretim sistemi ilginç bir şekilde Fizyokratlar tarafından teorileşti-rilen, çiftçiliğe dayalı 18. yüzyıl ekonomisini andırır. Quesnay’in Ekonomik Tabloları’nda rant, tarım işçisinin üretmiş olduğu net mik-tarı gösterir (geliri işçilerin ücreti ile aynı biçimde yani kâr olarak düşünülmeyen kapi-talist rantiyenin emeği de dahil olmak üzere) ve fiziksel üretim araçları hesaba katılmaz. Quesnay, sermaye mallarının (sabit serma-yenin) üreticilerini, kısır bir sınıfın, yani ürün üretmeyenlerin bir parçası olarak tanımlar. Birinci sanayi devriminin doğuşunda ekonomi politiğin kurucularının sonradan da gösterdiği üzere, sabit sermayeyi, sermaye mallarını, net ürünün üretim faktörlerini dışarıda tut-mak yanlıştı. Ancak sabit sermayenin ekono-mik değerinin ve onun değişen sermayeden

Bu kriz, önceki

krizlerle

karşılaştırıldığında

yeni olan bir şeyi,

yani Amerikan

para otoritelerinin

piyasada var olan

likiditeyi yönetme

kapasitesini

yitirdiğini açığa

çıkardı

ABD para otoritelerinin

yönetişim krizi, dünyanın

geri kalanından, özellikle de

gelişmekte olan ülkelerden

likidite akışının sonuçlarıyla

başa çıkmaktaki yetersizlik

olarak açıklanabilir

Page 45: OtonomSayı 19

43

niteliksel farkının sonradan keşfinin, kapi-talizmin radikal modernliğini ayırt eden bu epistemolojik sıçramanın, yani emek ve ser-maye arasındaki ayrılmanın; doğuş halindeki kapitalizmin gelişim-krizinin kaldıracı olarak üretim faktörlerinin karşılıklı otonomlaşması-nın temelinde yattığını düşündüğümüzde, bu hata üretim bilincinin bir hatasıydı.Toplumsal bedeni canlı kılan hayat biçimle-rinin Ricardo’nun teorisindeki toprağa denk düştüğü söylenebilir. Ancak Ricardo’nun (mutlak ya da farklılaşan) rantından farklı olarak, bugün rant, finansallaşma süreçle-ri sayesinde kâr olarak asimile edilebiliyor. Finansallaşma, özgün bir mantıkla birlikte, özelde para araçlarıyla para üretiminin doğ-rudan üretim süreçlerinden özerkleşmesi olarak, biyokapitalizme özgü biçimde değer üretiminin taşeronlaşmasının başka bir yüzüdür. Finansallaşma, yalnızca artı değe-rin gerçekleşmesi için gerekli efektif talebi yaratmakla, başka bir deyişle olmadığı koşul-da GSYİH’nin vasat bir seviyede ve durgun kalacağı gelir ve borç kitlesini yaratmakla kalmaz. Finansallaşma sürekli yeniliği, biyo-kapitalizmin sürekli üretim atılımlarını önemli bir şekilde belirler ve borsada kayıtlı olsun ya da olmasın bütün girişimlere ve toplu-mun bütününe, hisse değerlerinin önceliğine odaklanan hiper-üretim mantığını empoze eder. Finansallaşmadan kaynaklanan üretim kaymaları, sistematik bir biçimde sermayenin ‘‘yaratıcı yıkımı’’ yoluyla, yani araçsal bir şekilde teşvik edildikten sonra toplumsal ser-vete erişimin kırıldığı giderek sıklaşan krizler aracılığıyla yürütülür.Fordizmin 70’lerdeki krizinden başlayarak, ortaya çıkan balonlar kapitalizmin ‘‘dolaşım alanını sömürgeleştirmesi’’nin uzun süreci içindeki kriz uğrakları olarak değerlendiril-melidir. Bu, küreselleşme sürecini, yerel ve küresel sosyo-ekonomik meselelerin giderek artan bir kısmının finansal biyokapitalizmin mantığına tabi kılınması olarak açıklayan bütünsel bir süreçtir. Emperyalizmden impa-ratorluğa geçiş, başka bir deyişle Güney eko-nomilerinin temel olarak dış pazar ve bununla birlikte ucuz hammadde kaynağı olarak kulla-nıldığı, gelişmiş ülkeler ile az gelişmiş ülkeler

arasındaki bağımlılık ilişkilerinden, içerisi ve dışarısı arasındaki ikiliğin giderek ortadan kalktığı emperyal küreselleşmeye geçiş de değer üretim süreçlerinin taşeronlaşması-nı öngören kapitalist mantığa atfedilmelidir. Finansallaşma, yeni kapitalist birikimin uygun ve sapkın tarzını temsil etmektedir.

Küresel Yönetişim KriziAğustos 2007’de alt gelir grubu mortgage kredilerinin patlamasıyla birlikte başlayan finansal kriz; likidite krizi, banka iflasları, paranın kurmaylarının krizin yapısını etki-leyemeyen sürekli müdahaleleri, ekonomiyi iyileştirmek için alınan maliyetli tedbirler, ülkelerin borçlarını ödeyemez hale gelmesi, deflasyonist baskı ve enflasyonun şiddetli bir şekilde artması olasılığı, artan işsizlik ve gelirlerin düşmesiyle ayırt edilen uzun dönemli bir krize dönüşmekte. Esas itibariyle, bu kriz, Fordist birikim modelinin kriziyle bir-likte başlayan artan finansallaşma sürecinde biriken bütün çelişkileri içermesi itibariyle, tarihsel bir krizdir (Yine 70’lerde başlamış olan, bankaların deregülasyonunun analizi için bkz. Barry Eichengreen, Anatomy of the financial crisis, Vox, http://www.voxeu.org/index.php?q=node/1684).Bununla birlikte, halihazırdaki krizin belir-

lenişi ve hızlanışı 1997-1999 Asya krizinde bulunabilir. Asya krizi; gayrimenkul spekülas-yonuna ve yerel para cinsinden aşırı sanayi yatırımına neden olan dolar cinsinden aşırı borçlanmayla krizi aşmak isteyen Güneydoğu Asya ülkelerinin, o andan itibaren dünya para ve finans sisteminin istikrarsızlığı içinde örtük olarak bulunan daha yıkıcı kriz riski kar-şısında kendilerini korumak adına uluslarara-sı rezervlerini nakit para olarak biriktirmeye karar verdikleri anda başlayan, uluslararası finans sisteminde meydana gelen bir deği-şikliği ifade ediyordu. Asya ülkeleri iç talebe dayalı büyümeyi terk ederek ihracata dayalı bir ekonomi modelini benimsediği oranda bu, ekonomik modelde radikal bir değişiklik anla-mına geliyordu. Bu yolla, dolar cinsinden borç alan bir konumdan, özellikle ABD’ye olmak üzere borç veren ülke konumuna geldiler (M. Aglietta, op. Cit., s. 33-37).Döviz kazanabilmek için, Asya ülkeleri ulusla-rarası ticarette, ağır devalüasyon, rekabetçi deflasyon ve iç tüketimi daraltma yoluna giderek ‘‘yırtıcı’’ bir politika izlediler. Buna bir de Çin ve Hindistan gibi ülkelerin ulusla-rarası ticarete açılmasını eklersek, Asya’daki dönüm noktasının net etkisinin nasıl tipik bir deflasyon olduğunu anlayabiliriz: Aniden dünya aktif işgücü hacmini ikiye katlayan ücret deflasyonu ve aynı zamanda Çin’den ve daha az ölçüde olmakla birlikte niteliksel bir önem arz edecek şekilde Hindistan’dan ihraç edilen sanayi malları ve tüketici mallarındaki deflasyon. Öte yandan ücretlerdeki deflas-yon; şirketlerin yeniden satın alınması gibi borçlanmanın kaldıraç etkisi yaratacak şekil-de kullanılmasına olanak veren prosedür-ler (kaldıraçlı satın alma7) yoluyla, finansal mantığın reel ekonomi içindeki endüstrileri istila etmesiyle daha da ağırlaştı (Sapir, op. cit., s. 5).İnternet balonunun krizinden sonra deflas-yon riski daha da gerçek hale gelmiştir.

Para yönetişiminin krizi,

birincisinin ikincisinden

daha kısa sürede gelişmesi

anlamında, ekonomik döngü

ve para döngüsü arasındaki

uçurumu açığa çıkardı

Finansallaşma,

biyokapitalizme

özgü biçimde

değer üretiminin

taşeronlaşmasının

başka bir yüzüdür

Page 46: OtonomSayı 19

44

Aslında, 2002’den bu yana, internet balo-nunun genişleme döneminde (1998-2000) borçlanan girişimlerin borçlarının silinme-si, Amerikan Merkez Bankası (FED) Başkanı Alan Greenspan’i genişlemeci bir para poli-tikası izlemeye zorladı. 90’larda Japonya’nın içine düştüğü kısır döngüden kaçabilmek için ABD’li para otoriteleri uzun bir zamana yayılan düşük faiz oranları (yüzde 1 civarında) uygulamaya karar verdi, çünkü 2002’den bu yana bazı şirketlerin iflasıyla birlikte (mesela Enron), genişlemeci para politikaları borsa-lara güveni tesis etmekte başarısız olmuştu. Her koşulda, negatif reel faiz oranları; özel borçları artırırken aynı zamanda bankaların, bugün kredi hacmini artırmakla suçlanan çeşitli finansal ve menkul kıymetleştirme araçlarını (şu meşhur toksik varlıklar) geliş-tirmesini teşvik etti.Alt gelir grupları için gayrimenkul balonu burada başlar. Şirketler bir bakıma, negatif faiz oranları sayesinde borçtan kurtulmayı başardı, oysa Amerikalı haneler (sıkça buna davet edilerek) katlanan bir şekilde borçlan-dı. Borçlanma yoluyla tüketimde meydana gelen artış, Amerikan ticaret açığını daha da kötüleştirdi ve sonuç olarak Asya merkantiliz-minin para politikalarını daha da güçlendirdi (daha önce belirttiğimiz üzere bu ülkeler, devalüasyonu engellemek için devasa miktar-larda dolar elde ederek gerçekleşmiş kârları sterilize ettiler ve bütçe fazlası yoluyla Devlet Fonları oluşturdular). Ayrıca Asya ülkelerinin ticaret fazlası (sterilizasyon tedbirlerine rağ-men) ihracatçı ülkelerdeki yatırımları, yani sadece düşük emek maliyetleri dolayısıyla

değil aynı zamanda ürün kalitesi ve daha yüksek katma değer dolayısıyla gelişmekte olan ülkelerin rekabet gücünü yükselten bu yatırımları artırdığı için, deflasyon eğilimi devam ediyor.Ne kadar şematik olsa da, alt gelir grubu mortgage balonunun patlamasına neden olan dinamikler, krizin küresel kapitalist birikim sürecinde belirgin bir yapılanmaya doğru ilerlediğini gösteriyor. Bu yapılanma içinde finansallaşma, küresel sermayenin, ulusla-rarası ticarete sistematik bir tutarlılık veren, finansal gelir ve tüketici borçlarının üreti-mi sayesinde büyümesine olanak vermiştir. Özellikle de internet balonu ve akabinde şirketlerin borçlarının silinmesinden de sonra küresel büyüme; sabit sermayeye yapılan yatırım oranındaki artışa bağlı olmaksızın elde edilen sermaye kazançlarındaki artışla birlikte, canlı emek maliyetlerini azaltmak için taşeronlaştırma süreçlerinin yoğunlaştırılma-

sı yoluyla sermayenin yeniden yapılanmasına tanık oldu. Aslında, özellikle 1998 ve 2007 arasında, büyük şirketlerin (S&P 500 liste-sindekiler) yeniden yatırılmayan kâr payların-da (serbest nakit akış marjlarında) oldukça yüksek bir artış, borçlanmayı kullanan hane halklarının yüksek tüketimleri ve tasarrufla-rının azalmasıyla doğrudan paralel olarak bir nakit birikimi meydana geldi.Her zaman olduğu gibi, sermayenin krizi onun büyümesine neden olan aynı neden-lerden doğuyor (palindrom8 iş döngüsünün tipik hareketi). Ancak bu kriz, önceki krizlerle karşılaştırıldığında yeni olan bir şeyi, yani Amerikan para otoritelerinin, 97-99 krizin-den sonra Asya ülkelerinin uygulamış olduğu ‘‘merkantilist’’ para stratejisinin bir sonucu olarak, piyasada var olan likiditeyi yönetme kapasitesini yitirdiğini açığa çıkardı.Alan Greenspan’in bir muamma olarak bah-settiği, halbuki Michel Aglietta ve Laurent Berrebi tarafından aydınlatılmış bulunan (Désordres dand le capitalisme mondi-al, Odile Jacob, Paris, 2007) bu özgünlük, gelişmekte olan ülkeler, petrol üreticisi ve ihracatçısı ülkelerden Amerikan tahvil piya-

Krizden çıkış, ancak

ekonomik iyileştirme

tedbirleri belirli

jeopolitik ve jeo-parasal

stratejiler bağlamına

yerleştirilebilirse mümkün

olabilir

Bu kriz, kapitalist modelin

döngünün tırmanış aşamasında

ortaya çıkan direnişlerin

toplumsal ve potansiyel olarak

politik boyutlarını ekonomik

düzene eklemlemesinin krizidir

Page 47: OtonomSayı 19

45

sasına, özelikle de Hazine tahvillerine ve Fannie Mae ile Freddie Mac hisselerine likit akışının sonuçlarına işaret eder. ABD Merkez Bankası’nın 2004 ile 2007 arasında kısa dönemli kredilerin faiz oranlarını artırarak (yüzde 1’den yüzde 5.25’e yükselmiştir) kredi hacmindeki artışı sınırlandırmak yönündeki bütün çabalarına rağmen, gelişmekte olan ülkelerden devasa ve sürekli likit akışı aslında devlet tahvillerinde olduğu gibi uzun dönemli faiz oranlarını düşürmüştür. ‘‘Uzun dönem-li faiz oranlarının kısa dönemlilerin altına düştüğü –böylesi uzun bir dönem için atipik bir durum- bu çok özel ters çevrilmiş eğri, çok daha sınırlayıcı bir para politikasına rağ-men ABD’de borçlanma maliyetlerinin uzun zaman çok düşük kaldığı anlamına gelir.’’ (Aglietta, op. cit., s. 39). Toptan para piyasa-sında borçlanabilen bankalar böylelikle riskli durumdaki hane halklarına daha fazla borç verme araçlarına sahip olabildiler. Sonuç olarak, gayrimenkul fiyatları ABD’de 2006 sonbaharına, pek çok Avrupa ülkesinde ise 2008’e kadar arttı (Fransa’da on yılda yüzde 60’tan 80’e, İngiltere ve İspanya’da ise yüzde 50 artış oldu).O halde, ABD para otoritelerinin yönetişim krizi, dünyanın geri kalanından, özellikle de gelişmekte olan ülkelerden likidite akışının sonuçlarıyla başa çıkmaktaki yetersizlik ola-rak açıklanabilir. Aslında Asya krizi sonrası küreselleşme, gelişmiş ülkelerdeki iş dön-güsüne içsel kriz riskindeki artışı gizledi, çünkü tahvillerin (uzun dönemli tahvillerin) riskleri üzerindeki baskının azalması, finan-sal sektörü varlıkların değerlenmesine açık hale getirdi. Bir kez daha bu süreç içinde, kriz açısından merkezi olan zamansal boyut söz konusudur. Gayrimenkul krizinin işaret-leri daha FED’in faiz oranlarını yükseltme hızına girdiği 2004’te görülmeye başlanmıştı. Ancak dışarıdan içeriye likit akışı para poli-tikası tedbirlerini etkisiz kıldı, böylece balon Ağustos 2007’ye kadar büyümeye devam etti. Gayrimenkul fiyatlarının artışı 2006’nın ortalarından durmakla kalmadı, hatta o yılın sonunda düşmeye başladı. Ama balon ancak Ağustos 2007’de patladı, çünkü derecelen-dirme kuruluşları, kredi üzerinden çıkartılan

tahvillerin (şimdi toksik varlıklar) notunu iş döngüsünün terse dönmesinden ancak bir yıl sonra düşürdü (Asya krizi sonrası yeniden yapılanmayı doğrulayan bir yorum için bkz. The Economist, When a flow becomes a flood, 24 Ocak 2009).Başka bir deyişle, para yönetişiminin krizi, birincisinin ikincisinden daha kısa sürede gelişmesi anlamında, ekonomik döngü ve para döngüsü arasındaki uçurumu açığa çıka-rıyor. Bütün iş döngülerinde olduğu gibi, reel ekonomi döngüsünde de kriz, fiyatlardaki enflasyonist artışın (örneğin gayrimenkulde olduğu gibi, ancak sadece orda da değil) artan talebin azalmasına götürecek şekil-de sonlanmasıyla başlar. Talep daha yavaş artar, çünkü gelecek gelir akışının azalması, balonun yoğunlaşmış olduğu malların ‘‘irras-yonel’’ fiyatlarını artık artırmaz. ‘‘Eski’’ eko-nomik döngülerde, bu yavaşlama genellikle tam istihdama yaklaşma olarak ifade edilir. Bankacılık sistemi açısından bu, döngünün tırmanış aşamasında verilen kredilerin geri ödenme oranlarında düşüş anlamına gelir. Yani borç içindeki şirketler ve tüketiciler, borçlarını geri ödemekte zorlandıkları sin-yalini verir, çünkü (şirketler açısından) satış hacmi ve/veya (hane halkları açısından) gelir-ler daralmaya başlar. İkincillerden tutun da merkez bankalarına kadar, bütün bankalar için faiz oranlarını yükseltme zamanı gel-miştir.

Finansal küreselleşme hesap vermeyi, dön-günün terse çevrimini erteler, çünkü şirket-lere ve tüketicilere verilen kredilerin hacmi ulusal reel ekonomi döngüsü içindeki terse dönüş (gayrimenkul fiyatlarında düşüşün başlaması) sinyallerine rağmen artmaya devam edebilir. Buna rağmen Amerikan öde-meler dengesi, yaklaşan krizin semptomla-rının gizlenmesine katkıda bulunan bir seyir izlemiştir. Aslında daha fazla kâr peşinde olan gelişmekte olan ülkelerden tasarruf kit-lesinin içeriye akışı artmayıp ABD’nin dışarıya doğrudan yatırım akışı tarafından dengele-nesiye kadar (bu dış yatırımların, özelikle de dolar diğer para birimlerine göre daha düşük olduğunda, içerdekilere göre daha yüksek geri dönüşü olur ve ABD şirketlerinin kârlarını artırır) ABD para otoriteleri, bariz bir süre boyunca, uluslararası ticaret den-gesizliği problemini ele almaktan kaçınabilir. Üstelik ABD’nin para yönetişimi krizinin geci-kerek ortaya çıkması, bölgesel bir krizin derhal küresel bir krize dönüşmesinin de kaynağıdır. Elbette bunun nedeni, böyle bir dönemde dünyanın dört bir yanındaki ban-kaların portföylerine, sigorta şirketlerine, hedge ve ortak yatırım fonlarına, emeklilik fonlarına ve diğer yatırım fonlarına bulaşacak şekilde risklerin ve toksik menkul değerlerin yayılmasıdır. Sonuçta, şimdiye kadar hükü-metler tarafından bankacılık ve sigortacılık sistemini yeniden sermayelendirmek üzere alınan tedbirler ve devasa ölçekte gerçekle-şen likidite enjeksiyonlarının tamamen etkisiz kalmasının da gösterdiği üzere, bu gerçekten de toksik menkul kıymetlerin küresel olarak yayılmasının ötesine geçen bir krizdir. O halde para yönetişimi krizinin yaşamakta olduğumuz krizin sadece bir kısmını açıkla-dığı söylenebilir. Herkesin beklediğinin aksi-ne, finansal krizin en kötü döneminde, Ekim 2008’de doların diğer paralar karşısında yeni-den değerlenmesi bunun kanıtıdır. ‘‘Doların son haftalarda diğer birçok para karşısında güçlenmesi bir anomalidir’’ (Eichengreen, cit.). Ancak Ağustos 2007’de (alt gelir grubu mortgage kredileri krizinin ortasında) doların yeniden değer kazanmasından sonra olduğu

Güncel kriz, her biri birbirine

kendi çıkarıyla bağlanmış olan

bir aktörler çokluğuna işaret

eden, karmaşık bir jeo-parasal

yapıya dönüştü

Page 48: OtonomSayı 19

46

gibi, enflasyonun küresel düzeydeki kaçınıl-maz etkileriyle birlikte doların yeniden değer kaybetmeye başlaması olasıdır (tıpkı 2007-08 aralığında petrol ve gıda fiyatlarında meyda-na gelen yüksek artışların yol açtığı gibi). Bu gösteriyor ki yapısal olarak açık veren ABD ve İngiltere gibi ülkeler ile gelişmekte olan ülkeler ve de Almaya ve Japonya gibi yapısal olarak fazla veren ülkeler arasındaki küresel dengesizlikler uzun bir süre devam edecek. Internet krizinden sonra ve alt gelir grubu kredi balonunun patlamasına kadar alınan kurtarma tedbirleri ile bankacılık ve finans düzenlemelerinin yeniden tanımlanması, gördüğümüz üzere, kredilerde kaldıraçlama sonucunu verecek şekilde ABD’ye likit akışını mümkün kılmıştır.Provokatif görünen bir soru sormak yeterli olacaktır: ABD para otoriteleri ve dünyanın geri kalanı başka ne yapabilirdi? Elbette, sonradan anlamış olmanın avantajını kullana-rak, yapılabilecek tek şeyin, örneğin (aslında sonuca bakarak), sıkı para politikalarına, banka rezervlerindeki artışa, çıkartılan tah-villerin kalitesini yükseltmeye, alt gelir grubu mortgage kredilerinin menkul kıymetleştiril-mesiyle ilgili daha sıkı kuralların getirilmesi-ne vs. bel bağlamak olacağını söyleyebiliriz. Pekiyi ama deflasyon riskiyle karşılaşmış olan ABD para otoriteleri ve 96-97 krizinden tükenmiş bir biçimde çıkan gelişmekte olan ülkelerin merkez bankaları ne yapabilirdi? Yanıt, onların yaptığı şeyden farklı olmaya-caktır. FED bütçenin dış açığını azaltmak için daha sıkı bir para politikası uygulamış olsaydı sonuç ABD’de ve dolayısıyla da gelişmiş

ülkelerde resesyon olurdu. Üstelik sorun enf-lasyon değil de deflasyonken FED sıkı para politikasını nasıl haklı gösterebilirdi?Güncel kapitalist finans ve para politikası-nın özgün niteliğinin, ekonomik-finansal dön-günün içinde olanları dışarıdan yönetmenin imkansızlığı olduğunu hatırlamak yerinde ola-caktır. Önde gelenlerini saymak gerekirse, Orléan André, Michel Aglietta, Robert Shiller, George Soros, Frédéric Lordon’un teorik analizleri, finansal modellerin davranışlarını riskli değerler temelinde yorumlayabilmek adına, manipulatif işlevle bilişsel işlevi, eko-nomik rasyonalite ile çoklu aktörlerin kamuf-le davranışlarını ayırt etmenin nasıl imkansız olduğunu ortaya koyar. Neoklasik teorinin mükemmel ve saydam piyasa bilgisi üzerine kurulu rasyonel beklentileri çoktandır bir kenara atıldı, çünkü bu bakış açısı finansal piyasaların kilit bir unsurunu, onları niteleyen içsel belirsizliği, reel ekonomi ve finans eko-nomisi, küresel ekonomik sistemin içerisi ve dışarısı arasındaki ikiliğin zayıflamasına daya-lı belirsizliği ortadan kaldırır. Finansal işlem-cilerin etkileşiminin içsel niteliği dolayısıyla, risk değerlendirmesi yapmak için kullanılan olasılık hesabı modellerinin belli bir ontolojik zayıflığı vardır (bkz. André Orléan, La notion de valeur est-elle fundamental indispensable à la théorie financière?, Regards croisés sur l’économie. Comprendre la finance contem-poraine, 3, March 2008). Bu modeller, risk değerlendirme hatalarının, derecelendirme kuruluşlarına özgü skandal çıkar çatışmala-rından kaynaklanan hatalardan daha ziyade ya da aynı zamanda da (Basel I ve Basel II’de

denendiği üzere) piyasayı sözde rasyonel ilkelerine göre disipline edebilecek kural-lar ya da meta-kurallar koymanın (ontolojik) imkansızlığının bir ifadesi olduğunu gösterir.İlk bakışta, yönetişim krizinin kökeninin ikili bir direnişte bulunduğu öne sürülebilir: Bir yandan gelişmekte olan ülkelerin onlara gelişmiş ülkelerin daha altında bir pozis-yon biçen her türlü girişime karşı ve onları Asya krizinden sonra büyüme modellerini değiştirmeye yönelten direnişleri. Asya’nın ihracat yönelimli modeli aslında içeride yeni-den yatırıma dönüşmeyen tasarrufları, likidin yurt dışına yönlendirilmesiyle, finansal geli-re dönüştürmüştür; öte yandan ekonominin finansallaşmasının bir tür ‘‘içinde ve karşı-sında’’ bir pozisyonla, sosyal gelir kartlarını oynayan Amerikan hane halklarının direnişi. Belli bir süre boyunca, Amerikan hane halk-ları, finansal olarak istikrarsız bir biçimde, toplumsal mülkiyet hakları, barınma hakkı, malların ve hizmetlerin (borçla) tüketimi ala-nında etkin oldu. Unutmamalıyız ki bu dönem, devletin eğitim gibi temel alanlara yatırım yapmadığı, böylelikle de eğitimin maliyeti-

Finansallaşma sürekli yeniliği,

biyokapitalizmin sürekli üretim

atılımlarını önemli bir şekilde

belirler ve borsada kayıtlı olsun

ya da olmasın bütün girişimlere

ve toplumun bütününe,

hisse değerlerinin önceliğine

odaklanan hiper-üretim

mantığını empoze eder

Page 49: OtonomSayı 19

47

ni inanılmaz derecede yükselterek ailele-ri çocuklarını okutabilmek için borç almaya iten bir dönemdi. Özel açık harcamaları, sahip olduklarının ötesinde bir yaşam sürmek yönündeki Amerikan eğilimin bir yansıması olmaktan çok, kökü 80’lerin başındaki liberal dönüşümde ve onu takiben refah devletinin krizinde yatan bir fenomendir.

Jeo-parasal SenaryolarBu kriz, kapitalist modelin döngünün tırmanış aşamasında ortaya çıkan direnişlerin toplum-sal ve potansiyel olarak politik boyutlarını ekonomik düzene eklemlemesinin krizidir. Ancak kriz, Keynesçi müdahalelerle bölgesel ölçekte çözülemeyecek olan, küresel ölçekte somut çelişkiler ve katılıklar temelinde pat-lamıştır. Açık olan şu ki krizden çıkış, ancak ekonomik iyileştirme tedbirleri belirli jeo-politik ve jeo-parasal stratejiler bağlamına yerleştirilebilirse mümkün olabilir.Halihazırdaki krizden orta dönemli (beş on yıl arası) çıkış senaryoları temel olarak üç tanedir: ‘‘Birincisi, ABD-Çin ikilisine ve sonra da dolar ve yuan arasında bir anlaşmaya dayanır. İkincisi ise oyunu, avro ve ruble ara-sında özel bir anlaşmayla bağlı olmak üzere Rusya ile başta Almanya ve Fransa olmak üzere Batı Avrupa güçlerine taşır (Avrasya). Dolayısıyla bu senaryo, Çin-Amerikan ekse-nine paralel olarak, bütün büyük güçler ara-sında bütün dünyayı kapsayacak bir anlaşma olarak süper-Bretton Woods’un öncüllerini belirler. Üçüncü senaryo, bütün bir sistemi yönetilemez hale getirecek şekilde (eski kıta içindeki ayrılıkların çığırından çıkmasını ve ardından gelen çatışmaları başlatacak şekil-de) dengesizliklerin daha da kötüleşmesidir. Bir de buna felaketi ekleyin: Ağustos 1914’ün ama bu sefer nükleer olarak ve bütün bir dünya üzerinde tekrarlanması’’ "(L’empire senza credit, in Limes, 5, 2008). Tüm bu senaryolar, Amerikan hegemonyası-nın çöküşünün, dünyanın en borçlusu duru-mundaki dünyanın en büyük gücünün para-doksunu açıklayan bir formül olarak, kredisiz

İmparatorluk’un çöküşünün kaçınılmazlığına dayanır. Kriz temel olarak Çin’den Singapur’a, Japonya’dan Güney Kore’ye Asya’yı vuruyor-ken (Asia’s suffering, The Economist, 31 Ocak 2009), ABD’nin hâlâ, ne kadar paradoksal görünse de, tasarruflar için hâlâ tek güvenli liman olduğunu düşünürsek, apaçık görünen bu Amerikan çöküşü hipotezi şüphe götürür hale gelir.Güncel kriz, her biri birbirine kendi çıkarıyla bağlanmış olan bir aktörler çokluğuna işaret eden, karmaşık bir jeo-parasal yapıya dönüş-tü. Çin Amerikalıların daha çok tasarruf etme-si gerektiğini öne sürebilir, ancak bu tasar-ruf artışı ABD’ye olan ihracatını etkileyecek bir noktaya gelesiye kadar. Amerikalılar da Çinlilerden, daha önce pek çok kez yaptık-ları ve her zaman utangaçça olsa da daha fazlasını istedikleri gibi, paralarını yeniden değerlendirmeleri ve iç tüketimi artırmalarını isteyebilir, ancak Amerikan Hazine tahville-rini almalarına engel olmaması konusunda dikkatli olmaları şartıyla. Öte yandan kriz, gelişmekte olan ülkelere net özel sermaye akışında keskin bir düşüşe çoktan yol açmış

durumda (2009’da bu rakam, 2008’de kayde-dilen 466 trilyonluk hacmin yarısından azına ve 2007’deki akışların sadece beşte birine denk gelecek şekilde 165 trilyon doları bile aşmayacak). Bununla birlikte, finansal teşvik tedbirleri ve batan Batı bankalarının kurta-rılması, gelişmekte olan ülkelerde dışlan-ma etkisi9 sonucunu yaratmamakta ve kamu borçlarını daha da artırmaktadır. Dilerseniz bu ‘‘geçiş’’ diyelim, bazı Asya ülkelerini döviz rezervlerini artırmak ve tasarruflarını en gelişmiş ekonomilerin borçlarına yatırmak yoluyla, böylece de ABD’de kredi patlaması-nı tetikleyen dinamikleri tekrarlamak üzere kendilerini daha fazla koruma altına almaya itebilir.Dolayısıyla küresel dengesizlikleri daha iyi yönetebilmek için uluslararası işbirli-ği yoluna gitmeyi teşvik eden, Amerikan İmparatorluğunun çöküşü değil, küresel eko-nomiyi yönetme rolünü üstlenebilecek her-hangi bir ülkenin yokluğunda bu krizin daha da uzun sürecek olmasıdır. David Brooks’un 2 Ağustos 2008 tarihli Herald Tribune’deki makalesinde söylediği gibi, küresel sistem

Kriz tek taraflı ya da çok taraflı

ekonomik-politik hegemonya kavramının

altını radikal bir şekilde oymuştur, bunun

anlamı yeni küresel yönetişim biçimleri

arayışıdır

Page 50: OtonomSayı 19

48

içinde bugün kapitalizmi paralize eden şey karar vermenin imkansızlığıdır. Gücün dağı-lımının ‘‘teoride iyi bir şey olmasına rağmen, pratikte çok kutupluluk, kolektif eylemleri veto edebilme gücü anlamına gelir. Pratik ola-rak, bu yeni çoğulcu dünya küresel-skleroza, ardı sıra çıkan sorunları çözmede zafiyete yol açmıştır.’’ Başka bir deyişle, kriz tek taraflı ya da çok taraflı ekonomik-politik hegemonya kavramının altını radikal bir şekilde oymuştur, bunun anlamı yeni küresel yönetişim biçimleri arayışıdır.Bu yöndeki ilk adım, likidite krizi durumunda gelişmekte olan ülkelerin kendi başlarına kalmamasını sağlamaktır. Rezerv bolluğuna sahip olmalarına rağmen, FED’in Ekim’de gelişmekte olan dört ülkeye kredi kanallarını açmış olması bu yöndeki bir yenilik olarak yorumlanabilir. Buradaki amaç, dolar ve diğer paralar arasındaki parasal dengelerden ödün vermeden, gelişmiş ülkelerde iç talebi can-landırmak üzere sermaye akışlarını yeniden yönlendirebilmek için ekonomi politikası ted-birlerinin daha iyi koordinasyonunu sağla-maktır. Almanya’nın da yapısal olarak ticaret fazlası verdiği ve dolayısıyla dış talepteki düşüşü telafi etmek üzere iç talebi yeniden canlandırma tedbirlerini almak için her türlü koşula sahip olduğu düşünülürse, bu strateji Avrupa Birliği ülkelerini de içerir.Son olarak, şu an için bu jeopolitik-parasal stratejinin uygulanmasında IMF’nin çok mar-jinal bir rol oynadığına dikkat çekelim. Söz konusu meblağlar IMF’den sağlanabilecek fonları hayli aşıyor. Gerçek şu ki orta vade-den uzun vadeye IMF’nin operasyonel olarak yenilenmesi zorunlu olacak, şu basit neden-den ötürü: ABD ‘‘tedbir niteliğindeki’’ kredi kanallarıyla gelişmekte olan ülkelere orta vadede bir destek sağlayamaz. Başbakan Sarkozy tarafından yüzeysel olarak sıklık-la dile getirilen, Süper-Bretton Woods’un ve IMF’nin onun yeni askeri kanadı olarak kuruluşu, IMF’nin son yıllardaki neoliberal Amerikan politikalarının çekirdeğini oluştu-ran özelliğini dikkate almak zorunda. ABD’nin de çok istediği üzere, Fonun kuralları arasına, eskiden sadece cari hesap konvertibilitesi yükümlülüğü varken, bir de sermaye hesabı konvertibilitesinin (Bretton Wood anlaşma-sının hazırlanma sürecinde Keynes bu tür bir konvertibiliteye şiddetle karşı çıkmıştı) alınmasından bahsediyoruz. ‘‘İki kavram ara-sındaki fark çok temeldir. Cari hesap gerçek ticari işlemlerden, malların ve hizmetlerin değişiminden ya da turist akışı, göçmen işçi-lerin gelirinin yurt içine dönmesinden elde edilen döviz akışlarına odaklanır. İkincisi ise portföy işlemlerini, izin verilen bütün spekü-

lasyon araçlarını içerir.’’ (Sapir, op. Cit., s.3). Süper-Bretton Woods fikri, 80’lerden bu yana uluslararası piyasaların serbestleşti-rilmesi ve son otuz yıldaki finansal krizlere neden olan küresel dengesizliklerin birikim süreçlerinin öncülü olan, sermaye hesabı konvertibilitesi kuralını ortadan kaldırmak anlamına gelecektir. Bugün IMF, sermayenin bu dolaşım özgürlüğünün ticaret ve uluslara-rası finans akışları sisteminin istikrarsızlığını artırdığını görmüş durumda. Ancak temel ola-rak ulusların ekonomik egemenliğini yeniden tesis etmeyi ve ulusüstü bir para sisteminin güvencesi altında değişim ilişkilerinin simet-risini sağlamayı amaçlayan, hipotetik yeni bir IMF’nin maddeleri arasından sermaye hesabı konvertibilitesini çıkarmak yönündeki bir girişim; kaçınılmaz olarak biyokapitalizmin gelişimini ve olumlanmasını, çelişkilerin ve finansal itkinin inanılmaz derecede biriki-miyle birlikte bile olsa, güvence altına alan dispozitifleri engellemek anlamına gelecektir. Başlangıç olarak, Amerikan hane halklarının borçlanması yoluyla Amerika’da tüketimin patlamasına neden olan, gelişmekte olan

ülkelerden kitlesel likidite akışlarından ABD artık faydalanamıyor. Yeni bir Bretton Woods hipotezi ne olursa olsun, bu yöndeki bir reform, refah devletinin çözülüşüyle birlikte tüketimi ve borçlanmayı işleyişinin motoru haline getirmiş olan bir toplum modeli üze-rinde çarpıcı bir etki yaratacaktır. ‘‘Eski para düzensizliğinin savunucularıyla para siste-minin ciddi bir şekilde yeniden yapılanma-sını savunanlar arasındaki kırılma noktası iki meseleye odaklanır: sermayenin kont-rolü ve bazı ülkelerin politikalarının depre-sif etkilerinin ithalinden kaçınabilmek için korumacılık biçimleri’’ (Sapir, op. cit., s. 32). Bu bakış açısından, eli kulağında olmasa da gerçek olasılık, bu krizden ekonomik olma-nın ötesinde politik olarak çıkılabileceğidir. Sermaye birikiminin küresel ölçekte tıkanma-sı bu çatışan güçler ışığında, bir yandan krizin çok uzun sürmesi ya da sistematik olarak benzer krizlerin devam etmesi olasılığı, diğer yandan krizi aşmak için uluslararası para sisteminin ulusal egemenlik ve ticaret simet-risi adına yeniden tanımlanması olasılıklarıyla birlikte yeniden yorumlanabilir (Martin Woolf, Why President Obama must mend a sick world economy, Financial Times, 21 Ocak 2009). Bu arada Obama yönetiminin yeni New Deal’in ne kadarını gerçekleştirmeyi başa-rabileceğine bakmak da politik olarak makul olabilir. İç ekonominin iyileştirilmesi için alınan çeşitli tedbirlerin arasında, özellikle takip edilmesi gereken bir tanesinden bah-sedilebilir: İflas Durumunda Ailelerin Evlerini Kaybetmemesine Yardım Yasası tasarısı, yani iflas yargıçlarına borçlarını ödeyememiş ev sahiplerinin borçlarını yeniden yapılandırma yetkisi veren yasa (Top 10 Business Battles,

Küresel sistem içinde bugün

kapitalizmi paralize eden şey

karar vermenin imkansızlığıdır

Page 51: OtonomSayı 19

49

Business Week, 2 Şubat 2009). Bu tasarı yasalaşırsa, temel konut kredilerinin iflas mahkemeleri tarafından değiştirilemeyen tek krediler olduğu düşünüldüğünde, tarihte bir ilk olacak. Bu aynı zamanda, bankacılık ve sigorta sistemini kurtarmak için alınan ancak şimdiye kadar iflas eden diğer müdahalelerin yanında tamamen yenilikçi bir finansal ted-bir olacak. Amerikan ailelerin mortgagelerini yeniden finanse etmek üzere bir bankanın oluşturulması, bugün dünya bankacılık siste-mini tıkayan türev varlıkların değerini yeniden sağlayabilecek teknik tek tedbir, üstelik de otuz yıllık mortgage sözleşmelerinin yeniden finansmanıyla birlikte, kamu açıkları üzerinde doğrudan etkisi olmayacak tek müdahale ted-biridir. Yani bankaları kurtarmak için aileleri kurtar. Daha iyi bir ifadeyle söylersek, para-sal sistemi aşağıdan reforme etmeye başla (bkz. Frédéric Lordon, Jusqu’à quand? Pour en finir avec les crises financières, Raisons d’agir, Paris, 2008).Her zaman olduğu gibi yeni New Deal’imiz yine aşağıdan gelen itkiler, finansal kapita-lizmi krize sokan ama aynı zamanda da krizin geçmesinin ön şartını oluşturan, toplumsal gelir planı için direnişlerden hareket ediyor. Toplumsal gelir zemini üzerinde hareketlen-menin zamanı; çelişkiler alanının yönetişimini, ortak olan (comune) üzerindeki, onun içinde yaşama hakkını kuracak olan bir yönetişimi yeniden ele geçirmenin uzun zamanıdır.

1 Kamu harcamalarındaki artış, kişi ve firmalardan borçlanma yoluyla sağlandığında, piyasada ödünç verilebilir fonlara talep artacağından faiz oranları da artar. Artan faiz oranlarının da özel yatırım harcamalarının azalmasına neden olması daha çok parasalcılar tarafından ‘‘dışlanma etkisi’’ (crowding out) olarak tanımlanır. (ç.n.)

2 Shareholder value, bir şirketin başarısının nihai ölçüsünün hissedarlarını zengin etmek olduğunu gösteren bir terimdir ve daha ziyade 80’lerle bir-likte popüler hale gelerek, şirketin borsa değerinin göstergesi olarak kullanılmıştır. Stakeholder para-digması ise bundan farklı olarak bir işletmenin orga-nizasyonunda moral değerlere ve iş etiğine önem veren, hissedarların dışında şirketle ortak çıkar içinde olan diğer grupları da gözeten bir anlayışı ifade eder. (ç.n.)

3 ABD’de ev sahipleri, düşen ipotek faizlerinden yararlanarak yüksek faizli eski kredilerini düşük faizli kredilerle yenilediler ve bu arada ev fiyatları da (2001 yılından beri yılda yüzde 7 gibi bir hızda) yükselmiş olduğu için aylık kredi taksitlerinde faiz farkından da öte bir düşüş sağladılar Ekonomistler buna ‘‘equity extraction’’ adını veriyorlar. Kaynak: ht tp://www.marineandcommerce.com/fi les/MC1204 _ ekonomi.pdf (ç.n.)

4 Yazar, Madoff’un kurmuş olduğu, Ponzi şeması olarak da adlandırılan, herhangi bir ürün veya hiz-met almaksızın, her bir katılımcının sadece bir defa belli bir para ödeyerek, diğer katılımcıların ödediği paralardan üstel olarak artan sürekli bir gelir elde etmesi prensibine dayanan saadet zincirine gönder-me yapıyor. (ç.n.)

5 17. yüzyılın ortasında İngiliz iç savaşları sırasında ortaya çıkan eşitlikçi politik hareket. (ç.n.)

6 Crowdsourcing, Türkçe’de işi şirket dışında bir kişi ya da firmaya yaptırmak anlamına gelen taşeron-laşma ile karşılanan ‘‘outsourcing’’ kavramından esinlenilerek türetilmiştir. Crowdsourcing, önceden bir işçiye ya da taşerona verilen bir işin açık çağrı yapılarak geniş bir insan topluluğuna yaptırılması anlamına gelir. Bu yöntem, web teknolojilerinin gelişimi sayesinde iş dünyasında özellikle de tekno-loji üretimi, yığınla bilginin sistematikleştirilmesi gibi alanlarda sık kullanılır hale gelmiştir. (ç.n.)

7 Kaldıraçlı satın alma; finansal bir sponsor bir şir-ketin öz sermayesi üzerinde kontrolden çıkar sahibi olduğunda ve alış fiyatının önemli bir yüzdesinin kaldıraçla (borçlanmayla) finanse edildiği durumda ortaya çıkar. Satın alınan şirketin varlıkları, bazense satın alan şirketin varlıkları borç alınan sermaye için teminat olarak kullanılır

8 Okunuşu baştan ve sondan aynı olan sözcük. (ç.n.)9 Bkz. 1. dipnot.

Fordizmin 70’lerdeki krizinden

başlayarak, ortaya çıkan

balonlar kapitalizmin ‘‘dolaşım

alanını sömürgeleştirmesi’’nin

uzun süreci içindeki

kriz uğrakları olarak

değerlendirilmelidir

Christian Marazziİng. Çev.: Sinem

Page 52: OtonomSayı 19

50

Bologna süreci; TÜSİAD ve YÖK

Kapitalist iktidar işleyişinin neo-liberal poli-tikalar çerçevesinde yeniden yapılandırılma-sı sürecinde üniversitelerin nasıl bir işlev üstleneceği ve eğitim kurumlarının yeniden nasıl yapılandırılacağı 1980’lerden beri tartı-şılıyor. ‘‘Bilgi toplumu paradigması’’1, ekono-mik gelişmenin gerçekleştirilmesi için; hızlı, nitelikli ve yönetsel bilginin üretilmesi ve toplumsallaştırılmasının gerektiğini ve bunun ancak rekabete dayalı bir anlayışla sağla-nabileceğini iddia etmiştir. Rekabete dayalı anlayışın yerleştirilmesi ve rekabet gücünün artırılması ile verimlilik ve kâr artışını sağ-lamak üzere geliştirilen bir stratejik yönetim modeli olan toplam kalite ve değerlendirme çalışmaları eğitim alanında da uygulanmaya başlanmıştır. 1994 yılında, Dünya Ticaret Örgütü bünyesinde imzalanan Genel Hizmet Ticaret Anlaşması (GATS) ile hizmet ticareti alanlarının liberalizasyonu öngörülmüştür. Bir madde ile kamu hizmetlerinin GATS’ın dışın-

da bırakıldığının ifade edilmesiyle, eğitimin GATS bünyesinde ele alınıp alınamayacağı bir sorun haline gelmiştir. Bunun üzerine, GATS çerçevesinde yükseköğretim alanının serbest rekabete ve piyasaya açılabilmesi için 1999 yılında 29 Avrupa ülkesinin yükseköğretim-den sorumlu bakanları, eğitimin ticarileş-mesi önündeki engelleri kaldıran Bologna deklarasyonunu imzalamışlardır. Bu, Avrupa Birliği’nin, ‘‘Bologna bildirgesi’’ ile başlayan bir yükseköğretim reformu girişimidir. Hedef 2010 yılına kadar Avrupa Ülkeleri’nde kendi içinde uyumlu, birbirlerini karşılıklı olarak anlayan, tamamlayan ve rekabet gücü yüksek bir ‘‘Avrupa Yüksek Öğretim Alanı’’ oluşturul-masıdır.Bologna süreci; kolay anlaşılabilir ve karşı-laştırılabilir bir derece sisteminin uygulan-masını, lisans ve lisansüstü olmak üzere iki dereceli bir sistemin uygulanmasını, üniver-siteler arasında ortak bir kredi sistemi oluş-

turulmasını (Avrupa Kredi Transfer Sistemi - ECTS), üniversiteler arasındaki öğrenci ve öğretim üyesi dolaşımının önündeki engelle-rin kaldırılmasını, yükseköğretimde öğrenci katılımının sağlanmasını, yükseköğretimde ortak diploma vermenin teşvik edilmesini, doktora derecesinin üçüncü derece sistemi olarak sürece dâhil edilmesini, kalite güven-cesinde Avrupa boyutunun oluşturulmasını ve yükseköğretimde Avrupa boyutunun kazandı-rılmasını gerekçe olarak gösteriyor.2 Bologna deklarasyonundan itibaren sürece dâhil olan ülkelerin (Bugün GATS çerçevesinde, yüksek öğretim alanının serbest rekabete ve piya-saya açılması konusunda taahhütte bulunan toplam 40 ülke vardır) yükseköğretimden sorumlu bakanları iki yılda bir değişik ülke-lerde toplantı yapmakta, hedeflere ne ölçüde yaklaşıldığını tartışmakta ve yükseköğreni-min serbest piyasaya açılabilmesi konusunda gerekli ihtiyaçları tespit edip, gerekli alt yapı-nın kurulmasını sağlamaktadırlar. Bu sürece dâhil olan Türkiye de 80’lerin başından bu yana eğitimi piyasaya açmakla uğraşıyor. Küresel sermayenin ihtiyaçlarına uygun ola-rak 1984’ten beri çeşitli eğitim projeleri için Dünya Bankası’ndan defalarca yüklü krediler almıştır. Bologna İzleme Grubu sekretaryası tarafından hazırlanan Bologna Süreci Durum Değerlendirme Raporu, 2005’te Bergen’de gerçekleştirilen Bakanlar Konferansı’nda sunulmuştur. Bu raporda Türk yükseköğretim sisteminin Bologna sürecinin ön gördüğü

TÜSİAD, üniversiteleri

sermayenin yönelimleri

ve ihtiyaçları

doğrultusunda yeniden

biçimlendirmeye

çalışmaktadır

Raporda sık sık

üzerinde durulan

özerklik kavramı

sermayenin özerklik

kavramıdır

Page 53: OtonomSayı 19

51

yükseköğretimde iki aşamalı derece yapısıyla birebir uyumlu olduğu belirtilmiştir. Ayrıca Türkiye’nin 2005 yılında ‘‘3.44’’ (iyi perfor-mans) olan ortalaması, 2007’de ‘‘4.17’’ye (çok iyi performans) yükselmiştir.3 Türkiye’de üniversite-sermaye işbirliği konusunda bugü-ne kadar önemli adımlar atılmıştır. TÜBİTAK, TÜSİAD ve YÖK ise bu işbirliğini gerçekleş-tirmek, yaygınlaştırmak ve güçlendirmekle görevlidir.Özellikle Türk Sanayiciler ve İş Adamları Derneği (TÜSİAD) bu güne kadar yükseköğ-retim üzerine defalarca eğilmiş, alınan karar-larda ve atılan birçok yeni adımda yönlendirici olmuştur. Nitekim 1990 yılında "Türkiye’de Eğitim", 1994 yılında ‘‘Türkiye’de ve Dünyada Yükseköğretim, Bilim ve Teknoloji’’, 1999’da ‘‘Türkiye’de Mesleki Teknik Eğitimin Yeniden Yapılandırılması’’, 2003’te ‘‘Yükseköğretimin Yeniden Yapılandırılması: Temel İlkeler’’ gibi raporları hazırlayan TÜSİAD bunlarla yetinmeyip eğitimin peşini bırakmamıştır. Üniversiteleri sermayenin yönelimleri ve ihti-yaçları doğrultusunda biçimlendirmeye çalışan TÜSİAD bu sefer de 27 Ekim 2008 tarihinde Avrupa Üniversiteler Birliği (EUA) Kurumsal Değerlendirme Programı’na (IEP) hazır-latmış olduğu ‘‘Türkiye’de Yükseköğretim: Eğilimler, Sorunlar ve Fırsatlar’’ raporunu yayımladı.4 Rapor, IEP’nin 17 Türk üniversite-si üzerinde 1998-2007 yılları arasında yapmış olduğu çalışma ve değerlendirmeyi kapsı-yor. Üniversitenin tam anlamıyla bir ticari işletmeye dönüşmesi ve bunun için hem idari hem de hukuksal alt yapının oluşturularak üniversitelerin sermayenin ihtiyaçlarını kar-

şılayacak biçimde yeniden yapılandırılmasını hedefleyen rapor; özerklik ve üniversite büt-çelemesi, finansal kaynaklar, mezunların bilgi ve becerilerinin istihdama uygunluğu gibi pek çok başlık altında değerlendirmeler yapıp, önerilerde bulunuyor. Şimdi, yakın zamanda yayınlanan bu raporun içeriğini biraz incele-yelim.Bu raporda özellikle ‘‘özerklik’’ üzerine defa-larca vurgu yapılıyor. Özerkliğin tüm kurum-larda çeşitliliğe olanak tanımak ve kaynakla-rın kullanımında etkinliği geliştirmek açısın-dan gerekli olduğu iddia ediliyor. Ne yazık ki raporda sık sık üzerinde durulan bu özerklik kavramı sermayenin özerklik kavramıdır. Ayrıca bu özerklik YÖK’ü yadsıyan bir kapsa-ma sahip değil, sadece YÖK’ün yeniden yapı-landırılmasını içeriyor. Yükseköğretimin siya-si etkilerden bağımsız olmasını sağlamak için bir tampon işlevi gördüğü düşünülen kurum olan YÖK, bu rolü oynamaya devam edecektir. TÜSİAD’ın özerklik talebi ayrıca ‘‘mali özerk-lik’’ üzerine oturmaktadır. Rapor bu konuda durumu şöyle ortaya koyuyor: ‘‘Finansmanın yıllık olarak belirlenmesindense, birkaç yıllık süre için güvence altına alınması sağlanmalı ve üniversiteler amaç ve hedeflerini gerçek-

leştirmeye yeterli kaynaklara sahip olmalıdır. Daha özerk bir yönetim yapısı devlet dışı fon kaynaklarından daha esnek ve yoğun bir şekilde yararlanılmasını kolaylaştırabi-lir.’’ Kapitalist işletme anlayışıyla giderlerin olabildiğince en aza indirilmesi ve üniversite-lerin kendi gelir kaynaklarını yaratıp bunları arttırabildiği kadar arttırması gerektiği dile getiriliyor. Üniversitelerin devlete olan maddi bağımlılığını azaltıp, devlet dışı fon kaynakla-rına daha fazla yönelmesiyle, üniversitelerin sermayeye bağımlı hale gelmesi istenmek-tedir. Eğitime ayrılan kaynaklar kısılarak, sermaye ile doğrudan bağlar kurabilecek girişimci üniversite modelleri destekleniyor. Bu sayede, üniversiteler sermaye ile organik ilişkiler kurmak, şirketleşmek ve birbirleriyle rekabete girmek zorunda kalıyor. Yani üni-versiteler mali özerklik adı altında tamamen şirketleşiyor.Raporda üniversitelerin yönetim mekanizma-larıyla ilgili sorunlarına da değinen TÜSİAD, mali yapının yanı sıra üniversite yönetimleri-nin de sermayeye daha fazla açılmasını öngö-ren önerilerde bulunuyor.Üniversitelerde hem mali yapıyı hem de idari yapıyı tamamen piyasa koşullarına teslim etmesinin ötesinde, raporda üniversitenin yapacağı işlerle ilgili önerilere de yer veriliyor. Üniversitelerden beklenen; sermayenin ihtiyaçlarını karşıla-ması ve bunun için gerek bilimsel üretimin, gerekse eğitim-öğretim faaliyetlerinin piya-sanın talepleri doğrultusunda belirlenmesidir. Meslek Yüksek Okulları’nın öğretim kalitesi ve içeriğinin işverenlerin talepleriyle örtüşmedi-ğini, mezunların bilgi ve becerilerinin istihda-ma uygun olmadığını vurgulayan TÜSİAD, iş ve sanayi dünyasından temsilcilerle işbirliği içinde müfredatların yeniden tasarlanmasını öneriyor. Yani istenen, üniversitenin serma-yenin ihtiyacı olan AR-GE çalışmalarını yürüt-

Eğitime ayrılan kaynaklar kısılarak, sermaye

ile doğrudan bağlar kurabilecek girişimci

üniversite modelleri destekleniyor

‘‘Bilgi’’ piyasa için

yarattığı değer üzerinden

tanımlanarak insansal

ve toplumsal karakterini

yitirip metalaşıyor

Page 54: OtonomSayı 19

52

mesi ve sermayenin ihtiyaç duyduğu insan kaynağını yetiştirmesidir. Kapitalizmin yeni dönemine uygun iş gücü ihtiyacı karşılanır-ken, diğer yandan ‘‘bilgi’’ piyasaya yarattığı değer üzerinden tanımlanarak insansal ve toplumsal karakterini yitirip metalaşıyor.Ayrıca raporda ‘‘Kurum Dışı Hesap Verebilirlik’’ başlığı altında kalite güvence sis-teminin tekrar gözden geçirilmesinin gerekti-ği dile getiriliyor ve şöyle bir öneri yapılıyor. ‘‘Üniversitelere, kendilerinin seçtiği kalite güvence kurumlarıyla çalışmaları konusunda mümkün olduğunca fazla özerklik tanıyarak kurum dışı diğer hesap verebilirlik önlemleri-nin desteklenmesi ama aynı zamanda kurum dışı ‘kalite izleme’nin tüm üniversiteler için zorunlu kılınması.’’ Toplam kalite ve değerlen-dirme çalışmaları esas olarak üretim sektö-ründe ve ticari işletmelerde rekabet gücünü arttırarak verimlilik ve kâr artışı sağlamak üzere geliştirilen stratejik yönetim modelidir.5 Üretim sürecindeki hataları azaltmak, kay-nakların etkin kullanımını sağlamak ve gerek-siz masrafları ortadan kaldırmak bu modelin temel amaçlarındandır. Bir işletme yönetim modeli olarak toplam kalite ve değerlendir-me uygulamalarının üniversitelerde hayata geçirilmesinde katılımcılık, ekip çalışması, kolektif bilinç, etkili iletişim gibi kavramlar kullanılıyor. Buradaki asıl amacın rekabet gücünü arttırarak, kâr oranlarının yüksel-tilmesi olduğu açıkça ortadadır. TÜSİAD’ın raporunda da aslında sermayeyi işaret eden demokratiklik, hesap verebilirlik ve katılım-cılık gibi kavramlara yer veriliyor. Raporda geçen ‘‘üniversitelerde tüm paydaşların tem-sil edilmesi gerekliliği’’ üniversiteler üzerinde üniversiteye ait olmayan sermayenin rahatlık-la söz söyleyebilmesi anlamına gelmektedir. Üniversitelerde kurulması önerilen danışma kurullarında dış paydaşlar, öğrenciler ve üni-versite personelinin bulunması gerektiği öne sürülüyor fakat ‘‘dış paydaşlar’’ diyerek neyin kastedildiği açıkça dile getirilmiyor. Bunun yanı sıra burada, üniversite bileşenlerinin

yani öğrencilerin, öğretim görevlilerinin ve üniversite çalışanlarının yönetimde söz hak-kına sahip olması gerektiği de dile getiriliyor. Üniversitelerin piyasalaştırılmasının toplum-sal olarak meşrulaştırılmasında üniversite bileşenlerinin emeğinin, gücünün ve desteği-nin gerekliliği ortadadır. Politik ve pratik bir kuşatma aracılığı ile üniversite bileşenleri piyasalaşmayı içselleştirmekte ve sürecin asli özneleri olarak konumlandırılmaktadır.Aslında her biri ayrı bir başlık altında incele-nebilecek, daha fazla açılabilecek bu konu-larla ilgili ayrı ayrı yazılar yazılabilir. Şimdilik, yaklaşık olarak son 30 yılda Türkiye’nin yükseköğretimi ticarileştirme çabalarının nereye oturduğunu ve bu süreç içerisinde TÜSİAD’ın görevinin ne olduğundan bahset-tik. Sermayeyle daha rahat bağ kurabilen, daha da ticarileşen ve bilgiye daha fazla

yabancılaşmış ‘‘özerk’’ bir üniversite inşa etmeye çalışan TÜSİAD, bilimsel üretim ve bilgi sunumu açısından üniversiteyi tama-men sermayenin kontrolü altına sokmayı amaçlamaktadır. YÖK ve TÜSİAD, Bologna Süreci dâhilinde üniversitelerin ticarileşme-sine ivme kazandırmak için el ele vermiştir. Derslerin içeriğinin neye göre belirlenece-ğinden akademik ve kurumsal yapının nasıl olacağı, öğretmen-öğrenci ilişkilerinin nasıl tanımlanacağına kadar her türlü etkinliğin serbest piyasa kriterlerine göre düzenlendiği bu süreçte kampüsün tüm özneleri; öğretim görevlileri, öğrenciler ve çalışanlar üniver-siteleri bir yaşam alanı olarak sahiplene-rek, ancak hayata karşı hayat kurarak bu saldırılardan kurtulabilirler. Üniversitelerin şirketleşmesine, öğrencilerin yatırım haline gelmesine, üniversitelerde piyasa ilişkilerinin inşasına ve bilginin mülkiyet altına alınmasına HAYIR!!!

1 Otonom Dergisi, Sayı 4, s. 23, Neo-liberal strateji-ler ve karşı stratejiler

2 Selda Önderoğlu, Avrupa Birliği’nde Yüksek Öğre-timle İlgili Çalışmalar/Bologna Süreci

3 Erdoğan Teziç, Bologna Süreci Durum Değerlendir-me Raporu, 2005-2007

4 TÜSİAD, Türkiye’de Yükseköğretim: Eğilimler, Sorunlar ve Fırsatlar, www.tusiad.org

5 Otonom Dergisi, Sayı 1, s. 6, Üniversitelerde Ticarileşme Uygulamaları

YÖK ve TÜSİAD

Bologna Süreci

dâhilinde

üniversitelerin

ticarileşmesine ivme

kazandırmak için el

ele vermiştir

Üniversiteler,

mali özerklik

adı altında

tamamen

şirketleşiyor

Arzu

Page 55: OtonomSayı 19

53

Aralık ayında İTÜ Maçka yerleşkesine üzer-lerindeki delici-kesici aletlerle sözde dergi dağıtımına gelen ve çoğunluğunun İTÜ’lü olmadığı sonradan anlaşılan ülkücü grup-la, öğrenciler arasında yaşanan çatışmada biri ağır olmak üzere toplam dört öğrenci bıçak ve satır darbeleriyle yaralanmıştı. Ağır yaralanan ve yoğun bakıma alınan öğrenci-nin durumu ciddiyetini korurken Maçka ve Maslak kampüslerinde düzenlenen kitlesel protesto eylemleriyle öğrenciler saldırıları protesto etmişti.Maçka’daki olayların ardından ise İTÜ’de ‘‘güvenliği sağlamak’’ adına adeta sıkı-yönetim ilan eden rektörlük, ilk iş olarak Maçka Yabancı Diller Yüksekokulu binası-nın girişine metal detektörleri koydurdu ve yıllardır dergi masalarının açıldığı kantin önündeki alandan -kantindeki masalar da dahil olmak üzere- tüm masaları kaldırttı. İTÜ’nün çiçeği burnunda, şirketler ve üni-versiteyi ticarileştirme konusunda girişimci mi girişimci; fakat öğrenciyle ilişkilenme konusunda oldukça acemi olduğu görülen yeni rektörünün ve yönetimin tabi ki kam-püslerde ‘‘güvenliği sağlama(!)’’ gayreti bunlardan ibaret değildi. Tüm kampüs ve fakültelerde her türlü afişi asmak; dergi, gazete veya kulüp masası açmak da İTÜ’de ‘‘yasaklananlar’’ listesinde başı çekti. Yine İTÜ’de kurulmaya çalışılan bu yeni düze-ninin bekçileri, Maslak ve Maçka kampüs-lerinde bekleyen otobüsler dolusu çevik kuvvet ekipleriydi. Maçka ve Maslak kam-püslerinde afiş asmak ve masa açmakta direnen öğrencilere özel güvenlik ve çevik kuvvet çoğu zaman beklemekle de yetinme-yerek defalarca müdahale etti.İTÜ’de hal böyleyken öğrenciler de örnek bir birliktelik ve dayanışma ruhuyla bu durum karşısında geri adım atmadı. Özellikle öğrenci kulüpleri çeşitli etkin-liklerle yaklaşık bir ay boyunca ‘‘İTÜ’de Şenlik’’ ve ‘‘Şiddete Karşı Sanat’’ başlık-larıyla afiş asma/masa açma yasaklarını, günlerce yemekhanede tiyatro ve müzik gösterileri yaparak eleştirdi ve protesto

etti. Öğrencilerin uçan balonlara afiş takıp, afişli balonları yemekhaneye saldığı eylem ise oldukça renkli, güvenliklerin havadaki afişler karşısındaki çaresizliğinden dolayı da oldukça anlamlı geçti. Yine Maslak’ta yemekhane çevresine yapılan ‘‘Şiddete Karşı Ses Çıkar’’ panosu ve kimi yazılama-larla, saldırılar, baskılar, yasaklar öğrenci-ler tarafından teşhir edildi.Tüm bu eylemlilik ve şenlik sürerken özel güvenliklerin masalara saldırması sonucu kırılan bir masa için tam dokuz öğrenciye aynı masayı kırmaktan soruşturma açıl-ması ise rektörlüğün niyetinin ne olduğunu sergilemekteydi. Hızını alamayan rektörlük hazır öğrencileri ‘‘soruşturmaya’’ başla-mışken sadece daha önce ‘‘mimlenmiş-lerle(!)’’ sınırlı kalmadı ve tüm bu süreç boyunca yaklaşık otuz öğrenciye daha afiş

asmak/stant açmaktan soruşturma açtı. Tüm bu absürt nedenlerle açılan soruştur-malara karşı ise öğrenciler, soruşturma açılan arkadaşlarına destek olmak için ‘‘itaatsizlik’’ eylemi yapma kararı aldı ve ‘‘bende afiş astım’’; ‘‘bende şiddete karşı ses çıkardım’’ şeklinde yazılan dilekçelerle kendilerini rektörlüğe ‘‘ihbar’’ etti.İTÜ’de yaşanan bunca hareketli günden, eylemlerden ve soruşturmalardan sonra iki öğrenci altışar ay, iki öğrenci birer ay, dokuz öğrenci birer hafta uzaklaştırma cezası aldı, yine otuza yakın öğrenci ise uyarı cezası aldı.Cezaların ardından okulda cezaları teşhir edici yeni eylemlilikler sürmekle beraber, okuldan uzaklaştırılan öğrencilerin karşı dava açması için öğrenciler tarafından hazırlıklar sürdürülüyor.

Yörüngesinde İTÜ’nün

Ece Turhan’a Geçmiş Olsun…İTÜ’de Bahar dönemi başlamadan hemen önce kimimiz gazeteden kimimiz de tele-vizyondan bir İTÜ’lü arkadaşımızın dramını izledik. Ece Turhan, İstiklal caddesinde AFM sinemalarının önünde arkadaşlarıyla bek-lerken, AFM’deki tadilat sırasında binanın beşinci katında değiştirilen camın üzerine düşmesi ve cam parçalarının omuriliğine saplanması sonucu ağır yaralandı.Fosseptik çukuruna düşen çocuklardan, Tuzla’daki işçilere her türlü ihmalin kol gezdiği, insan yaşamının bu kadar değersiz görüldüğü bu ülkede ihmalden kaynaklanan onlarca ölümü göz önüne alırsak aslın-da oldukça sıradan görülebilecek bu olayı sanırım ‘‘yine’’ ‘‘rutin’’ bir iş kazası ola-

rak okumamak gerekiyor. Beş dakika bile dükkânının önünü kapamamak adına İstiklal Caddesi gibi yayaların yoğun bulunduğu bir cadde üzerinde yaya güvenliği almayan kapitalist kâr mantığı Ece’nin ağır yara-lanmasının en temel sebebidir. Ece’nin bir an önce iyileşmesi dileğiyle, kendisine acil şifalar dileriz…

İTÜ’de Sıkıyönetim ve Ceza YağmuruMaslak’ta yemekhane çevresine yapılan ‘‘Şiddete

Karşı Ses Çıkar’’ panosu ve kimi yazılamalarla,

saldırılar, baskılar, yasaklar öğrenciler tarafından

teşhir edildi

Page 56: OtonomSayı 19

54

Aralık ayının ilk haftasında, 17 aydır kara-dan ve denizden İsrail ablukası altında olan Gazze’ye dikkat çekmek ve Filistin halkıyla dayanışmak amacıyla Boğaziçili öğrenciler ‘‘Gazze Karanlıkta, Boğaziçi Ayakta’’ adlı bir kampanya başlattı. İlk olarak Boğaziçi Üni-versitesi Kuzey Kampüs meydanına İsrail’in, Filistin’in etrafına ördüğü Apartheid duvarının bir örneği inşa edildi. Kuzey Kampüs’ün orta-sındaki bu utanç duvarı ve açılan masalarla Gazze’deki insanlık dışı uygulamalara duyar-lılık oluşturmaya çalışıldı. 3 Aralık Çarşam-ba günü de İsrail’in Filistin’e karşı giriştiği soykırımı protesto etmek amacıyla Boğaziçi Üniversitesi Kuzey Meydan’dan Levent’teki İsrail Konsolosluğu’na doğru bir yürüyüş gerçekleştirildi.Akşamüzeri Kuzey Meydan’da toplanan öğrenciler Etiler istikametine doğru yürü-meye başladılar. Levent Metro durağının ardında pankartlar açılıp, meşaleler yakıldı. ‘‘Filistin halkı yalnız değildir!, Gazze karanlık-

ta Boğaziçi ayakta!, Bir ruh bid dem nefdike ya Gazze! (Kanımızla, ruhumuzla seninle-yiz Gazze) şeklinde sloganlar atılarak İsrail Konsolosluğu önüne gelindi. Burada okunan basın açıklamasıyla, Filistin halkının Gazze’de 17 aydır karadan ve denizden İsrail ablukası altında olduğu, yaklaşık bir aydır Gazze’ye elektrik verilmediği, gıda ve ilaç stoklarının tükenmekte olduğu dile getirildi. Ayrıca oku-nan bildiride, ‘‘İnsanlığın damarları Gazze’de kesiliyor. Dünya kamuoyu çokuluslu şirketle-rin krizinin derdine düşmüşken, Filistin hal-kının çığlığı en fazla Gazze’yi çevreleyen duvarlarda yankılanıyor. Ama biz buradayız! O çığlığı işitiyor ve sessiz kalmıyoruz. Tıpkı daha önce, bu topraklarda kimliklerinden ve inançlarından ötürü zulmedilen Ermenilere,

Alevilere, Kürtlere, Müslümanlara sessiz kal-madığımız gibi; çalan savaş tamtamlarına karşı ‘‘kardeşlik istiyoruz’’ diye haykırdığımız gibi, Filistin halkına uygulanan zulme de ses-siz kalmıyoruz. Gazze’deki Filistin için ayağa kalkarken Türkiye’nin ve Dünya’nın diğer Gazzelerinin de görmezden gelinemeyece-ğini düşünüyoruz. Onların gördüğü zulmü, bu kampüsün ortasına inşa ettiğimiz apart-heid duvarıyla cümle âleme ilan ediyoruz. Derdimiz sadece Filistinlilerin acısına ortak olmak değil; onların kimlikleri ve inançları uğruna verdikleri haklı mücadeleyi, intifadayı da sahiplenmek, ona omuz vermek’’ ifadeleri-ne yer verildi. Grup Yürüyüş’ün Filistin şarkı-larını okumasının ardından grup dağıldı.

‘Gazze Karanlıkta, Boğaziçi Ayakta!’ bildirisiGazze karanlığa gömüldü. Gazze halkı 17 aydır karadan ve denizden kuşatılmış durumda, bir aydan bu yana ise bölgeye tüm giriş çıkışlar engelleniyor. 12 metrelik dev duvarlarla çev-rili bir cezaevi hücresi Gazze adeta. Hastane-lerde makinelerle yaşam destek ünitelerine bağlı çocuklar elektrik kesintisi yüzünden ölümle pençeleşiyor. Bölgede buğday stokları tükendi, fırınlar çalışmıyor. Kıtlığın eşiğin-deki Gazze açlıkla pençeleşiyor. Bir halk hayat damarları kesilmiş, ölüme terk edilmiş durumda, çığlığını duyurmaya çalışıyor.İnançları ve kimlikleri nedeniyle tarihin en büyük soykırımlarından birine maruz kalmış bir halkın adıyla kendi şiddetini meşrulaştır-maya çalışan siyonist İsrail, 60 yıldır Filistin halkına sürgünlerle, soykırımlarla, katliam-larla, suikastlarla yazılmakta olan bir tarih ‘hediye ediyor’. Siyonizm, köksüzleştirmek,

Yörüngesinde Boğaziçi’nin

Boğaziçili öğrenciler meşalelerle yürüdüBoğaziçili öğrenciler, Filistin’e destek için meşalelerle İsrail Başkonsolosluğu’na yürüdü

Page 57: OtonomSayı 19

55

Boğaziçi’nden Manzaralaradsızlaştırmak, topraksızlaştırmak için inşa ettiği ‘duvarlar’ı ile Filistin topraklarının bir ülke değil bir hapishane olduğunu ilan ediyor. Sürgünlerle dünyanın dört bir yanında ve kendi topraklarında ‘mülteci’ye dönüştürü-len Filistin halkı, tüm dünyanın utanç verici sessizliğine, siyonist politikaların dünya dev-letleri tarafından örtülü ya da açık desteklen-mesine karşın 60 yıldır direniyor.Gazze’deki bu ablukanın tek sorumlusu İsrail devleti değil. Bu sistematik şiddete göz yuman, bu döngüden nemalanan bütün devletler bu suçun ortağı; dünya kamuo-yu Gazze’deki kıyıma sessiz kalarak İsrail’i adeta teşvik ediyor. Bu kayıtsızlıktan aldığı destekle İsrail, BM’in yardım gemilerini bile savaş botları ile durdurmaya cesaret ediyor.İnsanlığın damarları Gazze’de kesiliyor. Dünya kamuoyu çokuluslu şirketlerin krizinin derdine düşmüşken, Filistin halkının çığlığı en fazla Gazze’yi çevreleyen duvarlarda yankı-lanıyor. Ama biz buradayız! O çığlığı işitiyor ve sessiz kalmıyoruz. Tıpkı daha önce bu topraklarda kimliklerinden ve inançlarından ötürü zulmedilen Ermenilere, Alevilere, Kürt-lere, Müslümanlara sessiz kalmadığımız gibi; çalan savaş tamtamlarına karşı ‘‘kardeş-lik istiyoruz’’ diye haykırdığımız gibi, Filistin halkına uygulanan zulme de sessiz kalmıyo-ruz. Gazze’deki Filistin için ayağa kalkarken Türkiye’nin ve Dünya’nın diğer Gazzelerinin de görmezden gelinemeyeceğini düşünüyo-ruz. Onların gördüğü zulmü bu kampüsün ortasına inşa ettiğimiz apartheid duvarıyla cümle âleme ilan ediyoruz. Derdimiz sadece Filistinlilerin acısına ortak olmak değil; onla-rın kimlikleri ve inançları uğruna verdikleri haklı mücadeleyi, intifadayı da sahiplenmek, ona omuz vermek.

Bir kez daha haykırıyoruz. Zalimlerin zulmüne karşın hep beraber omuz omuza buradayız. Duvarların arkasına hapsedilmiş Filistin halkı-nın yanında, siyonist kuşatmanın karşısında-yız. Biliyor ve inanıyoruz ki eğer birleşirsek bu abluka kalkacak ve Filistin halkı özgürlüğüne kavuşacak. Yaşasın Özgür Filistin, Yaşasın Küresel İntifada!

Yeni Rektör Kadri ÖzçaldıranBoğaziçi Üniversitesi’nde 2008-2009 öğretim yılının başında rektör değişikliği yaşandı. Kadri rektör oldu. Bütün rek-törlerimiz gibi Kadri de başına geçtiği Boğaziçi A.Ş.’nin borsa değerini daha da arttıracağına dair yemin ederek görevi-ne başladı. Geçmiş rektör Ayşe Soysal döneminden kalma yemekhane, Kilyos ula-şımı, şirketlere reklam panoları satma, artık yazmaya sıkıldığımız öğrenci belgesi, transkript, internet şifresi unutma parası vb. konularda ticari uygulamalarla yeni öğretim yılımız başladı ve devam ediyor. Kendini piyasada satmak isteyenlere aci-len duyurulur.

Tuhaf Bir ŞeyÖğretim yılına, bizim okulda beş altı yıldır yaşanmayan bir uygulamayla başladık: Kılık kıyafet kurallarına uyma zorunlu-luğu. Günlük deyimiyle başörtüsü ya da türban problemi. Uygulamayı anlatalım, eğer başınızı örtmüş ve içeriye bu şekilde girmek istiyorsanız, suç işlediğinizi kabul ettiğinizi bildiren dilekçeyi imzalamanız gerekmekte. Başkasına bırakmayın, haydi kendi kendinizi fişleyin!Bu uygulamaya karşı ekim ayında yapılan eylemlerin basına yansımasıyla rektör, Boğaziçi’nin liberal havasını daha fazla bozmamak ve basında böyle haberlerle

yer almamak için geri adım atmak ve uygulamayı kaldırmak zorunda kaldı. Okul, eğitim fakültesi dışında eski havasına döndü.Eğitim fakültesinde ise bazı hocalar derse başörtüsüyle gelen öğrencileri sınavlar-da aldıkları notlara bakmaksızın dersler-den bıraktılar. Bununla da yetinmeyip, 16 başörtülü öğrenciye ‘‘eğitim 101’’ ve ‘‘eği-tim 211’’ derslerinde 2547 sayılı kanu-nun ek 17. maddesine aykırı davrandıkları gerekçesiyle disiplin soruşturması açıldı.Derslere şapkayla girdikleri gerekçesiy-le rektörlük tarafından 16 öğrenci hak-kında soruşturma başlatılması, öğrenci-ler tarafından protesto edildi. 25 Şubat günü savunma yapmak üzere çağrılan öğrencilerle birlikte yaklaşık 150 öğren-ci 11:30 gibi eğitim fakültesinin önünde toplanarak Kuzey Kampüs’ten, ‘‘Rektör Sözünü Tut, Akademik Onursuzluk’’ yazı-lı dövizlerle Güney Kampüs’teki rektör-lük binasına yürüdü. Rektörlük önünde soruşturma kağıtlarını yırtan öğrenciler yaptıkları basın açıklamasında ‘‘Boğazi-çi hiçbir zaman dayatmanın, ayrımcılığın ve yasakçılığın yeri olmayacak. Rektörün sözüne rağmen soruşturma açılması BÜ. geleneklerine aykırıdır. Biz bu soruştur-mayı kabul etmiyor, muhatap almıyoruz.’’ ifadesini kullandı. Soruşturmanın sonucu ise henüz açıklanmadı.

Yörüngesinde Boğaziçi’nin

Page 58: OtonomSayı 19

Bu kitapta, kapitalizmin sadece sömürüyle değil, aynı zamanda bütün bir hayatı sonu gelmez bir şekilde işe tabi kılma yönünde bir eğilimle tanımlanması gerektiğini öne süren bir analiz bulacaksınız. Marx’ın emek değer teorisi sadece sömürüyü, başkaları için har-camaya zorlandığımız fazladan emeği açıklamak için tasarlanmış bir teori değildir. Emek değer teorisi, aynı zamanda, hayatın kapitalist örgütlenmesinin temel mekanizmasına ve dolayısıyla kapitalizm içindeki sınıf çatışmasının temel bağına ve de kapitalizmin ötesine geçebilmek için aşılması gereken temel toplumsal örgütlenme tarzına dikkatimizi çeken bir teoridir. Kapitalizm çalışmak için yaşamayı içerir, öte yandan bizler sadece yaşamak için çalışmak adına mücadele ederiz. Emek değer teorisi, emeğin değerinin soyut olarak ya da genel olarak insanlar için bir teorisi değildir, emeğin sermaye için değerinin, sermayenin toplumu örgütlemesinin aracının, temel toplumsal kontrol aracının teorisidir.

Werner Bonefeld ve John Holloway’in bu kitabı, küresel serbest piyasa ekonomisinin kuruluş sürecinin içinde para politikalarını ve uluslararası kurumlar aracılığı ile düzenlenen borçlanma

sistemini ele alıyor. Keynesçiliğin çöküşünden ve Altın Standartı’nın terk edilmesinden sonra yaşanan yeni sermaye birikim sürecinde borçlanmaya dayalı artı-değer üretme pratiklerini

inceliyor. Kitabın temel vurgusu, 1970’lerde girdiği krizden serbest para politikaları ve borçlan-ma yoluyla çıkmaya çalışan sermayenin, aslında bu yolla daha da batağa saplanacağı yönünde.

Çünkü yazarlara göre, kriz aslında sermayenin yeniden üretiminin güvence altına alınamaması ile ilgili ve bu da sermayenin emeği kendisine tabi kılmakta yaşadığı güçlükten kaynaklanıyor.

Yani sermaye bugünkü krizini çözmek için, serbest para politikaları ve borçlanma yoluyla eme-ğin gelecekte yaratacağı artı-değere el koymaya çalışıyor. Kitabın yazarları bu perspektiften yola

çıkarak, yeni sermaye birikim süreci içindeki sınıflaştırma pratiklerini anlamaya ve emeğin isyanlarının sermayeyi krize sokma olanaklarını araştırmaya yöneliyor. Bu anlamıyla kitap, ser-

mayenin krizlerini sınıf mücadelesi ile ilişkilendirerek, sermayenin nesnel gelişme yasalarının dışına çıkarıp öznellik zemininde ele aldığı için, emek cephesinin özgürleşme pratiğinde ser-

mayeden bağımsız kuruculuğun olanakları üzerine düşünmenin önünü açıyor.

Kapital’i Politik Olarak OkumakHarry Cleaver

Politik Ekonomi Dizisi - İngilizceden çeviren: Münevver Çelik - 254 sayfa

Küreselleşme Çağında Para ve Sınıf Mücadelesi Werner Bonefeld, John Holloway

Politik Ekonomi Dizisi - İngilizceden çeviren: Münevver Çelik, A. Rıza Güngen, Cumhur Atay, A. Serkan Mercan- 284 sayfa

Conatus 5Kriz Teorisi ve Öznellik İçindekilerBir Sınıf Mücadelesi Teorisi Olarak Marx’ın Kriz Teorisi - Peter Bell ve Harry CleaverSermayenin Küreselleşmesi, Kriz ve Sınıf Mücadelesi - Simon ClarkeÇürüme: Çöküş Teorisi mi Yoksa Teorinin Çöküşü mü? - AufhebenKriz Teorisi ve Kuruluş Problemi - Giacomo MarramaoKapitalist Tahakküm ve İşçi Sınıfının Sabotajı - Antonio NegriSorun Aşırı Rekabet mi? - John Bellamy FosterRekabet ve Sınıf: Foster ve McNally’e Bir Yanıt - Robert BrennerKapitalizmin Politikası - Ellen M. WoodSoyut Emeğin Krizi Biziz - John Hollowayİktidar ya da Karşı İktidar? Kriz Sonrası Arjantin’de Piquetero Hareketinin İkilemi - Ana C. Dinerstein‘‘Zapatismo’’ ve Toplumsal İlişki Olarak Küreselleşme - Massimo de Angelis

Page 59: OtonomSayı 19

yeni!Politik Ekonomi Dizisi - İngiliceden çeviren: Cumhur Atay - 323 sayfa

Kapitalizmin yeni bir küresel krizinin içinden geçiyoruz. Bu kriz, 21. yüzyıl sınıflar mücadelesinin ve güç ilişkilerinin yeniden kurulacağı bir dinamiği taşıyor. Küresel kapitalizmin bu krizi, unutulmuş olan Marx’ı çağırıyor ve emeği şenliğe davet ediyor. Fakat Türkiye devrimci hareketi, kapitalizmin bu krizi karşısında teorik ve politik bir kriz yaşıyor. Genel anlamda söylersek, devrimci hareket kriz karşısında yaşama ajitasyon çeken propaganda dilinin ötesine geçemiyor. Geleneksel olarak Türkiye devrimci hareketi Marx’ı Lenin üzerinden okumuştur. Kriz, Marx’ı çağırıyor ve Marx üzerinden yeniden bir Lenin okumasını zorunlu kılıyor. Simon Clarke’ın ‘‘Marx’ın Kriz Teorisi’’ kitabı unutulmuş olan Marx’ı yeniden hatırlatıyor ve güncelliyor…

Simon ClarkeMarx’ın Kriz Teorisi

Otonom Yayıncılık

www.otonomyayincilik.com

Marx’ın Kriz Teorisi Simon ClarkeUyanış ve Seçme Öyküler Kate ChopinFutbolistas: Futbol ve Latin Amerika Dario Azzellini, Stefan ThimmelKapital’i Politik Olarak Okumak Harry CleaverFoucault, Marksizm ve Tarih Mark PosterGökyüzünü Fethetmek Steve WrightNietzschelerin Şöleni Jacques DerridaUmudun Yolcuları William MorrisJohn Ball’un Rüyası William MorrisKüreselleşme Çağında Para ve Sınıf Mücadelesi Werner Bonefeld, John HollowayÖnemsizin Arkeolojisi: Condillac Okuması Jacques DerridaDurito’yla Söyleşiler Subcomandante MarcosKadınlar Ülkesi Charlotte P. GilmanDeleuze ve Guattari’nin Anti-Oedipus’u: Şizoanalize Giriş Eugene W. Hollandİmparatorluktaki Hareketler Antonio Negri Marx ve Komünalist Otonomi Der: Cengiz BaysoyMichel Foucault: Güncelliğin Bir Ontolojisi Judith RevelAvrupa ve İmparatorluk Antonio Negri

Nietzsche Gilles DeleuzeBizim Gibi Komünistler Felix Guattari, Antonio Negri Marx Ötesi Marx Antonio Negri İstisna Hali Giorgio AgambenYıkıcı Politika Antonio Negri Bergsonculuk Gilles Deleuzeİtalya’da Radikal Düşünce ve Kurucu Politika M.Hardt, A.Negri, P.Virno, G.AgambenYaban Kuraldışlılık Antonio Negri Spinoza ve Siyaset Etienne Balibarİmparatorluk ve Bağımsız Öğrenci Hareketi Der: Cengiz Baysoy

CONATUS Çeviri DergisiSayı 7: Milliyetçilik ve Irkçılık

Sayı 6: Devlet, Egemenlik ve İktidarSayı 5: Kriz Teorisi ve Öznellik

Sayı 4: Değer Teorisi ve Sınıf MücadelesiSayı 3: Avrupa Birliği

Sayı 2: Emperyalizm, Yeni Emperyalizm, İmparatorlukSayı 1: Anti-kapitalizm

Page 60: OtonomSayı 19