Upload
cerbem
View
13
Download
7
Embed Size (px)
DESCRIPTION
Ahmet Hasim
Citation preview
PİYALE-GÖL SAATLERİAhmet Haşim
Hazırlayan:Kadriye Kaymaz
ANTİK DÜNYA KLASİKLERİİstanbul
2012 / Şubat
• 3 • • 3 •
LACİVERT YAYINCILIKSAN. VE TİC. LTD. ŞTİ.
Kültür Bakanlığı YayıncılıkSertifika No: 12366
Antik Dünya Klasikleri: 145Türk Klasikleri Dizisi: 26ISBN: 978-605-5656-69-0
Baskı ve Cilt:Sistem Matbaacılık
Yılanlı Ayazma sok. No: 8Davutpaşa-Topkapı/İstanbul
Tel: (0212) 482 11 01Sertifika Matbaa No: 16086
İrtibat için:Alayköşkü Cad. No: 11
Cağaloğlu / İstanbulYazışma: P.K. 50 Sirkeci / İstanbul
Telefon: (0212) 511 24 24Faks: (0212) 512 40 00
• 3 • • 3 •
AHMET HAŞİM
• 7 •
ŞİİR HAKKINDA BAZI MÜLÂHAZALAR
Kari’in bu kitapta okuyacağı “Bir Günün Sonunda Arzu” isimli manzume ilk intişâr ettiği zaman, manası bazılarınca lüzumundan fazla muğlâk telâkki edilmiş ve o münasebetle şiirde “mana” ve “vuzûh” hakkında hayli şeyler söylenmiş ve yazılmıştı. Bu dakikada bunların hiçbirini hatırlamıyoruz. Nasıl hatırlayabilelim ki söylenen ve yazılanların bir kısmı şetm ve tahkir ve bir kısmı da yevmî gazete hezeliyâtı nev’inden şeylerdi. Düşünüş ayrılığından dolayı hakaret, öteden beri bizde kullanılan aşınmış bir silâhtır ki, şerefsiz bir miras halinde, aynı cinsten kalem sahipleri arasında batından batına intikal eder. Onun için hiçbir edebî nesil, bu tarz münakaşaları tanımamış olmakla iftihar edemez. Hele, ilim ve edeb sahalarında nekre ve maskara, gâh âlim, gâh münekkid, gâh sanatkâr kılığında merkebini serbestçe koşturabildiğinden beri, fikir alışverişinde artık insanî adaba riayet edildiğini görmeği ümit etmek çocukça bir safvet olur.
Ne tekerleme ne de tahkir bir münakaşaya zemin olamayacağı için, biz bu satırlarda evvelce okuduklarımızı ve işittiklerimizi hatır-lamağa lüzum görmeyerek, şiirde “mana” ve “vuzûh”un ne kıymette şeyler olduğu hakkında kendi telâkki ve kanaatimizi söylemekle iktifa edeceğiz.
Her şeyden evvel şunu itiraf edelim ki şiirde manadan ne kas-tedildiğini bilmiyoruz. “Fikir” dedikleri bayağı mütalâalar yığını mı, hikâye mi, mazmun mu ve “vuzûh” bunların âdi idrake göre anlaşılması mı demektir? Şiir için bunları elzem addedenler, şiiri
Ahmet Haşim
• 8 • • 9 • • 8 •
tarih, felsefe, nutuk ve belâgat gibi bir sürü “söz” sanatlarıyla ka-rıştıranlar ve onu asıl çehre ve alâiminde seçip tanımayanlardır. Şiirin bu mahiyette telâkki olunuşu, resim, musikî ve heykeltraşî gibi sanatların, kendilerine has ve münhasır fırça, boya, nota ve kalem gibi, istimâli güç bir hünere mütevakkıf vasıtalara mâlik bulunmalarına mukabil, şiirin bu gibi hususî vesâitten mahrum ve ifadesini konuşulan lisandan istiâreye mecbur olmasındandır. Bundan dolayıdır ki, parmaklarının tutmasını bilmediği fırçaya ve gözlerinin okumasını bilmediği notaya karşı mütehâşî ve hürmetkâr olan nâ-ehiller, kendi kullandıkları kelimelerden vücuda gelmiş gibi gördükleri şiiri alelade “lisan” mâhiyetinde telâkki ile, sırf bu zâviye-i rü’yetten bakarak, başkaca hazırlıklı olmağa hiç lüzum gör-meksizin, onu küstahâne bir lâubalilikle muhakeme etmek hakkını kendilerinde bulurlar.
Halbuki şâir, ne bir hakikat habercisi, ne bir belâgatli insan, ne de bir vâzı-ı kanundur. Şairin lisanı “nesir” gibi anlaşılmak için değil, fakat duyulmak üzere vücut bulmuş, musikî ile söz arasında, sözden ziyade musikîye yakın, mutavassıt bir lisandır. “Nesir”de üslubun teşekkülü için zaruri olan anâsırın hiçbiri şiir için mevzu-ı bahs olamaz. Şiir ile nesir, bu itibarla, yekdiğeriyle nisbet ve alâkası olmayan, ayrı nizamlara tâbi, ayrı safhalarda, ayrı eb’ad ve eşkâl üze-re yükselen, ayrı iki mimârîdir. “Nesr”in müvellidi akıl ve mantık, “şiir”in ise, idrak mıntıkaları haricinde, esrar ve meçhûlâtın geceleri içine gömülmüş, yalnız münevver sularının ışıkları, gâh u bî-gâh ufk-ı mahsusâta akseden kudsî ve isimsiz menba’dır.
Şiirin evzâ ve harekâtını taklide özenen bir nesrin sahteliğine, ancak nesrin sarahat ve insicâmını istiâre eden gölgesiz bir şiirin hazin çıplaklığı erişebilir. Denilebilir ki şiir, nesre kabil-i tahvil olmayan nazımdır.
Birkaç ay evvel “hâlis şiir” hakkında, meşhûr bir münekkidle münakaşası, bütün medenî fikir dünyasını alâkadar eden Rahip Bremond’un dediği gibi, muhâkeme, mantık, belâgat, insicam, tahlîl, teşbîh, istiâre ve bütün bunlara müşâbih evsâf, şafak aydınlığı gibi
• 15 •
ALP DAĞLARINDAN…
1 Kanun-ı Evvel 1926
Kış denilen billur gözlü sihirbaz, gümüşten asasıyla beni ihâta eden şeylere dokunur dokunmaz, nâgehân, somâkî mermerden bir kasır içine girmiş gibi oldum. O andan beri, başım üstünde semâ zebercedden daha donuk ve daha sert bir kubbedir.
Âh, bu sarayın duvarları ne yüksek ve bu kubbe ne kadar alçak duruyor! Her dakika, sanıyorum ki elimi uzatsam ona temas ede-ceğim. Bu iğvâ, kalbimin daimi ve yegâne azabıdır.
Bağırmak istiyorum. Fakat sesim bu zücâcı çatlatır diye korku-yorum. Bu somâkî kasır içinde, en hafif gürültü bile uzun ve derin bir uğultu hâlini alıyor. Aks-i sadâyı bu kadar büyülten yerler tekin değildir; susalım. Ancak sükût denilen derûnî erganûndur ki, ziyânın bile donduğu bu âlemde, bize en uygun musikî yerine geçer.
Şair, senin kitabın bana, böyle bir anda geldi. Bu kitabın başında gafillere, şairin ne olduğunu anlatmak istiyorsun!
Ne beyhûde zahmet! Sana bahsettiğim bu derûnî erganûnu ömür-lerinde bir kerecik işitmemiş olanlara şiiri tarif etmenin imkânı var mıdır? Dünya yüzünde, hala birçok insan “Beethoven”ın hem o kadar duymaz sağır, hem de bu kadar büyük bestekâr oluşuna taaccüb etmekte veyahut kendi yarattığı lâyemût eserleri bizzat dinlemek saadetinden mahrum kaldı diye ona acımaktadır. Şimdi
Ahmet Haşim
• 16 • • 17 • • 16 •
bunlara desen ki Beethoven’ın dinlemek için kulağa ihtiyacı yoktu ve beşeriyeti bir deniz gibi cûş u hurûşa getiren o rabbanî elhân fırtınası dışarıya çıkmazdan çok evvel, onun içinde esmişti; mutlaka bize güleceklerdir.
Lâkin onlar bize gülmezden evvel, biz onlara merhamet edelim. Zira onlar, ilahî sanatların sırrına erebilmek, bir şiiri duymak veya bir lahni dinlemek için insanda mevcut olması lâzım gelen “altıncı his”ten mahrumdurlar. Bir ferdi kesîf, muzlim ve battal sürünün fevkine çıkaran ve ona, hayatın öbür tarafındaki hayatı mekşûf kı-lan bu “altıncı his”in intikal vasıtası hangi uzuvdur? Bu, ne kulak, ne göz, ne burun, ne damak ve ne eldir; hatta ne de zekâdır. Fakat kulaktan daha iyi işiten, gözden daha iyi gören, burundan daha iyi koklayan, damaktan daha iyi tadan ve zekâdan daha iyi anlayan bir nevi hassadır ki, köklerini benliğimizin ruh, şiir gönül ve muhayyile denilen derinliklerinde ancak sezebiliriz.
Paul Claudel’in “asıl kitab-ı mukaddes” nâmını verdiği maverâî ve ilahî kâinat ile temasımız bu hassa vasıtasıyladır ve şark muta-savvıflarının “zahirî âlem” tabir ettikleri şeylerle muârefemizi temin eden “havass-ı hamse”nin bu âlemde vazifesi yoktur. Bu havâs, o âlem ile bizim aramızdaki müstesna ve esîrî münasebeti ihlâlden başka bir şeye yaramayan kaba ve aykırı unsurlardır. Biz, bunlar-dan tecerrüd ettiğimiz nisbetindedir ki Rahip Bremond’un aradığı ve ondan otuz sene evvel Stephane Mallarme’nin yaptığı hâlis ve musaffâ şiire yaklaşmış oluruz.
Ruhun mukaddes bir raksa başladığı bu mıntıkada renkler delidir, şekiller sarhoştur ve mantık bizim serkeş cûşumuzun esiridir. İşte, şiirde mana ahvâlin bu yüksek ve fevkalade mahiyete girişi demektir.
“Göl Saatleri” şairi, küçük “Piyale”sini çok iyi bir tesadüf eseri olarak, bize, tam Mallarme sermestîsinin tazelendiği bir anda uzattı. Filvâki, otuz senelik bir gaflet ve dalalet devrinden sonra, Roma sokağı mürşidinin nefhası, yeniden, bütün şiir muhitlerinde esmeğe başlamıştır. Bu rüzgârın temasını alınları üstünde hissedenler, yalnız
• 21 •
MUKADDİME
-Karaosmanzâde Câvide Hanımefendi’ye-
Zannetme ki güldür ne de lâle Âteş doludur, tutma yanarsın Karşında şu gülgûn piyâle…1
İçmişti Fuzûlî bu alevden Düşmüştü bu iksîr ile Mecnûn Şi’rin sana anlattığı hâle…
Yanmakta bu sâgardan içenler2
Doldurmuş onunçün şeb-i aşkı Baştan başa efgan ile nâle…3 4
Âteş doludur, tutma yanarsın Karşında şu gülgûn piyâle…5
1 piyâle: Kadeh.2 sâgar: Piyâle, kadeh.3 efgan: Feryatlar, istimdat.4 nâle: İnilti.5 gülgûn: Gül renkli.
Ahmet Haşim
• 24 • • 25 • • 24 •
ORMAN
Su değil, mevsimin havası akan Duyduğun yaprağın dalın sesidir, Suda yıldızların parıltısıdır Bu karanlıkta bazı bazı çakan.
Piyale - Göl Saatleri
• 37 •
Şİ’R-İ KAMER
Piyale - Göl Saatleri
• 39 •
KARİ’E
Muzlim şeceristân arasından38 39 Esrâr ile yekpâre münevver40
Bir yoldur açılmış sana derdim
Kari’ bu kitabın gecesinde41
Mehtâbı seninçün yere serdim.
38 muzlim: Karanlık, siyah; bilinmeyen, meçhul.39 şeceristan: Orman, ağaçlık yer.40 münevver: Nurlanmış.41 kari’: Okuyucu, okuyan.
Ahmet Haşim
• 40 • • 41 • • 40 •
RUHUM
Hicrân-ı muhîtât ile solmuş, sarı, çıplak42
Râkid, ölü bir havza düşen bir kuru yaprak43
Sessizce nasıl izler açar sîne-i mâda,44
Ey tûde-i nûr-ı elem, ey çehre-i sâde45
Bir gül gibi durgun uyuyan rûhuma nûrun Aktıkça, o sâkin suda her lem’a-i dûrun46 47
Bir çîn-i felâket gibi ra’şeyle genişler…48 49
Ey eski kamer, ey ezelî rûh-ı münevver,
Sen şimdi bu tüllerle muhîtâtı sararken Nûrunda tesellî bütün âlâma koşarken,50
Yalnız bu derin gölde senin açtığın izler Bir gizli gamın şehka-i seyyâlini gizler…51 52
42 muhîtât: Muhitler, çevreler.43 râkid: Hareketsiz, durgun.44 mâ: Su.45 tûde: Yığın, küme.46 lem’a: Parıltı.47 dûr: Uzak.48 çîn: Büklüm, kıvrım.49 ra’şe: Titreme, titreyiş.50 âlâm: Elemler, acılar.51 şehka: Hıçkırık, keskin çığlık.52 seyyâl: Akıcı, akan.
Piyale - Göl Saatleri
• 41 •
Bir göl ki semâsında ne âhenk, ne sâye53
Vermez o büyük uzlete bir hadd ü nihâye,
Gençlik ve emel hüzn-i civârında dikendir Üstünde esen nefhada bir girye nihendir.54 55 56
Tülden ve buluttan ve bütün sîm ü semenden57
Bir hâb-ı serâbî dökülürken yere senden58 59
Sen her suda bir başka güzellikle doğarsın Sen her suda bir başka ziyâ, başka kamersin:
Ormanların âgûş-ı sükûtundan akan âb60
Senden alır âhengine bir girye-i bî-tâb;
Göller ki öper hüsnünü yalnız leb-i sâye61
Feyzinle dalar hâb-ı şeb-âvîz-i semâya;62
Sevdâlara bir cennet olan sâyeli göller Altında senin hüsn-i esâtîr ile titrer…63
53 sâye: Gölge.54 nefha: Bir esim yel.55 girye: Gözyaşı.56 nihen (nihân): Gizli.57 semen: Yasemin.58 hâb: Uyku.59 serâbî: Seraba benzer.60 âgûş: Kucak.61 leb: Dudak.62 -âvîz: Asılı bulunan, asılan. 63 esâtîr: Geçmiş hikâyeler, masallar, mitoloji.
Ahmet Haşim
• 42 • • 43 • • 42 •
Rûhumda, fakat her dökülen katre-i nûrun, Yalnız bir ölüm, bir ebedî mâtem-i dûrun
Nilüfer-i giryânını, ey mâh-ı münevver,64
Ezhâr-ı leyâlî gibi rüyâ ile besler…65
64 giryân: Ağlayan.65 ezhâr: Çiçekler.
Ahmet Haşim
• 70 • • 71 • • 70 •
SEHER
Ağaçların seherî zirvesinde titreşiyor Tuyûr-ı fâniye-i âlem-i tahayyül ü hâb.220
Semayı kaplayacak, şimdi, gâzeler gibi nur221
Zavallılar kalacaklar esir-i ufk u türâb,222
Ve onların gözü eyler nücûm-ı fecre itâb223
Ve onların sesi eyler “nihayet”i işrâb…
220 tuyûr: Kuşlar.221 gaze: Düzgün, allık.222 türâb: Toprak.223 itâb: Azarlama, paylama; darılma.
Piyale - Göl Saatleri
• 81 •
SERBEST MÜSTEZAD NAZIMLARI
Piyale - Göl Saatleri
• 83 •
YOLLAR
Bir lamba hüzniyle Kısıldı altın ufuklarda akşamın güneşi; Söndü göllerde aks-i girye-veşi263
Gecenin avdet-i sükûniyle…
Yollar Ki gider kimsesiz, tehî, ebedî, Yollar Hep birer hatt-ı pür-sükût oldu Akşamın sine-i gubârında.264
Onlar Hangi bir belde-i hayale gider Böyle sessiz ve kimsesiz şimdi?
Meftûr 265
Ve muhteriz yine bir nefha-i hayal esiyor;266
Bu nefha dalları bî-tâb ü bî-mecâl uyutur, Sonra eyler giyâhı nâlende,267 268
Sonra âgûş-ı ufk içinde ölür…
Ey kalb! Seni öldürmesin bu sâye-i şeb,
263 -veş: Gibi.264 gubâr: Toz.265 meftûr: Bezgin, ümitsiz.266 muhteriz: Çekingen.267 giyâh: Ot. 268 nâlende: İnleyen.
Piyale - Göl Saatleri
• 99 •
MUHTELİF ŞİİRLER
Deniz – O Eski Hücreye Benzer ki – Şeb-i Nisan – Evim – Aks-i Sadâ – Son Saat – Rüşd – Kendime – Şimdi – Rüzgâr
Ahmet Haşim
• 100 • • 101 • • 100 •
DENİZ
İsyan-ı mevc-i zâhire ettikse vakf-ı gûş335
Çarparken ufk-ı zulmete bir bahr-i pür-hurûş Bildin: O sayhalarla, o seslerle rûh-ı âb Bî-kaydî-i leyâle eder nakl-i ıztırab.336
Gûyâ sorar sevâhiline bahr-i nâle-gîr:337
“Olmak neden nişîb-i mezellette bir esir338 339
Bî-had iken semâ gibi, firûze-fâm iken,340
Bir cilvegâh-ı encüm-i lerzân-ı şâm iken!”
335 gûş: Kulak.336 bî-kaydî: Kayıtsızlık.337 -gîr: Tutan.338 nişîb: İniş.339 mezellet: Alçalma, bayağılaşma.340 firûze-fâm: Gök renkli, mavi.
Piyale - Göl Saatleri
• 101 •
O ESKİ HÜCREYE BENZER Kİ
Ziyâ-yı şemse kapanmış bütün derîçeleri Bir öyle hücreye benzer ki ömrün kederi:
Gubâr-ı ye’s ü fenâ sinmiş orda elvâna Emel, heves bırakılmış sükût u nisyâna.341
Bütün hadâyık-ı histen o toplanan ezhâr342
Uyur makabir-i mînâda bî-ümîd-i bahâr.343 344
Bu pembe gül, bu karanfil ağır ağır erimiş Üzerlerinde değiştikçe her mükedder kış.
Ocak harâb u tehî, lamba kimsesiz, âmâ Bu samt-ı hasta eder hüzn ü uzleti imâ.
Soluk cidâra asılmış, durur garîk-i melâl345
O çehreler ki uyur gözlerinde eski hayâl…
O eski hücreye benzer ki ömrümün kederi Çekilmiş ufk-ı teselliye karşı perdeleri…
341 nisyân: Unutuş.342 hadâyık: Bahçeler.343 makabîr: Kabirler.344 mîna: Billur, cam, şişe; liman.345 garîk: Gark olmuş, boğulmuş.