Upload
others
View
9
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
Prof. Dr. TAHSİN YÜCEL
TÜRKÇENÎN KURTULUŞ SAVAŞI
Cumhuriyet
Nurer UĞURLU başkanlığında bir kurul tarafından hazırlanmıştır.
Dizgi - Yayımlayan:Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş. Baskı: Çağdaş Matbaacılık ve Yayıncılık Ltd. Şti. Eylül 2000
Prof. Dr. TAHSİN YÜCEL
TÜRKÇENlN KURTULUŞ SAVAŞI
Cumhuriyet
İÇİNDEKİLER
Öndeyi ................................................................. .7
Dildevriminin Gelişimi ............................................ 9
Algözüm S e y re y le ................................................... 31
Güncel Dilin Ç ev ren i.............................................. 49
Dil ve yetenek ..........................................................63
Sonuç Yerine: Dil ve E k in ......................................75
ÖNDEYİ
Ünlü bir Alman dilbilimci, Max Muller, 1861’de yayımlanan, uç yıl sonra da Leçons sur la science du langage (Dilin bilimi üstüne dersler, 1864) adıyla fransızcaya çevrilen yapıtında, türkçenin açıklığını ve düzenliliğini vurguladıktan sonra, gözlemine dayanak olarak “ünlü bir do- ğubilimci”nin sözlerini anar: “Türkçe öyle düzenli, öyle uyumludur ki insanda bir seçkin bilginler kurulunun yaratımıymış gibi bir izlenim uyandırır” . Şu var ki, gözlemine dayanak olarak anmakla birlikte, Muller bu sözlere küçümsenmeyecek bir eleştiri de getirir: “Hiçbir kurul böylesine güzel bir dil yaratamazdı”.
M uller’in adını vermeden görüşünü aktardığı “ünlü doğubilimci”, çok büyük bir olasılıkla, 1790 yılında, Eléments de la langue turque (Türk diline giriş) adıyla yayımlanan hayranlık verici bir türkçe dilbilgisi yayımlamış olan Pierre-François Viguier’dir. O değilse, türkçe konusunda aynı görüşlere ulaşmış bir başka “ünlü doğubilimci” daha var demektir. Bunlara ünlü yapıtı Grammaire de la langue tur-
7
que’te (Türkçenin dilbilgisi, 1921) Muller’i anan Jean De- nis’yi de ekleyebilirsiniz, daha başkalarını da.
Hiç kuşkusuz, başka birtakım diller konusunda da benzer görüşler ileri sürülebilir. Rivarol da Discours sur T universalité de la langue française’inde (Fransız dilinin evrenselliği üstüne konuşma, 1784) fransızca konusunda benzer görüşleri savunmuştur. Ne olursa olsun, yalnızca şu andığımız dört uzmanın aynı noktada birleşen gözlemleri bile yüzyıllar boyunca dilimizi küçümsemiş olan yönetici, yazar ve ozanlarımızın başdöndürücü bilinçsizlik ve benîik- sizlik düzeyini de, bugün, türkçe sözlükbilimsel açıdan bu denli gelişmişken, bu dilde bilim yapılamayacağını söyleyenlerin ve bu güzel, uyumlu, düzenli dili öğretim olmaktan çıkarmaya çalışanların aynı ölçüde başdöndürücü ve başkaldırtıcı aymazlığını da açıkça ortaya koyar.
Bu kitapta yer alan yazılara gelince, bir yandan bu gözlemleri doğrularken, bir yandan da bu büyük dilin toplum içindeki serüveni konusunda birtakım ayrıntılar sunmakta.
DİLDEVRÎMİNÎN GELİŞİMİ
I. GİRİŞ YERİNE
Bugün bulunduğumuz noktadan bakılınca, dil devrimi tüm devrimlerimiz içinde ereğine en çok yaklaşmış olanı, bir başka deyişle, en başarılısı olarak görünüyor. Ama en az anlaşılan devrimimiz de gene dil devrimi. Somut gerçekleri bir yana bırakıp kendi kişisel eğilimlerine göre kuram üretmeyi daha çekici bulduklarından olacak, örneğin Claude Hagege gibi saygın dilbilimciler bile insanı şaşırtacak ölçüde yanılıyorlar bu konuda; daha da kötüsü, gerçeği tersine çeviriyorlar. Böylece, Türk dil devriminin amacı halkın yüzde doksan dokuza yaklaşan bir çoğunluğu için erişilmez kalmış yapay bir ekin dilini bırakıp kendi anadiline dayalı bir ekin dili oluşturmakken, onlar tüm halkın konuştuğu dili bırakıp yapay bir ekin dili kurmak olduğunu ileri sürebiliyor, hatta öncüsünün kişisel iktidarını güçlendirme yolunda bir çaba olarak niteleyebiliyorlar (1). Gerçekte, Atatürk ve izleyicileri, kişisel iktidarlarını güçlendirmek şöyle dursun, halka kendi dilini geri vermek, toplum yaşamına daha etkin bir biçimde katılabilmesi için, türkçe-
11
yi yazından bilime, tüm ekinsel alanlarda geçerli bir dil düzeyine getirmek isterler. Bunu anlamak da zor değildir: XIII. yüzyıldan XX. yüzyılın başlarına dek Osmanlı Impa- ratorluğu’nun yönetim ve yazın dili olan osmanlıca ancak belli bir eğitimden geçmiş kişilerin erişebildiği “saygın” bir yazı dilidir; ama, Cumhuriyet’in ilk yıllarında, ülkemizdeki okur yazar sayısı yüzde beşe zor ulaştığına, osmanlıca- yı anlayıp kullanabilmek için de okur yazar olmak yetmediğine göre, bu kişilerin sayısının çok sınırlı kaldığını söylemek bile gerekmez.
II. OSMANLI VE OSMANLICA
Dil devrimini yanlış yorumlayanların başlıca yanilma nedenlerinden biri de osmanlıcayı “eskil” bir dil gibi düşünmeleridir. Oysa bu dil “eskil” dillere hiç mi hiç benzemez: konuşulmuş ya da yazılmış, konuşulan ya da yazılan herhangi bir dilin eski bir evresine bağlanmak şöyle dursun, yüzyıllar içinde, ulusumuzun anadiliyle hiçbir akrabalığı, hiçbir yakınlığı bulunmayan iki yabancı dilden: arap- çayla farsçadan yola çıkılarak oluşturulun anadilin sözdi- zimi üzerine, gittikçe artan bir oranda, bu iki dilin sözcükleri aşılanır. Bu yabancı sözcük aliminin geçerli bir nedeni de yoktur, anadilin boşluklarını yabancı öğelerle doldurmak bile söz konusu değildir: halkın konuştuğu dilin sözcüklerinin, bu arada dilbilgisel biçimlerinin, köklerinin ve eklerinin yerine bu iki dilin birimleri getirilir. Üstelik, bu aykıri tutum yüzyıllar boyunca, kesintisiz bir biçimde sürüp gider. Böylece, ister istemez, türkçe sözcüklerin gittikçe enderleştiği, gittikçe daha zor tanındığı ve sonunda türk- çeden çok, arapça ve acemce sesi vermeye başladığı aykı-
13
rı bir yazı diline ya da, isterseniz, iki kez melez bir dile, bir tür tersine pidgin’e ulaşılır. Bu tuhaf dilin Türkler’in tarihinde belirli bir yeri bulunduğu kuşku götürmez, ama türk- çeniıı bir evresini oluşturmadığını da önemle vurgulamak gerekir.
Türk toplumunun tümü ya da büyük bir çoğunluğu os- manlıcayı benimsenmiş, anlamış ve konuşmuş olsaydı, bir ölçüde böyle bir şeyden sözedilebilirdi. Ne var ki, konuşulan bir dil değildir; üstelik, bir tür güç, bilgi ve incelik simgesi olan bu yazı dilini elinde tutan iktidarın onu uyruklarına öğretmek gibi bir kaygısı da yoktur. Bir kez, başka nice iktidarlar gibi o da eskil ya da halkın dilinden ayrı bir dil kullanımını bir üstünlük belirtisi, bir ayrıcalık olarak görür. Sonra, bilindiği gibi, Osmanlılar güçleri arttığı ölçüde kendi halklarından kopar, yüksek görevlilerini fethettikleri ülkelerin uyrukları arasından seçer, “Osmanlı” değil de “Türk” olarak nitelenmeyi bile bir aşağılama sayarlar. Kısacası, Osmanlı yazı dili iktidarın bir ayrıcalığı olarak kalır, ayrıcalıklı dilden konuşma diline birtakım sızmalar olursa da bu olgu daha çok başkent ve çevresinde gerçekleşir: kimi yazınsal, hukuksal, yönetsel terimler günlük dile geçer ve türkçe karşılıkları yerine arapça ve acemce sözcükler kullanmak olumlu bir etki uyandırır. Ama merkezlerden uzaklaşıldıkça bu eğilim azalır, yapay yazı dilinin konuşma dili üzerinde görece de olsa bir etkisi bulunduğu yad- sınamasa bile, osmanlıcanın başkentte de herhangi bir dönemde konuşulan bir dil konumuna erişmiş olduğunu söylemek zordur. Bu bakımdan, gölge tiyatromuzun başlıca i- ki kişisini: yerli yersiz konuştuğu osmanlıcayı simgeleştiren Hacivat’la bu fazla bilgiç ve fazla karmaşık dil karşı
14
sında sürekli başkaldıran halk adamı Karagöz arasındaki indirgenmez karşıtlığı vurgulamak gerekir. İki dilin her birinin ayrı bir ekini taşıması bu karşıtlığa daha bir gerçeklik kazandırır. Böylece, osmanlıca yazılmış büyük yapıtlar hiçbir zaman ortak bir ölçüt durumuna gelemezken, konuşulan, ama aynı zamanda ve her şeye karşın bir ekin dili olan türkçe bu konuma Dede Korkut, Yunus Emre, Karacaoğ- lan, vb. gibi halk sanatçılarının katkılarıyla oldukça kolay erişir. Demek ki, bir kez daha, iççağrıları da, kullanıcıları da birbirinden farklı, hatta birbirine karşıt iki ayn dil söz konusudur.
III. OSMANLICA VE TÜRKÇE
Öyleyse, 1860’a doğru, Tanzimat döneminde, yani A tatürk’ün doğumundan yirmi yıl önce başlayan, ama Cumhuriyet döneminde, 30’lu yıllarda, Atatürk’ün öncülüğünde, çok daha düzenli, çok daha kapsamlı ve çok daha etkin bir biçimde yeniden başlatılan Türk dil devrimi- nin her şeyden önce bu ayrılıktan yola çıkılarak tanımlanması gerekir: daha kolay ve daha tutarlı bir yazı diline u- laşmak için arapça ve farsçadan alınmış çok sayıda sözcüğün ve dilbilimsel biçimin elenmesi değildir dil devrimi, konuşulan dilden yola çıkılarak ve çok zor erişilebilen osman- lıca tümden bir yana bırakılarak bir ekin dilinin (yazılı ve sözlü bir ekin dilinin) geliştirilmesidir.
Şu var ki, nerdeyse herkes az çok karıştırır bu olguyu, çünkü, çelişkin bir biçimde, ilk devrim çabalan osmanlı- canın tüm toplum düzleminde benimsenip kök salma konusunda büyük bir fırsat yakaladığı sırada başlar. Gerçekten de, Tanzimat dönemi bir yandan Osmanlı büyüklerinin, Batı illerini yitirdikten sonra, en sonunda Türk topluluğu-
17
na dönmek zorunda kaldıkları, bir yandan birbiri ardından Batı örnekçelerine uygun birtakım okulların açıldığı, bir yandan da, başta gazetecilik olmak üzere, her türlü yayıncılık etkinliğinin gelişmeye başladığı dönemdir. Gerek okullar, gerek yayıncılık yazı dilinin gelişmesine aracılık eden ayrıcalıklı alanlardır. Görünüşe bakılırsa, osmanlıca özellikle bu dönemde tüm Türkler’in yazı dili olarak algılanır. Ama bu yazı dili Batı ekininin kazanımlannı yüklenmekte yetersiz kalır; üstelik, bu yetersiz dile erişebilmek için uzun çabalara girişmek, arapça ve farsçanın “birçok özelliğini öğrenmek” gerekir (2). Gerçekçi Osmanlı aydınlan olan ilk gazeteciler, ellerinin altındaki ekin dilini kullanmayı sürdürdükleri sürece, geniş kitlenin kendilerini anlamasının olanaksız olduğunu anlamakta gecikmezler.
Bunun sonucu olarak, bir yandan Batı kökenli yeni kavranılan aktarabilmek için, ama hep arapça ya da fars- çadan yola çıkarak, yeni kavramlar üretirler, bir yandan da, kitlece daha kolay anlaşılmak umuduyla, fazla zor bulduk- lan kimi osmanlıca sözcüklerin yerini halk kökenli sözcüklere verirler. Ne var ki, bu dilsel “karışım” iki yanı da keskin bir bıçak gibi işler: yerli öğeler kadar da osmanlıca öğelerle yüklenirken, birincisinden daha kötü bir yazı diline ulaşılır, çünkü hem bağdaşıklıktan yoksundur, hem de tatsız bir karışıklığa yol açar: osmanlıcanın bu yeni biçimini Türk yazı dili gibi görme eğilimi bu dönemde başlar. Böy- lece, bu dönemde (XIX. yüzyıl sonu ve XX. yüzyıl başlarında) yaratılan yabancı kökenli pek çok sözcük kimilerince ulusal kalıtımdan sayılır ve şiddetle savunulur. Bu açıdan bakılınca, çok sayıda osmanlıca öğenin konuşulan türk- çeye osmanlıcadan türkçeye doğru giden bu geçiş dönemin
18
de sızdığını, 1923’te bile, tüm ülkede okııı ytı/rtl niaiııııııı % 5’i geçmemesine karşın, Osmanlıcımın en çok hıı doneni de “türkleştiği”ni söylemek hiç de abartmalı olııııı/ Ne olursa olsun, Tercüman-ı Ahval’in kurucusu ( 18(>0) ve «lev rimin başlatıcısı Şinasi’nin bile yazılarında en l'a/.la %33 oranında türkçe sözcük kullanabilmesi bu dönemde osmuıı- lıcanın yazı diline ne denli egemen olduğunu ortaya koymaya yeter.
Cumhuriyet dilsel sorunları bu durumda bulur: bir yandan, Osmanlı yazı dilinin çağdaş bilimlerin ve çağdaş felsefenin kavramlarını üstlenmekte yetersiz kaldığı saptanır, bir yandan bu dilin belirgin özelliği olan bağdaşım yokluğu fazlasıyla rahatsız edici bulunur. Yeni yönetimin kurucusunun siyasal ve ekinsel eğilimleri ve birbiri ardından gerçekleştirmeye giriştiği toplumsal ve ekinsel devrimler de göz önüne alınınca, köklü bir dil devrimi kaçınılmaz görünür. Ama, söylediğimiz gibîfbu kez dizgesel bir dil devrimi söz konusudur. Bu dizgesel devrimse, birbirinden belirleyici iki temel edime: abece devrimi ve sözlükbilimsel yenilemeye dayandırılır, başarı da öncelikle öğretim devrimiıı- den ve basının gelişmesinden beklenir.
19
IV DtlL DEVRİMİ
1928’de gerçekleştirilen abece devrimi “özellikle sesliler açısından çok yetersiz olan Arap yazısı”nın atılması ve “Latin abecesinden yola çıkılarak türkçenin ses düzenine kesinlikle uyacak biçimde hazırlanan yeni Türk abece- si”nin benimsenmesidir (3). Kimileri bu değişikliği bizi geçmişimizden koparan kısır ve. zararlı bir girişim olarak nitelerler, oysa çok önemli sonuçlar sağlar:
1) ü,lkede okuryazarlığın artışını, dolayısıyla öğretimin gelişimini alabildiğine kolaylaştırır;
2) Arap abecesinin kullanımındı, tam tersi olmuşken, arapçanın ve farsçanm biçimlerini türkçenin ses kurallarına uymaya zorlar;
3) yabancı biçimlerin gerçek konumlarını ortaya çıkarır, böylece, gittikçe daha bilinçli kullanıcıların bu yabancı biçimlerden rahatsızlık duymalarına neden olur.
Sözlükbilimsel yenilemeye gelince,1) dilin güncel durumuyla hiç mi hiç bağdaşmayan ya
bancı sözcük ve deyimlerin yerine türkçelerini koymayı;2) yabancı kökenli ve karmaşık terimleri atmayı ve
21
türkçeyi geniş ölçüde yerli bir bilimsel, felsefel, hukuksal ve yönetsel terimler bütünüyle donatmayı;
3) bu terimler bütününe bir tür çeviri yoluyla Batı bilimlerinin ve Batı düşüncesinin terimlerini de eklemeyi amaçlar.
Kolaylıkla görülebileceği gibi, söz konusu yenileme her şeyden önce anadilin kaynaklarına bir dönüş olarak tanımlanır. Atatürk’ün 1932 yılında kurduğu Türk Dil Kurumu, tüm ülke düzeyinde, sözlü ve yazılı dilsel verileri araştırmaya girişmiş, bu çabalar sonunda, yeni yaratımlar için
; de yol gösterici bir nitelik taşıyacak iki temel yapıt oluşturmuştur: eski türkçe metinler üzerinde yapılan belirlemelerin ürünü olan Tarama Sözlüğü ve ülkenin değişik yörelerinde girişilen sözlü kullanım araştırmalarının ürünü olan Derleme Sözlüğü. Dilin yapısı üzerindeki araştırmalarla aynı zamanda yürütülen bu saptama ve derleme çalışmaları, daha sonuçlandırılmalarından önce, kimi kavramsal boşlukları doldurmak ya da söylenmesi ve kavranması fazla zor ve yabancılığı fazla belli yabancı kökenli sözcüklerin yerine konulmak üzere, unutulpıuş ya da bölgesel öğelerin genel kullanıma sokulmalarını sağlar. Türkçenin ayırıcı bir özelliği olan ses uT au da bu konuda belirleyici bir işlev yüklenir: kullanıcıyı daha duyarlı kılar, dilinin kurallarına uymayan yabana kökenli sözcükleri daha soğuk karşılamasına neden olur (4).
Bütün bunlar gerek eski metinlerden, gerek bölgesel ağızlardan alınarak kullanıma sokulan sözcüklerin sayısı (örneğin aklanmak, an, arıtmak, bağlam, boy, evren, giysi, konuk, nicelik, oran, sanı, sonuç, tanık, yanıt, yargı, vb. eski metinlerden derlenmiş sözcüklerdir, alan, asalak, eksen,
22
kuşku, sapak, sıvı, yoğun, uyumsuz, vb. sıysa bölgesel ağızlardan alınmış sözcüklerdir) konuşulmuş ve konuşulmakta olan türkçenm zenginliğine tanıklık eder, yeniden kullanılmaya başlamaları da yazı diline daha şimdiden belirli bir bağdaşıklık kazandırır (5). İşin ilginç yanı, yerel kaynaklardan elde edilen kimi öğelerin bilimsel ya da felsefe! terim işlevini bile vüklendikleri olur.
Bununla bulikte, dilin bağdaşıklaştırılması yanında, çağdaş ekinin verilerini üstlenmesi de söz konusu olduğundan, dil devrimi rier şeyden önce bir yeni sözlükbirim yaratım; fîtkm lığıdır ve yerli öğelerden yola çıkılarak sözlük birim üretmek için her yönteme başvurulur. Bövlece, 1937 de yazdığı küçük Geometri kitabında, Atatürk bu alanın terimlerinin büyük bir bölümünü yeniler. Türk Dil Kurumu onlarca terim sözlüğü yayımlayarak fizik ya da ruh- bilimden yazma ve spora dek uzanan birçok alan için türk- çe terimler önerir. Bu çabalar öğretim alanında belirleyici bir ışiev yüklenir: öğrenci, oşmanlıcanın çetrefil terimleri yerine, yem üretilmiş, ama biçimleriyle daha şimdiden tanıdık terimlerle karşı karşıya gelir. Ama devrimin benimsenmesinde en büyük işlevi bilinçli yazar ve çevirmenlerimiz gerçekleştirir: kimileri yapıtlarında yeni sözcüklere verdikleri yerle onları bir anlamda “doğal laştırarak"5 yaparlar bunu, kimileri, Nurullah Ataç ya da Melih Cevdet An- day gibi, kendileri de yeni sözcükler yaratarak, kimileriyse, Yaşar Kemal gibi, yeni yeni oluşmakta olan yazı dilini kendi bölgesel ağızlarının zenginlikleriyle işleyerek.
Bırakılmış ya da bölgesel kalmış türkçe sözcüklerin yeniden kullanıma sokulmasına eklenen yeni sözcük üretimi etkinliği üç yaratım biçimine: bileştirim, türetim ve kaplam
23
yöntemlerine başvurularak gerçekleştirilir. Böylece, günümüz türkçesinde akaryakıt, içgüdü, önsezi, önsöz, sağduyu, sonek gibi devrim etkinlikleri sırasında üretilmiş, ama nerdeyse herkesçe benimsenmiş birçok bileşik sözcük buluruz. Aynı biçimde, el/al ve ım/im gibi soneklerin yeniden kullanıma sokulmasıyla türkçeye pek çok yeni sözcük katılmıştır. Yeni kazanımların bir bölümünü de varolan bir sözcüğü yeni bir anlamla donatmak biçiminde tanımlayabileceğimiz kaplam sürecine borçlu olduğumuzu söyleyebiliriz (6).
TÜRKÇENÎN DÜNÜ VE BUGÜNÜ
Ne olursa olsun, dil devriminin büyük ölçüde amacına ulaştığı görülüyor: bugün, tıp ve kimya gibi birkaç alan bir yana bırakılacak olursa, bilgi-işlem de içinde olmak üzere, birçok bilim dalında geniş ölçüde yeterli bir türkçe terimler toplamı var, dilbilim ve göstergebilim gibi kimi alanlardaysa, türkçe terim oranı nerdeyse yüzde yüze ulaşmakta. Bu gelişmenin en önemli kanıtlarından biri de Saussure, Lévi-Strauss, Foucault, Barthes gibi yazarların çok fazla terim sorunuyla karşılaşılmadan, osmanlıca terimlere de başvurulmadan türkçeye çevrilebilmiş olması.
Yazın dili ve günlük dil konusunda da aynı şey. Yaklaşık altmış yıl önce, romancı ve denemecilerimizin yapıtlarında türkçe sözcük oranı %35, %40 oranındaydı; bugün bu oran %90, %95 düzeyinde; üstelik, kuramsal açıdan dil devrimine karşı çıkanlar bile devrimin getirilerinden bol bol yararlanıyorlar. Öte yandan, başlangıçta dil devrimi yazı ya da ekin dilini fazla uzaklaşmış olduğu konuşma diline yaklaştırmak düşüncesiyle tasarlanmışken, bugün konuşma di-
25
li yazı dilini yakından izliyor, bu nedenle de yabancı kökenli sözcükler yerine önerilen yeni türkçe sözcükleri ner- deyse günü gününe benimseyiveriyor. Belge (vesika), bitki (nebat), görev (vazife), ilgi (alâka), seçenek (alternatif), sorun (mesele), sözcük (kelime), sözlük (lügat), yasa (kanun), yayın (neşriyat) bunlardan yalnızca birkaçı. Öyleyse Türk toplununum yirmi otuz yıllık bir süreden beri yeterince zengin, yeterince bağdaşık, yeterince nedenli, her şeyden önce de kolaylıkla erişilebilir bir ekin dili bulunduğu söylenebilir. Bu da dil devrimimizin amacına büyük ölçüde ulaştığını gösterir.
Ama bunun hiç de kolay olmadığını söylemek bile gerekmez.
Dil devriminin her zaman karşıtlan olmuştur, bugün de var: birtakım aydınlarımız bu devrimi her şeyden önce OsmanlI ekininin yadsınması olarak görüyor, tarihsel ve ekiüsel zenginliğimizin aynlmaz parçalarım oluşturan b ir çok yapıtı unutuluşa gömerek geçmişle bağlarımızı kopardığını söylüyorlar. Hiç kuşkusuz, Osmanlı öğretimiyle karşılaştırılması bile haksızlık’ olacak Cumhuriyet dönemi öğretiminin nicelik ve niteliği göz önüne alınınca, bugün bu eski yapıdan okuyup değerlendirebilecek bireylerin sayısının aynı düzeyde Osmanlı uyruklarının sayısından çok daha fazla olduğu ileri sürülebilir. İçinde bulunduğumuz şu doksanlı yıllarda, altı ayda yayımladığımız kitap sayısının Osmanlı dönemlerinde yüz yılda yayımlanan kitap sayısından daha fazla olduğu da ileri sürülebilir. Bununla birlikte, 1950 yılından başlamak üzere, dil devrimi karşıtlığının gittikçe daha düzenli, gittikçe daha ezici bir baskıya dönüştüğünü de biliyoruz.
26
Böylece, Demokrat Parti iktidarının oyladığı ilk yasalardan biri Anayasa’nın eski diline dönme yasası olur, dil devriminden yana olanlar komünist olarak nitelenir, daha sonra, 1960, 1973 ve 1979 yıllarındaki birkaç aylık soluklanma dönemleri bir yana bırakılacak olursa, tüm iktidarlar dil devrimine karşı bir tutum benimser: herkesçe benimsenmiş yeni terimlerin okullarda kullanımını yasaklayan genelgeler yayımlayan ya da okul kitaplarını yeni kuşaklarca anlaşılması olanaksız osmanlıca terimlerle doldurtan milli eğitim bakanlan, kendilerinin de sık sık kullandıkları yeni sözcüklerin bile radyo ve televizyonda kullanılmasını yasaklayan TRT genel müdürleri görülür. En sonunda da 1980 askeri yönetimi Atatürk’ün kurduğu Türk Dil Kurumu’nu kapatır. Ama tüm bu karşı çabalar hiçbir sonuç vermez: dil devrimi, iktidarlardan bağımsız olarak ve iktidarlara karşın, gelişimini hep sürdürür. Hem de öyle güçlenerek sürdürür ki nerdeyse kendisine yönelen baskı çabalarıyla beslendiği söylenebilir.
Bunun nedeni, toplumsal ve ekinsel bir gereksinimden doğan devrimin dilbilimsel bir olguya dönüşmüş olmasıdır. Dillerin evriminde her zaman belirleyici bir etken olan örnekseme olgusunun yeni bir biçimi söz konusudur: bir kazanım bir başka kazanımı çağırır. Dil devrimi tasarısı hiçbir zaman yabancı kökenli öğelerin elenmesi olmamıştır, hele bu öğeler yerleşik dilde kök salmış öğeler olduğu zaman. Bununla birlikte, bu tür yabancı öğelerin sayılan azaldıkça, türkçe birimlerden uzaklıkları gittikçe daha güçlü bir biçimde algılanır ve varlıkları kullanıcıyı gittikçe daha çok rahatsız eder. Örneğin müddeiumumi söylenmesi ve anlamının kavranması zor bir yabancı sözcüktür: bunun yerine
27
önerilen savcı sözcüğü yıllar içinde yavaş yavaş benimsenir. Ama, bir kez yerleştikten sonra, aynı kavram alanına giren, ama bize pek de aykırı gelmeyen yabancı kökenli hakim sözcüğü de bizi dil duyarlığımızda rahatsız etmeye başlar ve yerini yargıç sözcüğüne bırakmakta gecikmez. Aynı biçimde. Melih Cevdet Anday’ın yazılarında kendi yaratımı sözcük’ü kullanması dilimizin en yaygın sözcüklerinden biri olan kelime’nin yerini bu yeni öğeye bırakması için yeterli olur. Yeni yaratımların bir gün içinde tutunu- verdiği bile görülür: siyasal bir önder gazetecilerin önünde seçenek sözcüğünü kullanınca, ertesi gün hemen herkes bu sözcüğü yüz yıllık bir sözcük gibi kullanmaya başlar.
V. SONUÇ YERİNE
Böylece, siyasal koşullar ne olursa olsun, yeni öğelerin yerleşim hızı eşçarpanlı dizileri düşündürtür: belirli bir "doyum” noktasına erişildikten sonra, türkçe yapısına uygun olan ve belli bir boşluğu doldurma olasılığı bulunan her yeni bireysel sözü ortak ve yerleşik bir söze dönüştürüp kendi yapısına katar. Bu nedenle, yakın bir döneme değin çok tartışılan Türk dil devrimi artık ateşli tartışmalara konu olmamakta, hâlâ tartışmayı sürdürmeyi deneyen kişilerde bunu fazla inanmadan, alışkanlıkla sürdürmekte, her birinin hiç hoşlanmadığı ya da çok beğendiği yüz dolayında sözcük bir yana bırakılacak olursa, onlar da ister istemez karşıtlarının kullandığı dili kullanmaktadır (7).
Sonuç olarak, sözünü ettiğimiz “doyum” noktasının aynı zamanda dilimizin ulaştığı denge noktası olduğu söylenebilir.
1. Bkz. Cl. Hagege, L’homme de paroles, Paris, Fayard (Folio F.ssais), 1987.
29
2. B B. Vardar, “Atatürk et la rénovation de la langue turque”, Dilbilim-VI, Istanbul, Edebiyat Fakültesi, 1981.
3. A.y., s. 19.4. Çünkü Türk dil devrimi hiçbir zaman dıştan gelen
her öğeyi atmaya yönelik bir anlık edimi olmamıştır.5. Daha çok örnek için bkz. Ö. A. Aksoy, Gelişen ve'
özleşen dilimiz, Ankara, TDK, 1975.6. Patika anlamında kullanılan izlek sözcüğünün tema
anlamında da kullanılmaya başlaması gibi.7. Bkz. T. Yücel, Dil devrimi ve sonuçlan, İstanbul, iyi
Şeyler Yayınlan, 1997.
ALGOZUM SEYREYLE
I.
Attila İlhan, 11,13,15,18 ocak 1999 günlerinde, Cum- huriyet’te, başarısı ve katkıları çoktan kanıtlanmış olan dil devrimimizi yerden yere vuranı dört yazı yayımladı. Ne var ki, dişe dokunur hiçbir şey söylemediği gibi, yeni bir şey de getirmedi: 12 Eylül döneminde de kim bilir kaçıncı kez aynı şeyleri yinelemiş, bu arada, dönemin havasından olacak, bir “sayın muhbir” ağzıyla, “yapışılacak yakalar”dan sözetmişti. O günlerde, bugün bu görüşlerin yayımlandığı gazetede, savunduğu görüşün de, benimsediği tutumun da yanlış olduğunu göstermeye çalışmıştım. Ama kimi dostlar, bütün bu çağını şaşırmış Ulunay yazılarını ben yazmışım ya da ben yayımlamışım gibi, sokakta, telefonda, “Böyle şey olur mu!” diye çıkışıp durdular bana. İyi güzel de neden bana çıkışıyorlardı ki? Eski bir Türk Dil Kurumu üyesi olarak dil devrimini gereğince savunamadığım için mi? Adam devlet sanatçısıydı, bu gidişle çok yakında “şeyhül muharririn” de olacaktı, dolayısıyla doğrudan kendisine karşı çıkmayı göze alamıyorlardı da güçleri bana mı yeti-
33
yordu? Yoksa “üstad”ıfl yazılannı dolduran çelişkiler bulaşıcı olmaya mı başlamıştı? Bilemiyorum doğrusu. Ne olursa olsun, dört yazı boyunca öne sürülen görüşlerin üzerinde durulmaya değmediğini bile bile, tepkileri doğru yöne yönlendirmek umuduyla, konuya bir kez daha dönmek zorunda kaldım.
II.Attila İlhan, bu yazılarda, amacına çoktan ulaşmış bir
ekinsel devrime: türkçenin özleştirilmesine karşı çıkıyor, eylemin yanlışlığını kanıtlamak için, Atatürk’ün bu işe çok kısa bir süre ilgi duyduğunu, sonra bir “çıkmaz” olduğunu görerek vazgeçtiğini söylüyor, vazgeçtiğini kanıtlamak için de, tarihsel olgulara başvuracak yerde, her zaman yaptığı gibi, hiç mi hiç kanıt değeri taşımayan birtakım tanıklıklara başvuruyor. Tanıklıkların güvenilir olup olmadığına karar verebilmek için, dile getirildikleri zaman, uzam ve koşullardan tanığın kişiliğine kadar pek çok veriyi göz önüne almak gerekir. Yazık ki Cumhuriyet yazarına Ahmet Ce- vat Emre’nin herhangi bir zamanda Mustafa Kemal’in “dilde ve musikide inkılap olmaz” kanısına vardığını yazmış olması yetiyor. Em re’nih bunu 1931 yılında yazması, buna karşılık, Atatürk’ün 1932’de Türk Dil Kurumu’nu kurması, 1934’teÖ zsoy operasının sahnelenmesi, 1936’da Ankara Devlet Konservatuarı’nın kurulması, Emre’nin Türk Dil Kurumu’nda yaptığı çalışmalar ve Homeros çevirisi en az Ahmet Cevat Emre kadar kendisini de gülünç düşürürmüş, ayrımına bile varmıyor, en azından okurların bunu göremeyecek kadar bön olduklarını sanıyor.
Falih Rıfkı Atay’m tanıklıktan konusunda da böyle: bu kişinin yıllar yılı Atatürk’ün çok yakınında bulunduğu, înö-
34
nü döneminde.de U lus’un başyazarlığını yaptığı bilinir, a- ma Demokrat Parti karşıtı Dünya gazetesini çıkardığı sıralarda, çomağın ucunu görünce, nasıl bir Menderes yanlısı kesiliverdiği de bilinir. Bu nedenle, Atatürk’ün kendisine, “sofra bittikten sonra” , yani baş başa oldukları, yani duvarlardan başka bir tanık bulunmadığı bir sırada, “Dili bir çıkmaza saplamışızdır”, dediğine inanmamız bayağı zorlaşır. Olgular da kendisini yalanlar: Türk Dil Kurumu çalışmalarıyla her zaman yakından ilgilenmiş, üstelik mal varlığının en büyük bölümünü bu kurumla Türk Tarih Kurumu arasında paylaştırmış olan büyük Atatürk ölümüne bir yıl kala, 1937’de, kendi eliyle yazdığı Geometri kitabında çok sayıda geometri terimini türkçeleştirmiş, ölümüne on gün kala, 1 Kasım 1938’de, Türkiye Büyük Millet M eclisi’nde okunan açılış konuşmasında da “Türk Dil Kurumu, en güzel ve verimli bir iş olarak, türlü bilimlerle ilgili türkçe terimleri bulmuş, böylece dilimiz, yabancı dillerin etkisinden kurtulma yolunda büyük adımını atmıştır. Bu yıl okullarımızda öğretimin türkçe terimlerle yazılmış kitaplarla başlamış olması kültür yaşamımız için önemli bir olaydır”, demiştir. Hangi bireysel tanıklık bu somut gerçeklerden daha güçlü olabilir ki?
Üstelik, Attila Ilhan’ın baş dayanağı Falih Rıfkı Atay, Atatürk’ün sonunda “gerçeği” görüp “Dili bir çıkmaza sap- lamışızdır”, dediğini ileri süren bu adam, aynı kitapta, Çankaya’da, “Eserini neticelendirmeye ömrü yetmedi. Yazık ki, son dil çalışmaları da, Atatürk’ün eşsiz ve hayret verici sağduyusunu hayli zedeleyen hastalık buhranlarına rastladı”, diyerek hem kendi kendini, hem de kendisini alıntılayan Attila Ilhan’ı açmaza düşürür. Öyle ya, A tatürk’ün son
35
d i I çul ışmalarını bilinçsiz bir biçimde yaptığı, o güzelim Geometri kitabını bir tür sabuklama içinde yazdığı, 1 Kasım 1938 konuşmasında ne dediğini bilmediği, dolayısıyla giriştiği son dil çalışmalarının Falih Rıfkı Atay’m onaylayabileceği türden çalışmalar olmadığı, dolayısıyla “Dili bir çıkmaza saplamışızdır” sözünün yalanlandığı değil de hangi anlam çıkar bundan? Ayıp, gerçekten ayıp, bu sözlerin Yunus Nadi’nin kurduğu gazetede yayımlanması daha da ayıp! Üstelik, bu sözler Ahmet Cevat Em re’den yapılan alıntıyla birlikte göz önüne alınınca, Attila Ilhan’ın yazılarından Atatürk’ün, 1931’de (devrimin olanaksızlığı), 1932’de (dil devrimi), 1934’de (özleştirmecilik), 1936- 1937,’de (çıkmazdan kurtulma çabası) ve 1937-1938’de (yeniden özleştirmecilik) olmak üzere, yedi yılda beş kez görüş değiştirdiği gibi aykırı bir sonuç çıkmaktadır. Elimizi yüreğimizin üstüne koyup da yanıtlayalım: yaptığı hemen her şeyi çok önceden tasarlayıp dizgesel bir biçimde gerçekleştirmeye yöneldiğinde nerdeyse tüm araştırmacıların birleştiği bu büyük adam bu denli tutarsız mıdır?
Ayrıca, Atatürk dil devrimine kesinlikle karşı çıksaydı, dil devrimini İnönü, hatta Menderes, hatta Çiller, hatta Erbakan başlatıp sürdürmüş olsaydı, bu eylemin geçerliliğini yadsıyacak mıydık? Türkçenin baş döndürücü gelişmesini yok mu sayacaktık? Hayır. En az yüz elli yıllık bir geçmişi olan bir büyük dip dalgasını Atatürk ve İnönü gibi önemli kişiler de olsalar, bireylere, Türk Dil Kurumu gibi saygın ve etkin de olsalar, kurumlara bağlamak geçerli bir tutum olabilir mi? Gene hayır. Geçerli bir tutum sayılması durumunda, türkçenin en büyük gelişmeyi 1950’den sonra, nerdeyse tüm iktidarların bu gelişmeyi durdurmak
36
amaciylá hér yola başvurduklâri've, Atatürk’ün özlük'hak- kını çiğnemek pahasına, Türk Dil Kurumu’nu kapatmayı bile göze aldıkları şu son kırk elli yıllık dönemde gerçekleştirmiş olmasını neyle açıklarız? Herhalde çok geniş bir aydın kitlesinin desteği ve özleşmenin kendi kendini besleyen dilbilimsel bir olgu durumuna gelmiş olmasıyla.
III.
Attila İlhan, ancak som bilgisizlikten kaynaklanabilecek bir gözüpeklikle, örneğin Fransızlar’ın dillerinde latinee kökenli bunca sözcük bulunmasından hiç mi hiç gocunmadıklarını yazıp da kendisine fransızcanın latinceden geldiği, bir başka deyişle, latincenin dönüşmüş bir biçimi olduğu anlatıldıktan, Türk Dil Kurumu’na verilen en önemli görevlerden birinin Türkiye türkçesinin öteki Türk dilleriyle “ilişkilerini korumak” olduğunu öne sürüp de kendisine kurumun tüzüğünde böyle bir amaç bulunmadığı, üstelik böyle bir istekte bulunmanın fazlasıyla saçma olduğu açıklandıktan sonra, titreyip kendine dönmüş olmalı ki, türkçeyi gerçek bir ekin dili durumuna getirme çabalarını karalamak için, renkli basının gözde deyimiyle, “bir ilke daha imza atıyor” : “dil devrimi”yle “özleştirme”nin birbirinden çok farklı, hatta nerdeyse karşıt şeyler olduğunu, Atatürk’ün birincisini, İnönü’nünse İkincisini seçtiğini savunuyor. Varsayımını kanıtlamak için de, Meydan Larousse’tan Türk Dil Kurumu’nun çalışma izlencesi özetini aktardıktan sonra, bir çocuk kurnazlığıyla, “Şimdi dikkat isterim: gördüğünüz gibi, özleştirmek diye bir madde, (yâni ‘kelime uydurmacılığı’, yani ‘tasfiyecilik’) ne Gâzi’nin ilk
37
fii)0i isimle mevcuttur; ne Dil Tetkik Cemiyeti’nintüzüğün- deki ‘amaçlarda’, ne de I. Türk Dil Kurultayı’nın, ‘tespit ettiği’ programda!” diyor. Diyor da kimi kandıracağını sanıyor ki? Evet, aktardığı özette özleştirmek diye bir sözcük yok, büyük bir olasılıkla, o günlerde özleştirmek diye bir sözcük de yoktu, ama özleştirme etkinliği söz konusu değildi de aktardığı izlence özetinde yer alan “Osmanlıca kelimelerin Türkçe karşılıklarının bulunması” ve “terimlerin türkçeleştirilmesi” sözleri ne arıyordu peki? İzlenceye “sehven” ya da çelişki olsun diye mi konulmuştu? “Sehven” ya da çelişki olsun diye konulmamışsa, dil devrimi ile özleştirme arasında varsayılan uçurum neredeydi? Yanıtı biz verelim: hiçbiryerde.
Bu nedenle, Attila İlhan, dil devriminden yana olduğunu söylerken, deyimi içeriğinden boşaltarak tam karşıtına dönüştürüyor; böylece, tartışma götürmez bir biçinde, unutulmaz ustalarımızdan Nadir N adi’nin, Ben atatürkçü değilim adlı yapıtında, aralarında görünmek istemediğini vurguladığı atatürkçüler arasında yer aldığını kanıtlıyor. Nasıl olsa, çelişkiden korkusu yok.
Aynı biçimde, gözünü bile kırpmadan, “Dilin sâdeleş- mesi, dolayısıyla ‘demokratikleşmesi’, ‘ümmet’ten, ‘mil- let’e geçerken, hiçbir toplumun ‘kaçınamayacağı’ bir dönüşümdür”, derken, arkasından da “İradi olarak başlatılma- saydı da, önlenemezdi; hiçbir ülkede, önlenememiştir”, diye eklerken, kaşla göz arasında, birkaç evrensel kuram birden üretiyor. Bu çok parlak kuramların birincisi dünyanın tüm toplumlarının ümmetten millete geçmek diye .adlandırılan kaçınılmaz bir devrimsel değişim geçirdiği; İkincisi ümmet toplümunun dilinin zorunlu olarak karmaşık, m ib
38
let toplıimunun dilinin zorunlu olarak “sade” olduğu ya da “sadeleşme”ye yöneldiği; üçüncüsü bu “sadeleşme”nin önlenmez bir olgu olduğu. Böylece, herkesin Türkiye tarihini paşa gönlüne göre yeniden düzenlediği bir ortamda, At- tila İlhan daha da ileri bir adım atarak ümmetten millete doğru iki evreli bir evrensel değişim kuramı getirerek evrensel tarihi yeniden düzenliyor. Ama, her toplum OsmanlI toplumu (daha doğrusu Osmanlı yönetimi) gibi yabancı bir (ya da iki) dilin dümen suyuna girmemiş olduğuna göre, her geçiş sırasında bir “sadeleşme”den sözetmeye olanak var mıdır? Örneğin Fransız toplumunun uluslaşma evresinde fransızca daha “sade” bir dil olmaya mı yönelmiştir? Hayır. Tam tersine, kimi toplumlann tarihinde saptadığımız uluslaşma süreei genellikle bir ekinsel atılımı da birlikte getirdiğinden, ekin dilinin hızla gelişmesi, bunun sonucu olarak da bir anlamda karmaşıklaşması daha büyük bir olasılıktır. Türkiye’de de böyle olmuş, daha 30’lu yıllardan başlanarak, kökü türkçeye dayalı, zengin bir ekin ve bilim dili oluşturulmuştur.
Bir an için, Attila Ilhan’ın getirdiği evrensel yasaların doğru olduğunu varsayar da ulus evresine geçmiş toplumlann dillerinin gerçekten önlenmez bir biçimde yalınlaşmaya yöneldiğini benimsersek, “mumaileyh”in şu 1999 yılında, Cumhuriyet gazetesinde, Söyleşi ana başlığı altında yayımladığı yazılann II. Meşrutiyet dönemi türkçesini Türk ulusunun güncel türkçesine göre bir ümmet dili olarak nitelememiz gerekmez mi? Daha önemlisi, öncülüğünü Atatürk’e vermekte bir'sakınca görmediği dil devrimi gereksiz bir etkinlik olarak belirmez mi? Daha da önemlisi, etkinliği dilin “geçmişiyle organik bağlarını korumak” gibi
39
hiçbir izlencede yer almayan bir ilkeden ve türkçeyle os- manlıca arasında bir “organik bağ”dan sözetmenin saçmalığı göz önüne alınınca, uygulamada da karşılığı bulunmaması gereken bir erekle donatıldıktan sonra, “devrim” dediği şey tam karşıtına dönüşerek basbayağı tutuculuk olmaz mı? Tutuculuk olsun, olmasın, karşımıza böylesine ters bir savla çıkan kişinin Atatürk ve arkadaşlarının bu işlevi nasıl gerçekleştirdiklerini açıklaması gerekmez mi?
Gerekir kuşkusuz. Ne var ki, “Osmanlı’da, sıradan halkın adeta köylü Türkçesi konuştuğunu zannetmek! Hayır, öyle konuşmuyorlardı!” sözlerinin de açıkça gösterdiği gibi, ülkede okur yazar sayısının yüzde beşi zor bulduğu bir dönemden sözederken, ninesinin kullandığı (daha doğrusu kullandığını ileri sürdüğü) birkaç osmanlıca sözcüğe bakarak yüzyıllar ötesinden gelen dilsel birikimi dil devrimi ya da özleştirme akıntına kaynaklık etmiş olan çok geniş bir toplum kesiminin türkçesine dudak büken bir yazardan tutarlı bir uslamlama bekleyemezsiniz.
IV
Hepsi bu kadar da değil. Attila İlhan Türk Dil Kuru- m u’nun ilk izlencesinde “osmanlıca sözcüklere türkçe karşılıklar bulunması” ve “bilimsel terimlerin türkçeleştirilme- si” amaçlarına hiç karşı çıkmıyor, A tatürk’ün yaşadığı yıllarda, gerek Atatürk, gerek başkalarınca üretilmiş sözcük ve terimlere de pek dokunmuyor, hatta Atatürk’ün kullanmaktan vazgeçtiğini söylediği “ulus” sözcüğünü bile bir ölçüde benimsiyor, ama, İsmet İnönü döneminde üretilmiş sözcük ve terimler söz konusu olunca, bunları “hem dili
40
yoksullaştıran, hem de -çağrışım gücü sıfır- birtakım uyduruk kelimelerle dolduran, -basbayağı ırkçı” bir çabaya bağlıyor. Ama, üstesinden gelemeyeceğini daha baştan bildiğinden olacak, aşırı savını destekleyebilecek tek açıklama, tek örnek vermiyor bize. Osmanlıca sözcüklerin türk- çe karşılıkları türkçenin kök ve eklerinden yararlanılarak değil de nasıl bulunacaktı? Örneğin, uydurukluk ve çağrışım gücü açısından, Atatürk döneminin “üçgen”iyle İnönü döneminin “sağduyu”su arasında ne fark var? Lütfedip söylemiyor. Söyleyemez de ondan: osmanlıca tedai ile büyük olasılıkla İnönü döneminde üretilmiş olan, Attila Ilhan’ca da kullanılan çağrışım arasında anlam açısından da, çağrışım açışımdan da hiçbir fark yoktur. Olsa olsa çağrışımın ilaha kolay anlaşıldığı, dilimize uygun düştüğü ve beş yüzyıllık bir türkçe sözcükten daha az türkçe olmadığı söylenebilir. Attila Ilhan’ın kimi zaman birincisini, kimi zaman İkincisini kullandığı aşama ve merhale sözcükleri için de böyle. Yazılarına ana başlık olarak seçtiği Ataç işi söyleşi için de böyle. Neden sohbet ya da hasbıhal demiyor ki? îr- tişâ sözcüğünden daha köksüz ve daha zor anlaşılır oldukları için mi? Ayrıca, bunca tutuculuğuna karşın, kendisinin de kullandığı dönüşüm, değişim, indirgeme, vb. sözcükleri uyduruk diye nitelediği sözcüklerden hangi özellikleriyle ayrılmakta? Ölçüt nedir? Hiçbir tutarlı yanıtı yoktur bu sorunun. Çağrışım gücü dediği şey de dilbilimsel bir veri değildir, olsa olsa Attila Ilhan’ın çağdışı şiir anlayışından kaynaklanabilir.
Ya şu “eski kültür sentezine gönderme yapma”, “bu göndermeleri handiyse otomatik olarak gerçekleştirecek yerleşik kelimeler” masalı! Örneğin herhangi bir konudan,
41
diyelim ki bitkibilimden, diyelim ki felsefeden, diyelim ki tarihten sözedeceksiniz, ama, bunu yaparken, arada bir öyle sözcükler patlatacaksınız ki sizi de, okurlarınızı ya da dinleyicilerinizi de “handiyse otomatik olarak”, kaşla göz arasında, "o muhteşem Selçuklu/Osmanlı kültür sentezi”ne götürecek, ayağınızı yere daha sağlam basacak, hem bitki- bilim, felsefe, tarih konularını daha iyi kavrayacak ve kavratacak, hem de “muhteşem sentezi” bir kez daha duyumsamış, bir kez daha kavramış olacaksınız. Demek dilin, dilin bile değil, birtakım osmanlıca sözcüklerin böylesine olağanüstü güçleri varmış da biz bilmiyormuşuz! Ama, hemen söyleyelim, öncelikle bir bildirişim aracı olan dilden böyle tansıklar beklemek İstanbul meyhanelerinin kirli kadehlerindeki dudak izlerinde sevgili aramaya benzer. Atti- la Ilhan böyle bir söylenişte bin yıllık bir ekin birikimini ayağımıza getirecek “mucizevi” sözcükleri biliyorsa, bize bir dizelgesini versin de arada bir tıklatarak geçmişe yolculuk edelim. Ben, kendi payıma, değil osmanlıca, japon- ca da, çince de olsa kullanırım o “kanatlı” sözcükleri. Özleştirmeciyim, doğru, ama o kadar da ırkçı değilim.
Ayrıca, hemen belirtmek gerekir ki, adına ister “dil devrimi”, ister "özleştirme”, ister “sadeleştirme” deyin, turkçeyı arılaştırma etkinliği oldukça uzun tarihinin hiçbir döneminde ırkçı bir eyleme dönüşmemiştir. “Merdiven”ı, "pencere”yi, “fasulya”yı, “domates”ı türkçeden atmayı hiçbir zaman, hiç kimse düşünmedi. Türk Dil Kurumu da, kuruluşundan kapatılışına dek, hiçbir zaman ırkçıların eline düşmedi; tam tersine, Macil Gökberk'ten Cahit Külebi’ve, kurumun başkanlarının, genel yazmanlarının adlarını şöyle bir anımsamak bile Cumhuriyet yazarının savının tersini kanıtlamaya yeter.
42
V
Attila İlhan, kendi yazdığının erimini bile sezemedi- giııılcn mi, yoksa başka bir nedenden mi, bilinmez, “dildeki devamlılık ve bütünlük” izleğine her dönüşünde, ipin iK'iınu kaçınveriyor. “François Villon, ya da Charles d ’Or- l^ıın’ml Fransızcasını ‘sökemeyen’ genç kız; gerçek bir l i ımsız aydını olmak niyetindeyse, ‘eski Fransızca’yı da bilmek zorundadır; bu yalnız ‘ulusal’ dilin, ‘üm met’ dilinin üzerinde yükselmiş olmasından ileri gelmiyor; kültürdeki, dolayısıyla dildeki, devamlılık ve bütünlük açısından da, zorunlu bir şey!” deyiveriyor örneğin.
Kanıta pek gerek yok ya önce Cumhuriyet yazarının el attığı konularda ne denli bilgisiz olduğunu örneklendirmek için, andığı iki Fransız ozanının XV yüzyıl ozanları olduklarını, dolayısıyla yapıtlarında kullandıkları dilin eski fransızca değil, orta fransızca olduğunu belirtelim, sonra da gerek eski, gerek orta fransızcayı anlamak için belirli bir uzmanlık düzeyine ulaşmış olmak gerektiğini, bunun da, alanlarının farklı olması durumunda, değil genç bir Fransız kızı, Sartre gibi, Camus gibi ünü dünyayı tutmuş Fransız düşünürlerinden bile istenemeyeceğini belirtelim. Bir de yazılan daha yazdığı dönemde bile anlaşılmayan bir yazarın durumunu şiirleri yazılışlanndan beş yüzyıl sonra anlaşılmayan ozanın durumuyla bir tutmanın yadsınmaz saçmalığını. Bir de evrensel bir yasa gibi sözettiği şu yan- dançarklı ümmetten millete geçiş kuramının2 dilsel değişimle çakışmasının, yazarımızın sandığının tersine, söz konusu bile olmadığını, örneğin Fransa’nın uluslaşma sürecini büyük Fransız Devrimi’yle başlatacaksak, durulmuş
43
fransızcanın uluslaşmadaıi en az bir buçuk yüzyılönce gerçekleştiğini.
Öte yandan, Attila İlhan “dildeki devamlılık ve bütünlük”, eskiyle yeni arasındaki “organik bağ” türünden savları ne denli yinelerse yinelesin, dillerin sürekli değişim içinde bulunduklarını da, toplumsal devrim söz konusu olsun olmasın, sürekli olanın dilin bir durumu değil, değişimin kendisi olduğunu bütün dilbilimciler söyler size, hatta André Martinet kuşaktan kuşağa belirli değişimler saptayabileceğimizi kesinler. Bu durumda, türkçe ile osman- lıca, dolayısıyla arapça ve/ya da farsça öğeler arasında “organik bağlar” aramak saçmadır. Attila Ilhan’ın günümüz türkçesinin “geçmişiyle organik bağ”larını korumasına aracı olduklarını sandığı vâkıa, harekât-ı milliye, irtişâ, uhde, vb. türünden sözcükler diyelim ki 1920’lerde, diyelim ki 1930’larda birçok yazıda yer almış olabilir, kimileri konuşma diline de girmiş olabilir, ama türkçe yapısına ters düşen bu öğeleri çoktan kusup atmıştır. Bu sözcükler de, daha nice benzerleri de türkçe için ölmüştür, güncel türkçe- nin çevreni dışındadır. Bunun sonucu olarak, günümüz insanlarının bu sözcükleri bilmek zorunda olduklarını söyleyemeyiz.
Öğrenilmeleri, kullanılmaları yasak mıdır? Değildir kuşkusuz, olamaz da. Gerekirse, ben de kullanırım. Ama ben, kendi payıma, ancak bir biçimde: birer alıntı olarak, anadilimin sözcükleri olmadıklarını şu ya da bu biçimde vurgulayarak, latinte bir deyimi, İngilizce ya da fransızca bir sözcüğü kullanır gibi kullanırım. Attila İlhan da “Bunlar benim kişisel sözcük dağarcığımın öğeleridir, ben bildiğim gibi, hiçbir ayrım yapmadan, bol bol kullanırım”, di-
44
yehilir. Nasıl olsa, kendisinin “İnönü cumlıuriycli”ne yüklediği "tepeden inmecilik” o yönde de, bu yönde de işleme/., Ama, o zaman, anlaşılmamayı göze alması ve, gerek biçim. gerek içerik açısından, tutarlı bir söylem oluşturmak- iıın umudunu kesmesi gerekir. Baksanıza, dört koca yazı içinde, “Bak. bunu doğru söylemiş!” dedirtecek tek tümce bilinmiyorsunuz!
VI.
Ataç konusunda söyledikleri de böyle.Ataç’m yunanca ve latinceye yönelme, bu dilleri öğ
renme konusundaki görüşleri bilinir. Her şeyden önce türk- çeden yanadır, gereksinim duyulan sözcük ve terimlerin anadilden türetilmesini ister, kendisi de böyle yapar. Ama, gerek Atatürk, gerek İnönü döneminde, gerek daha sonraki dönemlerde, bir yandan türkçeye onun düşündüğü oranda önem vermediğimize, öte yandan, Batı ekinine yöneldiğimize ve Batı dillerinden sürekli olarak latince ve yunanca kökenli oksijen, hidrojen, fizyoloji, filoloji, vb. türünden terim ve sözcükler aldığımıza göre, hem bu sözcük ve terimleri, hem de bağlandıkları ekini doğru kavrayabilmek için, yunanca ve latince öğrenmemiz gerektiğini söyler. Kuşkusuz, aşın bir savdır bu, çünkü terim ya da sözcük tanım değildir. Ama İnönü yönetiminin bu savı benimsediğini söyleyebilmek için, tarihi tarihsel verilere sırt çevirerek, paşa gönlümüzün esintilerine göre, yeniden kurgulamak gerekir. Attila Ilhan’ın yaptığı da bu: sanki on bir yıllık İnönü yönetimi boyunca, herkes Ataç’ı izlemiş gibi sanal bir tarihsel gerçeklik yaratıyor. Bu arada, toplumun eki
45'
nini “basbayağı ırkçı” diye nitelediği İnönü özleştirmeciliğinin “hiç de ‘m illî’ olmayan Yunan/Latin kültür sentezine kaydırmaya” aracılık ettiğini, dolayısıyla ulusal bile olmadığım söyleyerek çelişkinin doruğuna yerleşiyor.
Onun için, herhalde gene “Ataç efendi”nin esiniyle, liselerde Sophokles okutulması da bu sapkınlığın başlıca kanıtlarından biri. Öyle anlaşılıyor ki Attila İlhan, Mallar- me’nin geçmiş zaman kuğusu gibi dalıp gitmiş, saygınlığının çok arttığı 12 Eylül döneminde filizlenen “Türk-îslam sentezi”nin çevrime bu denli geç girmiş olmasının yasını tutmakta. Oldu olacak, bir de “Gâzi”nin, günümüze kadar yaşamış olması durumunda, Refah’ı seçmiş olacağını kanıtlasın.
VII.
Nasıl olsa, kendi ozan imgeleminde, her sorunu çözer, her savı kanıtlar görünen bir tansık-anahtar var elinde3: alıntı.
Gerçekten, bu yazı boyuçca da gördüğümüz gibi, örneğin 1933, 1936 ve 1945?te yayımlanmış birkaç dergiden bol osmanlıcalı birkaç tümce, yani tekil ve saymaca nitelikleri kuşku götürmeyen birkaç örnek alıntılamak 1933- 1945 yılları arasında yazı dilimizin yüksek oranda osman- lıca öğe içerdiğini kanıtlamaya yetiyor onun için. Ama aynı şeyi ben de yapsam, örneğin ismet İnönü’nün söylevlerinden dört beş örnek seçerek onun özleştirme edimine her zaman karşı çıktığını savunsam, örneğin Attila Ilhan’ın dillere destan Cumhuriyet yazılarından aldığım parçaları örnek göstererek “işte, 1999 Türkiye’sinde konuşulup yazı-
46
Iıın türkçe budur!” desem, sanırım, buna herkesten önce At- Iila Ilhan’ın kendisi karşı çıkar. Aynı biçimde, Attila II- llıın’ın 1950’den beri yayımladığı yazılar süredizimsel bir hiçimde ele alınarak yalnızca bu yazılarda osmanlıca sözcük oranını gittikçe artırdığı, yani, kendi mantığıyla, milletten ümmete doğru gittiği değil, türkçenin 1950’den başlayarak yavaş yavaş ösmanlıcaya doğru yol aldığı, bugün, 1999 yılında, “ediplerimizin” gülünç bir osmanlıca - türkçe karışımıyla yazdıkları da kanıtlanabilir. Şu var ki, bu tür kanıtlara inanacak kadar bön kişileri ne “bu ülkenin aydınlık insanları” arasında bulabilirsiniz, ne de Zaman, Yeni Şalak ya da Akit okurları arasında.
Yazar sizin.
1 Charles d ’Orléans demek istiyor olmalı.2 Aynca burada ümmetten millete geçiş olsa olsa bir
eğretileme olarak kullanılabilir.3 Yazıyı uzatmamak için, annelere, ninelere,'düşsel
mi, gerçek mi oldukları bilinmeyen yabancı arkadaşlara yapı lan göndermelerden hiç sözetmiyorum.
47
GÜNCEL DİLÎN ÇEVRENİ
49
On dokuzuncu yüzyılın ortalarında, daha iyi bir gele- ck, daha mutlu bir toplum, daha bilgili ve daha duyarlı bir ısanlık inancı kimi yazarları gelecek kuşaklar için yazma .ıtkusuna ya da avuntusuna yöneltmişti. Değerinin bilin- ıediğini, yapıtının gereğince anlaşılmadığını düşünen ya- ar ya da ozan bu koşulu gelecekte aşacağını umuyordu. Öreğin Stendhal yalnızca “mutlu azınlık” için yazdığını ke- inlemekle kalmıyor, yapıtlarının oldukça yakın bir gele - ekte çok daha iyi anlaşılacağını da kesinliyordu. Zaman nbilisini doğruladı. Ama Stendhal fazlasıyla özel bir örek. Gerçekte, bugünün başarısızlığım geleceğin başarıcın göstergesi olarak değerlendirmekten daha saçma bir ey olamaz. Bir yazarın kendini çağdaşlarından daha üstün, aha ileri sayması hoş bir tutum olmasa da anlaşılabilecek ir tutum. Ne var ki, böylece geleceğin insanlarının bizden e çağdaşlarımızdan daha üstün olacaklarını varsaydığına öre, bu insanların, kendi tanımı gereği, kendisinden daha stün olması gereken çağdaşları dururken, daha eski, do- lyısıyla daha geri kuşakların ürünleriyle oyalanacaklarım anmak da bönlük olur.
51
Roland Barthes, 1979 yılında yazdığı iki sayfalık bir parçada, Flaubert’in bu konuda kimi çağdaşlarına göre çok daha alçakgönüllü bir tutumu benimsediğini söyler bize, savını da büyük romancının “Ben bugünün okuru için değil, dil yaşadığı sürece ortaya çıkabilecek tüm okurlar için yazıyorum”, demiş olmasına dayandırır. Ona göre. Flaubert hem ortaya çıkacağı hiç de kesin olmayan belirsiz bir okur için yazdığını söylemektedir, hem de yazın dediğimiz şeyi büyük öğretilere, anlayış devrimlenne. kısacası, içeriklere bağlamak şöyle dursun, bir biçime: Fransız diline bağlamakta, üstelik, bu dili ölümsüz bir dil olarak tasarlamamak- tadır. Ancak, Roland Barthes'm görüşünü paylaşmak, dil aşadığı sürece okunma isteğini alçakgönüllü bir istek olarak değerlendirmek de kolay değil. Öyle ya, XIX. yüzyıl yazarları gelecek kuşaklara belbağlarken, daha çok XX yüzyılım insanlarını düşünüyorlardı; Flaubert'se, “dil yaşadığı sürece” derken, sırtını siyasal ve düşünsel öğretilerden çok daha uzun ömürlü bir veriye dayanmak istiyordu.
Bununla birlikte, konuya yapıtın ızm ömürlülüğü açısından bakılınca, hele bir de, Roland Barthes’m yaptığı gibi, dil sözcüğü Fransız dili olarak değerlendirilince, “dil yaşadığı sürece” sözünün önemli bir yanılsama içerdiğini söylemek gerekir. Fransızca bin yılı aşkın bir süredir Varolan bir dil, bir bu kadar, iki, üç, dört bu kadar daha yaşayacağı da söylenebilir. Buna karşılık, Madame Bovary’nin, Duygusal eğitim’in, Bouvard ile Pecuchet’nin fransızcamn bundan sonraki bin, iki bin, üç bin yıl içinde onunla hep çakışacağını, onun değişik evrelerinde hep anlaşılır kalacağını söyleyebilmek için bayağı iyimser olmak gerekir. Her dil
52
gibi ilansızca da sürekli bir evrim içinde bulunduğuna, bir dili belirli bir evresinde dondurmaya da hiç kimsenin gücü yetmeyeceğine göre, Fîaubert’nin benzersiz yapıtlarının günün birinde Rabelais’nin aynı ölçüde benzersiz yapıtlarının yazgısını paylaşmasından, yani belirli bir dönemin fransızca-konuşanlarınca anlaşılabilmeleri için dil-içi bir çeviri işleminden geçirilmelerinden daha doğal bir şey olamaz.
Hiç kuşkusuz, toplumsal ve dilsel koşullar sonucu, değişim süreleri dilden dile, dönemden döneme büyük farklılıklar gösterebilir. Örneğin Flaubert fransızcada bugün de canlılığını korumakta, bugünün kuşaklarınca anlaşılmak için hiç kimsenin aracılığına gereksinimi yok. Buna karşılık, Flaubert’den yıllar sonra yapıt vermeye başlamış kimi Türk yazarları, diyelim ki Halit Ziya Uşaklıgil, diyelim ki Tevfik Fikret yazı dilimizin günümüz kuşaklarınca yardımsız anlaşılamayacak kadar eski bir evresinde kalmış görünüyor. Bu arada, bir Refik Halit Karay’ın dilinin bugünün türkçesine nerdeyse çağdaşı sayılabilecek Halit Ziya Uşak- lıgil’in dilinden çok daha yakın olması, daha da önemlisi, Yunus Emre’nin ta XIII., Korkut Ata’nın ta XIV Yüzyıldan gelen yapıtlarının bugün büyük ö. üde anlaşılır kalması, toplumsal ve dilsel koşulların belirleyiciliği yanında, bireysel seçimlerin de yabana atılmayacak bir etkisi bulunduğunu sezdirmekte.
Öyleyse, yazı dilimizin geçirdiği derin çalkantılardan sonra eriştiği şu görece durgun ve dengeli dönemde, uzam ve sürem içinde okur kitlelerine ulaşabilmek için yazarın nasıl bir tutum seçmesi gerektiği tartışılabilir. Ama buraya dek saptadığımız olgular seçeneklerin çok da fazla olma-
53
dığmı göstermekte. Her dil sürekli bir gelişim içinde bulunduğuna, gelişimin yönü de büyük ölçüde belli olduğuna göre, yazar bu gelişime ters bir yön tutarak dilin (ya da yazı dilinin) geçmiş bir evresini, diyelim ki Baki’nin, diyelim ki Halit Ziya Uşaklıgil’in evresini seçtiği zaman, kuramsal açıdan, kendi içinde tutarlı bir yapıt oluşturması olanaksız değildir. Ama, dışarıdan bakılınca, böyle bir tutuma gerekçe bulmak zordur. Dedikleri gibi, “memlekette demokrasi var”, bir yurttaş olarak, “Ben romanımı XIX. yüzyılın yazı diliyle yazdım, çünkü anlattığım olayların yüzde doksanı XIX. yüzyıl Türkiye’sinde geçiyor”, demek hakkınız. Ama aynı gerekçeyi bir yazar olarak kullanınca, alaylara hazır olmanız, ya da örneğin eskil Roma’yı anlatan bir romanın latince yazılması gerektiğini kanıtlamanız gerekir. Ayrıca, dilediğiniz kadar parlak gerekçeler uydurun, kitleye ulaşma açısından bakılınca, daha baştan başarısızlığa adanmış çabalardır bunlar: hem dilinizden anlayan çıkmaz, hem de, dünü ele aldığınız zaman bile, bugünün gerçeğini dünün diliyle yansıtmak kolay bir iş değildir. Geleceğin türkçesiyle yazmaya gelince, hiç kuşkusuz, Ataç gibi, Melih Cevdet And ay gibi dönemlerinde geleceğin dilinin kurulmasına büyük katkılarda bulunmuş yazarlar vardır, sesbilim, sözlükbilim ya da sözdizim açısından dilin güncel yönelimlerini sezmek de olanaklıdır, ancak geleceğin dilini kestirip öncelemek genellikle boş bir düş olarak kalır. Bu durumda, işlevi ve ereğiyle tutarlı yazarın önünde önünde tek bir yol kalır: gününün dilini, gününün türk- çesini, gününün fransızcasını, gününün yunancasım üstlenmek.
54
Söylemek bile fazla, adına yaraşır bir yazar gününün sunduğu dili edilgen bir biçimde üstlenmez hiçbir zaman: bu dilin içinde kendi özgün ve bireysel dilini kurar, ona yeti i uyumlar, yeni renkler katar; bu arada, dilin belirli dönemlerini benimsemekte ya da yadsımakta da özgürdür. Ben daha an bir tiirkçeyle yazmaya özen gösteririm, Enis Batur benim kadar seçmeci davranmaz; bugün benim kitabımı üç bin kişi okur, Ahmet Altan’ın kitabını altmış bin kişi, yarın bu rakamların ne olacağı bilinmez; ancak, kitaplarımızın dolaysız yaşamı önce içinde yazdığımız dilin, sonra kendi bireysel dilimizin anlaşılırlığıyla doğrudan orantılıdır. Yapıtların başka türlü bir yaşamı da var kuşkusuz: Ra- belais’in XVI. yüzyıl fransızcasında yazılmış başyapıtı özgün biçimiyle çok az insan için yaşıyor, ama hem güncel Iransızcaya çevrilerek yaşatılıyor, hem de. dünyanın başka güncel dillerine çevrilerek.
Ama Rabelais örneği çevirmenin tutumunu da gündeme getirmekte.
Birkaç yıl önce bana yöneltilen zehir zemberek bir eleştiriyi anımsıyorum. Çokbilmiş bir köşe yazarımız bir Marcel Proust çevirisinde öztürkçe sözcükler kullanmış olmamı bağışlanması zor bir kusur, nerdeyse bir suç olarak niteliyor, Swann’ın bir aşkı’nı Proust’un Türkiye’deki çağdaşı ve uğraştaşı Halit Ziya Uşaklıgil’in türkçesine yakın birtürkçevle çevirmem gerekirken, tersine bir yol izlediğimi söyleyerek benim gibi kişilerden her türlü sapkınlığın beklenebileceğini anıştırıyordu. Bilindiği gibi, çağdaş olmaları ve roman yazmaları dışında, Proust’la Uşaklıgil’in ortak yanlarından sözetmek zordur. Üstelik, Halit Ziya Uşaklıgil ilk kez 1897’de yayımladığı Mai ve Siyah’ı
55
1938 ’de yeni kuşaklar için güncelleştirerek yeniden yayımlamıştır. Demek ki, beni eleştiren yazarın parlak mı parlak görüşü en azından Halit Ziya’nın görüşünün tam tersi. A- ma eski dönemlerin yapıtlarının çevrilmesine ilişkin eski bir önyargıyı dile getirmesi açısından ilginç. Bu önyargıya kapılanlar dillerin evreleri arasında koşutluklar kurar, eski bir yapıtın dilimize çevrilmessi söz konusu olunca, kendi yazınımızda onunla çağdaş örnekçeler arama gereğini vurgularlar. Böylece, söz konusu önyargıya göre, örneğin Ra- belais’yi türkçeye çevirmek için XVI. yüzyıl Türk yazınında ona uygun bir biçem, ona uygun bir söz dağarcığı, ona uygun bir sözdizim bulmak kaçınılmaz olur.Ne var ki, önyargının geçersizliğini anlamak için sonucunu tasarlamak yeter: böyle bir türkçe günümüzün Türk okuruna Rabela- is’nin fransızcası kadar uzak olacağına göre, girişim ancak saçma bir çaba olarak nitelenebilir. Üstelik, mantık bu olunca, kendi dilimizin daha nrtaya çıkmamış olduğu dönemlerde yazılmış yapıtları çevirmekten kesinlikle vazgeçmemiz gerekir.
Bereket, çevirmenler hiçbir zaman uymamışlar bu saçma gereğe: sümerceden, akadçadan bile metinler çevirmişler. iyi de etmişler. Çünkü, hakçasını söylemek gerekirse, adına yaraşır her çevirmen, çevireceği yapıtı eline alınca, değişik dilsel koşutluklar arar, çoğu kez de bulur; ama tüm bu koşutluklar güncel dilin çevreni içinde kalır, eskilik havası da, yenilik havası da, seçkinlik havası da bu çevren içinde aranır. Ayrıca, çeviri yalnızca bir dilden bir dile değil, bir ekinden bir ekine, bir uzamdan bir uzama, bir dönemden bir döneme yapılır. Bugün, Proust’u “tahayyül”, “muhayyile”, vb. türünden sözcüklerle türkçeye çevirmeye kalk
56
mak hem dilimizin geldiği çizginin çok gerilerine düşmek, hem Proust’u bir tutucuya dönüştürerek öncü yazar niteliğine gölge düşürmektir.
Yazar ya da çevirmen gününün dilinde bunalabilir, a- ma bunalımı du dilin eski evrelerine sığınarak aşmaya kalkmak balığın kendini ırmağın dışına atmasına benzer.
İstanbul, 10.1.1999
KÜLTÜR BAKANLIĞIYAYINLAR DAİRESİ BAŞKANLIĞINA
İLGİ: 28.12.1998 gün ve B. 16. 0. YDB. 0. 00. 00. 01/928. 1 - 2752 sayılı yazınız.
Başkanlığınızca hazırlanmakta olduğunu bildirdiğiniz Cumhuriyet. Dönemi Çocuk ve Gençlik Öyküleri Seçkisi’ne benim “Büyükbaba” adlı öykümün de alınmasına izin verdiğimi saygılarımla bildiririm.
Tahsin YÜCEL
Tahsin YücelOperatör Raifbey Sok. 48/6 80220 ŞÎŞLl/ISTANBUL
59
İstanbul, 10.1.1999
GALATASARAYLILAR DERNEĞİ BAŞKANLIĞINA
1.10.1998 tarihli yazınızı aldım. Bir aksilik sonucu, yanıt srmekte geciktiğim için özür dilerim.
Sicil kurulunuzca saptanan 13.948.000 Tl. Aidat borünün tahsil edilebilmesi için kredi kartımla ilgili bilgile- EK ’te sunuyorum.
Bu arada, Divan Kurulu üyesi olmakla birlikter üyelik Limaramı bilmediğimi, üyelik kartım olmadığını, bilgi ve- lecek olursa, sevineceğimi bilmenizi isterim.
Saygılarımla.
Tahsin YÜCEL
Tahsin YücelOperatör Raifbey Sok. 48/6 80220 ŞlŞLl/ÎSTANBUL
61
DİL VE YETENEK
Daha Taksim’de yer bulup oturmuş, kitabıma dalmışım. Unkapanı’nında, kapılar açılınca, ne oluyorsa oluyor, birden başımı kaldırıp onları görüyorum: anayla baba, kucaklarında birer çocuk; bir kız, bir oğlan yâ da iki oğlan, çünkü küçük daha kundakta, oğlan mı, kız mı, kestirmek zor. Şu var ki, çocuklardan önce anayla babaya takıldı benim gözlerim, ikisi de ufak mı ufak, cüceliğin sınırında, ikisi de kavruk, kara, çarpık, insan güzelliğinden pek pay almamışlar. Ama şu koca kentte birbirlerini bulmuş olabilmeleri bir tansık, çocukları olabilmesi de bir tansık. Daha candan bir bakışla bakılınca, çirkinlikleriyle uyumlu, hatta güzel bir çift görüntüsü vermeleri de bir tür tansık sayılabilir. Ancak küçük oğlanın görüntüsü başkaldırtıcı: burnundan düşmüş gibi babasına benziyor; üstelik, hem çok ufak, hem de her şeyinde bir yaşlılık havası var; gene de yaşını kestirmek çok zor, belki üç, belki beş.
Ben bunları düşünürken, onlar yerleştiler bile: küçük kadın pencere yanma oturdu, küçük adam koridor yanma oturup oğlanı kucağına almak istedi, ama oğlan istemedi, pencereye gidip burnunu cama dayadı, sonra, birdenbire,
65
konuşmaya başladı. Arabaları, otobüsleri, kırmızı ve veşil ışıkları, insanları, Manifaturacılar Çarşısı’nm değişen görüntülerini anlattı anasına, babasına ve bebeğe, sanki kendi gözleri görmüyormuş da birinin betimlemesine gereksinimi varmış gibi, öylesine ayrıntılı, öylesine de düzgün, kıvrak. sevecen, şiirli, ben diyeyim pınara inen üç güzeli anlatan bir Karacaoğlan, siz deyin Kapalıçarşı’yı ya da Galata Köprüsü’nü anlatan bir Orhan Veli. Anası da. babası da. ağızları açık, hayranlıkla onu dinleneve başladılar. Ben de öyle. Öyle ki. Saraçhane'de ineceğimi unutturdu, kusursuz tümcelerinin ardından indikleri durağa, yanı ta Yusutpa- şa'ya kadar götürdü beni.
Bir düşte ilerler gibi Yusufpaşa’dan Beyazıt a doğru yürürken, üzerinde konuşmaya değmeyecek kadar sıradan bir şeyi ilk kez o anda, ilk kez benim bulguladığım bir gerçek gibi düşünüyordum: yetenekler her zaman bırbınyle bağıntılı ve oranlı biçimde verilmiyordu insanlara, kiminin gözleri çok keskin, kiminin kulağı çok duyarlı, kiminin sesi çok güzel oluyor, kimi öncelikle çok kıvrak bedeni, kimi çok becerili elleri, kimi yaratıcı kafası, kimi benzersiz düş gücüyle seçiliyor, kimi bedensel güzelliğiyle, kimi de kendisine yanıt yetiştirmekte güçlük çeken küçük ana baba aracındaki şu kavruk çocuk gibi olağanüstü bir konuşma yeteneğiyle göz kamaştırıyordu. Hepimizin durumu bu değildi kuşkusuz, çoklarımızın yetileri birbiriyle oranlıydı, ama, öyle görünüyordu ki, yetilerimiz dengelendiği oranda sıradanlaşıyor, biz de sıradan yetilerimizle “idare ediyor”, ağırlığı birine ya da birkaçına vererek yaşamda kendimize iyi kötü bir yol açıyorduk. Ama şu çocuğunki gibi yetiler genellikle tekil ve erişilmez kalıyordu, tıpkı bir Einstein’ın, tıpkı bir Balzac’ın, bir Beethoven’in, bir Nu-
66
reyef’in yâ da bir Metin Oktay’ın yetileri gibi.O gün sık sık yeniden düşündüm bu rastlantıyı, her dü
şünmemde olağanüstü geldi bana, her düşünmemde kavruk çocuk için birbirinden parlak yazar, ozan, oyuncu, politikacı gelecekleri düşledim. Sonra başka otobüslere bindim, başka yollarda yürüdüm, ihsanlarla konuştum, gazete okudum, televizyon izledim, yavaş yavaş bir duman gibi dağıldı büyü, kendi kendime güldüm. Öyle ya, diyelim ki üç yıl sonra, ilk kez bir sınıfın kapısından içeri girdiği zaman, bugün otobüste bülbül gibi şakıyan bu çocuk güler yüzlü bir öğretmenin karşısında bile kekelemekten başka bir şey yapamayabilir, tek tümce kuramayabilirdi. İlk kez okula gelmenin sarsıntısı yaratabilirdi bu durumu, burada hep kendisinden daha iri, daha sağlıklı, daha güzel çocukların arasında bulunmanın sarsıntısı da yaratabilirdi, ama daha okula gelmeden de yitirmiş olabilirdi yetisini.
Doğru olması durumunda, neyi gösterir bu? Dilsel yeti dediğimiz şeyin belli sürelerle gelip gittiğini ve söz konusu sürenin kişiden kişiye değiştiğini mi? Yoksa kişinin Einstein gibi olağandışı bir bilim adamı, Beethoven gibi olağandışı bir besteci, Metin Oktay gibi olağandışı bir futbolcu olmasını sağlayan yetiler türünden bir yeti olmadığını, dolayısıyla, belirli hastalık ya da sakatlık durumları bir yana. herkese eşit olarak verildiğini mi? “Uygun biçimde eğitilmiş her insan iyi ya da kötü şiirler yazabilir; oysa müzik- sel bulgulama özel yetenekler gerektirir, verilmemiş olmaları durumunda geliştirilemeyecek yetenekler”, derken. Claude Lévi-Strauss son olasılığı benimsemeye daha yatkın görünür.
Ama, durum buysa, yüzde yüz haklı olduğu söylenebilir mi?
67
“Uygun” ya da “yeterli” bir eğitim sonunda iyi ya da kötü şiir yazıiabildiğine göre, yetilerimizin dışavurumunda eğitimin belirleyici bir işlevi bulunduğu kesin. Ancak, eğitimin de, öğrenme çabasının da eşit olması durumunda bile, sonuçlar aynı olmayabiliyorsa, bir başka deyişle, aynı öğretimi aynı özenle izleyen kişilerden kimileri daha iyi, kimileri daha kötü şiir yazabiliyorsa, işin içinde doğanın, yani yetinin payının da aynı ölçüde belirleyici olduğunu ke- sînlemek gerekir. Yalnız şiir konusunda değil, dilin her türlü geıçekleştiriminde. Çünkü, Benveniste’in dediği gibi, “dil insanın doğasındadır, insan yaratmamıştır onu”. Bu bakımdan, dili betimlerken “araçtan sözetmek insanla doğayı karşıtlaştırmak” anlamına gelir. “Kazma, ok, tekerlek doğada yer almaz. Üretilmiş nesnelerdir bunlar” . Belki aynı şey öteki insan yetileri için de söylenebilir. Ama, dilsel yeti başta olmak üzere, eğitim yoluyla geliştirilen tüm yetilerin bir kökü insanın doğasındaysa, bir kökü de toplumda, daha yerinde bir deyimle, ekindedir, çünkü, gene Benveniste’in dediği gibi, “insan doğaya değil, ekine doğar” . Bu nedenle, ne yeti saltık bir etkendir, ne ekin, ikisi bir arada, bir tür elbirliğiyle oluşturur kişiyi. Bu nedenle, yani birey olarak hem doğanın, hem ekinin ürünü olduğumuz için, XVIII, yüzyıl Almanya’sında bir Beethoven olanaklıdır, a- ma XVIII. yüzyıl Türkiye’sinde de, XVIII. yüzyıl Japonya’sında da olanaklı değildir. Bu da Lévi-Strauss’un müzik yetisinin ayrıcalığı konusundaki kesinlemesini tartışmalı bir duruma düşürür.
Hiç kuşkusuz, şöyle bir çevremize baktığımız zaman, doğanın müzik yeteneğini insanlara daha bir cimrice, dil yeteneğini daha bir cömertçe dağıtmış olduğunu düşünmeye yöneliriz. Ne var ki, işin içine “iyi”/”kötü” karşıtlığını sok
68
tuktan sonra, “uygun biçimde eğitilmiş” bir kişinin kötü besteler bile yapamayacağım savunmak zorlaşır. Önceden “verilmiş” bir yeteneğin zorunlu olduğu düşünülüyorsa, aynı şey şiir için de, hatta konuşma ve yazma için de doğrudur. Müzik konusunda “uygun eğitim”in herkes için gerçekleştirilebilir olmadığı düşünülüyorsa, bir kez daha, aynı şey şiir için de, düzyazı için de, resim için de, bilim için de doğrudur. Eğitimin düzeyi ve yoğunluğu kişiye ve alana göre değişebilir, ama Einstein’ı da, Beethoven’i de, Os- car W ilde’ı da ulaştıkları çizgiye hem doğadan, hem ekinden aldıklarının getirdiğini söylemek bile gerekmez.
Şu var ki, dil eğitimi müzik eğitiminden de, resim eğitiminden de, bilim eğitiminden de farklıdır: hem zaman, hem uzam düzleminde, ötekilerle karşılaştırılamayacak kadar yoğun ve yaygındır, nerdeyse yaşamın tüm edimlerine eşlik eder. Dilsel yetinin müzik ya da matematik yetisine benzer bir yeti olmadığı yanılgısı da büyük bir olasılıkla bundan doğar. Oysa, gerek sözdizim, gerek sözlükbilim düzeyinde, dil öğrenimi hiç bitmez, dilimizin sözcüklerini sürekli öğreniriz, hiçbir zaman da hepsini bildiğimizi söyleyemeyiz. Dil bizim için hem bir nitelik, hem de bir iyeliktir. Ama konuştuğumuz dili bizden daha iyi ve daha kötü konuşanlar, bizden daha az ve daha çok bilenler varsa, bunda yetinin de payı vardır, eğitimin de. Bu çifte köken dolayısıyla, zaman zaman çok yetenekli az yeteneklinin gerisinde kalabilir, ama, sonradan kazanılanların eşitliği durumunda, doğuştan daha yetili olanın her zaman ötekinin ilerisinde bulunması doğaldır. Daha önce de belirttiğim gibi, dilsel yeti öteki insan yetilerine göre daha cömert ve eşitlik duygumuza daha yatkın bir biçimde dağıtılmış görünür. Ama Taksim-Topkapı otobüsünde beni hayran bıra
69
kan üç ya da dört yaşındaki oğlanın şaşırtıcı konuşması önceden “verilmemiş olması durumunda geliştirilemeyecek” bir olağandışı yetinin değil de neyin belirtisi olabilir?
Okula başlamasından ya da babasmınkine benzer bir yaşamın dar çerçevesi içinde sıkışıp kalmasından sonra yetisinin olduğu düzeyde kalması, hatta gerilemesiyse, birtakım ruhbilimsel sorunlar bir yana, her şeyden önce ekinsel ortamla, yani söz konusu yetinin başka yetilerle ilişkisiyle açıklanır. Bu yeti örneğin düşünceyle, gözlem ve imgelem gücüyle, kulakların duyarlığıyla, hatta aktarılan söylemin nitelik ve niceliğiyle bağıntılıdır. Hiç kuşkusuz, kişinin tüm yetilerinin hiçbir dönüşüme uğramadan Hippolyte Taine’in ana yeti diye adlandırdığı şeyin buyruğuna girmesi gerekmez; tam tersine, Einstein’ın bilim adamı kişiliğinin içindeki ozanı ya da müzisyeni bir ölçüde öldürmüş olması da olanaklıdır, Metin Oktay’ın büyük futbolcu niteliğini büyük bir yüz metre koşucusunu yok etmek pahasına kazanmış olması da. Gene de Roma ve Tokyo Olimpiyatları maraton şampiyonu Abeba Bikila’nın bile başarısını yalnızca koşma yetisine borçlu olmadığını, başka yetilerini, bu arada usunu ve imgelemini de kullandığını söylemek pek yanlış olmaz. N ureyef” in dans yetisinin bu denli gelişmesiyse, hiç kuşkusuz, olağandışı bir yetinin alabildiğine geliştirilmesi yanında, çok karmaşık bir yetiler bütününün sonucudur.
Özellikle dilsel yeti söz konusu olduğu zaman, bir yetinin öteki yetilerden destek almadan çevrime girdiği, yani nerdeyse tümüyle bağımsız bir biçimde işlediği de olmuyor değil. Bunun en güzel örneği Beckett’in nerdeyse tüm varlıkları dile indirgenmiş kişilerinin durmamacasına yinelenen, ama kendi kendilerinden öte bir şey anlatmaz gö-
70
ninen söylemlerinde çıkar karşımıza. Bir başka örneği de genellikle en somut biçimini politikacıların ağzında bulan ve her şeyi anlatır gibi görünüp hiçbir şey anlatmayan söylemlerde: çoklan su gibi akıp gider, zaman zaman alıcısını etkiler de. Ama gelişmiş bir söz yetisinin ürünü olduklarını söylemeye olanak yoktur: gerçek bir iletişimden çok, iletişimin öykünüsüne, yani yaratım yerine yinelemeye yönelirler. Yaratıcı söylem böylesine akıcı olmaz her zaman, hatta, kimi durumlarda, nerdeyse kekelemeyi andırır, Mal- larme'nin düzyazılan gibi.
Ne olursa olsun, bu örnekler dilin başka yetilerden bağımsız bir biçimde de işleyebildiğini gösteriyor bize. Bu durumda da insan ister istemez soruyor: tersi de doğru olabilir mi bunun? Örneğin dilsel yetiyi doğanın kişiye eksik vermiş olması (ya da dilsel bir sakatlık) ya da kişinin ekin içinde (alıcı ve/ya da verici olarak) bu yetiyi gereğince geliştirmemesi durumunda, özellikle dile bağlı olan kimi etkinlikler, diyelim ki felsefe,.diyelim ki yazın, dilden bağımsız olarak, dile boşverilerek ya da çok yetersiz bir sözdizimsei ve sözlükbilimsel birikimle sürdürülebilir mi? Ünlü dilbilimci Hjelmsİev’in söylediği gibi, anlam dil düzleminde belirmediği sürece çözümlenmemiş bir veri, “biçimlenmemiş bir kitle” olarak kaldığına, Roland Barthes’ın söylediği gibi, yazının varlığını dilin varlığından ayırmaya olanak bulunmadığına göre, “Hayır!” diye kesip atmamak zor. A- ma, dedikleri gibi, burası Türkiye: Türkiye’de, özellikle şu son yıllarda, düşünür, yazar ya da ozan olmak için olabildiğince geliştirilmiş özel bir dil yetisiyle donanmış olmak şöyle dursun, ana dilini doğru dürüst bilmek bile gerekmiyor. Zaman zaman, gözde düşünür, gözde romancı, gözde ozan olmanın ilk koşulu kişinin kendi dilini doğru dürüst
71
kullumutık düzeye gelmemiş olmasıymış gibi bir duyguya hile kapılıyor insan.
Taksim-Topkapı otobüsündeki o güzelim çocuk konuşmasını dinlediğim günün akşamı, çok ünlü ve çok gözde bir yazarımızın bir armağan kitapta yayımlanmış üç sayfalık bir yazısını okurken bir kez daha düşündüm bunu. Chateaubriand “Ağladım ve inandım”, der ya hani, ben de okudum ve gözlemimin doğruluğundan kuşkum kalmadı.
Başka bir sonuca varmam da beklenemezdi. Üç dört yaşında bir yoksul çocuğunu kimilerinin “büyük” diye niteliği bir yazarla karşılaştırmak gibi olmasın, otobüsteki çocuk Orhan Veli’nin ünlü “Tahattur” ’unu bilmezdi kuşkusuz, ama, UnkapanTndan Yusufpaşa’ya, yüzünden belirtecini hiçbir zaman olumlu anlamda kullanmayacak ölçüde bir dilsel duyarlılığı bulunduğunu fazlasıyla kanıtlamıştı bana; ünlü yazarımızda böyle bir dil duyarlığından iz bile yoktu: “en iyi yazılarını çok sevdiği yazarlar yüzünden yazmıştır”, diyordu; “ilk romanım yüzünden tanıdığım İstanbul’daki edebiyat çevreleri”, diyordu; bu arada “edebiyat çevreleri”ni tanıdığını söylemek isterken, “İstanbul’” u tanıdığını söylüyordu. Otobüsteki çocuk “şüphe” ve “kuşku” sözcüklerinin olumsuz çağrışımının ayrımına varmamış olabilirdi daha, gene de “bu imkânlardan yararlanabilmek için amcanın sevgisini kazanıyor olmamız şüphesi kimi zamanlar aklımızı kurcalar” ya da “Aynı duygular, kendisine yönelen ilgi ve sevginin hakiki ve saf olduğundan kuşkulanan amcanın da ruhunu kemirir” türünden tümcelerde olumlu ile olujnsuzun birbirine karıştırıldığını hemen anlar, büyük bir olasılıkla, böyle bir tümcede “.. .olduğundan” değil, “... olmamasından” demek gerektiğini dilsel içgüdüsüyle sezerdi. “Padişah’ın tek bir sözüyle insanın bütün
72
dünyasının değişivereceği geçmiş zamanlara benzeyen bir ortam” sözünde tümceyle yantümce arasındaki zamansal aykırılığı da sezer ve ünlü yazarımızın geleceğe bir yırtık gibi açılan geçmişler kurabilmesine gülerdi. “Edebiyat zevki ve değerleri üstünde çok kuvvetli bir gücü olduğunu biT liyordum” tümcesinde görüldüğü gibi kavramın kendi kendisiyle nitelenmesine de gülerdi. Ama, öyle sanıyorum ki, “Olabilecek şeylerin daha kötüsü bu güç ilişkilerinin ve sevgi kuşkularının ailenin tadını çıkarması, yaşaması gerekeli asıl hayatının yerini almasıdır” tümcesi karşısında şaşırıp kalır, burada “güç ilişkileri ve sevgi kuşkuları”nm, deyimin bilinen anlamının sezdirdiği gibi, aileden haz ya da tat alması mı, büyük yazarımızın imgeleminin şaşırtıcı bir cilvesiyle, aiİenin içindeki tadın cımbız ya da neşter türünden bir araçla çıkarılıp alınması mı söz konusuydu, yoksa büyük yazarımız “tadım çıkarma” deyiminin “tadını kaçırma” anlamına geldiğini mi sanıyordu, bilemezdi. Ben de bilemedim doğrusu. Gene de iyimserliğimi korumak için bayağı kendimi zorladım.
Ama iyimserlik götürse götürse iki uzak umuda götürebilirdi bizi: yazarımızın dilsel yetersizliğinin ekinsel olması durumunda, eksiklerini tamamlayıp yanlış bilgilerini düzeltmesini beklemek gerekirdi, bekleme de ömür boyu sürebilirdi; doğal olması durumundaysa, son yıllarda dev adımlarla ilerleyen hekimliğin “organ nakillerinden sonra “yeti nak ille rin i de gerçekleştirmeye başlamasını beklemekten başka bir şey gelmezdi elimizden. Ama gözde yazarlarının anadillerini doğru dürüst bilmedikleri bir ülkede hangi ölülerin dilsel yetisinin hangi canlılara “nakledileceğine” kim karar verecekti?
işte bütün sorun burada, Hamlet’in dediği gibi.
73
DİL VE EKİN
I.
Türkçe bugün hem bireyler arasında günlük iletişim aracı, hem de bilim, düşün, yazın, kısacası ekin dili olarak, tarihinin en ileri aşamasında bulunmakta: insan ve doğayla bağıntılarımıza ilişkin her şeyi bu dilde anlatabiliyoruz, Freud’dan Levi-Strauss’a, Proust’tan Joyce’a, çağımızın en büyük bilim ve yazın adamlarının en gelişmiş diller içinde oluşturulmuş, en ayrıntılı ve en karmaşık yapıtlarını bu dille kendi ekin evrenimize aktarabiliyoruz. Kuşkusuz, türk- çe tarihinin her evresinde böylesine ileri bir düzeyde değildi, hatta bu ileri düzeyine son elli yıl içinde eriştiğim söyleyebiliriz. Aynı gelişmeyi, ekinsel ve bilimsel gelişmelere koşut olarak, birçok dilde saptadığımıza göre, şaşılacak bir yanı yok bunun. Şaşırtıcı olarak niteleyebileceğimiz bir şey varsa, o da türkçenin bu düzeye gelişmesinin sürekli ve düzenli bir biçimde, devlet gücüyle durdurulmak, hatta tersine çevrilmek istendiği bir dönemde erişmiş olmasıdır.
Gerçekten de, 1950 yönetiminin çıkardığı ilk yasalardan biri Anayasa’nm dilini çeyrek yüzyıl geriye götüren ya-
77
sadır; bununla da yetinilmeyerek türkçenin özleşip gelişmesinden yana olanlar “sakıncalı” sayılır; 1970 ortalarında ortaöğretimde okutulan tüm ders kitapları yeniden, değil öğrencilerin, öğretmenlerinin bile anlayamayacağı kadar koyu bir “osmanlıca”yla yazdırılır, okullarda öğrencilere, radyo ve televizyonda konuşmacılara yeni terim ve sözcük kullanmayı yasaklayan genelgeler yayımlanıp yasak sözcük dizelgeleri çıkarılır; 12 Eylül yönetimi de Atatürk’ün kurduğu Türk Dil Kurumu’nu kapatmakla sorunu kökünden çözüp gelişimi kesinlikle durduracağını sanır. Ama türkçe, gelişimi süresince, nerdeyse kendisini ezmeye çalışan ağır baskıyla beslenerek bugünkü ileri ve, çok daha önemlisi, yaygın düzeyine gelir: bugün, türkçenin arılaşıp gelişmesine kesinlikle karşı olanlar bile, bilerek ya da ayrımında olmadan, özleştirme akımının getirdiği zengin sözcük ve terim dağarcığını kullanmakta.
Bu ilginç sonucu hazırlayan etkenlerin en önemlilerinden biri, gelişimin belirli bir noktadan sonra dilbilimsel bir olgu niteliği kazanarak kendi iç yasasına göre işlemeye başlamış olmasıdır. Bir başkası, (her biri ayrı özden olmakla birlikte) dil ile toplum, dolayısıyla ekin arasında belirleyici bir bağıntı bulunmasıdır. Daha bir başkası, aydınlarımızın, sanatçı ve bilim adamlarımızın önemli bir kesiminin anadillerine verdikleri değerdir. Daha bir başkasıysa, türkçenin (ya da anadili türkçe olanların) gelişmiş Batı dilleriyle kurduğu değişik ilişkiler, örneğin dilbilimsel araştırmalar, örneğin çeviri etkinliğidir. Hiç kuşkusuz, başka etkenler de gösterilebilir. Tartışılmayacak bir şey varsa, o da türkçenin artık yetkin bir ekin dili olduğudur.
Ama dilimizin eriştiği bu gerçekten ileri düzey tüm dil-
78
»el ve ckinel sorunlarımızı çözdüğümüzü mü gösterir? Hayır. Dilimizin ve ekinümüzün sürem ve uzam içinde gelişimleri açısından olsun, başka diller ve başka ekinlerle kurdukları ilişkiler açısından olsun, birtakım önemli sorunlarla karşı karşıya bulunduklarım söylemek gerekir.
II.
Dillerin ve ekinlerin gelişip zenginleşmesinde olabildiğince çok sayıda yabancı dille ilişkiye girmenin önemi bilinir: başkasına ve evrensele ulaşmanın belki de en kestirme yolu bu çok yönlü ilişkidir. Tüm gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de öğretimin ayrılmaz bir öğesi durumuna gelmiş olan yabancı dil öğretimi özünde öncelikle böyle bir koşulu gerçekleştirme amacını güder: öğrendiğimiz her dilin bizi değişik bir düşünce biçimine, değişik bir ekine götüreceği düşüncesini içerir. I Icr dil ya da her ekinin özgül ve özgün bir nitelik taşıması farklı dil ya da ekinlerin birbirlerine kapalı kalmasını içermez: fransızca bilgimiz anadilimize, Fransız yazını yazınımıza, Fransız bilimi bilimimize yeni olanaklar getirebilir, oıııı bütünleyebilir. Kuşkusuz, tersi de doğrudur. Ama, Mar- linet’nin vurguladığı gibi, her dil bir “dünya” olduğuna göre. yabancı dil öğretiminde temel ilkenin, birey düzleminde olmasa da toplum düzleminde, olabildiğince çok sayıda dille bağıntı kurmak, giderek olabildiğince çok sayıda ekini toplumumuz için erişilir kılmak olduğunu söylemek bile gerekmez.
Buna karşılık, özellikle son yıllarda, ülkemizde bu ilkeye yüzde yüz ters bir yol tutulduğunu, orta öğretimde ya
79
bancı dil öğretiminin nerdeyse tek bir dille: İngilizceyle sınırlandırıldığını görüyoruz. Gerçek amaç unutularak yabancı dil öğretimi ekinsel bir gereksinimden çok, toplum içinde yükselme aracı olarak değerlendirilmekte, bu tutum da birtakım siyasal ve ekonomik gerekçelerle doğrulanmak istenmekte. Ancak, en azından fransızca, İtalyanca, İspanyolca, rusça ve almanca gibi önemli ekin dillerinin erişilmesi zor diller olarak kalması, yani ancak çok az sayıda bireyce öğrenilmesi dilimiz ve ekinimiz için gerçekten büyük bir eksikliktir. Üstelik, yabancı dil öğretiminin tek bir dille: İngilizceyle sınırlı tutulması iki büyük yanılgıya da kaynaklık etmektedir:
1) kişiler yalnızca İngiliz-Amerikan ekinlerinin kaza- nımlanna değil, başka birçok ekinlerin kazanımlanna da İngilizce, yani İngiliz ve Amerikan yayınlan aracılığıyla ulaşabildiklerinden, başka ekinlerin kazanımlannı da îngiliz- Amerikan ekinine mal edebilmekte, böylece bu dile ve bu ekine hiç de içermedikleri bir üstünlük tamyabilmektedir- ler;
2) bu dilin ve bu ekinin toplumca öğrenilip bağıntıya geçilmeye değer tek dil ve tek ekin olarak değerlendirilmesi bu dilin ve bu ekinin üstünlüğüne ilişkin bir önyargı getirmesine, bunun sonucu olarak, kendi dilimizden ve kendi ekinimizden üstün sayılmasına, hatta kendi dilimize ve kendi ekinimize yeğ tutulmasına neden olmaktadır.
Böylece, iki yıl önce, İngilizce öğretimine ağırlık vermek savında olan bir özel öğretim kurumu gazetelerde “Siz hâlâ annenizin dilini mi konuşuyorsunuz?” biçiminde tanıtılar yayımlayabilmiştir.
80
III.
Bu anlayışın en belirgin ve en belirleyici belirtilerinden birinin de son yıllarda başdöndürücü bir hızla yaygınlaşan yabancı dilde öğretim, daha doğrusu İngilizcede öğretim olduğu söylenebilir. Bilindiği gibi, ülkemizde, kimi devlet üniversitelerinde öğretim tümden İngilizce yapılırken, kimilerinde aynı izlenceleri biri türkçe, öbürü İngilizce aracılığıyla gerçekleştiren çift fakülteler bulunmakta, sayılan hızla artan özel üniversitelerin nerdeyse tümü de öğretimini İngilizce yapmaktadır. Bu tutumun gerekçesi, daha önce de belirttiğimiz gibi, İngilizcenin tartışılmaz üstünlüğü ya da, Yüksek Öğretim Kurulu başkamnın da açıkça savunduğu gibi, türkçenin önlenmez yetersizliğidir. Ne var ki, ülkemizde yüksek öğretimin başlangıcından beri türkçe yapılmış olması da, bugün aynı izlencelerin aynı kuramlarda, aynı zamanda hem türkçe, hem İngilizce uygulanması da bu savı kesinlikle geçersiz kılmakta. Gerçek gerekçe, toplumumuzda belli kesimlerin yabancı dil tutkusu ve ortaöğretimde yabancı bir dili yeterince öğrenememiş öğrencilerimizin eksiğini üniversite öğretimini, kısa bir hazırlık döneminin ardından, yabancı dille yaparak kapatmak istemesidir.
Ne var ki, öğrencilerimizin ortaöğretim süresince anadillerini yeterince öğrenemedikleri gerekçesiyle yüksek öğrenimleri sırasında dört yıl süresince türkçe dersleri görmelerini zorunlu kılan yetkililerin altı aylık ya da bir yıllık bir hazırlık öğreniminin ardından İngilizcede ekonomi, hukuk, yazın, felsefe, tarih öğrenimi yapılabilmesini hangi mantığa dayandırdıklarını anlamaya olanak yoktur. Buna karşı
81
lık, dilsel yetersizliğin öğrenciyi düşünmekten çok ezberlemeye, yaratıcılıktan çok öykünmeciliğe yönelttiğini deneyimlerimizle biliriz. Yabancı dilde öğretim yapan öğretim üyelerimize gelince, bu dili sık sık görüldüğü gibi “çat- pat” değil, çok iyi bilmeleri durumunda bile, başarılarının anadilde sağlayabilecekleri başarının altında kalacağı dilbilimsel bir gerçek.
Bilindiği gibi, adına yaraşır tüm dilbilimciler her dilin kendine özgü bir yapısı bulunduğunu, dolayısıyla dünyaya ve insana bakışımızı benliğimizin bir parçası olan anadilimiz koşullandırdığını söylerler. André Martinet, Aristoteles’in Hopi diline çevrilmesinin hiç mi hiç düşünülmeyecek bir şey olmadığını belirttikten sonra, “Ama Aristoteles yapıtlarını Hopi dilinde tasarlamış olsaydı, Batı düşüncesi bugünkü Batı düşüncesi olmazdı”, diye eklerken, bu gerçeği dile getirir.
Gene bu gerçeğin gereği olarak, uzun yıllar Senegal’de yaşamış, bu ülkedeki değişik toplulukların dilleri ve başka dillerle ilişkileri üzerinde kapsamlı incelemeler yapmış değerli bir dilbilimci, Pierre Dumont, devlet dilinin fran- sızca olduğu bü ülkede, tüm yurttaşların “anadillerinin gelişebileceğine gerçekten güvenmeleri” gerektiğini kesinle- dikten sonra, “Aydınlar, ülkenin seçkin tabakasının üyeleri, çocuklarını Völof. Serer ya da Polar okuluna göndermelidir”, der. Çünkü, ona göre, örneğin matematik Fransız ve Völof dillerinde aynı biçimde, dolayısıyla aynı etkinlikle öğ- retilemez. Bu nedenle, Fas, Tunus, Cezayir gibi sömürge koşulundan oldukça yakın bir geçmişte sıyrılmış Kuzey Afrika ülkeleri öğretim yapısı oldukça yaygın bir biçimde sömürgeci ülkenin dili üzerine kurulmuşken, bu dilde ders ve-
82
rccek öğretim üyesi bulmak gibi bir sorunları da yokken, olabildiğince hızlı bir biçimde ulusal dilde öğretime geçme yolunu tutmuşlardır. Bu durumda, tarihinin hiçbir döneminde sömürge konumuna düşmemiş bir ülkenin öğretimde dört elle çağdışı bir sömürge koşuluna sarılmasını anlamak zordur.
Bilim dilimizin gelişimini yavaşlatması ve öğrenim ve öğretim gücümüzü düşürmesi bir yana, ulusal onur sorunu da bir yana, böyle bir gidişin günün birinde türkçenin Türkiye Cum huriyetinin “resmi” dili olmasını bile tartışmalı duruma getirmesinden korkulur.
IV
Dilimizin kendi içinde de birtakım sorunları yok mu? Var kuşkusuz. Örneğin son yıllarda “dil kirlenmesi” olarak adlandırılan olgu, yani özellikle günlük dilimize çok sayıda olmasalar da çok kullanıldıklarından çok sayıdaymış gibi görünen yabancı sözcük ve deyimlerin girmesi, kimi harf ya da harf kümelerinin İngilizce okunuşlarının yeğlenmesi, mağaza adlarının ve markaların büyük çoğunluğunun yabancı sözcüklerle oluşturulması da bu sorunlardan biri. Böyle bir durumu onaylamak kolay değil. Ne var ki kirlilik bedenin kalıcı bir durumu olmadığı gibi dilin de kalıcı bir durumu değildir. Günlük dilde yoğun bir biçimde kullanılan çoğu aykırı (ya da yapı dışı) deyim ve sözcüklerin zamanla silinip gittiklerini biliyoruz. Ama örneğin Kara- caoğlan’ın dilinin hiçbir zaman kirletilemediğini, örneğin Melih Cevdet Anday’ın dilinin hiçbir zaman kirletileme- yeceğini de biliyoruz.
83
Bir başka sorun, bugün, toplum yaşamında, nerdeyse; her şeyin gittikçe artan bir hızla tek biçimliliğe yönelmekte olması. Dil de, temel yapısı değişmez kalmakla birlikte, gerçekte kendi temel özelliklerine de uygun düşen bu yönelime uymakta. Böyleçe, özellikle söyleyim ve sözcük dağarcığı açısından bir anlamda önemli b ir zenginlik olarak niteleyebileceğimiz yerel farklılıklar, öğretimin, öncelikle de görsel-işitsel iletişim araçlarının yaygınlaşması sonucu, silinip gidiyor: tüm yerel ağızlar (farklı oranlarda ve farklı hızlarda da olsa) İstanbul ağzına yaklaşırken, İstanbul ağzı da özelliklerinden bir şeyler yitirmekte. Üzülmemiz ve önlemeye çalışmamız gereken bir durum mu bu? Tüm dillerin sürekli değişim içinde olduğunu bildiğimize, üstelik tek biçimlilik anadil öğretimiyle gerçekleştirilmeye çalışılan bir amaç olduğuna göre, hayır. Ama türkçenin tüm ağızlan şu ya da bu biçimde onun zenginliğine tanıklık ettiğinden, hem de dilsel değişimler (incelenmeye değer dilbilimsel olgular olmaları yanında) aynı zamanda ekinsel ve toplumsal değişimlerle bağıntılı olduğundan, bu hızlı geçiş evresinde, İstanbul ağzı da işin içinde olmak üzere, bölgesel ağızların dizgesel bir biçimde ve titizlikle saptanıp belgelenmesi büyük önem taşımakta.
Hiç kuşkusuz, yerel ağızlar için gerekli gördüğümüz bu çabalar ülkemizde konuşulmuş ya da konuşulmakta olan büyüklü küçüklü tüm diller için de geçerli. Her dil insanoğlunun özgün ve özgül bir zenginliğine tanıklık eder, hepsi de yaşatılmaya ve araştırılmaya değer. Yeryüzünde konuşulmuş ve konuşulmakta olan binlerce dil arasında örneğin türkçe, örneğin fransızca, örneğin macarca gibi ulusal dil konumuna erişmiş dillerin sayısının çok sınırlı olduğunu bi-
84
liyorüz, ama herhangi bir dilin ulusal dil düzeyine ulaşmamış olmasının değerini eksiltmediğini de biliyoruz. Üstelik, bir dille bağıntı kurmak yeni bir mantık ve yeni bir ekinle bağıntı kurmaktır.
Bu bağıntı da, biliyoruz, insanı ve dünyayı daha iyi tanımanın ana yollarından biri.
Cumhuriyet ’inKültür Hizmeti
Atatürk• Atatürk’ün Yazdığı Yurttaşlık Bilgileri
' Bülent Tanör• Kurtuluş (Türkiye 1918-1923)• Kuruluş (Türkiye 1920 Sonraları)
Prof nr Sina Akşın• Ana Çizgileriyle Türkiye’nin Yakın Tarihi I-II
Prof. Dr. Macit Gökberk• Aydınlanma Felsefesi, Devrimler ve Atatürk
Yunus Nadi• Türkiy e’y i Sokakta Bulmadık
Faiih Rıfkı Atay• Baş Veren inKilapçı (Ali Suavi)
Bâki Öz• Kurtuluş Savaşı’nda Aleyi-Bektaşiler
Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya• Devrim Hareketleri İçinde Atatürk ve Atatürkçülük
87
Sabahattin Selek• Milli Mücadele (Büyük Taarruz’dan İzmir’e)
İsmail Arar• Atatürk’ün İzmit Basın Toplantısı
Prof. Dr. Niyazi Berkes• 200 Yıldır Neden Bocalıyoruz I-II
Ceyhun Atuf Kansu• Devrimcinin Takvimi
Paul Dumont-François Georgeon• Bir İmparatorluğun Ölümü ( 1908-1923)
Ali Fuat Cebesoy• Sınıf Arkadaşım Atatürk I-II
Abdi İpekçi• İnönü Atatürk’ü Anlatıyor
Paul Dumont• Atatürk’ün Yazdığı Tarih: Söylev
Kılıç Ali• İstiklâl Mahkemesi Hatıraları
Prof. Dr. Niyazi Berkes• Batıcılık, Ulusçuluk ve Toplumsal Devrimler I-II
S. İ. Aralov• Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Hatıraları I-II
Sabahattin Selek• İsmet İnönü’nün Hatıraları
Nurer Uğurlu• Atatürk’ün Yazdığı Geometri Kılavuzu
88
George Duhamel• Yeni Türkiye Bir Batı Devleti
Bülent Tanör• Türkiye’de Yerel Kongre İktidarları
Prof. Dr. Suna Kili• Atatürk Devrimi-Bir Çağdaşlaşma Modeli
Falih Rıfkı Atay• Atatürk’ün Bana Anlattıkları
Reşit Ülker• Atatürk’ün Bursa Nutku
Prof. Dr. Tarık Zafer 'Rinaya• İslamcılık Cereyanı I-II-III
M. Şakir Ülkütaşır• Atatürk ve Harf Devrimi
Kılıç Ali• Atatürk’ün Hususiyetleri
Mustafa Kemal• Anafartalar Hatıraları
Ecvet Güreşin• 31 Mart İsyanı
Doğan Avcıoğlu• 31 Mart’ta Yabancı Parmağı
Metin Toker• Şeyh Sait ve İsyanı
Süleyman Edip Balkır• Eski Bir Öğretmenin Anıları
89
Yunus Nadi• Birinci Büyük Millet Meclisi
Kemal Sülker• Dünyada ve Türkiye’de İşçi Sınıfının Doğuşu
Prof. Dr. Neda Armaner• İslam Dininden Ayrılan Cereyanlar: Nurculuk
Fazıl Hüsnü Dağlarca• Destanlarda Atatürk /19 Mayıs Destanı
Yunus Nadi• Mustafa Kemal Paşa Samsun’da
İsmet Zeki Eyuboğlu• İlticanın Ayak Sesleri
Nuri Conker• Zabit ve Kumandan
Mustafa Kemal• Zâbit ve Kumandan ile Hasbihal
İsmet Zeki Eyuboğlu• İslam Dininden Ayrılan Cereyanlar: Nakşibendilik
Ord. Prof. Dr. Yusuf Hikmet Bayur• Ermeni Meselesi I-1I
Talât Paşa• Hatıralar
Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya• Hürriyet’in İlanı
İsmet İnönü• Lozan Antlaşması I-II
Sami N. Özerdim• Yazı Devriminin Öyküsü
Nurer Uğurlu• Atatürk’ün Askerlikle İlgili Kitapları• Atatürk’ün Askerlikle İlgili Çeviri Kitapları
Halide Edip Adıvar• Türkün Ateşle İmtihanı I-II-III
Prof. Dr. Muammer Aksoy• Atatürk ve Tam Bağımsızlık
Prof. Dr. Şerafettin Turan• Atatürk ve Ulusal Dil
Johannes Glasneck• Kemal Atatürk ve Çağdaş Türkiye I-II-III
İsmet İnönü• Cumhuriyet’ in İlk Yıllan I-II
Gâzi Mustafa Kemal• Yarın Cumhuriyet’i İlan Edeceğiz (Nutuk’tan)• Yann Cumhuriyet’i İlan Edeceğiz (Söylev’den)
Fazıl Hüsnü Dağlarca• Gâzi Mustafa Kemal Atatürk
Eylemde/10 Kasımlarda Ruşen Eşref Ünaydın
• Atatürk’ü' Özleyiş I-IIProf. Dr. Cavit Orhan Tütengil .
• Atatürk’ü Anlamak ve Tamamlamak Prof. Dr. A. Afetinan
• M. Kemal Atatürk’ten Yazdıklarım Falih Rıfkı Âtay
• ZeytindağıProf. Dr. Suat Sinanoğlu
• Türk Hümanizmi I-II-III Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya
• Batılılaşma Hareketleri I-II Charles N. Sherrill
• Bir ABD Büyükelçisinin Türkiye Hatıralan/Mustafa Kemal I-II İsmet Zeki Eyuboğlu
• Karanlığın Ayak Sesleri / Kadirilik Dr. Bernard Caporal
• Kemalizmde ve Kemalizm Sonrasında Türk Kadını MIDr. Bernard Caporal - Neşe Doster
• Kemalizmde ve Kemalizm Sonrasında •t
Türk Kadını III - Kronoloji Ruşen Eşref Ünaydın
• Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal ile Mülâkat Kurt Steinhaus
• Atatürk Devrimi Sosyolojisi I-II Bahir Mazhar Erüreten
• Türkiye Cumhuriyeti Devrim Yasaları Sabahattin Eyuboğlu
• Köy Enstitüleri Üzerine
92
Ord. Prof. Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu• İlk Meclis
Prof. Dr. A. Afetinan• M. Kemal Atatürk’ün Karlsbad Hatıraları
Yunus Nadi• Cumhuriyet Yolunda
Falih Rıfkı Atay• Mustafa Kemal’in Mütareke Defteri ve 19 Mayıs
Gâzi Mustafa Kemal/
• 1919 Yılının Mayısının 19’uncu Günü Samsun’a Çıktım Nadir Nadi
• 27 Mayıs’tan 12 Mart’aOrd. Prof. Dr. Yusuf Hikmet Bayur
• Balkan Savaşları / Birinci Balkan Savaşı I-II-III Tayfur Sökmen
• Hatay’ın Kurtuluşu İçin Harcanan Çabalar Dr. Abdurrahman Melek
• Hatay Nasıl KurtulduOrd. Prof. Dr. Yusuf Hikmet Bayur
• Balkan Savaşları / İkinci Balkan Savaşı I-II Gâzi Mustafa Kemal
• Erzurum Kongresi Sabahattin Selek
• Millî Mücadele (Erzurum’da Gergin Günler)Yaşar Nabi
• Balkanlar ve Türklük I-II
Ceyhun Atuf Kansu• Bağımsızlık Gülü
General Fahri Belen• Büyük Türk Zaferi (Afyon’dan İzmir’e Kadar)
Gâzi Mustafa Kemal• Sivas Kongresi I-II-III-IV
Doç. Dr. Suat Yakup Baydur• Dil ve Kültür
Kadriye Hüseyin• Mukaddes Ankara’dan Mektuplar
Berthe Georges-Gaulis• Kurtuluş Savaşı Sırasında Türk Milliyetçiliği
Ord. Prof. Enver Ziya Karal• Tanzimat-ı Hayriye Devri
Falih Rıfkı Atay• Çankaya I-II-III-1V-V
Liman von Sanders• Türkiye’de Beş Yıl I-Il-lll
İsmet İnönü• Hatıralar (Birinci Dünya Harbi)
Arnold J. Toynbee• Türkiye I-II-11I - Bir Devletin Yeniden Doğuşu
İlham! Bekir• Altın Destan Mustafa Kemal Atatürk 1-11
Prof. Dr. Mahmut Âdem• Atatürkçü Düşünce İşığında Eğirim Politikamız
04
John Grev• ilk ABD Büvükelçisınin Türkiye Hatıraları
-Atatürk ve İnönüDr. Bernard Caporal
• Kemalizm Sonrasında Türk Kadını l-ll-lll ( I923-|9 '70) Dagobert von Mikıısch
• Avrupa ile Asya Arasındaki Adam •Gazi Muştala Kemal) 1-ll-III-IV Prof. Dr. F.rol Manisalı
• Dünden Buuüııe Kıbrıs Mustafa Baydar
• Atatürk’le Konuşmalar .Gâzi Mustafa Kemal
• Ankara'ya Geliş (Nutuk’tan)• Ankara'ya Geliş (Söylev den)
Yunus Nadi• Ali Galip Hadisesi
Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya• Siyasal Kurumlar ve Anayasa Hukuku
Tevfik Bıyıklıoğlu• Atatürk Anadolu’da (1919-1921)
Nadir Nadi• 27 Mayıs’tan 12 Mart’a (1961-1962)
Oktay Akbal• Atatürk Yaşadı mı?
Jean Deny• Yeni Türkiye
95
Mahmut Esat Bozkurt• Atatürk İhtilâli I-II-III
SSCB Dışişleri Bakanlığı• İkinci Dünya Savaşı Yıllarında Stalin,
Roosevelt ve ChurchilPin Türkiye Üzerine Yazışmaları Edward Weisband
• İkinci Dünya Savaşında İnönü’nün Dış Politikası I-II-III Y.A. Bagirov
• Kurtuluş Savaşı Yıllarında Türkiye-Azerbaycan İlişkileri I-II A. Şemsutdinov
• Kurtuluş Savaşı Yıllarmda Türkiye - Sovyetler Birliği İlişkileri Mustafa Kemal, Fevzi Çakmak, Salih Bozok,Muzaffer Kılıç, Cevat Abbas
• 30 Ağustos Hatıraları Bakû 1920
• Birinci Doğu Halkları Kurultayı (Belgeleri I-II-III)Cevdet Kudret
• Abdülhamit Devrinde Sansür I-II
Prof. Dr, Tahsin Yücel, “Türkçenin Kurtuluş Savaşı" adlı çalışması için şunları söylemiştir:
“Bugün bulunduğumuz noktadan bakılınca, dil devrimi tüm devrimlerimiz içinde ereğine en çok yaklaşmış olanı, bir başka deyişle, en başarılısı olarak görülüyor. Ama en az anlaşılan devrimimiz de genel dil devrimi.
Türk dil devriminin amacı halkın yüzde doksan dokuza yaklaşan bir çoğunluğu için erişilmez kalmış yapay bir ekin dilini bırakıp kendi anadiline dayalı bir ekin dili oluşturmakken, onlar tüm halkın konuştuğu dili bırakıp yapay bir ekin dili kurmak olduğunu ileri sürebiliyor, hatta öncüsünün kişisel iktidarını güçlendirme yolunda bir çaba olarak niteleyebiliyorlar.
Gerçekte, Atatürk ve izleyicileri, kişisel iktidarlarını güçlendirmek şöyle dursun, halka kendi dilini geri vermek, toplum yaşamına daha etkin bir biçimde katılabilmesi için, Türkçeyi yazından bilime, tüm ekinsel alanlarda geçerli bir dil düzeyine getirmek isterler. Bunu anlamak da zor değildir."
Prof. Dr. Tahsin Yücel'in bu ilgi çekici çalışmasını okurlarımıza sunmaktan kıvanç duyarız.