Upload
trinhngoc
View
226
Download
1
Embed Size (px)
Citation preview
NEDİR BU ENERJİ?MADDE, MÂNÂ, VE EVRENE YENİ BİR BAKIŞ
Y. A. ÇengelDepartment of Mechanical Engineering, MS 312
University of Nevada, Reno
Reno, NV 89557 USA
ÖZETAnlamadığımız ve izah edemediğimiz şeyler için genellikle “gizemli” ifadesini kullanırız. Ama nedense
termodinamik anlamda enerji ile hic alakasi olmayan gizemli şeylere “enerji” demek sanki bir moda olmuş
– pozitif enerji yaymaktan enerji ile tedaviye kadar. Bu da aslında teknik bir kelime olan “enerji” ifadesini
yozlaştırmakta, ve yanlış anlamalara yol açmaktadır. Bu makalenin gayesi madde, enerji, ve enerji
zannedilen herşeyi anlamlı bir perspektife yerleştirmek, ve enerji ile iyileştirme metodlarının aslında enerji
ile bir ilgisi olmadığını göstermektir. Bu tartışmalara parallel olarak tüm varlıkların madde ve madde-dışı
(mânâ) karışımı olduğu gözlemlerle izah edilmiş, ve evrenin aslında madde-enerji katmanı ile beraber çok
sayıda madde-dışı katmandan oluştuğu gösterilmiştir. Maddeye dayalı mevcut evren anlayışımızı
temelinden sorguluyan bu iddialı yaklaşım katılımcıların değerlendirmesine sunulmuştur.
Anahtar Kelimeler: Enerji, biyoenerji, iyileştirme, madde, kuvvet, kanun, hayat, elmas teorisi
ABSTRACT:We usually use the word “misterious” for things that we do not fully understand. But somehow it has
become a fashion to call some misterious things that have nothing to do with thermodynamics as “energy”
– from sending positive energy to healing with energy. This erodes the word “energy”, which is a technical
word, to causes misunderstandings. The objective of this article is to put matter, energy, and everything
that is called energy into a meaningful perspective, and to show that the energy healing methods such as
biyoenergy have nothing to do with energy. In parallel to these arguments, it is explained on the basis of
observations that all beings are mixtures of matter and non-matter things, and it is shown that the
universe consists of many non-matter layers in addition to the matter-energy layer. This probing approach
which deeply questions our current way of understanding of the universe is offered to the consideration of
the attendees.
Keywords: Energy, bioenergy, healing, matter, force, law, life, diamond theory
GİRİŞGünlük hayatta herhalde en çok kullanılan ve yanlış kullanılan kelimelerden birisi de “enerji”dir. Bir
sahada söz sahibi olanlar ancak o sahanın uzmanları olması gerekir, ve bu genellikle böyledir. Ama konu
enerji olunca nedense herkes kendisini uzman olarak görmekte, ve enerji bilimi olan termodinamik
uzmanlarıyla söz yarışına girebilmektedir. Veya enerji konusunda bir tek ders bile almamış olanlar iddialı
bir şekilde devr-i daim makinaları icat edebilmekte, ve dünyanın enerji derdini çözdüğünü iddia
edebilmektedir. Basın ve yayın kuruluşları da bunları ciddiye almakta, ve onları konu uzmanları gibi
sunabilmektedir. Bunun sebeplerinden birisi enerjinin çok değişık şekillerde olabilmesi, bunların birbirine
dönüşebilmesi, enerjinin gözden ziyade akıl ve hayal gücüne hitap etmesidir.
Enerji genellikle muğlak bir tarzda “değişikliğe sebep olabilme kabiliyeti” olarak tanımlanır. O
yüzden her değişikliğin arkasında bilinen veya bilinmeyen bir enerji çeşidinin var ve faal olduğu farzedilir.
Harekete dönüşebilen bir etkiye enerji olarak bakılabilir, ama bir hastanın iyileşmesini netice veren bir
etkinin enerjiyle alakası yoktur.
Önce şunu belirtmek lazımdır ki enerji ‘fiziksel” bir varlıktır, ve bu yüzden de fizik kanunlarına –
enerjinin korunumu gibi - uymak durumundadır. Bir şey yoktan var edilebiliyor ve hatta hiçbir girdi
kullanmadan daimi olarak üretilebiliyor veya yok edilebiliyorsa, o şey enerji olamaz.
Bir sistemin enerjisi kinetik ve potansiyel gibi makroskopik, ve termal, kimyasal, ve nükleer gibi
mikroskopik formlardan oluşur. Bunun dışinda, “yaşam enerjisi”, “zihin enerjisi”, veya “iyileştirme enerjisi”
gibi enerji şekilleri olamaz, çünkü bunların korunumu ve başka enerji şekillerine dönüşümü diye birşey söz
konusu değildir. Hele enerjinin olumlusu (pozitif) veya olumsuzu (negatifi) hiç olmaz. Burada itirazımız
“yaşam”, “zihin”, veya “iyileştirme” gibi şeylerin varlığı değil bunların enerji olarak takdim edilmesidir. Bu
yanlış kullanımlara örnek olarak aşağıda sağlıkla ilgili olarak biyoenerji, biyostatik enerji, ve akupunkturu
veriyoruz,
ENERJİ İLE TEDAVİ ve ALTERNATIF TIP1) Biyoenerji: Gerçekten enerji mi? Biyoenerji, akupunktur ve hipnoz gibi alternatif tıp ile ilgili bir kavramdır, ve “doğal olan enerji” olarak
tanımlanır. Biyoenerjinin, yenilenebilir bir enerji olan ve bitkisel ve hayvansal atıklardan elde edilen
biyogaz veya biodizel gibi enerjilerle bir ilgisi yoktur. Biyoenerji, fiziksel bedenle sınırlı değildir, ve bir
bedenden diğerine ve hatta başka bir maddeye aktarılabildiği söylenir. Biyoenerji aktarımı için diğer kişiye
veya eşyaya dokunmak gerekmez. İnsanda mevcut olan olumlu enerjiye “pozitiff enerji”, ve vücutta
hastalıklı olan bölgelerin ürettiği olumsuz enerjiye de “negatif enerji” denmektedir. Sağlıklı bir vücutta
negatif enerji bulunmadığı ifade edilir. Sağlığı muhafaza eden ve bedeni canlı tutan ve vücutta sinir
sistemine benzer bir elektrik sisteminde aktığı düşünülen enerjiye “yaşam gücü” mânâsında “prana” denir.
Bu enerjinin, tai chi ve meditasyon gibi yöntemlerle dengelenebildiği, ve kişinin düşünce ve hislerinin, bu
enerjiyi önemli ölçüde etkilediği söylenmektedir. Kişiler havadan “kozmik enerji” ve topraktan da “yer
enerjisi” alabilmekte, olumsuz düşünceler alınan pozitif enerjiyi bozup çabuk tükenmesine yol
açabilmektadir.
Biyoenerjinin korunumu diye bir şey söz konusu değildir. İnsanın enerji alanının sonsuz olduğu,
ve kullandıkça arttığı söylenir (keşke dünya enerji kaynakları da böyle olsaydı). Stresli kişiler veya fiziksel
bir rahatsızlığı olanlar sürekli olarak negatif enerji üretirler. Bu da kişide ağrılara ve psikolojik
rahatsızlıklara sebep olur. Negatif enerji, modern veya alternatif tıp tedavileriyle yok edilir. Pozitif enerjinin
de çok olması çeşitli hastalıklara yol açabilmekte, ve hatta bazı kişilerin vücutlarındaki yüksek pozitif
enerjinin manyetik kartları ve pilleri bozduğu iddia edilmektedir. Biyoenerji ile yanıklardan mide ağrılarına,
tüberkulozdan epilepsiye, stressten şizofreniye kadar biçok hastalığın tedavi edildiği iddia edilmektedir.
Hatta bu konuda kitaplar bile yazılmıştır. Sadece İstanbul’da 20,000’den fazla bioenerji pratisyeni olduğu
tahmin edilmektedir. Bunlar arasında uzman tıp doktorları da vardır. Alternatif tıbbın bir parçası olan
biyoenerji ile ağrıların dindirildiği, teşhislerin konduğu, ve hatta boşanmaların önlendiği iddia ediliyor.
İnsan vücudu, hücrelerin beyne bağlantısını sağlayan sinirlerle bir ağ gibi dokunmuştur.
Bedendeki haberleşmeler bu sinirler üzerinden yapılmaktadır, ve sinirler üzerinden daima tek yönlü olarak
akmakta olan ve seviyesi değişebilen enerjiye “sinir sistemi enerjisi” denir. Eski bir Çin öğretisi olan ve
vücuttaki 12 medridyeni ve üzerindeki 400 noktayı esas alarak enerji dengesini iğnelerle sağlayan
akupunkturun temelini teşkil eden bu enerji soyutlanıp gözlenemez. Onun varlığı vücutta sebep olduğu
biyokimyasal değişikliklerden bilinir. Insan bedeninin içiyle beraber dışına da nüfuz eden bu enerji alanına
“aura” denir. İki kişi birbirine yaklaşınca kişilerin biyoenerjileri birbiriyle temasa geçer, ve enerji alışverişine
zemin hazırlar. Biyoenerjinin akışı, “irade” ile düşünceyi yönlendirerek kontrol edilebilir. İradenin enerjiyi
yoğunlaştırıp tek bir hedefe sevkettiği söylenir. O yüzden kişinin irade gücü, biyoenerjinin etkin
kullanımında önemlidir, ve bu güç meditasyon ile geliştirilebilir. Telepati, ruhsal şifa gibi parapsikolojik
olaylar, insan bedeninden radyasyonla yayılan biyoenerjiye zihinsel bilgilerin eklenmesiyle izah edilir.
Ancak biyoenerji henüz bilimsel olarak anlaşılmış değildir.
Biyoenerji terapisinin öncülerinden Polonyalı Mietek Wircus’a göre hayat olgusunun iki öğesi
vardır: Biri biyokimyasaldır, diğeri de enerji ile ilişkilidir. Tüm canlılar biyokimyasal madde ve enerjiden
oluşur. Enerji, maddeye nüfuz ederek ona hayat verir. Enerjinin bedenden çekilmesi ise bütün hayat
sinyallerinin sönmesi ve ölümdür. İnsan ve hayvan bedenlerine hayat veren enerji, “hayat enerjisi” de
denen biyoenerjidir. Bu enerji veya kuvvet alanı, her hücreyi minyatür bir tel gibi kuşatır, ve beden için bir
harita ve bilginin beden boyunca akışını sağlıyan bir ortam oluşturur. Biyoenerji, vücut dışında da düşük
frekanslı bir elektromanyatik alan oluşturur. Daha geniş bir perspektif ile bakılacak olursa, biyoenerji
“evrensel enerji”nin ayrılmaz bir ögesidir. Maharetli bir biyoenerji pratisyeninin bu alanları ve bedendeki
enerji akışlarını algılıyabildiği söylenir. Bedende olup biten herşey bedenin enerji akışına, ve enerji
akışındaki her şey de bedene yansır. Bu akış ve alanları normale döndürerek, biyoenerji pratisyeni
biyokimyasal ve biyoenergy öğeleri arasındaki dengeyi tekrar sağlayarak kişiye sıhhatini kazandırır.
Prag’daki Charles Üniversitesi’nden Profesör Zdenek Rejdak biyoenerji terapisini “kişinin
durumunu iyileştirmek gayesiyle enerjinin bir organizmadan diğerine akrarılmasına dayanan bir metod”
olarak tanımlar. Bu, yükü zayıflamış bir aküyü tekrar şarj etmeye benzetilir. Biyoenerji terapisi, insan
bedenini kuşatan biyoenerji sahasında kendini gösteren biyo-akımların yeniden tesisini ve enerji
dengesizlik ve bloklarının giderilmesini içerir. Biyoenerji terapisi 1982’de Polonya’da resmen modern tıbba
tamamlayıcı bir branş olarak kabul edilmiştir, ve birçok biyoterapist sağlık kuruluşlarında tamamlayıcı
rolde görev yapmaktadır.
Mietek Wircus’un öğretisine göre fiziksel beden içinde enerji dört katman üzerinden akar: iskelet
ve eklemler, kan dolaşımı, sinir sistemi, ve cild. Tüm bu enerji akışları masaj, chiropractic manipulasyon,
ve akupunktur gibi uygulamalarla geliştirilebilir. Uzun süreli etki içın beden dışında devamlı tireşim
halinde ve değişim içinde olan ve birbiri içine giren termal alan (bedenin ikizi veya eterik beden),
elektromanyetik alan (duygusal beden), ve akustik alan (zihinsel beden) içindeki enerji akışlarının da
düzenlenmesi lazımdır. Bu fiziksel, eterik, duygusal, ve zihinsel bedenler “bağlayıcı madde” rolü oynuyam
“zihin” ile bir arada tutulur, ve değişen şuur seviyelerinde zihinde barındırılır. Bu bağlayıcı madde olmadan
bedenler çözülüp dağılır. Biyoenerji okullarında öğrenciler biyoenerjiyi hissetme, gönderme, yöneltme,
yıllar boyu birikmiş hisleri serbest bırakabilme, ve zihinsel olarak tüm enerji seviyelerini kontrol edebilmeyi
öğrenirler. İleri derslerde öğrenciler biyoenerji ile çalışmayı, başkalarının enerji alanlarını etkilemeyi ve
bozukluklarını düzetmeyi, ve eterik, duygusal, ve zihinsel enerji seviyeleriyle çalışmayı öğrenirler.
2) Reiki: Ruhsal yaşam enerjisi mi?Biyoenerjinin değişik bir yorumu olan ve 1900’lü yılların başında Japonya’da yaşayan bir rahip tarafından
kurulduğu zannedilen Reiki öğretisi, her yerde var olduğuna inanılan “ruhsal yaşam enerji”siyle her türlü
hastalığa çare bulunabileceği tezine dayanır. Reiki'nin bioenerjiden farkı, kişinin kendisindeki enerjiyi değil
evrenden aldığı enerjiyi dağıtttığına inanıyor olmasıdır. Reiki'nin, biyoenerji gibi, ağrı ve uykusuzluktan
kanser ve kalp rahatsızlıklarına kadar bir çok hastalıklara çare olduğu söylenir. Reiki'ciler, başka
ülkelerdeki kişilere bile telefonla iyileştirme enerjisi gönderip ağrıları dindirebildiklerini, kanseri tedavi
ettiklerini, ve hatta enerji gönderip telefonu bile şarj ettiklerini iddia ediyorlar. Biyoenerji ve Reiki
yaklaşımlarını modern bir tarikat olarak görenler de var.
Reiki metodu, önce vücudun yedi bölgesinde bulunan ve “çakra” denen enerjinin yoğun olduğu
kilit noktalarının kapalı olup olmadığının ucunda kuartz taşı bulunan bir sarkaçla taşın dönüş hareketine
göre tesbit edilmesi, ve sonra da problemli bölgeye enerji verilmesine dayanıyor. Reiki hocaları, yüksek
kurs ücretleri karşılığında bir kaç saatlik bir eğitimle kişiyi hem kendisine hem de başkalarına şifa vermeye
hazır hale getirebildiklerini söylüyorlar (Sabah Gazetesi, 5 Aralık 2004). Bir Reiki seansı esnasında, oturur
veya uzanır pozisyonundaki kişi üzerine elle dokunarak enerji aktarımı yapılıyor. Uygulayıcının bir kanal
görevi yaparak, evrensel iyileştirme enerjisini kendine veya başkalarına akmasını sağlayabildiğine
inanılıyor. Daha da ileri gidip Reiki ile üniversite sınavını kazanmak ve bir ev sahibi olmak gibi dileklerinin
gerçekleşeceğine inananlar da var. Alternatif tıbbın bir kolu olan Reiki’nin ABD’de birçok üniversitede ders
olarak anlatıldığı, ve dünyada birçok hastanenin Reiki’yi tamamlayıcı tedavi olarak kabul ettiği ifade
ediliyor. İşyerlerinde hastalananları elleriyle tedavi ettiklerini ve Amerika’daki yakınlarına Reiki enerjisi
göndererek onların ağrılarını dindirdiğini söyleyenler de var.
3) Biyoskalar Enerji: Elektromanyetik Energy İyileştirici Güç Olabilir mi? İyileştirme san’atlarında genellikle “alan” adı verilen düzenlenmiş elektromanyetik enerjinin iyileştirmede
etkin rol oynadığı kabul edilir. Ama bir elektromanyetik alanın hücre ve organ gibi yoğun dokuları nasıl
direk ve ani olarak etkilediği pek anlaşılabilmiş değildir. Valerie Hunt’a göre, vücuttaki elektomanyetik alan
ideal (sağlıklı) hale yaklaştıkça, bedendeki dokular takip eder. Yani insan aklı ve şuur, beden ve bedensel
faaliyetlerin idare ve kontrol merkezidir. Hatta henüz keşfedilmemiş bir enerjinin bulunmasıyla uzaktan
iyileştirme, telepati, ve 6. his veya duyu-dışı algılama (extra-sensory perception) gibi olayların izah
edebileceğini düşünenler, ve beden içi ve dışında yaratılabilen ve biyolojik bilgiyi pisikolojik bilmeyle
bağdaştırabilen bir enerji arayışı içinde olanlar da vardır.
Kozmik dalga adı da verilen skalar enerji, 19. yüzyılın sonunda frekansı sıfır olan bir enerji olarak
tarif edilmiştir. Bu statik enerji aynı frekanstaki iki elektromanyetik dalganın birbirini iptal etmesiyle ortaya
çıkar. Hunt’a göre, “akıl alanı” şuurlu olarak odaklandığı zaman, “niyet” elektromanyetik dalgaları vücuda
zıt uçlardan girecek şekilde yönlendirir, ve oluşan statik enerjiyi gögüs, kafa, veya bacaklara yerleştirir.
Biyostatik enerji, tüm başarılı iyileştiricilerin yaratıp yönlendirebildiği kalıcı enerjidir. Kişıler düşünce ile, bu
enerjiyi vücut bölgelerine yönlendirip ağrıyı giderme, hastalığı yok etme, ve tümörlerin büyümesini
durdurma gibi kumandalar verebilir. Tedavi 10 dakikadan bir kaç saate kadar sürebilir.
Fizikçi Tom Beardon, skalar enerjinin atomun çekirdeğine yerleştiğine inanır. Böyle bir durumda
biyoskalar enerji molekül, DNA, hücre, ve organlardan daha derinde demektir, ve biyostatik enerji tüm
dokuları direkt olarak etkiliyebilir. Beardon daha da ileri giderek skalar enerjinin bilgi için bir depolanma
yeri olduğunu ifade eder. İnsan düşünce ve niyetinin vücut dokusunda büyük değişikler yapması, skalar
enerjiyi yaratıp bilgilendirerek olur. Başka bir kişiyi tedavi ederken, kişinin önce kendi elektomanyetik
alanını arttırıp stabilize etmesi ve sonra da etkiyi hayalde resimleyerek veya el teması ile tedavi etmesi
gerekir. Birçök başarılı iyileştirici, bu biyostatik enerjiyi elektromanyetik dalgaların yapılarının şuurunda
bile olmadan yaratırlar. Kişi yaratmaya devam ettiği sürece, skalar enerjinin büyüklüğü belli bir ölçüye
kadar artar. Skalar enerji süresiz olarak depolanamaz. Ihtiyaç olunca, onun tekrar yaratılması gerekir.
Genişleme safhasında, enerji molekül, hücre, ve organlara yayılır, ve iyilieştirmeyi gerçekleştirir.
4) Akupunktur ve Hipnoz: Tıbbî İlaçlar Kadar EtkiliBir zamanlar gülüp geçilen 3000 yıllık Çin tedavi yöntemi akupunktur, bugün tıp aleminde gayet saygın bir
konuma geldi. Son 2 yılda doktorlar tıp dergilerinde akupunktur ile hıçkırıktan uykusuzluğa ve prostat
tedavisine kadar başarılı uygulamalar hakkında 100’den fazla makale yazdı. Klinik denemelerde,
akupunkturun ağrı gidermede gayet etkili olduğu gösterildi. Denemelerde kontrol gruplarına iğneler
ratgele yerlere konarak placebo etkisi elimine edildi (Comsumer Reports on Health, May 2004).
Geleneksel Çin görüşüne göre sağlık, bedende meridyen olarak bilinen kanallarda zıt yönlerde
akan yin (ruh) ve yang (kan) kuvvetleri tarafından kontrol edilir. Dengelenmemis kuvvetlerin hastalığa
sebep olduğu söylenir. Meridyenler boyunca belirli yerlere konan iğnelerin “iyileştirme enerjisi” denen
qi’nin akışını tahrik ettiği, ve dengeyi sağladığına inanılır. Batılı pratisyenler ise akupunkturun vücudun
ürettiği morfine benzer bir madde olan endorfin salgılıyarak ağrıyı giderdiği görüşündedirler. Ayrıca
tadaviye inanan kişiler “telkin” etkisi ile ağrıyı bloka ediyor da olabilirler.
İngiltere’de Southampton ve Londra Üniversitelerinde yapılan incelemeler akupunkturun beyinde
etkili olduğunu, ve ağrı ve acının dindirilmesinde en az ilaçlar kadar etkili olduğunu ortaya koymuştur
(Vatan Gazetesi, 2 Mayıs 2005). Depresyondan obeziteye, migrenden romatizmaya, tansiyondan cilt
rahatsızlıklarına kadar birçok farklı hastalık akupunktur sayesinde tedavi edilebilmektedir. Sadece
İngiltere'de yılda iki milyon kişi akupunktur tedavisi görmektedir. Eskiden ABD’de sigorta firmaları
akupunktur gibi modern tıpta yeri olmayan tedavilerin masraflarını ödemezdi. Ama son 10 yılda çok şey
değişti, ve artık ödüyorlar.
Son yıllardaki klinik denemeler gösteriyor ki hipnoz (arzu edilen neticeleri derince hayal etme
metodu) ameliyat sonrası ağrı gidermeden kilo vermeye ve hastalıklarin tedavisine kadar bir çok konuda
kişilere yardımcı olabiliyor (Consumer Reports on Health, Feb. 2004). Tıp dergilerinde yayınlanan birçok
araştırma, hipnoterapi uygulanan hastaların standard ilaçların verildiği kontrol gruplarındaki hastalara
nazaran ameliyat sonrası daha az ağrı çektiği ve saha çabuk iyileştiğini gösterdi. Benzer şekilde,
hipnoterapinin sindirim sistemi bozuklukları tedavisinde normal ilaç tedavisinden daha etkin olduğu
görüldü. 2000 yılında yayınlanan 59 araştırmanin sonuçları gösteriyor ki hipnoterapi kalıcı olarak kilo
vermede gayet başarılıdır. Ama sigarayı bırakmada durum öyle değildir. Araştırmalar, hipnoterapinin
bağışıklık sistemini bastırıp cilt hastalılarını tedavi etmede de gayet etkili olduğunu göstermiştir.
Hipnoz, kişiyi telkine açık hale gerirerek çalışır. Derin bir gevşeme modunda kişiye verilen
telkinler, normalde şuurun kontrolü altında olmayan fizyolojik faaliyetleri etkilemekte kullanılıyor. New York
Presbyterian Medical Center’da Tamamlayıcı Tedavi Merkezi’nin kurucusu dünyaca meşhur kalp doktoru
Mehmet Öz, tedavisinde sıkça telkini kullanır, ve “kuvvetli yeni hücreler yerlerini alıyorlar” gibi telkinlerle
hastalarını hasarlı hücrelerin tamir olduğu konusunda temin eder. Hayal gücü kuvvetli, güvenen, ve
dikkatini odaklıyabilen hastalar hipnoterapiye iyi cevap vermektedirler.
5) Söz: Deprasyon Tedavisinde İlaç’tan Daha EtkiliDeprasyon tedavisinde söz, ilaçlar kadar ve hatta daha etkin bir tedavi aracı olabilir. Yapılan araştırmalar
incelendiğinde görülmüştür ki en az 13 seans süren “çoğunlukla konuşma” terapisi, “çoğunlukla ilaç”
tedavisinden daha iyi sonuçlar vermektedir. Ayrıca, psikolog ve sosyal işçiler tarafından verilen terapinin,
psikiyatristler tarafından verilen terapi kadar etkili olduğu görülmüştür. 2003’de sadece ABD’de deprasyon
ve ve diğer psikolojik rahatsızlıkları tedavi için 12.4 milyar dolarlık ilaç satıldığı, ve ilaçların yan etkileri
dikkate alınırsa, söz ile tedavi alternatifinin önemi daha da iyi anlaşılır (Consumer Reports, October
2004).
ŞİFA ve İLAÇ: NEDİR ve NE DEĞİLDİRModern tıbbın “tamamlayıcı tıp” ve “alternatif tıp” karşısındaki pozisyonu, kafakarışıklığı ve şaşkınlık
olarak özetlenebilir. Modern tıp, sağlam bir ilmî dayanağı olmadığı için biyoenerji ve Reiki iyileştirme
sanatlarına mesafeli durmaktadır. Mahiyeti hala tam olarak bilinmediği halde akupunkurun modern tıpta
kazandığı itibar dikkate alınırsa, bugün şüphe ile bakılan birçok yaklaşımın ileride genel kabul görmesi
gayet mümkündür. Bu kargaşalığın arkasında yatan sebep ise en temel bir kavram olan “şifa”nın
mahiyetinin ne olduğunun bilinmemesidir. O yüzden, önce şifayı konuşmak lazımdır.
Şifa deyince akla ilaç gelir. Ama tüm maddeler gibi, ilaçları oluşturan maddeler de atom veya
molekül denen parçacıklardan oluşur, ve electron-proton-nötron’lardan oluşan bu parçacıkların şifa verme
özelliği yoktur, ve olamaz. Çünkü maddenin temel yapıtaşı olan parçacık veya dalgada şifa diye bir unsur
yoktur. Yani, şifa maddî bir şey değildir. Şifa maddi birşey olsaydı, ilaçlar şifa maddesiyle dolgu
maddelerinin bir karışımı olurdu. Zehirli maddeler de aynı parçacıklardan oluşur, ama tam ters bir etkiye
sahiptir. Hatta bazan aynı madde bazılara şifa olurken başkalara maraz olur.
O halde şifa, madde-dışı bir şeydir, yani mânâdır, ve böylelikle zaman ve mekana tabi değildir.
Yani hiçbir yerde olmadığı halde her yerdedir. O zaman evrende madde-enerji katmanıyla beraber bir de
yaygın bir “şifa” katmanı olması lazımdır, ve bu şifa yayınını alıp verebilen her şey – maddî olsun manevî
olsun – ilaçtır. Aynen, görmediğimiz halde çevremizde yaygın olarak var olan televiyyon yayınını alıp
ekrana verebilen herşeyin televizyon olduğu gibi. Yani imaj için televizyon ne ise, şifa için de ilaç odur.
Böyle genel bir tanım, tıbbın ve tedavinin önünü açar, ve önümüze çok sayıda seçenekler sunar.
Anlıyamadığımız ve izah edemediğimiz bir çok şeyi de – sözün ilaç kadar ve hatta daha fazla iyileştirme
etkisi olabilmesi gibi – anlamamıza yardımcı olur. Bu mânâyı gayet iyi hisseden eski Yunanlılar, bu
katmana “şifa tanrısı” Apollo veya Asclepius olarak kutsiyet vermişlerdir. Kendisi bir mânâ olan şifanın
taşıyıcısı madde gibi mânâ da olabilir, ve dolayesi ile bir ses titreşimi veya iyi bir dilek veya telkin de ilaç
olabilir. Yani,
İlaç = hap, şurup, enjeksiyon (madde), söz, müzik, iyi dilek, telkin (mânâ) + şifa
Böyle bir genellemeden sonra söz, müzik, akupunktur, ve hatta iyi dileğin bildiğimiz ilaçlar kadar etkin bir
şifa kaynağı olmasına engel olacak hiçbir şey yoktur – yeter ki kontrollü gözlemler bunu teyid etsin.
Böylelikle, biyoenerji ve Reiki iyileştirme yöntemlerinin – uzaktan tedavi de dahil olmak üzere - gayet
mümkün olduğunu, ama bunun enerji gönderme ile hiçbir alakası olmadığını söyleyebiliriz.
Şunu da belirtmek lazımd ki bir zamanlar ciddiye alınmayan akupunktur, meditasyon, bitkisel
ilaçlar, ve diğer alternatif tıp uygulamaları artık tıp fakültelerinin müfredatlarında yerini almaktadır.
2002’deki bir araştırmada ABD’de halkın üçte birinden fazlasının alternatif tıbbı denediğini ortaya
koymuştur. İlaç olmayan placebo’ların bazı insanlar üzerinde ilaçlar kadar etkili olması da
düşündürücüdür, ve nazar ve bakış açısının ne kadar önemli olduğunu gösterir. Bazı itirazlara rağmen
ABD’de tıp fakültelerinin büyük çoğunluğu, en son Pensylvania State University olmak üzere,
öğrencilerine halk arasında popülerliği gittikçe artan alternatif tıbbı öğretiyor, ve bu konularda ortak
araştırma programları kuruyor. Mesela Penn State’de araştırılacak konular arasında en yeni beyin
görüntüleme teknolojilerini kullanılarak bitkisel ilaçlar, akupunktur, ve hatta dua’nın insanları nasıl daha iyi
hissettirdiği de var (Loviglio, 2005).
MADDE VE ENERJİEinstein’in meşhur E = mc2 formulünden de görüleceği gibi, madde ile enerji aynı varlığın iki değişik
tezahürüdur, ve biri diğerine dönüşebilir. Yani madde ve enerji aslında eşdeğerdir, ve maddeye enerjinin
bir şekli olarak da bakılabilir. Keza, “maddenin korunumu” ve “enerjinin korunumu” kanunlarının ifade
ettiklerinin aksine, evrende korunan madde veya enerji değil, ikisinin toplamıdır. Madde ve enerjinin ayrı
ayrı korundukları prensibi temel değil pratik bir yaklaşımın sonucudur, ve sağladığı kolaylıktan dolayı
genel kabul görmüştür.
Madde, hidrojen ve karbon gibi elementlerden, elementler atomlardan, atomlar elektron, proton,
ve nötronlardan, proton ve nötronlar da quarklardan, ve hepsi en niyayet evrenin temel yapı taşı olduğu
tahmin edilen nötrino parçacık (veya dalga)’larından oluşur. Elektron, quark, ve nötrino parçacıkları
zıplayıp duran toplardan ziyade dalgalara benzerler, ve dalga özellikleri taşırlar. Mesela elektronların
dalga özelliği interference deneyi ile kolayca gösterilebilir. Diyebiliriz ki fiziksel evren parçacıklardan, veya
başka bir bakış açıyla dalgalardan oluşur – aynen bir TV yayını gibi. Yani tüm evrenin hammaddesi en
temel şekliyle ifade etmek gerekirse, “enerji dalgası”dır. Televizyon yayın dalgaları ekranda nasıl elma,
çiçek, kuş, veya insan imajları oluşturuyorlarsa, evrendeki enerji dalgaları da elma, çiçek, kuş, ve insan
(ve hatta ses) oluyor. Yani bir insan bedeninin hammaddesi ile bir kuş veya elma veya bir kayanın
hammaddesi tamamen aynı – hepsi elektron, proton, ve nötronlardan (veya TV yayını gibi dalgalardan)
oluşuyorlar.
Madde ve enerjinin birbirine dönüşümü, parçacık fiziği araştırma merkezlerinde rutin olarak
yapılan işlerdendir. Her parçacığın “karşımadde” (antimatter) denen kütlesi aynı yükü zıt bir ikizi vardır. Bir
parçacık kendi karşıparçacığı ile karşılaştığı zaman, parçacıkların ikisi de yok olup eşdeğer miktarda bir
enerjiye dönüşür.
Gerekli kütle-enerjiyi oluşturmaya yeterli enerji bulunduğu zaman da bir parçacık-karşıparçacık çifti
oluşabilir. Mesela bir elektron ile pozitron (pozitif yüklü elekton veya anti-elektron) yüksek hızda
çarpıştırıldıkları zaman, birbirlerni yok edip eşdeğer miktarda gama ışını, ve gama ışınından da quark ve
antiquark parçacıkları oluşur. Benzer şekilde bir proton ve antiproton (negatif yüklü proton) çarpıştırılınca
gluon ışını, ve ondan da quark, antiquark, elektron, ve nötrino parçacıkları oluşur.
Artık bu madde-enerji dönüşümleri atom seviyesinde de oluyor. 2002 yılında CERN
laboratuvarında negatif yüklü bir antiprotonla pozitif yüklü bir antielektrondan bir antihidrojen atomu
yapılmış, ve bu antihidrojen atomu hidrojen atomu ile çarpıştırıldığında her iki atomun da yok olup
eşdeğer miktarda bir enerjiye dönüştüğü gözlenmiştir (Bilim ve Teknik, Aralık 2002). Güneşte her saniye 5
milyon ton madde enerjiye dönüşür. Bütün bu gözlemler açıkça gösteriyor ki madde enerjinin bir şeklidir.
Parçacık fiziği teorileri, evrenin ilk oluşum aşamalarında madde ve karşımaddenin aynı miktarda
olmasını gerektirir. Ama bugün karşımadde yok denecek kadar azdır, ve bu madde-karşımadde
dengesizliği bir muamma olmaya devam etmektedir. Gerçi bu böyle olmasaydı, evrende madde diye
birşey kalmayacak, ve herşey elektomanyetik radyasyona dönüşecekti. “CP ihlali” denen bu aykırılık hala
izah edileceği günü beklemektedir. Ama her halükarda bizim temel yapı taşımızın televizyondaki bir insan
imajının elektromanyetik radyasyon olan temel yapıtaşından pek de farkı yoktur. Ve denebilir ki elektrikler
kesilince nasıl bir televizyon yayın alemi yok oluveriyorsa, bize çok sağlam görünen bu evrenin de bir
anda yok oluvermesi gayet mümkündür.
Bu televizyon analojisi şu meraklı soruyu da akla getirir: Televizyon yayını ve evrenin temel
yapıtaşları aynı olduğuna ve televizyon alemi her an yeni yayınla tazelendiğine göre, acaba evren de
daimî olarak her an yenileniyor mu? Acaba iddia edildiği herşeyi yutan karadeliklerin tam aksini yapan
beyaz noktalar var mı? Sakın bu beyaz noktalar karadeliklerin yapışık ikizleri olmasın? Neyse, biz bu
konulari bilim-kurgu yazarlarına bırakıp konumuza devam edelim.
Galaksilerdeki yıldızları bir arada tutan çekim kuvvetinin görülen kütle ile sağlanması mümkün
değildir. O halde göremediğimiz bir “karanlık madde” gerekli ilave çekim kuvvetini sağlamalıdır. Karanlık
madde ışık vermez, ışığı almaz ve yansıtmaz. Karanlık madde electron, proton, ve nötrondan oluşmaz
Evrendeki tüm maddenin %80’i karanlık maddedir, ve k
aranlık maddenin en muhtemel temel yapıtaşı adayı evreni dolduran gölgemsi madde parçacığı olan
nötrinodur. Yani içinde yaşadığımız evrenin büyük kısmı fiziken değil “ilmen” mevcuttur. Ayrıca, zaman ve
mekan madde yüzünden vardır. Yoksa madde, zaman ve mekanda var olan bir şey değildir.
MADDEYİ BİR ARADA TUTAN TUTKAL: KUVVETEğer evren sadece madde (veya enerji) olsaydı, büyük patlamadan (big bang) sonra irili ufaklı bir toz
bulutu (veya bir radyasyon alanı) olarak kalacaktı. Atom gibi anlamlı yapıların oluşması, parçacıkların bir
araya getirilmesiyle olur, ve bu da kuvvet gerektirir. Mesela proton içinde quarkları, ve atom çekirdeği
içinde birbirini iten pozitif yüklü protonları, güçlü kuvvet bir arada tutar.
Kuvvet maddeye etki eder, maddeyle iletilir, ama madde değildir. Kuvvetin kendisi görülmez;
varlığı madde üzerindeki etkisinden bilinir. Bu etkinin kuvvet taşıyıcı parçacıklarla sağlandığı düşünülür –
elektromanyetik kuvvetin fotonlar ve yerçekimi kuvvetinin henüz gözlenmemiş graviton adı verilen
parçacıklar tarafından iletilmesi gibi. Maddeye benzer olarak, tüm kuvvetlerin temel yapıtaşlarının aynı
olduğu kanaati yaygındır, ama bu kuvvetlerin birliği teorisi “unified theory” henüz kanıtlanabilmiş değildir.
Öyle görülüyor ki kuvvet olmasaydı, evrende biz dahil herşey infilak edip parçacık bulutuna
dönecekti. Sanki herbir atomda kuvvetten oluşan bir manevî kalıp, bir yuva, bir ruh vardır, ve parçacıklar
kanunların yönlendirmesi ve sevketmesiyle bu yuvalarına koşup yerlerini almaktadırlar. Yani en basit bir
proton bile bir madde-mânâ karışımıdır, ve madde-dışı unsur olan kuvvet kaldırıldığı zaman fiziksel yapı
adeta yok olmaktadır – aynen bir binanın harcı çıkarıldığı zaman çöküp bir tuğla yığınına dönmesi gibi.
Bazı parçacık fizikçilerinin görüşlerine göre her temel parçacığın bir “gölge” kuvvet taşıyıcı parçacığı, ve
her kuvvet taşıyıcı parçacığın da bir “gölge” madde parçacığı vardır. “Supersimetri” denen kütle parçacığı
ile kuvvet taşıyıcısı arasındaki bu ilişki üzerindeki çalışmalar CERN ve Fermilab laboratuvarlarında devam
etmektedir.
Kuvvet taşıyıcısı bu tür parçacıklar henüz gözlenebilmiş değildir, ve gözlenmesi muhtemel de
görülmüyor. Çünkü kuvvetin kaynağı madde değildir. Madde veya enerjinin temel yapıtaşında (mesela
nötrinoda) kuvvet diye bir unsur gözlenmemiştir. Bilim gözlemlere dayanır. Kuvvetin kaynağının madde
olduğu tezi olsa olsa bir önkabuldur, ve bu aşamada bilimsellikten yoksundur. Madde ve kuvvetin yapışık
ikizler gibi her zaman beraber görülmeleri, objektifliklerini korumaları gereken biliminsanlarını bile kuvvetin
kaynağının madde olduğu konusunda şartlandırmıştır, ve bu önyargı yeni bilimsel açılımlar önünde ciddî
bir engel teşkil etmektedir. Kuvvet, maddeden bağımsızdır, ve başlıbaşına değişik bir boyuttur. Artık
evrene tek katmanlı değil, iki katmanlı (hatta çok katmanlı) bakma zamanı gelmiştir. Özetlemek gerekirse,
Mevcut görüş (tek katmanlı): Varlık = Madde (veya enerji)
Yeni görüş (iki katmanlı): Varlık = Madde (veya enerji) + Kuvvet
Yani, elmasta karbon ile ışığı ayırd ettiğimiz gibi, madde ile kuvveti de ayırd etmeli, ve kuvveti evrende
her maddeye tam nüfuz eden yaygın ama görülmez bir ışık olarak görmeliyiz. Bu yaklaşım, madde veya
enerji ile ilgili bu güne kadar öğrendiğimiz hiçbir şeyi değiştirmemizi gerektirmez. Ama kuvvet ile ilgili
içinde bulunduğumuz tüm çıkmazlara bir çıkış yolu açabilir – kuvvet taşıyıcı parçacıkların bir maddesi
olması gerekmediği gibi.
Büyük patlamadan önce evrenin sonsuz yoğunlukta bir nokta olduğunu, ve varlığı gözlenemediği
halde etkisinin tezahürüne bakarak ilmen evrende yaygın olarak karanlık maddenin var olduğunu kabulde
zorlanmayan bilim dünyası, bu tür yaklaşımlara alışkanlıkların getirdiği önyargı ile değil, açık yüreklilikle
ve objektif olarak bakmalıdır. Unutulmamalıdır ki bilim tarihinde en büyük açılımlar, en “uçuk” fikirlerden
çıkmıştır. Bu kuvvetin kaynağının ne olduğu sorusu, büyük patlamadan evvelki sonsuz yoğunluklu
noktanın kaynağının ne olduğu sorusu gibi, felsefe ve teolojiye havale edilebilir.
Proton konusunu kapatmadan evvel ilginç bir gözlemi de ifade etmek gerekir. Bilindiği gibi
evrende bir kısmı tabii olarak bulunan bir kısmı da laboratuvarda füzyon ile üretilebilen 100’den fazla
element vardır. Bu elementlerin temel farkı çekirdeklerindeki proton sayısıdır. Mesela hidrojen atomunda
1, karbonda 12, demirde 26, ve altında 79 proton vardır. Ama tüm protonlar birbirinin aynıdır – aynen
pirinç taneleri gibi. Şimdi düşünelim: Eğer 12 pirinç tanesini birlikte sıkı sıkı bağlayınca 12’lik bir pirinç
dizesi yerine bir mısır tanesi, 26 tanesini bağlayınca bir bakla, ve 79 tanesini bağlayınca bir fındık
oluyorsa, bunda bir iş var demektir. Karbon, demir, ve altının karekterleri birbirinden çok farklıdır, ama
belli ki bu karekterler protonların kendilerinden gelmiyor. Çünkü protonlarda ne karbon karekteri var, ne
demir, ne de altın. Hatta öyle görülüyor ki karbon veya demiri altına çevirmek gayet mümkün – yapmamız
gereken tek şey nükleer santrallarda uranyum atomunu parçaladığımız gibi karbon veya demir atomlarını
parçalayıp açığa çıkan protonları 79’luk guruplar halinde biraraya getirmek.
Benzer şekilde, iki hidrojen atomu ile bir oksijen atomu bir araya konursa, bu bir gaz karışımı olur
ve karışım hidrojen ve oksijenin özelliklerini taşır. Ama iki hidrejen ve bir oksijen kimyasal bir bağ ile
birbirine bağlanırsa, özellikleri tamamen değişik olan “su” oluşur. Kimyasal bağları sağlayan kuvvette su
veya başka bir bileşik madde karekteri olmadığına göre, bileşimlerin karekterleri nereden geliyor? Biz
evrenin tek boyutlu (madde) olduğunda ısrar edip duralım, ve iki boyutluluğa (madde ve kuvvet) “acaba
mı” deyip mesafeli duralım. Aslında yüzyılların getirdiği şartlanma ve önyargıdan sıyrılmayı başarmış
sorgulayıcı biliminsanları gözlemleyip göstereceklerdir ki evren bir veya iki değil, çok boyutludur. Ve bu
boyutlardan sadece birisi içine çakılıp kaldığımız madde ile alakalıdır.
EVRENİN GÖRÜNMEYEN MOTORLARI: KANUNLAR Kanun ve kurallar tüm dünyada düzen ve huzurun temelleridir, ve bu, evrende de böyledir. Mesela
sadece yerçekimi kanunu iptal oluverse herşey havada uçuşmaya başlar, ve tam bir kaos olur. Bir
ülkedeki kanunlar o ülkede yaşıyanların genel iradesini, evrendeki kanunlar da tüm evrende hükümferma
olan evrensel iradeyi yansıtır. Ülkelerde polisiye kuvvetler bireylerin kanunlara itaatini sağlar. Evrende ise
bu işi evrensel kuvvetler ve etkiler yapar - yer çekimi kuvvetinin dünyada herşeyin yerçekimi kanununa
itaatini sağlaması gibi.
Kanunlar madde değildir, ve o yüzden de zaman ve zemine bağlı değildir. Böylelikle her yerde
geçerlidir, ama hiçbir yerde değildir. Maddenin her zerresinin tüm kanunlara tam itaati ve kanunların
ancak maddedeki tezahürüyle görülüp bilinmesi, kuvvet gibi, kanunların da kaynağının madde olduğu
önyargısını oluşturmuştur. Ama maddenin temel yapıtaşı olan parçacık veya dalgalarda kanun diye bir
unsur yoktur. Hatta denebilir ki evrendeki tüm kütle yok olsa da kütlelerin çekim kanunu, ve hiçbir ısı
iletimi olmasa da (tüm evrenin aynı sıcaklıkta olması durumu gibi) ısının iletimi kanunu geçerlidir.
Bir maddeye aynı anda bir çok kanun etki eder. Bizim gözlemlediğimiz net etkidir. Biz analizlerde
etkisi küçük olan kanunları kolaylık olsun diye dikkate almayız, ama her kanun her yerde etkilidir. Mesela
elimizden bıraktığımız bir taşın düşüşünü analiz ederken genellikle sadece yerçekimi kuvvetinin etkisini
dikkate alırız, ve havanın kaldırma kuvvetini (Arşimet kanunu) ve sürtünme kuvvetini küçük oldukları için
(yoksa geçerli olmadıkları için değil) ihmal ederiz. Ama elimizden bıraktığımız helyum gazı doldurulmuş
bir balonun hareketini incelerken havanın kaldırma kuvvetini mutlaka dikkate alırız, çünkü en büyük etkiyi
o yapar (helyum gazı havaya göre çok hafiftir).
Madde-kanun ilişkisini daha iyi anlıyabilmek için helyum balonunu tekrar dikkate alalım. Önce
balonu serbest bırakıp havada yükselişini videoya kaydedelim, ve bir binanın tepesine varış zamanını ve
nerede ve ne zaman patladığını not edelim. Sonra bilgisayarda balonun (ve hatta çevrenin) gerçekçi bir
resmini çizip balon ve çevre şartları ile ilgili tüm bilgileri girelim, ve balonun hareketi ile ilgili tüm kanunları
(yer çekimi, sürtünme, kaldırma, idal gas, hava yoğunluğunun yükseklikle değişimi, vs) uygulayıp balonun
hareketini ekranda grafik olarak izliyelim. Görülecektir ki bilgisayardaki sanal balonun hareketi gerçek
balonunki ile aynıdır. Sanal balon da binanın tepesine aynı zamanda ulaşacak, ve gerçeği ile aynı zaman
ve yükseklikte patlayacaktır. Hatta iki video yan yana oynatılırsa, gerçek balon hareketi ile sanalı
ayırdetmek neredeyse mümkün olmayacaktır. Buna benzer binlerce örnek verilebilir, ve bu örnekten son
derece önemli sonuçlar çıkarılabilir:
Önce şu gayet açık olarak görülüyor ki varlıklarda esas olan madde değil, madde olmayan
kanunlardır. Yani mânâdır. Kanunlar adeta bir yumak gibi balona has bir ruh oluşturmakta, ve balonun
maddesi de o ruha tabi olmaktadır. Balon sanki o madde-dışı ruha bir kılıf veya bir cesettir, ve kanun
yumağından oluşan balon ruhunun göze görülmesini sağlar (akıl gözü sanal balonun hareketini hayal
perdesinde direk olarak ilim ışığıyla görebilir; çünkü akıl madde değildir, ve görmek için maddeye ve
bildiğimiz ışığa ihtiyacı yoktur). Ayni kanunlar ve dolayesi ile aynı ruh, taş gibi havadan ağır bir şeyi
kaldırmak yerine yere indirir.
Balonun maddesi her türlü tehlikeye açıktır, ve her an patlayabilir. Ama balon, parçalarına ve
hatta atom ve moleküllerine bile ayrılacak olsa onu uçuran ruh her zaman ve heryerde vardır. Balon sanki
yok olmakla sonsuzluğa ulaşır. Kanunlardan oluşan o ruh, her zaman yeni bir balona ve hatta aynı anda
milyonlarca balona girerek gördüğümüz madde aleminde tekrar arz-ı endam edebilir. Silahlar ve infilaklar
balonun atomlarını bile tahrip edebilir, ama o ruha hiçbir zarar veremez, çünkü madde değildir. Evrende
kanunlardan muaf olan hiç bir varlık olmadığına göre diyebiliriz ki basit bir atom dahil herşeyin en azından
kanunlardan oluşan bir manevi ikizi veya bir ruhu vardır. Kanunlar kaldırılacak olsa, tüm varlıklar çözülür
ve evren bir toz bulutuna döner.
Balon örneğinden çıkarılacak ikinci bir ders de olayların daha olmadan nasıl olacağını görmemizi
sağlıyan ilmin ve teorinin önemi ve gücüdür. Varlıkların gayet düzenli ve sanatlı olması, herşeyde hassas
bir ölçü ile olması, ve bir faydaya ve gayeye yönelik olması, evrende herşeyin ilimle yapıldığını ve yaygın
bir ilmin varlığını gösterir. İlim de kanun gibi mânâdır, yani kaynağı madde değildir, çünkü maddenin temel
yapıtaşı olan parçacık veya dalgalarda ilim diye bir unsur yoktur. O halde ilim sabittir – yani zaman ve
mekanla değişmez, artıp eksilmez. Değişen sadece bizim farkına vardığımız miktardır. Araştırmacıların
yaptığı ilmi icad etmek değil, ezelden beri var olan ilmi keşfetmektir – bir hazine arayıcısının var olan bir
defineyi keşfetmesi gibi.
Varlıklardaki yaygın ilim ışığı, ancak akıl gözü ile görülür. Zaten ilmî araştırmalarda genellikle
yapılan da gözlemlerle varlıklardaki bu ilim pırıltılarını görmeye çalışmak, yeterince gözlem yaparak bu
pırıltıların hangi genel ilmî kuraldan kaynaklandığını ortaya koymak, ve yeterli sayıda yeni gözlemlerle bu
kural veya teoriyi test ederek teyid etmektir. O yüzden termodinamikçi Botzman’ın dediği gibi, “iyi bir
teoriden daha pratik bir şey yoktur.” İlmin önemli bir kaynağı da kalbe doğan ilhamdır. Önsezi, 6. his, ve
içgüdü ilmin akıl yerine kalbe yansımalarıdır.
Evrensel kanun ve prensipler değişimleri kural altına alan genel ilimlerdir, ve varlıkların
durumlarına has ilimler için bir çerçeve oluştururlar. Bir şey yaparken en iyisini yapmak ilim ile olur, ve ilim
arttıkça herşeyin daha iyisi yapılır. O yüzden modern toplumlarda yüzyıllarca yıllık ilim birikiminin
okullarda genç dimağlara aktarılmasına çok önem verilir. Çünkü yeni bir şey yaparken kullanılabilecek en
değerli unsur ilimdir. Mimar ve mühendis gibi tasarım yapan kişiler, tasarlanan şeyi – mesela bir
televizyonu - madde kullanmadan ilim ile hayallerini kullanarak yaparlar, ve tasarımı kağıda veya bir
CD’ye kaydederler. Bu tasarım, yapılacak şeyin ilmî bir vücudunu oluşturur. Artık usta ve teknisyenlere
düşen, ilimden oluşan bu ruha fabrikalarda binlerce hatta milyonlarca maddî ceset giydirmektir. El becerisi
isteyen işlerin artık gittikçe robotlara bırakıldığı dikkate alınırsa, insan için en değerli şeyin ilim ile
uğraşmak ve hayal ile inşa etmek olduğu anlaşılır. Sağlam bir ilmî vucudu veya ruhu olmayan şeylerin
maddî bedenleri de sağlam olmaz, ve uzun süre bir arada kalamaz. Demokratik toplumlarda vizyonerlere
değer verilir, çünkü onlar toplum için yeni bir ruh inşa ederler. Toplum benimsediği bu yeni ruhu adapte
ederek yenilenir. Değişım istemeyen totaliter rejimlerde ise ilim ve hayalleriyle topluma yeni bir ruh üreten
düşünür ve yazarlar, en tehlikeli kişiler olarak görülürler.
MADDE ve MÂNÂ: Varlıkların Dış ve İç YüzüÇevremizi ve varlıkları algılamamızda genellikle beş temel duyumuza (görme, işitme, koklama, tatma, ve
dokunma) dayanırız. Bu beş duyu da maddeyle ilişkilidir. Yani maddesi olmayan bir şeyi (akıl ve sevgi
gibi) göremeyiz, ve yine maddesi olmayan şeylere dokunamayız. Bunun sonucu olarak maddeyi gerçek
varlık, maddesi olmayan şeyleri de adeta hayalî varlıklar veya maddî etkileşimlerin tezahürleri olarak
görürüz. Aslında madde olarak algıladığımız herşey – atomaltı parçacıklardan galaksilere, mikroplardan
insana kadar – madde ve mânâ karışımıdır, ve adeta madde ve mânâ iplikleriyle dokunmuş bir kumaştır.
Ve esas olan madde değil, mânâdır. Madde sadece mânâların beş duyumuz tarafından algılanmasını
mümkün kılan kılıf veya elbisedir. Yani mânâ öz, madde is kabuktur. Mânâ zaman ve mekân üstü, madde
is zaman ve mekâna ve dolayesi ile fizik kanunlarına tabidir. Mânâyı anlamakta zorlananlar ve mânâ ile
pek rahat hissetmeyenler için gayet ikna edici ve şüpheleri giderici çok örnekler vardır.
1) Kitap: Mânânın Tezahür SayfalarıKitap görünüşte mürekkep ve kağıttan oluşan, gözle görülen ve elle tutulan maddî bir varlıktır. Ama
aslında kitabı kitap yapan içindeki mânâlardır, ve kitabın maddesi manevî varlığı olan mânâsı yanında bir
hiç gibi kalır. Zaten son yıllarda gittikçe yaygınlaşan ve onlarcası bir tek CD’ye veya flashcard’a sığan
elektronik eKitapların ne kağıdı vardır, ne de mürekkebi. Kelimeler adeta ekran sahifelerinde ışığa
dönüştürülen elektrik enerjisiyle istenilen renkte yazılıp bozulabilmektedir. Hatta denilebilir ki kitap denen
şey mânâların sahifelerde görünmesini sağlayan bir perdedir, bir ekrandır, bir kılıftır, bir dürbündür,.
Örnek olarak, 99 gram kâğıt ve 1 gram mürekkepten oluşan 100 gramlık bir kitabı göz önüne
alalım, ve bunu üzerine rasgele 1 gram mürekkep dökülmüş 99 gram kağıt ile karşılaştıralım. Madde
olarak, 100 gramlık bir kitap ile 100 gramlık mürekkepli kağıt arasında hiçbir fark yoktur. Bunları madde
tahlili yapan bir laboratuvara göndersek, her ikisi de aynı tahlille geri gelir. 100 gramlık kitap ile 100
gramlık mürekkepli kağıt madde olarak aynı olduğuna göre, bunların aralarındaki her fark mânâ ile
alakalıdır, ve dolayesi ile manevîdir. İşte kitap için mânâ denen şey, kağıt ve mürekkep dışındaki
herşeydir. O yüzden diyebiliz ki
Kitap = Kağıt, mürekkep, vs (madde) + Mânâ
Hatta daha küçük bir boyutta, yazı aleminin temel yapı taşları olan harflerin dizilimlerini kelime
yapan yine mânâdır, ve denebilir ki kelimelerle ifade edilen mânâlar, mânâ aleminin en küçük birimleri
yani atomlarıdır. Mesela, “kitap” bir kelimedir, çünkü bir anlamı vardır, yani mânâ yüklüdür, ama aynı beş
harften oluşan “kipat” bir kelime değildir, çünkü taşıdığı bir mânâ yoktur. Yine diyebiliriz ki
Kelime = Harf veya ses dizilimi (lafız) + Mânâ
Açıkça görülüyor ki kelimelerde esas olan yine mânâdır, harf dizilimi olan lafız ise sadece bir kılıftır. Mânâ
öz, lafız ise kabuktur. Mânâ lâtif, lafız ise kesiftir. Mânâ ruh, lafız is cesettir. Demek bir harf dizilimi, ancak
bir mânâsı veya ruhu olduğu zaman bir kelimedir. Yani kelimeler de insanlar gibi bir bakıma “canlı”
varlıklardır, ve onların ruhları mânâlarıdır. Mânâsını kaybeden bir kelime, ruhu giden bir insan gibi ölür ve
dağılıp gider. Yeni bir kelimenin doğması için de önce mânânın oluşması lazımdır. Sonra bu mânâya
uygun bir lafız bulunur. Mânâ ile lafız zamanla özdeşleşir, ve cilt ile beden gibi birbirinden ayrılmaz olur.
Mânâlar değişik bir alemdendir – mânâ alemi – ve harf ve dizilimlerinden tamamen bağımsızdır.
Zaten aynı mânânin değişik dillerde değişik kelimelerle ifadesi de bunu gösterir. Kelime denen şey, belli
bir harf (veya ses) diziliminin belli bir mânâ ile ilişkilendirilmesi, ve zamanla özdeşleştirilmesidir. Başka bir
ifade ile, kelimeler, mânâ özü veya ruhunun harf (veya ses) dizilimi kılıf veya bedenine girmesi ve
bütünleşmesinden oluşur. Zaten yeni bir dil öğrenen bir kişi de aynen bunu yapar: Bir harf veya ses
dizilimini bir mânâ ile ilişkilendirir, ve o mânâ o harf veya ses diziliminde parlayıncaya (veya ruh bedene
girinceye) kadar tekrarla onu pekiştirir.
2) Gül: Yapraklarda Yansıyan GüzellikGül deyince akla güzellik ve sevgi gelir – yoksa gülün yapı taşları olan karbon, azot, hidrojen, ve oksijen
atomları değil. Gül, madde ve mânâ ilişkisini anlamak için de güzel bir örnektir. Şöyle ki: Birbirinin
tamamen aynı olan iki gül alalım, ve bunlardan birisini iyice ezerek çamur haline getirelim. Sonra da bu iki
gül arasında bir fark olup olmadığını soralım. Herhalde böyle bir soru çok tuhaf bulunur, ve gülün bir
parça çamur ile mukayese edilemiyeceği söylenir. Ancak gül ile onun çamur ikizi bir kimya laboratuvarına
gönderilecek olursa, her ikisinin eşdeğer olduğu raporu gelecektır. Yani madde olarak, bir gül ile onun
ezilmesinden oluşan çamur arasında hiç bir fark yoktur. Ama bunlar farklıdır, ve aralarındaki fark madde
olmadığına göre tamamen mânâdır. (Hiç kimse herhalde bunlar madde olarak aynı şeydir diye gül yerine
gül çamuru vermeyi düşünmez).
Demek gülün çamurunda olmayan her özellik ve hasiyet mânâ ile alakalıdır, ve mânâsı yanında
gülün maddesinin kıymeti neredeyse bir hiçtir. Yani gülü gül yapan maddesi değil, o maddede tezahür
eden mânâdır. Gül adeata bir mânâ taşıyıcısıdır, ve güzel mânâlar göndermek istendiğinde akla gelen ilk
şey güldür. Gülü alan kişi de gülün maddesini değil, gönderilen güzel mânâları alır ve hisleriyle masseder
ve zevkeder. Tabi yanlışlıkla gözü maddeden başka bir şey görmeyen mânâdan habersiz birilerinin eline
geçmezse – inek veya eşek gibi.
Müsbet ilmin kaynağı gözlemdir. Biz de gülü gözlemleyip irdeliyerek mânâ ile ilgili temel bilgilere
ulaşabiliriz. Gül (veya başka bir çiçek) deyince akla ilk gelen şey herhade “güzellik”tir. Ve biz bu güzelliği
gözümüzle görürüz ama kalbimizle tanır ve hissederiz (burada elbette vücudun pompası olan fiziksel
kalpten bahsetmiyoruz). Öyle görülüyor ki bu kalbin, güzelliği tadıp zevkeden bir his dili, ve güzelliği
öğüten ve hazmedip tüm vücuda yayan bir güzellik midesi vardır. Bu midenin eli de görebildiği yer kadar
uzun olan gözdür. Kişi güle bakmaya devam ettikçe gülün güzelliğini yemeye devam eder, ama gülden
hiçbir şey eksilmez. Çünkü yediği güzellik madde değil, mânâdır. Kalben gelişkin bir insanın gözleriyle
güzellik yemekten aldıği haz, ağzıyla yediği lezzetli bir yemekten aldığı hazdan daha az değildir. Bir koyun
veya inek ise, ancak ağzına götürüp yerse gülden bir haz alabilir (tabi gülün dikenleri diline batmazsa).
İşte insan ile hayvan arasındaki en temel fark, bu tür yüzlerce manevî hisler ve midelerdir. Yani hayvanda
bir, insanda ise yüzlerce mide vardır, ve bunların biri hariç hepsi mânâ ile alakalıdır. Yoksa, bildiğimiz
insan midesi ile hayvan midesi arasında pek bir fark yoktur. O yüzden yemek için yaşamak aslında
insanlıktan istifa etmektir.
Gülü güzel yapan herhalde atomlarındaki güzellik değildir. Zira canlı bir güldeki bir hidrojen veya
azot atomu ile ezilip çamur haline getirilmiş bir güldeki hidrojen veya azot atomu tamamen aynıdır –
elmas ile grafitteki karbon atomlarının aynı olması gibi. Parçalarında olmayan bir şey bütününde
olamıyacağına göre (korunum kanunu), gülün güzelliği kendisinden yani maddesinden değil, dışarıdan
gelir – aynen elmasın göz kamaştıran pırıltılarının dısarıdaki bir ışık kaynağından geldiği gibi. Gül ve diğer
güzel şeylerin özelliği, bu güzelliği alıp yansıtabilmeleridir – aynen elmasın özelliğinin ışığı alıp büyüleyici
bir şekilde yansıtabilmesi olduğu gibi. Bu da evrende madde (ve zaman) ile ilgisi olmayan yaygın bir
güzelliğin, ve dolayesi ile bir güzellik katmanının, olmasını gerektirir. Eski Yunanlılar bile bu mânâyı
hissetmişler ki bu katmanı “güzellik tanrıçası” Venüs veya Aphrodite olarak kutsallaştırmışlardır.
Biraz dikkatle bakılırsa, gülde güzellikle beraber ilim, süsleme, san’at, tanzim etme, koruma, ve
sevgi gibi madde olmayan bir çok şey açıkça görülür. Öyleyse gül, madde ve mânâ karışımı olarak şöyle
ifade edilebilir:
Gül = Yaprak, koku, tohum, vs (Madde) + Güzellik, san’at, vs (Mânâ)
Gül, güzellik ve sevgi ile o kadar özdeşleşmiştir ki o nazenin yaprakları adeta atom ve molekullerden değil
de güzellik ve sevgiden dokunmuştur. Güzellik ve sevgi, sanki yapraklara bürünüp gül olarak görülmüştür.
Gülde tezahür eden bu mânâları dikkate almadan onu sadece molekül yığını anlamsız bir madde olarak
görmek, gözlemlerlerimizle bağdaşmaz. Hidrojen ve karbon karışımı olan bir hidrokarbon yakıtı sadece
karbon olarak görmek ne kadar yanlış ise, gülü de sadece bir madde olarak görmek o kadar yanlıştır, ve
bu dar bakış açısıyla gülü anlamak mümkün değildir. Bır şeyi anlamak, ancak onun maddesiyle beraber
mânâsını da anlamakla mümkündür.
3) Sinek: Hayat Bunun Neresinde?Şimdi de herhangi bir sineği gözlemleyelim. Diğer canlılar gibi, sineğin de temel yapı taşları hidrojen,
oksijen, azot, ve karbon atomlarıdır. Bunlar da diğer atomlar gibi elektron, proton, ve nötronlardan oluşur.
Yani tüm varlıklar, canlı olsun cansız olsun, atomlarlardan (veya elektron, proton, ve nötronlardan)
yapılmışlardır, ve bu temel yapı taşlarını bir arada tutan harç da kuvvetlerdir (kuvvetli, zayıf,
elektomanyetik, ve çekim kuvvetleri). Şimdi yeni ölmüş bir sineği canlı bir ikizi ile yan yana koyup
karşılaştıralım. Ölümle madde kaybı veya kazancı olmadığı için, bu iki sinek madde olarak birbirinin
aynıdır. Hatta eğer canlı sinek hareketsizse, canlıyı ölüden ayrırmak baya zordur. O zaman diyebiliriz ki
canlı ve ölü sinek arasındaki her fark, madde-dışıdır yani mânâdır.
Hayat Önce hayatı ele alalım. Canlıların temel yapıtaşı olan atom veya moleküllerde (veya onların da
temel yapıtaşları olan parçacık veya dalgalarda) hayat diye bir unsur yoktur. Yapıtaşında olmayanın
bütününde olamıyacağına göre, hayat madde olamaz. O halde hayat, madde-dışı bir şeydir, yani
mânâdır, ve zaman ve mekana tabi değildir. O zaman evrende yaygın bir “hayat” katmanı vardır, ve bu
hayat ışığını alabilen her şey – maddî vücudu olsun veya olmasın – canlıdır.
Gözlemler, dünyadaki tüm canlıların ortak vasfının su içermeleri olduğunu gösteriyor – aynen
mikrodalga fırınlarda eletromanyetik radyasyonu emerek ısıtılabilecek şeylerin ortak vasfının su içermek
olduğu gibi. Bu yüzden başka gezegenlerde hayat aramak, su arayarak yapılır. Ama su, hayatın kaynağı
değildir, ve olamaz. Çünkü iki hidrojen ve bir oksien atomundan oluşan su molekülünde hayat diye bir şey
yoktur, ve suyun kendisinde olmayan bir şeyin kaynağı olduğu iddiası abestir – aynen rengarenk
pırıltılarıyla göz kamaştıran elmasın ışık kaynağı olduğu iddiası gibi, veya televizyon aletinin ekranında
görülen görüntülerin kaynaği olduğu iddiası gibi. O halde denebilir ki
Canlı = Su (madde) + hayat ışını (mânâ)
Yani, yapısında su olan bir varlık hayat ışınını alabiliyorsa canlıdır, yoksa değildir. Bir canlı hayat ışınını
alma kabiliyetini kaybettiği zaman ölür. Ayrıca, mâna olan hayatın varlığı için maddenin varlığı şart
değildir, ve bedeni olmayan canlılar da pekala mümkündür.
Görme Hayat için söylenen herşeyi görme için de tekrarlıyabiliriz. Canlıların temel yapıtaşları atom veya
moleküllerde görme diye bir unsur yoktur. Yine yapıtaşında olmayanın bütününde olamıyacağına göre,
görme maddî bir şey olamaz. O halde görme, hayat gibi madde-dışı bir şeydir, yani mânâdır, ve zaman ve
mekan üstüdür. O zaman evrende yaygın bir “görme” katmanı vardır, ve bu görme ışığını alabilen her şey
– maddî vücudu olsun veya olmasın – görür. Göz olmadan maddî şeyleri göremiyor olmamız görmeyi
gözün yaptığı anlamına gelmez – aynen gözlük giyenlerde görmeyi gözlüğün yapmadığı gibi. Rüyada
gözlerimiz kapalı iken görüyor olmamız bunu teyid eder.
Benzer şeyler işitme, sevgi, şefkat, düşünme, bilgi, güzellik, vs için de söylenebilir, çünkü
bunların hiçbiri maddenin temel yapıtaşlarında yoktur. Bütün bunların beynin harikalığının bir sonucu
olduğunu söylüyenlere yine tekrarlamak lazım ki beynin de temel yapıtaşları atom veya moleküllerdir
(veya onların da temel yapıtaşları olan elektron, proton ve nötron parçacıkları veya dalgalardır), ve ne
dalgada ne de parçacıklarda bahsettiğimiz hiçbir hasiyet yoktur. Beyin ile bir taş parçasının malzemesi
tamamen aynıdır (her ikisi de elektron, proton, ve nötronlardan oluşur). O yüzden beynin gösterdiği
farklılık maddesinden değil, alıp yansıttığı mânâsındandır.
Tüm gözlemler ve tecrübeler evrende madde ile beraber çok sayıda muazzam mânâ katmanları
olduğuna işaret ederken, hâlâ madde katmanında çakılıp kalmayı ve maddeyi herşeyin kaynağı olarak
görmekte ısrarı anlamak mükmün değildir. Tüm varlıklar, madde ve mânâ karışımıdır, ve asıl olan
mânadır.
ELMAS: MADDESİ ve PIRILTILARIElmas deyince akla elmasın malzemesi değil, ona canlılık veren ve gözleri ve kalpleri okşayan cıvıl cıvıl
rengarenk büyüleyici pırıltıları gelir. Aslında elmasın temel yapıtaşı siyahlığı ve matlığı ile bilinen ve
üzerine düşen ışığın neredeyse tamamını emen (ki sihahlığın sebebi budur) karbon elementidir. Elması
baştacı yaptıran şey, kesif olan malzemesinin kıymeti ve miktarı değil, kendisi dışındaki latif bir alemi (ışık
alemini) içine alıp onun cilvelerini tezahür ettirebilmesidir. O yüzden en kıymetli elmas, büyüklüğü ve
ağırlığı en fazla olan değil, saflığı, berraklığı, ve kusursuzluğuyla ışığı en güzel bir şekilde yansıtan
elmastır. Yani ışığın pırıltılarını en mükemmel şekilde gösteren ve kendisi adeta hiç görülmeyen elmastır.
O kadar ki elmasa bakan sadece ışığın sergilediği güzellikler manzumesini görür, ve malzemesi olan
karbonu hiç farketmez. Demek elmas yok oldukça var oluyor, ve var oldukça yok oluyor.
Herkes bilir ki elmasın pırıltılarının kaynağı kendi malzemesi değil, dışarıdan gelen ışıktır. Yani
gözleri kamaştıran o büyüleyici pırıltılar elmasın yapıtaşı olan karbon atomlarından gelmez; güneş veya
lamba gibi dışarıdaki bir ışık kaynağından gelir. Bu, elması karanlık bir odaya götürerek kolayca isbat
edilebilir. Görülecektir ki karanlıkta elmasın pırıltılarından hiçbir eser kalmaz, kendisi bile görülemez.
Demek elması elmas yapan ve ona şatafat, güzellik, ve bir bakıma hayat veren, dışarıdan gelip onda
yansıyan ışıktır, ve ışıksız bir elmaz ruhu gitmiş ölü bir ceset gibidir.
Elmastan çıkıyor gibi görünen ışğın dışarıdan geldiğini izah etmeye kalkmak, belki malumu ilam
etmektir, ve abesle iştigal etmek gibi görülebilr. Çünkü bunun aksini iddia edecek kimse yoktur. Fakat
herkesin kolayca kabul edebileceği bu basit gözlem, anlaması ve ulaşılması çok zor bazı mühim
hakikatlara çıkan merdiven olabilir, ve o yüzden önemi büyüktür. Şimdi başlangıç olarak şu soruyu
soralım: Eğer dünyada karanlık diye bir şey olmasaydı ve güneş vs gibi ışık kaynakları görülmeseydi, yani
her tarafta “yaygın” bir aydınlık olsaydı, acaba artık her zaman parıldıyan elmastan gelen ışığı nasıl izah
edecektik? Yine kolayca bu ışığın dışarıdaki görmediğimiz bir kaynaktan geldiğini mi söylüyecektik veya
bu parıltıların kaynağının elmasın kendisi olduğunu mu iddia edecektik? İnsanların genelde görüşlerinin
kısa olduğu ve olaylara yüzeysel baktığı dikkate alınırsa, bu sefer cevap hiç de kolay değil. Bu durumda
biz yaygın bir ışığın farkında bile olmıyacağımız için, muhtemelen nasıl olduğunu anlamasak bile
parıldıyan ışıkların elmasın kendisinden geldiğini iddia adecektik, ve aksini düşünemiyecektik bile.
Böylelikle de “derin” bir yanılgıya düşmüş olacak, ve çelişkiler ve çıkmazlarla boğuşup duracaktık.
Mesela, tek bir karbon atomunun (veya grafit halinde dizilen bir çok karbon atomlarının) ışık vermediğini
görecek, ve yapıtaşında olmayan bir hasiyetin bütününde nasıl olabileceği temel sorusuna cevap
arayacaktık.
Bir kısım araştırmacılar karbon atomunu en ince ayrıntılarına kadar inceleyip ışığın atomun
neresinden kaynaklandığını anlamaya çalışırken, ışık vermeyen grafitle ışık veren elmas arasındaki farkın
atomlarda değil atomların diziliminde olduğunu gören diğer araştırmacılar da ışığın sırrını atomların
kendilerinde değil, dizilimlerinde yani atomlar arası bağlarda arayacaktı. Delil olarak da elmasın şekli ve
kesimi değiştikçe verilen ışığın nasıl değiştiği gösterilecekti. Sonunda birbiriyle çelişen ve kafaları
karıştıran birçok teoriler kurulacak, bazı teoriler red edilirken bazıları da tutarsızlıklarına rağmen daha iyisi
olmadığı için bir süreliğine de olsa kabul görecekti. Ve temel yanılgı içindeki bu araştırmalar “pozitif bilim”,
ve bu araştırmaları yapanlar da “biliminsanı” olarak takdim edilecekti. Işığın kaynağını dışarda arama
teklifleri ise akılları gözlerine inmiş bu kişiler tarafından “bilimsel olmayan” bir yaklaşım olarak
değerlendirilecek, ve dikkate alınmıyacaktı. Bu önyargılı yaklaşım, bilimin önünü açmak yerine bir set
oluşturacak, ve bilimin önünü tıkıyacaktı. Bilim tarihine bakıldığında, bilim dünyasındaki en büyük
açılımların “alışılmışın dışında” yaklaşımların sonunda gerçekleştiğini görürüz – Einstein’in bir asır evvel
klasik mekaniğin katı kurallarından sıyrılıp izafiyet teorisini kurması gibi.
Yukarıdaki tartışmaların ışığında (hımm, yoksa tartışmalardan da mı bir nevi ışık çıkıyor?), elması
şöyle ifade edebilirz:
Elmas = Karbon + Işık
Yani elması elmas yapan ışıktır, daha doğrusu ışığı içine alıp yansıtabilme özelliğidir. İlginçtir ki elmasın
etrafı da ışıkla doludur, ama biz her tarafı kuşatan o ışığı farketmiyoruz bile. Bu görmediğimiz ışık aslında
uzay dahil her tarafta vardır, ama biz ışığın pırıltılarını elmas gibi ışığı alıp yansıtan maddelerde görürüz.
O yüzden denebilir ki karbon malzemesinden olan bir şey, eğer ışığı alıp yansıtabiliyorsa elmastır, yoksa
grafittir. En harika elmas, ışığı optik ilmi kurallarınca en harika şekilde yansıtandır. Dolayesiyle, elması
keserken ve işlerken göz önünde tutulan temel şey ışıktır, ve ışığı yansıtma özelliğidir. Iyi bir elmas
sanatkarı olmanın birinci şartı da ışığı ve özelliklerini iyi bilmektir.
Görüldüğü gibi, elmasın hakikatı ve göz kamaştıran büyüleyici pırıltılarının sırrı ancak her tarafta
yaygın olan ışık aleminin varlığını farkedince, ve elmasa karbon ve ışık alemlerinin uyumlu bir birleşimi
olarak bakınca anlaşılır. Bu basit gözlem, varlıkların mahiyetini anlamakta sihirli bir anahtar rolü
oynuyacak, ve çevremizi algılayışımızı ve yaratılış hakkındaki anlayışımızı derinden etkiliyecektir.
Varlıkları temel katmanlarına ayırma yaklaşımı aynı zamanda ilmin önünü açacak, ve insanlığın
yücelmesinin ve dünyada gerçek bir medeniyetin kurulmasının çekirdeğini oluşturacaktır. O yüzden, bu
yaklaşıma “elmas tesorisi” denmesi gayet uygun düşecektir.
KAPANIŞM.Ö. 5. yüzyılda Empedocles tarafından basit gözlemlere dayanarak herşeyin hava, toprak, su, ve
ateşten ibaret olduğu ifade edildi ve bu teori yüzyıllar boyunca bilime hükmetti. Ancak 17. yüzyıldan
itibaren evrenin yapısının tekrar sorgulanmaya başlanması ve elementlerin keşfiyle ilmî gelişmelerin önü
açıldı ve birçok yeni bilim dalları doğdu. Bugün gayet iyi biliyoruz ki her şey 100 küsur elementten oluşur,
ve her madde bu elementlerin bir combinasyonu olarak ifade edilebilir. Bu açılım birçok yeni kimyasal
bileşenin de keşfini ve modern kimyanın gelişimini beraberinde getirdi.
Günümüz bilim dünyasının da ciddî bir saplantısı, herşeyin kaynağının madde veya onun
eşdeğeri enerji olduğu önkabulüdür. Bu da bilimde tıkanmalara ve çıkmazlara yol açmaktadır. Bilim
dünyası artık fark ve itiraf etmelidir ki maddenin temel yapıtaşı olan parçacık veya enerji dalgasında
kuvvet, irade, hayat, şuur, görme, sevgi, güzellik, vs gibi şeyler yoktur, ve temel yapıtaşlarında olmayan
bütününde olamaz. Artık evrenin madde-enerjiden oluşan tek katmanlı olduğu yaklaşımının bırakılıp çok
katmanlılık, yani varlıkların madde ile beraber kuvvet, irade, hayat, şuur, görme, sevgi, güzellik, vs gibi
birbirinden bağımsız madde dışı yani mânâ katmanlarından oluştuğu görüşü ciddî olarak dikkate
alınmalıdır. Bu görüş, müsbet ilmin kaynağı olan gözlemlerle tam uyumludur. Evrenin büyük patlama
öncesi madde-enerjisinin kaynağı gibi, bu katmanların kaynağı tartışmaları da felsefe ve teolojiye
bırakılmalıdır. Elmasın hakikatı, ancak parıltıların karbon atomlarından değil elmas dışındaki bir ışık
kaynağından geldiği farkedilince anlaşılır. Televizyonun hakikatı, değişik yayınların aletin içinden değil
dışarıdaki onlarca yayın katmanından geldiği görülünce, yani televizyon aletinin yayınların kaynağı değil
sadece alıcısı olduğu farkedilince anlaşılır. Eşyanın da hakikatı, maddedeki kuvvet ve hayat gibi onlarca
madde-dışı pırıltıların maddenin parçacıklarından değil madde-dışı katmanlardan geldiği farkedilince
anlaşılacaktır. İnsanlık için gerçek aydınlanma o zaman başlayacaktır.
KAYNAKLAR:1. Biyoenerji için kaynak web adresleri: www.yorumcu.com/haluk/bio.asp, www.ashk.net/Biyoenerji.htm,
www.tempodergisi.com.tr/saglik_cinsellik/04957,www.aksiyon.com.tr/detay.php?id=19811,
http://www.mietekwirkus.com.
2. Reiki: Bir Dokun Bin Enerji Al, Sabah Gazetesi, 5 Aralık 2004.
3. Valerie Hunt, Bioscalar Energy: The Healing Power, www.bioenergyfields.org, 2000.
4. Bearden, Thomas E., AIDS: Urgent Comments on Mankind’s Greatest Threat and the Secrets of
Electromagnetic Healing, Journal of the United States Psychotronics Association, Volume I, Number 1,
1988.
5. Joanne Loviglio, Schools Opening up to Alternative Medicine”, Associated Press, June 5, 2005.
6. “Akapunktur Sıradan İlaçlar Kadar Etkili,” Vatan Gazetesi, 2 Mayıs 2005.
7. “When Acupuncture May Help,” Consumer Reports on Health, May 2004.
7. “Medical Uses of Hypnosis,” Consumer Reports on Health, February 2004.
8. Bilim ve Teknik, TÜBİTAK, Aralık 2002.
9. Consumer Reports, Consumer Union, October 2004. www.consumerreports.org.