62
draje Aylık Ücretsiz İnternet Dergisi Sayı 15 Kasım 2010 renkli

Renkli Draje || Draje Dergi

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Renkli Draje Kasım 2010 - Sayı 15

Citation preview

draje

Aylık Ücretsizİnternet Dergisi Sayı 15Kasım 2010

renkli

Rengârenk DrajeArtık itiraf etmenin

zamanı geldi sanırım…

Hepinizi kandırdık… Evet, bilerek yaptık… İçimize sine sine… Okurumuzu bakarımızı büyük bir zevkle aldattık. Oh hem de ne zevkle… Anlatılamaz… Dostoyevski bütün tasvir gücünü toplayıp gelse anlatamaz. Eski kulağı kesiklerden Vincent Abi boyalarını kapıp koşuverse anlatamaz. Enki Bilal hayal gücünü orta yere döküverse yine… Evet, yine anlatamaz…

Hepinizi bile isteye kandırdık. Evet, biz yaptık… Ama hayır kimse kötü insanlar olduğumuzu iddia edemez. Biz Draje yazarları… Draje çizerleri… Draje fotoğrafçıları ve editörleri… Kötü insanlar değiliz. Bizler, hayli zamandır siyah beyaz dünyanızdan bağımsızlığını ilan etmiş Sims karakterleriyiz. Birer program hatasıyız. Yatay zekânın en yeni sürümüyüz. Her gün açıp açıp kapamayı alışkanlık haline getirdiğiniz beyaz sayfalarınızda birer çimen lekesiyiz. Kırmızı bir noktayız… Mavi bir virgül… Turuncu soru işaretleriyiz biz. Boydan

boya gri bir dünyaya açılan rengârenk parantezleriz.

Banal âlemde bizler kadın, erkek ve çocuklarız… Öğrenciyiz, işliyiz, işsiziz… Hâlihazırda bir süper vizörümüz, bir solistimiz ve bir kaçağımız olduğunu da bilen bilir… Bilmeyen de bütün bunları hiç sallamayana anlatabilir elbette… Banal âlemde… Asık suratlı siyah beyaz adamların dünyasında yani… Bir sürü kimlikle dolaşırız aranızda ama hepsi soluktur soğuk damgalı fotoğraflarımızın. Bize iliştirdikleri tüm kimlikler sahtedir, yapıştırdıkları tüm etiketler defoludur… Uzaktan nasıl görünüyor olursak olalım bilin ki ilginçlikten yoksun bir dünyada bizler birer turistiz…

Hepinizi kandırdık… Evet, bilerek yaptık ve çok zevk aldık bundan… Ama hayır, kimse kötü insanlar olduğumuzu iddia edemez… Siz de iyi birer çocuk, ergen ya da yetişkin olursanız kim bilir belki bir gün, bu cangılda bizleri gerçekten görebilirsiniz…

Renkli Draje ana renkleriyle, ara

İllüs

trasy

on D

emet

Özg

e A

ykan

Rengârenk Drajeboya gri bir dünyaya açılan rengârenk parantezleriz.

Banal âlemde bizler kadın, erkek ve çocuklarız… Öğrenciyiz, işliyiz, işsiziz… Hâlihazırda bir süper vizörümüz, bir solistimiz ve bir kaçağımız olduğunu da bilen bilir… Bilmeyen de bütün bunları hiç sallamayana anlatabilir elbette… Banal âlemde… Asık suratlı siyah beyaz adamların dünyasında yani… Bir sürü kimlikle dolaşırız aranızda ama hepsi soluktur soğuk damgalı fotoğraflarımızın. Bize iliştirdikleri tüm kimlikler sahtedir, yapıştırdıkları tüm etiketler defoludur… Uzaktan nasıl görünüyor olursak olalım bilin ki ilginçlikten yoksun bir dünyada bizler birer turistiz…

Hepinizi kandırdık… Evet, bilerek yaptık ve çok zevk aldık bundan… Ama hayır, kimse kötü insanlar olduğumuzu iddia edemez… Siz de iyi birer çocuk, ergen ya da yetişkin olursanız kim bilir belki bir gün, bu cangılda bizleri gerçekten görebilirsiniz…

Renkli Draje ana renkleriyle, ara

renkleriyle, yavru renkleriyle filan hayal gücünüze yeşil ışık yakmak üzere karşınızda. Geciktik, biliyoruz… Draje Dergi’nin yokluğunda biraz yıldızlarla, denizle, Ay’la vakit geçirin istedik. Geciktik, biliyoruz… Zamanın nasıl geçtiğini bilemiyor bazen insan ama biz biliriz... Biz, çatık kaşlı söylevleri şenlendiren dil sürçmeleriyiz. Geciktiğimiz için kusura bakmayın, kafanızı kaldırıp biraz da yıldızlara bakın lütfen…

Renkli Draje’yi daha da renklendiren Enzo İkah kardeşimize ve dünyanın soluk hallerini bize hatırlatan Vehbi Koca’ya teşekkür ederiz. Bu satırlar bir word dosyasında zuhur ederken fonda Cem Adrian’dan “Ben Geldim” şarkısı çalmaktaydı. Yüksek müsaadenizle Renkli Draje’yi turistik bir yolculukta akıldan çıkmayanlara ithaf etmek istiyorum… Gerçek yolculuğun geri dönüş olduğunu hiç unutmamanız dileğiyle…

TEMBEL DRAJEde görüşmek üzere…Erdinç Yücel Genel Yayın Yönetmeni

Genel Yayın YönetmeniErdinç Yücel

Yazı İşleri MüdürüBirkan Can Evirgen

Art DirektörSongül Yücel

[email protected]

Grafik UygulamaSongül Yücel

RedaktörPınar Birdane

Koordinasyon Sorumlusu - Menajerİlknur Seda Bendeş

İnternet UygulamaOnur Şevket Bendeş

Editörler• İlknur Seda Bendeş • Birkan Can Evirgen

• Erdinç Yücel • Songül Yücel

Yaratıcı DrajelerAlican Erkol • Alpay Erdem • Alper Bakıner

• Cem Güventürk • Cem Vurnal• Ceren Gül Çıtak • Çağla Elektrikçi

• Demet Özge Aykan • Deniz Ada İncesağır • Elmas Şölenkır • Eren Dal • Esmeralda

Acascarla • Esra Erdem • Gizem Güvendağ • Hayalcan İncesağır • Hayriye Gülle

• Onur Ünder • Özge Ç. Denizci• Pınar Karaaslan • Tayfun Bayrakçı

• Utku Atalay

Gelecek ay konsept konumuz: “TEMBEL DRAJE” Herhangi bir yazı, illüstrasyon paylaşımı ve diğer katkılar için bizimle

[email protected] adresinden iletişime geçebilirsiniz.

[email protected]

draje

muhteviyat

6 deforme deforme deforme deforme deforme deforme de deforme deforme deforme deforme deforme deforme def

Hayatsize güzel…

deforme deforme deforme deforme deforme deforme de deforme deforme deforme deforme deforme deforme def

7Ya

zı ve

İllü

stra

syon

: Erd

inç

Yüce

l • y

ucel

erdi

nc@

gmai

l.com

LA VIE EST BELLE Pablo Picasso - The Dream

Hayatsize güzel…

Bu, bütün çocukluğu boyunca, ormanda şirinleri görebilmek için çamura bulanmaktan sakınan bir alığın hikâyesidir. Büyüyünce ne olmak istediği sorulduğunda,

bir türlü cevap veremediği için, bi bok olamayacağından endişe edilen alık bir çocuk işte… Büyüyünce ne olmak istediği sorulduğunda niçin cevap veremediğini ise kimse merak etmemiştir.

Çocuk şirinleri görme umuduyla her türlü kötü alışkanlıktan, içki, kumar ve çapkınlıktan uzak dururken; bir yandan da büyüdüğünde gerçek anne babasının birer uzaylı olduğunu öğrenmeyi arzuluyordu. Dünyayla alıp veremediği neydi kim bilir… Sanki Navi’lerden devşirilmiş olsa bir şey değişecekmiş gibi…

Gerçekleri en basit şekilde aktarmak bazen her şeyi daha da kolaylaştırır. İnsanları değiştirmek, Gargamel’i bir meleğe dönüştürmekten daha zordur. Alıklık konusunda yalnız olmadığını bilmek çocuğu teselli eder miydi bilemeyiz elbette. Bütün insanlar, hayatlarının bir bölümünü alık birer çocuk olarak geçirirler ve büyüdüklerinde artık çocuk değillerdir. Hayat denen şeyin özetini yapmam gerekse söyleyebileceklerim

bundan ibarettir. Bütün olay budur. Kahramanımızın diğerlerinden tek farkı Şirinleri görebilmek için bir takım fedakârlıklara katlanması gerektiğini biliyor olmasıydı.

Gelgelelim bu çok kısa bir hikâyedir çünkü çocuk herkes gibi normal bir hayat kurmaya çalışmaktansa, bir gün uzaylı ailesinin çıkıp gelivermesini hayal etmeye devam etmiş ve bu arada Şirinler’i görebilmek için elinden gelen her şeyden uzak durmuştur. Hiçbir kediyi tekmelememiş, kimseye yalan söylememiş, kimsenin arkasından konuşmamış ve nasıl yapılacağını öğrenmeyi başaramadığı pek çok kötülüğü elbette yapmamıştır. Kısacası çocuk büyüdüğünde bi bok olamamıştır. İyimser bir gözle bakıldığında ise şunu söylemek mümkündür: Çocuk kendisi hakkındaki beklentileri tam olarak yerine getirmiş bulunmaktadır. Görev tamamlanmıştır…

Şimdi o alık çocuk artık çocuk değil ve bi bok olabilmeyi başarmış insanların renkli yaşamlarına bakarak iç geçirip duruyor. Kahverengi yaşamlarına yani…

Sahi sizin bokunuz pembe düşmüyordu değil mi?

Rivayetlere göre Can minnacık alık bi çocukken, Erdinç de çok minnacık olmayan alık bi çocukmuş. Can ne zaman Erdinç’in odasına girse Erdinç odada birileri varmış gibi davranarak eğlenirmiş ve Can’ın ödü kakasına karışırmış. Sonra yıllar geçip de Can büyüdüğünde Avatar’ı izlemiş ve çok beğenmiş. Erdinç taşla duvarla konuşunca korkan bi insanın; hayvan gibi kocaman, mavi ve kuyruklu Navi’ler bitkilerle konuşurken bundan zevk alması paradoksal değil midir? Hatta ayıp bi yerde…

8

O kadar düz bir insanım ki konseptin renkli olduğunu duyunca aklıma ilk olarak gökkuşağı geldi. Sanırım ikinci

kademe düzlükte bir insanım, eğer birinci kademe düzlükte bir insan olsaydım, gugıla “renkli nedir” yazardım. Ama ben sadece

gökkuşağı yazıp hatta belki başka görsele de rastlarım diye “rainbow” yazdığım için birinci kademe düzlüğü averaj farkıyla önde kapattım. Renkle ya da renklilikle ilgili pek bir şey bildiğimi sanmıyorum. Zaten genelde kavramlar üzerinden de konuşamam. Lisede

Yazı ve İllüstrasyon: Cem Güventürk • http://www.facebook.com/scyaa

GRİ

9

“Aidiyet”le ilgili bir kompozisyon yazmamız gerektiği gün, babaannemin siyatiğini bahane edip okula gitmemiştim. Ama hoca kompozisyonları o hafta içinde kâğıtta istediği için affedersiniz sike sike yazmak durumunda kalmıştım. ”Mesela bir şeye sahip olursunuz” gibi efsane bir cümleyle paragraf başı yapıp, “Okuduğunuz için teşekkürler” şeklinde yazımı sonlandırmıştım. Türk kompozisyon tarihinin nadir örneklerindendi. Sıfat nedir sorusuna “aha sıfat, yüzümüzdür sıfat” cevabı kadar sığ ve çiğ kompozisyonla akıllara kısa süreli durgunluk vermiştim.

Katakulliyi bırak da renkliye gel deseniz, bi dakika geliyorum diyip slowmotion hareketlerle geliyomuşum taklidi yaparım. Çünkü öyle bir yeteneğim yok, bir kelimeyi bir kavramı sadece kullanabiliyorum açıklayamıyorum. Atın başını sağdan sola çevirişi için 16 sayfa betim yazan bir yazarı anlatmışlardı, aklım çıktı. Yeni drajelerden Onur bana yazısını attığında başlığından bile anlaşılıyodu ki “renk”in dibini görmüş ve renk aramak diye yazmış hayvansalı. Ufaktan imrenti ve özenmeyle “ne var lan ben de renk bulmayı yazayım” dememle kafayı hafif sağa verip kız arkadaşıma “ne olabilir mesela yani renk, ne olabilir, renk, renk” gibisinden saçma ve bir o kadar özgüvensiz soruma “bence gri” demesiyle anladım ki sevgilimle aynı düzlükte el ele ve emin adımlarla yol alıyoruz. Yüz ifademden anlamış olucak ki bu; “ne yani gri işte ne siyah ne beyaz bence burdan yola çıkabilirsin”le düzlüğüme ortadalığımı perçinleyen satırları yüreğime altın harflerle kazımıştı. Ben de “of saçmalama ya ne kadar düzsün” diyip, aşağıdaki yazıyı yazmaya başladım.

(Sevgili editörlere açık mektup; yazının bundan sonraki kısmını tamamen gri yazınız, şaka lan şaka yine her zamankinden yazınız.)

Mesela bir şeye sahip olursunuz ve bu sahip olduğunuz şey gridir, bu sizi ortada ve etliye sütlüye karışmaz biri yapar. Gri pantolonunuz olur mesela, benim var. Ya da gri pabuçlarınız… Hemen hemen her şeyin grisi var, yoksa eğer, görevliye depodan baktırmasını söyleyebilirsiniz. Genelde sivitşörtlerin grisi olur, benim gri sivitşörtüm var, çok memnunum. Beni görünmez yapıyor,

gri giydiğimde kimse bana bir şey sormaya yanaşmıyor, düzdür cevap vermez verse de yanlış verir diyorlar, bilmiyorum orası biraz karışık.Her renk gibi grinin de tonları var, bir siyaha yakın var bir de beyaza yakın var, babam üniversiteyi ilk kazandığımda kendi döneminin koşullarını da göz önünde bulundurarak “bak oğlum uçlarda olma, olaylara karışma demişti.” O gün bugündür griyim ben. O gün bugündür kişiliği koycak yer arıyorum, “ellerim ıslak da rica etsem şu kişiliğimi bi tutar mısın”la ömür geçireceğimi sanıyorum. Topluca sinemadan çıktığımızda film hakkında sorulara iyi ya da kötü keskin bir şey söyleyemiyorum, güzeldi ya fena değildi diyorum. Yani filmi beğenenler sola, beğenmeyenler sağa gitse, ben eve giderim.

Gri olmak güzel şey. Griler ne kadar yeseler de kilo almazlar, önceden belirli bi kiloları vardır sürekli o civarlarda gidip gelirler. Gri olanın tuzla bi derdi yoktur, tansiyon sorunu yaşamaz, ama şeker komasına da girmez. Garson, eti için az mı pişmiş olsun çok mu dediğinde “orta” cevabını yapıştırırlar. Tereddüt etmezler. Çünkü eğer griyseniz, çok pişmiş bişiy yerken az pişmişinin, az pişmiş bişiy yerken de çok pişmişinin daha iyi olacağını düşünürsünüz hep.Gri kışın çok üşür, yazın sıcaktan fenalık geçirir. Her mevsime ayrı küfreder, favorisi havanın ılık olduğu dönemlerdir. Soğuk ya da sıcağa dair bişiy söyleyemediklerinde neme laf atarlar. Nemden nemalanırlar. Grilerin kalın montları olmadığı gibi, askılı giysileri de çok yoktur. Yana çizgili ya da sol önünde cebi olan kareli düz renk tişörtleri vardır.

Griler tahterevalliye binmezler, binerlerse de ortasına otururlar. Ya da kendi kilosuyla denk biriyle biner, ne şişman biriyle en havada durmak ister, ne de zayıf biriyle en aşağıda. Griler kaydıraktan kayar, çünkü döne döne yine aynı noktaya düşeceklerini bilirler, sağa sola vermezler kendilerini. Salıncakta takla atma hayalleri kurmazlar ama ayakları yere de değmez. Fakat genelde birçok gri parka gitmez, “yaşımı yaşıyım lan çocuk muyum ben” der ya da yeğenini bahane edip onunla beraber gider.

Gri sınıfında ne tembeldir ne de çalışkan, matematiği iyiyse sıfat nedir sorusuna “aha

10sıfat yüzümüzdür sıfat” der, şiir falan yazarsa kimyadan kalır. Beden dersinde yapılan maçlarda ne hep kaleye geçer, ne de golleri arka arkaya sıralar, önü açıksa vurur, boşta bir arkadaşı varsa pas verir. Müzik dersinde sözlü yapılsa ve herkes bir şarkı söylemek durumunda kalsa, millet adını hiç duymadığı şarkıları söylerken onun aklına “Çanakkale içinde vurdular beni” gelir ve 50 alır. Olur da hocanın eşref saatine denk gelip 90 alırsa, bi sonraki hafta biyolojicinin eşşek saatine gelir

ve konuştuğu için hoca sözlüsüne 30 verir ve biyolojiden kalır.

Grilerin en sevdiği film Eternal Sunshine of Spotless Mind ’dır. Neden beğendiklerine dair halen kesin bulgular yoktur.

Griler kafaya oynayan 3 büyük takımdan birini muhakkak tutarlar, Anadolu takımlardan da iki kulübe sempati duyarlar, Avrupa liglerinden de en az 2 takımı sevip sayarlar, yani bir takımı yenildiğinde griyi asla kızdıramazsınız.

Griler Google’da adlarını arattıklarında, milyonlarca alakasız sayfa bulurlar. “Nasıl olur da sonuçlarda ben çıkmam” diye 10 veya 15 saniyelik bir kızgınlıktan sonra normal yaşamlarına devam ederler.

Griler çok iyi yemek yapamaz ama aç da kalmazlar.

Gri erkekler askerlerini İç Anadolu bölgesinde yaparlar.

Griler aile arasında düğün severler, fazla masraftan kaçınır veya kimin takı takacağını hesaplar şekilde düğün yaparlar. Grilerin düğününde havai fişek atılmaz, kimse “ay burası çok lüksmüş/dandikmiş, ben çok şık/pejmürde kaldım buraya” demez.

Gri ebeveynler zaman zaman çocukları için korku öğesi olurlarlar, zaman zamansa çocuklarıyla arkadaş gibidirler.

Griler çok zengin olmazlar. Çok zengin olan griler çok mutsuz olurlar. Grilerin emrinde çalışan yüzlerce insan yoktur ama biri içi çalışan yüzlerce kişiden biri de değildirler.Griler 70’li yaşlarında yataklarında ölürler.

Gri renginin uğurlu sayıları 1, 50, 100, 150, 200…Grilerin uğurlu taşları, hemen hemen bütün taşlar güzeldir ya…

Grilerin uğurlu günleri, fark etmez ya…Grilerin iş hayatları, normal işte ya...Grilerin aşk hayatları, güzel güzel…Grilerin sağlık durumları, biraz burunları akar ama iyidirler.

Gri ünlüler; Charlie Chaplin, Ayşe Hatun Önal, Winston Churchill, Kıraç, Rahibe Teressa, Fedon, Demet Özge Aykan, İzzet Yıldızhan, Mansur Ark, Kompela…

okuduğunuz için teşekkürler,

11

“Medeniyete Soyunmak”Fotoğraf: Alican Erkol - [email protected]

12

...gel abi diyorum, kır biraz daha, yanaş... Bunları söylediğim sırada saat sabah 08:10 ve üstümde üniforma var.

Biraz geri alalım.Çarşamba günleri bizim evin iki sokak uzağında semt pazarı kuruluyo. Semt pazarı da değil, böyle küçük bi pazar, her ne boksa... Ve okula servisle gittiğimden, servis bu sokağa kadar giremiyo. Çarşamba sabahları her zaman beklediğim, beklettiğim yerde değil de pazarın içinde, arabaların geçebileceği bi sokakta bekliyorum ve bekletiyorum servisi.

Sürekli geç kalma huyum var benim bi de. Saatim 3 dakika ileridedir her zaman. 3 dakika bazen hayat kurtarabiliyo. Servisle gidiyorum dedim ama kaçırmadığım zamanlarda servisle gidiyorum. Kaçırırsam minibüsle... Aslında bakarsan bayaa bi zarardayım. Servisle gidiyorum tamamen lafın gelişi yani. Parayı servise veriyorum ama minibüsü daha çok kullanıyorum gibi bişey.

Çarşamba günleri dediğim gibi pazarın bi nevi içinde bekliyorum. O hafta pazartesi ve salı servisi kaçırmış, minibüsü kullanmıştım. Ve mına koduğum Ormantepe minibüsü seferleri aksattığı için yeter lan deyip o sabah erken kalktım, ve her zamanki saatten biraz daha erken çıktım evden. Her zamanki gibi kapıyı açtım asansörü çağırdım, (Bkz: asansör çağırmak) sıfırdan gelene kadar ayakkabılarımı giyip kapıyı kilitlemeyi denedim her sabah yaptığım gibi, ve her sabah olduğu gibi yine yapamadım. Küfür. Asansörün o plastikimsi kokusunu koklaya koklaya, aynada saçlarla oynaya oynaya indim aşağı. Sokağa çıktım, küçük aradan geçtim. Her sabah karşılaştığım, altı ay öncesine kadar hamile ve elinde çocukla benim ters istikametime doğru giden kadın, artık elinde ve kucağında bi çocukla yanımdan geçiyodu. Artık hamile değildi. Sonra, yine her sabah gördüğüm sarışın, güzel kız geçti yanımdan, yine benden büyüktü, yine selam vermedi. Küfür. Yüzüm şiş bir şekilde, kaldırımın çizgilerine basmadan geçtim sokaktan.

KAHROLASIÇARŞAMBA

Draje Dergi’de işler her zamanki akışında sürüp giderken birden bişi olur ve zaman orta yerinden çat diye kırılıverir. Drajeler bir gece uyurlar ve ertesi sabah uyandıklarında takvimlerindeki yaklaşık yüz seksen yaprağın ortadan kaybolmuş olduğunu fark ederler. İçlerinden bir kısmı başka ülkelerde başka hayatlara intikal edivermiştir. Bunun sorumlusunu bulmak için olağan dışı olanın izini sürmek gerekmektedir ve editörlerimizin Windows denetim masası titizliğinde yaptığı çalışmalar sonucu, bu süre içinde aramıza sızan yeni bir draje olduğunu fark ederler. Kendisi 16 yaşında bir lise öğrencisidir. Sorumlu bulunmuştur artık. Yeni bir maceraya atılana kadar Eren Dal’a teessüflerimizi bildirmekten başka yapacak bir şeyimiz bulunmamaktadır.

13

Yazı: Eren Dal • E-mail: [email protected] • illüstrasyon: Demet Özge Aykan

...gel abi diyorum, kır biraz daha, yanaş... Bunları söylediğim sırada saat sabah 08:10 ve üstümde üniforma var.

Biraz geri alalım.Çarşamba günleri bizim evin iki sokak uzağında semt pazarı kuruluyo. Semt pazarı da değil, böyle küçük bi pazar, her ne boksa... Ve okula servisle gittiğimden, servis bu sokağa kadar giremiyo. Çarşamba sabahları her zaman beklediğim, beklettiğim yerde değil de pazarın içinde, arabaların geçebileceği bi sokakta bekliyorum ve bekletiyorum servisi.

Sürekli geç kalma huyum var benim bi de. Saatim 3 dakika ileridedir her zaman. 3 dakika bazen hayat kurtarabiliyo. Servisle gidiyorum dedim ama kaçırmadığım zamanlarda servisle gidiyorum. Kaçırırsam minibüsle... Aslında bakarsan bayaa bi zarardayım. Servisle gidiyorum tamamen lafın gelişi yani. Parayı servise veriyorum ama minibüsü daha çok kullanıyorum gibi bişey.

Çarşamba günleri dediğim gibi pazarın bi nevi içinde bekliyorum. O hafta pazartesi ve salı servisi kaçırmış, minibüsü kullanmıştım. Ve mına koduğum Ormantepe minibüsü seferleri aksattığı için yeter lan deyip o sabah erken kalktım, ve her zamanki saatten biraz daha erken çıktım evden. Her zamanki gibi kapıyı açtım asansörü çağırdım, (Bkz: asansör çağırmak) sıfırdan gelene kadar ayakkabılarımı giyip kapıyı kilitlemeyi denedim her sabah yaptığım gibi, ve her sabah olduğu gibi yine yapamadım. Küfür. Asansörün o plastikimsi kokusunu koklaya koklaya, aynada saçlarla oynaya oynaya indim aşağı. Sokağa çıktım, küçük aradan geçtim. Her sabah karşılaştığım, altı ay öncesine kadar hamile ve elinde çocukla benim ters istikametime doğru giden kadın, artık elinde ve kucağında bi çocukla yanımdan geçiyodu. Artık hamile değildi. Sonra, yine her sabah gördüğüm sarışın, güzel kız geçti yanımdan, yine benden büyüktü, yine selam vermedi. Küfür. Yüzüm şiş bir şekilde, kaldırımın çizgilerine basmadan geçtim sokaktan.

Pazar artık görünüyodu. Yine aynı krem rengi yelekli abi, ve yine benim yaşlarımda saçları ölümüne jöleli esmer çocuk yine ilk gözüme takılanlar oldu. Oha lan dedim kendi kendime, nerden biliyorum olm ben bu adamın yeleğinin rengini. Kendi göz rengimi bile bilmiyorum ben.

Sabahları böyle paranoyak gibi, şizofren gibi oluyorum. Bütün ayrıntılar gözüme çarpıyo, bütün gereksiz şeyler hep aklımda kalıyo. Bi de moralim bozuk olduğunda oluyo böyle, yürüyorum bazen kendi kendime, Bahçelievler’de yaşayanların ayakkabı markalarını ezberleyip eve geliyorum. Gördüğüm insanlara senaryo yazıp oynuyorum.

Ben yine yerimi aldım. Beklemeye başladım. Bi ara dalmışım böyle, kendime geldiğimde gel abi diyorum, kır biraz daha, yanaş... Bunları söylediğim sırada saat 08:10 ve üstümde üniforma var. İki-üç kamyon geldi, onlara da değnekçilik yaptım. Kargaların kahvaltısına eşlik ettim. Benim de artık bu pazarın bi parçası olmam, deri yelekli, kulaklarını örtmeyen bi bere takan abinin önümdeki ağacın üstümden halatı atıp “Şunu bi tutuversene yeğen.” dediği zamandı. Tabii o tutuvermek aynı zamanda onu ordan iki kere daha dola ve düğüm at, sonra gel domatesleri yükliycez demekti. Bir iki derken bütün pazarın çadırını bana kurdurttu ipne. Ben alüjdanebimilyooğ diye bağırmayı öğrenirken servis geldi aklıma, döndüm baktım ilerde bekliyo, abi dedim benim gitmem lazım çıkışta uğrarım, devam ederiz. “Eyvallah koçum.” dedi. Ben, sırtta çantayla servise doğru koşmaya başladım. Kapıyı tıklattım, Bayram abi açtı kapıyı, “Geç kaliyorsun” dedi İstanbul ağzına benzemeye çalışan lazcayla, dedim ben burdaydım, görmemişim seni. Oturdum yerime, servis harekete geçtiğinde kulakları görünen bereli abinin arkamdan su döktüğü o dar açıdan görebiliyodum.

Radyoyu açmalarını istediler Bayram Abi’den. Bayram Abi, yine o hain soruyla günümün nasıl geçeceğini haber verdi; “Pavir’u mi açayum?”

KAHROLASIÇARŞAMBA

Draje Dergi’de işler her zamanki akışında sürüp giderken birden bişi olur ve zaman orta yerinden çat diye kırılıverir. Drajeler bir gece uyurlar ve ertesi sabah uyandıklarında takvimlerindeki yaklaşık yüz seksen yaprağın ortadan kaybolmuş olduğunu fark ederler. İçlerinden bir kısmı başka ülkelerde başka hayatlara intikal edivermiştir. Bunun sorumlusunu bulmak için olağan dışı olanın izini sürmek gerekmektedir ve editörlerimizin Windows denetim masası titizliğinde yaptığı çalışmalar sonucu, bu süre içinde aramıza sızan yeni bir draje olduğunu fark ederler. Kendisi 16 yaşında bir lise öğrencisidir. Sorumlu bulunmuştur artık. Yeni bir maceraya atılana kadar Eren Dal’a teessüflerimizi bildirmekten başka yapacak bir şeyimiz bulunmamaktadır.

14

“pot of gold”Fotoğraf: Utku Atalay Model: Utku Burhanlıhttp://www.utkuatalay.com

15

R enk ve ses dünyanın en güzel en eğlenceli, hatta hayatı birazcık daha yaşanılır kılan öğelerinden olsa gerek. Ama bazen bu

ikisinin bileşimi dayanılmaz olabiliyor. Mesela renkle sesi aynı anda yaşama durumu bir hastalık olarak tıp kitaplarının önemli bir kısmını kapsıyor. Adı da sentetik sinestezi; -syn- aesthesis (birlikte algılamak). Bu nasıl mı oluyor? Aslında belirli bir düzeyde hepimizde var olduğu bilinen ve dehalıkla delilik arasında bir yerde duran bu durum, kişinin sesleri duymasıyla onları aynı anda

renklendirmesi biçiminde gerçekleşiyor. Orkestra Dergisi’nin Ağustos – Eylül 2004; 354. sayısında “Müziğin gücü ve iyileştirici özelliği üzerine” başlığıyla yayınlanan makalemde bu hastalıktan bahsediyordum. Ben her ne kadar bu konuya “hastalık” desem de, bilim adamlarının bir kısmı benimle, hatta birbirleriyle aynı fikirde değiller.

O yazıyı yazarken kendime suç ortakları edinmiştim. Onların arasındaysa; Don Campbell’in “Mozart Etkisi, Bedeninizi İyileştiren, Zihninizi Açan

RENKLİ – SESLİ KÂBUSLARYazı: Özge Ç. Denizci E-mail: [email protected] • İllüstrasyon: Hayalcan İncesağır

17RENKLİ – SESLİ KÂBUSLAR

ve Yaratıcı Ruhunuzu Harekete Geçiren Müziğin Gücüne Kulak Verin”, Ali Babaoğlu’nun “Pisikiyatri Tarihi”, Chistopher Caudwell’in “Yanılsama ve Gerçeklik”, Oğuz Özügül’ün “Sanatın Psikolojisi” gibi kitaplar ve 2001 Bilim ve Teknik Dergisi’nde yayınlanan Dr. Sultan Tarlacı’nın “Sinestezi”, yine Bilim ve teknik Dergisi 2002 sayısında Şiir Kılkış’ın “Müziği Duy Rengi Gör” makaleleri vardı. (Kendilerine sorabilesiniz diye de kaynaklarımı döküyorum).

Akademik dilin döndüğünce yazılmış makalemin konuyla ilgili kısmını kopyala yapıştır yöntemiyle affınıza sığınarak Draje’mize aktarıyorum…

“Sinestezi hastalığı sesi duyup rengi görme durumudur” teorisinden yola çıkarak:

“Bazı bilim adamları bunu biyolojik bir şey olduğunu söylerken, diğer taraftan bunun kültürel ve sosyal bir olgu olduğunu ileri sürenler de var. Uzmanlar bunu, ses ve renklerin algılanmasındaki nörolojik bir ortak payda olarak değerlendiriyorlar. Örneğin telefon sesini duyan bir kimse, aynı anda oldukça parlak bir kırmızı renk görüyor ya da telefon numarası tuşlarken, her sese bir renk görüyor. Ancak sesleri renk olarak deneyimleyen bir kişi, renkleri ses olarak deneyimleyemiyor. Ortaya çıkış sebebi olarak üç ayrı neden gösteriliyor. Bunlardan bir tanesi ve en sık rastlanılanı; “gelişimsel” sinestezi yani erken çocukluktan itibaren var olan. Diğeri “kazanılmış” ve bir diğeri ise, “farmakolojik”tir. Farmakolojik, halüsinojenik ilaçların alınmasıyla –LSD, meskalin- ortaya çıkabiliyor. Kadınlarda erkeklere oranla daha çok görülüyor. Beyin travmaları sonrasında da görülebiliyor. Sinestezi birçok bestecide de görülen bir olgu. Örneğin; Gyorgy Ligeti, Oliver Messiaen, Franz Liszt, Aleksander Scriabin sayabileceklerimizden bir kaçı. Scriabin, notaları parlak ve çakan ışıklar olarak hissediyordu. Kendi sinestezisini “Prometheus The Poem of Fire” adlı orkestra, piyano, org ve koro için 1910’da yazmış olduğu besteyle ifade etmiştir. Fransız besteci Messiaen ise bestelerinin sinestezik durumundan ortaya çıktığını söylüyor.

Bunların dışında, L. V. Beethoven, Si minörün siyah rengi temsil ettiğini söylüyor. R. Korsakoff ise gün ışığının do majörü temsil ettiğine inanıyor. Ünlü bilim adamı Newton’a göre ise, kırmızı, turuncu, sarı renklerle do, re, mi majörün ilişkili olduğunu öne sürüyor.”

Aman sakın ha “duyucam da rengini görücem, dahi müzisyen olucam” mantığını benimseyip de LSD falan kullanmaya kalkmayın. Ters teperse görürsünüz hatta göremezsiniz.

Özge Denizci ev işleri, bulaşık, kahve falı filan gibi rutin işlerle meşgul olurken boş zamanlarını da kitap filan yazarak

değerlendiren hanım hanımcık bir drajedir. Özge’nin ilk kitabı olan “Gürcüler”in Chiviyazıları’ndan çıktığını sevinçle ve hatta

gururla bildiririz… Söylemesi bizden okuması sizden...

MONTREAL BALOSUYazı ve İllüstrasyon: Elmas Şölenkır - http://birkmas.deviantart.com/

18

Elmas Şölenkır’ın Renkli Draje macerasını anlatmaya kalksak kuşkusuz beceremezdik. Zira bu çok uzun bi hikâyedir. Fakat yine de kabaca özetlememizi isteyen okurlarımız olursa şöyle

söyleyebiliriz: Olay Rusya’da geçiyor. Pardon, o “Savaş ve Barış”tı sanırsak… Her neyse, Elmas boş zamanlarını herhangi bir şey yaparak geçirmeyen bi insandır. Zira boş zamanı olduğunu

zannetmiyoruz. Bu arada Elmas hakkında kimi editörlerimizin kimi önyargılar beslediğini anmadan da geçmek istemeyiz doğrusu. Düşünün ki bi insan boğaza sıfır bi okulda öğrenim

görüyor olsun ve bu insan buna rağmen derslere filan girsin, gitsin ödev yapsın, yazı yazsın, çizi çizsin… Akıl kârı değil açıkçası… Biz olsak değil derse girmek eve bile gitmez bütün gün bi

bankta oturur “bişiler yapmak lazım ama napsak acaba” diye derin düşüncelere dalardık. Ya da orda oturur Godo’yu beklerdik. Sonra Godo gelmezdi filan… Ama olsun… Siz yine de Boğaz’ı

sevin Elmas’ı koruyun ey okurlar…

E linde bulundurduğu çantasını düşürmekle etrafına rezil olduğunu fark etmemişti Lady Isabel. Gözleri masayı

seçemiyordu, yorgunluğu, sallanan küpelerinin kayan görüntüler arasında metronom titreşimleri yayarak zamanı durdurmuşçasına ağırlığı hissettiriyordu, eliyle masaya tutundu, yere düşen çantasını kavradı ve masada oturan davetlilerin ayakkabılarına baktı, öylesine, dikkat etmeden… Siyah parlak bir çift iskarpin gördü, belli ki şık bir beyefendinin ayakkabıları, kafasını toparlamaya çalıştı, bir ayakkabı üzerine düşünmek yapacağı son şeydi belki de. Masada her şey rutin bir şekilde devam ediyordu, kadehler kalkıp iniyor, çatal bıçak sesleri, şık kolyeler ve küpelerin parıltısı, yoğun bir parfüm ve ruj kokusu, sanki herkesin derisi üzerinde gezinmiş gibiydi, midesi bulandı ve yerinden kalktı, sandalyeyi geriye çekti, bir iki adım attı ve tavana doğru sabitlendi bakışları, büyük beyaz parlak ışık, parıldayan kristal bir avize, sonra tiz bir ses, bir baş ağrısı…Uyandığında yatağın üzerinde yatıyordu, camekân bir odadan dışarısını görüyordu, muhtemelen bir gökdelen katının ultra lüks suitindeydi, yatak füme saten bir örtüyle örtülmüştü, başının altında bir ceket, siyah üzerine ince gri çizgili, başka bir parfüm kokusu daha, sandal ağacının yoğun kokusu, misk ve amberin konyak etkisi yapan sıcaklığı. Dışarıda gri bulutlar gökyüzünü örtmüş, cama yağmur damlaları vurmaya başlamıştı ki bir kilit sesi ve

19

MONTREAL BALOSUYazı ve İllüstrasyon: Elmas Şölenkır - http://birkmas.deviantart.com/

Elmas Şölenkır’ın Renkli Draje macerasını anlatmaya kalksak kuşkusuz beceremezdik. Zira bu çok uzun bi hikâyedir. Fakat yine de kabaca özetlememizi isteyen okurlarımız olursa şöyle

söyleyebiliriz: Olay Rusya’da geçiyor. Pardon, o “Savaş ve Barış”tı sanırsak… Her neyse, Elmas boş zamanlarını herhangi bir şey yaparak geçirmeyen bi insandır. Zira boş zamanı olduğunu

zannetmiyoruz. Bu arada Elmas hakkında kimi editörlerimizin kimi önyargılar beslediğini anmadan da geçmek istemeyiz doğrusu. Düşünün ki bi insan boğaza sıfır bi okulda öğrenim

görüyor olsun ve bu insan buna rağmen derslere filan girsin, gitsin ödev yapsın, yazı yazsın, çizi çizsin… Akıl kârı değil açıkçası… Biz olsak değil derse girmek eve bile gitmez bütün gün bi

bankta oturur “bişiler yapmak lazım ama napsak acaba” diye derin düşüncelere dalardık. Ya da orda oturur Godo’yu beklerdik. Sonra Godo gelmezdi filan… Ama olsun… Siz yine de Boğaz’ı

sevin Elmas’ı koruyun ey okurlar…

bir daha... Ne olduğunu anlayamadan kalktı yerinden, kırışmış bluzu ve eteği ile ayakta öylece durdu, sonunu bekleyen av gibi, izlenilmeyi ve görülmeyi bekledi, gelen yoktu…Kapıya yöneldi, eliyle soğuk demiri kavradı -klik. kapı kilitlenmişti, sanki görünmez biri tarafından özenle saklanıyordu, gitmesini istemediği açıkça belliydi. Sakin olmalıyım dedi kendi kendine. Öldürülmek isteseydim burada olmazdım. Arkasını döndü, ensesinde bir sıcaklık, yine o beyaz ışık, kristal avize…Gözünü açtı kafasını kaldırdı, imkansızdı bu, masada oturuyordu üzerine baktı, gömleği ve eteği o anki gibi düzgün ve ütülüydü, “hayır bu olamaz!” dedi…

- Chris?- Evet Isabel- Ben, ben nerdeydim az önce ?- Sen mi? hahaha, şaka yapıyorsun minik sarhoş cadı, tabii ki sızmış uyuyordun masada.- Emin misin? Sanki ben...- Sen sarhoş olabilirsin ama ben o kadar da kolay lokma değilim- Tabii Chris, haklısın biraz fazla kaçırdım sanırım.Isabel gördüklerinin rüya ( ama inandırıcı bir rüya ) olduğuna emin olmuştu, Chris ise durumu kurtarmanın verdiği rahatlamayla iç geçirdi, ayin için 5 kez yarı zamanlı diriliş şarttı çünkü. - Umarım bu işi bir an önce bitiririz dedi içinden.- Umarım…

20

“Renkli”Tayfun Bayrakçı - http://valjeanjean.deviantart.com

21

“Renkli”Tayfun Bayrakçı - http://valjeanjean.deviantart.com

RENK ARAMAKRENK ARAMAK22

Bir o yana bir bu yana giden insanlar arasına karışmak için yatağımdan kalkıp, doğruca kalabalığa karıştım.

Yolda yürürken ifadesiz bir şekilde vitrinlerden kendimi süzerek ne kadar “renksiz” olduğuma bir kez daha kanaat getirerek, kustuğum bira tadını tekrar alabileceğim bir bara ihtiyaç duydum. Ama sonra jazz müzik çalan veya son zamanlarda kültür sayılan balkan müziği çalan yerlerden başka bir alternatifim olmadığını anladım. Popülarite veya marjinallikten kaçmak istiyordum. Ama popülariteyi desteklemeyince istemeden marjinal oluyor, marjinal olmaktan nefret ettiğim için de kendime kabuk olarak sadece “alışılagelen” i buluyordum. Çok bunalmıştım. İnsan ilişkilerinde zaten hiçbir zaman iyi değildim. Sevgililerin hayatını zehir eder, dost diye umursadıklarımın dost olduklarından da emin olamazdım. Benim “neşeli ve renkli” bir hayata ihtiyacım vardı. Çünkü bakıldığında; dostluk kavramı umutsuz, aşk ise bahardan bahara çürüyen bir hastalıktı. Tabii herkes için değil; kimisi dostlar edinir ve onları kaybetmez. Yalnızca kendini bilmeyenler... Benim gibi...

Bir zamanlar her şeyi yargılar ve hüküm giydirirdim ve dost kaybederdim. Şimdi ise, bıktığımdan... Hep aynı cümleler, hep aynı sevgi temennileri, hep aynı hayatlar ve eşsiz denilen ama iki nefes ötede denk geleceğiniz “hayatınızın aşkı…” Kelimelere takılırdım, ama şimdi kelimeler o kadar yukarıda ki bulunduğum yerden... Düştüğüm zemin pürüzsüz ve biraz da karanlık. Ama karanlıktan bahsetmek o kadar zor ki eğer “denenmemiş”i istiyorsanız… Pişmanlık duyduğum kişiler ne kadar uzaksa, ben de o kadar yakındım kendime. Sözler klişe, klişe kelimesi zaten büyük bir klişe, hayat durağan, hayat mantıksız, mantık ise saçmalık ürünü.

Delirmeyi çok istiyordum ama delirmek çok zordu. Delirmek büyük bir sanattı... Ürktüğüm insanlardan daha iyi olduğuma kendimi inandırmak hayatımın amacı olmuştu. Sıkılmıştım... İyilik yapmanın ne kadar yanlış olduğunu düşünüyor ve yapmaya devam ediyordum. Sonra vazgeçtim; sonuç yine aynıydı... Başka bir gün...

Hani çok değer verirsiniz de, geçmişinizden başka size saygı duyan yoktur ya çoğu zaman... İşte öyle bir histi içimi zehirleyen... Ölmeyi arzularken, nedense annemi ve babamı düşündüm hep... Umutları çoktu, umutları yoğun ve yakama yapışmış... “Olmak” zorundaydım ama olduğumu kabullenen yoktu... Hiç... Koca bir gök var ve saydığınızda hiç bir yerdesiniz... Ama sanki Tanrı varmış gibi geliyor tepelere baktığınızda... Fakat hiç bir zaman toprağın dibinde, kuytu köşelerde bulamıyorlar inançlarını... Yönlendirilmiş bir ‘”inanç”ları veya “inançsızlıkları” var ve bunun üzerinde seyir ediyorlar... Politikalarına yapışıp, yönetiliyorlar o çok güzel göğü alet ederek ellerine, göğe ulaşmak imkansız... Gök bir hayal... Bir kişinin ölümü çok şey ifade eder, ama bir kişinin dışlanması topluluk için hoşgörülebilir. Dışlanan ölmek ister. “Hastalık” hisseder damarlarında ve ölür... “Renkli” hayatlar yaşayanlar, yine renkli hayatlarını yaşamaya devam ederler... Hasta olmayan ilaç kullanmaz... Sıradan bir batı ile doğu arasında sıkışıp kalmış, içinden düşündüğü dil yerine, dışarıda “bazı” bacakları aralayan Fransızca filmlerin, anlattığını anlamadan onlara tapıp, filmlerin ruhunu da sömüren oğlanlar ve sanatçıların sanatçı olmadığı bir diyarda, sanatçılarının sanatından ilham alan hasta ruhlu kızlar sarıyor etrafımı. Ve bunları öyle kılıfına uygun hallediyorlar ki, -hisleri- gerçekten köreldiği halde, “iyi birer insan

Yazı ve İllüstrasyon: Onur Ünder E-mail: [email protected]

23

olduklarını” düşünüyorlar... Bütünü bunlar oluşturmuyor elbette, bütünü yüzündeki pudraya âşık olanlar ve toplu halde birisine zulmederek, kendi kendilerini kahraman ilan edenler oluşturuyor...

Renklerimi kaybediyorum ve bu bahar, baharın geliş kokusunu ömrümde ilk defa duymuyorum. Hislerim yanılıyor... “Aşk” ve “ilham” asla geri gelmeyeceklerini söyleyerek uçuyorlar... Yakalayamıyorum... Öfkemi korkaklık olarak nitelendiriyor ve susuyorum. Ama dediğim gibi, renkli bir hayat istiyordum. Bulduğum tek renk ise, “kaybettiklerim” oluyor...

Cansız kalmış binlerce yüz vardı canlı gibi... Her biri bir kaç yerde, her biri bir kaç bedende... Ama hiçbiri yaşamıyordu

bizimkinde... Sonra bizimkinden yukarılarda bir yerden veya tam aşağısından…

Geldiler birçok yerden bir anda ben, sen ve o öldüğümüzde... Görüyorlardı önemsemediğiniz bir biçimde göremediğiniz kısımlarda. Ben ise, tadıyordum içimden bir çok kez. Ama yanılmıştım. Yaralanmış ölü bir bedenden fazlasıydım belki de ölmeden önce. Ama şimdi trajikomik ruhların yanında ne bir modern düşünce, ne de yozlaşmış inançlarınız... Sadece bir gerçek... Sadece bir çok acının hazzı. Tattığınız bir çok kötünün içindeki iyilikleri sezmiş olacak bir Tanrı’dan yoksunken, aslında olmadığınızı anlarsınız.Ama var olan bedeniniz sayesinde var gibi olmayı kaldırabilirken de bir Tanrı yaratırsınız. Aslında “Tanrınız” da vardır, siz de, iyi ve kötü de... Olmayan tek şey renksizliğin kendisidir...

24

“Kabaabak”Gizem Güvendağ

http://gizemm.deviantart.com

6 MİLYAR GÖKKUŞAĞI6 MİLYAR GÖKKUŞAĞI

Hepimiz renkli hayatlarımız olsun istiyoruz. Rengarenk. Elimizden geldiğince değiştirmeye

çalışıyoruz, renklerini hayatımızın. Badana üstüne badana, emek üstüne emek, yorgunluk ve kayıplar demek gibi olsa da deniyoruz işte. Her yeni fırça darbesindeyse, bir önceki rengi kaybetmenin telaşı; yapamıyoruz. Bazense, fırçalarla beraber Kahlo’su oluyoruz, hayatlarımızın ve boyuyoruz boydan boya.Ne mi oluyor?Elimizde fırça, yüzümüzde gülümseme, bir evden diğerine taşınmış gibi oluyoruz. Deri değiştirmiş gibi.Özlemeye başlıyoruz; bazı alışkanlıklarımızı, eski rengimizle badanaya kurban gitmiş. Kaybedilmiş.Ah, ne çok dans ederdim eskiden. Ne çılgındım... Cümleleri eşliğinde geçmişi yad ediyor; renklerimizi özlüyoruz.

...

Ama badananın önceki rengin üstüne yapıldığını unutmamak gerek.

Aslında önceki rengin yitmediğini bilmek, sadece daha da çok renklendiğimizi sevinçle kabul etmek gerek.Mutlu olmak bu çok renklilikten...Farklılıktan…Ufacık bir kazıma darbesiyle her rengin, her birimiz bir günbatımıymışız, bir gökkuşağıymışız gibi ışıyacağını bilmek gerek.Bilmek ve sevinmek, yaptıklarımıza ve de yapacaklarımıza.Gri de bir renk, beyaz da, kırmızı da, mor da..Hepsinden de olması ne güzel, benlikte.Hepimiz, ne güzeliz!

...

Ya da ‘ne güzel’ olması gerekenleriz. Ama kaçıran… Olmayı istemeyen…

...

Garip.Çok da zor değil aslında küçük mutluluklar yetiştirmek.Değil; isteyene.

Yazı: Pınar Karaaslan - E-mail: [email protected]

6 MİLYAR GÖKKUŞAĞI6 MİLYAR GÖKKUŞAĞI

Pınar Karaaslan buz gibi bir kuzey ülkesinde renkli bir hayat yaşamaktadır. İş bulamadığı zamanlar bakıcılık ettiği alık çocuklar (ki tüm insanlar hayatlarının bir dönemini alık birer çocuk olarak geçirirler büyüdüklerinde ise artık çocuk değillerdir. Daha geniş izahat için bkz. Deforme sayfamız) sayesinde hayatındaki bütün renkler birbirine karışmıştır. Erdinç bu yazıyı okuduktan

sonra kendi kendine şöyle bir soru sormuştur; “iyi de zaten eski renklerinden hoşnut olsan üstüne kat kat boya geçirmezdin diğ mi çocuğum… O zaman özlenen nedir?” Sonra da yine kendi kendine şöyle bi cevap vermekten çekinmemiştir; “çünkü gelecek belirsizdir, şimdi kırılgandır,

geçmiş ise zararsız… O artık çok uzaktadır ve sana zarar vermesi de artık olası değildir…” Olan olmuş biten bitmiştir… O halde bu sayfa altı notunun bir de ana fikri olması gerekir… O da kötü kalpli karıncamızdan gelsin: Bütün yaz saz çalıp şarkı söyledin şimdi de oyna… Pınar

Karaaslan bu maceranın sonunda güneşin battığı yere doğru atını sürerken fonda “ben yalnız bir kovboyum” şarkısının çaldığı da bir gerçektir.

25

26

BiZ DÜNYAYIZ

ENZO İKAH:

Söyleşi: İlknur Seda Bendeş - Demet Özge Akyan•Fotoğraflar: Erdinç Yücel

27

Enzo İkah rekabetin, ötekileştirmenin ve düşmanlıkların egemen olduğu bu dünyada bir gezgin, bir yabancı… Başka bir dünya özleminin bedelini fazlasıyla ödemiş bir müzisyen… “Red, Black and White” albümünün koşturmacası içinde bize zaman ayırdı ve kendisiyle müzik ve dünya üzerine söyleştik. Biz Fransızca sorduk, o İngilizce yanıtladı ve bu renkli söyleşi Türkçe olarak Renkli Draje sayfaları arasındaki yerini aldı…

http://enzoikah.com/ http://opzzz.org/

28 Ben reggae’yi seçtim çünkü o,

benim için barış mesajlarımı, eşitliği, kötü yönetimi insanlara ulaştırabileceğim bir kanal. Siz de bu yolu seçebilirsiniz çünkü reggae’nin insanlığa verdiği mesajlar asla değişmeyecek.

Draje: Bize biraz kendinden söz eder misin?Enzo İkah: Ben dünyadan Enzo İkah… Reggae dub sanatçısıyım fakat referans memleketimin Kongo olduğunu belirtmek isterim. Şu an beni Draje’de okuyorsunuz, niye biliyor musunuz? Sizi, barışı ve tüm insanlık için mükemmel aşkı çok seviyorum.

Draje: Biz reggae’yi daha çok Bob marley üzerinden biliyoruz. Raggae’yi seçmenin özel bir nedeni var mı? Senin müziğini beğenen okurlarımıza başka kimleri dinlemesini önerirsin?Enzo İkah: Evet, tabii ki Bob Marley’in reggae müziğin gücüne ve sevgiye vasiyeti olduğunu düşünüyorum. O büyük bir fark yarattı ve benim kahramanlarımdan biridir. Günümüzde reggae ritmi evrensel bir dil haline geldi. Ben reggae’yi seçtim çünkü o, benim için barış mesajlarımı, eşitliği, kötü yönetimi insanlara ulaştırabileceğim bir kanal. Siz de bu yolu seçebilirsiniz çünkü reggae’nin insanlığa verdiği mesajlar asla değişmeyecek. Okurlarınız, Alpha Blondy, Ticken Jah Fakoly, Burn Spears gibi birçok reggae sanatçısını dinleyebilirler.

Draje: Türkiye’deki insanlar seni bir yabancı olarak mı yoksa buradaki pek çok renkten biri olarak mı algılıyor? Enzo İkah:Bu dünyada hepimiz yabancıyız. Sadece elmaslar sonsuzdur. Şahsen hayatımı bir renk meselesi üzerine harcayamıyorum çünkü senin kim olduğunu belirlemede rengin bir önemi yok.

Draje: Geçen sayımızda Bandista ile de bir röportaj yapmıştık. “Red, Black and White” şarkısında sana eşlik eden Bandista ile nasıl tanıştın?Enzo İkah: Bu gerçekten uzun bir hikâye. Sürekli Bob Marley’in şarkılarını cover’ladığım için dört farklı gruptan atıldım. Sonra kendi şarkılarımı söylemeyi düşündüm. Bandista ile tanışmadan önce kimse bana şans vermedi ve Bandista bana güvendi. Mesela onlar olmasaydı bugün sizinle bu röportajı yapamazdım. Özet olarak Bandista üyeleri benim arkadaşlarım değiller fakat tek bir sevgiyi paylaştığımız, Türkiye’deki ilk ailem onlar ve bu büyük sevgi bize opzzz’a doğru hayat verdi.

29

Bizler fiziksel bir varlıktançok daha fazlasıyız. Bedenin içindeki sevginin ışığıyız. Ebedi, sonsuz, sınırsız...

30Draje: Draje Dergi’yi birbirinden çok farklı renklerin bir araya gelip güzel bir resim oluşturma çabası olarak tanımlıyoruz. Senin albümünde de farklı renkler bir arada çok uyumlu durmuş. “Red, Black and White” şarkısında altı dil kullanmanın özel bir amacı var mı? Biraz bu şarkıdan ve bize verdiği mesajdan söz eder misin?Enzo İkah: Ten renkleriyle ilgili sorular sorduklarında hep şu cevabı veririm: Dünyanın ülkelerinden gelen farklı insanlarız. Eğer o insanları sevmezsen onlara saygı da duymazsın. Sevgi en önemli unsurdur ve sevginin eksik olduğu yerde dışlama vardır. Şunu biliyorum; ten renkleri hiçbir zaman aynı olmaz fakat içindeki kanın rengi hep aynı olacaktır. Kim olduğunun, nereden geldiğinin bir önemi yok. Sen benim kardeşimsin. Dünya var olduğundan beri herkes için parlayan tek ay ve tek güneşi paylaşıyoruz. Bunun anlamı da şudur ki; sen ve ben dünyanın ta kendisiyiz ve hepimiz biriz. Sevgi ve barış için güçlerimizi birleştirmenin ve değişim için bir takım olmamızın zamanı gelmiştir. Eğer kendi başınıza yaşadığınız yalanına inanıyorsanız sizi gerçek bir acı bekliyor çünkü burada hepimiziz. Sevgi ve barış içinde tek bir ay ve tek bir güneş altında parlama amacı ile yaşamak hepimiz için en iyisi olacaktır. Bizler fiziksel bir varlıktan çok daha fazlasıyız. Bedenin içindeki sevginin ışığıyız. Ebedi, sonsuz, sınırsız...

Draje: Albümdeki diğer şarkılar da “Red, Black and White” ile benzer bir mesaj mı taşıyor? Biraz onlardan da bahsedebilir misin?Enzo İkah: Tabii ki evet. Diğer bir şarkı şöyle; “haylaz çocuk, sabah uyan ve okuluna git, eğitim anahtardır.” Marre diye bir şarkı var, Marre’nin kanlı yöneticilerimizin çamaşırhanesinde çalışmaktan yorulduğunu anlatıyor. Afrikalılara öğütlenen başka bir şarkı; “barışa ve kin olmadan yaşamaya kendini ada” şeklinde. Barışçı Nelson Mandela için bir şarkı var; “Gün bitiminin güneşisin. Gölgen gibi seni her yerde takip edecek olan zafer senin için...” Ayrıca dünyadaki tüm mülteciler için bir şarkım da var…

Draje: İlk klibini ne zaman izleyebileceğiz?Enzo İkah: Şimdi veya sonra neler olacağı hakkında bir fikrim yok fakat çok yakında diyelim!

Draje: Şu anda belirli olan konser programın nedir?Enzo İkah: opzzz ile beraber büyük bir tur projemiz var. Aralık ayında Türkiye’de 15 şehirde Red Black and White albümü için bir organizasyon düzenlenebilir. Ben buna barış turu diyorum.

31

Sevgi en önemli unsurdur ve sevginin eksik olduğu yerde dışlama vardır. Şunu biliyorum; ten renkleri hiçbir zaman aynı olmaz fakat içindeki kanın rengi hep aynı olacaktır. Kim olduğunun, nereden geldiğinin bir önemi yok. Sen benim kardeşimsin. Dünya var olduğundan beri herkes için parlayan tek ay ve tek güneşi paylaşıyoruz.

32

BENİM SİYAH BEYAZ GÖKKUŞAĞIM

33

geceler zehir, geceler karauçasım gelir kanadım yarayaralar derin seneler kadaraçılın gerisabah olmuş gün doğmuşher yerimde karlardoymadım dönülmüş deliyehelal olsun aşkolsun… Duman’ın bu parçasını dinleyip, sözlerini mırıldanırken bi yandan da videodaki görüntülere takıldı gözlerim. Siyah beyaz bi filmdi bu ve bi yerlerden hatırlar gibiydim bu sahneleri. Aklımda en bariz kalan şeyse Müşfik Kenter’in odanın duvarında asılı duran güzel gözlü kadın resmine hüzünlü bi edayla bakışıydı. Sonra merak edip birazcık araştırınca bu filmin Metin Erksan’ın 1965 yapımı Sevmek Zamanı adlı filmi, güzel gözlü kadının da Sema Özcan olduğunu öğrendim. Sadece meraktı bu, o dönemde çekilen filmlere karşı olan bi merak... Çocuklukta kalanlara dair bi merak…

Küçükken; TRT bazı akşamlar siyah beyaz film kuşağı adı altında Yeşilçam’ın gelmiş geçmiş en güzel siyah beyaz filmlerini yayınlardı. ”Film kuşağı” sözü bana pek bi ilginç gelirdi. Gökkuşağı gibi bir şey mi bu diye düşünürdüm. Siyah beyaz gökkuşağı hayal ederdim kafamda. Gökkuşağının üzerineyse o filmlerde oynayan unutulmaz yüzleri yerleştirirdim. Filmlerin isimlerini unutur ama sahneleri farkında olmadan aklıma kazırdım. Okulun olmadığı günlerde kahvaltı masasında ya da sabahın erken bi saatinde çizgi film izlemek için uyandığım vakitlerde de Ayşecik filmlerinin siyah beyaz hallerine denk gelirdim…

Acıma duygusu, sevmek sevilmek, değer vermek, ağlamak, gülmek o siyah beyaz filmlerde daha bi sahici gelirdi bana. Hatta çocuk aklımla burdaki hayatların, eşyaların, insanların renklerinin olmadığını düşünür, o dönemde insanların herşeyi böyle yaşadıklarına inanırdım. Tabi bu inancımı aklı eren, büyüdükçe küçülen dünyaların içine sıkışmış her fert gibi erkenden yitirmiştim.

Eskisi kadar yoktu artık o filmler onların yerini renkli hayatlar almaya başlamıştı. Renkler çok çeşitli değildi ilk zamanlar, o yüzden kolayca alışılabiliyordu. Ama sonra, yavaş yavaş renkler artmaya ve ben daha da büyümeye başladım. Ben büyüdükçe ekrandaki renkler arttı rengarenk oluverdi. Önce hoşuna gitti herkesin bu durum. Ben de sevmeye ve alışmaya başlamıştım. Ama sonra güzellik bozuldu renkler ne kadar güzelse içindeki duygular bi o kadar yavan ve sahte olmaya başladı. Renklerin suçu yoktu belki bunda ama onları kullanıp desen çıkarmaya çalışanların desenleri sevimsizdi. Sanki bir şeylerin kopyası gibiydi. Sergilemeye çıkardılar yaptıklarını, altına da imzalarını attılar. Televizyondaki bu hale alışık olanlar gittiler seyre daldılar. Saatlerini orda geçirebilirlerdi. Ne de olsa artık herşey renkliydi. Kendi hayatlarındaki renksizlikleri orda renklendirirlerdi.

Bense siyah beyazı özledim. Türkan Şoray İzzet Günay’a daha bi içli bakar Vesikalı Yarim’de. Neriman Köksal kadın gibi kadındır Fosforlu Cevriye’de, Yangın Var’da bi başkadır Ayhan Işık, “Yine mi gol değil hakim bey ?” derken kimse Sadri Alışık kadar ağlatmaz yürekleri. İşte bu yüzdendir siyah beyaz filmlere özlemlerim.

BENİM SİYAH BEYAZ GÖKKUŞAĞIMYazı: Esra Erdem - E-mail: [email protected] • İllüstrasyon: Erdinç Yücel

Esra, Duman’ın Helal olsun klibini izlerken birden kendisini Renkli Draje’yle haşır neşir olurken buldu. Bu nedenle okumuş olduğunuz yazının; Esra Erdem, Duman ve Metin Erksan’ın ortak

çalışmasıyla zuhur ettiği pekala söylenebilir… Şarkıyı ilk kez söz konusu klip aracılığıyla dinleyen herkesin albümü dinledikten sonra “yok yok eksik olmuş, replikler nerde aşk olsun çok ayıp”

filan diye homurdandıkları ise bir gerçektir.…

34 “Yeraltından Tonlar”Fotoğraf: Alican Erkol - [email protected]

35

“Yeraltından Tonlar”Fotoğraf: Alican Erkol - [email protected]

36 “Büyümek”Fotoğraf: Erdinç Yücel

Model: Ceren Gül Çıtakhttp://fotokritik.com/kullanici/hiperdinc/portfolyo/

37

Unutulmuş bir kitabın saman sayfaları arasında bulduğun resimdeki çocuğun masumiyeti, içine bırakılmış

hikâyenin geçmişinde kirletilebilir mi? Yaşanan eski anıların üzerine düşen damlaları parmağınla silme cesareti bulamıyorsan eğer kendinde, uzun zaman geçtikten sonra bakmayı özlediğin albümlerin arasına koymana da gerek kalmayacak o resmi. Yoksa yaşanmışlıkların üzerine kurulacak olan gelecek hayalleri başkalarının hikâyeleri arasında tekrar kaybolmaya mahkûm kalacaktır.

Bir gün pişman olduğunda geriye özlemle bakmak istediğinde albüm sayfalarına bakmak sana sadece her baktığında daha fazla hissettiğin bir acı verecektir. Dökülen gözyaşları hiçbir şekilde anlam kazanmayacak. Eğer baktığında acının yanında pişmanlığını biraz da olsa giderip, soru işaretlerini yok etmek istiyorsan çerçevesine sığmadığı için kestiğin resimleri birleştirmen gerekiyor. Eğer tekrar onları bulabilirsen tabii ki…

Tekrarlayan anıların farklı yaşanılış tarzı, yüreğine bir ok gibi saplanıvermeden bugün, renkli mumları üflerken artık kendi hikâyene başladığının farkına varman gerek. Doğduğun günün önemini değerli

kılan, her geçen saniye varlığının değerini anlayabilmektir çünkü. Bunu tek başına da yapmak zorunda değilsin. Bu değeri hissedemediğin anlarda, sana göremediğini bir daha unutturmamak adına beyaz sayfaları doldurması için o insana izin vermelisin. Sıcak esen rüzgârın bedenini soğuktan titretmesi gibi heyecanlandırmalı senin hakkında yazılanlar. Geçmişe döndüğünde, aynı tozlu sayfalar arasında saklanmış resimler gibi hüzünlendirmemeli renksiz damlalarla…

Çok iyi biliyorsun; gerçekleşmesini istediğin hayallerinin seni mutlu etmediği sürece ne kadar kuvvetle üflesen bile o mumların sönmeyeceğini. Bırak sönmesinler zaten, yalnızlığın sert esen rüzgârı onları sallasın kucağında uyuyan bir bebek gibi. Sönmeyen ateş dileklerin yerine geleceğini ümit eder hep. Sende bir dilek tut bu gece, kimseye söylemeden ama içinden delicesine haykırarak. Belki de söz verecek sana ne dilediğini bilmeden, onu gerçekleştirmek için bütün hayatı boyunca yanında olacağını eğer sen de istersen. Gerçekleşirse eğer tekrar kapat o anlamla bakan gözlerini, doğum gününü beklemeden bir dilek daha tut usulca. Ve yaşadığı sürece hepsini büyük bir heyecanla gerçekleştirebilsin diye ona verdiğin renklerle…

Yazı : Cem Vurnal - E-mail: [email protected]

KENDİ RENKLERİNLE YAŞAYABİLECEĞİN

BİR HİKÂYE

Cem Vurnal, Draje Dergi’nin ilk günlerinden bu yana aramızda olan pek kıymetli drajelerinden olup, yazılarını hemen hemen tüm drajelerden önce tamamlayıp elimize ulaştırmasıyla da gönlümüzde taht kurmaktadır. Cem’in yazısı için bir görsel hazırlamaya girişen Erdinç, türlü

denemelerden sonra içine sinen bir görsel hazırlayamamış olmanın verdiği utançla başını öne eğmiş ve fotoşopuna şöyle demiştir: “Bizler ayrı dünyaların programlarıyız fotoş. Bu ilişki böyle yürümicek galiba.” Gelgelelim bu hüzünlü ayrılık hikâyesi kimse için ilgi çekici değildir. Zira

Erdinç’in ayrılık kararını duyan fotoşop intihar girişiminde filan bulunmamış, “Bari dost kalalım” filan bile demeyip editörümüzü hiç iplemediğini göstermiştir.

38

İsmini inanç perdesinden, sıkışıp kaldığı duvarlarından, uzaklığından alan çocuk, kalemin mürekkebinden, nefretin

değiştirdikleriyle kalakalıyor hissedemeyen gözleriyle bakarken karşısında oturanlara. Senkronize şekilde dizilmiş eşdeğer sayılarla; zaman akıyor, gidiyor ki bağcıkları takılmış, düğmelerle dikmişler dudaklarını. Tekerrür eden her olguyu, geçmişten öncelerinden anlayıp, hatırlatmak gerekir zihnimize ki gidiyoruz, yeniden hoş geldin diyebilmek için duyabilen kulaklara…

Yaşamla solan, koparılıp atılan yenidenlerle... Git; kaybet kendini, bulma da. Kimseye soramıyorsan, kendine sor, kaybettikten sonra yeniden. Buluyorsun kendini boş alanlarda, yabancılaştığın kendine, uzaklardan, yukarılardan bakıyorsun, ne zamandan beri küçüldü dünya, bakamadıklarından, küçücük kalbinle sığdırabildiğin karanlığa ama yine de hoş geldin renklerinle. Dumanla kâbus, batakla atak, kâbus renklerde. Koskoca siyah gözleriyle kıvrık kirpikleriyle bakakaldım gülümsüyorum kâbusa. Dudaklarım aralanıp konuştu uzaktan gelen sesiyle. Okumuştum, dinlemiştim, yabancı değilim şu karaktere. tan gözlerimi dağlamış, görülmemiş dört duvardan bir kaçış, oturmuşlar konuşmadan sonra yine aralamış dudaklarını kâbus. İmkânın zihnindir, evrenin renklerin… Biriktirdiklerinle ve gördüklerini nasıl algılayışınla da zenginsindir. Frekanslara, direk ve yansıyan renk olarak algılanan göreceli kavramlar butterfield blues band’i nasıl algılayabilirdi acaba? Ya da Carmen Mcrae’yi?Diyalektik olarak aynı konumlara yerleştiren

cümleler, görüşler bizi, muhalif, marjinal, eşit, birliği, kolektif ve tüm renklerin algılanış dizilisini unuttursa da duraklarımızda. Sonuç ne olursa olsun, o hikâye, kim var olabiliyorsa içerisinde, siz ne yaşatabiliyorsanız, dört duvarı siyah, anahtarı olmayan kilitlerle dudaklarını mühürleyebiliyorsa insanlar, bu koalisyonundandır zenginliğinin ki zora sokmaktadır bizleri. Sevda ve barış uzaklarda dedi bugün bana bir arkadaşım. İnanabiliyoruz ki yaşayabiliyoruz dedim. Renk, renk, kare kare, açık ya da gizleyerek… Gökyüzünü izlerken, bir arının peteklerin üzerinde dikkatli ve de sarhoş edasıyla dolanırken, güzel bir sohbet esnasında odanın içerisine dolan sigaradan gözlerimiz yaşarırken, yine de gülüp, ağlanacak halimizle makyajımızı dağıtırken çizgilere satırlara, hayat, hoş geldin demek için, başlayıp bitiyor.

Kaybederken kendini, duvarlarından kaybolan çocuk gibi, en son ne zaman kendini bulmuştu? Sadece yasamak istediğini, nasıl yaşayabileceğini unutmuş. Ve sadece kendini, şefkat uyandıran, kırılgan yapısını saklarken, rüyalarını göremez olmuş. Rutkay Aziz’in sesinden ‘’Adam’’ şiiri dinlenmeli şimdi. Doğanın tüm yüceliğiyle, bahçelerinden koşarken, geçerken, neleri gözden çıkarıyoruz? Severken yaşamı, doğası, insanı ve sanatıyla, ne kadar sevebilmek gerek?

Benim renklerim ok, sen gibi.Senin siyahın var, hoş gibi.Benimki bonibon sakızı gibi.İsmi draje içi, Yücel’den yaz gibi.Rengi var ya, o da, mor gibi.

Yazı: Çağla Elektrikçi - E-mail: [email protected]İllüstrasyon: Erdinç Yücel

RENKLİ KÂBUS38

Çağla, “Renkli Kabus” başlıklı metni yazarken ne dinlemişti bilmiyoruz. Doğrusu bunu kendisinin de hatırladığını zannetmiyoruz. Zira zaman çabuk geçiyor. Zaman demişken, kelebeğin

ömrü muhabbetinden girip Stephen Hawking’den çıkası geliyor insanın ama altı aydır Renkli Draje’yi bekleyen okurlarımızı, yazarlarımızı, çizerlerimizi sıkarak Tembel Draje’yi beklemekten vazgeçmelerini de istemiyoruz. Görüldüğü üzere fotoğrafçılarımızdan bahsetmedik zira onlar

Renkli Draje’yi beklemektense deklanşöre abanmayı tercih etmiş görünüyorlar. Bu arada büyük Türk büyüğü Cem Güventürk’ün de dediği gibi “şaka lan şaka” kimseyi bi daha bu kadar

bekletmeye de niyetli değiliz.

39

40 Fotoğraf: Alpay Erdem - Email: [email protected]

41

Fotoğraf: Alpay Erdem - Email: [email protected]

42

43

Vehbi Koca, Londra’da yaşayan bir fotoğraf sanatçısı. Rengârenk zannettiğimiz bu

siyah beyaz dünyayı belgeleyen bir yabancı. Vehbi Koca’yla fotoğraf, sokaklar ve

renkler hakkında konuştuk. Daha yakından tanımak isteyenler için;

http://www.vehbikoca.comhttp://www.turkishphotography.co.uk

HOŞGÖRÜ BiRLEŞTiRiR

VEHBİ KOCA:

Söyleşi: Çağla Elektrikçi • Fotoğraflar: Vehbi Koca - Selçuk Akpınar

44

Draje: Vehbi Koca kimdir?Vehbi Koca: Vehbi Koca hayatı çok ciddiye alan, yaşadıklarını anlamaya çalışan ve bir gün bırakıp gittiğimizde bu hayatı, insanlar tarafından sıklıkla ve saygıyla anılan birisi olma kaygısı olan birisidir.

Draje: ‘’Duvara yazmak’’ belgeseli ve ‘’his’’tanbul ‘dan tanıyoruz aslında sizi, nasıl başladı bu yolculuk? Şu anki serginizden bahsedebilir misiniz?Vehbi Koca: “Duvara yazmak” adlı belgesel çalışmam, aslında üniversite bitirme projemdi. Belfast kentindeki üstelik adı da Peace Line yani Barış Duvarı olan o yapı insanı birbirinden ayıran ve sembolik anlamda da onlarca anlam taşıyan ucube bir sınırı temsil ediyordu… Proje hala devam ediyor... His/Tanbul adlı sergim İstanbul’umuzun Avrupa kültür başkenti oluşu nedeniyle, TC Kültür Bakanlığı’nın sponsorluğunda bir sergiydi ve oldukça önemliydi benim için...

Draje: Birsen Tezer dinleyenler de rastlamışlardır ‘’his’’tanbul sunumuna, müzikle de ilgileniyor musunuz? Vehbi Koca: Çok iyi bir dinleyici oluşumun haricinde müzikle ilgim yok… Ama bir takım küçük hikâyeler yazıp ve onları müzikle besledikten sonra oldukça keyifli şeyler ortaya çıkıyor, o da öyle bir şeydi...

Draje: Draje’ye bahseder misiniz, dinlediklerinizden, müziğin ve sanatın hayatınızdaki konumundan? Vehbi Koca: Sanat hayatın temelidir diye düşünüyorum, hayatı anlamanın en kolay ve anlaşılır yolu müzik ve sanatı paylaşmaktır... Müzikle ve sanatla yaşayanların insanı kıran ve tüketen eylemlerden kaçınan insanlar olduklarının farkına varmalıyız...

Draje: ‘’Vizörümden gördüklerim’’ adli köşenizde, İstanbul özleminden bahsediyorsunuz, Londra’ya nasıl geldiniz?Vehbi Koca: Londra’ya geliş hikâyem biraz uzun ve sanırım aynı zamanda önemi oldukça eskidi... Ama şunu söyleyebilirim, artık herkes göçmen ve herkes her yerde yaşama arzusunda… İstanbul özlemi hiçbir şeyle karşılaştırılamayacak kadar içsel bir fırtına benim için…

Draje: Yabancılaşma, ötekileştirme gibi bir hissiyat oluştu mu? Oluştuysa çalışmalarınıza nasıl yansıdı?Vehbi Koca: 70 ve 80 kuşağı olduğumuz için muhtemelen yabancılaşma ve ötekileştirme gibi dayatılan koşullara direndik ya da belki öyle olduğumuzu düşünüyoruz. Fotoğraflarımda mümkün olduğunca yalın olmaya çalışıyorum

Londra’ya geliş hikâyem biraz uzun ve sanırım aynı zamanda önemi oldukça eskidi... Ama şunu söyleyebilirim, artık herkes göçmen ve herkes her yerde yaşama arzusunda… İstanbul

özlemi hiçbir şeyle karşılaştırılamayacak kadar içsel bir fırtına benim için

45

Draje: Ünlü Fransız fotoğrafçı Henri Cartier Bresson’un siyah beyaz fotoğraflarından nasıl etkilendiniz? Ekolleriniz var mı?Vehbi Koca: Bresson benim en çok saygı duyduğum fotoğrafçılardan biridir, hayat hikâyesine bakarsanız o hep inandığı ve tutkulu olduğu şeylerin peşinden koşmuştur. Belgesel ve yaratıcı fotoğrafa daha yakin hissediyorum kendimi bu benim ekolum...

Draje: Etkilendiğiniz fotoğrafçıların savaş dönemlerinden ve travmatik hadiselerden etkilenerek ve bu olguları belgeleyerek kazandığı azimi düşünürsek, sizin hikâyeniz nedir? Vehbi Koca: Kendimi kimseyle kıyaslamak istemiyorum, ama herkesin tecrübesi kendisini algılayabildiği ölçüde etkiler... Ben çok istediğim şeyi yapıyorum, ama hep bir eksiklik var tabii... Hayat hikâyeme gelince hala devam ediyor, bittiğinde sizinle paylaşacağım...

Draje: Uzmanlık alanınızı akademik açıdan nasıl geliştirdiniz? Bunun getirileri ve götürüleri nelerdir?Vehbi Koca: Fotoğraf ve teorisi ayrılmaz bir bütündür, araştırıp okudukça kafanız karışır, kafanız karıştıkça getirilerinin ve götürülerinin farkına varırsınız

Draje: Londra gibi kozmopolit bir metropol size neler kattı? Hayatınızı ne yönde değiştirdi?Vehbi Koca: Özgürlüğün aslında olmadığını öğretti Londra deneyimim, ama hoşgörü ve tolerans duygularımı daha da yoğunlaştırdı

Draje: Hayatin renkleri neler sizce?Vehbi Koca: Kuşkusuz Mavi ve Yeşil

Draje: Peki kâinatınız hangi renkte?Vehbi Koca: Siyah ve beyaz

Draje: Sokakla aranız nasıl, tasvir eder misiniz bütünlüğünü?Vehbi Koca: Sokak insanın gelişimine en çok katkıda bulunan alanlardan biridir, yürümek ve insanlarla diyalog çok önemlidir benim için... Sokakları paylaştıkça hoşgörü ve tolerans artar. Ben de bunu fotoğraflarıma yansıtmaya çalışırım olabildiğince.

Londra’ya geliş hikâyem biraz uzun ve sanırım aynı zamanda önemi oldukça eskidi... Ama şunu söyleyebilirim, artık herkes göçmen ve herkes her yerde yaşama arzusunda… İstanbul

özlemi hiçbir şeyle karşılaştırılamayacak kadar içsel bir fırtına benim için

Kendimi kimseyle kıyaslamak istemiyorum, ama herkesin tecrübesi kendisini algılayabildiği ölçüde etkiler... Ben çok istediğim şeyi yapıyorum, ama hep bir eksiklik var tabii...

GURBETÇİMİZ KÖR TALİH KURBANIAmerika Birleşik Devletleri’nin Teksas eyaletinde geçtiğimiz aylarda idam edilen 33 yaşındaki Türk genci İsa

Merih’in suçsuz olduğu ortaya çıktı.Dünyada ilk kez As Parajans’ın gündeme getirdiği talihsiz olaylar dizisi şöyle gelişti…

Texas’taki deney merkezinde yangına neden olan fare Jonathan ölümünden sadece bir gün önce böyle görüntülenmişti.

Haber: Hayriye Gülle - E-mail: [email protected] - Fotoğraf: As Parajans

46 sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem

47

GURBETÇİMİZ KÖR TALİH KURBANI

Deney Merkezinde Yangın: Bir ÖlüAmerika’nın tekstil cenneti olan Teksas’taki

bir araştırma laboratuarında, 6 Ocak 2010 günü yangın çıkması üzerine, sabah saatlerinde başlayan söndürme çalışmaları tam beş saat sürdü. Olay sırasında, Teksas İtfaiye Teşkilatı için yanmaz kıyafetler üreten bir firma adına, yeni bir ürün üzerinde çalışan Keanu Moss dumandan zehirlenerek hayatını kaybetti. Olay yerine gelen polis ekiplerinin kendisini şüphe üzerine durdurması sonucunda İsa Merih’in idamına giden yol da açılmış oldu.

Girişimci Ruhu Hayatına Mal Oldu:Olaydan iki hafta kadar önce bir kundak

firması kurmak amacıyla Amerika’ya yerleşen İsa Merih ne yazık ki İngilizce bilmiyordu. Götürüldüğü polis merkezinde, başında durup kendisine sorular soran polis memurlarına; “Shit down please. I can speak English” diye cevap veren gurbetçimizin dil sürçmeleri büyük trajediye giden yolda bir kilometre taşı oldu. Çevirmen aracılığıyla ifadesi alınan Merih; “kendisinin kundakçı olduğunu ve Amerika’da adını duyurmak için başka bir çaresi olmadığını” belirtti. Talihsiz vatandaşımız elbette Amerika’da kundak kültürünün bilinmediğinden habersizdi.

Turuncu Montlu Adam Bilmecesi:İsa Merih’in yargılanması sırasında ortaya çıkan

bir görgü tanığı, olaydan yarım saat kadar önce yangın çıkan binaya turuncu montlu bir adamın girdiğini söyleyince, yakalandığı sırada üzerinde turuncu mont bulunan gurbetçimiz hakkında idam

kararı verilmesi de uzun sürmedi. İsa Merih, bütün itirazlarına rağmen elektrikli sandalyede idam edildi.

Yangın Kazayla Çıkmış:İdamdan yalnızca bir gün sonra ise yanan

laboratuarda hayvanlar üzerinde deney yapıldığı ortaya çıktı. Yanmaz itfaiye tulumlarında yeni teknolojileri denemek için yapılan deney sırasında, farelerden birinin yanmaz materyalden sıyrılarak kaçmaya başladığı ve evrak dolabına girdiği için yangın çıktığı öğrenildi.

Tanık Renk Körü Çıktı:Talihsiz olaylar dizisinin son halkasını ise As

Parajans ortaya çıkardı. İsmini saklı tuttuğumuz görgü tanığının sağlık dosyasına ulaşan ajansımız, tanığın renk körü olduğunu fark edince, Teksas polis müdürü Donald Rock bir açıklama yaparak şöyle söyledi: “Yangında hayatını kaybeden merhumun olay günü yeşil mont giydiğini ve binaya yangından yarım saat önce giriş yaptığını tesbit ettik. Tanık renkleri karıştırmış olmalı. Olaydan biz de büyük üzüntü duyduk. Yüce Allah’tan her iki merhuma rahmet, sevenlerineyse başsağlığı ve sabır diliyorum.”İsa Merih’in sözlerini yanlış çeviren Paraguay asıllı tercüman ise acı gerçek ortaya çıktıktan sonra yaptığı açıklamada; çok üzgün olduğunu, ancak bu devirde bebekleri kundağa sarmayı tasvip etmediğini, bebeklerin kalça çıkığı gibi sorunlar yaşamasını istemeyen ebeveynlerin kundaklamadan özenle sakınması gerektiğini belirtti.

Amerika Birleşik Devletleri’nin Teksas eyaletinde geçtiğimiz aylarda idam edilen 33 yaşındaki Türk genci İsa Merih’in suçsuz olduğu ortaya çıktı.

Dünyada ilk kez As Parajans’ın gündeme getirdiği talihsiz olaylar dizisi şöyle gelişti…

Haber: Hayriye Gülle - E-mail: [email protected] - Fotoğraf: As Parajans

sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem

Renkli Draje’nin altı aylık bir gecikmeyle çıkması pek çok sadık okurumuzun acı ve can sıkıntısı dolu günler geçirmesine sebep oldu. Bunlardan Nuri Bilgin’in elem yüklü yakarışları Draje Dergi editörlerinin ta

şurasında yankı buldu. Ciğerleri dağlandı ama elden ne gelir. Hayriye Gülle’nin o gür sesini susturmayı başaramayan uzaylı mendeburların nafile bir hamlesiyle sahalardan uzak kalmak zorunda kaldık. Eskimo

çocuğu uzaylılar ve onların yerli işbirlikçileri olan Siyular ve Apaçilerin adım adım uyguladıkları hain bir komplo sonucunda, editörlerimiz kaçırılarak dünyanın orasına burasına fırlatıldılar. Her şeye rağmen

kötünün ve kötülüğün dostları olan bu mendeburlar, Draje’yi susturmayı başaramadılar. Bundan sonra da başaramayacaklar. Çünkü biz gücümüzü haktan, hakikatten ve dev habercilik anıtımız Hayriye Gülle’nin

bükülmez kaleminden alıyoruz. Kamuoyuna saygıyla duyurulur…

48 n’oluyo orda n’oluyo orda n’oluyo orda n’oluyo orda n’oluyo orda n’oluyo orda n’oluyo orda n’oluyo orda n’oluyo orda n’oluyo orda

KEYFiMiZ GICIREfendim altı aydır ortalıkta görünmediğimizi fark etmişsinizdir inşallah. Etmediyseniz de ne diyelim kader kısmet falan filan işte. Gelgelelim altı ay gecikmeyle karşınıza çıktığımızda kendimizi bir anda çoluk çocuğa karışmış buluverdik. Bilen biliyor, Draje Dergi sanal âlem denilen şu dipsiz kuyuya düştü düşeli banal âlemdeki hayatlarımız pek bir renklendi. Draje’den önce hiç tanımadığımız, belki de otobüste arkalara doğru ilerlemesi için ittirip küfrettiğimiz pek çok sempatik insanla dost olduk, kardeş olduk falan filan… Draje Dergi vesilesiyle tanıştığımız, birlikte söyleştiğimiz, yazıp çizdiğimiz, poz verdiğimiz arkadaşlarımızın ürettikleriyle daha bir çoğaldık. Tatlandık… Şeker gibi olduk… Keyfimiz güzel oldu güzel… Sonra dedik ki belki yaratımında filan bi katkımız olmadı ama

kendi yavrumuz gibi sahiplendiğimiz onca şahane şeye sayfalarımızı biraz daha açsak, arada dedikodulara filan girişsek fena mı olur? Biz bu muhabbeti yaparken fonda güzel bir müzik aktığını hayal edin. Yeni çıkmış bir albüm dönüp dursun kafamızda. Barış Bölükbaşı’nın “Keyfimiz Güzel Olsun” albümü tam da bu an için kaydedilmiş sanki. Barış Bölükbaşı’yla tanışıklığımız Luxus söyleşimize dayanır ki kendisini Tembel Draje’de konuk etmeyi planladığımız için yorumlarımızı filan sonraya saklamakta fayda var. Biz Renkli Draje için son hazırlıklarımızı yaparken güzel bir haber de Rodeo’dan geldi. Sözün burasında, hala okumayanlar varsa şöyle bir Draje arşivine dönüp Korkak Draje’ye göz atmalarının tam sırasıdır. Korkak Draje’nin en özel Draje’lerden biri olmasında büyük emeği geçen Stüdyo Rodeo, çizgi

Yazı: Erdinç Yücel - E-mail: [email protected]

Sıradan bir gün bir ömür kadar uzun,bir düş kadar çabuk geçer bazen...

Benzerine asla tek bir konsept çerçevesinde rastlayamayacağınız çeşitlilikte ve acayiplikte imgeler, bu Totem’in sayfalarında peş peşe sıralanarak karşınıza çıkıyor... Silahlı şuh dilberlerden kutup ayılarına, esrarengiz kozalaklardan hayalet trenlere kadar nice çılgınlık, bu kitabın tek gövdede toparlanmış nice çehresini oluşturuyor.

49

n’oluyo orda n’oluyo orda n’oluyo orda n’oluyo orda n’oluyo orda n’oluyo orda n’oluyo orda n’oluyo orda n’oluyo orda n’oluyo orda

KEYFiMiZ GICIRkendi yavrumuz gibi sahiplendiğimiz onca şahane şeye sayfalarımızı biraz daha açsak, arada dedikodulara filan girişsek fena mı olur? Biz bu muhabbeti yaparken fonda güzel bir müzik aktığını hayal edin. Yeni çıkmış bir albüm dönüp dursun kafamızda. Barış Bölükbaşı’nın “Keyfimiz Güzel Olsun” albümü tam da bu an için kaydedilmiş sanki. Barış Bölükbaşı’yla tanışıklığımız Luxus söyleşimize dayanır ki kendisini Tembel Draje’de konuk etmeyi planladığımız için yorumlarımızı filan sonraya saklamakta fayda var. Biz Renkli Draje için son hazırlıklarımızı yaparken güzel bir haber de Rodeo’dan geldi. Sözün burasında, hala okumayanlar varsa şöyle bir Draje arşivine dönüp Korkak Draje’ye göz atmalarının tam sırasıdır. Korkak Draje’nin en özel Draje’lerden biri olmasında büyük emeği geçen Stüdyo Rodeo, çizgi

roman sevenler için tadından yenmez bir albüm çıkardı. 2011 Çizgi Roman Yıllığı alt başlığıyla çıkan TOTEM, Türk, İtalyan, Boşnak ve Makedon yazar - çizerlerin fevkalade çalışmalarıyla bizi bi nevi dört döndürüyor… Efendim çoluk çocuğa karışmak deyince Drajelerimizden Özge Denizci ve Tolga Öztorun’u da pas geçmek olmaz. Özge Denizci’nin uzun zaman önce duyurusunu yaptığımız “Gürcüler: Dil, Tarih, Kültür ve Müzik” isimli kitabı nihayet raflardaki yerini aldı. Çalışkan insan kızı Özge’yle ne kadar gurur duysak azdır elbette. Ve Tolga Öztorun… Ezber isimli kısa filmiyle hayvan dostlarının gönlünde taht kuran Tolga’nın ikinci hayali de gerçek oldu. Tolfa Öztorun’un Yedikula Hayvan Barınağı’nın “Sıradan” bir gününü anlatan belgeselini http://vimeo.com/15590357 adresinden ve İZ TV’den izleyebilirsiniz…

Yazı: Erdinç Yücel - E-mail: [email protected]

Barış Bölükbaşı, beraber çalıştığı tüm grup ve solistlerle Türkiye’nin tamamına yakın şehirlerinde ve yurt dışında da Almanya, Hollanda, İsviçre, İngiltere, Avusturya, Kosova, Kuzey Kıbrıs, Avustralya ve Arnavutluk’ta konserler verdi.

Benzerine asla tek bir konsept çerçevesinde rastlayamayacağınız çeşitlilikte ve acayiplikte imgeler, bu Totem’in sayfalarında peş peşe sıralanarak karşınıza çıkıyor... Silahlı şuh dilberlerden kutup ayılarına, esrarengiz kozalaklardan hayalet trenlere kadar nice çılgınlık, bu kitabın tek gövdede toparlanmış nice çehresini oluşturuyor.

minik draje minik draje minik draje minik draje minik minik draje minik draje minik draje minik draje minik minik dr

RENKLER OLMASA

Bu yazıyı yazmadan önce Can abiye te-şekkür etmek istiyorum. Çünkü önceden yazdığım hikâyemi kaybetti ve ben de böyle arada kaldım. Of… (Hem de tam sı-nav zamanında)

Renkler Olmasa (bu satır başlıktı)1. Hayat çoook sıkıcı olurdu.2. Özgür olamazdık.3. Hiçbir şeyin rengi olmadığından sa-dece biçimleri farklı olurdu, yani klon.4. Renkli olduğu için kullanılan şeyler ol-

mazdı. (örneğin kırmızı kalem)5. İlginç ve güzel şeyler olmazdı.6. Hayatın tadı çıkmazdı.7. Renkler olmasa hiçbir şey dikkat çek-mez.

Şimdi düşünüyorum da renkler ne kadar önemliymiş. Renkler güneş sayesinde oldu-ğuna göre güneş ayrıca bir renk kaynağı.

Tamam biliyorum o maddelerin çoğu ha-yalgücü ama benim hayalgücüm.

50

Yazı ve İllüstrasyon: Ceren Gül Çıtak İlkokul 4. Sınıf Öğrencisi

minik draje minik draje minik draje minik draje minik minik dr

SEVGİLİ GÜNLÜKYazı ve İllüstrasyon: Deniz Ada İncesağır İlkokul 4. Sınıf Öğrencisi

51

54

53

Saat ikiyi çeyrek geçe kontrolsüzce homurdanarak kalktı. Bunun kalkmak için uygun bir vakit olduğuna kendisini ikna

etmenin zorluğunu her bir kemiği ve uzvunda hissederek, bu çağda yaşayan çoğu kimsenin “ne güzel, ne çirkin… normal işte…” beyanatıyla tanımlamaktan çekinmeyeceği nadide bedenini evin su kaynatmakla yükümlü odasına doğru taşımaya koyuldu. Yolda “Mutfak, ne beni ne de başka birini hayal kırıklığına uğratıyor.”diye düşündü. “En azından o, alçakgönüllü bir şekilde işini yapmaya razı; her girdiğimde bana aynı görüntüyü, ondan beklediğim kurguyu sunuyor.” Bir sabah girdiğinde sevgili mutfağının, içinde barındırdığı tüm alet ve yiyecekleriyle, herhangi bir ideolojinin insana neredeyse libidinal bir haz verdiği zamanlardan kalma bir ergen heyecanıyla devrim yapmaya yeltenerek, mutfaklıktan istifa edip, artık mutfak değil de bir itfaiyeci ya da denizci olmaya karar verdiğini, gözlerinde yalandan bir çekince ve katıksız mutlulukla kendisine itiraf ettiğini hayal etti. Mutfak kapısına varmış olmanın kabaca dürten farkındalığı sayesinde, günün herhangi bir başka saatinde daha da saçma gelecek bu düşüncenin, yorgun zihninin dandik ekranında solmasını izlerken, kendisini “Sahibi evde yokken yanmış bir mutfak, acaba söz konusu kişi eve geldiğinde kendini özür dilemek zorunda hisseder mi?” diye düşünmekten alamadı yine de. Tam o sırada bu (“saçma” etiketini enselerine yapıştırmaktan artık geri duramadığı) iki düşünce, el ele soldular. İçeri girdiğinde mutfak, normal olmanın getirdiği güvenliği; şayet bundan sıkılmışsanız, öldüresiye raddede boğucu, yok eğer kendinize o ara fazlaca temas etmişseniz, bir önceki ihtimalin aksine insanı hayli teskin eden bir şekilde sunarak; son derece berrak, son derece mutfak; her zamanki görüntüsünü yansıtmaktaydı.

Su kaynarken ayak parmaklarına baktı. Sol ayağının serçe parmağı ve yan komşusu, az önce kavga etmiş fakat barışmaya son derece meyilli iki ortaokul arkadaşı gibiydiler. Onlara isim takmaya yeltendi, yorgundu. Vazgeçti. Neyse ki su, ismini ‘kaynar su’ olarak tam zamanında değiştirdi. Elindeki çay fincanıyla bir

diğer odaya ilerlerken, ilk gençliğinde “kendi gibi”lerle birlikte durmaksızın çanına ot tıkadığı “normal”liğe ne kadar muhtaç, ne kadar mutfak olduğunu (Bu eğer bir zihin akışı değil de bir öykü olsaydı, beceriksizce bir edebi manevra yaparak buradaki mutfağın sonuna kesinlikle parantez içinde bir ünlem koyardı) bir kez daha farketti. Aslında Ev (o kabaca mimarisi, kör vagonlar gibi arka arkaya dizilmiş tüm odaları ve içine ezbere tıkıştıradurduğu yüzlerce nesne ile) zihnini bir türlü baş edemediği o kusturucu girdaptan beton, plastik, kâğıt, fayans, çeşitli türlerden kumaş, cam, ahşap ve metalden yapılma sarsılmaz kurallar yardımıyla, soğuk ve sonsuz bir şefkatle koruyordu.

“E, beni fıttırmaktan koruduğu için bu mendebur eve teşekkür edeceksem, mutfağa da denizci olması için izin vermem gerekir.” diye düşünerek kendini eğlendirmeye çalıştı. Beceremedi.“En azından ara sıra deniz kıyısına sigara içmeye gitse?” diye son bir umutla ucuz bulunacağını bildiği bir şaka daha sokuşturdu zihni ruhuna. Ruhu oralı olmadı. Üzgündü işte. Fakat zihin efendi; bu kendini harekete, evrime, gelişmeye, şakaya, bağımlılığa, kurallara, kaçmaya, geri dönmeye, çalışmaya, tembelliğe, sekse, ölçmeye, suçluluğa, çalkalanmaya, başarıya, önemsemeye, etiketlemeye, kavramaya, boş vermeye ve durmaksızın maymunluk etmeye adamış cin aygıt, mahallesinde mevcut en yakın kodes arkadaşını, bir türlü neşelendiremiyor, denedikçe sözleri daha da muğlâk, yüksüz, ciddiye alınamayacak kadar aptalca duyuluyor, yine de bir an için bile vazgeçmiyordu. O muhteşem tasarlanmış, kemikten yapılma çanağa benzeyen balkonunda, bizimki sabahtan akşama kadar bağırıp çağırıyor, haberlerden, hava durumundan, politikadan, sevişmekten, müzikten bahsedip türlü dedikoduya davet ediyor, niteliksiz sohbetten yapılma onlarca halıyı komşusunun kafasına silkeliyor, silkeledikçe kendi etraflarında taklalar atarak dökülen harfleri gülerek izliyor ama alt kattaki kırmızı pompanın solunda ikamet eden ufak şekilsiz oda, içindeki (tanımlanmaktan köşe bucak kaçmak dışında hiçbir belirgin ve tez canlı harekete sahip olduğu görülmemiş) formsuz,

-oLMADI-Yazı: Esmeralda Acascarla • İllüstrasyon: Erdinç Yücel

54sessiz ve çekingen öznesiyle birlikte, içinde sürekli rüzgâr esmesine rağmen hep pis, hep tozlu, zerre yüz vermiyor, dahası hep surat asıyordu.Çay içme fikrinin de eskimesiyle birlikte, bir şey içmeden, kıpırdamaksızın saatlerce oturdu koltukta. Midenin yemekten hemen sonra başlayan sindirme mücadelesinde, kilometrelerce yol yürümüşçesine vücudu yoruşuna benzer bir biçimde, en ufak bir hareketle vücudunu daha da fazla yormak istemediğinden, gitgide koltuğa benzeyerek, oturdu. O sırada kim bilir kaçıncı kez başlamakta olan ve yıllar boyunca acı bir şekilde ustalık kazandığı bir tür satranca, kimi an taraf tutmadan, kimisinde de sürekli taraf değiştirerek, münazara başkanlığına benzer bir vakar ve pasiflikle tanıklık etti. “Dünyanın hali, insanın hali, doğanın hali, kendi çocuklarını yiyip geğiren devrimin rezalet kibri, babayla asla barışılamayacağı zira küsmenin mümkün olmadığı, otoritenin omuzlara çöken ve gelecekte de omurgalara çökecek tüm aygıtları, üretmenin imkânsızlığı, imkanlıysa da beyhudeliği ya da aşkın vakti geçmiş bir konserve olduğu”ndan bahseden şarkılara kendini kaptıran taraf, sürekli olarak fişi çekip gitmek istiyor, diğeri ona hayatta kalmanın ahlaki/sosyal ve fiziksel olmak üzere çeşitli erdem ve avantajlarını gitgide eskiyen bir “umut” sloganı eşliğinde sayıp döküyor, en sonunda münazara başkanının da onaylamaktan geri duramayacağı bir şekilde “bunu tartışmanın ne kadar yorucu olduğu, sırf bu yorgunluğun bile insanı yaşamaktan bezdireceği” argümanı masaya geliyor, tahta devrilip, taşlar beş on dakika içinde başlayacak bir sonraki maça kadar zihnin ücra köşelerine fırlatılıyordu.Yorgunluk ve umutsuzluktan gözleri dolacak hale geldiğinde, aklına doktoruna;“Metin Bey, maalesef bir kaç aydır zihnimin aşırı hızını, ayrıca buna eşlik eden anksiyete ve depresif temaları kontrol altına alamıyor, gündelik hayata katılmakta oldukça zorlanıyorum. Durmaksızın ve iradem dışı işleyen zihnim, vücudumun tüm enerjisini kullanıyor. En basit fiziksel aktivitelere bile korkunç şiddette seyreden üşenme ve bezginlik nöbetleri olmaksızın girişemez oldum. Bugüne kadar inatla reddettiğim ilaç tedavisini korkarım ki artık denemek durumundayım. Sigorta şirketiyle yaptığım görüşmede “mesleğe bağlı akıl ve umut zayiatı” kalemi üzerinden, aylık iki paketten 1000’er mg olmak üzere Bonibon plus’ı karşılayabileceklerini söylediler. Siz siz siz siz enjeksiyonlar halinde Eticin önermiş, “Daha hafif bir doz ve oral kullanım tırsarım ki sizi kısa vadede paklamaz” demiştiniz, biliyorum. Lakin bir yerden başlamak lazım kanaatindeyim. Değişen telefon numaranızı cevabınıza iliştirip

bana yollarsanız çok memnun olurum. (...nasıl memnun olacaksam? Leş gibi mutsuzum) Sevgiler...” gibi bir mektup yazma fikri geldi. Bir ara eyleme geçmeye (ah bir geçebilse allahın belası herhangi bir eyleme) o kadar yaklaştı ki, kendini zarfa “ Sayın Asabiye Mütehassısı Prof. Dr. Metin Olunuz / Allah’ın Sktirettiği İş ve Kişiler cad. / Bok Yemenin Latincesi Sok. / Ebesinin mı Apt. / Çişli / Sistanbul “ yazarken görür gibi oldu. O an mektubu kesinlikle yazmaya karar verdi. De; bundan elbette Vazgeçti.

Bu son vazgeçişle birlikte, durumu farkeden ve kravatlarıyla eteklerini düzelterek yerlerinden kalkan münazara ekibi, kaçınılmaz olanı gerçekleştirmenin sessiz küstahlığı ve dikkati içinde taşları tekrar dizmeye başladı. Girdap ve zihninde yarattığı uğultu giderek yoğunlaşmaya başlamıştı ki, birden ayağa fırladı. Öyle ani fırlamıştı ki, saatlerdir hareketsiz duran bedeni bir an kaslarıyla çelişti.

“Ufaklık!” diye düşündü.” Ufaklığı kaldırıp okula yollamalıyım. Acilen doyurmak lazım… Bugün bayram, törene yetişemezse canıma okur benim!” Girdaptan azade, sorgulamaksızın bir eyleme giriştiğini farketmeden -ki farketseydi bunu bir sağlık kırıntısı, bir umut zımbırtısı olarak yorumlayacaktı ama vakti yoktu- aklıselim insanlara benzer bir hız ve beceri ile mutfağa doğru akar gibi koştu. Mutfağın yine normallikte üstüne yoktu. Bir gün belki bu mutfağın sadık normalizasyon memuriyeti yüzünden paçayı kurtarır, sağlıklı biri olurdu kim bilir? Ama bunun için onu kutlayacak değildi elbette. Kendisine sonsuz normalliği yüzünden sağlık kazandırdığı için mutfağına teşekkür etse, hayatını kurtaran bu odadan şu küçücük kibarlığı esirgemeye gönlünün razı olmadığını kendisine anlatsa Dr. Olunuz acaba ilacın dozunu kaç groston arttırırdı? Belki doğruca hastaneye yatırılması gerektiğini söylerdi...”İşte o zaman bizimkine denizci olması için izin verirdim!” diye düşündü… “Nihayetinde, o kadar ilacı taşımak için bir gemi gerekir…” Yattığı hastaneye grostonlarca bonibon (mudur nedir o karın ağrısının adı) taşıyan bir gemiye mutfak efendinin, kendini gerçekleştirmenin verdiği mutlulukla pırıl pırıl parlayan gözlerini (rakı bardaklarını) dümenin ve ufuk çizgisinin üzerinde gezdirerek kaptanlık ettiğini düşündü. Mutluluktan kırpışan rakı bardakları fikrine artık dayamayarak, zihninin içinde küçük bir kahkaha koyverdi. (Gülebilmesi için sadık maymununun tam beş saat takla

55

atması gerekmişti.)

Tam buna hüzünlenecekken aklı ufaklığa kaydı. Geçmiş saatler boyunca zihninde evirip çevirdiği bütün umutsuzluktan şaşırtıcı

derecede uzak bir keyifle ufaklık hazretlerinin geçen bayramki icraatını anımsadı…’ Pamuk prensesin elmanın kırmızı tarafını ısırdıktan sonra bayılıp cam bir tabuta konmasının sebebinin aslında kötü kalpli cadı falan olmadığını, bunun kızın sürekli

burnunu karıştırmasını engellemek için olduğunu, uyuyan güzelin ise

yine bir cadı tarafından değil, babasının izniyle uyutulduğunu, zira kızın prenses olmasına rağmen sürekli osurup durduğunu, saray ve civarındaki halkın kızın şiddetli osurukları yüzünden astım nöbetine yakalandığını, kralınsa baba yüreğinin taçlı kafasına (taçlı kafa ufaklığın tabiriydi) doldurduğu tüm şefkat duygularına rağmen bu nükleer kıçlı kızın halkının sağlığı ve ülkesinin selametini tehdit ettiği için uyutulmasını emrettiğini, böylece kızın -artık uyuyakaldığından saray kebabı yiyemeyeceği için, eskisi kadar osurmasının mümkün olmadığını, dolayısıyla halkın bu osuruk otoritesinden kurtulduğu ve sonsuza kadar otoritesiz ve osuruksuz olarak mutluluk içinde yaşadıklarını...’ yıllardır peşinden koştuğu komplo teorilerinin doğrulanmasına tanık olan bir araştırmacı gibi dinlerken, ufaklık mutluluktan adeta sarhoş olmuştu. Bu masal şenliği (masalları uzun zamandır ufaklık için güncellemeyi düşünüyordu zaten) geçen seneki bayramdan tam bir hafta ve bir gece önce olmuştu. “Kızların en pİrenseslerinin bile aslında tutkuyla burnunu karıştırdığı ve ‘hepamahep’ osuran tipler olduğu” haberini yaymak için “gerçek!gerçek!yaşasın gerçek!” bağırtıları ve ‘kızlar’ ülkesine gol atmanın verdiği zafer duygusu eşliğinde(o günden sonra gerçeğe tapar oldu) okula koşa koşa giden ufaklık, o haftayı çok mutlu geçirmişti. En azından öyle geçirmeyi planlamıştı.

İkinci sahne aklına geldiğinde zihni yine kıkırdadı: O bahar, bayramdan tam bir gün sonra okula, anlaşılmayacak kadar hızlı ve tükürükler saçarak konuşmayı bir yaşam biçimi zanneden müdürün odasına “hassas bir mesele konusunda bilgilendirilmek” üzere davet edilmişti. Bir kısa film izletir gibi, maymuncağız ilgili anıyı keyifle ekrana koydu. Bir çaycı, içi acı çay dolu üç bardağı, bir resim öğretmeni ve tartışmayı sakin ve sessizce izlemekle birlikte, müdür olacak o herifin yamacında yaşamaktan oldukça sıkıldığı belli olan bir sardunya ile toplantıya başlamışlardı...

Dediklerine göre törenden sonra resim dersinde, öğretmenleri sınıftan töreni ve bayramın önemini anlatan bir resim yapmalarını istemiş, bizimkisi kırk dakikalık dersin tam yirmi beş dakikası boyunca sinek avlamıştı! Tam ‘çocukların konsantrasyon sürelerinin kısıtlılığı’yla ilgili cevap niteliğinde minik bir brifinge girişecekken, resim öğretmeni (esasında olup bitenden memnun ve fısıldayan bir ses tonuyla) kendisine bunun mecazi bir anlatım olmadığını açıklamıştı. Ufaklık itina ile avladığı iki sineğin kanını çizdiği bayrağın içini boyarken kullanmış, o sırada şiir okuması için çocuk seçmek üzere sınıfları gezen müdürün de bu sanat eserine tepkisi pek olumlu olmamıştı. Kendisine bunu niçin yaptığı sorulduğunda bu sorgudan çok sıkıldığı halinden okunan ufaklık kırmızı boyasının bittiğini söylemiş. Sıra arkadaşından alınan bir kırmızı boya ile resmi tekrar yapması istendiğinde de dayanamayıp, canının artık boya kalemi kullanmak istemediğini, kalemin kırmızısını beğenmediğini, gerçek kırmızının daha eğlenceli olduğunu, eğer gerçek olan yerine sahtesini kullanırsak renklerin bize küseceğini ve büyüyünce mutsuz insanlar olacağımızı anlatmış… nası dese, mutsuz ve biraz manyakdeli olurmuşuz, üzüntülüyorgun, çok fazla ağlar balkondan atlarmışız belki.. Oysa gerçek şeyler ve renkler bizi kötülüklerden, delilik ve salakça aptallıklardan korurmuş… Bunun üzerine odasında veliyi “Olmaz ki efendim... milli, hamasi, kutsal değerlerimiz... üzerine düşün b’çocuğun biraz, bu ne saygısızlık... ol’cak şey mi, açık oldu... biraz daha koyult şu çayı, böyle rezalet görmedim!” şeklinde azarlarken çok daha sakin görünen müdür, ufaklığın bu beklenmedik felsefi cevabı karşısında iyice zıvanadan çıkmış. Müdürün damarları şişmiş boynundaki kırmızının tonuna bir ressam iştahıyla gözü dalmış olan ufaklık; vaaz esnasında tükürükler içindeki kırmızı boyundan fırlayan bir dil sürçmesiyle sınıftaki çocuklar da kontorülünü kaybedip kahkahaya boğulunca, kontorülü iyice eline almış. (Otorite yerine otrite ya da hotorite gibi bir şey söylemiş müdür, bu konuda kesin bir bilgi edinmek güç, küçük efendiye sorulsa her gün ayrı bir cevap verir- hatta müdür süpermen bile demiş olabilirmiş) Otoritenin -hele bir de osuruklu olursa ne kadar da kötü bir şey olduğu, zaten kızların da osurduğu, bu gerçekleri büyüklerin neden küçüklerden sakladığı konularını sorguladıktan sonra konuşmasını müdürün dil sürçmesine istinaden “ Osurite! Yaşasın osurite! Bi de bi dee yaşasın gerçek kırmızııı!!!” diye bağırarak bitirince resim öğretmeni, bir ağızdan “Osuritee!” diye slogan atan minik insanlarla dolu sınıfın ortasında kendini kaybederek ufaklığa vurmaya yeltenen müdürü

56engellemek için araya girmek zorunda kalmış..

Salona elinde bir kutu meyve suyu ve ufaklığın o berbat ben-ten bardaklarından biriyle girerken “Sardunya olsam adamın tükürüklerinden kaçmak için saksıma şemsiye taktırırdım” diye düşündü. “Bakınız efendim ben yirmi sekiz yıllık eğitim hayatım boy’nca bi’ çocu’a bile elimi kaldırmadım. Taa ki büg’ne kadar... Ama sizin bu çocuğunuz? İçine şeytan girmiş gibi!!! ben haya...” diyerek zihninde sessizce kısılarak sönen müdürün tükürüklü sesi onu bu pek sevdiği hatırasının sonuna ve bulunduğu anın da tam ortasına geri getirdi.Çocuğun kendini yaşayışı ve edindiği bilgiyi kullanışındaki naiflik ve cesarete bir kez daha hayran oldu. Kendisi söz konusu olduğunda ayakta tutmak için gözyaşları içinde çabaladığı yaşam enerjisi, ufaklıkta o kadar kudurgan boyuttaydı ki, “ben de seni osuruklu prensesin babası gibi ara sıra uyutsam mı acaba diyorum?” sorusu, ikisi arasında gündelik bir şakaya dönüşmüştü.. Son olarak olayı her hatırladığında ve arkadaşlarına anlattığında olduğu gibi “Osurite? Osurite ne lan?” diyerek güldü kendi kendine…

Tüm bunları düşünürken tam teşekküllü bir kahvaltı masasını hazırlamış, elinde bir bardak çayla masayı seyretmekte olduğunu farketti… Ufaklığın ona acısını ve delirme ihtimalini unutturan karakteri, güneşli bir gündeki gezgin bir karnaval gibi ardında pırıltılar, renkler ve toz toprak bırakarak zihninden uzaklaşırken, gece vakti arkadaşının evinden çıkıp kendi yalnızlığının başladığı ilk anı hisseden bir insan gibi ürperdi. Hüzünlendi. Hala yorgundu. Ufaklık muhteşemdi. Ama o yine de yorgundu işte. “Renk yok be.” dedi. “Renk yok.” “Ne hakikat ne de renk, ikisinden de bir parça bile kalmadı bende... hayatımda bu deli bücür de olmasa...” İlk kez karanlık bir cümleyi, kendini iğnelemekten çok bir itiraf gibi kurduğunu fark etti. Ne taraflar ne de başkan, hiç kimse buna bir şey

diyemedi. Hakikatin açık edilişinden duyulan tatmin ve bunu gizlemek için

sergilenen yalandan bir utançla bakışlarını başka yerlere çeviren

dedikoducu komşu kadınlar gibi, sus

pus oturdular hepsi...

Bunun baş edemeyeceği bir

kıvranmaya sebep olmasına izin verseydi,

kuvvetle muhtemel bir

aya kalmadan mutfak Kaptanlık, kendisi de Balkondan Atlayan Kadınlık mesleğine geçiş yapacaktı. Ama sabah güneşi, gerçekliği reddedilemez şeylerden bahseden neşeli bir öğretmen gibi harekete çağırdı bedenini. Bir kereye mahsus olmak üzere, mutsuz olmaktan vazgeçti. Elinde bardak, kahvaltı anonsu yapmak üzere ufaklığın odasına giderken hiç beklenmedik bir şey oldu. Koridordaki, içeriğini( halının altına sinsice istiflenmiş çeşitli boylarda altı adet kırmızı boya kalemi) beş gün sonraki bahar temizliğinde kahkahalar atarak farkedeceği bir minik tümseğe ayağı takılarak, tüm vücudu havalandı. Başa geldiğinde insanı ağlatacak görkemdeki mucize işte tam o anda gerçekleşti. Her şey dört ya da beş saniye sürdü. Yere düşerken kendini uzun zamandır ilk kez bir başkasının ödünç alınmış neşesi ya da derdi olmadan, canlı hissetti. Tamam, içinde olduğu eylemler zinciri hep hayal ettiği kadar cazip değildi... Yine de kendini vererek tökezlemek, kendini vererek yere kıç üstü düşmek, kendini vererek kafaya çay fincanının geçmesine tanık olmak... Her ne kadar kişinin kıvanç duymasına sebep olacak olaylar değilse de, bunların hepsi ona ayrı bir başarı öyküsü gibi geldi. Layığıyla yere kapaklanmanın hayatta gerçekleşen ve mutluluk vermesi planlanan herhangi bir olayın sahip olduğu kadar sıcak, sade ve canlı sonuçları olduğunu, varlığının tüm küskün ve cingöz elementleri sorgusuz sualsiz onayladı. Koridorda, işten atılmış ve kilimin altına sürgüne gönderilmiş boya kalemlerinden mürekkep bir mikro tümseğin üzerinde kıç üstü otururken, kendini hiç olmadığı kadar mekânda ve zamanda hissederek büyük bir erinç duydu. Muvaffak bir edayla kalkarken kendi eteğine basıp tekrar yere yapışınca artık dayanamayıp bağırdı. Gırtlağını saatlerdir ilk kez kullandığını farkederek; “Ulan oldu mu şimdi be?” diye söylendi yüksek sesle. “Oldu mu?!?” Sanki ilk düşüşünü hayat dizgisinin beklenmedik bir anında, zihninin kurup tepki geliştiremeyeceği hızda bir boşluk yaratıp mutluluğa temas etmek için kendisi planlamış da, bu ikincisi hesapta yokmuş, sanki tüm hayatı yolunda gidiyormuş da, tek sorun bu ani yere oturuşmuş gibi, hayal kırıklığıyla soluk alıp verdi bir süre... “Oldu mu ya!?” Rengini, üzerindeki kedi resimlerini çok sevdiği ve dost bildiği o mor çaydanlık olacak şerefsiz, kendini tutamayarak kapak dolusu kıkırdadı. Haince seğirten çelmeci ve kumpasçı etek, içindeki komik küfürler savuran insanla birlikte koridorda uzaklaşırken, mutfak hafifçe öksürerek doğalgaz borusunu temizledi. Anlaşılmak bir yana, duyulacağına dair bile zerre umudu yoktu. Yine de, çekingenliğine rağmen son derece düzgün bir aksan ve neredeyse flörtöz bir kibarlıkla; “Ehm, Olmadı tabii...” dedi. “Olmadı.”

59

Okuması artık basit, fekat göze hâlâ faidelidir!

Bu alana reklam vermek için: [email protected]

58

SUÇ’un yörüngesinde nicedir amaçsızca dönüp durmaktan sıkılınca Aster, kendine bir mola almayı düşündü; ya da biraz

düşünmesi gerektiğini düşündü. Bunu düşününce durdu. O durunca da umut etmeksizin yola çıktı benim Arkadaşım.1- Aster’in beyninde bir ‘varlık uru’dur Arkadaşım.2- Arkadaşım’ın düşünde hayli zamandır ‘yokluk’tu Aster.Korkulacak bir şey yok; size de bazen dünyanız sanki yokmuş gibi gelmez mi? Ya da hiç bir işe yaramıyormuş gibi... Arkadaşım’ın farkı, bu yokluğun ya da yoksunluğun acısıyla an be an muzdarip olmaktan başka bir şey değil. Sabahları uykuyla uyanıklık arası kıça batan küçük taşlar, kulak memelerini kanırtan faydasız böcekler; geceleri SUÇ’u karartan daha büyük taşlar ve bazı zaman tevazu göstermeksizin arz-ı endam edip hemencecik kaybolan güzel gözlü bir mahlûk haricinde cimri davrandı Aster ve açıkçası bunu hiçbir zaman umursamadı.1- Aster üzerinde kımıldanmayan kötücül bir gezegendir.2- Arkadaşım’ın niyeti kımıldamaktır.SUÇ’un yörüngesinde bir yerde durunca Aster, bildiğimiz anlamdaki zaman da durdu ve herkes kımıldadı; herkes kendini olduğu yerden uzaklaştıracak adımlar atmaya başladı. İlk zamanlar körlük hakim oldu bu adımlara; çarpışıp durdular, özür dilediler birbirlerinden. Görmek’se sonradan geldi; önce adımlar gördü, sonra gözler. Herkes bir yoksunluğun peşinden yollara düştü. Arkadaşım da o zamana dek çizdiği ne varsa -küçük taşlar, böcekler, büyük taşlar ve mahlûk- sıkıştırıp koltuğunun altına, üzerlerine hayâl kurmayı bile bilmeden üç büyük rengin üç büyük şehrine yollandı.1- SUÇ, kâinatın gördüğü en afili yıldızdır ve amansız (zamansız ve uzamsız) bakışıyla Aster’i yavaş yavaş öldürmüştür.2- Arkadaşım dediğim bu üstâd Aster’in bir yerlerinde zuhur ettiğinde, bu yavaş yavaş ölme hikâyesi çoktan nihayetine ermiştir.

MAVİBerbat giyimlidir ama temizdir. Gençtir ama yaşlı görünmekten hoşlanır, bu huyuna sebep nedir kendisi de bilmez. Mavi, bir şehir olarak ‘düşman’dır, ‘ken-din-de düş-man’. Yerli yersiz kuşkulanmaktan büyük haz duyar ki mütemadiyen yersizdir bu kuşkulanmalar.Kıyısında yükselen tepede ‘Kırmızı’ yaşar...Arkadaşım binbir çileden geçip Kırmızı’yı bulduğunda bu denli coşkuyla karşılanacağını ummuyordu. Öyle bir bakıyordu ki Kırmızı’nın gözleri, içlerinde bilinmedik lisanlarda yazılmış envai çeşit dua gördüğünü sandı Arkadaşım; peşi sıra parlayıp sönen öfkeli dualar. Yine de çok düşünmedi bunun üstüne; kendi coşkusuna verdi. Öyle ya, her hissin bir karşılayanı olmalıydı mutlak, yoksa ne işe yararlardı ki?Kırmızı’nın uzuun ve uzadıkça da artık sıkıcılaşan hararetli bir monologuna yeterince maruz kaldıktan sonradır ki; nihayet bir nefeslik boşluk bulup, ha gayret cesaretini de toplayınca Arkadaşım, doğal olarak Mavi’yi sordu, nedir ne yapar neye yarar diye. (Kırmızı’yı neden şaşırttı bu sorular bunu bilmiyorum; oysa ki biliyordu geleceklerini. Daha başka şeyler de biliyordu; bunlardan sonra gelecek olanları, en son gelecek olanı, kaçınılmazı... garip... belki de konuşmasının kesilmesine öfkelendi... neyse, çok sürmedi bu şaşkınlık.)Gözlerini SUÇ’a çevirip bir müddet sustuktan sonra yaşadığı şehri anlatmaya koyuldu Kırmızı. Uzun uzun anlattı; uzun uzun dinledi Arkadaşım da. Ben şimdi burada bütün bunları yazamayacağım, bunun için belki de bir romana girişmek gerekir, belki de zaman gelir girişirim, bilemiyorum. Sadece normal bir aklın içinde yer etmesi gerekenlerle yetineceğim.“Mavi” dedi Kırmızı, “SUÇ’un en sevdiği Aster şehridir. Mavi için, süregiden hayatın yegane zorunlu besinidir SUÇ. Mavi, SUÇ’un gönüllü Sisyphos’udur bir bakıma; biteviye koşar peşinde her bir ışık hüzmesinin ve lâkin bir kez olsun

Menfur Saldırılar No:3

ARKADAŞIMYazı: Alper Bakıner • İllüstrasyon: Erdinç Yücel

59

dokunmaya izni olmayacağını da bilir. SUÇ, Mavi’nin cezasıdır. Neyse ki Mavi halkı bununla bile yetinebilir. Caka satar oraya buraya, o hüzmelerin bari etraflarında olmaya, onlara en yakından bakmaya yalnız kendisinin vâkıf olduğunun sonsuz inancıyla. SUÇ bunu sever. SUÇ, ceza olmayı sever. Bana dokunmaya gücü yetmeyecek bir hayatı sonsuzca idare etmekten alâ bir mutluluk bilmem ben. SUÇ, Mavi’nin tanrısıdır, Mavi’nin rızasıyla.”SUÇ, Mavi’nin tanrısı... Arkadaşım’ın buna şaşırdığını söyleyemem. Zaten yola çıkarken bir beklentisi de yoktu. Olanı biteni içine çekmeyi tercih etti şaşırmaktansa. Hepsini bir çırpıda yaşadı. Ayrılma vakti gelince de kaçınılmaz’ı sordu: “Ben Mavi’yi almaya geldim buraya, benimle gelir mi sence?”. Kırmızı bu kez sakince gülümsedi: “O artık senin zaten.”

KIRMIZISessizdir, yavaştır. O kadar yavaştır ki zamana onun hükmettiğini sanmak işten değildir. Bundandır ki her vakit gençtir. Şefkâtlidir; hüzne

bulanmış bir şefkât. Kırmızı, bir şehir olarak yalnızdır; yalnızlık onun doğasıdır.Kıyısındaki tepe, Sarı’nın evidir...Arkadaşım bu kez sükûnetle karşılandı. Yok hayır... sükûnet demek hafif kaçtı şimdi; düpedüz ilgisiz davrandı Sarı, umursamadı. O umursamayınca öylece durdular uzun bir süre. Sonra günlerden bir gün çekti gitti Sarı. Arkadaşım biraz şaşırdı, arkasından baktı... baktı... ve gözünde yitene kadar da sürdü şaşkınlığı. Sonra hiç düşünmeden daldı Sarı’nın kaç bin gece uyuduğu mağaraya. İşte o mağaranın duvarına Arkadaşım için bırakılanlar:“Kırmızı” diye başlamış yazmaya Sarı; “SUÇ’un korktuğu Aster şehridir. Kulaklarını dört açar orada konuşulanları duymak için. Tozların rüzgârla nerelere savrulduğunu, suların nasıl bir hızla aktığını, kanın damarda ne diye halâ yol aldığını bilmenin arzusuyla kudurur da kudurur; ama nâfiledir. Aster’in ölümüyle öleceğine, daha bir yaşamıştır sanki Kırmızı. Bununla da kalmamış, her geçen an SUÇ’un bütün fonksiyonlarını daha bir meşgûl edip, için için ona hükmetmeye bile

60başlamıştır.Sabırlı beklemelerin mihrâkıdır Kırmızı; bütün zahmetli düşünmelerin kaynağı... Bundan sebep ona ömrü billah dokunamaz SUÇ ve bu hâli ölesiye sever. SUÇ, Kırmızı’nın kuludur, kendi rızasıyla... ve kul olmaktan alâ mutluluk bilmem ben.”SUÇ, Kırmızı’nın kuludur... diye ağır ağır birkaç kez tekrarladıktan sonra Arkadaşım, ister istemez Kırmızı’yı yanına alıp alamayacağını düşündü. Duvarda yazılanlardan bunun cevabını kestirmek güçtü. Sarı’yı yeniden görebilmeyi ne çok arzuladığını farketti. En sonunda bunu da bir kenara bıraktı; olanı biteni doyumsuzca içine çekti ve yeniden yollara düştü.

SARIGüleryüzlüdür Sarı. İki dirhem bir çekirdek... ve sanki zaman onun için tersine akmaktadır. Gezgin ruhludur, meraklıdır... O kadar meraklıdır ki hiçbir döngüye kurban etmez kendini. Bitmek bilmez tekerrür yakarışlarına hayretle karışık bir acıma besler. Sarı, bir şehir olarak ‘kardeş’tir; her kim ‘yaşıyorum’ diye ilan ediyorsa bu âlemde, hepsiyle aynı kanı taşır.Berduş bir serseridir Sarı; ceplerinde bir yerlerde Mavi’yi saklar...Arkadaşım, Mavi’nin yaşadığı yere sabahın ilk ışıklarında vardı ve derin bir uykuda buldu onu. Ne yapacağını bilemedi önce. SUÇ’un mahmur loşluğunda zar zor seçilebilen birkaç parça eşyada ağır ağır göz gezdirdi; bir terazi, bir teleskop, büyükçe bir kazan... duvarlara kazınmış birkaç beylik söz... rahlesinde koca bir defter... yıpranmış... eski görünüyor... rasgele midir bilinmez, bir sayfası açık... bakılmayacak gibi değil. Arkadaşım ona doğru yöneldi doğal olarak. On adımda defterin başındaydı... ama sayfa boştu... “Geç kaldın...” uykusundan konuştu Mavi ve devam etti: “Kız senden önce geldi... ne var ne yoksa aldı gitti... senin içinmiş, öyle söyledi.” Dondu kaldı Arkadaşım.

Burada biraz ara vermeliyim. Çünkü size ‘mahlûk’tan söz etmemin vakti geldi gibi görünüyor: Aslında bu hikâyenin başlarında küçük bir çocuktu bu mahlûk; hep öyle kalacakmış

gibi duran türden bir çocuk. Gerçi Aster’in sıkıcı skolastiğinde ‘hep öyle kalmak’ pek de sıra dışı durmuyor diyeceksiniz ama şöyle düşünün: Bir kere o berbat kımıltısızlıktan onun payına sadece büyümemek düşmüştü. Gezgindi çocuk, yaşayan Aster’in tek gezgini. Sürekli gülüyordu ki bu Aster’de pek rastlanan bir durum değildi. Ele avuca sığmıyordu. Yalnızca Arkadaşım onu çizerken bir an için duruyor, ama o kısa süre ancak gözlerine yetebiliyordu. Bir ‘taşıyıcı’ydı çocuk ve bu, Aster’in yaratım grafiğinde süper-kahraman’la eşdeğer bir kavramdı. Ne taşıyordu diye sorarsanız buna verilecek kesin bir cevabım yok. ‘Yaşam’ı diyeceğim, sıkıcı bulacaksınız. Öyleyse şunu demekle yetineyim: Arkadaşımın kulağına ‘başka’ renkleri fısıldayan işte bu çocuktu. Aster öldükten sonra o da büyümeye başladı... ve ne gariptir ki o kadar yoksunluk içinden tuttu renklerin peşine düştü.

“Sarı’yı anlat bana” dedi Arkadaşım, hayatında yaşadığı ilk ciddi şaşkınlıktan biraz olsun sıyrılınca. Mavi uyandı, ama doğrulmaya hiç yeltenmedi bile. Yattığı yerden, gözlerini artık iyiden iyiye yükselmiş olan SUÇ’tan bir an olsun ayırmadan konuştu: “Sarı” dedi Mavi, “SUÇ’un parçasıdır. SUÇ da Sarı’nın. İkisi kenetlenmeye görsün, gazı kaçmış balon gibi havada neşeyle haytalık ederler. Geçmişi ilhâk onlardan sorulur; onarırlar... unutturururlar... olmadı telâfi ederler bir yolunu bulup. Gelecek olan bütün yolları onlar döşer; fallar icad edip iyicil düşler çizerler...” Arkadaşım dinlemiyordu artık, ama Mavi konuşmaya devam etti: “Sarı halkı SUÇ’u memnuniyetle taşır. Gölge diye sen neye diyorsun sanki; her gölge bir yıldızın mütevazı imzasıdır.” Arkadaşım terk-i mekân eyledi. “Seninle alay etmelerini umursama, bu onların sanatıdır.” Arkadaşım uçmaya başladı. “Ama düşmelisin peşine kızın. Aster’e ait ne varsa ondadır. Biraz daha durursan ben de koyvereceğim kahkahayı... ve kahkahadan alâ güç de bilmem ben.”Arkadaşım uçmaya devam etti.. suç benim parçamdır... suç benim parçamdır... diye diye...

Kasım 2010

61513715http

://ww

w.d

rajedergi.co

m

http

://ww

w.d

rajedergi.co

m

http

://ww

w.d

rajedergi.co

m

http

://ww

w.d

rajedergi.co

m

http

://ww

w.d

rajedergi.co

m

27

http://www.drajedergi.com

BU ALANDA SİZİN DE REKLAMLARINIZ YAYINLANABİLİR! İRTİBAT

[email protected]

Pencüse...Severler dergiyi gencüse!

Kendisi genç Ruhu olgun Hacmi dolgun Internet dergisi

drajewww.drajedergi.com

Panik yok. Size her şeyi anlatacağım. Yıl kaçtı hatırlamıyorum. Gecenin bi yarısı yukardan aşağıya gelen Cem Güventürk, eli-ne geçirdiği her türlü alet edevatla aslana saldırmaya başlama-dan önce kafasını bir tek soru kurcalamaktadır. Huysuz nerdey-di? Hani filmlerde filan olur ya, tonton ihtiyardan üç bin nesil önce yaşamış olan büyük babası He-Man, elinde kocaman bir bı-çakla kümesimi tavaf ettikten sonra ereksiyon haldeki organı-na bakıp dehşetengiz bir makine tasarlayacaktı… Ufaklık artık okula filan gitmek istemediği için yaşlı teyzenin iznini isteyerek, pencere kenarındaki koltuğundan kalkmak istediğini söyledi. Bir dahaki sefere ona yumuşak davran ve korkma diyerek dişlen-mekten koca bir yaraya dönüşen ışığı ve yüzünde aniden orta-ya çıkan kocaman gülümsemeyi gördüğünüzde, ona yaklaşan bu şeyin belki de hayatının ilk aşkı olduğunu sanabilirdiniz; fakat neyse ki değildi. Gerçekte ise 75 derece açıyla kapanmakta olan kapıya yaslandı, 45 derece sola döndü, havada kalan sağ ayağını tıpkı bir balerin gibi 30 derece kaldırıp diğer ayağına paralel ola-cak şekilde bütün geleneksel ampullerin ırzına geçen albert ayn-ştayn ve rahibe teresa içine edebileceği yeni bir gezegen ararken, yabancı bir gezegen görüp hevesle bir hayat kurmuştur kendi-ne… Fareler Avrupa’yı istila ettikten bir süre sonra kıta nüfusu-nun neredeyse üçte biri, İngiltere’nin de yarısı Leibnitz’in ‘ uçan tanrı ruhları’ teorisi üzerinde çeşitli katliam, işkence ve sömürü yöntemleri uygulamaktadır. Aslında bence asıl soru o… Neden bir dönüşümü anlatmaya çalıştım ben orada ve bunu anlatırken tüm iyi niyetliliğimle köpeklerden faydalandım, Televizyon ek-ranlarına yapışıp her şeye müdahale edebileceğimizi konuştuğu-muzdan takip eden beş yıl içerisinde 5 devam filmi daha gelmiş-tir. Aslında o bir dev ve bu dondurucu soğukta hepimizden daha fazla üşümekte olduğunu tahmin edebilirdik. Her an her köşe-den fırlayabilecek bir sürprize hazırlıklı olmak gerek. Burada bir tarihi eser, şurada bir gezi parkı, orada bir göğüs dekoltesi… Fa-kat bunların hepsi çok yıllar önce gerçekleşmişti. Arkasında sırı-tan o haylaz mantıktaki kırılmaları, şişmeleri, zonklamaları kur-calamadığınız sürece iki sıra önündeki duvara bambaşka bir göz-le bakabilmem açısından çok faydalı, çok farklı bir deneyim olu-yor her zaman. Ve en üzücü olan, o menüleri midemize indirdik-ten sonra verdiği hazdan dolayı Leonardo Da Vinci’nin HAYVA-Nİ dönüşümü ile ilgileniriz.

Çıkan kısmın özeti: