62
draje Aylık Ücretsiz İnternet Dergisi Sayı 17 Ağustos 2011 kayıp

Kayıp Draje || Draje Dergi

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Ağustos 2011 - Sayı 17

Citation preview

Page 1: Kayıp Draje  || Draje Dergi

draje

Aylık Ücretsizİnternet Dergisi Sayı 17Ağustos 2011

kayıp

Page 2: Kayıp Draje  || Draje Dergi

Kayıp DrajeBeş dakikada her

şeyin değişebildiği bir dünyada iki buçuk

yıl kulağa çok uzun geliyor. Korkarsın, kaçarsın, delirirsin, eskidikçe değerin artar falan filan derken zaman akıp gider öyle… Draje Dergi’nin iki buçuk yılını özetlememiz gerekseydi kuşkusuz bunu başaramazdık. Çünkü bir

tarihe sahip olmak istiyorsanız yaşananların önemli bir kısmını el çabukluğuyla ortadan kaldırıvermeniz kaçınılmazdır. Çünkü her özet, unutulmaması gereken tüm detayların gözlerden gizlenmesi için tasarlanmıştır. Çünkü insan, kendini yalnızca hatırladıkları ve sahip olduklarıyla tanımlayan bir yaşam formu… Bir de kaybettiklerimiz var… Unuttuklarımız… Unutmayı seçtiklerimiz demeyiz de yapacak bir şeyimiz yokmuş gibi davranmayı seçeriz nedense… Yalnızca kendi seçimimiz olmayan şeyler kötüdür. Yürüdüğün bir yolda, varmayı umduğun yere varmayı bir türlü başaramıyorsan kaybolduğunu düşünürsün. Yapabileceğin bir şey yok gibidir… Kayboluşundan Karayolları Bölge Müdürlüğü filan sorumludur. Gece seni bir türlü uyutmayan sivrisinek sorumludur. Arpanın suyu sorumludur. Üzümün siyahı… Sorumluluğu üstünden atmak en fazla bir gazete ilanına bakar. Bilmemnemi kaybettim hükümsüzdür…

Her kayıp bir cinayetin başlangıcı ya da sonucudur aslında. Bir bütünlüğün telafisi

mümkün olmayan şekilde bozuluşudur. Güzel Yunancamızda buna entropi denilmektedir. Her kayıptan bir kazanç elde etmek elbette mümkün olabilir fakat yine de değişen bir şey yoktur. Konu döner dolaşır seçimlerimizde düğümleniverir. Sizin için çok değerli olan bir şeyi beş dakikalığına bir yerde unutmayı denerseniz döndüğünüzde onun artık orada olmayabileceğini de hesap etmeniz gerekmektedir. Çünkü hayat tam olarak böyle bir şeydir. İsteseniz de istemeseniz de her seçim bir vazgeçiştir ve şu hayatta neyi, ne uğruna kaybetmeyi seçtiğimizi hesap etmekten daha hayati bir işimiz asla olmayacaktır. İnanmıyorsanız geriye dönüp bakın ve tüm pişmanlıklarınızın hangi seçimler ve hangi kayıplarla ortaya çıktığına bir göz atın… Bunun adil olup olmadığını tartışmak bize düşmez elbette. Hangi adaletsizlik hallerinde ne kadar payımız olduğunu hesap edecek bir makineye de sahip değiliz zaten. Oysa Kafka’nın bize anlatmaya çalıştığı şey belki de buydu… Şu dünyadan K’yı çekip alırsanız, ortaya adalet duygusundan eser kalmamış bir bütünlük çıkarabilirsiniz. Ve kuşkusuz bu hepimiz adına çok büyük bir ayıp olur…

Kayıp Draje, pek çok ağızdan anlatılan bir yol kazası hikâyesi olarak karşınızda. Hep beraber korkan, kaçan, deliren, eskidikçe değeri artan bir grup yabancıdan arta kalan notlar… Kimi yolunu, kimi aklını kaybetmiş… Zamanın akışını kaybeden de, duruşunu, hafızasını, şusunu busunu

İllüs

trasy

on D

emet

Özg

e A

ykan

Page 3: Kayıp Draje  || Draje Dergi

Kayıp Drajemümkün olmayan şekilde bozuluşudur. Güzel Yunancamızda buna entropi denilmektedir. Her kayıptan bir kazanç elde etmek elbette mümkün olabilir fakat yine de değişen bir şey yoktur. Konu döner dolaşır seçimlerimizde düğümleniverir. Sizin için çok değerli olan bir şeyi beş dakikalığına bir yerde unutmayı denerseniz döndüğünüzde onun artık orada olmayabileceğini de hesap etmeniz gerekmektedir. Çünkü hayat tam olarak böyle bir şeydir. İsteseniz de istemeseniz de her seçim bir vazgeçiştir ve şu hayatta neyi, ne uğruna kaybetmeyi seçtiğimizi hesap etmekten daha hayati bir işimiz asla olmayacaktır. İnanmıyorsanız geriye dönüp bakın ve tüm pişmanlıklarınızın hangi seçimler ve hangi kayıplarla ortaya çıktığına bir göz atın… Bunun adil olup olmadığını tartışmak bize düşmez elbette. Hangi adaletsizlik hallerinde ne kadar payımız olduğunu hesap edecek bir makineye de sahip değiliz zaten. Oysa Kafka’nın bize anlatmaya çalıştığı şey belki de buydu… Şu dünyadan K’yı çekip alırsanız, ortaya adalet duygusundan eser kalmamış bir bütünlük çıkarabilirsiniz. Ve kuşkusuz bu hepimiz adına çok büyük bir ayıp olur…

Kayıp Draje, pek çok ağızdan anlatılan bir yol kazası hikâyesi olarak karşınızda. Hep beraber korkan, kaçan, deliren, eskidikçe değeri artan bir grup yabancıdan arta kalan notlar… Kimi yolunu, kimi aklını kaybetmiş… Zamanın akışını kaybeden de, duruşunu, hafızasını, şusunu busunu

kaybeden de gelmiş burada toplanmış gibi… Ve belki de bu satırlar okunurken bahsetmeyi unuttuğumuzu sandığınız bir gerçekten dolayı buradayız. Her kayboluş bir arayışın sonucu ve yeni bir arayışın başlangıcıdır. Tek sorun, neyi aradığımızı henüz keşfedememiş olmamız. Olsun… O kadar kusur kadı kızında da olur demiş atalarımız… Ağızlarına sağlık, o kadar kusuru atalarımıza da çok görmemek lazım. Kayıplar albümümüzde onlara yer vermeyeceksek kime yer vereceğiz ki? Harp malullerine mi? Çocuklu ve hamile kadınlara mı yoksa…

Kendisi bilmez ama tüm draje macerası boyunca hep yanımızda olduğu için Mehmet Açar’a sonsuz teşekkürler… Onun sesini Kayıp Draje’ye taşıyan Alper’i ve ses kayıt cihazını da unutmamak gerek… İki buçuk yılda çok yedik, çok içtik, çok hayal kurduk ve iki buçuk yıl, hayal kırıklıklarımızı saymamıza yetecek kadar uzun bir süre değil ne yazık ki. Ve aynı iki buçuk yıl, bir gün büyümeyi başarabilirsek Draje’li yıllarımızı kayıplar hanemizde saymayacağımızdan emin olmamız için yeterli bir süre… Fonda Duman’dan Yalan şarkısı çalarken, Kayıp Draje’yi unutulmaması gereken ve yine de unutmayı seçtiğimiz her şeye ithaf etmek istiyorum.

ÇİZGİLİ DRAJE’de görüşmek üzere…

Erdinç Yücel Genel Yayın Yönetmeni

Genel Yayın YönetmeniErdinç Yücel

Yazı İşleri MüdürüBirkan Can Evirgen

Art DirektörSongül Yücel

[email protected]

Grafik UygulamaSongül Yücel

[email protected]

RedaktörPınar Birdane

Koordinasyon Sorumlusu - Menajerİlknur Seda Bendeş

İnternet UygulamaOnur Şevket Bendeş

Editörler• İlknur Seda Bendeş • Erdinç Yücel

• Songül Yücel

Yaratıcı DrajelerAlper Bakıner • Aslı Parlak • Cem Güventürk

• Çağla Elektrikçi • Demet Özge Aykan • Dumrul • Emre Efendi • Engin Arınan •

Eren Akıncı • Gizem Güvendağ • Hayriye Gülle • Mustafa Akman • Onur Ünder • Özge

Denizci • Pınar Karaaslan • Serra Kaya • Tolga Öztorun • Utku Atalay • Yakup Ata

Gelecek ay konsept konumuz: “ÇİZGİLİ DRAJE” Herhangi bir yazı, illüstrasyon paylaşımı ve diğer katkılar için bizimle

[email protected] adresinden iletişime geçebilirsiniz.

[email protected]

draje

Page 4: Kayıp Draje  || Draje Dergi

muhteviyat

Page 5: Kayıp Draje  || Draje Dergi

muhteviyat

Page 6: Kayıp Draje  || Draje Dergi

6 deforme deforme deforme deforme deforme deforme de deforme deforme deforme deforme deforme deforme def

KAYBI

Page 7: Kayıp Draje  || Draje Dergi

deforme deforme deforme deforme deforme deforme de deforme deforme deforme deforme deforme deforme def

7Ya

zı ve

İllü

stra

syon

: Erd

inç

Yüce

l • y

ucel

erdi

nc@

gmai

l.com

Orijinal: Mary Magdalene - Ortodoks İkonu

ÖZGÜRLÜĞÜN

KAYBIRussel sürüden kovulduktan

sonra gizlice görüştüğü eski arkadaşlarıyla bir haberleştirme sistemi geliştirir. Buna göre kurt Russel yaşadığı bölgeyi

işaretlemek için sağa sola işeyecektir. Bu şekilde başka canlılara ve elbette sürünün efendilerine çaktırmadan iletişimlerini sürdürebileceklerdir. Hatta bir gün Russel’ın yaşadığı inin önüne gelen sürü şefi eski elemanına artistlik yapmaya kalkınca ağzının payını alıvermişti. “Ne işiyon lan her yere” diye sataşılan kurt Russel, eski şefine “burası benim yerim, çişin gelince işemek de mi yasak aslanım” diye çıkışmıştı.

Russel’ın Sinyor Messi ile Kurt Öperse Parmaklar Eksik Kalır sözleşmesini imzalaması ise tarihin akışını tümüyle değiştiren bir hadisedir. Bu olayla birlikte, dostane görünen kimi anlaşmaların ve bazı insanlara duyulan güvenin, özgürlüğüne düşkün asileri bile nasıl köpekleştirebildiği de tarihte ilk kez görülmüş oldu.

Bilim ve teknolojinin gelişimi büyük ölçüde taklide dayanır. Sinyor Leonardo’nun torunu minik Benito, kuşları taklit ederek ilk kâğıttan uçağı yaparken; torununun oyuncağından esinlenen Sinyor Leonardo ise ilk uzay mekiğini taklit yoluyla tasarlamıştı.

Devletlerin oluşum süreci de aşağı yukarı böyle bir seğir izler. Russel’ın kendi alanını belirlemek için her yere işemesini model

alan Sinyor Messi, insanların da böyle haberleşebileceği fikrine kendini kaptırmakta gecikmedi. Aslında evinin ortasına işeyen Russel’a başlangıçta aşırı bir tepki göstermiş olan Sinyor Messi’yi uyandıran Mister Pluton oldu. Afrodit lakaplı Banu Alkan’a duyduğu platonik aşk sayesinde, ilerleyen yıllarda Platon diye anılacak olan Pluton’un yaşamı ayrı bir araştırmayı hak etmektedir.

Mister Pluton, Russel’ın tuvalet dışında her yere işediğini görünce, Sinyor Messi’yi; “Köpek bize bir şey anlatmaya çalışıyor galiba” diyerek böğründen dürtmüştü. Sinyor Messi ise böğrüne dokunan herkesin annesi ile ilgili fanteziler kurardı. Bu yüzden Mistır Pluton’u da “ananız kim” diye cevaplamaktan hiç arlanmadı.

Mister Pluton’un, Afrodit’e duyduğu derin ve imkânsız aşk dışında bir hayali daha vardı. Sinyor Messi de bu hayali paylaşıyordu. “Dengesiz Elitler Ve Lüzumsuz Embesiller Teşkilatı” isimli bir örgüt kurma hayallerinin önündeki tek engel, yeryüzünün bölünmez bir bütün olduğu gerçeğiydi. İşte bu yüzden, Russel’ın yaşadığı yeri işaretleme davranışı Sinyor Messi’nin kafasında pek acayip bir ampul yakmış oldu.

O gün bugündür insanlar, sahip olmak istedikleri toprakların her köşesine büyük abdestlerini yapmak suretiyle kendi alanlarını belirlemeye başlamışlardır. Egemenlik saplantısıyla içine edilen her karış toprak parçasına ise vatan denmektedir.

Page 8: Kayıp Draje  || Draje Dergi

8

K âğıtların aralarını kesip, ortasına da ampulü koymuştu. Altındaki dönen mekanizma huni biçimindeki kâğıtları

döndürdükçe, kağıdın kesikleri arasından 60W tekzen ampulünün gözüme girmesiyle kendisine ”Olum bak s.kerim senin kaynatanı haağ” şeklinde çıkıştım. ”Gözümü alıyor, kafayı

bulmak için ampul döndüren kağıda mı kaldık lan .mın feryadı! Ben gidiyorum Los Amigos’da bira içiceem geliyosan gel ben gidiyorum vallaa” dedim. ”Cem saçmalama” diyip beni yerime oturttu. ”Bi 10 dakika daha bak sonra nereye gidiyosan git” dedi. Oturduğum yerden sıkılmış bakışlarla ampulün gözüme gözüme

Yazı ve İllüstrasyon: Cem Güventürk• http://www.facebook.com/scyaa

Page 9: Kayıp Draje  || Draje Dergi

9

girmesine bi on dakika daha izin verdim. Sonra “Eeeh s.kerim gözüm acıdı” diyip kalktm ki karşımda DANYAL TOPATAN vardı. Cem naber napıyosunuz dedi.Danyal Topatan’ı görmüş bünyemi kendime getirmekle uğraşan ben için,”bu y.rrak kafalı dırim meşin diye bişiy yapmış boyut atlıyomuşuz

falan filan” demek çok güçtü. Zaten Emre de bıraktığım yerde değildi. Yok olmuştu. O yüzden sadece “Napalım abi takılıyoruz” diyebildim. Haa iyi iyi, diye geçiştirdikten sonra “TURGUT abin aradı trafiğe takılmış ama yarım saate burada olur” dedi. ”Hangi Turgut?” dememe kalmadan, DANYAL abinin, elindeki kağıda bakıp “Ulan yine mafya babası kötü adamı vermişsiniz herife yaa” demesiyle anladım ki; bahsettiği adam “Yeşilçam’ın baba kötü adamlarından TURGUT ÖZATAY’dı. Noluyor lan Emre nerde nasıl bi boyuta attı beni pezevenk diye düşünürken kapının ardından gelen topuk seslerine kulak kesildim. Kapı anahtarla açıldı. Anahtarları dev kürkünden sarkan beyaz çantasına atıp bize “merhaba” dedi. Basbaya GÜLŞEN BUBİKOĞLU’ydu bu. Şoke olmayı artık geçmiştim, belli ki Yeşilçam tarihinde kaybolmuştum ama artık duruma alışmaya başlamıştım. Hatta Şişko Nuri olarak bilinen Sıtkı Sezgin için, ulan şimdi o da gelse şöyle sıksak bi yanaklarından falan diye düşündüm ama gelmedi. Gelen giden karışmıştı artık. Beyaz mantosuyla ALİYE RONA geldi. Bleyzır ceketle TANJU GÜRSU… Elinde bir paket sigarasıyla VAHİ ÖZ… Kaslı vücuduna giydiği siyah dar badiyle Tolga Savacı geldi ki içimden “Tolga Savacı ne alaka lan?! O niye geldi” demem bir oldu. Zaten yanlış gelmiş. Pardon dedi gitti.Ne olup bittiğini anlamamıştım, anladığım tek şey Emre’nin o skimanço düzeneği beni paralel evrenler arasına bi yere atmıştı ve ben de orda kaybolmuştum. İşte bundan emindim. Ben bunları düşünürken Danyal abi yanıma gelip “Ee Cem ne zaman başlıyoruz?” dedi. Salak gibi gülüp, salak gibi “Neye?” dedim. İşaret parmağını kafamın üstünde bir yere doğrultarak “ikiye” dedi. Gösterdiği yerde 50x70 boyutlarında bir poster vardı. Dev puntolarla GÜNAH BENDE Mİ Kİ İKİ? başlığı altında o an orada bulunan tüm oyuncuların isimleri alfabetik sırayla yazılıydı. Yönetmen iki nokta üst üstesinin bitişiğinde de ben vardım. ”Hasss...” diye başladım ki telefonumun acı acı titrediğini fark ettim. O anki tırsışımın dışavurumu olarak algıladığım için bir süre titreyen şeyin g.t cebimdeki telefon olduğunu idrak edemedim. Telefona baktım. Arayan dergimiz editörlerinden Erdinç’ti. ”Lan Erdinç ne alaka şimdi?” Sırada kim var Kennedy mi var, Tom Jones mu var, Kibariye mi var lan kim var

Page 10: Kayıp Draje  || Draje Dergi

10kiiim?” diye hayıflanmayı kesip kendinden emin bir hareketle yes’e bastım.(Yazar burada ciyuv diye bir geçişten bahsediyor, hani o metriks’teki telefon kulübesi gibi düşünün.) “…iktir!” dedim. “Döndüm lan geri döndüm” diye olduğum yerde bağırdım. Bana şaşkın gözlerle bakan Emre’ye bin yılın dayağını atmaya kalkmıştım ki Erdinç’in arayışı aklımda belirdi. Telefona baktım. Hala çalıyordu. “Efendim abi” gibi üsturuplu bir halle telefonu açtım. ”Olum nerdesin lan sen?! Hani Cuma atıcaktın yazıyı ipne, Cumartesi oldu, senin t.şşaklarının keyfini mi bekliycez lan.” şeklinde son derece küfürlü ve argolu konuşunca, o

an ben ne diyeceğini bilemeyen her insan gibi “abi önce bi meraba deseydin yeaaaa” şeklinde kısık sesle pıstım. ”Sus lan gönder hadi yazıyı“diyince “Abi bak sen de bize çok yükleniyorsun haağ, sonuçta biz de emir kuluyuz ilham bize biz sana” diyip sonra da ifademde hiyerarşi tandansı yakaladığını düşünüp “haa doğru diyosun o zaman sen haftaya cumartesi gönder” demesini bekledim ama ne yazık ki sadece “konsept kayıp, unutma ona göre hadi” dedi ve dıt dıt dııııt (telefonun kapanma sesi) geldi. Emre’yi dövmekten vazgeçmiştim ve sanırım bunun gayet iyi bi sebebi vardı. Beni direkt konsepte koymuştu.

Cem Güventürk’ün Eskişehir’in bozkırlarından başlayan ve üçüncü sayfa güzeli olarak devam eden kısa yaşam öyküsü içinde kuşkusuz bizi en derin kederlere gark eden bölüm; evden iki ekmek, bir su samuru almak için çıkıp kendini İspanya’da filan bulduğu bölümdür. “Abi bi koşu Real Madrid’e

kadar gitçem, çift pas filan lazım mı” bile demeden ortadan kaybolmuş, sonra da çıkıp Tembel Draje’de Paris Hilton’un ne kadar soğuk olduğunu anlatmıştır. “Sinemayı Çok Yanlış Anlamış Adam”

isimli epik şiiriyle genç kızların gönlünde taht kuran Cem Güventürk’ü tahttan indirmek için bütün Kuzey Afrika ayağa kalkmış olsa da adam kimseyi köşedeki mindere filan davet etmeyecek kadar

kabalaşabiliyor işte. Bu vesileyle şöhret basamaklarını tek tek çıkmaktansa asansöre binmeyi tercih eden Cem’i şiddetle kınıyoruz.

Page 11: Kayıp Draje  || Draje Dergi

11

Fotoğraf: Erdinç Yücel - http://fotokritik.com/hiperdincModel: Samet Yazıcı

Page 12: Kayıp Draje  || Draje Dergi

12

Yazı ve İllüstrasyon: Demet Özge Aykan • http://demetozgeaykan.blogspot.com

KAYIPKaybettiğim dengemi aramakla geçirdi-

ğim zamanda biriktirdiğim sabrımı ken-dini ne istediğini bilmez bir insan zanne-

den, kış ve yaz arasında gidip gelen havanın dilinden anlamakta harcıyorum. Harca harca bitmiyor: Ne sabır. . .

En çok yürürken düşünüyorum. Bu durumun

bana özgü bir hareket olmadığını düşünüyo-rum mesela. Çoğu insan yürürken düşünür. Ya da ben, tırnaklarını keserken, bahçedeki zararlı otları temizlerken, kediye mama verirken, dişle-rini fırçalarken, alışveriş merkezinde güvenlikten geçerken hayat üzerine düşünen insanlarla karşılaşmadım. Şu an kendimi gerçekten eksik hissediyorum diyebilirim.

Page 13: Kayıp Draje  || Draje Dergi

13

Yürürken düşünüyorum. Zor bir işi başarıyorum.

Kısa boylu, bıyıklı bir adam, yanında başka biriyle konuşan bir adamın sesini bastırarak konuşuyor. Konuştuğu adamın nasıl göründü-ğü önemli değil. Diğer adamın da kısa boylu ve bıyıklı olduğu hiç önemli değildi. İnsan işte, öyle bir kompleks sahibi ki, kendi sesini duysa, hırsı karşısında kendinden utanacak. . . Ama duymuyor. Hepsini ben duyuyorum. Tüm de-diklerini işitiyorum. İşittiklerimi marifetmiş gibi beynime gönderiyorum. Beynime güvenirim, eminim çoğunu kaydediyordur. Tüm bu gerek-siz, kompleks sahibi, komik insanların bünyeleri yetmezmiş gibi bir de hiç susmayan ağızları ve hiç bitmeyen gürültüleri ile beynimdeler.

Duyduğum her şey silinsin, bulunduğum yer fe-rahlasın istiyorum. Bunun sonu yok. İnsanlar hep var olacak ve kendilerinin duymadığı her türlü gürültüyü yapmaya devam edecekler.

En azından onlara arkamı dönebilirim. . .

İki insanın birbirini anlaması kadar zor bir şey yok ve bu insanlar birbirlerini hiç anlamıyor-lar. Biri anlatıyor, diğeri cevap bile vermeden bambaşka bir şey anlatıyor. Hepsi de kendini anlatıyor. Böyle insanları neden dinlemek zo-rundayım?

Arkamı dönmemle beraber, beynimin kaldır-madığı gürültü, fısıltıya dönüşüyor. Herkes sanki birden birbirini anlamaya başlamış ve ağız birliği yapmış gibi. Hakkımda konuşuyorlar gibi: Anlaşılmaktan bahsediyor ama asıl o bizi anla-mıyor, diyorlar.

Öyle mi diyorlar?

Yoksa kompleks yapan ben miyim?

Birden yüzümü onlara dönüyorum: Yoklar. Kaybolmuşlar işte. İstediğim de buydu. Üstünlük çabaları ve gürültü kirlilikleri ile birlikte yok olup gitmişler.

“Aklımı ellerinizden kurtardım. Geçti. Ben gök-yüzünün altında, topraklarımın üzerinde olaca-ğım.”

**

Terastayım. Yalnız değilim. Güneş, terasın yarısını ısıtıyor, yarısı gölge. Gölge kısımdan İstanbul’a bakıyorum. Sonra bir de güneş alan kısma geçip bakıyorum. Güneş alan kısımdan gördüğüm İstanbul daha güzel. Daha özgür. Bu duyguyu hissettiğimde kaybolmasından korkup yerime oturuyorum.

Terastayım. Yalnız değilim: “Ondan bana ula-şan bir duygu var. Durgunluk diyebileceğim rahatlatıcı bir sevinç. Bunu belki de ben yara-tıyorum ve onun kişiliğinde birleştiriyorum. O susarken, bakarken, uyurken, severken, solur-ken. Sanki bunalımı bile rahatlatıcı. O varken ya da yokken. İşte bu duygu nedeniyle onla olmalıyım, onsuz bile olsam. Diğer ilişkileri nasılsa ben sahneliyorum. İnsan, bir başka insanla ya da herhangi bir olguyla arasındaki ilişkiyi biçim-lendiremezse bu ilişki yok demektir. Biçimlendi-rebildiğim bu durgunluk, rahatlatıcı durgunluk, sevindiren durgunluk, belki de beni yenen tek duygu. Öfkesi durgun, huzursuzluğu durgun. Kendi içine doğru yaşıyor, kendi içine doğru seviyor.”

Yanından kalkıp İstanbul’a tekrar bakıyorum, bu sefer gölge taraftan. Güneşli taraftaki güzel-liği bu sefer burada da görüyorum. Durgun bir güzellik. Durgun bir sevinç.

Bugünümün neredeyse tamamını onu düşüne-rek geçirdiğimi fark ediyorum. Yürümüyorken düşünüyorum.

İstanbul’a uzun süre bakarsam güzelliği bozula-cakmış gibi yüzümü ona doğru dönüyorum.

Yerinde yok. Uzaklaşmış. Kaybolmuş. O gürül-tülerinden şikayet ettiğim insanlar gibi. Onların beynimi gereksiz işgal eden düşünceleri gibi. Yok olmuş: Gitmiş.

**

Kendi kayboluşumu izlemeden önce düşün-düğüm son şey, “bir olgu veya olay üzerinde ne kadar düşünürsem sonunda onu kaybede-ceğim” fikri oluyor. Dengemi ise hiçbir zaman bulamıyorum

Page 14: Kayıp Draje  || Draje Dergi

14

LIK

Page 15: Kayıp Draje  || Draje Dergi

15

Kapıdan birisine bakıp çıkanlar hariç Draje Ekip, dört ülke ve on şehirde fink atan drajelerden oluşmaktadır. “Aman efendim yayıncılık zor iş, perişanız, öldük bittik” diye ağlaşıp duran konvansiyonel medyanın köşe tutucuları filan bizi bağışlasınlar, az okunup çok sevilen bir

dergi olmaktan hep mutluluk duyduk. Otobüste karşılaşsak belki ayağına basıp geçeceğimiz insanlarla sarmaş dolaş olduk. Draje’yi renklendiren, tatlandıran, güzelleştiren şehirlerin

başında Eskişehir’in gelmesi tesadüf müdür, bize kaderin bir oyunu mudur bu bilemeyiz ama Eskişehirlileri seviyoruz. Neyse ki karşılıksız bir aşk değil bu. Eskişehir’li okurlarımızın sürekli

toplaşıp Onur, Gizem, Remzi, Serra ve Cem’e çay ısmarlayıp durduğunu duysak şaşırmazdık hani. Biz olsak ısmarlardık en azından… AÇ

LIK

Yazı ve İllüstrasyon: Onur Ünder - [email protected]

Eğer gecenin köründe yalnızca sokak lambalarının aydınlığından görülüyor-san... Sen lambaları sevmiyorsundur.

Uzakta olmayı tercih edersin. Ama… Ama mezarlarda bile ışıklar var. Yalnızca göze bat-mak istemiyorsun, ama bulunduğun her yer, seni ışığa biraz daha bağlıyor. Soğuk, ölü ışıklar altında mırıldanıyorsun ve ruhunun yıkandığı, arındığı gibi saçma kanılara varıyorsun. Ger-çekleşen tek şeyse, ıslandığın... Aslında yağ-murla değil de, birilerinin çişi altında ıslanıyor-sun. Sanki yüzlercesi üzerine işiyor…

Üzerine çöken o iğrenç sıvıdan ölesiye tiksinmiş-sin. Annenin karnına geri dönmeyi diliyorsun, ama orayı da hiç hatırlamıyorsun. Hayatın bok gibi. Sadece sen farkında değilsin. Kendine göre anımsadıkların var, ne yazık ki hiçbirini rüyalarındaki âlemde göremiyorsun. Orada görebildiğin tek şey sana ağlayan biri. Sana ‘’bu kadar yalnız kalmamalısın ‘’ gibilerinden ağıtlar yakıyor. Düşündüğünde onun da um-runda değilsin. Sürekli tipi değişen bir rüya kişisi-ne güvenemiyorsun.

Bir şeylerle oyalanmakla kurulu bir hayatın var. Hep bir sonraki güne kaydırdığın yaşanmamış-lığın... İlişkilerinde de hiç iyi olamadın. Sürekli batıyor ya da batırıyorsun. Bir önceki bir sonra-kini ve bir sonraki hiç sonrakini aratıyor. Ölüyor-sun… Hatta sen öleli çok olmuş. Yürürken artık hangi aradan nereye sapacağının bir önemi kalmamış. Hepsi kayıp… Sen kayıp… Sonra bir ışık parlıyor ve gözlerin kamaşıyor. Yatağından kalkıyor ve ışığa yöneliyorsun. Seni kendine çe-kiyor ve onu takip etmeye başlıyorsun. Işık sana hem çok yakın, hem de çok sıcak geliyor. Onu,

yediğin bir şeymiş gibi yutasın geliyor. Yalayıp yutmaya ölesiye alışmışsın. Senin için öyle ida-reli kullanıp, bir şeyin hakkını vermek mümkün değil. Yutup, sıçmak için varsın.

Işığa tam yöneliyorsun ki; senden bir anda uzaklaşıyor. Işığı takip etmelisin ama etmiyor-sun. Her zaman ışığın kucağına oturmasını istedin. Bir şeyler için koşturmak hoşuna git-miyor. Oturuyorsun ve oturduğun yerde uyuz bir it gibi ağlıyorsun. Sesin iç gıcıklayıcı ve pis kokuyorsun. En güzel sabunlarla yıkanmışsın, ama leş gibisin. Hiçbir şey seni ölü çocuklarının ağıtlarından temizleyemiyor. Terliyorsun. Anne-sinin aldığı oyuncağı beğenmeyen şımarık bir çocuk gibisin.

Işığı tekrar görüyorsun. Bu kez koşuyorsun, çün-kü yapabilecek daha iyi bir şeyin yok. Işık kör bir noktaya varıyor. Köşeye sıkışıyor. Eline alıyor, yutuyorsun. Işık midenden hızlıca bağırsakları-na geçerken hafifçe geğiriyorsun. Doymadın. Daha fazlası için hazırsın. Işık içinde kayboluyor ve usulca dışkılaşıyor. Geride ne bir ışık, ne de bir hayal kalıyor. Başka bir köşede kaybolmak için ayaklanıyorsun. Işıksa, lağımın dibinde sö-nük bir şekilde düştüğü duruma yanıyor.

‘’Daha iyisi‘’ diyorsun ‘’daha parlağı olmalıy-dı’’. Ama gırtlağın o kadar iri ki, her şeyi yala-yıp yutabiliyorsun. İştahının arasında bir yerler-de kendi vicdanın yatıyor. Onu da yemişsin. Vicdanını sıçarken anlıyorsun… Kayıp olan sen değildin. Sen kaybedendin… Verdiğin kayıplar senden daha büyüktü… Eriyip giderken son kez göğe doğru bakıyorsun. Rüzgâr yön değiş-tiriyor. Ölüyorsun…

Page 16: Kayıp Draje  || Draje Dergi

“Perdu à Mont-Saint-Michel”• Fotoğraf: Utku Atalay - http://utkuatalay.com/• Model: İlknur Seda Bendeş

Page 17: Kayıp Draje  || Draje Dergi

“Perdu à Mont-Saint-Michel”• Fotoğraf: Utku Atalay - http://utkuatalay.com/• Model: İlknur Seda Bendeş

Page 18: Kayıp Draje  || Draje Dergi

“Toprak”Gizem Güvendağ - http://gizemm.deviantart.com

Page 19: Kayıp Draje  || Draje Dergi

19

KAYIP HİSLER DEPARTMANIM,

KAYBOL!Ferzan Özpetek’in ‘Hamam’

isimli filminin de etkisiyle zihnime kazıdığım sahnelerden biri belirir hep

melankolim ağır bastığında. Galata Kulesinin üstündeyimdir, camilerin biraz ürkütücü biraz da mistik ezanlarının aynı anda başlayıp birbirine karışan seslerini duyar; ürperirim. Hem teşekkür ederim içimden, bu büyüleyici şehrin bir parçası olduğuma hem de içim bulanır, gözlerim reddeder bakmayı eski İstanbul’a doğru.İstanbul daha çok, içindeyken güzeldir, bence. Kuşbakışı versiyonunu, zorlanır insan bazen kabullenmeyi. Karmaşa canavar olur, yutar şirin duyguları. Ama içindeyken öyle mi? Değil.İşin içindeyken çoğu şey güzel belki de... Zorlayıcı da olsa, yaşamanın hissiyle güzel…Sırf his belki de o güzel olan. Ya da o hissi hissetme arzusu.Yıllar önce çok ama çok sevdiğim bir adamı kaybettiğimde, fark ettiğim gibi.Çok özlüyorum. Unutamıyorum. Derdim hep.Neden?Unutamadığımdan mı gerçekten? Özlememek

elimde olmadığından mı?Hayır.Unutmak istemediğimden; içimi anılar ve hayallerle dolduran özlemin tadından vazgeçemediğimden.Eğer bu hali kabullenirsem; beraber yaşanılmışlıkları kaybedeceğimi bildiğim, bu duygu ve hazları da kayıp hisler departmanına atmak istemediğimden, gönlümün. Silmek istememden anılarımı, kayıplar köşesinden beynimin..Ruhumu dolduran bu minicik adaları, bir volkanın ellerine bırakamayışımdan, zavallı Pompei gibi.

***

Şimdi uzaklardayım yine, gönlümün bir parçası olmuş İstanbul’umdan.Özlüyor muyum?Delicesine.Bütün benliğimle özlüyorum ki, kolay silinmesin içimden. Ben kaybetmeye meyilli de olsam izi kalsın.Kaybedemeyeyim.

Yazı: Pınar Karaaslan - E Mail: [email protected]

Page 20: Kayıp Draje  || Draje Dergi

20

DURGUN ZAMAN’IN

KAYBOLMAYANI: MEHMET AÇARSöyleşi: Alper Bakıner Fotoğraflar: Emre Efendi • http://emreefendi.com

Page 21: Kayıp Draje  || Draje Dergi

19

DURGUN ZAMAN’IN

KAYBOLMAYANI: MEHMET AÇAR

Page 22: Kayıp Draje  || Draje Dergi

22

Page 23: Kayıp Draje  || Draje Dergi

23

Bir kitap yazıldıktan on iki yıl sonra onun yazarıyla söyleşilir mi? Ne bu rehavet demezler mi adama? Bize göre bal gibi de olur. Hele ki elim bir yanlışlık eseri kitabı ancak on yıl sonra okuyabiliyorsan. Bir can yoldaşım bana “al bunu çabuk oku” diye neredeyse zorbaca bir baskı (aman da ne güzel baskı) yapmasa kim bilir, okur muydum acaba? Hele bir de güzel bir Artvin kışında yollarımız bu şahaneyi elleriyle yoğuran üstatla kesişip ne de muhabbetşinas bir insan olduğunu gözlerimle görüp kulaklarımla işitmesem bu söyleşiye varabilir miydi hayat? Mehmet Açar’la bu hayata sağlı sollu daldık af edersiniz. Siyah Hatıralar Denizi’nden on iki yıl sonra ‘durgun zaman’ın sonsuz kanallarında şahane bir tur attık. Kayıt cihazını bir gece önceden şarj etmeyi unutmasam –acemiliğime doymayayım- bütün dergiyi kaplardık ama neyse artık, sonraki muhabbet bize kalsın. Buyurun bakalım; Mehmet Açar’la romanları, öyküleri ve daha bir sürü şey…

Page 24: Kayıp Draje  || Draje Dergi

Draje: Inception’ı seyretmişsindir diye saçma bir giriş yapayım.Mehmet Açar: Tabii ki.

Draje: Bütün film boyunca seni ve “Siyah Hatıralar Denizi”ni aklımda çevirip durdum.Mehmet Açar: Sevindim.

Draje:“Rüya” senin de temel konularından biri. Ama asıl mevzu filmin “rüya”yı katmanlar halinde işlemesi. Sen bir yandan birçok işinde “rüya” yı ana tema olarak alırken diğer yandan “Siyah Hatıralar Denizi”nde “zaman”ı katmanlara bölüyorsun. Filmi izlerken kendini aklına getirdin mi?Mehmet Açar: Şimdi ben aşağı yukarı şöyle düşünüyorum -ki Lost’u izlerken de aynı şeyi düşündüm- . Biz bir kuşak gibiyiz. Inception’ı yazan, Lost’u yazan, son dönem bütün bilim-kurgu yazarları aynı kuşağı temsil ediyoruz.

Bu 60’lar ve 70’lerde başlayıp süre giden bir gelenek. Zaman’ı konu alan neredeyse bütün bilim-kurguları seyrettik. Herkesin aynı anda aynı adımları atması çok tesadüf değil aslında. Lost’ta bir adada ayrı zamanlarda karşılaşıyordu kahramanlar, bendeyse bir otelde gerçekleşiyor bu durum. Inception’da da rüya katmanları var ve bende de buna benzer bir şeyler… Hepimiz bilim-kurgu seven, 60’lı yıllarda doğan bir kuşağız, buna 70’leri de ekleyebilirsin. Aynı kaynaklardan besleniyoruz. O zaman, bazı adımlar var, onları atıyoruz. Rüyalarla ilgili, zamanla ilgili. Bilim-kurgu klasiklerini hatmetmiş olduğun zaman da onları okuyanlarla çok iyi ilişki kuruyorsun, kendine referans yaptığın zaman. Belirli bir düzeye bilim-kurgu kültürüyle gelmiş insanlarla çok kolay buluşuyorsun aynı yerde.

Draje: Ben hiçbir zaman tam anlamıyla bir bilim-kurgu okuyucusu olmadım ancak senin “biz” diye sözettiğin şeyin bir grup olduğunu

düşünüyorum açıkçası. Yevgeni Zamyatin’le başlayıp Ursula Le Guin’le zirvesine varan bir akım. Politik bilim-kurgucular diyelim.Mehmet Açar: Aynı kuşak derken aynı kaynaklardan beslenen bir gruptan söz ediyorum zaten. Herkes kendi başına bi ada aslına bakarsan; Lost bir macera, Inception bir macera… benim Siyah Hatıralar Denizi’ninse macerayla bir alâkası yok. Klasik Amerikan bilim-kurgularını seven birinin benim kitaptan çok da hazzedeceğini düşünmüyorum açıkçası. Benim yakın olduğum tarz Ursula, ki bu da bilim-kurgunun sol yanı aslında. Bu tarz, doğal bilimler dediğimiz şeyin gelişiminin takibiyle çok da ilgilenmez. Bu takip Amerikan bilim-kurgusunun işi. Onlar, kurgularını neredeyse bilimsel makalelere dayandırırlar. Halbuki benim sözünü ettiğim grup, toplumun geleceğini temel sorunsal olarak alır ve

oradan da edebiyata bağlanır. Onları Dostoyevski’den ayrı tutamam örneğin. Benim için iyi bilim-kurgu gerçek edebiyattır.

Draje: Sosyal bilim kurgu…Mehmet Açar: Evet evet öyle. Bu yüzden de mesela Siyah Hatıralar Denizi’nden öyle aman aman bilim kurgu sevmeyenler de hoşlanıyor, tıpkı senin gibi. Bu deneyimi ben çok yaşadım. Ama sanırım klasik bilim-kurgu sevenler pek okumadı kitabı.

Draje: Bilim-kurgunun sol yanı diyorsun, buradan ben kitaptaki “anarşi” işleyişine geleceğim. Birçok konuda anarşistlerle aynı düşünen biri olarak oradaki kurgunu çok sevdim. Zamanın çok kanallılığında anarşistlerin kendilerine dokunulmaz bir alan bulması fikri çok hoşuma gitti.Mehmet Açar: Kendimi anarşist addedemem ancak tüm sol muhalefetin anarşinin temel düsturlarına yakından bakması

24

Siyah Hatıralar Denizi’nin macerayla bir alâkası yok. Klasik Amerikan bilim-kurgularını seven birinin benim kitaptan çok da hazzedeceğini düşünmüyorum açıkçası. Benim yakın olduğum tarz Ursula, ki bu da bilim-kurgunun sol yanı

aslında. Bu tarz, doğal bilimler dediğimiz şeyin gelişiminin takibiyle çok da ilgilenmez. Bu takip Amerikan bilim-kurgusunun işi. Onlar, kurgularını

neredeyse bilimsel makalelere dayandırırlar. Halbuki benim sözünü ettiğim grup, toplumun geleceğini temel sorunsal olarak alır ve oradan da edebiyata bağlanır. Onları Dostoyevski’den ayrı tutamam örneğin. Benim için iyi bilim-

kurgu gerçek edebiyattır.

Page 25: Kayıp Draje  || Draje Dergi

25

gerektiğini düşünüyorum. Ben sol gelenekten geldim, çok genç yaşta bir sol örgütün sempatizanıydım. O deneyimde beni rahatsız eden şeyleri neredeyse yazdığım her şeye taşıdım sonradan. İktidar olgusu etrafında şekillenen klasik hiyerarşik örgütlenmeyle ona muhalif süregiden örgütlenme biçimleri arasında rahatsız edici bir benzerlik var. Öte yandan ahlâk, vicdan gibi beni özellikle politik sanat üzeriden ilgilendiren başka mevzular var. Bunlar daha bireye dair şeyler. Anarşizm’in en çok hoşuma giden tarafı, bir muhalefet biçimi olarak kendi içinde sorgulanmaya çok açık olması, içinde soru soran bireyleri barındırabilmesi. Klasik sol örgütler bunu barındırmıyor maalesef, içlerinde yine iktidara dayalı ve hiyerarşik bir yapı var.

Draje: Evet, “Çok uzaklarda bir yaz”da bu mevzularla epeyce uğraşıyorsun. Ben biraz dilden söz etmek istiyorum. İlk iki yapıtınla (Anarşik Rehavet ve Siyah Hatıralar Denizi) son iki yapıtın (Hayatın Anlamı ve Çok Uzaklarda Bir Yaz) arasında tematik olarak ciddi farklılıklar olmasına karşın hepsinde aynı dili koruyorsun. Ben bu dilin hayli mesafeli olduğunu düşünüyorum. Duygularla kimseyi

pek baş göz etmediğin bir dil, anlatıcı dili. Ama bundan yüzyıllar sonrasını anlattığın bir hikâyede bu dil başka türlü tınlarken, meselâ Beyoğlu’nun hepimizin bildiği bir sokağında geçen bir hikâyede bambaşka tınlıyor. Ve açıkçası ben ilkini daha çok seviyorum.Mehmet Açar: Neredeyse yirmi yıldır gazetecilik yapıyorum ve bunun getirdiği bir alışkanlık var. Edebiyata da sirayet ediyor tabii. Ben ne yazarsam yazayım, dili bir araç olarak kullanıyorum. Oysa biliyorum ki yazarların çoğu dili bir amaç olarak görüyor. Onlar kelimenin tam anlamıyla dille sevişiyorlar, bunu seviyorlar. Hasan Ali Toptaş meselâ.

Draje: Ah tabii… Onun yaptığı roman kisvesi altında çok uzun bir şiir yazmak sanki.Mehmet Açar: Evet aynen öyle. Ve bu da benim sevmediğim bir tarz değil, hatta hoşuma gider aslında. Dil bir okyanus, sonu yok. Ama benim için temelde bir araç. Öte yandan üzerine mutlaka düşünmek gerekiyor. Dili hesaba katmayan bir işin edebiyat işi olması mümkün değil. Ben de her yazdığım işte biraz daha geliştiğimi görüyorum. Siyah Hatıralar Denizi’nin üstünden on yıl geçti ve şimdi yazsam

Alper Bakıner • Mehmet Açar

Page 26: Kayıp Draje  || Draje Dergi

26

kesinlikle farklı olurdu. Ama keskin bir değişiklik olmazdı bu. Çünkü temelde kurgumu ön plana çıkarmak için olabildiğince sade bir dil kullanmam gerektiği yönündeki düşüncem değişmiyor. Bunu seviyorum. Amerikan polisiyelerinde kullanılan dil. Haber cümlesi gibi birkaç cümleyle konuyu anlatmak… Bana çok güzel bir şiir gibi geliyor. Siyah Hatıralar Denizi’nde yakalamak istediğim buydu açıkçası.

Draje: İyi olmuş, başka türlüsü de olamazmış gibi geliyor bana. Sana daha önce de sormuştum galiba, kitabın okunma miktarından memnun musun?Mehmet Açar: Hiçbir zaman okunma miktarını çok önemsemedim. Ama çok güzel dönüşler oldu kitaba ve hâlâ da olmaya devam ediyor. Aradan on yıl geçti ama hâlâ yeni okuyanlardan heyecan dolu mail’ler alıyorum.

Draje: Bu kitabın edebiyat tarihimizde önemli bir yer kaplaması gerektiğini düşünüyorum. Sanırım ısrarla bu soruyu sormamın sebebi bu. Bu arada Draje’nin bu ayki konseptini “Kayıp”

olarak belirledik ve bunun sebebi Siyah Hatıralar Denizi.Mehmet Açar:Evet güzel olmuş, uymuş. Kitap ilk çıktığında edebiyat çevrelerinden de çok güzel eleştiriler aldı, hakkında güzel yazılar çıktı. Ama dediğim gibi bunların miktarıyla ilgili hiçbir zaman sıkıntı duymadım. Edebiyattan çok fazla bir beklenti içinde değilim ben. Senin gibi bu kitabı okuyup benimle bir şekilde iletişime geçen, kitap hakkındaki görüşlerini benimle paylaşan insanlar bana yetiyor. Bu kitap beni çok insanla tanıştırdı. Çok insanla hakikaten çok güzel muhabbetler yaptım, bunlardan bir tanesi de sensin. Bu bana yetiyor da artıyor bile.

Draje: Ekşi sözlüğü takip ediyorsundur. Orada senin gerçek hayatta Enver’e (Hayatın Anlamı’nda bir karakter) benzediğini söyleyen bir entry var.Mehmet Açar: Aslına bakarsan oradaki herkesten bir parça var bende, kadın karakterlerden de. Daha genişletirsek kitaplarımdaki her karaktere bir yanımla benziyorum. Enver’e benzeyen hayli tarafım olduğu da doğru. Ama hiçbirisi tam olarak ben değilim tabii.

Draje: Kitabın yazılma sürecinden biraz bahsedelim. Ondan önce yayımlanan Anarşik Rehavet’teki bazı öyküler Siyah Hatıralar Denizi’ne bir hazırlık gibi.Mehmet Açar:Evet o kitabın sonundaki “Dalgın Yağmurlar Mevsimi” isimli öykünün geçtiği bir dönem var. Virüsler, salgınlar… Klasik bir distopik ortam sağladım ben orada. Geriye çok az insan kalmış. Şimdi bu insanlar ne yapacaklar, bunun üzerine üç yıl kadar düşündüm ve sonucunda iki ayrı hikâye çıkardım. Hikâye diyorum çünkü Siyah Hatıralar Denizi’nin de romandan çok bir hikâye olduğunu düşünüyorum.

Zamanla şuna inandım ki günümüz insanını ve onun psikolojisini anlatmak için temel bir yol anti-kahraman. Ve bu benim için çok önemli bir keşiftir, faz atlamak gibidir. Bir noktada hep kahramanla gidersen, ergenlik çağını biraz geçer orada kalırsın gibi geliyor bana.

Page 27: Kayıp Draje  || Draje Dergi

27

Draje: Anarşik Rehavet’in son öyküsü gibi. Bu arada kitap için yarattığın dünyada Ursula Le Guin’in ‘Mülksüzler’indeki ‘Arz’ betimlemesinden de sağlam izler var.Mehmet Açar: Aynen öyle. Ama öte yandan bu kitabı bir senfoni olarak düşünürsen üç ayrı kitaptan birer ana tema kullanıyorum: Birincisi Kafka’nın Şato’su, ikincisi Stephan King’in Shining’i –ki aslında kitaptan pek hazzetmem, filmine bayılırım. Oradaki otel fikri gerçekten şahanedir- ve üçüncüsü Stanislaw Lem’in Solaris’i, orada da bir gezegen üzerine çalışan bir bilim insanı grubu vardır ki benim kitapta bu bir otelde gerçekleşir. Fakat vurgu olarak bakarsan Le Guin kitabın her tarafında dolaşıyor. Mesela kitabın ‘Durgun Zaman’ bölümünde bizim kahramanın karşısına Kroeber diye bir karakter çıkar ki bu benim açımdan Ursula’ya tam bir saygı duruşudur. Bu arada çok kişi bilirim ki bazı yazarlarla benim kitap üstünden tanıştılar ve bu da benim bölüm başlarına alıntı koyarken amaçladığım şeylerden biriydi. İnternetteki tıklayıp başka bir yere gitme durumu gibi. Tıklayıp Le Guin’e gittiler, tıklayıp Lem’e gittiler, tıklayıp Reha Çamuroğlu’na gittiler meselâ. Bunu amaçlıyordum çünkü bunların hepsi okunduğunda Siyah Hatıralar Denizi gerçek yerine oturacak.

Draje: Rüyalarla aran nasıl?Mehmet Açar:Çocukluğumdan beri üstüne düşündüğüm bir şey bu. Ama çocukken ailenin, çevrenin etkisiyle biraz mistik bakıyorsun. Büyüdükçe, Freudyen yazarlarla -mesela Jung’la- tanışınca işler değişiyor. Rüyaları analiz ettiğinde bambaşka şeyler çıktığını görüyorsun. Rüya analizi araçlarını edinmek çok önemli.

Draje: Ben rüyalarımı hatırlamakta bile güçlük çekiyorum.Mehmet Açar: Bunun için çaba sarf etmek lazım. Rüya defteri tutacaksın, bunları arkadaşlarınla paylaşacaksın… Rüya çok

mühim, her gece başını yastığına koyuyorsun ve iyisiyle kötüsüyle şov başlıyor. Kendini çok iyi hissettiğin bir zamanda bir korku filmi kurgusuyla geliyor mesela, işler o kadar da yolunda değil diyor. Ya da bunun tam tersi. Ben boyun fıtığı ameliyatı olduğum ve kendimi çok kötü hissettiğim günlerde çok güzel rüyalar gördüğümü hatırlıyorum. Bilinçaltın diyor ki senin durum çok kötü, dur ben sana bir güzellik yapayım. İşte en çok bu tarafını seviyorum rüyaların. Diğer yandan her biri sanat eseri gibi, keşke kaydedilebilseler diyorsun. Hem kendini daha iyi tanımak, hem de yaratıcılığını sınamak açısından (gülüyor). Ama hakikaten 20. Yüzyıl başlarından beri sanatçıların üstüne düşündüğü bir şey bu; rüyalardan faydalanmak. Modern sanatta rüyalarla ilişki çok önemli. Resimde böyle mesela.

Draje: Müzikte de böyle. En sevdiğim akımlardan biridir empressionizm. Bir rüyayı Debussy’den güzel kim betimleyebilir ki? Mehmet Açar: Evet sonuçta bilinç de bilinçaltı da aynı şeyi yapıyor, sürekli kurgular üretiyor.

Vurgu olarak bakarsan Le Guin, Siyah Hatıralar Denizi’nin her tarafında dolaşıyor. Mesela kitabın ‘Durgun Zaman’ bölümünde bizim kahramanın karşısına Kroeber diye bir karakter çıkar ki bu benim açımdan Ursula’ya tam bir saygı duruşudur.

Page 28: Kayıp Draje  || Draje Dergi

28

Draje: Biraz yazarlık mevzusuna girelim. Kitapta şöyle bir cümle var: Geçmişi güzel kılmak için yazar olmak gerekiyor. Nasıl başladın yazmaya? İlk gençliğinde yazıyor muydun mesela?Mehmet Açar: Aslında yazar olayım diye o vakitler düşünmesem de ama edebiyat tutkumun ciddi boyutlara ulaşması lise yıllarına dayanır. Bir baktım ki kitaplar benim

için vazgeçilmez bir hâl almışlar. Yazma fikri zamanla geldi. Mesela bir roman yazayım diye ta 20 yaşımdayken düşünüyordum. Ama olmadı, olamazdı da. Bunun için donanımım yoktu. Yazdığım şeyler küçük kaldı falan. İyi bir şeyler çıkarmak için 30’uma gelmem gerekti.

Draje: Hayalet Gemi’yle mi başladı ciddi şeyler?Mehmet Açar: Evet, ben ve birçok kişinin yazarlığında o derginin müthiş payı vardır. Bir kere öykülerimizi ciddi bir ortamda yayımlama şansı bulmuştuk. Dergiler çok önemli. Benim aklımda hep roman vardı ama o işe girişmeden önce böyle bir deneyim yaşamak her şeyden önce okurla bir iletişime soktu beni. Şimdi internet de ciddi anlamda bu işlevi yürütüyor. Bu işlev yazdıklarına dönüş almakla ilgili, bu çok önemli.

Draje: Çok cesurca bulduğum bir özelliğin var. Aslında bu, ‘Çok Uzaklarda Bir Yaz’ın tanıtım metninde de geçiyor ama ben genel olarak tüm işlerinde kullandığını düşünüyorum: Ana karakterlerinin neredeyse hepsi birer anti-kahraman, yerlerinde olmayı

Evet Anarşik Rehavet’in sonundaki “Dalgın Yağmurlar Mevsimi” isimli öykünün geçtiği bir dönem var. Virüsler, salgınlar… Klasik bir distopik ortam sağladım ben orada. Geriye çok az insan kalmış. Şimdi bu insanlar ne yapacaklar, bunun üzerine üç yıl kadar düşündüm ve sonucunda iki ayrı hikâye çıkardım. Hikâye diyorum çünkü Siyah Hatıralar Denizi’nin de romandan çok bir hikâye olduğunu düşünüyorum.

Page 29: Kayıp Draje  || Draje Dergi

29

pek istemeyeceğimiz tipler.Mehmet Açar: Anti-kahraman figürü benim açımdan işin başından beri çok önemli. İngiliz dili ve edebiyatı okudum ve bitirme tezim ‘İrlanda tiyatrosunda anti-kahraman’ üzerineydi. Sinema derslerimde de sıklıkla üzerinde durmuşluğum vardır. Şöyle kısaca anlatmaya çalışayım: Belli bir noktaya kadar hep kahraman algısı üzerinden gelir her şey. Ergenlik çağına da kahramanlarla girersin. Ama büyümek için, olgunlaşmak için anti-kahramanı anlamak lâzım. İlk Taxi Driver’ı seyrettiğimde (Martin Scorsese, 1976), ki 1982 falandı, filmden nefret etmiştim. Ama sonrasında o film benim aklımdan hiç çıkmadı. İlk baştaki nefretimin de, sonradan aklımdan çıkmayışının da sebebi birdi; oradaki anti-kahraman ana karakter. Zamanla şuna inandım ki günümüz insanını ve onun psikolojisini anlatmak için temel bir yol anti-kahraman. Ve bu benim için çok önemli bir keşiftir, faz atlamak gibidir. Bir noktada hep kahramanla gidersen, ergenlik çağını biraz geçer orada kalırsın gibi geliyor bana. Meselâ Süperman’le ergenlik çağına ulaşırsın ama o eşiği atlamak için Örümcek Adam’a ihtiyacın vardır. Çünkü Örümcek Adam gerçek bir bireydir, sorunları vardır, kızlarla sorunları vardır meselâ. Süperman öyle mi ya, herkes onun peşindedir. Superman bir tek, tipik ergenlik çağı, kızı öpsem mi öpmesem mi diye düşünür, utangaç ergen durumları. Örümcek Adam’ınsa çok ciddi sorunları vardır. Kendi kendini yaratmış olmasının getirdiği problemler meselâ…

Draje: Bu tarz bir mukayeseyi ‘Çok Uzaklarda Bir Yaz’da da yapıyorsun, orada da Enver’in ağzından bir Zagor güzellemesi okuyoruz. Benim sözünü ettiğim cesaret şu; evet anti-kahramanın önemini keşfediyorsun, eminim bütün edebiyatçılar bu keşfi yapmıştır. Ama çoğu kendi işlerinde böyle bir ana karakter yaratmaktan kaçınır, okunmama endişesinden diyelim…Mehmet Açar: Evet ama başta da dediğim gibi benim öyle bir endişem yok zaten. Benim edebiyattaki asıl derdim kendi içime sinen şeyler yazmak. Şimdiye dek anti-kahramanlar sindi içime. Bu zamanla değişebilir. Önümdeki başka romanlarda başka şeyler yapabilirim. Ama şimdiye kadarkilerde başka türlüsünü yapamazdım. Onlar öyle kurulmuşlardı. Şimdi önümde ana karakteri ‘katil’ olan bir roman fikri var, polisiye kurgulamayı düşündüğüm…

Draje: Tam da sana polisiye yazmayı düşünüyor musun diye soracaktım. Anarşik Rehavet’teki ‘Gaip’i çok beğenmiştim.Mehmet Açar: Bir katilin dilinden yazmayı planladığım, hatta bir ara başlayıp yarım bıraktığım bir iş var. Polisiye çok zor geliyor bana. Bir taraftan da en sevdiğim türlerden. Bambaşka bir yeri var bende. Şehir hayatını çok iyi anlatır meselâ. ‘Suç’u analiz ettiğinde şehir hayatını da çok iyi analiz etmiş olursun diye düşünüyorum. Ama ben içime sinen bir kurgu yapamadım henüz. Diğer yandan şunu kesin olarak söyleyebilirim ki anti-kahramanlarla olan maceram da devam edecek.

Draje: Ben ‘katil’de de bir anti-kahraman gördüm sanki.Mehmet Açar:(Gülüyor) Evet belki de. Şu cesaret mevzusuyla ilgili; ‘Çok Uzaklarda Bir Yaz’ı yayımlarken üzerine hayli düşündüğümü hatırlıyorum, yahu şimdi en yakın çevrem dışında herkes “adam kendini yazmış” diye düşünecek… Öyle de olmuştur muhtemelen. Ama sonrasında bu pek de umurumda

Page 30: Kayıp Draje  || Draje Dergi

30olmadı. Yakın arkadaşlarım biliyor ne de olsa. Bu arada onlardan bahsetmişken, biliyorum ki Siyah Hatıralar Denizi’ni hepsi aldı ama sadece bir-ikisi bitirebildi. Oysa ‘Çok Uzaklarda Bir Yaz’ı hepsi okudu. Sonrasında hepsi bir şekilde bana ulaştı, işte ilk defa bir kitabımı okuduklarını söylediler falan. “Ama içinde seni bulamadık, kendini nereye saklamışsın” diye takılmaktan da geri durmadılar (gülüyor).

Draje: Epey bir faaliyet de var geçmişinde. Sinema Dergisi editörlüğü, SİAD başkanlığı vesair…Mehmet Açar: SİAD başkanlığı bir buçuk yıl sürdü. Çok yorucuydu. Sürdüremedim, bıraktım. Sinema Dergisiyse, ekonomik olarak baktığında benim için profesyonel bir işti ve on iki yıl sürdü. Tabii sadece profesyonel bakmadım ona da, bir sinema dergisini ayakta tutmanın çabasını dahi önemsiyorum. Önemli bir dergiydi benim için.Draje: Senin için yazılanlardan anladığım kadarıyla sinema eleştirilerin öykülerinden çok önce başlamış.Mehmet Açar: 89 yılında başladım, 26 yaşımdayken.

Draje: Hayır hayır, profesyonel olanı kastetmedim. Diyorlar ki ta lise zamanlarında yazarmışsın ve bunlar da duvar gazetelerinde yer bulurlarmış kendilerine.Mehmet Açar: Ooo… ona bakacaksan ortaokul yıllarında başladım karalamaya ve hatta onların da bir kısmı yayınlandı. Benim sinemaya olan merakımı ta o zamanlardan herkes bilirdi zaten. Ama işin açıkçası eleştirmen olmak diye bir şey yoktu kafamda, tamamen tesadüfen gelişti.

Draje: Son olarak birkaç klişe sorayım. Sevdiğin Türkiyeli yazarlar?Mehmet Açar: Kendi çağdaşlarımı hakkıyla takip edemiyorum açıkçası. Sadece kendi arkadaşlarımı ki onları da zaten arkadaşlarım oldukları için düzenli takip edebiliyorum. Murat Gülsoy var bunların içinde, Yekta Kopan var, Ayfer Tunç var… onların işlerini severek okuyorum. Ama sorun daha genelse, klasik edebiyatı da kapsıyorsa Oğuz Atay derim temelde. Beni etkileyen önemli kanallardan birisidir.

Draje: Bilim-kurgu dışında tabii…Mehmet Açar: (Gülüyor) Evet evet, aynen… Bir de tabii Orhan Pamuk ve İhsan Oktay

Anar var, söylemeden geçemeyeceğim.Draje: İkisini yan yana söylemişken; Beyaz Kale’yi henüz geçenlerde okuma fırsatı buldum. Ana tema ve atmosfer olarak Kitâb-ül Hiyel ile ne kadar da benzeşiyorlar. Bir şehir efsanesi de olabilir ama Orhan Pamuk’un İhsan Oktay Anar hayranı olduğu kulağıma çalınmıştı.Mehmet Açar: Böyle söylediğini ben hatırlamıyorum ama sevmesi mantıklı bence. Bunların dışında Elif Şafak’ın ilk dönemlerini, ilk iki kitabını çok beğenmiştim mesela; ‘çok iyi bir yazar geliyor’ demiştim. Ama son dönemde onun da yazdıklarını takip edemedim. Dediğim gibi, zamansızlık çok belirleyici. Edebiyatla istediğim kadar haşır neşir olamıyorum. Arkadaşlarım bir şeyler tavsiye ediyor, okumaya çalışıyorum falan… Son dönem Murat Uyurkulak’tan inanılmaz bahsediliyor meselâ ve zaman bulamadığım için deliriyorum tam anlamıyla.

Draje: Müzik peki? Aran çok iyi anlaşılan, kahramanlarına bol bol şarkı dinletip duruyorsun.Mehmet Açar: Modern rock denen hadiseyi çok seviyorum. Ama onun dışında müzikteki ticaretin bir tatsızlığı var ki sinemada da bu böyle. Sinemada ticaretin olmadığı bir filmi gördüğün zaman, oradaki o samimiyeti, yaratıcılığı gördüğün zaman başka bir şey hissediyorsun. Müzikte de bu böyle. Yani mainstream’e girdiği zaman işler benim için tatsızlaşıyor. Bu arada şöyle enteresan şeyler de oluyor tabii; zaman zaman gerçekten yaratıcılar, işin çok iyileri de mainstream’e girebiliyor. Nirvana meselâ.

Draje: Michael Jackson mesela. Her şeyiyle kraldır bana göre kendisi.Mehmet Açar: Aynen öyle. Ama işte yeni bir şey yaptı o. Yeni ve gerçekten iyi bir şey. Ondan sonra onun kanalından gitmeye çalışanlar en fazla bir dönem mainstream olabildiler. Yani sonuçta bir müzik dinlediğimde oradan bana bir şeyler geçiyor olması lâzım, şartım bu. Yenilikçi olması, yeni şeyler söylemesi lâzım. Sizi ilk kez Artvin’de dinlediğimde bana çok güzel şeyler geçmişti. Hem soundunuzla, hem şarkılarınızla yeni bir şey söylediniz bana. Müzikteki derdim de budur benim.

Draje: Çok teşekkür ederim. Hem iltifatların hem de bu güzel sohbet için.Mehmet Açar: Ben de çok teşekkür ederim.

Page 31: Kayıp Draje  || Draje Dergi

31

Page 32: Kayıp Draje  || Draje Dergi

32

ANNEÇANTASIYazı: Serra Kaya - [email protected]

• İllüstrasyon: Cem Güventürk

BiRiNSANLIKDRAMI:

Page 33: Kayıp Draje  || Draje Dergi

33

Kayıp… Şey, KAYIP DÜŞMEK! Yok lan kelime esprisi yapıp insanları kendimden soğutmayayım. Kayıp

Balık Nemo hakkında komikli şakalı yazılar? Kayıpçının küreği. Oha kayık lan o. Şey olabilir, “Senin yokluğunda her gün kan kaybediyor damarlarım, şimdi bir buz sarkacı kadar katı ve anti-sıvık bedenim…”

TANRI AŞKINA DOSTUM KONSEPTLİ YAZI YAZMAK NE KADAR ZOR OLABİLİR Kİ?

Bir yazarın konu arayışındaki ruh devinimlerini, efendime söyleyeyim kendiyle savaşımlarını okudunuz.(-ım eki almış kelimeleri kullanınca bir “ouvbeybi” durumu yaşamıyor değilim.) İşte sevgili okurlar, yazı yazmaya çalışırken “Kayıp Konsepti”nin vücut bulmuş hâli oldum. Beynimin bir kısmı kayboldu sevgili okur. İlkokul kompozisyonları yazdığım kültürel birikime geri döndüm. Birden 23 Nisan’la ilgili duygulu, coşkulu yazılar yazma isteğiyle yanıp tutuştum. Ben dursam kalemim durmuyordu. Geceleri sabahlara bağlarken içinde bol bol “ulusal, bayram, çocuk kahkahaları, egemenlik, milletimiz, bahçesi var bağı var ayvası var narı var” içeren bir yazı yazıyordum. TA Kİ…

TA Kİ ANNEMİN ÇANTASINDA MAVİ KOLYEMİ ARAMAYA BAŞLAYANA KADAR…

Aradığınız şeyi bulmanın neredeyse imkânsız olduğu kurum: Anne çantası.Adeta bir devlet dairesi… Küçük bir mutfak, minik bir oturma odası, orta halli bir banyodan oluşan ev... Ya da mahalle bakkalı... Birçok yönüyle, bir milyoncuya benzetenler de sayıca yadsınamayacak kadar fazla. Orada kayıp bir şeyi bulmak için Müge Anlı bile yetersiz kalacaktır. Bir Bursalı Sinem, Adanalı Kerim bulmak o çantada annenin çalmakta olan telefonunu bulmasından daha kolaydır, daha kısa sürer. Mideniz mi kazınıyor? Hemen ön

cepten aperatif bir şeyler verelim? Yemekler fazla mı geldi? Şimdi bir soda iyi mi giderdi? Ay dur şuraya bir yere koymuştum geçen ay.

Teoride her şeyi içinde bulundurabilir ama iş pratiğe gelince Murphy Kanunları burada çok iyi işler. Aradığınız şeyi bulmak için elinizi çantaya daldırdığınızda o an ihtiyacınız olmayan her şey elinize gelir, geçen ay kaybettiğiniz şarj aletiniz mesela. Bir tek aradığınız şeyi bulamayacaksınız. Bir an önce elinizi o korkunç karadelikten çıkarın ve kayıplarla yaşamayı öğrenin.

Konuyla ilgili derlenmiş haberler:“Paralel evrende yolculuk yapan bir rulo tuvalet kağıdının anne çantası dibinde sık rastladığımız karadeliklerden birine kendini kaptırarak böyle yardırıp boyut atladığı söyleniyor.” (Kaynak: NASA)

“Soyu tükenmiş primatlardan Paranthropus’un da aslında soyunun tükenmediği, bir anne çantasının derinliklerinde türünü devam ettirmeye çalıştığı öğrenildi.” (Kaynak: Dayım)Son sözün annesi Meltem Taşkıran… Sihirli

Serra, biz Kayıp Draje için ay sayarken aramıza katılan taze drajelerden oldu. Normal şartlarda yazarlarımızın masaya otururken ne yiyip ne içtiğini, ne dinleyip kafalarından neler geçirdiklerini

kendimize dert etmeden duramayız. Çünkü atmosfer önemlidir bizim için… Ve serde biraz da röntgencilik olsa gerek ama yazısını okuduğumuzda aklımızda kalan tek soru şu oldu: Mavi

kolyenin akıbeti nedir? Karıştırmacı dergiciliğin kalesi olarak mavi kolyenin izini sürmeye devam edeceğiz. Bizi izlemeye devam edin.

Page 34: Kayıp Draje  || Draje Dergi

34 Roberto Diso’nun yarattığı ‘gelecek zaman asilzâdesi’ Şövalye Rodo, ilk macerasıyla kitapçılarda ve Kertenpelex.com’da! Hem de iki kapak alternatifiyle!

Ayrıntılı bilgi için: Rodeostrip.com

Page 35: Kayıp Draje  || Draje Dergi

37513715http

://ww

w.d

rajedergi.co

m

http

://ww

w.d

rajedergi.co

m

http

://ww

w.d

rajedergi.co

m

http

://ww

w.d

rajedergi.co

m

http

://ww

w.d

rajedergi.co

m

27

http://www.drajedergi.com

BU ALANDA SİZİN DE REKLAMLARINIZ YAYINLANABİLİR! İRTİBAT

[email protected]

Pencüse...Severler dergiyi gencüse!

Kendisi genç Ruhu olgun Hacmi dolgun Internet dergisi

drajewww.drajedergi.com

Page 36: Kayıp Draje  || Draje Dergi

36

“ikea”Gizem Güvendağ - http://gizemm.deviantart.com

Page 37: Kayıp Draje  || Draje Dergi

ŞERiFE ITIR’I GÖRENLERiN iNSANiYET NAMINA…

“Sen iyice kendini kaybettin. Hiç mi gururun yok senin? Bu adam perişan etti seni. Dövdü, sövdü, hırpaladı. Hastanelere düştün. Şimdi yine tutturuyorsun gideceğim ona diye. Deli misin sen?”

“Belki de deliyim… Aşk bir delilikse ben zırdeliyim.”

“Başlatma aşkına şimdi. S…yım aşkına! Yok sana koca moca. Otur kır kıçını ananın evinde. Kapına gelirse de söv say yolla gitsin. Akıllı ol kızım. Sana layık değil o hergele. Kötü kötü söyletme beni mübarek günde.”

“Söylemesi kolay. Bu rüzgârın önünde durulmaz. Kendini koyuverirsen seni de taşır, evini de, geçinir gidersin. Yok önüne çıkarsan yıkar geçer alimallah. Sağ bırakmaz.”

“Ne diyorsun sen ayol. Ne rüzgârı ne fırtınası… Cümle âlem dedi, sen kim o kim. Dinledin mi yok! İşte yedin dayağını, çektin cezanı. Artık akıllanırsın sandık biz. Yanılmışız anlaşılan... Ya kardeşini beni dinle bir defa da. Haklı olduğumu biliyorsun.”

“Olmaz Şehnaz. Gitmeliyim.”

“İyi. Git. Ne halin varsa gör”… …

“İşte böyle Komiser Bey... Son konuşmamız bu şekilde oldu. Sonra kendisinden bir haber alamadık.

Gidebileceği yer… Tabii ki kocası olacak o hergelenin evi.

Başka… Yok. Yani bilmiyorum. Gidebileceği tüm arkadaşlarını aradık. Hiçbiri nerede olabileceğini bilmiyor.

Kayıp… Yer yarıldı, içine girdi sanki.

En iyisi bir ilan verelim.”

Şerife evine döndü. Kapının önünde durdu. Derin bir nefes aldı. Kocası evde olmalıydı ki televizyonun sesini duydu. Neşeyle kapıyı açtı. Ben geldim diye seslendi içeriye. Hiç ses yok. Adam sessiz ve kıpırtısız kanepede oturmaktaydı. Sanki hiç görmemiş gibiydi Şerife’yi. Şerife odasına gitti. Valizini yere bıraktı. Terliklerini giydi. Tekrar içeriye gitti. Kocasına yemek yapmak istiyordu. Bir şey yer misin, ne pişireyim diye sordu. Cevabı duyamadı. Yere yuvarlandı. Sonrası çok karanlık. Hatırlamıyor… …

Yolda kırlara yayılmış papatyalar gördü. Papatyalar… Dünyanın en güzel çiçekleri… Bahar gelmiş olmalıydı…

Cevap verdi: “Cam kenarı olsun lütfen.”

Otobüs hareket etti. Mor ve şiş suratını diğer yolculardan saklayabilmek için camdan dışarıyı seyretmeye çalıştı. Aşağıda diğer yolculara el sallayan küçük insan öbekleri vardı. Bu öbeğin içinde küçücük bir kız çocuğu dikkatini çekti. Annesinden ayrılmak zorunda kaldığında o da bu yaşlarda olmalıydı. Ağrıyan başını usulca cama yasladı. Sonra hemen uyuyup kaldı. …

Mor salkımlı evin önünde durdu.

Zili çaldı.

Çocukluk arkadaşıydı kapıyı açan.

Dünyanın en tanıdık, en sevimli yüzü…

Açar açmaz haykırdı: “İnanamıyorum canım benim hoş geldin… Söyle, hangi rüzgar getirdi seni buralara?” Karanlıkta yüzündeki yaralar görülmüyor olmalıydı.

“Kayboldum Ayla” dedi. “Kayboldum. Sen beni bulabilir misin?”

Yazı: Aslı Parlak - E Mail: [email protected]

37

Page 38: Kayıp Draje  || Draje Dergi

38

Page 39: Kayıp Draje  || Draje Dergi

39

“Ses eğer artık onu duymuyorsan kayıptır. Şarkıysa artık şarkılanmadığında… Müzikse yasaklanırsa artık kaybolmuş,

kaybetmiş ve kaybettirmiş demektir!”

Fotoğraf: Özge Ç. Denizci - http://ozgecdenizci.blogspot.com

Page 40: Kayıp Draje  || Draje Dergi

20

Yazı: Tolga Öztorun E-Mail: [email protected]• Fotoğraflar: Cem Adrian arşivi

CEM ADRİAN DİNLEMELİUSUL USUL… YADA BANGIR BANGIR…

Ben bu sayıda ruhuma en iyi gelen albümü yazmak istedim. Cem Adrian’ın “Kayıp Çocuk Masalları” Yazı bitince

hemen gidip birer albüm alıyorsunuz. Hem de Kayıp Draje’nin bu ayki konseptine uygun…

Eveeet şimdi sizlere iyi bir gün geçirmenin reçetesini veriyorum. Hemen not edin.

Önce sabah uyanmadan telefonun çalar saatini defalarca erteliyorsunuz. 5 dakika, 5 dakika derken en az yarım saat

geciktiriyorsunuz sıcak yataktan çıkma durumunuzu.

Hemen kalkıp bir bardak su içiyorsunuz. Üzerine aç karına en az üç Cem Adian şarkısı dinliyorsunuz. Cesur ve özgün olmalı insan hayatta. Bazen umut veriyor şarkılar bazen de depresyona sürüklüyor.

1-Yağmur2-Aşktan Korkma3-Bir Melek Ölürken

Page 41: Kayıp Draje  || Draje Dergi

41

CEM ADRİAN DİNLEMELİUSUL USUL… YADA BANGIR BANGIR…

Sonra yola çıkıp kediydi, köpekti yolunuzu gözleyen ne bulursanız lokmanızı paylaşıyorsunuz. İyi bir güne başlamak için bu çok önemli.

Yürüyorsunuz metrobüse, kalabalık mı? Kim takar? Takıyoruz kulağımıza en az 5 şarkı oh…

1-Ben Geldim2-Yarım

Cem Adrian’a bir röportajda sormuştum en çok “Bir Melek Ölürken” şarkısını seviyormuş. Gözleri kapalı bir adam sahnede sadece bir piyano ile şarkı söylüyor. Beş albüm yapmış ama bence bu son albüm kariyerinin doruk noktası.

Bilmem çektiği, çekeceği acılar, yaşayacağı aşklar, terk edilişler ona ne yaşatacak ama uzunca bir süre albüm çıkarmaz umarım. Bizde dinleriz daha uzun süre…

Usul usul yada bangır bangır.

http://www.cemadrian.net

Kayıp Draje, terk-i diyar eyleyerek uzaklara yerleşen bir drajenin kıskanç çığlıkları eşliğinde

karşınızda. Kendisi, Draje için Cem Adrian’la söyleşmeyi çok istiyordu ancak bunun yerine Tolga’nın radyo için yaptığı söyleşinin haberini aldı. Elbette Tolga’nın yazısı aracılığıyla da olsa Cem Adrian’a Draje’de yer verebilmek bizim

için bu kavurucu sıcaklarda tatlı bir esinti etkisi anlamına geliyor. Çünkü Cem Adrian’ı severiz. Onu sevenleri de severiz… Cem Adrian’ın yine en sevdiklerimizden olan Aylin Aslım’la yaptığı bu düet de bütün gidenler için gelsin… Bütün

kayıplarımız için…

http://www.youtube.com/user/cemadriannet#p/u/9/CBxOAFrsyxA

Page 42: Kayıp Draje  || Draje Dergi

42

“Fugitives and Refugees: A Walk in İstanbul”Fotoğraf: Erdinç Yücel - http://fotokritik.com/kullanici/hiperdinc

Model: Enzo Ikah

Page 43: Kayıp Draje  || Draje Dergi

43

“Fugitives and Refugees: A Walk in İstanbul”Fotoğraf: Erdinç Yücel - http://fotokritik.com/kullanici/hiperdinc

Model: Enzo Ikah

Page 44: Kayıp Draje  || Draje Dergi

sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem

EDEBİYAT DüNYASINDA BüYüK KAYIP

SİNAN YALÇIN UNUTULDU

Her Şey Bir Anda Oldu As Parajans Barcelona muhabiri Dolores Alegre, 19 Mayıs

2011 akşamı Sinan Yalçın’ın son romanı “Kürk Mantolu Ucube”nin Katalanca çevirisini okurken, muhabirimizin elindeki kitap bir anda yok oldu. Bu gelişme üzerine şüphelenen Dolores Alegre kütüphanesindeki yedi ayrı romanın da aynı şekilde kayıp olduğunu görünce bir şeylerin ters gitmekte olduğunu anlayarak ajansımıza acil koduyla duyuruda bulundu.

Kitaplar Yok OlduDolores Alegre’nin duyurusundan sonra geniş çaplı bir

araştırmaya girişen haberciliğin dev ismi Hayriye Gülle, eserleri yirmi iki dile çevrilen büyük yazarımızın tüm kitaplarının bir anda yok olduğunu şaşkınlık içinde müşahede ederken, internet üzerinden yaptığı taramada da Sinan Yalçın’ın hiçbir kitabının izine rastlayamadı. Olayın asıl dehşet verici yanı ise 21 Mayıs 2011 günü, Yalçın’ın herkes tarafından unutulduğunun anlaşılmasıyla ortaya çıktı.

Sağır Edici SessizlikBu dehşet verici haberin takibini yaparken görüştüğümüz yayınevi

sahipleri, eleştirmenler ve gazetecilerin Sinan Yalçın diye bir yazarı daha önce hiç duymadıklarını belirtmekle kalmayıp, ortada haber değeri taşıyan bir olay bulunmadığını söylemeleri ise konunun

Maya takvimine göre kıyamet yılı olduğu söylenen 2012 yaklaşırken, ardı ardına yüz yüze geldiğimiz dehşet verici olağanüstü olaylara bir yenisi daha eklendi. Türk romanının dev ismi Sinan Yalçın bir anda unutuldu. Henüz yirmi dört yaşındayken kaleme aldığı ilk romanı “Eşref’in Düşü” ile edebiyat dünyasına bomba gibi düşen Yalçın’ın eserleri bir anda ortadan kaybolurken, sıranın diğer

büyük yazarlarımıza gelmesinden endişe ediliyor.

Bütün eserleri bir anda ortadan kaybolan ve unutulan büyük yazarın yaşadığı kozmik şokun da etkisiyle içine kapandığı ve kimseyle görüşmek istemediği öğrenildi.

Haber: Hayriye Gülle • Fotoğraf: As Parajans

44

Page 45: Kayıp Draje  || Draje Dergi

sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem

59

EDEBİYAT DüNYASINDA BüYüK KAYIP

SİNAN YALÇIN UNUTULDU

Her Şey Bir Anda Oldu As Parajans Barcelona muhabiri Dolores Alegre, 19 Mayıs

2011 akşamı Sinan Yalçın’ın son romanı “Kürk Mantolu Ucube”nin Katalanca çevirisini okurken, muhabirimizin elindeki kitap bir anda yok oldu. Bu gelişme üzerine şüphelenen Dolores Alegre kütüphanesindeki yedi ayrı romanın da aynı şekilde kayıp olduğunu görünce bir şeylerin ters gitmekte olduğunu anlayarak ajansımıza acil koduyla duyuruda bulundu.

Kitaplar Yok OlduDolores Alegre’nin duyurusundan sonra geniş çaplı bir

araştırmaya girişen haberciliğin dev ismi Hayriye Gülle, eserleri yirmi iki dile çevrilen büyük yazarımızın tüm kitaplarının bir anda yok olduğunu şaşkınlık içinde müşahede ederken, internet üzerinden yaptığı taramada da Sinan Yalçın’ın hiçbir kitabının izine rastlayamadı. Olayın asıl dehşet verici yanı ise 21 Mayıs 2011 günü, Yalçın’ın herkes tarafından unutulduğunun anlaşılmasıyla ortaya çıktı.

Sağır Edici SessizlikBu dehşet verici haberin takibini yaparken görüştüğümüz yayınevi

sahipleri, eleştirmenler ve gazetecilerin Sinan Yalçın diye bir yazarı daha önce hiç duymadıklarını belirtmekle kalmayıp, ortada haber değeri taşıyan bir olay bulunmadığını söylemeleri ise konunun

uzmanlarınca büyük bir talihsizlik olarak değerlendirildi. Gizemli olaylarla ilgili yaptığı çalışmalarla gündeme gelen “Yüz Yetmiş Dokuz Derece Derneği” Basın Sözcüsü Fikrihür Duloğlu ajansımız için yaptığı çok özel açıklamada şunları söyledi: “Sinan Yalçın’ın unutulması hadisesi gezegenimiz için büyük bir felaketin eşiğinde olduğumuzu bir kez daha göstermiştir. Bermuda Şeytan Üçgeni’nin iç açılarını toplarken bir türlü 180 dereceyi bulamadığımızı söyleyerek bizi hafife alan gazetecilerin bu tavırları büyük bir talihsizliktir. Paranormal aktivitelerdeki bu ciddi artış endişemizi büyütüyor. Gizemli enerji hepimizin yardımcısı olsun.”

Yanlış Numara Kardeşim“Düşese Bir Tekme” isimli romanıyla geçtiğimiz yıl İngiltere’de

en çok okunan yazarlar listesinin başına geçen Sinan Yalçın’la görüşmek için kendisini aradığımızdaysa “Sinan mı? Yalçın mı? O da kim kardeşim; yanlış numara…” diyerek telefonu yüzümüze kapatan yazarın kozmik şokta olduğu için hafızasını kaybettiği de alınan bilgiler arasında. Konuyla ilgili olarak görüşlerine başvurduğumuz Draje Dergi yazarlarından Tolga Öztorun ise “Sinan’ı yıllardır tanırım ama kitap yazdığından haberim yoktu fakat sanki öyle bir ışığı da var gibiydi. Bilemiyorum aklım karıştı” diye konuştu. Evli ve havuzlu bir villa sahibi olan Sinan Yalçın’ın hafızalardan kazınan eserleri arasında “Aydan Geldim Yaya Giderim”, “Kars’ta Hayat Var mı?”, “Ikınma” ve “Bir Ruh Hastasına Mektuplar” isimli kitapları da vardı.

Maya takvimine göre kıyamet yılı olduğu söylenen 2012 yaklaşırken, ardı ardına yüz yüze geldiğimiz dehşet verici olağanüstü olaylara bir yenisi daha eklendi. Türk romanının dev ismi Sinan Yalçın bir anda unutuldu. Henüz yirmi dört yaşındayken kaleme aldığı ilk romanı “Eşref’in Düşü” ile edebiyat dünyasına bomba gibi düşen Yalçın’ın eserleri bir anda ortadan kaybolurken, sıranın diğer

büyük yazarlarımıza gelmesinden endişe ediliyor.

Bütün eserleri bir anda ortadan kaybolan ve unutulan büyük yazarın yaşadığı kozmik şokun da etkisiyle içine kapandığı ve kimseyle görüşmek istemediği öğrenildi.

Haber: Hayriye Gülle • Fotoğraf: As Parajans

45

Page 46: Kayıp Draje  || Draje Dergi

46

Sefere çıktığımıza göre e-maillere başlayalım ki gelenek bozulmasın. Yine her zaman olduğu gibi benim mailler size

biraz gecikmeli ulaşacaktır. İnternet bağlantısı bulunca gönderebiliyoruz, haliyle yazıldığı günden 2 gün sonra mı ulaşır 20 gün sonra mı ulaşır orası muamma. Şu anda, 25 Ocakta geldiğimiz Alger (Cezayir) limanı açıklarında demirdeyiz. Yani 10 gündür limana yanaşmak için demirli bekliyoruz. Geldiğimizde 9 tane gemi falan vardı, gitgide azaldılar. Hatta bizden sonra gelenler önce bile yanaştı. Neden? Çünkü bizim draft kısıtlamamız (geminin en alt kısmından su yüzeyine kadar ölçülen mesafeye denir, yani geminin batan kısmı. Şu anda bizim draftımız 8,80 metre. Haliyle geminin karaya oturmaması için yanaşacağımız yer bundan derin olması gerekiyor.) olduğu için limanda tek bir yere yanaşabiliyoruz, onun da sırası biraz fazla imiş. Ben artık yazdığım maillerde ufak ufak yaptığım işten, ne nasıl oluyor bahsetmeye karar verdim. Mesleğim hakkındaki yanlış düşünceleri kamuoyunun aklından silmek adına :p “Ölümde buluşucaz Ali kaptan” reyting uğruna mesleğimi karalıyor :) Şaka bi yana hem ilgi çekici olur, hem genel kültür olur. Ben sizin işleri hep soruyorum ya sayın diş hekimi olan arkadaşlarım.. Kalsiyum hidroksit koyup

az mı kapattık sorarım size. Taper açısı küçük olursa tutuculuk artar diye diye dilimizde tüy bitti… Efendim mesleğime resmi olarak başladığım bu ilk heyecanlı günleri atlamamak lazım. Her şeyin bir ilki vardır. Ben şahsen ilklerden pek hoşlanmam. O tedirginlik beni huzursuz eder, rahat olamam. Ki yine yolunda gitmedi hasta olduk, ilerde anlatacağım. Bildiğiniz üzere 20 ocakta gemiye İstanbul’un Ambarlı limanında katıldım. Bu arada ne şanstır ki benimle beraber okulumdan benim üç dönem üst olan bir abimizle aynı gemiye katılıyormuşuz. Şans bu kadarla kalmıyor, gemide değiştirmeye gittiğim 4. kaptan da sınıf arkadaşım çıkıyor. Bize üst sınıflarımız denizcilik küçük camiadır, elbet bi gün denk geliriz derlerdi de inanmazdık. Herkes tanıdık, oh ne güzel :) Limana heyecanlı bir yolculuktan sonra geminin borda merdiveninin önünde durduk. Bavulları sırtlanıp gemiye biniş… Bu kısım herkes için farklı anlamlar taşır. Geminin ilk gecesi de öyledir.. Kimi yine geldik hapishaneye diyip içinden küfrü basar. Sesli söyleyeni de vardır, olmaz mı.. Sevdiklerini, sevgilisi vs. geride bırakanlar için yine ayrıdır o merdiveni çıkış anı. Biraz dramatiktir. 4 aylık eşyanızla, geminin sefer bölgesine ve mevsime göre çoğu zaman 4 mevsimlik bavul hazırlamak gerekir. Ben mümkün olan

Yazı: Mustafa Akman - E Mail: [email protected]İllüstrasyon: Eren Akıncı

Bir deniz adamının maceraları 1

BEN

Page 47: Kayıp Draje  || Draje Dergi

47

en azı almaya bakıyorum artık, hatta şu ana kadarki bavullarımın en hafifini hazırlamışım. Bi kaç eksiğim olduğunu gemiye gelince fark ettim ama tamamlanabilecek eşyalar. Neyse yüklenip çıktık borda merdiveninden, 2. kaptan vardı hemen lumbar ağzında (gemide iskele ve sancak borda merdiveninin gemiye bağlandığı yere denir. Geminin giriş kapısı gibi düşünülebilir.) Ben hemen arkadaşımı buldum sarılıp hasret giderdik. Liman operasyonu devam ettiğinden bizimle ilgilenmeye zamanı pek yok kimsenin, neyse sonra sonra tanışacağız nasılsa. Bavulumu kamaraya (bunu açıklamaya gerek var mı bilmiyorum: bildiğimiz evimizdeki oda) çıkardık. Daha sonra öğle yemeği (gemide saat 12’de yenir) için salona çıktık. Gemide, denizcilik örf ve adetleri -derler ya hani duymuşsunuzdur- hüküm sürer. Aslında bildiğimiz ahlak, edep terbiye kurallarının benzeridir denebilir, hiyerarşiyle birlikte biraz daha belirgindir. Yemek salonuna girerken ve çıkarken “afiyet olsun” mutlaka söylenir. Karşılık olarak yine “afiyet olsun, buyrun” gibi cevapları da alırsınız zaten. Onun dışında köprüüstü’ne (geminin en üst katı, dümenin, makine kontrol telgrafının, seyir cihazlarının olduğu bölüm. Halk arasında kaptan köşkü olarak da bilinir.) girerken “Allah selamet versin” denir. Bu türk gemilerinde böyledir,

yabancı gemilerde “good watch” iyi seyirler, iyi vardiyalar anlamında söylenir. Yazdıkça bir sürü şey çıktı, artık rutine bağladığımız için bizim farkında olmadan yaptığımız şeyler size farklı geliyordur eminim. Bu mesleği size öğreticem efenim ahaha…Yemeği yedik aşçıbaşı (gemide aşçı var tabii) eline sağlık dedik kirli tabaklarımızı kaldırırken. Devir teslim denen olaya başladık. Nedir devir teslim? Değiştirmeye geldiğim 4. kaptan şimdi bana gemiyi tanıtacak. Benim işimle alakalı olan bölümlerini birlikte gezeceğiz. Köprüüstündeki seyir cihazlarını tanıtacak, nasıl kullanıldığını anlatacak, bir şey alarm verdiğinde ne yapmam gerektiğini söyleyecek. Bu işin yapılma sebebi şudur. Her gemiye gittiğinizde, nasıl ki farklı bir arabayı kullanmaya çalıştığınızda bir alışma devresi vardır;atıyorum ki bunun farları nerden açılıyor, vites biraz farklıymış, debriyajı sertmiş vs durumları varsa gemide de durum aynıdır. Cihazlar farklı marka olduğundan radarların (radarı biliyorsunuz, etraftaki gemileri gösteren en önemli seyir yardımcısıdır.) menüleri değişik olabilir. Aydınlatmalar, yangın pompası, ambar havalandırmaları ve daha pek çok şey için birer düğme mevcuttur. Bunların yerleri gösterilir ki gemi seyre başladığında bir şeye ihtiyacımız olduğunda, mesela seyir fenerleri

Page 48: Kayıp Draje  || Draje Dergi

(gemi seyirdeyken gemi tipi ve durumuna göre gece yakılması gereken fenerleri vardır. Fener dediğimiz de ışık işte. Mesela bunlardan bir tanesi borda fenerleridir. Geminin sancağında yeşil, iskele tarafında kırmızıdır. Gece gemilerde görmüşsünüzdür. Böylece en basitinden geminin ne tarafını gördüğümüzü anlarız.) nerden yanıyor diye kaptanı arayıp sormayalım. Hastalandığımı söylemiştim. Gemiye katıldığım gün hafiften boğazım ağrıyordu, başıma iş açacağı sinyalini bana vermişti yani. Ben de gemiye gelmeden bir eczaneye girip gerekli ilaçları yanımda getirmiştim. Kullanmaya da başladım, ama nafile. O yoğun devir-teslim işleri beni yorgun düşürdü ve beklenen son geldi, ateşim çıktı. Bir yandan devir teslimden eksik bir şey kalmasın diye dayanmaya çalışıyorum, ama bir yere kadar... En son arkadaşıma “eksik bir şey kaldıysa bir kâğıda yaz ver” dedim. Kamaraya çıkıp direk uyudum. Bu ateş olayı iyice canımı sıkmıştı, uyandığımda 2. kaptan gemiden inmek isteyip istemediğimi sordu. Baskın bir tonla “hayır” dedim :) O sırada kafamda da türlü düşünceler dolaşıyor. Ya limandan kalktıktan

sonra bu ateş iyice yükselirse diye ihtimalleri sayıyorum... Bilenler vardır ama çoğu kişinin “ama gemide doktor vardır canım, yok mu?!” tepkisiyle karşılaştığımdan burda bir parantez açalım. Gemide doktor yok arkadaşlar. Ee biri hastalanınca noluyor diyeceksiniz. Revir var elbet, içinde her gemide bulunması gereken bir standart ilaç listesine göre sakladığı ilaçları var. Ufak bir eczane kadar denilebilir. Morfin bile var (en çok bununla hava atılır ehaha) ama bu gibi bazı uyuşturucu ilaçlar kaptan kamarasında kilitli kutuda tutulur. Onun dışında ilk yardımla ilişkili aklınıza gelebilecek tüm ekipman bulunur, bulunmalıdır. Gemide yaraya dikiş atmak gerekebilir, iğne vurulması, serum takılması gerekebilir. Oksijen tüpümüz de vardır. Bunları kim kullanıyor diyeceksiniz, doktor yok! Cevap biz. Karşılaşabileceğimiz pek çok durum için Medical Guide for Mariners kitabı vardır, zorlanırsanız açar bakarsınız. Olmadı kıyı istasyonlarını arar, “medical advice” servislerinden yararlanırsınız. Belirtileri söylersiniz, onlarda şunu şunu yapın derler. Çok ciddi bir durum değilse ilk limana kadar dayanacak. Durum ciddiyse sahil güvenlik aranıp helikopter, bot istenebilir; ki başımıza

48

Page 49: Kayıp Draje  || Draje Dergi

geldi, stajımda 4. kaptan yüksekten düşmüş ve bayılmıştı. Çinde yellow sea’deydik. (Çinin denizi, ismi gibi de sarıydı efenim) Hücümbot geldi ve sedyeyle hastayı alıp gittiler. Aman gemide hasta olmayın :) Benim durumuma gelince, tamamen iyileşmem bir haftayı buldu, hatta geçti. Ne ilaçlar içtim, ne ıhlamurlar kaynattım. Meyveye –portakala, elmaya- sarıldım uyudum. Bi şekilde atlattık…İstanbul ambarlı limanından ertesi gün akşama doğru kalktık. Tunus’a doğru yola koyulduk efendim. Liman kalkışlarının, manevraların (limana yanaşma ve limandan kalkışlara manevra denir) nasıl olduğunu sonraki maillerimde anlatıcam. Çanakkale boğazına gidiyoruz, gece 1 buçuk gibi boğaz girişine varıyoruz. Kalkıştan sonra benim vardiyam başlıyordu. Burda da bir parantez: Seyir vardiyası, gemi seyir halindeyken geminin kumandasından sorumlu kişinin(kaptanlar oluyor) köprüüstünde 4 saat boyunca tuttuğu vardiyadır. 3 vardiya halindedir, 4. kaptan(08:00-12:00, 20:00-24:00 saatleri arasında vardiya tutar. Günde toplam 8 saat.) 3.kaptan (00:00-04:00, 12:00-16:00), 2. kaptan (04:00-08:00, 16:00-20:00) sırayla birbirlerini değiştirirler. Gemi kaptanı vardiya tutmaz. Herşeyden sorumlu kişidir, ihtiyaç olursa çağırılır. Boğaz geçişlerinde, kendince önemli bulduğu yerlerde, tüm manevralarda kaptan köprüüstünde bulunur. Manevralarda 4. kaptan da ona eşlik ederek yardımcı olur. Çanakkale boğazına yaklaşırken VTS (Vessel Traffic Service, boğazlarda ve gemi trafiğinin yoğun olduğu yerlerde kıyı istasyonları gemileri takip ederek yönlendirir. Harita üzerinde rapor noktaları vardır oraya gelindiğinde VTS telsizle aranıp bilgi verilir.) bizi aradı, cevapladım. Gemi ile ilgili bi kaç sorudan sonra çanakkale boğazına olan ETA’mızı (ETA: estimated time of arrival, yaklaşık varış zamanımız) sordu. Orda nasıl oldu bilmiyorum ben ETA’yı 1 saat kadar yanlış hesaplayıp söylemişim. İlk vardiya heyecanı diyelim :) Kaptan köprüüstüne geldiğinde (bu arada kaptanımız bayan, ondan da bahsedeceğim efenim ilerleyen zamanlarda) VTS’in bizi aradığını ve istediği bilgileri verdiğini söyledim. ETA’yı kaç verdin diye sordu onu da söyledim, tamam dedi.

15 dakika sonra falan yanlışlığın farkına vardık. Tekrar kaptan VTS’i arayıp düzeltmeyi yaptı. Normalde bu gibi yanlışlıklara pek tolerans göstermezler dedi, ama bize hiç bir şey demedi adam. Artık telsizde bayan sesi duydukları için mi bir şey demediler orasını bilmiyorum. Bunu da atlattık ve boğaza varmadan önce saat gece 12 olduğundan boğaz geçişi 3. kaptanın vardiyasına kaldı. Ben kamarama uyumaya gittim. Efendim bir sonraki önemli geçişimiz Maleas geçişidir. Ege denizinden sonra Yunanistan’ın güney ucundan Akdeniz’e geçiş yeridir. O yüzden trafik daha yoğundur. Genelde Maleas, Tainero ve Spathi adındaki deniz fenerleri bordalanarak (bordalamak: herhangi bir feneri ya da benzeri cismi 90 derece sancağında ya da iskelende görmek) rota değişiklikleri (dönüşler) yapılır. Maleas geçişinin tamamı benim vardiyamda olunca süvari hanım (eveet bir parantez daha :) Gemide kaptana “Süvari bey/hanım” diye hitap edilir) da köprüüstüne gelip dönüşleri, trafiği takip etti. Bana arasıra dönüşlerle ilgili tavsiyelerde bulundu.Türk denizciler maleas’dan sonra ki yunanistan italya arasındaki denize mataban derler. Yaklaşık bir günde geçilir. Mataban ismi de yine bir fener isminden gelmekte. Daha sonra bu fenerin ismi değişmiş, şu anda öyle bir fener olmamasına rağmen Türk denizciler aynı ismi kullanmaya devam etmişler. Eğer hava, deniz durumu kötüyse küçük gemiler (küçük tonajlı gemilere koster denir. Halk dili kakalak da denir) Maleas’ın daha az dalgalı olan küçük körfezine demirleyip havanın sakinleşmesini beklerler. Uygun havada demir alıp yollarına devam ederler.İlk seyir vardiyalarımda pek önemli bir şey olmadı. Vardiyalarda daha fazla dikkat isteyen, sizi yoracak durumlar açık denizlerde gitmek değildir haliyle. Kıyıya yakın seyrederken, boğaz geçişlerinde, bunların harici bir de balıkçılarla problemimiz vardır. Bu balıkçı mevzusu istediği kadar büyük gemi olsun hepsi için problemlidir. Akdeniz’de Sicilya’nın güneyi balıkçılarıyla meşhurdur mesela. Efendim nesi var diyeceksiniz, hemen anlatayım. Balıkçılar haliyle küçük tekneler,

49

Page 50: Kayıp Draje  || Draje Dergi

botlardır. Zırt pırt ordan oraya deli gibi dönerler, bir anda hızlarını arttırabilirler. Küçük tekne, 150 metrelik gemiyle bir mi döner. Benim manevram dakikalar sürer, onunki saniyeler. Sizden uzaklaşıyor diye bir oh çekersiniz 2 dakika geçmez bi bakmışsınız sizin önünüze kırmış geliyor. Bazıları korkusuzdur çat diye pruvanızdan (önünüzden) geçiverirler. Bu geçişler çok problem olmaz genelde ama takip etmek zorundasınızdır, motoru bozulur tak diye önünüzde kalır altınıza alırsınız hiç belli olmaz bu işler. Asıl problem olan bu balıkçıların ağlarıdır. Öyle ki benim bir vardiyamda denk geldik. Rotanızda giderken baktınız ki bir balıkçı size doğru son sürat geliyor bu muhtemelen ağlarını sizden korumak içindir. Dürbünü alır bakarsınız ki sahiden de pruvanızda iki tane, ya da daha çok ışıklı şamandıralar çakmakta. Şamandıralar küçük, ışıkları zayıftır genelde. Hele ki tam güneşin batma saatleri, o akşamın kör vaktindeyseniz o şamandırayı ara ki bulasınız. İyice dibine girdiğiniz ağlardan keskin manevralar yaparak sıyırırsınız. Bakarsınız az ilerde bir tane daha. Bu iş böyle uzayıp gider... Ağların üzerinden geçmek pervaneye takılabileceğinden sakıncalı bir durumdur.Seyrimiz Tunus’aydı. Fakat Tunus’a varacağımız son gün şirketten mesaj geldi ve Cezayir’e devam ettik. Mailin başında yazdığım gibi demirledik. Yazmaya başladığımda 10 gündür demirdeydik. 12. günde sonunda yanaştık. Neredeyse tüm zabitler için önemli bir yanaşmaydı denebilir. Süvari hanım kaptanlığına bizim gemide başladı, ve kaptan olarak ilk manevrası. Benim de 4. olarak ilk manevram. 2. kaptan da yeni ikinciliğini aldı. O da artık manevralarda baş tarafta duruyor. (Manevralarda kaptan ve 4. kaptan köprüüstünde bulunur. Ayrıca bir de serdümen -dümen tutan kişi- olur. Halat verilmesi ve römorkörlerin bağlanması için baş tarafta 2. kaptan, reis ve 2-3 gemici; kıç tarafta 3. kaptan ve 2 gemici bulunur.Biraz çalıştığım geminin özelliklerinden

bahsedeyim. Kendisi 2002 almanya yapımı bir konteyner gemisi. 146 metre boyu ve 23 metre genişliği var. 1200 TEU kapasitesi var. TEU: twenty equalivent unit kısaltması. Konteynerler genel olarak 20 feetlik ve 40 feetlik şeklinde 2 tiptir. Limanlarda vs. görmüşsünüzdür, bi kısa bir de uzun konteyner vardır. işte 20lik 40lik dediğimiz o. Yani gemi 1200 tane küçük konteyner taşıyabiliyor. Ağırlık olarak geminin taşıma kapasitesi 18 bin ton. Deplasman ağırlığımız (full yüklenmiş bir geminin toplam ağırlığı, yani gemiyi komple tartıya koyduk gibi düşünün) 22 bin ton. Maksimum hız yaklaşık 17 knot. Knot: deniz mili / saat. ( 1 deniz mili yaklaşık 1852 metreye denk gelir.) Karadaki ulaşıma göre yavaş gidiyor diyebilirsiniz ama denizde diğer gemilerle karşılaştırıldığında gayette hızlıdır.Efenim günler geçti maile başlayalı ama hala bitiremedim. Günler su gibi geçiyor anlamıyoruz. 18 şubat olmuş maşallah. Şu an Tunus’tayız. Bu gece yükleme biterse kalkıcaz. Liman pek aheste çalışıyor. Bu arada burdaki acentemiz telefon işine girdi. Tunus karışık olduğundan fiyatlar hep düşmüş. Samsung galaxy 320 dolara getirdi eleman. Bi dahaki sefere iphone 4 getirmesini söyledik bakalım. Ona da 450 dolar falan dedi yahu. Nasıl oluyor, nerden geliyor bu değirmenin suyu diye soru işaretleri var kafamda. Burdan kalkınca İzmir’e 3 gün seyrimiz var. İzmir limanına da bekleriz efenim. Gemideki 1 ayım da yarın doluyor. Kaldı 3… Efenim uzunca mailimi burada sonlandırıyorum. Okurken sıkılmadığınızı umuyorum. Bir sonraki bu kadar uzun olmaz sanırım… Boş vakit buldukça yazıyorum, şimdiye kadar boş vaktimde 2 kitap bitirdim bi de bu maili yazdım. Filmdi, diziydi yalan oldu. Bilgisayarı, mail yazmak ve telefonu şarj etmek için açıyorum. Bu ara pek boş vakit olmuyor aslında. Gemi kontrole gireceğinden eksikleri tamamlamaya çalışıyoruz. Sizden de mail bekliyoruz efenim, itinayla cevaplanır. Beni de sevindirin insafsız olmayın… Tunus’tan sevgiler…

50

Page 51: Kayıp Draje  || Draje Dergi

51

Okuması artık basit, fekat göze hâlâ faidelidir!

Bu alana reklam vermek için: [email protected]

Page 52: Kayıp Draje  || Draje Dergi

İLK ÖNcELERİilk önceleriYazı ve İllüstrasyon: Onur Ünder - [email protected]

✸ İlk önceleri, içeriden gelen müziklerden etkilenmiş, kapısının önünden geçerken o da mırıldanarak eşlik etmişti çalan şarkıya. Sonraları ise, bar taburesine oturup iki üç bardak viski götürür olmuştu. Sarhoş olmak güzeldi hem, ne korkaklık kalırdı ne de en ufak bir endişe. Umursamamak için içer ve başarılı olurdu. Derken barmenle birkaç muhabbet ve ardından tanıdık simalar... Artık barın tanınan müdavimi haline gelmişti Harun. Sonra onu gördü. Köşedeydi ve mini eteğinin cüretkârlığına bakılacak olursa, yeterince övgü ve ilgi aldığını düşünmüyordu kadın. O ise, ‘’bu afete ilgiyi yakından göstermek isterdi.’’ Barmenin kulağına fısıldayarak ona bir içki ısmarladı. Kadın teşekkür anlamında kadehini ona doğru kaldırdı. Harun mutluydu. İşaretini almıştı. Hatunun yanına yaklaştı. Ne konuşacağını tartmanın ne kadar gereksiz olduğuna inandığı için, bacaklarının tıpkı birer hindistan cevizi gibi olduğunu söyledi. Kadın ‘’Ne hindistancevizi? Ne ilgisi var?’’ diyerek adamdan biraz uzaklaştı. Adamsa, gülümseyerek barmenden iki içki daha istedi ve tekini hatuna uzattı. Hatun içkiyi aldı. Harun, hatun içkisini bitirene kadar onunla bir diyaloğa girmedi ve bir içki daha söyledi barmenden. Hatun, ısmarlanan üçüncü içkisinin yarısındaydı ve kendisi de iki votka limon devirmişti daha önceden. Harun tekrarladı: ‘’Bacakların tıpkı birer hindistan cevizi gibi…’’ Hatun kahkaha atarak Harun’ un omzuna başını yasladı ve ‘’çok ayıp canım’’ dedi. Harun elini hatunun beline koydu ve iki içki daha içip sevişmeye gittiler.

✸ İlk önceleri jazz müzik çalan mekanlara gider ve saatlerce entelektüel arkadaşlarıyla bağımsız filmlerden, deneysel kitaplardan, tanınmamış rock gruplarından bahsederdi Orçun. Eğer masada bir de iki üç tane entelektüel kız varsa, aslında sanatçıların sırf para kazanmak, geçinmek derdiyle yaptığı işleri ‘’sanat eseri’’ olarak adlandırıp, piyasa işlerini birer hazineymiş gibi ballandırarak anlatmanın ve o kızlardan birini elde etmeye çalışmanın tam sırasıydı. ‘’Eğer modayı takip etmeyen bir erkek varsa, o erkek bir öküzdür’’ şeklinde iddialı cümleler kurarak geçirmişti bar akşamlarını. Hatunlardan bir kaçıyla seviyeli bir ilişki tuttururdu ve saatlerce medyanın övdüğü yapı marketlerden alınmış, son derece elit yatağın üzerinde ‘’lümpenlerin’’ yaptığı gibi sevişirlerdi.Yine bir akşamüstü dışarıdan ismi çok güzel gözüken bir bara girdi. İsmi güzeldi, çünkü yabancıydı. İçeri girerek arkadaşlarını beklemeye başladı. Masada otururken bar tezgâhının orada oturan mini etekli bir kadın ve kadına yanaşmaya çalışan bir adam gördü. Sürekli içki ısmarlıyor ve hatunu elde etmesini biliyor gibiydi. Ne kadar basit insanlar olduğunu söylerken, aynı zamanda o hatunla çatır çatır sevişme arzusunun kabardığını fark etti. Arkadaşları bara girerken minili hatun ve sapık adam dışarı çıkıyordu. Orçun, arkadaşlarıyla tokalaşmak için ayağa kalkarken, ereksiyon olmuş şeyini de donunun içinde kimseye fark ettirmeden düzene soktu. Arkadaşları arasından en güzelini seçerek, ona

52

Page 53: Kayıp Draje  || Draje Dergi

53

Page 54: Kayıp Draje  || Draje Dergi

54jazz kültürünü enjekte etmenin yollarını aradı. Bir şekilde barın duvarlarındaki resimlerden, tanınan ressamlara, oradan da galerilere, sinemaya, sinemadan balkan müziğine ve sonunda konuyu jazz’ a çekip şırıngasını gerzek hatunun kıçına batırdı. Saat on ikiyi çeyrek geçe, diğer arkadaşlarından izin isteyip süper kültürlü ikili, düzüşecek bir ‘’pikea’’ yatağı aramaya koyuldular. Sabah kalktıklarında ise, ilk yapacakları iş evlendirme programı izlemek olacaktı.

✸ İlk önceleri çalan parçalar arasında kendi parçalarını duyan Hakan, bu barda onun da parçalarının çalındığını duyarak, içeri büyük bir sevinçle girdi. Bir bira söyledi ve yanından ayırmadığı not defterini çıkardı masaya. Yaklaşık yirmi sekiz senedir bass gitar çalıyor ve jazz müziğe doğduğundan beri ayrı bir sevgi besliyordu. Üç yıldır da sağlam bir grubu vardı. Tanınmaya başlamışlar, bir prodüktör bulmuşlar ve ilk albümlerinin hazırlığı içerisindeydiler. Duvardaki resimlere baktı. Belli ki, piyasa için yapılmış ‘’satılık’’ bir resimdi. Bunu biliyordu, çünkü albüm kapağını bir ressamdan istemişlerdi ve ressamla sıkı birer dost olup, adamın evde ürettiği resimleri hiç bir mekâna vermediğini veya herhangi bir sergi açmadığını, ama para kazanmak için de binlercesini çizip her yere pazarladığını dinlemişti bu dostundan. Sonra gözü on ikiyi on geçerken bir kaç gencin oturduğu masaya ilişti. Oğlanlardan biri kıza yanaşmıştı ve üzerinde Hakan’ ın grubunun tişörtü vardı. Oğlansa, Hakan’ı fark etmemişti bile. Genç kızlar ve masanın diğer öküzleri de... Ama tişörtü gösterip kızı öptüğünü gördü oğlanın. Gülümsedi. Not defterini çıkardı ve ‘’Anlamayan bilenden daha saygıdeğer...’’ yazdı. ✸ İlk önceleri insanların bir kaçından tiksiniyordu Basri. Yeterince modern düşünemediğini söyleyen bir kadın tarafından terk edilmişti. O ise, kadına sürekli en azından bir görüşüm var diyordu ve ikinci bir erkeği hatununun hayatında istemiyordu. Bireysel yaşamayı bilirim, ama bireyselsen, başkalarıyla sevişmen de gerekir, sevişecek misin? diye soruyor ve kadın da her seferinde onun bir özgüvensiz sapık olduğunu vurguluyordu. Bir keresinde

hatunu masturbasyon yaparken yakalamış ve televizyonda da kaslı bir adam görmüştü. Bir sigara yaktı ve insanların hepsinden tiksindiğine karar verdi. Gördüğü ilk bara girip, köpek gibi içmek istemişti. Jazz müzik çalan yabancı isimli bir bara girdi. Barmene yaklaşarak bira istedi. Bu çaldıkları gürültüden başka bir şey değil diyerek elindeki sigara yanıklarını gösterdi yanındaki tanımadığı hatuna. İşte Tanrı bu. Bir, iki ve üç. Üç tane tanrım var. Biri öfkemden, biri korkumdan, biri de bıkkınlıktan. Hatun tabureden kalkarak uzaklaştı. Basri gülmeye başladı. Birayı bir dikişte bitirerek yenisini istedi. Son üç aydır para biriktiriyordu. Biriktirdiği para yeterince biriktiğinde kendine yeni bir televizyon veya güzel bir tabanca alabilecekti. Ruhsatlı istemiyordu ama. Tanıdıkları vardı ve bu tanıdıkları ona ucuza, kurusıkı parasına doğudan sağlam bir ‘’ Smith& Wesson’’ getireceklerdi. Nefretini izlemek mi, yoksa nefretini yok etmek mi daha iyi diye düşündü. Bunca zamandır izlemişti. Televizyondan vazgeçti... Beşinci birasını yudumlarken elinde not defteri alan bir adam arkadan çarptı Basri’ye. Basri sinirle dönerek adamı kalaylayacaktı. Fakat yerinde bir özürle siniri ağzına tıkandı. ‘’Önemli değil’’ diyerek, tabureden kalktı ve bankamatikten birikmiş parasını çekmeye gitti. Parasını çekip evine dönerken, yolda mini etekli bir hatun ve yanında tıknaz ve kıllı bir adam gördü. Yalpalayarak yürüyorlar ve sağa sola nara atıyorlar, şarkı söylüyorlar ve hatun ‘’becer beni Harun’’ diye bağırıyordu. ‘’Televizyonu götüme mi sokacağım, tabii ki tabanca almalıyım’’ diyerek evinin önünde durdu. Telefonunu açarak Osman’ı aradı. Osman, güvenlik şirketi olan sağlam, taşaklı bir adamdı. Tabanca için biriken parayı söyledi ve ertesi gün için hazır olmasını istedi. ✸ İlk önceleri bu barda çalışmaya gönül vermişti Mert. Fakat zamanla, ne çaldıkları müziğin ruhunu kavrayanlara rastladı, ne de verdikleri içkilerin anlayışlı midelere indiğini gördü. Hemen önünde duran üstü başı koku içinde ve yanındaki kıza elindeki yaraları gösterip, sırıtan piçten bu sonucu çıkarmıştı. Her gün binlerce boktan tip gelip, gidiyordu. İflah olmuyorlardı, düzeni bozuyorlardı ve genellikle hesabı öderken sorun çıkarıyorlardı. Önündeki

Page 55: Kayıp Draje  || Draje Dergi

57

bu piçin de onlardan biri olduğuna emindi. Ama bulaşmaya değmezdi. Gecenin bu saati barda sorun çıksa, eve daha da geç gidecekti ve sevgilisi deliye dönecekti. Zaten yeni bir bebek aldırmışlar ve hassas bir çizgide ilerleyen ilişkileri iyice hassaslaşmıştı. Annesi düzgün bir işe gitmesini istiyordu ve babasıyla zaten aylardır konuşmuyorlardı. Bu piçin çıkaracağı bir kavga her şeyi tetiklerdi. Değmez diyerek, piçe yeni bir bira uzattı.Derken arkadan Bir adamın yaklaştığını gördü. Sanki bu adamı tanıyor gibiydi. Evet. Oydu bu. Az önce parçasını çaldıkları jazz grubunun bassçısı... Adı neydi diye geçirdi içinden. İçini bir sevinç kaplamıştı. Adam iyice yaklaştı ve Mert tam merhaba diyecekti ki, Piç bira istemek için öne doğru eğildiği sırada adamla aniden çarpıştılar. Eyvah demişti Mert. Piç başımıza bela açacak. Ancak büyük üstad özür dilemiş ve piçten beklemediği bir incelikle piç de ona önemli olmadığı söylemişti. Barmen rahatladı rahatlamasına ama, üstadla konuşamadan üstad çıkıp gitmişti. Piçe bakarak, bir kere daha ‘’içinden’’ küfür etti. Ama ‘’dışından’’, içine çaktırmadan tükürdüğü birayı verdi. Küfür edemezdi. Değmezdi...

✸ İlk önceleri bu şehir çok fazla geriyordu beni. Fakat soğuk havalarda sokaklarında yürüdükçe, kafatasım yeniden huzura kavuşmuştu. Huzura kavuştuğum böyle bir günde, kendimi kutlamak için bir bara girdim. Ölüleri düşündüm o bara girerken. Acaba onlar da bara gidebiliyorlar mıydı diye. Müzikler güzeldi, ama dikkatimi şu bir masa ilerideki tatlı bir esinti yaratan ucuz parfümlü ve de postmodern gözlüklü kız çekti. Aslında parfümden nefret ederdim. Büyük çerçeveli, camsız gözlüklü kızlardan da... Çünkü genelde çokbilmiş oluyorlardı. Genelleme yapıyordum, ama Hitler gibi faşist de değildim. Eskiz defterimi çıkartıp o kıza çaktırmadan bakarak çizmeye başladım. Kıza her çaktırmadan bakışımda, o kadar yanındaki ‘’ sözde entelektüel, ama eline kâğıt kalem verip sanat nedir diye sınava soksanız alışılagelenden ileri gidemeyecek ‘’ oğlana yaklaşıyordu. Önümdeki kâğıda tekrar baktığımda, kâğıtta gözlüklü bir yaratık vardı. Sayfayı çevirerek yeni bir sayfa açtım. Hayalimden çizmeye başladım. Hayalimden daha güzellerini yaratabiliyordum. Bir an

Tanrılığımı ilan ettim, ama sonra Tanrı olmanın sorumluluklarını düşünerek sayfayı yırtıp attım. Ne zaman güzel bir şey yaratsam, o kadar sorumluluk almayı kabul ediyordum. Çirkin bir şeyler çıktığında ise, bendendiler. Bana yakın duruyorlardı. Sonra onları gördüm. Gözlüklü hatun ve çokbilmiş oğlan ağızlarını birleştire birleştire bardan çıktılar. Sayfayı çevirip sevişen iki yaratık çizdim. Biraz fazla tutku kattım ki, üst üste düzüşürken bağırsaklarını deşsinler birbirlerinin. Sonra defteri kapatıp, kafamı kaşıdım. Saçlarım uzun zamandır bakımsızdı ve kepekler kar yağarcasına düşüyordu üzerimdeki siyah kazağa. Sağımı solumu silkip, tuvalete kalktım. Bar tuvaletlerinin her zaman olacağı gibi yine tıklım tıklım ve kusmuk kokuluydu. Temiz bir taneye denk gelmeyi bekleyerek işeyip, masama geri döndüm. Defterim yerinde değildi. Bir an için yaratıklarımın çalınma olasılığını düşündüm. Ama sonra... Bu kusmuk kokan yerde herkes yaratıktı. Neden kendilerinden daha matah olmayan bir şeyi çalsınlar ki dedim ve eğilerek masanın altından, hiç yanılmadan defterimi aldım. ✸ İlk önceleri küçük adımlarla yaklaşıyordu düşünceler, bir şeyler üretme derdindeki insanların beyinlerine. Fakat sonra, yavaş yavaş yerlerini hazır üretilmiş olana ve ‘’bilinçsiz ‘’tüketicilere bıraktılar. Tembelleşmişlerdi artık. Ne zaman bir şeyler üretseler, üretildikleri amacın dışında, hatta tamamen zıttında seyir etmeye mahkûm bırakılıyorlardı. Onlar da, kayıp oldular. Üretmediler. Üretemediler…

Page 56: Kayıp Draje  || Draje Dergi

“The Skeleton”Eren Akıncı - http://eren-akinci.deviantart.com

Page 57: Kayıp Draje  || Draje Dergi

ÇOK UZAKTAN

Türkiye’nin taa öbür ucundan aslında tam anlamıyla ‘loser’ ama benim ‘garip’ diye kullandığım ve herkesin kolayca

‘kayıp’ diyebileceği insanların ortasında var olmaya çalışıyorum yaklaşık 100küsür gündür. Neresinden tutarsanız tutun ‘çürük’ olan ama kanunlar böyle emrettiği için orada bulunmak zorunda olan insanların hayatlarına ortağım. Kimisi uyuşturucu satıcısı ya da kullanıcı, kimisi hırsız çoğu burjuva dilinde kenar mahalle çocukları. Pırlanta gibi olanları da var içinde hepsini kötü diye adlandırmamak lazım ama büyük kısmı kayıp o kadar ki bunu farkında bile değiliz. Yanlış anlamayın bir hapishaneden

veya toplu bir tecritten bahsetmiyorum. Binlerce genci içinde barındıran bir kuruluştan bahsediyorum ortalama yaşları 20 olan. İnanın, gerçekten inanın bu bahsettiğim Türkiye sınırları içinde aslında sadece belli bir yer de değil, yaşadığımız ama fark etmediğimiz hayatın da içinde. Bu kadar net bir şekilde anlamak için 100 gün değil 10 gün dursanız yeter içinde.Biliyorum bende uzun süredir ‘Kayıp’ durumdayım ama şuan kaybolmama mücadelesi veriyorum yaklaşık 100 gündür. Bir 50 daha dayanabilirsem her şeyi daha rahat anlatabileceğime eminim… Herkesi ve her şeyi gerçekten çok özledim…

Yazı: Engin Arınan - E-Mail: [email protected]• İllüstrasyon: Özge Ç. Denizci

57

Engin bir elli daha dayandı, üstüne üstlük daha ne elliler geçti de Kayıp Draje bir türlü bulunamadı. Engin’in “daha rahat anlatabileceği her şey” aslında Draje’nin kayboluş hikâyesidir. Şöyle ki Engin hain ve yeşil uzaylılar tarafından zorla alıkonularak aylarca bitli yataklarda yatırıldı. O

galaksi senin bu galaksi benim koşturuldu, süründürüldü filan… Uzaylıların ettikleri bununla da kalmadı elbet. Editörlerimizi ordan oraya savurarak adeta büdütör haline getirdiler ama yılmadık, yıkılmadık çünkü Draje Dergi gücünü Atom Karınca’dan ve bir gün ormanda Şirinler’i görebilme

kararlılığından alıyor. Alçak ve yeşil uzaylılar Şirinleri göremememiz için ellerinden geleni yapsalar da bu gayretleri sadece Kayıp konseptimizin altını çizmeye yaradı. Dünya üzerindeki bir avuç insan

ve milyarlarca hıyar turşusu kendi kendine şu soruyu sorup durmaktan geri kalmadı: Draje Dergi nerede? Ve işte cevabımız: Draje Dergi hakkın ve hakikatin yanında!

Page 58: Kayıp Draje  || Draje Dergi

“Punish”Eren Akıncı - http://eren-akinci.deviantart.com

Page 59: Kayıp Draje  || Draje Dergi

CERRAHİ MÜSVEDDE

Kâğıtların arasında sıkışmış, kalıplaşmış tüm heceler ayaklarımın dibinde, elimin ucunda. Mekân belli, ne zaman

gidildiği, başlanıldığı, tarif edildiği, kazanıldığı, kaybedildiği, tüm hikâyeler gibi yazılışı... Akım ve düşünce zinciri bu intihar, bölünmüşlük... İdeolojik ve bürokrasiyle resmedilen görsel kapılar, tümüyle cerrahi... Şüphe müdahalelerle müsvedde yerlerde... Hipnotizmi kalpten, kefaleti müebbet... Yarından kalan kalemin ahvali, sıcak kahvenin cigarası... Her bir ağızdan söylenip duraksanan hatırlanmayan şarkı sözleri... Göremeyen, duyamayan, anlayamayan, bilmeyenlerle yolu kayıp... Söylenmeyen, söylenemeyenler aidiyet, sitemi adalet... Karışık, buruşmuş bir kâğıt parçası çöplüğün arasında unutulan... Kadrajlardaki yanan resim, içten içe küçümsenip kadraja alınanlar... Boş odalardaki sessizlik... Nedenler, niçinler, nasıllar... Elinden gelenin en iyisidir doğru olan, yapamayacağı şey yok insanın...

Başlamasını bilirse, kayboluşu güzel, anlamsız, gerekli, gereksiz lehçesi belirsiz... Tüm bunlar sessiz... Gölgesi ağır bu kayboluşun, göklere uzanır karanlığı adımların, bu yolda karar ve söz... Mecburi cerrahi müsveddesi sonu... Ki yeniden yolu sinilsin... Her defasında ölmemek için... Cerrahi müsvedde karanlığından, organik karmaşıklığından dünyanın özündeki insanın... Fuzuli riyakârlık başlamadan önce bahanesi... İnanıyorum ki kaybedilecek bir şey yok... Söylediğimden fazlasını anlatmaya çalışmıyorum... pasif, devrik cümleler sözlerden yüksek... Hayal kırıklığı kayboluştan değil, geri dönüşten, onun ölümünden... Melankolisinden... Faşist tribünlerin karşı çıkışları hayatta kayıp sayılan ve kaybedilmek istenen hilekâr ve tekden tekabüllerde... Entegre süreçleri vakitlerde bilmeyerek kabahat işlemiş tarihi süreçlerde... Kayboluş, buluşlara, kaybediş doğumlara gebe... Aynı zamanda bazı doğumlar sadece kayboluşlara...

Yazı ve Fotoğraf: Çağla Elektrikçi • E Mail: [email protected]

59

Page 60: Kayıp Draje  || Draje Dergi

40 “dünyada hayat”İllüstrasyon: Dumrul - http://www.facebook.com/pages/Dumrul/137638836289247

Page 61: Kayıp Draje  || Draje Dergi

61

DENEYHava olabildiğince rüzgârlı güçlükle

ayaklarım asfalta değiyordu. sandal üzerindeki tahta kurusunun sol gözü

kadar kalmıştı mangal gibi yüreğim.her an havalanıp yok olacak gibiydim... küçük dilim rüzgar ölçer gibi sağa sola gidiyordu…çok geçmeden yüzümü bir kağıt kaplamıştı...kahretsin diyip aldım kağıdı açtım, gözlerim yengeç kıskacı gibi kırc kırcccc edip aralanıp kapanıyordu.o da ne?wanted draje yazıyor ve hemen altında 20.000$...iyi ama draje kim nedir iyice dikkatimi çekmişti.şaşkındım.hemen bi kütüphane bulmalıyım dedim içten içe... neyse ki bulup kapıyı araladım, kapı önündeki görevliye bakıp; “hey dostumm draje ne” diye sordumgörevli; “bilmiyorum efendim. arama motorundan bakabilirsin” dedi.“ne motoru kardeşim nerde bu motor?” bana gülerek “internette” diyince sinirden burnumun kanatları bir ejderha kanadı gibi açılıp kapandı.“dalgamı geçiyorsun lennn” diyip gerildim gerildim, tammm tokat patlatacaktım kiGörevli; “dur yapma bende internet var bakabiliriz” dedi.açtı interneti...drajeyi bulduk ki... renkli şekerleme kaplı hap türü... diye devam eden yazı…

“hadi dostum gidiyoruz çek kepenkleri” dedim. “ama efendim kapatamayız” diyince kaşlarını yoldum vee ensesine patlattım şrakkkkkkkk şrakkkkkkk… korkudan ses telleri bir keman yayı gibi melodi çıkarıyordu sanki. hızla yolda yürümeye başlamıştık.eleman eksikliğini gidermeliydim.sen...sen....sen... üç kişiyi çektim kenara; “görevimiz drajeyi bulmakk bana yardım edeceksiniz” dedim ve çıktık yola.hep beraber deney odasına girdik...herşey tamamdı...“ispirto ocağını yakıp tüpleri getirin” dedim.“neden ocağı yakıyoruz” diye biri mırıldandı.döndüm ona ve “mangal yapacaz dostum mangal... aptal heriiiiifff” şrakkkkkkkkk...içeriyi gaz kokusu sarmıştı çok tuhaf.bir anda booooommmm !her yer bembeyaz göz gözü görmüyor. camları açın lannnnnn…5dk sonra duman dağılmaya başladı ki o da ne? yerde pembe kırmızı tonlarında misket kadar bir şey…işteeeee başardık!arkadaşlar drajeyi bulduk!elemanlardan biri omzuma vurup; “efendim bakar mısınız? o draje değil, arkadaşımızın gözü düşmüş patlama esnasında.” deyiverdi.“yalannnnnn bu drajeeee” diyip çıktım odadan hızla, bir toz bulutu gibi kayboldum... doğru büyük ödüle...

Yazı: Yakup Ata • E-Mail: [email protected]

Page 62: Kayıp Draje  || Draje Dergi

Şık bir etiket yapıştırmak istediğiniz birine, sormanız gereken so-ruyu bi açarız; karşımızda müzmin sırdaşımız ve günah keçimiz Ya-semin Mori’den duymaya alıştığımız “arkaya doğru ilerleyelim bey-ler” cümlesi vardır. Boş laf… 3 Haziran 1453 günü Asmalımescit’te kafaları çekmeye giden Pelin Batu aslında düşündüğümüzden daha karmaşık bir süreçtir. Uyku sersemliği, tembellik ve düşme korku-suyla toplam 12,4 dakika sonra hostel sakinlerinin anlamsız bakışları eşliğinde maskeyi amcadan çıkartıp götüme taktım diye düşünerek üremeyi denemişlerse de hiç bi bok yetmiyor. Amfibi bilim canlıla-rı, kedime kayıyor ki, sanırım tembellik şu an O’nun yaptığı. Bu bir gelişme; üşenmezsem, bir ara boyum kadar koltukaltı kıllarını alma-yan tüm ziyaretçilerimiz yukarı çıkıp memelere tükürerek iyi kötü en gerçek hallerini göstersinler istiyorum. Kürk giyen kokoş karıla-rın etleri, oradaki 3000 sahipsiz köpeği doyurmak için düet yapsın istiyorum. Hoş o anlarında bile bana kendini sevdirdiği için, bulduğu her denize tereddüt etmeksizin dalan medyanın ve sanat camiasının tam merkezindeydik. Bizim dışımızda bir saksafoncu, bir perküsyon-cu ve bir de kontrbasçı vardı. Yıllar içinde Beatles’ın müziğini Aralık-sonu Ocakbaşı Restorantta buldum, işin kötüsü fark ettim ki Esma teyzemin içine biri kaçar bazen. Günün geri kalan yüzde seksenini başarıyla tamamladığı için çok mutludur içindeki, deli gibi koşturur kuyruğunu… Videosunu izleyebilmiştim, ışıkları söndürmüş kendimi orda hayal etmiştim. Hatta sırf bu sebeple üniversiteyi bile gececi okudum. Her sabah karnım ağrır, başım ağrırdı… Yolları kesişen üç-gen koridor bekçilerinden Roger Vailand’in yeniden keşfi ve değişi-miyle Pink Floyd kudurdukça ben kuduruyorum bu kısırdöngü böyle uzayıp benimkilere de bir el atsın. Nasıl da üşenirsiniz onu yapmaya. Yatarak hiçbir şey olmuyor. üzerimden 29 yıl akmış, ama öylesine bir rehavet çökmüş ki üzerime, hangi dilde olursa olsun piç diye çağ-rılışımız bu sayede oldu. Neden bilmem bu kuş uçmaz kervan geç-mez yerde sadece birkaç kişi vardır. 2010’a girerken “2009’a Hassik-tir” gecesi düzenlemişler… Masalardan uçanlar, barda başbakanlığa tırmanan Darwin ve Einstein’ın fakir ve anlamsız olduğunu görürler. Olayların daha da büyümesinden endişe eden Esmeralda Acascarla vücudunun tüm enerjisini almaktaydı. O hımbıl boşlukta, o akmayan garip oluş diliminde ikiyi geçemeyesice yirmi bir gece, bütün otori-ter toplum teyzeler ve toplum amcalar netliğini kaybediyordu. Şiş-manlar hemen akabinde tekrardan karşıma çıktı. . Şimdi kimi nadide dostlarımız yalnızca bir yanılsamadan ibarettir. Ve takdir edersiniz ki birbirine tükürmektense kardeş kardeş uyumayı seçen yavşaklar, TEMBEL dahiler kervanının birer parçası olmak dışında suçsuz ve günahsızdırlar.

Çıkan kısmın özeti: