28
YA BARBARLIK YA SOSYALİZM EKİM 2009/09 FİYATI 1 TL ISSN 1302- 692X137 AYLIK SİYASİ GAZETE SEL FELAKETİ: SORUMLU KAPİTALİST SİSTEM Açılım sürüyor “Kürt Açılımı”ndan “Ermeni Açılımı”na! IMF ve DB Karşıtı Birlik mücadele çağrısı yaptı İşçi kadınları kar hırsı öldürdü Bir G20 Zirvesi daha yapıldı! - Pittsburg / ABD Munzur’a ilk kelepçe vuruldu!

SEL FELAKETİ: SORUMLU KAPİTALİST SİSTEM · YA BARBARLIK YA SOSYALİZM EKİM 2009/09 FİYATI 1 TL ISSN 1302-692X137 AYLIK SİYASİ GAZETE SEL FELAKETİ: SORUMLU KAPİTALİST SİSTEM

  • Upload
    others

  • View
    3

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

  • YA BARBARLIK YA SOSYALİZM

    EKİM

    200

    9/09

    FİYA

    TI 1

    TL

    ISSN

    130

    2-69

    2X13

    7

    AYLIKSİYASİ

    GAZETE

    SEL FELAKETİ:

    SORUMLU KAPİTALİST SİSTEM

    ▼ Açılım sürüyor “Kürt Açılımı”ndan “Ermeni Açılımı”na!▼ IMF ve DB Karşıtı Birlik mücadele çağrısı yaptı▼ İşçi kadınları kar hırsı öldürdü▼ Bir G20 Zirvesi daha yapıldı! - Pittsburg / ABD▼ Munzur’a ilk kelepçe vuruldu!

  • 2

    •editörden - içindekiler

    EDİTÖRDEN

    İÇİNDEKİLER

    Değerli okuyucu,dergimizin bu sayısında hem içerik hem de biçim olarak belli değişiklikler yaptık. Dergide şimdiye kadar yer alan Yeni İşçi Dünyası sayfalarını bundan sonra her ayın onbeşinde ayrı gazete olarak yayınlayacağız. Bu değişiklikle amacımız işçi sınıfının mücadele deneyimlerine ve örgütlenme sorunlarına daha fazla yer vermek ve bu mücadele içerisinde yer alan işçi ve emekçilere daha fazla ulaşabilmektir. Tabii ki bu kendiliğinden olmayacaktır. Tüm okurlarımızdan isteğimiz her iki

    yayın organını da mümkün olduğunca yaygınlaştırmalarıdır.Bu sayımızda hükümetin ‘Kürt Açılımı’nı irdelemeye devam ediyoruz. IMF ve DB toplantılarını protesto eden Birlik’in eylemlerine yer verdik. Eylül ayı başında yaşanan sel felaketinin asıl sorumlularını ortaya koyan bir yazımız

    var. Ayrıca Pameks patronlarının kar hırsı yüzünden canlarından olan 8 işçi kadını yazdık.Yeni sayımızda görüşmek üzere...

    03-10-2009, YDİ ÇAĞRI ❦

    GÜNDEM

    Açılım sürüyor… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3Yargı reformu . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5

    HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN

    “Kürt Açılımı”ndan “Ermeni Açılımı”na! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7“Demokratik Açılım” gazetesi kapatıldı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8“Açılım” gölgesinde 1 Eylül . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8Türkiye’de 36 dil konuşuluyor . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9

    GÜNCEL

    IMF ve DB Karşıtı Birlik mücadele çağrısı yaptı . . . . . . . . . . . . . . . 10IMF, Bürosu önünde protesto edildi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 11Sel felaketi: Sorumlu kapitalist sistemdir! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1212 Eylül faşist darbesi protesto edildi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13

    YENİ KADIN DÜNYASI

    İşçi kadınları kar hırsı öldürdü . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 14

    Üzmez’i protesto eden kadınlar yargılanıyor! . . . . . . . . . . . . . . . 15

    PANORAMA

    Savaşın ve işgalin sonu görünmüyor!- Afganistan . . . . . . . . . . . 16Bir G20 Zirvesi daha yapıldı!- Pittsburg / ABD . . . . . . . . . . . . . . . . 18BM Genel Kurulu’ndan… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 21

    YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ

    BM’nin iklimi bozuk… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 22Munzur’a ilk kelepçe vuruldu! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 23

    YENİ DÜNYA GENÇLİĞİ

    Sürgünlerden doğan bir yaşam; Aram Tigran . . . . . . . . . . . . . . . . 24

    GÜNCEL

    6-7 Eylül Olayları: Unutma, Unutturma! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 25BDSP’ye yönelen şiddeti kınıyoruz! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 26

    ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer · Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir • Yönetim Yeri ve Adresi: Hüse-yin Ağa Mah., Balo Sok. No: 29/5 Beyoğlu - İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • Sayı: 137 · Ekim 2009 • ISSN 1301-692X137 • Fiyatı: Türkiye: 1 TL · Türkiye Dışı: 1,50 Euro • Baskı: Uğur Matbaacılık Tel.: (212) 501 81 09 Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 · Topkapı - İstanbul • Yayın Türü: Yaygın Süreli • www.ydicagri.org • [email protected]

  • 3

    gündem

    “Demokratik Açılım”, “Kürt Açılımı” veya “Milli Bir-lik Projesi” adına ne denirse den-sin açılım iyi, kötü sürüyor. AKP yaptığı açıklama ile açılım çalış-malarının tamamlandığını ve 1 Ekim’de açılacak TBMM’de gö-rüşüleceğini açıkladı.

    Ağustos ayında Orgene-ral Başbuğ’un açıklamalarını AKP’nin ve Cumhurbaşkanı’nın da desteklemesi ertesinde Açılım ile ilgili beklentiler sekteye uğra-dı. TC’nin kırmızı çizgilerinin bir kez daha hatırlatıldığı açıklama-lardan sonra, açılım çalışmalarını yürüten Bakan Beşir Atalay Ana-yasa değişikliği ve genel af öngörülmediğini belirt-ti. Yani “Kürt Açılımı” Anayasa değiştirilmeden ve bir genel af çıkarılmadan yapılacak. Atalay’ın açık-lamasında hemen sonra Demokratik Toplum Partisi olumlu havanın dağıtıldığını belirterek, “dağ fare do-ğurdu” açıklamasını yaptı.

    Tüm bu süreçte AKP açılımın içeriği ile ilgili somut herhangi bir şey açıklamadı. Açılımın neler içerdiği çeşitli medya organları tarafından açıklandı. Haber Türk gazetesi açılımın ayrıntılarına ulaştığını belir-terek bunları yayınladı. Bu habere göre “Demokratik Açılım” genel hatları ile şöyleydi:

    - Alfabeye Q, W ve X harfleri eklenecek,- İlköğretimde öğrencilere okutulan Andımız kal-

    dırılacak,- “Suça” karışmayanlar bir dönem rehabilitasyona

    tabi tutulduktan sonra serbest bırakılacak,- “Suça” karışıp pişman olan 5 yıl gözetim altında

    tutulduktan sonra serbest bırakılacak,- PKK’nin üst düzey yöneticileri affedilmeyecek,

    ancak yurtdışına çıkmaları sağlanacak,- Eğitimde Kürtçe seçmeli ders olarak konacak,- Kürtçe yer isimleri iade edilecek,- Devlet Kürtçe yayınları destekleyecek,- Karayollarına Kürtçe tabelalar asılacak,

    - Devlet dairelerinde Kürtçe ter-cüman bulundurulacak,

    - Kürtçe bilen polis ve imamlar görevlendirilecek,

    - Kürtçe Kuran devlet tarafın-dan bastırılacak, vb.

    Açılım eğer basına sızdığı şek-liyle gerçekleşecek olursa, 90 yıl-lık statükocu Kemalist ideoloji en azından ret ve imha siyasetinden, Kürt ulusunu kabul etme noktası-na gelmiş olacak. Ancak açılımın bu hali Kürt halkını tatmin etme-yecektir.

    Devlet açılım ile kırıntılar vere-rek, ama kırmızı çizgilerine do-kundurtmayarak PKK’nin müca-

    delesini tasfiye etmeyi planlıyor. Daha çok eğitim ala-nında olan bu konular ise, o kadar kolay aşılamaya-cak gibi görünüyor. Çünkü geçen aylarda süren üni-versitelerde Kürt Dili ve Edebiyatı bölümünün açıl-ması talebi şimdilik hüsranla sonuçlandı.

    Mardin’de açılan Artuklu Üniversitesi Rektö-rü Prof. Dr. Serdar Bedii Omay YÖK’e “Kürt Dili ve Edebiyatı” açılması için talepte bulundu. YÖK bu ta-lebe öğretim görevlisi olmadığı gerekçesi ile olum-suz yanıt verdi. Böyle bir bölüme ancak “Yaşayan Dil-ler Enstitüsü” adı altında onay verilebileceğini bil-dirdi. Bu duruma tepki gösteren Omay, Kürtçe eği-tim için öğretim görevlisi olduğunu, gerekli altyapı-nın kısa sürede hazırlanabileceğini belirterek “Bir bi-lim olarak kuruluşu 1787 yılına kadar giden ve ha-len dünyadaki 30 kadar üniversitede enstitü, bölüm, merkez, kürsü gibi birimler bünyesinde ele alınmak-ta olan Kürdoloji’nin, ülkemizde de aynı isimle anıl-mamış olmasının bilimsellik açısından izahı zordur. Kürdoloji yerine ‘yaşayan dil’ ifadesinin kullanılma-sı, ülkemizin ayrılmaz unsuru olan Kürt vatandaşla-rımızı da rencide edecektir.” dedi.

    Yaşamayan dillere bile onay veren, bu dillerin üni-versitelerde okutulması konusunda herhangi bir itira-zı olmayan YÖK, Kürtçe’nin “Yaşayan Diller” adı al-

    Açılım sürüyor…Tüm bu süreçte AKP açılımın içeriği ile ilgili somut herhangi bir şey açıklamadı. Açılımın neler içerdiği çeşitli medya organları tarafından açıklandı.

  • 4

    gündem

    tında öğretilebileceğini açıkladı. Aynı zamanda Di-yarbakır Barosu’nun başvurusu üzerine Dicle Üni-versitesi tarafından da YÖK’e aynı talep iletildi. YÖK bu talebi de usul açısından olumsuz yanıtlayarak, Di-yarbakır Barosunu da “terörist ve “siyasi bir yapılan-ma” olarak adlandırdı.

    Açılım üzerine tartışmalar Meclis’in açılmasın-dan sonra hızlanacaktır. Çünkü AKP Meclis’in ilk gündeminin “Demokratik Açılım” olacağını açıkla-dı. Ayrıca yürüyen tartışma üzerine Başbakan Erdo-ğan Meclis oturumlarınında kamuoyuna açık olarak yapılacağını bildirdi. Yine de bu konu henüz net de-ğil. Çünkü kapalı oturum isteyen, ülkenin güvenliği-ni vb. gerekçe gösterenler de var.

    Her ne kadar AKP’nin ilk başta açıkladığı “Demok-ratik Açılım” ifadesi artık aynı olumlu havayı yan-sıtmıyorsa da pek çok şeyin değişeceği, en azından Anayasa’ya girmese bile devletin resmen Kürt ulu-sunu ve Kürtçe’yi tanıdığı bir noktaya gelecek olma-sı olumludur. Bu değişim verilen ulusal mücadele so-nucudur. Gelinen nokta ulusal mücadelenin artık en-gellenemediğini ve kısmen taleplerin kabul edileceği noktasıdır.

    Buna rağmen gelinen nokta arzulanan nokta de-ğil. Çünkü açılım konusunda adım atan devlet, Kürt ulusunu Anayasal düzeyde tanıma ve kısmen de olsa özerlik verme noktasından çok uzakta. Bu kırmızıçiz-gi hem andaki iktidar partisi AKP’nin, hem de Kema-list kesimin, en başta da ordunun koruduğu bir yan. Bu nedenle adına ne denirse densin, açılım burjuva demokrasisinin bile gerisinde bulunuyor. Açılım diye ifade edilen şey anda PKK’yi tasfiye etme, Kürt ulusal mücadelesini durdurma/bölme hedefini güdüyor.

    Bu haliyle yapılacak açılım (ki daha fazlasını da beklemiyoruz) Kürt ulusuna özgürlük getirmeyecek-tir. Kürt ulusu da diğer uluslar gibi kendi kaderini ta-yin etme, ayrılıp ayrı devlet altında yaşama hakkına, eğer isterse gönüllü bir şekilde, eşit, özgür yurttaşlar olarak barış içerisinde birlikte yaşamayı seçme hak-kına sahiptir. Ancak bu hak ulusal baskının, zoraki birliğin sürdüğü TC’nin egemenliği altında kullanıla-maz. Kürt ulusunun kendi kaderini tayin edeceği öz-gür ortam devrimle yaratılacaktır. Gerçek özgürlük, eşitlik ve barış Türk, Kürt, Arap ve diğer milliyetler-den işçi ve emekçilerin ortak mücadelesi ile devrim ile kurulacak Demokratik Halk Devletinde müm-kündür.

    29.09.2009 ✓

    İktidar dalaşında yeni bir girişim

    Yargı reformu

    Emekli Yargıtay başsavcılarının “onursal başkan” olarak fetva kesmeye

    devam ettiği bir ülkede yaşıyoruz. Savcıların kendilerinin sanık

    avukatları ile aynı seviyede olduklarını “hazmetmeleri” zordur bu ülkede.

    Yargı egemen sınıfların kendi aralarındaki iktidar dalaşında çok önemli bir rol oynuyor. “Yargının bağımsızlığı”nı, birçok halde yargıç kararlarının ya-salardan bağımsız olması biçiminde yorumlayıp, uy-gulayan ve T.C.’de egemen bürokrat elitin önemli bir bölümünü oluşturan yargı bürokrasisi, egemenliği-ni tehdit eden her gelişmeye karşı çıkıyor. AKP hü-kümeti için özellikle yüksek yargıyı bugünkü belir-leyici/engelleyici konumundan çıkarmak, tüm yar-gıyı kendine uygun bir biçimde yeniden düzenlemek AKP’nin iktidar yürüyüşünde olmazsa olmazlardan biri. Haziran ayı içinde yaşanan HSYK krizi bunu bir kez daha gösterdi.

    Bilindiği gibi AB’de Türkiye’deki yargı sisteminin AB normlarına uymadığı görüşünde ve uzun süre-den beri T.C.’den Türkiye’deki yargı sisteminin AB normları doğrultusunda yeniden yapılandırılmasın-dan yana, köklü bir “Yargı Reformu” talep ediyor. Bu talep Türkiye’de TÜSİAD gibi büyük patron kuruluş-ları tarafından da sahiplenilen bir talep. AKP’nin de parti programında ve seçim programlarında ve hü-kümet programlarında “Yargı Reformu” yer alıyor.

    AKP hükümeti geçen yıl Mayıs ayında o zamanki Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin üzerinden “Yargı-yı bağımsızlaştırın” diyen Avrupa Birliği’nin yetkili-si Olli Rehn’e ilettiği “Yargı Reformu Stratejisi” adlı metinde nasıl bir reform düşündüğünü ortaya koy-muş, bunun üzerine yargı ayağa kalkmış, Laik Tür-kiye Cumhuriyeti’nin temel direği bağımsız yargı’nın

  • 5

    gündem

    şimdi “siyasetin sultasına” sokulmak istendiği vb., yargıya hiç danışılmadan AB’nin direktifleri teme-linde reform yapılmak istendiği vb. yorumları teme-linde, “Türkiye laiktir laik kalacak” şiarları eşliğin-de kimi hakimler ve savcılar cübbeleri ile gösteri yü-rüyüşleri, mitingler yapmışlardı. Hükümet bu gürül-tü karşısında geri adım atmış, yargı reformu üzerine toplumun çeşitli kesimleri ile toplantılar düzenleme-ye yönelmişti.

    Şimdi, Adalet Bakanlığı internet sitesinde “Yargı Reformu Strateji Taslağı” isimli yeni bir belge yayın-landı. Bu belgede atılması planlanan değişiklikler yer alıyor.

    Buna göre yapılması öngörülen değişiklikler ana hattıyla şunlar:

    * Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) ye-niden yapılandırılacak. Bugün Yargıtay ve Danıştay’ın yönetimlerinin kendi içinden belirlediği adaylar ara-sından Cumhurbaşkanı’nın seçip gönderdiği 5 üye + Adalet Bakanı + bir Adalet Bakanlığı temsilci-si olmak üzere 7 kişiden oluşan kurul, 2 veya 3 da-ireli, 20-21 üyeli bir kurula dönüştürülecek. Böylece Cumhurbaşkanı’nın, Yargıtay ve Danıştay tarafından boş kontenjan için önerilen adaylar arasından seçim yapma dönemi kapanıyor. Yargıtay ve Danıştay Ge-nel Kurulu, üyelerini doğrudan HSYK’ya gönderecek. Bunun dışında kürsüdeki 12 bin hakim ve savcının HSYK’ya doğrudan üye seçmesi sağlanacak. Birinci sınıfa ayrılmış tüm hakim ve savcılar aday olabilecek.

    Tüm hakim ve savcılar oy kullanacak. Adalet Aka-demisi, hukuk fakültesi öğretim üyeleri ve avukatlar da HSYK’ya girebilecek. Bunun yanında HSYK ka-rarları temyiz edilebilecek. Sekretarya işleri Bakanlık Personel Genel Müdürlüğü’nden alınarak, Kurul’a bı-rakılacak. Hakim ve savcıların disiplin ve soruştur-ma işlemleri Bakanlık’tan alınarak, kurul bünyesinde müfettişler tarafından gerçekleştirilecek. HSYK’nın müstakil binası ve bağımsız bütçesi olacak. Ayrıca bir bölüm HSYK üyesi Parlamento tarafından seçilip gönderilecek. Kurulda Adalet Bakanı’nın yer alması durumu sürecek.

    Bu reform görüldüğü gibi, hakimlerin ve savcıların atanmasında belirleyici kurum olan HSYK’nın Yük-sek Yargının iki temel kurumu tarafından (Danıştay ve Yargıtay) atanması yoluyla (Cumhurbaşkanının se-çimi ancak önerilen adaylar içinde tercih yapma biçi-minde bir seçim) oluşturulması pratiğine son verme-yi amaçlıyor. Ayrıca HSYK kararlarına temyiz yolunu açarak, kurumun denetim dışı konumunu da ortadan kaldırıyor. Buna Yüksek Yargının itiraz edeceği, bu ko-nuda yoğun mücadeleler yaşanacağı kesindir.

    * Anayasa Mahkemesi’nin görev tanımının belir-lenmesi ve yeniden yapılandırılması için çalışma ya-pılacak. Ergin bunu AB’ye uyum açısından gerekli olan “Bireysel başvuru hakkının sağlanması” talebi-nin yerine getirilmesi sonucu olarak açıklıyor. Birey-sel başvuru hakkının sağlanması halinde mahkeme-nin görev tanımı ve organizasyon yapısının değişme-si gerekiyor. Bu bağlamda tabii Yüce Divan yetkisi de tartışılacak konular arasına girecektir.

    Bu bağlamda reformla yapılmak istenen Anayasa Mahkemesi’nin bugünkü onu adeta Anayasa yapıcı konumuna getiren yetkilerinin sınırlandırılması, tır-panlanmasıdır. Buna da Yüksek Yargının direneceği kesindir. Söz konusu olan sonuçta Yüksek Yargının iktidarının kısıtlanmasıdır.

    * Türkiye Hakim ve Savcılar Birliği kurulacak. Bir-lik, İçişleri Bakanlığı’nın denetimine tabi olmayacak, idari ve mali özerklik taşıyacak. Sivil inisiyatif haline gelecek. Mevcut derneklerin kapatılmasına ilişkin ya-sal düzenlemeden vazgeçilecek. “Yargıya sivil inisiya-tif “ başlığı altında sunulan bu reformla bugün kendi-ni “Laik Cumhuriyet bekçiliğine” adamış, en militan AKP düşmanlığı yapan “Yargıçlar ve Savcılar Birliği ” isimli kuruluşun etkisi kırılmak isteniyor.

    * Askeri mahkemeler karargah dışına taşınacak, ayrı binada faaliyet gösterecek. Mümkün değilse ayrı giriş kapısı olacak. Hakim sınıfından olmayan üye-

  • 6

    gündem

    ler çıkarılacak. Askeri mahkemenin görev alanı ye-niden düzenlenecek. Askeri Yüksek İdare Mahkeme-si de daireler şeklinde yapılandırılacak ve Türkiye’nin AİHM’de ceza almasının önüne geçilmesi amacıyla bir üst dairede kararların temyizine imkan sağlana-cak.

    Reform Strateji Taslağı Askeri Mahkemelerin yetki-lerinin kısıtlanmasını utangaç bir tarzda öngören bir taslak görüldüğü gibi, bu konuda yapılan yasa deği-şikliğinin Anayasa Mahkemesinden döneceğinin bi-lincinde olan hükümet, askerle doğrudan karşı kar-şıya geleceği reformlar yapma cesaretine sahip değil. Bu konuda yaptığı idare-i maslahat. Ancak bu kadarı bile ordu ile hükümeti, askeri yargı ile hükümeti kar-şı karşıya getirebilir.

    * 2010 sonuna kadar Bölge Adliye Mahkemeleri fa-aliyete geçecek. İdari yargıda da İstinaf Mahkemele-ri kurulacak.

    Bu Türkiye’de adli ve idari yargının olağanüstü öl-çüde merkezi olmasını eleştiren AB’nin yıllardan beri getirdiği reform talebi. Adli ve idari yargıda Yargıtay ve Danıştay’ın önüne “Bölge Adliye Mahkemeleri” ve “İstinaf Mahkemeleri” konarak, bu aşırı merkezilik-ten uzaklaşılması öngörülüyor. Bu tabii aynı zaman-da Yargıtay ve Danıştay açısından yalnızca “dava yü-künün azaltılması” anlamına gelmeyecek, bunun ya-nında bu iki merkezi yargı kurumunun iktidarı da azalacak. Danıştay’ı ve Yargıtay’ın nerdeyse sınırsız iktidarını sınırlayan ve onların hiç hoşuna gitmeye-cek bir reform taslağı bu.

    * Savcılar mahkeme heyetinden ayrılıp farklı bir yere konuşlandırılacak. Bunun anlamı şudur:

    Burjuva demokrasisinin hüküm sürdüğü ülkeler-de, hakimler “üstte”dirler. Savcılar, hakimlerden ayrı kürsüde, onlardan daha aşağı ve avukatlarla aynı se-viyede yer alırlar. Bu şeklen sanık ve suçlama maka-mının “eşitliği”ni ifade eden bir tavırdır. Türkiye’de bu böyle değildir. Hakim ve savcılar aynı kürsünün değişik yerlerinde, aynı seviyede otururlar. Buna kar-şı avukatlar daha “aşağıda” sanıkların yanında, ha-kim ve savcıdan oluşan bir cephe karşısında oturur-lar. Bu aslında Türkiye’de işleyen hukukun gelişmiş burjuva hukuku olmadığının, Türkiye’de burjuva hu-kukunun “suçlanan kişi suçu ispat edilip, mahkeme-ce hüküm giyene kadar suçsuzdur” ilkesinin geçerli olmadığının, hakimlerin en baştan savcılarla birlikte sanığın suçlu olduğundan yola çıktığının mahkeme-nin şekli düzeninde ifadesidir.

    Reform şimdi avukatlar ve savcıların aynı düzeyde

    olması için kademeli geçiş sağlanmasını öngörüyor. Emekli Yargıtay başsavcılarının “onursal başkan” ola-

    rak fetva kesmeye devam ettiği bir ülkede yaşıyoruz. Savcıların kendilerinin sanık avukatları ile aynı seviye-de olduklarını “hazmetmeleri” zordur bu ülkede.

    * Adli Tıp Kurumu, Sağlık Bakanlığı ile koordine-li çalışacak.

    * Türk vatandaşlarının yoğun yaşadığı ülkelerde adli müşavir görevlendirilecek. Bilirkişi kurumu, ye-niden düzenlenecek.

    * Bilirkişi hukuk rehberi çıkarılacak. Etik ilkeler açıklanacak. Bilirkişi raporlarının nasıl hazırlandığı bilindiğinde bu “etik ilkeler”in açıklanması önemsiz değildir. Fakat sorun ilke açıklamasından çok, bunla-rın nasıl kullanıldığının denetimidir.

    * Çocukları yargılama sistemi iyileştirilecek. * Hukuk eğitimi 5 yıl olacak. İlköğretimde temel

    hukuk bilgisi ve hak arama öğretilecek.* Büyük adliyelerin yönetimi profesyonellere dev-

    redilecek.* Yüksek Yargı ve büyük adliyelerde basın-halkla

    ilişkiler birimi kurulacak.* Tercüme hizmetleri standarda bağlanacak. * Cezaevlerinin dış güvenliği, orta vadede jandar-

    madan Adalet Bakanlığı’na devrolacak.Bu orta vadenin, eğer bu plan gerçekleştirilirse ne

    kadar süreceğini göreceğiz. Sivilleşme yönünde atıl-mak istenen bu adıma karşı da direnişler olacağı ke-sindir.

    Kısaca yargı alanında önümüzdeki dönemde AKP’nin yukarıdaki reform planını uygulama çaba-ları ile buna yargıdan -medyanın bir bölümünün des-teğinde, (Oktay Ekşi, 27 Ağustos’ta Reform Taslağı hakkında “Bu ‘yargıyı bağımsızlaştırmak’ değil, ‘yar-gı bağımsızlığı’nın ırzına geçmektir.” değerlendirme-sini yaptı. Bunun çok daha ağırlarını bu taslak yö-nünde somut adımlar atılmaya başlandığında görece-ğiz) büyük olasılıkla ordu desteğinde de- gelecek di-renişleri yaşayacağız.

    28 Ağustos 2009 ✓

  • 7

    halkların kardeşliği için

    ✌“Kürt Açılımı”ndan “Ermeni Açılımı”na!

    Son günlerde ortalık açılımlardan geçilmiyor. “Kürt açılımı”, daha sonra adı “demokrasi açı-lımı” “milli birlik projesi” olarak değiştirildi. “Alevi Çalıştayı”na dönüştürülen “Alevi açılımı” şimdilik unutulmuşa benziyor.

    Son dönemde bugüne kadar gizli diplomasi ile sür-dürüldüğü basına yansıyan “Ermeni açılımı” tekrar “Demokrasi açılımı” içinde gündemde yerini aldı. Bu tartışmalar CHP ve MHP gibi ırkçı, faşist partileri adeta sevindirdi. Bu partiler siyasetteki esas gıdaları olan, “bölünüyoruz”, “vatan elden gidiyor” gibi ırk-çı, şoven söylemlerle milliyetçiliğin ve ırkçılığın et-kisindeki yığınları kışkırtarak, orduyu göreve çağır-dılar. Bu partilerin yer yer orduyu ve MGK’yı da he-def alan saldırılarının karşısında, 30 Ağustos Zafer Bayramı nedeniyle Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, yine baş siyasetçi edasıyla “Demokra-tik Açılım”a yönelik TSK’nın tavrını, Anayasanın 3. maddesine vurgu yapıp, açılıma balans ayarı yaparak, ordunun tavrını ortaya koydu.

    Başbuğ; “Anayasa’nın değiştirilmesi teklif bile edile-mez olan 3’üncü maddesinde ifade edildiği gibi “Türki-ye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçe’dir.” Türk Silahlı Kuvvetleri, ATATÜRK tarafından bizlere emanet edilen ve Anayasa’nın 3’üncü maddesinde de belirtildiği şekilde; Türkiye Cumhuriyeti’nin ulus-devlet ve üniter-devlet yapısı-nın korunmasında taraftır ve taraf olmaya da devam edecektir.” demesinin arkasında ırkçılar rahat bir ne-fes aldılar. Başta AKP olmak üzere tüm burjuva par-tiler, bu açıklamaya alkış tutarak memnuniyetlerini dile getirdiler. Bayramın 2. günü Başbuğ, Mardin Sı-nırtepe karakolunda yine aynı açıklamaları yaparak, bir kez daha açılımın sınırları konusun da ordunun tavrını ortaya koydu.

    “Demokrasi açılımı” içinde ele alınan “Ermeni açı-lımı” da İsviçre de sürdürülen gizli diplomasi erte-

    sinde, nihayet iki ülkenin parlamentolarında görü-şülmek üzere “paraf altına” alınmış durumda. Tür-kiye ile Ermenistan arasında paraf ve deklare edilen protokol, sınırın açılması, diplomatik ilişki kurulma-sı ve soykırım ihtilafı dahil çeşitli konular üzerinde çalışacak komisyonların hayata geçmesini öngörü-yor. “Bu konu iç siyasete malzeme edilmezse, bu nok-tada adımlar atılmazsa, paraf edildiği takdirde an-laşma zabıtı 10-11 Ekim’de Meclis’e getirilecek” diyor Başbakan Erdoğan. Bu sorunu iç siyasete daha şim-diden CHP ve MHP zaten “malzeme” ettiler. Malze-me etmeye de devam edecekler. O zaman Başbaka-nı “bu noktada adımlar atılmazsa” diye düşündüren güç, bu konularda sürekli açıklamaları ile gündemde olan Genelkurmay olsa gerek!

    Daha düne kadar Genelkurmay tarafından hazırla-nıp Milli Eğitim Bakanlığı’na gönderilen “Sarı Gelin Belgeseli” ile daha ilköğretim çağındaki öğrencilere, Ermeni düşmanlığını aşılamada sınır tanımayan bu devletin “Ermeni açılımı”, Ermenilerin “Soykırımın tanınması” gibi temel tanımlarını yok sayan bir açı-lım olacaktır. Bu açılımın içeriğinde tam nelerin ol-duğu hala bilinmese de, sınırın açılması, diplomatik ilişki kurulması, Azerbaycan ile Ermenistan arasın-da sorunlu olan Dağlık Karabağ önemli bir rol oyna-yacağa benziyor.

    Biz “Kürt açılımı”n da olduğu gibi, Ermeni açılı-mı konusunda da fazla iyimser olmamakla birlikte, Türk devletinin bugüne kadarki, inkarcı siyasetinde geri bir adım atmasının önemli olduğunu düşünüyo-ruz. İleride adına “Demokrasi açılımı” denen açılı-mın nasıl bir açılım olacağını hep beraber göreceğiz.

    Çeşitli uluslar, milliyetler üzerinde ulusal bas-kı uygulayan bu devlet, işçilerin köylülerin devrimi ile yıkılmadıkça, gerçek demokrasiden bahsedile-mez. Gerçek demokrasi demokratik halk devrimi ile mümkündür.

    25.09.2009 ✓

    Son dönemde bugüne kadar gizli diplomasi ile sürdürüldüğü basına yansıyan “Ermeni açılımı” tekrar “Demokrasi açılımı” içinde gündemde yerini aldı.

  • 8

    halkların kardeşliği için

    “Kürt açılımı”nı “demokratik açılım”a, “Milli birlik projesi”ne dönüştüren devletin demokrasi anlayışı yalnız kendisiyle sınırlı. Hele birde Kürtler demok-ratik açılımla ilgili bir şeyler söylemek isterlerse hiç olmaz. Devlet açısından ulusal hareketin “demok-ratik açılımdan” bahsetmesi “bölücülük”tür. “Mil-li birlik projesine” aykırıdır. “Vatanı böl”mektir. 22 Ağustos’ta yayın hayatına bir ay süreyle son verilen “Günlük” gazetesi yayın siyaseti ile ulusal hareketin sesi olmuş, “Kürt açılımı ile ilgili yorum ve haberler ile ne düşünüldüğünü kamuoyuna açıklamıştı.

    Günlük gazetesinin 22 Ağustos’ta bir ay süreyle ka-patılmasının ardından, 26 Ağustos’ta yayın hayatına başlayan ve Genel Yayın Yönetmenliğini avukat Eren Keskin’in yaptığı Demokratik Açılım gazetesi de bir ay süreyle kapatıldı. İstanbul 14. Ağır Ceza Mahke-mesi, gazetenin 22 Eylül de yayınlanan 29. sayısın-da yer alan HPG’li Aliye Timur’un cenazesine ilişkin olarak ‘Cenaze törenleri mitinge döndü’ başlıklı ha-berde ‘yasa dışı örgüt propagandası’ yapıldığını iddia ederek ceza verdi.

    Günlük gazetesi de İstanbul 13. Ağır Ceza Mahke-mesi tarafından 14. sayfasında yer alan Toronto Üni-versitesi Yakındoğu ve Ortadoğu Medeniyetleri Bölü-mü öğretim üyesi Prof. Dr. Amir Hassanpour’un ‘Ge-lişen dünya dilbilim düzeninde dilsel haklar: Devlet, pazar ve iletişim teknolojileri’ başlıklı yazısını ‘Örgüt propagandası’ sayarak bir aylık kapatma ‘cezası’ al-mıştı.

    Gazete kapatarak, operasyonlara hız vererek, gö-zaltı ve tutuklamalarla vb. yapılacak bir “Demokratik açılımın” nasıl bir açılım olacağı daha şimdiden belli!

    Gerçek anlamda demokratik açılım, ancak demok-ratik halk devrimi ile mümkündür.

    26.09.2009 ✓

    “Demokratik Açılım” gazetesi kapatıldı

    Bu yıl 1 Eylül Dünya Barış Günü eylemleri, AKP Hükümeti ile ordu arasında, PKK’yı muhatap almadan Kürt sorununu bazı siyasi adımlar atarak “çözme” planının bir süreden beri yoğun olarak tartı-şılması şartlarında yapıldı.

    DTP, 1 Eylül’de düzenlenen eylemlerde muhata-bın A. Öcalan olduğunu, A. Öcalan muhatap alın-madan sorunun çözümümün mümkün olmadığını, “açılım”ın yetersiz olduğu vb. mesajlarını verdi.

    Demokratik Çözüm İçin Barış Platformu tarafın-dan 1 Eylül’de Kadıköy’de yürüyüş ve miting düzen-lendi.

    Tepe Natilius önünde toplanan 10 bin kişi İskele Meydanına yürüdü.

    Yürüyüşün ağırlığını DTP oluşturdu. DTP yanında yürüyüşe ve mitinge; KESK, ÖDP, EMEP, ESP, KÖZ, Halkevleri, EHP, SP, SDP, Mücadele Birliği Platfor-mu, BDSP, Ürün, DSİP, TMMOB, TTB, UİD-DER, SODAP, SEH ve MGH katıldı.

    DTPlilerin taşıdığı pankartlarda, attıkları slogan-larda, yaptıkları konuşmalarda, öne çıkan vurgu ba-rış ve muhatabın A. Öcalan olduğu idi.

    DTP kortejinde her yaştan insan vardı. Kadınlar geleneksel giysileri ile yürüdü. Sık sık A. Öcalan lehi-ne sloganlar atıldı.

    Mitingde, KESK dönem sözcüsü Hatun İldemir, Doç. Dr. Haluk Gerger, DTP İstanbul Milletvekili Se-bahat Tuncel birer konuşma yaptılar. Miting verilen müzik dinletisi ve halaylarla son buldu.

    1 Eylül 2009 ✓

    “Açılım” gölgesinde 1 Eylül

  • 9

    halkların kardeşliği için

    Türkiye çok uluslu bir ülke. Egemen ulus olan Türk ulusu dışında, Kürt, Arap ulusu ve Aba-za, Ermeni, Çerkes, Gürcü, Laz, Roman, Rum, Yahu-di vb. azınlık milliyetler yaşıyor. Yok sayılan, katli-amdan geçirilen, asimile edilmek istenilen, inkar ve imha politikalarına maruz kalan ulus ve milliyetler varlıklarını her şeye rağmen sürdürüyor.

    Bianet’te yayınlanan bir yazı bu coğrafyada çok uluslu, çok kültürlü, çok dilli bir yapı olduğunu gör-mek isteyenlere bir kez daha gösteriyor. Öneminden dolayı yazıyı olduğu gibi aşağıda yayınlıyoruz.

    “Kerem MORGÜL – Bianet Türkiye’de konuşu-lan dilleri dünya dilleri üzerine kapsamlı çalışmalara yer veren ethnologue.com’un Türkiye raporuna göre Türkiye’de Türkçe’yle birlikte 36 dil konuşuluyor. Ancak Ethonologue’un rakamları da birçok dil için eski. Çoğu 1980’lere ya da 1990’lara ait. Bu durum, Türkiye’nin dilleri için de güncel çalışmalara ihtiyaç olduğunu gösteriyor.

    Abazaca: 10 bin civarında insan tarafından konu-şuluyor (1995). Abhazca: 35 bin (1993) Abhazyalının 4 bin kadarı (1980) tarafından çoğunlukla Çoruh, Bolu ve Sakarya’da anadili olarak konuşuluyor. Adi-gece (Çerkesçe): 1965 nüfus sayımında önemli bölü-mü Kayseri, Tokat ve Kahramanmaraş’ta 71 bin kişi tarafından anadili olarak konuşulduğu tespit edil-di. Arapça (Kuzey Mezopotamya): Mardin ve Siirt ağırlıklı olmak üzere 400 bin kişi bu dili konuşuyor (1992). Arnavutça: 65 bin Arnavut’un 15 bin kada-rı konuşuyor (1980). Azerice (Güney): Çoğu Kars’ta 530 binden fazla kişi tarafından konuşuluyor (1996). Boşnakça: Ağırlıklı olarak Batı illerinde olmak üze-re 20 bin kişinin anadili (1980). Bulgarca: Bulgaris-tan göçmenleriyle birlikte 300 bin kişi konuşuyor (2001). Çingene Dilleri: Ethnologue.com’un Domar-ve Romani olarak ikiye ayırdığı dilleri toplamda 50 bini aşkın kişi konuşuyor. Ermenice: 70 bin civarın-

    Türkiye’de 36 dil konuşuluyor

    da Ermeni’nin 40 bini konuşuyor (1980). Gagavuzca: 327 bin kişi konuşuyor (1993). Gürcüce: Başta Artvin, Ordu ve Sakarya olmak üzere 40 bini aşkın kişi ta-rafından konuşuluyor (1980). Kabartayca (Çerkesçe): Önemli kısmı Kayseri ve çevresinde 202 bin kişi ko-nuşuyor (1993).

    Kazakça: 600 kadar kişi konuşuyor (1982). Kırgız-ca: Van ve Kars yörelerinde binden fazla kişi konu-şuyor (1982). Kırım Türkçesi (Balkan Tatarcası): Tam olarak kaç kişi tarafından konuşulduğu bilinmiyor. Özellikle Ankara’nın Polatlı yöresindeki Tatar köy-lerinde kullanılıyor. Kumukça: Birkaç köyde konu-şuluyor. Kürtçe: Ethnologue.com Zazaca, Dimlice ve Kırmançi ile Kırmançi’nin lehçeleri sayılan Şikaki ve Herki’yi ayrı diller olarak değerlendiriyor. Tüm bun-lar Kürtçe ana başlığında toplanırsa 5 milyondan faz-la kişinin anadili olarak Kürtçe konuştuğu söylenebi-lir. KONDA’nın 2007 tarihli araştırmasına göre ken-dini Kürt olarak tanımlayanlarsa 11,5 milyon civa-rında. Ladino: Çoğu İstanbul ve İzmir’de 8 bin kişi konuşuyor (1976). Lazca: 30 binden fazla kişi anadili olarak konuşuyor (1980). KONDA’ya göre Türkiye’de kendini Laz olarak tanımlayanlar 220 bin civarında. Ağırlıklı olarak Rize’nin doğusu ve Artvin’de konu-şuluyor. Osetçe: Digor lehçesi Bitlis, Erzurum, Kars, Muğla ve Antalya yörelerinde konuşuluyor (1993). Özbekçe: Hatay, Gaziantep ve Urfa’da 2 bine yakın kişinin anadili (1982).Rumca (Yunanca): Büyük ço-ğunluğu İstanbul’da 5 bine yakın kişi konuşuyor (1993). Süryanice: Ethnologue.com tarafından Turo-yo ve Hertvince gibi lehçeleri ayrı ayrı değerlendirilen Süryanice yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Hert-vince lehçesi Siirt’te 1000 kadar kişi tarafından konu-şuluyor (1999). Turoyo ise Mardin yöresinde 3 bin ci-varında insanın anadili (1994). Tatarca: İstanbul’daki Tatarlar tarafından konuşuyor. Türkçe: Türkiye nü-fusunun yüzde 90’ının anadili (1987). KONDA’ya göre bu oran yüzde 85. Türkmence: Tokat ve çevre-sinde bin kadar kişi tarafından konuşuluyor (1982). Uygurca: Çoğu Kayseri’de 500 kişi konuşuyor (1981).“

    20 Eylül 2009 ✓

    Bianet’te yayınlanan bir yazı bu coğrafyada çok uluslu, çok kültürlü, çok dilli bir yapı olduğunu görmek isteyenlere bir kez daha gösteriyor.

  • 10

    güncel

    Emperyalistlerin finans kurumları İMF ve DB (Dünya Bankası) 6 – 7 Ekim 2009 tarihleri ara-sında İstanbul’da toplanıyorlar. Bu toplantıda da her zaman yaptıkları gibi dünya ezilen halklarını, işçi sı-nıfını ve emekçileri nasıl ezip sömürerek karlarına kar katacaklarını kararlaştıracaklar.

    Ülkelerimiz işçi ve emekçileri ile birlikte İstanbul’u bu kan emici haydutlara dar etmek bu zalim sömü-rücülerin gerçek yüzünü herkese göstermek için 30 devrimci, demokrat parti ve çevre ile bir birlik oluş-turuldu.

    Bizim de YDİ Çağrı gazetesi olarak içinde yer al-dığımız bu birlik; IMF ve Dünya Bankası Karşıtı Birlik’tir.

    Bu birlik içinde bizim dışımızda şu çevreler yer alı-yor:

    Demokrasi İçin Birlik Hareketi (DTP, TÖP, SDP, Sosyalist Parti, SODAP, EHP, SEH, Anti-Kapitalist, Türkiye Gerçeği, Demokratik Dönüşüm, 14 Mayıs Platformu), Halk Cephesi, Bdsp, Partizan, Dhf, Alın-teri, Esp, Özgürlükçü Sol Hareket, ÇHD, Kaldıraç, Devrimci Hareket, Mücadele Birliği, Emek Ve Öz-gürlük Cephesi, Odak, Köz, Proletaryanın Kurtulu-

    IMF ve DB Karşıtı Birlik mücadele çağrısı yaptı

    şu, Otonom, Proleter Devrimci Duruş.Birlik 11 Eylül 2009 günü yaptığı bir basın toplan-

    tısı ile amaçlarını ve yapacağı eylem ve etkinlik prog-ramını açıkladı.

    Bu program çerçevesinde13 Eylül 2009 günü Taksim Tramvay Durağı’ndan Galatasaray Meydanına doğru her bileşenin kendi flaması ve dövizi ile katıldığı “IMF ve Dünya Bankası defol!” yürüyüşü yapıldı.

    1500’ün üzerinde kişinin katıldığı yürüyüşün en önünde “IMF ve DB defol!” ortak sloganının yazılı olduğu pankart ve dövizler taşındı.

    Yürüyüş boyunca “IMF defol, bu dünya bizim, em-peryalistler, işbirlikçiler 6. filoyu unutmayın, IMF ve DB’na karşı sokağa, eyleme, mücadeleye, IMF’ye karşı sokaklardayız, kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya da hiçbirimiz, işçilerin birliği sermayeyi yenecek!” sloganları ortak ve gür bir şekilde atıldı.

    Yürüyüşün sonunda okunan basın açıklaması ile emperyalizmin mali kuruluşları olan IMF ve DB’nın tüm dünyada işçilere, emekçilere ve ezilen halklara nasıl saldırdığı anlatıldı. İşçi sınıfının, emekçilerin ve tüm ezilen halkların düşmanları bu haydutların şim-diye kadar kaç ülkede toplantılar yapmışlarsa o ülke-

    Emperyalistlerin finans kurumları İMF ve DB (Dünya Bankası) 6 – 7 Ekim 2009 tarihleri arasında İstanbul’da toplanıyorlar...

  • 11

    güncel

    nin onurlu insanları, işçi ve emekçileri sokağa çıkmış protesto etmiş toplantılarını engellemeye çalışmış ol-dukları belirtildi.

    Yaşadığımız bu toprakları onlara dar etmek için bi-zim de “IMF ve Dünya Bankası defol!” şiarıyla soka-ğa çıkmamız ve isyan ateşini körüklememiz gerekti-ği vurgulandı.

    Açıklama, 28 Eylül’de hazırlık toplantılarıyla baş-layacak zirveyi daha başlamadan bitirtmek için güç-lerimizi birleştirmemiz gerektiği, işçilere ve emekçi-lere ekmeğine ve onuruna sahip çıkmak için 28 Ey-lül – 7 Ekim tarihleri arasında birliğin yapacağı ey-lemlere katılması çağrısıyla bitirildi.

    Birliğin üçüncü eylemi 17 Eylül 2009 günü Merkez Bankası İstanbul şubesi önünde yapılan ve150’ye ya-kın kişinin katıldığı basın açıklaması oldu. Bu eylem de aynı şekilde önde ortak pankart ve dövizler, arka-da her bileşenin kendi flama ve döviziyle durduğu, or-tak sloganların atıldığı bir basın açıklaması idi. Farklı olarak IMF ve DB ile işbirliği yapan devletin en yük-sek mali kuruluşu Merkez Bankası’nın emperyalistle-rin mali politikasını aynen uygulayan yerli işbirlikçi-si bir kurum olduğu teşhir edildi. Ülkemizin onurlu işçileri ve emekçi halkları tarafından bu sömüren ve ezen zalimlerin yarattığı büyük bir öfke ile sokağa çı-kıp onları “sıcak”; tıpkı Seattle’deki, Cenova’daki gibi karşılayacağı belirtildi.

    Birliğin dördüncü eylemi 24 Eylül 2009 günü saat 13:00’da IMF’nin İstanbul’daki (Levent- Kanyon’da) bürosu önünde protesto ve basın açıklaması yapıla-cak.

    Birlik, 1 Ekim 2009 günü İstanbul – Taksim’de sen-dika ve meslek örgütlerinin yapacağı yürüyüşe katı-lacak.

    Yine birlik 1 – 7 Ekim 2009 tarihleri arasında Tak-sim ve çevresinde alternatif çeşitli etkinlikler düzen-leyecek.

    6 – 7 Ekim’de de IMF ve Dünya Bankası toplantı-sının yapılacağı salona gidip “Bizim de sözümüz var” diyecek.

    Birlik, kararlaştırdığı ve basın toplantısında kamu-oyuna açıkladıkları ile kendini sınırlamadığını em-peryalistlerin bürokratlarına İstanbul’u dar etmenin yolunun meşru olduğunu bu bilinçle hareket edece-ğini belirtti. Başta sendika ve meslek örgütleri olmak üzere tüm devrimci ve demokratik kurumları bu programı sahiplenmeye IMF ve Dünya Bankası top-lantılarını yaptırmamaya çağırdı.

    20 Eylül 2009 ✓

    IMF ve DB Karşıtı Birlik, IMF ve DB’nı 24 Eylül 2009 günü saat 13’de IMF’nin İs-tanbul – Levent’teki bürosu önünde bir basın açıkla-ması ile protesto etti.

    Birlik bu eylemi de diğer basın açıklamalarında ol-duğu gibi aynı içerikle “IMF ve DB defol!” ortak pan-kartını açarak yaptı.

    IMF Bürosu’nun olduğu bu binanın çok lüks ol-ması, polisten daha fazla özel güvenlik görevlisinin bulunması ve hepsindeki telaşlı davranışlar buranın emperyalistler ve onların işbirlikçileri açısından ne kadar önemli bir yer olduğunu gösteriyordu.

    Katılabilen Birlik bileşenlerinin her birinin bir tek flamayla katıldığı eylemde tesbit edilen ortak slogan-lar gür bir şekilde defalarca atıldı.

    Yüz kişiye yakın katılımın olduğu ve devrimci bir disiplin içinde yarım saat süren eylem bir sonraki ey-lemin duyurusu yapılarak bitirildi.

    Birliğin şimdiye kadar yaptığı tüm eylemlere gel-meyen burjuva medya bu eylemde de yoktu. Bu du-rum bu medyanın hizmetinde oldukları emperyalist-lere ve emperyalistlerin işbirlikçisi Türk hakim sınıf-lara ne denli sadakat içinde olduklarını gösteriyor.

    26 Eylül 2009 ✓

    IMF, bürosu önünde protesto edildi

  • 12

    güncel

    Tekirdağ ve İstanbul’da yaşanılan sel felaketi 30’u aşkın insanın ölümüne yol açtı. Dereler taştı. Binlerce ev ve işyeri sular altında kaldı. Yol ve köp-rüler çöktü.

    Felaketin ardından sorumsuz yetkililer, Büyük-şehir Belediye Başkanı Topbaş, ‘Gezegenimizi kötü kullanıyoruz’ diyerek insanları suçlarken, İstanbul Valisi felaketi ‘takdir-i ilahi’ olarak yorumladı. Çev-re Bakanı Mehmet Eroğlu ise, ‘ABD’nin bile felaketi önleyemeyeceğini’ savundu.

    İkitelli, Güneşli, Küçükçekmece, Gaziosmanpaşa, Yenibosna, Halkalı gibi semtlerde yüzlerce ev ve iş-

    Sel felaketi: Sorumlu kapitalist sistemdir!

    Doğanın doğal döngüsü içinde yaşanılan doğal olaylar, yağmur, deprem vb. kapitalizmde felakete dönüşerek esas olarak yoksulları vuruyor.

    yeri su altında kaldı. İkitelli TIR parkında uyuyan 10 şoför uykularında can verdi. TIR garajında 50 kişi ise yaralı olarak kurtarıldı. Bağcılar’da tekstil işçisi 7 kadın eşya gibi konuldukları minibüste can verdi.

    Şiddetli yağış nedeniyle İstanbul’un Arnavutköy, Sultangazi, Bağcılar, Eyüp, Esenler, Bahçelievler, Ba-şakşehir, Büyükçekmece, Küçükçekmece ve Gazios-manpaşa, semtlerinde binlerce ev ve işyerini ve altge-çitleri su bastı.

    ‘Takdir-i ilahi’ mi?

    Her felaket sonrası, ‘takdir-i ilahi’ sözünü duyuyo-

  • 13

    güncel

    ruz. Her şey ‘allah’dan! O zaman yapılacak bir şey yok. ‘Kader’e razı olmak lazım! Bu sözle verilen bilinç bu. Oysa sel felaketi kader değil.

    Sel felaketlerinin asıl sorumlusu şiddetli yağmur-lar değil, düşen yağmurun sağlıklı bir şekilde emil-mesini, akmasını ve buharlaşmasını sağlayan doğal ortamı bozan kapitalizmdir. Doğal ortamın sağlık-lı olduğu yerlerde, yağmur ne kadar şiddetli düşerse düşsün, belli bir kısmı ağaç yapraklarında kalmak-ta, belli bir kısmı yeşil örtü tarafından, belli bir kıs-mı toprak tarafından emilmekte, yeraltı kanallarına karışmakta, bu kanallar vasıtasıyla derelere, ırmakla-ra, göllere, denizlere akmakta, buharlaşarak yeniden yağmur olarak toprağa düşmektedir. Bu doğal dönü-şüm sırasında emilemeyecek derecede şiddetli yağan yağmur suları, derelerin, ırmakların kenarlarındaki doğal taşma ortamlarının sular altında kalmasına yol açmaktadır.

    Doğal ortam ve ormanlar kar uğruna tahrip edil-diği için, çok şiddetli biçimde yağan yağmurlar, yeşil örtü ve toprak tarafından o hızlılıkta emilememek-te, emilemeyen sular taşarak aşağılara doğru akmak-ta, doğal taşma alanları yok edildiğinden, dere yolları değiştirilip kenarları betonlandığından, dereler dar-laştırılarak yerleşim alanı yapıldığından, suyun nor-mal akış hızı ve yüksekliği için düşünülen tüm ön-lemler yetersiz kalmakta, su dereleri de aşarak felaket getirmektedir!

    Eskiden yüzyılda bir iki defa gerçekleşen sel fela-ketleri, son yıllarda sık sık gerçekleşmektedir! Bu, doğa daha fazla kâr uğruna talan edildikçe, yaşadık-larımızdan çok daha büyük felaketlerin kapıda oldu-ğunun işaretidir.

    Sel yoksulları vurdu!

    Doğanın doğal döngüsü içinde yaşanılan doğal olaylar, yağmur, deprem vb. kapitalizmde felakete dö-nüşerek esas olarak yoksulları vuruyor.

    Dere yataklarında ev yapmak zorunda bırakılan emekçiler her sel felaketinde can veriyor. Eşyalarını kaybediyor. Yetkililer her zaman “yaraların sarılaca-ğı” sözünü veriyorlar. Gerçekte ise değişen bir şey ol-muyor. Verilen sözler unutuluyor. Emekçiler yeni bir felakete kadar geçim derdine düşüyorlar. Kendi yara-larını kendileri sarıyorlar.

    Sel felaketi, yoksulluk, yokluk kader değil. Merke-zinde insanın durduğu yeni bir dünya yaratmak işçi-lerin, emekçilerin ellerinde!

    11 Eylül 2009 ✓

    12 Eylül 1980 faşist askeri darbesi 29. Yıldönü-münde, Kadıköy’de yapılan bir yürüyüşle protesto edildi. Yürüyüşe, 78’liler girişimi, TMMOB, KESK, DTP, EMEP, ÖDP, SP, SDP, TKP, ESP, Kaldı-raç, UİD-DER, Ürün, PDD vs. katıldı.

    Saat 14.00’de başlayan yürüyüş, sağanak yağmur altında coşkulu bir şekilde Kadıköy meydanına ka-dar sürdü. Kadıköy meydanında konuşmalar yapıldı. İlk sözü 78’liler girişimi Başkanı Celalettin Can aldı. Ardından DTP Diyarbakır Milletvekili Gülten Kışa-nak, KESK Genel Başkanı Sami Evren, DESA dire-nişçisi Emine Aslan, direnişte bulunan Sinter işçileri adına Halit Yıldırım birer konuşma yaptılar.

    Sağanak yağmur nedeniyle, miting planlanandan erken bitirildi.

    YDİ Çağrı olarak yürüyüşe flamalarımızla, kor-tej kurarak katıldık. Darbecilerden hesabın devrim-le sorulacağını haykırdık. “Umut isyanda, kurtuluş devrimde, sosyalizmde!, Faşizme ölüm tek yol dev-rim! Faşizme karşı omuz omuza!, Halkların kardeş-liği için tek yol devrim!, Gerçek barış devrimle gele-cek!, Zam, zulüm, işkence, işte TC!” vb. sloganları-nı attık.

    12 Eylül 2009 ✓

    12 Eylül faşist darbesi protesto edildi

  • 14

    yeni kadın dünyası

    Eylül ayının ilk haftasında iki gün boyunca yağan yoğun yağmurun ardından yaşanan sel felaketi-nin yoksullar için bilançosu ağır oldu. Şimdiye kadar 24 kişi İstanbul’da olmak üzere toplam 36 insan ha-yatını kaybetti. Yüzlerce ev ve işyeri sular altında kal-dı, onlarca araç sel sularına kapıldı. Evleri su basma tehlikesi ile karşı karşıya olan emekçilere ise İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş üst katta-ki komşuya çıkmayı önerdi.

    Yaşanan bu sel felaketinin asıl suçlusu, kar uğruna doğanın dengesini bozan kapitalistler olmasına rağ-men suçlu hepimiz olduk. Egemenler, bu felaketin ik-lim değişikliğinden kaynaklandığını ve bunda herke-sin sorumluluğu olduğunu söyleyerek çevre düşmanı politikalarını gözlerden gizlemeye çalıştılar.

    Kapitalistlerin sadece çevre düşmanı değil aynı za-manda işçi düşmanı olduklarına 8 tekstil işçisi kadı-nın sel sularında boğularak yaşamını yitirmesiyle bir kez daha tanık olduk.

    Güldane Çiftçi, Özlem Ünal, Nuriye Can, Altun Yüksek, Naciye Karadeniz, Bircan Karadaş, Nebahat Salkım ve Fikriye Özentürk İstanbul İkitelli’de bulu-nan Pameks Tekstil fabrikasında çalışıyorlardı. 9 Ey-lül sabahı her gün bindikleri ve adına ‘servis’ denilen kapalı bir yük kamyonetiyle işlerine gitmek zorunda bırakılan 10 kadın işçiden 7’si olay yerinde, yaralı ola-rak hastaneye kaldırılan Fikriye Özentürk ise 14 Eylül günü hayatını kaybetti. Böylece Pameks patronu ta-rafından ölüme gönderilen işçi sayısı 8’e çıktı. Çünkü ‘servisin’ ne penceresi, ne oturacak koltuğu ne de içe-riden açılan bir kapısı vardı. İnsan taşımanın yasak olduğu bu yük aracıyla balık istifi gibi işe taşınan 10 kadın işçiden ikisi önde oturdukları için kurtulma-yı başarırken, araca dolan çamurlu sulardan kurtula-mayan diğer 8 kadın o kadar şanslı değildi.

    Kadın işçilerin ölüm nedeni anlaşılınca fabrika pat-ronlarından işçileri suçlayan açıklamalar gecikmedi. İşçileri taşıyan aracın servis olarak kullanılmadığını, şoförün kendi inisiyatifini kullanarak bu aracı aldığı-

    İşçi kadınları kar hırsı öldürdüİnsan taşımanın yasak olduğu bu yük aracıyla balık istifi gibi işe taşınan 10 kadın işçiden ikisi önde oturdukları için kurtulmayı başarırken, araca dolan çamurlu sulardan kurtulamayan diğer 8 kadın o kadar şanslı değildi.

    nı, işçilerin yağmurdan ıslanmamak için araçtan in-mediklerini ve yağmuru görünce kapıları kapattıkla-rını vs. açıkladılar.

    Fakat bütün bu açıklamaların yalan olduğunu ya-şamını yitiren kadın işçilerden 19 yaşındaki Özlem Ünal’ın babası Hikmet Ünal’ın anlattıkları ortaya koyuyor: “Şimdi ortaya çıkınca durum, sanki yağmur yağdığı için bu arabayı göndermişler, normalde başka araba gönderiyorlarmış gibi konuşuyorlar. Yalan. Ben her gün kendi ellerimle bindiriyordum kızımı o ara-baya. Bu mahallede bir tek o fabrikanın servisi değil ki, bütün servisler öyle. Çıkın bakın sabah giderken, akşam mesai bitiminde, bütün kadınlar, genç kızlar balık istifi, kamyonetten bozma arabalara bindirilip işe götürülüyorlar. Tutunacak yer bulamamış, elleri kan içinde geldi yavrumun ölüsü.”

    Özlem Ünal’ın annesi Nezihe Ünal ise şunları söy-lüyor:

    “Ben de bindim o servise. Oturacak yerimiz bile yoktu. Yere otururduk da varana kadar bir yerimi-ze bir şey olmasın diye birbirimize tutunurduk. Kı-zım tutunacak yer bile bulamamış, patron tutunacak bir yeri bile çok görmüş kızıma. Kızıma layık gördü-ğü kara toprakmış. Yavruma işyeri mezar oldu.”

    8 Tekstil işçisi kadın, Pameks patronu daha fazla kazansın diye canlarından oldular. Ürettikleri mallar kadar değeri olmayan kadın işçilerin göz göre göre ölüme gönderilmesi ne ilk ne de son. Tıpkı 2005 yı-

  • 15

    yeni kadın dünyası

    lında Bursa’da Özay tekstil fabrikasında gece vardi-yasında çalışan kadın işçilerin üzerine kapılar kilitle-nerek çıkan yangında 5 kadının yanarak hayatlarını kaybetmesi gibi yada 2007 yılında Urfa’nın Ceylanpı-nar ilçesinde fındık toplamaya giderken bindirildik-leri traktörün devrilmesiyle can veren 10 tarım işçi-si kadın gibi.

    Türkiye’de kadın emeği ucuzdur. Kadınlar tekstil, gündelikçilik, hizmetçilik gibi emek yoğun işlerde bir çok durumda sigortasız, güvencesiz, sağlıksız koşul-larda çalıştırılıyorlar. Bu alanlarda çalışan kadınların önemli bir bölümünün kalifiye işçi olmaması patro-nun her türlü keyfi davranışı kendinde hak görmesi-ni beraberinde getiriyor. Ne de olsa dışarıda bekleyen binlerce işsiz işçi var!

    Kadın işçilere bir servis aracını bile çok gören Pa-meks patronu gibilerinin kar ve rekabet için yapma-yacakları şey yoktur. Bu uğurda birkaç işçinin ölmüş olması onlar için fazla bir şey ifade etmiyor. Nitekim Pameks yetkilisi Ahmet Alkan’ın şu açıklaması işçi-

    ye verdiği değeri ortaya koyuyor: ‘Burada beslediği-miz köpek bile bir aracın üzerine çıkıp kendisini kur-tardı. Onlar da araçtan inseydi bir şey olmayacaktı. İçlerinde bana hizmet eden çaycım vardı; (kastetti-ği kaldırıldığı hastanede hayatını kaybeden Fikriye Özentürk’dür. bn) bir tek ona çok üzüldüm’.

    Pameks patronlarının bu utanmazca açıklamala-rı yapabilmelerinin nedeni işçi ve emekçi kadınların güçsüzlüğü, örgütsüzlüğüdür.

    Kadın işçiler bilinçlendikleri, örgütlendikleri ve en temel haklarına sahip çıkmayı öğrendikleri zaman, ancak o zaman patronlar bu tür açıklamalar yapabil-me cüretini gösteremeyeceklerdir. Biz işçi kadınların da işçi düşmanı kapitalist sisteme karşı örgütlenmek ve patronları tarihin çöplüğüne atmak için mücade-lenin en önünde yer almak dışında bir alternatifimiz yok.

    Kahrolsun ücretli kölelik düzeni!

    Eylül 2009 ✓

    14 yaşındaki B.Ç.’ye cinsel istis-marda bulunduğu için 13 yıl hapis cezasına çarptırılan ve şu anda hapiste yatan Vakit yazarı Hüseyin Üzmez’i protesto eden kadınlar yargı-lanıyor! Bursa Cumhuriyet Savcısı Pı-nar Koyuncular ve Nergiz Şişek için 7.5 yıl hapis istemiyle dava açtı.

    Bursa kadın platformundan Pınar Koyuncular ve Nergiz Şişek’in, Hüseyin Üzmez’i 10 Şubat 2009’daki mahkeme çıkışında şemsiye ve yumurtalarla pro-testoları medyaya da yansımıştı.

    Pınar ve Nergis kadınlara yönelik şid-dete, tacize, tecavüze ve erkek egemenli-ğine sessiz kalmadıkları için yargılanıyorlar.

    Açılan bu dava kadına yönelik her türlü şiddet-le mücadele eden, kadınların kurtuluş mücadele-sinde yer alan tüm kadınlara açılmıştır. Bu nedenle Pınar’ın ve Nergiz’in bu davalarında yanında oldu-ğumuzu ve bu davanın bir an önce iptal edilmesini talep ediyoruz.

    Bu iki kadının 1 Ekim’de Bursa Adliyesi’nde dava-sı görülecek. Davanın görüleceği sırada kadın plat-

    Üzmez’i protesto eden kadınlar yargılanıyor!

    formları da davanın iptal edilmesi talebiyle adliye önünde protesto gösterileri düzenleyecekler.

    Biz de tüm okurlarımızı Pınar ve Nergiz’in yanında olmaya onlarla dayanışmaya çağırıyoruz.

    Pınar, Nergis yalnız değildir!Kahrolsun erkek egemen sistem!

    Eylül 2009 ✓

  • 16

    panorama

    PANORAMA

    Bu yazıyı okuduğunuzda Afganis tan’daki iş-gal ve savaş 8. yılını doldurmuş olacak. Bilindi-ği gibi 11 Eylül 2001 tarihinde Dünya Ticaret Merke-zi ve Pentagon’a yönelik saldırılar sonrasında, başını ABD emperyalizminin çektiği savaş koalisyonu “te-rörizme karşı mücadele” adına, 7 Ekim 2001 tarihin-de Afganistan’a yönelik saldırı savaşını başlatmıştı. Taliban rejimi yaklaşık üç ay süren savaşla yıkılmıştı.

    Savaş başlatıldığında, emperyalistlerin borazanla-rı kitlelere Afganistan’a “demokrasi götürme”, “ka-dınları özgürleştirme” vb. vb. masallar anlatıyordu. O dönemde bu masallara aldananların sayısı hiç de az değildi.

    Savaş ve işgal ile demokrasinin mümkün olama-yacağı ve emperyalistlerin amaçlarının Afganistan halkını Taliban’dan kurtarmak olmadığını; onların dünyayı paylaşma dalaşındaki hesap ve çıkarlarına uygun olarak Afganistan’ı işgal ettiklerini anlatan az sayıda devrimci ve komünistin haklı olduğu da kısa sürede ortaya çıktı.

    Sözkonusu bu 8 (sekiz) yıllık süreçteki gelişmeler-le ilgili tavırlarımız ise dergimizin sayfalarında takip edilebilir. Sadece yıldönümlerinde değil, “yol harita-sı” ya da “geçiş takvimi” bağlamında yaşanan somut gelişmeler, seçimler, ya da NATO zirvelerinde takını-lan tavırlar bağlamında da tavır takınarak mümkün olduğunca gelişmeleri ortaya koyduk.

    “Geçiş takvimi” tamamlandı ama Afganistan’a ne barış geldi, ne de demokrasi! Tersine ülke daha çok yakıldı, yıkıldı, sayısı belli olmayan binlerce sivil in-san katledildi, katlediliyor. Doğrudan işbirlikçi olma-yanlar Taliban dönemini arar oldu. ISAF güçlerinin komutası 11 Ağustos 2003 tarihinde NATO’ya dev-redilirken, yani savaş ve işgalden hemen hemen iki

    2001-2009

    Savaşın ve işgalin sonu görünmüyor!

    - AFGANİSTAN -

    sene sonra, işgal güçlerinin sayısı 15 bindi. Gelinen yerde ISAF ve doğrudan ABD emperyalizminin “Sı-nırsız Özgürlük Harekatı” (Operation Enduring Fre-edom) (OEF) güçlerinin sayısı 100.000’i bulmuştur. Bu hesaplar içinde “söldner” denilen paralı askerler yoktur. Bunların sayısı hakkında kesin rakam yok, sadece tahminler medyaya yansımaktadır. Gelişme-ler kısa sürede işgalci güçlerin bu sayısının da artırı-lacağını göstermektedir.

    İşgal gücü sayısının artırılmasının ötesinde, sa-vaş, pratik olarak da Pakistan’ın Afganistan sınırla-rındaki bölgelere kadar genişletilmiştir. Bunun bir göstergesi de artık sadece Afganistan savaşından, ya da stratejisinden değil, AfPak (Afganistan ve Pakis-tan) stratejisinden bahsedilmesidir. Özellikle Nisan ayından bu yana Pakistan ordusu Taliban ve El Kai-da güçlerine karşı savaş adına, milyonlarca insanı Af-ganistan sınırına yakın bölgeden sürmüştür. Katledi-lenlerin sayısı belli değil. Kimi veriler 3-4 milyon ci-varında insanın yerini yurdunu terk etmek zorunda kaldığını, sürgün edildiğini ortaya koymaktadır. Kı-sacası Pakistan ordusu sınır bölgesini insansızlaştıra-rak, Afganistan’ı işgal eden güçlere destek olmaya ça-lışmaktadır. Kısa vadede Pakistan’ın egemenlerinin hem ABD’ye yaranma hem de mümkün olduğunca Taliban ve El Kaida güçlerine zarar vermeme hesap-ları tutabilir, ama uzun vadede tutmaz. Pakistan ege-menleri eğer siyasetlerini ve uygulamalarını değiştir-mezlerse, andaki gelişmeler er ya da geç Pakistan’da iç güçlerin çatışmasını kaçınılmaz kılmaktadır.

    Afganistan’daki işgalci güçler açısından Afganis-tanlıların ne kadarının katledildiğinin hiç bir önemi yoktur. İşgal ve savaş bağlamındaki tartışmalar, söz-konusu işgalci güçlerin ülkelerinde, esas olarak şu ya

  • 17

    panorama

    da bu işgalci ordu mensubu askerin öldürülmesi, ya da uluslararası toplantılarda konunun gündeme geti-rilmesine bağlı olarak yürümektedir.

    Savaş karşıtı güçlerin sorunu gündeme getirmesi ve işgalcilerin Afganistan’dan çıkmasına yönelik ta-lepler; ya da kamuoyu araştırmalarına göre halkın önemli çoğunluğunun savaşa ve işgale karşı olma-sı durumu da işgalci güçlerin yönetici kademelerini fazla ilgilendirmiyor. Onlar, üzerlerine düşen göre-ve –emperyalist çıkarları savunma görevine– uygun davranıp yapmaları gerekeni yapıp bu arada da esas-ta kitleleri “ulusal çıkar adına” peşlerine takmaya ça-lışmaktadırlar.

    Afganistan’dan çıkma taleplerine askerlerce verilen yanıtlar 10-20 sene ile 30-40 sene daha “oradayız” bi-çiminde ifade edilmektedir. Siyasetçiler ise bu açık-lamalara karşı gelmeden, kitlelerin nabzına göre şer-bet dağıtma taktiğini, genel laflarla sorunu geçiştirme yolunu seçmektedirler.

    NATO toplantılarında ise açıkça bu savaşın ne olursa olsun kazanılması gerektiği dile getirilmekte-dir. Aksi halde NATO’nun varlığı soru işareti olacak! Savaşın kazanılması için daha çok asker, silah, daha çok ölüm, yakıp yıkma sözkonusudur. Asker sayısı-nı daha da yükseltmek için başvurdukları taktikler-den biri, savaşın kaybedilme durumu olduğunu an-latmaktır. Eh, savaşın kazanılması için de daha çok asker ve silahın Afganistan’a gönderilmesi gerekir… Gönderiliyor da!

    Savaşın kazanılması meselesi bağlamında ortaya çı-kan sorulardan biri, gerçekte kazanılmak istenenin ne olduğu sorusudur. Bunun da ötesinde, gerçekte Tali-ban ve El Kaida güçlerine karşı savaşın kazanılmasını ve bir an önce Afganistan’dan çıkılmasını istiyorlar mı? Bu soru aslında işgalci güçlerin başını çeken em-peryalist büyük güçlerin dünyayı paylaşım dalaşın-da uzun vadeli planlarının sorgulanması temelinde cevaplandırılabilir. En başta ABD emperyalizminin -ama sadece onun değil-, Çin ve Rusya’ya karşı uzun vadeli mücadele planlarında Afganistan’a yerleşme hesabı vardır. Hatta gidişat bu hesaba Pakistan’a yer-leşmenin de eklendiğine işaret etmektedir.

    Tüm tahminleri ve olasılıkları bir kenara bıraktığı-mızda bile, gelişmeler, Afganistan’daki işgalin ve sa-vaşın daha çok süreceğini göstermektedir. Şimdiden İkinci Dünya Savaşı’ndan daha uzun sürdüğü de, ge-çerken bilince çıkarılması gereken bir olgudur.

    Bilince çıkarılması gereken bir başka olgu da, Afganistan’daki işgal ve savaşın ABD Başkan-

    lık seçimleri öncesinde “barış yanlısı” gösterilen Obama’nın gerçek yüzünü, özünde Bush’tan farklı olmadığını, ABD emperyalizminin çıkarlarını tem-sil ettiğini, bunun için savaşı da sürdüreceğini ortaya koymasıdır. Obama sadece Afganistan’daki ABD as-ker sayısını ikiye katlamamıştır. Aynı zamanda savaş gücüne onbinlerce yeni asker katmıştır. Böylece ge-nelde ABD ordusunun sayısı da yükseltilmiştir, yük-seltilecektir.

    Sekiz yıllık bir savaş ve işgalin bilançosu için hem çok şey söylemek, binlerce sayfa kitap yazmak müm-kün, hem de bir tek cümleyle, “özünde hiçbir şey de-ğişmemiş, işgal ve savaş sürüyor, sürecek” biçiminde formüle etmek mümkündür. Evet Afganistan’a “öz-gürlük ve demokrasi” uğramamış, teğet bile geçme-miştir… İkinci kez başkanlık seçimi yapılması da gerçekte demokrasinin belgesi değildir.

    Başkanlık seçimi ve sonucu…

    İşgalciler, 2001 yılı Aralık ayından itibaren Tali-ban rejimi yerine yerleştirecekleri işbirlikçi yöneti-mi oluşturmaya yöneldiler. Karzai, onlar için daya-nılabilecek, güvenilebilecek esas seçenekti. O’nu ata-dılar! Karzai başkanlığında oluşturulan hükümet ile “geçiş takvimi”ni gecikmeli de olsa gerçekleştirdiler. 2004 yılında 9 Ekim’de ilk başkanlık seçimleri yapıl-dı ve Karzai seçildi. Kuşkusuz ki Karzai’nin seçilmesi de, seçimin yapılması da savaşın ve işgalin gölgesin-de, işgalcilerin belirlediği kapsam veya çerçevede ol-muştur.

    Seçimler dünya kamuoyuna Afganistan’a demok-rasinin yerleştirildiğinin bir belgesi olarak sunuldu. Oysa, gerçekte ülkenin büyük bölümünde seçim ya-pılamamış, seçmenlerin önemli kesimi oy kullanma-yı bırakın kayıt bile olamamıştı. Olsun! Emperyalist-lerin çıkarına uygun olduğu sürece hiç bir seçim “an-tidemokratik” değildir! Onlar için zaten belirleyici olan seçimlerin demokratik olup olmadığı değil, bek-ledikleri sonucu verip vermemesidir.

    Bu temelde Karzai, atandıktan sonra, formel olarak seçimle de yeniden başkanlık koltuğuna oturtulmuş-tu. Fakat 2004 seçimlerinden sonraki süreçte yaşanı-lan gelişmeler, başta ABD emperyalizminin yöneti-mi olmak üzere işgalci güçlerin Karzai’den memnun olmadığı, aslında onun yerine koyabilecekleri bir al-ternatifin olmaması sonucu ona katlandıkları bir du-rum ortaya çıkardı. Bu konuda dergimizin 131. sayı-sında NATO Güvenlik Konferansı hakkında takındı-ğımız tavırda şunları söylemiştik:

  • 18

    panorama

    “Obama yönetimi Karzai’den memnun değil. Ama onun yerine getirebileceği ve tabii ki Karzai’den daha etkili olabilecek kimse şimdilik ortalıkta görünmüyor. Fakat Afganistan’daki gelecek seçimlerde Karzai’nin yeniden seçilmesi, ancak yerine konulacak kimsenin olmamasına –ya da küçük bir ihtimal de olsa, halkın gerçekte Karzai’yi işgal güçlerine karşı biri olarak gör-mesine– bağlı olacaktır.” (Sayfa 16)

    Bu bağlamda 20 Ağustos 2009 tarihinde yapılan se-çimlere bakıldığında, ABD emperyalizminin ve müt-tefiklerinin Karzai’ye en az bir dönem daha mecbur oldukları sonucu ortaya çıkmaktadır.

    Evet, 20 Ağustos’ta seçimler yapıldı! Ama ne seçim! Serbest ve hür seçimler işgalci güçlerin sayısının artı-rılmasını sağlıyor, silahların ve tehditlerin gölgesinde seçmenlerin “güvenliği” sağlanıyordu… “Güvenliği” sağlanan seçmenlerin sayısı ise belli değil! Ülkenin gerçek nüfusu da belli değil ya, kimin umrunda! For-mel olarak adaylar var, ama esas yarış Karzai ile en yakın iki rakibi arasında yürüyor. Abdullah Abdul-lah, Karzai hükümetinde Dışişleri Bakanlığı yapmış biri, Eşref Gani ise eski Dünya Bankası eski çalışa-nı. İkisi esas olarak ABD emperyalizminin Karzai’ye karşı alternatif olarak güçlendirmeye çalıştığı, güven-diği insanlar. Ama bunların gerçekte Karzai’nin yeri-ne geçmesi için halk içindeki desteği az.

    Böylesi bir durumda ABD emperyalizminin temsil-cileri –diğer işgalci güçlerden daha çok karar verici durumda olmasına dayanarak da– çıkmazlarına çö-züm bulmaya çalıştı…

    Gerçekte ne seçmen sayısı belli, ne de gerçekte kul-lanılan oyların sayısı. Seçim sonucuna karar veren, oyları sayanlardır. Seçim ve oyların sayımı da işgalci-lerin kontrolündedir.

    Seçimlerde hile yapıldığına yönelik tartışmalar, oy-ların yeniden sayımı vb. tavırların tümü de, seçim sahtekarlığının esasının, bizzat seçim oyununun ken-disi olduğu gerçeğinin üzerini örtmeye, işgalcilerin Karzai’den kendilerini kurtarma hesaplarında karar-sızlıklarını gizlemeye hizmet etmiştir.

    Almanca yayınlanan “Der Spiegel” dergisindeki bir habere göre, Obama’nın Afganistan ve Pakistan Özel Temsilcisi Holbrook, Karzai’yi ziyaretinde, O’na “Zor bir soru sorabilir miyim?” sorusunu sormak-tadır. Buna göre Holbrook, Karzai ve Abdullah ara-sında ikinci tur seçimin yapılmasının, Afganistan’ın demokratik inanırlığını güçlendireceği ve Batı’nın Afganistan’daki maceracılığın eleştirisini azaltacağı görüşündedir. Karzai ise buna, bunun Afganistan’ın

    iç işlerine karışmak olduğunu, ikinci tur seçimler hakkındaki kararı “bağımsız” seçim komisyonu-nun vereceği yönünde yanıt vermektedir. Sonuçta, Karzai’nin oyların %54’ünü alarak seçimi kazandığı açıklandı.

    Bu gelişmeler işgalci güçlerin Karzai yönetimini mecburen kabul ettiklerini ortaya koymaktadır. İş-galcilerin işbirlikçisi olsa da, Karzai de kendi koltu-ğunu korumanın dalaşı içindedir. O, ülkedeki insan-ları kendi tarafına çekmeyi, işgalcilerden daha iyi bil-mektedir. Seçimler esasta işgalcilerle Karzai kliğinin çatıştığı bir durumun ötesine geçmemiştir. Anda ka-zanan Karzai olmuştur. Afganistan’daki savaşta iş-birlikçiler de işgalcilere zorluk çıkarıyor!

    26 Eylül 2009 ✓

    Bir G20 Zirvesi daha yapıldı!

    - PİTTSBURG / ABD -

    Dergimizin 133. sayısında G20’nin Londra’daki zirvesi hakkında tavır takınmış ve bu güçlerin krize gerçekte çözüm arama ve de bulma konumun-da olmadıklarını ortaya koymuştuk. 11 ay içinde ger-çekleştirilen G20 zirvelerinin üçüncüsü de 24-25 Ey-lül tarihlerinde ABD’nin Pittsburg kentinde yapıldı.

    Zirvenin gündeminde birçok sorun vardı. Öne çı-kanlar ise finans sektörünün, bankaların denetimi ve menejerlerin primleri vb. sorunlardı. Tüm bunlar da finans sisteminin reforme edilmesi olarak ele alını-yor.

    Sözkonusu reformların yapılıp yapılmayacağından ve de hangi içeriğe büründürüleceğinden bağımsız olarak, bu güçlerin kitleleri aldatmaya çalıştığı şey, sanki sözkonusu reformlarla krizlerin önleneceği so-

    G20 grubu içinde yer alan 19 ülke ve AB temsilciliği dünyanın ekonomisinin %85’ini, ticaretin de %80’ini temsil etmektedir. Bu aslında ekonomideki eşitsizliğin de bir kanıtıdır.

  • 19

    panorama

    runudur.Bu konuda menejerlerin primlerinin ve ödemeleri-

    nin alınan riske göre değil de bankaların uzun vadeli başarısına göre belirlenmesi gibi sorunlar, kuşkusuz ki kendilerini sağlam kazığa bağlama açısından önem taşımaktadır. Fakat bu da, esas olarak primlerin yük-sekliği ya da düşüklüğü tartışması temelinde değil, krizin suçunu esas olarak açgözlü menejerlere bağla-ma yaklaşımı temelinde ele alınmaktadır. Bu mantığa göre sözkonusu şu ya da bu menejer risk üzerlenme-de uzun vadeli başarıyı gözetleyecek ve adına çalıştığı soyguncuyu -bu somutta genelde finans işlerini yürü-ten bankalar oluyor- büyük risklerin altına sokmaya-caktır… Balon çok çok fazla şişmeyecektir!

    Kendilerini koruma, kurtarma açısından alınma-ya çalışılan bu önlemler ama, sistemin kaçınılmaz yol arkadaşı olan krizleri önlemenin, krizleri ortadan kaldırmanın önlemleri değildir, olamazlar da. Ger-çekte kendi zararlarını daha aza indirebilecek önlem-leri, kitlelere krizlere karşı önlemler olarak yuttur-maktadırlar.

    Kitlelere yutturmaya çalıştıkları bir şey de, san-ki G20 gibi forumlarda yer alan tüm devletlerin (biri AB olarak geçiyor) ortak çıkarları varmış ve bunların çözümleri de ortak çıkarlara hizmet ediyormuş biçi-mindeki sahtekarlıktır. Egemenlerin işçilere, emekçi-lere, ezilen halklara karşı birleştiği, bu konuda ortak çıkarlara sahip olduğu olgudur. Fakat dünyanın eko-nomisinde söz sahibi olma, dünyanın paylaşımı pas-tasından pay alma, diğer bir deyimle dünyaya egemen olma dalaşında her emperyalist, kapitalist gücün ken-di çıkarları vardır ve bu çıkarlar uzun vadede diğerle-rinin çıkarlarıyla çelişir. Bunların kısa vadeli birlikle-

    ri, ya da ortaklıkları, bunlar arasında çıkar dalaşının, çelişkilerin olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor.

    Bu olgulara dayanarak da G20 zirveleri gibi toplan-tılarda, herkesin ortak çıkarını oluşturan noktalar-da uzlaşma sağlanır ve özellikle de bağlayıcı karar-lar alınmaz; diğer noktalarda da esasında görüş alış-verişi yapmanın ötesine geçilmez. Ortak noktalar-da da genelin ötesinde somut belirlemeler yapılmaz. Örneğin G20 Zirvesi’nde bankaların sermaye mikta-rı ve kalitesinin düzeltilmesi ve ödemeler ile primleri de kapsayan aşırılıkların önüne geçilmesi konusun-da hemfikir oldukları yönlü bir sonuç çıktı. Ama bu-nun somut olarak nasıl yapılacağı, bankacılık sektö-ründe yeni kuralların neler olduğu gibi somut bir so-nuç yoktur. Bu 2010 yılı sonuna kadar belirlenmek ve 2012 yılına kadar adım adım uygulamaya konmak is-teniyor.

    G20 grubu içinde yer alan 19 ülke ve AB temsilciliği dünyanın ekonomisinin %85’ini, ticaretin de %80’ini temsil etmektedir. Bu aslında ekonomideki eşitsizli-ğin de bir kanıtıdır. Bütün emperyalistlerin dünya-yı paylaşımı için yürüttüğü dalaşta da eşitsizlik var-dır. ABD gibi dünya jandarması bir güç ile G20 gru-bu içinde bile yer almayan bir Avusturya arasındaki dalaşın eşitliğinden bahsedilemez elbette. Buna rağ-men ama G20 Zirvesi’nde “adil rekabet”in sağlanma-sı, ya da alınacak önlemlerle bozulmaması dile geti-rilmektedir. TÜSİAD Başkanı Yalçındağ da Başba-kan Erdoğan’a görüşlerini ileten mektupta, G20’nin “adil rekabeti bozmayacak kurallar geliştirmesi ge-rektiğini” (Hürriyet, 25 Eylül) savunarak, kapitalizm-de adil rekabetin olacağı, ya da rekabetin adil olabile-ceği görüşünü yaygınlaştıranlar arasında yerini aldı.

  • 20

    panorama

    Bunların hepsi de kitlelerin bilincini karartmak-tan başka işe yaramamaktadır. G20 Zirvesi gibi zir-velerde işçilerin, emekçilerin, ezilen halkların çıkarı-na olan herhangi bir karar verilmez. Verilen her karar egemenlerin çıkarınadır. Egemenlerin kendi arala-rındaki çıkar dalaşı, diğer bir deyimle rekabet ise da-laş içinde olanların güçlerine orantılıdır. Burada adil bir rekabet, ya da rekabetin adilliği sözkonusu değil-dir. Olsa ki ne olur? Olacak olan rekabetin sürmesi-dir. Rakiplerin rekabette eşit ölçüde yararlanmasıdır. Sorunun özü de rekabetin, dalaşın varlığıdır. Nasıl yürüdüğü, yürütüldüğü değildir.

    Örneğin ABD’nin ithalat ve ihracat dengesinde-ki açığının Almanya ve Çin gibi ülkelerin ithalat ve ihracattaki fazlalığı karşısına konup, ABD’nin daha fazla tassaruf yapması ve daha az tüketmesi; Çin’in ise iç pazarı güçlendirmesi ama daha az ihracat yap-ması, dengesizliğin bir önlemi olarak tartışılmakta-dır.

    Böylesi bir durumda, ABD kendisini daha da güç-lendirmek için bu önlemleri kabul edebilir. Ama Çin, niye daha az ihracat yapsın ki? İç pazarın güçlendi-rilmesi niye daha fazla ihracatla kolkola gitmesin ki?

    Obama’nın “Biz böyle devam edemeyiz, Çinliler, Al-manlar ya da başka ülkeler bize mümkün olan herşe-yi satıyor biz borçlanıyoruz, ama bir şey geri ihraç et-miyoruz.” ve “Yeni bir dengeye ihtiyacımız var” deme-si kuşkusuz ki ABD emperyalizminin krizden çıkış arayışının göstergeleridir. Denge herhalükarda ABD aleyhine bozulmuştur. Eğer Çin, Hindistan, Brezil-ya gibi ülkeler gelinen yerde dünya ekonomisini be-lirleme tartışmalarına ve kararlarına katılabiliyorsa; IMF’de daha fazla söz söyleme hakkına kavuşuyorsa, bu, tam da kapitalizmdeki eşitsiz gelişmenin dayattı-ğı bir sonuçtur. Yoksa ABD emperyalizminin, ya da diğer önde gelen emperyalistlerin adilliğinden kay-naklanmıyor.

    Tüm sahtekarlıkların gölgesinde G20 Zirvesi’nde alınan kimi kararlar oldu. Medyaya yansıdığı kada-rıyla en önemli karar, G20 grubunun bundan böyle dünyanın ekonomi politikalarını koordine eden esas forum haline gelmesi yönlü karardır. Böylece G8’in rolünü ekonomik alandan almış olmaktadır. Kriz, yeni bir gruplaşmayı dayatmış, G8 içindeki güçle-re gelinen yerde artık sözkonusu diğer güçleri hesa-ba katmadan, onlarla uzlaşma sağlamadan sorun-ların altından kalkamayacakları gerçeğini kabul et-tirmiştir. G8 toplanmaya devam edecekmiş ve jeo-politik konularla ilgilenecekmiş. G8 Zirvesi de G20

    Zirvesi’nden bir gün önce toplanacakmış mış…G20, 2010 yılında iki kere toplanmayı planlamış-

    tır. 2010 Haziran ayında Kanada’da, Kasım ayında ise Güney Kore’de toplanacak. 2011 yılında ise Fransa’da toplanmayı planlamıştır. G8 yerine kendisine verdiği rolü ise 2010 yılındaki toplantılarda oynayacak.

    Dünya ticareti bağlamında son G8 Zirvesi’nde alı-nan karara uygun olarak 2010 yılı başlarında görüş-melerin sonlandırılması hedeflenmektedir. Özellik-le tarım ve sanayi ürünlerine konan gümrük oranı ve devletler tarafından tarımsal ürünlerin sübvanse edilmesi konuları tartışılan konuların başında geli-yor.

    İklim sorunu bağlamında ise G20 Zirvesi tam bir fi-yasko olmuştur. Konu üzerine hemen hemen hiç tartı-şılmamıştır. Oysa bu zirveden iki gün önce, aynı güç-ler BM Konferansı’nda yer almışlardı. Bu olgu, daha şimdiden kimi burjuva siyasetçilere bile Aralık ayın-da Kopenhag’ta yapılacak BM İklim Konferansı’nda Kyoto Anlaşması’nın devamı olacak anlaşmanın rizi-koya girdiğini söyletmektedir.

    Zirvede üzerinde anlaşılan ve ortak kararlar içinde de yer alan konulardan biri devletlerin krize müda-halesinidoğru olduğu; bu yardımların planlı biçim-de ama krizden çıktıktan sonra geri çekilmesi yön-lü tavırdır. Esas mesele devletin ekonomiye müdaha-lesinin yeniden azaltılmasıdır. Fakat devletin kriz-den net biçimde çıkılmadan önce elini çekmesinin de daha kötü sonuçlara yol açabileceği yönlü korkuları var. Bu yüzden hedefte anlaşsalar da, somut adımla-rın ne zaman ve nasıl atılacağı konusunda herhangi bir karar yoktur.

    Finans sisteminin reforme edilmesi konusunda, ge-nelde hemfikir olunmuş görüntüsü var. Neler yapı-lacağı herkes için belli değil. Belli olan Çin, Hindis-tan, Brezilya gibi ülkelerin IMF’de daha çok söz sahi-bi olma paylarına kavuşacaklarıdır. Şimdilik %5 ora-nındaki payın sözkonusu ülkelere dağıtılacağı tartı-şılıyor.

    Özellikle yoksul ülkelere yardım niyetli tarım fonu bağlamında ise niyet ve dilekler dile getirildi.

    Sonuçta finans sisteminin reforme edilmesi, ban-kaların denetime tabi tutulması, menejerlerin prim-lerinin uzun vadeli başarılara bağlı ele alınması gibi kontrol ve denetim önlemleri konusundaki genel uz-laşı, G20 Zirvesi’nin belirleyici tavrı olmuştur.

    İşçiler, emekçiler, ezilen halklara düşen yine her za-manki gibi, bu egemenlerin hükümdarlığına karşı, kendi iktidarlarını kurma, devrim için mücadeledir.

    27 Eylül 2009 ✓

  • 21

    panorama

    BM İklim Konferansı’nın hemen ertesi günü gün-demde 64. BM Genel Kurulu toplantısı vardı. Kamuoyuna yansıyan haberlere göre öne çıkan üç nokta vardı. a) Libya Başkanı Muammer Kaddafi’nin Genel Kurul’daki konuşmasıydı. İlk kez bir BM Ge-nel Kurulu’nda ve dönem başkanı olarak konuşan Kaddafi, 15 dakikalık konuşma süresini 90 dakika-ya çıkarmış, BM Güvenlik Konseyi daimi üyelerinin veto hakkını eleştirmiş ve BM Sözleşmesi kitapçığını oturum başkanına fırlatmıştı…

    b) Ahmedinejad’ın konuşması. Ahmedinejad ko-nuşmasında İsrail’i eleştirmiş ve onun konuşmasını birçok ülke temsilcisi Yahudi düşmanlığını içerdiği için protesto edip salondan çıkmışlardı. Önceki ya-zılarımızda da belirttiğimiz gibi Ahmedinejad’ın Ya-hudi düşmanlığı yapma konumuna sahip olmadığı-nı söylemiyoruz. Fakat somut olarak konuşmasın-da İsrail’e ve ABD’ye eleştiri yöneltmesini antisemi-tizm olarak değerlendirip salonu terketmek, esasın-da İsrail’in ve destekleyicisi ABD’nin Filistin Arap halkına yönelik baskılarını temize çıkarmaktır. Ahmedinejad’a karşı bu titizliği gösterenlerin İsrail yöneticilerine karşı da göstermediği yerde çifte stan-dart tavır ortaya çıkmaktadır.

    c) BM Güvenlik Konseyi’nin atom silahlarına karşı aldığı karar. Bu konuda Obama’nın konuşması ve tas-lağı onaya sunması ile Güvenlik Konseyi’nin oybirli-ğiyle kararlaştırdığı BM 1887 sayılı Karar, atom silah-larından arındırılmış bir dünya biçimindeki propa-gandayla tarihi bir karar olarak kamuoyuna yansıtıldı.

    Sözkonusu 1887 sayılı kararı, kararda bahsedilen diğer tüm kararlar temelinde inceleme durumunda değiliz. Fakat hem kararın internet çevirisinde hem de medyadaki yorumlarından görebildiğimiz kada-rıyla, gerçekte atom silahlarından arındırılmış bir dünyayı sağlayacak bir karar alınmamıştır.

    BM Genel Kurulu’ndan…

    Alınan karar esas yönü ile nükleer güç olarak kabul edilenlerin, en başta da ABD ve Rusya’nın egemen-liğini pekiştirmek; İran gibi nükleer silah üretme-si istenmeyen ülkelerin baskı ve kontrol altına alın-ması ve buna ek olarak da nükleer tesis inşa etme ve silah üretmede kullanılan hammaddenin, tekniğin kontrol altına alınmasını sağlamaya yöneliktir. Bu da nükleer terörizme karşı mücadele olarak lanse edili-yor.

    Genel Kurul öncesi ve sırasında ABD-Rusya yakın-laşması, Rusya’nın İran’a yönelik yaptırımlara yeşil ışık yakması boşuna değildir. İran ile görüşmelerde bulunan beş daimi üye ABD, Rusya, İngiltere, Fran-sa, Çin ve Almanya İran’a görüşmelere dönmesi için 1 Ekim’e kadar mühlet tanıdılar. 1 Ekim’de Cenevre’de görüşmelerin başlayacağı haberi medyaya yansırken, Genel Kurul’da Ahmedinejad’ın İran’ın “ikinci uran-yum zenginleştirme tesisini inşa” ettiğini açıklaması yeni tartışmalara yol açtı.

    Rusya’nın yaptırımlara yeşil ışık yakması ve İran’a yönelik baskının artırımasına karşı Çin’in tavrı, yap-tırımları artırmakla, baskılarla sorunun çözülemeye-ceği biçimindedir. Brezilya ise İran’ın nükleer enerji-yi barışçıl amaçlarla kullanma konusunda diğer ül-kelerle aynı hakka sahip olduğunu savunma temelin-de İran’a destek çıkmıştır.

    BM’nin ikliminin bozukluğu gibi nükleer ayarı da bozuk! Emperyalist büyük güçler dünyamızı yok etme tekelini bile kimseye kaptırma niyetinde değil-ler…

    Onlar dünyamızı yok etmeden, işçilerin, emekçile-rin onları, tüm iktidarlarıyla yok etmesi, dünyamızın barbarlık içinde batışını engelleyebilecek, “büyük in-sanlığı” sosyalizme götürebilecektir.

    27 Eylül 2009 ✓

    Genel Kurul öncesi ve sırasında ABD-Rusya yakınlaşması, Rusya’nın İran’a yönelik yaptırımlara yeşil ışık yakması boşuna değildir.

  • 22

    yaşam tem

    ellerini koruma m

    ücadelesi Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Ban Ki Moon, BM üyesi 192 devletin hükümet ve dev-let başkanlarını bir günlüğüne, 22 Eylül tarihinde ya-pılan BM İklim Konferansı’na davet etmişti. Sözko-nusu davete 100 civarında hükümet ve devlet başka-nı katıldı. Kimi ülkeler ise daha alt düzeydeki yetki-lilerce temsil edildi.

    Ban Ki Moon’un bu davetinin perde arkasın-da, Aralık ayında Kopenhag’da yapılması planla-nan ve Kyoto Anlaşması’nın devamını sağlayacak anlaşmanın sonuçlandırılması beklenen BM İklim Konferansı’na hazırlıkları hızlandırmak ve ön anlaş-maları mümkün olduğunca sağlamaya hizmet etme niyeti vardı.

    Kopenhag’da sonuçlandırılmak istenen anlaşma-nın tartışmaları en gecinde 2007’den beri değişik konferans ve zirvelerde, ülkelerin temsilcilerinin top-lantılarında yürütülmektedir. En son görüşmeler ise 10-14 Ağustos 2009 tarihlerinde Almanya’nın Bonn kentinde yürütülmüştü.

    Yürütülen tüm tartışmalar ve görüşmeler BM Ge-nel Sekreteri’ni bile memnun etmeyen, daha doğru-su kaygılandıran biçimde yavaş sonuç vermektedir. Tam da bu yavaş gelişmeyi değiştirmek, anlaşmala-ra hızlı bir tempo kazandırmak niyetiyle, BM, G20 Zirvesi’nden önce bir günlüğüne İklim Konferansı örgütlemiştir.

    Konferansta öne çıkan ABD ve Çin başkanları-nın tavırları oldu. Obama sorunun aciliyetine dik-kat çekerken, ABD’nin iklim değişikliğine tepkisi-nin yavaş olduğunu “özeleştirel” olarak teslim edi-yordu. Çin Başkanı Hu Jintao ise yaptığı konuşma-da CO2 emisyonunu azaltmaya çalışacakları sözünü veriyordu. Çin’in Norveç’in toprakları büyüklüğün-deki alanı yeni orman alanı yapacağını, 2020 yılına kadar 2005 yılı baz alınarak, orman alanını 1,3 mil-yar metreküp büyüteceğini; 10 yıl içinde enerji ihti-yacının %15’ini yenilenebilir enerjiden karşılayacak-larını vb. vb. anlattı. Buradaki rakamların verilmesi ama Çin’in CO2 emisyonunu ne kadar azaltacağı so-

    BM’nin iklimi bozuk…Sonuçta bir günlük konferans, Kopenhag’da Kyoto Anlaşması yerine geçecek olan anlaşmanın sonuçlandırılmasının, üzerinde anlaşılıp onaylanmasının soru işareti olduğunu göstermiştir.

    rusuna cevap değildir. Ne Obama, ne de Jintao somut hedef tespiti yapmadılar. Oysa Çin ile ABD atmosfe-re salınan zehirli gazın %40’ı kadarını salan iki ülke-dir. Çin son dönemde ABD’yi az da olsa geçmiş du-rumdadır.

    Bu durumda Obama ve Jintao’nun sorunun öne-mine dikkat çekmeleri, aciliyetini vurgulamaları bu konudaki çelişkilerin varlığı bilindiğinde önemlidir. Buna rağmen ama bunların bu konuda aralarında-ki çelişkiler ortadan kalkmış değildir. ABD, Çin ve Hindistan gibi ülkelerin sorumluluğuna vurgu yapıp, sözkonusu ülkeleri yükümlülük altına sokmaya çalı-şırken, Çin ve Hindistan gibi ülkeler ise önce ABD sorumluluk altına girsin, ondan sonra biz anlaşmaya bakarız vb. tavırlar takınmaktadırlar. Gelinen yerde aralarında bir yumuşama var ama daha ortak nokta-ya gelmemişlerdir.

    Tam da bu farklılık olduğundan Jintao iklim deği-şikliğini “sadece bir çevre sorunu olarak değil, bilakis aynı zamanda ve herşeyden önce de kalkınma proble-midir” biçiminde değerlendirmektedir.

    Ban Ki Moon bu konferansı, önde gelen siyasetçi-lerin anlaşmayı imzalamaya hazır olduğu sinyalini verdiği ve başarılı olduğu biçiminde değerlendirdi. Buna rağmen ama zehirli gazların atmosfere salını-mını azaltma yükümlülüğü altına girmenin yetersiz kaldığını tespit etti. Ki, başarılı olarak gösterileme-yecek bir konferansı başarılı olarak nitelendiren Ban Ki Moon’un yetersiz kalındığını tespit etmesini, biz-ler çok az diye okuyabiliriz.

    Sonuçta BM İklim Konferansı görüş alışverişinde bulunulan bir toplantı olmanın ötesine geçmedi. İk-

  • 23

    yaşam tem

    ellerini koruma m

    ücadelesi

    lim değişikliğine karşı önlemler için BM’nin ihtiyaç duyduğu para meselesi ise hala açıkta duruyor. G20 Zirvesi de bu sorunu geçiştirdi.

    Sonuçta bir günlük konferans, Kopenhag’da Kyo-to Anlaşması yerine geçecek olan anlaşmanın sonuç-landırılmasının, üzerinde anlaşılıp onaylanmasının soru işareti olduğunu göstermiştir. Bu konudaki kay-gıların ya da beklentilerin sonucunu ise Aralık ayına kadar yapılacak görüşmeler ve konferansın kendisin-de yapılacak tartışmalar gösterecektir.

    28 Eylül-9 Ekim tarihleri arasında Bangkok’ta BM iklim görüşmeleri yapılacak. 29-30 Ekim tarihlerinde AB bu konudaki tavrını, ne kadar finans yardımı ya-pacağını belirleyecek. 2-6 Kasım tarihlerinde de BM iklim görüşmelerinin son pazarlıkları Barcelona’da yapılacak. Bu görüşmelerden çıkacak olan taslak ise 7-18 Aralık tarihlerinde Kopenhag’da ele alınacak.

    Bakanlar düzeyinde katılımın örgütlendiği Kopen-hag BM İklim Konferansı’na, ev sahibi sıfatıyla Da-nimarka Başbakanı Rasmussen ülkelerin hükümet ve devlet başkanlarını davet etti.

    Kopenhag’daki konferans katılımın üst düzey yet-kililerin de katıldığı bir toplantı olacağa benziyor. Fa-kat anlaşmanın sonuçlandırılmasının hiç bir garan-tisi yoktur, tersine veriler dağın fare doğuracağının işaretlerini veriyor.

    Geçen sayımızda G8 Zirvesi bağlamında takın-dığımız tavırda tespit ettiğimiz gibi: “Aralık ayında Kopenhag’da yapılacak zirvede sözkonusu yeni an-laşma sonuçlandırılsa da, uygulanması konusunda fazla umutlu olmamak, sorunun çözümünü emper-yalistlerden beklememek gerekiyor.” (sayı 136, sayfa 17)

    Eylül 2009 ✓

    Munzur’a ilk kelepçe vuruldu!

    Munzur ve Pülümür çayı üzerinde kurulması planlanan 9 baraj ile dersim coğrafyası tama-men tahrip edilmek isteniyor.

    Munzur ve Pülümür çayı üzerinde kurulan Uzun-çayır Barajı’nda 17 Ağustos’tan itibaren su tutulmaya başlandı. Bu nedenle baraj gölündeki 20 kilometrelik alan su altında kaldı.

    Uzunçayır Barajı’nı Fenerbahçe Spor Kulübü 2’inci Başkanı Nihat Özdemir, “yap-işlet-devret” modeli ile 49 yıllığına kiraladı. 21 Ekim’den itibaren birin-ci, Aralık ayında 2 tribünde test üretimine başlana-cak olan barajda 1 Mart 2010 tarihinde 3 tribünden

    birden elektrik üretimine geçilecek.Munzur çayı, 100 kilometre akarak Keban Ba-

    raj Gölü’ne dökülüyor. Barajların inşası ile birlikte, Munzur 25 kilometre akmayacak ve göl olacak.

    Barajlarla birlikte Dersim’de kısıtlı olan tarım alan-ları ortadan kalkacak. Barajlar bölgede iklimin de-ğişmesine yol açacak, Munzur suyunun ana kaynağı olan kar yağışı azalacak.

    1971 yılında milli park ilan edilen Munzur Vadisi barajlarla birlikte yok olacak. Endemik bitki türleri, yöreye özgü hayvan türleri, yabani hayvanlar, doğal güzellikler vb. yok olacak.

    1990’lı yıllarda yürüyen savaş nedeniyle Dersim’de yüzlerce köy boşaltıldı. Onbinlerce insan göç etmek zorunda kaldı. En çok göç veren il olan Dersim’in azalan nüfusu barajlar nedeniyle daha da azalacak.

    Munzur ve Pülümür çayı üzerinde 9 baraj yapıl-mak istenmesinin esas nedeni elektrik üretmek de