171
i Ġnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Yeni Türk Edebiyatı Ana Bilim Dalı SERVET-Ġ FÜNÛN ROMANINDA MEKÂN Hazırlayan Abdulhakim TUĞLUK DanıĢman Yrd. Doç. Dr. Ebru BURCU YILMAZ Yüksek Lisans Tezi Malatya, 2012

SERVET-Ġ FÜNÛN ROMANINDA MEKÂN - dicle.edu.tr · i Ġnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Yeni Türk Edebiyatı Ana Bilim Dalı

Embed Size (px)

Citation preview

i

Ġnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü

Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Yeni Türk Edebiyatı Ana Bilim Dalı

SERVET-Ġ FÜNÛN ROMANINDA MEKÂN

Hazırlayan

Abdulhakim TUĞLUK

DanıĢman

Yrd. Doç. Dr. Ebru BURCU YILMAZ

Yüksek Lisans Tezi

Malatya, 2012

ii

SERVET-Ġ FÜNÛN ROMANINDA MEKÂN

Hazırlayan

Abdulhakim TUĞLUK

Ġnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü

Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

Yeni Türk Edebiyatı Ana Bilim Dalı

DanıĢman

Yrd. Doç. Dr. Ebru Burcu YILMAZ

Yüksek Lisans Tezi

Malatya, 2012

iii

KABUL VE ONAY

Abdulhakim TUĞLUK tarafından hazırlanan “Servet-i Fünûn Romanında

Mekân” baĢlıklı bu çalıĢma, 23.02.2012 tarihinde yapılan savunma sınavı sonucunda

baĢarılı bulunarak jürimiz tarafından Yüksek Lisans Tezi olarak kabul edilmiĢtir.

______________________________________________________

Prof. Dr. Songül TAġ (BaĢkan)

____________________________________________________

Yrd. Doç. Dr. Ebru BURCU YILMAZ (DanıĢman)

______________________________________________________

Yrd. Doç. Dr. Taner NAMLI (Üye)

______________________________________________________

(Üye)

______________________________________________________

(Üye)

Yukarıdaki imzaların adı geçen öğretim üyelerine ait olduğunu

onaylarım.

Enstitü Müdürü

Prof. Dr. Çetin DOĞAN

iv

ONUR SÖZÜ

“Yrd. Doç. Dr. Ebru BURCU YILMAZ‟ın danıĢmanlığında yüksek lisans tezi

olarak hazırladığım SERVET-Ġ FÜNÛN ROMANINDA MEKÂN baĢlıklı bu

çalıĢmanın, bilimsel ahlak ve geleneklere aykırı düĢecek bir yardıma baĢvurmaksızın

tarafımdan yazıldığını ve yararlandığım bütün yapıtların hem metin içinde hem de

kaynakçada yöntemine uygun biçimde gösterilenlerden oluĢtuğunu belirtir, bunu

onurumla doğrularım.”

Abdulhakim TUĞLUK

v

ÖN SÖZ

Servet-i Fünûn Döneminde, baĢta roman olmak üzere diğer edebî türlerde

önemli eserler yazılmıĢtır. Bu dönem romanlarında mekân, Tanzimat Dönemi

romanlarına kıyasla önemli ölçüde geliĢme göstermiĢtir. Servet-i Fünûn Romanında

Mekân adlı çalıĢma, romanın asli unsurlarından olan mekânın, Servet-i Fünûn

romancıları tarafından hangi iĢlevlerle kullanıldığını tespit etme amacı taĢır.

Türk romanının ortaya çıktığı Tanzimat döneminden sonra bu türün

gerektirdiği Ģartları büyük ölçüde sağlayan romanlar, Servet-i Fünûn döneminde

yazılmıĢtır. Servet-i Fünûn, olay, kiĢiler, zaman ve mekânın romanda iĢlevsel

kullanılmaya baĢlandığı dönemdir. Bu yönüyle Servet-i Fünûn Dönemi, Türk

romancılığı açısından kritik bir eĢik olarak görülebilir. Tanzimat döneminde yazılan

benzer konulu romanlardan sonra romanın özüne yaklaĢan eserler verilerek romanın

edebiyatımızda yetkin bir tür olduğunun ispatlanması gerekiyordu. BaĢta Halit Ziya

UĢaklıgil olmak üzere diğer Servet-i Fünûn yazarları romanlarında bunu

gerçekleĢtirerek kritik eĢiğin aĢılmasını sağlamıĢlardır.

Böylesine önemli bir eĢiğin aĢılmasını sağlayan romanların asli unsurlarının

incelenmesi gerekmektedir. Bu çalıĢmada, romanın özünü yansıtan, kiĢiler hakkında

ipuçları sunan, sosyolojik ve psikolojik çıkarımların yapılmasına olanak sağlayan

mekân unsuru incelenerek Servet-i Fünûn Dönemi romanlarında dönüĢümün izlerine

ulaĢılması amaçlanmaktadır.

Servet-i Fünûn Dönemi romancıları tarafından yazılmıĢ olan on bir roman

incelenerek yapılan bu çalıĢmada, yazarların sanat kaygısıyla yazdıkları romanlar

dikkate alınarak seçim yapılmıĢtır. Bu doğrultuda özellikle Mehmet Rauf‟un maddi

kaygılarla yazmıĢ olduğu veya uzun hikâye Ģeklindeki romanlarına yer verilmemiĢtir.

Hüseyin Cahit Yalçın‟ın Nâdide isimli eserinin Latin harfli çevirisi olmadığından,

adı geçen roman Latin harflerine çevrilerek incelenmiĢtir.

vi

Bu çalıĢmada, orijinal vaka, karakter kurgulama tarzı, dil ve üslup gibi

belirleyicileri dikkate alarak yaptığımız seçim doğrultusunda Halit Ziya UĢaklıgil‟in,

Aşk-ı Memnu, Mâi ve Siyah, Ferdi ve Şürekâsı, Nemide, Bir Ölünün Defteri, Kırık

Hayatlar, Sefile, Mehmet Rauf’un, Eylül ve Karanfil ve Yasemin Saffeti Ziya‟nın

Salon Köşelerinde ve Hüseyin Cahit Yalçın‟ın Nâdîde isimli romanları incelenmiĢtir.

ÇalıĢmayı oluĢtururken ilk olarak mekânla ilgili kaynak kitapları inceledik.

Ġncelediğimiz kaynaklardan, Gaston Bachelard‟ın Mekânın Poetikası adlı eserini,

çalıĢmanın oluĢturulmasında esas kaynak olarak belirledik. Daha sonra seçtiğimiz

romanları mekân unsuru yönünden dikkatle okuyarak, bilgi fiĢleri oluĢturduk. Son

olarak teori ve örneklerin bir araya gelmesiyle oluĢan malzemeyi sentez düzeyinde

yorumladık. Böylece mekânın poetiği kavramıyla iliĢkili olarak mekânsal

değerlendirmelerde bulunduk.

Birinci bölümde, mekân kavramı çok yönlü olarak ele alınmıĢtır. Mekânın

farklı boyutlardaki anlam basamakları incelenerek baĢta mekânsallık ve mekânın

poetiği olmak üzere çeĢitli kavramlar üzerinde geniĢ bir değerlendirme yapılmıĢtır.

Ġkinci bölümde, Tanzimat romanında mekân unsuru üzerinde durularak

Servet-i Fünûn romanlarında mekânın nasıl bir değiĢim ve geliĢim gösterdiği ortaya

konulmuĢtur.

ÇalıĢmamızın uygulama safhasını oluĢturan üçüncü bölümde ise Servet-i

Fünûn Dönemi romanlarında mekân üzerinde durulmuĢtur. Ġnceleme yapılırken her

roman ayrı bir baĢlık oluĢturacak Ģekilde değil, bütün romanlar ilgili kısmın baĢlığı

altında, iliĢkili olma Ģartına bağlı olarak ele alınmıĢtır. Böylece yapılan mekân tasnifi

sonucunda seçilen örnek metinlerin her birinde tüm mekân türlerini elde etme

zorunluluğuna düĢülmemiĢtir. Bu bölümde, daha önce tasnif edilen mekân türleri

doğrultusunda romanlardan alıntılanan metin parçaları incelenerek sentezlere

ulaĢılmıĢtır.

vii

“Servet-i Fünûn Romanında Mekân” adlı çalıĢmanın ortaya çıkmasında

emeği geçen, çalıĢmanın tamamını büyük bir titizlikle okuyarak en küçük ayrıntılarla

ilgili geribildirimleri vermekten kaçınmayan ve çalıĢma ile ilgili tüm sorularıma

usanmadan karĢılık veren Hocam Yrd. Doç. Dr. Ebru BURCU YILMAZ‟a teĢekkür

ederim. Ayrıca çalıĢmayı gözden geçirerek Ģekil açısından eksik noktaların

belirlenmesinde yardımcı olan Mehmet Emin TUĞLUK‟a, Mehmet YILMAZ‟a,

AraĢtırma Görevlileri Ġlyas AKMAN ve UlaĢ BĠNGÖL‟e teĢekkür ederim.

Abdulhakim TUĞLUK

Malatya, 2012

viii

ÖZET

Türk romanı, Servet-i Fünûn döneminde, mekân unsuru açısından önemli bir

mesafe kat etmiĢtir. BaĢta Halit Ziya UĢaklıgil olmak üzere, Servet-i Fünûn

romancıları, mekânı ön planda olan bir öğe olarak kullanmıĢlardır. Servet-i Fünûn

romanlarındaki mekân algısı, mekânın temel düzeydeki anlamının dıĢında sosyal

çözümleyiciliği olan değerleri barındırması ve ruhsal durumu yansıtması bakımından

özgündür. Bu çalıĢmada Servet-i Fünûn dönemi romanlarında mekân ele alınmıĢ ve

Servet-i Fünûn romanlarında mekânın poetiği üzerine geniĢ bir uygulamayı da

içerisinde barındıran mekânsal çözümlemeye gidilmiĢtir.

Anahtar Sözcükler: Servet-i Fünûn Romanı, mekân, mekânın poetiği,

mekânsal, çevresel mekânlar, ruhsal durumu yansıtan mekânlar.

ix

ABSTRACT

The Turkish novel has gained an important progress with the aspects of space

in the term of Servet-i Fünûn. Halit Ziya UĢaklıgil as a primarily novelists of Servet-i

Fünûn, they have used the space as a priority item in their literary works. The

perception of space in the novels of Servet-i Fünûn has original position due to

including social analyzer and the aspects of reflecting the spiritual situation beside of

its basic meanings. In the present work, the space was handled in the novels of

Servet-i Fünûn and studied the spetial perceptions including a wide applications upon

the space poetics in the novels of Servet-i Fünûn.

Keywords: Servet-i Funun‟s Novel, space, poetic of space, spatial,

environmental spaces, spaces which reflect spiritual aspect.

x

KISALTMALAR

AA Aylak Adam

ARS Araba Sevdası

AġK AĢk-ı Memnu

bk. Bakınız

BÖD Bir Ölünün Defteri

C. Cilt

çev. Çeviren

der. Derleyen

E Eylül

FBRE Felatun Beyle Rakım Efendi

Fġ Ferdi ve ġürekâsı

KH Kırık Hayatlar

KY Karanfil ve Yasemin

MEB: Milli Eğitim Bakanlığı

MS Mai ve Siyah

N Nadide

NMD Nemide

s. Sayfa

S. Sayı

SK Salon KöĢelerinde

SFL Sefile

vb. Ve benzeri

yaz. Yazarı

xi

ĠÇĠNDEKĠLER

KABUL VE ONAY ................................................................................................................ iii

ONUR SÖZÜ .......................................................................................................................... iv

ÖN SÖZ ................................................................................................................................... v

ÖZET .................................................................................................................................... viii

ABSTRACT ............................................................................................................................ ix

KISALTMALAR ..................................................................................................................... x

ĠÇĠNDEKĠLER ....................................................................................................................... xi

I. BÖLÜM

ROMAN TEORĠSĠNDE MEKÂN ĠNCELEMESĠNĠN ĠġLEVĠ VE ÖNEMĠ ......................... 1

1.1. MEKÂN NEDĠR? ......................................................................................................... 1

1.2. MEKÂNSALLIK .......................................................................................................... 5

1.3. MEKÂNIN POETĠĞĠ ................................................................................................... 6

1.4. ROMANDA MEKÂN UNSURUNUN ĠġLEVĠ VE ÖNEMĠ ...................................... 8

II. BÖLÜM

TANZĠMAT‟TAN SERVET-Ġ FÜNUN‟Â TÜRK ROMANINDA MEKÂNIN

DÖNÜġÜMÜ ........................................................................................................................ 13

2.1. TANZĠMAT ROMANLARINDA MEKÂNA KISA BĠR BAKIġ............................. 13

2.2. SERVET-Ġ FÜNÛN ROMANIYLA BĠRLĠKTE MEKÂNIN GELĠġĠM VE

DÖNÜġÜMÜ .................................................................................................................... 20

III. BÖLÜM

SERVET-Ġ FÜNÛN ROMANLARINDA MEKÂNIN POETĠKASI .................................... 23

3.1. ÇEVRESEL MEKÂNLAR ......................................................................................... 23

3.1.1. Sosyal Hayatı Yansıtan Mekânlar / Mekânın Sosyolojik Analizi ........................ 26

3.1.1.1. Yalı ................................................................................................................ 29

3.1.1.2. Kent-ġehir ..................................................................................................... 34

3.1.1.3. Beyoğlu ve Boğaziçi KarĢılaĢtırması ............................................................ 40

xii

3.1.2. Bir Mahremiyet Alanı Olarak Evin Anlam Dünyası ............................................ 45

3.1.3. Dekoratif Mekânlar .............................................................................................. 56

3.1.4. Tasvir Ağırlıklı Çevresel Mekânlar ..................................................................... 66

3.1.4.1. Kapalı Mekân Tasvirleri ............................................................................... 68

3.1.4.1.1. Yüzeysel Tasvirler ................................................................................. 68

3.1.4.1.2. Anlam Yoğunluğu Bulunan Tasvirler .................................................... 71

3.1.4.2. Açık Mekân Tasvirleri .................................................................................. 77

3.1.4.2.1. Boğaziçi Tasvirleri ................................................................................. 77

3.2. RUHSAL MEKÂNLAR ............................................................................................. 80

3.2.1. Kapalı Mekânlar ................................................................................................... 83

3.2.1.1. Dehliz-Mahzen .............................................................................................. 84

3.2.1.2. Mezar ve Mezarlık ........................................................................................ 88

3.2.1.3. Oda ................................................................................................................ 91

3.2.1.3.1. Karakterle BütünleĢen Oda .................................................................... 92

3.2.1.3.2. Hasta ve Ölü Odası .............................................................................. 101

3.2.2. Fiziksel Niteliği KiĢiye Göre DeğiĢen Mekânlar ............................................... 110

3.2.2.1. GeniĢleyen Mekânlar .................................................................................. 111

3.2.2.2. Dar ve Labirent Mekânlar ........................................................................... 112

3.2.2.2.1. DarlaĢan Mekânlar ............................................................................... 113

3.2.2.2.2. LabirentleĢen Mekânlar ........................................................................ 122

3.3. KARAKTER ÇÖZÜMLEME ARACI OLARAK MEKÂN .................................... 128

3.4. MUHAYYEL MEKÂNLAR .................................................................................... 135

3.4.1. Hayalî Mekânlar ................................................................................................. 135

3.4.2. Fantastik Ġzler TaĢıyan Hayali Mekânlar ........................................................... 140

SONUÇ ................................................................................................................................ 146

KAYNAKÇA ....................................................................................................................... 152

xiii

ÇĠZĠMLER DĠZELGESĠ

ġekil 1: Düğün Hazırlıklarının Yapıldığı Mekânın Saniha Merkezli Görüntüsü 74

ġekil 2: Mekân-Ġnsan ĠliĢkisi Açısından Odanın Mai ve Siyah‟ta Oda 96

1

I. BÖLÜM

ROMAN TEORĠSĠNDE MEKÂN ĠNCELEMESĠNĠN ĠġLEVĠ VE

ÖNEMĠ

1.1. MEKÂN NEDĠR?

Sözlükte yer, mahal, oturulan yer, ikametgâh, ev gibi anlamlarla karĢılanan

mekân (Türkçe Sözlük, 2004: 1930) belleklere, en yaygın ifade ile yer olarak

kazınmıĢtır. Ancak bu nasıl bir yerdir, sınırı nedir, gerçeklik ve algılanabilirlik

boyutu nasıldır? gibi sorular mekân kavramının anlam boyutunun geniĢlemesini

sağlar. Öncelikle, mekân-yer ikilisi konumlandırılırken mekânın üst kademede; yerin

ise daha alt bir konumda olduğu ifade edilmelidir. Yer ifadesi, daha bilinen ve

özelleĢtirilmiĢ olanı anlatır. Mekân daha esnek olmakla birlikte, yer bir durak

noktasını, belirli olanı iĢaret eder (McIntosh, 2008: 70). McIntosh, Space And Place

adlı makalesinde, mekânın daha açık uçlu ve bir bakıma güvenirliği tespit edilmemiĢ

bir yer olduğunu söyleyerek yerin tanımlanmıĢ ve kiĢiye güven veren nitelikte

olduğunu savunur (2008: 70). Sonuçta, yerin mekâna göre daha açık olanı

vurguladığı söylenebilir.

Herhangi bir yer temininde bulunduğu saptanan her bilinen, mekân diye tarif

edilebilir. Walter Benjamin, bellek için mekân ifadesini kullanır ve belleği; üzerinde

geçmiĢin sahnelendiği, kendi yaĢam öyküsünü seyreden bir seyircinin hissettiği

gösteri mekânı olarak ifade eder. (Sayın, 2006: 39) Aynı Ģekilde Gaston Bachelard,

ruhun da içerisinde oturulan bir mekân olduğunu ifade ederken Ģu cümlelere yer

verir:

“Yalnızca anılarımız değil, unuttuklarımız da içimizde

barındırılmıştır. Bilinçsizliğimiz barındırılmıştır. Ruhumuz bir oturma

2

yeridir. Ve evleri, odaları sürekli anımsayarak kendi içimizde oturmayı

öğreniriz.” (1996: 40)

W.Benjamin ve Bachelard‟ın söylemleri ve insan hayalinin sınırsız

oluĢturmacı yönü göz önünde bulundurulduğunda mekânın kesin bir tanımının

yapılmasının güç olduğu sonucuna varılır.

Öte yandan H. Ünal Nalbantoğlu, Aristoteles‟ten yola çıkarak mekânsızlığın

olmadığını söyler. Aslında ifade edilen her nesnenin varlık itibari ile konumlandığını

belirterek mekânın mutlak tanımının yapılmasının mümkün olmadığından hareketle,

mekâna, bireyle güçlü iliĢkisi olan gizem yüklü bir kimlik yakıĢtırır. (2008: 90-93)

Tıpkı Aristoteles gibi Heidegger de mutlak mekân diye bir kavramın olmadığını,

mekânın ancak içindeki nesne ve enerjiler ile değer kazanacağını savunur

(Nalbantoğlu, 2008: 90-93). ġenol Göka da Farabi‟den hareketle mekânın varoluĢ

olduğunu ifade eder (2001: 8). Yani var olan her Ģeyin mekânsal olduğu ve varlığıyla

beraber temsil ettiği enerjiye kaynak teĢkil ettiği varsayımından yola çıkılarak böyle

bir söyleme gidilir. ġ.Öymen Gür ise mekân için, “insan ilişkilerinin ve bu ilişkilerin

gerektirdiği donatıların içinde yer aldığı, sınırları, kapsadığı örgütlenmenin yapı ve

karakterine göre belirlenen bir boşundur” der (1996: 44). Dikkatle bakıldığında Gür,

mekânı boĢun doldurulduğu sonradan belirleyici bir malzeme olarak ele almaktadır.

Yani mekânın sınırı ve önemi insana bağlıdır ve deneyimler sonucunda mekân

Ģekillenir. Aynı Ģekilde M. Ali Uysal, mekânın bir imge olduğunu; söz gelimi ev,

barınak vb. yerlerin fiziksel niteliğinden daha farklı anlamlar taĢıdığını belirtir

(2009:1). Bu, ünlü filozof Heidegger‟in düĢüncelerinin bir uzantısı olarak görülebilir.

Zira Heidegger, mekânı yer olmaktan çıkararak etkileĢim ve deneyim alanı olarak

ifade eder (Hisarlıgil, 2008: 25). Hisarlıgil, mekâna yaklaĢım Ģekillerinden söz

ederek sembolik, yapısalcı, Marksist ve psikolojik yaklaĢımlara değinir.

Heidegger‟in ve Bachelard‟ın düĢüncelerini yansıtan fenomenolojik yaklaĢımın

dıĢında kalanların; yerleĢenin mekânda özne gibi davrandığı ya öznenin ya da

mekânın birbirinden ayrı düĢünüldüğü bir kuramı savunduklarını belirtir (2008: 25).

Söz gelimi yansıtmacı kuramın örnekleyeceği herhangi bir mekân, Marksist izler

taĢıyacağı için, öne sürülen mekânın toplum bazında değerlendirilmesi yapılacak ve

3

yoğunlaĢma sağlanamayacaktır. Çünkü bireysel derinlikten uzaklaĢılmıĢtır.

Heidegger ise mekânsal olanı ileri sürer ve kiĢiden bağımsız olamayacak deneyimsel

mekânı açığa vurur (2008: 25). Mekânı, sırf nesnel olandan kurtararak soyut,

çağrıĢımsal, deneyimsel alana taĢıyan tüm bu yaklaĢımlar romanın sanatsal yönünün

sorgulanmasından elde edilmiĢ yorumlar olarak algılanabilir. Nitekim Semih GümüĢ,

romanda gerçeklik üzerine kullandığı Ģu ifadelerle roman-nesnellik ikilisini

tartıĢmaya açmaktadır:

“Sanatsal yaratımın gerçekleştirdiği soyutlama, nesnel gerçekliğin

üstünde olanaklar taşır. Roman dünyasının gerçek dünyanın süreği olmadığı

da artık tartışılmıyor.” (2011: 29)

O halde romanda mekân problemini ele alırken baĢta anlatıcının hayal gücü

olmak üzere psikolojik dönüĢtürmeler, ütopik ve fantastik oluĢumlar ve kültürel

değerlendirmeler ekseninde sıra dıĢı bir mekân algısına yer vermek gerekir.

Romanın temel unsurlarından birini oluĢturan mekân sadece edebi metinlerde

değil, günlük hayatta da önemli bir husus olarak gün yüzüne çıkar. Bu durum

mekânın edebi metinlerde yer alıĢ biçimine doğrudan etki eder. Ġnsanın sürekli olarak

mekânla birlikte olması ve mekânda yaĢaması onun her an mekâna ait düĢünceler

oluĢturmasını sağlar. Sürekli değiĢen insana karĢın görüntü itibariyle bir derece sabit

kalan mekân, iç ve dıĢ faktörlerin de etkisiyle devamlı bir farklılaĢma sürecine girer.

Bugün güzel olan mekân yarın çirkin, geniĢ olan yer dar, ferahlatıcı mekân baskı

kurucu olarak dönüĢüme uğrayabilir. Dolayısıyla mekânın bu denli dönüĢebilirliği,

onun insanın yaĢadığı farklı süreçlerin tümüyle alakalı olduğunu gösterir.

Mekânla ilgili diğer bir husus da bireyle birlikte canlılığını korumasıdır.

Adaptasyon ve sahiplenme süreçleriyle iç içe olan mekânın bu yönü, uzamın sabitten

koparak sürekliliğe kavuĢmasını sağlar. Ahmet Ġnam, mekânın kiĢi için ifade ettiği

anlama vurgu yaparken, mekânın konum yönünden tanımlanabilirliğini öznellikle

bağdaĢtırır. Gidilen her yerin öncesinde durulan yerin konumunu aldığını ve böylece

mekânın konumlandırılmasının kesinliğe yer bırakmadığını ifade eder. Ġnam,

4

“Mekân, bana değişmez, mutlak özelliğiyle verilmiş değil. Benim, burası şurası,

orası diyen, mekân benimle, bulunduğum yere göre önceden biçimleniyor.” (1992:

177) Ģeklindeki sözleriyle mekânın değiĢmezliğinin söz konusu olmadığını, mekânın

hem konum yönünden hem de algılayıĢ bakımından kiĢisel olduğunu belirtir. Böyle

bir yaklaĢım, mekânda tasarruf konusunu kendiliğinden gündeme getirir. Mekânın

bulunulan yer ile tespit edildiği söylenirse kiĢinin etkileĢim halinde olduğu her

mekânı bir Ģekilde kendi tasarrufu altına alması söz konusu olabilecektir. Sadece

mülkiyeti üzerinde kiĢiler arasında anlaĢılmıĢ ve sonuca varılmıĢ mekânlar hariç

tutulursa, diğer tüm mekânlar bireyin tutumları doğrultusunda ortak bir sahiplenme

duygusuna tabi olabilirler. Bir ova, geniĢ bir yayla, dağ baĢı, deniz kenarı, okyanus

ortası, orman gibi birçok mekân türü hayal ve arzu sayesinde bireylerin olabilir. Ya

da insanın, hayatın merkezine alınacağı bir söylemde, mekânın kiĢiye göre

odaklanacağı ve herkesin bulunduğu mekânı odak noktası olarak görebileceği ifade

edilebilir.

Mekânın fiziksel açıdan kiĢiye göre değiĢebilirliğinin kolaylığı ve algıda

seçicilik gibi bazı kavramlar sayesinde yorumlama düzleminin geniĢlediği görülür.

KiĢi, mekâna bakıĢ açısını bulunduğu pozisyona göre ayarlar. Bunun sonucunda

mekânı anlamlandırırken kullanılan değer yargıları farklı perspektiflerden oluĢur.

Mekânın baĢında, sonunda, ortasında bulunma veya diğer bireylere göre mekânda

öncelik sonralık pozisyonu bakıĢ açısı ile ilgilidir.

Mekânın diğer önemli bir yönü de değerlendirilme safhası ile ilgilidir. Birey

açısından varlığa alan sağlayan mekân, bir takım düĢünsel yapılarca gözden

geçirilerek nitelendirmelere tabi tutulur. Yüceltme, aĢağılama, üstün tutma, kutsama,

tapınma gibi duygusal çeĢitlemeleri beraberinde getiren bu süreç mekânın kiĢide

uyandırmıĢ olduğu koruma-kollama, fayda sağlama düĢüncesinden veya zarar verme

endiĢesinden ileri gelir. Çiftçi için tarlanın yaĢama sevincine kattığı değer,

Müslüman ve Hıristiyanlar için cami ve kilisenin koruyucu, dinginleĢtirici etkisi veya

yaĢama sevincine bağlı bireyler için mezarlığın, özgürlük tutkunu olan kiĢi için

hapishanenin korkutucu yüzü mekânın sadece bireyle analiz edilemeyeceğini

5

vurgulayan örneklerdir. “Mekân kavramı insanlığın ekonomik, ideolojik, sosyo-

psikolojik boyutlarından bağımsız tartışılamaz.” (Karaküçük, 2004: 78) Dolayısıyla

kiĢi ve toplum üzerinde etki sahibi olan her gücün mekânı anlamlandırmada pay

sahibi olduğu vurgulanabilir. Bu doğrultuda iyi-kötü, güzel-çirkin, kapalı-açık, dar-

geniĢ, lüks-köhne, virane-saray yavrusu, gibi nitelemelerin ortaya çıktığı

görülmektedir.

1.2. MEKÂNSALLIK

Mekân söyleminde sistem değiĢikliğine gidilerek sınırsal olandan düĢünsel ve

imgesel olana doğru bir söylem oluĢturulduğunda mekânsal olan elde edilir. Tıpkı iç

içe geçmiĢ kapılar gibi çağrıĢım metodundan faydalanılarak mekânın da anlam

basamakları arttırılır. Böylece akla gelen ilk anlamdan daha geniĢ, göze görünen

alandan daha kapsayıcı bir mekân olgusu ile yüzleĢilir. Dolayısıyla uzamın küçük

veya büyük olması ve kiĢiyi etkileyen diğer fiziksel nitelikler mekân konusunda

belirleyici olmaktan çıkar. Algıya dayalı bir mekân düĢüncesi geliĢmeye baĢlar.

Aydınlı‟nın belirttiği üzere algı ötesi olan artık sadece mekân değil, mekânsaldır.

(2008: 151) Mekânın çerçevesini geniĢleten mekânsal ifadesi, görünen âlemdeki

yargılarımızı değiĢtirecek ve onların sınırlarını belirsizleĢtirecek düzeydedir.

Mekânsal olan, eğer kahramanlarla iliĢkilendirilmiĢse romanda önemli rol

oynayabilir. Kahramanın olayların seyrine göre değiĢmekte olan bir ruh haline sahip

olduğu varsayımından hareket edilirse, mekânın mekânsala dönüĢmesi ile birlikte

yorumların da her kademede farklı bir çizgide olacağı görülür. Zaten dar, kapalı,

labirent gibi mekân türlerinin çıkıĢ noktası buna benzer nedenlere dayanır. Yani

mekânın var olduğu gibi değil kiĢinin algısında var olduğu üzere yorumlanması

hadisesinden bahsedildiğinde mekânsal ifadesi anlamını bulur.

Mekânsal ifadesi baĢta bireyi ilgilendirir. Yani mekânsaldan söz edilebilmek

için özgür bireyin varlığı gerekir. Bu birey, çevresini anlamlandırabilme, ortamı

duyumsadığı Ģekilde adlandırabilme özelliğine sahip olmalıdır. Görünen dünyada

6

hacim ve kütle sahibi olanların dıĢında, hissedilen ve sezilenlerin de bir mekân

oluĢturabileceği düĢüncesi mekânsal ufka sahip bireyin söylemidir. Bu yönüyle,

mekânsal kavramının sözlük anlamındaki mekâna benzeyen, mekân sayılabilir, türü

ifadelerden daha karmaĢık anlamlar içerdiği görülür.

1.3. MEKÂNIN POETĠĞĠ

Mekânın poetiği kavramı, Bachelard‟ın Mekânın Poetikası adlı eserinden

hareketle kullanılan bir terimdir. Mekânın Poetikası genel anlamda sadece edebî

eserlerdeki mekânın kullanımını değerlendiren bir kitap değildir. Bachelard,

çalıĢmasında çeĢitli mekân türlerine değinerek onları yorumlarken mekânın

doğallığından hareketle söylemlerini oluĢturur. Ev, yuva, köĢe, çekmece vb.

mekânların insanın akıl ve duygularıyla etkileĢiminin doğurduğu ilk ve en önemli

çağrıĢımlar mekânın poetiğinde yer alır. Ayrıca imgenin gücünden ve

çeĢitlenebilirliğinden yararlanan Bachelard, kitabında mekânın farklı düĢüncelerde

olan bireylere ayrı ayrı yansıdığını ifade eder. Bu nedenle mekânın poetiği kavramı,

mekânla ilgili çalıĢmalarının temelinde bulunabilecek anahtar sözcüklerden olabilir.*

Her edebî türün mekân açısından yorumlanması farklılık arz eder. Seyircinin

önemli sayıldığı tiyatronun mekân çözümlemesi ve değerlendirilmesi ile roman,

hikâye, Ģiir gibi türlerin mekân yorumları farklı yönlerden ele alınır. Bu da mekânın

poetiği kavramının her edebî tür için ayrı bir anlam ifade edebileceğini gösterir.

Mekânın poetiği, mekânı çok yönlü olarak yorumlamaya çalıĢmaktır. Ancak

bu yorumlama sıradan değil; bahse konu olan mekânın özüne dönük çağrıĢımları

kapsayan ve irdeleyen bir iĢlemdir. Bundan ötürü, mekânın poetiği kavramının

fenomenolojik yaklaĢımla yakın iliĢki içerisinde olduğu savunulabilir. Fenomenoloji

özün tahlil edilmesini ön plana çıkarır. Söz konusu öz, dıĢ görüntünün zaman-mekân

dıĢı düĢünülerek dolaysız Ģekilde elde edilmesiyle ortaya çıkar (Bolay, 2009: 150).

* Ayrıntılı bilgi için bk. Mekânın Poetikası, yaz. Gaston Bachelard.

7

“İlk yaşantıya yönelen dikkatin yeniden keşfedilmesi ihtiyacını

vurgulayan, bilinçliliğin bir vakumda değil, yalnızca şeylerle ilişkide var

olan olarak tanımlandığı felsefi fenomenoloji, kişinin dünyadaki varlığını,

onun mekânsallığına bağlamaktadır.” (Göregenli, 2010: 123)

Yukarıdaki ifadelerle ilintili olarak çekmece uygun bir örnek olacaktır.

Çekmecenin ilk ortaya çıkıĢ bilincinin irdelenerek çekmeceyi önemli kılan

nedenlerin ve onun sürekli taĢıdığı gizin hangi bilinen bilinçle bitiĢik olduğunun

değerlendirilmesi, fenomenolojik yaklaĢımın izlerini taĢıyan bir yöntemin sonucu

olur.

Mekânın poetiği, mekâna yaklaĢım Ģekillerinin bütününü kapsayan, kuĢatıcı

özellik taĢır. Tıpkı Ģiirde kullanılan imgelerin fiziki-fizik ötesi dünya, gerçeklik,

kurmaca, hayal, bilinç-bilinçaltı gibi kavramlarla iliĢkilendirilerek çok yönlü

olasılıkların iç içe toplanıp sonuçlara gidilmesi gibi; mekânın poetiği de mekânların

yorumunun birçok aĢamadan geçirilerek alt basamaklardan analiz ve senteze uzanan

sürecin adıdır.

Romanda; olaylara ve durumlara esastan zemin sağlayan mekânın sadece

adının veya türünün bilinmesi, o eserin mekân çözümlemesine tam olarak yardımcı

olmayacağı gibi olay örgüsü, kurgu ve diğer unsurların anlaĢılmasını da eksik

bırakabilecektir. Romanda yer alan farklı mekânlar; kiĢilerin karakteristiğinin

tespitinde, onların hangi durumlara ve nasıl bir ruh haline girdiklerinin bilinmesinde

önem arz eder. En basit Ģekliyle, mum ıĢığının karanlıkta, duvarlarda oluĢturduğu

gölgelerin kiĢi ve olaylarla olan iliĢkisi, okuyucunun sonuca gitmesinde önem

kazanır. Bir yandan metnin anlatıma dayalı olmasının getirdiği sınırsal belirsizlikler

öte yandan da okuyucunun durağanlıktan ve basmakalıplıktan kurtulma zorunluluğu,

mekânın oluĢturulma sürecini karmaĢık hale getirir. Metinde, ayrıntıların göz ardı

edilmeyeceği gerçeği dikkate alındığında anlatıcının süreci daha dikkatle yönetmesi

gerekecektir. Böylece ayrıntılarıyla birlikte olay örgüsü, kiĢiler ve romanın diğer

unsurlarıyla mekân arasında güçlü bir anlam iliĢkisi kurdurmak metni daha da etkin

kılar.

8

1.4. ROMANDA MEKÂN UNSURUNUN ĠġLEVĠ VE ÖNEMĠ

Roman, insanın belli bir yerde bulunma zorunluluğundan ötürü mekân

unsuruna yer vermek zorunda kalır. Bununla beraber silik de olsa mekânın

çağrıĢımlar yoluyla verildiği görülür. Bu durum hayali, ütopik veya fantastik biçimde

olabilir. Zaten mekânın doğrudan verilmemiĢ olması veya mekânın neresi olduğuna

dair açık örneklendirme yapılmamıĢ olması o metinde mekânın olmadığı anlamına

gelmez.

Romanda mekân, tıpkı anlam basamakları gibi değiĢik yoğunluk

kademelerinde bulunur. Örneğin Namık Kemal‟in İntibah romanındaki mekânın alt

yapısı ve arka planı ile Bilge Karasu‟nun Gece romanındaki mekân bir değildir. Gece

romanında mekân; belirsiz, konumlandırılması güç, silik, soyut ancak bir o kadar da

anlam yoğunluğu bulunan özelliklere sahiptir. Buna karĢın İntibah’taki Çamlıca ve

diğer bazı belli ve bilinen mekânlar, romanda mekânın farklı yoğunluk

kademelerinde bulunabileceğini gösterir. Bu durumu açıklığa kavuĢturması

bakımından İntibah ve Gece romanlarından mekânsal malzeme içeren iki parçayı ele

almak uygun olacaktır. İntibâh‟ta yer alan yüzeysel ve etkisiz mekân örneği Ģu

Ģekildedir:

“Çamlıca ibret gözüyle görülen öyle yerlerdendir ki bahar içinde

insan, çeşmesinin yanına çıkar da başını kaldırıp çevresine bakınır ise,

gözünün önünde doğal, insan eliyle yapılmış, fenle ilgili nice yüz bin türlü

güzelliklerden meydana gelen bir başka âlem görür.” (Ġntibah: 40)

Yukarıdaki paragrafta Ġstanbul‟un Çamlıca Tepe‟sine vurgu yapmak isteyen

anlatıcı mübalağalı anlatımın etkisiyle mekânı güzel gösterme giriĢiminde bulunarak

okuyuculara Çamlıca‟nın güzelliğini aktarmaya çalıĢır. Tamamen anlatıcının Ģahsi

fikrinden kaynaklanan; yüzeysel, somut ve anlaĢılabilir bir mekân örneği olan

Çamlıca‟ya iliĢkin tespitler etki gücü bakımından zayıf kalır. Üstelik mekânın arka

planına bakıldığı zaman birden fazla etkenle karĢılaĢma olanağı zayıftır. Ancak Bilge

Karasu‟nun Gece romanında, anlaĢılması güç, iĢaret ettiği anlamlar itibariyle daha

9

yoğun ve sembolize edilmiĢ mekânsal malzeme ile karĢılaĢılır. Gece‟de yer alan Ģu

metin parçası, mekânın İntibâh‟takine kıyasla ne denli farklılaĢtığını gösterir:

“Gecenin işçileri gündüz saatlerinden tedirgin olurlar. Günün

gerisinde duran karanlık onların gözünde saltık bir mutluluktur. Mut ülkesi

onlar için, masalsı bir geçmiştedir; kendilerini sarıp sarmalamış, kuşatıp

beslemiştir bir zamanlar bu güneş sızma bahçe. (…) Gecenin bir yerinde, bir

düşün loş sularına dalıp yüzmeğe başladıklarında kendilerini taşıyan ellerin

üzerinde, bir çocukluk evine dönenler gibidir gecenin işçileri. O evin

penceresinden bakınca, bildikleri, anımsadıkları şehrin yerinde uçsuz

bucaksız uzanan bir ettopraklılıkla karşılaşanlar gibidirler…” (Gece: 36-

37)

İntibah romanındaki Çamlıca tasviri, varlığı bilinen Çamlıca Tepesi ve kır

manzaralarından oluĢur. Bu metinde de farklı mekân okumaları yapılabilir ancak bu

farklılıklar birbirine yakın ve sığ ayrımlardan ibaret olur. Gece romanında ise hem

mekân hem de mekânda konumlu bulunan insanlar belirsizdir. Anlatıcının gece

iĢçileri diye ifade ettiği insanların gerçekliği veya baĢta politik olmak üzere iĢaret

etmesi muhtemel anlamlar bir yana, mut ülkesi ve çocukluk evi ile bu evin

penceresinden bakılınca görünen uçsuz bucaksız ettopraklılık mekânın olağan

dıĢılığını ortaya koyar. Ancak yine de genel bir ifade ile romanda mekân; olayların

ve durumların konumlandığı, bireyleri çevreleyen; aynı zamanda nesne düzeyinde de

temsil edilebilen olarak açıklanabilir. Nesne düzeyinden kasıt, sadece ev, oda, deniz,

sahra gibi bizce tarif ve tasnif edilen mekânların değil çekmece, dolap, kasa, köĢe,

kapı, pencere gibi varlıkların da mekân iĢlevi görmesidir.

Mekân sayesinde romanın anlatı dünyasında geniĢleme ve yayılma görülür.

Anlatıcı oluĢturduğu mekânlar sayesinde karakterlerin yükünü hafifletme avantajına

sahip olur. Zira kiĢinin tüm özelliklerinin uzun uzadıya anlatılacağı bir metin parçası

yerine uygun bir mekânla iliĢkilendirilerek sunulacak bir portre hem anlatımın

darlaĢmasına engel olur hem de romanın ufkunu geniĢletir. Romanın ufkundan kasıt,

önceden kestirilmesi mümkün olan Ģeylerin dıĢına çıkılarak her an farklılaĢabilen bir

söylemin elde edilebilmesidir. Mekân, söz konusu farklılaĢmanın hayat bulduğu alan

olarak görülebilir. Söz gelimi, anlatıcının, romanda kaygı ve korkunun en yoğun

olduğu noktalardan birinde, çevresel faktörlerden yararlanarak bireyin hem dıĢ

10

durumunu hem de psikolojisini mekâna yansıtması, kiĢi ile nesneler arasındaki

bağların güçlenmesine imkân verir.

Mekânın romandaki diğer bir görevi de araçsal olarak hayatiliktir. Olayların

mekânla olan bitiĢik bağıyla ilintili olarak kiĢi açısından mekân hayati bir önem arz

edebilir. Mehmet Narlı, konuyla ilgili olarak köprü örneğini verirken, köprünün

engelleyen veya yardım eden noktasında olabileceğini belirtir. (2002: 99) Dolayısıyla

mekân, romanın dönüm noktalarından biri olabilecek pozisyona sahiptir.

Romanda mekân, baĢta tasvir olmak üzere farklı Ģekillerde yer alır. Kimi

zaman kiĢisel yorum katılmaksızın açık bir Ģekilde tanıtılan mekânlar, kimi zaman

benzetmelerle süslenmiĢ ağır terkiplerin kurulduğu mekân tasvirleri, kimi zaman ise

boyutları açık bir biçimde verilmeyen, sezdirilen, çağrıĢtırılan mekânlar romanda yer

tutar. Ancak hangi Ģekilde olursa olsun; mekânın romana kattığı değer sorgulanarak

kiĢilerin her yönden tahlil edilmesinde ne gibi bir iĢlevi olduğu veya romanın diğer

unsurlarıyla nasıl bir iliĢki içerisinde olduğu tespit edilmelidir. (Çetin, 2008: 135)

Mekânın romandaki diğer bir konumunu da romanın diğer unsurlarıyla olan

bağlantısı oluĢturur. Anlatıcı romanın diğer unsurlarını tam olarak yapılandırabilmek

için mekândan yararlanabilir. Örneğin zaman unsurunu, mekânla anlaĢılabilecek olan

bir olgu haline getirebilir. Ütopik veya fantastik bir mekân tercih ederek zaman

olgusunun farklı bir düzlemde nasıl anlaĢılması gerektiği hakkında çıkarımlarda

bulunabilir. Benzer Ģekilde karakterlerinin çok yönlü analizinin yapılabilmesi için

karakter ile mekân arasında doğrudan bir iliĢki kurdurabilir. Böyle bir iliĢki çoğu

zaman psikolojik aktiviteler sayesinde gerçekleĢtirilir. Örneğin anlatıcı, karakterin

korkularının belirginleĢmesi ve ani durumlara verdiği tepkilerin ölçülebilmesi

açısından karakterini uygun olan mekânlara sürükler veya onu özel bir mekânla

Ģartlandırarak bir çatıĢma veya uzlaĢma durumu ortaya koyar. Anlatıcının tüm bu

tutumları mekân öğesini romanın etkin bir bireyi haline getirir.

11

Roman içerisinde mekân ideolojik sembol olarak yer alabilir. Daha doğrusu

romanda mekân, karakterlerin düĢünüĢlerinin ilk vücut bulduğu yerlerden biridir. Bu

bakımdan mekân romanda karakterlerden önce ortaya konulması gereken bir öğe

olur. Örneğin baskıcı, susturucu, kısıtlayıcı bir sisteme baĢkaldırının anlatıldığı

George Orwell‟ın Bin Dokuz Yüz Seksen Dört romanında seçilen mekânlar romanın

özünü oluĢturan durumlara uygundur ve tümüyle bastırılmıĢ bir hayatı dile getirir.

Romanın baĢkahramanı Winston, her ne kadar baskıyı, iktidarı sorgulayan bir birey

ise de okuyucu Winston‟u ancak Zafer Konağı denilen; yapısı itibariyle bireyleri

tümden kontrol altında tutan bina ve adına Sevgi Bakanlığı, Doğruluk Bakanlığı gibi

isimler konmuĢ kapalı yapılar sayesinde doğru bir Ģekilde tanıyabilir.

“Aralarında en ürkünç olanı, Sevgi Bakanlığıydı. Bu yapıda bir tek

pencere bile yoktu. Winston oraya hiç girmemişti, hatta yarım kilometre

yakınına bile sokulmamıştı. Resmi bir görev dışında içeriye girmek

olanaksızdı; o zaman bile, içeriye ulaşabilmek için, dikenli tellerin koruduğu

labirentleri ve gizli makineli tüfek yuvalarını aşmak gerekiyordu.” (1984:

12)

Yukarıdaki örnekte de görüldüğü üzere mekân politik anlama bürünmüĢtür.

Adı Sevgi Bakanlığı olan yapı, mekânsal nitelikleri itibariyle sevginin karĢıtı olarak

yer alır. Romanın baĢkahramanı Winston, çevresini kuĢatan ideolojik yapılanmalara

karĢı dik durmaya çalıĢır. Bir bakıma baĢkahramanın durumu mekân unsurunda

gizlenmiĢ gibidir ve bu yönüyle mekân önemli bir belirleyicidir.

Mekân, okuyucu açısından da roman içerisinde önemli bir yere sahiptir.

Okuyucu romanı değerlendirirken kiĢilerle karĢılaĢır ancak bu kiĢilerin dönüĢümü

kendi baĢına zorlu bir süreçtir. KiĢinin bir dönüĢüme uğraması için içten kaynaklı bir

yöntemin benimsenmesi, anlatımda derinleĢmeyi sağlar. Ancak böyle bir durum

okuyucu açısından kimi zaman sıkıntı oluĢturabilir. Zaman ve mekân gibi esnek

unsurlar ise daha kolay bir biçimde deformasyona tabi tutulabilirler. Geriye dönüĢler,

tarihsel atlamalar ve geleceğe sıçramalar vasıtasıyla zaman mefhumunda değiĢiklik

yapıldığı gibi; baĢta düĢ yolu olmak üzere diğer bazı teknikler sayesinde mekân

birden değiĢtirilerek okuyucunun mekânı dikkatli bir biçimde takip etmesi

12

sağlanabilir. Bu Ģekilde, karakterler üzerinde sağlanacak dönüĢümler de

içselleĢtirilmiĢ olur.

13

II. BÖLÜM

TANZĠMAT’TAN SERVET-Ġ FÜNUN’Â TÜRK ROMANINDA

MEKÂNIN DÖNÜġÜMÜ

2.1. TANZĠMAT ROMANLARINDA MEKÂNA KISA BĠR BAKIġ

Türk romanında mekânın önem kazanmaya baĢlamasının dönüm noktalarına

bakıldığında Tanzimat ve Servet-i Fünûn dönemleri arasındaki değiĢim göze çarpar.

Tanzimat dönemi Türk romanındaki mekân kullanımının nasıl olduğu bilinirse onu

takip eden Servet-i Fünûn‟dan farklı noktaları tespit edilebilir.

Tanzimat dönemi romanlarında mekân unsurunun vardığı noktayı doğru

anlayabilmek için bu dönemin roman anlayıĢını dikkate almak gerekir. Tanzimat

romanı Türk romanı açısından öncü konumunda yer alır. Bu dönem romanları daha

çok, problemleri yansıtan ve söz konusu problemlerin çözümüne veya

çözümsüzlüğüne iliĢkin önermeler sunan bir karakterdedir. Osmanlı birey ve

toplumundaki sosyal değiĢim Tanzimat romanında yer edinir. Bu değiĢimin öncelikle

modern anlamda Türk romanının oluĢumuna öncülük ettiği ve romanın malzemesine

kaynaklık yaptığı ifade edilebilir. Güzin Dino, Türk romanının çıkıĢını aydınlardaki

bilinçlenmeye bağlarken, ülkedeki büyük değiĢimlere yönelimlerin romanın çıkıĢını

tetiklediğini vurgulayarak Ģöyle der: “Türk romanı, tarih bakımından ülkenin bütün

kurumlarını değiştirecek olan yeni bir yönelişin başlamasıyla orta çıkar.” (2008: 12)

Ramazan Korkmaz ise, aydın kitlenin bilinçlenmesini; sorgulayıcı bir düĢünce

sistemine adapte olmasını ve bu doğrultuda Türk romanının ortaya çıkıĢını ifade

ederken akla ve gerçekliğe vurgu yapar:

“Tanzimat yıllarında batıya yöneliş, beraberinde batılı anlamda

düşünüş tarzını getirdi. Bunun da temelinde akılcılık ve gerçekçilik yatar.

Artık çoğu masal unsurlarıyla örtülü, muhayyel mekân ve zaman

14

tasavvuruna sahip doğu hikâyeleri yavaş yavaş yerini daha gerçekçi

hikâyelere bırakır. (Korkmaz, 2006: 55)

Berna Moran, Türk romanını baĢlatanların uygar bir anlatı türünü Türk

edebiyatına kazandırarak BatılılaĢmaya yardım etmek ve romanı gazete gibi bir

eğitim aracı olarak kullanmak gayelerini güttüklerini söyler. (2010: 20) Dolayısıyla

romanın yaygınlaĢmaya baĢlaması ile gündelik hayatın yazınsal zemine taĢındığını

söylemek yanlıĢ olmaz. Bu sayede toplumun anlayıĢını oluĢturan öğelerin birçoğu

eleĢtirilmeye, irdelenmeye müsait hale gelir. Roman bir bakıma topluma uyarlanmıĢ

bir gazete iĢlevini görür.

Tanzimat döneminde oluĢmaya baĢlayan Türk romancılığı uygun bir zeminle

karĢılaĢır. KiĢilerin giyim kuĢamından selamlaĢma biçimlerine, okudukları

mecmualara, gittikleri davetlere, sofralara, evlere kadar çoğu Ģey bir baĢkalaĢma

sürecindedir. Uzun zamandır merkezî bir gündeme sahip olan bir toplumun artık

kendi gündemini belirliyor olması ister istemez toplumda birtakım biçimsel ve içsel

çatıĢmalara yol açar. Roman, birey olma değerini fark edenlerin hayatı kurgusal

düzleme aktararak toplumsal bir amaç yükleme uğraĢının merkezi olur. Çünkü roman

diğer edebi metinlere nazaran kendini ifade etme, duygu, düĢünce ve tarzını yansıtma

konularında daha geniĢ bir alana - özellikle biçimsel yönden - sahiptir.

Osmanlı sanatkârının, yüzyıllardır kemikleĢmiĢ sorunların barınağı haline

gelen toplumun artık bir değiĢime uğraması gerektiği yönündeki ısrarlı tutumu, ilk

dönem Türk romanlarında ortaya konur. Önceki satırlarda da değinildiği üzere

aydınların romana sarılma azminin, bireysel tutumlarını yansıtarak toplumsal

sorunların çözümüne yol gösterme ideali ile sıkı bir iliĢki içerisinde olduğu

savunulabilir. ġerif Mardin bu hususu Ģu sözlerle belirtir:

“Türk Edebiyatını inceleyen bir kişinin daha önce de gösterdiği

üzere, ilk Osmanlı romanlarının büyük çoğunluğunu toplumsal ve siyasal

değişmenin yarattığı sorunları inceleyen tezli romanlardır.” (2009: 30)

15

Tanzimat romanının yukarıda ifade edildiği gibi değiĢim esasına dayanıyor

olması, romanın diğer birimlerini de etkiler. Anlatı, değiĢimin izlenebildiği dıĢ

çevrede yoğunlaĢır ve yüzeye verilen önem artar. Hem mekânların fizikselliğine hem

de bireyin dıĢ görünümüne önem verilir.

Çevresel mekânlar olarak kabul edilen, fiziki çerçevede değerlendirilen

mekânlar Tanzimat romanlarında var olmakla beraber Servet-i Fünûn‟da daha ileri

bir noktaya taĢınır. Ancak psikolojik anlam taĢıyan mekânlara Tanzimat

romanlarında pek yer verilmez. Böylece Tanzimat romanlarındaki mekân algısı

bireyi odağa almaktan çok vakanın bir zemine oturtulması esasına dayanır. Tanzimat

dönemi romancılarının tamamı için mekân algısının aynı düzeyde olduğu

söylenemese de Servet-i Fünûn ile kıyaslandığı zaman mekânın çok daha yüzeysel

olduğu görülür. Bu durumun Tanzimat dönemi romancılarının kabiliyetsizliğinden

kaynaklandığını söylemek hata olur. Roman bir tür olarak Tanzimatçılar için çok

yeni olduğundan, bununla birlikte insan ruhunu metne katan bir anlayıĢ henüz

olgunlaĢmadığından, Tanzimatçılar çoğunlukla genel kanıları içeren romanlar

yazmıĢlardır. Dolayısıyla gündemin belirlediği konuları genel bir söylemle ele alan

Tanzimat romanı, mekân derinliğinden yoksundur. Bundan ötürü baĢta mekân-insan

iliĢkisi olmak üzere birçok mekânsal bağlantıya Tanzimat romanlarında nadiren

rastlanır. Bununla beraber daha özelleĢtirilmiĢ konuların iĢlendiği, aĢk ağırlıklı

romanlarda da geliĢme eğiliminde olan bir mekân örgütlenmesine rastlanır.

Genel hatlarıyla ifade edilecek olursa, Tanzimat romanlarında mekân unsuru

Ģu Ģekilde özetlenebilir:

a) Mekânın önemli alt dallarından birini oluĢturan tasvir, Tanzimat

romanlarında yüzeysel ve tanımlayıcı konumdadır. Tasvir bazen okuyucuya çok açık

bir Ģekilde sezdirilir. Bu, tasvirin etkisini azaltır. Öte yandan tasvir yapılırken

okuyucu tasvire ortak edilmeye çalıĢılır. Ayrıca tasvirler, mübalağalarla bezenmiĢ,

derinlikten uzak ve yüzeysel durumdadırlar. Sırasıyla Namık Kemal‟in İntibah ve

16

Nâbîzâde Nâzım‟ın Zehra romanlarının giriĢinde yer alan tasvirler ele alınarak

Tanzimat romanlarındaki tasvir hakkında fikir sahibi olunabilir:

“İstanbul’u görenler bilirler ki Çamlıca köşkü, ruha ferahlık

vermekte ilkbahardan aşağı kalan gelip geçici güzelliklerden değildir. (…)

Boğaziçi’nde bir büyük orman ya da bir küçük körfez yoktur ki Çamlıca’nın

ayağı altında olmasın. (…) Çamlıca’ya Cennet-i Âlâ’nın yere inmiş,

küçültülmüş bir örneği denilse uygundur. Feyyâz-ı kudret âlemde âb-ı hayat

icâdını buyurmuş olsaydı, o onuru Çamlıca’ya vermiş olurdu. Bundan sekiz

yıl önce, orada bir gündoğumunu seyretmiş idim. Gökyüzünden yere nur

yerine ruh yağıyor diye düşünmüştüm. (Ġntibah: 40)

Yukarıdaki örnekte görüldüğü üzere Çamlıca tasviri abartılı ve bağımsız bir

görüntü içerisindedir. Bağımsızdan kasıt, tasvirin gerek yapılıĢ amacı gerekse

karakterle olan iliĢkisi bakımından bağlantısının zayıf olmasıdır. Bu tasvirde insan

ruhunu tasvire katan, farklı okumaların yapılabileceği anlatım tarzına yer

verilmemiĢtir. Üstelik anlatıcı İntibah romanının giriĢinde yer alan bu tasvirden sonra

romanın önemli bir bölümünde gözle görünür tasvirlere ve mekânsal malzemeye yer

vermez. Anlatıcı, romanın en önemli mekânlarından birini oluĢturan Çamlıca

Tepesinin tasvirini romandan ayrı bir bölümmüĢ gibi oluĢturur. Böylece söz konusu

tasvir olay örgüsü ile tam bir uzlaĢma sağlayamayan bir görüntü çizer. Her ne kadar

İntibah romanının baĢkahramanı Ali Bey, Mahpeyker‟e romanın giriĢinde tasviri

yapılan Çamlıca‟da âĢık olduysa da bu durumu mekânın tetiklediğini söylemek

kolaya kaçmak olur. Anlatıcının, Çamlıca‟nın güzellikleri ile Mahpeyker arasında

doğrudan bir iliĢki kurdurarak Ali Bey‟i aĢk hastalığına düĢürmesi düĢünüldüğü

takdirde sadece çevresel faktörlerin duygusal iliĢkiyi yoğunlaĢtırdığı tezini gözden

geçirmek gerekecektir.

Tanzimat romancılarından Nâbîzâde Nâzım‟ın Zehra romanının giriĢinde

tıpkı İntibah romanının giriĢindeki tasvire benzer bir tasvir yer alır. Zehra‟daki tasvir

İntibah romanındakine kıyasla daha uzundur. ġekilsel ayrıntıların ve coğrafi

betimlemelerin yoğun olarak yer aldığı bu Boğaziçi tasviri, anlatım bakımından

İntibah‟la paralellik gösterir. Tıpkı İntibah‟taki gibi anlatıcı, okuyucuyu tasvire ortak

etme eğilimindedir. Anlatıcı Boğaziçi tasvirini desteklemek için araya uzunca bir Ģiir

17

eklemiĢtir. Tasvirin bittiği yerde kiĢiler birdenbire araya girer ve böylece romanın

tam anlamıyla baĢlamıĢ olduğu anlaĢılır.

Zehra romanının baĢında yer alan Boğaziçi tasvirine ve mekânsal malzemeye

iliĢkin dikkat çeken belli baĢlı iki husus vardır. Bunlar gereksiz ve mübalağalı

söylemler ile tasvirin bitiĢi ve olayların baĢlangıcı arasındaki koordinasyon

eksikliğidir. Bu iki hususu açığa kavuĢturması bakımından Ģu örnek metin parçaları

incelenebilir:

“İstanbul’u henüz ilk defa görmeye gelen bir temaşagir-i mütehassis

tasavvur ediniz. Meftun-ı mehâsin-i tabiat olması lazım gelen bu ziyaretçi

fenariler hizasından Boğaz dâhiline girmeye başladığı zaman, enzar-ı

temaşası önünde öyle bir saha-yı Dilara-yı tecelli ediverir ki bu sahanın iki

tarafını vakia imtidadı epeyce bir çıplaklık tahdid ederse de tam cephede

enzar-ı hayretine zarif zarif müzeyyen olan etekleri bir derya-yı latif emvac-ı

zemzeme pîrasıyle ıslanmakta bulunan yeşil tepeler tesadüf eder. (…) bu

bâbda da i’tâb-ı kaleme çalışmayacağız. Şu kadar diyeceğiz ki güzel bir

çehreye parlak bir tebessüm ne kadar yakışırsa Boğaziçi’ne de mehtap o

derece yakışmaktadır.” (Zehra: 4-10)

Tıpkı İntibah‟ta olduğu gibi Zehra‟nın giriĢindeki tasvirin de olay örgüsüyle

bağı zayıftır. Tasvir sanki romandan ayrı bir bölüm görüntüsü çizmektedir. Anlatıcı

bir yandan mekânı tasvir ederken öte yandan okuyucuyla da konuĢarak bir çeĢit onay

alma istemi içerisindedir. Ancak yine de benzetmeler kullanılarak okuyucunun hayal

gücünü kullanmasına olanak tanınması Türk romanının geliĢimi ve sonraki

dönemlerde yazılan romanlarda tasvir tekniğinin daha yetkin bir biçimde

kullanılması açısından dikkate değerdir.

Diğer önemli bir Tanzimat romanı olan Araba Sevdası da giriĢ kısmındaki

tasvir itibariyle İntibah‟la uyum içerisindedir. Konu itibariyle İntibah’tan büyük

ölçüde ayrılan Araba Sevdası‟nın giriĢinde uzun bir Çamlıca tasviri yer alır. Yine

İntibah romanındaki gibi romanın dıĢında kalmıĢ gibi görünen bu kısımda Çamlıca

Tepesi, pitoresk özellikleri ön plana çıkarılmıĢ Ģekilde tasvir edilir:

18

“Dışardakilerin meraklı bakışlarını kesmek için kenarlara bir örnek

dikilip gereği gibi büyümüş, dal budak salıvermiş salkım, aylandoz, at

kestanesi gibi gölgeli ağaçlarla orta yerlerde yer yer gururlu çınar, kavak,

manolya, salkımsöğüt gibi türlü türlü ve renk renk ağaçların ve kimi

yerlerde bakışın değil güneş ışınlarının bile kolaylıkla giremeyeceği biçimde

sıklaşmış ormancıkların çevresinde dolaşır, bunları fazlasıyla gönül çekici

bulursunuz. (…) Şu birkaç sözle nitelikleri kabaca betimlenmiş olan Çamlıca

Bahçesi, bundan önceki şimdiki gibi hüzünlü, ıssız ve sessiz sedasız bir yer

değil;gürültülü patırtılı bir coşkunluk ve fitne dolu bir eğlence yeriydi.” (ARS: 29-30)

b) Tanzimat romanlarında göze çarpan diğer bir mekânsal özellik de

mekânların iç tasarımları anlatılırken sade bir anlatım tercih edilmesi ve mekân-insan

arasındaki iliĢkiye yeterince vurgu yapılmamasıdır. Ġleride Dekoratif Mekânlar

baĢlığı altında ifade edildiği gibi Halit Ziya UĢaklıgil‟in Kırık Hayatlar romanında

Ömer Behiç-Vedîde çiftinin evi, dekoratif unsurlarıyla birlikte fiziksel görünümün

ötesine geçer. Evin dıĢ cephesi, içerideki eĢyalar ve kapının tokmağı bile ayrı bir

anlam ifade eder. Buna karĢın Tanzimat romanı dekoratif unsurlara daha çok

BatılılaĢmayı göstermek ve karakterlerin yaĢadıkları yerlerin okuyucuya aktarılması

amacıyla yer verir. Felâtun ve Râkım Efendi romanında Rakım‟ın yaĢadığı ev Ģöyle

anlatılır:

“Evceğiz bir katlı idi. Zeminde mutfak, kiler, odunluk ve ev altı olup

merdivenden çıkıldıkta ufak bir girintiye varılır ve karşı gelen camlı kapı

açılınca salona girilirdi. (…) Salonun ise sol cihette üç penceresi olup

bunların vasatta bulunanı onun mukabilinde kalan kapıya mütenasip olmak

için “yarık pencere” denilen camlı kapı gibi bir şey olup yanı başlarında

bulunan diğer ikisi dahi adeta birer pencere idi. (…) Hanenin şekil ve

taksimatını anladınız ya! Şimdi bunun içini güzelce boyayınız, kağıtlayınız,

yerlere âlâ kilimler döşeyiniz, salonun içine yarım takın kanepe ve bir ayna

ve bir konsol koyunuz. Aynanın iki tarafına iki güzel resim dahi asınız. İşte

Rakım’ın salonunu teşkil etmiş olursunuz. Hele merdiven yanındaki camlı

kapıya karşı duvara piyano dahi konulduktan sonra o mini mini salon ne

kadar güzel olur.” (FBRE: 39)

Anlatıcı, Rakım‟ın evine iliĢkin bazı genel bilgiler verdikten sonra dekoratif

unsurlar üzerinde çok az durur. Her evde bulunabilecek bazı eĢyaları saydıktan sonra

gerisini okuyucuya bırakarak okuyucunun kendi zihninde evin diğer dekoratif

malzemelerini canlandırmasını ister. Tanzimat romancılarının sık kullandığı bir

yöntem olan okuyucuya açıktan hitap etme ve onu metne ortak yapma burada da

19

görülür. Bu yöntem mekânın anlatımında çokça kullanıldığında romanın

çözümlemesine yardımcı olabilecek birtakım mekânsal ayrıntıların dikkatlerden

kaçmasına neden olabilir.

Diğer bir Tanzimat romancısı olan SamipaĢazâde Sezâi‟nin Sergüzeşt

romanında ise mekân, İntibâh, Zehra ve Felâtun Bey ile Râkım Efendi romanlarına

nispeten daha üst düzeydedir. Sergüzeşt romanı hem konu hem de mekân

bakımından daha geniĢ kapsamda ele alınabilecek özellikler taĢır. Çoğu Tanzimat

romanında görülen BatılılaĢma, Doğu-Batı karĢıtlığı sorunlarından uzak duran

anlatıcı, esir bir kızın hikâyesini Kafkasya, Mısır, Ġstanbul gibi birden fazla mekânda

ve fizikî açıdan geniĢ ortamlarda ele alır. Sergüzeşt‟teki mekânlar olay örgüsü

içerisinde daha sağlam görünür. Üstelik Sergüzeşt romanının çatısını oluĢturan

esaret-hürriyet ikilisi mekânla doğrudan iliĢki içindedir. Hiçbir yerde hürriyetini

bulamayan; sürekli horlanıp itilen Dilber, Kafkasya‟dan Ġstanbul‟a getirildikten sonra

devamlı esirliğin sıkıntısını çekmektedir. Romanın sonunda Nil nehrine atlayan

Dilber‟in varmıĢ olduğu netice aslında kavuĢmayı istediği hürriyetidir. Böylece

anlatıcı Ģu ifadelerle her türlü mekânda esaretin çilesini çeken Dilber‟i su akıĢkanıyla

iliĢkilendirerek hürriyeti yaĢamak için mekânın belirleyici olmadığını ortaya koyar.:

“Acaba Nil’in bu müthiş, bu mühlik girdap ve seylâbeleri, bu zavallı

Dilber’i bu bedbaht esiri nereye götürüyor?.. Hürriyetine.” (SergüzeĢt: 120)

Yukarıdaki kısa metin parçasında anlatıcının su sayesinde Dilber‟i

özgürlüğüne kavuĢturması önemli bir yaklaĢımın sonucudur. Anlatıcı, su imgesinden

yaralanarak kahramanını kurtuluĢa erdirir. Su imgesinin barındırdığı dalga, girdap,

kuvvetli akıĢkanlık gibi ürkütücü çağrıĢımlara rağmen suyun sonsuzluğu uyandıran

imgesel gücü anlatıcıyı sonuca götürür. Su, insan düĢüncesinin en büyük değer

kazandırma etkenlerinden biridir diyen Bachelard‟ın ifadesi ile (2004: 22) Dilber‟in

kazandığı hürriyet, uyum içindedir.

c) Tanzimat romanlarında mekânın henüz bireyleĢmediği; diğer bir ifade ile

mekânın bireyi derinden etkileyecek bir görünüm kazanmadığı söylenebilir. Mekân,

20

ancak Servet-i Fünûn romanıyla birlikte bireyin odaklanabildiği bir unsur haline

gelir. Aslında Tanzimat romanlarındaki mekânların, tür ve biçim bakımından

Servet-i Fünûn‟dakilerle benzer hatta eĢdeğer olduğu söylenebilir. Her iki dönemde

de genel olarak mekânlar hala konak, yalı, Boğaziçi, Beyoğlu vb. yerlerdir. Hatta

Tanzimat romanlarında mekânların fiziksel olarak daha geniĢ tutulduğu ve olayların

değiĢik mekânlara yayıldığı görülür. Servet-i Fünûn romanı önceki döneme göre

mekânı daha da darlaĢtırmıĢtır. (Ġnci, 2003: 101) Romanların çoğunun iç mekânlarda

geçtiği Servet-i Fünûn romanı, Handan Ġnci‟nin Aşk-ı Memnu romanı için söylediği

gibi (2003: 108) tam bir ev veya evleĢme romanıdır. Servet-i Fünûn‟da mekân

türlerinde önemli bir farklılaĢma görülmese de Servet-i Fünûn romanındaki

mekânları Tanzimat romanlarından ayıran, mekânın topluma değil bireye dönük

olmasıdır. Tanzimat romanlarında sıklıkla kullanılan yabancı yer isimleri ve

mekânların Osmanlı-Avrupa karĢılaĢtırması Ģeklinde ele alınması, mekânın henüz

özelleĢemediğini gösterir.

Tanzimat romanlarında mekân, Ahmet Mithat Efendi‟nin romanlarında

çoğunlukla BatılılaĢmayı ele alırken kullanılan bir argümandır. Felâtun Bey ile

Râkım Efendi romanında bireye dönük mekânsal süreçler, genellikle Felâtun Bey‟i

tanıtıcı, onun trajikomik bir alafranga düĢkünü olduğunu gösterir niteliktedir. Nâmık

Kemal‟in İntibâh romanında ise mekânların çoğu yüzeysel tasvirlerden oluĢur.

Çamlıca Tepesi baĢta olmak üzere Boğaziçi tasvirlerine yer verilen İntibâh‟ta,

Mehmet Rauf‟un Eylül romanındaki gibi kiĢiyi derinden etkileyen ve karakteri

yansıtan mekânlara yer verilmez.

2.2. SERVET-Ġ FÜNÛN ROMANIYLA BĠRLĠKTE MEKÂNIN

GELĠġĠM VE DÖNÜġÜMÜ

Mekân, Servet-i Fünûn romanıyla beraber özelleĢme sürecine girer. Artık

mekânlar sadece bir sahne olmaktan çıkar. Mekân, romanın akıĢında önemli rol

oynayan, karakterleri etkileyen, soyutlamalar içeren ve en önemlisi yüzeysel

olmaktan çıkmıĢ bir görünüm kazanır.

21

Servet-i Fünûn‟la birlikte mekânda derinleĢme söz konusu olur. Özellikle

Halit Ziya UĢaklıgil ve Mehmet Rauf‟un mekânı derinlemesine kullanmada baĢarılı

olduğu görülür. Mekânın tarif edici iĢlevinden sıyrılarak çok ileriye taĢındığı Servet-i

Fünûn romanında; mekânsal malzemenin çözümlenebilirliği daha belirgindir. Diğer

değiĢkenlerle olan iliĢkileri de göz önüne alındığında Servet-i Fünûn romanı ile

birlikte mekân, sentez düzeyinde incelenebilir olma yolunda önemli mesafe kat eder.

Mekân, çevresel olma durumundan çıkarılarak baĢta psikolojik olmak üzere karakter

çözümleyici olma dâhil farklı sorumluluklar yüklenir. Bu sayede Aşk-ı Memnu

romanında herhangi bir yalıda herhangi bir Ģekilde yaĢayan ihtiras özelliğiyle ön

plana çıkmıĢ Bihter değil, özenle seçilmiĢ bir yalıda her türlü mekânsal sürecin

farkında olan; mekânla doğrudan bağlantı kuran Bihter karakteri ile karĢılaĢılır.

Bihter dıĢında birçok roman kahramanının mekânla birlikte özelleĢtiğini söylemek

mümkündür. Mai ve Siyah romanının Ahmet Cemil‟i, Eylül‟ün Suad ve Necip‟i ile

Ferdi ve Şürekâsı‟nın Hacer‟i tıpkı Bihter gibi mekânla özel bir bağ kurmuĢlardır.

Ancak bu durum, romanın diğer unsurlarının önemsiz olduğu, kurgunun mekân

ağırlıklı olduğu veya karakterlerin sadece mekânla anlaĢılabilecekleri anlamına

gelmez. Tabi ki Servet-i Fünûn romanlarında mekân kadar romanın diğer unsurları

da etkindir. Burada söz konusu olan, mekânın daha önceki döneme göre anlam ve

iĢlev bakımından değerlendirilmesidir.

Servet-i Fünûn‟da mekânla ilgili diğer bir nokta da Batı kültüründen

kopukluktur. Romanlarda yer alan mekânlar Tanzimat romanlarında olduğu gibi Batı

kültürünü yansıtan veya Doğu-Batı çatıĢmasını ele alan türden değildir. Cahit

Kavcar‟ın da ifade ettiği üzere “Edebiyat-ı Cedide romancılarında Doğu-Batı

arasında sentez arayışına rastlanmaz.” (1985: 164) Dolayısıyla Servet-i Fünûn

romanında mekânın daha tabii ve imgesel yorumlanabilirliğe daha açık olduğu

söylenebilir.

Dikkat çeken diğer bir husus da mekânın Servet-i Fünûn romanlarında

zenginleĢmesidir. Her ne kadar olayların geçtiği mekânlar çeĢitlilik bakımından

sınırlı görünse de nesnelerin ve soyut kavramların da mekânlaĢtırılması sayesinde

22

Servet-i Fünûn romanı zengin bir görünüm arz eder. Diğer bir ifadeyle mekân

kavramı alanını geniĢletir. Duygular mekâna dönüĢür. Soyut ifadeler hayal

aracılığıyla mekân özelliği kazanır. Bu yönüyle Servet-i Fünûn romanının,

karakterleri mekânda aktif kıldığı görülür. Çünkü mekânı algılayan ve ona değer

katan, baĢta bireydir. Bireyin aktif katılımcı olduğu bir durumda mekânın fiziksel

olma özelliğinin ortadan kalkacağı açıktır.

Servet-i Fünûn romanlarında mekânın değiĢim ve dönüĢümü üçüncü bölümde

örnekleriyle birlikte ayrıntılı olarak değerlendirilecektir. Özetle söylemek gerekirse

Halit Ziya baĢta olmak üzere Servet-i Fünûn romancıları mekân unsurunu alıĢılandan

farklı biçimlerde ele alarak onu roman içerisinde önemli bir konuma getirmiĢlerdir.

23

III. BÖLÜM

SERVET-Ġ FÜNÛN ROMANLARINDA MEKÂNIN POETĠKASI

3.1. ÇEVRESEL MEKÂNLAR

Mekân sözcüğü, boyutları geniĢ bir çerçevede düĢünülmediği takdirde

görülen, oturulan, zaman geçirilen yer olarak algılanabilir. Mekânın edebî metinde ve

özellikle de romanda temel unsurlardan olması göz‟e görünür bir Ģekilde kullanımını

gerektirir. Romanın kurgusu ile bağlantılı olarak bu göz‟e görünürlük çok veya az

olur. Daha çok, tarif ve tespit maksadı ile ele alınan mekânın fiziksel niteliği ağır

basacağından çevresel olarak nitelendirilmesi uygundur. Ancak her çevresel mekânın

yüzeysel olduğu ve romanda derinliği sağlamada baĢarısız kalacağı

düĢünülmemelidir. Mekânın çok boyutlu olması için sadece düĢünsel düzlemde

kalması gerekmez. Somut mekân da bireyin düĢünüĢünde soyutlaĢarak farklılaĢma

eğilimi gösterebilir. Benzetmeler, kiĢileĢtirmeler veya açık ve anlaĢılır olanı

karmaĢıklaĢtıran kelime oyunları sayesinde mekânda üst düzey anlamlar elde

edilebilir. Örneğin Eylül romanında mekân birliği olmasına karĢın, okuyucu her an

değiĢebilen, gösterenini çeĢitlendirebilen mekânlarla da karĢılaĢır. Boğaziçi bu

durumu örnekleme açısından ele alınabilir. Kimi zaman karakterinin durumundan

ötürü güzel ve sevimli ifade edilen Boğaziçi, kimi zaman da melankolik bireyin bakıĢ

açısından aktarılır.

Mekân, romanda bir sınıflandırmaya tabi tutulduğunda tüm kategoriler

arasında mekânın ilk basamağını çevresel mekânlar oluĢturur. Çevresel mekânlar

kurgunun açık noktalarına iĢaret ederek metni amacına ulaĢtırmada yardımcı vazifesi

görür. Çevresel mekânın sınırlarını çizmek hiç de kolay değildir. Metinde verilen

uzamın hangi ölçüde çevresel olduğu ancak metne kattığı somut değer ile

gösterilebilir. Örneğin içerisinde tasviri barındıran çevresel mekân, doğal olarak

24

duygu dünyasına da hitap edecektir. Bu durumda aynı mekânı hem çevresel hem de

olgusal olarak ifade etmek zorlaĢacaktır. Aynı zamanda çevresellik ile olgusallık

ikilemi, metnin yorumlanmasında belirsizliğe yer verecektir. O halde Ģu ifade,

mekânın kategorize edilme sorununun çözümüne yardım edecektir: Amacı bilinçle

bitiĢik olan, görüleni gösteren ve taĢıdığı anlamların çoğunluğuyla tespit edilebilir

ortak bir sonuç ortaya koyan mekânlar çevresel mekân olarak tanımlanabilir.

Ahmet Ġnam, çevre ve çevresel kavramlarını belirtirken devinime vurgu

yaparak Ģunları söyler: “Bedenli ben dışındakiler, başkaları, doğa ve eşya algılama

açımın içinde. Onlar çevremi oluşturuyorlar. Çevremde oluş var: Değişme: Hareket:

Zaman akışı.” (1992:179) Burada Ġnam‟ın sözünü ettiği Ģekliyle çevreye ait öğelerin

daha belirgin bir Ģekle büründüğü görülür. Ġnam, daha sonraki ifadelerinde çevrenin

ortama aktarma, bir nevi onu sabitleĢtirme iĢlemi var oldukça değer kazandığını ifade

etmektedir ki bu düĢünce çevresel mekânların olgusal olma yetkinliğini

göstermektedir. Ramazan Korkmaz çevresel mekân ile olgusal mekân arasındaki

farkı anlatırken çevresel mekânın kiĢi üzerindeki etkisinin çok yüzeysel olduğunu

belirtse de aradaki farkın kesin çizgilerle ayrılması zor görünmektedir. Korkmaz söz

konusu ayrımı Ģöyle açıklamaktadır:

“Çevresel mekân ile olgusal mekân arasındaki fark, fenomenolojik

açıdan çevre ile dünya arasındaki farka benzer. Çevre; işlenmemiş,

anılaştırılmamış, bir yer’dir; üzerinden yalnızca geçilir ama derinliğine

görülmez, kişi ve/ya olayı etkilemez.” (Korkmaz, 2007: 402)

Çevresel mekân olarak nitelendirilebilecek bir mekân, farklı Ģekillerde de

yorumlanabilir. Olayın akıĢında tamamlayıcı vazifesi gören bir çevresel mekân, arka

planı incelendiği takdirde psikolojik anlamlar kazanabilir. Örneğin yer altında dar,

uzun ve karanlık bir dehlizde belli belirsiz kiĢilerden kaçarak yer üstünde dümdüz ve

geniĢ bir meydana çıkan kiĢinin mekânsal iliĢkileri ele alınsın. Söz konusu kiĢinin

mekânsal serüveninde nesnel ifadelerin kullanıldığı varsayılsın. Bu kiĢinin dehlizden

meydana çıkıĢı sadece çevresel mekân kavramıyla geçiĢtirilirse metnin anlamında

daralma olur. Oysa dehlizden meydana çıkıĢının ruhsal boyutu incelenerek metnin

arka planına inildiğinde çevresel olarak görünen mekânın ruhsal durumu yansıtan

25

mekân olduğu anlaĢılır. Yalnızca kaçma eylemi ile dehlizin birlikte kullanımının

oluĢturduğu anlamsal birliktelikler bile dikkate alınırsa etraflıca bir incelemenin

gerekliliği ortaya çıkar. Dehliz dıĢında ele alınabilecek diğer bir mekân ise geniĢ bir

cadde olabilir. GeniĢ bir caddede, arabaların gürültüsü içinde, insan kalabalığı

arasında, yürümekte veya koĢmakta olan roman kiĢisinin, ilk etapta bunca yoğunluk

arasında çevre ile etkileĢimi güç olacak ve çevre yalnızca bir yer edinme mekânı

olarak görünecektir. Ancak anlatıcı kurgu gereği; önemsiz gibi görünen çevreden,

gerçekten de önemsiz olan bir uyaran sayesinde yararlanarak mekânı çevreselden bir

üst seviyeye çıkarabilir. O halde çevresel mekânın bütünüyle fiziksel olarak

değerlendirilemeyeceği, aksine romandaki kurguya göre nitelik kazanacağı

söylenebilir.

Romanlarda çevresel mekân, baĢta sahne görevini üstelenen mekânlar

olmakla birlikte, amaç değil araç olarak kullanılan mekânları da bünyesinde

barındırır. Örneğin bir imge olarak tasarlanan ev ve eve ait düĢünceler çevresellikten

uzak iken, olayların ve kiĢilerin odağında yer almayıp da daha çok dekoru

tamamlama endiĢesi ile sunulan ev, çevresel mekân olarak değerlendirilebilir.

Mekânın sahne olması, hikâye ve romanda kullanılan sahne tekniğiyle de örtüĢür.

Sahne tekniğinde, okuyucunun da esere katılması önemlidir. (Stevick, 1988:50) Bu

amacın gerçekleĢmesi esnasında okuyucunun etkileĢime girdiği belki de ilk unsur

mekândır. Çünkü okuyucu her Ģeyden önce romanda anlatılanların atmosferine

girmek ister. Romanın kurgusunun gerektirdiği yerlerde, karakterlerin sahne

tekniğiyle sunularak eylemsel ve canlı bir söylemde bulunması, o an için çevresel

mekânların varlığını gerektirir. Zira karakterlerin söylemleri ve eylemleri bir alan

içerisinde ortaya çıkıp Ģekillenir. Çevresel mekânlar bu alanın kendisini oluĢturur.

Çevresel mekânlar sosyal hayatı yansıtan mekânlar ve dekoratif mekânlar

olmak üzere iki baĢlık altında değerlendirilebilir. Üçüncü bir baĢlık ilave edilecekse

o da tasvir ağırlıklı mekânlar olabilir. Servet-i Fünûn romanları vakanın geçtiği

yerler itibariyle pitoresk nitelikleri fazlasıyla bünyesinde bulundurduğundan tasvir

ağırlıklı mekânları ayrı bir baĢlık altında belirtmek daha faydalı olacaktır.

26

3.1.1. Sosyal Hayatı Yansıtan Mekânlar / Mekânın Sosyolojik Analizi

Roman türünün tanımına iliĢkin söylemlerin yoğunlaĢtığı noktalar, roman-

mekân-sosyal iliĢki dizgisinin açılımını verir. Zira roman her halde bir kurmacadır ve

bu özelliği onun tabii olmayan yapay, sosyal yönüne vurgu yapar.

“Roman, sahih olmayan bir dünyada, sahih değerlere ulaşmak için

yapılan sahih bir arayışın tarihi olmasından dolayı; kaçınılmaz olarak, aynı

zamanda bir biyografi, hem de bir toplumun yaşadığı tüm olayların

kaydedildiği bir günlük olma durumundadır.” (Goldmann, 2005: 22)

Buradan hareketle mekânın sosyolojik analizinin, metnin dıĢa dönük

aktarımlarını daha çok ilgilendiren bir çalıĢma niteliğinde olduğu söylenebilir.

Romanda yer alan mekânların kiĢiye, topluma ve kolektif anlamda insana dönük

yorumlara imkân tanıyan yönleri bulunmaktadır. Romanın toplumsal alandaki

mekânsal iĢlevlerinden biri toplumun aynası olarak tezahür etmektedir. Örneğin Türk

romanının ilk örneklerindeki mekân birimleri, Cumhuriyet öncesi yaĢam tarzını

ortaya koyması açısından dikkate değerdir. Robert Finn, ilk Türk romanlarındaki

mekânsal malzemeye iliĢkin Ģu değerlendirmeyi yaparak mekânın sosyal iĢlevinin

ipuçlarını verir:

“İlk Türk romanları, özünde İslam dini çizgisinde, resmen din

kökenli olmalarına karşın, Sultan II. Mahmud’un zoruyla başlayan

Batılılaşma sürecinin yüzeysel etkilerini sergileyen bir toplumu ele alıyordu.

Bu yapıtlar, on dokuzuncu yüzyılın İslam konakları- o süslü püslü, Avrupa

tarzı cephelerinin ardında Müslüman evinin selamlık ve harem bölümlerini

barındıran güzelim yapılar- gibi Levanten bir toplumun tavrını ilgi

alanlarını yansıttılar.” (Finn, 2003: 5)

Finn‟in ifade ettiği yansıtma kavramı romanın ayna vazifesi görmesinin bir

tezahürüdür.

Herhangi bir romanın mekânsal açıdan değerlendirilmesi ve bu iĢlemin

sosyolojik analize göre yapılması bize hangi çıkarımları sağlayacaktır? Bu sorunun

cevaplanabilmesi için tespit edilen mekânların sosyolojik altyapılarının incelenmesi

27

gerekir. Örneğin bir köprünün, çeĢmenin, meydanın veya Mehmet Rauf‟un

romanlarında çokça görülen Beyoğlu cadde ve sokaklarının toplumsal anlam, iĢlev

ve göstergelerinin bilinmesi bizi sonuca daha rahat götürecektir. Aslında hiçbir

zorunlu sebep olmasa dahi her eser sosyal yönden incelenebilmelidir. Goldmann‟ın

da ifade ettiği gibi büyük kültür eserlerini incelerken sosyolojik araĢtırma ile elde

edilecek bulgular, diğer yöntemlerle elde edilebileceklere göre daha kolaydır.

Goldmann, bu durumu topluluğun yapısının daha kolay anlaĢılabileceği ile

açıklamaktadır. (2005: 75)

Mekânın sosyal incelemesi yapılırken, hâkim bakıĢ açısı da dikkate

alınmalıdır. Yani, romanda oluĢturulan mekânlar hangi dünya görüĢünün etkisi

altında oluĢmuĢtur veya hangi düĢünce sisteminin ürünü olarak ele alınmıĢtır? Bu

sorunun cevabının olumsuzluğu oranında mekânın poetik yönü ön plana çıkacakken

cevabın soruyla paralel olması durumunda sosyolojik çıkarımlar ön planda olacaktır.

Milli değerlerin ağırlıklı olduğu tarihi bir romanda kullanılan mekânlar ile Yusuf

Atılgan‟ın Aylak Adam romanındaki mekânların ele alınıĢ biçimleri farklı olur. Aylak

Adam‟daki mekânlar kalabalıkların içerisinde gittikçe anlamsızlaĢan ve yabancılaĢan

yapılar olarak dikkat çekerken, normal Ģartlarda önemli sayılan mekânlar yok

hükmünde sayılabilir. Bir cami, eski bir çeĢme veya baĢka bir tarihi ve milli bir yapı

önemsizleĢebilir. Hatta Aylak Adam‟da yer bile önemsizleĢerek bireysel kimliğin

altında ezilir:

“Alışmaktan korkuyordu. Böyle giderse bu masa, sevgililerin kutsal yeri

olacaktı. Bir yerleri olması kötüydü. Sonra insan kendinin değil, o yerin isteğine

uygun yaşamaya başlardı.” (AA: 72)

Sürekli dile getirilen insanın bir mekânda bulunma zorunluluğu ilkesinin

dolaylı olarak tartıĢıldığı ve neticede yerin varlığının bile birey olmanın önüne

geçtiğinin saptandığı mekân karĢıtı yukarıdaki yaklaĢım da en az diğer mekân

düĢünceleri kadar dikkate alınmalıdır. Çünkü mekânın sosyalleĢtirdiği insan veya

insanın sosyalleĢtirdiği mekân her zaman bireyci tutumların tartıĢma odağında yer

alabilme potansiyeline sahiptir. Varılacak nokta ya çevrece kabul edilmiĢ bir

28

mekânın kutsanması ya da bireyin burası benim, ben burasıyım, hiçbir yer beni

ilgilendirmiyor Ģeklindeki söylemleri olacaktır.

Mekânın genel anlamda topluma dönük olan yüzü; ortaya koyma, irdeleme,

gözden geçirme, analiz etme ve senteze ulaĢma gibi farklı süreçleri içerebilir.

Böylece mekânın sosyolojik açıdan ele alınabilirliği olgunluk seviyesine gelir.

Yalının mekân olarak yoğun bir Ģekilde kullanıldığı Servet-i Fünûn romanlarında,

yalının kullanılma amacı, içerisinde yaĢayan insanların sosyo-ekonomik düzeyleri,

dünya görüĢleri, değer yargılarından; toplumsal ve bireysel yeterliklerine kadar

birçok değiĢken incelenerek, anlatıcının oluĢturduğu kurmaca mekânın çok yönlü

eleĢtirisi yapılabilir.

Servet-i Fünûn, eski ile yeni ayrıĢmasının ilk defa kuvvetli hissedildiği

yazınsal sahalardan biridir. Bu nedenle Servet-i Fünûn romanının toplumdaki

değiĢime nasıl bir etkisinin olduğu sorgulanmalıdır. Romanın yeni bir tür olmasının

avantajını kullanan Servet-i Fünûncular sosyal yaĢamın yeniliğe denk düĢen

kısımlarında modernlikten yararlanarak; kimi zaman mekân anlayıĢlarını, bireyin

mekânsal arzularının haricinde kalan toplumsal yönü gözeterek oluĢtururlar.

Servet-i Fünûn romanlarında sosyolojik yorumlanabilirliği bulunan

mekânların çok sık olmasa da var olduğunu görülür. Özellikle devrin hayat

standartlarını yansıtması bakımından Mehmet Rauf‟un Karanfil ve Yasemin

romanında sosyolojik çıkarımlarda bulunulabilecek mekânlar görülür. Yine aynı

Ģekilde Aşk-ı Memnu, Salon Köşelerinde ile Mâi ve Siyah romanlarında da sosyal

hayatı yansıtan mekânlar önemli olarak değerlendirilebilir. Salon Köşelerinde romanı

ise baĢlı baĢına çeĢitli hayat tarzlarının farklı mekânlardaki yansımasıdır. Pera‟daki

balo salonlarında geçen aĢklara ve farklı kültürlerden gelen insanların

buluĢmalarından doğan yakınlaĢmalara yer verilen Salon Köşeleri, toplumun ve

özünde bireyin hayat algısının ne Ģekilde yenilendiğini gösteren; aynı zamanda

modernliğin sembolü kabul edilen balo ve balo salonlarının, ötekileĢmenin

sinyallerini verdiği bir romandır.

29

3.1.1.1. Yalı

Servet-i Fünûn romanlarında yalı, köşk, konak gibi mekânlara sıkça rastlanır.

Tanzimat dönemindeki gibi salt ve yoğun olmamakla birlikte birçok Servet-i Fünûn

romanında maddi gücün simgesi olan yalılara yer verilir. Maddi gücün somutlaĢmıĢ

mekânsal görüntüsü olarak kabul edilebilecek olan yalı, bir yaĢam alanı ve konut

olmaktan çok elit bireylerin sosyal statü derecelerini gösterme zemini olarak belirir.

Zaten daha eski dönemlerdeki Osmanlı vakfiyelerinde konut tipleri sayılırken saray,

yalı, köşk, konak gibi üst düzey insanlara ait mekânlar dıĢarıda bırakılarak konut

kavramı içerisine dâhil edilmez. (Doğan, 2002: 16) Dolayısıyla yalının, sadece

içerisinde oturulan bir mekân olarak tarif edilmesi güçtür.

Boğaziçi‟nin yalılarla bezenmiĢ olması, romanlar açısından önemli bir

mekânsal malzemedir. Yalının bünyesinde barındırdığı maddi avantajlar onun

Servet-i Fünûn metinlerinde sıklıkla yer almasını sağlar. Öte yandan Servet-i Fünûn

romanında aĢk temasının güçlü vurgusu yalıyı önemli bir mekân haline getirir. A.

ġinasi Hisar, Boğaziçi yalılarını Boğaziçi‟nin mahlûku diye niteler. (2005: 13) Tabii

ki bu niteleme sosyal bir ölçüt değildir. Yalının sosyal konumu, yalı sahipleriyle ona

sahip olamayanlar arasında oluĢan uçurumda aranmalıdır.

Halit Ziya‟nın Aşk-ı Memnu romanı, Servet-i Fünûn romanları arasında

yalının ön plana çıktığı romanların baĢında gelir. Yazarın, romanın baĢından itibaren

on beĢ, yirmi sayfa boyunca Melih Bey Takımı diye takdim ettiği hanedanın yalısı,

geçmiĢten beri koruduğu Ģöhretinin de etkisiyle, pek çok insanın gözünde normal bir

yalı olmaktan çıkar. Söz konusu yalı o denli değiĢik duyumlara konu olur ki;

kendisine çevrilen bakıĢların anlamını değiĢtirebilecek bir niteliğe bürünür. Yalıya

sahiplik eden, sosyetenin en bilinen gruplarından olan Melih Bey Takımı, sosyal

statünün üst basamaklarında yer alır. Melih Bey‟in yalısı seçkin insanlar için bir

merkez konumundadır:

“Bir vakitler yalının pencerelerinden taşan tarap ahengi hala

rıhtımın taşlarını yalayan suların zemzemelerinde muhtefi, geceleri Boğaz’ın

30

suları bir zamanlar buradan topladıkları neşve şaşaasının hala iltima

bakiyesiyle füruzan zannolunur, onun için yalının o hayat devresini

bilmeyenler bile yalnız onun manasını hissederek buradan geçerken bir

âlemin meçhul bir sergüzeştine ait zevkleri duyarlar ve kendi kendilerine: -

Evet, Melih Bey’in yalısı, derler.” (AġK: 22)

Yukarıdaki paragrafta bahsedilen eski yalının, öncelikle benzeri diğer

mekânlardan ve yalılardan ayrılmıĢ olduğu; yalının artık sıradan bir yer değil,

kendilerine has dünya görüĢlerini yansıtan kiĢilerin temsil edildiği, mikro mekân

özelliği kazanmıĢ bir yer olarak göze çarptığı söylenebilir. Yalı baĢlı baĢına üst

sınıfın da yukarısını temsil eden maddi bir zenginlik ölçütü olmakla birlikte söz

konusu paragrafta, toplumun belli bir kesimi tarafından belirginleĢtirilerek Melih

Bey‟in Yalısı unvanını kazanır. Söylendiği zaman gıpta ve tebrik hislerini de

içerisinde barındırabilecek biçimde dile getirilen Melih Bey‟in Yalısı ifadesi, aslında

toplumun ev ve türevlerine verdiği değerlerin ölçütünü belirlemesi açısından

önemlidir. Sosyolojinin laboratuvarının, günlük hayat olduğu göz önüne alındığında,

en küçük ifadelerin dahi hâdiselerin sosyolojik boyutunu analiz etmede yardımcı

olacağı açıktır. (Maclver-Page, 1994: 17) Öyleyse Aşk-ı Memnu romanının

kurgusunu oluĢturan unsurlar Melih Bey Yalısı ifadesini doğuran sebeplerle birlikte

iliĢkilendirildiğinde romanın en belirgin mekânı olan yalının etkileyici olma özelliği

ön plana çıkar. Melih Bey Yalısı, sosyetenin merkezi ve Boğaziçi eğlencelerinin

gözde mekânlarından biridir. Melih Bey Yalısının üstlenmiĢ olduğu önemli rolü

etkileyen iki ana neden vardır:

a) Yalının mekânsal değeri

b) Melih Bey ve ailesinin kültürel değeri

Yukarıda verilen iki madde baĢlığı da yalı ve olumlu tepkiler arasındaki

iliĢkiyi pozitif yönde yüksek bir korelâsyona götürür. Sıradan, her hangi bir yalı

Melih Bey Yalısı unvanını kazanamayacağı gibi Melih Bey takımına benzeyen her

topluluk da benzer Ģekilde bu unvanı elde edemeyecektir. Bu noktada bir üçüncü

etken olan bireyler ortaya çıkar. DıĢarıdaki kiĢiler, yalının zenginliği ile Melih Bey

31

takımı arasında doğru orantılı ifadeler kullanarak mekânsal arzularını dile getirme ve

saklı olan istemlerini somutlaĢtırma fırsatı bulurlar.

Aşk-ı Memnu‟da, Melih Bey takımının oturdukları muhteĢem yalı, Adnan

Bey‟in eĢi Bihter için de çok önemlidir. Bihter‟in Adnan Bey ile evlenme hayalinin

merkezinde söz konusu yalının bulunması, manadan ziyade maddenin göz önünde

bulundurulduğunu gösterir. Bihter‟in yalının muhteĢem zenginliklerine olan hevesi,

Adnan Bey ile evlenme arzusunu güçlendirir. Bihter ile Eylül‟deki Suad

karĢılaĢtırıldığında Suad‟ın tepkilerinin daha duygusal olduğu anlaĢılır. Suad, bağ

evinden Boğaziçi‟ne daha çok kocası ile mesut bir hayat sürmek ve ruhsal

dinginliğini elde etmek için taĢınmak isterken Bihter, yalıyı üst bir sosyal sınıfa

geçme hevesiyle ister. Bihter‟in yalı ile olan iliĢkisini ortaya koyması bakımından Ģu

ifadeler dikkat çekicidir:

“Lâkin Adnan Bey’le izdivaç demek Boğaziçi’nin en büyük

yalılarından biri; o önünden geçilirken pencerelerinden avizeleri, ağır

perdeleri, oyma Louis XV ceviz sandalyeleri, iri kalpaklı lambaları, yaldızlı

iskemleleriyle masaları, kayıkhanesinde üzerlerine temiz örtüleri çekilmiş

beyaz kikle maun sandalı fark olunan yalı demekti. Sonra Bihter’in

gözlerinin önünde bu hayali bütün hayalinin tantanasıyla yükselirken

üzerine kumaşlar, dantelalar, renkler, mücevherler, inciler serpiliyor; bütün

o çılgıncasına sevilip de alınamayarak mütehassir kalınmış şeylerden

mürekkep bir yağmur yağıyor, gözlerini dolduruyordu.” (AġK: 45)

Yalının mekânsal iĢlevinin özellikle Eylül romanında belirginleĢtiği görülür.

Söz konusu romanda Suad ve Süreyya’nın denizden uzak olan bağ evi hayatından

sıkılıp Boğaziçi‟nde bir saray yavrusu alma hayalleri baĢarıyla sonlanırken;

arkasından gelen hâdiselerin mekânın değiĢimi ile ilgili olması, kalabalıktan uzak

kalmanın bireysel arzuları daha da teĢvik ettiğini gösterir. Bağ evinden taĢındıktan

sonra Necip ile Suad‟ın yakınlaĢmasına imkân sağlayan Boğaziçi‟ndeki yalıdır. Bağ

evinde yakın ve uzak akrabalarının etkisi altında kalarak kendi deyimiyle cehennem

hali yaĢayan Suad, yalıya taĢınılması ile birlikte bir anlamda kabından taĢar ve

duygularına ortak olabilecek Necib‟i keĢfeder. Yalının ifade edilen Ģekliyle hem

sosyolojik hem de psikolojik yönü ortaya çıkar. Psikolojik yönüne daha sonra

32

değinilecek olan Necip-Suad aĢkının sosyolojik açıdan mekânla olan iliĢkisi Ģu

Ģekilde özetlenebilir:

Suad sessiz, kibar, latîf bir ev hanımıdır. Kayın babası, baldızı, eniĢtesi ve

diğer akrabalarından oluĢan ailesi ile birlikte deniz havasını pek solumayan bir bağ

evinde yaĢar. Kocası Süreyya‟yı çok sevmekle birlikte tekdüze hayatından sıkılmıĢ

ve Boğaziçi‟nde denize nazır bir köĢke taĢınmanın hayaliyle yaĢar hale gelmiĢtir.

Kocasıyla birlikte yaptıkları müzakerelerden sonra Boğaziçi‟nde bir köĢk tutup diğer

akrabalarını bağ evinde bırakarak Boğaziçi‟ne taĢınmıĢlardır. Kendilerinin yakın aile

dostu olan Necip Bey ise bu vesile ile kendilerini daha fazla ziyaret eder hale gelerek

yalının üçüncü sakini olmuĢtur. Necip Bey ile Suad arasında baĢlayan duygusal

yakınlaĢmalar beraberinde birtakım ruhsal çalkantıları da getirir. Romanda Necip ile

Suad arasındaki aĢkın, yalıya taĢınılmasıyla alevlenmesi dikkate değerdir. Gerçi

Boğaziçi‟ne taĢınılmadan önce de Suad Hanım ve Necip Bey bazı iç diyaloglarla

birbirilerine olan ilgilerini dile getirirler. Romanın baĢından sonuna değin süren bu iç

diyaloglar mekânın değiĢimiyle artık açığa vurma Ģeklinde de görülmeye baĢlar. Bağ

evinde otururlarken kayınbabasının mutlak hâkimiyetini, eniĢtesinin kabaca

hareketlerini, baldızının kıskançlık ve kine dönüĢen duygusal bunalımlarını devamlı

hisseden Suad, toplumsal bir yığın karĢısında ezilmek üzeredir. Artık rahat bir nefes

almak ve denizle, müzikle, güzel hava ile bütünleĢmek isteyen Suad, bireysel

bunalımını mekânın değiĢikliğini istemesiyle dıĢa vurur. Mekânın değiĢmesi ve bu

değiĢikliğin bir yalı olması da tesadüf değildir. Daha özel ve entelektüel hayat tarzına

açık olan yalı, Suad’ı duyarsızlaĢmıĢ kalabalıklardan kurtarmanın son çaresi olarak

ortaya çıkar. Suad, Necip ve Süreyya yeni köĢke taĢınmanın tartıĢmasını yaparken

Necib‟in, “Evet evet, öyle bir yer olmalı ki, insan kalabalıkta yaşamalı, fakat içine

girmeden…” (E:18) sözü; kalabalıktan kurtulmak için yalnızlığa sığınan

kahramanların bir anlamda toplumsal baskıdan kurtulma düĢüncesini simgeler.

Kalabalık, ataerkil ev düzeninden bireysel, özgür, paylaĢımcı hayat düzenine geçiĢin

de göstergesi olan Boğaziçi‟ne taĢınma hadisesi, bireylerin modernleĢme süreci ile de

yakından ilgilidir. Çünkü bağ evindeki aile düzeni ne modern ne de klasik bir

düzendir. Ev halkı sofrada çatal bıçakla yemek yese de maziden kalan hisler

33

tazeliğini korumaktadır. Bundan dolayı Suad daha da sıkılgan bir yapıya bürünür.

ġerif Mardin‟in, geleneksel kalabalık aile yapısının modern Ģekle bürünmesi

esnasında ortaya çıkan olumsuzluklara iliĢkin yaptığı Ģu tespit Suad‟ın bağ evinde

yaĢadığı sıkıntıları ve çekilmez hale gelen yaĢamını özetler:

“Bir sini etrafında bağdaş kurup, kaşıkla yemek yeme geleneğinin

yerini çatal ve tabağın almasına alışmak, bütün aileyi huzursuz eder. Aşçı,

dört tabak yerine birçok tabak yıkamak zorunda kaldığı için sinirlenir.

Yemek saatleri artık zevkle beklenen bir şey olmaktan çıkıp, hemen geçip

gitmesi arzulanan bir işkence olur.” (2009: 65)

Mardin‟in bu tespiti göz önüne alınırsa Ģöyle bir çıkarımda bulunulabilir:

Suad ve bir nebze olsun eĢi Süreyya, ev halkına göre modernleĢme sürecinde daha

baĢarılı olmuĢlardır. Çünkü Suad, baĢta musiki olmak üzere diğer kabiliyetlerinde

samimidir. Onun davranıĢları yapmacık, sonradan görme gibi tanımlamalardan

uzaktır. Kısacası Türk Edebiyatında yanlış batılılaşma veya batıyı yanlış anlama

Ģeklinde ifade edilen kavramların Suad için gerçek manada söylenebilmesi mümkün

görünmemektedir. Dolayısıyla mekânın roman içerisindeki iĢlevi, Suad açısından

göstermelik değil; aksine çözümsel bir nitelik taĢır. Suad‟ın mekânla olan etkileĢimi,

duygusal bağdır. Farklı bir hayat tarzının talibi olan ve Süreyya‟dan farklı düĢünen

Suad, düĢlediği hayatı sadece taĢınacakları yalıda yaĢayabileceği kanısındadır. Buna

paralel olarak Boğaziçi‟ndeki yalı, birçok yönüyle Suad için vazgeçilmezdir.

Yalı, sınıfsal tabakalaĢmanın bir basamağı olmasının yanı sıra bireysel

düzeyde, yalnızlığı bulmaya yardımcı olan gizemli bir mekândır. Romanlarda

Ġstanbul‟un; Beyoğlu, Fatih, BeĢiktaĢ gibi kalabalık, boğucu yerlerine göre

Boğaziçi‟ndeki yalılar, kiĢinin kendini hissettiği yerlerdir. Nemide romanında

Nemide‟nin tezyif olunmuĢ bir aĢk ıstırabı ve maddi rahatsızlığından ötürü

Kanlıca‟daki yalıya gitmesi bunun açık bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Tıpkı

Eylül‟de olduğu gibi burada da bir kaçıĢ söz konusudur. Suad gibi Nemide de bir kaçıĢ

peĢindedir. Ancak Suad daha huzurlu ve mutlu bir yaĢam için kaçarken Nemide

herkesten uzaklaĢmak için Boğaziçi‟ne gitmeyi istemektedir. Her ne kadar Nemide

baĢta daha mutlu olurum düĢüncesi ile Kanlıca‟ya gitmek istemiĢ ise de aslında

34

fıtratına uymayan yalı hayatı onu ciddi bir sıkıntının eĢiğine getirir. Nemide‟nin

yalıdaki durumunu aĢağıdaki metin parçası özetler:

“Lakin eğlencesi pek mahdud, pek muttarid olan bu hayat Nemide’yi

sıkmaya başlamıştı. Vücutça pek iyi bir halde olmakla beraber can sıkıntısı

gibi mühlik, bir hastalığın pençesine geçmeye başlamıştı” (NMD: 93)

Suad ve Nemide‟nin durumları göz önüne alındığında yalı merkezli Ģu

kanaate varılabilir: Bireyler yalıyı ve denize yakın olan yerleri huzuru bulmanın veya

toplumdan kaçıĢın adresi olarak görürler. Ancak mekânın taĢıdığı anlamla bireylerin

arzuları her zaman örtüĢmez. Nemide örneğinde görüldüğü üzere çevreden kaçıĢ tam

tersi bir netice verebilir. Ya da Suad‟da olduğu gibi üst seviyedeki mekânsal istemler

beklenilenden farklı sonuçlar doğurabilir. Kısacası mekân her zaman özüne atfedilen

anlamları karĢılamaz.

3.1.1.2. Kent-ġehir

Servet-i Fünûn romanlarında kent kavramının kullanımına iliĢkin gözle

görülür bir çeĢitlilik görülmez. Romanlarda ağırlıklı olarak mekân İstanbul olarak

seçilmiĢtir. Ancak Servet-i Fünûn romancılarının kendilerinden önceki dönemlere göre

kent kavramının üzerinde daha ciddi durdukları ve romanlarında kentsel malzemeyi

kullandıkları görülür. Tanzimat dönemi romanlarında Ģekilsel değiĢimlerle odağa

alınan Ġstanbul, özellikle Halit Ziya‟nın romanlarında üst düzeyde inceleme yapma

imkânı verir. Halit Ziya, romanlarında hayatın acımasız yönlerinin kentle iliĢkili olan

noktalarına vurgu yaparken tıpkı bir sosyolog gibi davranır ve analiz yapma yoluna

gider. Bu durum, en iyi biçimde Ferdi ve Şürekası romanındaki sokak kavramına

iliĢkin ifadelerden anlaĢılır. Ferdi ve Şürekâsı‟nda Saniha adlı genç kızın sokaktan

kurtulması trajik bir biçimde anlatılır. Anlatıcı sokağı sadece fiziksel bir mekân olarak

sunmaz. Ferdi ve Şürekâsı‟nda sokak, asıl olarak toplumdan dıĢlanmıĢlığın meydan

bulduğu bir alan olarak tanıtılır.

35

Sokak, temel anlamıyla insanların hedef mekânlara ulaĢabilmek için

kullandıkları belirli boyutlardaki kanallardır ve bu yönüyle insanlar için geçici mekân

özelliğini taĢır. Bireyler, sokağı veya caddeyi sahiplenme duygusu ile karĢılamaktan

çok, kendilerini amaçlarına ulaĢtırmada yardımcı vazifesini gören bir unsur olarak

görürler. Ancak diğer taraftan, toplumda kendisine yer edinememiĢ, maddi ve manevi

yetersizlikten ötürü mekânı özümseyememiĢ bireyler için sokak, simgesel anlamlar da

içerir. Bir bakıma mekândan yoksun olanların sürekli mekânı haline gelen sokak, Halit

Ziya‟nın da iĢaret ettiği üzere toplumun dıĢladıklarının yerleĢtiği bir çöplük olarak

görülebilir.

Sokağın anlam kapasitesinin, onu kullanan kitlelerin bakıĢ açısı ile iliĢkili

olduğu söylenebilir. Bir çocuk için oyun mekânı, çalıĢan kiĢi için iĢe gitmesine bir

vasıta, bir kadın için kocasını eve getirecek araç, evsiz kimse için zorluklarla mücadele

etmesi gereken sahne, taksici için ekmeğini kazanmasını sağlayan kaynak vb.

anlamları taĢıyabilen sokak; her yönüyle sıradanlıktan uzaklaĢabilmeyi baĢarmıĢtır.

Ferdi ve Şürekâsı‟nda kötülüğüne vurgu yapılan sokak, ürkütücü niteliktedir:

“Sokak! Orası öyle bir horluk uçurumudur ki, insan toplumu

kurbanlarını buraya atar; kader rüzgarı, savurduğu çiçekleri buraya döker.

Acımasını bilen gözler, insanlığın bu alçalışı karşısında sokaklarda neler

görür, sokaklarda ne dünyalar bulurlar, ne acıklı şeyler okurlar!..” (Fġ: 62)

Anlatıcı, Saniha‟nın sokaktan kurtarılmasını anlattıktan sonra sokakla ilgili

çıkarımlarda bulunur. Böylece, Ġstanbul gibi büyük bir kentin artık itilmiĢlik,

dıĢlanmıĢlık, sokak çocuğu, toplumsal yara gibi kavramlara yabancı olmadığı anlaĢılır.

Halit Ziya, Kırık Hayatlar romanında metropolleĢen bir Ģehir olan Ġstanbul‟un; yara

haline gelmiĢ olan sorunlarına dikkat çekerek, ortaya çıkan problemlerin ciddiyetini

vurgular. Nitekim Halit Ziya Kırık Hayatlar romanında yuvası dağılan Ömer

Behiç‟ten hareketle, Ġstanbul ve dolayısıyla kent ile ilgili Ģöyle bir çıkarımda bulunur:

“Neler, neler görürdü? İstemeden, aramadan burada ne hikâyeler,

ne facialar, ne gözyaşları, ne çamur yığınları bulmuştu… Her defasında

büyük şehir, hayat denen azim arbede sahasının kırık dökük enkazını, yığın

yığın harabelerini getirip bu eşiğe atar, sinesinde çalkalanan levs ve maraz

36

çamurunun daha ziyade saklanamayarak hazmolunamamış, mas edilememiş

bir dalga halinde bu duvarların kenarına kusardı.” (KH: 296)

Kentin ve özelde büyük Ģehrin bir çöp merkezine benzetildiği yukarıdaki

ifadeler, kent-birey-toplum iliĢkisinin sonuca dönük olan kısmını ortaya koyar. Büyük

Ģehir daha basit düzeyde ortak bir anlaĢma çerçevesinde bir araya gelen insanların

dönüĢüm alanı olarak görülebilir. Dolayısıyla kent baĢlangıçta insan ürünü olarak

görünse de önüne geçilmez çıkar iliĢkilerinin kol gezdiği bir alan haline geldiğinde;

artık kentin sadece insanın hayatta kalma savaĢına tanıklık eden bir mekân olduğunu

söylemek güçleĢir. (Altam, 2008: 7)

Yukarıda alıntılanan her iki metin de romanın kurgusunda yer alan

malzemeler olmakla birlikte aynı zamanda farklı bir yaĢam alanını nitelendiren

sosyolojik nitelikli söylemlerdir. Halit Ziya‟nın her iki romanında benzer noktalara

vurgu yaptığı anlaĢılır. Denilebilir ki, Halit Ziya varoş kavramına denk gelecek

durumları romanlarına alan ilk yerli romancılardandır. Daha sonra gecekondu ve getto

gibi kavramlarla da karĢılanan; kentin kıyısında kalmıĢ, maddi güçten yoksun

insanların yaĢadığı mekânların Servet-i Fünûn romanında yer alması; edebiyatın

toplumsal rolünün ortaya konmasında önemlidir. Kırık Hayatlar, bu anlamda Halit

Ziya‟nın diğer romanlarından ayrılır. Halit Ziya, bu romanla birlikte yalı ve konağın

dıĢına çıkar. (Huyugüzel, 2004: 70) Bir anlamda Kırık Hayatlar‟la birlikte Halit

Ziya‟nın dıĢ mekânlardaki gözlemi yoğunlaĢır.

Kırık Hayatlar‟da büyük Ģehire iliĢkin ifadelerin devamında Ömer Behiç‟in

bakıĢ açısından hastane manzarası gösterilir. Doktor olan Ömer Behiç, hastanenin

barındırdığı olumsuzluklardan hareketle sosyal problemlerle yüzleĢtirilir. Hastanenin;

çaresiz, problemli, hayatta istediğini elde edememiĢ, kandırılmıĢ ve unutulmuĢ

kimselerin yuvası olduğunu belirten Ģu ifadeler, sosyal dengenin ne kadar hassas

olduğu hususunu hatırlatarak Ömer Behiç‟i ikaz eder:

“Burada hıyanet görmüş aşklar, anlaşılmak istenmeyerek boğulmuş

hassasiyetler, yumruk ve tekme altında ezilmiş ruhlar vardı. Burada emel

nuhbelerinin tarümar olmasına tahammül edemeyerek son nefeslerini

37

vermeye gelmiş ümitsizler, hayatın gulzetlerini evvelden görüp de oraya

gelin esvabıyla girmektense bir hastane kapsından fakir bir tabutla çıkmaya

müreccah nazarlarıyla bakan hülya düşkünleri vardı. Âciz ve fakir buraya

gelip yetişilemeyen arzularının hicranlarını iskat ederdi. (…) Burası öyle bir

izmihlal kenarı idi ki orada ömr-i beşeriyet denen velveleli ummanın

dalgalarında kırılmış, dökülmüş ne varsa hep yavaş yavaş gelir, sefil, başı

sarkık düşer, serilir, ya tekrar saadet, necat vaat eden bir dalga parçasının

gelip yeniden kendisini almasına yahut öte taraftan esecek soğuk bir

rüzgarın, üstüne, gizlice artık bir daha açılmamaya mahkum bir kum

tabakası çekmesine intizar ederek mütevekkil beklerdi.” (KH:297)

Hastanenin, sosyal problemlerin yuvası haline geldiğinin belirtildiği

yukarıdaki metin parçası, büyükĢehrin meydana getirdiği düĢkünleri dıĢlama

politikasının sonucunu bildirir. Yani, toplumun ötelediği bireyler bir tür yok edilme

eylemine maruz kaldıkları hastanelere son çare olarak baĢvururlar. Bu metinde sosyal

yapı ciddi biçimde eleĢtirilir. Aynı zamanda iyi bir eĢe ve güzel bir eve sahip olan

Ömer Behiç‟e göndermede bulunularak kendi konumunun değerini bilmesi hususunda

uyarılır.

Ġstanbul‟un büyük Ģehir olarak farklı bir yaĢam tarzıyla okuyucunun karĢısına

çıktığı diğer bir roman olan Salon Köşelerinde‟de ise eğlence dolu Beyoğlu, romanın

ana mekânını oluĢturur. ġekip Bey‟in çevresindeki Beyoğlu görüntüleri partiler,

balolar, davetlerle süslü olduğu halde anlatıcı perde arkasında baĢka bir Beyoğlu

olduğunu belirtir ve adeta bunun tablosunu çizer. Beyoğlu‟nda eğlence

müdavimlerinin yanı sıra, sosyal açıdan düĢkün durumdaki insanların da var olduğu ve

Ģehrin bunlardan bağımsız düĢünülemeyeceği fikrini ön plana çıkaran anlatıcı, kötü

yola düĢmüĢ kadınlardan hareketle kentin arka planını romana katar. Aslında Salon

Köşelerinde romanının kurgusu incelendiğinde esas konudan sapmaların olduğu pek

görülmez. Ancak baĢından sonuna değin debdebeli bir Beyoğlu tablosu sunulan

okuyucu, mekânın arka planına bir kere olsun vakıf olursa hayali unsurlardan bir

nebze olsun uzaklaĢmıĢ olur. ĠĢte anlatıcının, büyük şehir ve yaşam bağlamında ele

alınabilecek Beyoğlu arka plan ayrıntısı da bunun etkin sosyolojik malzeme olduğu

tezini doğrular. Anlatıcının söz konusu ayrıntıyı verirken gecekonduya, karanlık ve

karıĢık sokaklara ait bir dil kullanarak mekândaki farklılaĢmaya iĢaret etmesi, söz

konusu tezi de güçlendirir. Salon Köşelerinde romanında, ilk bakıĢta görünmese de

38

hem toplumsal hem de bireysel öz eleĢtiri yapılır. Aynı semtin birbirine çok yakın

yerlerinde tamamen ayrı dünyaların yaĢandığına dikkat çeken anlatıcı, sosyal

sorumsuzluğa dikkat çeker. Bir tarafta Beyoğlu‟nun her yönden mükemmelleĢtirilmiĢ

mekânları insanların hizmetine sunulmuĢ iken diğer taraftan kötü ve köhne sokaklarda

kötü yollara düĢmüĢ kadınlara meskenlik eden mekânlar yer alır. Böylece, teknik

bakımdan olgun bir roman sayılamayacak olan Salon Köşelerinde, mekân ikilemini

ortaya koyması yönüyle önem kazanır.

Salon Köşelerinde romanının en önemli karakteri olan ġekip Bey, katıldığı

davetten ayrıldıktan sonra, Beyoğlu‟nun arka sokaklarında dolaĢır. KarĢılaĢtığı bir

hâdise, kentin çarpıklığını gözler önüne serer. Hayat kadınlarını pazarlayan bir Ģahıs

ġekip Bey‟in yanına gelerek on üç yaĢındaki genç bir kızı pazarlamak ister. YaĢadığı

sosyal çevrenin etkisiyle böyle bir dünyanın varlığı karĢısında ĢaĢkına dönen ġekip

Bey sadece kentin kıyıda kalmıĢ, kötü ve çarpık yüzünü görmek maksadıyla adamın

teklifini kabul etmiĢ görünerek karanlık sokaklara doğru yol alır. Anlatıcı vakanın

ilerleyen bölümlerinde ġekip Bey‟i kurguya uygun olarak belirsiz sokaklarda dolaĢtırır

ve tekin olmayan insanlarla yüzleĢtirir. ġekip Bey, gördüğü insan manzaraları

karĢısında Ģoka girer. Kendi dünyasından farklı olarak sefaletin hüküm sürdüğü baĢka

bir dünyanın varlığı karĢısında ġekip Bey, iç muhasebe yoluyla bazı sonuçlara vararak

sosyal yapıyı eleĢtirir:

“ … Istırapsız, acısız korkusuz huzur dolu bir uykudan başka bir şey

veremeyeceğimi düşünerek bir yandan üzüntüye kapılmakla beraber bir

taraftan da tesadüfün gözümün önünde açtığı şu müthiş, şu her türlü

kötülükle dolu uçurumun kenarında ürkek ve çekingen boynunu büküp duran

şu zavallı çiçeğin, bu on üç yaşında düşkün çocuğun elinden tutarak

bakışlarını birkaç saat için olsun o müthiş, o gözyaşı dolu, o korku dolu

manzaradan kurtarmayı başarmayı muvaffak olduğumu düşündükçe hiçbir

şeye yaramayan, hiçbir bela ve felaketin acılarının dindirilmesine yardım

etmemiş gösteriş dolu hayatımın en hayırlı işini yapıyorum sandım ve bütün

bir kış balolarda, gösterilerde, tiyatrolarda harcanan paraların küçük bir

kısmı bu gibi hayır işlerine ayrılsa insanlık ne büyük facialardan,

kötülüklerden kurtulurdu düşüyle bir an için oyalandım.” (SK: 66)

Halit Ziya UĢaklıgil‟in, Sefile romanı realist tutum açısından diğer romanlara

göre ağır basmakla beraber, hayat Ģartlarının kiĢi ve topum iliĢkisi bazındaki

39

dengesizliğini ifade etmesi açısından önemlidir. Sefile romanında anlatıcı, her yönüyle

aĢağılanmıĢ ve alçaltılmıĢ olan, olumsuzlukların her türlüsünü bünyesinde barındıran

ve hemen herkesin sırt çevirdiği Mazlume adlı kızın çok açık bir Ģekilde kurgulanmıĢ

hayatını sunar. Anlatıcı tutumunda gerçekçi olma yetisini sonuna kadar kullanmakla

beraber, toplumun düĢmüĢ fertlere olan bakıĢını da irdeler. BatılılaĢmaya baĢlayan ve

kendi öz değerlerinden kopmaya baĢlayan bir toplumu anlatan Halit Ziya, Ġstanbul‟un

varoĢlarını gözleme dayalı bir realite ile aktarır. Sefile‟de; fertlerin problemlerinin

çözümünde, toplumun öteden beri kendisine vazife saydığı sorumlulukların ortadan

kalktığı ve Ġstanbul‟un merkezinde kötü yola düĢmüĢ genç bir kızın toplumun birçok

kesimi tarafından dıĢlanarak istenmeyen mekânlara doğru itildiği görülür. Sefile

romanında, Ģehir merkezinde yaĢama Ģansı bulamayan insanların sığınak noktalarını

oluĢturan Ģehrin dıĢ kesimleri; tabakalaĢmanın, ayrıĢma ve dıĢlanmanın mekânı olarak

yer alır. Anlatıcı, adı geçen romanın sonlarında; Kırık Hayatlar romanında olduğu gibi

tespitlerde bulunarak, Ģehir hayatının ve bir bakıma evsizliğin iç açıcı olmayan

boyutlarını açıkça ifade eder. Romanın adına uygun biçimde Ģekillenen mekânlar,

hayatın saf ve asıl gerçekliğini ortaya koymaya yöneliktir. Öyle ki anlatıcı, mekânların

değerliliğinin, insanların kıymetiyle ölçüldüğü bir yapının varlığından hareketle,

toplum tarafından tamamen ötelenmiĢ kiĢilerin, yine aynı Ģekilde tamamen ötelenmiĢ

mekânlarda yaĢam mücadelesi verdiğini anımsatır:

“Burası fuhşun sefaletlerini, mezelletlerini, çirkinliklerini sakladığı

bir mezbele-i beşer idi. (…) Gecenin zulmetleri bu zavallıları tekrar bu

mahalleye getirirdi. Denilebilir ki burası sabahleyin mülevvesatını sokaklara

döker, akşamları sokakların mülevvesatına aguş-ı ilticasını açar bir mecma-i

levsiyyat idi. (…) Burası şehrin her tarafından toplanan melcesizlere bir

ilticah-gâh idi. Sefaletin, mihnetin, sekrin mertebe-i insaniyetten düşürdüğü

zavallılar fuhuş denilen çirkabı buradan içerlerdi.” (SFL: 180)

Sefile, Halit Ziya‟nın diğer romanları kadar mekânsal malzeme açısından

zenginlik göstermese de yukarıdaki paragraftan da anlaĢılacağı üzere mekânın sosyal

yönüne önemli göndermelerde bulunur. Sefile, Kırık Hayatlar ve Ferdi ve

Şürekâsı‟ndaki örnekler, mekânsal mutluluğun pay edilecek bir yanının bulunmadığı

ve toplumun ön gördüğü rolleri taĢımayan kimselerin; grupça uygun görülen ayrılmıĢ

ve ayrıĢtırılmıĢ mekânlarda yaĢamlarını sürdürebileceği fikrinin toplumda

40

yaygınlaĢmaya baĢladığını gösterir. Sonuç itibariyle mekânsızlığı daha doğrusu

barınma mekânından yoksunluğu meydana getiren nedenlerin, sadece birey değil aynı

zamanda toplum kaynaklı olduğu savunulabilir.

Her ne kadar Servet-i Fünûn romanlarında Ġstanbul, ana mekân olarak

belirginse de Hüseyin Cahit Yalçın‟ın Nadide isimli romanında bu durum farklılaĢır.

Nadide‟de asıl mekân, kırsal bölgedir. Ara sıra Ġstanbul mekân olarak kullanılmıĢsa da

Nadide sayesinde, çiftlik ve köy hayatının Servet-i Fünûn romanında yer aldığı

söylenebilir. AĢağıdaki ifadeler, mekânın diğer romanlara kıyasla ne denli

farklılaĢtığının kanıtıdır:

“Öteki çiftliğe muvasalatının otuz beşinci -geçmiş günler gibi-

günü tüfeği elinde olarak kırlarda geziyordu. (…) Tam av mevsimi! (…)

Ertesi gün yine kıra çıkmaya hazırlanıyorken yağmur sebebiyle odasında

kapanmış kalmıştı. Penceresi önünde oturmuş, vasi sahraya bakıyordu:

Meserretlerden kaplarına sığamamakta olan çiftçilerin öküzlerin ettikleri

dey!, dey!, ha!, sadaları kulağına geliyordu. (…) Köylü kızlarının masumane

şarkıları (…) Fuad’ın kendisini bir âlem-i ulviyede bulunduğuna zehab

olmasına sebep oldu.” (N: 199-200)

Yukarıdaki alıntıda Servet-i Fünûn romanlarında alıĢılagelmiĢ mekânlardan

farklı olarak köy yaĢamının izleri açıkça görülebilir. Nadide romanının geneline

bakıldığında köyle-kent arasında karakterlerin mekik dokuduğu fark edilir. Ġstanbul

Ģehir olarak romanda yer alırken, kahramanların oturdukları yerler kırsal kesimdedir.

Nadide‟de kent-köy ayrımının yapılmıĢ olması, Servet-i Fünûn romanı açısından

önemlidir. Böylelikle sadece Ġstanbul‟a bağlanmayan, aynı zamanda Ġstanbul‟dan

kopmayan bir mekân kurgusu oluĢturulmuĢtur.

3.1.1.3. Beyoğlu ve Boğaziçi KarĢılaĢtırması

Servet-i Fünûn romanları incelendiğinde, kent olarak Ġstanbul, sığınma,

kurtulma yeri olarak da Boğaziçi göze çarpar. Ġstanbul ve Boğaziçi‟nin bu derece

birbirinden ayrı tutulması, baĢta sınıf farklılığı olmak üzere çeĢitli nedenlere

dayandırılabilir. AĢkın en ince zevklerine ulaĢmak isteyenlerin yeri olan Boğaziçi‟ne

41

karĢın, aĢkından iltifat görememiĢ veyahut çaresizliğin karmaĢasında boğulmuĢ

kiĢilerin rağbet ettiği Ġstanbul diğer tabirle Beyoğlu, karmaĢık bir görüntü çizer.

Beyoğlu Servet-i Fünûncular için neredeyse bir Avrupa şehrinin kopyasıdır. (Çıkla,

2004: 302) Bu bakımdan Beyoğlu‟nun, romanların tamamında alıĢveriĢin,

eğlencenin, lüksün, gece hayatının temsilcisi olduğu söylenebilir. Beyoğlu‟nda

tablonun en dikkat çekici yanını ise mağazalar ve pasajlar oluĢturmaktadır. Boğaziçi

ise romanlarda Ģehrin gürültüsünden ve yoğunluğundan uzak, kiĢisel yalnızlığın ve

rahatlığın sağlanma mekânı olarak yer alır.

Beyoğlu ve Boğaziçi ikilemi, Servet-i Fünûn romanlarının çoğunda kaçış

teması ile iliĢkili olarak kendisini gösterir. Romanlardaki karakterlerin kaçıĢ

içerisinde olmaları, onların huzursuzluklarının bir iĢaretidir. Bireyin ruhsal

durumunun bir çatıĢma içerisinde olması halinde görülebilecek kaçıĢlar, mekânsal

yer değiĢtirme olarak kendini gösterir. Söz konusu yer değiĢtirme ise daha çok

kalabalıktan sakinliğe, yoğunluktan dinginliğe, betonlaĢmıĢ ve ticarileĢmiĢ

alanlardan ormanlara, kırlara, deniz görmeyen yerden denizin en güzel koylarına

doğrudur.

Mehmet Rauf‟un Eylül romanında, mekân çatıĢması daha doğrusu farklı

mekânların farklı kiĢilerin ilgilerine göre sunulduğu örnekler yer alır. Süreyya,

zevkleri olan denize açılma, balık tutma gibi faaliyetleri bağ evinde yapamamaktadır.

Buna karĢın Suad, dört tarafı emredici ve incelikten uzak insanlarla kuĢatılmıĢ olan

bağ evinde azap içerisinde bir hayat sürmektedir. Aynı Ģekilde aile dostları olan

Necip de, maddi zenginliği ve rahatı bulduğu Beyoğlu‟ndan sıkılmakta ve ruhunu

rahatlatacak yeni mekân arayıĢına girmektedir. Böylece romanın belirgin ve önemli

üç kahramanı olan Suad, Süreyya ve Necip, ortak bir mekân arzusunda buluĢurlar.

Bu üç karakter de Boğaziçi‟nin kendileri için bir kurtuluĢ mekânı olduğu konusunda

hemfikirdirler. Suad, bağ evinden bunaldığı, Necip Beyoğlu‟ndan sıkıldığı, Süreyya

ise çok sevdiği denize yakın olabilmek için Boğaziçi‟ne gitmeyi ister. Necib‟in,

Beyoğlu‟ndan sıkılıp Boğaziçi‟nde Suad ve Süreyya çiftinin yeni fildiĢinden

42

yuvasına geldiği vakit söylediği Ģu sözler, Boğaziçi‟nin Beyoğlu‟na üstün olduğu

yönündeki fikri destekler:

“Görseniz artık Beyoğlu ne kadar dayanılmayacak hale geldi.

Sabahları yine yalnızca biraz serin oluyor. Rutubet biraz işe yarıyor. Fakat

sabahları da Beyoğlu’nun o baş ağrıtan satıcı gürültülerinin evlerin içinde

nasıl çınladığını bir bilseniz… Sonra öğle oldu mu durmak oturmak mümkün

değil. Toz, güneş, ter… İnsan boğuluyor, boğuluyor, boğuluyor… Onun için

buralar, insana bir köy gibi geliyor. Hele bu Yenimahalle sahiden fildişinden

bir yuva. Uzak, uzak… Sanki kaçmış, kaybolmuş!.. Ah, buraya gelip dünyayı

unuttuğunuza ne iyi ettiniz!” (E: 42)

Necib‟in Beyoğlu‟ndan sıkılması ve Boğaziçi‟ne gitmek isteyiĢinin tek sebebi

Boğaziçi‟nin doğal güzellikleri değildir. Onun Boğaziçi‟ne olan aĢkının en önemli

sebebi Suad‟dır. Necip, fildiĢi köĢke sık sık gidip Suad‟a yakınlaĢtıkça Boğaziçi‟ne

neden bu kadar gitmek istediğine hayret eder. Necip-Suad aĢkının mekân yönüyle en

önemli noktası, mekânın olumlu bir etkenle özdeĢleĢip önem kazanmasıdır. Her ne

kadar Necip, Boğaziçi‟ni seviyor olsa da Suad‟ın olmadığı bir Boğaziçi, yine

kendisine azap verip, onu sıkacaktır. Dolayısıyla mekân analizleri yapılırken sadece

mekânın kendinden kaynaklanan yönlerin kiĢiler üzerindeki etkisinden

bahsedilmemelidir. Aksine kiĢiler arasındaki münasebetlerin mekânı anlamlandırma

ve sınıflandırmada ne gibi etkileri olduğu noktası da önemle vurgulanmalıdır. Söz

gelimi Necip, Suad‟la aĢk yaĢamaya baĢladıktan sonra Boğaziçi‟ne daha sık gitmeyi

arzu eder. Ancak bu arzusunun hangi nedenden kaynaklandığına tam olarak anlam

veremeyen Necip, yavaĢ yavaĢ da olsa Suad‟a bağlandığını anlar. Böylece mekânın

kiĢi ile eĢleĢtirilmesinin doğuracağı sonuçlar ortaya konmuĢ olur. Necip‟in Ģu

ifadeleri, mekân-insan birlikteliğinin önemini ve potansiyel etki gücünü ortaya

koyar:

“Perşembe günü giderim demiş bulundu ve bu kararı verdikten

sonra o günü garip bir sabırsızlıkla bekledi. Artık rahatsızlığı geçmiş, sade

beklemek kalmıştı. Önceki kadar rahatsız olmadığının bir sebebi de bu

Perşembe günü gitmek olduğunu gördükçe şaşırıyor, pek zihin yormadığı,

derinleştirmediği halde düşündükçe, “Garip, garip!” diye söyleniyordu.

Perşembeye kadar Ada’da duramadı.” (E: 82)

43

Eylül romanında duygusal birliktelik üzerine kurulmuĢ olan Beyoğlu-

Boğaziçi ayırımı diğer romanlarda sosyal görünümü öncelenmiĢ bir yapı arz eder.

Beyoğlu ve çevresi romanlara yansıdığı Ģekliyle günümüz kent kavramına daha

yakın bir konumdadır. ġehir gürültüsü, ticaret, eğlence Beyoğlu‟nun

vazgeçilmezleridir. Kent cazibesi kavramını içinde bulunduran Beyoğlu, olayların

geliĢmesi için uygun bir zemin görünümündedir. Çünkü kent hayatının zengin ve

farklı dünyası, romancıya değiĢken durumları hikâye etmesini sağlar. (Alver, 2009:

67)

Boğaziçi-Beyoğlu karĢılaĢtırılmasına önemli ölçüde olanak tanıyan Eylül

romanında yer alan diğer önemli bir örnek de Necip Bey‟in Beyoğlu‟ndan kurtulma

sevincini ve Boğaziçi‟ne kavuĢma heyecanını anlatan kısımdır. Suad ile Necip

arasındaki bağlantı ilk etapta nesneler ve mekân aracılığıyla kendini gösterir. Her

ikisi de Boğaziçi‟ne aĢk derecesinde bağlıdır. Bu nedenle Necip‟in Beyoğlu‟ndan

kurtulmasına olanak sağlayan her durum onun için değerlidir. Bir bakıma onu Suad‟a

ulaĢtıracak araçlar en az amaç kadar önemlidir. Necip, Beyoğlu‟nda karanlık ve

boğucu bir hayat sürerken; onu Boğaziçi‟ne götüren vapur mutluluk kaynağı olur.

Necip Bey Boğaziçi‟ne gitmek için vapura bindiği zaman âdeta bir baĢkalaĢım

geçirir. Beyoğlu‟nda ümitsizlik, sıkıntı, karanlık düĢünceler içerisinde kıvranan

Necip, Boğaziçi‟ne gidiĢle birlikte umudunu tekrar kazanır:

“Vapur, Boğaziçi’ne koşuşan halk ile taşarak köprüden çözülüp

Boğaz’ın mavi göğsüne gömüldükçe içi açılıyor, gitgide kendinde bir

ferahlık duyuyordu. Etrafına bakarak hepsi de memnun, güler yüzlü görünen

yolcuların bahar ile kendilerinden geçerek sürdükleri hayat, ona duyduğu

sevinçle, çok şevkli bir hayat gibi geliyor, geniş nefes alarak, dalgalanan kır

yeşilliklerinin, renk renk çiçeklerin taze kokularıyla içinde bir canlılık; bir

faaliyet duyuyordu. Bütün üzüntüsü ve sıkıntısı Beyoğlu’nun karanlık

sokaklarında kalmıştı. Her yüzde bir neşe vardı.” (E: 41)

Deniz imgesinin içerdiği sonsuzluk, ferahlık ve coĢkusal duyumlar gibi

faktörler, Necip Bey‟in duygusal anlamda motive olmasını sağlar. Eylül romanının

diğer kısımlarında dikkat çeken diğer bir nokta da Suad ve Necib‟in, aĢklarını

olgunlaĢtıracak mekânlarla eĢleĢtirilerek sunulmasıdır. Böylece hem anlatıcının iĢi

44

kolaylaĢır hem de mekânın kurgu içerisindeki önemi ortaya çıkar. Anlatıcı,

karakterlerin estetik kaygılarının ortaklığından yola çıkarak, yakın değiĢkenlerin bir

araya gelmesiyle oluĢan ortaklığı perçinler. Beyhan Kanter‟in de ifade ettiği gibi

Eylül‟de, “kahramanların göz kamaştırıcı bir etki uyandıran tabiatla beslenen

ruhları, estetik haz içindedir”. (2010: 237) Suad ve Necip duygusal iletiĢime

geçmeden önce de Beyoğlu veya genel tabirle Ģehir hayatından

memnuniyetsizliklerini dile getirirler. Her ikisi de Boğaziçi‟ne, dolayısıyla yapay

olmayan güzelliklere ilgi duyarlar. Onların bu ortaklığı, aĢklarının geliĢimine değer

katar. Bu sayede sadece mekân değil mekânın alt öğeleri olan nesneler de Suad-

Necip ikilisinin birlikteliğini destekler. Bunun en somut örneği piyano ve dolayısıyla

müziktir. Anlatıcı, mekânı olgunlaĢtırdıktan sonra müzik gibi önemli bir etkeni ileri

sürer. Böylece Boğaziçi kenarındaki bir yalı ve bu yalıda estetik kaygılar taĢıyan iki

kiĢinin aĢklarının oluĢmasına imkân tanıyacak ortam hazırlanmıĢ olur.

Eylül romanında Boğaziçi‟nin üstünlüğü göze çarparken Saffeti Ziya‟nın

Salon Köşelerinde romanında ise Beyoğlu‟na dair tanıtıcı ve çözümleyici ifadeler yer

alır. Söz konusu ifadeler Beyoğlu‟nun yapısını ortaya koyan, aynı zamanda

Beyoğlu‟ndaki çarpıklığı gösteren niteliktedir. Farklı mekânların bir arada olmasıyla

estetik açıdan üst düzeyde yer alan Beyoğlu, bu özelliğini günümüze dek

sürdürmüĢtür. (Akın, 2008: 2) Beyoğlu, batılı anlamdaki otellerin, mağazaların,

toplanma yeridir. Osmanlı toplumu ile yabancı halkın bir arada yaĢadığı Beyoğlu bu

yönüyle, farklı mizaçların ortak payda bulma uğraĢında oldukları bir mekândır.

Beyoğlu‟nun Ģimdiki gibi eğlence merkezi olduğunu gösteren Ģu ifadeler

Beyoğlu‟nun farklılığını ortaya koyar:

“O gece, Beyoğlu’ndaki Pera Palas Oteli’nde büyük bir balo vardı.

Kış aylarının en erken ve en görkemli balolarından biri olduğu için

Beyoğlu’nun aristokrat aileleri bu fırsatı kaçırmamışlardı. Saat ondan sonra

o büyük binanın muhteşem kapısı önünde insanlar toplanmaya başlamışlardı

ve araçlardan hızla inerek vals salonlarına doğru gidiyorlardı.” (SK: 5)

Salon Köşelerinde romanında, ġekip Bey‟in yabancı ailelerin içine karıĢarak

Ġngiliz kızı Lydia ile yaĢadığı aĢk her yönüyle Beyoğlu‟nun izlerini taĢır. Çünkü her

45

ikisini de birbirine bağlayan ortak nokta danstır. Ġkisi de ustaca vals yapmaktadırlar.

Batı tarzı bir dans olan vals, onlar için ortak nokta olmanın yanı sıra, Beyoğlu‟nun

yabancıların duygu ve düĢüncelerine hitap eden Avrupaî tarzı da ġekip-Lydia aĢkı

için uygun ortam hazırlar. Bu aĢka dair duygular Eylül romanına kıyasla daha tensel

ve teklifsizcedir. Eylül‟de Boğaziçi Ģiirsel etki uyandırırken Salon Köşelerinde

romanında Beyoğlu daha çok tensel etkiyi yansıtır. Salon Köşelerinde romanındaki

bu durum; karakterlerin önemli bir kısmının yabancı olması ve olayların

çoğunluğunun eğlence mekânlarında geçmesi ile açıklanabilir.

Kısaca, Servet-i Fünûn romanlarının mekânsal yönden en önemli tedarikçisi

olan Ġstanbul, iki farklı yüzü ile de okuyucunun karĢısına çıkar. Zenginlik ve

fakirliğin beraber hüküm sürdüğü, eğlence ile sefaletin kol kola gezdiği, bir anlamda

aĢk mezarlığı olan Beyoğlu ve çevresi ile Ģiirselliğinin zirvesine çıkmıĢ, tasvirlerle

örülmüĢ olan Boğaziçi‟nin mukayesesi, toplumun mekânsal statüleri ve bireylerin

mekân tercihleri hakkında önemli ipuçları sunar.

3.1.2. Bir Mahremiyet Alanı Olarak Evin Anlam Dünyası

Mahrem veya mahremiyet kavramları, birey ve kısmen de toplum merkezli

olarak herhangi bir durum ile ilgili; belirlenen kiĢiler dıĢında bağların tamamen veya

kısmen koparılması olarak tarif edilebilir. Bireyin ve toplumun kendi ile ilgili bir

durum, olay, alan veya kiĢiyi baĢkalarına yasak etmesi Ģeklinde bir tanım da

yapılabilir. Göregenli‟ye göre ise mahremiyet, inzivaya çekilme, kendi baĢına kalma,

yalnızlık, diğer insanlarla münasebet kurmama, kendine ait olanı baĢkalarıyla

paylaĢmama Ģeklinde yorumlanabilir. (2010: 61) Kira, mahremiyetin mekânsal

yönünü özellikle tanımın içine alarak mahremiyeti; diğer insanlarından uzak durma,

insanın eĢsiz olmasının bir sonucu olarak özel bir zaman, mekân ve mülke sahip

olma Ģeklinde tanımlar. (Göregenli, 2010: 62)

Mahremiyete iliĢkin tanımlara bakıldığı zaman kiĢiye özel olma durumu göze

çarpar. Bireyler duygu ve düĢüncelerinin, iletiĢimsel ürünlerinin ve kendi

46

varlıklarının tamamının veya bir kısmının gizli olmasını sadece kendilerine münhasır

kalmasını isterler. Nitekim mahremiyete iliĢkin, Almagor‟un yaptığı tanımda,

dıĢarıdan gözlemlenebilirliğin yalıtılması ifadesi yer alır. (2006: 177) Ev, bireye bu

yalıtılmıĢlığı yaĢatan mekân olarak ortaya çıkar. Bireyin veya ailenin yalıtılmıĢ

olması, dıĢ çevre ile olan bağların tümden kesilmesi anlamına gelmez. Sadece bireyin

paylaĢmanın ölçüsünü belirlediğine vurgu yapar. (Yüksel, 2003: 182)

Evin mülkiyetle ilintili olan ayrıklığı, doğal bir sınır oluĢturur. Bu sınır, ev

içerisindeki tüm hallerin dıĢ dünyadan sakınılması ve içe dönük mutluluğun sadece

içte kalmasına ön ayak olur. Ev-mahremiyet iliĢkisi sadece içsel kaynaklı değildir;

aynı zamanda inançların, toplumsal rollerin gereği olarak da ev mahremiyetin

sağlanma alanı olarak kullanılır. Evin inanç bağlamında ibadet için kullanımından

doğan gizlilik esasına dayanma faktörü ya da toplumun değerlerinin öngördüğü

hudutların birey ve aile için varlığı ev-mahremiyet iliĢkisinin dıĢa dönük yönünü

oluĢturur.

YaĢam alanlarının temeli, bireysel faaliyet alanının en mahrem yeri, aile

kutsalının mekânı olarak kabul edilebilecek olan ev, farklı açılardan

değerlendirilebilecek yorumsal zenginliğe sahiptir. Ev, içerisinde aileyi barındırdığı

için sosyolojik, bireyin öznelliğini yaĢama imkânı bulduğundan ötürü psikolojik,

geleneğin ve ritüellerin yaĢatıldığı yer olmasından dolayı kültürel ve hayati

fonksiyonların icra edildiği; aynı zamanda maddi alandaki amaçların uç noktasında

bulunması nedeni ile ekonomik açıdan incelenmeye değerdir. Bundan öte

Bachelard‟ın da dediği gibi, ev kiĢinin dünya köĢesidir. Ev, ilk evrendir. (1996: 32)

Ev, anlam dünyasını oluĢturan iĢlevler ve imgeler itibariyle çok katmanlı bir

yapı olarak görülebilir. Ġlk basamakta, evin geçmiĢten geleceğe doğru değiĢmez

olarak görülen barınma ve sığınma iĢlevi gelir. Daha üst tabakalarda ise mutluluk,

dinginlik, sistemli yaĢayıĢ, kapalı mekândaki mahremiyet, özeli yaĢama gibi amaçlar

yer alır. En alt basamağın simgesel açıdan anlam yoğunluğu zayıf olmasına karĢın

hayati önem taĢıması itibariyle evin kutsallığını arttırır. Diğer tarafta kalan ve eve ait

47

düĢüncelerin, hayallerin yoğunlaĢtığı imgesel kısım ise estetik kaygılar içerir. Bu

yönüyle ev tekdüze anlamlılıktan kurtulmuĢ görünür. Eve ait imgelerin yoğunluğunu

farklı bir nedene bağlayan Bachelard, evin adeta bir imge yuvası olduğunu ifade

ederek Ģunları söyler:

“Ev bize hem dağınık imgeler hem de bir imgeler bütünü sağlar. İlk

durumda ya da ikincisinde olsun, imgelemin gerçekliğin değerlerini

zenginleştirdiğini kanıtlayacağız. İmgeleri, çekim gücü olarak

nitelendirebileceğimiz bir güç evin etrafına toplar.” (1996: 31)

Bachelard‟ın sözünü ettiği güç, anlaĢıldığı kadarıyla enerji dolu bir güçtür.

Vatansever‟e göre bu enerji evin bir varlık olmasından kaynaklanır ve söz konusu

enerji kiĢiden bağımsız değildir. Yine Vatansever‟e göre çok daha basit örneklerden

olan evin su tesisatı, evin zemini evin duvarları da bireyin yaĢam alanıyla ilgili bir

alanına tesadüf ederler. (2011: 8)

Evin en güçlü imge kaynaklarından olduğunu belirten Bachelard, Ģiirsel

imgenin değiĢken olduğunu kavram gibi tutucu olmadığını söyler. (1996: 10) Evin,

içinde oturulan; geometrik çerçevede sınırlandırılmıĢ bir mekân olarak kabul

gördüğü yaklaĢıma karĢın fenomenolojik yaklaĢım evi; bireyin algıları üzerine

odaklanmıĢ, özel ve yaĢamsal bir alan olarak kabul eder. (Göregenli, 2010: 123) Bu

yönüyle klasik değerlendirme ölçütlerinden ayrılarak poetik anlam kazanır. Sonuç

itibariyle evin insanla bitiĢik olduğu ve böylece nice anlam ayrımlarına gebe olduğu

söylenebilir.

Servet-i Fünûn romanlarında ev ile ilgili değer yargılarının yazarlara göre

farklılık arz ettiği görülür. Ev konusunda sıra dıĢı bir yaklaĢım sergileyen Halit Ziya

Kırık Hayatlar romanında ev ile ilgili felsefî düĢünceler oluĢturur ve evin yuvaya

dönüĢümünün ilk sinyallerini verir. Kırık Hayatlar romanı yuva olmaya aday bir evin

saadet temellerinin, duygu karmaĢası sonucunda nasıl sarsıldığını ortaya koyan bir

romandır. Bu romanda ev hanımı olarak yer alan Vedide ideal bir kiĢi olarak tanıtılır.

Onun eve iliĢkin düĢünceleri sıradanlıktan kurtarılmıĢtır. Kırık Hayatlar‟ın birçok

yerinde ev, ev-mahremiyet, yuvanın saadeti, ev-mülkiyet, ev-kutsallık gibi ikili

48

iliĢkilerin mevcut olduğu bütünlüklere yer verilir. Halit Ziya dıĢında, evi

alıĢılagelmiĢin dıĢında iĢleyen diğer bir romancı da Mehmet Rauf‟tur. Halit Ziya

kadar derin ve çok boyutlu olmasa da Mehmet Rauf‟un Eylül romanında, eve dair üst

düzey bazı çıkarımlar yapılabilir. Ancak Kırık Hayatlar merkezli yapılacak bir

değerlendirme daha sağlıklı olacaktır. Çünkü Kırık Hayatlar’daki ev anlayıĢı diğer

romanlardakinden daha farklı ve üst düzey bir anlayıĢtır.

Daha önce ifade edildiği gibi ev yönünden en zengin konumdaki Kırık

Hayatlar, yorum alanını geniĢleten örnekler içerir. Romanın ilk sayfalarından

baĢlamak üzere ortaya konulan ev düĢüncesi, kahramanların düĢünde farklı biçimler

alarak norm halini alır. Ev, romanın birçok yerinde mutluluk ile özdeĢleĢtirilir ve

hayali süreçlerle daima canlı tutulur. Örneğin Saniha ve Ömer Behiç, üçüncü çocuk

olarak gördükleri bir ev isterler. Ġkisinin ruhunda derinleĢerek kuvvet bulan ev

fikrine dair hayaller Ģöyle anlatılır:

“Üçüncü çocuğa ikisi de muhalifti. Onların üçüncü çocukları evleri

olacaktı. (…) Bir ev onun nazarında hayat denilen şeyi bir müsaferet

mahiyetinden çıkararak onula kendisi arasında münasebeti teyit edecek bir

perçin hükmündeydi. Bu benimdir, bu benim, yalnız benim! diyecek bir avuç

toprağa malik olmak onun nazarında öyle bir haz, öyle zevkine pâyân

olmayan bir saadetti ki bu tahakkuk etmeyecek olan hayatını nâkıs kalmış bir

rüya, mevcudiyetini sakat doğmuş bir cenin zavallılığına indirecekti.” (KH:

31)

Hem Saniha hem de Ömer Behiç‟in düĢüncesindeki üçüncü çocuğun insan

değil de yüceleĢtirilmiĢ bir mekân olarak ev olması, yuva anlamını içerisinde

barındıran evin ne kadar önemli olduğunu ifade eder. Evin kiĢileĢtirme yapılarak

üçüncü bir çocuğa benzetilmesi; evin aile bireyleri nezdinde canlı bir varlık olarak

algılandığını düĢündürür. Nitekim Vatansever‟e göre de ev canlıdır ve evin de bir

bilinci vardır. (2011: 7) Konuyla ilgili olarak Bachelard da içinde yaĢanılmıĢ olan bir

evin sıradan, geometrik bir mekân olmadığını onun farklı anlamlar taĢıyan bir varlık

olduğunu belirtir. (1996: 72) Yukarıdaki metinde göze çarpan diğer bir husus da ev-

mülkiyet iliĢkisidir. Birinci tekil Ģahsın tekrarlanarak güçlü bir vurguya dönüĢtüğü

kısımda, ev ihtiyacın da ötesine geçerek arzunun tatminine dönüĢür. Temelde ev

49

arzusu, sığınma ve barınma ihtiyacından doğan bir istek olarak görülebilir. Ancak,

mülkiyet duygusunun tatmini için söylenmiĢ olan bu benimdir, bu benim, yalnız

benim ifadesi, üst düzey bir isteği ifade eder ve bu yönüyle basit değildir. Gerçi her

isteyiĢ, bir ihtiyaçtan, yetersizlikten ileri gelir ve yeterliliğe ulaĢmanın bir adımıdır.

(Adler, 2008: 52) Fakat hayati gereksinimlerin dıĢına çıkmıĢ olan söz konusu istem,

romanın mekân profilini en baĢından belirleyen etmen olarak ön plana çıkar. Bu

Ģekilde romanın tümünde, ev unsurunun sıradanlıktan sıyrılmıĢ olduğu kanısına

ulaĢılabilir.

Anlatıcının Kırık Hayatlar’da Ömer Behiç‟in ağzından evi üçüncü çocuk

olarak nitelemesi Zeynep Kerman‟ın deyimiyle Ömer Behiç‟in “şahsiyetinin dikkat

çekici bir cephesini ortaya koyar.” (1996: 120) Çünkü daha önce eĢi Vedide iki kız

çocuğu doğuran Ömer Behiç, yeni tesis edilen yuvasını üçüncü çocuk olarak

görmekle özlemini duyduğu erkek çocuğa kavuĢmuĢ gibidir.

Kırık Hayatlar romanında eve atfedilen çocukluk, romanın ilerleyen

bölümlerinde daha da belirginleĢir. Ömer Behiç, inĢa halinde olan evinin her

yükseliĢinde, bir bebeğin geliĢim evrelerinde duyulan sevinci hisseder. Yeni inĢa

edilen ev öylesine heyecanla beklenir ki hem Ömer Behiç hem de Saniha evin,

mutluluklarının temelini oluĢturacağını düĢündükleri için çocukçasına davranıĢlarda

bulunurlar:

“Karısından bir vaat almıştı: O müsaade etmedikçe Vedide gidip

yapıyı görmeyecekti. Asıl maksadı, (…) işte evimiz! demekti. (…) Sonra bina

yükselmeye, o hayal bir vücut kesbetmeye başlayınca sabredemedi. Tozlara

müstağrak, eve avdet ettikçe, daha yıkanmaya vakit bulmadan o gün üçüncü

çocuklarının ne kadar büyüdüğünü haber verir, resimlerini yaparak en

küçük tafsilatı bile unutmazdı. (…) Baharın müjdesini getiren müşemmes

günleri bu üçüncü çocuğun damarlarında taze kan cevelanı, bir büyümek,

serpilmek hevesi uyandırmış oldu.” (KH: 35)

Ömer Behiç ve Vedide‟nin eve iliĢkin düĢünceleri sadece aidiyet duygusuyla

sınırlı değildir. Örneğin mahremiyet, Ömer Behiç-Vedide çifti için önemli bir

düĢüncedir. Ev ise, mahremiyetin akla gelen ilk mekânlarındandır. Dolayısıyla

50

romanda ev, dıĢ dünyadan soyutlanmanın aracı olarak da görülmüĢtür. ġu parçada

evin mahremiyete iliĢkin iĢlevi somut olarak görülür:

“Onun için en büyük bir saadet, insanının kendi evinin kapısını

kapayıp sürmeledikten sonra, hayatını bütün hariciden, bütün cihanın

dağdağasından çelikten bir set ile ayrılmış görebilmekti. Ve bu ancak

insanın kendi evinde, benliğinden, mevcudiyetinden bir cüzü olan kendi

cihan köşesinde kabil olabilirdi. (…) Ve Ömer Behiç sıcak, asude bir odanın

penceresinden fena bir kış gününün kar fırtınasını seyredercesine, kendi

evinin sıcak ve sükûn veren âgûşunda hariç, hayatın kayıtsız bir seyircisi

olacaktı.” (KH: 37-38)

Evin anlam dünyasında önemli olan noktalardan birisi, dıĢ çevreden ayrılmak,

kabuğuna çekilmektir. Mahremiyet duygusunun kaynaklık ettiği bu durum, özelde

kiĢileri, genelde ise aileyi içe doğru çekilmeye zorlayan bir durum olarak kendisini

gösterir. Evin fiziksel sınırlarının dıĢında kalan ve dolayısıyla bireylere aidiyet

duygusunu vermeyen dıĢ dünya, öznelin değil nesnelin iĢgal ettiği bir mekân olarak

algılanabilir. Ev ise etrafı çevrili olan ve kapısı sayesinde sadece oraya ait kiĢilerin

girebildiği; oda denilen, farklı duygu ve düĢüncelere göre sınıflandırılmıĢ bölmeleri

içerisinde barındıran, özel bir mekândır. Böylece ev, bireyin iç dinamikleriyle hayat

sürdüğü ve her türlü ruh dinginliğinin yakalanabileceği bir alana dönüĢebilir.

Yukarıdaki paragrafta dikkat çeken diğer önemli bir etken de kar yağıĢıdır. Kar

yağıĢının evle olan iliĢkisi duyguları yumuĢatan ve iyiden iyiye odaklaĢtıran bir

özelliğe sahiptir. Konuyla ilgili olarak Bachelard, Ģunları dile getirir:

“Özellikle kar, dış dünyayı yok sayar. Evreni tekdüzeliğe boğarak

evrenselleştirir. Barınan varlık için evren, bir tek sözcükle, kar sözcüğüyle

ifade edilir ve yok sayılır.” ( 1996: 66)

Bachelard’ın sözleri ile Ömer Behiç birebir uyum içerisinde görünür. Anlatıcı

kar yağıĢından yararlanarak Ömer Behiç‟in düĢündeki evi bir bakıma dıĢ dünyadan

soyutlar. Karın yağıĢındaki hafiflik ve yavaĢlık, kar izleyicisini de etkisi altına alır.

Kırık Hayatlar romanında ev faktörü önemli olduğu kadar evi oluĢturan

unsurlar da önemlidir. Evi oluĢturan unsurlardan kasıt sadece tuğla, taĢ, duvar vb.

51

gibi yapısal malzemeler değildir. Evdeki en küçük ayrıntılar bile ev sakinleri için

önemli hale gelir ve nesnelerin çağrıĢım gücü yüksek olur. Kapı ve zil buna örnek

olarak gösterilebilir. Kapı ve zil birbirini tamamlayan ve art arda gelen uyaranlar

olarak nitelendirilirler. Zilin çalmasıyla birlikte kapının arkasında birinin olduğu

yönündeki hissi, o birisinin kim olduğuna dair soru takip eder. Bilinmezlikten aldığı

güçle zil ve kapının birlikteliği kiĢide tedirginlik meydana getirir. Eğer bu durum

yeni oturulan bir evde ilk defa cereyan ediyorsa durum daha da trajikomik bir hal

alır. Romanın bu kısmında kapının çalınması eyleminin önemli ve etkin hale

getirilmesi; mekânın Servet-i Fünûn romanlarında yüzeysellikten kurtulmuĢ

olduğunun da göstergesidir:

“Birden sustu. Kapı mı çalınmıştı? Evet, Selma da öyle zannetmişti.

Yeni evlerinin kapısını işte birinci defa olarak işitiliyordu. Bu, evin içinde

mühim bir vak’a ehemmiyetini aldı. (…) Çocuklar mütehayyir, hatta biraz

korkarak babalarının yüzüne bakıyorlardı. Kapı bir ikinci defa, bu sefer

kuvvetlice, bu yerleşmemiş evin içinde fazla bir irtidad ile öterek çalındı. Bu,

üçüncü çocuklarının ilk hayat âvâzesi gibiydi.” (KH: 61)

Kırık Hayatlar romanında mekânın özelleĢtirildiği en önemli bölümlerden

birisi yukarıdaki metin parçasıdır. Anlatıcı, heyecan unsurundan da faydalanarak;

kapı nesnesinin ailede meydana getirdiği duygusal yoğunluğu dile getirir. OraliĢ,

kapıyla ilgili yorumda bulunurken kapının; bulunduğu mekânın anlamını değiĢtirme

kabiliyetinden, kimi gerçeklikleri ortaya koyan, kimilerini gizleyen ve fark

edilmemiĢ olanı ayırıcı özelliğiyle görünür kılan iĢlevinden söz eder. (2006: 66)

Bunun yanı sıra kapı bireyleĢme ve öznelleĢmeye de iĢaret eder. DıĢ dünyayı kiĢiden

soyutlayan ve ona birey olduğunu hatırlatan kapı, mülkiyetin göstergesi olur. Kapı

sayesinde dıĢ çevre, sınırları ve kuralları daha önceden belirlenmiĢ özel bir alanın

varlığından haberdar edilir. Kapının yukarıdaki metinde önem kazanmasının diğer

bir nedeni de, kapının çalınması eyleminin yeni taĢınılan evde ilk defa gerçekleĢiyor

olmasıdır. Kapının çalınmasının, çok sıradan bir eylem olmasına karĢın bu kadar

önem kazanması, Bachelard‟ın Ģu sözünü destekler: “Bilinç her şeyi gençleştirir. En

alışılmış edimlere bir başlama değeri kazandırır. Belleğe egemen olur. (1996: 89)

Netice itibariyle yeni bir alanda ilk defa kapı ile ilgili bir durumun söz konusu

olması, Ömer Behiç-Vedide çiftinin evinde kapının sıradanlıktan kurtulmasını sağlar.

52

Halit Ziya‟nın mekân yönünden en önemli romanlarından olan Aşk-ı

Memnu’da, tıpkı Kırık Hayatlar romanında olduğu gibi eve dair önemli anlamlar

taĢıyan metin parçalarının varlığı görülür. Aşk-ı Memnu’daki ev, her ne kadar

Boğaziçi‟nde yer alan Ģatafatlı bir yalı da olsa kiĢilere yaĢam alanı sağlaması

itibariyle ev olarak kabul edilmelidir. Nitekim anlatıcı, romanın birçok yerinde yalı

yerine ev ifadesini kullanır. Aşk-ı Memnu romanında evle ilgili en dikkat çekici husus

ev-mülkiyet iliĢkisi ve bunun bireydeki yansımalarıdır. Romanda Bihter‟in ev sahibi

olarak geldiği yalı farklı bir açıdan okuyucuya sunulur. GörünüĢte evin tüm

düzeninden tam sorumlu tek yetkili kiĢi gibi görünen Bihter, aĢağıdaki metinden

anlaĢılacağı üzere ruhsal açıdan âdeta evsizleştirilir:

“Her şeyden evvel bu evi düşünüyordu. Bu ev onundu, (…) Evet,

fakat buraya tasarrufunda bir noksan hissediyordu, açıkça tayin

olunamayan lâkin her zaman duyulan bir noksan vardı ki evi ona ait bir şey

olmaktan menediyordu. Anlıyordu ki henüz görülmemiş köşelerinden

mahalleri tebdil edilmemiş eşyaya kadar, (…), bütün harem halkına kadar

bu evde ona karşı bir adavet vazı işrap eden manalar vardı. Evin ruhu

ondan kaçıyor gibiydi. Kendisini kocasına bütün benliğiyle vermekten

meneden şeye benzer bir mana vardı ki bu evle kalbinin arasına sahte bir

busenin soğukluklarını koyuyordu. (…) Yavaş yavaş eve tasarruf hakkını

teyit etmiş idi. Şimdi bütün anahtarlar elinde idi. Yatak takımlarına, ince

kilere, bir evde bütün saklanarak tutulan şeylere doğrudan doğruya nezaret

ediyordu, onlarla başka bir vasıtanın müdahalesine müsaade etmeyecek

kıskançça münasebetleri vardı, lakin belinde ince bir zincirle şakırdayarak

sallanan bu anahtarların arasında asıl evin ruhunun anahtarı eksik idi.”

(AġK: 206-207)

Yukarıdaki metinde ilk olarak evin ruhundan hareketle mekânın ruhunu

irdelemek gerekir. Öncelikle bazı sorular vasıtasıyla mekânın ruhu kavramına geniĢ

bir perspektifte bakılmalıdır. Mekânın ruhu ifadesini hangi ölçütlere göre kullanmak

gerekir? Kime, neye göre mekânın, evin veya baĢka bir yerin ruhu? Söz konusu

mekânın ruhunun niteliğini ortaya koyan nedir? Eğer geçmiĢe dayanan bağları varsa,

barındırdığı geçmiĢe dair duygusal bağlar mı? Yoksa kendisine atfedilen gizemli ve

inançsal karakteristik özellikler mi veya mekânın içinde bulunan ne varsa onların

toplamından süzülmüĢ olan anlamlar mı? Evin ruhunun ne olduğuna iliĢkin kesin bir

cevap vermenin, bu sorular da hesaba katıldığında mümkün olmadığı anlaĢılır.

Herhangi bir mekânın düĢüncede veya duyguda yer edinebilmesi için onunla ya

53

fiziksel ya duygusal ya da hayali temasa geçilmelidir. Tıpkı Gadamer’in dediği gibi,

mekân kendi baĢına bir anlam ifade etmez. Salt mekân deyip bırakmak söz konusu

olamaz. Çünkü mekân ancak ve ancak bulundurduğu cisimler veya enerjilerle bir

anlam kazanabilir. (Nalbantoğlu, 2008: 93) Bahsi geçen enerjilerin en önemli

olanlarından biri insandır. Ġnsan; hareket, duygu, düĢünce ve zamanın bölünmüĢ

bütün dilimlerinde aynı olmama özelliğini elinde bulundurduğundan mekândaki en

etkin enerji sayılabilir.

Mekânın ruhu, mekânın bütün halinde denk düĢtüğü anlamdır. O halde bir

mekândaki kiĢi sayısı kadar o mekânın ruhsal düzeydeki anlamı kabul edilmelidir.

Çünkü insanın mekânla iliĢkisi farklı düzeyde ve farklı noktada olabilir. DıĢ

çevreden bağımsız olarak herkesin ferdi düzeyde mekânı algılama, yorumlama,

değerlendirme ve mekâna anlam kazandırma potansiyeli vardır. Tabii ki toplumsal

düzeyde anlam kazanmıĢ ve herkesin ortak amaç için kullandığı mekânları ayrı

tutmak gerekir. Ġbadet amaçlı kullanılan caminin ortak inançsal bağlardan dolayı

toplumda kabul görmüĢ bir iĢlevi vardır ve bu iĢlev genel anlamda bireylerin mekânı

algılayıĢ biçimine ve onu değerlendirme sistemlerine etki eder. Bu tip durumlarda

mekânı yorumlamanın ve ona değer vermenin belli standartlarda yapıldığı görülür.

Mekânın ruhu ile ilgili açıklamalardan sonra, Aşk-ı Memnu‟da yer alan evin

ruhu ifadesi tahlil edilebilir. Bihter, romanda, istediğini elde etme yolunda ne

pahasına olursa olsun gereğini yapmaya çalıĢan, bulunduğu alanda kendinden baĢka

merkez nokta kabul etmeyen ve ayrıntıları kolayca sezebilen özelliklere sahiptir.

Onun baĢkasına tahammülünün zorluğu, mekânda mülkiyet duygusunu da etkiler.

Kendinden baĢkalarının –özellikle Adnan Bey‟in kızı Nihal‟in- yalı içerisinde,

bağımsız hareket etme çabaları Bihter’i oldukça sıkar. Bihter mücadeleyle geldiği

yalının en küçük ayrıntısına kadar hâkimi olmak ister. Dikkatle bakıldığında,

Bihter‟in, cansız nesnelerden oluĢan yalı ile münasebet kurarak, eĢyaların kendisine

yabancı kaldığını ifade ettiği görülür. Aslında evin ruhunun ondan kaçmasına neden

olan; Nihal‟in ve diğer ev sakinlerinin tam anlamıyla kendisine yakınlık göstermemiĢ

olmalarıdır. O halde denilebilir ki tasarımından veya konumundan ne kadar memnun

54

kalınırsa kalınsın ev, içinde yaĢayanların ortak bir paydada buluĢması neticesinde

ruhsal dinginliğe kavuĢabilir. Aksi takdirde bireyler tek baĢlarına kendilerini mutlu

hissetseler bile her birey evin tüm değerlerini meydana getiren üst düzeydeki anlam

dünyasından mahrum kalır.

Aşk-ı Memnu‟da, evin fiziki dünyasında yer alan tüm nesneler ve evde söz

sahibi olma yetkisi Bihter’in elindedir. Ancak kiĢiler arası geçimsizlikten

kaynaklanan pürüzler, Bihter’in evdeki mülkiyetini gölgelemekte ve kendi iç

dünyasına yansıyan ev tablosunu kirletmektedir. Ona göre Melih Bey Yalısı‟nın

ruhu, kendisinin yalıdaki kesin tasarrufu ve duygusal alandaki sorunsuzluktan

ibarettir. Bu yönüyle Bihter‟in ev algısında bencillik göze çarpar. Sadece kendinin

gündemi belirlediği ve diğerlerinin de bu gündeme bağlı kalması gerektiği Ģeklindeki

düĢünceler, zorunlu olarak çatıĢma durumunu ortaya çıkarır. Nihal, bu çatıĢmanın

karĢı tarafını oluĢturan en önemli karakterdir. Diğer bir açıdan bakıldığında,

Bihter‟in yaĢadığı sıkıntının evsizlikle ilgili olduğu görülür. Ancak, Bihter’in

evsizliği maddi anlamdaki evsizlik değildir. Göregenli, evsizliğin nasıl anlaĢılması

gerektiği hususunda Ģu dikkat çekici ifadeleri kullanır:

“Evsizlik sorunu ele alınırken, çoğunlukla insanların fiziki mekânlar

anlamında konutlara sahip olmadıklarından söz edilmektedir. Oysa

“evsizlik”, ev deneyiminden; yani psikolojik bir olgudan yoksunluk anlamına

gelmektedir.” (2010: 121)

Bihter‟in yukarıdaki açıklamaya çok yakın bir konumda olduğu açıkça ifade

edilebilir. Maddi anlamda üst düzeyde ev deneyimini yaĢadığı ifade edilebilecek olan

Bihter, psikolojik düzlemde ona ev deneyimini yaĢatacak durumlardan yoksundur.

Evi özümseyemeyen Bihter, ruhsal anlamdaki sıkıntısını maddi olarak da hisseder.

Bihter‟in bu durumu evin içerisinde sürtüĢmelerin yaĢanmasına neden olur. Böylece

evin, sağlıklı bir mekân olabilmesi için hem maddi ham de manevi boyutun dikkate

alınması gerçeği ortaya çıkar. Bihter‟in ev deneyiminden yoksun olmasının en

önemli nedeninin daha önce yaĢadığı çevre olduğu söylenebilir. Annesiyle uyum

içinde olmayan Bihter, hem kız kardeĢinin hem de annesinin içe dönük evsel

deneyimlerden uzak oluĢlarının etkisi altında kalmıĢtır. Zaten Bihter‟in yalıya

55

kavuĢmak için Adnan Bey‟le evlenmek istemesinde gösterdiği hırs ve çabukluk onun

kiĢiye özgü bir ev bilincine yeterince vakıf olmadığını gösterir.

Eve dair metin parçalarının önem kazandığı diğer bir Servet-i Fünûn romanı

ise Karanfil ve Yasemin‟dir. Karanfil ve Yasemin‟de Samim‟in ev arayıĢı sıradan bir

arayıĢ değildir. Samim, aĢkını ispatlayabilmek ve Nevhiz‟i memnun etmek için kendi

zevkine uygun bir ev bulma peĢine düĢer. Bu amaçla Kadıköy civarında birçok ev

bakan Samim, istediği evi bir türlü bulamaz. Nevhiz‟e olan bağlılığını ispatlayacak

en önemli delil, hazırlamayı düĢündüğü evdir. Samim, bu ev sayesinde hem aĢkının

belirsiz yerlerde devam eden akıĢını değiĢtirecek hem de Nevhiz‟le aralarındaki

iliĢkiye kutsallık katacaktır. Bir bakıma yuva anlamı taĢıyacak olan ev, Samim

açısından hayati bir önem kazanır. Samim kiralamak istediği evleri gezerken sadece

barınma ve sığınma duyguları ile hareket etmez. Onun asıl amacı estetik açıdan

olgunluğa eriĢmiĢ bir evdir. Söz konusu amaç doğrultusunda yaptığı araĢtırmalar

sonucunda ev tasarımı, dekorasyon ve daha kapsamlı bir söylemle ev mimarisi

hakkındaki görüĢlerini yansıtan Samim, toplumsal temelde mimari anlayıĢa eleĢtiriler

getirir. Konut yapımında dikkat edilmeyen hususlardan Ģikâyetçi olan Samim, bir

bakıma estetik eleĢtirinin kiĢileĢtirilmiĢ halidir. Böylece Ġstanbul‟daki evlerin,

mimari açıdan değerleri romana aktarılmıĢtır. Karanfil ve Yasemin‟de yer alan ve ev

mimarisinin merkeze alınarak eleĢtirel tespitlerin yapıldığı kısımda Ģu ifadeler yer

alır:

“… Akşama kadar gezdiği bütün bu köylerden sonra, sersem, harap,

yorgun, son vapura girdiği vakit dimağı gördüğü bütün evlerin sofaları,

pencereleri ile bir raks-ı mecnunane içinde sallanıyordu, gördüğü on beş

yirmi odanın bir tanesi bile tabiata, zevke zerre kadar temas edilmeden

yapılmıştı. Ne pencerelerde, ne merdivenlerde naçiz bir hüsn endişesi

olmadığı gibi, (…) Esasen bütün İstanbul evleri tek bir kafanın zevksiz

dimağının mahsulü olmak üzerine yapılmış çergelerden başka bir şey

miydi?” (KY: 216)

Ġstediği evi bulamayan Samim, Ġstanbul‟un tüm evlerini içine alan bir

genellemeye baĢvurur. Ġstanbul evlerinin mimari yapısını eleĢtiren Samim’de,

Nevhiz‟in de etkisiyle mekânları beğenmeme, sadece Nevhiz‟in duygularına karĢılık

56

gelen evleri takdir etme refleksi geliĢmiĢ görünür. Samim’in istediği; aĢkıyla vakit

geçireceği bir evdir. Samim, bu sebeple mekânda seçme yoluna gider.

Yukarıda alıntılanan metinde diğer önemli bir nokta da Ģudur: Anlatıcı, evin

yapısında veya tasarımında tabiattan ve hassas zevklerden faydalanılmadığı yönünde

bir eleĢtiri getirmektedir. Anlatıcının, araya girerek bir eleĢtirmen gibi davrandığı söz

konusu kısımda topluma yönelik eleĢtiri belirgin biçimde kendisini gösterir. Bu

eleĢtiri Tanzimat romanlarında olduğu gibi alaycı, doğrudan yüze vurma Ģeklinde

değil, ete kemiğe bürünmüĢ, düĢünsel yönü ağır basan bir tespit görünümündedir.

3.1.3. Dekoratif Mekânlar

Bir yeri süsleyerek güzelleĢtirmek için yapılan düzenlemelere “dekor”

denmektedir. (Türkçe Sözlük, 2004: 610) Dekor sözcüğünden türetilen dekoratif

sözcüğü ise bir sanat terimi olarak dekora nispeten daha dar ve özel bir anlam

barındırır. Dekoratif kavramı; sanatsal açıdan estetik değer taĢıması zorunlu

olmayan, nesnelerin veya mekânın doğal iĢleyiĢini ve karakterini değiĢtirmeden

yüzeyler üzerinde çeĢitli tekniklerle güzelleĢtirme iĢleminin yapılması Ģeklinde

tanımlanabilir. (Kiremitçi, 2006: 2) Romanda kullanılan dekoratiflik, yüzeysel

olabileceği gibi karakterlerin dünya görüĢünü yansıtan, estetik endiĢeleri hakkında

ipuçları veren veya karakterlerin yaĢama standartlarını ifade eden bir gösterge olarak

da yer alır. Mekânın dekoratifliği mekâna değer verildiğini, onun bireyin algısında

önceliğinin bulunduğunu gösterir. Yukarıda ifade edilen dekoratif tanımından yola

çıkılarak Ģu husus dile getirilebilir: Dekoratiflik nesnelerin pahalı, lüks veya çok

olması değildir. Önemli olan bireyin güzelleĢtirme amacını taĢıyor olmasıdır.

Servet-i Fünûn romanlarında mekânı güzel gösterme kaygısıyla, mekânda

önemli fiziksel değiĢimlerin göze çarptığı söylenebilir. Mekânın estetize edilme

kaygısı, maddi menfaat amacıyla olabileceği gibi güzellik duygusuna eriĢmek,

arzuların gerçekleĢebilmesini sağlamak, aĢkın bedensel ve ruhsal zevkini olgunluğa

ulaĢtırmak gibi hedefler için de meydana gelmiĢ olabilir. Bunun yanı sıra bireysel

57

zevklerin anlaĢılması noktasında da dekoratif öğelerin önemli bir konumda oldukları

görülür. Roman karakterinin estetik kaygılarını da içerisinde barındıran dekoratif

tercihler, karakterin mimarî konudaki altyapısı hakkında önemli ipuçları sunabilir.

Örneğin Karanfil ve Yasemin‟de, Samim Bey‟in bulunduğu salonun süslemesine dair

izahat yapılırken aynı zamanda kiĢisel zevkler de ortaya konur:

“Bir kere binanın üslubu İstanbul için fevkaladedir, tam en son

İngiliz tarzı. Fakat beni asıl meftun eden şey tefrişteki zevkin ahengidir;

eşyanın, resimlerin intihabı, taliki, heykellerin, bibloların tevzii pek ince bir

zevke delalet ediyor. Bilhassa resimler olsun, heykeller olsun nasıl belli ki

rasgele alınmamış, uzun ve vukufla bir intihapla seçilmiş şeyler… En

manalı, en kıymetli, en güzellerinden… Bunun sizin tarafınızdan yapıldığını

öğrenmek beni derin iftiharla mesut etti.” (KY: 13)

Samim Bey‟in güzel sanatlarla, tasarım sanatıyla olan iliĢkisi, yukarıdaki

ifadelerden çıkarılabilir. Karanfil ve Yasemin‟de Samim Bey‟in dekorasyona ilgisi

olduğunu gösteren ve mimari bir katalogda yer alması daha muhtemel olan parçalar

mevcuttur. Samim‟in romanda yer aldığı haliyle dikkatli, itinalı ve maddi güzellik

noktasında hassas bir kiĢi olması kendisini en fazla mekânın dekoratifliği alanında

göstermektedir. Zira Samim, âĢık olduğu Nevhiz‟den karĢılık bulmak için Nevhiz‟in

istediği Ģekilde tasarlanmıĢ bir yuva bulabilmek amacıyla Kadıköy‟de, Moda‟da ve

diğer muhitlerde saatlerce araĢtırmalar yapmıĢ bir kiĢidir. Sonunda Moda‟da denize

bakan küçük ama güzel bir ev bulur: “Bu evin şekl-i dâhilisi, hayaline, arzusuna o

kadar muvafık geldi ki istenilen pek fahiş fiyatı hemen kabul etti.” (KY: 216) Samim

söz konusu evi aldıktan sonra hayal kurarak, evi Nevhîz‟in istediği Ģekilde nasıl

düzenleyebileceğini düĢünmeye baĢlar ve en pahalı dekoratif malzemelerden listeyi

uygulayarak arzusunu yerine getirir. Dikkat edilirse Samim, evin tezyinat ve

tefriĢatını iki nedenle istemektedir:

a) Mimari zevk

b) Nevhîz ile ortak payda bulma arzusu

Samim, Nevhîz ile aynı mekânda geçireceği dakikaları düĢünerek, bu

birliktelik için olumlu bir mekân oluĢturma çabasındadır. Samim‟in eylemleri

58

incelendiğinde, her nesne söz konusu aĢk için ayrı bir anlam ifade ediyor gibidir.

Nevhiz‟in Ģuh davranıĢları karĢısında kendinden geçen Samim‟in, mekânda göreli bir

düĢünce ile yenileĢme sürecine gitmesi onun mekân algısından kaynaklanmaktadır.

Samim‟in mekân algısında mekânın varlığından kaynaklanan nedenlerin dıĢında

Nevhîz de önemli rol oynar. Samim‟in mekânda geçireceği zamanı Nevhiz ile

Ģartlandırması, mekân-zaman-Nevhiz Ģeklinde bir sıralama oluĢturur. Uysal’ın da

belirttiği gibi mekân, kiĢi tarafından önce duyumsal olarak, daha sonra kiĢinin mekân

içerisinde geçirdiği süreye göre zihinsel olarak algılanır. (Uysal, 2009: 9)

Yukarıda ifade edilen mekân-zaman iliĢkisine, dıĢ çevrenin -burada dıĢ

çevreden kastedilen Nevhîz‟dir- etkisini açıklayıcı olması bakımından Samim‟in

Moda Burnu‟ndaki küçük bir ev için yaptığı icraatlar örnek gösterilebilir. Samim‟in

bir mimar veya moda tasarımcısı edasıyla yaptığı düzenlemeler sade bir düĢünüĢ

değil, aksine Nevhiz „in de içinde yer aldığı özel bir durumdur:

“O gece geç vakte kadar uyuyamadı. Kitapları, mecmuaları,

katalogları karıştırdı, resimler çizdi, şekiller yaptı. Öyle eşya öyle odalar

istiyordu ki, emsali İstanbul’da bulunmasın ve İstanbul için aşkları ne kadar

müstesna, ne kadar daha görülmemiş bir şey ise yuvaları da o kadar

emsalsiz, o kadar yegâne bir şahsiyete malik olsun.” (KY: 218)

“Kendi apartmanında Avrupa’nın meşhur sanayi-i nefise

talebelerinden almış olduğu gayet güzel fotografür levhalar vardı sonra

statuetler, vazolar, meşahirin heykelleri, bazı kadın büstleri, elhasıl,

Nevhîz’in hoşuna gidebilecek kıymettar ve zarif ne varsa kitaplarıyla

beraber hepsini toplayıp köye naklettirmişti.” (KY: 220)

“Burası şimdi hakikaten Nevhîz gibi müstesna bir aşk sultanını

kabul edecek latif bir yuva olmuştu. Samim’in o güne kadar yaşadığı hayatın

en mesut günü bu gündü. Bugün ki, yarın sevdiği nefis ve leziz mahlûkla bu

yuvada süreceği zevklerin hayali, hatırası ile şimdiden sermestti.” (KY:

221)

Samim‟in mekânla iliĢkisi sadece yukarıdaki ifadelerle sınırlı değildir.

Anlatıcının bir mekân tasarımcısı olarak lanse ettiği Samim, romanın birçok yerinde

aĢk yuvası için her türlü estetik unsuru göz önünde bulunduran biridir.

59

Karanfil ve Yasemin‟de iĢlevsel yönü ön planda olan dekoratif mekânın,

Salon Köşelerinde romanında zenginliğin ve Batılı yaĢam tarzının göstergesi haline

geldiği görülür. Beyoğlu‟nun kendine has mekânlarının iç tasarımı, roman

kahramanlarının statüleriyle de uygunluk gösterir. Beyoğlu merkezli bir mekân

kurgusuna sahip olan Salon Köşeleri romanı, hem karakterlerinin çoğunun

yabancılardan oluĢması hem de olayların büyük bir bölümünün Batılı tarzdaki

mağaza, salon, otel vb. gibi mekânlarda geçmesinden ötürü Tanzimat romanlarıyla

benzerlik gösterir. Yabancı kültürün bazı yerlerde Doğu kültürü ile sentezlenmeye

çalıĢıldığı mekân görünümlerine de sahne olan Salon Köşelerinde romanında,

nesnelerin pahalılığı ve mekâna kattıkları değer önem kazanır. ġekip Bey‟in

Beyoğlu‟nda katıldığı balolardan birinin, mekân yönünden ayrıntılarıyla ortaya

konulduğu tasvir ağırlıklı parça; Salon Köşelerinde romanındaki dekoratif mekânlar

hakkında önemli bir ipucu sunar:

“Bu masanın arkasında iki kanatlı geniş fakat kısaca ve kanatlarına

ince mavi “kartona” serilmiş bir paravana; paravanın arkasında bir tunç

heykelin elinde tutup büyük maden bir kâse içinde geni yapraklı kısa bir

palmiye; daha ortada gümüşleri, billurları, gümüş ispirto takımının uyumlu

mavi aleviyle çay masası konulmuştu. Diğer köşede tavandan aşağı düşen

gayet büyük bir İran halısı duvarın bir kısmını kaplıyor, sonra bir serdi

oluşturup kısmen de parkeyi örtüyordu. (…)” (SK: 44-45)

Salon Köşelerinde romanının değiĢik yerlerinde yukarıdaki metinle örtüĢen

mekânsal malzemelere rastlamak mümkündür. Yalnız, ġekip Bey‟in Miss Lydia ile

olan duygusal bağının mekân ile olan iliĢkisi Samim Bey‟inki ile kıyaslandığında,

daha yüzeysel ve faydacı bir tutumla karĢılaĢılır. ġekip Bey ve aĢk dünyası; süslü

mekânlar, kadınlar, birbirinden zengin ve seçkin Avrupalılar tarafından çevrilmiĢtir.

ġekip Bey‟in Lydia‟ya karĢı, maddi güzellik ve Ģehvet derecesinde arzu niteliği

taĢıyan istemleri mekâna da yansır. ġekip Bey, romanda, dekorasyonu mükemmelce

tanzim edilmiĢ binalarda, estetize edilmiĢ ortamlarda ve en önemlisi fiziksel güzelliği

olan kadınlarla birlikte sunulmaktadır. Ayrıca ġekip Bey‟in dikkatini çeken

güzelliklerin dıĢ görünüĢü ön plana çıkarılmıĢtır. Onun kadınlara ve özellikle de Miss

Lydia‟ya bakıĢında bu durum hissedilir. ġekip‟in duygularını ifade etmesi

bakımından, Miss Lydia için söylenmiĢ Ģu cümle yol gösterici olabilir:

60

“Ömrümün değerli gayesine bu yüksek astragan yakalı lacivert çuha

cekete kıskançlıkla sarıp sarmaladığı o pembe, o nazik şefkat dolu göğsünde

çarpan Lydia’nın o erişilmesi mümkün olmayan kalbini benim için aynı

şiddetli aşk duygusu ile dolu olduğu halde elde etmekle, yalnız onunla

erişebileceği duyuyordum.” (SK: 50)

Karanfil ve Yasemin ile Salon Köşelerinde romanlarında yüksek statü

sağlama ve aĢkın tamamlayıcısı gibi iĢlevleri olan dekoratif mekânların, Kırık

Hayatlar‟da yaĢama dönük bir görev üstlendiği görülür. Kırık Hayatlar romanının

baĢı dik kahramanı görünümünde olan Vedide, mutlu bir yuvanın tablosunu çizerken

dekoratif unsurlardan yararlanır. Vedide için çok önemli bir konuma sahip olan ev,

mutluluğun koruyucusu, kollayıcısı olarak yer alır. Kocası ile diğer çiftlere göre daha

mutlu bir yaĢam sürdüğüne kanaat getiren Vedide‟nin, daha gençken kurmayı

planladığı ve daha sonra da sahip olduğu yuva Ģu sözlerle betimlenir:

“Ve sekiz sene gittikçe teeyyüd eden iştiharının kazançlarını,

varislerine hasreden cimri bir baba tasarrufuyla, hep o emelin husulüne

vakfederek, hayatta kendisine nasip olacak o bir avuç toprağı aramış orada

kurulacak yuvanın zihninde resimlerini çizmişti. Daha o vücut bulmadan

onun hayalinde bir vücuda, bir şekil ve heyete malikti. Gözlerini kapayınca

zarif, hoş, kağıttan oyulmuş gibi ince şehnişini ile, beyaz taştan cephesiyle,

parmaklıktan geçildikten sonra binanın önünde münakkaş bir halı parçası

şeklinde duran mini mini bahçecikten kıvrılarak tırmanmış mermer

merdivenle kendi evini görürdü.” (KH: 32)

Yukarıdaki metinde, Vedide‟nin hayal ettiği yuvayı dekoratif yönden tahlil

etmeye imkân sağlayan en önemli unsurun beyaz taştan cephe olduğu görülür.

Dekorun, tanımına en yakın olan özelliğini bünyesinde barındıran cephe, Vedide‟nin

hayalinde beyaz bir görünümdedir ve bu Ģekliyle de saflığın, temizliğin sembolü

olarak yorumlanabilir. Cephenin renk seçimi Vedide‟nin, duygularını anlamamıza

yardımcı olabilir. Çünkü renk, güçlü bir anlatım aracıdır ve renkler iletiĢime yeni bir

değer ekleyerek görsel mesajı canlandırmaktadırlar. (Dikener-Arıkan, 2010: 330)

Nitekim Vedide‟nin düĢünüĢünü güçlü imgeleri içerisinde barındıran bir

kompozisyona dönüĢtüren kilit noktalardan biri de evin dıĢ cephesinin beyazlığıdır.

Beyazlığın çağrıĢtırdığı diğer tabii özellikler Vedide‟nin hayalinde bütünlük

meydana getirir. Böylece dıĢ cephenin renk seçimi, evin diğer özelliklerinin hangi

doğrultuda olacağına dair tahminin de belirleyicisi olabilir. DıĢ cephesi beyaz taĢlarla

61

kaplı olan eve dair duygusal kurmacalar; güzel bahçeli, Ģirin, sevimli, sıcacık yuva

gibi sıfatları bünyesinde bulunduran tanımlamalara ön ayak olabilecektir. Önemli

olan Vedide‟nin söz konusu renge bakıĢ açısıdır. Buradan hareketle, evin dıĢ

cephesinin beyazlığının, Vedide‟nin aile hayatına dair emellerinin de rengi olduğu

söylenebilir.

Servet-i Fünûn romanlarında Vedîde gibi, yuvayı hayalen tasarlayan baĢka

kahramanlara da rastlamak mümkündür. Bunun en önemli örneklerinden biri AĢk-ı

Memnu‟da asîl mürebbiye rolü ile görev alan Mlle de Courton‟dur. Fransız olan Mlle

de Courton‟un Ġstanbul‟daki en büyük hayali, her yönüyle kendisini belirgin olarak

ifade eden bir Türk evine girmektir. Mlle de Courton anlatıcı tarafından âdeta

dönüĢtürülmüĢtür. Talihsiz bir çiftin çocuğu olarak dünyaya gelen ve kendi de

ebeveynleri gibi talihsiz bir yaĢam süren Mlle De Courton, Ġstanbul‟a gelerek

mürebbiyeliğe baĢlar. Ġstanbul‟a aĢk derecesinde bağlı olan Mlle de Courton‟un,

Ġstanbul‟da, geçmiĢi de içinde barındıran bir Türk evine girmek isteyiĢi sıradanlık

olarak algılanabilir. Ancak Mlle de Courton‟un hayalindeki eve iliĢkin duygu ve

düĢünceler göz önüne alındığında, onun bir mimar edası ile söz konusu hayallere

kapıldığı görülür:

“Mlle de Courton’un bir merakı vardı: Bir Türk evine girmek, bu

Türk memleketinde bir Türk hayatıyla yaşamak… Adnan Bey’in yalısına

girerken asıl hülya yuvasına giriyormuşçasına kalbi sevincinden helecan

içinde kalmıştı. Girdikten sonra bu helecan hayrete münkalip oldu. O,

mermer mefruş azim bir sofa; taştan sütunlar üzerine kondurulmuş bir

kubbe; cabeca, sedef işlenmiş şark halılarıyla döşenmiş sedirler; bunların

üzerinde elleriyle çıplak ayaklarıyla kınalı, gözleri sürmeli, başları daima

yaşmaklı, sabahtan akşama kadar zencilerin darbukalarıyla uyuyan yahut

bir kenarda küçük gümüş mangaldan amber kokuları etrafa dağılırken

elmastraş nargilelerinin yakutlara zümrütlere müstağrak marpuçlarını

ellerinden bırakmayan çifte çifte kadınlar tahayyül etmiş, bütün o Garp

muharrirlerinin, ressamlarının şarka dair hurafe ve efsanelerinden

hatırasında kalan uzak yadigârlarla bir Türk evinin başka bir şey

olabileceğine ihtimal vermemişti.” (AġK: 86)

Mlle de Courton, Türk evini düĢlerken her ayrıntıya ayrı bir değer verir. Her

mimari unsurun onun dünyasında farklı bir çağrıĢımı vardır. Anlatıcının Mlle de

Courton‟a yüklediği misyon sadece mekânsal değildir. Burada mekânın

62

dekoratifliğinin yanı sıra mekânın sosyolojisi ve hatta mekânın siyasi çağrıĢımlara

açık oluĢu gibi alanlara da göndermeler mevcuttur. Fransız bir matmazel olarak

romanda yer alan Mlle de Courton‟un kültürel yönden dönüĢüme uğratılması ve Türk

kültürünün eve dönük temel niteliklerinin kendisi için içselleĢtirilmiĢ olarak

sunulması, farklı mesajların da verildiğinin dikkate alınması gerektiğini hatırlatır.

Mlle de Courton‟un Türk evine dair düĢünceleri Ģu baĢlıklar altında kısaca

yorumlanabilir:

a) Salt Dekoratif Yönü

Anlatıcının Mlle de Courton ile bütünleĢtirdiği Türk evi, esas unsurlardan

oluĢan bir yapı olarak kendisini gösterir. DöĢenmiĢ bir sofa, taĢ sütunlar ve en

önemlisi kubbe, baĢtanbaĢa döĢenmiĢ Ģark halıları ve bunun yanında dekoru

tamamlayıcı türden gümüĢ mangal, elmastraĢ nargileler vb. malzemelerden oluĢan

bir Türk evi, zenginlik baĢta olmak üzere asalet, ihtiĢam gibi duygulara da zemin

hazırlayacak niteliktedir. Bu açıdan bakıldığında söz konusu ev dekoratif yönden

daha az sosyal olmanın dıĢında bireyin kendinde mevcut olan zenginlik arzusu ve

türevleri gibi duygulara iĢaret ettiği savunulabilir.

b) Sanatsal KarĢılaĢtırma Yönü

Anlatıcının, romanda matmazel unvanıyla çağrılan bir Fransız mürebbiyesini

Türk sanatına ve kültürüne âĢık bir konuma getirmesi önemsenmelidir. Burada Türk

kültürünün ve sanatının en az Fransız ve genelde Avrupa kültürü kadar dikkate değer

olduğu fikrine atıfta bulunulur.

c) Siyasi Yönü

Mlle de Courton‟un Türk evine karĢı ilgisini konu alan parçada çok belirgin

olmasa da siyasi bir mesajın bulunduğu söylenebilir. Boğaziçi‟nde muhteĢem bir

yalının bütün unsurlarıyla birlikte kiĢide oluĢturduğu heyecan ve fantezi duyguları

63

Mlle de Courton‟u o kadar etkilemiĢtir ki kendi milletine ait olmayan kültürel

malzemeyi özümseyebilmiĢtir. Batı hayranlığının ve Batı‟ya özenmenin yoğun

olarak hissedildiği bir devirde Fransız matmazeline bu denli tersine bir dönüĢüm

yaĢatmak; hem üstünlük tartıĢmalarının dengede gitmesi gerektiğinin iĢareti, hem de

genel anlamda hor görülmeye baĢlanmıĢ olan devlet ve milleti yüceltme çabası

olarak görülebilir.

Servet-i Fünûn romanlarında dekoratif mekâna dair malzemeye bakıldığında,

farklı amaçlara yönelik kullanımlara da rastlanır. Söz gelimi Ferdi ve Şürekâsı

romanındaki dekoratif unsurlar, belli bir kesimin maddi gücünü yansıtırken diğer bir

kesimin sefaletinin derecesini ortaya koyar. Anne ve babasını kaybetmiĢ ve Ġsmail

Tayfur‟un ailesi tarafından kol kanat gerilerek büyütülmüĢ bir kız olan Saniha,

birlikte büyüdükleri Ġsmail Tayfur‟la aĢk yaĢamaktadır ve bunu genç adamın annesi

de bilmektedir. Ġsmail Tayfur da tıpkı vefat eden babası gibi Ferdi ve Ortakları

Ģirketinde çalıĢmaktadır. Ferdi Efendi‟nin, anne Ģefkatinden yoksun büyümüĢ kızı

Hacer‟e bir eĢ bulma arayıĢı ve sonunda Ġsmail Tayfur‟u uygun görerek maddi gücü

sayesinde Ġsmail Tayfur‟un benliğini, kiĢiliğini, hayatını kızı için satın almak

istemesi Saniha‟yı derinden yaralar. Sevdiği adam için kız isteme mecburiyetine

düĢen Saniha, çok zengin bir yaĢam süren Ferdi Efendi‟nin konağındaki zenginlik

karĢısında daha da merhamete muhtaç bir duruma gelir. Anlatıcının romanın değiĢik

yerlerinde sürekli olarak fakirliğinden bahsettiği Saniha, Ģu ifadelerle Hacer

karĢısında maddi yönden daha da kötü duruma getirilir:

“Oh! Şimdi gözünde, biraz önce bıraktıkları o yoksul ev, ne kadar

küçülmüş, ne kadar ezilmişti? Bu heybetin karşısında genç kız titredi. Ya

Hacer’in karşısında ne yapacaktı? Yoksulluğunu, o zengin kızın servet ve

heybeti karşısında nasıl çıkaracaktı?” (Fġ: 106)

“Kapıdan girer girmez Saniha’nın gözlerini bir duman bürümüştü.

Şimdiye dek paranın yapabileceği gösterişin saçıldığı bir yere girmemiş,

şimdiye dek görebildiği şeylerin üstünde bir şey aklına getirmemişti.” (Fġ:

107)

64

Bundan sonra Saniha, mekândaki Ģu ayrıntılarla birlikte özgüvenini iyiden

iyiye yitirir:

“Kapı açılır açılmaz gözlerinin önünde uzanan bu geniş mermer

avlu, çevreyi yer yer tutan sütunlar üzerine konulmuş büyük taflan saksıları;

iki dikey mermer üzerine kıvrılarak, dönerek çıkan bu hoş mahun merdiven,

avlunun karşısını sınırlayan cam kapıların yeşil bir tablo gibi gösterdiği

bahçe; bütün bu şanlı görünüş ve zenginlik görünümü, Saniha’yı şimdiye dek

tasarlayamadığı bir şey göreceğini anlatıyordu.” (Fġ: 107)

Saniha gibi diğer roman karakterlerinin de mekânsal çatıĢmaya maruz

bırakıldığı görülür. Karakter, aidiyetinin neredeyse imkânsız olduğu bir mekân ile

yüzleĢtirilir, böylece karakterin iyi, kötü, sabırlı, hırslı, kindar gibi özelliklerden

hangisini taĢıdığı anlaĢılır. Mai ve Siyah‟ın Ahmet Cemil‟inin, Aşk-ı Memnu‟nun

Bihter‟inin ve Eylül‟ün Hacer‟inin Saniha‟nın yaĢadığı süreçlerden geçtikleri

hatırlandığında; kahramanın mekânsal ikilemde bırakılmasının romanda oluĢturduğu

etki anlaĢılır.

Saniha‟nın yaĢadığı bunalımın bir benzeri de Mai ve Siyah’ın Ahmet

Cemil‟inde görülür. Ahmet Cemil, Saniha gibi Ģahsen yüksek özelliklere sahip

olmakla birlikte yine Saniha gibi hayatın maddi sefaletini çekmiĢ ve parasal yönden

hep sıkıntı içerisinde olmuĢtur. Ahmet Cemil’in en yakın arkadaĢı olan Hüseyin

Nazmi ise zengin ve varlıklı bir ailenin çocuğudur. Böylece yakın arkadaĢ olan bu iki

kiĢinin Hüseyin Nazmi‟nin evinde oldukları sırada oluĢabilecek mekânsal

çatıĢmalara zemin hazırlanmıĢ olur. Her ne kadar iyi birer arkadaĢ da olsalar Ahmet

Cemil ile Hüseyin Nazmi arasındaki maddi uçurum, fikri yönden ortak bir paydada

buluĢmalarını engellemektedir. Netice itibariyle hem Ahmet Cemil hem de Hüseyin

Nazmi benzer planlarla hayata atılmak arzusundadırlar. Ahmet Cemil hayata iliĢkin

planlarında hep para engeliyle karĢılaĢırken, Hüseyin Nazmi zenginliği sayesinde

diğer ihtiyaçlarıyla beraber mekânsal anlamdaki gereksinimlerini de gidermektedir.

Bu yönüyle anlatıcının hem Ferdi ve Şürekâsı’nda hem de Mai ve Siyah‟ta baĢarılı

olduğu söylenebilir. Ahmet Cemil’in Saniha ile olan benzerliğini göstermesi

65

açısından onun Hüseyin Nazmi‟yi ziyarete gittiği zamanki ruh halini anlatan Ģu parça

önem taĢır:

“Odanın bahçeye nâzır yeşil panjurları henüz açılmamış,

aralıklarından güneşin ziyası belli belirsiz süzülmüş, pencerelerin uzun,

koyu perdeleri yerlere dökülmüş… Sanki bu zulmetin ortasından fışkırarak

dikilmiş korkunç heyûlâlar… Odanın ötesine berisine konuluvermiş

sandalyeler, ta karşıda duvarın üzerinde renkleri karanlıkta dalgalanarak

duran bir harita, oda kapısının iki cenahını işgal eden yüksek, Hüseyin

Nazmi’nin bir nev-heves israfıyla doldurduğu kütüphaneler… Ah! O da

böyle bir odaya, şöyle bir kütüphane, böyle kitaplara malik olabilseydi!..

Hüseyin Nazmi’nin evinde bu his birinci defa olarak onun temiz dimağına

düştü. (…) Bugün ihtiyaç ile maişet derdiyle ilk cerihayı almış olan bu taze

kalp şu havai boyalı köşkün şu bahçeye nazır loş odasında mevcut olmak

lazım gelen fikir sükununa, gönül rahatına, derin hayat zevkine karşı acı bir

hüsran hissi duydu.” (MS: 72)

Yukarıdaki metin parçasında açık bir Ģekilde hayıflanma duygusuna vurgu

yapıldığı görülür. Ahmet Cemil, Hüseyin Nazmi‟nin evindeki Ģatafatın kendinde

olmayıĢına üzülürken; eskiden beri düĢüncesinde var olan rahat yaĢama fikri belirir.

Ahmet Cemil’in yakındığı nokta, yuvadan yoksunluk değil zenginlik düĢüncesidir.

Çünkü kötü de olsa kendilerine ait bir evleri vardır. Ancak kimileri için evin yuva

olmasından daha önemli değerler var olabilir. Ahmet Cemil için yuva temel ve

vazgeçilmez bir değerdir. Daha sonra bu yuvanın Ģartlarla uyumlu hale getirilmesi ve

gereksiminler çerçevesinde donatılması gerekir. ĠĢte Ahmet Cemil‟in dekoratif

öğelerle olan iliĢkisi; üst düzey yaĢam standartlarına sahip olmak isteyen duygunun

sonucudur.

Dekorun mekân olarak olgunlaĢtığı diğer bir örnek de Bir Ölünün Defteri adlı

romanda yer alır. Sabahattin Ali tarafından yazılan Kürk Mantolu Madonna adlı

romanla konu ve kurgu bakımından benzer sayılabilecek bu romanda, Vecdi

Efendi‟nin baba ocağına seneler sonra döndüğü zamanki salonun portresi dekor

açısından önemlidir. Mekânın kiĢiye özgülüğü ve tasarımın Ģahsiliği meselelerine

örnek olması açısından, Vecdi‟nin salona dair izlenimlerinin aktarılması yerinde

olur:

66

“… Her odada kapalı duran yerlere mahsus bir koku vardı.

Bazısının eşyası toplanmış, bir yerde yığılmış, bazısı hali üzere bırakılmış

idi. Yemek odasında sofra ortada, açık duruyor; şu metrukiyete tahammül

edememiş gibi bir ümitle misafirlerine intizar ediyordu.” (BÖD: 104)

Vecdi Efendi‟nin geçmiĢi hatırladığı salon, içindeki nesnelerin bütünlüğü ile

birlikte düĢünüldüğünde tekrar canlanmaya hazır bir vaziyette görünür. Salondaki

nesnelerin her birinin sahip olduğu geçmiĢ, hatta salondaki eĢyaların duruĢları bile

Vecdi Efendi için fonksiyoneldir. Anlatıcının ifade ettiği üzere bazısı hali üzerine

bırakılmış idi cümlesi, kutsal bir mekânın yıllar sonra ziyaret edildiği zaman,

yüceliği ve geçmiĢinde saklı gizeminden ötürü dokunulmaz ilan edilmesini andırır.

Salonun ve genelde evin bir tablo halindeki bütünlüğü, dekorun niteliği veya

niceliğinin ne olursa olsun kiĢilerde bıraktığı etki ve izlenimin önüne

geçemeyeceğini gösterir. Dolayısıyla dekoratif mekânın sadece yapay düzlemdeki

tasarımsal özelliğinden bahsetmek yanlıĢ olur.

3.1.4. Tasvir Ağırlıklı Çevresel Mekânlar

Tasvir, bir anlatım biçimi olarak romanda yer alır. Günümüzde betimleme

sözcüğü ile de karĢılanmakta olan tasvir; romanın heyecan duraklarından biridir.

Terim olarak tasvir, romanın kurmaca dünyasında yer alan kiĢi, zaman, olay, mekân

gibi unsurları, sanatın sağladığı imkânlardan yararlanarak görünür kılmaktır. (Tekin,

2004: 200) Bir baĢka ifade ile tasvir, var olanın istenilen Ģekilde görünür hale

getirilmesidir. Tasvirde dikkat çekici olan, tasvirin görülenin görenin muhayyilesine

yansımıĢ hali olmasıdır.

Tasvir etme duygusunun insanlarda kendinden içkin olduğu ifade edilebilir.

Ġnsandaki estetik kaygılar, onun hissetme alanına da sirayet eder. KiĢi algıladıklarını

bir baĢka alana aktarırken, farklı amaçlar için de olsa onları estetize etmek ister. Bu

bakımdan tasvirin estetize etme eyleminin en basit yöntemlerinden biri olduğu

savunulabilir. Nurullah Çetin, estetik değere önem veren romancıların mekân

tasvirlerinde oldukça titiz davrandıklarını, eĢyanın güzelliğini ortaya çıkaracak bir

tutum izlediklerini ifade eder. (2008: 140)

67

Tasvir, Namık Kemal‟den günümüz romancılarına dek, kuruluĢu itibariyle

farklılaĢmalara uğradıysa da önemini kaybetmemiĢtir. Her akım belki de her yazar

kendi tasvir anlayıĢını geliĢtirmiĢtir. Çünkü tasvir, bir nevi anlatıcının kendini ortaya

koymasıdır. Romanda anlatım, romanın tüm unsurlarına dağılmıĢtır. Özellikle

vakanın anlatımı esnasında anlatıcıdan çok roman kiĢilerinin varlığı ön plandadır.

Tasvir ise genellikle söylem bakımından anlatıcının kendisini gösterdiği ve

karakterlerin bu söyleme uyduğu bir görüntü sergiler. Anlatıcı, tasvir sayesinde bir

bakıma gün yüzüne çıkar.

Tasvirin romandaki iĢlevleri konusunda çeĢitli fikirler öne sürülmekte,

tasvirin romandaki ağırlığı hakkındaki tartıĢmalar devam etmektedir. Fiziksel ve

ruhsal tasvirlerde, okuyucunun dikkatini çekme, okuyucuyu metne odaklama amacı

vardır. Bir tabloya bakan kiĢinin çevreden koparak tablodaki sanata kilitlenmesi gibi

tasvirlerin de romanda okuyucunun bilincini açık tutan, odaklayıcı özelliklere sahip

olduğu ifade edilebilir. ġerif AktaĢ, tasvirin romandaki kullanımına iliĢkin

çıkarımlarda bulunurken metnin vaka zincirini ortaya koyan anlatma, gösterme ve

tasvirden oluĢan üçlü birliği öne sürer. Bunlardan tasvirin baĢta mekân olmak üzere

kiĢilerin dıĢ görünüĢlerini ifade etmeye yaradığını özetleyen AktaĢ, tasvirin

romandaki iĢlevine dikkat çeker. (1991: 146)

Tasvirin romandaki yoğunluğu konusuna bir kesinlik kazandırmak zor

görünmektedir. Romanın türüne, ilintili olduğu edebi akıma, felsefi ekole;

özelliklerini gösterdiği genel anlayıĢa (klasik, modern, post modern gibi) göre,

tasvirin ağırlığı, iĢlevi, veriliĢ tarzı değiĢir. Ancak orta bir yol izlemek gerekirse

tasvirin roman içerisindeki konumuna dair Tekin’den alıntılanan Ģu ifadeler yerinde

olur:

“… Anlatı için böyle bir ağırlığa ve öneme sahip olan tasvirin,

romancı tarafından yerinde ve yeterince uygulanması gerekir. Tasvirde

abartı romanı güçlendirmez; tam tersine zayıflatır. Çünkü abartılı tasvir,

okuyucunun ilgisini, bir anlamda resme değil, çerçeveye çeker, onu edilgen

kılar; dolayısıyla okuyucu-eser bütünleşmesi beklenen düzeyde

gerçekleşmez.” (Tekin, 2004: 207)

68

Tekin‟in sözleri tasvirin romanda denge unsuru olması gerektiği Ģeklinde

yorumlanabilir Bunun dıĢında tasvirin romanda en aza indirilmesi gerektiğini ve

tasvirin romanın esas konusuna bir faydası olmadığı yönündeki görüĢler de vardır.

Ancak, tasvirde kullanılan kelimeler üzerinde dikkatle inceleme yapıldığında,

tasvirlerin sanıldığı gibi romanın mesajına ilgisiz kalmadığı görülür. (Stevick, 1988:

285) Bundan hareketle; tasvir romanda ne etkinliği azımsanacak ne de abartılacak bir

unsurdur demek yanlıĢ olmaz. Ferda Zambak‟ın ifade ettiği gibi tasvir anlatıda

duruma göre iĢlevselliği olan bir parçadır. (2007: 12) Bundan ötürü anlatıcı romanın

akıĢına göre tasvirin yerini ve niceliğini belirlemelidir.

3.1.4.1. Kapalı Mekân Tasvirleri

3.1.4.1.1. Yüzeysel Tasvirler

Kimi tasvirler romanda bir süs olarak yer alır. Bu tip tasvirlerin romanın

kurgusunda yer almalarının sebebi, vakayı etkilemek veya bir Ģahsın ruhsal

konumunu ortaya koymak olmayabilir. Daha çok birimler arası geçiĢlerde bağlantıyı

sağlamak ve okuyucunun diğer parçaya geçiĢini kolaylaĢtırmak için kullanıldığı

söylenebilecek olan yüzeysel tasvirler, anlatıcının, bağlama ve dengeleme kabiliyeti

ile ilgilidir. Bu tip tasvir örnekleri Servet-i Fünûn romanlarında pek görülmez. Halit

Ziya UĢaklıgil, Mehmet Rauf gibi; karakterlerin iç dünyalarını yazıya taĢımıĢ

romancıların tasvirleri, anlam derinliğine sahiptir. Ancak yine de Servet-i Fünûn

romanlarında yüzeysel tasvirlere örnek olabilecek parçalar bulmak mümkündür. Söz

gelimi Salon Köşelerinde ġekip Bey‟in ziyaret ettiği eve iliĢkin yapılan tasvir,

derinlik bakımından daha alt düzeyde kalır. GayrimeĢru iĢlerin yapıldığı eve giren

ġekip Bey‟in izlenimleri olması gerekenden farklı anlamlar taĢır ve bu yönüyle

iĢlevsel yönünün az olduğu söylenebilir. Bahsedilen tasvir Ģu Ģekildedir:

“Girdiğimiz ev üç odadan oluşuyordu. Sofada dört köşe bir tahta

masa üzerinde tütmekte bulunan bir yağlı lamba duruyor, kapalı; fakat

çatlamış kapısının aralıklarından zayıf bir ışık sızan bir odada iki kişinin

Rumca konuştuğu işitiliyordu. (…) Her şeyi eski, fakir fakat her tarafı temiz

bir oda. Köşelerde sakız gibi beyaz örtüleriyle birer minder. Perdeler

tülden… (…) Aynanın üzerinde büyük paskalyadan kalma kuş şeklinde bir

69

çörek asılı. (…) Ben hep bu şeylere gerçek ışığı karşısında açılmış,

kamaşmış gözlerimle bakarak buraya niçin geldiğimi düşünüyor, pişman

oluyor, buradan hangi bahaneyle kurtulabileceğimi düşünüyordum.” (SK:

61)

ġekip Bey‟in kötü yola düĢmüĢ genç bir kızın dramını görme arzusuyla söz

konusu eve gittiği ve bu ortamdan etkilenerek oradan çıkmak istediğinin anlatıldığı

yukarıdaki paragrafta, baĢka bir metin parçasına geçisin sağlanmasına yönelik amaç

sezilir. Ancak, kötü iĢler içerisinde olan aileye ait evin her şeyi eski fakat her tarafı

temiz bir oda, beyaz örtüleriyle minder, perdeler tülden gibi nitelemelerle tanıtılması

ve ardından buradan hangi bahaneyle kurtulabileceğimi düşünüyordum Ģeklindeki

bir düĢüncenin ortaya konması yukarıdaki tasvirin romanın kurgusunu etkileme

gücünden yoksun olduğunu gösterir. Bir yandan evin içi temiz ve güzel bir Ģekilde

tasvir edilirken diğer taraftan anlatıcı söz konusu mekândan uzaklaĢma arzusunu

ardıĢık olarak dile getirir. Yukarıdaki alıntıda, kiĢinin amacının aniden

kaybettirilerek yapılan tasvir, karakterin baĢka bir olaya geçiĢini tamamlamaya

yönelik bir giriĢim izlenimi verir.

Yüzeysel tasvire örnek gösterilebilecek diğer bir metin parçası da Karanfil ve

Yasemin’de yer alır. Romanın ikili oynayan kahramanı Samim, Çengölköy‟e

Nevhîz’i ziyarete gelir. Ġkisi de birbirlerine karĢı duygusal anlamda yakınlık

hissetmektedirler. Aralarında açığa vurulmamıĢ aĢkın ortaya çıkmasına fırsat verecek

bir tetikçi gerekmektedir. O sırada Nevhîz, Samim’e köĢkü gezdirmek maksadıyla

ufak bir gezinti tertipler. Anlatıcı, köĢkün içindeki gezintinin bazı ayrıntılarını

vererek Nevhîz ile Samim‟in yakınlaĢmasına imkân tanıyacak duygusal ortamı

hazırlar. Daha sonra müziğin de etkisiyle ortak paydada buluĢan çift, duygularını

açığa vurmaya baĢlar. Romanda söz konusu kısım Ģöyle ifade edilir:

“Odaya girdikleri vakit şimdi Nevhîz, ona köşelerini göstermek

istedi. Her köşeyi bir işe hasretmişti. Biri musiki köşesiydi, burada bir

piyano ile yanında nota etajeri vardı. Ve duvar, bütün bestekârların ufaklı

büyüklü, çerçeveli yahut cam altına yapıştırılmış resimleriyle kaplı gibiydi.

Piyanonun üstünde bir tarafta Mozart’ın öbür tarafta Beethoven’in

heykelleri duruyor, nota dolabının küçük hücrelerinde, raflarında küçük

statular görünüyordu.” (KY: 194-195)

70

Bundan sonra Nevhîz odanın diğer bölümlerini de tarif ederek bir an

konuĢulacak sözler bitmiĢ gibi davranır ve Samim aniden: Ne kadar güzelsiniz! der.

YaklaĢık bir sayfayı bulan oda tasvirinin ardından konuĢmanın asıl istenen yöne

doğru kaydırılması gösteriyor ki Nevhîz ile Samim‟i aĢk ekseninde buluĢturacak

ortamın hazırlanması gerekir. Dolayısıyla anlatıcının oda tasvirinden maksadının “Ne

kadar güzelsiniz!“ sözünü söyletme olduğu savunulabilir.

Halit Ziya‟nın, Nemide romanında ġevket Bey‟in konağını tasvir ettiği kısım,

genel hatlarıyla birlikte aile düzenini aktarır. Anlatıcı bu tasvirde, konakta aile

hayatının iĢleyiĢinin nasıl devam ettiğini ortaya koyar. Daha romanın ilk

bölümlerinde ġevket Bey‟in konağının ayrıntılı tasvirinin verilmesinin,

kahramanların mekânsal rollerinin daha iyi anlaĢılmasına hizmet ettiği savunulabilir.

Diğer taraftan tasvirin sonunda da ifadesini bulduğu Ģekliyle konak ahalisinin

sistematize edilmiĢ hayat tarzları gözler önüne serilir. Konağın tasviri çok uzun olsa

da bazı parçaların alıntılanarak üzerinde yorum yapılması gerekir:

“Şevket Beyin Sultanahmet caddesindeki konağı ikisi selamlık olmak

üzere on iki oda ve bir büyük bahçeyi havi muntazam bir bina idi. Sokak

kapısından girildiği zaman sağ taraftan mermerle mefruş vasi bir avluya

nazır iki oda, karşı cihetinde bahçeye açılır büyük bir kapı, sol tarafta iki

cenahlı bir merdiven görülürdü. (…) Merdivenden çıkıldığı zaman ikinci

katın sağ cihetinde üç ve merdiven tarafında iki oda mevcuttu ki, bunlardan

bahçeye nazır olan iki odanın biri Şevket Beyin kütüphanesi, diğeri yatak

odasıydı. (…) İkinci katın taksiminden farksız olan üçüncü kat ise heyet-i

umumiyesiyle Nemide ve bir dadı ile sütnineden ibaret olan ev halkına tahsis

edilmişti. (…) Bu surette taksim edilen bu konağın sekiz kişiden ibaret olan

ahalisi mutlak bir sükûnet içinde yaşıyordu.” (NMD: 44)

Yukarıdaki tasvir, Halit Ziya‟nın Nemide romanında, kahramanların davranıĢ

potansiyeline yönelik, okuyucuyu bilgilendirme amacı güder. Çok sevdiği eĢini

kaybeden; bunun verdiği acıyla kızının saadeti için çırpınan ġevket Bey, anne

Ģefkatinden yoksun büyümüĢ olan ve babasının üzerine titremesiyle cam bir fanus

içinde yaĢar hale gelen Nemide ve bu iki insana hizmetten baĢka amaçları olmayan

evin diğer sakinlerinin tablosu oldukça durağan anlamlar içerir. Ayrıca, anlatıcının

söz konusu tasvir sayesinde okuyucuyu ĢaĢırtma amacında olduğu da savunulabilir.

71

Sükûnet içerisinde yaĢayan bir ailenin daha sonra fırtınalı günler geçirmesine iliĢkin

anlatıcının müdahalesi, bu savı güçlendirir.

3.1.4.1.2. Anlam Yoğunluğu Bulunan Tasvirler

Servet-i Fünûn romanlarında tasvir vasıtasıyla okuyucuya aktarılan mekânlar

incelendiğinde beklenenden daha karmaĢık bir tabloyla karĢılaĢılır. Özellikle

Mehmet Rauf ve Halit Ziya‟nın romanlarında tasvirin baĢarılı bir Ģekilde

kullanıldığına Ģahit olunur. Mehmet Rauf, özellikle Eylül‟de ruhsal durumu da

yansıtan dikkat çekici tasvirlere yer verir. Aynı Ģekilde Halit Ziya‟nın Mai ve Siyah

romanında tasvir önemli ölçüde ön plana çıkar. Özellikle Halit Ziya, uzun tasvirlerde

okuyucuyu sıkmayacak bir teknik kullanır. Bir nesne üzerinde durarak onu ve

çevresini anlatmak yerine bir kameraman gibi, tasvir edilen mekânı bütün

boyutlarıyla ele alarak okuyucuya gezinti yaptırır. Mai ve Siyah’ın hemen baĢında

yer alan; Mir’at-ı Şuûn gazetesinin kuruluĢ yıldönümümü için TepebaĢı‟nda verilen

ziyafeti anlatan metin parçasında, yenilen yemeğin ardından sofranın durumuna

iliĢkin yapılan tasvir, uzun olmasına rağmen ilginç ayrıntıları sayesinde okuyucuda

farklı bir etki bırakabilecek niteliktedir:

“Sofrada artık yemek sonuna mahsus bir dağınıklık hüküm

sürüyordu; kahvenin gelmesine kadar unutularak bırakılıvermiş elma,

portakal kabuklarıyla dolu son tabaklar, diplerinde kırmızı cür’alar görünen

şarap kadehlerinin yanında duruyor; sofranın kenarından yer yer çıkan

tütün dumanı bir müddet dalgalanarak lambanın etrafında bir bulut teşkil

ettikte sonra dağılıyor; beyaz örtünün üzerinde yüksek yemiş tabaklarının,

sürahilerin, kadehlerin, oraya bırakılmış bir fesin şarap lekelerine karışan

gölgeleri lambanın oynak ziyası altında gâh küçülüp gâh büyüyor… Şurada

devrilmiş bir tuzluk… Ötede birinin can sıkıntısıyla üç çataldan teşkiline

çalıştığı bir ehram… Yer yer tabakların üzerine yahut şişelerin yanına

bırakılmış peşkirler… Düşmüş de kaldırılmasına üşenilmiş bir bardak…

Sofrayı baştanbaşa örten bir kargaşalık, sanki yedi kuvvetli çenenin

hücumundan yorgun düşmüş, melül bir enkaz kümesi şeklinde serilmiş bir

sofra.” (MS: 14)

CoĢkuyla yenilip içildikten sonra maddi ağırlığın verdiği sıkıntıdan yorgun

düĢmüĢ insanlara benzetilen sofradaki malzemelerin tasviri, romanın kurgusuna

uyum sağlamıĢ bir görünüm arz eder. Anlatıcının bitmemiĢ cümlelerden yararlanarak

72

sofrada dağınıklığın boyutunu ortaya koyması tasvirin etkisini arttırır. Öyle ki şurada

devrilmiş bir tuzluk ifadesi ile baĢlayan bitmemiĢ cümleler dizesi son bulduğu zaman

okuyucu ile kuvvetli bir bağlantı kurulmuĢ olur. BitmemiĢ cümlelerin yer aldığı

tasvirler uyumlu bir orkestraya benzetilebilir. Orkestra üyelerinin farklı

enstrümanları kullanmalarına rağmen, sesler birbirini tamamlar niteliktedir ve

böylece bir kompozisyon arz eder. Aynı Ģekilde yukarıdaki tasvirde de farklı

nesnelerin garip konumları bütünlük ifade edecek Ģekilde aktarılır. Bu teknik Halit

Ziya‟nın diğer romanlarında da kullanılır. Örneğin, Aşk-ı Memnu‟da Adnan Bey‟in

kızıyla zaman geçirdiği köĢkün tasvirinde, bitmemiĢ cümlelere yer verilir:

“Adnan Bey kızıyla bu refakat hayatının tafsilatını görürken

etrafına, odasına; hatıralarının, kızıyla beraber geçen saatlerin sakit

şahitlerine bakıyordu. İşte odanın ta karşı duvarını boydan boya kaplayan

yüksek, geniş, oyma cevizden yekpare camlı kapaklarıyla kütüphane, bütün

vakur, iri kitaplarla memlu; ötede, kapıya karşı, yan tarafta bir vakitler

merak edilerek toplanmış güzel yazılardan mürekkep zengin bir levhalar

mecmuası ki karmakarışık, fakat perişanlığından gözleri okşayan latif bir

zevk ile tertip edilerek duvarı kaplamış; sonra diğer duvarda, son merakının

yadigârları: Oyulmuş tahtadan mini mini hücreler, resim çerçeveleri, mendil

kutuları, aralarından kurdeleler geçirilerek tutturulmuş yelpazeler, ta ortada

büyük bir parça kök üstüne kabartma çıkarılmış bir ihtiyar başı… Bugün, bu

şeyler ona tuhaf bir nazarla bakıyorlar gibiydi.” (AġK: 69)

Yukarıdaki metinde Adnan Bey‟in kızıyla münasebetinin satır baĢlarına

değinildiği görülür. Adnan Bey‟in kızına olgun baba Ģefkatiyle muamele

edememesinin ıstırabı Bugün, bu şeyler ona tuhaf bir nazarla bakıyorlar gibiydi.

cümlesiyle ifadesini bulmuĢtur. Tasvire kaynaklık eden malzemelerin sanatsal

kaygıyla yapılmıĢ eserlerden oluĢması, maddi zenginliğin Adnan Bey‟i tatmin

edemediğinin göstergesidir.

Ferdi ve Şürekası romanında düğün gecesine iliĢkin tasvir de sonlanmamıĢ

cümleler içerir. Hacer‟in elbirliğiyle düğüne yetiĢtirilmeye çalıĢılması evin toplu bir

faaliyet alanına dönüĢmesine neden olur. Evin hizmetçilerinden misafirlerine değin

herkesin ortak görevi Hacer’in hazırlanması ve gelin odasına sorunsuz bir Ģekilde

gitmesidir. Romanın bu kısmında tablonun en dikkat çekici ismi ise Ġsmail Tayfur‟un

asıl sevdiği kız Saniha‟dır. Hacer‟le evlenecek olan Ġsmail Tayfur‟u seven Saniha,

73

sevdiği kiĢinin düğününde çaresizliğe itilir. Düğün telaĢıyla kalabalığın faaliyet alanı

haline gelen Ferdi Efendi‟nin evi, Saniha‟nın dıĢlanmıĢ olduğu bir mekâna dönüĢür.

Evdeki herkes ortak bir telaĢ ve amaç içerisinde iken Saniha, tablonun dıĢında kalmıĢ

gibi görünür ve olup bitenleri izleyen bir yabancı tavrı takınır. Anlatıcının

sonlanmamıĢ cümlelerle tablosunu çizdiği düğün alanı aĢağıdaki Ģekildedir:

“Ferdi Efendi’nin evinde büyük bir telaş vardı:

İkinci katta gelin güvey için yeniden düzenlenen dairede

yorgancıların gürültüleri, çekiç sesleri; bir odada, durmayan bir hırıltıyla,

dişleri beyaz ketenler üzerinde koşan dikiş makineleri, evin içinde birbirini

izleyen terziler, düğün için hazırlanan büyük konaklara üşüşen o bin türlü

kalabalık, her yanda bir görünüşü beliren dağınıklık, bir sedirin üzerine

atılmış yarım bir giysi, bir bebeğin üzerine deneme için iliştirilmiş bir

kumaş, iskemlelerin önünde sürüklenen parçalar, halıların üzerinde küme

küme biriken kırpıntılar, yeni gelmiş de henüz yerine konmamış bir dolap…

Kuruluncaya kadar sofanın bir köşesine dayanmış bir tunç karyola,

perdeleri çıkarılmış bir pencerenin önünde duran uzun bir sehpa, silinmek

için sofanın ortasına indirilmiş bir avize…” (Fġ: 137-138)

Anlatıcı en küçük ayrıntılara kadar düğün salonundaki hareketliliği ortaya

koymaya özen göstermiĢtir. Saniha‟nın durumu ise tasvirden sonra Ģu ifadelerle

anlatılır: “… üstelik umudunun yıkıntısı üzerine kurulan bu binayı bir korkunç hayal

gibi sessiz, üzgün dolaşan Saniha, …” Tasvirin Saniha açısından ürkütücü boyutta

olduğu açıktır. Eylemler dizisinin ortasında kalakalmıĢ, umutsuz dolaĢan Saniha

ortamdaki tüm nesnelerle gizli bir düĢmanlık içerisindedir. Düğünün

tamamlanmasına çalıĢan herkes ve her nesne bir yandan Hacer ve Ġsmail Tayfur için

çalıĢırken öte yandan Saniha‟nın mutsuzluğuna da yol açar. Tasvirin, Saniha ve

diğerleri yönünden bir tablosu yapılırsa Ģöyle bir görüntü ortaya çıkar:

74

ġekil 1. Düğün Hazırlıklarının Yapıldığı Mekânın Saniha Merkezli Görüntüsü

Yukarıdaki tablo incelendiğinde Saniha‟nın ortamdan tecrit edilmiĢ olduğu

görülür. Ferdi Efendi, kızının mutluluğu ve servetinin selameti için Ġsmail Tayfur‟u

damat olarak görmek ister. Ġsmail Tayfur‟un annesi oğlunun zenginliğini arzu eder.

Hacer, Ġsmail Tayfur‟un kendisini sevdiği zannındadır. Düğün hazırlıkları

yapıldığında herkesin amacı Hacer-Ġsmail Tayfur çiftinin bir an evvel kavuĢmasıdır.

Bu doğrultuda yapılan her hazırlık, yerine konan her yeni malzeme Saniha‟yı bir

adım daha yalnızlığa itmektedir. Tüm bu hususlar birlikte değerlendirildiğinde

Saniha merkezli bir mekân yorumu ortaya çıkar: Saniha, herkesin ve her Ģeyin üstüne

üstüne geldiği bu mekânda giderek yalnızlaĢmaktadır. Ortega Gasset‟in belirttiği gibi

aynı olaya tanık olan insanlar, sorumlulukları bakımından farklı paydalarda yer

alabilirler. Ayrıca tek ve aynı gibi görünen gerçek farklı bakıĢ açılarından

bakıldığında birçok gerçeğe bölünebilmektedir. (2010: 27) Saniha‟nın durumu da,

görünüĢte tek bir gerçek çevresinde belirli bir mekânda toplanmıĢ insanlardan hem

mekân hem de hedef davranıĢ açısından uzaklaĢma halidir. Tasvirdeki sonlanmamıĢ

ifadeler ise hesaba katılmayan değiĢkenlerin de Saniha aleyhine olduğunun iĢareti

olarak görülebilir.

75

Halit Ziya‟nın Bir Ölünün Defteri‟nde, benzetmelerden yararlanarak

Vecdi‟nin içerisinde bulunduğu durumu Hüsam‟a aktardığı Ģu tasvirsel metin de

anlam yoğunluğu açısından oldukça önemlidir:

“Bir bahar bulutunun geçerken düşürdüğü bir katreden doğmuş, bir

sabah güneşten isabet eden hayat ile inkişaf etmiş, sükûn ve zulmetin dudak

dudağa vuslatlara ulaştığı bir korunun altında çimenler arasından fışkırmış;

bir nesimin vezanıyla şuradan bir katre şebnem, öteden bir ziya handesi

arıyormuş gibi sallanan, renkten masnu gibi havaî, narin bir çiçek tasavvur

et! Şebabın hayale yeni açılmış, hayal ufkuna henüz teveccüh etmiş bir

devresi, vardı ki kalbi, şu çiçek gibi, bir ziya, bir temas soldurur; o hayatın

öyle bir noktasındadır ki hayat ve mematı talihin bir hevesine baziçe

olmuştur. Ben hayatın bu noktasında bulunuyordum. (…) Seviyordum!”

(BÖD: 70)

Vecdi ile Hüsam‟ın aynı kıza âĢık olduğu dikkate alınarak yapılacak bir

değerlendirmeye göre, birinci tekil Ģahıs anlatıcının ağzından yapılan tasvir,

Vecdi‟nin Hüsam‟dan bir istirhamı olarak da algılanabilir. Çünkü Vecdi, aĢkının

derecesinin yüksekliğini ancak böylesine duygusal benzetmeler dizesi ile dile

getirme imkânı bulur. Hüsam‟ın da aynı kıza tutkulu olmasına karĢın Vecdi, aĢkını

tabiatın saf güzellikleri ile bütünleĢtirerek yüceltmeye çalıĢır. Yüceltme iĢleminin en

önemli sağlayıcıları ise benzetmelerdir. Çiçeğin sıfatları sayıldıktan sonra, tasavvur

edilmesi istenerek oluĢturulan empati koridoru, tasvirdeki anlam derinliğini sağlayan

faktör olarak göze çarpar. Halit Ziya‟nın yukarıdaki tasviriyle alakalı olarak, bakıĢ

açısının birinci tekil Ģahıs olması nedeniyle mekânsal çağrıĢımları sınırladığı ve

anlatımda bir darlığa yol açtığı ihtimali de az önce belirtilen husus doğrultusunda

dile getirilebilir. Philip Stevick, birinci tekil Ģahsın anlatıcı durumunda olmasını

Ģöyle değerlendirir:

“Hikâyeyi birinci tekil şahsın bakış açısından vermenin, bazen çok

sınırlayıcı olduğu bir gerçektir; eğer eserde birinci tekil şahıs “ben”, roman

dünyası içinde her şeyi bilecek durumda değilse, yazar ihtimal kanunlarını

kullanmak zorunda kalabilir.” (Stevick, 1988: 86)

Bir Ölünün Defteri‟nin, Halit Ziya‟nın diğer romanlarına oranla mekân

yönünden daha alt düzeyde kaldığı görülür. Bunun sebebinin Stevick‟in sözleriyle

76

paralel olduğu anlaĢılmaktadır. Romanda anlatıcı konumunda olan defterin sahibi

Vecdi, defteri Hüsam‟a hitaben yazmıĢ olduğundan genellikle sığ bir çerçevede

hareket etmiĢtir. Mekânlar daha çok Vecdi ile Hüsam arasındaki münasebetle sınırlı

kalmıĢtır. Dolayısıyla Bir Ölünün Defteri‟nde, mekânın nispeten geri planda kaldığı

söylenebilir.

Romanda tasvirin etkinliğini arttıran diğer bir husus da kiĢinin yapısı ve

eylemleri itibariyle tasvirle olan iliĢkisidir. Anlatıcının kullandığı tasvir, karakterin

yapmıĢ olduğu / yapacağı eylemleri veya genel davranıĢlarını hatırlatan bir uyaran

iĢlevi kazanabilir. Bu sayede roman kiĢisi ile mekân arasında özdeĢim kurulmuĢ olur.

Hüseyin Cahit Yalçın‟ın Nadide adlı romanında, Nadide‟nin annesini ve evin

hizmetçisini öldürmeden hemen önce verilen mekân tasviri bu duruma örnek olarak

gösterilebilir. Nadide‟nin iktidar hırsı ve istediği kiĢiyle evlenme tutkusu yüzünden

annesini ve hizmetçisini gözünü kırpmadan öldürmesi onun davranıĢlarının sınırının

olmadığını ortaya koyar. Nadide‟nin iĢleyeceği cinayetlerden önce ortamın genel

havasına iliĢkin Ģu tasvir yapılarak, Nadide‟nin suçunun ağırlığı gösterilmeye

çalıĢılır:

“Saat on iki olmuş, dışarıda kar yağmakta ve hayli vakitten beri

devam etmekte olduğundan içerisi iyice karanlık olmuş idi. Hurşid-i cihân-

tâb o gün Nadide’nin işleyeceği cinayetleri görmemek için bulutların

arkasına gizlenmiş ve kâinata kasvetli bir hava bahşetmişti. İşte böyle güzel

bir günde gayet güzel bir odada bir kız ile bir ana bulunuyor ve anası

şiddetli marazdan baygın bir halde yatıyorken böyle melek-sima bir kızın

mücerred birisine varmak için sebeb-i hayatı olan validesini

öldürebileceğine kim ihtimal verir?” (N: 125)

Anlatıcı havanın genel görünümünü anlatan tasviri ile sıradan bir iĢ

yapmıĢ gibi görünse de aslında hisleri canavarlaĢan bir insanın mekânın tesiri altında

kalmaksızın annesini öldürebilmesini hayretle sunar. Odanın güzelliği ve öldürülecek

olanın annesi olması Nadide‟yi etkilemez. Nadide‟nin durumu kiĢileĢtirme yoluyla

baĢka bir varlığa aktarılmıĢtır. GüneĢe karĢın karanlığın odadaki hâkimiyeti,

iĢlenmek istenen suçun roman kiĢisinde ne denli kök saldığını ortaya koyar. Ayrıca

odanın güzelliğinin cinayeti önlemediği vurgusu yapılırken; mekânın roman

77

kiĢisinde her zaman istenen veya beklenen yönde etki bırakmayabileceği konusuna

atıfta bulunulur.

3.1.4.2. Açık Mekân Tasvirleri

3.1.4.2.1. Boğaziçi Tasvirleri

Servet-i Fünûn romanlarında mekân tasvirlerinin en fazla yoğunlaĢtığı

yerlerden biri de Boğaziçi‟dir. Eylül‟de baĢtan sonra kadar aralıklarla Boğaziçi

tasvirlerine yer verilirken, Mai ve Siyah, Aşk-ı Memnu romanlarında yoğunlukla,

diğer romanlarda da azımsanmayacak derecede Boğaziçi tasvirlerine yer verilir.

Mehmet Rauf, özellikle Eylül’de baĢarılı Boğaziçi tasvirleriyle ön plana çıkar. Aynı

Ģekilde Halit Ziya da romanlarında karakterlerin ruhsal durumunu yansıtan önemli

Boğaziçi tasvirlerine yer verir. Saffeti Ziya‟nın Salon Köşelerinde romanında

Boğaziçi‟nden ziyade Beyoğlu ön plana çıkmaktadır. Boğaziçi tasvirlerine Servet-i

Fünûn romanında sıkça yer verilmesinin nedeni Aydın Boysan‟ın deyimiyle

Boğaziçi‟nin Ģiirselliğidir. Boysan, Boğaziçi‟nin topografik haritasının oluĢturduğu

Ģiirselliğe vurgu yaparak, coğrafi özelliklerin kiĢide oluĢturduğu duygusal birikimleri

ifade eder. (2004: 11)

Servet-i Fünûn romanları içerisinde Boğaziçi‟nin en fazla iĢlendiği roman

Eylül‟dür. Romanın büyük bir kısmı Boğaziçi‟ndeki köĢkte ve korularda

geçmektedir. Boğaziçi‟nin Eylül‟deki iĢlevi, mekânın olgusal yönünü daha fazla

ilgilendirmektedir. Romanın büyük bir bölümünde yer alan ruhsal çözümlemeler,

duygusal çatıĢmalar, mekânın yansımalarını üst düzeye taĢımıĢtır. Bununla beraber

Eylül’de yüzeysel denilebilecek tasvir örneklerine de rastlamak mümkündür.

Romanda özellikle karakterlerin gezintilerinde Boğaziçi‟ne dair önemli tasvirler yer

alır. Eylül‟deki Boğaziçi tasvirleri aĢağıdaki paragrafta da görüldüğü üzere

bünyesinde doğaya ait öğeleri yoğun olarak barındıran türdendir:

“Süreyya, asıl buraya bak!” dedi. Karşısında Anadolu’nun

Kavaklar’dan başlayıp Beykoz’dan geçerek, Paşabahçesi’nden ta

Çubukluya, sonra Yeniköy’den başlayıp bütün Tarabya’yı, Büyükdere

78

koyunu izleyerek Mesar burnuna kadar gelen kıyılar arasındaki çok büyük,

geniş gölü gösterip, eliyle işaret ederek; “Nasıl, tıpkı bir göl değil mi?” diye

sordu.” (E: 43)

Tıpkı Tanzimat romanlarında olduğu gibi Servet-i Fünûn romanlarında da

Boğaziçi çok sık yer alan bir mekândır. Nitekim yalılarla bezenmiĢ, etrafındaki

tepeleri ağaçlarla kaplı, bir ırmak gibi görünen deniz suyuna sahip olan Boğaziçi, bu

Ģekliyle imge açısından zengin bir çeĢitliliğe sahiptir. Örneğin Aşk-ı Memnu‟da yer

alan bir Boğaziçi tasviri, bir tablo görünümündedir:

“Güneşin son ziyaları baygın buselerle Kanlıca tepelerini yalıyor, ta

ötede Beykoz’dan bati bir seyelan ile gelen beyaz bir bulut parçasının bir

kenarı donuk şişe beyazlığı ile parlarken altında geniş bir hat tedrici

koyulaşan bir gölge şeklinde duruyordu. Bu latif kış gününden istifade

ederek Boğaz’ın sakin sularını okşayan sandallar, kayıklar geçiyordu;

karşıda Şirket’in bir vapuru siyah dumanlarını serperek yer yer yalıları

gizlerken iri bir İngiliz şilebi, güvertesinde öteye beriye koşan dört beş

başla, sakit, tenha sanki yapayalnız, Karadeniz’e doğru ilerliyordu.” (AġK:

372)

Tasvirin son kısmındaki “sakit, tenha, sanki yapayalnız” ifadelerine dikkat

etmek gerekir. GeniĢ bir mekânda yalnızlaĢtırılarak, insanımsı duygularla anlatılan

gemiler, tasvirden sonra gelen Ģu paragraf sayesinde Bihter‟le bütünleĢmiĢ görünür:

“Her gün bu şeylere kayıtsız bakan Bihter bugün, burada

düşünürken uzun uzun nazarlarla dalıyordu. Düşüncelerine yalnız bir netice

verebilmiş idi; Behlül’ü beklemek. Bu gece gelmeyecek olursa artık her şeyin

bitmiş olduğuna hüküm verecekti. O zaman artık sefil, bedbaht bir kadın

olacaktı.” (AġK: 372)

Anlatıcının Boğaziçi‟nde seyreden bir Ġngiliz Ģilebinden hareketle Bihter için

duygusal çıkarımlarda bulunması mekânın etki gücüne iĢaret eder. Batan güneĢin

sona ermiĢliği, donuk ĢiĢe beyazlığının mutsuzluğu, koyulaĢan gölgenin ölüme yüz

tutmayı, siyah dumanların yalıları gizlemesinin sevinçleri örtbas etmeyi ve gemilerin

yapayalnız denizde ilerlemesinin tek baĢına kalmıĢlığı sembolize ettiği varsayımı

yapılırsa; Bihter‟in bir sonraki paragraftaki vaziyeti daha iyi anlaĢılır. Geminin sakit,

yapayalnız hali Bihter‟de de terk edileceği, yalnızlığa mahkûm edileceği

79

düĢüncesinin doğmasına zemin hazırlamıĢ gibi görünür. Bu yönüyle tasvirin

metindeki ritmi sağladığı savunulabilir. Bourneur-Quellet‟in de belirttiği gibi tasvirin

ritimli olması bütün olarak hikâyenin ritimli olması demektir. (1989: 104)

BaĢarılı bir gözlemci olan Halit Ziya, Kırık Hayatlar‟da, Bihter’in durumuna

benzer bir Ģekilde, Ömer Behiç merkezli bir Boğaziçi tasvirine yer verir:

“Sokağın binalarla dolu kısmı bitip de birden kendisini Ihlamur’a

îsâl eden yolun tepesinde, iki tarafı geniş sırtlarla imtidad eden bir açıklıkta

bulunca, karşısında yıldız teperlinden başlayarak sağında Boğaz’ın Anadolu

kıyılarına kadar sarkan mücella ve münevver semayı, bütün etrafında karışık

hatlarla eteklerini seren mahalleler ortasında Ihlamur kuytuluklarına doğru

akan yeşil sırtları alıp göğsüne basmak isteyen bir nazarla ihata etti; ve

ancak o zaman bütün ciğerlerini serinlendirerek dolduran uzun bir nefesle

bu geniş ve tenha manzaraların sükûn ve inşirahını içti. Orada seddin

üstünde, dikilerek güneşin altında sine sine uyuyan, şurada burada tek tük

yolcuların, koyunlarla keçilerin, çocuk kümelerinin hayat hareketi, derin

uykusunu ihlale kifayet edemeyen bu sükûn levhasına karşı:

Beni tanıdınız değil mi? Size ben büsbütün başka bir adam olarak

geliyorum… Demek istiyor gibiydi.” (KH: 187)

Tıpkı Bihter gibi Ömer Behiç‟in de ruh hali bazı Ģartlar çerçevesinde

değiĢmektedir. Boğaziçi‟nin Ömer Behiç‟e görünen yeĢil, Ģiirsel manzarası

dönüĢtürücü bir rol oynar. Neyyir ile görüĢmeden önce endiĢeli bir hal içerisinde

olan Ömer Behiç, Neyyir’in kendisine olan iltifatı ve mektup yazma sözü üzerine

duygusal değiĢim geçirir. Anlatıcının bunu net olarak ortaya koyması için gerekli

olan ise Boğaziçi‟dir. Boğaziçi‟nin aĢkı çağrıĢtıran, “Boğaz’ın Anadolu kıyılarına

kadar mücella ve münevver semayı”, Ģeklindeki görünümlerinin, Ömer Behiç için

idealize edilmiĢ olduğu söylenebilir. Çünkü Neyyir‟in, duygularına karĢılık vermesi

sonucu; Ömer Behiç coĢan, taĢan bir Ģahıs haline gelmiĢtir. ĠĢte, Boğaziçi‟nin

tasvirindeki anlatımın fonksiyonel gücü, Ömer Behiç‟in bu ruh halinden

kaynaklanmaktadır.

Daha önce Boğaziçi tasvirleri yönünden önemli olduğuna değinilen Eylül’de

tasvirlerin manzara özelliğinin kimi yerlerde çok yoğun olarak iĢlendiği görülür.

80

Özellikle Eylül romanında yer alan Beykoz tasviri dikkat çekicidir. Söz konusu tasvir

uzunca bir metin olmasına karĢın, önemli yerlerinin alıntılanarak verilmesinde fayda

vardır:

“Önce rüzgâr çayırdan soluklar getirmeye başladı; bu birçok

çiçekleri, otların birbirine karışan soluğu, taze yaş kokusu idi. Biraz sonra

çayırın bir kısmını gördüler, uzaktan burası sarı çiçeklerle bir fulya tarlası

gibiydi. (…) Rüzgâr, parça parça her dalgadan bir güzel koku öpüşüyle

dolup estikçe, koylarda koşuşan soluklarla su üstünde meydana getirdiği

titremeler gibi perişan dalgalar esiyordu. Onlar hep “Ah ne güzel!” diye

ilerliyorlardı; karşıdan görünen büyük yolun heybetli ağaçları altına gelip

çayır bütün genişliğiyle önlerine serildiği zaman sonsuz bir hayret ve sevinç

hissettiler. (…) Dere orada fısıldayarak, burada ürpererek düşüyor, akıyor,

bazen otların arasından fısıldıyor, sonra derinleşerek, sessizlik içinde aktığı

fark edilmeyerek, düşünüyordu. (…) Çayırın asıl otları arasında bu yeşil

zemin üstüne nakşedilmiş papatyaların; sarı, mor, kırmızı çiçeklerin

birbirine karışan renkleri ara sıra yalnız bir renkle sınırlı kalarak, küme

küme orada hep beyaz, burada hep mır, ötede hep sarı dalgacıklarla

köpürüyor, (…) Necip, “Yatmalı!..” diye söylendi. Doğrusunu isterseniz,

coşan duygularıyla bu otlara, bu topraklara karışmak istiyor, bir türlü

yenemediği bu istekle azap çekiyordu; kendisini en fazla hayran eden

güzellikler karşısında her zaman duyduğu ezilmek, ölmek arzusu şimdi onu

daha kuvvetli, daha dayanılmaz bir inatçılıkla eziyordu.” (E: 62-63)

Necip-Süreyya-Suad üçlüsünün Boğaz ve çevresindeki gezintisine iliĢkin

epeyce geniĢ sayılabilecek bir tasvire yer veren Mehmet Rauf, mekânın

ĢiirselleĢtirilmesi ve saflaĢtırılması boyutunda gereğinden fazla cömert davranır.

Bachelard’ın belirttiği üzere, “bir konunun aşırı pitoresk olması onun içtenliğini

gizleyebilir.” (1996: 40) Dolayısıyla anlatıcının, Necip ile Suad arasındaki aĢkın

saflığına iĢaret ettiği düĢünülen Beykoz ve çevresinin tasvirinde abartıya kaçtığı

yönündeki eleĢtiriler dikkate alınmalıdır.

3.2. RUHSAL MEKÂNLAR

Ruhsal durumu göre değiĢen mekân algısı, Servet-i Fünûn romanında önemli

ölçüde varlığını gösterir. Ruhsal duruma göre değiĢen mekân algısı ifadesiyle;

okuyucuyu tek bir düĢünceye götürmeyen, tahmin edilenin dıĢında içsel bir etkiye

sahip olan, dıĢ görünüĢünün yanında arka planı da bir o kadar önemli olan ve

yorumlanabilirliği imgeler sayesinde çok daha güçlü olan mekânlar anlaĢılabilir.

81

Ramazan Korkmaz bu tip mekânları olgusal mekân olarak değerlendirerek olgusal

mekânların sadece yerle iliĢkisi olan değil, aynı zamanda anlamı olan, içinde anıları

barındıran, ruhsal durumu yansıtan mekânlar olduğunu belirtir. (2002: 403)

Gerçekten de karanlık, içerisinde bir mumun yandığı gölgelerin hareket ettiği bir

mekânı, kahramanında bırakacağı etki dolayısıyla; çevresel mekân olarak

değerlendirmeye tabi tutmak güçtür. Bu nedenle ruhsal durumu yansıtan mekân

ifadesine ihtiyaç vardır. “Hikâye ve romanlarda mekân, içinde yaşayan insanın

psikolojik durumuna göre şekillenerek, ruhsal yapısından hareketle anlam kazanır.”

(Yılmaz, 2011: 49) Bu nedenle mekânın anlam kazanımlarını doğru olarak analiz

edebilmek için roman kiĢisinin halet-i ruhiyesini bilmek gerekir. Onun korkuları,

sevinçleri, sezgileri mekânı anlamlandırmasına etki eder.

KiĢinin mekân algısı tekdüze değildir. Mekânı algılama biçimleri psikolojik

süreçlerle doğrudan iliĢkilidir. “Tıpkı diğer dışavurumlarda olduğu gibi mekân algısı

da bireyin psikolojik durumuna ait önemli ipuçları verir.” (Yılmaz, 2007: 119) Bu

durum romanlarda açık bir Ģekilde ortaya konulur. Bir mekânda ruhsal çöküntü

yaĢamakta olan roman karakteri aynı mekânda en üst coĢkunluk halinde

bulunabilmektedir.

Mekânların kiĢide bıraktığı asıl etkiden söz edildiğinde mekândaki her

nesne değer kazanır. Neredeyse en küçük bir ayrıntı bile mekânsal çözümleme

içerisinde yer edinebilir ve durağan gibi görünen mekân her an iĢler hale gelir. Bu

sebeple Bachelard’ın Mekânın Poetikası adlı eserindeki yöntem ruhsal durumu

yansıtan mekânlar için etkili bir yöntemdir. Bachelard, mekânsal olarak

nitelenebilecek en küçük nesnelerin meydana getireceği heyecanın boyutuna dikkat

çekerek Ģunları söyler: “Kuşkusuz, düş kurmanın derinliklerine inip, önemsiz

eşyaların büyük müzesi karşısında heyecan duymamız gerekiyor.” (1996: 160)

Bachelard, Su ve Düşler isimli eserinde ise mekânın özüne, asıl yönüne vurgu

yaparken mekânın bayağılıktan uzak tarafını da hatırlatarak Ģöyle der:

“Bir hayalin bir yazılı yapıt doğuracak denli kalıcı bir biçimde

devam etmesi için, salt bir kaçış anı olmaması için, maddesini bulması

82

gerekir, maddesel bir unsurun ona kendi özünü, kendi kuralını, kendine ögü

şiirselliğini vermesi gerekir.” (2004: 10)

Öte yandan mekânın -önemli önemsiz görünen bütün unsurlarıyla birlikte-

etkin bir biçimde romanda yer alması ve roman kahramanlarının ruh halini

belirlemedeki yetkinliği; hem teknik açıdan hem de derinlik anlamında romana katkı

sağlar. Ġnsan ile mekân ve dolayısıyla insan ile eĢya arasında tanıĢıklık denilebilecek

türden oluĢan bağ, mekânın derinliğinin ilk basamağı olarak görülebilir. Göka,

mekânın bireyle iliĢkisini ifade ederken en sade ve sıradan nesnelerden yola çıkarak,

mekânın en alt düzeydeki anlamlarının bile önemli olduğuna vurgu yaparak Ģunları

söyler:

“Sözgelimi, mutfakta kullanılan bir tava… Onda birlikte

yenilen binlerce yemeğin tortusu vardır. Duvardaki bir resim kim bilir

hangi güzel günü ve anıyı çağrıştırır… Bu açıdan bakıldığında

kullanılan eşyalar belleğimiz gibidir.” (Göka, 2001: 26)

EĢyanın belleğimize ait olma durumunun genel bir davranıĢ olduğu

söylenebilir. Daha önce ifade edildiği gibi bu, derinliğin ilk katmanını oluĢturur.

Bundan sonraki imge yüklü mekânlar estetize edilmiĢliğin örneği olarak karĢılanır.

Bachelard‟ın eserinde ortaya koyduğu yönteme dikkat edilirse önemsiz görünen

birçok unsurun âdeta estetize edildiği fark edilir. Çekmece, dolap vb. rutinleĢmiĢ

eĢyalar sıradanlıktan kurtulmuĢ Ģekilde anlamlandırılır. Mekâna canlı bir varlık gibi

bakılması, diğer bir tabirle mekâna ruhun ilave edilmesi onu sanılandan çok daha

anlamlı ve değerli kılar.

Yerle gök arasında sıkıĢmıĢ olan insan, hem yerin altına hem de göğün üstüne

çıkabilmelidir ki mekânda monotonluk ortadan kalksın. ĠĢte roman gibi anlatım

gücünün üst seviyelerde olduğu bir yazın türünde, mekândan en etkin biçimde

yararlanmanın yolu, bireyi çok farklı düĢünüĢlere sevk edecek mekânlara doğru

sürüklemektir. Diğer bir deyiĢle mekânın fizikselliğinin göz ardı edilerek ruhsal

boyutun ön plana çıkarılması ve böylece bilinen mekân Ģekillendirmelerinin tersine

çevrilmesi; mekânın etki edeceği alanları geniĢletir. Okuyucu birinci derecede

83

mekânla temasa geçme imkânına kavuĢur. Metnin satır aralarında saklı olan bazı

noktalar açığa çıkar. “Mekân içinde barındırdığı kişilerin ruhsal yönelimlerini

yansıtabildiği ölçüde metnin açımlanmasına hizmet eder.” (Yılmaz, 2007: 123)

Mekân, roman karakterini ruhsal boyutta tanımlayabildiği müddetçe etkinliğini

arttırır.

3.2.1. Kapalı Mekânlar

Kapalı mekânlar ifadesi ile fiziksel olarak gün ıĢığına direk temasın olmadığı

ve önleyici birtakım malzemelerle tabiatın dıĢında bırakılmıĢ alanlar kast

edilmektedir. Kapalı mekânlar her ne kadar temelde kapatılmıĢ, yalıtılmıĢ,

çevrelenmiĢ mekânları karĢılasa da kapalı mekânların kabuğunu kırarak baĢkalaĢıma

uğrayabileceği bilinmelidir. Çünkü değerlendirme ölçütü insan olarak kabul

edildiğinde kapalı mekânlar üzerinden fiziksel gerçekliğin dıĢındaki mekânsal

çağrıĢımlara ulaĢmak da mümkündür. (Demir, 2011: 62) Kapalı mekânların romanda

önemli bir yeri vardır. Özellikle Servet-i Fünûn romanları gibi yasak aĢk, hayal

kırıklıkları ve ölümün iĢlendiği eserlerde kapalı mekânlara yer verilmesi olay

örgüsünün istenilen Ģekilde iĢlemesini sağlarken karakterlerin aynı ortamlarda temas

ettirilmesini sağlayarak çatıĢma durumlarını ortaya çıkarır. Çünkü sürekli bir Ģekilde

kapalı bir ortamda kalan roman kiĢisinin ya bulunduğu ortamdaki kiĢilerle ya da

mekânın kendisi ve diğer unsurlarıyla bir ikilem içine girmesi muhtemel

görünmektedir.

Kapalı Mekânlar baĢlığı altında önemli bir değiĢime uğramamıĢ ve anlatıldığı

Ģekilde görünürlüğünü koruyan mekânlara yer verilmiĢtir. Fiziksel olarak açık ancak

kiĢiye göre kapalı olan mekânlar ise Dar Mekânlar baĢlığı altında

değerlendirildiğinden, burada kiĢiyi ve bazı yerleĢik anlamlarla bitiĢik olan dehliz,

mahzen, oda, köĢe gibi mekânlar ele alınmıĢtır.

84

3.2.1.1. Dehliz-Mahzen

Dehliz ve mahzen yer altına dönük olduğundan her ikisinin de yer üstüne

alıĢmıĢ birey açısından, olağandan farklı anlamlar taĢıdığı bilinmelidir. Tıpkı mezar

örneğinde olduğu gibi mahzenin de bir bakıma evin mezarı olduğu ve bu

doğrultudaki fikirlere öncülük ettiği olasılığı kolektif söylemlerde

ve edebi metinlerde yer bulur. Servet-i Fünûn romanlarında dehliz ve mahzen, ileride

belirtildiği gibi Bachelard‟ın iĢaret ettiği imgesel anlatıma yakın tarzda

kullanılmıĢtır.

Dehliz sözcüğü, Arapça kökenli olmakla beraber hol, koridor, üstü kapalı,

uzun ve dar geçit anlamlarına gelir. (Türkçe Sözlük, 2004: 608) Mahzen sözcüğü ise

yer altında olan kısım, bodrum anlamı taĢır. Hem dehliz hem de mahzenin, mekân

yönünden geçmiĢle ve evrensel insan algısıyla iliĢkisi vardır. Dehliz ve mahzenin

kiĢideki yansımaları ve yerin üstüne etkisi korku-güven zıtlığı Ģeklinde belirerek

roman kahramanında bunalıma yol açar.

Mahzene iliĢkin endiĢe, korku, ürperti duyguları E. Fromm ve Bachelard‟ın

ifadeleri ile iliĢkilendirilebilir. Fromm evrensel sembollerden bahsederken onların bir

veya birkaç insan için değil tüm insanlar için geçerli olduğunu ifade ederek, bu tür

sembollerin ruhumuzla alakalı olduğunu belirtir. (1997: 38) Mahzenin hem iĢlev hem

de mekân açısından insanlık için ortak duygu çıkarımlarına sahne olduğunu ifade

eden Bachelard,

“Işığı her yere taşıyan, elektriği mahzene koyan uygarlığımızda

insanlar mahzene artık şamdanla inmiyor. Oysa bilinçdışı uygarlaşmıyor.

Mahzene ineceği zaman eline yine şamdanı alıyor.” (1996: 47)

Ģeklindeki sözleriyle, mahzenin anlam yükünün zamanla kayıtlı olmadığını belirtir.

Bachelard yine mahzenle ilgili olarak, mahzenin evin karanlık kısmı olduğunu ve yer

altı güçleriyle iliĢki içerisinde olan mahzenin akıl üstü bir derinliği beraberinde

getirdiğini ifade eder. (1996: 47) Fromm ve Bachelard‟ın açıklamalarından hareketle

85

evrensel sembol niteliği taĢıyan bazı unsurların zaman geçse de insanlara

düĢündürdüklerinin değiĢmeyeceği ve görünüĢ itibariyle bir farklılık yaĢasalar da söz

konusu sembollerin bilinçaltında aynı kalacağı fikrine ulaĢılabilir. Dolayısıyla

mahzene ve dehlize iliĢkin algıların evrensel boyutta bir ortak payda oluĢturduğu

söylenebilir.

Mahzen, evin tekin olmayan kısmını oluĢturur. YaĢar Çubuklu, mahzen için,

“bu dipsiz, uçsuz bucaksız, şekilsiz karanlık boşluk, ev mekânının objektif, kuralları

olan, görünür, sınırları çizilmiş bir kapalılığa dayalı yapısını sarsar” (2006: 37)

ifadelerini kullanarak bu tekinsizliğe iĢaret eder. Mahzen ve dehlizin yer altına dönük

konumları, onlara bir bilinmezlik katar ve bu iki mekân odak noktası haline gelir.

Bachelard gizlilik hakkında Ģunları söyler: “Mahzen öncelikle evin karanlık

varlığıdır, yer altı güçleriyle ilişkisi olan varlığıdır. Mahzeni düşlerken derinliklerin

usdışılığıyla anlaşırız.” (1996: 46) Mahzenin yer altına dönük kısmı daha baskın

olmakla birlikte dehlizin de yer altına yönelik anlam çağrıĢımları olabilir. Ancak

dehliz üstü kapalı uzun koridor anlamını da taĢıdığından, yer üstüne hitap eden yönü

de göz ardı edilmemelidir. Bilinmezliğin ve örtünmüĢlüğün koruduğu mahzen ve

dehliz, romanda heyecanı arttıran bir unsur olarak ortaya çıkar. Mahzen imgesinden

faydalanılarak heyecan ortamının oluĢturulduğu örneklerden biri Ferdi ve

Şürekâsı‟nda yer alır. Romanın kötü talihli kızı olan Saniha‟nın gözünden, ev ve evin

çevresi hayali unsurlarla bezenerek anlatılırken mahzen ve dehlize Ģöyle vurgu

yapılır:

“Çok büyük bir bahçe… (…) Burası, ağaçlardan, korulardan

meydana gelmiş bir mahzen, ya da yeşil bir mağaradır. Burada her zaman

bir hışıltı, korkusunu sürdürür; bu yabanilikler, bir büyü diliyle her vakit,

duyulan ifritçe bir konuşma içindeymişler gibi, her yanından sürekli,

yabani bir mırıltı çıkarır. Bu sesler ara sıra şişer, yükselir; bu ağaçlar, bu

yaban dünyasının korkunç devleri coşmuş sanılır, korkutucu bir ses

dalgalanması, ormanın üzerinden fırtına gibi yuvarlanır… (…) Saniha bu

bahçeye girmeğe, uzaktan sesini işittiği bu korulara sokulmaya hiçbir

zaman cesaret edememişti. Ne olduğunu anlayamadığı bir sürü yabansı

yaratıklar varmış da yaklaşacak olursa kollarını uzatıp kendisini

yutacaklarmış sanırdı. (…) Odaları, bu bahçenin bir kenarını meydana

getiren yıkık yerin alt katındaydı. Yıkık derin dehlizleri, uzun avluları,

86

büyük avluları; rüzgârın başıboş dolaştığı yer olmuş; karanlıklarla

ürpertiler, buralarda yuva kurmuştu.” (Fġ: 56-57)

Anlatıcı, Saniha‟nın çocukluğuna dair izlenimleri aktarırken onu derinden

etkilediğini ifade ettiği bahçeyi bilinmezlik imgeleriyle donatarak anlatımı

zenginleĢtirir. Dehlizlerin yıkık ve derin; mahzenin ise sık ağaçlar ve mağara ile

eĢleĢtirilmesi çocuğun algısında yer altına iliĢkin korkuların ne denli yer tuttuğunu

ortaya koyar. YetiĢkin bireylerin daha sağlıklı bir Ģekilde tasvir edebileceği bahçe

örneğinde ilk çocukluk döneminin korkularının nasıl farklılık gösterebileceği dile

getirilir. Bir bakıma psikolojik alt yapısı olan bahçe örneğinde, ileride kırılgan bir

yapıya sahip olacak olan Saniha‟nın geçmiĢi yatar. Bununla beraber Saniha‟nın

çocuk gözüyle mekânı algılama biçimi en alt düzeyde korku ile iliĢkilendirilir.

Anlatıcının mekânın etkisini arttırmak amacıyla hayali ve bir bakıma masalımsı

öğelerden faydalandığı anlaĢılır. Böylece açık ve geniĢ sayılabilecek bahçeden,

korkunun kaynağı olan dehliz ve mahzen benzetmeli bir mekân oluĢturan anlatıcı,

mekânsal dönüĢüm gerçekleĢtirir.

Aşk-ı Memnu‟da Bihter‟in Behlül‟ün yanına giderken geçtiği mekânın korku

ile iliĢkilendirilmesi dehliz sayesinde olmuĢtur:

“… Odasının anahtarını beraber almış idi, kapıyı dışarıdan kilitledi;

işitilmediğinden emin idi. Dehlizi geçtikten sonra artık hiçbir korkuya mahal

yoktu; sofada, merdivenlerde, aşağı katta görülmek, ne işitilmek mümkündü.

Dehlizde bir tesadüf ihtimaline karşı bir cevap hazırlamıştı.” (AġK: 286)

Aşk-ı Memnu’da, sır boyutunda anlam derinliğine sahip olan diğer bir metin

parçası da Nihal’in istikbaline dair bazı tahmini durumların karanlık mekânlarla

eĢleĢtirildiği Ģu paragrafta yer alır:

“… Sema, kızına ağlayan bir anne matemiyle ağır ağır, yavaş yavaş,

gözyaşlarını serperken mezarında, ruhunda bunları içecekti, (…) sonra kim

bilir, belki mezarların karanlık yollarından, o toprakların altında muhtefi

siyah dehlizlerden bir ölü, annesi beyaz kefenleriyle sürüklene sürüklene

tırnaklarıyla toprakları deşe deşe yol açacak, (….)” (AġK: 321)

87

Bireyin hayatından ümitsiz olduğunu gösteren yukarıdaki paragrafta, dikkat

çeken iki nokta vardır.

a) Ġkilemeler vasıtasıyla mekânda dinginlik ve derinlik sağlanmıĢtır. Dört

ikilemenin kullanıldığı metinde, okuyucuyu mekânda gezdirme amacı hissedilir.

b) Nihal‟in hayatının karanlığına vurgu yapan ifadeler yeryüzüyle değil yer

altına ait mekânlarla ilgilidir. Mezarların karanlık yolları, muhtefî siyah dehlizler,

beyaz kefen, tırnaklarıyla toprağı deşmek ifadeleri mekânda birliği sağlamaya

yöneliktir. Nihal’in yalıdaki konumuna dikkat edildiğinde kendisini dıĢlanmıĢ

hisseden, annesini kaybetmiĢ ve babasından bile tam anlamıyla medet ummayan

kırılgan bir görüntü ile karĢılaĢılır. Dolayısıyla kırılgan olan Nihal, bir engelle

karĢılaĢtığı zaman annesinin hatırasını sığınak olarak görür. Tek dayanak noktası

olan annesinin ölmüĢ olması, Nihal‟in duygularını annesinin mezarına yönlendirir.

Sonuç olarak anlatıcının mezar ve dehliz merkezli sunmuĢ olduğu mekân sayesinde,

yaĢamsal olmayan bir mekândan hayata dair izler çıkardığı sonucu elde edilir.

Dehlizin darlıkla, korku, endiĢe ve hayali unsurlarla özdeĢleĢtirildiği diğer bir

örnek ise Mai ve Siyah romanındadır. Romanın kötü talihli kahramanlarından Raci

Efendi‟nin, iĢten çıkarılacağı haberi üzerine girdiği bunalım mekânsal alana taĢınarak

bireyin sıkıntısının daha da arttığı görülür:

“Yemek odasından çıktı, arkadaşlarına iltihak etmek üzere bahçeye

çıkan kapıya teveccüh etti. Burası buzlu karpuzu arasından donuk bir ziya

saçan bir kandil ile hafifçe tenvir edilmiş dar bir dehliz idi. Geçerken

dehlizin bahçe kapısına yakın bir yerinden mütelaşi bir kumaş hışıltısı işitti,

kendisini zapt edemeyerek gözlerini çevirdi; o vakit ufak ve muhteriz bir

kahkaha ile beyaz bir gölgenin yanından hemen sürünerek silinip geçtiğini

fark etti. Şimdi ilerleyemiyor, dizleri titriyordu.” (MS: 264)

Anlatıcı, olayın kiĢi üzerindeki tesirini her zaman doğrudan vermez. Gerek

mekân gerekse de zaman ve diğer unsurlardan yararlanarak olayın kahramanın

ruhundaki izini derinleĢtirme çabası içine girer. Raci Efendi‟nin istenmeyen bir

yaĢam tarzına sahip olması ve iĢten atılacağı duyumu, öngörülmesi mümkün olan bir

88

gerginlik zemini hazırlar. Ancak anlatıcı bu gerginliği bireyin iç âleminde

oluĢturmak için mekândan faydalanır. Böylece anlatımda derinlik sağlanırken iç

âlemin dıĢ dünya ile olan benzerliği dile getirilir. Raci‟nin içinde bulunduğu dar

dehliz, kendi hayatının bir parçasıdır ve özdeĢleĢtirme yoluyla mekân-birey iliĢkisini

tesis eder.

3.2.1.2. Mezar ve Mezarlık

Servet-i Fünûn romanlarında, konu itibariyle aĢk önemli bir yer tutar. Ancak

iĢlenen aĢk çoğu zaman hüzünlü neticelerle sonlanan ölümcül bir aĢktır. Özellikle

Halit Ziya‟nın romanlarında belirgin olmak üzere roman sonlarında ölüm vakası ve

bunu takiben mezar ve mezarlık görüntülerine rastlanır. Mezar, Servet-i Fünûn

romanlarında ruhsal durumu yansıtan mekânların en açık örneği olarak yer alır.

Anlatıcının mezarı mekân olarak sunduğu zamanki baĢarısı; onun kahramanı tahlil

etmedeki yeteneğini de ortaya koyar. Bu nedenle anlatıcının, roman kahramanına hiç

müdahil olamayacağı bir mekânda yer edinme Ģansı tanıması; derinliğin üst seviyeye

çıkmasına imkân verir. Mezar, mekân anlamında karmaĢık bir yapıya sahiptir.

Gerçek fonksiyonunun dıĢında, benzetme yoluyla kiĢinin kendisini mezardaymıĢ gibi

hissetmesi mezara düĢsel bir özellik de kazandırır.

Mezar, Servet-i Fünûn romanlarında farklı biçimlerde yer alır. Özellikle

benzetmeler yoluyla, hayatın mezarlığa benzetilmesine birkaç romanda rastlanır.

Gerçek anlamda mezara ise daha çok Halit Ziya‟nın romanlarında yer verilir. Mai ve

Siyah‟ın sonlarında yer alan mezara iliĢkin metin parçasında ölüm olayı ve ölünün

mekânı olan mezarın diride bıraktığı etki açık bir Ģekilde gösterilir.

Mai ve Siyah‟ta Ahmet Cemil, kız kardeĢi Ġkbal‟in ölümüyle birlikte art arda

gelen felaketlerin en büyüğünü yaĢar. Ġkbal‟in ölümü romanda yer aldığı Ģekliyle

Ahmet Cemil için imkânsız görünürken daha doğrusu Ahmet Cemil, Ġkbal için çok

mutlu bir yuvanın düĢünü kurarken gelen ölüm; onu derinden sarsarak ölüm ile ilgili

bir takım saplantılara yol açar. Anlatıcı, Ġkbal‟in defnedilme sahnesini ayrıntılarıyla

89

verir. Bu Ģekilde, Ahmet Cemil‟in her ayrıntıya vereceği içsel tepkinin kestirilme

olanağı ortaya çıkar. Söz konusu defin iĢlemi ve mezar romanda Ģöyle ifade edilir:

“… Mezarcılar yekdiğeriyle konuşarak, kazmanın ucuna tesadüf

etmiş gömülü eski bir mezar taşı parçasının çıkarılması için çare düşünerek

çalışıyorlar; bir ağacın dibinde mahallenin bekçisi iri gümüş saatini

çıkararak geç kaldığına canı sıkılmış gibi bakıyor; mezarlar üzerinde, duvar

kenarlarında, ötede beride yirmişer para sadaka alabilmek için duran kadın,

ihtiyar, çocuk, sakat ve sağlam dilenci güruhu sabırsızlanarak bekleşiyor,

…(…) O bunlardan artık tahammül edilmez bir üzüntü duyuyor, bütün bu

gördüklerine, kendi matemine karşı bir tahkir gibi ciğerleri yırtılarak

bakıyordu. (…) Kapağın baş tarafını testerenin asabı tahriş eden dişleri

keserken Ahmet Cemil karnına basıyor, bu sesi işitmekten tevellüt eden azabı

tazyik etmek istiyordu. Fakat sonra kabrin üstüne atılan topraklar şişerek

kardeşinin şu ebedi makarrı gözlerinin önünde yükseldiği zaman birden

bütün acıların taştı; o vücudu bırakmamak, şu toprakların gaspından almak

isteyen bir his ile iki adım attı.” (MS: 342-343)

Ġçinde tasvirî anlatımın da kullanıldığı mezarlık sahnesinde dikkat çeken en

önemli hususlardan biri de mekânın göreliği konusudur. Metnin ayrıntılarında saklı

olan bu görelik; etkinin yönünü tayin eder. Defin iĢlemine katılanlar Ahmet Cemil ve

diğerleri olmak üzere iki kısma ayrılabilir. Ahmet Cemil‟in dıĢında kalanlar

cenazenin kendilerini ilgilendiren maddi yönüyle alakadar oldukları için dıĢ çevre

olarak tarif edilebilirler. Dilenci parasını almak için, bekçi vazifesini yapmak için,

mezarı kazanlar, defnedenler de aynı Ģekilde görevlerini yerine getirmek için

mezarlıkta bulunurlar. Bunların ölüye karĢı olan duyguları çok daha yüzeysel ve

mecburi görünür. Ahmet Cemil ise olayın odağındadır. DıĢ çevredeki hareketlerin

tamamı kendisine anlamsız gelen hatta ona eziyet veren bir nitelik taĢır. Ahmet

Cemil tamamen mezara dolayısıyla ölüye, ölüme odaklanmıĢ görünür. Bu durum

mekânın göreliğinden kaynaklanır ve Ahmet Cemil dıĢında hiç kimsenin acının

merkezinde yer almaması sonucunu verir. Dolayısıyla nesnel çevre ile algılanan

çevre arasında önemli bir fark bulunur. Bu fark algılamanın kiĢilik, etnik köken ve

hatta o andaki mizaç durumuna göre değiĢmesidir. (Göregenli, 2010: 21) Ahmet

Cemil için de algılanan çevre, nesnel çevreden ve çevredeki diğer algılamalardan

farklıdır.

90

Romanın ilerleyen bölümlerinde Ahmet Cemil, Ġkbal‟i ziyarete gittiği zaman

birtakım düĢüncelerle boğuĢur. Romanın bu bölümünde mezar, sadece Ġkbal‟in

içinde bulunduğu yer olmaktan çıkar aynı zamanda hayat ile ölüm arasındaki

çeliĢkilerin somutlaĢtığı bir yer haline gelir:

“… İkbal’in henüz taşı dikilmemiş, belki henüz toprağı kurumamış

kabri büsbütün ölmemiş bir hasta yatağı gibi şifaya muntazır mütereddit bir

eda ile uzanmış yatmıştı. Birer yeşil sütun gibi uzanan iki servinin fevkinde

süzülerek, elenerek muhteriz, güya bu loş sükûn köşesine bir hayat

tebessümü yollamaktan utanarak, perişan güneş kırıntıları toprakların siyah

râtıp rengine dökülmüş rengine dökülmüş, güya bu mahrum gençlik

yatağının üzerine pullu bir tesliyet sütresi çekmek istemişti. Ahmet Cemil

orada durdu. Şimdi gözerinin önünde bu kabir açılıyor, İkbal başını

kaldırıyor; ona daha yaşları kurumamış, hala mağmum gözleriyle gülmeye

çalışarak-o son nazarı ile bir defa tebessüm yollayarak- bakıyordu.” (MS:

372-373)

Karanfil ve Yasemin‟in sonunda yer alan mezarlık manzarası, düğüm

noktalarındaki çözümün en belirgin hissedildiği mekân olarak ifade edilebilir.

Buradaki mezar daha çok piĢmanlığı temsil eden bir görüntüye sahiptir:

“Öbür gün akşama doğru Karacaahmet’in bir köşesinde, etrafı

kaplamış kalın kar tabakası üstünde yığılmış siyah topraklardan pek taze

olduğu anlaşılan bir mezar üstünde Samim, sır’a halinde kıvranıyor ve

boğuk bir feryat ile: “Pervin! Pervin!” diye inliyor ve bu anın harap ve

pejmurde mezarlığın derin ve nalân amakında matemengiz akislerle

büyüyordu.” (KY: 350)

Pervin, son nefesini vermek üzere iken Samim dayanılmaz bir piĢmanlık

yaĢamaya baĢlar ve elinden kayıp giden elin bir daha geri gelmeyeceğinin bilincine

varır. Daha önce aldattığı kadının ölümünden kendisini sorumlu tutacağı muhtemel

olan Samim, bir sonraki paragrafta mezarlıkta feryat ederken görülür ve mezarlık

Samim‟in ruhu için en etkili azap yolu olarak iĢlevselleĢtirilir.

Yukarıdaki örnekte Samim’in matemini arttıran tek etken mezarlık değildir.

Mezarlık ölümü hatırlatan açık bir gösterge olmakla birlikte mezarlığın tasvirinde

kullanılan diğer ifadeler de dikkat çekicidir. Mesela kefeni hatırlatması itibariyle

91

toprağın üstüne kalınca örten kar, kar yağıĢının meydana getirmiĢ olduğu soğuk ve

mateme vurgu yapan siyah toprak, kasvetli ortamın tesirini arttırırlar. Bunun yanı sıra

mevsimsel canlılığın sona erdiğinin iĢareti olarak kabul edilebilecek olan kar, ölümle

ilgili çağrıĢımların roman karakterinin dünyasında yer almasını sağlar.

3.2.1.3. Oda

Evin veya özel amaçlarla kullanılan bir mekânın, farklı yaĢam koĢullarını

karĢılaması amacıyla sosyal veya bireysel amaçlar için ayrıldığı bölmelerden her biri

oda tanımının içine dâhil olur. Ġlk bakıĢta çevresel bir mekân olarak algılanabilen

oda, kiĢilerin kendilerini bulma yolunda icra ettikleri zihinsel ve duygusal

faaliyetlerin merkezi olarak düĢünüldüğünde ruhsal durumu yansıtan bir mekân

haline gelir. Oda, çoğunlukla kiĢiye özel bir mekân birimi olarak kabul edilir. Odanın

aynı mekân içerisindeki ayırıcı özelliği çok katmanlı bir ayırma düzeneğinin

parçasıdır. DıĢ dünyadan ayırma görevini gören ev kendi içinde de ayrıĢmaya ihtiyaç

duyar. GeniĢ bir alanda evin özelleĢebilmesi ve kiĢisel arzuların hayallerin ve

fantezilerin yaĢama Ģansı bulabilmesi için fiziksel olarak diğerleriyle temasın

kesilebileceği odalara ihtiyaç vardır.

Odanın en önemli iĢlevlerinden biri, kiĢisel mahremiyeti sağlamaktır.

Herhangi bir dıĢ baskıdan kurtulmak veya dıĢ uyaranların rahatsız edici varlığından

uzaklaĢmak ve iç dinamikleriyle yüzleĢmesi için, bireyin, kendi enerjisinin dıĢında

baĢka bir canlı oluĢumun bulunmadığı mekânlara yönelmesi söz konusu olabilir.

Eğer geniĢ bir ailenin yaĢadığı evden bahsediliyorsa odanın ehemmiyeti daha da

artar. Böyle durumlarda yalnız kalmanın sigortası olarak görülebilecek olan oda, dıĢ

dünyadan ayrı bir iç dünya kurulmasına ve hayal gücünün nitelikli biçimde

kullanılmasına olanak sağlar.

Oda, kaçma arzusuna mekân yönünden kaynaklık eden özel bir alandır. Evde

yaĢayan bireyin çatıĢma, stres, korku, kaygı gibi durumlarda kaçacağı ilk yerlerden

biri odadır. Üzerinde var olan kaygıyı gidermeye çalıĢan roman karakteri, arkadaĢı

92

olduğu odası sayesinde rahatlamaya çalıĢır. Özellikle çatıĢma ve yoğun kaygı

durumlarında bireyin odasına çekilerek iç monolog yöntemi ile konuĢturulması

Servet-i Fünûn romanlarında dikkat çeken bir noktadır. Odaya kaçıĢla birlikte roman

karakteri dıĢsal tepkilerden geçici de olsa korunma fırsatı bulur.

Oda, Servet-i Fünûn romanlarında en yaygın kullanılan mekânlardandır.

Özellikle Halit Ziya‟nın romanlarında odanın karakter çözümleme aracı olarak görev

yaptığı görülür. Halit Ziya‟nın romanlarında yer alan Bihter, Nihal, Hacer, Ahmet

Cemil, Ġsmail Tayfur, Nemide gibi önemli karakterlerin oda ile bütünleĢtikleri ve dıĢ

dünyalarının yanında odaları sayesinde bir iç dünya kurduklarına Ģahit olunur. Ferdi

ve Şürekâsı’nda gelin odası, Aşk-ı Memnu‟daki Bihter‟in yatak odası gibi doğrudan

Ģahsa atfedilen mekânlar, karakterlerin çözümlenmesine birinci derecede yardımcı

olur. Aynı Ģekilde Mai ve Siyah’ta, Ahmet Cemil için oda bağlamında doğrudan

doğruya bir vurgu vardır.

Oda-birey iliĢkisinin yanı sıra oda-ölüm birlikteliği de Servet-i Fünûn

romanlarında önemlidir. Karanfil ve Yasemin, Kırık Hayatlar, Nemide, Bir Ölünün

Defteri gibi romanlarda odanın kapalılığından faydalanılarak ölüm hadisesine olan

vurgu belirginleĢtirilir. Ölü odası olarak nitelendirilebilecek tasvirler, ölümün diğer

Ģahıslar üzerindeki etkisini gösterme vazifesini üstlenir.

3.2.1.3.1. Karakterle BütünleĢen Oda

Servet-i Fünûn romanlarında, bazı karakterlerin odalarıyla özdeĢleĢtirildiği

görülür. Bu durum genellikle romanların baĢkahramanlarında kendisini gösterir.

Odanın bir karakterle bütünleĢtirilmesi, insan-mekân iliĢkisinin önemini

göstermesinin yanı sıra mekânda içselleştirme kavramını da beraberinde getirir.

Mekânın içselleĢtirilmesi bir çeĢit uyum sağlamadır. Roman kiĢisinin mekânla birinci

derecede eĢleĢtirilmesi sonucunda bir bütün olarak mekân ve birey arasında pozitif

yönde güçlü bir iliĢki geliĢir. Bir bakıma mekân ve birey özdeĢleĢtirilmiĢ olur.

AĢağıda Ferdi ve Şürekâsı romanından alıntılanan örnekten de anlaĢılacağı üzere

93

bireyin ev içinde ev olarak gördüğü oda, mekânın özel bir biçimde yaĢanmasına

imkân tanır.

“Hacer, bu büyük evin tek sahibiydi; her yer, her oda, her köşe

Hacer’e aitti; Ama Hacer’in bir odası vardı ki bu, evin her yerinden çok

kendisinindi. Sıkıldığı, kendisini yalnızlığa muhtaç gördüğü zamanlar,

“Artık evime gidiyorum” dediği yer de burası, bu yatak odasıydı. Genç

kızların yaşamlarında yatak odası, kutsal bir hayal tapınağı gibidir.

Hayallerin, o altın kanatlı şiir yuvası, yatak odasıdır. Yatak odası; öylesine

saf, öylesine duygulu; öylesine ince hayallere, emellere sığınak olmuş bir

yerdir ki, merak düşüncesi bile oraya girmeğe cesaret edemez, o gençlik

hayalleri barınağına sokulmaktan kaçınır.” (Fġ: 31)

Mekân içinde mekâna yer verilen yukarıdaki parçada, odanın kızlara

özgülüğünden de bahsedilir. Bu durum, genç kızların yaşamlarında yatak odası,

kutsal bir hayal tapınağı gibidir ifadesiyle açık bir Ģekilde ortaya konur. Anlatıcı söz

konusu paragrafta kademeli olarak odanın genç bir kız için önem ve gizlilik

derecesine vurgu yapar. Odanın kız cinsiyle eĢleĢtirilmesi sıradan bir durum değildir.

KiĢinin kendisini temsil edecek sahiplenilmiĢ bir mekân oluĢturması bir sürecin

ürünüdür. (Schick, 2001: 8) Odanın kız cinsine tahsis edilmesi baĢta toplumsal

bilincin ön planda yer aldığı, farklı etkenlerin bir araya gelmesinden oluĢmuĢ bir

düĢünüĢtür.

Öte yandan anlatıcı, Hacer‟in odasına verdiği değerin anlaĢılabilmesi

amacıyla mekân içinde mekâna yer verme yöntemini kullanır. Tümüyle sahip olduğu

bir evin varlığına rağmen Hacer, odasına girdiği zaman Artık evime gidiyorum

söylemiyle, odanın evin özünü barındırdığına dair iĢaretlerin varlığını hatırlatır.

Çünkü daha önce de ifade edildiği gibi ev temel anlamda bireyin sığınma, barınma,

farklılaĢma yeridir. Oda ise evin minimize edilmiĢ bölümüdür. Bu durumda dıĢtan

içe doğru olan duygu ve düĢünce akıĢının, odayı anlam yoğunluğu açısından küçük

bir ev haline getirdiği söylenebilir. Netice itibariyle, Hacer‟i odasına bağlayan asıl

neden odanın fiziksel varlığı değil, taĢıdığı anlamdır.

94

Hacer, genç bir kız olmasından ötürü mekâna ait birçok düĢüncesinde hayali

unsurları barındırır ve kendince idealize edilmiĢ bir mekân olan oda ile eĢleĢtirilir.

Buna karĢılık Hacer’in sevdiği ve evleneceği kiĢi olan Ġsmail Tayfur ise maddi

bakımdan çok daha sade ve fakir bir odaya sahiptir. Ġsmail Tayfur‟un odaya

yüklediği anlamlar yüzeysellikten çıkmıĢ haldedir. Onun odaya iliĢkin fikirleri felsefi

düzeydedir:

“Odası, ucu bucağı bulunmayan dünyanın küçük, molekül kadar

önemi olmayan bir parçasıdır ki, Ġsmail Tayfur’un payına düşmüştür. Bu

oda, bütünüyle kendisinin, yalnız kendisinindir. (…) Bu oda, bu minimini

duygular sığınağı, bir düşünceler dünyasıdır ki, her parçası beyninde türlü

türlü tepkiler yaratır.” (Fġ: 50-52)

Ġsmail Tayfur‟un odasına bakıĢ açısının kanaatkâr bir tarzda olduğu

görülmektedir. Odasını bütünüyle kanıksayan Ġsmail Tayfur, bu yönüyle mekânla

barıĢık bir görüntü içerisindedir. Ġsmail Tayfur‟un odası, iĢlevselliği yüksek bir

mekândır. Ġsmail Tayfur için baĢta barınma, dinlenme olmak üzere duygusal ve

zihinsel faaliyetlerin de merkezi olan oda, ona mekânda aidiyet duygusunu tattıran

unsur olarak romanda yer alır.

Mai ve Siyah‟ın Ahmet Cemil‟i de Ġsmail Tayfur gibi odasına kuvvetli bir

biçimde bağlıdır. Yalnız Ġsmail Tayfur’dan farklı olarak Ahmet Cemil iki aĢk

arasında kalma lüksüne ve zengin bir kayınpedere damat olma Ģansına sahip olan biri

değildir. Ahmet Cemil, sosyal meselelerinde ve iç âlemindeki meselelerde genellikle

ideal sahibi, iddialı fakat mağlup olmuĢ bir gençtir. Bu noktadan bakıldığında Ahmet

Cemil‟in odasına iliĢkin aidiyet algısının daha duygusal olduğu savunulabilir. Ancak

yine de Ahmet Cemil ve Ġsmail Tayfur‟un odaya değer verme açısından eĢdeğer

düzeyde kiĢiler olduğu söylenebilir. Buna en önemli kanıt olarak kız kardeĢi Ġkbal

öldükten ve hayalleri doğrultusunda yapmak istediklerinin birçoğu hüsranla

sonuçlandıktan sonra Ahmet Cemil‟in büsbütün içine kapanmak istemesi ve

maddesel bağlamda sadece odasını kendisine en yakın arkadaĢ görmesi gösterilebilir.

AĢağıda alıntılanan metinde görüleceği üzere Ahmet Cemil‟in bir takım duyguları

95

Ġsmail Tayfur‟a tamamen benzemekle birlikte; tüm öğelerin katılımıyla birlikte daha

fazla içselleĢtirilmiĢ bir oda portresi ile karĢılaĢılır:

“Odasında büsbütün yalnız kalmak, yalnızlığından emin olmak için

kapısını sürmeledikten sonra bütün burada hissiyatına mahrem olan şeylere,

arkadaş resimlerine, kitaplara, mütebessim bakıyor gibi duran mektepte

yapılmış levhalara baktı; “Bugün sizin tesliyetinizin kollarına başka bir

ıstırap ile geliyorum, bana her vakitten ziyade gülünüz.” demek isteyen

merhamet arayan şaşırmış gözlerle baktı. Bu odacık, bu mini mini köşecik,

onun, yalnız onun idi. Burada ne utanılacak yabancılar, ne sıkılacak

arkadaşlar vardı; burada yalnız kendisinin hayalinden başka bir şey yoktu.”

(MS: 379)

Mai ve Siyah‟ta mekânın karakterle bütünleĢtiği en bariz mekân

örneklerinden olan yukarıdaki metinde, odadaki nesnelerin karakteri tamamlar

nitelikte olduğu görülür. Daha önce Bir Mahremiyet Alanı Olarak Evin Anlam

Dünyası baĢlığı altında izah edildiği gibi kapı ve kapının sürgüsü bir çeĢit uyarıcı

vazifesi görür. Metinde yer alan kapının sürmelenmesi, bireyin içinde yer aldığı

mekânı dıĢ dünyadan soyutlamak, deyim yerindeyse dıĢ dünyaya sırt çevirmekle

eĢdeğer olarak kabul edilebilir. Aynı Ģekilde odadaki eĢyalar da dıĢ dünyadaki

nesnelerin yerini almakla beraber, bireysel kullanım ve geçmiĢteki kullanım

iliĢkisinden gelen yakınlık sayesinde, Ahmet Cemil‟le bütünleĢmiĢ görünür.

Resimler görsel bakımdan, kitaplar zihinsel açıdan levhalar da geçmiĢin belleğe

getirilmesi yönünden odanın Ahmet Cemil‟le olan bağını kuvvetleĢtirir. Dahası

eĢyalar her zamanki halleriyle değil Ahmet Cemil‟in içinde bulunduğu drama uygun

olarak onunla duygudaĢmıĢ gibi görünür. Dolayısıyla oda ve odadaki nesneler genel

bir tabir ile Ahmet Cemil‟in ruh hali doğrultusunda apayrı bir anlama bürünür.

Ahmet Cemil‟in odayla ilgili algıları sadece yukarıdaki örnekle sınırlı

değildir. Ahmet Cemil‟in olaylar karĢısında zayıf kalması ve güçsüz hali onun

mekâna sığınmasını tetikler. Ahmet Cemil Vezneciler semtine ders vermeye gittiği

sıralarda, dönüĢte anlatıcı tarafından kendisine atfedilen Ģu cümle onun hayat ve

mekân karĢısındaki çaresizliğini daha doğrusu öğrenilmiş çaresizliğini ortaya koyar:

96

“… Ahmet Cemil hafif bir selamla ayrılır, titreyerek anahtarı

sokar, çamurlu lastikleriyle paltosunu hemen taşlığa atar, odasına çıkar,

ıslak esvaplarını öteye beriye iliştirir, hayatta kendisine mukadder tek

dinlenecek yeri olan yatağına girer.” (MS: 103)

Oda; sadece yalnız kalmak, mahremi yaĢamak, içine kapanmak gibi

iĢlevlerin mekânı değildir. Mekân, bunların yanı sıra korku, endiĢe, telaĢ, kaygı gibi

duygulara da kaynaklık edebilecek iĢleve sahiptir. Odanın dört yanı duvarla çevrili

bir mekân olması, bireyleri baskı altına alabilecek bir niteliktir. Kapalılığa ek olarak

ses, ıĢık ve belirsiz hareketlerin de etkisiyle bireylerin gözünde odanın Ģekli

değiĢebilir. Hafif bir mum ıĢığı ile aydınlatılmıĢ büyük bir odanın, insanlar

üzerindeki etkisi beklenenden çok farklı olabilir. Odanın kapalılığı içerisinde

hayaletleĢen karakterler Ģeklinde beliren roman kiĢileri bu süreci aniden yaĢamazlar.

KiĢinin mekâna giriĢ yapmadan önce karĢılaĢtığı olaylar, onu etkileyen durumlar,

hayal kırıklıkları, ihanetler ve ölüm gibi nedenlerin etkisi ile oluĢan ruh hali çoğu

zaman anlatıcı tarafından sezdirilmeye çalıĢılır. Böylece mekân-insan iliĢkisinin tek

boyutlu olmadığı görülür. Söz konusu açıklamalar bir sıraya konacak olursa Ģöyle bir

görüntü ortaya çıkar:

ġekil 2. Mekân-Ġnsan ĠliĢkisi Açısından Mai ve Siyah’ta Oda

97

Odanın etkin olduğu baĢka bir metin parçası Aşk-ı Memnu‟da yer alır. Aşk-ı

Memnu‟da, Bihter‟in yatak odası mahremiyeti arttırılmıĢ biçimde okuyucuya

sunulur:

“Odasına çıktı, burası karanlıktı. Yavaş yavaş, güya bu sükûn

hücresinde uyuyan mahremiyeti uyandırmaktan ihtiraz eden hafif adımlarla

ilerledi. (…) Karanlıkta aynanın önünden geçerken beyaz bir bulut

müphemiyetiyle kendi gölgesini gördü. (…) Her şeyden evvel pencereyi

kapamak, sonra, karanlıkta, büsbütün karanlıkta, hemen o haliyle kendisini

halının üstüne atarak, bilinemez nasıl bir yorgunluktan dinlenmek istiyordu.

İstiyordu ki buraya şu gecenin nefesinden bir parça bile girmesin.(…)

Hâlbuki öyle bir yalnızlık istiyordu ki rüyasız bir uykuya benzesin. (…)

Yalnız!.. Yalnız!.. Hatta işte şimdi kendisinden de korkuyor, kendisini

görürse, evet, bu karanlıkta kalmak isteyen kadın, Bihter’le karşı karşıya

gelirse bir tehlike vücuda gelecek…” (AġK: 197-198)

Bihter, zenginliğe ulaĢma, ihtiĢamı elde etme, itibar kazanma gibi kaygıların

sonucu olarak Adnan Bey‟le evlenmeyi kabul etmiĢ ve Melih Bey‟in yalısının

efendisi olmuĢsa da, zaman içerisinde duygularını tatmin edemeyeceği sonucuna

vararak çatıĢma içerisine girer. Yalının bütün ihtiĢamı kendisini cezp ederken, Adnan

Bey‟in, duygularını tatmin etme potansiyelinde olmadığına dair inancı Bihter‟i yalnız

kalmaya iter. Bihter hayatını çift yönlü sorgularken genellikle yatak odasını tercih

eder. Daha doğru bir söylemle yatak odası, Bihter için kurtuluĢ vazifesi görür. Aşk-ı

Memnu’da mekânın bireyselleĢtiğini gösteren yatak odası, Hacer‟in odasından farklı

olarak tozpembe hülyaların aĢıldığı ve bireyin saklı kalmıĢ duygularının açığa

vurulduğu bir mekân olarak ön plana çıkar. Özellikle Bihter‟le beraber cinsel

çağrıĢımlara meydan verecek Ģu ifadelerin kullanılması bunu teyit eder:

“… Böyle, rüzgârın bu buseleriyle ihata edildikçe, daha ziyade

açılmak, daha ziyade öpülmek istiyordu. (…) Daha ziyade soyunmak, bu

havaya, onun buselerine nefsini teslim etmek, vücudunu bütün çıplaklığıyla

vermek istiyordu.” (AġK: 200)

Bihter, yuvasını sağlam temellere oturtamadığından evliliğinden istediği

hazzı alamaz. Her ne kadar maddi bakımdan üstün olsa da duygusal zemindeki

fakirliği Bihter‟i bir takım arayıĢlara sevk eder. Aşk-ı Memnu‟da yatak odası veya

oda, bu tip arayıĢların fikirsel alt yapısının oluĢturulduğu mekân olarak okuyucunun

98

karĢısına çıkar. Aşk-ı Memnu‟da oda, Behlül ve Bihter‟in yasak aĢklarının cereyan

ettiği yer olarak da yer alır. Mahremiyet ve ihanet duygularının birlikte yer aldığı

kapalı odalardaki hava, hem Bihter‟i hem de Behlül‟ü birbirlerine çekecek düzeyde

ağırdır. Odanın kapalılığına arttıran unsurlar odadaki diğer nesnelerdir. Örneğin

Bihter‟le Behlül‟ün bir araya geldiği bir anda odanın genel görünümüne iliĢkin Ģu

ifadeler, Ģahısların mekânla olan kuvvetli beraberliklerini gösterir:

“Artık karanlıktı, Bihter bir söz söylemeyerek, şimdi fark

edilemeyen resimler hala elinde, bilinmez nasıl bir korku ile bir hareket

etmeye cesaret edemeyerek, duruyordu. Yalnız sobanın kapağında iki kırmızı

göz sönük, hemen büsbütün örtülecek bir nazarla onlara bakarak,

gülümsüyor gibiydi. Birden ikisi de titrediler; şurada, bu karanlık odanın

mahrem havasında, ikisi de aynı saniyede öyle bir şey hissettiler ki onları bir

kelime söylemekten, bir hareket etmekten ürkütüyordu.” (AġK: 240)

Yukarıdaki alıntıda dikkat çeken ve bireyi mekânla bütünleĢtiren iki önemli

etken bulunmaktadır.

a) Mekândaki Nesneler: Parçada odanın içindeki tüm nesneler açık bir

Ģekilde ifade edilmemesine rağmen soba, sobanın iki gözü ve sobanın içindeki ateĢ,

kapalı ve karanlık odadaki duygusal ve düĢünsel alana etki eder. Anlatıcının

benzetme ve kiĢileĢtirme yoluyla verdiği sobanın iki gözü, odada üçüncü bir kiĢinin

var olduğu izlenimini uyandırmasıyla Bihter ve Behlül‟de tedirginliğe yol açar.

b) Karanlık: Odada karanlık sayesinde mahremiyetin derecesi arttırılır. Aynı

odanın aydınlık ve güneĢli bir anında hissedilemeyecek duygular karanlık vasıtası ile

bireylere yansıtılır. Bu durumu sağlamada karanlığın kiĢilerin ilk tepkilerini örtbas

etmesi ve içtenlikle hareket etme kabiliyetini sağlamasının rolü de önemlidir.

Nemide, odanın karanlıkla bütünleĢtiği baĢka bir romandır. Nemide romanının

baĢkahramanı olan Nemide, babasına Nail‟den nefret ettiğini söyler ve ağlayarak

odasına çıkar. Odanın kapalı ve karanlık oluĢu ve Nemide‟nin duygularının odanın

fiziki yapısıyla uyumluluk göstermesi, Nemide‟yi, odada korkuyla yüzleĢtirir. Tabii

ki Nemide‟nin üzüntüsüne neden olan Nail ile aralarında meydana gelen tatsız bir

99

olaydır. Nemide‟nin babası bunu hissederek konuyu açtığı zaman genç kız

dayanamaz. Romanda belirtildiği gibi çok kırılgan bir yapıya sahip olan Nemide,

sığınma refleksinin en yakın mekânlarından olan odasına kaçar:

“Oda karanlıktı, Nemide adeta inliyordu. (…) Odanın içinde

matemî bir sükût, amîk bir zulmet hüküm sürüyordu. Kendisini o halde yalnız

görmekten korktu. Ayağa kalkarak, karanlık içinde ellerini yollayarak

yatağın yanındaki mumu buldu kibriti yaktı. (…) Nemide tahammül

edemediği bu zayıf ziyayı hafifletmek için gözlerini süzerek mumu aldı,

aynanın karşısına geçti, dirseğini mermerin üzerine dayayarak bir müddet

hazin hazin kendisini seyretti. Çehresinde müthiş bir sarılık vardı, kendi

manzarasından korktu.” (NMD: 100-101)

Nemide, Halit Ziya UĢaklıgil‟in karakter çözümlemesine en müsait

romanlarındandır. Roman baĢtan sona değin Nemide adlı genç, kırgın, nazik ve bir o

kadar da sevilmeye muhtaç bir kızın çevresinde geliĢen olaylar ve durumlardan

ibarettir. Bu sebeple Nemide, kiĢi olarak özel bir konuma sahiptir. Bu Ģahıs, Halit

Ziya‟nın diğer roman karakterlerinden farklı olarak duygusal sınırı ve davranıĢ

çerçevesi çizilmemiĢ olan birey görünümündedir.

Nemide, hem fiziksel hem de ruhsal olarak hasta bir karakter olarak

romanda yer alır. Nemide‟nin bu özelliği onun temasa geçtiği her türlü mekânı

normalin altında veya üstünde farklı bir değerlendirmeye tâbi tutmasını da

beraberinde getirir. Yukarıdaki örnekte de görüldüğü üzere Nemide‟nin ruhsal

bunalımı andıran vaziyeti, mekânın da etkisiyle kendisinden korkacak bir durumun

oluĢmasına sebebiyet verir.

Odanın Servet-i Fünûn romanlarındaki diğer bir konumu da gizlilik ve sır

üzerine kurulmuĢ olmasıdır. Odanın en önemli vurgu noktalarından biri gizliliktir.

Gizlilik, insanın merak duygusu ile doğrudan iliĢkilidir. Kapalı olan her mekân bireyi

az çok merak etmeye yönlendirir. Bu nedenle romanda oda-gizlilik ikilisine yer

vermek, merakla birlikte bilinmezliği de arttırır. Oda kapalı bir kutu gibi

düĢünülürse, içinde ne olduğuna dair tahmini düĢüncelerin sayısının az olmayacağı

100

öngörülebilir. Böyle bir durumda, ilgili kiĢinin ruhsal yönden kilitlenebileceği; bir

bakıma kapalı olan odaya odaklanacağı kuvvetli bir ihtimaldir.

Halit Ziya‟nın Kırık Hayatlar romanının hizmetçi kadın karakteri olan

Andelip Bacı, odası sayesinde çevredekilerin merakını üstüne çekmiĢtir. Andelip

Bacı evini kiraya verir ancak içinde ne sakladığı kiracılar ve mahallelice meçhul olan

odayı hariç tutar. Evi tutan her kiracıya bu odaya girmemelerini sıkı sıkı tembihleyen

Andelip Bacı, gözü gibi baktığı anahtarı sayesinde romanın kurgusu içinde bir anda

merak edilecek bir konuma yerleĢir. Her ne kadar basit bir tekniğe dayansa da

anlatıcının bu tavrı kiĢilerin mekân karĢısındaki ötelenmiĢ daha doğrusu gizli kalmıĢ

tepkilerini açığa çıkarması açısından önemlidir. Kırık Hayatlar’da, Andelip Bacı‟nın

odasının esrarı Ģu Ģekilde anlatılır:

“ … Anahtarı tekrar çıkararak artık kapıyı içeriden kilitler ve

burada saatlerce kalır. Orada ne yapar? Sık sık değişen kiracılardan hiçbiri

bu sırra vâkıf olamamıştı. (…) Kiracılar saatlerce süren bu ziyaret

esnasında yalnız derinden bir çan sesi işitirler. (…) Türlü müfrit

mübalağalarla, o gün mahallenin içinde bu söz büyüyerek yayılmıştı: Ne

dersiniz! Andelip Hanım’a?.. Odasına tılsım yaptırmış. Evvel de odasını

açarken kaparken hep bir şeyler okurmuş.” (KH: 554)

Anahtar, kapı ve odanın birlikte sunumundan kaynaklanan gizlilik, muğlâk

kalmıĢ odanın bir anda ön plana çıkmasına neden olur. Ġnsanlarda, kapalı mekânın

içine dair merakın bu denli yüksek olması ayrıntılarda gizlidir. Çünkü Andelip

Bacı‟nın odaya giriĢ ve çıkıĢı bir takım yan unsurlarla derinleĢtirilerek verilir. Bunlar

anahtar ve kapıdır. Anahtar ve kapının mutlaka korunması gerekli olan varlıklar için

yapılmıĢ olduklarından hareketle, her ikisine dair düĢüncelerin öteden beri sistemli

olduğu söylenebilir. Her görülen anahtarın ardından duyulan merak ve hayret

sistemli olan bu kolektif düĢüncenin ürünüdür. Korunmanın temel nesnelerinden olan

kapı ve anahtar, korunan için tehlike unsuru haline dönüĢebilir. Montaigne Ģöyle der:

“Korunmak saldırana, hem istek veriyor, hem de hak kazandırıyor: Her korunma

savaşçı bir kılığa girer ister istemez.” (2010: 21) Demek ki korunma aynı zamanda

baĢkasına karĢı bir direniĢtir. Gizemin varlığını sürdürmeye yönelik bir eylemdir.

101

Anahtar ve kapının varlığı kiĢiyi bir anlamda olumsuz etkiler. Çünkü ikisi

de ancak mülkiyeti altında bulundukları kiĢilerce kullanılabilir ve her ikisinin de ne

sakladıkları dıĢ çevrece meçhuldür. Bachelard, kilitli yerlerin meydana getirdiği

anlamı ifade ederken bilinçaltını da iĢin içine katarak Ģu tespiti yapar:

“Her kilit hırsıza çıkarılmış bir davettir. Kilit ruhsal bir eşiktir.

Meraklı biri için, işlerle süslenmiş bir kasa ne büyük bir meydan okumadır!

İşlenmiş bir kilit ne büyük bir karmaşıklıktır!” (1996: 103)

Netice itibariyle odadaki esrar, mekânın zihinlerde farklı Ģekillere

bürünmesine olanak sağlar. Bu Ģekilde mekândaki tekdüzelik giderilmiĢ olur.

3.2.1.3.2. Hasta ve Ölü Odası

Odaları tasnif ederken devamlı kullanılan ve artık güncel dile yerleĢmiĢ olan

yatak odası, çocuk odası gibi türlerin yanı sıra ölü odası ve hasta odası Ģeklinde bir

çeĢitlemeye de gidilebilir. Böylece farklı hislerin mekândaki yansımaları daha

belirgin olarak görülebilir. Söz gelimi ölüm, tüm insanlık için kabullenilmesi zor,

Ģahit olunması korku verici bir durumdur. Ölüm, hem birey hem de toplum

nazarında, hayatın normal iĢleyiĢini bir anda tersine çevirebilecek niteliktedir.

Ölümün bu denli güçlü bir etkiye sahip olması, onun insan üzerindeki etkilerinin de

çok güçlü olduğunun habercisidir. Aynı Ģekilde hastalık da zorlukla geçirilen bir

süreçtir. Ölüm kadar olmasa da hastalık coĢkun tavırların azalmasına, davranıĢlarda

durgunluğun artmasına ve ruhsal çöküntüye sebebiyet verir.

Ölümün tüm yönleriyle çok güçlü bir uyarıcı olduğu dikkate alındığında;

ölüm hadisesinin gerçekleĢtiği mekânın da sıradan bir mekân olmadığı ve ölümle

kaynaĢmıĢ olduğu ifade edilebilir. Ölüm, eğer açık bir mekânda gerçekleĢiyorsa

yapacağı etki daha az olabilir. Çünkü dıĢ çevre kiĢisel kullanım alanını tam anlamıyla

karĢılamadığından iz bırakma veya hatırasını bırakma gibi durumlar daha nadir

görülür. Örneğin, caddenin ortasında meydana gelen ölüm, kapalı mekândaki ölüme

göre bireylerde daha az etki oluĢturabilir. Çünkü caddede sürekli hareketin etkisiyle

102

ölüm olayının izleri daha kolay silinebilir. Aksine kapalı bir mekânda örneğin bir

odada vuku bulacak ölüm vakası, yakınında bulunan insanları derinden sarsacak

nitelikte olur. Dahası, ölüm, ev özelliği taĢıyan bir mekânda gerçekleĢiyorsa baskı

daha da artar.

Ölüm-mekân iliĢkisine geçmeden önce Servet-i Fünûn romanlarında ölüm

temasının kullanım sıklığına ve çeĢidine bakmak gerekir. Servet-i Fünûn romancıları

arasında ölümü en fazla iĢleyen yazar Halit Ziya UĢaklıgil‟dir. Halit Ziya‟nın

Nemide, Kırık Hayatlar, Mai ve Siyah, Aşk-ı Memnu, Ferdi ve Şürekâsı romanları

hep ölümle biter. Halit Ziya‟nın bu romanlarındaki ölüm, olay örgüsünün en önemli

noktalarından birini oluĢturur. Ferdi ve Şürekâsı‟nda kiĢinin cinnet halinde neler

yapabileceğini gözler önüne seren bir tabloyla verilen ölüm, Aşk-ı Memnu‟da sıra

dıĢı bir intihar ile Kırık Hayatlar‟da ise ölüm karĢısındaki çaresizliğin dile getirildiği

son derece duygusal bir üslupla verilir. Aynı Ģekilde Mai ve Siyah romanında

Ġkbal‟in ölümü de romanın önemli duraklarından birini oluĢturur. Halit Ziya dıĢında

ölüm temasını romanlarında iĢleyen diğer bir isim ise Mehmet Rauf‟tur. Mehmet

Rauf‟un Eylül‟ü tam olarak belli olmayan bir ölüm ile sona erer. Ancak Karanfil ve

Yasemin‟de Mehmet Rauf‟un ölümü baĢarılı bir Ģekilde sunduğu görülür. Adı geçen

romanın sonunda yer alan Pervin‟in ölümü, mekâna doğrudan etki eder.

İnsan-ölüm-oda üçlüsünün meydana getirdiği ruhsal duruma iĢaret etmesi

bakımından ilk olarak Kırık Hayatlar romanını ele alınabilir. Çünkü Kırık

Hayatlar‟ın son kısmının Leyla‟nın odadaki ölümünü anlatması; Ömer Behiç-Vedide

çiftinin daha önce üçüncü çocuk diye arzu ettikleri yuvadan geriye kalanın ne

olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Kocaman bir evin bir odasında sıkıĢan

ve kızlarının ölümünü seyreden anne ve babadan oluĢan metin, anlatıcının insanın

ölümle ve ölümün mekânla olan iliĢkini ortaya koyduğu kısımdır. Romanda, Ömer

Behiç-Vedide çiftinin, üzerine titredikleri kızları Leyla‟nın ölümü, anlatıcı tarafından

öylesine betimlenmektedir ki okuyucu da romana ortak olmakta ve Leyla‟nın ölüm

anı ile öldüğü mekân, okuyucunun hafızasında yer edecek denli içselleĢmektedir.

Anlatıcıdan, bu denli küçük yaĢtaki bir çocuğun ölümünü çok daha az ayrıntılarla

103

vermesi ve belki de sadece sezdirme yoluyla Leyla‟nın ölümünü haber vermesi

beklenebilirdi. Esasen Leyla‟nın romanın genelinde çok da önemli bir etkiye sahip

olmadığı ve olay örgüsü içerisinde silik bir konumda olduğu söylenebilir. Buna

rağmen Leyla‟nın ölümünün romanın sonunda tamamıyla yer etmesi ve sonucun bu

olay üzerine kurulmuĢ olması baĢka bir noktaya dikkat çekmek için içindir. Anlatıcı

romanın ilk bölümlerinde, Ömer Behiç-Vedide çiftinin mutlu bir yuva için

gösterdikleri çabayı ve her ikisi için de artık kutsal haline gelmiĢ bir mekân olan evi,

yoğun bir biçimde iĢler. Ancak Ömer Behiç, bu kutsalın dıĢına çıkarak baĢka

kadınlarla dost olur ve daha romanın baĢında üçüncü çocuk olarak nitelendirilen evin

huzurunu kaçırır. Burada Ģu tespite de yer vermek gerekir: Vedide de tıpkı Nemide

gibi kırılgan bir yapıya sahiptir. Vedide‟nin bu özelliği kızı Leyla‟da da görülür.

Anne-kızın kırılganlığı Leyla‟nın hastalığından ötürü daha da artar. Ömer Behiç,

üçüncü çocukları‟nın tehlikede olduğunu bilmesine rağmen yasak aĢkından

vazgeçmez. Böylece romanın sonunda Leyla‟nın hastalık sonucu ölümünün, romanın

sonucunu oluĢturmasına kaynaklık eder. Kısacası Leyla‟nın ölümü ile hem mekânsal

kayıplara hem de bir takım hataların yol açtığı felaketlerin, kahramanlar üzerindeki

etkisinin ağırlığına göndermelerde bulunulur.

Romanın sonlarında yer alan ve Leyla’nın ölümünü; canlı bir varlık olarak

insanın ölüm karĢısındaki mekânsal ve ruhsal çaresizliğini simgeleyen metin

parçaları Ģu Ģekildedir:

“Leyla’nın bir harhara ile, şimdi daha şikayetli, istimdatlı,

kendisini yutan bir tehlikenin korkunçluklarından reha bulmak isteyen

ruhundan hamle hamle bir kopma sesi vardı ve dakikadan dakikaya bir

mahuf kuyunun nihayetsiz derinliklerine indikçe daha acılaşan bir mana ile

kendisinin imdadına gelebilecek tek bir kuvvet olarak annesini çağırıyordu.

Anne! Anne!” (KH: 394)

Ömer Behiç ayağa kalkmıştı. Ta odanın bir köşesine kadar gitti,

omuzlarıyla duvara dayandı ve oradan, şimdi Leyla’nın ta yanında yatağın

üstüne kapanarak, çocuğunun mevcudiyeti derinliğinde müthiş haileyi

görmek için gözlerinin bütün kuvvetini nasb ederek çare arayan anaya

bakıyordu.” (KH: 395)

104

“O her feryadını salıverdikçe, odanın şimdi ölümün nefesiyle

titreyen havasına her anne sayhasını fırlattıkça Vedide artık vücudunu sakır

sakır titreyen bir yeisin izmihlaliyle: -Ne var, yavrum? Ne var canım?..

diyor…” (KH: 395)

Romanın aynı bölümlerinde Leyla‟nın çaresizliği ve ölümle sonlanacağı

muhtemel hastalığı karĢısında Vedide, mekânın da darlığı ve matemli havasından

dolayı cinnet geçirecek düzeye gelir. Daha sonra dar mekânlar baĢlığı altında

incelendiği üzere Vedide, tıpkı aklını yitirmiĢ biri gibi davranmaya baĢlayarak kendi

boğazını sıkmaya çalıĢır.

Odanın ölüme tanıklık ettiği anda, mekânda ani baĢkalaĢmaların meydana

gelmesi, kiĢi üzerindeki en önemli etkilerdendir. Nemide romanında, Nemide‟nin

annesinin vefatıyla odanın ve evin nasıl bir Ģekle büründüğü anlatılırken Nemide‟nin

babasının ruh hali gözler önüne serilir:

“Mevtin soğuk havasıyla dolan bu odadan genç adamı çıkardıkları

zaman bir derin kabustan çıkmış gibi efkarı tam bir atalete müstağrak idi.

(…) Odasına çıkardılar. Bîtap bir vücut gibi kendisini yatağının zerine attı,

arkası üstüne uzandı. Şedit bir raşe vücudunu sarsıyordu. Bütün ev; derin,

mâtemî bir sükûta müstağrak olmuştu. Herkes bir zıll bir hayal gibi

sedasızca dolaşıyor; bu evin havasında uçuşan ölüm rayihasına karşı

ihtiramkârane sükût ediyordu.” (NMD: 37)

Söz konusu örnekte kiĢi ile beraber mekânın aynı ruh haletine büründüğü

görülür. Bu durum kiĢinin o anki hâkim duygularının bir sonucu olarak oluĢur. Ġnsan,

çoğu zaman kendinde hâkim olan bir ruh halini çevreye aktarmak ve dıĢ dünyayı da

öyle görmek durumunda kalır. Nemide romanında eĢini kaybeden ġevket Bey,

mekânı hüznüne ortak etmiĢ görünür. Daha doğrusu hem üst hem de daha alt

düzlemde mekâna dönük iki yönlü bir yansıma söz konusudur.

a) Ölümün kendinden kaynaklanan; kiĢide hayatın sona ermesi, nesneleĢme,

matlaĢma ve etkisizleĢme gibi sonuçların mekânla olan benzerliği: Yansımanın üst

perdesini oluĢturan bu durumda, ölümün meydana geldiği yerin oda olduğu

düĢünüldüğünde tıpkı odanın duvarları ve bu duvarların soğukluğu gibi ölü de adeta

105

duvarlaĢır ve canlılığını yitirerek soğuk, katı, mat bir hal alır. Bu durumda ölüm/ölü

ile oda/mekân arasında bir ilgi kurulmuĢ olur. Birey yine aktif olmakla beraber, birey

olmaksızın da böyle bir ilgi kurulabilir.

b) KiĢiden kaynaklanan ve anlam verme, tanımlama gibi süreçlerle ifade

edilebilecek dıĢa aktarım: Yansımanın daha alt düzlemdeki kısmını oluĢturur. KiĢi,

tesiri altında bulunduğu bir olay veya durum dolayısıyla etkisi ile bulunduğu mekânı

duygudaĢ yapar. Oda için düĢünüldüğünde ölüm, tanık olan kiĢi için felaket niteliğini

taĢır. Tanık, felaketin kendindeki etkilerinin tüm mekâna yayıldığını varsayar. Bu

varsayım tabi ki kontrollü veya daha önceden hesaplanan, doğrudan kasıtlı bir

varsayım değildir. Gayr-i ihtiyari ve zamansız bir karĢılaĢmanın sonucu olarak kabul

edilmelidir.

Mehmet Rauf‟un Karanfil ve Yasemin adlı romanında da tıpkı Kırık

Hayatlar romanındakine benzer ifadelerle, hastalığın neden olduğu ölümün odada

oluĢturduğu matem havasına vurgu yapılır:

“Oda elim bir sükût, matemli bir sükût, bir mezar sükûnu ile

doluydu. Kandilin ziyası, titreyerek, sarsılarak oynuyor, gölgeleri hayal-

âmiz şekillerle sallıyor ve Samim’e o kadar tatlı o kadar mesut saatler

geçirmiş oldukları bu odanın da kendi kalbi gibi muazzez hastanın tehlikesi

için halecanla çarptığını hissediyordu.” (KY: 347)

Halit Ziya UĢaklıgil‟in, konusu itibariyle en dikkat çeken romanlarından biri

olan Bir Ölünün Defteri, bir ölünün hatıralarından yola çıkılarak oluĢturulmuĢ bir

yapıttır. Romanın hemen ilk bölümlerinde Hüsam, ölüm döĢeğindeki arkadaĢı

Vecdi‟nin evine geldiğinde daha içeri girmeden ölümün etrafa saldığı havayı teneffüs

eder. Anlatıcı, ıĢık oyunları ve benzetmeler yoluyla Hüsam‟ı ölüme hazırlar. Hüsam,

daha ölünün odasına girmemiĢken bile ölünün odasındaymıĢ gibi mistik bir tarzda

anlatılır. Böylece Hüsam, Vecdi‟nin yakınlık alanına girip odaya ulaĢıncaya değin

ölümle hemhâl olur:

106

“Ötede, yere salıverilmiş koyu yeşil bir perdenin arkasında bir kapı

daha vardı. Hüsam kapıya kadar ilerledi, fakat dizleri titriyordu. Bu perde,

bir nazar kapısı kadar vücuduna haşyet iras ediyor, tüylerini ürpertiyordu.

Elini uzatmaya cesaret edemedi, bu perdenin kendisinden setr etmekte

olduğu facianın karşısına çıkmak için kuvvet bulamadı. Etrafına baktı;

perdeleri kapanmış, koyu renkli kumaşlarla döşenmiş, zulmetine zulmetler

katılmış bu sakin oda; duvarları örten kütüphanelerin içinde hazin; metruk

duran bu kitaplar; tavanın ortasından halının üzerine soluk bir renk aks

ettiren kandil; bütün bu hüzün ve sükûn; yeşil perdenin ötesinde hazırlanan

mevtin matemini tutuyor gibi sakit bir elem içinde duruyordu. Elini uzattı,

perdeyi çekti, ayağının gürültülerini örten bir halının üzerinden bir gölge

gibi akarak içeriye girdi. Gözleri en evvel yataklığın mevzu olduğu köşeye

döndü, yatağın yarı salıverilmiş perdeleri aşağıya doğru sarkmış büyük bir

ehram, etrafına yığılan yastıklar arasından bir hayal gibi kaybolmuş bir

vücut gördü.” (BÖD: 22)

Yukarıdaki alıntıda, Hüsam‟ın bahçeden odaya gelinceye dek karĢılaĢtıkları

tasvir edilerek, Hüsam‟ın da tahmin ettiği ölüm haberinin ipuçları verilir. Anlatıcı bir

takım nesneler sayesinde, ortamda sükûnet ve hüzün havasını sağlar. Hüsam‟ın görüĢ

alanındaki birçok nesne kendisine olağandan farklı görünmekte, ona birazdan tanık

olacağı ölüm hadisesinin ilk iĢaretlerini sunulur.

Hüsam, Vecdi‟nin odasına girdikten sonra da mekândaki ışık-gölge oyunu

devam eder. Nesneler hayalleĢir ve soyut varlıklar gibi algılanır:

“Yataklığın ayakucunda yanan mumun ziyaları gölgelere karışarak

perdelere, yastıklara, hastanın çehresine donuk bir renk veriyor; karşıda

ocakta yanan odunların kırmızı alevleri mermer taşların üzerinde acip

resimler teşkil ediyordu. Bu yarı zulmet, bu alevler, beyaz bir gömlek içinde

bütün etleri dökülmüş bir kadid şeklini andıran bu vücuda geceleri rüzgârlar

inlediği, şimşekler tutuştuğu zaman zulmetler içinde görülüyor zannolunan

heyulalar gibi bir hayal şeklini veriyordu.” (BÖD: 23)

Burada dikkat çeken nesne mum’dur. Mum, mekânda aydınlatma iĢlevine

sahiptir. Ancak mumun yaydığı ıĢık, ortamı yeterince aydınlatmaz. Özellikle tek bir

mumun yayacağı ıĢık, sadece en yakın noktaları aydınlatmakla beraber geri kalan

yerleri hafif biçimde karanlığın azaldığı bir Ģekle bürür. Bu durum kiĢide, ıĢığa

kavuĢma ile karanlıkta kalmanın beraberinde getirdiği güvensizliğe yol açar. Mum,

aynı zamanda mekânda önemli bir düzenleyici ve uyaran iĢlevi görür. Tek bir mum,

mekânda odak noktası oluĢturur ve baĢlı baĢına ayırt edilen bir uyarandır. Bu nedenle

107

kiĢinin dikkatini toplamasına ve fark edilebilen nesneleri değiĢik anlamlandırma

yollarına gitmesine imkân sağlayabilir. Açık alandaki mum, kiĢi üzerinde çok fazla

etkili olmayabilir. Ancak mum odada ise durum tamamen değiĢir. Odanın ölü odası

olması sayesinde algı değiĢikliğine yol açan mekân unsurları tamamlanmıĢ olur.

Böylece hasta veya ölmüĢ olan kiĢi, oda, mum, odadaki diğer nesneler ve tanık olan

Ģahıstan oluĢan bir kompozisyonla karĢılaĢılır. Böylece her nesnenin mekândaki

iĢlevi farklı yorumlanma kapasitesine sahip olur. Yukarıdaki örnekte olduğu gibi

perdenin odada neyi temsil ettiği, mum ıĢığının yastıklara ve çehreye verdiği

donukluk, ocakta yanan odunların çıkardığı kırmızı alevler ve bunların mermer

üzerindeki yansımaları ve bunun gibi odada ayırt edilmiĢ konumda bulunan diğer

varlıklar tahlil edilirse mekânın insan üzerindeki etkisi daha iyi anlaĢılabilir. Tüm

bunların yanında, Hüsam‟ın Vecdi‟yi ziyarete geldiği zaman da önemlidir. Çünkü

mekânla birlikte zamanın da ölümü hatırlatan, hüzünlü bir atmosfer içinde olması

bireylerin algısındaki mekân derinliğini arttırır. Hüsam‟ın Vecdi‟nin yanına

gelmeden önceki zamanın tespitine yönelik olarak Ģu kısım alıntılanabilir:

“Beylerbeyi’nin denize nazır yalılarından biri. İlkteşrinin yağmurlu

bir gecesi. Etraf sükûn içinde… Ancak ince bir yağmurun rıhtımın taşlarına,

pencerenin camlarına temasından gelen hayal okşayıcı zemzemesi hüküm

sürüyor.” (BÖD: 11)

Korkunun üst düzeye çıktığı metin parçalarının yer aldığı Bir Ölünün

Defteri‟nde, Vecdi‟nin öldüğü oda ile ilgili son parçada dıĢ etkenlerin oda-korku

ikilisine yardım ettiği görülür:

“Bu esnada semanın derinliklerinden kopup gelen bir gök gürültüsü

etrafı inletti; korkunç bir tarraka ile odanın pencerelerini sarstı, bir an

içinde bulutlar tutuşmuş gibi şimşekler semalarda, sahralarda koşuştu.”

(BÖD: 26)

Anlatıcı gök gürültüsünü etkin bir öğe olarak kullanmıĢtır. IĢık ve sesin bir

araya gelerek odada meydana getirdiği olağan dıĢılık, tam da Vecdi‟nin ölüm anına

denk gelir. Ölen bir insanın gözlerinin sönen ıĢığına karĢın odayı aydınlatan ıĢık ve

ortalığı çınlatan güçlü bir ses romanın kurgusuyla uyum içerisindedir. Zira bundan

108

hemen sonra Hüsam, Vecdi‟nin kendisine verdiği defteri açarak okumaya baĢlar.

Böylece anlatıcı olay örgüsünün dönüm noktalarından birini aĢarak sona eren bir

hayattan doğan olayları aktarır. Ölüm hadisesinin yaĢandığı odada, bilinmeyen bir

hayatın bütün ayrıntıları ortaya çıkarılmıĢtır.

Halit Ziya‟nın ilk romanı olan Sefile‟de, odanın ölümle bütünleĢtiği örnekler

yer alır. Sefile romanının en önemli karakteri olan Mazlume, annesinin ölümü

esnasında odanın karanlığı ve ölümün korku verici yüzü ile birlikte sunulur. DıĢ

unsurlardan olabildiğine yararlanan Halit Ziya, diğer romanlarındaki örneklerde

olduğu gibi ıĢık ve ses ikilisini kullanarak kiĢinin ağırlaĢtırılmıĢ Ģartlar altında ölümle

yüzleĢtiğinde vereceği tepkileri ortaya koyar. Halit Ziya‟nın romanlarındaki kadın

karakterlerin çoğunda olduğu gibi Mazlume de zayıf, kırılgan bir yapıya sahiptir.

Onun bu özelliği, olaylar karĢısındaki tepkisini etkiler. Yanında annesinin ölmekte

olmasının da etkisiyle, gök gürültüsü ve karanlık Mazlume‟de derin korkulara yol

açar:

“Bu uzun kış gecesinin kısm-ı azamı şu surette geçmişti ki bir

aralık derin bir nefes Mazlume’yi titretti. (…) Hariçte şedit bir fırtına, mahuf

sadalar, acı acı feryatlar husule getiriyordu. Yağmurlar, pencerelere

çarparak nüzul etmekte, korkunç bir takım sadalar çıkarmaktaydı. Kandilin

ziya-yî hafifi tenakus etti, Mazlume’yi bu dehşetli odada nîm bir zulmette

bıraktı. (…) Hasta Mazlume’yi uyandıran nefese müşabih derin bir nefes

daha almıştı ki kandil de tamamne sönmüştü. Bu esnada müthiş şedit bir

ra’dı müteakip şimşekler çakmaya, kâinata mahuf bir inilti arasında

cehennemî ziyalar saçmaya başladı. (…) Kızcağız çıldırıyordu.” (SFL: 26)

Sefile‟nin ilerleyen bölümlerinde ev ve odanın ölümle olan birlikteliği daha

da somutlaĢtırılarak ev mezara benzetilir: “İhsan Bey validesinin ölmekte olduğu bu

odadan çıktığı zaman artık nazarına bir mezar kadar mahuf görünen bu evde durmak

istemedi.” (SFL: 117) Evin yuvadan mezara dönüĢümünün göstergesi olan bu

ifadeler, mekânın ruhsal durumla alakalı olarak ne denli değiĢime uğrayabileceğini

ortaya koyar. Evin yuva olabilmesi için gerekli olan Ģartların yoksunluğu aynı

zamanda evin mezara dönüĢmesinin öncülüdür. Bu doğrultuda yuva görünümlü ev

duygusunu yitiren roman karakteri, istenilmeyecek olan mezar görünümlü ev algısına

109

sahip olur. Bu durum, mekânsal açıdan önemli bir farklılaĢma olarak göz önünde

bulundurulmalıdır.

Oda-ölüm birlikteliğini örnekleyen Nâdîde, diğer Servet-i Fünûn

romanlarından farklı olarak cinayetleri barındırmasıyla ön plana çıkar. Romana adını

veren Nâdîde karakteri, annesini ve hizmetçisi öldürür. Ġstediği adamla evlenebilmek

ve annesinden kurtulabilmek için cinayet iĢlemeye karar veren Nâdîde, annesini

boğarak öldürür. Kısa bir süre olayın Ģokunu yaĢayan ve bundan ötürü baygınlık

geçiren Nâdide, ayıldıktan sonra annesinin cesedinin yanında cesaret kazanır. Hasta

annesini karanlık bir odada öldüren Nadide, odanın genel ahvaliyle bütünleĢmiĢ

görünür. Romanın bu bölümünde odanın karanlık olmasıyla Nâdide‟nin soğukkanlı

hareketleri arasında bir bağ kurulur. Karanlık bir odada, elinde Ģamdan, annesinin

açık kalmıĢ gözlerine ve cansız bedenin bakarken bile dehĢete kapılmayan; sadece

cinayetin duyulması endiĢesini taĢıyan Nâdide, duygusal zayıflık yönüyle Servet-i

Fünûn romanlarının diğer kadın karakterlerinden ayrılır. AĢağıdaki alıntıda da

görüldüğü gibi Nâdide‟nin tepkileri alıĢılmıĢın dıĢındadır:

“Kim bilir Nâdîde o hal-i bîhûşta ne kadar kalmıştır ki gözünü

açtığı vakit odayı zifiri karanlık tabirine masadak olacak derecede

kapkaranlık buldu. İbtida nerde olduğunu kestiremeyerek alık alık

bakındıysa da biraz sonra her şey zihnine geldiğinden vücudunu

ürpermekten men edemedi. Dehşetli bir korku kendini istila ediyordu. Ya

işlediği cinayet duyulursa? Bir müddet sonra cesaret-i hâinânesini

toplayarak yerinden kalktı. El yordamıyla kibriti bulup dört mumlu bir

gümüş şamdanı yaktı. Gözüne ilk ilişen şey validesinin kendisine doğru açık

olduğu halde matuf kalan fersiz gözleriydi.” (N: 132)

Nadide, roman içerisinde birçok kez hata yapan ve hafifmeĢrepliğinin

cezasını farklı biçimlerde ödeyen bir karakterdir. Bu durum onun belli bir çizgide

seyreden davranıĢlara sahip olmasının önüne geçer. Hiç çekinmeden annesini

öldüren Nadide, karanlık ve kapalı olan odada cesetle baĢ baĢa kalır. Ayıldığında

annesinin açık kalmıĢ gözleriyle yüz yüze kalan Nadide, odanın bürünmüĢ olduğu

fiziksel durumu ruhunda yaĢayan bir görüntü çizer.

110

3.2.2. Fiziksel Niteliği KiĢiye Göre DeğiĢen Mekânlar

Romanın yapı taĢlarından olan kiĢi, olay örgüsü içerisinde farklı anlatım

teknikleri sayesinde kimi zaman görünen dünyanın ötesinde hareket edebilir. Ani

duygusal değiĢimler, beklenmeyen davranıĢ ve duyumlar, maruz kalınan baskılar ve

hayal kırıklıkları roman kahramanını mekân yönünden görünenden farklı bir çizgiye

taĢıyabilir. Bir bakıma, anlatıcının, karakterin dünyası içerisinde baĢka bir dünya

oluĢturduğu ve somut çevreyi soyut alana taĢıdığı söylenebilir.

Görünen ve bilinen bir mekânda; görünmeyen ve bilinmeyeni anlatmak,

fiziki varlığı bilinen mekânın arka planının ortaya çıkarılması ve bunun birey

üzerinde nasıl bir etki gösterebileceğini örneklemesi bakımından önemlidir. Roman

içerisinde bu iĢlem yapılırken bazı mekânların diğerlerine göre değiĢime uğrama

ihtimali fazla olsa da genel olarak anlatıcının yeteneğine bağlı olarak her mekânda

farklılaĢma olabilir. Uçsuz bucaksız bir ova veya çölün ortasındaki roman kiĢisi,

kendisini daracık bir hücrede hissedebilir. Ya da kuytu ve köhne bir zindanda kalan

diğer bir Ģahıs kendisini sarayda imiĢ gibi hissedebilir. Dolayısıyla mekândaki

fiziksel durumun karakterlere yansıması, mekândaki kiĢilerin içerisinde bulundukları

Ģartlara bağlıdır.

Fiziksel niteliği değiĢen mekânlar genel olarak, geniĢleyen, darlaĢan ve

labirentleĢen olmak üzere iki baĢlık altında toplanabilir. Esasında labirentleĢmenin,

darlaĢmanın alt basamağı olarak görülmesi gerekir. Çünkü labirentleĢme sayesinde

karakterin bir çıkmaza, belirsizliğe sürüklendiği göz önüne alınırsa labirentleĢmenin

de darlaĢmanın bir çeĢidi olduğu savunulabilir.

Dikkate alınması gereken diğer bir nokta da kavramların sınıflandırılması ile

ilgilidir. GeniĢ ve dar mekânların geniĢleyen ve darlaĢan mekânlarla aynı olmadıkları

göz ardı edilmemelidir. Romanda kullanılan dar veya geniĢ mekân, anlatıcının seçimi

ile ortaya çıkar ve karakterin mekânla göründüğü Ģekilde iliĢki kurduğunu ifade eder.

DarlaĢan veya geniĢleyen mekân ise karakterin ruhsal durumuna bağlı olarak ortaya

111

çıkar. Bundan ötürü dönüĢüm ve değiĢim vurgusunun ağırlıklı olduğu geniĢleme

veya darlaĢmaya dikkat çekilmelidir. Kısacası dar ve geniĢ mekânlar darlaĢan ve

geniĢleyen mekânlarla aynı anlamı ifade etmezler.

3.2.2.1. GeniĢleyen Mekânlar

Mekânın geniĢlemesi, bireysel algı ve tutumlarla ilgili olan bir durumdur.

GeniĢleyen mekânların, darlaĢan mekânlara göre kiĢide daha üst düzey bir

motivasyon gerektirdiği söylenebilir. Karakterin fiziksel yeterlik ve istemlerinden

çok duygusal ve ruhsal durumunun ön plana çıkarıldığı durumlarda, mekânın

niteliğinden bağımsız bir Ģekilde, kiĢinin algısına bağlı olarak mekânda geniĢleme

olabilir. GeniĢleyen mekânların ifade edilmesi bakımından, zindanda yaĢayan kiĢinin

düĢünsel ve ruhsal olarak kendini sarayda hissetmesi örnek verilebilir.

Romanda geniĢleyen mekânlara yer verilmesi karakterlerin algı güçlerinin

belirlenmesi ve olaylar karĢısındaki tepkilerinin sağlamlığının ölçülebilmesini ortaya

koyar. Çünkü fiziksel olarak sınırlandırılmıĢ ve engellenmiĢ bir mekânın, kiĢinin

zihninde geniĢlemiĢ ve sonsuzlaĢtırılmıĢ bir mekâna dönüĢmesi, karakterin tahlil

edilmesinde önemli bir husustur.

Servet-i Fünûn romanları, teknik olarak geniĢleyen mekânların kullanımına

uygundur. Ancak romanların kötü sonla bitmesi ve bunun bir sonucu olarak hüzünlü

havanın romanların geneline yayılmıĢ olması, anlatıcıların daha çok darlaĢan

mekânları iĢlemelerine neden olmuĢtur. Dolayısıyla Servet-i Fünûn romanlarında

geniĢleyen mekân örnekleri azdır. Bunun yanın sıra romanların önemli

kahramanlarının, kararlı ve tutarlı davranıĢlarda bulunmamaları ve genel olarak

romanların sonunda ya mağlup ya da piĢman olmaları mekânın geniĢlemesine ön

ayak olacak duygusal ve ruhsal birikimin varlığını engeller.

Mai ve Siyah, hayal ile ilintili geniĢleyen mekân örneklerinin yer aldığı nadir

romanlardan biridir. Mai ve Siyah‟ta geniĢleyen mekânlara en önemli örnek, Ahmet

112

Cemil ile kız kardeĢi Ġkbal arasındaki diyalogdan sonra, anlatıcının Ahmet Cemil‟in

yerine geçerek yaptığı Ģu tespitte yer alır:

“… Demek istiyordu ki: “Evet ne olur? Orada seninle ağlayacak

birini bulurdun. Sen bahtiyar değil misin, kardeşim? (…) O küçük odada

senin bütün gizlenmiş dertlerini istiaba kifayet edecek kadar geniş bir yer

bulurdun.” (MS: 194)

Anlatıcının Ahmet Cemil‟in yerine geçerek Ġkbal‟e hitaben söylediği sözler,

Ahmet Cemil açısından önemlidir. Romanın genelinde umutsuz, karamsar ve çaresiz

bir görüntü sergileyen Ahmet Cemil, kız kardeĢinin evlenip kendilerini bırakması

ihtimaline karĢın dar ve küçük bir mekânı geniĢleterek genel karakterinin tersi bir

tavır gösterir. Ahmet Cemil‟deki bu reaksiyonun sebebinin onu hayata bağlayan kız

kardeĢinin yokluğuna göstereceği tahammülsüzlük olduğu söylenebilir.

3.2.2.2. Dar ve Labirent Mekânlar

Dar mekân ifadesinden sadece fiziksel olarak sınırları çizilmiĢ ve insanın

hareket kabiliyetini en aza indiren, kiĢiyi maddi açıdan sıkan mekânlar

anlaĢılmamalıdır. KiĢiyi çıkmaza sürükleyen, psikolojik yönden baskı altında tutarak,

serbest düĢünce ve davranıĢ yetilerini kısıtlayan nedenlerin Ģekillendirdiği üst

boyut‟ta darlaĢan geniĢ mekânlar da dar mekân tasnifinin içinde yer alır. Dar-labirent

mekânlar romanın olay örgüsüne önemli katkıda bulunurlar. Öncelikle heyecan

unsurunun etkili bir biçimde kullanılmasına olanak tanırlar. Ayrıca dar-labirent

mekânlar sayesinde anlatıcının ve dolayısıyla da roman kahramanın psikolojik alt

yapısına iliĢkin ipuçları elde edilebilir. Yani genel olarak doğrusal bir çizgide

seyreden ve öngörülebilen davranıĢların tehlike, sıkıntı, korku, üzüntü vb. nedenlerle

nasıl değiĢtiği ve farklılaĢma derecesi tespit edilebilir.

Her ne kadar konu baĢlığı olarak dar ve labirent mekânlar ifadesi

kullanıldıysa da; bununla belirgin, somut, ölçülebilir bir mekân değil, göreli, kiĢiye

ve duruma özel, sınırlarının dıĢarıdan belirlenemediği bir mekândan söz

edilmektedir. Bundan ötürü içeriğin baĢlıkla uyum göstermesi ve çok katmanlı bir

113

yapının varlığından söz edebilmek için dar mekânlar yerine darlaşan, labirent

mekân yerine labirentleşen ve geniş mekân yerine genişleyen mekân ifadelerini

kullanmak daha doğru olur. Örneğin oda, fiziksel olarak dıĢ dünyayla direkt teması

önlediği için kapalı; ortalama bir hesap ile dört duvarın arasındaki belli bir

büyüklükteki alan olarak tanımlandığı için dar bir mekân olarak varsayılır. Ancak

kiĢiyi baskı altında tutan, onun kaçıĢ yolları aramasına neden olan; ayrıca bireyin

hareket edemeyecek ölçüde kendisini sıkıĢmıĢ hissetmesine neden olan oda, dar değil

darlaĢan mekân haline gelir. Aynı Ģekilde odanın zıt yönde geniĢlemesi, ovanın

darlaĢması ve koridorun labirentleĢmesi de az önce ifade edilen kavramsal

düzenlemeye tabi olur.

3.2.2.2.1. DarlaĢan Mekânlar

Mekânda darlaĢma birey merkezlidir. Mekânın fiziksel niteliklerinde bir

değiĢim söz konusu değildir. Buna paralel olarak dıĢtan gelen bir müdahale sonucu

maddi olarak daraltılmıĢsa bile eğer bireyin aktif olduğu duyumsal bir etki yoksa

mekân darlaĢmıĢ sayılmaz. DarlaĢma bireyin zihinsel ve hayali faaliyetlerinin

sonucunda, kendiliğinden meydana gelmiĢ olabilir. Ya da dıĢ çevrenin herhangi bir

Ģekilde baskısı sonucunda mekân, bireyin algısında darlaĢmaya uğramıĢ olabilir.

Yani kendi algısında mekânı darlaĢtıran her roman karakterini, problemli olarak

tanımlamak yanlıĢ olur. Zaman ve diğer Ģartların da etkisiyle mekânda ani bir

daralma olabileceği gibi karakterin yapısı gereği her tür mekânda sürekli olarak

darlaĢma meydana gelebilir.

Mekânın daralması veya darlaĢması genellikle roman karakterinin ciddi bir

problem karĢısında veya çıkmazda olduğu durumlarda öne çıkan bir durumdur.

Böylece roman karakteri problemle birlikte mekânın daralması hissiyle de

karĢılaĢarak durumun üstesinden gelme ile sınanır. Karakter, birdenbire iç

dünyasında çatıĢma durumları yaĢar. Roman kiĢisi ya problemin üstesinden gelecek

ya da darlaĢan mekânda iyice köĢeye sıkıĢacaktır. Problemin üstesinden gelinmesi

durumunda roman kahramanı erginleĢerek mesafe kaydeder. Problemin

114

çözülememesi halinde ise kahraman sonu olmayan bir çıkmaza girer ve kötü sona

yaklaĢılır.

Romanlarda mekânın darlaĢması farklı Ģekillerde okuyucunun karĢısına çıkar.

Kimi zaman bir ölüm haberi ile kimi zaman aĢk acısı, kimi zaman da diğer maddi-

manevi yetersizliklerden ötürü mekânda darlaĢma görülür. Örneğin, Bir Ölünün

Defteri romanındaki ölüm sahnesi, Vecdi açısından mekânın darlaĢmasına örnek

teĢkil eder:

“Hüsam anladı ayağa kalktı, hastaya eğildi, şimdi gözler rengini

kaybetmiş gibi idi, ölüm tahakküm hakkını icra ediyordu. (…) Hüsam şimdi

hayat ve mevtin pençeleştiği bu yataktan tebaüd etmiş, pencerenin yanında

yazıhaneye dayanmış duruyordu. Hal-i hicir başlamış idi. Her hayat

zerresinin ölüme karşı müdafaasını, ölmemek isteyen o maraz arasındaki

vahşi mücadeleyi işitiyordu. Orada, firar etmek istediği mahalden

kımıldamayarak mebhut duruyordu.” (BÖD: 27)

Eylül‟de ise Necip merkezli bakıĢ açısından hareketle mekânın darlaĢmasına

yer verilir. Necip, aĢkının umutsuzluğu ve netice alabilmesinin zorluğu karĢısında iç

monolog sayesinde bir takım çıkarımlarda bulunur. Eylül‟ün birçok yerinde

kullanılan iç monolog, bireyler arasında herhangi bir fiziksel ve sözsel temas

olmadan da çatıĢma, tartıĢma durumu oluĢturulabilmektedir. Necip, yine böyle bir iç

konuĢmalar dizisinin sonunda Suad’ ın artık kendisinden soğumuĢ olduğu kanısına

vararak sıkıntı içerisine girer. Romanda Necib‟in sokağa çıkar çıkmaz üzerindeki

baskı nedeniyle mekânda darlaĢma yaĢaması Ģöyle ifade edilir:

“Necib o gün akşama kadar kalbinde ölüm zehiri olduğu halde

kalmak zorunda olduktan sonra, bir zindandan kurtulur gibi oradan çıkınca,

oradayken sokağa kendisini atıp serbest kalırsa rahat edeceğini sanırken,

şimdi yalnız, bütün kaygılarıyla, bütün felaketleriyle yalnız kalınca harap

oldu.” (E: 232)

Yukarıdaki örnekte açık bir Ģekilde mekânın darlaĢması görülür. Necip,

zindan olarak gördüğü kapalı bir mekândan, rahata kavuĢma ihtimaliyle sokağa

çıkar. Ancak korkuları, kaygıları sokakta da onu bırakmaz. Bu durumda sokak Necip

115

için dar bir mekân haline gelir. Necip, romanın baĢka bir bölümünde de aĢkının artık

elinden gittiği fikrine kapıldığı zaman hayal yolu ile konak ve odayı daha da

darlaĢtırır:

“ Her şeye, herkese, konağa yaklaştıkça her şeye kızarak, sokaklara,

geçenlere, haykıranlara kızarak gidiyordu ve kendisini o yüksek tavanlı,

karanlık sofaların içinde, yüksek pencereleri örten ağır perdelerin yarı

gecesiyle dolu bulunca isyanının nasıl güçsüz olduğunu görüp, hiçbir şeye

cesaret edemeyeceğini anlayarak, yeniden, “Her şey bitti!” düşüncesiyle

düşüp hırsından ağlayacak bir hale geldi.” (E: 203)

Halit Ziya‟nın Kırık Hayatlar‟ında da mekânın dönüĢümüyle ilgili olarak

önemli örnekler yer alır. Mutlu, huzurlu bir ailenin nasıl tam tersine döndüğünün

ifade edildiği Kırık Hayatlar‟da, mekânda ani daralmalara yer verilir. Özellikle Ömer

Behiç‟in yumuĢak ve kırılgan huylu olan eĢi Vedide, mekânın darlaĢması sürecinde

etkin rol oynar. Vedide, bir anlamda toplumda bozulmaya yüz tutan aile düzenini

sorgulayarak kendi ailesinin geleceği hakkında çıkarımlarda bulunmaya çalıĢır. Bu

esnada korkuları Vedide‟ye eĢlik ederken bulunduğu mekân olumsuz bir görünüm

alır:

“Şimdi o soğuk akşam rüzgârı müncemid bir adem nefsi zulmüyle

biraz evvel burada kaynaşan hayat ve hareketten, toprakların

derinliklerinden birden açılıvermiş bir uçuruma çöküp kaybolan o velveleli

halktan sonra zulmet ve sükût saçarak bu harabi levhasının melul ufuklarına

gittikçe siyah sisler yığarak muzlim bir kefenle her şeyi örtmek istiyordu.

Vedide arkasında düşünen kocasına bakmayarak, şimdi artık

karanlıklaşan boş odaya bir göz gezdirdi. Kalbinde müphem bir sual vardı:

Kendi evi, kendi yeni evleri ne olacaktı? Etrafında sallanıp yıkılan evlerin

arasında, beyaz cephesinde her gün taze saadet ve meserret lem’ası

parlayarak, hep sıhhatinin neşvesiyle gülümseyerek devam edemeyecek

miydi?” (KH: 76)

Kırık Hayatlar‟ın olay örgüsünün önemli duraklarından biri, Ģenliklerden

dönen halkın Ömer Behiç-Vedide çifti tarafından izlenmesi ve sonrasında

aralarındaki diyaloglarla baĢlayan süreçtir. Çünkü Ömer Behiç ile Vedide,

Ģenliklerden dönenlerin mutsuzluklarından, ailevî sorunlarından, aldatmalarından ve

116

yuvalarının nasıl tahrip olduklarından bahsederler. O ana kadar, daha yeni kurulmuĢ

olan ve üçüncü çocuk diye tabir ettikleri evinin mutluluğundan baĢka bir Ģey

düĢünmeyen Vedide, aniden kendi yuvasının geleceği hakkında düĢünmeye baĢlar.

ÇeĢitli varsayımlar yaparak çıkarımlarda bulunmaya çalıĢır. Böylece, daha önce

saadet kaynağı olmaktan baĢka bir Ģekilde kendisine görünmemiĢ olan ev, karanlık,

kararsız ve ezici bir havaya bürünür. Anlatıcının daha önceki ifadelerinin aksine

kullandığı bir üslupla, evi bir anda değiĢtirerek hüzünlü atmosfere sokması oldukça

önemlidir.

Kırık Hayatlar‟ın ilerleyen bölümlerinde romanın adını taĢıyan Kırık

Hayatlar ifadesine dikkat çekilerek mutsuzluğa düĢmüĢ kiĢilerin ruhsal durumlarına

iliĢkin tespitler yapılır. YaĢamın ve dolayısıyla bulundukları mekânların da onları

baskı altında tuttuğuna iĢaret edilerek Ģu ifadelere yer verilir:

“Kırık hayatlar… İşte burası sıl onların bir elem ve ıstırap meşheri

idi. Asıl bu duvarların arasında bu sakfın, altında, bu ilaç kokularıyla meşbu

ağır havanın içinde kırık hayatların haşyet ve dehşet veren bir çalkantısı

vardı ki bir müddet onu teneffüs edip sefil mahiyetinin teferrüs eden bir

ruhta hayat için, beşeriyet için, hududu son bulmayan bir yeisin zulmetlerine

gömülmemek mümkün olmazdı.” (KH: 296)

Yukarıdaki metinde ruhsal sıkıntılar içerisinde olan bireyin, her anlamda

yaĢadığı sıkıntıların neticesi olarak genel bir baskı altında bulunması anlatılır. Tıpkı

yuvası bozulmuĢ diğer çiftler gibi Vedide-Ömer Behiç çifti de aile kurumunu ayakta

tutamazlar ve neticesinde aralarında ciddi bir ayrılma eğilimi baĢ gösterir.

Dolayısıyla düĢündeki yuvadan haz alamayan Vedide artık kırık bir hayata sahiptir.

Bundan ötürü severek inĢasına ve bekasına çalıĢtığı ev, artık onu ezen, daraltan bir

konuma gelir.

Mehmet Rauf‟un, karmaĢık aĢk iliĢkilerini konu edindiği Karanfil ve

Yasemin‟de mekân darlaĢmalarına örnek olabilecek önemli metin parçaları bulunur.

Bunlardan biri, Pervin tarafından açığa çıkarılan Nevhiz-Samim aĢkının neden

olduğu Pervin merkezli bir darlaĢmadır. Samim hem Pervin‟e hem de Nevhiz‟e

117

gönül vermiĢ biridir. Her iki kıza da bazı aĢk vaatleriyle yakınlaĢan Samim,

Nevhiz‟le olan aĢkını Pervin‟den gizler. Pervin, Samim‟in Ģüpheli davranıĢları

nedeniyle onun baĢka kadınlarla düĢüp kalktığını düĢünürse de bu fikir, Samim‟e

olan aĢkından ötürü söner. Uzun süre Samim‟den haber alamayan Pervin, onu

görürüm düĢüncesiyle Samim‟e gitmeye karar verir. Samim‟in Moda‟daki evine

giden Pervin, kapının açılmaması üzerine Samim‟e sürpriz yapmak için balkondan

eve girmeye çalıĢır. Ancak gördüğü manzara karĢısında ĢaĢkına döner. Samim baĢka

bir kadınla, yani Nevhiz‟le uygunsuz bir vaziyettedir. Pervin‟in, Samim‟i uygunsuz

vaziyette yakaladığı an, anlatıcı tarafından önemli sayılabilecek Ģu mekânsal

darlaĢma ile birlikte sunulmuĢtur:

“Dünya dönüyor, kâinat müthiş bir herc ü merc içinde alt üst

oluyor ve bu kıyamet ortasında, yalnız Pervin, yalnız o, nahif, lerzan

mevcudiyetiyle, mecruh ve muhtezir, bütün sadmelere, bütün ihtilaçlara

karşı çaresiz ve medetsiz, soluyordu. (…) Ve kaçmak istedi, oradan,

bahçeden ve dünyadan kaçmak, bu kâbustan, beynini oyan, mevcudiyetini

tahrip eden bu işkenceden kaçmak… Ve hayattan, asıl, asıl ondan kaçmak…

Ah, şu anda hemen bu niçin mümkün değildi ya rabbim?” (KY: 305)

Yukarıdaki parçaya dikkat edilirse hem zamanın hem de mekânın kiĢiyi baskı

altına aldığı görülür. Çünkü zamanlama açısından Pervin, son derece konsantre

olmuĢ bir vaziyettedir. Pervin, Samim‟i görmek ve onunla saadet dolu dakikalar

geçirmek emeliyle Moda‟ya gelmiĢtir. Ancak gördüğü manzara karĢısında ĢaĢkına

dönen Pervin, kendi haricindeki her Ģeyin baskısını hisseden biri olarak dönüĢüme

uğrar.

Samim‟in Pervin‟i aldatması olayının, Pervin üzerindeki etkisi geniĢ bir

alanda kendini göstermeye devam eder. Romanın ilerleyen bölümlerinde, Samim

tarafından beklendiğini düĢündüğü bir zamanda Nevhiz gibi bir kadınla

aldatılmasının, Pervin‟i mekânsal açıdan nasıl baskı altına aldığına dair bir örnek

daha yer alır. Pervin, Moda‟dan döndükten sonra, yıllardır kendine has olan yatak

odası bile yabancı ve elem verici olur. Bu durum romanda Ģöyle ifadesini bulur:

118

“Köşke girdiği vakit kendini doğru odasına attı. Ve onun muazzez

huzuruyla kaç defa nurlanmış olan bu oda, bahusus, içeriki yatak odası

eleminin bütün fecaatıyla onu yeniden harap etti.” (KY: 308)

Kırık Hayatlar‟ın sonunda, Leyla’nın ölümünün mekâna yansıması ve

dolayısıyla anne ve babasının mekânsal rollerine iliĢkin çok önemli bölümler

bulunur. Tıpkı Karanfil ve Yasemin‟deki gibi kiĢinin mekânsal baskının altına

girmesinin örneklendiği söz konusu bölümde, mekânın darlaĢtığı hissedilir. Anlatıcı,

dramatik bir portre ortaya koyarak küçük kızları ölmekte olan anne ve babanın

çaresizliğini, küçük kızın idealize edilmiĢ sevimliliğine ve güzelliğine karĢın;

ölümün kademe kademe yaklaĢması nedeniyle meydana gelen titremeler, kasılmalar,

hırıltılar ve korkunçluk haliyle birlikte sunar. Bu tablonun ruhta oluĢturacağı sarsıcı

etkiler hemen verilerek kurgu tamamlanır. Gerçekten de Halit Ziya UĢaklıgil‟in,

Kırık Hayatlar‟ın sonunda sunmuĢ olduğu ölüm tablosu; çaresizliğin doğuracağı en

ilkel tepkileri ve bu tepkilerin mekânsal boyutunu ortaya koyması nedeniyle

önemlidir. Kırık Hayatlar‟da, az önce belirtilen duruma iliĢkin metin parçaları Ģu

Ģekildedir:

“…Leyla’nın görmeyen, artık donmuş, vücudunun her zerresinden

evvel ölmüş gözlerinin hiçbir mana ifade etmeyen donukluğunda Vedide

hâilenin esrarına bir hulûl menfezi arayarak, gittikçe daha perişan

cevaplarla çocuğunun nidalarına mukabele ediyordu. Bir dakika geldi ki

artık uçurumun içinde Leyla’yı dalgaların tehacümü, birbirini vely eden

hamleleri boğuyor denebilirdi. Anne! Anne!... derken sesi üstünde yığılan su

kütlelerini yarmakta zorluk çekiyordu.

Birdenbire Vedide fırladı, odada hiç tutunacak bir nokta

yokmuşçasına döndü, döndü, sallandı, elleriyle etrafında dayanacak yer

arıyor gibiydi; sonra iki elleriyle boğazını tuttu. Nefes alamayan, boğazında

bir ihtilâcın ukdesi tıkanan bir adam gibiydi. Ömer Behiç koştu, iki elleriyle

karısını tuttu. “Vedide! Ne oluyorsun karıcığım?” dedi. O, bu sual ile birden

kendisini sarsan bir ra’şe içinde, bütün mafsalları çözülüvermişçesine, bir

kütle halinde, kocasının kollarına, vücudunu salıverdi ve ötede Leyla’nın

daha boğulan, daha derinde inleyen sesi anne! anne! diye imdat dilenirken

hiçbir şeylere kudret bulamayan ana ile babadan mürekkep zümre oraya,

yere çöktü. Vedide’nin dişleri kilitlenmiş, gözleri kapanmış, kolları,

bacakları gerilmiş idi.” (KH: 395-396)

119

Vedide‟nin cinnet geçirmesine neden olan olaylar zincirinin, romanın

baĢından itibaren geliĢmekte olduğu ifade edilmelidir. Aslında Vedide‟yi baskı altına

alan ve ölmekte olan kızının yanında intihar teĢebbüsüne sürükleyen, kocasının

ihaneti baĢta olmak üzere yuvasının dağılmasıdır. Kocasından gördüğü ihanetin yanı

sıra, hayatta bel bağladığı tek varlık olan kızının da ölmesi Vedide‟yi çılgına çevirir.

Hayatta her Ģeyini kaybetmiĢ bir durumda görünen Vedide, Leyla‟nın ölüm hali

karĢısında ruhsal çöküntü yaĢar. YaĢadığı dünya ile ölümün neden olduğu fizik ötesi

bir dünyanın arasında sıkıĢan Vedide, mekânın yutmak üzere olduğu bir kiĢiliğe

bürünür.

Aşk-ı Memnu‟nun en önemli karakteri olarak görünen Bihter, Adnan Bey‟le

evlendiğine piĢman olmaya baĢladıktan ve maddi yönden tatmin edilse de aĢkına

karĢılık bir kalp bulamadığından ötürü Melih Bey yalısında daralmaya baĢlar. Genç

ve güzel bir kadın olan Bihter, önceleri gelebilmek için can attığı yalıda baskı altında

olan ve ruhsal yönden çıkmazlarla dolu bir yaĢam geçirir. Behlül Bey, Bihter‟in en

sıkıntılı olduğu zamanlarda karĢısına çıkar. YakıĢıklı ve kibirli olan Behlül Bey,

Bihter‟de çıkmaza neden olur. BaĢta kocasına ihanet etmek için evlenmediğini,

kendisine bu denli maddi serveti sağlayan adama karĢı aldatma hevesine

giriĢemeyeceğini düĢünse de içinde bulunduğu bunalım, fikrini değiĢtirmesine neden

olur. Anlatıcının ifadesi ile Bihter, o büyük ve görkemli evde mezar hayatı

yaĢamaktadır:

“… Sevmek, sevmek istiyordu. Hayatında yalnız bu eksikti; fakat

bu hayatta her şey bundan ibaretti. (…) Küçük, sefil, üryan bir oda, demir

bir yatak, beyaz perdeler, iki hasır iskemle, işte yalnız bu kadarcıkla fakir bir

muaşaka hücresi; fakat sevmek, yarabbi! (…) İşte şimdi bu mutantan odanın

servetleri içinde siyah mermerlerle örülmüş bir mezarda diri diri medfun

gibiydi. Nefes alamıyor, boğuluyordu; bu mezardan çıkmak, yaşamak,

sevmek istiyordu.” (AġK: 212-213)

Melih Bey yalısında mezar hayatı yaĢayan Bihter, olay örgüsünün kendisini

çıkmaza sürüklediği romanın sonlarına doğru mekânın baskısını iyiden iyiye

hissetmeye baĢlar. Behlül‟le yaĢadığı yasak aĢkın getirdiği vicdan azabı ve

geleceğinin ne olacağına dair endiĢeler, muhteĢem yalının Bihter‟in nazarında

120

kademeli olarak darlaĢmasına neden olur. Çoğu zaman çatıĢma durumunda kalan

Bihter, bu tip içsel diyalogların arkasından mekânla birlikte sunularak mekânın

baskısı altına alınır. Tıpkı aĢağıdaki örnekte olduğu üzere evliliğiyle ilgili iç

dünyasını sorgulayan Bihter, çıkmaza girdiğinde bulunduğu mekân darlaĢarak

çatıĢmanın çözümsüzlüğü artar:

“Bu odada daha ziyade durmak istemedi; karşıdan karanlık

gecelere mahsus rüyet hadisesiyle deniz küçülmüş, sahil yaklaşmış, etraf

zulmetlerden istifade ederek birbirine sokulmuş gibiydi. Kanlıca tepeleri

mühip zulmet kütleleri şeklinde Bihter’e takarrüp ediyor, onu ezmek

istiyordu.” (AġK: 377)

ÇeĢitli aĢk örüntülerinin birbirine girift olduğu Aşk-ı Memnu, baĢtan sona

genellikle kapalı ve iç mekân denilebilecek yerlerde geçer. Mekânın kapalılığına

rağmen iliĢkilerin karmaĢık ve çarpık olması, anlatıcının kiĢi oluĢturmadaki becerisi

ile mekânı kullanabilme kapasitesine bağlıdır. Daha doğrusu Aşk-ı Memnu‟nun olay

örgüsüne ve kurgusuna bakıldığında kapalı mekânların ağırlıklı olarak kullanılması

bir yoksunluk değil, aksine romanı çözüme götüren bir avantajdır. Berna Moran,

Aşk-ı Memnu‟da kapalı ve iç mekânların yoğunluğuna iliĢkin Ģu tespitte bulunur:

“…Böyle bireysel ilişkilerin matematiksel bir zorunlulukla geliştiği

“dramatik” romanda mekân da sınırlı olmak zorundadır. Yazar, sayısı az

kişilerin arasındaki ilişkilerin yoğunluğunu sağlamak için, bu insanlar,

kendileri dışındaki dünyadan ayıran kapalı ve dar bir çerçeve içinde toplar.

(…) Çünkü dış dünyadan müdahaleler işi sulandırarak etkiyi zayıflatır.”

(2010: 93)

Anlatıcının, Aşk-ı Memnu‟nun sonuna doğru Bihter‟i daha da köĢeye sıkıĢmıĢ

bir vaziyette göstermesi, romanın önemli bir düğümünün çözülmesini beraberinde

getirir. Kapalı mekânlarda yaĢadığı maddi zenginliğin yanı sıra örtük ve ihtiraslı

iliĢkilerin odağındaki Bihter, iç yüzünün Adnan Bey tarafından öğrenileceği

korkusuyla daha da köĢeye sıkıĢarak odasına hapsolur. Odasının kapısını kilitlerken

bile anlatıcının özenle vurguladığı Bihter, köĢeye sıkıĢtığı bu odada ya intihar edecek

ya da kocasının karĢısına çıkma cesaretini gösterecektir. Bihter, kapının

sürmelenmesinden, kocasının merdivenleri çıkıp odanın kapısına gelmesine değin

121

süren kısa bir zaman dilimi içinde, iç monologlarla birlikte odadaki her nesnenin

önem kazandığı ve kaderini belirlemede rol sahibi varlıklara dönüĢtüğü bir

kompozisyon içerisinde Ģu Ģekilde sunulur:

“…Bihter ne yapacaktı? Beşir’in dehlizden çıktığını, merdivenleri

yavaş yavaş tırmandığını gördü. Öyle zannetti ki geçerken derin ve vahşi bir

nazarla ona bakıyor. (…) Yaşamak, böyle, bu nazarların altında yaşamak?

Lakin ne için yaşayacaktı? O zaman ölümü düşündü. Evet, ölecekti.( …)

Odasına giderek aralık kapısını sürmeledi. Kaç kereler kocasının hukukuna

karşı böyle kapanana bu kapı işte nihayet onun intikam hakkına karşı da

kapanıyordu. Kendisini odasına, elinde o zarif bir oyuncağa benzeyen şeyle,

yapayalnız, karanlıkta bulunca titredi. Bütün kuvvetleri birden söndü. (…)

En evvel mumunu yakmak istedi. Her halde karanlıkta ölmeyecekti.

Kendisini bir defa daha görmeksizin ölmek… Demek öldükten sonra artık

her şey bitecekti, o da, kendisi de bitecekti, artık bir daha yaşamamak üzere?

Karanlık, bitmez tükenmez bir karanlık içinde bir gölge olacaktı?

Elinden silahı bırakmayarak sol eliyle kibrit kutusunu arıyordu;

birden aralık kapısının, bir dakika evvel sürmelenen bu kapının

gıcırdadığını, birisinin onu açmak istediğini işitti ve birden dizlerini

gevşeten bir kesiklik ile bulunduğu yerde duramayarak gözleri karanlıkta,

hala, gittikçe şiddet kesp eden bir gıcırtıyla sarsılan kapıya dikilmiş bakıyor

ve elinde sedef kaplı kabzayı sıkıyordu.(…) Ve artık kapı sarsılıyordu; (…)

şimdi o ses sarsılan kapının arasından, adeta yalvararak:

-Bihter, diyordu, açınız, rica ederim. Anlamıyor musunuz? Rica

ediyorum…

O karanlıkta bir adım atmıştı, dişlerini sıkıyordu ve odanın o yığın

yığın zulmetlerine gülen asabi, geniş bir hande ile sanki çehresi yırtılıyordu;

birden titreyen dizlerine bir şey, alçak bir sandalye dokundu, ayaklarının

önünde onu meneden bir duvar yükseldi.” (AġK: 508-510)

Yukarıdaki örnekte dikkat çeken mekân unsurları, önemsiz gibi görünen

nesnelerden oluĢur. Mum, silah, kibrit, kapı ve kapının gıcırtısı, sedef kaplı kabza,

sandalye ve duvar‟dan oluĢan varlıklar Bihter‟i seçim yapmaya zorlar. Adı geçen

nesnelerin Bihter‟le olan iliĢkisi sadece karar verme sürecinin dramatize edilmesi

için değil aynı zamanda Bihter‟in içinde bulunduğu durumun vahametini ortaya

koymak içindir. Örneğin kapı gıcırtısı Bihter‟i etkiler. Çünkü gıcırtı bireyde endiĢe

duygusunu açığa çıkaran bir uyarandır. Anlatıcı, kapının gıcırtısı sayesinde onu takip

eden davranıĢı da dile getirir. Bihter, kapının gıcırdamasıyla beraber dizlerinin bağını

122

çözen bir gevĢeklikle bulunduğu yerde büyük bir korkuya kapılır. Ev halkının,

mekânsal konumları da Bihter‟in, baĢına gelecekleri sezmesini sağlar. Tüm unsurlar

birlikte değerlendirildiğinde suç iĢlemiĢ olduğuna kâni olan Bihter‟in, aynı mekânda

beraber bulunduğu insanların tepkilerinden korktuğu için daha dar ve içte olan

odasına çekildiği söylenebilir. Böylece dıĢ baskıların tamamının muhtemel

sonuçlarını odasında tartıĢan Bihter, kiĢiliğinin temelinde var olan baĢkasına boyun

eğmeme duygusunun da etkisiyle intihar yolunu seçer.

3.2.2.2.2. LabirentleĢen Mekânlar

LabirentleĢme de tıpkı darlaĢama gibi mekân değiĢimine örnek olmakla

birlikte darlaĢmadan farklı olarak hareket unsurunu da içerisinde barındırır. Yani,

roman kahramanı labirent özelliği taĢımayan bir mekânda bulunmakla beraber,

kendisine yöneltilen Ģiddetli bir uyaran sebebiyle mekânda paniklemeye, çıkıĢ yolları

aramaya, bocalamaya baĢlar. Gerçekte açık, sınırları ve çerçevesi belli olan bir

mekândan söz ediliyor iken labirentleĢme ile beraber hayrete ve korkuya düĢme,

gideceği yeri kestirememe, boyut bakımından mekânda ani ve güçlü büyüme veya

küçülmeler meydana gelebilir. Korkmaz, labirent mekânlardaki kahramanın

mekândaki tüm unsurlarla hatta kendisiyle bile kavgalı olduğunu ifade eder. Ayrıca

labirentleĢmenin sebebinin mekânın küçüklük veya büyüklüğü değil; karakterin

kendisini imkânsızlık içinde duyumsamasından kaynaklandığını belirten Korkmaz,

labirent mekânın yalıtık ve tek boyutlu olduğuna vurgu yapar. (2002: 403) Jacques

Attali ise Labirentin Tarihi isimli eserinin ilk bölümlerinde, eskiden beri labirent ve

labirentleĢmenin yaygın olarak kullanılmasını Ģöyle yorumlar:

“Bilinçaltını labirentin sonunda pusuya yatmış bekleyen bir

canavar gibi göstermek ve rüyaların yollarını yasak labirentlerde

araştırmak için akla yatkınlık ve şeffaflık değerlerini gözden düşüren

psikanaliz bilimini de unutmamamız gerekir. Kısacası, mitolojiden

romanlara, çocuklar için yazılmış hikâyelerden bilgisayar oyunlarına,

anlaşılmaz şiirlerden popüler sinemaya kadar neredeyse tüm edebiyat, tüm

eğlence biçimleri, bir mutlak doğru arayışı ya da labirentimsi engellerle

dolu bir yolun içindeki kovalamacalı bir yolculuk olarak özetlenebilir.”

(2004: 23)

123

Romanlarda labirent mekân kullanımının en önemli avantajlarından birinin,

heyecanı arttırma olduğu söylenebilir. Labirent mekân sayesinde oluĢturulan telaĢ,

endiĢe ve korku bir tehlikenin varlığının habercisi olur. Attali de labirentin iki dünya

arasındaki gedik, güven vermeyen ve tehlikeli bir geçit yeri gibi olduğunu ifade eder.

(2004: 45)

GeniĢleyen mekânların aksine dar ve labirent mekânların oluĢum süreçlerine

bakıldığında kısmen de olsa asıl duruma uygunluk göze çarpar. Yani geniĢlemeden

farklı olarak darlaĢma, ilgili mekânın orijinalliğinden de önemli ölçüde pay alabilir.

GeniĢleyen bir mekân daha fazla içselleĢtirilmiĢtir denilebilir. Eğer geniĢ bir mekân

daha da geniĢliyorsa bu durumun karmaĢıklığı zayıftır. Çünkü mekân zaten

geniĢlemeye müsaittir. Dar bir mekânın geniĢlemesi ise kiĢide önemli bir ruhsal

potansiyelin var olmasını gerektirebilir; daha doğrusu dar mekânın geniĢlemesi bir

durumun zıddına rağmen ilerleme göstermesi demektir.

Mekânın darlaĢması, mekânın geniĢlemesine göre daha kolay ve sık

görülebilecek bir durumdur. Büyük bir düzlükte bulunan kiĢinin, mekân açısından

darlaĢma yaĢaması için kötü bir haber alması yeterli olabilir. Dar mekânda darlaĢma

ise tüm Ģartlar hazır olduktan sonra ufak bir uyaran sayesinde iĢlemin gerçekleĢmesi

anlamına gelir. Yine aynı Ģekilde fiziksel uygunluk nedeni ile bir ormanın

labirentleĢme ihtimali daha güçlüdür. Hiçbir dıĢ veya iç neden olmasa bile ormanın

fiziksel görüntüsü, ağaçların sıklığı ve yolların belirsizliği, bireyin labirentleĢme

duygusunu yaĢamasına neden olabilir. Ovanın içinde yaĢanabilecek bir labirentleĢme

ise daha fazla potansiyel gerektirir ve karmaĢıklığı oldukça yüksektir. Dolayısıyla

darlaĢma ve labirentleĢme ile ilgi Ģu sonuçlar elde edilir:

a) Mekânın fiziksel yapısı labirentleĢme veya darlaĢmaya doğrudan etki eder.

Bu doğrultuda mekânın değiĢimine öncülük eden ve duyular ile fiziksel nitelikler

arasında etkileĢimi sağlayan kanallar açığa çıkarılabilir.

124

b) LabirentleĢme veya darlaĢmanın karmaĢıklığı, fiziksel olarak labirentleĢme

ve darlaĢmaya en yakın olan mekânlardan uzaklaĢıldıkça artar. Bunun sonucu olarak

labirentleĢen veya darlaĢan mekânların romandaki etkinliği artarak olay örgüsü

içerisindeki iĢlevleri daha fazla belirginleĢir.

Servet-i Fünûn romanlarında, dar ve labirent mekân örneklerine bakıldığı

zaman, darlaĢma ve labirentleĢmenin genellikle dar ve kapalı mekânlarda

gerçekleĢtiği görülür. Bu durumun, Servet-i Fünûn romanlarının çoğunda esas

mekânı teĢkil eden; yalı, konak, köĢk ve benzeri mekânlardan kaynaklandığı

söylenebilir. Ancak baĢta Halit Ziya UĢaklıgil‟in Mai ve Siyah‟ı olmak üzere diğer

bazı romanlarda kısmen de olsa açık veya geniĢ mekânların, labirentleĢme veya

darlaĢmaya uğradığı görülür. Ayrıca, Servet-i Fünûn romanlarında, darlaĢan

mekânların labirentleĢen mekânlara nispeten daha yoğun olarak yer aldığını

söylemek mümkündür.

Servet-i Fünûn romanlarında labirentleĢen mekânların darlaĢan mekânlara

göre daha az olduğu belirtilmiĢti. Bunun en önemli nedenlerinden biri romanların

genel olarak durağan bir olay örgüsüne sahip olmasıdır. Romanların belli baĢlı

bölümleri dıĢında vaka genellikle durum olarak yansıtılır. Buna paralel olarak da

mekânda hareketlenmeler ve belli bir mesafedeki yer değiĢtirmeler sık olarak yer

almaz. Böylece mekânın labirentleĢmesine ön ayak olabilecek aĢırı korku, kaygı,

endiĢe veya fiziksel dıĢ baskıların da Servet-i Fünûn romanlarının genelinde yoğun

olmadığı söylenebilir. Buna rağmen özellikle Ferdi ve Şürekâsı ile Karanfil ve

Yasemin romanlarında labirentleĢen mekânlara örnek teĢkil edebilecek bazı metin

parçaları mevcuttur.

Ferdi ve Şürekâsı romanının sonlarında yer alan labirentleĢme sahnesi öncesi

ve sonrası ile beraber incelendiğinde olay örgüsünün anlatıcı tarafından nasıl

değiĢtirilebileceğinin de kanıtı olur. Romanın baĢından itibaren gerek ruh hali

gerekse davranıĢları ile oldukça yumuĢak bir portre ile sunulan Ġsmail Tayfur ile

Hacer, kendilerinden beklenilenin dıĢında farklı davranıĢlarda bulunarak birbirlerinin

125

hayatına kastedecek düzeye gelirler. Bu, genel olarak düz bir çizgide seyreden

olayları bir anda hareketlendirerek heyecan unsurunun üst seviyeye çıkmasına

yardımcı olur.

Hacer ile Ġsmail Tayfur‟un karĢılıklı rızaya dayanmadığı sonradan anlaĢılan

evlilikleri, çok kısa süre içerisinde her iki tarafta da sıkıntıların baĢ göstermesine

neden olur. Ġsmail Tayfur, Hacer’den habersiz olarak gece vakti Saniha’nın odasına

giderek sadece onu sevdiğini ve Hacer‟le kendi isteğiyle evlenmediğini ifade eder.

Saniha ise artık onun Hacer‟le evli olduğunu ve kendisiyle beraber olmasının

mümkün olmayacağını, gecenin bu vaktinde odasına gelmesinin bile affedilmez bir

kabahat olduğunu söyler. Tüm bunları, Ġsmail Tayfur’u takip ederek Saniha‟nın

kapısının arkasından iĢiten Hacer ise korktuğunun baĢına geldiğini anlar ve büyük

umutlarla evlendiği Ġsmail Tayfur‟un alçak olduğunda karar kılar. Hacer, kendi

odasına dönüĢ yolunda dünyası kararmıĢ ve yolunu ĢaĢırmıĢ bir hale girer. Gerek

Ġsmail Tayfur‟un dönüp kendisini yakalayacağı korkusuyla gerekse de, duyduklarının

tesiriyle gideceği yolda ĢaĢkına dönen Hacer‟in vaziyetine iliĢkin Ģu metin parçaları

iyi tahlil edilmelidir:

“Bir aralık durdu, çevresini saran bu karanlığın ortasında, bu

sessizlik içinde bir açık denizde kalmış gibi, görecek bir şey, tutunacak bir

yer aramak istiyormuşçasına gözlerini açtı, ellerini uzattı, bir heykel gibi,

büyük bir korku içinde durdu, tiz bir çığlık atarak oraya yıkılacaktı.” (Fġ:

164)

“Bir parmak, bu karanlığın içinde uzanıyor, ses, “Oraya!..”

diyordu. Şimdi karar gücünü, varlığının bütünlüğünü yitirmişti. İnsanlıktan

çıkmış bir hayal gibi, büyülü bir güce baş eğiyordu.

İlerledi, önüne yığılan karanlıkları yararak yürüdü, yolunu gösteren

bir duyguyla sofrayı geçti, bir yere geldi, orada durdu, daha ileriye

gitmesine bir şey engel oluyordu.” (Fġ: 165)

“Gözlerinin önünde gerçek, o her zaman merakının önünde bir suçlu

gibi kaçan gerçek, işte şimdi orada, karanlıkta bir mağaranın korkunç ağzı

gibi açılan bu odada ortaya çıkıyordu.” (Fġ: 165)

126

“ Genç kız, artık duymamak, anlamamak istiyordu. Oradan kaçtı,

karanlıkta koşarak uzaklaştı; arkasından öfkeli bir canavarın kükreyişini

andırır bir hırıltı, sanki, kendisini izliyordu.

Hacer şimdi, korkunç bir hayalden kaçıyor, karanlıklar içinde

koşuyordu. Bir şey, kendisini tutmak için elini uzatıyormuş, soğuk bir soluk,

tenine değiyormuş gibi korkuyordu. Merdiven başındaki mumun ışığı, genç

kızın korkusunu geçirdi. Şamdanı aldı, şimdi yine koşuyordu; elindeki

mumun ışığı sallanarak, saçları dağılmış, gömleği üzerine dökülmüş

koşarken, bu sessizlik içinde kendi halinden ürküyordu.” (Fġ: 169)

Anlatıcının metin parçalarını dizayn ederken çevredeki nesnelerden en iyi

Ģekilde yararlandığı görülür. Bir fotoğraf karesini andıran kompozisyon içinde

sunulan kaçıĢ sahnesi, mekânın hem darlaĢmasına hem de labirentleĢmesine örnektir.

KuĢ bakıĢı ile yapılacak bir incelemede Hacer‟in, koridordan geçtiği süre içindeki

davranıĢlarının beslendiği ruh halinin izleri görülebilir. Ġsmail Tayfur‟un acı

ihanetini, kulaklarıyla iĢittikten sonra bilincini kaybetmeye baĢlayan Hacer, Ġsmail

Tayfur’un kendisini göreceği endiĢesiyle kapalı bir mekânın içerisinde fırtınalı bir

yolculuk yapar. Anlatıcının yığılan karanlıları yararak yürüdü ifadesi, mekânda

mevcut karanlığın Ģiddetini değil, Hacer‟in algısındaki karmaĢıklığı dile getirir.

Ancak asıl labirentleĢmeye örnek olan kısım, Hacer‟in kaçıĢ sahnesidir. Koridorda

gecenin karanlığında takip edilme korkusu ile yaĢayan Hacer, her an bir el uzanıp da

kendisini tutup durduracak zannıyla koĢmaya baĢlar. Bu zan, koĢma eylemi

üstündeki baskının Ģiddetini ispatlar. Dolayısıyla dar olan ve darlaĢmaya devam eden

mekânda, sonu gelmez ve belirsiz bir istikamete doğru her an engellerle kesilebilecek

olan koĢu, maddenin bireyin zihninde boyut ve mesafe değiĢikliğine uğraması ile de

yakından ilgilidir. Mekânın boyut ve mesafe değiĢimine uğraması, doğrudan doğruya

labirente konu olan kiĢiyi ilgilendirir. Ebru Burcu Yılmaz‟ın da ifade ettiği gibi

labirent mekânlar söz konusu olduğunda, kiĢinin olaydaki rolünden ziyade mekânla

olan mücadelesi ön planda yer alır. (2011: 51) Hacer, bir bakıma mekânla

mücadeleye giriĢir. Onun bu mücadelesi kendi gerçeğine ulaĢabilmek için yapılmıĢ

bir eylem niteliği taĢır.

Mehmet Rauf‟un Karanfil ve Yasemin adlı romanında, labirent mekânın farklı

bir örneği yer alır. Söz konusu örnekte mekân, ilgili birey açısından labirentleĢmeye

127

uğramaz. DıĢarıdan müdahale neticesinde mekân karmaĢıklaĢır. Nevhiz, aĢkını ispat

için Samim‟den zorlu ve dolambaçlı yollardan geçerek kendisine gelmesini Ģart

koĢar. Nevhiz, aĢığının sadakat ve cesaretini ölçmek fikriyle Samim‟i

Çengelköy‟deki köĢküne davet eder. Söz konusu davetini bir mektup aracılığıyla

yapan Nevhiz, Ģu ifadeleri kullanır:

“Köşk bahçesinin önündeki yüksek duvarı takip eder ve solda ilk dar

sokağa saparsınız. İki yüksek duvar arasındaki bu yolda iki yüz adım kadar

yürüdüğünüz vakit yine solda küçük bir tahta kapı göreceksiniz. İşte bu kapı

benim köşke en yakın olan methaldir. Bu kullanılmaz bir kapı olup her

zaman kilitli bulunursa da size kolaylık olsun için çaresini bulur, o gece açık

bulundururum. Yani itince kapı açılır. Fakat işte asıl o zaman dikkat etmek

lazım gelir. Çünkü bahçede geceleri sabaha kadar müthiş köpek dolaşır.

Bunlar her birisi, bir kaplanla başa çıkacak kadar iri, korkunç hayvanlardır.

İçeri girince mümkün olduğu kadar gürültü yapmayıp köpekleri ikaz

etmemeye çalışarak kapıya amuden biraz yürümeli, sonra sağdaki ilk

ağaçlıklı yola sapmalısınız, yüz adım kadar da bu yolda yürüyünce benim

köşkün önünde, kapımın yanında bulunursunuz… Bu kapıyı da açık

bırakacağım, artık ötesi selamet ve saadettir.” (KY: 185)

Daha önce ifade edildiği üzere yukarıdaki örnekte, labirentleĢme ruhsal

boyutlu değildir. Fiziksel nitelikleri uygun olan labirent bir mekân vardır. Bu

labirentliğin sağlanma sebebi ise farklı durumlarda kiĢilerin tepki ve davranıĢlarını

anlayabilmektir. Labirent sayesinde anlatıcı, Samim‟in bazı özelliklerinin

kendiliğinden ortaya çıkmasına olanak sağlar. Nitekim Samim de kendisine verilen

zorlu görevi yerine getirerek Nevhîz‟e layık bir erkek olduğunu ispat eder. Samim‟in

labirentimsi mekânın üstesinden gelebilmek ve Nevhîz‟e ulaĢabilmek için gösterdiği

çaba ve hırs bireyin elde etmek istedikleri uğruna, Ģartlar ne kadar zor olursa olsun

vazgeçmeyeceği gerçeğidir. Bu noktada labirent, önemli bir görev üstlenir. Labirent

karmaĢıklaĢtıkça kiĢinin çözüm üretebilme yetisi olgunlaĢabilir, ya da onu daha fazla

mücadeleye sevk edebilir. Eğer romanda karakterin karĢı karĢıya bırakıldığı bir

labirent varsa bu, olay örgüsünün belli bir yerinde varlığını sürdüren bir problemin

çözümü veya roman kiĢisinin en olumsuz durumlara verebileceği tepkilerin ortaya

konması içindir. Bu yönüyle labirent önemlidir. “Çünkü labirent hiçbir zaman

önemsiz bir ayrıntı olmadı. İnsan aklının ürettiği bu en eski şekil, insanlığın en temel

128

dramlarının yaşandığı yerlerde hep var oldu.” (Attali, 2004: 20) Labirent düze

ulaĢmak için kullanılan bir karmaĢıklıktır.

3.3. KARAKTER ÇÖZÜMLEME ARACI OLARAK MEKÂN

Roman karakterlerinin tahlili yapılırken romanın unsurlarından yararlanılır.

Romanın kurgusu, olay örgüsü, zamanı ve kiĢileri karakter çözümlemede yardımcı

olabilecek unsurlardır. Bu çerçevede, romanın önemli yapı taĢlarından olan mekân da

karakter çözümlemede kullanılabilir. Mekân hem fiziksel hem de ruhsal anlamda

karakter üzerinde etkisini gösterir. Özellikle romanın baĢkahramanının yaĢadığı

mekânsal süreçler takip edilerek önemli bulgulara ulaĢılabilir. Ancak mekân,

karakterin bütünüyle tahlil edilmesine olanak sağlayamaz. Olsa olsa tahlilin bir

kısmına yardımcı olabilir. Ayrıca her roman veya her karakter için de mekânın

çözüm üretme kapasitesi aynı değildir. Dolayısıyla karakter çözümlemenin bütünsel

bir yaklaĢım gerektirdiği ve karakteri etkileyen tüm etmenlerin bir araya gelmesiyle

güvenilir sonuçlar alınacağı bilinmelidir.

Servet-i Fünûn romanlarına bakıldığında bazı karakterlerin romanda ön

plana çıktığı görülür. Kimi romanlarda tek bir karakter romanın tümüne nüfuz etmiĢ

gibidir. Dolayısıyla Servet-i Fünûn romanının, belirli karakterleri ön plana çıkardığı

görülür. Bu durum mekânın karakter çözümlemedeki gücünü olumlu yönde etkiler.

Karakterin çok fazla ön planda olması ve baĢkahramana yardımcı diğer

kahramanların sahnede pek yer almaması, mekânın ana karakterle sürekli bir bağ

içerisinde kalmasını sağlar. Zaten Servet-i Fünûn romanlarında olaylar genellikle

kapalı mekânlarda geçtiğinden roman karakterlerinin mekânla teması daha net

biçimde görülür.

Romanın baĢkahramanının en fazla kendisini gösterdiği Mai ve Siyah,

mekân kaynaklı karakter tahliline uygun romanların baĢında gelir. Bu romanın

baĢkahramanı olan Ahmet Cemil, duygularını açığa vurmayan, içine kapanık, endiĢe

duygusuyla özdeĢleĢmiĢ biridir. YaĢadığı maddi bunalımlar ve baĢkasının emrinde

129

asgari bir ücretle çalıĢıyor olma zorunluluğu Ahmet Cemil‟i çok rahatsız eder. Hem

evin ihtiyaçlarını gidermek zorunda olması hem de özündeki mağrur tavrı Ahmet

Cemil‟i çatıĢma ortamına sürükler. Ancak Ahmet Cemil, çevresine yansıyan biri

değildir. Ġçini baĢkası yerine yine kendi içine döken biri olarak tanımlanabilecek

Ahmet Cemil‟in gerçekte nasıl bir kiĢilik sahibi olduğu, onun özdeĢleĢtirildiği

mekânlardan yola çıkılarak belirlenebilir. Ahmet Cemil, siyah renkli hayatının

gerçekliği ile mavi umutlarının hayali arasında bocalayan kiĢiliğini çeĢitli araçlarla

mekâna aktarır. AĢağıdaki paragrafta, Ahmet Cemil‟in bulunduğu mekânın karanlığı,

onun hayatının karanlığına da iĢaret eder:

“Burada, pencerenin kenarında, gözlerini bu zulmetle doldurarak,

birbirinin ardına yığılmış siyah duvarlar şeklinde imtidad eden bu fezanın

sinesinden çıkan sükûta benzeyen uğultuyu dinleyerek ötede beride bu zulmet

zemini içinde birer sarı leke şeklinde parıldayan münevver pencerelerden,

birkaç muhtecip ziya parçalarından gözlerini ayırmaya çalışarak, artık

önünde dehhaş, geniş bir uçurumun azim ve korkunç ağzını açıp kendisini

yutmaya müheyya olduğunu görüyordu.” (MS: 293-294)

Ahmet Cemil‟in ailesi ve hayalleri dıĢında sığınak noktası olarak gördüğü

diğer bir yer de matbaadır. Çocukluğundan beri kitapçılarda, matbaada çalıĢan

Ahmet Cemil, yazıyı ve kitabı hayatının anlamı olarak görür. Huzursuzluğa düĢtüğü

an ya odasında kitaplarıyla baĢ baĢa kalan ya da matbaada vakit geçiren Ahmet

Cemil‟in matbuata olan düĢkünlüğü, Ģu ifadelerde ortaya konur:

“Bir aralık aşağıya makineler dairesine inmek, onları bir kere daha

görmek istedi. (…) buzlu camın üstünde: “İçeriye girmek memnudur.” ihtarı

görünen kapıyı itti, makineler dairesine girdi. Litografya makinesi ta dipte

üzerine yelken bezinden örtüsü çekilmiş duruyordu. Ahmet Cemil en evvel

onu bir muhabbet nazarı ile selamladı: “Dünyada yegane servetim!”

diyordu. İlerledi; buraya ne vakit girse yağ, petrol, kağıt, mürekkep

kokusundan toplanma ekşi havasından garip bir haz duyardı, ciğerinin bu

havayı teneffüse muhtaç. Olduğunu, bu âlemden çıkacak olursa kanının

kuruyacağını zannederdi.” (MS: 315)

Yukarıdaki paragrafla bağlantılı olarak Ahmet Hamdi Tanpınar, Mai ve Siyah

romanının matbaa, mektep, kitapçı dükkânı gibi mekânlardan oluĢan bir sanat

çevresini anlattığını ve Ģahısların bu arka plandaki bu mekânlarla hayata bağlandığını

130

ifade eder. (1992: 276) Gerçekten de Ahmet Cemil için hayati bir öneme sahip olan

matbaa ve kitapların, onun hayatının anlamlandırılmasında önemli rol oynadığı

söylenebilir.

Eylül‟ün en coĢkulu karakteri olarak göze çarpan Süreyya, kiĢiliğine dair

birçok özelliği eylemlerinde gösteren biridir. Süreyya‟nın belirgin özelliklerinden

biri düĢ kurarken veya bu düĢleri eyleme geçirmeye çalıĢırken mekânı temel alan bir

yaklaĢım sergilemesidir. Süreyya, roman boyunca haz almak için giriĢilen fiziksel

eylemlerin odağında yer alır. Bu durum romanda Ģöyle yer alır:

“Önceden ricaya lüzum göstermeyen Süreyya şimdi gittikçe artan

şakalarla arzusuna karşı gelebiliyor, Suad’ın istemediği şeyleri bile

yapıyordu, bu şaka her türlü görünürü iyi koruyarak, işi ciddilikten

kurtarıyordu. Ne olursa olsun ricası kabul olunmuyor ve arzusuna muhalif

şey yapılmış oluyordu.” (E: 76)

Süreyya‟nın teklifsizliği ve kendi isteklerine olan bağlılığı onun deniz

sevgisinden kaynaklanır. Süreyya‟nın deniz ve gezi merakı o derece abartılı bir hale

gelir ki Suad, bu durumdan fazlasıyla rahatsız olur: “Süreyya’nın yelken hevesi,

kendisine her şeyi ihmal ettirecek dereceye gelmişti.” (E: 82) Süreyya için mekânın

niteliği ve anlamı önemlidir. Zaten Eylül romanına bakıldığında Necip-Suad

yakınlaĢmasının bir sebebinin de Süreyya olduğu görülür. Süreyya‟nın biçime

verdiği önem, onun duygusal bağlamda duyarsızlaĢmasına neden olur. Nitekim,

bunun sonucunda kocasıyla sağlıklı bir duygusal birliktelik oluĢturamayan Suad,

kendisine karĢılık vereceğini düĢündüğü Necip‟e bağlanır. Dolayısıyla romanın

kurgusunda Necip-Suad aĢkının oluĢmasına fırsat tanıyan mekânsal yakınlaĢmanın

dıĢında, Süreyya‟nın mekânsal arzularını her Ģeyin üstünde görmesi de etkilidir.

Mekânın karakter çözümlemede yardımcı olduğu diğer bir roman ise

Nemide‟dir. Romanın baĢkahramanı Nemide, genel özellikleriyle beraber Mai ve

Siyah‟ın Ahmet Cemil‟iyle benzerlik gösterir. Tıpkı Ahmet Cemil gibi Nemide de

doyuma ulaĢamamıĢ bir karakterdir. Hastalıkların da etkisiyle nazik bir fıtrata sahip

olan Nemide, sevdiği insanın kendisini aldatması neticesinde buhran yaĢar. Nail‟in

131

Nahit‟le olan aĢkından haberdar olan Nemide‟nin genel ruh hali tasvirler aracılığıyla

okuyucuya aktarılır. Nemide, romanda iki tür ruh halinde verilir: Ya istekleri

gerçekleĢtiğinde mutlu olan, coĢan; ya da arzularına kavuĢamadığında hastalanan,

kırgınlık yaĢayan ve ruhsal anlamda çöküĢ içerisine giren Nemide. Birinci durumda

çevresini olumlu ifadelerle betimleyen Nemide, ikinci ruh halinde karamsar

görüntülerle bütünleĢmiĢ görünür. Nail‟in kendisini Nahit‟le aldattığını öğrendikten

sonra Nemide‟nin girdiği Ģu vaziyet, onun ikinci ruhsal durumunu yansıtmakla

beraber, çevreyi algılayıĢındaki dıĢsal etkenlerin rolünü de ortaya koyar:

“Yazın hararetli güneşi havanın ağır dalgaları içinde yuvarlanarak

batî bir hareketle süzülüyor, etrafa krımızı alevler saçılıyordu. Dağlar yaz

akşamlarına mahsus bir sis içinde görülüyordu. (…) Nemide korkunç bir

rüyada derin bir uçuruma düşüyormuş gibi dalıyordu, nazarında bu gurup

manzarası, her zamankinden başka cehennemî bir şekil alıyordu.” (NMD:

158)

Karakterin sivrilerek romanda ön plana çıktığı diğer bir roman da Aşk-ı

Memnu‟dur. Bu romanda birden fazla karakter ön plana çıkmıĢtır. Romanın

karakterler açısından bölünmüĢ olduğu söylenebilir. Kimi kısımlarda Bihter, kimi

kısımlarda ise Behlül, Adnan Bey veya Nihal öne çıkan karakterler olarak göze

çarpmaktadır. Ancak romanın geneli incelendiğinde Bihter‟in romanın baĢkahramanı

olduğu görülür. Romanın sonunda diğer karakterlerin Bihter‟i sonuca götüren önemli

vasıtalar olduğu anlaĢılır.

Bihter, sıradan bir karakter değildir. Bir kadın karakter olarak Bihter, sadece

acılarıyla değil aynı zamanda hırsı, üstün gelme duygusu ve diğer güçlü kiĢilerin

arasından sivrilip, Ġstanbul sosyetesinin en önemli ailelerinden birinin yalısında tek

kontrol mekânizması olmayı baĢarabilmesi ile ön plana çıkmıĢtır. Gıyasettin AytaĢ

da Bihter‟in davranıĢlarıyla dikkatleri üzerine çekmesini bilen bir karakter olduğunu

ve bundan dolayı Halit Ziya‟nın diğer kadın kahramanlarından ayrıldığını söyler.

(2008: 39) Bihter‟i bu denli önemli kılan ve onu romanın merkezine yerleĢtiren,

ondaki sahip olma ve kontrol etme duygularının ileri düzeyde oluĢudur. Bihter‟in,

Adnan Bey‟le evlenmesi, baĢlı baĢına onun maddi ve mekânsal istemleriyle ilgilidir.

132

Adnan Bey‟in ve yalısının Ģöhretine vakıf olduktan sonra hayatını her fırsatta

sorgulayan Bihter, karĢılaĢtırma yoluyla bir senteze ulaĢır. Adnan Bey‟in yalısındaki

görkemli hayat onu kesin bir Ģekilde Adnan Bey‟le evlenme kararı vermesine iter.

Bihter‟in maddi güce eriĢmek için mekân değiĢtirme isteğindeki kararlılık ile eski

hayatını horlayıĢı aĢağıdaki paragrafta ifadesini bulur:

“…Ayağa kalkarak tekrar pencereden mini mini bahçeye baktı.

Şimdi böyle yukarıdan şu özenilerek muntazam tutulmaya çalışılan

bahçeciğe bakarken gözlerinde hulyasının yüksekliklerinden alçaklara düşen

bir istihkar nazarı vardı. Bu köşecikte, şu fakir evceğizde, her zaman bir

gidişle gelen gidene benzeyen saatleri sürükleyerek geçen günleri, yirmi iki

senelik hayatını bir an içinde gördü. Bütün eğlenceler, seyranlar, hatta o

zamana kadar sevile sevile yapılıp giyilmiş elbiseler, yirmi iki senelik

hayatının en güzel hatıraları bile birden nazarında adi ve hakir hiçler

dercesine indi.” (AġK: 46)

Yukarıdaki metinde görüldüğü üzere Bihter, yaĢadığı mekânı

aĢağılamakta, bahçesinde geçirdiği onca hatırayı bir anda hiçliğe atmaktadır. Hep

daha mükemmeli ve daha fazlasını isteyen Bihter, gururunun bedelini romanın

sonunda ölümle öder. Nitekim Adnan Bey‟in yalısında maddi olgunluğa eriĢen

Bihter, ruhsal anlamda çöküntü yaĢar. Böylece mekânsal değiĢim Bihter‟i mutlu

etmez. Aksine bu değiĢim, Bihter‟in felaketini beraberinde getirir.

Mekân unsuru, Ferdi ve Şürekâsı‟nda karakterin analiz edilmesinde ön

plana çıkar. Romanda Saniha, çocukluğunda yaĢadığı olayların kendisinde bıraktığı

izler dolayısıyla mekânla ciddi bir bağ kurmuĢtur. Romanın sonradan sahiplenilen,

kötü talihli kızı Saniha, çocukken annesiyle yaĢadığı evde bazı korkular yaĢar. Çoğu

içinde yaĢadığı mekândan kaynaklanan bu korkular Saniha‟nın karakteristik

özelliklerini yansıtır:

“Rüzgâr estiği zamanlar bu yıkık yer bütünüyle sarsılır;

pencerelerden sarkan kanatlar, duvarlardan düşmeye hazır duran kapılar

çarpar merdivenler titrer, tahtalar gıcırdar; o zaman Saniha, bu karanlıklar

içinde koşuyorlar, uçuyorlar sanırdı. Saniha, bu yıkık yerin yalnız şuralarını

bilirdi: Odaları, odaların önündeki avlu, avlunun önündeki alan… Bu

daireye geçmeye hiçbir zaman cesaret edememişti.” (Fġ: 57)

133

Ferdi ve Şürekâsı‟nın zaman kurgusuna bakıldığında Saniha‟nın özel bir

konumda olduğu görülür. Anlatıcı, Saniha‟yı çocukluktan yetiĢkinliğe doğru devam

eden bir zaman dilimi içerisinde anlatır. Saniha‟nın daha küçükken karĢılaĢtığı

sıkıntılara vurgu yaparak yetiĢkinliğinde gösterdiği kiĢiliği hakkında bazı ipuçları

verir. Yukarıdaki alıntıda, Saniha açısından güvensiz bir mekân oluĢturulduğu

görülür. Bu güvensiz mekân Saniha‟nın annesiyle beraber yaĢadığı evdir. Bu yönüyle

ileride mekânda güven duygusunu yeterince tadamayacak olan Saniha‟ya dair

iĢaretler sunulur.

Roman kahramanının mekânla birlikteliğinin sonucunda geliĢen mekânı

olumlu veya olumsuz değerlendirme biçimi de karakter çözümlemesine girer.

Özellikle barınma mekânı olarak eve iliĢkin yaklaĢımlar, kahramanın aile kurumuna

bakıĢı hakkında önemli ipuçları verir. Kırık Hayatlar‟ın sadakatsiz kahramanı Ömer

Behiç, evle ilgili düĢüncelerinden dolayı analiz edilmelidir. O, eĢini aldatan biri

olmasına karĢın evin kutsallığı ve mahremiyetiyle ilgili görüĢlerinde bir sapma

göstermez. Bu açıdan bakıldığında Ömer Behiç‟in anormal bir karakter olduğu

söylenebilir. Çünkü Ömer Behiç‟in eylemleri ve düĢünceleri birbiriyle uyuĢmaz.

Hem eĢini aldatır hem de aile kurumuna olan bağlılığını mekânsal düzlemde dile

getirir. Ömer Behiç, bir bakıma dıĢ dünya ile mahrem olan evi arasında doğal

olmayan bir ayırım oluĢturur. Bu ayırımın doğal olmamasının nedeni ise Ömer

Behiç‟in çatıĢma halinde olmasıdır. Bir taraftan arzularına boyun eğip Neyyir‟le

yasak aĢk yaĢarken diğer taraftan da evine ve ailesine bağlılığını sunan iç konuĢmalar

yapar. Böylece; Ömer Behiç‟in muallâkta kalmıĢ bir karakter olduğu sonucuna

varılır. Kırık Hayatlar‟da, Ömer Behiç‟in evini kutsal bir mekân olarak görmesi ve

ailesini yasak aĢkından uzak tutmaya çalıĢması Ģöyle ifade edilir:

“Evinde, yavaşça anahtarını sokarak kapısını açtı. Bu mini mini

mesut yuva derin bir uyku ile uyuyor gibiydi. Merdivenin başında durdu,

geniş bir nefesle bu evin saadet havasını teneffüs etmek istiyordu. Hayatın

bu elim facialarına temastan sonra kendi hayatının sakin saadeti daha

ziyade vüzuh peyda eden bir sarahatle onu ihata eder, evinin mesut ruhu

nerm ve şefik dudaklarını uzatarak onun gözlerinden, saçlarından öperdi.”

(KH: 144-145)

134

“… Bu vücutta yalnız bir düşünce vardı: Eve gitmemek. Şu halde,

henüz dudaklarının üstünden o cehennemi cinnet havasının ateşi sönmeden

eve girecek olursa kendisini idare edemeyeceğine, hayatta en yüksek ve en

nezih huşu duygularının bu mukaddes mabedinde onu başından tutarak

yerlere kapayacak, cürmünü kıvrana kıvrana haykırtacak bir kuvvetin

mahkumu olacağına kaniydi.” (KH: 186)

Yukarıdaki alıntılarda göze çarpan eve değer verme, Ömer Behiç‟in genel

karakterine iliĢkin bazı bilgiler verir. Aslında eĢine bağlı olan ve ondan ayrılmak gibi

bir niyeti olmayan Ömer Behiç, Neyyir‟in güzelliğine tutularak eĢini aldatır.

Hatasının farkında olduğunun en önemli kanıtı ise evine bağlılığını devam ettiriyor

olmasıdır. Romanın sonunda Ömer Behiç‟in Neyyir‟den ayrılarak eĢine dönmesi, bu

bağlılığının sonucudur.

Mehmet Rauf‟un Karanfil ve Yasemin‟inde sevdiği kızı aldatan Samim‟in

genel itibariyle nasıl bir kiĢiliğe sahip olduğunun anlaĢılmasında mekânın iĢlevi

önemlidir. Pervin‟i aldatan Samim, arzularına oldukça düĢkündür. Onun bu

düĢkünlüğü her alanda kendini gösterir. Dekoratif Mekânlar baĢlığı altında da ifade

edildiği gibi Samim‟in mekân düzenlemesindeki tutkusu dikkate değerdir. Samim,

tensel hazlara yatkın bir roman kahramanıdır. Özellikle Samim‟in cinsel

eğilimlerinin, kurgusal mekânlarla ilintilenerek aktarıldığı görülür. ġu metin

parçasına dikkat edilirse Samim‟in, mekânı daha çok tensel hazza yönelik bir amaç

doğrultusunda tercih ettiği anlaĢılır:

“Ah, onunla bir gece kandilinin lerzan ve muhteriz ziyasıyla nîm

aydınlanmış bir odada bir karyolanın ipek kanatları içinde bulunmak ve

onun yegâne vücuduna malik olmak!” diye titredi.” (KY: 65)

Samim‟in haz alma mekânı oluĢturmadaki becerisi daha önce dekoratif

mekânlar baĢlığı altında ifade edilmiĢti. Yukarıdaki alıntıda Samim‟in yine mekân

oluĢturma peĢinde olduğu görülür. Mekânın kurgusallığını ön plana alan Samim,

çoğunlukla her iki sevgilisi için farklı ortamlar hazırlama telaĢındadır. Samim, deyim

yerindeyse nabza göre Ģerbet veren bir karakterdir. Onun bu özelliği, her aĢığı için

özel mekân oluĢturmasına da yansır. Dolayısıyla Samim‟in, mekân düzenlemede

135

hassas olduğu ancak evin yuva anlamındaki ruhunu yakalayamadığı için baĢarısız bir

karakter olarak romanda yer aldığı söylenebilir.

3.4. MUHAYYEL MEKÂNLAR

Mekânın poetiği incelenirken göz ardı edilmemesi gereken konulardan biri de

hayali mekânlardır. Hayali mekânlar temelde hem fantastik hem de ütopik mekânları

kapsar. KiĢi, fanteziyi ve ütopyayı kendine has ve mahrem bir tarzda

gerçekleĢtirdiğinden, bireyin duygu ve düĢünüĢüne has olan; somut olarak gerçekliği

ve gerçekleĢebilirliği o an için söz konusu olmayan mekânlar, hayali mekân

kapsamında değerlendirilebilir. Öte yandan hayali mekânlar, olayın veya durumun

yayılabilirliği açısından diğer mekân türlerinden daha üst seviyededir. Karakterlerin

hayali mekânlardaki serbestliği, roman teorisinde hayali mekânların önemini arttırır.

Anlatıcının hayal yolu ile mekânsal rollerini aktardığı karakter, gerçekte bahsi geçen

hayale zıt olabilir. Böylece hayal yolu ile karakterin dönüĢümünü sağlama ve romanı

darlıktan kurtarma amaçları sağlanmıĢ olur. Netice itibariyle, mekânın soyutlaĢması

ve ruhsal açıdan geniĢlemesi, karakterler için oldukça önemlidir.

3.4.1. Hayalî Mekânlar

Fantastik, ütopik dahil olmak üzere düĢünce yoluyla kurgulanan tüm

mekânlar hayal kapsamı içine girer. Ancak fantastik ve ütopik mekânlar, gerçeklik

sorunu meselesinde olabilirliği güç veya imkânsız boyutta yer aldıkları için hayali

mekânlardan ayrı olarak değerlendirilmelidirler. Hayalî mekânlar, somut olarak var

olan veya olabilecek yerleĢilmesi mümkün görünen mekânları ifade etmede

kullanılırsa daha üst düzeydeki soyut mekânların tasnif ve tarifi de kolay olur. Bu

sebeple yukarıdaki baĢlıkla bağlantılı olarak Servet-i Fünûn romanlarında,

karakterlerin düĢ yoluyla arzu ettikleri somut mekânların değerlendirilmesi yapılırsa

baĢlık ve içerik arasındaki uyum tamamlanmıĢ olur.

136

Hayalî bir mekânın romana sağlayacağı katkı baĢta okuyucuya dönük olmak

üzere hem teknik yönünden hem de içeriğin geniĢletilmesi bakımından önemlidir.

Teknik açıdan romanın yaĢanılan zaman ve mekânın dıĢına çıkmasını sağlayan

hayalî mekânlar anlatımda farklılığı sağlar. Anlatıcının ifade Ģeklini daha çok

subjektif hale getirir. Anlatıcının anlatımda takındığı gerçekten uzak tavır en baĢta

roman kiĢisini ilgilendirir. Romanda bazı problemlerle yüzleĢen roman kiĢisi

sorunlara yer olmayan bir düş ülkesi oluĢturur ve bu Ģekilde daha önce yaĢadığı

çatıĢma durumlarından kurtulmuĢ olur. (ġengül, 2010: 532) Böylece romanda

oluĢturulan yapay mekânlar sayesinde, karakterin daha sonra kullanabileceği ekstra

mekânlar oluĢturulmuĢ olur. Bu durumun, romanın kurgusunda önemli olduğu

söylenebilir. Bu sayede roman karakteri alternatif mekân oluĢumlarını elinde

bulundururken romanın olay örgüsünün geniĢlemesine olanak sağlanmıĢ olur.

Hayalî mekânlar, kurgunun önünü tıkayan unsurların giderilmesini sağlar.

Örneğin Mai ve Siyah romanının baĢkahramanı Ahmet Cemil‟in problemlerle dolu

hayatının birçok anında hayalî mekânlarla, kiĢilerle, durumlarla yüzleĢtirilmesi onun

bunalımdan çıkması için bir fırsat olur. Ahmet Cemil‟in karĢılaĢtığı onlarca

tahammülsüz problemlere rağmen roman kurgusunda varlığını devam ettirmiĢ

olabilmesinin bir nedeni de hayalî mekânlarla iliĢkilendirilmesidir.

Servet-i Fünûn romanlarında genel anlamıyla hayalî mekânların geniĢ ölçüde

yer aldığı söylenebilir. Özellikle Mai ve Siyah ile Aşk-ı Memnu romanlarında hayalî

unsurların gözle görülür biçimde yer aldığı görülür. Bunun dıĢında Karanfil ve

Yasemin ile Kırık Hayatlar romanlarında da hayalî unsurlara rastlamak mümkündür.

Servet-i Fünûn romanlarında hayali mekânların farklı istemlerle yer aldığı

görülür. Örneğin Mai ve Siyah‟ta maddi açıdan oldukça yetersiz olan ve bu

yetersizliği ruh âlemine de yansımıĢ olan Ahmet Cemil‟in hayalleri ön planda iken,

Aşk-ı Memnu‟da daha fazlasını isteyen ve hem zenginlik hem de ihtiraslı bir aĢk

isteyen Bihter‟in hayalleri ile karĢılaĢılır. Karanfil ve Yasemin‟in Samim‟i, kadınlara

olan düĢkünlüğü sebebiyle bazı hayallere kapılır. Demek ki ihtiyaçlar ile hayaller

137

arasında kuvvetli bir bağ bulunur. Roman karakteri, kurgunun maddi veya manevi

bakımdan eksik kaldığı durumlarda hayal yoluna baĢvurur ve arzu edilenler görünür

hale getirilir. Bunun yanı sıra hayal vasıtası ile mekânın haricinde zaman unsuru da

geniĢletilir. Hem okuyucunun dar kalıplardan dıĢarı çıkması sağlanır hem de

karakterin etkinliği arttırılır. Çünkü hayalin estetik kullanımı üst düzey bir iĢlem

olarak kabul edilirse arzuları sayesinde soyutlaĢan karakterin de üst düzeyde etki

oluĢturması beklenir. Sonuçta, arzunun açtığı bir kapı olan hayal, roman karakteri

için farklı bir zeminin hayat bulma yeridir.

Hayali mekânların aĢkla ilintili olduğu Eylül, hayattan beklentileri kesin

olarak çizilmiĢ olan Süreyya ve farklılığı arayan Suad çiftinin, en yakın aile dostları

olan Necib Bey‟le olan iliĢkilerinin nasıl dramatik bir boyut kazandığının romanıdır.

Suad‟ın, romanda yüceltilen isteklerine karĢın; Süreyya maddi arzularının temelini

oluĢturan denizle içli dıĢlı olmak hevesi içindedir. Süreyya‟nın, isteklerinin çoğuna

kaynaklık eden denizle ilgili hayalleri romanda Ģöyle verilir:

“… Sonra Suad’a dönerek, “ O zaman sen de gelirdin, içinde

kamaraları, yemek salonu, her şeyi var… Sanki bir gemi! İnsan karısını

alınca kalkıp Marmara’ya çıkar. Mudanya… Yalova… İstersen Midilli,

İzmir…” … O zaman uzak ülkelerden, uzak şeylere özgü şiir ve renk

uyumunun büyüleyiciliğiyle ortaya çıkan tutkuyla onların güzelliklerinden

söz ederler, adaları birer birer geçerek İtalya kıyılarına kadar

uzaklaşırlardı. Kendilerini bir İtalya limanında gemilerinin zincir gürültüsü

içinde hayal ederler, “Ah ne iyi olurdu!” derlerdi.” (E: 112)

Yukarıdaki alıntıda dikkat çeken husus Süreyya'nın hayallerindeki

bütünlüktür. Süreyya, denize iliĢkin düĢüncelerini her fırsatta dile getirmektedir.

Süreyya‟nın hayal dünyasındaki deniz hâkimiyeti, Süreyya‟nın ruh dünyasındaki

zayıflığın bir iĢaretidir. Süreyya, romanda özgün fikirleri olan, felsefî çıkarımlar

yaparak hayatı anlamaya çalıĢan ve Suad‟la olan kocalık münasebetinde Ģiirselliğe

önem veren bir karakter olarak ön plana çıkmaz. Suad, hayatı bütün boyutlarıyla

düĢünmek azmindeyken, Süreyya, sadece kendi çevresindeki birtakım hadiselere

iliĢkin yorumlarda bulunarak bireysel alanını dar tutar.

138

Tıpkı Eylül romanında olduğu gibi Salon Köşelerinde romanında da

karakterin ilgi ve ihtiyaçları doğrultusunda teĢekkül etmiĢ bir hayali mekânlar

silsilesine rastlanılır. ġekip Bey, Beyoğlu‟nda Ġstiklâl Caddesi civarında gezinirken,

yanından geçtiği Londra Oteli‟nin içinde olup bitenlere dair Ģu varsayımları yaparak

hayali ortamlar meydana getirir:

“ … Bu kapalı pancurların arkasında kurulmuş olan mutluluk

tablosunu gözümün önüne getirdim. Yerlerde, minderlerin, kanepelerin

üzerine atılmış Türk halılarıyla mallarını kolaylıkla yabancılara satabilmek

için örnek olmak, salonu da süslemek üzere mağazalar tarafından otele

emanet bırakılıp duvara asılmış, (…) İşte orada, bir genç kız zarif bir elbise

giymiş. Küçük yüzükler, pembe cilalı tırnaklarla süslü minicik eli, sevda dolu

mavi gözleri üzgün bir halde dalmış, keman çalıyor; diğer köşede bir genç

soluk yüzlü, düşünceli şair bakışlı bir genç kâh, (…) Ah bu mutluluk tablosu,

ah bu şiirli köşe, ah bu hayatın zenginlik ve mutluluk dolu sahnesi!” (SK:

57)

Anlatıcının kurguladığı mekânın ruhsal boyutundan çok fiziksel ve bir

bakıma sosyolojik boyutunun ön planda olduğu görülür. Dikkat edilirse hayal

edilenler, Batı medeniyetinin kavram haritasından çıktığı kabul edilmesi gereken

keman, otel, mağaza ve pembe cilalı tırnaklar gibi dıĢ çevreye ait nesnelerdir. Bu,

düĢ kuranın düĢünce yapısı ve arzularının fikirsel yönünü de ortaya koymaya

yardımcı olabilir. Dolayısıyla, anlatıcının bazı ortamları ve mekânları, karakterin

gıpta ve hayal edecek düzeyde sunması karakter üzerinden arka plandaki mekâna

dair tutumların değiĢimine bir vurgu olabilir.

Kırık Hayatlar romanında, Ömer Behiç‟in ev ile ilgili kurguları hayali

mekânların somut gerçekliği olan örneklerinden biridir. Daha önce Şişli‟de yapmayı

planladıkları evin dekoratifsel yönünü tasarlayan Ömer Behiç, daha sonra mekânın

bütünlük göstermesi ve yuvaya dönüĢebilmesi için gerekli olan öğeleri birleĢtirerek

Ģu hayali kurar:

“Bütün bir evde saklanacak şeyleri mermer merdivenin bir

tarafından açılan kapısıyla zemin katına yerleştiriyor, sonra sıl evin kapısına

girince kendisini geniş bir mermer sofada buluyordu. Buraya zarif saksılarla

çiçekler, yapraklar yığacak, yer yer yeşillikler içine saklanmış kafeslerle

139

kuşlar, hususuyla kanaryalar koyacak ve her gün hayatın acılıklarıyla ezilip

hırpalandıktan sonra evine gelince burada kendisine koşan karısının,

boynuna sarılan, dizlerine tırmanan Selma’sının, Leyla’sının arasında

öldürücü ıstıraplarla geçmiş bir günün sızılarını dinlendiren bir hasta

hazzıyla, kanaryaların başının üstünden yağan şakırtılarıyla, çiçeklerin,

yapraklarını yüzünü, saçlarını okşayan buseleriyle dinlenecek, ruhunda

mustarip beşeriyetin anîf temaslarından kalan lekeler bu saadet ve neşve

muhitinin saf havasıyla yıkanacaktı” (KH: 32)

ġiĢli‟deki ev inĢa edildikten sonra Ömer Behiç, evin iç tasarımına iliĢkin bazı

tespitler yapar. Henüz Neyyir‟le tanıĢmamıĢ olan Ömer Behiç, eĢiyle beraber üçüncü

çocuk diye ifade ettikleri evleri için hayaller kurar. Dekoratif unsurların ağırlıkta

olduğu kurguda eĢyalar kıymetli ve zarif parçalardan oluĢur:

“Hiçbir zaman ne Londra’dan ne Paris’ten, ne Stokholm’den ne

Berlin’den eşya getirtecek değildi, (…) Bir aralık misafir odasına hep Şark

eşyası koymak, burasını bir nevi nadir Şark eserleri meşheri yapmayı

düşünmüştü: Kıymettar şallar, nadide halılar, çiniler, çeşmibülbüller,

levhalar, sırma ve ipek işlemeler, (…) hayalinde bunları bugün hemen

hemen boş denecek hüznüyle bekleyen odasına takar takıştırır, orasını fakir

böyle bir küçük numune sergisi haline koyduktan sonra bir çocuk sevinciyle

ellerini çırparak: Ah! Ne güzel, ne güzel!... derdi.” (KH: 168)

Mai ve Siyah romanı, Halit Ziya‟nın diğer romanlarına göre romantizmin

daha fazla hissedildiği bir romandır. Bundan ötürü, bu romandaki mekânların

somutluğu ve nesnelliği daha azdır. Mai ve Siyah‟ta, hayale dayanan mekânların

önemli bir bölümünün gerçek hayattan tamamen koparılmıĢ olduğu ve fantastiğe

kaydığı görülür. Ancak Ahmet Cemil‟in, kız kardeĢi Ġkbal‟in saadetine dair bir takım

hayallerinde, somutlaĢmanın varlığı açıkça görülür. Yine de Halit Ziya‟nın diğer

romanlarındaki benzerleriyle kıyaslandığında bu örnekte duygusallığın daha ön

planda olduğu izlenimi ortaya çıkar:

“Oh! O İkbal’i böyle mi gelin etmek isterdi? Onun için neler

düşünmüş; ne süslü evler, ne müdebdeb daireler, ne latif tuvaletler, ne

müzeyyen cihazlar tasavvur etmiş idi. (…) Sonra saçları püskürmüş yağız

Macar atlı zarif parlak bir araba onu alıp götürüyor, daha sonra güzide

tuvaletlerle zihayat bir çiçek deryası gibi dalgalı geniş bir mermer sofanın

ortasında o çiçek deryasının perisi, köpüklerden teşekkül etmiş bir melike

gibi İkbal… Şark halıları döşenmiş çifte bir merdiven, salonlar, avizeler,

levhalar, kadifeler, atlaslar…” (MS: 189-190)

140

Aşk-ı Memnu romanında ise Bihter‟in kendine özgü hırsı ile Adnan Bey‟le

evlendikten sonra hayatındaki değiĢikliklerle ilgili Ģu hayali parçalar onun manadan

çok maddeye önem verdiğini gösterir:

“Artık bahçeyi değil, gözlerinin önünde küme küme yığılmış

kumaşları, bunların üzerine dökülen mücevherleri görüyordu. Burada bir

kavs-ı kuzeh parçalanmış, ondan yeşil, mavi, sarı ve al ipek tufanları

serpilmiş idi ve bu renk fevvaresinin üstüne zümrütlerden, yakutlardan,

elmaslardan, firuzelerden güneş parçaları dökülüyor gibiydi.” (AġK: 48)

Bihter, ne maddi yoksunluğu olan ne de çevresi tarafından dıĢlanmıĢ bir

karakterdir. Sosyal çevresi de güçlü olan Bihter, kendisiyle mücadele içinde olan

annesi ve diğer bazı dıĢ nedenlerin de etkisiyle en iyi olma, en üste çıkma ve hem

Adnan Bey‟in kalbinin hem de yalının sahibi olmayı hedefler. Yani Bihter roman

içerisinde her ne kadar ihtiraslı aĢkların elçisi olarak görünse de onun maddi güç ve

servete olan tutkusu da göz ardı edilmemelidir. Dolayısıyla mekânın konum ve değer

açısından Bihter için önemli olduğu söylenebilir.

3.4.2. Fantastik Ġzler TaĢıyan Hayali Mekânlar

Anlatıcı, kurgu içerisinde mekânı yerleĢtirirken, sabit, bilinen ve varlığı

düĢüncelerde yer etmiĢ olan mekânları kullanmak zorunda değildir. Karakterin ruhsal

ve zihinsel durumu ile alakalı olarak kurgulama süreci farklı bir mecrada

seyredebilir. Zaman, mekân hatta kiĢiler de ayrı bir gerçeklik zeminine yerleĢebilir.

Bu zemin fantastik zemindir. Fantastiğin tarihi eskiye dayanır ve fantastik, insanın

bilinmeyene, anlamlandırılmayan ve adlandırılmayana karĢı duyduğu derin duygu ve

korkuyu içerir. Ertekin‟in de belirttiği gibi fantastik anlatıda söylemler

olağanüstüleĢtirilir. (2007: 35) Bu olağan dıĢı hale getirme bireyin rahat etmesini

sağlar. Çünkü sebep ve sonuçlar göz ardı edilerek farklı bir alana yöneltilen yargılar

kiĢinin kendi gerçeğini oluĢturmasını da beraberinde getirir. Fantastik anlatım baĢta

mekân olmak üzere diğer olguların zorlanması ve olmayacak olanın olur hale

getirilmesidir. Fantastik yazarın ülküsü, gerçeği farklı kılmaktır. (Ertekin, 2007: 37)

141

Fantastik bir metinde genel eğilim doğaüstü açıklamaların yapılmasıdır. (Ochiagha,

2008: 2)

Fantastik mekân ise fantastik yazının veya fantastik düĢüncenin ayrı bir

alanını oluĢturur. KiĢilerin fantastikleĢtirilmesi veya olayların aynı Ģekilde

biçimlendirilmesi dıĢında fantastik mekân kavramı, anlatıcının baĢta hayal gücü

olmak üzere diğer zihinsel aktiviteleri ile ilgilidir. “Fantastik mekânlar, sadece

kişilerin ayaklarının yere basmasını sağlamak ve olayların geçtiği yeri tanıtmak gibi

çevresel bir boyutta işlev üstlenmezler.” (Yılmaz, 2011: 1325) Fantastik mekânlar,

bireysel istemlerin hayat bulduğu veya zihnin uzak köĢelerinde kalmıĢların ortaya

çıktığı alan olarak belirir. Bununla birlikte Ertekin, fantastik uzamın sınırlarına iĢaret

ettiği makalesinde, fantastik uzamı belirleyenin anlatıcı olduğunu belirterek, uzamın

fantastikleĢmesinin çok yönlü Ģartlara bağlı olmadığını ifade eder:

“Fantastik uzamı ortaya çıkaran belirli yerlerden hareketle, özel

bir betimleme yapılması koşuluyla, her türlü yer fantastik uzam olabilir.

Mutlak öznelliğin yeri haline gelen bu yer, anlatı kişisinin yaşadığı uzamı

nesnel uzamın üstüne koyar. Uzamın okuru zaman üzerine düşünmeye

itmesi anlatıyı fantastik kılar.” (2007: 43)

Fantastik mekânın oluĢma zemininin Ertekin‟in ifade ettiği Ģekilde geniĢ

olması, fantastiğin az veya çok birçok edebi metinde yer almasını beraberinde getirir.

Bazen karakterlerin önemsiz görünen hayallerinde de fantastiğin izleri görülebilir.

Nitekim her hayal kiĢiye özgü, farklı ve tek olduğu için doğaüstülüğü barındırır.

Bundan hareketle aslında kiĢilerin hayallerinin çoğunun fantastik izler taĢıdığı ifade

edilebilir.

Servet-i Fünûn romanlarında mekânın üst perdede değiĢimini temsil eden

fantastikleĢme en yoğun olarak Halit Ziya UĢaklıgil‟in Mai ve Siyah romanında

görülür. Mai ve Siyah, karakterin özelleĢerek tekleĢtiği bir romandır. Ahmet Cemil,

romanın en belirgin karakteri olmakla birlikte tüm söylemlerin merkezinde kendisi

vardır. Romandaki olaylar ve düĢünceler Ahmet Cemil‟e endekslidir ve bakıĢ açısı

da sık sık Ahmet Cemil‟e kaydırılır. (Kantarcıoğlu, 1988: 54) Romanın baĢkarakteri

142

olan Ahmet Cemil‟in bu denli önemli fonksiyonları üstlenmiĢ olması, onun mekân

tercihinde sınırsızlaĢmasını ve kendi kurgusal mekânlarını oluĢturarak fantastik bir

biçimin meydana gelmesini sağlar. Nitekim mekânın kurgusallığı birinci derecede

ferdi ve hayalidir.

Mai ve Siyah‟ın olay örgüsünün dönüm noktalarının ardından, Ahmet

Cemil‟in, hayal gücünü kullanarak soyut mekânlar oluĢturduğu görülür. Söz konusu

mekânlar iç içe geçmiĢ katmanlar gibi farklı duyguların karĢılık bulduğu

mekânlardan oluĢur. Örneğin, Hüseyin Nazmi‟nin köĢkünde iken, Ahmet Cemil,

Hüseyin Nazmi‟nin kız kardeĢi Lâmia‟dan piyano çalmasını ister. Piyano çalma

konusunda önce korkaklık göstererek nazlanan Lâmia, daha sonra utangaçlığı

üzerinden atarak piyanoyu çalmaya baĢlar. Lâmia piyano ile meĢgul iken, Ahmet

Cemil sevdiği kızın karĢısında kendinden geçerek hayal âlemine girer. Anlatıcı,

Ahmet Cemil‟e, uzun bir hayali yolculuk yaptırır. Ġçinde bulunduğu mekânda sadece

bedenen bulunduğu zannolunan Ahmet Cemil, ayrı bir gerçeklik zemininde

okuyucunun karĢısına çıkar:

“Ahmet Cemil?.. O da Lâmia’yı unutmuş idi, şimdi nerede

bulunduğundan bile haberi yoktu. (…) Sema; bu siyah levhanın üzerinde,

ötesinde berisinde beyaz münevver pullar serpilmiş, ara sıra muhtelif

noktalarında uçan beyaz tüller harekete gelmiş sırma işlenmiş bir örtü gibi

eteklerini görünmez ufuklara salıvermiş, zulmetlerin sevda dolu göğsüne

dökülüvermiş idi. (…) Bu gül ziyası içinde şimdi Lâmia onun gözünde sihirli

bir inkişaf ile sanki büyüyor, o dar omuzlar genişliyor, küçük başa bir vüsat

geliyor, bu küçük çocuk yükseliyor, şu nahif mahlûktan o pembe renk içinde,

bu rakik nağmeler arasında silkinerek, saçlarından ziya köpükleri serperek

bir genç kız çıkıyordu. (…) İspanyol havasının Şark’a mahsus aksak vezni

Cemil’in hayalhanesinde İspanyol rakkaseleri icat ediyor, bunlar işte o

çatının üzerinden baygın şaşaasını dökerek yükselen ayın karşısında

parmaklarında zillerle, serpuşlarının pullarıyla, ayaklarının halhallarıyla

kollarının zincirli bilezikleriyle raks ediyorlardı. (…) Şimdi Ahmet Cemil’in

nazarında bu ay başka bir mahiyet alıyordu. Kendi kendisine:

Hayır, öyle değil diyordu; bu bir pencere ki semanın şu lacivert

kubbesinde açılmış; bir pencere ki içi nur deryası, bir ateş hazinesi; bir

pencere ki semaların öte tarafından intırak ederek peyda oluvermiş, sonra

bu bulutlar, bunlar şu lacivert mermer kubbenin zebevan etmiş parçaları,

bunlar o ateşin buharları ki meçhul bir ufkun derinliklerine dalıp gidiyor,

143

şimdi bütün bu gök duvarları çözülmeye başlayan buz safhaları gibi

çatırdaya çatırdaya kırılıp dökülecek.” (MS: 140-146)

Ahmet Cemil‟in bakıĢ açısına giren nesnelerin hayal sayesinde değiĢime

uğradıkları görülür. Ahmet Cemil‟in odaklandığı noktalar veya yerler duygu ve

düĢünceleriyle paralel biçimde Ģekillenir. Bu sayede Lâmia‟nın piyano çaldığı oda,

birbirinden farklı ve bağımsız gibi görünen sahnelerin toplandığı mekân görünümü

kazanır. Hem çatılarda oynayan rakkaseler hem de pencere imgesinin değiĢkenliğiyle

sunulan benzetmeler mekânın üst konumda farklılaĢtığını, artık bireyin aktif olarak

görev aldığı bir oluĢumun meydana geldiğini ve fantastik kurgunun iĢ baĢında

olduğunu ortaya koyar.

Fantastik söylemin devam ettiği Mai ve Siyah romanında, Ahmet Cemil‟in

duygusallığının çok yoğun olduğu söylenebilir. Olaylar ve durumlar karĢısında güçlü

bir duruĢ sergileyemeyen Ahmet Cemil, iç konuĢmaların ağırlıkta olduğu parçalarla

okuyucunun karĢısına çıkar. Bundan dolayı Ahmet Cemil‟in, devamlı olarak hayal

dünyasına kaçtığı, bir takım hayali konuĢmalarla hayata tutunmaya çalıĢtığı ve maddi

olarak bir türlü tam elde edemeyip tutunamadığı fiziki uzamın yerine hayali uzamlara

yöneldiği anlaĢılır. Romanın diğer önemli bir karakteri olan Hüseyin Nazmi mekân

yönünden romanda özellikle vurgulanır. Hüseyin Nazmi‟nin köĢkü muhtelif yerlerde

tasvirlerle anlatılır. Ayrıca, Ahmet Cemil‟in, söz konusu köĢke gittiği zaman

hissettikleri, yoksunluğundan ötürü duyduğu sıkıntı ve ezilme romanda açıkça

sunulur. Bu mekân karĢıtlığı yani iki yakın arkadaĢın yaĢadıkları yerlerin birbirinden

çok farklı olması; daha alt düzeydeki uzamda yaĢayanın kendisini küçük görmesine

ve elde edemediği mekânı telafi etme çabasına götürür. Ahmet Cemil, Hüseyin

Nazmi‟ye gittiği zamanlarda ya kendi muhtemel saadetini ya da içinde bulunduğu

durumun daha da kötüleĢerek hayatın onu sürükleyeceği meçhul yerleri hatırlar.

Böylece tüm bu mekânsal ikilemlerden; Ahmet Cemil‟in kurguladığı hayali ve

fantastik mekânlar ortaya çıkar.

Ahmet Cemil‟in yukarıda da bahsi geçen tutumları, kız kardeĢinin ölümüyle

daha da belirginleĢir. Daha önceleri arkadaĢı olarak gördüğü odası bile kendisine

144

ürkütücü gelen Ahmet Cemil, aĢağıdaki alıntıda görüldüğü üzere düĢsel zeminde

varlık gösteren bir karakter haline gelir. Artık onun için maddenin ve nesnenin pek

bir anlamı yoktur. En azından daha önceki tecrübeleri bu hissi yaĢamasına neden

olur. Böylece hayalin ve kurgusallığın çevrelediği bir Ahmet Cemil ile karĢılaĢılır.

Romanda yer alan Ģu ifadeler, gerçekten de fiziksel mekânın, Ahmet Cemil açısından

norm mekân olmaktan çıktığını gösterir:

“Burada hareket etmeyerek, saatlerin geçtiğini fark etmeyerek

nefsinden tam bir tecerrüt içinde duruyordu; uzaktan bir hayalin zemzemesi

gibi bellisiz bir neşideyi işitmek vehmiyle titredi. (…) Bir dakikalık sükût

içinde şimdi nazarında hayatı için tasavvur ettiği o çıplak sahne canlandı,

bu bir dakika içinde başka bir âlem hayatını gördü. Nazarın imtidadı imkânı

kadar, uzun, lekesiz, saf ve mücella güneşle kaynayan bir gök altında bir nur

deryası içinde oynuyor zannedilen çöl, beyaz ve parlak bir kum satihası ki,

şaşaalarla çalkalanan sema altında sonsuz uzaklıklara firar eden o ufka

yetişmek için koşuyor ta ileride fark olunmaz, görülmez bir telaki noktasında

yetişiyor, (…) Daha sonra bu beyabanın vahşeti içinde kaybolmuş birer

kafile şeklinde öbek öbek hurma ağaçları, muz fidanları görülüyor; çıplak

vücutları ile kumluğun ortasında bu tenha ve asude hayata tesliyet gönderen

bir selam ile yeşil başlarını kaldırırken uzaktan develer, (…) Ötede kumların

sinesinden fışkırıvermiş bir beyaz rüzgar dalgası şeklinde bütün beyaz

görünen atlarının üstünde beyaz harmanileri uçuşarak geçen bir süvari

zümresi… O vakit; bu hayal âlemi, karşısında canlanarak yaşamaya

başlayınca; o ses tekrar işitildi; bu defa yeni bir hayat ile, taze bir kuvvetle

orada, hemen evin kapısında tekrar uyandı.” (MS: 386-388)

Aşk-ı Memnu‟da fantastik mekân örneğinin Behlül‟le ortaya çıktığı görülür.

Behlül, roman içerisinde dikkat çeken ve yansıttığı karakterin gereğini güçlü biçimde

yansıtabilen bir görünüm arz etmektedir. Her genç ve güzel kızda aĢkın ayrı bir

güzelliği olduğunu savunan ve kadınlara ait düĢüncelerinde sadakat ve vefayı

önemsemeyen Behlül, hayatını rahat, zevk içerisinde, aĢka ait arzuları tatmin

olunmuĢ olarak geçirmek ister ve bu doğrultuda hareket eder. AĢklarında kararlılık

göstermeyen Behlül, kendi felsefesi uyarınca aĢk mekânları oluĢturmak ister. Aykırı

unsurların bir araya gelerek istemlerini doyuracağı bir mekân, Behlül‟ün oluĢturmak

istediği mekândır. Behlül felsefesini tamamlayan öğelerden olan anlık hazlar,

eskimemiĢ yüzler ve farklı heyecanlar Behlül‟ün mekân tasarımında ifadesini bulur.

Göksu gezisinde, Behlül‟ün Adnan Bey‟e hitaben söylediği Ģu sözler onun

145

farklılıkların bir araya geldiği mekân oluĢturma arzusunu ortaya koyarken, fantastik

mekândan izler taĢır:

“Bilmem diyordu; dere, yapmak istediğim şeylerle gözlerinizin

önüne geliyor mu? Denizin sularından istifade etmek için dereye o kadarcık

bir derinlik vermek kâfidir zannediyorum. Sonra bunun içine mini mini

muşlar, zarif gondollar, dünyanın muhtelif memleketlerine mahsus bin türlü

kayıklardan, sandallardan birer numune koyunuz, burasını bir küçük

gemiler meşheri haline getiriniz. Sahillere de Çin’den, Hint’ten, Acem’den,

Japon’dan alınmış köşkler koyunuz; mesela şurada hurma ağaçlarının

arasında kaybolmuş bir Arap köşkü, beride muz ağaçlarının ortasında bir

pagod, bir kenarda eteğine bir gondol yanaşmış bir Venedik sarayı. (…)

Sahillerde elektrikle müteharrik omnibüsleri koşarken bir taraftan esir bir

hava yükselerek Boğaz’ı, İstanbul’u, Haliç’i, Adalar’ı, Marmara’yı

seyretsin. İsterseniz buna sırtında mini mini bir köşkle bir fil, çıplak

ayaklarıyla Hintlilerin omuzlarında bir tahtırevan, bir Arap mahamili, geyik

koşulmuş bir kızak, daha bilir miyim, dünyanın her tarafından bir şey ilave

ediniz. İşte o zaman buraya bir mesire diyebilirsiniz ve buraya

hanımlarımızı, çocuklarımızı…” (AġK: 171-172)

Behlül‟ün Adnan Bey‟e ifade ettiği mekân düzenlemelerine dikkat edilirse

Karanfil ve Yasemin romanının Samim‟i ile benzerliğine vurgu yapılabilir. Samim de

tıpkı Behlül gibi aĢk mekânı oluĢturmada kendisine güvenen ve bu konuda titiz olan

biridir. Behlül‟ün Samim‟den farkı; Behlül‟ün aĢka iliĢkin fikirlerinin daha sistemli

oluĢu ve eylemlerinde daha uç noktada olmasıdır. Behlül mahrem bir mekân olan

amcasının evinde bile yengesine sarkıntılık yapmaktan çekinmeyen biridir. Bu

yönüyle onun mekânın mahremiyetini bozduğu söylenebilir. Behlül‟ün düĢlediği

hayali mekânlar ise açık bir Ģekilde kurgusaldır. Aslında roman kurmaca bir metin

olduğundan romanda yer alan mekânlar da kurmacadır. Bu yönüyle her mekân

kurgusaldır denilebilir. Ancak bazı mekânlar vardır ki anlatıcının özenle ve açık bir

irade ile yapılandırdığı, arzunun öncülük ettiği ve yoksunluğun bilinçte giderilmesine

yönelik istemsel bir Ģekil alırlar. ĠĢte Behlül‟ün kurguladığı mekân da birbirinden

mesafe olarak çok uzak ve farklı mekânların tek bir çatı altında toplanarak bireysel

istekleri doyuracağı fantastik nitelikler taĢır.

146

SONUÇ

Servet-i Fünûn Romanında Mekân adlı çalıĢma, Servet-i Fünûn Dönemine ait

on bir romanın incelenmesinden oluĢmaktadır. Halit Ziya UĢaklıgil‟in yedi, Mehmet

Rauf‟un iki, Hüseyin Cahit Yalçın ve Safveti Ziya‟nın birer romanının incelendiği bu

çalıĢmada, Servet-i Fünûn Dönemi romanlarında mekân unsurunun çok boyutlu bir

incelemesi yapılmıĢtır.

ÇalıĢmanın ilk kısmında, mekânın sadece içinde bulunulan, oturulan yer

olarak tanımlanmasının mümkün olmadığı ifade edilerek mekânın birey odaklı

olduğu tespit edilmiĢtir. Bu bölümde mekânda aidiyet, mekâna uyum sağlama,

mekânı anlamlandırma ve değerlendirme gibi kavramlardan bahsedilerek bireyin

veya toplumun mekânı sahiplenebilmesi için fiziksel sınırların zorunlu olmadığı;

bireysel tutumlar ve istemler doğrultusunda mekânda aidiyetin geliĢtirilebileceği

vurgusu yapılmaktadır. Aynı Ģekilde bireyin bakıĢ açısının mekâna ait düĢünceleri

Ģekillendirebileceği tespiti elde edilmiĢtir. Mekânın, kütle ve hacmi olan varlık

demek olmadığı; düĢünce, sezgi ve benzeri yollarla da mekânların oluĢturulabileceği,

böylece mekânın mekânsala dönüĢerek sahasının geniĢlediği çıkarımında

bulunulmaktadır.

ÇalıĢmanın en önemli kısmını oluĢturan ve sonraki uygulamalara kaynak

teĢkil eden Mekânın Poetiği alt baĢlığında, mekânı değerlendirmek için mekânın

tanımlanmasının veya tarif edilmesinin sağlıklı bir sonuç vermeyeceği dile

getirilmektedir. Mekân tahlilinde bulunulmak isteniyorsa, mekânla ilgili

çağrıĢımların tespit edilmesi ve mekânların hem bireysel hem de toplumsal anlamda

taĢıdıkları değerlerin, hangi bilincin ürünü olduklarının bilinmesi gerektiği ifade

edilmiĢtir. Mekânın poetiğinin fenomenolojik yaklaĢımın sonucu olduğu

vurgulanmıĢ, mekânın özünü ortaya çıkarmayı hedefleyen fenomenoloji‟den esinle,

mekânın poetiğinin, mekâna yaklaĢım Ģekillerinin tümünü kapsayan üst düzey bir

kavram olduğu sonucuna varılmıĢtır.

147

Mekânın poetiğine yapılan vurgudan hareketle, romanlarda mekân unsurunun

standart bir Ģekilde yer almadığı ifade edilmiĢtir. Kurgu, olay örgüsü ve romanın türü

ile de ilintili olarak mekânın romanda farklı yoğunluk ve anlam basamaklarında yer

aldığı ifade edilmiĢtir. Mekânla birlikte romanın anlatımında, anlatıcı ve okuyucu

lehine bir geniĢlemenin olduğu görülürken, karakterin de mekân sayesinde daha iyi

tahlil edilebileceği belirtilmektedir. Bununla beraber romanda mekânın az veya çok

kullanılmasının o romanda mekân analizi yapmak için yeterli olmayacağı; görünür

mekân malzemesinin az olmasının o romanda mekâna yeterince yer verilmediği

anlamına gelmeyeceği, aynı Ģekilde mekân malzemesinin yoğun olmasının da

romanın mekân açısından çok iyi bir konumda bulunduğunu açıklamaya yetmeyeceği

sonucuna varılmıĢtır.

ÇalıĢmanın ikinci bölümünde, Tanzimat Dönemi romanlarında mekânda

derinleĢmenin az olduğu ve mekânın sosyal çıkarımlarda bulunabilmek için

kullanılan bir araç olduğu, dolayısıyla mekân-insan iliĢkisinin bu dönem

romanlarında zayıf olduğu vurgulanmıĢtır. Mekânın önemli bir bağıntısını oluĢturan

tasvirin, Tanzimat romanlarında yüzeysel kullanıldığı, tarif ve tespit maksadından

öteye gidemediği dile getirilmiĢtir. Tanzimat romanlarında, mekânın birey açısından

henüz özel bir anlam ifade etmediği belirtilerek bireyde mekân odaklanmasının

Servet-i Fünûn Dönemi ile gerçekleĢtirildiği vurgulanmıĢtır. Bununla birlikte

Tanzimat romanlarında mekânların fiziksel olarak geniĢ tutulduğu ve Servet-i Fünûn

romanlarında olduğu gibi darlaĢma örneklerine pek rastlanmadığı savına yer

verilmiĢtir. Servet-i Fünûn romanlarındaki mekân kullanımlarının Tanzimat

romanlarına kıyasla daha belirgin ve aktif olduğu; Servet-i Fünûn dönemi

romanlarında mekânın sentez yapma düzeyinde incelenebilir olduğu görüĢü ifade

edilmektedir. Servet-i Fünûn romancıları arasında özellikle Halit Ziya UĢaklıgil‟in

mekânı kullanmada baĢarılı olduğu tespitine ulaĢılarak Servet-i Fünûn‟da mekânın

alıĢılmıĢın dıĢına çıktığının görüldüğü söylenmiĢtir.

ÇalıĢmanın üçüncü ve son bölümünde ise, Servet-i Fünûn Dönemi

romanlarından seçilen on bir örnek roman üzerinde geniĢ bir mekân tahlili

148

yapılmıĢtır. Bu bölüm, çalıĢmanın birinci ve ikinci bölümlerindeki teorik bilgiyle

ilintili olarak seçilen örnek mekânların analizi yapılarak mekânsal sentezlere ulaĢma

alanı olmuĢtur.

Öncelikle çevresel mekânlardan bahsedilerek bir mekânın çevresel olarak

tarif edilmesinin onu etkisiz kılmayacağı ve çevresel nitelikteki bir mekânın da

karakter aracılığıyla derinleĢebileceği gösterilmektedir. Özellikle yalının Tanzimat

romanlarında olduğu gibi yüzeysel olarak kullanılmadığı; kiĢiler arası çatıĢmaların

meydan bulduğu, duygusal yoğunluk taĢıyan iliĢkileri geliĢtirdiği ve Eylül romanında

olduğu gibi hem estetik hazların yaĢanması için ideal bir yer hem de psikolojik

aktivitenin yaĢam alanı olarak göze çarptığına dikkat çekilmektedir. Kent-Ģehir alt

baĢlığında ise özellikle Halit Ziya UĢaklıgil‟in romanlarında kentin irdelendiği ve

büyüyen Ģehirlerin beraberinde problemleri de getirdiği; ayrıca fiziksel açıdan

büyüyen, kalabalıklaĢan Ģehirlerin varoĢlarının toplum tarafından istenmeyen

insanların alanı olarak kabul gördüğü sonucuna varılmaktadır. Servet-i Fünûn

romanında sokağa sosyolojik bir terim gibi yaklaĢıldığı ve romanlarda buna dair

önemli tespitlerin varlığı dikkate sunulmaktadır.

Romanlarda, Boğaziçi ve Beyoğlu‟na ait zıtlıkların ortaya çıkardığı

çatıĢmadan doğan mekân değerlendirmelerine yer verilmektedir. Romanlarda

Boğaziçi‟nin sürekli arzulanan, imrenilen yer olduğu; Beyoğlu‟nun ise karakterlerin

dertlerini unutmak için sığındığı bir mekân olduğu anlaĢılır. Aynı Ģekilde

Boğaziçi‟nin de bazen kaçıĢ mekânı olarak romanlarda yer aldığı ve roman

karakterlerinin anlık durumlarına göre mekânı değerlendirme biçimlerinin de

değiĢtiği görülür.

Diğer bir çevresel mekân olan evin birçok anlama sahip olduğu dile

getirilerek mahremiyetin evle doğal bir bağ oluĢturduğu ve bu doğal bağın aynı

zamanda evi dıĢarıdan ayıran bir sınır oluĢturduğu görüĢü ifade edilmiĢtir. Evin farklı

iĢlevlere sahip olduğu ve bu iĢlevlerin katmanlar halinde olduğu görülmüĢtür. Evin

sığınma ve barınma iĢlevinin ilk katmanı oluĢturduğu dile getirilerek, ruhsal

149

dinginliği elde etme, estetik kaygılar gibi iĢlevlerin evin anlam dünyasında daha üst

katmanlarda yer aldıkları ancak ilk katmanın en iĢlevsel katman olmasından dolayı

önemini ve kutsallığını koruduğu fark edilmiĢtir. BaĢta Kırık Hayatlar‟daki evle

ilgili çıkarımlar sonucunda evin canlı bir varlık gibi algılandığı; bununla beraber evin

sadece Ģekilsel olarak değil barındırdığı nesnelerle de aile bireylerince değer

kazandığı ve özelleĢtirildiği tespit edilmiĢtir. Aşk-ı Memnu‟da yer alan evin ruhu

ifadesinden hareketle mekânın ruhu kavramı irdelenerek mekânın ruhunun mekânı

algılama ve yorumlama ile ilintili olduğu, bunun ise dıĢsal etkenlerle beraber birey

merkezli bir durum olduğu ifade edilmiĢtir.

Mekânda dekoratifliğin estetik kaygıların bir sonucu olduğu vurgusu

yapılarak mekân tasarımının karakterle güçlü bir bağının olduğu çıkarımına

ulaĢılmıĢtır. Servet-i Fünûn romanlarında dekoratif mekânların farklı amaçlarla

kullanıldığı görülerek dekoratif özelliği taĢıyan mekânların sahne görünümünden

çıkıp iĢlevsel hale girdiği belirtilmektedir. Karakterler arası çatıĢmalara sebebiyet

vermesinden ötürü, sınıf farklılığını ortaya koyan dekoratif mekânların önemli

olduğu sonucuna varılmıĢtır.

Tasvirin mekânsal yönü ortaya konarak Servet-i Fünûn romanlarında

kullanılan tasvirlerin yüzeysel ve anlam yoğunluklu olarak iki kısma ayrılabileceği,

olay örgüsü ve kurgunun gerektirdiği ölçüde anlatıcının tasvir kullanma yoluna

gittiği belirtilmiĢtir.

Ruhsal durumu yansıtan mekânların irdelendiği kısımda, mekânın roman

karakteriyle olan iliĢkisinin görünenin ötesine taĢındığı hususu tespit edilmiĢtir.

Mekânın kiĢide bıraktığı etkinin mekânın anlamlandırılmasında rol oynadığı; bu

doğrultuda karakterin mekân algısının, somut mekânı soyutlaĢtırdığı ya da boyut

açısından baĢkalaĢıma uğrattığı savına ulaĢılmıĢtır. KiĢinin algısındaki mekân

monotonluğunun ruhsal süreçlerle aĢılabileceği belirtilmekte, mekânın tersine

çevrilmesi ile karakteri etkileme gücü arasında önemli bir bağ bulunduğu

saptanmaktadır. Kapalı mekânlar sayesinde roman karakterinin baĢta korku olmak

150

üzere diğer bazı örtük duygularının ortaya çıktığı, Servet-i Fünûn romanlarında

kapalı mekânların çok sık yer aldığı tespit edilmiĢtir. Buna paralel olarak romanlarda

dehliz, mahzen, mezarlık, oda, hasta ve ölü odası gibi mekânların ruhsal durumu

yansıtan mekânlar olarak ön plana çıktığı görülmektedir. Özellikle odanın ölüm ve

hastalıkla ilintilenerek odanın küçüklüğüne rağmen yoğun ruhsal süreçleri içerisinde

barındıran özel bir konumda olduğu ifade edilmiĢtir.

Mekânın fiziksel sınırlarının roman karakterinin algısında değiĢebileceği

vurgulanmıĢtır. Mekânın fiziksel niteliğini karakter vasıtasıyla değiĢtirmenin

romanın kurgusunda derinlik oluĢturduğu sonucuna varılarak Servet-i Fünûn

romanlarında darlaĢan mekânların yoğunluğuna vurgu yapılmıĢtır. Roman içerisinde

geniĢleyen mekânların kullanımının aslında daha üst düzey bir iĢlem olduğu, buna

karĢın Servet-i Fünûn romanlarında olayların çoğunlukla dram niteliğinde olması ve

kötü sonla bitmesi nedeniyle geniĢleyen mekânların çok fazla yer almadığı hususu

tespit edilmiĢtir. DarlaĢan ve labirentleĢen mekânların Servet-i Fünûn romanlarında

sıkça yer aldığından söz edilirken dar ve labirent yerine darlaşan ve labirentleşen

ifadelerinin kullanımının daha uygun olduğu dile getirilmektedir. Çünkü romandaki

örneklerin dar olmayan veya dar olduğu halde daha da darlaĢan bunun yanı sıra

labirent olmayan fakat labirentleĢen nitelikte olduğu tespit edilmiĢtir.

ÇalıĢmanın son kısmında, Servet-i Fünûn romanlarında muhayyel

mekânlardan bahsedilerek hayalî mekânların romanın olay örgüsünde geniĢleme

sağladığı belirtilmektedir. Karakterin hayal kurma sayesinde yapay mekânlar

oluĢturarak romandaki problemlerden ve çatıĢma durumlarından kaçmak için fırsat

bulduğu ve bu doğrultuda Mai ve Siyah‟ın baĢkahramanı Ahmet Cemil‟in önemli bir

örnek olduğu tespit edilmiĢtir. Hayalî mekânların kullanım amaçlarının karakterlere

göre değiĢiklik gösterdiği ifade edilerek Servet-i Fünûn romanlarında en çok

yoksunluk-çaresizlik, aĢk ve sığınma-kaçınma durumlarında hayalî mekânlara yer

verildiğinin görüldüğü kaydedilmiĢtir. Servet-i Fünûn romanlarında fantastik izler

taĢıyan mekânların da yer aldığı belirtilerek fantastik uzamın doğaüstülüğü içerisinde

barındırdığı; fantastiğin kiĢinin kendi gerçeğini oluĢturmasına fırsat tanıdığı görüĢü

151

ön plana çıkarılmıĢtır. Özellikle hayatta isteklerini gerçekleĢtiremeyen veya kiĢisel

hazlarını ön planda tutan karakterlerin fantastik uzamla iliĢkilendirildiği belirtilerek

Mai ve Siyah romanında Ahmet Cemil‟in, Aşk-ı Memnu‟da Behlül‟ün bu durumun en

açık örnekleri olduğu ifade edilmiĢtir.

Edebî eserlerde insan, bilinç ve bilinçaltı gerçekliğiyle çok yönlü olarak yer

almaya baĢladığından itibaren, mekân unsuru da iĢlevselliğini arttırmıĢtır. Bu

sebeple, roman incelemelerinde mekân-insan iliĢkisini sorgulamak ve mekânı bu

iliĢkinin mahiyetine göre okumak, bizi edebî eserin var olma sebebi olan insanî öz‟e

ulaĢtıracaktır. Servet-i Fünûn romanları, Türk Edebiyatında Tanzimat Döneminde

statik bir görüntüye sahip olan mekân unsurunun, karakter çözümleme aracı olarak

geldiği noktayı ortaya koymaktadır.

ÇalıĢmanın bütün bölümleri birlikte değerlendirildiğinde Servet-i Fünûn

romanlarında mekân unsurunun ön planda olduğu, mekânın tekdüze kullanılmadığı,

farklı katmanlara ait anlamlar taĢıyan mekânların kullanıldığı, mekânın somut-soyut

ikilemi içinde sunularak çatıĢmalı durumlar oluĢturulduğu ve Servet-i Fünûn

romanları içerisinde mekânı en etkin bir biçimde kullanan yazarın Halit Ziya

UĢaklıgil olduğu sonucuna varılmaktadır. Netice itibariyle mekân analizinin

yapılmasının bir romanı tahlil etmeye yetmeyeceği görüĢü dile getirilerek mekânın

göz önüne alınmayacağı bir çalıĢmanın da eksik kalacağı vurgusu yapılmıĢtır.

152

KAYNAKÇA

ADLER, Alfred (2008), İnsanı Tanıma Sanatı, (çev. K.ġipal), Ġstanbul: Say

Yayınları.

Ahmet Mithat, (2000), Felâtun Bey İle Râkım Efendi, Ankara: Akçağ Yayınları.

AKIN, Ufuk (2008), Kültür ve Mekân Etkileşimi: Beyoğlu Örneği, Ġstanbul:

Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü YayımlanmamıĢ Yüksek Lisans

Tezi.

AKTAġ, ġerif (1991), Roman Sanatı ve Roman İncelemesine Giriş, Ankara: Akçağ

Yayınları.

ALMAGOR, Raphael Cohen (2006), “Mahremiyetin Sınırları: Yararlı Ayrımlar”,

İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi, Yaz-Güz 2006, S. 23, s. 175-186.

ALTAM, Hayriye Zeynep (2008), “Bir Sürgünlük Biçimi: Metropol YaĢamı”,

İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi, S. 34, s. 5-21.

ALVER, Köksal (2009), “Romanın Dilinde Kent”, Hece Dergisi, Mart 2009, S. 147,

s. 67-75.

ATILGAN, Yusuf (2010), Aylak Adam, Ġstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 19. basım.

ATTALĠ, Jacques (2004), Labirentin Tarihi, (çev. S. Kumbasar), Ġstanbul: Okuyan

Us Yayınları.

AYDINLI, Semra (2008), “Mekân‟dan Mekânsala: Mekânın Zamansallığı/Zamanın

Mekânsallığı”, Zaman-Mekân, der. A.ġentürer, ġ. Ural, Ö. Berber, F. Uz Sönmez,

Ġstanbul: YEM Yayınları.

AYTAġ, Gıyasettin (2008), Tematik Roman İncelemeleri, Ankara: Akçağ Yayınları.

153

BACHELARD, Gaston (1996), Mekânın Poetikası, (çev. O. Kunal), Ġstanbul: Kesit

Yayıncılık.

BACHELARD, Gaston (2004), Su ve Düşler, (çev. A. Derman), Ġstanbul: Yapı Kredi

Yayınları.

BOLAY, Süleyman Hayri (2004), Felsefe Doktrinleri ve Terimleri Sözlüğü, Ankara:

Nobel Yayınları.

BOURNEUR, Roland, QUELLET, Real (1989), Roman Dünyası ve İncelemesi, (çev.

H.GümüĢ), Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları.

BOYSAN, Aydın (2004), Nereye Gitti İstanbul?, Ġstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

BURCU YILMAZ, Ebru (2007), “Edebiyat-Psikoloji ĠliĢkisi Açısından Anlatı

Metinlerinde Mekân Kurgusu”, 1. Uluslar Arası Türk Dili ve Edebiyatı Sempozyumu

23-26 Ekim, Isparta.

BURCU YILMAZ, Ebru (2011), “Geceye Söylenen Masallar: Fantastik Anlatılarda

Gerçeküstünün ĠĢlevi”, Turkish Studies, C. 6. S. 3, s. 1315-1528.

BURCU YILMAZ, Ebru (2011), “Hikâye ve Romanlarda Sembol Dilinin

Görüntüleri Üzerine Bir Değerlendirme”, Bilig, S. 56, s. 45-56.

ÇETĠN, Nurullah (2008), Roman Çözümleme Yöntemi, Ankara: Öncü Kitap.

ÇIKLA, Selçuk (2004), Roman ve Gerçeklik Bağlamında Kültür Değişmeleri ve

Servet-i Fünûn Romanı, Ankara: Akçağ Yayınları.

ÇUBUKLU, YaĢar (2006), Uzam ve Kötülük, Ġstanbul: Everest Yayınları.

DEMĠR, AyĢe (2011), Mekânın Hikâyesi Hikâyenin Mekânı: Türk Hikâyesinde

Mekân (1870-1922 Dönemi), Ġstanbul: Kesit Yayınları.

DĠKENER, Orhan, ARIKAN, Abdulgani (2009), “Sanat ve Tasarım Eğitiminin

Renklerin Anlamlandırılması Üzerindeki Etkisi”, e-Journal of New World Sciences

Academy, C. 5, S. 2, s. 328-340.

154

DĠNO, Güzin (2008), Türk Romanının Doğuşu, Ġstanbul: Agora Yayınları.

DOĞAN, Ġsmail (2002), “Korumacılığın Geleneksel Kent Kültüründen Çıkarması

Gereken Dersler”, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, C. 35, S.

1-2, s. 15-23.

ERTEKĠN, Aydın (2007), “Fantastik Yazın Nedir?”, Atatürk Üniversitesi SBED, C.

9, S. 1, s. 35-46.

FINN, Robert P. (2003), Türk Romanı: İlk Dönem 1872-1900, (çev. T. Uyar),

Ġstanbul: Agora Kitaplığı.

FROMM, Erich (1997), Rüyalar, Masallar, Mitoslar, (çev. A. Arıtan, K.H. Ökten),

Ġstanbul: Arıtan Yayınları.

GASSET, Jose Ortega Y (2010), Sanatın İnsansızlaştırılması ve Roman Üstüne

Düşünceler, (çev. N. Gül IĢık), Ġstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

GOLDMANN, Lucien (2005), Roman Sosyolojisi, (çev. A. Erkay), Ankara: BirleĢik

Yayınları.

GÖKA, ġenol (2001), İnsan ve Mekân, Ġstanbul: Pınar Yayınları.

GÖREGENLĠ, Melek (2010), Çevre Psikolojisi: İnsan Mekân İlişkileri, Ġstanbul:

Ġstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

GÜMÜġ, Semih (2011), Roman Kitabı, Ġstanbul: Can Yayınları.

GÜR, ġ.Öymen (1996), Mekân Örgütlenmesi, Ġstanbul: Gür Yayınları.

HĠSAR, Abdülhak ġinasi (2005), Boğaziçi Yalıları, Ġstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

HĠSARLIGĠL, Beyhan BOLAK (2008), “Martin Heidegger‟de Mekân DüĢüncesi:

Hermeneutik-Fenonenolojik Bir YaklaĢım”, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler

Enstitüsü Dergisi, S. 25 C. 2, s. 23-34.

HUYUGÜZEL, Ömer Faruk (2004), Halit Ziya Uşaklıgil, Ġstanbul: Akçağ Yayınları.

155

ĠNAM, Ahmet (1992), “YaĢanacak Bir Mekân Tasarlasam”, Ankara Üniversitesi Dil

ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü Dergisi, C. 14, s. 177-188.

ĠNCĠ, Handan (2003), Roman ve Mekân: Türk Romanında Ev, Ġstanbul: Arma

Yayınları.

KANTARCIOĞLU, Sevim (1988), Türk ve Dünya Romanlarında Modernizm,

Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları.

KANTER, Beyhan (2010), “Eylül Romanında Estetize EdilmiĢ Kimlikler, TÜBAR,

XXVIII Güz-Eylül, s.231-243.

KARAKÜÇÜK, Suna (2004), “Bir Mekânsal Paradigma Olarak Öteki”, Eğitim Bilim

Toplum Dergisi, C. 2, S. 8, s. 76-90.

KARASU, Bilge (2007), Gece, Ġstanbul: Metis Yayınları.

KAVCAR, Cahit (1985), Batılılaşma Açısından Servet-i Fünûn Romanı, Ġstanbul:

Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları.

KERMAN, Zeynep (1996), Halit Ziya UĢaklıgil‟in Romanlarında Yaratma Usulü

Olarak Mekân Kullanımına Bir BakıĢ, Türk Dili, C. 1996/1, S.529, s.116-120.

KĠREMĠTÇĠ, Nurhan (2006), 1850-1950 Yılları Arasında Dekoratif Öğelerin

Sanatsal Kullanım Biçimleri, Ġstanbul: MSGÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü

YayımlanmamıĢ Yüksek Lisans Tezi.

KORKMAZ, Ramazan (2002), “Romanda Mekânın Poetiği” , Edebiyat ve Dil

Yazıları, (der. S.Eker, A. Külahlıoğlu), Ankara: Grafiker Yayınları.

MACLVER, R.M., C. H.PAGE (1994) , Cemiyet I, (çev. A.Kurtkan), Ankara: MEB

Yayınları, 2. basım.

MARDĠN, ġerif (2009), Türk Modernleşmesi, Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları.

MCINTOSH, Paul (2008), “Poetics and Space: Developing a Reflective Landscape

Through Imagery and Human Geography”, Reflective Practice, S. 9, C. 1, s. 69-78.

156

Milli Eğitim Bakanlığı (MEB), (2004), Örnekleriyle Türkçe Sözlük, Ankara: Milli

Eğitim Bakanlığı.

MONTAIGNE (2010), Denemeler, (çev. S.Eyüboğlu), Ġstanbul: ĠĢ Bankası Kültür

Yayınları, 19. Basım.

MORAN, Berna (2010), Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, C.2, Ġstanbul: ĠletiĢim

Yayınları.

NÂBÎZÂDE Nazım, (2005), Zehra, Ankara: Akçağ Yayınları.

NALBANTOĞLU, Hasan Ünal (2008), “Nedir Mekân Dedikleri?” Zaman-Mekân,

(der. A.ġentürer, ġ.Ural, Ö. Berber, F. Uz Sönmez), s. 88-108, Ġstanbul: YEM

Yayınları.

Namık Kemal, (2005), İntibâh, Ġstanbul: Bordo Siyah Yayınları.

NARLI, Mehmet (2002), “Romanda Zaman ve Mekân Kavramları”, Balıkesir

Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, C. 5, S. 7, s. 91-106.

OCHIAGHA, Terri (2008), "The Literary Fantastic in African and English

Literature", Comperative Literature and Culture, Aralık 2008, C. 10, S. 4, s. 1-8.

ORALĠġ, Meral (2006), “Yalnızlığın Mekânsal Topografyası”, Bellek, Mekân, İmge,

(der. M.KarakuĢ-M.OraliĢ), Ġstanbul: Multiligual Yayınları.

ORWELL, George (2004), Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, (çev. N. Akgören), Ġstanbul:

Can Yayınları.

RAUF, Mehmet (2002), Karanfil ve Yasemin, Ġstanbul: Ġnkılâp Yayınları, 1. basım.

RAUF, Mehmet (2003), Eylül, Ġstanbul: TimaĢ Yayınları.

Recaizade Mahmet Ekrem (2003), Araba Sevdası, Ġstanbul: Bordo Siyah Yayınları.

Safveti Ziya (2003), Salon Köşelerinde, Ġstanbul: Kum Saati Yayınları.

157

SAYIN, ġara (2006), “Edebiyat ve Bellek”, Bellek, Mekân, İmge, (der. M.KarakuĢ-

M.OraliĢ), Ġstanbul: Multilingual Yayınları.

SCHICK, Irvin Cemil (2001), Batının Cinsel Kıyısı: Başkalıkçı Söylemde Cinsellik

ve Mekânsallık, (çev. S. Kılıç, G.Sarı), Ġstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.

SEZÂĠ, SamipaĢazâde (2000), Sergüzeşt, Ġstanbul: Akçağ Yayınları.

STEVICK, Philip (1988), Roman Teorisi, (çev. S. Kantarcıoğlu), Ankara: Gazi

Üniversitesi Yayınları.

ġENGÜL, Mehmet Bakır (2010), “Romanda Mekân Kavramı”, Uluslararası Sosyal

Araştırmalar Dergisi, Mayıs 2010, C. 3, S. 11, s. 528-538

TANPINAR, Ahmet Hamdi (1992), Edebiyat Üzerine Makaleler, Ġstanbul: Dergâh

Yayınları.

TEKĠN, Mehmet (2004), Roman Sanatı, Ġstanbul: Ötüken Yayınları.

UġAKLIGĠL, Halit Ziya (1973), Ferdi ve Şürekâsı, Ġstanbul: Ġnkılâp ve Aka

Kitabevi

UġAKLIGĠL, Halit Ziya (2004), Mai ve Siyah, Ġstanbul: Özgür Yayınları, 6. basım.

UġAKLIGĠL, Halit Ziya (2005), Nemide, Ġstanbul: Özgür Yayınları, 1. basım.

UġAKLIGĠL, Halit Ziya (2006), Sefîle, Ġstanbul: Özgür Yayınları.

UġAKLIGĠL, Halit Ziya (2008), Aşk-ı Memnu, Ġstanbul: Özgür Yayınları, 10. basım.

UġAKLIGĠL, Halit Ziya (2009), Bir Ölünün Defteri, Ġstanbul: Özgür Yayınları, 2.

basım.

UġAKLIGĠL, Halit Ziya (2010), Kırık Hayatlar, Ġstanbul: Özgür Yayınları, 2. basım.

UYSAL, Mehmet Ali (2009), Sanatta Mekân Algısı: Mekânla Oynamak, Ankara:

Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sanatta Yeterlik ÇalıĢması Raporu.

158

VATANSEVER, Pervin (2011), Ruhunuzun Sığınağı Eviniz: Mekân Enerji

Temizliği, Ġstanbul: Markiz Yayınları.

YALÇIN, Hüseyin Cahit (1891), Nâdîde, Ġstanbul: Âlem Matbaası.

YILMAZ, Durali (2002), Roman Kavramı ve Türk Romanının Doğuşu, Ġstanbul:

Ozan Yayınları.

YÜKSEL, Mehmet (2003), “Mahremiyet Hakkı ve Sosyo-Tarihsel GeliĢimi, Ankara

Üniversitesi SBF Dergisi, C. 58, S. 1, s. 181-213.

ZAMBAK, Ferda (2007), Türk Romanında Mekân, Muğla: Muğla Üniversitesi

Sosyal Bilimler Enstitüsü, YayımlanmamıĢ Yüksek Lisans Tezi.