92
/ SiYASET / 1 SİYASET ve İMAN HİZMETİ İTTİHAD ilmî Araştırma Heyeti tarafından hazırlanmıştır.

Siyaset · Web viewSİYASET ve İMAN HİZMETİ İTTİHAD ilmî Araştırma Heyeti tarafından hazırlanmıştır. İÇiNDEKiLER paragraf no: - Eserin gayesi 1 - 4 - Siyasetin hususiyetleri

  • Upload
    others

  • View
    3

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Siyaset

/ SiYASET / 62

SİYASET

ve

İMAN HİZMETİ

İTTİHAD ilmî Araştırma Heyeti tarafından hazırlanmıştır.

İÇiNDEKiLER

paragraf no:

- Eserin gayesi 1 - 4

- Siyasetin hususiyetleri ve neticeleri hakkında bir giriş 5 – 9

MÜSBET SiYASET

- Geniş manasıyla islâmî siyaset 10

DiNÎ HiZMET VE SiYASET

- Manevî şahsiyetlerin, mürşidlerin fiilen siyasete girmeyip ehline bıraktıkları ve Bediüzzaman Hazretlerinin de aynı yolu takib ettigi 11 - 16

- Bediüzzaman Hazretlerine siyaset-i islâmiye inkılâpçısı nazarıyla bakılmaması için kaderin bir müdahalesi 17 - 18

ÜÇ VAZiFE

- Üç vazife ve üç cemaat 19, 20, 21

- Demokrat Partisine ve dolayısıyla da ehl-i siyasete

bakan bir ikaz mektubu 23 - 35

- Bediüzzaman Hazretlerinin siyasete bakışı ve içtinabı, şer’î kaynaklara dayanır 36

- Kurtuluş çaresi, siyasî particilikte mi? 37

SiYASETTEN iÇTiNAB

- Siyasî liderler, kendi siyasî maksadları için dinî şahsiyetlerin nüfuzundan istifade etmek isterler38 - 43

MÜSBET HAREKET

- Bediüzzaman Hazretlerinin müsbet hareketini ifade

eden bazı beyanları 44 - 51

- Bediüzzaman Hazretlerinin siyasetten uzak durmasının bazı hikmetleri 52 - 59

- Ecnebi tesirinde olan siyasetle, islâm menfaatına göre hareket edebilen müstakil siyasetin hususiyetleri 60 - 65

- ittihad ve Terakki Hükûmetine muarız idin, şimdi

niye sükût ediyorsun? suali ve cevabı 66

- Particilik lâzım-ı meşrutiyettir suali 67 - 69

- Bazan arzu, fikir suretini giyer 70

- Menfî mücadelelere yol açan çok partili hayat 71

- Dinî hizmet ehli ve memurların durumu 72, 73

- Siyasî tarafgirliklerin neticesindeki gerginliklerden dogan tekfir hatası 74

- Menfî hâkim cereyanların hükmettigi bu zamanda

siyaset âleminde müsbet hareket edilemiyecegi 75 - 77

- Dini siyasete âlet etmemek için, Nur’un has talebelerinin siyasetten kaçmaları 78 - 81

- Asrımızda siyaset, fikir ve hukuka dayanmaktan

daha çok kuvvete istinad ettiginden, siyasete

giren hakiki dindar cereyan zulme düşebilir 82 - 85

- Siyasete temas edilse, siyasî diplomatlar Risale-i Nur’a sahip çıksalar da yine siyasetten uzak kalmak ve

tabi ve dahil olmamak gibi tavsiyeler 86 - 96

- Risale-i Nur, islâm Birligi siyasetine dahi âlet

edilmez 97 - 99

ASR-I SAADETTE SiYASET VE DiYANET

- Manevî hizmetlerle, içtimaî ve siyasî çalışmaların

tefrik edilmesi (Bak: 42 - 46 ve 137) 100 - 106

iTTiHAD-I MUHAMMEDÎ CEMiYETi

- islâmî hizmet cemaatlerinin asıl vazifeleri 107

- Risale-i Nur’un has talebelerini siyasetten men’eden

bir kaç parça 108 - 123

SiYASÎ SiHiRBAZLAR

- Siyasî sihirbazların ifsadatı 124 - 128

HUKUK-U UMUMiYEYi Çi⁄NEYEN AFFEDiLiR Mi?

- Müslüman ekseriyetin safdillikle düştügü hataları 129

- islâmiyete ve Risale-i Nur’a taraftar olmaları ihtimali varken dahi o cereyana taraftarlıkla zulmüne ortak

olmak tehlikesi bulundugu 130 - 133

ÜÇÜNCÜ SAiD

- Dünyayı tamamen terkedip, vazifesini Risale-i Nur’a ve şakirdlerine bırakan Üçüncü Said’in halet-i ruhiyesi 134

ESAS GAYE iMAN

- Risale-i Nur müvacehesinde açıkça görülüyor ki;

asıl vazife, hizmet-i imaniyedir 135

SiYASETTE SÜKÛNET

- Siyasî ve idarî makama göz dikmemeyi ders veren hadîsler 136 - 139

HiLAFET

- Hilafetin mana ve mahiyeti 140, 141

BiAT

- Biat mes’elesi 142 - 143

EHVENÜşER

- Ehvenüşşer şeriatta küllî bir kaidedir 144

- Kuvvete dayanan siyasî şartlar içinde takib edilecek

yol 145 - 146

- Siyaseti dine âlet yapmak; hürriyet-i şer’iyeyi ihya;

Risale-i Nur’a sahip çıkmak; ittihad-ı islâma kuvvet vermek; Komünist ve Masonluk cereyanlarına karşı müteyakkız olmak; şeairi ihya etmek, Avrupa’ya bedel âlem-i islâma sahip çıkılması; dahilde siyasî tarafgirlikle menfî mücadelelere girilmemesi; islâmiyet milliyetini esas almak; Ayasofya’yı asıl kudsî haline çevirmek; Risale-i Nur’u resmen neşretmek gibi, siyasîlere yazılan tavsiye

ve ikazlar 147 - 195

- Halk ve Millet Partisi’nin bir cereyan durumunda oldukları cihetiyle, Demokratların da hakaik-i islâmiyeye istinaden bir cereyan olmaları gerektigi; yoksa Halkçılar ırkçıları elde edip devireceklerini ihbar eden bir ikazname 172-173

- Dinsizlik cereyanı, ifsad komitesi ve Purutluk olarak üç cereyan ve bu cereyanlara karşı Demokratlara

bazı tavsiyeler 174-179

- islâmî ahlâk ve hayatı esas almaya bedel Avrupa hayatı terviç edilirse, anarşinin şiddetleneceginin ihbarı 196 - 198

- Mevzunun bir hülâsası ve hüküm tesbitine bakan

kıstaslar 199

- Bu millet, idarecilerini mütedeyyin görmek ister 200 - 203

ESERiN GAYESi

1- Bu derlemenin hazırlanmasında esas olarak takip edilen maslahatlar şunlardır:

Bediüzzaman Hazretlerinin siyasî hayata ait ikaz ve irşadlarını, çabuk ve kolay elde edip, küllî ve müvazeneli bir bakış tarzının kazanılmasına yardımcı olmak.

2- Siyasete, politikaya müvazenesiz temayül ederek ittihad-ı islâma ve uhuvvet-i islâmiyeye zarar veren hareketlere düşülmemesi için, Risale-i Nur’un siyasete bakan ikaz ve ihtarlarını kısa zamanda ve kolayca mütalaa imkânını saglamak.

3- Günlük siyasî boguşmalara ve tarafgirliklerine merakla alâkalanıp, en mühim olan manevî vazifelerinden geri kalan halkın nazarlarını asıl vazifelerine çevirmek için buna dair ders ve ikazları yaygınlaştırmak.

4- Risale-i Nur eserleriyle Kur’ana hizmet eden milyonlarca Nur şakirdlerinden Risale-i Nur Külliyatını okumaya yeteri kadar zaman ayıramıyanların siyaset cazibesine kapılmamaları ve dolayısıyla efkâr-ı ammede Risale-i Nur’un siyasetle bulaşık oldugu vehmini verdirmemeleri, Nurların bu gibi derslerine aşinalık kazanmakla mümkün oldugundan, bu dersleri derli toplu nazara vermek maslahatı gözetilmiştir.

GiRiŞ

5- insanlar, fıtratları iktizasınca intizamlı yaşamaları ve iktisadî, medenî ve ma’şerî hayattaki münasebetlerde adaletsizliklerin önlenmesi ve içtimaî hayatta ortak ve umumî olan işlerin icra ve îfası için ehliyetli bir idare merkezine (devlete) muhtaçtırlar. Bunun bir neticesi olarak da cemiyette, idare eden ve edilenler sınıfları meydana gelir ki; idare edenler, siyaset ehli sayılırlar.

6- Hürriyetçi ve meşru rejimde, idare edenleri vazife başına getiren ve devleti kurduran; idare edilen sınıftır. Fakat tarih teessüfle gösteriyor ki; idare etmeye çok hevesli ve belli maksatları takip eden bazı zümreler, kuvvet kullanarak ve dolambaçlı ve hile yollarıyla zaman zaman idare makamında oturmuşlar ve halkı kendilerine baglamak, baglanmayanları da istibdad altında tutmak ve kısmen de imha etmek plânlarını tatbik ederek iktidarlarını muhafaza yoluna sapmışlardır. Bilhassa son asırlarda, hür rejimi koruma perdesi altında yapılan istibdadlar; tarihin siyah levhalarıdır.

7- Mezkûr tarihî zulüm levhalarını, Bediüzzaman Hazretleri anlatırken diyor ki:

«Hayat-ı içtimaiye-i siyasiye itibariyle beşer bir kaç devir geçirmiş.

Birinci devir : Vahşet ve bedevilik devri.

ikinci devir : Memlûkiyet devri.

Üçüncü devir : Esir devri.

Dördüncü devir : Ecir devri.

Beşinci devir : Mâlikiyet ve serbestiyet devridir.

Vahşet devri dinlerle, hükûmetlerle tebdil edilmiş. Nim-medeniyet devri açılmış. Fakat nev-i beşerin zekileri ve kavileri, insanların bir kısmını abd ve memlûk ittihaz edip, hayvan derecesine indirmişler. Sonra bu memlûkler bir intibaha düşüp, gayrete gelip o devri esir devrine çevirmişler. Yani memlûkiyetten kurtulup fakat “elhükmü lil galib” olan zâlim düsturuyla yine insanların kavileri zaiflerine esir muamelesi yapmışlar. Sonra ihtilal-i Kebir gibi çok inkılablar ile bu devir de ecir devrine inkılab ettirilmiştir. Yani zenginler olan havas tabakası, avamı ve fukarayı ücret mukabilinde hizmetkâr ittihaz etmesi, yani sermaye sahipleri, ehl-i sa’y ve ameli küçük bir ücrete mukabil istihdam etmeleridir…» (28. Mektub’un Altıncı Risalesi olan Altıncı Mes’ele’den Osm.Mektubat sh: 581)

8- işte böyle enaniyet zevkiyle devleti idare edenler sınıfından olmayı hırsla istemek şiddetlenir ve dâhilde siyasî mücadeleleri artırır, halkı muhasım gruplara böler ve tarafgirlik had safhaya varır. Millî huzur, içtimaî ve iktisadî denge ve istikrar bozulur.

9- Böyle vahîm neticeler veren politik faaliyetlere halk dilinde “siyaset” adını vermek alışkanlıgı varsa da, hakikatta yani hadîs lisanında “âhirzaman fitnesi” olarak vasıflanır. Halbuki siyaset, Kur’andan alınan yüksek bir ilim ve faziletin, içtimaî ve idarî sahada bir tezahürüdür.

MÜSBET SiYASET

10- Rububiyet-i ilahiyenin beşer âlemindeki hâkimiyetinin lâzımı olan ilahî talim ve terbiye kaidelerine istinaden insanları iyiye ve kemale tevcih etmek; adalet ve asayiş içinde hayat-ı içtimaiyenin hüsn-ü cereyanını temin etmek için gerekli olan icraatı yapmak mana-yı eammiyle siyaset-i islâmiyeyi ele alan imam-ı Gazalî Hazretleri, (ihya-i Ulûm cilt:1 sh:40’ta) siyaseti dört mertebeye ayırır. Veraset-i Nübüvvet makamında, yani müceddidlik vasfında bulunan dinî şahsiyetlerin, zahirî siyasete girmediklerini ve daha çok münevver sınıfı yani keyfiyetli dar daireyi irşad edeceklerini beyan eder.

DiNÎ HiZMET VE SiYASET

11- Said Nursî ve Nurculuk aleyhinde açılan davaların ekserisi, Nurculugun siyasi maksada dayanan bir hareket oldugu iddiasına dayandırılıyordu. Halbuki Bediüzzaman Said Nursî iman hizmetini esas almış, siyasetle meşgul olmayı ise ehline bırakmıştır.

12- Esasen binüçyüz seneden bu yana islâm dünyasının büyük dinî şahsiyetleri olan imamlar, mürşidler de aynı şekilde siyasetten uzak kalarak bu işi ehline bırakmışlardır. Hattâ imam-ı Azam Hazretleri en büyük bir islâm hukukçusu olmasına ve halife tarafından idarî makama geçmeye zorlanmasına ragmen, esas vazifesinin icabı olarak hizmet-i diniye sahasında kalmayı tercih etmiştir. Bununla da kalmayarak güvendigi şahsiyetlerden imam-ı Ebu Yusuf Hazretlerine yazdıgı vasiyetnamede, aynı husus üzerinde hassasiyet göstererek onun da siyasetle ugraşmamasını tavsiye ve telkin etmiştir.

13- Risale-i Nur müellifi Bediüzzaman, aynı mevzuda daha hassas davranmıştır. şöyle ki: T.B.M.M.’nin kuruluşu sıralarında Bediüzzaman istanbul’da bulunmakta iken, yeni hükûmet tarafından Ankara’ya davet edildi. Kendisine meb’usluk ve bazı siyasi makamlar teklif edildi. Fakat o, maneviyat sahasındaki hizmeti gaye edindi ve bu teklifleri kabul etmedi. Meclis kürsüsüne de davet edilen Bediüzzaman, orada vatan ve millet için dua etti. Hem vatan ve millet maslahatı namına meb’uslara 10 maddelik bir beyanname dagıttı, daha sonra da Van’a gidip manevî sahasına çekildi.

14- Yazmış oldugu Risale-i Nur namındaki eserlerinde, siyasi çekişmeler hakkında ikaz edici pekçok beyanları vardır. Ezcümle bir eserinde şöyle der:

«Maksad-ı aslî siyasetini yapanlarda din ikinci derecede kalır, tebeî hükmüne geçer. Hakiki dindar ise; “bütün kâinatın en büyük gayesi ubudiyet-i insaniyedir” diye siyasete aşk u merak ile degil; ikinci üçüncü mertebede onu dine ve hakikata âlet etmeye -eger mümkünse- çalışabilir. Yoksa bâki elmasları, kırılacak adi şişelere âlet yapar.» (EmirdagLâhikası-I sh: 57 )

15- işte Üstad Bediüzzaman, Risale-i Nur hizmetinin esasatını bu ve buna benzer çok yerlerde beyan ettigi gibi, bilhassa son ve umumî vasiyetnamesi hükmünde olan Ankara’da verdigi bir dersinde bizzat talebelerine Risale-i Nur mesleginin azamî ihlası muhafaza oldugunu kendi hayat ve harekâtından misaller vererek bütün Nur şakirdleri camiasına şaşmaz degişmez bir kısım düsturları vaz’ etmiş ve:

«Madem meslegimiz azamî ihlastır; degil benlik enaniyet, dünya saltanatı da verilse, baki bir mes’ele-i imaniyeyi o saltanata tercih etmek azamî ihlasın iktizasıdır.» (EmirdagLâhikası-II sh: 246) diyerek tercihini yapmıştır.

16- Mevzu ile alâkalı şu hâdiseyi de nazara verir:

«En ziyade bize nezaretle, bizimle ve siyasetle alâkadar mühim bir memur yanıma geldi. Ona dedim ki: “Bu onsekiz senedir sizlere müracaat etmedim ve hiçbir gazete okumadım; bu sekiz aydır, bir defa cihanda ne oluyor, diye sormadım; üç senedir buradan işitilen radyoyu dinlemedim; tâ ki kudsî hizmetimize manevî zarar gelmesin. Bunun sebebi şudur ki: iman hizmeti, iman hakaiki, bu kâinatta herşeyin fevkindedir; hiç bir şeye tâbi’ ve âlet olamaz. Fakat bu zamanda ehl-i gaflet ve dalâlet ve dinini dünyaya satan ve bâki elmasları şişeye tebdil eden gafil insanlar nazarında o hizmet-i imaniyeyi hariçteki kuvvetli cereyanlara tâbi’ veya âlet telâkki etmek ve yüksek kıymetlerini umumun nazarında tenzil etmek endişesiyle, Kur’an-ı Hakîm’in hizmeti bize kat’î bir surette siyaseti yasak etmiş.» (Kastamonu Lâhikası sh: 137)

17- Hattâ Risale-i Nur Müellifini müdafaa etmek, dinen vazifesi olmasına ragmen muhalefet eden bir şeyhin itirazını Bediüzzaman, efkâr-ı ammede kendisine, siyaset-i islâmiyede inkılapçı bir zât nazarıyla bakılmasını önlemesi cihetiyle kaderin bir himayeti diye çok manidar bir mana ile tefsir ederken şöyle der:

«Risale-i Nur’un hakikatıyla ve şakirdlerinin şahs-ı manevîsiyle tezahür eden fevkalâde imanî hizmetlerin ehemmiyetli bir kısmını biçare tercümanına vermek ve ehl-i dünya ve ehl-i siyaset ve avamın nazarında birinci derece ve hakikat nazarında, imana nisbeten ancak onuncu derecede bulunan siyaset-i islâmiye ve hayat-ı içtimaiye-i ümmete dair hizmeti, kâinatta en büyük mes’ele ve vazife ve hizmet olan hakaik-ı imaniyenin çalışmasına racih gördüklerinden; o tercümana karşı arkadaşlarının pek ziyade hüsn-ü zanları ehl-i siyasete, inkılapçı bir siyaset-i islâmiye fikrini vermek cihetinde, Risale-i Nur’a karşı hayat-ı içtimaiye noktasında cephe almak ve fütuhatına mani olmak pek kuvvetli ihtimali vardı. Bunda hem hata, hem zarar büyüktür.

18- Kader-i ilahî, bu yanlışı tashih etmek ve o ihtimali izale etmek ve öyle ümid besliyenlerin ümidlerini tadil etmek için, en ziyade öyle cihetlerde yardım ve iltihaka koşacak olan ülemadan ve sâdattan ve meşayihten ve ahbabdan ve hemşehriden birisini muarız çıkardı; o ifratı tadil edip adalet etti. “Size, kâinatın en büyük mes’elesi olan iman hizmeti yeter” diye bizi merhametkârane o hâdiseye mahkûm eyledi. Sonra Lillahilhamd, o muarızı susturdu, o ateşi söndürdü. Fakat münafrfıklar söndürmemek için çalışıyorlar.» (Kastamonu Lâhikası sh: 193)

ÜÇ VAZiFE

19- Bediüzzaman Hazretlerinin asıl vazifesi ve meslegi itibariyle siyasetten uzak durup, iman hizmetini esas almasında büyük hikmetler vardır ki, bu mesleginde ısrar eder. Hem imanî hizmetlerle siyasî vazifelerde vazife taksimini nazara verir. Ezcümle EmirdagLâhikası adlı eserinin 266. sahifesinde, ittihad-ı islâm bünyesinde üç vazife ve vazifedarları hakkında bilgi verdigi gibi; diger bir eserinde de iman ve din sahasında, içtimaiyat ve şeriat sahasında, siyaset ve hukuk sahasında olarak üç vazifeyi vazife taksimi kaidesiyle ele alarak diyor ki:

«Evet bu zaman hem iman ve din için, hem hayat-ı içtimaiye ve şeriat için, hem hukuk-u âmme ve siyaset-i islâmiye için, gayet ehemmiyetli birer müceddid ister. Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-i imaniyeyi muhafaza noktasında tecdid vazifesi, en mukaddes ve en büyügüdür. şeriat ve hayat-ı içtimaiye ve siyasiye daireleri ona nisbeten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalıyor.

20- Rivayat-ı hadîsiyede, tecdid-i din hakkında ziyade ehemmiyet ise, imanî hakaikteki tecdid itibariyledir. Fakat efkâr-ı âmmede, hayatperest insanların nazarında zâhiren geniş ve hâkimiyet noktasında câzibedar olan hayat-ı içtimaiye-i islâmiye ve siyaset-i diniye cihetleri daha ziyade ehemmiyetli göründügü için, o adese ile o nokta-i nazardan bakıyorlar, mana veriyorlar.

21- Hem bu üç vezaifi birden bir şahısta, yahut cemaatte, bu zamanda bulunması ve mükemmel olması ve birbirini cerhetmemesi pek uzak, âdeta kabil görülmüyor. Âhirzamanda, Âl-i Beyt-i Nebevî’nin (A.S.M.) cemaat-i nuraniyesini temsil eden Hazret-i Mehdi’de ve cemaatindeki şahs-ı manevîde ancak içtima edebilir. Bu asırda, Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki, Risale-i Nur’un hakikatına ve şakirdlerinin şahs-ı manevîsine, hakaik-ı imaniye muhafazasında tecdid vazifesini yaptırmış. Yirmi seneden beri o vazife-i kudsiyede te’sirli ve fatihane neşriyle gayet dehşetli ve kuvvetli zendeka ve dalâlet hücumuna karşı tam mukabele edip, yüzbinler ehl-i imanın imanlarını kurtardıgını kırkbinler adam şehadet eder.» (Kastamonu Lâhikası sh: 189)

Yukarıdaki parçada geçen “Hz. Mehdi’nin cemaati”, mezkûr üç vazifenin vazifedar heyetlerini içine alır. Onun için üç vazife, Hz. Mehdi’nin cemaatinde içtima edebiliyor. Bu hükmü teyid eden şu ifade sarihtir:

«O zat, bütün ehl-i imanın manevî yardımlarıyla ve ittihad-ı islâmın muavenetiyle ve bütün ülema ve evliyanın ve bilhassa Âl-i Beyt’in neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakâr seyyidlerin iltihaklarıyla o vazife-i uzmayı yapmaga çalışır.» (EmirdagLâhikası-I sh: 266)

işte bu beyanda görülüyor ki; Hz. Mehdi’ye bütün ehl-i iman yardım eder, ittihad-ı islâm muavenet eder, ülema sınıfı ile evliya cemaatleri ve seyyidler iltihak ederler. Ülema, evliya ve seyyidler bu zata ittiba edince, âlem-i islâmı cem’etmiş demektir. Bu sarih beyana göre herhangi bir dinî cemaat, üç vazifeye birden sahip olmak tavrına girmesi veya dava etmesi hissî ve hevesî olur. Geniş daire faaliyetlerine temayül edenler, öncelikle teşekkül şartlarına riayet ederek ittihad-ı islâma çalışmaları gerektir. Böyle bir kuvvete dayanmayan geniş daire hizmetini, hâkim cereyan ya kendi menfaatine çevirip âlet eder veya bogar diyerek ikaz eden Bediüzzaman Hazretleri “Dar-ül Hikmet-il islâmiye neden hizmet edemedi?” sualine verdigi cevabda diyor ki:

«C- En büyük hizmeti, adem-i hizmetidir. En büyük hareketi, hareketsizligidir. Çünki buradaki hâkim olan kuvvet-i ecnebiye, lehinde olmayan herbir hareketi boguyor. Hareket edenleri gördük, mukaddes camilerde gâvurlara dua ettirildi ve mücahidlerin cevaz-ı katline fetva verdirildi. işte Dar-ül Hikmet, bu fırtına içinde âlet ettirilmedi. En büyük mani olan ecnebi kuvvet, bütün kuvvetiyle ahlâksızlıgı himaye ve teşci’ ediyordu.» (Sünuhat Tulûat işarat sh: 88) (Bak: 75.p.)

22- Bediüzzaman Hazretleri, Demokrat Parti devresi içinde mevcud siyasi partiler hakkında ehven-üş şer kaidesiyle siyasî tercih ölçüsünü bazı mektublarında kaydeder ve müsbet çıkış yollarını gösterir. (Bak: Yeni Ansiklopedi 3415.p.)

23- Demokrat Partisine ve dolayısıyla da ehl-i siyasete bakan ikaz mektubunda Bediüzzaman Hazretleri aynen şöyle diyor:

«Kalbe ihtar edilen içtimaî hayatımıza ait bir hakikat:

Bu vatanda şimdilik dört parti var. Biri Halk Partisi, biri Demokrat, biri Millet, digeri ittihad-ı islâm’dır.

ittihad-ı islâm Partisi: Yüzde altmış yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki siyaset başına geçebilir. Dini, siyasete âlet etmemege, belki siyaseti dine âlet etmege çalışabilir. Fakat çok zamandan beri terbiye-i islâmiye zedelenmesiyle ve şimdiki siyasetin cinayetine karşı dini siyasete âlet etmege mecbur olacagından, şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır.

24- Halk Partisi ise: Hakikaten acib ve zevkli bir rüşvet-i umumîyi kanunlar perdesinde bazı memurlara verdikleri için, yirmisekiz senelik bütün cinayatıyla başkaların cinayatı ve ittihadcıların ve mason kısmının seyyiatları da o partiye yükletildigi halde, Demokratlara bir cihette galib hükmündedirler. Çünki ubudiyetin noksaniyetiyle enaniyet kuvvet bulur, nemrutçuluklar çogalır. Bu benlik zamanında, memuriyet hakikatta bir hizmetkârlık oldugu halde; bir hâkimiyet, bir agalık, bir nemrutçuluk ile nefse gayet zevkli bir hâkimiyet mertebesini bir kısım memurlara rüşvet olarak verdigi için, bütün o acib cinayetlerle ve kendinden olmayan ceridelerin neşriyatıyla beraber bana yapılan muamelelerinden hissettim ki bir cihette manen Demokratlara galib geliyorlar. Halbuki islâmiyet’in bir kanun-u esasîsi olan hadîs-i şerifte سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ

yani: Memuriyet, emirlik ise reislik degil; millete bir hizmetkârlıktır. Demokratlık, hürriyet-i vicdan, islâmiyet’in bu kanun-u esasîsine dayanabilir. Çünki kuvvet kanunda olmazsa şahsa geçer. istibdad, mutlak keyfî olur.

25- Millet Partisi ise: Eger ittihad-ı islâm’daki esas olan islâmiyet milliyeti ki, Türkçülük onun içinde mezcolmuş bir millet olsa; o Demokratın manasındadır. Dindar Demokratlara iltihak etmeye mecbur olur. Frenk illeti tabir ettigimiz ırkçılık, unsurculuk fikriyle Avrupa, âlem-i islâmı parçalamak için içimize bu frenk illetini aşılamış. Fakat bu hastalık ve fikir, gayet zevkli ve cazibedar bir halet-i ruhiye verdigi için pekçok zararları ve tehlikeleriyle beraber, zevk hatırı için her millet cüz’î-küllî bu fikre iştiyak gösteriyorlar.

26- şimdiki terbiye-i islâmiyenin za’fiyetiyle ve terbiye-i medeniyenin galebesiyle ekseriyet kazanarak başına geçerse; ekseriyet teşkil etmeyen ve ancak yüzde otuzu hakiki Türk olan ve yüzde yetmişi başka unsurlardan olanlar; hem hakiki Türklerin hem hâkimiyet-i islâmiyenin aleyhine cephe almaya mecbur olacaklar. Çünki, islâmiyet’in bir kanun-u esasîsi olan bu âyet-i kerime: : وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى

dır. Yani, birisinin günahıyla başkası muahaze ve mes’ul olmaz. Halbuki ırkçılık damarıyla, bir adamın cinayetiyle masum bir kardeşini, belki de akrabasını, belki de aşiretinin efradını öldürmekte kendini haklı zanneder. O vakit hakiki adâlet yapılmadıgı gibi, şiddetli bir zulüm de yol bulur. Çünki “Bir masumun hakkı, yüz câniye feda edilmez” diye islâmiyet’in bir kanun-u esasîsidir. Bu ise çok ehemmiyetli bir mes’ele-i vataniyedir ve hâkimiyet-i islâmiyeye büyük bir tehlikedir.

27- Madem hakikat budur, ey dindar ve dine hürmetkâr Demokratlar! Siz bu iki partinin gayet kuvvetli ve zevkli ve câzibedar nokta-i istinadlarına mukabil, daha ziyade maddî ve manevî câzibedar nokta-i istinad olan hakaik-i islâmiyeyi nokta-i istinad yapmaya mecbursunuz. Yoksa sizin yapmadıgınız eskiden beri cinayetleri, nasıl eski partiye yüklüyorlarsa, size de yükleyip; Halkçılar ırkçılıgı elde edip, tam sizi maglûb etmeye bir ihtimal-i kavi ile hissettim ve islâmiyet namına telâş ediyorum.

28- (Hâşiye): Eskilerin lüzumsuz keyfî kanunları ve sû’-i isti’malleri neticesiyle, belki de tahrikleriyle zuhur eden Ticanî mes’elesini ve agır cezalarını dindar Demokratlara yüklememek ve âlem-i islâm nazarında Demokratları düşürmemenin çare-i yegânesi kendimce böyle düşünüyorum:

29- Nasıl Ezan-ı Muhammediye’nin (A.S.M.) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet buldugu gibi, öyle de Ayasofya’yı da beşyüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmektir. Ve âlem-i islâmda çok hüsn-ü tesir yapan ve bu vatan ahalisine âlem-i islâmın hüsn-ü teveccühünü kazandıran, bu yirmi sene mahkemeler bir muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de beraetine karar verdikleri Risale-i Nur’un resmen serbestiyetini dindar Demokratlar ilân etmelidirler. Tâ, bu yaraya bir merhem vurmalı. O vakit âlem-i islâmın teveccühünü kazandıkları gibi, başkalarının zâlimane kabahatı da onlara yüklenmez fikrindeyim.

30- Dindar Demokratlar, hususan Adnan Menderes gibi zatların hatırları için otuzbeş seneden beri terkettigim siyasete bir-iki gün baktım ve bunu yazdım.» (EmirdagLâhikası-II sh: 162)(*)

31- Yukarıdaki ifadede de görüldügü gibi, zamanımızın dünya siyasetini nefret edip tesirinde kalmadıgını ve merak saikiyle bakmadıgını eserlerinin muhtelif yerlerinde belirten Bediüzzaman Hazretleri, ancak büyük bir maslahat-ı islâmiye zuhurunda bazan çok az ve mecburiyetle baktıgı şeklindeki ihtirazî kayıtlarıyla da siyasî alâkaları azaltan bir mektubu da şöyledir:

«Otuz seneden beri siyaseti bırakıp havadislerini merak etmedigim halde mu’cizatlı Kur’anımızı iki buçuk sene müsadere edip bize vermemekle beraber dünyada emsali vuku bulmamış bir tarzda Afyon Mahkemesi bizi ta’zib ve kitablarımızın neşrine mani olmak cihetiyle ziyade beni incitti. Ben de beş-on günde iki-üç defa siyaset dünyasına baktım. Acib bir hal gördüm. Müdafaatımda dediğim gibi; istibdad-ı mutlak ve rüşvet-i mutlaka ile hareket eden bir cereyan-ı zendeka masonluk, komünistlik hesabına bizi böyle işkencelerle ezmege çalışmış. şimdi o kuvveti kıracak başka bir cereyan bu vatanda tezahüre başladıgını gördüm. Fazla bakmak meslegimce iznim olmadıgından daha bakmadım.» (EmirdagLâhikası-II sh: 15)

32- Bu dünyada dahi küfr-ü mutlaktan dogan manevî cehennemden kurtulmak çaresi Risale-i Nur oldugunu ve Demokratlar Risale-i Nur’a az müsaadekâr oldugundan “ehvenüşşer” diye bakılmasını tavsiye eden mektubdan bu manadaki kısmını aynen alıyoruz:

«Madem bu zamanda küfr-ü mutlak Kur’an’a karşı çıkıyor. Küfr-ü mutlakta cehennemden ziyade dünyada da daha büyük bir cehennem var. Çünki ölüm madem öldürülmüyor. Her gün beşerde otuzbin cenaze ölümün devamına şehadet ediyor. Bu ölüm küfr-ü mutlaka düşenlere, yahut taraftar olanlara; hem şahsın idam-ı ebedîsi ve bütün geçmiş, gelecek akrabalarının da idam-ı ebedîsi olarak düşündügü için, cehennemden on defa daha fazla dehşetli cehennem azabı çeker. Demek o cehennem azabını küfr-ü mutlakla kalbinde duyuyor. Çünki herbir insan akrabasının saadetiyle mes’ud, azabıyla muazzeb oldugu gibi; Allah’ı inkâr edenlerin itikadlarınca bütün o saadetleri mahvoluyor, yerine azablar geliyor. işte bu zamanda, bu dünyada bu manevî cehennemi insanların kalbinden izale eden tek bir çaresi var: O da Kur’an-ı Hakîm’dir. Ve bu zamanın fehmine göre onun bir mu’cize-i maneviyesi olan Risale-i Nur eczalarıdır.

33- şimdi Allah’a şükrediyoruz ki, siyasî partiler içinde bir parti, bir parça bunu hissetti ki; o eserlerin neşrine mani olmadı; hakaik-ı imaniyenin dünyada bir cennet-i maneviyeyi ehl-i imana kazandırdığını isbat eden Risale-i Nur’a mümanaat etmedi, neşrine müsaadekâr davrandı; nâşirlerine de tazyikattan vazgeçti.

34- Kardeşlerim! Hastalığım pek şiddetli, belki pek yakında ölecegim veyahut bütün bütün konuşmaktan -bazan men’oldugum gibi- men’ edilecegim. Onun için benim Nur âhiret kardeşlerim, ehvenüşşer deyip bazı biçare yanlışçıların hatalarına hücum etmesinler. Daima müsbet hareket etsinler. Menfi hareket vazifemiz degil… Çünki dâhilde hareket menfice olmaz. Madem siyasetçilerin bir kısmı Risale-i Nur’a zarar vermiyor, az müsaadekârdır; ehvenüşşer olarak bakınız. Daha azamüşşer’den kurtulmak için; onlara zararınız dokunmasın, onlara faideniz dokunsun.» (EmirdagLâhikası-II sh: 244)

35- Bediüzzaman Hazretleri, siyasette bazı çareleri ve çıkış yollarını göstermek için böyle bazı ikaz mektublarını yazmakla beraber, kendisi siyasi cereyanlardan ve meşgalelerinden daima uzak durmuş ve has talebelerini de aynı hassasiyetle men etmiştir.

36- Her hususta Kur’ana ittiba eden Bediüzzaman Hazretlerinin siyasetten içtinab etmeye dair tercihi de Kitab ve Sünnete istinad eder. Bilhassa Kütüb-ü Sitte’nin Kitab-ül Fiten kısmında pekçok ehadîsin ifadesiyle, âhirzaman fitnesinde içtimaî ve siyasî sahada hâkim olan şer cereyanından uzak durmak gerektigi bildirilmiştir.

37- Âhirzaman fitnesinin izale edilip islâmî hayatın iade edilmesi hususu ise, rivayetlerde tekrarla kaydedildigi ve Bediüzzaman Hazretlerinin de bu rivayetleri izah ettigi üzere, bu vazife Hz. Mehdi ve cemaatının vazifesidir. Yani ittihad-ı islâmın ordularına istinad eder. (Bak: EmirdagLâhikası-I sh: 266 p.2, 3 ve Sikke-i Tasdik sh: 9 sonu) Yoksa, asrın menfî siyasetinden böyle bir umumî ıslahat beklenilmez. Ancak ittihad-ı islâmı ciddiyetle esas alan bir siyasî partinin vesile olması ve ittihad-ı islâma yol açması tarzında olabilir.

SiYASETTEN UZAK DURMA

38- Siyasi liderlerin ekserisi, halkın itimad ettigi dinî şahsiyetleri politik maksadlarla kendi siyasî sahalarına çekip nüfuzundan istifade etmek isterler. Bediüzzaman Hazretleri ise, karışık dünya siyasetlerine dehalet etmeyip uzak durmuştur.

39- Ezcümle, Bediüzzaman Hazretlerinin siyasîlere dehalet etmemesinin hikmetini soranlara verdigi cevabı, bu gayet ince ve sırlı hakikatı ifade eder. şöyle ki:

«Mühim bir suale hakikatlı bir cevabdır:

Büyük memurlardan bir kaç zat benden sordular ki: “Mustafa Kemal sana üçyüz lira maaş verip, Kürdistana ve Vilayat-ı şarkiyeye, şeyh Sünusî yerine vaiz-i umumî yapmak teklifini neden kabul etmedin? Eger kabul etseydin ihtilâl yüzünden kesilen yüzbin adamın hayatlarını kurtarmaya sebeb olurdun!” dediler.

Ben de onlara cevaben dedim ki: Yirmişer-otuzar senelik hayat-ı dünyeviyeyi o adamlar için kurtarmadıgıma bedel, yüzbinler vatandaşa, herbirisine milyonlar sene uhrevî hayatı kazandırmaya vesile olan Risale-i Nur, o zayiatın yerine binler derece iş görmüş. Eger o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye âlet olamayan ve tabi olmayan ve sırr-ı ihlası taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi.» (şualar sh: 289)

40- Hem yine aynı manayı teyid eden bir hâdise: 1922 senesinde davet edilmesi sebebiyle Ankara’ya giden Bediüzzaman Hazretleri, M.Kemal Paşa ile riyaset odasında bir saat kadar konuştular. Bu konuşmada Bediüzzaman, inkılabın islâmî esaslara dayanması lüzumunu ihtar eder.

«M. Kemal Paşa itiraz ile, içindeki niyet ve hâlet-i ruhiyesini ifade ile, Bediüzzaman’ı kendine çekmek ve nüfuzundan istifade etmek ister. Ve Bediüzzaman’a meb’usluk, hem Dar-ül Hikmet’teki eski vazifesini, hem şark’ta şeyh Sünusî’nin yerine vaiz-i umumî, hem bir köşk tahsisi gibi teklifler yapar.

41- Bediüzzaman, rivayetlerde gelen eşhas-ı âhirzamana ait haberlerin mühim bir kısmını ve hürriyetten evvel istanbul’da te’vilini söyledigi hadîslerin ihbar ettigi âhirzamanın dehşetli şahıslarının Âlem-i islâm ve insaniyette zuhur ettigini görür. Ve yine gelen rivayetlerden, onlara karşı çıkacak ve mukabele edecek olan Hizb-ül-Kur’an hakkında, “O zamana yetiştiginiz zaman siyaset cânibiyle onlara galebe edilmez; ancak manevî kılınç hükmünde i’caz-ı Kur’an’ın nurlarıyla mukabele edilebilir.” (*) tavsiyesine müraatla, Ankara’da teşrik-i mesai edemiyecegi için, kendisine tevdi edilmek istenen mebusluk, Dar-ül Hikmet-il islâmiye gibi Diyanet’teki azalıgı, hem Vilayat-ı şarkiye vaiz-i umumîligi tekliflerini kabul etmez. Kendisini fikrinden vazgeçirmek için çalışan ve Ankara’dan ayrılmamasını rica için istasyona kadar gelen bir kısım mebusların da arzularına uyamıyacagını bildirerek Ankara’dan ayrılır, Van’a gider. Ve orada hayat-ı içtimaiyeden uzaklaşarak Erek Dagı eteginde, Zernebad Suyu başında bir magaracıkta idame-i hayat etmeye başlar.» (Tarihçe-i Hayat sh: 147)

Bundan sonraki hayatında, iman hizmeti yolunda karşılaştıgı meşakkatlara, sabır ve sebatla mukabele eder.

42- Yukarıda bahsi geçen hâdise ile alâkalı olarak Kur’an (68:9) gibi âyetler ve bazı hadîs-i şerifler, dinî şahsiyetlerin siyasetin içine girip âlet edilmemeleri dersini verir. Ezcümle bir rivayette meâlen şöyle buyurulur:

«Ülema, Allah’ın kulları üzerinde peygamberlerin eminleridir. Siz onlardan (hürmetsizlik gibi cihetlerden) çekinin ve onlara taarruz etmeyin. Onlar, hükûmet erkânı ile ihtilat etmedikçe ve dünyaya karışmadıkça. (Deylemî’nin lafzında şu ibare vardır: Sultanla ihtilat eder, dünyaya karışırlarsa o vakit peygamberlere hıyanet etmiş sayılırlar. O zaman bunlardan sakının.)» (1)

43- Bu hadîsin beyan ettigi üzere, has iman fedakârlarının siyasî hayata girmemek manası üzerinde çok hassasiyet göstermiş olan Bediüzzaman, bunu dine hizmet hayatında mühim bir esas yapmıştır. Zira hadîste geçen “Peygamberlerin eminleri” tabiri çok manidardır. Bediüzzaman, dine hizmet eden fedakâr şahsiyetlerin azamî feragat ile her şeyden istigna etmeleri lüzumunu tekrarla beyan etmiştir. Ezcümle bir eserinde şöyle diyor:

«Hakaik-i imaniye ve esasat-ı Kur’aniye, resmî bir şekilde ve ücret mukabilinde, dünya muamelatı suretine sokulmaz; belki bir mevhibe-i ilahiye olan o esrar, halis bir niyet ile ve dünyadan ve huzuzat-ı nefsaniyeden tecerrüd etmek vesilesiyle o feyizler gelebilir.» (Mektubat sh: 70)

Dinî şahsiyetlerin siyasî iktidarın tasarrufu altına girmemelerinin, imamlar seviyesinde örnekleri de vardır. (Bak: Yeni Ansiklopedi 1608-1610. p.lar)

MÜSBET HAREKET

44- Üstad Bediüzzaman Hazretleri takip ettigi müsbet hareket meslegini mana-yı işarîsiyle teyid eden bir âyet-i kerimeden istihraç ettigi manaları beyan ederken diyor ki:

«Evet evvelâ başta لاَ اِكْرَاهَ فِى الدِّينِ قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ

cümlesi, makam-ı cifrî ve ebcedî ile bin üçyüz elli (1350) tarihine parmak basar ve mana-yı işarî ile der: Gerçi o tarihte, dini dünyadan tefrik ile dinde ikraha ve icbara ve mücahede-i diniyeye ve din için silahla cihada muarız olan hürriyet-i vicdan, hükûmetlerde bir kanun-u esasî, bir düstur-u siyasî oluyor ve hükûmet laik cumhuriyete döner. Fakat ona mukabil manevî bir cihad-ı dinî, iman-ı tahkikî kılıncıyla olacak. Çünki dindeki rüşd-ü irşad ve hak ve hakikatı gözlere gösterecek derecede kuvvetli bürhanları izhar edip tebyin ve tebeyyün eden bir nur Kur’an’dan çıkacak diye haber verip, bir lem’a-i i’caz gösterir.

Hem tâ خَالِدُونَkelimesine kadar Risale-i Nur’daki bütün müvazenelerin aslı, menbaı olarak aynen o müvazeneler gibi mükerreren nur ve zulümat ve iman ve karanlıkları karşılaştırmasıyla gizli bir emaredir ki, o tarihte bulunan cihad-ı manevî mübarezesinde büyük bir kahraman; Nur namında Risale-i Nur’dur ki, dinde bulunan yüzer tılsımları keşfeden onun manevî elmas kılıncı, maddî kılınçlara ihtiyaç bırakmıyor.

Evet hadsiz şükürler olsun ki, yirmi senedir Risale-i Nur bu ihbar-ı gaybı ve lem’a-i i’cazı bil’fiil göstermiştir. Ve bu sırr-ı azîm içindir ki; Risale-i Nur şakirdleri dünya siyasetine ve cereyanlarına ve maddî mücadelelerine karışmıyorlar ve ehemmiyet vermiyorlar ve tenezzül etmiyorlar ve hakiki şakirdleri en dehşetli bir hasmına ve hakaretli tecavüzüne karşı ona der:

“Ey bedbaht! Ben seni idam-ı ebedîden kurtarmaya ve fâni hayvaniyetin en süflî ve elîm derecesinden bir bâki insaniyet saadetine çıkarmaya çalışıyorum. Sen benim ölümüme ve idamıma çalışıyorsun. Senin bu dünyada lezzetin pek az, pek kısa ve âhirette ceza ve belâların pek çok ve pek uzundur. Ve benim ölümüm bir terhistir. Haydi defol; senin ile ugraşmam, ne yaparsan yap.” der. O zâlim düşmanına hiddet degil, belki acıyor, şefkat ediyor, keşki kurtulsa idi diyerek ıslahına çalışır.» (şualar sh: 271)

45- Hem yine bu müsbet meslegi şöyle dile getirir:

«Bu gözümüz önünde ve bizi bekleyen ölümün idam-ı ebedîsinden ve karşımızda kapısını açan ve bizi cebr-i kat’î ile çağıran kabrin daimî karanlık haps-i münferidinden kurtulmaga çalışıyoruz. Hem sizin de o dehşetli ve çaresiz musibetten kurtulmanıza yardım ediyoruz. Sizin nazarınızda en büyük bir mes’ele-i dünyeviye ve siyasiye, bizim nazarımızda ve hakikat cihetinde kıymeti pek azdır ve bilfiil vazifedar olmayanlara mâlâyani ve ehemmiyetsizdir ve kıymeti yoktur. Fakat bizim iştigal ettigimiz vazife-i zaruriye-i insaniye ise, herkese her zaman ciddi alâkası var. Bu vazifemizi begenmeyenler ve kaldıranlar, ölümü kaldırmalı ve kabri kapamalı!» (şualar sh: 340)

46- Yine Bediüzzaman Hazretleri adliye ve devlet ricaline hitaben ve müsbet meslegini teyiden diyor:

«Biz Risale-i Nur şakirdleri, Risale-i Nur’u degil dünya cereyanlarına, belki kâinata da âlet edemeyiz. Hem Kur’an bizi siyasetten şiddetle men’etmiş. Evet Risale-i Nur’un vazifesi ise, hayat-ı ebediyeyi mahveden ve hayat-ı dünyeviyeyi de dehşetli bir zehire çeviren küfr-ü mutlaka karşı, imanî olan hakikatlarla gayet kat’î ve en mütemerrid zındık feylesofları dahi imana getiren kuvvetli bürhanlar ile Kur’ana hizmet etmektir. Onun için Risale-i Nur’u hiçbir şeye âlet edemeyiz.

47- Evvelâ: Kur’anın elmas gibi hakikatlarını, ehl-i gaflet nazarında bir propaganda-i siyaset tevehhümüyle cam parçalarına indirmemek ve o kıymetdar hakikatlara ihanet etmemektir.

48- Sâniyen: Risale-i Nur’un esas meslegi olan şefkat, hak ve hakikat ve vicdan, bizleri şiddetle siyasetten ve idareye ilişmekten men etmiş. Çünki tokada ve belâya müstehak ve küfr-ü mutlaka düşmüş bir-iki dinsize müteallik yedi-sekiz çoluk-çocuk, hasta, ihtiyar, masumlar bulunur. Musibet ve belâ gelse, o biçareler dahi yanarlar. Bunun için, neticenin de husulü meşkûk oldugu halde, siyaset yoluyla idare ve asayişin zararına hayat-ı içtimaiyeye karışmaktan şiddetle men’edilmişiz.

49- Sâlisen: Bu vatanın ve bu milletin hayat-ı içtimaiyesi bu acib zamanda anarşilikten kurtulmak için beş esas lâzım ve zaruridir: Hürmet, merhamet, haramdan çekinmek, emniyet, serseriligi bırakıp itaat etmektir. Risale-i Nur hayat-ı içtimaiyeye baktıgı zaman, bu beş esası kuvvetli ve kudsî bir surette tesbit ve tahkim ederek, asayişin temel taşını muhafaza ettigine delil ise; bu yirmi sene zarfında Risale-i Nur’un, yüzbin adamı vatan ve millete zararsız birer uzv-u nâfi’ haline getirmesidir. Isparta ve Kastamonu vilayetleri buna şâhiddir. Demek Risale-i Nur’un ekseriyet-i mutlaka eczalarına ilişenler, herhalde bilerek veya bilmeyerek anarşilik hesabına vatana ve millete ve hâkimiyet-i islâmiyeye hiyanet ederler. Risale-i Nur’un, yüzotuz risalelerinin bu vatana yüzotuz büyük faidesini ve hasenesini, vehham ehl-i gafletin sathî nazarlarında kusurlu tevehhüm edilen iki-üç risalenin mevhum zararları çürütemez. Onları bunlar ile çürüten, gayet derecede insafsız bir zâlimdir.

50- Amma benim ehemmiyetsiz şahsımın kusurları ise, bilmecburiye istemeyerek derim ki: Yirmiiki sene müddetinde gurbette haps-i münferid hükmünde, yalnız ve münzevi olarak hayat geçiren ve bu müddet zarfında ihtiyarıyla bir defa çarşıya ve mecma-ı nas büyük camilere gitmeyen ve çok tazyik ve sıkıntı verildigi halde, bütün emsali menfîlere muhalif olarak istirahatı için birtek defa hükûmete müracaat etmeyen ve yirmi sene zarfında hiçbir gazeteyi okumayan ve dinlemeyen ve merak etmeyen ve tam iki sene Kastamonu’da ve yedi sene başka menfalarında bütün yakın ve görüşen dostlarının şehadetiyle, küre-i arz yüzündeki boguşmaları ve harbleri ve sulh olmuş ve olmamış ve daha kimler harb ettiklerini bilmeyen ve merak etmeyen ve sormayan ve üç sene yakınında konuşan radyoyu üç defadan başka dinlemeyen ve hayat-ı ebediyeyi imha eden ve hayat-ı dünyeviyeyi dahi elem içinde eleme, azab içinde azaba çeviren küfr-ü mutlaka karşı galibane Risale-i Nur ile mukabele ettigine onun ile imanlarını kurtaran yüzbin şâhidin şehadetiyle isbat eden ve Kur’andan tereşşuh eden Risale-i Nur ile ölümü yüzbin adam hakkında idam-ı ebedîden terhis tezkeresine çeviren bir adama bu derece ilişmek ve me’yus etmek ve onu aglatmakla, o masum yüzbinler kardeşlerini aglatmaya hangi kanun var? Hangi maslahat var? Adalet namına emsalsiz bir gadr olmaz mı? Ve kanun hesabına, emsalsiz bir kanunsuzluk degil mi?

51- Eger bu taharrilerde bazı vazifedar memurların itiraz ettikleri gibi derseniz ki: Sen ve bir-iki risalen rejime ve usûlümüze muhalif gidiyorsunuz?

Elcevab: Evvelen: Bu yeni usûlünüzün münzevilerin çilehanelerine girmege hiçbir hakkı yoktur.

Sâniyen: Bir şeyi reddetmek ayrıdır, kalben kabul etmemek ayrıdır ve amel etmemek bütün bütün ayrıdır. Ehl-i hükûmet ele bakar, kalbe bakmaz. idare ve asayişe ilişmeyen şiddetli muhalifler, her hükûmette bulunur. Hattâ Hazret-i Ömer’in (R.A.) taht-ı hâkimiyetindeki hristiyanlara, kanun-u şeriatı ve Kur’anı inkâr ettikleri halde ilişilmiyordu. Hürriyet-i fikir ve serbestiyet-i vicdan düsturu ile Risale-i Nur’un bir kısım şakirdleri; idareye dokunmamak şartıyla rejim ve usûlünüzü ilmen kabul etmezse ve muhalif amel etse hattâ rejimin sahibine adavet etse, onlara kanunen ilişilmez. Risaleler ise, o gibi risalelere mahrem demişiz, neşrini men’etmişiz. Hattâ bu defa bu hâdiseye sebebiyet veren risale Kastamonu’da sekiz sene zarfında bir veya iki defa birtek nüsha birisi bana getirdi. Aynı günde kaybettirdik. şimdi siz onu zor ile teşhir ediyorsunuz ve iştihar da etti.» (şualar sh: 349-351)

52- Bediüzzaman Hazretleri siyasetten uzak durmasının hikmetlerine, eserlerinin muhtelif yerlerinde hayli yer vermiştir. Ezcümle bir eserinde şunları kaydeder:

«Yeni Said ne için bu kadar şiddetle siyasetten tecennüb ediyor?

Elcevab: Milyarlar seneden ziyade olan hayat-ı ebediyeye çalışmasını ve kazanmasını; meşkuk bir-iki sene hayat-ı dünyeviyeye lüzumsuz, fuzulî bir surette karışma ile feda etmemek için.. hem en mühim, en lüzumlu, en saf ve en hakikatlı olan hizmet-i iman ve Kur’an için şiddetle siyasetten kaçıyor.…

53- Amma Kur’an ve imanın hizmeti ne için beni men’ediyor dersen, ben de derim ki: Hakaik-ı imaniye ve Kur’aniye birer elmas hükmünde oldugu halde, siyaset ile âlûde olsa idim; elimdeki o elmaslar igfal olunabilen avam tarafından, “Acaba taraftar kazanmak için bir propaganda-i siyaset degil mi?” diye düşünürler. O elmaslara, âdi şişeler nazarıyla bakabilirler. O halde ben o siyasete temas etmekle, o elmaslara zulmederim ve kıymetlerini tenzil etmek hükmüne geçer.» (Mektubat sh: 62)

54- «Aziz, sıddık kardeşlerim!

Bugünlerde, gayet sâdık ve dikkatli bir kardeşimizin ihtiyatsızlıgından küçük bir tokat yemesi münasebetiyle, hem bu dört ay müddetçe, binler adam kadar alâkadar oldugum halde; ahval-i âlemden, siyaset ve harbden kat’iyen bir haber almayıp ve istemeyip ve merak etmez bir tarzda bulunmamdan, Feyzi ve Emin gibi has kardeşlerimin hayretleri ve istifsarları sebebiyle bir hakikattan, çok defa beyan ettigim gibi yine bir parça ondan bahsetmek lüzum oldu. şöyle ki:

Hakaik-ı imaniye, herşeyden evvel bu zamanda en birinci maksad olmak ve sair şeyler ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalmak ve Risale-i Nur’la onlara hizmet etmek en birinci vazife ve medar-ı merak ve maksud-u bizzat olmak lâzım iken; şimdiki hal-i âlem hayat-ı dünyeviyeyi hususan hayat-ı içtimaiyeyi ve bilhassa hayat-ı siyasiyeyi ve bilhassa medeniyetin sefahet ve dalâletine ceza olarak gelen gadab-ı ilâhînin bir cilvesi olan harb-i umumînin tarafgirane, damarları ve asabları tehyic edip bâtın-ı kalbe kadar, hattâ hakaik-ı imaniyenin elmasları derecesine o zararlı, fâni arzuları yerleştirecek derecesinde bu meş’um asır öyle şırınga etmiş ve ediyor ve öyle aşılamış ve aşılıyor ki; Risale-i Nur dairesi haricinde bulunan ülemalar, belki de veliler; o siyasî ve içtimaî hayatın rabıtaları sebebiyle, hakaik-ı imaniyenin hükmünü ikinci, üçüncü derecede bırakıp, o cereyanların hükmüne tâbi olarak hemfikri olan münafıkları sever. Kendine muhalif olan ehl-i hakikatı, belki ehl-i velâyeti tenkid ve adavet eder, hattâ hissiyat-ı diniyeyi o cereyanlara tâbi yaparlar.

işte bu asrın bu acib tehlikesine karşı, Risale-i Nur’un hizmet ve meşgalesi, şimdiki siyaseti ve cereyanlarını o derece nazarımdan iskat etmiş ki; bu harb-i umumîyi bu dört ayda merak etmedim, sormadım.

55- Hem Risale-i Nur’un has talebeleri, bâki elmaslar hükmünde olan hakaik-ı imaniyenin vazifesi içinde iken, zâlimlerin satranç oyunlarına bakmakla vazife-i kudsiyelerine fütur vermemek ve fikirlerini onlar ile bulaştırmamak gerektir. Cenab-ı Hak bize nur ve nuranî vazifeyi vermiş; onlara da, zulümlü zulümatlı oyunları vermiş. Onlar bizden istigna edip yardım etmedikleri ve elimizdeki kudsî nurlara müşteri olmadıkları halde, biz onların karanlıklı oyunlarına vazifemizin zararına bakmaga tenezzül etmek hatadır. Bize ve merakımıza, dairemiz içindeki ezvak-ı maneviye ve envar-ı imaniye kâfi ve vâfidir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 117)

56- Bediüzzaman Hazretleri “Yeni Said” tabir ettigi 45 yaşından sonraki hayatında bütün himmetiyle iman hizmetine teveccüh edip içtimaî mes’elelerden alâkasını kestigi, şu gelen ifadesinden de anlaşılıyor:

«Dört-beş aydan beri bir zat, bana buraya bir gazete gönderiyormuş; ben yeniden haber aldım ki, bana gönderiliyormuş. Buradaki dostlarım âdetimi bildikleri içindir ki, degil gazete, Nur’dan başka hiçbir kitabı, hiçbir mecmuayı kabul etmedigim gibi, yeni yazıdan hiçbir harf bilmedigim için korkmuşlar, bana haber vermemişler ve göstermemişler. şimdi bir zât, bir mektub içinde bir sahifesi benimle konuşan bir gazetecinin, fakat dost ve hemşehri bir zâtın mektubunu gösterdi. Dediler ki: “Çoktan beri senin namına bir gazete gönderiyordu, biz korktuk sana göstermedik.” Ben de dedim: “O zâta benim tarafımdan çok selâm ediniz. O dostun eski bildigi Said degişmiş, dünya ile alâkası kesilmiş.» (EmirdagLâhikası-I sh: 273)

57- Ankara’da ilk Meclis kuruldugu zaman (28. paragrafta da bahsedildigi üzere) Bediüzzaman’a yapılan meb’usluk ve siyasete girmek daveti gibi cazib bir teklife verdigi şu cevabı, günümüzün anlayışına göre dikkat çekicidir. Bediüzzaman diyor:

«Bundan oniki sene evvel Ankara reisleri, ingilizlere karşı “Hutuvat-ı Sitte” namındaki mücahedatımı takdir edip, beni oraya istediler. Gittim. Gidişatları, benim ihtiyarlık hissiyatıma uygun gelmedi. Bizimle çalış, dediler. Dedim: Yeni Said öteki dünyaya çalışmak istiyor, sizinle çalışamaz, fakat size de ilişmez.» (Tarihçe-i Hayat sh: 219)

Mezkûr yazıda görüldügü üzere, siyasetten uzak durma düsturunu en cazib teklifler dahi bozamadıgından anlaşılıyor ki; Bediüzzaman Hazretleri cemiyetin hakiki salahını, menfî siyasetten beklememiştir. Belki rivayetlerde müjdelenen ve âhirzaman fitnesinin tamircisi olan cemaatın ve ıslah cereyanının vazifesi oldugunu biliyordu ve eserlerinde bu hususu açıkça belirtmiştir. Bazı mektublarında ehvenüşşer deyip rey verdirmesi ise, onlardan hayır bekledigi için degildir. Belki siyaseti dine âlet etmege teşvik etmek gibi hikmetleri var. (Bak: 176. p.)

58- Âlem-i islâmın hayat-ı içtimaiye ve siyasiyesiyle alâkadar Eski Said’in eserlerinden Hutbe-i şamiye’yi 1950’den sonra neşrederken, eserin muhteviyatının içtimaî ve siyasî ahvale temas etmesi dolayısıyla şu açıklamayı ilave ettirir:

«Kırkbeş sene evvel Eski Said’in bu dersinden anlaşılıyor ki; o Said siyasetle, içtimaiyat-ı islâmiye ile ziyade alâkadardır. Fakat sakın zannetmeyiniz ki; o, dini siyasete âlet veya vesile yapmak mesleginde gitmiş. Hâşâ, belki o bütün kuvvetiyle siyaseti dine âlet ediyormuş. Ve derdi ki: “Dinin bir hakikatını bin siyasete tercih ederim.” Evet o zamanda kırk-elli sene evvel hissetmiş ki, bazı münafık zındıkların siyaseti dinsizlige âlet etmege teşebbüs niyetlerine ve fikirlerine mukabil, o da bütün kuvvetiyle siyaseti islâmiyetin hakaikına bir hizmetkâr, bir âlet yapmaga çalışmış.

59- Fakat o zamandan yirmi sene sonra gördü ki: O gizli münafık zındıkların garplılaşmak bahanesiyle, siyaseti dinsizlige âlet yapmalarına mukabil, bir kısım dindar ehl-i siyaset dini siyaset-i islâmiyeye âlet etmege çalışmışlardı. islâmiyet güneşi yerdeki ışıklara âlet ve tabi olamaz. Ve âlet yapmak islâmiyetin kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir. Hattâ Eski Said o çeşit siyaset tarafgirliginden gördü ki: Bir salih âlim kendi fikr-i siyasîsine muvafık bir münafıgı hararetle sena etti ve siyasetine muhalif bir salih hocayı tenkid ve tefsik etti.

Eski Said ona dedi: “Bir şeytan senin fikrine yardım etse, rahmet okutacaksın. Senin fikr-i siyasiyene muhalif bir melek olsa, lanet edeceksin.” Bunun için Eski Saidاَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَ السِّيَاسَةِ

dedi. Ve otuzbeş seneden beri siyaseti terk etti.

Siyaseti Yeni Said bütün bütün terk ettigi için bakmadıgından, Eski Said’in siyasete temas eden Hutbe-i şamiye dersinin (onun yerine) tercümesi yazıldı.» (Hutbe-i şamiye sh: 46)

SiYASETTE iSTiKLALiYET

60- 1919’larda yazdıgı Sünuhat adlı eserinin bir kısmında Bediüzzaman Hazretleri, siyasette mutlaka gerekli olan bazı düsturları tesbit eder ve nazara verir.

Hem dâhildeki siyasî faaliyetlerin ipleri hâriçteki cereyanın elinde oldugunu ve bizdeki siyasî hareketlerden, islâm’dan daha çok hâricî cereyanın faydalandıgını ihtar eder. Dâhildeki müsbet siyaset ise, şu hususiyetlere sahib olmasını şart koşar: Parti taraftarlıgı yerine islâm kardeşligi esas alınacak ve bu husus fiilen isbatlanacak. Hem hâriç cereyanın tesirinde olmayıp, islâm’ın menfaatına göre müstakil hareket edebilme kuvvetine sahib olmakla, karşı cereyanın zayıf düşmesinden ona hükmedebilmek durumunda olmak; hem herkesi tenkid ile dinden uzak gösterip tenfir etmemekle beraber teşvikkârane dini telkin etmek gibi tavsiyeleri ihtiva eden yazının devamında fırkacılık yani çok partili sistem, meşrutiyetin yani cumhuriyetin geregi oldugu iddiasına cevap verilir. Yazı aynen şöyledir:

61- «Neden geldin geleli siyasete karışmıyorsun?

Dedim: اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَ السِّيَاسَةِ

Evet istanbul siyaseti ispanyol gibi bir hastalıktır. Fikri hezeyanlaştırır. Biz müteharrik-i bizzât degiliz. Bilvasıta müteharrikiz. Avrupa üflüyor, biz burada oynuyoruz. O tenvim ile telkin eder. Biz kendimizden hayal edip, esammane tahribimizde eser-i telkini icra ederiz. Madem ki menba’ Avrupa’dadır. Gelen cereyan, ya menfî veya müsbettir. Menfîye kapılan, harf gibi

دَلَّ عَلَى مَعْنًى فِى نَفْسِ غَيْرِهِ

yahud

لاَ يَدُلُّ عَلَى مَعْنًى فِى نَفْسِهِ

tarif edilir. Demek bütün harekâtı, bizzât hariç hesabına geçer. Çünki iradesi hükümsüzdür. Hulûs-u niyeti faide vermez. Bahusus menfî iki cihet-i za’fla, hariç cereyanın kuvvetine bir âlet-i lâya’kıl olur.

62- Diger müsbet cereyan ise ki, dâhilden muvafık şeklini giyer. isim gibi, دَلَّ عَلَى مَعْنًى فِى نَفْسِهِ

dir. Hareketi kendinedir. Tebaî haricedir. Lâzım-ı mezheb mezheb olmadıgından, belki muahez degil. Bahusus iki cihetle kuvveti, hariç cereyanın müsbet ve za’fına inzimam etse, harici kendine âlet-i lâyeş’ur edebilir.

63- Dediler: Dinsizligi görmüyorsun, meydan alıyor. Din namına meydana çıkmak lâzım.

–Evet lâzımdır. Fakat kat’î bir şart ile ki, muharriki aşk-ı islâmiyet ve hamiyet-i diniye olmalı. Eger muharrik veya müreccih, siyasetçilik veya tarafgirlik ise, tehlikedir. Birincisi hata da etse, belki ma’fuvdur. ikincisi isabet de etse, mes’uldür.

64- Denildi: Nasıl anlarız?

Dedim: Kim fâsık siyasetdaşını, mütedeyyin muhalifine, sû’-i zan bahaneleriyle tercih etse, muharriki siyasetçiliktir. Hem umumun mal-ı mukaddesi olan dini, inhisar zihniyetiyle kendi meslekdaşlarına daha ziyade has göstermekle, kavî bir ekseriyette dine aleyhdarlık meyli uyandırmakla nazardan düşürmek ise, muharriki tarafgirliktir.

Meselâ: iki adam dögüşürler. Biri, zaif düşecegini hissederken, elindeki Kur’an’ı kavîye uzatmakla himayesini davet edip, kavî bir ele vermek lâzımdır. Tâ beraber çamura düşmesin. Kur’an’a muhabbetini, hürmetini göstersin. Kur’an’ı, Kur’an oldugu için sevsin. Eger kavînin karşısına siper etse, himayet damarını tahrik etmeye bedel, hiddetini celbeder. Kur’an’ı kavî bir hâdimden mahrum bırakmakla, zaif bir elde beraber yere düşerse o, Kur’an’ı kendi nefsi için sever demektir.

65- Evet dine imale etmek ve iltizama teşvik etmek ve vazife-i diniyelerini ihtar etmekle dine hizmet olur. Yoksa dinsizsiniz dese, onları tecavüze sevketmektir. Din dâhilde menfî tarzda istimal edilmez. Otuz sene halife olan bir zât, menfî siyaset namına istifade edildi zannıyla, şeriata gelen tecavüzü gördünüz. Acaba şimdiki menfî siyasetçilerin fetvalarından istifade edecek kimdir, bilir misin? Bence islâmın en şedid hasmıdır ki, hançerini islâmın cigerine saplamıştır.

66- Dediler: ittihada şedid bir muarız idin. Neden şimdi sükût ediyorsun?

Dedim: Düşmanların onlara şiddet-i hücumundan. Düşmanın hedef-i hücumu, onların hasenesi olan azm ü sebattır ve islâmiyet düşmanına vasıta-i tesmim olmaktan feragatıdır.

Bence yol ikidir: Mizanın iki kefesi gibi; birinin hiffeti, ötekinin sıkletine geçer. Ben tokadımı, Antranik ile beraber Enver’e, Venizelos ile beraber Said Halim’e vurmam. Nazarımda, vuran da sefildir.

67- Dediler: Fırkacılık lâzım-ı meşrutiyettir.

Dedim: Bizdekilerde hutut-u efkâr, telâki için mütemayilen imtidada bedel, münharifen gittiginden nokta-i telâki vatanda, belki kürede görülmüyor. Vücud, adem gibi; birinin vücudu ötekinin ademini ister.

inad bazan müfrit fırka mutaassıblara, dalal ve bâtılı iltizam ettirir. şeytan birisine yardım etse, melek der, rahmet okutur. Ötekinde melek görse, libasını degiştirmiştir der, lanet eder. Sû’-i zan ve hüsn-ü zan nazarıyla dürbinin iki tarafı gibi leh aleyhdar, vâhî emareyi bürhan, bürhanı vâhî emare görür.

68- işte şu zulümdür, اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَظَلُومٌ

sırrını gösterir. Zira hayvanın aksine olarak kuvâ ve meyilleri fıtraten tahdid edilmemiş, meyl-i zulüm hadsizdir. Lâsiyyema “ene”nin eşkâl-i habisesi olan hodgamlık, hodfikirlik, hodbinlik, hodendişlik, gurur ve inad o meyle inzimam etse, öyle ekber-ül kebairi icad eder ki, daha beşer ona isim bulmamış. Cehennem’in lüzumuna delil oldugu gibi, cezası da yalnız Cehennem olabilir.

69- Meselâ: Birisinin bir sıfatından darılsa, mecma-i evsaf-ı masume olan şahsına, hattâ ehibbasına, hattâ meslekdaşına zulmünü teşmil eder, وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى

ya karşı temerrüd eder.

Meselâ: Muhteris bir intikam veya müntakim bir hilâfıyla bir kere demiş: islâm maglub olacak, kalbi parçalanacak. Sırf o müraî ruhtan gelen, yalancı fikirden çıkan meş’um sözünü dogru göstermek için; islâm maglubiyetini, islâm perişaniyetini arzu eder, alkışlar, hasmın darbesinden mütelezziz olur. işte şu alkışı ve gaddar telezzüzüdür ki, mecruh islâm’ı müşkil mevkide bırazmış. Zira hançerini islâmın cigerine saplamış olan hasım, “sükût et” demiyor. “Alkışla, mütelezziz ol, beni sev” diyor, onları misal gösteriyor.

işte size dehşetli bir günah ve zulüm ki, ancak haşirdeki mizan tartabilir. وَ قِسْ عَلَيْهَا

70- Denildi: Maglubiyet malûmdu, biz bilirdik, bilerek bizi belâya attılar.

Dedim: Acaba Hindenburg gibi dehşetli insanlar nazarına nazarî kalmış olan gaye-i harb, sizin gibi acemilere nasıl malûm ve bedihî olabilir. Acaba fikir dediginiz şey, (El’iyazübillah) arzu olmasın. Bazan zâlimane intikam-ı şahsî, arzuya fikir suretini giydirir. Yahu pis bir çamura düşmüşsünüz, misk-ü anber diye yüzünüze gözünüze bulaştırmaga ne mana var?

işte misalîlerin münevver gece meclisinde ve dünyevîlerin muzlim gündüz mahfelinde akıldan akma degil, kalbde çıkan beyanatım. ister isen kabul et, ister isen etme, anlamak şartıyla. (ister al gûş-u kabul-ü câne, ister hiddet et).» (Sünuhat-Tuluat-işarat sh: 45-52)

71- Meşrutiyetin meşruiyet içinde muhafazasını isteyen Bediüzzaman Hazretlerinin 1909’larda siyasî menfî boguşmaların zararlı oldugunu hatırlatan ve zamanımızın dahilî mücadelelerinin ıslahı için de çok lüzumu bulunan bir ihtarnamesi de şöyledir:

«Cemiyetlere ihtar-ı Mühim:

şimdi cemiyetimiz bir hükûmet-i meşruta-i meşruadır. Hükûmet içinde hükûmetin zararı görüldü. Seviye-i irfan bir olmadıgından fırkalarda husumet, taassub ve tarafdarlık intac eder. Tabiî o kuvveti istimal ile siyasete karışacak ve umumî idarede herkesçe lezzetli olan tahakkümatı yapacak sahib-i agraza müsaid bir zemin olur.

Binaenaleyh bizdeki fırkaların şimdiki hal ile devamı gayet muzırdır. Lâkin bir şirkette veya münevver-ül fikir ve bîtaraf mabeyninde tenkidat-ı siyasetten veya ehl-i ilim mabeyninde nasihat ve irşaddan menfaat olabilir. şimdi hükûmet-i meşruamız asıl büyük cemiyettir.» (Hutbe-i şamiye sh: 108)

SiYASETTEN NiÇiN UZAK DURULUR?

72- Dinî hizmette siyasî mücadele şekline gidilse, bid’at cereyanı mensuplarının bir kısmı bazı resmî makamlara sahip olduklarından, hakikatlara müştak bazı memurların endişelenip Nurlardan uzak durmalarına sebebiyet verecegini hatırlatan Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

«Benim ile temas eden bütün dostlarım bilirler ki; siyasete degil karışmak, degil teşebbüs, belki düşünmesi dahi esas maksadıma ve ahval-i ruhiyeme ve hizmet-i kudsiye-i imaniyeme muhaliftir ve olamıyor. Bana nur verilmiş, siyaset topuzu verilmemiş.

73- Bu halin bir hikmeti şudur ki; hakaik-i imaniyeye müştak ve memuriyet meslegine giren birçok zatları, bu hakaika endişeli ve tenkidkârane baktırmamak, onlardan mahrum etmemek için, Cenab-ı Hak kalbime siyasete karşı şiddetli bir kaçınmak ve bir nefret vermiştir kanaatındayım.» (Tarihçe-i Hayat sh: 221)

TEKFiRE CÜR’ET EDiLMEMELi

74- Tekfir, yani kâfirlikle suçlamak mes’elesi hakkında Bediüzzaman Hazretlerinin bir açıklaması:

«Tenbih: Bazı âyât ve ehadîs vardır ki; mutlakadır, külliye telâkki edilmiş. Hem öyleler vardır ki; münteşire-i muvakkatadır, daime zannedilmiş. Hem mukayyed var, âmm hesab edilmiş.

Meselâ: Demiş bu şey küfürdür. Yani o sıfat imandan neş’et etmemiş, o sıfat kâfiredir. O haysiyet ile o zât küfür etti denilir. Fakat mevsufu ise masume ve imandan neş’et ettikleri gibi, imanın reşehatına da haize olan başka evsafa malik oldugundan, o zât kâfirdir denilmez. illâ ki, o sıfat küfürden neş’et ettigi yakînen biline. Zira başka sebebden de neş’et edebilir. Sıfatın delâletinde (şek) var. imanın vücudunda da (yakîn) var. şek ise yakînin hükmünü izale etmez.

Tekfire çabuk cür’et edenler düşünsünler!» (Sünuhat-Tuluat-işarat sh: 13)(*)

HAKiM CEREYANLAR iÇiNDE HiZMET NASIL OLMALI?

75- ittihad-ı islâmı teşkil edip o kuvvete dayanmadan din namına yapılacak siyasî faaliyetleri bu zamandaki hâkim cereyanlar kendi menfaatına çevirdigini ve üç mes’eleden birincisi olan iman hizmetini esas almak gerektigini ve umumî ahlâk bozulmasından çoklarına itimad edilemedigi cihetleriyle en muvaffakiyetli hizmet, Nur dairesindeki kudsî hizmet oldugunu eserlerinde beyan eden Bediüzzaman Hazretleri bir eserinde diyor ki:

«Bu zamanda öyle fevkalâde hâkim cereyanlar var ki, herşeyi kendi hesabına aldıgı için, faraza hakikî beklenilen o zât dahi bu zamanda gelse, harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini degiştirecek diye tahmin ediyorum. (Bak: 21.p.)

76- Hem üç mes’ele var: Biri hayat, biri şeriat, biri imandır. Hakikat noktasında en mühimmi ve en azamı, iman mes’elesidir. Fakat şimdiki umumun nazarında ve hal-i âlem ilcaatında en mühim mes’ele, hayat ve şeriat göründügünden o zât şimdi olsa da, üç mes’eleyi birden umum ruy-i zeminde vaziyetlerini degiştirmek nev’-i beşerdeki cârî olan âdetullaha muvafık gelmediginden, her halde en azam mes’eleyi esas yapıp, öteki mes’eleleri esas yapmayacak. Tâ ki iman hizmeti safvetini umumun nazarında bozmasın ve avamın çabuk igfal olunabilen akıllarında, o hizmet başka maksadlara âlet olmadıgı tahakkuk etsin.

77- Hem, yirmi seneden beri tahribkârane eşedd-i zulüm altında o derece ahlâk bozulmuş ve metanet ve sadakat kaybolmuş ki, ondan belki de yirmiden birisine itimad edilmez. Bu acib hâlâta karşı, çok fevkalâde sebat ve metanet ve sadakat ve hamiyet-i islâmiye lâzımdır; yoksa akîm kalır ve zarar verir.

Demek en halis ve en selâmetli ve en mühim ve en muvaffakıyetli hizmet, Risale-i Nur şakirdlerinin daireleri içindeki kudsî hizmettir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 90)

78- iman hizmetini siyasete âlet etmemek ve tam hizmet edebilmek için Nur’un has şakirdleri, siyasetten kaçtıklarını anlatan Bediüzzaman Hazretleri şu hususları ısrarla nazara verir:

«Âlem-i insaniyette ve islâmiyette üç muazzam mes’ele olan iman ve şeriat ve hayattır. içlerinde en muazzamı iman hakikatları oldugundan bu hakaik-ı imaniye-i Kur’aniye başka cereyanlara, başka kuvvetlere tâbi ve âlet edilmemek ve elmas gibi o Kur’an’ın hakikatları, dini dünyaya satan veya âlet eden adamların nazarında cam parçalarına indirmemek ve en kudsî ve en büyük vazife olan imanı kurtarmak hizmetini tam yerine getirmek için, Risale-i Nur’un has ve sâdık talebeleri, gayet şiddet ve nefretle siyasetten kaçıyorlar.» (Kastamonu Lâhikası sh: 145)

79- «Risale-i Nur ve ondan tam ders alan biz şakirdleri, degil dünya siyasetlerine, belki bütün dünyaya karşı da Risale-i Nur’u âlet edemeyiz ve şimdiye kadar da etmemişiz. Biz, ehl-i dünyanın dünyalarına karışmıyoruz. Bizden zarar tevehhüm etmek divaneliktir.

80- Evvelâ: Kur’an bizi siyasetten men’etmiş; tâ ki elmas gibi hakikatları, ehl-i dünyanın nazarında cam parçalarına inmesin.

81- Sâniyen: şefkat, vicdan, hakikat, bizi siyasetten men’ediyor. Çünki tokada müstehak dinsiz münafıklar onda iki ise, onlarla müteallik yedi-sekiz mâsum, bîçare, çoluk-çocuk, zaif, hasta, ihtiyarlar var. Belâ ve musibet gelse, o sekiz mâsumlar o belâya düşecekler. Belki o iki münafık dinsiz, daha az zarar görecek. Onun için, siyaset yoluyla, idare ve asayişi ihlâl tarzında neticenin husulü de meşkûk oldugu halde girmek, Risale-i Nur’un mahiyetindeki şefkat, merhamet, hak, hakikat şakirdlerini men’etmiş.» (Kastamonu Lâhikası sh: 240)

82- Dehşetli cereyanların hükmettigi bu zamanda siyasete giren, istiklâlini ve ihlasını muhafaza edemedigini ve menfî harekete ve dini siyasete âlet etmek gibi hatalara düşülecegini anlatan Bediüzzaman Hazretleri aynen şöyle der:

«Risale-i Nur şakirdlerinin, mümkün oldugu kadar, siyasete ve idare işine ve hükûmetin icraatına karışmamak bir düstur-u esasîleridir. Çünki halisane hizmet-i Kur’aniye, onlara her şeye bedel kâfi geliyor.

83- Hem şimdi hükmeden öyle kuvvetli cereyanlar içinde siyasete girenlerden hiçbir kimse, istiklaliyetini ve ihlasını muhafaza edemez. Herhalde bir cereyan onun hareketini kendi hesabına alacak, dünyevî maksadına âlet edecek. O hizmetin kudsiyetini bozacak. Hem maddî mübarezede şu asrın bir düsturu olan eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdad ile, birinin hatasıyla onun masum çok tarafdarlarını ezmek lâzım gelecek. Yoksa, maglub düşecek. Hem dünya için, dinini bırakan veya âlet edenlerin nazarlarında Kur’anın hiçbir şeye âlet olmayan kudsî hakikatları bir propaganda-i siyasette âlet olmuş tevehhüm edilecek. Hem milletin her tabakası; muvafıkı ve muhalifi, memuru ve âmisinin o hakikatlarda hisseleri var ve onlara muhtaçtırlar. Risale-i Nur şakirdleri, tam bîtarafane kalmak için siyaseti ve maddî mübarezeyi tam bırakmak ve hiç karışmamak lâzım gelmiş.» (şualar sh: 362)

84- Bediüzzaman Hazretleri başka bir yazısında da siyasetten içtinab sebebini şöyle beyan eder:

«Risale-i Nur’daki şefkat, vicdan, hakikat, hak, bizi siyasetten men’etmiş. Çünki masumlar belâya düşerler, onlara zulmetmiş oluruz. Bazı zatlar bunun izahını istediler. Ben de dedim:

şimdiki fırtınalı asırda gaddar medeniyetten neş’et eden hodgâmlık ve asabiyet-i unsuriye ve umumî harbden gelen istibdadat-ı askeriye ve dalâletten çıkan merhametsizlik cihetinde öyle bir eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdadat meydan almış ki, ehl-i hak hakkını kuvvet-i maddiye ile müdafaa etse, ya eşedd-i zulüm ile, tarafgirlik bahanesiyle çok bîçareleri yakacak, o halette o da ezlem olacak ve maglub kalacak. Çünki mezkûr hissiyatla hareket ve taarruz eden insanlar, bir-iki adamın hatasıyla yirmi-otuz adamı, âdi bahanelerle vurur, perişan eder.

Eger ehl-i hak, hak ve adâlet yolunda yalnız vuranı vursa, otuz zayiata mukabil yalnız biri kazanır, maglub vaziyetinde kalır. Eger mukabele-i bilmisil kaide-i zâlimanesiyle, o ehl-i hak dahi bir-ikinin hatasıyla yirmi-otuz biçareleri ezseler, o vakit hak namına dehşetli bir haksızlık ederler.

85- işte Kur’anın emriyle, gayet şiddetle ve nefretle siyasetten ve idareye karışmaktan kaçındıgımızın hakiki hikmeti ve sebebi budur. Yoksa bizde öyle bir hak kuvveti var ki, hakkımızı tam ve mükemmel müdafaa edebilirdik.

Hem madem herşey geçici ve fânidir ve ölüm ölmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor ve zahmet ise rahmete kalboluyor; elbette biz, sabır ve şükürle tevekkül edip sükût ederiz. Zarar ile icbar ile sükûtumuzu bozdurmak ise; insafa adâlete, gayret-i vataniyeye ve hamiyet-i milliyeye bütün bütün zıddır, muhaliftir.» (şualar sh: 292)

SiYASÎ DiPLOMATLAR NURLARA TARAFTAR OLSA DA…

86- Hattâ siyasete temas neticesinde siyasî diplomatlar Risale-i Nur’a sahib çıksalar da yine uzak durdugunu söyleyen Bediüzzaman Hazretleri, bu cazib neticenin zararlarını şöyle açıklar:

«Bu sırada dâhilde o kadar dâhilî, haricî heyecanlı parti cereyanları varken ve bundan tam istifade etmek, yani mahdud birkaç arkadaşına bedel çok diplomatları kendisine taraftar kazanmak için zemin hazır iken, sırf siyasete karışmamak ve ihlasına zarar vermemek ve hükûmetin nazarını kendine celbetmemek ve dünya ile meşgul olmamak için, bütün arkadaşlarına yazıp ki: “Sakın cereyanlara kapılmayınız, siyasete girmeyiniz, asayişe dokunmayınız!”» (şualar sh: 374) deyip çok dikkat çekici hususu nazara verir.

87- Yine Bediüzzaman Hazretleri aynı mes’eleyi teyiden bir eserinde de şunları kaydeder:

«Hem maddî hem manevî; hem nefsim, hem benimle temas edenler gayet ehemmiyetli benden sual ediyorlar ki: “Neden herkese muhalif olarak -hiç kimsenin yapmadıgı gibi- sana yardım edecek çok ehemmiyetli kuvvetlere bakmıyorsun? istigna gösteriyorsun?…

Elcevab: Bu zamanda ehl-i iman öyle bir hakikata muhtaçtırlar ki; kâinatta hiçbir şeye âlet ve tâbi ve basamak olamaz; ve hiç bir garaz ve maksad onu kirletemez; ve hiçbir şübhe ve felsefe onu maglub edemez bir tarzda iman hakikatlarını ders versin. Umum ehl-i imanın bin seneden beri teraküm etmiş dalâletlerin hücumuna karşı imanları muhafaza edilsin.

işte bu nokta içindir ki, dâhilî ve haricî yardımcılara ve ehemmiyetli kuvvetlerine, Risale-i Nur ehemmiyet vermiyor, onları arayıp tabi olmuyor.. tâ avam-ı ehl-i imanın nazarında, hayat-ı dünyeviyenin bazı gayelerine basamak olmasın; ve dogrudan dogruya hayat-ı bâkıyeden başka hiçbir şeye âlet olmadıgından, fevkalâde kuvveti ve hakikatı, hücum eden şübheleri ve tereddütleri izale eylesin.» (EmirdagLâhikası-I sh: 74)

88- «Evet şimalden gelen küfr-ü mutlak cereyanını durduracak, yalnız Risale-i Nur’dur. Siyaset, diplomatlık, bu vazifeyi göremez. Onun için, vatanperver ve milliyetçi ve siyasetçiler, Nurlara sarılmaga mecburiyet var.» (EmirdagLâhikası-I sh: 207)

89- Bir sual ve cevabında da aynı mevzu teyid ediliyor. şöyle ki:

«Hem manevî, hem maddî bir kaç cihette sorulan bir suale mecburiyet tahtında bir cevabdır:

Sual: Neden ne dâhilde, ne hariçte bulunan cereyanlara ve bilhassa siyasetli cemaatlara hiçbir alâka peyda etmiyorsun? Ve Risale-i Nur ve şakirdlerini mümkün oldugu kadar o cereyanlara temastan men’ ediyorsun. Halbuki eger temas etsen ve alâkadar olsan, birden binler adam Risale-i Nur dairesine girip parlak hakikatlarını neşredeceklerdi; hem bu kadar sebebsiz sıkıntılara hedef olmayacaktın!

Elcevab: Bu alâkasızlık ve içtinabın en ehemmiyetli sebebi: Meslegimizin esası olan “ihlas” bizi men’ediyor. Çünki bu gaflet zamanında, hususan tarafgirane mefkûreler sahibi, herşeyi kendi meslegine âlet ederek, hattâ dinini ve uhrevî harekâtını da o dünyevî meslege bir nevi âlet hükmüne getiriyor. Halbuki hakaik-i imaniye ve hizmet-i nuriye-i kudsiye, kâinatta hiçbir şeye âlet olamaz. Rıza-yı ilahîden başka bir gayesi olamaz. Halbuki şimdiki cereyanların tarafgirane çarpışmaları hengâmında bu sırr-ı ihlası muhafaza etmek, dinini dünyaya âlet etmemek müşkilleşmiş. En iyi çare, cereyanların kuvveti yerine, inayet ve tevfik-i ilahiyeye dayanmaktır.

90- içtinabımızın çok sebeblerinden bir sebebi de; Risale-i Nur’un dört esasından birisi olan “şefkat etmek”, zulüm ve zarar etmemektir. Çünki, وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى Yani “Birisinin hatasıyla, başkası veya akrabası hatakâr olmaz; cezaya müstehak olmaz” olan düstur-u irade-i ilahiyeye karşı, bu zamanda اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَظَلُومٌ كَفَّارٌ sırrıyla şedid bir zulüm ile mukabele eder. Tarafgirlik hissiyle, bir caninin hatasıyla, degil yalnız akrabasına, belki taraftarlarına dahi adavet eder. Elinden gelse zulmeder. Elinde hüküm varsa, bir adamın hatasıyla bir köye bomba atar. Halbuki bir masumun hakkı, yüz cani için feda edilmez; onların yüzünden ona zulmedilmez. şimdiki vaziyet, yüz masumu birkaç cani için zararlara sokar. Meselâ: Hatalı bir adama müteallik, bîçare ihtiyar valide ve pederi ve masum çoluk-çocukları ezmek, perişan etmek, tarafgirane adavet etmek, şefkatin esasına zıddır. Müslümanlar içinde tarafgirane cereyanlar yüzünden, böyle masumlar zulümden kurtulamıyorlar. Hususan ihtilale sebebiyet veren vaziyetler, bütün bütün zulmü dagıtır, genişletir.

Cihad-ı dinîde olsa, kâfirlerin çoluk-çocuklarının vaziyetleri aynıdır. Ganimet olabilir; Müslümanlar, onları kendi mülküne dâhil edebilir. Fakat islâm dairesinde birisi dinsiz olsa, çoluk-çocuguna hiçbir cihetle temellük edilmez; hukukuna müdahale edilmez. Çünki o masumlar, islâmiyet rabıtasıyla dinsiz pederine degil, belki islâmiyet’le ve cemaat-i islâmiye ile baglıdır. Fakat kâfirin çocukları, gerçi ehl-i necattırlar; fakat hukukta, hayatta pederlerine tabi’ ve alâkadar olmasından, cihad darbesinde o masumlar memlûk ve esir olabilirler.» (EmirdagLâhikası-I sh: 38)

91- «Evet Nurcular, siyasetlerle alâkaları olmaz. Yalnız iman hakikatlarıyla bütün hayatları baglıdır. şimdiye kadar gizli komiteden, siyaseti dinsizlige ve zendekaya âlet edenler, istibdad-ı mutlakla Nurcuları ezdiler. inşâallah bir sebeb çıkar (Hâşiye) o istibdadı kıracak, masum ve mazlum Nurcuları kurtaracak. Fakat çok dikkat ve ihtiyat lâzımdır. Risale-i Nur, dünyada her cereyanın fevkinde bulunması ve umumun malı olması cihetiyle, bir tarafa tâbi ve dâhil olmaz. Belki mütecaviz dinsizlere karşı haklı tarafa yardımcı olur ve dost olur ve ihtiyat kuvveti hükmünde onlara bir nokta-i istinad olur. Fakat siyaset hesabına degil; belki Nurların intişarı ve maslahatı hesabına bazı kardeşler; Nurlar namına degil; belki kendi şahısları namına girebilir. Hususan mübarek Isparta’nın şimdiye kadar Nurlar medresesi olması ve muarızların dahi ona çok ilişmemesi noktasında, dâhilde tarafgirane vaziyet almamak, mu’terizlerin nedametine ve hakikata dönmelerine bir vesile olabilir.» (EmirdagLâhikası-I sh: 160)

92- «Nur şakirdleri, hiç siyasete karışmadılar, hiçbir partiye girmediler. Çünki iman, mâl-i umumîdir. Her taifede muhtaçları ve sahibleri var. Tarafgirlik giremez. Yalnız küfre, zendekaya, dalâlete karşı cephe alır. Nur mesleginde, mü’minlerin uhuvveti esastır.» (EmirdagLâhikası-I sh: 180)

93- «Risale-i Nur’un bu kadar muarızlarına mukabil en büyük kuvveti ihlas oldugundan ve dünyanın hiçbir şeyine âlet olmadıgı gibi, tarafgirlik hissiyatına bina edilen cereyanlara, hususan siyasete temas eden cereyanlarla alâkadar olmaz. Çünki tarafgirlik damarı ihlası kırar, hakikatı degiştirir. Hattâ benim otuz seneden beri siyaseti terkettigime sebeb, bir mübarek âlimin takib ettigi cereyanın tarafgirlik damarı ile salih ve büyük bir âlimin onun fikrine muhalif olmasından tefsik derecesinde tahkir edip ve cereyanına ve kendi fikrine muvafık meşhur ve mütecaviz bir münafıgı gayet medh ü sena etti. Ben de bütün ruhumla ürktüm. Demek tarafgirlik hissine siyasetçilik de karışsa, böyle acib hatalara sebebiyet veriyor diye اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَ السِّيَاسَةِ dedim. O zamandan beri siyaseti terkettim.

94- O halim neticesi olarak, sizin gibi kardeşlerim bilirsiniz ki, yirmibeş seneden beri bir gazeteyi ne okudum, ne dinledim ve ne de merak ettim; ve on sene harb-i umumîye bakmadım bilmedim ve merak etmedim; ve yirmiiki sene bu işkenceli esaretimde tarafgirlige ve siyasete temas etmemek için ve Nurlardaki ihlasa zarar gelmemek için, müdafaatımdan başka istirhatım için hiç müracaat etmedigimi bilirsiniz.

Hem bilirsiniz ki, hapiste size yazdıgım gibi, benim idamıma hükmeden adamlar, beni işkenceli ta’zib edenler, Risale-i Nur ile imanlarını kurtarsalar, şâhid olunuz ki, ben onları helâl ediyorum. Ve tarafgirlik damarıyla ihlasa zarar gelmemek için, bu iki-üç senede dâhilden ve hariçten gelen fırtınalı cereyanlara hiç temas etmedik ve kardeşlerimi de bir derece ikaz ettim.» (EmirdagLâhikası-I sh: 272)

95- Bediüzzaman Hazretleri siyasete karşı alâkasız kalması sebebiyle sorulan bir sual:

«Dünyanın siyasetine karşı ne için bu kadar lâkaydsın? Bu kadar safahat-ı âleme karşı tavrını hiç bozmuyorsun? Bu safahatı hoş mu görüyorsun? Veyahut korkuyor musun ki, sükût ediyorsun?

Elcevab: Kur’an-ı Hakîm’in hizmeti, beni şiddetli bir surette siyaset âleminden men’ etti. Hattâ düşünmesini de bana unutturdu. Yoksa bütün sergüzeşt-i hayatım şâhiddir ki, hak gördügüm meslekte gitmeye karşı korku elimi tutup men’ edememiş ve edemiyor. Hem neden korkum olacak? Dünya ile, ecelimden başka bir alâkam yok. Çoluk çocugumu düşünecegim yok. Malımı düşünecegim yok. Hanedanımın şerefini düşünecegim yok. Riyakâr bir şöhret-i kâzibeden ibaret olan şan ü şeref-i dünyeviyenin muhafazasına degil, kırılmasına yardım edene rahmet… Kaldı ecelim. O, Hâlik-ı Zülcelal’in elindedir. Kimin haddi var ki, vakti gelmeden ona ilişsin. Zâten izzetle mevti, zilletle hayata tercih edenlerdeniz. Eski Said gibi birisi şöyle demiş:

وَ نَحْنُ اُنَاسٌ لاَ تَوَسُّطَ بَيْنَنَا ٭ لَنَا الصَّدْرُ دُونَ الْعَالَمِينَ اَوِ الْقَبْرُ

Belki hizmet-i Kur’an, beni hayat-ı içtimaiye-i siyasiye-i beşeriyeyi düşünmekten men’ediyor. şöyle ki: Hayat-ı beşeriye bir yolculuktur. şu zamanda, Kur’anın nuruyla gördüm ki, o yol bir bataklıga girdi. Mülevves ve ufûnetli bir çamur içinde kafile-i beşer düşe kalka gidiyor. Bir kısmı, selâmetli bir yolda gider. Bir kısmı, mümkün oldugu kadar çamurdan, bataklıktan kurtulmak için bazı vasıtaları bulmuş. Bir kısm-ı ekseri o ufûnetli, pis, çamurlu bataklık içinde karanlıkta gidiyor. Yüzde yirmisi sarhoşluk sebebiyle, o pis çamuru misk ü anber zannederek yüzüne gözüne bulaştırıyor.. düşerek kalkarak gider, tâ bogulur. Yüzde sekseni ise, bataklıgı anlar, ufûnetli, pis oldugunu hisseder.. fakat mütehayyirdirler, selâmetli yolu göremiyorlar.

işte bunlara karşı iki çare var:

Birisi: Topuz ile o sarhoş yirmisini ayıltmaktır.

ikincisi: Bir nur göstermekle mütehayyirlere selâmet yolunu irae etmektir. Ben bakıyorum ki; yirmiye karşı seksen adam, elinde topuz tutuyor. Halbuki o bîçare ve mütehayyir olan seksene karşı hakkıyla nur gösterilmiyor. Gösterilse de; bir elinde hem sopa, hem nur oldugu için emniyetsiz oluyor. Mütehayyir adam “Acaba nurla beni celbedip, topuzla dövmek mi istiyor?” diye telâş eder. Hem de bazan ârızalarla topuz kırıldıgı vakit, nur dahi uçar veya söner.

işte o bataklık ise, gafletkârane ve dalâlet-pîşe olan sefihane hayat-ı içtimaiye-i beşeriyedir. O sarhoşlar, dalâletle telezzüz eden mütemerridlerdir. O mütehayyir olanlar, dalâletten nefret edenlerdir, fakat çıkamıyorlar; kurtulmak istiyorlar, yol bulamıyorlar.. mütahayyir insanlardır. O topuzlar ise, siyaset cereyanlarıdır. O nurlar ise, hakaik-ı Kur’aniyedir. Nura karşı kavga edilmez, ona karşı adavet edilmez. Sırf şeytan-ı racîmden başka ondan nefret eden olmaz. işte ben de nur-u Kur’anı elde tutmak için

اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَ السِّيَاسَةِdeyip, siyaset topuzunu atarak, iki elim ile nura sarıldım. Gördüm ki: Siyaset cereyanlarında hem muvafıkta, hem muhalifte o nurların âşıkları var. Bütün siyaset cereyanlarının ve tarafgirliklerin çok fevkınde ve onların garazkârane telâkkiyatlarından müberra ve safi olan bir makamda verilen ders-i Kur’an ve gösterilen envar-ı Kur’aniyeden hiçbir taraf ve hiçbir kısım çekinmemek ve ittiham etmemek gerektir. Meger dinsizligi ve zendekayı siyaset zannedip ona tarafgirlik eden insan suretinde şeytanlar ola veya beşer kıyafetinde hayvanlar ola…

Elhamdülillâh, siyasetten tecerrüd sebebiyle, Kur’anın elmas gibi hakikatlarını propaganda-i siyaset ittihamı altında cam parçalarının kıymetine indirmedim. Belki gittikçe o elmaslar kıymetlerini her taifenin nazarında parlak bir tarzda ziyadeleştiriyor.» (Mektubat sh: 48)

96- «Üstadımız diyor ki:

Eşref Edib kırk seneden beri iman hizmetinde benim arkadaşım ve Sebilürreşad’da makale yazan ve şimdi vefat eden çok kıymetli kardeşlerimin mümessili ve hakiki islâmiyet mücahidlerinden bir kardeşimdir ve Nur’un bir hamisidir. Ben vefat etsem de Eşref Edib, Nurcular içinde bulunmasıyla büyük bir teselli buluyorum.

Fakat Nur Risalelerinin ve Nurcuların siyasetle alâkaları yok ve Risale-i Nur, rıza-i ilahîden başka hiç bir şeye âlet edilmediginden, mümkün oldugu kadar Risale-i Nur’un mensubları, içtimaî ve siyasî cereyanlara karışmak istemiyorlar. Yalnız Sebilürreşad, Dogu gibi mücahidler iman hakikatlarını ehl-i dalâletin tecavüzatından muhafazaya çalıştıkları için, ruh u canımızla onları takdir ve tahsin edip onlarla dostuz ve kardeşiz, fakat siyaset noktasında degil. Çünki iman dersi için gelenlere tarafgirlik nazarıyla bakılmaz. Dost düşman derste fark etmez. Halbuki siyaset tarafgirligi, bu manayı zedeler. ihlas kırılır. Onun içindir ki, Nurcular emsalsiz işkencelere ve sıkıntılara tahammül edip Nur’u hiç bir şeye âlet etmediler. Siyaset topuzuna el atmadılar.» (EmirdagLâhikası-II sh: 35)

97- Hacca giden bir zatla bazı risalelerin âlem-i islâma gönderilmesinin geri kalışındaki bir hikmetini beyan eden Bediüzzaman Hazretleri, islâm birligine kuvvet vermek gibi ehemmiyetli bir vazifeye dahi Risale-i Nur’un âlet yapılamıyacagına ve nazarların ittihad-ı islâm siyasetine, yani islâm siyasetine çevrilmemesine dikkat çekerken diyor ki:

«Benim ve Nur şakirdlerinin namına şimdi bu mecmuaları göndermek, herhalde inkişafa başlayan islâm birlik fikri ve ittihad-ı islâm siyaseti, Risale-i Nur’u kendine bir kuvvet, bir âlet yapmaga çalışacaktı ve bizleri siyaset-i islâmiyeye bakmaga mecbur edecekti. Halbuki Risale-i Nur’un meslegindeki sırr-ı ihlas; iman, Kur’an hakikatlarından başka hiçbir şeye âlet, tâbi’ olmadıgı…

98- Hem müşterileri aramak degil, belki müşteriler hakikî ihtiyacını hissedip ve yarasının tedavisi için Risale-i Nur’u aramasının lüzumu… Halbuki gönderilecek o mübarek merkezler, şimdilik Nurlara hakikî ihtiyacını degil, belki âlem-i islâm’ın hayat-ı diniyesine ait cihetlerinden düşünmege mecbur olması…

99- Hem Nur mesleginde benlik ve gösteriş bir nevi şöhretperestlik merdud oldugundan, bu enaniyet zamanında insanlara kendini satmaga çalışmak ve begendirmek, bir anda Nur şakirdleri böyle büyük bir imtiyaz gibi bu eserlerle meşhur mevkilere kendilerini göstermek bir nevi gösteriş olması cihetiyle, Kader-i ilâhî, Nur şakirdlerini tam ihlasın muhafazası için şimdilik müsaade etmiyor.» (EmirdagLâhikası-I sh: 257)

ASR-I SAADETTE SiYASET VE DiYANET HiZMETLERi

100- Esasen ilahî tensibe istinad eden hilafet-i maneviye ile, biata dayanan hilafet-i siyasiyenin tefrik sistemi, kader-i ilahiyece takdir edildigini anlatan Bediüzzaman Hazretleri diyor:

«Eger desen: Hilâfet-i islâmiye noktasında imam-ı Ali’nin fevkalâde iktidarı, hârikulâde zekâsı ve yüksek liyakatıyla beraber seleflerine nisbeten muvaffakiyetsizligi nedendir?

Elcevab: O mübarek zât, siyaset ve saltanattan ziyade, daha çok mühim başka vazifelere lâyık idi. Eger tam muvaffakiyet-i siyasiye ve tamam saltanat olsaydı, “şah-ı Velayet” ünvan-ı manidarını bihakkın kazanamayacaktı. Halbuki zâhirî ve siyasî hilâfetin pek çok fevkinde manevî bir saltanat kazandı ve Üstad-ı Küll hükmüne geçti; hattâ kıyamete kadar saltanat-ı manevîsi bâki kaldı.» (Mektubat sh: 54)

101- «Eger denilse: Bu kadar haklı ve hakikatlı oldugu halde, neden muvaffak olmadı? Hem neden kader-i ilâhî ve rahmet-i ilâhiye onların feci bir akıbete ugramasına müsaade etmiş?

Elcevab: Hazret-i Hüseyin’in yakın taraftarları degil, fakat cemaatine iltihak eden sair milletlerde, yaralanmış gurur-u milliyeleri cihetiyle, Arab milletine karşı bir fikr-i intikam bulunması Hazret-i Hüseyin ve taraftarlarının safi ve parlak mesleklerine halel verip, maglubiyetlerine sebeb olmuş.

102- Amma kader nokta-i nazarında feci akıbetin hikmeti ise: Hasan ve Hüseyin ve onların hanedanları ve nesilleri, manevî bir saltanata namzed idiler. Dünya saltanatı ile manevî saltanatın cem’i gayet müşkildir. Onun için onları dünyadan küstürdü, dünyanın çirkin yüzünü gösterdi. Tâ, kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın. Onların elleri muvakkat ve sûrî bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimî bir saltanat-ı maneviyeye tayin edildiler; âdi valiler yerine, evliya aktablarına merci’ oldular.» (Mektubat sh: 55)

103- Bu siyaset ve diyanet tefriki sisteminde diyanet kendisine haklı olarak çok hürmetkâr ve muti’ olan vicdan-ı amme müvacehesinde siyaseti murakabe edebilir ve siyasîlerin istikamete gelmelerine sebep olur. Hz. Ali’nin (R.A.) hilafette geri kalmasının hikmetini anlatırken mezkûr mes’eleye de temas eden Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

«Eger Hazret-i Ali olmasaydı, dünya saltanatı, mülûk-ü Emeviyeyi bütün bütün yoldan çıkarmak muhtemeldi. Halbuki karşılarında Hazret-i Ali ve Âl-i Beyt’i gördükleri için, onlara karşı müvazeneye gelmek ve ehl-i islâm nazarında mevkilerini muhafaza etmek için ister istemez Emeviye Devleti reislerinin umumu, kendileri olmasa da, herhalde teşvik ve tasvibleriyle etbaları ve taraftarları, bütün kuvvetleriyle hakaik-ı islâmiyeyi ve hakaik-ı imaniyeyi ve ahkâm-ı Kur’aniyeyi muhafazaya ve neşre çalıştılar. Yüzbinlerle müçtehidîn-i muhakkikîn ve muhaddisîn-i kâmilîn ve evliyalar ve asfiyalar yetiştirdiler. Eger karşılarında Âl-i Beyt’in gayet kuvvetli velayet ve diyanet ve kemalâtı olmasaydı, Abbasîlerin ve Emevîlerin âhirlerindeki gibi, bütün bütün çıgırdan çıkmak kaviyyen muhtemeldi.

104- Eger denilse: Neden hilâfet-i islâmiye Âl-i Beyt-i Nebevî’de takarrur etmedi? Halbuki en ziyade lâyık ve müstehak onlardı?”

Elcevab: Saltanat-ı dünyeviye aldatıcıdır. Âl-i Beyt ise, hakaik-ı islâmiyeyi ve ahkâm-ı Kur’aniyeyi muhafazaya memur idiler. Hilâfet ve saltanata geçen, ya Nebi gibi masum olmalı, veyahut Hulefa-yı Raşidîn ve Ömer ibn-i Abdülaziz-i Emevî ve Mehdi-i Abbasî gibi hârikulâde bir zühd-ü kalbi olmalı ki aldanmasın. Halbuki Mısır’da Âl-i Beyt namına teşekkül eden Devlet-i Fatımiye Hilâfeti ve Afrika’da Muvahhidîn Hükûmeti ve iran’da Safevîler Devleti gösteriyor ki; saltanat-ı dünyeviye Âl-i Beyte yaramaz, vazife-i asliyesi olan hıfz-ı dini ve hizmet-i islâmiyeti onlara unutturur. Halbuki saltanatı terk ettikleri zaman, parlak ve yüksek bir surette islâmiyete ve Kur’ana hizmet etmişler.

105- işte bak! Hazret-i Hasan’ın neslinden gelen aktablar, hususan Aktab-ı Erbaa ve bilhassa Gavs-ı Azam olan şeyh Abdülkadir-i Geylanî ve Hazret-i Hüseyin’in neslinden gelen imamlar, hususan Zeynelabidîn ve Cafer-i Sâdık ki, herbiri birer manevî mehdi hükmüne geçmiş, manevî zulmü ve zulümatı dagıtıp, envar-ı Kur’aniyeyi ve hakaik-ı imaniyeyi neşretmişler. Cedd-i emcedlerinin birer vârisi olduklarını göstermişler.» (Mektubat sh: 99)

106- Bazı rivayetler, hâdisatla beraber aynı hakikatı teyid eder. Meselâ:

«Nakl-i sahih-i kat’î ile ferman etmiş:

اِنَّ الْخِلاَفَةَ بَعْدِى ثَلاَثُونَ سَنَةً ثُمَّ تَكُونُ مُلْكًا عَضُوضًا وَاِنَّ هذَا اْلاَمْرَ بَدَاَ نُبُوَّةً وَرَحْمَةً

ثُمَّ يَكُونُ رَحْمَةً وَخِلاَفَةً ثُمَّ يَكُونُ مُلْكًا عَضُوضًا ثُمَّ يَكُونُ عُتُوًّا وَ جَبَرُوتًا deyip, Hazret-i Hasan’ın altı ay hilâfetiyle; Cihar-ı Yâr-ı Güzin’in (Hulefa-yı Raşidîn’in) zaman-ı hilâfetlerini ve onlardan sonra saltanat şekline girmesini, sonra o saltanattan ceberut ve fesad-ı ümmet olacagını haber vermiş. Haber verdigi gibi çık