126
1 SORUŞTURMA -EDEBİYAT ve AVRUPA BİRLİĞİ- Ayla Ağabegüm ile “Edebiyat ve Avrupa Birliği” Üzerine Hazırlayan: Ahmet Büyükgümüş

SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

  • Upload
    others

  • View
    5

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

1

SORUŞTURMA -EDEBİYAT ve

AVRUPA BİRLİĞİ-Ayla Ağabegüm ile “Edebiyat ve Avrupa Birliği” Üzerine

Hazırlayan: Ahmet Büyükgümüş

Page 2: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

2

Birçok aydın Avrupa Birliği’nin bir medeniyet projesi olduğunu

söylüyor. Avrupa Birliği bir medeniyet projesi ve edebiyat da bu

medeniyetin önemli bir parçası. Avrupa Birliği medeniyetine dâhil olan

ülkelerin -ki aslında bunu Avrupa diyerek sınırlandırmamak gerekiyor.

Zira bugün Azerbaycan’da batılılaşmak istiyor ve bugün dünyada

batılılaşmayı, modernleşmeyi batılaşmak olarak algılayan devletler var-

bu devletlerin medeniyetleri de bu durumdan etkileniyor. Öncelikle

bizim temel tespit etmek istediğimiz esas şu; Türkiye, Avrupa Birliğine

girdiğinde bu durumun da parçası olacak. Dolayısıyla edebiyatımız da

bundan etkilenecek. Edebiyatımızın geleceğini tartışmamız gerekiyor.

Bugün biz ekonomiyi, dış politikayı tartışıyoruz. Ancak bunları

oluşturan bir de edebiyat ve sanatla harmanlanmış bir medeniyet var.

Avrupa Birliği’ni edebiyat ve sanat eksenli okumamız gerektiğine

inanıyoruz. Bundan önce edebiyatımızın dönemlere ayrılması var. Bu

kapsamda Batılılaşmamızın başlangıcı olan Tanzimat’la başlayan

edebiyatımızı nasıl görüyorsunuz?

Batılılaşma sürecinde gelişen edebiyat Avrupa edebiyatına özenmeyle

başladığı için işte Fikret’in ve diğerlerinin eserlerinde bu var. Daha sonra

yavaş yavaş Cumhuriyet’le birlikte kurtulmaya başlıyor. Zaten savaş yılları

olduğu için yaşananlar yazılmaya başlıyor. Savaş da olduğu için bu romana

ve şiire yansıyor. Milli edebiyat ortaya çıkıyor. Bütün bu devirlerin içerisinde

batılı olmaktan kurtulamıyoruz. Çünkü yazarlarımızın, daha liseden ve hatta

ilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle

tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

edebiyatın içerisine girdiğinden- her gördüğü yeni şey çocuğu etkiliyor ve

böylelikle ne yazık ki Türk kültürünü hazmetmiş bir gençlik yetişmediği için

edebiyatçılarda yetişemiyor. Her şeye rağmen yaşadığımız dönem edebiyatı

bunun doğurduğu zararlardan kurtulmaya çalışıyor. İnsanların Anadolu’ya

gidişleri insanları tanımaları. Eskiden İstanbul’dan Anadolu’ya bakılıyordu.

Şimdi iletişim teknolojilerinin gelişmiş olması, o insanların İstanbul’a

gecekondulara gelmesi yazarlarımızın o insanlarla tanışmasını sağlıyor.

Ama daha önceden karışlaşmadan söylüyorlardı. Tabii bu diğer sahalarda

da böyleydi. Anadolu bizden olmayan bir bölge gibi olduğu için uzaktan

bakarak yazıp söylüyorlardı. Şimdi yazarına göre değişiyor.

Bu söylediğinizi açma adına, Cumhuriyet’le birlikte batılılaşmanın daha

sert olarak savunulduğunu görüyoruz. Ancak bunun edebiyat, kültür ve

sanata yansımalarında problemlerin olduğu dikkatleri çekiyor. Bu

insanlar romanları söylemiş olduğunuz gibi görmeden yazıyorlardı.

Mesela Servet-i Fünûn döneminde daha ileri romanlar yazıldı. Ama

Cumhuriyet’te o noktaya ulaşılmadı. Bu durumu ortaya çıkartan

Page 3: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

3

sebepler nelerdir?

Şundan dolayı, daha yeni tanışma o dönemde yapıldığı için Fecr-i Ati, bunlar

yine batı örnekli. Çünkü doğuyu örnek almıyorlar. Hatta Cumhuriyet’le

birlikte tercümelere bakıldığında daha çok batı klasikleri tercüme ediliyor.

Bunu Hasan Ali Yücel tercümelerine baktığımızda görüyoruz. Fakat hayatın

yaşanan gerçeği olduğu için savaş Türkiye’ye çok şey öğretmiştir, bazı

gerçekleri göstermiştir. Batının o hayallerdeki batı olmadığını savaşlarda

yaşananlar gösterdiği için yavaş yavaş o etkiler azalmaya başlıyor. Köy

romanları ve diğer romanlar öyle başlamış oluyor. Tabii ki o hayranlık hiçbir

zaman tam mânâsıyla tükenmemiştir. Örneğin bizim divan edebiyatımız yok

sayılmıştır. Divan edebiyatının hiç okutulmaması gerektiği söylenmiştir, halk

edebiyatı küçümsenmiştir. Belki hâlâ bazı fakültelerimizde Türk Dili ve

Edebiyatı bölümlerinin halk edebiyatı kürsüleri yok. Mesela İstanbul

Üniversitesi’nde yoktu. Şeyma Güngör divan edebiyatıyla ilgilendiği halde o

kürsüyü açtı. Yeni edebiyat, dil kürsüleri açılıyor. Ama halk edebiyatıyla ve

divan edebiyatıyla ilgili bölümleri açılmıyor. Tabii şiirde de böyle, halk şiir

tarzı, vezinli şiirler bugünkü şairlerin tuttuğu şeyler değildir. Çünkü zordur

vezinli şiir. Ama bunların içinde milli ruh olduğu için yavaş yavaş bu

durumdan kurtulanlar olmuştur.

Edebiyatımızın birikiminin özetini yaptıktan sonra Türkiye’de Avrupa

Birliği tartışmalarına geçmek istiyorum. Avrupa Birliği belli ölçülerde

tartışılıyor. Avrupa Birliği tartışmalarını biraz da garplılaşma sürecinde

yapılan tartışmalarla örtüştürmek gerekiyor. Ama bugünkü Avrupa

Birliği tartışmalarımızın işçilerin serbest dolaşımı nasıl olacak, gayri

safi milli hasılamız ne kadar olacak şeklindeyken, o günkü batılılaşma

tartışmalarımızın batının kültürünü hangi ölçüde almalıyız şeklinde

cereyan etmekteydi. Dolayısıyla bütün olarak değerlendirdiğimizde

bizim garplılaşmamızda maddeleşme var. Bunun edebiyatımızın

maddeleşmesiyle düşündüğümüzde bir örtüşme yok mu?

Tabii ki var. Avrupa Birliği’ne girme çabalarının içinde aydınlarımız hep

oradaki maddeleri çok pembe tablolar çizerek alıyorlar ve düşünüyorlar.

Zaten kültür konusu da kimsenin derdi olmadığı için de bu konunun üzerine

kimse düşünmüyor. Kültür konusu birinci konumuz olsaydı, kültür ve turizm

bakanlıkları birleştirilmezdi. Ama, sonra bilmiyorum hangi tarihte, birleştirildi.

Kültürle turizm aynı şeyler değillerdir, çok farklılardır. Tabii ki kültür ve turizm

bakanlığı kurulduktan sonra bakanlık kültürü göz ardı ederek turizme

yönelmiştir. İşte Anadolu’da hangi kiliseyi tamir edelim. Yine batıcı bir gözle

turizme göz atmışlardır. Şimdi biz Avrupa Birliği’ne girdiğimizi düşünelim.

Edebiyatımızın ve sanatımızın ne hale geleceği bir soru işareti. Zaten bugün

de edebiyatımız ve sanatımız, tesir altındadır. Daha anne karnında çocuğa

Page 4: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

4

klasik müzik dinletiliyor. Biz de ninniler okunurdu. Çocuğa ninniler okunur,

ezanlar okunur. Bu çocukların duygu yoğunluğu da fazla oluyor. Daha AB’ye

girmeden çocuklarımızın müziği bile onların eline geçiyor. Öyleyse köklü bir

kültür politikası olmadan AB’ye girmek her konu da çok tehlikelidir. İkincisi

edebiyatın içinde dil vardır. Nereye bakarsak dilimizden bir kaç kelime

unutuluyor ve çok kaba bir dile dönüşüyor Türkçe. Daha girmeden bu

haldeyken acaba girdiğimizde ne olacaktır. Hâlbuki dil o kadar önemlidir ki...

Yalnız Türkiye’deki Türklerin değil bütün Türk illerindeki Türklerin de

anlaşmasını sağlayan bir vasıtadır. Yapılan politika da bizi bizden

uzaklaştırmak için farkında olmadan yapılmıştır. Yabancı dilde eğitim yapan

okulların olması hep bunun hazırlık dönemi gibidir aslında.

Biz kelimeleri tercüme ettiğimizi zannediyoruz. Mesela şunu sormak

lazım, "civilisation"la medeniyet kelimesi birbirini ne kadar karşılıyor.

Mehmet Akif “o zaman vecd ile bin secde eder” derken ki “vecd”

kelimesini klasik dinleyen çocuk nasıl hissedecek?

Yalnız edebiyattan uzaklaşmıyorsun ruhun da değişiyor. Daha batılı bir ruha

sahip, her şeyi dinleyen, her şeyden hoşlanan bir insan ortaya çıkıyor. Tabii

o ruhla birlikte milli kimlik de ortadan kalkıyor. Ben Türk’üm heyecanını

alacaklar aslında. Türk olmak aslında tarihle birlikte olmaktır. Yılların

heyecanını taşımaktır. Siz sanatınızla, müziğinizle bundan adım adım

uzaklaştığınızda o zaman dünya vatandaşı yetişecektir. Zaten istenen de

budur.

Tabii tehlike olduğunu düşünüyorum. Çok yıllar öncesine gidersek benim

babam Elazığ Harputludur. Oranın tarihiyle ilgilendiğiniz zaman gördüğümüz

şu; öncelikle Osmanlı’nın son dönemlerinden başlayarak Amerikan kolejleri

açılıyor. Ve sonraki dönemlerde devam ediyor. Bu kolejler vasıtasıyla hem

dilden uzaklaşma hem de o kolejlerde kendi kültürlerine uzak insanların

yetişmesi sağlanıyor. Ayrıca o yetişen insanlar vasıtasıyla da oradaki siyasi

yapı da değiştiriliyor. Kürt ve Ermeni meselelerinin orada çok daha

düşmanca olmasına o Amerikan kolejleri sebep olmuştur. Bunu tarihe

baktığımızda görmekteyiz. Daha sonra bütün ülkede Amerikan okulları

açıldı. Attila İlhan bir yazısında Amerikan rüyası diyor. Amerikan rüyasının

içerisinde ekonomik olarak değil de kültürel bir ambargonun olması ve doğu

ülkelerinde şu kadar Amerikan Okulu açıldı diyor. Bunu söylediği yıl 2003

yılı. Bu okullarla Türkiye’de kültürel hayat sanat hayatı, edebiyat hayatı da

etkilenmeye çalışılıyor. Mesela AB’ye girme hazırlıklarının içinde geçen de

başbakanımız bir yemekteydi. TESEV başkanı Can Paker davet etti. Ondan

sonraki gün şunu söyledi. ''Nasıl başbakanımız türban konusuyla

ilgileniyorsa aynı anda eşcinsellerin de bütün haklarını almasıyla

ilgilenmelidir.” Düşünebiliyor musunuz? Birtakım dernekler vasıtasıyla bize

bunları sokmaya çalışıyorlar, çünkü dinimizle Hıristiyan ülkelerinde

Page 5: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

5

eşcinsellere bakış farklıdır. Yasak olduğu için de artmamıştır aslında. Daha

sonra özentilerle artmaktadır. Çoğunun da tedavi edildiği bilinmektedir.

Şimdi bu medeniyet size başörtü özgürlüğünü verirken bir başka şeyin de

özgürlüğünü isteyerek Türkiye’yi başka bir hale getirmeye çalışıyor. Bugün

bunu yaparken tam girdiğimizde hangi problemlerin ortaya çıkacağı biliniyor.

Ama tabii ki girmeyelim mi diyorum hayır, girelim diyorum ama her maddeye

de evet demeyelim diyorum. AB keşke dedikleri gibi olsa kandırmaca

olmasa çok güzel şeyler de olabilir. Ama kendilerine göre uygulayacaklarına

göre zorlukları hep yaşayacağız.

Bu bağlamda AB’ye girecek Türkiye’de Avrupa açısından edebiyatımız

nasıl konumlandırılmalıdır?

Türkiye’de edebiyatın nasıl konumlandırılması gerektiğini tasavvur etmek

için önce edebiyattaki yazarların ve sanatçıların kendi kimliğini yakından

tanıması gerekiyor. Bu kimliği yakından tanıyıp benimsedikten sonra tehlike

yoktur. Ama biz o devrede değiliz ki edebiyatçıların birçoğu o özentinin

içerisinde değil mi? Yine o

özentinin içinde olarak birtakım yarışmalar yapılıyor yarışmalarda derece

almıyorlar mı? Edebiyatımızı zaten yerine oturmuş kimliğini bulmuş değil ki.

Bir de o tesirle daha da çok sarsılacaktır.

Biz bir medeniyet projesine dâhil olabilmek için ekonomimizi buna

adapte etmeye çalışıyoruz, dış politikamızı buna adapte etmeye

çalışıyoruz ama kültür ve sanat konularına gelindiğinde bunlar nasılsa

olur deyip bu sorunlar nasıl çözülürün üzerine çalışmıyoruz. AB

tartışmalarını bu maddesel bakış açısını bir kenara bırakarak daha

medeniyetin gerekliliğine uygun bir şekilde edebiyat ve sanat eksenli

düşünürsek bu, tartışmanın kalitesine nasıl etki eder?

Öncelikle diğer anlamlarda AB’yi tartışıyoruz ama bütün bunları tartışırken

de ne kadar tartışırsak tartışalım o konularda da kendimizle ilgili faydalı

kararları alamıyoruz. Tartışmak başkadır karar almak başkadır. Kararlar

yansıdığında görüyoruz ki yabancı haklarla ilgili kanun meclisten geçtiğinde

tartışıldı. Ama AB’nin istediği gibi geçti. Türkiye bir şeyleri tartışıyor ama son

anda diretemiyor diretemediği için de o kararlar imzalanıyor. Tabii ki o

kararların düşünülüp doğru olarak alındığını farz edip edebiyata dönelim.

Türkiye AB’ye girecek ne zaman girer sorusunun cevabı ise, mesela,

milli geliri 10 bin dolar olursa, deniyor. Bir medeniyet projesini salt

maddi değerlendirmelerle tartışmak ne kadar doğru?

Page 6: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

6

Bir milletin hayatında önemli olan ekonomiden çok sanat, edebiyat ve

kültürdür. Çünkü ekonomi, düşündüğümde İstiklal Savaşı yıllarında yanmış,

yıkılmış bir Türkiye var önümüzde, insanlar zorluklar altında. Buna rağmen

yine zorlukların üstesinden gelmeyi bilmişler. Kendileri onurlarıyla hiç

kimseden bir şey istemeden ayakta durmuşlar. Günlerce aç kalmışlar ama

bu açlığa dayanmışlar. Bütün anneler o yıllarda dikişlerini kendileri diker,

örgülerini kendileri örer, her şeyi kendileri yapardı. Böylelikle Türkiye

kalkınmıştır. Türkiye zaten AB’ye girmeden bir boşluğun içerisine girmiştir.

İsraf ekonomisi buradadır. İnsanlar hiçbir şey yapmadan en kolay yolla

zararlı olsa da poğaçaları, cipsleri vs. yedirmektedir. Birtakım içecekleri çok

zararlı olduğu halde içmektedirler. Hatta bu zararlı içecekler muhafazakâr

firmalar tarafından Türkiye'de yapılmaya başlanıyor. Bunun acısını ve

ıstırabını düşünebiliyor musunuz? Muhafazakârlık demek her şeyiyle ülkeye

bağlı olmak demektir. Sadece dini konularda değil. Zaten dine bağlı olsak

ülkemize bağlı oluruz. Çünkü ülkeye sahip çıkmayı öneren bir dine sahibiz.

Durum böyleyken yeni anneler ve yeni insanlar yetişmiştir. Artık on gün aç

aldığı halde yakınmayan annelerin yerine birtakım kuruluşlardan ve

vakıflardan çalışmadan para isteyen ve onlara yardım eden kuruluşlar

türemiştir. Bütün bu ruhun içinde edebiyatta tabii bunun içersinde olacaktır.

Böyle bir ülkede edebiyatla ilgili bir düzenleme yapılmadan, gençler yeniden

edebiyat yoluyla kültürümüze dönmeden bir proje üretilemez. Mesela son bir

yıl içerisinde okunan kitaplara bakın; Sır Kitabı, Aile Bilgeliği, Ferrari'sini

Satan Bilge vs. Bu kitaplara bakıldığında söylenen nedir? Tasavvuf bunların

en güzelini söylemiştir. Ama gençler bizdeki tasavvufla ilgili konuları

okumadıkları için onları okuyor, Mevlana'dan bir beyit bile ezbere bilmiyorlar.

Böyle bir durumda AB’ye girmek intihar etmek demektir. Önce kimliğimize

dönmemiz gerekiyor. Şu anki savaş bir medeniyet ve kültür savaşıdır. İstiklal

Savaşı’nda nasıl topla, tüfekle, taşlarla düşmana saldırdıysak yeni savaşın

içerisinde bunun idrakine varmamız gerekiyor. Yeni savaşın eğer şuurunu

elde edersek, bu konuda düşünürsek başarılı olacağız tabii ki. Edebiyatımız

ve dilimiz her konuda bizlere ait olan değerler olacak. O zaman AB’ye

girmekte mahzur olmayacak.

Ahmet Kabaklı'nın bir sözü var. Şöyle diyor: “Bu topraklarda tarihin

hiçbir zaman görmediği kadar bir medeniyet kanı akıtılıyor.” Yani barış

da, bu açıdan söz konusu değil. Dünya'da barışı öngören bir medeniyet

var ama bugün bu topraklarda barış yok. Madem yok ve bahsetmiş

olduğunuz hususlar da daha çok o savaşla ilgili. Öyleyse ne yapmamız

gerekiyor?

Yeniden kaynaklarımıza dönmek. Halk şiirimize dönmek, ninni dediğimiz,

milli dediğimiz Yunusların edebiyatına dönmek, tekrar tasavvufla ilgili olan

bütün edebiyatın içerisine girmek, zaten onlara döndüğümüzde kimliğimizi

Page 7: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

7

kazanacağız ve insan olmanın onurunu yaşayacağız. Dolayısıyla hiçbir

tehlike bize tesir edemez, ama şu an hayır. Edebiyat kalkanı bugün bizi

korumuyor. Ahmet Kabaklı'nın Alperen kitabı Avrupa Birliği projelerine karşı

ne yapmamız gerektiğinin yani milli kaynaklara dönmemiz gerektiğinin, milli

heyecanı tekrar yaşatmak ve bu heyecanı yaşayarak tekrar kendimize

dönmek gerektiğini anlatır. İşte Akif'in Asım'ın Nesli dediği nesli tekrar

yetiştirmek ancak bu şekilde mümkündür. Bu iş çok zor değil. Eğer bir eğitim

seferberliğiyle bahsettiğim kaynaklar çocuklarımıza okutulursa... Mesela Milli

Eğitim Bakanlığı "Yüz Temel Eser” projesi yayınladı. Bu proje tutmadığım bir

projedir. Şundan dolayı, yüz temel eserin içerisinde kültürle ilgili romanlar

var, ama romanı yazarken yazar birçok şeyi yazıp uzatacaktır. Ama bütün

bunların içerisinde bir Mümtaz Turhan'ın bir Erol Güngör'ün ve Ahmet

Kabaklı’nın eserlerini okuduğunuzda bütün kültür eserlerini orada

bulabileceksiniz. O eserlerden seçmeler yapılabilirdi. Böylece genç her

konuda dolu dolu yetişebilirdi. Ayrıca o yüz temel eser de tamamıyla

okunamıyor. Keşke okunabilse... Hatta hocalar da o eserleri okutmaya hazır

psikolojide değiller. Hocaların da eğitilmesi gerekiyor. Tabii ki bütün bunların

sonucunda ümitsiz olunmamalı. Devletin politikası diyoruz ama o olana

kadar da sivil toplumu önemsemek gerekiyor. Şu anda sivil toplum bu

konuda duyarlı olsa Türkiye yine de değişir. Çünkü milli vakıf ve dernekler

var. Belki bunlar bu konuları düşünse başarılı olabilirler.

Teşekkürler

Page 8: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro
Page 9: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

9

Safa Metin ile “Edebiyat ve Avrupa Birliği” Üzerine Hazırlayan: Ahmet Büyükgümüş

AB’yi bir medeniyet projesi olması açısından ele alırsak, bu

medeniyetin bir parçası da edebiyattır. AB’ye girdiğimizde o medeniyet

projesinde edebiyatımızın konumunu iyi belirlememiz gerekiyor.

Özellikle edebiyatımızda nasıl bir değişimin ve gelişimin olduğunu

belirlememiz gerekiyor. Bundan önce edebiyatımızın bugünkü

konumunu tespit etmemiz geleceği anlamlandırabilmek açısından

önemli. Tanzimat’la başlayan süreçte başlayan batılılaşma sürecinde

Türk edebiyatını nasıl görüyorsunuz?

Ben Türk edebiyatının çok da problemli olduğunu düşünmüyorum.

Tanzimat’tan bu yana hiçbir şey yapmadık, hiçbir şey yazamadık, öldük,

bittik, mahvolduk şeklinde düşünmüyorum. Şuna inanıyorum, Fatih

döneminde şairler yine eski zamanlara bakıp biz öldük, bittik, mahvolduk

diyorlardı. Biz de şu an aynı şeyleri yapıyoruz. Her dönem kendisinden bir

önceki döneme bakacak ve ne kadar kötü bir haldeyiz, diyecek. Bu hep

adettendir. O sebepten ben durumu çok da kötü görmüyorum. Ortada bir

edebiyat yok, şeklinde bakmıyorum meseleye.

Örneğin son Sümer kazılarında bir tablet ortaya çıktı. Bu tablette

gençler ne olacak diyor?

(Gülerek) Ama hâlâ gençler var. Her zamanın kendisine ait bir problemi var.

Sadece bir zaman önceki gencin problemiyle şimdiki gencin problemi aynı

görünmediği için biz bakıp ah bizim geçliğimizde böyle miydi, diyoruz. Ne

olacak bu gençlerin hali diyoruz. Benim annem de bana bakıp öyle diyordu.

Onun annesi de ona bakıp böyle diyordu.

Bunu medeniyet açısından söyleyebilir miyiz?

Sadece problemlerin isimleri ve şekilleri değişiyor. Ama hepsi birbirinin

içerisinden akarak devam etmektedir. Bugün Türk edebiyatı yoktur, Türk

edebiyatı bitmiştir demek zaten bu edebiyat hiçbir zaman olmamıştır

demektir. Yani olaya fiziki açıdan da baksak olan bir şey yok olamaz ki!

Nasıl yok edeceksiniz Türk edebiyatını? O zaman zaten bir kökü yoktu,

Tanzimat’la doğmaya çalıştı ve yok oldu. Ama öyle değil ki köklü bir şeyden

bahsediyoruz ve dediğimiz gibi o kadar sağlam bir köke sahipse yok olması

da mümkün değil.

Bu sözlerinizi destekliyor aslında; Cumhuriyet'le birlikte batılılaşma

daha keskin ilkelerle düşünülmüş ve bir yaşam projesi haline

getirilmiştir. Ama bir Servet-i Fünun döneminde yazılan romanlar

Page 10: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

10

Cumhuriyet’e nazaran daha batılı tekniğe yakın romanlardır.

Çünkü o zaman bir redd-i miras söz konusuydu. Yeni bir edebiyat

oluşturmak arzusu vardı. Eski edebiyat kötüydü ve yeni bir edebiyat

oluşturmak gerekiyordu. Yeni edebiyat ne olacaktı? Dışarıya bakıp alınan bir

şey olacaktı. Adam dışarıdaki roman tekniğine baktı. Demek ki ben

ülkemdeki bazı sosyal sorunları bu tekniklerle anlatırım dedi. Bu teknikler

miladını doldurdu dedi. O teknik oturuncaya kadar böyle sancıların çekilmesi

de normal diye görüyorum.

Aslında söylemiş olduğunuz şu; Cumhuriyet’te sadece Fuzuli ve Baki

eski değildi. Aynı zamanda Namık Kemal de Halit Ziya da geri kalmıştı.

Tabii ki bizim için Baki neyse Namık Kemal de o değil mi? Ben öğrencilerime

aynı asırda yaşadıklarını söylesem inanmayacaklar mı? Çünkü her ikisi de

tarihe gömülmüş insanlar artık. Böyle bir mantıkla da bakmak lazım. İkisi de

bitti ve ikisi de geçti diye bakıyorlar.

Bir de Fuzuli ile Shakespeare’in aynı dönemde yaşadığını idrak

edemeyiz.

Acaba nasıl etkilendiler birbirinden. Ortak zaman ve ortak hissediş. Belki

de aynı ufku görerek şiir yazdılar.

Başka türlü söylemek. Edebiyat başka coğrafyada olmaya devam etmeli.

Onun için bu kadar birbirinin içerisine katılmak zorunda değiller. Birbirlerinin

içerisine bu kadar katılsaydı Fuzuli ve Baki olacak mıydı? İyi ki katılmamışlar

ne kadar güzel?

Bu bağlamda edebiyatımız ve AB ilişkisine baktığımızda, bahsetmiş

olduğunuz değişimle birlikte şöyle bir yargı değişimi var. Bizdeki AB

tartışmalarını batılılaşma tartışmalarına götürürsek, o dönemde kültür,

medeniyet ve Avrupa'nın kültürel boyutu düşünülürken, bugün AB

tartışmalarında işçilerin serbest dolaşımı ve gümrük birliği gibi daha

maddi konular üzerinde seyretmekteyiz. Ama o gün garplılaşma

tartışmalarımız daha kültür ve sanat eksenliydi. Bu noktada

edebiyatımızın maddeleşmesini de diğer alanlarla birlikte düşünebilir

miyiz?

Ben bu meseleye şöyle bakıyorum Bush bir gün ''Irak Savaşı bir Haçlı

seferidir'' diye gaf yapmıştı hatırlarsanız. Bunu alıp buraya çekmek lazım

aslında. Diyordu ya savaşların sebebi duygusaldır, diye. Eğer savaşın

sebebi duygusal olmasaydı oturur satranç oynardık. Kaybeden taraf ülkesini

verirdi. Bu kadar basit olurdu. AB meselesini de bu şekilde okumak

Page 11: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

11

gerekiyor. Bu ekonomik veya böyle bir şey değil. Ben meseleyi tamamen

duygusal okuyorum. Bir kültürün diğer bir kültürü kapsaması şeklinde

okuyorum. Onun için yok ekonomik paketler, meseleyi böyle ayrı tutamayız.

Kendi edebiyatımızı AB ülkeleri edebiyatının içerisine sokmaya da

çalışmamalıyız. Neden çalışayım ayrıca?

Bununla bağlantılı olarak Avrupa Birliği medeniyetini kabul ettiğimizde

kaçınılmaz bir şekilde yaşamımızda birçok şeyin değişmesi söz

konusu. Ama biz biliyoruz ki edebiyatın beslendiği en önemli

kaynaklardan birisi de yaşam. Bu yaşamsal değişimi öngörürseniz, bu

durum edebiyatımıza nasıl etki edecek? Bunu somutlaştırırsak

romanlarda edebi eserlerde geçen bir meta, şerbet, bir kültürel

etkileşim sonucunda bu kültürün kaybedildiğini düşünün dolayısıyla

romanlarımızda şerbet olmayacak.

Bir defa karakterler değişecek. Meta olarak kullanılanlar değişecek ve tabii ki

mekânlar değişecek.

Mesela muhafazakâr bir yazar olmamasına rağmen Sabahattin Ali bile

romanlarında camii çevresini çok güzel tasvir edebiliyor.

Çünkü orada Müslüman saati dediğimiz bir şey var. Kültür Müslüman

kültürü, saat de Müslüman saati... Sabahattin Ali'nin bahsettiği şey de

o. Ama bizim hangi birliğe girersek ya da girmezsek yapacağımız şey bu

ortak değere çıkmak olacak. Saat dört buçuktu demeyelim, ikindi vakti

diyelim, yatsı vaktiydi diyelim. Bu çok önemli. Bir hayvan türünü korumak

gibi bir şey. Hayvanat bahçelerinde ya da özel kamplarda tutup da nesli

tükenmekte olan hayvanları üretiyorlar, bunların nesli tükenmesin diye. Bir

hayvanı üretmeye çalışıyorsunuz. Bugün bir kelimenin kaybedilmesi, mesela

bugün romanlarda havanelinin bile kullanılmadığını görüyoruz. Havaneli çok

basit değil mi? Ama bugün hayatımızda havaneli yok. Mutfak robotları var.

Bu durum da edebiyatı etkiliyor. Bir kelime yok oluyor.

Öyleyse edebiyatı bu kelimeleri koruyan mahfaza olarak düşünebilir

miyiz?

Mahfaza olduğu kadar bizi de koruyan bir muhafaza aracı aslında. Biz

edebiyatta kendi kalkanımızı buluyoruz ve kendimize dair bir kalkan

oluşturuyoruz. Ben eski bir roman okuyup bir şey görüyorum orada ve bunu

yapmıyorum diyorum artık ve sonunda bunu yapayım deyip kendi zamanımı

geriye çekiyorum. Edebiyat gerektiği zaman bizim saat ayarımızı değiştiren

bir şey ve değiştirmeli de zaten, ben edebiyat yaparken benden sonrakilere

bir kalkan üretmeye çalışıyorum. Öyle diyorum aman ha koruyun.

Page 12: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

12

Biz bir medeniyet dairesine giriyoruz. Bu medeniyet dairesinden bir

şeyler alacağız ve onlara bir şeyler vereceğiz. Peki, Safa Metin İngilizce

bir roman yazsa İngiliz edebiyatına ne kadar katkıda bulunabilir?

Hiç. Hem de hiç.

Eğer biz bu bahsettiğimiz yaşamsal öğeleri ve dolayısıyla kelimeleri

kaybedersek, aslında burada farklı bir durum da yok?

Evet, hiçbir fark yok. Hatta ben ona şunu söylemek istiyorum. Bir başka dilde

kitap yazmanız için -edebi bir metinden bahsediyoruz tabii ki- en az üç kuşak

oralı olmanız gerekiyor. Çünkü edebiyatı oluştururken siz sadece kendi

dilinizi yazmıyorsunuz ki. Kendinizden bir öncekinin ondan bir öncekinin dilini

de yazıyorsunuz. Bugün kültüre işlemiş bir şey en basitinden mütevelli

diyorum ben. Bu kelime benim kuşağımın dili değil ki. Benim babaannemin

dili. Eğer üç kuşak ben buralı olmasaydım. Bu dili kullanmazdım. Bir yerde

bir şey görüyorum diyor ki; "Ayağı yanmış it gibi koşmak.” Bir İngiliz "Ayağı

yanmış it gibi koşmak” deyimini Türkçe olarak böyle ifade edebilir mi?

Edemez. Bunu ben duydum.

Bu noktada böyle bir kayba uğramış Türk edebiyatı ve bahsetmiş

oluğunuz değerleri koruyan bir Türk edebiyatı düşünün. Bunların AB

içerisindeki yeri nasıl olur?

Ben kendi kültürünü muhafaza etmiş birinin yanlış bir şeyler söylüyor olsa

bile diğerinden çok daha hayırlı bir iş yapmış olacağına inanıyorum. Ben

bugün Sabahattin Ali'yi fikir olarak beğenmiyor olabilirim. Bizim karşı

cephemizde görünebilir. Ama bugün dile yaptığı çok iyi bir şey. Dile dair biz

ondan bir şeyler okuyup öğreniyoruz. Bu minvalden baktığımız zaman sağda

duran bir yazara göre çok hayırlı.

Çünkü o edebiyatımızla yaşamsal değerlerimizi muhafaza etmiş.

Beni devam ettiriyor, benden bir öncekini devam ettiriyor. Benim geleceğe

dair söylemek istediğim şeylerin hâlâ sözcülüğünü yapıyor mu, yapabilir mi?

Ona bakmam lazım. Adam benden kaç kuşak önceydi ve benden kaç kuşak

sonrasına hâlâ bana dair bir şeyleri söyleyebilecek yazdıklarıyla. Ben ona

bakarım. Ona göre edebi bir metin olur.

Edebiyatın sağı solu olmaz diyorsunuz.

Olmaz tabii ki.

Dolayısıyla bu noktada aşırı bir siyasallaşmadan öte birtakım

değerlerin olduğu ve bu değerlerin üzerinden edebiyatın yapılması

Page 13: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

13

gerektiğini söylüyorsunuz.

Sloganlaşan edebiyatın da edebiyatın en büyük düşmanı olduğunu kabul

etmek gerekli. Sloganlaştığınız zaman bitersiniz. Bir edebiyatçının sloganla

işi olmaz aslında Slogan bir sonuçtur.

Buradan az önce de bahsetmiş olduğunuz gibi edebiyatın kelimelerle

yapıldığı gerçeğine dönebiliriz. Kelimeleri rast gele tercüme ettiğimizi

zannediyoruz. Bir “medeniyet ve civilisation” bu kelimelerin ikisi de

aslında aynı manaları mı çağrıştırıyor?

Kelimenin beni titretmesi gerekiyor aslında. Bir şey söylersiniz ve o şey

muhatabınızı titretir ve kalbine dokunur. Kelimeleriniz muhatabınızın kalbine

dokunan parmak uçlarınızdır aslında. Bunu hissetmeniz lazım, felç

geçirmedim ki! Eğer kelimelerinizdeki anlamın ağırlığı yitirilirse diliniz felce

uğrar ve diliniz bir şey hissedemez. Ama zevk alıp hissetmeniz lazım. Acıyı

acı olarak, tatlıyı da tatlı olarak hissetmelisiniz. Anlamını yitirir, bir şey olmaz

ölüp gidersiniz.

Bu kelimelerin kudretiyle de alakalı mesela biz Mehmet Akif'in hiç meyhaneye gitmediğini biliyoruz, ama meyhaneyi çok güzel tasvir ediyor. Aynı şekilde biraz önce söylediğimiz gibi Sabahattin Ali'nin de camiye ender gittiğini biliyoruz. Ama öyle bir camii tasvir eder ki beş vaktini geçiren daima bu değerlerle iç içe olan bir insanmış gibi gözükür.

Ben hep söylüyorum, insanlar liseye giderken şair olurlar. Ama şiir

duygularla değil kelimelerle yazılır meselesi var. Kelime, bu iki cepheli bir

şey tabii ki. İnsanı öldürebilecek kudrette kelimelerimiz vardı ve bu kelimeler

için ölebilecek insanlar vardı. Kelimeler ve insanlar birbirlerinden

ayrılamıyorlar aslında. Ayrılamamaları gerekiyor. Akif’in vecdi kullanmasına

baktığımız zaman, vecd kelimesinde insan bitmelidir. Eğer bitmiyorsa

kelimeniz bitmiş demektir. Bu noktadan sonra kelimeleri çıkarın, atın hiçbir

anlamı yok.

Kelimelerin önemli olduğundan bahsettik. İnsanların ideolojilere

yönelişi de bu değil mi? Demek ki düşünen insan da kelimenin bu

anlamı bir açlık seviyesinde bir istidat. Bir süre sonra insan bu

düşündüklerini kelimelerle elde edemeyince sloganlara sarılıyor.

Böyle kısacık anahtar kelimeleri oluyor bu insanların. Bu kelimeleri

söylediğinde meselelerin çözüme kavuşacağını söylüyor. Ama çözüme

kavuşamıyor. Çünkü çözüme kavuşması için bir defa karşınızdakinin o

sloganı dolduracak verilere sahip olması lazım.

Örneğin “ulusal ve milli” kelimeleri çoğu zaman aynı manalarda

Page 14: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

14

kullanılıyor. Ancak içeriğinde hiçbir fark olmuyor.

Kelimelerin cepheleri var. İşte bu noktada kelimelerle ve cephelerle

oynamak lazım. Bir kelimeyi alıp kendi cephenize eklemlemek, neticede

kelimeler hepimizin. Oraya eklemleyip oradan başka şeyler çıkarmak lazım.

Sezai Karakoç’un şiirlerindeki gibi.

Mona Rosa mesela bu kadar somut bir şekilde bir kadına aşkını ilan

eden herhalde bu cephede başka bir adam yok.

Evet, yok.

Mesela Akif için de durum benzer birkaç Türkçe konuşurum diyor

kendisi.

İşte bu ne kadar güzel değil mi? Bunlar çok güzel küfreden adamlardı. Çok

temiz küfrediyorlardı. Bugün insanlar küfredemiyor. Küfrün bile bir inceliğinin

olduğu bir zaman vardı. Artık o bile yok. Onun bile en adi, en aşağı bir

şeklini yapabiliyorlar. O kadar işte. Çünkü kelimeniz ne kadarsa o kadarsınız

aslında, kaç avuç kelimeniz var o kadar düşünüyorsunuz aslında. Adamın

kelimesi yok. Bugün Avrupa Birliği’ne girdiğimizde edebiyatımız ne olacak,

böyle şöyle yapalım mı? Tabii yapalım. Zaten kalmış üç tane kelimemiz. Üç

kelimeyle insanlar sokaklarda slogan atıyorlar. Onu da yapamadığı zaman.

Gidiyor başka birisini öldürüyor. Cinayet oranlarının artacağını

düşünüyorum.

Medeniyetle ilgili sorunların tartışılmasında sanat ve edebiyata ait

sorunların göz ardı edilmesini neye bağlıyorsunuz?

Bu duruma bakmak bile mümkün değil. Böyle bir şey nasıl olabiliyor.

Medeniyet projesinden bahsederken kültür ve sanat bunun dışarısında nasıl

bırakılabiliyor. Ben bunu hiç anlamıyorum. Bu, yıkın Süleymaniye’yi, bırakın

Selimiye’yi, Sultanahmet ne güzel kahve olurdu demek.

Bahsettikleriniz çok önemli aslında, Türkiye’nin Avrupa Birliği

tartışmaları ekonomik ve maddesel standartlar üzerinde şekillenmekte.

Ama hiçbir şekilde medeniyetsel analizler yapılmamakta. Eğer biz bunu

tartışmazsak hedefe ulaştığımız zaman yok hükmünde mi olacağız?

Kültür ve Turizm Bakanlığı birleştirildi mesela. Kültür, turizmin bir parçası

değildir. Turizm kültürün bir parçasıdır.

Kültürümüzü satılacak bir meta olarak mı görüyoruz?

Evet. Ne para edecekse o kültürdür anlayışı var. Hâlbuki kültür parayı da

içine alan bir şeydir. Para kültürü kapsamaz. Peki, biz nasıl oluyor da parayı

Page 15: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

15

alıp kültürü dışarı atabiliyoruz. Bu babamı reddediyorum ama soyadımı

istiyorum demek, acayip bir şey.

Keşke Avrupa Birliği tartışmaları kültür eksenli devam edebilse de

kavramların her açıdan ne mânâ ifade ettiğini anlayabilsek.

İnsanlar çok ayıp bir şekilde Avrupa Birliği’ne girerse kokoreç yiyip

yiyemeyeceğini tartıştı. Efendim işkembe çorbası içebilecek mi? Yahu senin

işkembeni alıyor adam. Sen şiirine ne olacağını düşünsene. Sen çocuğuna

hangi ismi vereceksin? Çocuğumuza Çakıl diyoruz, Jasmin diyoruz. Böyle

bir şey olacak Avrupa Birliği’ne girdiğimizde.

Bu noktada farklı görüşler de var aslında. Dünya vatandaşlığı kavramı

bunlardan en çok bilineni. Böylece Dünya’da ortak bir kültüre gidiş var.

Bir tek kültürlülüğe gidiş.

İnsanlığın tek kültürü diye bir şey olamaz. Öyle değil mi? Dünya’da zaten

olan kültürler var. Neden olan bu kültürleri iptal edip tek olan bir kültür

oluşturmak isteyeyim. Hem Dünya yalan söylüyor. Çok kültürlülük

oluşturmak istese Filistin’i bombalar mı? Peki, biz nereye koyacağız Filistin’i

veya Afganistan’ı bu tek kültürün içerisinde. Çin’deki çocuklar ne olacak? Bu

tek kültür hangi tek kültür? Tek olmamız için evvela biz olmamız lazım.

Varlığımızı varlık olarak kabul edip ben ve sonra biz olacağız. Sonra tek

olacağız. Tek olabilmek için arada bir aşkın olması lazım. Biz Avrupa’yla

birbirimize âşık değiliz. İki amca çocuğu benim de mallarım var senin de

malların var. Hadi gel biz bu malları birleştirelim daha büyük bir şirket oluruz

diyorlar. Olur, en büyük parayı da senin baban kazanmış olur. Bu ne kadar

mantıklı?

Oluşturulan bu insanlık bahçelerine ne diyorsunuz?

Kendi bahçemizi adam gibi bir oluşturalım. Kendi bahçemizi önce bir nadasa

bırakalım, üzerine zift atalım. Artık o katrandan sonra ne olursa olur. Sonra

gideriz başkasının bahçesine bizim gülleri dikeriz demenin bir mantığı yok.

Başka toprakta sizin gülünüz bitmez.

Bu minvalde daha edebiyat ve sanat eksenli bir Avrupa Birliği

tartışması nasıl etkilenecektir?

Ben yine eserlerin çevrileceğini, bizim daha çok eser çevireceğini

düşünüyorum. Biz yine çeviri okumaya devam edeceğiz. Kitaplar

çevrilecektir. Zaten o metinlerin, mesela bir İngiliz’in yazdığı bir metni İngiliz

kadar anlayabileceğimi düşünmüyorum. Ne kadar vakıf olsam bir İngiliz

kadar hissedemem. Benim Sait Faik’imi de benim kadar kimsenin

Page 16: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

16

hissedemeyeceğini düşünüyorum. Tabii buradan kasıt edebi eserlerdir. İlmi

eserler için tercüme ve onları anlama zorunludur. Dünya’da bu şekilde zaten

kültür birbirinin içine akarak, birbirinin içinden geçerek devam ediyor. Akmak

ve birbirinin içinden geçmek çok normal şeyler. Ben Shakespeare’yi de onun

üzerine yapılan araştırmalarla tahlil edebilirim. Mesela bir Lübnanlı kadının

kendisini Amerikalı bir kadın gibi hissetmesi gerekmiyor ki.

Orhan Pamuk benim anlattığım İstanbul’u bir Türk anlayamaz diyor.

İstanbul’a milletler üstü olarak bakıyorum ben. Türklüğe burada daha

şemsiye bir kültür anlamında bakmak gerekiyor. Buna karşın ben Orhan

Pamuk’un Reşat Nuri’nin Çalıkuşu romanında Feride’nin babasıyla olan

konuşmasını bir İngiliz’e anlatıp anlatamayacağına bakıyorum. Doktor Bey’i

siz bir Amerikalı’ya anlatabilir misiniz? Bir İranlı’ya anlatırsınız belki ama bir

Batılıya anlatamazsınız. Mesele önemli olan Orhan Pamuk’un kime, neyi,

nasıl anlattığı değil. Siz korktuğunuzda anne çığlığını hangi dilde

atıyorsanız, edebiyatı da o dilde yaparsınız. Sevgilinize hangi dilde hitap

ediyorsanız, edebiyatı o dilde yaparsınız. Bana göre edebiyat mahrem

zamanlarımızın iyelik eklerinde kullandığımız şeydir.

Teşekkürler

Page 17: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro
Page 18: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

18

İNCELEME

Page 19: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro
Page 20: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

Konu: Zengin

Mutfağı’nda Köpek

Motifinin Kullanımı Adı-

Soyadı: Ayşe Büşra

Sarıcan No: 467

Sınıfı:11-D

KÖPEKLER VE KÖPEKLEŞENLER

Vasıf Öngören, Zengin Mutfağı

isimli tiyatro eserinde 1970’li yıllar

Türkiye’sinde işçi-patron mücadelesini

anlatır. Yazar, eserinde sömüren zengin

sınıfına karşı üreten işçi sınıfının

bilinçlenip haklarını savunmak için

harekete geçmesi gerektiğini savunur.

Zengin Mutfağı’nda olaylar,

oyunun tek mekânı olan mutfağa gelip

gidenlerin dışarıda olanları içeridekilere

aktarması ile oluşur. Mutfakta gelişen

olaylar ise birbirine paralel olarak ilerleyen

iki olay çizgisi üzerine kurulur. Bunlar,

Selim’in Kerim Bey’in adamı olması ve eve

köpek alınmasıdır.

Öngören, eserinde köpek

sembolünü kinayeli olarak kullanarak

Kerim Beyin adamları -özellikle Selim- ile

köpek arasında özdeşleştirmeye dayalı bir

paralellik kurar. Köpek sembolünden

yararlanarak okuyucunun ileride

gerçekleşecek olayları sezmesini sağlar.

Page 21: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

21

Lütfü Usta, oyunun başlangıcında,

gerçekleşen olayların sebebini köpeklere

bağlar:

Aşçı: Susun ulan itoğlu itler, zaten

ne olduysa sizin yüzünüzden oldu,

aşçıysak eşek değiliz ya... Bunların

yüzünden başladı her şey. Kerim Beyin

itleri. En iyisi ben olanları size başından

anlatayım, dinleyin. (Zengin Mutfağı, 233)

Yazar, oyunun başında geriye

dönüş tekniğini kullanır. Olup biten

Lütfü’nün perspektifinden anlatılır.

Yaşananlar anlatılmadan önce Lütfü Usta

olaylarla ilgili en genel değerlendirmesini

yapar. Lütfü Usta, olaylara köpeklerin

sebep olduğunu söyler. "Kerim Beyin itleri”

ifadesini kullanır. Burada "it” sözcüğü ile

hem evi koruyan köpekler hem de Kerim

Bey’e uşaklık eden insanlar kastedilir.

Yazar köpek ile insanları özdeşleştirerek

olayların köpekler, yani Kerim Bey’in

adamları, tarafından çıkarıldığını

söyleyerek gelecekte gerçekleşecek

olayları sezdirir.

17 Haziran işçi olayları yüzünden

Patron Kerim Bey yurtdışına kaçar.

Olaylar bitince yurda döner. Yaklaşık on

ay sonra, sıkıyönetim ilan edildiği gün eve

bir kurt köpeği alınır. Yazar, bu olanları

Lütfü Usta’nın ağzından şöyle anlatır:

Page 22: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

22

Aşçı: Bizim patron ortalık

sakinleşince döndü Avrupa’dan.. Bir on ay

kadar sonra da bir köpek geldi köşke

Terbiyeli kurt köpeğiymiş... O zamanlar 12

Mart olmuş.. Sıkıyönetim var. Kuş

uçurtmuyorlar. Ne gereği var. Bu itin? Ama

geldi, geldi ama derdi de beraber geldi.

Yemek saatleri belli köpek beyin. Benim

mesaim bitiyor. Köpeğin yemeğini vermek

lazım. Ya sabır... 1971 yılının Haziranıydı,

tam bir yıl sonra. (Zengin Mutfağı, 242-

243)

Lütfü Usta, köşke terbiyeli kurt

köpeğinin geldiğini ve yemekleriyle ilgili

problem yaşadığını söyler. Lütfü, köpek

için "terbiyeli kurt köpeği” ifadesini kullanır.

Yazar, köpeğin kurt cinsinden olduğunu

belirtmekle kurt simgesine gönderme

yapar. Terbiyeli olması ile de faşizmin

emrinde olduğunu gösterir. Yazar, eve

alınan köpek ile gelecekteki olaylar

arasında bağlantı kurar. Kızın nişanlısı

Selim, parasızlık yüzünden devletin

aradığı bir anarşisti ihbar eder. Polis

adamı öldürür, yanındakiler kaçar. Selim

zarar görmemek için saklanmak ister.

Lütfü Usta, Kerim Bey’e durumu ifade

eder. Kerim Bey, Selim’i yanına alır. Artık

Selim, Kerim Bey’in adamı olur.

Yazar, Selim’le köpek arasında

Page 23: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

23

özdeşleştirme yaparak gelecekteki olayları

okuyucuya sezdirir. Sıkıyönetim ilan

edildiği gün eve köpek alınır. Aynı

dönemde Selim, Kerim Bey’in emrine

girme yolunda ilk adımı atar.

Eve getirilen köpek, sahibine son

derece sadıktır. Ne zaman eve bir işçi

girse köpek havlamaya başlar:

(Köpek havlamaları duyulur. Kapı açılır. İşçi girer.)

Ahmet: Yahu bu it de nerden çıktı?

Seyfi: Patronun yeni köpeği..

Almanya’dan, terbiyeli kurt köpeği...

(Zengin Mutfağı, 243-244)

Aşçı Lütfü, Selim’i patronunun

yanına çıkarırken İşçi Ahmet köşke gelir,

ama köpeklerden içeriye giremez:

(Köpekler şiddetli şiddetli

havlamaya başlar. Kız kapıyı açar dışarı

bakar. Bir ses) Hey kimse yok mu şu itlere

sahip olun.. (Kız seslenir) Kim o..

Ses: Benim ben Ahmet

Kız: Sen misin Ahmet Abi, (Kız

çıkar. Ahmet’le Seyfi içeri girerler.)

Ahmet: İtlere bak be.. Kazara içeri

girsek parçalayacaklar. Kerim Bey de

kendisini koruyacak iti iyi seçiyor hani.

(Zengin Mutfağı, 255)

Burada yazar iki ana olayla ilgili

Page 24: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

24

paralellik kurar. Köpek, İşçi Ahmet’e

havlarken işçi olaylarının şiddetlenmesiyle

birlikte işçilere daha kuvvetli havlamaya

başlar. Patronların işçilere tepkisi köpek

havlamasının şiddetiyle ifade edilir.

Selim’in Kerim Bey’in himayesine girmesi

sonrası Ahmet’in yaptığı yorum kinayelidir.

Yazar, hem dışarıdaki köpekleri hem de

Selim’i kastederek Ahmet’e "Kerim Bey de

kendisini koruyacak iti iyi seçiyor hani”

dedirtir.

Yazar, köpeğe pişirilen yemek ile

Selim’e pişirilen yemek arasında da

paralellik kurar:

Aşçı: Sus ulan pişti işte.. (Etleri bir

kaba boşaltır) Hususi pişirilmiş biftek yiyor

köpek bey.. Millet bayramdan bayrama et

yiyor be (Havlamalara artar) Dur ulan,

getiriyoruz işte.. (Zengin Mutfağı, 251)

Üçüncü bölümün sonunda Selim

için yatak serilir. Kerim Bey’in talimatıyla

Selim’e ziyafet hazırlanır. Yemekte et

vardır:

Selim: Evet.. Çok insan adammış

Kerim Bey.. Çok ilgi gösterdi.

Aşçı: Oturt delikanlıyı.. İyice karnı

acıkmıştır şimdi..

Kız: Gel otur, ye hadi..

Selim: Baba adammış.

Page 25: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

25

Aşçı: Demedim mi ben size. Kerim

Bey gibisi.. Sen başla delikanlı.. Şimdi et

de geliyor.. (Selim yemeye başlar hızlı

hızlı.. Düşünmektedir) (Zengin Mutfağı,

258)

Aşçı Lütfü Usta, mutfakta sadece

köpeğe ve Selim’e yemek verir. Dışarıdan

gelen işçiler, mutfakta hiçbir şey yemezler.

Yazar, köpeğe ve Selim’e verilen et ile

özdeşleştirme yapar. İkisini de besleyen

Kerim Bey’dir.

Dördüncü ön oyunda Lütfü

Usta’nın sorgulama ve bilinçlenme süreci

kendi ağzından dile getirilir:

Aşçı: Yahu bütün bu anlattıklarım

sıkıyönetime rastlıyor.. Yahu durun.. Bizi

hep sıkıyönetimde yaşatmışlar.. Bunu hiç

düşünmemiştim.. Yani tuhaf.. Yani

şaşırdım.. Her neyse artık ben ne

diyordum.. Ha Kerim Beyin iti.. Yedi ay

içinde ısırıp parçaladıkları dokuz oldu.O

zaman kafam bozuldu.. Dedim ki ulan

Lütfü bu köpeğin katli vaciptir.. Kerim

Beyin itini zehirlemeye karar verdim.. Bir

plan yaptım.. (Zengin Mutfağı, 259)

Lütfü Usta’nın "bütün bu

anlattıklarım sıkıyönetime rastlıyor”

demesi çıkartılan olayları sorguladığını ve

bir sonuca ulaştığını gösterir. Halk, askeri

yönetimler altında tutulmakta, düşünen

Page 26: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

26

insanlar hapse atılmaktadır. Halk,

korkutma, hapse atılma, işten çıkarma gibi

yaptırımlarla tarafsız veya askeri yönetim

yanlısı olmaya zorlanmaktadır. Lütfü Usta,

bu süreci sorgulayarak ilk defa tarafını

belli etme yolunda adım atar. Konuşmanın

devamında köpekleri zehirlemek istemesi

onun patrona ve sömürü düzenine karşı

tavrını gösterir.

Lütfü Usta, köpeği zehirlediği gün,

Selim, eve elinden yaralı olarak gelir.

Selim köpeğin kim tarafından

zehirlendiğini araştırmaya başlar:

Selim: Kapa çeneni pehlivan

eskisi.. Komünistler zehirledi kurdu. Ama

dur dur bakalım. Kurt terbiyeli köpektir.

Dışarıdan birisi ona yaklaşamaz. Mutlaka

içeriden biri ona yardaklık etmiş olmalı.

(Her birisini ayrı ayrı süzer) Evet içeriden

birisi. Bunu bulacağım, kurdun katilini

bulacağım.. Hiç biriniz kımıldamasın

buradan. Ben Kerim Beye gidip haber

vereyim.. Demek içimize kadar girdiler.

(Zengin Mutfağı, 267)

Dördüncü bölümün sonunda

Selim, kurdun zehirlenebilmesi için,

içeriden birinin, dışarıdakilerle işbirliğine

girmesi gerektiğini düşünür. Beşinci

bölümün başında sorgulamaya ve

bilinçlenmeye başlayan ev halkı, Selim’in

Page 27: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

27

işçilere düzenleyeceği baskını engellemek

için işçilerle işbirliğine gider:

Kız: Ne olursunuz inanın bana

aynen böyle söyledi.. Köpeği öldürenlerin

Kerim Beyin fabrikasındaki işçileri disk için

örgütlediklerini söyledi.. Ahmet Abi sen

değil misin?

Ahmet: Hayır. Kerim Beyin

fabrikasını örgütleyen Murat.

Kız: Murat. Ağabeyim mi?

Ahmet: Evet ağabeyin. Neyse

mesele anlaşıldı. Seyfi, dinle, Murat’ı ve

arkadaşlarını yakalatmaya gidiyorlar.

Benim sizden önce yetişmem lazım.. Vakit

kazanmalıyız. Ne yapabilirsin?

Aşçı: Arızalandır..

Ahmet: Nasıl?

Seyfi: Benzine şeker atarız.

(Zengin Mutfağı, 280-281)

Yazar, mutfak çalışanlarının

patrona karşı İşçi Ahmet’le işbirliğine

gideceğini köpeğin zehirlenmesindeki

işbirliği ile paralellik kurarak okuyucuya

sezdirir.

Yazar, Lütfü Usta’nın sorgulama

sürecine girişini yine köpek üzerinden

verir. Lütfü, Selim’in mutfağa gelmesine,

ona hizmet etmeye dayanamaz. Kerim

Bey’e şikâyet eder. Kerim Bey, Selim’e

sahip çıkar ve aşçıya kızar. Lütfü mutfağa

Page 28: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

28

iner, kendi kendine sorar:

Aşçı: Ben kime hizmet ediyorum?

Kerim Beye mi, köpeğine mi? Ben

köpeklere hizmet edemem arkadaş..

(Zengin Mutfağı, 268)

Lütfü Usta, "köpeklere hizmet

edemem” derken köpeği tür ismi olarak

çoğul kullanmıştır. Lütfü Usta, burada

sömürü düzenini savunanları yani Kerim

Bey ve adamı Selim’i kasteder. Bu söz

aynı zamanda Lütfü Usta’nın olayları

sorguladığını “Yahu biz kimlere hizmet

ediyoruz.. İnsan kimlere hizmet ettiğini

düşünmeli" (Zengin Mutfağı, 284) diyerek

bilinçlenmeye başladığını gösterir.

Lütfü Usta, Selim yüzünden azarlanınca mutfağa iner:

Aşçı: Aldın mı Seyfi oğlu Seyfi..

Mesaisi bitmiş.. Nah bitmiş.. Çok

keyiflendim.. Aferin ülen Kerim Bey (Köpek

havlamaya başlar) Sus ulan itoğlu it pişiyor

işte. Ben de kafamı kızdırma. (Zengin

Mutfağı, 268)

Kerim Bey ile ilgili konuşurken

köpek havlamaya başlar. Lütfü Usta

köpeğe küfreder. Bu küfür hem köpeğe

hem de Kerim Bey’edir. "Sen de kafamı

kızdırma” demesiyle daha önce birinin

Page 29: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

29

aşçıyı kızdırdığı anlaşılır.

Lütfü mutfağa Selim’in

arkadaşlarının da gelip gitmeye

başladığını söyler ve şikâyet eder:

Aşçı: “Kız gitti.. Bir fabrikaya

girmiş duydum.. Ardından Seyfi ayrıldı.. O

da bir sendikaya girmiş. Yerlerine Selim

gibi aynı bokun soyu iki kişi geldi.. Ya

Sabır.. Selim yetmezmiş gibi, arkadaşları

da gelip gitmeye başladılar. Lütfü Usta

içkili bir sofra hazırla.. Lütfü Usta bize

ziyafet çekeceksin. Ya Sabır.. Yahu biz

kimlere hizmet ediyoruz.. Bu arada itler

çoğaldı. .Üç taneler şimdi, ya sabır.."

(Zengin Mutfağı, 283-284)

Seyfi ve Kız’ın yerine Selim

benzeri iki kişi daha gelir. Yazar bu

durumu "itler çoğaldı, üç taneler” diyerek

ifade eder. Köpek, Kerim’in adamları için

kullanılır.

Selim, Kız’ın köpeği zehirlediğini

sanır. Baskın sonrası gelip Kız’ı

cezalandıracaktır. Kaçmaması için

Lütfü’nün Kız’a göz kulak olmasını ister.

Hâlbuki köpeği Lütfü zehirlemiştir. Kız,

nişanlısı Selim’in kendisinden

şüphelendiğini anlayınca yıkılır, evi terk

eder. Bu durum üzerine Aşçı Lütfü olayları

sorgular:

Page 30: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

30

Aşçı: Hey durun.. gittiler.. Yani kız

da gitti.. Eee.. Ben ne diyeceğim bu

pezevenge şimdi.. Ben kızı tutayım, sen

de tozunu kaldır.. Meymenetsiz it. (Köpek

havlamaları) Sus ulan itoğlu it.. Şu köpeği

de zehirlesem mi acaba.. Eee yenisini

alırlar o zaman.. Eee ne olacak yani.. O da

it, bu da it, o da Kerim Beyin hizmetinde

bu da Kerim Beyin hizmetinde.. (Zengin

Mutfağı, 283)

Lütfü Usta, açık bir şekilde hem

Selim için hem de dışarıdaki köpek için "it”

sözcüğünü kullanır. "Şu köpeği de

zehirlesem, yenisini alırlar” derken yeni

adamların ve yeni köpeklerin geleceğinin

bilincindedir. Kerim Bey’in köpekleri

öldürmekle tükenmez. Hizmet edecek

birileri daima vardır. Önemli olan, Selim’in

söylediği ve düzen taraftarlarının felsefesi

olan “Bak kızım bizim ölçümüz bellidir. Bir

insan ya bizdendir, ya karşıdan, bunun

ortası yoktur. Kim olursa olsun bir şey

değiştirmez..." (Zengin Mutfağı, 274)

ölçüsüne karşı direnmektir.

Sonuç olarak Vasıf Öngören

Zengin Mutfağı’nda bir mutfakta çalışan

işçilerin bilinçlenme sürecini anlatır.

Eserde köpek motifini kullanan yazar, evi

koruyan köpek ile efendilerine

köpekleşenler arasında paralellik kurup

Page 31: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

31

gelecekte olanları bu motif üzerinden

okuyucuya sezdirir. Köpek; havlamasıyla,

insanlara saldırıp onları parçalamasıyla

işlenir. Selim’de Kerim Beyin emrinde

işçilere saldırmış, haklı haksız aldırış

etmeden onlara baskınlar düzenlemiştir.

Yazarın sermayenin adamları için köpek

hakaretini kullanması, bu kesime duyduğu

öfkenin yansımasıdır.

Kaynaklar

1. Öngören, Vasıf, Zengin Mutfağı,

İstanbul: Bütün Oyunları 1, Mitos- Boyut

Yayınları, 1999

Page 32: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

32

Page 33: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

33

Page 34: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

34

Konu: "Günün Adamı”nda Siyasetteki Aksaklıkların Topluma Etkisi Adı-

Soyadı: Ceren Er No: 462 Sınıfı: 11-F

SİYASETTE DEĞİŞEN BİRŞEY YOK!

Haldun Taner’in "Günün Adamı” adlı eserinde başarılı bir profesörün, yaptığı

bir konuşmadan ötürü bir siyasal parti tarafından politikaya girme ve

partilerinde yer alma teklifi aldığı söylenmekte, sonrasında profesörün

yaşadığı iç çatışma, çevresinde olan değişim ve siyasete katıldığında başına

gelecekler anlatılmaktadır. Haldun Taner böylelikle çok partili sistem kötü

amaçlarla kullanılırsa siyasete giren herkes onun kölesi olur, benliğini

kaybeder tezini ortaya koymaktadır. Eserde, politikada yaşanan aksaklıklar

toplum değerlerindeki değişime neden olmaktadır. Değişen değerler;

ihtisasın verilen önemin azalması, kişiliğe duyulan saygının yitirilmesi,

dürüstlük kavramının içinin boşaltılması, verilen sözde sadık olmama ve

ayrımcılığın toplum tarafından kanıksanmasıdır.

Siyasette yaşanan aksaklık, toplumdaki ihtisasa verilen önemin

kaybedilmesine neden olmaktadır. Bu durum, profesörün karısı ve

kayınpederinin aralarındaki konuşmalarında görülmektedir. Profesöre

politikaya atılma teklifi gelmiştir, fakat daha kararının ne olacağı belli değildir.

Karısı ile kayınpederi ise kabul ettiğini hayal ederek onun için bir bakanlık

tercihi yapmaktadırlar:

“Kadın: Yok ama yapmazlar onu. Oraya (hariciye nazırlığı) meslekten bir

diplomat seçerler, ihtimal... Görürsün, bizimkine ya iktisat, ya maliye öyle bir

şey vereceklerdir. İhtisası diye.

Kayınpeder: Boş ver efendim ihtisasa. Nazırlıkta ihtisas sonradan gelir. Bak

mesela şimdiki ticaret nazırı neci idi vaktiyle?

Kadın: Neciydi?

Kayınpeder: Bevliye mütehassısı.

Kadının profesör adına düşündüğü mevki hakkında babasıyla konuşmasında

hariciye nazırlığının profesöre verilmeyeceğini inandığı görülmektedir. Bunun

sebebi ihtisasının nazırlığa uygun olmasıdır. Kayınpederi ihtisasın önemli

olmadığını başka bir nazırı örnek vererek açıklamaktadır. Diğer nazırda

görüldüğü gibi nazırlığa getirilirken tahsiline bakılmamakta, kişinin görevini

nasıl yapacağı o konuda başarılı olup olmayacağı sorgulanmamaktadır. Bu

durum siyasetteki eğitime yönelik aksaklıkları ve dolayısıyla oluşan kalite

düşüklüğünü okuyucuya göstermektedir. Toplum da bu yanlış durumu işine

geldiği gibi kabul etmekte, ihtisasa önem vermemeye başlamakta ve insan

hayatında önemli bir yeri olan eğitimi önemsememektedir.

Politikanın içinde olan insanların hükmedici güçlerinin olması siyasetteki

aksaklıklardan kaynaklanmaktadır ve bu ezici güç toplumdaki, insanlara

Page 35: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

35

verilen değerde değişikliklere yol açmaktadır.

Bu, profesörün siyasete atılmadan önce yaşadığı bir görülmektedir:

Profesör: Hatırlar mısın evvelki yıl maarif nazırı gelmişti üniversiteye? Kadın:

Hatırlayamadım.

Profesör: Hani beni talebesini paylar gibi haşım haşım haşladı sınıfta

bıraktığım nazır kızı yüzünden. Hem de üç hocanın önünde.

Doçent: Hatırlıyorum.

Profesör: Ve ben ne aciz, ne zavallı kalmıştım. Haklı olduğum halde. İşte

dostum ben iktidarı o gün özledim.

Profesörün başından geçen olayda politikanın içinde olmanın verdiği gücü

görmekteyiz. Bir nazırın, haklı olmasına rağmen hocaların karşısında büyük

bir profesörü çocuk azarlar gibi azarlaması siyasetteki aksaklığı

göstermektedir. Aksaklığın sebebi olarak, politikaya atılmış ve nazır

konumuna gelmiş insanların bir eğitimcinin değerini bilemeyecek seviyede

olduğu gösterilmektedir. Bu ise topluma, insanlara karşı olan saygının

kaybedilmesi olarak geri dönmektedir. Ayrıca toplumun gözünde değerli olan

eğitimcilerin önemsenmemesi, hükmediciliği olan insanların önemsenmesine

neden olmaktadır. Bu da toplumun değer yargılarında değişikliğe neden

olmaktadır. Ayrıca toplumda hükmetme isteğinin artmasına ve profesörde de

olduğu gibi istenilmeyen hırsa yol açmaktadır.

Siyasetteki diğer bir aksaklık dürüstlük konusundadır ve bu da toplum

değerlerinde değişikliğe neden olmaktadır. Bu durum sanayi nazırı olan

profesör hakkında konuşan iki gazetecinin sözleriyle okuyucuya

gösterilmektedir:

I. Gazeteci: Belli olmaz.

II. Gazeteci: Bu nezaret bugüne kadar bu kadar dürüst, bu derece namuslu

adam görmedi. Muhalefet bile bir ona dil uzatamıyor. Neden? Sağduyuyu

parti mülahazalarından da üstün tutan tek politikacı oluşundan. I.Gazeteci: Büyük söyleme.

Gazeteciler profesörün sağduyulu oluşundan dürüstlüğünden

bahsetmektedirler. II. Gazetecinin "bugüne kadar onun kadar namuslusunu

görmedim” sözlerinden siyasetteki hemen hemen bütün insanların sahtekâr

olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca profesörün dürüstlüğüne tam olarak

inanamamaları ve şaşkınlıkları, bu durumun politikada nadir göründüğünü bir

kez daha göstermektedir. Bu da siyasetin aksayan yönlerinden birini temsil

etmektedir. Gazetecilerin inanmakta güçlük çekmeleri, politikacıların dürüst

olmayacaklarını kabullendiklerini göstermektedir. Toplumun değer

yargılarına bakıldığında, ülkeyi yöneten kısımda yani siyasette sahtekârların

Page 36: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

36

garip karşılanması gerekirken, dürüst olanın sıra dışı olması değişen toplum

yapısını okuyucuya göstermektedir.

Genel sekreter ile profesörün politika hakkındaki münakaşaları siyasetin

aksayan yönlerinden bir diğeri olan verilen vaatlerin yerine getirilmemesini

anlatmaktadır. Bu durum da toplumun değer yargılarını etkilemektedir:

Profesör: Biz iktidara anayasaya ve insan haklarına aykırı bir vergiyi

önleyerek geçmedik mi idik? G. Sekreter: Evet

Profesör: Şimdi nasıl olurda anayasaya ve insan haklarına aykırı aynı çeşit

bir vergiyi ihdas etmeye kalkarız?

G. Sekreter: Bırak bu mantığı be hoca. Politikada hep karşı partiye

bakacaksın o ne diyor. Verginin aleyhinde. Sen lehinde olacaksın. Lehinde

mi, sen derhal aksini savunacaksın. Mesele bu. Yok vaktiyle öyle demişiz

yok böyle demişiz. Geç bunları bir kalem.

Politikaya yeni atılmış olan profesör, bulunduğu konuma gelmesini sağlayan

başkaldırılarının, savunduğu tezinin tam tersi bir şekilde davranmayı, verdiği

sözleri yerine getirmemeyi yanlış bulmaktadır. Fakat hayatını siyasette

harcamış olan Genel Sekreter onun gibi düşünmemektedir. Çünkü o da

siyasetin aksayan bu yönünü kabullenmekte ve hatta bundan yararlanmaya

çalışmaktadır. Ayrıca Genel Sekreterin verilen sözlerin yerine

getirilmemesini bir kuraldan bahseder gibi söylemesi, yanlış olan bu duruma

karşı kabullenişi, toplumda değişen sadakat yapısını ortaya koymaktadır.

Siyasetinin en büyük aksaklıklarından biri olan kişilikleri yok sayma durumu

ve bunun toplum üzerinde yaptığı etki, profesörün politikaya atılmasını

istemeyen, bir hocaya bu durumu yakıştırmayan sinsi arkadaşı doçentin

ağzından anlatılmaktadır. Doçent profesörün yanına uğramakta ve bunları

söyleyip gitmektedir:

Doçent:. Siz, siz değilsiniz artık.

Profesör: Ya kimim?

Doçent: Politikada sen ben olmaz. Biz ve onlar vardır sade. Siz bir partinin

adamısınız o partinin malı, kuklası.

Profesör: Peki ya şahsiyetimi ne yapıyorsun?

Doçent: Onu er geç parti şahsiyetinin tavasında eritirler ya da eritecekler.

Profesörün siyasete katılma kararında onu desteklemeyen tek kişi olan

doçent, profesöre verdiği kararın hatalı oluşunu bir kez daha

hatırlatmaktadır. Profesöre siyasetin aksayan yönünü yani politikanın

kişilikleri önemsemeyen yüzünü göstermektedir. Doçentin politika için

kişilerin önemli olmadığını sadece iktidar ve muhalefetin olduğunu, kişilerin

Page 37: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

37

sadece geçici birer piyonlar olduklarını söylemektedir. Bu durum da diğer

kabul edilen aksaklıklar gibi toplumda yerini almaktadır. Toplumda bireyler

olması, bireye saygı duyulması gerekirken politikada bu durum tam tersi

işlemektedir. Sonucunda da toplum değerleriyle bireyin çatışmasına neden

olmakta ve toplumdaki bireysellik, kişilik kavramlarının yok olmasına neden

olmaktadır.

Toplumun içinden gelen sıradan bir adamın profesörle konuşmalarından

yapılan torpillere karşı, toplumun bakış açısı, dolayısıyla siyasetteki başka

bir aksaklık gösterilmektedir:

Adam: Ayıplanmaz. Olur böyle şeyler. Dünyanın her yerinde böyledir. Her

memlekette rayları ulaştırma nazırının akrabaları döşer. Piyasada en büyük

vurgunu vuranlar hasbelkader ticaret nazırının dostlarıdır. Olur bu kadar.

Buna itirazımız yok. Ama derecesi var değil mi ya. Bize de insaf edin biraz.

Biz de aile geçindiriyoruz.

Adam, iğneleyici bir üslupla yaşanan torpilleri anlatmaktadır. Hasbelkader,

tesadüfen gibi kelimeleri kullanması hem taşlama yapmasını sağlamakta

hem de yaşanan bu aksaklığın kabullenildiğini göstermektedir. Normalde,

hiçbir insanın ya da toplumun kabul edemeyeceği ayrıcalık, öncelik verme

toplumun değer yapısının bozulması sonucu, kabullenilmektedir. Toplum

buna olmakta gelmekte sadece kendilerinin de geçinebilmelerine izin

verilmesini istemektedirler.

Sonuç olarak Haldun Taner, "Günün Adamı” adlı eserinde bir profesörün

politikaya katıldığında başına gelebilecek kötü olayları ve dolayısıyla

siyasetteki aksayan yönleri anlatmaktadır. Profesörün politikaya girdikten

sonra ailesinde, çevresin ve kendisinde meydana gelen düşünce ve yaşantı

değişimi, toplum değerlerinde ki bozulmaları ortaya koymaktadır. Politika da,

işinin ehli olmayan, eğitim almamış insanların bulunması, ihtisasa bakış

açısının değişmesine neden olmaktadır. Partilerde kişilere değer

verilmemesi, halktan kopuk bir siyaset anlayışının gelişmesine yol

açmaktadır. Ayrıca politikadaki yolsuzluklar, torpiller; toplumdaki dürüstlük

anlayışını yaralamaktadır. Yazar, Günün Adamı adlı eseri ile politika

dünyasına ayna tutmakta, siyasi arenadaki çürümenin toplumdaki değerleri

değiştirdiğini ortaya koymaktadır.

Kaynaklar 1. Taner, Haldun, Günün Adamı, Sander Kitabevi, İstanbul, 1953

Page 38: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

38

Konu: Anton Çehov’un Uzun Tiyatrolarında Rus Toplumuna Eleştirel Bir

Bakış

Adı-Soyadı: Sümeyye Koşkulu

Sınıfı: Hazırlık D No: 404

Anton Çehov, "Vişne Bahçesi” adlı tiyatro eserinde Rusya’da bulunan ve

geçmişi simgeleyen vişne bahçesinin satılış öyküsünü anlatmaktadır.

Çehov, ”Vanya Dayı’’da bir profesör ve çevresindekilerin başından geçenleri

ve içinde bulundukları çatışmayı işlemiştir. ‘’Üç Kızkardeş’’ isimli tiyatro

eserinde ise yazar, gelecekleriyle boğuşan üç kızkardeşin ve çevrelerindeki

aydın ve asker sınıfın başından geçenleri anlatmaktadır. Yazar, eserlerinde

değişen değerleri, insanların boşluğa sürüklenişini, değişime ayak

uyduranların varlığını sürdürüp ayak uyduramayanların eleneceğini

savunmuştur.

Çehov, üç eserinde de Rusya’nın durumunu okuyucuya sunar. Vişne

Bahçesi’nde Rusya’nın sanata ve bilime önem vermediğini ve çağın

gerisinde kalmış olmasını eleştirmektedir. Vanya Dayı’da yazar, Rusya’nın

henüz uygarlaşmamasını, insanların cahilliği yüzünden ortaya çıkan

yozlaşmayı ve köylü sınıf ile aydın sınıfı eleştirmektedir. Üç kızkardeş’te ise

aydın sınıfın bunalımda olduğunu işlemektedir.

Vişne Bahçesi’nde Çehov, çağın gerisinde kalan Rusya’nın eleştirisini

Trofimov’un ağzından yapar. Anya ile Trofimov, vişne bahçesinde yalnız

kaldıklarında Trofimov Anya’ya şöyle bir konuşma yapar:

TROFİMOV: Çağımızın en az iki yüz yıl gerisinde kaldık. Henüz hiçbir şey

başarmış değiliz. Geçmişle gerektiği gibi doğru, açık bir ilişkimiz de yok.

Yalnızca ahkâm kesiyoruz. Can sıkıntısından yakınıyoruz ya da votka

içiyoruz. Ne var ki, çağımızın gereklerini yaşamanın zamanı çoktan geldi.

Page 39: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

39

Her şeyden önce geçmişimizin suçlarından arınmamız, borçlarını ödememiz

gerekir. Eski borçlarımızdan kurtulmak ancak acı çekerek, alışılmamış bir

biçimde çalışarak mümkün olur.’(Vişne Bahçesi, 336)

Trofimov, Rusya’nın dünyadaki gelişmelere ayak uyduramadığından ve

Rusya’nın çağın gerisinde kalmış olmasından bahseder. Dünyada hem

sanat hem de bilim alanında birçok yenilik olmasına rağmen

Page 40: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

40

Rusya bu gelişmelere kulak tıkar, haberi yokmuş gibi davranır ve yeniliklere

ayak uydurabilmek için çalışmaz.

Anton Çehov, Rusya’nın çağın gereklerine göre yaşamadığından ve çağı

yakalayabilmek için çalışmadığından yakınır. Rusya, bu geri kalmışlıktan

kurtulmak için tarihinden ders almaz. Çehov çıkış için şu düşünceyi savunur:

Rusya çağı yakalamak için çok çalışmalı ve geçmişini incelemelidir.

Vişne Bahçesi’nde yazar, Rusya’daki sanat ve bilimden söz etmiştir. Çiftliğin

satılmasına yakın bir zamanda çiftlik sahipleri ve çalışanları aralarında

konuşurken Trofimov durum değerlendirmesi yapar:

TROFİMOV: İnsanlık kendini geliştirerek ilerliyor. Eskiden akıl erdiremediği

kavramlara gittikçe yaklaşıyor; aydınlanıyor. İşte bu nedenle çalışmamız,

tüm gücümüzle çalışarak gerçeği arayanlara yardımcı olmamız gerekir.

Bugün Rusya’da çok az kişi çalışıyor. Ne yeni bir şey öğrenirler, ne de ciddi

bir şey okurlar. Kısacası, hiçbir şey yapmaksızın bilimden yalnızca söz

ederler. Sanattan anladıkları da yoktur. Hepsi ciddi, asık suratlıdır, yalnızca

önemli konulardan bahsederler. (Vişne Bahçesi. 330)

Çehov, Rusya ile ilgili eleştirilerini Trofimov’a söyletmektedir. Trofimov’un

konuşmasıyla Rusya’nın durumunu gözler önüne serer. Trofimov, insanlığın

kendisini geliştirdiğinden bahseder. Rusya’nın bu gelişmelerin gerisinde

kaldığını ve bu gelişmelere yetişebilmesi için çok az kişinin çalıştığını söyler.

Çehov, Trofimov’un ağzından, Rusya’yı değerlendirirken bilim ve sanattan

bahsetmesi boşuna değildir. O, pozitif ilimlerdeki ilerlemenin sanatsal

ürünlerle desteklenmesiyle gerçekleşeceğine inanmaktadır. Rusya’da

insanlar sanattan anlamazlar, fakat sanat hakkında konuşarak felsefe

yaparlar. Bilimden de anladıkları yoktur, sadece boş konuşurlar, fakat hiçbir

araştırma yapmazlar, üstelik kitap da okumazlar.

Çehov, ’Vanya Dayı’ adlı tiyatro eserinde Rusya’nın uygarlaşmadığını,

tembellik ve cahillik yüzünden yozlaştığını vurgulamıştır. Astrov, elindeki

harita üzerinden Yelena’ya Rusya’nın kötü bir durum içinde olduğunu şöyle

anlatır:

ASTROV: Aslında bu, kesinlikle yozlaşmış bulunan ve görünüşe göre de on,

on beş yıl içinde tamamlanacak olan bir yozlaşmanın resmidir. Bunda

uygarlığın etkisi vardır ve eski hayat düzeninin yerini kendiliğinden yenisine

bırakması zorunludur diyeceksiniz. Ortada, çetin bir yaşam mücadelesi

vermenin sonucu olarak beliren bir yozlaşma vardır. Bu yozlaşma,

cahillikten, anlayışsızlıktan, tembellikten ileri gelmektedir. (Vanya Dayı, 146)

Astrov, harap hale gelen yerlerin uygarlaşmaya yönelik adımlarla

Page 41: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

41

zenginleştirilmesi gerektiğini savunur. Fakat Rusya’da bu harap yerlerini ger

eskiden daha kötü durumda olup, etrafa hastalık ve yoksulluk yayar. Çehov,

Rusya’nın gelişen dünyada hala uygarlaşamadığından yakınmaktadır.

Rusya’nın gelişerek daha ileri bir seviyeye gelmesi gerekirken eskiyi

yaşadığını hatta eskiden daha kötü bir durumda olduğunu anlatır.

Astrov, Rusların cahilliği yüzünden baş gösteren yozlaşmayı da eleştirmiştir.

İnsanların uygarca düşünmemesi sonucu ortaya çıkan yozlaşma Rusya’nın

ilerleyememesine sebep olur. Çehov da insanların cahilliği ve tembelliği

yüzünden Rusya’nın çağın gerisinde kalmış olmasından yakınır.

‘’Vanya Dayı’’ adlı tiyatro eserinde yazar, Rusya’daki köylü ve aydın sınıfı

Astrov’un ağzından eleştirmiştir. Sonya ile Astrov yemek odasında yalnız

kalırlar. Astrov, Sonya’ya:

“Köylülerin birbirlerinden farkı yoktur, onlar hala gelişmemişlerdir, pislik

içinde yaşarlar; aydın kişilerle geçinebilmek ise çok zordur. Bizim bu köylü

dostlarımız, düşünce fakiridir, duygudan yoksundurlar, burunlarının ötesini

göremezler, ya da daha açık olarak ahmaktırlar. Onlardan bir gömlek üstün

ve biraz daha akıllı olanlar isteriktirler, kendi düşünce ve duygularını

araştırmak, bunarlı çözümlemek hastalığına tutulmuşlardır. Bunlar hep

sızlanıp dururlar, kin ve iftiraya delicesine tutkundurlar, insana sinsice

yandan yanaşırlar, yan gözle bakarlar."der. (Vanya Dayı, 131)

Astrov, köylü sınıfı da aydın sınıfı da beğenmez ve onları eleştirir. Ona göre

köylü sınıfı akıllıca düşünemez, duygusuzdur ve gelişmemiştir. Çehov, bu

sınıfın düşünce fakiri olmasından, kendilerini geliştirememesinden ve

duygudan yoksun olmasından yakınır.

Aydın sınıf ise, tam tersidir. Bu sınıf köylü sınıftan daha akıllıdır. Fakat

duygu ve düşüncelerini devamlı araştırırlar. İnsanlara kin ve nefret ile bakıp

kibirlenirler. Kendilerini çok yükseklerde görürler ve diğer insanları ezmek

isterler. Çehov, Rusya’da bulunan köylü sınıfın gelişmemesini, aydın sınıfın

ise büyüklenmesini eleştirir.

‘’Vanya Dayı’’da Çehov Rusların, ülkelerini geliştirmek için hiçbir katkıda

bulunmadıklarından, çok şey yapmış gibi kendilerini yüksekte görmelerinden

yakınmaktadır. Profesör konuşma yapmak için bütün aileyi eve çağırdığında,

toplantı başlamadan önce Yelena, Sonya hakkında şöyle bir

değerlendirmede bulunur:

’YELENA: Bu zavallı kızcağızı anlıyorum. Bütün bildikleri yemek, içmek ve

uyumak olan bir takım sönük gölgelerin insan diye dolaştığı, bayağılıktan

başka bir şeyin işitilmediği bir çevrede can sıkıntısından boğulurken, arada

bir o geliyor. (Vanya Dayı, 143)

Page 42: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

42

Yelena bulunduğu çevreden ve birlikte yaşadığı insanlardan memnun

değildir. Rusya’daki insanların yararlı işler yapmadığından ve monoton bir

hayat sürdürdüklerinden bahseder. Çehov, gelişen dünyaya karşı, Rusların

uygarlığa katkıda bulunmadan yaşamalarından, her gün aynı şeyi

yapmalarından şikâyet eder.

Ruslar gelişmek namına hiçbir şey yapmadıkları halde, ülkeleri için bir çok

yenilik yapmış gibi böbürlenirler. Çehov, geri kalmış olan Rusya’nın yenilikler

yaparak daha ileri bir seviyeye gelmesi gerekirken hiçbir şey yapmadığı

halde kendini yükseklerde görmesinden yakınır.

Çehov, ’’Üç Kızkardeş’’ isimli tiyatro eserinde aydın sınıfın bunalım içinde

olduğunu Verşinin karakterinin ağzından anlatır. Prozorovlar’ın evinde

Verşinin ve Maşa’nın yalnız kaldıkları bir zamanda Verşinin şöyle bir

açıklama yapar:

VERŞİNİN: Sivil olsun, asker olsun buralı bir aydını dinleyecek olursanız ya

karısından ya evinden ya malikânesinden ya da arabasında yakınır. Ruslar

yaratılışları gereğince yüksek fikirler taşıdıkları halde hayatta niçin böyle

aşağı bir düzeyde kalmışlardır. (Üç Kızkardeş, 217)

Verşinin, bu konuşmasında Rusya’daki aydınları eleştirir. Aydın sınıfın halkı

aydınlatması, modernleşmeye yönelik adımlar atması ve teknolojik

gelişmeleri yakından takip etmesi gerekirken sadece kendi sorunlarını

düşünmesini eleştirmiştir. Çehov, bir çok alanda kendini geliştirememiş olan

Rusya’nın gelişmesi gerekirken halkın üst tabakası olan aydınların sadece

kendi sorunlarıyla ilgilenmesinden yakınmaktadır.

Çehov, aydınların halk için değil de, kişisel problemleriyle ilgilenen

aydınlardan ‘’Martı’’ isimli tiyatro eserinde de bahseder. Martı ‘da Treplev,

Trigorin ve Arkadina gibi toplumun üst tabakasından olan sanatçıların şan,

şöhret ve aşkın peşine düşerek halk için bir şeyler yapmamasını eleştirir.

Rusya’da halkın en çok ihtiyaç duyduğu sınıf olan aydınların ülkeleri için

katkıda bulunmamasından yakınır.

Sonuç olarak, Anton Çehov uzun tiyatrolarında Rusya’nın içinde bulunduğu

durumu teşhis etmiştir. Rusya’nın sanat, bilim ve ekonomik yeniliklerin

gerisinde kalmış olmasına ‘’Vişne Bahçesi’’ üzerinden, Rusya’nın uygarlık

yolundaki kötü durumunu, yozlaşmasını ve köylü sınıf ile aydın sınıf

eleştirisini ‘’Vanya Dayı’’ üzerinden, aydın sınıfın bunalımda olmasını da ‘’Üç

Kızkardeş’’ üzerinden işlemiştir. Yazar, ülkenin profilini Rusya’daki aydınlar

üzerinden çizerek okuyucuya sunmuştur. Dünyada birçok gelişme ve yenilik

olmasına rağmen Rusya’nın üst sınıfında bulunanların gelişmek için çabada

bulunmaması bütün ülkeyi etkilemektedir. Çehov bir aydın sorumluluğu ile

Page 43: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

43

eserlerini toplumun hizmetine sunmuş ve başta Rus insanının bilinçlenmesi

için çeşitli alanlarda değerlendirmelerde bulunmuştur.

Kaynaklar 1. Çehov, Anton, Toplu Oyunlar, İş Bankası Yayınları, 2006

Page 44: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro
Page 45: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

45

Konu: "Zengin Mutfağı”nda Dönemin Karakterler Üzerindeki Etkisi Adı-

Soyadı: Ezgi Birdal No: 401

Sınıfı: Hazırlık-D

TARAFINI ŞAŞIRANLAR Vasıf Öngören "Zengin

Mutfağı” adlı tiyatro eserinde zengin bir iş adamının köşkünde çalışanlar ile

köşke gelip gidenler aracılığıyla 1970’lerin Türkiye’sindeki işçi-patron

çatışmasını anlatmıştır.

Yazar, eserinde toplumsal olaylara duyarsız kalınamayacağını, tarafsızlığın

karşı tarafta yer almak olduğunu savunmaktadır. Öngören, dönem

özelliklerini kullanarak köşkte çalışan Lütfü Usta, Seyfi ve Kız karakterlerinin

olayların dışında kalma çabasını ve olaylar neticesinde kahramanların iç

hesaplaşmaya girerek bilinçlenme sürecini işlemektedir.

Ahmet, Lütfü ustaya patronunun işçilerden korkup Avrupa’ya kaçtığını

söyler. Fakat Lütfü Usta inanmaz, çünkü patronuna çok fazla

güvenmektedir:

AŞÇI: Tövbe tövbe... Adamı kızdırma... Benim patronum sizlerden işçilerden

korkup kaçacak ha.. Benim patronum... Ha... aklınıza turp suyu sıkayım...

Moskof ihtilali mi ulan bu... Benim patronum... Pehlivan Lütfü’nün patronu

korkup kaçacak ha... Doğru mu söylüyorsun ulan... Bak benimle dalga

geçme..

İşçi olayları İstanbul’un her yerine yayılmıştır. Kerim Bey ve ailesi zarar

görmemek için yurt dışına kaçar. Lütfü Usta, patronunun Avrupa’ya

kaçtığına hala inanamaz. İnanmadığını söylese bile emin değildir.

Oradakilere sorar, fakat cevap alamaz. Lütfü Usta’nın işçi hareketlerini

"Moskof İhtilali” diye nitelemesi kendisine ekmek verdiğini düşündüğü

patronunun tarafında olduğunu göstermektedir.

Lütfü Usta köşkte çalışanların sözleri üzerine patronunun Avrupa’ya

kaçtığını kabullenir. Olayların büyük olduğunu ve dışarısının çok karışık

olduğunu öğrenen Lütfü Usta kıza söylenmeye başlar:

AŞÇI: Kız bana bak ne yapacağız şimdi? Bakarsın burayı da basarlar. Git

bakalım git... Sen ne anlarsın Moskof ihtilalinden!.. Kapına kasketini assınlar

da gör. İşe bak yahu... Ya beni patron zannederlerse? (Acele ceketini çıkarıp

önlüğünü giymeye çalışır. )

Ben patron olmadığımı anlatıncaya kadar... Post gider elden... Ben aşçıyım

arkadaşlar... (Durur gelenler adına cevap verir). Ya demek Kerim Bey’in

hizmetini gören sensin... Mal getirmişim mutfağa... Mal getirmişim tamam

küfeyle mal getirmişim.

Page 46: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

46

Lütfü Usta ücretlerini alamayan işçilerin evi basacağını düşünmektedir.

Korkusu işçilerin onu patron sanmasıdır. İşçiler geldiklerinde ne

söyleyeceğini planlamaya çalışır. Önce kendisini aşçı olarak tanıtmayı

düşünür, daha sonra da mutfağa mal getiren biri olmaya karar verir. Lütfü

Usta’nın kendisini farklı biri gibi göstermeye çalışması olayların dışında

kalma çabasını göstermektedir.

Nişanına geç kaldığını düşünen Selim telaşla içeri girer. Köşkte kızı arar,

hemen konuşmaya ve durumu anlatmaya başlar:

SELİM: Evini öğrendi kuyumcunun, evine gittim... Adam korkudan sokağa

çıkamıyor... Saatlerce dil döktüm razı ettim adamı... Birlikte gittik dükkanına.

Allahtan o sıra olaylar durulmuştu, oralarda... Acele gidip, getirdi yüzükleri.

Ama korkudan da öldü adamcağız...

Selim zor da olsa yüzükleri almıştır. Kuyumcu evden çıkıp olaylara karışmak

istememektedir. Olayların biraz durulmasından yararlanarak dükkanı açıp

yüzükleri alırlar. Kuyumcunun dışarı çıkmaktan bu kadar çok korkması

olaylara karışmak istememesini ortaya koyar. Toplum, toplumsal olaylardan

zarar görmemek için saklanmaktadır.

Köşkün şoförü olan Seyfi de olaylara taraf olmak istememektedir. Öyle ki

kardeşi Ahmet’in karıştığını öğrenince sinirlenir.

SEYFİ: Kötü ya... Bugün arabada konuşurlarken duydum gece kondu da

evlerini bile yıktırmayı tasarlıyorlar. O kadar söyledim sana karışma şu işlere

diye... Hadi bakalım ne olacak şimdi?

Seyfi, Lütfü Usta gibi olaylara karışmak istememektedir. Ahmet’e de olaylara

karışmaması gerektiğini söylemiştir. Seyfi, eğer olaylar karışırsa evini ve işini

kaybedeceği için korkmaktadır.

Kerim Bey, Avrupa’dan döndükten sonra Selim sürekli köşkte kalmaya

başlar. Selim, Kerim Bey’in emri üzerine işçi hareketlerini örgütleyenleri

öldürmek için baskın hazırlıklarına başlar.

SELİM: Baskın için bundan iyisi olamazdı. Tam solcu işçilere döndün. SEYFİ: Baskın mı? Nasıl baskın... Ben baskına gitmem... SELİM: Korkma canım sen sadece bizi taşıyacaksın.

Yazar, Seyfi karakteri ile olaylara karışmak istemeyen kesimi göstermek

istemiştir.

Vasıf Öngören eserinde mutfakta çalışan karakterleri iç hesaplaşmadan

geçirmektedir. Lütfü Usta bilinçlenme sürecine girer ve olayların hep

Page 47: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

47

sıkıyönetime rastladığını fark eder. Aşçı nasıl bir oyun oynandığını anlamaya

çalışır:

AŞÇI: Yahu durun ama durun. Yahu bütün bu anlattıklarım sıkıyönetime

rastlıyor... Yahu durun... Bizi hep sıkıyönetimde yaşatmışlar. Yani tuhaf...

Yani şaşırdım...

Lütfü Usta yaşadığı hayatın sürekli sıkıyönetimde olduğunu anlar. Sürekli

sıkıyönetimde olmak ve bunun farkına yeni varmak aşçıyı şaşırtmıştır. Bir an

için geçmişte yaşadıklarını hatırlar ve hepsinin sıkıyönetimde olduğunu fark

eder. Sıkıyönetimler halkın bilinçlenmesini korku, caydırma ve cezalandırma

ile engellemektedir. Zengin sınıf ise sömürü düzenini sıkıyönetim ile

korumaya alır.

Lütfü Usta’nın mesaisi bittiği anda köpeklere yemek vermesi gerekmektedir.

Bu da aşçının canını sıkmaktadır. Mutfakta kendi kendine konuşmaya

başlar:

AŞÇI: (Yeni köpeğe biftek hazırlamaktadır) Ben kime hizmet ediyorum?

Kerim Bey’e mi, köpeğine mi? Ben köpeklere hizmet etmem arkadaşlar...

Hem benim mesaimin ne zaman biteceği belli olmalı... Aşçıysak eşek değiliz

ya... Bana bak Seyfi o kadar kitap okudun... Ben nasıl grev yaparım, anlat

bana grev yapacağım arkadaş...

Lütfü usta bu yeni köpeğe hizmet etmekten bıkmıştır. Kerim Bey neyse de

köpeğe ve Kerim Beyin adamı Selim’e hizmet etmek aşçının ağırına

gitmektedir. Aşçı grev yapmayı öğrenmeye çalışır. Aşçı da bilinçlenmek

istemiştir.

Selim, Kerim Beyin gönderdiği kamptan döndükten sonra çok değişmiştir.

Köpeğin öldürülmesi üzerine kimin öldürdüğünü bulmaya çalışır. Sonunda

içerden birinin yaptığına kanaat getirir. Selim kızdan şüphelenmiştir. Kız ise

bunu en son öğrenir.

KIZ: Üzülmüyorum usta yalnız bir şeye yanıyorum. Seyfi ağabeyi kurtarmak

için için yalvardım... Kendim için yalvardığımı sanmış işte bir buna

yanıyorum.

Kız çok sevdiği nişanlısının kendisini öldürmeyi planladığını duyunca içten

içe çöker, fakat bunu belli etmemeye çalışır. Sadece Selim’in kendisi için

yalvardığını düşündüğüne üzülmüştür. Kız bu olaydan sonra iç

hesaplaşmadan geçer ve evden ayrılmaya karar verir. Seyfi de haksız yere

işçilerin işten atılmasına dayanamaz, evi terk eder ve devrimcilerin safına

geçer.

Page 48: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

48

Lütfü Usta, kendi çocuğu gibi sevdiği kızın evden ayrılması üzerine ikilem

içinde kalır. Bu zalimlere daha fazla hizmet etmek istememektedir, ama yirmi

sene çalıştığı köşkten ayrılmak da ağır gelmektedir.

AŞÇI: Ayrılayım diye düşünüyorum... Ama zoruma gidiyor. Yirmi sene

burada Kerim Bey’in köşkünde aşçılık yapmışım. Bu yaştan sonra nereye

giderim ne yaparım... Mecburen ya sabır... Geçenlerde gazetede bir fotoğraf

vardı... Bir de baktım amanın durun yahu olamaz... Bir fabrikanın önünde

bizim kız var ya onunla Selim gırtlak gırtlağa dövüşüyor. İşte o anda

ayrılmaya karar verdim. Ama yine de danışayım dedim ayrılmak mı zor

yoksa Kerim Bey’e hizmet etmek mi?

Lütfü Usta, hizmet ettiği Selim’i, Kız ile dövüşürken görmesi üzerine Kız

kadar olamadığını düşünür. İçinde boğulduğu ikilemden okuyucuya sorarak

çıkmaya çalışır. Yazar, Lütfü Usta karakteri ile insanların iç hesaplaşmalarını

gözler önüne serer.

Sonuç olarak; Vasıf Öngören, Zengin Mutfağı adlı eserinde 1970’lerin işçi-

patron çatışmasını aktarmaktadır. Yazar, köşkün aşçısı Lütfü Usta, Seyfi ve

Kız karakterleri ile bilinçlenme sürecindeki insanların olayların dışında kalma

çabasını ve iç hesaplaşmalarını gösterir. Oyunun finalinde Lütfü Usta zor da

olsa köşkten ayrılmaya karar verir. Yazar; toplumsal olaylara tarafsız

kalınamayacağını, toplumun bilinçlenerek ve örgütlenerek haklarına sahip

çıkacağını savunmaktadır.

1. Öngören, Vasıf, Zengin Mutfağı, İstanbul: Bütün Oyunları 1, Mitos- Boyut

Yayınları, 1999

Page 49: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro
Page 50: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

50

Konu: "Çemberler” Tiyatrosunun İçerik Yönünden İncelenmesi Adı-

Soyadı: Yunus Emre VAR No: 138 Sınıfı: 11-D

HAYATIMIZDAKİ ÇEMBERLER Çetin Altan,

"Çemberler” isimli tiyatro eserinde aile yapısındaki bozulmayı işlemiştir.

Eserde kahramanlar, içinde sıkıştıkları çemberlerden kaçma ve kurtulma

isteğindedirler.

Yazar, eserinde yaşanılabilir bir dünya arzulayan ama ne kendine ne de

topluma bir faydası olmayan bireyin, etrafını saran çemberlerden

kurtulamayacağını ve tutsaklık içinde ömrünü geçireceğini savunmuştur.

Yazar, yozlaşmış bir aile portresi çizerek esere başlar. Anne, kumar oynayan

kaybedince de evi terk eden zenginlik ve gösteriş meraklısı bir kadındır.

Baba, maddi sıkıntılar içinde boğulan, karısına ve çocuklarına söz

geçirmekten aciz bir adamdır. Çocuklarıyla ilgilenmeyen baba, ev reisliğini

çocuklara nasihatte bulunmak, nutuk atmak zanneder. Nevin, cinsel içerikli

dergiler okuyan erkek meraklısı nişanlı bir kız; Nejat ise sorumsuz, yurt

dışına gitme hayali peşinde koşan iş bilmez bir delikanlıdır.

Aile içi ilişkilerde saygı ve sevginin kalmadığı görülmektedir. Nejat, annesine

kocakarı, babasına moruk der. Nevin de babasına koca ihtiyar diye lakap

takar. Baba, oğluna serseri diye hitap eder. Nevin cinsel içerikli dergi

okurken babasına yakalanır. Yalan söyleyerek kurtulur. Anne, haftanın dört

günü kumar oynamaya gider. Baba izin vermez. Bağırır çağırır ama anne

umursamaz.

Aile fertlerin ortak noktası, evden ve evde bulunan ortamdan kaçmak ve

kurtulmak arzularıdır. Baba, ailesindeki bu durumu Nejat ile konuşmasında

ifade eder:

Baba: Hakikaten gidecek misin?

Nejat: Gideceğim...

Baba: Peki, para pul.

Nejat: Hiçbir şey istemiyorum.

Baba: Ya bir sıkıntıya düşersen?

Nejat: Buradakinden daha fazla bir sıkıntıyı tahmin edemiyorum.

Baba: Doğru... Ben de sıkılıyorum... Ablan da sıkılıyor... Herkes sıkılıyor.

Herkes hayatını değiştirmek istiyor, bir yerlere gitmek, kurtulmak istiyor.

Nejat: Öyle...

Baba: Gitseler acaba kurtulabilecekler mi? Ne dersin, ha? (s.27)

Baba, anne ile problemlidir. Üstelik ipotek ettikleri ev satılığa çıkarılmıştır.

Anne, kocasının kendisini kısıtlamasından, kumarına karışmasından

Page 51: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

51

bıkmıştır. Nevin biri ile evlenip aile ortamından uzaklaşmak ister. Oyunun

baş kahramanı Nejat ise ailesinden ve babasının nutuklarından nefret

etmektedir.

Kapı zilinin çalması ev sakinlerinin beklenti ve korkularını yansıtması

bakımından önemlidir:

Nejat: Ben gitmesem, nasıl olsa siz kovacaktınız beni...

Baba: Kovarsam ben kovarım... Sen de adam ol da kovmayayım. (Nevin’e)

Söyledikleri doğru mu bunun?

Nevin: Bilmem, geçenlerde de Amerikalıların yanında iş bulmuştu sözde...

Baba: Ah, asıl ben bir yer bulsam da, ben çekip gitsem...

Nevin: Annem gitti işte... Nejat gideceğim diyor... Ben de gideceğim

evlenince... Size ne oluyor, neden gitmek istiyorsunuz?

Nejat: Kurtulmak için.

Baba: Kurtulmak!...

Nevin: Hıh... (Hızlı hızlı kapı çalınır.) Nişanlım.

Nejat: İşte geldiler gemiden.

Baba: İcra memurları olmasın. (s.20)

Genç neslin beklentisi ev ortamından uzaklaşmaktır. Nevin nişanlısının,

Nejat gemicilerin geldiğini zanneder. Baba ise içine saplandığı maddi

batağın neticesi olarak memurların icraya geldiğini düşünür. Oysa gelen

anne’dir.

Nejat’ın İtalya’ya gideceği kesinleşince anne ilginç bir tepki verir:

Nejat: Benim gemi kalkacak...

Anne: Bizi bu halde bırakıp ta nerelere gidiyorsun.

Nejat: Hepsi düzelir.

Baba: Toplayın bakalım eşyaları .Kati demek?...

Anne: Mektup yaz... Vaziyetin düzelince beni de aldırırsın.

Nejat: İnşallah...

Anne: Nejat, evladım, gider gitmez Karon pudrası gönder bana, oradakiler

çok iyiymiş... (s.30)

Nejat’ın İtalya’ya gitmesini babası "serserilik” (s.20) olarak nitelendirirken

annesi göstermelik birkaç söz söyleyerek umursamaz. Üstelik oğluna makyaj

malzemesi sipariş etmesi duyarsızlığının ifadesidir. Aile bireyleri birbirinden

son derece kopuktur; baba, oğluna söz geçiremez, anne oğlunun gidişini

umursamaz.

Nejat, İtalya serüvenine çıkar. Bulunduğu ortam ev ortamından farklı değildir.

Babasının yerini Kaptan alır. Ona, emirler yağdırır. Annesinin yerini seyahate

Page 52: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

52

çıkan yolcu kadın alır. Üstelik o güne kadar hiç yükümlülük altına girmeyen

Nejat, gemiye kâtip olarak alınır. Geminin mali yükü omuzlarına biner.

Nejat, eşyalarını yerleştirmek için kamarasına iner. Dolabında gemiye kaçak

binen bayan yolcuyu görür. O da kaçmaktadır. Gemi, ortamlarından

memnun olmayıp kaçan insanların buluştuğu bir yer olmuştur. Eşinden

sıkılıp seyahate çıkan kadın da kendi ortamından sıkılmış ve kaçmıştır:

Nejat: Bütün ümit bu gemide... Hepimiz bir şeylerden kaçıyoruz.(s.34)

Tesadüfler, gelişmelere hâkim olmaya başlar. Kaçak kız, nişanlısının

kendisini aldattığını öğrenmiş ve kaçmıştır. Hâlbuki kızın nişanlısı, seyahate

çıkan kadınla kaçak kızı aldatmaktadır. İki bayan birbirine girer. Nejat, kaçak

kızla geçmişe yönelik sohbete başlar:

Nejat: Ya, peki senin yaşındaki kızlar? Nişanlıları kendilerine ihanet etti mi,

evden kaçarlar...

Kaçak: Hadi ben evden kaçtım, utandım kaçtım... Dedikodudan kaçtım,

avunmak için kaçtım. Ya sen neden kaçtın?

Nejat: Zor bunu anlatmak, Selma... Düşün bir evde bir baba var, nah işte

bizim kaptan gibi bir adam.. Bir de ana, o da şu bizim yolcu hanımefendi

gibi... Birbirlerine boyuna yalan söyleyen insanlar, birbirlerine boyuna poz

yapan, geçinemeyen insanlar... Bir zaman hepsine boş verdim... İkisi de

bana musallat oluyordu. Ben adam olmayacakmışım, ben hayırsızmışım...

Benim de burnum sürtermiş... Kendi eksikliklerini bende tamir etmek

istiyorlardı... Çok zor bunu anlatmak, ne bileyim ben sıkıldım işte... Bir şeyler

yapayım diyordum... Bu çemberden kurtulayım, kendi hayatımı yaşayayım...

Bu çemberden kurtulayım, kendi hayatımı yaşayayım... Bir Amerika işi vardı,

olmadı. Bir iş aradım, bulamadım... Mektepten de sıkılıyordum. Hocalar da

babama benziyorlardı. Boyuna nasihat ediyorlardı. Tam kurtulduğumu

zannettiğim sırada bu gemiye düştüm. Sanki evi, o insanları daima yanımda

taşıyor gibiyim. (s.40)

Nejat, yozlaşmış aile ortamını çembere benzetir. Kendi eksiklerini görmeyen

aile büyükleri Nejat’a hiçbir fedakârlıkta bulunup belli değerleri

öğretmedikleri halde ondan kendi istedikleri gibi bir insan olmasını

beklemektedirler. Nejat ise bu çemberi kırıp kendi arzuladığı hayatı yaşamak

ister. İç çatışma, ailenin beklenti ve istekleriyle Nejat’ın yaşamayı istediği

hayat arasında çıkmaktadır.

Nejat ile kaçak kız arasında yakınlaşma başlar:

Nejat: ... Artık ev yok, kaptan yok, kimse yok... Yepyenisin ve güzelsin...

Senin için her şeyi yaparım... Düştüğüm çemberden kurtulurum... Evimiz de

Page 53: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

53

olur, çocuklarımız da... Seni mesut etmeye çalışırım... (s. 41)

Nejat, aile ortamından kurtulduktan sonra ikinci bir çemberin içinde olduğunu

düşünür. Kaptan ve kadın tıpkı annesi ve babası gibi Nejat’tan beklenti

içindedirler. Üstelik geminin sorumluluğu da omuzlarındadır. Nejat yine bu

beklenti çemberinden sıkılır. Kaçak kızla evlenip gemide oluşturulan

çemberden kurtulmak, arzuladığı hayatı yaşamak ister.

Kaptan ve kadın, kaçak kızı polise teslim etmek isterler. Nejat, bunun

üzerine çok öfkelenir. Tehditler savurur:

Nejat: Hiçbir şey yapamayacaksınız. Ama hiçbir şey. Beni duyuyor

musunuz? Hiçbir şey... Burası artık babamın evi değil... Ben kendi hayatımı

yaşıyorum... Ne bu kıza dokunabileceksin, ne bana... Sevgilinin resmini

aldım, sakladım.. En küçük bir münasebetsizlik yaptığın takdirde, kocana

gönderir, hakkında zina davası açtırırım... Yağma yok, çember kırıldı... Onun

için hepiniz susmaya mahkûmsunuz. (s.42)

Nejat, kaçak kızla birlikte kimsenin baskısına boyun eğmeyecek, kendi

bildiği hayatı yaşayacaktır. Nejat, çemberin kırıldığını düşünür. Kendisini

kısıtlayan aile ortamından sonra oluşan ortama da ayak uydurmamakta

kararlıdır. Tüm düşüncesi kendi bildiği şekilde yaşamaktır.

Nejat ve kaçak kız nişanlanır. Kadın, evlilik hayatını değerlendirirken kaçış

hikâyesini de anlatır. Aile ortamından uzaklaşıp aile kurmaya hazırlanan iki

genç insan için bu konuşma ilerisi için önemli ipuçları taşır:

Kadın: Siz herkesi mesut mu sanıyorsunuz? Ben de zannettiğiniz kadar

imrenilecek bir durumda değilim... Başımda çeşit çeşit dertler var... Benim de

canım bazen asude bir yuva özlüyor... Yanımda bir kadın olsun istiyorum...

Bu hasret içinde evime döndüğüm zamanlar çok olmuştur. Sonunda ne

oluyor biliyor musunuz? Tekrar bu gemiye kaçmak için can atıyorum... Biz

hepimiz kaderin ipleriyle bağlıyız. (s. 43)

Değerlendirmelerine şöyle devam eder:

Kadın: ... Kâtip de kıza bir yuvadan bahsediyordu... Babası da, anasına aynı

şeyi söylemiştir. Bana da söylediler. Ne diye kandırmalı? O evin

kurulduğundan itibaren bir tuzak olduğu anlaşılıyor. Herkes o evden kaçmak

istiyor. (s.44)

Kadın, aile hayatının insanı çembere aldığını, bireyin özgürlüğünü alıp mutlu

olmasını engellediğini düşünmektedir. Kadın, tek kurtuluş yolunu seçer.

Denize atlar ve intihar eder.

Oyunun üçüncü perdesi yedi yıl sonrasını anlatmaktadır. Nejat, kaçak kız

Page 54: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

54

Selma ile evlenmiştir. Selma hamiledir. İtalya’da bir otelde çalışmaktadırlar.

Nejat, annesi gibi kumar oynamakta, para kaybetmektedir. Otelle

mukaveleleri vardır, ama bu ortamdan da kaçmak, kurtulmak isterler. Burada

da değişen bir şey yoktur. İsimler değişmekte, tipler değişmemektedir. Nejat

artık ümitsizlik içindedir:

Karısı: Ah, bir bitse şu sıkıntı...

Nejat: Bitecek mi sanıyorsun... Kaç yıldır dolaşmadığımız yer kalmadı... Hep

aynı insanlar... Gemideki kaptanı hatırlarsın... Babamın aynıydı... İşte şu otel

sahibi Fernando, o da onların aynı... Ya madam, ya yolda intihar eden

kadın?... Hepsi anamın modeli. Hepsi bir şeyler yapmak, kurtulmak istiyor...

(s.55)

Karısıyla birlikte yurda dönen Nejat, annesinin evine sığınmıştır. Annesi

yaşlanmış, geçim sıkıntısına düşmüştür. Buna rağmen kumar partilerine

gitmekten geri kalmaz. Babası ölmüş, kardeşi Nevin mutsuz bir evlilik

yapmıştır. Nejat’ın otelcilik derneğinde bir konuşma yapması gerekmektedir.

Hazırladığı konuşma geleceğe dair umutlarını içerir:

Nejat: Yarın ciddi bir konuşma yapacağım. Bütün insanlar, diyeceğim... Ümit

ettiğiniz kurtuluş doğacaktır, mesut olacaksınız... Çevrenizin baskıları

kaybolacak... Yepyeni bir âlemde istediğiniz yerlere gideceksiniz.

Karısı: Off, ben çok yoruldum... Al biraz da sen süpür...

Nejat: Yepyeni aileler kurulacak... Çocuklar neşeli olacaklar... Babalar geçim

derdine düşmeyecekler.

Karısı: Fernando’nun otelini de böyle süpürürdün...

Nejat: İşte o zaman kimse hayattan kaçmak istemeyecek. Sadece turistik

arzular hakim olacak.

Karısı: Müstakbel otelcilik başkanı.

Nejat: Sende para var mı hiç?

Karısı: Ne yapacaksın? Ben anne gibi kirli çıkı değilim. Bak düzeltmiş

vaziyetini, ne ev satılmış, ne bir şey.

Nejat: Amcamla bir iki arsa olmasaydı, zor düzeltirdi. Varsa paran ver

bana...

Karısı: Son verdiğin o elli lira var işte...

Nejat: Ver bana onu. (s. 61)

Nejat, arzularını söyler. Çevre baskısının, çemberlerin olmadığı bir dünya

hayal eder. Artık kaçmak ve kurtulmak yoktur. Herkes mutludur. Bütün

seyahatler, gidişler turistik amaçlıdır.

Nejat’ın tavrı ironiktir. Çünkü annesinin evinde sığıntıdır. Cebinde parası

yoktur ve çemberi kırmayı başaramamıştır. Yazar bu çelişkiyi ortaya koyarak

ironi sağlamıştır.

Page 55: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

55

Nejat konuşmasının provasını yaparken postacı elinde bir zarfla kapıyı çalar:

Annesi: Hayırdır inşallah...

Karısı: (Zarfı yırtar, okur) Aaaa... Nejat’ın banka borcu... Hani geçende

almıştık ya... İcraya vermişler... (s.63)

Nejat, içine düştüğü durum ile babasının yıllar önceki durumu arasında

benzerlikler bulmakta, babasını anlamaya başlamaktadır:

Nejat: Akşam gelen mahut zarf işte.. Hay Allah be... Sanki bir şey

kazanıyoruz. (Koltuğa uzunlamasına uzanır) Babam da böyle otururdu. O

son akşam ipotek vadesi geldiği zaman hatırlıyorum... Pek fena adam da

değildi galiba, ya... (s.63)

İçeriye babasının hayaleti girer. Nejat babasıyla konuşur:

Baba: Kaçtın, hâlâ da kaçmak istiyorsun. Bir türlü kurtulamadın değil mi?

Nejat: İlk defa gemiye bindiğim vakit ne kadar sevinçliydim. Sonra karşıma

gene sen çıktın, annem çıktı, kardeşim çıktı... Aldanıyorum diyordum. Bunlar

başka insanlar. Ama içimden aldanmadığımı biliyordum... Sonra

süründüğüm şehirler... Daima sen vardın, anam vardı... Ama artık sen

yoksun.. Seni göremiyorum etrafımda...

Baba: Nasıl yokum oğlum, nasıl yokum?.. Şimdi sen, ben olmak üzeresin.

Asıl sen kendin kayboluyorsun, sen yoksun... Bak karın yukarda

doğuracak... Baba olacaksın.

Nejat: Baba olacağım... Ve hikâye eskisi gibi devam edecek... İstiyorum ki

bir gün insanlar bu çemberden kurtulsunlar. Birtakım gölgeler kendilerini

takip etmesin. (s.64)

Yazar, oyunun mesajını babası ile Nejat’ın konuşmaları aracılığıyla verir.

Oyunun başında babası, “Gitseler acaba kurtulabilecekler mi? Ne dersin,

ha?" (s.27) diye Nejat’a sormuştur. Oyunun sonunda bu soru tekrarlanır ama

olumlu cevap alınamaz.

Nejat, çemberleri kırmak için çıktığı serüvende hüsrana uğramıştır.

Çemberler hep var olacaktır. Ailede, işte, evde... Değişen zaman ve

kişilerdir. Baba, oğul ve Nejat’ın doğacak çocuğu arasında rol değişiminden

başka bir şey yaşanmayacaktır. Hepsi mutsuz bir şekilde hayatlarını

tamamlayacaklardır.

Oyunun son sözü Nejat’a aittir. Çocuk doğmak üzeredir:

Nejat: Galiba bir mahkûm daha iniyor yeryüzüne..." (s.64)

Nejat artık gerçekleri görmüştür. Her insan, çemberlere mahkûm olarak

doğar ve ölür. Çemberleri kırmak ise mümkün değildir.

Page 56: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

56

Çetin Altan, "Çemberler” isimli tiyatrosu ile yozlaşan aile düzenini

eleştirmektedir. Nitelikli birikimlerini aktaramayan ebeveynlerin faydalı işler

yapmaları beklenemez. Aile, mutluluğun bulunacağı yegâne yerdir. Fertler

bencil amaçları doğrultusunda bu kuruma gereken önemi vermezlerse

sağlam bir gelecek tesis edilemez. Saygı ve sevgiye dayalı değerlerle

yetiştirilmeyen nesillerin ne kendilerine ne de topluma bir faydaları yoktur.

Aile içi ilişkilerin bozukluğu, genç nesilleri özgürlükleri adına bulundukları

ortamdan kaçmaya ve kurtulmaya sevk eder. Fakat toplum buna benzer

sosyal yapılarla doludur ve bunlar insanı çepeçevre sarmaktadır.

Çemberler; fert, aile ve toplumda eski değerlerin yitirilmesi yeni değerlerin

oturtulamamasından ortaya çıkar. Onlar, var oldukları sürece insanlar mutlu

olamayacaklardır. Çembere mahkûm insanlar, ondan kaçarak kurtulamazlar

ve onu asla kıramazlar.

KAYNAKLAR: 1. Altan, Çetin, Çemberler, İstanbul: Mitos-Boyut Yayınları, 1994

Konu: "Tartuffe”te Önyargıların Esere Katkısı Adı-Soyadı: Elif Öztürk

No: 403

Sınıfı: Hazırlık-D

Page 57: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

57

Moliere, "Tartuffe” adlı eserinde bir burjuvanın, dindar görünüşlü bir

sahtekârı evine almasıyla başına gelen olayları anlatmıştır. Yazar, halkın

aydınlanıp sahte sofuların oyunlarını durduruncaya kadar sahte dindarların

yalanlarla ve değişik oyunlarla halkı kandıracağını savunur.

Moliere oyunda önyargıyı kahramanlar arasındaki çatışmaları ve önyargının

insanı açık olan bir olayı göremeyecek kadar kör edebileceğini göstermek

için kullanmıştır.

Moliere önyargı sayesinde kahramanların çatışmalarını göstermiştir. Evin

hizmetçisi Dorine ve Cleante; Bayan Pernelle’nin evden ayrılmasından sonra

kendi aralarında konuşmaktadır. Dorine, Orgun’un Tartuffe’e olan kör edici

hayranlığından yakınmaktadır:

DORİNE: O, tüm sırlarının biricik sırdaşı,

Eylemlerinin sakıntılı yöneticisi oldu.

Üstüne titriyor onun, sarılıyor ona,

İnsan sevgilisine göstermez bu kadar şefkat heralde.

Masada başköşeye otursun istiyor,

Herkesten çok onun yemek yemesini seyrediyor keyifle Yemeklerin en

iyi yeri ona ayrılsın istiyor,

Ve, hazret geğirecek olsa “Allah yardımcınız olsun!" diyor.

Yani, onun için deliriyor, bu herif onun her şeyi, onun [kahramanı].

Orgon’un Tartuffe duyduğu hayranlık onun gözünü kör etmiştir. Öyle ki bu

davranışları bile görmemektedir. O, Tartuffe’ün gerçek bir dindar olduğuna

inanmıştır. Başta Dorine olmak üzere ev halkının ona gerçeği göstermeye

çalışmasına önyargılı yaklaşmıştır. Çünkü Orgon, Tartuffe’ü kilisedeki dindar

insan olarak bilmektedir. Onun bir sahtekar olduğuna inanmamaktadır. Hatta

anlatılanları kulak ardı etmektedir. Orgon yalnız Tartuffe’ün fikirlerini

önemsemektedir:

DORİNE: Her fırsatta hayranlığını gösteriyor,

Adını anıyor mutlaka, her konuşmasında.

Ve hazretin söylediği her kelime bir kehanet,

Onun enayiliğini anlayan Tartuffe, bundan yararlanmak[istiyor,

Ve zavallının başını döndürmek için de elinden geleni[yapıyor.

Her fırsatta ondan para sızdırıyor,

Herkese beğendiği sözü söyleme hakkını buluyor kendinde.

Orgon, Tartuffe’ün sözlerine bütün ruhuyla inanmıştır. Tartuffe’ün sözleri

artık onun için bir kehanettir. Yalnız Tartuffe’ün fikirlerini önemsemektedir.

Tartuffe ise kendi çıkarı için Orgon’un ona duyduğu hayranlığı arttırmak için

elinden geleni yapmaktadır. Bu sayede Orgon’un kendisine daha da

Page 58: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

58

bağlanmasını sağlamıştır. Ev halkı, Tartuffe’ün bu çabalarını görüp Orgon’u

ikna etmeye çalıştıkça kahramanlar arasında çatışma çıkmıştır. Ev halkı

üsteledikçe Orgon’un Tartuffe’e duyduğu önyargı güçlenmiştir.

Orgon, Tartuffe’ün rüzgârına kapılmış, ailesini bile unutmuştur. Artık herkesi

çok şaşırtmaktadır. Dorine, yolculuktan dönen Orgon’a, Elmire’in

hastalığından bahseder, ama Orgon üsteleyerek Tartuffe’ü sorar. Bunun

üzerine Cleante:

CLEANTE: Günümüzde bir adam bu kadar büyüleyici olabilir mi?

Size her şeyi unutturmuş!

Yanınızda biti kanlandıktan başka,

Sizi öyle bir noktaya getirmiş ki...

ORGON: Hakkında konuştuğunuz kişiyi tanımıyorsunuz.

Cleante, Orgon’un bu davranışına çok şaşırmıştır. Çünkü Cleante; evli bir

adam için karısının ve ailesinin herkesten, en azından bir anda hayatına

giren yabancı bir adamdan daha önemli olduğunu düşünmektedir. Ama

Orgon, Dorine’in karısı hakkında anlattıklarını dinlemeyip her seferinde

Tartuffe’ü sormaktadır. Orgon, Tartuffe’ü karısından daha değerli

görmektedir. Elmire’in kardeşi Cleante, eniştesinin bu düşüncesini

anlayamamaktadır. Yalancı bir sofunun eniştesini bu duruma nasıl getirdiğini

çözememektedir. Orgon ise Tartuffe’e duyduğu önyargı ile Tartuffe’ü

savunur ve Cleante ile tartışır. Önyargı kahramanların çatışmasına neden

olmuştur.

Orgon’un bu önyargılı yaklaşımı ev halkının onunla çatışmasına neden

olmuştur. Oyunun başında Dorine ve ev halkının düşüncesi de bir

önyargıdır. Onlarda Tartuffe’ün sahte bir sofudan başka bir şey olmadığına

inanmaktadır. En başta her iki taraf da önyargılıdır. Çünkü iki tarafında

yargılarını doğrulayacak açık ve net kanıtları yoktur, bu da kahramanlar

arası çatışmanın ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Dorine’nin gözlemleri olaylara aynı önyargı ile baktığı için objektif değildir.

Orgon ise Tartuffe olan hayranlığıyla hareket etmektedir. Bu da onun

anlatılanlara ön yargı ile bakmasına neden olmuştur. Her iki tarafta

Tartuffe’e karşı önyargılıdır ve oyun boyunca birbirlerinin önyargılarını

kırmaya çalışırlar. Bu uğraş daha sonra kahramanlar arasında çatışmayı var

eden unsurdur.

Orgon kızını Tartuffe’le evlendirmek ister. Buna bütün hane halkı inanamaz.

Onun bütün kötü yanlarını ve sahtekârlığını bırakıp onun yoksulluğundan

bahsederler. Tartuffe’ün damat olarak çok yoksul olduğunu aileye denk

olmadığını anlatırlar. Orgon, yine Tartuffe’ü savunur:

Page 59: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

59

ORGON: Susunuz. Eğer bir şeyi yoksa

Biliniz ki ona saygı buradan başlamalı.

Onun yoksulluğu, kesinlikle, onurlu bir yoksulluk.

Bu onu her şeyin üstüne yükseltebilir,

Kendini maldan yoksun bıraktığına göre Geçici

şeylere fazla değer vermediğindendir.

Ebedi şeylere bütün gücüyle bağlı olduğu içindir.

Ama benim desteğim onun sorunlardan kurtulmasına,

Mülklerine yeniden kavuşmasına fırsat verecektir.

Memleketindeki o mülklerle insan iyi bir ün sahibi olur.

Bundan da belli olduğu gibi, o soylu biridir.

Orgon, Tartuffe’ün gerçekten soylu bir dindar olduğuna; ev halkıysa onun bir

sahtekâr olduğuna inanmıştır. İki taraf da düşüncelerini savunurken kendi

fikirlerine daha da inanmış ve bağlanmıştır. Orgon, kendini öyle kaptırmıştır

ki; Tartuffe’e, bütün malını mülkünü devretmiş ve siyasi bir bilginin olduğu

kutuyu ona bırakmıştır. Fakat bu durum onun başına dert açar. Olaylar,

önyargı-çatışma-kandırılma doğrultusunda gelişir.

Moliere, önyargıyı aynı zamanda insanı gayet açık olan bir olayı

göremeyecek kadar gözünü kör edebileceğini göstermek için de

kullanmıştır. Orgon, Tartuffe’ü tanımadığını düşündüğü kayınbiraderine;

Tartuffe’ün nasıl biri olduğunu anlatır:

ORGON: Benim şerefim için aşırı bir ilgi gösteriyor.

Karıma değişik gözle bakanları bana bildiriyor.

Benden on kat daha kıskanç davranıyor.

Allaha bağlılığının hangi noktaya vardığına şaşıracaksınız.

En olmayacak şeyleri günah sayıp, kendini günahkar [ilan ediyor

Mesela, geçen gün, dua ederken, bir pire yakalayıp Öfkeyle öldürdüğü

için, günahkarım ben deyip duruyordu.

CLEANTE: Böyle konuşarak benimle alay mı ediyorsunuz?

Bütün bu gülünç şeylerle ne demek istiyorsunuz?

Cleante bu sözleri duyunca Orgon’un kendisiyle dalga geçtiğini

düşünmüştür. Cleante Tartuffe’ün bu davranışlarının hepsinin göz boyamak

için yapıldığının farkındadır. Fakat Orgon bunların farkına varmak bir yana;

önyargısı nedeniyle Tartuffe’e daha da inanmıştır. Cleante bu davranışların

gülünç şeyler olduğunu kolaylıkla fark etmiştir. Orgon ise önyargısı

nedeniyle bunu görememiştir. O, her şeye rağmen sofu Tartuffe’e

inanmaktadır.

Tartuffe, Orgon’un karısına aşkını ilan etmiştir. Bu sırada Damis bunları

duymuştur. Elmire’in ısrarlarına rağmen dayanamaz ve babasına olanları

Page 60: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

60

anlatır. Tartuffe bunun üzerine kendini savunmaz:

TARTUFFE: Evet, kardeşim, ben fena bir adamım, bir suçluyum,

Günah kuyusuyum, bahtsız bir günahkârım.

Yeryüzünde görülmemiş vicdansızın tekiyim.

Hayatımda nereye adım atsam, lekedir,

Bir yığın suç ve pisliktir ardımdan bıraktığım.

Görüyorum ki Allah beni cezalandırmak için,

Bunu vesile kılıp nefsimi aşağılatmak istiyor.

Bana yüklenen suç ne denli büyük olursa olsun Asla savunmam

kendimi.

Lütfen size söylenenlere inanın. Bileyin öfkenizi.

Ve bir câni gibi kovun evinizden beni.

Bilmezdim payıma bunca utanç düştüğünü Ama ben daha da fazlasına

layığım.

Orgon ilk duyduğunda şaşırmasına rağmen Tartuffe’ün konuşmasından

sonra yine Tartuffe hakkındaki düşüncelerine olan bağlılığıyla bu olaya da

önyargıyla bakar. Bunun Tartuffe’e yapılan bir oyun, bir iftira olduğunu

inanır. Orgon’un Tartuffe hakkındaki fikirleri öyle güçlüdür ki öz oğluna

inanmaz ve Tartuffe’ün aslında bir yandan suçunu itiraf ettiği aldatıcı

konuşmasına kanar. Her şeyin açık olduğu bu olayda bile önyargılı davranıp

Tartuffe yerine oğlunu evden kovmuştur. Önyargı gözlerini kör etmiştir.

Oğlunu önyargıları uğruna Tartuffe’e kurban etmiştir.

Orgon önyargılarının etkisiyle ev halkının Tartuffe’ü evden uzaklaştırmak için

her şeyi yapacağına inanmıştır:

ORGON: Hepiniz nefret ediyorsunuz ondan, bunu bugün anladım, Karım,

çocuklarım, hizmetçi ve uşaklarım herkes ona karşı. Bu dindar adamı evden uzaklaştırmak için,

Ama onlar kovmaya kalktıkça

Kalmasını daha çok istiyorum ben.

Olaylara önyargısıyla bakan Orgon, ev halkının Tartuffe’den eğlencelerini,

davranışlarını kısıtladığı için nefret ettiğini düşünmektedir. Oysa ev halkı

Tartuffe’ün nasıl bir adam olduğunu anlamıştır. Orgon’a zarar vermesinden

korkmaktadırlar. Bu yüzden Orgon’un da bunu farkına varmasını

istemektedirler. Orgon ise onlar gerçeği göstermeye çalıştıkça fikirlerine,

önyargılarına daha derinden bağlanmıştır. Hatta bunu bir inatlaşmaya

çevirmiştir. Orgon aslında mantıklı bakıldığında çok açık, anlaşabilecek bu

olaya önyargısıyla bakmış ve gerçeği görememiştir.

Moliere, Tartuffe adlı eserinde burjuva olan Orgon’un ve ailesinin ön

yargılarını kullanmıştır. Orgon kilisede tanışıp eve getirdiği sahte sofu

Page 61: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

61

Tartuffe inanmıştır. Bu inanç ve güven güçlenerek onunla ilgili kalıplaşmış bir

fikir oluşmasına dönüşmüştür. Oyunda önyargı ile verilen kararlarla gelişen

olaylar anlatılmıştır. Orgon’un önyargısı Tartuffe’e körü körüne güvenmek ve

inanmaktır. Orgon’un bu önyargıya sahip olmasının temel nedeni Tartuffe’ü

dini bütün bir adam olarak tanıması yani din kaynaklıdır. Moliere oyunda

önyargıyı kahramanlar arasındaki çatışmayı göstermek ve önyargının insanı

çok açık bir olayı bile göremeyecek duruma getirebileceğini göstermek için

kullanmıştır.

Kaynaklar 1. Tartuffe, Moliere, İstanbul, 1995

Page 62: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

62

Konu: "Martı”da Şamrayev Ailesinin Yaşadığı İletişimsizlik Adı-

Soyadı: Ceren Er No: 462 Sınıfı: 11-F

Anton Çehov "Martı” adlı eserinde bir çiftlikte yaşayan orta aydın bir grup

insanın, çıkara dayalı hayatını ve bu yaşantının sonuçlarını anlatmaktadır.

Anton Çehov eserinde bencil amaçlarla yola çıkıldığında insanı tatmin

etmeyen, topluma yararsız bir hayat yaşanacağını savunmaktadır.

Eserde, çiftlikte yaşayan orta sınıfa mensup bir ailenin yaşadığı

iletişimsizliklere yer verilmektedir. Aile, emekli üsteğmen Şamrayev, eşi

Polina ve kızları Maşa’dan oluşmaktadır. Aile içinde sevgi eksikliğinden

kaynaklanan bir iletişimsizlik söz konusudur. Şamrayev ailesine sevgi ve ilgi

göstermeyen, sert mizaçlı, yalnızca disipline düşkün bunun yanı sıra kendini

ispatlamayı seven bir karakterdir. Polina ailesinden kopuk bir yaşam

sürdürmektedir. Çiftliğe gelip giden Doktor Dorn’a âşıktır ve başka hiç

kimseyi umursamamakta sadece onunla birlikte olmayı düşünmektedir.

Maşa ise ne annesinin ne de babasının tavırlarından hoşlanmamakta onları

sevmemektedir. Ayrıca annesiyle aynı kaderi paylaşacağı düşüncesi

annesinden uzaklaşmasına neden olmaktadır.

Çiftliğin kâhyası olan Şamrayev’in ailesiyle iletişimsizliğine neden olan sert

tavırları ve kendini ispatlama çabası, çiftlik sahipleri olan Sorin ve Arkadina

ile de iletişimsizlik yaşamasına neden olmaktadır. Çiftliği kendi disipliniyle

yönetmeye çalışmakta ve kendini ispatlamak için aslında bilmediği bir konu

olan tiyatro hakkında sık sık konuşmaya çalışmaktadır. Polina ise karşılıksız

aşk yüzünden Dorn ile iletişimsizlik yaşamaktadır ve bunun verdiği ıstırapla

kızı Maşa dahil etrafındaki kimseyle ilgilenmemektedir. Maşa’nın da annesi

gibi sorunları vardır, fakat o iki karşılıksız aşk arasında sıkışmaktadır.

Treplev’i sevmekte fakat karşılık bulamamakta, Medvedenko tarafından

sevilmekte fakat karşılık verememektedir. Şamrayev, Polina, Maşa ailesi

aralarındaki sevgisizlikten, birbirlerine karşı kötü tavırlarından ve aynı kaderi

yaşama korkusundan kaynaklanan aile içi iletişimsizlikler; kendini ispatlama

isteği, karşılıksız aşklar sebebiyle de aile dışı iletişimsizlikler

yaşamaktadırlar.

Aile içi iletişimsizliğin sebebi birbirlerini sevmiyor olmaları, tavırlarından

hoşlanmamaları ve aynı kötü kaderi paylaşmaktan korkmalarıdır. Polina’nın

Şamrayev’e karşı duygu ve düşünceleri, Şamrayev’in Arkadina ve Sorin ile

çiftlik kuralları hakkındaki tartışmalarında ortaya konulmaktadır:

“Sorin: Küstahlık bu! Bu kadarına dayanılamaz! Tahammül sınırını aştı artık.

Nina: İrina Nikolayevna’nın böyle ünlü bir aktrisin isteğini yerine getirmemek,

nasıl olur?.

Polina Andreyevna: Ne yapabilirim ki ben? Kendinizi benim yerime koyun.

Page 63: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

63

Benim elimden ne gelir.(...) Günü geçmiyor ki böyle bir tatsızlık çıkmasın.

Bilseniz nasıl üzüyor beni bunlar!"

Polina’nın sözlerinden, Şamrayev’in davranışlarından rahatsız olduğu

anlaşılmaktadır. Onun yaptıklarına çok üzüldüğünü, ama çaresinin

olmadığını söylemektedir. Çiftliktekilerin Şamrayev’in davranışını eleştirdiği

sırada sorunun yönünü kendine çevirmesi durumun onu çok rahatsız ettiği

Şamrayev’i sevmediğinin insanlar tarafından da bilinmesini istediğini

göstermektedir. Şamrayev ile Polina arasındaki kopuk ilişki aile içi

iletişimsizliği sonuç vermektedir.

Ailedeki bir diğer iletişimsizlik Maşa ve Şamrayev arasında geçmektedir.

Sorin’in Maşa ile babası hakkındaki konuşmalarında Maşa’nın babasından

uzak olma isteğine yer verilmektedir:

“Sorin: Marya Ilyiniçna, ne olur babanıza söyleyin de çözdürsün şu köpeği.

Uluyup duruyor. Kız kardeşim dün de gözünü kırpmadı sabaha kadar.

Maşa: Babamla kendiniz konuşunuz. Benim işim değil. Beni mazur görün

lütfen..."

Maşa’nın Sorin’e karşı verdiği olumsuz cevap babasıyla en ufak bir konuda

dahi konuşmak istemediğini göstermektedir. Babasından uzak olmak

istemesi, onunla konuşmaktan kaçınması babasının davranışlarından

hoşlanmadığını, onu sevmediğini göstermektedir. Bu düşünceleri yüzünden

babasıyla iletişim kurmaması aile içi iletişimsizliğin sebebinin Şamrayev

olduğunu göstermektedir.

Ailenin iki bayan bireyi olan Maşa ve Polina arasındaki iletişimsizlik

Treplevle aralarında geçen konuşmada görülmektedir:

“Polina: ... Kostya’cığım, güzelim, benim Maşa’ya da biraz güler yüz

gösterseniz ne olur!

Maşa: Bırakın onu anne!

Polina: Öyle cana yakındır ki. Kostya, arada bir güler yüz göster bir kadına,

başka bir şey istemez senden. Kendimden bilirim...

Maşa: işte kızdırdınız onu! Bu kadar üstüne varmak çok gerekliydi sanki!

Polina: Ne yapayım üzülüyorum senin için!

Maşa: ne de gerekli ya!

Polina: içim parçalanıyor sana baktıkça. Görmüyor, anlamıyor değilim

ki...”

Polina’nın sözlerinde Maşa’yı anladığına vurgu yapması aynı sorunları

kendisinin de yaşadığını dile getirmesi Maşa ile aynı kaderi paylaştıklarını

göstermektedir. Annesinin, ona yardım etme uğraşlarına karşı Maşa’nın sert

Page 64: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

64

tavırlar sergilemesi aynı kaderi yaşamaktan korktuğu için Polina’ya karşı

farklı bir nefret duyduğunu göstermektedir. Ayrıca annesinin söylediği her

şeye eleştirel bir üslupla cevap vermesi onun davranışlarından

hoşlanmadığını göstermektedir. Bütün bunlar aile içinde iletişimsizliğe yol

açmaktadır. Aile dışı iletişimsizliğin sebepleri, kendini ispatlama çabası ve

karşılıksız aşklardır. Kendini ispatlama çabası, çiftliğin kâhyası olan

Şamrayev’in, Arkadina ve Trigorin’in konuşmalarına karışması ve konuyla

alakası olmayan hatıralarını anlatmasında görülmektedir:

“Trigorin: ... Akşamüstü oturup da olta mantarının su üstünde kımıldanışını

seyretmekten daha büyük bir keyif yoktur benim için. Arkadina: Aman böyle

şeyler söylemeyin. İltifat edildiğinde neye uğradığını şaşırıyor çünkü.

Şamrayev: Anımsıyorum da şimdi, bir gün Moskova’da, operadayız... ünlü

bas Silva, en alt perdeden bir do sesi çıkardı sahnede. Balkondaki izleyiciler

arasında, şu rastlantıya bakın, bizim kilise korosundan bir bas oturuyor.

Seninki ansızın, şaşkınlığımızı tasavvur edin, bir perde daha aşağıdan

“Bravo Silva!” diye gürlemez mi!(...)”

Çiftliğin kâhyası olan Şamrayev daha önce izlemiş olduğu bir tiyatro

hakkında bir şeyler söyleyerek Arkadina ve Trigorin’in sözlerini kesmekte ve

iletişimsizliğe neden olmaktadır. Edebiyat ve sanat ile ilgisi olmayan

Şamrayev’in Arkadina’yı ilgilendirebileceğini düşündüğü bir konuyla

konuşmaya girmesi Şamrayev’in dikkatleri üzerine çekmek isteyen ve

kendini ispatlamaya çalışan bir karakter olduğunu göstermektedir. Anlattığı

tiyatrolar hakkında hiçbir sanatsal düşüncesi olmamasına rağmen gittiği

tiyatroyu anlatarak kendisini Arkadina ve

Trigorin’in konuşmalarına dâhil etmeye çalışmaktadır. Böylelikle kendisini

ispatlamayı çalışmasının iletişimsizliği doğurduğu okuyucuya

gösterilmektedir.

Maşa’ın iletişimsizliğine neden olan karşılıksız aşklar Treplev’in tiyatrosunu

beklerken Medvedenko ile yaptığı konuşmalarda görülmektedir:

“Maşa: Para... Ne önemi var paranın? İnsan yoksulken de mutlu olabilir.

Medvedenko: Evet, teoride öyle... Ama işin pratiğinde nasıl oluyor bakın:

Ben, annem, iki kız bir de erkek kardeşim topu topu yirmi üç rubleyle

geçinmek zorundayız. İnsan dediğin yiyip içer öyle değil mi?(...) Çık bakalım

işin içinden çıkabilirsen...

Maşa: Gösterinin başlamasına az kaldı.

Medvedenko: ... Zareçnaya oynayacak. Oyunun yazarı ise Konstatin

Gavriloviç. Birbirlerine âşıklar ve bugün gönülleri tek ve aynı sanatsal

görüntüyü yaratmak arzusunda kaynaşacak. Bizim gönüllerimizde ise ortak

dokunma noktaları yok. Oysa seviyorum sizi Maşa."

Page 65: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

65

Medvedenko ve Maşa’nın konuşmasında, Medvedenko kendi sorunlarını

dile getirmekte, yaşadığı para sıkıntısını ve çektiği aşk acısını anlatmaktadır.

Maşa ise kendi dertlerini ona söylemeyi tercih etmemektedir. Bu durum

Maşa’nın Medvedenko tarafından anlayabileceğine inanmadığını ve onu

sevmediğini göstermektedir. Dolayısıyla Maşa, Medvedenko’nun

söylediklerini umursamamakta ve Treplev’in sergileyeceği tiyatroyu

sormaktadır. Bu okuyucuya Maşa’nın Treplev’i sevdiğini, Medvedenko’yu ise

sevmediğini göstermektedir. Bu durum iletişimsizliği meydana getirmektedir.

Polina’nın yaşadığı iletişimsizliğin sebebi de karşılıksız aşktır. Bu durum âşık

olduğu doktorla olan konuşmalarında dile getirilmektedir.

“Polina Andreyevna: Hiç korumuyorsunuz kendinizi. İnatçılık ediyorsunuz.

Bir doktor olarak nemli havanın size ne kadar zararlı olduğunu pekâlâ

bilirsiniz de, amacınız bana acı çektirmek. Dün akşam da mahsustan

oturdunuz teraste... Dorn:(bir şarkı mırıldanır)“Söz etme, gençliğimi mahvettiğinden.""

Polina’nın sözlerinden, Dorn’a âşık olduğu anlaşılmaktadır. Bunları rahatlıkla

söylüyor olması Dorn’la bir şeyler yaşamak istediğini okuyucuya

göstermektedir. Dorn’un ise göstermektedir. Dorn’un

Polina’nın aşkına karşılık vermediğinden dolayı ilgisiz cevaplar vermesi

karşılıksız aşkın iletişimsizliğe sebebiyet verdiğini göstermektedir.

"Martı” adlı eserinde Şamrayev ailesi, aile içi ve aile dışı iletişimsizlikler

yaşamaktadır. Aile içi iletişimsizliğin en büyük sebebi fertlerin birbirlerini

sevmemeleridir. Ailenin erkek karakteri Şamrayev sahip olduğu sert mizacı,

aşırı disiplin anlayışı sebebiyle çiftlikteki diğer insanlarla da iletişimsizlik

yaşamaktadır. Maşa ise annesiyle aynı kaderi paylaşacağını düşündüğü için

ailesinden uzak durmaktadır. Ailedeki iki bayan karakterde yaşadıkları

karşılıksız aşklar aile dışı iletişimsizliğe sebep olmaktadır. Anton Çehov

eserinde savunduğu bencil amaçlarla yola çıkıldığında insanı tatmin

etmeyen, topluma yararsız bir hayat yaşanacağını tezini Şamrayev ailesinin

iletişimsizliği üzerinden vermektedir.

Kaynaklar 1. Çehov, Anton, Martı, İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2006

Page 66: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

66

Konu: Hedda Gabler’de Mizah

Henrik İbsen, Hedda Gabler adlı eserinde birey olmanın farkında olan ve

kendisinin toplum tarafından anlaşılmadığını gördüğünde de yaşamanın

gereksizliğinde karar kılıp hayatına son veren generalin kızı Hedda Gabler'i

anlatır. İbsen, eserinde kadının sadece 'evinin kadını' olmak için

doğmadığını, kadınların özgür olması gerektiğini, ancak bu özgürlüğün yine

toplumun belli kuralları çerçevesinde olmasını savunur. Yazar, mizahi ve

ironik unsurları; kahramanların karakterlerini ortaya koymada, alt üst sınıf

çatışmasını vurgulamada, bireyler arasındaki iletişimsizliğini göstermede

kullanırlar.

Eserde üst sınıf, alt sınıfı daima aşağılar. İki farklı sınıfa ait kişiler evlenme

yoluyla akrabalık kurmalarına rağmen birbirlerini yine de benimsemezler.

Generalin kızı olan Hedda, George Tesman ile evlenir. George’un halası

Bayan Tesman Hedda’nın onuruna bir şapka alır. Hedda, şapkayı

hizmetçinin olduğunu söyleyerek şapkanın sandalyeye bırakılmasına

öfkelenir.

Hedda: Bu hizmetçi ile hayatta yürümez, Tesman!

Bayan Tesman: Berta’yla anlaşamadın mı yoksa?

Tesman: Ne aldın ki canım?

Hedda: Şuraya bakın! Eski püskü şapkasını sandalyenin üstüne bırakmış.

Tesman: Ama Hedda o halamın şapkası (İbsen,132)

Hedda, şapkanın Julie Hala'ya ait olduğunu iyi bildiği halde bilmezden gelir.

Şapkayı gülünç bulur. Hizmetçiye ait olduğunu kasıtlı biçimde iddia ederek o

iyi niyetli halayı yaralar. Çünkü Hedda, George Tesman’la evlenmiş

olmasına rağmen Tesman ailesini kabullenememiştir. Daima kendisini daha

üstün görmekte ve Tesman ailesini küçümsemekte ve fırsat buldukça

Page 67: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

67

üstünlüğünü vurgulamaktadır.

İbsen, toplumun ahlaki bakış açısını ortaya koymak için ironiden

faydalanırlar. Hedda Gabler’de Hedda, George Tesman ile evlidir. Yargıç

Brack Hedda'dan hoşlanmaktadır. Evlenmeden önce yakınlaşmalarına

rağmen aralarında resmi bir bağ kurulmaz. Hedda’nın evlenmesinden sonra

yargıç ona karşı hislerini açıklar. Birlikte olmak istediğini ima eder.

Brack: Ah işte üçgen tamamlandı. Hedda: Öyleyse tren kalkıyor.(İbsen,164)

Hedda evlenmeden önce Brack Hedda'ya karşı farklı duygulara sahiptir

ancak onunla evlenmeyi asla düşünmez. Çünkü evlilik kurumuna

inanmamaktadır. Brack Hedda ile birlikte olma isteğini alaylı bir şekilde

belirtir. Yazar, ‘üçgen’ ifadesiyle George, Hedda ve Brack’ı kasteder. Evlilik

iki kişi ile oluştuğu halde üçlü ifade kullanılır. Yazar, bu üç kişinin birlikte

yaşayacağı yaşamı bir trene benzetir. Kadının eşini aldatması doğal

görülmekte, evlilik kurumu eleştirilmektedir.

İbsen, toplumda adaleti temsil eden kişiler ve adalet kavramını eleştirmek

için mizahtan faydalanılır. Eserde Yargıç Brack, Lövborg'ün Hedda'nın

silahıyla kendisini vurduğunu öğrenir. Yargıya bildirmek yerine Hedda'ya

karşı bu bilgiyi kendisiyle birlikte olması için şantaj yapmakta kullanır.

Hedda: Her halükarda bana hükmedeceksiniz. Her şey arzularınıza ve

taleplerinize kalmış. Eh yani köle olamam. Bana yakışmaz asla! Brack: (yarı

alaylı) İnsan çoğu kez kaçınılmaz olana ulaşmayı da becerir. (İbsen,234)

Brack bir yargıçtır. Adaleti temsil eder. Lövborg’ün intiharıyla ilgili gerçeği

öğrendiğinde bu durumu yetkililere bildirmez. Hedda'nın üzerinde hâkimiyet

kurmak ister ve bunu bir fırsat olarak görür. Hedda hayatı boyunca güçlü,

kimseye boyun eğmeyen bir kadındır. Şimdi ise Yargıç Brack, Hedda’nın

artık eskisi gibi karşısında güçlü olamayacağını ve Hedda'yı köşeye

sıkıştırdığını düşünerek ve Hedda'nın durumu ile alay eder. Görüldüğü gibi

adaleti temsil eden insanlar adaleti kendi çıkarları doğrultusunda kullanırlar.

Bireylerin sahip oldukları karakter özellikleri eserde olayların sonunu etkiler.

Yazar, bu karakter özelliklerini ortaya koyarken mizahtan faydalanır. Hedda

ve George Tesman’ın balayından döndükleri sabah, Julie Hala onların

ziyaretine gelir.

Bayan Tesman: Gelinimiz yeni evinde iyi uyudu mu bari?

Hedda: Eh işte sağulun.

Tesman: Eh işte mi? Hadi canım ben kalktığıma taş gibi uyuyordun.

Page 68: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

68

(İbsen,130)

Hedda, çekici güzel bir kadındır. Çevresinde kendisine karşı nazik davranılmasına alışmıştır. Ancak George eşi Hedda'nın ince duygularını anlayamaz. Hedda'yı sadece güzel bir kadın olarak görür onun ruh dünyasına inemez. George'nin kabalıkları karşısında Hedda evliliğinde mutlu olamaz ve intihara sürüklenir. George Tesman, halasıyla konuşurken halası kendisine beklediği bir şeyin olup olmadığını sorar. George ise profesörlük beklediğini dile getirir.

Bayan Tesman: Evet evet söyledin ama yani senin beklediğin bir şey yok

mu?

Tesman: Beklediğim mi nasıl yani?

Bayan Tesman: Ne kastettiğimi biliyorsun. George hadi ama ben senin halan

değil miyim?

Tesman: Yani tabi beklediğim bir şey var.

Bayan Tesman: Ha!

Tesman: Bugünlerde profesörlüğümü bekliyorum.

Bayan Tesman: Ha tabi profesörlük! (İbsen, 126)

Julie Hala aslında çocuk bekleyip beklemediklerini sorar. Ancak George

işinden başka bir şey düşünmeyen balayında dahi araştırma yapan biridir.

Hedda ise ilgilenilmeye alışmış bir kadındır. George, öngörüsü olmayan,

anlayışsız birisidir. Bu özellikler Hedda’nın intiharını hızlandırır.

Hedda Gabler‘de, Hedda özgür olmak ister, yaşadığı toplumun baskıcı

kurallarından sıkılmıştır. Kendisini ifade edemeyince hayatından vazgeçmeyi

tercih eder. Eserde olayların gelişiminde kahramanların karakterleri, ahlak ve

adalet anlayışı sınıflar arası çatışmalar etkili olur. Bu unsurlar okuyucuya

gösterilirken mizah ve ironiden faydalanılır.

Kaynaklar 1. İBSEN, Henrik, Hedda Gabler, Deniz Yayınları, İstanbul, 2007

Sibel Bayram Türk Dili ve Edebiyatı Öğrt.

Page 69: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro
Page 70: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

Konu: "Hedda Gabler” ve "Woyzeck”te Toplum-Birey Çatışmasının

Page 71: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

71

Karakterler Üzerinden Verilmesi

Adı-Soyadı: Ayşe Hilal Kaymak

No: 105

Sınıfı: 11-D

Henrik İbsen’in Hedda Gabler adlı eseri bir general kızı olan Hedda’nın

uyum sağlayamadığı evlilik hayatını ve bu nedenle yaşadığı çıkmazları ele

alır. Georg Büchner’in Woyzeck adlı eseri ise toplumun doğruları ile kendi

doğruları arasında kalan Woyzeck’in yaşadığı çelişkileri konu edinir.

Her iki eser de toplum-birey çatışması üzerinde durmuştur ve bu çatışmayı

karakterler üzerinden vermiştir. Henrik İbsen’in eserinde bu çatışmanın

verildiği karakter Hedda’dır. Hedda Gabler toplumun onaylayacağı bir evlilik

yapmıştır ancak kendisi bu evlilikten memnun değildir. Bu nedenle farklı

heyecanlar aramaya başlar ve Yargıç Brack ile aralarında bir ilişki doğar. Bu

ilişki bir zaman sonra Hedda’yı rahatsız eder çünkü Brack’in hâkimiyetine

girmekten korkmaktadır. Bu nedenle intihar eder. Eser Hedda’nın toplumla

çatışan davranışları üzerinde durur. Georg Büchner ise bu çatışmayı

Woyzeck adlı eserinin ana karakterlerinden olan Marie ile vermiştir. Marie alt

sınıftan bir asker olan Woyzeck ile birlikte yaşamaktadır. Ancak Marie’nin

hayalleri üst sınıftaki gösterişlerle doludur. Marie hayallerine ulaşmak için bir

yol arar, Woyzeck’i aldatır. Ancak bu durum onun sonunu getirir. Marie’nin

ihanetini öğrenen Woyzeck onu öldürür. Eser Marie’nin toplumla örtüşmeyen

yaşam tarzını bir çatışma sebebi olarak ortaya koyar. Her iki eserde de

karakterlerin toplumla çatışmaları üç ortak noktada verilmiştir. Çocuk sahibi

olma, eşlere sadakatsizlik ve toplumun bu bireyleri cezalandırma şekilleri,

eserlerin tezlerinin verilmesinde kullanılan yan temalardır.

Eserlerde toplum ve birey çatışması ilk olarak çocuk sahibi olmak üzerine

aktarılır. Her iki eserde de karakterler çocuk sahibi olunması konusunda

toplumla çatışmaktadır. Hedda Gabler’de bu mesele Hedda’nın çocuk sahibi

olmak istemeyişiyle verilir. Hedda yaptığı evlilikle yüklendiği

sorumluluklardan rahatsızdır. Evli bir kadın olarak yapması gerekenler

olduğunun bilincindedir fakat kendisinden beklenenler onu sıkmaktadır.

Toplum, her evli çiftten beklediği gibi Hedda ve George’ dan da bir bebek

müjdesi bekler fakat Hedda bu sorumluluğu almak istememektedir. Eserde

toplumun düşüncelerini yansıtan Yargıç Brack karakteri Hedda’ ya bu

beklentiyi hatırlatır.

Brack: Hani derler ya ‘’yeni bir gaile”? Tamamen yeni bir sorumluluk, Küçük

Madam Hedda! Hedda: Hemen susun! Asla öyle bir şey olmayacak. Brack: Eh bir sene sonra görüşürüz...

Page 72: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

72

Hedda: Öyle görevlere, sorumluluklara hiç kulak asmam ben Bay Brack.

(169)

Hedda toplumun bebek beklentisine karşılık vermemektedir ve bu noktada

toplum kuralları ile çatışır. Ondan beklenenin aksine bu meseleye çok soğuk

bakar ve yeni bir sorumluluk istemediğini bu şekilde dile getirir. Böylece

Hedda içinde bulunduğu toplumun doğrularına başkaldırır.

Woyzeck’de ise çocuk meselesi Marie ve Woyzeck’in evlilik dışı ilişkileri

üzerinden verilir. Marie Woyzeck ile nikâhsız bir birliktelik yaşamaktadır ve

bir çocukları vardır. Toplum kuralları ise nikâhsız bir birliktelikten doğan bir

çocuğu hoş görmemektedir. Marie bunun bilincinde olmasına rağmen

çocuğunu dünyaya getirmiştir. Marie bu noktada toplumla çatışır. Eserde

toplumun yargılarını dile getiren karakter komşu Margret ve Marie arasındaki

diyalog, toplumun Marie’ ye bakışını göstermektedir.

Margret: Ne, sen? Sen? Şuna da bakın, kızoğlankız, altı aylık gebe! Ben

onurlu bir insanım, ama sen, herkes biliyor bunu, yedi çift deri pantolonu

deler geçer senin bakışların!

Marie: Şıllık! Gel, yavrum! Ne derse desin elalem. Yine de yoksul bir orospu

çocuğusun sen, o kadar, anana mutluluk verir kutsanmasa da yüzün. Tral lal

la!

Marie evli olmadan çocuk sahibi olmanın doğru karşılanmadığını bildiği

halde bunu umursamaz ve çocuğunu dünyaya getirir. Toplum Marie’nin bu

umursamazlığını ayıplamaktadır. Toplumun onaylamadığı türden bir hayat

tarzını topluma rağmen sürdüren Marie, bu noktada toplum ile çatışır. Kendi

düşüncelerini toplum yargılarına tercih eder ve onları umursamadığını

belirtir.

Eserlerde toplum ve birey çatışmasının verildiği ikinci nokta ise eşlere

sadakatsizliktir konusudur. Hedda Gabler’de bu tema, Hedda’nın, eşi

George Tesman’a sadakatsizliği ile aktarılır. Yaptığı evlilikten mutlu

olamayan Hedda evli olmasına rağmen hayatında ikinci bir erkeğe yer ayırır.

Bu erkek yargıç Brack’tir. Brack, Hedda ve Tesman çiftinin hayatına bir

üçüncü olarak girmeyi planlamaktadır ve Hedda bu teklife olumlu karşılık

verir. Oysa böyle bir ilişki toplum tarafından onaylanmaz. Evli bir kadının

eşini sevmesi ve ona sadık olması gerektiği düşünülür. Toplumun bu bakış

açısı Hedda ve Brack arasında geçen bir diyalogda Brack’in konuşmaları ile

aktarılır.

Hedda: Eh tabii eğitimli adamlar, eğlenceli gezi arkadaşı olamıyorlar. Hele

uzun vadede.

Brack: O eğitimli adama âşık olsanız bile mi?

Page 73: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

73

Hedda: Şu iç bayıltıcı sözcüğü kullanmasak...

Brack: Ne diyorsunuz siz Madam Hedda?

Hedda: Ne mi diyorum? Sabah akşam uygarlık tarihinden bahseden birini

dinlemeyi deneyin o zaman!

Brack: ‘Ebediyyen’ ha? (161)

Hedda eşine âşık olmadığını bu şekilde dile getirdikten sonra Brack’in

tepkisiyle karşılaşır. Çünkü toplum evli bir kadının eşini sevmesi gerektiğini

düşünür. Eserde toplumun genel yargılarının verildiği karakter Yargıç Brack

bu hususta da toplumun düşüncelerini yansıtır.

Woyzeck’te ise eşlere sadakatsizlik teması Marie’nin Woyzeck’ e ihaneti ile

aktarılır. Marie sınıflar arası farktan büyük rahatsızlık duymakta ve kendisinin

üst sınıftaki kadınlardan daha güzel olduğuna inanmaktadır. Bu düşüncesi

onun üst sınıftaki erkeklere ilgi duymasına neden olur. Bando çavuşuna

duyduğu ilgiyi açıkça gösterir ve Woyzeck’i bando çavuşu ile aldatır.

Marie’nin bu davranışı toplum tarafından kabul görebilecek bir davranış

değildir fakat Marie buna rağmen kendi doğrularını yaşamayı tercih eder. Bu

nedenle Marie toplumla çatışır. Nitekim toplumun görüşlerini yansıtan

Yüzbaşı bu konu üzerine Woyzeck ile konuşurken toplumun Marie’ye bakışı

anlaşılır.

Yüzbaşı: Ha! Uzun sakallara gelince! Nasıl, Woyzeck, daha bir sakal kılı

bulmadın mı tabağında? Ha, anlıyorsun beni, değil mi? Bir insan kılı, bir

piyadenin sakalından kopma, bir astsubayın, bir- bir bando çavuşunun! Ha,

Woyzeck? Ama uslu bir karın var doğrusu. Başkaları gibi değil senin

durumun.

Woyzeck: Evet, efendim! Ne demek istiyorsunuz yüzbaşım?

Yüzbaşı: Herifin surat asışına bakın! Belki daha çorbanın içinde bir kıl

bulmadın, ama acele edip kapıyı birden açıverirsen, bir çift dudağın üstünde

belki bulursun bir tane. Bir çift dudak, Woyzeck- ben de âşık oldum,

Woyzeck. Hey, kireç gibi oldu herif!

Woyzeck: Yüzbaşım, yoksul bir adamım ben- başka hiçbir şeyim de yok

yeryüzünde. Yüzbaşım şaka yapıyorsanız eğer- (...)

Yüzbaşı: Bana bak, ille- ille bir çift çıkıntı mı istiyorsun alnında? Gözleriyle

bıçak gibi deliyor beni, oysa senin iyiliğin için söylüyorum ben, iyi bir insan

olduğun için, Woyzeck, iyi bir insan. (192)

Toplumun Marie’nin davranışları hakkındaki düşüncesi yüzbaşının bu

konuşmaları ile aktarılır. Marie’nin Woyzeck’i aldatması insanlar tarafından

bilinip ayıplanmaktadır. Marie bu duruma rağmen Woyzeck’i aldatır ve bu

davranışı topluma ters düşer. Yüzbaşı Woyzeck’ in aldatıldığını ve bir şeyler

yapması gerektiğini anlamasını sağlamaya çalışır.

Page 74: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

74

Eserlerde toplum ve birey çatışmasının aktarıldığı üçüncü önemli nokta ise

toplumun, kurallara ters düşen davranışlara sahip bu karakterleri

cezalandırması ile verilir. Her iki eserde de toplumla çatışan karakterler

toplum tarafından cezalandırılmıştır.

Hedda Gabler’de hem evliliğin gereği olarak görülen çocuk sahibi olma

düşüncesine karşı çıkan hem de eşine sadık davranmayan Hedda toplum

tarafından intihara sürüklenir. Hedda evliliğini kendi düşünceleri

doğrultusunda sürdürmeyi planlar fakat bu tutumu onun toplumla

çatışmasına sebep olur. Eserde toplumun yargılarını yansıtan Yargıç Brack

karakteri Hedda’nın intiharı seçmesine sebep olan en önemli etkendir.

Hedda’ya içinde bulunduğu durumu ve uyması gereken kuralları hatırlatarak

onu çıkmaza sürükler ve sonunda artık Hedda için intihar kaçınılmazdır.

Hedda hayatını her kadının yapması gereken şeylerle uğraşarak geçirmek

istememektedir. Fakat ondan beklenenin yalnızca bu olduğunu gördükçe

hayatı çekilmez bulmaya başlar.

Brack: Niye sizin de diğer kadınların yapabildiği bir şeye ilginiz olmasın?

Hedda: Susun dedim size! Bazen hayatta sadece bir tek amacım varmış gibi

geliyor bana.

Brack: Ne olduğunu sorabilir miyim?

Hedda: Kendimi can sıkıntısından öldürmeye. İşte artık biliyorsunuz. Ah evet

öyle...” (169)

Hedda, Yargıç Brack ile aralarındaki bu konuşmada, ondan beklenenlerin

canını sıktığını ve kendisini öldürmeyi bile düşündüğünü dile getirir. Hedda

için hayatı anlamlı kılan istediği gibi yaşamaktır. Bunu yapamayacağını

anlayınca intihar etmeyi tercih eder. Hedda’yı intihara sürükleyen sebepler,

toplumla çatıştığı noktalardır. Dolayısıyla Hedda’yı intihara götüren asıl

olarak toplumun kendisidir.

Woyzeck’de ise toplumun Marie’yi cezalandırması Woyzeck aracılığı ile olur.

Toplumun baskısı ile Woyzeck, Marie’yi öldürmeye sevk edilir. Woyzeck

toplumdan gördüğü tepki üstüne Marie’yi öldürmesi gerektiğine inanır ve onu

öldürür. Woyzeck’in bu cinayeti işlemesindeki en büyük etken Marie’nin

ihanetidir -ki bu durum Marie’nin toplum ile çatıştığı önemli noktalardan

biridir.

Woyzeck yüzbaşının Marie’nin ihanetiyle ilgili söylediklerini duyduktan ve

Marie’yi bando çavuşu ile birlikte gördükten sonra düşünmeye başlar.

Woyzeck: Durmadan! Durmadan! Tut, yakala! Böyle çalıyor kemanlarla

flütler. Durmadan! Durmadan! Sus, müzik sesi! Kim konuşuyor toprağın

altında? Ha! Ne, ne diyorsunuz? Daha hızlı! Daha hızlı! Bıçakla, kaltağı

bıçakla mı? Bıçakla, kaltağı bıçakla! Yapmam gerek mi? İlle mi? Buradan da

Page 75: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

75

mı geliyor ses? Rüzgâr da mı söylüyor? Durmadan geliyor kulağıma,

durmadan: Bıçakla, öldür!

Woyzeck, Marie’yi öldürmesi gerektiğini düşünmeye başlar. Bu

düşüncesinde etkili olan en önemli şey toplumun bu duruma bakışıdır.

Woyzeck en doğrusunun Marie’nin ölmesi olduğuna inanır. Bu gerekliliği ona

birilerinin söylediğini dile getirir -ki bu birileri aslında toplumdur. Marie’nin

toplumla ters düştüğü noktalar sonuç olarak ona ölümü getirir. Eserde

Marie’yi Woyzeck öldürür ancak Woyzeck’i yönlendiren toplumdur.

Dolayısıyla Marie’yi asıl cezalandıran toplum olmuştur.

Her iki eserde de topluma ve toplum kurallarına başkaldıran karakterler

sonuçta toplum tarafından cezalandırılmışlardır. Henrik İbsen’in toplum ve

birey çatışmalarını ele aldığı eseri Hedda Gabler’ de Hedda’nın intiharı

toplumla çatışmaları sonrasında gelişmiştir. Georg Büchner’in toplum- birey

çatışmasına değindiği eseri Woyzeck’de ise Marie’nin ölümü yine toplumla

örtüşmeyen davranışlarının sonucunda meydana gelmiştir.

Eserlerde ortak nokta toplum ile çatışan karakterlerin toplum tarafından

itildiğini ve bir şekilde cezalandırıldığını göstermesidir. Toplum- birey

çatışmasının ele alınması hususunda iki eser arasındaki fark karakterlerin

cezalandırılış biçimleridir. Hedda Gabler’ de çatışan karakter Hedda’nın

intihar etmesi söz konusu iken, Woyzeck’ de toplumla çatışan Marie intiharı

seçmemiş cinayete kurban gitmiştir.

Kaynaklar

1. İBSEN, Henrik. Hedda Gabler.

2. BÜCHNER, Georg. Woyzeck. İstanbul: Adam Yayınları, 2001.

Page 76: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

76

Konu: "Woyzeck” ve "Matmazel Julie” Adlı Eserlerde Kullanılan İmge

ve Simgelerin Eserlerin Tezlerine Katkısı

Adı-Soyadı: Halil İbrahim Yüksel

No: 149

Sınıfı: 11-D

WOYZECK VE MATMAZEL JULIE’DE İMGE VE SİMGE KULLANIMI Georg

Büchner, "Woyzeck” adlı eserinde toplumdaki sınıflaşmanın ortaya çıkardığı

sorunları anlatır. Büchner bu konuyu ele alarak üst sınıftakilerin alt

sınıftakiler üzerindeki baskılarını işlemekte ve bunların bireyi bir cinayete

kadar götürebildiğini ortaya koymaktadır. Strindberg, "Matmazel Julie” adlı

eserinde üst sınıftan birinin zaaflarına yenilerek alt sınıfa düşmesi sonucu

yaşadığı sorunları anlatır. İki eserde de aydınlık, ateş, güneş, karanlık gibi

imgelerle ve içki, çizme, zil gibi simgeler yoluyla sınıf farklılıklarını, kişilerin

psikolojilerini etkileyen unsurları ve birbirlerine bakış açılarını ortaya

koyarlar. Aynı zamanda Büchner dönemin özelliklerinin ve bazı karakterlerin

okuyucu tarafından daha iyi kavranabilmesi için de imgelerden yararlanır.

Böylece her iki yazar da sınıflaşmanın bireyler ve toplum üzerinde

oluşturduğu olumsuzlukları okuyucuya göstererek okuyucunun bu konuda

bilinçlenmesini sağlar.

Georg Büchner, sınıflar arasındaki farkı anlatmak için "güneş” imgesini

kullanır. Okuyucu bunu Woyzeck’in, aldığı parayı Marie’ye vermesi sırasında

görür.

Alnında damlalar birikmiş. Didin dur güneşin altında, uykuda bile terle! Biz

yoksul insanlar! Al, para getirdim yine, Marie; maaşım, biraz da yüzbaşım

verdi. (Woyzeck, 190)

Büchner "güneş” imgesinin Woyzeck’i terletmesini, üst sınıftakilerin alttakileri

Page 77: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

77

ezmesiyle özdeşleştirir. Yazar, Güneş’in yoksul insanların üzerinde bir baskı

unsuru olduğunu ve onlara zarar verdiğini göstererek o dönemde Woyzeck

gibi alt sınıftan olanların Yüzbaşı gibi üst sınıftan, zengin insanlarla

aralarındaki sosyal ve ekonomik eşitsizliği ortaya koyar.

Strindberg ise sınıflar arası farkı anlatmada "bira” ve "şarap” simgelerinden

yararlanır. Okuyucu, eserin başında Jean’ın Kristin ile konuşması sırasında

bu imgelerle karşılaşır.

Jean: Yazdönümü Gecesi bira! Yo, teşekkürler! Bende daha iyisi var.

(Masanın gözünden sarı yaldızlı bir şişe kırmızı şarap çıkarır.) Görüyor

musun sarı yaldız! Hadi şimdi bir bardak getir, ama balon bardak olsun!

(Matmazel Julie, 99)

Alt sınıftan olan Jean, Kristin’in getirdiği ucuz birayı içmeyip üst sınıftakilerin

içtiği sarı yaldızlı şarabı çıkarmaktadır. Strindberg, iki çeşit içkiyi kullanarak

toplumun yiyip içtiklerine varıncaya kadar birbirinden ayrıldığını okuyucuya

göstermektedir.

Strindberg sınıflar arası ekonomik ve toplumsal farkı ortaya koymada içki

simgesini kullanır. "bira” alt sınıfın içkisidir ve onları simgeler "şarap” ise üst

sınıfın simgesidir. Yazar bu simgelerle okuyucunun sosyal yapıyı gözünde

canlandırmasını sağlamaktadır.

Büchner, karakterlerin psikolojilerini etkileyen unsurları ortaya koymada

imgelerden yararlanmaktadır. Yazar, Woyzeck’in, bozulan psikolojisini

doktorla konuşması sırasında kullandığı imgelerle okuyucuya gösterir.

Woyzeck: Öğleyin güneş tepeye çıkıp da dünya ateşe düşmüş gibi yanmaya

başlayınca, işte o zaman korkunç bir ses bir şeyler diyor bana. (Woyzeck

189)

Yazar burada kullandığı "güneş” ve "ateş” imgeleriyle aydınlığın ve

sıcaklığın Woyzeck’i rahatsız ettiğini belirtmektedir. Ayrıca tabi tutulduğu

deney sonucu bozulan psikolojisi yüzünden bu imgelerin ona sanrı

görmesine sebebiyet verebilecek kadar etki ettiğini okuyucuya gösterir.

Yazar, Marie’nin ruhsal durumunu anlatırken de imgelere başvurur.

Marie: Ne de karardı her yer; insan kör olacak neredeyse. Oysa sokak feneri

içerdeymiş gibi aydınlık olurdu her zaman. Dayanamıyorum; korkuyorum!

(Woyzeck, 185)

Yazar, "sokak feneri”, "karanlık” gibi imgelerle Marie’nin iç karartıcı, karanlık

öğelerden hoşlanmadığını, Woyzeck’in aksine aydınlık ortamda huzur

Page 78: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

78

bulduğunu okuyucuya hissettirmektedir.

Strindberg ise Jean’ın üst sınıftakilerin baskısı altında bozulan psikolojisini

okuyucuya aktarmak için zil ve çizme simgelerini kullanır.

Jean: İşte, geçmişteki günler, Kont, hepsi şurada. Ona gösterdiğim bağlılığı

kimseye göstermedim ben. Eldivenlerini iskemlenin üstünde görsem, yeter

işte, hemen ufalırım. Her zil çalışında bir at gibi ürperirim. Şu anda bile,

şurada görkemli bir biçimde duran çizmelerine baktıkça sırtımın iki büklüm

olduğunu duyuyorum. (Matmazel Julie, 116)

Yazar, "eldivenler” ve "görkemli bir biçimde duran çizmeler” ifadeleriyle basit

eşyaların bile üst sınıftan birine ait olmasıyla alt kademeden biri üzerinde

baskı oluşturabileceğini ve "at gibi ürperirim”, "hemen ufalırım” sözleriyle

Jean’ın bu baskı sonucu yaşadığı ruhsal sıkıntıyı okuyucuya aktarmaktadır.

Yazar, Julie’nin Jean’la ilişkisinden sonra değişen ruh halini göstermek için

görsel imgelere başvurmaktadır.

Julie: Bütün oda sise büründü, sense bir ocak gibisin, uzun şapkalı, karalar

giyinmiş birine benzeyen bir ocak, gözlerin ateşteki közler kadar parlak,

yüzün kül gibi soluk. Ne kadar hoş, ne kadar sıcak! Ne kadar aydınlık, ne

kadar sessiz. (Matmazel Julie, 140)

Yazar, "ocak gibisin”, "ateşteki közler kadar parlak”, "aydınlık” ve "sıcak” gibi

imgeleri kullanarak, Julie’nin gözünde, Jean’ın değişen statüsünü ve kendisi

üzerinde kurduğu baskı ve üstünlüğü okuyucuya aktarmakta ve okuyucunun

Julie’nin değişen ruh halini anlamasını sağlamaktadır.

Her iki yazar da kullandıkları imgelerle üst sınıftakilerin, alt sınıftaki

insanların psikolojileri üzerinde önemli bir baskı unsuru olduğunu ortaya

koymaktadır. Bunun sonucu olarak Woyzeck ve Marie gibi alt sınıftan olan

veya Matmazel Julie gibi alt sınıfa düşmüş bireyler bilinçsel sorunlar

yaşayarak düşünce ve davranışlarına hâkim olamazlar ve kendilerini

güçsüz, ezilmiş hissederler.

Büchner, kişilerin birbirlerine olan bakış açılarını okuyucuya aktarmak için

imgeleri kullanır. Yazar, bunu Marie’nin üst sınıftan olan Yüzbaşı ve

Astsubay’ın alt sınıftan olan Marie hakkında görüşlerini belirtmeleri sırasında

okuyucuya aktarır.

Marie: Yürü bakayım şöyle bir! Boğa gibi göğsü var, sakalı aslan yelesi gibi!

Bir kişi yok üstüne! Çatlasın bütün kadınlar. (Woyzeck, 187)

Yazar, "boğa gibi göğüs”, "aslan yelesi gibi sakal” gibi imgelerle Marie’nin

erkekleri, güçlü fizikleriyle değerlendirip, hayvandan çok da farklı görmediğini

okuyucuya anlatmaktadır. Marie aynı zamanda böyle bir erkeğe sahip

Page 79: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

79

olmayı diğer kadınlara üstünlük sağlama aracı olarak görmektedir.

Marie: Nasıl da dik tutuyor başını! Saçları kapkara, ağırlığından beli

bükülecek sanki. Ya gözleri! (Woyzeck, 186)

Yazar, "dik tutuyor başını”, "saçları kapkara” gibi imgelerle Astsubay’ın

Marie’ye duygu ve düşünceleri olan bir insandan çok fiziksel özellikleriyle ön

plana çıkan bir nesne olarak baktığını gözler önüne sermektedir.

Strindberg ise Jean’ın kendi sınıfına ve üst sınıftakilere bakış açısını,

Jean’ın, anlattığı düşte kullandığı imgelerle ortaya koymaktadır.

Jean: Gördüğüm düşte, hep karanlık bir ormanda, büyük bir ağacın altında

yatıyorumdur. Yukarılara çıkmak isterim, ağacın ta tepesine çıkıp, güneşin

aydınlattığı, ışıltılı görünüme oradan bakmak, sonra o tepede duran

yuvadaki altın yumurtaları almak. (Matmazel Julie, 107)

Yazar, "karanlık bir orman”, "büyük bir ağacın altı” gibi imgeler kullanarak

Jean’ın, kendisinin de bulunduğu alt sınıftan duyduğu huzursuzluğu ve bu

ortamdan kurtulma isteğini okuyucuya göstermektedir. "Güneşin aydınlattığı,

ışıltılı görünüm”, "altın yumurtalar” gibi zenginlik ve güzelliği belirten

imgelerle de Jean’ın, üst sınıftakilerin bulunduğu konumu şaşaalı ve üstün

olarak gördüğünü okuyucuya aktarmaktadır.

Her iki yazar da o dönemde insanların birbirlerine bakış açılarının sınıflara

göre farklılık gösterdiğini, alt sınıftaki bireylerin üst sınıfa ulaşma veya

yakınlaşma çabasında olduğunu çünkü bunu huzursuz, mutsuz oldukları

yerden ayrılmak olarak gördüklerini belirtir. Böylece her iki yazar da

toplumdaki ayrılığın daha iyi kavranabilmesi için imgelere başvurmaktadır.

Sonuç olarak; "Woyzeck” adlı eserinde Büchner’in imgeleri kullanması, sınıf

farklılıklarının ve bunun sonucunda kişilerin değişen ruh hallerinin ve

birbirlerine bakış açılarının okuyucu tarafından daha iyi anlaşılması içindir.

Strindberg ise "Matmazel Julie” adlı eserinde imgelerle, sınıflaşmanın,

karakterlerin psikolojik durumlarında ve birbirlerine bakış açılarında

meydana getirdiği değişiklikleri okuyucuya aktarır. Her iki eserde de

sınıflaşmanın toplumu birbirinden uzaklaştırdığına ve buna karşı bilinçli

olmak gerektiğine değinilmektedir. O dönemde sınıf farklılıklarının ortaya

çıkardığı ekonomik ve toplumsal sorunlar gösterilerek, okuyucunun ders

alması amaçlanmaktadır. Ortak veya farklı olarak kullanılan imgelerle iki

eserde de karakterlerin yaşadıkları sorunlar ve sınıflaşmaya bağlı olarak

olgunlaşmış veya değişmiş, duygu, davranış ve bakış açılarının okuyucunun

zihninde daha iyi canlanması amaçlanmaktadır. Böylece her iki yazar da

topluma zarar veren sınıflaşmaya karşı okuyucuda itki oluşturarak,

Page 80: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

80

okuyanların bu toplumsal eşitsizliğin bir daha yaşanmaması noktasında

bilinçlenmesini amaçlamaktadırlar.

Kaynaklar

1) Strindberg. Matmazel Julie. (Adam Yayınları)

2) Woyzeck. Georg Büchner. ( Adam Yayınları)

Page 81: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

81

Konu: "Woyzeck” ve "Matmazel Julie”de Alt Sınıf Karakterlerin Sınıf

Atlama İsteğinin Esere Katkısı

Adı - Soyadı: Hatice Deniz KARA

Sınıfı: 11-D

Numarası: 464

Georg Büchner "Woyzeck” adlı tiyatro eserinde, ezen ezilen ilişkisinden

yararlanarak bir er ve erin çevresinde gelişen olayları anlatır. Georg Büchner,

eserinde, bütün insanların eşit olduğunu ve sınıf farklılıklarının ortan

kaldırılması gerektiğini savunur. August Strindberg ise "Matmazel Julie” adlı

tiyatro eserinde, bir konağın mutfağında efendi-hizmetçi ilişkisini işler, farklı

sınıflar arasında yaşanan olayların Julie’yi ölüme sürükleyişini anlatır.

Strindberg ise sınıf farklılığına dayanan toplumsal düzenin her koşulda kendini

muhafaza ettiğini ve buna uygun hareket edenlerin ayakta kaldığını savunur.

Her iki eserde de yazarlar, kahramanların sınıf atlama isteğini işler, bu isteği

anlatılar, simgeler ve kahramanların davranışları aracılığıyla yaparlar. Alt sınıfa

mensup olan Woyzeck’te Marie, Matmazel Julie’de Jean statülerini reddeder,

bir üst sınıfa geçmeyi isterler. Bulundukları konum sebebiyle sahip

olamadıkları maddi ve manevi değerlere üst sınıfa atlayınca ulaşacaklarını

düşünürler.

Büchner, eserinde Marie’nin sınıf atlama isteğini anlatı ile verir.

Marie kendi sosyal güdülerini ve üst sınıfa olan hayranlığını tatmin etmek için

Bando Çavuşu ile ilişkiye girer. Bando Çavuşu da ona bir çift altın küpe alarak

ona değerli olduğunu hissettirir. Küpeleri deneyen Marie bir şarkı mırıldanmaya

başlar:

“Kız kepengi kilitle, Geliyor genç Çingene.

Takıp seni koluna

Götürecek yurduna

Yazar, eserin tamamında Marie’nin duygularını şarkılar ya da iç diyaloglar ile

dile getirir. Şarkıda "Çingene” diye simgelediği şahıs "Bando Çavuşu”dur.

Marie, Bando Çavuşu ile evlenip üst sınıfa yükselmek ister.

Matmazel Julie adlı eserde Strindberg, anlatı tekniğini kullanarak Jean’ın sınıf

atlama isteğini işler. Oyunda Jean’ın rüyası onun sınıfsal konumunu ve

arzularını göstermek için kullanılır.

Jean, Julie ile konuşurken ona sık sık gördüğü bir rüyayı anlatır:

Jean: Hayır. Gördüğüm düşte, hep karanlık bir ormanda, büyük bir ağacın

Page 82: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

82

altında yatıyorumdur. Yukarı çıkmak isterim, ağacın ta tepesine kadar çıkıp,

güneşin aydınlattığı, ışıltılı görünüme oradan bakmak, sonra o tepede duran

yuvadaki altın yumurtaları almak. Ha bire tırmanırım, ağacın gövdesi kalın ve

kaygandır, daha ilk dala bile ulaşamam. Ama bir kez ulaşınca, sanki merdiven

çıkar gibi ağacın tepesine kolayca varacağımı bilirim. Şimdilik o dala

ulaşamadım, ama yakında ulaşacağım, düşlerimde bile olsa.

Jean, üst sınıfa yükselmek istediğini Julie’ye anlattığı rüya ile dile getirir.

Yazar, Jean’ın rüyasını kullanarak Jean’ın en büyük amacının sınıf atlamak

olduğunu okuyucuya gösterir. Yazar, "ağaç”ı üst sınıfa ulaşabilmek için çizilmiş

bir yol olarak değerlendirir, "ağacın dalları”nı da bu yoldan geçerken

kullanacağı araçlar olarak simgeler. Ağacın tepesindeki "altın yumurtalar” ve

parlayan "güneş” Jean’ın ulaşmak istediği maddi zenginlik ve kontluk

unvanıdır.

Büchner, eserinde, Marie’nin sınıf atlama isteğini simgelerden yararlanarak da

verir.

Margret ve Marie askerlerin geçişini seyrederler. Bu sırada Margret, Marie’ye

iğneleyici sözler söyler ve onu toplumsal kuralları hiçe saymakla suçlar. Bu

konuşmalardan sonra kutsanmamış çocuğuyla yalnız kalan Marie, çocuğa

şarkı söylerken üst sınıfa çıkma isteğini dile getirir:

Sakın yulaf yemesinler,

Sakın ha su içmesinler!

Buzlu şarap olmalı, hey!

Buzlu şarap olmalı!

Eserde, "şarap” üst sınıfın içtiği bir içki olarak kullanılır. Marie bu sözleriyle "su”

yerine "şarap” içen insanlara özentisini gösterir ve orada olmak istediğini

belirtir. "Yulaf” ve "su” alt sınıfla ilişkilendirilerek Marie’nin ait olduğu sınıfa

isyanı işlenir.

Matmazel Julie’de yazar, sınıf atlama isteğini şarap ve bira simgelerini

kullanarak işler, bu simgeleri alt sınıfa kullandırarak onların üst sınıfa yükselme

isteklerini gösterir.

Jean, konağın mutfağında yemek yer, Kristin ise ona hizmet edip isteklerini

yerine getirir. Yemeğin yanına içki istediğinde Kristin’in ona bira getirir. Jean

buna tepki verir:

Jean: Yazdönümü Gecesi bira! Yo, teşekkürler! Bende daha iyisi var.

(Masanın gözünden sarı yaldızlı bir şişe kırmızı şarap çıkarır.) Görüyor musun,

sarı yaldız! Hadi şimdi bir bardak getir, ama, balon bardak olsun!

Yazar, bira ile alt sınıfı, şarap ile üst sınıfı simgeler. Kont şarabını balon

Page 83: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

83

bardakta içer. Jean’ın bira yerine kontun mahzeninden getirdiği şarabı balon

bardakta içmesi, üst sınıfı taklit ederek onlar gibi olma isteğini gösterir.

"Woyzeck”te Marie, üst sınıf bayanlara özenir. Marie kendi sınıfını

benimsemez, üst sınıfı hak ettiğini düşünür.

Marie, Bando Çavuşunun ona hediye ettiği küpeleri takıp şu sözleri söyler:

Marie: (...) Ama yine de, boylarında aynaları olan, ellerini yakışıklı beylere

öptüren kibar hanımlarınkinden daha kırmızı benim dudaklarım. Yalnızca

yoksul bir dişiyim ben! (...)

Üst sınıfa mensup kadınlardan daha çekici ve güzel olduğunu düşünür:

Marie, kendisini üst sınıf bayanlarla kıyaslar, onlardan daha çekici olduğunu

söyler. Marie dudaklarının soylu kadınlardan daha kırmızı olduğunu söyleyerek

üst sınıfta olmayı onlardan daha çok hak ettiğini belirtir, asıl eli öpülmesi

gereken bayanın kendisi olduğunu anlatır. Büchner, bu kıyaslama ile Marie’nin

üst sınıfı arzuladığını gösterir.

Strindberg, Jean’ın Julie’ye karşı söylediği sözleriyle de onun sınıf atlama

isteğini gösterir:

Jean: (...) Bir başka ülkeye gitsen yeter, bir başka cumhuriyete, uşak giysileri

de neymiş orda görün, herkes önümde eğilecek. Evet, iki büklüm eğilecek

herkes, bense dimdik ayakta. Eğilmek için yaratılmamışım ben. Aklım var,

kişiliğim var, o ilk dala bir ulaşayım nasıl tırmanıyormuşum görsünler. Bugün

bir uşağım, gelecek yıl mülk sahibi, derken on yıl içinde koca servet yığarım,

sonra ver elini Romanya, takıp takıştırır, belki de bir kont olur çıkarım.

Yazar bu konuşmasında Jean’ın üst sınıfa atlama isteğini işler, Jean’ın kont

olma arzusunu ön plana çıkartır.

Sonuç olarak eserlerde alt sınıf karakterlerin üst sınıfa hayranlığı yansıtılır.

"Woyzeck” adlı tiyatro eserinde Marie üst sınıfa yükselmeyi hayal ederek

yaşarken, "Matmazel Julie”de sınıf atlama isteği Jean tarafından dile getirilir.

Her iki yazar da eserlerinde alt sınıfa mensup karakterlerin sınıf atlama isteğini

anlatılar, simgeler ve diyaloglar aracılığıyla ortaya koyarlar. "Woyzeck”te Marie,

söylediği şarkı, içki tercihi ve üst sınıf kadınlarla kendisini kıyaslamasıyla sınıf

atlama isteğini gösterir. "Matmazel Julie”de Jean rüyası, içki ve yemek tercihi

ve konuşmalarıyla sınıf atlama isteğini dile getirir.

KAYNAKLAR

1. Strindberg, August, Matmazel Julie, İstanbul: Mitos-Boyut Yayınları, 2001

2. Büchner, Georg, Woyzeck, İstanbul: Dünya Edebiyatından Seçilmiş Kısa

Oyunlar, Adam Yayınları, 2002

Page 84: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

84

Konu: ‘Martı’ adlı tiyatroda "Hamlet”ten yapılan alıntıların "Hamlet” ve

"Martı”da kullanımlarının karşılaştırılması

Adı-Soyadı: Zülâl Arslan

No: 188

Sınıfı: 11-F

Anton Çehov, "Martı” adlı tiyatro eserinde, bir çiftlikte buluşan orta ve aydın

tabakadan insanların yaşadığı boş hayatı anlatmaktadır. Yazar, eserinde

kişisel amaçlara sahip hedefsiz insanların üretmeyen, faydasız hayatlar

yaşayacağını savunur.

Çehov, aydın sınıfın geçirdiği buhranı ve bu sınıfın toplum meselelerinden

uzak hayatını ortaya koymak için Shakespeare’in "Hamlet” adlı tiyatro

eserinden alıntı yapar. Oyun içinde oyun tekniğini kullanarak alıntılar

aracılığıyla Treplev ve Arkadina arasındaki çatışmayı verir. Eserin sonuna

göndermede bulunur.

Babasının, amcası Claidius tarafından zehirlenerek öldürüldüğünü düşünen ve

bunu açığa çıkarmaya çalışan Hamlet, eserin dördüncü perdesinde annesiyle

gittikçe ciddileşen bir konuşmaya girişir. Bu sırada Polonius, perdenin

arkasından gizlice onları dinlemektedir. Konuşma devam ederken Hamlet,

aniden kılıcını çeker ve saklanmakta olan Polonius’u öldürür. Gertrude

donakalır. Hamlet konuşmayı babasının ölümüne getirir ve annesinin

amcasıyla evlenmesindeki ihaneti yüzüne vurur:

GERTRUDE : Ah, ahh! Gözünü kan bürümüş senin, gözünü kan bürümüş!

HAMLET : Kan bürümüş ha! Pekiyi o gözler nasıldı anneciğim, Bir kralın

kanına giren kardeşiyle evlenirkenki?

GERTRUDE : Bir kralın kanına girmek mi dedin?

HAMLET : Aynen öyle dedim.

Elveda sana, paskal saraylı, şaşkın hafiye! (...)

Page 85: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

85

Ve bu erkân denen musibet olanca duygunluğa karşı,

Etrafına kapkalın bir duvar örmemişse henüz.

GERTRUDE : Ne kusur işlemişim ki ben, böyle avaz avaz Bağırıp

çağırıyorsun annenin yüzüne?

HAMLET : Öyle püften bir kusur ki,

Tevazuun o zarif, o utangaç benzini sararıp soldurur

İkiyüzlüye çıkarır erdemin adını, masum aşkın. (...)

Gökyüzünün yüzü kızarır,

Ve şu taş kalpli, vurdumduymaz külçe feleğini şaşar

Kıyamet arifesinde sanki, faltaşı gibi açılır gözleri İzlerken

o hatt-ı hareketi.

GERTRUDE : Neymiş o hatt-ı hareket,

Vebal çetellerini çentik çentik eden o deprem?

HAMLET : Önce bu resme,sonra öbürlerine bak anne!

Yanyana koy karşılıklı iki kardeşin tasvirini! (...)

Kör müydün sen, kör,

O çiçekli dağdan ayak götürüp bu bozkıra inecek,

Dikenlerle nefsini körletmeye? Ne göz varmış, sende ne göz!

Aşkla da bir ilgisi yok bunun, hem senin geçkin yaşında Kandaki

heyheyler, durulur, yatışır mâlum.

Ağır basmaya başlar akıl, ama nasıl akılmış ki o,

Akı karayı şaşırmış? Ve ne hınzır şeytanmış o Körebeye kandırıp

seni gözlerine kara çaput bağlamış! (...)

Akıl godoşluk ediyor şehvete, bundan böyle ardan,

Namustan dem vurmasın kimse!.."

Hamlet'in sert bir üslupla yaptığı suçlamalara dayanamayan Gertrude şunları

söyler:

GERTRUDE : Oğlum! Bakışlarımı ruhumun ta derinliklerine yönelttin sen Ve ben orda öyle kanlı, öyle öldürücü yaralar gördüm ki, Kurtuluş yok!"

Gertrude, bunları söylemekle, kendine itiraf edemediği hatalarının farkında

olduğunu ancak bunlardan geri dönüşün olmadığını bildirmektedir. Hamlet,

Gertrude’un bu itirafıyla yetinmez; annesine yüklenmeye, ondan hesap

sormaya devam eder:

HAMLET : Öyleyse neden kötülüğe teslim ettin kendini, Aşkı cinayetin uçurumunda aradın?"

Çehov’un "Martı” adlı eserinde Treplev, üniversite eğitimini yarıda bırakmış,

dayısının çiftliğine sığınmıştır. Bütün vaktini yazarlık çalışmalarına ayırır.

Yazdığı tiyatroyu âşık olduğu Nina oynayacaktır. Sevgilisi Trigorin’le çiftliğe

Page 86: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

86

gelen sanatçı Arkadina, oyunun başında kendi yeteneğini göstermek için

Treplev’e Gertrude’nin söylediği gibi seslenir. Treplev de Hamlet’in karşılığını

verir.

"Martı”da Arkadina ve Treplev ilişkisi "Hamlet”teki Hamlet ve Gertrude

ilişkisine benzerlik gösterir. Kahramanların babaları ölmüş, anneleri kuraldışı

bir ilişkiye girmiştir. Gertrude, kocasını öldüren kayınbiraderi Claidius ile

evlenirken, Arkadina kendisinden yaşça küçük bir yazar olan Trigorin’le

yaşamaktadır. Her iki eserde de anne-oğul arasındaki iç çatışmanın sebebini

bu kural dışı ilişkiler oluşturur. "Hamlet”in sonunda Hamlet zehirli kılıç

darbesiyle ölürken, "Martı”da Treplev intihar eder.

Hamlet’in suçlamalarından sonra Gertrude’da görülen pişmanlık “Oğlum!

Bakışlarımı ruhumun ta derinliklerine yönelttin sen. Ve ben orda öyle kanlı,

öyle öldürücü yaralar gördüm ki, Kurtuluş yok!" repliği ile verilmiştir.

Gertrude Hamlet’le yaptığı konuşmadan etkilenerek kendini sorgular.

Gertrude’un konuşmasını “Kurtuluş yok!" ile bitirmesi yaptığı hatayı fark ettiğini

göstermekle beraber olayın sonunda Gertrude ve Hamlet’in ölümlerinin

kaçınılmaz olduğunu simgeler.

Arkadina ise Trigorin ile yaşadığı kuraldışı ilişkiyi sorgulamaz. Çünkü Arkadina

yazar Trigorin’le sahip olduğu ünü korumak ve gündemde kalmak için

birliktedir. Bu birliktelikten aldığı eleştirileri önemsemez. Çünkü onun önceliği

aşk değil şöhrettir.

Arkadina’nın söylediği “Kurtuluş yok!" cümlesi, bu birliktelikten

vazgeçmeyeceğini gösterir. Gertrude’un kurtulamaması belli bir noktadan

sonra elinde değilken, Arkadina’nın kurtuluşu kendi isteğindedir. O ise iradesini

kullanmış ve oğlunun canı pahasına ilişkisinden vazgeçmemiştir.

“Kurtuluş Yok!" sözünün Treplev’e bakan yönü ise oyunun sonuna yaptığı

göndermededir. Zira Treplev’in kurtuluşunun olmadığı ve öleceği buradan

anlaşılmaktadır.

Kraliçe Gertrude, eşi ölünce kayınbiraderi ile evlenmiştir. Hamlet, annesine

“Öyleyse neden kötülüğe teslim ettin kendini" derken bu evliliği, "kötülüğe

teslim” olarak niteler. Çünkü Kraliçe, iktidar uğruna kardeşini öldüren Claidius

ile evlenmiştir. Bu söz ile Hamlet amcası Claidius’u "kötü”, yapılan evliliği

"kötülük” olarak değerlendirilir.

Treplev’in "kötü” olarak nitelendirdiği kişi, annesiyle birlikte olan yazar

Trigorin’dir. Trigorin’in kötü oluşu "Hamlet”ten farklı olarak eserin finalinde

ortaya çıkar.

Page 87: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

87

Treplev, annesiyle birlikte yaşayan Trigorin’i hem yazarlıkta hem de aşkta rakip

olarak görür. Trigorin, hikayelerinde kullanmak için genç bir kızla aşk yaşamak

ister. Bu yolda seçtiği kurban Treplev’in aşık olduğu Nina’dır. Nina, Trigorin’in

eserlerini okumuş, eserlerden etkilenmiş ve henüz görmediği bu yazara aşık

olmuştur. Trigorin’in çiftliğe gelişiyle Nina hayranı olduğu bu insanla tanışır.

Trigorin, Arkadina ile birlikte yaşamasına rağmen ilerisi için ümit vermeyeceğini

bile bile Nina’yla birlikte olur. Nina, onun peşinden kente gider. Ondan hamile

kalır, çocuğunu düşürür. Trigorin bütün bu olanlardan sonra eski ilişkilerine geri

döner ve Nina’yı terk eder. Trigorin, Nina’nın hayatını çalmıştır. Nina

konusunda Trigorin’e yenilen Treplev yazarlıkta da ona yenilir. Yazdıklarını

kendisi bile beğenmez, hâlbuki Trigorin’in belli bir hayran kitlesi vardır. Hayatta

bir türlü dikiş tutturamayan ve iki isteği olan Nina ve başarılı bir yazar olma

hayalleri suya düşen Treplev kurtuluşu ölümde bulur, intihar eder.

Trigorin, Treplev’in intiharının sebeplerinden biridir. Bütün bunların olmasının

sebebi, Arkadina’nın Trigorin ile ilişki yaşaması ve Trigorin’i Arkadina’nın

çiftliğe getirmesidir. Nina’nın mahvoluşu, Treplev’in intiharı bu "kötülüğe”

bağlanmıştır.

"Aşkı cinayetin uçurumunda arama”, "Hamlet”te Kralın cinayetine ve

Gertrude’un Claidius’a âşık olup onunla evlenmesine bağlanırken; "Martı”da

Trigorin ve Arkadina birlikteliğinin sebep olduğu ve hayattaki başarısızlıklarının

hızlandırdığı Treplev’in intiharına bir göndermedir. Okuyucuya aşkın bir

cinayete sebep olacağı hissettirilmektedir.

Sonuçta, Shakespeare bu replikleri Gertrude’un içinde bulunduğu durumu

ortaya koymak ve onun intibaha gelişini sergilemek için kullanmıştır. Çehov’un

bu iki repliği "Hamlet”ten alıntılaması Arkadina ve Treplev arasındaki ilişkiyi

göstermek, Arkadina’nın içinde bulunduğu durumu ortaya koymak ve oyunun

sonuna göndermelerde bulunmak içindir. Annesinin Trigorin ile yaşadığı

birlikteliği içine sindiremeyen Treplev’in intiharı "Kurtuluş yok!” ve "cinayet”

sözleriyle okuyucuya hissettirilmiştir. Shakespeare durum tespiti yaparken

Çehov gelecekte olacak olaylara göndermeler yapar. Aydın sınıfın geçirdiği

buhran Arkadina’nın şöhret merakı, Trigorin’in hayatları mahvedişi, Treplev’in

hayata tutunamayışı ile verilir. Bu insanlar kendi dertlerine o kadar

düşmüşlerdir ki yaşadıkları toplumda ne olup biter bilmezler. Topluma bir

faydaları da yoktur.

Page 88: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

88

Konu: "Yalnızlık” ve "Yalnızlığa Övgü” Adlı Şiirlerde, Şairlerin "Yalnızlığa

Bakışları”nın Karşılaştırılması Adı-Soyadı: Ezgi Cansu Bingöl Sınıfı: 11-F

YALNIZLIK/ Cahit Sıtkı Tarancı Geniş, siyah gölgesi hayatımı kaplayan,

Tepemde kanat germiş bir kartaldır yalnızlık.

Kalp çarpıntılarıyla günleri hesaplayan Bir benim, benim olan bir masaldır

yalnızlık.

Gördüm yapraklarımın bir bir döküldüğünü,

Baharda yaşamanın bilmedim nedir tadı.

Gemi yüzü görmeyen bir limanın hüznünü Kimsesiz gönlüm kadar hiç kimse

duymadı.

Bir ayna parçasından başka beni kim anlar,

Bir mum gibi erirken bu bitmeyen düğünde?

Bir kardeş tesellisi verir bana aynalar;

Aynalar da olmasa işim ne yeryüzünde?

YALNIZLIĞA ÖVGÜ/ Özdemir Asaf Mutluluğun gözü kördür,

Yalnızlık sağır.

Ondandır biri tökezleyerek yürür,

Öbürü uykusunda bile bağırır.

Mutluluk yalnız kendisini görür;

Unutur bu yüzden ilkin kendisini.

Yalnızlık kendi tutukluğunda özgür,

Boyuna bekler dönsün diye sesini.

Mutluluk alışır kendisine, ölümden beter;

Borçsuzluğuyla övünür, ama kedisi doğurmaz.

Yalnızlığın gidecek bir yeri yoktur;

Boyuna kapısına döner, açan olmaz.

Mutluluğun mezarları, yalnızlığın heykeli var...

Her ikisinin de saksılarında çiçek.

Biri hep başka bir renkle solar,

Öbürüyse ha açtı, ha açmayacak. İKİ FARKLI BAKIŞLA "YALNIZLIK”

Cahit Sıtkı Tarancı, "Yalnızlık” adlı eserinde bir duygu olarak ele aldığı

yalnızlığın hayatındaki etkilerini ve kendisinden götürdüklerini anlatmaktadır.

Özdemir Asaf ise "Yalnızlığa Övgü” adlı şiirinde "mutluluk” ve "yalnızlık”

kavramlarını karşılaştırarak yalnızlığı üstün konuma getirmekte, yalnızlığın

hayatına etki eden özelliklerini ortaya koyarak yalnızlığın insan hayatındaki

Page 89: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

89

yerini konumunu anlatmaktadır. Her iki şair de şiirlerine "yalnızlık” temasından

yararlanmaktadır. Şiirlerde hareket noktası olarak aynı temalar ele alınmışsa

da ulaşılmak istenen hedeflerin farklı olduğu görülmektedir.

Cahit Sıtkı Tarancı, "Yalnızlık” adlı şiirinin ilk dörtlüğünde "yalnızlığın

yaşamındaki konumuna ve yaşamındaki etkilerine” yer vermektedir:

Geniş siyah gölgesi hayatımı kaplayan, Tepemde kanat germiş bir kartaldır yalnızlık.

Kalp çarpıntılarıyla günleri hesaplayan Bir benim,

benim olan bir masaldır yalnızlık."

Şair, bu dörtlükte yalnızlığı tepesinde dönen bir kartala benzetmektedir.

Yalnızlık, şairin dünyasını bir kartalın dünyası gibi karartmakta ve

zorlaştırmaktadır. Şairin sözünü ettiği gölge için "geniş” sıfatını kullanması,

yalnızlığın hayatının her alanını kapladığını göstermektedir. Ayrıca şair "masal”

kavramını kullanarak da yaşamının tümünü, yaşamı boyunca başından

geçenleri kastetmekte, yalnızlığın hâkim olduğu günlerin çok ağır ve zor

geçtiğini anlatmaktadır.

Tarancı, şiirinin ikinci dörtlüğünde de "yalnızlığın ruh dünyasına etkilerini”

incelemektedir:

Gördüm yapraklarımın bir bir döküldüğünü, Baharda yaşamanın bilmedim nedir tadı.

Gemi yüzü görmeyen bir limanın hüznünü Kimsesiz

gönlüm kadar hiçbir gönül duymadı.

Şair bu dörtlükte kendini bir ağaca benzetmektedir. Yapraklarının dökülmesiyle

sadece gövdeden ibaret kalan bir ağaç gibi zamanla yalnız kaldığını

anlatmaktadır. Yapraklar, nasıl bir ağaç için tamamlayıcı unsursa ve yoklukları

ağacın yalnızlığına sebep oluyorsa, şair için de bu geçerlidir. Şair, yaprakların

dökülmesiyle sonbaharı kastederek hüznü, "bahar” kavramını kullanarak da

mutluluğu anlatmaktadır. Ayrıca yalnızlığına örnek olarak "gemilerin gelmediği

bir liman”ı da "yapraksız ağaçlar” gibi kullanmaktadır.

Üçüncü dörtlükte, şair yeniden yalnızlığını vurgulamaktadır:

Bir ayna parçasından başka beni kim anlar,

Bir mum gibi erirken bu bitmeyen düğünde?

Bir kardeş tesellisi verir bana aynalar;

Aynalar da olmasa işim ne yeryüzünde?

Cahit Sıtkı, "ayna” simgesini kullanarak yalnızlığını vurgulamakta, aynaya

Page 90: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

90

baktığında gördüğü kişiden, yani kendisinden başka hiç kimsesinin olmadığını

anlatmaktadır. Yalnızlığını doldurmak için sahip olduğu tek kişinin yine kendisin

olduğunu, "kardeş tesellisi” kavramını kullanarak anlatmaktadır. Şair, "düğün”le

yaşamı kastetmekte, buna "bitmeyen” sıfatını ekleyerek de zamanının çok ağır

ve zor geçtiğine tekrar vurgu yapmaktadır. Kendisini bitmeyen bir muma

benzeterek, tamamen dışında gördüğü düğüne benzeyen hayatta, mutluluktan

faydalanamadığını, bir mum gibi kendi halinde, fark edilmeden eriyip yok

olduğunu anlatmaktadır.

Özdemir Asaf, "Yalnızlığa Övgü” adlı şiirinin ilk dörtlüğünde "mutluluk” ve

"yalnızlık” kavramlarını karşılaştırmıştır:

Mutluluğun gözü kördür,

Yalnızlık sağır.

Ondandır biri tökezleyerek yürür;

Öbürü uykusunda bile bağırır.

Şair, bu dörtlükte mutluluk ve yalnızlık kavramlarına insani özellikler yükleyerek

somutlaştırmaktadır. Mutluluğa "kör” sıfatını ekleyerek tökezlemeye mahkûm

olduğunu belirtirken; yalnızlığa "sağır” sıfatını yakıştırarak sürekli bağırdığını,

sağır olanın daha güçlü göründüğünü, yani yaşamında yalnızlığın mutluluğu

yenerek daha baskın olduğunu anlatmaktadır.

İkinci dörtlükte de şair, mutluluk ve yalnızlık kavramlarının karşılaştırmaya

devam ederek yalnızlığın kendisi için daha vefalı olduğunu göstermektedir:

Mutluluk yalnız kendisini görür;

Unutur bu yüzden ilkin kendisini.

Yalnızlık kendi tutkunluğunda özgür,

Boyuna bekler dönsün diye sesini.

Özdemir Asaf, "mutluluk yalnız kendisini görür” diyerek mutlu olan bireyin

bencilce yalnız kendi mutluluğunun farkında olacağını, başkalarının durumunu

görmeyeceğini anlatmaktadır. Şaire göre, yalnızlığın durumu kabullenmiş bir

şekilde sabırla kayıp olan sesini bekleyeceğini, yani yalnız olan birinin şikâyet

etmeden ve anlayış içinde sabırla bekleyebileceğini belirtmektedir:

Şair, üçüncü dörtlükte mutluluk ve yalnızlığın özelliklerine değinmektedir:

Mutluluk alışır kendisine, ölümden beter;

Borçsuzluğuyla övünür, ama kendisi doğurmaz.

Yalnızlığın gidecek bir yeri yoktur;

Boyuna kapısına döner, açan olmaz.

Şair, bu dörtlüğün ilk iki dizesiyle mutluluğun uzak kalındığında çok zorlayıcı,

Page 91: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

91

"ölümden beter” olduğunu ve "doğurmayacağını”, yani sürekli var olmayacağını

anlatmaktadır. Son iki dizede ise mutluluğun bu durumuna karşın yalnızlığın

gidecek bir yeri olmadığını, yani kalıcı olduğunu, kolay kolay geçmeyeceğini,

istenmese de uzaklaştırılamayacağını anlatmaktadır.

Son dörtlükte, şair iki kavramı son kez karşılaştırarak önceki dörtlüklerdeki

düşüncelerini genel olarak vurgulamak istemektedir:

Mutluluğun mezarları, yalnızlığın heykeli var.

Her ikisinin de saksılarında çiçek Biri hep başka bir

renkle solar,

Öbürüyse ha açtı, ha açmayacak.

Mezara gömülenler, zamanla toprağa karışarak kaybolacaklardır. Buna

dayanarak şair, mutluluğun geçici olduğunu bir kez daha vurgulamaktadır.

Heykeller ise her zaman kalıcı yapılardır. Şair, okuyucuya bunu sunarak da

yalnızlığın kalıcı olduğunu tekrar belirtmektedir. Şair, son iki dizede ise

mutluluğun mezarındaki saksıların içindeki çiçekler için "biri hep başka bir

renkte solar” diyerek mutluluğun her an kötü sonuçlar doğurarak çekip

gidebileceğini

anlatırken; yalnızlığın heykellerinin saksılarındaki çiçekler için "ha açtı ha

açmayacak” diyerek, yalnızlığın sürekli bir bekleyiş gerektirdiğini, sabır

istediğini vurgulamaktadır.

Sonuç olarak; her iki şair de "yalnızlık” temasından yararlanarak yalnızlığın

hayatlarındaki yeri ve hayatlarına etkilerini anlatmışlardır. Cahit Sıtkı

Tarancı "Yalnızlık” adlı şiirinde yalnızlığın hayatındaki etkilerini bilhassa

olumsuz yönleriyle ele alırken, Özdemir Asaf "Yalnızlığa Övgü” adlı

şiirinde yalnızlığı mutluluğa kıyasla kendine daha yakın bulduğunu

anlatmaktadır.

Page 92: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

92

Konu: Şeyh Bedrettin Destanı’nın On Dördüncü Bölümü Üzerine Bir Tahlil

Adı-Soyadı: Pınar Ulutaş

No: 267 Sınıfı: 10-D

ŞEYH BEDRETTİN DESTANI (14. Bölüm) / Nazım Hikmet

Yağmur çiseliyor

korkarak yavaş

sesle

bir ihanet konuşması gibi

Yağmur çiseliyor

beyaz ve çıplak mürted ayaklarının ıslak ve karanlık toprağın üstünde koşması gibi

Yağmur çiseliyor Serez’in esnaf

çarşısında bir bakırcı dükkanının

karşısında Bedreddinim bir ağaca

asılı

Yağmur çiseliyor

gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir

ve yağmurda ıslanan yapraksız dalda

sallanan şeyhimin çırılçıplak etidir.

Yağmur çiseliyor

Serez çarşısı

dilsiz Serez

çarşısı kör

havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü ve

Page 93: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

93

Serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü

Yağmur çiseliyor

Nazım Hikmet, Şeyh Bedreddin Destanı’nın ‘Yağmur Çiseliyor’ ile başlayan

on dördüncü bölümde, Şeyh Bedreddin’in idamının, kendi ruh âlemindeki ve

çarşıdaki etkilerini anlatmaktadır.

Şeyh Bedreddin, Osmanlı Devleti’nde Fetret Devri’ne denk gelen dönemde

yaşamıştır. Özgürlük ve eşitliğe dayalı bir yönetim anlayışının gerekli olduğuna

inanmış, bu düşüncesiyle Nazım Hikmet tarafından komünizmin öncüsü olarak

görülmüştür. Nazım Hikmet de devrimci kişiliği dolayısıyla Bedreddin’i

kendisine örnek alır.

Şiir "Yağmur Çiseliyor’ dizesiyle başlamakta ve bu dize şiirin farklı yerlerinde

birçok değişik anlamda kullanılmaktadır. Buna mukabil bir tek anlamı şiir

boyunca değişmemiştir. Şair ‘yağmur çiseliyor’ diyerek kendi ruh dünyasını

yansıtmıştır. Yağmurun çiselemesi şairin hüznünün şiirdeki görüntüsüdür.

Fakat neden yağmur yağmıyor da çiseliyor, sorusu akla gelmektedir. Zira

yağmurun yağması şairin üzüntüsünü daha iyi betimleyebilir. Burada Şeyh

Bedreddin’in idam edildiği dönem dikkate alındığında halkın olaylardan

haberdar olmadığı, hissetse bile ‘farkında’ olmadığı görülmektedir. Yağmurun

çiselemesi de buna benzer. Eğer içerideyseniz dışarıda çiseleyen yağmurun

farkına varamazsınız. Dışarıdaysanız ve yağmur yüzünüze çarpıyorsa, ancak o

zaman durumun farkına varırsınız. Şair de dışarıda olan ve durumun farkına

varan nadir insanlardan biridir. Bu yüzden üzüntüsünü belli belirsiz bir

çiselemeyle ifade etmektedir. Zaten,

Yağmur çiseliyor korkarak yavaş sesle bir ihanet konuşması gibi

derken de bunu kasteder. Yağmurun çiselemesini, korkarak yavaş sesle

yapılan bir ihanet konuşması gibi addetmesi, onun gizliliğindendir. Bilindiği

üzere ihanet konuşması açıktan açığa yapılmaz ve ancak çok güvenilen,

savunulan fikirleri anladığı düşünülen insanlara yapılır. Şair, o ihanet

konuşmasını duyan bir insan olması sebebiyle Şeyh Bedreddin’i ‘anladığını’

gösterir. Ve belki de bu yüzden çiseleyen yağmuru sırf yüzünde, gözlerinde

değil; kalbinde de hissetmektedir:

Yağmur çiseliyor

beyaz ve çıplak mürted ayaklarının

ıslak ve karanlık toprağın üstünde koşması gibi

Şiirin bu ikinci bölümünde ‘mürted’ kelimesi göze çarpmaktadır. Mürted, Arapça

Page 94: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

94

inkâr eden anlamına gelir. Dini terminolojide İslam dininden çıkmış anlamında

kullanılır. ‘Beyaz ve çıplak mürted ayaklarının/ ıslak ve karanlık toprağın

üstünde koşması’ ve ‘yağmurun çiselemesi’ birbirine benzetilmiştir. Yağmur

çiselerken toprakta iz bırakmaz ama toprağı derinden derine ıslatır. ‘Çıplak’

ayakla toprağın üzerinde koşmak da aynıdır. Toprakta iz bırakmaz. Şeyh

Bedreddin’in aykırı düşünceleri çiseleyen bir yağmur gibi alttan alta yayılır,

etkileri ise derindendir.

Yağmur çiseliyor Serez’in esnaf

çarşısında bir bakırcı dükkanının

karşısında Bedreddinim bir ağaca

asılı

Şiirin bu bölümünde, Şeyh Bedreddin’in idamı anlatılmaktadır. ‘Bedreddinim bir

ağaca asılı’ derken kullandığı ağaç kelimesi darağacı anlamında kullanılmıştır.

Şeyh Bedreddin düşüncelerinden ve çıkardığı isyandan dolayı Serez

Çarşısı’nda asılmıştır:

Yağmur çiseliyor

gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir ve

yağmurda ıslanan yapraksız dalda

sallanan şeyhimin çırılçıplak etidir.

Şair bu bölümde adeta idam sahnesini gözler önünde canlandırmaya

çalışmıştır. ‘Gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir’ derken kullanılan ‘geç’ ve

‘yıldızsız’ kelimeleri ortama uygundur. Bilindiği gibi idamlar genelde gecenin

geç saatlerinde gerçekleşir. Mahkûm uykunun en sakin yerinde, halkın

uyuduğu vakitte uyandırılır ve darağacına götürülür. Gecenin ‘yıldızsız’

olmasıyla içinde bulunulan durumun kötülüğünü, karanlığını ifade eder. İnsan

ölene kadar her an, içinde bir ümit ışığı taşır. Oysa Bedreddin artık idam

edilmiştir. Ve onun böyle bir şansı yoktur. ‘Yapraksız dal’ ifadesi darağacını

temsilen kullanılmıştır. ‘Şeyhimin çırılçıplak etidir’ derken onun maddi boyuttaki

çıplaklığı söz konusu değildir. Burada şairin anlatmak istediği kefeni olmaması

dolayısıyla çıplaklığıdır. Ayrıca bu insan bir şeyhtir ve bu dönemde şeyhler

saygı görürler. Yani öldüğünde tabutunun omuzlar üstünde taşınmaması,

bedeninin bir darağacında sallanmasıdır çıplaklığı ya da üzerini örtecek toprağı

bile olmaması...

Yağmur çiseliyor

Serez çarşısı dilsiz

Serez çarşısı kör

havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü ve

Serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü

Page 95: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

95

yağmur çiseliyor

Şair bu bölümde ‘Serez Çarşısı’nı olaya tanık olması sebebiyle kullanmıştır.

Serez Çarşısı’na dilsiz ve kör sıfatlarını yakıştırmasıysa olaya tepkisinden

dolayıdır. Aslında herkes bu olay nedeniyle hüzünlüdür ama kimse

konuşamaz. Görür ama görmez. Çünkü konuşanın, görenin sonu karşılarında

duruyordur. ‘Ve Serez Çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü’ dizesi de utancı

anlatır. Herkes savunduğu fikir uğruna ölecek kadar cesur değildir. Ve

karşılarında böyle bir insan, yani hangi fikirden olursa olsun düşündükleri adına

ölümü bile göze alan bir insan görünce utanırlar. Ve yağmur hem üzüntüden,

hem utançtan, hem de böylesine kara bir lekeyi temizlemek adına çiselemeye

devam eder.

Page 96: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

96

Konu: Kawafis’in ‘Şehir’ Şiiri Üzerine Bir İnceleme

Adı-Soyadı: Çağrı Güzel

No:

Sınıfı: 11-D

Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim,” dedin,

bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet.

her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya;

bir ceset gibi - gömülü kalbim.

aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?

yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,

kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,

boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede.”

Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.

Bu şehir arkandan gelecektir. Sen gene aynı sokaklarda

dolaşacaksın. Aynı mahallede kocayacaksın; aynı evlerde kır

düşecek saçlarına.

Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda. Başka bir şey umma.

Bineceğin gemi yok, çıkacağın yol yok.

Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,

Öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de.

Kawafis "Şehir" adlı şiirinde bireyin yaşadığı hayal kırıklıkları karşısında

bulunduğu ülkeden uzaklaşmayı seçmesi ve bunun sonucunda yaşadığı

mekânı değiştirmekle beraber yaşamını değiştiremeyeceğini konu edinmiştir.

Yazar eserde insanların nereye giderlerse gitsin, geçmişlerini de beraberinde

götüreceklerini ve benliklerinden kurtulmanın imkânsız olduğu tezini ortaya

koymaktadır.

Şiir, şekilsel olarak iki bölümden meydana gelmiştir. Bu bölümler sekizer

dizeden oluşmaktadır. Dizeler kendi aralarında kafiyeli değildir. Şiir serbest

ölçüyle kaleme alınmıştır. Şair, mısra aralarında açıklayıcı söz kullanmıştır.

Kendisini ikinci bir şahıs olarak görüp kendisine seslenmektedir. Anlamsal

olarak ele alındığında ise ikinci bölüm birinci bölümün devamı niteliğindedir ve

aralarında anlamsal bir bütünlük vardır. Şiirde konuşmalara yer verilmiştir.

Eserde iki anlatıcı vardır. İlk kıtada bireyin kaçışının nedenini anlatmaktadır.

İkinci bölümde ise anlatıcı değişmiş ve bireyin sahip olduğu duyguların,

düşüncelerin temelsiz olduğu vurgulanmaktadır. "Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya;”

Yazar ifadesiyle birey olarak yanlış anlaşılmışlığı vurgulamaktadır. Bireyi göçe

zorlayan temel unsur duygularını ifade edemeyişidir. Toplum bireyi yanlış

Page 97: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

97

anlamakta ve yargılarıyla bireyi çıkmaza sürüklemektedir. "-bir ceset gibi-

gömülü kalbim-" ifadesiyle ceset ve kalp kavramları bireyin duygusal olarak bir

durgunluk yaşadığını açıklamaktadır.

"Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?” sorusuyla birey kendine

sorular yöneltmekte ancak cevabını kendisi de verememektedir ve gidişini bir

nedene bağlamaya çalışmaktadır.

"kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün ” ifadesiyle yaşamış olduğu kötü

günlerin bulunduğu ortamda meydana geldiği ve bunların yaşamında derin

yaralar açtığını vurgulamış, bulunduğu ortamın kendisine bir şeyler

katmadığını ifade etmiştir. "Boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede." ifadesiyle

bu düşüncesini pekiştirmektedir.

Eserin ikinci bölümde birinci bölümün cevabı niteliğindedir. Yazarın asıl

anlatmak istediği düşünce bu kıtadadır. "Yeni ülke bulamazsın, başka bir deniz

bulamazsın” " Bu şehir arkandan gelecektir. Sen gene aynı sokaklarda

dolaşacaksın.” Dizeleriyle yazar kaçışın bir şey ifade etmediğini anıların her an

beraberinde olacağını sokakların bile yabancılığının farkına varamayacağını

ifade etmiştir. "Bineceğin gemi yok, çıkacağın yol yok” dizesi çıkış yolunun

bulunmadığını, gemi ve yol kavramıyla betimlemiştir. Gemi ve yol yolculuğu

uzakları sembolize eder. Şair, uzaklara gitmek istemekte ancak kendinden

kaçamamaktadır. Çünkü anıları buna izin vermemektedir.”Ömrünü nasıl

tükettiysen burada, bu köşecikte, Öyle tükettin demektir yeryüzünde de.”

Dizeleri ise yine aynı düşünce etrafında şekillenmekte ve bölge kavramını

ortadan kaldırmaktadır. Gidilen bölge bir şey ifade etmemektedir. Önemli olan

yaşanmışlıktır. Anıların yollarla silinemeyeceği, unutmak için kaçmanın

anlamsız olduğu vurgulanmıştır.

Şair, hayal kırıklığı yaşamakta ve mücadele edecek gücü kendisinde

bulamamaktadır. Bunu sık sık tekrarladığı kelimelerle vurgular.

‘ Boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede’

‘Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte’

‘Öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de’

Şair, ruhunun bitmişliğini ‘tükenmek’ kelimesiyle ifade eder.

Şiirde mekândan kaçmak vurgulandığı için şehir, ülke, mahalle kelimelerini

kullanır.

Kawafis, "Şehir” şiirini mekân olarak iki bölüme ayırmış, bunun sonucunda ayrı

iki kavram ortaya çıkmıştır. Birini şehir kavramı yaşanmışlığı anlatmakta ve bu

şehirde bireyin anıları yer almaktadır. Diğer şehir kavramı mekânsal olarak ele

alınmış bu kavram sadece uzaklığı belirtmekte ve mana olarak bir duyguyu

ifade edememektedir. Bu kavram etrafında şair insanların mekânsal olarak bir

ayrılık düşüncesini yerine getirseler de; yaşanmış olanın her zaman onlarla

geleceği tezine vurgu yapmıştır.

Page 98: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

YALNIZLIK İÇİNDE ÜÇ PORTRE

98

Sanatçı kimdir? Sanatçı sadece ansiklopedik bir deha değildir. Aynı

zamanda kendi konularıyla, kendi dünyasını kuran, kendi yerçekimi

kanunlarını var edendir. Eserlerindeki her kişiye, her olaya, her duyguya,

kendi damgasını vuran, içimize güçlü bir şekilde sızan kişidir. Her sanatçının

kendisine ait bir alanı vardır. Ahmet Haşim, Dostoyevski ya da Kafka sadece

bireyin veya insanlığın dünyasını anlatmazlar, aynı zamanda kendi

dünyalarını da ifade ederler. Çünkü her sanatçı kişiliğiyle, yaşadığı çevreyle

ve eserleriyle bütündür. Eserlerindeki kişiler sanatçıların sözcüleridir. Satır

aralarında sanatçıyı görürüz, sanatçı yazdığı her mısranın, her cümlenin

içine sızmıştır. Kullandığı her kelime, bizi eserin arkasındaki gizli kahramana

götürür.

Bir eseri ele aldığımızda sanatçının ruh dünyasını da tanımamız gerekir.

Çünkü eseri anlamadaki en büyük rehberimiz, sanatçının ruh dünyası,

kişiliği, ailesi, yetiştiği çevredir. Karmaşık gibi görünen sanatçıların

yaşamlarına baktığımızda, aslında onların karmaşık olmadıklarını sadece

kendilerini ifade edemediklerini görürüz. Yazın hayatına damgalarını vuran

Kafka, Ahmet Haşim, Dostoyevski bu sanatçılardan yalnızca birkaç tanesi.

Belli bir duygudan yoksun olan kişilerin bu eksikliklerini gidermek için diğer

duyguları geliştirdikleri bilinir. Kafka’nın edebiyat yaklaşımına ve ifade

yeteneğine katkıda bulunan ögelerden biri konuşmayı sevmemesi ve ifade

etme yeteneğinin kısıtlı oluşudur. Konuşma konusundaki sıkıntısını ‘Dava’

yazarı Kafka şöyle ifade eder: “Konuşmak doğama aykırı. Söylediğim her

şey bana göre yanlış. Bana göre konuşmak söylediğim her şeyin ciddiyetini

ve önemi ortadan kaldırıyor. Bana göre başka türlü olmak olanaksız, çünkü

konuşma binlerce dış faktörden ve kısıtlamadan etkileniyor. Yazmak benim

için tek doğru ifade etme biçimi."

Kafka, hukuk öğrenimi görmüştür. Eserlerinde sürekli savlar ve karşı savlar

ortaya koyar. Bunda aldığı eğitimin yeri büyüktür. Özellikle1919 yılında

babasına yazdığı mektupta bu açıkça görülür. Bu mektupla yıllarca babasına

karşı beslediği duygularını, düşüncelerini açıklar. Bir nevi ömrü boyunca

konuşmak isteyip de konuşamadıklarının savunmasını yapar. Daha sonra

yazacağı” Yargı” adlı hikayeye bu durum mektup ilham kaynağı olacaktır.

19. yüzyılın Rus dehası Dostoyevski de tıpkı Kafka gibi konuşmaktan

hoşlanmayan insanlarla iletişim kuramayan birisidir. Yalnızdır. "Delikanlı”

adlı romanında şöyle der: “Hiçbir topluma alışık değildim. Okulda dostlarım

vardı ama çok azdı bu dostlarım. Kendim için bir köşe yaptım ve orada

yaşadım."

Göller Saatleri şairi Ahmet Haşim de hayatı boyunca yalnızlığı seçen

sanatçılardandır. Haşim’in çocukluğu Dicle nehrinin kıyısında yaptığı yalnız

Page 99: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

99

yürüyüşlerle geçmiştir. Annesiyle birlikte kendisini dış dünyaya kapatmıştır.

Annesini kaybettikten sonra da durum değişmeyecektir. Bağdat’tan

İstanbul’a geldikten sonra Galatasaray Sultanisi’ne gitmiş ancak hiçbir

zaman okuldaki öğrencilerle kaynaşamamış tıpkı Dostoyevski Kafka gibi

kendine ait bir köşe yapmış ve hayatı boyunca o köşede yaşamaya devam

etmiştir.

Sanatçıların hayatlarındaki bazı olaylar birer dönüm noktasıdır. Ahmet

Haşim’in ‘O’ adlı şiirinde ‘mah’ dediği kişi Dicle nehri kıyısında akşamları

beraber yürüyüş yaptığı ve daha sonra bir sonbahar akşamında kaybettiği

annesinden başkası değildir ya da Kafka’nın ‘Dava’ adlı romanında yaptığı

savunma, ayrıldığı nişanlısı Felice’ye yaptığı savunma konuşmasından

başka bir şey değildir. Dostoyevski’nin ‘Budala’ adlı romanında Prens

Mişkin: “Geceleyin haydutların eline düşüp öldürülen kimse son ana kadar

kurtulacağı umuduyla yaşar. Ama bizde çok daha kolaylaştıran bu son

umudu esirgerler insandan. Ortada bir hüküm vardır. Bu hükme muhakkak

uyulacaktır. İşte bu acıların en büyüğüdür. Savaş sırasında bir askeri getirip

topun karşısına dikin ateş ederken bile kurtuluş ümidi taşır fakat aynı askere

kesinleşmiş bir hükmü okuyun ya aklını oynatacak ya da ağlayacaktır. Öyle

bir adam düşünün ki kendisine ölüm karar okunduktan sonra hadi git

bağışlandın diyerek salıverilmiş olsun. Hayır insanlara böyle

davranılmamalıdır." derken aslında yazarın idama mahkum oluşu ve son

anda affedilişini hatırlatır.

Bu üç sanatçının kişiliğinin gelişmesinde ve eserlerinin oluşmasında

babalarıyla olan ilişkileri etkili olmuştur. Üç sanatçının babası da baskındır,

otoriterdir. Kafka’nın "Yargı” adlı öyküsü ile babasına yazdığı mektup

okunduğunda eserlerindeki baba imgesi net bir şekilde ortaya çıkar.

Kafka’nın eserlerinde bazen babası onu engelleyen bir bürokrat bazen onu

şekillendirmeye çalışan bir dayı olarak karşımıza çıkar. Yazar baba

otoritesine her zaman karşı çıkmaya çalışır. Kafka babasına “Neden her

zamanki gibi senden korkmayı sürdürdüğümü yakınlarda bana sormuştun.

Her zaman olduğu gibi bu soruya yanıt bulamadım. Buna kısmen senden

korkmam kısmen de bu korkunun nedenlerini açıklamak için girmem

gereken ayrıntıları seninle konuşurken aklımda tutamama neden oldu. Şimdi

yanıtı yazarak vermeye çalışırsam yine de tam bir açıklama yapamam çünkü

yazarak bile bu korku ve bunun sonuçları seninle olan ilişkimi güçlendiriyor

ve durumun etkisiyle belleğim zayıflıyor mantık yürütme gücüm azalıyor.”

der. Suç ve Ceza yazarı da babasıyla hiçbir zaman baba-oğul ilişkisini

yaşayamam ıştır. Çoğu zaman babasının ölmesini arzulamıştır. ”Karamazov

Kardeşler” adlı romanın kahramanı Ivan’ın konuşmalarından Dostoyevski’nin

bu arzusu anlaşılır. Ivan da tıpkı Dostoyevski gibi babasına hınç duyup

Page 100: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

100

ölmesini arzular.

Kenan Akyüz, Ahmet Haşim’in Bağdat’taki çevresini ve çocukluk dönemini

ayrıntılı olarak şöyle değerlendirir: “Şefkate şiddetle muhtaç olan küçücük

varlığı, babasının sertliği karşısında sadece bir annenin kırık kanatlarına

sığınır.”

Anne imgelemi üç sanatçıda da etkin değildir. Aile içerisinde baba baskın,

anne ise zayıf siliktir. Haşim’in annesi verem hastasıdır. Dicle’nin kıyısında

Haşim annesi ile gölgeler gibi sessiz dolaşır. Anne bütün sevgisini oğluna

vermiştir. Dostoyevski’nin annesi sıradan bir Rus köylüsüdür. Babası ise

soylu bir ailedendir. Hayatları boyunca bu zıtlık ailede hâkim olur ve

annesinin söz hakkı hiçbir zaman olmaz. Kafka ise annesinden de

babasından da nefret eder. Kafka “Aileme söylediğim veya onların bana

söylediği her söz benim için kolaylıkla ayağıma takılabilecek bir engel

oluşturuyor. Yine de ebeveynlerimden türedim onlarla ve kardeşlerimle kan

bağım var. Bazen bu kan bağım nefretimin hedefi oluyor." der. Üçünde de

mutlu bir aile yaşantısını göremeyiz. Bu onların özel yaşantılarını ve

eserlerindeki aileye bakış açılarını etkilemiştir.

Tezatlıklar, aşırılıklar... Haşim’in küçükken öksüz kalması daha sonra

yabancı çevrelere girmesi, kendisini çirkin bulması, kendisine güvenin

olmaması, ondaki tezatlıkları aşırılıkları arttırır. Suç ve Ceza’daki

Marmeladov içki parasını bulabilmek için nasıl karısının çoraplarını aşırırsa,

Dostoyevski de rulet oynayabilmek için karısının çamaşırlarını satar. Hayatı

boyunca kumar tutkusunun esiri olur. Çöller şairi Ahmet Haşim’in kendisini

aşırı derecede çirkin bulması, üzüntüsünün ve kendisine olan güvensizliğin

başlıca nedeni olur. ‘Başım’ adlı şiirde kendisini aynada bir şekle koymaya

çalıştığını ancak bunu başaramayınca başını kesip atmak istediğini ifade

eder.

Kaçış... Haşim, kendisini her zaman için çevresi tarafından kabul

görmediğini düşünür ve hiç kimsenin giremeyeceği bir dünya yaratmaktan

başka çare bulamamış mavi gölgeli "O Belde”ye kaçmak ister. İnsan

olmaktansa göllerde bir kamış olmak ister.

‘Akşam, yine akşam, yine akşam

Göllerde bu dem bir kamış olsam’

Kafka "Dönüşüm” adlı romanında Gregor Samsa bir sabah uyandığında bir

böceğe dönüştüğünü görür. Gregor Samsa, böcek olduğu için çevresi hatta

ailesi tarafından dışlanır. Kabul görmez, kendisini ifade edemez. "Şato” adlı

romanda kahraman bir şatoya ulaşmak ister ancak bu bilinmeyen şatoya bir

türlü ulaşamaz. Tıpkı Haşim’in ulaşamadığı "O Belde” gibi.

Page 101: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

101

Nasıl ki Haşim’in ırkı, dili, kültürü onun hem yaşamını hem sanatını

etkilemişse Kafka’nın da Alman toplumunda Çekli bir Yahudi olması onu

derinden etkilemiştir. Haşim’e okul arkadaşları tarafından "Arap” denilerek

alay edilmesi, Kafka’nın Alman toplumunda Çekli bir Yahudi olduğu için

dışlanması onları bulundukları toplumdan ayırmış, onları sinirli, karamsar,

çelişkili kişiliklere sahip insanlar yapmıştır. Haşim’in yalnızlığını "Akşamlar”

adlı şiirinde tanık oluruz. ”Bir Günün Sonunda Arzu” adlı şiirin başında gülleri

tasvir ettikten sonra bendi "gün doğdu yazık arkalarında” diyerek bitirir.

Seher vakti dahi onda hüzünlüdür.

‘ Bir gamlı hazanın seherinde’

Şiirlerinde mutluluktan, canlı tasvirlerden, renklerden söz etmek mümkün

değildir. Daima alacakaranlıklar, sonbahar, akşam, kızıllık vardır. Tıpkı

Dostoyevski’de, Kafka’da olduğu gibi. Hem Kafka’nın hem Dostoyevski’nin

romanlarında aydınlık, umut, mutluluk kavramlarından söz edemeyiz. Gece,

karanlık, yağmur, bulutlu gökyüzü. Kahramanları hiçbir zaman huzura

kavuşamazlar daima sinirlidirler. Kendileriyle, toplumla çatışırlar, kendilerini

suçlarlar, bir yanardağdan çıkan lavlar gibidirler. Trajik oyunun

başkahramanlarıdırlar. Kafka’nın eserleri bizi düşler alemine çeker. Kimi

zaman hayvanları konuşturur, kimi zaman kendisi hayvan olur, kimi zaman

da hayvana dönüşür. Bazen ulaşılmayan şatolar, yargıçlar, insanlar vardır.

Kahramanları sürekli olarak düzenle çatışıp ve yakınları tarafından itilip

kakılmakta ve sürekli bir yaşam mücadelesi vermektedirler. Aslında biraz

derinden incelediğimizde bu bir var oluş mücadelesidir Kafka’nın

mücadelesidir.. Tutarsızlardır, sorular sorarlar ancak cevaplarını alamazlar,

çaresizdirler. Kafka’nın ”Dava” adlı romanında Gregor Samsa, böceğe

dönüştüğünde çaresizce bir çözüm arar, ancak bulamaz. Gregor Samsa,

perde arkasındaki Kafka’dır. Suç ve Ceza’daki Mermeladov: “Bir insanın

gidecek hiçbir yerinin olmamasının ne demek olduğunu bilir misin?" derken

Dostoyevski’nin kendisidir.

Üç farklı millete ait olan bu sanatçılar için ortak kullanacağımız kelimeler:

Gece, kaçış, yalnızlık, mutsuzluk, kendini ifade edememe ve hüzün. Bir diğer

ortak noktaları ise eserlerindeki her kişiye, her olaya her tasvire kendi

varlıklarının damgasını vurmalarıdır.

Sibel BAYRAM Türk

Dili ve Edebiyatı Öğrt.

Page 102: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro
Page 103: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

103

YARATICI YAZI

Page 104: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

104

Konu: "Asiye Nasıl Kurtulur” Oyununun Baş Kahramanı Asiye’nin Erkeklere

Page 105: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

105

Nutku

ASİYE’NİN ERKEKLERE NUTKU!

Pek Saygıdeğer (!) Erkek Milleti!

Burada toplanmamızın sebebi ne bir izdivaç ne de bir bayram. Tüm kadınlar

adına yargılamaya geldim sizi. Ağırlığının farkında bile olmadığınız, küçük

sandığınız ve insanı umursamaksızın işlediğiniz suçlar için.

Siz erkekler, yapınız gereği güce odaklısınız. Maddi güç, sosyal güç, cinsel

güç. Bunları Elinizde tutmaktır sizin için başarı ve mutluluk. Lakin bu hırslı ve

yıkıcı yapınızı dengelenmek durumunda. Bu görevi kadınındır. Sizin sert

yanlarınızı törpüler, yıktığınızı yapar, kirlettiğinizi temizlerler. Sizi daha güzel

görünmek zorunda bırakırlar. Bu görevi kimi anneniz, kimi ablanız, kimi de

sevgiliniz ya da karınız olarak yerine getirir. O rollerin arasında siz

göremezsiniz ki bir müddet sonra amaçlarınız dolaylı olarak onlar olmuştur.

Düşünün, bugün kadınlar dünyayı terk etse ne olur? İlk saat: Yokluklarını fark etmezsiniz.

İlk gün: Fark eder ve özgürlüğün tadını çıkartmaya başlarsınız. İlk hafta:

İşler oldukça keyifli gitmektedir. Çalışmayı bırakmış ve tamamen bedensel

ihtiyaçlarınızı giderme üzerine kurulu eğlencelere yoğunlaşmışsınızdır.

İlk ay: İşler tatsızlaşmaya başlar. Temizlik; her yere, her şeye ve hepinize

uzak bir kavram halini almıştır. Eğlenceleriniz sizi tatmin etmekten

uzaklaşmaya başlar ve sıkılırsınız. Daha da beteri, kadınları özlemeye

başlamışsınızdır.

İlk yıl: Artık birbirinizin kafasına taş vurur hale gelmişsinizdir. Yaşayış ve

görüntü olarak hayvanlaşma başlamıştır. Üçüncü Dünya Savaşı, taş ve

sopalarla yapılır.

Bunu deneyemeyiz elbette. Ama illa ki bir şeylerin kıymetini, kaybettiğinizde

mi anlamanız gerekli?

Ya hal böyleyken sizin yaptığınız nedir? Artık gazeteler tecavüz

haberlerinden geçilmiyor, yakında ekonomi sayfasına da sıçrayacak.

Kadınlarımız evinden işine, işinden evine taciz edilmeden gidemiyor.

Saat dokuzdan sonra sokak onlara yasak. Caddeler eşkıyalarınıza kalmış.

Bunlardır sizin eseriniz işte. Ki bunlar sadece tanımadıklarınıza

yaptıklarınızdır. Kimi kadınlar var, eşleri çalışmalarına, hatta bazısının

sokağa çıkmasına yasak koyuyor. Orada bir başka kadın zorla çalıştırılıyor.

Bir başka kız, ahlakı bozulur diye okula gönderilmiyor. Okula giden kız,

ağabeyinden sokak ortasında dayak yiyor, yaka paça sürükleniyor.

Page 106: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

106

Sürükleyin! Nereye kadar?

Siz erkekler, empatiden yoksunsunuz. Taciz edilmenin, et olarak görülmenin

rezilliğini asla anlayamayacaksınız. Annelik duygusunu

anlayamayacaksınız. Cinsiyetinizden dolayı mahrum olduğunuz tek yer

kadınlar tuvaleti olacak. Acaba anlayamadığınızı yok etme huyunuzdan

mıdır bu muamele?

Ne istiyoruz biz? Söyleyeyim.

Bir kadın da kendi eşini seçebilmeli.

Bir kadın da istismar edilmeksizin istediği işte çalışabilmeli.

Bir kadın da kendi hayatıyla ilgili seçimleri yapabilmeli.

Bir kadın, bedeninin sınırları içine itilmemeli. Hayattan, özgürlüklerinden,

hislerinden, haysiyetinden mahrum edilmemeli.

Şu sözde insan hakları artık sözde olmaktan çıkmalı. Sadece erkeklere

işlememeli.

Vesaire vesaire. İşin özü bellidir. Eşitlik, saygı, vefa! Bunları istiyoruz. Çok

mudur?

Gelelim hükmünüze. Mahkûm ediyoruz sizi. ‘Erkekler Dünyası’ diyerek kendi

ellerinizle yarattığınız yere mahkûm ediyoruz. Sevgi ve saygıdan

yoksunlaşan yere.

Hırs ve öfkeyle dönen düzene.

Kendinizi yalnızlaştırdığınız evlere.

Aldattığınız karılarınızla paylaştığınız döşeklere.

Parayla satın alınabilen aşklara.

Çürümüş inançlara.

Nezaket, ihtiyat ve dengeden yoksun her şeye.

Bu dünya, anlayanadır.

Cezası da anlayana.

Şimdi dağılın ve yeni kelepçelerinizle devam edin hayatlarınıza.

Solitaire

Page 107: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

107

Konu: Murathan Mungan’ın Mahmud ile Yezida Oyununun

Kahramanlarından Havas Ağa ile Röportaj

Hazırlayan:

Hasan Turunçkapı Hazırlık-C Ayşe Büşra Sarıcan 11-D

Havas Ağa, bu ağalık size nereden geliyor?

Bana babamdan kalmış, ona da babasından. Üç kuşaktır ağalık bizde.

Havas Ağa, bataklığı kurutacak kadar gözünüzü karartan, cesaretlendiren

neydi?

Bu sene buralara hiç yağmur yağmadı, hiç ekin yetişmedi. Kapımızda onca

adam besleriz biz, bunları nasıl doyuracağız? Derken aklımıza bataklık

geldi. Bataklık son çaredir, dedik. Ne yapalım bizde köyümüz için her şeyi

yaparız. Ağalık vicdandan feragattir. Biz de kuruttuk bataklığı.

Havas Ağa, Yezidiler ile konuşmak varken niye köyü dairelediniz?

Arada bin yıllık nefret vardır. Hiç bir Müslüman, Yezidi’yi sevmez. Törelerin

Page 108: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

108

bin yılda bir değiştiği bu toprakta yeni bir iş için elbet kan dökülecektir. Kan

dökmek bu işin neticesidir. Bunun önü tutulmaz. Zaten konuşsaydık bile

onlar bize bataklığı vermeyeceklerdi. Çünkü bataklık onların kalesidir,

hendeğidir. Müslümanlardan ve tüm tehlikelerden uzak tutar onları.

Hem de o köyün ağası Deli Miro’dur. Bütün ataları eski köy baskınlarında

kesilmiş dedeleri diri diri gömülmüştür. Bacısı kaçırılmıştır. O töresine en

sahip ağadır. Hayatta vermezdi o bataklığı.

Havas Ağa, Mahmud ile Yezida’dan haberiniz var mıydı?

Yoktu. Son zamanlarda Mahmud‘un aklı dumanlıydı. Fakat sebebini

sormadık. Zaten annesi, ağabeyi de bilmiyormuş. Onların haberi yoksa ben

nerden bileyim? Başka birini sevdiğinden de şüphelenmedim değil, çünkü

ben onu bataklığın emniyeti için Teyfo Ağa’nın kızı ile evlendirecektim.

Kabul etmeyeceğinden korktum. Fakat sevdiği kızın bir Yezidi olduğunu

tahmin edemedim. Havas Ağa, Mahmud’u niye ateşe attınız?

Yine ağalık töresinden, çünkü bunca köylüden biri feda edilebilir diğerleri

için. Sanki suç bize yükleniyor. Töremizi bilirsin, Mahmud yasak bir şey

yapmıştır. Eğer yaptığı öğrenilse idi zaten öldürecekti onları, Deli Miro.

Tamam, Mahmud yiğitti, severdik ama sonuçta bunca köylüye yeni ekmek

kapısı açıldı, böylesi daha iyi.

Yezida kendisini ölüm çemberine aldığında onu görmeye neden gitmediniz?

Ben aklımı peynir ekmekle yemedim. Sen sanır mın ki Eyşan Ana’yı

aralarına aldıkları gibi beni de alırlar? Unuttun mu ben onların köyünü

daireledim, köye girdiğim anda beni vururlardı. Ayrıca bir Müslüman Ağa’ya

Yezidi bir eksik eteği kurtarmak düşer mi? Yakışık almaz. Olmazdı, o köye

giremezdim.

Havas Ağa, son bir sorum var, hiç aşık oldunuz mu? Yanlış anlamayın

sadece Mahmud’u anlayabiliyor musunuz, diye sordum.

Biz ağa gibi yetiştik, doğduğumuzda bizim evleneceğimiz kadın belliydi, sen

hiç duydun mu töresine uymayan ağa? Aşk nedir bilmeyiz biz. Biz, ağalık

için yanımızdakilerin karnını doyurabilmek için varız. Ağalık bunu gerektirir.

Page 109: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro
Page 110: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

110

EDEBİYAT ve SOSYAL BİLİMLERKonu: Korku Psikolojisi ve Melih Cevdet Anday’ın "Müfettişler” Adlı

Oyunu Üzerine Psikolojik Bir Tahlil Denemesi

Page 111: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

111

KORKU VE MÜFETTİŞLER Kaygıdan kaynaklı

korkmak... Korkmaman gerektiğini bilerek korkmak... Korkunun saçmalığını

fark ederek korkmak. Korkmamak için çıkarımlara sarılarak korkmak.

"Korkma” telkinlerine rağmen korkmak. Giderek korkuya gömülmek,

korkunun içinde kaybolmak. Korkmamak için gerekçeler üretmek.

Gerekçelerine iman edip korkmak. Korkuyu gizlemek, derinden derine

korkmak. "Korkmuyorum”a inandırarak inancın içinde korkmak.

Uydurduklarını başkalarının da düşündüğünü zannedip korkmak. İnsanların

zihnini okuduğunu sanıp korkmak. Sanrılar üretip korkmak. Korktukça daha

çok sanrı üretmek. Gerçekle sanrının arasında sıkışıp kalmak. Kendi

anlağını evrenin merkezine koyup sadece kendinden korkmak. Korkuyu

bulaştırmak, hep beraber korkmak. Bir eve hapsolup, perdeleri kapatıp,

odaları kilitleyip, odalar dolusu hatıralardan kaçıp da kurtulamamaktan

korkmak. Hafızadan korkmak. Bir korku kültürünü bireysel bazda yaşayıp

ötekinin neyden korktuğunu hatta korkup korkmadığını bilmeden korku

toplumunda tek başına korkmak. Tek başı evin içinde çoğaltıp hep beraber

korkmak. Korkudan korkmak.

"Adam, korkuyor”. Perdenin aralığından bakmaktan, bakıp da baktığı

tarafından görülmekten korkuyor. Gazete haberlerini atlamaktan, belleğinin

zayıflamasından, olayları karıştırmaktan, olaylarla karşılaşmaktan korkuyor.

Geçmişi bir odaya kilitleyip bıraktığını sanıyor. Anılar "ortadan katlandığında

sırtı gümüş gibi parlayan” bir anahtar misali parlıyor zihinde. Hafıza

kilitlenmiyor. Basit bir kimya değişimi deyip içinden çıkılmıyor ‘korku’

olgusunun. İnsanlık tarihi kadar eski, dinler kadar güçlü bir histir korku.

Odalara, perdelerin arkasına hapsedilmiyor. "Denize yirmi metre mesafeli bir

eve” kaçar gibi kaçılmıyor korkudan.

Konuştuğun dil kadar eski, uyduğun örfler kadar köklüdür korku. Bir müfettiş

denetiminden kurtulabilir insan, ama ya vicdanın hele hele pek de sağlıklı

çalışmayan bir zihnin denetiminden nasıl kurtulur. Tüm dünyadan gizlediğini

kendinden nasıl gizler insan? Senin bildiğini başkalarının bilmemesi hangi

anda anlamını kaybeder? Öyle hazindir ki bu an itiraf edecek bir şeylerin

olmasa da itiraf ediverirsin bir şeyleri. Adı korkudur bunun. Bilinmeyen

tarihler kadar gizemlidir.

Müfettişler, davranış bozuklukları sergileyen bir adamla bu bozuklukların

tesiriyle çeşitli karmaşalar yaşayan ve kendisini bu anormallikler yaşamına

kaptıran bir kadının hayatını izliyor. Olay örgüsü sanrı ile gerçek arasında

sıkışmış bir yaşam izlenimi veriyor insana. Gerçekle düşselin, korkudan

kaynaklı inkâr ile aynı korkudan kaynaklı itirafın gitgellerinde bir hikâye.

Metni ilk okuduğunuzda zihninizde oluşacak izlenim bu olacaktır herhalde.

Bazı anların gerçek mi sanrı mı olduğunu seçemiyor insan. Davranış

Page 112: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

112

bozukluklarına gelince, başlarda basit nevrotik özellikler izlenimi verirken

gittikçe paranoyak özellikler taşıdığı kişinin sanrılarının olduğu fobi,

obsesyon gibi düşük düzeyli anormalliklerin sadece olayın görünen yüzü

olduğu anlaşılıyor. Ancak bazı diyaloglar geçiyor ki, o anda yaşanan gerçek

mi yoksa Adam’ın sanrıları olay akışına mı karışıyor, seçmek zor.

Yine bu kısa oyundan edinilen en basit çıkarım yaşantıdan kaynaklı

travmatik süreçler zihinsel yapı üzerinde kalıcı tahribatlar yaratabiliyor ve

boyutları çok üst noktaya varabiliyor diye özetlenebilir. Günlük yaşam

akışında da karşılaşılabilecek bu durum daha olayın başındayken gerçekle

yüzleşerek, onu bastırmadan ve gerekirse profesyonel bir yardım alarak

üstesinden gelinebilecek bir durumdur. Gecikmemek kaydıyla.

Adam, denetimlerle dolu bir geçmişe sahip. Dolayısıyla denetlenmeye, emir

almaya, vazifesini yerine getirmeye alışık. Otomatikleşmiş bir zihin-kas

işleyişine sahip. Ancak basit bir olgusallıktır ki aynı uyarana aynı birey farklı

anlarda farklı tepkiler verebilir. Bilişsel psikoloji kuramlarının tepki

yaklaşımıdır bu. Yani emir almaya alışık birey, hep itaatkâr davranacağı gibi

yaşadığı yüksek kaygı düzeyiyle ilintili olarak saldırgan tepkiler de verebilir.

Bu olayda ise yüksek kaygı durumu başka travmatik tecrübelerle

birleştiğinden obsesif (takınçlı)/ obsesif kompülsif örüntüden başlayıp

paranoid özelliklere dek yükselen davranış bozuklukları çıkıyor karşımıza.

Adam birden başını geriye çevirir, bir ayak sesi duymuştur. Dikkatle dinler ve

odanın ortasında koşmaya başlar. Saklanacak bir yer aramaktadır. Bula

bula ortadaki masanın altını bulur..."

Kadın (çok sert): Kalk ayağa! Adam (korku içindedir.): Ben şuradaydım... şurada masanın altında.

Geleni, bir korku öznesi olarak kurgulayan adam, korku nöbetine giriyor ve

gerileme (ilkele dönüş) yaşıyor. Çocuksu bir davranış sergiliyor. Rahatça

görülebilecek bir yere saklanıyor. (Acaba çocukken de korktuğunda

emekleme pozisyonu alıp masanın altına girer miydi?)

Kadın (gözlerini açarak bağırır): Pencereden bakmışsın sen Adam

(korku içinde kekeler): Hayır bakmadım

Aynı çocuksu tepkiler. Korkan ve sığınan, korkudan kurtulmak için "inkâr”

eden bir adam.

Kadın: Bakmışsın bakmışsın.

Adam: Bakmadım!

Kadın: Git otur oraya!

Adam: Oturdum işte.

Page 113: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

113

Kadın: Al eline gazetelerini.

Adam: Aldım.

Kadın: Başla okumağa!

İtaatkâr, korkak ve güvensiz. Kendine güveni o kadar az ki gazete okumayı

bile emirle yerine getiriyor. İlk bakışta nevrotik özellikler sergilediği

söylenebilir.

Kadın: Ne havadisler var gazetede?

Adam: ...sıradan şeyler hep doğumlar, ölümler, evlenmeler...

Kadın: Kaç ölü var?

Adam: Saymıştım ama unuttum

Bir aritmoman gibi davranıyor, ölümler bile sayılacak objelerdir onun için.

Adam: ...saymıştım ama unuttum. Bu günlerde belleğim zayıfladı ölümleri

doğumlarla karıştırıyorum.

Bir şeyleri sayma, unutmama takıntısı dönüp duruyor kafasında bu

obsesyonel takıntılar giderek şiddetleniyor. Fobilerle birleşiyor. Takıntılarıyla

beraber korkuları var adamın. Unutmaktan korkuyor. Aslında unutmayı çok

istiyor gibi ama unutmaktan da korkuyor.

Korku bulaşıcıdır.

Adam:...ölümleri doğumlarla karıştırıyorum. Eskiden hiç olmazdı... Kadın:

Bak bu hoşuma gitmedi. Belleğin zayıflarsa ne yaparız? Yeni bir hayata

hazırlanıyoruz. Geçmişi unutursak nasıl başarırız?

Bulaşıyor korku, "Geçmişi unutursan yeni bir yaşama nasıl başlarız?”

dedirtiyor. Unutmaktan korkuluyor ama korku varsa korkulacak bir geçmiş

yaşantı da vardır. Korkunun kaynağından kurtulmak istemiyorlar. Fasit daire

içinde dönüp duruyorlar.

Adam: Ben seni aldattım sevgilim.

Kadın: Baktın mı pencereden?

Adam: Yemin ederim hayır

Kadın: Ne vakit oldu bu

Adam: Onu kesin olarak söyleyemeyeceğim. Belki demin belki sen

gelmezden önce Kadın: Ya görselerdi seni

Dışarıdakiler sadece ev almak isteyen müşterilerdir hâlbuki. Ama ‘korku

zihni’, bunları müfettişleştiriyor. Giderek fobi olmaktan çıkıp paranoid

Page 114: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

114

nitelikler taşımaya başlıyor kahramanların algı dünyası. Hatta zaman algıları

bile karışmaya başlıyor. Perdeyi açmamak, arkasında gözetleyenlerin teftiş

edenlerin olduğunu düşünmek paranoid bir davranıştır.

Peki, bu korku sendromunu doğuran nedir?

Süregelen sorunlar, travmatik durumlar, algılayamamak, bilememek, bir

şeyleri kaybetmek gibi olumsuz beklentiler? Belki de hepsi beraber.

Kadın: Anılarla doludur bu evin içi, hazineler saklıdır.

... Sonra ne nişanlar ne düğünler oldu bu evde (adama) değil mi cicim?

(adam başını sallar) Kızı yukarı kattan omuzlarda indirdilerdi aşağı. Saçları

bukle bukle küçük tombul bir kız... Gözleri kapalı... Kalabalık bunu görünce

donakaldı. Hiç unutmam. Bu nişanı düşünmek günlerce, aylarca, yıllarca

sürdü. Hala da sürer.

Uzun süren bir travmatik durum yaşıyor aile. Bir ölüm ve ölümün

hapsedildiği, kilitlendiği bir oda. Bir odaya kilitlenen travmanın bitebileceğini

düşünüyorlar. Yüksek düzeyli gerilimler, bu gerilimlerin kaynağı ile yüzleşip

hesaplaşılmadıkça varlıklarını sürdürürler.

Bastırılmaları ancak geçici bir dengeleme sağlasa da uzun süreli bastırma

zihin süreçleri üzerinde olağandışı etkiler yapacaktır. Yaşanan gerilimin

süresi ve şiddeti de anomalinin türü ve düzeyini belirleyecektir.

Adam: odalardan birinin bir köşesinde... gözyaşı dökülmemiştir hiç... duvar

saati dokuzu vurdu diye boğazımıza hıçkırıklar takılmaz

Yaşanan travma itiraf ediliyor. Bu bastırmanın farklı bir anda patlak

verdiğinin kanıtıdır.

Adam: Biz cenazemizi hep içeride tutarız. Bu yüzden daraldıkça daralıyor

ev. Yukarıdaki odaların biri hep kapalıdır. Bir gün kilitledik nedense. Anahtarı

kaybettik.

Kadın: Çok güzel bir anahtar...ortasından büktünüzmü ikiye katlanır sırtı

gümüş gibi parlar.

Anahtarın parlayan sırtı gibi parlıyor anılar belleğin derinlerinde. Kaybetmek

travmaya yol açıyor. Travmatik süreçler uzun vadeli ise ve yüzleşilmeden

zihnin odalarından birine kilitleniyorsa geçici bir kurtulma hissi yaşatır ancak.

Ve gene ancak günün birinde bir anahtarın gümüş gibi parlayan sırtı benzeri

bir parlaklıkla çıkar su yüzüne.

Bu tür yaşantılar sanrılara yol açabilecek boyuta ulaşabilir ve artık süje

paranoid-şizofren özellikleri göstermeye başlar.

Page 115: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

115

Adam: Gece yarısı uyanı verirsiniz.bütün daire arkadaşları dolmuş içeriye.

Ellerinde koca koca defterler... Kadın: arkadaşların sevgilim seni unutmamışlar ziyaretine geliyorlar.

Kadın hala bir çocuğu kandırır gibi kandırmaya çalışıyor adamı. Gerçekle bir

türlü yüzleşemiyorlar.(Asıl travmayı yaşayan hangisi acaba?) Korku önemli

bir psikolojik nüvedir. Kaynağı ve şiddeti çok önemlidir. Yüksek seviyedeki

bir korku, başka gerilimlerle-olumsuz tecrübelerle birleşince intihara kadar

götürebilir süjeyi.

Adam: itiraf ediyorum.

Müşteri: Niçin bu güne kadar bekledin.

Adam: Korkuyordum.

Müşteri: Sık sık kahkahayla güler misin?

Adam: Hiç kahkaha atmam.çünkü gülmek sesle değil ruhla ilgili bence.

Müşteri: kendini öldürmeye kalktın mı hiç?

Adam: Evet ......... İple... asacaktım.

Bu durum paranoyak bir bireyin davranış şeklidir. Ancak paranoyada daha

ziyade çevredekilere yönelen bir yaşam tehdidi vardır. Muhtemelen özgüven

düşüklüğü, itaatkâr yapı ya da birilerinin ölümünden duyulan suçluluk hissi

gibi etkenler kişinin kendi yaşamına son vermesi eğilimini doğurmuştur.

Bu müşterinin müfettişe dönüştüğü andır. İş arkadaşlarını odanın

ortasındaymış gibi görmeyle benzer bir süreçtir. Sanrı ile gerçeğin arasında

gidip geliyor adam. Öyle ki bu konuşmalarda müşterinin not alması bile

algılanıyor adamca. Tıpkı bir müfettiş gibi.

Ancak gerçekten kaçılmıyor. Ölümden kaçılabiliyor ama gerçekten

kaçılmıyor.

Adam: Deniz kıyısında bir ev alıyoruz.

Kadın: Yirmi metre yürüdünüz mü kıyı. Kocaman taşlar var kıyıda deniz bu

taşların arasına girip çıkıyor.

Gerçekten kaçamıyor insan. Hafızasını kilitleyemiyor çünkü. Gerçekler,

kurmaca dünyaların ve sanrıların, sanrılar gerçeklerin arasına girip çıkıyor

denizin taşların arasına girip çıkması gibi.

Adam: Müşteriler tellallar gelmeyecek yeni evimize değil mi?

Kadın: Gelmeyecek sevgilim.

Adam: Bizi kimse tanımayacak değil mi?

Kadın: Tanımayacak.

Adam: Ya biz? Biz de tanımayacak mıyız kendimiz?

Page 116: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

116

Baycan AYBEK

Felsefe Öğretmeni

Page 117: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro
Page 118: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

118

MAKALEKonu: Şarkılardaki Anlatım Bozuklukları Adı-Soyadı: İnci

Timur No: 200 Sınıfı: 10-C

Page 119: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

119

Popüler şarkılar. Her an, her yerde dinlediğimiz hatta özel bir dinleme isteği

duymadığımız halde dinlemekten kaçamadığımız şarkılar. Özellikle

gençlerin en çok ilgilendiği alan olan müziğin temelini oluşturan şarkılar.

Önceleri ruhu beslemek ya da bir duygu veya düşünceyi estetik anlayış

içinde ortaya koymak gayesiyle yazılsalar da bugün -ne yazık ki- popüler

olabilmek için kullanılan bir araç haline gelen şarkılar. Ve bu popülerlik

çabası içinde nasıl şarkı olmaktan çıkıp birer anlatım bozukluğu abidesi olan

şarkılar.

Gereksiz sözcük kullanımı, şarkılardaki anlatım bozukluğu konusunda ön

sırada yer alıyor:

*Yokmuş bir benzeri yokmuş emsali (benzer-emsal)

*Göz göze bakışmak az mı geliyor? (göz göze bakışmak)

*Mecalim yok ah halim yok. (mecal-hal)

* Dünya senin vatanın mı yurdun mu? (vatan- yurt)

* Ne yarınım var, yarınsızım

* Zor gelir bu ayrılık henüz erken daha erken ( henüz erken-daha erken)

* Kafadan attım salladım türkülerden de çaldım (kafadan atma- sallama)

*Öylece bakakaldım gözümü ayırmadan. (bakakalmak süreklilik bildiren bir

eylem olduğu için gözünü ayırmadan yapılır)

* Anladım bugün yalnızım tek başıma. (yanında birisi varken yalnız

olunmaz)

* En çıkmaz sokaktayım (çıkmaz sokak çıkmazdır, bunu az çıkmaz çok

çıkmaz en çıkmaz şeklinde derecelendiremeyiz)

* Üzüleceksin işte o zaman boşa oyaladığın zamana beni (Oyalamak, boşa

yapılan bir işmiş)

Kelimeler veya eklerin yanlış yerde kullanımından kaynaklanan anlatım

bozuklukları:

* Bu kaçıncı kapıma gelişin affet diye (bu kişinin bir sürü kapısı varmış da

suçlu olan kendini affettirebilmek için kapı kapı dolaşıyormuş gibi bir anlam

ortaya çıkıyor)

Page 120: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

120

* Güzel elbiselerle makyaj yapıp dolaşmayı (burada makyaj yapma ve güzel

elbiseler giyme isteği dile getirilmek istenmiş ancak yerleri biraz

karıştırıldığından güzel elbiseler birer makyaj malzemesine dönüşmüş)

* Cenneti değişmem saçının teline ("e” ve "i” hal ekleri yanlış yerde

kullanılmış)

* Canısı (iki adet "i” eki peşi sıra gelmiş)

Sözcükten tasarruf etmek de anlatım bozukluğu sebeplerinden:

* Beğenirim hepsini severim ayıramam (hiçbirini ayıramam)

* Unut beni sevgilim ben unutmuyorum (neyi ya da kimi unutmuyorsun,

yoksa ben beni mi unutmuyorum)

* O senin sevdiğini görmezden gelir (senin onu sevdiğini mi yoksa senin

sevdiğin herhangi bir kişiyi mi)

* Yüzüne boya sürene anlat (kimin yüzüne, senin mi onun mu)

* Sen aklına eseni ben içimden geçeni yapabilseydik (burada birer tane fiile

ihtiyacı olan iki özne bir de bu öznelerle alakası olmayan bir fiil var)

* Baş harfi ben (yirmi dokuz harften oluşan alfabemizde ben harfi mevcut

değil)

* Bu şarkının ne yazık ki sözleri yok, bu şarkının ne yazık ki bestesi yok

(sözü ya da bestesi olmayan esere şarkı denilmez)

* Senin için çarpan bu kalbi inan söndürebilirim (çarpan bir şey ancak

durdurulabilir, söndürmek daha çok yanan şeyler için kullanılır, ateş gibi)

* Kalbimin mührünü açan tek anahtar (mührü anahtarla açmak iyi bir fikir

değil)

* Ya içeri gir ya dışarı (dışarı girilmez çıkılır)

* Senin bırakıp gittiğin günden beri güzelim psikolojim hızla gelişti (Burada

sevgilisinin onu terk etmesinden sonra ruh sağlığının bir düzene girdiğinden

bahsedilmek istenmiş, ama farkında olmadan kişi kendine ait bir bilim dalı

geliştirmiş)

* Aşkım beni yanında bırak/ lütfen ağlatma beni/ kalbimin sancısı buna

dayanamıyor (aşkım ne olur yanında kalayım/ lütfen ağlatma beni/ kalbim

Page 121: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

Ayrılmaz ikililer ikilemeleri ayırmak da anlatım bozukluğuna yol

121

buna dayanamıyor)

* Yıllardır soruyorum bu soruyu kendime/ Allah’ım bu dünyaya ben niye

geldim (soruyu kendine soruyorsan neden Allah’a sesleniyorsun?)

* Yerin yurdun nerelisin dedi bekârım dedim (sorulan sorunun medeni hal ile

ilgili değil)

* Öptün mü ballı dudaklarımdan/ sıktın mı elma yanaklarımdan/ bıktım

bitmeyen şu yalanlarından/ sen kaybettin bu oyunu çık hayatımdan (ilk iki

dizeyle son iki dize arasında hiçbir anlam ilişkisi yok)

* Seni çok sevmiş olsam da/ Unut beni lütfen/ Sana çok kızmış olsam da/

Ara beni lütfen (sözler birbiriyle çelişiyor, unutsun mu arasın mı karar

verilememiş.) açıyor:

* Sen hem kötü hem kaba hem sabasın

* Falımda çıktın zalim yar huyun ayrı suyun ayrı

* Sen ayrı ben gayrı

Deyimlerdeki sözcüklerin yakın anlamlılarıyla değiştirilmesinden

kaynaklanan anlatım bozuklukları:

* Ağzından bal akıyor (ağzından bal damlıyordu)

* Gel benden özür dile bak kırıldı yüreğim (kalbi kırılmak)

Sözcüklere bazı ekler ekleyip yeni kelimeler türetmek veya iki kelimeyi bazı

harflerini atarak birleştirip ortaya yeni sözcükler çıkarmak:

* Ben seni nazlatamam /Bulunur yenileri ağa takılır biri ben seni fazlatamam

* Bir de cehennette yaşıyorum (orası neresi)

* Senin olmasını becerir gibiyim (senin olmayı)

Müzik adı altında defalarca dinlediğimiz bu şarkıları, belli bir süre sonra

benimsiyoruz ve bu şarkılardaki gibi konuşmaya başlıyoruz. Dilimiz daha

Page 122: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

Ayrılmaz ikililer ikilemeleri ayırmak da anlatım bozukluğuna yol

122

fazla yozlaşmadan bir şeyler yapmamız gerekiyor.

Page 123: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro
Page 124: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

124

Page 125: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro
Page 126: SORUŞTURMA EDEBİYAT veilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro

126