Upload
others
View
8
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
FELSEFE (BİLİM TARİHİ)
ANABİLİM DALI
DOĞA BİLİMLERİNDE 'İLERLEME' KAVRAMININ POZİTİVİST VE
POST-POZİTİVİST DÜŞÜNCELERDEKİ YERİ ÜZERİNE BİR
ARAŞTIRMA
Doktora Tezi
Ercan SALGAR
Ankara- 2015
ii
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
FELSEFE (BİLİM TARİHİ)
ANABİLİM DALI
DOĞA BİLİMLERİNDE 'İLERLEME' KAVRAMININ POZİTİVİST VE
POST-POZİTİVİST DÜŞÜNCELERDEKİ YERİ ÜZERİNE BİR
ARAŞTIRMA
Doktora Tezi
Ercan SALGAR
Tez Danışmanı
Prof. Dr. Melek Dosay GÖKDOĞAN
Ankara–2015
iii
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
FELSEFE (BİLİM TARİHİ)
ANABİLİM DALI
DOĞA BİLİMLERİNDE 'İLERLEME' KAVRAMININ POZİTİVİST VE
POST-POZİTİVİST DÜŞÜNCELERDEKİ YERİ ÜZERİNE BİR
ARAŞTIRMA
Doktora Tezi
Ercan SALGAR
Tez Danışmanı
Prof. Dr. Melek Dosay GÖKDOĞAN
Tez Jürisi Üyeleri :
Adı ve Soyadı İmzası
........................................................................................... ..................
........................................................................................... ..................
........................................................................................... ..................
........................................................................................... ..................
........................................................................................... ..................
........................................................................................... ..................
Tez Sınav Tarihi: .....................................
iv
TÜRKİYE CUMHURİYETİ
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ MÜDÜRLÜĞÜNE
Bu belge ile bu tezdeki bütün bilgilerin akademik kurallara ve etik
davranış ilkelerine uygun olarak toplanıp sunulduğunu beyan ederim. Bu kural
ve ilkelerin gereği olarak, çalışmada bana ait olmayan tüm veri, düşünce ve
sonuçları andığımı ve kaynağını gösterdiğimi ayrıca beyan ederim.
(……/……/20….)
Tezi Hazırlayan Öğrencinin
Adı ve Soyadı
...............................................
İmzası
...............................................
v
GİRİŞ ........................................................................................................................... 1
1- ‘İLERLEME’ KAVRAMININ TARİHSEL VE KAVRAMSAL ANALİZİ ....... 16
1-1- ‘İlerleme’ Kavramı Üzerine ............................................................................ 16
1-1-1- ‘İlerleme’ Kavramının Etimolojik Çözümlemesi .................................... 16
1-1-2- ‘İlerleme’ (Progress), ‘Ölçüt’ (Criteria) ve ‘Hedef’ (Goal) Kavramları
Arasındaki İlişki .................................................................................................. 18
1-1-3- ‘İlerleme’ (Progress) ve ‘Değişim’ (Change) .......................................... 27
1-1-4- Yüklem Olarak ‘İlerleme’ ........................................................................ 28
1-1-5- ‘İlerleme’, ‘Gelişme’ ve ‘Büyüme’ Kavramları Arasındaki Ayrım ........ 31
1-2- ‘İlerleme’ Kavramının Tarihsel Boyutu ......................................................... 40
1-2-1- Antik Dönemde ‘İlerleme’ (Prokope) Kavramı : Döngüsel Anlayışın Bir
Boyutu Olarak 'Prokope' ..................................................................................... 41
1-2-2- Ortaçağda ‘İlerleme’ (Profectus) Kavramı: Dinin Bir Kategorisi Olarak
'Profectus' ............................................................................................................ 47
1-2-2-1- Ortaçağ İslam Dünyasında 'İlerleme' Kavramı ................................. 52
1-2-3- Modern Dönemde ‘İlerleme’ (Progressus) Kavramı: Bilimin Bir Kavramı
Olarak 'Progressus' .............................................................................................. 65
1-2-3-1- Modern Bilim ve Bilimsel İlerleme (Progressus) ............................. 80
1-2-4- XVIII. Yüzyılda 'İlerleme' Kavramı: Tarih ve Toplum Bilimlerini de
Kapsayan ‘Extentus Progressus’ ......................................................................... 87
1-2-5- XIX. Yüzyılda 'İlerleme' Kavramı: Yasaları Araştırılan ‘Extentus
Progressus’ ........................................................................................................ 110
1-2-6- Progressus'un Bilim Tarihinde Değerlendirilmesi: G. Sarton ve A. Sayılı
.......................................................................................................................... 142
2- BİLİME BİR PROBLEM OLARAK YANSIYAN 'PROGRESSUS' ................. 155
2-1- Bilimsel İlerleme Teorileri............................................................................ 158
2-1-1- Mantıkçı Pozitivizmin Bilimsel İlerleme (Progressus) Anlayışı ........... 158
2-1-2- Yanlışlamacı (Falsifiability) Bilimsel İlerleme Anlayışı ....................... 184
2-1-3-- Paradigmacı Bilimsel İlerleme Anlayışı ............................................... 221
2-2- Kuhn Sonrası Alternatif Bilimsel İlerleme Teorileri .................................... 251
2-2-1-Imre Lakatos : Birleşerek İlerleme (Progress Through İncorporation) .. 252
2-2-2- Stephen Toulmin: Evrim Yoluyla İlerleme (Progress Through Evoluotin)
.......................................................................................................................... 257
vi
2-2-3- Larry Laudan: Problem Çözerek İlerleme (Progress as Problem-Solving)
.......................................................................................................................... 261
SONUÇ: SENTAKTİK DÜZLEMDE BİLİMSEL İLERLEME İMGESİ ............. 270
KAYNAKÇA ........................................................................................................... 284
ÖZET........................................................................................................................ 294
ABSTRACT ............................................................................................................. 296
1
GİRİŞ
Günümüzde kullanılan ilerleme (progress) kavramının ya da fikrinin anlamı ve
tarihsel olarak hangi dönemde ortaya çıktığı hususunda tam bir uzlaşının sağlandığı
söylenemez. Bunun en temel gerekçelerinden birisi 'ilerleme' kavramının normatif bir
karakterde olması ve bu normatiflik ekseninde değer yüklü olmasıdır. 'İlerleme'
kavramına yüklenen norm ve standartların tarihsel süreç içerisinde değişik güçler
tarafından kurgulanması farklı 'ilerleme' tanımlarının oluşmasına yol açmıştır. Bu
gerekçeyle bazı düşünürler (R. Nisbet ve ardılları) 'ilerleme' kavramının Antik Yunan
uygarlığında, bazıları da (J. Burry, P. Rossi) Modern dönemde karakterize olduğunu
ileri sürmüşlerdir.
Bu tezlerden hangisinin doğru olup olmadığı 'ilerleme' kavramına en uygun norm ve
standartların hangisi olduğunun belirlenimi ile paraleldir. Dolayısıyla bu türden bir
araştırmanın nasıl ve hangi yollarla yapılması gerektiği de ayrı bir önem arz
etmektedir.
R. Nisbet, History of The Idea of Progress (İlerleme Kavramının Tarihi) adlı
eserinde birçok düşünürün aksine1 ilerleme fikrinin ilk kez Grek ve Romalılarda
ortaya çıktığını ve bunun örneklerini Hesiodos, Xenophanes, Protogoras, Platon,
Aristoteles, Lucretius ve Seneca gibi düşünürlerin eserlerinde görebileceğimizi ileri
1 Nisbet, burada özellikle Burry’nin görüşlerini eleştirmektedir. Burry, Idea of Progress adlı eserinde
çeşitli gerekçeler öne sürerek ‘ilerleme’ kavramının ilk defa Antik Yunan ve Roma düşüncesinde
kullanılmadığını savlamaktadır. Bkz, J.B. Burry, The Idea of Progress, Dover Publication, New York,
1960, s. 7. Ayrıca, R. Nisbet, History of The Idea of Progress, Transaction Publisher, USA, 1998,
ss. 10-11.
2
sürer.2 Bu doğrultuda Nisbet'in ilerlemeden ne anladığı ve hangi norm ve standartları
kabul ettiği bir yönüyle Antik düşüncenin temel motifleri ile ilişkilendirilebilir.
Antik Yunan’da ‘ilerleme’ kavramına karşılık gelen birçok terim ('epididonai',
‘prokoptein’, ‘epidosis’, ‘prokope’) olmasına rağmen, yaygın olarak 'prokope'
teriminin kullanıldığı bilinmektedir. ‘Prokope’ terimi Antik Yunan'da zamansal
boyutta her şeyi kapsayan bir değişim3 süreci içerisinde değerlendirilmemiştir. Bu
terim daha çok devlet, toplum ve ahlaki alanlar ile sınırlandırılmıştır. Bu
sınırlandırmanın bir yönüyle döngüsel zaman anlayışı ile birleştirilmesi, 'prokope'nin
sadece toplum ve devletin döngüsel bir biçimde değişimi olarak ortaya çıkmasına yol
açmıştır.
Bu çerçevede R.Nisbet'in 'ilerleme' kavramının ilk izlerinin Antik Çağda olduğunu
savlarken ilerlemeyi döngüsel bir anlayışın boyutu olarak değerlendirdiğini
görmekteyiz. Oysa İrlandalı tarihçi J. Burry (1861-1927), 'ilerleme' kavramının
Antik dönemde ortaya çıkmadığını iddia ederken, Antik düşünürlerin tarih ve toplum
anlayışlarının döngüsel bir biçimde olduğunu ve bunun da geleceğe yönelik iyimser
bir düşünceyi engellediğini belirtmiştir.4
Ortaçağ'a gelindiğinde 'ilerleme' kavramının biçimsel ve içeriksel olarak bir
dönüşüme uğradığını görmekteyiz. Bu dönemde entelektüel faaliyetlerinin
merkezinde din bulunduğu için, ‘ilerleme’ kavramı dinin bir kategorisi olarak
2 R. Nisbet, History of The Idea of Progress, Transaction Publisher, USA, 1998, s. 12.
3 ‘Değişim’ kavramı Antik düşünürlerin birçoğunda pejoratif (olumsuz) anlamda kullanılmıştır.
Dolayısıyla burada ‘değişim’ kavramı ile kastedilen, varlığın özsel nitelikteki değişimi değildir.
‘Değişim’ varlığın yapısını değiştirmeden bir durum geçişi olarak ele alınmaktadır. Burry Antik
dönemde ‘ilerleme’ fikrinin olmamasını düşünürlerin ‘değişim’ kavramına karşı takındıkları tutum ile
açıklamaktadır. Ona göre “Yunan filozoflarının düşünce biçimlerindeki genel, doğru ve mutlak olanı
arama çabaları değişim fikrine karşı bir önyargı oluşturmalarına yol açmıştır”. Bkz, Burry, a.g.e, s. 9. 4 J.B. Burry, The Idea of Progress, Dover Publication, New York, 1960, s. 9.
3
değerlendirilmiştir. Bu süreçte teolojik anlamda bir derinleşme ve gelişmeyi işaret
eden 'ilerleme', ‘profectus’ kavramı ile özdeşleştirilmiştir. ‘Profectus’ Augustinus'un
terminolojisinde geçici olan yeryüzü devletinden, ebedi olan Tanrı devletine doğru
bir süreci belirtmektedir. Burada başlangıç noktasından bir hedefe (Tanrı’ya
yaklaşmaya) inanç ya da iman etme ölçütüyle ilerleyiş söz konusudur. 5
J. Burry, Ortaçağ Hıristiyan dünyasında gerçek bir ilerleme anlayışının oluşmadığını,
bunun gerekçesini de profectus'un kutsal bir doktrinle bağlantılı olduğu düşüncesine
dayandırmaktadır.6 Amerikalı tarihçi S. Fay’ın da işaret ettiği gibi, buradaki ilerleme
(profectus) anlamındaki iyileşmeyi insanın kendi bireysel çabası belirlemiyor; Tanrı
ve kutsal güçler belirliyor, ya da müdahale ediyor. 7
Modern dönemde ‘ilerleme’ kavramı, Ortaçağ anlayışındaki biçimsel anlamını
(doğrusal boyutta bir hedefe yönelmesi şeklindeki anlamını) korumasının yanında,
içeriksel anlamından farklı olarak doğaya8 ilişkin bilginin elde edilmesi şeklinde
kavramsallaştırılmıştır. Bu dönemde dinsel bağlamda bir ilerlemeye işaret eden
‘profectus’ kavramı yerine, doğaya ilişkin bilginin ilerlemesi anlamına gelen
‘progressus’ terimi kullanılmıştır.9
'İlerleme' üzerine çalışan birçok düşünür bu kavramın modern bilim imgesi ile
birlikte karakterize olduğunu ileri sürmektedir. Onlara göre 'ilerleme' kavramını
5 R. Koselleck, İlerleme, Çev: Mustafa Özdemir, Dost Kitapevi, Ankara 2007, s. 41. Ayrıca bkz. J.
Burry, a.g.e, s.21. 6 J.B. Burry, The Idea of Progress, Dover Publication, New York, 1960, s. 10.
7 Sidney B. Fay, “The Idea of Progress”, The American Hıstorical Review, vol. 52, No. 2, Oxford
University Press, England, 1947, s. 234. 8 Bu dönemde ‘doğa’ kavramından anlaşılan dış dünyadaki tek tek nesnelerdir. Örneğin: güneş, ay,
yıldızlar, dağlar, ağaçlar, deniz, toprak ve insanlar doğa kapsamında ele alınan tek tek nesnelerdir.
Ayrıca bkz: F. Bacon, Novum Organum, s.119. 9 Koselleck, a.g.e, s. 49.
4
meşrulaştıranlar aynı zamanda modern bilimin öncüleriydi.10
Bu bağlamda
progressus'tan anlaşılan bilimsel ilerlemedir.
Batılı düşünürlerin 'ilerleme' ile 'bilimsel ilerlemeyi' eş görmelerini sağlayan en temel
unsurlardan birisi bilimsel alandaki değişim ve gelişmelerdir. Dönem itibariyle
astronomi, fizik, kimya ve tıp gibi alanlardaki değişim ve gelişmeler modern
düşünürlerde 'ancients' (eskiler) ve 'moderns' (yeniler) arasında belirgin bir farkın
olduğu algısını oluşturmuştur. Doğanın betimsel bilgisine yönelik ortaya çıkan bu
fark doğaya egemen olma ve doğaya ilişkin bilgi elde etme açısından modern'ların
ancient'lardan daha üstün olduğunu göstererek modern düşünürlerce 'progressus'
(ilerleme) olarak değerlendirilmiştir.
Bu çerçevede progressus'u (doğaya ilişkin bilgi elde edilmesini) karakterize eden
temel motivasyonun doğaya egemen olma isteği olduğunu söyleyebiliriz.11
Modern
düşünürler bu egemenliğin ancak bilim ile kurulabileceğine kanaat getirmişlerdir.
Rönesans'tan beri görülen doğa bilimlerindeki gelişmeler doğaya egemen olmanın en
uygun aracını bilim olarak göstermiştir. Bu nedenle doğaya ilişkin bir bilgi elde
edilmek isteniyorsa, bilimsel yöntem en uygun araç olacaktır.
XVI. ve XVII. yüzyıldaki progressus'un ihtişamı Aydınlanma düşünürleri üzerinde
insan aklının doğa karşısında güçlü ve egemen olma bilincini oluşturmuştu. Nitekim
Aydınlanma düşünürleri bu bilinçle yola çıkarak aklın egemenlik alanını daha da
genişletmeye çalışmışlardır. Progressus'u yaşamın diğer alanlarına (özellikle de
10
Georg Henrik Von Wright, "Progress: Fact And Fiction", The Idea Of Progress, eds: Arnold
Burgen, Peter Mclaughlin, Walter De Gruyter Press, Germany, 1997, s.3. 11
F. S. Marvin, “Idea of Progress”, Progress and Hıstory, Oxford University Press, England, 1919,
s. 9.
5
beşeri bilimlere) tatbik ederek daha genel ve kapsayıcı bir ilerleme fikri (extentus
progressus)12
oluşturmak istemişlerdir.
Aydınlanmadan XIX. yüzyıla geçiş bir anlamda genel ilerleme inancından, ilerleme
yasalarının araştırılmasına geçişi sağlamıştır. Aydınlanma düşünürlerinin 'progressus'
ve 'extentus progressus'a olan güven ve inançları XIX. yüzyılda hem progressus'un
hem de extentus 'un bir takım yasalara dayandığı düşüncesini oluşturmuştur. Bu
maksatla gerek S. Simon (1760-1825) gerekse A. Comte (1798-1857) tarihsel süreç
içerisinde hem progressus'un hem de extentus'un bağlı olduğu yasaları araştırmaya
koyulmuşlardır.
S.Simon tarafından başlatılan bu türden bir araştırma en olgun haline A. Comte ile
birlikte gelmiştir. Comte'un progressus'a olan derin bağlılığı kendisinde
progressus’un bir takım yasalara bağlı olduğu inancını oluşturmuştur. Comte, bu
maksatla hocası Simon'un izinden giderek ilk önce progressus'un yasalarını ortaya
çıkarıp daha sonra bu yasaları 'extentus' a uyarlamaya çalışacaktır.
Comte'a göre 'progressus' (doğa bilimlerindeki ilerleme) tarihsel süreç içerisinde bir
takım farklı evrelerden geçerek karakterize olmuştur. Bu evreler teolojik, metafizik
ve pozitif olmak üzere üç farklı aşamayı içermektedir. Comte aynı şekilde
extentus'un da (beşeri bilimlerdeki ilerlemenin de) benzer yasalara tabi olduğunu,
12
Latince kökenli olan ‘extentus progressus’ terimsel anlamıyla kapsam alanı genişletilmiş ilerleme
olarak tanımlanabilir. Burada ‘extentus’ (kapsamı genişletilmiş) sıfatını temsil eden unsurlar tarih ve
toplum bilimleridir. Ayrıca belirtmek gerekir ki ‘extentus progressus’ Aydınlanma düşünürleri
tarafından kullanılan bir kavram değildir. Aydınlanma düşünürleri doğa bilimlerindeki ilerlemeye
karşılık gelen progressus’u aynı zamanda tarih ve toplum bilimleri için de kullanmışlardı. Bu da bir
kavram ve anlam belirsizliğine yol açmaktaydı. Bu nedenle ‘extentus’ sıfatını kullanarak tarih ve
toplum bilimlerini de kapsayacak şekilde bir kavramlaştırma gereği duyduk. Ayrıca çalışmamızın
ilerleyen süreçlerinde 'progressus' kavramı ile doğa bilimlerindeki ilerlemeler, ‘extentus’ sözcüğü
(kavramsal anlamda değil de, sembolik çerçevede bir sözcük) ile de tarih ve toplum bilimlerindeki
ilerlemeler kastedilecektir.
6
dolayısıyla da herhangi bir beşeri bilimin gelişim seyrini kavramak için söz konusu
yasalara başvurmanın doğru olacağı kanısındadır.
Comte'a göre 'progressus' doğa bilimleri aracılığıyla pozitif evreye ulaşmasına
rağmen, extentus'u temsil eden sosyal fizik (sosyoloji) henüz pozitif evreye
ulaşmamıştır. Dolayısıyla kendisinin, extentus'un hızını arttırmak yani sosyal fiziği
pozitif evreye ulaştırmak için bu disipline pozitif evreye geçen bilimlerin yöntemini
uygulamakla yükümlü olduğunu bildirir.
Comte, pozitif evreye girilmesiyle birlikte hem progressus'un hem de extentus'un
farklı bir düzleme geçtiğini ve bu düzlemde işlevini devam ettirdiğini belirtmektedir.
Pozitif evrede fenomenler arasında bir düzen yani benzerlik ve art ardalık ilişkisi söz
konusudur. Bilim adamları gözlem ve deney aracılığıyla bu düzeni keşfederek
değişmeyen birtakım yasalara ulaşmaktadır. Bu yasalara ulaşılması ile birlikte hem
doğru ve güvenilir bilgiler elde edilir, hem de gelecekte karşılaşılabilecek fenomenler
öngörülür.
Comte’un ileri sürdüğü bu metodoloji bilimsel bilgi elde etme sürecinin iki aşamada
gerçekleştiğini ima etmektedir. Birincisi gözlem ve deney (tümevarım) yoluyla
yasalara ulaşmak, ikincisi ise genel yasalar aracılığıyla yeni olguları keşfetmek.
Bu düşüncelerden 'progressus' ve 'extentus'un da benzer çizgiyi izleyerek iki ayrı
şekilde işlev gördüğünü çıkarmak mümkündür. Birinci anlamıyla deney ve gözlem
aracılığıyla elde edilen bilgiler biriktiriliyor, ikinci anlamıyla ise biriken bilgilere
(yani teorilere) yeni bilgiler dahil ediliyor. Bu süreç açıkça 'progressus'un birikimsel
(cumulative) bir şekilde ilerleme gerçekleştirdiğini göstermektedir. Comte'un
7
deyimiyle "ilerleme (progressus), derin düşünme ve yeni gözlemler sonucunda
sürekli artan bilginin yasalara dahil edilmesi veya eklenmesi sonucu ortaya çıkar."13
Modern dönemde başlayan ve Comte tarafından sınırları çizilen bu ilerleme tasarımı
yirminci yüzyılın başlarında teorik fizikteki gelişmelere koşut olarak eleştiri odağı
olmuştur. Söz konusu gelişmeler alışılagelmiş bilim imgesini sarstığı gibi
progressus'un doğası ve niteliğine yönelik eksiklikleri de gün yüzüne çıkarmıştır.
Comte ve modern bilim geleneğini sürdüren düşünürlerin progressus'a yönelik
fikirlerini karakterize eden temel varsayım doğanın sürekliliği, birliği ve
bütünlüğüydü. Bu varsayım progressus'un gerçekleşmesinde ve onun birikimsel
(cumulative) veya eklemlemeli bir şekilde seyretmesinde büyük bir önem
taşımaktaydı. Bu varsayıma göre, keşfedilen her olgu veya yasa önceki bilgilerin
devamı ya da tamamlayıcısı konumundadır. Nitekim, Kopernik'le başlayıp Newton
ile en olgun biçimine ulaşan bilimsel keşifler doğanın birlik, bütünlük ve süreklilik
içinde olduğunu ve nihayetinde bilimin birikimsel (cumulative) bir şekilde
ilerlediğinin en somut örneği olmuştu.
Yirminci yüzyılın başlarında ortaya çıkan görelilik ve kuantum teorileri klasik
mekaniğin doğaya ilişkin ilke ve varsayımlarını daha baştan yadsıyarak kendini
farklı bir temel üzerine inşa etmiştir. Yapı ve nitelik açısından Newton fiziğinden
oldukça farklı olan söz konusu teoriler öncelleri ile mantıksal ve anlamsal olarak
uyuşmadıkları iddiasıyla, progressus'un niteliği ve doğası hakkında bir takım
sorunları gündeme getirmiştir.
13
Frederick Ferre (ed.), Introduction To Positive Philosophy, Hackett Publishing Company. Inc,
Cambridge, USA, 1998, s. 13.
8
Post-pozitivist olarak anılan eleştirmenlere (Popper, Kuhn, Feyerabend) göre,
Einstein fiziği dikkate alındığında, bu fiziğin yapısı ve içerdiği terimler Newton
fiziği ile uzlaştırılamamaktadır. Örneğin, Newton teorisinde ‘kütle’ kavramı hıza
göre sabit iken, Einstein teorisinde ‘kütle’ hıza göre değişmektedir. Bu durumda
Einstein fiziğini nasıl Newton fiziğinin devamı olarak göreceğiz?14
Yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren bilim filozoflarını meşgul eden bu
problem onları art arda gelen teorilerin nasıl bir münasebet içinde olduklarını
belirlemeye yönelik çözümlerin araştırılmasına yöneltmiştir. Bu gerekçeyle bilim
filozofları gerek bilim tarihini gerekse bilim felsefesini temele alarak art arda gelen
teoriler arasındaki ilişkilerin nasıl olduğunu anlamaya ve açıklamaya çalışmışlardır.
Bilim filozoflarının bu soruna yönelik çözüm arama çabaları aynı zamanda bazı
sorunlarla da yüzleşilmesi gerektiğini ortaya çıkarmıştır. Diğer bir deyişle,
progressus'un normatif karakterli olduğunu er geç anlayan düşünürler şu sorulara da
yanıt verme gereği duymuşlardır:
i) İlerleme gösteren teoriyi belirleyen ölçütler veya standartlar nelerdir? (Bilimsel
ilerlemeyi sağlayan ölçütler veya standartlar nelerdir?)
ii) Bilimsel ilerlemenin amacı ya da hedefi nedir? (Bilim nereye gidiyor?)
Yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren progressus'a (doğa bilimlerindeki
ilerlemeye) ilişkin bu soruları yanıtlamaya çalışan üç önemli düşünce ekolünün ön
plana çıktığını görmekteyiz:
i) Bilimin birikerek (cumulative) ilerlediğini savunan Mantıkçı Pozitivist yaklaşım.
14
Craig Dilworth, Scientific Progress, Springer, Netherlands, 2007. s. 24.
9
ii) Bilimin yanlışlanan teorilerin ayıklanması (selection) sonucu ilerlediğini savunan
Poppercı yaklaşım.
iii) Bilimin bir paradigmadan diğerine devrimsel şekilde sıçrayarak ilerlediğini
savunan paradigmacı yaklaşım.
Mantıkçı Pozitivistler Comte çizgisini sürdürerek progressus'un birikimsel
(cumulative) veya eklemlemeli bir şekilde seyrettiği savına bağlılık göstermişlerdir.
Bu maksatla kuantum ve görelilik teorilerinin aslında klasik mekaniğin bir devamı
olduğu savını gerekçelendirmek için çeşitli argümanlar geliştirmeye çalışmışlardır.
Bu hususta Mantıkçı Pozitivistlerin seçkin üyelerinden olan Hempel'in yapmış
olduğu çalışmalar önem arz etmektedir. Hempel modern dönemde progressus'u
karakterize eden doğanın birliği ve bütünlüğü ilkesini sürdürmek adına 'birleştirici'
(unification) ölçütü ileri sürer. Bu ölçüte göre ilerleme gerçekleştiren teori
karşılaşılan yeni olgularla birlikte eski teoriye bağlı yasa ve olguları da
kapsayacaktır. Diğer bir deyişle, bu ölçüt dikkate alındığında art arda gelen teoriler
arasındaki ilişki zorunlu olarak birbirlerini tamamlayıcı ve birleştirici olacaktır. Bu
anlayış da bilimsel sürecin 'birikimsel' ya da eklemlemeli olarak ilerlediğini
göstermektedir.
Bu anlayışta progressus'un birleştirici olması, genellik derecesi düşük olan yasa ve
teorilerden daha genel olan yasa ve teorilere ulaşmak olmaktadır. Örneğin, serbest
düşmenin ve gezegen devinimlerinin kimi görünümleri Galileo ya da Kepler yasaları
altına sokulabilirken, bu yasalar da daha kapsayıcı bir yasa kümesinden, Newton’un
10
devinim yasası ile yer çekimi yasasından türetilerek açıklanır.15
Dolayısıyla burada
eski teori veya yasaların yanlış olmadıklarını, sadece açıklama bakımından yaklaşık
bir değerleri olduklarını söylemek daha doğru olacaktır.
Hempel ampirik alanın doğru ifadesi olarak kabul edilen yasaların (law) daima
yaklaşık bir değeri olduğunu ifade eder.16
Örneğin bütün cisimler Galileo’nun
belirttiği gibi değişmez bir ivme ile düşmezler. Yere yaklaşırken ivmeleri gittikçe
artar. Diğer bir deyişle, düşmenin hızı yer ve zamana göre değişmektedir. Newton
teorisi ivmenin gittikçe arttığını ileri sürerek daha detaylı ve kapsamlı bir açıklama
getirerek, eski yasaların tam doğru olmadıklarını hatırlatmıştır.17
Benzer şekilde Hempel, Newton mekaniğini de kapsayan özel görelilik teorisinin
belirli bir hızda (ki bu hız ışık hızı ile karşılaştırıldığında çok küçük kalmaktadır)
hareket eden nesnelerde hemen hemen tatmin edici açıklamalar yaptığını
belirtmiştir.18
Benzer şekilde, Einstein’ın genel görelilik teorisinin Merkür
gezegeninin yörüngesini Newton teorisinden daha doğru hesaplamış olması, Newton
teorisinin tamamen yanlış olmadığını, yalnız açıklama bakımından yaklaşık bir
değerinin olduğunu işaret eder.
Mantıkçı Pozitivistler adına teoriler arasındaki anlamsal ve mantıksal ilişkiyi
korumaya ve sürdürmeye yönelik en ciddi araştırmalardan birini Ernest Nagel (1901-
1985) gerçekleştirmiştir. Hempel, yasa veya teoriler arasında dedüktif bir ilişki
kurarak progressus'un birikimsel seyrettiğini savlamıştı. Nagel ise teoriler arasındaki
15
Hempel, Aspect of Scientific Explanation, s. 247. 16
C.G. Hempel, Aspect of Scientific Explanation. and Other Essays in the Philosophy of Science, the
Free Press, New York, 1965, s. 345. 17
Hempel, Aspect of Scientific Explanation, s. 300. 18
Hempel, Aspect of Scientific Explanation, s. 345.
11
kavram ve terimleri analiz ederek teorilerin birbirlerine indirgenebileceğini ve
böylelikle progressus'un birikimsel seyrettiğini öne sürmüştür.
Nagel, The Structrue of Science adlı eserinde bir teorinin daha kapsamlı olan bir
başka teoriye indirgenebileceğini bildirerek,19
art arda gelen iki teoriden eski teorinin
(içeriği ve kapsamı yeni teoriye göre daha az olan teorinin) yeni teori tarafından
kapsandığını ve ona indirgendiğini ileri sürmektedir. Nagel bu savıyla, Newton
fiziğinin Einstein fiziğine indirgenebileceğini, böylelikle de bilimin (progressus'un)
birikerek ilerlediğini göstermek istemiştir.
Popper, pozitivist bilim imgesi ile bu imgenin sonucu olan birikimsel (cumulative)
ilerleme anlayışını yadsımaktadır. Ona göre art arda gelen teoriler arasında bir
türetme ya da indirgeme yapmak bir doğrulamacı metodolojiden başka bir şey
değildir. Bu metodoloji de bizleri tümevarım problemine götürür.
Popper'a göre, gerçekçi bir ilerleme yeni varsayımlar (conjectures) öne sürüp bunları
yanlışlama (falsification) girişimlerimizden ibarettir.20
Buna göre Newton
mekaniğine yanlışlanmış, Einstein fiziğine ise yanlışlanmamış olarak bakarsak,
Newton mekaniğinin içerdiği kavram ve terimlerin Einstein fiziğinde bulunmayacağı
söylenebilir. Popper ilk eserlerinde art arda gelen teorilerin çeliştiğini söylemesine
karşın, son eserlerinde yanlışlanmış teorinin doğru içeriklerinin yeni teori tarafından
içerilmesi gerektiğini belirtmiştir. Bu ifadeler çelişkili olmasına rağmen Popper,
bilimsel ilerlemenin bir yönüyle birikimsel (incorporation) diğer yönüyle de
devrimsel (overthrow) olduğunu ileri sürerek, bilimin devrimler yoluyla birikerek
19
Ernest Nagel, The Structure of Science, (Problems İn The Logic of Scientific Explanation), Hackett
Publishing Company, Cambridge, 1979. s. 336-337. 20
K. Popper, Objective Knowledge, (An Evolutionary Approach), s. 258.
12
ilerlediğini (through overthrow wıth incorporation) savunmuştur.21
Teorileri
yanlışlama girişimlerimiz bilimsel sürecin devrimsel (overthrow) yönüne,
yanlışlanmış teorilerin doğru içeriklerinin yeni teori tarafından içerilmesi gerektiği de
bilimin birikimsel (incorporation) yönüne tekabül etmektedir.
Kuhn, hem Mantıkçı Pozitivistlerin hem de Popper'ın ilerleme anlayışını eleştirerek,
her iki düşünce geleneğinin de art arda gelen teoriler arasındaki ilişkiyi doğru bir
şekilde değerlendiremediğini belirtmiştir. Gerek Pozitivistler gerekse Popper kendi
bilimsel ilerleme anlayışlarını anlaşılabilir kılmak adına özellikle Newton ve Einstein
teorilerini karşılaştırarak analiz etmişlerdi. Bu çözümlemede her bir düşünce ekolü
kendi ilerleme anlayışını temellendirecek kanıtları kolaylıkla bulmuştur.
Pozitivistlere göre Einstein fiziği Newton dinamiğinin devamı olduğu gibi, birisi
öbürüne indirgenebilir durumdadır. Popper ise Einstein fiziğinin Newton fiziğini
yanlışladığını, dolayısıyla onunla çeliştiğini savlamaktadır.22
Kuhn’a göre, pozitivist anlayışın Newtoncu yasaların Einsteincı yasaların bir parçası
olduğunu göstermeye yönelik teşebbüsleri geçersizdir. Hatta belirli sınırlar dahilinde
geçişlerin olduğu savı, yalnızca yasaların biçim değiştirmesiyle bitmemektedir. Aynı
zamanda evreni oluşturan olguların anlamsal bir değişikliğe uğraması gerekmektedir.
21
Popper bu düşüncelerini Bilimsel Araştırmanın Mantığı adlı eserinin genişletilmiş baskısında
( 1973) ileri sürmüştür. Ayrıca, bkz: Popper, Bilimsel Araştırmanın Mantığı, s. 567. Losee, Theroies
of Scientific Progress, s. 88-89. 22
Kuhn, burada Popper’ı özellikle ilk eserleri bağlamında değerlendirmiştir. Oysa Popper 1960 ve
daha sonraki çalışmalarında özellikle art arda gelen teorilerin bütünüyle birbirleriyle çelişmediğini,
aksine birbirlerini kısmen de olsa içerdiklerini savlamıştı. Bu nedenle Kuhn’un Popper’ı tek bir açıdan
eleştirmesi sağlıklı sonuçlar vermeyecektir.
13
Çünkü Einstein teorisi yerleşik bilinen kavramların anlamlarını değiştirerek devrimci
bir etki yapmıştır.23
Kuhn, Poppercı gelenek için de Einstein fiziğinin Newton dinamiği ile çelişmediğini,
her iki teorinin farklı alanlarda işlev gördüklerini, böylelikle her ikisinin de geçerli
olabileceğini iddia etmektedir. Farklı alanlarda işlev gören teorilerin birbirleriyle
çelişmesi zorunlu değildir. Çünkü daha önce bilinmeyen olguları ele alan bir teori
olabilir. Örneğin kuantum teorisi yirminci yüzyıldan önce bilinmeyen atomdan daha
temel düzeydeki olgularla ilgiliydi.24
Dolayısıyla daha önce bilinmeyen bir olgunun
şimdi bilinen bir olgu ile çelişmesi us-dışıdır.
Kuhn, bu eleştirileri sıraladıktan sonra kendi bilimsel ilerleme anlayışını öne sürer.
Ona göre her paradigma kendi ilke ve yöntemleri ile karakterize olduğu için, bir
paradigmadan diğer paradigmaya geçiş devrimsel bir kopuş niteliğindedir. Kuhn, bu
çerçevede Newton fiziğinin yapı ve ilkeleri bakımından Einstein fiziğinden oldukça
farklı olduğunu, dolayısıyla da bu durumun bir devrim sürecine örnek teşkil ettiğini
belirtmektedir.
Kuhn'un bilim tarihi referanslı devrimsel ilerleme anlayışı özellikle 1970'li yıllardan
sonra ağır eleştirilere maruz kalmıştır. Bu süreçte Lakatos, Toulmin ve Laudan gibi
bilim filozofları bilimin nasıl seyrettiği hususunda Kuhn'un da tatmin edici
açıklamalar getiremediğini ileri sürerek, alternatif ilerleme anlayışları
geliştirmişlerdir. Lakatos bilimin birleşerek (incorporation) ilerlediğini, Toulmin
evrimsel seyrettiğini, Laudan ise problem çözerek ilerlediğini savlayarak bilim
tarihine en uygun ve gerçekçi ilerleme anlayışını oluşturmaya çalışmışlardır.
23
Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions, s.102. 24
Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions, s. 95.
14
Bilim filozofları arasındaki bütün bu tartışmalar ve anlaşmazlıkların çıkış itibariyle
bilimin nasıl ilerlediği sorunu ekseninde geliştiği görülmektedir. Bilimin ilerleyen bir
entelektüel faaliyet olduğu hususunda hemfikir olan düşünürler, bilimin nasıl
ilerlediği hususunda anlaşmazlığa düşmektedirler. Bu anlaşmazlık çerçevesinde
bizim de bu çalışmadaki temel problemimiz bilimin nasıl ilerlediği sorunsalıdır.
Bu problemi aydınlatmak ve açıklamak adına bilim filozoflarından farklı olarak dilin
sentaktik çözümlemesine dayanan bir metot izlenecektir. Bilim filozoflarının bilimin
nasıl ilerlediği sorunsalına yaklaşımları genellikle bir bilim tasarımı ortaya koyup
daha sonra 'ilerleme' kavramını bu bilim tasarımına uyarlamak olmuştur. Oysa
"bilim ilerler" ifadesini dilin sentaktik boyutunda irdelediğimiz zaman burada
özneyi temsil eden 'bilim' tanımlanan, yüklemi temsil eden 'ilerler' sözcüğü ise
tanımlayıcı pozisyondadır. Bu çerçevede "bilim ilerler" ifadesinde asıl bilgi verici
öğenin 'yüklem' olduğu gözükmektedir. Sentaktik açıdan 'yüklem' 'özneye' bir bilgi
ve anlam taşımaktadır. Dolayısıyla filozofların izlediği gibi öncelikle bilim
kavramından yola çıkarak değil de, 'ilerleme' kavramını analiz etmek sentaktik
açıdan daha doğru bir yaklaşım olacaktır.
Bu bakış açısına dayanarak tezimizi iki ana başlık altında tasarladık. Birinci bölümde
'İlerleme' kavramının etimolojik, anlamsal ve tarihsel analizi yapılacak, ikinci
bölümde ise bilimsel ilerleme teorileri serimlenecektir.
"'İlerleme' Kavramının Tarihsel ve Kavramsal Analizi" başlıklı birinci bölümde
'ilerleme' kavramının etimolojik ve terimsel çözümlemesini yaparak, tarihsel süreçte
ne gibi anlamlar kazandığına ve ne gibi anlam değişikliklerine uğradığını irdeleyerek
anlayışımız çerçevesinde bir tanımlama ya da anlam belirlemesi yapılacaktır.
15
Bu belirlenim bizlere 'ilerleme' kavramının ne türden norm ve ölçütlere sahip
olduğunu göstererek, tarihsel süreç içerisinde gerçekte bu kavramın hangi dönemde
ele alındığı ve bilime nasıl yansıdığı türünden soruları yanıtlamada yardımcı
olacaktır. Ayrıca 'ilerleme' kavramına içkin (intrinsic) olan norm ve ölçütlerin
belirlenmesi bizlere özellikle ikinci bölümde hangi düşünürün ya da düşünce
ekolünün 'ilerleme' kavramını doğru ve yerinde kullandığını göstermekte bir dayanak
sağlayacaktır.
Tezimizin ikinci bölümünde ise temel problemimize (bilimin nasıl ilerlediği
problemine) yönelik öne sürülen ilerleme teorilerini karşılaştırmalı ve tartışmalı bir
eksende irdeleyeceğiz. Ayrıca bu bölümde 'ilerleme' kavramının normatif bir yapıda
olmasından dolayı bilimsel ilerlemenin de bir takım normlara tabi olacağına dikkat
çekerek, düşünürlere bilimin nasıl ilerlediği problemini açımlamaya yönelik bir
takım başka sorular da sorulacaktır. Bu sorulardan başlıcaları şunlardır:
i) Bilimsel ilerleme nedir?
ii) Bilimsel ilerlemeyi sağlayan ölçütler veya standartlar nelerdir?
iii) Bilimsel ilerlemenin amacı ya da hedefi nedir?
Bu sorulara verilen yanıtlar ve öne sürülen ilerleme teorileri, birinci bölümde ulaşmış
olduğumuz ilerleme norm ve standartları ile mukayese edilerek, en uygun bilimsel
ilerleme teorisinin olanaklılığı tartışılacaktır.
16
I. BÖLÜM
1- ‘İLERLEME’ KAVRAMININ TARİHSEL VE KAVRAMSAL ANALİZİ
1-1- ‘İlerleme’ Kavramı Üzerine
1-1-1- ‘İlerleme’ Kavramının Etimolojik Çözümlemesi
‘İlerleme’ (Lat: progressus, İng: progres, Fr: progrés, Alm:, fortschritt, Osm: terakki)
kavramının kullanımı çok eski dönemlere gitse de bugünkü anladığımız anlamın
kökenini Latince ‘Progressus’ terimine ve onun fiil karşılığı olan ‘Progredior’
terimine kadar götürmek mümkündür.25
Terimsel çözümlemede ‘progressus’ ‘pro’
ön ekinin ve ‘gressus’ sözcüğünün birleşiminden oluşmaktadır. ‘pro’: önde, ileriye;
‘gressus’ ise yürüme ve adım anlamlarına karşılık gelmektedir.26
‘Progressus’ (ileriye adım) terimi, ‘progredior’ (ileriye adım atma) fiili ile birlikte
düşünüldüğünde, 'ileriye adım atma' kısa zaman ölçeğinde bizlere bir yön ve hedefi
ima etmektedir. Bu hareket yönünün meşruiyetini göstermek için ‘progressus’
teriminin tam karşıtı olan ‘regressus’ terimine bakmak yararlı olacaktır. ‘Regressus’
geriye adım ve gerileme anlamlarına gelmektedir.27
En basit örneğiyle fiziksel alanda ‘ileri’ ve ‘geri’ adlandırmaları bir referans noktası
bağlamında doğrusal veya çizgisel boyutta değerlendirilmektedir. Bu iki karşıt
terimin döngüsel ya da dairesel bir boyutta ele alınamamasının temel gerekçesi bu
25
Detaylı bilgi için bkz. James Morwood (ed.), Pocket Oxford Latin Dictionary, Oxford University
Press, Oxford, 2005. s. 390. 26
Bedia Akarsu, Felsefe Terimler Sözlüğü, İnkılap Kitabevi Yayınları, İstanbul 1998, s. 102. 27
James Morwood (ed.) Pocket Oxford Latin Dictionary Oxford University Press, Oxford, 2005. s.
160.
17
boyutta başlangıç ve bitiş noktaları tam olarak birbirlerinden ayırt edilememektedir.
Diğer bir ifadeyle, başlangıç noktası aynı zamanda bitiş noktası da olmaktadır. Bu
durumda bir şeyin ilerlemesi aynı zamanda gerilemesi; bir şeyin gerilemesi de,
ilerlemesi olarak görülebilecektir. Bu çerçevede ‘ileri’ ve ‘geri’ adlandırmaları bir
paradoksa dönüşecektir. Bu çözümleme ışığında ‘progressus’ (ileriye adım) ve
‘regressus’ (geriye adım) kavramlarının var oluş zemininin, doğrusal veya çizgisel
bir boyut olduğunu söylemek doğru olacaktır.
Bu hususta dikkate değer fikirler ileri süren Amerikalı sosyolog R. Nisbet ‘ilerleme’
kavramının anlam içeriği bakımından çizgisel bir zaman anlayışından
ayrılamayacağını savunmuştur.28
Benzer şekilde J. Bury de tarihsel analizler
sonucunda ilerlemenin çizgisel boyutta olmasına işaret ederek, Antik Yunan’da
gerçek bir ilerleme fikrinin oluşmamasının nedenlerinden birisini Greklerin döngüsel
toplum ve tarih anlayışına bağlamıştır. 29
Bu analizler doğrultusunda ‘progressus’ ve ‘regressus’ terimlerinin doğrusal bir yöne
işaret ettiği açık görünmektedir. Fakat bu aşamadan sonra ‘progressus’ (ileriye adım)
ve ‘regressus’ (geriye adım) terimlerinin nasıl değerlendirilmesi gerektiği sorun
olarak karşımızda durmaktadır. Diğer bir deyişle herhangi bir şeyin ilerlediğini ya da
gerilediğini nasıl ya da neye göre söyleyebiliriz?
28
R. Nisbet, History of The Idea of Progress, Transaction Publisher, USA, 1998, s. 5. 29
J.B. Burry, The Idea of Progress, Dover Publication, New York, 1960, s. 9.
18
1-1-2- ‘İlerleme’ (Progress), ‘Ölçüt’ (Criteria) ve ‘Hedef’ (Goal) Kavramları
Arasındaki İlişki
Fiziksel alanda bir cismin hareketini ileri ya da geri olarak adlandırabilmek için bir
referans noktası ya da ölçüte ihtiyaç vardır. Örneğin doğrusal eksende 'C' gibi bir
hedef noktasına hareket eden 'A' ve 'B' gibi iki araçtan hızı daha fazla olan 'B'
aracının daha ilerde (hedefe yaklaşma anlamında) olduğunu söyleyebiliriz. Burada
'C' hedef noktası referans gösterilerek ileride ve geride olma yargılarına varılmıştır.
Ayrıca fiziksel alana yönelik olarak yapılan bu yargılar bir değer yargısından
bağımsız olduğu için, benzer koşullarda herkes 'B' aracının daha ileride olduğu
yargısına varacaktır.
Öte yandan değer yargılarından bağımsız olarak yapılan bu ‘ileride olma’ ve ‘geride
olma’ adlandırmaları özellikle beşeri faaliyetlerde benzer şekilde
değerlendirilmemektedir. Çünkü toplumsal ve tarihsel alana ilişkin etkinliklerde
hedef ya da referans noktaları değer yüklü olduğu için, 'ileride' ve 'geride' olma
adlandırmaları da değer yüklü olmaktadır.30
Örneğin, tarihin ilerlediğine yönelik bir sav, gerek Modern dönemde gerekse Ortaçağ
Hristiyan dünyasında farklı hedef ve ölçütler ile karakterize edildiği için, bir
dönemde ‘ilerleme’ addedilen tarih, diğer dönemde ‘gerileme’ olarak
değerlendirilebilmektedir.
Bu ifadelerden beşeri faaliyetlerde 'ilerleme' ve 'gerileme' yargılarının fiziksel
alandan farklı olarak değer yüklü olduğu gözükmektedir. Fakat ister fiziksel olsun,
30
Ömer Naci Soykan, "Modernite ve Anarşizmle İlgisi Bakımından 'İlerleme' Kavramının Bir
Çözümlenmesi", Sosyoloji Dergisi, 19. sayı, 2009/2, s.38-39.
19
ister ise beşeri olsun her iki alanda da bir hedef ya da ölçüt olmadan herhangi bir
şeyin ileride ya da geride olduğunu söylemek mümkün görünmemektedir.
‘İlerleme’ kavramını tarihsel boyutta irdeleyen J. Burry, gerçek bir ilerlemeden
bahsetmek için varış noktasının ya da bir hedefin olması gerektiğini özellikle
vurgular.31
Çünkü 'ileriye adım atma' (progredior) anlamsal içeriği bakımından bir
belirsizliğe doğru değil, istenilen ve beklenilen bir hedefe doğru yönelimdir.
Sebepsiz ve nedensiz ileriye adım atma' olamaz. Ancak bir amaç ve gaye
doğrultusunda adım atılır. Hedefin ya da amacın istenilen, arzu edilen bir şey olması
ise 'ileriye adım atmanın' bir yönüyle değer yüklü olduğunu ortaya çıkarmaktadır.
Diğer bir deyişle hedefin istenilen bir unsur olması 'ilerleme' kavramının değer yüklü
olduğunu açığa çıkarmaktadır.
Birçok entelektüel, 'ilerleme' kavramının normatif ve değer yüklü olduğuna kanaat
getirerek bu kavramın anlaşılabilmesi için bir ölçütün veya hedefin olması gerektiği,
aksi durumda ilerleme anlayışında bir ayrıma gidilmesinde hem fikirdirler. Buna
göre " ‘A’ seviyesinden ‘B’ seviyesine geçiş bir ilerlemedir" ifadesi " ‘A’
seviyesinden ‘B’ ye geçiş belirli ölçütler bağlamında ilerlemedir" ifadesinden
ayrılmalıdır. Birinci ifade sübjektif değer yargılarına göre ele alınacağı için tahmini
ilerleme (estimation of progress) olarak adlandırılır. İkinci ifade ise nesnel ve
objektif bir ölçüt bağlamında değerlendirildiği için gerçek ilerleme (real progress)
olarak adlandırılır.32
31
J.B. Burry, The Idea of Progress, Dover Publication, New York, 1960, s. 1.
32 Ilkka Niiniluoto, ‘Scientific Progress’, (ed) Edward. N, http://plato.standford.edu/ archives /summer
2011/Entries/Scientific Progress, s. 5.
20
Bu durumda bilimsel ifadeleri hangi ilerleme alanında görmeliyiz, sorusu sorulabilir.
Şayet bilimsel önermeleri objektif bir hedef veya nesnel bir ölçüt bağlamında
değerlendirilmesi gerektiğini kabul edersek, bilimsel ilerlemeyi gerçek ilerleme (real
progress) çerçevesinde görmek mümkündür. Aksi durumda ise tahmini ilerleme
(estimation of progress) çerçevesinde ele alınacaktır.
Bu hususta bilim düşünürleri arasında farklı görüşler öne sürülmüştür. Mantıkçı
Pozitivistler ve Popper bilimsel ilerlemenin nesnel ölçütler çerçevesinde
gerçekleşmesi gerektiğini ileri sürmelerine rağmen, Kuhn ve Feyerabend gibi
düşünürler teoriden bağımsız bir olgunun olamayacağı ilkesini benimseyerek, bu
türden nesnel ölçütlerin olamayacağını savunmuşlardır.
Pozitivist ekol temsilcileri ilerleme gerçekleştiren teorilerin bir önceki teorilere
nazaran nesnel zeminde açıklama (explanation/doğrulama) ve öndeyi (prediction)
gibi ölçütlere sahip olduklarını belirtirler. Diğer bir deyişle, yeni teori eski teorinin
açıklayamadığı problemleri açıkladığı gibi, beklenilen olguları da öngörebilmektedir.
Bu da yeni teorinin başarı ölçütleridir. Benzer çizgide Popper da başarılı teorinin
nesnel ölçütlerle belirlenmesi gerektiğini ve bunların da doğruluk (truth) ve bilgi
(information) gibi kavramlar olduğunu belirtmektedir. Popper’a göre, art arda gelen
iki teoriden ilerleme gerçekleştiren bizlere yeni doğru bilgiler sunmalıdır.33
Öte yandan Kuhn ve onun çizgisini sürdüren düşünürler bilimde nesnel ölçütlerin
olmadığı gibi, bilimsel ilerlemeyi gösteren nesnel ölçütlerin de olamayacağını
savunmuşlardır.34
Fakat Kuhn, nesnel olmasa dahi yine de bilim topluluğunun yeni
33
Ilkka Niiniluoto, a.g.e., s. 5. 34
Kuhn’un bu düşünceyi ileri sürmesini sağlayan varsayım, teoriler arasında eş-ölçülemezlik
(incommensurability) ilkesinin kabulüdür. Bu ilkeye göre rakip teorilerin (paradigmaların) her birisi
farklı yapı ve ilkeler çerçevesinde bilimsel etkinlik yürüttükleri için aralarında herhangi bir nesnel
21
bir teoriyi (Kuhn’un deyimiyle yeni bir paradigmayı) benimsemesinde bir takım
ölçütlerin olması gerektiğini vurgulamıştır. Her şeyden önce başarılı paradigma
bunalım yaratan soruna çözüm getirmelidir ve çözüm getirirken de şu ölçütleri
sağlamalıdır: Hatasızlık (accuracy), tutarlılık (consistency), kapsama alanı (scope),
basitlik (simplicity) ve verimlilik (fruitfulness).35
Bilim düşünürlerinin ileri sürdüğü söz konusu iki teori arasında ilerlemeyi gösteren
ölçütler, aynı zamanda genel bir hedef anlayışı ile de ilişkilendirilmektedir. Örneğin,
Popper, ilerleme gösteren teoride olması gereken ‘doğruluk’ ve ‘bilgi’ ölçütlerini
gerçeğe yakınlık (truthlikeness and verisimilitude) kavramı ile hedefleştirmiştir.36
Buna göre bilinçten bağımsız bir doğruluk (truth)37
vardır ve biz bu doğruluğa (hedef
anlamında bir doğruluğa) ‘doğruluk’ ve ‘bilgi’ ölçütleri bağlamında daha da
yaklaşmaktayız. Diğer bir deyişle, art arda gelen iki teoriden doğruluk ve bilgi içeren
başarılı teori (ya da Popper’ın deyimiyle yanlışlanmaya karşı direnç gösteren teori)
doğruluğa daha yakın kabul edilir.
Bu ifadelerden Popper’ın bilimsel ilerleme anlayışını doğruluğa (truth) yönelik bir
ilerleme olarak görmek yanlış olmayacaktır. Bu süreçte bilimin hedefi (goal)
doğruluğu elde etmek değil; sadece ona yaklaşmak olmaktadır.38
Popper’ın burada
ideal bir hedef (doğruluk) oluşturarak bilimsel ilerlemeye bir yön tayin etmesi
ölçüt yoktur. Detaylı bilgi için bkz. Kuhn, The Structure of Scientific Revolutionss, The University of
Chigago Press, USA, 1970. s. 150. 35
Kuhn, “Eleştirmenlerime Cevaplar”, Bilginin Gelişimi ve Bilginin Gelişimi ile İlgili Teorilerin
Eleştirisi, (eds), Imre Lakatos & Alan Mugrave, Çev: Hüsamettin Arslan, Paradigma Yayınları,
İstanbul 1992. s. 321. Ayrıca bkz. Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions, s. 169. 36
Ilkka Niiniluoto, a.g.e, s. 12. 37
Popper burada ‘gerçeklik’ (truth) kavramını daha çok düzenleyici bir ilke (regulative principle)
olarak ele almaktadır. Ona göre doğruluk (truth) asla bilemeyeceğimiz ve ulaşamayacağımız bir Idea
olarak var olmaktadır. Biz doğruluğu bilemesek de yine de düzenleyici bir ilke olarak bizleri
yönlendirmektedir. Detaylı bilgi için bkz. Popper, Conjectures and Refutations: The Growth of
Scientific Knowledge, Routledge Kegan Paul Press, London 1972, s. 226. 38
Popper, Conjectures and Refutations, s. 229.
22
ilerleme fikrinin oluşması için zorunlu bir koşuldur. Fakat öte yandan Popper’ın bu
nitelikte bir hedef ileri sürmesi çeşitli eleştirilere yol açmıştır.
Bu doğrultuda en ciddi eleştirilerinden birisini de T.S. Kuhn yöneltmiştir. Kuhn,
Popper’ın ileri sürmüş olduğu geleceğe yönelik bir doğruluğun (truth) hedef olarak
kavramsallaştırmasını, tamamıyla ütopik bularak eleştirmiştir. Bu ütopya da bir
alışkanlıktan kaynaklanmaktadır. Kuhn’un deyimiyle bilimi doğa tarafından önceden
saptanmış bir amaca doğru sürekli yaklaşan bir etkinlik olarak görmek hepimizde
kalıcı bir alışkanlık olmuştur.39
Öte yandan Kuhn, ilerleme açısından bir hedef ya da ölçütün olması gerektiğini
kabul ederek, herhangi bir ilerlemenin olup olmadığını anlamak için ileriye bakışı
(forward-looking) değil de geriye bakışı (backward-looking) esas almayı daha uygun
görür. Buna göre, bilmek istediğimiz bir gelişme (evolution) düşüncesi yerine,
bildiklerimizden başlayan bir gelişme düşüncesini koymak daha uygun olacaktır.40
Yerleşik düşüncede ‘hedef’ (goal) kavramı daha çok bir etkinlik içerisinde bitiş
noktası olarak belirlenmiştir. Oysa Kuhn bu düşüncenin problemli olduğunu
belirterek ‘hedef’ kavramını başlangıç noktası ile ilişkilendirmiştir. Buna göre ben
daha iyi piyano çalmak istiyorsam, benim ilerleme kaydetmem, hedef olarak
belirtilen ideal ve mükemmel bir piyanist olmama göre değil de, geçmişteki ya da ilk
başlangıç noktasındaki seviyeme göre değerlendirilecektir.
Daha önce de değinildiği gibi, ‘ilerleme’ kavramı içkin anlamıyla bizlere gelecek
zamanda bir hedefin olduğunu belirtmekteydi. Oysa Kuhn burada ‘ilerleme’
kavramını geçmiş zaman kipiyle ilişkilendirerek, kavramın anlamsal içeriğini tahrip
39
Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions, s.170. 40
Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions, s.171.
23
etmektedir. Dolayısıyla Kuhn’un geriye bakışı esas alarak oluşturmaya çalıştığı
ilerleme anlayışı, ‘ilerleme’ kavramının anlamsal içeriği ile çelişmektedir.
Bütün bu açıklamalar dikkate alındığında farklı biçimlerde de olsa herhangi bir
alanda ilerlemenin gerçekleşmesi için bir 'hedef' ya da 'ölçüt' kavramının zorunlu
olduğu gözükmektedir. Fakat burada herhangi bir ölçütün zamansal ve mantıksal
olarak hedeften sonra geldiği dolayısıyla da ölçütün hedefe bağlı olduğu ya da
'ölçütün' 'hedef' kavramı ile mantıksal olarak ilişkilendirilmesi dikkate alınmalıdır.
Yukarıda da görüldüğü üzere birçok düşünür söz konusu ayrım ve ilişkiyi dikkate
almadığı gerekçesiyle ilerleme anlayışlarında anlamsal bir bütünlük
sağlayamamışlardır.
Buraya kadar ki çözümlememizde daha önceden etimolojik olarak tarif ettiğimiz
‘progressus’ teriminin tanımını daha da genişleterek bir hedefe ulaşmak için ileriye
doğru adım atma olarak tanımlamak daha uygun olacaktır.41
Buradaki 'ileriye doğru
adım atmanın' bir hedefe yönelik olması ve bu hedefin de istenilen, arzu edilen bir
unsur olması atılan her adımın bir önceki adıma göre daha iyi ve daha üstün
olduğunu açığa çıkarmaktadır. O halde burada ileriye doğru adım atmayı niceliksel
ve niteliksel anlamda daha büyük, daha yüksek, daha iyi ve daha yetkin bir duruma
gelişmek olarak tarif edebiliriz.42
Bu tanımlamadaki ‘daha iyi’ ve ‘daha yüksek’ gibi mukayese ifadeleri, önceden
gösterilen hedef ve bu hedef ile ilişkilendirilmiş ölçütlere göre belirlenir. Dolayısıyla
ileri atılan her adımın bir önceki adımdan daha iyi ve daha üstün olması için hedefe
41
Ayrıca bkz. Webster’s Dictionary & Thesaurus, Trident Press International, Canada, 2000. s.774. 42
Ayrıca bkz. Orhan Hançerlioğlu, Türk Dili Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1995. s. 273.
Akarsu. a.g.e., s. 102.
24
biraz daha yakın olmak gerekir. Diğer bir deyişle 'sonraki adım' önceki adımın
kazanımları ile birlikte hedefin gösterdiği yeni kazanımlara ulaştığı zaman 'ilerleme'
anlamsal ve mantıksal olarak gerçekleşecektir.
Öte yandan ‘daha iyi’ ve ‘daha yüksek’ gibi mukayese ifadeleri, Alman düşünür
Koselleck’in işaret ettiği gibi bizlere ‘ilerleme’ kavramının bağlı olduğu iki boyutu,
uzamsal ve zamansal boyutları işaret etmektedir. Uzamsal boyut şurada olmayı ve
burada olmayı; zamansal boyut ise önceyi, şimdiyi ve sonrayı içermektedir.43
Koselleck’in belirtmiş olduğu söz konusu iki boyutu tek boyuta indirgemek mümkün
gözükmektedir. Çünkü bir şeyin ‘şurada’ veya ‘burada’ olması da zamansal boyut
tarafından içerilmektedir. Zamansal boyut olmadığı sürece, uzamsal boyuttan söz
etmek mümkün olmamaktadır.
Bu durumda ‘ilerleme’ kavramının (ya da fikrinin) en açık görüldüğü yer zamansal
boyut olmaktadır. ‘İlerleme’ geçmiş, şimdi ve geleceğin bir sentezi olarak karşımıza
çıkmaktadır. Bu sentezin, yani ‘ilerleme’ kavramının, zaman kipleri arasındaki
analizi ise şöyle betimlenebilir: Herhangi bir şeyin ilerlediğinden bahsedildiği
zaman, o şeyin ‘geçmiş’ ve ‘şimdi’ arasındaki mukayesesini ‘geleceği’ ölçüt alarak
değerlendiririz. Gelecek zaman kipi burada daha çok varsayımsal olarak bir hedefin
varlığına işaret eder. Burry’nin de benzer biçimde ‘ilerleme’ kavramının içeriği
bakımından sürekli geleceğe vurgu yaptığı ve bu geleceğin de, şimdiden daha iyi
olacağı varsayımını içinde barındırdığı 44
ifadesi doğrudan gelecek zaman kipinde bir
hedefe işaret etmektedir.
43
R. Koselleck, İlerleme, Çev: Mustafa Özdemir, Dost Kitapevi, Ankara 2007, s. 20. 44
J.B. Burry, The Idea of Progress, Dover Publication, New York, 1960, s. 1.
25
‘İlerleme’ kavramının zaman kipleri arasındaki konumunun en güzel örneğini
Burry’nin Idea of Progress (İlerleme Fikri) adlı eserinde görmek mümkündür. Burry
bu eserinde gerçek bir ilerleme anlayışının modern dönemde gerçekleştiğini ve
bunun ise Bacon ve Descartes gibi düşünürlerin eski (geçmiş) ve yeni (şimdiki)
dünya arasında bir mukayese yapması sonucunda ortaya çıktığını ileri sürer. Burry
özellikle modern dönemde F. Bacon’un geçmiş (ancient) ve şimdi (modern) arasında
bir kıyaslama yaptığını, çağının entelektüellerinin Grek ve Roma düşünürlerine göre
daha fazla bilgiye sahip olduğunu belirtir.45
Burry, burada gerçek bir ilerlemenin
modern dönemde geçmiş ile şimdi arasındaki bir mukayese sonucu ortaya çıktığını
ileri sürerken, gelecek zaman kipinde şu hedef veya ölçütü varsayımsal olarak
dikkate almıştır:
i) İnsanlığın refah ve mutluluğa ulaşması ancak doğanın bilgisi ile mümkün
olacaktır. Dolayısıyla doğanın bilgisine ulaşmak gerek (hedef).
Burry’nin ileri sürdüğü gelecekteki ‘hedef’ kavramını bir anlamda ‘iyi’ kavramı ile
örtüştürmek mümkündür. Çünkü doğanın bilgisine ulaşmak insanlık için olumlu bir
tutum olarak sergileniyor. Tarihsel olarak bakıldığı zaman ‘ilerleme’ kavramı
genellikle insan yaşamında doğal olarak bulunan bir şeyin daha iyi durumda olma
beklentisinin bir ifadesi olarak yorumlanmıştır. Bu henüz gelecek bir zamanda
olacağı umulan bilinmeyen bir iyi’nin beklentisi olarak yorumlanır. 46
Benzer şekilde, bilim tarihçisi George Sarton da J. Burry gibi, ilerlemenin ya da
bilimsel ilerlemenin en açık biçimde ortaya çıktığı alanı tarihsel eksen olarak
45
J.B. Burry, The Idea of Progress, s. 54. 46
Sanem Yazıcıoğlu, “İlerleme Düşüncesine Yönelik Eleştirel Bir Değerlendirme”, Sosyoloji Dergisi,
3. Dizi, sayı: 19, 2009/2, s. 124.
26
belirtmektedir. Sarton ‘The Quest for Truth’ adlı makalesinde bilim tarihi
perspektifinde ilerlemenin en açık görüldüğü dönemlerden birinin Rönesans
olduğunu ileri sürmektedir. Bu dönemde bilimsel alanda yapılan yenilikler eski ile
yeni arasında adeta bir sınır çizgisi oluşturmuştur.47
Örneğin, bu dönemde astronomi alanındaki gelişmeler adeta devrim niteliğinde
olmuştur. Kopernik tarafından ileri sürülen Güneş merkezli evren teorisi astronomi
alanında ilerlemenin en belirgin göstergesi olmuştur. Benzer biçimde coğrafya
bilgimizin ilerlediğine yönelik en somut delil, coğrafi keşifler aracılığıyla 1600 yılına
varıldığında bilinen dünya yüzeyinin iki katına çıkmış olmasıdır. Yeni iklimler ve
doğanın yeni yüzleri ortaya çıkarılmıştır.48
Bu nedenle Sarton modern zamanların
eskilerden ilerde olmasını onların, doğa ve evren hakkında daha kapsamlı, daha kesin
ve daha fazla bilgi sahibi olmasına bağlar.49
Bu ifadelere dayanarak, Sarton’un bilimsel ilerlemeyi eski bilimsel topluluk ile yeni
bilimsel topluluk arasındaki mukayese sonucu açığa çıkan bilimsel bilgi düzeyi ile
değerlendirdiğini görmekteyiz. Yeni bilim adamları eskiye nazaran doğayı ve evreni
daha detaylı ve daha kapsamlı bilmektedirler, bu nedenle bilimde bir ilerleme
gerçekleşmiştir.
47
George Sarton, “The Quest for Truth, (A Brief Account of Scientific Progress During the
Renaissance)” On The History of Science Essays, Dorothy Stımson (edit), Harward Üniversity Press,
Cambridge, 1962, s. 104. 48
Sarton, The Quest For Truth, s.104. 49
George Sarton, “The New Humanism”, Isis, Vol 6, No.1, The University of Chicago Press, USA,
1924, s. 18-19.
27
1-1-3- ‘İlerleme’ (Progress) ve ‘Değişim’ (Change)
Düşünürler tarafından belirtildiği gibi ‘İlerleme’ kavramının açığa çıktığı zamansal
boyut (geçmiş, şimdi ve gelecek) dolaylı bir biçimde bizlere bir değişimin olması
gerektiğini ima etmektedir. Çünkü herhangi bir şeyin geçmiş ile şimdi arasındaki
mukayesesini yapmakla değişimin (change) olduğunu örtük bir şekilde varsaymış
oluruz. Bu durumda ilerlemenin gerçekleşmesi için değişimin olması, zorunluluk arz
etmektedir. Diğer bir ifadeyle, ‘değişim’ kavramı ‘ilerleme’ kavramına içkindir
denilebilir. Fakat burada her değişimi bir ilerleme olarak görmek yanıltıcı olacaktır.
Değişimin ilerleme sayılabilmesi için bir 'ölçüt' veya 'hedef' doğrultusunda olumlu
veya iyimser (optimistic) bir şekilde değerlendirilmesi gerekir. Bu manada ‘ilerleme’
kavramının ‘değişim’ kavramından farklı olarak değer yüklü ve normatif bir yönü
olduğu söylenebilir,50
çünkü bazı değişimleri gerileme olarak da tanımlayabiliriz.
Neticede ‘ilerleme’ kavramının anlamsal olarak kendini ortaya koyabilmesi için,
ölçüt (criteria), hedef (goal) ve değişim (change) kavramlarına içkin bir şekilde bağlı
olduğu görülmektedir. Söz konusu kavramlardan herhangi birisinin olmaması
ilerlemenin de gerçekleşmeyeceğine işaret eder. Zamansal boyutta değişim gösteren
bir şeyin eski durumuna göre daha iyi olduğunu söyleyebilmemiz için elimizde bir
ölçütün ya da ulaşılması gereken bir hedefin olması gerekir. Bir değerlendirme
ölçütü belirlememiz bizlere değişim gösteren varlığın ilerlediğini (progress) ya da
gerilediğini (regress) gösterecektir.
50
Ilkka Niiniluoto, ‘Scientific Progress’, (ed) Edward. N, http://plato.standford.edu/ archives /summer
2011/Entries/Scientific Progress, s. 3.
28
Buraya kadar yaptığımız çözümlemeyi daha anlaşılır kılabilmek adına ‘ilerleme’ ve
ona bağıl51
olan diğer kavramlar arasındaki ilişkileri bir örnek ile somutlaştıralım:
X’in katıldığı bir piyano kursunda iyi bir piyanist olmanın ölçütü 1’den 10’a kadar
belirlenen programda 10. seviyeye ulaşmak olsun. Bu çerçevede X’in 3. seviyeden
gerekli becerileri kazanarak, 4. seviyeye geçmesi bir ilerleme olarak adlandırılır.
Çünkü ‘X’ hedef olarak belirtilen 10. seviyeye daha da yakınlaşmıştır.
Dikkat edilirse burada yapılan çözümlemede X’i 3. seviye ve 4. seviye bağlamında
karşılaştırıyoruz. Bu mukayese bizlere X’in bir takım beceriler kazanarak değiştiğini,
yani 3. seviyedeki ‘X’ olmadığını belirtmektedir. Fakat burada ‘X’in 3. sevideki
becerilerini koruyarak, 4. seviyeye geçtiğine dikkat çekmek gerekir. Çünkü ‘X’ 3.
sevideki kazandığı becerileri ve davranışları kaybederse hedef olarak belirtilen 10.
aşamaya varılamayacağı gibi bir ilerleme de söz konusu olmayacaktır. Dolayısıyla
‘X’in burada geçirdiği değişimi sadece 4. seviyede kazanılan becerilerle
sınırlayabiliriz. Bu değişimin ilerleme olduğunu gösteren ölçüt ise 10. seviye olarak
belirtilen hedeftir. X, 3. seviyeden 4. seviyeye geçerken, hedef olarak belirtilen 10.
seviyeye daha da yaklaştığı için X’in geçirdiği bu değişim ilerleme olarak tanımlanır.
1-1-4- Yüklem Olarak ‘İlerleme’
Buraya kadar yapılan araştırmada ‘ilerleme’ kavramının anlamını, ona içkin olan
diğer kavramlarla ilişkisini göz önünde bulundurarak çözümlemeye çalıştık. Fakat
bilindiği üzere bir kavram tek başına hiçbir işlevi yerine getirememektedir. Onun
51
Bir kavram varlığını bir başka kavrama borçlu ise buna bağıl kavram denir. Örneğin ‘baba’ kavramı
evli ve çocuk sahibi olan erkekleri tasarlamamızı sağlar. Ayrıca bkz, Kadir Çüçen, Mantık, Asa
Kitabevi, İstanbul, 1999. s. 52.
29
işlevi ancak ve ancak bir tümce içerisinde ortaya çıkmaktadır. Diğer bir ifadeyle bir
kavram tümce içerisinde özne veya yüklem olarak yer almadığı sürece anlamlı olarak
görülmediği gibi, olumlu ya da olumsuz olarak da değerlendirilememektedir.
Örneğin sadece ‘insan’ sözcüğünün değil, ‘bu bir insandır’ ya da ‘insan ölümlüdür’
ifadelerinin objektif bir anlamı vardır.52
Bu gerekçeyle ilerleme kavramının bir tümce
içerisindeki konumu ve işlevini belirtmenin konumuzu daha anlaşılır ve aydınlatıcı
yapacağı inancındayız.
Genellikle ‘ilerleme’ kavramı tümce içerisinde yüklem olarak işlev görmektedir.
Yüklem, tümcenin esas öğesidir. Diğer öğeler yükleme göre şekillendiği gibi
yüklemi anlam bakımından da tamamlar. Diğer bir deyimle, yüklem ve özne
karşılıklı bir ilişki sonucunda anlamsal bütünlüğüne ulaşmaktadır.
‘İlerleme’ kavramı yüklem olarak kullanıldığı zaman birçok alan ve disipline
(örneğin, bilim, sanat, felsefe, din, teknoloji… vb.) uyarlanabilmektedir. Eklendiği
konu veya özneye mevcut anlamını taşımaktadır. Bu durumda 'ilerleme' kavramına
içkin olan değişim, hedef ve ölçüt (standart) gibi kavramların da aynı şekilde özne
tarafından kapsanması gerekecektir.
Örneğin, ‘Bilim ilerledi’, ‘Sanat ilerledi’, ‘Felsefe ilerledi’ ve ‘Din ilerledi’ gibi
ifadelerin hepsinde ilerleme yüklemi özneye eski durumuna nazaran daha iyi ve daha
mükemmel hale geldi anlamlarını katmaktadır. Fakat bu ifadeler gelişi güzel
kullanılmamalıdır. Burada yüklemin, özneye anlamını doğrudan aktarabilmesi için,
öznenin, yüklemi kapsayacak şekilde anlam genişliğine sahip olması gerekmektedir.
Daha açık bir ifadeyle, tümce içerisindeki terimler söz dizimi (sentaks) olarak
52
Ernst Von Aster, Bilgi Teorisi ve Mantık, Çev: Macit Gökberk, Sosyal Yayınlar İstanbul, 1994, s.
82.
30
sorunsuz bir şekilde kullanılmalarına rağmen, özne ve yüklem arasında anlamsal
(semantik) bir uygunluk olmadığı sürece kullanılamaz. Örneğin, ‘Ateş soğuktur’ ya
da ‘Buz sıcaktır’ ifadelerindeki özne-yüklem uyuşmazlığı hemen göze çarpmaktadır.
‘Ateş’ kavramı anlam içeriği bakımından ‘sıcak’ kavramına içkin olduğu için
‘soğuk’ yüklemini kapsayacak anlamsal genişliğe sahip değildir.
Bu bağlamda yukarıda bahsettiğimiz ‘Bilim ilerledi’, ‘Sanat ilerledi’, ‘Felsefe
ilerledi’ ve ‘Din ilerledi’ gibi ifadelerin ayrıca özne-yüklem çerçevesinde anlamsal
(semantik) açıdan irdelenmesi gerekmektedir. Bahsettiğimiz ifadelerden ‘Din
ilerledi’ önermesi doğrudan dikkat çekmektedir. Bilindiği üzere din doğası gereği
statik bir yapıdadır. Yani çıkış itibariyle ileri sürülen dinsel bilgi ve ilkeler herhangi
bir değişime uğramadan bugün de geçerliliğini korumaktadır. Bu nedenle dinin
anlam içeriği bakımından ‘değişim’ kavramını içinde barındırmadığı fark
edilmektedir. Buna karşın daha önce de belirttiğimiz gibi ‘ilerleme’ kavramı anlam
içeriği bakımından dinamik yapıda olduğu için, değişim kavramını da içinde
gerektirmektedir. Daha açık bir söylemle, değişim olmadan ilerlemenin
gerçekleşmesi söz konusu değildir.
Bu açıklayıcı ifadelerden anlaşılacağı gibi ilerleme yükleminin din konusuna
eklenilemeyeceği görülmektedir. Daha açık bir deyişle, ‘Din ilerledi’ ifadesi
semantik olarak kavramların anlamsal ilkelerine uymamaktadır.
Öte yandan, tarihsel olarak bakıldığında bilim, sanat ve felsefe gibi disiplinlerin dinin
aksine ‘değişim’ kavramını içlerinde barındırdığı söylenebilir. Çünkü söz konusu
disiplinlerin (bilim, sanat ve felsefe) farklı dönemlerde gerek içerik gerekse biçimsel
olarak bir tür değişime uğradığı görülmektedir. Bu durumda ilerleme yükleminin söz
31
konusu disiplinlere anlamca yüklenebileceği ileri sürülebilir. Dolayısıyla daha önceki
çözümlememize dayanarak, söz konusu alanlarda bir ilerlemenin olduğunu
söyleyebilmek için, öncelikle doğrusal boyutta bir değişimin olması ve bu değişimin
de belirli bir ölçüt ya da hedef bağlamında olumlu bir şekilde değerlendirilmesi
gerekecektir.
Fakat burada söz konusu disiplinlerin (bilim, felsefe ve din) değişim kavramını
içermelerine rağmen, her alanın daha iyi olduğunu belirleyen ölçütler (hedefler)
farklılık göstermektedir. İnsan yaşamının her bir alanı farklı olgular ve koşullar
tarafından belirlendiği için, disiplinleri değerlendiren ilerleme ölçütleri de değişiklik
göstermektedir. Daha açık bir söylemle bu ölçütler ilerleme kavramının yüklem
olarak kullanıldığı alanlarda farklılık göstermektedir. Bu ölçüt ya da hedef farklılığı
ise doğrudan disiplinlerdeki ilerleme anlayışının niteliğini ve yapısını
değiştirmektedir. Bu nedenle bilimlerdeki ilerlemenin sanat ve felsefeden farklılık
göstermesi değerlendirme ölçütlerinin değişikliğinden kaynaklanmaktadır.
Bilimlerdeki değerlendirme ölçütleri, sanat ve felsefe gibi alanlardaki diğer ölçütlere
nazaran daha nesnel ve objektiftir.
1-1-5- ‘İlerleme’, ‘Gelişme’ ve ‘Büyüme’ Kavramları Arasındaki Ayrım
Genellikle kullanım olarak ‘büyüme’ ve ‘gelişme’ kavramları ‘ilerleme’ kavramının
yerine sıklıkla kullanılmaktadır. Bu durum bir kavram kargaşasına dönüştüğü gibi,
bir anlam sorununu da beraberinde getirmektedir. Bu nedenle söz konusu
kavramların anlamlarını belirlemek ve aralarında varsa bir ayrım yapmak konumuzu
daha da sağlam temellere oturtacaktır.
32
Kavramları gösteren sözcükler özellikle gündelik dilde gerçek, yan, mecazi ve
terimsel olmak üzere değişik anlamlarda kullanılabilmektedir. Bu durum sözcüğe
birçok anlam yüklemekle birlikte bir anlam belisizliğini de beraberinde
getirmektedir. Bu anlam belirsizliğinin önüne geçebilmek adına sözcüklerin temel
anlamlarını esas almak daha doğru ve tutarlı bir yaklaşım olacaktır.
‘Büyüme’ kavramının Türkçe literatürdeki temel anlamı niceliksel bir artışa
(increase) karşılık gelmektedir. ‘Büyüme’, temel anlamıyla organizmanın belirli bir
süre içerisinde bütününde veya bir bölümünde boyutlarının artması, yani ağırlık ve
uzunluk özellikleri bakımından bir artış göstermesi anlamlarını vermektedir.53
İngilizce karşılığı ‘growth’ olan ‘büyüme’ kavramı, Türkçedeki anlamına koşut
olarak temel anlamda niceliksel olarak sayı, ölçü ve miktarda bir artışa (increase)
işaret etmektedir. Bu artış belirli bir zaman periyodunda bir kişinin, hayvanın ve
bitkinin fiziksel boyut ve gücündeki gelişmelerdir. 54
Her iki dildeki kullanımın ortak vurgusu, ‘büyüme’ (growth) kavramının temel
anlamda herhangi bir şeyin geçmişteki durumuna nazaran sayılabilen ve ölçülebilen
yönlerindeki artışa işaret etmesidir. Fakat daha önce de belirtildiği gibi, ‘ilerleme’
(progress) kavramı sadece niceliksel artışları değil, aynı zamanda niteliksel değişim
ve artışları da kapsamaktaydı. Anlamca ileriye yönelik adım atma (Progredior)
niceliksel anlamda daha büyük, daha yüksek olacağı gibi, niteliksel anlamda daha iyi
ve daha mükemmel olmaktadır. Niteliksel anlamdaki bu ayrım, ‘ilerleme’
kavramının büyümeden farklı olarak bir yönüyle değer yüklü olduğunu gösteriyor.
53
Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1988, s. 372. 54
Longman Dictionary of Contemporary English, Stephen Bullon (ed.) Fourth Edition, İndia 2005, s.
718.
33
Bu hususu dikkate aldığımızda, ‘büyüme’ kavramının anlamca ‘ilerleme’ kavramını
karşılamadığını görmekteyiz. Ayrıca söz konusu kavramları sadece niceliksel artışlar
ekseninde bağdaştırmaya çalışmak yanlış olacaktır. Çünkü her niceliksel artış bir
ilerleme olarak değerlendirilmemektedir. ‘Büyüme’ anlamında niceliksel artışın
‘ilerleme’ sayılabilmesi için, bu artışın bir ölçüt ya da hedef doğrultusunda
değerlendirilmesi gerekir. Ayrıca, söz konusu hedefin ulaşılması istenen ya da umut
edilen bir gaye olduğu göz önünde bulundurulursa, ilerleme bağlamındaki bir artış
veya yükselişin olumlu olduğu, diğer bir ifadeyle değer yüklü olduğu ortaya
çıkmaktadır. O halde 'büyüme' kavramına bağlı olan bir artışın ilerleme sayılabilmesi
için ayrıca olumlu bir değerlendirmeye de tabi tutulması gerekecektir.
Ele aldığımız kavramlar arasındaki ayrımı daha net görebilmek için bir örnek vermek
gerekirse: Herhangi bir insandaki aşırı kilo artışını sadece niceliksel olarak
değerlendirirsek, bu durumu ‘büyüme’ kavramı altında tanımlamamıza rağmen,
‘ilerleme’ kavramı ile ifade edemiyoruz. Çünkü aşırı kilo alma, insanların ulaşması
gerektiği bir hedef olarak işaret edilmemektedir. Ayrıca bu, sağlık açısından tehdit
gösteren olumsuz bir durum olduğu için, insanın varlığını ayakta tutma ve sürdürme
ilkesine aykırı düşmektedir. Buna karşın aşırı zayıf bir durumdan, normal bir kiloya
geçiş, hem ‘büyüme’ hem de ‘ilerleme’ kavramı ile ifade edilebilir. Çünkü hedef
olarak belirtilen ideal bir kiloya ulaşmak niceliksel artış olduğu gibi, hem de olumlu
olarak değerlendirilmektedir.
‘Büyüme’ ve ‘ilerleme’ kavramları arasındaki anlamsal sınırları belirttikten sonra
yine çok sık bir şekilde karıştırılan ‘büyüme’ ve ‘gelişme’ kavramları arasındaki
benzerlik ve farklılıklara bakmak yararlı olacaktır.
34
Günlük kullanımda gerek Türkçede gerekse İngilizcede ‘büyüme’ (growth) ve
‘gelişme’ (development) kavramları arasındaki anlamsal farklılığa bakılmadan eş
anlamlı olarak kullanıldıkları görülmektedir. 55
Bazı kullanımlarda büyümenin yerine
gelişme, bazı kullanımlarda ise gelişmenin yerine büyüme çok sık kullanılmaktadır.
Gelişme (development) kavramının sözlükteki temel anlamı, bir artış olarak hem
niceliksel artışları hem de niteliksel değişimleri kapsamaktadır.56
Bu tanımlamaya
dayanarak ‘gelişme’ kavramının ‘büyüme’ kavramından daha kapsayıcı olduğunu
söyleyebiliriz.
Örneğin, bir canlının boyutlarındaki artışı ‘büyüme’ ve ‘gelişme’ kavramlarını
kullanarak ifade edebiliriz. Fakat öte yandan, bir fikir veya düşüncenin geliştiğini
söyleyebilmemize rağmen büyüdüğünü söyleyemiyoruz. Çünkü düşünce ya da fikir,
sayılabilir cinsten olmadıkları için niceliksel düzlemde ele alınamazlar. Benzer
şekilde bilim (bilimsel bilgi) büyüdü veya gelişti, ifadelerini kullanabilmemize
rağmen, sanat için sadece ‘gelişti’ yüklemini kullanabiliyoruz.
Bu ifadeler bizlere anlam sınırları bakımından ‘gelişme’ kavramının ‘büyüme’
kavramını kapsadığını, böylelikle her gelişmenin bir büyüme olduğunu; fakat her
büyümenin bir gelişme olmadığını ortaya çıkarmaktadır. Bu çerçevede ‘ilerleme’
kavramının anlamsal içeriği dikkate alındığında, ‘gelişme’ kavramının ‘ilerleme’
kavramına daha yakın olduğu görülür.
Daha önce de belirtildiği gibi, ilerleme kavramı anlam içeriği bakımından ileriye
yönelik bir adım atmayı (progredior), bu adım atmanın da bir hedef bağlamında hem
55
The Oxford Turkish Dictionary, Fahir iz, H.C. Hony, A.D. Alderson, (eds.) Oxford University
Press; İnkılap Kitabevi, Oxford; İstanbul, 1993. ss. 89- 189. 56
Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1988, s. 883.
35
niceliksel artış, hem de niteliksel değişmeleri kapsadığını belirtmiştik. Bu bağlamda
gelişme kavramını ilerleme kavramına yakınlaştıran nokta, gelişme kavramının
anlam içeriği bakımından niceliksel anlamda, daha büyük ve daha yüksek, niteliksel
anlamda ise daha iyi ve daha yetkin anlamlarını karşılamasıdır.57
Buraya kadarki yapılan çözümlemeler ışığında ‘ilerleme’ ve ‘gelişme’ kavramlarının
yakın anlamlı oldukları ileri sürülebilir. Fakat şüphesiz bu iki kavram arasında
benzer yönler olduğu gibi farklılıklar da bulunmaktadır. Bu benzer ve farklı yönleri
sırasıyla belirtmek gerekirse:
Benzerlikler:
Her iki kavram da niceliksel ve niteliksel değişimleri esas almaktadır.
Değişimlerin ilerleme ve gelişme sayılabilmesi için bir ölçüt gereklidir. Bu
nedenle her iki kavram için de bir ölçüt gerekmektedir. (Bu ölçüt, ilerleme
kavramı için daha çok hedef olarak işlev görmektedir.)
Farklılıklar:
‘İlerleme’ kavramı, anlam içeriği bakımından bir yön işaret etmektedir.
Terimsel anlamıyla ileri adım atma (progredior) bizlere doğrusal bir yön tayin
eder.
‘Gelişme’ kavramının bağlı olduğu yön, doğrusal olduğu gibi yatay boyutta
da olabilir. Buna karşın, ‘ilerleme’ kavramında tek yön esastır; o da doğrusal
boyuttur.
57
Longman Dictionary of Contemporary English, Stephen Bullon (ed.) Fourth Edition, İndia 2005, s.
428.
36
‘İlerleme’ kavramı, doğrusal yönün nihai noktasını bir hedef ile
sınırlandırmıştır. Bu hedef, gelecek zaman kipinde istenilen ve beklenilen bir
gayedir. Buna karşın ‘gelişme’ kavramı gelecek zamana vurgu yapan bir
hedefi işaret etmemektedir. ‘Gelişme’ kavramı yalnız bir ölçüt bağlamında
değişiklikleri değerlendirmektedir. Bu ölçütün ise gelecek zamanda değil de,
daha çok geniş zaman kipinde olduğu görülür.
‘İlerleme’ kavramının bir hedefi işaret etmesi ve hedefin de istenilen ve
beklenilen bir olgu olması, ileri adım atmanın daima olumlu ve iyi bir şey
olduğunu göstermektedir. Bu da ‘ilerleme’ kavramının ‘gelişme’
kavramından farklı olarak değer yüklü bir kavram olduğunu ortaya
çıkarmaktadır.
Yukarıda ifade ettiğimiz ‘ilerleme’ ve ‘gelişme’ kavramları arasındaki benzerlikler
ve farklılıkların aynı zamanda ‘büyüme’ kavramını da bağladığını belirtmek gerekir.
Daha önce değinildiği üzere, ‘gelişme kavramı’, anlam sınırları bakımından
‘büyüme’ kavramını kapsamaktaydı. Dolayısıyla ‘ilerleme’ ve ‘gelişme’ kavramları
arasında yaptığımız bu mukayese, aynı şekilde ‘ilerleme’ ve ‘büyüme’ kavramlarını
da angaje etmektedir.
Kavramlar arasında yapılan bu karşılaştırmalı çözümleme bizlere söz konusu
kavramların (ilerleme, büyüme ve gelişme) benzer yönlere sahip oldukları gibi farklı
anlamsal içerikleri de muhafaza ettiklerini göstermektedir. Dolayısıyla söz konusu
kavramların anlamsal içeriklerinin birbirlerini tam olarak karşılamadıkları ileri
sürülebilir.
37
Birçok entelektüelin bu ayrım veya farklılıkları göz önünde bulundurmadan söz
konusu terimleri gelişi güzel kullandıkları görülmektedir. Genellikle birçok
literatürde ‘bilimin ilerlemesi’ (progress of science) , ‘bilimin gelişmesi’
(development of science) ve ‘bilimin büyümesi’ (growth of science) ifadeleri ile
sıklıkla karşılaşmaktayız. Örneğin, bilim filozoflarından Karl Popper ve İmre
Lakatos daha çok ‘scientific growth’ terimini kullanmalarına rağmen, T.S.Kuhn ise
bazı yerlerde ‘scientific development’ bazı yerlerde ise ‘scientific progress’
terimlerini kullanmaktadır.
Düşünürlerin bu terimleri bilinçli ya da bilinçsiz kullanmaları onların genel bilim
tasarımlarıyla doğrudan ilişkili olduğu için şu anda filozoflar adına bir yargıda
bulunmak yanlış olacaktır. Fakat öte yandan, burada yanıtlamamız gereken soru, bu
terimlerden (büyüme, ilerleme, gelişme) hangisinin bilim için uygun olup
olmadığıdır. Bu sorunun yanıtını bilimin58
tarihsel gelişimi içerisinde vermek daha
anlaşılır olacaktır.
Tarihsel olarak bakıldığında geçmişe nazaran bilimsel bilgi düzeyimizde bir değişim
ve artışın olduğu doğrudan göze çarpmaktadır. Daha somut bir örnekle anlatmak
gerekirse, 20. yüzyıl bilimi ile 12. yüzyıl bilimini karşılaştırdığımız zaman, hangi
bilim dalına (astronomi, fizik, tıp, matematik) bakarsak bakalım bugün insan,
toplum, doğa ve evren hakkında 12. yüzyıla göre daha fazla, daha detaylı ve daha
kapsamlı bilgiye sahibiz. Örneğin tıp alanında bugün insan bedeninin işleyişi ve
organların yapısı üzerine daha fazla, daha kapsamlı ve daha detaylı bilgiye sahibiz.
58
Burada bilim derken kastettiğimiz olgu ve olgular arasındaki ilişkileri yöntemli bir şekilde
betimleyen bilgidir. Bu bilgiyi diğer bilgi türlerinden ayıran en karakteristik özelliklerinden birisi,
doğrulanabilir önermelerden oluşmasıdır.
38
12. yüzyılda kan dolaşımının gerçekte nasıl olduğu bilinmiyordu. Benzer şekilde
hastalıklara neden olan mikrop, virüs ve bakteri gibi canlılar da bilinmiyordu. Bu
varlıkları bilerek hem bilgi dağarcığımız genişledi, hem de hastalıkları kontrol altına
almayı başardık.
Bu anlatımdan bilimsel bilgimizde bir değişim ve artış olduğu açıkça görülmektedir.
Bu artışı ilk etapta niceliksel (increase) olarak görmek mümkündür. Çünkü insan
bedeni üzerine edinilen bilgi, geçmişle kıyaslandığı zaman miktar (increase) olarak
muazzam ölçüde daha fazladır.
Bilimsel bilgideki bu artışı (increase) dikkate aldığımızda doğrudan büyüme
(growth) kavramının bilim için uygun yüklem olacağı söylenebilir. Ayrıca, ‘ilerleme’
ve ‘gelişme’ kavramlarının ‘büyüme’ kavramını anlamsal olarak kapsadığı göz
önünde bulundurulursa, bilgideki bu artışı ‘gelişme’ (development) ve ‘ilerleme’
(progress) kavramları da karşılamaktadır. Bu durumda hangi kavramın kullanılması
gerektiği problematik olarak gözükmektedir.
Burada bize en doğru yolu gösterecek olan yöntem, kavramlar arasındaki anlam
farklılığını belirleyen ölçütün ‘bilim’ kavramıyla örtüşüp örtüşmediğini araştırmaktır.
Daha önceki çözümlememizde ‘büyüme’ ve ‘gelişme’ kavramlarının ‘ilerleme’
kavramından farklı olarak bir 'hedefi' işaret etmediği görülmüştü. Diğer bir deyişle
ilerleme kavramı anlamsal içeriği bakımından bir hedefi işaret etmesi onu diğer
kavramlardan ayırmaktaydı. O halde 'bilim' kavramının ya da bilimsel etkinliğin bir
hedef içerip içermediği sorusunun yanıtı, bizlere bilim için en uygun terimin hangisi
olduğunu gösterecektir.
39
Bilimin tanımı konusunda tam olarak bir uzlaşıya varılamamış olmasına rağmen,
gerek pozitivistler gerekse post-pozitivistler, bilimin insan, toplum, doğa ve evreni
yöntemli bir şekilde anlamaya ve açıklamaya çalışan bir entelektüel faaliyet olduğu
hususunda hem fikirdirler. Bu anlama ve açıklama faaliyeti ise bizlere dolaylı olarak
bilimin bir amaç veya hedef gözettiğini ima etmektedir.
Bilimin ne amaçla yapıldığı konusu bilim adamları arasında tartışma konusudur.
Bazılarına göre bilim insan ihtiyaçlarına uygulanmalı, bazılarına göre ise bilim
gerçeklerin meydana çıkmasına hizmet etmelidir. Bu iki rakip zihniyeti düşünce
tarihinde görmek mümkündür. Yunanlılar hiçbir çıkar gütmeksizin yapılan düşünce
faaliyetlerine daha büyük değer veriyorlardı. Bu zihniyete karşı Romalılar bilimi
tamamıyla faydacılık prensibine göre yapmışlardı.59
Neticede bilimin ister hakikati bulma (teorik amaç), isterse pratik ihtiyaçları (pratik
amaç) karşılama çabası olsun, her iki durumda da bilimin kendisini bir amaç veya
hedef doğrultusunda karakterize ettiği söylenebilir. Bu durumda 'bilim' kavramının
anlamsal içeriğine en uygun terimin 'ilerleme' olduğunu söylemek yanlış
olmayacaktır.
Ayrıca, bu çözümleme bizlere bilim filozoflarının ilerlemeye ilişkin hangi terimi
kullanmalarının daha uygun olduğu sorusuna da yanıt vermektedir. İlerleyen
süreçlerde görüleceği üzere Popper, bilinçten bağımsız bir gerçekliğin (truth)
olduğunu ve bilimsel faaliyetin de bu gerçekliğe yaklaşma (verisimilitude) olarak
tasarlanabileceğini ileri sürecektir. Bu açıklamada bilimsel faaliyetin bir amacı ya da
hedefi olduğunu (goal) belirtmektedir. Buna karşın Popper ‘ilerleme’ için ‘growth’
59
Aydın Sayılı, Hayatta En Hakiki Mürşid İlimdir, Gündoğan Yayınları, Ankara, 1948, s. 101.
40
terimini kullanmıştır. Oysa ‘growth’ terimi anlam içeriği bakımından bir yön veya
hedefi işaret etmemektedir. Popper’ın ‘progress’ terimini kullanması daha uygun
gözükmektedir.
Kuhn ise öne sürdüğü bilim imgesi gereği bilimde bir hedef veya amacın olmadığını
ya da olamayacağını savlayarak, dolaylı olarak ilerleme kavramına karşı takındığını
göstermektedir. ‘Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı eserinin birçok yerinde
‘ilerleme’ kavramını karşılamak için ‘development’ terimini kullanmasına rağmen,
kitabının on üçüncü bölümünde 'devrimler yoluyla ilerleme' (progress through
Revolutions) başlıklı bir bölüm açarak, ilerleme için ‘progress’ terimini sıklıkla
kullanmaktadır.60
Kuhn'un bilim için bir hedef ya da amaç gözetmediği dikkate
alındığında, onun progress’ten ziyade ‘development’ kavramını kullanması daha
uygun gözükmektedir.
1-2- ‘İlerleme’ Kavramının Tarihsel Boyutu
"İlerleme salt tarihsel düşünmeyle keşfedilecek
bir olgu değildir, o ancak tarihsel düşünme
sayesinde olur."
R. G.Collingwood
Tarihsel kavramlar anlam içeriklerini zamanla kazanırlar. Diğer bir ifadeyle bu tür
kavramlar zamansallık içerisinde uzamsal anlamlar61
alarak günümüze ulaşır. Bu
uzamsal anlamlar Alman tarihçi R. Koselleck’in (1923-2006) vurguladığı gibi belirli
60
Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions, s.160. 61
Burada uzamsal anlam ile kastedilen, kavramın farklı dönemlerde bazı güç ve etkenler tarafından
içeriğinin değiştirilmesidir.
41
dönemlerde egemen olan güçlerin yani; mitoloji, teoloji, bilim, edebiyat ve felsefe
gibi disiplinlerin etkisi ile oluşmaktadır.62
Tarihsel bir kavram olan ilerlemenin de bir takım uzamsal anlamlar alarak anlam
genişlemesine uğradığı söylenebilir. Çünkü günümüzde kullanılan 'ilerleme'
kavramının (ya da fikrinin) anlamı üzerinde ve tarihsel olarak hangi dönemde ortaya
çıktığı hususunda tam bir uzlaşının sağlandığı söylenemez.
Bu gerekçeyle 'ilerleme' kavramının anlamsal içeriğini doğru bir şekilde
kavrayabilmek adına, kavramın geçmişte kazandığı anlamları ve özellikle de
literatürdeki ilk anlamını bilmek doğru bir yaklaşım olacaktır. Bu yaklaşım da
dolaylı olarak ilerleme kavramının anlam ve anlamlarının tarihsel arka planda
olduğunu ima etmektedir. Dolayısıyla 'ilerleme' kavramının anlamını doğru bir
şekilde kavrayabilmek adına, tıpkı bir iz sürücüsü gibi öncelikle 'ilerleme'
kavramının hangi dönemde ele alındığını ve sonraki dönemlere hangi anlamlarla
birlikte geldiğini karşılaştırmalı bir şekilde betimlemek doğru olacaktır.
1-2-1- Antik Dönemde ‘İlerleme’ (Prokope) Kavramı: Döngüsel Anlayışın Bir
Boyutu Olarak 'Prokope'
Spekülatif düşüncenin ortaya çıktığı ve geliştiği dönem olan Antik Çağda
(Greklerde) ‘ilerleme’ kavramının olup olmadığı ya da kullanılıp kullanılmadığı
halen de tartışma konusudur. Bu tartışmayı körükleyen gerekçe ise ‘ilerleme’
kavramı ve işaret ettiği nesne arasındaki anlamsal kopukluktur. Bu anlamsal
kopukluk değişik dönemlerde farklı düşünürler tarafından çeşitli şekillerde
62
R. Koselleck, İlerleme, Çev: Mustafa Özdemir, Dost Kitapevi, Ankara 2007, s. 19.
42
kurulmaya çalışılmıştır. Dolayısıyla da ‘ilerleme’ kavramının anlamı ve kökeni
üzerine farklı argümanlar ileri sürülmüştür. Bu farklı argümanlardan birisini öne
süren düşünür R. Nisbet’tir (1913-1996).
R. Nisbet, History of The İdea of Progress (İlerleme Kavramının Tarihi) adlı
eserinde birçok düşünürün aksine63
ilerleme fikrinin ilk kez Grek ve Romalılarda
ortaya çıktığını ve bunun örneklerini ise Hesiodos, Xenophanes, Protogoras, Platon,
Aristoteles, Lucretius ve Seneca gibi düşünürlerin eserlerinde görebileceğimizi ileri
sürer.64
Nisbet’e göre Antik dönemde Xenophanes’in (M.Ö. 570-480) ifade ettiği şu sözler
Batı dünyasında birçok düşünür tarafından ilerleme fikrinin ilk örneği olarak kabul
görmüştür. “Tanrı insanlara başlangıçta her şeyi vermedi, insanlar zamanla
araştırarak buldular.”65
İlerleme fikrinin ilk örneği olarak kabul edilen bu ifadeler 20. yüzyılın ortalarında
ünlü bilim filozofu K.Popper (1902-1994) tarafından tekrar dikkate alınarak bilimsel
ilerleme teorilerinin oluşturulmasında bir referans noktası olmuştur. Popper
Conjectures and Refutations adlı yapıtında Xenophanes'in söz konusu ifadelerine
gönderme yaparak, objektif bir doğruluğun olduğu ve bilimin de zamanla bu
doğruluğa yaklaştığını bildirerek, bilimsel ilerleme anlayışını karakterize etmiştir.66
63
Nisbet, burada özellikle Burry’nin görüşlerini eleştirmektedir. Burry, Idea of Progress adlı eserinde
çeşitli gerekçeler öne sürerek ‘ilerleme’ kavramının ilk defa Antik ve Roma düşüncesinde
kullanılmadığını savlamaktadır. Bkz, J.B. Burry, The Idea of Progress, Dover Publication, New York,
1960, s. 7. Ayrıca, R. Nisbet, History of The Idea of Progress, Transaction Publisher, USA, 1998,
ss. 10-11. 64
R. Nisbet, History of The Idea of Progress, Transaction Publisher, USA, 1998, s. 12. 65
Nisbet, a.g.e, s.11. 66
Bkz:.Popper, Conjectures and Refutations, (The Growth of Scientific Knowledge), Routledge and
Kegan Paul Press, London, 1965. s. 226.
43
Öte yandan Xenophanes’e ait olan yukarıdaki ifadelerin ilerleme kavramının
anlamına işaret edip etmediği tartışmasını bir kenara bırakarak, R.Nisbet'in burada
ilerleme kavramının işaret ettiği anlamı veya ilerleme kavramının anlamsal
çerçevesini belirlemeden, Xenophanes’e ait olan bu ifadelerle ‘ilerleme’ kavramını
bağdaştırıp, Antik düşünürlere mal etmesi mantıksal açıdan yetersiz
gözükmemektedir. Dolayısıyla burada doğru bir tespit yapmak adına Antik Yunan
da hangi terimin 'ilerleme' kavramına karşılık geldiğini belirlemek, bizlere ‘ilerleme’
kavramının anlamsal sınırını çizmede yardımcı olacaktır.
Alman düşünür C. Meıner’in aktardığına göre, Antik Yunan’da ‘ilerleme’ kavramına
karşılık gelen birçok kelime vardı. Bunlar: ‘epididonai’, ‘prokoptein’, ‘epidosis’ ve
‘prokope’. Cicero (M.Ö.106-43) bu terimlerden prokope’yi Latince ‘progressus’ ve
‘progressio’ terimlerine çevirmiştir.67
Latince ‘progressus’ terimi de İngilizceye
‘progress’ olarak çevrildiğine göre, Antik Yunan’da kullanılan ‘prokope’ teriminin
günümüzdeki ‘progress’ teriminin anlamsal karşılığı olduğunu söyleyenebilir. Fakat
burada diller arasında doğrudan bir geçişkenliğin olmadığını ve yazarların da çeviri
hatası yapma olasılıklarını göz önünde bulundurursak, ayrıca ‘prokope’ teriminin
kullanım alanlarını analiz etmek daha güvenilir bir yol olacaktır. O halde bu noktada
Antik Yunan’da ‘prokope’ terimi ile tam olarak ne kastedilmektir sorusunu sormak
yerinde olacaktır.
Alman tarihçi Koselleck’e göre ‘prokope’ terimi Antik Yunanda zamansal boyutta
her şeyi kapsayan bir değişim68
süreci içerisinde değerlendirilmemiştir. Bu terim
67
C. Meıner, “Antik Dönemde İlerleme”, İlerleme, R. Koselleck, Çev: Mustafa Özdemir, Dost
Kitapevi, Ankara 2007, s. 23. 68
‘Değişim’ kavramı Antik düşünürlerin birçoğunda pejoratif (olumsuz) anlamda kullanılmıştır.
Dolayısıyla burada ‘değişim’ kavramı ile kastedilen varlığın özsel nitelikteki değişimi değildir.
44
daha çok devlet, toplum ve ahlaki alanlar ile sınırlandırılmıştır. Bu durumda
‘prokope’ anlamsal olarak ahlaki mükemmelleşme ve toplumsal iyileşmenin bir nihai
noktası olarak karşımıza çıkmaktadır. 69
Bu anlayış Antik dönemde ilerleme
algılamasının sadece sınırlı bir şekilde değişen toplum ve devlet düzlemi içinde
kaldığını işaret etmektedir.
Öte yandan bu dönemdeki ilerlemeyi esas alan değişimin seyri, gerek Ortaçağ'dan
gerekse Modern anlayıştan farklı olarak doğrusal değil de döngüsel bir eksende
seyretmektedir. Bu anlayışta zaman içinde iyiye doğru bütünlük arz eden bir yön
bulunmamaktadır.70
Diğer bir ifadeyle, ‘iyi’ ve ‘doğru’ gelecekte değil, şu anda
mevcuttur ve sadece bunlara ulaşmak için birtakım yetiler kazanılmalıdır.
Antik Dönem düşüncesine hakim olan bu döngüsel anlayış ‘ilerleme’ gibi birçok
kavram ve düşüncenin seyrini etkilemiştir. Kaynağını Grek mitolojisinden alan bu
anlayış ‘degeneretion theory’ (dejenerasyon teorisi) olarak da bilinmektedir.
Mitolojiye göre evrenin yaratılış ilkesinde ‘oluş’ ve ‘bozuluş’ öğeleri birlikte
bulunmaktadır. Daha açık bir ifadeyle varlığın oluştan bozuluşa; bozuluştan ise oluşa
geçişi, varlığa içkin kılınmış bir yasadır. Bu döngüsel yasa bütün varlığı kapsadığı
için insan faaliyetleri de bu yasaya göre düzenlenecektir.
Antik dönemin büyük düşünürleri kabul edilen Platon ve Aristoteles’in sistemlerini
oluştururken ‘degeneration theory’sinden istifade ettikleri göze çarpmaktadır.
Özellikle bu teori filozofların devlet ve toplum felsefelerinde ayrıntılı olarak ele
‘Değişim’ varlığın yapısını değiştirmeden bir durum geçişi olarak ele alınmaktadır. Burry Antik
dönemde ‘ilerleme’ fikrinin olmamasını düşünürlerin ‘değişim’ kavramına takındıkları tutum ile
açıklamaktadır. Ona göre “Yunan filozoflarının düşünce biçimlerindeki genel, doğru ve mutlak olanı
arama çabaları değişim fikrine karşı bir önyargı oluşturmalarına yol açmıştır”. Bkz, Burry, a.g.e, s..9. 69
Koselleck, a.g.e, s. 31. 70
Koselleck, a.g.e, s. 24.
45
alınmaktadır. Buna göre toplumu yöneten düzen sürekli olarak bir biçimden diğer bir
biçime geçmektedir. Örneğin aristokrasiden oligarşiye, monarşiden tiranlığa gibi
toplum daima bir döngü içerisindedir.
Bu döngüyü iyi ve kötü gibi iki karşıt kavramla belirtmek gerekirse, iyi’den kötüye,
kötüden iyi’ye geçiş, gelecek zaman kipinde değil de; geçmiş ve şimdiki zamanda
gerçekleşmektedir. Bu da ilerleme anlayışının döngüsel olduğuna bir işaret gösterir.71
Tarihçi J. Burry, (1861-1927) Antik Yunan'da kullanılan ‘ilerleme’ kavramının
modern kullanımdan çok farklı olduğunu savlarken, Antik düşünürlerin tarih ve
toplum anlayışlarının döngüsel bir biçimde olduğunu ve bunun da geleceğe yönelik
iyimser bir düşünceyi engellediğini ileri sürmüştür.72
Buraya kadar Antik Yunan düşünürlerinin ‘ilerleme’ (prokope) kavramını sadece
toplum ve devletin döngüsel bir biçimde değişimi olarak ele aldıkları görülmektedir.
Fakat Antik dönemin sonlarına doğru ya da Hellenistik Döneme girilmesiyle birlikte
‘ilerleme’ kavramını farklı şekilde ele alan iki düşünür ile karşılaşmaktayız.
Bunlardan birisi Romalı şair ve düşünür Lucretius (M.Ö. 99-55) diğeri ise Stoalı
düşünür Seneca’dır (M.Ö.4- M.S.65). Öncelikle Lucretius’un görüşlerini ele alalım.
Lucretius’un ilerleme fikrine yönelik düşünceleri On The Nature of Thing
(Nesnelerin Doğası Üzerine) adlı eserinin beşinci cildinde detaylı olarak
irdelenmiştir. Nisbet, Lucretius’un söz konusu eserinde bugün bizim için ilerleme
kavramına denk gelebilecek bir terim olan ‘progredients’ terimini kullandığını iddia
71
Sidney B. Fay, “The Idea of Progress”, The American Hıstorical Review, vol. 52, No. 2, Oxford
University Press, England, 1947, s. 233. 72
J.B. Burry, The Idea of Progress, Dover Publication, New York, 1960, s. 9.
46
etmektedir.73
Bu doğrultuda ‘progredients’in zamanla ‘progressus’ ve ‘progress’
terimlerine dönüşerek günümüze kadar ulaştığını söylenebilir.
‘İlerleme’ kavramını tarihsel boyutta irdeleyen diğer önemli entelektüellerden birisi
de Amerikalı düşünür F.S. Marvindir. Marvin’e göre, ‘ilerleme’ kavramı en geniş
anlamıyla insanlığın ilerlemesi olarak görülürse, bu tür ilerlemenin ilk örneklerini
Lucretius’ta bulabileceğimizi savlar.74
Lucretius On the Nature of Thing (Nesnelerin Doğası Üzerine) adlı eserinde
insanlığın kültürel ilerlemesini resmetmiştir. Bu eserde insanlığın ilkel yaşamdan
medeni yaşama geçerken göstermiş olduğu bütün faaliyetler ‘ilerleme’ (progredients)
olarak belirtilmiştir. Örneğin ateşin keşfedilmesi, yiyecek ve giyecek için çeşitli araç
ve gereçlerin yapılması, evlerin yapılması, toplumsal kuralların oluşturulması, çeşitli
sanatların geliştirilmesi… vb. gibi çalışmalar Lucretius için ilerleme (progredients)
olarak tanımlanmıştır.
Lucretius'un bu ifadelerle, ‘ilerleme’ (progredients) kavramını insanın varlığını
ayakta tutmak ve geliştirmek için elde ettiği bütün bilgilerle özdeşleştirdiğini
görmekteyiz. İnsanlık tarafından üretilip ortaya konulan her tür bilgi, kültür adı
altında tanımlandığı için Lucretius’un ilerleme anlayışı kültürel bir ilerlemeden başka
bir şey değildir. Nisbet’in aktardığa göre, Lucretius’un öne sürdüğü bu kültürel
ilerleme anlayışı benzer biçimde XVIII. ve XIX. yüzyıl düşünürleri tarafından
insanlığın ilerlemesi olarak tekrar ele alınacaktır.75
73
R. Nisbet, History of The Idea of Progress, Transaction Publisher, USA, 1998, s. 42. 74
F. S. Marvin, “Idea of Progress”, Progress and Hıstory, Oxford University Press, England, 1919,
s. 5-6. 75
R. Nisbet, History of The Idea of Progress, Transaction Publisher, USA, 1998, ss. 42-43.
47
‘İlerleme’ kavramını Antik Yunan düşünce çizgisinden farklı olarak ele alan diğer
önemli bir düşünür ise Stoalı filozof Seneca’dır. Seneca, Antik ve Roma
düşüncesinde (Lucretius’un dolaylı ifadelerini dikkate almazsak) bilgi ve bilimin
ilerlemesinden bahseden ilk düşünürdür. Burry, Seneca’nın bilginin ilerlemesine
yönelik görüşlerini şu şekilde aktarır:
Bugün bizleri meşgul eden Ay tutulmasının nedenlerini birçok insan
bilmemektedir. Bir gün gelecek şu an bizim için anlaşılmaz olan
birçok problem insan gayretiyle (diligent) açıklığa kavuşacak…,
günümüzde ne kadar hayvan türü bilmekteyiz. Bir zaman gelecek
insanlar bugün bilinmeyen birçok şeyi bilecekler. Bizim anılarımız
insanların zihinlerinde unutulup(fade) gittiği zaman, birçok keşif
gelecekte yapılacak (reserved).76
Bu ifadeler dikkate alındığında, Antik literatürde özellikle bilimin ilerleyeceğini ya
da bilimsel keşiflerin gelecekte yapılacağını vurgulayan ilk ve tek düşünürün Seneca
olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.77
Seneca bu ifadeleriyle ilerleme fikrinin gelecek zaman kipinde ve doğa bilgisinin
elde edilmesiyle gerçekleşeceğini savlayarak, modern dönemden günümüze kadar
kullanılan 'ilerleme' (progress/progressus) kavramının ilk izlerine işaret etmektedir.
1-2-2- Ortaçağda ‘İlerleme’ (Profectus) Kavramı: Dinin Bir Kategorisi Olarak
'Profectus'
Ortaçağ entelektüel faaliyetlerinin merkezinde din bulunmaktadır. Diğer bir deyişle,
bu süreçte her kavram ve düşünce din ile ilişkilendirilerek anlamlandırılıp ve
açıklanmaktadır. Bu bakış açısıyla ‘ilerleme’ kavramı da teolojik bir yapı içerisinde
76
J.B. Burry, The Idea of Progress, Dover Publication, New York, 1960, (vurgu bana ait), s. 13-14. 77
Burry, a.g.e, s.15.
48
ele alınıp değerlendirilmiştir. Bu dönemde ‘ilerleme’ sadece teolojik anlamda bir
derinleşme ve gelişmeyi ifade eder. Bu nedenle ilerleme anlayışı ‘profectus’ kavramı
ile özdeşleştirilmiştir. ‘Profectus’ sadece Tanrı’ya yaklaşmayı hedefler. 78
‘Profectus’ anlayışının en açık örneğini Augustinus’un The City of God (Tanrı
Devleti) adlı eserinde görmek mümkündür. Augustinus (354-430), bu eserinde
ilerleme anlayışını teolojik bir sistem içerisinde ele alarak açıklamaya çalışmıştır.
Burada ilerleme (profectus) geçici olan yeryüzü devletinden, ebedi olan Tanrı
devletine doğru bir süreci belirtmektedir. Bu süreç inançla ya da iman etmeyle
öğrenilebilen bir ilerleyişe tekabül etmektedir. O halde bireyler için kutsal bir
eğitimin ya da ahlaki bir eğitimin ne kadar önemli olduğu açığa çıkmaktadır. Çünkü
bu süreçte ilerleme (profectus) bireysel ruh’un ahlaki bağlamda geliştirilmesi ile
ilgilidir. Birey kutsal bilgilerle kendini donatarak öteki dünyaya hazırlanır. 79
Diğer
bir ifadeyle bireyler Tanrıya iman etme açısından eğitimin olanağına göre diğerlerine
nazaran daha az ya da daha çok ilerde olmak şekliyle, kendilerini öteki dünyaya
hazırlarlar.
Burry’e göre, Augustinus’un kutsal öğretiye (doctrine of providence) bağlı olarak
oluşturduğu ilerleme (profectus) anlayışı Ortaçağ düşünce yapısını etkilemekle
birlikte tamamıyla da belirlemiştir. 80
Dolayısıyla Augustinus’tan sonra gelen
düşünce geleneği de bu ilerleme (profectus) anlayışını değiştirmeden sürdürmüştür.
78
R. Koselleck, İlerleme, Çev: Mustafa Özdemir, Dost Kitapevi, Ankara 2007, s. 41. Ayrıca bkz. J.
Burry, a.g.e, s.21. 79
F. S. Marvin, “Idea of Progress”, Progress and Hıstory, Oxford University Press, England, 1919,
s. 7. 80
J.B. Burry, The Idea of Progress, Dover Publication, New York, 1960, s. 22.
49
Burada ‘profectus’ teriminin Antik dönemde kullanılan ‘provoke’ ve Modern
dönemdeki ‘progressus’ teriminden farklı olarak inanca bağlı olarak öğrenilebilen
bir ilerleyiş olduğu görülmektedir. Fakat kavramlar arasındaki farklılıklar sadece
bundan ibaret değildir. ‘Profectus’ kavramının Antik dönemde kullanılan anlamından
iki önemli hususta ayrıldığını görmekteyiz. Birincisi Antik dönemde ilerleme
(provoke) doğrudan bir hedef gözetmemesine rağmen; Ortaçağda ilerleme
(profectus) bir hedefe (Augustinus’un terminolojisinde Tanrı devletine) işaret
etmektedir. İkinci önemli ayrım ise Antik dönemde ele alınan ilerlemenin (provoke)
döngüsel bir boyut sergilemesine rağmen, Ortaçağda bu süreç çizgisel bir boyut ile
kavramsallaştırılmaktadır.
Öte yandan, Ortaçağda ele alınan ilerleme (profectus) kavramının modern
dönemdeki progressus’tan benzerlikleri ve farklılıkları da dikkat çekmektedir.
Özellikle ilerlemenin bir hedef yönünde doğrusal bir boyutta ele alınması bu
kullanımı modern dönemdeki progressus’a yaklaştırmaktadır. Fakat bu benzerliklere
rağmen bazı düşünürler Ortaçağ Hıristiyan dünyasında ele alınan ilerleme (profectus)
kavramının modern dönemdeki ilerleme (progressus) anlayışından farklı olduğuna
dikkat çekmiştir. Özellikle J. Burry, Ortaçağ Hıristiyan dünyasında gerçek bir
ilerleme anlayışının olmadığını ileri sürmüştür. Ona göre Ortaçağ'da ilerleme
(profectus) fikri kutsal bir doktrine bağlandığı için gerçek bir ilerleme fikri
oluşmamıştır.81
Amerikalı tarihçi S.Fay’ın da belirttiği gibi, buradaki ilerleme
81
J.B. Burry, The Idea of Progress, Dover Publication, New York, 1960, s. 10.
50
(profectus) anlamındaki iyileşmeyi insanın kendi bireysel çabası belirlemiyor; Tanrı
ve kutsal güçler belirliyor; ya da müdahale ediyor. 82
Burry’nin burada gerçek bir ilerlemeden kastettiği, insan-merkezli bir ilerleme
anlayışıdır. Diğer bir ifadeyle bu anlayıştaki ilerleme, daha önceden doğa-üstü bir
varlık tarafından belirlenmemiş bir hedefe yönelik insanın eylemleri ve davranışları
sonucunda elde edilen başarılardır. Burry’nin bu açıklaması modern anlayışın
sunduğu ilerleme (progressus) kavramı ile uyuşmaktadır. Bu nedenle olacaktır ki
Burry ilerleme fikrini modern dönem olarak kabul edilen XVI. yüzyıl ile başlatır.
Öte yandan daha önce değinildiği üzere, Amerikalı sosyolog R. Nisbet ise Burry’i
eleştirir nitelikte ‘ilerleme’ kavramının ilk izlerinin Grek ve Romalılarda
görülebileceğine ve bunun ilk örneklerini ise, Hesiod, Protagoras, Sophocles, Plato,
Aristotle, Epikuros, Lucretis ve Seneca gibi düşünürlerde görmenin olanaklı
olduğunu savlamaktaydı.83
Görüldüğü üzere ‘ilerleme’ kavramının hangi dönemde ortaya çıktığı hususunda tam
bir uzlaşı sağlandığı söylenemez. Bunun en temel sebeplerinden birisi 'ilerleme'
kavramının normatif bir karakterde olması ve bu normatiflik ekseninde değer yüklü
olmasıdır. 'İlerleme' kavramına yüklenen norm ve standartların tarihsel süreç
içerisinde değişik güçler tarafından kurgulanması, farklı 'ilerleme' tanımlarının
oluşmasına yol açmıştır. Dolayısıyla 'ilerleme' kavramına en uygun norm ve
standartların belirlenmesi söz konusu probleme bir ışık tutacaktır.
82
Sidney B. Fay, “The Idea of Progress”, The American Hıstorical Review, vol. 52, No. 2, Oxford
University Press, England, 1947, s. 234. 83
R. Nisbet, History of The Idea of Progress, s. 13.
51
Bu problemi aşmak adına ‘ilerleme’ kavramını içsel (intrinsic) ve dışsal (extrinsic)
olmak üzere iki anlam kategorisine ayırmak doğru bir yol olacaktır.84
Burada içsel
(intrinsic) anlam statik yapıda olan ve yapısal olarak kavrama içkin olan anlamdır.
Dışsal (extrinsic) anlam ise değişken yapıda olan ve kavramın geçici olan
anlamlarıdır. Örneğin içi sıvı ile dolu olan bir kabın şekli, biçimi ve boyutları
değişmezken içeriğini oluşturan sıvılar ( su, yağ, süt..vb) değişkenlik gösterebilir. Bu
metaforda kabın şekli ve biçimi içsel (intrinsic) anlamı, içindeki sıvılar ise dışsal
(extrinsic) anlamı temsil etmektedir.
Antik Yunan düşüncesinden ilham alarak değişmeyen nitelikleri kavramların gerçek
(intrinsic) anlamları olarak değerlendirdiğimiz zaman, burada ‘ilerleme’ kavramını
içsel (intrinsic) anlamla sınırlayabiliriz. Bu durumda ‘ilerleme’ kavramının dışsal
anlamı ise belirli dönemlerde egemen güçlerin (din, ideoloji, siyaset) etkisiyle
kavrama yüklenen değişkenlikler olarak karşımıza çıkmaktadır. Örneğin Antik
Yunan'da 'prokope' (ilerleme) kavramının dışsal (extrinsic) anlamını devlet ve
toplumsal öğeler, Ortaçağ Hristiyan dünyasın'da profectus'un dışsal anlamını teolojik
öğeler, Modern dönemde ise progressus'un dışsal anlamını bilimsel nitelikteki
(doğaya ilişkin bilgiler) bilgiler doldurmaktadır.
‘İlerleme’ kavramının içsel (intrinsic) anlamını ise değişmeyen karakterde olan yani
hem profectus’da hem de progressus’da mevcut olan unsurlar oluşturmaktadır.
Bunlar:
i) Her iki kavramda doğrusal boyutta bir hedefe ulaşma isteği ile karakterize
olmuştur. (Profectus'da hedef kıyamet günü ya da Tanrı devleti ile
84
Bu kavram ayrımı bir anlamda Galileo ve Descartes’ın nesneler için yapmış oldukları birinci
nitelikler ve ikinci nitelikler ayrımını akıllara getirebilir. Amaç aynı olsa da içerik olarak bir takım
farklılıkların olduğu dikkate alınmalıdır.
52
sınırlandırılmış, progressus'da ise bu hedef doğayı kontrol altına alma ve
ona egemen olma gayesiyle belirlenmiştir.)
ii) Hedef (goal) ulaşması istenen bir husus olduğu için bu süreç olumlu ve
iyimser (optimistic) bir bakış açısıyla belirlenmiştir. (profectus'da hedef
ya da kıyamet günü insanın ilk günah nedeniyle düştüğü dünyadan
kurtulmayı işaret eder. Progressus'da ise doğaya egemen olma insanlığın
refah ve mutluluğunu arttıracaktır.)
iii) Her iki kavram da bir değerlendirme ölçütüne sahip ve bu ölçüt hedef ile
doğrudan ilintilidir. (Profectus’da iman etme ölçütü, hedef olan kıyamet
günü ile doğrudan ilintilidir. Progressus'da ise bilimsel yöntem ölçütü
doğaya egemen olma hedefi ile ilintilidir.)
‘İlerleme’ kavramına içkin olan bu içsel (intrinsic) anlamları dikkate aldığımızda
‘ilerleme’ kavramının çıkış itibariyle ilk kez modern dönemde değil de, Ortaçağ
Hristiyan dünyasında şekillendiğini görmekteyiz. Bu durumda içsel (intrinsic) anlam
olarak ‘profectus’ ‘ progressus’un ilk örneğidir diyebiliriz.
1-2-2-1- Ortaçağ İslam Dünyasında 'İlerleme' Kavramı
Daha önce değinildiği üzere, Ortaçağ Hristiyan dünyasındaki entelektüel faaliyetlerin
merkezinde din bulunduğu için, her kavram ve düşünce din ile ilişkilendirilerek
anlamlandırılmıştı. Bu çerçevede ilerleme (profectus) kavramı da teolojik bir yapı
içerisinde ele alınarak değerlendirilmiştir.
Hristiyan dininin getirmiş olduğu, yaratılıştan kıyamete kadar olan sürecin tanrısal
bir plana göre gerçekleştiği düşüncesi, açık bir tarih teolojisi sunmaktaydı. Bir
53
başlangıç ve sona işaret eden bu süreç iman etme kriteriyle birlikte bir ilerleme
anlayışını oluşturmuştu.
Bu teolojik içerikli tarih anlayışının İslam dininde de geçerli olması gerektiği
söylenebilir. Çünkü İslam da diğer semavi dinler gibi insan ve diğer canlıların
yaşamını bir tanrısal plan çerçevesinde yaratılıştan kıyamete kadar akıp giden bir
zaman sürecinde yorumlamaktadır. Belirtildiğine göre Hz.Muhammed kendisini
dünyanın zaman içinde başlangıcından başlayan tarihi bir sürecin en üst noktası
olarak takdim etmekte ve bu sürecin kendisinden sonra da belli bir sona doğru
gitmekte olduğunu haber vermektedir.85
Bu durumda İslam dininin de evrenin önceden belirlenmiş ve açıkça görülebilecek
bir tarihi düzeni olduğunu belirttiği ve kendisini kabul eden insanlara bir tarih bilinci
sağladığı görülmektedir. O halde bu bilinci kazanan İslam düşünürlerinin tarih
çalışmalarında dolaylı da olsa ilerleme kavramına ilişkin bazı düşüncelerin olması
gerekecektir.
İslam Dünyasında tarih ilmi Antik Yunan düşünürlerin (özellikle Aristoteles'in)86
etkisiyle bir ilim olarak görülmediği için pek dikkate alınmamıştır. Bu dönemde
tarihçilik, dinsel bir bakış açısının etkisiyle sürdürülmüştür. Müslüman tarihçilerin en
önemli görevi peygamber'in yaşamını, islam fetihlerinin dönemlerini, halifeliğin
kuruluşunu ve gelişimini edebi bir dille aktarmaktı.87
Kısacası Müslümanlar için,
85
Ahmet Arslan, İbni Haldun'un İlim ve Fikir Dünyası, Vadi Yayınları, Ankara, 2002, s. 63. 86
Aristoteles, Poetika adlı yapıtında tarih ile şiiri mukayese etmiş, tarihin tekil olanı incelemesine
karşın, şiirin genel olanı incelediğini, dolayısıyla da şiirin tarihe nispetle daha üstün olduğunu
belirtmiştir. Aristoteles'in vardığı bu sonuç İbni Sina, Farabi ve İbni Rüşd gibi büyük İslam
düşünürlerini doğrudan etkileyerek, tarih ilmine ilişkin tutumlarını belirlemiştir. Ayrıca bkz.
Aristoteles, Poetika, çev. İsmail Tunalı, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2004, s. 30-31.
87
Yves Lacoste, Tarih Biliminin Doğuşu İbni Haldun, Çev. Mehmet Sert, Corpus Yayınları, İstanbul,
2002, s.248.
54
tarih, geçmişteki dinsel içerikli olayları edebi bir dille aktarmaktan başka bir şey
değildi. Ayrıca bu dönemde tarih teriminden anlaşılan tarihsel olayları
değerlendirmekten ziyade, tarih yazıcılığı olduğu için doğrudan ilerleme hakkında
bir fikir edinmek zorlaşmaktadır.
Bu çerçevede İbni Haldun (1332-1406) Ortaçağ İslam dünyası için bir istisna
oluşturmaktadır. İbni Haldun Mukaddime adlı eserinde tarih ilmini yerleşik
düşüncenin dışında ele alarak dönemi itibariyle en özgün ve etkileyici bir çalışmayı
ortaya koymuştur.
İbni Haldun
İbni Haldun dönem itibariyle (Augustinus'un ele aldığı şekliyle) 'ilerleme' kavramı ya
da ilerleme fikri üzerine doğrudan bağımsız bir çalışma yürütmemiştir. Fakat bu
türden bir araştırmanın onun tarih ve toplum felsefesinde olanaklı olabileceği
söylenebilir. Çünkü İbni Haldun'un kendisi de Mukaddime adlı eserinin önsözünde
belirttiği gibi tarihi, alışılagelmişin dışında farklı bir bağlamda ele alarak, tarihe bir
yenilik veya özgünlük kattığının farkındadır.
Eserime, her yönden bir düzen verdim, fazlalıklardan ayıkladım,
alimlerin ve aydınların anlayışına yaklaştırdım. Kitabı tertip edip
bölümlere ayırırken alışılmışın dışında garip bir usul takip ettim,
çeşitli yöntemler arasından, özgün bir yöntem icat ettim(...). Ben bu
ilmin mayasını ve esasını tam olarak ortaya koydum. basiret gözü ile
görmek isteyenler için bu sahanın meşalesini yakarak etrafı
aydınlattım. Bu ilmin ışığını gayet parlak hale getirdim. ilimler
55
arasındaki yolunu ve usulünü izah ettim. Bilgi fezasındaki bölgesini
genişlettim, çevresini duvarlarla kuşattım.88
İbni Haldun bu ifadeleri ile bizlere açıkça tarih ilmini eskisine göre daha da
iyileştirdiği ve geliştirdiğini bildirmektedir. Burada doğrudan ilerleme kavramını
zikretmemiş olsa bile böyle bir kavramın açıkça farkında olduğunu görmekteyiz.
Daha önce de değinildiği üzere, ilerleme kavramı anlamsal içeriği bakımından
herhangi bir şeyin eskisine göre daha iyi ve daha olumlu olduğunu bildirmekteydi.
Hatta ilerleyen süreçlerde modern dönemde 'progressus' kavramı doğaya ilişkin bir
bilginin eskisine (Antikçağ ve Ortaçağa) nispeten bir mukayese sonucu ortaya çıkmış
olduğu görülecektir. Koşut olarak İbni Haldun da tarih ilmini eskisine nazaran daha
da geliştirdiğinden bahsederek, dolaylı bir şekilde bugünkü anlamda kullandığımız
ilerleme (progress, amelioration) kavramından bahsettiği görülmektedir.
Fakat İbni Haldun'un bu düşüncelerinden çıkarsadığımız 'İlerleme' kavramını
günümüz anlayışıyla benzer bir çizgide kullanıp kullanmadığını görebilmek için, bu
yeni tarih anlayışını eskisi ile (İbni Haldun'dan önceki İslam tarihçileri ve Antik
Yunan tarihçileri ile) mukayese etmek doğru bir yol olacaktır.
Öte yandan belirtmek gerekir ki İbni Haldun ilk etapta tarihten tarih disiplinini yada
tarih yazıcılığını anlamaktadır. Daha sonra geliştirdiği 'umran ilmine' (ilmu'l umran)
dayanarak tarih, diğer bir anlamda geçmişte yaşanmış olayları anlamaya ve
açıklamaya yönelik bir teşebbüse dönüşecektir. Dolayısıyla biz de İbni Haldun'un
çizdiği bu yolu takip ederek ilerleme kavramının ya da ilerleme fikrinin izlerini
süreceğiz.
88
İbni Haldun, Mukaddime, Haz: Süleyman Uludağ, Dergah Yayınları, Cilt I, İstanbul, 2011, (vurgu
bana ait), s.161- 162.
56
Tarih Disiplini ve İlerleme
İbni Haldun temel eseri olan İber (el-İber) adlı yapıtında kendini bir tarihçi olarak
takdim etmiştir. Ona göre tarih temel anlamıyla bir çağa veya bir nesle ait haberlerin
anlatılmasıdır. Diğer bir deyişle, tarih, geçmişteki olaylar, toplumlar ve devletler
hakkında bize bilgi sunar.89
İbni Haldun, bu tanımla yola çıkan tarihçilerin tarihsel bilgiyi aktarma biçimlerinin
kusurlu olduğunu beyan etmektedir. Ona göre İslam tarihçileri tarih yazıcılığını
tekrar ve taklitçiliğe büründürerek masal tarzı bir duruma dönüştürmüşlerdi.90
Nitekim geniş perspektifte bakıldığında tarihçilik veya tarih yazımı Yunan ve Roma
kültürlerinde önemli bir yer tutmasına karşın, edebi ve destansı bir şekilde ele
alınmıştır. Ortaçağ Hristiyan ve İslam dünyasında ise tarih teolojik bir çerçevede ele
alınarak, dinin meşrulaştırılması ve geliştirilmesi adına kullanılmıştır.
Fransız düşünür Lacoste'nin de belirttiği gibi bu süreçte tarih adına yapılan bütün bu
faaliyetler, geçmişteki olayları yüzeysel yargılarla hikayeleştirme ve dini
meşrulaştırma adına yapılarak, gerçekçi bir açıklama kaygısından oldukça
uzaklaşmıştır.91
Bu ve benzeri gerekçelerle İbni Haldun tarihi bu durumdan kurtarıp daha saygın bir
hale getirmek istemiştir. Bu saygınlık ile kastedilen düşünce, tarihin bugünkü
anladığımız anlamda nesnel ve objektif bir bilim olmasını istemektir. Peki, İbni
Haldun bunu nasıl gerçekleştirecektir?
89
İbni Haldun, Mukaddime, Haz: Süleyman Uludağ, Dergah Yayınları, Cilt I, İstanbul, 2011, s.158-
195. 90
İbni Haldun, Mukaddime, Cilt I. s.189. 91
Yves Lacoste, Tarih Biliminin Doğuşu İbni Haldun, s. 248.
57
İbni Haldun bu gayesini gerçekleştirmek üzere ilk adımı temel eseri olan İber 'de (el-
İber'de) atar. İber'e giriş olarak yazdığı Mukaddime’de tarihin taklit ve nakilcilikten
kurtulabilmesi için ya da tarihin gerçek bir ilim olması için, yeni ve yardımcı bir ilme
gereksinim duyduğunu fark eder. Böylece çalışmasının istikametini değiştirerek
öncelikle bu yeni ilmi inşa etmeye çalışmıştır.92
İbni Haldun Mukaddime adlı eserinde 'umran ilmi' (ilmu'l umran) adında yeni bir
ilim geliştirdiğini ve bu ilmin de tarihsel olayları doğru bir şekilde anlamak ve
açıklamak için vazgeçilmez olduğunu bildirmektedir.
Umran ilmi'nin ne olduğu ve hangi konuları kapsaması gerektiği hususunda İbni
Haldun araştırmacılarının tam bir uzlaşı içinde oldukları söylenemez. Fakat genel bir
tanım yapmak gerekirse, umran ilmi insanın toplum halinde yaşamasından doğan her
türlü olayları ve kurumları 'nedensellik ilkesine' göre ele alan bir ilimdir. Bu anlamda
umran ilminin bugünkü sosyoloji ve bütün sosyal bilimlerin konusunu kapsadığını
söylemek doğru olacaktır.93
İbni Haldun'a göre tarihsel olaylar bir umran içinde gerçekleştikleri için, umran
ilmine vakıf olmak tarihsel olayları doğru bir şekilde kavramakla eş güdümlü
olmaktadır. 'Umran ilmi' toplumların oluşum ve gelişim süreçlerinin belirli
düzenlilikler ve yasalılıklar çerçevesinde gerçekleştiğini göstermektedir. Bu durumda
'umran ilmi' sayesinde tarihte neyin olanaklı neyin olanaksız olduğu hakkında bir
zorunlu yasa bilgisine sahip oluruz. Bu da bizlere tarihçilerin aktara geldikleri
haberlerin doğruluk ve yanlışlıklarını sınama olanağı verir.94
92
İbni Haldun, Mukaddime, Cilt I, s.78. 93
Ahmet Arslan, İbni Haldun'un İlim ve Fikir Dünyası, Vadi Yayınları, Ankara, 2002, s.97. 94
Doğan Özlem, Tarih Felsefesi, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2004, s.40.
58
İbni Haldun'un XIII. yüzyılda tarih metodolojisi adına ileri sürmüş olduğu bu
düşünceleri tarih ilmi adına bir ilerleme olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır.
İbni Haldun'un da işaret ettiği gibi, gerek İslam tarihçileri gerekse Antik Yunan
düşünürleri tarihi bir anlatı ve hikaye türü olarak ele almışlardı. Hatta Aristoteles,
Poetika adlı yapıtında tarih ile şiiri mukayese etmiş, tarihin tekil olanı incelemesine
karşın, şiirin genel olanı incelediğini dolayısıyla da şiirin tarihe nispetle daha üstün
olduğunu belirtmiştir.95
Oysa İbni Haldun geleneksel tarih anlayışına yüklenen olumsuz anlamlara karşın,
tarihi anlatı ve hikaye türü bir etkinlik olmaktan çıkarıp, onu genel yasalara başvuran
açıklayıcı bir etkinlik olarak biçimlendirmiştir. İbni Haldun'un tarihi iyileştirmek ya
da bilimselleştirmek adına yaptığı bu girişimin benzeri, XIX. yüzyıl Batı
Avrupa'sında iktisadi ve toplumsal alanlarda yürütülen çalışmalar sonucunda ancak
görülebilecektir.96
İngiliz Marksist tarihçi E.Hobsbawn, Tarih Üzerine adlı eserinde tarih metodolojisi
açısından tarihin betimleme ve anlatıdan uzaklaşıp genellemelere dayanan
açıklamalar yapmasını bir ilerleme olarak değerlendirmektedir.97
Bu hususta
Hobsbawn'ı haklı görmek yerinde olacaktır. Eğer ki maksadımız geçmişteki olayları
doğru bir şekilde bilmek ise ve geçmişteki olayları yeni bir yönteme bağlı olarak
daha doğru ve daha kesin bir şekilde bilebiliyorsak, yeni yöntemle icra edilen tarihin
eskisine nazaran daha ilerde olduğunu söyleyebiliriz. Bu bağlamda geçmişteki
95
Aristoteles, Poetika, çev. İsmail Tunalı, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2004, s. 30-31. 96
Yves Lacoste, Tarih Biliminin Doğuşu İbni Haldun, s. 22. 97
Eric Hobsbawn, Tarih Üzerine, Çev: Osman Akınbay, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 1999. s.96.
59
olayları doğru ve tarafsız bir şekilde öğrenme adına İbni haldun'un tarihi bir adım
ileri taşıdığı tartışılmaz bir gerçektir.
Netice itibariyle İbni Haldun'un ilk başta kendisinin de belirttiği, tarih ilmini dönemi
itibariyle daha da geliştirdiği ve daha da iyileştirdiği düşüncesinin bugünkü anlamda
kullandığımız ilerleme kavramına tekabül ettiğini görmekteyiz. İbni Haldun ilerleme
kavramını, terimsel olarak ifade etmemiş olsa dahi, bu kavramın zihninde tasarımsal
olarak mevcut olduğu gayet açıktır.
Tarihsel Olaylar ve İlerleme
İbni Haldun tarihe yardımcı bir ilim olarak umran ilmini inşa ettikten sonra tarihe
olan bakış açısında da bir takım değişiklikler olduğunu görmekteyiz. Tarih yada
tarihsel olaylar bir umran içerisinde belirli yasalılıklar ve düzenlilikler içinde
gerçekleştiği için, geçmişteki olayları anlamak adına umranın yapısını ve doğasını
anlamak daha öncelikli bir konuma gelmiştir.
Bu ifadelere dayanarak, İbni Haldun felsefesinde ilerleme kavramının tarih
disiplininden ziyade, tarihsel olaylar çerçevesinde de ele alınabileceği söylenebilir.
Daha önce Augustinus tarihi teolojinin hizmetine sokarak, tarihsel olayları bir sıra
dizimi şeklinde sona doğru giden bir süreç olarak görmüştü. Bu süreçte yaratılışla
başlayan insanın kötülüklerden arınarak bir sona (kıyamete) ermesi Hristiyan
toplumu için bir ilerleme (profectus) olarak öne sürülmüştü.
Müslüman bir düşünür olan İbni Haldun'un da benzer bir tarih teolojisine dayanarak,
tarihin düz bir çizgi şeklinde ilerlediği savını öne sürmesi beklenebilir. Fakat İbni
Haldun' da tıpkı Augustinus'da olduğu gibi teolojik çerçevede insanlık tarihini bir
ilerleme süreci olarak toparlayacak bir üst kavrama rastlayamamaktayız.
60
Bunun en önemli gerekçesi İbni Haldun'un çıkış itibariyle tarihsel olayları teolojik
bir kaygı gütmeden, tamamıyla toplumsal olgu ve olaylara dayandırarak açıklamak
istemesidir. Dolayısıyla İbni Haldun'un teolojik içerikli 'profectus' kavramını
doğrudan benimsemediğini söyleyebiliriz. İbni Haldun'un tarihsel olaylara ilişkin bir
ilerleme düşüncesinin olup olmadığını tespit edebilmek için, tarihsel olayların içinde
cereyan ettiği umranın yapısını ve doğasını anlamak gerekecektir.
İbni Haldun'a göre 'umran' toplumla kaynaşmak ve ihtiyaçları gidermek maksadıyla
bir konaklama yerine veya şehre yerleşmektir.98
Bu doğrultuda umran kendi
içerisinde iki ayrı oluşturucu umran barındırır. Bunlar bedevi ve hadari umran olmak
üzere iki farklı toplum tipine karşılık gelir. Bedevi olan ovalarda, yaylalarda ve
çöllerde, hadari olan ise şehirlerde, kasabalarda ve kentlerde bulunur.99
Bu iki toplum tipindeki en belirgin farklılık onların ekonomik yaşantılarında
görülmektedir. Bedevi umran sadece hayvancılık ve tarımla uğraşarak ilkel bir
şekilde insanın sadece en temel, yani beslenme, giyinme ve barınma gibi zorunlu
ihtiyaçlarını karşılayabilen bir ekonomiyi temsil etmektedir. Hadari umran ise ticaret
ve zanaatlarla meşgul olarak, lüks ihtiyaçları karşılayan bir şehir ekonomisini temsil
etmektedir.100
Bu ifadelerden açıkça bedevi umran ve hadari umranı birbirlerinden ayıran temel
kriterin üretim biçimi, üretim miktarı ve üretim niteliği gibi ekonomik unsurlar
olduğunu görmekteyiz. İbni Haldun bu hususta şunları söyler:
Bilmek gerekir ki, toplumların ahvalinde görülen farklılık, sadece
onların geçim yollarının farklı oluşundan ileri gelmektedir.
98
İbni Haldun, Mukaddime, Cilt I, s. 208. 99
İbni Haldun, Mukaddime, Cilt I, s. 209. 100
İbni Haldun, Mukaddime, Cilt I, s.325-326; Arslan, a.g.e, s. 99-100.
61
Çünkü insanların toplu olarak yaşamaları, sırf geçimlerini
sağlamak maksadıyla yardımlaşmak içindir. Geçimlerini
sağlamak için de haci ve kemali ihtiyaçlardan evvel zaruri ve
basit olan şeylerden işe başlarlar.101
İbni Haldun'un bu tümcelerinden de anlaşıldığı üzere bedevi ve hadari umran
birbirlerinden ekonomik nitelikleri bakımından ayrılmaktadır.102
Öte yandan bu iki farklı toplum tipi ekonomik ilkeler bakımından statik bir yapıda
değildir. Çeşitli ihtiyaçların artması ve bunlara gereksinim duyulması bedevi
umran'dan hadari olana geçişin temel koşuludur.103
İhtiyaçların artması doğal olarak
üretimin de artmasını gerektirerek, basit üretim tarzından gelişmiş olana geçmeyi
sağlamaktadır. Bu çerçevede bedevi umran'dan hadari olana geçişi sağlayan temel
etken bedevi umran'daki üretim miktarının ihtiyaçları karşılayamaması
gözükmektedir.
Dikkat edilirse İbni Haldun bu iki umran tipini toplumsal evrimin iki ana aşaması
olarak önermektedir. Bedevi umran bu gelişim sürecinde önce gelen, kendisinden
hareket edilen, hadari umran ise sonradan gelen kendisine varılan, olarak
görülmektedir.104
Bu toplumsal evrilme süreci kısa zaman ölçeğinde açıkça bir
ilerlemeye tekabül etmektedir. Buradaki ilerleme toplumun (umranın) ilerlemesi
olarak görülebilir. Ekonomik temelli bir gelişmeye dayanarak, toplumun refah ve
mutluluğu hususunda daha iyiye doğru giden bir süreç söz konusudur. Dolayısıyla
bedevi umran'dan hadari olana üretim miktar ve niteliğini arttırarak geçiş yapmak
ilerleme kavramının anlamsal içeriğiyle örtüşmektedir. Burada umranın ilerleme
101
İbni Haldun, Mukaddime, Cilt I, s. 323. 102
İbni Haldun'un sosyolojisi üzerinde çalışmalar yapan araştırmacılardan bir kısmı, İbni Haldun'un
sosyolojik açıklamalarında ekonomik karakterli öğelere öncelik verdiğini, insan gruplarını üretim
tarzlarına göre sınıfladığını ileri sürerek, İbni Haldun'u tarihi materyalizmin öncüsü olarak
değerlendirmişlerdir. Ayrıca bkz. Arslan. a.g.e, s. 102. 103
İbni Haldun, Mukaddime, Cilt I, s. 395. 104
Arslan. a.g.e, s. 98.
62
ölçütü, yani bedevilikten hadariliğe geçiş, ekonomik unsurlarla belirlenmiştir. Üretim
biçim ve araçlarının değişmesiyle birlikte artan üretim miktarı, bir toplumun ilerleme
ölçütü olarak öne sürülmüştür.
İbni Haldun Mukaddime adlı eserinin bir bölümünde 'hadari toplumun ilerlemesi'
ifadesini kullanarak, bununla ekonomiye dayalı toplumsal bir refahın gelişmesini
kastettiğini görmekteyiz.105
Bu anlamda İbni Haldun'un günümüzde kullanılan
ilerleme (progress) kavramının bilincinde olduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz. Çünkü
benzer şekilde günümüzde de 'progress' terimi ekonomik kalkınmaya dayalı olarak
bir toplumsal ilerlemenin olduğu ya da olacağı fikri çerçevesinde çok sık kullanılır
hale gelmiştir.
Öte yandan, bu çerçeveden bakıldığında İbni Haldun'un toplumsal alanda kullandığı
ilerleme fikrinin, Ortaçağ Hristiyan Dünyasında kullanılan profectus'tan farklı olarak,
Modern dönemde kullanılan 'progressus' terimine daha yakın olduğunu
söyleyebiliriz. Hatta İbni Haldun'un bu türden ekonomik temelli bir toplumsal
ilerleme anlayışının benzer kullanımına XVIII. yüzyıl Aydınlanma düşünürü Anne
Robert Jacques Turgot'un 1766 yılında kaleme aldığı "Reflections on the Formation
and Distribution of Wealth" (Zenginliğin Oluşumu ve Dağılımı Üzerine Düşünceler)
başlıklı makalesinde rastlamaktayız. Turgot bu eserinde tıpkı İbni Haldun gibi
insanlığın çeşitli toplumsal aşamalardan geçtiğini ve bu geçişleri ilerleme olarak
belirleyen temel öğenin de ekonomik unsurlar olduğunu işaret etmektedir.106
105
İbni Haldun, Mukaddime, Cilt II, s. 723. 106
R. Nisbet, History of The Idea of Progress, s.184-185.
63
Uzun Zaman Ölçeğinde İlerlemeden Döngüselliğe
İbni Haldun felsefesinde toplumsal ilerleme kısa zaman ölçeğinde hedef olarak
belirtilen hadari topluma ulaşılması ile neticelenmişti. Fakat bu sürece uzun zaman
ölçeğinde bakıldığında toplumsal değişimin hadari umran ile sonlanmadığını aksine,
devam ettiğini görmekteyiz.
İbni Haldun Mukaddime adlı yapıtında toplum ve birey arasında bir analoji kurarak,
toplumların da tıpkı bireyler gibi doğduğu, büyüdüğü ve öldüğü sonucuna
varmıştır.107
Bu anlamda her toplumu bekleyen son yok oluş olduğu için hadari
umranda sonuç itibariyle yok olacaktır.
Hadari toplumun çöküşü 'ilerleme' kavramına pejoratif (olumsuzlayıcı) bir anlam
yüklemektedir. Kısa zaman ölçeğinde bedevi umran için hadari umran ulaşılması
gereken ideal bir toplum örneğiydi. Oysa uzun zaman ölçeğinde bu hedef (umran
toplumu) olumsuz bir duruma dönüşmektedir. Bu anlamda kullanılan ilerlemenin de
'profectus' ve 'progressus'tan farklı olarak, 'prokope' ye daha yakın olduğu
söylenebilir. Çünkü 'profectus' ve 'progressus' gelecekte ulaşılması gereken hedefin
daima iyi ve olumlu olduğunu vurgular, oysa, prokope'deki hedef bazen iyi olduğu
gibi bazen de kötü olabiliyor. Bunun temel sebebi ise 'profectus' ve 'progressus'
doğrusal bir düzlemde değerlendirilmesine karşın 'prokope' döngüsel bir eksende ele
alınmıştır.
İbni Haldun'da 'prokope' teriminin anlam içeriğine uygun olarak, her toplumun
evrimine sıfırdan başladığını yani bedevi umran gelişimini tamamlayıp yerini hadari
umrana bıraktığını, hadari umran da en mükemmel gelişimini tamamlayıp sona
107
İbni Haldun, Mukaddime, Cilt I, s. 393.
64
erdiğinde yerini tekrar bedevi umrana bıraktığını beyan etmektedir. Bu bağlamda
tarihsel süreç toplumların hep başladıkları yere dönen bir daireselliği
göstermektedir.108
Bu ifadelerden İbni Haldun'un uzun zaman ölçeğinde benimsediği döngüsel toplum
anlayışının biçimsel anlamının, Antik Yunan düşüncesinde kullanılan 'prokope'
terimi ile benzerlik gösterdiği söylenebilir. Daha önce değinildiği üzere Antik
düşünürler için devlet ve toplum sürekli kendini yenileyen bir döngü içerisindeydi.
Bu döngü de 'prokope' terimi ile ifade edilmekteydi.
Bu noktada İbni Haldun'un 'prokope' kavramına dayalı olarak, bir tarih ve toplum
anlayışı geliştirdiği iddiası ile sürülebilir. Bu iddianın geçerliliğini doğru bir şekilde
tespit edebilmek için öncelikle İbni Haldun'un doğrudan Antik Yunan düşüncesinden
etkilenip-etkilenmediğini bilmemiz gerekir.
İbni Haldun Mukaddime adlı eserinde açıkça Yunani ilimlerin Arap literatüründe
olduğunu ve bunlara da vakıf olduğunu bildirmektedir.
Bize sadece tek bir milletin ilmi vasıl olmuştur. Bunlar da
Yunanlılardır. Bilhassa bizzat halife Memun''un teşebbüsü ile
Yunan ilimleri Arapçaya tercüme edilmiştir. Tercümanların çok
oluşu ve bu hususta cömertçe para harcanması Memun'un bu işte
muvaffak olmasını temin etmiştir. Bundan dolayı biz Yunan
ilimlerinden başkasına vakıf olmuş değiliz.109
108
Arslan, a.g.e, s.134. 109
İbni Haldun, Mukaddime, Cilt I, s. 205.
65
Bu ifadelerin yanında yine İbni Haldun'un kendi ağzından Aristoteles'in Politika adlı
eserinden haberdar olduğunu hatta bu eserde devlet ve toplum ile ilgili döngüsel bir
şema verildiği bilgisine vakıf olduğunu öğrenmekteyiz.110
Bu verilere dayanarak İbni Haldun'un uzun zaman ölçeğinde ilerleme kavramını ya
da ilerleme fikrini Antik dönemde kullanılan 'prokope' terimi ile benzer anlamda
kullandığını söyleyebiliriz. İbni Haldun da tıpkı Antik Yunanlılar gibi bir toplumun
kendi içinde sürekli bir gelişme sürecini gerçekleştirebileceğini ve birbirlerinden ayrı
yerlerde ve zamanlarda ortaya çıkan uygarlıkların birbirlerini daha ileriye götürüp
genel bir insanlık evrimini sağlayabileceklerine inanmamaktadır.111
Diğer bir
ifadeyle, İbni Haldun felsefesinde uzun zaman ölçeğinde farklı toplumların
birbirlerini hazırlaması ve daha ileriye götürme düşüncesi görülmemektedir.
1-2-3- Modern Dönemde ‘İlerleme’ (Progressus) Kavramı: Bilimin Bir Kavramı
Olarak 'Progressus'
Modern dönemde ‘ilerleme’ kavramı Ortaçağ anlayışından farklı olarak doğaya112
ilişkin bilginin elde edilmesi ile kavramsallaştırılmıştır. Bu dönemde dinsel
bağlamda bir ilerlemeye işaret eden ‘profectus’ kavramı yerine, doğaya ilişkin
bilginin ilerlemesi anlamına gelen ‘progressus’ terimi kullanılmıştır. 113
Bu süreçte
doğaya ilişkin bir bilgi elde edilmesini sağlayan güdü ise doğaya egemen olma
110
İbni Haldun, Mukaddime, Cilt I, s. 206-207. 111
Arslan, a.g.e, s.132. 112
Bu dönemde ‘doğa’ kavramından anlaşılan dış dünyadaki tek tek nesnelerdir. Örneğin: güneş, ay,
yıldızlar, dağlar, ağaçlar, deniz, toprak ve insanlar doğa kapsamında ele alınan tek tek nesnelerdir.
Ayrıca bkz: F. Bacon, Novum Organum, s.119. 113
Koselleck, a.g.e, s. 49.
66
isteğidir. Dolayısıyla progressus’u karakterize eden temel düşüncenin, doğayı kontrol
altına alma ve egemen olma isteğinin olduğunu söyleyebiliriz.114
Modern dönem115
, modern sıfatına uygun olarak birçok yeniliği içinde
barındırmaktadır. Bu yeniliklerden en dikkat çekici olanı kuşkusuz doğaya yönelik
bir bakış açısının değişmesidir. Ortaçağ düşüncesine göre ‘doğa’ değer bakımından
aşağı bir konumda görüldüğü için araştırılması ve keşfedilmesi gereken bir yer olarak
görülmemekteydi. Oysa modern dönemde ‘doğa’ araştırılması ve keşfedilmesi
gereken bir yer konumuna yükselmişti.116
Modern dönemde doğaya yönelik bu bakış açısının değişmesinde şüphesiz
nominalizm (adcılık) akımının etkisi büyük olmuştur. Bu akım, Ortaçağ düşüncesini
baştan aşağı meşgul eden tümeller probleminde haklı olanın nominalistler olduğunu
işaret ederek, doğaya yönelik bir eğilimin oluşmasında etkili olmuştur.
Nominalistlere göre gerçekten var olan ‘şu’ diye gösterdiğimiz tek tek nesnelerdir,
bunun dışındaki tümel dediğimiz genel kavramlar birer sesten ibarettir.117
Nominalistler tarafından Ortaçağ sonlarına doğru ortaya atılan bu görüşler Rönesans
başlarında doğaya yönelik ilgi ve merakı arttırarak, zamanla doğaya egemen olma
isteğini doğurmuştur. Fakat Rönesans natüralizmine göre doğa içinde birtakım
gizemli güçleri barındırdığı için, insan aklının doğayı kavrayamayacağı inancı
114
F. S. Marvin, “Idea of Progress”, Progress and Hıstory, Oxford University Press, England, 1919,
s. 9. 115
Modern dönemin zamansal aralığı hususunda düşünürler tarafından birçok argüman ileri
sürülmüşse de tam bir konsensüs’ün sağlandığı söylenemez. Dolayısıyla biz konumuz gereği bu
tartışmalara girmeyerek, Modern Dönem ifadesiyle Batı Avrupa’daki XVI. ve XVII. yüzyıllar arası
gelişmeleri dikkate alacağız. 116
Koselleck, a.g.e, s. 50. 117
Gökberk, Felsefe Tarihi, s.197.
67
yaygındı. Dolayısıyla Rönesans başlarında doğaya egemen olmanın araçları olarak
‘büyü’ ve ‘sihir’ gibi irrasyonel unsurlar benimsenmişti.118
Rönesans sonlarına doğru bu anlayış terk edilerek doğanın bilimsel bir yöntemle
araştırılabileceği düşüncesi benimsenmiştir. Bu çerçevede modern düşünürlerin
Rönesans ‘büyü’ ve ‘sihir’ geleneğinden önemli bir fikir aldıkları göze çarpmaktadır:
“Bilgi sadece gerçeğin seyredilmesi değil, doğa üzerinde egemenlik kurma, doğayı
insanın isteklerine uygun hale getirme çabasıdır.”119
Bu durumda progressus’u
oluşturan temel fikrin de Rönesans ‘büyü’ ve ‘sihir’ geleneğinden çıktığını
söyleyebiliriz. Çünkü daha önce değinildiği üzere progressus’u karakterize eden
temel düşünce, doğayı kontrol altına alma ve egemen olma isteğiydi.
Francis Bacon
Doğaya egemen olma hususunda büyü ve sihir yöntemlerinden sıyrılıp, doğanın
bilgisinin bilimsel bir yöntemle elde edilmesi gerektiğini öne süren düşünürlerden
birisi F. Bacon’dır. (1561-1626). Bacon çağının teknik buluşlarını öne sürerek
doğanın büyü ve sihir yöntemleri ile değil de ancak bilimsel bir yöntem ile
kavranabileceğini savlamıştır. Onun deyimiyle "doğa sadece doğanın kurallarına
uyularak kontrol altına alınabilir."120
Bacon, doğayı bilimsel bir yöntemle incelemenin 'sihir' ve 'büyü' gibi yöntemlerden
daha üstün olduğunu gerekçelendirmek adına döneminde gerçekleşen üç önemli
118
Alexandre Koyre, Yeniçağ Biliminin Doğuşu, Çev: Kurtuluş Dinçer, Ara Yayınları, İstanbul, 1989,
s. 38-39. 119
Paolo Rossi, Gemi Batıyor, Seyreden Yok. İlerleme Fikri, Çev: Durdu Kundakçı, Dost Kitabevi,
Ankara, 2002, s. 44. 120
F. Bacon, Novum Organum, Çev: Sema Önal, Say Yayınları, Ankara, 2012, s. 120.
68
buluşa; 'matbaa', 'pusula' ve 'baruta' işaret eder. Bacon'a göre söz konusu buluşlar
dünyanın çehresini değiştirdiği gibi, moderns'lerin (yenilerin) ancients'lardan
(eskilerden) daha üstün ve daha ilerde olduğunu göstermektedir.121
Matbaanın
bulunuşu ile kitap, varlıklı kimselerin sahip olabileceği bir şey olmaktan çıkmış,
insanlara yepyeni bir dünyanın kapılarını açmıştır. Böylece insanlar bilinen dünyaya
ilişkin ayrıntılı bilgiler edinme olanağına kavuşmuştur. Pusula ise gemiciliğin
gelişmesine ve dolayısıyla coğrafi keşiflerin daha rahat yapılabilmesine olanak
sağlamıştır. Barutun keşfi ise savaş teknolojilerinde büyük değişime neden olmuş,
sonuçta mevcut siyasi yapıların değişmesine neden olmuştur.
Bacon bu gelişmeleri göz önünde bulundurarak doğaya egemen olma hususunda
doğanın bilgisinin elde edilmesi gerektiğini ve böylelikle de bir 'progressus'
gerçekleşeceğine inanmaktadır. Peki, doğanın bilgisi nasıl elde edilecektir?
Bacon'ın Novum Organum adlı eserinin kapağında bilgi gemisinin Herakles
sütunlarını aşarak serüvene atıldığı okyanusu gösteren bir resim vardır. Bu resmin
işaret ettiği anlam, bilgi ve bilimlerin ilerleyeceği ve buna bağlı olarak insanlığın da
ilerleyeceği düşüncesidir.122
Bacon bu maksatla öncelikle yaşadığı dönemde egemen
olan bilimsel yöntemi eleştirerek yola koyulmaktadır. Ona göre dönemi itibariyle
geçerli olan Aristotelesçi kıyas yöntemi doğaya ilişkin yeni bir bilgi vermek yerine
sadece bilineni tanıtlamaya yaramaktadır.123
Bu durumda Baconcu anlamda
geleneksel düşüncenin benimsemiş olduğu kıyas yöntemine bağlı kalarak
progressus'un gerçekleşmeyeceği açıktır. Bu nedenle Bacon'a göre progressus'u
gerçekleştirecek yeni bir yöntem gerekmektedir.
121
Bacon, Novum Organum, s. 198. 122
Bacon, Novum Organum, s. 172, Rossi, a.g.e, s.21. 123
Bacon, Novum Organum, s. 121.
69
Bacon'a göre doğaya ilişkin yeni bilgiler elde edinmek için yeni bir yöntem
gereklidir. Ona göre bu yeni yöntem gerçek tümevarımdır. Gerçek tümevarım
duyulardan ve tikellerden başlayarak en genel aksiyomlara kadar derece derece
kesintisiz bir şekilde ilerler.124
Diğer bir ifadeyle, tümevarım tek tek tikellerden yola
çıkarak doğa yasalarına ulaşan bir yöntemdir.
Bacon'un söz konusu yöntemini karakterize eden temel varsayım, bütün tikel
nesnelerin bir doğa yasasına bağlı olduğudur. Onun "doğa sadece doğanın
kurallarına uyularak kontrol altına alınabilir."125
ifadesi içkin bir biçimde doğanın
yasalarını içinde barındırdığını işaret etmektedir. O halde doğaya egemen olmak için
tikel nesnelerdeki ortak formları keşfedip genel yasalara ulaşmak bilimin hedefi
olmalıdır. Çünkü ancak bu şekilde doğa hakkında sağlam ve güvenilir bilgiler elde
edip progressus'u gerçekleştirebiliriz.
Bacon'un öne sürmüş olduğu bu bilim imgesinin 'progressus' kavramının
oluşmasında belirleyici unsur olduğunu söyleyebiliriz. Bu bilim imgesi doğada bir
takım yasaların olduğunu ve bu yasalara bilimsel yöntemle ulaşılabileceğini işaret
eder. Bu durumda söz konusu yöntemi kullanan bilim adamları doğanın sırlarına
nüfuz ederek zamanla var olan bilgilere yenilerini ekleyeceklerdir. Her bilgi eklemesi
de bizi doğaya egemen olma hususunda biraz daha ilerletecektir.
Bacon'un progressusa yüklemiş olduğu bu anlam modernite boyunca kavramın içkin
anlamı olarak kabul edilmiştir. Fakat 'progressus' bu anlam temelinde 'profectus'
kavramından farklı olduğu gibi benzer yönleri de içermektedir.
124
Bacon, Novum Organum, s. 123. 125
Bacon, Novum Organum, s. 120.
70
Öncelikle iki kavram arasındaki farklılığın içerik bakımından olduğu hemen göze
çarpmaktadır. Ortaçağda 'profectus' din veya teolojik bir çerçevede ele alınmasına
karşın, modern dönemde ‘progressus’ doğaya ilişkin bilgi ve yasalar çerçevesinde
değerlendirilmiştir.
Öte yandan iki kavram arasındaki benzerliği de biçimsel anlamda görmek
mümkündür. Gerek ‘profectus’ gerekse ‘progressus’ kavramları bir hedef (goal)
bağlamında çizgisel bir süreci ima etmektedir. Fakat burada hedef noktaları farklıdır.
Ortaçağ'da çizgisel süreçteki hedef dünyevi zamanın sonu olmasına karşın, modern
dönemde bu son nokta (doğaya egemen olmak adıyla) açık bir geleceğe
dönüştürülmüştür.126
Ayrıca hedefler farklı olduğu için doğal olarak ilerlemeleri gösteren ölçütler de
farklılık gösterecektir. Ortaçağ'da herhangi bir şeyin ilerlemesini gösteren ölçüt iman
ve kutsal güçler olmasına karşın, modern dönemde bu ölçüt doğaya ilişkin elde
edilen bilimsel bilgi miktarı ve buna bağlı olarak keşfedilen doğa yasaları
olmaktadır.
Galilei Galileo
Daha önce değinildiği üzere, Bacon, progressus'un gerçekleşmesi için doğaya ilişkin
yeni bilgiler edinmek gerektiğini ve bu türden bilgileri elde etmek için de güvenilir
bir yönteme ihtiyaç olduğunu belirtmişti. Bacon doğaya egemen olma isteğiyle yeni
bir bilimsel yöntem ileri sürerek, progressus'un bu yönteme bağlı olarak
126
Koselleck, a.g.e, s. 49.
71
gerçekleşeceğini ileri sürmüştü. Aynı maksadı farklı bir yöntemle gerçekleştirmek
isteyen düşünürlerden birisi de Galilei Galileo'dur (1564- 1642).
Galileo doğrudan 'progressus' kavramı üzerine açıklamalarda bulunmamış olsa da
öne sürdüğü yeni bilimsel yöntem anlayışı ile progressus'un nasıl gerçekleşmesi
gerektiğine ilişkin önemli katkılar sunmuştur.
Galileo'da tıpkı Bacon gibi geleneksel düşüncenin savunduğu Aristo yöntemini
yadsıyarak, yeni bir yöntemin gerekliliğini vurgular. Fakat Galileo Bacon'dan farklı
olarak yeni bir yöntem tasarısı öne sürmekle kalmayıp, gerçekten yeni bilgilere
ulaştıran bir yöntem ileri sürmüştür. Bu yöntemin özelliği deney ile matematiksel
düşünceyi birleştirmiş olmasıdır.127
Diğer bir deyişle, bu yöntem doğaya
matematiksel bir bakışın ürünüydü.128
Bu nedenle matematiksel-fizik yöntemi olarak
da adlandırılan bu yöntem ilerleyen süreçlerde bilimsel araştırmanın paradigması
konumuna gelecektir.
Galileo'da tıpkı Bacon gibi doğanın bir takım yasaları içinde barındırdığını düşünür.
Fakat Galileo, Bacon'dan farklı olarak doğadaki yasaların, tikel nesneleri kapsayan
tümel formlar değil de, matematiksel bir yapıda olduğunu ileri sürer. Ona göre 'doğa'
matematiksel harf ve sembollerle yazılı büyük bir kitap gibidir.129
Dolayısıyla ancak
bu dili öğrenebilirsek progressus'un gerçekleşebileceğini söyleyebiliriz.
Öte yandan belirtmek gerekir ki, doğanın matematiksel bir yapıda olduğu
düşüncesinin ilk örneklerini Galileo'dan önce Kopernik (1473-1543) ve Kepler'in
(1571-1630) çalışmalarında görmek mümkündür. Her iki düşünür de Antikçağ'ın
127
James MacLachlan, Galileo Galilei: İlk Fizikçi, Çev: İnci Kalınyazgan, Tübitak Yayınları,
Ankara, 2008, s.3. 128
Koyre, Yeniçağ Biliminin Doğuşu, s. 47. 129
Koyre, Yeniçağ Biliminin Doğuşu, s.156.
72
matematiksel yaklaşımlarla karakterize olan Pythagorasçı geleneğinden oldukça
etkilenmiştir. Kopernik, "kendini Pythagorasçılığa adamış biri olarak, olaylardaki
matematiksel uyumları bulmaya çalışıyordu, çünkü bunların gerçekten var
olduklarına inanıyor ve oluşturduğu güneş merkezli sistemin hesaplanmasını
sağlayan bir araçtan çok daha fazlası olduğunu düşünüyordu.130
Benzer şekilde
Kepler de Pythagorasçı yönlendirme ile Tanrı'nın güneş sistemini matematiksel bir
düzene göre yarattığına inanarak, gezegenlerin güneşe olan uzaklıklarını
matematiksel oranlarla ilişkilendirmeye çalışmıştır.131
Kepler'in Yeni Astronomi
(Nova Astronomia, 1609) ve Dünyanın Uyumu (Harmonia Mundi, 1619) adlı eserleri
onun gökyüzüne ve doğaya matematiksel olarak yaklaşımını gösteren temel
eserleridir.
Doğaya matematiksel yaklaşım bağlamında Galileo’nun da Kopernik ve Kepler'in
izinden gitmiş olduğunu görmekteyiz. Fakat Galileo'nun seleflerinden farklı olarak
matematiksel yöntemi daha dizgesel olarak ele aldığını söyleyebiliriz.
Galileo'nun geliştirmiş olduğu bu matematiksel-fizik yöntemi 'progressus' açısından
iki ayrı önem arz etmektedir.
1) Galileo doğaya egemen olma hususunda, doğanın yapısının ne olduğu ve doğanın
bilgisinin nasıl elde edileceğine ilişkin belirlenimlerde bulunarak, bir anlamda
progressus'un yöntemini açığa çıkartmıştır.
2) Matematiksel-fizik yönteminin elde ettiği başarılar zihinden türetilen birtakım
kavramlarla doğanın yasalarına ulaşılabileceğini göstermişti. Bu düşünce de sonraki
130
John Losee, Bilim Felsefesine Tarihsel Bir Giriş, Çev: Elif Böke, Dost Kitabevi, Ankara, 2008, s.
57. 131
Losee, Bilim Felsefesine Tarihsel Bir Giriş, s. 60.
73
yüzyıllarda (özellikle XVII. ve XVIII. yüzyıllarda) şu düşüncenin oluşmasını
sağlamıştı: Doğa-akıl/nesne-zihin arasında doğrudan bir uyum bulunmaktadır. Buna
göre akla dayanarak doğa kapsamında bulunan her şeyin keşfedilebileceği ve
dolayısıyla da progressus’un gerçekleşebileceği düşüncesi ortaya çıkmıştı. İlerleyen
süreçlerde görüleceği üzere Aydınlanma düşünürleri bu akıl-doğa özdeşliğinden yola
çıkarak progressus'un kapsam alanını daha da genişletecektir.
Rene Descartes
Amerikalı bilim tarihçisi R.S.Westfall'a göre, XVII. yüzyıl bilimsel devriminin
gerçekleşmesinde iki temel görüş egemendi: Bunlardan birincisi, doğaya
matematiksel bir anlayışla bakan Pythagorasçı ve Platoncu gelenek, ikincisi ise
doğayı muazzam bir makina olarak kabul eden mekanikçi felsefedir. Westfall'a göre
bilimsel devrimin tam olarak gerçekleşmesi için bu iki görüş arasındaki zıtlıkların
ortadan kaldırılıp uyumlu bir hale getirilmesi gerekmekteydi.132
İşte bu iki görüşü uyumlu ve dizgesel bir biçimde ortaya koyan düşünürlerden birisi
R. Descartes (1596-1650) olmuştur. Aynı zamanda modern felsefenin kurucusu
olarak da kabul edilen Descartes kendi döneminde gelişen doğa bilimlerini büyük bir
hayranlıkla karşılayarak, çalışmalarını özellikle söz konusu bilimlerin gereksinim
duyduğu yöntem ve temel ilkeleri araştırmaya yöneltmiştir.
Descartes, öncelikle bu işe yeni bir yöntem ile başlamayı düşünmektedir. Ona göre
bu yeni yöntemle birlikte hem doğa bilimleri hem de diğer bilimler bir ilerleme
132
R.S.Westfall, Modern Bilimin Doğuşu, Çev: İsmail Hakkı Duru, Verso Yayınları, Ankara, 1997, s.
vıı-vııı.
74
sağlayacaktır.133
Diğer bir deyişle bu yöntem hem doğa bilimlerindeki ilerlemeleri
(progressus) sağlayacak, hem de dönem itibariyle bilinen diğer bilimlerdeki
ilerlemeleri sağlayacaktır.
Bu maksatla Descartes da Bacon ve Galileo gibi geleneksel yöntemin eksikliklerine
dikkat çekerek, yeni bir yöntemin gerekliliğini belirtir. Bu yeni yöntem özünde
matematiksel yöntemdir. Descartes'ın iyi bir matematikçi olması ve kesin bilgiyi
araması onun bilgi modeli olarak matematiği seçmesinde etkili olmuştur.
Kanıtlarının kesinlik ve apaçıklığı dolayısıyla, her şeyden çok
matematikten zevk alıyordum; ama hakiki kullanılışını pek iyi
görmüyordum, ancak mekanik sanatlara yaradığını düşünerek, bu
kadar sarsılmaz ve sağlam temeller üzerine daha yüksek bir yapı
kurulmamış olmasına şaşıyordum.134
Bu ifadelerden Descartes’ın matematiği bilgi modeli olarak benimsemesinde,
matematiksel ifadelerin sağlam ve güvenilir olması ve böylelikle kesinliği verdiği
düşüncesinin etkili olduğu söylenebilir. Fakat burada Descartes açısından
matematiğin sağlam ve güvenilir bir yapıda olduğunu gösteren bilim tarihi verilerinin
daha ikna edici olduğu söylemek daha doğru olacaktır.
Daha önce de değinildiği üzere yeni doğa bilimlerinin benimsediği temel ilkelerden
birisi doğanın matematiksel yapıda olduğu inancıydı. Bu çerçevede Kopernik, Kepler
ve Galileo gibi bilim adamları matematiksel yöntemi doğaya uyarlayarak, doğa
hakkında güvenilir ve sağlam bilgiler elde etmişti. Bu sonuçlar Descartes için
133
Burry, The Idea of Progress, s. 67. 134
Descartes, Metot Üzerine Konuşma, Çev: K. Sahir Sel, Sosyal Yayınlar, İstanbul, 1994, s.12.
75
matematiğin tartışılmaz olduğunu ve onun bir yöntem olarak kullanıldığında bütün
bilimler arasında bir ölçüt birliği sağlayabileceği inancını doğurmuştur.135
Descartes matematiğin içinde barındırdığı 'analiz' ve 'sentez' kurallarını örnek alarak
özgün bir yöntem öne sürmüştür. Buna göre 'şüphe' ile başlayarak açık ve seçik
olduğuna inanılan temel bir ilke bulunacak ve daha sonra bu ilke üzerinde bir
birleştirme (sentez) yapılacak.
Descartes'ın bu yeni yönteminin uygulamasından ortaya çıkan iki sonuç, 'modern
bilim' ve 'progressus' açısından ayrı bir önem göstermektedir. Çünkü bu sonuçlar
yeni doğa bilimlerinin gereksinim duyduğu temel ilkeleri sağlamaktadırlar. Bu
sonuçlardan birincisi zihin (cogito) - doğa ayrımı (ben ve dış dünya), ikincisi ise dış
dünyanın mekanik yasalara tabi olduğu ve böylelikle doğa yasalarının değişmez
olduğu argümanıdır.
Descartes'ın cogito'su 'özneyi' ilk hakikat, 'Tanrı'nın varlığını' ikinci hakikat, 'dış
dünyanın varlığını' ise üçüncü hakikat olarak belirtmişti.136
Birbirlerini mantıksal
olarak gerektiren bu hakikatler daha sonra kendi içlerinde de bir ayrımlaşmaya
gidecektir. Buna göre 'özne' bir yanda özniteliği düşünme (res cogitans) olan insan
zihni, diğer yanda ise özniteliği yer kaplama (res extensa) olan insan bedeni olmak
üzere birbirlerine indirgenemeyen iki ayrı kategoriye ayrılacaktır. Descartesçı
düşüncede zihin ve beden arasındaki ayrımın öznitelik açısından yapıldığı dikkate
alındığında, zihin ve doğa (dış dünya) arasında da bir ayrım yapılması gerektiği
ortaya çıkmaktadır. Descartes'a göre doğadaki (dış dünyadaki) nesnelerin
135
Tulin Bumin, Tartışılan Modernlik: Descartes ve Spinoza, YKY, İstanbul, 1996, s. 40.
136 Westfall, Modern Bilimin Doğuşu, s.36.
76
öznitelikleri yer kaplamaydı (res extensa). Bu durumda özniteliği düşünme (res
cogitans) olan zihin ile özniteliği yer kaplama (res extensa) olan doğa arasında bir
ayrımın ortaya çıkması kaçınılmaz olacaktır.
Descartes'ın dizgesel düşüncesinden zorunlu olarak çıkan bu zihin-nesne (doğa)
dikotomisi, bilen-bilinen ilişkisine dikkat çekerek yeni doğa bilimlerinin
epistemolojik temellerini oluşturmuştur. Buna göre bilim adamları doğanın bilgisini
elde etmeden önce, doğanın kendilerinden ayrık olduğunu Descartes'ın yöntemi
sayesinde kavrayacaklardır.
Ayrıca bu saptama ile progressus'un epistemolojik temellerinin de inşa edildiğini
söyleyebiliriz. 'Progressus' doğaya egemen olma maksadıyla, doğa bilgisinin elde
edilmesine dayanmaktaydı. Diğer bir deyişle 'progressus' öznenin nesne üzerinde
egemenlik kurma isteğine dayanarak, nesne bilgisinin elde edilmesini gerektiriyordu.
Dolayısıyla bu istek ve gerekleri yerine getirmeden önce, epistemolojik anlamda
bilen (özne) ve bilinen (nesne) ayrımının belirlenmesi daha öncelikli görünmektedir.
İngiliz tarihçi Burry'e göre Descartes'ın 'progressus' kavramı için yapmış olduğu en
önemli katkı, doğa yasalarının değişmeyen bir karaktere sahip olduğunu
göstermesidir.137
Bilindiği üzere 'progressus' doğaya egemen olma maksadıyla,
doğanın bilgisinin elde edilmesi ile kendini karakterize etmişti. Bu durumda doğaya
ilişkin bilgilerin değişmez bir nitelikte olduğunu savlamak progressus'a meşru
temeller sağlayacaktır.
Descartes doğanın değişmeyen bir yapıda olduğu savını doğanın mekanik bir yapıda
olduğu argümanıyla temellendirecektir. Rönesans natüralizmine göre doğa içinde
137
Burry, The Idea of Progress, s. 66.
77
birtakım gizemli güçleri barındırdığı için, insan aklının doğayı kavrayamayacağı
inancı yaygındı. Oysa Descartes, aklın doğa dahil birçok şeyi kavrayabileceğini ileri
sürerek, bu temel üzerine mekanik felsefeyi inşa etmiştir.138
Rönesans natüralizmine bir tepki olarak ortaya çıkan mekanik doğa tasarımın ilk
belirtilerini Galileo ve Kepler'in eserlerinde görmemize rağmen, bu anlayışı bir dizge
içerisinde sunması nedeniyle en büyük katkının Descartes tarafından yapılmış
olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.139
Descartes felsefe anlayışı gereği dış dünyadaki cisimlerin öz niteliğini 'yayılım' ya da
'uzam' olarak belirlemişti.140
Bu belirlenim ise onu doğrudan mekanik doğa
anlayışına götürmüştür. Ona göre doğada boşluk diye bir şey olmayacağına göre
bütün hareketler ancak bir yer değiştirme sonucunda oluşacaktır.141
Doğanın
mekanik bir yapıda olması, cisimlerin ve hareketlerin belirli bir düzende yani bir
neden-sonuç ilişkisine göre gerçekleşeceğini işaret etmektedir. Bir anlamda mekanist
doğa tasarımı bizlere doğanın değişmeyen ve düzenli ilkelere sahip olduğu
düşüncesini vermektedir. Buna göre doğaya içkin olan yasaların keşfedilmesiyle
birlikte bütün cisimlerin hareketleri önceden öngörülebilecektir.
Isaac Newton
Modern Dönemde doğaya ilişkin bilginin elde edilmesi ile şekillenen 'progressus'
öncelikle doğanın nasıl bir yapıda olduğu ve daha sonra bu yapıya hangi
138
Westfall, Modern Bilimin Doğuşu, s. 34. 139
Westfall, Modern Bilimin Doğuşu, s. 34. 140
Descartes, Felsefenin İlkeleri, Çev: Mesut Akın, Say Yayınları, İstanbul, 2002, s. 105. 141
Descartes, Felsefenin İlkeleri, s. 114-115.
78
metodolojinin daha uygun olup olmayacağı sorunlarını beraberinde getirmişti. Bu
hususta Kopernik, Kepler, Galileo, Bacon ve Descartes gibi düşünürler gerek
metodolojik gerekse doğa felsefesi açısından bir takım katkılar sunmuşlardı. Dağınık
halde yapılmış olan bu katkıları sentez yaparak bir dizge içerisinde sunan düşünür
Isaac Newton (1642-1727) olmuştur.142
Newton, mekanik doğa tasarımının matematiksel formülasyonunu yaparak,
Kopernik, Kepler, Galileo, Bacon ve Descartes'ın çalışmalarının büyük sentezini
yaptı.143
Newton bir yandan mekanistik doğa anlayışını en olgun ve en kapsamlı
hale getirdi, diğer yandan ise matematik ve deneysel yöntemi daha da geliştirerek
analiz-sentez (tümevarım-tümdengelimsel) adında daha gelişmiş bir yöntem öne
sürdü.
Newton'a göre doğa matematiksel niteliklere sahip bölünemez küçük parçacıklardan
oluşmuştur. Doğadaki her şey ve her türlü değişim bu küçük parçacıkların birleşmesi
ve dağılması ile oluşmuştur.144
Newton bu ifadeleriyle Descartes'ın mekanistik doğa
anlayışını sürdürdüğünü görmekteyiz. Fakat Newton bu noktadan sonra Descartes'ı
aşacak bir şekilde mekanist anlayışın hem yeryüzünde hem de gökyüzünde geçerli
olduğunu ileri sürerek, bu tasarımın bütün evrene içkin olduğunu belirtmiştir. Buna
göre yeryüzünde bulunan mekanist-determinist ilkeler gökyüzünde de geçerli
olacaktır.
142
Herbert Butterfield, "Newton ve Evreni", çev. Cemal Yıldırım, Bilim Felsefesi, Remzi Kitabevi,
İstanbul, 2011, s. 201. 143
Nevzat Can, "Mekanistik Doğa Anlayışı ya da Hakikatin Bilgisinden Fenomenler Bilimine",
Kaygı Dergisi, Uludağ Üniversitesi Yayınları, sayı: 13, Bursa, 2009, s. 108. 144
Hüseyin Gazi Topdemir, "Newton ve Bilimsel Devrimler", Bilim ve Teknik Dergisi, Ankara, 2010,
s. 87.
79
Newton'un öne sürmüş olduğu evrensel çekim teorisi onun yeryüzü ile gökyüzünün
benzer ilkelere göre işlediği inancına yol açmıştır. Bu teoriye göre yeryüzündeki
serbest düşmeyi ve gökyüzündeki gezegenlerin elips yörünge çizmesini sağlayan
kuvvet gravitasyondur (kütle çekim kuvvetidir).145
Diğer bir deyişle, evrendeki
bütün cisimleri konumlarında tutan güç benzer ilkedir. Bu durumda Newton
açısından evrenin her yerinde mekanistik ilkelerin geçerli olduğunu söylemek yanlış
olmayacaktır.
Newton'un oluşturduğu bu sistemde evren kurulu bir saati andırmaktadır. Tanrı'nın
bir kez kurmasıyla işlemeye başlayan bu makine tam bir düzen içindedir.146
Evrenin
bütününü kapsayan bu düzen tamamıyla determinizm (neden-sonuç) ilkesine
bağlıdır. Buna göre evrende olan biten her şey kesin bir nedene sahiptir ve kesin bir
etkiyi meydana getirmektedir.147
O halde doğaya ilişkin bir bilgi elde etmek için ya
da progressus’un gerçekleşmesi için yapılması gereken nedenleri açığa çıkaran
yasaları keşfetmek olacaktır. Bu yasalar da bilimsel bir yöntemle keşfedilecektir.
Newton'a göre, matematiksel nitelikteki doğayı ancak matematiksel kuramlarla
betimleyebiliriz. Diğer bir deyişle, progressus'un gerçekleşmesi için matemetiksel bir
dil kullanmak gerekir. Bunun için de üç aşamalı bir yöntem önermiştir: 1) Analiz
(gözlem), 2) Sentez (deney), 3) Aksiyomatikleştirme (kuramsallaştırma)
Bu çerçevede ilk önce doğanın ölçülebilir yönleri (birincil nitelikleri; şekil, sayı,
ölçü, vb.) gözlenecek, daha sonra bu ölçülebilen özelikleri açıklayacak varsayımlar
oluşturulacak ve son olarak da bu varsayımlar matematiksel bir dil ile ifade edilmeye
çalışılacaktır. (Diğer bir deyişle, bu varsayımlar deney ve gözlemle doğrulanmaya
145
Cemal Yıldırım, Bilimin Öncüleri, Bilim ve Gelecek Kitaplığı, İstanbul, 2010, s.118. 146
Herbert Butterfield, "Newton ve Evreni", s. 205. 147
Can, "Mekanistik Doğa Anlayışı ya da Hakikatin Bilgisinden Fenomenler Bilimine", s. 108.
80
çalışılacaktır.) Newton'un öne sürdüğü bu analiz-sentez (tümevarım-tümdengelim)
yöntemi hem Bacon'un tümevarım yöntemini hem de Descartes'ın tümdengelimsel
yönteminin bir sentezini içermektedir. Fakat Newton bu sentezin yanında öncellerine
nazaran iki açıdan üstünlük sağlıyordu: Birincisi, sentez aşamasında elde edilen
sonuçların deneysel olarak doğrulanması gerektiğini vurguluyordu, ikincisi ise bu
doğrulamanın dışında bir takım öngörülerde (prediction) bulunmanın önemine
değiniyordu.148
Newton, Bacon ile başlayan progressus'u gerçekleştirmek için ya da doğanın bilgisini
elde etmek için hangi bilimsel yöntemin uygun olup olmayacağı problemine açık ve
kesin bir yanıt vererek son noktayı koymuştur. Buna göre progressu'u
gerçekleştirmek isteyen bilim adamı Newton'un izinden giderek, analiz-sentez
yöntemini kullanması gerekecektir.
Newton'un ileri sürmüş olduğu mekanist doğa tasarımı ve buna uygun olan bilimsel
yöntem, sonraki kuşaklar için öylesine etkili olmuştur ki, yirminci yüzyılın başlarına
kadar özellikle doğa bilimlerindeki araştırmanın paradigması konumunda olmuştur.
1-2-3-1- Modern Bilim ve Bilimsel İlerleme (Progressus)
Modern dönemde doğaya egemen olma maksadıyla, doğaya ilişkin bilginin elde
edilmesi ile şekillenen 'progressus' (bilimsel ilerleme) birçok düşünür (Bacon,
Descartes, Newton) tarafından şöyle ifade edilmekteydi: Doğaya ilişkin bilgi sahibi
olma hususunda moderns'lar (yeni geleneği temsil eden düşünürler) ancients'lardan
148
Losee, Bilim Felsefesine Tarihsel Bir Giriş, s. 98-99.
81
(eski geleneği temsil eden düşünürlerden) daha üstündür. Diğer bir deyişle,
moderns'ların doğaya ilişkin elde ettikleri bilgiler nicelik ve nitelik açısından
ancients'lara göre daha üstündür. Bu ifadeler açıkça bir 'progressus'u tanımlayıcı
nitelikteydi.
İngiliz tarihçi J.Burry ‘İdea of Progress’ (İlerleme Fikri) adlı eserinde gerçek bir
ilerleme anlayışının yani progressus'un modern dönemde ortaya çıktığını savlarken,
bu kavramın Bacon ve Descartes gibi düşünürlerin eski (ancient) ve yeni (modern)
dünya arasında bir mukayese yapması sonucunda ortaya çıktığını belirtmişti. Burry
özellikle modern dönemde F. Bacon’un geçmiş (ancient) ve şimdi (modern) arasında
bir mukayese yaparak, çağının entelektüellerinin Grek ve Roma düşünürlerine göre
daha fazla bilgiye sahip olduğunu vurgulamıştı. 149
Bacon özellikle buradaki mukayeseyi döneminin teknik buluşlarını dikkate alarak
yapmıştı. Çünkü Bacon'un terminolojisinde teknolojik ilerleme ile 'progressus' eş
değer kabul edilmekteydi. Bu anlamda; pusula, matbaa ve barut gibi icatlar ve yeni
kıtaların keşfi moderns'ların ancients'lardan daha ileride olduklarını göstermek için
yeterli argümanlar olarak görülmekteydi.150
Özetle modern dönemde progressus'un doğaya ilişkin eski ile yeni bilgilerin
mukayesesi sonucunda açığa çıktığı söylenebilir. Moderns'ların yeni bilgilere
ulaşmasını sağlayan en büyük etken ise doğaya yönelik yeni bir bakış açısı ve bu
bakış açısına uygun yeni bir bilimsel yöntem geliştirmeleriydi. Özellikle doğanın
149
J.B. Burry, The Idea of Progress, Dover Publication, New York, 1960, s. 54. 150
Bacon, Novum Organum, s. 198.
82
yapısı ve niteliğine ilişkin elde edilen sonuçlar progressus'un nasıl seyrettiğine
ilişkin düşünceyi doğrudan belirlemektedir.
Bacon, Galileo, Descartes ve Newton gibi düşünürlerin çalışmalarının sonucunda
doğanın bütünüyle mekanist bir yapıda olduğu açığa çıkmıştı. Bu anlayışa göre doğa
birlik, bütünlük ve süreklilik ilkelerini içinde barındırmaktadır. 'Doğanın birliği' ile
kastedilen doğanın yasa bakımından bir ve bütün olduğu düşüncesidir. Diğer bir
deyişle, doğanın her yerinde gökte de, yerde de hep aynı yasalar hüküm sürer.151
'Doğanın sürekliliği' ise yasalar arasında özel olandan daha genel olana doğru bir
süreci işaret etmektedir. Buna göre her bilim adamı öncelikle özel alanlardaki
yasaları keşfedecek daha sonra bu yasaların kendilerini de kapsayan daha genel
yasalara ulaşacaktır.
Modern dönemde ortaya konan bu doğa imgesi, bilimsel ilerlemenin (progressus'un)
birikimsel (cumulative) ya da eklemlemeli bir şekilde ilerlemesi gerektiğini
göstermektedir. Kopernikle başlayıp Newton ile en olgun biçimine ulaşan bilimsel
keşifler doğanın birlik, bütünlük ve süreklilik içinde olduğunu ve böylelikle de
bilimin birikimsel bir şekilde ilerlediğini göstermektedir.
Bilim tarihinde Kopernikle başlayan Kepler, Galileo ve Newton ile devam ettirilen
bilimsel keşifler silsilesi en iyi birikimsel ilerleme örneğini teşkil etmektedir.
Galileo, Kepler ve Newton tarafından ileri sürülen yasaların mantıksal olarak
Kopernik teorisinin devamı ya da tamamlayıcısı olarak görülmesi, doğanın birlik ve
bütünlük içerisinde olduğunu gösterdiği gibi, bilimsel ilerlemenin de bir devamlılık
151
Gökberk, Felsefe Tarihi, s. 225-226.
83
ve süreklilik ilkesine göre işlediği algısını oluşturmuştur.152
Konumuzu daha da
anlaşılır kılmak adına bu algıyı yaratan tarihsel örneklere değinmek yararlı olacaktır.
Kopernik 1543 yılında Gök Kürelerinin Hareketi adlı eserinde, Batlamyus’un Yer
merkezli evren modeline karşı, Güneş’in evrenin merkezinde bulunduğunu ve yer’in
bir gezegen gibi Güneş’in çevresinde dairesel yörüngeler üzerinde sabit hızlarla
dolandığını ileri sürmüştür.153
Kopernik dönemi itibariyle Güneş merkezli evren
modelini ileri sürdüğü zaman, bu teoriye yönelik açıklanamayan birçok problem
mevcuttu. Bu problemler Galileo, Kepler ve Newton tarafından ileri sürülen ilkeler
veya yasalar aracılığıyla açıklanarak hem doğanın birliği ilkesi doğrulanmış hem de
bilimin birikimsel bir şekilde ilerlediği düşüncesi pekiştirilmiştir.
Kopernik’e yöneltilen ilk eleştirilerden birisi yer’in veya gezegenlerin hareketine
yönelikti. Bilindiği üzere Aristoteles fiziğine154
göre, hareket halindeki bir cismin
hareketini sürdürmesi ancak onu iten ya da çeken bir kuvvetin etkisiyle mümkündü.
Daha açık bir ifadeyle kuvvet olmadan hareket de olmayacaktı. Bu çerçevede gök
cisimlerini hareket halinde neyin tuttuğu sorusu yanıtsızdı. Diğer ifadeyle yer’in
sürekli hareketini sürdürmesi için bir kuvvet gerekliydi, bu durumu Kopernik
152
Post- pozitivist düşünürler bilim tarihinde Kopernik’le başlayan ve Newton ile olgunluğa ulaşan
bilimsel keşiflerin birikimsel değil de, devrimsel ve sıçramalı bir şekilde ilerlediğini iddia etmişlerdir.
Burada okunan aynı bilim tarihi olduğu halde farklı sonuçlar ortaya çıkarılmıştır. ilerleyen süreçlerde
detaylı olarak irdelenecektir. 153
Sevim Tekeli& Esin Kahya, Bilim Tarihine Giriş, Nobel Yayınları, Ankara, 2001, s. 216. 154
Aristoteles kozmolojisine göre fizik kanunları Ayaltı ve Ayüstü olmak üzere iki farklı alanda
değerlendirilmektedir. Yer’den ay’a kadar olan kısım, Ayaltı evren’i, Ay’dan yıldızlar küresi’ne kadar
olan kısım ise Ayüstü evren’i oluşturur. Ayüstü evrende bulunan gök cisimleri taşıyıcı kürelere
yapışık oldukları için düzgün dairesel yörüngeler çizerler; her türlü değişimin Yer aldığı Ayaltı
evrende ise birbirinden farklı iki tür hareket söz konusudur. Bunlardan birisi doğal, diğeri ise zorunlu
harekettir. Zorunlu hareket, bu evrendeki bir nesnenin örneğin bir taşın, kuvvet uygulanarak doğal
Yerinden uzaklaştırılması sonucu oluşan harekettir. Bu harekette uygulanan kuvvet ortadan
kaldırıldığında hareket de ortadan kalkar ve bu defa nesne, ağır olması dolayısıyla doğal Yerine düşer.
İşte nesnelerin doğal Yerlerine varmak için yaptıkları bu harekete de doğal hareket denir. Sevim
Tekeli& Esin Kahya, Bilim Tarihine Giriş, Nobel Yayınları, Ankara, 2001, s. 67.
84
açıklayamamıştı. Söz konusu problemin yanıtını Galileo eylemsizlik prensibi ile
vermiştir.155
Galileo’ya göre kendi haline bırakılan cisim herhangi bir kuvvet
etkisinde kalmadığı sürece durumunu korur. Yani hareket halinde ise hareketini;
sükûnet halinde ise sükûnetini korur. Bu nedenle bir cisim hareket halinde ise onun
hareketini neyin sürdürdüğünü sormamıza gerek yoktur, hareket dış bir engelle
karşılaşmadıkça kendiliğinden sürüp gider. Hareketi ancak dış bir kuvvet
durdurabilir, yavaşlatabilir ya da hızlandırabilir. Eylemsizlik ilkesi ile hareket
halindeki her cisim hareketini bir doğru üzerinde sonsuza kadar sürdürme
eğilimindedir.156
Eylemsizlik ilkesi bağlamında yer’in hareketi açıklanmakla birlikte, bilimde de bir
ilerleme sağlanmıştır. Fakat eylemsizlik ilkesi sadece yeryüzüne ilişkin hareketleri
açıklamaktaydı, aksine gökyüzü cisimlerinin hareketi halen problematik haldeydi.
Kopernik sisteminde gezegen yörüngelerinin dairesel olduğu ileri sürülmüştü. Oysa
Galileo’nun Venüs gezegenini gözlemlemesi sonucunda, gezegenlerin Güneş
etrafında dolanırken bazen yaklaşıp uzaklaşması, onun hızında bir takım
değişikliklerin olduğuna işaret etmekteydi.157
Bu durumda yörünge dairesel değildi,
çünkü dairesel yörünge üzerindeki hareket daima düzgün ve belirli hızlarda olur.158
Bu problemin yanıtını Galileo verememekteydi, çünkü eylemsizlik ilkesi yeryüzüne
ilişkin hareket problemini çözmekteydi. Ancak problemin gök mekaniğini
ilgilendiren boyutu hala tam olarak açıklanamamıştı. Gezegenler doğrusal değil,
dairesel hareket yapmaktadırlar. Bu sorunun yanıtını Kepler verecektir. Kepler
155
Westfall, Modern Bilimin Doğuşu, s. 17-18. 156
Herbert Butterfield, “Newton ve Evreni”, Bilim Tarihi, C. Yıldırım, Remzi Kitabevi, İstanbul,
2009, s. 202. 157
Westfall, Modern Bilimin Doğuşu, s. 10. 158
Sevim Tekeli& Esin Kahya, Bilim Tarihine Giriş, Nobel Yayınları, Ankara, 2001, s. 244.
85
gezegenlerin dairesel yörüngeler üzerinde ve muntazam hızla dolandıkları temel
prensibini terk ederek ünlü üç kanunu ileri sürmüştür. Bu kanunlardan ilki
yörüngenin elips olduğuna ilişkin yasadır.159
Bu kanuna göre yer dahil olmak üzere
diğer gezegenler de Güneş’in etrafında elips yörünge çizerler. Bu yasa bağlamında
gezegenlerin neden hızlı veya yavaş hareket ettikleri açıklanmaktadır.160
Kepler’in gezegenlere ilişkin üç yasası Güneş sisteminin işleyişini özetlemişti. Fakat
bu yasaları açıklayan diğer bir ifadeyle bu hareketlerin niçin başka türlü değil de;
böyle olduğunu açıklayan teoriyi Kepler'de bulamamaktayız. 161
Daha açık bir
ifadeyle, Kepler’in karşı karşıya kaldığı soru şuydu: Niçin gezegenler Güneş’in
çevresinde dolanırlar da uzaklaşıp gitmezler?
Newton bu sorunun yanıtını 'gravitasyonda' bulur. Ona göre yer’in çevresinde
dolanan Ay’ı yörüngesinde tutan kuvvet yeryüzünde bir taşın düşmesine neden olan
çekim kuvvetidir. Gezegenler de hareket halindeki her cisim gibi, hareketlerini
doğru bir çizgi üzerinde sürdürme eğilimindedir, ancak havaya atılan bir top
mermisinin kendi ağırlığı nedeniyle yere doğru bir eğri çizerek eğilmesi gibi,
gezegenler de gravite (çekim gücü) etkisiyle elips bir yörünge izlemeye zorlanır.
Newton, hesapladığı gravitasyon kuvvetini göz önüne aldığında gezegenlerin Güneş
çevresinde çizdiği yörüngelerin, Kepler’in belirlediği şekilde, elips olması
gerektiğini matematiksel olarak gösterir.162
159
Sevim Tekeli& Esin Kahya, Bilim Tarihine Giriş, s.245. 160
Westfall, Modern Bilimin Doğuşu, s. 10-11. 161
C. Yıldırım, Bilim Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2009, s.106. 162
Herbert Butterfield, “Newton ve Evreni”, Bilim Tarihi, C. Yıldırım, Remzi Kitabevi, İstanbul,
2009, s. 204.
86
Astronomide Kopernik ve Kepler’in ilk adımlarını attıkları sistemin bilimsel bir teori
olarak kurulması evrensel yerçekimi yasasının sağladığı geniş çerçeve içinde tüm
gezegenlerin, uyduların, kuyruklu yıldızların hareketleri en küçük ayrıntılara dek
açıklanma olanağı bulur. Newton böylece bütün evreni yöneten tek bir kanun
olduğunu kanıtlamıştır.163
Newton teorisi birbiriyle bağlantısız görünen bir sürü yasa ve gözlemsel ilişkilerin
(örneğin, Kepler’in üç yasası, Galileo’nun serbest düşme yasası, gel-git kanunları ve
kuyruklu yıldızların hareketine ilişkin yasalar), aynı ilkelerin mantıksal sonuçları
olabileceğini göstermekle hem doğanın birliği ve bütünlüğünü hem de bilimin özel
yasalardan daha genel ve kapsamlı yasalara ulaşabileceğini kanıtlamış oluyordu.164
Netice itibariyle Kopernik’le başlayan Güneş merkezli evren modeli; Galileo’nun
eylemsizlik ilkesi, Kepler’in gezegenlere ilişkin üç yasası ve Newton’un gravitasyon
yasası ile birlikte bir birlik ve bütünlük göstermişti. Diğer bir deyişle, Kopernik
tarafından ileri sürülen genel bir yasa ve ona ait olan bölümler diğer düşünürler
tarafından tamamlanmıştır.
Burada genel ve özel yasalar arasında mantıksal bir uyumluluk sağlandığı için ileri
sürülen yeni bilgiler (ister yasa olsun ister teori) eski teori veya bilgilerden
bağlantısız ve kopuk bir şekilde değil de, onların devamı veya tamamlayıcısı
durumunda görülmektedir. Diğer bir deyişle, Kopernik’ten sonra her keşfedilen ilke
veya yasa Güneş merkezli teori ile mantıksal bir uyumluluk ve tutarlılık
göstermektedir.
163
Sevim Tekeli & Esin Kâhya, Bilim Tarihine Giriş, s.249. 164
Yıldırım, Bilim Tarihi, s.110.
87
Bütün bu veriler daha sonraki yüzyıllarda bilimin birikimsel yada eklemlemeli bir
şekilde ilerlediği inancını oluşturmuştur.
1-2-4- XVIII. Yüzyılda 'İlerleme' Kavramı: Tarih ve Toplum Bilimlerini de
Kapsayan ‘Extentus Progressus’
Aydınlanma yüzyılı olarak anılan XVIII. yüzyıl düşüncesini karakterize eden belki
de en önemli kavramlardan birisi ilerlemedir. 'İlerleme' kavramı hiçbir dönemde
olmadığı kadar bu dönemde itibar ve önem kazanmıştır. Hatta ‘ilerleme’ kavramı bu
dönemde değeri itibariyle ideolojik bir slogan haline getirilerek yaşamın bütün
alanları için idealize edilmiştir.
Peki bu dönemde 'ilerleme ‘den ne anlaşılmaktaydı? Bacon'un doğaya ilişkin bilginin
elde edilmesi ile kavramsallaştırdığı 'progressus' mu, Augustinus'un teolojik
karakterli 'profectus'u, mu yoksa Antik Yunanlılar'ın 'prokope' terimi mi? Bu soruya
anlaşılır ve açıklayıcı bir yanıt verebilmek için öncelikle XVIII. yüzyıla damgasını
vuran 'aydınlanma' teriminin anlamını soruşturmak doğru bir yol olacaktır.
XVIII. yüzyıl Batı Avrupa’sında entelektüel bir hareket olarak ortaya çıkan
Aydınlanma (İng: enlightment, Alm: aufklarung, Fr: l' age de lumieres) her şeyden
önce mutlak bir akılcılıkla insan davranışının yegâne rehberinin din ya da gelenek
değil de, kendisi dışında hiçbir kaynaktan yardım görmeyen akıl olduğunu söyler.165
Akıl insanları bütün sorunlardan kurtarabilir. Akılla toplum ve doğanın yasaları
165
Ahmet Cevizci, Aydınlanma Felsefesi, Ezgi Kitabevi, Bursa, 2002, s. 9.
88
keşfedilebilir. Böylelikle insan türünün ilerleyişi için gerekli olan koşullar
sağlanabilir.166
Aklın her şeyi başarabileceğine yönelik bu inanç nerden gelmektedir? Aydınlanma
filozoflarının akla duydukları bu sarsılmaz inancın arkasında Descartes’ın rasyonalist
felsefesi ve yeni doğa bilimlerinin matematik-fizik yöntemi bulunmaktadır.
Descartes aklın bir kipi olan ‘cogito’ dan yola çıkarak hakikate ulaşılabileceğine
yönelik bir sistem geliştirmişti. Buna göre ‘cogito’ Tanrı dahil her şeyin bilgisine
muktedirdi.
Daha geriye gittiğimizde Descartes’ın akılcılığının temelinde ise Rönesans
döneminin başarı kazanmış matematik-fizik yönteminin olduğunu görürüz.
Kopernik, Kepler ve Galileo gibi bilim adamları eserlerinde ilke olarak doğanın
matematiksel bir yapıda olduğunu ve doğayı kavramak için de matematiksel
yöntemin gerekliliğini vurgulayarak büyük bir başarıya imza atmışlardı.167
Rönesans’ın temellerini atmış olduğu bu doğaya matematiksel bakış (matematik-
fizik yöntemi) XVII. yüzyıla gelindiğinde diğer düşünürler gibi Descartes’ı da
derinden etkilemiştir. Descates Metot Üzerine Konuşma adlı eserinde matematiğin
sağlam ve güvenilir bir yöntem olduğunu ve bu yönteme dayanarak diğer bilimleri de
biçimlendirmek istediğini belirtir.168
Gerek Descartes’ın gerekse Rönesans bilim adamlarının matematiksel yönteme
vurgu yaparak doğanın yapısının matematiksel kavramlarla aydınlatılabileceği
166
Ahmet Çiğdem, Aydınlanma Düşüncesi, İletişim Yayınları, İstanbul, 1997, s. 37. 167
Bu hususta Fransız düşünür A. Koyre matematiksel yönteme büyük bir sorumluluk yükleyerek,
yeni çağ bilimini karakterize eden düşüncenin deney ve gözlem değil de, doğaya matematiksel bir
bakış olduğunu iddia eder. Bkz. A. Koyre, Yen Çağ Biliminin Doğuşu, Çev: Kurtuluş Dinçer, Ara
Yayıncılık, İstanbul 1999, s. 43-48. 168
Descartes, Metot Üzerine Konuşma, Çev: K. Sahir Sel, Sosyal Yayınlar, İstanbul 1994, s. 12.
89
inancı, XVIII. yüzyıla gelindiğinde insan aklının doğa karşısında güçlü ve egemen
olma bilincini doğurmuştur. Nitekim Aydınlanma düşünürleri de bu bilinçle yola
çıkarak aklın egemenlik alanını daha da genişletmeye çalışmışlardır.
Aydınlanmadaki akılcılığa duyulan bu inanç ve güveni oluşturan temel unsurun
özellikle 16. ve 17. yüzyıllarda ortaya çıkan bilimsel başarıların dayandığı
matematik-fizik yöntemi olduğu görülmektedir. Akıl, bilimsel başarılara dayanarak
kendini meşrulaştırmıştır. Dolayısıyla buradan Aydınlanma düşünürlerinin Baconcu
anlamda bir 'progressus' kavramına bağlılık gösterdiklerini söyleyebiliriz.
Aydınlanma düşünürlerinin progressus'a duydukları inanç ve güven öyle etkili
olmuştur ki, bu kavramın doğasını ve yapısını sorgulamaksızın, bu kavram temelinde
bir aydınlatma projesi yürütmüşlerdir. Bu proje tarihsel verilerden ilham alarak iki
ayrı eksende yürütülmüştür.
i) Geçmişte progressus için engel teşkil eden dini ve siyasi kurumları tekrar gözden
geçirerek bunların akıl ile uyumluluğunu sağlamak.
ii) Progressus'u yaşamın diğer alanlarına (özellikle de beşeri bilimlere) tatbik ederek
daha genel ve kapsayıcı bir ilerleme fikri (extentus progressus)169
oluşturmak.
Aydınlanma düşünürlerinin hemen hemen birçoğu dine, din kurumlarına, otoriter ve
teokratik nitelikteki iktidar biçimlerine doğrudan karşıdırlar. Bunun en önemli
sebeplerinden birisi söz konusu kurum ve kuruluşların aklı normal işleyişinden
169
Latince kökenli olan ‘extentus progressus’ terimsel anlamıyla kapsam alanı genişletilmiş ilerleme
olarak tanımlanabilir. Burada ‘extentus’ (kapsamı genişletilmiş) sıfatını temsil eden unsurlar tarih ve
toplum bilimleridir. Ayrıca belirtmek gerekir ki ‘extentus progressus’ Aydınlanma düşünürleri
tarafından kullanılan bir kavram değildir. Aydınlanma düşünürleri doğa bilimlerindeki ilerlemeye
karşılık gelen progressus’u aynı zamanda tarih ve toplum bilimleri için de kullanmışlardı. Bu da bir
kavram ve anlam belirsizliğine yol açmaktaydı. Bu nedenle ‘extentus’ sıfatını kullanarak tarih ve
toplum bilimlerini de kapsayacak şekilde bir kavramlaştırma gereği duyduk. Ayrıca bundan sonraki
süreçte ‘extentus’ kavramı ile tarih ve toplum bilimlerindeki ilerleme, ‘progressus’ ile de doğa
bilimlerindeki ilerlemeler kastedilecektir.
90
alıkoyarak, akıl merkezli 'progressus' anlayışını engellemesidir. Din engelini aşmak
adına Aydınlanma düşünürlerinden La Mettrie, Condillac, Helvetius ve Diderot gibi
düşünürler Tanrının varlığını reddederek 'ateizmi', Voltaire ve Rousseau gibi
düşünürler de 'deizmi'170
benimseyerek bu sorunu aşmaya çalışmışlardır. Öte yandan
bazı Aydınlanmacı (Fontenelle, Turgot, Condorcet ve Rousseau gibi) düşünürler de
despot nitelikteki, bir yönetim biçimi yerine, özgürlük ve eşitlik ilkelerini gözeten
cumhuriyetçi bir sistem öne sürerek siyasi alandaki engelleri aşmaya çalışmışlardır.
Aydınlanma düşünürlerinin gerçekleştirmek istedikleri ikinci proje, doğa yasaları ile
tarih/toplum yasalarının benzer olduğu varsayımına dayanmaktadır.171
Rönesans
sonlarında yeni bilimlerle birlikte doğanı yapısının matematiksel kavramlarla
anlaşılabileceği inancına dayanarak doğa yasalarına matematiksel (zihinden türetilen)
kavramlarla ulaşılması şu inancın oluşmasına zemin hazırlamıştı: “Doğa ile akıl,
nesne ile zihin arasında doğrudan bir uygunluk vardır.”172
Bu gelişmeler benzer şekilde Aydınlanma düşünürlerinin zihnine akla ait özelliklerin
doğada da bulunduğu varsayımını yüklemiştir. Buna göre daha önce doğa
bilimlerinin yasalarını keşfedip progressus’u gerçekleştiren ‘akıl’ şimdi de doğa
çerçevesi içinde bulunan tarih/toplum bilimlerinin yasalarını keşfederek 'extentus
progressus’u oluşturacaktır.
170
'Yaradancılık' olarak da bilinen 'deizm', Tanrı'ya inanmakla birlikte, belli bir dinin dogmalarını ve
ilkelerini benimsemeyen; Tanrı'nın evreni yarattıktan sonra onu, kendi yasasına göre işlemek üzere
kendi başına bıraktığını öne süren öğreti olarak bilinmektedir. Ayrıca bkz. Bedia Akarsu, Felsefe
Terimleri Sözlüğü, İnkılap Yayınevi, İstanbul, 1998. s. 196. 171
E. H. Carr, Tarih Nedir?, Çev: Misket Gizem Gürtürk, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011, s.174. 172
Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul 2002, s.222.
91
Descartes ve Bacon gibi XVII. yüzyıl entelektüelleri tarihin bir bilim olmadığını
savlayarak daha çok ilgilerini doğa bilimlerinin problemlerine yöneltmişlerdi.173
Oysa Aydınlanma düşünürleri doğa-akıl özdeşliğine dayanarak tarih/toplum
bilimlerinin de doğa bilimleri türünden benzer yasalara tabi olduğunu, dolayısıyla
progressus’un içeriğine bu bilimlerinin de eklenmesi gerektiğini düşünerek genel bir
ilerleme fikri (extentus progressus) oluşturmuşlardır.
Bu genel ilerleme fikri (extentus progressus) Aydınlanma düşünürlerinin eserlerine
insanlığın ilerlemesi olarak yansımıştır. Özellikle Fransız Aydınlanmacılarından
Turgot [Universal History (Evrensel Tarih) ] ve Condorcet'in [Esquisse d'un Tableau
Historique des Progres de I’esprit Humaın (İnsan Zekâsının İlerlemeleri Üzerine
Tarihi Bir Tablo Taslağı)] yapıtlarında 'progressus'un genel anlamda insanlığın
ilerlemesi olarak kullanıldığı görülecektir. Bir insanlık tarihi serüveni olarak
Progressus'un bu dönemdeki kullanımı onu Ortaçağ Hristiyan dünyasında
kavramsallaştırılan profectus'a yaklaştırmaktadır. Bu anlamda İngiliz tarihçi E. Carr
haklı olarak çağdaş tarihçiliğin kurucuları olan Aydınlanma düşünürlerini Yahudi-
Hristiyan çizgisel tarih anlayışını sekülerleştirenler olarak değerlendirmektedir.174
Aydınlanma bütün Avrupa'yı kapsayan entelektüel bir oluşum olmasına rağmen
ilerleme kavramı veya ilerleme fikri üzerine daha çok Fransız aydınlanmacılarının
eğildiğini görmekteyiz. Bunun nedenini bir kenara bırakarak, Fransız
Aydınlanmacılarının hemen hemen hepsi (Rousseau dışında)175
'progressus'
173
R.G. Collıngwood, Tarih Tasarımı, Çev: Kurtuluş Dinçer, Ara Yayıncılık, İstanbul, 1990, s. 74. 174
Carr, Tarih Nedir? s.171. 175
Rousseau, 1750 yılında Dijon Akademisinin başlattığı bir yarışmada 'Bilimler ve sanatın
gelişmesinin ahlaki ilerlemeye (improvement) katkısı olup olmadığı' sorusuna olumsuz yanıt vererek
ironik bir şekilde ödülü hak kazanmıştır. Rousseau aydınlanma düşünürlerinin birçoğu tarafından
benimsenen ilerleme fikrine olumsuz bir anlam yükleyerek, bilimler, sanatlar ve uygarlıktaki
92
kavramına bağlı kalarak, bu kavramı meşrulaştırmaya ve geliştirmeye çalışmışlardır.
Bu doğrultuda özellikle Bernar le Bovier de Fontenelle (1657-1757), Anne Robert
Jacques Turgot (1727-1781) ve Marquis de Condercet (1743-1794) gibi düşünürlerin
önemli katkıları olmuştur. Dolayısıyla dönemin ilerleme anlayışını anlamak adına
söz konusu filozofların düşüncelerini analiz etmek yararlı olacaktır.
Bernar le Bovier de Fontenelle
Fransız Aydınlanmasının öncü düşünürlerinden olan Bernard le Bovier de Fontenelle
(1657- 1757) bilime duyduğu büyük hayranlık ve dine karşı takındığı düşmanlıkla bir
anlamda aydınlanma hareketinin karakteristik yönlerini dile getirmiştir diyebiliriz.
Fontenelle'nin bilim ve dine yönelik takınmış olduğu bu tavırlardan dolaylı olarak
onun ilerleme kavramına yönelik görüşlerine ulaşmak olanaklı gözükmektedir.
Tarihsel bir perspektiften bakıldığında bilim hayranı bir düşünür için 'progressus'
kavramının benimsenmesi, din karşıtı olan bir düşünür için de 'profectus' kavramının
yadsınması kolaylıkla görülebilir.
Fontenelle'nin bilime bu kadar hayranlık duymasının en temel nedenlerinde birisi
şüphesiz, bilimin özü itibariyle ilerleyen bir entelektüel faaliyet olması ve bu
ilerlemenin de insanlığın refah ve mutluluğuna katkı sağladığı düşüncesidir.
Fontenelle, bu inancını meşrulaştırmak ve yaymak adına döneminin meşhur
tartışması olan 'ancients' ve 'moderns' arasındaki tartışmalara176
dahil olarak açıkça
ilerlemelerin özünde iyi olan insanı yozlaştırdığını ileri sürmektedir. Detaylı bilgi için bkz. j.Burry,
The Idea of Progress, s. 177-178. 176
Ancients ve moderns arasında ilerleme açısından bir mukayese yapma örneğini ilk olarak F. Bacon
da görmekteyiz. Bu husus özellikle XVII. yüzyılda tekrar irdelenerek, birçok Avrupalı düşünür,
93
modern dönemin ancients'lardan daha üstün ve daha ilerde olduğunu savlamıştır.177
Fontenelle'ye göre 'ancients' ve 'moderns' arasındaki en belirgin fark zaman
bağlamında bilgide ortaya çıkmaktadır. 178
Bu bilgi ile kastedilen hiç kuşkusuz
bilimsel bilgidir. Çünkü Fontenelle hemen hemen çağdaşları olan Kopernik (1473-
1543) ve Kepler'in (1571-1630) yeni astronomisinin, Galileo (1564-1642) ve
Newton'un (1643-1727) yeni fiziğinin, Harvey'ın ise yeni tıbbının ancients’lere
nispeten radikal bir yenilik getirdiğini ve bunun da açıkça bir ilerleme olduğunun
farkındadır. Ayrıca bu yeniliklerin de yeni bir yöntemle elde edildiği dikkate alınırsa,
söz konusu bilimsel yöntemin, bilimsel araştırmanın paradigması konumuna gelmesi
ve bunun da bir ilerleme sayılması olağan görülecektir.179
Öte yandan, din karşıtı olan Fontenelle için 'profectus' kavramının hiç bir anlam
taşımayacağı açıktır. Fontenelle, 'ancients' zamanlarda bilimin ilerlemesine en büyük
engel teşkil eden unsurlardan birisinin din ve dini kurumların temsilcileri olduğunu
ileri sürmektedir. Tarih boyunca papazlar, papalar ve kiliseler bir takım söylenceler
uydurarak insanlığın aklını ipotek altına alarak, progressus'un gerçekleşmesine engel
teşkil etmişlerdir.
Fontenelle, 'profectus' kavramını reddetmekle birlikte Antik Yunan uygarlığında
kavramsallaştırılan 'prokope' teriminin de çağının ruhunu yansıtmadığını ileri
sürmektedir. Ona göre, 'prokope' teriminin meşruiyet kazandığı temel ilke ve
ancients ve modern arasında bir mukayese yaparak mevcut durumun bir ilerleme olup olmadığını
anlamaya çalışmışlardı. Buna göre Antik Yunan ve Roma uygarlıklarında üretilen bilim, felsefe ve
edebi nitelikteki eserlerin modern dönemden daha ilerde olup olmadığı tartışılmıştır. Bu tartışma
dönem itibariyle ilk olarak İtalya'da cereyan etmiş, daha sonra Avrupa'nın diğer ülkelerine sıçramıştır.
Ayrıca bkz. R. Nisbet, a.g.e, s.151. 177
R. Nisbet, History of The Idea of Progress, Transaction Publisher, USA, 1998, s. 155. 178
S. Fay, “The Idea of Progress”, s. 236. 179
Margaret Meek Lange, Progress, URL: http//Plato.Stanford. edu/entries/progress, 2011. s. 4.
94
varsayımların yeni doğa bilimlerinin gelişmesiyle birlikte geçersiz olduğu ortaya
çıkmaktadır.
Antik dönemde 'prokope' kavramı 'değişim' kavramına, 'değişim' kavramı da
dejenerasyon teorisine (degeneration theory) bağlı olarak anlamlandırılıp
açıklanmaktaydı. Bu teoriye göre, doğa ve içinde bulunan her şey sınırlı bir döngü
içerisinde yozlaştığı180
için doğada ucu açık bir geleceğe yönelik süreklilik ve
iyileşme düşüncesinin olanaksızlığı ortaya çıkmaktaydı.
Fontenelle, bu hususta 'prokope'nin geçersizliğini ve 'progressus'un haklılığını
göstermek adına 'dejenerasyon teorisine' bağlı olan doğa anlayışının elimine
edilmesini öngörür. Diğer bir deyişle Fontenelle, doğanın işleyiş sürecine yüklenen
anlamı değiştirerek ‘progressus’ fikrinin felsefi ve bilgi kuramsal temellerini inşa
etmek istemiştir.
Modern dönemde F. Bacon 'progressus' kavramını meşrulaştırmak için ‘ancients’ ve
‘moderns’ arasında doğaya ilişkin bilgi açısından bir mukayese yapmıştı. Diğer bir
deyişle, Bacon doğaya ilişkin bilgi miktarı bakımından moderns'lerin ancients'lerden
daha ilerde olduğunu öne sürerek progressus'u geçerli kılmaya çalışmıştı. Oysa
Fontenelle, progressus'un geçerliliğini göstermek adına daha derine inerek 'ancients'
ve 'moderns' arasındaki mukayeseyi doğanın işleyişi üzerinden yapmıştır.
Fontenelle, çağının düşüncelerine ayak uydurarak doğanın işleyiş şeklinin
ancients'dan farklı olarak mekanist bir yapıda olduğunu ve bunun da doğanın
180
Antik dönemde dejeneresyon teorisinin dayandığı düşünce, Hesiodos'un (hesiod) Theogony adlı
eserinde belirtilmektedir. Hesiodos bu eserinde mitolojiyle bağlantılı olarak insanlığın içinde
bulunduğu tarihsel sürecin altın çağ'dan (golden age) başlamak üzere, gümüş çağ (silver age), bronz
çağ (bronze age) ve demir çağa (iron age) doğru yozlaştığını iddia etmektedir. Ayrıca bkz. R. Nisbet,
History of The Idea of Progress, s.14-15.
95
süreklilik ve değişmez niteliklerini açığa çıkarttığını savunur. 181
Fontenelle’nin bu
düşünceleri dönemi itibariyle çok da olağan-dışı görmemek gerekir. Çünkü XVII.
yüzyılın başlarından beri Avrupa’nın bütün önemli düşünürleri; Galileo, Gassendi,
Descartes, Huygens ve Hobbes gibi birçok düşünür aralarındaki aykırılıklara rağmen,
doğanın mekanist bir yapıda olduğu görüşü hususunda birleşmekteydiler. Onlara
göre doğa mekanik bir yapıdaydı, bilim de bu mekanik yapıyı anlayacak ve
açıklayacak bir araçtı.182
Fontenelle bu maksatla Dialoques of the Dead (1683) adlı diyalog niteliğindeki
yapıtında doğanın mekanist bir yapıda olduğunu gerekçelendirmek için, ancient'i
temsili olarak Sokrates'i, moderns'i temsili olarak da Montaigne'yı karşılıklı
konuşturarak, moderns'lerin ancients'lere göre daha ileride olduğunu savlamıştır.
Fontenelle, diyalogda Sokrates'in doğanın sınırlılığı ve değişimin kısmen olduğu
savını Montaigne'nin ağzından reddederek, doğanın süreklilik ilkesi gereği değişimin
de sürekli olduğunu ileri sürmüştür.183
Fontenelle'nin Kartezyen geleneğe184
bağlı olarak savunduğu doğanın süreklilik
ilkesine göre işlediği ve doğa yasalarının değişmez olduğu argümanı bir anlamda
'progressus' fikrini felsefi olarak temellendirmiştir diyebiliriz. Buna istinaden İngiliz
Tarihçi J. Burry, Fontenelle'yi bilginin ilerleme fikrini bir doktrin şeklinde ileri süren
181
J.B. Burry, The Idea of Progress, Dover Publication, New York, 1960, s. 112.
182
Tulin Bumin, Tartışılan Modernlik: Descartes ve Spinoza, YKY, İstanbul, 2010, s. 24. 183
J.B. Burry, The Idea of Progress, s. 99-100. 184
Genel olarak modern felsefenin kurucusu olarak bilinen Descartes ya da onun öğretilerini
benimseyen düşünce akımına kartezyen gelenek adı verilmiştir. Bu gelenek Descartes'ın zihin/beden
ya da özne/nesne dikotomisinden hareketle, ontolojik açıdan realist ve doğalcı bir tavrı benimserken,
pragmatist ve evrenselci bir yaklaşımla doğa bilimlerinin genel geçer, kesin ve değişmez yöntemini
ele alıp, doğa, insan ve toplum konusunda determinist ve mekanist bir anlayışı savunmaktadır. Ayrıca
bkz: Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul, 2002. s. 593.
96
ilk düşünür olarak zikretmektedir.185
Bu düşünceyle 'progressus' kendini doğanın
süreklilik ilkesine dayandırarak ucu açık bir geleceğe yönelmiştir.
Fontenelle, diğer önemli bir eseri olan Digression On the Ancients and Moderns
(1688) adlı yapıtında ilerlemenin gerçekleşmesi için doğanın süreklilik ilkesinin
gerekliliğini tekrardan şu ifadelerle betimlemeye çalışmıştır.
(...) Eskiler (ancients) zamansal olarak bizden öncedirler. Onlar
ilk icatların sahibidirler. Dolayısıyla onlar bizden daha üstün
olarak görülmemelidirler. Eğer ki bizler onların zamanında
yaşasaydık, biz de onlar gibi aynı icatları yapardık, onlar da
bizim zamanımızda yaşasaydı geçmişteki icatlara yenilerini
eklerlerdi.186
Fontenelle, bu ifadeleri ile açıkça doğanın gerileme şeklinde geriye dönülemez, fakat
ilerleme şeklinde ileriye yönelik bir içkin yapısının olduğunu vurgulamaktadır. Buna
göre "Yeni metotların geliştirilmesiyle birlikte nasıl ki eskilerden üstünsek, gelecek
kuşaklarda birtakım yeniliklere bağlı olarak bizlerden üstün olacaklardır."187
Mekanik yapıdaki doğa anlayışını temellendirmek üzere öne sürülen bu düşüncelere
doğa-akıl özdeşliği perspektifinden bakıldığında, Fontenelle'nin progressus'u bir
doğa yasası olarak görmesinde bir sakınca olmayacaktır. Çünkü doğa yasaları ile
aklın yasalarını özdeş görmek akla dayalı bir ilerlemenin de doğa yasalarına tabii
olduğunu göstermektedir.
Fontenelle, dolaylı olarak progressus’un bir doğa yasası niteliğinde olduğunu
belirtmesine rağmen, progressus'un bağlı olduğu yasaların ne olduğu hususunda
bizlere herhangi bir bilgi vermemiştir. Fakat Fontenelle’nin atmış olduğu bu ilk adım
185
J.B. Burry, The Idea of Progress, s. 110. 186
Aktaran, J. Burry, The Idea of Progress, s. 104 187
Burry, The Idea of Progress, s. 104-105.
97
çağdaşları ve XIX. yüzyıl entelektüelleri üzerinde derin bir etki bırakarak
progressus’un yasalarını araştırmaya yöneltmiştir. Progressus'un yasalarının
araştırılmasına yönelik ilk sistemli çalışmalara ancak XIX. yüzyılda Saint Simon ve
Auguste Comte'un çalışmalarında rastlayacağız.
Anne Robert Jacques Turgot
Fontenelle'nin 'progressus'u mantıksal ve bilgi kuramsal olarak temellendirmeye
(doğanın değişmeyen süreklilik ilkesi ile bağdaştırmaya) yönelik girişimleri, genel
bir ilerleme fikrinin oluşmasına zemin hazırlamıştır. 'Progressus' doğanın bir yasası
ise, insan da doğanın bir parçası olduğuna göre, insanın etkinlik alanına giren
entelektüel faaliyetlerin de zorunlu olarak ilerlemesi gerekecektir.188
Diğer bir
ifadeyle söylemek gerekirse, bilimsel etkinlik gibi diğer entelektüel faaliyetlerin de
bir doğa şemsiyesi altında bulunması bu faaliyetlerin de doğanın süreklilik ilkesine
tabi olduğunu göstermektedir. O halde doğa kapsamında bulunan diğer entelektüel
faaliyetlerin de ileriye doğru yönelmesinde bir sakınca gözükmemektedir.
Bu türden bir projenin somutlaşması için ilk adımı atan düşünürlerden biri Anne
Robert Jacques Turgot'dur (1727-1781). Fransız aydınlanmasının öncü
düşünürlerinden olan Turgot, progressus'un içeriğini daha da genişleterek, yaşamın
diğer alanları ile ilişkilendirmeye çalışmıştır.189
Diğer bir deyişle, Turgot
188
Collingwood, Tarih Tasarımı adlı eserinde doğa yasaları ile tarih yasalarının bağdaştırılarak genel
bir ilerleme anlayışının ilk kez XIX. yüzyılda ortaya çıktığını ileri sürmektedir. Oysa bu türden bir
girişimin Aydınlanma düşünürlerince yapıldığını görmekteyiz. Karşılaştırmak için bkz: Collingwood,
Tarih Tasarımı, Çev: Kurtuluş Dinçer, Doğu-Batı Yayınları, Ankara, 2013. s. 395-396. 189
S. Fay, “The Idea of Progress”, s. 236.
98
progressus'u evrensel tarih alanına yayarak bütün bir insanlığın ilerlemesini (extentus
progressus’u) anlamaya ve açıklamaya çalışmıştır.
Amerikalı sosyolog R. Nisbet'e göre Aydınlanma döneminde ilerleme fikrinin somut
bir şekilde sunumunu Turgot gerçekleştirmiştir. Ona göre Turgot'un 1750 yılında
Sorborne Üniversitesi önünde halka hitaben yazdığı "A Philosophical Review Of
The Successive Advances Of The Human Mind" (İnsan Aklının Birbirini İzleyen
İlerlemeleri Üzerine Felsefi Bir İnceleme) başlıklı bildirisi modern anlamda
(özellikle seküler anlamda) ilerleme fikrinin ilk sistematik örneği olmuştur.190
Daha önce Burry, ilerleme fikrini bir doktrin şeklinde kuran düşünürün Fontenelle
olduğunu ileri sürmüştü. Oysa şimdi Nisbet modern anlamda ilerleme fikrinin
kurucusu olarak Turgot'u işaret etmektedir. Burada her iki düşünürün de bakış
açılarına göre haklılık paylarının olduğunu söyleyebiliriz. Burry, Fontenelle'yi
'progressus' fikrinin felsefi ve kuramsal temellerini inşa etmesi bakımından bir öncü
olarak değerlendirir, Nispet ise Turgot'u progressus fikrini tarihsel alana uyarlayan
ilk düşünür olarak görmektedir. Fakat burada Fontenelle'nin progressus fikrine
yönelik yaptığı çalışmaların Turgot'un çalışmalarına da bir temel teşkil ettiği göz
önünde bulundurulursa, bu anlamda Fontenelle'ye ayrı bir önem atfetmek abartı
olmayacaktır.
Turgot'un Fontenelle'den farklı olarak 'progressus' kavramını hangi bağlamda ele
aldığını görmek için onun temel eseri olan Universal History (Evrensel Tarih) (1751)
adlı yapıtına bakmak gerekecektir. Turgot'un 'progressus' kavramı veya düşüncesi
üzerine en kapsamlı ve sistematik görüşleri bu eserinde bulunmaktadır. Turgot bu
190
R. Nisbet, History of The Idea of Progress, s.180.
99
eserinde progressus'u insanlık tarihine uyarlayarak, insanlığın düşünsel ve toplumsal
kazanımlarının daha mükemmel bir duruma doğru ilerlediğini belirtmektedir.191
Diğer bir deyişle, Turgot bu eserinde ilk olarak doğa bilimlerinde somutlaşan
progressus'u tarihsel alana taşıyarak daha kapsamlı olan 'extentus progressus'
anlayışını oluşturmuştur. Bu çerçevede Turgot'un Aydınlanma düşünürleri içerisinde
ilk kez tarihsel ve toplumsal ilerlemeden bahsettiğini söyleyebiliriz.
Turgot, Universal History (Evrensel Tarih) adlı yapıtında tarihsel süreci üç ayrı
aşamaya ayırarak, insanlığın bu aşamalardan geçip bir ilerleme gerçekleştirdiğini
belirtmektedir. Bu aşamalar sırasıyla: a) Avcılık- doğaya bağımlılık (Hunting-
pastoral) , b) tarım (agricultural), c) ticari- kentsel (commercial- urban) olmaktadır.
Ayrıca bu üç dönemin ilerleme gösterdiğini ifade eden araçlar da sırasıyla dil,
matematik ve resimdir.192
Turgot, ilginç bir şekilde progressus’dan doğan 'extentus progressus’un önemini ve
değerini bilmekle birlikte öncellerinden farklı olarak tarihsel ve toplumsal ilerlemede
etkin faktörün ekonomik ilerleme olduğunu iddia etmektedir. Diğer bir deyişle,
Turgot için her bir tarihsel aşamanın kendisinden önce gelen aşamadan farklı olarak
ileride olduğunu gösteren ölçüt bilimsel unsurlar değil de, ekonomik unsurlardır.
Turgot'un 1766 yılında kaleme aldığı "Reflections on The Formation and
Distribution Of Wealth" (Zenginliğin Oluşumu ve Dağılımı Üzerine Düşünceler)
başlıklı makalesindeki ekonomik temelli bir toplumsal ilerleme anlayışı onun temel
eseri olan Universal History ile doğrudan ilişkili olup, insanlığın tarihsel ve
toplumsal aşamalarındaki geçişlerin ekonomik ilerlemelere dayandığını
191
Burry, The Idea of Progress, s. 155. 192
R. Nisbet, History of The Idea of Progress, s.184.
100
göstermektedir.193
Turgot bu düşüncesiyle Fontenelle ve diğer Aydınlanmacı
düşünürlerden farklı olarak 'ancients' ile 'moderns' arasındaki en belirgin farkın doğa
bilim temelli bir ilerleme (progressus) ile değil de, ekonomik temelli bir ilerleme ile
ortaya çıktığını savlamaktadır.
Nisbet'e göre, Turgot modern dünyada ilk kez ekonomik ilerlemeden bahsederek, bir
anlamda Alman düşünür Karl Marx'a (1818-1883) öncülük etmiştir.194
Oysa
terminolojik uygunluğu bir kenara bırakırsak, XIV. yüzyılda Müslüman düşünür İbni
Haldun'un Mukaddime adlı eserinde ekonomik ilerlemeden daha önce bahsedildiğini
görmekteyiz. İbni Haldun toplumsal yapının katmanları olan bedevi umrandan daha
gelişmiş olan hadari umrana geçişin ekonomik ölçütlerle sağlandığını ileri sürerek,
tıpkı Turgot gibi tarihsel ve toplumsal ilerlemenin temelinde ekonomik unsurların
olduğunu ileri sürmektedir.195
Fakat bu noktadan sonra Turgot'u İbni Haldun ve öncellerinden ayıran en belirgin
yönün, ekonomik ilerlemeyi çağının gözde değerlerinden olan özgürlük (freedom)
kavramına bağlamasında görmekteyiz. Buna göre ekonomik alanda bir ilerleme
sağlanacaksa, özgür bir atmosferin olması zorunludur.
Turgot, 'özgürlük' kavramını sadece ekonomik ilerleme için değil, sanat, bilim ve
felsefe gibi diğer disiplinleri de kapsayacak şekilde bütün bir ilerleme anlayışının
oluşması için temel bir koşul olarak öne sürmektedir. 'İlerleme' ve 'özgürlük'
arasındaki bu koşutluktan yola çıkarak, Turgot'un Universal History adlı yapıtında
insanlığın geçirmiş olduğu tarihsel periyotları özgürlüğe doğru seyreden bir süreç
olarak görmek olanaklı olmaktadır. Ona göre, insanlığın ilk sosyal örgütlenme biçimi
193
R. Nisbet, History of The Idea of Progress, s.184-185. 194
R. Nisbet, History of The Idea of Progress, s.185. 195
Karşılaştırmak için bkz: İbni Haldun, Mukaddime, Cilt I, s. 323.
101
despot ve monarşik yapıdaydı. İnsanlığın bu despot ve monarşik yapılı sistemlerden
kurtulması ile özgürlüğe ulaşılmış ve akabinde bir ilerleme sağlanmıştır.196
Turgot,
bu düşünceleriyle insan yaratıcılığının oluşması için özgürlüğün zorunlu olduğunu,
özgürlüğün elde edilmesinin de insan ilerlemesinin en önemli ereği (goal) olduğunu
belirtir.197
Bu ifadelerden Turgot'un ilerleme ve özgürlük arasındaki ilişkiyi iki ayrı açıdan ele
aldığını görmekteyiz. Bunlardan birincisi ilerlemenin gerçekleşmesi için özgürlük,
diğeri ise ilerlemenin hedefi (goal) olarak özgürlük. Her iki durumda da bu iki
kavram birbirlerini pekiştirmektedir. Hiç şüphesiz Turgot’un bu çerçevede
'progressus' kavramına ya da fikrine yaptığı en büyük katkı bir hedef (goal) tayin
etmesidir. Turgot’dan önce hiçbir düşünür somut bir şekilde progressus’un bir hedefi
olduğunu dile getirmemiştir. Oysa 'progressus' (ileriye adım) anlam içeriği
bakımından bir hedefi ima etmektedir. Dolayısıyla 'progressus' kavramını anlamlı
bir şekilde kullanmak için bir hedef (goal) göstermek daha doğru olacaktır.
Marquis de Condorcet
"Bir gün gelecek ve güneş sadece akıllarından başka
efendileri olmayan insanlar üzerinde parlayacak."
Condorcet, Cilt II. s. 74.
Aydınlanma düşünürlerinin hemen hemen hepsine hakim olan ilerleme fikrinin en
belirgin ve sistematik olarak görüldüğü düşünürlerinden birisi Marquis de
Condorcet'dir (1743-1794). Condorcet selefleri gibi bilim kökenli bir ilerlemeye
196
R. Nisbet, History of The Idea of Progress, s.182. 197 R. Nisbet, History of The Idea of Progress, s.182.
102
sonsuz bir inanç besleyerek, bu inancını Esquisse d'un Tableau Historique des
Progres de I’esprit Humaın (İnsan Zekâsının İlerlemeleri Üzerine Tarihi Bir Tablo
Taslağı) (1781) adlı eserinde açıkça dile getirmiştir.
Yazmaya giriştiğim eserin gayesi akıl ve olgularla insan güçlerinin
mükemmelleşmesinde hiçbir sınır olamayacağını gösterecektir.
İnsanın mükemmelleşmesi gerçekten sınırsızdır. Bu
olgunlaşabilmedeki ilerlemelerin, bundan böyle de kendilerini
durdurmak isteyen her türlü kuvvetten bağımsız olarak, tabiatın bizi
içine attığı yeryuvarlağının devamından başka sınırları yoktur.
Şüphesiz, bu ilerlemeler az veya çok hızlı bir yürüyüş güdebilecektir.
Ama bu hiçbir zaman geri giden bir yürüyüş olamayacaktır.198
Condorcet bu ifadeleri ile açıkça ilerlemenin sınırsız, sonsuz ve geriye dönülemez
niteliklerinin olduğunu vurgulamaktadır. Condorcet'nin bu türden bir argümanı ileri
sürmesini sağlayan etken hiç şüphesiz modern dönemdeki bilimsel gelişmelerdir.
Çünkü disiplinler arasında bir tek bilim, özellikle de doğa bilimi sürekli ve geriye
dönülmez bir niteliğe sahiptir.
Daha önce de değinildiği üzere, Fontenelle'nin ilk adımını attığı doğaya ilişkin elde
edilen bilimsel bilginin sürekli ve geriye döndürülemez bir karaktere sahip olduğu
inancı, progressus'un da değişmeyen yasalara tabii olduğu düşüncesini
güçlendirmişti. Daha sonra Fransız düşünür Turgot, progressus'a duyulan bu güven
ve itibardan yola çıkarak, onun içeriğini daha da genişleterek ‘extentus progressus’
kavramına ulaşmıştı. Buna göre insanlık tarihi ve kapsamında bulunan bütün beşeri
faaliyetler de progressus gibi benzer karakterde seyredecektir. Turgot'un başlattığı bu
projeden yola çıkan ikinci düşünür ise Condorcet olmuştur. Condorcet'de tıpkı
198
Marquis de Condorcet, İnsan Zekâsının İlerlemeleri Üzerinde Tarihi Bir Tablo Taslağı, Çev: Oğuz
Peltek, MEB, Yayınları, İstanbul, 1966. Cilt I, (vurgu bana ait), s. 5.
103
Turgot gibi doğa bilim temelli bir progressus'dan ‘extentus progressus’a yönelerek
tarih ve toplum bilimleri için de benzer bir ilerlemenin olabileceğini savunmuştur.
İnsan kanunlarını bildiği olayları hemen hemen tam bir güvenle
kestirebilirse, gelecek olayları, kanunlarını bilmese bile, geçmişten
alınan tecrübeye göre büyük bir olasılıkla önceden görebilirse, insan
soyunun ilerdeki alın yazılarına tarihten alınacak neticelere göre
hakikate yakın bir şekilde çizmeye neden hayali bir iş diye bakılsın?
Tabiat bilimlerinde biricik inanma temeli evren olaylarını
düzenleyen bilinen ve bilinmeyen genel kanunların zorunlu olduğu,
sabit olduğu fikridir; böyle olunca, tabiatın diğer alanlarında
olduğu gibi, insanın zeka, ahlak yetilerinin gelişmesi yolunda da bu
ilke neden aynı derecede olmasın? 199
Condorcet'in bu ifadelerini, aslında Fontenelle'nin Descartesçı felsefeden yola
çıkarak öne sürdüğü akıl-doğa özdeşliğinin bir yorumu olarak görmek olanaklıdır.
Daha önce de değinildiği üzere akıl-doğa özdeşliğinden progressus’un bir doğa
yasası olduğu sonucu çıkmaktaydı. İnsan da doğanın bir parçası olduğuna göre,
insanın etkinlik alanına giren entelektüel faaliyetlerin de zorunlu olarak ilerlemesi
gerekecektir.
Condorcet de bu doğrultuda giderek tıpkı doğa alanında olduğu gibi, sosyal
fenomenleri de kapsayan ilerleme yasalarının olduğunu işaret etmektedir. Fakat
Fontenelle gibi Condorcet de dönemi itibariyle sosyal fenomenleri yönlendiren
ilerleme yasalarının ne olduğuna ilişkin doğrudan bir bilgi vermemektedir. Bunu
söyleme şerefine Saint Simon ve Auguste Comte nail olacaktır.200
Condorcet, Esquisse d'un Tableau Historique des Progres de I’esprit Humaın (İnsan
Zekâsının İlerlemeleri Üzerine Tarihi Bir Tablo Taslağı) adlı eserinde, tıpkı çağdaşı
199
Condorcet, a.g.e, Cilt II. (vurgu bana ait), s. 66. 200
J. Burry, Idea of Progress, s.212.
104
ve yakın dostu olan Turgot gibi progressus'u insanlık tarihinin olumlu gelişimine
yaymak istemiştir. Condorcet, eserinin isminden de anlaşılacağı üzere Turgot'dan
farklı olarak insanlık tarihinin gelişimini, insan zihnine indirgeyerek bütün ilerleme
anlayışının akıl karakterli olduğunu vurgulamak istemiştir. Condorcet, bu bakış
açısıyla progressus'un içeriğini daha da genişleterek, sadece doğaya ilişkin bilgilerin
değil de, insanlığın ilkel yaşamdan medeni yaşama geçerken akıl merkezli bütün
bilgi ve becerilerinin bir ilerleme gösterdiğini savlamaktadır.
(...) Görülecektir ki, kaba bir topluluktan aydın, hür milletlerin
medeniyet haline böyle fırtınalı ve zahmetli bir geçiş, insan zekasının
bir soysuzlaşması değil, ama mutlak olgunlaşmasına doğru adım adım
yürüyüşünün zorunlu bir gereğidir.201
Condorcet'ye göre insan zihninin ilerlemesi, Turgot'un belirttiği gibi üç aşamalı bir
ilerleme değil de, on aşamalı bir ilerleme sürecinden geçmektedir. Bu aşamalar
sırasıyla:
Birinci Devir: İnsan soyunun ilk medeniyet hali, ihtiyaçlarını giderme ve korunma
içgüdüsüyle bir araya gelen az sayıda insan topluluğudur. Bu topluluktaki insanlar
balıkçılık ve avcılık ile geçinirler.202
İkinci Devir: İnsan zihninin ilerlemesinde ikinci devri temsil eden topluluk çoban
milletlerdir. Bu topluluk toprağa daha çok yerleşmiş olduğu için, insan zihnini
ilerletmeye yönelik daha fazla zamana sahipti.203
201
Marquis de Condorcet, İnsan Zekasının İlerlemeleri Üzerinde Tarihi Bir Tablo Taslağı, Çev: Oğuz
Peltek, MEB, Yayınları, İstanbul, 1966. Cilt I, s. 29. 202
Condorcet, Cilt I, s. 7. 203
Condorcet, a.g.e, Cilt I. s. 22.
105
Üçüncü Devir: Çoban milletlerden çiftçi milletlere geçişin yaşandığı bu evrede
insanlar toprağı işlemeye başladıkları için, insanların bir kısmı kendilerini ekim
işlerine verirken, diğerleri bu işlerde kullanılan aletleri icat etmekteydiler. Ayrıca bu
dönemde ev hayvanlarını gözetme, ev idaresi ve giyecek yapma işleri ayrı birer sanat
haline gelmiştir.204
Dördüncü Devir: Felsefenin gelişmesi ve bilimlerin felsefe çatısı altında toplandığı
dönem.205
'Prokope' kavramının bilim ve felsefi alanda hakimiyet kurduğu dönem.
Condorcet, bu dönem ile Antik Yunan uygarlığındaki (özellikle Hellenik
dönemindeki (M.Ö: 800- 323) bilim ve felsefi gelişmeleri kasteder. Ayrıca
Condorcet bu dönemdeki düşünce özgürlüğünün ilerleme anlayışına büyük bir ivme
kazandırdığını fark ederek, ancak özgürlüğe dayalı bir ilerleme ülküsünün
gerçekleştirilebileceğine inanç beslemiştir.
Beşinci Devir: Bilimlerin felsefeden ayrışarak, kendi içerisinde geliştiği dönem.
Bugün Hellenistik dönem (M.Ö: 323-30) olarak bilinen bu dönemde matematik
astronomi ve fizik gibi bilimler bağımsız bir disiplin haline gelerek geliştirilmiştir.206
Altıncı Devir: İnsan zihninin ilerlemesine engel teşkil eden din, metafizik ve despot
rejimlerin egemen olduğu bu dönemde Condorcet'in deyimiyle bilgi ışıkları
sönmüştür.207
Başka bir ifadeyle söylemek gerekirse, profectus'un hakim olduğu
dönem (Ortaçağ).
Yedinci Devir: Bilimlerin Batı Avrupa'da yeniden canlanması sonucunda bir takım
yeni keşiflerin gözlendiği dönem. Condorcet'e göre, bu dönemde insanlığın
204
Condorcet, a.g.e, Cilt I. s. 31. 205
Condorcet, a.g.e, Cilt I. s. 52-66. 206 Condorcet, a.g.e, Cilt I. s. 70-71. 207 Condorcet, a.g.e, Cilt I. s. 98.
106
ilerlemesine yönelik iki önemli buluş çağa damgasını vurmuştur. Birincisi pusula,
ikincisi ise barut'tur.208
Sekizinci Devir: Doğa bilimlerinde Kopernik’in, Kepler'in ve Galileo'nun keşifleri
bu dönemde gözle görünür bir ilerlemenin olduğunu göstermiştir. Condorcet için bu
evre bilimsel ilerlemenin asıl sıçrama gösterdiği aşamadır. Dolayısıyla bu evreyi
progressus'un ortaya çıktığı dönem olarak da görebiliriz.
Ayrıca matbaanın icat edilip yaygınlaştığı bu dönemde, söz konusu bilgiler hızla
yayılarak insanlığın ilerleyişine bir ivme kazandırmıştır. Matbaanın icadına ayrı bir
önem gösteren Condorcet'e göre, insan zihninin ilerleyişini daha çabuk ve daha kolay
bir hale getiren yenilik hiç şüphesiz matbaa olmuştur.209
Dokuzuncu Devir: Bu dönem bir önceki evrede başarı kazanan bilimlerin
meşrulaştırılmasına felsefi bir temel kazandıran Descartes ile başlar, Fransız devrimi
ile doruk noktasına ulaşır.210
Condorcet'e göre, sekizinci evrede temelleri atılan
modern bilim, dokuzuncu evrede Descartes, Locke, Leibniz, Newton ve Huygens
gibi düşünürlerin katkılarıyla hem felsefi hem de yeni bilimsel keşiflerle daha da
ilerletilmiştir.211
Bir XVIII. yüzyıl entelektüeli olan Condorcet'in de bu evrede yaşadığı göz önünde
bulundurulduğunda neden bu kadar bilimsel ilerlemeye hayranlık beslediğini
anlamak güç olmayacaktır. Ayrıca onun bilime ve bilimsel ilerlemeye olan inancı,
sosyal, politik ve iktisadi tarihin gelecekteki seyrini önceden doğru tahmin etmenin
208
Condorcet, a.g.e, Cilt I. s. 122. 209
Condorcet, a.g.e, Cilt I. s. 129-148. 210
Condorcet, a.g.e, Cilt II. s. 27. 211
Condorcet, a.g.e, Cilt II. s. 35-36.
107
nispeten kolay bir iş olduğu görüşüne götürür.212
Condorcet, buradan hareketle
progressus'un (doğa bilimlerindeki ilerlemenin) içeriğini ve kapsam alanını beşeri
faaliyetlere genişleterek ‘extentus progressus’ fikrine ulaşır.213
Bu ifadeler ekseninde
bu evreyi progressus'a olan inancın artması ve progressus'un diğer disiplinlerle
uyarlanması şeklinde noktalamak mümkündür.
Onuncu Devir: Condorcet'in insan soyunun gelecekteki ilerlemeleri başlığı ile
belirttiği bu evre, dönemi itibariyle gerçekleşmemiş, fakat gerçekleşmesini istediği
bir hedef olarak tasarlanmıştır. Condorcet bu hedefi, eşit ve özgür bir atmosferde
bilim temelli bir eğitimle insanlığın nihai ilerleyeceği bir yer olarak görmektedir.
Condorcet, dokuzuncu evreye kadar her bir aşamanın ilerleme kriterini akıl merkezli
bilgi (bilimsel, felsefi ve gündelik bilgi) miktarına bağlayarak değerlendirmek
istemiştir. Fakat bu noktada Condorcet, geçmişten alınan tecrübeyle birlikte akıl
merkezli bilginin elde edilmesi için (yani ilerlemenin gerçekleşmesi için) her şeyden
önce aklın önünde engel kabul edilen din, metafizik, despot ve otoriter rejimlerin
elimine edilmesi, bunun yerine eşitlik ve özgürlük gibi aydınlanmacı değerleri
bünyesinde barındıran bir yönetim sisteminin daha öncelikli olduğunu fark eder.214
Condorcet'ye göre Fransız devrimi ile birlikte gelen özgürlükçü anlayışın, Ortaçağ
Hristiyan dünyasındaki teokratik ve otoriter rejimlerden farklı olarak bir ilerleme
ortamı (özgür düşünceye bir olanak) sağlayacağı açıktır. Çünkü Condorcet insanlığın
dördüncü evresinde, Antik Yunan Uygarlığında özgür ve bağımsız bir düşünceye
dayalı olarak büyük bir ilerleme sağlandığının bilincinde olarak, Fransız devrimi ile
212
R. Nisbet, History of The Idea of Progress, s.209. 213
J. Burry, Idea of Progress, s.209. 214
Condorcet, a.g.e, Cilt I. s. 47-51.
108
birlikte gelen eşitlik ve özgürlük ilkelerine dayanan cumhuriyetçi bir yönetimin de
bilimler, sanatlar ve felsefe için bir ilerleme sağlayacağı kanaatindedir.
Condorcet, döneminin bu olumlu atmosferine bağlı olarak onuncu evreye ulaşmak
için şu üç koşulun gerçekleşmesi gerektiğini belirtir: a) Uluslararasındaki eşitsizliğin
ortadan kaldırılması, b) sınıflar arasındaki eşitsizliğin kaldırılması, c) insan doğasının
her bakımdan ilerleme ve yetkinleşmeye açık olması215
Condorcet bu ifadeleri ile politika alanında bir reformun gerekliliğini vurgulayarak,
adeta politik ilerlemeyi bilimsel ilerlemenin önüne koymuştur diyebiliriz. Çünkü ona
göre politik ilerlemenin amacı eşitlik ve özgürlük gibi ilkeleri oluşturmak ve
geliştirmektir.216
Bu bağlamda Condorcet'in çağdaşı Turgot'dan çok da farklı şeyler
söylemediğini görmekteyiz. Turgot da özel anlamda progressus’un genel anlamda ise
‘extentus progressus’un gerçekleşmesi için, politika alanında bir özgürlüğün olması
gerektiğinin zorunlu olduğunu ileri sürmüştü. Turgot, politik kurumların bilimlerin
ilerlemesinde önemli rolleri olduğunu, dolayısıyla despot bir yönetim sisteminden
ziyade, cumhuriyetçi bir modelin insanlığın ilerlemesi için daha faydalı olduğunu
söylemiştir.
Condorcet'nin çağdaşı Turgot ile paylaştığı diğer benzer bir yön ise, 'progressus'
kavramının biçimsel anlamını koruyarak ‘extentus progressus’ fikrine ulaşması
(içeriksel anlamını tarihsel ve toplumsal olgularla daha da genişletmesi) ve bunu bir
hedef ile sonlandırmasıdır. Condorcet de insan zihninin ilerlemesini tarihsel süreçte
on ayrı aşamaya ayırarak, birinci aşama ile başlatıp onuncu aşama ile
sonlandırmaktır.
215
Condorcet, a.g.e, Cilt II. s. 67. 216
J. Burry, Idea of Progress, s.212.
109
Condorcet, Turgot'dan farklı olarak her bir aşamanın diğerinden daha ileride
olduğunu gösteren ölçütün ekonomik veriler değil de, akıl merkezli bilgi olduğunu
ileri sürmüştür. Condorcet eserinde bu bilgileri kabaca bilimsel, felsefi ve gündelik
olarak belirlemiştir. Buna göre söz konusu bilgilerin bir toplumda artışı veya azalışı
bu toplumun diğer toplumlardan daha ileride veya geride olduğuna işaret edecektir.
Öte yandan bu tür bilgilerin artması veya azalması akıl merkezli olduğu için, bütün
Aydınlanma düşünürleri gibi Condorcet için de aklın bu tür bilgileri nasıl bir
atmosferde oluşturduğu ayrı bir önem arz eder. Tarihsel veriler göstermiştir ki, akıl
ne zaman eşit ve özgür bir ortamda işlev görmüşse, orada bilginin yeşermesi ve
ilerlemesi olanaklı olmuştur. Aksine akıl ne zaman din, metafizik ve despot bir
iktidar tarafından tahakküm altına alınmışsa, orada bir duraklama ve gerileme söz
konusudur. Bu nedenle Condorcet, tıpkı selefi Turgot gibi insanlığın ulaşması
gereken nihai hedefin 'özgürlük' olması gerektiğini işaret eder.
Ayrıca Condorcet'nin insan zihninin ilerlemesi olarak tasnif etmiş olduğu bu on
evreyi art arda gelen veya birbirlerini izleyen bir ilerleme tasarımı olarak görmek
yanlış olacaktır. Çünkü altıncı devir olarak belirtilen Ortaçağ Hristiyan dünyasındaki
akıl merkezli bilgi miktarını ve niteliğini, dördüncü ve beşinci devir olarak belirtilen
Antik Yunan Dünyasındaki bilgilerden daha ileride görmek yanıltıcı olacaktır.
Condorcet'nin kendisinin de belirttiği gibi aklın özgür bir ortam bularak bilgi ürettiği
en nadir dönemlerden birisini Antik Yunanlılar yaşamıştır. Buradaki fikir ve düşünce
hürriyetine bağlı olarak üretilen bilgi niteliği ve miktarı hiçbir milletin o zamana
kadar görmediği bir olguydu.217
Buna karşın Ortaçağ Hristiyan dünyasında akıl,
217
Condorcet, a.g.e, Cilt I. s. 66.
110
kilise ve despot kralların tahakkümü altına alınarak herhangi bir ilerlemenin
gelişimini engellemiştir.
Condorcet bu çerçevede her bir aşamanın bir öncekine göre daha ilerde olduğunu
söylemek yerine, birinci aşamadan yedinci aşamaya kadar olan süreci bir gerileme,
bu aşamadan onuncu aşamaya kadar olan süreci ise bir ilerleme olarak
değerlendirmektedir. Daha açık bir deyişle söylemek gerekirse, Condorcet ilkel
toplumlardan, Greklere ve Ortaçağ'a kadar geçen süreci bir gerileme, Rönesans’tan,
Aydınlanmaya ve Fransız Devrimi’ne kadar olan süreci ise ilerleme olarak
görmektedir.218
1-2-5- XIX. Yüzyılda 'İlerleme' Kavramı: Yasaları Araştırılan ‘Extentus
Progressus’
Aydınlanma modernite’nin progressus'a duyduğu inanç ve güveni daha da
geliştirecek şekilde 'progressus' kavramının içeriğini genişletip 'extentus progressus'
kavramını elde etmişti. Bu kavram ise doğrudan Aydınlamadan XIX. yüzyıl
düşünürlerine bir miras olarak kalacaktır. Fakat eksik bir proje halinde kalan bu
mirası XIX. yüzyıl düşünürleri kendi yüzyıllarının da sosyo-kültürel değişimlerini
göz önünde bulundurarak tamamlamaya çalışacaklardır.
XIX. yüzyılın ana karakteristik özelliklerinden birisi bilim ile teknolojinin daha da
yakın bir konuma gelmesidir. Bilimsel bilginin pratik alana yansıması olan teknoloji
hiç olmadığı kadar bu dönemde insan ve toplum hayatı üzerinde derin etkiler
bırakmıştır.
218
Ahmet Çiğdem, Aydınlanma Düşüncesi, İletişim Yayınları, İstanbul, 1997, s. 44-45.
111
Günümüzde de insanların gündelik ihtiyacını karşılamak ve doğal çevresini kontrol
altına almak için bilimsel bilgiye dayanarak bir takım araç ve gereçler yapması
teknoloji olarak bilinmektedir. Rönesanstan beri teknolojiye dair bazı buluş ve icatlar
(pusula, barut, matbaa, mikroskop, teleskop...) bilim camiasında progressus'u
pekiştirmiş ve meşrulaştırmış olmasına rağmen, aynı etkinin tarih ve toplum
bilimlerindeki ilerlemeler (extentus) için de geçerli olduğunu söyleyemeyiz.
Teknolojinin toplumla içi içe girmesi XIX. yüzyılda gerçekleşmiştir. Diğer bir
deyişle, Antik uygarlıklardan beri teknolojinin en açık ve belirgin görüldüğü dönem
XIX. yüzyıldır. Teorik temelleri XVII. ve XVIII. yüzyıllarda atılan enerji ve elektrik
üzerine yapılan çalışmalar, bu yüzyılda gündelik yaşama, telgraf, telsiz, telefon,
elektrik motoru ve buharlı makine gibi icatlar olarak yansımıştır.
İnsan ve toplum yaşamını radikal bir biçimde değiştiren bu icatlar aynı zamanda
'ancients' ve 'moderns' arasında da belirgin bir kopuşun göstergesi olmuştur. Daha
önce XVII. ve XVIII. yüzyıl düşünürleri çoğunlukla kendi dönemlerindeki teorik
bilgilere dayanarak ancients'dan daha ilerde olduklarını savlıyorlardı. Oysa XIX.
yüzyılda söz konusu teorik bilgilerin pratik alana yansıması 'progressus'u
gerekçelendirmek adına çağının entelektüellerine daha somut veriler sunmuştur.
XIX. yüzyılda progressus'un olup olmadığını teknoloji ile belirlemek daha kolay bir
hale gelmiştir.219
Diğer bir deyişle, bu yüzyıldaki teknoloji adeta progressus'un pratik
alandaki göstergesi olmuştur.
Bu değişim karşısında XIX. yüzyıl entelektüeli haberleşme alanında ancients'dan
daha ileride olduklarını gerekçelendirmek adına ' ancients zamanlarda bir habere
219
Ronald Wright, İlerlemenin Kısa Tarihi, Çev: Zarife Biliz & Barış Baysal, Versus Yayınları,
İstanbul 2007, s. 3.
112
posta arabasıyla günler veya aylar sonunda ulaşılmasına rağmen şimdi telgraf yada
telefon aracılığıyla çok daha kısa bir sürede ulaşılmaktadır' argümanını rahatlıkla
kullanabilecektir.
Ayrıca bu yüzyılda teknolojinin üretin süreçlerine uyarlanması sonunda çağa
damgasını vuran endüstri, üretimde insan ve hayvan gücü yerine buhar ve elektrik ile
çalışan makineleri öne sürmüştü. Buna göre eskiden yüz insanın yaptığı işi artık tek
bir makine yapabiliyordu. Bu bağlamda progressus'a atıfta bulunmak için makinelere
dayalı yapılan üretimin insan gücüne dayalı olandan kat kat üstün olduğu ortaya
çıkmaktadır.
XIX. yüzyıldaki teknoloji ve endüstriye dayalı bütün bu değişimler, progressus'un
(doğa bilimlerindeki ilerlemelerin) hem bilim camiasında hem de halk camiasında
kabul ve saygı görmesine olanak sağlamıştır. Artık progressus'un geçerliliğinden ve
meşruluğundan şüphe edilmemektedir. Fakat aynı şeyi 'extentus' (tarih ve toplumsal
ilerlemeler) için söyleyemiyoruz. 'Progressus' çıkış itibariyle doğa bilimlerine
yönelik bir gelişmeyi temsil etmekteydi. Teknolojinin de doğa bilimlerinin yansıması
olduğu dikkate alındığında progressus'u gerekçelendirme ve meşrulaştırmanın ne
kadar kolay olacağı görülmektedir. Buna karşın Aydınlanma düşünürleri tarafından
biçimlendirilen 'extentus progressus' kavramının 'extentus' sıfatını temsil eden tarih
ve toplum bilimlerinin ilerlediğini ve ilerliyorsa da nasıl bir düzen veya yasalara tabii
olduğu tam olarak açıklanamamıştı. Kısacası 'progressus' teknolojik veriler ile
kendini toplum karşısında meşrulaştırmıştı, şimdi sıra 'extentus 'a gelmişti.
113
Bu süreçte çağının seçkin düşünürlerinden Saint-Simon, teknoloji ve onun türevi
olan endüstrinin ortaya çıkarmış olduğu toplumsal sorunları çözmeye çalışmakla
birlikte toplum yasalarını veya toplumsal ilerleme yasalarını gün yüzüne çıkaracaktır.
Claude Henri De Saint Simon
C. Meriç'e göre XIX. yüzyıl bir Saint-Simon (1760-1825) asrı olmuştur. Simon ve
onu takip eden Simoncular, hem tarihçi, iktisatçı, ahlakçı; hem de mühendis, idareci
ve maliyeci olarak, bu yüzyılın hemen hemen büyük teşebbüslerine doğrudan
müdahil olmuşlardır.220
Diğer bir deyişle, bu asırda Saint-Simon doktrininden bir
şeyler almamış hiçbir düşünce ekolü ve siyasi anlayış yok gibidir.
Saint-Simon doktrininin bu kadar geniş yelpazeli ve etkili olmasında hiç şüphesiz
çağının ihtiyaç ve gereksinimleri başat rol oynamıştır. Simon her şeyden önce
teknoloji ve onun türevi olan endüstrinin ortaya çıkarmış olduğu toplumsal buhranı
gidermeye çalışmak istemiştir. Bunun için de öncelikle toplum yasalarının/ toplumsal
ilerleme yasalarının belirlenmesi gerektiğinin altını çizer. Bir başka deyişle Simon
temel gayesini gerçekleştirmek için 'extentus'un yasalarını ortaya çıkaracaktır.
Simon, Aydınlanma düşünürlerinin biçimlendirdiği 'extentus progressus' kavramına
bağlılık göstererek, doğa bilimlerinde olduğu gibi tarih ve toplum bilimlerinde de
benzer bir ilerlemenin olduğunu kabul etmiştir. Simon, bu anlamda özellikle Turgot
ve Condorcet'nin izinden giderek yeni bir toplum bilimi ve onun ilerleme yasalarını
inşa etmek ister.
220
Cemil Meriç, Saint-Simon, İlk Sosyolog, İlk Sosyalist, İletişim Yayınları, İstanbul, 1996, s.107.
114
Daha önce değinildiği üzere, Turgot ve Condorcet 'progressus' kavramını doğa
bilimlerinin yanında tarih ve toplum bilimlerini de içerecek şekilde genişleterek
kapsam alanı daha geniş olan 'extentus progressus' kavramını teşkil etmişlerdi. Bu
yeni kavramsallaştırmaya yol açan temel varsayım (assumption) doğa yasaları ile
tarih/toplum yasalarının benzer nitelikte olduğu düşüncesiydi. Bu durumda doğanın
işleyişi sürekli bir ilerlemeye yönelikse, doğa tarafından kapsanan tarih ve toplum
bilimleri de daima ilerleyecektir.
Fakat Aydınlanma düşünürleri 'extentus progressus' kavramının 'extentus' sıfatını
temsil eden tarih ve toplum bilimlerinin ne türden ilerleme yasalarına sahip oldukları
hususunda herhangi bir beyanda bulunmamışlardı. Nitekim Aydınlanma ruhunu
temsil eden Turgot ve Condorcet gibi düşünürler insanlık tarihinin belirli
aşamalardan geçerek bir ilerleme gerçekleştirdiğini söylemenin dışında bu türden
ilerlemeyi sağlayan yasaların ne olduğunu ifade etmemişlerdi.
Bu hususta Condorcet Turgot'dan bir adım daha öne çıkarak ve Simon'a ilham
verecek olan şu ifadeleri kullanmıştır:
İnsan kanunlarını bildiği olayları hemen hemen tam bir güvenle
kestirebilirse, gelecek olayları, kanunlarını bilmese bile, geçmişten
alınan tecrübeye göre büyük bir olasılıkla önceden görebilirse, insan
soyunun ilerdeki alın yazılarına tarihten alınacak neticelere göre
hakikate yakın bir şekilde çizmeye neden hayali bir iş diye bakılsın?
Tabiat bilimlerinde biricik inanma temeli evren olaylarını
düzenleyen bilinen ve bilinmeyen genel kanunların zorunlu olduğu,
sabit olduğu fikridir; böyle olunca, tabiatın diğer alanlarında
olduğu gibi, insanın zeka, ahlak yetilerinin gelişmesi yolunda da bu
ilke neden aynı derecede olmasın? 221
221
Condorcet, a.g.e, Cilt II. (vurgu bana ait), s. 66.
115
Condorcet bu ifadeleri ile 'progressus' ve 'yasa' arasındaki olumlu koşutluğu temele
alarak ve doğa yasaları ve toplum yasalarını özdeşleştirerek, her iki alanda da benzer
bir ilerlemenin gerçekleşeceğini savlamıştır.
Diğer bir ifadeyle, Condorcet doğanın değişmeyen bir düzenlilik içerisinde
seyrettiğini ve bu düzenliliğin de gelecekteki olayları kestirmemize yardımcı
olduğunu belirterek, doğa kapsamında bulunan beşeri faaliyetlerin de benzer
düzenlilik ve yasalara tabii olduğunu vurgulamaktadır. O halde doğa yasaları doğayı
sürekli ilerlemeye teşvik ediyorsa, tarih ve toplum yasaları da benzer tutumu
gösterecektir. Fakat Condorcet, bu analojiyi kurmanın dışında extentus’un
yasalarının (toplumsal ilerleme yasalarının) ne olduğuna ilişkin her hangi bir
açıklama yapmamıştır. Bu türden bir araştırmanın ilk örneğini Saint-Simon başlatıp
Auguste Comte ise devam ettirecektir.
Bu durum karşısında Saint-Simon genelde Aydınlanma düşünürlerini özelde ise
Condorcet'yi 'extentus' kavramını mantıksal olarak temellendiremedikleri
gerekçesiyle itham etmiştir. Bu yüzden Simon Condorcet'nin yukarıdaki pasajını
bilimsel nitelikte bulmaz. Simon'a göre geleceği öngörmek için ya da gelecekte de
bir ilerleme olacağını bilmek için, toplumun bağlı olduğu yasalar (ya da extentus’un
yasaları) açıkça belirtilmelidir. Oysa Condorcet bu türden yasaların ne olduğunu
belirtmeden gelecekteki ilerlemeler hakkında yargıda bulunmuştur.222
Simon, tıpkı Condorcet gibi doğa bilimlerinde olduğu gibi toplum bilimlerinde de bir
takım yasaların olduğu inancına dayanarak, her iki alanda da zorunlu ilerleme
yasalarının olduğunu kabul eder. Bu yasalar insanlar tarafından oluşturulmadığı gibi,
222
Burry, The Idea Of Progress, s. 284.
116
insanlar tarafından da değiştirilemez. Bu bağlamda filozofun görevi söz konusu
yasaları keşfedip ilerlemenin seyrini hızlandırmak olacaktır.223
Bu çerçevede Simon’un toplumu yeniden biçimlendirme ve organize etme gayesi ile
aslında toplumu yepyeni bir biçime sokmak değil de, toplumsal değişim ve ilerleme
yasalarını keşfederek, kaçınılmaz olan toplumsal ilerlemeyi daha da hızlandırmak
istediği söylenebilir.
Rönesans'tan itibaren doğaya ilişkin yasalar (Condorcet ve Simon'un deyimiyle
ilerleme yasaları) Galileo, Kepler ve Newton gibi düşünürler tarafından belirli oranda
keşfedilmişti. Aydınlanma düşünürleri ise bu yasaları biçimsel olarak, yani toplum
bilimlerinde de düzenli ve değişmeyen bir takım ilkelerin olduğunu kabul ederek
'extentus progressus' kavramını inşa etmişlerdi. Fakat burada 'extentus' sıfatını
karşılayan toplum yasalarının içeriği hususunda herhangi bir bilgi vermemişlerdi.
Aydınlanmanın yarım bıraktığı bu projeyi Saint-Simon tamamlamaya çalışacaktır.
Simon progressus’u Aydınlanma düşünürlerinden farklı olarak sadece bilimsel alanla
sınırlayarak progressus'un tarihsel sürecine ilişkin farklı analizler yapmıştır. Ona
göre şimdiye dek bütün bilimler bilimsel olmayan yöntem ve adımlarla işe
başlayarak bir ilerleme sağlamışlardır. Her bilim bir takım dini tasarımlar ve
metafizik ile ilgili sanılarla yüklüdür. Başlangıçta teolojik ve metafizik temeli olan
bilimler dönem itibariyle pozitif bir karaktere bürünmüştür.224
Astrolojiden, astronomiye doğru giden süreç bu duruma açık bir örnektir. Simon'a
göre insanlar gök cisimlerini inceledikleri zaman, bu araştırmaya kendi imgelerini de
eklemişlerdir. zamanla insanlar kendi imgeledikleri varlıklardan sıyrılarak gök
223
R. Nisbet, History of The Idea of Progress, s.251. 224
Bedia Akarsu, Çağdaş Felsefe, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 1994, s. 96.
117
cisimlerini sadece deney ve gözlem temelinde inceleyerek astronomi bilimini pozitif
bir hale getirmişlerdir.225
Simon aynı şekilde kimya biliminin de benzer süreçlerden geçerek, yani
simyacılardan kurtularak pozitif bir bilim haline geldiğini ileri sürmektedir. Simon
son olarak fizyoloji (physiology) bilimini ele alarak bu bilimin de tam olarak pozitif
döneme geçemediğini, bunun için de gökbilimcilerinin yıldız falcılarına,
kimyacıların da simyacılara yaptığı gibi fizyologların da kendi aralarındaki
filozofları, ahlakçıları ve metafizikçileri kovmaları gereklidir.226
Simon'un böylece progressus'u bilimin içine karışmış olan bilim - dışı unsurların
ayıklanması olarak gördüğünü söyleyebiliriz. Progressus'un eriştiği dönem bilim
çağıdır. O halde ‘extentus' da bilimsel ilkelere göre dizayn edilmelidir.
Simon fizyoloji ve toplum arasında bir analoji kurarak toplumsal ilişkileri fizyolojik
süreçler olarak görüp227
yeni bir disiplin olan 'social physiology' (sosyal fizyoloji)
bilimini oluşturmaya çalışacaktır.
Simon'a göre bizleri toplum yasalarının/extentus’un yasalarının bilgisine ulaştıracak
olan bilim 'social physiology' dir (sosyal fizyolojidir). İlk olarak Simon'un geliştirip
öne sürmüş olduğu 'social physiology' daha sonra Comte tarafından 'social physics'
ve 'sociology' terimleri ile adlandırılmasına rağmen,228
her iki kullanım da benzer
225
Saint Simon, "Letters From An Inhabitant of Geneva to Hıs Contemporarıes" Selected Writings On
Science, Industry And Social Organisation, Edited and Translated: Keith Taylor, Croom Helm Press,
London, 1975, s. 75. 226
Saint Simon, "Letters From An Inhabitant of Geneva to Hıs Contemporarıes" Selected Writings On
Science, İndustry And Social Organisation, s. 75. 227
Saint Simon, "Letters From An Inhabitant of Geneva to Hıs Contemporarıes" s. 75. 228
R. Nisbet, History of The Idea of Progress, s.248.
118
anlamları vermektedir. Social physiology'nun amacı toplum yasaları ile birlikte
toplumları yöneten ilerleme yasalarını anlamak ve açıklamaktır.
Simon'a göre bu türden yasaların bilgisine sahip olmak için doğa bilimlerinin
yöntemini model almak gerekir. Diğer bir deyişle doğa bilimleri'nin yöntemini 'social
physiology' ile özdeşleştirmek gerekir.229
Hatta Simon bu hususta yeni gelişen doğa
bilimlerinin yöntem ve sonuçlarını social physiology'a uyarlamanın yeni bir çağı
başlatabileceğini ileri sürer.230
Modern bilim yöntemi, doğa bilimlerine ilişkin yasaları deney-gözlem ve teori
süreçlerine dayandırarak açıklamayı önermişti. Bu durumda Simon'un bakış açısına
göre toplumsal yasaların da bu yöntemi örnek alarak keşfedilmeleri gerekecektir.
Herhangi bir toplumu doğrudan deneyim ve gözlem yoluyla inceleyerek bir takım
teorilere ulaşmak mümkündür. Fakat zaman ve mekan sınırlaması nedeniyle bütün
toplumları incelemek olanaksız olmaktadır. Bu nedenle toplumları geniş bir
perspektif içerisinde görebilmek için tarihten yararlanmak daha ussal gözükmektedir.
Bu gerekçeyle olacaktır ki gerek Simon gerekse Comte 'social physiology' veya
'social physic' disiplininin yasalarını tarihe dayanarak keşfetmeye çalışmışlardır.
Diğer bir deyişle 'social physiology'nin kanunları tarihsel araştırma ve inceleme
sonucunda ortaya çıkacaktır.231
Simon 'bugünü yaratan dündür' ilkesini temele alarak toplumsal ilerleme yasalarını
keşfetmek için toplumun tarihini incelemek gerektiğini belirtir. Ona göre filozoflar
tarihi art arda gelen ve birbirini takip eden olaylar dizisi olarak görüyorlardı. Oysa
229
Saint Simon, Selected Writings On Science, Industry And Social Organisation, s. 30. 230
Mary Pickering, "Auguste Comte And The Saint Simon", French Historical Studies, Duke
University Press, Vol. 18, No:1, USA 1993, s. 213. 231
Saint Simon, Selected Writings On Science, Industry And Social Organisation, s. 32-33.
119
tarih dikkatli incelendiğinde toplumlarının tarihinin tıpkı doğa tarihi gibi belirli
yasalara göre işlediği görülecektir.232
Simon tarihsel verilerden yararlanarak toplumsal ilerlemenin organic (organik),
critical (eleştirel) ve tekrar organic (organik) olmak üzere üçlü bir diyalektik
süreçten geçtiğini ileri sürer. Organik periyodun karakteristik özelliği sosyal yaşamın
bütün yönlerini (bütün fikirleri, bütün siyasi ve sosyal kurumları) uyumlu bir biçimde
kendi içinde tutmasıdır. Simon organik yapının maddi ve manevi olmak üzere iki
temel dinamiği olduğunu belirtir.233
Toplum içerisinde maddi ve manevi dinamikler
uyumlu olduğu müddetçe toplumsal refah ve mutluluk da istikrarlı olacaktır.
Simon, bu anlamda tarihte iki organik periyodun yaşandığını ileri sürmektedir.
Bunlardan birisini Antik Yunan Uygarlığı, diğerini ise Ortaçağ Hristiyan Avrupası
temsil etmektedir. Organik yapılı Antik Yunan Uygarlığının maddi dinamiğini
kölelik (slavery) , manevi dinamiğini ise politeizm (polytheism) oluşturmaktaydı.
Ortaçağ Hristiyan Avrupa'sında ise maddi dinamiği feodalizm (feudalism), manevi
dinamiği ise monoteizm (Hristiyanlık) temsil etmekteydi.234
XVIII. ve XIX. yüzyılları kapsayan 'critical' dönemde ise söz konusu organik yapılar
güçlü eleştirilere maruz kalarak yıkılmıştır. Simon bu eleştirel ve yıkıcı dönemi
diyalektik ilerlemenin antitezi ve toplumsal ilerlemenin zorunlu bir unsuru olarak
görmektedir.235
Bu noktada Simon'un Aydınlanma düşünürlerinden farklı olarak teolojik yapı ve
kurumlara daha hoşgörülü yaklaştığını söyleyebiliriz. Simoncu anlamda din veya
232
Meriç, Saint-Simon, İlk Sosyolog, İlk Sosyalist, s.71. 233
Meriç, Saint-Simon, İlk Sosyolog, İlk Sosyalist, s.52. 234
Sıdney Pollard, The Idea Of Progress, Basic, Books. Inc Publisher, New York, 1968. s.103-104. 235
Pollard, The Idea Of Progress, s. 103.
120
Hristiyanlık toplumsal ilerlemenin gerçekleşmesinde bir engel değil de; aksine bir
sıçrama tahtası olmuştur.
Simon'a göre diyalektik ilerlemenin sentez aşamasında ilerlemenin zorunlu yasasına
bağlı olarak toplumsal ilerleme feodalizmden endüstriyel bir topluma doğru
evrilmiştir. Bu evrilmenin ya da extentus’un (toplumsal ilerlemenin) maddi
dinamikler temelinde atılım yapması tesadüf değildir. Çünkü Simon'a göre bütün
toplumlar üretime dayanır. Diğer bir deyişle, toplumlar varlıklarını ayakta tutup
sürdürebilmeleri için üretime angaje olmalıdırlar. Bu manada endüstriyel üretim
tarzı, zenginlik sağlamada feodalizmden daha etkili ve verimlidir.236
Simon'un toplum anlayışında üretim biçiminin niteliği ve üretim miktarının niceliği
extentus’u (toplumsal ilerlemeyi) belirleme de belirgin bir ölçüt olarak karşımızda
durmaktadır. Bu durumda eski çağlardan beri toplumların köleci, feodalist ve
endüstriyel temelli bir üretim tarzına doğru evrilmeleri extentus’un açık bir
göstergesi olmaktadır.
Simon burada extentus’un başat unsurunu maddi üretime bağlamakla birlikte, sadece
bu tür bir ilerlemenin toplumsal mutluluğu sağlamayacağını ileri sürmektedir. Ona
göre bir önceki kuşak (Aydınlanma düşünürleri) teolojik yapıyı yıkmakla acele
ettiler. Çünkü manevi yapı çökünce endüstri toplumunu destekleyecek ve
tamamlayacak manevi yapıda bir boşluk ortaya çıktı. Bu da toplumu bir kaosa ve
bunalıma sürüklemiştir.237
236
Pollard, The Idea of Progress, s. 105. 237
Saint Simon, Selected Writings On Science, Industry And Social Organisation, Edited and
Translated: Keith Taylor, Croom Helm Press, 1975, London, s. 33-34.
121
Simon, 1813 yılında İnsan İlmi Üzerine Düşünceler adlı eserinde açıkça teolojik ve
feodal yapıların çökmesiyle Avrupa'nın bir buhran içine girdiğini ve bu kaostan
kurtulmak için ise 'social physological' biliminden yardım alarak toplumu yeniden
organize etmek gerektiğinin altını çizer.238
'Social physological' bizlere toplumsal
yapıda hangi maddi ve manevi dinamiklerin birbirleriyle uyumlu olacağını bildirir.
Simon tarihsel ve toplumsal analizleri sonucunda bilim çağına girdiğimizi,
dolayısıyla endüstri toplumuna karşılık gelecek en uygun manevi yapının 'pozitivizm'
olduğunu söyler. Simon'un terminolojisinde 'pozitivizm' bilim temelli bir dünya
görüşünü temsil etmektedir. Simon ilerleyen çalışmalarında pozitivizmin içeriğini
daha da genişleterek 'Yeni Hristiyanlık' fikrini eklemiştir. 'Yeni Hristiyanlık', yerleşik
anlayışın aksine semavi bir din değil de, sevgi, kardeşlik ve birliktelik erdemlerini
içeren toplumsal dayanışmadır. Simon'a göre 'yeni hristiyanlık' acıları, yoksulluğu ve
sefaleti ortadan kaldırarak, bütün insanlığı saadet ve mutluluğa kavuşturacaktır.239
Simon'a göre bilimsel temelli bir dünya görüşünü temsil eden pozitivizm endüstriden
hiçbir zaman ayrılamaz. Endüstri bilimden beslendiği gibi bilim de endüstriden
beslenmektedir.240
Bu ikisinin birlikte yürümesi toplumsal refah ve mutluluğu
sağlayacaktır. Simon, endüstri ve pozitivizm ile birlikte uyum sağlayan organik
yapılı toplumun en iyi ideal sistem olmadığını, fakat extentus’un yasaları gereği bu
iki unsurun birlikte olması gerektiğini ve böylelikle de Avrupa'daki kaos ve buhranın
çözüleceğini ileri sürer.
238
Meriç, Saint-Simon, İlk Sosyolog, İlk Sosyalist, s. 86. 239
Meriç, Saint-Simon, İlk Sosyolog, İlk Sosyalist, s. 94. 240
Saint Simon, Selected Writings On Science, Industry And Social Organisation, Edited and
Translated: Keith Taylor, Croom Helm Press, 1975, London, s. 146.
122
Simon'un ‘extentus’ tasarısı diyalektik olarak üçlü bir aşamaya tekabül etmektedir.
Diyalektik ilerlemenin birinci aşamasını, kölelik/politeizm, ikinci aşamasını,
feodalizm/monoteizm ve üçüncü aşamasını ise endüstri/pozitivizm oluşturmaktadır.
Simon'un işaret etmiş olduğu bu endüstri ve pozitivizm temelli organik toplum bir
anlamda extentus’un hedefi olmaktadır. Çünkü endüstri ve pozitivizm temelli
organik toplum Simon'un dönemi ve geleceğe ilişkin öne sürmüş olduğu bir
toplumdur. Simon'un bu hususta Aydınlanma düşünürlerinden ayrıldığını
görmekteyiz.
Gerek Turgot gerekse Condorcet extentus’un gayesini özgürlük ve eşitlik gibi politik
içerikli kavramlarla sınırlandırmışlardı. Onlara göre özgür ve eşit bir toplumda bilgi
ve bilim üretme olanaklı olduğu gibi toplumsal mutluluk da olanaklı olacaktır. Bu
hususta Fransız devrimine büyük umutlar bağlayan Aydınlanma düşünürlerinin
devrim sonrasındaki beklentileri boşa çıkmıştı. Çünkü Fransız devrimi özgürlük ve
eşitliği sağlamadığı gibi ekonomiyi de bir krize sürüklemişti.
Bu gerçekle yüzleşen Saint-Simon, extentus’un gayesini faklı bir boyuta taşıyacaktır.
Simon özgürlüğü 'extentus' ile bağdaştırmaz. Ona göre İnsanlar özgür olmak için bir
araya gelmezler, savaşmak ya da üretmek için bir araya gelirler. Özgürlük ne sosyal
düzenin gerçek temelidir, ne de kolektif faaliyetin gayesidir.241
Extentus’un
(toplumsal ilerlemenin) gayesi daha çok özgürlük değil, daha çok üretimdir. Çünkü
ancak bu şekilde toplumsal refah ve mutluluk gelişecektir.
Simon bu ifadeleri ile extentus’un nihai hedefinin mutluluk olduğunu ve bunun da
maddi ayağını üretim (endüstri) oluşturduğunu bildirmektedir. Endüstrinin de
241
Meriç, Saint-Simon, İlk Sosyolog, İlk Sosyalist, s. 57.
123
doğrudan bilime bağlı olduğu göz önünde bulundurulursa, dolaylı olarak bilimin
insanlığı mutluluğa kavuşturacağı düşüncesi ortaya çıkmaktadır. Nitekim Simon,
"Letters From An Inhabitant of Geneva to Hıs Contemporarıes" (1803) (Bir Cenovalı
Sakininden Çağdaşlarına Mektuplar) adlı yapıtında extentus’un nihai hedefinin
mutluluk olduğunu ve bunun da doğrudan bilime bağlı olduğunu vurgulayarak,
toplumda bilimsel faaliyetlerin geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması gerektiğinin altını
çizer.242
Öte yandan Simon'un belirtmiş olduğu, bilimin pratik alana yansıması olan endüstri
ve üretimin toplumsal yapıda başat bir faktör olduğu ve bunun da extentus’u
sağladığı düşüncesinin o kadar da özgün olmadığı söylenebilir. Benzer düşünceleri
Müslüman düşünür İbni Haldun ve Fransız düşünür Turgot'un eserlerinde de görmek
mümkündür. Onlar da ekonominin yada üretimin toplumsal ilerlemede başat rol
oynadığını ileri sürmüşlerdi. Fakat Simon bu düşünürlerden farklı olarak extentus’un
sadece maddi temel üzerinde sağlıklı olamayacağını, bunu karşılayacak olan bir
manevi yapının da olması gerektiğini extentus yasalarına dayanarak öne sürer.
Auguste Comte
Saint-Simon 1825 yılında öldüğünde arkasında bir ideal ve bu ideali gerçekleştirmek
için de bir doktrin bırakmıştı. Bu doktrine göre Avrupa'nın içinde bulunduğu
toplumsal buhrandan kurtulması için 'social physiology' (sosyal fizyoloji) adlı yeni
bir pozitif bilime ihtiyaç vardır. 'Social physiology' toplum yasalarını ve buna bağlı
242
Saint Simon, "Letters From An Inhabitant of Geneva to Hıs Contemporarıes" Selected Writings
On Science, Industry And Social Organisation, s. 67.
124
olan toplumları yöneten ilerleme yasalarını belirleyerek, toplumu oluşturan temel
dinamikleri uyumlu bir hale getirir.
Simon bu projesiyle aynı zamanda Aydınlanma döneminde biçimlendirilen 'extentus
progressus' kavramının 'extentus' sıfatını temsil eden toplum bilimlerinin de ilerleme
yasalarını açığa çıkarmıştı. Simon'dan kalan bu mirası onun zeki ve yetenekli
öğrencisi Auguste Comte (1798- 1857) daha da geliştirip olgunlaştıracaktır.
Uzun zamandan beri Saint-Simon'un ana fikirleri üzerinde kafa
yormaktayım. Bu filozofun ilmi yönelişle ilgili düşüncelerini
sistemleştirmeye ve olgunlaştırmaya çalıştım.243
Comte bu ifadeleriyle açıkça Simon'un doktrinini benimsediğini ve bunu daha da
olgunlaştırıp dizgeleştirmek istediğini vurgular. O halde Comte'un da hocası Simon
gibi dönemindeki toplumsal buhranı gidermek maksadıyla yeni bir toplum bilimi
geliştirmenin ve bunun için de extentus’un (toplumsal ilerleme) yasalarının
keşfedilmesi gerektiği açıktır.
Comte bu gayeye ulaşmak için Aydınlanmadan (özellikle Fontenelle'nin
çalışmalarından) gelen bir varsayıma dayanarak yola çıkmaktadır. Bu varsayıma göre
(akıl-doğa özdeşliğine dayanarak) doğa bilimlerinde olduğu gibi toplum bilimlerinde
de zorunlu ilerleme yasaları bulunmaktadır. Bu yasaları keşfetmek Simon için olduğu
gibi Comte için de ilerlemenin yönünü değil de, sadece hızlanmasını veya
yavaşlamasını etkilemektedir. Bu durumda bir duraklama içinde bulunan Avrupa
toplumu bu ilerleme yasalarına göre dizayn edildiğinde toplumsal buhran yok olacağı
gibi, ilerleme de daha istikrarlı olacaktır.
243
Alıntı yapılan yer: Meriç, Saint-Simon, İlk Sosyolog, İlk Sosyalist, s. 57.
125
Rönesanstan beri yıldızı parlayan 'progressus', çağdaşları gibi Comte'un da güvenini
kazanmıştı. Comte'un progressus'a duyduğu bu güven onda progressus'un bir takım
yasalara bağlı olduğu inancını oluşturmuştur. Comte da bu maksatla hocası Simon'un
izinden giderek ilk önce progressus'un yasalarını ortaya çıkarıp daha sonra bu
yasaları 'extentus' a uyarlamaya çalışacaktır.
Rönesanstan beri doğa bilimleri temelinde kendini meşru kılan progressus'un
yasalarına ulaşmak için bilim tarihi en uygun metot olacaktır. Çünkü Comte'a göre
genel anlamda tarih, düzen veya yasalarının en açık görülebileceği sahadır.
Dolayısıyla 'yasa' ve 'progressus' arasındaki en açık ilişki tarihte görülebilir.244
Comte'un felsefesinde bilimlerin ilerlemesi ve insan zihninin ilerlemesi arasında
doğrudan bir ilişki söz konusudur. Bu ilişkide bilimsel ilerleme zihinsel olandan
sonra geldiği gibi, ona bağlı olarak ilerler. Comte, A General View of Positivism
(1844) adlı eserinde, bilimin ya da bilimlerin ilerlemesini anlamak için öncelikle
zihinsel evrimin yapısını bilmek gerektiğini vurgular.245
Ayrıca Comte bu iki
ilerleme (zihinsel ve bilimsel ilerleme) anlayışı arasındaki zamansal ve mantıksal
önceliğin önemine işaret etmek için Pozitif Felsefe Kursları (1835) adlı eserinde,
pozitif felsefe ile insan zihninin tedrici bir şekilde ilerlemesini kastederek246
dolaylı
olarak insan zihninin bağlı olduğu yasaların (düzenin) önceliğine dikkat çekmektedir.
Bu durumda Comte'un çıkış itibariyle progressus ve progressus'un yasalarından önce
insan zihninin bağlı olduğu ilerleme yasalarına eğildiğini söyleyebiliriz. Comte bu
yönüyle Condorcet ve Simon'un izinden gitmiş olsa da, tutumunun bilgi teorisi
244
A. Comte, A General View of Positivism, Trans: J. H. Bridges, Reeves & Turner Press, London,
1953. s. 30. 245
A. Comte, A General View of Positivism, s. 30. 246
Auguste Comte, Pozitif Felsefe Kursları, Çev: Erkan Ataçay, Sosyal Yayınlar, İstanbul 2001. s.32.
126
açısından makul olduğu söylenebilir. Çünkü bilimsel bilgi gibi tüm diğer bilgi
oluşumlarında zihin, duyumlara göre alıcı ve yapıcı bir pozisyonda olduğu için
daima öncelikli konumda değerlendirilmiştir.247
Bu durumda zihinsel süreçler bilginin niteliğini ve yapısını belirlediği gibi
progressus'un da yapısını belirleyecektir. Neticede Comte felsefesinde bütün ilerleme
anlayışının zihinsel ilerlemeye bağlı olduğu ve zihinsel ilerlemenin bağlı olduğu
yasaları keşfetmenin de, aynı zamanda bilgi ve bilimsel ilerlemenin (progressus'un)
yasalarını açığa çıkartacağı söylenebilir.248
a) Zihinsel İlerleme
Comte zihinsel ilerleme ile insan düşünüş şeklinin tarihsel süreçte ilerleyerek
(evrilerek) bir olgunluğa ulaştığını vurgulamaktadır. Bu düşünüş şeklinin fenomenler
üzerinde olduğu dikkate alınırsa, zihinsel ilerleme ile insan zihninin doğa
fenomenlerini açıklama biçiminin, çeşitli evrelerden geçerek daha iyi bir duruma
geldiği ifadesini kullanmak mümkündür.
Comte’un felsefesinde insanlık tarihinin ilerlemesi bilginin evrilmesine, bilginin
evrilmesi ise insan zihnindeki değişikliklere bağlı olduğu için, Comte'un da tıpkı
Condorcet gibi insan zihninin ilerlemesini aynı zamanda insanlık tarihinin ilerlemesi
olarak gördüğü ortaya çıkmaktadır. Ayrıca bu bakış açısı dolaylı olarak zihinsel
ilerlemenin bağlı olduğu yasaların tarihsel arka planda olduğunu ima etmektedir.
247
Bu hususta Alman düşünür Immanuel Kant'ın bilgi teorisine ilişkin görüşleri çağının düşüncelerini
son derece etkilemiştir. Kant Kritik Der Reinen Vernunft (Saf Aklın Eleştirisi) 1781 adlı yapıtında
bilginin elde edilme sürecinde aklın yapısı ve içeriğinin duyumlara göre daha öncelikli ve belirleyici
olduğunu savlar. Detaylı bilgi için bkz: Bedia Akarsu, Çağdaş Felsefe, s.29-30. 248
J.B. Burry, The Idea of Progress, Dover Publication, New York, 1960, s. 302.
127
Comte bu doğrultuda tarihsel bir araştırmaya dayanarak ilerlemenin bağlı olduğu
yasaları ortaya çıkarmaya çalışacaktır.
Comte, tarihsel analizler sonucunda ilerleme ve düzen249
(order, law) arasında sıkı
bir ilişkinin olduğunu iddia eder. Kendisi bu ilişkiyi şöyle aktarmaktadır:
Bütün ilerleme fikirlerinin koşulu düzendir. Yani ilerleme daima
düzenin nesnesi olduğu için, İlerleme düzenin keşfedilmesi olarak
görülebilir. Çünkü doğanın düzeni kendi içinde mümkün bütün
ilerleme öğelerini içermektedir. Bu türden bir ilerlemenin ise bir
yaratım (creation) değil; bir evrim olduğunu tarih
doğrulamaktadır.250
Comte bu pasajında doğanın düzeni ve ‘progressus’ arasında doğrudan bir koşutluk
kurarak bütün ilerleme (zihinsel, bilimsel ve toplumsal ilerleme) faaliyetlerinin
'düzen' (yasa) kavramına bağlı olduğunu ileri sürmektedir. Doğadaki nesneler bir
düzene tabi olduğu gibi insan zihninin ilerleme serüveni de benzer düzen ve yasalara
tabidir. Comte’un deyimiyle insan zihninin serüveni diğer fenomenler gibi değişmez
düzene (yasalara) tabidir.251
Comte, 'düzenin' veya 'yasaların' insan zihninde bulunduğu gibi hem de fenomenler
dünyasında bulunduğunu belirterek, bu yasaların keşfedilmesi sonucu bir ilerleme
sağlanacağı kanısındandır. Fakat burada ayrı olarak sunulan yasaların benzer yapıda
oldukları belirtilmelidir. Daha açık bir deyişle, zihinsel ilerlemeye ilişkin yasalar
aynı zamanda fenomenler alanındaki yasalar ile uyuşmaktadır.
249
Comte burada düzen (order) kavramı ile doğadaki düzeni, yani doğa yasalarını kastetmektedir.
Doğada bir düzenin olduğu fikri, öncelikle XVI. yüzyılda Kopernik’le başlayan, Kepler, Galileo ve
Newton ile devam ettirilen doğa bilimlerinin ilerleyişi ile anlam kazanmıştır. Söz konusu keşifler
Comte gibi birçok düşünürü doğada bir düzenin olduğu inancına yöneltmiştir. ‘Düzen' kavramı doğa
yasalarının değişmezlik ilkesinden yola çıkarılıp, tarih ve toplumsal alanlara uyarlanmıştır. Bu tutum
Comte’un evrensel düzenin değişmez bir yapıda olduğu savıyla örtüşmektedir. Ayrıca bkz. Comte, A
General View of Positivism, s.21. 250
A. Comte, A General View of Positivism, s. 77. 251
A. Comte, A General View of Positivism, s. 24.
128
Comte'un bu düşüncelerinin temelinde XVII. yüzyıldaki doğa-akıl özdeşliği fikri
bulunmaktadır. Aydınlanma düşünürü Fontenelle, bir yanda yeni bilimin temsilcileri
olan Kopernik, Kepler ve Galileo'nun, diğer yanda yeni felsefenin kurucusu kabul
edilen Descartes'ın çalışma sonuçlarından yararlanarak akıl ve doğanın benzer yapıda
olduğunu, dolayısıyla da aklın yasaları ile ilerleme yasalarının bir görülebileceğini
savunmuştu. Bu anlamda aklın bağlı olduğu yasaları keşfetmek hem doğa yasalarını
hem progressus’u hem de extentus’un yasalarını açığa çıkartacaktır. Comte'un da bu
çizgiyi sürdürdüğü anlaşılmaktadır.
Comte’un insan zihninin ilerlemesine ilişkin bir düzenin olduğu argümanı Pozitif
Felsefe Kursları adlı eserinde detaylı olarak irdelenmektedir. Comte bu eserinde
tarihsel verilere dayalı olarak insan zihnine ilişkin bir düzen (ya da yasa) keşfettiğini
şu ifadelerle anlatmaktadır:
Bu düzen (yasa) her bilgi branşımızın art arda üç farklı teorik halden
geçmesine dayanır: teolojik ya da kurgul hal; metafizik ya da soyut
hal; bilimsel ya da pozitif hal. Başka bir ifadeyle insan zihni doğası
gereği tüm araştırmalarında her şeyden önce karakterleri farklı olan
hatta kesinlikle birbirlerine zıt olan bu üç felsefe yapma yöntemini
kullanır. Önce teolojik yöntem sonra metafizik son olarak pozitif
yöntem.252
Comte, insan zihninin geçirmiş olduğu bu evreleri 'ilerleme' kavramının anlamsal
içeriğine uygun bir şekilde kavramsallaştırmıştır. İnsan zihni (buna bağlı olarak
bilimler) tarihsel süreç içerisinde bir hedefe (pozitif evreye) yönelik olumlu bir
şekilde değişim gerçekleştirmiştir. Diğer bir söylemle, insan zihni çeşitli evrelerden
geçerek hedef olarak nitelenen pozitif evreye ulaşmıştır. Comte’un pozitif evreyi
hedef olarak işaret etmesinin en önemli sebebi: Bu evrede fenomenlerin tabi olduğu
252
Auguste Comte, Pozitif Felsefe Kursları, Çev: Erkan Ataçay, Sosyal Yayınlar, İstanbul 2001, s. 33.
129
değişmez yasaların olmasıdır.253
Bu durumda fenomenler artık belirlenmiş ve
saptanmış belirli ilkelere göre değerlendirilecektir.
Öte yandan bu süreçte zihinsel ilerlemenin pozitif evreye nasıl ulaştığı sorusu ayrı bir
önem arz etmektedir. Çünkü zihinsel ilerlemenin seyir biçimi ‘progressus’ ve
extentus’u da etkilemektedir.
Comte insan zihninin geçirmiş olduğu bu ilerlemenin evrimsel (evolution) nitelikte
olduğunu belirtmektedir. Ona göre zihinsel ilerlemenin bir yaratım (creation) değil;
bir evrim olduğunu tarih doğrulamaktadır.254
Comte, bir adım daha atarak zihinsel
evrimin yapısını ve niteliğini şöyle tanımlamaktadır:
Yalnızca neredeyse belirsiz adımlarla ilerlemek zorunda olan
zekamızın, teolojik felsefeden, pozitif felsefeye aniden ve bir aracı
olmaksızın geçemediği aslında kolayca anlaşılır. Teoloji ve fizik çok
derin bir biçimde birbirlerine aykırıdırlar, görüşleri karşılıklı olarak
çok derin bir zıtlığı içerir. İnsan zihni bu görüşlerden birini kullanmak
için diğerini kullanmadan önce, karma bir karaktere sahip ve bu
sayede kademe kademe bir geçişi gerçekleştirmeye özgü aracı
görüşleri kullanmak zorunda kalmıştır.255
Bu ifadelerden anlaşıldığı üzere, Comte zihinsel ilerlemeyi tedrici bir şekilde
değerlendirmiştir. Buna göre her evre geçişinde eski öğelerle yeni öğeler birlikte
bulunacaktır. Eski öğelerle yeni öğelerin geçiş aşamasında birlikte bulunması
evrimci ilerleme anlayışının karakteristik özelliğidir. Eğer ki eski öğelerle yeni
öğeler farklı evrelerde birbirlerinden ayrı bir şekilde görülürse, ilerleme biçimi
devrimsel nitelikte olacaktır. Oysa Comte, bu görüşün aksine insan zihninin geçirmiş
olduğu bu değişimin evrimsel karakterde olduğunu eserinin birçok yerinde
253
Frederıck Ferre (ed.), Introduction To Positive Philosophy, Hackett Publishing Company. Inc,
Cambridge, USA, 1998, s. 8 254
Comte, A General View of Positivism, s. 77. 255
Comte, Pozitif Felsefe Kursları, s. 37.
130
vurgulamıştır. “Birincisi (birinci evre) insan zihninin zorunlu hareket noktasıdır;
üçüncüsü insan zihninin sabit ve belirgin halidir; ikincisi ise yalnızca bir geçişi teşkil
eder.” 256
b) Progressus'un Yasaları
Saint-Simon 'progressus'u bilimlerin bilimsel olmayan süreçlerden arınması olarak
tarif etmişti. Diğer bir deyişle 'progressus' bir takım dini tasarımlar ve metafiziksel
unsurlardan kendini arındırarak bu duruma gelmişti. Örneğin bu süreçte astrolojiden
astronomiye, simyadan ise kimyaya geçilmişti.257
Comte da 'progressus' hakkında hocasının bu düşüncelerini benimseyerek bir dizge
içerisinde sunmaya çalışacaktır. Ona göre zihinsel alanda gerçekleşen 'ilerleme' ile
'progressus' benzer süreçlere tabidir.
Bu düzen (yasa) her bilgi branşımızın art arda üç farklı teorik halden
geçmesine dayanır: teolojik ya da kurgul hal; metafizik ya da soyut
hal; bilimsel ya da pozitif hal.258
Comte bu ifadeleri ile bilimler ile bilgi branşlarının tıpkı zihinsel alanda olduğu gibi
üç farklı evreden geçerek bir ilerleme sağladığını beyan etmektedir. Örneğin,
astronomi bilimi tıpkı insan zihninin ilerlemesi gibi teolojik, metafizik ve pozitif
olmak üzere üç farklı evreden geçmiştir. Diğer bir deyişle, gezegenler ve bunların
hareketleri ilk önce teolojik evrede dinsel tasarımlarla, metafiziksel evrede soyut
varlıklarla, pozitif evrede ise bilimsel yasalar aracılığıyla açıklanmıştır. Comte’a göre
bütün bilimlerin er ya da geç bu üçlü evreden geçmeleri kaçınılmaz olmasına karşın,
256
Comte, Pozitif Felsefe Kursları, s. 33. 257
Saint Simon, "Letters From An Inhabitant of Geneva to Hıs Contemporarıes" Selected Writings On
Science, İndustry And Social Organisation, Edited and Translated: Keith Taylor, Croom Helm Press,
1975, London, s. 75. 258
Comte, Pozitif Felsefe Kursları, s. 33.
131
bütün bilimlerin bu süreci aynı hızla yaşadıkları söylenemez. Bir bilim pozitif evreye
ulaşmasına rağmen diğeri metafizik evrede olabilir.
Bilimlerin üçlü bir evreden geçerek 'progressus'u gerçekleştirmesinin yanında,
bilimlerin kendi aralarında düzenli ve sıralı bir şekilde sıralanması da progressus'u
etkilemektedir. Hatta tarihçi J. Burry'nin belirttiği gibi "bilimler arasındaki hiyerarşik
düzen üç hal yasası kadar önemlidir. Çünkü bu hiyerarşi ileriye doğru hareketi
yönetir."259
Bu bilinçle Comte bilimlerin karşılıklı etkileşimlerini bir düzen içerinde göstermeyi
pozitivist felsefenin diğer bir amacı olarak işaret etmiştir. Bu durumda Comte’un
‘pozitif felsefe’ kavramı ile iki farklı anlamı bağdaştırdığı söylenebilir. Birincisi,
insan zihninin tedrici bir şekilde ilerlemesini incelemek260
; ikincisi ise bilimlerin
düzenli ve sıralı bir şekilde ilerlemesini araştırmaktır. Comte pozitivist felsefenin
ikinci anlamını şöyle ifade etmektedir:
Pozitivist felsefe, art arda gelişleri zorunlu ve değişmez bir
bağımlılıkla belirlenmiş olan ve hipotetik görüşlerden bağımsız bir
biçimde, konu edindikleri fenomenlerin derin ve basit bir biçimde
karşılaştırılmasına dayanan beş temel bilime doğal olarak ayrılmış
bulunmaktadır. Astronomi, fizik, kimya, fizyoloji ve son olarak sosyal
fizik. Astronomi en genel, en basit, en soyut ve insanlıktan en uzak
fenomenleri inceler. Bu fenomenler diğerlerinin hepsini onlardan
etkilenmeksizin etkiler.261
Comte bu ifadeleri ile bilimlerin gelişim sürecinde ilk sıranın astronomi ve son
sıranın da sosyal fizik (sosyoloji) olmasının gelişigüzel bir şekilde olmadığını aksine,
belirli bir düzen ve ilkeye göre gerçekleştiğini vurgulamaktadır. Burada en genel ve
259
Burry, The Idea of Progress, s. 294. 260
Comte, Pozitif Felsefe Kursları, s. 32. 261
Comte, Pozitif Felsefe Kursları, (vurgu bana ait), s. 81.
132
soyut görünen bilim kendinden sonra gelen bilimin ilerlemesinde etkili olmaktadır.
Örneğin en genel olan astronominin teolojik evreden metafizik evreye geçmesi,
kendinden sonra gelen bilimlerin de bir üst evreye geçmesini sağlamaktadır. Bu
anlamda fizik astronomiyi, kimya ise fiziği bir üst evreye taşıyacaktır.262
Fakat öte yandan bilimler arasındaki bu sıralı düzenin bir evre uyuşmazlığına
uğraması da progressus'un oluşmasına bir engel teşkil edecektir. Diğer bir deyişle
astronominin pozitif evrede olmasına karşın, fiziğin metafizik evrede olması
progressus'un gerçekleşmesini engelleyecektir.
(...) Söz konusu sıralı bilimlerde her bir bilim kendinden önceki bilime
gereksinim duyduğu için bu sıralamadaki bir hata gerçek bir
ilerlemeyi engelleyecektir. Dolayısıyla bu düzendeki ilerleme eş
zamanlı ve birlikte gerçekleşmelidir.263
Bilim tarihi bu düşünceleri doğrular nitelikte bizlere örnekler sunmaktadır. Örneğin
yaklaşık iki bin yıl önce Sisamlı Aristarkhos’un bugün Koperniğe atfedilen Güneş
merkezli astronomiyi ileri sürmesi dönemi itibariyle kabul görmemiştir. Bunun en
önemli sebebi ise dönem itibariyle Güneş merkezli sistemi temellendirecek fiziksel
bir alt yapının olmamasıdır. Comte'un terminolojisiyle ifade edilirse, dönem
itibariyle astronomi bir üst evreye sıçramasına rağmen, fizikte aynı durum söz
konusu olmamıştır. Buna karşın modern dönemde Koperniğin ileri sürmüş olduğu
güneş merkezli sistem teorisi Galileo ve Newton fiziği tarafından desteklenerek
bilimler arasında bir evre uyuşmasını sağlamıştır.
262
Mcquilkin De Grange, “Comte’s Sociologies”, American Sociological Review, vol .4, no. 1, 1939,
s. 19. 263
Frederıck Ferre (ed.), Introduction To Positive Philosophy, Hackett Publishing Company. Inc,
Cambridge, USA, 1998, s. 59.
133
Benzer bir örneğe de XX. yüzyılda rastlamaktayız. Einstein genel görelilik teorisini
oluştururken Öklid geometrisinin yetersizliğini fark ederek Riemann geometrisinden
faydalanmıştır. Şayet dönem itibariyle Riemann Öklid-dışı geometrileri
geliştirmeseydi, Einstein’ın teorisi de bir ilerleme sağlayamayacaktı.
Bu çerçevede Comte için bilimlerin hiyerarşik düzeninin 'progressus' açısından ayrı
bir önem taşıdığını görmekteyiz. Bilimlerin hiyerarşik düzeni bilimlerin üçlü bir
evreden geçmelerini sağladığı gibi üç hal yasasını da anlaşılır bir duruma getirmiştir.
Bu tarihin bütününe egemen olan ve daha önceki derste gösterdiğim
yasa (üç hal yasası) eğer az önce oluşturduğumuz ansiklopedik formül
(bilimlerin hiyerarşisi) uygulamada birleştirilmezse uygun biçimde
anlaşılmayacaktır. Çünkü farklı insani teoriler art arda ilk önce
teolojik sonra metafizik ve son olarak pozitif hale bu formül ile dile
getirilmiş sıraya göre ulaşırlar. Eğer bu kaçınılmaz ilerlemenin
yasası kullanımda hesaba katılmazsa aşılmaz görünecek güçlüklerle
sık sık karşılaşılacaktır.264
Comte bu pasajında açıkça üç hal yasasının tam olarak anlaşılabilmesi için bilimlerin
hiyerarşik düzeniyle birlikte değerlendirilmesi gerektiğini vurgular. Bilimlerin
hiyerarşik düzeni ve üç hal yasasının karşılıklı zorunlu ilişkisini dikkate aldığımızda,
progressus'un her iki durumda da kendini var ettiğini görmekteyiz.
c) Pozitif Evre, Progressus ve 'Extentus Progressus'
Aydınlanma düşünürleri tarafından biçimlendirilen, fakat eksik bırakılan 'extentus
progressus' kavramının 'extentus' sıfatını temsil eden tarih ve toplum bilimlerinin
yasalarına (ilerleme yasalarına) ilişkin ilk araştırmayı Saint Simon yapmıştı. Simon
bu türden yasalara ulaşmak için yeni bir bilim olarak adlandırdığı 'social physiology'
yi (sosyal fizyoloji) ileri sürmüştü. Sosyal fizyolojinin yasaları aynı zamanda
264
Comte, Pozitif Felsefe Kursları, (vurgu bana ait), s. 83.
134
‘extentus’un yasalarını (toplumsal ilerleme yasalarını) açığa çıkartacaktır. Comte da
bu süreçte hocası Simon'un çizgisini takip ederek aynı projeyi devam ettirecektir.
Comte da hocası gibi Avrupa toplumlarının bir buhran süreci yaşadığını ve bu
bundan kurtulmak için de toplumu yeniden organize etmek gerektiğini savunur.
Toplumu yeniden organize etmek için de yeni bir toplum bilimi gereklidir. Bu
toplum bilimi de Simon'un öne sürdüğü sosyal fizyoloji'den (sosyal physiology)
başka bir şey değildir. Fakat Comte hocasından farklı olarak sosyal fizyoloji yerine
önce 'social physics' (sosyal fizik) sonra sociology (sosyoloji) terimlerini kullanmayı
daha uygun görmüştür. Adından da anlaşılacağı üzere sosyal fizik, topluma fiziksel
bir açıdan yaklaşmayı öngörür. Başka bir deyişle fizik bilimi fiziksel olayları
önceden görmeyi ve onları kontrol altına almayı mümkün kıldığı gibi sosyal fizik de
sosyal olayları önceden görüp onları kontrol altına almayı amaçlayacaktır.
Sosyal fizik, Simon'da olduğu gibi Comte için de toplumun yapısını ve doğasını
analiz ederek, toplumsal yapıyı oluşturan temel dinamikleri açığa çıkartacaktır. Bu
belirlenim aynı zamanda 'extentus 'un yasalarını verecektir.
İşte bu bilinçle Comte 'sosyal fizik' bilimini kurmak ister. Bunun için bilimlerin
tarihsel süreç içerisinde geçirmiş oldukları sürecin analizi yol gösterici olacaktır.
Bilimlerin hiyerarşik sıralamasında en son bilim olan sosyal fizik (sosyoloji) bizlere
insan zihninin ulaştığı en son aşama olan pozitif evreye ulaştığımızı işaret
etmektedir. Gerçi Comte pozitif evrenin özellikle XVI. yüzyılda Bacon, Descartes ve
Galileo’un çalışmalarıyla başladığını ileri sürmektedir.
Bacon’un temel ilkelerinin, Descartes’ın düşüncelerinin ve
Galileo’nun keşiflerinin bir araya gelen etkisiyle iki yüzyıl önce insan
zihninin büyük ilerleme gerçekleştirdiği zamandı. Bu zaman pozitif
135
kavramların skolastik ve batıl alaşımlardan kesin olarak kurtulduğu
zamandır.265
Fakat bu süreçte kendisinin insan zihninin ilerlemesi ile birlikte ortaya çıkan 'sosyal
fiziği' (sosyolojiyi) doğa bilimleri yöntemine göre biçimlendirerek pozitif evreyi
tamamlamak istediğini belirtir.
İnsan zihninin bu genel dönüşümü bugün neredeyse bütünüyle
tamamlanmıştır. Daha önce de açıkladığım gibi artık geriye yalnızca
pozitif felsefeyi içine sosyal fenomenlerin incelenmesini de dahil
ederek tamamlamak ve ardından onu tek bir homojen doktrin kütlesi
olarak özetlemek kalmıştı.266
Comte bu ifadeleri ile gerek insan zihninin gerekse bilimlerin birçoğunun pozitif
evreye ulaştığını, fakat sosyal fiziğin henüz pozitif evreye ulaşmadığını, dolayısıyla
kendisinin de sosyal fiziği pozitif evreye ulaştırmak istediğini bildirmektedir. Bunun
için sosyal fizyolojiye pozitif evreye geçen bilimlerin yöntemini uygulamak
gereklidir.
Diğer bir ifadeyle Comte Rönesanstan beri bilimlerin birçoğunun üç hal yasasına
bağlı olarak progressus’u gerçekleştirdiğini, fakat sosyal fiziğin henüz bu başarıyı
gösteremediğini belirtmektedir. Sosyal fiziğin de aynı başarıyı göstermesi için pozitif
evreye geçen bilimlerin yöntemini benimsemesi gerekir.
Buraya kadar ‘progressus’ ile ‘extentus’ (toplumsal ilerleme) kavramlarının üç hal
yasasına bağlı olarak pozitif evreye ulaşmaları benzer seyretmektedir. Fakat bu
aşamadan sonra pozitif evredeki progressus’un yasaları farklı bir boyuta geçeceği
için extentus’un (toplum bilimlerinin ilerleme) yasaları da farklılık gösterecektir.
265
Comte, Pozitif Felsefe Kursları, s. 40. 266
Comte, Pozitif Felsefe Kursları, s. 56.
136
Daha önce değinildiği üzere bilimlerin ilerlemesi insan zihninin ilerlemesi ile koşut
seyrettiği için, bilimlerin de üçlü bir evreden geçtiği görülmüştü. Comte bilimlerin
geçirmiş olduğu bu üçlü evreyi bir 'progressus' olarak kavramsallaştırmıştı. Diğer bir
deyişle bu üçlü evre progressus'un yasaları niteliğindeydi.
Böylelikle matematik, astronomi ve fizik gibi bilimlerin önce teolojik sonra
metafizik ve son olarak da pozitivist evredeki ilkelere göre değerlendirilmeleri bir
'progressus' olarak görülmekteydi. Fakat Comte progressus'un sadece üç hal yasasına
bağlı kalarak açıklanamayacağını ileri sürmüştü. Bunun yanı sıra daha önce
değindiğimiz gibi bilimlerin hiyerarşik düzenine bağlı olarak bilimler arasındaki
işbirliği ve bilgi alış-verişi de progressus'un diğer ayağını oluşturmaktaydı.
Bu çerçevede her bilimsel disiplinin bir üst evreye geçmesi (yani progressus'u
gerçekleştirmesi) aynı zamanda diğer bilimsel disiplinlerin verilerine de bağlı
olmaktadır. Bu durumda progressus'un oluşmasında iki farklı eksenin olduğu
görülmektedir. Birincisi bilimlerin üçlü bir evreden geçerek progressus sağlaması,
ikincisi ise bilimlerin hiyerarşik düzenine bağlı olarak gerçekleşen progressus. Fakat
belirtmek gerekir ki, Comte bu iki ayrı ekseni uygulamada birbirlerinden ayrı
görmez, aksine birbirlerine bağlı oldukları müddetçe progressus'un anlaşılabileceği
kanısındandır.
Bahsettiğimiz bu süreci bilimlerin birinci ilerleme alanı olarak görmek doğru
olacaktır. Çünkü hedef (goal) olarak belirtilen pozitif evreye ulaşılmasıyla birlikte
'progressus' kavramını karakterize eden yasalar farklılaşacaktır. Bu evrede
'progressus' kendini farklı yasalarla karakterize ettiği için, bu durum 'extentus
progressus'a da (toplusal ilerleme yasalarını da) yansımaktadır. Dolayısıyla pozitif
137
evredeki progressus'u ikinci ilerleme alanı olarak adlandırmak daha anlaşılır ve
açıklayıcı olacaktır.
Comte’un temel savlarından biri olan düzen (order, law) ve ilerleme arasındaki sıkı
ilişkinin pozitif evre için de geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Bu durumda doğa
fenomenleri alanındaki düzeni bilmek bizlere progressus’un niteliği ve özellikleri
hakkında bilgi verecektir.
Comte pozitif evrede fenomenler arasında bir düzenin olduğunu, diğer bir ifadeyle
fenomenler arasında benzerlik ve art ardalık ilişkisi bulunduğunu ileri sürer. Bilim
insanının gözlem ve deney aracılığıyla bu düzeni keşfetmesi aynı zamanda
değişmeyen yasalara ulaşmasını sağlamaktadır. Bu yasaların elde edilmesi ile birlikte
aynı zamanda gelecekte karşılaşılabilecek fenomenler öngörülecektir.
Comte’un ileri sürdüğü bu metodoloji bilimsel bilgi elde etmenin iki şekilde
gerçekleşmesi gerektiğini ima etmektedir. Birincisi gözlem ve deney (tümevarım)
yoluyla yasalara ulaşmak, ikincisi ise genel yasalar aracılığıyla yeni olguları
keşfetmek. Comte’un deyimiyle “Gözlem temelli bilgimiz bazen olgulardan yasalara
(principle), bazen de yasalardan olgulara doğru seyreder.”267
Bu durumda progressus'un da benzer çizgiyi izleyerek iki ayrı şekilde işlev gördüğü
söylenebilir. Birinci anlamıyla deney ve gözlem aracılığıyla elde edilen bilgiler
biriktiriliyor, ikinci anlamıyla ise biriken bilgilere (yani teorilere) yeni bilgiler dahil
ediliyor. Fakat pozitif evre dikkate alındığında Comte’un ikinci anlamda kullanılan
yani yasalara bağlı olarak elde edilen olgularla bilimin ilerlemesine daha çok itibar
267
Frederıck Ferre (ed.), Introduction To Positive Philosophy, Hackett Publishing Company. Inc,
Cambridge, USA, 1998, s. 23.
138
ettiğini görmekteyiz. Çünkü Comte’a göre pozitif evrenin değişmez karakteri
değişmez yasalara sahip olmasıdır. Dolayısıyla bir kez bu yasalara ulaşıldığında,
bundan sonra yapılması gereken, söz konusu yasalara yeni olguları dahil etmek
olacaktır. Bu bağlamda ilerleme Comte’un deyimiyle:
Bu evrede (pozitif evrede) ilerleme, derin düşünme ve yeni gözlemler
sonucunda sürekli artan bilginin yasalara dahil edilmesi veya
eklenmesi sonucu ortaya çıkar.268
Comte daha önce sosyal fiziğin pozitif evredeki bilimlerin yöntemini benimsemesi
gerektiğini söylerken, bir anlamda pozitif evrede betimlenen progressus’un 'extentus'
için de geçerli olacağını söylemek istemiştir. Bu durumda progressus’da olduğu gibi
‘extentus’un da iki ayrı eksende ele alındığı ortaya çıkmaktadır. Bunlardan birincisi
üç hal yasasına bağlı olan ‘extentus’, ikincisi ise pozitif evredeki yasalara tabi olan
‘extentus’.
Comte ve Birikimsel (Cumulative) İlerleme
Comte pozitif evreye girilmesi ile birlikte başat bilim imgesinin oluştuğunu beyan
etmektedir. Bu bilim imgesinin temel ilke ve yöntemleri ise açıkça progressus'un
birikimsel (cumulative) bir nitelikte seyrettiğini işaret etmektedir.269
Comte'un pozitif evre için öne sürdüğü yöntem iki aşamalı bir yöntemdi. İki aşamalı
seyreden bu yöntemde birikimsellik de iki aşamada gerçekleşecektir. Bunlardan
birincisi klasik tümevarım yöntemine bağlı kalarak benzer ve ardışık nitelikteki olgu
bilgisini biriktirerek teorilere ulaşmak; ikincisi ise teorilerin öngörüsüne dayanarak
268
Frederıck Ferre (ed.), Introduction To Positive Philosophy, s. 13. 269
Comte, Pozitif Felsefe Kursları, s. 33-37.
139
yeni olgu bilgisine ulaşmak. Bu durumda progressus'un da benzer çizgiyi izleyerek
iki ayrı şekilde işlev gördüğü söylenebilir. Birinci anlamıyla deney ve gözlem
aracılığıyla elde edilen bilgiler biriktiriliyor, ikinci anlamıyla ise biriken bilgilere
(yani teorilere) yeni bilgiler dahil ediliyor. Fakat pozitif evre dikkate alındığında
Comte’un ikinci anlamda kullanılan yani yasalara bağlı olarak elde edilen olgularla
bilimin ilerlemesine daha çok itibar ettiğini görmekteyiz. Çünkü Comte’a göre
pozitif evrenin temel karakteri değişmez yasalara sahip olmasıdır. Dolayısıyla bir kez
bu yasalara ulaşıldığında, bundan sonra yapılması gereken söz konusu yasalara yeni
olguları dahil etmek olacaktır. Bu bağlamda ilerleme Comte’un ifadesiyle:
Bu evrede (pozitif evrede) ilerleme, derin düşünme ve yeni gözlemler
sonucunda sürekli artan bilginin yasalara dahil edilmesi veya
eklenmesi sonucu ortaya çıkar.270
Birikimselliğin her iki sürecinde de tek bir gerçekliğin271
bilgisine katkıda bulunmak
esastır. Bu gerçekliği oluşturan öğeler diğerleri ile mantıksal ve anlamsal bir ilişki
içinde oldukları için, her keşfedilen olgu gerçekliğin bilgisine dahil edilerek birikim
sağlamaktadır.
Bu ifadeler ışığında Comte'un modern bilim düşünürlerince ortaya konan 'doğanın
birliği ve bütünlüğü' ilkesini doğrudan benimsediğini görmekteyiz. Daha önce
değinildiği üzere birikimsel ilerlemeyi karakterize eden temel varsayım 'doğanın
birliği ve bütünlüğü' varsayımıydı. Bu düşünceye göre doğada keşfedilen her
270
Frederıck Ferre (ed.), Introduction To Positive Philosophy, s. 13. 271
Comte eserlerinde bilinçten bağımsız bir gerçekliğin olduğunu ve bunun bilinebileceğine ilişkin
ifadeler kullanmasına karşın, Mantıkçı Pozitivistler bu türden bir varsayımı doğrudan dile
getirmemişlerdir. Popper ise bu türden bir gerçekliğin (truth) var olduğunu fakat bilinemeyeceğini
iddia etmemiştir. Ona göre bu türden bir gerçeklik kavramının bilimdeki en önemli yönü düzenleyici
bir ilke olarak işlev görmesidir. Bizler gerçekliği bilemesek de bu kavram sayesinde ona
yaklaşabiliriz. Öte yandan Kuhn, ilke olarak paradigmadan bağımsız bir gözlem dilinin olamayacağını
kabul ederek, bilinçten bağımsız bir gerçek fikrini reddeder. Bu bağlamda bilimsel etkinliğin
kendisine yöneldiği bir gerçeklik de olmamaktadır.
140
olgunun veya yasanın kendisinden daha kapsamlı olan yasalarla doğrudan ilişkili ve
bağlantılı olduğu öne sürülmektedir. Nitekim Kopernikle başlayıp Newton ile
olgunluğa ulaşan doğa bilimlerindeki keşifler doğanın birlik ve bütünlük içerisinde
olduğu savını doğrulamaktaydı.
Doğanın birlik ve bütünlük içerisinde olduğu varsayımı, konusu doğa olan
progressus’un birikimsel bir şekilde seyrettiğini açıkça karakterize etmektedir. Fakat
belirtmek gerekir ki, Comte'un bu belirlenimi özü itibariyle özgün bir sav değildir.
Daha önce değinildiği üzere Kopernik, Kepler, Galileo, Descartes ve Newton gibi
düşünürlerin yapmış oldukları keşifler açıkça 'doğanın birlik ve bütünlük' içerisinde
olduğu savını ortaya çıkartmaktaydı. Bu sava dayanarak da progressus'un birikimsel
bir nitelikte seyretmesi zorunlu bir şekilde ortaya çıkmaktadır.
Comte'un kendisinin de belirttiği üzere öne sürdüğü yenilik, başarı kazanan doğa
bilimlerinin yöntemini özel anlamda sosyal fizik'e genel anlamda ise beşeri bilimlere
uygulamaktı. Bu düşünceden Comte'un progressus’u bir model olarak kabul ettiği ve
bu anlayışı 'extentus' (tarih ve toplum bilimlerindeki ilerleme) için de geçerli kılmak
istediğini söyleyebiliriz. Bu anlamda Comte'un öncellerinden farklı olarak 'extentus'
kavramını karakterize etmeye çalıştığını söylemek daha yerinde olacaktır.
Comte 'progressus' ile 'extentus'un benzer ilkelere tabi olduğunu ileri sürerek,
'extentus'un da birikimsel olarak ilerlemesi gerektiğini ileri sürmüştür. Fakat
Comte'un ileri sürmüş olduğu bu sav, XIX. yüzyılın sonlarına doğru özellikle Alman
düşünürler (Herder, Droysen ve Dilthey) tarafından dolaylı olarak eleştirilecektir.
Comte, beşeri bilimler ile doğa bilimleri arasında konu nesnesi ve yöntem açısından
herhangi bir ayrım yapmayarak 'progressus' ile extentus'un benzer karakterde
141
olduğunu öne sürmüştü. Diğer bir deyişle, Comte yöntem birliğine dayanarak
'progressus' ve 'extentus' arasında bir koşutluk kurmuştu. Oysa Alman düşünürler
Comte'un yapmış olduğu bu yöntem birliğine karşı çıkmışlardır.
Bu düşünürlere göre Comte'un en büyük hatası araştırma nesnesini tek bir gerçeklik
olarak kabul edip, fiziksel gerçeklik ile tarihsel/toplumsal gerçeklik arasındaki ayrımı
gözden kaçırmasıydı. Fiziksel gerçeklikler özneden bağımsız olarak 'tekrarlılık' ve
'süreklilik' gösteren objelerdir. Buna karşın tarihsel/toplumsal gerçeklikler ise değer
ve normlarla ilintili olarak bir kez yaşanan tekilliklerdir. Dolayısıyla Alman düşünür
W. Dilthey’in (1833-1911) de vurguladığı gibi bu alan salt akıl ile kavranılamaz; bu
alan teorik bilmenin konusu olmadan önce, anlamanın konusu olmalı. Çünkü bu
alana ait ilke, değer, norm, kural ve tasarım türünden şeylerin doğada karşılığı
yoktur.272
Bu eleştiriler dikkate alındığında extentus'dan (tarih ve toplum bilimlerindeki
ilerlemeden) önce tarih ve toplum bilimlerinin bir ilerleme gösterip-göstermediği
sorunu ile yüzleşmek gerekecektir. Bu araştırma da konumuz amaçları dışına
taşacağı için şimdilik bir kenarda bırakmak yerinde olacaktır.
Comte'un ileri sürmüş olduğu bu bilim imgesi ne kadar da eleştirilmiş olsa da yine de
XX. yüzyılın başlarında Mantıkçı Pozitivistler adıyla anılan bir grup düşünür
tarafından bir takım değişiklikler yapılarak bu geleneğin sürdürülmesini
sağlamışlardır. Bu nedenle Comte'un bir dizge içerisinde sunmaya çalıştığı
'progressus' ve 'extentus' ayrı bir önem arz etmektedir.
272
Doğan Özlem, Kültür Bilimleri ve Kültür Felsefesi, Remzi Kitapevi, İstanbul 1986, s. 73.
142
1-2-6- Progressus'un Bilim Tarihinde Değerlendirilmesi: G. Sarton ve A. Sayılı
Comte tarafından sistematize edilen pozitif bilim imgesi ve buna bağlı olan
'progressus' Kopernik, Kepler, Galileo, Descartes ve Newton'un başarılarının bir
özeti durumundaydı. Bu nedenle Comte'un öne sürmüş olduğu bilim imgesi
entelektüel camiada egemen bilim imgesi olarak kabul görmüş ve daha da
geliştirilmeye çalışılmıştır. Bu çerçevede pozitivist bilim imgesine bağlı kalarak
progressus'u farklı bir açıdan ele alan düşünürlerden birisi George Sarton'dur
(1884-1956).
Sarton da selefi Comte gibi bilimi sistematize edilmiş pozitif bilgi olarak
tanımlamaktadır. Sarton daha ileri giderek bu bilgiyi diğer bilgi türlerinden ayıran
temel kriterin onun birikimsel ve ilerleyici özelliğe sahip olduğunu vurgular.273
Diğer
bir ifadeyle, Sarton progressus'un anlamı itibariyle bilime ait bir kavram olduğunu
savlar.
Sarton’un bu argümanı ileri sürmesinde etkili olan unsur şüphesiz bilim tarihine
yönelik yaptığı çalışmalardır. Sarton tarafından akademik bir disiplin olarak kurulan
bilim tarihinin gayesi, bilimsel bilginin oluşum ve gelişim serüveninin
açıklanmasıdır. Bu bağlamda bilim tarihçisinin asli görevi ele aldığı disiplini ilk
oluşumundan günümüze kadar aralıksız bir şekilde incelemektir. Bu vesileyle bilimin
birikimsel (cumulative) ve ilerleyici (progressive) yönü açığa çıkacaktır.
Sarton’a göre, bilim adamları bilimin birikimsel ve ilerleyici yönünü
kavrayamamışlardır. Çünkü “bilim adamı, alanında eski çalışmaları modası geçmiş
273
G. Sarton, “History of Science”, Sarton On The Hıstory of Science, (ed). Dorothy Stımson,
Harward University Press, Cambridge, 1962, s.1
143
diye dikkate almaksızın, en son ürün veya problemleri dikkate alarak çalışmalarına
başlar. Buna karşın bilim tarihçisi en son ürünlerle birlikte geçmişte ele alınan
problem ve çözümleri dikkate alır.”274
Bu nedenle de bilim tarihçisi mevcut
durumda bir ilerleme olup olmadığını rahatlıkla tespit edebilmektedir
Öte yandan Sarton, bilimin birikimselci (cumulative) ve ilerleyici (progressive)
özelliklerine dikkat çekmek adına, bilim tarihi, sanat tarihi ve dinler tarihlerini
karşılaştırmalı olarak analiz etmiştir.
(…) Bilim tarihi, sanat tarihi ve dinler tarihi gibi disiplinler insanlık
tarihinin temel oluşturucu öğelerinden birisidir. Bilim tarihini veya
bilimsel bilgiyi bu alanlardan ayıran temel kriter, onun ilerleyici
(development) ve birikimsel bir özelliğe sahip olmasıdır.275
Sarton üçlü tarih (bilim, sanat ve dinler) disiplinleri arasında sadece bilimin birikerek
ilerlediğini belirterek276
, bilimin insanlık tarihi açısından ayrı bir önem arz ettiğini
ima etmektedir. Sarton’un bilim tarihini, insanlık tarihi ile ilişkilendirmesini sağlayan
kilit kavram progressus'tur (ilerlemedir). Bu anlamda medeniyet tarihinin
belkemiğinin bilim olduğuna inanır. Çünkü medeniyet içerisindeki disiplinlerde
(felsefe, sanat, din, bilim) sonu ilerlemeyle biten tek entelektüel faaliyet bilim
olmuştur.
274
G. Sarton, “History of Science”, s. 6. 275
G. Sarton, “The Quest for Truth: A Brief Account of Scientific Progress During the Renissance”,
Sarton On The Hıstory of Science, (ed). Dorothy Stımson, Harward University Press, Cambridge,
1962, s.102.
276
Burada haklı olarak sanat ve din alanlarında da bir birikimselliğin olduğu savı ileri sürülebilir. Evet,
çeşitlilik ve farklılık anlamında sanat ve din tarihinde biri birikim vardır, fakat bu birikim bilimden
farklı olarak bir devamlılık veya sürekliliğe işaret etmemektedir. Örneğin, Müslümanlık bir çeşitlilik
veya farklılık olarak dinler tarihine bir zenginlik sağlamış olsa da, Hristiyanlığın devamı olarak bir
birikimselliği sağlamaz. Sarton, pozitivist ontolojiye dayalı olarak doğanın bütünselliği ilkesini
benimsediği için, bilimin birikimsel bir niteliğe sahip olduğu düşüncesini ileri sürmüştür. Buna göre
bilimsel teoriler ya da bilimsel bilgiler birbirlerine eklemlenerek birikir.
144
(…) bugünkü sanatçılarımız eski sanatçılardan daha ilerde sayılmaz.
Bilginlerimiz de önceki bilginlerden daha zeki değildir. Fakat onların
bilgisi diğerlerinin bilgisinden daha kapsamlı ve daha dakiktir.
Öyleyse birikebilen ve ilerleyebilen biricik insan faaliyeti bilimdir. Ve
eski medeniyetlerle bizimki arasındaki en büyük fark bilimsel bilgi
düzeylerindeki farktır.277
Sarton’un bilim ve bilim tarihine bir ayrıcalık bağlamında sürekli vurgu yapması,
onun radikal bir bilimci olup olmadığı sorusunu akıllara getirebilir. Sarton “ iyi
yaşamın, şu anki halinden yüz kat daha iyi olsa bile yalnızca bilimle yaşanamaz” 278
ifadesinde belirttiği gibi, temelde radikal bir bilimci değildir. Çünkü bilim gibi sanat
ve dinin de insan yaşamının farklı gereksinimlerini karşıladığının farkındadır.
Sarton “Dinler, insanları tanrısallığa, adalete ve merhamete; sanatlar güzelliğe,
bilimler ise hakikate yönelttikleri için vardır.”279
İfadeleri ile bilimciliğe karşı
durarak, din ve sanata yer verirken, söz konusu ilerleme olduğunda bilimi ayrıcalıklı
bir konuma yerleştirmektedir. Böylelikle Sarton, bilimin ilerleyen tek entelektüel
faaliyet olduğunu yani progressus'un bilime ait bir kavram olduğunu ileri sürerek
Comte’un bilim tasarımına yaklaşırken, din, sanat ve ahlak gibi disiplinlerin
(bilimden bağımsız bir şekilde) toplum için gerekli olduğunu ileri sürerek, bir
anlamda Comte’un çizgisinden uzaklaşmıştır.
277
G. Sarton, Inroduction To The History of Science, Cilt 1, Published by Carnegie Instıtution of
Washington, USA, 1962, s. 32. 278
G. Sarton, “Four Guiding Ideas”, On the History of Science, (ed). Dorothy Stimson, Harward
University Press, Cambridge, 1962, s.19. 279
G. Sarton, “Four Guiding Ideas”, s. 16.
145
Bilimsel İlerleme Nedir?
Sarton bilimin ilerleyici (progressive) niteliğinin onu diğer disiplinlerden farklı
kıldığını, böylelikle de progressus'un (ilerlemenin) bilimin karakteristik bir özelliği
olduğunu belirtmektedir. O halde bu aşamadan sonra Sarton için sorulması gereken
sorulardan birisi progressus'un tanımına yönelik olacaktır.
Comte'un çalışmalarının yanında 'progressus'u (doğa bilimleri karakterli bilimsel
ilerlemeyi) bilim tarihi bağlamında analiz eden düşünürlerden birisi George
Sarton’dur. Sarton progressus'u teori – olgu ilişkisinden ziyade, bilim tarihini
oluşturan dönemler arasındaki bilimsel bilgi seviyesini mukayese ederek açıklamaya
çalışır. Sarton’un deyimiyle bilimin ilerleme çizgisini takip ederken, yapılması
gereken şey, belirli bir dönemi hemen öncesi ve sonrası ile karşılaştırmaktır.280
Sarton'un bu ifadelerini modern dönemde ortaya konan 'progressus' tanımının bir
tekrarı olarak görmek yanlış olmayacaktır. Hatırlarsak F. Bacon progressus'u
moderns'lar ile ancients'lar arasında bir mukayese yaparak tanıtlamıştı. Bu
mukayesede doğaya ilişkin bilgi elde etme hususunda moderns'lar ancients'lara göre
daha üstündü. Sarton'da benzer biçimde bilimsel bilgi miktarını öncesi (ancient) ve
sonrası (modern) ile mukayese ederek progressus'u tanımlamaya çalışmıştır.
Sarton, bu görüşünü bilim tarihindeki somut örneklerle açıklamaya çalışır. Bu
doğrultuda bilim tarihine bakıldığı zaman progressus'un (ilerlemenin) en açık bir
şekilde görüldüğü dönemlerden birisinin Rönesans olduğu göze çarpmaktadır. Sarton
“The Quest For Truth” adlı makalesinde bilim tarihi perspektifinde progressus'un en
açık görüldüğü dönemlerden birinin Rönesans olduğunu ileri sürmektedir. Bu
280
G. Sarton, “The New Humanism”, Isis, Vol. 6, No. 1, The University of Chicago Press. 1924, s.29.
146
dönemde bilim alanında yapılan yenilikler eski (ancient) ile yeni (modern) arasında
adeta bir sınır çizgisi oluşturmuştur.281
Örneğin, bu dönemde astronomi alanındaki gelişmeler adeta devrim niteliğinde
olmuştur. Kopernik tarafından ileri sürülen Güneş merkezli evren teorisi astronomi
alanında bir ilerlemenin başlangıç noktası olmuştur. Benzer biçimde coğrafya
bilgimizin ilerlediğine yönelik en somut delil, coğrafi keşifler aracılığıyla 1600 yılına
varıldığında bilinen dünya yüzeyinin iki katına çıkmış olmasıdır. Yeni iklimler ve
doğanın yeni yüzleri ortaya çıkarılmıştır.282
Bu nedenle Sarton modern zamanların
eskilerden ilerde olmasını onların, doğa ve evren hakkında daha kapsamlı, daha kesin
ve daha fazla bilgi sahibi olmasına bağlar.283
Bu ifadelere dayanarak Sarton’un progressus'u eski bilimsel topluluk ile yeni
bilimsel topluluk arasındaki mukayese sonucu açığa çıkan bilimsel bilgi düzeyi ile
değerlendirdiğini görmekteyiz. Yeni bilim adamları eskiye nazaran doğayı ve evreni
daha detaylı ve daha kapsamlı bilmektedirler, bu nedenle bilimde bir 'progressus'
gerçekleşmiştir.
Bu noktada yeni bir soruyla karşılaşmaktayız. Eğer ki 'progressus' eski ile yeni
arasındaki bilimsel bilgi mukayesesi sonucunda açığa çıkıyorsa, eski bilgi ile yeni
bilgi arasındaki ilişki nasıl kurulmaktadır? Bu sorunun cevabı aynı zamanda bizlere
progressus'un nasıl seyrettiğini gösterecektir.
281
G. Sarton, “The Quest for Truth: A Brief Account of Scientific Progress During the Renissance”,
s. 104. 282
G. Sarton, “The Quest for Truth: A Brief Account of Scientific Progress During the Renissance”,
s. 104. 283
G. Sarton, “The New Humanism”, s.18-19.
147
Sarton 'doğanın birliği ve bütünlüğü' ilkesini temele alarak eski bilimsel bilgi ile yeni
bilimsel bilgi arasındaki ilişkiyi tıpkı bir zincirin halkaları gibi düşünür. Bunlar
arasında herhangi bir kopukluk ve kesintiden ziyade, bir devamlılık ve süreklilik söz
konusudur. Bu anlamda bilimsel bilgi de eskiden yeniye doğru bir süreklilik ve
devamlılık sürecinde gerçekleşecektir. Bu da progressus'un yığılarak ya da birikimsel
(cumulative) bir şekilde seyrettiğini gösterir. Bu birikimsellikte eski bilgi tamamen
işlevsiz değil de, yeninin elde edilmesinde zorunlu bir işlev görmektedir. Çünkü her
dönemde bilim adamları kendilerinden önce gelen düşünürlerin bilgi ve
deneyimlerinden yararlanarak yeni bilgiler ortaya koyarlar.
Sarton bu anlamda ilk insanların ihtiyaçlarına yönelik doğrudan gündelik bilgiler
üretmeleriyle, bilimin günümüzde ulaştığı teorik düzey arasında tarihsel bir bağlantı
kurmakta ve ilk ampirik bilgi düzeyinden yüksek düzeyli teorilere değin bir
ilişkisellik kurmaktadır. Bu ilişkisellik ise bir zincirin halkaları gibi birbirlerine bağlı
olan bilgi yığınıdır.
Hangi teknolojik ve entelektüel ilerleme olursa olsun, her bir durumda
bu ilerlemenin izi geçmişe doğru doğanın yeni bir gizinin keşfine ya
da daha önce yapılmış bir keşfin daha derin kavranmasına dek
sürülebilir.284
Bu ifadelerden de anlaşıldığı üzere her bir teori, teoriler dizgesi ve bilim dalları
birbirleriyle bağlantılı bir zincir gibidir. Dolayısıyla buradan bugünkü bilimsel bilgi
seviyemizin geçmişteki düşünürlere borçlu olduğumuz düşüncesi çıkmaktadır. Bilim
tarihine bakıldığında bilim adamları tarafından yapılan katkıların temelinde
kendilerinden önce oluşturulmuş olan bilgi ve deneyimlerin olduğu görülür. Bu
anlamda bilim adamı alanında bir yenilik ileri sürmüşse bunda kendi zekâ ve yaratıcı
284
G. Sarton, “The New Humanism”, s.10.
148
imgeleminin dışında, kendinden önce birikmiş bilgi ve deneyimin payı da büyüktür.
O halde bu ifadelerden Sarton’un bilimdeki devrimlerin ya da büyük keşiflerin
sadece belirli isimlere atfedilmesine karşı olduğu savı çıkarılabilir.
Bilim tarihi basit bir şekilde büyük bilim adamlarının tarihi değildir.
Herhangi biri herhangi bir keşfin oluşumunu incelediği zaman söz
konusu keşfin diğer bilim adamlarının araştırmalarına ve çok sayıdaki
daha küçük keşiflerin sayısına bağlı olduğu, ya da büyük keşiflere
ulaşmada aracı çalışmaların olduğu gözden kaçmamalıdır.285
Sarton bu ifadelerle bilimsel ilerleme sürecindeki devrimlerin ya da büyük keşiflerin
aslında çok küçük keşiflerin birikimi sonucu ortaya çıktığını anlatmaya çalışır.
Bilimsel ilerlemedeki ilk izlenimimiz tıpkı dev adımlar gibidir. Her bir
büyük adım insanlığı aniden en yüksek seviyeye çıkaran büyük keşifler
gibidir. Büyük adımlar daha küçük adımlara bölünürler ve bu küçük
adımlar da daha küçük adımlara bölünürler. Bu süreç adımların
bütünüyle kaybolmasına kadar sürer. Fakat bunlar hiçbir zaman
ortadan kaybolmaz.286
Bu ifadelerden Sarton’un bilimin devrimsel bir şekilde yani geçmişteki bilgi ve
teorilerden bağımsız olarak ilerlemediğini doğrudan çıkarabiliriz. Çünkü ona göre
bilim tarihine mal olmuş her büyük keşif aslında kendinden önceki küçük keşiflerin
birikimi sonucu ortaya çıkmıştır. Bu anlamda bilim tarihinde büyük adamlar olarak
anılan Kopernik, Galileo, Newton ve Einstein gibi bilim adamlarını devrimci olarak
addetmek Yerine, bilimsel ilerleme sürecindeki halkalar olarak görmek daha doğru
olacaktır. Örneğin Kopernik teorisinin devrimci bir nitelik taşımamasının sebebini
Sarton, bu teorinin ortaya çıkmasını sağlayan küçük keşifler ya da çalışmaların daha
önceden yapıldığını ileri sürerek savunmaya çalışmıştır. Çünkü bu çalışmaların
birikimi Koperniği ortaya çıkarmıştır. Bilim tarihine bakıldığında Sarton’un belirttiği
285
G. Sarton, “The New Humanism”, s. 21. 286
G. Sarton, “The New Humanism”, s. 22.
149
gibi, Sisamlı Aristarkhos’un M.Ö. üçüncü yüzyılda Güneş merkezli teori hakkında
çalışmalar yapması ve Ortaçağ İslam Dünyasında özellikle ibnü’ş- Şatır, Tusi ve
Urdi gibi düşünürlerin yapmış oldukları çalışmalar Kopernik’e giden yolu
hazırlamıştır.287
Sarton’a göre, bu gerçeği görebilmek için bilim tarihine hakim olmak gerekir. Bilim
tarihi perspektifinden yoksun olan birçok düşünür tarihteki bazı değişimleri büyük
keşif ya da bilimsel devrim gibi algılamaktadır. Örneğin bu görüşten yoksun olan
düşünürler Antik Dönemde yapılan çalışmaları Yunan mucizesi olarak
değerlendirmişlerdir. Sarton‘a göre bu değerlendirmeyi yapanlar, bilim tarihine
dikkatlice baktıklarında, Antik Yunanda ortaya çıkan çalışmaların bir mucize değil
de, büyük oranda Mısır ve Mezopotamya uygarlıklarından devşirilen bilgi birikimi
sonucu ortaya çıktığı görülecektir.288
Bu çerçevede Sarton’u haklı görmek yanlış olmayacaktır. Çünkü Mısır ve
Mezopotamya uygarlıklarında özellikle pratik ihtiyaçları karşılamaya yönelik büyük
oranda bilgi yığını mevcuttu. Antik Yunanlıların mevcut bilgileri devşirdikten sonra
yaptıkları şey, dağınık olan bu bilgi yığınını genel kavramlar (teoriler) altında
birleştirmek olmuştur.
287
George Saliba, Ortaçağ İslam Dünyasındaki astronomi çalışmalarının Kopernik teorisini doğrudan
etkilediğini, hatta Koperniğ’in çalışmaları ile Urdi’nin, Tusi’nin ve İbnü’ş- Şatır’ın çalışmalarının
neredeyse bire bir benzerlikler gösterdiği ileri sürmüştür. Bu nedenle Koperniğ’i tümüyle soyutlanmış
ve kendi oluşturduğu yapıların temeli üzerine yeni bir gök bilim kurmuş bir insan yerine, son meraga
gökbilimcisi olarak görmek daha doğru olacaktır. Detaylı bilgi için bkz. George Saliba, İslam Bilimi
ve Avrupa Rönesans’ının Doğuşu (Çev: Günseli Aksoy), İstanbul, 2008. s. 242-243. 288
G. Sarton, Inroduction To The History of Science, Cilt 1, s. 8.
150
Sarton gibi progressus'u bilim tarihi perspektifinde ele alan düşünürlerden birisi de
Aydın Sayılı’dır (1913-1993).289
Sayılı, George Sarton’un öğrencisi olma şerefine
nail olmanın yanında onun bilgi ve deneyimlerinden oldukça istifade etmiştir.
İlerleyen süreçlerde de görüleceği gibi Sayılı’nın genel bilim tasarımının
oluşmasında hocasının etkisi azımsanamayacak ölçüdedir.
Sayılı da hocası gibi bilimin sonu ilerlemeyle biten tek entelektüel faaliyet olduğunu
ileri sürer. Sayılı’ya göre bilimsel bilginin en belirgin özelliği, zamanla ilerlemesi ve
yeni keşiflerle beslenerek gelişmesidir. Bilim adamları kendilerinden önce gelen
meslektaşlarının bilgilerinden faydalanırlar ve bu faydalanma durmadan devam
eder.290
Sayılı, bilimin ilerleyen bir etkinlik olduğunu görebilmek için bilim
tarihine bakmanın yeterli olacağını savlar. Birçok bilim adamı kendi branşlarındaki
son gelişmelere dikkat çektiğinden, bilimin ilerleyen vasfını gözden kaçırmışlardır.
Örneğin XIX. yy’ın sonlarına doğru birçok fizikçi artık fizikte yapılacak büyük
keşifler kalmadığına, XVIII. asırdaki bazı matematikçiler de matematikte yeni
bilimsel hamlelerin artık imkansız olduğuna inanıyordu. Oysa XX. yy’daki bazı
gelişmeler onları yanılttı.291
Bu durumda bilim tarihi bizlere şunu göstermektedir:
Gerilerde bıraktığımız çağların bilimi nasıl zamanın akışı ile beraber eskimişse,
bugün doğru ve noksansız sayılan bilimsel bilgimizde de yarın bir sürü eksiklikler
olacaktır. Bu değişim veya ilerleme bilimin değişmez karakteridir.
Newton, zamanının en büyük bilim adamlarını bile gölgede bırakmış
bir dahi idi. Fizikte ve matematikte yeni ufuklar açtı, büyük keşifler
289
Aydın Sayılı, Türkiye’de bilim tarihinin bağımsız, akademik bir disiplin olarak resmi bir statüye
kavuşmasını sağlayarak, ilk bilim tarihi kürsüsünü oluşturarak bilgi ve bilim adına büyük bir hizmeti
gerçekleştirmiştir.
290 Aydın Sayılı, Hayatta En Hakiki Mürşid İlimdir, Gündoğan Yayınları, Ankara, 1948, s. 20.
291 Sayılı, Hayatta En Hakiki Mürşid İlimdir, s. 20.
151
yaptı. Fakat bugün Newton kadar fizik ve matematik bilmek hatırı
sayılır bir başarı sayılmaz. Öte yandan dünyanın en modern
şehirlerinde en güzel ve en muhteşem binaların eski Yunan ve Roma
mimarileri tarzında olması sanatsal bilginin tek istikametli gelişme ve
ilerlemeden yoksun olduğunu ortaya çıkarır292
Sayılı bu ifadeleri ile tıpkı hocası Sarton gibi bilimsel ilerleme nedir? sorusuna ‘eski
bilim topluluğu ile yeni bilim topluluğunun bilimsel bilgi düzeyinin karşılaştırılması
sonucu ortaya çıkan bilme derecesi ile cevap vermektedir. Bu karşılaştırma bilimde
bir nesnel ölçüt (ya da hedef) temelinde değerlendirildiği için yeninin eskiden daha
ileride olduğunu söyleyebiliyoruz. Fakat değerlendirme ölçütü olan hedef (goal)
kavramının ne olduğu ve ne olacağı halen tartışma konusudur. Sayılı bu husus
hakkında şunları ifade etmektedir:
Bilimin ilerlemesi bilinmeyenler diyarına bir yolculuk gibidir. Bilim
adamları bilgiler çoğaldıkça daha ilerilere gitmek isterler. Fakat ne
kadar ilerlerse ilerlesin bilim adamı kendisini daima bitip tükenmek
bilmeyen bir meçhuller dünyasının eşiğinde bulur.293
Bu ifadeler progressus'un olduğunu, fakat hedefinin bilinemeyeceğine işaret
etmektedir. Bu hususta Sayılı’nın Comte ile başlayan ve Sarton ile devam eden
pozitivist epistemolojiyi devam ettirdiği görülmektedir. Çünkü bu gelenek olguların
ötesine yönelik bir bilme anlayışını dışarıda bırakarak, sadece gözlenebilir
durumların açıklamasını gaye olarak seçmiştir. Sayılı da bu tür tartışmalara fazla
girmeksizin bilim tarihi bağlamında progressus'un ne olduğunu nasıl seyrettiğini
açıklamaya çalışmıştır.
292
Sayılı, Hayatta En Hakiki Mürşid İlimdir, s. 21. 293
Sayılı, Hayatta En Hakiki Mürşid İlimdir, s. 22.
152
Sayılı bilim tarihi incelemeleri sonucunda progressus'un kümülatif veya birikimsel
olarak seyrettiğini ileri sürmüştür.294
Daha önce değinildiği gibi birikimsel ilerleme
anlayışında bir devamlılık ve süreklilik söz konusudur. Bu türden bir devamlılık ve
sürekliliğin olduğunu bilim tarihi açık bir şekilde gösterir. 295
Sayılı’nın Mısırlılarda ve Mezopotamyalılarda Astronomi, Matematik ve Tıp adlı
eserinde bilimsel çalışmaları Mısır ve Mezopotamya uygarlıkları ile başlatmasının
önemli bir nedeni söz konusu uygarlıkların bilimsel ilerlemedeki devamlılık ve
sürekliliği başlatan ilk medeniyetler olmasıdır.
Mısır ve Mezopotamya ilimleri, Yunanlılar yoluyla Ortaçağ İslam
Dünyasına, Ortaçağ Batı Avrupa uygarlığına buradan ise Yeniçağ
Avrupa ilminin temelini teşkil etmiştir. Buna karşın Hint ve Çin
ilimleriyle günümüz ilimleri arasında böyle bir devamlılığın
mevcudiyetini ileri süremeyiz.296
O halde bugünkü bilimin son ürünlerinin kökeninde Mısır ve Mezopotamyalıların
biliminin olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Dolayısıyla bilimsel bilginin
bugünkü durumunu hakkıyla kavramak için onun tarihsel gelişimini bilmenin çok
yararlı olacağı tezi savunulabilir. Çünkü eski bilgiler ile yeni bilgiler arasında bir
devamlılık söz konusudur. Yeni bilgileri anlamak, bir anlamda eski bilgileri
anlamayı gerektirir. Sayılı’nın şu ifadelerine bakılırsa:
(…) bilimsel bilgideki değişmelerde eski bilgiler yeni bir yoruma tabi
tutulur, yani bu bilgiler geçerliğini kaybetse de yararlılık işlevini
hakkıyla yapmış durumda bulunur. Eski bilgi düzeyi, yeni bilgi
294
A. Sayılı, “Bilim Tarihi Perspektifi İçinde Bilgi ve Bilim” ‘Bilim’ Kavramı Sempozyumu, Ankara
Üniversitesi Yayınları, Ankara. 1985, s. 7.
295 A. Sayılı, “Bilim Tarihi Perspektifi İçinde Bilgi ve Bilim”, s. 7.
296 Aydın Sayılı, Mısırlılarda ve Mezopotamyalılarda Matematik, Astronomi ve Tıp, TTK Yayınları,
Ankara. 1966. s.1.
153
aşamasına ulaşmak için vazgeçilmez bir iskele, bir geçiş ve meydana
getiriliş aracı olarak vazife görmüş olur.297
Bu ifadelerden açıkça Sayılı’nın progressus'un birikimsel (cumulative) olarak
seyrettiği fikrine ulaşılabilir. Fakat Sayılı burada modernite'nin ortaya koymuş
olduğu tezden farklı olarak bu yığılmanın ya da birikiminin düz bir çizgi şeklinde
olmadığına işaret etmektedir. Kendisinin ifadeleriyle:
(…) Buradaki yığılganlığın biteviye bilgi yığılması Yerine, bir süre
yığılan bilginin zaman zaman yeniden elden geçirilerek temelden
değişme ve dönüşmelere Yerini bırakılabilmesi biçiminde bir süreli
yığılma süreçleri dizisi olarak düşünülmesi doğru olur.298
(…)Bilimsel ilerlemeyi eksenleri zaman ve bilgi miktarı olan bir
grafikle gösterirsek, grafikte yukarı doğru atlamalar görülür, yani
grafik basamakları küçüklü büyüklü intizamsız bir merdivene benzer,
yukarı doğru atlamalar olduğu gibi yavaşlamalar da görülür.299
Bu ifadelerden Sayılı’nın progressus'u salt teori-olgu ilişkisi bakımından
değerlendirmediği, aksine progressus'un tarihsel ve toplumsal boyutlarına dikkat
çektiğini görmekteyiz. Çünkü progressus'un tek bir çizgi doğrultusunda seyrettiğini
savlayabilmek için bilimi tarihsel ve toplumsal temellerden tecrit etmemiz gerekir.
Oysa Sayılı bilim tarihi perspektifinden bakarak progressus'un tarihsel süreçte bazı
güç ve odaklar tarafından yavaşlatıldığını ve durdurulduğunu özellikle
vurgulamaktadır.
Bu perspektiften bilim tarihine bakıldığında progressus'un süreç içerisinde tek bir
çizgi halinde seyretmediği görülmektedir. Basit bir örnek vermek gerekirse, Mısır ve
Mezopotamya uygarlıklarında tıp bilimi sihir, büyü ve metafizik öğelerle iç içeydi.
297
A. Sayılı, “Bilim Tarihi Perspektifi İçinde Bilgi ve Bilim”, s. 7. 298
A. Sayılı, “Bilim Tarihi Perspektifi İçinde Bilgi ve Bilim”, s. 7. 299
Sayılı, Hayatta En Hakiki Mürşid İlimdir, s. 24.
154
Hastalıklar kötü bir ruhun bedene girmesi, tedavi ise bu kötü ruhun bedenden
uzaklaştırılması olarak algılanıyordu. Antik Yunanda tıp bilimi irrasyonel öğelerden
arındırılarak bilimsel bir kimliğe büründürülür. Artık hastalıklar doğal olduğu gibi,
tedaviler de doğal nedenlere dayandırılıyordu. Bu süreç 'progressus' olarak kabul
edilirse,300
Ortaçağ Hristiyan dünyasına gelindiği zaman hastalıklar tekrar irrasyonel
öğeler olan büyü, sihir ve kötü ruhlar ile açıklanmaya başlanmıştı. Bu zaman dilimi
ise 'regressus' (gerileme) ya da çöküş olarak adlandırılır.
Dikkat edildiğinde tarihin belirli dönemlerinde özellikle siyasi ve teolojik etkenlerin
doğrultusunda progressus'un seyri saptırılmıştır. Sayılı bilim tarihindeki bu ve
benzeri örneklere dikkat çekerek progressus'un sadece mantıksal eksende
değerlendirilemeyeceğini, ayrıca onun tarihsel ve toplumsal boyutlarını da dikkate
almanın önemli olduğunu belirtmektedir.
300
Bu durumu bir ilerleme kabul etmemizi sağlayan gerekçe, eskiye göre teşhis ve tedavi konusunda
daha başarılı olmamızdır. Bu da ayrıca insan sağlığı üzerinde daha detaylı ve daha kapsamlı bilgilere
sahip olduğumuza işaret eder.
155
II. BÖLÜM
2- BİLİME BİR PROBLEM OLARAK YANSIYAN 'PROGRESSUS'
Comte'un dizgeleştirdiği pozitivist bilim imgesi modern dönemde temelleri atılan
progressus'un niteliği ve doğası hakkında bir belirlenim ortaya koymuştu. Buna göre
'progressus' teori-olgu çerçevesinde bilimsel bilginin birikimiyle (cumulative)
karakterize olmaktaydı. Comte'un deyimiyle "ilerleme (progressus) derin düşünme
ve yeni gözlemler sonucunda sürekli artan bilginin yasalara dahil edilmesi veya
eklenmesi sonucu ortaya çıkar."301
Modern dönemde başlayan ve Comte tarafından sınırları çizilen 'progressus'
yirminci yüzyılın başlarında teorik fizikteki gelişmelere koşut olarak eleştiri odağı
olmuştur. Söz konusu teoriler alışılagelmiş bilim imgesini sarstığı gibi progressus'un
doğası ve niteliğine yönelik eksiklikleri de gün yüzüne çıkarmıştır.
Comte, doğada olup biten tüm olguların ve insan deneyimine giren her şeyin
Newtoncu paradigma ile açıklanacağı inancındaydı. Bu bağlamda bir 'progressus'
gerçekleşecekse, Newtoncu paradigma ideal bilim modeli olarak benimsenmeliydi.
Comte’un bu ülküsü yirminci yüzyılda progressus'un (bilimsel ilerlemenin) trajik bir
sonucu olarak, krize dönüşmüştür. Zamanla Newton teorisine ters düşen olguların
gözlemlenmesi fizik biliminde bunalım yarattığı gibi pozitivist bilim imgesinin temel
varsayımlarını da derinden sarsmıştır.
Neticede yirminci yüzyılın başlarında yapılan deneyler sonucunda Newton fiziğinin
ancak belirli hız ve büyüklük sınırları içinde geçerli olduğu, buna karşın atom altı
301
Frederıck Ferre (ed.), Introduction To Positive Philosophy, s. 13.
156
boyutlarda ve ışık hızına yakın büyüklükteki hızlarda yetersiz kaldığı anlaşıldı. Bu
yetersizlikleri gidermek adına yirminci yüzyılın başlarında iki büyük teori ileri
sürüldü. Bunlardan birisi A.Einstein’ın (1879-1955) önerdiği 'görelilik teorisi', diğeri
ise Max Planck’ın (1858-1947) ortaya koyduğu 'kuantum teorisidir.
Bu dönemde öne sürülen her iki teorinin ortak yanı, evreni klasik mekaniğin
kavramlarıyla değil, soyut matematiksel kavramlarla açıklama yoluna gitmiş
olmalarıydı.302
Ayrıca Einstein'ın görelilik teorisini oluştururken Riemann
geometrisinden yararlanması sabit bir evren anlayışının ve bu evrene ilişkin düşünce
formlarının değişebileceğini göstermiştir.
Bütün bu veriler klasik bilim imgesinin (modern bilim imgesinin) temellerini sarstığı
gibi progressus'un da temellerini sarsmıştır. Comte ve modern bilim geleneğini
sürdüren düşünürlerin progressus'a yönelik fikirlerini karakterize eden temel
varsayım doğanın sürekliliği, birliği ve bütünlüğüydü. Bu varsayım progressus'un
gerçekleşmesinde ve onun birikimsel (cumulative) veya eklemlemeli (incorporation)
bir şekilde seyretmesinde büyük bir önem taşımaktaydı.
Yirminci yüzyılın başlarında ortaya çıkan görelilik ve kuantum teorileri klasik
mekaniğin doğaya ilişkin ilke ve varsayımlarını daha baştan yadsıyarak kendini
farklı bir temel üzerine tesis etmiştir. Yapı ve nitelik açısından Newton fiziğinden
oldukça farklı olan söz konusu teoriler öncelleri ile mantıksal ve anlamsal olarak
uyuşmadıkları için progressus'un niteliği ve doğası hakkında bir takım sorunlar açığa
çıkarmıştır. Bu sorunlardan en dikkat çekeni progressus'un nasıl seyrettiğe ilişkindi.
302
C. Yıldırım, Bilim Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2009. s. 148.
157
Daha açık bir deyişle, eğer ki teoriler arasında mantıksal ve anlamsal bir ilişki
sağlanamıyorsa 'progressus' nasıl seyredecektir?
Yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren bilim filozoflarını meşgul eden bu
problem farklı bir eksene kaldırılarak teori-teori bağlamında değerlendirilmeye
çalışılmıştır. Daha önce değinildiği üzere Bacon'dan Comte'a kadar 'progressus' daha
çok teori-olgu çerçevesinde ele alınmıştı. Bu duruma yol açan temel kabul doğanın
birliği ve bütünlüğü varsayımıydı. Bu varsayım bütün olgu ve yasaları kapsayan tek
bir teorinin olduğuna yönelik bir inanç oluşturmuştu. Bu çerçevede 'progressus'
deney ve gözlem ile elde edilen olguların genel bir teori ile ilişkilendirilmesi olarak
görülmekteydi. Bu düşüncenin en somut örneğini Newton teorisinde görmek
mümkündü. Bu teori kendisinden önce gelen bütün olgu ve yasaları
birleştirerek/incorporation (hem yeryüzündeki olguları hem de gökyüzünde olguları)
en geniş kapsamlı bir sentez sunmuştu.
Öte yandan yirminci yüzyılın başlarında yapıca çok farklı olan görelilik ve kuantum
teorilerinin ortaya çıkması progressus'un teori-olgu çerçevesinden ziyade, teori-teori
çerçevesinde ele alınmasına olanak sağlamıştır. Çünkü Newton teorisi ile söz konusu
teoriler arasında doğrudan mantıksal ve anlamsal bir uygunluk kurulamamaktaydı.
Bu gerekçeyle bilim filozofları gerek bilim tarihini gerekse bilim felsefesini temele
alarak art arda gelen teoriler arasındaki ilişkilerin nasıl olduğunu anlamaya ve
açıklamaya çalışmışlardır.
Bilim filozoflarının bu soruna yönelik çözüm arama çabaları zamanla farklı
boyutlara yansımıştır. Progressus'un normatif karakterli olduğunu er geç anlayan
düşünürler şu sorulara da yanıt verme gereği duymuşlardır.
158
i) Bilimdeki ilerlemeyi sağlayan ölçütler veya kriterler nelerdir?
ii) Bilimsel ilerlemenin amacı ya da hedefi nedir?
Yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren progressus'a ilişkin bütün bu sorunları
yanıtlamaya çalışan üç önemli düşünce ekolünün ön plana çıktığını görmekteyiz.
i) Bilimin birikerek/birleşerek (cumulative/incorporation) ilerlediğini savunan
Mantıkçı Pozitivist yaklaşım.
ii) Bilimin yanlışlanan teorilerin ayıklanması (selection) sonucu ilerlediğini savunan
Poppercı yaklaşım.
iii) Bilimin bir paradigmadan diğerine devrimsel şekilde sıçrayarak ilerlediğini
savunan paradigmacı yaklaşım.
2-1- Bilimsel İlerleme Teorileri
2-1-1- Mantıkçı Pozitivizmin Bilimsel İlerleme (Progressus) Anlayışı
Modern bilim imgesi ile karakterize olan progressus'un yirminci yüzyıldaki en
önemli savunucularından birisi Mantıkçı Pozitivistler303
adıyla anılan bir grup
303
Viyana Çevresi olarak da bilinen bu akım Moritz Schlick’in etrafında toplanmış bir grup düşünür
ve bilim adamından oluşmuştur. Bunlar arasında Frederich Waismann, Rudolf Carnap, Hans Hann,
Kurt Gödel, Otto Neurath, Hans Reichenbach gibi düşünürler sayılabilir. Ayrıca çevre toplantılarına
doğrudan katılmayan fakat görüşleriyle katkıda bulunan Wittgeinstein’ı, Bertrant Russell ve Frege’yi
de anmak gerekir. Ayrıca belirtmek gerekir ki bu bilim adamlarının başlattığı harekete daha sonraları
Neopozitivistler, Mantıkçı Pozitivistler, Mantıkçı Deneyciler gibi isimler verilmiştir. Bu isimlerin
hepsi son çözümlemelerde aşağı yukarı aynı anlama tekabül etmektedir. Fakat bu yakıştırmalardan ilk
göze çarpan kuşkusuz mantıkçı deneycilik olacaktır. Çünkü ilerleyen bölümlerde de göreceğimiz gibi
bu akımı karakterize eden görüşler her şeyden önce deneyci bir anlayış ile mantıkçı bir yaklaşımın
kaynaşması sonucu oluşmuştur. Ayrıca bkz. Nusret Hızır, Felsefe Yazıları (Viyana Çevresi), Çağdaş
Yayınlar, İstanbul 2007, ss. 124-125.
159
düşünür olmuştur. Yirminci yüzyılların başlarında ortaya çıkan bu düşünce ekolü
pozitivist bilim imgesini savunmakla birlikte bu imgenin karşı karşıya kaldığı
birtakım problemlere çözüm önerisi getirmeye çalışmıştır. Bu problemlerden birisi
de progressus'un doğası ve niteliğinin ne olduğuna yönelikti. Mantıkçı Pozitivistlerin
progressus'un doğası ve niteliği üzerine bağımsız bir çalışma yaptıkları söylenemez.
Çünkü yirminci yüzyılın ilk başlarından ikinci yarısına kadar bilim filozoflarını
meşgul eden temel problem bilim olanla-bilim olmayanı ayırma yani sınırlandırma
ayracı (demarcation criterion) problemiydi.304
Yaşadıkları çağın problemlerine
duyarlı olan Mantıkçı Pozitivistler de ilk etapta bilim olanla- bilim olmayanı ayırt
etmek için bazı öneriler sunmuşlardır. Yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren ise
progressus'a yönelik birtakım belirsizlik ve eleştirilerin ortaya çıkması Mantıkçı
Pozitivistleri söz konusu problem üzerinde düşünmeye sevk etmiştir.
Mantıkçı Pozitivistlerin Comte ile benzer bilim imgesini paylaşmaları bu
düşünürlerin progressus'a ilişkin düşüncelerinin de Comte ile benzer karakterde
olduğunu göstermektedir.
Comte’un ileri sürdüğü pozitif esaslar bağlamında 'progressus' (bilimsel ilerleme) iki
ayrı eksende gerçekleşmekteydi. Birinci anlamda deney ve gözlem aracılığıyla elde
edilen olgusal bilgiler biriktiriliyor, ikinci anlamda ise biriken bilgi ile ulaşılan
teorilere dayanarak yeni olgular elde ediliyor. Pozitif evre dikkate alındığında
Comte’un ikinci düzlemde ele aldığı, yani yasalara bağlı olarak ulaşılan progressus'a
daha çok itibar ettiğini görmekteyiz. Çünkü Comte’a göre pozitif evrenin değişmez
304
Bu konu hakkında daha detaylı bilgi için bkz: Ercan Salgar, Mantıkçı Pozitivistlerde Sınırlandırma
Ayracı Olarak Doğrulanabilirlik” Dört Öğe Dergisi, Sayı: 2, Ekim 2012, ss. 185-199.
160
karakteri değişmeyen birtakım yasalara sahip olmasıydı. Dolayısıyla bir kez bu
yasalara ulaşıldığında, bundan sonra yapılması gereken söz konusu yasalara yeni
olguları dahil etmek olacaktır.
Mantıkçı Pozitivistler Comte’un birinci ilerleme alanını yadsımadan özellikle ikinci
ilerleme alanına daha çok önem verdiklerini görmekteyiz. Çünkü teorik fizikteki
gelişmeler dikkate alındığında düşünce deneyleriyle elde edilen teorileri olgularla
ilişkilendirmek, hem teorilere bilimsel bir nitelik kazandıracak, hem de progressus'un
nasıl seyrettiğini gösterecektir. Bu hususta Mantıkçı Pozitivistler için dedüktif bir
çalışmanın önemi doğrudan dikkat çekmektedir. Bu yöntem bir çeşit türetme
aracılığıyla soyut karakterli teorilerden, gözlem önermelerinin elde edilmesini
amaçlar.
Bu doğrultuda Mantıkçı Pozitivistler'in progressus'u daha çok kavramsal düzeyde
ele alacakları söylenebilir. Kavramsal düzeydeki ilerlemeden kabaca anlamamız
gereken: Art arda gelen teorilerden her birinin bir öncekine göre kavramsal düzeyde
evreni anlama ve açıklamada daha başarılı olduğu savıdır.305
Progressus'un normatif karakterde olması art arda gelen iki teoriden birinin başarılı
olmasını şart koyduğu gibi, başarılı teoride olması gereken ölçütleri de şart
koşmaktadır. Mantıkçı Pozitivistlerin seçkin üyelerinden olan C.G.Hempel’e (1905-
1997) göre, iki teori arasından başarılı olanı belirlememiz için bir takım kriterler
vardır. Bunlar sırasıyla:
a) Teorinin açıklayıcı (explanation) ve öndeyi (prediction) gücü
305
Mehmet Elgin, “Bağlam Rasyonalizmi ve Bilimde İlerleme”, Felsefe Tartışmaları, sayı: 33, 2004,
s. 70.
161
b) Teorinin birleştirici (unification) ve basitleştirici (simplicity) yönü 306
O halde Mantıkçı Pozitivistlere göre, rakip iki teoriden hangisinin progressus'u
gerçekleştirdiğini belirlemek için başarılı teorinin söz konusu ölçütleri karşılaması
gerektiği anlaşılmaktadır. Fakat art arda gelen iki teoriden başarılı olanı belirleyen
ölçütlerin somut yansıması teori-olgu ilişkisi bağlamında cereyan etmektedir.
Dolayısıyla progressuss açısından teori-teori ilişkisini tam olarak kavrayabilmek için,
teori-olgu ilişkisine değinmek yararlı olacaktır.
Teori-olgu ilişkisi kabaca iki farklı düzlemde ele alınabilir. Bunlardan birisi teori-
olgu karşılaştırması, yani karşılaşılan yeni olguyu mevcut teori ile açıklamak; diğeri
ise mevcut teoriden yeni olgular türetmektir. Söz konusu teori-olgu ilişkileri
Hempel’in ilerlemeyi gerçekleştiren bir teori için öne sürdüğü açıklayıcı
(explanation) ve öndeyi (prediction) ölçütlerine tekabül etmektedir.
Hempel teori-olgu ilişkisini bilimsel açıklama modelleri bağlamında ele almıştır.
Bilimsel açıklama da her şeyden önce bir nelik sorusundan ziyade, bir neden
sorusunun yanıtı olarak görülür. Örneğin neden bırakılan cisimler düşer? Neden
Dünya Güneş’in etrafında elips yörünge çizer? 307
Hempel’e göre çevremizdeki olgu ve olgusal ilişkilerin nedenlerini bilmek istemek,
bilimsel açıklamaya yönelik bir teşebbüs olacaktır. Olgunun nedenini göstermek için
söz konusu olgu ile genel bir yasa arasında bir bağlantı kurmak gerekir. Bu tutum da
bizlere yeni bir olgunun bilgisini verecektir.
306
Ilkka Niiniluoto, ‘Scientific Progress’, (ed) Edward. N, http://plato.standford.edu/ archives
/summer 2011/Entries/Scientific Progress, ss. 9-10. 307
C.G. Hempel, Aspect of Scientific Explanation. and Other Essays in the Philosophy of Science, the
Free Press, New York, 1965, s.334.
162
Bu doğrultuda Hempel felsefesinde bilimsel açıklamaya yönelik yapılan çalışmalar,
aynı zamanda progressus'un niteliği ve yapısı hakkında bilgiler sunacaktır.
Hempel’in şu ifadeleri bilimsel açıklama ve progressus (bilimsel ilerleme) arasındaki
koşutluğu açığa çıkartmaktadır:
Genellikle teorik ilke üzerine dayanan bir açıklama bizim ampirik
olguları, anlamamızı hem derinleştirecek hem de genişletecektir
(broaden). Yeni teori daha önce kabul edilen ampirik yasadan daha
geniş bir olgusal alanı kapsayacağı için bu durum bir başarı
sayılacaktır. Örneğin, Newton’un gravitasyon ve hareket yasası
sadece dünya üzerindeki serbest düşmeyi değil, aynı zamanda
gökyüzüne ait cisimleri de açıklar. Benzer şekilde sadece gezegen
hareketlerini değil, yıldızların hareketini, kuyruklu yıldızların ve
yapay uyduların yörüngeleri gibi birçok fenomeni açıklamaktadır.308
Bu ifadeler doğrultusunda yasalar veya teorik ilkelere dayanarak açıklanan bir
olgunun dolaylı olarak progressus'u gerçekleştirdiği görülmektedir. Dolayısıyla
progressus'un doğasına nüfuz edebilmek için öncelikle yanıtlanması gereken soru
bilimsel açıklamanın ne olduğuna ilişkin olacaktır.
Hempel’e göre, iki tür bilimsel açıklama vardır. Bunlardan birisi dedüktif-
nomolojik309
açıklama modeli (D-N), diğeri ise indüktif istatiksel açıklama modelidir
(I-S). Bu iki model arasındaki en belirgin fark, D-N modeli evrensel yasaları kullanır.
Yani bu açıklama modelindeki yasalar kapsayıcı ve zorunlu sonuçlar doğurur. I-S
modeli ise istatiksel yasaları kullanır, dolayısıyla bu yasaların sonuçları da olasılıklı
olacaktır.
308
Hempel a.g.e, (vurgu bana ait), s. 345. 309
Hempel burada ‘nomoloji’ kavramının köken itibariyle ‘nomos’ terimine dayandığını ve yasa
kavramı ile eşanlamlı kullanılabileceğini belirtmektedir. Bkz, Hempel, Phlosophy of Natural Science,
Prentıce-Hall, Inc. USA, 1966. s. 51.
163
i) Dedüktif- Nomolojik Açıklama Modeli (D-N Modeli)
Hempel D-N modelini daha iyi açıklamak adına şu örneği ele alır:
Bir civalı termometre hızlıca sıcak suya batırılıyor, civa düzeyinde
önce bir düşüş, sonra hızlı bir yükselme görülüyor. Bu durum nasıl
açıklanır? Isının artışı önce termometrenin cam tüpünü etkiliyor, onu
genleştirerek içerisindeki civaya geniş bir uzam sağlıyor. Civa düzeyi
bu yüzden düşüyor, sonra ısı iletiliyor ve ısıdaki artış civaya ulaşıyor.
Bu kez civa genleşiyor, civanın genleşme katsayısı camınkinden büyük
olduğu için civa düzeyi yükseliyor.310
Hempel’ e göre, bu açıklamada iki tür önerme bulunmaktadır: 1- ön koşullar, 2-
genel yasalar burada ön koşullar, termometrenin cam tüpten yapılmış olması ve sıcak
suya batırılmasıdır. Genel yasalar ise, civa ile camın ısıyla genleşme yasaları ve
camın ısı iletkenliğinin düşüklüğüne ilişkin önermedir. Bu iki önerme düzgün bir
şekilde dile getirildiğinde, civa düzeyinin önce düşüp sonra yükseleceği söylenebilir.
Kısacası söz konusu olay genel yasalar altına sokularak açıklanmaktadır.311
Hempel’e göre, bu durumda bilimsel açıklamanın iki temel öğesi açığa çıkmaktadır.
1- explanans, 2- explanandum, explanandum açıklanacak olguyu betimleyen önerme,
explanans ise olguyu açıklamak için kullanılan önermeler kümesidir.312
Burada
kabaca explanandum’u açıklanacak önerme, explanansı ise açıklayıcı önermeler
olarak görmek yanlış olmayacaktır.
Bu durumda Hempel’in vermiş olduğu civa örneğinde civanın önce düşmesi,
ardından da yükselmesinin gözlendiği durum ‘explanandum’ adını alır, genel yasalar
ve ön koşullar ise ‘explanans’ olarak betimlenir. O halde explanandum durumunun
310
Hempel, Aspect of Scientific Explanation. and Other Essays in the Philosophy of Science, s. 246. 311
Hempel, Aspect of Scientific Explanation. s.246. Hempel, Philosophy of Natural Science, Prentıce-
Hall, Inc. USA, 1966, ss. 49-50. 312
Hempel, Aspect of Scientific Explanation. s.247.
164
explanans’a göre öncel olduğu ve ona göre açıklandığı söylenebilir. Hempel D-N
modelini bir şema ile şöyle özetler:313
C1, C2,C3..............,CK Ön koşul önermeler
L1 ,L2, L3………..,LK Genel yasalar explanans
E, açıklanan ampirik fenomenin betimlenmesi (explanandum)
Hempel, bu türden açıklamalara dedüktif yasalı açıklama (D-N) adını vermektedir.
Explanandum, dedüksiyon yoluyla, genel yasa özelliği taşıyan ilkelerden zorunlu bir
şekilde çıkartılmıştır.
ii) İndüktif- İstatiksel Açıklama Modeli (I-S Modeli)
Hempel’e göre bilimsel açıklamanın ikinci türü tıpkı D-N modeli gibi genel yasalar
ve ön koşullara başvurarak birtakım açıklamalarda bulunur. Bu açıklama modeline
(I-S) göre birtakım koşullar gerçekleştiğinde şu şu türden bir olayın şu şu istatiksel
olasılıkla gerçekleşeceği ileri sürülür.314
Hempel, Philosophy of Natural Science adlı eserinde I-S modelini aydınlatmak adına
basit bir örnek ileri sürer. “ Küçük jim’in kızamık hastalığına yakalanmasını, kızamık
hastalığına yakalanan abisinden bulaştığını I-S modeli ile açıklamaya çalışalım.”315
Bu örnekteki explananslar: bir genel yasa ve bir ön koşuldan oluşmaktadır.
313
Hempel, Aspect of Scientific Explanation, s. 249; Philosophy of Natural Science, s. 51. 314
Kurtuluş Dinçer, Bilimsel Açıklamada Hempel Modeli, Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları, Ankara,
1993, s.11. 315
Hempel, Philosophy of Natural Science, s. 58.
165
i) kızamık hastalığına maruz kalan (yani kızamık hastası ile temasta bulunan) kişiler
büyük olasılıkla316
hastalığa yakalanırlar. (genel yasa)
ii) jim kızamık hastası olan abisiyle temasta bulundu (ön koşul)
iii) jim (büyük olasılıkla) kızamığa yakalandı (explanandum)
Bu ifadeleri bir şema ile gösterirsek:
Kızamık hastalığına maruz kalan kişiler yüksek ihtimalle hastalanır
Jim kızamık hastası olan abisiyle temasta bulundu explanans
Jim (büyük olasılıkla) kızamık hastalığına yakalandı explanandum
Dikkat edildiğinde I-S modeli mantıksal yapı bakımından D-N modeli ile
örtüşmektedir. Her ikisinde de açıklayıcı önermeler (explanans) ve açıklanan
önermeler (explanandum) benzer biçimde ele alınmıştır. Fakat bu iki model
arasındaki en önemli ayrım öncül önermeler (explanans) ile sonuç önerme
(explanandum) arasındaki çizgi işaretidir. Daha önce D-N modelinde explanans ile
explanandum tek bir çizgi ile ayrılıyordu, bunun anlamı explanans’ın mantıksal
olarak explanandum’u içermesiydi. Buna karşın I-S modelinde explanans ve
316
Olasılık, bir olgunun veya olayın gerçekleşme oranıdır. Olasılık uygun durumların sayısının
mümkün durumların sayısına oranı olarak ifade edilir. Uygun durumlar ile mümkün durumlar
birbirine eşit ise sonuç ‘1’ olacaktır, bunun anlamı ise olasılığı ‘1’ olan olay kesinlikle
gerçekleşecektir. Benzer biçimde olasılığı ‘o’ olan olay ise kesinlikle gerçekleşmez ya da gerçekleşme
ihtimali yoktur. Dolayısıyla buradaki ‘büyük olasılıkla’ ifadesi ile kast edilen düşünce, şimdiye kadar
kızamık hastası olan biriyle temasta bulunan on kişiden (10) sekizi (8)’i, kızamık hastalığına
yakalandı önermesidir. Bu nedenle benzer bir olayın bir daha gerçekleşme durumu 8/10 dur.
166
explanandum arasında çift çizgi kullanılmıştır. Bunun anlamı ise explananslar’ın
explanandum’u istatiksel olarak içermesidir.317
O halde her iki açıklama modeli arasında en önemli ayrımın içerdikleri yasaların
değeri ve buna bağlı olarak elde edilen sonuçlar olduğu görülmektedir. D-N
modelinin evrensel yasaları içermesi, sonuçlarının da istisnasız doğru olacağı, buna
karşın I-S modelinin istatiksel yasalar içermesi sonuçlarının olasılıklı olacağını işaret
etmektedir.
Bu ifadelerden progressus'un da iki farklı düzlemde gerçekleştiği söylenebilir. Fakat
progressus'un modern dönemde karakterize olduğu temel ilkeleri dikkate
aldığımızda, bu kavramın istatiksel yasalardan ziyade, evrensel nitelikteki yasalara
dayanarak şekillendiği görmekteyiz. Bu çerçevede yukardaki açıklama
modellerinden progressus'un anlamsal içeriğine uygun olan modelin D-N modeli
olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla teori-olgu ilişkisini D-N modeli üzerinden ele
almak daha doğru olacaktır.
i) Açıklama (Explanation) Bağlamında Teori-Olgu İlişkisi
Daha önce değinildiği gibi Hempel, iki teoriden ilerleme göstereni (başarılı olanı)
belirlemek için bir takım ölçütler öne sürmüştü. Bu ölçütlerden açıklama
(explanation) ve öndeyi (prediction) doğrudan teori-olgu ilişkisi çerçevesinde
değerlendirilmekteydi. Diğer bir deyişle ilerleme gösteren teorinin uygulaması teori-
olgu ilişkisi bağlamında ortaya çıkmaktadır. Şimdi teori-olgu ilişkisini D-N modeli
bağlamında hem açıklayıcı hem de öndeyici yönden ele alalım.
317
Hempel, Philosophy of Natural Science, s. 59.
167
Mantıkçı Pozitivistler tarafından ileri sürülen D-N modeli dedüktif karakterli bir
açıklama modeliydi. Burada explanandumlar (açıklanması istenen önermeler)
expalananslara (genel yasalara) göre açıklanmaktaydı. Bu durumda 'explanandum',
bir 'progressus' göstergesi olarak ortaya çıkmaktadır. Çünkü daha önce bilinmeyen
'explanandum' artık explanans aracılığıyla bilinebilir duruma gelmiştir. Bu durumu
aydınlatmak adına şu örneği inceleyelim:318
L Bütün metaller ısıtıldığında genleşir
C Bakır bir metaldir
L1 O halde bütün bakırlar ısıtıldığında genleşir. (explanandum ve explanans)
L1 Bütün bakırlar ısıtıldığında genleşir
C1 Bu bakır ısıtılıyor
E1 Bu bakır genleşir (explanandum)
L2 Bütün kalaylar ısıtıldığında genleşir
C2 Bu kalay ısıtılıyor
E2 Bu kalay genleşir (explanandum)
Yukarıda gösterilen üç dedüktif çıkarım bilimsel ilerlemenin mantıksal bir silsile
içerisinde gerçekleştiği belirtmektedir. Dikkat edildiğinde birinci örnekte bulunan ‘L’
teorisine bağlı olarak L1, E1, L2 ve E2 bilgilerine ulaşmaktayız.
318
Craig Dilworth, Scientific Progress, Springer, Netherlands, 2007. s. 21
168
Görüldüğü üzere öncelikle ‘L’ teorisinden ‘L1’ ve ‘L2’ yasaları türetilmekte, daha
sonra bu yasalardan da ‘E1’ ve ‘E2’ tekil önermelerine ulaşılmaktadır. O halde bu
anlayışta bilimsel ilerlemeyi dedüktif olarak genel yasalardan, bilinmeyen daha özel
yasaların ve tikel önermelerin elde edilmesi olarak görmek yanlış olmayacaktır.319
Fakat burada bütün bilgilerimizi en genel ilke olan ‘L’ teorisinden türettiğimiz için,
burada gerçekçi bir ilerlemenin ‘L’ teorisinin keşfi gözükmektedir. Çünkü bu
aşamadan sonra elde edilen bilgiler güvenilir ve zorunlu olmaktadır.320
Peki ‘L’ teorisinin keşfi nasıl gerçekleşmektedir? Mantıkçı Pozitivistler bu soruya,
sistematik olarak F. Bacon ile başlatılan ve A. Comte ile dizgeleştirilen klasik
metodoloji aracılığıyla cevap verir. Bilimsel bir teoriye deney ve gözlem aracılığıyla
ulaşılır. Bu durumda Mantıkçı Pozitivistler açısından progressus'a bu sürecin de
katılması gerekmektedir.
ii) Öndeyi (Predicton) Bağlamında Teori-Olgu İlişkisi
Hempel’e göre, teoriler arasında progressus'u belirleyen diğer önemli ölçütlerden
birisi de teorinin öndeyi (prediction) gücüdür. Bilimde öndeyi geleceğe ilişkin bir
önermeyi geçmişte ya da şimdi bilinen birtakım koşullar ile elverişli genel yasalardan
türetmektir. Bu anlamda bilimsel öndeyinin yapısı bilimsel açıklama ile aynıdır.321
Hempel, bu iki kavramın yapısal benzerliğini sistematik güç (systematic power)
ifadesi ile kavramsallaştırmıştır. Bir teorinin sistematik gücü ile eski teoriye hem
açıklama hem de öndeyi aracılığıyla yeni bilgiler eklenmektedir.322
319
Dilworth, a.g.e, s.19. 320
Dilworth, a.g.e, s.21. 321
Hempel, Aspect of Scientific Explanation, s. 234. 322
Hempel, Aspect of Scientific Explanation, s. 379.
169
Hempel’e göre, açıklama ile öndeyi arasındaki ayrım genellikle pragmatiktir. Çünkü
bu ikisinin mantıksal yapısı birbirinin aynıdır. Her ikisinde de explanandum'lar genel
yasa ve ön koşullara (explanans) bağlı olarak elde edilmektedir. Buradaki
pragmatiklik ise, açıklama söz konusu olduğunda açıklanması istenen olgu
bilinmektedir, öndeyi söz konusu olduğunda açıklanması istenen olgu
(explanandum), olgunun gerçekleşmesinden önce türetilmektedir.323
Eğer ki bu
türetme veya açıklama sürecinde kullanılan genel yasalar değişmediyse, bu durumu
bir ilerleme olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Çünkü her iki durumda da
benzer sonuçlar elde edilecektir.324
Hempel D-N modelinin öndeyi gücüne bağlı olarak nasıl bilimin ilerlediğini
somutlaştırmak adına Fransız bilim adamı Urbain Leverrier (1811-1877) tarafından
öndeyi yoluyla keşfedilen Neptün gezegeninin bulunma sürecini örnek gösterir:
Leverrier, Newton teorisini temel alarak Uranüs gezegeninin
yörüngesindeki düzensizlikleri hesaplamaya koyulduğunda, yaptığı
öngörülerde hataların olduğunu fark etmişti. Dönem itibariyle Güneş
sisteminde 7 gezegenin olduğu biliniyordu, Leverrier bu ön koşulu
değiştirerek henüz keşfedilmemiş olan 8. gezegenin olduğunu
varsayarak, Newton teorisine göre Uranüs gezegeninin yörünge
hareketini doğru bir şekilde hesapladı. İlginçtir ki Leverrier’nin bu
varsayımından çok kısa bir süre sonra 8. gezegenin (Neptün’ün)
varlığı doğrulandı.325
323
Hempel, Aspect of Scientific Explanation, s. 234. 324
Hempel’in ileri sürdüğü açıklama (explanation) ve öndeyi (prediction) kavramlarının mantıksal
olarak aynı yapıda olduğunu gösteren örneklerden birisi de Einstein’ın genel görelilik teorisidir.
Eintein’ın genel görelilik teorisine göre Güneş’in çekim alanından geçen bir yıldız ışığı,
doğrultularında belirli ölçüde sapacağı öndeyisi, belirli bir süre sonra ünlü astronom Eddington
tarafından doğrulanmıştır. Bu durumda Einstein’ın temel postülaları değişmediği sürece, söz konusu
durum teorinin hem açıklayıcı, hem de öndeyi yönünü kapsamaktadır. 325
Hempel, Philosophy of Natural Science, s. 52.
170
Hempel’e göre, bu dedüktif nitelikteki öndeyi, açıklama düzleminde ele alınan genel
yasalardan türetildiği için hem bir açıklama yerine geçer hem de söz konusu
disiplindeki ilerlemeye işaret eder.
iii) Teorinin Birleştirici (Unification) ve Basitleştirici (Simplicity) Yönü
Değinildiği üzere, ilerleme gösteren teorinin başarı ölçütleri olan açıklama
(explanation) ve öndeyi (prediction) teori-olgu ilişkisi bağlamında ele alındı. Bu
aşamadan sonra diğer başarı ölçütleri olan birleştirici (unification) ve basitleştirici
(simplicity) yönlere değinmek gerekecektir. Teorinin birleştirici ve basitleştirici yönü
teori-olgu ilişkisini kapsamakla birlikte, teori-teori ve teori-yasa ilişkileri bakımından
da ele alınmaktadır. Dolayısıyla bu kısımda (section) teorinin söz konusu yönlerini
teori-olgu ilişkisinden ayırarak ele almak zorundayız.
Hempel’e göre, progressus'u gerçekleşmesi için bir teoride olması gereken diğer
önemli özellikler birleştirici (unification) ve basitleştirici (simplicity) unsurlardır.
Bir teorinin birleştirici (unification) olması ile kastedilen düşünce, başarılı teorinin
yeni olgularla birlikte eski teoriye bağlı yasa ve olguları da kapsayacak şekilde bir
açıklama yapmasıdır. Bu açıklamanın modern bilim anlayışının temel
varsayımlarından olan doğanın birliği ve bütünlüğü ilkesi ile doğrudan ilintili olduğu
dikkate alındığında, başarılı teorinin birleştirici özelliğini modern bilim tarihinde
görmek olanaklı olacaktır.
Örneğin Newton teorisine bakıldığında bu teori aracılığıyla Kepler kanunları,
Galileo’nun serbest düşme yasası, gel-git yasaları, kuyruklu yıldızların hareketlerine
dair bilinen şeylerin tek bir teori altında toplandığı görülmektedir. bu somut örnekte
171
ilerleme gösteren Newton teorisinin birleştirici bir özelliğe sahip olduğunu işaret
etmektedir.326
Progressus'un gerçekleşme sürecinde teorilerin birleştirici (unification) nitelikte
olması aynı zamanda teorilerin basitlik (simplicity) ilkesine de sahip olduklarını
açığa çıkarmaktadır. Çünkü ilk etapta dağınık görünen olgular veya yasalar,
karmaşık bir görünüm vermektedir. Dağınık olguların tek bir ilke altında toplanıp
açıklanması, aynı zamanda karmaşıklığı da ortadan kaldırmaktadır. Bu yüzden
teorilerin birleştirici niteliğini, ön plana çıkarmak aynı zamanda onların basitleştirici
yönünü de açığa çıkarmaktadır. Burada basitleştirici (simplicity) kavramı birleştirici
(unifies) kavramı sayesinde hayat bulmaktadır. Dolayısıyla bir teorinin birleştirici
olması ile aynı zamanda basitleştirici olduğunu söyleyebilmemize rağmen,
basitleştirici olması ile birleştirici olması gerektiğini söyleyemiyoruz.
Bu çıkarıma dayanarak, daha önce vermiş olduğumuz Newton örneğini teorilerin
basitleştirici yönünü tanıtmada kullanmak yerinde olacaktır. Bilindiği üzere
Newton’dan önce doğaya ilişkin olguların ve yasaların (örnekse, Kopernik, Kepler
ve Galileo’nun yasaları) birbirlerinden kopuk ve bağlantısız gözükmesi, olgular
alanında bir kaos ve karmaşıklığı da beraberinde getirmişti. Bu karmaşıklık
Newton’la birlikte bir düzen ve sadeliğe erişmiştir. Newton teorisi ile birlikte dağınık
ve karmaşık olgular tek bir yasa altına alınarak, olgular daha sade ve daha anlaşılır
bir duruma gelmiştir. Bu husus da Hempel’in bahsettiği teorinin basitleştirici yönüne
tekabül etmektedir.327
326
Niiniluoto, Scientific Progress, s. 10. 327
Niiniluoto, Scientific Progress, s. 10.
172
Hempel’in D-N modeli bağlamında progressus'u belirleyen ölçütlerini tek bir ölçüte
indirgemek mümkün gözükmektedir. Açıklama (explanation) ve öndeyi (prediction)
kavramlarının yapısal benzerliği dikkate alındığında, her açıklamanın aynı zamanda
bir öndeyi olduğunu daha önce belirtmiştik. Teorinin birleştirici niteliğinin
basitleştirici yönü de kapsadığını dikkate aldığımızda, başarılı teorinin ilerleme
ölçütünü açıklama (explanation) ve birleştirici (unification) özelliklere
indirgemekteyiz. Benzer biçimde birleştirici niteliği de açıklama kavramı altında
görmek mümkündür. Çünkü Hempel teorik bir açıklamanın yeterliliklerinden birinin,
söz konusu açıklamanın çeşitli fenomenleri tek bir yasa altında toplanması
gerektiğini belirtir.328
Bu durumda Hempel’e göre açıklayıcı gücü yüksek olan bir teorinin genellik
(comprehensive) itibariyle diğer olgu ve yasaları da kapsaması gerekir. Bu durumda
art arda gelen iki teoriden (bunlar T1 ve T2 olsun) T2’nin açıklayıcı gücü T1’den fazla
ise T2, karşılaşılan yeni olguları açıklamakla birlikte T1’in açıkladığı olguları da
açıklamaktadır.
Progressus Nasıl Seyreder?
Comte ve modern bilim geleneğini sürdüren düşünürler doğanın birliği ve bütünlüğü
varsayımına dayanarak progressus'u teori-olgu çerçevesinde ele almışlardı. Bu
anlayışın sonucu olarak 'progressus' birikimsel (cumulative) veya eklemlemeli
(incorporation) bir şekilde seyretmektedir. Oysa yirminci yüzyılın başlarında ortaya
çıkan teorik fizikteki gelişmeler doğanın birliği ve bütünlüğü varsayımını yadsıyarak
progressus'un nasıl seyrettiğini problematik hale getirmişti.
328
Hempel, Aspect of Scientific Explanation, s. 345.
173
Comte'dan miras kalan pozitivist bilim imgesini geliştirme ve sürdürme gayesiyle
ortaya çıkan Mantıkçı Pozitivistler'in şüphesiz çözüm getirmeleri gereken
sorunlardan birisi de progressus’un nasıl seyrettiğine ilişkindi. Mantıkçı Pozitivistler
bu hususta Comte çizgisini sürdürerek progressus'un birikimsel (cumulative) veya
eklemlemeli (incorporation) bir şekilde seyrettiği savına bağlılık göstermişlerdir. Bu
maksatla kuantum ve görelilik teorilerinin aslında klasik mekaniğin bir devamı
olduğu savını gerekçelendirmek için çeşitli argümanlar geliştirmeye çalışmışlardır.
Daha önce değinildiği üzere Mantıkçı Pozitivistler için progressus (bilimsel
ilerleme), art arda gelen iki teoriden başarılı olanın öne çıkması ile
kavramsallaştırılmıştı. Teorinin başarılı olması da bir takım ölçütlere (açıklama,
öndeyi, birleştirme ve basitleştirme gibi ölçütlere) dayandırılmıştı. Bu durumda
Mantıkçı Pozitivistler için progressus'un nasıl seyrettiğini anlamak için başarılı ve
başarısız teori arasındaki ilişkiyi analiz etmek gerekecektir.
Bu hususta Mantıkçı Pozitivistlerin seçkin üyelerinden olan Hempel'in yapmış
olduğu çalışmalar dikkat çekmektedir. Hempel'in progressus'un gerçekleşmesi için
öne sürdüğü ölçütlerden birleştirici (unification) nitelik, ilerleme gerçekleştiren
teorinin karşılaşılan yeni olgularla birlikte eski teoriye bağlı yasa ve olguları da
kapsadığını işaret etmektedir. Başka bir deyişle, ilerleme gerçekleştiren teori, eski
teorinin başardığı her şeyi başarıyor ve aynı zamanda eski teorinin başarısız olduğu
bazı noktalarda da başarı gösteriyor.329
Bir bilimsel teorinin yerini bir diğeri aldığı zaman, örnekse, klasik
mekanik ve elektrodinamiğin yerine özel görelilik teorisi geçmişti.
Böylece başarılı teori, eski teorinin açıklayamadığı fenomenler de
dahil olmak üzere, daha geniş açıklayıcı bir alana sahip olacaktır.
329
M. Elgin, Bağlam Rasyonalizmi ve Bilimsel İlerleme, s. 69.
174
Başarılı teori eski ampirik yasaların yaklaşık bir açıklama olduğunu
gösterecektir. Bu nedenle klasik teoriyi kapsayan özel görelilik teorisi
belirli bir hızda (ki bu hız ışık hızı ile karşılaştırıldığında çok küçük
kalmaktadır) hareket eden durumlarda hemen hemen tatmin edici
açıklamalar yapmıştır.330
Hempel'in bu ifadeleri açıkça progressus'un birikimsel (cumulative/incorporation) bir
şekilde seyrettiğini göstermektedir. Bu süreçte art arda gelen teoriler mantıksal
olarak birbirleri ile çelişmek yerine, birbirlerini kapsamak, tamamlamak ve içermek
durumundadırlar.
Hempel'in birleştirici (unification) ilkesine bağlı olarak öne çıkan birikimsel ilerleme
anlayışı temelde modern bilimin temel varsayımlarından olan doğanın birliği ve
bütünlüğü ilkesine dayanmaktadır. Doğanın birliği ve bütünlüğü temele alındığında
her teori bütünlüğün bir parçası olarak görülecek ve art arda gelen teoriler arasındaki
ilişki de zorunlu olarak birbirlerini tamamlayıcı ve birleştirici olacaktır. Eğer ki
teoriler arasında kopuk bir ilişkinin olduğu ileri sürülürse, bu sav, dolaylı olarak
doğada bir birlik ve bütünlük olmadığı düşüncesini etkileyecektir.
Bu söylemler çerçevesinde Mantıkçı Pozitivistler'in birikimsel ilerleme anlayışını
sürdürmek adına doğanın birlik ve bütünlük içerisinde olduğu varsayımını da
korumaya çalıştıkları söylenebilir. Bu varsayıma dayanarak ilerleme gösteren
teorinin, eski teori ve ona bağlı olan olguları da mantıksal olarak kapsaması ve
içermesi gerekecek ve bu anlamda progressus'un seyri daha kapsayıcı yasa veya
teorilerin elde edilmesi ile biçimlenecektir.
Mantıkçı Pozitivistler tarafından savunulan söz konusu progressus'un seyir şeklini en
açık bir şekilde Hempel tarafından ileri sürülen D-N açıklama modelinde görmek
330
Hempel, Aspect of Scientific Explanation, s. 345.
175
mümkündür. Bilindiği üzere Hempel bir olgunun açıklanmasını onun genel bir
yasanın altına konulması olarak ifade etmişti. Fakat burada haklı olarak genel
yasaların da bir açıklamaya tabi oldukları söz konusu olmaktadır. Daha açık bir
ifadeyle genel yasalar nasıl açıklanmalı?
Hempel’e göre açıklayıcı olan yasaların da kendi içerisinde daha genel yasalara
başvurarak açıklanması mümkündür. Buna göre bir genel düzenliliğin açıklanması
onu daha kapsamlı daha genel başka yasa altına sokmaktan başka bir şey değildir.
Örneğin, serbest düşmenin ve gezegen devinimlerinin kimi görünümleri Galileo ya
da Kepler yasaları altına sokulabilirken, bu yasalar da daha kapsayıcı bir yasa
kümesinden, Newton’un devinim yasası ile yer çekimi yasasından türetilerek
açıklanır.331
Bu durumda temel yasalar ile türetilmiş yasalar arasında bir ayrım yapmak gerekirse,
Galileo ve Kepler’in yasaları sonlu bir alana ilişkin oldukları halde, daha kapsayıcı
olan Newton teorisinden türetilebildikleri için de yasadırlar.332
Bu hiyerarşide bir
alttakine göre temel yasa olan, bir üstüne göre türetilmiş yasa olmaktadır.
Yasalar arasındaki bu ilişkiyi Hempel’in D-N açıklama şeması ile göstermek
mümkündür.333
331
Hempel, Aspect of Scientific Explanation, s. 247. 332
Dinçer a.g.e, s. 15. 333
Bu hususta Hempel ile benzer düşünceleri savunan Ernest Nagel’e göre bilimsel ilerlemeyi
dedüktif açıklama modelinde göstermek mümkündür. Ona göre bir yasayı açıklamak, bu yasanın
mantıklı bir şekilde başka yasaların arkasından gelmesi demektir. “Göreli olarak özerk olan bir
teorinin daha kapsamlı başka teori tarafından özümsenmesi ya da indirgenmesi modern bilim
tarihinin inkar edilemez bir özelliğidir.” Bkz. Ernest Nagel, The Structrue of Science (Problems In
The Logic of Scientific Explanation, Hackett Publishing Company, Cambridge 1979. ss. 336-337.
176
Explanans Genel Yasa (1,2,3,……..n)
Yasa 1
Explanandum Yasa 2
Bu şema bizlere nasıl genellik derecesi düşük yasaların, genellik derecesi yüksek
olan yasalardan türetildiklerini göstermektedir. Bu işlem, yani daha genel yasalar
altına koyma burada progressus'un biçimsel seyrini göstermektedir. Yeni açıklayıcı
ilkeler (explanans) eskisine nazaran daha geniş bir olgu alanını kapsamaktadır.
Örneğin Newton teorisi yalnızca yeryüzündeki serbest düşmeyi değil, başka gök
cisimleri üzerindeki serbest düşmeyi ve gezegenlerin, kuyruklu yıldızların, yapay
uyduların ve sarkacın devinimine ilişkin birçok olguyu uygulanır.
Mantıkçı Pozitivistlere göre, 'progressus' genellik derecesi düşük olan yasa ve
teorilerden daha genel olan yasa ve teorilere doğru seyreden bir süreç olarak
karşımıza çıkmaktadır. Bu süreci birikimsel ya da eklemlemeli olarak nitelemenin
gerekçesi, sonra gelen teorinin, öncekini mantıksal olarak içermesi ve kapsamasıdır.
Diğer bir ifadeyle bu anlayışta art arda gelen teoriler birbirlerinin devamı olarak
görülür. Bu bağlamda eski teori veya yasaların yanlış olmadıklarını sadece açıklama
bakımından yaklaşık bir değerleri olduklarını söylemek mümkündür. Hempel daha
önce ampirik alanın doğru ifadesi olarak kabul edilen yasaların (lawlike) daima
yaklaşık bir değeri olduğunu ifade eder.334
Örneğin Galileo’nun belirttiği gibi bütün
cisimler değişmez bir ivme ile düşmezler. yere yaklaşırken ivmeleri hafifçe artar.
334
Hempel, Aspect of Scientific Explanation, s. 345.
177
Newton teorisi ivmenin hafifçe arttığını ileri sürerek daha detaylı ve kapsamlı bir
açıklama getirerek, eski yasaların tam doğru olmadıklarını hatırlatmıştır.335
Benzer biçimde Einstein’ın genel görelilik teorisi, Merkür gezegeninin yörüngesini
Newton teorisinden daha doğru hesaplamış olması, Newton teorisinin yanlış
olmadığını, yalnız açıklama bakımından yaklaşık bir değerinin olduğunu işaret eder.
Bütün bu örnekler göz önünde bulundurulduğunda Mantıkçı Pozitivistler açısından
progressus'u iç içe geçmiş küreler şeklinde betimlemek doğru olacaktır.
T1 n1,n2,n3……….. T1
T2
T2 (n1,n2,n3) m1, m2, m3...... nn
Burada ‘T2’ teorisinin kapsam alanı daha geniş olduğu için, 'T2', 'T1’in
açıklayamadığı m1,m2,m3 olgularını açıkladığı gibi, n1,n2,n3, olgularını da açıklayıcı
güçtedir. Bu durumda 'T2' teorisinin 'T1’i mantıksal ve anlamsal olarak tamamladığını
söylemek mümkündür.
335
Hempel, Aspect of Scientific Explanation, s. 300.
n1. n2.
n3.
n1, n2,
n3
m1, m2, m3.
T1
n1, n2,
n3
178
Bu düşünceler yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren K.R.Popper, T.S. Kuhn ve
P. Feyerabend gibi düşünürler tarafından eleştirilerek, ilerleme bağlamında teoriler
arasında anlamsal bir bütünlük olmadığı savına dönüşecektir. Bu düşünürlere göre
bilimsel teoriler tarihsel olarak irdelendiğinde, art arda gelen teoriler ve onlara ilişkin
kavramlar arasında herhangi mantıksal bir bağın kurulamadığı iddia edilmektedir.336
Özellikle yirminci yüzyılda yapıca çok farklı teorilerin (örnekse, görelilik ve
kuantum teorilerinin) ortaya çıkmasının, art arda gelen teoriler arasındaki mantıksal
ilişki ve anlamsal bütünlük problemini ortaya çıkardığı vurgulanmaktadır.
Bu düşünürlere göre, Einstein fiziği dikkate alındığında, bu fiziğin yapısı ve içerdiği
terimler Newton fiziği ile uzlaştırılamamaktadır. Örneğin, Newton teorisinde ‘kütle’
kavramı sabit iken Einstein teorisinde ‘kütle’ hıza göre değişmektedir. Bu durumda
Einstein fiziğini nasıl Newton fiziğinin devamı olarak göreceğiz? 337
Bilim
felsefesine teorilerin eş-ölçülemezliği (incommensurability) problemi olarak giren bu
sorun pozitivist ve post-pozitivistler arasında büyük tartışmalara yol açmıştır.
Pozitivistlerin seçkin ve yetenekli üyelerinden olan R. Carnap (1891-1970) ‘Truth
and Confirmation’ adlı makalesinde bu probleme çözüm olarak bilimsel teorileri
dilsel yapılar olarak ele alıp, teori değişimlerini de bir dilden diğer bir dile geçiş
olarak değerlendirmiştir.
(…) Bir ampirik ifadenin olgusal içeriğinin bir dilden diğer bir dile
çevrilmesi daima olanaksızdır. (can not be preserved). Eğer ki iki dilin
yapısı temel noktalarda farklılık gösterirse böyle değişiklikler
olanaksız olacaktır. Örneğin bu durumda modern fiziğin birçok
ifadesi tam olarak klasik fiziğin ifadelerine çevrilemeyecek ya da eksik
bir şekilde çevrilecektir. Modern fizik ifadeleri [dalga fonksiyonu veya
336
Dilworth, a.g.e, s.51. 337
Dilworth, a.g.e, s.24.
179
niceleme (quantization)] gibi kavramları içermesine karşın bu
kavramlar klasik fizikte yer almaz. Bu durumda çevirme eksik bir
şekilde gerçekleşecektir. Bilim adamları temel noktada dilin farklı
formlarını kabul ettikleri (presuppose) için bu kavramlar sonradan da
içerilmeyecektir. Eğer biz, gelecek fizikte kabul edilebilir, süreksiz
uzay-zaman düzeni ile bir dilin olabilirliğini düşünebilirsek, bu durum
daha açık olacaktır. O zaman açık bir şekilde klasik fiziğin bazı
ifadelerinin yeni bir dile çevrilemeyeceği ya da eksik bir şekilde
çevrilebileceği görülecektir. (Bu düşünce ile önceden kabul edilen
ifadelerin sadece reddedilmiş olması gerektiği değil, aynı zamanda
belirli ifadelerin – doğru ya da yanlış olup olmadığına bakılmaksızın-
yeni dilde hiç karşılıklarının olmadığı kastedilmektedir).338
Carnap, bu ifadeleri ile her teoriyi, kendi içyapısına bağlı olan kavram ve terimlerin
oluşturduğu dilsel ifadeler olarak değerlendirmektedir. Bu anlayışla birlikte farklı dil
yapıları olan teoriler arasındaki anlam değişikliği sorunu çözülmektedir. Çünkü her
teori kendi kavramları ile kendi anlamsallığını oluşturmaktadır. Fakat Carnap’ın öne
sürdüğü bu çözüm önerisi modern bilimi karakterize eden doğanın birliği ve
bütünlüğü ilkesini yadsıdığı gibi, birikimsel (cumulative/incorporation) ilerleme
savını da dayanaksız bırakmaktadır.339
Çünkü burada her dilsel yapı farklı bir
ontolojik gerçekliği temsil edeceği için, gerçekliği betimleyen teoriler arasında
mantıksal ve anlamsal bir ilişki kurulamayacaktır. Dolayısıyla da yapıca farklı olan
teorilerin birikerek ya da birleşerek ilerlediği savı temellendirilemeyecektir.
İndirgeme (Reduction) Yoluyla İlerleme
Doğanın birliği ve bütünlüğü ilkesiyle birlikte teoriler arasındaki anlamsal ve
mantıksal ilişkiyi korumaya ve sürdürmeye yönelik en ciddi araştırmalardan birini
338
R. Carnap, “Truth and Confirmation”, Dört Öğe Dergisi, Çev: Ercan Salgar yıl, 2, sayı:3, Nobel
yayınları, Nisan/2013. Ankara, s. 182. 339
Carnap’ın bu çözüm önerisinin daha sonraları pozitivist eleştirmenlerinden olan T.S. Kuhn
tarafından ileri sürülen bilimsel devrim kavramsallaştırması ile benzerlik gösterdiği savlanacaktır. Bu
çerçevede bilim birikimsel değil de devrimsel bir şekilde ilerleyecektir. Detaylı bilgi için bkz: George.
A. Reisch, “Did Kuhn Kill Logical Empiricism?” Philosophy of Science, vol. 58, no.2, The University
of Chicago Press,. U.S.A, 1991. s. 264-277
180
Ernest Nagel (1901-1985) gerçekleştirmiştir. Hempel yasa veya teoriler arasında
dedüktif bir ilişki kurarak progressus'un birikimsel/birleşerek seyrettiğini savlamıştı.
Oysa Nagel teoriler arasındaki kavram ve terimleri analiz ederek teorilerin
birbirlerine indirgenebileceğini ve böylelikle progressus'un birikimsel/birleşerek
seyrettiğini öne sürmüştür.
Nagel, The Structrue of Science adlı eserinin “The Reduction of Theories” başlıklı
bölümünde, art arda gelen teorilerin birbirlerine mantıksal olarak indirgenebileceğini
göstererek, bir anlamda progressus'un birleşerek/birikerek seyretmesi gerektiğini
beyan etmiştir. Nagel basit bir ifadeyle bir teorinin kapsamlı olan bir başka teoriye
indirgenebileceğini bildirmektedir.340
Başka bir ifadeyle, art arda gelen iki teoriden
eski teorinin (içeriği ve kapsamı yeni teoriye göre daha az olan teorinin) yeni teori
tarafından kapsandığı ona indirgendiği belirtilmektedir. Nagel'e göre bu savı modern
bilim tarihi de doğrulamaktadır.
Göreli olarak özerk olan bir teorinin daha kapsamlı olan başka bir
teori tarafından özümsenmesi ya da indirgenmesi, modern bilim
tarihinin inkar edilemez ve yinelenen bir özelliğidir.341
Nagel’e göre iki tür indirgeme biçimi vardır. Bunlardan ilki aynı terim ve kavramları
içeren iki teoriden içeriği daha az olan teorinin daha kapsamlı olana indirgendiği
homojen (homogeneous) bir indirgemedir. Nagel, Galileo’nin serbest düşme
yasasının Newton mekaniği tarafından özümsenmesinin bu türden bir indirgeme
340
Ernest Nagel, The Structure of Science, (Problems İn The Logic of Scientific Explanation), Hackett
Publishing Company, Cambridge, 1979. ss. 336-337 341
John Losee, Therories of Scientific Progress, Routledge Press, London, 2004, s. 29.
181
olduğunu belirtmiştir. Ona göre Galileo’nun yasası, Newton mekanik ilkelerine
indirgeniyor ve bu ilkelerle açıklanıyordu.342
Nagel’in ileri sürdüğü ikinci indirgeme türü ise, içeriği ve kapsamı nedeniyle bir
takım terim ve kavramlardan yoksun olan eski teorinin, söz konusu terim ve
kavramlara sahip olan yeni teori (başarılı teori) tarafından kapsanması olan heterojen
indirgemedir (heteregoneous reduction). Nagel, bu indirgeme ile yapıca çok farklı
olan iki teorinin birbirlerine indirgenmesini ima etmektedir.
Nagel’in heterojen indirgeme türü diğer indirgemeye göre daha bir önem arz ettiği
hemen söylenebilir. Daha önce değinildiği üzere yirminci yüzyılın başlarında öne
sürülen teorilerin yapı ve nitelik bakımından öncellerinden farklı olduğu iddiası
progressus'un birikimsel ya da birleşerek seyrettiği savını çürütmeye yönelikti.
Dolayısıyla Nagel'in bu heterojen indirgeme projesinin geçerliliği hem pozitivist
bilim anlayışı hem de progressus’un seyri açısından hayati önem taşımaktadır.
Nagel, yapıca çok farklı olan iki teorinin birbirlerine indirgenebileceğini, fakat bunun
için birtakım koşulların yerine getirilmesi gerektiğini belirtir. Nagel bu koşulları
indirgeme için biçimsel ve biçimsel olmayanlar olarak tasnif etmiştir. Bu koşuları 'T1'
ve 'T2' (T2’nin içeriği ve kapsamı T1’e göre daha genişi olsun) teorileri aracılığıyla
ifade etmek gerekirse:
Biçimsel Koşullar: a) Bağlanabilirlik: 'T1' teorisinde bulunup da 'T2' teorisinde
olmayan her bir terim için bağlayıcı bir önerme göstermek. b) Türetilebilirlik: 'T1’in
yasalarının, 'T2' teorisinin dedüktif sonuçları olduğunu göstermek.343
342
Nagel, a.g.e. s. 339. 343
Nagel, a.g.e, s. 358.
182
Biçimsel Olmayan Koşullar: a) 'T2’nin teorik varsayımları, 'T1’i doğrulayan
kanıtların dışındaki kanıtlarla da doğrulanmalı. Yani, özetle 'T2' teorisi 'T1’in başarılı
olamadığı alanlarda da başarı göstermeli. b) 'T2’nin teorik varsayımları 'T1’in daha
ileri düzeyde gelişimini ifade etmeli. Bu anlamda 'T2', 'T1’in başarılı olduğu
açıklamaları da kapsamalı.344
Nagel, yapı ve ilkece farklı olduğu halde bu türden koşulları yerine getiren teorilerin
birbirlerine indirgenebileceğini iddia eder. Bu iddiasını bilim tarihi verilerine
dayanarak doğrulamaya çalışır. Nagel örnek olarak klasik termodinamiğin, istatiksel
mekaniğe indirgenmesini verir. Klasik termodinamik yasalarında yer alan fakat
istatiksel mekanik kavramlar arasında yer almayan ısı (heat) ve entropi (entropy) gibi
kavramlar vardır. Bu farklılığa karşın Maxwell ve Boltzmann, klasik termodinamiğin
yasalarını, istatiksel yasalar içerisinden çıkarsamayı başarmıştır.345
Nagel’in vermiş olduğu bu örnekte başarılı bir indirgeme sonucunda yapıca çok
farklı gözüken iki teori mantıksal olarak birleştirilmiş olmaktadır. Bu durumda
kapsam alanı daha geniş olan teori diğer teorileri de kapsayarak ilerleyecektir. Nagel,
bu indirgeme (reduction) yöntemiyle doğanın birlik ve bütünlük içerisinde olduğunu,
dolayısıyla görünüşte farklı görünen teorilerin aslında birbirlerine indirgenebileceğini
ve böylelikle de progressus'un birleşerek/birikerek seyrettiğini ileri sürmektedir.
Nagel’in ileri sürmüş olduğu teoriler arasında bir indirgeme olabileceği savı ilerleyen
süreçlerde post-pozitivist düşünürlerce ciddi eleştirilere uğramıştır. Özellikle
Feyerabend, Nagel'in indirgeme için öne sürdüğü koşulların tam olarak işlevsel
olmadığını iddia etmiştir. Bu bağlamda Feyerabend öncelikle Nagel'in belirttiği gibi
344
Nagel, a.g.e, s. 358. 345
Nagel, a.g.e, s. 343.
183
Galileo fiziğinin Newton fiziğine indirgenebileceği görüşünü eleştirmektedir. Ona
göre Galileo fiziğinin temel yasalarından biri, serbest düşen cisimlerin dikey
hızlanmaları dünya yüzeyine yakın herhangi bir aralıkta sabittir. Bu yasayı Newton
fiziğinden çıkarmak olanaksızdır. Newton fiziğinde iki cismin yerçekimi gücü ve
karşılıklı hızlanmaları uzaklığın azalmasıyla artar. Galileo'nun yasası ancak düşüş
mesafesinin dünya yarıçapına oranının sıfır olması durumunda Newton yasasından
türetilebilir. Fakat serbest düşme durumlarında bu oran asla sıfıra eşit olmaz. Bu
nedenle Galileo fiziği Newton'un mekanik yasalarına indirgenemez.346
Feyeranbend benzer şekilde Newton mekaniğinin de Einstein'ın genel görelilik
teorisine indirgenemeyeceğini belirtmektedir. Ona göre söz konusu indirgemede
Nagel'in bağlanabilirlik (connectability) koşulu yerine getirilememektedir. Örneğin
Newton mekaniğinde uzunluk (length) terimi sinyal hızından, yer çekimsel
alanlardan ve gözlemcinin hareketinden bağımsızdır. Görelilik teorisinde ise bu terim
sinyal hızına, yerçekimsel alanlara ve gözlemcinin hareketine bağlı olarak
değerlendirilmektedir.347
Feyeranbend özetle Newton mekaniğinden genel görelilik
teorisine geçişte uzay-zamansal kavramların anlamında bir değişiklik olduğunu,
dolayısıyla söz konusu teoriler arasında hiç bir şekilde kıyaslayama olmayacağı gibi
herhangi indirgeme de yapılamayacaktır.
İlerleyen bölümlerde ele alınacağı gibi, pozitivist indirgeme projesine benzer
eleştirileri yönelten düşünürlerden birisi de T.S.Kuhn olmuştur. Kuhn'da Hempel ve
Nagel tarafından pozitivist anlayışın karakterize ettiği bu indirgeme yöntemini, (yani
Newtoncu yasaların, Einsteincı yasaların bir parçası olduğunu göstermeye yönelik
346
Losee, Therories of Scientific Progress, s.30. 347
Losee, Therories of Scientific Progress, s.30.
184
teşebbüsleri) geçersiz görmektedir. Kuhn’a göre belirli sınırlar dahilinde
indirgemenin olduğu savı, yalnızca yasaların biçim değiştirmesiyle bitmemektedir.
Aynı zamanda evreni oluşturan yapısal unsurların temel bir değişikliğe uğraması da
gerekmektedir.348
2-1-2- Yanlışlamacı (Falsifiability) Bilimsel İlerleme Anlayışı
Modern bilim imgesi ile karakterize olan 'progressus' bir anlamda modern bilimin
temel ilke ve yöntemleri ile var olmaktaydı. Bu anlamda modern bilimin temel ilke
ve yöntemlerine yönelik yıkıcı eleştiriler aynı zamanda progressus'u da doğrudan
etkileyecektir.
Modern bilim imgesinin devamı niteliğinde olan pozitivist bilim anlayışı yirminci
yüzyılın başlarından itibaren çok ciddi eleştirilere maruz kalmıştır. Bu eleştirilerden
birisini K.R. Popper (1992-1994) yöneltmiştir. Popper pozitivist bilim imgesini bir
çok yönden reddederek, aynı zamanda moderniteden beri savunulan 'progressus'
kavramını da reddetmiş oluyordu. Popper ile birlikte 'progressus' yerine onun bilim
imgesiyle uyumlu 'bilimsel ilerleme' kavramı geçecektir.
Yirminci yüzyılın en etkili düşünürlerinden biri olan Popper, entelektüel camiada
hem bilim felsefesi hem de siyaset felsefesi çalışmalarıyla bilinir. Her iki alanda da
insanın yanlışlarından ders çıkararak, tekrar yanlışlarını aramasını eleştirel ve
rasyonel bir tavır olarak benimsemiş ve bu tutumu da felsefesinin temeli olarak
görmüştür.
348
Ayrıca bkz. Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions, s.102.
185
Popper’ın eleştirel ve rasyonel tutumu onun bütün felsefi anlayışını teşkil ettiği gibi
bilimsel ilerlemeye yönelik görüşlerini de biçimlendirmektedir. Dolayısıyla öncelikle
Popper’ın genel felsefi anlayışını ortaya koymak, onun bilimsel ilerleme görüşlerini
anlamamızda büyük bir kolaylık sağlayacaktır.
Eleştirel bir filozof olan Popper’ın bilim tasarımı Mantıkçı Pozitivistlerin eleştirisi ile
biçimlenmiş ve oluşmuştur. Bu nedenle Popper’ın Mantıkçı Pozitivistleri hangi
hususta eleştirdiği sorusu ile başlamak doğru bir başlangıç olacaktır.
Popper, öncelikle Mantıkçı Pozitivistlerin sınırlandırma ayracı için, yani bilimle
bilim olmayanı belirlemek için öne sürdükleri doğrulanabilirlik (verifiability) ilkesini
eleştirmekle yola koyulur. Ona göre, doğrulanabilirlik ilkesi tümevarım mantığına
dayanmaktadır. Tümevarım mantığı ise İngiliz filozof D. Hume’dan beri problematik
olarak bilinmektedir. Bu durumda sınırlandırma ayracı olarak öne sürülen
doğrulanabilirlik ilkesinin geçerliliği tartışma konusu olmaktadır.
Popper, burada tümevarım sorunu ve sınırlandırma ayracı sorunu arasında sıkı bir
ilişki olduğunu belirterek, dolaylı olarak sınır koyma sorununun tümevarım sorununa
bağlı olduğunu ima etmektedir. Dolayısıyla öncelikle tümevarım sorununa bir açıklık
getirmek gerekmektedir.
Tümevarım Sorunu
Popper, Mantıkçı Pozitivistlerin sınırlandırma ayracı olarak öne sürdükleri
doğrulanabilirlik ilkesinin, tümevarım problemine takıldığını fark ederek, Hume’dan
beri gelen tümevarım problemini bir kez daha gündeme getirip Mantıkçı
Pozitivistlere karşı kullanır. Bu probleme göre, bizi özel önermelerden genel
önermelere götürecek hiçbir mantıksal dayanağın olmadığı ifade edilir. Bu anlamda
186
Popper’ın da ifade ettiği gibi “ Kuğuların beyaz olmalarına ilişkin ne kadar çok
gözlem yaparsak yapalım, tüm kuğuların beyaz olduğu sonucuna varmamız
mantıksal açıdan doğru olamaz.”349
Çünkü bu süreç tamamıyla inançlara dayalı
psikolojik bir süreçtir. Ayrıca bu süreç bizleri sonsuz geri gitmelere (regression) de
götüreceği için başarısızlığa itecektir.
Popper, bu gerekçeleri göz önünde bulundurarak tümevarım mantığının bilim için
rasyonel bir temel oluşturmadığını, dolayısıyla bu mantığa dayanan bir sınırlandırma
ayracının da geçersiz olacağını belirtmektedir. Popper, Mantıkçı Pozitivistlerin ileri
sürdüğü tümevarım mantığı ve buna bağlı olan sınırlandırma ayracını yadsıdığı için
yeni bir sınırlandırma ayracının, tümevarımsal olmayan tüm bilgi teorileri için
belirlenmesi gerektiğini belirtir.350
Fakat bu çalışmadan önce Popper’ın öncelikle tümevarım problemi ile yüzleşmesi
gerekmektedir. Kendisi de bu farkındalığa dikkat çekmek adına “Conjectural
Knowledge” adlı makalesinde, tümevarım probleminin büyük bir felsefi sorun
olduğunu, fakat kendisinin çözdüğünü sandığını ve bu çözüm sonucunda da çok
sayıda başka felsefi sorunların çözüldüğünü belirtmektedir.351
Popper felsefesi üzerine çalışmalar yürüten İngiliz düşünür Bryan Magee de,
tümevarım sorununun Popper’ın bilimsel yöntem görüşünün ortaya çıkmasını
sağladığı gibi başka önemli (örnekse, sınırlandırma ayracı) bir takım sorunların da
çözülmesini sağlamış olduğunu söyler. Popper’ın tümevarım sorununa kabul
349
Karl Popper, Bilimsel Araştırmanın Mantığı, Çev: İlknur Aka-İbrahim Turan, Yapı Kredi
Yayınları İstanbul, 2005, ss. 51 -52. 350
Karl Popper, Bilimsel Araştırmanın Mantığı, s. 59. 351
Cemal Güzel, Sağduyu Filozofu: Popper, Bilim ve Sanat yayınları, Ankara, 1998, s. 85.
187
edilebilir bir çözüm getirmesi onun felsefesini daha ilerilere taşıyacak bir etken
olmuştur.352
Popper’ın tümevarım problemine yönelik çözümü doğrulanabilirlik ile
yanlışlanabilirlik arasındaki bakışımsızlığa dayanmaktadır. Bunu önermeler
mantığıyla ifade etmek gerekirse: Beyaz kuğuların gözlemlendiği yolundaki gözlem
önermeleri ne denli çok sayıda olursa olsun bunlardan mantıkça ‘bütün kuğular
beyazdır’ tümel önermesini çıkaramayız. Ama tek bir siyah kuğu gözlemine
dayanarak mantıkça ‘bazı kuğular beyaz değildir’ önermesini çıkarmamız
olanaklıdır. Neticede deneysel genellemeler doğrulanamaz ama yanlışlanabilir. Eğer
tek bir siyah kuğu gözlemlenmişse, o zaman bütün kuğuların beyaz olduğu doğru
olamaz. Bu nedenle bilimsel bir yasa kesinlikle doğrulanabilir olmamakla birlikte
kesinlikle yanlışlanabilir.353
Sınırlandırma Ayracı Sorunu
Popper, tümevarım mantığını kabul etmediği için, Mantıkçı Pozitivistlerin sınır
koyma çabalarını da yadsır. Bu yadsıma bilimle bilim olmayanı nasıl
ayırabileceğimiz sorusunu tekrar gündeme getirmektedir. Popper için sınır koyma
sorunu ayrıca önemlidir. Çünkü hemen hemen bütün bilgi teorilerinin temelinde
tümevarım yöntemi bulunduğu için yeni bir sınırlandırma ayracının oluşturulması
bilgi ve bilim adına büyük bir katkı sağlayacaktır. Popper sınırlandırma ayracı
problemini şöyle tanımlar: “Deneysel bilimi, hem matematik ve mantık hem de fizik
ötesi dizgelerden ayıran ölçütlerin bulunması sorununu sınırlandırma sorunu olarak
352
Bryan Magee, Karl Popper’un Bilim Felsefesi ve Siyaset Felsefesi, Çev: Mete Tunçay, Remzi
Kitabevi, İstanbul, 1990, s. 20. 353
Karl Popper, Bilimsel Araştırmanın Mantığı, s. 65. Bryan Magee, a.g.e, s. 21.
188
nitelendiriyoruz.”354
Bu doğrultuda Popper kendisini sınırlandırma ayracı
problemine yönelten olayları şöyle betimler355
:
Avusturya–Macaristan İmparatorluğunun çöküşünden sonra
Avusturya’da bir devrim olmuştu. Ortam devrimci fikirlerle yeni ve
çoğu kez delice teorilerle dolup taşıyordu. Beni ilgilendiren teoriler
arasında kuşkusuz Einstein’ın görelilik teorisi büyük farkla önemliydi.
Öteki üç teori ise, Marx’ın tarih teorisi, Freud’un ruh çözümü ve
Alfred Adler’in birey ruhbilimi diye adlandırılan
teorileriydi[..,]Einstein’ın genel çekim teorisine ilk önemli doğrulayıcı
kanıtı getiren sonucu heyecanla karşılamıştık.... Diğer üç teori,
Marks’ın tarih teorisi, Freud’un ruh çözümü ve Adler’in birey
ruhbilimi konusundaki doyumsuzluğum 1919 yazı boyunca gittikçe
arttı ve bunların bilimsellik savlarını kuşkuyla karşılar oldum.
Sorularım şunlardı: Marksçılığın, ruh çözümlemenin ve birey
ruhbiliminin kusuru ne? Neden bunlar fizik teorilerinden, örneğin
Newton teorisinden, özellikle de görelilik teorilerinden bu kadar
farklı?356
Mantıkçı Pozitivistler, Popper’ın işaret ettiği sorun için, yani bilimle bilim olmayanı
ayırt etmek için, doğrulanabilirlik ilkesini ileri sürmüşlerdi. Oysa daha önce ifade
edildiği gibi doğrulanabilirlik ilkesi tümevarım mantığına dayandığı için, Popper bu
sınırlandırma ayracının kabul edilemez olduğunu belirtmişti. O halde yeni bir
sınırlandırma ayracının gerektiği açıkça ortaya çıkmaktadır.
354
Karl Popper, Bilimsel Araştırmanın Mantığı, s. 58. 355
Popper’ın sınırlandırma ayracına ilişkin problemlerle yüzleşmesinin Mantıkçı Pozitivistlerden daha
önce olduğu iddia edilebilir. Popper viyana çevresi düşünürlerinin sınırlandırma ayracı problemine
yönelik çalışmalarının farkına vardığı zaman ( ki bu zamanlar 1926-1927) kendisinin bir zamanlar
(1919) ileri sürdüğü sınırlandırma ayracının daha makul olduğunu belirtir. Bkz. Popper, Conjectures
and Refutations, s. 245. Güzel, a.g.e, s.85.) 356
K.Popper, Conjectures and Refutations, (The Growth of Scientific Knowledge), Routledge and
Kegan Paul Press, London, 1965. s. 34. C.Güzel, a.g.e, ss. 172-173.
189
Sınırlandırma Ayracı Olarak Yanlışlanabilirlik (Falsifiability)
Popper’ın sınırlandırma ayracı ve tümevarım problemine yönelik yaptığı araştırmalar
farklı zamanlarda ele alındığı için, Popper öncelikle söz konusu problemlerin
birbirlerinden bağımsız olduğunu düşünmüştür. Fakat tümevarım problemini
çözdüğü zaman bu iki problem arasında sıkı bir ilişkinin olduğunu fark ederek
sınırlandırma sorununun da önemli olduğuna kanaat getirmiştir. Popper Conjectures
and Refutation adlı eserinde bu konuyla ilgili şunları söyler:
1919-1920 kışında bilimle bilim olmayan arasına sınır koyma
sorununu dile getirip çözmüş yayınlamaya değer bulmamıştım. Fakat
tümevarım sorununu çözdükten sonra bu iki sorun arasında ilginç bir
ilişki gördüm. Bu benim sınır koyma sorununun önemli olduğunu
düşünmeme yol açtı. Tümevarım sorunu üzerine 1923’te çalışmaya
başladım, çözümü de 1927 sıralarında buldum.357
Popper’ın sonradan fark ettiği bu ilişki, tümevarım probleminin çözümüne ilişkin
ileri sürdüğü yanlışlanabilirlik ilkesinin aynı zamanda sınırlandırma ayracı sorununa
da bir açıklık getireceği inancını doğurmuştur. Bu durumda yanlışlanabilirlik ilkesi
Popper için bir teorinin bilimsellik ölçütü olarak benimsenecektir. Diğer bir deyişle
bir teorinin bilimsellik ölçütü onun doğrulanabilirliği ile değil, yanlışlanabilirliği ile
olanaklıdır.358
Popper’ın sınırlandırma ayracı olarak yanlışlanabilirlik ilkesini öne sürmesindeki en
önemli etkenlerden birisi şüphesiz Einstein’ın görelilik teorisi olmuştur. Popper,
Bryan Magee ile yaptığı söyleşide bilim tasarımını ortaya koyduğu Bilimsel
Araştırmanın Mantığı adlı eserinin ana düşüncesini Einstein’ın görelilik teorisinin
357
Alıntı yapılan Yer, C. Güzel, Sağduyu Filozofu: Popper, s.85. 358
Popper, Bilimsel Araştırmanın Mantığı, s. 64.
190
oluşturduğunu belirtir. Einstein’ın teorisi alışılagelmiş bilim anlayışının ya da
bilimsel sürecin yanlış olduğunu gösterdi.359
Popper’a göre, Newton fiziği yaklaşık iki yüz yıldan uzun bir süre yalnızca
gözlemlerle değil, yaratıcı kullanımla da doğrulanmıştı. Bu yasalar Batı bilim ve
teknolojisinin temelini oluşturarak yeni gezegenlerin var oluşundan gelgitlerin
devinimlerine değin pek çok olgunun önceden kestirilmesine hizmet etmişti. Art arda
Batı insanına bunlar kesin, değişmez olgular diye öğretilmişti. Fakat yüzyılımızın
başında Einstein yeni bir teori ile Newton teorisini yanlışlamıştır.
Neticede insanlık bütün o sayısız kanıtların Newton’un teorisini doğruladığına
inanmakla düpedüz yanılmıştı. Böylesine çok sayıda tümevarımsal kanıtlar teoriyi
doğrulamadıysa başka ne doğrulayabilirdi? 360
Yanlışlanabilirlik ve Bilimsel İlerleme
Popper’ın yanlışlanabilirlik ilkesi tümevarım ve buna bağlı olan sınır çizme sorununa
makul bir çözüm getirmekle birlikte, şimdiye değin kabul gören bilimsel yöntem
anlayışını yadsımış ve onun yerine bir başka görüş getirmiştir.
Geleneksel görüşe ( özellikle Mantıkçı Pozitivistler’e) göre, bilimsel yöntem, gözlem
ve deneyden tümevarımsal genellemelere ulaşma, daha sonra bu genellemeleri ya da
varsayımları gözlem ve deneyle doğrulama (verification) sürecinden oluşmaktaydı.
Oysa Popper tümevarım mantığını yadsıyarak bilimsel araştırmanın başına hipotetik-
359
Bryan Magee, “Conversation With Karl Popper”, Modern British Philosophy, St, Martın’s Press,
New York, 1971, s. 69. 360
Magee, Karl Popper’ın Bilim Felsefesi ve Siyaset Felsefesi, s. 26.
191
dedüktif361
yöntemini koyar. Buna göre, bilimsel süreçte ilk olarak bir varsayım362
(conjecture) öne sürülür, sonra bu varsayım (varsayımdan türetilen gözlem önermesi)
deney ve gözlemlerle sınamaya tabi tutulur, bu sınamadan kasıt varsayımı
yanlışlamaya (falsificaton, refutation) çalışmaktır. Eğer ki varsayımımız
yanlışlanmaya direnç gösteriyorsa hala başarılıdır demektir.363
Popper, burada Mantıkçı Pozitivistlerden farklı olarak varsayımın deney ve
gözlemden önce geldiğini belirtir. Bu anlamda bilim adamı karşılaştığı problemin
çözümüne yönelik bir varsayım geliştirir. Daha sonra sınamaya tabii tutulan
varsayım yanlışlanmaya (refuted) bırakılır. 364
Popper’ a göre hiçbir teori mutlak
doğru olmadığı için er geç yanlışlanmaya mahkûmdur.365
Dolayısıyla da tekrardan
yeni bir varsayım ileri sürülerek bilimsel süreç devam ettirilir.366
Popper’a göre, mutlak ve kesin bir teori olmadığı için367
, bilimsel ilerleme
varsayımların (conjectures) öne sürülmesi ve bunları yanlışlama (refuted) sürecinden
361
Niiniluoto’ya göre Popper’ın hipotetik-dedüktif yöntemi benimsemesinde özellikle İngiliz W.
Whewell ve Amerikalı C.Peirce’ın görüşleri oldukça etkili olmuştur. Ayrıca bkz, I. Niiniluoto, İs
Science Progressive?, D. Reidel Publishing Company, Netherlands, 1984. ss. 18-19. 362
Popper burada varsayım oluşturma ve varsayımı sınama işlemlerinin farklı düzlemlerde ele
alındığını belirtmektedir. Bunun nedeni ise tümevarım işleminde yapılan hatanın tekrar yapılmaması
gerektiğidir. Böylece varsayım oluşturmanın yani akla yeni bir fikrin (idea) nasıl geldiği sorusu, ister
müzikal bir konu, ister ise bilimsel bir teori olsun bilgi mantığının değil görgül ruhbiliminin ilgi
alanına girer. Varsayımın geçerliliğinin sınanması ise yani bir önermenin savunulup
savunulamayacağı konusu ise bilgi mantığının görevidir. Bkz: Popper, Bilimsel Araştırmanın Mantığı
s, 55.
363 Magee, Karl Popper’ın Bilim Felsefesi ve Siyaset Felsefesi, s. 51.
364 K. Popper, Objective Knowledge, (An Evolutionary Approach), Oxford At The Clarendon Press,
Oxford, 1972, s. 258. 365
Bryan Magee, “Conversation With Popper”, Modern British Philosophy, St. Martin’s Press, New
York 1971. s. 71. 366
Popper’ın ileri sürdüğü bilimsel süreç anlayışı, Amerikalı filozof C. Peirce’ın bilim metodolojisi ile
doğrudan bir benzerlik göstermektedir. Detaylı bilgi için bkz. Niiniluoto, İs Science Progressive?, s.
29.
367
Popper’ın yanlışlanabilirlik ilkesini öne sürmesini sağlayan düşünce, hiçbir bir teorinin mutlak ve
kesin olmadığı savıdır. Popper’ın bu düşünceye ulaşmasında bilim tarihi verileri etkili olmuştur.
192
ibaret olmaktadır.368
Fakat bir varsayımın öne sürülmesi için bir problem
gerekmektedir. Popper’a göre bilim problemlerle369
başlar. Problem, beklentilerimize
ya da varsayımlarımıza aykırı olgu veya durumların ortaya çıkmasıdır.370
Popper,
problemlerin önemine dikkat çekmek adına, bilimde ilerlemenin en açık örneğini
eski problemlerle yenileri karşılaştırarak görebileceğimizi savlar. Örneğin görelilik
teorisinde, kuantum mekaniğinde ve moleküler biyolojide artık yeni problemlerle
uğraşmaktayız.371
Popper bilimsel süreçte problemlerle (yanlışlamalarla) karşılaşmamızı kabaca iki ayrı
düzlemde değerlendirir:
a) Teori-olgu ekseninde ortaya çıkan yanlışlamalar
b) Teori-teori karşılaştırması sonucu ortaya çıkan yanlışlamalar372
Popper’a göre, söz konusu yanlışlamaları (problemleri) aşmaya yönelik çabalar, yani
öne sürülen varsayımlar bilimin ilerlemesini sağlamaktadır. Yeni ileri sürülen
Nitekim bilim tarihine bakıldığında şu ya da bu zamanda bilinen teorilerin zamanla doğru olmadığı
anlaşılmıştır. Örneğin, bir zaman kabul gören Aristoteles’in, Galileo’nun, Kepler’in ve Newton’un
teorileri günümüz dünyasında artık geçerliliğini yitirmiştir. Popper, böylece hiçbir teorinin sonul
gerçek olamayacağını anlamıştır. Bir teori hakkında en çok şunu söyleyebiliriz: Şimdiye kadar bütün
gözlemlerce desteklenip, daha kesin öndeyilere olanak vermektedir. Fakat yine de her zaman daha iyi
bir teoriye yerini bırakabilir. Ayrıca bkz, Magee, K. Popper’ın Bilim ve Siyaset Felsefesi, s. 26. 368
K. Popper, Objective Knowledge, (An Evolutionary Approach), s. 258. 369
Popper burada ‘problem’ kavramını ‘yanlışlanabilirlik’ ilkesi ile benzer anlamda kullanmıştır.
Popper’a göre beklentilerimiz veya varsayımlarımız gözlemlerden önce gelir. Diğer bir deyişle biz
beklentilerle doğarız, yani beklentilerimiz doğuştan gelir, eğer ki beklentilerimize aykırı bir durumla
karşılaşırsak, varsayım temelli beklentimiz yanlışlanır ve farklı bir beklenti içerisine gireriz. Ayrıca
bkz, Popper, Objective Knowledge, s.258.
370 Popper, Conjestures and Refutations, s. 222.
371 Popper, “Evolutionary Epistemology”, Popper Selections, (ed), David Miller, Princeton University
Press, USA, 1985, s. 80. 372
Popper, Conjectures and Refutations, s.222.
193
varsayımlar da yeni yanlışlamalar ortaya çıkaracağı için, tekrardan yeni bir varsayım
inşa edilerek bilimsel ilerleme devam ettirilir.373
a) Teori-Olgu Ekseninde İlerleme
Popper’a göre, kısmen doğrulanan varsayımlar (conjectures) teori niteliği taşısa da
gerçek bir ilerlemeye karşılık gelmezler. Bilimde gerçekçi bir ilerleme teorileri
sürekli sınama ile mümkündür. Sınamadan kasıt teorileri yanlışlama (falsification,
refutation) girişimlerimizdir. Popper için yanlışlama girişimi teorileri olgularla
karşılaştırma bağlamında gerçekleşir. Teoriler olgularla çeliştikleri sürece bilim
ilerlemeye yönelik olacaktır.
Teori-olgu çerçevesinde ilerleme ve yanlışlanabilirlik ilkesi arasındaki ilişkiyi daha
anlaşılır kılabilmek için Bryan Magee’den alıntıladığımız şu örneği inceleyelim:
Diyelim ki çoğumuza okulda öğretildiği gibi suyun yüz derecede
kaynadığının bilimsel bir yasa olduğuna inanmakla işe başlıyoruz.
Doğrulayıcı durumlar ne denli çok olursa olsun bunu kanıtlamaya
yetmez, ama geçerli olmadığı durumları arayarak bunu sınayabiliriz.
Çok geçmeden suyun kapalı kaplarda yüz derecede kaynamadığını
keşfederiz. Böylece bilimsel yasa sandığımız şeyin öyle olmadığı
anlaşılır. Şimdi bu noktada baştaki önermemizin deneysel içeriğini
daraltarak şöyle kurtarabiliriz: ‘su açık kaplarda yüz derecede
kaynar’ daha sonra ikinci önermemizin yanlışlanma koşullarını
arayabiliriz. Bu yanlışlamayı daha yüksek Yerlerde bulabiliriz.
Böylece ikinci önermemizi kurtarabilmemiz için deneyci içeriğini
daha da daraltarak, ‘su açık kaplarda deniz yüzeyinde ve atmosfer
basıncında yüz derecede kaynar’ bundan sonra üçüncü önermemizi
yanlışlama yolunda sistemli bir girişime başlayabiliriz ve bu böylece
sürüp gider.374
373
Popper, a.g.e, s.222. 374
Magee, K, Popper’ın Bilim Felsefesi ve Siyaset Felsefesi, s. 22.
194
Dikkat edilirse suyun kaynama noktası hakkındaki teorimiz sürekli aykırı olgularla
karşılaştırılarak yanlışlanmış veya yanlışlanmaya çalışılmıştır. Popper’a göre bu
yanlışlama süreci bir ilerlemeye işarettir. Çünkü suyun kapalı kaplarda neden yüz
derecede kaynamadığını sorduğumuzda baştaki varsayımımızdan daha zengin bir
varsayım ortaya koymaya zorlanmış oluyoruz. Hem suyun açık kaplarda niçin yüz
derecede kaynadığını, hem de kapalı kaplarda niçin yüz derecede kaynamadığını
açıklayan bir varsayım (içeriği daha geniş olan varsayım), iki durum arasındaki
ilişkiye dair daha detaylı bilgi verecektir.375
Popper’a göre, bilimde ilerlemenin gerçekleşmesi için yürürlükteki teorilerin aykırı
olgularla yanlışlanması gerekmektedir. Çünkü her yanlışlama bizi bilmediğimiz bir
bilgiye yöneltmektedir. Bu anlamda Bilimin ilerlemesi problemlerin karşımıza
çıkması ve bizim onları çözme girişimlerimizden ibaret olmaktadır.
Popper’ın anlayışına tezat olarak ‘suyun yüz derecede kaynadığı’ varsayımını
Mantıkçı Pozitivist çizgisinde, sürekli doğrulayıcı örnekler arayarak tanıtlamaya
çalışsaydık çok sayıda örnek bularak bilimin ilerlediğini söyleyebilirdik. Fakat ne
kadar doğrulayıcı örnek bulursak bulalım, tüm bu olgular varsayımımızı
doğrulamaya yetmeyecektir. Dolayısıyla Popper için bütün teoriler varsayım olarak
kalmaya mahkûmdur.376
Ayrıca mevcut varsayım için doğrulayıcı örnekler bulmak,
bir inanç ve alışkanlığın içinde hapsolduğu için yeni ve radikal nitelikteki bilgilere
375
Magee, a.g.e, s. 22. 376
Popper, “The Aim of Science”, Objective Knowledge (An Evolutionary Approach) Oxford at the
Clarendon Press, 1972. s. 195
195
ulaşmak zorlaşmaktadır.377
Popper, bu gerekçelerle Mantıkçı Pozitivistlerin bilimsel
ilerleme anlayışını dolaylı yoldan eleştirmiştir.
Öte yandan Popper Mantıkçı Pozitivistleri ne kadar da eleştirmiş olsa, bilimsel
ilerleme anlayışını serimleyen bilimsel açıklama modelinin Mantıkçı Pozitivistlerle
benzerlik taşıdığını söyleyebiliriz. Her iki düşünce ekolü de teori-olgu ilişkisini
dedüktif bir model içerisinde ele almaktadır. Buna göre karşılaşılan her olgu mevcut
yasalara başvurularak değerlendirilir. Asıl ayrımlaşma ise bu değerlendirmenin
sonucunda ortaya çıkmaktadır. Dedüktif model içerisinde Mantıkçı Pozitivistler
açısından bilimsel ilerleme, explanandum (açıklanan önerme) explanans’ı (açıklayıcı
genel önermeler) doğruladığı müddetçe gerçekleşiyordu. Oysa Popper’a göre
explanandum, explanans yanlışladığı sürece bilim ilerler.378
Dilworth’e göre, Popper ve Mantıkçı Pozitivistler arasındaki ‘explanandum’
(açıklanan önerme) kavramının farklılığı her iki düşünce ekolünün bilimsel ilerleme
teorilerini doğrudan etkilemektedir.379
377
Popper, doğrulayıcı örnekler bulmanın sürekli bir inanç ve alışkanlıklar ekseninde seyrettiğini ve
bunun da gerçek bir bilimsel ilerleme anlayışıyla çeliştiğini göstermek adına, Conjectures and
Refutations adlı eserinde Marks’ın, Adler’in ve Freud’un teorilerini örnek gösterir. Popper’a göre söz
konusu teoriler kendi içlerine kapalı hiçbir eleştiri ve sorgulamayı kabul etmemektedir. Dolayısıyla da
kendi inançlarını doğrulamaya yönelik örnekler bulmakta zorlanmamaktadırlar. “ (…) doğal olarak,
gözünüz böyle bir açılınca her Yerde teoriyi doğrulayan olgular görüyordunuz. Dünya teorinin
doğrulamalrıyla dopdoluydu artık. Her ne olursa onu doğruluyor, böylece onun doğruluğu da apaçık
ortaya çıkmış oluyordu. Buna inanmayanlar ise besbelli bu açık hakikati görmeyi reddedenlerdi…, bir
Marksist gazetesini açmaya görsün, her sayfasında kendi tarih görüşünü doğrulayan kanıtlar
bulmadan edemiyordu.” Ayrıca bkz. Popper, Conjectures and Refutations, s. 34-35. 378
Dilworth, Scientific Progress, s.13. 379
Dilworth, Scientific Progress, s.18.
196
b) Teori-Teori Karşılaştırması ve İlerleme
Popper’a göre bilimsel ilerleme kabaca ‘beklentilerimiz (varsayım) – problem - teori-
yanlışlama ve yeni teori’380
çerçevesinde seyretmektedir. Bu süreçte yanlışlama
ilkesi başarısız olan teorinin elimine edilmesini sağlamaktadır. Sınamalara karşı
duran yani yanlışlama çabalarımıza direnç gösteren teori ise başarılı olarak kabul
edilmektedir. Eğer direnç gösteren başarılı teori de yanlışlanırsa, bu sefer
kendisinden önceki teorinin hem başarılarını hem de başarısızlıklarını açıklamak
zorunda olan yeni bir açıklayıcı teoriye gerek duyulacaktır.381
Bu durumda başarısız teorinin hem başarılarını hem de başarısızlıklarını açıklayacak
birden çok rakip teori ileri sürülmüşse, onlar arasında nasıl bir seçim yapacağız?
Daha açık bir ifadeyle, ilerleme gösteren teorinin başarılı olduğunu neye dayanarak
söyleyeceğiz? Bütün bu sorular Popper’ı ilerleme gösteren teoriyi belirlemek için
birtakım kriterlerin oluşturulması gerektiği düşüncesine yöneltmiştir.
Popper, başarı sağlayan ya da ilerleme gösteren teorinin ne gibi özelliklere sahip
olması gerektiğini özellikle Conjectures and Refutation (1963) adlı eserinde detaylı
olarak irdelemektedir. Bu eserinde Popper başarılı teorinin Yerine getirmesi gereken
bir takım koşulların olduğunu ileri sürmüştür. Bu koşulları sırasıyla başarılı (T2) ve
başarısız (T1) teori ayrımını yaparak karşılaştıralım.382
380
Popper, Objective Knowledge, s.258. 381
Magee, “Conversation With K. Popper”, s. 71-72. 382
Söz konusu koşullar için bkz, Popper, Conjectures and Refutations, s.232-241. Popper, Objective
Knowledge, s. 264. Popper, Bilimsel Araştırmanın Mantığı, s. 566-567.
197
1) 'T2' teorisi 'T1’ den daha geniş bir alanda sınanmalıdır ( daha geniş bir alanda
yanlışlamalara karşı direnç göstermelidir.) Böylelikle 'T2' teorisinin ampirik içeriği
T1‘den daha fazla ve daha ayrıntılı olacaktır.
2) Başarılı 'T2' teorisi her şeyden önce 'T1’i yanlışlayan problemi açıklamalı. Bir
anlamda T1’in başarısızlığının nedenini göstermeli.
3) 'T2' teorisi 'T1’in çözdüğü tüm problemleri aynı başarıyla çözmeli ve 'T1’in
açıklamakta zorlandığı durumlardan en azından bir kaçına yeterli açıklamalar
getirmeli. Bu anlamda 'T2' teorisi 'T1’den daha fazla olgu açıklayacaktır.
4) 'T2' teorisi daha önce hiç bilinmeyen ya da açıklanamamış birçok şeye açıklık
getirmeli.
5) 'T2' teorisi yeni deneysel sınama alanları önermeli ve bu alanlarda başarılı
olmalıdır.
6) 'T2' teorisi şimdiye kadar bağlantısız gözüken çeşitli olguları birleştirmelidir.383
Popper’ın ileri sürmüş olduğu bu ölçütler bizlere başarılı teoriyi başarısız olandan
ayırmak için bir dayanak sağlamaktadır. Fakat dikkat edilirse Popper’ın ileri sürmüş
olduğu bu ölçütlerin temelde birkaç ölçüte indirgenebildiği gibi, bu ölçütlerin de
Mantıkçı Pozitivistlerin öne sürmüş olduğu ölçütlerden çok da farklı olmadığı
383
Popper’ın ileri sürdüğü bu altıncı koşul, Daha önce Hempel’in belirtmiş olduğu başarılı teorilerde
olması gereken birleştirme (unification) niteliğiyle benzerdir. Bu anlamda Popper’ın bilimin nasıl
ilerlediği noktasında Mantıkçı Pozitivistlere yaklaştığı söylenebilir. Hempel bir teorinin birleştirici
(unification) olması ile başarılı teorinin yeni olgularla birlikte eski teoriye bağlı yasa ve olguları da
kapsayacak şekilde açıklamasını kastetmektedir. Bu türden bir açıklamaya örnek olarak Newton
teorisini göstermiştir. Newton teorisi aracılığıyla Kepler Kanunları, Galileo’nun serbest düşme yasası,
gel-git yasaları, kuyruklu yıldızların hareketlerine dair bilinen şeyler bir teori altında toplandı. Diğer
bir deyişle Newton teorisi söz konusu yasaların hepsini birleştirerek bir ilerleme sağladı. Bu hususta
detaylı bilgi için, tezin 45 ve 46. sayfalarına bakılabilir.
198
görülmektedir. Genel olarak bilimsel ilerleme nedir sorusuna her iki düşünce ekolü
de benzer cevapları vermektedir. Popper’un bu ölçütleri dikkate alındığında, 'T1' ve
'T2' gibi art arda gelen iki teoriden 'T2' teorisinin ilerleme gerçekleştirmesi için 'T2'
teorisi, 'T1‘in çözdüğü bütün problemleri çözdüğü gibi, 'T1’in açıklayamadığı
problemleri de açıklamalıdır. Bilimsel ilerleme çerçevesinde bu tanımlamayı
Mantıkçı Pozitivistler de kabul etmektedir.
Öte yandan Popper’ın ileri sürmüş olduğu beş koşulu, tek bir koşuldan (birinci koşul
olan 'T2' teorisi 'T1’ den daha geniş bir alanda sınanmaktadır önermesinden) türetmek
mümkündür. Çünkü Popper’a göre, teorinin sınanabilme ya da yanlışlamalara karşı
direnç gösterme özelliği başarılı teorinin en genel ve temel ilkesidir. Diğer koşullar
bu ilke ışığında işlev görmektedirler. Dolayısıyla ilerleyen süreçlerde de görüleceği
gibi, Popper, rakip iki teori arasındaki kıyaslamayı daha çok teorilerin sınanabilme
yeterliliğine ve bunun sonucu olan ampirik içerik düzeyine göre değerlendirmeyi
uygun bulacaktır.
Popper, bütün bu koşullarla birlikte başarılı teorinin sürekli farklı ve yeni sınama
alanlarına yönelmesini çok önemsemektedir. Bunun gerekçesi ise başarılı teori yeni
sınama alanlarında yanlışlandığı sürece bilimin ilerleyeceği tezidir. Bilimde ilerleme
gerçekleşmesi için teorileri sınayarak yanlışlamamız gerekir. Bu nedenle Popper
başarılı teorilerin farklı alanlarda ve sıkı bir şekilde sınanmasını şart koyar.384
Bu noktada Popper’a haklı sorular yöneltilmiştir. İleri sürdüğümüz bir teori eninde
sonunda yanlışlanacaksa, o halde yeni bir teori öne sürmenin anlamı nedir? Ayrıca
384
Popper, Conjectures and Refutations, s. 242.
199
bilim tarihine bakıldığında teorilerin sürekli yanlışlandığı görülmektedir. Bu
durumda bir ilerlemenin olduğunu nasıl ileri süreceğiz?
Doğruluğa Yaklaşma (Verisimilitude, Truthlikeness)
Normatif karakterli 'ilerleme' kavramının bir takım ilke ve koşullara bağlı olması,
'bilimsel ilerleme' kavramının da birtakım normlara sahip olmasını gerektirmiştir. Bu
normlardan birisi bir hedef (goal) kavramının zorunluluğudur. Başka bir deyişle,
bilimsel ilerleme anlayışının geçerlilik kazanması için yönelmesi gereken bir hedefin
olması zaruridir.
Söz konusu durumun farkında olan bilim filozofları bilimsel ilerlemeyi karakterize
edebilmek kendi anlayışlarına uygun birer 'hedef' kavramı ileri sürmüşlerdir. Bu
çerçevede Popper bilimsel ilerlemenin hedefi olarak doğruluk (truth) kavramını
önermiştir. Doğruluk (truth) kavramı dış dünyanın bilgisi ile koşut anlam
sağlamaktadır.
Popper, “Doğruya Yaklaşma” (verisimilitude) adlı makalesinde kendisinin realist bir
düşünür olduğunu, yani bilinçten bağımsız bir dış dünyanın (truth) varlığını kabul
ettiğini, bilimin amacının da bu dış dünyanın bilgisine (truth) ulaşmak olduğunu
belirtir. Bu anlamda bilimsel teorilerin dış dünyanın bilgisine (truth) ne kadar
yaklaşıp uzaklaştıkları ilerleme açısından önem arz etmektedir.385
Popper bilimsel
teorilerin doğruluğa (truth) hiçbir zaman ulaşamayacağını fakat doğruluğa yaklaşma
(verisimilitude) fikri ile karakterize olacağını bildirmektedir. Popper bu tutumu ile
bir anlamda bilimsel ilerlemenin hedefini 'doğruluk'dan (truth) 'doğruluğa yaklaşma'
(truthlikeness) kavramına kaydırmıştır.
385
Popper, “Doğruya Yaklaşma (verisimilitude) ”, Bilimsel Araştırmanın Mantığı, s. 565.
200
'Truthlikeness/Verisimilitude’ terimsel anlamda doğruya benzerlik veya gerçeğe
benzerlik anlamlarına gelmektedir. Popper ise truthlikeness/verisimilitude kavramını
daha çok doğruya yaklaşma (approach to the truth) olarak ele almaktadır. Bu
durumda Popper, başarılı teoriyi sürekli sınayarak yanlışlama girişimlerimizin
gerekçesini doğruluğa biraz daha yaklaşma olarak belirtir.
Popper, Polonyalı mantıkçı A. Tarski’nin çalışmalarından etkilenerek 'doğruluk'
kavramını alışılagelmişin dışında farklı bir şekilde değerlendirmektedir. Bu
çerçevede doğruluk (truth) asla bilemeyeceğimiz ve ulaşamayacağımız bir ideal
olarak var olmaktadır. Popper’a göre biz doğruluğu bilemesek de yine de düzenleyici
bir ilke (regulative principle) olarak bizleri yönlendirmektedir.386
Popper 'doğruluk' kavramının nasıl düzenleyici bir ilke olduğunu şöyle bir analoji
kurarak anlatmaya çalışır:
Zirvesi sürekli bulutlarla kaplı bir dağa tırmanan dağcı düşünelim.
Dağcı sadece buraya ulaşmada bir takım zorluklara sahip değil, aynı
zamanda buraya (peak) ulaştığını da bilmiyor. Çünkü dağcı bulutlar
nedeniyle ulaşmak istediği zirve ve diğer zirveler arasında ayrım
yapamıyor. Fakat bu durum objektif bir zirvenin varlığını etkilemiyor
ve eğer dağcı bize gerçek zirveye ulaşıp ulaşmadığına ilişkin
şüphelerinin olduğunu söylerse, zirvenin objektif varlığını ima etmiş
olur. Buradaki hata fikri, bizlere ulaşamayacağımız objektif bir
doğruluk fikrini ima etmektedir.387
Popper, benzer biçimde 'doğruluk' kavramını bilimsel faaliyetin en tepesine
yerleştirerek, bilimsel ilerleme anlayışını temellendirir. Bu anlayışta ilerleme
yanlışların ayıklanması sonucunda doğruluğa (truth) yönelik bir ilerleyiştir. Bu
386
Popper, Conjectures and Refutations, s. 226. 387
Popper, Conjectures and Refutations, s. 226.
201
durumda bilimin amacı (goal) doğruluğu elde etmek değil de, sadece ona yaklaşma
olmaktadır. 388
Bilim tarihine bakıldığında birçok teorinin öne sürüldüğü fakat hiçbirinin tam olarak
doğru olmadığı görülmektedir. Popper bu anlamda bilimin doğru kavramıyla özdeş
tutulmasına karşıdır. Çünkü Kopernik’in, Kepler’in, Galileo’nun, Newton’un ve
Einstein’ın teorilerini hem bilim sayıp, hem de onlara doğru kavramını içkin olarak
yüklemek mantıksal bir çelişki doğurur. Oysa söz konusu teorilerin mantıksal olarak
yanlışlandığını yani birbirleriyle çeliştiğini (yanlışlandığını)389
ve birbirlerine göre
doğruluğa yaklaşma derecesi bakımından değerlendirilebileceğini söylemek daha
rasyoneldir. O halde bu durumda, iki teoriden birinin doğruluğa daha yakın olduğunu
nasıl bileceğiz?
Popper bu soruya doğruluk (truth) ve içerik (content) kavramları arasında bir
paralellik kurarak cevap vermeye çalışır. Popper’a göre, doğruyu (truth)
bilemediğimiz için en azından iki ya da daha fazla teorinin göreli olarak doğruluğa
yaklaşıp yaklaşmadığını karşılaştırabiliriz. Bu karşılaştırmaya göre çelişen iki
teoriden bilgisel (doğru bilgi) içeriği daha geniş olanın doğruluğa daha yakın
olduğunu söyleyebiliriz.
Bir örnekle aydınlatmak için iki ayrı yasayı ele alalım: (T2) ‘Bütün gezegenler
dairesel olarak hareket eder (T1) ‘Bütün gezegenler elips biçiminde hareket eder.’
Burada bütün daireler elips olduğu için 'T1', 'T2’den çıkmaktadır; ama tersi geçerli
değildir. T2’nin içeriği T1’den oldukça büyüktür. Şüphesiz bütün gezegenler Güneşin
etrafında eşmerkezli dairelerle hareket eder gibi 'T2’den daha geniş içerikli başka
388
Popper, Conjectures and Refutations, s. 229. 389
Popper. Bilimsel Araştırmanın Mantığı, s, 570.
202
teoriler de vardır. Buna göre, 'T2' Newton’un dinamik teorisi 'T1' ise, Newton
teorisinden çıkmayıp yalnızca ona oldukça yaklaşan Kepler yasaları olabilir. Burada
Newton’un teorisi daha geniş bir alanda sınanabildiği için içeriği daha büyüktür. 390
Popper, teoriler arasındaki içeriksel karşılaştırmayı B. Magee ile yaptığı söyleşide
Newton (T1) ve Einstein (T2) teorilerini karşılaştırarak sürdürür:
Newton’un teorisi ile çözülebilen her sorun için, en azından aynı
kesinlik ölçüsünde Einstein’ın teorisinden de bir çözüm elde
edilebileceğini gösterebiliriz. Bu Einstein’ın teorisinin bilgi verici
içeriğinin ya da deneysel içeriğinin en azından Newton’unkini aştığını
gösterir. Çünkü Einstein teorisi, Newton’un teorisinin gücünü aşan,
çekim alanlarında ışığın çıkması ile yayılmasına ilişkin sorunları
ortaya koyup çözmemize olanak sağlar. Einstein’ın teorisinin bu
önemli deneysel içeriğinin, Newton’un teorisinden daha iyi sınanabilir
olduğunu belirttim. (…)Einstein’ın teorisi şimdilik, doğruya
Newton’unkinden daha çok yaklaşık gösteriyor diye özetleyebiliriz.391
Bütün bu veriler dikkate alındığında, 'T2' teorisinin daha geniş bir alanda sınanması
sonucunda, 'T1’in içerdiği ve içermediği doğruluklar 'T2' tarafından kapsanmıştır
diyebiliriz. O halde 'T1' ve 'T2' teorilerinin doğru ve yanlış içeriklerini şöyle
betimleyebiliriz.392
a) 'T2’nin doğru içeriği (yanlış içeriği değil) 'T1’i aşmaktadır.
b) 'T1’in doğru içeriği, 'T2' tarafından kapsanmaktadır.
c) 'T1’in yanlış içeriği (doğru içeriği değil) 'T2’yi aşmaktadır.
Neticede Popper’a göre, 'T2' teorisinin 'T1’den doğruluğa daha yakın olduğunu
söyleyebilmek için, 'T2' teorisinin daha geniş bir alanda sınandığı (yanlışlamalara
390
Popper. Bilimsel Araştırmanın Mantığı, s. 442-443. 391
Magee, “Conversation With K. Popper”, s.76. 392
Popper, Conjectures and Refutations, s. 233.
203
karşı direnç gösterdiği) ve daha fazla olgu açıkladığı, dolayısıyla da daha geniş ve
daha doğru içeriğe sahip olması gerektiğini söylemek gerekmektedir. Ayrıca bu
çözümlemenin bilimsel ilerlemeyi de tanımladığını söyleyebiliriz. Çünkü daha önce
değinildiği gibi, ilerleme gösteren teori daha geniş bir alanda sınandığı gibi daha
fazla olgusal içeriğe de sahip olmaktadır.
Fakat Dilworth’in de belirttiği gibi doğruluğa yaklaşma açısından teorilerin içeriksel
karşılaştırması bir açıdan problem doğurmaktadır. Popper yanlışlanabilirlik ilkesi
çerçevesinde art arda gelen teorilerin mantıksal olarak çeliştiğini ileri sürmüştür. Bu
anlamda 'T2' teorisi, 'T1' teorisinin doğruluk içeriğini kapsamayacaktır. Dilworth’e
göre Popper daha ilk başta yanlışlanabilirlik ilkesi bağlamında art arda gelen
teorilerin çeliştiğini savladığı için, başarılı teorinin içeriğinin daha geniş (büyük)
olduğunu mantıksal olarak temellendirememektedir.393
Popper, söz konusu problemi aşmak için, çelişen iki teoriden birinin doğruluğa daha
yakın olduğunu ileri sürmüştür.
Diyelim şimdi ‘12’ye 3 var’ bu durumda şimdi ‘12’ye 5’ var önermesi
tamamen yanlıştır; ama doğruya, ‘12’ye 10’ var veya ‘12’yi 10’
geçiyor önermesinden daha yakındır. Üstelik şimdi ‘12’ye 5 var’
yanlış önermesinin, şimdi vakit 11 ile 13 arasıdır gibi belirsiz doğru
bir önermeden de daha doğru içeriği vardır. 394
Fakat Popper’ın bu çözümü de çelişkili görülmektedir. Çünkü Popper bu pasajda
‘12’ye 3 var’ önermesini bir hedef olarak belirtip bilindiğini varsaymıştır. Oysaki
daha önceki açıklamalarında ‘doğruluk’(truth) kavramının bilinemeyeceğini sadece
393
Dilworth, Scientific Progress, s. 34. 394
Magee, “Conversation With K. Popper” s.77.
204
düzenleyici bir ilke olarak işlev görebileceğini belirtmişti. Bu durumda bilimin amacı
(goal) doğruluğu elde etmek değil de, sadece ona yaklaşma olmaktaydı.395
Bu çerçevede Popper’ı eleştiren düşünürlerden birisi de T.S.Kuhn olmuştur. Kuhn
art arda gelen teorilerle doğruluğa (truth) yaklaşıldığı savını iki açıdan geçersiz
kılmaya çalışır. Bunlardan birincisine göre, doğruya yaklaşma (truthlikeness) fikri
mantıksal olarak daha fazla doğru sonuçları ve daha az yanlış sonuçları
gerektirmektedir. Oysa Popper art arda gelen teorilerin birbirleri ile çeliştiğini
savlayarak, bilim tarihinde yanlış teorilerin daha fazla olduğuna işaret etmektedir.396
Bu durumda çok sayıda yanlış teorilerle bir doğruluğa ulaşmaya çalışmak, doğruluğa
yanlışları yüklemek gibi anlamsız bir şey yapmaktan başka bir şey değildir.
Kuhn’un ikinci itirazı ise, Popper’ın ontolojik anlamda objektif bir doğruluk (truth)
olduğu düşüncesine yöneliktir. Kuhn’a göre art arda gelen teorilerle doğruluğa (truth)
ulaşma düşüncesinden önce objektif bir doğruluğun olduğunu bilmemiz gerekir.
Fakat teoriden bağımsız bir olgunun olmadığı ilkesi göz önünde bulundurulduğunda
Popper’ın bu argümanı geçersiz olmaktadır.397
Bilim Nasıl İlerler?
Yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren bilimsel ilerlemeye ilişkin temel problem
bilimin nasıl ilerlediğine ilişkindi. Mantıkçı Pozitivistler pozitivist bilim anlayışını
sürdürerek bilimin birikimsel (cumulative) yada eklemlemeli (incorporation) bir
şekilde ilerlediğini savunmuşlardı. Popper ise pozitivist bilim imgesi ile birlikte
395
Popper, Conjectures and Refutations, s.145. 396
Kuhn, “Keşfin Mantığı Mı Yoksa Araştırmanın Psikolojisi Mi?”, Bilginin Gelişimi ve Bilginin
Gelişimi İle İlgili Teorilerin Eleştirisi, (eds) Imre Lakatos & Alan Musgrave, Çev: Hüsamettin Arslan,
Paradigma Yayınları, İstanbul 1992. s. 20. 397 T.S.Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions, The University of Chigago Press, USA, 1970. s.
206.
205
birikimsel ilerleme anlayışını yadsımaktadır. Fakat Popper'ın burada tamamıyla
birikimsel ilerleme anlayışını yadsıdığı söylenemez. İlerleyen süreçlerde görüleceği
üzere Popper bilimin iki ayrı temel üzerinde ilerlediğini savlayacaktır, bunlardan
birisi birikimsel (incorporation) diğeri ise devrimseldir (overthrow).398
Popper'ın bilimsel ilerlemenin tanımına yönelik yaptığı açıklamalar dolaylı olarak
bilimin nasıl ilerlediği hakkında bilgiler vermektedir. Bu doğrultuda hatırlanırsa
Popper için bilimde ilerleme, başarılı teorinin başarısız olanın açıkladığı bütün
problemleri açıkladığı gibi, başarısız olan teoriyi yanlışlayan olguları da açıklaması
olarak kavramsallaştırılmıştı. Diğer bir ifadeyle, bilimsel ilerleme, ‘T1’ ve ‘T2’ gibi
art arda gelen iki teoriden ‘T2’ teorisinin ‘T1’ in çözdüğü bütün problemleri çözdüğü
gibi, ‘T1’i yanlışlayan problemleri de açıklamasıdır. Bu ifadeler art arda gelen
teoriler arasında bir içerik geçişkenliğinin olduğunu belirtmektedir. Bu içerik
geçişkenliği de bilimin nasıl seyrettiğine ilişkin önemli ipuçları vermektedir.
Popper’ın art arda gelen teorilerin içeriksel olarak nasıl bir ilişkide bulunduklarına
yönelik düşünceleri farklı eserlerinde değişik şekillerde ele alınmıştır. Dolayısıyla bu
konuya tam bir açıklık getirebilmek için, Popper’ın eserlerini tarihsel sıra
bakımından ele almak doğru bir yol olacaktır.
Popper, ilk baskısı 1934 yılında yapılan Logik Der Forschung (Bilimsel Araştırmanın
Mantığı) adlı eserinde, “Newton dinamiği, Kepler yasalarının devamı değil; fakat
Newton dinamiği Kepler yasalarına göre doğruya daha iyi bir yaklaşım
398
Losee, Theroies Of Scientific Progress, s. 88.
206
göstermektedir.”399
İfadelerini kullanarak açıkça art arda gelen teorilerin birbirlerinin
devamı olmadığını vurgulamıştır.
Popper, art arda gelen teorilerin birbirleriyle çeliştiği argümanını ise “The Aim of
Science” (1957) adlı makalesinde detaylı olarak irdeler.
Genellikle Newton dinamiği Galileo’nun Yer fiziği ve Kepler’in gök
fiziğinin birleştirilmesi olarak bilinir. Newton dinamiğinin Galileo ve
Kepler yasalarının devamı (induced) olduğu ve söz konusu yasaların
Newton dinamiğinden türetildiği (deduced) iddia edilir. Fakat bu
böyle değildir. Açık konuşmak gerekirse Newton teorisi Galileo ve
Kepler’in yasaları ile çelişmektedir. Bu nedenle Newton teorisini
ister dedüktif ister ise indüktif yöntemle Galileo ve Kepler’in
yasalarından türetmek mümkün değildir.400
Popper bu ifadeleri ile açıkça Newton teorisinin açıkça öncelleri ile tam bir çelişki
içinde olduğunu belirtir. Popper’in özellikle teoriler arasında dedüktif ya da indüktif
bir türetmenin olmadığının altını çizmesi, söz konusu teoriler arasında bir indirgeme
veya türetme ilişkisini savunan Mantıkçı Pozitivistleri (özellikle G.Hempel ve E.
Nagel’in çalışmalarını) yadsıma girişiminden kaynaklanmaktadır. Popper bu nedenle
Kepler, Galileo ve Newton’un teorileri arasında kavramsal ve mantıksal bir ilişkinin
olmadığı savını daha da detaylandırır.
Galileo fırlatılan bir cismin bir parabolde hareket ettiğini, doğru bir
çizgide de sürekli hızlandığını iddia eder. Newton’a göre ise uzun
menzilde fırlatılan bir cisim parabol değil de elips bir yörünge çizer.
(…) Galileo’ya göre bütün cisimler değişmez bir ivme ile düşerler.
Oysa Newton’a göre düşen cisimler Yer’in çekim etkisi nedeniyle Yere
yaklaşırken ivmeleri artar. (…) Kepler’in üçüncü yasası açık bir
şekilde Newton teorisi ile çelişir.401
399
Popper, Bilimsel Araştırmanın Mantığı, s. 442-443. 400
Popper, ” The Aim of Science”, Objective Knowledge (An Evolutionary Approach), Oxford at the
Clarendon Press, Oxford, 1972, (vurgu bana ait), s. 197-198. 401
Popper, “The Aim of Science”, s. 198-200.
207
Popper, Objective Knowledge (1972) adlı eserinde teoriler arasındaki çelişkinin
Newton ve Einstein teorileri arasında da olduğunu belirtir. Popper’a göre Einstein’ın
gravitasyon teorisinde ne çekme ne de itme güçleri vardır. Newton’un gravitasyon
yasasında ise çekim gücü bir mesafe sürecinde gerçekleşmektedir. Bu manada
Newton’un teorisi Einstein’ınkiyle benzeştirilemez.402
Popper, bütün bu veriler ışığında art arda gelen Galileo’nun, Kepler’in, Newton’un
ve Einstein’in teorilerinin mantıksal olarak birbirleriyle çeliştiğini ileri
sürmektedir.403
Art arda gelen teorilerin birbirleri ile çelişik olması ya da birbirlerini
olumsuzlaması, bunların kavramsal içerik olarak da birbirleri ile örtüşmediğini işaret
etmektedir. Bu durumda Einstein teorisi, Newton teorisine ait hiçbir kavram ve terim
içermediği için, teoriler arasındaki geçiş devrimsel bir eksende gerçekleşecektir.
Fakat Popper, bilimsel ilerlemenin tamamıyla devrimsel olmadığını, hatta bu hususta
Kuhn’a gönderme yaparak bilimsel ilerlemenin köklü devrimler olduğu savının
mantıksal ve tarihsel olarak yetersiz olduğunu savlamaktadır.
Newton’un yerçekimi teorisinden, Einstein’ınkine geçişin irrasyonel
bir sıçrayış olduğunu ve bu ikisinin rasyonel tarzda mukayese
edilemeyeceğini söylemek, tamamıyla yanlıştır. Aksine birçok bağlantı
noktaları ve mukayese noktaları vardır. Einstein teorisinden
Newton’nun teorisinin mükemmel bir yaklaşım sonucu çıkar.404
Popper, bu ifadeleri ile Kuhn’dan farklı olarak, bilimin temelde eleştirel bir etkinlik
olduğunu ve bu süreçte dirençli varsayımlar öne sürmenin (ya da teorilerimizi sürekli
yanlışlamaya çalışmamızın) devrimsel süreç ile özdeşleştirilebileceğini savunur. Öte
402
Popper, Objective Knowledge, s. 269. 403
Popper, “Gerçeğe Yaklaşma”, Bilimsel Araştırmanın Mantığı, (1973 yeni ekli) s.570. 404
Popper, “Olağan bilim ve tehlikeleri”, Bilginin Gelişimi ve Bilginin Gelişimi İle İlgili Teorilerin
Eleştirisi, (eds) Imre Lakatos & Alan Musgrave, Çev: Hüsamettin Arslan, Paradigma Yayınları,
İstanbul 1992. s. 67.
208
yandan Popper eğer bilimde sürekli eleştiri ön planda olursa bu defa teorilerin reel
güçlerinin yattığı yeri asla keşfedemeyeceğimizi belirterek bilimde dogmatizme
(birikimselliğe) de yer açmıştır.405
Böylelikle Popper bilimsel ilerlemenin bir
yönüyle birikimsel (incorporation) diğer yönüyle de devrimci (overthrow) olduğunu
ileri sürerek, bilimin birikerek devrimler yoluyla ilerlediğini (through overthrow wıth
incorporation) savunmuştur.406
Bu tutum Popper’ın son dönem eserlerine de yansımıştır. Özellikle 1963 ve daha
sonrası çalışmalarında teoriler arasında bir içerik geçişkenliğinin olduğunu
savlayarak, art arda gelen teorilerin bütünüyle çelişmediğini belirtmiştir. Popper bu
tutum ile aslında yanlışlanabilirlik ilkesini biraz daha yumuşatmıştır denilebilir.
Çünkü yanlışlanabilirlik ilkesi bağlamında art arda gelen teoriler çelişmekteydi.
Popper’ın bu dönüşümünün izlerine ilk baskısı 1963 yılında yayınlanan Conjectures
and Refutations adlı eserinde rastlamak mümkündür.
Galileo ve Kepler’in teorileri, mantıksal olarak daha güçlü ve daha
iyi sınanabilen Newton teorisi tarafından birleştirilmiş (unified) ve yer
değiştirilmiştir. Benzer şekilde Fresnel, Faraday, Maxwell ve
Newton’un teorileri Einstein teorisi tarafından birleştirilmiş ve yer
değiştirilmiştir.407
Popper’ın 1971 yılında Bryan Magee ile yaptığı söyleşide benzer ifadelere
rastlamaktayız.
Newton’un teorisini destekleyen bütün gözlemsel kanıtların, yapıca
çok farklı olan Einstein’ın teorisini de desteklediği söylenebilir. (…)
Bütün söyleyeceğimiz daha iyi teorinin her başarılı, her iyi sınanmış
405
Popper, “Olağan bilim ve tehlikeleri”, s. 65-66. 406
Popper bu düşüncelerini Bilimsel Araştırmanın Mantığı adlı eserinin genişletilmiş baskısında
( 1973) ileri sürmüştür. Ayrıca, bkz: Popper, Bilimsel Araştırmanın Mantığı, s. 567. Losee, Theroies
Of Scientific Progress, s. 88-89. 407
Popper, Conjectures and Refutations, s. 220.
209
öncelini yaklaşık olarak içermek zorunda olacağıdır. Bu yolla
öncelinin niye başarılı olduğunu da açıklayacaktır.408
Popper’ın son dönem eserleri dikkate alındığında art arda gelen teorilerin tamamıyla
çelişmediği, aksine birbirlerini yaklaşık olarak da olsa içerdikleri rahatlıkla
söylenebilir. Bu durumda başarılı teorinin başarısız olanı yaklaşık olarak içermesi
teoriler arasında bir içerik geçişkenliğinin olduğunu ima etmektedir. Popper bu içerik
geçişkenliğini şöyle ifade eder:
Newton teorisi, Kepler’in yasasına ait problemleri öngörmüştür.
Kepler yasalarını yanlışlayan (refuted) problem alanı, Newton’un
başarı alanı olarak tesis edildi. Kepler’in teorisi, Newton teorisini
yaklaşık (approximation) doğruluk olarak izlediği için Kepler’in
teorisinin yanlış içeriği Newton teorisinde bulunmaz 409
Bu ifadelerden, başarılı teorinin başarısız olanı yaklaşık olarak içermesi, ya da
başarısız teorinin başarılı olanı yaklaşık olarak izlemesi, doğruluk içeriklerinin
(doğru bilgi içeriğinin) aktarılması ile mümkün gözükmektedir. Newton teorisi,
Kepler’in doğru içeriklerini kapsadığı gibi, Kepler yasalarını yanlışlayan olguları da
açıklamakla yeni doğru içerikleri elde etmektedir.
Bu bilgiler çerçevesinde Popper’ın ne Kuhncu anlamda bilimin devrimsel olarak
ilerlediğini ne de Mantıkçı Pozitivistler gibi birikimsel ilerlediği savını kabul ettiği
söylenebilir. Fakat ileri sürdüğü bilimsel ilerleme teorisinin her iki ilerleme biçimini
de kapsadığını görmekteyiz. Popper'ın ilk eserlerinde art arda gelen teorilerin
birbirlerini yanlışması bilimin devrimsel (overthrow) ilerlediğini, son dönem
eserlerindeki yeni teorinin eskiyi yaklaşık doğruluk olarak izlemesi ve kısmen (doğru
içeriklerini) içermesi de birikimsel/birleşerek (incorporation) ilerlediğini açıkça
408
Magee, “Conversation with K.Popper”, ss. 70-71. 409
Popper, Conjectures and Refutations, s. 235.
210
göstermiştir. Bu durumda Popper'ın bilimsel ilerleme seyrini 'birikerek devrimlerle
ilerleme' olarak tanımlamak doğru olacaktır.
Bilimin İlerlemesine Evrimci Yaklaşım
Popper, bilimsel bilginin ilerleme sürecini (gelişim sürecini) aydınlatmak ve
açıklamak adına Darwinci evrim anlayışından yararlanmıştır. Popper yirminci
yüzyılın ikinci yarısından itibaren Darwinci evrim anlayışına ilgi duyarak bilim için
önerdiği birikerek devrimlerle ilerleme modelini evrimsel ilerleme ile analoji kurarak
açıklamaya çalışmıştır.
Popper Oxford Üniversitesinde Herbert Spencer’ın onuruna verilen derslere (1973)
‘Evrim ve Bilgi Ağacı’ (Evolution and the Tree of Knowledge) adlı bir dersle katkıda
bulunarak evrim teorisi ile doğrudan ilgilendiğini göstermiştir.410
Popper’ın bu
ilgisinin altında yatan en temel sebep, tohumlarını Logik Der Forschung (Bilimsel
Araştırmanın Mantığı) (1934) adlı eserinde attığı, daha sonra Conjectures and
Refutation (Kestirimler ve Çürütmeler) (1963) ve Objective Knowlede (Nesnel Bilgi)
(1972) adlı eserlerinde geliştirdiği, bilimsel ilerlemenin deneme (trial/conjecture) ve
yanılma (error/refutation) yoluyla gerçekleştiği savının, Darwin’in evrimsel süreçte
türlerin (variation) doğal ayıklama (natural selection) yoluyla geliştiği görüşüne
benzerliğidir.
Popper’a göre bilimsel süreç esnasında öncelikle mevcut problemi çözmeye yönelik
birden fazla varsayım (conjecture) vardır. Daha sonra bu varsayımlar
yanlışlanabilirlik ilkesine göre sınamaya tabii tutulur. Yanlışlamalara karşı direnç
410
Popper, Objective Knowledge, s. 256. Niiniluoto, İs Science Progressive?, s.22.
211
gösteren varsayım kabul görmesine karşın, diğerleri yanlışlanarak reddedilir.411
Diğer bir deyişle varsayımlar arasında başarılı olan varsayımın seçilmesine karşın;
başarısız olanlar ayıklanır. Burada varsayımın başarılı olma ölçütü, eski teoriyi
yanlışlayan olguyu açıkladığı gibi, eski teorinin çözmüş olduğu bütün problemleri de
açıklamasıdır.
Darwinci eksende ele alınan evrim anlayışına göre ise öncelikle birbirlerine göre az
ya da çok farklılık gösteren çeşitli türler (variation) vardır. Sonra bu türler arasındaki
farklı özellik ve nitelikler bağlamında bir doğal ayıklama (natural selection) yapılır.
Bu ayıklama sonucunda başarılı olan türler, yani farklı özellikleri ile üstünlük
sağlayan türler yaşamını sürdürmekte, diğerleri ise ayıklanmaktadır.412
Burada
türlerin hayatta kalmalarını sağlayan ölçütler, genetiksel olup kalıtım yoluyla ana-
babadan sonraki nesillere geçen özellikler veya niteliklerdir. Fakat bu özellikler
türlerin içinde bulunduğu koşullara göre değişiklik göstermektedir. Örneğin sığ
sularda balıkçıl kuşların gagaları ve bacakları, onların hayatta kalmalarını sağladığı
gibi, bu özellikleri genetiksel olarak sonraki nesillere aktarılmaktadır.
Benzer türler arasında genetiksel özelliklerin sonraki nesillere aktarılmasına karşın
farklı türler arasında böyle bir geçiş yoktur. Fakat böyle bir geçişin olmaması farklı
türler arasında keskin bir ayrımın olduğu anlamına gelmez. Çünkü ortak koşullarda
çeşitli türlerin bir arada olmasını sağlayan ilke, onların benzer özelliklere sahip
olduklarını gösterir. Buna karşın değişen koşullara uyum sağlayan farklı özelikler,
türler arasında belirleyici ilke olmaktadır. Kısacası bu türler arasındaki benzer ve
411
Popper, Objective Knowledge, s. 258. 412
Julian Huxley, “Darwincilik Yıkıldı mı?”, Bilim Tarihi, C. Yıldırım, Remzi Kitabevi, İstanbul,
2009, s. 220.
212
farklı özellikler bizlere evrimsel sürecin bir yönüyle devamlılık diğer yönüyle de
kopuşlar halinde seyrettiğini işaret etmektedir.
Popper’ın bilimsel süreç ve Darwin’in evrimci anlayışının benzerlik gösteren
öğelerini kısaca sıralamak, kurulmaya çalışılan analojiyi daha da açıklayıcı
kılacaktır.
1) Her iki süreçte de ‘yanlışlanabilirlik’ (falsification) ve ‘doğal ayıklama’ (natural
selection) ilkesi aynı işlevleri gören kavramlar olarak ele alınmıştır.413
2) Yanlışlanabilirlik ilkesinden önce çeşitli sayıda ve farklı nitelikte varsayımlar
(conjectures) vardır. Doğal ayıklamadan önce ise benzer ve farklı özelliklere sahip
çok sayıda tür (variation) vardır.414
3) Başarılı varsayım eski teoriyi yanlışlayan olguları açıkladığı gibi, eski teorinin
çözmüş olduğu bütün problemleri de açıklamaktadır. Hayatta kalan türler de (başarılı
olan türler de) ayıklanan türlerin özelliklerini koruduğu gibi, hayatta kalmasını
sağlayan farklı özelliklerini de barındırmaktadır.
4) Eski teori ile yeni teori arasında keskin bir kopuş yoktur. Aksine bir içerik
geçişkenliği vardır. Benzer şekilde hayatta kalan tür ile ayıklanan tür arasında da
keskin bir ayrım yoktur. Ortak özelliklere sahip oldukları gibi farklı özelliklere de
sahip olmaktadırlar.
Bu kavramlar arasındaki analojide 1. ve 2. maddeler genellikle kabul edilmekle
birlikte çeşitli tartışmalara da yol açmıştır. Bazı düşünürler Popper’ın varsayımlar
413
Bence Nanay. “Popper’s Darwınan Analogy”, Perspective On Science: Hıstorical, Philosophical,
Social, MIT pres journal, Cambridge, 2011, s.339. 414
Nanay. “Popper’s Darwınan Analogy”, s. 339.
213
(conjectures) ve türler (variation) arasında bir analoji kurmasını olanaklı görmesine
rağmen, yanlışlanabilirlik (falsifiability) ve doğal ayıklama (natural selection)
kavramları arasında bir analoji kurulamayacağını işaret etmektedirler. Buna en
önemli gerekçe ise bireylerin veya türlerin hızlı bir şekilde ölmesine rağmen,
varsayımların yavaş bir süreçte elenmesidir. Profesör Nanay bu gerekçeyi göz
önünde bulundurarak Popper’ın daha çok varsayımlar (conjectures) ve türler
(variations) arasında bir analoji kurmaya yöneldiğini belirtmiştir.415
Fakat gerçekte
Popper’ın varsayımların veya teorilerin yanlışlanabilirliğini mantıksal düzeyde
değerlendirdiği göz önünde bulundurulursa yanlışlanan bir teorinin uzun süreçte
varlığını sağlayacak hiçbir bir gerekçe kalmayacaktır.416
Ayrıca ilerleyen süreçlerde
görüleceği üzere Popper ‘falsification’ kavramını evrimsel gelişmenin karakteristik
öğeleri olan ‘selection’ ve ‘adaptasyon’ (adaptation) kavramları ile analoji kurarak
bilimsel ilerlemenin biçimini (morphology) belirmeye çalışacaktır.
Bu tartışmayı bir kenara bırakırsak, söz konusu benzerliklerin Popper’ın birikerek
devrimlerle ilerleme modelinin Darwinci evrimsel süreç ile birçok açıdan benzerlik
taşıdıkları söylenebilir. Hemen hemen her iki düşünce sisteminde birbirlerini
karşılayacak kavramlar bulmak mümkündür. Devrimsel ilerleme anlayışını
karakterize den yanlışlama (falsification) kavramı evrimsel süreçte doğal seleksiyon
(natural selection) kavramı ile örtüşmektedir. Birikimsel ilerlemeyi karakterize eden
teorilerin birbirlerini yaklaşık doğru olarak izlemesi ve aralarındaki içerik
geçişkenliği ise evrimsel süreçte hayatta kalan türlerle ayıklananlar arasındaki ortak
özelliklere tekabül etmektedir.
415
Nanay. “Popper’s Darwınan Analogy”, s. 340. 416
Popper, Bilimsel Araştırmanın Mantığı, s.107.
214
Evrim teorisi ile bilimsel süreç arasında bir analoji kurma çabasını çok daha gerilere
götürmek mümkündür. Evrimsel sürecin bilimsel bir modelle benzeştirilmesindeki en
önemli etken, hipotetik-dedüktif (hypothetico-deductive) adlı yöntemin ileri
sürülmesidir. Bu fikrin öncülerinden olan İngiliz düşünür William Whewell‘in
(1794-1866) 1840 yılında ileri sürüdüğü formülasyona göre, mevcut problemi
açıklamak adına önce bir varsayım ileri sürülür, daha sonra bu varsayımdan türetilen
önerme sınamaya tabii tutulur. Sınama sonucunda doğrulanan varsayım kabul görür;
yanlışlanan ise reddedilir. Bilim bu formülasyonda deneme ve yanılma (trial and
error) yoluyla ilerler.417
Whewell’in ileri sürdüğü bu yöntem daha sonraları evrim teorisinin de yöntemi
olarak benimsenmiştir. Filozofların evrim teorisini hipotetik-dedüktif bir yöntem
ekseninde ele almaları kuşkusuz dönem itibariyle tümevarım problemini aşma
girişimlerinden kaynaklanmaktadır. Tümevarım mantığının problemli olması koşut
olarak evrim teorisini de sorunlu kılmaktaydı. Dolayısıyla bu tehlikeyi fark eden
düşünürler (özellikle Whewell, Peirce, Popper gibi düşünürler) evrim teorisinin
hipotetik-dedüktif bir yöntemle ele alınmasını daha ussal bulmuşlardır.
Bu doğrultuda benzer fikirler öne süren Amerikalı pragmatist düşünür Charles Peirce
da (1839-1914) Whewell’i takip ederek bilimsel yöntemin tümevarımsal değil de,
hipotetik-dedüktif nitelikte olduğunu ileri sürerek evrim teorisini desteklemiştir.418
Bu veriler ışığında Popper’ın evrim teorisi ile bilimsel yöntem arasında kurduğu
analojinin daha önceden Whewell ve Peirce gibi düşünürlerce ele alındığı
görülmektedir. Bu hususta Niiniluoto, Popper’ın metodolojisinde W. Whewell ve C.
417
Niiniluoto, İs Science Progressive?, s.66. 418
Niiniluoto, İs Science Progressive?, s.29.
215
Peirce’ın derin etkileri olduğunu beyan ederek, Popper’ı Whewell ve Peirce’ın
izleyicisi olarak görmüştür.419
Niiniluoto’ya göre, Popper’ın bilimsel süreci evrimci bir model çerçevesinde ele
almasında C. Peirce’ın görüşleri oldukça etkili olmuştur. Peirce 1896 yılında kaleme
aldığı bir yazısında evrim teorisinin özellikle bilim tarihine ışık tuttuğunu, böylece
bilimsel ilerlemenin evrimci açıdan değerlendirilebileceğini savlamıştır.420
Popper’ın ilk eseri olan Logik Der Forschung da (1934) Whewell ve Peirce’ın
etkilerini görmek mümkündür. Popper bu yapıtında hem hipotetik-dedüktif yöntemin
hem de bu yöntemin evrimci bir modelle uzlaştırılabileceği görüşlerinin ipuçlarını
vermektedir. Popper tümevarım mantığını reddettiği için, rakip iki teori arasındaki
seçim yapma kriterini doğrulama (verification) ve indirgeme (reduction) gibi
yöntemlerle değil de, başarılı teorinin sıkı sınamalara, yani yanlışlamalara karşı daha
fazla direnç göstermesi ile ifade etmiştir. 421
Popper, bu görüşlerini Conjectures and Refutations (1963) ve Objective Knowledge
(1972) adlı eserlerinde daha da olgunlaştırmıştır. Buna göre bilimsel süreçteki
varsayım (conjecture) ve çürütme (refutation) terimleri dolaylı olarak deneme (trial)
ve yanılma (error) terimlerine karşılık gelmektedir. Bu anlamda bilim yanlışların ya
da hataların ayıklanması ile ilerleyecektir.422
419
Niiniluoto, İs Science Progressive?, ss. 18-19. 420
Niiniluoto, İs Science Progressive?, s.25. 421
Niiniluoto, İs Science Progressive?, s.66. 422
Popper, Conjectures and Refutations, s. 216; Popper, Objective Knowledge, s. 258.
216
Popper’ın bilimsel ilerlemeyi Darwinci bir bakış açısından ele almasının en açık
örneğini, H. Spencer onuruna verdiği derslerde (1973) görmekteyiz.423
Popper bu
derslerde evrimci ilerleme anlayışını karakterize eden adaptasyon (adaptation)
kavramını üç ayrı şekilde değerlendirir: 1) Genetik adaptasyon 2- Davranışı öğrenme
adaptasyonu (Adaptative Behavioural Learning) 3- Bilimsel keşif (discovery)
Genetik adaptasyon ilkesine göre, yaşam sürecinde taşıyıcısına üstünlük sağlayan
özellikler kalıtım yoluyla yeni kuşaklara geçmektedir. Örneğin yaşam sürecinde kısa
boyunlu zürafalara nazaran hayatta kalan uzun boyunlu zürafaların ‘uzun boyunlu’
özellikleri bir sonraki nesle aktarılmaktadır.
Popper, burada bir ayıklanma (selection) sonucunda türlerin genetik adaptasyona
(yani genetik olarak getirdiklere niteliklere) bağlı olarak hayatta kaldıklarını,
dolayısıyla da bu görüşün daha çok Darwinci evrim anlayışına uygunluk gösterdiğini
belirtmektedir. Buna karşın davranışı öğrenerek adaptasyon sağlama ise doğal
süreçte türlerin yavaş yavaş veya adım adım bir öğrenme (ınstruction) sonucunda
hayatta kaldıklarını belirtmektedir. Popper’a göre, bu adaptasyon türü öğrenme
(ınstruction) ilkesine uygun olduğu için bu anlayış da Lamarckçı424
evrim anlayışına
tekabül etmektedir.425
423
Bu dersler 1975 yılında “The Rationality of Scientific Revolutions” adı altında yayımlanmıştır.
Künye: “The Rationality of Scientific Revolutions” The Herbert Spencer Lecturer, (ed). Rom Harre,
Clarendon Press, Oxford, 1975.
424
Lamarck’a göre evrim küçük aşamaların zaman boyutu içerisinde birbirlerine eklenmesiyle
(cumulative) gerçekleşen dikey bir süreçtir. Bu süreçte canlılar öğrenim (ınstruction) ilkesine göre
gelişim gösterdikleri için burada birçok nesil geçtikten sonra ancak yepyeni bir tür oluşur. Darwin’e
göre ise evrimsel süreç doğal ayıklama (natural selection) ilkesine göre seyrettiği için, türler
arasındaki geçişler birikimsel değil de sıçrayış ya da atlama (leap, discontinuity) şeklinde olmaktadır.
Her iki anlayışı da bilindik bir örnek ile anlatmak gerekirse, Lamarck’ın gelişim anlayışına göre
zürafaların boyunları yüksek dallardaki yaprakları yiyebilmek için uzun bir uğraş (ınstruction)
sonucunda uzamıştır ve bu özellikler sonraki nesillere aktarılıp türün özelliği olmuştur. Darwin’e göre
ise kısa boyunlu zürafalar ile uzun boyunlu zürafaların birlikte bulunduğu, fakat doğal ayıklama
217
Popper, özellikle bu tasnifte ilk iki adaptasyonun bilimsel süreç üzerindeki etkisini
inceler. Diğer bir deyişle Popper, ilk iki adaptasyonda yönlendirici ilkeler olan
öğrenim (ınstruction) ve ayıklama (selection) kavramlarının bilimsel süreçte nasıl bir
rol oynadıklarını soruşturmak ister.426
Popper söz konusu adaptasyon ayrımlarını
şöyle betimlemektedir:
Ele aldığım üç seviye olan, genetik, davranışsal (behavioural) ve
bilimsel seviyede, öğrenim (ınstruction) aracılığıyla aktarılan
yapıların (structure), ya genetik kod ya da gelenek aracılığıyla
geçtiğini görüyoruz (operating). Her üç seviyede de yeni yapılar ve
yeni öğrenimler yapı içerisindeki deneme niteliğindeki değişiklikler
(trial, conjectures) yoluyla ortaya çıkar. Geçici nitelikteki denemeler
de (yani varsayımlar da) doğal ayıklama (natural selection) ya da
yanlışların elimine (elimination of error) edilmesi ile oluşmaktadır.427
Popper, bu ifadeleri ile evrimsel sürecin bir yapı (structure)428
değişimine bağlı
olarak gerçekleşebileceğini ileri sürmektedir. Bu yapının (türlerin ya da teorilerin) ise
öğrenim (ınstruction) yoluyla değil de, ancak ayıklanma (selection) aracılığıyla
gerçekleşebileceğini savlamaktadır. Popper, “The Rationality of Scientific
Revolutions” (1975) adlı makalesinde evrimsel süreci yönlendiren öğrenim
(ınstruction) ve ayıklama (selection) ilkelerini değerlendirerek, kendi bilimsel
ilerleme anlayışına ayıklama (selection) ilkesinin daha uygun olduğunu belirtir.
(natural selection) ilkesine göre uzun boyunlu zürafaların daha iyi beslenmeleri sonucunda hayatta
kaldığı, kısa boyunlu zürafaların ise elendiği, belirtilmektedir. Bu durumda Darwin’e göre bir türden
diğer bir türe geçiş Lamarck gibi uzun bir süreç sonucunda değil de, bir sıçrama ya da atlama şeklinde
gerçekleşmektedir. Ayrıca bkz, Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Meteksan Yayınları, Ankara, 1997,
ss. 465-471. 425
Popper, “Evolutionary Epistemology”, Popper Selections, (ed), David Miller, Princeton University
Press, USA, 1985, s. 84. 426
Popper, “Evolutionary Epistemology”, Popper Selections, (ed), David Miller, Princeton University
Press, USA, 1985, s. 77. 427
Popper, “Evolutionary Epistemology”, s. 81. 428
Popper’ın burada kullandığı yapı (structure) kavramı biyolojik anlamda türlere (species), bilimsel
anlamda ise teorilere (conjectures) karşılık gelmektedir.
218
Yanlışlama (falsification) veya çürütme (refutation) olmaksızın,
olgulardan teorilere giden bir tümevarım mantığı yoktur. Bilimin
yanlışlama yöntemi ise ayıklayıcı (selection) veya Darwinci olarak
tanımlanabilir. Buna karşın teorilere ulaşma yöntemini tümevarım ve
doğrulama (verification) olarak iddia edenler tipik olarak
Lamarckçıdır. Lamarckçılar doğanın (environment) ayıklayıcı
yönünden ziyade, daha çok doğanın öğretici (instruction) yönü
üzerinde dururlar.429
Popper bu ifadeleri ile Lamarckçı evrim anlayışını karakterize eden öğrenim
(ınstruction) ilkesinin özellikle tümevarım (induction) ve doğrulama (verification)
kavramları ile uygunluk gösterdiğini, Darwinci evrim anlayışında ise 'ayıklama'
(selection) ilkesinin 'yanlışlanabilirlik' (falsification, refutation) kavramı ile
benzeştirilebileceğini belirtir.
Bilginin ilerlemesi (growth) veya öğrenme süreci birikimsel
(cumulative) değildir, aksine yanlışların ayıklanmasıdır. Bu süreç ise
Lamarckçı öğrenimden (ınstruction) ziyade, Darwinci ayıklama
(selection) ilkesine göre oluşmaktadır.430
Popper'ın yanlışlama (falsification) ve ayıklama (selection) kavramları arasında
doğrudan bir ilişki kurma çabası bilimsel ilerlemenin özellikle devrimsel (overthrow)
yönüne dikkat çekmektedir. Fakat buradan bilimsel ilerlemenin yalnız devrimsel
karakterde olduğu anlaşılmamalıdır. Çünkü Popper evrimci analojiyi kurmadan önce
ortaya koyduğu normlar ve ilkeler gereği bilimin birikerek devrimlerle ilerlediğini
ileri sürmüştü. Art arda gelen teorilerin sürekli yanlışlanması ya da birbirlerini
yanlışlaması devrimsel bir yöne vurgu yaptığı gibi, art arda gelen teorilerin
birbirlerini yaklaşık doğruluk olarak izlemesi ve aralarında bir içerik geçişkenliğinin
olması da birikimselliğe vurgu yapmaktadır.
429
Alıntı yapılan yer, Niiniluoto, a.g.e, s. 67. 430
Popper, Objective Knowledge, s. 144.
219
Popper kurduğu evrimsel analojide doğrudan birikimselliğe vurgu yapmamış olsa da
birikimsellik açısından bu analojinin kurulabileceği söylenebilir. Popper'ın ilerleme
anlayışına göre yeni teori eski olanın başarılarını açıklamak zorunda olduğu için
içerik geçişkenliğine bağlı olarak bir birikimsellik söz konusudur. Darwinci evrimsel
sürece göre ise hayatta kalan tür ile ayıklanan tür arasında da ortak özellikler olduğu
gibi, farklı özellikler de bulunmaktadır. Hayatta kalan türler ayıklanan türlerin
özelliklerini koruduğu gibi, hayatta kalmasını sağlayan farklı özellikleri de
barındırmaktadır.
Buraya kadar Popper'ın birikerek devrimlerle ilerleme modelinin Darwinci evrim
süreciyle benzeştirildiği söylenebilir. Fakat Popper'ın daha önce bilimsel ilerlemenin
bir hedefinin (truth) olduğunu ve bilimsel teorilerin de bu hedefe yaklaşma açısından
(truthlikeness) değerlendirildiği savı dikkate alındığında bir problem ortaya
çıkmaktadır. Çünkü Darwinci açıdan türlerin (variations) bir hedefe yönelik ilerlediği
yönünde belirtilmiş bir sav yoktur.
Yirminci yüzyılın en önemli evrim yorumcularından olan Amerikalı jeolog ve
paleontolog S. J. Gould (1941-2002), bu hususa dikkat çekmek için "Doğa Tarihinde
Bir İlerleme Yoktur" başlıklı makalesinde açıkça evrimsel sürecin bir hedefi
olmadığını dolayısıyla da bir ilerleme olarak değerlendirilemeyeceğini savlamıştır.
(...) Ben yaşamın baştan itibaren evrim geçirdiğine giderek çeşitlenen
çevresel koşullar içinde giderek daha fazla biçiminin ürediğine itiraz
etmiyorum. Ama bu çeşitliliğin belirli bir hedefe yönelik ya da
ilerleme yönünde giden bir amaca dayandığını asla kanıtlamaz. Bu
yanlış izlenimin ortaya çıkmasının tek nedeni bizim kendi türümüz
üzerine odaklanmaya çok alışık olmamızdır. Nörolojik açıdan insan
varlığı şüphesiz en olgun yaratıktır, ama evrimin devasa soy kütük
ağacındaki küçük bir dalı temsil etmektedir. Böcekler ise canlı
yaratıkların % 80'ini oluşturmaktadır. Onlar son derece dirençlidirler
220
ve muhtemelen bizden daha başarılıdırlar. Her şeye rağmen onların
evrimi ne büyüyen bir zeka düzeyine ne de herhangi bir ilerleme
işaretine kanıttır.431
Gould, bu ifadeleri ile açıkça evrimsel sürecin hiç bir genel ilerleme fikrine
gönderme yapmadığını, bunun sebebinin de genel bir felsefi tercihten değil, evrim
teorisinin kendi içindeki özel ve teknik bir nedenden kaynaklandığını belirtmektedir.
Ona göre Darwin'in 'doğal ayıklama' (natural selection) ilkesi herhangi bir ilerlemeye
yönelik biçimlendirilmemiştir. 'Ayıklama' (selection) sadece doğal çevreye uyum
sağlayanı belirlemektedir.432
Popper'a bu bağlamda eleştiri yönelten düşünürlerden birisi de T. Kuhn olmuştur.
T.Kuhn haklı bir şekilde Popper'ın hem Darwinci evrimsel süreci savunup hem de bu
sürece bir hedef (goal) kavramı atfetmesini bir tutarsızlık olarak görmektedir. Kuhn'a
göre Darwin'in evrim teorisi öncellerinin aksine hiçbir hedef işaret etmemiştir.
Darwin öncesi evrim kuramının öncüleri olan Lamarck, Chambers ve Spencer gibi
düşünürler evrimi belirli bir hedefe yönelik bir süreç olarak tasarlamışlardı. Oysa
Darwin evrimin belirli bir hedefinin olmadığını ileri sürerek öncellerinden
ayrılmaktadır.433
Bu eleştiriler dikkate alındığında Popper'ın evrimci analojisinin tam olarak bilimsel
ilerleme anlayışı ile bağdaşmadığı görülmektedir. Çünkü Popper'un bilimsel
ilerleme için bir hedef ileri sürmesine karşın, Darwin'in evrim tasarımında böyle bir
hedef işaret edilmemiştir.
431
S.J.Gould, "Doğa Tarihinde Bir İlerleme Yoktur", Bilgiler Kitabı: Çağımızın Düşünce
İnsanlarıyla Söyleşiler, Çev: Işık Ergüden, Versus Kitap, İstanbul, 2008, s. 126. 432
S.J.Gould, Yaşamın Tüm Çeşitliliği: İlerleme Mitosu, Çev: Rahmi Öğdül, Versus Kitap, İstanbul,
2009, s. 183. 433
Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s. 278-279. Ayrıca bkz: Ilkka Niiniluoto, ‘Scientific Progress’,
(ed) Edward. N, http://plato.standford.edu/ archives /summer 2011/Entries/Scientific Progress, s. 8.
221
Daha önce de değinildiği üzere normatif karakterli 'bilimsel ilerleme' kavramı
anlamsal içeriği bakımından bir 'hedef' kavramını zorunlu gerektirmekteydi. Diğer
bir deyişle ilerlemenin olması için bir hedefin olması gerekiyordu. Dolayısıyla
Popper açısından evrimsel analojiyi dikkate almadan, bilimin birikerek devrimler
yoluyla doğruluğa yaklaştığını (truthlikeness) söylemek, daha doğru ve tutarlı
olacaktır.
2-1-3-- Paradigmacı Bilimsel İlerleme Anlayışı
Yirminci yüzyılın en etkili düşünürlerinden birisi, şüphesiz T.S.Kuhn (1922-1996)
olmuştur. Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı (1962) adlı ünlü eserinde ileri sürdüğü
argümanlarla geleneksel bilim imgesi ile birlikte alışılagelmiş bilimsel ilerleme
anlayışının değişmesine ve dönüşmesine yol açmıştır.
XIX. yüzyıldan XX. yüzyılın ikinci yarısına kadar entelektüel camiada egemenliğini
sürdüren pozitivist bilim imgesine yönelik en sert ve ciddi eleştiri yönelten
düşünürün Kuhn olduğunu söylemek hiç de abartı olmayacaktır. Daha önce gerek
Popper gerekse Lakatos Mantıkçı Pozitivistleri sınırlandırma ayracına yönelik
görüşlerinden dolayı eleştirmişlerdi. Fakat ileri sürdükleri çözümler Mantıkçı
Pozitivistlerin yanıtlamaya çalıştığı sorunları temele alması nedeniyle bir bakıma
pozitivist geleneği sürdürmeye çalışmışlardır denilebilir. Özellikle Popper, bilimsel
yöntem ve sınırlandırma ayracına ilişkin farklı çözümler ileri sürmüş ise de,
pozitivist bilim anlayışının karakteristik öğeleri olan, ‘nesnellik’ ve ‘rasyonalite’
kavramlarını vurgulayarak pozitivist gelenekten çok da kopmadığını göstermiştir.
222
Kuhn, Popper’dan farklı olarak pozitivist bilim imgesini bütünüyle yadsıyarak,
bilimin tarihsel ve toplumsal boyutlarını ön plana çıkaran yeni bir bilim imgesi ileri
sürer. Kuhn’a göre bilim, pozitivist anlayışın iddia ettiği gibi tamamıyla nesnel ve
rasyonel süreç değildir. Bu sürece bilim adamının inanç ve değer yargıları karıştığı
gibi, irrasyonel ve metafiziksel öğeler de dahil olmaktadır. Kuhn’un bu argümanları
ileri sürmesini sağlayan en önemli etken farklı bir bakış açısıyla yapmış olduğu bilim
tarihi okumasıdır.
Kuhn, “Tarih ve Bilim Tarihi” adlı makalesinde, geleneksel bilim tarihi okumalarının
yanlış bilim anlayışları oluşturduğu çıkarımını yaparak, yeni bir bilim tarihi
okumasına dayanarak daha gerçekçi bir bilim imgesi ve bilimsel ilerleme anlayışı
oluşturulabileceği inancındandır. Buna göre, yerleşik bilim imgesini belirleyen ve
değiştirecek olan da yine bilim tarihi olmaktadır.
Kuhn açısından bilim tarihi, yakın zamana dek iki farklı geleneğin egemenliği
altındadır. “Bunlardan biri, Condorcet, Comte, Dampier ve Sarton tarafından
savunulan ve bilimsel ilerlemeyi neredeyse sürekli bir gelenekle birlikte aklın boş
inançlara karşı zaferi ve insanlığın en yüce faaliyeti olarak görüyordu. (…) Bu
geleneğin yaratmış olduğu tarihsel saptamalar, hangi keşfi ne zaman ve kimin
yapmış olduğu dışında bilimin içeriği üstüne dikkat çekici pek az bilgi
veriyorlardı.”434
Kıta Avrupa’sında geliştirilen ve bilim adamları tarafından ileri sürülen ikinci
gelenek ise bilim öğrencilerine yönelik pedagojik bir maksat gütmektedir. Kuhn’a
göre bu tarihleri yazanlar, “Kendi uzmanlık alanlarını açıklamaya, geleneğini
434
T.S.Kuhn, “Tarih ve Bilim Tarihi” Asal Gerilim, Çev. Yakup Şahan, Kabalcı Yayın evi, İstanbul,
1994, s.187.
223
korumaya ve öğrenci çekmeye çalışmışlardır. Ama bu anlayışın iki büyük sınırlaması
vardır. Arada bir kendi kendine safça konuşmalar dışında, tartışılmakta olan
kavramların ve tekniklerin evrimi için, ne bir genel bağlam, ne de onların dışsal
etkilerini göz önüne alan salt içsel tarihler üretiyorlardı.”435
Kuhn, her iki bilim geleneğinin de yetersiz ve eksik olduğunu belirterek, tarihin
alışılagelmişin dışında okunması sonucu, egemen bilim imgesinin değişebileceğini
ileri sürmektedir. Kuhn’un deyimiyle “Tarih yalnızca bir zaman dizimi ve anlatı
deposu olarak görülmediği taktirde, şu anda bize egemen olan bilim imgesi esaslı bir
dönüşüme uğrar.”436
Söz konusu tarih okuması, sanılanın aksine farklı özellik ve niteliklere sahip bir bilim
imgesinin olabileceğini işaret etmektedir. Kuhn’a göre, egemen bilim imgesinin
değişim ve dönüşüme uğrayacak en karakteristik öğelerinden birisi de bilimsel
ilerlemeye yönelik görüşleridir. Kuhn’a göre bilimin birikime
(cumulative/incorporation) dayalı olarak ilerlediğini savunan pozitivist bilim imgesi,
mevcut bilim tarihi verileriyle örtüşmemektedir. Özellikle tarihe pozitivist açıdan
yaklaşan düşünürler kendilerinden önceki dizgelerin boş inanç, efsane mi yoksa
bilimsel mi olduğuna ilişkin açıklama yapmakta güçlükler yaşamaktadırlar. Daha
açık bir ifadeyle bilimin oluşmasında etkin rol oynayan bilim öncesi süreci, bilimsel
süreç ile birlikte değerlendirememektedirler.
Bu çerçevede pozitivist tarih okumasını Kuhncu bakış açısından anlamak hiç de zor
olmamaktadır. Bu ekol geçmişe, bugünün kavram ve kriterleri çerçevesinde
435
Kuhn, “Tarih ve Bilim Tarihi”, s.187-188. 436
T.S.Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions, The University of Chigago Press, USA, 1970.
s.1.
224
yaklaştığı zaman, şu anda bulunulan konumu bilimin en nihai noktası olarak görmesi
kaçınılmazdır. Ayrıca bu anlayış da şu iki sonucu doğurmaktadır.
a) Bilim doğrusal eksende sürekli ve kesintisiz bir biçimde birikimsel olarak
ilerlemektedir.
b) Geçmiş dönemlerdeki entelektüel faaliyetleri boş inanç ve efsane olarak görmek
olanaklıdır.
Kuhn’a göre, bu yanlış bakış açısından türetilen sonuçlar artık günümüz tarihçileri
tarafından kabul görmemektedir. Dolayısıyla pozitivist bilim imgesinin ileri sürdüğü
birikimsel ilerleme anlayışının yetersiz ve geçersiz olduğu söylenebilir. Bu bağlamda
bir zamanlar geçerli olan dizgelerin günümüzdeki teorilerle nasıl ilişkilendirileceği
şu tümcelerle ifade edilmektedir:
Eğer zamanı geçmiş inançlara efsane denilecekse o zaman bugün
bilimsel olduğu kabul edilen bilgi türünün dayandığı yöntemlerle ve
mantıkla da aynı şekilde efsaneler üretilebileceği gayet açıktır. Yok
eğer bunlara bilim denilecekse, o zaman da bilim bugün sahip
olduklarımızla hiç de bağdaşmayan inanç topluluklarını kapsamış
oluyor. Bu seçenekler karşısında tarihçi ikincisini yeğlemek
zorundadır. Zamanını doldurmuş teorilerin, sırf bir kenara atıldıkları
için ilkece bilimsel olmadıkları söylenemez. Bu seçenek de bilimsel
ilerlemenin doğal bir birikim süreci olarak açıklanmasını
güçleştirmektedir.437
Kuhn, bu ifadeleriyle açıkça bir zamanlar kabul gören düşünce dizgelerinin bugünkü
bilimsel teorilerimizle bağdaşmadığını, dolayısıyla bu durumun bilimin birikimsel bir
şekilde ilerlediği savıyla çeliştiğini beyan etmektedir. Kuhn’a göre, tarihsel bakış
açısındaki bu kuşkular ve tartışmalar, bilim tarihçilerini farklı ve çoğu zaman da
birikimci (accumulation) olmayan gelişme çizgilerini izlemeye yöneltmiştir.
437
Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, çev. Nilüfer Kuyaş, Kırmızı Yayınları, İstanbul, 2008. s. 73.
225
Kuhn, bilimsel süreçte eski dizgelerin bilimsellik niteliğini kaybetmeden nasıl var
olabileceklerini şu ifadelerle ortaya koymaktadır:
(...) Daha eski bir bilim dalının bugünkü ilerlemiş durumumuza
yaptığı kalıcı katkıları araştırmaktansa, o bilimin kendi zamanındaki
tarihsel bütünlüğü sergilemeyi tercih ediyorlar. Örneğin Galileo’nun
görüşleri ile modern bilimin görüşleri arasındaki ilişki hakkında soru
sormaktan çok, Galileo’nun görüşlerinin kendi çevresi ile yani
öğretmenleri, çağdaşları ve kendinden hemen sonra gelen bilim
adamlarıyla olan ilişkisini sorgulamaya yöneliyorlar.438
Kuhn, bu görüşleriyle egemen olan bilim anlayışının ileri sürdüğü birikimsel ilerleme
anlayışını yadsıdığını, başka bir deyişle, art arda gelen teorilerin birbirlerini
içermediğini, aksine her birinin bağımsız bir şekilde ve kendi dönemi içerisinde
tutarlı olduğunu söylemenin daha rasyonel olduğunu belirtmektedir.
Kuhn’un bu tarih okuması sonucunda ortaya çıkan yepyeni bilim imgesi, bilimin,
olağan bilim öncesi dönem, olağan bilim dönemi, bunalım dönemi ve bilimsel
devrimler gibi farklı özelliklere sahip süreçlerin birbirini takip ettiği bir etkinlik
olduğunu göstermektedir. Bilim tıpkı bir zincirin halkaları gibi birbiri ardı sıra gelen
aşamalardan oluşmaktadır. Her bir aşama tek başına bir anlam ifade etmemesine
karşın, kendisinden sonra gelen aşamanın oluşmasında etkin rol oynamaktadır.
Kuhn’un bu bilimsel süreç betimlemesi, bilimsel ilerleme anlayışı ile koşut
seyretmektedir. Örneğin, bilimsel devrimin gerçekleşmesi için, mevcut paradigmanın
bir bunalım dönemi geçirmesi gerekir. Bunalım döneminin yaşanması için de mevcut
paradigmanın belirli bir süre bulmaca çözmesi gerekir. Benzer şekilde bir
bulmacanın olması için de, rakip paradigmalara karşı başarı göstermiş bir paradigma
olmalıdır.
438
Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, ss. 73-74
226
Bu çerçevede bilimsel ilerleme sürecinde her bir dönemin önemli bir işlevi olduğu,
hatta söz konusu farklı süreçlerin bilimsel ilerlemeyi belirleyen temel unsurlar
olduğu düşüncesine ulaşmak mümkündür. Bu gerekçeyle Kuhn’un bilimsel
ilerlemeye yönelik görüşlerini doğru bir şekilde kavrayabilmek için bu süreçlerin her
birini dikkate alan bir yaklaşım sergilemek güvenilir bir yol olacaktır.
a) İlerlemeye Giden Yol (The Route to Normal Science)
Kuhn’un bilim tasarımında ilerlemeye giden yol, ilk olarak olağan bilim öncesi
dönemden geçmektedir. Bu aşamada bilim camiasında birbirinden farklı birçok okul
yarışmaktadır. Örnekse, “Antikçağdan XVII. yüzyıla kadar hiçbir devirde ışığın
niteliği konusunda yaygın olarak kabul edilen bir görüş olmamıştı. Bunun Yerine
birbirleriyle yarışan birtakım okullar ve bunların içinde daha da küçük bölünmeler
vardı ve hepsi de ya Epikürcü ya Aristotelesçi ya da Platoncu teorilerden birini
benimsemişlerdi.”439
Bu okullardan her biri aynı probleme farklı çözümler ileri
sürmüşlerdir. Fakat zaman içerisinde yarışan bu okullardan birisi diğerlerine
üstünlük sağlayarak başarılı bir statü elde eder. (Örneğin Newton’un optik teorisi
bazı problemleri çözerek dönem itibariyle paradigma statüsü elde etmiştir.) Başarılı
teorinin en az problemi çözmesi sonucunda, söz konusu teori bütün bilimsel etkinliği
sınırlayan ve belirleyen bir paradigma halini alır.
Kuhn, ‘paradigma’ terimini bir teoriyi de kapsayacak şekilde kabul görmüş bir model
ya da örnek olarak tanımlar.440
Daha sonra bazı eleştiriler441
doğrultusunda bu tanımı
439
Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions, s.12. 440
Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions, s.23. 441
Masterman’a göre ‘paradigma’ kavramı Kuhn’un bilim tasarımında merkezi bir konum teşkil
etmesine rağmen özenli ve dikkatli bir şekilde kullanılmamıştır. Masterman “Paradigmanın Doğası”
adlı makalesinde, Kuhn’un ‘paradigma’ kavramını yirmi bir den fazla değişik anlamda kullandığını
ileri sürerek eleştirmiştir. Ayrıca bkz. M. Masterman, “Paradigmanın Doğası”, Bilginin Gelişimi ve
227
daha da genişleterek, ‘paradigmayı’ belirli bir topluluğun üyeleri tarafından
paylaşılan inançlar, değerler, kurallar ve tekniklerin bütünü olarak tanımlamıştır.442
Kuhn’a göre, bir paradigmanın benimsenmesi bilim yapmanın ön koşuludur.
Paradigma olmadan bir tür bilimsel araştırmadan söz edilemez.443
Benzer şekilde bir
paradigma ya da paradigma adayının olmadığı yerde de bilimsel ilerleme söz konusu
olmayacaktır. Bilim adamları başarılı paradigmayı benimseyerek karşılaşılan
problemleri çözmeye çalışacaklardır (Kuhn’un deyimiyle bulmaca çözeceklerdir).
Başarının devam etmesi ilerlemeyi birikimsel (cumulative) addedeceği gibi,
başarının devam etmemesi de farklı bir paradigmaya geçişi sağlayarak devrimsel bir
ilerlemeyi gerçekleştirecektir. Bu durumda her iki ilerleme modelinde de bir
paradigmaya ihtiyaç olduğu görülmektedir.
Öte yandan Kuhn’un bilim tasarımında bir paradigma oluşturmanın, bir paradigmayı
benimseyerek problem çözme (bulmaca çözme) faaliyetinden daha etkin bir rolünün
olduğunu söylemek mümkündür. İlerleyen süreçlerde görüleceği gibi kabul görmüş
bir paradigmayla birlikte bilimsel etkinliğin sınırları ve çerçevesi belirlenmektedir.
Paradigmanın başat konuma geçmesiyle birlikte bilimsel süreçte problemler,
çözümler ve hatta bu sorunları çözecek kavramsal ve kılgısal araçlar bilim adamına
sunulmuş durumdadır. Bu süreçte bilim adamına nasıl bir davranış sergilemesini
paradigma söylemektedir.
Paradigmanın bilimsel etkinliği tamamıyla belirlemesi, koşut olarak bilimsel ilerleme
sürecini de biçimlendirmektedir. Çünkü bilimin ilerlemesi paradigmanın belirlediği
Bilginin Gelişimiyle İlgili Teorilerin Eleştirisi , (eds) İmre Lakatos & Alan Musgrave, Çev:
Hüsamettin Arslan, Paradigma Yayınları, İstanbul, 1992. ss.74-80. 442
Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions, s.175. 443
Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions, s.12.
228
ilkeler ve kurallar çerçevesinde gerçekleşmektedir. Dolayısıyla Kuhn’un bilimsel
gelişme sürecinde bir paradigmaya nasıl ulaşıldığı sorusunun ayrı bir önem arz ettiği
görülmektedir.
Kuhn, bilim adamının bir paradigma ileri sürmesinde herhangi belirli bir yol veya
yöntemin olduğunu doğrudan beyan etmemektedir. Fakat bilim imgesini oluşturan,
teoriden bağımsız bir gözlem dilinin olamayacağı savını dikkate aldığımızda, bir
teoriye ulaşmada deney ve gözlem yönteminin geçersiz olacağını çıkarabiliriz.
Ayrıca Kuhn, “Keşfin Mantığı mı Yoksa Araştırmanın Psikolojisi mi” adlı
makalesinde, bir teoriye ulaşma sürecinde K.Popper ile birlikte benzer düşünceleri
savunduğunu belirtmektedir.
Ne Sir Karl ne de ben tümevarımcıyız, ikimiz de olgulardan teorilere
doğru bir geçerli çıkarım kurallarının bulunduğuna veya doğru ya da
yanlış teorilerin tümevarımla elde edileceğine dahi inanmıyoruz
bunun yerine onları doğaya uygulanmaları için bir örnek olarak icat
eden muhayyileye dayalı önermeler olarak görüyoruz.444
Kuhn, bu ifadeleriyle açıkça bir teori oluşturmanın ya da bir teoriye ulaşmanın
rasyonel bir metodolojisi olmadığını, bu süreçte bilim adamının sezgi ve imgelem
gücünün büyük rol oynadığını hatta ”yeni paradigmanın ya da ileride paradigma
olabilecek esaslı bir ipucunun genellikle birden bire, bunalım içine dalmış bilim
adamının kafasında bir gece yarısı ansızın şekillenmesi daha olağandır.”445
Diyerek
paradigma oluşturmanın normatif bir süreç olmadığını vurgulamıştır.
444
Kuhn, “Keşfin Mantığı mı Yoksa Araştırmanın Psikolojisi mi?” Bilginin Gelişimi ve Bilginin
Gelişimiyle İlgili Teorilerin Eleştirisi , (eds) İmre Lakatos & Alan Musgrave, Çev: Hüsamettin
Arslan, Paradigma Yayınları, İstanbul, 1992. s.15. 445
Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions, s. 89.
229
b) Bulmaca Çözerek İlerleme (Progress/Development as Puzzle-Solving)
Başarılı teorinin en az problemi çözmesi sonucunda, söz konusu teori bütün bilimsel
etkinliği sınırlayan ve belirleyen bir paradigma halini alır. Paradigmanın
benimsendiği ve geçerli olduğu aşamayı Kuhn, ‘olağan bilim’ olarak adlandırır.
Kuhn’a göre, ‘olağan bilim’ deyimi geçmişte kazanılmış bir ya da daha fazla bilimsel
başarı üstüne oturtulmuş araştırma anlamında kullanılmaktadır.446
Olağan bilimin en temel özelliklerinden birisi büyük değişiklikler yaratmayı
amaçlamamasıdır. Bu süreçte bilim insanı ne olgu ne de teori düzeyinde bir yenilik
bulma peşinde değildir. Daha çok eldeki paradigmayla olgular uzlaştırılmaya
çalışılır. Bu dönemde bilim adamlarının esas amacı yeni teoriler icat etmek olmadığı
gibi, icat edilenlere de pek hoşgörülü davranılmaz. Bu durumda bilim adamından
beklenen teori ile olgular arasında bir uyum sağlama girişiminden başka bir şey
değildir. Şayet bilim adamı bu girişiminde başarısız olursa kusur paradigmada değil,
bilim adamında aranır.447
Bu kusurun bilim adamına yüklenilmesinin en temel gerekçesi, Kuhn’un paradigma
kavramına yüklediği anlam ile ilintilidir.
Paradigmalar bilim adamlarına kılavuz bir harita sağlamakla
kalmayıp, bu haritanın yapımı için gereken yönlendirişi de
üstlenmektedir. Bilim adamı bir paradigmayı öğrenirken, edindiği
becerinin içinde teori, yöntem ve ölçüt birbirinden ayrılmaz bir bütün
halindedir. Bu yüzden paradigma değiştiği zaman hem problemlerin
hem de önerilen çözümlerin geçerliliğini belirleyen ölçütlerde de
önemli farklar meydana gelir.448
446
Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions, s. 10. 447
Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions, s. 35. 448
Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s. 205.
230
Kuhn’un burada metaforik olarak betimlemeye çalıştığı ‘paradigma’ kavramı
bilimsel etkinliği tamamıyla belirleyici bir unsur olarak gösterilmiştir. Bu durumda
kabul görmüş bir paradigmanın varlığı çözümlenecek sorunu ortaya koyduğu gibi,
sorunun çözümlenmesi için gerekli araç ve gereci önceden temin eder.449
Diğer bir
deyişle bilim adamı bir paradigmayı benimsedikten sonra artık sorunlar, çözümler ve
hatta bu sorunları çözümleyecek kavramsal ve kılgısal araçlar belirlenmiştir. O halde
bu süreçte bilim adamının rolü nedir?
Kuhn’a göre, bu süreçte bilim adamına düşen görev bir bulmaca çözme (puzzle-
solving) etkinliğinden başka bir şey değildir. ‘Paradigma’ bilim adamına bilimsel
etkinlik için önceden bütün olanakları sunduğu için, olağan bilimin problemleri bir
‘bulmaca’ niteliği kazanmaktadır. ‘Bulmaca’ olarak nitelendirilen bir problemin hem
bir çözümü hem de bu çözüme nasıl ulaşılabileceğini gösteren kurallar içermesi
gerekmektedir.450
Bu durumda bilim adamının bulmaca çözerek bilimsel ilerlemeye nasıl bir katkı
sağladığı tartışma konusu olacaktır. Çünkü ‘bulmaca çözme’ verili olanlar arasında
bir uygunluk ve uzlaştırma çabası olduğu için, bilim adamına düşen görev tıpkı bir
zanaatçı gibi pratik beceri ve yeteneğini ön plana çıkarmak olacaktır. Bu durum da
bilim adamının sürece radikal bir yenilik sağlamadığını göstermektedir. Kuhn açıkça
bu süreçte bir yenilik söz konusu olmadığını, sadece uygulama kapsamına bir katkı
sağlandığını, dolayısıyla başarının da bilim adamının önceden var olan kavramsal ve
yöntemsel tekniklerle çözümlenebilecek türde sorunlar seçebilme yeteneğine bağlı
449
Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions, s. 27. 450
Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions, s. 38.
231
olduğunu vurgulamıştır.451
Bu durumda bulmaca çözme etkinliğini, nasıl bir ilerleme
olarak göreceğiz?
Kuhn, olağan bilim dönemindeki ilerlemenin birikimsel (cumulative) nitelikte
olduğunu belirtir. Ona göre “Bulmaca çözme faaliyeti olan olağan bilim son derece
birikimci (cumulative) bir çabadır. Ve asıl hedefi olan bilimsel bilgi dağarcığının
kapsam ve kesinlik bakımından düzenli olarak genişletilmesi konusunda gayet
başarılıdır.”452
Kuhn, bu ifadeleriyle bulmaca çözerek bir ilerlemenin gerçekleştiğini ve bunun da
birikimsel nitelikte olduğunu belirtmektedir. Burada ‘bulmaca çözme’ (puzzle-
solving) ile birikimsellik (cumulative) kavramları koşut anlam sağlamaktadır.
Bu çerçevede Kuhn’un bulmaca çözerek ilerleme anlayışının, Mantıkçı
Pozitivistlerin teori-olgu bağlamında ileri sürdükleri ilerleme anlayışıyla benzerlik
gösterdiğini söyleyebiliriz. Çünkü her iki durumda da bilim birikimsel (cumulative)
olarak ilerlemektedir.
Daha önce Hempel’in çalışmalarında görüldüğü üzere bir teorinin
benimsenmesinden sonra, teorinin içeriğinden türetilen önermeler birikimsel ilerleme
anlayışını pekiştirmekteydi. Benzer şekilde Kuhn’un tasarladığı olağan bilim
döneminde bilim adamları başarılı paradigmaya dayanarak bulmaca çözmektedirler.
Bulmacanın var oluşu paradigmanın geçerli olduğu varsayımına bağlı olduğu için,
çözülen her bulmaca birikimsel olarak paradigmayı pekiştirmektedir.
451
Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions, s. 96. 452
Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions, s. 52.
232
Neticede ‘olağan bilim’ bütünüyle paradigmaya bağlı bir etkinlik olduğu için, bilim
adamlarının bulmaca çözerek ilerleme gerçekleştirmeleri bilimsel alana radikal bir
yenilik sağlamamaktadır. Aksine paradigma ileri sürme ve oluşturma süreci daha
radikal ve gerçekçi bir ilerleme gözükmektedir.
Bilimsel Devrimler (Scientific Revolutions)
Kuhn’un bilim tasarımında, gerçekçi bir ilerleme, devrimsel nitelikte olan
değişimlerdir. Devrim yoluyla sürekli bir paradigmadan diğerine geçiş olgun bilimin
alışılmış çizgisi olarak kabul edilmektedir.453
Kuhn’un terminolojisinde devrim
(revolution), yapıca farklı olan bir paradigmadan diğerine geçiş olarak tanımlanabilir.
Bu bağlamda Kuhn’a bilimsel ilerleme nedir diye bir soru yöneltildiği zaman, kabaca
bir paradigmadan diğer paradigmaya geçiş olarak cevap verecektir. Daha açık bir
ifadeyle eski (başarısız) paradigmadan yeni (başarılı) paradigmaya belirli ölçütler
bağlamında geçiş olarak belirtecektir.
Daha önce değinildiği üzere olağan bilim döneminde bilim adamının bulmaca çözme
faaliyeti önceden belirlenen bir paradigma çerçevesinde gerçekleştirildiği için, bu
süreçteki ilerleme radikal bir yenilik taşımamaktaydı. Buna karşın olağanüstü bilim
döneminde eski paradigmaya nazaran yapıca yeni bir paradigmanın ileri sürülmesi
Kuhncu anlamda devrimsel nitelikte bir yenilik sağladığı gibi, gerçekçi bir ilerlemeyi
de karşılamaktadır.
Fakat bu ifadelerden, Kuhn’un olağan bilim döneminde gerçekleştirilen birikimsel
nitelikteki ilerlemeyi yadsıdığını çıkarsamamalıyız. Aksine Kuhn’un bilimsel
gelişme süreci dikkate alındığında, bilimsel devrimlerin birden bire oluşan bir hadise
453
Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions, s.12.
233
olmadığı, bunu hazırlayan birtakım ön koşulların olduğu görülecektir. Bu anlamda
bilimsel devrimlerin gerçekleşmesi için olağan bilim döneminde gerçekleştirilen
birikimsel nitelikte bir ilerlemenin göz önünde bulundurulması süreci anlamamızı
daha da kolaylaştıracaktır.
Olağan bilim döneminde bilim adamları belli bir müddet bulmaca çözerler. Bilim bu
süreçte tartışmasız ve kendinden emin olarak en hızlı ilerlemesini (birikimsel
ilerlemeyi) gerçekleştirir.454
Bu süreçte birikim arttıkça uzlaştırılan olgu sayısı azalır,
ve zamanla aykırı örnekle karşılaşılır. Aykırı örneklerin artması ve bunlara mevcut
paradigmanın yanıt verememesi bilim camiasında bir bunalıma yol açar. Kuhn’a göre
birikimsel ilerleme sürecinden devrimsel ilerlemeye geçişin ön koşulu düzenin
bunalıma varan ölçüde işlerliğini yitirdiğini haber veren belirtilerin algılanmasıdır.455
Bunalımın algılanmasıyla birlikte mevcut sorunları aşmaya yönelik birçok rakip
paradigma sahneye çıkar, işte bu an paradigma değişikliğinin yada bilimsel devrimin
gerçekleşeceği zamandır. Bu noktada bir paradigmadan diğerine geçiş ya da bilimsel
devrimler neden bir ilerleme olarak algılanıyor sorusunu sormak yerinde olacaktır.
Kuhn ilk etapta şöyle bir cevap veriyor:
Devrimler karşıt saflardan birinin tam zaferiyle sonuçlanır. Bu
durumda kazanan kesimin zafer sonucunu ilerleme olarak
nitelememesi düşünülemez. Bunu yapmak yanılgıyı ve hasmının
haklılığını kabul etmekten başka bir şey değildir. Hiç değilse kazanan
kesim için, devrim sonucunun ilerleme olması gerekir. Ve vardıkları
konum da kendi çevrelerinin gelecekteki üyelerine geçmiş tarihi bu
şekilde göstermek için son derece elverişlidir.456
454
Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions, s. 163. 455
Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions, s. 92. 456 Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s. 273.
234
Kuhn bu ifadeleriyle devrim gerçekleştiren paradigmanın bir başarı sağladığı ve bu
başarıyı da ilerleme olarak nitelemenin doğru bir tutum olacağı görüşündedir. Fakat
bu ifadeler açıklayıcı türde bir cevap niteliği taşımamaktadır. Çünkü başarılı
paradigmayı belirleyen ölçütlerden bahsedilmemiştir.
Gerek Mantıkçı Pozitivistler gerekse Popper, herhangi bir teorinin başarı ölçütünü
belirlemede öncelikle deneysel sınama yöntemini önermişlerdi. Buna göre, mevcut
teori deneysel sınama sonucunda ya doğrulanarak ya da yanlışlanarak başarılı
oluyordu. Oysa Kuhn bu türden bir deneysel sınamanın olanaklı olmadığı gibi,
objektif bir bilim dilinin de olamayacağını iddia etmektedir. Çünkü ilke olarak
paradigmadan bağımsız objektif bir olgu veya gözlem verisi yoktur.457
Diğer bir
deyişle her paradigma bir olgu veya gözlemden önce gelir. Bununla beraber bir
paradigmanın kabulü ile birlikte bilim adamının hangi sorunları hangi araç-gereçlerle
çözümleyeceği belirlenmiştir. Paradigma kendi sorunlarını ve çözümlerini önceden
belirlediği için, dolayısıyla kendi içerisinde ayrıca bir doğrulama veya yanlışlama
yapmanın anlamı yoktur.
Kuhn, bu gerekçeleri göz önünde bulundurarak yerleşik düşüncenin aksine hangi
paradigmanın başarılı olduğuna karar verecek olan mercinin bilim topluluğu
(scientific community) olduğunu öne sürer. Ona göre, başarılı paradigmayı
belirlemede bilim topluluğunun kararından başka yetkin karar verebilecek başka bir
güç yoktur.458
Kuhn’un bilim tasarımında bilim topluluklarına ayrı bir önem atfedilmektedir. Kuhn
Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı eserinde bilim topluluklarını bilimsel bilginin
457
Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions, s.126. 458
Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s.227.
235
üreticileri ve kurucuları olarak tanıtmaktadır.459
Hatta bilimin doğasını anlamak için
bilim topluluğunun yapısını incelemenin zorunlu olduğunu belirtir.
(…) Hem olağan bilim hem de bilimsel devrimler bir topluluk temeline
dayalı faaliyetlerdir. Onları bulmak ve çözümlemek için ilk önce
bilimlerin topluluk yapısının zaman içinde geçirdiği değişiklikleri
çözmek gerekir. Paradigma her şeyden önce bir konuyu değil bir
topluluğu yönlendirir. Paradigmanın yönlendirdiği ya da paradigmayı
yıkıcı olan araştırmalar üzerine yapılacak her çalışmanın sorumlu
topluluğu ya da toplulukları saptamakla işe başlaması şarttır.460
Kuhn bu ifadeleri ile bilimin yapısı ile koşut olmak üzere, bilimsel ilerlemenin de
yapısını kavramak için bilim topluluğunun yapısını incelememizi öncelikli görür.461
Bilim topluluğunu anlama ve açıklamak için de sosyoloji ve psikoloji gibi
disiplinlerden doğrudan yararlanmak gerektiği ortaya çıkmaktadır. Kuhn bu
görüşleriyle geleneksel bilim felsefesi anlayışından oldukça farklı bir anlayış
geliştirmiş bulunmaktadır. Popper, bu hususta Kuhn’un bilimsel ilerleme sürecini
aydınlatmak için sosyolojik ve psikolojik unsurlara başvurmasını bir hayal kırıklığı
olarak tanımlar.462
Kuhn bu türden eleştiriler karşısında görüşlerinde radikal bir değişiklik yapmayarak,
hangi paradigmanın başarılı olduğuna karar verecek olan gücün bilim topluluğu
olduğu hususunda ısrar eder. Bu durumda bilim topluluklarının başarılı paradigma
459
Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s.227. 460
Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s.288. 461
Kuhn, “Eleştirmenlerine Cevaplar”, Bilginin Gelişimi ve Bilginin Gelişimiyle İlgili Teorilerin
Eleştirisi , (eds) İmre Lakatos & Alan Musgrave, Çev: Hüsamettin Arslan, Paradigma Yayınları,
İstanbul, 1992. s. 293. 462
Popper, “Olağan Bilim Ve Tehlikeleri”, Bilginin Gelişimi ve Bilginin Gelişimiyle İlgili Teorilerin
Eleştirisi , (eds) İmre Lakatos & Alan Musgrave, Çev: Hüsamettin Arslan, Paradigma Yayınları,
İstanbul, 1992. s. 68.
236
seçiminde nasıl bir yol izlediklerini aydınlatmak, bu süreci anlamamızı daha da
kolaylaştıracaktır.
Bilim topluluğunun başarılı paradigmayı iki ayrı eksende değerlendirdiği
söylenebilir. i) Paradigmanın kendi içyapısına bağlı olan ölçütler ii) paradigmalar
arasındaki seçimi belirleyen ölçütler.
i) Paradigmanın Kendi İç Yapısına Bağlı Olan Ölçütler
Kuhn’un paradigmaya bağlı olarak ortaya çıkan başarı ölçütlerini ussal çerçevede
görmek olanaklıdır. Kuhn, ussal çerçevede devrimci paradigmanın ya da ilerleme
gösteren paradigmanın başarı ölçütünü, ilk etapta bunalım yaratan en az bir problemi
çözmek olarak belirtmiştir. Bununla birlikte yeni bilim topluluğu ilerlemenin daha da
cazip hale gelmesini sağlamak için olabildiğince çözümlenen sorunların sayısını ve
kesinliğini en çoğuna çıkarmak için büyük çaba sarf eder.463
Bu ifadelerden, Kuhn’un ilerleme gösteren paradigmanın ya da devrimci
paradigmanın ussal çerçevede başarı kriterini, onun problem çözme gücü ve yeteneği
ile özdeşleştirdiğini görmekteyiz. Bu süreçte bilim topluluğuna düşen görev eldeki
paradigmayla olabildiğince problem (bulmaca) çözmek olacaktır.
Bununla birlikte Kuhn, “Eleştirmenlerime Cevaplar” adlı makalesinde, kendisine
yöneltilen eleştiriler bağlamında, bir teoriyi diğerine tercih etmek için bilim
topluluklarının benimsediği bazı ölçütlerin olduğunu kabul etmektedir. Bunlar
sırasıyla: doğruluk (accuracy), basitlik (simlicity) faaliyet alanı(scope), verimlilik
463
Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions, s. 169.
237
(fruitfulness).464
Kuhn’a göre, bilim adamlarının bu ölçütleri değerlendirmeyi
öğrenmeleri ve bunları pratikte açıklayan örnekleri temin etmiş olmaları hayati
ölçüde önemlidir. Eğer onlar bu ölçütlere benzer değerlere inanmıyorlar ise
disiplinleri çok farklı tarzlarda gelişecektir.465
Öte yandan Kuhn, ussal çerçevede devrim gerçekleştiren paradigmanın (ilerleme
gösteren paradigmanın) ölçütü olarak ileri sürdüğü bu hususların önemli olmakla
birlikte paradigmalar arasındaki geçişler için yeterli olmadığını savlamaktadır.
Çünkü Kuhn’un deyimiyle bu ölçütler paradigmalar arasında tercih kurallarından çok
tercihlerin oluşturulmasında kullanılan kurallardır.466
Diğer bir ifadeyle bu tür
ölçütler tercih seçiminden ziyade tercih oluşturmada kullanıldıkları için bir değer
yargısı işlevi görmektedirler. ”Örneğin iki kişi teorilerin verimliliği konusunda
anlaşmazlığa düşerse, ya da bu konuda anlaştıkları halde verimliliğin ya da
kapsamın bir tercih yapmadaki önemi üzerine ayrı görüşlere sahipseler ikisini de
yanlış yapmakla suçlamak olanaksızdır.”467
Kuhn, bu ifadeleri ile söz konusu ölçütlerin paradigmaların iç yapısına bağlı
olduğunu dolayısıyla da yalnızca bir paradigma benimsendikten sonra
değerlendirileceklerini işaret etmektedir. Aksine bu türden ölçütler bir paradigmayı
diğerine tercih etmek için yetersiz ve geçersiz sayılmaktadır.
464
Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s. 312. Kuhn, “Eleştirmenlerine Cevaplar”, Bilginin Gelişimi
ve Bilginin Gelişimiyle İlgili Teorilerin Eleştirisi s.321. Ayrıca bkz: C. Dilworth, Scientific Progress,
s. 50. I. Niiniluoto, Scientific Progress, s. 5. 465
Kuhn, “Eleştirmenlerine Cevaplar”, s.321. 466
Kuhn, “Eleştirmenlerime Cevaplar”, s. 321. 467
Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s. 312.
238
ii) Paradigmalar Arasındaki Seçimi Belirleyen Ölçütler
Kuhn’un paradigmalar arasındaki tercihleri belirleyen ölçütlerini us-dışı468
olarak
tanımlayabiliriz. Kuhn’a göre, bir paradigmadan diğerine geçişi belirleyen asıl
ölçütler us-dışı olarak adlandırabileceğimiz birtakım sosyolojik ve psikolojik
ölçütlerdir. Kuhn, bu tür us-dışı ölçütlerin paradigma değişikliklerinde daha
belirleyici olduğunu iddia eder. Çünkü Kuhn’un deyimiyle paradigmalar arasındaki
yarışma mantıksal kanıtlamalarla sonuçlandırılabilecek türden değildir.
(…)Paradigmalar arasındaki yarışma kanıtlarla sonuçlandırılabilecek
türden bir karşılaşma değildir. İki taraf da diğerini kendi bilim
görüşüne ve sorunlarına çekmeyi umut ettiği halde, hiçbiri kendi
görüşünü kanıtlamayı bekleyemez.469
Kuhn, bilim tarihine bakıldığında bugün devrimsel ilerleme olarak addettiğimiz bir
çok teorinin başarısının dönemi itibariyle mantıksal kanıtlamalarla tescil
edilmediğini rahatlıkla görebileceğimizi savlar.
Kopernikçiler ustalarının ölümünden neredeyse bir asır sonra bile çok
az taraftar bulabilmişlerdi. Newton’un çalışmaları, Principia’nın
yayınlanmasından sonra geçen yarım yüzyıldan fazla bir zaman için,
özellikle Avrupa kıtasında genel olarak kabul edilmemişti.470
Bu ifadelerden devrimi gerçekleştiren paradigmaların ilerleme sağladıklarını
meşrulaştırmak adına mantıksal kanıtlamaların yetersiz olduğu ileri sürülmektedir.
Kuhn bu durumun en önemli sebebini paradigmalar arasındaki eş-ölçülemezlik
(incommensurability) ilkesine bağlamaktadır. Bu ilkeye göre, rakip paradigmaların
468
Burada ‘us-dışı’ kavramı ile özellikle teoriler arasındaki değerlendirmeleri rasyonel ve mantıksal
bir düzlemde değil de, sosyolojik, psikolojik ve tarihsel bir düzlemde ele almak kastedilmiştir. 469
Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s.251. 470
Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s.255.
239
her birisi farklı yapı ve ilkeler çerçevesinde bilimsel etkinlik yürüttükleri için
aralarında herhangi bir ortak ölçüt bulunamamaktadır.471
Devrim öncesi ve devrim sonrası olağan bilim geleneği eş-
ölçülemezdir (incommensurability). Her şeyden önce rakip
paradigmaların savunucuları, paradigma adayı olacak görüşün
çözümlenmesi gereken sorunların neler olduğu konusunda
anlaşamayacaktır. Bilim ölçütleri ve bilim tanımları aynı değildir.472
Rakip paradigmaların taraftarları farklı dünyalarda meslek icra
etmektedirler. Biri engellendiği için yavaş düşen nesnelerden söz
ederken, diğeri hareketlerini sürekli olarak tekrar eden sarkaçları
anlatır. Ayrı dünyalarda uygulama yapan iki grup bilim adamı aynı
noktadan aynı yöne baktıkları zaman bile farklı şeyler görürler.473
Bütün bu ifadeler dikkate alındığında Kuhn art arda gelen paradigmaların eş-
ölçülemez olduğunu, dolayısıyla devrimi gerçekleştiren yeni paradigma
taraftarlarının, rakip paradigma üyelerini kendilerine çekmede mantıksal ve
matematiksel kanıtlamalar kullanmanın faydasız bir çaba olduğunu belirtmektedir.
Kuram tercihinin tarafsız bir ölçütü yoktur. Gereğince uygulandığı
zaman her bireyi aynı sonuca götürecek sistematik bir karar verme
işlemi bulunmaz. Bu anlamda etkili olacak kararı veren tek tek
üyeler değil, bir uzmanlar topluluğunun tümüdür. Bu uzman
topluluğunun yapacağı iş ikna etme sürecidir.474
Bu tümcelerde başarılı paradigmaya karar veren gücün bilim topluluğu olduğu ve
bunun da us-dışı sayılan bir ikna etme yöntemi ile gerçekleştiği açıkça
vurgulanmaktadır.475
Bu durumda devrim gerçekleştiren bilim topluluğu, rakip
paradigma üyelerini nasıl ikna edecekler türünden bir soru yerinde olacaktır.
471
Kuhn, “Eleştirmenlerime Cevaplar”, s.327 472
Kuhn,, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s. 252. 473
Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s. 254. 474
Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, (vurgu bana ait), s. 313. 475
Bu hususta Watkins, Kuhn’u bilim topluluğunu bir din topluluğuna dönüştürdüğü için
eleştirmektedir. Her iki topluluğun ortak özelliği rakip üyeleri ikna ederek kendi saflarına çekmeye
çalışmaktır. Ayrıca bkz. J.Watkins, “Olağan Bilime Hayır”, Bilginin Gelişimi ve Bilginin Gelişimiyle
240
Kuhn’a göre, zafer kazanan bilim topluluğunun üyeleri her şeyden önce eski
paradigma üyelerinin inanç temelli bir karar vermesini sağlamalıdırlar. Bu anlamda
eski paradigma üyelerini ikna etmek için daha çok us-dışı, metafiziksel ve estetik
unsurlardan yararlanacaklardır.
Yeni bir paradigmayı oldukça erken bir aşamada benimseyen kişi,
bunu yaparken sorun çözümleme faaliyetinin sağladığı kanıtlara ters
düşmek durumundadır. Yani bir bakıma eski paradigmanın bazı
sorunlarda başarısız olduğundan başka bir şey bilmediği halde
yenisinin karşılaşacağı birçok büyük sorunu çözmeyi başaracağına
inanması gerekir. Böyle bir karar ancak inanç üzerine verilebilir.476
Kuhn, açıkça bu ifadeleri ile bilim adamlarının yeni paradigmayı benimsemesinde
mantıksal kanıtlardan ziyade, us-dışı bir unsur olan inancın daha büyük rolü
olduğunu savlamaktadır. Çünkü haklı olarak rakip paradigmanın üyesi devrim
gerçekleştiren paradigmayı (bir inanç olarak) kabul etmeden kendisini bunalıma
sürükleyen problemin çözümünü de göremeyecektir. Kuhn’a göre yoğun bunalım
içinde olan eski paradigma üyesi bu süreçte fazla direniş gösteremeyecektir.
Kuhn, rakip paradigma üyelerini inandırma ve ikna etme açısından yeni bilim
topluluğu üyelerinin büyük bir rolü olacağı kanısındadır. Fakat Kuhn ilk dönem
çalışmalarında bilim topluluğunun ikna etme süreci daha çok us-dışı ve metafiziksel
öğelerle sınırlandırılmasına rağmen, son dönem çalışmalarında ikna etme yönteminin
kısmen çeviri (translation) yoluyla olabileceğini savlar.477
Birisini ikna etmek, onu kendi görüşümüzün daha üstün olduğuna ve
dolayısıyla onunkinin yerine geçmesi gerektiğine inandırmaktır. Bu
inandırma kısmen çeviri yoluyla gerçekleşebilir. Ancak çevirinin
olmadığı yerde bir bilimsel topluluğun benimsediği açıklamalar ve
İlgili Teorilerin Eleştirisi , (eds) İmre Lakatos & Alan Musgrave, Çev: Hüsamettin Arslan, Paradigma
Yayınları, İstanbul, 1992. s. 40. 476
Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, (vurgu bana ait), s.263. 477
Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions, s.202.
241
problem tanımlamaları diğer topluluğa hiçbir şey ifade etmeyecektir.
Her dil topluluğu daha başlangıçta herkesçe aynı şekilde anlaşılacak
tümcelerle betimlenebildiği halde öteki topluluğun kendi ilkeleri
çerçevesinde açıklanamayacağı birkaç somut araştırma sonucu
mutlaka üretecektir.478
Kuhn’un burada çeviri (translation) yöntemi ile kastettiği düşünce, birbirinden bu
kadar kopuk ve farklı olan iki paradigma arasında bir iletişim kanalının olabileceği,
yani farklı dil topluluklarının birbirlerine çevrilebileceğidir. Kuhn’un deyimiyle, bir
iletişim kopukluğu yaşayan bilim topluluklarının yapabileceği en doğru şey,
birbirlerini farklı dil topluluklarının üyeleri olarak kabul edip çevirmenliğe
oturmaktır.479
Fakat belirtmek gerekir ki Kuhn bu düşünceleri ile farklı paradigmalar ve onların
arasında doğrudan bir çeviri olabileceğini iddia etmemektedir. Aksine bilim
topluluklarının bir çeviriden önce çeviri çabasına girişmeleri iletişim kopukluğu
yaşayan tarafların dolaylı olarak hatalarını ve başarılarını değerlendirmeye olanak
vermektedir. Dolayısıyla bu süreç, devrimi gerçekleştiren paradigma üyelerinin,
rakip paradigma üyelerini ikna etmek için önemli bir fırsat ve güçlü bir araç olarak
karşılarına çıkmaktadır.
Bütün bu ifadelerden, Kuhn, başarılı paradigmayı belirlemek için bilim topluluğunun
ussal ve us-dışı olmak üzere birtakım ölçütler kullandığını, fakat bu ölçütlerden us-
dışı olanların daha etkili ve yeterli olabileceğini savunmuştur. Paradigmanın problem
çözme gücü ve yeteneği onun ussal çerçevede başarı göstermesine olanak sağladığı
gibi, tamamıyla yeterli olmamaktadır. Çünkü bunlar paradigmanın kendi iç yapısına
478
Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s. 316; Kuhn “Eleştirmenlerime Cevaplar”, (vurgu bana ait), s.
327. 479
Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions, s. 202; Kuhn “Eleştirmenlerime Cevaplar”, s. 340.
242
bağlı oldukları için teoriler arasında bir seçim yapmamızı sağlayamamaktadır. Bu
nedenle Kuhn başarılı paradigmanın belirlenmesinde öncelikle us-dışı ölçüt olarak
belirtilen ikna yönteminin ve buna bağlı olan çeviri sürecinin yapılmasının daha
doğru olacağı kanısındadır.
Kuhn’un bilim tasarımını bu şekilde biçimlendirmesi, açıkça iki paradigma arasında
nesnel ve objektif bir kriterin olamayacağını göstermektedir. Bu anlayış da nesnel ve
gerçekçi bir ilerleme anlayışına engel teşkil etmektedir. Bu hususta birçok düşünür
haklı olarak Kuhn’u irrasyonel ve relativist olmakla itham etmektedir. Hatta
pozitivist eleştirmenler Kuhn’un bu görüşleriyle akılcılığı tamamen ortadan
kaldırdığını iddia etmişlerdir.
Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı eserinin ikinci baskısına (1972) yazdığı ek
yazıda kendisini relativist olmakla itham eden eleştirmenlere şu yanıtı verir:
(…) Uygulamanın yapıldığı birbirinden oldukça farklı birçok ortamda
bulmaca çözme konusunda, sonraki bilimsel teoriler öncekilerden
daha iyidir. Bunu gerçek bir rölativistten duymanıza olanak yoktur.
Ve bu tutum benim ne anlamda kesin bir bilimsel ilerleme inançlısı
olduğumu sanırım göstermektedir.480
Kuhn, bu ifadelerle art arda gelen iki paradigmadan yeni paradigmanın daima
eskisinden daha iyi olduğunu ileri sürerek açıkça bilimin ilerleyen bir entelektüel
faaliyet olduğunu beyan etmiştir. Dolayısıyla da kendisinin relativist olmadığını
söylemektedir.
Fakat Kuhn’un bu açıklamasının tatmin edici olmadığı açıktır. Çünkü yeni bir
paradigmanın daha iyi olduğunu söyleyebilmek için eski paradigmayı da kapsayan
ortak bir ölçüte ihtiyaç vardır. Oysa Kuhn eserinin başından itibaren ısrarla
480
Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s. 320; Kuhn “Eleştirmenlerime Cevaplar”, s. 324.
243
paradigmalar arasında eş-ölçü olmadığını vurgulamıştır. Neticede bu ifadeler
Kuhn’un nesnel ve objektif bir ölçüt oluşturamadığını dolayısıyla da gerçekçi bir
ilerleme anlayışı geliştiremediğini işaret etmektedir.
c) Devrimler Yoluyla İlerleme (Progress Through Revolutions)
Kuhn’a göre bilim devrimler yoluyla ilerler. Bilimsel devrimler birikimci olmayan
gelişimci bir sürecin parçalarıdır. En önemli özellikleri de eski paradigmanın yerini
onunla bağdaşmayan bir yenisinin tamamıyla ya da kısmen almasıdır.481
Kuhn’un bilim için sadece devrimsel ilerlemeyi öngörmesi bir takım eleştirilere yol
açmıştır. Özellikle J.Watkins “Olağan Bilime Hayır” adlı makalesinde Kuhn’un
olağan bilim döneminde açıkça bilimin birikimsel ilerlediğini ve bunu da inkâr
edemeyeceğini ileri sürmüştür.482
Kuhn ise bu durumu kabul etmekle birlikte,
gerçekte bilimin birikimsel ilerlediğini kabul etmez. Onun deyimiyle birikim yoluyla
ilerleme bilimsel ilerlemenin kuralı değil, istisnasıdır.483
Kuhn’a varana dek bilimsel ilerlemenin nasıl seyrettiğine ilişkin belli başlı iki başat
görüş mevcuttu. Bunlardan birincisi, pozitivist ekolün temsil ettiği birikimsel
ilerleme (cumulative/incorporation progress) anlayışı, diğeri ise Popper’ın geliştirmiş
olduğu birikerek devrimlerle ilerleme anlayışıdır. Pozitivist anlayışa göre, art arda
gelen teoriler doğanın birliği ve bütünlüğü ilkesi gereği birbirlerini mantıksal ve
anlamsal olarak tamamlamaktaydılar.
481
Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions , s..92. 482
J.Watkins, “Olağan Bilime Hayır”, Bilginin Gelişimi ve Bilginin Gelişimiyle İlgili Teorilerin
Eleştirisi , (eds) İmre Lakatos & Alan Musgrave, Çev: Hüsamettin Arslan, Paradigma Yayınları,
İstanbul, 1992. s. 39. 483
Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions, s. 96.
244
Popper’a göre ise art arda gelen teorilerden yeni teorinin eski olanın başarılarını
açıklaması bir içerik geçişkenliğine olanak sağladığı için birikimsel/birleşerek
(incorporation) ilerlemeyi, yeni teorinin eski teoriyi yanlışlayan olguyu açıklaması
yani teorilerin birbirleriyle çelişmesi ise bilimin devrimsel (overthrow) ilerlediğini
göstermekteydi. Buna göre Popper için bilimsel ilerleme 'birikerek devrimlerle
seyredecektir.
Kuhn, temelde her iki düşünce ekolünün de ilerleme anlayışını yadsımaktadır. Her
iki düşünce de art arda gelen teoriler arasındaki ilişkiyi doğru bir şekilde
değerlendirememektedir. Gerek Pozitivistler gerekse Popper kendi bilimsel ilerleme
anlayışlarını anlaşılabilir kılmak adına özellikle Newton ve Einstein teorilerini
karşılaştırarak analiz etmişlerdi. Bu çözümlemede her bir düşünce ekolü kendi
ilerleme anlayışını temellendirecek kanıtları kolaylıkla bulmuştur. Pozitivistlere göre
Einstein fiziği Newton dinamiğinin devamı olduğu gibi, birbirlerine de indirgenebilir
durumdadır. Popper ise Einstein fiziğinin Newton fiziğini yanlışladığını, dolayısıyla
onunla çeliştiğini savlamaktadır.484
Kuhn da benzer çizgide Newton ve Einstein fiziği arasındaki ilişkiyi tekrar
inceleyerek, varılan sonucun söz konusu ekollerin argümanları ile uzlaşmadığını
iddia etmektedir.
Kuhn, öncelikle fizik teorileri (Newton ve Einstein teorileri) bağlamında pozitivist
anlayışın ileri sürdüğü birikimsel ilerleme anlayışını irdeler. Kuhn’a göre, pozitivist
484
Kuhn burada Popper’ı özellikle ilk eserleri bağlamında değerlendirmiştir. Oysa Popper 1960 ve
daha sonraki çalışmalarında özellikle art arda gelen teorilerin bütünüyle birbirleriyle çelişmediğini,
aksine birbirlerini kısmen de olsa içerdiklerini savlamıştır. Bu nedenle Kuhn’un Popper’ı tek bir
açıdan eleştirmesi sağlıklı sonuçlar vermeyecektir.
245
anlayışın aksine, Newton ve Einstein teorilerinin mantıksal olarak bağdaşmasına
olanak yoktur. Dolayısıyla da Newton fiziğinin Einstein fiziğinden türetilebileceği
savları dayanaksızdır.
Newton fiziğini Einstein fiziğinden türetme işlemi bazı koşul ve
sınırlamalar dahilinde yapılmaktadır. Fakat türetilen önermeler
Newton yasaları değildir. Çünkü Einsteincı kavramların değindiği
fiziksel olgular aynı isimleri taşıyan Newtoncu kavramların
çağrıştırdığı olgularla özdeş değildir. Newtoncu kütle değişmez
korunur. Einsteincı kütle ise enerjiye dönüştürülebilir. Her ikisini de
aynı tarzda ölçmek ancak düşük göreli hızlarda mümkündür. Ama bu
koşullarda bile aynı şey oldukları asla düşünülmemelidir.485
Kuhn’a göre, pozitivist anlayışın yapmaya çalıştığı, yani Newtoncu yasaların,
Einsteincı yasaların bir parçası olduğunu göstermeye yönelik teşebbüsleri
geçersizdir. Hatta belirli sınırlar dahilinde geçişlerin olduğu savı, yalnızca yasaların
biçim değiştirmesiyle bitmemektedir. Aynı zamanda evreni oluşturan yapısal
unsurların temel bir değişikliğe uğraması gerekmektedir. Çünkü Einstein teorisi
yerleşik bilinen kavramların anlamlarını değiştirerek devrimci bir etki yapmıştır.486
Kuhn, bu noktadan sonra Popper tarafından öne sürülen art arda gelen teorilerin
birbirlerini yanlışladığını, yani başarılı teorinin başarısız olanla çeliştiğini (ya da
kısmen çeliştiğini) ima eden savların da tutarsız olduğunu şu ifadelerle ortaya koyar:
Relativistik dinamik, iddia edildiği gibi, Newton dinamiğinin yanlış
olduğunu kanıtlayamaz. Çünkü Newton dinamiği halen birçok
mühendis tarafından ve bazı seçilmiş uygulamalar söz konusu
olduğunda birçok fizikçi tarafında da başarı ile kullanılmaktadır.
Dahası eski teorinin kullanışının tamamen geçerli olduğunu
kanıtlamak için farklı uygulamalarda onun Yerini alan teorinin
kendisi en büyük delili sağlamaktadır.487
485
Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s.196. 486
Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions, s.102. 487
Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı s. 99.
246
Kuhn bu ifadeleri ile Einstein fiziğinin Newton dinamiği ile çelişmediğini, her iki
teorinin de farklı alanlarda işlev gördüklerini, böylelikle her ikisinin de geçerli
olabileceğini iddia etmektedir. Farklı alanlarda işlev gören teorilerin birbirleriyle
çelişmesi zorunlu değildir. Çünkü daha önce bilinmeyen olguları ele alan bir teori
olabilir. Örneğin kuantum teorisi yirminci yüzyıldan önce bilinmeyen atomdan daha
temel düzeydeki olgularla ilgiliydi.488
Dolayısıyla daha önce bilinmeyen bir olgunun
şimdi bilinen bir olgu ile çelişmesi us-dışıdır.
Kuhn’a göre, eğer Einsteincı bilim, Newton dinamiğini yanlışlamış görünüyorsa,
bunun tek nedeni bazı Newtoncu düşünürlerin kendi teorilerinin tamamıyla kesin
sonuçlar verdiğini yahut çok yüksek göreli hızlarda da geçerli olduğunu iddia
etmeleridir. Oysa Newton teorisini ışık hızına kıyasla daha düşük hızlarda
değerlendirdiğimiz zaman, Einstein teorisine yaklaştığını, ya da daha yaklaşık
sonuçlar verdiğini görebiliriz. Dolayısıyla bunun gibi birkaç koşul altında Newton
teorisinin Einstein teorisinden türetilebildiğini ve onun özel bir uygulama alanı
olduğunu söylemek mümkündür. 489
Kuhn bu ifadeleri ile Popper’ın art arda gelen teorilerin çeliştiği argümanını geçersiz
kılmaktadır. Fakat ilginçtir ki Kuhn’un Popper’ın argümanlarını çürütmeye yönelik
ileri sürdüğü savlar, pozitivist ilerleme anlayışını destekleyici niteliktedir. Çünkü
Kuhn belirli hız durumlarında Newton teorisinin, Einstein teorisinden
türetilebileceğini ya da sonuçları bakımından ona yaklaşabileceğini ileri sürmektedir.
Oysa Kuhn’un genel bilim tasarımı dikkate alındığında, bu ifadelerin çelişkili olduğu
rahatlıkla görülebilir.
488
Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions, s.95. 489
Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions , s..99.
247
Newton mekaniğinden Einstein mekaniğine geçiş, alışılmışın aksine
nesne ve kavramlara görünürde yeni bir ilave gerektirmediği için
bilim adamlarının dünyayı yorumlamakta yararlandıkları kavramsal
yapının bilimsel devrimlerle nasıl Yerinden oynadığını görmek
açısından bulunmaz bir fırsattır.490
Kuhn, bu ifadeleriyle açıkça Newton fiziğinin yapı ve ilke bakımından Einstein
fiziğinden oldukça farklı olduğunu, dolayısıyla da bu durumun da açıkça bir devrim
sürecine örnek teşkil ettiğini belirtmektedir.
Kuhn’un Bilimsel İlerleme Anlayışının Ortaya Çıkardığı Sonuçlar Ve
Problemler
Geleneksel bilim anlayışından farklı olarak yeni bir bilim imgesi ileri süren Kuhn, bir
takım problemleri çözdüğünü iddia etse de, hiç şüphesiz bir takım sorunları da
beraberinde getirmiştir. Kuhn’un bilimsel ilerleme açısından ortaya çıkardığı
problemleri ussal ve us-dışı olmak üzere iki ayrı eksende ele almak mümkündür.
Kuhn, bilimsel ilerleme nedir sorusuna ussal çerçevede yeni paradigmanın eski
olanın çözemediği problemleri açıklaması olarak yanıt vermiştir. Fakat Kuhn burada
eş-ölçülemezlik ilkesi gereği eski paradigmanın çözmüş olduğu problemlerin yeni
paradigma tarafından açıklanamayacağını söyleyerek, paradigmalar arasındaki bu
geçişin bir ilerleme olup olmadığı problemini ortaya çıkarmıştır.
Bilindiği üzere gerek Mantıkçı Pozitivistler gerekse Popper bilimsel ilerlemeyi yeni
teorinin eski olanın başarısızlıkları ile birlikte başarılarını da açıkladığını ileri sürerek
kavramsallaştırmıştı. Bu tutum da ‘ilerleme’ kavramının anlamsal içeriğine
490
Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s.197.
248
uymaktaydı. Çünkü başarılı teori daha geniş bir alanda daha fazla olgu
açıklamaktadır. Oysa Kuhn yeni paradigmanın eski olanın başarılarını
açıklayamadığını, fakat bu başarıları farklı bir şekilde anlamlandırdığını ileri sürerek
‘ilerleme’ kavramının anlamsal içeriğini değiştirmiştir.491
Kuhn’a göre eski paradigmada açıklanmış olan olgular yeni olanda faklı bir isim
veya anlam temelinde işlev görmektedir. Dolayısıyla onların da bir açıdan
anlamlandırılmış ve çözümlenmiş olduğu ileri sürülmektedir. Örneğin bilim
adamının dünyasında önceden ördek sayılan nesne devrimden sonra tavşan
oluverir.492
Burada ele alınan olgunun her zaman aynı olduğu; fakat değişik zaman
ve mekanlarda farklı anlamlar taşıdıkları görülmektedir. Bu durumda başarılı
paradigmanın açıklama bağlamında niteliksel ve niceliksel bir artış göstermediği
açıkça görülmektedir.
Daha önce ele alındığı üzere, ‘ilerleme’ kavramı anlamsal içeriği bakımından
doğrusal boyutta bir hedefe (goal) yönelik sürekli bir artış (niceliksel ve niteliksel
anlamda) olarak kavramsallaştırılmıştı.493
Benzer şekilde bilimsel bilgi doğrusal bir
boyutta bir hedefe yönelik artış göstererek ilerleyecektir. Gerek Mantıkçı
Pozitivistler gerekse Popper, bazı hususlarda görüş ayrılıkları yaşasalar da temelde
bilimsel ilerlemenin doğrusal boyutta bir hedefe yönelik seyrettiğini vurgulamışlardı.
Buna karşın Kuhn ilerlemenin doğrusal boyutta ve bir hedefe yönelik gerçekleştiği
savını doğru bulmaz.
491
Kuhn’a göre, paradigmalar değiştiği zaman bilim adamının dünyası da değişir. Daha da önemlisi
bilim adamları paradigmalar değiştikten sonra bildikleri araçlarla daha önce bakmış oldukları Yerlere
tekrar baktıkları zaman yeni ve faklı şeyler görürler. Diğer bir deyişle eski paradigmada tavşan olarak
görülen nesne, yeni paradigmada ördek olarak değerlendirilir. Burada nesne aynı olmasına rağmen
yüklenen anlam farklıdır. Detaylı bilgi için bkz: Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions, s.111. 492
Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions, s.111. 493
Bu konu hakkında detaylı bilgi için, tezin 14. ve 15. sayfalarına bakılabilir.
249
(…) Newton mekaniğinin Aristoteles mekaniğini daha ileri
götürdüğünden ve Einstein’in bulmaca-çözme araçlarının
Newton’unkilerden daha iyi olduğundan hiçbir kuşkum yok. Fakat bu
süreklilikte ben hiçbir tutarlı ontolojik gelişme görmüyorum. Tam
tersine Einstein’ın genel görelilik teorisi, Aristoteles’in teorisine her
ikisinin Newton’unkine olduğundan çok daha yakındır.
Kuhn bu ifadeleriyle bilimin bir doğru boyunca ve bir hedefe yönelik ilerlediği savını
açıkça yadsımaktadır. Buna karşın bilimsel ilerleme yatay boyutta bir hedef
gözetmeksizin bir paradigmadan diğer paradigmaya geçiş olarak ele alınır. Bu tutum
da bizlere Kuhn’un ilerleme kavramını ele alış bakımından Antik Yunanda ele alınan
‘prokope’ terimine daha yakın olduğunu göstermektedir. Daha önce değinildiği üzere
bu dönemde ilerleme (prokope) gerek Ortaçağdan gerekse Modern anlayıştan farklı
olarak doğrusal değil de döngüsel bir eksende seyretmektedir. Ayrıca bu anlayışta
zaman içinde iyiye doğru bütünlük arz eden bir yön de bulunmamaktadır.494
Kuhn’da benzer biçimde ‘progressus’ ve ‘profectus’ kavramlarından farklı olarak
‘prokope’ kavramının işaret etmiş olduğu anlama daha yakın durmaktadır.
Ayrıca Kuhn’un ‘ilerleme’ kavramını alışılmışın dışında kullanması, bu kavramın
pozitivistlerin belirttiği gibi sadece bilime özgü olmadığını ortaya çıkarmıştır.
Özellikle pozitivist ekol bilimi diğer entelektüel faaliyetlerden ayıracak olan
ölçütlerden birisini ilerleme olarak belirtmişti. Onlara göre bilimin en karakteristik
özelliği ilerleyici bir niteliğe sahip olmasıdır. Oysa Kuhn ‘ilerleme’ kavramının
anlam içeriğini farklılaştırarak bu kavramının sanat ve felsefe gibi disiplinlere de
uyarlanabileceğini işaret etmiştir.
Kuhn’a göre, “ bilimsel ilerleme diğer alanlardaki (özellikle sanat ve felsefeden)
ilerlemeden tür olarak farklı değildir, fakat birbirinin amaçlarını kıstaslarını
494
R. Koselleck, İlerleme, Çev: Mustafa Özdemir, Dost Kitapevi, Ankara 2007, s. 24.
250
sorgulayan rakip okullar her zaman bulunmadığı için, olağan bilimsel toplulukların
ilerlemesini görmek daha kolay olmaktadır.”495
Kuhn bu ifadeleriyle yerleşik
düşüncenin aksine sanat ve felsefe gibi disiplinlerde de benzer türden bir ilerleme
olduğunu savlamaktadır.496
Öte yandan Kuhn’un bilimsel ilerleme anlayışında en problemli ve tartışmalı
noktalardan birisi, hiç şüphesiz bilim topluluklarının bu süreçte oynadıkları rol ile
ilgilidir. Kuhn’un bilimsel ilerlemenin belirleyicisi olarak bilim topluluğunu
göstermesi, bilimsel ilerlemenin nesnel bir boyutta ele alınmadığını işaret ederek,
bilimsel ilerlemenin real (gerçekçi) olup-olmadığı tartışmalarını gün yüzüne
çıkarmıştır.
Mantıkçı Pozitivistler ve Popper bilimin ve bilimsel ilerlemenin belirleyicisi olarak
dış gerçekliği göstermişlerdi. Yani başarılı teoriyi belirlemek için öncelikle bir
deneysel sınama yapılmaktaydı. Olgularla karşılaştırılan teoriler ya doğrulanarak ya
da yanlışlamalara karşı direnç gösterdiği müddetçe başarılı sayılmaktadır. Kuhn’un
bilim tasarımında ise başarılı paradigmayı belirleyen ölçüt bilim topluluğudur. Diğer
bir deyişle, bilimsel ilerlemenin gerçekleştiğine bilim topluluğu karar verecektir.
Kuhn, bu noktada haklı olarak irrasyonel ve relativist olmakla itham edilmiştir.
Çünkü birden fazla paradigmanın temsilcisi olan bilim topluluklarının bulunduğu
yerde hangi bilim topluluğunun kararının geçerli olacağı problematik olmaktadır.
Kuhn son yazılarında özellikle bu türden eleştirilere yanıt olarak, art arda gelen iki
paradigmadan bulmaca çözme konusunda yeni paradigmanın eskisinden daha iyi
495
Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions, s.163. 496
Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions, s.163; Kuhn, “Eleştirmenlerine Cevaplar”, s. 301.
251
olduğunu beyan ederek relativist olmadığını belirtmiştir.497
Bu durumda yeni
paradigmanın temsilcileri olan bilim toplulukları diğer paradigma üyelerine bunalım
yaratan problemi çözdükleri için kendi paradigmalarının başarılı sayıldığını
bildireceklerdir.
Kuhn’un genel bilim tasarımı dikkate alındığında onun basit bir söylemle ifade ettiği
yeni paradigmanın daha iyi olduğu savı, Kuhn’u bu eleştirilerden kurtaramamaktadır.
Çünkü Kuhn eserinin başından itibaren ısrarla paradigmalar arasında eş-ölçü
olmadığını vurgulamıştır. Dolayısıyla paradigmalar arasındaki eş-ölçülemezlik ilkesi
kabul edildiği sürece bir paradigmayı diğer paradigmadan üstün kılacak hiçbir ölçüt
ileri sürülemeyecektir.
2-2- Kuhn Sonrası Alternatif Bilimsel İlerleme Teorileri
Bilimsel ilerlemenin doğasını anlamak ve açıklamak adına temel sav ve düşünceler
Mantıkçı Pozitivistler, K. Popper ve T.Kuhn tarafından ileri sürülmüştü. Bu süreçten
sonra bilim filozofları radikal bir görüş ileri sürmeyip mevcut düşünceleri
karşılaştırarak yorumlamışlardır. Bu yorumlardan en önemlisini belki de Imre
Lakatos (1922-1974) yapmıştır.
497
Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions, s.206.
252
2-2-1-Imre Lakatos: Birleşerek İlerleme (Progress Through İncorporation)
Lakatos çıkış itibariyle söz konusu üç ekolün (Mantıkçı Pozitivistler, K. Popper ve
T.Kuhn'un) bilimsel ilerleme anlayışını eleştirerek, kendine özgü bir ilerleme
anlayışı öne sürmüştür. Lakatos'a göre, bilim tarihi bir standart olarak kabul
edildiğinde ne Mantıkçı Pozitivitslerin ne Popper'ın ne de Kuhn'un gerçekçi bir
ilerleme tasarımı ortaya koydukları söylenebilir.
Lakatos, öncelikle Mantıkçı Pozitivistler tarafından öne sürülen ilerlemenin teorilerin
doğrulanmasına bağlı olarak gerçekleştiği savını eleştirir. Bu hususta Popper'a
katılarak bir teoriyi doğrulamak için milyonlarca örneğin olmasını bir ilerleme ölçütü
olarak görmemektedir.498
Çünkü 'doğrulama' (bir anlamda açıklama) teoriye yeni bir
bilgi sağlamamaktadır, aksine teorinin içine hapsolmuş bilgileri gün yüzüne
çıkarmaktadır. Lakatos'un bu hususta haklı olduğunu bir örnekle göstermek
mümkündür. 'Bütün metaller ısıtılınca genleşir' yasasını dikkate aldığımızda bakır,
demir ve kalay gibi metallerin de ısıtılınca genleşeceği düşüncesine ulaşmak
olanaklıdır. Dolayısıyla bir yasa veya teoriye ulaşıldıktan sonra, sonraki
doğrulamaları veya açıklamaları bir ilerleme ölçütü olarak görmek yanlış olacaktır.
Lakatos, bu türden bir süreci yozlaştırıcı araştırma programı (degenerating research
programs) olarak değerlendirmektedir.
Bu gerekçeyle Lakatos gerçekçi bir ilerlemenin oluşması için o zamana kadar
bilinmeyen ve yepyeni bazı olguların açıklanması gerektiğini savunur. Ona göre,
gerçekçi ilerleme dramatik, beklenmedik ve sersemletici ön deyilerdir.499
498
Imre Lakatos, "Bilimle Sözde Bilim", Der: Cemal Güzel, Çoğulculuğun Kuramcısı: Lakatos,
Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 1999, s.31. 499
Lakatos, "Bilimle Sözde Bilim", s. 31.
253
Lakatos, Popper'ın öğrencisi olmasına rağmen hocasının 'yanlışlanabilirlik' ilkesine
dayandırdığı bilimsel ilerleme anlayışını yadsır. Popper'a göre, bilimsel ilerleme
kabaca problemlere yönelik yeni varsayımlar öne sürüp bunları yanlışlama
girişimlerimizden ibaretti. Buradaki yanlışlama girişimleri Poppercu anlamda
ilerlemenin devrimsel yönüne tekabül etmekteydi. Diğer bir deyişle, ‘yanlışlama’
ilkesi, burada bir teoriden diğer teoriye bir sıçrama veya atlamayı sağlamaktadır.
Lakatos, bu çerçevede Popper'ın yanlışlanabilirlik ilkesinin geçersiz olduğunu
savlayarak bilimsel ilerlemenin Popper'ın zannettiği şekilde gerçekleşmediğini ileri
sürmektedir. Lakatos, bu hususta Kuhn'u takip ederek bilimsel teorilerin aykırı bir
örnekle karşılaşınca hemen terk edilmediğini ileri sürmektedir. Bilim adamları aykırı
örneklere karşın yeni teori öne sürülene kadar eski teoriden vazgeçmemektedirler.500
Örneğin XIX. yüzyılda bilim adamları Merkür'ün kural dışı hareketlerini Newton
teorisi ile açıklayamamalarına rağmen bu teoriyi kullanmaya devam etmişlerdi.501
Lakatos, son olarak Kuhn'un ileri sürmüş olduğu devrimsel ilerleme (scientific
development) anlayışının da gerçekçi olmadığını savlar. Lakatos'a göre, Kuhn'un
ileri sürmüş olduğu bilimsel devrimlerin ani us-dışı değişimler olduğu savı hiçbir
şekilde kabul edilemez.502
Şayet bilimsel süreci bu şekilde kabul edersek, bilimsel
değişim ile din değiştirme arasında hiçbir fark olmayacaktır.503
Ayrıca Lakatos açısından Kuhn'un bilimsel ilerlemenin nesnel ve objektif bir
ölçütünün olmadığı ve bu çerçevede bilimsel ilerlemenin belirleyicilerini bilim
topluluklarına bırakması da kabul edilebilir bir düşünce değildir. Lakatos, bu hususta
500
Lakatos, "Bilimle Sözde Bilim", s. 29. 501
Losee, Theories of Scientific Progress, s. 42-43. 502
Lakatos, "Bilimle Sözde Bilim", s. 32. 503
Lakatos, "Bilimle Sözde Bilim", s. 35.
254
Mantıkçı Pozitivistler ve Popper'a daha yakın durarak bilimsel ilerlemenin mantıksal
bir açıklamasının yapılacağı inancındadır. Çünkü ona göre, "Bir kuramın bilimsel
değeri onun nesnelliği ile doğrudan ilintilidir, yani onu yaratan ve onu anlayan
insan zihninden doğrudan bağımsızdır."504
Lakatos, öncellerinden farklı olarak bilimsel süreci tek bir teori çerçevesinde değil
de, teori serilerine göre değerlendirmektedir. Bu teori serilerine de araştırma
programları (research programs) adını vermektedir.505
Lakatos’a göre, bu durumda
sorulması gereken temel soru, ilerletici bir araştırma programını yozlaştırıcı olandan
nasıl ayırt edeceğiz?
Lakatos’a göre, ilerletici bir araştırma programını (progressing research programs)
belirleyen birkaç ölçüt söz konusudur. Bu bağlamda teorilerden oluşan bir seri (T1,
T2,…..T5) şu koşulları sağlamalıdır:506
1) T5, T4'ün daha önceki başarılarını açıklamalı.
2) T5, T4'ten daha fazla deneysel içeriğe sahip olmalı, yani T5 şimdiye kadar
bilinmeyen yeni olguların keşfine götürmeli.
3) T5'in fazla deneysel içeriğinin bir kısmı doğrulanmalı.
504
Lakatos, "Bilimle Sözde Bilim", s. 26. 505
Imre Lakatos, “Yanlışlama İle Bilimsel Araştırma İzlencelerinin Yöntembilgisi”, Der: Cemal
Güzel, Çoğulculuğun Kuramcısı: Lakatos, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 1999, s. 85. 506
Lakatos, “Yanlışlama İle Bilimsel Araştırma İzlencelerinin Yöntembilgisi”, s. 65.; Ayrıca Bkz.
Losee, Theories of Scientific Progress, s. 39.
255
'T5' tarafından açıklanan alan
'T5'in fazla içeriği
'T4' tarafından açıklanan alan
Lakatos'un ileri sürmüş olduğu söz konusu koşullar bir araştırma programı
içerisindeki teori serilerini kapsamakla birlikte, rakip araştırma programları için de
geçerlidir. Lakatos'a göre, rekabet halindeki araştırma programlarından hangisi yeni
olgular öne sürüp ve eski teorinin başarılarını açıklarsa, o araştırma programı daha
ilerleticidir.507
Araştırma programları arasındaki yarışın en açık örneğini Newton ve Einstein
teorileri arasında görmek mümkündür. Lakatos’a göre, Einstein’ın teorisi Newton'un
teorisini yanlışladığı için değil, söz konusu koşulları sağladığı için bir ilerleme
gerçekleştirmiştir. Einstein'in teorisi Newton teorisinin başarılarını açıkladığı gibi,
ışığın büyük kütlelerin yanından saparak geçmesi gibi o güne kadar Newton
teorisinin hakkında hiçbir şey demediği bir olgu hakkında açıklamada bulundu.
Ayrıca bu yeni olgu ya da fazladan deneysel içerik bir süre sonra doğrulandı.508
507
Losee, Theories of Scientific Progress, s. 44. 508
Lakatos, “Yanlışlama İle Bilimsel Araştırma İzlencelerinin Yöntembilgisi”, s. 75-76.
256
Lakatos'un bu ifadelerinden anlaşılacağı üzere, bilim yeni deneysel içeriklerin
doğrulanarak birleşmesiyle (incorporation with corroborated excess content)
ilerlemektedir. Bu anlamda Lakatos'un Popper ve Kuhn'dan ziyade Mantıkçı
Pozitivistlere daha yakın durduğunu söyleyebiliriz.
Hatırlarsak, Mantıkçı Pozitivistler bilimin birikerek (cumulatively) ilerlediğini
savlamaktaydılar. Hempel'in öne sürdüğü açıklama (explanation) birleştirme
(unification) ilkeleri bağlamında art arda gelen iki teoriden (bunlar T1 ve T2 olsun)
başarılı olan T2'nin açıklayıcı gücü daha yüksek ise, T2, T1'in başarılarını açıkladığı
gibi yeni olguları da açıklamaktaydı.
Lakatos, ilerlemenin gerçekleşmesi için T2'nin yeni olgularla birlikte T1'in
başarılarını da açıklaması gerektiğini şart koşmuştu. Görünüş itibariyle Lakatos'un
birleşerek ilerleme (incorporation progress) anlayışının Mantıkçı Pozitivistlerle
benzer olduğu söylenebilir. Fakat burada Lakatos'u Mantıkçı Pozitivistlerden ayıran
temel noktalardan birisi, ilerleme için 'yepyeni bir olgunun' açıklanmasını şart
koşmasıdır.
Mantıkçı Pozitivistler ise böyle yeni bir olgu şart koşmamışlardır. Onlara göre,
doğanın birliği ve bütünlüğü ilkesi gereği en son gelen teorinin genellik derecesinin
daha yüksek olduğu, dolayısıyla eski teorileri de kapsaması gerektiği düşünülmüştü.
Bu nedenle birikimsel ilerlemenin meşrulaştırılması için bir indirgeme (reduction) ve
türetme (derivation) işine girişmişlerdi. Bu girişim de onları bir takım çıkmazlara
sürüklemiş ve birikimsel ilerlemenin açıklanması bir krize dönüşmüştür.
Buna karşın Lakatos bu türden bir indirgeme ve türetme teşebbüsüne girişrmeyerek,
ilerlemenin anlamsal içeriğine uygun olarak yeni olgunun açıklanmasını gerekli ve
257
yeterli görmüştür. Bu anlamda Mantıkçı Pozitivistler için problem teşkil eden
Newton teorisinin Einstein'ınkine nasıl indirgenebileceği sorunu, Lakatos için
problem görünmemektedir.
2-2-2- Stephen Toulmin: Evrim Yoluyla İlerleme (Progress Through Evoluotin)
Bilimsel ilerlemeyi Darwin'in Evrim Teorisi ile analoji kurarak açıklama girişimini
daha önce Popper yapmaya çalışmıştı. Bu doğrultuda benzer çalışmayı farklı
kavramlarla yapmaya çalışan düşünürlerden birisi de S. Toulmin (1922-2009)
olmuştur.
Toulmin, ilk olarak Öngörü ve Anlayış (Foresight and Understanding, 1961) adlı
eserinde biyolojik evrimde gerçekleşen türlerin ayıklanmasına bağlı olarak
gerçekleşen değişimin, benzer şekilde bilimde de olduğunu ileri sürer. Daha sonra bu
görüşlerini İnsan Anlayışı ( Human Understanding, 1972) adlı eserinde daha da
geliştirerek organik evrim teorisindeki kavramsal kategorileri, bilimsel ilerlemenin
biçimlendirilmesinde kullanır.509
Toulmin'in bu süreçte yüzleşmesi gerektiği düşünürlerin başında Kuhn gelmektedir.
Bilindiği üzere Kuhn, bilimin devrimsel bir şekilde ilerlediği yönünde bir tez
geliştirmişti. Toulmin ise özellikle İnsan Anlayışı adlı eserinde Kuhn'un devrimsel
ilerleme tezini yadsıyarak, bilimin evrimsel bir süreçte ilerlediğini savunmuştur.
Toulmin, Kuhn'un bilimsel devrim anlayışının iki açıdan yetersiz olduğunu öne
sürmektedir. Bunlardan birisi, Kuhn'un tasnif ettiği 'olağan bilim' ve 'devrimci bilim'
509
Losee, Theories of Scientific Progress, s. 141.
258
arasındaki ayrımın geçersizliği, diğeri ise devrime işaret eden herhangi bir
karşılaştırma ölçütünün olmamasıdır.
Toulmin, her şeyden önce 'devrim' kavramının kullanımına ilişkin bir tartışma
başlatır. Ona göre, radikal ve köklü değişimlere tekabül eden 'devrim' kavramının
meşrulaştırılması aslında iki yapı arasındaki bilgi eksikliğimizden
kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla zamanla bilgi ve deneyimin artması sonucu aynı
durum devrim olmaktan çıkmaktadır.510
Toulmin, bu duruma örnek olarak yeryüzünün oluşumuna ilişkin öne sürülen teorileri
göstermektedir. Yeryüzündeki değişimler bir zamanlar katastrof (ani ve şiddetli
değişme) teorisi ışığında açıklanmaktaydı. Oysa paleontologların zamanla elde
ettikleri bilgiler sonucu söz konusu değişimlerin tek biçimli ve süreklilik ilkesine
göre seyrettiği ortaya çıkmıştır.511
Toulmin, bu ve benzeri argümanlara dayanarak Kuhn'un bilimsel süreç için önerdiği
'devrimci bilim' ve 'olağan bilim' arasındaki ayrımın gerçekçi olmadığını belirtmeye
çalışmıştır.512
Çünkü Kuhn'un bu ayrımı yapmasının nedeni, söz konusu süreci
rasyonel olarak açıklayamamasıdır.
Kuhn ve ardıllarının bilimsel devrim anlayışını meşrulaştırmak için kullandıkları en
bariz örneklerden birisi, Newton fiziğinden Einstein fiziğine geçişti. Kuhn'a göre, bu
geçiş bilimsel devrim örneğinin en açık şeklidir. Newton fiziğine ait hiçbir kavram
510
S. Toulmin, "Olağan Ve Devrimci Bilim Arasındaki Ayrım", Bilginin Gelişimi ve Bilginin
Gelişimiyle İlgili Teorilerin Eleştirisi , (eds) İmre Lakatos & Alan Musgrave, Çev: Hüsamettin
Arslan, Paradigma Yayınları, İstanbul, 1992. s. 48. 511
Toulmin, "Olağan ve Devrimci Bilim Arasındaki Ayrım", s. 50-51. 512
S.Toulmin, Human Understanding, vol.1, Priencton University Press, USA, 1972. s.112-113.
259
ve terim Einstein fiziğinde kullanılmadığı için, teoriler arasındaki geçiş açıkça bir
devrimdir.
Toulmin, Kuhn ve taraftarlarının savunduğu bu savın, bilimin süreklilik ve
devamlılık ilkesini ortadan kaldırmadığını savunmaktadır. Ona göre, bilim
adamlarının dikkatlerini bir takım teorik gayelere yönlendirmeleri paradigma
değişikliklerinin radikal bir kopuş şeklinde gerçekleşmeyeceğini ortaya çıkarır.
Örneğin Einstein'ın görelilik teorisinin kavramları Newton'un klasik mekaniği ile
uyumsuz görünebilir. Fakat her iki teorinin savunucularının tek gayesi disiplinin
problemlerine bir açıklık getirmektir. Bu anlamda teorilerin ortak bir problem
çerçevesinde hareket etmeleri bilimsel sürecin radikal kopuşlar halinde
seyretmediğini işaret etmektedir.513
Toulmin'in bu hususta Laudan ile hem fikir olduğunu görmekteyiz. Görüleceği üzere,
Laudan da bilimsel süreçteki devamlılığın en açık göstergelerinden birinin deneysel
problemlerin sürekliliği olduğunu vurgulamıştır.
Toulmin, bu doğrultuda bir önceki teoriden yapısal olarak farklı kavram ve terimlere
sahip olan teorilerin ortak bir gaye (disiplinin problemlerine bir açıklama getirme)
doğrultusunda işlevsel oldukları sürece bilimsel sürecin devamlılık sağlayacağını
belirtmiştir. Örneğin amaç Merkür gezegenin yörüngesini doğru bir şekilde
hesaplamaksa, bunu da Einstein teorisi Newton'unkinden daha doğru açıklıyorsa,
Einstein'ın hangi kavram ve terimleri kullandığı önem arz etmemektedir. Çünkü
amaç, disiplindeki probleme bir çözüm getirmektir.
513
Toulmin, Human Understanding, s. 124.
260
Toulmin'in bu çözüm önerisi bir anlamda Mantıkçı Pozitivistlere de ışık tutmaktadır.
Çünkü yirminci yüzyılın başlarında Mantıkçı Pozitivistlere yöneltilen temel eleştiri
Newton fiziğinden Einstein fiziğine geçişin bir devamlılık ve süreklilik teşkil
etmediğiydi. Mantıkçı Pozitivistler bu eleştirilere yönelik bir çeşit indirgeme ya da
türetme girişiminde bulunmuşlardı. Fakat bu indirgeme işlemleri ilerleme kavramının
anlamsal içeriği ile uzlaşmamaktaydı. Çünkü ilerleme eski yapıdan farklı olarak yeni
bir şeyleri gerektirir. Oysa Toulmin'in öne sürmüş olduğu disiplinin hedefleri
doğrultusundaki bilimsel faaliyetler, ilerleme kavramının anlamsal içeriği ile
örtüşmektedir. Einstein, Newton'dan farklı olarak hem yeni kavramlar öne sürmüş
hem de bilime bir yenilik getirmiştir.
Toulmin'in Kuhn'a yönelttiği diğer önemli bir eleştiri ise, Kuhn'un paradigmalar
arasında herhangi karşılaştırma ölçütü bırakmadığı için relativist olduğu iddiasıdır.
Relativist görüşte bir paradigma rakibinden ne daha iyidir, ne daha kötüdür.
Toulmin'e göre, Kuhn paradigmalar arasında hiçbir iletişim aracı bırakmayarak
devrimin belirsizliğini ortaya çıkarmıştır. Örneğin bir devrim gerçekleştiği zaman
birçok bilim adamı bu devrimden habersiz yaşayacaktır. Bu çerçevede Newton
fiziğinden Einstein fiziğine geçiş bilinçsiz bir süreç olacaktır.514
Bu argümanlar temelinde Toulmin radikal bilimsel devrim anlayışını reddederek,
evrimsel süreci savunduğunu, şu ifadelerle göstermektedir:
Bilimde kavramsal değişmenin hiçbir zaman mutlak olmadığını bir kez
kabul ettik mi, yalnızca derece derece değişen daha büyük ve daha
küçük bir kavramsal değişiklikler dizisiyle baş başa kalırız. Böylece
Kuhn'un teorisindeki ayırıcı unsur yıkılıyor ve biz bu teoriden ayrı
türde bir bilimsel değişme teorisi arayışıyla karşı karşıya geliyoruz.
514
Toulmin, Human Understanding, s. 104.
261
Bu teori tıpkı Darwinci evrim anlayışının yeniden bir yorumu
olmaktadır.515
Toulmin bu ifadeleri ile Kuhn'un paradigmalar arasındaki devrimsel geçiş savını
reddederek, paradigmalar arasındaki yarışın evrimsel düzlemde gerçekleştiğini
savunmaktadır. Ona göre, bilimdeki değişim ve gelişmeler tamamıyla kavramsal
alanda gerçekleştiği için, Kuhn'un paradigmalarını 'kavram grupları' olarak
tanımlamak yerinde olacaktır. Bu durumda evrimsel süreçte doğal çevreye uyum
sağlayan türler (variations) bilimsel süreçte kavram grupları ile eş değer olacaktır.
Toulmin'e göre, bilimsel süreçte evrimsel alanda olduğu gibi iki kavram esastır.
Bunlardan birisi yenilik (innovation), diğeri ise ayıklamadır (selection). Yenilik
(innovation), belirli bir alanın uzmanları tarafından öncellerine nazaran yeni kavram
veya kavram grupları öne sürenlerdir. 'Yenilik', mevcut aykırı durumu ve
kuralsızlıkları açıklar. Ayıklama (selection) ise öne sürülen kavram veya kavram
gruplarının rekabet ortamında başarılı olup olmadığına karar verir.516
Buna karar
veren bilim topluluğu üyeleridir. Fakat Toulmin burada Kuhn'un aksine bilim
topluluklarının karar verirken objektif bir ölçüte sahip oldukları düşüncesindedir.
Ona göre, bilim toplulukları rakip paradigma adayları arasında aykırılıkları ve
kuralsızlıkları en iyi şekilde açıklayan paradigmayı tercih ederler.
2-2-3- Larry Laudan: Problem Çözerek İlerleme (Progress as Problem-Solving)
Çağdaş bilim filozoflarından olan Larry Laudan (1941 - ) Progress and Its Problems
(İlerleme ve Problemleri, 1977) adlı eserinde kendinden önce ortaya konan
515
Toulmin, "Olağan ve Devrimci Bilim Arasındaki Ayrım", s. 53. 516
Toulmin, Human Understanding, s. 122-123.
262
pozitivizm, realizm ve relativizm temelli bilimsel ilerleme anlayışlarını eleştirerek,
yeni bir ilerleme tasarımı öne sürmüştür.
Laudan, bu eserinde bilimin farklı bir tanımlamasını yaparak, bilimsel ilerlemeyi ayrı
bir eksene kaydırmıştır. Ona göre bilim, her şeyden önce bir problem çözme
faaliyetidir.517
Bilimi karakterize eden temel motif problem çözme olduğu zaman,
bilimsel ilerleme araştırma geleneklerinin (research traditions)518
problem çözme
yeterlilikleri ile doğrudan ilintili olmaktadır. Bu anlamda bilim problem çözerek
ilerler. Bir araştırma geleneği de ne kadar problem çözerse o kadar ilerletici
olmaktadır.
Bilimsel bir alan içerisinde ilerleme ölçütü problem çözmeyle ilişkilendirildiğinde,
bilimsel ilerlemenin objektif standardının da problem çözme olduğu söylenebilir. Bu
çerçevede Laudan; Kuhn, Feyerabend ve Hanson gibi düşünürlerden farklı olarak
rakip teoriler arasında bir objektif ölçütün olduğunu, dolayısıyla da ilerleme gösteren
teorinin objektif olarak değerlendirilebileceğini düşünür. Rakipleri arasında daha
fazla problem çözen araştırma geleneği hem ilerletici hem de hem de rasyonel
niteliklere sahiptir.
Fakat burada Laudan'ın problem çözme standardını, Hempel'in, Popper'ın ve
Lakatos'un mantıksal standartları ile karıştırmamak gerekir. Söz konusu düşünürler
ilerlemenin gerçekleşmesi için önceden bir takım mantıksal standartlar (doğrulama,
onaylama, yanlışlama gibi) öne sürmüştü. Buna göre, eğer ilerleme gerçekleşecekse
517
Larry Laudan, Progress and Its Problems, University Of California Press, USA, 1977, s. 11. 518
'Araştırma gelenekleri' Laudan'un bilimsel süreci anlamak ve açıklamak adına öne sürdüğü
kavramlardan birisidir. Araştırma geleneği çok sayıda özel teorilerden ve bu geleneğe ait olan
metafiziksel ve kavramsal kabuller öbeğinden oluşmaktadır. Bu kavram, çalışma alanındaki olguları
ve bu olguları açıklamak için gerekli yöntem bilgisini içermektedir. Bkz: Laudan, Progress and Its
Problems, s. 78-79.
263
söz konusu standartlar sağlanmalıdır. Laudan, açık bir şekilde bir araştırma
geleneğinin problem çözücü ve ilerleyici olduğunu belirlemek için 'doğrulama',
'yanlışlama', 'olasılık' ve 'onaylama' türünden standartların olamayacağını ileri
sürmektedir.519
Laudan'a göre, bilincimizin dışında bir doğru olduğu ve bizim ona belirli derecede
yaklaştığımızı söylemek tamamıyla ütopiktir. Hiç kimse hiçbir şekilde bir doğruyu
bilemeyeceği gibi, bir doğruya da ulaşabileceğimizi iddia edemez. 520
Bizim şu andaki teorilerimiz öncellerinden ne doğru ne olasılıklı ne de
doğruluğa yaklaşma bakımından üstündür. Hiç kimse doğruluğa
yaklaşma (closer to the truth) düşüncesiyle ne kastettiğini
söyleyemediği için. Bu tür yaklaşımlar bizlere bir avuntu sunar. Bu
nedenle bilimsel ilerlemeyi art arda gelen teori serilerinin doğruluğa
yaklaşması olarak görürsek, bilimdeki ilerlemeyi gösteremeyiz. Aksine
bilimi bir problem çözme etkinliği olarak görürsek, bilimsel ilerlemeyi
çok sayıda çözülmüş önemli problemlerin artışı olarak
değerlendirebiliriz.521
Laudan bu ifadeleri ile açıkça 'doğruluk', 'olasılık' ve 'doğruluğa yaklaşma' gibi
standartların güvenilir bir şekilde bilinemeyeceğini, dolayısıyla da bu tür
standartların bilimsel ilerlemeyi karakterize edemeyeceğini ileri sürmektedir. Bunun
yerine bilimin amacını 'problem çözme' olarak belirlediğimizde, bilimsel ilerlemeyi
ve bilimsel rasyonaliteyi rahatlıkla açıklayabileceğimizi savunur. Bu çerçevede
Laudan'a göre, bir araştırma geleneğinin problem çözme yeterliliği hem ilerlemeyi
hem de rasyonelliği sağlamaktadır.522
519
Laudan, Progress and Its Problems, s. 123. 520
Laudan, Progress and Its Problems, s. 127. 521
Laudan, Progress and Its Problems, s. 125-126 522
Laudan, Progress and Its Problems, s. 130.
264
Laudan'ın bilim tasarımında 'problem çözmenin' karakteristik bir unsur olduğu
dikkate alındığında problemin ne olduğu, kaç çeşit problemin olduğu ve hangi tür
problemlerin ilerletici olduğu soruları ayrı bir önem kazanmaktadır.
Laudan'a göre, bilimsel alanda iki çeşit problem bulunmaktadır. Bunlardan birisi
deneysel diğeri ise kavramsaldır. Örneğin ağır cisimlerin nasıl ve neden düştüklerini
sormak deneysel türden bir problemdir.523
Laudan, deneysel problemleri üç gruba
ayırır:
1) Çözülmemiş Problemler: Bunlar herhangi bir teorinin uygun olarak henüz
çözemediği deneysel problemlerdir.
2) Çözülmüş Problemler: Bunlar, bir teorinin uygun olarak çözdüğü deneysel
problemlerdir.
3) Aykırı Problemler: Bunlar, belirli bir teorinin henüz çözemediği ama rakiplerinin
çözdüğü deneysel problemlerdir.
Laudan'a göre, bilimsel ilerlemeyi sağlayan problemler aykırı ve çözülmemiş
problemlerin çözülmüş problemlere dönüştürülmesidir. Örneğin, 'T1' ve 'T2'
teorilerinden 'T1' çözülmüş problemleri çözerken, 'T2' çözülmemiş ve aykırı
problemleri çözerek bir ilerleme gerçekleştirmiştir.
Öte yandan, Laudan, Popper ve Kuhn'un aksine bir teoriden ziyade teori serilerini
kapsayan araştırma geleneklerini dikkate aldığı için, mevcut teorinin aykırı problemi
çözememesi durumunda hemen ıskartaya çıkmayacağını ileri sürmektedir. Araştırma
523
Laudan, Progress and Its Problems, s. 14.
265
gelenekleri teorilere nazaran daha kapsayıcı ve geniş olduğu için aykırılıkla başa
çıkamayan teoriler demetinden en az birinin terk edilmesi yeterli olacaktır.
Laudan'a göre, bilimsel ilerleme sürecinde en az deneysel problemler kadar önemli
olan diğer problem türü de kavramsal problemlerdir. Kavramsal bir problem bir
teorinin sergilediği problemdir. Teoriden bağımsız var olamazlar. Bir 'T' teorisi
belirli bir takım iç tutarsızlıklar sergilediğinde bu bir kavramsal problemdir.524
Örneğin Newton taraftarlarının, tümevarıma dayalı Newton yönteminin teorik fizik
için yeterli olmadığını fark ederek bir takım girişimlerde bulunmaları kavramsal
problemlere örnektir.
Laudan kavramsal problemlere vurgu yaparak, bu tür problemlerin daha önce dikkate
alınmadığını, sadece deneysel problemlere dayanılarak bir ilerleme değerlendirilmesi
yapıldığını belirtmiştir.525
Oysa bilim tarihine bakıldığında kavramsal problemlerin
çözümü çerçevesinde ilerlemelerin gerçekleştiği söylenebilir. Örneğin Descartes'ın
vortex (girdap) teorisi gezegenlerin güneşin etrafında niçin dolandıklarını
açıklamasına rağmen, Kepler'in yasaları ile çelişmekteydi. Dolayısıyla buradaki
ilerleme, teoriler arasındaki kavramsal uyumun sağlanmasına bağlıydı. Newton'un
yer çekimi teorisi, hem deneysel problem olan gezegenlerin niçin güneşin etrafında
dolandıklarını hem de kavramsal problem olan Kepler yasaları ile uzlaşma sorununu
başarı ile gerçekleştirmiştir.
Bu ifadeler doğrultusunda Laudan'ın öncellerinden farklı olarak, bilimsel ilerlemenin
gerçekleşmesinde sadece deneysel problemleri değil, aynı zamanda kavramsal
problemleri de dikkate aldığı gözden kaçmamalıdır. Bu durumda bilimsel ilerleme
524
Laudan, Progress and Its Problems, s. 48-49. 525
Laudan, Progress and Its Problems, s. 45.
266
hem deneysel hem de kavramsal problemleri çözmekle gerçekleşecektir. Laudan'ın
deyişiyle, bilimin amacı, çözülmüş deneysel problem alanını genişletirken, aykırı ve
kavramsal problemler alanını daraltmaktır.526
Bilim Nasıl İlerler?
Laudan'a göre bilim, araştırma geleneklerinin problem çözme yeterliliklerinin
artışına bağlı olarak ilerlemekteydi. Diğer bir deyişle, art arda gelen teorilerden yeni
teorinin çözülmemiş, aykırı ve kavramsal problemleri çözmesi bir ilerleme
standardıydı. Bu aşamadan sonra Laudan'ın yüzleşmesi gerektiği diğer bir sorun ise,
problem çözen teoriler (araştırma gelenekleri) arasındaki ilişkinin nasıl olduğuydu.
Basit bir ifadeyle sormak gerekirse, Laudan için 'problem çözme' devrimselliğe mi
yoksa birikimselliğe mi tekabül eder?
Laudan'a göre, bilimin nasıl seyrettiği hususunda iki başat görüş mevcuttur.
Bunlardan birini Kuhn, Hanson ve Feyerabend'in temsil ettiği devrimci gelenek,
diğerini ise Popper'ın ve Lakatos'un temsil ettiği birikimselci gelenek oluşturur.
Laudan'a göre, bilim tarihi dikkatli irdelendiğinde, her iki düşünce ekolünün öne
sürdüğü ilerleme tasarımının yetersiz olduğu rahatlıkla görülecektir.527
Laudan, öncelikle Kuhn ve ardıllarının öne sürmüş olduğu radikal devrim anlayışını
eleştirir. Ona göre, Kuhn da diğer düşünürler gibi bilimsel ilerlemeyi sadece
deneysel problemler bağlamında ele aldığı için, paradigmalar arasındaki ilişkiyi
devrimsel olarak değerlendirmiştir. Oysa Kuhn kavramsal problemleri dikkate
526
Laudan, Progress and Its Problems, s. 66. 527
Laudan, Progress and Its Problems, s. 139.
267
alsaydı, paradigmalar arasındaki kavramsal temellerin süreklilik arz ettiğini rahatlıkla
görecekti.528
Laudan, bilimsel süreçte kavramsal temeller gibi, deneysel problemlerin de bir
süreklilik ve devamlılık sağladığını ileri sürmektedir. Diğer bir deyişle, deneysel
problemler araştırma gelenekleri (paradigmalar) arasında bir sürekliliği
sağlamaktadır.529
Bu ifadeler doğrultusunda Laudan için Kuhn ve Feyerabend
tarafından öne sürülen paradigmalar arasında eş-ölçülemezlik (incommensurability)
ilkesinin olduğu ve böylelikle paradigmalar arasında hiç bir karşılaştırma ölçütünün
olmadığı savı geçersiz olacaktır.
Laudan'a göre, araştırma gelenekleri arasında bir ve birden fazla karşılaştırma
ölçütünün olduğunu söyleyebiliriz. Bu ölçütlerden en önemlisi şüphesiz deneysel
problemlerdir (empirical problems). Laudan'a göre, gezegenlerin hareketlerinin nasıl
olduğu ve ışığın nasıl yansıdığı türünden problemler, Antik dönemden günümüze
kadar çeşitli teoriler aracılığıyla açıklanmaya çalışılan sorunlardır.530
Laudan, bu
doğrultuda Kuhn'un deneysel problemlerin paradigmalardan bağımsız olmadığını ve
böylelikle söz konusu problemlerin paradigmalara göre farklılık taşıdığını söylerken
yanıldığını belirtmektedir.531
Öte yandan Laudan, deneysel problemlerin bilimde sürekliliği sağladıkları gibi
teoriler arasında bir karşılaştırma ölçütü olarak da işlev gördüklerini beyan
etmektedir. Laudan'a göre, araştırma gelenekleri tarafından paylaşılan problemler,
bizlere rakip gelenekler arasındaki problem çözme yeterliliklerini ölçmek için bir
528
Laudan, Progress and Its Problems, s. 134. 529
Laudan, Progress and Its Problems, s. 140. 530
Laudan, Progress and Its Problems, s. 144. 531
Laudan, Progress and Its Problems, s. 145.
268
temel sağlar. Diğer bir deyişle, deneysel problemler araştırma geleneklerinin
(teorilerin) problem çözme yeterliliklerini ölçmek için bir standart görevi
sağlamaktadır.532
Laudan, Kuhn ve ardıllarına bu türden eleştiriler yönelterek radikal devrimsel
ilerlemenin geçersiz olduğunu belirtmeye çalışmıştır. Laudan, bu eleştirilerden
ziyade birikimselci ilerlemenin savunucularını (Mantıkçı Pozitivistler, Popper ve
Lakatos'u ) itham etmiştir.
Laudan'a göre, birikimsel ilerlemenin temsilcileri birikimsellikten çözülmüş deneysel
problemlerin birikimini anlamaktadır. Klasik ifadeyle 'T2' (yeni teori) teorisinin T1'in
(eski teori'nin) çözmüş olduğu problemleri çözmesi bir birikimsellik örneğiydi.533
Laudan bu hususta Kuhn ve Feyerabend'e katılarak bir teoriden diğer teoriye
geçilirken bir problem kaymasının olduğunu savunur.534
Buradaki problem kayması
ile eski teorinin çözdüğü problemlerin tamamıyla yeni teori tarafından içerilmediği
vurgulanmaktadır. Laudan'a göre, teori serilerine bilim tarihi perspektifinden
bakıldığında, deneysel problemlerin ya terk edildiği ya da önemsiz oldukları
gerekçesiyle dikkate alınmadığı gerçeğine ulaşmak mümkündür.
Laudan, özetle bizlere bir teoriden diğerine geçilirken problem kaybının olduğunu
yani çözülmüş deneysel problemlerin tamamıyla birikmediğini, aksine başarılı
teorinin problem alanını daraltarak bir ilerleme gerçekleştirdiğini belirtmektedir.535
532
Laudan, Progress and Its Problems, s. 144. 533
Laudan, Progress and Its Problems, s. 147. 534
Laudan, Progress and Its Problems, s. 148. 535
Laudan, Progress and Its Problems, s. 149-150.
269
Hatırlarsak Laudan deneysel problemler bağlamında 'T1' teorisi ile çözülmüş
problemleri 'T2' teorisiyle de çözülmemiş ve aykırı problemleri karşılaştırmaktaydı.
Buna göre, 'T2' nin ilerleme koşulu çözülmemiş ve aykırı problemleri çözülmüş
problemlere dönüştürmesiydi. Bu çerçevede 'T2' ve 'T1' teorilerinin çözülmüş
problemler çerçevesinde kesiştikleri görünmektedir. Laudan bu noktada 'T1'
tarafından çözülmüş problemlerin tamamıyla 'T2' tarafından kapsanmadığını ileri
sürmektedir.
Bu ifadeler doğrultusunda Laudan'ın klasik birikimselci anlayıştan ayrıldığını
görmekteyiz. Klasik anlayışa göre, eski teori tarafından çözülmüş deneysel
problemler tamamıyla yeni teori tarafından içerilmekteydi. Öte yandan, Laudan'ın
burada Kuhn ve ardıllarından da ayrıldığını görmekteyiz. Kuhncu gelenek eş -
ölçülemezlik ilkesine dayanarak, teoriler (paradigmalar) arasında hiçbir içerik
geçişkenliğinin olmadığını ileri sürmektedir. Oysa Laudan, eski teori (T1) tarafından
çözülen bütün problemlerin dikkate alınmadığını, fakat önem arz eden bazı
problemlerin dikkate alınması gerektiğini söyleyerek Kuhncu anlayıştan da
uzaklaşmaktadır.
Netice itibariyle Laudan, devrimselci ve birikimselci ilerleme anlayışlarının bilim
tarihi verileriyle uyuşmadığını beyan ederek reddetmiştir. Bunun yerine hem
deneysel hem de kavramsal problemleri dikkate alan bir ilerleme tasarımı önermiştir.
Bu tasarıma göre, bilim süreklilik (problemlerin sürekliliği) temelinde problem
çözerek ilerler.
270
SONUÇ: SENTAKTİK DÜZLEMDE BİLİMSEL İLERLEME İMGESİ
Çalışmamıza genel hatları ile bakıldığı zaman bilim filozoflarının bilimin ilerleyen
bir entelektüel faaliyet olduğu hususunda hem fikir oldukları fakat bu ilerlemenin
nasıl seyrettiği konusunda muhalif oldukları görülmektedir. Filozoflar doğru bir
yaklaşımla söz konusu sorunu anlaşılır ve açıklayıcı bir şekilde ortaya koyabilmek
adına öncelikle bilimsel ilerlemenin ne olduğu sorusu ile yüzleşmek gereği
duymuşlardır. Birçok düşünür bilimsel ilerlemeyi art arda gelen teorilerden yeni olan
teorinin eski teoriden ‘daha iyi’ ve ‘daha başarılı’ olduğu görüşüyle ifade etmiştir.
Bu noktadan sonra filozofların art arda gelen ya da rekabet halindeki teorilerden
hangisinin ‘daha iyi’ ve ‘daha başarılı’ olduğunun belirlenmesini sağlayan temel
ölçütler ya da standartlar hususunda ayrıştıkları görülmektedir. Başka bir deyişle,
filozoflar bilimsel ilerlemeyi gösteren ölçütlerin ne olması gerektiği sorusuna farklı
yanıtlar geliştirmişlerdir. Bu farklı yanıtlar ekseninde ise filozofların bilimin nasıl
seyrettiği sorunsalına bambaşka şekillerde yaklaştıkları görülmektedir.
Bilim filozoflarının söz konusu ilerleme ölçütleri hususunda birbirlerine muhalif
olmalarının en temel nedenlerinden birisi, öncelikle bir bilim tasarımı öne sürüp daha
sonra 'ilerleme' kavramını bu bilim tasarımına uyarlamaya çalışmalarından
kaynaklanmaktadır. Oysa bu yaklaşımın aksine, "bilim ilerler" ifadesini dilin
sentaktik boyutunda irdelediğimiz zaman, burada özneyi temsil eden 'bilim'
tanımlanan, yüklemi temsil eden 'ilerler' sözcüğünün ise tanımlayıcı pozisyonda
olduğunu görürüz. Bu bağlamda "bilim ilerler" ifadesinde asıl bilgi verici öğenin
'yüklem' olduğu gözükmektedir. Sentaktik (söz dizimi) açıdan yüklem özneye bir
bilgi ve anlam katmaktadır. Dolayısıyla sentaktik açıdan bakıldığında filozofların ele
271
aldığı gibi öncelikle 'bilim' kavramından yola çıkarak değil de, 'ilerleme' kavramını
analiz etmek daha doğru bir yaklaşım olacaktır.
Düşünürler arasında 'ilerleme' kavramının anlamı, kökeni ve ne türden standartlara
sahip olması hususunda tam bir konsensüsün sağlandığı söylenemez. Bunun en temel
gerekçelerinden birisi düşünürlerin 'ilerleme' kavramını tek bir anlam (özellikle
dışsal anlam) üzerinden değerlendirmeleridir. Oysa gerek etimolojik çözümlemeyi
gerekse tarihsel bakış açısını birlikte ele aldığımız zaman, ‘ilerleme’ kavramını içsel
(intrinsic) ve dışsal (extrinsic) olmak üzere iki ayrı anlam ekseninde ele almanın
daha doğru bir yaklaşım olduğu ortaya çıkmaktadır.
Burada içsel (intrinsic) anlam ile kastedilen, statik yapıda olan ve yapısal olarak
kavrama içkin olan anlamdır. Dışsal (extrinsic) anlam ise değişken yapıda olan ve
kavramın ilineksel anlamlarıdır. Bir analoji ile betimlemek gerekirse, içi sıvı ile dolu
bir kabın şekli, biçimi ve boyutları değişmezken, içeriğini oluşturan sıvılar (su, yağ,
süt...vb.) değişkenlik gösterebilir. Bu analojide kabın şekli ve biçimi içsel (intrinsic)
anlamı, içindeki sıvılar ise dışsal (extrinsic) anlamı temsil etmektedir.
'İlerleme' kavramına ilişkin yapılan bu ayrımın dışsal (extrinsic) anlamı tarihsel
süreçte, içsel anlamı ise etimolojik çözümlemede açığa çıkmaktadır. Tarihsel süreçte
dışsal (extrinsic) anlam belirli dönemlerde egemen güçlerin (bilim, din, ideoloji,
siyaset) etkisiyle kavrama yüklenen ‘değişken unsurlar’ olarak karşımıza
çıkmaktadır. Örneğin Antik Yunan'da 'prokope' (ilerleme) kavramının dışsal
(extrinsic) anlamını siyasi ve toplumsal öğeler, Ortaçağ Hristiyan Dünyası’nda
profectus'un dışsal anlamını teolojik öğeler, Modern dönemde ise progressus'un
dışsal anlamını bilimsel nitelikteki (doğaya ilişkin) bilgiler oluşturmaktadır.
272
Etimolojik çözümlemede ‘ilerleme’ (progressus) kavramının içsel (intrinsic) anlamı
irdelendiğinde, progressus’un (ileri adım) fiil karşılığı olan ‘progredior’ (ileri adım
atma) sözcüğünün içkin anlamıyla bir yön ve hedefi işaret ettiği görülür. Dolayısıyla
burada ortaya çıkan içsel anlam:
i) Doğrusal boyutta bir hedefin olmasıdır.
‘İlerleme’ kavramına içkin olan bu içsel anlam bizlere bir şeyin ilerleme
sayılabilmesi için, bu temel anlamı içermesi gerektiğini bildirmektedir. Ayrıca bu
içsel anlamla birlikte bu anlamdan mantıksal olarak türetilen şu standartları da
dikkate almak konumuzu daha anlaşılır bir hale getirecektir.
a) Öne sürülen hedef istenilen ve ulaşılması gereken bir nokta olduğu için
ilerleme (progressus) ya da ileri doğru adım atma (progredior) ‘daha iyi’ ve
‘daha üstün’ olarak değerlendirilir.
b) İleri doğru adım atmanın daha iyi olduğunu belirleyen 'hedef' kavramı olduğu
için hedef doğrultusunda atılan her adım bir önceki adıma göre ‘daha iyi’ ve
daha üstün’ olmalıdır.
c) Hedef, ulaşılması istenen bir nokta olduğu için ilerlemeyi gösteren standartlar
ya doğrudan hedefle ilişkilendirilmeli ya da hedeften türetilmelidir.
d) Bir hedef doğrultusunda ileri (ikinci) atılan adımın önceki (birinci) adımdan
‘daha iyi’ ve ‘daha üstün’ olması için, atılan yeni adımın bir önceki adımdaki
kazanımlarla birlikte hedefe yaklaştıran yeni kazanımları elde etmesi gerekir.
‘İlerleme’ kavramının etimolojik çözümlemesine dayanarak elde edilen dışsal
(extrinsic) anlam söz konusu kavramı çok anlamlı bir zemine taşıyarak bir belirsizliği
ortaya çıkarmaktadır. Dolayısıyla içsel (intrinsic) anlam (doğrusal boyutta bir
273
hedefin olması) ve bu anlamdan mantıksal olarak türetilen diğer standartları (a, b, c,
d) karakteristik unsurlar olarak dikkate aldığımızda, hem 'ilerleme' kavramı üzerinde
bir konsensüs sağlandığını, hem de ‘ilerleme’ kavramının sanıldığının aksine ilk kez
modern dönemde değil de, Ortaçağ Hristiyan dünyasında şekillendiğini
söyleyebiliriz. İçsel anlam ve bu anlamdan mantıksal olarak türetilen diğer anlamlar
bağlamında 'profectus’ ‘progressus’un ilk örneğidir.
'İlerleme' kavramına ilişkin olarak ortaya konulan bu içsel anlam ve bu anlamdan
türetilen standartlar, sentaktik düzeyde yüklem olan ‘ilerlemenin’ konu olan 'bilime'
söz konusu anlamları yüklemesi (taşıması) gerektiği ortaya çıkmaktadır. Diğer bir
deyişle, 'ilerleme' kavramının meşruluğunu gösteren söz konusu içsel anlam ve
standartlar aynı şekilde 'bilimsel ilerleme' kavramı için de geçerli olacaktır. O halde
sentaktik düzlemde 'bilimsel ilerleme' kavramı şu standartları sağlamalıdır:
i) Bilimin bir hedefinin olması.
ii) Bilimsel ilerlemeyi belirleyen standartlar ya doğrudan hedefle ilintili olmalı ya da
hedeften türetilmeli.
iii) Bilimsel ilerleme sürecinde art arda gelen teorilerden yeni teori, eskisinden daha
iyi ve daha başarılı olmalı.
iv) Bilimsel ilerleme sürecinde yeni teori eskisinin başarılarını açıkladığı gibi yeni
bir takım olguları da açıklamalıdır.
Bu noktadan sonra bilim filozoflarının öne sürmüş oldukları bilimsel ilerleme
tasarımlarının ulaşmış olduğumuz içsel anlam ve standartlarla örtüşüp örtüşmediğine
bakmamızda hiçbir engel görülmemektedir. Fakat bu mukayeseyi öncelikle içsel
274
anlam (bir hedefin olması gerektiği) ekseninde yapmak doğru bir davranış olacaktır.
Çünkü içsel (intrinsic) anlam gereği hem 'ilerleme' kavramı hem de 'bilimsel
ilerleme' kavramı için öncelikle bir hedefin olması gerekir. Diğer norm veya
standartlar 'hedef' kavramından türetilmektedir.
Mantıkçı Pozitivistler bilimsel sürece yönelik herhangi bir 'hedef' belirtmeden
başarılı teoriyi gösteren bir takım ölçütler (açıklama, öndeyi, birleştirme ve
basitleştirme) ileri sürmüşlerdir. Oysa değinildiği üzere, bilimsel ilerlemeyi gösteren
değerlendirme standartları (ölçütleri) ya bir hedef kavramıyla doğrudan ilintili olmalı
ya da bu hedeften dolaylı olarak türetilmelidir. Başka bir deyişle, bilimsel
ilerlemenin gerçekleşmesi için öncelikle bir hedefin olması ve daha sonra bu hedefle
doğrudan ya da dolaylı olarak ilişkilendirilen ölçütlerin olması gerekmektedir.
Öte yandan Mantıkçı Pozitivistlerin bu standart veya ölçütlere dayanarak bilimin
birikimsel (cumulative) ilerlediği savı da hatalı olmaktadır. Çünkü değinildiği üzere,
bilimsel ilerlemedeki birikimselliği sağlayan ve meşru kılan 'hedef' kavramıdır.
Popper, Mantıkçı Pozitivistlerden farklı olarak bilincin dışında bir
gerçeklik/doğruluk (truth) olduğunu ve bilimsel teorilerin de bu doğruluğa/gerçekliğe
yaklaşarak (truthlikeness/verisimilitude) ilerlediğini öne sürmektedir. Popper, bu
tutumuyla bilimsel ilerleme sürecinde kendisine ulaşılamasa da düzenleyici bir fikir
olarak bir hedefin (doğruluğun/gerçekliğin) olduğunu belirtmektedir.
Fakat Popper'ın öne sürmüş olduğu bu hedef (doğruluk) anlayışı onun metodolojisi
ve buna bağlı olarak geliştirdiği ilerleme ölçütü ile bağdaşmamaktadır. Popper'a
göre, 'yanlışlanabilirlik' ilkesi gereği, art arda gelen teorilerin mantıksal olarak
275
birbirlerini yanlışlaması gerekmektedir. Bu anlamda bilim yanlışlanan teorilerin
ayıklanması ile doğruluğa/gerçekliğe doğru ilerleyecektir.
Bu noktada T. Kuhn ve I. Niiniluoto gibi düşünürlerin Popper'a haklı bir eleştiri
yönelttiklerini görmekteyiz. Bu düşünürlere göre, doğruya yaklaşma (truthlikeness)
fikri mantıksal olarak daha fazla doğru sonuçları ve daha az yanlış sonuçları
gerektirmektedir. Oysa Popper art arda gelen teorilerin birbirleri ile çeliştiğini
savlayarak, bilim tarihinde yanlış teorilerin daha fazla olduğuna işaret etmektedir. Bu
durumda çok sayıda yanlış teorilerle bir doğruluğa ulaşmaya çalışmak, doğruluğa
yanlışları yüklemek gibi anlamsız bir şey yapmaktır.
Popper'ın bu tutarsız yaklaşımı bilimin nasıl ilerlediği açıklamasına da
yansımaktadır. Popper özellikle son dönem çalışmalarında bilimsel ilerleme sürecini
Darwinci evrim anlayışıyla analoji kurarak açıklamaya çalışmıştır. Bu analojiyle
bilimin nasıl seyrettiği sürecini bir yönüyle birikimsel (incorporation) diğer yönüyle
de devrimsel (yanlışlama/ayıklama) olduğunu göstermeye çalışmaktadır.
Popper'ın bilimsel süreç için bir hedef göstermesinin yanında, Darwinci evrim
anlayışının temelde bir hedef önermemesi kurulan bu analojinin eksik ve tutarsız
olduğunu göstermektedir. Çünkü her iki süreçte de ilerleme standardı 'hedef' kavramı
ile doğrudan ilişkilendirilmelidir.
Kuhn, Popper'a göndermede bulunarak bilinçten bağımsız bir gerçekliği 'hedef'
olarak belirtmesini tamamıyla ütopik bularak eleştirmiştir. Kuhn, ilerleme açısından
bir hedef ya da ölçütün olması gerektiğini kabul ederek, herhangi bir ilerlemenin
olup-olmadığını anlamak için ileriye bakışı (forward-looking) değil de, geriye bakışı
(backward- looking) esas almayı daha uygun görür. Buna göre, bilmek istediğimiz
276
bir gelişme (evolution) düşüncesi yerine, bildiklerimizden başlayan bir gelişme
düşüncesini koymak daha uygun olacaktır.
Kuhn böylece alışılagelmişin tersine ‘hedef’ (goal) kavramını bir bitiş noktası ile
değil de başlangıç noktası ile ilişkilendirmeyi daha uygun bulmuştur. Fakat
hatırlarsak, 'ilerleme' kavramı içsel anlam (doğrusal boyutta bir hedefe ulaşma)
gereği hedefin gelecek zaman kipinde olması gerektiğini işaret ediyordu. Oysa Kuhn
burada 'hedef' kavramını geçmiş zaman kipiyle ilişkilendirerek, kavramın anlamsal
içeriğini tahrip etmektedir. Bu çözümleme ışığında, Kuhn'un ileri sürmüş olduğu
devrimsel ilerleme anlayışının söz konusu hedef ve standartlarla uyuşmadığını
söyleyebiliriz.
Kuhn'un ilerleme anlayışını eleştirerek daha gerçekçi ilerleme tasarımları öne
sürdüklerini iddia eden düşünürlerden (Lakatos, Toulmin, Laudan) özellikle
Laudan'ın öne sürmüş olduğu ilerleme tasarımının 'ilerleme' kavramının içsel
(intrinsic) anlamına daha yakın durduğu gözükmektedir.
Laudan, 'bilimin hedefi' yerine 'bilimin amacı' kavramını kullanarak bu amacın
'problem çözmek' olduğunu ileri sürmüştür. Aynı eksen üzerinde 'amaç' (aim) ve
hedef (goal) kavramları birlikte düşünüldüğünde, 'amaç' kavramının anlamsal ve
mantıksal olarak daha kapsayıcı olduğu rahatlıkla görülebilir. İstenilen bir şeyi
sonuçlandırmak (amaç), aynı zamanda istenilen bir yere (hedefe) gelindiğini ima
etmektedir. Dolayısıyla burada 'amaç' kavramının anlamsal içeriği bakımından hedef
kavramını da kapsadığı görülmektedir. Bu durumda Laudan'ın 'bilimin amacı'
ifadesinin anlamsal olarak 'bilimin hedefi' kavramı ile bağdaştığını söyleyebiliriz.
277
Laudan'ın bilimin amacı olarak problem çözmeyi öne koşması, ona göre problem
çözmenin aynı zamanda ulaşılması gereken bir 'hedef' olduğunu göstermektedir.
Fakat 'problem çözme' bir hedef olarak (yani ulaşılması istenen bir yer olarak)
değerlendirilebilir mi? Yerleşik düşüncede 'hedef' (goal) bilinçten bağımsız ve
gelecek zaman kipinde ulaşılması istenen bir yer ya da nokta olarak bilinmektedir.
Oysa Laudan bu hususta Kuhn ile hemfikir olarak bu anlayışı reddetmiş ve bir
yönüyle de Popper'a göndermede bulunarak bilincin dışında bir hedef
(doğruluk/gerçeklik) olduğu savının ütopik olduğunu savlamıştır. Laudan'a göre hiç
kimse hiçbir şekilde bu türden bir doğruluğu (hedefi) bilemeyeceği gibi bu türden bir
doğruluğa ulaşabileceğini de iddia edemez.
Laudan bu tutumuyla açıkça yerleşik düşüncede kabul gören 'hedef' kavramının
bilimsel açıdan yetersiz ve eksik olduğunu göstermeye çalışır. Bu çerçevede ona göre
'hedef' ya da 'amaç' geniş zaman kipinde pratik ve işlevsel bir unsura sahip olmalıdır.
Bu da problem çözmeden başka bir şey değildir.
Şayet Laudan'ın bilimin amacı olarak öne sürdüğü 'problem çözmeyi' bir hedef
olarak görürsek, bu hedeften türetilen standartların birçoğunun bilimsel ilerleme için
uygun olduğu söylenebilir. Bilimin hedefi problem çözme olduğu zaman ilerlemeyi
gösteren değerlendirme standardının da problem çözme olduğu açığa çıkar. Bu
doğrultuda daha fazla problem çözen teori de 'daha başarılı' ve 'daha iyi' olarak
değerlendirilir.
Öte yandan, bunun yanı sıra Laudan’ın bilimin nasıl ilerlediğine ilişkin verdiği
yanıtın öne sürdüğümüz anlam ve standartlarla bağdaşmadığı görülmektedir.
İlerlemenin içsel (intrinsic) anlamı çerçevesinde problem çözen bir teori aynı
278
zamanda eski teori tarafından çözülmüş problemleri de çözebilmelidir. Yani
çözülmüş problemler açısından teoriler arasında bir geçişkenlik olmalıdır. Bu
düşünce de bilimin birleşerek (incorporation) ya da birikerek (cumulative) ilerlediği
savını desteklemektedir. Oysa Laudan bilimin amacının problem çözme olduğu
düşüncesinden yola çıkarak, eski teori tarafından çözülmüş problemleri dikkate
almamış; sadece yeni teorinin aykırı ve çözülmemiş problemleri çözmesini
ilerlemenin ölçütü olarak değerlendirmiştir. Belirtmek gerekir ki Laudan, burada eski
teori tarafından çözülmüş olan problemleri yadsımamaktadır, sadece çözülmüş
problemlerin bir problem kayması nedeniyle yeni teori tarafından bütünüyle
içerilmediğini savunur.
Bu anlamda, Laudan için bilim 'aykırı ve çözülmemiş problemlerin sürekliliği'
temelinde problem çözerek ilerler. Burada teoriler arasındaki sürekliliği sağlayan
çözülmüş problemler değil de, aykırı ve çözülmemiş problemlerdir. Örneğin Laudan
açısından Newton ve Einstein teorileri arasındaki sürekliliği sağlayan Newton'un
çözmüş olduğu problemler değil de, aksine Newton teorisinin çözememiş olduğu
problemlerdi (ki bu problemlerden biri Merkür gezegenin yörüngesiyle ilgili
problemdi ve bunu da Einstein'ın teorisi açıkladı).
Laudan açısından bilimsel amaç/hedef ve problem çözme arasındaki ilişkiye tekrar
dönersek, 'problem çözmenin' temelde bilimin amacı değil de sadece bir aracı olarak
görülebileceğini iddia edebiliriz.
Bilimsel açıdan bir problem nasıl ortaya çıkar ya da nasıl oluşur türünden bir soruyu
irdelediğimiz zaman, verilen cevapların bizi farklı bir boyuta götüreceği açıktır.
Kabaca söylemek gerekirse, 'problem' bir belirsizliğin ya da aykırılığın ortaya
279
çıkmasıdır. Fakat bir belirsizlik ya da aykırılığın oluşmasından önce öznede bir takım
teori, düşünce ve inançların var olması gerekir. Aksi durumda, bu aykırılığı fark
etmemiz söz konusu olamaz. Bu durumda bir takım inanç, düşünce ve teorilerin
problemlerden önce geldiğini söyleyebiliriz. Peki, bu teorilere ya da düşüncelere
nasıl ulaşıldı? Bu soruya insanın 'merak duygusunu' ve 'bilme isteğini' öne sürerek
tatmin edici bir açıklama getirebiliriz.
İnsanın var olana yönelik merak duygusu ve bilme isteği onda bir takım düşünce ve
teorilerin oluşmasına yol açmıştır. Daha sonra bu düşüncelere aykırı olan durumlar
ise problem olarak görülmüştür. Bu çözümleme ışığında bilimin ilk etapta bir
gerçekliği (doğruluğu) bilme isteğinden kaynaklandığını söyleyebiliriz. Diğer bir
deyişle, bilimin amacını problem çözme değil de, gerçekliği bilme, anlama ve
açıklama istekleri karakterize etmektedir.
Bilimin amacını ya da hedefini gerçekliğe ulaşma olarak tasarladığımız zaman, bu
temel düşünceden şu standartlara ulaşmak mümkündür:
a) 'Gerçeklik' ulaşılması istenen bir hedef olduğu için gerçekliğe doğru ilerleyen her
teori 'daha iyi' ve 'daha başarılı' olarak addedilir.
b) Art arda gelen teorilerden gerçekliğe daha yakın olan teori daha başarılıdır.
c) Gerçekliğe daha yakın olan teorinin doğruluk içeriği daha fazladır.
d) Hedef doğrultusunda doğruluk içeriğinin daha fazla olması hem eski teorinin
doğruluk içeriklerini kapsamayı hem de yeni doğruluklara ulaşmayı gerektirir.
e) Doğruluk içeriğinin daha fazla olması bir ilerleme standardıdır. Bu standart ise
hedef olan gerçeklik ile mantıksal olarak ilintilidir.
280
Bilimsel ilerlemeye ilişkin öne sürmüş olduğumuz bu norm ve standartlar bizlere
temel problemimiz olan bilimin nasıl ilerlediği sorusuna açık bir yanıt getirmektedir.
Özellikle (d) maddesini (art arda gelen teorilerden başarılı olan teori, yani doğruluk
içeriği fazla olan teori, hem eski teorinin doğruluk içeriklerini kapsamayı hem de
yeni doğruluklara ulaşmayı gerektirir) dikkate aldığımızda, bilimin birleşerek
(incorporation) ilerlemesi gerektiği açıkça ortaya çıkmaktadır.
Daha önce değinildiği üzere, yirminci yüzyılın başlarında ortaya çıkan teorik
fizikteki gelişmeler yapı ve nitelik açısından Newton fiziğinden oldukça farklı
olmaları (görelilik ve kuantum gibi teorilerin öncelleri ile mantıksal ve anlamsal
olarak uyuşmadıkları) iddiasıyla art arda gelen teorilerin nasıl bir ilişki içinde
oldukları sorununu gündeme getirmişti.
Bu süreçte özellikle post-pozitivist düşünürler (Popper, Kuhn, Feyerabend) Einstein
fiziği dikkate alındığında, bu fiziğin yapısı ve içerdiği terimlerin Newton fiziği ile
bağdaştırılamadığını öne sürerek, alternatif ilerleme tasarımları öne sürmüşlerdi.
Popper, evrimci görüşle analoji kurarak ilerlemenin bir yönüyle birikimsel
(incorporation), diğer yönüyle de devrimsel (overthrow) olduğunu, Kuhn ise eş-
ölçülemezlik ilkesi gereği bilimin devrimsel ilerlediğini öne sürmüştür.
Sentaktik bakış açısıyla 'ilerleme' kavramına ilişkin yaptığımız çözümleme bu
kavrama ilişkin elde ettiğimiz içsel anlam ve bu anlamdan türetilen standartlar
gereği, bilimsel ilerlemenin birleşerek (incorporation) 'hedefe' doğru seyretmesi
gerektiğini ortaya çıkarmıştır. Bu doğrultuda filozoflar arasında temel sorun olarak
kabul gören Newton teorisinden Einstein teorisine geçişin nasıl olduğu sorununa,
birleşerek (incorporation) yanıtı verilecektir.
281
Bu noktada öne sürmüş olduğumuz bilimin birleşerek (incorporation) ilerlediği
savının Mantıkçı Pozitivistlerle benzerlik gösterdiği iddia edilebilir. 'Birikimsel'
(cumulative) ve 'birleşerek' (incorporation) kavramlarının yakın anlamlı olmasına
dayanarak ileri sürülecek olan bu iddia temelde geçersizdir. Mantıkçı Pozitivistler
birikimsel (cumulative) kavramı ile aynı nitelik ve yapıdaki unsurların birikimini
kastetmektedirler. Oysa 'incorporation' kavramı ingilizce anlamıyla hem aynı
nitelikteki unsurların hem de farklı nitelikteki unsurların birleşmesini işaret
etmektedir.
Bu bağlamda Mantıkçı Pozitivistler için birikimsellik aynı nitelik ve yapıdaki olgu ve
teorilerin birikimi olacaktır. Şayet böyle olmasaydı Einstein ve Newton teorileri
arasında herhangi bir türetme ve indirgeme teşebbüsüne girişilmeyerek, Einstein
teorisi yeni bir doğruluk olarak eski doğruluklara eklenecekti ve böylelikle herhangi
bir problem söz konusu olmayacaktı.
Mantıkçı Pozitivistlerin doğanın birliği ve bütünlüğü ilkesini bir varsayım olarak
temele almaları onları teoriler arasında bir indirgeme ve türetme girişimine
sürüklemiştir. Bu varsayım temele alındığında her teori bütünlüğün bir parçası olarak
görülecek ve art arda gelen teoriler zorunlu olarak birbirlerini anlamsal ve mantıksal
olarak tamamlayacaktır. Bu bakış açısıyla Mantıkçı Pozitivistler her keşfedilen yasa
veya teoriyi doğrudan bir ilerleme unsuru olarak değil de, bir önceki yasa veya
teorilerle mantıksal olarak ilişkilendirilebildikleri sürece ilerleme olarak
addetmişlerdir.
282
Özellikle Kuhn ve ardılları bu hususta dikkat çekmek adına Einstein teorisinin terim
ve kavramlarının Newton teorisinden çok farklı olduğunu dolayısıyla da bilimde bir
devamlılık ve sürekliliğin olamayacağını ileri sürmüşlerdir.
Mantıkçı Pozitivistler tarafından bu türden eleştirileri elimine etmek adına yapılan
bütün teşebbüsler bir türetme ve indirgemeden başka bir şey olmamıştır. Hempel ve
Nagel'in çalışmalarında da görüldüğü üzere özellikle Einstein teorisinden Newton
teorisini türetme ya da Newton teorisini Einstein teorisine indirgeme işlemi başlı
başına bir çabaydı.
Öte yandan bilimsel ilerlemenin seyrine yönelik 'incorporation' kavramını
kullanmamız hem bu türden çabaların yersiz olduğunu, hem de sentaktik çözümleme
açısından bir uygunluk gösterdiğini ortaya çıkarmaktadır. Sentaktik çözümleme
bilimsel ilerlemede yeni teorinin eski teoriye ait doğrulukları içermesini şart koştuğu
gibi, bir takım yeni doğruluklara da ulaşmasını öngörmektedir. Bu bakış açısı bizlere
herhangi bir indirgeme veya türetme işlemine gerek kalmadan ilerlemenin
gerçekleşebileceğini göstermektedir. Çünkü ilerleme olması için yeni doğrulukların
eskilerden, eskilerin de yenilerden türetilmesi gerekmemektedir.
Bu durumda özellikle Kuhncu gelenek tarafından yöneltilen teorilerin yapısal
farklılığına dayanarak bilimde sürekliliğin ve devamlılığın olmadığı iddiası geçersiz
olacaktır. Çünkü Einstein teorisinin ilerleme göstergelerinden birisi de eskisinden
(Newton teorisinden) farklı olarak yeni doğruluklar öne sürmesidir. Bu doğrulukları
farklı terim ve kavramlarla ifade etmesi de teoriler arasında bir kopuşu
göstermemektedir. Laudan'ın belirttiği üzere, gerek Einstein gerekse Newton aynı
disiplinin problemleri çerçevesinde birleşmektedirler. Yani her iki düşünürü de
283
meşgul eden problemler benzerdir. Dolayısıyla aynı disiplin içerisinde benzer
gayeleri yerine getirmeye çalışmak bilimdeki ilerleme ve sürekliliği sağlamaktadır.
284
KAYNAKÇA
Akarsu, Bedia, Felsefe Terimler Sözlüğü, İnkılap Kitabevi Yayınları, İstanbul,
1998.
Akarsu, Bedia, Çağdaş Felsefe, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 1994.
Aster, Ernst Von, Bilgi Teorisi ve Mantık, Çev: Macit Gökberk, Sosyal Yayınlar,
İstanbul, 1994.
Arslan, Ahmet, İbni Haldun'un İlim ve Fikir Dünyası, Vadi Yayınları, Ankara,
2002.
Aristoteles, Poetika, çev. İsmail Tunalı, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2004.
Bacon, Francis, Novum Organum, Çev: Sema Önal, Say Yayınları, Ankara, 2012.
Bird, A., “What Is Scientific Progress?” Noûs 41, ss. 92–117, 2007.
Bullon, Stephen, (ed.) Longman Dictionary of Contemporary English, Fourth
Edition, İndia, 2005.
Bumin, Tulin, Tartışılan Modernlik: Descartes ve Spinoza, YKY, İstanbul, 1996.
Burry, J.B, The Idea of Progress, Dover Publication, New York, 1960.
Butterfield, Herbert, "Newton ve Evreni", Çev: Cemal Yıldırım, Bilim Felsefesi,
Remzi Kitabevi, İstanbul, 2011.
Can, Nevzat, "Mekanistik Doğa Anlayışı ya da Hakikatin Bilgisinden Fenomenler
Bilimine", Kaygı Dergisi, Uludağ Üniversitesi Yayınları, sayı: 13, Bursa, 2009.
285
Carnap, R, “Truth and Confirmation”, Dört Öğe Dergisi, Çev: Ercan Salgar yıl, 2,
sayı:3, Nobel yayınları, Nisan/2013. Ankara.
Carr, E. H, Tarih Nedir?, Çev: Misket Gizem Gürtürk, İletişim Yayınları, İstanbul,
2011.
Cevizci, Ahmet, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul, 2002.
Cevizci, Ahmet, Aydınlanma Felsefesi, Ezgi Kitabevi, Bursa, 2002.
Çiğdem, Ahmet, Aydınlanma Düşüncesi, İletişim Yayınları, İstanbul, 1997.
Çüçen, Kadir, Mantık, Asa Kitabevi, İstanbul, 1999.
Collıngwood, R.G, Tarih Tasarımı, Çev: Kurtuluş Dinçer, Ara Yayıncılık, İstanbul,
1990.
Collingwood, R.G, Tarih Tasarımı, Çev: Kurtuluş Dinçer, Doğu-Batı Yayınları,
Ankara, 2013.
Comte, Auguste, A General View of Positivism, Trans: J. H. Bridges, Reeves &
Turner Press, London, 1953.
Comte, Auguste, Pozitif Felsefe Kursları, Çev: Erkan Ataçay, Sosyal Yayınlar,
İstanbul, 2001.
Condorcet, Marquis de, İnsan Zekâsının İlerlemeleri Üzerinde Tarihi Bir Tablo
Taslağı, Çev: Oğuz Peltek, MEB, Yayınları, İstanbul, 1966.
Mcquilkin, De Grange, “Comte’s Sociologies”, American Sociological Review, vol
.4, no. 1, 1939.
286
Demirsoy, Ali, Kalıtım ve Evrim, Meteksan Yayınları, Ankara, 1997.
Descartes, R, Metot Üzerine Konuşma, Çev: K. Sahir Sel, Sosyal Yayınlar, İstanbul,
1994.
Descartes, R, Felsefenin İlkeleri, Çev: Mesut Akın, Say Yayınları, İstanbul, 2002.
Dilworth, C., Scientific Progress: A Study Concerning the Nature of the Relation
Between Successive Scientific Theories. Dordrecht: Reidel, 1981.
Dinçer, Kurtuluş, Bilimsel Açıklamada Hempel Modeli, Türkiye Felsefe Kurumu
Yayınları, Ankara, 1993.
Elgin, Mehmet, “Bağlam Rasyonalizmi ve Bilimde İlerleme”, Felsefe Tartışmaları,
sayı: 33, Bursa, 2004.
Fay, Sidney B, “The Idea of Progress”, The American Hıstorical Review, vol. 52,
No. 2, Oxford University Press, England, 1947.
Ferre, Frederıck, (ed.), Introduction To Positive Philosophy, Hackett Publishing
Company. Inc, Cambridge, USA, 1998.
Feyerabend, P., “Explanation, Reduction, and Empiricism,” in: H. Feigl and G.
Maxwell (eds.), Minnesota Studies in the Philosophy of Science, vol. II. Minneapolis:
University of Minnesota Press, ss. 28–97, USA, 1962.
Feyerabend, P., Yönteme Karşı, Çev: Ertuğrul Başer, Ayrıntı Yayınları, İstanbul,
1999.
287
Gould, S.J, "Doğa Tarihinde Bir İlerleme Yoktur", Bilgiler Kitabı: Çağımızın
Düşünce İnsanlarıyla Söyleşiler, Çev: Işık Ergüden, Versus Kitap, İstanbul, 2008.
Gould, S.J, Yaşamın Tüm Çeşitliliği: İlerleme Mitosu, Çev: Rahmi Öğdül, Versus
Kitap, İstanbul, 2009.
Gökberk, Macit, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2002.
Güzel, Cemal, Sağduyu Filozofu: Popper, Bilim ve Sanat yayınları, Ankara, 1998.
Güzel, Cemal, Çoğulculuğun Kuramcısı: Lakatos, Bilim ve Sanat yayınları, Ankara,
1999.
Haldun, İbni, Mukaddime, Haz: Süleyman Uludağ, Dergah Yayınları, Cilt I-II,
İstanbul, 2011.
Hançerlioğlu, Orhan, Türk Dili Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1995.
Hempel, C.G, Aspect of Scientific Explanation. and Other Essays in the Philosophy
of Science, the Free Press, New York, 1965.
Hempel, C.G, Phlosophy of Natural Science, Prentıce-Hall, Inc. USA, 1966.
Hızır, Nusret, Felsefe Yazıları, Çağdaş Yayınlar, İstanbul, 2007.
Hobsbawn, Eric, Tarih Üzerine, Çev: Osman Akınbay, Bilim ve Sanat Yayınları,
Ankara, 1999.
Hony, H.C., (eds.) The Oxford Turkish Dictionary, Oxford University Press; İnkılap
Kitabevi, Oxford; İstanbul, 1993.
Huxley, Julian, “Darwincilik Yıkıldı mı?”, Bilim Tarihi, C. Yıldırım, Remzi
Kitabevi, İstanbul, 2009.
288
Kuhn, T.S., The Structure of Scientific Revolutions, The University of Chigago Press,
USA, 1970.
Kuhn, T.S, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, Çev: Nilüfer Kuyaş, Kırmızı Yayınları,
İstanbul, 2008.
Kuhn, T.S., “Tarih ve Bilim Tarihi” Asal Gerilim, Çev: Yakup Şahan, Kabalcı Yayın
evi, İstanbul, 1994.
Kuhn, T.S., “Keşfin Mantığı Mı Yoksa Araştırmanın Psikolojisi Mi?”, Bilginin
Gelişimi ve Bilginin Gelişimi İle İlgili Teorilerin Eleştirisi, (eds) Imre Lakatos &
Alan Musgrave, Çev: Hüsamettin Arslan, Paradigma Yayınları, İstanbul, 1992.
Kuhn, T.S., “Eleştirmenlerime Cevaplar”, Bilginin Gelişimi ve Bilginin Gelişimi ile
İlgili Teorilerin Eleştirisi, (eds), Imre Lakatos & Alan Mugrave, Çev: Hüsamettin
Arslan, Paradigma Yayınları, İstanbul, 1992.
Koselleck, R., İlerleme, Çev: Mustafa Özdemir, Dost Kitapevi, Ankara, 2007.
Koyre, Alexandre, Yeniçağ Biliminin Doğuşu, Çev: Kurtuluş Dinçer, Ara Yayınları,
İstanbul, 1989.
Lakatos, Imre, "Bilimle Sözde Bilim", Der: Cemal Güzel, Çoğulculuğun Kuramcısı:
Lakatos, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 1999.
Lakatos, Imre, “Yanlışlama İle Bilimsel Araştırma İzlencelerinin Yöntembilgisi”,
Der: Cemal Güzel, Çoğulculuğun Kuramcısı: Lakatos, Bilim ve Sanat Yayınları,
Ankara, 1999.
289
Lacoste, Yves, Tarih Biliminin Doğuşu İbni Haldun, Çev. Mehmet Sert, Corpus
Yayınları, İstanbul, 2002.
Lange, Margaret Meek, Progress, URL: http//Plato.Stanford. edu/entries/progress,
2011.
Laudan, Larry, Progress and Its Problems, University Of California Press, USA,
1977.
Losee, John, Therories of Scientific Progress, Routledge Press, London, 2004.
Losee, John, Bilim Felsefesine Tarihsel Bir Giriş, Çev: Elif Böke, Dost Kitabevi,
Ankara, 2008.
Marvin, F. S., “Idea of Progress”, Progress and Hıstory, Oxford University Press,
England, 1919.
Meıner, C., “Antik Dönemde İlerleme”, İlerleme, R. Koselleck, Çev: Mustafa
Özdemir, Dost Kitapevi, Ankara, 2007.
Morwood, James, (ed.) Pocket Oxford Latin Dictionary Oxford University Press,
Oxford, 2005.
MacLachlan, James, Galileo Galilei: İlk Fizikçi, Çev: İnci Kalınyazgan, Tübitak
Yayınları, Ankara, 2008.
Magee, Bryan, Karl Popper’un Bilim Felsefesi ve Siyaset Felsefesi, Çev: Mete
Tunçay, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1990.
Magee, Bryan, “Conversation With Karl Popper”, Modern British Philosophy, St,
Martın’s Press, New York, 1971.
290
Masterman, M., “Paradigmanın Doğası”, Bilginin Gelişimi ve Bilginin Gelişimiyle
İlgili Teorilerin Eleştirisi , (eds) İmre Lakatos & Alan Musgrave, Çev: Hüsamettin
Arslan, Paradigma Yayınları, İstanbul, 1992.
Meriç, Cemil, Saint-Simon, İlk Sosyolog, İlk Sosyalist, İletişim Yayınları, İstanbul,
1996.
Nagel, Ernest, The Structrue of Science (Problems In The Logic of Scientific
Explanation, Hackett Publishing Company, Cambridge, 1979.
Nanay, Bence, “Popper’s Darwınan Analogy”, Perspective On Science: Hıstorical,
Philosophical, Social, MIT pres journal, Cambridge, 2011.
Niiniluoto, Ilkka, İs Science Progressive?, D. Reidel Publishing Company,
Netherlands, 1984.
Niiniluoto, Ilkka, ‘Scientific Progress’, (ed) Edward. N, http://plato.standford.edu/
archives /summer 2011/Entries/Scientific Progress,
Nisbet, R., History of The İdea of Progress, Transaction Publisher, USA, 1998.
Özlem, Doğan, Kültür Bilimleri ve Kültür Felsefesi, Remzi Kitapevi, İstanbul 1986.
Özlem, Doğan, Tarih Felsefesi, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2004.
Parlatır, İsmail, & Gözaydın, Nevzat, (haz.) Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu
Yayınları, Ankara, 1988.
Pickering, Mary, "Auguste Comte And The Saint Simon", French Historical
Studies, Duke University Press, Vol. 18, No:1, USA, 1993.
291
Pollard, Sıdney, The Idea Of Progress, Basic, Books. Inc Publisher, New York,
1968.
Popper, K., Bilimsel Araştırmanın Mantığı, Çev: İbrahim Turan, İlknur Aka, YKY,
İstanbul, 2012.
Popper, K., Conjectures and Refutations: The Growth of Scientific Knowledge.
London: Hutchinson, 1965.
Popper, K., Objective Knowledge: An Evolutionary Approach. Oxford: Oxford
University Press. Oxford, 1972.
Popper, K., “Evolutionary Epistemology”, Popper Selections, (ed), David Miller,
Princeton University Press, USA, 1985.
Popper, K., “The Aim of Science”, Objective Knowledge (An Evolutionary
Approach) Oxford at the Clarendon Press, 1972.
Popper, K., “Olağan bilim ve tehlikeleri”, Bilginin Gelişimi ve Bilginin Gelişimi İle
İlgili Teorilerin Eleştirisi, (eds) Imre Lakatos & Alan Musgrave, Çev: Hüsamettin
Arslan, Paradigma Yayınları, İstanbul, 1992.
Reisch, George. A., “Did Kuhn Kill Logical Empiricism?” Philosophy of Science,
vol. 58, no.2, The University of Chicago Press,. U.S.A, 1991.
Rossi, Paolo, Gemi Batıyor, Seyreden Yok. İlerleme Fikri, Çev: Durdu Kundakçı,
Dost Kitabevi, Ankara, 2002.
Salgar, Ercan, "Mantıkçı Pozitivistlerde Sınırlandırma Ayracı Olarak
Doğrulanabilirlik” Dört Öğe Dergisi, Sayı: 2, Ankara, 2012.
292
Saliba, George, İslam Bilimi ve Avrupa Rönesans’ının Doğuşu, Çev: Günseli Aksoy,
İstanbul, 2008.
Sarton, George, “History of Science”, Sarton On The Hıstory of Science, (ed).
Dorothy Stımson, Harward University Press, Cambridge, 1962.
Sarton, George, Inroduction To The History of Science, Cilt 1, Published by
Carnegie Instıtution of Washington, USA, 1962,
Sarton, George, “Four Guiding Ideas”, On the History of Science, (ed). Dorothy
Stimson, Harward University Press, Cambridge, 1962.
Sarton, George, “The Quest for Truth, (A Brief Account of Scientific Progress
During the Renaissance)” On The History of Science Essays, Dorothy Stımson
(edit), Harward Üniversity Press, Cambridge, 1962.
Sarton, George, “The New Humanism”, Isis, Vol 6, No.1, The University of
Chicago Press, USA, 1924.
Sayılı, Aydın, Hayatta En Hakiki Mürşid İlimdir, Gündoğan Yayınları, Ankara,
1948.
Sayılı, Aydın, “Bilim Tarihi Perspektifi İçinde Bilgi ve Bilim” ‘Bilim’ Kavramı
Sempozyumu, Ankara Üniversitesi Yayınları, Ankara, 1985.
Sayılı, Aydın, Mısırlılarda ve Mezopotamyalılarda Matematik, Astronomi ve Tıp,
TTK Yayınları, Ankara, 1966.
293
Simon, Saint, "Letters From An Inhabitant of Geneva to Hıs Contemporarıes"
Selected Writings On Science, Industry And Social Organisation, Edited and
Translated: Keith Taylor, Croom Helm Press, London, 1975.
Soykan, Ömer Naci, "Modernite ve Anarşizmle İlgisi Bakımından 'İlerleme'
Kavramının Bir Çözümlenmesi", Sosyoloji Dergisi, Sayı: 2/19, 2009.
Tekeli, Sevim., Bilim Tarihine Giriş, Nobel Yayınları, Ankara, 2001.
Toulmin, S, "Olağan ve Devrimci Bilim Arasındaki Ayrım", Bilginin Gelişimi ve
Bilginin Gelişimiyle İlgili Teorilerin Eleştirisi , (eds) İmre Lakatos & Alan
Musgrave, Çev: Hüsamettin Arslan, Paradigma Yayınları, İstanbul, 1992.
Toulmin, S, Human Understanding, vol.1, Priencton University Press, USA, 1972.
Watkins, J., “Olağan Bilime Hayır”, Bilginin Gelişimi ve Bilginin Gelişimiyle İlgili
Teorilerin Eleştirisi , (eds) İmre Lakatos & Alan Musgrave, Çev: Hüsamettin Arslan,
Paradigma Yayınları, İstanbul, 1992.
Webster’s Dictionary & Thesaurus, Trident Press International, Canada, 2000.
Westfall, R.S., Modern Bilimin Doğuşu, Çev: İsmail Hakkı Duru, Verso Yayınları,
Ankara, 1997.
Wright, Ronald, İlerlemenin Kısa Tarihi, Çev: Zarife Biliz & Barış Baysal, Versus
Yayınları, İstanbul, 2007.
Yazıcıoğlu, Sanem, “İlerleme Düşüncesine Yönelik Eleştirel Bir Değerlendirme”,
Sosyoloji Dergisi, 3. Dizi, sayı: 19, 2009/2.
Yıldırım, Cemal, Bilimin Öncüleri, Bilim ve Gelecek Kitaplığı, İstanbul, 2010.
294
ÖZET
Bu çalışmanın amacı yirminci yüzyılın başlarında teorik fizikteki gelişmeler
çerçevesinde ortaya çıkan bilimin nasıl ilerlediği sorunsalına olanaklı bir yanıt
geliştirmektir. Bu problemi aydınlatmak ve açıklamak adına bilim filozoflarından
farklı olarak dilin sentaktik çözümlemesi metot olarak izlenmiştir. Bu metot
bağlamında filozofların ele aldığı gibi öncelikle bir bilim kavramından
(tasarımından) yola çıkarak değil de, 'ilerleme' kavramını analiz ederek bir yol
izlenecektir.
Bu bakış açısına dayanarak tezimizi iki ana başlık altında tasarladık. Birinci bölümde
'İlerleme' kavramının etimolojik, anlamsal ve tarihsel analizi yapıldı, ikinci bölümde
ise söz konusu temel probleme (bilimin nasıl ilerlediğine) yönelik öne sürülen
ilerleme teorileri karşılaştırmalı ve tartışmalı bir eksende irdelendi.
Birinci bölümde 'ilerleme' kavramına ilişkin yürüttüğümüz çalışma, söz konusu
kavramın etimolojik çözümlemede içsel anlam, tarihsel perspektifte ise dışsal anlam
olmak üzere iki ayrı anlam eksenine ait olduğunu göstermiştir. İçsel anlamı
belirleyici unsur olarak ele aldığımız zaman hem 'ilerleme' kavramı üzerinde bir
konsensüsün sağlandığı, hem de ‘ilerleme’ kavramının sanıldığının aksine ilk kez
modern dönemde değil de, Ortaçağ Hıristiyan dünyasında karakterize olduğunu
görmekteyiz.
'İlerleme' kavramının içsel (intrinsic) anlamına bağlı olarak ulaştığımız norm ve
standartlar bizlere sentaktik düzeyde bilimsel ilerlemenin de şu standartları sağlaması
gerektiğini göstermiştir.
i) Bilimin bir hedefi olmalı.
295
ii) Bilimsel ilerlemeyi belirleyen standartlar ya doğrudan hedefle ilintili olmalı ya da
hedeften türetilmeli.
iii) Bilimsel ilerleme sürecinde art arda gelen teorilerden yeni teori eskisinden daha
iyi ve daha başarılı olmalı.
iv) Bilimsel ilerleme sürecinde yeni teori eskisinin başarılarını açıkladığı gibi yeni
bir takım olguları da açıklamalıdır.
Filozoflar bilimsel ilerlemeyi sağlayan ölçütlerin ne olması gerektiği sorusuna farklı
yanıtlar geliştirerek, bilimin nasıl seyrettiği sorunsalına bambaşka yaklaştıkları
görülmektedir. Dolayısıyla ulaşmış olduğumuz standartları bilim filozoflarının öne
sürmüş oldukları ilerleme tasarımları ile mukayese ederek, bilimin nasıl ilerlediğine
ilişkin (sentaktik açıdan) olanaklı bir yanıt geliştirilmeye çalışılmıştır.
296
ABSTRACT
The aim of this study was to find an answer for the question of how to progress of
the science, that emerged in the context of developments in theoretical physics in the
early 20th century. To illuminate and explain this problem unlike the philosopher of
science was seen as a method of syntactic analysis of language. In the context of this
method will be followed through the concept of progress by analyzing.
We have prepared our dissertation under two main chapters on the basis of this
perspective. In the first section, we have made a historical analysis depending on the
meaning of etymology of concept of 'progress'. In the second section, we have
suggested the basic problem of how did science progress accordig to the proposed
theory by means of progress were investigated in the axis of controversial and
comparative ones.
In the first section our study on the concept of progress showed that the meaning of
two separete axes which are intrinsic meaning in the etymological analysis and
extrinsic meaning in historical perspective. Considering the intrinsic meaning as
determining factors, we see that achieved consensus on a concept and the concept of
'progress' is not the first time in the modern period.
We have reached norms and standards which were depending on the intrinsic
meaning the concept of progress, showing the scientific progress need to provide the
following standards in the syntactic level.
i) Science should have a goal.
ii) Determining the standard of scientific progress or to be directly related goals.
297
iii) In the process of scientific progress, new theory among the theories should be
better and more successful than the old one
iv) In the process of scientific progress, new theory should explain the new
phenomenon and ones explained by the old theory
Philosophers have developed different answers to the question of what should be the
criterias (standards) which provided the scientific progress. Thus, by comparing the
standards that we have reached with philosophers of science have put forward
imaginations of progress.