Upload
others
View
3
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
FELSEFE VE DİNBİLİMLERİ ANABİLİM DALI
FELSEFE TARİHİ BİLİM DALI
İDEALİST ESTETİK İLE PRAGMATİST ESTETİK ANLAYIŞLARININ
KARŞILAŞTIRILMASI
Doktora Tezi
Ġbrahim YILDIRIM
Ankara-2013
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
FELSEFE VE DİNBİLİMLERİ ANABİLİM DALI
FELSEFE TARİHİ BİLİM DALI
İDEALİST ESTETİK İLE PRAGMATİST ESTETİK ANLAYIŞLARININ
KARŞILAŞTIRILMASI
Doktora Tezi
Ġbrahim YILDIRIM
Tez DanıĢmanı
Prof. Dr. Celal TÜRER
Ankara-2013
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
FELSEFE VE DİNBİLİMLERİ ANABİLİM DALI
FELSEFE TARİHİ BİLİM DALI
İDEALİST ESTETİK İLE PRAGMATİST ESTETİK ANLAYIŞLARININ
KARŞILAŞTIRILMASI
Doktora Tezi
Tez DanıĢmanı : Prof. Dr. Celal TÜRER
Tez Jürisi Üyeleri
Adı ve Soyadı İmzası
Prof. Dr. Celal TÜRER ........................................
Prof. Dr. Murtaza KORLAELÇĠ ........................................
Prof. Dr. ġamil DAĞCI ........................................
Prof. Dr. Ġsmail KÖZ ........................................
Doç. Dr. Funda BAYRAKTAR .........................................
Tez Sınavı Tarihi 03/10/2013
TÜRKİYE CUMHURİYETİ
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ MÜDÜRLÜĞÜNE
Bu belge ile bu tezdeki bütün bilgilerin akademik kurallara ve etik davranıĢ ilkelerine
uygun olarak toplanıp sunulduğunu beyan ederim. Bu kural ve ilkelerin gereği olarak,
çalıĢmada bana ait olmayan tüm veri, düĢünce ve sonuçları andığımı ve kaynağını
gösterdiğimi ayrıca beyan ederim.23/10/2013.
Ġbrahim YILDIRIM
İÇİNDEKİLER
TEŞEKKÜR………………………………………………………………………………..i
ÖNSÖZ……………………………………………….…………………………………...ii
GİRİŞ……………………………………………….……………………………………..1
I. BÖLÜM: İDEALİST ESTETİK ANLAYIŞI………….………………………...15
A. Platon’un Sanat Anlayışı……………………….……………………….…………….21
B. G. W. F. Hegel’in Sanat Anlayışı…………….………...…………………………….42
C. B. Croce’nin Sanat Anlayışı………………………………………………………..…66
II. BÖLÜM: PRAGMATİST ESTETİK ANLAYIŞI………...…………………....90
A. W. James’in Estetik Anlayışı…………...…...………………………………………..96
B. J. Dewey’in Estetik Anlayışı…...…………....………………………………………120
C. R. Shusterman’ın Estetik Anlayışı……………………...……………...…………....147
III. BÖLÜM: İDEALİST ESTETİK VE PRAGMATİST ESTETİK ANLAYIŞIN
KARŞILAŞTIRILMASI …….………………………………………………….174
A. Hakikat Bağlamında İdealizm ve Pragmatizm……………………………………....182
B. Sanat Bağlamında İdealist Estetik ile Pragmatist Estetik.…………………………..204
SONUÇ……………………………………………….………………………………...248
KAYNAKÇA……………………………………………….……………………….........v
ÖZET…………………………………….………………………………………...…....xvi
SUMMARY…………………………………….……………………………………...xviii
i
TEŞEKKÜR
Bu çalıĢmamda, öncelikle, çeĢitli nedenlerle bir çıkmaza giren doktora
eğitimimi yeniden Ģekillendirme imkânı sağlayan çok değerli hocam Prof. Dr.
Murtaza KORLAELÇĠ’ye; sonra bilgisi, tecrübesi ve yaklaĢımı ile bana yol
göstererek çalıĢmanın bu hale gelmesinde büyük emeği bulunan danıĢman hocam
Prof. Dr. Celal TÜRER’e; ayrıca güzel dilekleriyle hep yanımda olduğunu hissettiren
hocam Prof. Dr. ġamil DAĞCI’ya yürekten teĢekkür ederim.
ii
ÖNSÖZ
Ġdealist estetik anlayıĢı ilk olarak Platon’da karĢımıza çıkan, daha sonra
Hegel’de doruğa ulaĢan ve 20. yüzyılda da en çok Croce ile temsil edilen bir estetik
teorisidir. Pragmatist estetik anlayıĢı ise W. James’in öncülüğünü yaptığı, J.
Dewey’in teori olarak sistemli bir bütün haline getirdiği ve R. Shusterman’ın
çabalarıyla günümüzde hızla yayılmaya baĢlayan bir teoridir.
Ġdealist estetik anlayıĢı Platon’dan sonra geniĢ çevrelere yayılmıĢ ve yüzyıllar
boyunca da farklı Ģekillerde birçok düĢünür tarafından savunulmuĢken, kökleri antik
çağa dayanan pragmatizmin estetik anlayıĢı ancak 20. yüzyılda ortaya çıkabilmiĢ ve
geliĢmesi de daha sessiz olmuĢtur. Bu durumun eldeki çalıĢmaya yansıması,
pragmatist estetikle ilgili yayının az olması, dilimize çevrilmiĢ yayının ise yok
denecek kadar az olması Ģeklinde olmuĢtur. Bu nedenle çalıĢmanın pragmatist estetik
ile ilgili kısmı daha çok son zamanlarda A.B.D.’de yayınlanan eserlerden
yararlanılarak yazılmıĢtır. Bu husus, yazım aĢamasında bir zorluk olarak kendini
hissettirdiyse de, pragmatist estetik anlayıĢın ülkemizde tanınmasına katkı
sağlayacağı düĢünüldüğünde memnuniyetle karĢılanmıĢtır.
Bu çalıĢmada doğrudan bir karĢılaĢtırma ya da değerlendirme yapılmamıĢ,
değerlendirmeye, ele alınan teorilerin düĢünce tarihindeki sistematiği içinde
incelenmesinden sonra geçilmiĢtir. Çünkü düĢünce hayatımızın aĢamalarını
tanımadan bugünkü durumumuzu öğrenemeyiz; hiçbir düĢünce köksüz ve geleneksiz
olarak doğmamıĢtır, karĢıt düĢünce akımları bile birbirlerinden etkilenerek ve
birbirlerini tanıyarak doğmuĢtur.1 Dolayısıyla Platon, zamanındaki düĢünsel
1 Ülken, H. Z., Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ġstanbul, Ülken Yayınları, 1994, s. 12.
iii
birikimden, Hegel Platon’dan, Croce Hegel’den, Dewey Hegel ile Croce’den vb.
beslenmiĢtir. Bu durumu toplumsal olarak sınırlamak da mümkün değildir. Çünkü
düĢüncelerin yayılımı birbirinden farklı toplumları ve ülkeleri de kapsamaktadır. Bu
nedenle Türk düĢüncesinin kendine ait bir çizgisi olmakla birlikte, onu eksiksiz bir
Ģekilde anlamak dünya düĢünce tarihindeki bağlantılarının görülmesiyle mümkündür.
Bu çalıĢmanın temelinde böyle bir bilinç durumu vardır. Zira biliyoruz ki,
günümüz Türkiyesi’nin eğitim anlayıĢının temelleri Amerikan pragmatist filozof
John Dewey tarafından atılmıĢtır.2 Bir fikrin, eğitimin içine dâhil edildikten sonra
görülmez bir hızla yayılacağını sanırım herkes kabul edecektir. Bu nedenle
pragmatizmin bizim hayatımız üzerinde sandığımızdan çok daha fazla etkisi
olduğunu da kabul etmek gerekir. Ancak ülkemizdeki felsefe bölümlerine
baktığımızda pragmatizmin daha çok bilgi, bilim ve etik görüĢüyle sınırlanarak ele
alındığı, sanat ve din anlayıĢına ise neredeyse hiç değinilmediği görülmektedir.
Bunda pragmatist estetiğin bir yanlıĢ anlama dolayısıyla yıllarca geri plânda
kalmasının etkisi olduğu gibi, dünyada ve ülkemizde 20. yüzyıl ve sonrasını etkisi
altına alan pozitivist yaklaĢımın da payı vardır. Etimolojik olarak ilk defa A. Comte
tarafından kullanılan ve 20. yüzyılın hemen ilk çeyreğinde birçok ülkeye yayılan
Pozitivizm, bu dönemde bizim ülkemiz de dâhil olmak üzere çoğu ülkenin edebiyat,
fikir ve hatta siyasî hayatında etkili olmuĢtur.3 Bu bakımdan pragmatist felsefe
anlayıĢının üzerinde de pozitivizmin etkilerini görmek mümkündür. Ancak
pragmatizm deneyim öğretisiyle hayata, dünyaya ve sanata pozitivizmin yok saydığı
2 Dewey’in, Cumhuriyetin baĢlarında Mustafa Kemal Atatürk’ün davetlisi olarak Türkiye’ye geldiği,
Ankara-Ġzmir ve Ġstanbul’daki eğitim durumumuzu incelediği, tespit ve önerilerini de bir rapor
halinde sunduğu bilinmektedir.
3 Korlaelçi, Murtaza, Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi, Ġstanbul, Ġnsan Yayınları, 1986, s. 13, 226.
iv
bir yerden bakmakta, en az bilim kadar diğer insanî etkinliklerin de önemini
vurgulamaktadır.
1
GİRİŞ
Sanat dünya içinde var oluşun
ve onu sevmenin insana özgü bir yoludur.
Sartwell
Grekçe‘de duyum anlamına gelen aisthesis/estetik kavramı, ―var olan şeyler
karşısında, duyumları, duyguları ve sezgileri yoluyla duyarlı olan kişi‖ anlamına
gelen aisthetikos‘tan türemiştir. Bir disiplin olarak da, güzelliği konu alan, güzellikle
ilgili kavramları araştıran, insandan bağımsız veya insan yapımı olarak dünyada
bulunan ürünlerdeki güzellikle ilgili değerleri, tavır ve hazları analiz eden felsefî bir
etkinliktir.1 Bu sözcüğü ilk kez kullanan Alman düşünür Alexander Gottlieb
Baumgarten‘dır. Baumgarten (1714-1762), estetiğin tanımını yaptığı ve sınırlarını
çizdiği Aesthetica adlı kitabında estetiği ―duyusal bilginin bilimi‖ anlamında
kullanmıştır. Ona göre, zihinsel bilgilerin doğruluğunu inceleyen mantık gibi, estetik
de duyusal bilginin doğruluğunu inceler ve bu anlamda mantığın ikiz kardeşi gibidir.
Bu nedenle estetiğin, mantık, etik, bilgi felsefesi, varlık felsefesi gibi felsefenin bir
disiplini olarak doğması Baumgarten sayesinde olmuştur. Baumgarten‘ın estetiği
bağımsız bir felsefî disiplin olarak kurmasının geri planında ise, sanatsal alanda
süregelen başıboşluğa son verme isteği vardır. Çünkü 18. yüzyıla gelinmiş olmasına
rağmen sanatın ve güzelin ne olduğu konusunda kabul gören hiçbir standardın ve
ölçütün olmaması nedeniyle estetik alanda tam bir belirsizlik yaşanıyordu.
Baumgarten da, estetiği felsefenin bir disiplini olarak konumlandırarak, keyfiliğin ve
1 Cevizci, Ahmet, Paradigma Felsefe Sözlüğü, İstanbul, Paradigma Yayıncılık, 2013, s. 587-588.
2
aşırı bireyselliğin hüküm sürdüğü bu alana felsefenin sahip olduğu ciddiyeti
kazandırmak istemiştir.2
Estetiğin isim babası olan Alexander Gottlieb Baumgarten, yaşadığı dönemde
kartezyen ve rasyonalist bir çizgide yer alan Leibniz-Wollf okulunun bir
öğrencisiydi. Leibniz‘e göre ise, bilim, yalnızca bir karakteristiği inceleyip onu basit
ögelerine ayrıştırmakla elde edilen ―içlemsel açıklığı‖ amaçlarken, estetik, bir
tasarımın karakteristiklerinin mümkün en tam sayımı anlamına gelen, tasarımların
―kaplamsal açıklığı‖ peşinde koşar. Baumgarten‘ın, estetiği, duyusal tikelliği öne
çıkaran bir felsefe dalı olarak konumlandırması, bir bakıma da, kartezyen felsefedeki
hakikat yaklaşımını sanat alanına uygulamak istemesinden kaynaklanmaktadır. Bu
nedenle, Baumgarten‘ın Aesthetica adlı yapıtının ―Descartes‘ın hakikatin yüreği
kıldığı öznelleştirme hareketinin en önemli halkası‖ olduğunu söylemek
mümkündür.3
Baumgarten‘ın döneminde daha çok güzelliğe yönelen estetik, daha sonra
özellikle Kant ile birlikte ―beğeni yargıları üzerine felsefi düşünüm‖ yönünde
gelişmiştir. Kant (1724-1804), estetik yargıların doğamızın teorik ve pratik yönlerini
birbirine bağlaması ve doğal dünya ile özgürlük dünyasını uzlaştıran temeli meydana
getirmesi bakımından önemine dikkat çekmiştir. 19. yüzyılda da Hegel‘in (1770-
1831), estetiği, felsefî sisteminin ayrılmaz bir parçası haline getirmesiyle estetik
felsefede daha çok ön plana çıkmıştır. Ancak Hegel ile birlikte ―beğeni yargılarına
ilişkin felsefî teori‖ anlamını kaybederek ―güzel sanatlar felsefesi‖ şeklinde
2 Hünler, Hakkı, Estetiğin Kısa Tarihi, Ankara, Doğu Batı Yayınları, 2011, s. 36-37.
3 Hünler, Hakkı,2011, a.g.e., s. 76-87.
3
sınırlanmıştır.4 Böylelikle estetik 19. yüzyılda sadece sanatsal güzelliği ve sanatın
anlamını araştıran bir disiplin haline gelmiş, sanat ve sanat eserlerindeki güzel
üzerine düşünme anlamına gelen sanat felsefesiyle özdeşleşmiştir.5
Estetiğe ilişkin çalışmalar, elbette ki Baumgarten tarafından estetik adı altında
toplanmadan ve felsefenin bir disiplini olarak belirlenmeden çok daha önceye
dayanır. Meselâ, antik çağın ünlü filozofu Platon‘un felsefesinde güzelin ne
olduğuna ilişkin tartışmalar önemli bir yer tutar. Ona göre güzel, aynı zamanda hem
iyi hem de doğrudur. Öyle ki güzel, meydana gelmemiş, yok da olmayacak,
değişmeyen, hep olduğu gibi kalan en yüksek idea olup, güzellik de bu ideada ışıyan
bir şeydir. Güzel‘in aynı zamanda iyi ve doğru olarak düşünülmesi, sanatın ahlâksal
amaçlara da hizmet etmesi gerektiği ve sınırsız geçerliliğe sahip olduğu düşüncesini
doğurmuş, bu fikir de uzun yıllar boyunca felsefî estetiğin temel savları arasında yer
almıştır. Aynı şekilde Platon‘un sanatı taklit (mimesis) olarak tanımlaması da yine
felsefî estetiğin en önemli savlarından biri olarak estetik tarihindeki yerini almıştır.6
Platon (M.Ö. 427-M.Ö. 347), reel dünyada estetik bir öz bulamadığı için
güzelliği ideal alanda aramış ve duyusal alana güzelliğin kapılarını kapatmıştır. Bu
ise açık olarak sanatı idealist bir yaklaşımla ele almaktır. 19. yüzyılın en önemli
filozoflarından Hegel, Platon‘un güzellik düşüncesini kendi idealizmiyle tutarlı bir
şekilde sonuna kadar geliştirmiş ve güzelliği kendi Geist anlayışının içine
yerleştirmiştir. Ona göre, var olan her şey Geist‘ın kendini açmasıyla meydana
gelmiştir ve her şey kendi doğruluğunu Geist‘ın mutlak doğruluğundan almaktadır.
4 Cevizci, Ahmet, 2013, a.g.e., s. 588.
5 Goetz, Philip W(ed.)., Anabritannica, cilt 11, İstanbul, Ana Yayıncılık, 1994, s. 388.
6 Diemer, Frenzel vd, Günümüzde Felsefe Disiplinleri, Çev. Doğan Özlem, İstanbul, Ara Yayıncılık,
1990, s. 361-363.
4
Böylece, Platon‘un güzellik-doğruluk özdeşliği Hegel estetiğiyle yeniden ortaya
çıkmıştır. Çünkü Geist‘ın kendini açtığı yerlerden biri de sanattır ve Geist sanat
yapıtlarında tinsel bir nesnellik kazanmaktadır. Bu ise, onun sadece güzel değil, aynı
zamanda doğru olması demektir. 20. yüzyılda ise estetiğin öncelikle empirist bir
karakterde ilerlediği görülür. Çünkü bu dönem insan dâhil olmak üzere her şeyi
olgularla açıklayan pozitivist felsefe anlayışının yıldızının parladığı bir dönemdir.
Estetiği yeniden idealist pencereden temellendirme denemesi ise İtalyan düşünür
Benedetto Croce‘den gelmiştir. Croce (1866-1952), Aesthetics adlı yapıtında sanatı
sezgisel bir etkinlik, güzelliği de ifade olarak tanımlamıştır. Ona göre, sanat, içten
gelenin ifadeye dökülmesi olup, bu haliyle de hiçbir şeyin taklidi değildir; tam
tersine o, bizzat bir ifade olarak, tamamen bireysel bir gerçeklik taşır. Croce‘nin bu
görüşü, bir bakıma, insanın ve doğanın aynı bilimsel terimlerle açıklanmasını
savunan pozitivist akla karşı sanatın üstünlüğünü savunan bir meydan okumadır.
Çünkü o, kavramsal bilgiyi tikelin sezgisi olan sanata bağlı kılarak rasyonel
düşünceyi türevsel ya da diğer bir deyişle türemiş bir hale getirmiştir.7
Felsefe tarihinde ilk olarak Platon‘da gördüğümüz akıl ile duyuyu birbirinden
ayıran ve duyuyu aklın dışında tutan yaklaşım, yüzyıllar boyunca belirginleşerek
devam etmiş; duyu hep aklın gerisinde, çoğunlukla da aldatıcı-yanıltıcı-güvenilmez,
7 Croce‘nin bu kitabının ilk etkisi de pozitivizmden bıkan ve ahlakî eylemi meşru kılmak isteyen genç
entelektüeller üzerinde olmuştur. O dönem bu etki öyle geniş bir tabana yayılmıştır ki, İtalyanlar için
Croce‘nin yazdıklarının dünya görüşünü değiştirmek anlamına geldiği, Croce‘nin de İtalya üzerindeki
etkisini gördükten sonra Karl Vossler‘e ―ben bile kendimin takipçisi oldum‖ dediği anlatılır (Jacobitti,
Edmund E., ―The Impact of Croce‘s Aesthetics of 1902 and Today‘s Revolt against Modernity‖, The
Legacy of Benedetto Croce Contemporary Critical Views, D‘Amico, Dain A. Trafton and
Massimo Verdicchio(ed.), Toronto-Buffalo-London, University of Toronto Press, 1999, s. 31)
5
hatta aşağılık, bu yüzden aşılması gereken şeylerin kaynağı olarak görülmüştür.
Estetiğin kurucusu Baumgarten ise, bu şekilde koparılmış akıl ve duyuyu birbirlerine
tekrar nüfuz edebilecekleri bir kullanıma oturtmak istemiştir. Fakat zamanında
birbirlerinden parçalanarak koparılan akıl ve duyuyu, sadece birbirlerine karşı tehlike
oluşturmayacak şekilde konumlandırmaktan başka yapılabilecek bir şey kalmamıştır.
Bunu da Kant, kritik felsefesiyle bilgi, ahlâk ve sanatın yollarını birbirinin yolunu
kesmeden ayırarak ve onları birbirleri için tehdit oluşturmayacak şekilde yan yana
koyarak yapmıştır. Hünler‘e göre, Baumgarten‘da belli belirsiz sezilen, Kant
tarafından son şekli verilen bu ayrımın temelinde Leibniz‘in (1646-1716) sözünü
ettiği içlemsel ve kaplamsal açıklık ayrımı vardır ve bu da Kant‘ın tüm felsefî
projesinin aslında estetik bir yönü olduğu anlamına gelir. Dolayısıyla tüm modern
tarihe estetik sorunun damgasını vurduğunu ileri sürmek mümkündür.8
Baumgarten, duyulur dünyayı düşünülür dünyaya dâhil etmek ve bu suretle
tümelin bilgisi ile tikelin bilgisi arasındaki kayıp bağları yeniden kurmak istemiştir.
Tam da bu noktada Kant, doğa ve özgürlük kavramları arasındaki çatışmayı, bu
kavramların yanına onlarla aynı ölçüde özerk statüye sahip bağımsız bir üçüncü
kavram olarak sanat kavramını yerleştirerek çözmüştür. Kant öncelikle hakikat
sorunu ile ahlâk sorununu, olgu ile değerleri birbirinden ayırmış, sonra da estetik
sorunu ahlâk sorunundan, estetik değerleri de moral değerlerden ayırmıştır. Böylece
de, estetik sorun bir bakıma hakikat sorunundan ayrılmış olur. Fakat Kant her ne
kadar sanat ile hakikati birbirinden ayırmışsa da sanatı hakikat sorunuyla bir şekilde
ilişkilendirerek ele almaya devam etmiştir. Gerçekten de modern sanat, düşünüm
8 Hünler, Hakkı, 2011, a.g.e., s. 90-91.
6
(reflection) sanatıdır ve onun avant-garde9 sanat hareketine uzanan gelişimi saf
düşünüm sanatı haline gelme yönünde olmuştur. Ancak Kant‘ın sanatçının bir deha
olduğuna yönelik sözleri, kısmen yanlış yorumlandığı için, sanat eserlerini herkesin
beğenmesinin söz konusu olamayacağı gibi ―elitist‖ bir yaklaşımın doğmasına neden
olmuştur. Bu yönde idealize edilen sanat da, giderek geniş insan kitlelerinden
uzaklaşarak yalnızca o sanatçı dehayı anlayabilecek başka dehalara yönelmiştir.
Ancak bu ayrıcalıklı deha ve beğeni düşüncesi, avant-garde yaklaşım tarafından
tamamen tersine çevrilmiştir.
Avant-garde olarak bilinen bu sanat akımı, 20. yüzyılın başlarında geleneksel
sanat anlayışına bir tepki olarak doğmuştur. Avant-garde sanat, sanatta yenilikler
meydana getirmek, yeni estetik ideler oluşturmak için ortaya çıkmıştır. Avant-garde
estetiğin amacı, yüzyıllarca idealize edilerek göklere çıkarılan sanatı ―halka
indirmek‖ ve böylelikle o yüksek zirvelere tırmanma imkânından mahrum kalmış
kitleleri sanatla tanıştırmaktır. Bu bakımdan avant-garde hareketi, sanatın toplumdaki
statüsüne bir başkaldırı olup, sanatın insanların hayat praksisinden kopuk bir kurum
olarak ele alınmasına karşıdır. Onlar, modern sanat yaklaşımını yıkmak, sanat ile
hayatın koparılmış bağını yeniden kurarak sanatı hayat praksisine taşıyan yeni bir
sanat anlayışı ortaya koymak istemişlerdir. Ancak bu açıdan haklı gibi görünse de
avant-garde hareketle birlikte, sanat, hakikati bilmenin bir tarzı olmaktan çıkıp,
―ifade-edilemez-olanı ifade etmeye çabalayan bir etkinlik tarzı‖ haline dönüşmüştür.
Aslında avant-garde sanatçılar, bilinebilir türden olmasa da bir hakikat ideasına bağlı
kaldılar fakat öznel olarak ele alınan hakikat her öznede farklı bir şekle bürünmüştür.
9 Fransızca‘dan gelen avant-garde sözcüğü, geriden gelen birliklere güvenli yollar açmak amacıyla
savaş meydanına öncü olarak giren birlikler için kullanılan askerî bir terimdir.
7
Dolayısıyla, sanatın hakikati gibi bir şeyi girişimlerinin önkoşulu kılmalarına
karşılık, bu hakikatin çoğul ve istikrarsız bir hale gelmesine neden olmuşlardır. Öyle
ki zaman içinde her avant-garde hareket, hatta tek tek her avant-garde sanatçı, kendi
hakikatini ilan etmiştir. Sanatın bu şekilde aşırı bireyselleştirilmesi ve
öznelleştirilmesi de avant-garde hareketin kendi sonunu hazırlamıştır. Çünkü ölçüsüz
bir pluralizmin egemen hale geldiği bu koşullarda, hakikat iddiasından kesin ve
kararlı bir vazgeçiş, kimilerine daha güvenilir bir hakikat olarak görünmüştür ve
avant-garde sanatçıların meydana getirdiği bu boşluktan da postmodernizm
doğmuştur.
Avant-garde yaklaşımdan bir kopuş olarak postmodernizm, sanatsal alanda
hakikat arayışından tam olarak vazgeçişi ifade eder. Zira postmodernizm, sanatın
hakikat iddiasını tamamen askıya almıştır. Postmodernist bir söylemle ifade etmek
gerekirse, works of art is evident/eserler ortadadır ve onlardan daha ötede bir hakikat
aramak anlamsızdır. Dolayısıyla postmodernizmle Kant, hatta Baumgarten ile
başlayan ve avant-garde akımla devam eden sanat ile hakikatin yollarının ayrılması
sürecinin doruk noktasına ulaşılmıştır. Ayrıca postmodernizm, modern estetiğin
ulaşmayı amaçladığı ve Hegel‘in Mutlak Tin başlığı altında özdeşleştirdiği duyu-akıl
uzlaşımı idealinden de tam bir kopuşu ifade etmektedir.10
Bu serencamda pragmatist estetiğin tavrına dikkat çekmekte fayda vardır.
Çünkü pragmatist estetikte sanat ile hakikatin yolları büsbütün ayrılmamıştır.
Dewey‘in açık bir şekilde ilan ettiği gibi, modern entelektüel çağ zihin-beden, akıl-
duygu ikilikleri gibi kendini hep birtakım ikiliklerle karakterize etmiştir. Bu ikilikler
çağında, bilgi akılla, sanat duyguyla eşleştirildiği için de akla verilen değer
10 Hünler, Hakkı, a.g.e., s. 211-485.
8
dolayısıyla sanatın ne olduğu tam olarak anlaşılamamış ve ona hak ettiği değer de
verilememiştir.11
Dewey estetiğine göre, bir sanat eseri, organik bir bütün içindeki
her ögenin diğer ögelere ayrılmazcasına bağlandığı bir yapı olmak durumundadır.12
Zira estetik deneyimin ayırt edici özelliği, özne ile nesne arasında bir ayrımın olmadığı ve
organizma ile çevrenin yok olarak tek bir vücut haline geldiği anda oluşan bir deneyim
olmasında yatmaktadır.13
Bu bakımdan Dewey‘e göre, sanat, insanın varlıkla
bütünleşmesinin bir yoludur. Böylelikle sanat ile hakikat arasında yeniden ama bu
defa da pragmatik bir bağ kurulmuş olur. Bu ise, çalışmanın ilerleyen kısımlarında
açıklanacağı üzere, farklı hakikatlerin ortaya çıkmasıyla hakikat alanında bir
pluralizme neden olacak bir yaklaşımdır. Diğer bir deyişle, bu yaklaşım, bizi,
estetiğin felsefi bir disiplin olarak kurulmasının nedeni olan sanatsal alanı
belirsizliklerden kurtararak bir standart oluşturmak düşüncesinden uzaklaştırma ve
avant-garde sanatın da içine düştüğü bir ölçütsüzlüğe ve standart yokluğuna götürme
tehlikesini içinde barındırmaktadır.
Pragmacı fikirleri ilk ortaya atan kişi, Amerikalı mantıkçı ve filozof Charles
S. Peirce‘dır. Ancak pragmacılık kesin biçimini okulun kurucusu ve başlıca
temsilcisi olan William James ile almıştır. James (1842-1910), ‗pragmacılık‘
sözcüğüyle bireyin yalnızca maddesel gereksinimlerinin doyurulmasını değil, aynı
zamanda insanın ve toplumun gelişip serpilmesine yarayan her şeyi kastetmiş;
11 Sartwell, Crispin, Yaşama Sanatı Dünya Tinsel Geleneklerinde Gündelik Hayatın Estetiği, Çev.
Abdullah Yılmaz, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2000, s. 211.
12 Cevizci, Ahmet, 2013, a.g.e., s. 589.
13 Dewey, John, ―Having an Experience,‖ The Problems of Aesthetics, Eliseo Vivas and Murray
Kriger(ed.)., New York, Holt, Rinehart and Winston, 1966, s. 326.
9
tekçiliğe kendine has bir hoşgörüyle karşı çıkmıştır.14
Ona göre, pragmatizm, her
şeyden önce, başka türlü son verilemeyecek olan metafizik tartışmaların
yatıştırılması metodudur. Çünkü pragmatik metot, her bir kavramı, kendilerinden
değer verilebilecek pratik sonuçlar çıkarmak suretiyle tefsir etmeye çalışmaktır.
Diğer bir deyişle, pragmatizm, söz konusu edilen bir kavram için, bu kavram diğer
kavramlardan daha doğru olduğunda herhangi bir kimse için pratik bakımdan ne gibi
bir ayrılık doğacağına bakar. Bu nedenle pragmatizm, erişilmiş birtakım özel
sonuçlar değil, yalnızca bir araştırma tavrıdır.15
Amerikan pragmacılığı, James‘in düşüncelerine natüralizmi dâhil eden John
Dewey ile birlikte asıl mânâsını bulmuştur. Dewey (1859-1952), Peirce ile James‘in
düşüncelerinin bir sentezini yapmış, pragmatizmi mantıksal ve ahlâkî bir analiz
kuramı olarak geliştirmiştir. Ona göre, her şey sürekli değişmektedir ve düşüncenin
kendisi bile eylem için bir araçtan başka bir şey değildir.16
Tohumları James
tarafından atılan pragmatist estetik de, Dewey‘in Art as Experience/Deneyim Olarak
Sanat (1934) adlı eseri ile düşünce dünyasına girmiştir. Ancak bu eser, pragmatizm
ile bağdaşmadığı ve daha çok Hegel, Croce gibi idealist estetikçilerin görüşleri ile
benzerlik gösterdiği iddiaları nedeniyle pek ilgi görmemiş; 1950‘lerden sonra da
analitik felsefenin etkisiyle neredeyse tamamen unutulmuştur.17
Fakat 1970‘lerden
14 Bochenski, Joseph M., Çağdaş Avrupa Felsefesi, Çev. Serdar Rifat Kırkoğlu, İstanbul, Kabalcı
Yayınevi, 1997, s. 144-148.
15 James, William, Pragmacılık, Çev. Muzaffer Aşkın, İstanbul, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları,
1948, s. 3-40.
16 Bochenski, Joseph M., 1997, a.g.e., s. 144-148.
17 Croce‘nin bile bu kitaptaki çoğu fikrin Aesthetics adlı eserinden kaynak verilmeden alındığını öne
sürdüğü bilinmektedir.
10
sonra analitik felsefenin sanata dair sınırlamalarından hoşlanmayan pek çok kimse
Dewey‘in estetiğine yönelmiş, sanatın sosyal, ahlâkî, ideolojik vb. pratik etkilerini
tartışmaya açmış, böylelikle de Dewey‘in eseri pek çok açıdan yeniden
değerlendirmeye alınmıştır.18
Günümüze geldiğimizde de, W. James‘i pragmatist estetik için önemli bir
kaynak olarak kabul eden, Dewey‘in Art as Experience kitabının 20. yüzyılın estetiğe
dair en önemli eserlerinden biri olduğunu öne süren düşünürlerin olduğu dikkat
çekmektedir. Pragmatist estetikle ilgili birçok yazısı bulunan 1949 doğumlu
Amerikan pragmatist filozof Shusterman, tam da bu noktada eldeki çalışmaya dâhil
olmuştur. Gerçekten de pragmatizmin estetik anlayışını, James ve Dewey‘den ilham
aldığını yazılarında açıkça dile getiren Shusterman‘ın yeniden sahneye çıkardığını
söylemek mümkündür.19
Shusterman, yazdığı kitaplarda ve verdiği seminerlerde
James ve Dewey‘den yaptığı alıntılarla özellikle A.B.D.‘de ve birçok başka ülkede
pragmatist estetiğin aslında ne demek istediğini anlatmaya ve bu estetiğin uygulama
alanlarını göstermeye çalışmaktadır. Onun bu çabası sayesinde felsefe ve sanat
dünyası günden güne artan bir hızla ‗somaestetik‘ kavramı ile tanışmakta, tanıştıkça
da pragmatist estetiğe daha fazla ilgi duymaya başlamaktadır. Çünkü pragmatist
estetik, sanatı bütün olarak anlama ve değerlendirmede yeni bir yolu ve başlangıcı
temsil etmektedir.20
Günümüz düşünürlerinden Sartwell de, kendi estetik görüşünü
pragmatist estetik doğrultuda geliştirerek, sanatı, ―gerçeklikte tam olarak mevcut hale
18 Türer, Celal, Pragmatik Estetik John Dewey’in Sanat Felsefesi, Kayseri, Laçin Yayınları, 2009,
s. 2-12.
19 Shusterman, Richard, ―The Pragmatist Aesthetics of William James‖, British Journal of
Aesthetics, Oxford University Press, vol. 51, number 4, 2011, s. 347-360.
20 Türer, Celal, 2009, a.g.e., s. 2.
11
gelmenin, insanların şeylerle ve birbirleriyle bir oluşlarını yaşamalarının bir yolu‖
olarak tanımlamaktadır.21
Ona göre, sanat maddelerle kaynaşmayı gerektirir ve
sanatın getirdiği kaynaşma başka kaynaşmaların yolunu açarak, bizi kendimizle,
birbirimizle, dünyayla, ilahî olanla kaynaşmaya çağırır. Sartwell, sanatı sadece duygu
âlemine havale ederek modernist anlayışın reddettiği şeyin tam da bu olduğunu
belirtmektedir.22
Pragmatist estetiğe dair bu çok önemli gelişmelere rağmen günümüzde estetik
denildiğinde daha çok Max Scheler (1874-1928), Moritz Geiger (1880-1937),
Nicolai Hartmann (1882-1950), Martin Heidegger (1889-1976) ve Roman Ingarden
(1893-1970) gibi düşünürlerden söz edildiği; estetiği reel hayatla buluşturan ve
yaşamsal köklerini açığa çıkaran pragmatizmin estetik yaklaşımından ise neredeyse
hiç söz edilmediği görülür. Yukarıda adı geçen düşünürlerin estetik anlayışı, idealist
estetik gibi artık gelenekselleşmiş kabul edilen birçok estetik teoriyle karşıtlık
içermekle birlikte, daha çok fenomenolojik ve ontolojik bir merkezden yola
çıkmaktadır. Elbette ki, bu düşünürlerin hepsi gerek estetik alana ait görüşleriyle
gerekse diğer konularda öne sürdükleriyle tartışmaya değer fikirler ortaya
koymuşlardır. Ancak burada asıl söylenmek istenen şey, felsefe tarihinin ya da
felsefe disiplinlerinin anlatıldığı kitaplarda pragmatist estetiğin adına bile
rastlanmadığıdır.23
Gerçekten de, estetik ve sanat felsefesi alanında yapılan
çalışmalara bakıldığında, estetik tarihinin Platon ile başlatıldığına, Aristoteles ile
devam ettirildiğine, günümüze doğru gelindiğinde de Kant, Hegel ve Croce‘nin
21 Sartwell, Crispin, 2000, a.g.e., s. 10.
22 Sartwell, Crispin, a.g.e., s. 141-143.
23 Bu iddia özellikle dilimize çevrilmiş ya da Türkçe yazılmış felsefe tarihi içerikli tüm kitaplar için
geçerlidir.
12
görüşleri üzerinde yoğunlaşıldığına, sonrasında da günümüzdeki çeşitli postmodern
ve aktüel görüşler üzerinde durulduğuna, bu serencamda 20. yüzyılın önemli düşünce
akımlarından biri olan pragmatizmin estetik anlayışından ise, sanki böyle bir
yaklaşım hiç yokmuş gibi, neredeyse hiç söz edilmediğine tanık olmaktayız. Oysa
James ile başlayan pragmatist estetik çizgi, Dewey‘in bir bütün olarak sunduğu
haliyle öylece durmaktadır.
Ülkemizdeki duruma baktığımızda ise, pragmatizmin hâlen bilgi, bilim ve
ahlâk felsefesi alanındaki görüşleri çerçevesinde ele alındığını, estetik görüşünün ise
âdeta hiç bilinmediğini görmekteyiz. Bu serencamda, pragmatizmin bilgi, bilim ve
ahlâk görüşüne ilişkin birçok Türkçe çeviri eser varken, estetik görüşüne ilişkin yok
denecek kadar az eser olduğu dikkat çekmektedir.24
Durum böyle olunca, ülkemizde
felsefe eğitimi alan, hatta felsefe alanında akademik çalışma yapan kişilerin büyük
çoğunluğunun bile pragmatizmin bir estetik görüşü olduğundan haberi
olamamaktadır. Dolayısıyla pragmatizmi, fayda sağlayan bilgi doğru, sağlamayan ise
yanlış veya fayda sağlayan eylem iyi, sağlamayan ise kötü eylem şeklinde bilen biri,
pragmatist estetik denilince de olsa olsa iyi eylemin güzel olduğunun öne
sürüldüğünü zannedecektir. Oysa konu yakından incelendiğinde ve ilgili metinler
kaynağından okunduğunda durumun hiç de böyle olmadığı ortaya çıkmaktadır.
Görülebileceği gibi felsefenin yeni ve önemli bir disiplini olan estetik alanda
yaşanan sorunlar bir türlü çözüme kavuşturulamamıştır –belki alanın özelliği gereği
nihaî bir çözüme hiçbir zaman da varılamayacaktır. Ancak bu geniş yelpazeli
tablodan idealist ve pragmatist estetiğin estetik gerçekliği nasıl ele aldığını ortaya
24 Bu konuda Prof. Dr. Celal Türer‘in Pragmatist Estetik: John Dewey’in Sanat Felsefesi başlıklı bir
kitabı bulunmaktadır.
13
koymak, pragmatist estetiğin pek bilinmediği de dikkate alınırsa, ileride bu alanda
yapılacak tartışmalara katkı sağlayabilecektir. Bu bakımdan pragmatizmin estetik
görüşünü incelemek, tartışmaya açmak, özellikle ülkemiz akademik ortamı için
oldukça önemlidir. Bu çalışmada, idealist estetiğe benzediği yönündeki iddiaların
açıklığa kavuşabilmesi adına da pragmatist estetik bir karşılaştırmayla ele alınmıştır.
Çalışmamız, ilk bakışta her ne kadar idealist ve pragmatist düşünürlerin
estetik anlayışlarının ortaya koyulması gibi görünse de aslında hermeneutik bir
yaklaşımı içermektedir. Zira her iki akımın estetiğe dair fikirleri öncelikli olarak
kendi kaynaklarından, sonra da haklarındaki diğer kaynaklardan yararlanılarak
betimlenmiş, ardından bu iki akımın hakikati anlama çabası olan felsefede hangi
noktada yer aldığı açıklanmış, son olarak da farklı ve benzer yönleri
karşılaştırılmıştır. Böylelikle, görünürde sadece iki akım karşılaştırması olan
çalışmanın asıl maksadı ortaya koyulmak istenmiştir.
Çalışmada, idealist estetik ile ilgili dilimizde ve yabancı kaynaklarda birçok
eser bulunduğu için hem orijinal eserlerden, hem çeviri eserlerden hem de Türkçe
yazılmış eserlerden yararlanılırken, pragmatist estetikte ele alınan üç düşünürün
orijinal eserlerinin yanı sıra özellikle son yıllarda A.B.D.‘de yayınlanan İngilizce
eserlerden yararlanılmıştır. Yaptığımız literatür çalışmasında idealist estetik ve
pragmatist estetik üzerine ayrı ayrı çalışmalar yapıldığı –ki pragmatist estetik üzerine
yapılan çalışmaların sınırlı sayıda olduğu– ama idealist estetik ile pragmatist estetik
anlayışın karşılaştırıldığı ulusal ve uluslararası düzeyde herhangi bir çalışmanın
bulunmadığı görülmüştür.
İdealist estetik anlayış ile pragmatist estetik anlayışı içeren bu çalışmada,
idealist estetik, kökleri bakımından Platon‘a dayandığı için Platon‘la başlatılmış,
14
zirve noktasına Hegel‘de ulaştığı için Hegel ile devam edilmiş, günümüz dünyasında
en çok Croce ile temsil edildiği için de Croce ile tamamlanmıştır. Kant, idealist
estetikte çok önemli bir noktada yer almakla birlikte çalışmalarının kapsamı ve
içeriği bakımından ayrıca ele alınması daha uygun olur düşüncesiyle bu bağlamda
başka bir çalışmaya bırakılmıştır. Aynı şekilde pragmatist estetik de, kökleri James
tarafından atıldığı için James ile başlatılmış, Dewey‘de sistemli bir teori biçimini
kazandığı için Dewey ile devam edilmiş ve günümüzdeki en önemli temsilcisi olması
bakımından da Shusterman ile tamamlanmıştır.
Hermeneutik bir yaklaşım içeren çalışmamız söz konusu iki estetik görüşü
güzelde hakikatin örtüsünü kaldırma çabası olan estetikteki hakikat arayışının farklı
görünümleri olarak ortaya koyarken, ister bilimle ister ahlâkla isterse de sanatla ilgili
olsun ulusal veya uluslararası düzeydeki her felsefî çalışmanın eninde sonunda
hakikat probleminde buluştuğunu ve hepsinin de aslında hakikatin farklı görünümleri
olduğunu, bu nedenle hiçbirinin bir diğerinden daha değersiz olmadığını, aksine bu
anlamda hepsinin değerli olduğunu ve bu hususun anlaşılabilmesi için de birbirinden
farklı teorilerin hakikatle bağlantısının kurularak ele alınması gerektiğini göstermek
istemiştir. Türk düşünce ve kültür dünyasının da böyle bir yaklaşımı kazanabilmesi,
hakikatin farklı görünümlerinin ifadesi olan felsefî çalışmaları tanımasına bağlı
olduğundan bu çerçevede yürütülen çalışmamamızın kültürümüze de katkı
sağlayacağı düşüncesindeyiz.
15
I. BÖLÜM
İDEALİST ESTETİK ANLAYIŞI
“İnsanın salt güzellikle karşı karşıya geldiği an yok mu sevgili Sokrates,
işte yalnız o an için insan hayatı yaşanmaya değer!”
dedi Mantineia‘lı yabancı kadın (Platon, 2003: 108).
16
İdealist estetik anlayışı bir sanat teorisi olarak her ne kadar 19. yüzyılda
ortaya çıkmışsa da, kökleri bakımından antik çağa kadar uzanmaktadır. Antik
Yunan‘da bu konudaki ilk felsefî temellere ise, felsefenin neredeyse her konusuna
zamanında değinmiş olan Platon‘da rastlanmaktadır. Hatta idealist estetik teorisinin
temel kavramı olan ‗idea‘ kavramını felsefe dünyasına kazandıran da Platon‘dan
başkası değildir. İdea, Platon düşüncesinde öyle merkezi bir yerde bulunmaktadır ki,
onun bilgi-varlık-ahlâk-sanat gibi görüşlerinin ‗idea‘ kavramı etrafında şekillendiğini
söylemek yanlış olmaz. Bu nedenle Platon‘un sanat görüşü, bugün idealist estetik
olarak kabul edilen teorilerin ilk örneği kabul edilmektedir.
Platon‘da sanat, devlet-insan-eğitim merkezinde ve daha çok işlevsel yönüyle
ele alınmış ve ―idealar öğretisiyle‖ temellendirilmiştir.25
İdealar öğretisinin Platon‘un
bilgi görüşü ile bağlantısı hatırlandığında, burada ―mimetik bir etkinlik‖ olarak ele
alınan sanatın tamamen bir bilme etkinliği olarak düşünüldüğü anlaşılmaktadır. Bu
nedenle sanatın hakkında olduğu şey ya da sanat eserlerinde anlatılan şey Platon
estetiği açısından çok önemlidir. Aslında ilk defa Platon‘da rastlanan ―bu idealist-
içerikçi estetik görüşü‖, daha sonra tüm idealist estetik teorilerinde farklı şekillerde
görmek mümkündür.26
Zaten Platon‘un başlatmış olduğu bu idealist estetik çizgi,
kendisinden sonra da değişik biçimler alarak devam etmiş ve 19. yüzyılda Alman
İdealizmi ile doruğa ulaşmıştır.
Alman İdealizmi‘nin en büyük düşünürü Georg Wilhelm Friedrich Hegel,
felsefesini ―Geist‖ etrafında şekillendirmiştir. Akıl, ruh, tin, idea gibi anlamlara gelen
25 Erbay, Adviye, Sanat ve İşlevi Bakımından Platon, Marxizm, Frankfurt Okulu, Hacettepe
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, YL Tezi, 1993, s. 7.
26 Tunalı, İsmail, Grek Estetik’i, İstanbul, Remzi Kitabevi, 2007, s. 86.
17
‗Geist‘, tıpkı ‗idea‘ kavramının Platon‘un tüm düşüncesini belirleyen bir kavram
olması gibi, Hegel felsefesini belirleyen biricik kavramdır. Ona göre, felsefî
idealizm, sonlunun gerçek varlık olarak tanınmaması ile kendini karakterize
etmektedir. Bu nedenle felsefesi, tıpkı Platon‘unki gibi özünden idealizmdir.27
Öyle
ki Hegel felsefesi Geist ile başlamakta ve Geist ile bitmektedir. Ancak Hegel, kendisi
gibi idealist bir estetik anlayışa sahip olan Platon‘un aksine, sanatın ―mimesis‖
olduğu düşüncesini kabul etmemiştir. Ona göre, doğa güzelliğinden farklı tözsel
özelliğe sahip olan sanatsal güzelliğe taklit ile ulaşmak mümkün değildir. Tüm sanat
yapıtları İdea‘nın birer somutluk kazanması olup, ―güzel‖ de İdea‘nın duyusal
alandaki bir yansımasıdır.28
Hegel‘in ―idea‖ merkezli bu güzellik tanımı, aslında tüm
idealist estetik anlayışları için geçerli bir güzellik tanımıdır. Çünkü idealist estetik
anlayışı, kendisinden önce öyle olduğu gibi kendisinden sonra da, ‗idea‘ ya da ‗tin‘
kavramı merkezinde gelişen bir estetik öğretisidir.
Hegel‘den sonraki estetik felsefede 20. yüzyıl İtalyan düşünürü Benedetto
Croce‘nin öne çıktığı görülmektedir. Croce felsefesi de, aslında Hegel felsefesinin
kilit noktası olan ‗tin‘ kavramına dayanmaktadır. Ona göre, tıpkı Hegel‘de olduğu
gibi, tinden başka bir gerçeklik yoktur ve tin ile gerçeklik arasında herhangi bir fark
da bulunmamaktadır. Dolayısıyla onun sanat görüşü de idealist estetiğin temelini
oluşturan ‗tin‘ kavramı etrafında şekillenmiş ve bu temelde gelişmiştir. Başka bir
deyişle, Hegel‘in Estetik‘i, onun felsefesinden gelen Croce üzerinde derin etkiler
27 Hegel, Georg Wilhelm Friedrich, Bütün Yapıtları (Seçmeler) I, Çev. Hüseyin Demirhan, Ankara,
Onur Yayınları, 1976, 67.
28 Hegel, Georg Wilhelm Friedrich, Seçilmiş Parçalar, Çev. Nejat Bozkurt, İstanbul, Remzi Kitabevi,
1986, s. 155.
18
uyandırmış ve sanat görüşünde önemli izler bırakmıştır. Hatta bir yazara göre Croce,
―mutlak ülkücülüğü savunmuş olan bir Hegelcidir.29
Ancak Croce estetiği, Hegel‘in
―soğuk‖ ve ―anlaşılması güç‖ felsefî sisteminden farklı olarak, daha sıcak ve
anlaşılması daha kolay bir felsefedir. Ona göre, estetik, lüx bir etkinlik olmayıp,
kökü gündelik hayat sezgilerine kadar inen en temel etkinliktir.30
İşte biraz sanata
hayatın içinde insanî bir temel sağlaması nedeniyle olsa gerek, biraz da insanların
materyalist dünya görüşlerinin yaşamları üzerindeki olumsuz etkilerini görmeye
başlamaları nedeniyle olsa gerek ki, Croce‘nin öğretisi çok kısa bir zaman zarfında
farklı çevreler tarafından benimsenmiştir.31
Üstelik görüşleri öyle geniş bir çevreye
yayılmıştır ki, bugün estetik ile ilgili bir tartışmanın Croce‘yi anmadan yapıldığına
rastlamak neredeyse mümkün değildir. Dolayısıyla Croce‘nin idealist estetik
anlayışının ―modern‖ dünyadaki temsilcisi olduğunu söylemek pekâlâ mümkündür.
Croce de, tıpkı Hegel gibi, Platon‘un sanatın ―mimesis‖ olduğu düşüncesini
kabul etmemiştir. Hatta onun ―güzellik‖ anlayışı, sanatın mimesis olduğu yönündeki
görüşün karşısında yer almaktadır. Ancak, sanat görüşünün başından sonuna kadar
―tin‖ anlayışı ile belirlendiği de dikkatlerden kaçmamaktadır. Bununla birlikte,
estetiğinin merkezinde yalnızca ―tin‘ kavramı yer almamakta, sanatta sezgiye de
birinci sırada yer vermektedir. Her ne kadar Platon İon diyaloğunda ―şair hafif,
29 Sena, Cemil, Estetik/Sanat ve Güzelliğin Felsefesi, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1972, s. 66.
30 Tunalı, İsmail, B. Croce Estetik’ine Giriş, ikinci basım, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1983, s. 153.
31 Mario Vinciguerra daha 15 yaşındayken Croce‘nin Estetik adlı kitabının eline geçişini ‗‘onu
göğsüme yapıştırdım ve eve koştum, hiçbir şey düşünmeden başladım okumaya‖ şeklinde
anlatmaktadır. Gerçekten de başta İtalya olmak üzere bir kuşak için Croce‘nin yazdıkları dünya
görüşünü değiştirmek anlamına gelmiştir (Jacobitti, Edmund E., 1999, a.g.e., s. 181).
19
kanatlı, kutsal bir şeydir, ilhamı duymadan, kendinden ve aklından öteye geçmeden
yaratamaz şiirini‖ demişse,32
Hegel de sanatsal güzellik ―kendisini duyuya, duyguya,
sezgiye, hayalgücüne‖ sunar demişse de,33
sezginin sanat bakımından değerini, en
azından kendisine gelinceye değin, hiç kimse Croce kadar net bir şekilde ortaya
koymamıştır. Croce sanat görüşünü serimlerken sezgiye sırası gelince değinmemiş,
sanat görüşünü açık olarak sezgi temeli üzerine kurmuştur. Hatta onun için sezgi-
bilmesi bilgisel etkinlikler arasındaki en temel bilgi edimi olup, ‗sezgi‘ ve ‗sanat‘ da
birbiriyle özdeş kavramlardır.34
Görüldüğü üzere ideadan yola çıkan bu üç felsefe de, Hegel‘in yukarıda
belirtilen tanımına göre, özünden idealisttir. İdealist estetiğin serencamı
incelendiğinde ise, Platon‘dan günümüze gelinceye dek evrildiği, farklı yüzyıllarda
en çok Hegel ve Croce ile öne çıktığı ve düşünce dünyasında her zaman tazeliğini
koruduğu anlaşılmaktadır.35
Diğer yandan, idealist estetik, nihayetinde genel olarak
felsefî idealizmin içinde yer alan bir estetik anlayışı olduğundan, genel olarak
idealizmin sanatsal alandaki görünümüdür. Genel olarak idealizm ise, felsefe
32 Platon, Diyaloglar I, Çev. Teoman Aktürel-Tacettin Ünlü, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1993, s. 268.
33 Hegel, Georg Wilhelm Friedrich, Estetik Güzel Sanat Üzerine Dersler, Cilt I, Çev. Taylan Altuğ-
Hakkı Hünler, İstanbul Payel Yayıncılık, 1994, s. 5-6.
34 Croce, Benedetto, İfade Bilimi ve Genel Linguistik Olarak Estetik, Çev. İsmail Tunalı, İstanbul,
Remzi Kitabevi, 1983, s. 13.
35 Aslında Kant estetiği de idealist estetik kapsamında yer alan ve bu nedenle üzerinde durulması
gereken önemli bir estetik anlayışı olmasına rağmen, bölümler arasında bir dengesizlik oluşmaması ve
ayrıca üzerinde durulmasının daha verimli sonuçlar ortaya çıkaracağı düşüncesiyle Kant estetiğine bu
çalışmada yer verilmemiştir. Bununla birlikte, duyguyu temel aldığı için özneden hareket eden Kant
estetiğinin ―idealist estetik‖ kategorisi altında ele alınmasının da onun ontolojik görüşü çerçevesinde
mutlaka değerlendirilmesi gereken bir nokta olduğunu belirtmekte de yarar vardır.
20
tarihindeki en büyük iki felsefe akımından biri olup, günümüz dünyasında da etkisini
sürdürmeye devam etmektedir.
Sonuç olarak, Platon‘un başlatmış olduğu idealist estetik çizgi, antik
Yunan‘dan günümüze kadar değişik biçimler alarak gelmiş, günümüz estetik
teorilerine etkisi bakımından da halen varlığını sürdürmeye bir şekilde devam
etmektedir.
21
A) Platon’un Sanat Anlayışı
Güzel şeylere duyulan aşk, aslında, iyi şeylere yönelik
arzunun özel bir formundan başka bir şey değildir.
Platon
Felsefe tarihi içinde ―sanat‖ konusunu tartışmaya açan, ―güzel nedir?‖ diye
soran, güzel olarak kabul edilen şeylerin ortak niteliklerini, sanat eserlerinin insanlar
üzerindeki etkilerini, bu eserleri ortaya koyan sanatçıların estetik yaşantılarını ve
sanatsal sürecin yapısını bilgi nesnesi olarak ele alıp, bunları felsefî
temellendirmelerle açıklamaya çalışan ilk düşünür Platon‘dur. Platon‘un estetik
görüşünün, ―bütün sanat anlayışlarını, sanatın her dalındaki hemen bütün sanatçıları
dolaylı ya da dolaysız büyük ölçüde etkilediği ve bu etkisini hala da sürdüğü bilinen
bir gerçektir.‖36
Onun sanat üzerine söyledikleri, kuşkusuz idealist felsefe anlayışının
bir parçasıdır. Bu bakımdan ―sanat‖ hakkında öne sürdüğü düşünceler de, tüm fikir
tarihi boyunca etkisini göstermiş olan idealist estetik anlayışının başlangıcında yer
almaktadır.
İçinde yaşadığı dönemde Atina‘nın siyasal ve sosyal sorunları üzerine kafa
yoran ve bu sorunları tasarladığı ideal devlet düzeninde çözüme ulaştırmaya çalışan
Platon, sanat konusunu da tasarladığı devlet içindeki yeri bakımından, ―İdeal
Devletin içinde sanatın görevini, alacağı yerin ne olacağını, devletin sanat
karşısındaki tavrını araştırırken‖ ele alıp incelemektedir.37
İnsanların toplum halinde
nasıl mutlu olabilecekleri, en iyi şekilde nasıl yaşayabilecekleri konusu onun
düşüncesinde öyle merkezi bir yere sahiptir ki, biri olgunluk döneminin, diğeri
36 Doğan, Mehmet H., 100 Soruda Estetik, İstanbul, Gerçek Yayınevi, 1975, s. 65.
37 Tunalı, İsmail, Grek Estetik’i, İstanbul, Remzi Kitabevi, 2007, s. 69.
22
yaşlılık döneminin eseri olan Politea/Devlet ile Nomoi/Yasalar bunun en iyi
örnekleridir. Platon‘un felsefî görüşlerinin ana kaynağı başından sonuna kadar
―ahlâki ve siyasal güdüsü‖ olup, son nefesini de ―toplumun yeniden
biçimlendirilmesi için son şeması olan Yasalar üzerinde çalışırken‖ vermiştir.38
Bu
yapıtlarda, üzerine konuşulan sorunların esasını ideal devlet sorunu teşkil ettiğinden
sanatın da idealize edilmeye çalışıldığı dikkat çekmektedir. Başka bir deyişle, onun
aradığı ideal devletin ideal sanatıdır. Çünkü Platon, sanatın alımlayıcı üzerindeki
etkisinin farkındadır ve bu etkiden ideal devletinin ideal yurttaşlarının yetiştirilmesi
bakımından yararlanmak istemektedir. Ona göre, sanatın ―ritmik ve uyumlu
unsurları‖ insanı çocukluğundan alarak ―aklıbaşındalığın güzelliğiyle uyumuna‖
götürebilecek bir güce sahiptir ve bu uyumun ahengiyle yetişen biri, zamanı
geldiğinde ―akla kucak açacak‖ ve onu temel alacaktır.39
İnsanın henüz ham olduğu erginleşmemiş dönemlerinde, güzel, güzel
görüsüdür ya da diğer bir deyişle, göze güzel görünendir. Oysa Şölen diyaloğunda
belirttiği üzere ―güzel bir bedene duyulan haz, eros‘un en alt düzeydeki
tezahürüdür.‖40
Çünkü güzellik hakikî mânâda tensel değil, tinsel bir şeydir. Ama
insan tinsel güzellikten önce göze güzel görünen tekil şeylerin güzelliği ile
tanışmakta ve bu güzel görüden kurtulması da birdenbire olmamaktadır. Phaidros
diyaloğunda dediği gibi, ―insan bu dünyada güzellik adı verilen şeyi temaşa ettiğinde
38 Conford, Francis. Macdonald, Soktares’ten Önce ve Sonra, Çev. Ufuk Can Akın, Ankara, Ayraç
Yayınevi, 2003, 85.
39 Dewey, John, ―Felsefeye Meydan Okuma‖, Sanatın Felsefesi Felsefenin Sanatı, Mehmet
Yılmaz(ed.), Çev. Nazım Özüaydın, 2. Baskı, Ankara, Ütopya Yayınları, 2009, s. 71.
40 Platon, Şölen, Çev. Cüneyt Çetinkaya, İstanbul, Bordo Siyah Yayınları, 2003, s. 81.
23
ondan hemen mutlak güzelliğe yükselemez.‖41
Güzelin görüsü, ―ideaların bilgisine
giden yolda sadece bir hazırlıktır‖ ve Platon için asıl yol ―diyalektik düşünce‖ dediği
yöntemdir.42
―İlkin bir tek insanı sever ve ona söyleyecek güzel sözler bulur, sonra anlar ki bu
bedende gördüğü güzellik, başka bedenlerdekinin kardeşidir…Bundan sonra
yapacağı şey, ruh güzelliğini beden güzelliğinden üstün görmektir…davranış ve
huylardaki güzelliği görerek, hepsinin birbirinin kardeşi olduğunu anlayarak,
beden güzelliğine önem vermemeyi öğrenecektir…Gözleri böylece daha geniş
bir güzele erdiği zaman…bütün güzel şeyleri birbiri ardı sıra ve doğru olarak
gördükten sonra…birdenbire eşsiz bir güzellikle, güzelliğin özü ile karşı karşıya
gelir…Bu güzellik artık hep vardır; doğumsuz, ölümsüz, artmaz, eksilmez bir
güzelliktir…kiminin gözünde güzel, kiminin gözünde çirkin bir güzellik
değildir…kendi başına, kendi ile bir bütün olarak var olacak bir güzelliktir.
Bütün güzellikler ondan pay alır.‖43
Platon, Nomoi/Yasalar diyaloğunda sanattan beklediği şeyin ―gençleri erdem
yolunda büyülemeleri‖ olduğunu açıkça ifade etmiştir.44
Tasarladığı devlet ile ilgili
olarak da Politea/Devlet adlı eserinde, ―çocukların ilk duydukları sözlerin, iyilik
yolunu gösterecek güzel masallar olmasına çok önem vermeliyiz‖ demektedir.
Demek ki Platon sanat yapıtlarından insanlara ―iyilik yolunu göstermesini‖
beklemektedir. Bu fikir, onun bilgi, varlık ve ahlâk görüşü ile birlikte
41 Platon, Phaidros, Çev. Hamdi Akverdi, İstanbul, Mili Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1997, s. 61.
42 Platon, 2003, a.g.e., s. 19.
43 Platon, a.g.e., s. 106-107.
44 Platon, Yasalar, Çev. Candan Şentuna-Saffet Babür, İstanbul, Ara Yayıncılık, 1988, s. 88.
24
değerlendirildiğinde, ―iyilik yolunu göstermenin‖, ancak ―ideaların gösterilmesi‖ ile
mümkün olduğu anlaşılacaktır. Çünkü burada ―iyilik yolu‖ diye sözü edilen aslında
erdemlerin yoludur ve –dürüstlük, cesaret, aklıbaşındalık vb– erdemler de birer
ideadır. Dolayısıyla insanların, ―kinin, nefretin‖ kötü olduğuna inanması isteniyorsa,
onlara ―daha küçükken bambaşka şeyler‖ anlatılması gerekmektedir.45
―Bu dünyanın güzelliklerinden başlayacaksın, hiç durmadan, basamak basamak
yüce güzelliğe yüceleceksin; bir güzel bedenden ikisine, ikisinden, bütün güzel
bedenlere, sonra güzel bedenlerden güzel işlere, güzel işlerden güzel bilgilere,
güzel bilgilerden de, sonunda bir tek bilgiye varacaksın; bu bilgi de, o tek başına
var olan salt güzelliğe varmaktan, gerçek güzelliğin özünü tanımaktan başka bir
şey değildir.‖46
Burada duyulardan başlayıp, ―akılcı özlere‖ doğru giden ―ardışık
basamaklardan oluşan‖ bir merdiven söz konusudur. En alt basamakta ―duyusal
nesnelerin güzelliği‖ bulunmakta, ardından ―akılsal güzellik‖ basamağı gelmekte,
oradan ―yasalar ve kurumların güzelliğine‖, oradan da ―bilimlerin güzelliğine‖
çıkılmakta, en sonunda da mutlak güzelliğin ―içedoğuşsal bilgisine‖ ulaşılmaktadır.47
Görüleceği üzere Platon düşüncesinde dört çeşit ―güzellik‖ söz konudur. Bunların
ilki, duyulur formların sevgisiyle elde edilen ―bedensel güzellik‖; ikincisi ruhların
sevgisiyle ulaşılabilen ―moral güzellik‖; üçüncüsü bilimin elde edilme aşkı ile ilgili
45 Platon, Devlet, Çev. Sabahattin Eyuboğlu-M.Ali Cimcoz, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1992, s. 69-70.
46 Platon, 2003, a.g.e., s. 107-108.
47 Dewey, John, Art as Experience, New York, Capricorn Books, 1958a, s. 291.
25
olan ―intellektüel güzellik‖; dördüncüsü ise ideaya ulaşarak elde edilen ―saltık
güzellik‖tir.48
Bu son anlamıyla güzellik, ―iyi ideası‖ ile aynı anlama gelmektedir.49
Platon‘un duyulardan idealara yükselen merdiveninin en yüksek basamağında
―iyi ideası‖ bulunmaktadır. İyi ideası, ―her şey için en iyi olanın ideası, bütün varlık
ve oluşun en yüksek ilkesi, bu niteliği ile her şeyin üstünde‖ olan ideadır.50
Her şeyin
iyiliği ve güzelliği de iyi ideası dolayısıyladır. Bu nedenle, sanat yapıtlarında birer
idea olan dürüstlük, cesaret, aklıbaşındalık gibi erdemlerin gösterilmesi de, aslında
―iyi‖nin gösterilmesinden başka bir şey değildir.
—―İyi bir şey zararlı olabilir mi?
—Olamaz
—Zararlı olmayınca da zarar vermez.
— Zarar vermeyen bir şey kötülük etmez.
—Etmez tabi.
—Kötülük etmeyen, kötülüğe sebep de olmaz değil mi?
—Olmaz.
—İyi şey faydalı mıdır?
—Faydalıdır.
—Öyleyse mutluluk gelir ondan.
—Evet‖51
48 Turnagöl, A. N. Nihan, Platon’un Sanat Görüşü Üzerine Bir İnceleme, Hacettepe Üniversitesi,
Sosyal Bilimler Enstitüsü, YL Tezi, 1998, s. 28.
49 Platon için ―güzel‖ ile ―iyi‖nin aynı şey olması ―Güzel, Hakikî ve İyi üçlüsü içerisindeki‖ aşama
sırası anlamındadır. Burada ―Güzel, İyi‘ye giriş yeridir‖; çünkü ―yüce ve tanrısal ilke olan İyi‘ye
estetik düşünceyle varılabilir.‖(Doğan, Mehmet H.,Estetik, İzmir, Dokuz Eylül Yayınları,1998, s. 74).
50 Gökberk, Macit, Felsefe Tarihi, 6. Basım, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1994, s. 68.
51 Platon, Devlet, Çev. Sabahattin Eyuboğlu-M. Ali Cimcoz, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1992, s. 70.
26
İyi olan şeyin aynı zamanda faydalı olacağına inandığı anlaşılan Platon‘un bu
sözlerinden, ―iyilik yolunu gösteren‖ sanat eserlerinin sonucu da ―iyi‖ olacağına
göre, sanatın faydalı olabileceğini düşündüğü sonucunu çıkarmak mümkündür. Zira
Der gröBere Hippias/Büyük Hippias adlı diyaloğunda ‗güzel‘ kavramını ―kullanışlı‖
ve ―yararlı olma‖ ile tanımlaması da bunu göstermektedir.52
Ancak Philebos
diyaloğunda ise güzelliğe ölçü ve oranla ulaşılabileceğini söylediği görülmektedir.53
Yine de Platon‘un daha çok ideal olarak tasarladığı ―politea‖ ya da ―devlet‖ ile
ilgisinde ortaya koyduğu sanat görüşü, ideal olarak tasarladığı devlet düşüncesinin de
bağlı olduğu ve felsefî düşüncelerinin asıl temelini oluşturan ―idealar öğretisi‖ ile
ilişkilidir. Bu çerçevede Platon idealar öğretisini, bilgi ve varlık görüşüyle aynı
düzlemde açıklamakta, ahlâk ve sanat görüşünü de bu öğreti üzerine kurmaktadır.
Dolayısıyla, Platon‘un ―sanat‖ ve ―estetik‖ hakkındaki görüşlerini onun ―idealar
öğretisi‖ ile birlikte ele alıp değerlendirmek gerekmektedir. Aksi takdirde onun bilgi,
varlık ve ahlâk görüşü ile ilgili düşüncelerini dikkate almadan sanat görüşünü
anlamak mümkün değildir.54
Platon‘a göre, özce ve nitelikçe birbirinden farklı iki varlık-alanı
bulunmaktadır. Bunlar, ―görülenler alanı‖ ile ―düşünülenler alanı‖dır. Görülenler
alanı, belli bir zamanda ve belli bir mekânda yer alan tek tek nesnelerden,
düşünülenler alanı ise zihinsel olarak kavranabilen idealardan oluşmaktadır.
Görülenler alanında yer alan tek tek nesneler, belli bir zamanda ve belli bir mekânda
52 Platon, Platons Dialoge, Hippias I und II, Ion, Übersetz und Erlautert von Otto Apelt, Zweite
Auflage, Felix Meiner in Leipzig, 1921, s. 53 vd.
53 Platon, Philebos, Çev. Sabri Esat Siyavuşgil, Ankara, Cumhuriyet Yayınları, 1998, s. 121.
54 Doğan, Can, Platon ve Georg Lukacs’da Sanatın Neliği, Hacettepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Hacettepe Üniversitesi, 2004, s. 9-10.
27
yer aldıkları için, zamanla değişmekte veya yok olmakta; düşünülenler alanında yer
alan idealar ise, belli bir zamanda ve belli bir mekânda yer almadıkları için, zamanla
ne değişmekte ne de yok olmaktadırlar. Bu nedenle asıl gerçek varlık da hep
oldukları gibi olan ―idealar‖dır; oluş ve değişim içindeki tek tek nesneler ise, bu asıl
varlık olan ideaların birer kopyası gibidir. Parmenides adlı diyaloğunda söylediği
gibi, idealar ―kendi başlarına ilkörnekler (paradeigmata) olarak bulunurlar, öteki
nesneler bunlar gibi görünürler ve bunlara benzerler; öteki nesnelerin idealardan pay
almaları da bunlara benzemekten başka bir şey değildir.‖55
Peki, sanatsal varlık alanının nesneleri görülenler alanında yer alan tek tek
şeyler midir, yoksa düşünülenler alanında yer alan idealar mıdır? Diğer bir deyişle,
sanat birbirinden farklı bu iki varlık alanından hangisi hakkındadır? Mimesis
kuramını estetiğe kazandıran Platon‘a göre, sanat ―mimesis‖e, yani ―taklit‖e
dayanır.56
Bu taklit, görülenler alanındaki tek tek şeylerin taklididir; diğer bir deyişle,
―taklidin objesi doğrudan doğruya bizi her yanımızdan saran nesneler, görünüşler
dünyasıdır.‖57
Öyleyse sanat, düşünülenler alanında yer alan idealar hakkında değil,
görülenler alanında yer alan tekler hakkındadır. Öyleyse sanatı ve sanat eserlerini
oluşturan ―mimesis‖ etkinliği, belli bir zamanda ve belli bir mekânda yer alan, zaman
içinde değişen ya da yok olan nesnelere ilişkindir. Bu nesnelerin asıl gerçek varlık
olan ideaların birer yansıması ya da kopyası olduğu düşünülürse de, sanat eserleri,
kendileri zaten birer kopya olan nesnelerin bir kopyası olarak ―taklidin taklidi‖
55 Platon, Parmenides, Çev. Saffet Babür, İstanbul, Ara Yayıncılık, 1989, s. 15.
56 Arat, Necla, Etik ve Estetik Değerler, İstanbul, Say Yayınları, 1987, s. 40.
57 Tunalı, İsmail, 2007, a.g.e., s. 81.
28
olmaktadır. Bu durumda denebilir ki, Platon‘un estetik anlayışı içinde sanat,
doğadaki tek tek nesnelerin ikinci dereceden bir taklidi olarak konumlanmaktadır.
Sanatın ikinci dereceden bir taklit olduğu düşüncesi Politea/Devlet adlı
eserindeki ünlü ―sedir‖ örneği ile açıkça ifade edilmektedir. Bu örneğe göre, bir
ressam daha önce marangoz tarafından yapılmış bir sediri gördüğü için ―sedir‖
resmini yapabilmektedir. Bu da ressamın yaptığının bir taklitten başka bir şey
olmadığı anlamına gelmektedir. Ancak burada taklit eden sadece ressam değildir;
aslında marangozun yaptığı da bir taklittir. Çünkü marangoz da, zihnindeki ―sedir
ideası‖ sayesinde o sediri yapabilmiştir. Öyle ki, ―sedir ideası‖ olmasa marangozun
ressam tarafından taklit edilen sediri yapması da mümkün olmayacaktır. Demek ki
sanatçıların meydana getirdiği eserler ―gerçekten üç derece uzak…birer gölgedir olsa
olsa, gerçek varlıklar değil.‖58
—―Üç türlü sedir olmadı mı şimdi? Biri asıl sedir ki onu yalnız Tanrı yapabilir
diyebiliriz, kim yapabilir onu Tanrı‘dan başka?
—Yalnız o yapabilir bence de.
—Sonra dülgerin yaptığı sedir.
—Evet.
—Üçüncüsü de ressamınki olsun.
—Olsun.
—Demek ki üç türlü sedirin üç de ustası var: Ressam, dülger, Tanrı.‖59
58 Platon, 1992, a.g.e., s. 285.
59 Platon, a.g.e., s. 283.
29
Görüldüğü gibi Platon, sanatın temelde bir ―mimesis‖ olduğunu, sanatın
görülenler alanında yer alan teklerin bir taklidi olduğunu, üstelik bu taklidin birinci
dereceden değil de ikinci dereceden bir taklit olduğunu düşünmekte ve içeriği
bakımından sosyal bir etkisi olduğuna inandığı sanatın insanları ―kötü‖ye değil de
―iyi‖ye yöneltecek içerikleri taklit etmesi gerektiğini savunmaktadır. Böylece, ileriki
yüzyıllarda daha belirginleşecek olan biçim-içerik ayrımı ve içeriğe vurgu yapılması
fikri Platon ile birlikte başlamış olur.60
Şimdiye kadar anlatılanlar, aslında, Platon‘un sanat anlayışı hakkında yaygın
olarak bilinenlerin bir özeti gibidir. Ancak madalyonun bir de öteki yüzü olduğu
unutulmamalıdır. Daha açık bir deyişle, sanata ve sanatçılara karşı olmasıyla tanınan
ve ideal devletinde sanatçılara yer vermemesiyle bilinen Platon‘un yukarıda
açıklanan düşüncelerine ―bütüncül‖ bir bakış açısıyla bakarak hakkını vermek
gerekmektedir. Çünkü Platon‘un genellikle üç ayrı dönemde ele alınan eserleri bir
bütün olarak değerlendirildiğinde ortaya yaygın olarak bilinenden çok daha farklı bir
sonuç çıkmaktadır. Öyle ki, bazı eserlerinde sadece duyusal nesnelerin bir taklidi
olarak görülen ve bu haliyle küçümsenen sanat eserlerinin, başka bazı eserlerinde
idealar ile bağlantılı olarak ele alındığı ve bu haliyle hiç de küçümsenmediği
görülmektedir. Bu nedenle öncelikle bu noktaya bir açıklık getirerek konuya devam
etmekte yarar görüyorum.
Platon, her ne kadar ―sanatçıları kesin olarak mahkûm edişiyle ve onları
Site‘den kovuşuyla‖ tanınıyor olsa da, aslında ―çok daha ince ve komplike‖
düşünmektedir. Ancak tam anlamıyla bir estetik düşüncesi kaleme almış olmadığı
60 Adams, Hazard(ed.)., Critical Theory Since Plato, Irvine, University of California, 1971, s. 11.
30
için söyledikleri pek de doğru anlaşılmış değildir.61
O, sanat hakkındaki
düşüncelerini, diyaloglar biçiminde yazdığı eserlerinde genellikle dağınık olmak
üzere, çok az derli toplu bir şekilde ifade etmiştir. Bu diyalogların yazılması ise
oldukça uzun bir zamana yayılmıştır. Bu nedenle Platon‘un yapıtları, ―gençlik
diyalogları, geçit diyalogları, olgunluk diyalogları, yaşlılık diyalogları‖ şeklinde
dönemlere ayrılarak ele alınmaktadır.62
Estetik bakımından da, güzeli bir kavram
olarak ele aldığı ―Sokratik dönem‖, güzeli bir idea olarak ele aldığı ―olgunluk
dönemi‖ ve güzeli geometrik olarak temellendirdiği ―yaşlılık dönemi‖ olmak üzere
üç dönem çerçevesinde incelenmektedir.63
Platon‘un sanat ile ilgili görüşlerini içeren eserlerini üç dönemde ele alan bu
sınıflandırmanın yapılması, aslında söylediklerinin doğru anlaşılması için bir
zorunluluk olarak ortaya çıkmıştır. Çünkü zaman içinde farklılık gösteren
düşünceleri, kendi tarihsel yolculuğu dikkate alınmadığında, çelişkili
görülebilmektedir. Bu nedenle, aslında her zaman, özellikle de sanat anlayışı ile ilgili
olarak Platon‘un sözleri ―bütün‖ olarak değerlendirilmelidir. Şu halde Platon sanata
karşı mıdır değil midir, ona göre sanat taklit midir değil midir, taklitse neyin
taklididir gibi konuların yeniden ele alınarak açıklığa kavuşturulması gerekmektedir.
Platon Sofist diyaloğunda ―öykünmenin‖64
bir çeşit meydana getirme
olduğunu, ―meydana getirme‖ sanatının da Tanrısal ve insansal olmak üzere ikiye
ayrıldığını, tüm doğa nesnelerinin, yani biz insanlar ile geri kalan tüm varlıkların
61 Farago, France, Sanat, Çev. Özcan Doğan, Ankara, Doğu Batı Yayınları, 2003, s. 32-33.
62 Gökberk, Macit, 1994, a.g.e., s. 59.
63 Tunalı, İsmail, Estetik, İstanbul, Cem Yayınları, 1979, s. 133.
64 ‗Mimesis‘ kavramı aynı anlama gelmek üzere bazen taklit, bazen de öykünme olarak dilimize
çevrilmiştir.
31
Tanrı‘nın oluşturduğu şeyler olduğunu, insanların bunlardan oluşturduğu şeylerin ise
insansal sanatla meydana getirildiğini; ayrıca, insansal meydana getirmenin de sanıya
ve bilgiye dayanmasına göre farklılık gösterdiğini, çünkü doğru sanı olabileceği gibi
yanlış sanının da olabileceğini ve yanlış sanının olmasının ―bir aldatma sanatını
olanaklı kıldığını‖, bu nedenle sanıya dayanan öykünmenin ―görüntü-öykünmesi‖ ve
bilgiye dayanan öykünmenin de ―bilimsel öykünme‖ olarak ikiye ayrılabileceğini,
ama görüntü-öykünmecisinin çok önemli bir kusurunun bulunduğunu, çünkü
―yalnızca sandığı şeyi, gerçekten bildiği inancı‖ taşıdığını, bu nedenle birinin ―dürüst
bir öykünmeci‖, diğerinin ise ―ikiyüzlü bir öykünmeci‖ olduğunu öne sürmektedir.65
Platon‘a göre insansal sanattaki öykünme, ―modelin boyutlarını ve renklerini
olduğu gibi yeniden üreten taklitler‖ olduğundan dolayı ―kopyalama sanatı‖ ve
―simülakrlar üretme sanatı‖ olarak ikiye ayrılmaktadır. Platon, ―kopya olmayan fakat
kopyalama işi nesnenin büyüklüğü nedeniyle imkânsız olduğunda nesneyi
yanılsamalı olarak vermeye yönelik olan simülakrları‖ da bu ikinci kategoride ele
almaktadır. Ona göre sanatta, göz aldatmasından başka bir şey olmayan ―simülakr‖66
meydana getirilmemelidir. Çünkü göz aldatma, aslında ―kopyayı orijinalmiş gibi
sunma isteğinden‖ kaynaklanmaktadır. Söz gelimi, sedir örneğindeki ressam ―bir
simülakr üreticisinden başka bir şey‖ değildir. Ancak, buradan yola çıkarak
Platon‘un sanatçıların bir simülakr üreticisinden başka bir şey olmadıklarını
düşündüğü yargısına ulaşmak doğru değildir. Çoğunluğun yaptığı gibi, onu bu
görünüme sıkıştırmak ―sahte ve basite indirgeyici‖ bir yaklaşım olmaktan öteye
65 Platon, Diyaloglar II, Çev. Tanju Gökçöl-Ömer Naci Soykan vd., İstanbul, Remzi Kitabevi, 1986,
s. 349-354.
66 Simulakr: Bir nesne veya olayın gerçekte ―varmış gibi‖ gösterilmesidir.
32
gidemez. Platon, burada, taklit ile illüzyon arasındaki farka dikkat çekmek
istemektedir. Çünkü illüzyondaki yanılsama gerçeğin aynen kopya edilmesi ile
sağlanmaktadır ama sanattaki kopya ―modele indirgenemez‖ olmalıdır. Eğer sanat
eserleri ile bir imge elde edilmek isteniyorsa, ―imgesi yaratılan objenin karakteri‖
bütün ayrıntılarıyla verilmemelidir. Aksi halde sanatın alımlayıcısında ―imge‖
oluşturması mümkün değildir. Bunun için, sanattaki taklidin, illüzyondan farklı
olarak, ―gerçeğe bakılarak değil, belli bir ideal için yapılması‖ gerekmektedir. Ona
göre, sanat, ―imgenin içerisinde onu bir kopya değil de bir imge yapan farklılığın
fark edilememesine ve sonuç olarak imgenin, sadece imgesi olduğu nesne
sanılmasına dayanan bir illüzyon olan rüyadaki halüsinasyon gibi‖ olmamalıdır.
Dolayısıyla Platon‘un esas olarak karşı çıktığı ve eleştirdiği şey de kendi başına taklit
değil, illüzyon ile simülakr oluşturan sanatçılardır. Diğer bir deyişle onun asıl öfke
duyduğu şey, ―Yunan sanatının, sofistlerin düşüncesiyle birleşen insan-merkezci bir
akım olan illüzyonizme‖ doğru kaymaya başlamış olmasıdır. Çünkü o dönemdeki
Yunan sanatında ―dekor resimlerinin etkisiyle, sadece göz aldatmacısını hedefleyen
bir tür illüzyonist empresyonizm‖ gelişmiştir.67
Platon‘a göre, sofistlerin asıl istediği halkın hoşuna gitmektir. Bunun için de
ideaları, onların aslını bozup tahrip ederek, halkın hoşuna gidecek şekilde tasvir
etmektedirler. Söz gelimi, adalet ideasını, ―tahrif edilmiş bir adalet modelini‖ taklit
ederek sunmaktadırlar. Bunun sonucunda da ―aldatıcı ve çekici‖ bir sanat doğmuştur.
Öyle ki insanlar sanattan sadece basit duyusal zevklerinin tatminini bekler hale
gelmiştir. Oysa Platon için, sanat eserlerini, insana verdiği basit duyusal zevke göre
yargılamak doğru bir şey değildir. Ona göre, insan açısından iki türlü zevk söz
67 Farago, France, 2003, a.g.e., s. 35-41.
33
konusudur. Bunlardan biri, ―ruhun, duyumsanabilirin aynasında kaybolduğu
zevkler‖, diğeri de ―duyumsanabilirin, imgenin yansıtılması, aydınlık içinde ışıması
işlevini yerine getirdiği saf zevkler‖dir. Platon‘a göre, sanat, elbette ki ―saf zevk‖ ile
ilgilidir. Ama sofistler insanları ―ruhun duyumsanabilirin aynasında kaybolduğu
zevklere‖ yöneltmektedir. İşte Platon, sofist yaklaşımın doğurduğu, ―insanları daha
iyi kılmayı değil de, özellikle kalabalığın hoşuna gitmeyi amaçlayan‖ ve
―ahlâkdışılığı‖ taklit eden, ―ruhun etkilenmesi en kolay irrasyonel kısımları üzerinde
yarattığı etki‖ ile ayakta duran sanat anlayışına karşı çıkmaktadır.68
Yasalar adlı
eserindeki şu yakınmaları da bu anlamda hatırlamaya değerdir:
―Eskiden müzik kendine özgü tür ve figürlerine göre ayrılmıştı…zaman
geçtikçe, yaratılıştan yetenekli ama müziğin doğru kuralını bilmeyen, sanattan
uzak ve kural tanımayan ozanlar çıktı, çılgın gibi gereğinden fazla zevk düşkünü
olduklarından…müzikte doğruluğun söz konusu olmadığını, en doğru kuralın,
ister iyi ister kötü olsun, hoşlanan birinin aldığı zevke göre karar vermek
olduğunu ileri sürdüler…Böylece seyirci sanatta güzel olanla olmayanı anlarmış
gibi, tiyatrolar sessizlik içindeyken gürültüye boğuldu ve bu sanattaki yönetimde
aristokrasi yerini seyirci egemenliğine bıraktı.‖69
Platon, başta Homeros olmak üzere, gerçeğin kendisine ulaşamadıklarından
en yüksek değerleri anlatırken gerçeğin kendisini değil de sadece birer benzerini
anlatan o dönemin birçok şairini de eleştirmiştir.70
Çünkü onların da ―tanrılarla ve
kahramanlarla ilgili olarak çizdikleri portrelerin gerçekleriyle hiçbir benzerlik
68 Farago, France, a.g.e., s. 47-48.
69 Platon, 1988, a.g.e., s. 139-140.
70 Platon, 1992, a.g.e., s. 287.
34
taşımadığını‖ ve bu tür şeylerin yalnızca inançsızlığı beslediğini düşünmektedir. Bu
nedenle de, gençlere ―tanrılara inanılmamasını telkin eden ve böylelikle sanatsal
üretimi doğanın üretiminin çok altına düşüren inançsızlıklara‖ karşı çıkmaktadır.
Ona göre ―bir ressamın temsil ettiğini iddia ettiği nesnelerle hiçbir benzerliği
olmayan resimler yapması gibi, yanlış bir biçimde temsil edilmesine bağlı yalanlar‖
da inançsızlığı besleyebileceği için böylesi eserler yapılmamalıdır. Farago‘nun
deyişiyle, ―Tanrı‘nın konu edildiği şiir ister epik, ister lirik, ister trajik olsun,
Tanrı‘yı her zaman olduğu gibi‖ sunmak gerekmektedir.71
Çünkü ―taklidin
doğruluğu, taklit edilen şeyin niceliği ve niteliği ne idiyse, onu gerçekleştirmesinde‖
yatmaktadır.72
Neticede, taklit edilen şeyi oluşturulan illüzyon ile gerçek göstermek
de, ideaları olduğundan farklı ya da yanlış göstermek de hakikî değil, sahte taklidin
işidir. Oysa Platon‘a göre sanat, Bozkurt‘un da belirttiği gibi, ―hakikî taklit olmalı,
ama sahte taklit olmamalıdır.‖73
Bu durumda denebilir ki, Platon için mimesis ya da taklit sanatsal üretimin
―evrensel yasasıdır‖ ama ona göre taklit, sanatsal alanda bir aynanın yaptığından çok
daha fazlasını içermelidir; sanat, bir simülakr meydana getiren bir kişinin yaptığı
gibi, doğanın görünümünü yansıtmaktan başka bir şey yapmayan bir ayna
olmamalıdır.
—―Senin bile bütün bunları bir türlü yaratabileceğinin farkında değil misin?
—Ne türlü?
71 Farago, France, 2003, a.g.e., s. 45.
72 Platon, 1988, a.g.e., s. 84.
73 Bozkurt, Nejat, Sanat ve Estetik Kuramları, İstanbul, Ara Yayıncılık, 1992, s. 75.
35
—Hiç de zor değil, birkaç türlü olabilir bu iş; hem çabuk, çarçabuk. İstersen bir
ayna al eline, dört bir yana tut. Bir anda yaptın gitti güneşli, yıldızları, dünyayı,
kendini, evin bütün eşyasını, bitkileri, bütün canlı varlıkları.
—Evet, görünürde varlıklar yaratmış olurum, ama hiçbir gerçekliği olmaz
bunların.‖74
Platon, dans konusuna değindiği Yasalar‘ın VII. kitabında da, danstaki
hareketlerin rahatlama sağlayan yararlı bir egzersiz olmaktan çıkıp şiirdeki sözleri
hareketlerle taklit etmeye başladığı andan itibaren sanata dönüştüğünü
belirtmektedir.75
Öyleyse, daha önce de belirtildiği gibi, ―gençleri erdem yolunda
büyülemesi‖ beklenen taklide dayanan sanat76
, görülenleri taklit etmekten çok daha
başka bir şeydir.77
Çünkü bu taklit, ―güzellik değerlerini ahlâki değerlere, estetiği
etiğe bağlayan ve bilindiği gibi, ahlâkdışılığın taklitçisi olan şairlere, sanatçı ve
zanaatçılara karşı çıkan‖ bir taklittir. Bu bakımdan, Platon‘un aslında ―verimli bir
taklidin koşullarını felsefî olarak belirlemeye‖ çalıştığını söylemek de mümkündür.
Bu nedenle, Platon‘a göre sanatsal verimliliğin ilk koşulu ―taklide girişen sanatçının
özgün bir modeli‖ ciddiyetle takip etmesidir.78
Ancak bu taklit, iyi olabileceği gibi
kötü de olabilir. Çünkü ―doğası gereği‖ nesnesine yabancıdır. Dolayısıyla taklidin
ahlâki açıdan iki yönü söz konusudur. Fakat sanatsal olan, elbette ki ―ahlâk bozucu‖
olmayan taklittir; iyi taklittir. Görüldüğü gibi Platon‘un sanata yaklaşımı aslında
74 Platon, 1992, a.g.e., s. 282.
75 Platon, Plato’s Laws, VII. Kitap, Yunancadan çeviren Seth Benardete, The United States of
America, Chicago and London, University of Chicago press, 2000, s. 190-230.
76 Platon, 1988, a.g.e., s. 88.
77 Yetkin, Suut Kemal, Estetik Doktrinler, Ankara, Palme Yayınevi, 2007, s. viii.
78 Farago, France, 2003, a.g.e., s. 40-43.
36
ahlâk anlayışıyla paralel gitmektedir. Bu nedenle, onun sanat anlayışı nasıl idealar
öğretisinden ya da ontoloji görüşünden bağımsız ele alınamıyor ise ahlâk
anlayışından ayrı ele alınması da mümkün değildir. Bu durum, ―güzel kavramını, iyi
kavramından ayrılmaz bir şey olarak‖ düşünmesinde de kendisini açık bir şekilde
göstermektedir. Platon Timaios adlı diyaloğunda bu görüşünü ―iyi olan her şey
güzeldir‖ şeklinde ifade etmiştir.79
Devlet’in V. kitabında ise ―faydalı olan güzel,
zararlı olan çirkindir‖ demektedir.80
Demek ki, Platon için ‗güzel‘ ve ‗iyi‘ aslında iki
aynı kavramdır, iki aynı değerdir.81
Yasalar‘da söylediği gibi, ―ister doğrudan
doğruya, ister bir imgeyle canlandırılmış olsun, ruh ve beden erdemine ilişkin figür
ve ezgilerin hepsi güzeldir, kötülüğe ilişkin olanlar ise bunun tersidir.‖82
Devlet
diyaloğunda ―güzelle çirkin, birbirinin tersi olduklarına göre, iki ayrı şeydir bunlar‖
diyen Platon‘un,83
Sofist diyaloğunda da güzel-olmayanı ―var olan‘a karşı var olan‘ın
bir tür karşı konumu‖ olarak tanımladığı görülmektedir.84
Peki Platon‘a göre sanat neyi taklit etmelidir? Şimdiye kadar yapılan tüm
açıklamalar ışığında denebilir ki, sanat, duyulabilir olanın ötesine geçerek ―evrensel
ve ebedi bir modeli‖ taklit etmelidir.85
Bu ise, ancak akılla kavranan idealar
aracılığıyla mümkündür. Platon ―duyulur dünyadaki gelip geçici olan, kişiden kişiye
ve durumdan duruma değişebilen düzenin karşısına, hep var olan ve değişmeyen
79 Platon, Timaios, Çev. Erol Güney-Lütfi Ay, İstanbul, Sosyal Yayınlar, 2001, s. 103.
80 Platon, 1992, a.g.e., s. 145.
81 Tunalı, İsmail, 1979, a.g.e., s. 134.
82 Platon, 1988, a.g.e., s. 61.
83 Platon, 1992, a.g.e., s. 165.
84 Platon, 1986, a.g.e., s. 339.
85 Farago, France, 2003, a.g.e., s. 38.
37
güzel ideasını‖ koymuştur.86
Bu noktada sanatçıdan beklenen şey, görülenler
alanındaki tek tek nesnelerin bireyselliğinden uzaklaşıp onların genelliğini
yakalayarak taklit etmesidir. Dolayısıyla, Platon‘a göre sanatın duyulur dünyadaki
nesnelerin ikinci dereceden bir taklidi olduğu yönündeki genel kanıyı bu noktada
yeniden değerlendirmek gerekmektedir. Çünkü, ona göre, ―eğer sanatçı akılla
kavranan modele gönderme yapmaksızın duyumsanabilen modeli kopyalarsa, eseri,
asıl gerçekliğin üç derecesinden uzaklaşmış‖ olacaktır; ―akılla kavranan formu taklit
eden duyumsanabilen bir nesneyi taklit eden sanatçı‖ ise ―çok değerli bir eser‖
meydana getirmiş olacaktır. Bu durumda, artık, Platon için sanat sadece duyusal
nesnelerin ikinci dereceden bir taklididir demek pek mümkün değildir. Zira, ona göre
―özgün sanatçının görevi‖, duyumsanabilen modellerin ötesine geçmektir.87
Platon‘un, sanatçıların tek‘lerdeki genelliği, bireysellikteki ideayı taklit
etmesi gerektiği yönündeki bu düşüncesini antik Yunan sanatında da görmek
mümkündür:
―V. Yüzyılın sonlarına doğru, heykeltıraşlar, modellerinin idealitesini deneysel
bireye indirgemeksizin, canlı modellerle çalışmaya başlamışlardır. Ayrıca, ideal
modele ulaşabilmek amacıyla, bir insanın tekil özelliği yerine evrensel olanı,
‗insanlık, gençlik ve güzellik‘ düşüncesini temsil etmeye çalışarak, çok sayıda
canlı modele başvurmuşlardır.‖88
86 Turnagöl, A. N. Nihan, 1998, a.g.e., s. 19.
87 Farago, France, 2003, a.g.e., s. 44-45.
88 Farago, France, 2003, a.g.e., s. 43.
38
Platon‘a göre, insan birçok algısını bir kavram halinde toplayabilmek gibi
özel bir yetiye sahiptir. İnsandaki bu yeti kendini en kolay da ―güzel‖de
göstermektedir. Çünkü duyuların doğrudan doğruya kavradığı şey, güzeldir, güzel
olandır. Güzel en dikkat çekici haliyle insanı kendine çektiği için insan güzele
yönelmektedir. Güzel‘in kendisi ise idealar dünyasında yer almaktadır. Bu haliyle
güzel, sadece duyusal dünyada en göze çarpan değil, idealar dünyasında da her şeyin
üstünde yer alan bir ideadır. Dolayısıyla ―güzel‖e ulaşmak isteyenin idealar
dünyasına yönelmesi gerekmektedir. Sanatçı güzel aşkına bu yolda yürümeli ve tek
tek birçok algıyı bir kavram halinde toplayarak sonunda idealara ulaşmalıdır. Demek
ki ―güzelin görüsü daha önce de değindiğimiz gibi, ideaların bilgisine giden yolda
sadece bir hazırlıktır.‖89
İşte Platon‘a göre, ―güzellik değerlerini ahlâki değerlere, estetiği etiğe‖
bağlayan bu taklit dolayısıyla sanat ―en güzelin‖, ―en kusursuz olanın‖, ―en erdemli
yaşamın‖ bir taklidi olmalıdır. Böylelikle ―varlığı görünümün temsiline feda eden
illüzyon estetiğinin karşısına, Platon, salt fiziksel olan aynanın hiçbir şekilde
yansıtamayacağı özlerin taklidi estetiğini‖ koymuştur. O, buradan hareketle, en genel
anlamıyla yaşamın ideaların bir taklidi olduğu, felsefenin de en nihayetinde yaşamın
bir taklidi olduğu düşüncesine ulaşmıştır. Çünkü Platon için, sanat ―bakan göze
dünyanın nizamıyla ilgili ve dünyayı daha iyi anlamamıza olanak veren eskizler‖
sunmaktadır. Yasalar adlı eserinde tragedya şairlerine şöyle seslenmektedir: ―En
güzel ve en kusursuz trajediyi yazmakla meşgulüz; Cumhuriyetimizin kendisi, en
güzel ve en erdemli yaşamın bir taklidinden, evrensel tragedya olarak baktığımız bir
taklitten ibaret değil midir?‖. Yine aynı eserinde felsefeyi de ―bütün mükemmelliği
89 Platon, Şölen, Çev. Cüneyt Çetinkaya, İstanbul, Bordo Siyah Yayınları, 2003, s. 19.
39
içerisinde yaşamın kusursuz bir taklidine‖ benzetmekte, hatta felsefe ile tragedyayı
üretilen bir eser olmaları bakımından birbiriyle eşdeğer kabul etmektedir. Ancak ona
göre felsefe ―aşkın bir modelin çok daha kusursuz bir taklidi‖ olması nedeniyle
tragedyayı geçmektedir. Bu nedenle, felsefe, aslında ―en üstün tragedya‖dır.90
Demek ki, genellikle, sanatı duyusal nesnelerin ikinci dereceden bir taklidi
olarak gördüğü ve sanata karşı çıktığı bilinen Platon‘un sözleri, geçirdiği üç düşünce
dönemi ve bu dönemlerde verdiği tüm eserler birlikte ele alınarak
değerlendirildiğinde ortaya daha farklı bir sonuç çıkmaktadır. Bu sonuca göre,
Platon‘un sanata karşı olduğu yönündeki iddiaların doğruyu pek de yansıtmadığı
anlaşılmaktadır. Bir yazarın da belirttiği gibi, Platon, sanata değil, sadece ―aldatan ve
ayartan‖, yani insanları ―yanlış yönlendiren‖ ve onların ―ahlâkını bozan‖ eserlere
karşı çıkmaktadır.91
Sözgelimi ―müziğin insanı götüreceği yerin, güzellik sevgisi‖
olduğunu, ―müzik eğitimi görenin de içi dışı birbirine uyan düzenli kişileri
seveceğini‖ Platon‘un bizzat kendisi söylemektedir.92
Kaldı ki Yasalar adlı yapıtında
da, müziği ―ruhun erdem yolunda eğitimine uğraşan ezgiler‖ olarak tanımladığı
görülmektedir.93
Buna bağlı olarak da, ―sanat yapıtlarında ideaların ve erdemlerin ele
alınması‖ gerektiğini belirtmektedir. Doğan‘ın deyişiyle, Platon ―ideaları temele
almak yoluyla, sanat yapıtlarının olumsuz etkilerinin azaltılabileceğini, olumlu
90 Platon, 1988, a.g.e., s. 817b; Farago, France, 2003, a.g.e., s. 37-43; Akan, Nesrin, Platon’da
Müzik, İstanbul, Bağlam Yayıncılık, 2012, s. 52.
91 Ross, Stephan David, A Theory of Art, Albany, State University of New York Press, 1982, s. 38.
92 Platon, 1992, a.g.e., s. 93.
93 Platon, 1988, a.g.e., s. 92.
40
özelliklerinin ise arttırabileceğini‖ söylemektedir. Çünkü sanat ―insanın iyi yanını
geliştirebilecek ve insanın daha iyi olmasını sağlayabilecek‖ bir güce sahiptir.94
Platon‘un eleştirileri aslında kendi döneminde ―yapılan‖ sanatla ilgilidir. O,
asıl anlamıyla sanata karşı çıkmamakta, yalnızca belli bir yerdeki mevcut sanat
anlayışını eleştirmektedir. Çünkü dönemindeki mevcut sanat eserleri, genellikle, ya
kopyayı orijinal gibi sunan illüzyon meydana getirmekte ya da ideaları olduklarından
farklı göstermektedir. Başka bir deyişle, Platon, sanatın yanlış ellerde yanlış şekilde
kullanılmasından, bunun da ―sanat bu demekmiş‖ gibi yapılmasından duyduğu
rahatsızlığı ifade etmiş ve hakikî anlamıyla sanatın aslında idealara yönelmesi
gerektiğini belirtmiştir. Ona göre, ―sanatçının amacı yeryüzündeki güzellikleri
görerek, bunlardan idealara yükselmek ve sanat eserlerinde onları yansıtmak‖
olmalıdır. Bu nedenle, Yetkin‘in de belirttiği gibi, ―büyük bir eser yaratmak isteyen
sanatçının gözlerini idealardan ayırmaması‖ gerekmektedir.95
Öyleyse denebilir ki,
Platon sanat ideasına uygun eserler üreten hakikî mânâda sanatçıya değil, yalnızca
sanat adı altında sanat ideası ile uzaktan yakından ilgisi olmayan işlerle uğraşan
kişilere ideal devletinde yer vermemektedir. Erbay‘ın deyişiyle, sadece ―insanı
gevşeten, iç dengesini bozan tipte sanatı ve bu tip sanatla uğraşan sanatçıları ideal
devletinden‖ kovmaktadır.96
Yasalar‘da söylediği gibi,97
bir kimse sanatın ―verdiği
haz açısından değerlendirilmesini‖ savunursa, bu kabul edilmemeli; eğer bu amaçla
94 Doğan, Can, Platon ve Georg Lukacs’da Sanatın Neliği, Hacettepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Hacettepe Üniversitesi, 2004, s. 15-29.
95 Yetkin, Suut Kemal, 2007, a.g.e., s. viii.
96 Erbay, Adviye, 1993, a.g.e., s. 18.
97 Platon, 1988, a.g.e., s. 83.
41
yapılmış sanat varsa ona da ―ciddi gözle bakmamalı‖ ve sadece ―güzelin taklidi
açısından‖ benzerliğe sahip olan sanat araştırılmalıdır.
98
Sonuç olarak; her ne kadar sanatla ilgili sözleri bakımından farklı zamanlarda
yazılan farklı yapıtlarında bir ―anlam belirsizliği‖ varsa da, Şölen diyaloğunda açık
bir şekilde ―bütün yaratıcı şairler ve sanatlarına yenilik getiren işçiler, ruhu bereketli
insanlardır‖ diyen Platon için, sanatın ya da sanatçının mahkûm edilmesi diye bir
şeyin söz konusu olmadığı artık anlaşılır olsa gerekir.99
Öyleyse Platon‘un farklı
diyaloglarında söyledikleri bütüncül bir bakışla ele alındığında, dışlaması şöyle
dursun, sanata, düşüncesinin ön sıralarında yer verdiği ortaya çıkmaktadır.
98 Platon‘un sanatsal alanla ilgili olarak yaptığı eleştiri aslında günümüzdeki aktüel bir tartışmayla
ilgilidir. Şöyle ki, mantar biter gibi sanatçının bittiği ülkemizde, ―sanat‖ adı altında ama sanat
olmaktan çok uzak sayılabilecek kimi ürünlerin ortaya konduğu görülmektedir. Bazı sanat
çevrelerince de bu tarz ―sanat‖ yapanların eleştirildiği herkesçe bilinmektedir. Öyle ki, ―sarı şekerim,
haydi bize gidelim, bana şekerini ver‖ ya da ―kız hepsi senin mi?‖ veya ―elimi tut, gözüme bak, saçımı
tut, okşa, okşa!‖ tarzındaki eserlerin gençler ve özellikle de çocuklar açısından ―zararlı‖ olduğu ilgili
uzmanlar tarafından sürekli olarak açıklanmaktadır. Ancak bu demek değildir ki, sanat yararlı
olabildiği gibi zararlı da olabilir. Asıl mesele ―sanat‖ adı altında ortaya konan bu gibi eserlerin sanat
olmaktan çok uzak olduğunun görülmesidir. Platon‘un dediği de bundan başka bir şey değildir
aslında. Eğer bir eser, gerçekten ―sanat‖ adını almayı hak ediyorsa, o zararlı olamaz, mutlaka faydalı
olur. Çünkü Platon‘un da belirttiği gibi, iyi bir şey her zaman faydalıdır ve ondan mutluluk gelir
(Yıldırım, İbrahim, Sanatta Fayda Kavramı, Hacettepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, YL
Tezi, 2002, s. 88).
99 Platon, 2003, a.g.e., s. 104.
42
B) Georg Wilhelm Friedrich Hegel’in Sanat Anlayışı
İnsan, taklit şaheserleri yapacağına çekici,
çiviyi icat ettiği için öğünse yeri vardır.
Hegel
İdealist felsefenin en önemli temsilcisi kabul edilen Hegel‘in Küçük Mantığa
Giriş’te yaptığı tanıma göre, felsefe, genel olarak, şeylerin düşünce ile
araştırılmasıdır. Şeylerin düşünce ile araştırılması derken de, daha önce verilmiş bir
nesne üzerine düşünce üretmek kastedilmemektedir. Felsefe Tarihi Dersleri‘nde
söylediği gibi, içeriğin kendisi zaten düşüncedir; tümel düşüncedir. Felsefede hareket
noktası olarak alınması gereken de bu tümel düşüncedir. Çünkü felsefe sonlu bir şeyi
mutlak ya da gerçek varlık olarak kabul etmez. Bu nedenle, ona göre, her felsefe ya
―özünden idealizmdir ya da hiç değilse ilke olarak idealizmi taşır.‖100
Hegel‘in felsefî sisteminin başındaki kavram ‗varlık‘ kavramıdır. Ama bu
kavram, başlangıçta içerikten yoksun, boş bir kavramdır ve ‗yokluk‘tan bir farkı
bulunmamaktadır. Şu halde varlığı yokluk olmaktan çıkaracak bir şey gereklidir; bu
da oluştur. Düşünme, oluşu keşfettiği anda diyalektik olarak çalışmaya başlar ve
kavramları birbirinden üretmeye geçer. Bu işlem, ―varlığı bir kavramlar sistemi
içinde toparlayıncaya kadar‖ devam eder. Varlığı diyalektik oluş içinde kavrayan
düşünce, onu aynı zamanda bir amaca doğru ilerleyen bir süreç olarak görür. Bu
sürecin temelinde ise, düşünce ve varlığın türdeşliğini ifade eden ‗Geist‘ ya da ‗Tin‘
bulunmaktadır. Almanca bir kelime olan ‗Geist‘ın Türkçe karşılığı ‗Tin‘dir. Tin,
felsefede birkaç anlam içermekle birlikte Hegel‘de ―diyalektik süreç içinde kendini
100 Hegel, Georg Wilhelm Friedrich, Bütün Yapıtları (Seçmeler) I, Çev. Hüseyin Demirhan, Ankara,
Onur Yayınları, 1976, s. 18-28.
43
açan, doğal yaşam ilkesinden ayrı temel evren ilkesi‖101
mânâsında
kullanılmaktadır.102
Hegel bu mânâdaki ussal ilkeye bazen Geist, bazen İdea, bazen
de Akıl demekte ama aralarında dikkat çeken anlamsal bir ayrım gözetmemektedir.
Hegel‘e göre, tinin salt amacı kendi bilincine ve özgürlüğüne ulaşmaktır. Bu
da hep üç basamaklı diyalektiksel bir süreç içinde gerçekleşmektedir. Şöyle ki, Tin,
İdea ya da Geist önceleri ‗kendi başına‘ iken, daha sonra özüne yabancılaşmış ve
somut bir varlık olarak doğada ‗gerçekliğini‘ bulmuştur. Tin‘in, kendi başınalığından
koparak doğada ‗başka bir şey‘ haline gelmesiyle de bir çelişki ortaya çıkmıştır.
Çünkü doğa, tinsel özün zıttı olan maddesel tözden meydana gelmektedir.103
Bu
çelişki, Geist‘ın gelişmesindeki üçüncü basamak olan kültür ve tarih dünyasında,
Tin‘in ‗kendini yeniden bulması‘ ile ―ama bu kez bilinç ve özgürlük yoluyla
kendisine dönmesiyle‖ ortadan kalkmıştır. Böylece doğada bir zorunluluk olarak,
âdeta kör bir determinizm olarak işleyen Tin, kültür ve tarih dünyası denen bu
özgürlük alanında kendini yeniden bulur. Gerçi tarihsel alanda da zaman ve uzam
kategorileri vardır ama tarih insanın ―özgürlük‖ bilinciyle gerçekleştirdiği
eylemlerden oluşmaktadır. Çünkü insan tarihte sadece bir doğa varlığı olarak değil,
bir bilinç varlığı, bir ‗kişi‘ olarak yer almaktadır. Ama o yine de başkaları ile bir
arada yaşadığı için, bu başkaları ile etkileşimi içinde ne ise o olmaktadır. Bu nedenle
101 Akarsu, Bedia, Felsefe Terimleri Sözlüğü, İstanbul, İnkılâp Kitabevi, 1988, s. 99, 176.
102 Hegel‘de Geist ya da Tin kelimesinin Tanrı mânâsına gelmediğini de bu noktada belirtmekte fayda
vardır. Zira ‗Tanrı‘ kavram olarak tam özgür bir iradeyi içerirken, Hegel‘deki Gesit‘in kendini açması
özgürlüğüne ulaşmak için bir zorunluluktur. Bu nedenle özellikle ‗Mutlak Tin‘ kavramından söz
ederken bu ayrımın farkında olmakta yarar vardır.
103 Birbiriyle çeliştiği belirtilen bu tez (kendinde ide) ile antitezin (maddî doğa) aynı zamanda
birbiriyle özdeş olduğu gerçeğine de Hegel ontolojisi bakımından dikkat çekmekte yarar vardır.
44
Tin kendi bilincine tek insanda değil, tüm insanların ortaklaşa oluşturduğu şeylerde
ulaşabilmektedir. Dolayısıyla tinsel dünyanın ilk gelişim basamağı olan tek insan,
―Subjektif Tin‖ olmakla birlikte, tek insanda tin henüz eksiktir. Tin ancak ikinci
basamakta, ―Objektif Tin‖ basamağında özüne uygun hale gelebilmektedir. Objektif
Tin‘in ögeleri ise, toplum, devlet ve tarihtir. Ama Tin, bilinç ve özgürlüğüne tam
anlamıyla bu basamakta da değil, ancak ‗Mutlak Tin‘ basamağında ulaşmaktadır; bu
basamağın ögeleri ise sırasıyla sanat, din ve felsefedir.104
Görüldüğü gibi, Hegel‘e göre varlık, kendisinin bilincine ve özgürlüğüne
ulaşmak için Geist‘ın kendini açması şeklinde ortaya çıkan diyalektiksel bir süreci
temsil etmektedir. Bu diyalektiksel sürece göre de, Geist, kendini, Mutlak Tin
basamağında, bu basamağın ögeleri olan sanat, din ve felsefede gerçekleştirmektedir.
Çünkü özü gereği tinsel olan Geist, sonsuzdur; somut birer varlık olan insanlar gibi
ya da kurulan ve yıkılan toplumlar veya devletler gibi sonlu değildir. Geist‘ın özüne
uygun sonsuz gelişmeye de, bu nedenle, sadece sanat, din ve felsefe sahiptir.
Dolayısıyla Geist‘ın özünü gerçekleştirmesi tam olarak Mutlak Tin‘de, en tam
olarak da bu basamağın son aşaması olan felsefede meydana gelmektedir. Gerçekten
de tarihe bakıldığında insanların öldüğü, toplumların yok olduğu, devletlerin
yıkıldığı, buna karşılık sanatın, dinin ve felsefenin ―hayatta kalmaya‖ devam ettiği
anlaşılmaktadır. O halde sanat, din ve felsefe, Geist‘ın özünü gerçekleştirdiği tinsel
alanlar olmakla birlikte, gelişimindeki sırların da keşfedilebileceği en önemli kaynak
durumundadırlar. Öyle ki sanat, din ve felsefe ―bilincin salt nesnesi olarak hakikatle
uğraştıkları‖ için tinin salt alanına girmektedir ve zaten bu içerikleri dolayısıyla aynı
104 Hegel, G. W. Friedrich, Tarihte Akıl, Çev. Önay Sözer, İstanbul, Kabalcı Yayınları, 1995, s. 56-
66, 122-132; Özlem, Doğan, Tarih Felsefesi, İstanbul, Anahtar Kitaplar Yayınevi, 1994, s. 87-88.
45
zemin üzerinde yer almaktadırlar. Ancak bu, sanat, din ve felsefenin bir ve aynı şey
olması demek değildir. Çünkü Mutlak Tin‘in üç alanı olan sanat, din ve felsefe
içeriklerinin aynı olmasıyla birlikte ―nesnelerini bilince taşıyışlarının biçimleri
bakımından, yani salt olana giden yollarının farklılığı bakımından‖ birbirlerinden
ayrılmaktadır.105
Hegel‘in sanat ile ilgili görüşlerini kapsayan Estetik Güzel Sanat Üzerine
Dersler adlı eseri Berlin Üniversitesi‘nde verdiği derslerde alınan notlardan
oluşmaktadır.106
Öğrenci notlarına oldukça sadık kalınarak oluşturulan bu eser, onun
1818 ile 1830 yılları arasında verdiği estetik derslerini kapsamakta olup, tam bin iki
yüz sayfadan oluşmaktadır.107
Hegel, bu derslerde estetik hakkındaki düşüncelerini
detaylı olarak ortaya koymuş ve sanatla ilgili önceki yüzyıllardan kalma birçok
problemi de kendi estetik görüşü çerçevesinde yeniden ele almıştır.
İlk olarak söylemek gerekir ki, temelleri Platon‘a kadar giden idealist estetik
anlayışının tepe noktası, aslında Hegel estetiğidir.108
Hegel‘e göre, felsefenin konusu
―bir bütün olarak‖ ideadır, tindir, Geist‘tır. Onun sanat felsefesinin konusu da yine
ideadır, tindir, Geist‘tır. Dolayısıyla, Hegel‘in ―sanat felsefesinin başlangıç
noktasında idea kavramının‖ bulunduğunu, hatta estetik teorisinin de, ―felsefî
105 Hegel, Georg Wilhelm Friedrich, Seçilmiş Parçalar, Çev. Nejat Bozkurt, İstanbul, Remzi
Kitabevi, 1986, s. 153.
106 Jameux, Dominique, Sanat Estetik, Çev. Gönen Güzey, İstanbul, Marmara Üniversitesi Güzel
Sanatlar Fakültesi Yayınları, 1990, s. 30.
107 Jimenez, Marc, Estetik Nedir?, Çev. Aytekin Karaçoban, İstanbul, Doruk Yayınları, 2008, s. 128.
108 Tunalı, İsmail, 1979, a.g.e., s. 142.
46
sisteminin yalnızca bir sonucu‖ olduğunu söylemek mümkündür.109
Demek ki Hegel
estetiği, tıpkı felsefesi gibi, ―Geist/Tin/İdea‖ anlayışına dayanmaktadır. Bizzat
kendisinin de belirttiği gibi, estetiği, tinin öteki alanlarıyla ilişkileri içerisinde gelişen
bir estetiktir. Öyle ki, tüm sanat yapıtlarının, tıpkı var olan her şeyin öyle olması gibi,
Tin‘in duyusal alanda somutluk kazanmasından başka bir şey olmadığı savunulur.110
Bu nedenle Hegel‘in Tin felsefesinin aslında bir estetik felsefesi olduğu bile
söylenmektedir.111
Hegel‘e göre, sanatın ―kökeni‖ de insanın temel bir varlıksal özelliğine
dayanır. Diğer bir deyişle, sanat kökenini ―kendi için bir varlık yapan insanda‖ bulur.
Cisimsel varlığının yanı sıra tinsel bir varlık olarak ikili112
bir varoluşa sahip olan
insan, tek bir biçimde var olan diğer varlıkların biçimini değiştirme gereksinimi
içerisindedir. İnsanı ―dış şeylerin biçimini değiştirmeye‖ iten bu yönelim, ―iç ve dış
dünyanın bilincine varmak için insanı iten ussal bir gereksinmedir‖ ve insanı söz
konusu bu her iki dünyadan ―kendisini yeniden tanıyacağı bir nesne yapmaya‖
itmektedir. Çünkü insanoğlu, ―kendisine dışarıdan sunulanın, kendisine aracısız
olarak verilenin içine kendisini yeniden tanımak ve kendisini bulmak için
itilmiştir.‖113
Öyleyse denebilir ki, sanat, ―insanın içsel ve dışsal dünyayı, içerisinde
kendi özünü yeniden tanıdığı bir nesne olarak, kendi tinsel bilincine yükseltme
109 Hünler, Hakkı, Hegel Estetiğinde Güzel ve Sanat Kavramları, Ege Üniversitesi, Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, 1990, s. 187.
110 Hegel, G. W. Friedrich, 1986, a.g.e., s. 126.
111 Chytry, Josef, The Aesthetic State A Quest in Modern German Thougt, London, England,
University of California Press, 1989, s. 205.
112 Ruh ve madde
113 Hegel, G. W. Friedrich, 1986, a.g.e., s. 135-136.
47
yönündeki akılsal gereksiniminden‖ kaynaklanmaktadır. Kısacası Hegel‘e göre sanat,
insan aklının bu gereksinimi neticesinde ortaya çıkmıştır.114
Hegel, estetiği, ―güzelin ve somut olarak da sanatın felsefî kuramı‖ olarak
tanımlamakta, estetik yaklaşımıyla da ―sanatın ve güzelin kurucu ögelerini‖
açıklamaya çalışmaktadır.115
‗Estetik‘ ile kastettiği de, ―Sanat Felsefesi‖ ya da daha
açık bir deyişle ―Güzel Sanat Felsefesi‖dir. Bu ise, estetiği, sanatsal güzellik ile
sınırlandırdığı ve ‗doğa güzelliği‘ kavramını ise estetiğin dışında bıraktığı anlamına
gelmektedir.116
Ancak Hegel estetiği açısından ―sanat güzelliği‖ denen bu güzellik,
sıradan anlamının dışında çok önemli ve derin bir anlama sahiptir. Hatta Hegel
estetiğinin en başta gelen konusunun güzellik olduğunu söylemek mümkündür.
Çünkü Mutlak Tin aşamasında Tin‘in ilk biçimi olarak karşımıza çıkan sanatta, Tin,
sanatın içinde ―duyusal bir biçim altında‖ görünüşe çıkmaktadır.117
Weber‘in
deyişiyle, sanat, maddeye giren ve onu kendi şekline sokan idedir.118
Bu nedenle
güzellik de, Tin‘in ―duyusal bir görünüş kazanması‖ ya da diğer bir deyişle ―Tin‘in
dışlaşarak, nesnelleşerek, duyular dünyasında görünüşe çıkması‖ olarak
tanımlanmaktadır.119
Güzel, bu şekliyle ―her şeyin ruhu ve ilkesi olan İdea‘nın
114 Hegel, G. W. Friedrich, Estetik Güzel Sanat Üzerine Dersler, Cilt I, Çev. Taylan Altuğ-Hakkı
Hünler, İstanbul Payel Yayıncılık, 1994, s. 32.
115 Hegel, G. W. Friedrich, 1986, a.g.e., s. 125.
116 Hegel, G. W. Friedrich, 1994, a.g.e., s. 1.
117 Hegel, G. W. Friedrich, 1986, a.g.e., s. 138.
118 Weber, Alfred, Felsefe Tarihi, Çev. H. Vehbi Eralp, Sosyal Yayınlar, İstanbul, 1998, s. 363.
119 Hegel, G. W. Friedrich, 1986, a.g.e., s. 126.
48
duyulara görünmesi‖ olmaktadır ki, anlaşılabileceği gibi, bu da bizi yeniden
Platon‘un idea anlayışına götürmektedir.120
Hegel‘in tin anlayışı temelinde gelişen sanat görüşü, elbette ki Platon‘un idea
öğretisinden bazı yansımalar taşımaktadır. Ancak Hegel, kendisi gibi idealist bir
estetik anlayışa sahip olan Platon‘un aksine, sanatın ―mimesis‖ olduğu düşüncesini
kabul etmez. Çünkü o, tabiatta zaten olan şeyleri tekrarlamanın gereksiz olduğunu
savunmaktadır.121
Ona göre, var olanı taklit etmek konusunda sanatın ―gerçek‖
karşısında hiçbir şansı yoktur. Zaten ―bülbülün şakımasını mükemmel biçimde taklit
edebilen bir insandan çok çabuk bıkılması‖ gibi, böyle şeyler bir süre sonra
insanlara sıkıcı gelmeye başlar.122
Hegel bu noktada böylesi beceriler sergileyen
birine Büyük İskender‘in ―bu kadar anlamdan yoksun, yararsız ve değersiz bir
yeteneği olduğundan ötürü ödül olarak bir teneke mercimek verdirttiğini‖
hatırlatır.123
Üstelik insanın kendini tabiat ile yarışmaya zorlaması, kendisini
sınırlamasından başka bir şey değildir. Bu nedenle, doğanın taklidiyle ulaşılan en
yetkin tasarımlar bile sanatın hakikî amacı olamaz. Hegel, yaptığı bir benzetmede
―genel olarak öykünmeden doğan ve onunla yetinen bir sanatın doğayla
yarışamayacağını ve bunun tersinin bir kurtçuğun sürünerek bir fili öykünmesine
benzediğini‖ söyleyerek bu konudaki düşüncesini net bir şekilde dile getirmiştir.124
120 Yetkin, Suut Kemal, 2007, a.g.e., s. 98.
121 Bu noktada, Platon ile ilgili önceki bölümde yapılan açıklamaları hatırlamak, Platon için
―mimesis‖in doğada zaten var olan şeyleri taklit etmek olmadığını ve yine açıklanan sebeplerden
dolayı ne yazık ki Hegel‘in de Platon‘u yanlış anlamış olduğunu belirtmek de yarar vardır.
122 Hegel, G. W. Friedrich, 1994, a.g.e., s. 43.
123 Hegel, G. W. Friedrich, 1986, a.g.e., s. 143.
124 Hegel, G. W. Friedrich, a.g.e., s. 142.
49
Öyleyse, sanat tabiatın bir taklidi olarak düşünülmemeli; tam tersine, ―kaynağını,
temelini duyusal alanda bulduğu, fakat idenin etkinliğe çıkışını sağlayan bu duyusal
formlarla kendine özgü bir uyum ve ruh kazandığı ideal bir dünyanın yaratısı‖ olarak
düşünülmelidir.125
Hegel, sanatın taklit olamayacağı yönündeki düşüncesini şu
şekilde de temellendirmiştir:
―Taklit ilkesi tamamen biçimsel olduğu için, bu ilke sanatın amacı kılındığı
zaman, nesnel güzelliğin kendisi ortadan kalkar. Çünkü bu ilke eğer amaç
kılınırsa, o zaman artık taklit edildiği düşünülen şeyin karakteri değil, ama
yalnızca taklidin doğruluğu söz konusudur. Bu durumda güzel olanın nesnesine
ve içeriğine tamamen kayıtsız kalınır.‖126
Sanat yapıtlarında elbette ki tabiatta var olan nesnelerin biçimleri kullanılır,
sanatçılar pek tabii ki ―kompozisyonlarında‖ tabiatın biçimlerinden yararlanırlar,
ancak amaç onları tekrar etmek olmamalıdır. Neticede her sanat eseri, sanatçısının
tabiatın biçimlerini kendi düşlediği bir örneğe göre değiştirmesiyle, bu biçimlere bir
başkalık vermesiyle ortaya çıkmıştır.127
Bu anlamda denebilir ki, sanat yapıtları salt
gerçeklik ile değil, gerçekliğe ideal olanın karışması ile meydana gelmektedir.128
125
Hegel, G. W. Friedrich, a.g.e., s. 127.
126 Hegel, G. W. Friedrich, 1994, a.g.e., s. 44.
127 Yetkin, Suut Kemal, 2007, a.g.e., s. 92.
128 Hegel‘in tam zıt kutbunda yer alan sanat kuramcısı Kagan‘ın bu noktada söyledikleri ilginç
benzerliğiyle dikkat çekmeye değerdir. Hegel‘in tersine maddesel içeriğin tinsel olmadığını savunan
Kagan, konuyla ilgili olarak ―ideal ile ilişki içinde olmaksızın, gerçek dünya, estetiksel hiçbir değer
taşımaz. İçinde fiziksel, kimyasal ve biyolojik yasaların döndüğü, gerçek, maddi dünya olarak algılana
durur, onlar tarafından tüketime ve pratikte dönüşüme uğrar, ama, doğanın kendi varlığı içinde
50
Hegel‘in deyişiyle ―sanat, fenomenlerin hakikî içeriğini, bu kötü, gelip geçici
dünyanın saf görünüşünden ve aldatımından kurtarır ve onlara tinden doğmuş olan
daha yüksek bir edimsellik verir.‖129
İşte Hegel estetiğinin idealist karakteri de tam
bu noktada ortaya çıkmaktadır. Çünkü ona göre ―sanat, gerçeklikle ideal olanı kendi
içinde kaynaştırmaktadır.‖130
Bu nedenle sanatın amacını da, ―gündelik hayata ilişkin
malzemeyi ve onun görünüş tarzını soyup atmak ve içeriden gelen tinsel etkinlik
yoluyla, yalnızca mutlak olarak akılsal olan şeyi ortaya çıkarıp, buna hakikî dışsal
şekillenmesini kazandırmak‖ olarak belirlemiştir.131
Ona göre, sanatın ve sanatçının
―orijinalliği‖ tam da bu noktada saklıdır.132
Dolayısıyla Hegel‘in biz seyircilerden
sanatta görmemizi istediği şey, sonlu varlıkların ―içeriğinden ve biçiminden
bağımsızlaşarak kendisini özgür kılan‖ Tin‘in kendisinden başka bir şey değildir.133
Sanatın taklit olarak ele alınması, yukarıda belirtildiği gibi, sanat yapıtını,
güzel olanın nesnesi ve içeriği yönünden değersiz kılmakta ve sadece doğru bir taklit
olması ölçüsünde değerli yapmaktadır. Bu ise ―beğeni‖ de bir bulanıklık ve
ölçütsüzlük meydana getirir. Çünkü taklitte güzelin nesnesine kayıtsız kalınmakta ve
bu kayıtsızlık ölçüsünde de hangi sanatsal tasarımın güzel olarak görüneceği,
estetiksel-olan tek şeye rastlanmaz. Ancak doğanın insanlar tarafından zihinsel olarak algılanışı
devreye girdiği zaman, doğa da estetiksel olarak ışımaya başlar‖ demektedir (Kagan, Moissej,
Güzellik Bilimi Olarak Estetik ve Sanat, Çev. Aziz Çalışlar, İstanbul, Altın Kitaplar Yayınevi,
1982, s. 83).
129 Hegel, G. W. Friedrich, 1994, a.g.e., s. 9.
130 Hegel, G. W. Friedrich, 1986, a.g.e., s. 127.
131 Hegel, G. W. Friedrich, 1994, a.g.e., s. 288.
132 Hegel, G. W. Friedrich, a.g.e., s. 297.
133 Hegel, G. W. Friedrich, 1986, a.g.e., s. 176.
51
hangisinin ise güzel görünmeyeceği öznel beğeniye kalmaktadır. Diğer bir deyişle,
taklit ilkesi nesnel güzelliği ortadan kaldırarak yerine öznel beğeniyi getirmekte, bu
ise yalnızca tek tek bireyler düzleminde bir güzellik ölçütsüzlüğü meydana
getirmekle kalmamakta, aynı zamanda ulusların beğenileri düzleminde de bir
ölçütsüzlüğe neden olmaktadır.134
Demek ki, sanat taklit olarak düşünüldüğünde,
sanatsal güzellik, gerçeğe benzerlikle sınırlandırılmakta ve hakikî mânâda anlamını
yitirmektedir.
Sanatın taklit bakımından tabiatın önüne geçme şansı olmadığını savunan
Hegel, ―güzel‖ konusunda ise tam tersini savunmaktadır. Ona göre, ―güzellik‖
bakımından da tabiatın sanatın önüne geçme şansı bulunmamaktadır. Çünkü duyulur-
üstü olan Tin, duyusal bir görünüm olan sanat eserlerinde hiçbir kesintiye ve
değişime uğramadan göründüğü için sanat tabiattan üstündür.135
Örneğin bir
tablodaki manzaranın sunuluşuna katılan duygu ve iç görü yoluyla bu tinsel yapıt salt
doğal manzaradan daha yüksek bir konum üstlenir.136
Bu durumda sanattaki güzellik
ile tabiattaki güzellik de birbirinden ayrılmış olmaktadır. Zaten Hegel için ―tabiat
güzelliği‖ ile ―sanat güzelliği‖ iki ayrı kavramdır ve elbette ki güzellik konusunda
tabiatın sanatla yarışması mümkün değildir. Güzellik bakımından sanatın tabiat
karşısındaki mutlak üstünlüğünü Hegel şu şekilde açıklamıştır:
134 Hegel, G. W. Friedrich, 1994, a.g.e., s. 44; Hünler, Hakkı, 1990, a.g.e., s. 210.
135 Hegel, G. W. Friedrich, a.g.e., s. 2, 30; Bozkurt, Nejat, 1992, a.g.e., s. 142.
136 Hegel, G. W. Friedrich, ―Lectures on Aesthetics‖, Continental Aesthetics Romanticism to
Postmodernism an Anthology, Richard Kearny and David Rasmussen(ed.)., The United States of
America, Blackwell Publishers, 2001, s. 106.
52
―Sanattaki güzel doğadaki güzelden çok daha üst düzeyde yer alır. Çünkü sanat
güzelliği Tin‘den doğmuş ve sanki iki kez yeniden doğmuş bir güzelliktir. Başka
bir deyişle, sanatsal güzellik Tin‘den doğmuştur ve Tin‘den iki kez doğmuş bir
güzelliktir. Nasıl Tin ve onun yaratmaları, doğa ve onun görünüşlerinden çok
daha yüksek düzeyde bulunuyorlarsa, sanatsal güzelin kendisi de doğal
güzellikten çok daha yukarıda yer alır.‖137
Aslında Hegel‘in genel olarak felsefe anlayışı düşünüldüğünde, tabiatta yer
alan herhangi bir şeyin tinsel bir şeyin yanında pek de değerli sayılamayacağı
kolaylıkla anlaşılacaktır. Çünkü, ona göre esas değerli olan tek şey Tin‘dir.
Kendisinin de açıkça söylediği gibi, ―tin ve ürünleri, doğa ve fenomenlerinden ne
kadar yüksekse, sanat güzelliği de doğa güzelliğinden o kadar yüksektir.‖ Şunu da
belirtmek gerekir ki, Hegel için, tin ve onun sanat güzelliği, sırf doğaya kıyasla
göreli bir değere sahip değildir. Tin ve tinsel sanat güzelliği, mutlak olarak
değerlidir. Çünkü ―yalnızca tin hakikî olandır, o kendinde her şeyi kapsar, öyle ki
güzel olan her şey ancak bu daha yüksek alandan pay almakla ve ondan doğmakla
gerçekten güzel olur.‖138
İşte sanatsal güzellikte ―güzel‖ olan şey de, aslında ―şekil
verilmiş tinselliktir, İdeal‘dir ve daha kesin olarak mutlak tindir, hakikatin
kendisidir.‖139
Görüldüğü gibi, Hegel‘in sanat görüşünün temel kavramı ‗güzellik‘
kavramıdır. Ona göre, sanatta idea, ―güzellik‖ ya da diğer bir deyişle ‗güzel‘
kavramıdır. Güzel, güzel ideası olarak adlandırıldığında ise, güzelin kendisinin idea
137 Hegel, G. W. Friedrich, 1986, a.g.e., s. 129.
138 Hegel, G. W. Friedrich, 1994, a.g.e., s. 2.
139 Hegel, G. W. Friedrich, a.g.e., s. 82.
53
olarak, ―özellikle de belirlenimli bir biçim içerisindeki İdea, yani İdeal olarak‖
kavranması gerekmektedir.140
Çünkü sanat ―İdeal‖in egemen olduğu bir alan olduğu
için, güzellik, gerçek anlamını sadece sanat alanında kazanabilmektedir. ‗İdeal‘ den
ise, Hegel estetiğinde, görünüşe çıkan ‗İde‘ değil, ―kendi duyusal formunda tüm
katışıksızlığıyla, tüm saltlığıyla ortaya çıkan, doğa alanında geçerli ve egemen olan
zorunluluğun ve rastlantının bağından kurtulmuş, bireysel ve içsel bir yasayla
dengelenmiş İde‖ anlaşılmaktadır.141
Ancak güzellik idea olarak düşünüldüğünde,
hakikat ile bir ve aynı şey olmaktadır. Çünkü güzel, ―özellikle kendi içinde hakikat
olmak zorunda olduğu için‖ kendiliğinden doğru olmaktadır. Dolayısıyla denebilir
ki, İdea‘yı duyusal alanda görünüşe çıkaran sanat, hem hakikattir hem de güzeldir.
Bu durumda, ide yalnızca hakikat olmayıp, aynı zamanda güzeldir de. Buna
dayanarak Hegel için ―güzellik‖ ile ―hakikat‖ bir anlamda özdeştir demek mümkün
görünmektedir ancak fikirleri daha yakından incelendiğinde hakikî olanın güzel
olandan ayrı olduğunu söylediği ortaya çıkmaktadır:
―Güzel ve hakikat arasında bir fark vardır; ‗Hakikat‘ eğer ‗İde‘, kendinde ve
kendi genel ilkesi içinde düşünülürse ‗İde‘nin ta kendisidir ve ne ise olan
düşüncedir de. Çünkü o, us için var olan dışsal ve duyusal biçim altında değil,
fakat evrensel ‗İde‘ özelliğiyle vardır. Eğer hakikat aracısız olarak yani doğrudan
doğruya dış gerçeklikle bilince görünürse ve İde‘de dışsal görünüşüyle birleşmiş
ve özdeşleşmiş olarak kalırsa, o zaman ‗İde‘ yalnız hakikat değil aynı zamanda
güzeldir de.‖142
140 Hegel, G. W. Friedrich, a.g.e., s. 105.
141 Hegel, G. W. Friedrich, 1986, a.g.e., s. 127.
142 Hegel, G. W. Friedrich, a.g.e., s. 152.
54
Buradan da anlaşıldığı gibi, ‗güzellik‘ ile ‗hakikat‘ kavramları bir anlamda
birbiriyle özdeştir ama sonuçta hakikat düşünce için var olan idea, güzel ise ideanın
duyuya görünüşüdür. Diğer deyişle, ‗hakikat‘ ve ‗güzellik‘ kavramları, hakikatin
―düşünsel karakteri‖ ile güzelliğin ―duyusal karakteri‖ bakımından birbirinden
ayrılmaktadır. O halde, sanatın amacının hakikatin ifade ediliş yollarından biri olan
güzellik olduğunu söylemek mümkündür. Güzellik de, zaten ―sıradan bir varoluş
veya kendisinde Kavram‘ın veya İdea‘nın görünemeyecek derecede dışsal ve nesnel
örtülere büründüğü bir varoluş değil, bizzat İdea‘nın hakikî ve aktüel varoluşudur,
tam anlamıyla varoluş içerisindeki İdea‘dır.‖ 143
Bunun için de ―sanat yapıtında
temelli bir biçimde içeriğe bağlı olmayan ve onu dile getirmeyen hiçbir şey
bulunmaz.‖144
O halde Sena‘nın ifadesiyle denebilir ki, ―güzel, fikrin mahsus bir
surette tezahüründen ibarettir. Zira, bir san‘atin muhtevası fikirden başka bir şey
değildir.‖145
Hegel‘e göre, sanatın kendine özgü özelliği, evrensel ruhu çeşitli biçimlerle
açığa vurması olup; amacı da insana yaşamın gerçekliğinden daha açık bir imgesini
sunmaktır.146
Bu anlamıyla Tin‘in duyusal form içinde görünüşü olan sanat, hakikati
de bu duyusal form içinde bilince gösteren şeydir. Dolayısıyla, ilk bakışta, sanat
kendini ―yalnızca bir görünüş olarak‖ sunuyor gibi düşünülebilir ama bu görünüş,
aslında ―tinle yüklü‖, ―idelerin hakikî gerçeği ile dolu‖ bir görünüştür. Hegel‘in
deyişiyle, ―sanat eseri duyusal bir nesne olarak, sadece duyusal kavrayış için var
değildir; onun konumu öyle bir türdendir ki, duyusal olmasına karşın aynı zamanda
143 Hegel, G. W. Friedrich, 1994, a.g.e., s. 69-82; Hünler, Hakkı, 1990, a.g.e., s. 151.
144 Hegel, G. W. Friedrich, 1986, a.g.e., s. 146.
145 Sena, Cemil, Estetik, İstanbul, Naşiri: Kanaat Kütüphanesi, Akşam Matbaası, 1931, s. 94.
146 Hegel, G. W. Friedrich, 1986, a.g.e., s. 176 ; Yetkin, Suut Kemal, 2007, a.g.e., s. 88-90.
55
özünde tinsel kavrayış için de vardır; tin, onun tarafından etkilenmek ve onda bir
doyum bulmak durumundadır.‖147
Bu durumda sanatın bir ―görünüş‖ olduğunu kabul
etmek gerekir ama bunun pek hafife alınacak bir durum olmadığının da farkında
olmak gerekir. Çünkü sanatın görünüşü, hakikatin bilincine ulaşmaya imkân
sağlayan bir görünüş olup, kendisi aracılığıyla tinsel olana işaret eden bir üstünlüğe
sahiptir.148
Bu da, Hegel estetiğinde sanatın çok belirleyici bir noktada yer aldığını
gösterir. Öyle ki, sadece sanat sayesinde gerçekleşebilecek olan ―estetik öz-bilinç‖
olmadan ―dinsel ve felsefî bilincin‖ ortaya çıkması imkânsızdır. Çünkü Mutlak Tin,
―kendisini ilk kez sanat yapıtlarında görünür kıldığı‖ için ―idea‘nın duyusal görünüşe
çıkması‖ ancak ve ancak sanatsal etkinlik sayesinde mümkün olmaktadır. Durum
böyle olunca, ―felsefenin konusu olan Mutlak‘ın bizzat Mutlak olarak kavramsal
biçimde bilinmesi öncelikle onun duyusal biçimde bilinmesine‖ bağlanmış
olmaktadır. Buradan da sanatın Tin‘in bir gereksinimi olduğu ve sanat olmaksızın
Tin‘e ilişkin bir kavrayışın eksik kalacağı sonucu çıkmaktadır. Öyleyse, ―sanat, tinsel
bir zorunluluktan doğmuştur‖ demek mümkündür. Dolayısıyla Hegel estetiğinde
sanat, İdea‘nın gerçekleşmesinin bir formu ya da Tin‘in bir formu olmasıyla ―insanî
deneyim içerisinde zorunlu bir tinsel form‖ olarak çok önemli bir noktada yer
almaktadır. Ayrıca, sanat olmaksızın Tin‘e ilişkin bir kavrayış eksik kalmak
zorundaysa, bu, sanat ve sanat güzelliğinin başka hiçbir deneyim formuna, hiçbir
insanî etkinlik tarzına indirgenemeyeceği anlamına da gelir. Bu ise, sanat ve sanat
güzelliğinde başka hiçbir forma indirgenemeyen bir özelliğin olması demektir. Sonuç
olarak, Hegel‘e göre sanat ―Mutlak‘ı dile getirmenin indirgenemez bir tarzı olduğu
147 Hegel, G. W. Friedrich, 1994, a.g.e., s. 35.
148 Hegel, G. W. Friedrich, a.g.e., s. 10.
56
için zorunludur ve bu nedenle de otonom, özgür ve kendinde bir amaç taşıyan insanî
bir etkinliktir.‖149
Şimdiye kadar anlatılanlardan anlaşılmaktadır ki; (i) sanat yapıtı bir doğa
ürünü değildir, insan etkinliği tarafından ortaya çıkarılır, (ii) esasen insanlar için
yapılır ve onların duyuları için az ya da çok duyusal olandan türetilir, (iii) Kendi
içinde bir amacı vardır.150
Hegel estetiğinin genel olarak şu şekilde ifade edildiği görülmektedir:
―Estetik süreç içerisinde, duyusal olan tinselleştirilmiş ve tinsel olan da
duyusallaştırılmış olarak görünüşe çıkar.‖151
Çünkü Hegel‘in güzel ve sanat hakkında
yapmış olduğu saptamalar dikkate alındığında, tüm sanat eserlerinde ―ikili bir yapı‖
dikkat çekmektedir. Bu ikili yapı sanat eserlerinde öncelikle ―bir içerik, bir amaç, bir
anlam‖ olarak, sonra da ―bu içeriğin ifadesi, görünüşü, gerçekleşimi‖ olarak ortaya
çıkmaktadır. Sanat yapıtlarındaki bu ikili yapı birbirine öyle nüfuz etmiştir ki, ―dışsal
ve tikel olan, salt içsel olanın bir sunumu olarak‖ görünmektedir. Bu nedenle, sanatta
―içerikle özsel bir bağlantıya sahip ve içeriğin ifadesi olmayan‖ hiçbir şey yoktur.152
Öyleyse içeriği idea, biçimi ise duyusal maddenin şekillenmesi olan sanat, ―duyusal
bir şekillendirme tarzı içerisinde hakikati zihinlerimizin önüne koyar; çünkü güzelin
ve onun sanat tarafından üretiminin özü, tam da bireysel görünüşle Kavram‘ın
birliğidir.‖153
Sanatın amacı da, bu ideal durumu göstermektir. Fakat ideal olanı
149 Hegel, G. W. Friedrich, 1986, a.g.e., s. 134-137; .Hegel, G. W. Friedrich, 1994, a.g.e., s. 30-35;
Hünler, Hakkı, 1990, a.g.e., s. 86 vd.
150 Hegel, G. W. Friedrich, 1994, a.g.e., s. 25; Hegel, G. W. Friedrich, 2001, a.g.e., s.104.
151 Bozkurt, Nejat, 1992, a.g.e., s. 146.
152 Hegel, G. W. Friedrich, 1994, a.g.e., s. 95.
153 Hegel, G. W. Friedrich, a.g.e., s. 101.
57
gerçekliğin dışında ya da ona karşıt bir şekilde değil, gerçekliğin içinde göstermesi
gerekmektedir. Çünkü, sadece ―İdea‘nın kavramına göre şekillenen gerçeklik olarak
İdea, İdeal‘dir.‖154
Bu ise gerçekliğin ideaya uygun hale getirilmesi ile
sağlanabileceğinden dolayı, sanatta ideal, idea ile duyulur biçimin tam uzlaşması
demektir.
Hegel‘e göre, ―insanlığın en derin ilgilerini ve Tin‘in en kapsamlı
hakikatlerini‖ taşıyan sanatın en büyük görevi de, ―idea ile duyulur biçimin tam
uzlaşmasını‖ sağlayarak, Tin‘in bu en yüksek ilgilerini zihinlerimize getirmektir.
Ancak ―içerik bakımından olsun biçim bakımından olsun, sanat, tinin hakikî ilgilerini
zihinlerimize getirmenin en yüksek ve mutlak tarzı‖ değildir. Çünkü hakikatin
sanatta bir içerik olabilmesi için ―duyu alanına doğru ilerleyebilmesi ve orada kendi
kendisine tam uygun kalabilmesi‖ gerekmektedir. Bu ise, sanatın, biçimi nedeniyle
―özgül bir içerikle sınırlanmış‖ olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla, sanatta,
hakikatin yalnızca tek bir alanının ya da tek bir evresinin temsil edilebilmesi
mümkündür. Bunun için de, ―tinin hakikî ilgilerini‖ zihinlerimize getirmenin en
yüksek yolu sanat değildir.155
Zira insanın en temelden ihtiyaç duyduğu şeyi sanat
―dışarıdan‖ göstermektedir. İşte tam da bu noktada, sanatsal alanın üstünde, Mutlak
Tin‘in sonsuzluğunu açığa vuran din görünür, onu da daha sonra felsefe takip eder.
Bu anlamıyla sanat, din ve felsefe aslında hakikatin değişik biçimleridir. Çünkü her
üçü de Tin‘in birer açılımı olup, özünde aynı hakikati serimlemektedir. Zira hakikat
tektir, sadece bu hakikate varış yolu ve bu hakikati anlatış yolu farklıdır. Dolayısıyla
sanat, din ve felsefe arasındaki fark sadece metodik bir farktır. Bu metodik fark da,
154 Hegel, G. W. Friedrich, a.g.e., s. 73.
155 Hegel, G. W. Friedrich, a.g.e., s. 8-14.
58
hakikate, sanatın estetik deneyim temelinde, dinin vahiy temelinde, felsefenin ise
kültür temelinde ulaşmaya çalışmasında görünür. Buradan sanatsal yapıtların birey
ve toplum yaşamı üzerinde bazı etkilerinin olabileceği sonucunu çıkarmak da
mümkündür. Hegel, sanatın bu dolaylı etkisinin kaçınılmaz olduğunun farkındadır.
Onun esas olarak üzerinde durduğu şey ise, sanatın bu etkilere indirgenmemesi ve
bu etkiler ile asıl sanatsal etkinin birbirine karıştırılmamasıdır. Ama ne yazık ki
―sanatın ahlâksal sonucu‖ ile ―gerçek amacı‖ birbiriyle karıştırıldığı için ―sanat
sorunu‖ ile ―ahlâk sorunu‖ içiçe geçmiş durumdadır.
Hegel‘e göre, ―sanat sorunu‖ ile ―ahlâk sorunu‖ temelde birbirinden farklıdır.
Söz gelimi, sanatın esas amacı ―güzeli ortaya çıkarıp göstermek‖ iken, ahlâkın amacı
―iyi‖ye ulaşmaktır. İyi ise ―aranılan uyum‖ iken, güzel ―gerçekleşen ahenk‖tir. Bu
nedenle sanatsal yapıtların eğitim, arıtma, iyileştirme ve onur için mücadele gibi
ahlâksal etkilerinin sanatın gerçek amacı olmadığı, sadece sanatsal güzelden dolayı
ortaya çıkan sonuçları olduğu unutulmamalıdır. Elbette ki her sanat eserinden ahlakî
birtakım sonuçlar çıkarılabilir ama bunların hepsi yoruma ve ahlakî sonucu çıkarana
bağlı olduğu gibi, bu türden amaçların sanat olmak bakımından sanat eserleriyle
hiçbir ilişkisi yoktur.156
Demek ki sanat yapıtlarına sanatın bu özsel amacı dışında
başka herhangi bir amaç için yaklaşmamak gerekmektedir. Çünkü sanat yapıtlarının
―tinsel ilgilerden ve çıkarlardan başka bir şeyi tatmin etmek‖ gibi bir amacı yoktur ve
tinsel ilgi dışında kalan diğer tüm arzular sanatın dışında kalmaktadır.157
Elbette ki,
sanat eserlerinden ahlâki sonuçlar çıkarmak mümkündür ama bu ―yorumlamaya‖ ve
ahlâki sonucu çıkaran kişinin özelliklerine bağlı olarak değişecek bir durumdur.
156 Hegel, G. W. Friedrich, 1994, a.g.e., s. 52-55; Yetkin, Suut Kemal, 2007, a.g.e., s. 94-97.
157 Hegel, G. W. Friedrich, 1986, a.g.e., s. 145.
59
Ayrıca sanata bu şekilde bir yaklaşım, bizi, sanatın ―kendinde bir amaç olmaktan
çıktığı bir sınıra‖ getirmektedir. Çünkü bu durumda sanat ―ya salt eğlendirici bir
oyuna ya da salt bir eğitim aracına‖ indirgenmiş olmaktadır. Dolayısıyla sanatı
―dünyanın ahlâki amacına, eğitme ve iyileştirme yoluyla bir araç olarak hizmet
etmek durumunda‖ bırakmak, onu kendi tözsel amacını kendinde değil, başka bir
şeyde bulmaya mahkûm etmek demektir. Sonuç olarak, ―eğitim, arıtma, iyileştirme,
mali kazanç, şöhret ve onur için mücadele gibi başka amaçların, sanat olmak
bakımından sanat eserleriyle hiçbir ilişkisi yoktur ve bunlar sanat eserinin doğasını
belirlemezler.158
Hegel‘e göre ‗güzellik‘ kavramı, ‗iyi, hoş, yararlı‘ kavramlarından ayırt
edilmesi gereken bir kavramdır. Çünkü ‗güzel‘ kavramı, içinde ―sonsuzluk ve
özgürlük‖ taşırken, ‗iyi‘ kavramı, ―sonlu ve tek yanlı‖ olmak zorundadır; aynı
şekilde ―güzel‖, ―aklın nesnesi‖ iken, ―yararlı‖ ve ―hoş‖, ancak ―istemin nesnesi‖
olabilmekte ve istem de ―nesneyi araç konumuna‖ indirgemektedir. Oysa Hegel‘in
güzele ilişkin düşüncesinde temel olan şey, ―güzel nesnenin kendinde bir amaç
olarak görülmesi ve onun dışsal amaçlar tarafından bir yarar veya çıkar adına‖
belirlenmemesidir. Bu nedenle sanatın amacı, pedagojik-psikolojik-sosyolojik
beklentilerle sanatı faydaya indirgeyen herhangi bir şey olamaz. Onun amacı olsa
olsa kendi dışındaki bir başka şeye fayda sağlamak değil, ―kendi nihai ve mutlak
ereğini gerçekleştirmek‖ olabilir. Bu da ―İdea‘nın duyusal görünüşe çıkması‖ ile
mümkün olduğu için, sanatın gerçekteki tek amacı ―İdea‘nın duyusal yansıması
olarak‖ güzelliği görünüşe çıkarmaktır. Bilindiği gibi, güzel, ―salt duyusal bir
varoluş‖ değildir; aynı zamanda duyusal olan bu varoluş ancak içinde parıldayan
158 Hegel, G. W. Friedrich, 1994, a.g.e., s. 51-55.
60
İdea ile algılandığı zaman ―güzel‖ olmaktadır. Bu nedenle, zihin Mutlak Tin‘i ilk
olarak ―sanatsal güzellik‖te kavramaktadır. Çünkü Hegel‘e göre, ―estetik bilinç‖,
―dolayımsızlığı nedeniyle ilk bilinç tarzı‖dır. Dolayısıyla ‗güzel‘ kavramının, ―asıl
gerçekleşimi ve bu yolla Mutlak‘ı kavramanın ilk tarzı sanat‖tır.159
Hegel‘in bu şekilde ortaya koyduğu ‗güzel‘ kavramının, aslında bir idealist
estetikte bulunması gereken birçok özelliği içerdiği söylenebilir. Daha açık bir
deyişle, Hegel‘in ―İde‘nin duyusal alanda görünüşe çıkması‖ olarak yapmış olduğu
―güzellik‖ tanımı, aslında bütün idealist estetik anlayışlar açısından geçerli
olabilecek bir güzellik tanımıdır.160
Çünkü burada ―İdea‘nın, kendisini maddi
dünyada görünür kılması‖ olarak ele alınan ―güzel‖, aynı zamanda hem ―duyusal‖
hem de ―tinsel‖ bir kategoriye sahip bir varoluş olarak karşımıza çıkmaktadır.
Böylelikle de felsefe tarihi boyunca birbirine karşıt olarak gösterilen ‗madde‘ ve
‗ruh‘ kavramları, Hegel‘in ‗güzel‘ kavramında ―uzlaştırılmış‖ bulunmaktadır. Bu
durumda ―güzellik de form ve içerik özdeşliği olarak belirlenmiş‖ olmaktadır.
Demek ki Hegel‘e göre, sanat yapıtlarında iki yan bulunmaktadır: (a) İçerik (b)
Biçim. İçerik, en genel anlamıyla İdea‘dır, Tin‘dir, Geist‘tır; biçim de, yine en genel
anlamıyla duyusal maddedir. Sanatta bu iki yan birbirine ayrılmaz bir bağ ile bağlı
olduğu için bu iki yan bir bütündür aslında. Çünkü ―içsel olan‖ ancak ―dışsal olanda‖
görünüşe çıkmakta ve ―kendisini dışsal olan sayesinde bilinen bir şey‖ haline
getirmektedir. Hegel‘e göre, sanatın ideali de, ―belirlenimli bir içeriğin tüm
karakteristiklerinin bireysel bir formda tüketilmesi, yani içeriğin form haline gelmesi
ve formun da bu duruma tam uygun olması, yani içerik haline gelmesi‖dir. Zaten
159 Hegel, G. W. Friedrich, 1994, a.g.e., s. ; Farago, France, 2003, a.g.e., s. 154-213.
160 Hegel, G. W. Friedrich, 1986, a.g.e., s. 152.
61
Mutlak Tin‘in ―sanat güzelliği‖ olarak kavranabilmesi için de, form ve içeriğin özdeş
olması gerekmektedir. O halde ―bir özne-nesne bağıntısı olarak anlaşılabilecek bir
form-içerik bağıntısını‖ her sanat yapıtı kurmak zorundadır. Bu anlamda güzel olan,
―özne ve nesnenin mutlak özdeşliğinin bir görünümü‖ olmaktadır. Dolayısıyla,
sanatın ―duyusal kavrayışın elverdiği ölçüde özne ile nesnenin birliğini ve
özdeşliğini sergileme amacına‖ sahip olduğunu söylemek de mümkün
görünmektedir. Sanat, elbette ki bu ―özne-nesne özdeşliğini, belli bir form altında,
duyusal olarak sunulan güzellik formu altında‖ görünüşe çıkarmaktadır. Çünkü
Geist, ―kendi sonsuzluğunu ve özgürlüğünü güzel nesneye aktarmış‖, bu sayede de
kendini güzel olanda ―görünür‖ kılmış; güzellik de Geist‘ın aktardığı ―bu özgürlük
ve sonsuzluk sayesinde, sonlu şeylerin göreliliğinden‖ kurtularak ―idea ile onun
hakikatinin mutlak alanına‖ doğru yükselmiştir. Bu nedenle ―güzel kavramının
merkezini, duyulur olan ile düşünülür olanın, görünüş ile özün, Doğa ile Mutlak‘ın
mükemmel uyumu ve dengesi‖ oluşturmaktadır. Başka bir ifadeyle, ―güzel
kavramının karakteristiği, onun, Mutlak‘ın duyusal ve dolayımsız doğal dışsallığı
olmasında‖ yatmaktadır. Kısacası, sanatın mutlak hakikati duyusal yolla dile
getirmesi, ―güzelin duyusal ve reel bir nesne olması‖ anlamına gelir; bu duyusal ve
reel nesne de, ―içerisine tinselliğin nüfuz ettiği‖ bir nesnedir.161
Farago‘nun
deyişiyle, Hegel‘e göre ideal bir sanat yapıtındaki form ve içerik arasındaki
uyuşumun gerçekleşebilmesi için üç şey zorunludur: İlk olarak, içeriğin sanatsal
tasarım haline gelmeye uygun olması, yani ―içeriğin form almaya elverişli olacak
şekilde var olması‖; ikinci olarak, içeriğin ―tinsel olanın duyusal kavrayışın nesnesi
olabilme yeterliliği‖ anlamında somut olması; üçüncü olarak da, ―yalnızca içeriğin
161 Hegel, G. W. Friedrich, 1994, a.g.e., s. 73-95
62
değil, aynı zamanda içeriğin anlatımının da somut olması veya her ikisinin de aynı
somut bireyselliği taşıması‖ gerekmektedir. Mesela, insan bedeni düşünülecek
olursa, bu beden aynı zamanda ―içerik olarak somut tinin kendisinin‖ ve ―form
olarak tinin somut sergilenişinin‖ kendisinde çakıştığı bir şeydir. İşte, form ve içerik
arasındaki bu üç koşulun yerine getirilmesiyle ―ideal sanat‖ ortaya çıkmaktadır162
–ki
Hegel‘e göre ideal sanat, hakikî içerik olan Mutlak‘ı güzellik formunda duyusal
kavrayışa sunan sanattır.
Görüldüğü gibi Hegel, güzelden ―hem epistemolojik hem de ontolojik bir
kategori olarak‖ söz etmekte; diğer bir deyişle, güzeli ―hem kavram hem de reel bir
fenomen olarak‖ ele almaktadır. Bu nedenle, Hegel felsefesi için sanat ile güzel,
―sistematik bütünlük adına‖ vazgeçilmesi mümkün olmayan epistemolojik ve
ontolojik kategorilerdir. Güzel, epistemolojik bir kategoridir; çünkü Mutlak‘a ilişkin
belirli türden bir bilgi vermektedir. Güzel, aynı zamanda ontolojik bir kategoridir;
çünkü ―Mutlak‘ın belli türden bir gerçekleşimi‖ olarak Mutlak Tin‘in bir formudur.
Çünkü Mutlak Tin‘in bir formu olarak ele alınan ‗güzellik‘, Hünler‘in de belirttiği
gibi, sadece öznel bir kavram değil, İdea‘nın duyusal yansıması olarak bir varoluşa
sahip olmasıyla nesnel bir varlığa da sahip olmaktadır.163
Hegel‘e göre, sanat, bireysel sanatçıların ve genel insan ruhunun yanı sıra,
belirli kültürlerin de ruhunu ifade etmek gibi bir özelliğe sahiptir. Çünkü sanat
eserlerinde, ―uluslar en zengin iç sezgilerinin ve düşüncelerinin tortusunu‖
bırakmışlardır. Bu nedenle de, sanat, toplumların düşüncesini ve inancını anlamanın
biricik anahtarıdır. Sanatın bunu din ve felsefeden farklı bir şekilde, en yüksek
162 Farago, France, 2003, a.g.e., s. 214-222.
163 Hünler, Hakkı, 1990, a.g.e., s. 145 -148.
63
gerçekliği duyusal bir biçimde sergileyip onu doğanın görünüş tarzına yakınlaştırarak
yaptığını tekrarlamaya ise sanırım artık gerek yoktur.164
Sanatsal güzellik, ―kendisini duyuya, duyguya, sezgiye, hayalgücüne‖
sunmaktadır. Bu nedenle de, ―onun düşünceden farklı bir alanı vardır ve etkinliğinin
ve ürünlerinin kavranması, bilimsel düşünmeden başka bir organı gerektirir.‖165
Buradan da anlaşılabileceği gibi Hegel sanatı salt rasyonel bir etkinlik olarak
görmemekte, sanatta sezgi, duygu ve imgeye de yer vermektedir. Böylelikle Hegel‘in
sanat görüşünde, idealist estetiğin önemli bir kavramı olan ve daha çok Croce‘de öne
çıkan ‗sezgi‘ kavramının da yer aldığı ortaya çıkmış olmaktadır. Zira, ona göre
―sanat eserlerinin kaynağı düş gücünün özgür etkinliğidir.‖166
Düş gücünün görevi
ise, bize ―iç akılsallığın bir bilincini, genel önermeler ve ideler biçimi içinde değil,
ama somut şekillenme ve bireysel gerçeklik içerisinde vermekten oluşur.‖167
Başka
bir deyişle, sanatın Mutlak Tin‘i duyusala dönüştürmek gibi bir görevi vardır.
Yukarıda açıklandığı üzere, sanat, duyusal bir formda Mutlak Tin‘i görünüşe
çıkarmaktadır. Üstelik Mutlak Tin‘i ―en iyi karakterize eden duyusal nesne‖ de sanat
yapıtlarıdır. Çünkü sırasıyla sanat, din ve felsefe basamaklarından geçen Mutlak Tin,
kendisini ilk olarak sanatta bulmaktadır. Bu nedenle de, ―Mutlak‘ı bir dolayımsızlık
tarzı içerisinde‖ sergileyen sanatsal gerçeklik, ―en yüksek duyusal form‖dur. Ancak
Mutlak Tin‘in bilinmesi bakımından bu duyusal yol, daha önce de belirtildiği gibi,
çok sınırlı bir yoldur. Bunun için de, Mutlak hakkında duyusal bilgi veren sanatın
görevi kendinden sonra gelen alanlar için bir temel oluşturmakla sınırlı kalmakta ve
164 Hegel, G. W. Friedrich, 1994, a.g.e., s. 8.
165 Hegel, G. W. Friedrich, a.g.e., s. 5.
166 Hegel, G. W. Friedrich, a.g.e., s. 6.
167 Hegel, G. W. Friedrich, a.g.e., s. 281.
64
sanatın duyusal yolla görünür kıldığı Mutlak Tin, bu duraktan özüne en uygun form
olan din ve felsefeye doğru yola çıkmıştır.168
Diğer bir deyişle, sanat, sınırlılığını
kendi içinde taşımakta, Mutlak‘ın anlaşılabilmesi için de yerini daha yüksek bilinç
formlarına bırakmaktadır. Çünkü insan tarihinin zirve noktası saf rasyoneldir ve
sanatın sahip olduğu sezgi, duygu ve imgeyi içermez.169
Bu nedenle sanat, Mutlak
Tin‘in tam anlamıyla bilinmesini sağlaması bakımından son durak değildir. Sanat, bu
yolda sadece daha yüksek birer basamak olan din ve felsefeye götüren bir ara durak
konumundadır. Ama sanatın Tin‘in amacına ulaşmasına ―duraklık etme‖ görevi, yine
daha önce açıklandığı gibi, hiç de azımsanacak bir görev değildir. Tin‘in amacının
gerçekleşmesi bu duraktan geçilmesine bağlı olduğu için, Hegel‘e göre, bu oldukça
önemli bir şeydir ve sanatın en büyük görevi de budur.
Hegel‘in teorisine göre, Geist‘ın açılımından ibaret olan tarihsel sürece
bakıldığında, sanatın bu en büyük görevini yerine getirerek tamamladığı
anlaşılmaktadır. Ona göre, Mutlak‘ın basamaklarından ilki olan ve önce din, sonra da
felsefe tarafından aşılan sanat, artık geçmişteki toplumların onda bulduğu akılsal
gereksinimleri karşılayamamaktadır. Bu bakımdan, çağımızın koşulları sanat yapmak
için elverişli değildir. Dolayısıyla, Tin‘in sanatsal formda tasarımlanması, bugün için
Geist‘ın bir hedefi olmaktan çıkmış ve Mutlak‘ın kavranması daha yüksek bir
zihinsel yeti olan kavramsal düşünmeye bırakılmıştır. Artık sanat bizim için geçmişte
kalan bir şeydir ve şimdi estetik çağı başlamıştır. Çünkü sanatın, sanat yapıtları
aracılığıyla Tin‘in en yüksek ilgilerini zihinlerimize getirdiği altın çağı, Geist‘ın
168 Hegel, G. W. Friedrich, a.g.e., s. 8; Hegel, G. W. Friedrich, 1986, a.g.e., s. 126.
169 Tansel, İ. Billur, Study and Analysis of the Traditional Aesthetics in Art as Opposed to the
New Aesthetics in Digital Art, Yeditepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi,
2008, s. 6.
65
bilincine ve özgürlüğüne ulaşmak için yürüdüğü yolda aşılmıştır. Şimdi yapılması
gereken, sanatı yeniden meydana getirmek değil, sanatın ne olduğunu felsefî olarak
belirleyebilmek için sanat üzerine düşünmektir. Bu nedenle, günümüzde sanattan
daha ziyade sanat felsefesine, yani estetiğe ihtiyaç vardır.170
Diğer bir deyişle, sanat
bizleri hakkında felsefî düşünmeye, sanat felsefesi yapmaya çağırmaktadır.171
Ancak
bugünkü sanatsal oluşumlara bakıldığında sanatın hiç ara vermeksizin yeni
biçimlerle var olmaya devam ettiği yadsınamayacak şekilde ortadadır. Bu nedenle,
bir yazarın da belirttiği gibi, Hegel‘in ―sanat çağının artık kapanmış olduğu
düşüncesinin bugün pratikte aşılmış olduğunu‖ söylemek mümkün görünmektedir.172
170 Hegel, G. W. Friedrich, 1994, a.g.e., s. 11-12.
171 Hegel, G. W. Friedrich, 1986, a.g.e., s. 133.
172 Doğan, Mehmet H., 100 Soruda Estetik, İstanbul, Gerçek Yayınevi, 1975, s. 103.
66
C) Benedetto Croce’nin Sanat Anlayışı
İnsan, içinde yaşadığı evrendeki nesnelerle yalnız zihnî,
empirik ve pragmatik ilgiler kurmakla kalmaz,
aynı zamanda estetik ilgiler de kurar.
Croce
İdealist estetiğin 20. yüzyıldaki en önemli temsilcisi kabul edilen Croce, tıpkı
Hegel gibi, Platon‘un sanatın ―mimesis‖ olduğu düşüncesini kabul etmez. Hatta onun
―doğa görüşü ve doğa güzelliği anlayışı, her çeşitten mimetizm‘in karşısında‖ yer
alır. Çünkü tek ve bütün gerçekliği ―tin‖ olarak ele alan Croce‘ye göre, içine ―tin‖
karışmayan tabiat kendi başına güzel ya da çirkin olamaz. Tabiat, ancak ve ancak
birilerinin kendi tinini doğada dışlaştırmasıyla ―güzel‖ olabilir.173
Diğer bir deyişle
―tabiatta güzellik diye bir şey yoktur. Tabiat güzelliği denilen şey, çoğu zaman kırda
hissedilen fiziksel bir rahatlık izleniminden başka bir şey değildir.‖174
Bunun dışında
tabiatta güzellik olduğunu söylemek, hâlis bir metafizikten başka bir şey değildir.175
Bu nedenle tabiat, sanat için kopya edilecek bir ―örnek‖ ya da bir ―model‖ değil,
sadece bir ―fizik tutamak noktası‖ ya da bir ―ilham kaynağı‖dır. Tabiatta bulunan
―bir gül, bir lale, bir at‖ da insanın hoşuna gidebilir, onlara bakarken de bir zevk
duyulabilir, onlar da güzel olarak değerlendirilebilir; ancak bu, onların doğal bir veri
ya da doğal bir ifade olarak bizi etkilemesinden kaynaklanmamaktadır. Çünkü
insanın birtakım doğal objelerden hoşlanmasının kaynağında doğal ifade olmaları
değil, doğaya bakan sujenin tini bulunmaktadır. Bunun için de Croce, ―doğal ifade ile
173 Croce, Benedetto, İfade Bilimi ve Genel Linguistik Olarak Estetik, Çev. İsmail Tunalı, İstanbul,
Remzi Kitabevi, 1983, s. 57.
174 Yetkin, Suut Kemal, 2007, a.g.e., s. 170.
175 Cömert, Bedrettin, Croce’nin Estetiği, Ankara, De Ki Yayınları, 2007, s. 37.
67
tinsel ifade arasında öz farkı‖ bulunduğunu ve ―bu ikisinin kesinlikle birbiriyle
karıştırılmaması gerektiğini‖ belirtmektedir. Ona göre, hoşa giden doğa, aslında,
doğal veri olarak algılanan doğa değil, keşfedilen doğadır. Bu nedenle, doğanın güzel
görünmesi, ―tinin bir ifadesi olarak‖ algılanması demektir. Çünkü ―doğa güzelliği,
güzelliğini, onu hayalgücü ile bezeyen tinsel etkinlikte elde eder‖; bir başka deyişle
güzel, ―tinsel etkinliğin dışlaştığı şeydir.‖ Bu bakımdan doğadaki hiçbir parça
imgelem (hayalgücü) işe karışmadığı sürece güzel değildir ve tinsel bir aktiviteye
dayanan ve güzelliği bu tinsel aktiviteden kaynaklanan sanat güzelliği doğa
güzelliğinden üstündür.176
Dolayısıyla sanatçının tabiatı taklit etmemesi gerektiği
gibi, hareket noktası da tabiat olmamalıdır. Kısacası, tabiata yönelmesi sadece ―dış
reeliteyi ideale yaklaştırarak değiştirmek‖ maksadından kaynaklanmalıdır.177
Aslında
bu açıklama, Croce‘nin estetik anlayışının nasıl idealist bir yönde geliştiğini açık bir
şekilde göstermektedir.
Görüldüğü gibi Croce‘nin felsefî düşüncelerinin temelinde Hegel felsefesinin
kilit noktası olan ‗tin‘ kavramı yer almaktadır. Her ne kadar daha sonra Hegel‘in
sistemini eleştirmişse de, Felsefem isimli çalışmasında Hegel konusunda zor bir
durumda olduğunu ve ne onunla ne de onsuz yaşayamadığını belirtmiştir.178
Croce
felsefesi de kelimenin tam anlamıyla ―bir genel idealizm‖dir; bu felsefeye göre de
tinden başka bir gerçeklik yoktur. Daha açık bir deyişle, Tin‘in özü gerçeklik
olduğundan gerçeklik ile aralarında herhangi bir fark yoktur ve onun karşısında
başka hiçbir gerçeklik, hiçbir varlık, hiçbir dünya yoktur. Üstelik Tin, olmuş, bitmiş,
176 Croce, Benedetto, 1983, a.g.e., s. 55-61.
177 Croce, Benedetto, a.g.e., s. 212.
178 Moss, M. E., Benedetto Croce Reconsidered, Truth and Error in Theories of Art, Literature
and History, Hanover and London, University Press Of New England, 1987, s. 9.
68
kapanmış, eylemsiz bir varlık da değildir; tersine, tin, yaşam gibi gelişen bir
süreçtir.179
Tinin temelde iki ana biçimi vardır: Bilme etkinliği olarak ―teorik etkinlik‖ ve
eyleme etkinliği olarak ―pratik etkinlik.‖ Tinin bu iki ana biçimi de ―kendi içinde iki
alt-basamağa‖ ayrılmaktadır: Teorik etkinlik, ―sezgi bilmesi ve zihni bilme‖ olarak;
pratik etkinlik de ―ekonomik istek ve ahlâki istek‖ olarak ikişer basamağa sahiptir.
Neticede bu dört basamak, 1) ifade 2) kavram 3) faydalı 4) ahlâk olarak sıralanabilir.
Demek oluyor ki tinin bir beşincisi daha olmayan tam dört basamağı bulunmaktadır.
Bütün tin, işte, ―bu iki ana etkinlikten veya dört tin alt basamağından‖ oluşmaktadır.
Tinin iki ana etkinliğinin bu dört alt-basamağına ise tam dört değer karşılık
gelmektedir: Sezgi bilgisine ―güzel‖; zihin bilgisine ―doğru‖; ekonomik etkinliğe
―faydalı‖; ahlâki istemeye de ―iyi‖ tekabül etmektedir. Demek ki, bir bilme etkinliği
olduğu düşünülen sanat ―teorik etkinliğin‖ alt basamağında ele alınmakta ve zihinsel
yolla değil de sezgi yoluyla bir bilme olduğu düşünüldüğü için de ―sezgi bilgisi‖
kategorisinde değerlendirilmekte, Tin‘in iki ana biçiminden ―teorik etkinliğin‖ alt
basamağı olan sanata, bu basamakta karşılık gelen değerin ise ‗güzel‘ kavramı
olduğu belirtilmektedir.180
Croce, teorik etkinliğin iki alt basamağına bağlı olarak iki bilgi türünü
―sezgisel bilgi‖ ve ―mantıksal bilgi― olmak üzere birbirinden ayırmıştır. Ona göre,
sezgisel bilgi bireysel olanın bilgisidir ve ―imge‖ üretir; mantıksal bilgi ise tümel
olanın bilgisidir ve ―kavram‖ üretir. Ayrıca sezgisel bilgi, özerk bir yapıya sahip olup
mantıksal bilgiden bağımsızdır; ama mantıksal bilgi ortaya çıkabilmek için sezgisel
179 Croce, Benedetto, 1983, a.g.e., s. 11.
180 Croce, Benedetto, a.g.e., s. 12.
69
bilginin varlığına ihtiyaç duyar. Başka bir deyişle sezgi bilgisi, kavramsal bilginin
meydana gelmesi için zorunludur; çünkü ―bir kavramın, onu önceleyen bir sezgi
olmadan varolması‖ mümkün değildir. Ancak sezgisel bilginin meydana gelmesi için
böyle bir zorunluluk ya da gereklilik bulunmamaktadır. Sezgi, kendine özgü bir
bilme yetisi olup, hem algıdan hem de duyum ve tasavvurdan farklıdır. Öyle ki
kavram olmadan sezgi olabilmekte, fakat sezgi olmadan kavram olamamaktadır.
Hatta, sezginin kavramdan ayrı ve ondan bağımsız olmasının yanı sıra, sezgi alanına
kavramla girilmesi de mümkün değildir. İşte bütün teorik tin, bu sezgi ve kavramdan
ibarettir.181
Croce‘nin estetik anlayışının epistemolojik temeli ise ‗sezgi‘ kavramına
dayanmaktadır. Ona göre, ―bilen veya eylemde bulunan tinin ilk basamağı‖ olan
sezgi, ilk tinsel etkinlik olup, bütün öbür tinsel etkinlikler ondan sonra gelmektedir.
Asıl tinsel bilme eylemi olan ve yalnız insanda ortaya çıkan ―sezgi bilmesi‖ en temel
bilgi edimidir.182
Sezgi, ―varlıkları dışarıdan tanımamızı sağlayan gidimli (discursif)
ve çözümsel (analitik) bilgiye karşıt olarak, bize varlıkları kendi kendilerinde
oldukları biçimde tanıtan‖ kendine özgü bir bilme türüdür.183
Bu nedenle sezgisel
bilginin, aklı, madde ile doğrudan doğruya ilişkiye sokan ―içsel bir etkinlik‖
olduğunu söylemek yerinde olacaktır.184
Croce‘nin yukarıda izah edilen düşüncesi, yani sezginin kavramsal
düşünceden bağımsız bir bilgi formu olduğu fikri, aslında, düşüncenin temelde
kavramsal olarak kabul edildiği ve kavramsal olmayan bir şeyin düşünceden
181 Croce, Benedetto, 1983, a.g.e., s. 13-22.
182 Croce, Benedetto, a.g.e., s. 13.
183 Bozkurt, Nejat, 1992, a.g.e., s. 193.
184 Yetkin, Suut Kemal, 2007, a.g.e., s. 167.
70
sayılmadığı bir çağ bakımından moda deyişle ezber bozan bir fikirdir. Üstelik
Croce‘nin sadece bu kadarıyla da yetinmediği, sanatın kavramsal düşünceden
bağımsız olduğunu savunmasının yanı sıra, en temel bilgi formu olarak sanatı kabul
etmesiyle diğer tüm bilgilerin de sanata bağımlı ve sanattan türemiş olduğunu
düşündüğü anlaşılmaktadır. Ona göre, sezginin ve dolayısıyla sanatın en temel bilgi
formu olmasıyla ―nesir, felsefe, tarih ve hatta bilim çalışmaları‖ bile ilk önce şiirsel
bir niteliğe sahiptir.185
Gerçekliği ifade etmemizin yolu olan dilimiz estetik olduğu
için de ―bildiğimiz şey dünya değil, bizim oluşturduğumuz poetik bağlantılardır.‖186
Croce estetiğinin ―temel denklemi‖ sezgi ile ifade arasındadır. Çünkü Tin‘in,
―yapmanın, oluşturmanın, ifade etmenin‖ dışında başka herhangi bir şey sezmesi söz
konusu değildir. Bu nedenle ifadede somutlaştırılmayan ya da somutlaştırılamayan
bir şey sezgi değil, sadece bir algılama ya da doğallıktır.187
Dolayısıyla, sezgi ile
sezginin objektifleşmiş hali olan ifade, aslında, bir ve aynı şeydir. Öyle ki sezginin
ortaya çıkması, ancak, ―ifade‖ halinde meydana çıkmasıyla mümkündür. Hatta aynı
zamanda ifade halinde olmayan sezgi yoktur da denebilir. Croce‘nin kendi deyişiyle,
―sezgi ile bilmek, ifade etmektir ve ifade etmekten başka bir şey değildir.‖188
İşte
Croce estetiğinde ‗sanat‘, ‗sezgi‘ ve ‗ifade‘ kavramları bu şekilde birbirleriyle
özdeşleştirilmiştir.
185 Croce, sanatın taklit olarak ele alınmasına karşı çıkmışsa da, görüldüğü gibi, tıpkı Platon ve Hegel
gibi, sanattan ―bilgi‖ olarak bahsetmektedir. Ancak onun için sanat sadece bilme değil, hem bilme
hem de yapmadır (Brown, Merle E., Neo-Idealistic Aesthetic: Croce-Gentile-Collingwood, Detroit,
Wayne State University Press, 1966, s. 125-126).
186 Jacobitti, Edmund E., 1999, a.g.e., s. 178-185.
187 Jacobitti, Edmund E., a.g.e., s. 179.
188 Croce, Benedetto, 1983, a.g.e., s. 122.
71
Croce‘nin estetik dizgesinin en belirgin yanı özdeşleştirmelere dayanması
olup, bunun en önemlisi de, yukarıda izah edilen ‗sezgi‘ ile ‗ifade‘ kavramlarının
özdeş olduğu yönündeki düşüncesidir.189
Onun için her sezgi aynı zamanda bir
ifadedir ve bu ikisi arasında görülen fark da bir kuruntudan başka bir şey değildir.
Öyle ki sanatçının kullandığı araç ne olursa olsun, hiçbir sezgide ifade olmamasına
imkân yoktur. Çünkü ifade sezginin ayrılmaz bir parçasıdır.190
Aynı şekilde sezgi de
sanatın ayrılmaz bir parçasıdır. Çünkü sezgi-bilgisi, sanatın kendisinden başka bir
şey değildir. Dolayısıyla sezgi ile sanat aslında aynı şey demektir ve sezgi ile sanatın
özdeşliği bir defa ortaya konulunca, sezginin öncelliği ve bağımsızlığı nedeniyle
sanatın da bağımsızlığı kendiliğinden ispat edilmiş olur.191
Kısaca söylemek
gerekirse, sezgisel nitelikte olduğu için sanat da otonomdur.
Sanatı ―insan tininin belli başlı formlarından biri‖ olarak ele alan bu estetiğe
göre, sanat, Tin‘in işleyişinin ve ürünlerinin estetik bir görünümde ortaya
çıkmasıdır.192
Bu ise, tıpkı Hegel‘de olduğu gibi, sanatın, tinin zorunlu bir basamağı
olması demektir. Ancak Hegel‘in tersine, Croce‘ye göre, sanatın sonunun gelmesi ya
da sanattan kaçınmak diye bir şey mümkün değildir.193
Çünkü sonlu olmayan Tin
nedeniyle sanatın bir sonu yoktur. Sanat, Tin‘in sonsuz işleyişi sürecinde değişik
görünümlerde ortaya çıkmaya devam edecektir. Ayrıca, sezgiye dayanmakla beraber,
sanat, ―usdışı‖ ya da ―mantıkdışı‖ değildir; sanattaki ―us‖ ya da ―mantık‖, sanatın
189 Cömert, Bedrettin, 2007, a.g.e., s. 49.
190 Bosanquet, Bernard, Croce’s Aesthetic, London, Published fort he British Academy, Oxford
University Press, 1919, s. 2-3.
191 Yetkin, Suut Kemal, 2007, a.g.e., s. 166-169.
192 Bozkurt, Nejat, 1992, a.g.e., s. 187-189.
193 Croce, Benedetto, 1983, a.g.e., s. 174.
72
kendine özgü olup, bilinen anlamdaki ―us‖ ya da ―mantık‖tan çok farklıdır.194
Sanat
ile ifadenin özdeş olduğu söylenirken de, bununla yalnızca sözlü ifadenin
kastedildiği düşünülmemelidir. Çünkü birbirinden çok farklı nitelikte ifadeler olduğu
zaten bilinen bir şeydir. Örneğin, şairin ifade aracı söz ise, müzisyeninki ses,
ressamınki de renkler ve çizgilerdir. Fakat sanatçının kullandığı ifade aracı her ne
olursa olsun hiçbir sezginin aynı zamanda ifade olmaması imkânsızdır.
Elbette ki, ―dilin pratik, lojik, bilimsel v.b. yollarda kullanılması ile sanat
yolunda kullanılması arasında‖ önemli birtakım farklar vardır. Söz gelimi ―kavramlar
başka başka yollardan anlatılabilir‖ ancak duygular için bu söz konusu değildir. Tam
da bu nedenle, bir ―ifade‖ olarak her sanat yapıtı tekrar edilmesi mümkün olmayan
bir tekliğe ve biricikliğe sahiptir. Diğer yandan, bir ifadede ya da aynı şey olmak
üzere bir sanat yapıtında, örneğin ―bir şiirde dile getirilen duygu önceden duyulmuş,
sonra bir fonetik dokuya dökülmüş, vezne sokulmuş değildir.‖ Çünkü sanatçının
tininde meydana gelen sezgisel yaşantıya eşlik eden duygunun ifadeden ayrı olarak
düşünülmesi mümkün değildir. Öyle ki hakikî mânâdaki bir estetik etkinlikte eser ya
da duygu birbirinden önce varlığa gelmiş değildir. Bunların ikisi de, aynı eylemde
birlikte oluşur; o da ifade eylemidir.195
Croce‘nin estetiğine göre, her pratik eylem gibi sanatsal eylem de, eylemi
yapan kişinin yaşarken hissettiği tüm duygulardan bir tanesinin egemenliğiyle
belirlenmektedir. Fakat pratik eylemde belirleyici konumundaki bir duygu diğerlerini
reddederek ve inkâr ederek onların üzerinde hâkimiyet kurmakta iken, sanatsal
194 Cömert, Bedrettin, 2007, a.g.e., s. 40.
195 Moran, Berna, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, Genişletilmiş 6. Baskı, İstanbul, Cem Yayınevi,
1988, s. 91.
73
eylemde belirleyici olan duygu, diğerlerini kendisine dâhil ederek ve hepsini
karmaşık bir imgede toplayarak onlara hâkim olur. Pratik eylem dışlayıcı, sanatsal
eylem dâhil edicidir. Croce, sanattan, pratik eylemde olmayan belirli bir bütünlüğe
sahip ve evrensel bir şey olarak bahsetmektedir. Ona göre, sanatsal bir üretimde
baskın olan duygu, pratik bir eylem sırasında baskın olan duygudan daha farklı bir
işleve sahiptir. Çünkü hakikî mânâdaki sanatçıların her biri Croce‘nin ―evrensel
uyumun aşkı‖ adını verdiği bir duygu tarafından yönetilmektedir. Bu duygu, üretime
konu olayın egemen duygusuyla birleşerek sanatçının duygularını ve imgelerini
birleştirmesini sağlar ve nihayetinde onu estetik bir forma, estetik eylemin
bütünlüğüne, imge ve duygunun mükemmelleşmiş uyumuna kavuşturur.196
Öyleyse
denebilir ki, her sanat eserinde zorunlu olarak iki öge bulunmaktadır. Bunlar, imgeler
karmaşası ve bu imgeleri canlandıran duygudur. Bu iki öge, ayrı gibi görünse de
aslında iki ayrı şey değildir; birbirleriyle sarmaş dolaştırlar ve içiçe geçmişlerdir.
Başka bir deyişle, sanat eserlerindeki duygular imgelere dönüşmüş, düşünülerek
aşılmıştır. Bu nedenle, sanat için ne duygu, ne imge ne de ikisinin toplamı demek
yeterli değildir. Çünkü o, ―duygunun düşünülmesi‖ ya da ―lirik sezgi‖ veya ―katkısız
sezgi‖dir.197
Sanatçının tininde sezgiyle yaşanan bu yaşantı ya da duygu, genel ve
değişmez bir özelliğe sahip ―soyut bir duygu‖ ya da bütün insanlarda yaşanan ―ortak
bir duygu‖ olmayıp, sanatçının tek başına yaşadığı, belki de bütün yaşamı boyunca
bir daha aynı şekilde yaşayamayacağı türden bir duygudur. Bu nedenle, sanat
yapıtlarında dışlaşan estetik duygu, bireysel ve her sanat yapıtında ayrı ayrı dile
196 Brown, Merle E., 1966, a.g.e., s. 123-125.
197 Doğan, Mehmet H., 1998, a.g.e., s. 137.
74
gelen somut bir duygudur. Ancak bu duygu, sanatçının daha önceden planlayıp
tasarladığı bir duygu da değildir. Diğer bir deyişle, sanatçı, sanat yapıtının ortaya
çıkmasından daha önce bildiği bir duyguyu değil, yapıtın meydana gelmesi esnasında
yaşadığı bir sezgiyi dile getirdiği için ifadeden önce duygu yoktur. Zaten bu nedenle
Croce, sezgi ile ifadeyi bir ve aynı şey saymaktadır. Dolayısıyla sanatçının ifade
ettiği duygunun, sanat yapıtının ya da ifadenin ortaya çıkmasından önce bilinmesi
mümkün olmadığından, sanatçıların, insanlara şu ya da bu duyguyu duyurmak
amacıyla sanat yapması söz konusu değildir. Ona göre, ―sözde-sanat‖ ile ―gerçek-
sanat‖ arasındaki fark da burada ortaya çıkmaktadır. Çünkü ―sözde-sanat,
‗eğlendirme‘, ‗etkileme‘ ve ‗öğretme‘ amaçlarıyla, daha önce bilinen birtakım
duyguları sanat izleyicisine duyurmak için‖ uğraşırken, ―gerçek-sanat yapıtlarında‖
önceden tasarlanmış, planlanmış böyle bir maksat bulunmamaktadır. Ancak bu
demek değildir ki, sanat yapıtlarında kavram ya da fikirden eser yoktur. Burada
kastedilen kesinlikle bu değildir. Elbette sanat yapıtlarında da ―kavramlar,
düşünceler, yargılar‖ vardır ama bunlar yapıtın içinde ―erimiş‖, duygu anlatımına
―dönüşmüş‖ olarak vardır.198
Çünkü sanatçı duygusunu dile çevirmek çabasında
olduğuna ve bunu yaparken de bireyselliğini yakaladığına göre, bir benzetmeyle
söylemek gerekirse, ilaç ile şeker birleşip başka bir madde meydana getirmelidir.
Daha açık bir deyişle, ―fikir artı estetik değer yerine‖, bunlar bir arada erimeli; fikir
sanatçıda sezgiyle yaşanan bir yaşantı halinde ifadeye dönüşmelidir.199
Kaldı ki,
sanatsal üretim süreci, Croce‘ye göre, sanatçıda bir soruyla başlamaktadır. Sanatçıyı
üretime iten bu soru ise, ―eğer bu özel duyguyla birleşmiş olsaydı dünyam nasıl bir
198 Doğan, Mehmet H., a.g.e., s. 238-240.
199 Moran, Berna, 1988, a.g.e., s. 96-98.
75
yer olurdu?‖ sorusudur. İşte sanat da, aslında, sanatçıların sezgisel bir yaşantıyla bu
soruya karşılık olarak ifade ettikleri cevapların bir toplamından oluşmaktadır.200
Kendine özgü bir bilme yetisi olan sezgisel etkinlikte olup-biten şey,
izlenimlerin dışlaştırılmasıdır. İzlenimleri dışlaştırmak, sezgiyi sezgi yapan temel
niteliktir. İzlenimleri dışlaştırmakla da izlenimlere biçim verilmiş, yani izlenimler
ifade edilmiş olmaktadır. Çünkü ―izlenimlere biçim vermek‖ demek, onları ―ifade
etmek‖ demektir; ifade etmek ise sezgi ile bilmektir. Dolayısıyla sezgi ile bilmek,
―izlenim ve duyguları dışlaştırmak, onlara biçim vermek‖; daha açık bir deyişle,
izlenimleri ifade etmek demektir. Bu durumda, her sezgi aynı zamanda bir ifade
olacağına göre, ifade halinde objektifleşmeyen bir şey sezgi de değildir. Sezginin en
yetkin olarak kendini gösterdiği alan da sanatsal varlık alanıdır. Çünkü izlenim ve
duygulara biçim verilerek gerçekleştirilen ―dışlaştırma‖ en yetkin halini ―sanat
eserlerinde‖ göstermektedir. Sanat dünyası denilen dünya da, zaten bu
biçimlendirmenin örnekleri ile dolu olan bir dünyadır.201
Bu anlamda denebilir ki,
sayısız çokluktaki ve çeşitlilikteki tüm sanat eserleri, aslında, açıklanan şekilde
ortaya çıkan birbirinden farklı dışlaştırmalardan başka bir şey değildir.
Croce‘ye göre, estetik üretim süreci dört basamaktan oluşmaktadır:
1) İzlenim, 2) İfade, 3) Estetik zevk, 4) İfadenin dışlaştırılması. Bu sıralamadaki asıl
estetik süreç, ikinci aşama olan ―ifade‖ aşamasıdır. Çünkü ―estetik süreç, salt ifade
demektir ve ifade de izlenimlerin bir sentezini, onlara biçim verilmesini ve onların
tinselleştirilmesini gösterir.‖202
Sezginin işlevi, nesnenin tekliği ile karşı karşıya
200 Brown, Merle E., 1966, a.g.e., s. 126.
201 Croce, Benedetto, 1983, a.g.e., s. 24-27.
202 Croce, Benedetto, a.g.e., s. 38-39.
76
gelmenin yolunu açmaktır.203
Kendine özgü bir defalık bir sezgi yaşantısıyla
meydana gelen ―ifade‖ ya da diğer deyişle ―sanat yapıtı‖, aslında, bu yaşantıyı
yaşayan kişinin tininde başlar ve başından sonuna kadar da orada olup biter. Bu
kendine özgü yaşantıyı yaşayan kişi ―sanatçı‖dır; sanatçının kendi tininden doğan
ifadeyi ―sezgi‖ ile kavraması sonunda duyduğu zevk de ―estetik zevk‖tir. Yalnız
estetik zevkin sadece sanatçıların yaşadığı bir şey olmadığını belirtmekte yarar
vardır. Çünkü bir sanatçının kendi tininden doğan bir ifadeyi dışlaştırması ile
başkalarının da bu ―ifade‖ ile karşı karşıya gelme imkânı ortaya çıkmakta ve artık
alımlayıcı konumunda olan bu kişilerin karşı karşıya gelmiş oldukları ifadeyi ―sezgi‖
ile kavramaları sırasında duydukları zevk de yine ―estetik zevk‖ kategorisine
girmektedir. Burada sanatçının tininde meydana gelen ―ifade‖ kendine özgü bir sezgi
yaşantısıyla bu defa da alımlayıcı tarafından yaşanmakta, böylece ―ifade‖ ya da
―sanat yapıtı‖ ile ―estetik zevk‖ adı verilen sanatsal yaşantının bir tekrarı ortaya
çıkmaktadır.204
Croce‘ye göre, sanatçı ile alımlayıcı aynı tinsel öze sahip oldukları ve
dolayısıyla ―tözce aynı‖ oldukları için, ifadenin sezgi ile kavranması sürecinde karşı
karşıya gelebilmektedirler. Zaten bir başka tinde meydana gelen ifadenin kavranarak
estetik beğeninin ortaya çıkması da bu şekilde açıklanmaktadır. Esas olarak ikisi de
tinsel bir varlık olan sanatçı ile alımlayıcı, dışlaşan bir ifadede karşı karşıya gelirler
ve bu karşılaşmada alımlayıcı söz konusu ifadeyi dışlaştıran sanatçı tinde meydana
gelen yaşantı bütünlüğünü sezgiyle kavrayarak sanatçı tinle aynı düzlemde bir araya
gelmiş olur. Artık o iki tin bir ve aynıdır. Croce, bu durumu şu şekilde ifade etmiştir:
203 Goetz, Philip W(ed.)., Anabritannica, cilt 11, İstanbul, Ana Yayıncılık, 1994, s. 224.
204 Croce, Benedetto, 1983, a.g.e., s. 42.
77
―Dante‘yi incelediğimiz ve onun hakkında yargı verdiğimiz anda, ruhumuz,
Dante‘nin ruhu ile tamamen bir ve aynıdır ve böyle bir an içinde biz ve o, bir ve
aynıyızdır. Bizim küçük ruhumuzun büyük ruhlarla birlikte tınnete geçmesi ve
büyük ruhlarla birlikte tinin tümelliği içinde daha da büyüme imkânı yalnız bu
aynılık içinde bulunur.‖205
Demek oluyor ki, Dante‘yi eleştirmek için onunla aynı düzlemde karşı
karşıya gelebilmek gerekmektedir. Elbette ki biz Dante değiliz, Dante de biz değildir;
ama ―yargıya varma anında‖ tinimiz Dante‘nin tiniyle bir bütün olmaktadır. Bu
bütünlük de, ―bizim küçük tinlerimizin büyük tinleri taklit edebilmesi ve tinin
evrenselliği içinde onlarla büyüyebilmemizin‖ imkânını taşımaktadır.206
Croce, bu
noktayı ‗prodüksiyon‘ ve ‗reprodüksiyon‘ kavramlarıyla açıklamıştır. Ona göre,
sanatçının tininde sezgiyle yaşanan ve orada ortaya çıkan ―ifade‖, asıl sanatsal
üretimdir, gerçek sanat yapıtı ve gerçek güzel de bu prodüksiyon‘dur; fiziksel bir
varlıkta dışlaştırılan bu ifadenin alımlayıcılar tarafından yine sezgi yoluyla
kavranması ise reprodüksiyon‘dur. Çünkü sanat eseri, ―estetik üretim‖ olarak
mutlaka bir sanatçı tarafından meydana getirilir; ama bu estetik üretimi algılayan
alımlayıcı tarafından da bir anlamda yeniden üretilir. Başka bir ifadeyle, ―güzelliği
tanımak, onu meydana getirmek gibi bir şeydir.‖207
Bu nedenle ―estetik yargı,
reprodüksiyon ile aynıdır. Şu farkla ki, sanatçı estetik prodüksiyon meydana getirir,
tenkitçi ise reprodüksiyon meydana getirir.‖208
Söz gelimi, bir şiiri ya da bir romanı
205 Croce, Benedetto, a.g.e., s. 226.
206 Croce, Benedetto, a.g.e., s. 271.
207 Yetkin, Suut Kemal, 2007, a.g.e., s. 171.
208 Croce, Benedetto, 1983, a.g.e., s. 15.
78
okuyan, bir tiyatro oyununu seyreden, bir filmi izleyen alımlayıcı, bu ―sanat yapıtını‖
ya da ―ifadeyi‖ sezgiyle kavrayarak bu estetik üretimi yeni baştan üretmiş
olmaktadır.
Görüldüğü gibi Croce, sanat yapıtları ile alımlayıcı olarak buluşan, güzeli
eleştiren ve tanımlayan yargı eyleminin onu üretenle aynı olduğunu ileri sürmektedir.
Ona göre, bu ikisi arasındaki tek fark, sadece koşulların çeşitliliğinde yatmaktadır.
Birinde ―estetik üretim sorusu‖ varken, diğerinde ―yeniden üretim‖ vardır. Bu
nedenle de üretici eyleme ―yetenek”; yargılayan/eleştiren eyleme de ―beğeni” adını
verir; ancak yeteneği ve beğeniyi özünde aynı şey kabul eder.209
Sanat, sanatçının sezgisel yaşantısının bir ifadesiyse ve bu bir defalık bir
yaşantı sonucunda ortaya çıkıyor ise, sanat yapıtları geçici olmaya mahkûm mudur
yoksa kalıcı olmalarının bir yolu var mıdır? Croce‘ye göre, estetik etkinlik sürecinde
sanatçı doğadan birtakım izlenimleri almakta, bu izlenimleri bir senteze tâbi tutmakta
ve sonunda ifadeye ulaşmaktadır. İfade, sanatçının tininde meydana gelen bir
fenomendir ama bu fenomen aslında bir defalık estetik bir yaşantıdır. Bu ifade, diğer
deyişle bu estetik fenomen, sanatçının ruhunda meydana gelir ve sanatçının kendi
ruhunda meydana gelen bu ifade estetik bir tatmin sağlar. Ancak bu ifadenin sürüp
giden bir sürekliliğinin olması mümkün değildir. Çünkü insan hâfızasının morfolojisi
tinsel bir sentez olan bu ifadeyi sürekli olarak koruyacak niteliğe sahip değildir.210
Dolayısıyla sanatçının tininde meydana gelen ifadenin kalıcı olmasının tek yolu,
dışlaştırmadır ve tinsel yaşantının dışlaştırılmasıyla da ifadenin kalıcılığı sağlanmış
209 Croce, Benedetto, ―Taste and the Reproduction of Art‖, Continental Aesthetics Romanticism to
Postmodernism an Anthology, Richard Kearny and David Rasmussen(ed.)., The United States of
America, Blackwell Publishers, 2001, s. 271.
210 Tunalı, İsmail, 1979, a.g.e., s. 191.
79
olmaktadır. Aksi takdirde insan zihninin bu ifadeyi hâfızada olduğu gibi saklaması
mümkün değildir. Öyle ki ifadenin sahibi olan sanatçı bile bir süre sonra aynı ifadeyi
tekrarlamak istese büyük olasılıkla bunu yapmakta başarılı olamayacaktır. İşte tam
da bu sebepten ötürü, ifadenin ―ses, ton, boya, mermer, odun‖ gibi fiziksel
varlıklarda dışlaştırılmasıyla birer estetik üretim olan ―sanat anıtları‖ meydana
getirilmiştir. Sanat anıtları, ―estetik reprodüksiyon‘un uyarım araçları‖ olup, hepsinin
ayrı ayrı fiziksel bir varlığı bulunmaktadır. Bu nedenle, Croce, sanat anıtlarındaki
güzelliği de tabiattaki güzellik ile aynı kategoride değerlendirerek, ikisini de ―fizik
güzel‖ olarak adlandırmaktadır. Böylece de, doğadaki ve sanat anıtlarındaki güzellik
―sanatçının ruhunda meydana gelen bir fenomen olan asıl güzellik‖ten ayrılmış
olmaktadır.211
Sanat yapıtlarını da fizikî güzel kategorisine alan Croce, bu noktada, tabiat
güzelliği ile sanatsal güzelliği birbirinden farklı olarak ele alan Hegel‘den bir bakıma
ayrılmış olmaktadır.
Görüldüğü gibi, Croce, tüm sanat tarihi boyunca ―sanat eseri‖ ya da ―sanat
yapıtı‖ olarak adlandırılan sanatsal ürünleri ―sanat anıtı‖ olarak adlandırmaktadır. Bu
durumda, ―bir şiir, bir resim, bir heykel ve bir müzik parçası, ereği kendinde olan
varlıklar olmayıp, tinsel bir sentezi, estetik ifadeyi canlı tutmada belleğe yardımcı
olan araçlar‖ olarak karşımıza çıkmaktadır. Diğer bir deyişle, sanat yapıtı olarak
kabul edilen ürünler, bu haliyle, sadece ―sanatçının tininde meydana gelen ifadenin
tekrarlanmasına (reprodüksiyon) yardım eden araçlar‖ olmaktadır. Her ne kadar,
aslında birer reprodüksiyon aracı olan bu fiziksel varlıklara ―sanat yapıtı‖ ve ―güzel‖
denilmesi bir alışkanlık olmuşsa da, Croce için ―güzel‖ sanatçının tininde ortaya
211 Croce, Benedetto, 1983, a.g.e., s. 53-59.
80
çıkan ifadenin kendisinden başka bir şey olmayıp, sanat yapıtlarındaki ―güzellik‖ de,
yalnızca asıl estetik güzelliğe götüren bir araçtır.212
Croce‘nin sezgisel etkinliğin sonucu olan estetik bireşimin daha sezgi
halindeyken tamamlanmış bir sanat eseri olduğu yönündeki fikrinin, estetik
çevrelerce kabul gördüğünü söylemek biraz zordur. Çünkü genel olarak iç ifadeyi dış
ifadeden ayırmanın ya da eserin maddi kuruluşunu sanatsal etkinliğin dışına atmanın
imkânsız olduğu ve sanat eserinin maddi yanının estetik etkinliğin ayrılmaz bir
parçası olduğu kabul edilmektedir. Şöyle ki sanatsal üretim sürecinin maddesel
boyutunda eseri üretmeye neden olan sezgide bazı değişmeler olduğu yine sanat
dünyasındaki örneklerden bilinmektedir. Söz gelimi, önemli kabul edilen bazı
ressamların taslakları ya da ünlü bazı yazarların müsveddeleri ile bu eserlerin bitmiş
halleri arasındaki farklar bize bu gerçeği açık bir şekilde göstermektedir. Aynı
şekilde Michelangelo‘nun Musa eserini yapmak için ―Carrara dağlarında günler ve
haftalarca, sezgisine uygun mermeri uzun uzadıya aradığı‖ da yine bilinen bir
husustur.213
Yukarıda daha önce açıklandığı gibi, tinin dört basamağı vardır ve bu dört
basamak da, sırasıyla, ifade-kavram-faydalı ile ahlâktır. Tinsel etkinliğin bir beşinci
biçimi ya da başka herhangi bir biçimi daha bulunmamaktadır. Bu dört basamak
birbirine sıkı sıkıya bağlı olup, her bir basamak da kendinden önce gelen basamağa
dayanmaktadır. Tinsel etkinliğin ilk apaçık hali ise ifadedir. Bu nedenle ―kavram,
ifade olmaksızın; faydalı, kavram ve ifade olmaksızın; ahlâk da kendinden önce
212 Croce, Benedetto, a.g.e., s. 60.
213 Yetkin, Suut Kemal, 2007, s. 176.
81
gelen diğer üç basamak olmadan var olamaz.‖214
Dolayısıyla ifade, keyfi bir etkinlik
ya da ―böyle olduğu gibi şöyle de olabilen bir etkinlik‖ değildir. Tam tersine
doğrudan bir etkinlik olduğu için keyfiliğin yerine zorunluluğun söz konusu olduğu
bir etkinliktir. Croce‘nin kendi sözleriyle söylemek gerekirse:
―İfade etkinliği doğrudan etkinlik olduğu için bir keyfilik değil, tersine, tinsel bir
zorunluluktur…Tinsel etkinlikten ibaret olan ifade, biricik mümkün bir
somutlaşmadır. İfade, keyfi olan, böyle olduğu gibi şöyle de olabilen bir etkinlik
olmadığına göre, bu etkinliği yargılayan da onu olduğu gibi yargılamak
zorundadır. Başarılı bir ifade, buna göre, çirkin olarak yargılanamayacağı gibi,
başarısız bir ifade de güzel olarak yargılanamaz.‖215
Burada, Croce‘nin sezgi temelli estetik görüşüne rağmen beğeni yargılarının
mutlak bir yanı olduğunu düşündüğü dikkat çekmektedir. Şöyle ki, kendi tininde
meydana gelen ifadeyi dışlaştırarak estetik bir ürün ortaya çıkaran sanatçı aslında bu
―ifade‖ ya da ―sanat yapıtı‖ ile kendi görüş tarzını somutlaştırmış olmaktadır. Bu
nedenle, beğeni yargısının oluşma sürecinde sanatçı ile alımlayıcının görüşleri
arasında ―uygunluk olması‖ son derece önem taşımaktadır. Çünkü, bir ―ifade‖ ya da
―sanat yapıtı‖ ile karşı karşıya gelen alımlayıcı, eğer sanatçı ile aynı görüş tarzını
benimsiyor ise sezgi yoluyla kavradığı ―ifade‖ ya da ―sanat yapıtı‖ hakkında olumlu
bir yargıya ulaşabilmektedir.216
Bu da aslında ―prodüksiyon‖ sürecini tekrarlamaktır.
Yine Croce‘nin kendi sözleriyle söylemek gerekirse:
214 Croce, Benedetto, 1983, a.g.e., s. 170-171.
215 Croce, Benedetto, a.g.e., s. 81.
216 Croce, Benedetto, a.g.e., s. 80.
82
―Beğenme, sanat yapıtını keyfi ve kişisel eğilimlere göre algılamak olmayıp,
sanatçının tininde meydana gelen ve fizik uyarım araçlarında sanat yapıtları
halinde somutlaşan yaratma sürecini, aynen tekrarlamak (reprodüksiyon)
demektir. Tekrarlanacak olan bu süreç, yalnız belli bir süre için geçerliği olan bir
süreç olmayıp, herkes için geçerliği olan bir süreç olduğuna göre, buradan beğeni
yargısının suje-üstü, mutlak (ama metafizik olmayan) bir geçerliğinin olması
gerekir.‖217
Buradan şöyle bir sonuç da çıkmaktadır: Aslında bir ―ifade‖ ya da ―sanat
yapıtı‖ hakkında estetik bir değerlendirme yapmak, Croce‘nin deyişiyle, ―sanat
anıtını‖ değerlendirmek demek değildir. Diğer yandan beğeninin mutlak bir yanı
olduğundan bahsedildiğine göre, beğeni yargıları üzerinde tartışma yapmak da
mümkün görünmektedir. Ancak bu tartışmanın, estetik-dışı yollara sapmadan sadece
sanat eserinin temel alınarak yapılması çok önem arz etmektedir. Çünkü bir estetik
obje, tümel lojik bir kategoriye ya da metafizik bir yetiye dayanılarak değil, sadece
kendisine dayanılarak estetik olarak yargılanabilir. Bu bakımdan beğeni yargısının
mutlaklığı, sezgiye dayanan bir mutlaklıktır. Beğeni yargısının sezgiye
dayanmasından ise, beğeni yargısında subjektif duyguların ve ruh hallerinin
tekrarlandığı anlaşılmamalıdır. Zira beğeni yargısında tekrarlanan, ifadenin ―objektif
ve somut içeriği‖dir. Croce‘ye göre beğeni yargıları, bu nedenle, mutlak ve zorunlu
yargılardır; kendi tininde meydana gelen ifadeyi dışlaştıran sanatçı ile bu ifadeyi
tekrarlayan alımlayıcı aynı özden olduğu için de, bu ―tekrarlama‖ ya da ―beğeni
yargısı‖ sorunsuz bir şekilde meydana gelebilmektedir.218
217 Croce, Benedetto, a.g.e., s. 82.
218 Croce, Benedetto, a.g.e., s. 77-90.
83
Yukarıdaki açıklamalardan insanın sezgisini dışlaştırmasıyla sanatsal varlık
alanına geçtiği anlaşılmaktadır fakat her ifadenin bir sanat yapıtı olmadığını ve
ifadesini kavrayan herkesin de sanatçı olmadığını belirtmekte de yarar vardır. Croce
bu düşüncesini ―insan, sezgisini objektifleştirmekle ancak sanata yükselir, yoksa
alelade sezgilerde olduğu gibi yalnız duyumları objektifleştirmekle değil‖ diyerek
açık bir şekilde ifade etmiştir. Ona göre, basit duyumların ifadesinden oluşmayan
sanatsal varlık alanında, günlük hayatta sahip olunan sezgilerden ―daha geniş ve daha
karmaşık sezgilere‖ ulaşılmaktadır. Bu nedenle sanatçılar, ―karmaşık ruh hallerini
tümüyle ifade etmek için, herkesten daha fazla bu iş için belirlenmiş ve buna
yetenekli olan‖ kişilerdir. Bu kişilerin ulaştığı ―oldukça karmaşık ve güç ifadelere‖
de ―sanat yapıtı‖ adı verilmektedir. Croce‘ye göre, sanat sezgi olmakla birlikte sezgi
her zaman sanat değildir. Sanat sezgisi, özel çeşitten bir sezgi olup, genel sezgiden
daha fazla bir şey olmasıyla ayrılır; ama sanat sezgisi diye genel sezgiden apayrı bir
sezgi yoktur. Çünkü sezgi türleri ya da çeşitleri diye birbirinden farklı sezgiler
bulunmamaktadır. Günlük yaşam içindeki sezgi ile sanat dünyasındaki sezgi de, öz
bakımından birbirinden farklı değildir. Dolayısıyla, sanattaki sezgi ile gündelik
hayattaki sezgi töz ve öznitelik bakımından birbirinden farklı değildir; bunlar
arasındaki fark sadece ―nicelik‖ yönündendir. Kendi ifadesiyle söylemek gerekirse,
―sanat denen ifade-sezgileri ile sanat olarak adlandırılmayan popüler ifade-sezgileri
arasındaki sınırlar, empirik özelliktedir; bu sınırları tanımlamak da, mümkün
değildir.‖ Neticede ―gündelik sezgilerden en yüksek sanat sezgilerine kadar bir tek
sezgi‖ vardır. Bu sezgiyi inceleyen bilim de, bilindiği gibi, Estetik‘tir. Estetik,
hayatın farklı katmanlarının farklı görünümlerinde sadece bazı özellikleri ile farklı
olan ama aslında bir ve aynı olan sezgiyi inceleyen tek bilimdir. Bu nedenle Croce,
84
estetiği, ―salt tinsel olan bir etkinliğin, ifadenin tümel bir bilimi‖ olarak
tanımlamaktadır.219
Sanat anlayışında bir çeşit duygu olan ―sezgi‖yi temel alan Croce‘ye göre,
sanatların sınıflandırılması, belli kategoriler ya da başlıklar halinde adlandırılması
doğru olmadığı gibi, sezginin bireyselliğine, duygunun öznelliğine aykırı olan bu tür
bir yaklaşım sadece sanata duygu-dışı ya da sezgi-dışı bir tavırdan, ―zihnî, mantık
elemanları ile sanat alanına girmekten‖, daha açık bir deyişle usçu bir tavırdan
kaynaklanmaktadır.220
Ona göre ―sanatların bölünmesine ilişkin her kuram
temelsizdir.‖ Çünkü ―her bir ifadesel olgu bir bölünmezdir‖; sadece ―başarılmış
ifadeler, yarı başarılmış veya yanlış ifadeler‖ vardır; değişen ise yalnızca
izlenimlerdir, içeriklerdir. ―Tür veya sınıf, bu durumda, tek‘tir, o da sanatın
kendisidir veya sezgidir. Tek tek sanat yapıtları sonsuzdur, hepsi özgündür, hiçbiri
ötekisine çevrilemez.‖ Dolayısıyla ―bir roman biçimi, bir tragedya biçimi diye bir şey
yoktur, tersine, ne kadar somut-tarihsel yapıt varsa, o kadar biçim vardır.‖221
Aynı
şekilde sanatı pratik değerlerle ya da pratik etkinliğe dayanarak söz gelimi haz ve acı
ile açıklamak, bunları esas alarak ―güzel‖ ve ―çirkin‖ tanımı yapmak da yanlıştır.
Çünkü ―güzel‖ ile ―haz‖ arasındaki ilgi bir öz ilgisi olmayıp, aralarında zorunlu bir
bağ bulunmamaktadır.222
Ona göre, ―güzel‖ yalnızca ifade ile ilgilidir; diğer bir
deyişle ―güzel‖ başarılı ifadedir. Bu durumda salt güzellik, salt ifade olup, salt
sezgidir; ―çirkin‖ de, ifadenin eksikliğinden ya da yokluğundan başka bir şey
219 Croce, Benedetto, a.g.e., s. 26/123-124.
220 Croce, Benedetto, a.g.e., s. 14.
221 Cömert, Bedrettin, 2007, a.g.e., s. 61-63.
222 Croce, Benedetto, 1983, a.g.e., s. 34.
85
değildir.223
Dolayısıyla ―bir sanat eserine güzel demek, onun sezgi ve ifade ile güzel
olduğunu söylemektir.‖224
Croce, ―güzel‖ ile ilgili olarak söz konusu edilen ―trajik,
komik, yüce, dokunaklı, acıklı‖ gibi tüm kavramların, aslında ―estetik-dışı‖
kavramlar olduğunu belirtmektedir.225
Çünkü ―insanın beden güzelliği, geometrik
figürlerin güzelliği, güzelliğin objektif biçimleri‖ gibi tüm kavramlar ―estetik
astroloji‖ olup, ―asıl estetik olan, içsel bir şeydir, bir vizyon‘dur, bir ilhamdır, bir
sezgidir, bir iç-ifadedir.‖226
Bu nedenle, estetik fenomenin taşıyıcısı olarak ―haz‖ ya
da ―acı‖ görülmemelidir. Bu kavramlar ―utilitarist ve pratik olgular‖ olup, beğeninin
doğru olarak kavranmasına engel olurlar. Dolayısıyla haz ve acıyı estetik fenomenin
taşıyıcısı olarak görmek, estetik-dışı bir yola sapmaktır. Üstelik estetik, bu şekilde
ele alındığında, estetik-dışı bir unsur ile açıklanmış olmaktadır.227
Öyleyse, ‗güzel-
çirkin‘ kavramları hiçbir pratik unsuru işin içine dâhil etmeden tanımlanmalı ve
―trajik, komik, humoristik gibi bütün psikolojik ve yalancı estetik kavramlar‖
estetiğin dışına atılmalıdır. Croce, ―biz biliyoruz ki hoş ve hoş-olmayan şeyler
faydacı ve pratik gerçeklerdir. Ancak estetik gerçeğin özel karakterini inkâr edenler
ifadeyi, izlenimle; teoriyi, pratik olanla birbirine karıştırıyorlar‖ demektedir.228
Ona
göre, ifadenin hiçbir aracı olmadığı gibi, hiçbir amacı da yoktur. İfade sadece sezer,
fakat hiçbir şey istemez; çünkü kendi dışında bir şeye yönelen pratik istemelerden
farklı olmasıyla karakterize olmuştur. Bu nedenle ―sanat sanat olarak hem
223 Croce, Benedetto, a.g.e., s. 14.
224 Yetkin, Suut Kemal, 2007, a.g.e., s. 170.
225 Croce, Benedetto, 1983, a.g.e., s. 45-46.
226 Croce, Benedetto, a.g.e., s. 14.
227 Croce, Benedetto, a.g.e., s. 77.
228 Croce, Benedetto, 2001, a.g.e., s. 273.
86
faydalılıktan hem de ahlâktan, yani her tür pratik değerden bağımsız‖ olarak ele
alınmalıdır.229
Zaten sanat ―sezgi‖ olarak tanımlanmasıyla kendiliğinden akılsal
üretimin diğer biçimlerinden ayrılmış olmaktadır. Sanat, a) fizik değildir, b) yararcı
değildir, c) ahlâk değildir, d) felsefe değildir, e) tarih değildir, f) doğa bilimi ve
matematik değildir ve zevk, neşe, iyilik, doğruluk gibi kendisine çok yakın öteki
pratik eylem biçimleri ile de karıştırılmamalıdır.230
Hatta Croce daha ileriye giderek,
keyif üretmenin de sanatta faydacı bir amaç olduğunu ve mümkün olduğunca
azaltılması gerektiğini söyler. Burada pek çok insan bu fikre katılmayacaktır; çünkü
genellikle sanatın doğası gereği keyifle bağlantılı olduğu düşünülür. Fakat Croce‘ye
göre, bir şeyin keyif veriyor olmasının onu sanat yapmaya yetersiz olduğuna
katılıyorsak, ayırt edici bir ‗estetik keyif‘ kavramına başvurmamız gerekir.231
Daha önce de söylendiği gibi, ifadeler, sınıflara bölünerek kategorize
edilemez; sadece ―başarılı ifadeler vardır ve yarı başarılı veya başarılı olmayan
ifadeler vardır.‖ Bu nedenle, güzellik, ―başarılı ifade‖ ya da doğrudan doğruya
―ifade‖ olarak da tanımlanabilir; çünkü ―ifade başarılı değilse, ifade değildir.‖232
İfade başarılı değilse zaten ifade olmayacağına göre, ―güzel‖ de demek ki kısaca
―ifade‖dir. Bir ifade gerçekten ifadeyse güzel olacağına göre de, ‗ifade‘ ve ‗güzellik‘
kavramlarını iki ayrı kavram olarak değil, tek kavram olarak düşünmek gerekir. Bir
sanat yapıtı, yetkin bir şekilde ifade edilebilmişse o ―mükemmel‖ bir estetik üründür
ve şüphesiz ki güzeldir. Güzel olduğu için de hakkında hiçbir derecelendirme
229 Croce, Benedetto, 1983, a.g.e., s. 217-221.
230 Cömert, Bedrettin, Estetik, Ankara, De Ki Yayınları, 2008, s. 34-42.
231 Graham, Gordon, Phılosophy of The Arts An Introduction to aesthetics, Third Edition, London
and New York, Published by Routledge, Taylor&Francis Group, 2005, s. 39.
232 Croce, Benedetto, 1983, a.g.e., s. 177-186.
87
yapılamaz. Yetkin bir şekilde ifade edilemeyen yapıtlar ise içlerinde değişik nitelikte
ve nicelikte çeşitli kusurlar barındırmaktadır. Dolayısıyla ―güzel olan, bize güzelliğin
biricikliğini ve çirkin ise, güzelliğin çeşitliliğini gösterir.‖ Ancak bu yapıtlar da ne
kadar kusurlu olurlarsa olsunlar mükemmel bir şekilde çirkin olamazlar. Çünkü
çirkinin mükemmel olması demek, güzelliğe ait hiçbir unsuru taşımaması demektir;
bu ifadenin olmaması anlamına gelir ki, bu durumda da çirkin diye bir şey söz
konusu olamaz.233
Bu nedenle Croce, ―ifade edilemeyen bir şeyden başka bir çirkin
tanımıyoruz‖ demektedir.234
O halde, güzel olan tamamen güzeldir ve tam olarak
başarılmış ifadelerde bulunmaktadır; güzellikteki derecelendirmeler ise sadece
estetik bireşimin tamamlanmadığı kusurlu eserlerde ortaya çıkmaktadır.235
Croce, sanatın doğrusal bir çizgide birikimsel olarak ilerlediğini ya da
gerilediğini düşünmemekte, buna dayanarak da ―insanlığın bir estetik ilerlemesinden
söz açılamayacağını‖ ileri sürmektedir. Çünkü sanatın dayanağı sezgidir ve sezgi ise
bireysel olmasıyla karakter bulduğundan ―kendisini tekrarlaması‖ söz konusu
olabilecek bir şey değildir. Bu bireysellikten dolayı da, ―ilkellerin sanatı sanat olarak
uygar milletlerin sanatı karşısında aşağı bir sanat değildir, tersine her bireyin, hatta
bireyin tinsel hayatının her elemanın kendi sanat dünyası‖ bulunmaktadır ve ―bütün
bu dünyalar, sanat yönünden birbirleriyle karşılaştırılamayacak‖ şeylerdir. Bu
nedenle sanatları, ―doğu sanatı, klâsik sanat, romantik sanat‖ şeklinde
bölümlendirmek de doğru değildir.236
233 Croce, Benedetto, a.g.e., s. 186-187.
234 Croce, Benedetto, a.g.e., s. 195.
235 Yetkin, Suut Kemal, 2007, a.g.e., s. 171.
236 Croce, Benedetto, 1983, a.g.e., s. 239-241.
88
Croce‘nin vurguladığı diğer bir önemli nokta da, istenç sonucu doğmadığı
için, sanatın, her türlü ahlâksal sınıflamanın dışında yer aldığı ve sanatın temelinde
zaten ahlâksal bilincin bulunduğu yönündeki düşüncesidir. Ona göre, ―estetik
bilincin, ahlâksal bilinçten edep duygusunu ödünç almaya gereksinimi yoktur, çünkü
bu duygu onda, estetik utanç, estetik edep, estetik iffet duygusu olarak zaten
vardır.‖237
Sanatsal bir imge ahlâkî olarak övgüyü ya da yergiyi hak eden bir eylemi
betimleyebilir ama imgenin kendisi ahlâkî olarak ne övgüyü ne de yergiyi hak eder.
Bir imgeyi cezaevine ya da ölüme gönderecek bir ceza hukuku olmadığı gibi, bir
insan tarafından verilen ahlâkî bir yargı da objesi olarak kendini adres gösteremez.
Aksi takdirde, Dante‘nin Francesca‘sını ahlâksız, Shakespeare‘nin Cordelia‘sını
ahlâklı olarak yargılamak bir kareyi ahlâklı bir üçgeni ahlâksız olarak yargılamakla
eş anlamlı olurdu.238
Bu nedenle gerçek bir sanat anıtı söz konusu olduğunda estetik
değerlendirme dışında ayrıca bir ahlâksal, tarihsel ya da bilgisel değerlendirmeye
gerek yoktur. Croce, konuyla ilgili olarak ―tüm şiirin temeli, insan kişiliğidir, insanî
kişilik de bütünlüğünü ahlâkta bulduğu için tüm şiirin temeli ahlâki bilinçliliktir‖
demektedir.239
Sanatın sezgi olduğu, sezginin de ifade olduğu düşüncesi, mantıksal bir sonuç
olarak sanat ile dilin özdeş olduğu düşüncesini doğurmaktadır; bu durumda da dil
felsefesi ile sanat felsefesi bir ve aynı şey olmaktadır. Ancak Croce ―sanat-dil
özdeşliği‖ derken, elbette ki tüm cümlelerin ya da herhangi bir cümlenin estetik
nitelikte olduğunu savunmamaktadır. Her ne kadar sezgi, bilginin ilk biçimi olduğu
237 Cömert, Bedrettin, 2007, a.g.e., s. 39.
238 Harrison, Charles ve Wood, Paul(ed.)., Art in Theory 1900-1990 An Anthology of Changing
Ideas, Oxford UK&Cambridge, USA, Blackwell Publishers, 1992, s. 109-110.
239 Doğan, Mehmet H., 1975, a.g.e., s. 136.
89
için bütün cümlelerin estetik bir yanı oluyorsa da, Croce mantıksal nitelikte
cümlelerin bulunduğunu da kabul etmektedir.240
Ona göre linguistik, estetikten farklı
bir alan değildir; ―estetik‖ ve ―dil felsefesi‖ anlamındaki ―linguistik‖ bir ve aynı
şeydir. Çünkü her ikisinin de konusu ‗ifade‘ kavramıdır.241
İfade, dilin tek ereğidir;
diğer bir deyişle ―dil, ifade demektir‖ ve estetiğin de konusudur. Bu nedenle estetik,
genel ifade bilimidir.242
Linguistik‘in estetik‘ten farklı bir bilim olabilmesi için,
―onun doğrudan doğruya estetik olgu olan ifadeyi obje olarak alamaması gerekir‖ ki,
bu da ―dilin ifade olduğunun inkâr edilmesi‖ anlamına gelir. Oysa ―hiçbir şey ifade
etmeyen seslerin meydana getirilmesi, bir dil değildir.‖243
Bu bakımdan, sanat
eserlerinden ifade kaldırılırsa, söz gelimi edebiyattan sözcükler, resimden renkler,
müzikten sesler kaldırılırsa, geriye herhangi bir imge ya da herhangi başka bir şey de
kalmaz. Çünkü ―ifade edilmemiş bir imge, var olmayan bir şeydir.‖244
Dolayısıyla
linguistiği estetikten farklı bir alana yerleştirmek mümkün görünmemektedir. İşte,
genellikle birbirinden ayrı iki etkinlik alanı olarak düşünülen linguistik ile estetiğin
aynılaştırılması, Croce estetiğinin ulaşmış olduğu son noktadır.245
240 Cömert, Bedrettin, 2007, a.g.e., s. 64-68.
241 Croce, Benedetto, 1983, a.g.e., s. 15.
242 Croce, Benedetto, a.g.e., s. 92.
243 Croce, Benedetto, a.g.e., s. 244.
244 Cömert, Bedrettin, 2007, a.g.e., s. 53.
245 Croce, Benedetto, 1983, a.g.e., s. 96.
90
II. BÖLÜM
PRAGMATİST ESTETİK
Yararlı olanı hoş olanla karıştırıp birleştiren, her övgüye layıktır.
Horatius/Art Poetica
91
Pragmatist estetik, idealist estetiğin aksine düşünce dünyasının pek aşina
olduğu bir konu değildir. Öyle ki idealist estetik dendiğinde felsefe ya da sanatla
ilgilenen bir kişinin aklına ‗idea‘ kavramıyla Platon, Hegel, Croce gibi bu anlayışın
önde gelen isimlerinin sanat hakkındaki bazı görüşleri gelirken, pragmatist estetik
dendiğinde akla daha çok klâsik pragmatizm ile Dewey, James, Peirce gibi bu
anlayışın öne çıkan düşünürlerinin sadece genel felsefe anlayışı gelmektedir. Bu
nedenle, en azından ülkemiz düşünce dünyası için, ‗pragmatist estetik‘ kavramıyla
neyin kastedildiği pek de açık değildir. Çünkü ―pragmatist estetik‖ dendiğinde
birbirinden farklı iki yaklaşımın akla gelmesi söz konusudur: 1) Sanat eserlerinden
belli bir amaç doğrultusunda fayda sağlamasını bekleyen estetik teoriler, 2) Kökleri
antik çağ‘a dayanmakla birlikte felsefî bir akım olarak 20. yüzyılda ortaya çıkan
pragmatist felsefenin estetik anlayışı. Sanat eserlerinden belli bir yönde fayda
sağlamasını bekleyen ―faydacı sanat teorileri‖, sanattan gerçekleştirmesini
bekledikleri faydanın ne olduğuna bağlı olarak çeşitli sanat akımları içinde yer
alırken,246
bu çalışmada konu edilen, felsefî bir akım olarak pragmatizmin aslında
pek de bilinmeyen estetik görüşüdür.247
Pragmatizm, başta A.B.D. olmak üzere 20. yüzyılda ortaya çıkan, daha sonra
pek çok ülkede çeşitli açılardan etkili olan felsefî bir akımdır. Bu felsefî akım, birçok
ülkenin toplumsal yaşamına öyle derinden sızmış ve yerleşmiştir ki, özellikle 20.
yüzyılda uygulanan eğitim sistemlerinin çoğunda pragmatizmin etkisini görmek
246 Bu konuda detaylı bilgi için İbrahim Yıldırım, Sanatta Fayda Kavramı, Hacettepe Üniversitesi,
Sosyal Bilimler Enstitüsü, YL Tezi, 2002.
247 ‗Pragma‘ ya da ‗fayda‘ gibi ortak kelimelerle ifade edilmeleri nedeniyle bu iki görüşün benzer ya
da aynı şey olduğunu düşünenler de, pragmatizmin estetik görüşünü bilmedikleri için bu şekilde
düşünmektedir.
92
mümkündür. Bu etki yalnızca eğitim alanıyla da sınırlı olmayıp, bilgi, bilim, ahlâk
olmak üzere hayatın her alanında karşımıza çıkmaktadır. Bunun sonucunda da, 21.
yüzyıl insanı bilimde pozitivist, hayatta pragmatist bir tavra bürünmüştür. Ancak
etkisi eğitim, bilgi, bilim, ahlâk gibi birbirinden farklı alanlara yayılan pragmatizmin
estetik hakkındaki çalışmaları için aynı durum geçerli değildir. Bu ise, estetik
görüşlerinin zayıf ya da değersiz oluşundan değil, tamamen birtakım yanlış
anlaşılmalardan kaynaklanmaktadır. Çünkü pragmatist estetiğin derli toplu ilk kitabı
sayılan Art as Experience/Deneyim Olarak Sanat,248
o dönemki bazı yazarlarca
pragmatizm ile bağdaşmadığı ve daha çok idealist estetikle benzerlik gösterdiği
gerekçesiyle bir kenara itilmiş ve yıllar boyunca da bir daha dönülüp bakılmamıştır.
Bir sanat teorisi olarak pragmatist estetik anlayışı Dewey‘den önce, aslında
William James tarafından geliştirilmiştir. James yaşadığı sağlık sorunlarının da
etkisiyle fizyoloji bilgilerini ―psikosomati‖ üzerine yoğunlaştırmış ve bu konudaki
çalışmalarını The Principles of Psychology/Psikolojinin İlkeleri adlı yapıtında
ayrıntılı olarak ele almıştır. Kitap, ilk bakışta daha çok psikolojiye ait konuları ele
alıyor gibi görünse de, özellikle duygular ve beden arasındaki etkileşim ile ilgili
tespitleri bakımından oldukça felsefîdir ve pragmatist estetik anlayışını da hazırlayan
bir kaynak durumundadır. Ona göre, estetik duygular da dâhil olmak üzere tüm
duyguların temelinde bedenimiz bulunmaktadır ve bütün pragmatist estetik anlayışın
da James‘in bu beden temelli duygu görüşünden yola çıktığını söylemek
mümkündür.
James, pragmatist estetiğin öncülerinden olmasına rağmen, ne yazık ki
doğrudan estetik üzerine herhangi bir yazı yazmamıştır. Aynı şekilde klâsik
248 John Dewey.
93
pragmatizmin öncülerinden biri olan C. S. Peirce de yapıtlarında estetik için çok
önemli bir noktayı, bilincin ilk kategorisinin deneyimin anlık hissedilen niteliği
olduğunu belirtmiş, hatta ―ahlâki olarak iyi olanı estetik anlamda iyi olanın özel bir
türü gibi‖ ele alarak, estetiğin değerini etik alanda da göstermeye çalışmış, ama
estetik üzerine hiçbir inceleme yazısı yazmamıştır.249
Bununla beraber James, aldığı
sanat eğitimi ve sahip olduğu sanatsal hassasiyetle diğer klâsik pragmatistler arasında
―bambaşka bir durumu‖ temsil etmektedir. Çünkü onun düşüncelerinde açıkça dile
gelmemiş olsa da çok zengin bir estetik yaklaşım söz konusudur. Nitekim ressam
olmayı çok istemiş ve kendisini bu amaca ulaşmaya adamış; ancak somut şartları bu
amacına ulaşmasına izin vermemiştir.250
Yaşadığı psiko-bedensel rahatsızlıkları,
onun felsefî düşüncesinde bedenin zihinsel ve manevî önemine büyük yer vermesine
neden olmuş, dikkatini bedensel formlara ve ifadenin inceliklerine kaydırmıştır.
Ancak estetiğe ilişkin görüşlerini bir estetik teorisi olarak şekillendirmemiş, hatta
bunu yapmaktan özellikle kaçınmıştır. Ona göre, estetiğin sunduğu genel formül,
soyut ilkeler ve sözlü ölçütler, estetik deneyimi çok güçlü kılan ve sanat eserini değer
ve duygu anlamında çok farklı yapan adsız niteliklerin hakkını verememektedir. Bu
nedenle James, sistematik bir estetik teorisi formüle etmekten özellikle kaçınmıştır.
James, her ne kadar estetik hakkındaki görüşlerini formüle etmemişse de The
Principles of Psychology adlı kitabında pragmatist estetiğe dair çok önemli tespitler
sunmuş ve pragmatist estetiğin neredeyse tüm önemli konularına değinmiştir. James
açtığı yolda ilerleyen Dewey de Art as Experience adlı yapıtında bu konuları daha
249 Shusterman, Richard, ―The Pragmatist Aesthetics of William James‖, British Journal of
Aesthetics, Oxford University Press, vol. 51, number 4., s. 347–361, 2011, s. 347.
250 Simon, Linda, Genuine Reelity: A Life of William James, United States Of America, The
University of Chicago Press, 1988, s. 66-68.
94
detaylı bir şekilde ele alarak pragmatist estetiği bir bütün halinde fikir dünyasına
sunmuştur. Bu nedenle Dewey estetiğini James‘in bu kitabına borçlu olduğumuzu
söylemek pek de yanlış olmaz. Kaldı ki Dewey‘in adı geçen kitabı James‘in misafiri
olarak Harvard‘ta verdiği derslerden oluşmaktadır. Ancak, estetiğin ―deneyim‖
olarak yeniden ele alındığı, estetik deneyimin pratik ve pragmatik unsurlarının ortaya
konduğu bu kitap, açıklanan sebepler yüzünden gerekli ilgiyi görmediği için yıllar
içinde unutulup gitmiştir. Kitaba ilişkin iade-i itibar ise 1970 sonrasında Amerikalı
düşünür Richard Shusterman tarafından yapılmıştır. Shusterman, Dewey‘in bu
önemli eserini yeniden gün ışığına çıkardığı gibi onun estetiğe dair düşüncelerini de
ele alıp geliştirmiştir. Bu sayede sadece pragmatist estetiğin bir savunucusu olarak
kalmamış, aynı zamanda James‘in açtığı, Dewey‘in bir bütün olarak sistemleştirdiği
pragmatist estetiği doruğa ulaştırmış; bu arada da tüm çalışmalarının James
tarafından ―düşünmenin bazı eski yolları için yeni bir kelime‖ olarak ortaya atılan
pragmatizmin kapsamında olduğunu açıkça beyan etmekten kaçınmamıştır.251
Shusterman‘ın estetik teorisi, pragmatist felsefenin karakteristiği olan iyimser tutumu
hiç bırakmayan, çeşitliliği ve farklılığı teşvik eden, dilin yanı sıra deneyimin
önermesel-olmayan somatik bir boyutu olduğunu savunan bir yaklaşımı
içermektedir. O, estetik teorisinde, James ve Dewey‘in vurguladığı ama üzerinde
durmadığı algının bedensel temelini de ayrıntılı olarak ele almış ve estetik dünyaya
yeni bir kavram sunmuştur: Somaestetik252
251 Shusterman, Richard, The Pragmatist Aesthetics of Richard Shusterman: A Conversation,
Günter Leypoldt(röportaj), From: Zeitschrift für Anglistik und Amerikanistik: A Quarterly of
Language, Literature, and Culture, 48:1, 2000c., s. 57-71.
252 Shusterman, Richard, 2011, a.g.e., s. 347-360.
95
Shusterman‘ın felsefî çalışmalarının merkezini oluşturan somaestetik, yeni bir
olgu olmasına karşın, çok hızlı bir şekilde, başta A.B.D. olmak üzere, günümüzdeki
felsefe, sanat, sağlık ve fitness çalışmaları gibi pek çok farklı alandaki
akademisyenleri etkisi altına almayı başarmıştır. O, kökleri bakımından antik çağ‘a
kadar uzanan bu kavramla, aslında James‘in kendi üzerinde uygulamaya çalıştığı,
Dewey‘in ise teorisini anlattığı pragmatist estetiğin hayatla olan pratik ve pragmatik
bağlarını uygulama alanına çıkarmıştır. Böylelikle de pragmatist estetik tam da
pragmatizmin özüne uygun olarak bir teori olmanın yanı sıra ―metot‖ formunu da
alarak tamamlanmıştır.
96
A) William James’in Estetik Anlayışı
İnsanî davranışa belli bir yön vermeyen
herhangi bir iddia boş ve yararsızdır.
James
Klâsik pragmatizmin kurucularından olan James, duyguların bedensel
kaynağı ve deneyimin estetik boyutu hakkında söyledikleriyle özellikle öğrencisi
Dewey‘in estetik görüşüne kaynaklık etmesi bakımından pragmatist estetik anlayışın
da kurucusu konumundadır. Ayrıca pragmatist estetik yaklaşımın günümüzdeki en
önemli temsilcisi olan Shusterman‘ın estetik teorisinin kaynağı da yine James‘in
düşünceleridir. Bu nedenle pragmatizmin estetik anlayışının James‘in açtığı yolda
ilerlediğini ve geliştiğini söylemek yanlış olmaz. Ancak estetik hakkında doğrudan
hiçbir inceleme yazısı yazmamış olduğundan, onun estetikle ilgili fikirleri iki ciltlik
The Principles of Psychology/Psikolojinin İlkeleri adlı kitabı ile diğer bazı
yazılarında söz ettiği kadarıyla bilinmektedir. James‘in bu davranışı, düşüncelerinde
sanata gerektiği kadar yer vermemesinden ya da bir teori oluşturacak kadar sanat
üzerine düşünmemiş olmamasından değil, kendi görüşleri ile tutarlı bir tavır
sergilemesinden kaynaklanmaktadır. Ona göre, sanatsal alan tanım yapmayı
kaldırmayan bir alandır; bu nedenle sanattaki ilk ve ikinci en iyi şeyler arasındaki
fark da kesinlikle sözlü bir tanımdan kaçınmaktır. Durum böyle olunca da James‘in
estetik görüşü, yukarıda adı geçen iki ciltlik kitabı ile editörlüğünü Knight Dunlap‘ın
yaptığı The Emotions adlı kitaptaki yazıları ve Shusterman, Johnson, Torossian gibi
yazarların bunlardan yola çıkarak yazmış olduğu metinlerden öğrenilebilmektedir.
Aslında ressam olmak istediği bilinen James, yaşadığı ciddi sağlık sorunları
nedeniyle bu hayalinden vazgeçmek zorunda kalmış bir düşünürdür. Çünkü ilk
gençlik yıllarından itibaren tüm hayatı boyunca ―kronik gastrit, baş ağrısı, kabızlık,
97
uykusuzluk, halsizlik, depresyon ve şiddetli sırt ağrısı‖ ve günde sadece iki saat
okuyabilmesine müsaade eden bir göz rahatsızlığı ile mücadele etmek zorunda
kalmıştır. Bu yüzden pek istememesine rağmen tıp eğitimi alan James, tıp bilgisi
sayesinde de rahatsızlıklarının pek çoğunun aslında psiko-bedensel kaynaklı
olduğunu fark etmiştir. Fark ettiği bu şey de, onun gerek kendi sağlığına gerekse
felsefî konulara yaklaşımını belirleyen temel perspektifini oluşturmuştur. Bu
perspektifle de, zihnin felsefî yönden araştırılmasında fizyolojinin önemine dikkat
çekerek, zihinsel, manevî ve sosyal yaşamda bedenin çok önemli bir rol oynadığını
savunmuş; felsefî görüşünü de, zihinsel yaşam ile fiziksel yaşamın ya da akıl ile
bedenin birbiriyle uyumlu olarak çalışmasını hedefleyen pragmatik yöntemler
üzerine kurmuştur. Bu nedenle daha çok ―beden filozofu‖ ya da ―somatik filozof‖
olarak anılan James, hayatı boyunca bedenin merkezi önemini vurgulamıştır.253
James‘e göre, zihinsel karışıklıklar da dâhil olmak üzere insanın yaşadığı her
şeyin kaynağında beden bulunmaktadır. Beden, karışıklığın kaynağı, koordinatların
orijini, deneyim düzenimizdeki stresin daimi yeridir. Her şey onun etrafında döner ve
onun bakış açısından hissedilir. Deneyimlediğimiz dünyanın görüş, hareket ve ilgi
merkezi her zaman bizim bedenimizdir. Başka bir deyişle, bedenimiz ile onun
ihtiyaçlarını karşılayan şeyler bizim beklentilerimizin ilk objeleridir; diğer objeler
ise, ancak onunla kurulan iletişim yoluyla ikincil bir şekilde ilgi çekici olabilir.
Çünkü beden her birimizdeki maddesel özün kalbidir. Ayrıca her birimizin bedeni
diğer insanların gözündeki görüntüde var olduğu için, beden sosyal kimliğimizin
belirlenmesi bakımından da çok önemlidir. Diğer yandan yaşanan her deneyimle
253 Shusterman, Richard, Body Consciousness A Phılosopy of Mindfulness and Somaesthetics,
New York, United States of America, Cambridge University Press, 2008, s. 136-139.
98
birlikte sinir sistemimiz, dolayısıyla da duygularımız ve düşüncelerimiz değişmekte
ama düşüncenin sürekli değişen akımına rağmen düşüncenin ―birliği‖ yine beden
tarafından korunmaktadır. Çünkü düşüncelerimizin mekânı, sonuçta bedensel
varlığımızdır. Bu durumda denebilir ki, beden hiçbir zaman aynı şekilde var olmasa
bile beden duygusu tüm bilgimize yayılmış olarak bulunmaktadır. Söz gelimi şu anki
bedensel pozisyonumuz, bedensel duyarlılığımız sayesinde bildiğimiz her şeye her
zaman eşlik eden farkındalıklarımızdan sadece birisidir. Demek ki, bireysel bilinç
bedensel duygular tarafından yayıldığı gibi, devamlı akış ve birlik duygusuyla eninde
sonunda bedensel duygulara dayanmaktadır.254
James, beden-merkezli bu görüşüyle güçlü ve dinamik bir bedene sahip
olmanın insan açısından çok önemli olduğunu da vurgulamaktadır. Ona göre, formda
tutulan kas gücü her insanın bugünü ve yarını açısından oldukça büyük bir öneme
sahiptir. Çünkü onun somatik natüralist anlayışında beden mekanik yararının yanı
sıra, ruhsal hijyenin de başta gelen unsurlarındandır. Bu nedenle, iyi gelişmiş kaslar
ve fiziksel zindelik olmadan güzelliğin daha incelikli ve entelektüel bir çeşidinden
tatmin olmak mümkün değildir. Öyle ki, bedensel zindelik, deneyimsel bir estetik
tatmin sağlayarak insan ruhuna dinginlik ve mutluluk verebilecek kadar etkili bir
güçtür.255
Duygular ile beden hareketleri arasında doğrudan bir bağlantı olduğunu
düşünen James‘e göre, düşüncelerimiz ile davranışlarımız tamamen alışkanlıklarımız
tarafından yönlendirilmektedir. İnsan âdeta yürüyen alışkanlıklar demeti gibidir. Bu
254 James, William, The Principles of Psychology, The United States Of America, The President and
Fellows of Harvard College, 1981, s. 220-270; Shusterman, Richard, 2008, a.g.e., s. 142-146.
255 Shusterman, Richard, 2011, a.g.e., s. 353.
99
nedenle, bedenimiz ya da sinir sistemimiz hala şekillendirilebilecek kadar esnekken,
her gayretimizi en iyi alışkanlıkları geliştirmeye yönlendirmemiz gerekir.256
Shusterman, James‘in bahsedilen alışkanlık teorisinden yola çıkarak varılacak önemli
pragmatik sonuçlar olduğunu belirtmiş ve şu açıklamayı yapmıştır:
―Eğer duygularımız ve bedensel değişimlerimiz arasında önemli bir bağıntı
varsa, bu değişimlerin duygusunun gelişkin bir farkındalığı, duygularımızı daha
iyi anlamak için yardımcı olabilir. Farkında olmadan endişeli ya da sıkıntılı
olabiliriz; tabii ki bir şeylerin farkına varırız, ama duygunun ne olduğunu tam
olarak ayırt edemeyiz, yani onu endişe ya da sıkıntı olarak tanımlamayız. Fakat,
eğer bedensel değişimlerimize karşı duyarlıysak, bedenimizin dışında bizi
endişelendiren ya da üzen şeyin tam olarak ne olduğunun farkına varmadan önce
bile, duygusal rahatsızlığımızın farkına varabilir ve onunla ilgilenebiliriz.
[Örneğin] Dikkatini bedenine değil topa odaklamış bir vurucu en iyi şekilde topa
vurabilir; fakat başka bir vurucu ayaklarını nasıl yere koyduğuna, sopayı nasıl
çok fazla gergince tuttuğuna dikkat ederek esnekliğini engelleyen ve topu
görüşünü bozan şeyi keşfedebilir. Bu noktada bilinçli dikkat, vurucunun
bedenine ve bedensel duygularına yöneltilmelidir, böylece kişi yanlış
alışkanlıklarını keşfedebilir, onları engelleyebilir ve daha etkili bir alışkanlık
elde edene dek pozisyonunu, hareketini ve duruşunu değiştirebilir. Alışkanlık
elde edilince, kişi ihmal edilen temele geri dönebilir ve vurmayı hedeflediği topa
odaklanabilir.‖257
James‘e göre, her zihinsel durumu zorunlu olarak bedensel bir hareket takip
eder. Bu nedenle yaygın olarak düşünülenin aksine, insan önce bir karar verip sonra
256 James, William, 1981, a.g.e., s. 19.
257 Shusterman, Richard, 2008, a.g.e., s. 150-167.
100
da onu eyleme geçirmez; karar, otomatik olarak fiziksel hareketle sonuçlanan bir
istenç hareketinin kendisidir aslında. Diğer bir deyişle, salt düşünceler ve duygular
da dâhil olmak üzere aklın tüm durumları bedeni harekete geçiren sonuçları kendi
içinde taşımaktadır. Dolayısıyla düşüncenin temel özelliği devindirici olmasında
yatmaktadır; düşünce, harekete yönlendiricidir. Düşünce ―hareket ettirici‖ ve
―yöneltici‖ olduğundan da, bilincin içindeki olayları birbirinden ayırmak mümkün
değildir. Çünkü ―hareket ettirici‖ de olsa ―iradesel‖ de olsa, bilincin doğasını bu
durumda ―devamlılık‖ ve ―akışkanlık‖ oluşturmaktadır. Bu bakımdan, insan, özü
itibariyle hareket ettirici düşüncenin akışı olarak; benlik de ―zamanın içinde,
deneyimin akışında‖ ele alınmalıdır.258
James, ―bilinç ırmağı‖ diye adlandırdığı düşünce akışında anî kesintiler
olmadığını, aksine her insanın bilincinde düşüncenin makûl bir biçimde süreklilik
sergilediğini düşünmektedir.259
Bu nedenle bilinci, ―kesintili parçacıklar‖ anlamına
gelen ‗zincir‘ ya da ‗tren‘ kavramlarıyla adlandırmak yerine, ―akan bir oluşumu‖
ifade eden ‗nehir‘ ya da ‗akış‘ kavramlarıyla adlandırmaktadır.260
Ona göre bu akış,
eklemi, çatlağı, kırığı, aralığı, bölünmesi olmayan devamlı bir akıştır ve tıpkı bilinç
gibi estetik deneyim de eklemi, çatlağı, kırığı, aralığı, bölünmesi olmayan sürekli bir
258 James, William, 1981, a.g.e., s. 219-279.
259 Dewey, John, ―Amerikan Pragmatizminin Gelişmesi‖, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Dergisi, Çev. Celal Türer, Kayseri, c. 7, 1996, s. 207.
260 ‗Bilinç akışı‘ olarak dilimize çevrilen ‗stream of consciousness‘ kavramı, James‘in bilincin statik
ve birbirinden ayrı ögeler dizisinden değil, kesintisiz, dinamik düşünceler, duygular, anılar, imajlar
akışından oluştuğu görüşünü ifade etmek için kullandığı bir terimdir (Türer, Celal, ―Bilinç Akışı‖,
Felsefe Ansiklopedisi, Ahmet Cevizci(ed.)., İstanbul, Etik Yayınları, 2004, s. 585-592).
101
akıştır.261
James, ―bilinç akışı‖ adını verdiği bu süreçte aralık olarak
değerlendirilebilecek şeylerin gerçekte sürekliliğin bozulması olmadığını, sadece
kavramsal bir kafa karışıklığı olduğunu göstermek amacıyla bilinç akışı içindeki
―uçuşları‖ ve ―tünemeleri‖ birbirinden ayırmıştır. Çünkü ―bilinç akışındaki belirgin
dinlenme yerleri‖ olarak ifade edilebilecek ―tünemelere‖ odaklanıldığı için bilinç
akışındaki süreklilik gözden kaçırılmakta; bilinçteki uçuşları birbirine bağlayan
şeyler ise fark edilmemektedir. Söz gelimi, anî olarak duyulan bir gök gürültüsünün
hissettirdiği şey kaybolan sessizliğin de bir duygusudur ve bunlar ilk başta farklı gibi
görünse de aslında sessizliğin sürekliliğinden başka bir şey değildir. James‘e göre bu
durum, iki tünemeyi birbirine bağlayan ve ―uçuşlar‖ olarak adlandırılabilecek geçiş
duygularının yerine, iki ayrı tünemeye, yukarıdaki örnekte sessizliğe ve gök
gürültüsüne, odaklanılarak sürekliliğin göz ardı edilmesinden kaynaklanmaktadır.
Oysa bilincimizdeki her duygu, bizim adlandırdığımız görüntülerden daha
karmaşıktır ve bizim adlandıramadığımız daha birçok şeyi içermektedir. Öyle ki, biz
bunları her ne kadar adlandıramamış olsak da onlar deneyimlediğimiz şeylerin
anlamını belirlememizde bir ―bağlam hâlesi‖ olarak işlev görmektedir. Çünkü tam
olarak belirlenemeyen ama hissedilen bu özelliklerin hâlesi, ögeleri seçerek ve
organize ederek bilincimize rehberlik eden ―ruhanî bir anlam‖ oluşturmaktadır. Bu
nedenle, tıpkı bir nesnenin çevresindeki nesnelerle birlikte algılanarak bir anlam
kazanması gibi, zihnimizdeki her görüntü de mutlaka zihnin çevresinde akan suda
261 Johnson‘a göre, James‘in sözü edilen bilinç akışı teorisi, özellikle de benliği zaman içine
yerleştirmesi, hikâyede karakterize etme sanatına yeni bir boyut kazandırdığı için Amerikan edebiyat
dünyasını da önemli ölçüde etkilemiştir (Johnson, Ellwood, ―William James and the Art of Fiction‖,
The Journal of Aesthetics and Art Criticism, Blackwell Publishing, Vol. 30, No 3, s. 285-296,
1972, s. 285).
102
demlenmiş, o ne olduğu tam olarak dile getirilemeyen şeylerle kaynaşarak
bütünleşmiştir.262
James‘e göre, ne olduğu tam olarak dile getirilemeyen niteleyici arka plânın
bu geçişken ögeleri adlandırılmamış oldukları için genellikle fark edilmemektedir.
Kelimeler, bu ögelerin ya da tünemelerin birleştiği belirsiz arka plânı ya da belirli
ögelerin birleşip akışa karıştığı isimsiz özellikleri değil, yalnızca belirli objeleri,
ögeleri ya da bilinç akışımızdaki tünemeleri isimlendirmektedir. Diğer bir deyişle,
akış esnasındaki dolaysız geçişkenliği kelimelerle yakalamak imkânsız olduğundan,
akış sürecindeki an‘ları ve an‘ların birleştiği o an‘ları sözel olarak ifade etmek
mümkün değildir. James‘in, ―sıcak bir elle tutulmuş bir kar tanesi kristalinin artık bir
kristal değil de bir su damlası olduğunu‖ belirttiği örnekte de görülebileceği gibi,
akışın anlık geçişken özelliğini yakalamaya çalışmak onların yok olması anlamına
gelmektedir. Bu nedenle James zihnin kavramsal işlevlerinin deneyim akışından
çıktığını ve bunların deneyim akışına göre ikincil bir öneme sahip olduğunu ileri
sürer. Ona göre, kavramlar gerçekliğe nüfuz etmeyi ya da deneyimin muktedir
olduğu açıklama seviyesini ortaya koymayı başaramaz. Aksine kavramlar deneyim
akışının gerçekliğini çarpıtır ve durgun hale getirir.263
James, bilincin bu sürecini açıklarken duygular ile algılar arasında oldukça
dikkat çekici bir ilişkiden de söz etmiştir. Ona göre duygular, ilk olarak acı, ısı, ışık
gibi tamamen benliğin dışındaki kaynaklardan çıkmakta ve bebeklik döneminde
bunlar doğrudan deneyimlenmektedir. Söz gelimi parlak bir ışık karşısındaki bebek,
262 James, William, 1981, a.g.e., s. 252-278; Shusterman, Richard, 2011, a.g.e., s. 358-359.
263 Suckiel, Ellen Kappy, Cennet Savunucusu William James’in Din Felsefesi, Çev. Celal Türer,
Ankara, Elis Yayınları, 2005, s. 43.
103
kendini önce ışığın kendisiymiş gibi deneyimlemekte ama büyüdükçe benliğini
gördüğü nesneden ayırmayı öğrenmektedir. İlerleyen yaşlarda, duyumsal deneyimler
hatırlanan deneyimler tarafından belirlendiği için, dışsal uyarıcının duyuları ile
öğrenilmiş deneyimler aslında birbirine karışmaktadır. James‘e göre, dışsal
uyarıcının duyuları ile hatırlanan ya da öğrenilmiş deneyimin birleştirilmesine ise
algı denilmektedir. Dolayısıyla insan hafızası dolaysız duyulara uygun düşen sayısız
ön algılarla doludur ve bir objeyle ilgili duyulardan ne kadarının geçmiş hatıralara ne
kadarının da gözün o an algıladıklarına bağlı olduğuna karar vermek oldukça zordur.
Buna dayanarak da James, insanın algılarının objesini aslında kendisinin
oluşturduğundan söz edilebileceğini öne sürmüştür.264
James‘in duygular ile ön algıları birleştirmesi, benlik ile dünyanın aslında
aynı reelitenin sadece iki yönü olduğu sonucunu doğurmaktadır. Ona göre akıl,
inanmayı seçtiği şeyi görmekle kalmamakta, aynı zamanda onu yapmaktadır da.
Diğer bir deyişle, aklın inanmayı seçtiği şeyi beden gerçek yapmaktadır. Böylelikle
başlangıçta yalnızca inanılan bir şey olan algılarımız, artık ―yaptığımız şey‖
olmaktadır. Konuyla ilgili olarak Johnson da şöyle söylemektedir:
―Bir yerden bakılınca insan yüzü, başka bir yerden bakılınca başka bir şey gibi
görünen çizgileri hepimiz biliriz, iki imgeyi de aynı anda göremeyiz –aynı
çizgilerden meydana gelseler de birini ya da bir diğerini fark ederiz. Bu örnekte
daha açıklayıcı olan şey ise gözün aklın gördüğü kadar görmüyor olduğudur;
gördüğü imgeyi akıl seçer. Algıladığımız, çevremizdeki dünyanın bu yönünü biz
264 James, William, 1981, a.g.e., s. 1058-1098.
104
seçeriz. James bu kanıtı bir adım öteye taşır ve algılarımızın objelerini hem
tanıdığımızın hem de oluşturduğumuzun ihtimalinden bahseder.‖265
Bu nedenle James, estetiği, insan psikolojisinde temellenen algısal bir mesele
olarak ele almıştır. Ona göre, bilim, beynin fonksiyonlarını araştırırken aklın estetik
alanı, onun sahip oldukları, keyifleri ve acıları göz ardı edilmiştir.266
İçinde
bulunduğumuz ve algıladığımız ya da içinde yaşadığımız ve deneyimlediğimiz bu
dünya aslında ―sabit, bağımsız, değişmez‖ bir dünya değildir. Bu dünya, insan
seçimlerinin bir ürünü olup, bu seçme süreci birbirinden farklı seviyeleri
içermektedir. Hatta bu seçme sürecini sanatsal yaratmaya benzetmek de mümkündür.
Çünkü seçme ölçütü aslında estetiğin büyük bir parçasıdır. Ona göre, en başta
duygularımızın kendisi, belirli uyarıcıları algılayarak ve onları duyumsal algılara
dönüştürerek ―bir dünya‖ meydana getiren seçici organlarımızdır. Daha sonra da
dikkat, fark edeceği duyguları seçerek deneyimlediğimiz dünyayı
şekillendirmektedir. Dikkatimizin bu seçiciliğini ise bizleri nesnelere bağlayan
duygulanımlar yönetmektedir. Shusterman‘ın ifadesiyle söylemek gerekirse, ―duyu
organlarımızın seçtiği daha büyük bir duygu grubundan hiçbir şeye değmeyecek bir
duygu grubunu dikkatimiz seçerse, zihnimiz bir başka seçim daha yapmaktadır:
Zihnimiz nesneyi en doğru biçimde temsil etmek için belirli duyguları seçmekte ve
kalanını onun görünüşü olarak, o anın koşulları tarafından değiştirilmiş olarak
düşünmektedir.‖267
265 Johnson, Ellwood, 1972, a.g.e., s. 286.
266 James, William, ―What is an Emotion?‖, The Emotions, Knight Dunlap(ed.)., The United States of
America, Williams and Wilkins Company, s.11-33, 1922, s. 11.
267 Shusterman, Richard, 2011, a.g.e., s. 349-350.
105
James‘a göre zihin her seviyede ihtimallerin alanıdır, daha aşağı seviyelerden
veri seçerek ve onları şekillendirip birleştirerek çeşitli zihinsel ürünler ortaya
koymaktadır. Başka bir deyişle, zihin, algıladığı veri üzerinde tıpkı bir heykeltıraşın
önündeki taş parçası ile çalıştığı gibi çalışmaktadır. Bu nedenle, her birimizin
dünyası aslında duyguların ilkel kaosunda saklıdır; bilimin tek gerçek dünya kabul
ettiği akın halindeki atomlarda değil. Onun için hissettiğimiz ve içinde yaşadığımız
dünya, sadece atomlardan oluşuyormuş gibi düşünülmemelidir. Bu dünya
nihayetinde atalarımızın ve bizim toplu seçim hareketlerimizle, aynı heykeltıraşlar
gibi, verilen malzemenin bazı parçalarını reddederek yavaş yavaş çıkarıp aldığımız
şeydir. Bu nedenle, karıncanın, mürekkep balığının ya da yengecin deneyimlediği
dünya insanınkinden çok daha farklı bir dünyadır.268
James‘in seçim ve algının estetik yönüne ilişkin açıklamaları, onun sanatı
bilimden farklı ve daha kapsamlı bir alan olarak düşündüğünü gösterir. Boutroux‘ya
göre, James‘in sanatı bilimden farklı olarak düşünmesinin başında bilimsel yargılar
ile sanatsal üretim arasındaki fark gelmektedir. Çünkü bilimsel yargılar öyle ya da
böyle gerçekliğin bir görünümü ya da yansıması iken, sanatsal ürünlerin kendileri
birer gerçekliktir; sanat bu güce kendini ―kavramların şans karmaşasına‖
indirgemediği için sahiptir ve sanat eserleri ―gerçekleşmelerine göre belirli şartları
gösteren formüller ışığında gerçekten yeni, reddedilmez, saf teori tarafından
bilinmeyen bir aprioriyi‖ içermektedir.269
Ancak James, insan varlığı ile temelden
bağlantılı olduğu anlaşılan insanın estetik yönünün genellikle ihmal edildiğini
268 James, William, 1981, a.g.e., s. 19 vd.
269 Türer, Celal, William James’in Eğitim Anlayışı, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Dergisi, Sayı 12, Yıl 2002, s. 306, Metnin Aslı: Boutroux, Emile, William James, New York,
Logmans, Green and Company, 1912, s. 95.
106
belirtir. Gerçekten de tarihsel olarak bakıldığında her zaman aklın algısal ve iradesel
yönleri üzerinde durulmuş ama onun estetik yönü olan özlemleri, acıları, keyifleri ve
diğer duyguları hep göz ardı edilmiştir. Oysa akıl ile iradenin duygulardan farklı
olması, duyguların akıl ve irade ile zıt olduğu anlamına gelmez. Üstelik akıl ile
duygular birbirinden bağımsız olarak işleyen mekanizmalar da değildir; aksine
bunlar birbiriyle koordineli olarak çalışan mekanizmalardır. James, duygular ile akıl
ve irade arasındaki bu ilişki dolayısıyla, estetik ile pratik ve rasyonel olan arasında
yakın bir koordinasyon olduğunu düşünmüş ve pragmatik estetiğin anahtar temasını
da, estetiğin pratik olanla devamlılığı ve birleşmesi olarak belirlemiştir.270
Bu
nedenle, sanatın hayata dâhil edilmesi, bedensel keyiflerin ve arzuların da estetik
olabileceğinin farkına varılması ve sanat ile estetik deneyimin pragmatik
kullanışlılığının takdir edilmesi gerektiğini savunmuştur.
James‘a göre, estetik ile akıl arasındaki ilişki estetiğe göre aklın üstün olduğu
bir ilişki değildir. Aksine insan bilgisi ve aklı en çok estetik ve pratik fikirlere
dayanmaktadır. Çünkü objelerin gerçek özelliklerini belirleyen şeyler aslında estetik
ve pratik faktörlerdir. Şöyle ki, bilinen her objenin görülen özellikleri arasından
gerçek olan seçilmekte ve onun yansımaları olan diğer görülen özellikler de
elenmektedir. Bu arada gerçek kabul edilen özelliğin aslında estetik ve pratik ilgiler
tarafından belirlendiği ise genellikle fark edilmemektedir. İşte James‘in ―estetik
seçici şekillenme‖ adını verdiği bu görüşe göre, duygular algılara, algılar da objelere
dönüşmektedir. Örneğin, herhangi bir objenin gerçek rengi, en iyi aydınlatıldığı
zaman bizde oluşturduğu renk duygusudur. Bu durum, objenin ―gerçek boyutu‖ veya
―gerçek şekli‖ için de geçerlidir. Bunun için de, bir objenin boyutu, şekli ya da rengi
270 James, William, 1981, a.g.e., s. 1060-1090.
107
ile ilgili gerçek diye kabul edilen tüm özellikleri aslında diğer binlercesinin arasından
seçilmiş görsel duyular olup, diğerlerinden tek farkı bizim koşullarımıza ve
hazzımıza hitap eden estetik karakterlere sahip olmasında yatmaktadır. James,
nesnelerin gerçek özelliklerini belirlemeleri bakımından estetik ve pratik faktörler
arasında genellikle bir ayrım yapmamakta, her ikisinden de eşit şekilde söz
etmektedir. Ancak Shusterman, bu örnekte ―koşullarımıza ve hazzımıza hitap eden‖
pratik faktörlerden ―estetiğin karakteristiği‖ olarak söz edilmesi nedeniyle estetik
faktörün biraz daha öne çıkarıldığını belirtmektedir.271
James‘e göre, bedenin bilişsel önemini bilgi içeriğinin seçilmesindeki sürece
baktığımızda da görebiliriz. Çünkü duyu organlarımız, yeteneklerimizi ve algımızı
şekillendirerek bilgi sürecinde rol oynamaktadır. Diğer bir deyişle, duyu organları
fiziksel dünyanın sadece bazı yönlerini kabul eden bir ―filtre görevi‖ görerek
düşüncemize giren duyguları seçmektedir. Elbette ki ―gerçek düşünce, deneyimde
kazanılmış bazı duygulara gösterilen bilinçli dikkatin seçimini‖ gerektirmektedir;
ama dikkatin kendisinin de kısmen ―bedensel‖ olduğu unutulmamalıdır. Öyle ki,
herhangi bir yere bakarken ya da herhangi bir şeyi dinlerken gayri ihtiyarî bir
biçimde gözlerimizi ve kulaklarımızı kullanırız ve aynı şekilde başımızı ve
bedenimizi hareket ettiririz. Bir şeyi hatırlamaya çalışmak gibi sadece zihinsel şeyler
bile gözümüzde, göz çukurumuzda, kaşımızda, boğazımızda ya da glottiste272
bazı
kas kasılmalarını gerektirir. Eğer güçlü bir dikkat gerekiyorsa, çene kaslarımızda ve
nefes alış-verişimizde bile birtakım kasılmalar görülebilir.
271 Shusterman, Richard, 2011, a.g.e., s. 356.
272 Ses telleri ve aralarındaki boşluk, ses organı.
108
James, bu kadarıyla yetinmeyip daha da ileriye giderek, bilgisel bir etkinlik
olan ―kavramsal sınıflandırma‖ eyleminin de ―estetik hazdan çıkan bir şey‖ olduğunu
öne sürmüştür. Çünkü düşündüğün şey her ne ise onu özelliğine göre sınıflandırmak
ve bu sınıflandırmadaki çakışmalarla bir araya gelmeleri düşünmek, zihin için büyük
bir estetik haz anlamına gelir. Onun için estetik, yalnızca objelerin gerçek
özelliklerini belirlemesi ile insan bilgisi ve aklı üzerinde etkili olmayıp, felsefe ile
bilimin doğmasından tutun da, bilimsel ve felsefî teorilerin ortaya çıkmasına ve bu
teorilerden hangisinin seçilip benimseneceğine karar verilmesine kadar ki tüm
düşünsel süreç üzerinde etkili olan bir alandır.273
Görüldüğü gibi James‘e göre, felsefenin ortaya çıkışında ve bilimsel teorilerin
seçilmesinde estetiğin çok önemli bir rolü vardır. Zira felsefe de ―pratik olanla ilgisi
olmayan bilimsel merakın ya da metafiziksel merakın estetik itkisinden‖ ortaya
çıkmıştır. Bu nedenle, diğer estetik göstergeler gibi, ―felsefî düşüncenin isteği ve
tatmini‖ de, ―duyarlı‖ ve ―harekete geçirici‖ bir karaktere sahiptir. Söz gelimi, nasıl
ki müzikal duyarlılığa sahip bir zihin ―duyduğu seslerdeki uyuşmazlığa‖ bir
reaksiyon gösteriyor ise, felsefî duyarlılığa sahip bir zihin de ―bilgisinin içinde
gördüğü uyuşmazlığa‖ bir tepki vermektedir. Ancak bu tepkinin niteliği, kişiyi
harekete geçiren estetik duygunun özelliğine göre değişmektedir. Diğer bir deyişle,
çeşitli insanları çeşitli duygular harekete geçirdiği ve tatmin ettiği için birbirinden
çok farklı dünya algıları söz konusudur. Böyle olduğu için de, insanlar birbirinden
çok farklı hayat görüşlerine sahiptir ve herkes kendi görüşünün penceresinden hayata
ve dünyaya bakmaktadır. Ancak onların dünyaya veya hayata bakma şekillerini
belirleyen şey en nihayetinde estetiktir. Bu nedenle James, estetiği ―teori seçimindeki
273 Shusterman, Richard, 2011, a.g.e., s. 356.
109
pratik düşüncelerin temelinde var olan şey‖ olarak belirlemiş ve ısrarla insanların
benimsedikleri ―teorilerin seçiminde‖ estetiğin açık ara önceliğini savunmuştur.
Estetiğin insanın hayatla ilgili tüm bağlarının temeliyle olan ilişkilerini
gösteren James‘a göre, sanat ile estetik gökten inmemiş ve başka herhangi bir
mucizevî yolla da ortaya çıkmamıştır. Ona göre hem sanat hem de estetik deneyim
doğal ve kültürel bağlamlarımızla olan etkileşimlerimizdeki enerjilerin şekillenmiş
ifadeleri olup, bu bağlamlar aracılığıyla yönetilmiş ve rafine edilmiştir. Ancak, sanat
da estetik deneyim de ne kadar çok içinde bulunduğumuz kültürle etkileşim içinde
olursa olsun en nihayetinde bedenimiz ile zihnimizin biyolojik ve deneyimsel
gelişimiyle birlikte yol alan estetik yeteneklerimize dayanmaktadır. Söz gelimi, bir
şiir ya da roman okurken, bir müzik parçası dinlerken veya bir oyun ya da film
izlerken, bir anda derimize yayılan o tatlı ürperti, birdenbire artan nabzımız ve
beklenmedik bir biçimde gelen gözyaşlarımız başka nasıl açıklanabilir? Bu nedenle
sanat ve estetiğin kökeni, ancak insan bedeninin evrimsel kalıtımına dayalı ―basit
somatik duygularda, formlarda ve keyiflerde‖ bulunabilir. Dolayısıyla bedensel
oluşumları ve basit içgüdüleri bizimkilerden çok farklı olduğu için, insan dışındaki
diğer canlıların, söz gelimi bir karıncanın, yengecin ya da mürekkep balığının bizim
sahip olduğumuz gibi bir estetik deneyime ya da zevke sahip olması mümkün
değildir. Kısacası, en yüksek sanatsal ifadelerimiz ve en asil estetik deneyimlerimiz
dâhil olmak üzere hepsi bedenimizdeki estetik yeteneklerimize dayanmakta ve
bedensel kökten beslenmektedir.274
Sanat, estetik ve estetik deneyim, bedensel temelde ele alınınca sanat eserleri
karşısındaki beğeniyi ifade eden estetik yargıların da bedensel duygulara
274 Shusterman, Richard, 2011, a.g.e., s. 351.
110
dayandırılması kaçınılmaz olmaktadır. James‘a göre, estetik yargılar keyif ya da
hoşnutsuzluk veren algısal duygularla ilgilidir ve elbette ki tüm algısal duygular da
temelde bedenseldir. Ancak bu algısal duygular sadece algılamak için bedensel
organlara veya hareketlere ihtiyaç duyan şeyler değildir; bunlar, aynı zamanda kendi
bedensel pozisyonumuzun, tavrının ve durumunun bilincini de taşımaktadırlar. Bu
da, bizim şekillenmiş algısal keyif duygularımızın, ―evrimsel ve bireysel tarihimiz
tarafından şekillendirilmiş bedensel içgüdülere ve tatlara bağlı‖ olduğunu
göstermektedir. Bu nedenle James bedensel pragmatizmi ile ―iştah açıcı olanı‖
estetiğin dışına atmamakta; tersine basit iştah açıcı zevkler ile daha soyut ve rafine
bir form olan estetik arasında bir devamlılık olduğunu vurgulamaktadır. Çünkü daha
rafine olan estetik tatminlerimiz, daha ilkel olan diğer estetik tatminlerimize
dayanmaktadır.275
Söz gelimi, zevkle tüketilen bir yiyecekteki tadın duyumsal keyfi
de, aynı müzikteki armoni gibi estetik bir karaktere sahiptir. Bu da, yaygın kanının
aksine, bedensel duygular ile estetik duygular arasında sadece derece bakımından bir
fark bulunması demektir. Ayrıca James‘e göre, estetik duyguların en temelde
bedensel olması, aslında estetik yargıların ―kendiliğinden öylece kabul edilen temel
önermeler‖ olduğunu da ortaya koymaktadır. Nasıl ki, örneğin patates yerken tuza
ihtiyaç duyulur ve patates ile tuz arasındaki bu ilgi hiç sorgulanmadan öylece kabul
edilirse ya da nasıl ki bir nota üçüncü ve beşinci sesleriyle daha güzel duyulur ve bu
böylece kabul edilirse estetik yargılar için de aynı şey geçerlidir. Bu nedenle farklı
estetik beğenilerin olabileceği ve estetik bir beğeninin başka bir estetik beğeniden
daha üstün olmadığını kabul etmek gerekmektedir.276
275 Suckiel, Ellen Kappy, 2005, a.g.e., s. 65.
276 Shusterman, Richard, 2011, a.g.e., s. 352.
111
Görülebileceği gibi, estetik deneyim sadece uyum, birlik, algı ve duygunun
hazzı gibi estetik ilgileri değil, ―güçlü pratik ve bilişsel ilgileri de içeren geniş hayat
deneyimlerinde‖ ifadesini bulmaktadır. Bu nedenle, estetik deneyimi ―saf, ruhanî,
bölümlenmiş sanat takdirine ya da doğal güzelliğe‖ hapsedilmiş bir şey olarak
düşünmemek gerekir. Ayrıca, bir deneyim aynı zamanda hem bilişsel, hem pratik
hem de estetik olabilir. Bunun için de deneyimler birbirinden kesin çizgilerle
ayrılarak kategorize edilmemeli, aralarında geçişkenlik olabileceği hesaba
katılmalıdır. Daha açık bir deyişle, estetik bir deneyimde bilişsel birtakım ögeler
bulunabileceği gibi, bilişsel bir deneyimde de estetik birtakım ögeler bulunabilir.
Örneğin bir roman, bir resim ya da bir tiyatro oyunu yaşattığı estetik deneyimin yanı
sıra daha önce bilmediğimiz bir şeyi öğrenmemize sebep olabilir veya ders çalışırken
öğrendiğimiz bilgiler memnuniyetten kaynaklanan bir hoşlanma duygusu yaşatabilir.
Dolayısıyla bir deneyim mevcut koşullara ve amaçlara göre hangi yönü ağır
basıyorsa ve o doğrultuda bilişsel, pratik ya da estetik olarak adlandırılıyorsa da
aralarında kesin bir sınır çizmek mümkün değildir.
James‘in estetik görüşü, genel olarak, ―duygu‖ hakkındaki düşüncelerinin
etrafında şekillenmektedir. Ona göre duygu, ―birtakım uyarıcılardan kaynaklanan
psikolojik durumları aklın algılaması‖ demektir. Bu tanımı onun çok ünlü şu örneği
ile birlikte düşünmek yerinde olur: Genel kanıya göre, bir ayı ile karşı karşıya gelen
insan ayıyı görür, korkar ve bunun sonucunda da kaçar. Ancak bu sıralama, James‘e
göre ―ayıyı görür ve kaçar, sonucunda da ayıdan korkar‖ şeklinde değiştirilmelidir.
Çünkü duygu, bu örnekle daha da iyi anlaşılabileceği gibi, aklın ―adrenalin
seviyesini, kalp atışını‖ vb. algılamasıdır. Ama genellikle duygular ―doğrudan algı ve
bedensel tepkiler aracılığıyla yaşanan zihinsel olaylar‖ olarak, bedensel tepkiler ise,
112
―duyguların etkileri ya da ifadeleri‖ olarak kabul edilmektedir. Oysa James‘e göre,
―bedensel duyguların, hisleri, en azından güçlü duyguları (keder, öfke, korku, neşe
gibi) üretmede daha önemli bir rolü‖ bulunmaktadır. O, genel kanının tersine, ―bizi
sinirlendiren, korkutan ya da neşelendiren bir şeyi fark ettiğimizde, öncelikli olarak
bu algıladığımız şeyden zihinsel bir duygu elde etmediğimizi‖, bunun yerine
―bedensel değişikliklerden sonra ona neden olan gerçeği fark ettiğimizi‖ ve ondan
sonra değişimlerin duygusuna sahip olduğumuzu savunmaktadır.277
Kısacası,
duygular, bizlerin genellikle duyguların yaşanmasının bir sonucu olarak adlandırdığı
bedensel değişimlerden meydana gelmektedir.
―Standart olarak, bir durumun zihinde algılanışının, duygu adı verilen zihinsel
tesiri ortaya çıkardığını ve bu tesirin de bedensel ifadeye yol açtığını düşünürüz.
Ama benim tezim tersine şunu savunur: harekete geçirici durumun algılanışının
ardından bedensel ifade ortaya çıkar ve bu da duygu adı verilen tesiri üretir.
Ortak akıl şöyle söyler, paramızı kaybederiz, üzgün hissederiz ve ağlarız; bir
ayıyla karşılaşırız, korkarız ve koşarız; bir düşman tarafından aşağılanırız,
sinirleniriz ve atağa geçeriz. Buradaki hipotez bu sıralamanın yanlış olduğunu,
bir zihinsel durumun hemen bir öteki tarafından uyarılmadığını, bedensel
tepkilerin iki zihinsel durumun arasına konumlandırılması gerektiğini savunur.
Ağladığımız için üzgün hissediyor oluşumuz, atağa geçtiğimiz için kızgın
olduğumuz, titrediğimiz için korkuyor olduğumuz fikri daha rasyoneldir.‖278
277 James, William, 1981, a.g.e., s. 1062-1092.
278 James, William, ―What is an Emotion?‖, The Emotions, Knight Dunlap(ed.)., The United States of
America, Williams and Wilkins Company, 1922, s. 13.
113
Bu nedenle James, duyguyu, bir objenin algılanmasını ―kasların kasılması ya
da gevşemesi, damarların gevşemesi ya da sertleşmesi, hızlı ya da yavaş solunum,
nabzın hızlanması ya da yavaşlaması, hormonların salgılanması ya da durması‖ gibi
tüm organizmaya yayılan içsel kargaşalar takip ettiğinde yaşanılan deneyim olarak
tanımlamaktadır. Ona göre, duygu, yaşanılan bu his kargaşasıdır. Örneğin, ―hızlı
nabız, kesik solunum, dudakların titremesi, bacakların tutmaması, tüylerin diken
diken olması, ürperme‖ gibi bedensel durumların bilincinde olduğumuz zaman
―gözyaşı dökme, kalbin daralması ya da göğüsteki bir ağrı‖ keder duygusu olarak
hissedilmektedir. James bu iddiasının doğruluğunun, hissedilen güçlü bir duygunun
farkındalığından tüm bedensel semptomların soyutlanarak tecrübe edilebileceğini
söylemektedir. Çünkü, bu soyutlamanın bir egzersiz olarak yapılması halinde geriye
kalan tek şeyin ―soğuk ve nötr olan entelektüel bir algı‖ olduğunun görüleceğini öne
sürmektedir. Bu nedenle Torossian da, James için bedende temellenmeyen, bedenden
tamamen bağımsız, bütün bedensel duygulardan ayrılmış bir duygunun var olması
imkânsız demektedir.279
―Şimdi teorimin en can alıcı kısmına geçiyorum. Eğer güçlü bir duyguyu
aklımızda canlandırır, sonra onun tüm karakteristik bedensel semptomlarını
bilincimizden soyutlamaya çalışırsak, geriye hiçbir şey kalmadığını fark ederiz,
duygunun ortaya çıkacağı zihinsel gereçler yoktur, geriye kalan sadece soğuk ve
nötr bir zihinsel algıdır. Pek çok kişi bu durumu doğrularken bazıları da
kendilerinde olanın bu olmadığını savunur. Bazıları da soruyu anlayamazlar.
Onlardan zihinlerindeki gülünç bir objeden yola çıkarak gülmenin her çeşit
duygusunu akıllarında canlandırmaları istendiğinde, söylenen şeyin fiziksel
279 Torossian, Aram, A Guide to Aesthetics, California, Stanford University Press, 1937, s. 20.
114
olarak imkânsız olduğunu, komik bir şeyi gördüklerinde illa ki güleceklerini
söylerler. Elbette istenen şey gülünç bir objeyi görüp gülme eğilimini yok etmek
değildir. İstenen şey, tam olarak var olacağı düşünülen duygusal bir durumun
bazı elementlerini çıkarıp arta kalan şeyin ne olduğunu söylemeleridir. Bu
durumu tamamen doğru anlayanların yukarıda belirtilen tezle hem fikir olacağını
düşünmeden edemiyorum. Eğer hızlanan nabız, sıklaşan nefes, titreyen dudak ya
da güçten düşen kol ve bacaklar mevcut olmasa, korku duygusundan geriye ne
kalırdı, bunu düşünmek oldukça imkansız. Aynı şekilde keder duygusunda:
gözyaşları, iç çekmeler, kalbin boğuntusu olmasaydı, nasıl olurdu? Bedensel
tepkiler olmaksızın bir duygu hiçliktir.‖280
İşte duygunun bu şekilde tanımlanması, onun somatik olarak ele alınmasıdır.
Bedensel duygular ile estetik duygular arasında öze dayalı bir ayrım olmadığı, bu
ikisi arasında sadece bir derece farkı olduğunun söylenmesi de, bu durumda yalnız
fizyolojik kökenli duygular değil estetik duygular da bedensel olduğundan, estetiğe
somatik yaklaşımdır. Duyguların temelde bedensel olduğunu öne süren James‘e göre,
sanatın estetik tadı da, güzelliğin algılanması sonucunda bedensel heyecanla ortaya
çıkan hoş duygulardır; insanın heyecanlandığı ya da keyif aldığı bir güzellik
karşısında gözlerinin nemlenmesi, içinin ürpermesi, sıcak basması, göğsünde bir
sancı hissetmesi gibi. James, bu şekilde yaşanan duyguları ―ikincil zevkler‖ olarak
adlandırmakta ve onları ―ilksel estetik duygular‖ adını verdiği diğer duygulardan
ayırmaktadır.281
Çünkü ilksel estetik duygular, bedenin diğer kısımlarının yankılarına
280 James, William, 1922, a.g.e., s. 17.
281 Carr, Beauty and belief: William James and the aesthetics of delusions in schizophrenia adlı bir
yazısında, James‘a göre duygular arasında uyum (doğruluk, rayında olmak) duygusunun en önemli
olanı olduğunu; çünkü düşüncenin ilerlemesine rehberlik ettiğini ve araştırmalara devam etmede ya da
115
değil, sadece sanat eserinin tasarımını algılayan beyin aracılığıyla tanınan keyfe
dayanmaktadır. Bu nedenle bu tür duygular daha zor anlaşılmaktadır. Söz gelimi,
çizgiler ve kümelerden ve renk ile ses kombinasyonlarından aldığımız keyif bu
türden bir duygusal deneyimdir. Ancak sanat eserlerinin verdiği keyfin pratik
boyutunda özellikle ikincil keyifler büyük bir rol oynamaktadır. Çünkü belirli saf
duygularda ve onların kombinasyonlarındaki bu basit ve ilksel keyif, büyük ölçüde
ikincil zevkler tarafından zenginleştirilmektedir. Fakat bir kişinin beğenisi ne kadar
klâsikleşmişse, o kişi için ikincil keyifler o kadar arka plandadır.282
Birer sanat akımı olan klâsik teori ile romantik teori de uzun yıllar boyunca
birincil estetik duygularla ikincil estetik duygular üzerinde tartışmıştır. James‘e göre,
elbette ki, ―karmaşık anlamlılık, hafıza ve çağrıştırmanın uyandırılması, etkili gizem
ve kasvetle birlikte tenimizin kıpırdanması‖ gibi şeyler bir sanat eserini romantik
kılan unsurlardır. Klâsik beğeniler, bu estetik ögeleri kaba ve bayağı bulmuş; görsel
ve işitsel duyguların süslenmemiş, çıplak güzelliğini tercih etmiştir. Romantik beğeni
ise, ―bu duyguların dolaysız güzelliğini kuru ve zayıf‖ olarak değerlendirmiştir.
James, pragmatist tavrına uygun bir şekilde, klâsik beğeni cephesinde yer alanlar gibi
bu ikincil zevkleri gereksiz görmez, romantik beğeni ile bir tuttuğu bu keyifle dalga
son vermede rol oynadığını söylemektedir (Carr, Vaughan J., Cognitive Neuropsychiatry, Australia,
Psychology Press, Taylor and Francis Group, 2010, sayı 15, s. 181-201).
282 James duyguları, arzuları ve ihtiyaçları ilahî gerçekliğin mevcudiyeti için de delil olarak öne sürer.
Onun din felsefesinin ana unsuru da, bu noktadır (Suckiel, Ellen Kappy, 2005, a.g.e., s. 66).
116
da geçmez. Çünkü o, farkında olsak da olmasak da en rafine estetiğin bile bu ikincil
zevkleri içerdiğini düşünmektedir.
İyimser, uzlaşımcı ve çoğulcu tavrı ile tutarlı bir pragmatist yaklaşım
sergileyen James, hem bireylerin kendi estetik tercihlerini ifade edebilecekleri
romantiklik ve klâsiklik gibi bu aşırı iki uç arasındaki beğeninin sürekliliğini hem de
en basitinden en rafine olanına kadar estetik formların sürekliliğini savunur. İlkel
estetik formların kınanmadığı veya estetiğin dışına atılmadığı bu devamlılık fikri,
elbette ki, pragmatik estetiğin çoğulcu demokratik yaklaşımını ortaya koyar. Bu
çoğulcu demokratik yaklaşım, her ne kadar pragmatizmin uzlaşımcı tavrını gösterse
de, James, aslında sözü edilen iki görüşten hangisinin doğru olduğuyla da ilgili
değildir. Onun üzerinde durduğu şey, sadece, elde edilen duygusal bir özellik olarak
güzelliğin birincil duygusu ile onun sonucu olarak elde edilen ikincil duygular
arasında bir ayrım yapmak gerektiğidir. Bu ayrımı da kendisi yukarıda açıklandığı
şekilde zaten yapmıştır.
James, diğer insanlarla biraradayken daha etkili yaşandığını belirttiği estetik
deneyimin sosyal boyutu ile sanatın iletişimsel gücüne dikkat çekmiş ve estetik
anlayışında demokratik çoğulculuğu belli bir iyimserlikle birleştirmiştir. Ona göre,
diğer insanların beğenileri ile duygularının bizimkinden farklı olabileceği fikrini artık
kabul etmemiz ve farklı beğeni ile duygulara iyimserlikle yaklaşabilmemiz
gerekmekte; ayrıca görme, koku alma, tat alma, uyuma gibi basit somaestetik
tatminleri içeren hayatın daha basit, daha genel güzellikleri ile keyiflerine karşı da
duyarsızlaşmamamız gerekmektedir. Bunun için de insan hayattan keyif almak için
sadece üst düzeydeki beklentilerinin gerçekleşmesini beklememeli ya da estetik dâhil
olmak üzere böyle üst düzey beklentilere belki de hiç girmemeli, hayatın kendine
117
sunduğu en basit somatik duyguların keyfini çıkarmasını bilmelidir.283
Öyle ki,
insanların tüm pratik eylemleri, bu eylemlerin düzgün ve etkili bir biçimde ya da
boşu boşuna yapılıp yapılmadığının estetik duygusunu içinde barındırmakta, arzu
edildiği şekliyle gerçekleştirilen tüm etkinliklerin de belli bir keyif duygusu yaşattığı
tartışılmaz bir gerçektir. İşte insan etkinliklerinin keyif veren duyguları da içinde
taşıması, onların sahip olduğu pratik değeri göstermektedir. Demek ki, estetik ve
pratik ilgiler birbirlerinin içerisine öyle nüfuz etmişlerdir ki, entelektüel yollarla ayırt
etmeye çalışsak bile gerçek deneyimin içinde onları ayırmak mümkün değildir. Bu
nedenle James‘in pragmatist estetiği, estetiğin ve pratiğin birbirine daha yakın
olmasını ve uzlaşmasını istemektedir.
Görüldüğü gibi James‘e göre estetik boyut, insanın hayatında onun tüm
deneyimlerine yayılmış olarak bulunmaktadır. Bu noktada estetiğin insan hayatındaki
fonksiyonunu belirlemek çok önemlidir. Çünkü estetik zevkler ve sanatsal formlar,
içinde yaşadığımız dünyanın ve sahip olduğumuz deneyimlerin büyük bir kısmında
yer alıyorsa, bunları sadece dünya ve onun kurulu düzeniyle sınırlıymış gibi
değerlendirmek doğru olmaz. Her ne kadar algılarımız ile davranışlarımız
alışkanlıklarımız tarafından yönetiliyor, zevklerimiz ile keyiflerimiz de maddî ve
sosyal dünyadaki alışılagelmiş deneyimlerimiz tarafından şekillendiriliyorsa da,
estetik anlamda üretmek ve beğenmek istediğimiz şeyler aslında bunlardan çok daha
iyi –ideal– deneyim dünyalarıdır. Bu nedenledir ki, hayal gücü ve sanat aslında ideal
olana ulaşmanın peşindedir. Öyleyse, bir sanat eserinin ögeleri deneyim edindiğimiz
reel dünya ile ilgili olsa da, aralarında kurulan ilişki ağı deneyimlediğimiz reel
dünyanın taklidi değildir. Diğer bir deyişle, insanlar reel dünyada yaşayamadığı ideal
283 Pragmatizmin ahlâk anlayışı da aslında bu doğrultuda gelişen bir ahlak felsefesidir.
118
dünyayı hayal gücü ve sanat aracılığıyla deneyimleyerek ihtiyaç duyduğu estetik
tatmine sanatta ulaşmaktadır. Bunun için estetiğin de etiğin de dünyası, reel
dünyadaki ilişki ağı ile çelişen ama biz insanların inatla gerçekleştirmek istediği ideal
bir dünyadır, bir ütopyadır.
Sanatı hayattan soyutlaştırdıkları iddiası ile idealizmi eleştiren James,
görüldüğü gibi, sanatta ulaşılmak istenen amaç noktasında idealist tavra benzer bir
yaklaşım sergilemiştir.284
Ona göre, insan esas olarak ideal dünyaları deneyimlemek
istemektedir; bu nedenle de sadece alışılagelmiş düzenlemelerle yetinmek mümkün
değildir. Öyle ki alışılageldik olan, estetik ve etik hayal gücü aracılığıyla gerçek
dünyada gerçekleştirmek isteyeceğimiz uyumların sadece sahtesinin bir taklidi olarak
kabul edilebilirdir. Reel dünyada yaşanan ilişki ağlarının gerçekte olduğu haliyle
sanattaki yeri budur, bundan farklı bir yerinin olması da mümkün değildir.
Dolayısıyla bakış açımızı genişleterek acınacak halde olan kültürümüzün beslendiği
güzellik anlayışından ve yapay edebî romantiklikten kendimizi kurtarmamız
gerekmektedir. Çünkü bu anlamıyla güzellik vb. hepimiz için aldatıcı şeylerdir.285
Buradan anlaşılabileceği gibi, bir pragmatist olarak James‘in, sanattan
gerçekleştirmesini beklediği bir işlev vardır; bu işlev de, sanatsal güzel vasıtasıyla
ideal dünyaları deneyimlememizi sağlayarak kültürel gelişimimize katkıda
bulunmasıdır. Öyleyse James için estetik kendi başına amaç taşıyan bir şey değildir;
284 Kanımca, pragmatist estetiğe ―idealist‖ damgası vurulmasının önemli bir sebebi budur. Ancak bu,
pragmatist estetik ile idealist estetik arasında farklı yönlerin yanı sıra birtakım ortaklıkların da
bulunduğunu göstermesi bakımından yeterli olsa da, birbirinden farklı birçok felsefî teori arasında
bazı ortak yönlerin olabildiği dikkate alındığında, pragmatist estetiğin idealizmden farklı yönlerinin
göz ardı edilmesi için yeterli değildir.
285 Shusterman, Richard, 2011, a.g.e., s. 355.
119
ancak onun bu ―enstrümantal‖ tavrı, gelişigüzel bir araçsalcı yaklaşımdan
kaynaklanmamaktadır. Ona göre, estetik, aslında hayatî değere sahip bedensel
adaptasyonların dolaylı bir sonucudur. Kendisi de estetiği duyguların beden
üzerindeki etkisini incelerken ele almış, bu inceleme esnasında estetiğin bedenle
dolaysız ilgisini fark ettiği için de estetiğe çok önem vermiş fakat düşüncelerinin
merkezinde esas olarak hep beden bulunmuştur. Hatta Shusterman, estetik keyiflerin
de bizatihi hayatî değere sahip olduğunu, çünkü bunların hayatı yaşamaya değer
kıldığını, ayrıca sanatın çeşitli iletişimsel keyiflerinin de grup bilinci, dayanışma ve
iletişim gücü sağladığı için hayatî değere sahip olduklarını söyleyerek James‘i
eleştirmiştir.286
James, estetik boyutun deneyimdeki yaygınlığını ortaya koyması, estetiği
pratik olanın yanı sıra somatik ve iştah açıcı olanla barıştırması, yüksek ve popüler
kültürü bir araya getirerek sanatı hayata entegre etmeye çalışması ve algının bedensel
temeline vurgu yapması bakımından kendisinden sonra daha sistemli bir şekilde
ortaya konan pragmatist estetiğin gelişimine önemli katkılar sunmakla kalmamış,
Dewey‘in ‗estetik deneyim‘ kavramı ile Shusterman‘ın ‗somaestetik‘ kavramını
oluşturmalarında doğrudan belirleyici olmuştur. İlk örneğini kendisinde gördüğümüz
somatik estetik yaklaşım James‘in felsefe ve estetik tarihine bir armağanıdır ve o
güne kadar üzerinde hiç durulmamış olan estetik ile beden arasındaki dolaysız ve
zorunlu ilgiyi ortaya koyması bakımından da hâlâ tazeliğini korumaya devam
etmektedir.
286 Shusterman, Richard, 2011, a.g.e., s. 353.
120
B) John Dewey’in Estetik Anlayışı
Sanatın sonsuz mücadelesi, sıradan deneyim içindeki kekeme
ve dilsiz malzemeleri anlamlı vasıtalara dönüştürür.
Dewey
Dewey kariyerine aslında bir neo-Hegelci idealist olarak başlamış fakat
öğrencisi olduğu James‘in The Principles of Psychology adlı kitabı, felsefi
düşüncelerinin idealizmden pragmatizme kaymasına neden olmuştur. Her ne kadar
ilhâmını felsefî metinlerden ziyade gerçek yaşam deneyimlerinden aldığını söylese
de James‘in adı geçen kitabını bu metinlerin dışında tuttuğu bilinmektedir. Dewey‘i
en az James kadar etkileyen diğer bir isim de beden eğitimcisi ve terapisti olan F. M.
Alexander‘dır. Dewey, Alexander‘ın pratik tekniğini benimseyerek uzun ömrü
boyunca onun fikirlerinin takipçisi olmuş, insan bedenini ―koca evrenin tüm yapıları
içindeki en görkemli olanı‖ olarak tanımlayarak göklere çıkarmış, zihinsel yaşamın
bedenden üstün tutulamayacağını savunmuştur. Bu nedenle de, beden ile ruhu
birbirine karşıt olarak ele alan, bedeni hor gören ve duygulardan korkan hâkim fikre
karşı çıkarak, biyolojik faktörlerin estetiğin kökenini oluşturduğunu ve güzel sanatlar
ile yaratıcı düşünmenin en ruhanî deneyimlerine bile şekil verdiğini öne
sürmüştür.287
Dewey, sanat ve estetik hakkındaki görüşlerini bir bütün olarak Art as
Experience/Deneyim Olarak Sanat adlı kitabında dile getirmiştir. Bu eser, aslında
pragmatist estetik teoriyi kapsamlı olarak ifade eden ilk kitaptır. Daha önce
açıklandığı gibi, bunun öncesinde pragmatist estetik teorinin bütün olarak ele alınıp
anlatıldığı başka bir çalışma bulunmamaktadır. Türer‘in Pragmatik Estetik: John
287 Shusterman, Richard, 2008, a.g.e., s. 180-193.
121
Dewey’in Sanat Felsefesi adlı kitabında belirttiği gibi, Dewey, bu eserde pragmatist
felsefesinin tüm görünümlerini sanat felsefesi üzerinden ortaya koymayı denemiştir.
Diğer bir deyişle, bilgi, bilim, felsefe gibi tüm insan etkinliklerinin daha çok pratik
ve pragmatik yönleriyle ilgilenen Dewey, aynı tavrı estetik teorisinde de sergileyerek
sanatı bütün bağlantılarını açığa çıkaracak şekilde ele almıştır. Bu nedenle, onun
estetik anlayışı, aslında pragmatist felsefesinin sanatsal bir ifadesidir. Ona göre,
sanat, insan hayatında ikâmet eden imkânların en mükemmel örneklerini açığa
çıkarmasıyla kendini karakterize eder. Ancak ―estetik‖ ile ―sanatsal deneyim‖
birbiriyle bütünleşmiş ve tamamlanmış bir yapı ortaya koyar. Bu bağlamda insan
deneyiminin tüm görünümleri çok önemlidir ve hepsi deneyimsel bütünlük ve birlik
içinde değerlendirilmelidir.288
Dewey‘in pragmatist felsefesinin merkezinde, bu yönüyle pek bilinmese de,
aslında ―sanat‖ vardır. Onun estetik anlayışının en önemli görünümü de, doğanın
sanatın gelişimindeki önemini vurgulayan natüralizmidir.289
Çünkü o, estetiği insan
organizmasının doğal ihtiyaç, karakter ve eylemleri üzerine inşa etmiş; estetik
deneyim ile yaşamın diğer süreçleri arasındaki devamlılığı vurgulamış ve biyolojik
ortaklıklar olarak adlandırılabilecek temel hayatî işlevler ile estetiğin ortak kaynağını
göstermeye çalışmıştır. Bu natüralist yaklaşımıyla da, sanata dair yüzyıllardır devam
eden geleneksel imtiyazı ortadan kaldırmak ve sanatla bilim arasında herhangi bir
karşıtlığın olmadığını ortaya koymak istemiştir. Bu estetik, sanata sınır koyan
engelleri kaldırmayı amaçlayan ve küresel geçerliliği olabilecek bir sanat tanımı
288 Türer, Celal, Pragmatik Estetik John Dewey’in Sanat Felsefesi, Kayseri, Laçin Yayınları, 2009,
s. 3-4.
289 Alexander, Thomas M. , John Dewey’s Theory of Art, Experience and Nature: The Horizons
of Feeling, Albany State University Of New York, 1987, s. 267.
122
arayan bir estetiktir. Gereksiz ayırmalar ve sınırlamalarla hayatlarımız zaten
parçalara bölünmüştür; şimdi ise hayatlarımızı daha çok parçalamak yerine dağılmış
parçaları bir araya getirecek bir teoriye ihtiyaç vardır. Bu bakımdan Dewey‘in tüm
çabasının birçok parçaya bölünen hayatımızın yeniden bütünleşmesine yönelik
olduğunu söylemek mümkündür.290
Dewey, bu amaçla deneyim konusunu yüzyıllardan beri sadece psikolojik bir
anlayış olarak ele alan bir tür zihinsel duruma karşı çıkmış ve bizi ‗deneyim‘
kavramını farklı bir şekilde düşünmeye davet etmiştir. O, bu konudaki geleneksel
düşüncelerin terk edilmesi gerektiğini belirterek, ‗deneyim‘ kavramını psikolojik bir
anlayış şeklindeki algı olarak görmek yerine, yaşananların bir deneyim olarak kabul
edilmesini içeren daha kavramsal bir algıyı koymuştur. Ona göre, deneyim, bir
kişinin özel duyguları ve düşüncelerinden ziyade, kişinin dünya ile etkin ve uyanık
bir uyumunu açıklar; kendi boyutunda nesnelerin ve olayların dünyasının ve
kendisinin tam bir yorumunu temsil eder. Çünkü deneyim, dünyada yönümüzü tayin
ederken bilincimiz üzerinde rol oynamakla kalmaz, aynı zamanda dünyamızı
oluşturan nesneleri ve olayları da içerir. Zira nesneler ve olaylar da kendimiz gibi
aslında deneyimlerin bir parçasıdır.291
―Var olan teorilerin sorunu bir hazır yapım ayrışmasından ya da sanatı somut
deneyimlerin nesneleriyle olan bağından koparıp ruhanîleştiren bir olgudan
türetmiş olmalarıdır. Fakat böylesi bir ruhanîleştirmeye alternatif, güzel sanatları
290 Wood, Robert E. , Placing Aethetics: Reflection On The Philosophic Tradition, Ohio University
Press, 2000, s. 246.
291 Jackson, Philip W., John Dewey and the Lessons of Art, New Haven and London, The United
States of America, Yale University Press, 1998, 3.
123
küçümsemek ya da dışlamak değil, bu eserlerin genel deneyimde bulunan
vasıflarını idealize eden yolu açığa vurmaktır. Eğer sanat eserleri popüler
itibardaki insan bağlamına doğrudan doğruya yerleştirilseydi, hasıraltı sanat
teorilerinin genel bir kabul gördüğü zaman sahip olabileceğinden daha fazla
dikkat çekecekti.‖292
İşte Dewey, sanatın bütünlüğünün hakkını verebileceği ve sanatçı ile
alımlayıcısını birbirine daha iyi bağlayacağı için sanatı deneyim olarak (art as
experience) yeniden ele almıştır. Bunun içindir ki estetiğinin temeli de ‗deneyim‘
kavramıdır. Ona göre, insan içinde yaşadığı doğal ve toplumsal çevreyle sürekli bir
etkileşim halindedir ve organizmanın çevresiyle etkileşimi sonucunda da deneyim ortaya
çıkmaktadır. Deneyim, suje ile obje arasındaki etkileşim sonucunda gerçekleşen, belli
bir başlangıcı ve sonu bulunan fiili bir yaşantıyı ifade etmektedir. Bu bakımdan,
deneyim, hayatın somut koşulları tarafından belirlenmiş bir şekilde mutlaka
yaşanmış olması gereken bir şeydir. Başka bir deyişle yaşanmamış bir şey deneyim
olamaz. Her deneyim kendi somut koşulları bütününde yaşandığı için de hepsinin
kendine has bir şekli ve bir yapısı vardır.293
Dewey‘e göre, insan, bir organizma varlığı olarak belli bir fiziksel ve sosyal
çevrenin içine doğar; bu çevreye sağladığı uyum ölçüsünde de varlığını sürdürmeyi
başarır. Bu bakımdan, her insan çevresiyle etkileşim halindedir ve bu etkileşimin en basit
hali de gündelik deneyimlerde ortaya çıkmaktadır. Deneyimi bizzat yaşayan bir varlık
olarak insan, deneyimin olmazsa olmaz bir ögesidir ve gündelik deneyimler de dâhil
olmak üzere bütün deneyimler insan sayesinde meydana gelmektedir. Diğer bir deyişle,
292 Dewey, John, Art as Experience, New York, Capricorn Books, 1958a, s. 11.
293 Dewey, John, a.g.e., s. 1-44.
124
deneyim bir özne ile nesne arasında meydana geldiği için insan katkısı olmaksızın
yaşanması söz konusu olamaz.294
Ayrıca belli bir özne ile nesne arasındaki iletişimde
ortaya çıktığı için de, sadece fiziksel ya da zihinsel bir varlığa sahip değildir. Fakat
genellikle deneyimin dışarıdan tamamen bağımsız bir zihinde yaşandığı düşünülür. Oysa
bütün psikolojik süreç insanın doğal çevresinde yaşadığı fonksiyonlardan ibarettir.
Deneyim de, ―mekanik ve birleştirilmiş bir gelişimle değil; bireysel adımlarla ve anî
farklılıklarla‖ yaşanan bir süreçtir.295
Bu nedenle, bir deneyimin kapsamındaki fiziksel
ve sosyal dünyaya ait şeyler, deneyimi yaşayan insan tarafından dönüştürülmekte, bu
kendine özgü yaşantı sayesinde de insan daha önceleri dışsal olanla içsel bir etkilenme
sağlayarak gelişmekte ve değişmektedir. Deneyimlerin kalitesini ise bizde hoşa giden bir
duygu meydana getirip getirmemeleri belirlemektedir.296
Bu da, deneyimin duygusal bir
yönü olduğu anlamına gelir. Ancak Dewey, deneyimin içinde ―duygu‖ diye
adlandırılabilecek bir şeyin olmadığını düşünür. Ona göre, duygular sadece
deneyimleri birleştirir; yani deneyimlerin elemanlarını bir arada tutar. Diğer bir
deyişle, duygu, deneyimde ―hareket ettiren ve bağlayan bir kuvvet‖ olarak iş görür.
Şöyle ki, duygu, uygun olanı seçer ve seçileni kendi rengiyle boyar. Böylece dış
294 Buradaki nesne ifadesi sadece insanın çevresindeki diğer varlıkları akla getirmemelidir. Çünkü
nesne, diğer nesne ve öznelerden biri olabileceği gibi, bir yönüyle kendini nesne edinmesiyle öznenin
kendisi de olabilir.
295 Thayer, Horace Standish, Meaning And Action: A Critical History Of Pragmatism,
Indianapolis and Cambridge, Hackett Publishing Company, 1981, s. 114.
296 Dewey, John, Experience and Education, The United States of America, Touchstone Book,
Published by Simon and Schuster, 1997, s. 27.
125
görünüş olarak farklı ve benzemeyen malzemelere nitel bir bütünlük verir; bu sayede
de deneyimin değişen parçalarını bir araya getirerek bütünlük sağlar.297
Dewey ‗deneyim‘ kavramını bireysel anlamda da kullanmaz. O, deneyimi,
insanların çevresiyle kurduğu etkileşimin iletişime dönüştürüldüğü bir sonuç olarak
ele alır.298
Ona göre, deneyim, birçok insanın dâhil olduğu bir süreçte ortaya
çıkmakta ve toplumla bütünleşip nesnelleştiğinde de gerçek bir deneyim olmaktadır.
Bu nedenle sadece bireysel olarak değil, yaşanılan dünyadaki varlıkların hepsinin
deneyime katılması, var olan her şeyin o deneyim içinde birlik oluşturması
gerekmektedir. Bu da aslında deneyimin Dewey için bütün var oluşu içine alan bir
kavram olduğu anlamına gelir ve ‗deneyim‘ kavramı böyle geniş bir çevreye
yayılarak ele alındığında hayat dediğimiz şey de bir deneyim dünyası olarak
karşımıza çıkar. Gerçekten de hayat, deneyimlerle tecrübe edilen, tecrübe edilerek
öğrenilen, tecrübe edildiği kadarıyla bilinen ve tecrübenin bizde bıraktığı tada göre
beğenilen ya da beğenilmeyen bir şey değil midir?
Dewey‘e göre deneyimin ―duyusal, somut ve soyut‖ olmak üzere üç aşaması
vardır. İlk aşama genel olarak deneyimi, ikinci aşama entelektüel deneyimi, üçüncü
aşama ise duyusal ve somut aşamayı içine alan bütün bir estetik deneyimi ifade
etmektedir. Elbette tüm deneyimlerin estetik bir birleşeni vardır fakat bazı
deneyimler baskın bir şekilde estetiktir ve bu şekilde kabul edilir. Deneyimin bu üç
aşamasına göre, estetik deneyim bütün deneyimlerin son noktası olarak karşımıza
çıkmaktadır. Ancak, son aşamada yer alan estetik deneyimin ilk aşamadaki genel
297 Jackson, Philip W., 1998, a.g.e., s. 11.
298 Westbrook, Robert B., John Dewey and Amerikan Democracy, The United States Of America,
Cornell University Press, 1991, s. 394.
126
deneyimin üzerinde yükseldiği de aşikârdır. Bu nedenle, Dewey estetiği gündelik
deneyimlerin üzerine inşa edilen bir teoridir. Ona göre, her deneyimin temelinde
insanın çevresiyle etkileşimi vardır ve gündelik deneyimle temellenmeyen bir estetik
teorinin işlevselliğinden söz etmek mümkün değildir. Fakat gündelik deneyimler
insanların diğer insanlarla veya canlı ya da cansız diğer varlıklarla neredeyse
tamamen doğrudan yaşadığı etkileşimler sonucunda oluşurken, estetik deneyimler
insanların daha önceki deneyimlerinden çıkardığı anlamlarla birer imgesel üretim
olan sanat eserlerinin karşılaşması sonucunda ortaya çıkmaktadır. Estetik deneyim ile
entelektüel deneyim arasındaki en büyük fark ise, estetik deneyimin entelektüel
deneyimi de kapsayacak şekilde tamamlanmış bir deneyim olmasıdır. Dewey‘e göre,
her estetik deneyimde ―değişikliklerin düzenli değişmesi‖ anlamında belli bir ritim
vardır. Öyle ki estetik, eksiksiz yaşantıya ait özelliklerin açığa çıkmış ve
yoğunlaşmış biçimde gelişmesidir; o kadar yuvarlaktır ki onun kapanışı sadece bir
durma değil, bir tamamına erdirmedir. Böyle bir yaşantı bir bütün olup, kendi
bireyselleşme özelliği ile kendine yeterliliğini taşır ve her tamamlayıcı yaşantıda da
başlangıç, gelişme ve yerine getirme vardır.299
Dewey, estetik deneyimde bir araya gelen estetik özne ile estetik nesne
ilişkisinde, özellikle estetik öznenin önemini vurgulamıştır. Çünkü bir özne olmadan
estetik deneyimde herhangi bir ifadeden söz etmek mümkün değildir. Ona göre,
estetik deneyimin kaynağı da en basit haliyle insanların duyularıyla çevresine
yönelmesidir. Çünkü insan ile çevresi arasında herhangi bir ilişki kurulmazsa, hiçbir
etkileşim yaşanmazsa estetik deneyimin ortaya çıkması söz konusu olamaz. Bu
299 Saxena, Sushil Kumar, Art and Philosohpy Seven Aestheticians, New York, Humanities Press,
1967, s. 163-166.
127
nedenle estetik deneyimin temelinde özne vardır. Ancak nesne olmadan öznenin tek
başına bir şey yapamayacağı da göz ardı edilmemelidir. Bununla birlikte bir bilinç
varlığı olarak özne, aynı zamanda kendini de nesne edinebilen özelliği dolayısıyla
her zaman daha öncelikli bir konumdadır.
Dewey‘e göre, deneyim üzerinde her şeyin bir etkisi vardır. Söz gelimi tabiat
olmasaydı, iletişim kurulan bir yer de olmayacaktı. Onun için tabiat estetik deneyimi
geliştiren uzamların başında yer alır. Aynı şekilde estetik deneyimi geliştiren temel
formlardan birisi de şimdiki zamandır. Çünkü deneyimsel edim şimdide olduğundan
deneyim yaşanırken o ânın içinde yaşanmaktadır. Bu açıdan düşünüldüğünde, estetik
deneyimin birincil kaynağı hayvan, ikincisi ise doğadır. Çünkü hayvanlar şimdiyi
yaşar; biz de deneyimi şimdiyi yaşayarak elde ederiz. İkinci kaynak ise doğadır.
Çünkü tabiatın içinde barındırdığı canlılık ve çeşitli güzellikler estetik deneyime
kaynaklık eder. Örneğin, sonu görülmeyen masmavi bir denizin, yeşilin çeşitli
tonlarını gözler önüne seren bir manzaranın, renklerin birbirine dönüştüğü bir güneş
batışının vb. tecrübesi, öyle ya da böyle herkese estetik bir zevk verir. Ancak köken
olarak hayvansal yaşama ve doğaya kadar uzanıyor olsa da estetik deneyim diğer
deneyimlerden farklı olarak sahip olduğu özellikler bakımından bütün deneyimlerin
en son noktasıdır. Öyle ki, bir sanat eseriyle karşı karşıya gelen bir alımlayıcı, bu
karşılaşmanın ―şimdisinde‖ yaşadığı estetik deneyimle aslında hayatla
bütünleşmektedir. Bu nedenle, sanatsal deneyim, Türer‘in de belirttiği gibi, insanın
dünya ile etkileşimini tamamlayan, dünyayı tamamlayıcı bir deneyimdir.300
Dewey‘e göre, bir deneyimin estetik nitelik kazanması ancak tamamlanmış
olmasına bağlıdır. Çünkü nerede başladığı ve nerede bittiği belli olmayan
300 Dewey, John, 1958a, a.g.e., s. 39 vd; Türer, Celal, 2009, a.g.e., s. 52-62.
128
bütünleşmemiş deneyimlerde estetik bir nitelik bulunmaz. Bir deneyimin estetik
nitelik kazanabilmesi için de, eylemin tamamlanmasından önce gerçekleşen tüm olay
ve etkenlerin bir araya gelerek bir birlik oluşturması gerekir. Bu noktada, önemli
olanın seçilmesi ve olmayanın reddedilmesi yoluyla anlamın sıkıştırılması ve
yoğunlaştırılması da sanatta önem arz eder. Bu seçme ve ret olayı sanatçının ve
eserinin içinde bulunduğu koşullar tarafından yönetilir ve deneyim esnasında
meydana gelir Hatta sanat seçilen önemliliklerden kurduğu birlikle özel bir yere
sahiptir. Çünkü sanat eserleri, farklı unsur ve olayları aynı potada eritebildiği ve
kendi özelliklerini kaybetmeden bir birlik oluşturabildiği için diğer her şeyden daha
farklı bir estetik niteliğe sahiptir. Ayrıca estetik deneyimin yaşanmasını mümkün
kılan da, yine bu birliktir.301
Dewey‘e göre, sanatsal deneyim sonuçta bir ―algı‖ meselesidir; çünkü her
halükârda bir sanat eserinin algılanmasıyla yaşanmaktadır. Sanat eserleri ise, temelde
doğadaki ritimlerin varlığına dayanmaktadır ve ritim de bir düzenlilik meselesinden
ziyade bir ―algı‖ meselesidir. Dolayısıyla bir algı, deneyimin kendisinde bir ritim
oluşturduğunda estetik olmaktadır. Bu durum sanatta tesadüfe bırakılamayacağı için
de, sanat sıradan algıdan ziyade kasıtlı algıyla yapılmaktadır. Ancak bir sanat eseri
karşısında algıladıklarımız olaylar ya da varlıklar değil, anlamlardır. Zira sanat,
insanın çevresiyle etkileşimine dair deneyimin en güzel ürünü olup, deneyimdeki
doğal güç ve işleyişlerin en mükemmel birlikteliği olarak karşımıza çıkmakta ve
deneyimin zirvesi olduğu kadar doğal olayların da doruğa ulaştığı bir noktayı temsil
301 Dewey, John, ―Having an Experience,‖ The Problems of Aesthetics, Eliseo Vivas and Murray
Kriger(ed.)., New York, Holt, Rinehart and Winston, s. 325-343, 1966, s.326-342; Jackson, Philip W.,
1998, a.g.e., s. 36.
129
etmektedir. Dewey‘e göre, başarılı bir doğumla sonuçlanan hamileliğe benzer bir
şekilde sonuçlanan deneyimler eksiksiz deneyimlerdir. Elbette ki, bir deneyimi
tamamlanmış yapan sadece sonuçlanması değildir ama tamamlanmış deneyimler
kendi içinde bütünleşmiş ve diğer deneyimlerden kazanılan deneyimin genel akışı
içerisinde ayrılmış olan deneyimlerdir. Diğer yandan bütün tamamlayıcı deneyimler
estetik deneyim değilken, bütün estetik deneyimler tamamlayıcıdır; zira onlar hayat
deneyimlerinin zirvesidir. Ayrıca, bu deneyimde doğrudan algılama sona erdiğinde
bile bir sanat objesi çalışması bir çalışma olarak tam anlamıyla durmaz, dolaylı
kanallardan devam eder. Bunun için de sanatta takdirin ya da diğer bir deyişle
beğeninin sonu yoktur, etkisi gelecek deneyimleri bilinçaltından etkilemeye devam
ederek sürüp gitmektedir.302
Estetik deneyim, diğer tüm deneyimlerden farklı olarak ve kendi öz özelliği
olarak doğrudan ve aracısızdır. Bu deneyim öyle doğrudan ve aracısız yaşanmaktadır
ki, deneyimin tecrübe edilmesi esnasında zihni çelen rastgele düşüncelere ve sistemli
analitik düşünmelere kesinlikle izin verilmez. Zaten gerçek estetik deneyim de, özne
ile nesne arasında ―su geçirmez‖ tarzda bir etkileşimin yaşandığı ender anlarda
meydana gelmektedir. Bu nedenle estetik deneyimin ayırt edici özelliği, özne ile nesne
arasında bir ayrımın olmadığı ve organizma ile çevrenin yok olarak tek bir vücut haline
geldiği anda oluşan bir deneyim olmasında yatmaktadır. İşte deneyimin en yüksek
formu, özne ile nesnenin özdeşleştiği, benlik ile dünyanın özdeş olduğu böyle bir
durumu içermektedir ve böyle bir deneyim de Dewey‘e göre sanatın başlangıcını
oluşturmaktadır.303
302 Dewey, John, 1958a, a.g.e., s. 137-230; Jackson, Philip W., 1998, a.g.e., s. 64.
303 Dewey, John, 1966, a.g.e., s. 326-342.
130
Görüldüğü gibi Dewey, felsefe tarihi boyunca genellikle birbirinden ayrı
olarak ele alınan özne ile nesnenin sanat eserlerinde bir araya gelerek birleştiğini öne
sürmektedir. Ona göre, beden ve akıl iki farklı, etkileri karşılıklı izlenebilir iki ayrı
şey değildir; bunlar temelde birlikte olan şeylerdir. Bedensel ve zihinsel tepkiler de
felsefi bir sentez arayışı içinde iki farklı olgu değildir. Bu nedenle, sanat-yaşam,
subje-obje, teori-pratik gibi her tür düalizme karşı olduğu anlaşılan Dewey, beden ve
zihin olarak iki ayrı kullanım yerine ‗beden-zihin birliği‘ kavramını önerir.304
Dewey‘e göre, özne ile nesne ya da daha genel bir ifadeyle organizma ile
çevre sanat eserlerinde birbirine nüfuz ederek bir birlik oluşturmakta, özne de estetik
deneyimi oluşan bu birlik sayesinde yaşamaktadır. Bu nedenle, estetik deneyim, bir
deneyimi ikincil kılan tüm etkenlerden uzaktır. Başka bir deyişle, diğer deneyimlerde
parça parça görülen varlığımızın unsurları estetik deneyimde kusursuz bir şekilde bir
araya gelmektedir. Öyle ki, deneyimin anlık bütünlüğü içerisinde varlığımızın tüm
unsurları eksiksiz bir biçimde bir araya gelerek hepsi birbirini örter ve hiçbiri
kendisini bilinç içerisinde ayrı bir unsur olarak sergilemez. Alımlayıcı açısından da,
sanat eserlerine katılım özelleşmiş arzulardan soyutlanmayı gerektirir. Bu nedenle
yukarıda bahsedilen birliğin oluşması için sanat eserleriyle iletişim kurmaya yönelen
alımlayıcı, bireysel arzu ve eğilimlerinden uzaklaşmak zorundadır. Aksi durumda,
öznenin sanat eserine katılımı gerçekleşmez.305
Sanat eserleri, kendisiyle iletişime geçen alımlayıcılara ―vasıtasız bir
deneyim‖ sunmaktadır. Diğer bir deyişle, deneyimin biçimlenmiş maddesi kendini
aracısız olarak sunduğu için, sanat eserleri sayesinde tecrübe edilen estetik deneyim
304 Shusterman, Richard, 2008, a.g.e., s. 184.
305 Dewey, John, 1958a, a.g.e., s. 258-274.
131
aracısız yaşanmaktadır. Dolayısıyla sanat eserlerindeki anlam ―kendiliğinden‖ ve
―tahayyülî olarak‖ ortaya çıkmakta; bu da sanatı ―çağrışım yapma ve organize etme‖
yoluyla düşünmeyi gerektiren tüm alanlardan farklı kılmaktadır. Dewey‘e göre, bu
durum, felsefe olarak adlandırılan sistemli düşünmeye sanatın bir meydan
okumasıdır; çünkü sanat sistemli düşünmenin sonucunda ortaya çıkmaz. Estetik
deneyim, çağrışım yapmayı ve organize etmeyi gerektirmeden yaşanan anî bir
deneyimdir. Sanat sistemli düşünmenin sonucunda ortaya çıkan bir şey olmadığı
gibi, eski ile yeniyi de ek bir düşünme gerektirmeden eserin içinde eritmektedir.
Çünkü yaşanan estetik deneyimde, özne ile nesne, organizma ile çevre, benlik ile
dünya tek vücut olmaktadır. Geçmiş deneyimlerden çıkarılan anlamların etkileşime
yol bulabilecekleri tek geçit ise, imgelem ya da bir diğer deyişle tahayyüldür.
Tahayyül, bu anlamda eski ve yeninin bilinçli bir adaptasyonudur. Dolayısıyla estetik
deneyim, imgeseldir, tahayyülîdir. Sanatta, eskiyle yeninin birbirine tamamen nüfuz
etmesi, bunların sanat eserinde kusursuz bir şekilde birbirine karışması da, sanatın
felsefî düşünceye karşı bir başka meydan okumasıdır. Deneyim temelli bu
düşüncede, bilgi, bilim, felsefe gibi tüm insansal ürünler bir merdivenin basamakları
olarak düşünüldüğü için, Dewey, doğa ve deneyim arasında ve dolayısıyla sanat ile
bilim arasında kesin bir ayrım yapmanın imkânsız olduğunu düşünür. Ona göre,
bilim adamları düşüncelerini ifade ederken sembol veya kelime kullanmakta,
sanatçılar da niteliksel bir araçla duygu ve düşüncelerini ifade etmektedir; bilim ile
sanat arasında bu ifade şekli dışında da başka bir fark yoktur.306
Dewey, hepsinin kendi bireysel özelliğine ve bütünlüğüne sahip olduğunu
vurguladığı deneyimlerin, kendi somut hayat şartlarına göre anlaşılması gerektiğini
306 Dewey, John, 1958a, a.g.e., s. 137 vd.
132
savunur. Çünkü her deneyim, kendine özgü olup, kendine özgülüğü içinde tek ve
biriciktir. Bu nedenle, her deneyim için diğerlerinden ayrı bir anlamaya ihtiyaç
vardır. Başka bir deyişle, estetik bir algılama için eski deneyimlerin yeni kalıplarla
birleşmesi gerekmektedir. Bu bakımdan Dewey‘e göre estetiğin görevi, Türer‘in de
belirttiği gibi, ―sanat eserlerindeki deneyimin rafine edilmiş ve yoğunlaştırılmış
formları ile günlük hayatın deneyimleri arasındaki devamlılığı‖ yeniden
oluşturmaktır; estetik teorisyeninin temel görevi de estetikle gündelik hayatın
yakınlaşmasını sağlamaktır.307
―Estetiğin görevi sanatın hayat ve deneyimle olan sürekli devamlılığını
sağlamaktır. Dağ zirveleri desteksiz bir biçimde havada asılı durmaz, öylesine
yeryüzüne de yaslanmaz. Onlar aslında yeryüzünün kendisidir. Bunu kanıtlamak,
yeryüzü, coğrafya ve jeoloji alanlarında çalışanların işidir. Güzel sanatları felsefe
açısından ele alacak teorisyenin de yapacağı böyle bir iştir.‖308
Estetik deneyim, insanın ve toplumun pratik yaşamını geliştirmeye ve
zenginleştirmeye yöneliktir. Bu nedenle, hayatı yeniden şekillendirmek için onun
eksik yanlarını giderme girişimi olarak veya hayatta karşılaşılan problemli
durumları çözmeye yönelik bütünsel bir cevap arayışı olarak da tanımlanabilir.
Zira sanat eserleri hayatı aydınlatan, ait olduğu medeniyeti yansıtan temel
ürünlerdir. Bu nedenle Dewey, bu ürünlerle karşı karşıya gelinmesi sonucunda
yaşanan estetik deneyimin, hayatın karışık manzaralarını daha anlaşılabilir hale
307 Dewey, John, Experience and Nature, New York, Dover Publications, 1958b, s. 388; Türer,
Celal, 2009, a.g.e., s. 28.
308 Dewey, John, 1958a, a.g.e., s. 3.
133
getireceğini düşünmektedir. Ona göre, sanatın bu türden birtakım sosyal işlevleri
olduğundan bahsetmek, sanatı dar bir çerçeveye ―araç‖ kılmak anlamına gelmez.
Öyle ki, sanat, nihayetinde maksadın vasıtasız gerçekleştirilmesidir. Zira hakikî bir
sanatsal üretimde eser tamamlanana kadar sonuç hakkındaki ―kaygı‖ devam
etmektedir. Çünkü gerçek bir sanatçı kendi ―tahayyülünden‖ doğan eserin sonucunu
o son kendiliğinden ortaya çıkana kadar bilmemektedir. Bu nedenle sonucun önceden
planlandığı, amaçların önceden belirlendiği eserler gerçek bir sanat eseri olarak
değil, daha çok mekanik veya akademik ürünler olarak değerlendirilmelidir. Zaten
özel olarak tasarlanan gayeler de, asıl estetik etki gibi doğrudan algı aracılığıyla
değil, düşünce tarafından algılanmaktadır.309
Sanat sonuçtur; her eser kendi şahsına münhasır bir deneyimde kendiliğinden
ortaya çıkan bir sonuçtur. Bu nedenle, sanatta dar çerçevede bir araçsallığa yer
verilemez fakat sanat eserlerinin, yukarıda ifade edildiği gibi, birtakım sosyal
işlevleri olduğu da inkâr edilemez. Bu anlamda her eser aynı zamanda bir araçtır da;
çünkü bütün sanat eserleri nihayetinde alımlayıcısına bir şey katmaktadır.
Dolayısıyla sanatta araçsallığa, dar gaye ve anlamlara hizmet etmesi anlamında yer
yoktur fakat gündelik deneyime rafine edilmiş tavırlar sunması ve sonsuz huzur
duygusunun kazanılmasına katkıda bulunması anlamında yer vardır. Sanatın bu
görevini yerine getirebilmesi için de, daha önceki açıklamalardan da anlaşılabileceği
gibi, amaç ile aracın deneyimin içinde birbirine tamamen nüfuz etmiş olması gerekir.
Yoksa amaç ile aracın ―birbirine harici‖ olduğu durumlarda estetik deneyimin
yaşanması mümkün değildir. Sanat, yaşattığı estetik deneyimle her tür niteliği bir
araya getirerek şeylerin ifadeselliğini açığa çıkarır, nesnede bulunan ifadeselliğin her
309 Dewey, John, 1958a, a.g.e., s. 115.
134
karanlığını ortadan kaldırır, onları yaşamın yeni deneyimi olarak düzenler,
deneyimlenen şeyin çeşitli şekillerinden ve niteliklerinden tat almayı sağlar.
Dolayısıyla, sanat tüm nitelikleri bir araya getiren araçsallığın en yüksek formu
olarak da tanımlanabilir.310
Yukarıda da belirtildiği gibi, Dewey‘e göre sanat eserlerinin oluşumunda ve
deneyimlenmesinde ―imgelemin‖ ya da diğer deyişle ―tahayyülün‖ rolü çok
büyüktür. Fakat bir eserin sanat ürünü olarak ortaya çıkabilmesi için mutlaka nesnel
olarak var olması gerekir. Çünkü sanat ürünü, ancak bir objede vücut bulduğunda
görünür olmakta ve asıl mânâsıyla bu şekilde var olmaktadır. Bu nedenle, her sanatçı
gerek duygularını gerek imgelemini obje üzerinde yoğunlaştırmalıdır. Zira sanatçının
duyguları ile imgelemi objenin maddesiyle karışmazsa estetik ürünün ortaya çıkması
mümkün değildir. Aynı şekilde bir ürün olarak ortaya çıktıktan sonra da, bu estetik
objenin tam mânâsıyla deneyimlenebilmesi için duyguların objenin nitelikleriyle
doyurulması gerekmektedir. Eğer deneyimlemesi muhtemel kişinin duyguları söz
konusu estetik objenin nitelikleriyle dolmuyorsa, aralarında bu bütünlük
oluşmuyorsa, deneyimin de tam mânâsıyla gerçekleşmesi mümkün değildir.
Dolayısıyla deneyimin tam olarak yaşanabilmesi ve gerçekleşebilmesi için bu
―birliğin‖ oluşması zorunludur. Bu birliğin kurulduğu anlar da, diğer deyişle
duyguların objenin nitelikleriyle tam olarak doyurulduğu durumlar da, duyguların
varlığından artık ayrı olarak söz edilemeyen anlardır.
310 Alexander, Thomas M., 1987, a.g.e., s. 237-244.
135
Dewey, genellikle aynı mânâda kullanılan ‗sanat ürünü‘ ile ‗sanat eseri‘
kavramlarını birbirinden ayırmıştır.
311 Ona göre, ‗sanat ürünü‘ ile ‗sanat eseri‘ aynı
anlama gelmez. Sanat ürünü bir ürün olarak ortaya konmuş ama henüz bir alımlayıcı
yaşantısında deneyim edilmemiş olanı, sanat eseri ise bu ürünün bir alımlayıcı
yaşantısında deneyim edilmiş halini ifade eder. Diğer bir ifadeyle, sanatçı tarafından
somut olarak ortaya konan ama alımlayıcı tarafından henüz deneyimlenmemiş olan
sanat ürünüdür. Bu sanat ürünü ne zaman seyircisi/izleyicisi/okuru ya da genel olarak
alımlayıcısı tarafından ―içselleştirilirse‖ işte o zaman da ―sanat eseri‖ olmaktadır.
Çünkü sanat eserinin somut yönü onun yalnızca tek bir yönüdür ve bir sanat eseri
olarak bütünündeki anlamın ortaya çıkması için onun yaşantıya dönüşen bir deneyim
içinde ―içselleştirilmesi‖ gerekmektedir. Eski malzemenin bireyselliklerle etkileşimi
ise, deneyimde daha önce mevcut olmayan yeniyi vücuda getirmektedir. Dolayısıyla
bir sanat ürünü estetik açıdan her değerlendirilişinde bir sanat eseri olarak ―yeniden‖
canlanmış olmaktadır. Örneğin ―bir parşömen kâğıdı, bir mermer parçası ya da bir
tuval‖ yüzyıllar boyunca kendi kendisiyle özdeş olarak kalmakta fakat bir sanat eseri
halinde estetik olarak deneyimlendiği zaman âdeta yeniden meydana gelmektedir.
Tıpkı, söz gelimi bir müzik eserinin canlı performansta her dinlendiğinde yeniden
icra edilmesi gibi, bir sanat eseri de her deneyimlendiğinde tekrar tekrar varlığa
gelmektedir. Demek ki bir eser estetik olarak algılandığı her defasında tözü yeni olan
bir deneyim yaşatır; çünkü töz algılayıcılar tarafından her defasında farklı şekillerde
yeniden oluşturulmaktadır.312
311 Dewey‘in yapmış olduğu bu ayrım aslında birinci bölümde ele alınan idealist estetisyen Croce‘nin
‗prodüksiyon‘ ile ‗reprodüksiyon‘ kavramları arasında yaptığı ayrıma çok benzemektedir.
312 Dewey, John, 1958a, a.g.e., s. 109-162.
136
Görüldüğü gibi Dewey, anlamın sanat eserinin içinde durağan ve değişmez
bir şekilde durduğunu ve alımlayıcısı tarafından keşfedilmeyi beklediğini
düşünmemektedir. Onun için anlam her sanatsal algılamada yeniden üretilmektedir.
Çünkü her deneyimde yaşanan etkileşim kendi tekliğini taşımaktadır. Bu bakımdan,
sanat, sanatçı açısından da alımlayıcı açısından da bireyselliğin kendini gösterdiği bir
alandır. Ancak Dewey‘e göre, estetik alanda her ne kadar bireysellik ağır basıyorsa
da nesnelliğe de yer vardır. Çünkü sanat eserleri, eninde sonunda içinde yaşanılan
―nesnel dünyanın‖ birer parçası olup, bu dünyanın materyalleri ve enerjileri
tarafından meydana getirilmektedir. Bununla birlikte estetik deneyimin ―muhtevası‖
yine bir ―nesne‖ olduğu için, estetik deneyim o nesnenin ait olduğu dünyaya dair
nesnel şartları da tatmin etmek zorundadır.
Dewey, ‗açıklama‘ ile ‗ifade‘ kavramlarını da birbirinden ayırarak sanat için
‗ifade‘ kavramının daha uygun olduğunu belirtmiştir. Çünkü açıklamanın
―genelleştirilmiş‖, ifadenin ―bireyselleştirilmiş‖ bir anlam içerdiğini düşünmektedir.
Ona göre sanat eserleri ifadesel, bu nedenle de iletişimseldir. Diğer bir deyişle her
sanat iletişimdedir; çünkü o bir şey ifade etmektedir. Ancak bu ―iletişim‖ sanatçının
amacı değildir.313
Şöyle ki, bütün sanat eserleri, sanatçıların yaptığı çalışmaların
kendiliğinden ortaya çıkan bir sonucudur ama başkalarının deneyimlerinde iş
görmeleri aynı zamanda iletişim içinde yaşadıkları anlamına gelir. Zaten bir sanat
eseri de sadece sanatçısının değil, diğer insanların hayatını da etkilediğinde
bütünlüğe ulaşmaktadır. Ancak bir sanatçı eseriyle özel bir mesaj iletmek isterse –ki,
bu eserini ―açıklamak‖ istemesi demektir, eserinin ifadeselliğine, dolayısıyla da
sanatsallığına zarar vermiş olur. Bu nedenle sanatçı, sanatsal üretimi esnasında
313 Daha önce de belirtildiği gibi, sanat, maksadın vasıtasız gerçekleştirilmesidir.
137
sanatın alımlayıcı boyutunu dikkate almamalıdır. Çünkü bir eserin,
izleyici/seyirci/okuyucu ya da genel olarak alımlayıcı tarafından beğenilip-
beğenilmeyeceği, beğenilmesi ya da daha çok beğenilmesi için nelere dikkat edilmesi
gerektiği yönündeki düşünceler ―popülerlik‖ ile ilgili düşüncelerdir. Sanatın ve sanat
eserlerindeki iletişimselliğin ise ―popülerlik‖ ile herhangi bir ilgisi yoktur. Sanatın bu
yönünün, önceden belirlenmiş bir amaç olmamakla birlikte, eğitimsel işleviyle bir
ilgisi vardır. Şöyle ki, sanatsal üretim esnasında her ne kadar sanatın alımlayıcı
boyutu dikkate alınmasa da, deneyimlenen bir sanat eseri iletişim yoluyla
alımlayıcısını etkiler ve değiştirir. Bu nedenle, ―ifadesellik‖ ve ―iletişimsellik‖
boyutuyla alımlayıcı üzerindeki etkisi tartışılmaz olan sanatın eğitimle ilgili rolü,
diğer hiçbir şeyle kıyaslanamayacak ölçüde büyüktür.314
Dewey, sanatın duyusal ve anlamsal olmak üzere iki boyutu olduğunu belirtir.
Ona göre, sanat eserleri anlamlı bir bütündür, anlamlı bir yapıdır; hiçbir anlamı
olmayan bir sanat eserinin olması da mümkün değildir. Tüm sanat eserleri, tıpkı
kullandığımız kelimeler gibi, çeşitli anlamlara gebedir; bu anlamlar da, ―tıpkı bir
annenin karnında bebeğini taşıması‖ gibi, duyu nitelikleri tarafından taşınmaktadır.
Bu nedenle her sanat eseri, açık bir şekilde duyusaldır ve bir o kadar da anlam zenginliği
içerir. Anlamlar, sanat eserlerinde ifadeye araç olacak bir materyal içerisinde vücut
bulur ve duyular tarafından taşındıkları için de duyu nitelikleri estetik bir niteliğe
sahiptir. Bu, aslında estetik olan bütün deneyimlerin özelliğini oluşturmaktadır.
Ancak söz konusu materyalin ―imgesel‖ niteliği her zaman daha baskındır. Çünkü
eserlerdeki anlamlar ―şimdi‖ ve ―burada‖ olandan daha geniş ve daha derindir. Bu
314 Dewey, John, 1958a, a.g.e., s. 90-347.
138
nedenle sanat eserlerindeki anlamlar, ―obje‖ yoluyla değil, ―ifade‖ yoluyla etkide
bulunmaktadır.315
Dewey‘e göre, sanat objeleri ifadesel olduğu için onlar dili temsil eder. Her
sanat kendi aracına ve kendi diline sahip olduğu için de bu anlamda pek çok dil
bulunmaktadır. İnsanlar arasındaki ortak değerler de, dil ve diğer bağlantı araçları
sayesinde oluşmuştur. Bu nedenle, değerlerin oluşumunda insanlar arasındaki
iletişimin rolü çok büyüktür ve insanlar arasındaki iletişimin en etkin şekli de
sanattır. Zira bilinçli deneyim içerisindeki ortak faktörlerin varlığı sanatın bir
sonucudur. Dünyadaki her şey çevrenin bir parçası olmasıyla herhangi bir canlıyla
etkileşime girebilecek bir şey olması bakımından potansiyel olarak ortaksa da, bunlar
çoğunlukla sanat eserleri aracılığıyla bilinçli bir ortaklık haline gelmektedir. İşte
sanat, bu hayatın tüm olaylarını bir deneyim formunda herkesin paylaşımına sunarak
insanları birbirleriyle ve tabiatla bütünleştirmektedir. Bu görevini yerine getirirken
sanatın kullandığı dil, dilin en evrensel formu olduğu için de, sanatın, dilin ve dolayısıyla
da iletişimin en evrensel ve en özgür formu olduğunu söylemek mümkündür. Bu nedenle
Dewey, büyük görüş ayrılıklarının olduğu bu dünyada iki kişi arasında olabilecek
engelsiz ve eksiksiz iletişimin tek aracının sanat eserleri olduğunu belirtmiştir.
Dewey‘e göre, tüm sanatların maddesinde ortak olan bir şey vardır ve onlarda
ortak olan bu şey de tözdür. Zira tözün formunu almasıyla malzeme sanat maddesine
dönüşmektedir. Bu nedenle, sanat eserini ―tözün biçimlendiği madde‖ olarak
tanımlamak da mümkündür. Ancak sanattaki form ve töz ilişkisi hiçbir şekilde
dayatılan bir ilişki değil; tamamen doğal bir ilişkidir. Ayrıca sanatların maddesinde
ortak bir tözün olması, sanat eserlerine yönelik anlamaların farklı zaman ve
315 Dewey, John, 1958a, a.g.e., s. 121-273.
139
mekânlarda değişeceği gerçeğini de değiştirmemektedir. Dolayısıyla sanat
eserlerinin, farklı zaman ve mekânlarda yeni anlamlar bulma imkânı her zaman
mevcuttur.316
Dewey‘e göre, sanatı ―idealize‖ ederek yaşamın dışında ya da uzağında bir
yerlere yerleştirmek, sanatı günlük yaşam deneyimlerinden ayıran ve onu müzelere
bağlayan bir bakış açısının ürünüdür. Oysa sanat, insanın beden-ruh bütünlüğü
içerisinde gerçekleştirdiği bir etkinliktir. Bu nedenle, onu sadece bir yönüyle ele alıp
değerlendirmek, diğer yönüyle bağlantısını koparmak doğru değildir. Üstelik sanat
sadece insanla değil, insanın içinde yaşadığı doğayla, toplumla, o toplumun dini,
kültürü, uygarlığı ve ahlâkıyla da etkileşim halindedir. Öyleyse sanat hayat ile olan
bağı koparılmadan, toplumun ve yaşamın içinde olduğu unutulmadan ele alınmalıdır.
Eroğlu‘nun da dediği gibi, bunun aksi bir yaklaşım, sadece ―ruh‖ ile ―madde‖
arasındaki ayrımı yaygınlaştırmakta, bu da sanatın gelişimine zarar vermektedir.317
Bu nedenle Dewey, duyuyu insanı ruhsaldan uzaklaştıran bir kandırmaca gibi
gördüğü için Platon‘u da eleştirmiştir.318
O, başta Platon olmak üzere, insanın duyusal yönünü geri plana iten
düşünürlere katılmaz. Çünkü duyumlar, öznenin çevresiyle somut olarak iletişimde
bulunmasına imkân veren, özne ile çevresi arasında yaşanan etkileşimin somut
deneyim haline gelmesini sağlayan temel unsurlardır. Dolayısıyla, ―duyu‖ ile ―akıl‖
ya da ―beden‖ ile ―ruh‖ birbirinden ayrı olarak değil, ―bütün‖ olarak düşünülmelidir.
İnsanın duyusal yönü ile zihinsel yönü birbirine göre ne daha aşağıda ne de daha
316 Dewey, John, 1958a, a.g.e., s. 109-191.
317 Eroğlu, Ayşe, John Dewey’de Deneyim ve Sanat, Atatürk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Doktora Tezi, 2011, s. 4-22.
318 Dewey, John, 1958a, a.g.e., s. 291.
140
yukarıdadır; bunlardan birine öncelik vermek, sadece insanın bütünlüğünü bozar.
Aynı şekilde sanatı ―duyu‖, ―duygu‖ ya da ―zihin‖ temelinde değerlendirmek de,
insanın ve sanatın bütünlüğü açısından pek doğru bir yaklaşım değildir. Sanatçı
eserinin üretimi esnasında, alımlayıcı da bu eserle karşılaşması esnasında yaşadığı
estetik deneyimde hayatı ―tümüyle‖ yaşamaktadır. Çünkü sanat, algılamada ve
yapmada yaşantının bütünlüğünü içermektedir. Diğer bir deyişle, estetik deneyim
bütünlük arz eden bir yaşantıdır. Bu nedenle sanatı sadece bir yönüne öncelik vererek
―ideal‖ ya da ―reel‖ bir şey olarak veya ―içsel‖ ya da ―dışsal‖ olarak değerlendirmek
doğru değildir. Ona göre sanat, maddesel ve ideal olanın birliğinin en iyi kanıtıdır.
Bunun için de, sanatın sadece zihinsel olduğunu ya da sadece fiziksel olduğunu
söylemek mümkün değildir. Öyle ki sanat, deneyimin ideal fonksiyonunu
gerçekleştirmesi bakımından ideal bir karakter taşırken, somut bir nesneyle ifade
edilmesi bakımından da reel bir niteliğe sahiptir. Çünkü her sanat eseri ―duyum‖ ve
―anlam‖ bireşimi sonucunda meydana gelmektedir. Bu da sanatın duyu ile zihnin
karışımı neticesinde ortaya çıkan bir bütünlük olduğu anlamına gelir. Öyleyse sanat
ne idealisttir ne de reelisttir. Ancak tarihsel olarak bakıldığında idealist sanat
teorilerinde duygunun, rasyonalist sanat teorilerinde de aklın ön plana çıkarıldığı
görülmektedir. Dewey ise duyuya, duyguya, akla aynı derecede önem verdiği için,
onun estetik teorisinin idealist ve rasyonalist teorilerin bir bireşimi olduğunu
söylemek mümkündür. Ancak estetik tarihinde bu durum genellikle göz ardı edilmiş ve
sanat tek bir kavramla ifade edilmeye çalışılarak estetik deneyimin bütünlüğü
bozulmuştur. Oysa estetik deneyim tüm deneyimleri tamamlayan bir deneyimdir. Zira
sanat eserleri arasındaki güzelliğe ilişkin derecelendirmeler de, yalnızca algı ve
141
deneyim oluşturmada yaşamı tamamlama başarılarından kaynaklanmaktadır.319
Dewey‘e göre, doğa ve sanatta güzellik için tek formül sanat eserinin dinamikliğini
gösteren ―çokluk içinde birlik‖ prensibidir. Bu nedenle, kavramları enerjilerin
ilişkisine göre ele almak gerekir. Burada ‗Bir‘, enerjilerin etkileşen parçalarının
sırasıyla gerçekleşiminin; ‗Çok‘ da, nihaî bir denge arayan zıt güçlerin
bireyselleştirmelerinin tezahürüdür.320
Dewey, deneyimin, estetik deneyimin ve sanat eserinin oluşumunu temelde
üç kavramla ifade etmiştir. Bunlardan birincisi tanıma safhası olup, bu devrede bize
eşlik eden duyulardır; tanımayı gerçekleştirmemizi sağlayan ikinci aşama zihin
sayesinde bilinçle gerçekleştirilir; üçüncü aşama ise derin düşünmenin, diğer deyişle
teemmülün gerçekleştiği sezgi safhasıdır.321
O, bir sanat eseri karşısındaki tüm
alımlayıcıların eserdeki deneyimi fark edebilmesinin sezgi ile ilgili olduğunu
düşünmektedir. Ona göre, sanat eserinin her tarafına nüfuz eden ve varoluşundaki
deneyimin fark edilmesini sağlayan tek şey sezgidir. Şöyle ki, alımlayıcının
bilincinde bulunan eski anlamlar, yeni bir eserle karşı karşıya geldiğinde, bu iki
kutup arasında ortaya çıkan kıvılcım bir ahenk oluşturur. Bu ise, bilinçteki
anlamların yeni durumlara dönüşmesi olup, sezginin ta kendisidir; çünkü sezgi, bilince
dair eski ve yeni her formun yeniden uyarlanmasıdır. Başka bir deyişle, Dewey için
sanat eserini meydana getiren ruh hali bir zihin halinin tezahürü olarak ifadedir ve bu
ifade zihin durumuna dair bilgi olarak da sezgidir.322
Böyle bir sezginin içinde ise hem
duyu, hem hayal hem de zihin yer almaktadır. Dewey‘e göre, sezgi, bu haliyle estetik
319 Dewey, John, 1958a, a.g.e., s. 26.
320 Dewey, John, 1958a, a.g.e., s. 161.
321 Eroğlu, Ayşe, 2011, a.g.e., s. 349.
322 Türer, Celal, 2009, a.g.e., s. 177-196.
142
deneyimin de son safhasıdır. Ancak Dewey‘in sözünü ettiği sezgi, aynı kavramdan aynı
şeyi anlamadığı için, Croce‘nin betimlediği sezgiden farklıdır. Hatırlanacağı üzere,
Croce, sezgi, ifade ve sanat eserini aynı şey kabul eder; fakat Dewey‘de böyle bir
özdeşleştirme yoktur. Hatta Dewey, Croce‘nin sezgi ile ifade kavramını
özdeşleştirmesinin okuyucuya büyük güçlükler yarattığından bahsederek ve bu
durumun bir teorisyenin felsefî önyargılarını estetik deneyime dâhil etmesiyle neler
olabileceğine mükemmel bir örnek oluşturduğunu belirterek Croce‘yi hicvetmiştir.323
Dewey‘in estetik yaklaşımının özellikle Croce‘nin estetik görüşüne
benzetilerek pragmatizmle örtüşmediği, daha çok idealist bir tavır sergilediği
iddiasıyla görmezden gelindiği, bu yüzden pragmatizmin bir estetik anlayışının
olduğundan bile yıllar boyunca kimsenin haberi olmadığı çalışmanın başında
belirtilmişti. Bu durum, başta Dewey olmak üzere, pragmatizm ve pragmatizmin
estetik teorisi açısından büyük bir talihsizliktir. Öyle ki her teori diğer bir teoriyle
taban tabana zıt başka fikirler öne sürebilirken, bazen de diğer teoriyle örtüşen
fikirler öne sürebilmektedir.324
Hele de birbirinden farklı görüşlere açık olan,
―hoşgörüyü‖ ve ―uzlaşımı‖ esas alan pragmatizm söz konusu olunca durumun böyle
olması neredeyse kaçınılmazdır. Hatta Peirce ―pragmatizm, Hegelci mutlak idealizm
ile yakın bir ittifak içindedir‖ diyerek pragmatizmin idealizmin karşısında olmak gibi
bir bakış açısına sahip olmadığını açıkça ifade etmiştir.325
Ancak bu iki görüş
arasında kayda değer ve vurgulanması gereken farklılıklar anlaşılmadığından olsa
gerek ki Dewey estetiği yıllarca boş yere raflarda beklemek zorunda kalmıştır.
323 Dewey, John, 1958a, a.g.e., s. 295.
324 Felsefe ve bilim tarihi bu durumu doğrulayan örneklerle doludur.
325 Türer, Celal, ―Bilinç Akışı‖, Felsefe Ansiklopedisi, Ahmet Cevizci(ed.)., İstanbul, Etik Yayınları,
2004, s. 118.
143
Nihayetinde Dewey‘in sözünü ettiği estetik deneyim süreci sonunda ortaya çıkan
ifade de sezgiyi içinde barındırmaktadır fakat bu sezginin içinde aynı zamanda
kavramsal bilgi de vardır. Çünkü Dewey‘de, sezgiden sonra bilgi gelmektedir. Oysa
Croce‘nin anlattığı estetik deneyimin kavramsal bir yönü yoktur.
Dewey‘e göre, sistemli düşünmenin değil de ―imgelemin‖ ya da diğer bir
deyişle ―tahayyülün‖ etkili olduğu estetik dünya, sınırsız imkânlarla doludur. Bir
kimsenin imkânlarla dolu bir dünyaya yönelmesi ise, hayata anlam veren idealleri
üretecek kapasitelere yönelmesi demektir. Bu bakımdan, sanatın duygu ve algının
birleşmesi ile şahsî olmayan duyguları açığa çıkararak insanları evrensel olan ideal
değerlerle buluşturmaya çalıştığını söylemek mümkündür. Bu noktada, sanatın ve
dinin amacı da aynı şey olmaktadır. Çünkü dinsel alanda ulaşılmak istenen ―ideal
değerler‖, sanatsal alanda da ulaşılmak istenen hedef durumundadır. Ona göre,
gerçekten de sanat özü itibariyle ahlâkidir ama bu ahlâk evrensel olana açık, hiçbir
kapalı sistem içine sıkıştırılamayacak olan insanlık ahlâkıdır. Zira Dewey‘e göre,
Türer‘in deyişiyle, ―sanat her ahlâk sisteminden daha ahlâkidir.‖ Sanatın tabiatında
bulunan ahlâksal işlevi, önyargıları yok etmek, gözü görmekten alıkoyan etkenlerden
kurtarmak, alışkanlık ve geleneklerden kaynaklanan peçeleri yırtıp atmak, anlama
yetisini mükemmelleştirmektir. Bu nedenle, sanatçının ayrıca ahlâksal bir mesaj
kaygısı taşımasına hiç gerek yoktur.326
Dewey, sanatı sadece bilgisel bir etkinlik olarak ele alan ve onu salt bir bilgi
tarzına indirgeyen idealist estetik teorisi gibi teorilere karşı çıkmıştır. Ona göre,
326 Dewey, John, ―Eleştiri ve Algılama‖, Sanatın Felsefesi Felsefenin Sanatı, Mehmet Yılmaz(ed.).,
Çev. Nazım Özüaydın, 2. Baskı, Ankara, Ütopya Yayınları, 2009, s. 110; Türer, Celal, 2009, a.g.e., s.
232-233.
144
―mimesis‖ anlayışının temel kusuru, sanat yapıtının malzemesini nesnel olan şeyle
özdeşleştirmesidir. Oysa nesnel malzeme ancak sanatçının subjektif özellikleriyle
yapıtı gerçekleştirme etkinliğine katılarak biçim değiştirmekle sanatın malzemesi
olur. Dolayısıyla bu şekilde düşünen filozoflar ya estetik deneyime hiç sahip
olmamışlardır ya da sanat üstüne yorumlarında önyargılı davranmaktadırlar.327
Çünkü sanat eserlerindeki bilgi, üretim aşamasında da deneyim aşamasında da
dönüşüme uğramaktadır. Üstelik bu dönüşüm esnasında zihinsel olmayan unsurlar da
sürece dâhil olmakta ve bu zihinsel olmayan unsurların bilgiyle birleşmesiyle söz
konusu bilgi salt bilgiden çok daha fazla bir şey olmaktadır. Bu nedenle, sanat
herhangi bir bilgi tarzına indirgenerek ele alınmamalıdır. Dewey, kendi estetik
görüşüyle bağlantılı olarak durumu şu şekilde ifade etmiştir:
―Ben bu tür sözlerde estetik deneyimin bir bilgi biçimi olarak tanımlanması
gerektiği yolunda bir eğilim görmüyorum. Zihnimde canlanan şey, sanatsal
yapıtların, gerek üretimi gerekse beğeniyle algılanması sürecinde bilgi biçim
değiştirir ve bilginin çok ötesinde bir şeye dönüşür; çünkü o, bir deneyim olarak
değer taşıyan bir deneyime dönüşmek üzere zihinsel olmayan unsurlarla
kaynaşmıştır. Kendi payıma zaman zaman, ‗enstrümantal‘ olarak
yorumlanabilecek bir bilgi kavramı ortaya atmışımdır.‖328
Dewey, yukarıda araçsallık olarak açıkladığımız sanatın ―enstrümantal‖
yönünden söz etmiştir fakat bu açıklamalar ışığında düşünüldüğünde sanatı bu
işlevinden ibaret görmediği de anlaşılmaktadır. Ona göre, sanat bir deneyim olarak
327 Dewey, John, 1958a, a.g.e., s. 289.
328 Dewey, John, 1958a, a.g.e., s. 290.
145
algılandığında, hayatın zenginlikleri içinde yer almayı ve niteliksel anlığından zevk
almayı başarmamızı, düşüncelerimizi ve ilhamlarımızı hayali kurulan ama belki de
asla gerçekleşmeyecek bir geleceğe yönlendirerek buradan ve şimdiden
uzaklaşmamamıza neden olan durumdan kaçınmamızı sağlar, üstelik bundan neden
ve nasıl kaçınacağımızı da anlamamıza yardımcı olur.329
Görüldüğü gibi Dewey, idealist estetiğin teorisyenleri Platon ile Hegel‘in
aksine, sanata, insan deneyimindeki en üst rolü vermiştir. Platon‘da da, Hegel‘de de
sanatın üstünde ondan daha değerli bir alan olarak felsefe varken; Dewey‘de estetik
deneyim bütün deneyimlerin en son noktasıdır. Zira sanatsal deneyim, insanın
dünyayla etkileşimini kusursuz bir şekilde tamamlayan tek deneyimdir. Dewey‘in
sanat görüşü, bizi günlük dünyadan başka bir dünyaya taşımaz; sadece yaşadığımız
dünyanın imkânlarını gözümüzün önüne serer. Bir deneyim olarak ele alındığında
sanat, yaşanan şeylerin açıklığını gizleyen örtüleri atar, neyi görmediğimizi
görmemizi sağlayacak duyarlılıklarımızı uyandırır, bizi gevşeklikten kurtararak
çabuklaştırır, çeşitli kalite ve şekillerde yaşanan hayattan memnunluk duymamızı
sağlayarak kendimizi unutmamızı sağlar, nesneler içinde bulunan anlamlılığın tüm
gölgelerini keser ve onlara yeni bir yaşam deneyimi emri verir. Bir deneyim olarak
sanat, bize sevinç ve zevkin kısa anlarından fazlasını verir; alışkanlıklarımızın
yeniden yapılandırılmasına yardımcı olur, düşünme, duygu ve kavramanın yeni
yollarını öğretir, ufkumuzu genişletir, gelecekteki deneyime anlam ve değer katar,
dünyayı kavrama yollarımızı değiştirir, böylece de bizi ve dünyayı geri dönülemez
bir şekilde değiştirir.330
329 Jackson, Philip W., 1998, a.g.e., s. 67.
330 Jackson, Philip W., 1998, s. 33-61.
146
Dewey estetiğinin temelini oluşturan ‗estetik deneyim‖ kavramının
oluşmasında, aslında James‘in ―bilinç akışı‖ teorisi şekillendirici bir model olmuştur.
Nasıl ki James ‗bilinç akışı‘ kavramını açıklarken sürekliliği ve devamlılığı
vurgulamışsa, aynı şekilde Dewey de ‗estetik deneyim‘ kavramını açıklarken
‗süreklilik‘ ve ‗devamlılık‘a vurgu yapmıştır. Diğer yandan Dewey‘in üzerinde
durduğu estetik deneyimimize rehberlik eden isimsiz yönelimler de James‘in sözünü
ettiği duygulardan başka bir şey değildir. Ancak Dewey‘in estetik teorisi, yukarıda
genel bir özet halinde sunulmaya çalışılandan çok daha fazlasını içermektedir. Onun
estetik teorisi, kıymeti henüz yeterince anlaşılmamış bir teori olarak keşfedilmeyi
beklemektedir. Öyle ki günümüzün önde gelen estetisyenlerinden Shusterman‘a
göre, Dewey‘in estetik anlayışı Anglo-Amerikan dünyada eşi ve benzeri olmayan bir
niteliğe sahiptir.331
331 Shusterman, Richard, Praticing Philosophy Pragmatism and The Philosophical Life, New York
and London, Routledge, 1997, s. 5-8.
147
C) Richard Shusterman’ın Estetik Anlayışı
Nasıl göründüğümüz, nasıl hissettiğimizi belirler.
Shusterman
Shusterman, felsefe tarihi boyunca sanatın ne olduğu konusunda birçok
estetik teori ortaya konmuş olmasına rağmen genel bir kabul sağlama noktasında
bunların pek de başarılı olamadığını öne sürmekte; konuyu pragmatist çerçevede ele
alan Dewey‘in de sanatın ―müstesna bir deneyim‖ olduğu yönündeki tanımının
oldukça ―belirsiz‖ ve ―genel‖ olduğunu belirtmektedir. Kendi durumu için de, bir
pragmatist olarak, mevcut problemin çözümüne hiçbir katkısı olmayacağını bile bile
yeni bir teori geliştirmeye çalışmanın paradoxal bir döngü olduğunu söylemekten
kaçınmamaktadır. Ona göre, pragmatist teorisyen bu anlamda bir çıkmazdadır.
Geleneksel iddialar ve teorinin başarısı konusunda şüpheci olarak o, en nihayetinde
estetik tarihin çöp kutusuna atılacak bir teori daha geliştirmeye gönülsüzdür. Fakat
―sanat nedir?‖ sorusunun atlanılamayacak kadar merkezde olduğunun da aynı
derecede farkındadır. Dolayısıyla teori aynı anda hem ulaşılmaz hem de
kaçınılmazdır.
Bir pragmatist olarak Shusterman, bu kısır döngünün ‗sanat‘ kavramına
ilişkin yapılan tanımlar ile sanata dair teorilerin amaçlarının yanlış kavranmasından
kaynaklandığını, sanat ve sanat teorileri arasındaki bu uyumsuzluğun ―teorinin
amaçları‖ ile ―tanımın‖ yararlı bir şekilde değiştirilmesiyle çözülebileceğini
düşünmektedir. Ona göre, Platon‘un sanatı ―taklit‖ olarak tanımlaması, sanatın
―limitsiz bir şekilde bölümlere ayrılmasına‖ ve böylece ―hayatla olan etkileyici
bağının koparılmasına‖ neden olmuştur. Çünkü sanat görünümün bir taklidi olarak
anlaşıldığında, gerçeğin doğru formunun iki derece uzağına mahkûm edilmiş
olmaktadır. Ancak Shusterman‘a göre, sanat ile gerçeklik arasında herhangi bir
148
kopukluk bulunmamaktadır. Sanat, inkâr edilemez bir şekilde gerçektir; dünyamızda
ve hayatımızda etkin bir şekilde yer almaktadır. Elbette ki, gerçek bir nesne ile onun
sanatsal temsili arasında her zaman bir fark vardır; fakat bu, sanatsal temsilin gerçek
dışı ya da aldatıcı olduğu anlamına gelmemektedir. Bu nedenle Shusterman,
nesnelerin asıl varlık kabul edilen ideaların birer yansıması, gölgesi ya da taklidi
olduğu, sanat eserlerinin de kendileri zaten birer taklit olan tek tek nesnelerin ikinci
dereceden bir taklidi olduğu düşüncesine şiddetle karşı çıkmıştır.332
Shusterman, sadece Platon‘un ―mimesis‖ teorisinin değil, sonraki yüzyıllarda
iddia edilen ―dışa vurum, oyun, form ve sembol‖ gibi diğer teorilerin de, sanatın ne
olduğunu anlama hususunda yeterli olmadığını düşünmektedir. Ona göre, sanatın
ayırt edici özelliğinin anlaşılabilmesi için çözümü esas alan pragmatist bir tavırla
konuya bakış açısının değiştirilmesi gerekmektedir. Aslında 1955 yılında Amerikalı
estetiysen Morris Weitz, sanatın gerçekte ne olduğunun tespit edilmesinin mantıksal
olarak imkânsız olduğunu, çünkü tanımlanabilecek genel bir öze sahip olmadığını,
böyle bir özden yoksun olduğu için de ―ne olduğuna‖ ilişkin kesin ve değişmez bir
tanım bulmayı amaçlayan araştırmaların terk edilmesi gerektiğini ileri süren bir
yaklaşımdan söz etmiştir. Bu yaklaşım bakımından sanat, yapısal olarak değişken bir
özelliğe sahip olup, sürekli olarak değişmektedir. Diğer bir deyişle, sanatta hep
olduğu gibi kalan değişmez bir ―doğa‖ bulunmamaktadır. Bu nedenle, tüm sanat
ürünlerini kapsayabilecek nitelikte bir tanım ortaya koymak mümkün değildir. Böyle
bir tanım bugün için yapılmış olsa bile gelecekte yapılacak sanatın bugüne göre
332 Shusterman‘ın Platon‘un sanat görüşü üzerine söylediklerini, birinci bölümde yapılan açıklamalar
ışığında düşünmekte yarar vardır. Çünkü bu eleştirileri, Platon ile ilgili yaygın yanlış anlamanın
etkisinde olmasından kaynaklanmaktadır.
149
belirlenen sınırlar içinde ―kalacağı‖ konusunda hiçbir delil ya da dayanak yoktur. Bu
da demektir ki, sanatın çok geniş ve değişken karakteri tanımlanmasını mantıksal
olarak imkânsız hale getirmektedir.
Sanatın sözü edilen varlıksal ve yapısal özelliği nedeniyle kesin olarak
tanımlanamayacağını düşünen Shusterman, sanatı bir ―deneyim‖ olarak ele aldığı
için Dewey‘in yaklaşımını diğer estetik teorilerinden ayrı bir yere koyar. Ona göre,
Dewey‘in sanatı ―deneyim‖ olarak tanımlaması, bizlere, farklı ve yeni bir bakış
açısıyla sanat üzerinde tekrar düşünme fırsatı vermiştir.
―Sanatı deneyim olarak görmek, yaşam ve sanat arasındaki varsayılan boşluğun
tüm problemlerine yanıt vermektir. Deneyim olarak sanat, onun yalnızca
kurgusal bir taklidi olmaktan ziyade, yaşamlarımızın kesin olarak bir parçası,
özellikle deneyim sahibi gerçekliğimizin canlı bir şeklidir. İkinci olarak,
deneyim, davranışsal bağlamda dâhil edilen farklı dürtüleri ve çevreleyen
maddeleri birleştirmesi gerektiğinden ve biz herhangi bir içeriğe amaca yönelik
algılayıcılar olarak yaklaştığımızdan, sanatın deneyimi, sanatsal veya estetik
deneyim olarak geçerliğini kaybetmeden bilişsel ve nesnel ögelere olanak
tanır.‖333
Sanat tarihine bakıldığında sanatın genellikle yaşamın dışında ele alındığı,
yaşamla dolaysız bağlantısının koparılarak ―tek-taraflı‖ olarak tahrip edildiği
görülmektedir.334
Oysa sanat, içinde yaşadığımız gerçek hayatın uzağında dışsal bir
333 Shusterman, Richard, Pragmatist Aesthetics Living Beauty, Rethinking Art, Second Edition,
New York, Rowman&Littlefield, 2000a, s. 53.
334 Bu durumun da sanatın insanlar üzerindeki güçlü etkisinin ve doğurabileceği sonuçların farkında
olunmasından kaynaklandığını düşünmek mümkündür.
150
yapım değildir. Shusterman‘a göre, sanat ile hayat arasındaki bozulan bu dengeyi
düzeltmek için sanatı deneyim olarak ele almak gerekmektedir. Diğer bir deyişle,
sanatı dışsal bir yapım olarak ele alan sanat teorilerinin sanat ile hayat arasındaki
kopardığı bağı yeniden kurabilmek için sanatı ―deneyim olarak‖ ele alan pragmatist
estetiğin sesine kulak vermek gerekir. Çünkü sanatın deneyim olarak ele alınması,
onu dünyaya kapalı tutan düşüncenin sınırlamalarından kurtararak özgürlüğüne
kavuşturur; böylelikle de sanat estetik olarak biçimlendirip başkalaştırdığı yaşamın
gelecek deneyimlerine açık olabilir.335
―Sanatı deneyim olarak tekrar düşünmek, gerekli ve deneyimin tamamlayıcı
anları olarak zıt (cins bağlantılı) prensipleri birleştirerek bu iki görüşün çelişkili
beraberliğinin ve tek taraflılığının üstesinden gelmektir. Deneyim, Dewey‘in
üstelediği gibi, deneyim edilen konunun hem biçimlendirdiği hem de
biçimlendirildiği yerde, hem algısal süregelen ve üretken yapım, hem de tecrübe
edilen şeyi özümsemeyi ve esnek bir biçimde tekrar oluşturmayı içermektedir.
Deneyim kavramı, sanatın bütünlüğünün hakkını daha iyi vermektedir ve
sanatçıları ve de kitlesini aynı iki misli süreçte daha iyi birbirine
bağlamaktadır.‖336
Shusterman, burada, sanat hakkındaki farklı görüşlerin ancak sanatın deneyim
olarak ele alınmasıyla aşılabileceğini, bu sayede sanat hakkında öne sürülen
çelişkilerden ve ―biz, siz, onlar‖ cılıktan kurtulunabileceğini söylemekte; aynı
zamanda da sanatsal deneyimin hem eseri hem de sanatçısını biçimlendiren güçlü bir
deneyim olduğunu belirterek ―bütünleştirici‖ yönüne vurgu yapmaktadır. Çünkü
335 Shusterman, Richard, 2000a, a.g.e., s. 34-58.
336 Shusterman, Richard, a.g.e., s. 55.
151
felsefe tarihi boyunca sanat belli çevrelerce hep ―öznel bir deneyim olarak‖
tanımlanmış; bu nedenle de ―sanatın sanat için olduğu‖ görüşü bir sanat doktrini
olarak uzun yıllarca savunulmuştur. Bilinebileceği gibi ―sanat için sanat‖ düşüncesi,
sanat yapıtlarından bir ürün olarak gerçekleştirilmelerinin dışında başka hiçbir şeyin
beklenemeyeceğini iddia eder.337
Oysa bu, ―sanatın sadece kendi deneyimi için var
olduğu anlamına gelebilir‖ ve bu şekildeki bir yaklaşımla da sanat, basit ve öznel bir
zevkten ileri gidemez. Sanat deneyim olarak ele alındığında ise, yaşanacak olan
estetik deneyim ―basit zevkten daha güçlü olan yenilenmiş bir mutluluk vaadini
düşündürerek özneyi dönüştüreceğinden‖ herhangi bir öznel zevke indirgenemez.338
Shusterman‘a göre, yaşattığı estetik deneyim sayesinde sanatın hem
alımlayıcısı hem de sanatçısı üzerinde insan ruhunun içine nüfuz edecek ve onu
biçimlendirecek güçte bir etkisi vardır. Onun için estetik deneyim, Dewey‘de olduğu
gibi, estetikten daha fazla bir şey ifade eder. Öyle ki, sanatın, insanı ―tümleşik bir
bütün şekline sokmak‖ gibi estetik deneyimle yaşanan bir işlevi hep olagelmiştir. Bu
nedenle estetik, estetik olarak değil belki ama deneyim olarak hayatın içindedir ve
insanlar üzerindeki etkileri ile âdeta yaşayan bir şeydir. Dolayısıyla estetiği
kutsallaştırılmış nesnelerin bir koleksiyonu olarak görmek ya da müze duvarları içine
indirgemek, onun yaşayan deneyimsel yönünü görmezlikten gelmek veya inkâr
etmek demektir.339
Ünlü estetisyenlerden Adorno‘ya göre de estetik deneyim, bu
337 Buna göre, bir eserin ―sosyal, politik ya da ahlaki yönleri‖ sanatsal açıdan hiçbir önem taşımaz;
bunlar ―sanat-dışı‖ unsurlardır, dolayısıyla sanat eserlerinden bu yönde bir şey beklemek de ―sanat-
dışı‖ bir amaç olup, eserin sanatı ilgilendiren tek yönü biçimidir (Moran, Berna, 1988, a.g.e., s. 142).
338 Shusterman, Richard, Performing Live Aesthetic Alternatives for The Ends of Art, London,
Cornell University Press, 2000b, s. 15-18.
339 Shusterman, Richard, 2000a, a.g.e., s. 53-54.
152
deneyimi tecrübe edeni ―dönüştüren‖ ve ―değiştiren‖ bir deneyimdir.340
Yaşayan
yönüyle estetik deneyim değişmez bir kavram da değildir. Çünkü estetik-dışı
dünyada yaşanan değişiklikler, duyarlılığımızı ve deneyim kapasitemizi etkilediği
gibi, sanatsal alanı da etkilemektedir. Diğer bir deyişle estetik deneyim, hem sanat
alanını hem de genel olarak deneyim kapasitemizi etkileyen sanatsal olmayan
dünyadaki değişikliklerle belirlenmektedir.341
Shusterman‘a göre, sanat, estetik deneyim ile yeniden değerlendirilirse gerçek
dünyayla tam olarak bütünleşecek, bu bütünleşme sayesinde ―çeşitli yaşam sanatı
arayışlarıyla‖ gelişecek ve alanı da bu sayede ―köklü bir şekilde‖ genişleyecektir.
Zaten onun estetik deneyiminin temel amacı da, sanatı yaşamın diğer yönlerinden
ayrı tutmak değil, aksine normal süreç dâhilinde estetik deneyimin devamlılığını
sağlamaktır. Çünkü yaşam ile entegrasyonun tam olarak sağlanması durumunda
sanat gelişecek ve estetiği gerçek hayattan ayıran ―müze ruhu‖ da ortadan
kalkacaktır. Bu nedenle, müzelerde ve özel koleksiyonlarda ayrı tutularak
kutsallaştırılmış sanatsal objelerin, ―basmakalıp dogmanın sanat olarak görüp taptığı
maddesel objelerin‖ yerine, devingenliğinden taviz vermeyen estetik deneyimleri
savunan Dewey haklıdır. Shusterman‘a göre de, ―sanatın özü ve değeri bu tip sanat
eserleri ile değil; devingen ve algılanış ve yaratılış yoluyla deneyimsel faaliyetleri
geliştiren eserlerde‖ bulunmaktadır. Onun için de, ―insanî deneyim olmadan var
olabilen maddesel ürün ile deneyim sonucu oluşan gerçek sanat eseri‖ birbirinden
kesin olarak ayrıdır. Bu nedenle, deneyimsel faaliyetleri geliştiren eserler diğerlerine
340 Adorno, Theodor W., Aesthetic Theory, Gretel Adorno and Rolf Tiedemann(ed.)., Minneapolis,
University of Minnesota Press, 1996, s. 32-33.
341 Shusterman, Richard, 2000b, a.g.e., s. 18-19.
153
nazaran sanatsal üretimin özüne daha uygundur. Ona göre, estetik deneyimden gelen
bu üstünlük, sanatı ―nesne fetişizminden‖ ayırmakta ve geleneksel etki alanına
hapsolmaktan da kurtarmaktadır.342
Her ne kadar yaşattığı estetik deneyim
unutularak sanat bazen sıradan bir materyalden başka bir şey olmayan ürünlere
indirgeniyor olsa da, aslında bu ürünlerin estetik deneyimdeki kullanım değerinden
ayrı olarak hiçbir sanatsal değeri bulunmamaktadır. Çünkü onlar yaşanan bir
deneyim olmadan ―ölü ve anlamsızdır‖ ve onlara deneyimden bağımsız olarak
kendilerinde bir değere sahipmiş gibi yaklaşmak ―çağdaş sanat sahnesine hastalık
yayan somutlaştırmanın, nesneleştirmenin ve fetişleştirmenin‖ daha da
yaygınlaşmasını sağlamaktan başka bir işe yaramamaktadır.343
Estetik alanına
yayılan bu hastalıktan kaçınmanın ve korunmanın tek yolu ise sanata deneyim
merkezli yaklaşmaktır.
Deneyim, hayatın her alanında yaşanılan kendine özgü bir tecrübedir; estetik
deneyim de bu anlamda diğer deneyimler gibi kendine özgü bir tecrübedir. Ancak
estetik deneyimin diğerlerine nazaran daha yoğun ve özel bir tecrübe olduğunu
söylemek mümkündür. Çünkü estetik deneyim, ―sıradan deneyim unsurlarının daha
canlı bütünleşmesi‖ olup, ―takdir edilen algı eşiğinin‖ de daha ilerisine gitmektedir.
Tıpkı Dewey gibi Shusterman da ―rutin deneyimlerin sıkıcı akışından estetik
deneyimin dikkat çektiğini‖ ve estetik deneyimin ―gerçek anlamda bir deneyim
olduğunu‖; çünkü sadece ―gerçek anlamda bir deneyim içindeyken çok canlı, enerji
342 Shusterman, Richard, 2000b, a.g.e., s. 18-22.
343 Shusterman, Richard, 2000a, a.g.e., s. 47.
154
dolu ve bütünleştirilmiş olan tek parçaya destek veren yeteneklerimizin (duyusal,
duygusal, bilişsel) tatmin edildiğini hissettiğimizi‖ belirtmiştir.344
―İlk olarak, estetik deneyim esasen değerli ve keyiflidir; buna onun
değerlendirilen boyutu denir. İkincisi; o canlı olarak hissedilen ve öznel olarak
zevk alınan, bizi duygusal olarak saran, doğrudan varlığına dikkatlerimizi çeken
ve bu nedenle de rutin deneyimlerin sıradan akışından uzak olan bir şeydir; bu
onun fenomenolojik boyutudur. Üçüncü olarak; onun anlamlı deneyimi sadece
duygu değildir; bu onun anlamsal boyutudur. (Onun duygusal gücü ve anlamı,
birlikte, estetik deneyimin nasıl transfigüratif olabildiğini açıklar) Dördüncü
olarak o, güzel sanatın ayrımı ve sanatın temel amacının temsili olarak
tanımlanan özgün bir deneyimdir; bu da sınırsal-tanımsal boyutudur.‖345
Yukarıdaki ifadelerden anlaşılacağı gibi Shusterman‘a göre her estetik
deneyim ―önceki algılamaların altyapısına, uyum sağlamaların (oryantasyonların)
önceden yapılandırılmasına ve altyapı uygulamalarının gerektirdiği birleştirilmiş
anlamlara‖ bağlıdır. Bunun için de, tüm canlı varlıkları kapsayan estetik deneyim,
―hem kendi içinde hem de geriye kalan deneyimlerle bağlantılı bir şekilde, türlü
çeşitlilikte olan birleştirici bütünlüğünü‖ devam ettirmektedir. Öyle ki estetik
deneyim, diğer deneyimlerin anlarını içeren süreçsel gelişme ile aktif ve dinamiktir;
basit olarak duygusal olmaktan ziyade estetik olarak açıklayıcı olmayı mümkün kılan
engeller ve direnç aracılığıyla biçimlendirilmektedir. Diğer yandan, araçların ve
amaçların, öznelerin ve nesnelerin, yapmanın ve katlanmanın içerisinde
344 Shusterman, Richard, 2000b, a.g.e., s. 23.
345 Shusterman, Richard, a.g.e., s. 17.
155
bütünleştirildiği bir biçim olup, daha da önemlisi değerinin ―doğrudan karşılayıcı‖ ve
başka bir amaç ya da deneyim için ertelenmeyen bir ―anî deneyim‖ olmasıdır.346
Peki, ‗estetik deneyim‘ tıpkı kavramı gibi yeni ortaya çıkan bir şey midir? Ya
da estetik deneyim ‗estetik‘ kavramından sonra mı gelir? Elbette ki, ‗estetik‘
kavramına sahip olmadan önce estetik deneyimin olmadığını ileri sürmek mümkün
değildir. Bunun aksi, kör bir dilbilimsel tartışmanın ötesine gitmez. Nasıl ki,
güzelliğin deneyimi estetiğin doğumu olan 18. yüzyıldan önce geliyorsa, aynı şekilde
sanat eserleri ile karşı karşıya gelen insanların yaşadığı bir şey olarak estetik
deneyim de ‗estetik‘ ve ‗estetik deneyim‘ kavramlarından önce gelmektedir.347
Kısacası, ‗estetik‘ kavramı yokken de bir yaşantı olarak estetik deneyim zaten vardı.
Shusterman, bir eser estetik deneyim üretmiyor ise ortada bir sanat eserinin
bulunmadığını düşünmektedir. Ona göre, böyle bir durumda, ortada sanatsal bir
çalışma olabilir ama bu sanatsal çalışmanın sonucunda ortaya bir sanat eseri
çıkmamıştır. Çünkü sanat adını alabilen bir eser, mutlaka estetik deneyim üretir. Bu
nedenle, sanat ile estetik deneyim arasında dolaysız ve zorunlu bir ilgi vardır ve
sanatın geleceği de bu ilginin görülüp-görülmemesine bağlıdır.348
346
Shusterman, Richard, 2000a, a.g.e., s. 47-56.
347 ‗Estetik‘ terimi ‗güzellik‘ ve ‗yücelik‘ adı altında toplanmak için aslında ―nitelikte çok çeşitli,
yalnız beğeni olarak tanımlanmak için anlamda çok zengin ve sanat uygulaması tarafından
sınırlandırılmak için kesinlikle çok geniş olan önceki deneyimlere açıklık getirmek ve bu deneyimleri
yapılandırmak için ortaya çıkarılmıştır.‖ (Shusterman, Richard, 2000a, a.g.e., s. 48).
348 Shusterman, Hegel‘e gönderme yaparak, bir gün sanatsal çalışmalardaki bu ilginin ―evrensel
olarak‖ reddedildiği bir noktaya gelinirse, işte o zaman sanatın gerçekten ortadan kaybolacağını
belirtmektedir (Shusterman, Richard, 2000b, a.g.e., s. 31).
156
Shusterman‘a göre, estetik deneyim bir bütündür ve bu bütünün merkezinde
de ―estetik duygu‖ yer alır. Çünkü estetik deneyim, neticede anlık hissedilen bir
duyguyla edinilen özel bir tecrübedir. Bu nedenle duyguların, estetik deneyim için
inkâr edilemez bir şekilde hayatî rolü bulunmaktadır. Ancak estetik deneyimin
sadece estetik duyguya indirgenemeyeceği ve bir duygudan daha fazlasına sahip
olduğu unutulmamalıdır. Yine de estetik deneyimlerin ―anlık, etkili ve güçlü
duygulardan çok daha fazlasına sahip olması‖, elbette ki, bu anlık hislerin estetik
deneyimler için ne denli önemli olduğu gerçeğini değiştirmez. Öyle ki Shusterman,
bu duygular olmasa insanı diğer varlıklardan ayırmanın imkânsız olduğunu
söylemektedir:
―İnsanoğlunu görsel eşleri olan robot terminatörlerden veya robot katillerden
ayırmanın tek yolu, insanlara ait, kendisi sürekli olarak fütürist yaşamın
yönetilemeyen akışı ve eziyeti tarafından sarsılan ve tehlikeye düşürülen
hissetme kapasitesidir.‖349
Eğer sanat insanlara birtakım duygular yaşatıyor olmasaydı veya estetik
deneyim bir duygu eşliğinde tecrübe ediliyor olmasaydı sanat olabilir miydi ya da o
şekilde varlığını sürdürebilir miydi? Söz gelimi, herkesin robota dönüştüğü veya
robotlar tarafından yok edildiği ve duygunun olmadığı bir dünyada sanatın varolması
mümkün müdür? Shusterman‘a göre, böyle bir durumda sanat ―varlığını bir parça
devam ettirebilir ama gelişmeye ve güçlü bir biçimde ayakta kalmaya‖ devam
edemez. Çünkü ―hiçbir güçlü fenomenolojik duygu ve zevk vaat etmezse, sanatı
yaratmanın ve sanata dâhil olmanın‖ bir anlamı kalmaz; estetik deneyimden bir
349 Shusterman, Richard, 2000b, a.g.e., s. 33-34.
157
bütün olarak bahsetmek de imkânsızlaşır. Bu nedenle estetik deneyim, duyguların,
sezgilerin ve tüm etkileşimlerin oluşturduğu bir bütün olarak ele alınmalıdır.350
Bu
fikriyle Shusterman, rasyonalizmin etkisiyle ―duygusal deneyime karşı‖ direnç
gösteren Dewey‘den de ayrılmış olmaktadır.351
Shusterman‘ın pragmatist estetik görüşünün önemli bir noktası da, bedenin
estetik deneyimdeki rolüne ilişkin düşüncesidir. O, yaptığı çalışmalarda bedenin
estetik deneyimdeki merkezi rolünü ortaya koymuş ve Somaesthetics:A Disciplinary
Proposal/Somaestetik:Bir Disiplin Teklifi başlıklı yazısında olduğu gibi yeni bir
disiplin olarak somaestetik adını verdiği ―beden merkezli disiplini‖ öne sürmüştür.352
Ona göre, estetik deneyimde beden çok önemli bir role sahiptir. Hatta tüm estetik
algı ve beğenilerin kökeninde beden bulunmaktadır. İçinde James ile Dewey‘in
estetik tavrını barındıran bu bakış, felsefe ve tabii ki estetik dünyası için yeni bir
bakış açısıdır. Üstelik Shusterman, beden-merkezli bu estetik görüşü ile estetik
dünyasına sadece yeni bir bakış sunmakla kalmamış, estetik literatürüne yeni bir
kavram da kazandırmıştır: Somaestetik.
‗Somaestetik‘ kavramı, Shusterman‘ın sadece estetiğe yaklaşımını değil,
onun felsefî antropolojiye yaklaşımını da gösteren bir kavramdır. Çünkü, Dewey gibi
o da, insanın bedensel ve biyolojik boyutu ile zihinsel ve kültürel boyutunun
birbirinden ayrılamayacağını düşünür; bu birliğe işaret etmek için de ―soma‖ terimini
özellikle kullanır. Ona göre ‗soma‘ kavramı, ‗beden‘ kavramından farklı olarak
―dinamik ruh ve zihnin tersi olan pasif eti‖ akla getirmez; bu nedenle de, ―beden‖
350 Shusterman, Richard, 2000b, a.g.e., s. 21-31.
351 Maus, Fred Everett, ―Somaesthetics of Music‖, Action, Criticism and Theory for Music
Education, Wayne Bowman(ed.)., The refereed journal of the Mayday Group, Vol.9,No.1, 2010,s.13.
352 Shusterman, Richard, 2000a, a.g.e., s. 262.
158
kelimesi yerine ―soma‖ kelimesini kullanmak daha uygundur.
―Somaestetik geçici olarak deneyimin hassas, eğitici çalışması ve bir kişinin
algısal-estetik takdirin yeri olarak bedenini kullanması ve kendi kendine yaratıcı
biçimde şekil vermesi olarak tanımlanabilir. Yanî somaestetik böylesi bir
bedensel dikkati oluşturabilecek ya da onu geliştirebilecek bilgi, hitap, pratik ve
bedensel disiplinlere adanmıştır.‖353
Shusterman, her ne kadar ‗somaestetik‘ kavramını ilk kez kendisi kullanmış
olsa da, bu kavramın düşünce tarihinde bir temelinin bulunduğunun farkındadır. Söz
gelimi James‘in pragmatizmi ile kendi ―somaestetik‖ ya da ―beden-estetiği‖ görüşü
arasında birçok bakımdan paralellik bulunduğunu, Dewey‘in açık olarak belirtmeden
de olsa kendisinin somaestetik görüşünü benimsediğini ve söyledikleriyle aslında bu
fikri açıkladığını belirtmekte; bu nedenle de somaestetik adlandırmasını ―bazı eski
düşünme biçimlerinin yeni adı‖ olarak düşünülmesini önermektedir. Shusterman için
somaestetik, estetiğin ―her konusuna‖ dokunur; çünkü bedeni, sadece estetik değerin
bir objesi olarak değil, onu estetik olan ve olmayan tüm diğer objelere karşı duyulan
ilgiyi arttıracak ―önemli bir duyusal araç olarak‖ ele alır. Ona göre, somaestetik
felsefî bir başlıktır ve bilgi felsefesi ya da sanat felsefesi gibi felsefenin ayrı bir alt
disiplini olarak ele alınması mümkündür fakat en azından başlangıç için felsefenin
bir alt disiplini olan estetiğin içinde ele alınması da yeterlidir.354
Shusterman, modern estetiğin kurucusu olarak kabul ettiği ve Aesthetica adlı
kitabının ―yaşama sanatındaki felsefî öz-mükemmeliğin bütün bir programını‖
353 Shusterman, Richard, 2000a, a.g.e., s. 267.
354 Shusterman, Richard, 2000b, a.g.e., s. 263-278.
159
sunduğuna inandığı Baumgarten‘in görüşlerini analiz etmiş ve somaestetik açıdan
dikkat çekici sonuçlara ulaşmıştır.355
Ona göre Baumgarten, estetiği ―duyumsal algı
bilimi olarak ve onun mükemmelliğine hedeflenmiş olarak‖ tanımlamasına rağmen,
estetik görüşü ―soma/beden‖ yönünden eksik kalmıştır. Çünkü duyularla ilgili her
ayrıntıya değindiği estetiğinde bedene hiç yer vermemiştir. Oysa duyular bedene
aittir ve duyularımız bedenimizin durumundan önemli düzeyde etkilenmektedir. Öyle
ki, ―duyumsal algımız bedenin nasıl hissettiği ve nasıl işlev gördüğüne, ne arzu
ettiğine, ne yaptığına ve neden acı çektiğine‖ dayalı olarak değişmektedir. Ancak
Baumgarten, estetiğin ―soma/beden‖ yönünü, kendi estetik programına dâhil etmeyi
reddetmiş, mitos vb. birçok unsuru estetiğine dâhil etmesine karşın fizyoloji
konusuna hiç değinmemiş, bu nedenle de ―tasarladığı estetik egzersizlerin geniş alanı
içinde‖ herhangi bir bedensel egzersiz önermemiştir. Hatta beden için herhangi bir
estetik egzersiz önermediği gibi, beden eğitimini de ―ihtiras‖, ―uçarılık‖, ―cümbüş‖
gibi genellikle ―ayıp‖ kabul edilen diğer bedensel davranışlarla eşit tutmuştur.356
İşte
Shusterman‘ın somaestetiği, modern estetiğin başında bulunan Baumgarten‘in dâhi
üzerinde durmadığı bir özelliği kucaklayarak daha da öteye gitmiştir; bu özellik ise
bedenin eğitilmesi meselesidir.357
Shusterman, felsefî estetikte, Baumgarten‘in bedeni görmezden gelmesi
355 Maus, Fred Everett, 2010, a.g.e., s. 13.
356 Shusterman‘a göre, Baumgarten‘in estetik teorisindeki bu eksiklik, bedeni, ―duyguların aşağı
kabiliyeti‖ olarak görmesinden kaynaklanmaktadır. Daha açık bir deyişle, Baumgarten‘in bedene
yönelik hoşnutsuzluğu, Hristiyanlık dininin bedene yaklaşımı dolayısıyladır. Çünkü Hristiyanlık
dininde ―beden‖ bilindiği gibi doğuştan ―günahkâr‖ olarak kabul edilir. (Shusterman, Richard, 2000b,
a.g.e., s. 266).
357 Shusterman, Richard, 2000a, a.g.e., s. 263-266.
160
yüzünden bedene çok az önem verildiğini ve bu eksikliğin ondan sonra gelen Kant,
Hegel gibi düşünürlerce de devam ettirildiğini ileri sürer. Başka bir deyişle, estetik
alandaki ―beden ihmali‖ idealist estetik gelenekle yoğunlaşmıştır. Bu nedenle,
tarihsel olarak ―beden güzelliği ve duyusal keskinlik takdirinin‖ idealist estetik
gelenek tarafından engellendiğini söylemek mümkündür. Çağımızda ise, idealist
estetik geleneğin bu engeline rağmen bedene yönelik ilgi gittikçe artmaktadır. Ancak
felsefe alanında henüz gelinmesi gereken noktaya gelinememiştir. Çünkü
günümüzdeki estetik beden idealleri ―sığ ve baskıcı klişeler tarafından‖ esir edilmiş
olup, bu klişeler de ―bedensel güzelliğin deneyimini zenginleştirmek yerine,
kozmetik endüstrisinin kazançlarını artırmayı hedeflemesine‖ hizmet etmektedir.
Bedeni merkeze alan birtakım hümanist disiplinler ise, insanların ―gelişmiş somatik
pratiğe doğrudan dönüştürebileceği açık bir pragmatik oryantasyona‖ sahip olmaktan
uzaktır.
Shusterman‘a göre, tıpkı felsefe gibi ―soylu bir yaşama sanatı‖ olan estetik,
―geniş bir duyumsal algı alanını‖ kapsamasına rağmen, salt dışsal bir ürün olarak
değerlendirilmesi nedeniyle ―güzelliğin ve güzel sanatların dar kapsamına‖
indirgenerek ―ilk pragmatik ve ıslah edici yönünü‖ kaybetmiş ve sıradan herhangi bir
―üniversite disiplinine‖ dönüşmüştür. Oysa felsefenin asıl amacı olan ―yaşama
sanatının gerçekleştirilebilmesini sağlamak‖ ancak ve ancak estetiğin beden ile
aralarındaki bağını doğrudan ortaya koyan somaestetik ile mümkündür. İşte
Shusterman, somaestetik görüşü ile Baumgarten‘in estetiğinde görülen beden
ihmalini sona erdirmeyi ve felsefenin yaşama sanatını gerçekleştirebilmesine imkân
sağlamayı istemektedir. Onun, estetik dünyaya ―bedensel merkezli bir somaestetik
161
önerisi‖ sunmasının nedeni de bundan başka bir şey değildir.358
Felsefenin genel olarak bilgiye, insanın kendisini tanımasına, doğru eylemde
bulunmanın ve iyi yaşamanın yollarına ulaşmayı amaçladığı düşünüldüğünde,
somaestetiğin felsefî değeri daha açık bir biçimde ortaya çıkar. Diğer yandan, doğru
eylemde bulunabilmek ve iyi yaşayabilmek için gerekli diğer şartların yanı sıra
iradenin aklın kontrolünde olması ve duygular ile bedenin de iradenin kontrolü
altında olması gerektiği antik çağdan bu yana savunulan bir düşüncedir. Aksi
takdirde akıldan yoksun bir beden muhtemelen ―geçici‖ ve ―dağınık‖ çeşitli
heveslere yönelecek, sonu da büyük olasılıkla ―acı‖ ve ―hüsran‖ olacaktır. Antik
Yunan filozoflarından Platon‘a göre insan ruhunun akıllı yanı, irade yanı, arzu ve
istekler yanı olmak üzere üç yönü bulunmakta; Aristoteles‘e göre de logoslu (akıllı)
ve alogoslu (akıllı olmayan) olmak üzere iki yönü bulunmakta, alogoslu yanı da
kendi içinde irade ve arzular olarak ikiye ayrılmaktadır. Platon Devlet, Aristoteles de
Nikomachos’a Ethik adlı kitabında doğru eylemde bulunmak için insanın akıl yönüne
uygun hareket etmesi gerektiğini, iradenin akla göre hareket ettiğinde doğru eyleme
ulaştıracağını, bedenin arzu ve isteklerinin de akıllı yanın istekleri ile uyumlu olması
halinde mutluluk getireceğini açık olarak ifade etmektedir. 359
İnsan sadece bedensel
zevk ve hazlar tarafından belirlenirse, Platon‘un deyişiyle, ―kendinin kölesi‖ olur.
Oysa insanın ―kendinin efendisi‖ olabilmesi için, bu türden zevkleri aklın buyruğuna
alması gerekmektedir.360
Bu türden zevklerin hayvanlarla ortak olan bazı hazlarla
ilgili olduğunu ve bundan dolayı bu haz kaynaklarının hayvansal olduğunu söyleyen
358 Shusterman, Richard, 2000b, a.g.e., s. 266-267.
359 Platon, 1992, a.g.e., s. 129-131; Aristoteles, Nikomakhos’a Ethik, Çev. Saffet Babür, Ankara,
Hacettepe Üniversitesi Yayınları, 1988, s. 26-27.
360 Platon, 1992, a.g.e., s. 120.
162
Aristoteles de, söz konusu zevklerle ilgili duyunun insan olarak değil de hayvan
olarak bizde bulunduğunu, bu nedenle ―en çok böyle şeylerden hoşlanmanın
hayvanca bir şey‖ olduğunu söylemektedir.361
Görülebileceği gibi, Shusterman‘ın ―somaestetik stratejisi‖ antik çağın felsefî
görüşlerini de içinde barındıran bir düşüncedir. Çünkü bu strateji, Dewey‘in
pragmatist estetiğine dayanmakla birlikte, bir yanıyla da antik Yunan felsefesi ile
Konfüçyüsçülük gibi Doğu-Asya bilgeliğinde kök bulmaktadır. Söz gelimi antik
Yunan düşünürlerinden Sokrates, bilgelik ve erdeme ulaşma adına ―bedensel
bakımın önemli rolünü‖ vurgulamış, Platon da Timaios adlı diyoloğunda ―ne vücudu
ruhsuz ne de ruhu vücutsuz harekete geçirmemek, ta ki birbirine karşı kendilerini
koruyarak ikisi de dengelerini kursunlar ve sağlıklarını korusunlar‖ demiştir.362
Japon düşünür Yuasa Yusuo da doğru bilgiye sadece teorik düşünmeyle değil,
―bedensel tanıma ve fark etme‖ aracılığıyla ulaşılabileceğini belirtmiş ve Çince‘de
―derin bir zihin-beden eğitimi‖ anlamına gelen Shugyo öğretisi ile düzenli bir beden
eğitimini salık vermiştir. Shusterman‘ın ―somaestetik stratejisi‖ne çok uyan bu
örnekleri çoğaltmak elbette mümkündür; fakat yukarıda verilen örnekler hem Batı
düşüncesinde hem de Doğu düşüncesinde bedensel bakıma çok önem verildiğinin
anlaşılması bakımından yeterli olsa gerek.363
Çağımızda ise beden bakımı üzerine
361 Aristoteles, 1988, a.g.e., s. 66.
362 Platon, 2001, a.g.e., s. 104.
363 Bir antik Yunan filozofu olan Aristippos da, ―formda olan vücutlar daha keskin algı, daha fazla
disiplin ve düşünce, davranış ve hareketlere adaptasyonda daha fazla beceri sağladığından beden
eğitiminin erdeme ulaşmaya yardımcı olduğunu‖ savunmuştur. Shusterman‘a göre, Hume‘un ―duyusal
takdiri keskinleştirmek için bir metot olarak egzersizi önermesi‖ de somaestetiğe işaret etmektedir
(Shusterman, Richard, 2000b, a.g.e., s. 268-277).
163
―Aleksander Tekniği, Feldenkrais Metodu ve Biyoenerji‖ gibi çeşitli beden
disiplinlerinin bulunduğu görülmektedir. Günümüzdeki bu somaestetik perspektifler
de, tıpkı Shusterman‘ın somaestetiği gibi, ―dünyanın bilgisinin bedensel
duygularımızı reddetmekle değil, onları mükemmelleştirmekle geliştirilebileceğini‖
savunmaktadır.
Shusterman felsefenin asıl bilişsel amaçlarından birinin ―kendini tanıma‖
olduğunu hatırlatarak, bu bakımdan ―bilginin bedensel boyutu‖nun yok sayılmasının
mümkün olmadığını belirtmiştir. Bu hususu sağlayacak olan ise somaestetiktir.
Somaestetik, ―bedenin sadece dış şekli ya da temsili ile değil aynı zamanda
tecrübeleri ile ilgili‖ olduğu için, ―bedensel durumlarımızın ve duyularımızın
bilinçliliğinin‖ artırılmasına katkıda bulunarak ―hem geçici ruh hallerimizi hem de
kalıcı davranışlarımızı‖ anlamamızı sağlar. Böylece de, normal koşullarda fark
edilmeyen ve aslında ―sağlığımızı, performansımızı kötü biçimde etkileyen bedensel
bozukluklarımızı saptamaya ve iyileştirmeye‖ yardımcı olur. Söz gelimi ―soluk
almanın bilinci bize sinirli, gergin ya da endişeli olduğumuzu‖ fark ettirir ya da
―gerginlik yaratan bir kasın kronik kasılması fark edilmeyebilir‖ ama bu kasılmayı
fark etmek için ―bedensel bir uygulama yapılırsa sadece acı yaratmayıp aynı
zamanda duyguları körelten, estetik duyarlılığı ve zevki azaltan sağlıksız koşulları
değiştirmek ve onlardan kaçınmak için‖ bir imkân ortaya çıkar.364
Shusterman‘ın somaesteği felsefe için bir yaşam egzersizi olarak
algılandığında önemi daha kolay anlaşılır. Çünkü genel olarak ―bir kişinin bedeninin
duyumsal estetik takdirinin merkezi olarak kullanımının ve deneyiminin eleştirel ve
geliştirici çalışması‖ olarak tanımlanan bu disiplin, bilgi, erdem ve mutluluk arayışı
364 Shusterman, Richard, 2000a, a.g.e., s. 268-269.
164
gibi felsefenin klâsik amaçlarına götürebilecek önemli araçları temin edebilecek bir
konuma sahiptir. Nitekim felsefe ―erdemin ne olduğunu bilmek‖ istemekte, elde
edeceği bilgiyi de gerçek yaparak ―erdemli davranışlara‖ ulaşmaya çalışmaktadır.
Bunun için ise bilgiye ama aynı zamanda ―kendini tanımaya ve etkili bir iradeye‖
ihtiyaç vardır. Ancak hareket denilen şey, bedenler tarafından yerine getirildiğinden,
―irademizin gücü –hareket edeceğimiz şekilde hareket etme yeteneği– bedensel
güce‖ dayanmaktadır. İşte somaestetiğin bedensel deneyimlerimiz üzerinde
sağlayacağı disiplin yoluyla iradenin pratik etkinliğine ulaşmak mümkün
olabilecektir. Bu durumda iradenin beden üzerinde etkin olması, ―iradenin davranış
üzerindeki somut uygulamasının ustalığı‖ olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü
bedenimize istediğimiz hareketleri yaptıramazsak, ―doğru hareketi bilmek ve
yapmayı arzu etmek‖ hiçbir işe yaramayacağı için, en basit bedensel hareketleri bile
yapamadığımız için şaşırmaktan öteye gidemeyiz. Oysa böylesi bir durum, sadece
yeterli somaestetik bilince sahip olmamaktan kaynaklanmaktadır. İrademizi
güçlendirecek bedensel duyarlılığa, diğer deyişle ―beden estetiğine‖ sahip
olmadığımız için hareketlerimizin pek çoğunda irademiz etkili olamamaktadır. Bu
sıkıntıyı aşmak için yapılması gereken tek şey ise, yetersiz olduğu anlaşılan
somaestetik bilincin artırılmasıdır.365
Aksi takdirde felsefenin yukarıda bahsedilen
amacına ulaşması da mümkün değildir. Çünkü irade zayıflığı erdeme ulaşmayı
engelleyen bir faktördür. Oysa erdem, kişinin bedensel yönden de kendisini
mükemmelleştirmesini gerektirmektedir. Bu yönüyle düşünüldüğünde, somaestetik
365 James‘in, ilgili bölümde açıklandığı üzere, insanın düşünce ve davranışlarının tamamen
alışkanlıkları tarafından yönlendirildiği, istenmeyen alışkanlıkların değiştirilebilmesi için de bedenin
eğitilmesi gerektiği yönündeki fikriyle Shusterman‘dan önce somaestetik bilincin önemine dikkat
çektiği anlaşılmaktadır.
165
bilincin artırılması sadece estetik açısından değil, genel itibariyle felsefe için,
özellikle felsefenin bir alt disiplini olan etik için de bir zorunluluk olarak
görülmektedir.
Shusterman daha önce de söylendiği gibi, sanatın değişmez bir doğasının
olmadığını; aksine değişken bir karakteri olduğundan kesin olarak tanımlanmasının
mümkün olmadığını düşünür. Ona göre, tıpkı sanatta olduğu gibi, insanın da
değişmez bir doğası yoktur. Değişmez bir insan doğası olmadığı için bu doğada
temellenen değişmez bir etik de yoktur. Bu nedenle insanlar değişmeyen bir etiğe
göre değil, kendilerine ―çekici‖ gelen davranış modellerine göre hareket
etmektedirler. İnsanlar kendilerine ―en çok çekici gelen‖ etiği seçmeye yönelmek
durumunda kaldıkları için de ―nasıl yaşamalıyız‖ sorusu etiğin değil estetiğin bir
sorusudur.366
Ancak estetik beğenilerimiz ve eleştirilerimiz daha çok sosyal çevremiz
tarafından ve bu çevrede ifade edilen etik değerler tarafından belirlendiğinden, bu iki
alan arasında çatışmadan ziyade çakışma söz konusudur. Bu nedenle, bizi etik
anlamda dehşete düşüren şeyler estetik olarak da tiksindirmeye meyillidir ve aynı
366
Shusterman‘ın bu iddiasının ―değişmez bir insan doğası yoktur‖ gibi bir varsayıma dayandığına ve
bu varsayım ―doğru‖ kabul edilmediği takdirde ―bu doğada temellenen değişmez bir etik de yoktur‖
sonucuna ulaşılamayacağına dikkat çekmekte yarar vardır. Çünkü insanların ahlakî bir eylemde
bulunurken estetikle ilgili faktörlerin de etkili olduğu iddiasında haklı gibi görünse de, bu faktörleri
eylemin belirleyici sebebi olarak ortaya koyması pek kabul edilebilir değildir. Zira ahlakî bir eylemin
belirleyici sebebi estetik ya da keyfî başka bir neden değildir. Bu bağlamda ahlâk felsefesinin görev,
ödev, sorumluluk gibi bazı kavramları düşünülebilir. Ayrıca sonu mutlak rölativizme giden bu
anlayışın etik alanında bitmek tükenmek bilmeyen bir kargaşaya da neden olacağı açıktır.
166
şekilde etik olarak bize kendini beğendiren şeyler estetik olarak da bizde hoş bir
duygu oluşturmaya meyillidir.367
Somaestetik görüşüyle bedenin estetik ve etik ile yakın ilişkisini ortaya koyan
Shusterman için beden eğitimi âdeta insanın iyi, doğru, güzel ve mutlu yaşamasının
bir anahtarı gibidir. Günümüzde beden eğitimini kişi etiğinin âdeta kalbi olarak
gören, beden eğitimini ―akılsal sağlık ve kişinin psikolojik hâkimiyeti için‖ bir ön
koşul olarak düşünen başka görüşler de mevcuttur.368
Bu görüşler, ―bir kişinin bedeni
ve psikolojik gelişimi arasında‖ karşılıklı bir etkileşim olduğuna inanmakta ve bu
görüşü destekleyen birçok uygulayıcı ya da beden terapisti bu doğrultuda beden
terapileri yapmaktadır.369
Shusterman‘ın bizzat kendisi de Feldenkrais Metodu‘nun
sertifikalı bir uygulayıcısı olup, somatik terapist adıyla pratik egzersizleri ve
gösterileri içeren dersler vermekte; hatta çeşitli somatik engellerin tedavisinde görev
almaktadır. O, ―bedenin fonksiyonel performansını düzeltmek‖ istemekte, bunun da
ancak beden merkezli bir estetik yaklaşımla mümkün olduğunu öne sürmektedir.
Çünkü bedeni ―doğru‖ yönetmenin yolu duyguları ―doğru‖ yönlendirebilmekten
geçmektedir. Duygular ise ―bedene aittir ve beden tarafından‖ yönetilmektedir.
Dolayısıyla ―bedenin gelişmiş yönetimiyle duygularımızın gerçek fonksiyonel
367
Shusterman, Richard, The Pragmatist Aesthetics of Richard Shusterman: A Conversation,
Günter Leypoldt(röportaj), From: Zeitschrift für Anglistik und Amerikanistik: A Quarterly of
Language, Literature, and Culture, 48:1, 57-71, 2000c, s. 57-71.
368 Aleksander Tekniği, Feldenkrais Metodu, Shugyo öğretisi vb.
369 Feldenkrais ve biyoenerji gibi yukarıda adı geçen bedensel terapi uygulamalarında, insanların
gevşemeleri ve pasifleşmeleri sağlanarak bazı şeyleri daha keskin bir biçimde hissetmeleri
amaçlanmaktadır. Günümüzde Alexander Tekniği de dâhil olmak üzere bu tür teknikler, bedensel öz-
farkındalığı ve bilinçli kontrolü vurgulayan metotlar olarak çalışmalarına devam etmektedir.
167
performansını düzeltmek‖ somaestetik bir disiplini gerektirmektedir. Ancak ona
göre, insanlarda bu disiplini sağlayacak yeterli bir somaestetik bilinç yoktur, hatta
insanlardaki yetersiz somaestetik bilincin yanı sıra, bugünkü felsefî beden
konuşmalarında ―pragmatik oryantasyon‖ da eksiktir. Çünkü bu konuşmalarda
―kişinin doğrudan doğruya gelişmiş beden pratiği disiplinine çevirebileceği‖
herhangi bir şeyden bahsedilmemektedir. İşte gerek somaestetik bilinç konusundaki,
gerekse bedenin pragmatik oryantasyonu konusundaki bu eksiklik, hem teorik hem
de pratik bir disiplin olan somaestetik ile giderilebilecektir.370
―Somaestetik üç temel boyuta sahiptir: (1) Analitik Somaestetik, bedensel
algıların ve egzersizlerin temel doğasını; onların bilgimizdeki ve gerçeğin
yapılanmasındaki rolünü tanımlar … (2) Pragmatik Somaestetik, …kuralcı bir
karaktere sahiptir, bedensel gelişme için özel metodlar sunar ve karşılaştırmalı
kritiğini yapar…fakat…standart beden ölçüleri dayatmaz371… (3) Pratik
Somaestetik,…söylemekle değil uygulamakla ilgilenen bu pratik boyut da
kendini tanıma ve kişisel bakımla ilgilenen kapsamlı bir felsefî disiplin olarak
algılanan somaestetiğin önemli pratik boyutu olarak adlandırılır.‖372
Görüldüğü gibi Shusterman analitik, pragmatik ve pratik somaestetiğin üçünü
birden somaestetik alanda bir araya getirmektedir. Analitik somaestetik daha çok
betimsel, pragmatik somaestetik daha çok kuralcı ama her ikisi de söylevsel bir şekil
alırken, pratik somaestetik doğrudan bedensel pratikte yer almaktadır. Betimsel ve
370 Shusterman, Richard, 2000a, a.g.e., s. 267-270.
371 Bu nedenle somaestetik, günümüz reklam endüstrisinin tüketim amaçlı kullandığı ―abartılı
pazıların kaba görüntüsüne‖ de indirgenemez (Shusterman, Richard, a.g.e., s. 278).
372 Shusterman, Richard, a.g.e., s. 271-275.
168
teorik bir girişim olan analitik somaestetik, ―zihin-beden meselesiyle ilişkili olan
zihin felsefesindeki geleneksel başlıkların, ontoloji ve epistemolojinin ve bilinç ve
harekette somatik faktörlerin rolünün‖ yanı sıra, ―kalıtımsal, sosyolojik ve kültürel
analizleri‖ de incelemektedir. Genelde betimsel olan analitik somaestetiğin tersine
normatif bir yapıya sahip olan pragmatik somaestetik de, ―somatik gelişmenin belirli
metotlarını önermekte ve onların karşılaştırılmasını, anlatımını ve eleştirisini‖
içermektedir. Son olarak pratik somaestetik ise, ―somatik öz-gelişmeyi hedefleyen
disiplinli, reflektif ve fiziksel pratiğin programlarını‖ kapsamaktadır. 373
Shusterman, diğer sanat türleri arasında daha farklı bir yeri olduğunu
düşündüğü müziğin somaestetiği olup-olamayacağı konusunu da ele almış ve
müziğin aslında somaestetik için çok uygun bir sanat olduğunu belirtmiştir. Ona
göre, ―bedenlerimiz müzik yapmak için ilksel enstrümanlarımızdır‖ ve ―müziğin
takdiri için bedenlerimiz temel ve yeri değiştirilemez bir araç‖ konumundadır. Çünkü
insan diğer sanat dallarında ―dışsal formları‖ inceleyerek kazanım elde
edebiliyorken, müzikte sadece ―bedenin rolünü keşfetmesi‖ ile kazanım elde
edebilmektedir. Bu ise bedenin ―müziğin yüzeyinin yorumlanmasını‖ mümkün
kılmasından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla gereksiz ayrıntılara girmemek kaydıyla
373 Shusterman‘a göre, somaestetiği bu üç boyutuyla da incelemiş olan Dewey, James‘in de etkisiyle
beden-akıl bütünlüğüne her zaman bağlı kalmış, hatta uzunca bir süre kendi kendisini somut pratik
egzersizlerle eğittiği için sağlıklı ve uzun bir ömre sahip olmuştur. Öyle ki, yirmi seneden fazla bir
süre kendisini Alexander tekniğinde önerilen pratik beden egzersizleriyle eğittiğini, 90 yaşına
yaklaştığı yıllarda da devam eden sağlığını bu tekniğe borçlu olduğunu açıkça söylemekten
kaçınmadığı bilinmektedir (Shusterman, Richard, a.g.e., s. 280).
169
―somaestetik duygulara dikkat etmek‖, insanların müzikle olan ilgisini geliştirmede
de yararlı bir deneyim sağlayacaktır.374
Shusterman, genel olarak bu çerçevede özetlenebilecek somaestetik
düşüncesinin oluşumunda James ile Dewey‘in rolünü her fırsatta vurgularken,
onlarla ayrı düştüğü noktaları da belirtmekten kaçınmamıştır. Ona göre, James
deneyimdeki ―estetik boyutun yaygınlığını‖ vurgulamış, estetiği pratik olanın yanı
sıra ―somatik ve iştah açıcı olanla‖ barıştırmış, hatta ―yüksek ve popüler kültürü bir
araya getirerek sanatı hayata entegre etmeye‖ çalışmıştır. Dewey de estetik
deneyimin merkezi önemini ortaya koymuş, tıpkı James gibi duyguların bedensel
kökenli olduğunu savunmuş ve tüm bunları bir teoride bir araya getirmiştir. Ancak
her ikisi de, üstelik bu temeli vurgulamalarına rağmen, algının bedensel temelini göz
ardı etmiştir. Yine de onların algının bedensel temeline yaptıkları vurgu
Shusterman‘ın somaestetik çalışmasına ilham vermiş ve bu ilham sayesinde estetik
görüşünü duyguların bedensel kökenli olmasının yanı sıra, algıların da bedensel
kökenli olduğu düşüncesi doğrultusunda geliştirmiştir.375
Bununla birlikte
Shusterman, James‘in psikolojik olguların tamamen bedensel duygulara
dayandırılarak açıklanabileceği fikrine katılmamıştır. Ona göre, bir duygu o
duyguyla ilgili bedensel duygularla aynı şey olarak düşünülemez. Başka bir deyişle,
―bedensel durumun ve hareketin bilgisi, belirli bedensel duygulara sahip olmakla
aynı şey‖ değildir. Bu nedenle James‘in psikolojiyi teorik olarak bedensel duygulara
indirgeyen yaklaşımı yanlış olabilir ama bu duygular deneyimin önemli bir parçası
ve bazen bir kişinin düşünceleri hakkında değerli bir bilgi kaynağıdır; mesela ―bir
374 Maus, Fred Everett, 2010, a.g.e., s. 10-15.
375 Shusterman, Richard, 2011, a.g.e., s. 360.
170
kişinin elinin kenetlendiğini hissedince öfke ya da kaygı hissettiğini fark etmesinde‖
olduğu gibi. Kısacası bedensel duygular, elbette ki, estetik deneyimin önemli bir
parçasıdır ama bir sanat deneyimini de yalnızca bedensel duygularla açıklamak
yeterli değildir. Çünkü estetik, somatik duygulardan ibaret değildir; bu nedenle de
somatik duygulara indirgenmemelidir.376
Ancak James gibi Shusterman‘a göre de
deneyimin estetik, estetiğin de somatik bir yönü olduğu gibi, ―yüksek sanat ile
popüler sanat‖ arasında temel bir fark da yoktur. Onun için sanat eserleri ―yüksek iyi
olanlar ve düşük kötü olanlar‖ diye basitçe ikiye ayrılamaz. Böyle bir yaklaşım
mantıksal bakımdan bir gaf olduğu gibi, estetik için de tam bir faciadır.377
Shusterman‘ın Dewey‘den ayrıldığı nokta ise şu şekilde açıklanabilir: Ona
göre, Dewey ―kendini dönüşümsel engelle‖ sınırlandırmamış, bunun sonucu olarak
da, estetik deneyimi ―sanatın teorik tanımı olarak‖ önermiştir. Ancak mevcut ‗sanat‘
kavramımızı ―yanlış‖ temsil eden bu tanımın felsefî olarak yeterli bulunması
mümkün değildir. Çünkü estetik deneyim, dolayısıyla da sanat, değişime açık bir
alandır. Bu nedenle onu durağan herhangi bir şey gibi tanımlamak, sanat ve
deneyimin yapısal özelliğine aykırıdır. Diğer bir deyişle, sanatı estetik deneyim ile eş
süreli bir biçimde, tam da Dewey‘in yapmaya çalıştığı gibi, ―evrensel olarak yeniden
tanımlamak‖ mümkün değildir. Dolayısıyla estetik deneyimi, haklı bir biçimde
―sanat felsefesinin merkezine oturtarak‖ göklere çıkaran Dewey, sanatın gerçekte ne
olduğunu estetik deneyimle de olsa tanımlamaya girişmesiyle bir yanıltma meydana
getirmiştir. Bu yanıltma insana mantıklı gibi geldiğinden ilk başta fark edilmese de,
dikkatli bir düşünme sonunda, sanatın deneyimle de olsa tanımlanmasının değişken
376 Maus, Fred Everett, 2010, a.g.e., s. 13-14.
377 Shusterman, Richard, 2000c, a.g.e., s. 57-71.
171
özüne uygun olmadığı anlaşılmaktadır. Shusterman‘a göre, Dewey‘in Art as
Experience/Deneyim Olarak Sanat adlı kitabında açıkladığı estetik deneyim fikrinin
o dönemki düşünürlerce reddedilmesinin sebebi de aslında bundan başka bir şey
değildir. Öyle ki, özü itibariyle değişken bir özellik gösteren sanat üstelik değişimi
içinde barındıran ‗deneyim‘ kavramıyla durağanlaştırılmak istenince, pragmatizmle
bağdaştırılmamış ve bir kenarda kendi kaderine terk edilmiştir.378
―Estetik deneyimin, daha fazla açıklayıcı güce sahip olamayacak kadar zor
anlaşılır göründüğü gibi bir problem mevcuttur. Bu, inkâr edilemez bir şekilde
var olmasına rağmen, bizim açıkça soyutlayabileceğimiz ve
tanımlayabileceğimiz bir şey olarak var olmamaktadır; bu yüzden, sanatı estetik
deneyim olarak tanımlamada, anlaşılmaz şekilde tarif edilmesi zor ve
tanımlanamaz bir şey ile nispeten açık ve kesin olanı tanımlamaktayız.‖379
Yukarıdaki sözlerinden de anlaşılabileceği gibi Shusterman‘a göre, estetik
deneyimi daha ayrıntılı olarak açıklamak, sanatı da estetik deneyimle tanımlamak
mümkün değildir. O, ―tanımlanamazı tanımlama ya da onu sanatın genel bir felsefî
tanımı olarak tanıtmayla ilgilenmediğini‖ açık olarak belirtmiş ve amacını da şu
şekilde ifade etmiştir: ―Dewey‘in toplayıcı tanımsal macerasını sürdürmektense
bunun yerine, azar azar pragmatist emeğin gayretinde, sanatın, popüler kültürün
biçimlerine ve birinin hayatına şekil veren etik sanata olan sınırlarını genişletmek
için daha özel bir durum oluşturmayı hedeflemekteyim.‖380
Ona göre ‗estetik
378 Shusterman, Richard, 2000b, a.g.e., s. 15-24.
379 Shusterman, Richard, 2000a, a.g.e., s. 55.
380 Shusterman, Richard, a.g.e., s. 59.
172
deneyim‘ kavramı sanatı tanımlamak için değil, sanatta veya hayatın herhangi bir
alanında neyin aranmaya değer olduğuna yönlendirmesi bakımından ele alınması
gereken bir şeydir. Fakat Dewey‘den sonra öne sürülen estetik deneyim teorilerinin
yanlış yaklaşımı yüzünden ‗estetik deneyim‘ kavramı hak ettiği ilgiyi görememiş,
neredeyse de ―sanat sınırlandırmasını destekleyen tam anlamıyla betimleyici ve
anlambilimsel bir deneyim‖ görüşü, ne yazık ki Dewey‘in değerlendirmeci ve
dönüşümsel bir kavram olan estetik deneyim görüşünün yerini almıştır.381
Betimleyici bir estetik yaklaşım, sanatın ve dolayısıyla insanın gelişimini
engellemekten öteye gidemez. Oysa sanat, estetik deneyimin dönüşümsel yönüyle
―insan gelişimi için‖ el üstünde tutulması gereken bir kaynaktır.382
Bu nedenle
çağımızda sanatın yaşadığı bütün problemler bu çerçevede ele alınarak,
değerlendirmeci ve dönüşümsel ‗estetik deneyim‘ kavramına kapanan tüm kapılar
yeniden açılmalıdır.
Shusterman, tıpkı Dewey gibi, sanatın bir şekilde insanların ihtiyaçlarına
cevap vermesi ve çevresiyle olan mücadelesinde insan organizmasının yaşamına ve
gelişimine katkıda bulunması gerektiğine inanır. Bununla birlikte, ona göre, estetik
deneyim, bazı sosyal amaçlara hizmet edebilecek ve birtakım arayışlarımıza faydası
olabilecek ―etkilere‖ sahipse de, belirli bir ―dışsal işleve‖ de indirgenmemelidir.
Çünkü sanatın bir değil birçok işlevi vardır ve pek çok kullanıma hizmet ettiği için
de tek bir spesifik işlevle sınırlandırılmamalıdır. Kendisi katıldığı bir söyleşide
―benim pragmatist yaklaşımım (Dewey‘inki gibi) deneyimin bir araç olarak hizmet
ettiği dışarıdaki belirli bir pratik amaç sebebiyle olduğundan daha çok, keyfin
381 Shusterman, Richard, 2000b, a.g.e., s. 21-34.
382 Shusterman, Richard, 2000a, a.g.e., s. 45.
173
hissedilen getirileri, yoğunlaşmış ve anlamlı farkındalık ve yüksek canlılık sebebiyle
estetik deneyimi vurgular‖ diyerek bu konudaki düşüncesini açıkça ifade etmiştir.
Yine ona göre estetik deneyim de, enstrümantal olmaktan ziyade tamamlayıcı bir
değerdir. Ama estetik deneyimin tamamlayıcı bir değer olması, sanat eserlerinin
pratik işlevlerinin onların estetik değeriyle bağlantılı olmadığı anlamında değildir.
Çünkü bir sanat eserinin işlevsel amaçları onun estetik deneyiminin önemli
kısımlarını oluşturabilir ve böylece onu zenginleştirebilir; aynı şekilde estetik
deneyimin gücü de, bir sanat eserinin pratik etkilerini güçlendirebilir. Bu nedenle
Shusterman‘ın pragmatist estetiği, estetik değeri insan deneyiminin dışında
algılamaz. Ona göre, sanatın birçok işlevi olduğu gibi, bu farklı işlevler de aslında
birbiriyle genelde uyumludur ve bu farklı işlevlerden birini takip eden bir kişi
otomatik olarak bir diğerini inkâr etmeye zorlanmaz. Zira Shusterman, ―anlama‖ ile
―keyif‖in amaçlarının birbiriyle çok bağlantılı olduğunu ve bunları birbiriyle çelişen
şeyler olarak ele almamak gerektiğini düşünür. Sonuç olarak, pragmatist estetiğin
bilişselcilik, hazcılık ve sosyal erdemi bir araya getirebilecek bir estetik olduğunu
savunan Shusterman‘ın, sanatta ―işlevsel çoğulculuğu‖ savunduğu anlaşılmaktadır.383
383 Shusterman, Richard, 2000c, a.g.e., s. 57-71.
174
III. BÖLÜM
İDEALİST ESTETİK İLE PRAGMATİST ESTETİK ANLAYIŞIN
KARŞILAŞTIRILMASI
175
Estetik, güzelde ortaya çıkan hakikatin
örtüsünü kaldırma çabasıdır.
İdealizm ile pragmatizmin estetik görüşünü belli bazı düşünürler üzerinden
betimledikten sonra, sıra, bu çalışmanın esasını oluşturan bu iki estetik görüşünü
karşılaştırmaya gelmiştir. Ancak bu karşılaştırma hangi zemin üzerinde
yürütülecektir? İdealizm ile pragmatizmin temel felsefî yaklaşımı nasıldır?
Felsefenin temel problemi olan hakikat konusundaki iddiaları nelerdir? Zira estetik
görüşleri genel felsefî tavırlarından bağımsız olamayacağına göre, söz konusu
karşılaştırmaya geçmeden önce bu hususların açıklığa kavuşturulması gerekir.
Tüm sanat anlayışlarının hakikati güzel üzerinden inşa etme girişimlerini ya
da güzelde ortaya çıkan hakikatin örtüsünü kaldıran bir arayışı temsil ettiği
söylenebilir. Çünkü hakikat, sanat için vazgeçilemez bir arayıştır; bu arayıştan
vazgeçildiği anda sanat kendi varlık sebebini yitirir. Bu yüzden tüm estetik
anlayışlar, hakikati kendilerine özgü bir şekilde inşa ederken ya da hakikat örtüsünü
aralarken benzerlikler ve farklılıklara sahip olabilir. İdealist estetik ile pragmatist
estetik arasında da, ileride açıklanacağı üzere, hem farklılıklar hem de benzerlikler
söz konusudur. Burada önemli olan bu durumun ―neden‖ kaynaklandığı ve ―bütün‖
içinde ne gibi bir anlam ifade ettiğidir. Dolayısıyla bu husus açıklanmadan sadece
aralarındaki birtakım benzerliklerle farklılıkları tespit ederek bu çalışma amacına
ulaşamaz. Kanımca felsefî bir çalışmada, varlık bir bütün olduğuna göre, sanatta da
benzer ve farklı görüşler bütün içindeki temel bağlantıları içinde ortaya konulmalıdır.
Zira bu yapılırsa ancak bu görüşlerin temelleri ve bağlantıları anlaşılabilecek,
böylece de havada asılı duran düşünceler olmaktan kurtulacaklardır.
Varlıkta öyle olduğu gibi sanatta da hiçbir şey diğeriyle bağlantısız değildir
ve her şey eninde sonunda hakikat probleminde bir araya gelir. Çünkü her estetik
176
anlayış hakikat arayışından doğan bir çabanın ürünüdür; farklı sistemler de farklı
noktalardan hakikatin görünümleridir. Aynı şekilde bilgi felsefesi, bilim felsefesi,
ahlâk felsefesi, sanat felsefesi ve ontoloji gibi felsefenin farklı alanları da yine aynı
hakikatin farklı görünümlerinden başka bir şey değildir. Dolayısıyla estetik açıdan
bir hakikate ulaşmaya çalışan sanat felsefesi de, bilim açısından bir hakikate ulaşmak
isteyen bilim felsefesi de ya da ahlâk açısından bir hakikate ulaşmak isteyen ahlâk
felsefesi de temelde aynı hakikate ulaşmak istemektedir.
Felsefe tarihine hakikat arayışı bağlamında baktığımızda belli bir temel
felsefeden ziyade, birbirinden çok farklı, hatta birbiriyle çelişen çeşitli felsefelerle
karşılaşıyoruz. Bu fikir savaşının bir galibi olmayınca da herkesin diğerini dışlar bir
tavra girerek ―kendi felsefesini‖ savunmaya başladığını, böylece de ―benim
felsefeme göre…‖ şeklinde hiçbir uzlaşmayı mümkün kılmayan mutlak subjektif bir
yaklaşımın yaygınlaştığını görüyoruz. Çünkü birbirinden farklı bu felsefi …izm‘ler,
sistemlerindeki metot farklılıklarına takılıp kalmaları yüzünden ortak felsefî temelleri
gözden kaçırmışlardır. Bunun sonucunda da felsefe yapmaktan vazgeçilmesi
gerektiği gibi felsefe açısından oldukça tehlikeli bir noktaya gelinmiş ve felsefî
problemlere başka alanlarda çözümler üretilmeye başlanmıştır. Fakat bu şekilde
başarıya ulaşmak, bu hususların her birinin zımnen hakikat problemini
gerektirmesinden dolayı mümkün değildir. Zira bütün çalışmalar, ileri sürülen fikir
ister doğru olsun ister yanlış olsun hakikate ilişkin bir kabulü gerektirmektedir.
Dolayısıyla bütün felsefî çalışmaların temelinde bir hakikat probleminin olduğunu ve
177
her felsefenin de aslında bu hakikatin ne olduğunu açıklama çabasından ibaret
olduğunu söylemek mümkündür.384
Bir eleştirme ve tespit etme faaliyeti olarak felsefe metot olarak aklı esas alır.
Her ne kadar, bazı idealist görüşlerin aksine tüm gerçeğin akıl kurallarına göre
kurulduğu ve insanın akıldan ibaret olduğu söylenemezse de, felsefenin akıl dışında
bir yöntem kullanması söz konusu olamaz. Üstelik felsefe akla dayalı konular gibi,
duygu, irade, dış-bilinç gibi akıl dışı konuları da akılla ele alır. Neticede sonlu
insanın sonsuz olanı kavrama çabası olan felsefe, aklı aşan problemleri de
kapsamaktadır. Genel olarak ―varlık için düşünme‖ şeklinde tanımlanabilecek
felsefe, insan eliyle yapılmış ya da yapılmamış varlıklar üzerinde ve insan aklının
bunlar hakkındaki akıl yürütmeleri üzerinde ―tahlilci ve tenkitçi‖ bir şekilde
düşünmektir. Bu anlamda felsefeden beklenen, insan zihninin ortaya koyduğu
problemlerin hangi varlık, bilgi ve değer alanına karşılık geldiğini; herhangi bir
varlık, bilgi veya değer alanında karşılığı olmayan sözde-problemlerin hangileri
olduğunu; çözülmüş, çözülebilecek ve çözülmesi mümkün olmayan problemlerin
neler olduğunu belirlemesidir.385
Bu noktadan hareketle hakikat, gerçek, ideal, iyi ve
güzel gibi tüm felsefî tartışmaların hepsinin varlık probleminden ortaya çıktığı
söylenebilir. Çünkü bir şeyin varlığı onun hakkında verdiğimiz tüm yargılardan önce
geldiği gibi, o şeyin varlığını onun hakkında verdiğimiz yargıdan da önce kavrarız.
Üstelik bu, doğrudan doğruya bir kavramadır. Dolayısıyla hakikat, gerçek, ideal, iyi
ve güzel gibi tüm kavramlar akıl ya da düşünceden önce varlığa ait bir şeydir; hatta
384 Ülken, Hilmi Ziya, Varlık ve Oluş, Ankara, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları,
1968, s. 10.
385 Sanat felsefesi ve estetik de değerler felsefesi kapsamında yer almaktadır.
178
akıl ve düşüncenin kendisi de varlıktan çıkmaktadır. Neticede düşünce, varlığı ya da
bir var olanı düşünmenin sonucunda ortaya çıkan bir şey değil midir? Bu,
düşüncemizin malzemesini varlıktan aldığımız anlamına gelir ama varlığın sadece
reel varlıktan ibaret olmadığını biliyorsak bu malzemenin sadece dış dünyayla sınırlı
olmadığını da biliriz.386
Bu nedenle, insan aklı ile düşüncesi ve onu kullanma şekli
olan mantık, malzemesini tabiatta bulsa da bir alet olarak yapma olandan çıkmaz.
Ancak bu çalışmada ele alınan pragmatizm bu noktayı gözden kaçırarak
mantığımızın ilkelerinin yapma ve pratik faydaya bağlı olduğu görüşünü savunur.
Oysa reel olarak var olan şeyler bu aletin ilkelerini kavramamızda bize yardım etse
de, mantık yalnızca bu yapma var olanların ortaya çıkardığı bir şey olamaz. Burada
gözden kaçırılmaması gereken nokta, dünya içinde doğum ve ölümle sınırlı, sonlu bir
varlık olarak bulunan bizlerin, aslında, sonsuz ve sınırsız varlık hakkında doğrudan
hiçbir bilgiye sahip olmadığımız gerçeğidir. Çünkü bizim bu sonlu dünyada diğer
varlıklarla birlikte yaşamamız sadece bireysel bilinci aştığımızı ve dünyadaki tüm
varlıklarla temasta olduğumuzu gösterir; fakat bu âlemde var olmak sujeyi aştığımızı
gösterse de âlemi aştığımızı göstermez. Bu nedenle her şeyin herkese göre
değişebileceği sonucuna ulaşılan pragmatizmin rölativist düşüncesine katılmak
mümkün değildir.387
Yaygın kanının aksine, felsefe her filozofun kendinden önceki görüşleri
yıkarak yeni bir sistem kurması demek değildir. Eğer durum böyle olsaydı filozof
sayısı kadar felsefî sistem olurdu ve bunların çoğu birbiriyle çelişeceği için felsefe
386 Varlık, gerçek, kavramsal ve olanak olarak var olma şeklinde üçe ayrılır. Varlık türleri ile ilgili
daha fazla bilgi için özellikle Hartmann ontolojisi ile ilgili eserlere bakılabilir.
387 Ülken, H.Z., 1968, a.g.e., s. 94-98.
179
tarihi de fikirler anarşisi tarihi olmaktan öteye gidemezdi. Oysa felsefede sistem
kurmaya yönelik çalışmalar, ―eskiyi yıkıp kendine göre yeni bir bina yapmak için
değil eskiyi tamamlamak, düzeltmek ve onu ilerletmek‖ içindir. Felsefede
rölativizmi, yani herkesin kendine göre bir felsefesi olduğu fikrini ilk olarak sofistler
ileri sürmüştür. Bilindiği gibi, sofistlere göre insan bilgisi duyu ve algılara dayanır.
Duyu ve algılar ise insanın içinde bulunduğu durum ve koşullara göre değiştiğinden
çoğu zaman insanı yanıltır. Bu nedenle, felsefenin herkes için geçerli mutlak bir
hakikate ulaşması söz konusu olamaz. İşte nesneler hakkındaki bilginin dolaylı
olması yüzünden aldatıcı olabileceğini, duyu niteliklerinin subjektif olduğunu, bu
nedenle izlenimler ve görünüşlerden başka herhangi bir şeyi bilmenin mümkün
olmadığını savunan sofistler, şüpheciler ve empiristler neredeyse her çağda varlık
karşısında olumsuz bir tavır takınarak hakikate ulaşmanın imkânsız olduğunu dile
getirmişlerdir. Hakikat arayışına ket vuran bu görüşler, birçok filozof tarafından
eleştirilmiş ve hakikatin imkânı ispatlanmaya çalışılmışsa da, 20. yüzyılda William
James ile birlikte yeniden savunulmaya başlanmıştır.388
Bu görüşlerin ortaya
çıkmasında ve savunulmasında, elbette insan bilgisinin sınırlarının ne olduğu, insan
aklının neyi bilebilip neyi bilemeyeceği, akıl ve akıl-dışı etkenlerin bilme sürecinde
nasıl bir rol oynadığına ilişkin birtakım belirsizliklerin etkili olduğunu söylemek
mümkündür.389
Yukarıda da söylendiği gibi, felsefe akıl ile yapılan bir etkinlik olmakla
birlikte aklı aşan problemleri de içine alır. Çünkü insan zihni akılla çözülemeyen
388 Ülken, H.Z., 1968, a.g.e., s. 46-47/95.
389 Kant‘ın çalışmalarının temelini tam da bu sorunlar oluşturmuştur; zira onun her bir yapıtı bu
sorulara verilen cevaplardır.
180
problemleri düşünmekten vazgeçemez.390
Hatta insan bu problemlerin akılla
çözülemediğini yine akılla anlasa bile, başka yollarla, örneğin duygu veya inanç
yoluyla bunları ―çözmeye‖ çalışır. Dolayısıyla duygu, irade, dış-bilinç gibi insanın
akıl-dışı yetilerinin, özellikle değerler alanındaki problemler üzerinde daha önemli
bir rol oynadığını söylemek mümkündür. Söz gelimi güzel bir eser karşısında
duyulan ―beğeni‖, erdemli bir eylem karşısında hissedilen ―takdir‖ sadece akla ait bir
şey değildir; duygu vb. gibi unsurlar da bu yargıların oluşmasında etkilidir. Bu
durumda, sözü edilen akıl-dışı yetilerin değerlerle ilgili problemlerde gördükleri
işlevi felsefenin dışında bırakmamız söz konusu olamaz. Çünkü sanat, ahlâk, din,
hukuk, teknik gibi insan değerleri de felsefenin konusuna girer. Bunun için de onlar
hakkında, tıpkı basit zevklerimizde olduğu gibi, ferdî ve keyfî hükümler vermemiz
doğru olmaz. Bunların da akılla ele alınıp, ulaşılacak sonuçların insan açısından
ortaya konması gerekir. Dolayısıyla, duygu gibi akıl dışı unsurların da dâhil olduğu
felsefî problemleri incelemek de yine felsefenin işidir. Ancak ister akılla çözülebilen
problemler söz konusu olsun isterse aklı aşan problemler söz konusu olsun, her iki
durumda da felsefenin temel aleti akıldır ve bir düşünce metodu olarak da mantıktır;
zira felsefe akılla çözülebilecek ve çözülemeyecek problemleri ayırma bakımından
mantığı kullandığı gibi, akıl-dışı yetilerden faydalanma bakımından da yine mantığı
kullanır. Neticede, duyguların sanat ve estetiğe ilişkin tercihlerde veya din ve ahlâk
hükümlerindeki tercihlerde ölçü olabildiğini söyleyebilmek için duyguların akıl ve
mantıkla incelenmesi gerekir. Aynı şekilde varlığın esasına irade ile nüfuz
390 Kant, Prolegomena to Any Future Metaphysics adlı yapıtının “How is metaphysics possible in
general? başlıklı bölümünde insanın akılla açıklayamadığı konuları düşünmekten yine de kendini
alıkoyamadığını vurgular (Kant, Immanuel, Prolegomena to Any Future Metaphysics, Cambridge,
Hackett Publishing, 2002, s. 45-60).
181
edebileceğimize hükmetmek için de yine irade hakkındaki akıl yürütmeyi akıl
yoluyla irdelememiz gerekir.391
Ancak özellikle bazı idealist görüşler, aklın
felsefenin sadece yöntemi olduğunu ve konu olarak da diğer konular gibi bir konu
olduğunu unutarak akla çok fazla anlam yüklemişlerdir. İşte bu çalışmada ele alınan
diğer bir görüş olan idealizmin bu yaklaşımı, felsefede savunulan mutlak
rölativizmin yolunu genişleterek insanları iyiden iyiye şüpheciliğe götürmüştür.
391 Ülken, H.Z., 1968, a.g.e., s. 54.
182
A) Hakikat Bağlamında İdealizm ve Pragmatizm
Varlık, hakikatin ontolojik cephesi olduğu gibi,
düşünce de onun epistemolojik ve lojik cephesidir.
H.Z.Ülken
Başta Hegel olmak üzere idealizm, aklı felsefenin yöntemi olmaktan çıkarıp
amaç haline getirmekle ve bir varlık türü olan bilgiyi felsefenin biricik konusu
yapmakla varlıklara ve genel olarak varlığa karşı şüpheci bir tavır alınmasına neden
olmuş, bunun sonucunda da bütün hakikati bilgiden ibaret gören idealizmin felsefede
doğurduğu çeşitli problemler ortaya çıkmıştır. Oysa idealizmin tohumlarını atan
Platon varlığı bilgiden ibaret görmemiş ve bilgiyi sadece varlıkları açıklamak için bir
araç olarak kullanmıştır. Bu haliyle varlığı bilmenin bir aracı olan akıl, daha sonraki
yüzyıllarda birçok idealist düşünür tarafından varlığın kendisi olarak sunulmuş, bu da
aklın tek gerçek olmadığını kavrayan birçok kişinin tüm hakikat karşısında şüpheci
bir tavır takınmasına neden olmuştur. İdealizmin büyük filozofu Hegel, idealist
felsefeyi bu çıkmazdan kurtarmak için varlık+yokluk sentezinden oluşu meydana
getiren diyalektiği gündeme getirmiş fakat o da tam bir metafiziğe saplanmıştır. Ona
göre, bir yanda düşünce ile varlık, bir yanda da varlık ile yokluk birbirinin aynıdır ve
bunlar oluşu meydana getirir. O, bu görüşüyle hem bilgi dışında asıl varlığa
ulaşılamayacağı hakkındaki idealizmin yanlış axiom‘una sadık kalmış hem de
bilinemeyeceği ileri sürülen mutlak gerçeğe ulaşma imkânı veren yeni bir yöntem
ortaya koymuştur. Ancak bu iddianın haklılığının öncelikle varlık+yokluk sentezinin
başarılı olmasına bağlı olduğu da dikkatlerden kaçırılmaması gereken bir noktadır.392
392 Ülken, H.Z., 1968, a.g.e., s. 60-62.
183
Felsefe tarihindeki ilk dikotomi hatırlanacağı gibi ―varlık-yokluk‖
dikotomisidir.393
İlk olarak Platon tarafından ortaya konan, 19. yüzyılda Hegel
tarafından yeniden ele alınan ―varlık-yokluk‖ dikotomisi, aslında iddiaya bağlı
olarak hakikate ilişkin bir kabulü de kendi içinde taşımaktadır. Felsefe tarihinde
dikotomilerden kurtulmak için başvurulan en önemli yöntemlerden biri ise
diyalektiktir. Diyalektiği önce Herakleitos, sonra Platon, bugünkü anlamına en uygun
şekilde de önce Hegel, sonra da Marx kullanmıştır. Bu yöntem, her fikrin kendi
antitezi ile çatışarak sentezini meydana getirmesi ve her sentezin de tekrar bir tez
olmak üzere kendi antitezini doğurarak yeni sentezlere doğru ilerlenmesi üzerine
kuruludur. Hegel, klâsik mantık yerine çelişme üzerine kurulu bu diyalektik mantığı
savunmuştur. Bu nedenle Hegel‘e göre, hakikat, tüm eski görüşlerden farklı,
hareketli bir süreçtir. Bu hakikat, zaman-dışı sabit bir hakikat değil, oluşun diyalektik
gelişmesine bağlı artarda meydana gelen çeşitli hakikatlerden oluşan bir hakikattir.
Çünkü bir sentez için hakikat olan başka bir sentez için hakikat değildir.394
Dolayısıyla Hegel‘in ―varlık-yokluk‖ dikotomisi içinde erittiği diyalektik görüşünün
anlamı şudur: Varlıkta durağanlık olmadığı için ―var‖ ya da ―yok‖ denecek bir şey
yoktur; sadece belli bir ―oluş‖ sürecinde olmakta olan şeyler vardır. Fakat varlık
olmadan oluş nasıl olmaktadır? Bir şey hakkında ―oluyor‖ diyebilmek için öncelikle
bir şeyin olması gerekmez mi? Elbette ki, var olan bir şey olmadan oluştan söz
edilemez. Nasıl ki, insanın doğması, bitkinin çiçek açması, kâğıdın sararması, bu
varlıkların birer görünümü ve nasıl ki onları bunlardan sıyırınca yalnız başına
393 Dikotomi, herhangi iki şeyin birbirlerinden çok temelli bir biçimde ve birbirlerine
indirgenemezcesine farklı oldukları düşünülen iki temel parçaya bölünmesi (Cevizci, Ahmet,
Paradigma Felsefe Sözlüğü, İstanbul, Paradigma Yayıncılık, 2013, s. 448).
394 Ülken, H.Z., 1968, a.g.e., s. 476.
184
doğma, açma, sararma diye gerçek bir oluş düşünülemezse, aynı şekilde bir ―varlık‖
olmadan da, ―oluş‖ düşünülemez. Diğer bir deyişle, oluşun olması için oluşacak bir
şey, değişimin olması için de değişecek bir şey olmalıdır. Neticede, oluş varlığın bir
tavrı, bir görünümüdür. Bu nedenle genel ve soyut bir oluştan değil de, birbirinden
farklı varlıkların her birinin kendi oluşundan söz etmek daha doğru olur. Dolayısıyla
Hegel‘in ilk başta insana mantıklı gibi görünen ―oluş diyalektiği‖ düşüncesi bu
yönüyle problemlidir. Ayrıca varlık ve yokluk gibi birbiriyle çelişen iki terimin bu
metotla birleştiği iddiası da pek akla uygun değildir. Çünkü birbiriyle çelişen şeylerin
birleşmesi imkânsızdır; ne zihin çelişikleri birleştirebilir ne de gerçekte çelişikler
birleşebilir. Zihinsel olarak da fiilî olarak da sadece farklıların birleşmesi söz konusu
olabilir. Zira yeni-Hegelci olarak adlandırılan Croce de, diyalektiği farklıların
birleşmesi olarak ele almıştır. Ona göre, Hegel‘in zıtlıkların birleşmesine ait iddiasını
savunmak mümkün değildir. Çünkü birbiriyle zıtlık içinde olan kavramların akılda
bile olsa birleşmeleri söz konusu olamaz. Varlıkta çelişkiler değil, birtakım
farklılıklar vardır ve bu farklılıklar birbirine katılma suretiyle biraraya gelerek
birbirini tamamlamaktadır. Ancak Croce‘nin de konuyu başlangıçta farklı olanların
sonradan birleştirilmesi şeklinde ele alması nedeniyle eleştirisini idealizmin ötesine
taşıyamadığını söyleyebiliriz. Çünkü başlangıçta farklı olup da sonradan birleşen
şeyler değil de, ayrılmamış ve aslında tamamlayıcı vasıfları olan birlikler vardır.
Öyle varlıkların anlaşılması için de, önce zıt vasıflarını soyut olarak ortaya koymaya,
sonra da bu soyut vasıfların sentezini aramaya gerek yoktur. Çünkü onlar aslî birliğin
birer manzarasıdır ve bu manzaralardan hiçbiri de kendi başına varlık değildir.395
Oysa Hegel, varlıkta olup biten her şeyin ―tez+antitez=sentez‖ biçiminde yaşanan
395 Ülken, H.Z., a.g.e., s. 138, 513.
185
diyalektik bir süreçte ortaya çıktığını savunmaktadır. Bu şekilde ele alınan
diyalektiğin doğruluğu ise ―zıt terimlerin ayrı ayrı bulunmasına ve çatışmalardan
daima yeni bireşimlere geçilmesine‖ bağlıdır. Fakat zıtlığı meydana getiren ilk
olguda terimler birbirinden ayrı olarak değil, sadece aynı varlığın manzaraları olarak
görünmektedir. Bu da ilk olgunun başka terimle birleşecek bir olgu olmadığı, farklı
görünümleri içinde barındırdığı ve bu farklı görünümlerin her birinin ayrı ayrı
meydana çıkarılması gerektiği anlamına gelir. Bunun için de, diyalektik yapay bir
metot olmaktan öteye gidemez.396
Dolayısıyla Hegel‘in varlık ile yokluğu önceden
ayrı gibi ele aldığı diyalektik görüşüne katılmak mümkün değildir. Varlık, onun
düşündüğü gibi, varlıkla yokluğun bir sentezi değil; asıl varlığın gerçekleşmesidir.
Varlık dışında bir oluş düşünülemeyeceği gibi oluş dışında bir varlık da
düşünülemez. Kısacası, oluş, sadece varlığın bir halden başka bir hale geçmesi
demektir.397
Ancak Hegel bu kavramları birbirine karıştırdığı için diyalektiği
sistemine yanlış uygulamış ve bu yüzden de iddiasını temellendirirken bir yanılgıyla
düşünceden varlığa geçmiştir. Oysa zihin hakikatinden varlık hakikatini çıkarmak
hiçbir şekilde mümkün değildir. Diğer bir deyişle, varlığa ait hakikat ile
sembollerden yola çıkan formel hakikat birbiriyle karıştırılmamalıdır. Çünkü
birincisi doğrudan varlığın kendisiyle, ikincisi ise işaretler sisteminin çelişkiye
düşmeden işlemesi ile ilgilidir.398
O halde kökleri bakımından antik Yunan‘a
dayanmakla birlikte esas olarak Hegel‘in geliştirdiği diyalektik mantık, kanıtlamanın
düşüncenin hareketinden olguların hareketine doğru atlanarak yapılması bakımından
396 Ülken, H.Z., a.g.e., s. 166-167.
397 Ülken, H.Z., a.g.e., s. 142.
398 Ülken, H.Z., a.g.e., s. 99.
186
eleştirilebilir. Dikkat edilirse, bu sistemde ‗salt-varlık‘ kavramı ile ‗salt-yokluk‘
kavramı da birbirinden ayrılmamıştır. Aslında karışanlar da yalnız kavramlardır; zira
salt-varlık ile salt-yokluk saf halde iseler birbirlerine karışmaları söz konusu olamaz.
Ayrıca, zihinde kavramlar arası böyle bir karışma olsa da, oradan ontolojik ―varlık-
yokluk‖ birliğine geçmeye hakkımız yoktur. Peki, bu kavram diyalektiğinin temeli
olan ―salt-varlık‖ ile ―salt-yokluk‖ nerededir? Elbette ki, onlar düşünceden başka
hiçbir yerde değildir ve buradan çıkarılan kavramsal oluş da varlıksal oluşu
açıklamak için yeterli değildir.399
Hegel‘in bu diyalektiksel hakikat görüşü, akıl-deneyim, şüphecilik-
dogmatizm, gerçek-ideal, teorik-pratik arasındaki tüm zıtlıklar gibi değişme ile
değişmezlik arasındaki zıtlığı da ortadan kaldırdığı iddiasındadır. Ancak değişme-
değişmezlik arasındaki zıtlığın ortadan kaldırıldığı iddiası, Hegel felsefesinin
temelindeki ―oluş‖ düşüncesiyle pek uyuşmaz. Zira soyut varlığın yerine oluş
konuluyorsa gerçek olan tek şey ―değişim‖ olmaktadır. Bu durumda da ―değişmez
temele dayanan değişme tavırlarının‖ anlaşılması mümkün değildir. Bu çıkmazdan
kurtulmanın yolu ise, imkânsız görülen ―zıtlıklar sentezi‖ yerine bir ―farklılıklar
sentezi‖ koymaktır. Farklıdan farklıya geçiş klâsik mantık içinde işlediği için de bu
yol artık diyalektik yöntemden çıkmayı gerektirir. Öyle ki, bu yöntemde, diyalektik
mantığın zıtlıkların sentezi yolunda ortaya çıktığını ileri sürdüğü çeşitli hakikatlerin
yerini, birbiri ardına gelen ayrı dengelerin hakikati almaktadır. Felsefe, gelinen bu
noktadan sonra zıt terimlerin birbiriyle ilişkisini onları bir sentezde eriten diyalektik
yöntemden farklı başka yöntemlerle inceleme yoluna gitmiştir. Yapma sentezlere
düşmekten kaçınan bu çözüm yolunda ise ―uzlaşamaz olanları uzlaştırmaya
399 Ülken, H.Z., a.g.e., s. 514-515.
187
çalışmayalım, onlardan her birini kendine elverişli tarzda inceleyelim‖ düşüncesinin
öne çıktığı görülür. Bu da pek tabii olarak birbirinden çok farklı birkaç çözüm yolu
doğurmuştur.400
İşte bunlardan birisi de pragmatizmdir.
Pragmatizm, hakikat arayışında felsefe tarihinde yer alan karşıt görüşlerden
birini tercih etmek yerine daha tarafsız bir çözüm yolu sunduğu iddiasındadır.
Özellikle de plüralist bir yaklaşımla Hegel‘in mutlakçı idealizmindeki bütüncü
görüşe karşı çıkarak, belirsiz bir gerçek açılışında belirli bilgi parçalarının kesilip
ayrıldığını ileri sürmüştür. Zira pragmatistlere göre, zihin ―dikotomik‖ görüşlerden
herhangi birini kesin olarak seçme gücünde değildir. Çünkü her iki tarafın da lehine
ya da aleyhine çeşitli kanıtlar ileri sürmek mümkündür. Ancak bu dikotomiler bu
şekilde kaldığı sürece de doktrin kavgaları hiç bitmeyecektir. Bu anlamda bir
çıkmaza girildiği açıktır. Bu çıkmazdan kurtulmanın yolu ise konuya pragmatik bir
tavırla yaklaşmaktır. Çünkü insan bu dikotomiler karşısında hep belli bir pratik fayda
ve tatmin ihtiyacı nedeniyle bir seçme durumunda bulunmaktadır. Bu nedenle, bütün
doktrinler pratik faydamızı tatmin ettikleri nispette doğrudur. Nitekim James, pratik
faydayı, bütün zıt doktrinlerin üstünde ve onları çözme iddiasıyla ele almış, bu
amaçla da rasyonalizmin karşısına empirizmi, monizmin karşısına da plüralizmi
koymuştur. Ancak bu yaklaşım da sözü edilen dikotomiyi çözüme ulaştırmada yeterli
olamamıştır. Çünkü pragmatizmin sunduğu ölçüt, her ne kadar diğer …izm‘lerin
sunduğundan farklı olsa da onun da başka çıkmazları vardır. Pragmatizmin ölçütü,
içeriği net ve değişmez bir ölçüt olmayıp, durum ve koşullara göre değişebilecek bir
ölçüttür. Öyle ki, pratik faydanın yön değiştirmesine göre doğru hakkındaki yargının
yönünün de değiştirilmesi gerekmektedir. Dolayısıyla bu kadar ―kararsız‖ bir ölçüyle
400 Ülken, H.Z., a.g.e., s. 477.
188
sürekliliği olan bir hakikat kriteri ortaya koymak mümkün değildir. Diğer yandan
pragmatizm her ne kadar dikotomilerle ilgili girilen çıkmazda doktrinlerden birini
seçmek yerine pluralist yaklaşımıyla daha tarafsız bir yol sunmuş gibi görünse de
―bircilik karşısına çokçuluğu, akılcılık karşısına tecrübeciliği‖ koyduğu için doktrin
çatışmalarını da devam ettirmekten kendini kurtaramamıştır.401
Dikotomileri birleştirmekte Hegel‘in diyalektiği ―düşüncenin mutlaka fiille
birleşik olması gerektiği‖ fikrini kapsadığı için, onun teori ile pratiği birleştirdiğini
söylemek mümkündür. Hegel‘in bu görüşü daha sonra Croce tarafından da ―istek
fiili‖ şeklinde ifade edilmiştir. Ancak pragmatizm bunun tam aksi bir düşünceyle
teorinin pratikten çıktığını, teoriyi yapanın da pratik olduğunu ileri sürmüştür. Öyle
ki, pragmatizmin önemli temsilcilerinden James ve Dewey‘e göre, insan düşünen
olmadan önce alet yapan bir varlıktır. Fakat yukarıda açıklanan nedenlerden dolayı
pragmatizm varlık ile yokluk, gerçek ile ideal, teori ile pratik arasındaki karşıtlığı
çözme arayışına girmemiştir. Ne idealizm ne pragmatizm ne de başka bir felsefî akım
varlık ile yokluk, gerçek ile ideal, teori ile pratik arasındaki karşıtlığı çözemediği için
de bugün hakikat probleminde son noktaya gelinmiştir.402
Bu nokta ise her şeyin
herkese göre değiştiğinin ve güvenilir hiçbir hakikatin olmadığının savunulduğu
mutlak rölativizm düşüncesidir.
Bu çerçevede, ―hakikat‖ konusunda yaşanan problemi körlerin ünlü fil
betimlemesine benzetmek mümkündür. Nasıl ki fili hortumundan tutan onu ince ve
uzun bir boru gibi, gövdesinden tutan kocaman ve yumuşak bir kaya gibi,
kuyruğundan tutan aşağı kıvrılan bir yılan gibi, dişlerini tutan da mızrak gibi
401 Ülken, H.Z., a.g.e., s. 485.
402 Ülken, H.Z., a.g.e., s. 467.
189
tanımlıyor ve fili sadece belli bir parçasından tuttuğunu bilmediği için de o parçanın
filin bütünü olduğunu zannediyorsa, hakikat konusundaki bütün meselenin de
bundan ibaret olduğu görülmektedir. Öyle ki tıpkı filin yalnızca bir parçasını tutan ve
gerisini görmediği için de tuttuğu parçayı filin tamamı zanneden kör gibi, her felsefî
sistem de kendi içinde tutarlı olduğu için kendi dışındakini inkâr eden bir ―cephe
hakikati‖ meydana getirmiştir. Bu nedenle de birbiriyle uzlaşamayan ―dikotomik‖
görüşler ortaya çıkmıştır. Oysaki bu görüşlerin her birinin aslında bir ―cephe
hakikati‖ olduğunu ve diğerlerini inkâr etmelerine rağmen yine de hepsinin hakikatin
bütününden bir manzara olduğunu kabul etmek gerekir. Zira felsefe tarihi de ancak
böyle bir bağlantı içinde düşünüldüğü takdirde anlamlıdır; aksi durumda birbiriyle
çelişen fikirler karmaşası olmaktan öteye gidemez. Örneğin ―gerçek-ideal‖
dikotomisini ele alalım: ―Gerçekçi görüş ideali dışta bırakır, idealci görüş gerçeği
dışta bırakır. Fakat gerçek ve ideal üstün bir bakışla birbirlerini tamamlarlar. Bu ne
sanat sezgisidir, ne mistik bir bütüne ermedir. Bu, kökten birliğin ve karşıt rit imlerin
bilinmesinden doğan mantıkî bir bütünleşmedir.‖ Ülken‘e göre, bunu ortaya koymak
için, Hegel‘in yaptığı gibi, karşıt görüşlerin birbiriyle çelişik olduğunu ve mutlaka bir
sentez içinde erimeleri gerektiğini söylemeye de gerek yoktur. Çünkü böylesi bir
mantıksal bütünleşmede karşıt görüşlerin hepsi olduğu gibi kalır; ne gerçek ideale ne
de ideal gerçeğe dönüştürülür. Esasında gerçek ile ideali birbiriyle asla uzlaşmayan
zıt şeyler olarak görmek doğru değildir. Çünkü onlar köken olarak birdir ve birinin
ötekini dışta bırakması kendi gerçekleşiminde ona dayanmasına engel değildir.
Sanat, ahlâk, din, hukuk, teknik vb. bu bütünleşmenin çeşitli aşamalarıdır.
Dolayısıyla, hakikat iki terim arasındaki bir uzlaşma olmadığı gibi, Hegel‘in söz
ettiği gibi diyalektik bir sentez de değildir. Hakikat, varlığa ait bir kategoridir ve
190
sonlu varlığımızın belirsizlikten kurtulma çabasının en büyük idealidir.403
Benzer
şekilde James‘e göre de, bir düşünürün öncelikli olarak farkına varması gereken
temel şey, hiçbir felsefenin ―özet bir taslak, bir dünya resmi, olayların perspektifine
kuşbakışı bir bakış‖ olmak dışında bir şey olmadığını kavramaktır. James, felsefe
tarihinde yer alan farklı görüşlerin taraf tutmalara neden olarak …izm‘cilikleri ortaya
çıkardığını, bunun da bir tür antipati oluşturduğunu düşünür. Ona göre, bu kabul
edilebilir bir durum değildir, çünkü bütün gruplar aynı zorunlu çıkarlara sahiptir ve
hiç biri diğerlerinin onu düşündüğü şekilde yanlışın savunucusu değildir. Birbirinden
farklı bu …izm‘lerin hepsi evreni anlama çabasının bir sonucudur ve hiç biri evrenin
bozulmasını veya anlamı olmayan bir tutarsızlık alanına dönüştürmeyi istememiştir;
sadece aynı evren her düşünce tarafından farklı şekilde vurgulanmıştır o kadar.
Buradan da anlaşılabileceği gibi, James için önemli olan evreni anlamaya yönelik
farklı düşünceler değil, evrenin kendisi ve insanın onunla kurduğu iletişimin
devamlılığıdır. Ona göre, felsefe tarihindeki farklı görüşler, savunucularının
tercihleri ve seçimleriyle ilgili olarak savunulabilirdir ve hiç biri tek başına bütün
evrene uygulanabilme yeterliliğine sahip değildir. Gerçeklik, bizim insanî
bilgimizden bağımsız olarak meydana gelmiştir ve aynı şekilde bilgimizden ayrı
olarak da işlemeye devam etmektedir. Bu aşamada bizim yapabileceğimiz tek şey,
onu olduğu gibi kabul etmekten ve ona bağlı kalmaktan başka bir şey değildir.404
Kökleri bakımından Platon‘a dayanan idealizm, birçok filozof tarafından
savunulan ama neredeyse her savunucusunda yeniden şekillenen bir felsefe olarak
403 Ülken, H.Z., a.g.e., s. 494-496.
404 James, William, 1948, a.g.e., s. 6-31; Kınağ, Mustafa, William James’in İdealizm Eleştirisi,
Erciyes Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, YL Tezi, 2011, s. 35-45.
191
yazınsal ve tarihsel alanlarda da kullanılan oldukça genel bir ifadedir.405
Bu nedenle
idealizmi kesin ve tam bir şekilde tanımlamak neredeyse imkânsız olduğu gibi, bu
konu üzerinde genel bir uzlaşının bulunduğunu söylemek de aynı derecede zordur.
Öyle ki idealist felsefelere bakıldığında, temel birkaç unsur hariç, aralarında çok açık
benzerlikler olmadığı görülmektedir. ‗İdealizm‘, felsefi bir terim olarak ilk kez 17.
yüzyılda Leibniz tarafından ―bir insanın zihninde idealardan başka hiçbir şeyin
bilinemeyeceğini‖ savunan görüş için kullanılmıştır.406
Daha kapsamlı bir şekilde
ifade etmek gerekirse, idealizm, ―pratik eylemlerden ziyade eylemler bütününün
oluşturduğu ilkeler ve kavramlarla; tikel olandan ziyade tümel olanla, olaylardan
ziyade olgularla, somut olandan ziyade soyut olanla ilgilenen‖ bir düşünce
akımıdır.407
Başka bir deyişle, ―insanın gerçekliğe ya da deneyime ilişkin yorumunda
ideal ya da tinsel olana öncelik veren, dünya ya da gerçekliğin özü itibariyle tin
olarak var olduğunu, soyutlama ve yasaların duyumsal şeylerden daha temel ve
gerçek olduğunu savunan‖ bir öğretidir.408
Diğer bir ifadeyle de, ―gerçekliğin özünü
yalnızca görüngü olarak kabul ettiğimiz cisimler dünyasında değil, özdeksel olmayan
varlıkta arayan, nesnel gerçekliği idea, us, tin olarak belirleyen ve özdeği düşüncenin
(tinin) bir görünüş biçimi olarak inceleyen‖ felsefe akımıdır.409
Gerçekten de Hegel
başta olmak üzere tüm idealist düşünürler, gerçek olanın rasyonel olduğunu
405 Beiser, Frederick C., German Idealism The Struggle Against Subjectivism, London, Harvard
University Press, 2002, s.vii.
406 Rorty, Richard, Consequence of Pragmatism, USA, Harvester Wheatsheaf Publishing, 1982, 140.
407 Acton, Harry Burrows, ―Idealism‖, The Encyclopedia of Philosophy, Paul Edwards(ed.)., Vol. 4,
New York, The MacMillan Company Press, 1967, s.110.
408 Cevizci, Ahmet, 2013, a.g.e., s. 838.
409 Akarsu, Bedia, Felsefe Sözlüğü, İstanbul, Remzi Kitapevi Yayınları, 1988, s. 100.
192
söylemiştir. Hegel‘in ―gerçek olan akla uygundur, akla uygun olan da gerçektir‖
sözünü tam da bu nokta hatırlamak belki faydalı olur.
James‘e göre, idealizmin iddia ettiği gibi, gerçekten de zihnimizin mantıksal
önceliği var ve tüm somut evren sınırlı düşüncemizdeki bir bütünse ve düşüncemiz
diyalektik metotla çalışıyorsa, bilimde diyalektik metodun daha önce hiç
denenmemiş olması çok tuhaftır! Ona göre, Hegel, nesneler arasındaki bağıntıları
diyalektik hale getirerek sistemini somutlaştırmaya çalışmışsa da, felsefesi
yaşadığımız dünyanın somut ayrıntılarını anlamak için yeterli değildir. James yine de
felsefe tarihindeki bütün farklı görüşlerin birbiriyle ne kadar çelişirse çelişsin veya
birbirini ne kadar dışarıda bırakırsa bıraksın, insan-evren ortak zemininde aynı amaca
hizmet ettiğini düşünür. Bu nedenle o kendi felsefesini hiçbir görüşü dışarıda
bırakmayacak şekilde düzenlemiştir.410
Aslında Papini‘nin ―koridor‖ örneği
pragmatizmin temel yaklaşımını tipik olarak ortaya koymaktadır. Öyle ki bu koridor
üzerinde bulunan her oda aslında farklı bir felsefî görüşü temsil etmektedir. Söz
gelimi, bir odada idealizm, diğerinde ise materyalizm vardır ve aynı şekilde diğer
odalarda da diğer felsefî akımlar oturmaktadır. Pragmatizmin burada dikkat çektiği
nokta, felsefenin her durumda anlamlı olması isteniyorsa, bu örnekte pragmatik
yöntemi temsil eden koridordan faydalanılması gerektiğidir.411
Sonuçta bütün
odaların kapıları aynı koridora açılmaktadır. Daha açık bir deyişle tüm felsefî
sistemler, insanın bu dünyadaki yerini açıklama çabasıdır. Bu nedenle birbirlerine
karşı üstünlükleri olmadığı için hiç birinin bir diğerini dışlamaya hakkı da yoktur.
410 Kınağ, Mustafa, 2011, a.g.e., s. 47-53.
411 Suckiel, Ellen Kappy, William James’in Pragmatik Felsefesi, Çev. Celal Türer, İstanbul,
Paradigma Yayınları, 2003, s. 9.
193
James‘e göre, felsefede herhangi bir kanaati saatlerce tartışmak yerine, onu
adım adım somuta indirgemek bizi çözüme götürür. Eğer felsefî bir iddia somuta
indirgenemiyor ve hayatta idrak edilemez sonuçlara sahipse, onun pragmatik olarak
hiçbir anlamı yoktur. Bu bakımdan pragmatizmin hakikat olması muhtemel şeyler
hakkındaki tek ölçütü, hangi şeylerin hayatın her parçasına en iyi oturduğu ve
hiçbirini dışarıda bırakmadan deneyin gerektirdiklerine uyduğudur. Ona göre somut
gerçeklikle uyuşan şey hakikattir, uyuşmayan da değildir; bunun daha ötesi yoktur.
Bu nedenle, hiçbir deneyimimizde yer almayan ―soyut doğru‖ diye bir şey yoktur;
aynı şekilde soyut doğruların zirvesi olan ―mutlak doğru‖ diye bir şey de yoktur.
Oysa birçok felsefî görüş değişmez ve kesin bilgilerin olduğu konusunda çok ısrarcı
davranmıştır. Bu mutlakçı görüşün hayatın gerçekleriyle uyuşmadığını gören insanlar
da, hakikati tamamen reddeden, hiçbir doğrunun olmadığını, olsa da
bilinemeyeceğini savunan şüpheciliğe sığınmıştır. James‘e göre, ―mutlakçı-şüpheci‖
dikotomisi, insanlar için üçüncü halin imkânsız olduğu bir durum değildir. O,
mutlakçılığı dogmatik, şüpheciliği de irrasyonel olduğu için reddederek bu iki
alternatife şöyle bir üçüncü seçenek ekler: Deneyimcilik. Deneyimciliğin cevapları
mutlak olmayan, göreli cevaplardır ve pratik hayatta işlediği müddetçe de doğru
kabul edilir.412
Buradan anlaşılabileceği gibi James pragmatik görüşüyle aslında insanları
hakikati reddetmeye götüren şüphecilikten kurtarmak istemiştir. Ancak daha önce de
açıklandığı gibi, bu amacına ulaşmak yerine görüşünün bir sonucu olarak ortaya
çıkan rölativizm nedeniyle insanların zihinlerinde açılan şüpheciliği pekiştirmiştir.
Ona göre, tüm felsefe tarihi aslında ―sert-zihin‖ ve ―yumuşak-zihin‖ şeklinde ifade
412 Türer, Celal, William James’in Ahlâk Anlayışı, Ankara, Elis Yayınları, 2005, s. 31-62.
194
edilebilecek iki insan mizacının çatışmasından ibarettir.413
Oysa, ya o ya da bu
olmaya gerek yoktur ve tam da bu nedenle pragmatizm bu iki mizacı birleştirmeyi
önermiştir. Pragmatizmin olgulara bağlı, onları açıklamaya gönüllü, bununla beraber
değerlerle barışık bir akım olması da bundan dolayıdır. Bu özellikleriyle pragmatizm
felsefî meselelerin çözümünde geleneksel anlayışa alternatif bir yaklaşım olarak
karşımıza çıkmaktadır. Pragmatizmin bu genel tavrı estetik alanda da aynı şekilde
alternatif bir yaklaşım olarak dikkat çekmektedir. Çünkü sanat olan ile olmayanı
kesin bir tavırla birbirinden ayıran idealizm, bu yaklaşımıyla pragmatizme göre çok
sert bir tavır sergilemektedir.
Görüldüğü gibi, pragmatizm, düşünceleri ve teorileri deneyim ile
uygulamadaki işlevleri ve sonuçları bakımından ele alan, her tür dikotomiyi
reddeden, insan deneyiminin doğal dünyadan bağımsız olamayacağını ve
çevremizdeki nesnelerle etkileşimimiz sonucunda oluştuğunu savunan dinamik bir
felsefedir. Pragmatizmin dikotomilerle ilgili safında yer aldığı herhangi bir taraf
yoktur ya da savunduğu bir dogma veya mutlak yoktur; onun için önemli olan girilen
bir çıkmazdan en pragmatik şekilde kurtulmaktır. Bu nedenle pragmatizmin sonu
gelmez tartışmaları insan deneyimlerine dayanarak sona erdirmek için tasarlanmış bir
felsefe olduğunu söylemek de mümkündür.414
Bazı bakımlardan idealizmle benzeşen
unsurlara sahipse de –ki pragmatist düşünürlerin bizzat kendileri bunu açıkça ifade
etmiştir zaten– pragmatizm deneyim esaslı düşüncesiyle idealizmin düalistliğini
aşmıştır; onlar gibi insan deneyiminin doğal dünyadan ayrı olduğunu ileri sürmez.
413 James, William, 1948, a.g.e., s. 9-10.
414 Shook, John, Amerikan Pragmatizminin Öncüleri, Çev. Celal Türer, İstanbul, Üniversite
Kitapevi Yayınları, 2003, 7-12.
195
Tam tersine, deneyimin çevremizdeki nesnelerle etkileşime girdiğimizde oluştuğunu
savunur. Buna göre, herhangi bir nesneyi gözlemlediğimizde deneyimlediğimiz şey,
dışarıdaki bir nesnenin neden olduğu zihinsel bir fikir değil, bizatihi o nesnenin
kendisidir. Bu bakımdan, idealist düalizmin birbirinden tamamen ayrı olarak ele
aldığı iki çeşit kâinat anlayışını reddeder.415
Pragmatizme göre, var olan her şey
arasında sürekli ve hiç bitmeyen bir akış vardır. Söz gelimi James‘e göre, yaşam
sürekli bir değişim içindedir; yaşamın özü de, onun bu sürekli değişen özelliğindedir.
Ancak kavramlarımız sabittir. Bu nedenle, kavramlarımız gerçekliğin parçaları değil,
sadece varsayımlarıdır. Bir şeyi kavramlaştırdığımızda onu parçalara bölmüş,
sabitlemiş ve diğer şeyleri onun dışında bırakmış oluruz. Oysa gerçekliği kavramlara
böldüğümüzde onun bütünlüğünü elde etmemiz imkânsızdır. Ona göre, evrendeki
sürekli akışta, bu duyusal süreklilikte hiçbir element, kavramların diğer
kavramlardan ayrılması gibi, kendini diğer elementlerden ayırmaz. Çünkü bu akış
içerisinde kesişme noktası olamayacak kadar küçük parça yoktur. Diğer bir deyişle
bitişiği olmayan hiçbir parça yoktur. Bu da, boşluğun oluşturduğu herhangi bir ara
boşluktan bahsedilemeyeceği, hiçbirinin diğer bir parçayı dışlayamayacağı, sadece
birbirlerinin bileşenleri olup, birbirlerine bağlı oldukları anlamına gelmektedir.416
Her tür dikotomiyi reddeden, her felsefî akıma kapısını açan, hepsini aynı
hoşgörüyle kucaklayan, her felsefî görüşün hakikatin farklı bir görünümü olduğunu
belirten pragmatizm, bu yönleriyle idealizm ve diğer felsefî görüşlerden ayrı bir yere
sahipmiş gibi dursa da, hakikat problemi ile ilgili çözmesi gereken önemli bir
problemle karşı karşıyadır. Bu problem ise, daha önce de ifade edildiği gibi
415 Shook, John, 2003, a.g.e., s. 27, 66.
416 Kınağ, Mustafa, 2011, a.g.e., s. 70-74.
196
pragmatizmin mutlak rölativizme açılan yoludur. Aslında James, pragmatist teoriyle
ilgili doğabilecek bu problemi öngörmüş ve pragmatizmin herkesin kendi
deneyiminden dolayı kendi doğrusuna sahip olacağı şeklinde yorumlanabileceğini
önceden tahmin etmiştir. Bu nedenle, doğruluğu keyfî bir şey olarak ortaya
koymaktan özellikle kaçınmış ve herkesin kendi doğrusuna sahip olduğu ―şahsî
idealizm‖ düşüncesinden farklı bir yola girmiştir. Ona göre, doğruluk, en nihayetinde
bir fikir ile ondan bağımsız olarak var olan bir şey arasındaki ilişki hakkındadır.
Ancak, her ne kadar teorisiyle insanları dikotomilerden ve hakikati reddetmeye
götüren şüphecilikten kurtarmak istemişse de, bu amacını gerçekleştirememiştir.
Çünkü kendisi yeni dikotomiler oluşturmuştur ve keyfi-şahsî rölativizme karşı
olmasına rağmen de görüşünün doğal bir sonucu olarak subjektivizme varmaktan
kurtulamamıştır.
James‘in doğruluk teorisine göre, insan bilgisi seçicidir; bu nedenle bilginin
tarafsız, nötr ve arzulardan bağımsız olduğu şeklindeki genel kabul doğru değildir.
Zira bilgi deneyimi de insanın diğer deneyimleriyle içiçe ve birbiriyle kaynaşmış
haldedir. Bunun için de her bilgide subjektif ve objektif özellikler birarada
bulunmaktadır. Benzer şekilde, Dewey‘e göre de mesela değerler hoşlanımlarından
bağımsız değildir. Çünkü ―vasıtaları ve sonuçları bir dereceye kadar hesaba katan
düşünsel çabalar yoluyla‖ değerlerden de haz alınmaktadır. Ona göre, değerler,
zihnin seçimleriyle zihin tarafında inşa edilir ve onlar da iyiyi inşa eder. Ancak iyinin
ve doğrunun birbirine göre herhangi bir üstünlüğü yoktur; zira doğrular, iyiye ve
kötüye aracılık etmektedir.417
417 Shook, John, 2003, a.g.e., s. 91-132.
197
Görüldüğü gibi, pragmatizm düalizmi her kategoride reddetmektedir.
Pragmatizmin düalizmi reddetmesinin bir nedeni insan deneyiminin bölünmesi
imkânsız sürekli bir akış içinde olduğu yönündeki düşüncesi iken, diğer bir nedeni de
gerçekliği plüralist bir temelde ele almasıdır. Pragmatizm çoğulcudur, çünkü
gerçekliğin tek bir çeşit maddeden oluştuğunu kabul etmez. Aksine gerçekliğin
birçok formu ve çeşidi olduğunu savunur.418
Böyle bir gerçeklik anlayışı da doğal
olarak hiçbir şeyi bir diğerinden ayırarak ele almamayı ve hiçbir şeyi diğerlerinin
dışında bırakmamayı gerektirmektedir.
James, ―zihnin fonksiyonunun temelde aklî olduğunu‖ iddia eden geleneksel
zihinci varsayıma da karşıdır. Ona göre biliş, dinamik ve pratik bir girişimdir. Çünkü
insan bilinci, teleolojiktir, yani erekseldir. Bu nedenle, herhangi bir amaca yönelik
olmayan bir insan etkinliğinden söz etmek imkânsızdır. Felsefe de, insanın
amaçlarına hizmet eden bir etkinliktir. Bu amaç ise, insanın bu dünyadaki yerini
açıklamaktır. Hegel‘inki gibi soyut felsefî sistemler gerçek hayata inmedikleri için
insanın bu amacını gerçekleştirmesinde bir işe yaramaz. Felsefe, günlük
hayatımızdaki deneyimlerimize uygulanabilir olmalıdır.419
Fakat düşünce dünyasına
baktığımızda durumun hiç de böyle olmadığını görüyoruz. Öyle ki felsefe tarihindeki
iki büyük düşünce akımı olan rasyonalizm ve empirizm arasında yüzyıllardır devam
eden mücadele insanları bir dilemmaya düşürmüştür.420
İnsanlar, âdeta bu iki
düşünce akımı arasındaki mücadelede iki taraftan birini seçmeye zorlanmıştır.
Pragmatistler ise, felsefenin en önemli görevinin hayatla gerçek bağlantılar kurmak
418 Shook, John, 2003, a.g.e., s. 92.
419 Suckiel, Ellen Kappy, 2003, a.g.e., s. 6-30.
420 Türer, Celal, 2005, a.g.e., s. 32.
198
olduğunu düşündüğü için, birbirinden farklı bu iki eğilimi birleştirmeye çalışmıştır.
İşte pragmatizm bu nedenle gerek idealizmi gerekse de insanı dilemmaya düşüren
diğer doktrinleri reddetmiş ve kendini tüm doktrinlere eşit mesafede duran alternatif
bir görüş olarak sunmuştur.
Pragmatizm bu alternatif görüşü doğruluk anlayışı ile tesis etmeye çalışmıştır.
Hatırlanacağı gibi felsefe tarihinde doğrulukla ilgili iki teorinin öne çıktığı görülür.
Bunlar ―tekabüliyet‖ ve ―tutarlılık‖ olarak bilinen doğruluk teorileridir. Pragmatizme
göre, doğruluğa ilişkin en çok öne sürülen bu teoriler işlevsel değildir; zira her iki
teoride de, doğruluk ―tesirsiz statik bir ilişki‖ anlamı taşımaktadır. Oysa
pragmatizmin doğruluk teorisi, bir fikrin objesi ile uygun olması halinde bu
uygunluğun pratikteki sonuçları arasında da olacağını söyleyerek doğruluğa hayatın
dinamizmini katmıştır.421
Denilebilir ki pragmatist düşünürlerin diğer iki teoriyi
kabul etmemesinin ana nedeni, bu teorilerdeki doğruluğun nesneyi öncelemesidir.
Oysa pragmatizm, örneğin James, her ne kadar nesneleri özneden bağımsız olarak
kabul etse de, gerçekliği deneyime dayanarak tanımlar. Ona göre, eğilimlerimiz,
nesnelerin temel içeriği olarak neyi algıladığımızı belirlemektedir. Bu nedenle,
nesneleri niçin doğru olarak adlandırdığımızın nedenleri onların niçin doğru
olduğunun da nedenidir. Açıklamak gerekirse, insan, eğilimleri doğrultusunda
kendisini etkileyen karmaşık duyu akışına seçici olarak katılır ve onları belli
tarzlarda organize eder. Ortaya çıkan sonuç ise, onun-için-gerçeklik, diğer bir deyişle
pragmatik-gerçekliktir. Bu nedenle James‘in gerçekliğe yaklaşımının iki kutbu
olduğunu söylemek mümkündür: Bir yanda belli birtakım eğilim, değer ve kaygılara
421 Türer, Celal, a.g.e., s. 218.
199
sahip olan teleolojik özne, diğer yanda da deneyimin akışı vardır.422
Dolayısıyla
pragmatizm gerçekliği her ne kadar zihinden bağımsız olarak kabul etmişse de, onu
ele alışı bakımından idealizmle benzeşmektedir. Söz gelimi James, düşünce ve
nesnelerin, deneyim içindeki bağlamsal ayırımlar olduğunu belirterek, deneyimin
aynı parçasının bir bağlamda düşünce, diğer bağlamda bir nesne gibi işlev gördüğünü
belirtmiştir. Ona göre, düşünce ve düşüncenin nesnesi aslında aynı şeydir. Örneğin,
fizikî bir nesne olarak oda ile zihnî bir içerik olarak oda farklı bağlamlarda ele alınan
bir ve aynı saf deneyimdir. Bu bakımdan ne özne ne de nesne mevcuttur; sadece saf
deneyim vardır ve özne de nesne de daimi akış içinde ayırt edilebilecek deneyim
setleridir.423
Ancak burada dile getirilen ve deneyimde karşılığı olmayan ‗saf
deneyim‘ kavramının, pragmatizmle pek de uyuştuğunu söylemek mümkün değildir.
James‘in vurgulamak istediği, sanırım, gerçekliği tamamen deneyim içinde
değerlendirmek gerektiği düşüncesidir. Önemli bir James yorumcusu olan Suckiel,
onun gerçeklik kavramını iki farklı şekilde anlamanın imkânına dikkat çekmiş ve
buna bağlı olarak da iki farklı yoruma gidildiğini belirtmiştir:
―James‘in teorisinde nesneler, önemli ölçüde özneden bağımsız olarak mevcuttur
ve dolayısıyla bu düşünce, James‘in reelizmi kabulüne ve felsefesindeki reelist
yorumlara sebep olmuştur. Aynı önemde bir gerçek de James‘in gerçekliği
deneyime dayanarak tanımlamasıdır ve dolayısıyla bu durum, onu idealist
yoruma götürmüştür.‖424
422 Suckiel, Ellen Kappy, 2003, a.g.e., s. 87-122.
423 Suckiel, Ellen Kappy, a.g.e., s. 128-130.
424 Suckiel, Ellen Kappy, a.g.e., s. 121.
200
Suckiel‘e göre, James‘in gerçeklikle ilgili iddiaları ilk başta tutarlı görünmese
de, ‗gerçeklik‘ kavramını bu iki farklı şekilde anladığımızda ifadelerinin bir bütün
olarak tezat teşkil etmediği anlaşılmaktadır.425
Benim burada dikkat çekmek
istediğim nokta ise, James‘in gerçeklik ile ilgili görüşünün aslında Croce‘nin
―bildiğimiz şey dünya değil, bizim oluşturduğumuz poetik bağlantılardır‖
düşüncesiyle olan benzerliğidir. Hatırlanırsa Croce‘ye göre sanat temel bilgi formu
olup, diğer tüm bilgiler de ona bağımlı ve ondan türemiştir. Bu bakımdan gerçekliği
ifade etmemizin yolları olan felsefenin, tarihin, hatta bilimin bile ilk başta poetik
olduğunu, dilin bu öncelikli estetik niteliğinin insanın oluşturduğu tüm gerçekliğe de
estetik bir boyut kazandırdığını savunmuştur. Jacobitti‘nin deyişiyle, Croce şekilsiz
bir dünyayı gerçeğin yorumlanmasını sağlayan bir ortak akla çeviren şeyin kültürün
özünde var olan poetika olduğunu göstermiştir.426
Kısacası, onun için gerçeklik
insanın dilsel-estetik bağlantılarla kurduğu bir şeydir. Neticede James‘e göre de
gerçeklik özne tarafından inşa edilen ve deneyim akışıyla ilerleyen bir şey değil
midir? Bu durumda, insandan bağımsız bir gerçeklik hakkında konuşmak mümkün
müdür? Bu soruyu pragmatizme uygun bir ifadeyle cevaplandırmak gerekirse,
mutlak gerçekliklerden veya öznenin inşa edici eylemlerinden bağımsız bir gerçeklik
hakkında konuşmanın hiçbir pragmatik anlamı yoktur. Demek ki, James‘in ya da
genel olarak pragmatizmin estetik görüşü ile Croce‘nin ya da genel olarak idealizmin
estetik görüşü arasındaki benzerliklerin kaynağında, her iki tarafında gerçeklik ile
ilgili benzer bir değerlendirmesi yatmaktadır. Bu tespitimiz ise bir kez daha bize
şunu göstermektedir: Farklı felsefî sistemler arasında birtakım benzerlikler de olabilir
425 Suckiel, Ellen Kappy, a.g.e., s. 121.
426 Jacobitti, Edmund E., 1999, a.g.y., s. 185.
201
farklılıklar da ve bunların her ikisi de aynı derecede ―normal‖dir; çünkü neticede
hepsi aynı hakikatin bir arayışıdır. Metaforik bir deyişle, kaynağı ortak olan bir dere
birçok farklı yoldan gittiği gibi bazen de bir yerde buluşarak bir su birikintisi
oluşturur ve oradan da yine başka yollara gider. Aynı kaynaktan beslenen felsefe de
bazen farklı yollardan bazen de kesişen yollardan geçerek şimdiye dek sürdürdüğü
hakikat arayışını aralıksız olarak sürdürecek ve bize aynı hakikatin farklı
görünümlerini farklı şekillerde sunmaya devam edecektir.
İdealizmin güçlü ve zayıf yanlarını değerlendiren bir yazar, ―ben‖ gerçeğini
filozofça düşünmenin odak noktası yapması, bilgi edinmede ve bilgiyi organize
etmede benin merkeziliğinde ısrar etmesi, hem metafizikle hem de epistemolojiyle
uğraşan oldukça kapsamlı bir felsefe olması gibi hususları idealizmin güçlü yanları
olarak, doğru şekilde anlaşılmasının gerçekten çok zor olması, zira kimilerinin onu
romantikleştirmesi, kimilerinin gizemleştirmesi, kimilerinin ise anlaşılmaz bir
spiritüalliğin içine yerleştirmesi ve akıl ile gerçekliğin özdeş olduğu fikrini öne
sürmeleri nedeniyle idealizmdeki bazı makul düşünme tarzlarının gözden kaçması,
bu yüzden de genellikle onlardan birinin idealizmin tümü sanılması, kapsamlı ve her
şeyi içine alan bir felsefe olmakla birlikte daha çok şematik kalması, ayrıca eskimiş
ve şu anki tarihsel ortamımızla biraz ilişkisiz görünmesi, bu nedenle değişen zamana
karşı olduğu haliyle dayanıp-dayanamayacağı konusunda bugün her zamankinden
daha fazla kuşku olması gibi hususları da idealizmin zayıf yanları olarak
belirlemiştir.427
Aynı değerlendirmeyi pragmatizm için de yapan yazar, insanlara
aynı zamanda dinî bir iman tavsiyesi de olan kendimizi geçmişin sıkıntılarına ve
427 Butler, J. Donald, Four Philosophies and Their Practice in Education at Religion, The United
States of America, Harper&Row Publishers, 1968, s. 236-244.
202
gelecekle ilgili endişelere bırakmadan şimdiki zamanda tümleşik bir yaşamı
önermesi, dayanıklı bir özü sahiplenmemizi sağlamamakla ve sonsuz bir varoluşa
nasıl yerleşeceğimizi söylememekle birlikte bize yaşamın özüne sahip olmanın bir
ölçüsünü sunması, yaşam döngüsünü araştırmamıza yardımcı olurken aynı zamanda
öğrenim döngüsüne hassas olmamızı sağlaması gibi hususları pragmatizmin güçlü
yanları olarak, özü ve varoluşu bize sunmanın bir yolu olarak tatmin edici olmaması,
çünkü varlığına ve özüne inanmadan ruhun yolunu takip etme gibi bir özelliğe sahip
olması, zira kökten agnostik olması, bu nedenle her şeyi saran bir birliğe sahip olma
anlamında felsefî bir eksikliğinin bulunması, bireyselliğe aşırı önem vermesinin bir
sonucu olarak çoğulculuğu ve süreksizliği içermesi, her şeyi işlevsel olarak
açıklaması ve aslında bize o şey hakkında hiçbir şey söylemeyen negatif bir
ontolojiye sahip olması, değerleri sadece yaşam sürecince ortaya çıkan tahminler
olarak ele alması, estetiğinde mağduriyet, keder, umutsuzluk, çirkinlik, korkaklık,
ihtiras, kibirlilik gibi negatif değerlere pek yer vermemesi, oysa estetik değerin
sadece güzellik olmadığı, güzelliğin pozitif karşıtları da dahil olmak üzere başka
niteliklerin de estetik değer olabileceği gibi hususları da pragmatizmin zayıf yanları
olarak ortaya koymuştur.428
Neticede, her iki felsefe akımının güçlü yanlarının yanı sıra birtakım zayıf
yanları da olsa ve her ne kadar pragmatizm bazı bakımlardan idealizmle ve idealist
estetikle benzeşen unsurları içinde barındırsa da, Suckiel‘in de belirttiği gibi, bir
felsefî sistemin başarısı sadece tek bir ölçüt ile ölçülemez. Felsefe, daima zihni
çalıştıran ve geliştiren öğretici bir faaliyet olmuştur. Bu noktadan hareketle felsefî bir
sistemin değeri için uygun unsurlar ―açıklığı, gücü ve filozofun delilinin inceliği;
428 Butler, J. Donald, 1968, a.g.e., s. 430-435.
203
derinliği, hüneri ve görüşünün özgünlüğü; sisteminin tutarlılığı, yaklaşımının
otantikliği; görüşlerinin ciddi mütalaalarından doğan zihnî, ahlakî ve şahsî faydaları‖
olarak sıralanabilir.429
Pragmatizm de estetik görüşüyle insanın deneyimleri
temelinde dünyanın nasıl estetik bir nitelikte oluştuğunu kendine has bir şekilde
anlatmaya çalışmıştır. Dolayısıyla böyle bir estetik görüşü, ne sebeple olursa olsun
felsefî alanın dışına çıkarmak haksızlık olur.
429 Suckiel, Ellen Kappy, a.g.e., s. 143.
204
B) Sanat Bağlamında İdealist Estetik ile Pragmatist Estetik
Teori de sanat gibi pratiğe yöneldiği
zaman öğretici sonuçlar doğurur.
Adorno
Bu çalışmanın ilk bölümünde Platon, Hegel ve Croce üzerinden idealist
estetik; ikinci bölümünde de James, Dewey ve Shusterman üzerinden pragmatist
estetik açıklanmaya çalışıldı. Adı geçen düşünürlerin estetik ile ilgili görüşleri
sistematik bir sıralamayla ele alındı ve estetik anlayışlarında öne çıkan kavramlar
vurgulandı. (Platon-İdea, Hegel-Geist, Croce-Sezgi, James-Duygu, Dewey-Estetik
Deneyim, Shusterman-Somaestetik). Üçüncü bölümün ilk kısmında ise idealizm ile
pragmatizmin estetik anlayışını doğru bir şekilde karşılaştırmamıza imkân
sağlayacak zemin hazırlandı. Ayrıca çalışmanın giriş kısmında ve ilgili bölümlerinde
idealist damgası vurulan pragmatist estetiğin yıllarca yok sayıldığı, bu yüzden
Dewey‘in o çok önemli kitabının da yıllarca bir kenarda bekletildiği belirtildi. Bu
durumda, pragmatist estetiğin idealist estetik kapsamında değerlendirilip-
değerlendirilemeyeceği, varsa benzer ve farklı yönlerinin neler olduğu, yeni ve
özgün bir estetik anlayışı olarak kabul edilip-edilemeyeceği ve genel olarak
pragmatizmle uygunluk gösterip-göstermediği hususları cevaplanması gereken
sorular olarak karşımızda durmaktadır.
Bu sorulara cevap vermeden önce ise ele alınan estetik anlayışlarını genel
hatlarıyla hatırlamakta fayda vardır.430
İlk bölümde belirtildiği gibi idealist estetik
anlayışı antik Yunan‘da Platon ile başlar. Platon‘un, sanatı, ideal devlet kapsamında
430 Önceki bölümlerde yararlanılan alıntılardan bu bölümde de kullanılanların kaynakça bilgileri tekrar
edilmemiş, ilk kez yararlanılan alıntılar ise kaynakça bilgileri ile birlikte gereken şekilde
gösterilmiştir.
205
ele aldığı ve idea öğretisiyle temellendirdiği artık bilenen bir şeydir. Onun farklı
diyaloglarında dile getirdiği estetikle ilgili fikirleri bütün olarak ele alındığında ise,
sanat anlayışının birbiriyle iç içe geçmiş üç temel görüşten oluştuğu anlaşılır. Buna
göre, (a) sanat anlayışının temelinde bilgi ve varlık görüşü bulunmakta; (b) mevcut
sanat eserlerine yönelik eleştirisinin altında olması gerekene ilişkin düşünceleri yer
almakta; (c) sanatın ne olduğunu sanat eserlerinin insanlar üzerindeki etkilerinden
yola çıkarak belirlemeye çalışmaktadır.431
Platon için sanat bir ―mimesis‖tir ve
sanatsal üretimin evrensel yasası da budur. Ancak bu taklit, genelde bilinenin aksine,
görülenler alanındaki nesneleri ikinci dereceden taklit etmek değildir. Ona göre,
sanat, taklit edilen şeyi yanılsamayla gerçekmiş gibi göstermemeli ya da ideaları
olduğundan farklı şekilde taklit etmemelidir. Sanat, duyulabilir olanın ötesine
geçerek evrensel bir modeli taklit etmelidir. Diğer bir deyişle, görülenler alanındaki
tek tek nesnelerin bireyselliğinden uzaklaşarak onların genelliğini yakalayıp taklit
etmelidir. Sanatsal güzellik de hakikî manasını bu noktada kazanmaktadır. Onun
sanat anlayışında ―güzel ideası‖ ile ―iyi ideası‖ aynı şeyi ifade eder. İdealar
merdiveninin tepe noktasında ―iyi ideası‖ vardır ve iyi olan aynı zamanda güzeldir
de. Bu nedenle, eğer sanat eserlerinde adalet, cesaret, aklıbaşındalık gibi aynı
zamanda birer idea olan erdemler temel alınırsa insanların iyi ideasına yönelmesi
sağlanacak; böylece de iyi yönleri gelişecek ve kötü yönleri zayıflayacaktır. Öyleyse
sıradan bir mimesis‘e değil de, ideanın taklidine dayanan eserler değerli eserlerdir;
çünkü o eserler hem iyi hem de güzeldir.
431 Doğan, Can, Platon ve Georg Lukacs’da Sanatın Neliği, Hacettepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler
Enstitüsü, YL Tezi, 2004, s. 9.
206
Görülebileceği gibi, Platon‘un sanat anlayışında estetik değerler etik
değerlere bağlanmaktadır. Çünkü sanatsal taklitten, en güzelin, en kusursuz olanın,
en erdemli yaşamın, kısacası ideal olanın bir taklidini anlamaktadır. Ona göre,
aslında hayatın kendisi ideaların bir taklidi olup, felsefe de hayatın bir taklididir.
Burada felsefe ile sanat insan üretimi bir eser olmaları bakımından birbiriyle
eşdeğermiş gibi görünse de, Platon ideaları sadece filozofların bilebileceği fikriyle
felsefeye sanatın üstünde yer vermiştir. Onun idealar merdiveni duyusal
basamaklardan başlayıp idealara uzanmakta, duyulardan ideaların bulunduğu
basamaklara yükseldikçe de zihinsel bir sıçrama yaşanmaktadır. Duyulara değil de
zihinsel etkinliğe dayanan felsefe de, bu nedenle, diğer tüm insan etkinliklerinin tepe
noktasında yer almaktadır. Ancak Dewey‘in de belirttiği gibi, bu inişi olmayan tek
yönlü bir çıkıştır. Bu nedenle de, insana yukarıdaki güzellikten algılayışsal deneyime
geri dönüş imkânı tanımamaktadır.432
Pragmatist estetisyenler, duyulardan uzaklaşarak idealara ulaşmayı amaç
edinen ve tamamen idea merkezinde şekillenen bu estetik anlayışını, duyuların ve
duyusal olanın küçümsenmesine, rasyonel özelliklerin öne çıkarılmasına, hatta
sanatın hayatla olan bağlantısının gözden kaçırılmasına ve sanatın sadece bir bilme
etkinliği olarak görülmesine neden olduğu için eleştirmiştir. Hatta Dewey, sanat
aracılığıyla karşılaştığımız dünyanın Platon‘un şekiller dünyası ya da soyut başka bir
dünya olmadığını açıkça ifade etmiştir.433
Zira Jackson‘ın da dediği gibi Dewey‘e
432 Dewey, John, 1958a, a.g.e., s. 291; Dewey, John, 2009, a.g.e., s. 71.
433 Bu eleştirilerde Platon‘un sanat görüşüyle ilgili birinci bölümde açıklanan yanlış anlamanın payı
olduğunu unutmamak gerekir.
207
göre, sanat, bizi içinde yaşadığımız dünyadan başka bir varoluş alanına taşımaz,
sadece içinde bulunduğumuz dünyanın imkânlarını ortaya çıkarır.434
Platon‘un ‗idea‘ kavramı, en geniş anlamıyla Hegel felsefesinde devam
etmiştir. Öyle ki idea Hegel‘de sadece bilgi nesnesi değil, tüm varlıksal gerçekliğin
kendisi olmuştur. Bu nedenle temellerini Platon‘un attığı idealist estetik anlayışının
en üst noktası Hegel estetiği olarak kabul edilir. Hegel‘e göre, var olan her şey gibi
tüm sanat yapıtları da ideanın cisimleşmesinden ya da ideanın somutluk
kazanmasından başka bir şey değildir. Ancak bu, sanatın ideaların taklidi olduğu
şeklinde yorumlanmamalıdır. Çünkü Hegel, Platon‘un aksine, sanatın ―mimesis‖
olduğu düşüncesini kabul etmez. Ona göre, sanat tabiatın bir taklidi olarak değil,
ideal bir dünyanın yaratısı olarak ele alınmalıdır. Neticede her ne kadar sanatta
doğadaki nesnelerin biçimlerinden yararlanılıyorsa da, amaç onları tekrar etmek
olmayıp, belli bir ideaya göre onları yeniden şekillendirmektir. Aksi takdirde sanatsal
güzellik, gerçeğe benzerlikle sınırlandırılmakta ve asıl anlamını yitirmektedir. Çünkü
taklit olarak ele alındığında sanat yapıtı sadece doğru bir taklit olması ölçüsünde
değerli olmakta ve güzel olanın nesnesine kayıtsız kalınmaktadır.435
Hegel, sanatı
doğanın taklidi olarak ele almadığı gibi ‗doğa güzelliği‘ kavramını da sanat
felsefesinin dışına çıkarmış ve sadece sanattaki güzelliği ele almıştır. Çünkü sanatsal
güzelliği, mutlak güzelliğin bir ürünü olarak düşünmektedir. Ona göre sanat
güzelliğinde ―güzel‖ olan şey, şekil verilmiş tinselliktir, mutlak tindir; bu da
hakikatin ta kendisidir. Öyleyse güzellik ile hakikat bir anlamda özdeştir ve ideayı
duyusal alanda görünüşe çıkardığı belirtilen sanat da aynı zamanda hem hakikat hem
434 Jackson, Philip W., 1998, a.g.e., s. 61.
435 Görüldüğü gibi Hegel de Platon‘un ―mimesis‖ görüşü ile ilgili aynı yanlış anlama noktasındadır.
208
de güzeldir. Ayrıca ideanın kendisini maddî dünyada görünür kılması anlamıyla
güzel, idealist estetiği karakterize eden özelliklerin başında gelir. Hegel‘e göre,
‗güzellik‘ kavramı ile ‗iyi‘, ‗hoş‘ ve ‗yararlı‘ kavramları birbirinden farklı
kavramlardır. Çünkü ―güzel‖ içinde sonsuzluk ve özgürlük taşırken, ―iyi‖ sonlu ve
tek yanlıdır; diğer yandan ―güzel‖ aklın nesnesi iken, ―yararlı‖ ve ―hoş‖ ancak
nesneyi araç konumuna indirgeyen istemin nesnesi olabilmektedir. Bu nedenle o,
kendi başına bir amaç olan güzelin dışsal amaçlar tarafından belirlenemeyeceğini ve
sanatın pedagojik, psikolojik veya sosyolojik bir faydaya indirgenmemesi gerektiğini
savunmuştur. Ona göre, sanat gerçeği sezgisel bir yolla açığa çıkarır. Bu bakımdan
sanatsal güzelliğin kendisini duyuya, duyguya, sezgiye, hayal gücüne sunduğu
düşünülürse, sanatın düşünceden farklı bir alanı olduğu ve bu alanın da bilimsel
düşünmeden başka bir organı gerektirdiği anlaşılır. Hegel‘e göre, sanat yapıtlarında
içerik ve biçim olmak üzere iki yan vardır. İçerik, en genel anlamıyla İdea‘dır,
Tin‘dir, Geist‘tır; biçim ise, yine en genel anlamıyla duyusal maddedir. Sanatta bu iki
yan birbirine ayrılmaz bir bağla bağlı olduğu için bir bütün olarak görülür. Çünkü
içsel olan dışsal olanda görünüşe çıkmakta ve kendisini dışsal olan sayesinde bilinen
bir şey haline getirmektedir. Sanatın ideali de belirlenimli bir içeriğin tüm
karakteristiklerinin bireysel bir formda tüketilmesi, yani içeriğin form haline gelmesi
ve formun da bu duruma tam uygun olması, yani içerik haline gelmesidir. Bu nedenle
sanatsal gerçeklik, en yüksek duyusal formdur. Geist‘ın bir görünümü olarak ele
alındığı anlaşılan sanat, aslında Hegel felsefesinde çok önemli bir yerdedir. Çünkü
Geist kendisini ilk kez sanat yapıtlarında görünür kıldığı için ideanın duyusal
görünüşe çıkması sadece sanatsal etkinlik sayesinde mümkündür. Durum böyle
olunca, felsefenin konusu olan Mutlak‘ın bizzat Mutlak olarak kavramsal biçimde
209
bilinmesi onun duyusal biçimde bilinmesine bağlanmış olmaktadır; bu da, sanatsal
görünüş olmadan hakikatin bilincine ulaşmak imkânsız demektir. Ancak Geist
hakkında duyusal bilgi veren sanatın görevi kavramsal bilgi veren felsefenin temelini
oluşturmakla sınırlıdır. Çünkü sanatın üstünde sonsuzluğunu açığa vuran din görünür
ve sanatın dışarıdan gösterdiği şeyi derin düşünce ile ruhun derinliğine götürür.
Öyleyse sanat ile din ve ahlâk aslında gerçeğin değişik biçimleridir. Her biri Geist‘ın
birer açılımı olup, özünde bu hakikati sergiler. Sanatın da ahlâkın da amacı, iyiliğin
ve mutluluğun uyumuna ulaşmaktır. Bu bakımdan sanatsal yapıtların bireysel ve
toplumsal hayat üzerinde bazı etkilerinden söz etmek mümkündür fakat sanatı bu
etkilere indirgemek ve bu etkilerle asıl sanatsal etkiyi birbirine karıştırmak doğru
değildir. Sanatsal yapıtların ahlâksal etkileri sanatın gerçek amacı olmayıp, sadece
sanatsal güzelden dolayı ortaya çıkan sonuçlarıdır.
Görüldüğü gibi Hegel estetiği, tıpkı genel felsefesi gibi, ―Geist‖ ile
başlamakta ve ―Geist‖ ile bitmektedir. O, kurduğu felsefe sistemi içinde estetiğin
yerini ve ilgili olduğu sorunları sistemiyle tutarlı bir biçimde ele alarak açıklamıştır.
Kendi içinde tutarlı bir sistem kurduğu için, yapılan her eleştiri sisteminin dışına
çıkmaya mahkûmdur; sistemin dışına çıkıldığında ise çok farklı yorumların
yapılması mümkündür. Her şeyin Geist ile bağlantısında bir anlam kazandığı bu
estetikte, sanatsal güzellik de aynı çerçevede değerlendirilmiş ve ―İdea‘nın duyusal
görünümü‖ olarak tanımlanmıştır. Onun tüm idealist estetik teorileri için geçerli olan
bu güzellik tanımının temeli elbette ki Platon‘un idea anlayışıdır. Bu güzellik
anlayışı, daha sonra Croce estetiğinde de karşımıza çıkmıştır. Zira Croce‘nin felsefî
düşüncelerinin temeli de, aslında Hegel felsefesinin kilit noktası olan ‗tin‘
kavramıdır.
210
Croce‘ye göre, Hegel‘de olduğu gibi, Tin‘den başka bir gerçeklik yoktur.
Sanat, Tin‘in işleyişinin estetik bir görünümde ortaya çıkmasıdır. O da, tıpkı Hegel
gibi, Platon‘un sanatın ―mimesis‖ olduğu düşüncesine karşı çıkmış, sanatçının sadece
belli bir ideale göre değiştirmek için tabiata yöneldiğini savunmuştur. Yine Hegel
gibi sanat güzelliğini de doğa güzelliğinin üstünde kabul etmiştir. Ona göre, tinin
işleyişinin bir ürünü olarak sanat, varlığı keyfe bağlı olan ya da öyle veya böyle
olabilen bir etkinlik değildir; Hegel‘in öne sürdüğü gibi, sonunun gelmesi de
mümkün değildir. Bu estetik anlayışının temel yapı taşı ‗sezgi‘ kavramıdır. Sezgi,
temel bilgi edimidir ve sanat da sezgi bilgisinden başka bir şey değildir. Croce‘ye
göre, sanat sezgi olduğu için, sezgi bilgisi de bireysel olduğu için, sanatın otonom ve
bağımsız olması zorunludur. Sezginin ortaya çıkması ifade ile olduğu için de, sezgi
ile ifade aynı şeydir. Hatta sanat sezgi olduğuna göre, sezgi de ifade olduğuna göre,
sanat ile dil birbiriyle özdeştir. Bu durumda estetik ile dil felsefesi de aynı anlama
gelir. Anlaşıldığı üzere Croce estetiği öne sürülen özdeşlikler ve yapılan ayrımlar
bakımından alışılmışın biraz dışında yer alır. Bu estetiğe göre, sanatçının tininde
sezgiyle yaşanan ve orada ortaya çıkan ifade, asıl sanatsal üretimdir ve gerçek sanat
yapıtı da, gerçek güzel de bu prodüksiyon‘dur. Fiziksel bir varlıkta dışlaştırılan bu
ifadenin alımlayıcılar tarafından yine sezgi yoluyla kavranması ise
reprodüksiyon‘dur. Ona göre, birer reprodüksiyon aracı olan bu fiziksel varlıklara
―sanat eseri‖ ve ―güzel‖ denilmesi bir alışkanlık haline gelmişse de, sanat eseri ve
güzel, sanatçının tininde ortaya çıkan ifadenin kendisinden başka bir şey değildir.
Sanatçı tindeki ifadeyi sezgiyle kavrayan tinin beğenisinde ise keyfiyet yoktur;
çünkü beğenide öznel duygular değil, ifadenin objektif ve somut içeriği tekrarlanır.
Croce‘ye göre, sanatçının sezgiyle yaşadığı duygu genel ve değişmez bir özelliğe
211
sahip soyut bir duygu ya da bütün insanlarda yaşanan ortak bir duygu değil,
sanatçının tek başına yaşadığı, belki de bütün ömrü boyunca bir daha aynı şekilde
hissedemeyeceği türden bir duygudur. Sanatta dışlaşan bu estetik duygu, sanatçının
daha önceden bildiği bir duygu olmadığı için önceden tasarlanmış belli bir etkiyi
uyandırmak amacıyla sanat yapılması söz konusu değildir. Bu nedenle, eğlendirme,
etkileme veya öğretme amaçlarıyla daha önce bilinen birtakım duyguları
uyandırmaya çalışan sanat, sözde sanattır. Sanatların sınıflandırılması da sezginin
bireyselliğine ve duygunun öznelliğine aykırıdır. Sanatta tek bir sınıf ya da tür
bulunmaktadır; o da sanatın kendisidir. Tek tek sanat yapıtlarının hepsi özgün olup,
hiçbirinin ötekisine çevrilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla şu roman biçimi ya da
şu şiir türü diye bir şey yoktur; ne kadar somut yapıt varsa, o kadar biçim vardır. Ona
göre, sanatı pratik değerlerle ya da pratik etkinliğe dayanarak, söz gelimi haz ve acı
ile açıklamak, bunu esas alarak ―güzellik‖ tanımı yapmak da yanlıştır. Çünkü ―güzel‖
ile ―haz‖ arasında özsel bir bağlantı yoktur. Güzel yalnızca ifade ile ilgili olup,
başarılı ifade demektir. Bu nedenle, trajik, komik, yüce, dokunaklı, acıklı gibi tüm
kavramlar, aslında estetik-dışı kavramlardır. Asıl estetik olan şey sadece sezgidir ve
sanat faydalılık, ahlâklılık gibi tüm pratik değerlerden bağımsız olarak ele
alınmalıdır.
Görülebileceği gibi, önceki idealist düşünürler gibi, Croce de, sanatı bir bilme
etkinliği olarak ele almış, sezgi bilgisi olduğunu belirttiği sanatın tinsel bir etkinlik
olarak kavranması gerektiğini savunmuş, sanat eserini sanatçının tininde yaşanan
yaşantıyla aynı şey olarak kabul etmiş, o yaşantıyı da ifade ile özdeşleştirmiş,
güzelliğe de böyle bir yaşantıyı anlamaya imkân veren sezgiyle ulaşılabileceğini
212
belirtmiş, ayrıca beğeninin bireysel yönünün yanı sıra mutlak bir yönünün de
bulunduğunu vurgulamıştır.
Her ne kadar Platon‘un sanata ilişkin ―mimesis‖ tanımı, Hegel ve Croce
tarafından kabul görmemişse de, onun ―idea‖ kavramı, Hegel ve Croce‘de olduğu
gibi, idealizmin ve idealist estetiğin en temel kavramı olarak bugüne kadar gelmiştir.
Ancak Platon idea düzleminde estetik değerleri etik değerlere bağlayarak ‗güzel‘ ile
‗iyi‘ kavramlarını birbiriyle özdeşleştirirken, sanatı ve ahlâkı aynı tinin farklı
görünümleri kabul eden Hegel, sanatın pratikteki belli bir faydaya göre
değerlendirilmesi fikrini kabul etmemiştir. Ona göre, sanatın amacı sadece tinin
duyusal yansıması olarak güzelliği görünüşe çıkarmak olup, bunun dışındaki ahlâksal
etkileri sadece sanatsal güzelden dolayı ortaya çıkan sonuçlardır. Aynı şekilde Croce
de, sanatı tüm pratik değerlerden bağımsız olarak ele almış ve onların hepsini estetik-
dışı unsur olarak sanatın dışına atmıştır. Diğer taraftan Platon‘da birbirine zıt olarak
ele alınan ‗duyu‘ ve ‗akıl‘ ya da ‗madde‘ ve ‗ruh‘ kavramları, Hegel‘in ‗güzel‘
kavramında uzlaştırılarak bir araya gelmiştir. Ayrıca Hegel‘de Mutlak olanın
kavramsal biçimde bilinmesi öncelikle duyusal biçimde bilinmesine bağlandığı için,
sanat, zorunlu bir basamaktır. Bu bakımlardan Hegel estetiği Platon estetiğinden çok
farklıdır. Fakat her iki düşünürde de sanat ulaşılması gereken nihaî nokta değildir.
Çünkü Platon‘a göre ideaların asıl anlamı sadece felsefeyle anlaşılabilmekte, Hegel‘e
göre de tin kendisini din ve felsefede sanatta olduğundan daha sonsuz olarak
açmaktadır. Croce‘nin bu noktadaki yaklaşımı ise daha çok pragmatist estetisyenlerin
yaklaşımını hatırlatmaktadır. Ona göre, sanat doğrusal bir çizgide birikimsel olarak
ilerleyen bir noktada yer almaz; her ifade ya da sanat eseri kendine özel biricik bir
yaşantıdır. Bu nedenle, ilkel dönemlerde yapılan sanat ile çağımızda yapılan sanat
213
arasında da sanat olmak bakımından bir fark yoktur. Her bireyin bir sanat dünyası
vardır ve hiç birinin sanat dünyası diğerine göre daha üstün değildir. Çünkü bir
kimsenin ruhsal yaşamının her anı kendi artistik dünyasına sahiptir; bu dünyaların
hiçbiri artistik değer bakımından başka herhangi biriyle kıyaslanamaz.436
Croce‘nin
bu sözleri, çeşitliliği ve farklılığı teşvik eden, farklı fikir ve beğenileri hoşgörüyle
kucaklayan pragmatist düşünceyle paraleldir. Diğer yandan Croce için, tıpkı
Hegel‘de olduğu gibi, sanat tinin zorunlu bir basamağıdır. Tinsel işleyişin bir ürünü
olarak sanatın varlığı da keyfi değildir ve içinde tinselliği barındıran sanat güzelliği
doğa güzelliğinden üstündür. Ancak Croce‘ye göre, Hegel‘in aksine, sanatın sonunun
gelmesi diye bir şey söz konusu olmadığı gibi, sanatların belli kategorilerde
sınıflandırılması da doğru değildir.
Genel olarak bakıldığında, farklı yüzyıllarda farklı düşünürler tarafından
savunulan idealist estetik anlayışları içinde birtakım farklılıkların olduğu, yine de
hepsinin ―idea‖ ya da ―tin‖ düşüncesi etrafında şekillendiği, sanat yapıtlarını
içerikleri bakımından idea ya da tinin görünümü olarak kabul ettikleri, sanata ve
sanatçıya da buradan yola çıkarak görev biçtikleri, sanatı kendine özgü bilgisel bir
etkinlik olarak değerlendirdikleri, Platon hariç olmak üzere sanata pratik yönden
herhangi bir işlev yüklenmesine karşı oldukları, daha çok zihinsel ya da sezgisel
boyutu öne çıkardıkları ve sanat eserlerinin duyusal boyutunu görmezden geldikleri
anlaşılmaktadır. İdealist estetiğin ortak özelliklerinin başka yapıtlarda da ―sezgiciliğe
başvuru, aslın aranması, yansıtmacı metot, anlamların toplumsal bilimlerin çözüm
şablonları kullanılmadan kavranması‖ şeklinde özetlendiği görülmektedir.437
436 Saxena, Sushil Kumar, 1967, a.g.e., s. 26.
437 Huisman, Denis, Estetik, Çev. Cem Muhtaroğlu, İstanbul, İletişim Yayınları, 1994, s. 59.
214
Bu çalışmanın ikinci bölümünde sanatın özellikle hayatla olan bağlarını
ortaya koyma iddiasında olan pragmatist estetik ele alınmıştır. Bu anlamda karşımıza
çıkan ilk düşünür, James‘tir. James‘e göre, estetik, insan bedeninin basit somatik
duygularına dayanmaktadır. Aynı şekilde estetik zevklerimiz de, somatik güdülerde
temellenmekte, sosyo-kültürel çevremiz ve bireysel deneyimlerimiz tarafından da
şekillenmektedir. Ona göre, estetik tatminlerimizde de benzer bir durum söz
konusudur. Çünkü daha rafine olan estetik tatminlerimiz, aslında daha ilkel olan
diğer somatik tatminlere dayanmaktadır. Bu bakımdan, sanat ve estetik deneyim
hayatın dışında değildir; her ikisi de doğal ve kültürel etkileşimlerimizin bir
sonucudur. James, hiç kimsenin sanat dünyası diğerine göre daha üstün değildir
diyen Croce‘ye benzer şekilde, diğer insanların beğeni ve duygularının
kendimizinkinden farklı olduğu düşüncesini artık kabul etmemiz gerektiğini
savunmuştur. Ona göre, estetik boyut insanın hayatında onun tüm deneyimlerine
yayılmış olarak bulunmaktadır. Algılarımızdan, hayata bakış açımıza, bilim ya da
felsefe teorilerinin doğuşundan bunların seçimine kadar her şeyde estetiğin rolü
vardır. Bu nedenle James, tıpkı bilinç akışımızın devamlılığı gibi, estetiğin de pratik
olanla devamlılığını ve biraradalığını vurgulayarak, sanatın pragmatik
kullanışlılığının hakkının verilmesi gerektiğini öne sürmüştür. Onun estetik
görüşünün orijinal yanı da, estetiği, bedensel temelde ele alması ve sanatsal alana ait
bir şey olmaktan çıkarıp, algının, bilginin, bilimin, felsefenin, kısacası insan
dünyasının geniş yelpazesine yerleştirmesidir. Ona göre estetik, tüm insan
deneyimlerinin temelinde bulunan ve insan hayatını şekillendiren ana unsurdur. Bu
bakımdan, içinde yaşadığımız dünyanın ve sahip olduğumuz deneyimlerin büyük bir
kısmında yer alan estetiği sadece dünya düzeniyle sınırlı olarak düşünmek doğru
215
değildir. Çünkü estetik anlamda üretmek ve beğenmek istediğimiz şeyler aslında
ideal deneyim dünyalarıdır. Bu, hayal gücünün ve sanatın ideal olanın peşinde
olmasından da bellidir. Dolayısıyla estetiğin ve etiğin dünyası aynı ideal dünyadır.
Görülebileceği gibi James, idealizmin genel olarak tinsel düzeyde ele aldığı
sanatın hayatla aralarındaki somut bağlantılarını vurgulamış, estetik boyutun insanın
bedeni ve dünyasıyla ilişkilerini ortaya koymuş, sanat eserlerini tinin görünümü
olarak değil deneyim merkezli ele almıştır. O, ―şu koşulu sağlayanlar sanat diğerleri
değil‖ şeklindeki idealizmin dayatmacı yaklaşımından ziyade pragmatizmin
uzlaşımcı ve çoğulcu iyimser anlayışıyla sanata yaklaşmıştır. Bu nedenle, sanatsal
formların çoğulluğunu ve en basitinden en rafine edilmişine kadar tüm beğenilerin
hoşgörüyle karşılanması gerektiğini savunmuştur. Çünkü onun gözünde en basit
bedensel duygulara dayananları da, entelektüel bir estetik deneyim yaşatanları da
sanat olmak bakımından aynıdır. Her ne kadar bu düşüncesiyle Croce ile benzerlik
gösterse de, sanatın pratik yönden kullanılması yönündeki görüşüyle ondan kesin
olarak ayrılır. Ancak James‘in insan dünyasının tamamına yaydığı estetiğin
pragmatik kullanışlılığına dikkat çekerek idealizmden ayrılırken, estetik ile etiğin
dünyasının aynı ideal dünya olduğunu söyleyerek idealist teoriyle paralellik
gösterdiğini belirtmekte de yarar vardır.
Pragmatist estetiğin esas teorisyeni olarak kabul edilen Dewey, James‘in
‗bilinç akışı‘ kavramında vurguladığı devamlılık ile sürekliliği estetik deneyimde ele
almış ve sanatı deneyim olarak ortaya koymuştur. Ona göre, estetik, insan
organizmasındaki ihtiyaçların doğal bir sonucu olup, temel hayatî işlevlerle ortak bir
kaynağa sahiptir. Sanat ―taklit‖ ya da diğer bir deyişle ―mimesis‖ değildir. Üstelik
Platon‘un duyumdan başlayıp akla doğru yükselen merdiven metaforu tek yönlü
216
olup, algısal deneyime geri dönüş imkânı vermemektedir.438
Platon insanın duyusal
yönüne ikinci plânda yer vermekte haklı değildir. Çünkü duyumlar, özne ile çevresi
arasında yaşanan etkileşimin somut deneyim haline gelmesini sağlayan temel
unsurlardır. Bu nedenle, insan ―duyu‖ ve ―akıl‖ ya da ―beden‖ ve ―ruh‖ şeklinde
ikiye bölünmemeli; sanat da, ―reel‖ ya da ―ideal‖ olmak zorundaymış gibi ele
alınmamalıdır. Sanat, somut bir nesneyle ifade edilmesi bakımından reel, deneyimin
ideal fonksiyonunu gerçekleştirmesi bakımından da idealdir. Dolayısıyla, sanatı
insanın beden-ruh bütünlüğünde gerçekleşen bir etkinlik olarak görmek ve hayatla
bağlarını koparmamak gerekir. Bunun için Dewey estetiğinin temeli sanatı bir
―deneyim‖ olarak kavramaktır. Deneyim, kendine özgü bir yaşantı olup, özne ve
nesne arasındaki iletişimin temel yoludur; ne sadece fizikseldir ne de sadece zihinseldir;
birçok bireyin dâhil olduğu bir süreçte ortaya çıkar ve toplumla bütünleşip
nesnelleştiğinde gerçek bir deneyim olur. Deneyimin duygusal bir yönü de vardır
fakat duygu olarak deneyimin içinde yer almaz. Deneyimin en yüksek formu olan
estetik deneyimde, özne ile nesne, organizma ile çevre, benlik ile dünya arasındaki
ayrımlar ortadan kalkar, bunlar birbiriyle özdeşleşerek tek bir vücut haline gelir. Bu
nedenle estetik deneyim, insanın dünyayla etkileşimini tamamlayan bir deneyimdir.
Ona göre, sanatın duyusal ve anlamsal olmak üzere iki boyutu vardır fakat sanat
deneyimde kendiliğinden ortaya çıkan bir sonuç olduğu için sonucun önceden
plânlanıp, amaçların önceden belirlendiği eserler gerçekte sanat değildir. Sanatta
araçsallığa, sadece deneyimin içinde amaçla tamamen bütünleşmiş olması
durumunda yer vardır. Dewey, bu noktada, ‗açıklama‘ ile ‗ifade‘ kavramlarını
birbirinden ayırarak, sanat için ifade kavramının daha uygun olduğunu belirtir. Diğer
438 Dewey, John, 1958a, a.g.e., s. 274-291.
217
yandan, ‗sanat ürünü‘ ile ‗sanat eseri‘ kavramlarını da birbirinden ayırarak, bir sanat
ürününün sanat eseri olabilmesi için yaşantıya dönüşen bir deneyimle
içselleştirilmesi gerektiğini iddia eder. Ayrıca, sanat eserlerinin estetik açıdan her
değerlendirilişlerinde de yeniden canlandırılmış olduklarını savunur. Onun bu
görüşü, aslında, idealist estetiysen Croce‘nin ‗prodüksiyon‘ ile ‗reprodüksiyon‘
kavramları arasında yaptığı ayrıma çok benzeyen bir düşüncedir. Dewey‘in, özellikle
sezgi ile ilgili söyledikleri de yine Croce‘nin teorisiyle benzerliği bakımından dikkat
çekicidir. Ona göre, sanat eserini meydana getiren ruh hali bir zihin halinin
görünümü olarak ifadedir ve zihin durumuna dair bilgi olarak da sezgidir. Sezgi,
sanat eserlerindeki tecrübenin fark edilmesini sağlayan şeydir. Ancak estetik alan
sadece duygu, sezgi gibi öznel unsurların yer aldığı bir alan değildir; sanat eserleri
içinde bulunduğumuz nesnel dünyanın materyalleri tarafından meydana getirildiği
için estetiğin nesnel bir boyutu da vardır. Sanat, böylesi geniş bir yelpazeye sahip
olduğu için de, onu sadece bir bilgi tarzı olarak ele almak mümkün değildir. Dewey,
bu bakımdan da idealist estetik teorisyenlerini eleştirmiş; sanatın herhangi bir bilgi
tarzına indirgenmesinin mümkün olmadığını, sanat alanındaki bilginin üretim ve
deneyim aşamasında dönüşüme uğradığından bilgiden çok daha kapsamlı bir şey
olduğunu savunmuştur. Bu noktada, Platon‘a benzer şekilde, sanatın eğitim ile ilgili
rolünü vurgulamış, sanatın bu hayatın tüm olaylarını bir deneyim formunda herkesin
paylaşımına sunarak insanların birbiriyle ve dünyayla bütünleşmesini sağladığını
belirtmiştir. Sanat bunu dilin en evrensel formunu kullanarak yaptığı için de, sanatın,
dilin ve iletişimin en evrensel formu olduğunu söylemiştir. Ona göre, sanatın insanın
içinde yaşadığı toplumun din ve ahlâk anlayışıyla da yakın bir bağlantısı vardır.
Ancak sanatın ahlâk öğretilerini sunmaya ihtiyacı yoktur; çünkü ahlâklılık onda
218
zaten bulunan bir şeydir. Hatta Dewey sanat ile dinin amacının aynı olduğunu ve her
ikisinin de ―ideal değerleri‖ hedeflediğini belirtmiştir.
Görüldüğü üzere Dewey de, James gibi, sanatın, hayatın uzağında, ondan
kopuk bir etkinlik olarak ele alınmasına karşı çıkmış, insan ve insan hayatının tüm
yönleriyle bağlantılı olarak ele alınması gerektiğini savunmuş, sanatın yaşattığı
estetik deneyimi insanın dünyayla bütünleşmesini sağlaması bakımından
tamamlanmış bir deneyim olarak kabul etmesiyle de, sanata insan deneyiminin en üst
noktasında yer vermiştir. Ancak Dewey‘in pragmatist estetik teorisinin, bazı
bakımlardan Croce‘nin idealist estetik teorisi ile benzer yönler içerdiği de
görülmektedir. Şöyle ki, estetik deneyim her ikisinde de estetik özne üzerine
kurulmuştur ve estetik deneyimin sonunda ortaya çıkan ifade sezgiyi içinde
barındırmaktadır. Sezgi ise daha çok idealist bir öge olup, Croce estetiğinin temel
kavramıdır. Ancak Dewey‘in sözünü ettiği sezginin kavramsal bir yönü olduğu da
unutulmamalıdır; çünkü sezgiden sonra bilgi gelmektedir. Oysa Croce‘nin açıkladığı
estetik deneyimin herhangi bir kavramsal yönü yoktur. Ayrıca Croce, sezgi ile
ifadeyi aynı şey olarak kabul ederken, Dewey‘de böyle bir durum söz konusu
değildir. Diğer yandan, her ikisinde de estetik deneyim estetik özne üzerine
kurulmuşsa da, iki düşünürün estetik deneyim kavramları birbirinden faklıdır.
Çünkü Croce‘nin daha çok bireysel düzlemde bir yaşantı olarak ele aldığı estetik
deneyim, Dewey‘de bireyselliğin çok ötesinde tüm varlığı kapsayan ve insanı
tamamlayan bir boyutta yer almaktadır. Diğer yandan Dewey‘in ‗estetik deneyim‘
kavramını bir yaşantı yapan özelliklerin hepsi de, aslında, sanat olarak bizim ritim
yaşantımızda kolayca izlenebilir. Ayrıca onun ritmi tanımlama biçimi
–―değişikliklerin düzenli değişmesi‖– yalnızca sanatta değil, hayatın kendisinde
219
geçerli görünmektedir. Çünkü ritim şiirden, ressamlıktan, mimarlıktan ve müzikten
önce doğada vardır. Söz gelimi insanların yaşamı onların uyanma ritminden,
uyumaktan, açlıktan ve doymuşluktan, çalışmaktan ve istirahattan etkilenir. Aynı
şekilde vücudumuzdaki kan akışında veya nefes alışverişinde, yürürken
bacaklarımızın ve kollarımızın ileri geri sallanmasında da bir ritim vardır. Bu
nedenle sadece sanat insanın vücut fonksiyonlarındaki ritim baz alınarak
açıklanamaz. İnsanın varoluşunun ilk şartını oluşturan şey, doğanın daha büyük
ritimlerinin çalışmasıdır; gün ağarması ve güneşin batışı, gündüz ve gece, yağmur ve
güneş ışığı ve mevsimlerin birbiri ardına gelmesi gibi. Doğadaki her tekdüzeliğin ve
değişikliğin devamlılığı bir ritim olarak açıklanabilir. Dolayısıyla, ritmin bir evrensel
varoluş şeması olduğunu ve her sanat ritminin ve her sanat eserinin altında, bilincin
derinliklerinde bir asıl neden yattığını söylemek daha yerinde olur.439
Yukarıda da söylendiği gibi, Dewey estetiği, pragmatist olmasının yanı sıra
içinde bazı idealist unsurlar barındırmaktadır. Ancak birçok teoride rastlanabilecek
bu durum, Dewey‘in estetik görüşünün değerini azaltan bir şey olarak
düşünülmemelidir. Çünkü ortaya koyduğu haliyle estetiği özgün bir estetik teorisidir.
Ayrıca bir pragmatist olarak uzlaşımcı, iyimser ve çoğulcu tavrı dikkate alındığında,
bazı görüşlerinin Croce ile ya da başka herhangi biriyle benzerlik taşıyor olmasının
Dewey açısından hiçbir sakıncası olmasa gerekir. Bu noktada, İtalyan pragmacısı
Papini‘nin ―pragmacılık bir otelin içindeki koridor gibi bütün kuramların ortasında
bulunur, sayısız odaların kapıları onun üzerindedir‖ sözlerini hatırlamak da durumun
anlaşılmasına yardımcı olabilir.440
Öyle ya, pragmatizm değil de başka bir teori
439 Saxena, Sushil Kumar, 1967, a.g.e., s. 163-164.
440 James, William, 1948, a.g.e., s. 40.
220
olsaydı bu benzerlikler belki bir eleştiri konusu olabilirdi fakat söz konusu teori
pragmatizm olunca benzer yönleri eleştiri konusu yapmak pragmatizmin temel
iddialarıyla aykırı düşmek olur. Üstelik, yukarıdaki örnekten de anlaşılabileceği gibi,
pragmacılığın sadece idealist teoriyle değil daha birçok teoriyle bağlantısını kurmak
da mümkündür. James‘in de açıkça ifade ettiği gibi, yeni bir fikir hem eski hakikate
dayanmak hem de yeni olguyu kavramak zorundadır.441
Konuya kaldığımız yerden devam edersek, James ile Dewey‘in vurguladığı
algının bedensel temeli, Shusterman estetiğinde geniş yer bulmuş ve onun
somaestetik görüşü duygularla birlikte algıların da bedensel kökenli olduğu
düşüncesi doğrultusunda gelişmiştir. Ona göre de, sanat ―mimesis‖ değildir. Çünkü
varlığı görülenler alanı ve idealar alanı şeklinde ikiye bölüp, sanatın bunlardan
biriyle bağlantılı olduğunu, diğeriyle bağlantılı olmadığını söylemek, sadece insan
hayatını değil, sanatı da bölmek demektir. Oysa Shusterman da, diğer pragmatist
düşünürler gibi, sanatla gerçeklik arasında herhangi bir kopukluk olmadığını
düşünmektedir. Ona göre, sanat gerçektir ve canlı bir şekilde hayatımızda yer
almaktadır. Gerçek bir nesne ile onun sanatsal temsili arasında elbette ki bir fark
vardır ama bu durum temsilin gerçek dışı olduğu fikrini barındırmaz.442
Shusterman,
sadece Platon‘un ―mimesis‖ teorisinin değil, daha sonra öne sürülen diğer teorilerin
de sanatı açıklamakta yeterli olamadıklarını belirtmiştir. Çünkü bunlar yerleşmiş bir
alışkanlıkla sanatı hep bir yönüyle ele almışlardır. Oysa sanatı deneyim olarak ele
almak, sanat ve hayat arasında olduğu varsayılan boşluğu ortadan kaldırır, sanatı
441 James, William, a.g.e., s. 47.
442 Görüldüğü gibi estetik çalışmalarına yoğun bir şekilde devam eden Shusterman da Platon‘un
mimesis görüşünü yaygın kanı doğrultusunda eleştirmektedir.
221
hayatın yalnızca kurgusal bir taklidi olmaktan kurtararak hayatımızın bir parçası
yapar. Ona göre, sanat öznel bir zevkten ileri gitmeyen basit bir deneyimden ziyade,
sanatçısını ve alımlayıcısını değiştirip dönüştürerek biçimlendiren bir deneyim
üretmektedir. O, James ve Dewey‘in de yaptığı gibi, estetik deneyimde bedenin
rolünü vurgulamış, tüm estetik algı ve beğenilerin kökeninde bedenin bulunduğunu
belirtmiştir. Ancak rasyonalizmin etkisiyle duygusal deneyime hak ettiği değeri
vermediğini belirttiği Dewey‘den farklı olarak estetik deneyim kapsamında duygusal
deneyimi de vurgulamış, onun aksine, estetik deneyimi sanatın tanımı olarak da
önermemiş, estetik deneyimden sanatta ve hayatta ―neyin aramaya değer olduğuna‖
yönlendirmesi bakımından yararlanılması gerektiğini öne sürmüştür. Çünkü
deneyimle bile olsa sanatın tanımlanması, sanat ile estetik deneyimin değişken
özüyle çelişir. Ona göre, idealist estetikte görüldüğü gibi, estetiğin güzel sanatların
kapsamına indirgenmesi bize onun pragmatik yönlerini kaybettirmiştir. Oysa estetik
sadece sanatla sınırlı değildir ve bedenle bağlantısı kurularak pragmatik yönleriyle
kullanılacak olsa insanı dünyayla tam olarak bütünleştirecek bir güce sahiptir.
Dolayısıyla felsefenin de asıl amacı olan yaşama sanatının gerçekleştirilebilmesi için,
estetiğin bedenle bağını ortaya koyan bir estetik yaklaşıma ihtiyaç vardır. Bu
yaklaşım da somaestetiktir. Çünkü bedeni doğru yönetmenin yolu duyguları doğru
yönlendirebilmekten geçer. Duygular ise, bedene aittir ve beden tarafından yönetilir.
Somaestetik, bedenin sadece şekliyle değil, aynı zamanda deneyimleriyle ilgili
olduğu için bedensel durumlara ve duygulara ilişkin bilinci artırmakta, bu sayede
geçici veya kalıcı ruh hallerimizle davranışlarımızı anlamamızı sağlamakta, böylece
de normal koşullarda fark edemediğimiz ve aslında performansımızı etkileyen
bedensel bozukluklarımızın saptanmasına ve onların iyileştirilmesine yardımcı
222
olmaktadır. Ancak Shusterman, James‘in aksine, psikolojik olguların tamamen
bedensel duygularla açıklanamayacağını, bir sanat deneyimini de yalnızca bedensel
duygularla betimlemenin doğru olmayacağını belirtmiştir. O, James‘i, estetiği
kendisinden dolayı değil de, bazı bedensel uyum ve ahenkler bakımından ele aldığı
için de eleştirmiş, tüm estetik keyiflerin kendiliğinden ―sağkalım değerine‖ sahip
olduğunu ve hayatı onların yaşamaya değer kıldığını savunmuştur.
Görüldüğü gibi Shusterman da, estetik ile ilgili bazı temel hususları
pragmatist bir tavırla değerlendirmiş, estetiğin pratik ve pragmatik bağlantılarını açık
bir şekilde göstermeye çalışmış, aslında felsefenin temel amacı olduğunu belirttiği
insanlara yaşama sanatını sunmayı somaestetik görüşü ile gerçekleştirmek istemiştir.
İlk olarak James ile Dewey‘de gördüğümüz algının bedensel temelini vurgulamış,
estetik görüşünü duyguların ve algıların bedensel kökenli olduğu düşüncesi
doğrultusunda geliştirmiştir. Ona göre, James ile Dewey‘in de söylediği gibi, aslında
sanatla gerçeklik arasında herhangi bir kopukluk yoktur. Görünürde olan bu
kopukluk ise, idealizm ile sanatı tek taraflı ele alan diğer yaklaşımların bir
sonucudur. Yine tıpkı James ve Dewey gibi, estetiğin dar bir duyusal alana
indirgenmesine karşı çıkmış, estetiğin sadece güzel sanatlar ile ilgili bir üniversite
disiplini olmadığını, estetik deneyimin çok daha geniş bir duyumsal algı alanını
kapsadığını savunmuştur. Ancak bedensel duyguları estetik deneyimin önemli bir
parçası olarak kabul etmesine rağmen, James‘in aksine, estetik deneyimin yalnızca
bedensel duygularla açıklanmasını yeterli görmemiştir. Diğer yandan Dewey‘i de
duyguya estetik deneyimin içinde yer vermemiş olması nedeniyle eleştirmiştir.
Gelin şimdi bu bölümün başında sorduğumuz, pragmatist estetiğin idealist
estetik kapsamında değerlendirilip-değerlendirilemeyeceği, varsa benzer ve farklı
223
yönlerinin neler olduğu, yeni ve özgün bir estetik anlayışı olarak kabul edilip-
edilemeyeceği ve genel olarak pragmatizmle uygunluk gösterip-göstermediğine
ilişkin soruları cevaplandıralım. Fakat bu soruları cevaplandırmadan önce şimdiye
kadar filozof-merkezli açıkladığımız pragmatist estetiğin nasıl bir teori olduğunu
belli bir bütünlük içinde anlatmakta yarar vardır. Zira bu anlatımın sonunda bu
teorinin özgün bir teori mi yoksa idealist estetik kapsamında değerlendirilebilecek bir
teori mi olup-olmadığı zaten ortaya çıkacaktır.
Pragmatist estetiğin temel kavramı ‗estetik deneyim‘ kavramıdır. Çünkü
―beden‖, ―duygu‖ ve ―deneyim‖ hakkındaki tespitleri ile James‘in, bu tespitlerin
açtığı yolda düşüncesinin merkezine ―estetik deneyimi‖ koyan Dewey‘in, bütün
bunlar üzerine yaptığı analiz ve sentezlerle ‗somaestetik‘ kavramına ulaşan
Shusterman‘ın estetik görüşünün ortak noktası ‗estetik deneyim‘ kavramıdır. Estetik
deneyim, genel olarak, bir sanat eseri ile alımlayıcısı arasında hissedilen nitelikleri
içeren psikolojik bir reaksiyondur. Bu deneyim, reaksiyonun iki yönü tarafından da
belirlenen bir deneyimdir. Öyle ki, bireyin dürtüsel arzuları, genetik ve çevresel
koşulları tarafından belirlenen zevkleri ve idealleri gibi tüm kişiliği ile objenin boyu,
şekli, çizgileri, renkleri, sesleri, anlamları, işlevi gibi her türlü özelliği estetik
reaksiyonu etkilemektedir. Farklı koşullar farklı deneyimlere neden olduğu için de
her estetik reaksiyon kendine özgüdür, biriciktir. Ancak temel insan özellikleri aynı
olduğuna göre, tüm reaksiyonların ortak bir noktası da vardır. Estetik deneyim,
insanın duygusal tabiatını da içermektedir; hatta duygularla, insanın ruh halleri ile
ilgisi olmayan bir estetik deneyim mümkün değildir. Dolayısıyla estetik deneyim,
başka bir deneyim şekli olan entelektüel deneyimden farklıdır. Entelektüel deneyim,
düşünmeyi ve muhakeme etmeyi içerdiğinden duygulardan ziyade insanın rasyonel
224
tarafı ile ilgilidir. Çünkü entelektüel bir deneyimde, belli bir zamanda ve belli bir
mekânda yer alan reel objelerin ve olguların nitelikleri algılanmaktadır. Oysa insanın
duygusal yönü, objeyi anlık kavramamızla ortaya çıkan his ile ilgilenir. Bu nedenle
daha çok kişisel düşünceler ve arayışlar estetik deneyimi yönlendirmektedir. Bu
durumdaki biri ise, artık sadece gerçeklerle ilgilenmez, söz konusu objenin içsel
kısımlarına yönelir. Entelektüel deneyim ile estetik deneyim, esas olarak iki farklı
bilgi alanına karşılık gelmektedir: Bilim ve sanat. Bunlar birbirinden ne kadar farklı
olsa da her biri diğeri kadar önemli ve geçerlidir; sadece bilimsel deneyimde
entelektüellik baskındır, estetik deneyimde ise duygusallık baskındır. Dolayısıyla
duygusal reaksiyon taşımayan hiçbir deneyim estetik alanın içine giremez. Ancak her
duygusal deneyim de, elbette ki estetik değildir. Gerçek bir estetik deneyimde obje
ne kadar kabul edilebilir ya da edilemez olursa olsun, duygu somut bir cevaba yol
açmaz. Hissettiğimiz objenin içine öylece dalarız; tüm benliğimiz ona cevap verir
fakat onun için hiçbir şey yapmayız, onu arzulamayız ya da reddetmeyiz, onun
değerini, yapılışını ya da diğer özelliklerini merak etmeyiz. Onun karşısında soru bile
sormayız ve itaatkâr bir köle gibi tamamen obje tarafından yönlendiriliriz. Bir şeyler
yapmaya ya da onu merak etmeye başladığımız anda ise estetik tavrın dışına çıkarız
ve deneyimimiz estetik olmaktan çıkar. Söz gelimi, bilimsel bir yaklaşım objeyi
istenilen bir amaca ulaşmak için araç yapabilir, bu anlamda objenin özelliklerinden
uzaklaşılmasına neden olabilir; oysa estetik bir yaklaşım, tam ve bütün bir varlık
olarak gördüğü objenin kendisine yönelir ve onu hiçbir amaca araç yapmaz. 443
443 Estetik tavrın burada anlatılan özelliği, Hegel ve Croce‘de görülen idealist estetiğin güzel
karşısındaki tutumuna, özellikle de idealist estetiğin başka bir önemli ismi Kant‘ın güzelin hiçbir arzu
ve istemenin nesnesi olamayacağı, kendi dışında başka bir şeye araç kılınamayacağı, herhangi bir
225
Estetik deneyim, aslında insanın tabiatının bir sonucudur. Öyle ki her insan,
belli bir estetik reaksiyon kapasitesiyle doğmaktadır. Ancak bu kapasitenin
geliştirilmesi ve kullanımı arasında insanlar arasında birtakım farklar vardır. İnsan
dışındaki hiçbir canlının da estetik deneyimi yaşaması söz konusu değildir. Çünkü
estetik deneyim, zorunlu olarak duygusal bir varlığı, yapan-eden bir ruhu gerektirir;
hatta hayatın gerçekleri tarafından engellenen fark etme arzusuna yönelik içsel bir
isteği zorunlu kılar. Objeyi bütün olarak kavramak da, estetik deneyim bakımından
önemli bir önkoşuldur. Bu da, ancak dikkatin tamamen objeye odaklanması ve onun
dışındaki her şeyin dışarıda bırakılabilmesiyle mümkündür. Bu yeteneği geliştirmek
ise, bir objeye ―çok sevdiğin bir kişiye son kez bakarmış‖ gibi bakabilmekten geçer.
Bu ―gibi bakabilmek‖, ―mış gibi yapabilmek‖ estetik deneyim açısından gerçekten de
çok önemlidir. Zira bir tiyatro sahnesindeki olup-bitenlere, bir romanda
okuduklarımıza o esnasında onlar sanki gerçekten oluyormuş gibi yaklaşmazsak
estetik bir tat alabilmemiz mümkün değildir.444
Bu kendini inandırma, her estetik
deneyimde zorunlu olarak ve kendiliğinden vardır. Bu inanç yoksa estetik deneyim
zaten olamaz. Başka bir deyişle, bu yaklaşımın kırıldığı an, hayal edilmiş objelerin
fayda ya da çıkar beklenemeyeceği vb. yönündeki görüşünü hatırlatmaktadır (Kant, Immanuel, The
Critique of Judgement, Almancadan Çev. James Creed Meredith, Oxford, Clarendon Press, 1964, s.
41-61).
444 Shusterman bu durumu sanırım henüz Türkçeleştirilmemiş bir kavram olan ‗willing suspension of
disbelief‘ kavramıyla açıklamaktadır. Türkçeye ―inanmamayı kasıtlı olarak erteleme‖ olarak
çevrilebilecek bu kavramla anlattığı şöyle bir şeydir: Meselâ bir drama gösterisi izlerken sahnedeki
olayların ve karakterlerin o anda hayatın kendisinden gerçek bir kesit olmadığını, bir kurgu olduğunu
biliriz fakat ―inanmama‖yı kasıtlı olarak erteleyip, sanki gerçekmişçesine izleyip, olaylar ve
karakterler üzerine duygulanımlarda bulunuruz (Shusterman, Richard, 2000c, a.g.e., s. 57-71).
226
gerçekte oldukları haliyle algılandığı an insanın pratik güdüleri devreye girer ve
estetik yaklaşım da oracıkta son bulur. Karşımızdaki duygu barındıran obje –film,
oyun, heykel, müzik eseri– elbette gerçektir ve biz bunu biliriz. Fakat gerçek
olduğuna kendimizi inandırdığımız esas şey, o objeyi estetik olarak algılayışımızdır;
insan değerleriyle donattığımız obje –heykelin temsil ettiği kederli adam, senfoninin
yarattığı cenaze havası gibi–.
Estetik deneyim sürecinde insanda neler olup-bitmektedir? Estetik deneyim,
bilindiği gibi, duygusal boyutu olan bir deneyimdir. Her duygusal deneyim, estetik
değildir ama ―estetik deneyim‖ ile genel anlamdaki ―duygusal deneyim‖ arasında da
çok büyük bir fark yoktur. Sonuçta her ikisinde de hâfıza ve çağrışım gibi aynı
psikolojik faktörler rol oynamaktadır. Şu farkla ki, genel anlamdaki duygusal
deneyimlerde meydana gelen duygular deneyimi yaşayan insan ile açıklanırken;
estetik deneyimde meydana gelen duygular ise üzerine düşünülen obje ile açıklanır.
Ancak pragmatist estetiğin duygu derken ne kastettiğini anlamak için de, James‘in
duygunun ne olduğuna ilişkin öne sürdüklerini hatırlamak gerekir. Ona göre, objenin
algılanmasını tüm organizmaya dağılan içsel kargaşalar takip ettiğinde sahip
olduğumuz deneyim duygudur. Örneğin, hızlı nabız, kesik solunum, dudakların
titremesi, bacakların tutmaması, tüylerin diken diken olması, ürperme gibi anların
bilincinde olduğumuz zaman, gözyaşı dökme, kalbin daralması ya da göğüsteki bir
ağrı keder duygusudur. Demek ki insana ait bütün duygular bedenseldir ve bedensel
duygulardan bağımsız, bedenin tamamen dışında olan herhangi bir duygu
bulunmamaktadır. Bedensel temelde kök bulan duygu, bir uyarıcının algısının takip
ettiği organik bir kargaşadır. Sayıca çok olan ve fark edilmesi güç olan bu bedensel
değişimler, ortaya çıktıkları an hissedilir, fakat sadece şiddetleri arttığı zaman onları
227
fark ederiz; yoksa varlıklarının bilincinde değilizdir. İşte her estetik deneyim aslında
böylesi bir reaksiyon sürecinde ortaya çıkmaktadır. Ancak insan objenin
farkındalığından sonra meydana gelen içsel kargaşaların farkında değildir. Çünkü
aynı anda iki şeyin bilincinde olmak mümkün değildir. Daha önce de belirtildiği gibi,
bu kargaşanın fark edildiği an estetik yaklaşımın kırıldığı an‘dır. Örneğin bir tiyatro
oyununu seyrederken, eğer sahnedeki dünyaya tam olarak odaklanmayı başarmışsak,
başka hiçbir şeyin, meselâ ağladığımızın bile farkında değilsek, orada estetik bir
yaklaşım vardır. Ancak seyir esnasında duygularımızın farkına varırsak, meselâ
ağladığımızı fark edersek, o anda estetik yaklaşımdan çıkarız ve estetik deneyimimiz
de sona erer.
Peki, estetik bir deneyimin final safhasını oluşturan ―güzel‖ ve ―çirkin‖ ne
anlama gelir? Öncelikle belirtmek gerekir ki, bu kavramlar, her durumda bir yargıyı
ifade eder. Çünkü ‗güzel‘ ile ‗çirkin‘ kavramları, algılanan objenin sanatçı tarafından
nasıl başarılı ya da başarısız bir biçimde ifade edildiğinin bilincinden doğmaktadır.
Başka bir deyişle bir objeye güzel derken algılanan ifadenin ―tatmini‖, çirkin derken
de algılanan ifadenin ―tatminsizliği‖ dile getirilir. Öyle ki algılanan özellikler tatmin
ediciyse objeye ―güzel‖, tatmin edici değilse de ―çirkin‖ denmektedir; ‗güzel‘ ve
‗çirkin‘ kavramlarının bu şekildeki kullanımı da ―estetik beğeniyi‖ oluşturmaktadır.
Bu durumda, estetik beğeni, algılanan bir eserden bizim aldığımız tatmini anlatan bir
ifade olduğuna göre, ‗güzel‘ ile ‗çirkin‘ kavramlarının bir objenin özelliklerini tam
olarak nitelendirmesi mümkün değildir. Buradan çıkan pratik sonuç ise şudur:
Beğeni yargısında bulunurken ya da bir sanat eserini yorumlarken ‗güzel‘ ile ‗çirkin‘
kavramlarını tutumlu kullanmamızda yarar vardır. Çünkü bir esere güzel ya da çirkin
dememizi sağlayan şey genellikle bizdeki bir duygudur. Bu nedenle birbirinden farklı
228
estetik beğenilere hoş görüyle yaklaşmamız gerekir. Şunu da belirtmek gerekir ki,
sonuçta bazı eserler başarılı bir şekilde ifade edilmiştir, bazıları ise edilememiştir.
Tam olarak güzel ve mükemmel ifade edilmiş ya da tam olarak çirkin ve yetersiz
ifade edilmiş bir obje ise çok ender olarak görülür. Bunun için de, sanat eserleri her
birey için farklı derecede güzellik ve çirkinlik taşır. İnsanların bir sanat eserinin
güzelliği konusunda anlaşamamalarının nedeni ise, daha çok kullanılan kelimenin
farklı anlamlara sahip olmasından ve onların bu durumun farkında olmamasından
kaynaklanır. Demek ki pragmatist estetik bu noktada idealist estetiysen Croce‘nin
düşüncelerine katılmaz. Çünkü Croce‘ye göre, bir ifade başaralı ise güzeldir, değilse
de başarısızlık derecesine göre çirkindir; bunun için de güzelliğin derecesi yoktur
fakat çirkinliğin çeşitli dereceleri vardır. Pragmatist estetiğe göre ise, durum
gerçekten böyle olsaydı, güzel bir objeye sahip olmamız imkânsız olurdu. Çünkü
sanatçıların kendi ürettiklerinden tam olarak tatmin oldukları görülmüş bir şey
değildir. Eksiksiz, tam, mükemmel bir ürün ortaya koymak hiç de öyle kolay bir şey
değildir. Bu ancak bir ideal olabilir. Dolayısıyla, sanatsal alanda mükemmelliğe
ulaşmak da, hayatın her alanında olduğu gibi, istenen ama nadiren elde edilen bir
idealdir sadece.445
Genel hatlarıyla bu şekilde özetlenebilecek olan pragmatizmin estetik
teorisinin özgün bir teori olduğu ve idealist estetik kapsamında
değerlendirilemeyeceği bu anlatımdan sonra açık olsa gerekir. Çünkü yukarıda
anlatılanlar bir estetik teorisinin taşıması gereken özelliklere pragmatizmin de sahip
olduğunu göstermektedir. Öyle ki estetiğin herhangi başka bir konu dolayısıyla
tesadüfen ve gelişigüzel ele alınmadığı, bir bütün olarak tüm bağlantılarıyla birlikte
445 Torossian, Aram, 1937, a.g.e., s. 11-29.
229
açıklandığı, öne sürülen fikirlerin birbiriyle tutarlı olduğu ve son derece yeni ve
özgün bir görüşü ifade ettiği, felsefe tarihindeki diğer estetik teorilerle de
hesaplaşıldığı ve onlarla kimi zaman zıt kimi zaman farklı kimi zaman da benzer
şeyler öne sürdükleri ortadadır. Dolayısıyla Dewey‘in Art as Experience adlı kitabını
Croce‘nin Aesthetics adlı kitabından onu referans göstermeden yararlanarak yazdığı
ve esasında pragmatizmin felsefî yaklaşımıyla da uyuşmadığı iddiasını kabul etmek
mümkün değildir. Kanımca pragmatist estetik tam da böyle bir estetik olabilirdi!
Farklı düşünürlerde birbiriyle paralel çizgide ilerlediği anlaşılan pragmatist
estetikte, sanatın, hayattan uzakta, yaşamdan koparılarak ele alınmasına karşı
çıkılmış; yaşamla olan pratik ve pragmatik yönleri açıklanarak sadece teorik ya da
müzelere kilitlenebilecek bir alan olmadığı, tersine insanın yaşadığı canlı bir
deneyim olduğu gösterilmeye çalışılmıştır. Bu bakımdan James, duyguların aslında
bedensel bir temeli bulunduğunu söylemiş, estetik boyutun insanın tüm
deneyimlerine yayıldığını vurgulamış, estetiği pratik olanın yanı sıra basit somatik
duygularla barıştırmış, hatta popüler kültür ile entelektüel kültürü bir araya getirerek
sanatı hayata entegre etmeye çalışmıştır. Dewey de, tıpkı James gibi duyguların
bedensel kökenli olduğunu savunmuş, deneyimin insan hayatındaki yerini
açıklayarak pratik ve pragmatik yönlerini ortaya koymuş, estetik deneyimin
yaşandığı sanatı da insan deneyiminin en üst noktasına yerleştirmiştir. Shusterman
ise, estetik görüşünü, duyguların yanı sıra algıların da bedensel kökenli olduğu
düşüncesi doğrultusunda geliştirmiş, sanatın değişmez bir öze sahip olmadığı
düşüncesinden hareketle bu konuda evrensel bir tanımın yapılamayacağını belirtmiş
230
ve henüz Türkçe çevirisi yapılmamış olan ‗somaestetik‘446
kavramını ortaya koyarak,
estetikten bir yaşam sanatı olarak yararlanılmasını önermiştir.
Pragmatist estetisyenlerin tamamı Platon‘un ―mimesis‖ düşüncesine karşı
çıkmış, tüm idealist teorileri de duyuları geri plânda tutarak insanın sadece bir yönü
üzerinde durdukları, bu yüzden de hayatın dışına çıkarılmasına neden oldukları
sanatın bütünlüğünü bozdukları için eleştirmişlerdir. Aslında Platon‘un ―mimesis‖
düşüncesi yalnızca pragmatist düşünürlerce değil, Hegel ve Croce gibi idealist
düşünürlerce de eleştirilmiştir.447
Pragmatist anlayışa göre, insan için sanatın taklit
olmaktan öte bir anlamı vardır; sanat tüm yönleriyle insan hayatının içindedir. Bu
nedenle toplumdan ya da insanı ilgilendiren diğer unsurlardan bağımsız olarak ele
alınamaz. Hatta Dewey‘in sanatın eğitimsel işlevinin başka hiçbir şeyle
kıyaslanamayacak kadar önemli olduğunu düşündüğü daha önceki açıklamalardan
bilinmektedir. Bu nokta, aslında, Dewey‘in birçok bakımdan eleştirdiği Platon ile
aralarındaki ortak bir noktadır. Her ne kadar Dewey dâhil olmak üzere tüm
pragmatist estetisyenler, Platon‘u, sanatı gerçeklikten kopararak ideaların arasına
yerleştirdiği gerekçesiyle eleştirmişse de, Platon‘un yanlış yorumlanmasına ilişkin
yapılan açıklamalar ışığında, bu eleştirilerinde haklı olduklarını söylemek pek de
mümkün değildir. Çünkü sanatın sosyal yönünü ve görevini vurgulayan ilk düşünür
Platon‘dur. Ancak Platon‘un idealist çizgideki felsefî görüşü, zamanla
düşüncelerinde görülen değişiklikler ve sözleri arasındaki kimi tutarsızlıklar sanat
anlayışının doğru kavranmasında hep bir engel olmuştur. Oysa onun sözünü ettiği
446 Bu bileşik kavramı Türkçeye ―beden-estetiği‖ ya da ―beden-merkezli estetik‖ olarak çevirmek
mümkündür.
447 Gerekçeleri farklı olmakla birlikte bu idealist düşünürlere göre de sanatın ―mimesis‖ olmadığını
hatırlamakta fayda vardır.
231
idealar, epistemolojik veya ontolojik olarak gerçeklikte bulunan nesnelerden ayrı
olsun veya olmasın, sonuçta sanat eserlerinde eylemin içinde ortaya çıkmaktadır.
Diğer bir deyişle ‗güzel‘ kavramı bir idea olsa da, en nihayetinde, eserde kurulan
somut ilişkilerde açığa çıkmaktadır. Bu nedenle, pragmatist düşünürler, Platon‘un
sanatı hayatın uzağında ele aldığını söylerken sanki ona biraz haksızlık etmiş gibidir.
Zira Dewey‘in kendisi de bu konudan bahsederken Platon ve diğer antik Yunanlıların
sanatı toplumsal kurumların ve ahlâkın temel bir parçası olarak ele aldığını söyler ve
sözlerine şöyle devam eder:
―Atinalıların sanatın bir yeniden üretme ya da taklit etme olduğunu düşünmeleri
şaşırtıcı değildir. Bu düşünceye pek çok itiraz vardır. Fakat bu teorinin temeli,
güzel sanatların günlük yaşama yakın temasına şahitliktir; eğer sanat bu
insanların günlük yaşamına uzak olsaydı bu düşünce kimsenin aklına gelmezdi.
Çünkü bu tez, sanatın objelerin birebir kopyası olduğunu savunmaz; sosyal
hayatın başlıca kuruluşlarıyla birebir ilişkili olan duygu ve düşüncelerin
yansıması olduğunu söyler. Plato bu ilişkiyi öylesine güçlü hisseti ki, bu onun
şairlerin, oyuncuların ve müzisyenlerin sansürlenmesi gerektiği fikrini
oluşturmasına neden oldu.‖448
Bilindiği gibi pragmatizm, bilgiyi sabit temellere dayandıran geleneksel
felsefe anlayışına karşıdır.449
Çünkü pragmatist düşünürlere göre, şüphe edilmez
temeller ne mevcuttur ne de insan bilgisi ve sosyal eylemler için böyle temellere
448 Dewey, John, ―The Live Creature‖, Aesthetics: The Big Questions, Korsmeyer Carolyn(ed.).,
Oxford UK&Cambridge, Blackwell Publishers, 1998, s. 15.
449 Dewey, John, ―Amerikan Pragmatizminin Gelişmesi‖, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Dergisi, Çev. Celal Türer, Kayseri, c. 7, s. 199-210, 1996, s. 205.
232
ihtiyaç vardır. İnsanın zihni de, tıpkı bedeni gibi, doğal dünyanın dışında değil,
ondan ortaya çıkmış bir parçadır. Dolayısıyla insan ürünü olan bilgi, bilim, felsefe ve
sanat gibi değerler doğaüstü şeyler olmayıp, doğal etkileşimler sonucunda ortaya
çıkan ürünlerdir. İnsanı birbirinden farklı bu alanlar ile bir araya getirip, dünyayla
bütünleşmesini sağlayacak tek şey ise, özne ile nesnenin içinde eridiği bir
deneyimdir. İşte Dewey‘den hatırlanabileceği gibi, pragmatist estetik, deneyimi,
doğanın farklı ama sürekli boyutlarına köprü kurmak için en ideal kavram olarak ele
almış, gündelik ve entelektüel deneyimlerden farklı olarak da insanı bu dünyayla
bütünleştirecek tek deneyim olarak estetik deneyimi kabul etmiştir.
İdealizme göre ise değişmez, kesin bilgi mümkündür ve bu türden bilgilerin
kaynağı akıldır. Bu felsefenin bir sonucu olan idealist estetik de aklı kullanarak
sanatın değişmez, kesin bir tanımını yapmak istemiştir. Ancak pragmatistler, bilginin
böyle bir temeli olduğunu kabul etmedikleri için, sanatın içeriğini değişmez, kesin
bir tanımla belirlemeye de çalışmamışlardır. James, sanatta sözlü bir tanım
yapmaktan kaçınmak gerektiğini özellikle belirtmiş, Shusterman sanatın değişken
yapısı nedeniyle tanımlanmasının imkânsız olduğunu savunmuş, hatta sanatı estetik
deneyim ile tanımlamak isteyen Dewey‘i estetik deneyimin de değişken dinamiklere
sahip olduğunu söyleyerek eleştirmiştir. Aslında bir pragmatist olarak Dewey de,
sanatı durağan bir alan olarak ele almamış, estetik deneyimdeki devamlılığı ve
sürekli akışı hep vurgulamıştır. Bu nedenle, onun sanatı estetik deneyim olarak
tanımlamasının diğer tanımlamalardan farklı olduğunu gözden kaçırmamak gerekir.
Zira idealist estetikteki gibi bir içerik belirleme çabası Dewey‘de görülmez; onun
yapmaya çalıştığı sadece sanatın ne olduğunu biçim olarak belirlemektir. Dolayısıyla
233
Shusterman‘ın Dewey‘i eleştirirken bu noktayı gözden kaçırdığını öne sürmek
mümkündür.
İdealist felsefede akıl/idea/tin ön plandadır; idealist estetikte de
akıl/idea/tin ve duygu ön plandadır. Bu estetikte akıl/idea/tin sanatın içeriği ile duygu
ise daha çok yöntemi ile ilgilidir. İdealist felsefede ve dolayısıyla idealist estetikte,
insan, duyusal olan beden yönü ile tinsel olan zihin yönü birbirinden ayrılarak ele
alınmıştır. Oysa pragmatist estetik, insanın, bütünlüğünde, tüm bağlantılarıyla
birlikte, ruh-beden diye ikiye bölünmeden ele alınması gerektiğini savunmuştur.450
Söz gelimi Dewey, estetik teorisinde sadece duygu ya da düşünceye değil, hem
duyguya hem de düşünceye aynı derecede önem vermiştir. Sanat-yaşam, suje-obje,
teori-pratik gibi düalizmin her çeşidine karşı çıkan Dewey, zihin ve bedeni etkileri
karşılıklı izlenebilir ve bağdaştırılabilir ayrı şeyler olarak konuşmak ya da ikisini de
teori ve pratikte ayrı ayrı incelemek yerine, onların temelde birlikte olduğunu
savunmuştur. Ona göre, zihinsel ve bedensel tepkiler felsefî bir sentez arayışı
içindeki iki farklı olgu değildir. Bu nedenle, dilbilimsel boyutta ayrı olan bu iki
kelimenin geleneksel kullanımını hiçe sayarak onların bir olduğunu ‗beden-zihin
birliği‘ kullanımını ortaya koyarak öne sürmüştür.451
Bu nedenle, idealist estetikte
akılla birlikte duygu ön plana çıksa da, pragmatist estetikte tüm bağlantılarıyla
birlikte insan bütünlüğü ön plandadır. Bunun içindir ki, pragmatist estetiğe göre,
idealizm gibi sanatı tek bir kavramla ifade etmeye çalışan görüşler, sanatsal deneyimin
bütünlüğünü böldükleri gibi, insanı ve insan hayatının bütünlüğünü de bozarlar.
450 Aslında Hegel gibi bazı idealist düşünürler de sanatta benzer bir bütünlükten söz etmişse de,
idealizmin beslendiği kaynak zihnin bedene olan önceliğidir.
451 Shusterman, Richard, 2008, a.g.e., s. 183-187.
234
İdealist estetikte sanat diğer bilgi türlerinden farklı bir yere konmuşsa da,
neticede bir bilgi tarzı olarak kabul edilmiştir. İlk olarak Platon‘da başlayan içerik
temelli bu görüş, sanat eserlerinden tinin somutlaşan görünümünü bekleyen Hegel ve
Croce‘de de devam etmiştir. Bu bakımdan, idealist estetikte sanat bilgisel bir
etkinliktir. Sanatı deneyim olarak ele alan pragmatist estetik ise onu bir bilgi etkinliği
olarak sınırlandırmaz. Hatta Dewey‘in sanatı bu çerçevede ele alan filozofların
estetik deneyimi hiç yaşamadıklarını ya da bu konuda önyargılı davrandıklarını
söylediği daha önceki açıklamalardan bilinmektedir. Ona göre, estetik deneyim
esnasında yaşanan dönüşümsel sürece zihinsel olmayan unsurlar da dâhil olduğu için
sanat bilgiden çok daha kapsamlıdır. Bu nedenle pragmatist estetik, idealist estetiğin
sanatı bir bilgi tarzına indirgeyen fikrini kabul etmemiş ve estetiğin sadece akademik
bir disiplinmiş gibi ele alınmasına karşı çıkmıştır. Hatta idealist düşünürlerin estetiği
sadece sanatla sınırlandıran yaklaşımının aksine James ile Dewey‘in estetiği,
Shusterman‘ın somaestetik‘i ya da diğer bir deyişle beden bilinci üzerine kurulu
estetik teorisi, felsefî estetiğin temel başlıklarına odaklanmamıştır. Üçü de estetiğin
yelpazesini çok geniş tutmuş ve onu sadece güzelliğin ya da sanatın felsefesiyle
sınırlandırmamıştır.
İdealist estetikte, özellikle de Platon ve Hegel‘de, sanatın âdeta felsefenin
gerisinde kalmaya mahkûm edildiği de dikkat çeken diğer bir husustur. Platon‘a
göre, idealara zihin yoluyla ancak filozoflar ulaştığı için, Hegel‘e göre de tin
kendisini düşüncede daha açık olarak gösterdiği için idealizm bakımından sanatın
felsefenin önüne geçmesi ya da ona yetişmesi mümkün değildir. Bu anlayışta sanat
hep çıkılması fakat aşılması gereken ara bir basamak olup, hiçbir zaman ulaşılacak
son nokta değildir. Oysa pragmatist estetikte sanat bir deneyim olarak ele alınmış,
235
üstelik sanatsal deneyimin insanın dünyayla etkileşimini tamamlayan tek deneyim
olduğu öne sürülmüş ve sanat tüm insan etkinliklerinin en üst noktasına
çıkartılmıştır. Bunun için de, pragmatist estetikte, sanatın felsefenin gerisinde
kalması diye bir şey kesinlikle söz konusu değildir.
İdealist düşünür Platon‘un ideaların bilgisi olan felsefî bilgi ile nesnelere
ilişkin olan duyusal bilgiyi birbirinden ayırdığı ve felsefî bilgiye üstünlük tanıdığı
zaten bilinen bir şeydir. Ona göre, felsefe, bilim ve sanat birbirinden farklıdır.
Hegel‘e göre de, sanatın düşünceden farklı bir alanı vardır ve bu alanın kavranması,
bilimsel düşünmeden başka bir organı gerektirir; çünkü tinin somutlaşması olan
sanatsal güzellik, kendisini akla değil, duyuya, duyguya, sezgiye ve hayal gücüne
sunar. Diğer idealist düşünür Croce‘ye göre de sanat sezgidir ve özellikleri
bakımından yine bilimsel düşünmeden farklıdır; çünkü sezgi, mantıksal
sınıflandırmalarla değil, doğrudan aracısız olarak bilir ve her türlü bilginin de
temelidir. Pragmatist estetik ise, insanı bütünlüğünde ve estetiği de insanla ve insanı
çevreleyen her şeyle bağlantılı olarak ele aldığı için, sanatın tabiat, toplum ve bilimle
koparılması mümkün olmayan ilişkisinden söz etmiş, onu bilimden ayırmamıştır.
Örneğin Dewey‘e göre, sanat sadece deneyimin zirvesi değil, doğal olayların da
doruğa ulaştığı bir nokta olduğu için, doğa ile deneyim ve sanat ile bilim arasında
kesin bir ayrım yapmak imkânsızdır; sanat ile bilim arasında herhangi bir karşıtlık da
yoktur. James‘in bilimsel ve felsefî teorilerin doğuşundan seçimine kadarki süreçte
estetiğin oynadığı role ilişkin düşünceleri hatırlanacak olursa, ona göre de bu alanları
birbirinden kesin çizgilerle ayırmanın pek mümkün olmadığı anlaşılır.
Pragmatist estetiğin duyulara yaklaşım biçiminin idealist estetiğin
yaklaşımından tamamen farklı olduğu ortadadır. Pragmatist açıdan bakıldığında,
236
duyuları estetiğin dışında tutmak, sadece bu fikri içinde barındıran teorinin kendi
kusurudur. Dewey‘e göre, duyular, estetik deneyimin başlangıcıdır ve estetik
deneyim duyular sayesinde kendisini somut olarak ifade etme imkânı bulur. Bu
bakımdan Türer de, Dewey‘in Platon‘un estetik anlayışını ―aktüel estetik deneyime
ilgisiz manevî bir metafizik olarak‖ değerlendirdiğini belirtmiştir.452
Pragmatist
estetiğe göre, estetik deneyim, kesinlikle metafizik bir algılama değildir; o hayatın
içinde yer alan, aktüel, canlı, yaşayan bir şeydir. Hayatla arasındaki yaşayan bağın
görülebilmesi için de, sanatın deneyim temelinde ele alınması gerekir. Çünkü
deneyim temelli ele alındığında, sanatın insan ve onun hayatıyla olan tüm bağları
ortaya çıkacak, böylelikle de sanatın pratik ve pragmatik yönlerinden daha iyi ve
daha mutlu yaşayabilmek adına yararlanmak mümkün olacaktır. İdealist estetik ise,
bilindiği gibi, sanatın pratik temelde ele alınmasına kesinlikle karşıdır. Ancak
sanattan pratik yönleriyle yararlanılabileceğini, hatta özellikle yararlanılması
gerektiğini öne süren pragmatist estetik için de sanatta gelişigüzel bir araçsallık söz
konusu değildir. Zira Dewey‘in sanattaki araçsallığa ancak deneyimle bütünleşmesi
halinde yer verilebileceği yönündeki düşüncesi, Shusterman‘ın da tüm estetik
unsurların bizatihi önemli bir değere sahip olduğunu belirterek bu konuyu atladığı
gerekçesiyle James‘i eleştirdiği daha önceki açıklamalarımızdan hatırlanacaktır.
Fakat sonuçta idealizmin her şeye pratik ve pragmatik temelde yaklaşan
pragmatizmle bu noktada uyuşması pek mümkün değildir. Çünkü idealist estetik,
sanatın pratik ilgiler içinde ele alınmasına kesinlikle karşıdır. Zaten pragmatist
estetiğin idealist estetikten ayrıldığı temel noktalardan biri de, estetiğin pratik
ilgilerinden yola çıkıyor olmasıdır.
452 Türer, Celal, 2009, a.g.e., s. 195.
237
Pragmatist yaklaşım, hatırlanabileceği gibi, idealist teorinin ―güzellik‖ fikrine
de katılmamıştır. Çünkü idealizme göre, genel olarak, bir eser ya güzeldir ya da
değildir. Meselâ Croce bir eser güzel ise onun hakkında derecelendirme yapılamaz
demiştir. Oysa Dewey‘e göre, sanat eserleri arasında deneyimi oluşturmada yaşamla
bütünleşmelerine bağlı olarak bir derecelendirme söz konusudur. Dolayısıyla
pragmatizm için eserin başarı derecesine göre bir güzellik derecesi söz konusu iken,
idealizme göre eser sadece başarılı olduğunda güzeldir. Aslında Croce, ―ifade
başarılı olmadığında ifade değildir‖ derken, kendi görüşüyle ilgili bir şüpheye neden
olmaktadır. Çünkü bu dışavurumculuğun derece bakımından değişemeyeceği
anlamına gelir. Fakat estetik dışavurumcululuk derecesinin açıklık kriteriyle, ifade
edilen estetik anlamın kesinliğiyle ve açıklığıyla ölçüldüğünü söylemek pek doğru
olmaz. Diğer yandan Croce, her ne kadar estetiği ifade bilimi olarak tarif etmişse de,
ifade estetiğin sadece önemli bir konusudur. Bu nedenle estetik deneyimi ifadeyle
özdeşleştirmek pek uygun değildir ve estetiği dil felsefesi kapsamında değil de
güzelle ilgili sorunlar üzerine felsefî bir çalışma alanı olarak ele etmek daha
uygundur.453
Şu halde, farklı yönleri bakımından yapılan karşılaştırmalar idealist
estetik ile pragmatist estetiğin, estetiği ele alışları, estetiğin ne olduğu, sınırları ve
işlevleri ile güzel hakkındaki düşünceleri bakımından birbirinden ayrıldığını
göstermektedir.
Bütün olarak bakıldığında idealist estetiğin sanatı ve güzeli tek-yanlı bir
şekilde, sadece bir yönüyle ele alması teorinin en zayıf noktalarından biri olarak
görülmektedir. Çünkü estetik bu gibi tek yanlı tanımlamalara girmez; değer, nesne ile
özne arasındaki ilişkide ortaya çıkar; diğer deyişle kendine özgü ilişkiler sisteminin
453 Saxena, Sushil Kumar, 1967, a.g.e., s. 27.
238
bir sonucudur.454
Bu bakımdan pragmatist estetiğin sanatı ve güzeli bölmeden-
parçalamadan, onu belli bir tek yöne indirgemeden ele alması, pragmatist teorinin en
güçlü noktalarından biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak pragmatizmin her şeyi
onaylayan hiçbir şeyi reddetmeyen hoşgörülü yaklaşımı nedeniyle de ortaya belirsiz
bir durumun çıktığı görülmektedir. Bir yazarın da belirttiği gibi, pragmatist
düşünürlerden söz gelimi Dewey‘e göre, sanat salt birikim yerine ritim içeren, salt
bitirmek yerine tamamlayan bir deneyimdir ve bu görüş son derece müphem ve çoğu
durumda verili bir yapıtın bir sanat eseri olup olmadığına karar vermemiz için hiçbir
ipucu vermemektedir.455
Pragmatist estetik ile idealist estetik arasındaki benzerliklere gelindiğinde ise,
kanımca en dikkat çekici olanlardan biri şudur: Pragmatist estetik, tıpkı sanattan
ideayı göstermesini bekleyen idealistler gibi, sanatın bildik ve alışıldık olanı değil de,
ideal olarak tasarlanabilen değerleri göstermesini istemektedir. James‘in mevcut
dünyada olup-bitenleri anlatan eserlerin sadece ideal olanın sahtesinin bir anlatımı
olarak kabul edilebileceğini öne sürdüğü ilgili bölümde açıklanmıştır. Ona göre,
estetik anlamda üretmek ve beğenmek istediğimiz şeyler aslında daha iyi deneyim
dünyalarıdır. Sanat ve hayal gücü işte buna aracılık etmektedir. Zira sanat sadece reel
dünya ile sınırlı olsaydı, insan beğenisinin ve hayal gücünün de reel dünya ile sınırlı
olması gerekirdi. Fakat sanatsal alana baktığımızda estetik üretimin ve beğeninin
ideal olana yönelik olduğu görürüz. Aynı şekilde, Dewey‘e göre sanatın amacının
insanların hayata anlam veren ideal değerlerle uyumunu sağlamak olduğu,
454 Kagan, Moissej, Estetik ve Sanat Dersleri, Çev. Aziz Çalışlar, Ankara, İmge Kitabevi, 1993, s.
71-72.
455 Sartwell, Crispin, 2000, a.g.e., s. 27.
239
Shusterman‘a göre erdemli davranışlara ulaşmak isteyen felsefenin bu amacına
ulaşmasının ancak estetikle mümkün olduğu da daha önce açıklanmıştır. Bu durumda
pragmatist estetiğe göre, estetiğin ve etiğin ulaşmak istediği dünya aynı ideal dünya
ya da mümkün ideal dünyalardır denilebilir. Bu da güzelliğin ideal olan ile
bağlantısının kurularak ele alındığı ve içi boş bir kavram olarak görülmediği
anlamına gelir. O halde, pragmatist estetik, sanatı, pratik ve pragmatik yönleriyle ele
alırken, insanın ahlakî bağlantılarını görmezden gelmemiş, en nihayetinde estetiğin
amacı ile etiğin amacını bir ve aynı görerek, bu fikri estetik tarihinin başında öne
süren ve estetik değerleri etik değerlere bağlayan idealist Platon‘la ortak bir noktada
buluşmuştur. Bu nokta, pragmatist estetiğin idealist estetikle paralellik gösterdiği
önemli bir nokta olmakla birlikte, belki de pragmatist estetiğin idealist damgası
yemesinin nedenidir de.
İdealist düşünür Croce‘ye göre, sanatçı, tininde sezgiyle yaşanan bir duyguyu
ifade etmektedir. Bu duygu sanatçının daha önceden bildiği bir duygu olmadığından,
sanatın önceden tasarlanmış belli bir etkiyi uyandırmak amacıyla yapılması söz
konusu değildir. Bu nedenle, eğlendirme, etkileme veya öğretme amaçlarıyla daha
önce bilinen birtakım duyguları uyandırmaya çalışan sanat, sözde sanattır. Pragmatist
düşünür Dewey‘e göre de, sanat, deneyimde kendiliğinden ortaya çıkan bir sonuç
olduğu için sonucun önceden planlanıp, amaçların önceden belirlendiği eserler
gerçek sanat değildir. Her ne kadar sanatın pratik yönlerini vurgulayan pragmatizmde
―araçsallık‖ söz konusuysa da, bu, sıradan bir araçsallık değildir. Daha önce
açıklandığı gibi, bu, estetik deneyimle tamamen bütünleşmiş, ona tam olarak nüfuz
etmiş bir araçsallıktır. Dewey, estetiğinde bu noktayı özellikle vurgulamış,
Shusterman da tüm estetik unsurların sadece araç olmaları bakımından değil,
240
kendilerinden dolayı değere sahip olduklarını önemle belirtmiştir. O halde her iki
görüşün de sanatın dar bir çerçeveye indirgenerek belli birtakım amaçlara araç
kılınmasına karşı olduğunu söylemek mümkündür. Bu söylenirken, elbette ki,
idealist yaklaşımın pratik tüm ögeleri sanat-dışı kabul ederek sanatın uzağına attığı
unutulmuş değildir. Ancak ―söylenenden‖ ziyade ―söylenmek istenene‖ bakılırsa,
idealist estetiğin bu noktada pragmatist düşünceyle bir karşıtlık içinde olmadığı
anlaşılabilir. Çünkü pragmatizm sanatın eğitim işlevi gibi birçok işlevinden söz
ediyor ve sanatın pratik kullanışlılığına dikkat çekiyorsa da onun dar bir çerçevede
araçsallaştırılmasına kesin olarak karşı çıkmıştır. Diğer bir deyişle, idealizmin
estetik-dışı unsurlar diye dışarıya attığı pratik ögelerin estetiğin içinde bizatihi yer
aldığını, bunların etkilerinin de estetiğin doğal sürecinde yaşandığını fakat bu
durumun önceden tasarlanan bir amaca göre planlı bir şekilde yapılmasının doğru
olmadığını savunmuştur. Dolayısıyla buradaki temel sıkıntı, aslında, aynı sözcüklerin
farklı anlamlarda kullanıyor olmasıdır. Sonuçta, her iki yaklaşım da sanat ile ideal
değerler arasındaki ilişkiden söz ettiğine göre söylemek istedikleri çok da farklı
şeyler olmasa gerek. Diğer yandan idealist estetiğin başlangıcında yer alan Platon‘un,
sanatı işlevi bakımından ele almasıyla pragmatist tavra benzer bir tutum sergilediği
de pragmatist estetiğin idealist estetik karşısındaki yerini anlamak açısından
dikkatlerden kaçırılmaması gereken bir noktadır.
İdealist estetiysen Croce‘ye göre, sanat sezgidir ve sezgi de bireyseldir.
Ancak sanatsal dünyadaki her şey öznel değildir. Çünkü beğeni yargısında, öznel
duygular değil, ifadenin objektif ve somut içeriği tekrarlanmaktadır. Bu nedenle,
beğeni yargısının sezgiye dayanan bir mutlaklığı vardır. Dewey‘e göre de, sanat,
bireyselleştirilmiş bir anlam içermesi nedeniyle bir ifade olarak duygu, sezgi gibi
241
öznel unsurlardan oluşmaktadır fakat bunların yanı sıra bazı nesnel unsurları da
içermektedir. Çünkü sanat eserleri içinde yaşadığımız nesnel dünyanın materyalleri
tarafından meydana getirildiğinden estetik deneyimin içeriği de sonuçta bir nesnedir.
Dolayısıyla, estetik deneyim o nesnenin ait olduğu dünyaya dair nesnel şartları da
tatmin etmek zorundadır. Bu noktada, Dewey‘in ‗deneyim‘ kavramını bireysel
anlamda kullanmadığını da hatırlatmakta yarar vardır. Ona göre, deneyim, birçok
bireyin dâhil olduğu bir süreçte ortaya çıkar ve toplumla bütünleşip nesnelleştiğinde
gerçek bir deneyim olur. Shusterman da, aynı şekilde sanatı öznel bir deneyim olarak
değerlendirmemiştir. Ona göre de, sanat, öznel bir zevkten öte gitmeyen basit bir
deneyimden ziyade sanatçısını ve alımlayıcısını değiştirip dönüştürerek
biçimlendiren bir deneyimdir. Kısacası her iki görüşe göre de, sanat ne sadece öznel
ne de sadece nesnel unsurlardan meydana gelir; çünkü sanat hem öznel hem de
nesnel unsurları içinde taşımaktadır.
İdealist estetisyenler de pragmatist estetisyenler de ‗estetik özne‘ ile ‗estetik
nesne‘ kavramlarını birbirinden ayırmış ve her iki anlayış da daha çok ―özne‖
üzerinde durmuştur; bu da aslında yine pragmatizmin idealizmle benzeşen başka bir
yönüdür. Ancak Dewey‘in estetik özne ile estetik nesneyi birbirinden ayırmanın
yeterli olmadığı ve bu iki öge arasında mutlaka bir uyum olması gerektiği yönündeki
sözleri ile Hegel‘in güzeli özne ve nesnenin mutlak özdeşliğinin bir görünümü olarak
tanımladığını da unutmamak gerekir. Diğer yandan James ile Dewey‘in estetik
nesneyi estetik özne tarafından meydana getirilen bir şey olarak ele alması da yine
pragmatist yaklaşımdaki önemli idealist motiflerdendir. Çünkü Dewey‘e göre, bir
özne olmadan estetik deneyimde bir ifadeden söz etmek mümkün değildir. James‘in
de nesneleri algılarımızın meydana getirdiği yönündeki düşünceleri ilgili bölümde
242
açıklanmıştır. Demek ki pragmatist yaklaşım bu noktada da idealist estetikle önemli
bir benzerlik göstermektedir.
Hegel sanatın gerçeği sezgisel bir yolla açığa çıkardığını, Croce de sanatın
sezgi ya da diğer bir deyişle sezgisel bilgi olduğunu öne sürmüştür. Dewey ise, sanatı
bir zihin halinin görünümü olarak ifade, zihin durumuna dair bilgi olarak da sezgi
kabul etmiştir. Ona göre, sanat eserlerindeki deneyimin fark edilmesini sağlayan şey
de yine sezgidir. Hatta Dewey, ifade ile dili özdeşleştiren Croce‘ye benzer şekilde,
sanatın, nesnesinin ifadesel olması nedeniyle dili temsil ettiğini belirtmiştir. Ancak
Dewey‘de, Croce‘de gördüğümüz gibi bir özdeşleştirme yoktur. Demek ki genellikle
idealist birer öge olarak kabul edilen ifade ve sezgi gibi kavramlar Dewey estetiğinde de
önemli bir yer tutmaktadır.
Bu iki görüş arasındaki diğer bir ortak nokta ise, Croce‘nin sanat sezgisinin
gündelik sezgi üzerinde yükseldiği iddiasına benzer şekilde, pragmatizm de estetik
deneyimin gündelik deneyim üzerinde yükseldiğini öne sürmüştür. Estetik deneyim
kavramı da aslında pragmatizmle doğmuş bir kavram değildir. Aslında farklı
şekillerde neredeyse her estetik teoride bu kavramdan söz edilmektedir. Ancak diğer
hiçbir teori estetik deneyimi pragmatist estetiğin anladığı anlamda ele almamıştır.
Aynı şekilde idealist düşünürler de estetik deneyimden söz etmiştir ama onlar bu
deneyimi daha çok sanat yapıtı ile karşı karşıya gelen alımlayıcının yaşadığı içsel bir
bireysel yaşantı olarak kabul etmiş ve aslında bu yaşantı üzerinde de çok
durmamışlardır. Bu yaşantıyı esas olarak vurgulayan pragmatizm olmuştur. Hele de
estetik deneyimin insanın dünyayla etkileşimini tamamlayan yönü ilk kez pragmatist
estetikte dile getirilmiş ve başka hiçbir estetik yaklaşımda da sanata bu kadar üst
noktada yer verilmemiştir.
243
Bütün bu açıklamalar, estetiği ele alışları, estetiğin ne olduğu, sınırları ve işlevleri
bakımından temelden farklı olduğu belirtilen idealist ve pragmatist estetik teorinin,
aslında birçok bakımdan da ortak bir noktada buluştuklarını, hatta bazı açılardan ilginç
benzerlikler sergilediklerini göstermektedir. Ancak gerek ifade, gerek sezgi gerekse idea
ile ilgili düşünceleriyle idealist teoriyle benzer yönleri olsa da, pragmatist estetik ayrı bir
teoridir. Çünkü en az benzerlikleri kadar farklılıkları da mevcuttur ve bir bütün olarak
değerlendirildiğinde de estetik dünyasına yeni bir bakış açısı sunmaktadır. Bu anlamda
pragmatist estetik daha önceki bildiklerimizi sarsan, eskiyi yeniyle uzlaştıran yeni bir ses,
yeni bir bakış, yeni bir gözdür.
Pragmatizm, bilgiyi değişmez, kesin bir gerçek olarak kabul etmediği için,
varlık karşısında felsefe tarihindeki diğer ―…izm‖ lere göre daha farklı bir tavır
sergiler. Malum neredeyse her felsefî akım bazı görüşlerle dost, bazılarıyla da
düşman gibidir. Pragmatizm ise hiçbir görüşe bu şekilde yaklaşmaz; sadece öne
sürülen teorilerin katılmadığı yönlerini belli bir iyimserlik çerçevesinde eleştirmekle
yetinir. Çünkü pragmatizm, bir tavır olarak kapılarını kimseye kapatmaz, kendine
açık hiçbir kapıyı da reddetmez. James‘in de söylediği gibi, pragmacılık, bir ara
bulucu, bir uzlaştırıcıdır; hiçbir önyargısı, inatçı dogması, kanıt sayılabilecek hiçbir
soğuk ve katı kural ve kanunu yoktur; tamamen samimi olup, her varsayıma güleryüz
gösterir.456
Pragmatizmin bu tutumu, estetiğe de farklı beğenilere daha çok
hoşgörüyle yaklaşılması şeklinde yansımıştır. Bu bakımdan idealizm, bir tavır olarak
pragmatizme göre daha serttir ve pragmatizmin uzlaşımcı tavrı idealist düşünürlerle
kıyaslandığında hemen fark edilmektedir. Öyle ki idealizm sanat olan ile olmayanı
456 James, William, 1948, a.g.e., s. 58.
244
kesin bir tavırla birbirinden ayırmaya çalışırken, pragmatizm sanattaki tüm
farklılıkların iyimserlikle kabul edilmesini önermiştir.
İçeriği bakımından ele alındığında idealist estetik, tamamen idealist
düşünürlerin idealist felsefelerinin bir sonucudur. Pragmatist estetik de bir bakıma
pragmatizmin bir sonucu olarak görülebilir fakat pragmatizm bu estetiğin sadece
sanata yaklaşım biçimini belirlemiştir, içeriğini değil. Zira pragmatizmin James
tarafından yapılan tanımı da tam olarak bunu belirtmektedir. Pragmatizm sadece bir
doktrin değil, bir yöntemdir. Bu nedenle idealist bir estetik, başından sonuna kadar
idealist iken ya da idealist olmak zorunda iken, pragmatist estetik için böyle bir
―şart‖ söz konusu değildir. Ancak bu demek değildir ki, pragmatist düşünürler teori
içinde pragmatizmden uzaklaşabilirler ya da birbiriyle çelişen görüşler öne
sürebilirler. Elbette ki pragmatistler de, diğer düşünürler gibi, teoriden uzaklaşamaz
ve çelişkili görüşler öne süremez. Fakat pragmatist bir tavır, teoriyi, pratik koşullar
çerçevesinde ele aldığından, içerik olarak farklı felsefî motifler taşıyan bir fikrin
teoriye dâhil edilmesinin de pratik ve pragmatik nedenleri olabilir. Dolayısıyla o
farklı felsefî motifler pragmatist bir teoriye dâhil edildiğinde artık daha farklı bir
bağlam kazanmış olmaktadır. Bu nedenle, idealist estetikle aralarındaki benzerlikler,
pragmatizmin kendi pragmatik tavrıyla, çoğulcu, iyimser ve uzlaşımcı yaklaşımıyla
uyumlu olduğu için pragmatist estetiğin zayıf bir noktası olarak değerlendirilemez.
Diğer yandan pragmatist estetik ile idealist estetik arasında görülen benzerlikler,
pragmatist estetiğin idealist estetikten farklı olduğu, hatta birçok noktada onunla
taban tabana zıt olduğu ve estetik dünyaya çok önemli bazı özgün fikirler getirdiği
gerçeğini de değiştirmemektedir. Özellikle beden ile estetik duygular ve algılar
arasındaki öne sürülen bağlantı felsefe dünyası açısından tamamen yeni bir
245
penceredir. Bu nedenle, bu estetik, daha önce Dewey‘e yapıldığı gibi, ―idealist‖
suçlamasıyla bir kenara itilmeyi değil, hem teorik hem de pratik açıdan insan
hayatına sağlayacağı katkılar bakımından ele alınıp incelenmeyi en az diğer teoriler
kadar hak etmektedir.
Pragmatist estetiğin ―estetik deneyim‖ üzerine yaptığı vurgu ise özellikle
dikkate alınmalıdır. Çünkü ‗estetik deneyim‘ kavramı, aslında, farklı estetik
yaklaşımlar arasına köprü kuran bir çözüm gibidir. Neticede estetik deneyimin inkâr
edilmesi diye bir durum hiçbir zaman söz konusu olmamıştır. Zira hangisi olursa
olsun estetiğe ilişkin her teorinin mutlaka estetik deneyimden söz ettiği görülür.
Belki de teoriler arası ortak bir kavram olan ‗estetik deneyim‘ kavramı, pragmatist
düşünürlerin iddia ettiği gibi, sanatın ne olduğunu bize gösterebilecek bir özelliğe
sahiptir. Belki de deneyim merkezli yaklaşıldığında estetiğe dair yüzyıllardır
tartışılan birçok tartışma son bulacaktır.457
Çünkü yaşadığımız bir estetik deneyimi
düşündüğümüzde şu anlatılanların herkesçe kabul edilmesi yüksek ihtimaldir:
―Kesin olan şudur ki bu deneyimlerden bir şeyler öğrenirim. Estetik deneyimin
yoğun anlarında insan, bu anları sanki bilmenin yörüngesindeymiş gibi hisseder;
sanki çok hafif bir sesle bir şey fısıldanmış, yine de bu ses bir şekilde duyulmuş
gibidir. Bununla birlikte öğrendiğim şeyin dikkatlice ve sabırla, deneyimin
içinden ayıklanması gerekir. Belki de bunun farkına, örneğin deneyimi ortaya
çıkaran nesneyle pek çok kez yeniden karşılaştığımda ya da deneyimin üzerinden
uzun bir süre geçtiğinde varırım. Diğer bir deyişle bu deneyimler çoğu kez,
çoktan beri bildiğim ama yine de kendime bilgi olarak göstermem gereken şeyi
457 Bugün estetik üzerine çalışma yapan birçok yazar sanat yapıtını sanat yapıtı kılan özelliğin estetik
yaşantıdan bağımsız olarak ele alınamayacağını vurgulamaktadır (Kaygı, Abdullah, Edebiyat ve
Varlık, Ankara, Kebikeç Yayınları, 1995, s. 261).
246
tanımlamamda yardımcı olur. Bildiğimin sınırlarına dikkat çekerler, böylece
bilinmeyen ya da bilinemez olanı gözle görünür kılarlar. Bu durum
gerçekleştiğinde bilinmeyen ya da bilinemez olan bilgiyi nesneye yansıtırım:
Sanat yapıtının, ortaya çıkarmaya ya da kendime mal etmeye çabaladığım bir şey
içerdiğini sezerim. Bu türdeki deneyimler, bunu bilmemi sağlar.‖458
Pragmatist estetiğin savunduğu, tüm pragmatist estetisyenlerin özellikle
vurguladığı şey, sanatın içinde doğduğu ve geliştiği dünyadan bağımsız olarak değil
de dünyayla olan tüm bağlarıyla ilgisi içinde ele alınması gerektiğidir. Bu da aslında
insanın ürettiği, insanın kendini ifade ettiği ve kendini ifade etmenin insan için belki
de en iyi yolu olan sanatı anlamanın tek gerçek yoludur. Çünkü bir düşünürün de
dediği gibi, ―nerede bir gerçekliğin bir iki özelliğini değil de, gerçekliğe ilişkin tüm
verileri işin içine katabiliyorsak, orda güdük savlardan çok kuşatıcı doğrulara
varmayı umabiliriz.‖459
Konuya bu şekilde yaklaşıldığında, pratik ve pragmatik
yönleriyle ele alarak sanatın canlı-yaşayan tüm bağlarını açıklığa kavuşturmak
isteyen ama onu kesinlikle dar çerçevedeki bir faydacılığa indirgemeyen pragmatist
estetik, bir bütün olarak sanatı kucaklamada idealist estetiğe nazaran daha başarılı bir
teori olarak karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca, kronolojik bakımdan zaten yeni olan
pragmatist estetik, sadece bu bakımdan değil, içerik olarak da gerçekten yeni bir
teoridir. Sanat felsefesi ve estetik tarihindeki hak ettiği yeri almak için de anlaşılmayı
beklemektedir.
Böylece, bölümün başında sorduğumuz pragmatist estetiğin idealist estetik
kapsamında değerlendirilip-değerlendirilemeyeceği, varsa benzer ve farklı yönlerinin
458 Bolla, Peter de, Sanat ve Estetik, Çev. Kubilay Koş, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2006, s. 23.
459 Uygur, Nermi, İnsan Açısından Edebiyat, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1985, s. 147.
247
neler olduğu, yeni ve özgün bir estetik anlayışı olarak kabul edilip-edilemeyeceği ve
genel olarak pragmatizmle uygunluk gösterip-göstermediğine ilişkin sorularımız da
cevaplanmış olmaktadır. Sonuç olarak, yukarıda ayrıntısıyla açıklandığı gibi,
pragmatist estetik, pragmatizmin felsefî tavrının genel özelliklerini yansıtan, idealist
estetik kapsamında değerlendirilemeyecek kadar farklı fakat kimi yönlerden benzer
unsurları barındıran yine de kesinlikle yeni ve özgün bir estetik anlayıştır.
248
SONUÇ
Sanat, en yüksek yoğunlukta ve
derinlikteki insan deneyimidir.
Sartwell
Bu çalışmada, idealist estetik anlayışı ile pragmatist estetik anlayışı tarihsel
bir sıralamada ele alınmış, öncelikle idealist estetik anlayışının Platon‘la ortaya
çıktığı, Hegel‘de doruğa ulaştığı ve 20. yüzyılda da en çok Croce ile temsil edildiği,
pragmatist estetik anlayışının ise 20. yüzyılda James ve Dewey ile günümüzde de
Shusterman‘la temsil edildiği belirtilmiş; sonra da adı geçen düşünürlerin estetik
yaklaşımları genel hatlarıyla açıklanmaya çalışılmıştır.
Buna göre, idealist estetiğin, insanı akıl ve beden ikilemi temelinde ele alan
idealist yaklaşımıyla sanatı tek bir yönüyle idealize ettiği, sanatı ‗idea/tin‘ kavramı
merkezinde ele aldığı, sanatın amacını ideanın gösterilmesi olarak belirlediği,
‗güzellik‘ kavramını da yine bu çerçevede ele alarak tanımladığı, sanatı bir bilgi
etkinliği, bu bilgiye ulaşmanın kendine özgü yolunu da sezgi olarak kabul ettiği,
bilim vb. diğer insan etkinliklerinden ayırdığı, sanattaki güzelliği doğa güzelliğinden
üstün saydığı, estetiği sanatsal alanla sınırlandırdığı, sanattan pratik yönde bir şeyler
beklemeyi de sanat-dışı bir tavra bağladığı ve sanatı bir gün felsefe tarafından
aşılması gereken bir ara basamak olarak değerlendirdiği anlaşılmıştır.
Pragmatist estetiğin ise, insanı, akıl ve beden şeklinde ikiye ayırmayarak
bütünlüğünde ele aldığı, sanatın duyusal yönüyle olan ilişkisini küçümsemediği gibi
bu yönüne özellikle önem verdiği, böylece metafizik bir havada gelişen idealist
estetiği yeryüzüne indirerek estetiğin insan ve hayatla olan bağlarını canlı bir şekilde
ortaya koyduğu, sanatı ‗estetik deneyim‘ merkezinde ele aldığı, tüm insan
deneyimine yayılmış olarak bulunması nedeniyle de estetiği sadece sanatsal alanla
249
sınırlandırmadığı, bu bakımdan onu bilimin karşına koymadığı ve sanatsal güzellik
ile doğa güzelliği için de tek bir formül oluşturduğu, estetiği bilgiden çok daha
kapsamlı bir şey olarak ele aldığı, en basit estetik tatminlerden en yüksek beğenilere
kadar hepsini estetik olma noktasında aynı kabul ettiği, farklı estetik beğenilere daha
iyimser bir şekilde yaklaşılması gerektiğini belirttiği fakat sanatı kesinlikle dar bir
araçsalcılığa indirgemediği ve idealizmde hep aşılması gereken bir ara basamak
olarak ele alınan sanatı insan deneyimlerinin en üst noktasına yerleştirdiği
anlaşılmıştır.
Sonuç olarak; estetik tarihinde genellikle sanat ile hakikat arasında bir ilişki
kurulmuş, Hegel‘de olduğu gibi bazen bu ilişki güzel ile hakikatin aynı şey olduğu
noktasına götürülmüş, bazen de güzelin hakikatle olan tüm bağları koparılmaya
çalışılmıştır. Neticede her sanat anlayışının, estetikle ilgili her görüşün öyle ya da
böyle hakikatle bir bağlantısı vardır. Bu bağlantı bazen red noktasına da varsa devam
ediyor demektir. Zira estetik, güzelde ortaya çıkan hakikatin örtüsünü kaldırma
çabasından başka bir şey değildir. Bu bağlamda bütün estetik anlayışları güzeldeki
hakikati görünür kılma arayışı olarak değerlendirilebilir. Estetik tarihine
baktığımızda da çeşitli felsefî akımların sanat konusuna kendi felsefe anlayışları
çerçevesinde yaklaştığı görülmektedir. Bu akımların en önemlilerinden idealizm
genel felsefî tavrı doğrultusunda sanatı akıl-duyu ayrımı temelinde ele alırken, 20.
yüzyılın önemli felsefî akımları arasında yer alan pragmatizm her tür düalizmi
reddeden bir anlayışla sanattaki akıl-duyu ayrımına karşı çıkmıştır. Bununla birlikte,
idealist estetiğin akla verdiği öncelik, tüm hakikati akıl temelinde ele alması ve
duyulara ikinci planda yer vermesi sanatsal alanda ―elitist‖ bir yaklaşımın doğmasına
neden olarak modern sanatın insanlardan uzaklaşmasına ve hayattan kopmasına
250
neden olmuş, ayrıca idealizmin hakikatin ifadesi anlamında tek gerçek olduğu
iddiasının reeliteyle örtüşmediğini gören birçok insana da hakikati reddeden
şüpheciliğin yolunu açmıştır. Pragmatist estetik ise, idealist bir çizgide ilerleyen ve
akıl-duyu ayrımı temelinde gelişen modern estetiğe bir tepki olarak doğan avand-
garde sanat akımı ile postmodernizmin neden olduğu hakikat karmaşası, belirsizliği
ya da reddi ortamında sanatın hakikatle olan bağını yeniden kurmaya çalışmıştır.
Pragmatist estetik, aklın yanı sıra duyuların da önemine dikkat çekmiş, insanı
parçalara bölmemiş, sanatı da deneyim temelinde ele alarak insanın varlıkla
bütünleşmesinin bir imkânı olarak sunmuştur. Böylece de, daha önce idealize
edilerek göklere çıkarılan sanata insanların arasına inmesinin ve hayatla tekrar
barışmasının yolunu açmıştır.
Varlık bir bütündür ve hiçbir teori bu bütünü tek başına tüketemez. Bu
nedenle her felsefî anlayış, sadece hakikatin farklı bir görünümünün ifadesi olarak
değerlendirilmelidir. Dolayısıyla idealist estetik ile pragmatist estetik de, tıpkı diğer
teoriler gibi, insanın hakikat arayışında kendi zamanlarının ruhunun bir girişimi
olarak kabul edilmelidir. Zira idealist estetik de pragmatist estetik de sanat ile hakikat
arasındaki bağı kendi felsefî tavırlarına göre kurmaya çalışmışlardır. Ancak, tıpkı
diğer estetik anlayışları gibi, ne idealist estetik ne de pragmatist estetik estetikle ilgili
sorunları nihai olarak çözebilmiş değildir. Bu ise, teorilerin eksikliğinden ya da
kusurlu oluşundan değil, her birinin bir ―cephe hakikati‖ olmasıyla, her birinin
hakikatin farklı bir görünümünü sunmasıyla ilgilidir. Çünkü, yukarıda da belirtildiği
gibi, hiçbir teorinin tek başına hakikati bütün olarak tüketmesi söz konusu değildir.
Bütün teoriler gibi idealist estetik ile pragmatist estetik de hakikat arayışında sadece
zamanın ruhunun girişimi olup, hakikate bir de bu pencereden bakma imkânı
251
sağlarlar. Bu bağlamda ele alınarak değerlendirilen idealist estetik ile pragmatist
estetiğin kendi aralarında birtakım benzerlikler ve farklılıklar sergiledikleri ama her
ikisinin de temelde hakikatin perdesini aralamaya çalıştığı, idealist bir çizgide gelişen
modern estetiğin neden olduğu problemlere pragmatizmin bir çözüm olarak kendi
estetik yaklaşımını önerdiği fakat bu estetik yaklaşımın da estetik alanda yaşanan
tüm sorunları çözemediği gibi, yeni birtakım sorunları beraberinde getirdiği, ancak
ne olursa olsun pragmatizmin estetik teorisinin özgün bir felsefî teori olduğu
anlaşılmıştır. Bu nedenle de, pragmatist estetik, rölativizme giden yolu açması
bakımından bazı problemleri barındırıyorsa da, aralıksız olarak devam edegelen
düşünce tarihi ırmağında hakikatin farklı bir görünümü olarak yerini almayı hak
etmektedir.
v
KAYNAKÇA
Acton, Harry Burrows, “Idealism”, The Encyclopedia of Philosophy, Paul
Edwards(ed.)., Vol. 4, New York, The MacMillan Company Press, 1967.
Adams, Hazard(ed.)., Critical Theory Since Plato, Irvine, University of
California, 1971.
Adorno, Theodor W., Aesthetic Theory, Gretel Adorno and Rolf
Tiedemann(ed.)., Minneapolis, University of Minnesota Press, 1996.
Akan, Nesrin, Platon’da Müzik, İstanbul, Bağlam Yayıncılık, 2012.
Akarsu, Bedia, Felsefe Sözlüğü, İstanbul, Remzi Kitapevi Yayınları, 1988.
Alexander, Thomas M. , John Dewey’s Theory of Art, Experience and
Nature: The Horizons of Feeling, Albany State University Of New York, 1987.
Arat, Necla, Etik ve Estetik Değerler, İstanbul, Say Yayınları, 1987.
Aristoteles, Nikomakhos’a Ethik, Çev. Saffet Babür, Ankara, Hacettepe
Üniversitesi Yayınları, 1988.
Beiser, Frederick C., German Idealism The Struggle Against
Subjectivism, London, Harvard University Press, 2002.
Bochenski, Joseph M., Çağdaş Avrupa Felsefesi, Çev. Serdar Rifat
Kırkoğlu, İstanbul, Kabalcı Yayınevi, 1997.
Bolla, Peter de, Sanat ve Estetik, Çev. Kubilay Koş, İstanbul, Ayrıntı
Yayınları, 2006.
Bosanquet, Bernard, Croce’s Aesthetic, London, Published fort he British
Academy, Oxford University Press, 1919.
Bozkurt, Nejat, Sanat ve Estetik Kuramları, İstanbul, Ara Yayıncılık, 1992.
vi
Butler, J. Donald, Four Philosophies and Their Practice in Education at
Religion, The United States of America, Harper&Row Publishers, 1968.
Brown, Merle E., Neo-Idealistic Aesthetic: Croce-Gentile-Collingwood,
Detroit, Wayne State University Press, 1966.
Campbell, James, Understanding John Dewey Nature and Cooperative
Intelligence, Chikago and La Salle, Open Court Publishing Company, 1995.
Carr, Vaughan J., “Beauty and Belief: William James and the aesthetics of
delusions in schizophrenia”, Cognitive Neuropsychiatry, Australia, Psychology
Press, Taylor and Francis Group, S. 15, s. 181-201, 2010.
Cevizci, Ahmet, Paradigma Felsefe Sözlüğü, İstanbul, Paradigma
Yayıncılık, 2013.
Chytry, Josef, The Aesthetic State A Quest in Modern German Thougt,
London, England, University of California Press, 1989.
Conford, Francis. Macdonald, Soktares’ten Önce ve Sonra, Çev. Ufuk Can
Akın, Ankara, Ayraç Yayınevi, 2003.
Cömert, Bedrettin, Croce’nin Estetiği, Ankara, De Ki Yayınları, 2007.
Cömert, Bedrettin, Estetik, Ankara, De Ki Yayınları, 2008.
Croce, Benedetto, İfade Bilimi ve Genel Linguistik Olarak Estetik, Çev.
İsmail Tunalı, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1983.
Croce, Benedetto, “Taste and the Reproduction of Art”, Continental
Aesthetics Romanticism to Postmodernism an Anthology, Richard Kearny and
David Rasmussen(ed.)., The United States of America, Blackwell Publishers, s. 271-
275, 2001.
vii
Demir, Çiğdem, Pragmatizm Üzerine Bir Deneme, İstanbul Üniversitesi,
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, 2004.
Dewey, John, Art as Experience, New York, Capricorn Books, 1958a.
Dewey, John, Experience and Nature, New York, Dover Publications,
1958b.
Dewey, John, “Having an Experience,” The Problems of Aesthetics, Eliseo
Vivas and Murray Kriger(ed.)., New York, Holt, Rinehart and Winston, s. 325-343,
1966.
Dewey, John, “Amerikan Pragmatizminin Gelişmesi”, Erciyes Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Çev. Celal Türer, Kayseri, c. 7, s. 199-210,
1996.
Dewey, John, Experience and Education, The United States of America,
Touchstone Book, Published by Simon and Schuster, 1997.
Dewey, John, “The Live Creature”, Aesthetics: The Big Questions,
Korsmeyer Carolyn(ed.)., Oxford UK&Cambridge, Blackwell Publishers, 1998.
Dewey, John, “Felsefeye Meydan Okuma”, Sanatın Felsefesi Felsefenin
Sanatı, Mehmet Yılmaz(ed.), Çev. Nazım Özüaydın, 2. Baskı, Ankara, Ütopya
Yayınları, s. 48-78, 2009.
Dewey, John, “Eleştiri ve Algılama”, Sanatın Felsefesi Felsefenin Sanatı,
Mehmet Yılmaz(ed.)., Çev. Nazım Özüaydın, 2. Baskı, Ankara, Ütopya Yayınları, s.
79-110, 2009.
Diemer, Frenzel vd, Günümüzde Felsefe Disiplinleri, Çev. Doğan Özlem,
İstanbul, Ara Yayıncılık, 1990.
Doğan, Mehmet H., 100 Soruda Estetik, İstanbul, Gerçek Yayınevi, 1975.
viii
Doğan, Mehmet H., Estetik, İzmir, Dokuz Eylül Yayınları, 1998.
Doğan, Can, Platon ve Georg Lukacs’da Sanatın Neliği, Hacettepe
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Hacettepe Üniversitesi,
2004.
Erbay, Adviye, Sanat ve İşlevi Bakımından Platon, Marxizm, Frankfurt
Okulu, Hacettepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, 1993.
Eroğlu, Ayşe, John Dewey’de Deneyim ve Sanat, Atatürk Üniversitesi,
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, 2011.
Farago, France, Sanat, Çev. Özcan Doğan, Ankara, Doğu Batı Yayınları,
2003.
Goetz, Philip W(ed.)., Anabritannica, cilt 6, İstanbul, Ana Yayıncılık, 1987.
Goetz, Philip W(ed.)., Anabritannica, cilt 11, İstanbul, Ana Yayıncılık,
1994.
Gökberk, Macit, Felsefe Tarihi, 6. Basım, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1994.
Graham, Gordon, Phılosophy of The Arts An Introduction to aesthetics,
Third Edition, London and New York, Published by Routledge, Taylor&Francis
Group, 2005.
Harrison, Charles ve Wood, Paul(ed.)., Art in Theory 1900-1990 An
Anthology of Changing Ideas, Oxford UK&Cambridge, USA, Blackwell
Publishers, 1992.
Hegel, Georg Wilhelm Friedrich, Bütün Yapıtları (Seçmeler) I, Çev.
Hüseyin Demirhan, Ankara, Onur Yayınları, 1976.
Hegel, Georg Wilhelm Friedrich, Seçilmiş Parçalar, Çev. Nejat Bozkurt,
İstanbul, Remzi Kitabevi, 1986.
ix
Hegel, Georg Wilhelm Friedrich, Estetik Güzel Sanat Üzerine Dersler, Cilt
I, Çev. Taylan Altuğ-Hakkı Hünler, İstanbul Payel Yayıncılık, 1994.
Hegel, Georg Wilhelm Friedrich, Tarihte Akıl, Çev. Önay Sözer, İstanbul,
Kabalcı Yayınları, 1995.
Hegel, Georg Wilhelm Friedrich, “Lectures on Aesthetics”, Continental
Aesthetics Romanticism to Postmodernism an Anthology, Richard Kearny and
David Rasmussen(ed.)., The United States of America, Blackwell Publishers, s. 99-
126, 2001.
Huisman, Denis, Estetik, Çev. Cem Muhtaroğlu, İstanbul, İletişim Yayınları,
1994.
Hünler, Hakkı, Hegel Estetiğinde Güzel ve Sanat Kavramları, Ege
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, 1990.
Hünler, Hakkı, Estetiğin Kısa Tarihi, Ankara, Doğu Batı Yayınları, 2011.
Jackson, Philip W., John Dewey and the Lessons of Art, New Haven and
London, The United States of America, Yale University Press, 1998.
Jacobitti, Edmund E., “The Impact of Croce’s Aesthetics of 1902 and
Today’s Revolt against Modernity”, The Legacy of Benedetto Croce
Contemporary Critical Views, D’Amico, Dain A. Trafton and Massimo
Verdicchio(ed.), Toronto-Buffalo-London, University of Toronto Press, s. 174-195,
1999.
James, William, “What is an Emotion?”, The Emotions, Knight
Dunlap(ed.)., The United States of America, Williams and Wilkins Company, s.11-
33, 1922.
x
James, William, Pragmacılık, Çev. Muzaffer Aşkın, İstanbul, Milli Eğitim
Bakanlığı Yayınları, 1948.
James, William, The Principles of Psychology, The United States Of
America, The President and Fellows of Harvard College, 1981.
Jameux, Dominique, Sanat Estetik, Çev. Gönen Güzey, İstanbul, Marmara
Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Yayınları, 1990.
Jimenez, Marc, Estetik Nedir?, Çev. Aytekin Karaçoban, İstanbul, Doruk
Yayınları, 2008.
Johnson, Ellwood, “William James and the Art of Fiction”, The Journal of
Aesthetics and Art Criticism, Blackwell Publishing, Vol. 30, No 3, s. 285-296,
1972.
Kagan, Moissej, Güzellik Bilimi Olarak Estetik ve Sanat, Çev. Aziz
Çalışlar, İstanbul, Altın Kitaplar Yayınevi, 1982.
Kagan, Moissej, Estetik ve Sanat Dersleri, Çev. Aziz Çalışlar, Ankara, İmge
Kitabevi, 1993.
Kant, Immanuel, The Critique of Judgement, Almancadan Çev. James
Creed Meredith, Oxford, Clarendon Press, 1964.
Kant, Immanuel, Prolegomena to Any Future Metaphysics, Cambridge,
Hackett Publishing, 2002.
Kaygı, Abdullah, Edebiyat ve Varlık, Ankara, Kebikeç Yayınları, 1995.
Kınağ, Mustafa, William James’in İdealizm Eleştirisi, Erciyes Üniversitesi,
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, 2011.
Korlaelçi, Murtaza, Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi, İstanbul, İnsan
Yayınları, 1986.
xi
Maus, Fred Everett, “Somaesthetics of Music”, Action, Criticism and
Theory for Music Education, Wayne Bowman(ed.)., The refereed journal of the
Mayday Group, Vol. 9, No. 1, 2010.
Moran, Berna, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, Genişletilmiş 6. Baskı,
İstanbul, Cem Yayınevi, 1988.
Moss, M. E., Benedetto Croce Reconsidered, Truth and Error in Theories
of Art, Literature and History, Hanover and London, University Press Of New
England, 1987.
Özlem, Doğan, Tarih Felsefesi, İstanbul, Anahtar Kitaplar Yayınevi, 1994.
Platon, Platons Dialoge, Hippias I und II, Ion, Übersetz und Erlautert von
Otto Apelt, Zweite Auflage, Felix Meiner in Leipzig, 1921.
Platon, Diyaloglar II, Çev. Tanju Gökçöl-Ömer Naci Soykan vd., İstanbul
Remzi Kitabevi, 1986.
Platon, Yasalar, Çev. Candan Şentuna-Saffet Babür, İstanbul, Ara
Yayıncılık, 1988.
Platon, Parmenides, Çev. Saffet Babür, İstanbul, Ara Yayıncılık, 1989.
Platon, Devlet, Çev. Sabahattin Eyuboğlu-M. Ali Cimcoz, İstanbul, Remzi
Kitabevi, 1992.
Platon, Diyaloglar I, Çev. Teoman Aktürel-Tacettin Ünlü vd., İstanbul,
Remzi Kitabevi, 1993.
Platon, Phaidros, Çev. Hamdi Akverdi, İstanbul, Mili Eğitim Bakanlığı
Yayınları, 1997.
Platon, Philebos, Çev. Sabri Esat Siyavuşgil, Ankara, Cumhuriyet Yayınları,
1998.
xii
Platon, Plato’s Laws, VII. Kitap, Yunancadan çeviren Seth Benardete, The
United States of America, Chicago and London, University of Chicago press, 2000.
Platon, Timaios, Çev. Erol Güney-Lütfi Ay, İstanbul, Sosyal Yayınlar, 2001.
Platon, Şölen, Çev. Cüneyt Çetinkaya, İstanbul, Bordo Siyah Yayınları, 2003
Rorty, Richard, Consequence of Pragmatism, USA, Harvester Wheatsheaf
Publishing, 1982.
Ross, Stephan David, A Theory of Art, Albany, State University of New
York Press, 1982.
Sartwell, Crispin, Yaşama Sanatı Dünya Tinsel Geleneklerinde Gündelik
Hayatın Estetiği, Çev. Abdullah Yılmaz, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2000.
Saxena, Sushil Kumar, Art and Philosohpy Seven Aestheticians, New
York, Humanities Press, 1967.
Sena, Cemil, Estetik, İstanbul, Naşiri: Kanaat Kütüphanesi, Akşam Matbaası,
1931.
Sena, Cemil, Estetik/Sanat ve Güzelliğin Felsefesi, İstanbul, Remzi
Kitabevi Yayınları, 1972.
Shusterman, Richard, Praticing Philosophy Pragmatism and The
Philosophical Life, New York and London, Routledge, 1997.
Shusterman, Richard, Pragmatist Aesthetics Living Beauty, Rethinking Art,
Second Edition, New York, Rowman&Littlefield, 2000a.
Shusterman, Richard, Performing Live Aesthetic Alternatives for The Ends
of Art, London, Cornell University Press, 2000b.
Shusterman, Richard, The Pragmatist Aesthetics of Richard Shusterman:
A Conversation, Günter Leypoldt(röportaj), From: Zeitschrift für Anglistik
xiii
und Amerikanistik: A Quarterly of Language, Literature, and Culture, 48:1, 57-71,
2000c.
Shusterman, Richard, Body Consciousness A Phılosopy of Mindfulness
and Somaesthetics, New York, United States of America, Cambridge University
Press, 2008.
Shusterman, Richard, “The Pragmatist Aesthetics of William James”, British
Journal of Aesthetics, Oxford University Press, vol. 51, number 4., s. 347–361,
2011.
Simon, Linda, Genuine Reality: A Life of William James, United States Of
America, The University of Chicago Press, 1988.
Shook, John, Amerikan Pragmatizminin Öncüleri, Çev. Celal Türer,
İstanbul, Üniversite Kitapevi Yayınları, 2003.
Suckiel, Ellen Kappy, William James’in Pragmatik Felsefesi, Çev. Celal
Türer, İstanbul, Paradigma Yayınları, 2003.
Suckiel, Ellen Kappy, Cennet Savunucusu William James’in Din Felsefesi,
Çev. Celal Türer, Ankara, Elis Yayınları, 2005.
Tansel, İ. Billur, Study and Analysis of the Traditional Aesthetics in Art
as Opposed to the New Aesthetics in Digital Art, Yeditepe Üniversitesi, Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, 2008.
Thayer, Horace Standish, Meaning And Action: A Critical History Of
Pragmatism, Indianapolis and Cambridge, Hackett Publishing Company, 1981.
Thayer, Horace Standish(ed.)., Felsefi Metinler: Pragmatizm, Çev. Celal
Türer, Bilal Genç, İsmail Doğu, İstanbul, Üniversite Kitabevi Yayınları, 2004.
xiv
Torossian, Aram, A Guide to Aesthetics, California, Stanford University
Press, 1937.
Tunalı, İsmail, Estetik, İstanbul, Cem Yayınları, 1979.
Tunalı, İsmail, B. Croce Estetik’ine Giriş, ikinci basım, İstanbul, Remzi
Kitabevi, 1983.
Tunalı, İsmail, Estetik Beğeni, İstanbul, Say Yayınları, 1983.
Tunalı, İsmail, Grek Estetik’i, İstanbul, Remzi Kitabevi, 2007.
Turnagöl, A. N. Nihan, Platon’un Sanat Görüşü Üzerine Bir İnceleme,
Hacettepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, 1998.
Türer, Celal, William James’in Eğitim Anlayışı, Erciyes Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı 12, Yıl 2002, s. 305-3011, Metnin Aslı: Boutroux,
Emile, William James, New York, Logmans, Green and Company, 1912.
Türer, Celal, “Bilinç Akışı”, Felsefe Ansiklopedisi, Ahmet Cevizci(ed.).,
İstanbul, Etik Yayınları, 2004.
Türer, Celal, William James’in Ahlâk Anlayışı, Ankara, Elis Yayınları,
2005.
Türer, Celal, Pragmatik Estetik John Dewey’in Sanat Felsefesi, Kayseri,
Laçin Yayınları, 2009.
Türker, Habip, Görüngübilim ve Estetik, Marmara Üniversitesi, Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, 2003.
Türker, Habip, Moritz Geiger ve Nicolai Hartmann’da Estetik Değerin
Temellendirilmesi, Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi,
2007.
Uygur, Nermi, İnsan Açısından Edebiyat, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1985.
xv
Ülken, Hilmi Ziya, Varlık ve Oluş, Ankara, Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Yayınları, 1968.
Ülken, Hilmi Ziya, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, İstanbul, Ülken
Yayınları, 1994.
Weber, Alfred, Felsefe Tarihi, Çev. H. Vehbi Eralp, Sosyal Yayınlar,
İstanbul, 1998.
Westbrook, Robert B., John Dewey and Amerikan Democracy, The United
States Of America, Cornell University Press, 1991.
Wood, Robert E. , Placing Aethetics: Reflection On The Philosophic
Tradition, Ohio University Press, 2000.
Yetkin, Suut Kemal, Estetik Doktrinler, Ankara, Palme Yayınevi, 2007.
Yıldırım, İbrahim, Sanatta Fayda Kavramı, Hacettepe Üniversitesi, Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, 2002.
Zeltner, Philip M., John Dewey’s Aesthetic Philosophy, Amsterdam and
Netherlands, B. R. Grüner B. V., 1975.
*http://en.wikipedia.org/wiki/Richard_Shusterman.
*http://www.lion-gv.com/v08/shugyo/html/what_is_shugyo.html.
xvi
ÖZET
Bu çalışmada öncelikle modern estetik anlayışın temelinde bulunan idealist
estetik Platon, Hegel ve Croce üzerinden açıklanmış, sonra modern estetiğe bir tepki
olarak doğan avant-garde sanatın düştüğü hakikat çıkmazında çareyi sanatın
hakikatle ilişkisini tamamen koparmakta bulan postmodernizmin yaşandığı bir
dönemde gelişen ve 20. yüzyılın en önemli felsefî akımlarından biri olan
pragmatizmin estetik görüşü James, Dewey ve Shusterman üzerinden açıklanmış,
sonra da bu iki estetik görüşü arasında bir karşılaştırma yapılmıştır.
İdealist felsefenin sanatsal alandaki görünümü idealist estetiktir. Bu nedenle
bu estetik anlayışında akıl/idea/tin/sezgi gibi kavramların öne çıktığı görülür.
İdealizm, insanı akıl ve beden şeklinde ikiye ayıran ve beden karşısında akla öncelik
veren bir felsefe olduğu için, idealist estetik de sanatta duyusal olana değil zihinsel
olana öncelik vermiştir. Bu bakımdan, sanat eserlerini, idea ya da tinin somut
görünümleri olarak ele almış, güzelliği idea ya da tine uygunluk olarak kabul etmiş,
sanatı da yöntemi sezgi olan bir bilgi etkinliği şeklinde değerlendirmiştir.
Pragmatizm ise, idealizmin aksine, varlığı ve insanı ikiye bölerek bir tarafı bir tarafa
üstün tutan bir yaklaşım sergilemez. Bu bakımdan estetiği de tüm bağlantıları içinde
duyusal olandan ayırmadan, bilimin karşısına koymadan ve sanatla sınırlandırıp,
kesin bir tanımla durağanlaştırmadan ele alır. Pragmatist estetiğe göre, insan beden-
zihin birliği içinde bütün bir varlıktır, içinde bulunduğu fiziksel ve sosyal çevreyle de
sürekli bir deneyimle etkileşim halindedir.
Konu bütün olarak değerlendirildiğinde, idealist estetik ile pragmatist estetik
anlayışlarının güzeldeki hakikati görünür kılma arayışı olarak ortaya çıktığı, idealist
xvii
temelde gelişen modern estetiğin sanatı idealize ederek insanlardan ve hayattan
kopardığı, kendini hakikatin tek görünümü olarak dayattığı; bu duruma bir tepki
olarak avant-garde sanat akımının doğduğu, ancak bu sanat akımının da aşırı
bireyselleşmeye ve keyfiliğe neden olduğu için zamanla yerini tüm hakikat
arayışlarını reddeden postmodernizme bıraktığı, bu bağlamda pragmatist estetiğin
sanatın hakikatle bağlantısını yeniden kurması bakımından dikkat çektiği, ancak
onun da felsefi teorisinin bir sonucu olarak rölativizmin yolunu açması nedeniyle
sanatsal alanda yaşanan sorunları çözmede yeterli olamadığı fakat hakikatin farklı bir
görünümünü ifade etmesi bakımından estetik tarihindeki diğer estetik teorilerin
yanında yer almayı hak ettiği anlaşılmıştır.
xviii
SUMMARY
In this study, the idealist esthetic understanding that lies in the base of modern
esthetic was elucidated from the view of Platon, Hegel and Croce and then the
pragmatism’s esthetic view which was developed in a period where postmodernism
(that completely broke the relationship of art with realty as a last resort) is
experienced in the reality dead-end where avant-garde art, emerged as a reaction
against modern esthetic, has fallen into and is one of the most important
philosophical trends of 20th
century was explained from the view of James, Dewey
and Shusterman.
The appearance of idealist philosophy in art is idealist esthetics. Therefore, in
this esthetic understanding it seems that concepts such as wisdom/idea/tin/intuition
come into prominence. Since idealism is a philosophy that divides human into
wisdom and body and attaches priority to wisdom rather than body, also the idealist
esthetic has given precedence to mental area in art instead of emotional area. In this
regard, it considered art works as concrete appearances of idea or tin and accepted
the beauty as suitability to idea or tin and evaluated the art as knowledge
effectiveness with a method of intuition. Bu pragmatism, opposite to idealism, does
not demonstrate an approach that holds one side superior to other by dividing entity
and human into two parts. Therefore, it handles esthetics without separating it from
emotional one, without setting it against science and without making it stable with
finite definition by limiting it with art. According to pragmatist esthetics, human is a
complete entity within body-mental unity and it is in a continuous interaction with
the physical and social environment.
xix
When the subject is evaluated as a whole, it was understood that the idealist
esthetics and pragmatist esthetic understandings have emerged as an attempt to
visualize the reality in beautiful; the modern esthetics developed in the idealist base
has detached from humans and life by idealizing the art; the avant-garde art
movement has raised as a reaction to this situation, but since this art movement has
caused extreme individualization and arbitrariness it gave place to postmodernism
that rejects all reality searches, in time; in this context pragmatist esthetics has drawn
attention in terms of reestablishing the connection of art with reality: however, as a
result of its philosophic theory, because it exceeded the relativism road it was
inefficient in solving the problems experienced in artistic area but it deserved to take
place next to the other esthetic theories in the esthetic history.