Upload
others
View
4
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ GAZETECİLİK ANABİLİM DALI
PAUL RİCOEUR FELSEFESİNİN HABERCİLİK PRATİKLERİ BAĞLAMINDA
ETİK OLANAKLARI
Doktora Tezi
Duygu ONAY ÇÖKER
Ankara-2016
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ GAZETECİLİK ANABİLİM DALI
PAUL RİCOEUR FELSEFESİNİN HABERCİLİK PRATİKLERİ BAĞLAMINDA
ETİK OLANAKLARI
Doktora Tezi
Duygu ONAY ÇÖKER
Tez Danışmanı Prof. Dr. Nur Betül ÇELİK
Ankara-2016
TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ MÜDÜRLÜĞÜNE
Bu belge ile bu tezdeki bütün bilgilerin akademik kurallara ve etik davranış ilkelerine uygun olarak toplanıp sunulduğunu beyan ederim. Bu kural ve ilkelerin gereği olarak
çalışmada bana ait olmayan tüm veri, düşünce ve sonuçları andığımı ve kaynağını gösterdiğimi ayrıca beyan ederim. (…/…/20..).
Tezi hazırlayan Öğrencinin
Adı ve Soyadı
.............................................
İmzası
............................................
TÜBİTAK 2214-A Yurt Dışı Doktora Sırası Araştırma Burs Programı ile Temmuz
2013 – Temmuz 2014 arasında bir yıl süreyle Amerika Birleşik Devletleri’nin
Boston Kentinde bulunan Boston College’da bu araştırmayı sürdürmem için destek
veren TÜBİTAK’a teşekkür ederim.
İÇİNDEKİLER HABER VE FOTOĞRAFLAR LİSTESİ GİRİŞ …………………………………………………………………………… 1 BİRİNCİ BÖLÜM: RİCOEUR FELSEFESİNDE HAYATIN ANLATISALLIĞI, ANLATININ ETİĞİ ..………………………………….. 16 1. ANLATI ………………………………………………………………........ 16 2. MİMESİS ÜÇLÜSÜ …..………………………………………………… 23 3. ETİĞE GİDEN YOLDA ÜÇ TEMEL UĞRAK ………………………. 31
3.1. İyi Hayat ………………………………………………………….... 31 3.1.1. Anlatılandırılan (iyi) Hayat …………………………………….35 3.1.2. Anlamlı Eylemin Metin Gibi Okunması …..…………….………40
3.2. (Öteki’nden Dolayımlanmadan Kendi’ni Anlayamayan) Kendi (ve Öteki) ……………………………………………………..…...44
3.2.1. İdeoloji ve Ütopya ………………..……………………………..51 3.2.2. “Kendi”nin Sorumluluğu ve Öteki’nin Belirişi …………………54
3.3. (Adil) Kurum(lar) ……………………………………………………….62 3.3.1. Adalet ..…………………………………………………………62 3.3.2. Kurum ve Adil Kurumlar ………..………………………………69
4. ÖTEKİYLE KARŞILAŞMANIN İKİ FARKLI PARADİGMASI OLARAK “ÇEVİRİ” ………………………………….……………………………… 81 4.1. Dilsel Çeviri ……………………….………………………………… 83 4.2. Ontolojik Çeviri ………………………………………………….……..85
4.2.1. Kıbrıs’ta Çözüm Olarak Benimsenen Çözümsüzlüğü Dilsel ve Ontolojik Çeviriyle Birlikte Düşünmek …………………………………89 5. SINIR BÖLGESİNİN SAKİNLERİ: ÖTEKİLER VE
VAROLUŞUMUZA İÇKİN AYIRT ETME GÜCÜ …………………… 95 5.1. Etik Çevirinin Beş Temel Unsuru ………………………………...………95 5.2. Ayırt Edici Yöntem Olarak “Yorumbilgisi” ………………………...…..104
İKİNCİ BÖLÜM: EGEMEN GAZETECİLİK ANLAYIŞI …..…………..113 1. MERKEZİLEŞTİRİCİ BİR EFENDİ OLARAK
EGEMEN GAZETECİLİK ANLAYIŞI …………………………………113 1.1. Gazetecinin Öznelliği ya da Kendiliği ………………………………..122 1.2. Egemen Gazetecilik Anlayışında Temel Kabuller ……………………124 1.3. Gazeteciyi Çevreleyen Katmanlar …………………………………….127 1.4. Sorunlu İlişkiler Üzerine: Haber/Gerçeklik /Nesnellik ve Etik ………129
1.4.1. (Haber) Dilin(in) Nesnelliği Üzerine …………………………..139 1.4.2. Egemen Perspektifteki Haber Anlatısını Dilin Yaratıcığı ile
Birlikte Düşünmek ……………………………………………149 1.5. Pratikte Öznelliğin Kuruluşu: Tanıklık Meselesi …………………….153 1.6. Egemen Gazetecilik Anlayışında Temsil Olanağı Bulduğunda
“Öteki” ………………………………………………………………….156
2. RİCOEUR’ÜN ADİL KURUM METAFORU BAĞLAMINDA EGEMEN GAZETECİLİK ANLAYIŞININ HAKİM OLDUĞU KURUMLARIN OKUNMASI ………………………………………………………………158 2.1. İyi Hayat Ereği Gerçekleşti mi? ………………………………………161
2.1.1. Anlamlı Eylemin Metin Gibi Okunması ……………………..162 3. SINIR BÖLGESİNİN SAKİNLERİ ÖTEKİLER VE VAROLUŞUMUZA İÇKİN AYIRT ETME GÜCÜ …..………………………………………..165 3.1. Yerleşik Kategoriler Yargı Gücünü Devreye Sokmayı Öngören Ricoeur
Etiği ile Yerinden Edilebilir mi? ………………………………………165 3.2. Farklı Anlatıları Birbirinden Ayırma İhtiyacı ……………………….173
4. EGEMEN VE ÖTEKİ HABERCİLİK ANLAYIŞLARININ HABİTUS KAVRAMI BAĞLAMINDA VE ADİL KURUMLAR NOSYONU ÜZERİNDEN KARŞILAŞTIRILMASI ………………………………...180 4.1. Kurumsal Açıdan ………..……………………………………………..182 4.2. Haber Açısından …….…………………………………………………187 4.3. Gazeteci Açısından …………………………………………………...189 4.4. Sonuç Olarak ..…………………………………………………………191
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: ÖTEKİ HABERCİLİK ANLAYIŞLARI ……………196 1. SÖYLEMİN İNDİRGENEMEZ ÇOĞULLUĞU OLARAK ÖTEKİ
HABERCİLİK ANLAYIŞLARI …………………………………………196 1.1. Öteki Adına Konuşmakta Israrcı Olan Haber Anlatıları ………………196 1.2. Kuramda Öteki Haber Anlayışları ……………………………………207 1.3. Ricoeurcü Bir Anlatı Olarak Haber ….………………………………...212 1.4. Dile Sorgulatma Gücü Vermek ……………………………………….217 1.5. Söyleşinin Durum Tanımları ve Yazarların Konumlanışının Ricoeur
Felsefesi Dolayımıyla Okunması .……………………………………..220 1.5.1. Hak Haberciliği Bağlamında …………………………………..220 1.5.2. Yurttaş Haberciliği Bağlamında ……………………………….223 1.5.3. Barış Haberciliği Bağlamında …………………………………224
1.6. Söyleşiye Dair Eksikler ve Ricoeur Düşüncesinin Sağlayabileceği Olanaklar ………..……………………………………………………228
2. RİCOEUR ETİĞİNİN ÜÇ ÖNEMLİ ÖĞESİ VE ÖTEKİ HABERCİLİK ANLAYIŞLARI ..……………………………. 233 2.1. Öteki Habercilik Türlerinin Ricoeur Düşüncesindeki Adil Kurumlar
Açısından Okunması …………………………………………………233 2.2. Öteki Haber Anlayışındaki ve Ricoeur’deki Öteki ve Kendi …………235 2.3. İyi Hayat Ereği Gerçekleşti Mi? .............................................................240 2.4. Ontolojik Çeviri ………………………………………………………242
3. RİCOEUR’ÜN ETİK KURAMI BAĞLAMINDA ÖTEKİ GAZETECİLİK ANLAYIŞLARI ……………………………...244 3.1. Ayırt Edici Yorumbilgisi Öteki Habercilik Anlayışlarına
Hangi Olanakları Sunabilir? …………………………………………..248
3.2. Eleştirellik, Kriterlilik, Vücut Dili Okuma, Bedensel Yorumbilgisi, Mikro Okuma …………………………………………………………....250
SONUÇ ………………………………………………………………………...…258 KAYNAKÇA ………….………………………………………………………264 ÖZET ………………………………………………………………...................274 ABSTRACT ……………………………………………........................275 EKLER ………………………………………………………………........276
HABER VE FOTOĞRAFLAR LİSTESİ Haber 1: 18 Aralık 2014, Sözcü Gazetesi ……………………………………276 Haber 2: 31 Ocak 2016 Evrensel Gazetesi ……………………………………278 Haber 3: 22 Haziran 2016, Bianet Haber ……………………………………283 Fotoğraf 1: Lefkoşa Milletvekili Doğuş Derya’nın 18 Aralık 2014 tarihli Sözcü Gazetesi’ndeki temsili …………………………………………………..114 Fotoğraf 2: Bianet Haber Merkezi’nin Çalışma Ortamı ………………………183 Fotoğraf 3: Boston Globe Haber Merkezi’nin Çalışma Ortamı ………………187 Fotoğraf 4: Kıbrıs, 1974 ……………………………………………………….202 Fotoğraf 5: Basın Açıklaması “Patrikliğimizi Biz Seçmek İstiyoruz” ………215
1
GİRİŞ
1982 yılından 1986’ya, ben ilkokula başlayana dek kaldığımız Kıbrıs’ın
Değirmenlik Köyü’nde geceleri annemlerin odasında, ayakkabılarımı çıkarmadan ve
ışığın söndürülmesine izin vermeden uyuduğumu hatırlıyorum. Köyde kaldığımız
süre boyunca çoğu gece ayakkabılarımı çıkartıp uyumaya ikna edememiş beni
annem. Rumlar geldiğinde kaçmaya hazır olmam gerekiyordu. Yatarken sakızımı da
hiç çıkarmazdım. Sakız çiğnerken uyumak zordu, olabildiğince uyanık
kalabiliyordum böylece. Yorgunluktan sızana dek gözlerim açık sakız çiğneyerek,
korku içinde, gelecek Rumları beklerdim.
Korkularımın nedenini bilmiyor olmalı ki annem beni Barbarlık Müzesine1
de götürmüştü. Annelerinin kucağında, küvette yatan ölü yaşıtlarım öyle bir dehşet
duygusu uyandırmıştı ki köydeki evimizde banyoya giremediğimi, annemin beni
yıkamak için çok uğraştığını ama her seferinde çığlık çığlığa karşı koyduğumu
hatırlıyorum. Annem küvetten neden bu kadar korktuğumu hiç anlayamadı. Zaten
korkularımı da kimseye söylemedim. Arkadaşlarıma bile. Eğer söylersem gerçek
olacaklarmış gibi geliyordu, sımsıkı saklıyordum onları. Freud’un bir giz olan ve hep
saklı kalması gereken tekinsiz’i (The Uncanny, 2003) gibi. Freud tekinsizin esasen
1 Başkent Lefkoşa’da bulunan tek katlı ve bahçeli, çocuk gözüyle dünyanın en şirin evi ta ki içeri girene dek. İçerde 24 Aralık 1963 gecesi evlerinin banyosunda katledilmiş olan Binbaşı Dr. Nihat İlhan’ın eşi ve üç çocuğunun izleri bulunur. Küvetin içinde çocuklarına sarılmış olarak yatan anne ve çocukların fotoğrafları, onlara ait kan izleri, saçlar. İlk kez gittiğim dönemde kanlı havlular ve beyin parçaları da vardı diye hatırlıyorum. Banyo aslına uygun şekilde korunuyordu ve küvetin önüne henüz cam bariyer konulmamıştı. Evin diğer odalarında da o gece evde misafir olarak bulunan ve ağır yaralanan ya da katledilenlere dair eşyalar, Kıbrıs’ta çatışmalar sırasında hayatını kaybedenlerin fotoğrafları, yerli-yabancı basında çıkan yazılar sergileniyor. Sonradan annemi çok suçladım o yaşımda bana bu dehşeti gösterdiği için. Ama ailelerinin götürmediği arkadaşlarım da okul gezisiyle gidip gördüler neticede. Kuzey Kıbrıs’ta büyüyen kaç çocuk bu korkunç atmosferi yaşamamıştır bilmiyorum.
2
aşina olunmayana atıfta bulunduğunu ancak tam da tersine derinlemesine içsel olan
anlamını taşıdığını söyler. Korkularım bana çok yakın olan, benden önce evimde,
köyümde yaşamış olan2, sokakta oynarken arkadaşlarımla bulduğumuz kırık dökük
eşyaları kullanmış olan yani benim gibi olan üzerineydi. Bana çok benzeyenden
korkuyordum/korkutuluyordum. Tekin ve tekinsiz birbirlerinin iki yüzü olarak öyle
iç içelerdi ki anlamlar arasındaki kayma sonucu aslında aşina olunan/tekin olan,
bilinçdışının sınırından içeri sıvışıvermişti (Kearney, 2012b: 97). İçimdeki yabancı
dışsallaşmış ve Kristeva’nın temel bilinçdışı sürecinde olduğu gibi dışsal bir yabancı
halini almıştı (Stranges to Ourselves, 1991).
Korkularımızı birbirimizle paylaşmıyorduk ama sokakta oynarken helikopter
ya da uçak sesi duyduğumuzda arkadaşlarım da benim gibi Rumlar geldi diye korku
içinde kaçışır, saklanırlardı. Daha büyük çocuklar köyün kilisesine gider yaralı, esir
Rum kalmış mı diye bakarlardı. Ben hiç gidemedim. Bir Rum’un neye benzediğini
bilmiyordum, öğrenmeye de hiç niyetim yoktu, sadece korkuyordum.
Türkiye’ye dönüşümüz Tatvan’a oldu. Van Gölü’nün karşısına dizilmiş
lojmanlardan birinde oturduk beş sene. Ya o yıllarda küçük ilçenin Van Gölü
Canavarından başka konuşacak konusu yoktu ya da benim ilgimi sadece canavar
çekiyor olmalıydı ki her gün yeni bir hikayesini duyardım bu dehşet verici yaratığın.
Elbette benim için bu yaratık da Rum’du. Ama bunu da kimse bilmiyordu. Ben de
2 Evimizde ’74 Harekatına kadar, yani sadece sekiz sene öncesine dek, Kıbrıslırumların yaşadığı söylenmişti. Kuşkusuz sadece evler değil, mahallemizde Kıbrıslırumlardan kalan pek çok şey vardı. (Burada Kıbrıslırum bileşik kelimesini, Mehmet Yaşın’ın Kıbrıslı Türk Şiiri Antolojisi (1994, İstanbul: YKY) eserinde kullandığı gibi alıyorum. Bu kullanımı Kıbrıslıtürklerden söz ettiğim yerde biraz daha ayrıntılı olarak açıklıyorum. Ancak anılarımdan söz ettiğim yerlerde korku nesnesi olan Rum’u olduğu şekliyle vermeyi uygun gördüm. Dolayısıyla burada yaşayan halklara dair adlandırmayı, çalışmanın genelinde Kıbrıslırum ve Kıbrıslıtürk olarak, kendi hafızamdan temellenen ve korkularımdan sızan yabancıdan söz ederken ise Rum olarak bulacaksınız.)
3
söylemiyordum. Bu Rum canavarı nasıl hayal ettiğimi hatırlamıyorum, sadece bütün
korkunç şeylerin müsebbibiydi kendisi.
Başlangıçta başkalığı kolektif kimliğimize yönelik bir tehdit olarak
şeytanlaştırma eğilimiyle oluşturulmuş isterik hikayeler gerektiği gibi işlemişti
benim için. Okumayı öğrendikten sonra da korkularımı anlatılan hikayeler değil
basın beslemeye başladı. Böylece küçük dünyamdaki tüm kötülüklerin kaynağı uzun
süre Rumlar olarak kaldı. Bu düşünce ne zaman değişmeye başladı tam olarak
bilemiyorum. Adadaki çocukların kaç tanesi için değişti, değişebildi onu da
bilmiyorum. Yıllar sonra, orada okula giden arkadaşlarımdan ders kitaplarının ve
okuldaki söylemin de çok farklı olmadığını, yine de Güney’in eğitimine kıyasla
Kuzey’deki çocukların biraz daha az milliyetçi bir söyleme maruz kaldıklarını
dinleyecektim.
Neticede bugün bütün hislerimle o adanın güzelliğini hatırlayıp orada
yaşamak için bu kadar istekli olduğum düşünülürse, korkularımla yüzleşmiş
olduğum söylenebilir. Örneğin, sonradan Barbarlık Müzesini ziyaret ettikçe beni
rahatsız etmeye başlayan şeyin savaşın dehşetine değil Rumların barbarlığına dair
her daim işleyen atmosferi olduğunu fark ettim. Sanırım yetişkin yaşamımda
çocukluğumun hikayelerindeki kodlar çalışmamaya başladı. Çocukluğumun
hikayelerindeki Rumlarla yetişkin olduğumda tercih ettiğim anlatılar ve temsillerin
Rum imgeleri çatışmaya başladı3.
3 Alankuş’un belirttiği gibi “... bu yeniden yerleştirmeler, bir diğer seçenek olarak bizi farkın ve ötekiliğin kendi kimliğimizin oluşumundaki kurucu rolünü kavrayan etik bir konumlanışla daha demokratik, çoğulcu oluşumlara yönlendirebilir (2009: 71).
4
Bu benim çocukluğuma dair anlatım. Anlatı, haber anlatısı ve öteki4 üzerine
kurduğum çalışmama hayatımın ortasında duran ve durmadan farklı şekillerde beni
ben yapan kendi anlatımla başlamak istedim. Neticede kimliğimize ilişkin temelleri
ötekilik üzerinden inşa ettiğimizi fazlasıyla hissederek büyüdüm. Çok yakın tarihte,
1974’de, yaşanmış çatışmanın üzerine çözümsüzlüğün çözüm olarak kabul edildiği
ve Türk-Rum karşıtlığından başka bir gerçekliğin olmadığı küçük bir adada.
Bu nedenle çalışmamın merkezine anlatıyı koymak istedim. Beni korku ve
titreme içinde büyüten egemen anlatı yapısına karşın özgürleştirme potansiyeli olan,
farklı kurgularla zenginleşebilen, ötekinin anlatısıyla kesişen alternatif anlatının
olanağını ve neler sağlayabileceğini düşünmek istedim. Bu anlatı, anlatısal tanıklığı
içeren, öteki adına konuşmakta ısrarcı olan, etik kapasitesi gereği mağdura olan
sorumluluğumuzla yüzleştiren; anlatısal belleği içeren, sözü edilmezse adaletsizliğe
ve tarihin karanlığına yenik düşecek olan mağdur ötekileri merkez alan; barışın
zorunluluğu karşısında diz çöktürme kapasitesi olan bir yapı benim çalışmamda. Bu
çeşit bir anlatı kurgusu üzerine çalışan Richard Kearney araştırmamın en önemli
ismi. Biz/onlar kutuplaşmalarıyla sakatlanmış bir çağda medya tarafından
meşrulaştırılan bu kutuplaştırmaları anlatı değişimiyle azaltmak için çalışıyor.
Araştırmamın kahramanı ise Paul Ricoeur. Hayatın kendisini anlatı olarak
niteleyerek yeniden dile getirilmeye değer bir yaşam sürmeyi etik düşüncesinin en
önemli noktasına yerleştiriyor.
Hem Ricoeur hem de Kearney, tam da bu anlatının amacı olarak belirlediğim,
anlatının arındırıcı etkisini, mağdurun öyküsünü anlatmasını, hem kendisini hem
4 Burada öteki’nden kastım, Ricoeur perspektifinden temellendirilmiş öteki’dir. Çalışmam boyunca kendi nosyonu ve daha pek çok uğrak üzerinden bu öteki’ni açımlamaya çalışacağım.
5
dinleyeni hem de onu tekinsiz kabul etmiş ve ötekileştirmiş olanı iyileştirmesini
deneyimler. Bu anlatıyı konumlandırdığım yer ise haberdir. Bir anlatı olarak haber.
Haber, Kearney’in dediği gibi, yabancı yaftası altında toplanan birey veya
azınlıkların dışlanmasında çoğu zaman asli bir rol oynar (2003: 38). Mağdurların
hikayelerini kendi ağızlarından anlatma şansları olsaydı bu denli sakat bir çağda
yaşıyor olur muyduk?
Anlatı ve anlatı etiği üzerine odaklanan bir proje var, bir barış projesi:
Guestbook 5. Uzun ve acılı tarihsel birliktelikleri olan İsrail-Filistin, Türk-Ermeni,
Kore-Japon gibi ya da Vietnam, Kore, İrlanda gibi aynı ülke içerisinde sınırla
ayrılmış halklar için anlatı değişimi yoluyla geçmişi çağırma ve birlikte gelecek
yaratma olanağı üzerine çalışıyor. Ricoeurcü etiğin uygulandığı projede tarihin farklı
anlatıları ile yetiştirilmiş, farklı milletlere mensup yeni nesillerin anlatılarının
düşmanlıktan misafirperverliğe evrilmesinin olanağı deneyimleniyor. Egemen eğitim
sistemi/kültürel yapının elvermemesi/medyanın rolü gibi nedenlerle birbirlerinin
hikayelerini bilmeyen yeni kuşaklar, ötekilere hikaye değişimi yoluyla kendi
hikayelerini anlatıyorlar. Kearney ve Sheila Gallagher’in yarattığı bir proje bu.
Ulusal güvenlik bahanesiyle peyda olan cadı avı, yabancı düşmanlığı, ırkçılık,
antisemitizm gibi mükerrer fenomenleri göstermek istiyorlar. Zira yabancılar için
zulüm stratejilerinin üzerinden işlediği fanteziler çok çeşitli: su kaynaklarını
zehirliyorlar, siyasi topluluğu ve toy gençliği yozlaştırıyorlar, ekonomiyi
kemiriyorlar, barışı sabote ediyorlar, toplumun genel ahlakını tahrip ediyorlar...
(Kearney, 2003: 38).
5 http://www.guestbookproject.org. (Son erişim tarihi, 21 Şubat 2016).
6
Ben de bu bakış açısından yola çıkarak bölünmüş bir başkent olan Lefkoşa’da
ve genel olarak Kıbrıs’ta sınırın öte tarafındakilerin birbirini tanınmayışı ama kötü
olan her şeyi birbirlerine atfetmesini deneyimledim ve bu nedenle anlatı çalışmayı
seçtim. Guestbook’a paralel olarak hangi tarafında yetişirse ona göre bir anlatı
edinen Kıbrıslıtürk 6 - Kıbrıslırum, zaten iki karşıt anlatı dışında barışçıl
(alternatif/öteki) bir anlatıyı duymuyor. Bunun sebebi ise Sevda Alankuş’un
tespitiyle 1974’den beri genellikle dolayımlı ilişki kurabiliyor olmaları (1995: 33).
Dolayısıyla bir yakada büyüyen çocuk için ailesinin anlatısıyla başlayarak okulda
öğrendiği resmi söylem, benim örneğimdeki gibi televizyonla, gazete ile besleniyor.
Elini uzatsa değebilecek uzaklıkta olmasına rağmen, yabancıya dair sadece anlatılara
sahip olabilen kaçıncı nesil bu bölünmüşlük içinde yetişiyor.
Kendi öykülerini anlatana dek malumu meçhulle tehdit eden bu yabancılar
korku ve titreme yaratıyorlar çünkü bilinçdışı korkular onlara yansıyor. Huzurumuzu
bozan ötekinin, bizzat bizim eserimiz (Kearney, 2003: 5) olduğunu bilmek ise
kimseye iyi gelmiyor çünkü tanımak ve anlamak uzun, çetrefilli ve politik bir iş.
Tersine, ilgiye muhtaç bir zavallı olan yabancıyı canavara dönüştürüp, bütün
korkularımızın merkezine yerleştirmek, onu tanımayı reddetmek, hayatımızı
kolaylaştırıyor. Sınırlarımız içinde birlik ve beraberliğimizi artırıp, toplumsal krizin
sorumluluğunun üzerine yıkıldığı günah keçisi işlevi gördürüyor. Ulus-devletler
çizdikleri sınır içinde belirledikleri ulusal biz’i korumak için yabancı olanı
karşıtlıklarıyla tanımlayıp, izinsiz girmeye karşı önemler alıyor, düşmanlarını
patalojikleştirmenin profesyonel yollarına başvuruyorlar.
6 Kıbrıs’ta yaşayan Türkler Kıbrıslıtürk’tür. Soyut bir Türk topluluğu değildir. Bu duyarlık ve yazım şekli için bkz. Mehmet Yaşın, 1994, Kıbrıslı Türk Şiiri Antolojisi, İstanbul: YKY.
7
İşte Kearney de projesine başlarken merakla sormuş, ben ve öteki arasındaki
olası bir ilişkiyi imkansız kılmadan, farklılıklar olduğunu kabul edip, yorumbilgisel
bir köprü kurulabilir mi? Anlatılamaz olana dair öyküler anlatılıp bunların cani
hasımlar mı yoksa kurban mağdurlar mı olduğu kavranabilir mi?
Yeni bir düşünüş değil bu elbette 7 , Batı Metafiziğinin başlangıcına dek
uzanan, uzun bir yolculuğu var öteki muammasının. Bu tarihsel süreç aynıya
indirgenerek onun üzerinden tanımlanan öteki’nden başlar, mutlak ötekine yani tüm
yorum ve temsil kategorilerini aşan bir ötekine doğru ilerler. Bu çalışma için mutlak
ötekiyi (burada Derrida ve Levinas’ı anmalıyım) bir şekilde göreli ötekiye
dönüştüren bir ilişki gerekiyordu, çünkü Kearney’in dediği gibi ister bilinç öncesi
ister edilgen olsun biçimleniş ağına dahil olmaksızın ötekiyi yorumbilgisel döngüye
dahil edemiyoruz. İşte benim projem de temelde öteki ile benin makul bir biçimde
birlikte olabileceği bir orta yol bulunduğu üzerine kurulu. Ötekini algı alanımıza
giremeyecek kadar ırak ya da tam bir aşinalık içinde almıyorum. Kearney’in
Guestbook Projesinde yapmaya çalıştığı gibi (2003: 81) ötekiliğin aynılığa
düşmemesini, kendini nüfuz edilemez bir başkalığa sürgün etmemesini sağlayan bir
yorumbilgisi dolayımıyla, öteki ile teması sürdürerek, etik muhakeme ile şu ya da bu
(kesinlikten uzak da olsa) yorumlar yapabilen yargı gücüne güveniyorum.
“Göreceliğe yönelik bir çağrı değildir bu” diyor Kearney ısrarla. “Bilakis mümkün
olduğunca adil yargılara varabilmek için daha sağduyulu bir şekilde yargıda
bulunmaya yönelik bir çağırıdır” (2003: 38).
7 Yeni olan dünya çapında katılımla, sistematik bir konferans, seminer, ders, gösteri vb aktiviteler üzerinden ötekiyle olan ilişkiyi deneyimlemesi ve anlatı değişimini tarihsel sorunlar için birer tartışma, gelecek kuşaklar için birlikte yaşamanın anahtarı olarak belirlemesi.
8
Ötekine dair bu olası ilişki, dilin tam anlamıyla kapatılamayan-
sınırlanamayan doğası sebebiyle politik olduğundan yola çıkıp, kendi dilimizi
konuşan ötekilerle konuşurken bile çeviri yaptığımızı belirtip bu çevirinin etik
koşullarının neler olabileceğini araştıran Ricoeur’ün anlatı teorisiyle birleşti benim
çalışmamda. Anlatı olarak ele aldığım, öteki ile olası ilişkiyi dolayımlayan haberin
sözünü ettiğim iki düşün adamının öğretileri doğrultusunda nasıl var olandan daha
etik bir yapıya dönüştürülebileceği üzerine düşünüyorum. Dolayısıyla çalışmamda
gazeteciliğin etik problemlerine dair somut çözümler ve bir yapılması gerekenler
listesi bulamayacaksınız. Zira temel aldığı Paul Ricoeur’ün etik düşüncesi de böyle
bir “hangi durumda ne yapılması gerekir?” normlarından oluşmuyor.
Tezimde daha ziyade haber etiği bağlamında felsefi bir tartışma yapmaya ve
idrak eksenli bir yorumbilgisi dolayımıyla haber söylemini etik bir mesele haline
getirmeye çalışıyorum. Daha somut bir söyleyişle, egemen (çalışma boyunca
anaakım yerine bu ismi tercih edeceğim) tabir edilen habercilik perspektifine dair
yapısal problemlerle kuşatılmış deneyimlerin etik çıkmazlarının üstesinden gelmek
üzere bu perspektife karşı konulabileceğine dair uyanmış bilince farklı bir felsefi
yargı sistemiyle destek olmak bu çalışmanın öncelikli hedefi. Bu hedef
doğrultusunda öteki (alternatif ismini kullanmayacağım) gazetecilik anlayışlarının
öznellik temelli bir etik öneren Ricoeur’ün kuramına doğal bir yakınlığı
bulunduğunu göstermek ve öteki gazeteciliğe dair kuramı Ricoeurcü bir
perspektiften tartışarak bu kuramın eksiklerini görünür kılmak bir ihtiyaç olarak
beliriyor. Bu çerçevede nihai olarak Ricoeur’ün teorisiyle birlikte Richard
Kearney’in etik perspektifini de alıyor ve Ricoeur’ün teorisine dair eksikleri
tamamlama nosyonunun gazetecilik etiğine ne gibi olanaklar sağlayabileceğini
9
saptamayı amaçlıyorum. Gerek bu temaların, gerek günümüzün düşüncesini kökten
etkileyen Ricoeur felsefesinin ne derece önemli olduğu düşünüldüğünde ikisi
arasındaki bağların ve birlikte işleyişlerinin ortaya konmasının değerli olduğunu
düşünüyorum.
Ricoeur “İkinci Dünya Savaşından günümüze dek Avrupa entelektüel
hayatını derinden etkileyen” bir filozof (Davidson, 2010: 1). Felsefesinin temel
problemi olarak “insan eylemi”ni belirliyor ancak etik teorisinde, belirli durumlar
(ötenazi, kürtaj vs) için oluşturulmuş, bu durumlarda nasıl davranılması gerektiğine
ilişkin bir kurallar bütünü yerine, iyi insan olmanın gerektirdiği değerlerin tartışıldığı
bir düşünsel serüvenle karşılaşıyoruz. Etiğinin amacının, yeniden dile getirilmeye,
anlatılmaya değer bir yaşam sürmek olduğunu, hayatın söylemsel bir yolculuk
olduğunu ve insan varoluşunun anlatısal olduğunu söylemek onu anlamaya biraz
olsun yaklaşmayı sağlıyor. Metinlerinde günün sorunlarını yok saymayıp tüm bu
tartışmaları etik bağlamda ele alıyor. Kötülük, suç, adaletsizlik bu metinlerin başat
öğeleri. İnsan varoluşu kültürel, dinsel, politik, tarihsel ve bilimsel olarak bitmek
bilmez bir yorum süreci boyunca salınıyor. Düşüncelerini açımlarken filozoflarla
üretici entellektüel diyaloglar kurmaya dair muazzam yeteneği, onu tek felsefi ekolde
konumlandırma ve bir kategoriye yerleştirme olanağını elimizden alırken, felsefesine
devamlı bir gelişim sağlıyor. Ancak felsefesinin tematik çeşitliliği ve düşünsel
derinliği, Ricoeur’ü 20. yüzyılın klasik felsefi yorumbilgisi filozoflarının arasına
yerleştirmemize de olanak veriyor8. Onun felsefesinin praksis yönelimli olduğu ve
8 Paul Ricoeur düşüncesinin erken dönemine baktığımızda iki önemli etki sezilir: ilki varoluşçu filozof Gabriel Marcel, diğeri ise Edmund Husserl. Sözü geçen iki filozofun düşüncelerine dair gerek eleştirilerini gerekse etkilendiği bağlamları eserlerinde tartışır. Husserl fenomenolojisi üzerine uzun süre çalışır. 1940-45 yılları arasında Pomeranya’daki Oflag IID’de-müttefik ülke subaylarının esir kampı- savaş esiri olarak kaldığı yıllarda felsefi çalışmalarına devam eder, Husserl eserleri başta
10
insanın çevresiyle birlikteliğinden doğduğu da söylenebilir. İşte bu noktadan da
toplumun her alanına yayılabilecek etik bir iletişimsel teori oluşturduğu anlaşılıyor.
Çalışmamda filozofun düşüncesini oluşturan temel taşlardan biri olan çeviri
nosyonu ekseninde, Kearney’in Ricoeur’ün etik felsefesi üzerinden tartışarak
detaylandırdığı dilsel misafirperverliği temel alıyorum. Amacım, gazetecilik etik
ideallerinin kapsamakta yetersiz kaldığı (ancak çok değerli olduğu için tam
anlamıyla kapsaması gerektiğini düşündüğüm) noktalardan sadece biri olan
farklılıkları gözeterek birlikte var olmanın, adaletin farklılıklara kucak açarak
başladığının; ben/öteki arasındaki diyalektik ilişkiyi birbirinde eritmeyen, birini
aşkın ya da aynıya içkin kabul etmeyen, tersine onları eşit düzlemde kabul edip,
ben/öteki dizilişini ince söz oyunlarıyla tersine çevirebilen Ricoeur felsefesinden
temellendirilecek misafirperverliğe dayalı bir anlayışa evrilebilmesinin olanağı
üzerine düşünmek. Gazetecilik etiğini de gerek egemen tabir edilen, ekonomik
politik sistem içerisinde gömülü bulunan, hiyerarşik olarak yapılanmış, evrensel
kabul edilen gazetecilik normlarını ve etik ilkeleri benimsemiş gerekse öteki tabir
edilen, egemen gazeteciliğin belirtilen özelliklerinin aksine çok daha demokratik
olarak yapılanmış olduğunu ve katılımcılıkla beslendiğini düşündüğüm gazetecilik
bağlamında art arda düşünüyorum. Bu tartışmayı da Ricoeur’ün felsefesi temelinde
Kearney’in perspektifi dolayımıyla yapmaya çalışıyorum.
olmak üzere çeviriler yapar ve kamptaki esir arkadaşlarıyla birlikte kampın içinde bir üniversite kurar. Fenomenolojiye dair bu ilgisi ilk önemli yapıtından itibaren kendini gösterir (Freedom and Nature: The Voluntary and the Involuntary). Ancak düşüncesine yorumbilgisini de eklemesinin ardından fenomenoloji düşüncesi yoğun bir değişime uğrar.
Geleneksel pek çok figür metinlerinin içine sızmıştır. Aristoteles’den Hegel’e, Kant’tan Heiddeger’e dek. Aristoteles’in teolojisi, Ricoeur’ün yorumbilgisi ve söylem teorisinde (muthos’dan mimesis ve olayörgüsü kavramına dek) doğrudan okunur. Hegel’in diyalektiği, Kant’ın noumen’i de Ricoeur’ün metinlerine sızan, tartışarak geliştirdiği ve yoğunlukla etkilendiği figürlerdir.
11
Filozofun dilsel misafirperverlik temelinde ele alacağım etik anlayışı ve
çevirinin etik olması vurgusundan yola çıkarak Ricoeur’ün etik düsturunun üç temel
eksenini oluşturan “ötekilerle birlikte”, “iyi hayat” ve “adil kurumlar” öğelerini tek
tek ele alıyor ve bu kavramları tam olarak ortaya koyabilmek için ona sıkı sıkıya
bağlı olan öğeler, “anlatı”, “kendi”, “öteki”, üzerine düşünüyorum. Bu akışta, her
öğeyi çalışmanın ana ekseni olan etikle bağlantısıyla ele almaya ve kendi bütünlüğü
içerisinde tartışmaya çalışıyorum. Örneğin Ricoeur etiğinin merkezinde bulunan
anlatıyı, mimesis’ten başlayarak alıyor, anlamlı eylemin metin gibi okunmasına dek
çalışmanın sınırlarını aşmadan, unsurlarıyla açıklamaya çalışıyorum. Ancak bundan
sonra anlatıyı açımlayabilmiş, çalışmam içerisindeki önemini ve gazetecilik etiğine
dair bağlantısını kurabilmiş oluyorum.
Dilsel misafirperverlik ve bunun üzerinden gerçekleştirilecek çeviri nosyonu,
tüm diğer öğelerle birlikte derin bir etik anlayışın en önemli eksenini oluşturuyor.
Saydığım ve ele alacağım bu nosyonlar birlikte düşünülmeksizin filozofun etik
felsefesinin anlaşılamayacağını varsayıyorum. Böylelikle bu öğeler üzerinden
egemen ve öteki gazetecilikleri birlikte düşünme imkanım doğuyor.
Ricoeur felsefesi bağlamında bir çevirinin etik olması için gerekli olan
aşamaları yine her iki gazetecilik anlayışı ile birlikte düşünüyorum. Ricoeur’ün
aslında bütün farklılıklara kucak açarak ve çoğulluğu esas alarak kurguladığı bu
yapının ciddi bir dezavantajını da gözden kaçırmadan: Bütün ötekilerin anlatılarına
misafirperverlik göstermek gerektiğinden, bunu iyi-kötü niyetli demeden tüm
anlatılara uygulamak. İşte tam da bu noktada bir ayırt etme yönteminin gerekliliği
doğuyor. Bu araştırmanın ana bağlamını oluşturan haber söylemi açısından
12
düşünüldüğünde bu çeşit bir karar verme mekanizmasının önemi daha da belirgin
hale geliyor. Bu ayrımı yapmak, etiğe evrilecek yolda gerçek bir mücadele başlatmak
ardından da eyleme geçmek için ilk adım olarak beliriyor.
Etik olmanın koşulu olan “tüm farklılıklara ev sahipliği yapmak” her zaman
içerisinde iyi niyetli anlatılar barındırmayan çoğulluklar için problem yaratma
potansiyeline sahip. Ötekine ve anlatısına dair sınırsız hoşgörünün kuramsal büyüsü,
gazetecilik pratikleri ile sınandığında, daha doğrusu uygulamaya konulduğunda ciddi
bir problemle karşılaşmamak için ne yapılabilir? Kearney’in deyimi ile “İyicil
ötekiler ile kötücül ötekiler arasındaki fark nasıl dile getirilebilir? Başkasının ne
zaman sahiden bizi yok etmenin yollarını arayan bir düşman, ne zaman kendi
korkularımızı yansıttığımız masum bir günah keçisi olduğunu nereden/nasıl
anlayabiliriz?” (2003: 65-66). İşte tam da bu soruların cevaplarını vermek için,
yargılama konusunda acele etmeden, ikili dışlama edimlerine kaymadan etik kararlar
vermeyi sağlayan bir yargı gücünü devreye sokmak gerekiyor. Bu yargı gücünü
kavramlaştırırken Kearney’in düşüncesini temel alıyorum. Kearney, bir yandan
ötekiliğin değişik türleri arasında eleştirel bir ayrım yapabilmemiz, diğer yandan da
yapısöküm sayesinde biz/onlar ikilemine karşı uyanık olmamız için harekete
geçirebileceğimiz bir çeşit yorumbilgisi öneriyor.
Dolayısıyla, çalışmamın önemli duraklarından biri olarak Richard Kearney’in
ötekiliğin etik açıdan değerini kavrayan, ancak daha önemlisi, varoluşumuza içkin
yorum ve temsil kategorilerimizi aşan ötekiliği ayırt etme konusunda bizi yalnız
bırakmayan metodolojisini alıyorum. Zira yazara göre ötekilik kategorisine dair zorlu
bir görevimiz var: Ben-öteki arasındaki herhangi bir ilişkiyi imkansız kılacak ölçüde
13
kesin çizgilerle ayırmaksızın, bu ikisi arasında bir farklılık olduğunu kabullenmek
(2012c: 22). Bu kabullenişin devamında da her öteki mutlaka melek ya da şeytan
olamayacağından, ne çeşit bir öteki ile karşı karşıya olduğumuzu anlamak için bir
ayırt etme yöntemi kullanmak. Bu yöntem, kuramın ya da uygulamanın etik olma
özelliğini ortadan kaldırmıyor, yalnızca daha dikkatli davranmaya kapı aralıyor. Beş
aşamadan oluşan bu yöntemi Kearney, ayırt edici yorumbilgisi (diacritical
hermeneutics) olarak adlandırıyor. Kearney’in iyi ve kötü niyetli anlatıları ayırt
etmek maksadı ile felsefe, tarih, edebiyat ve mimarlık alanlarına uyguladığı bu
metodolojiyi, ben de bu çalışmada gazetecilik kuramı ve pratiği açısından olanakları
ve uygulanırlığı bağlamında düşünmeyi hedefliyorum. Eylem odaklı böylesine bir
yorumbilgisinin haber söylemindeki mücadeleyi barış pratiğine dönüştüreceğini ve
egemen habercilik anlayışının her daim meydan okuyan söylem yapısına bir yanıt
oluşturabileceğini düşünüyorum. Zira Kearney’in söyleyişiyle sanat “imgelem”, din
“inanç” üzerinden ve psikoloji “konuşma kürü” ile bir olanak sunuyor ise felsefenin
de idrak yolu ile bizi uçurum kıyısına getiren bu ötekilik meselesine dair illa
önerecek bir şeyi olmalı (2003: 19).
Çalışmamın temeline yerleştirdiğim Ricoeur’ün etik felsefesi ve Kearney’in
perspektifini işte bu nedenlerle değerli bularak, onların düşünceleri üzerinden
ilerliyorum. Bu bağlamda, öncelikle egemen gazeteciliği ve problemli etik yapısını
tartışmaya çalışıyorum. Egemen gazetecilik anlayışı çalışmam açısından oldukça
önemli bir yerde duruyor. Bunun sebebi, egemen haber anlayışının içine gömülü
olduğu sistemde, haberin ekonomi-politik yapı içerisinde birebir ilişki sonucu
belirlendiğini varsayarak etik problemleri buradan ele almanın, kelimenin çok
anlamlı doğasını yok saymak ve insanın yorumlama gücünü indirgeyerek,
14
potansiyelini görmezden gelmek anlamına geldiğini düşünmem. Bu nedenle egemen
gazetecilik anlayışının hüküm sürdüğü gazetecilik pratiklerini de yine öznel bir etik
açısından ele almaya çalışıyorum. Ayrıca etik problemlerle iç içe geçmiş yapısal
sorunları da burada tartışıyorum.
Ardından da egemen gazetecilik anlayışına göre gerek kuramsal gerekse etik
açıdan çok daha farklı bir noktada duran ve ötekinin perspektifinden haber yapmanın
önemini vurgulayan öteki habercilik anlayışlarını dahil ediyorum. Öteki gazeteciliğin
varoluş felsefesinin ve temel eylem ideolojisinin etik olmasının etik problemlerin
tümünün üstesinden gelmiş olması anlamına gelmediğini varsayıyorum. Öznellik
temelli bir etikle desteklendiği takdirde öteki gazeteciliğe dair kuramların daha
derinleşeceği ve uygulamalarında daha işlevsel hale geleceğini savunuyorum. Bu
savımı da Ricoeur ve Kearney’in etik anlayışlarıyla destekleyerek tartışmaya
çalışıyorum.
Dolayısıyla çalışmamın ikinci ve üçüncü bölümlerini egemen ve öteki
gazetecilik anlayışlarına ayırıyorum.
Çalışmamı, metnin temelinde yatan kabule dair Ricoeur’ün kendi
cümlelerinden başlatmak istiyorum ki haberciliğin içinde gömülü olduğu dilin
bilimsel olandan düşsel olana her daim çok anlamlı yapısını vurgulayabileyim:
Dil daha başlangıçtan itibaren ve büyük bölümüyle çarpıktır: söylediğinden başka bir
şey kasteder, çift anlamlıdır, bulanıktır. Dolayısıyla, düşler ve benzeri, karmaşık
anlamların yeri olarak beliren bir dil bölgesinde yer alır. Bu bölgede, dolaysız
anlamın içinde bir başka anlam daha kendini hem açığa vurmakta hem de
gizlemektedir. ... Çift anlamlılık sorunu psikanalize özgü değil. Aynı sorun yerküre,
gök, yaşam, ağaçlar ve taşlarla ilgili büyük kozmik simgelere ve mitos adı verilen bir
15
şeylerin kökenine ve sonuna ilişkin o tuhaf anlatılarla durmadan karşılaşan din
görüngübiliminde de var. Oysa söz konusu disiplin psikanaliz değil de görüngübilim
olduğunda, üstüne çalıştığı mitoslar, ayinler ve inançlar birer masal değil, insanın
kendini temel gerçeklikle bağlantılandırma tarzlarından biridir. O temel gerçeklik
her ne ise (2006: 20).
Özetle, dil politiktir.
16
BİRİNCİ BÖLÜM: RİCOEUR FELSEFESİNDE HAYATIN
ANLATISALLIĞI, ANLATININ ETİĞİ
1. ANLATI
Bir hikaye anlatmak, zamanın “zıvanadan çıkmış
olmasına” tepki göstermek, uyumsuzluk halini
yeniden uyuma kavuşturmak, “heterojen olanı
yeniden sentez haline getirmek” çabasıdır.
(Kearney, 2003: 145)
Gazetecilik etiğinin şimdiye dek kuramsallaştırılmış ya da üzerine
düşünülmüş perspektiflerden farklı bir bakış açısı ile ele alınması çalışmamın
konusunu oluşturuyor. Bu bağlamda da araştırmamın ekseni “etik”, bu yapıya
rehberlik edecek öğreti de Paul Ricoeur’ün etik felsefesi olarak beliriyor. Filozofun
etik felsefesi çalışma boyunca açımlamaya çalışacağım temel motiflerin bir araya
gelmesiyle oluşuyor. Dolayısıyla bir yandan bu motifler çalışmamın düşünsel
temellerini oluşturuyor, diğer yandan da filozofun etik felsefesini belirliyor.
Ricoeur’ün Kearney ile yaptığı bir söyleşiden kendisini ifade etmesiyle ile
başlarsak:
Bence felsefi görev, daireyi kapatmamak, bilgiyi merkezileştirmemek ve totalize
etmemektir, söylemin indirgenemez çoğulluğunu sürekli açık tutmaktadır. Farklı
söylemlerin nasıl birbirleriyle ilişkilendirilebileceğini veya kesişeceğini göstermektir
esas olan fakat bu sırada bu farklı söylemleri özdeş kılmaya ve aynıya indirgemeye
karşı da direnmek gerekir (Kearney, 2008: 151).
Ricoeur’ün etik felsefesini açımlamaya, onun bir şüphe değil, inanç filozofu
olduğunu söyleyerek devam etmenin uygun olduğunu düşünüyorum. Üstelik içinde
17
bulunduğu felsefi geleneğin tam da bir şüphe geleneği olmasına karşın. Doğruluk
iddialarından ve kutsalın varlığından şüphelenen ve bu iddialardaki baskı, sansür,
ideolojiye karşı uyanık olmamızı isteyen yorumbilgisel perspektifi oluşturan Marx,
Nietzsche ve Freud gibi put kırıcıların baskın olduğu, “söylemdeki putları saf dışı
etmek, sarhoşluktan ayılmak, yanlış gerçekliği temsil ettiği için sembolü parçalamak
gerektiğine dair anlayışa” (Ricoeur, 2006: 29) sahip gelenek. Oysa sembolü
olduğundan başka bir şey olarak görmeyen, çoğunlukla tek göndergeye sabitleyen,
tek sesli, yoruma izin vermeyen yapılarda, özellikle de Freud’un kabul ettiği gibi
sembolün kültürel yanılsama ve gizemlerden kurtarılması gerekliliğini öngören ve
onu zaman dışı ilan eden perspektiflerde, indirgeme ve yetersizlik bulur Ricoeur.
Zira sembol çözülmek zorunda olan bir gizem olarak daima çift anlama sahiptir ve
genel kabul gören kültürel anlamının ötesinde bir anlamı bulunur:
Şeyler hiçbir zaman bize direkt olarak verilmez, daima simgeler üzerinden
dolayımlanırlar. Bu da onlar üzerine daha çok düşünmemizi ve yorum yapmamızı
zorunlu kılar (Ricoeur, 1984: ix).
İşte içinde bulunduğu düşünsel dünyadan onu ayıran en önemli özelliklerden birisi
de budur ki bu tür bir yorumbilgisel gelenek Kearney’e göre filozof için yeni bir
toplum eleştirisini mümkün kılar (1986: 105).
Şüphe değil inanç filozofu derken, Ricoeur’ün sahip olduğu inancın “dinsel”
anlamdaki inançtan (çok daha) fazlasını, hatta Karl Simms’in belirttiği gibi,
“düşünce geleneğine ve metafiziğe” dair çok daha derin bir inancı barındırdığını
(2003: 2) belirtmek gerekir. Tam da Eleştiri ve İnanç (Critique and Conviction) adını
taşıyan kitabından, Ricoeur’ün kendi cümlelerinin izini sürdüğümüzde “... felsefe
18
yalnızca eleştirel değildir, aynı zamanda inanç özelliklidir. Dinsel inancın içinde de
bir eleştirel boyut vardır” (2008b: 190) ifadesiyle karşılaşıyoruz9.
Şimdi Ricoeur’ün başka bir öğeye olan inancı ile devam edebiliriz ki bu öğe
onun etik düşüncesinde merkeze oturmuştur: Anlatı. Anlatı çok önemli çünkü
Ricoeur’e göre anlatılar belki anlamlarını bizden gizleyebilirler, ancak yalan
söyleyemezler. İşte yorumbilgisi de bu anlatının altında yatan anlamı araştırır.
Simms’e göre hayat ve anlatı arasındaki dolayım, yorumbilgisi üzerinden
gerçekleşir. Kendi hayatımızı, kendimizi ve yaşadığımız dünyayı sanki
anlatılandırmışçasına yorumlayarak anlayabiliriz (Simms, 2003: 2).
Ricoeur’ün düşünsel izleğinde özel bir önem teşkil eden anlatısallığın ne
ifade ettiğine daha yakından bakmak istiyorum: Yaşamın anlatı dolayımı ile anlamlı
olması. Yaşamın kendisinin de bir anlatı olması. İnsan varoluşu da dahil olmak üzere
her şeyin anlatı özelliği taşıması. Örneğin eyleyenin kim olduğuna dair bir soru
sorulduğunda cevap olarak verilen ismin bir hayat hikayesi, bir anlatısı var.
Zamansallığı, olay örgüsü ve düzeni var. Yaratıcı bir gücü var. Filozofun, Kearney’e
Dilin ve Mitin Poetikası üzerine yapılan bir söyleşi sırasında açıkladığı gibi:
Anlatısallığın yapısı, geçmişimize bir düzen vermeye çalışarak, yani olup bitmiş
olanı tekrar tekrar yeniden anlatarak, bir kimlik edindiğimizi sergiler. (...)
Anlattığımız şeyde geçmişte yaşadığımız şeye kıyasla her zaman daha fazla düzen
9 Ricoeur eleştiri ve inanç üzerine düşüncelerini, her türden metinler ve onları okuma tavrındaki farklılık bağlamında, aynı kitabın “Kutsal Kitap Okumaları ve Kutsal Kitap Üstüne Düşünceler” (Biblical Readings and Meditations) bölümünde, eleştirel tavır ya da dinsellik haline ilişkin değerli bir tartışmayla sunuyor (2008b: 190-232).
19
vardır. Düzenin tutarlılığın ve birliğin bu anlatısal fazlalığı anlatının yaratıcı
gücünün asıl örneğidir (Kearney, 2008: 146).
Kuşkusuz anlatı tek değil; aynı anlatı için pek çok kurgu yapılabilir, bu kurgular
zamanla değişebilir.
En önemli noktaya, anlatıyı etikle ilişkilendiren bağlama gelirsek, anlatı
başkalarınınki ile kesişir, iç içe geçer ve sadece öteki’nin de varoluşu ve kendine ait
anlatısı ile anlam kazanabilir. Anlatı, başkasının sözü olarak etik değer taşır ve tam
da bu nedenle tevazu bekler. Bu da Ricoeur felsefesinde kendi’nin anlatıyla
yüzleşmesi, onunla kurduğu derin düşünsel ilişki içerisinde değişim geçirmesiyle
bağlantılıdır.
İşte bu izlekte anlatı kurulurken, ötekinin anlatısı dahil edilip ötekinin dildeki
varlığı konumlandırılırken etik daima başat öğe durumundadır. Bunun sebebi, filozof
için insan varoluşunun bir anlatı olarak merkezde bulunması ve bu anlatısallığın etik
koşullarının sorgulaması gerekliliğidir. Kearney ile yaptığı söyleşide anlatının
dışlayıcı, içine kapanan muhafazakar bir yapı değil, tersine insanı egemen sistemden
özgürleştirme potansiyeli olan, sorgulayıcı bir çoğulluk olarak beliren ve
indirgenmeye direnen bir yapı sergilediğini belirtir.
Anlatının geçmişi düzene sokan bir öykü anlatımı olduğunu söylemek, yeni olanı
dışlayan muhafazakar bir kapanışı ima etmez. Aksine anlatı arkamızdaki anlamı
tutup korur ki böylece önümüzde bir anlam belirebilsin. ... Anlatı bizi, varoluşun
baskıcı düzeninden alıp onun ötesine, daha özgürleştirici ve daha saf bir düzene taşır
(Kearney, 2008: 146).
Metin boyunca Ricoeurcü bir perspektiften ele almaya çalışacağım
gazetecilik etiği tartışmasında anlatısallık etiğini savunacağım. Gazetecinin yazdığı
20
haberin bir anlatı olarak kabul edilebilmesinden hareketle, gazetecinin kendi olarak
konumlandırılabilmesinin olanağını düşüneceğim. Anlatısallık ettiğinin etkin
kılınması için, başlarken, haberin anlatı olarak kabulü, olgusallığın eleştirisi,
gazetecinin yaptığı haberin ancak olası yorumlardan biri olabileceği, tanıklık
ideolojisi ile değil, öteki ile kurduğu diyalektik ilişki üzerinden haberin kurulmasını
gerektireceğini öngöreceğim. Bu bölümde Ricoeur’ün anlatısını açımlamaya
çalışıyorum. Bu noktada varoluşa dair anlatısallığa Ricoeur düşüncesi üzerine değerli
çalışmalar yapmış olan öğrencisi Kearney’in perspektifinden de bakmak gerektiğini,
böylelikle Ricoeur’ün bu kavrama dair bakış açısının daha iyi anlaşılabileceğini
düşünüyorum.
İnsan benliğinin anlattığı ve başkalarından dinlediği sayısız öyküye dayanan
anlatısal bir kimliği olduğunu düşünüyorum. Bu açıdan varoluşumuzun bir anlatı
olduğunu öne sürüyorum. Zira her sonlu varlığın görevi, kendi sınırlarını aşan
şeyleri hem içeride hem de dışarıda başımıza musallat olan ve bizi saplantı haline
getiren o yabancı aşkın ötekiliği anlamlandırmaya çalışmaktır. (...) Şeffaf, bütünleşik
bir egoya doğrudan erişimin mümkün olmadığını biliyoruz. Yalnızca dolayımlar ve
dolambaçlar olduğunu. Bunların ardından egonun en iyi ihtimalle genişlemiş ve
zenginleşmiş olarak kendine geri dönebileceğini kabul ediyoruz. Kendimizi anlatısal
varlıklar olarak kabul ediyoruz, çünkü benlikten benliğe en kısa yol ötekinden geçer
ve en kısa yol bile zaman alır (Kearney, 2003: 277).
Bütünleşik egoya doğrudan varılamaması, benliğinin kavranamaması, ancak
insan olmaya dair bu en temel gereksinimin onun anlatı olarak dilde kurulması
yoluyla gerçekleşebilmesi meselesi beraberinde, kurulacak anlatının etik boyutunun
ne denli önemli olduğunu sorgulamayı getiriyor kuşkusuz. Özellikle de haber gibi
geniş kitlelere hitap eden anlatılarda, söz konusu kitle için haberin ötekini tanımanın
nadir yollarından biri olduğu, diğer benliği tanımanın yüz yüze bir deneyim sonucu
21
gerçekleşmesinin mümkün olmadığı durumlarda. Burada gazetecinin
sorumluluğunun yalnızca ötekine dair anlatının kurgulanması bağlamında değil,
farklı anlamlandırma tarzlarının toplumsal sonuçlarını görünür kılmasına dair de
işlediğini/işlemesi gerektiğini belirtmek gerekiyor. Dolayısıyla haber anlatısının
ötekine dair kurgusu ve içerdiği vurguların ciddi bir sorgulamadan geçirilmesi
gerekiyor.
Ricoeur’ün anlatısında tanıklık nosyonu da önemli bir noktada duruyor.
Öncelikle anlatı ile olan ilişkisi bağlamında ele almak gerekiyor:
Anlatı iletilebilir, paylaşılabilir ve içlerinde yer aldığımız farklı grupların,
toplulukların ortak belleği diyebileceğimiz şeyin işlenmesine katkıda bulunabilir. Bu
açıdan anlatının toplumsal kullanımının örnek bir biçimi, mahkeme kurumunun ve
tarih pratiğinin özel bir biçimde kullanıldıkları tanıklıktır. Tanıklık da dünyada
meydana gelmiş olgular konusunda tanıklık etme olarak belleğe bağılıdır. Tanık
şunu söyleyendir: “Bana inanın ya da inanmayın, ben oradaydım, ve eğer bana
inanmıyorsanız bir başkasına sorun” (Ricoeur, 2008c: 90).
Tanıklığı ikinci ve üçüncü bölümler içerisinde habercilik pratikleri
bağlamında da tartışmayı hedefliyorum. Burada Ricoeurcü bir tanıklık nosyonunun
gazetecinin tanıklığından farklı olduğunu, kendi’ye yönelik olduğunu ve hem
kendi’ye hem de eylemlerine tanıklık eden ve sorumluluğu üstlenen bir yapı
sergilediğini, tam da bu perspektiften gazeteci öznenin sorumluluk anlayışına katkı
yapabileceğini söylemekle yetinmek durumundayım.
Tanıklığa ve anlatıya dair yukarıdaki pasajdan Ricoeur’ün anlatısal
yaşamında etik ile sıkı sıkıya bağlı olan kurgu ve tarihi bir araya getirdiğini, belleğe
özel bir önem atfettiğini çıkarsıyoruz. Buradan hareketle düşünür, belleğin, tarihin ve
hatırlamanın önemine varıyor. Sadece belleğe sahip çıkılarak geleceğin
22
özgürleşebileceğini belirtiyor. Çünkü anlatının engellendiği, sivil belleğe dayalı
tanıklıklar yerine olgusallığa indirgendiği ya da egemen perspektife sabitlendiği bir
toplumda, ki ben burada bu sorunlu durum tanımının Kıbrıs için uygun olduğunu
düşünüp örnek olarak onu seçtim, insanların iletişiminin azalacağını ve egemen
söyleme direnişin zorlaşacağını düşünüyor.
Bu noktada anlatının özelliklerine biraz daha detaylı bakmak yerinde olacak.
Anlatı, zaman bağlamında anlam kazandığından filozofun zaman üzerine düşünceleri
(çalışmamın sınırlılıkları dahilinde ele almaya çalışıyorum) önem taşıyor çünkü bu
bağlam açığa kavuşmadan filozofun anlatısal etiğinin açımlanabilmesi mümkün
değil. Bu nedenle filozofun bu konuyla ilgili temel eseri olan Zaman ve Anlatı:1-2-3
(Temps et Récit:1-2-3)’e bakmak gerekiyor: Ricoeur, bu eserinde, “[z]aman bir
öyküleme (anlatma) biçimine göre eklemlendiği ölçüde insana özgü zamana
dönüşür; anlatı da zamansal varoluşun bir koşulu olduğunda tam anlamına kavuşur”
ifadesiyle anlatının ve zamanın birbirleri için vazgeçilmezliğini ortaya koyuyor
(2005a: 108). Şimdi bu ilişkiyi görmek için, düşünürün “[z]aman ve anlatı arasındaki
dolayımı” kurmak üzere birbiriyle bağlantıları içinde ayrımlaştırdığı ve
kavramlaştırdığı üç mimesis biçimine yoğunlaşalım (2005a: 110). Mimesis ile
devam etmek, hem zamansallığı bu dolayım üzerinden ele almak gerekliliğinden
kaynaklanıyor, hem de Ricoeur etiğini gazetecilikle ilişkilendireceğim ikinci ve
üçüncü bölümlerde ötekini düşünürken bu kavrama yaslanacak olmam nedeniyle
Ricoeur’ün kavramı nasıl aldığını açımlamak bu çalışma için bir zorunluluk haline
geliyor.
23
2. MİMESİS ÜÇLÜSÜ
Mimesis üçlüsünün bu araştırma için önemini üç eksende açıklamak mümkün.
Mimesis’ler öncelikle “zaman ve tarih” bağlamında insan hayatının anlatısal yönünü
kavramamızı, ardından yorumbilgisi dolayımıyla hayatın kendisini
yorumlayabilmemizi sağlayacak. En önemlisi de çalışmanın temel meselesi olan
gazetecinin bir kurgu olarak haber anlatısının insana ve hayatına dair tanımları ve
anlamlandırmaları üzerinden, özellikle de gerçek referanslarla işleyen bir metin olup
inandırıcılığının yüksek olduğunu aklımızda tuttuğumuzda, hayat-anlatı bağının
gücünü ortaya koymayı ve bu bağ dolayımıyla etiği görünür kılmayı mümkün hale
getirecek.
Mimesis, Platon düşüncesinden gelir ve “taklit” anlamı taşır, dünyanın
kendisinin de ideal dünyanın taklidi olması gibi (Simms, 2003: 62). Öte yandan
Aristoteles Poetika’da mimesis’e “insan eylemi ve yaratıcılığını da içeren, bir şeyin
başka bir şeye benzetilmesi” anlamını kazandırır (Aristoteles, 1987: 11-13). Böylece
mimesis sıradan taklit yerine, yaratıcılık da içeren aktif bir süreç halini alır ve anlatı
için tam da bu nedenle önem kazanmış olur. İzlediğimiz bir trajedide insan ruhunu,
asaletini, derin düşünce sistemini vs. şiirsel bir dil eşliğinde görmek isteyişimiz de
buna güzel bir örnek oluşturur.
Ricoeur’ün mimesis anlayışı buradan temelleniyor. Ancak onun felsefesinde
mimesis’in daha derin bir yapısı bulunuyor. Öncelikle üç temel mimesis biçiminden
söz ediyor filozof: “Her anlatı üç mimesis bağıntısı içeriyor: Eylemde bulunulan ve
yaşanılan zamanla olan bağıntı, olayörgüleştirmenin kendine özgü zamanıyla olan
bağıntı, okuma zamanı ile olan bağıntı” (2005a: 9).
24
İlk bağıntı, mimesis I, ön-biçimlendirme düzeyine tekabül ediyor, yani
metinleşme olgusundan önce gelen, eylem dünyasının bir ön kavranışı diyebiliriz
(Ricoeur, 2005a: 9).
Eylemi taklit etmek ya da temsil etmek, her şeyden önce, insan eyleminin kendi
anlamsal yapısı, kendi simgeselliği ve kendi zamansallığı içinde ne olduğunu
önceden kavramak demektir. Olayörgüleştirme ve buna bağlı olarak da metinsel ve
yazınsal mimesis düzeni şairde ve okurunda ortak olarak bulunan bir ön-kavrayış
üstünde kurulur (Ricoeur, 2005a: 127).
Mimesis I, metinden önceki süreci içeren, insanın metni anlamlandırmasını
sağlayacak bir ön aşama olarak görülebilir ve insanın dünyasındaki gerçek deneyimi
dolayımı ile maruz kalacağı anlatıyı anlamlandırabilmesini sağlar. Burada “pratik”
adı verebileceğimiz günlük deneyimlerimizi düşünebiliriz ki bunlar anlatıları
anlamlandırırken devreye giriyorlar. Dolayısıyla mimesis I kendi dünyamızla
kurduğumuz ilişki olarak ele alınabilir. Habercilik açısından da mimesis I, günlük
yaşam pratiklerinin dolayısıyla olayların meydana geldiği düzeyi imler.
Mimesis 1 düzeyi için William C. Dowling’in verdiği örnek üzerinden gitmek
istiyorum. Ona göre kendi kültürümüze ve içinde yaşadığımız dile ilişkin çok kolay
ve rahat bir anlamlandırma sistemine sahibiz. Öyle ki, yaşadığımız bölgede
göreceğimiz bir Rolls-Royce’un, insanları basitçe bir noktadan diğerine taşıyan bir
araç olmadığını, refahtan da öte lüks göndermelerle dolu sınıfsal bir statüye vurgu
yapan bir gösteren olduğunu düşünmeden anlarız. Bunu romanda verdiğinizde, o
arabanın sahibinin yaşadığı şartlar ile ilgili olarak önemli bir bilgi vermiş olursunuz.
Gerçek hayattan bildiğimiz bir gösterge anlatıda rahatlıkla bizi kavrar (2011: 3). İşte
25
bu düzey, metinden önceki (kendi hayatımıza dair) bu kavrayış olmadan metnin
anlaşılması mümkün değildir.
Burada kavramsal ağdan söz etme gerekliliği doğuyor. Bunun iki sebebi var:
öncelikle ön-biçimlendirme düzeyi (mimesis I) ve anlatı ilişkisinin havada
kalmaması daha net ortaya konması gerekiyor. Ayrıca kavramsal ağ varoluşumuzla
bağlantılı olarak anlamlı bir eylemi metin gibi okumamızı sağlıyor ki bu “anlamlı
eylemin metin gibi okunması” Ricoeur felsefesinin temel taşlarından bir tanesini
oluşturuyor. Ancak böylelikle etik anlatılar kurgulayabiliyoruz. Peki kavramsal ağ ne
ifade ediyor?
Kavramsal ağ, eylem alanını fiziksel hareket alanından yapısal olarak ayırt
eden şeydir (Ricoeur, 2005a: 112). Yani insan yaşamını diğer canlılarınkinden ayıran
tasarılar ve beklentiler ile dolu olan, onu sıradan bir devinim yapma durumundan
kurtaran yan. Pek çok öğe (sembol, işaret, kural vs) üzerinden dolayımlanan insan
eylemi derin bir ağa ev sahipliği yapar. İşte bu kavramsal ağdır. Anlatı eylemin
kavramsal ağıyla olan yakınlığımızı kullanır ve söylemsel özellikler ekler. Neticede
metinden önce (mimesis II) anlamın oluşabilmesinin en önemli şartlarından bir tanesi
olan pratik hayat kavranır. Kavramsal ağın sembolik öğeleri sayesinde “anlamlı bir
eylem bir metin gibi okunur” hale gelir. Kuşkusuz kavramsal ağ ile birlikte anlatıyı
anlamlandırmak için zamansal öğelerin de bilinmesi gerekir. Anlatı ancak
zamansallığı içerisinde anlatı olur. Bu nedenle mimesis II’ye geçmeden zamansallığa
dönmek gerekiyor.
Filozofun kendi cümleleri üzerinden gidelim: “Demek ki, önceden
tasarlanmış (ön-biçimlendirilmiş) bir zamandan (mimesis I) yeniden biçimlendirilmiş
26
bir zamana (mimesis II) uzanan yolu, belli bir biçime, bir görünüme bürünmüş
(metinsel görünüm kazanmış) zaman aracılığıyla, donanımıyla izliyorum” (2005a:
111). Fark edileceği gibi Ricoeur burada zamansallığın dile tanışmasını (mimesis
I’den II’ye giden sürecin zamana dair anlamı nasıl temellendirdiğini), dilin zamansal
deneyimi belli bir görünüme büründürüp yeniden biçimlendirmesini ifade ediyor10
ve anlatı kuramını temelden etkileyen üçlü yapıya ulaşmamızı sağlıyor: Geleceğin
şimdisi, geçmişin şimdisi ve şimdinin şimdisi. Çünkü gelecek ve geçmiş ancak şimdi
üzerinden düşünülebilir 11 . Neticede geçmişi de düşünsek, geleceğe dair plan da
yapsak, düşünme eylemini gerçekleştirdiğimiz zaman süreci şimdiye tekabül ediyor.
İşte bu hissedilen fenomenolojik zaman anlayışı ile Aristoteles’in kronolojik zaman
anlayışı döngüsel bir ilişki içerisinde bulunuyor. Augustin’in zaman anlayışı zamanın
paradokslarını, Aristoteles’in ki ise anlatının düzenini gösteriyor. 10 Ancak yine de kendisini anlatısallık ile zamansallığın kısırdöngüsüne teslim olup olmadığı bağlamında sorgulamaktan alıkoymuyor. Bu düşünümün sonunda ise biraz önce tartıştığımız “Zaman ancak anlatısal olarak eklemlendiği ölçüde insan zamanına dönüşür, buna karşılık olarak da anlatı ancak zamansal deneyimin özelliklerini gösterdiği ölçüde anlamlı hale gelir” (2005a: 23) savının bir kısırdöngü oluşturmayacağını, her iki yarının (anlatı-zaman) bir kısırdöngü ilişkisi içerisinde değil, birbirini karşılıklı olarak destekleyen sağlıklı bir döngü içerisinde olduğu sonucuna ulaşıyor. Ricoeur’ün zaman bağlamındaki düşünceleri oldukça derin, kuşkusuz bu çalışmanın sınırlarını aşacak ölçüde geniş ve Augustine’in birinci ve ikinci dönem zaman teorilerinin incelenmesini de içerir. Araştırmamın içinde yer etmemekle birlikte mimesis’lerin anlaşılması açısından birer cümle ile açıklamanın doğru olacağı düşüncesindeyim. (Ayrıca, filozofun kendi araştırmasını harekete geçiren iki önemli metnin, Aristoteles’in “Poetika”sının ve Augustine’in “İtiraflar”ının, yeri geldiği için anılması gerektiğine inanıyorum.) Kearney’in izinden giderek açıklarsak, Augustine zamanı önce fenomenolojik açıdan, yani zamanın deneyimlenmesi bağlamında ele almıştır (Kearney, 2005: 144-158). Dolayısıyla Newton ile başlayan nesnel zaman geleneğinin karşısında yer almıştır. (Burada Ricoeur’ün her iki geleneğin birlikte ele alınması gerektiğini belirttiğini vurgulamak gerekiyor.) Augustine aslında aralarında yirmi yıl bulunan iki temel eserinde, Tanrı Devleti ve İtiraflar, zamana ilişkin düşüncelerini neredeyse tamamen değiştirmekle birlikte burada anmamız gerekenin İtiraflar’da bulunan zihinden bağımsız bir zaman anlayışı yerine, zamanın zihnin parçası olması durumudur. Çünkü Ricoeur onun bu dönemdeki düşüncesini ve geçmiş-gelecek-şimdi üçlemesinin önemini şöyle açıklar: “...Augustin’in zaman yayılımını ruhun yayılımına indirgeyerek yaptığı değerli buluş bu yayılımı üçlü şimdiki zamanın içine sürekli işleyen bölünmeye, açılmaya bağlamış olmasıdır: Geleceğin şimdiki zamanı, geçmişin şimdiki zamanı ve şimdinin şimdiki zamanı arasındaki bölünmeye (2005a: 55).” Bu üçlü Ricoeur’e göre “... en basit anlatı tümevarımcısını oluşturan işte bu pratik eklemlenmedir” (2005a: 122). Burada Ricoeur’ün anlatı kuramını temelden etkileyen bu üçlü yapıya ulaşmış bulunuyoruz: Geleceğin şimdisi, geçmişin şimdisi ve şimdinin şimdisi. 11 Augustin’in zaman anlayışının şimdi üzerinden yürüdüğü aşikardır. Ricoeur’e göre bu bir uyumsuzluk yaratır ki bu durum zihne bir düzen sağlayacak muthos (senaryo) a bağlanır.
27
Gelelim mimesis II’ye. Mimesis I ve mimesis III’ün arasında bir dolayım
işlevi gören bu kısım, “miş gibi”nin yani kurmacanın alanının açıldığını imliyor12.
Başka bir ifade ile kurgunun tüm unsurlarının zekice bir araya geldiği yer burası.
Burada basitçe art arda gelen olaylar zincirinden ziyade bütünleşik bir yapı, öykünün
ana fikrinden karakterlere, amaçlardan beklenmeyen sonuçlara dek özenle
kurgulanmış ve izleyiciyi “eee?” demekten kurtaran bir bütün söz konusu olur.
Ricoeur bunu “olayörgüsü” kavramı13 ile açıklar. Burada edenler, amaçlar, araçlar,
etkileşimler, koşullar, beklenmedik sonuçlar vb. gibi türdeş olmayan etkenler birlikte
düzenlenir (2005a: 130). Olayörgüsü bağlamında, Zaman ve Anlatı’nın üçüncü
cildinde Ricoeur kurmaca sanatının özelliklerinden söz ederken “eylem dünyası ile
içebakış dünyasını birlikte örmek, gündelik olmanın anlamı ile içselliğin anlamını
birbirinin içine katmak demektir” ifadesini kullanır (2005a: 191-192). Habercilik
açısından baktığımızda haber metninin düzeyidir mimesis II. Haber metninin
kurgusudur, olayların metin içerisinde bir zaman eşliğinde sıralanışının biçimsel
olarak habere dönüştüğü düzeydir.
Mimesis III için ise, çok temel bir tanımla, “okurun dünyası ile metnin
dünyasının kesişmesi”dir diyebileceğimi düşünüyorum. Şiirin biçimlendirdiği dünya
ile gerçek eylemin kendini ve kendine özgü kuramsallığını gösterdiği dünyanın
12 Burada bir parantez açarak Ricoeur’ün anlatıları iki temel sınıfa ayırarak incelediğini (kurmaca ile tarih anlatısı) ve bunları karşıt olarak konumlandırdığını belirtmek gerekiyor. Ancak Zaman ve Anlatı’nın birinci cildinde mimesis II’yi incelerken, bu iki anlatıyı birlikte ele alıyor (2005a:128). Bu nedenle burada anlatı denildiğinde ikisinin de kapsanması gerektiğini düşünüyorum. 13 Olayörgüsü: “Türdeş olmayanların bileşimi” (Ricoeur, 2005a: 131). “Olayörgüleştirme, olay ile öykünün iki kutbunu dolayımlaştırarak paradoksa bir çözüm getirir. Bu da şiirsel edimin kendisidir. Bir dizilişten bir biçimleniş elde ettiğini söylediğimiz bu edim, kendini dinleyici ya da okura, öykünün izlenebilir olmaya yakınlığı içinde gösterir” (Ricoeur, 2005a: 132).
Aristoteles’e göre de tragedyanın üç öğesi bulunur. Bunlardan ilki olayörgüsüdür. Diğer ikisi ise karakterler ve düşüncedir (1987: 6-22)
28
kesişmesi (Ricoeur, 2005a: 139). Zaten anlatı gerçek dünyaya ilişkin göndermeler
yapmasa anlamı kaybolur. Haber anlatısı okurun ve gazetecinin ufkunun kesiştiği ve
okurun metni tamamladığı yeri imler. Kapalı bir metin olan haber metni kurgu
metindeki kadar yaratıcılığa açık olmamasına karşın okur olmadan tamamlanmaz.
Mimesis II ve III’ü haber metni açısından düşünürken, Ricoeur’ün metinsel
ayrımını (kurmaca metin ile tarih metni) göz önünde tutmamız gerekiyor. Kuşkusuz
bu iki metnin göndergeselliği oldukça farklı boyutlarda seyreder çünkü birincisi
tamamen kurgu iken ikincinin gerçekliğe dair ciddi iddiaları bulunur ve yalnızca
gerçek göndermelerle işler. Bu araştırma açısından, haber metninin Ricoeur’ün
metinsel farklılık ekseninde, gerçeklik iddiası taşıyan metinler arasında düşünülmesi,
doğrudan referanslarla kurulduğunun hep ön planda olması gerektiğinden haber
anlatısı, Ricoeur’ün tarih anlatısıyla aynı muameleyi görmelidir diye düşünüyorum.
Mimesis III’teki ufukların çakışmasında, beklenti ufku yazara, deneyim ufku
okuyucuya aittir. Çünkü metin ancak bu ufukların birleşmesi sayesinde anlaşılır olur.
Artık mimesis III ile birlikte öykünün bir yandan anlatılırken diğer yandan da
imgesel biçimde yaşandığı sonucuna varabiliriz14.
Üç mimesis’i açıkladıktan sonra şöyle bir yorum yapılabileceği kanısındayım:
Mimesis I’den (kendi dünyamız) mimesis II dolayımı (kurgu) ile mimesis III’e (okur-
metin dünyasının kesişmesi) giriliyor. Tam burada Gadamer’in deyimi ile “ufuklar
14 Mimesis I’den III’e giden sürecin kısır döngü olduğu kuşkusuyla, çünkü eylemin anlamsal yapısı, simgeleştirme kaynakları ya da zamansal özellikleri dikkate alındığında varış noktası kalkış noktasına götürüyor gibidir, bu süreci de analiz eder Ricoeur. Burada çözümlemenin dairesel yani döngüsel olduğunun tartışılamayacağını ancak döngünün kısır olduğunu çürütebileceğini söyler. Sonu olmayan bir sarmaldan söz eder. Düşünceyi birçok kez aynı noktadan ama farklı yükseklikten geçiren bir sarmaldır bu. Bir kısırdöngü değil (2005a: 140).
29
çakışıyor” (okurun ufku ile metnin ufku). Bu giriş anlam kabiliyetimizi artırıyor,
çünkü bir yandan hayatın kendisini anlayabildiğimiz için, anlatıyı da anlıyoruz.
Diğer yandan da anlatıyı anladığımız için hayatımızı daha da zengin kılıyoruz. Hayat
anlayışımız, anlatı anlayışımız tarafından ve aynı anda da tam tersi olmak üzere
yükseltiliyor. Bir bütün olarak metnin kurgusunun (hayatla bağlantısı doğrultusunda)
anlaşılması, yorumbilgisel döngü ile mümkün oluyor. Burada devreye
“yükseltilmiş” anlama giriyor (İnsan - gerçek dünya - kurgu ve bunların kesişimi -
insanın algılama yetisi - yorumbilgisel çemberi). Sonuç olarak, “Bir okurun
alımladığı şey yalnızca yapıtın anlamı olmakla kalmıyor, yapıtın anlamını kat ederek
göndermesine ulaşıyor” (Ricoeur, 2005a: 151).
Okuyucunun buradaki rolünü çok önemsiyor Ricoeur. Özellikle Wolfgang
Iser ve Hans Robert Jauss’un alımlama estetiği üzerine yazdıklarını karşılaştırarak,
iki kuramcı arasındaki en önemli ortak noktalardan birinin metnin ancak okuyucu ile
etkileşim sonucu bir “ yapıt” olacağı konusundaki düşünceleriyle destekliyor
kuramını (2005a: 148). Yapıtı tamamlayan kişinin okur olduğunu söylüyor. Metinde
eksikler, boşluklar ve kararsızlık bölgeleri var. Okur yapıt tarafından terk ediliyor ve
olayörgüleştirmenin ağırlığını omuzlarında tek başına taşıyor. Roland Barthes’in
belirttiği gibi metnin verdiği o hazzı alıyor (Ricoeur, 2005a: 148). Burada hayatı
boyunca sadece kutsal kitap okuyan biriyle edebiyat okurunun arasındaki hayata
bakış, yorum ve algı farkını örnek olarak almayı öneriyorum. Zira Richard E.
Palmer’e göre edebiyatı anlamak bizim dünyada bulunmamızla ilgisi olan anlamadan
daha üstün ve kapsamlı bir anlama formunda temellendirilmeli çünkü edebi bir eseri
30
anlamak, varoluştan düşünceler dünyasına kayan bilimsel bilgi türü değil, o bu
dünyada oluşla ilgili kişisel tecrübeyi öne çıkartan tarihi bir yüzleşmedir (2002: 37).
Dolayısıyla mimesis’in yaratıcı ve etkin bir süreç olarak okuyucuda
tamamlandığı, mimesis üçlüsünün dolayımı ile hayatın anlatı olarak kavrandığını
dolayısıyla da anlatılandırıldığı takdirde sorgulanabildiğini ortaya koyabildiğimi
düşünüyorum. Sonuç olarak da Ricoeur düşüncesinde yaşanan hayatın ve ona ilişkin
kurgulanan anlatının ötekilerin anlatılarına muhtaç olması bağlamında anlatı ve
hayatı yan yana getirdiğini düşünüyorum. Aldığım bu yol çalışmamı, etik teorisini
anlatı üzerinden kuran filozofun etik anlayışının tam da kalbine bağlıyor ve böylece
Ricoeur’ün etik düşüncesindeki ana bağlama geri dönmüş oluyoruz.
Gerçekten de varoluş ufkumuzun büyük ölçüde genişlemesini kurmaca yapıtlara
borçluyuz. Kurmaca yapıtların gerçeğin yalnızca hafifletilmiş imgelerini, gölgelerini
üretmesi söz konusu değildir. Yazınsal yapıtlar gerçekliği ancak onun gücünü
artırarak, çoğaltarak betimlerler... (Ricoeur, 2005a: 154).
Son olarak haber anlatısı perspektifinden bakalım. Her üç mimesis biçiminin,
burada sözü geçen yazınsal yapıtlara nazaran, gerçekliğe dair iddiasının çok daha
güçlü olduğunu ve onu çoğaltarak betimlemekten ziyade topluma dair bir gerçeklik
inşa ettiğini söyleyebiliyoruz. Ricoeur felsefesinde anlatının sahip olduğu en önemli
özellik anlatının kendi başına etik değer taşıması ise, bu durumunun haber anlatısı
için de geçerli olduğunu bilerek, kurucu bir süreç içermesi açısından haber
anlatısının etik yapısının aslında çok daha önemli olduğunu iddia edebiliriz. Bu
nedenle mimesis uğraklarının her biri (gerçek deneyimle dolayımlanma tarzı, kurgu
ve ufukların çatışması) etik açıdan farklı önemler taşıyorlar. Bu nedenle mimesis I,
gerçek deneyim aşamasında anlamlı bir eylemin metin gibi okunması yani haber
31
açısından henüz kurgu yapılmadan önce etik bir “olay okuma biçimi” olarak
belirmeli ve beraberinde etik bir vücut dili okumayı getirmeli. Ardından kurgu
aşaması yani mimesis II, dile dair etik gerektiriyor ki bu da Ricoeur’ün dilsel
misafirperverliği ile çözümlenebilecek bir aşama. Sonuçta mimesis üçlüsünün
birlikte oluşturdukları haber anlatısı, gerçeğe gönderme yapan ve gerçekle bağları
güçlü olan bir metin olarak ortaya çıkıyor. Bu noktada filozofun etik anlayışının
temelini oluşturan düşüncelere üç temel uğrağını açımlayarak devam etmek
istiyorum.
3. ETİĞE GİDEN YOLDA ÜÇ TEMEL UĞRAK
3.1. İyi Hayat
Etiğe dair düşünceleri bağlamında hayat ve anlatı arasındaki bağı
gösterdikten sonra Ricoeur’ün temel etik niyeti üzerine düşünmek istiyorum ki bu
niyet “ötekilerle birlikte”, “adil kurumlar içerisinde”, “iyi bir hayatın amaçlanması”
olarak belirlenmiş. Burada “öteki” nosyonu, “adil kurumlar” ve “iyi bir hayat
ereği”ni ayrı ayrı eksenler olarak ele almaya çalışacağım. “Öteki” daima devrede
olacak ve çalışmanın temel bağlamlarından birini oluşturacak. Hem Ricoeur
felsefesinde ötekinin yeri başat olduğu için hem de gazetecilik etiği bağlamında
temel mesele olarak belirdiği için. “Adil kurumlar” vurgusu bir yandan Ricoeurcü
etiğin birlikte yaşam için gereken en önemli metaforu, diğer yandan da gazetecilik
kurumlarının sınanabileceği bir uğrak olması nedeniyle çalışma açısından önem
taşıyor.
“İyi hayat” tanımından başlamak istiyorum. Bunun sebebi, üçlü mimesis’in
ve anlatının hayatla olan bağının açığa kavuşmasının ardından iyi hayat nosyonuna
32
geçişin hazırlanmış olduğunu düşünmem. İyi hayat, unsurlarını Ricoeur felsefesi
üzerinden ayrıntılandıracağım üzere “sorgulanan” bir hayata gönderme yapıyor,
hayata dair anlatının etik olup olmayışına. Bu çalışma ekseninde gazetecinin
anlatısının etik bir anlatı olması olanağının onun düşündürmeye/ sorgulatmaya
açıklığı, tam da bu sorgulatma bağlamında etik değer kazanması ve anlatının
kendisinin de etik bir anlatıya dönüşmesi ve gazetecinin etik bir anlatı kurguladığına
dair kendi anlatısına eleştirel bakması/ sorgulamasını imlediğini varsayarak
Ricoeur’ün iyi hayat uğrağı ile gazetecinin anlatısı arasındaki yakınlık üzerine de
düşünmeye çalışıyorum.
Ricoeur’ün tanımı ile başlarsak:
... (iyi hayat) her bir kimse için kendileri bakımından bir hayatın az ya da çok kemale
ermiş ya da ermemiş sayıldığı muvaffakiyet idealleri ve düşleri bulutudur. ... bu
anlamda iyi hayat her şeye rağmen amaçlarını kendilerinde taşıdıklarını söylediğimiz
eylemlerin kendisine doğru yöneldiği şeydir (2010a: 245).
Filozof, iyi hayata dair bu tartışmada, iyi hayat idesi ile varoluşumuza ilişkin
en önemli kararların, örneğin meslek hayatımızın, aşklarımızın ya da kendimize
ayırdığımız vaktin arasındaki ileri geri gidip gelme oyunu sayesinde iyi hayat
ereğimiz ile tikel seçimlerimiz arasında yorumbilgisel bir çember çizdiğimizi söyler.
Bütün-parça ilişkisi içerisinde anlamlandırdığımız bu durum, anlamlı eylemi metin
gibi okumak üzere, bir metne benzer. Burada önemli olan, eylemin metnini
yorumlamak ve kendinin kendisini yorumlaması sürecine varmaktır. Böylece hayat
idemiz ile kararlarımız arasında tam uygunluk olup olmadığını doğrularız (2010a:
245-246). Bunun için de bir sorgulama yapmak gerekir.
33
Ricoeur en temelde Sokrates’in “Sorgulanmamış bir hayat yaşanmaya
değmez” düsturundan yola çıkıp bu tür bir sorgulamayı da hayatın kendisini bir
anlatı olarak kabul ederek gerçekleştiriyor. Hayatın anlatı olarak kabulü de insan
eylemine dair “metin gibi okunma” özelliğini hatırlamayı gerekli kılıyor. Bu özelliği
“kavramsal ağ” kısmında kısaca belirtmiştim, bu nosyona tekrar dönmek üzere,
burada metin gibi okuyabilmek için hayatın anlatıyla olan derin ilişkisine vurgu
yapmak ve “hayat yaşanır öykü anlatır” tezini nasıl tersine çevirerek
temellendirdiğini göstermek istiyorum. Söz konusu karşı tezin (hayat-anlatı dolayımı
ve aslında birbirlerinden ayrı koyutlanamayışlarının) çalışmamda haberin insanın
anlam dünyasına dair etkisini betimleme çabama ışık tutacağı kanısındayım. Ayrıca
bir kalkış noktası olarak kabul ettiğimde bu tez beni filozofun “iyi yaşam” tanımına
ulaştırmış olacak.
Sokrates’teki “sorgulanmamış yaşam, yaşam değildir” tezi karşısında Ricoeur
sorgulamanın anlatı dolayımı ile yapılabileceğinden yola çıkar. En başa dönersek,
Ricoeur mimesis I’in hayatın kendisinin olduğunu belirtmişti. Hayatın kendisi
dolayısıyla hayata dair tüm duygular, örneğin acılar, burada yer alıyordu. İşte
bunların anlaşılması ve içselleştirilmesi için mutlaka Aristoteles’in taklit olarak
nitelendirdiği “insan hareketlerinin canlandırılması” gerekiyor15 çünkü insan olarak
diğer canlılardan kendimizi bu şekilde ayırabiliyoruz. Bu canlandırmalara, hikayelere
baktığımızda da alt yapılarının aslında hayatın kendisinden oluştuğunu görüyoruz.
Yani bir yandan anlatılar hayatı anlamamızı sağlıyor, diğer yandan ise hayatı
(gündelik pratiği) tanıdığımız için anlatıları anlamlandırabiliyoruz. Dolayısıyla bu
15 Ricoeur burada Aristoleles’in “Tragedya, insanların değil fakat eylemin ve hayatın taklididir, mutluluk da mutsuzluk da eylemde bulunur ve erek belli bir eylemdir, nitelik değil” vurgusunu hatırlatır (2010a: 192).
34
anlam dünyası kişinin anlatı dünyasına olan yakınlığı ölçüsünde derinleşiyor. Demek
ki birbirinden ayrılamayacak derecede bütünleşmiş iki olgudan söz ediyoruz. Lisa
Jones, Oneself as an Author adlı makalesinde bu tespiti destekleyecek şekilde
anlatının sadece hayatla tamamlanacağından yola çıkarak, (pratikte) hayatı bilmeyen
kişinin anlatıyı anlayamayacağını, hayatın da ancak ve ancak hikayelerin bilinmesi
sayesinde anlaşılır olacağını söylüyor (2010: 49-68) ve buradan da Sokrates’in
maksimine varıyor. Ancak bu kadarla sınırlı kalmıyor. Ricoeur, iyi hayat nosyonu
için sorgulanmış bir yaşamdan başlayarak adil kurumlar içinde ötekilerle birlikte bir
yaşamı öngörüyor.
Şimdi hayat-anlatı ilişkisi üzerinden, sorgulanan yaşama dair bu düşüncelere
çalışmamın ana ekseni olan haber anlatısı üzerinden bakmak istiyorum. Haberin bir
anlatı olarak bir yandan dünyamızı belirlediğini, kesin tanımlarla şeylerin neliğini ve
anlam çerçevelerini oluşturduğunu söylerken, diğer yandan da anlatı olarak haberin
içinde bulunduğu kültürün öğelerinden beslenerek oluştuğunu söylemiş oluyoruz.
Ricoeur’ün anlatı ve etik ilişkisi üzerinden, haber anlatısı ile toplumun yarattığı
gerçekliğin ilişkisi bağlamında etik yapıya baktığımızda, haber anlatısının
düşündürmeye ve sorgulatmaya olan yatkınlığının, gazetecinin kurguladığı haber
anlatısının etik ile olan bağlarını sağlamlaştırdığını çıkarsayabileceğimizi
düşünüyorum. Haber anlatısının kendi üstüne kapanmaması, tersine açık ve
yorumları davet eden bir metin olma özelliği göstermesi, sorgulatmaya olan açıklığı
Ricoeurcü açıdan iyi hayat nosyonuna yaklaşmayı sağlıyor. Bununla birlikte etik
niyetin tamamlanması için gerekli olan öteki ve adil kurumlar gibi öğelerin
katılmasıyla haber anlatısının etik kurgulandığı varsayılabilir diye düşünüyorum.
35
3.1.1. Anlatılandırılan (iyi) Hayat
Fark edileceği gibi hemen tüm öğelerin sınırlarını kaybederek iç içe geçtiği
Ricoeur felsefesinde baştan beri adı geçen anlatı, olay, durum, niyet, kahramanlar ve
zaman gibi pek çok öğeyi barındırmak zorundadır. Ricoeur’ün deyimi ile:
Anlatı eylemin kim’ini söyler. Kendimizi anlatarak, kendimizi konuşan özne ve
eylemde bulunan özne olarak anlıyoruz. Çünkü anlatma gücü, günlük dilin en basit
kullanımlarından, kurmacanının ve tarihsel anlatının yüksek düzeydeki biçimlerine
dek yayılan bir pratiktir. Anlatı yapmak olayları, durumları, niyetleri, rastlantıları,
ama aynı zamanda anlatılan bir öykünün kahramanları olarak kişilik