293
T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ GAZETECİLİK ANABİLİM DALI PAUL RİCOEUR FELSEFESİNİN HABERCİLİK PRATİKLERİ BAĞLAMINDA ETİK OLANAKLARI Doktora Tezi Duygu ONAY ÇÖKER Ankara-2016

T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/30969/duygu_onay_coker... · t.c. ankara Ünİversİtesİ sosyal bİlİmler enstİtÜsÜ

  • Upload
    others

  • View
    4

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

  •  

    T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ

    SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ GAZETECİLİK ANABİLİM DALI

    PAUL RİCOEUR FELSEFESİNİN HABERCİLİK PRATİKLERİ BAĞLAMINDA

    ETİK OLANAKLARI

    Doktora Tezi

    Duygu ONAY ÇÖKER

    Ankara-2016

  •  

    T.C.

    ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ GAZETECİLİK ANABİLİM DALI

    PAUL RİCOEUR FELSEFESİNİN HABERCİLİK PRATİKLERİ BAĞLAMINDA

    ETİK OLANAKLARI

    Doktora Tezi

    Duygu ONAY ÇÖKER

    Tez Danışmanı Prof. Dr. Nur Betül ÇELİK

    Ankara-2016

  •  

    TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANKARA ÜNİVERSİTESİ

    SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ MÜDÜRLÜĞÜNE

    Bu belge ile bu tezdeki bütün bilgilerin akademik kurallara ve etik davranış ilkelerine uygun olarak toplanıp sunulduğunu beyan ederim. Bu kural ve ilkelerin gereği olarak

    çalışmada bana ait olmayan tüm veri, düşünce ve sonuçları andığımı ve kaynağını gösterdiğimi ayrıca beyan ederim. (…/…/20..).

    Tezi hazırlayan Öğrencinin

    Adı ve Soyadı

    .............................................

    İmzası

    ............................................

  •  

    TÜBİTAK 2214-A Yurt Dışı Doktora Sırası Araştırma Burs Programı ile Temmuz

    2013 – Temmuz 2014 arasında bir yıl süreyle Amerika Birleşik Devletleri’nin

    Boston Kentinde bulunan Boston College’da bu araştırmayı sürdürmem için destek

    veren TÜBİTAK’a teşekkür ederim.

  •  

    İÇİNDEKİLER HABER VE FOTOĞRAFLAR LİSTESİ GİRİŞ …………………………………………………………………………… 1 BİRİNCİ BÖLÜM: RİCOEUR FELSEFESİNDE HAYATIN ANLATISALLIĞI, ANLATININ ETİĞİ ..………………………………….. 16 1.   ANLATI ………………………………………………………………........ 16 2.   MİMESİS ÜÇLÜSÜ …..………………………………………………… 23 3.   ETİĞE GİDEN YOLDA ÜÇ TEMEL UĞRAK ………………………. 31

    3.1.  İyi Hayat ………………………………………………………….... 31 3.1.1.   Anlatılandırılan (iyi) Hayat …………………………………….35 3.1.2.   Anlamlı Eylemin Metin Gibi Okunması …..…………….………40

    3.2.  (Öteki’nden Dolayımlanmadan Kendi’ni Anlayamayan) Kendi (ve Öteki) ……………………………………………………..…...44

    3.2.1.   İdeoloji ve Ütopya ………………..……………………………..51 3.2.2.   “Kendi”nin Sorumluluğu ve Öteki’nin Belirişi …………………54

    3.3.  (Adil) Kurum(lar) ……………………………………………………….62 3.3.1.   Adalet ..…………………………………………………………62 3.3.2.   Kurum ve Adil Kurumlar ………..………………………………69

    4.   ÖTEKİYLE KARŞILAŞMANIN İKİ FARKLI PARADİGMASI OLARAK “ÇEVİRİ” ………………………………….……………………………… 81 4.1.  Dilsel Çeviri ……………………….………………………………… 83 4.2.  Ontolojik Çeviri ………………………………………………….……..85

    4.2.1.   Kıbrıs’ta Çözüm Olarak Benimsenen Çözümsüzlüğü Dilsel ve Ontolojik Çeviriyle Birlikte Düşünmek …………………………………89 5.   SINIR BÖLGESİNİN SAKİNLERİ: ÖTEKİLER VE

    VAROLUŞUMUZA İÇKİN AYIRT ETME GÜCÜ …………………… 95 5.1.  Etik Çevirinin Beş Temel Unsuru ………………………………...………95 5.2.  Ayırt Edici Yöntem Olarak “Yorumbilgisi” ………………………...…..104

    İKİNCİ BÖLÜM: EGEMEN GAZETECİLİK ANLAYIŞI …..…………..113 1.   MERKEZİLEŞTİRİCİ BİR EFENDİ OLARAK

    EGEMEN GAZETECİLİK ANLAYIŞI …………………………………113 1.1.  Gazetecinin Öznelliği ya da Kendiliği ………………………………..122 1.2.  Egemen Gazetecilik Anlayışında Temel Kabuller ……………………124 1.3.  Gazeteciyi Çevreleyen Katmanlar …………………………………….127 1.4.  Sorunlu İlişkiler Üzerine: Haber/Gerçeklik /Nesnellik ve Etik ………129

    1.4.1.   (Haber) Dilin(in) Nesnelliği Üzerine …………………………..139 1.4.2.   Egemen Perspektifteki Haber Anlatısını Dilin Yaratıcığı ile

    Birlikte Düşünmek ……………………………………………149 1.5.  Pratikte Öznelliğin Kuruluşu: Tanıklık Meselesi …………………….153 1.6.  Egemen Gazetecilik Anlayışında Temsil Olanağı Bulduğunda

    “Öteki” ………………………………………………………………….156

  •  

    2.   RİCOEUR’ÜN ADİL KURUM METAFORU BAĞLAMINDA EGEMEN GAZETECİLİK ANLAYIŞININ HAKİM OLDUĞU KURUMLARIN OKUNMASI ………………………………………………………………158 2.1.  İyi Hayat Ereği Gerçekleşti mi? ………………………………………161

    2.1.1.   Anlamlı Eylemin Metin Gibi Okunması ……………………..162 3.   SINIR BÖLGESİNİN SAKİNLERİ ÖTEKİLER VE VAROLUŞUMUZA İÇKİN AYIRT ETME GÜCÜ …..………………………………………..165 3.1.  Yerleşik Kategoriler Yargı Gücünü Devreye Sokmayı Öngören Ricoeur

    Etiği ile Yerinden Edilebilir mi? ………………………………………165 3.2.   Farklı Anlatıları Birbirinden Ayırma İhtiyacı ……………………….173

    4.   EGEMEN VE ÖTEKİ HABERCİLİK ANLAYIŞLARININ HABİTUS KAVRAMI BAĞLAMINDA VE ADİL KURUMLAR NOSYONU ÜZERİNDEN KARŞILAŞTIRILMASI ………………………………...180 4.1.  Kurumsal Açıdan ………..……………………………………………..182 4.2.  Haber Açısından …….…………………………………………………187 4.3.  Gazeteci Açısından …………………………………………………...189 4.4.  Sonuç Olarak ..…………………………………………………………191

    ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: ÖTEKİ HABERCİLİK ANLAYIŞLARI ……………196 1.   SÖYLEMİN İNDİRGENEMEZ ÇOĞULLUĞU OLARAK ÖTEKİ

    HABERCİLİK ANLAYIŞLARI …………………………………………196 1.1.  Öteki Adına Konuşmakta Israrcı Olan Haber Anlatıları ………………196 1.2.  Kuramda Öteki Haber Anlayışları ……………………………………207 1.3.  Ricoeurcü Bir Anlatı Olarak Haber ….………………………………...212 1.4.  Dile Sorgulatma Gücü Vermek ……………………………………….217 1.5.  Söyleşinin Durum Tanımları ve Yazarların Konumlanışının Ricoeur

    Felsefesi Dolayımıyla Okunması .……………………………………..220 1.5.1.   Hak Haberciliği Bağlamında …………………………………..220 1.5.2.   Yurttaş Haberciliği Bağlamında ……………………………….223 1.5.3.   Barış Haberciliği Bağlamında …………………………………224

    1.6.  Söyleşiye Dair Eksikler ve Ricoeur Düşüncesinin Sağlayabileceği Olanaklar ………..……………………………………………………228

    2.   RİCOEUR ETİĞİNİN ÜÇ ÖNEMLİ ÖĞESİ VE ÖTEKİ HABERCİLİK ANLAYIŞLARI ..……………………………. 233 2.1.  Öteki Habercilik Türlerinin Ricoeur Düşüncesindeki Adil Kurumlar

    Açısından Okunması …………………………………………………233 2.2.  Öteki Haber Anlayışındaki ve Ricoeur’deki Öteki ve Kendi …………235 2.3.  İyi Hayat Ereği Gerçekleşti Mi? .............................................................240 2.4.  Ontolojik Çeviri ………………………………………………………242

    3.   RİCOEUR’ÜN ETİK KURAMI BAĞLAMINDA ÖTEKİ GAZETECİLİK ANLAYIŞLARI ……………………………...244 3.1.  Ayırt Edici Yorumbilgisi Öteki Habercilik Anlayışlarına

    Hangi Olanakları Sunabilir? …………………………………………..248

  •  

    3.2.  Eleştirellik, Kriterlilik, Vücut Dili Okuma, Bedensel Yorumbilgisi, Mikro Okuma …………………………………………………………....250

    SONUÇ ………………………………………………………………………...…258 KAYNAKÇA ………….………………………………………………………264 ÖZET ………………………………………………………………...................274 ABSTRACT ……………………………………………........................275 EKLER ………………………………………………………………........276

  •  

    HABER VE FOTOĞRAFLAR LİSTESİ Haber 1: 18 Aralık 2014, Sözcü Gazetesi ……………………………………276 Haber 2: 31 Ocak 2016 Evrensel Gazetesi ……………………………………278 Haber 3: 22 Haziran 2016, Bianet Haber ……………………………………283 Fotoğraf 1: Lefkoşa Milletvekili Doğuş Derya’nın 18 Aralık 2014 tarihli Sözcü Gazetesi’ndeki temsili …………………………………………………..114 Fotoğraf 2: Bianet Haber Merkezi’nin Çalışma Ortamı ………………………183 Fotoğraf 3: Boston Globe Haber Merkezi’nin Çalışma Ortamı ………………187 Fotoğraf 4: Kıbrıs, 1974 ……………………………………………………….202 Fotoğraf 5: Basın Açıklaması “Patrikliğimizi Biz Seçmek İstiyoruz” ………215

     

  •   1

    GİRİŞ

    1982 yılından 1986’ya, ben ilkokula başlayana dek kaldığımız Kıbrıs’ın

    Değirmenlik Köyü’nde geceleri annemlerin odasında, ayakkabılarımı çıkarmadan ve

    ışığın söndürülmesine izin vermeden uyuduğumu hatırlıyorum. Köyde kaldığımız

    süre boyunca çoğu gece ayakkabılarımı çıkartıp uyumaya ikna edememiş beni

    annem. Rumlar geldiğinde kaçmaya hazır olmam gerekiyordu. Yatarken sakızımı da

    hiç çıkarmazdım. Sakız çiğnerken uyumak zordu, olabildiğince uyanık

    kalabiliyordum böylece. Yorgunluktan sızana dek gözlerim açık sakız çiğneyerek,

    korku içinde, gelecek Rumları beklerdim.

    Korkularımın nedenini bilmiyor olmalı ki annem beni Barbarlık Müzesine1

    de götürmüştü. Annelerinin kucağında, küvette yatan ölü yaşıtlarım öyle bir dehşet

    duygusu uyandırmıştı ki köydeki evimizde banyoya giremediğimi, annemin beni

    yıkamak için çok uğraştığını ama her seferinde çığlık çığlığa karşı koyduğumu

    hatırlıyorum. Annem küvetten neden bu kadar korktuğumu hiç anlayamadı. Zaten

    korkularımı da kimseye söylemedim. Arkadaşlarıma bile. Eğer söylersem gerçek

    olacaklarmış gibi geliyordu, sımsıkı saklıyordum onları. Freud’un bir giz olan ve hep

    saklı kalması gereken tekinsiz’i (The Uncanny, 2003) gibi. Freud tekinsizin esasen

                                                                                                                   1 Başkent Lefkoşa’da bulunan tek katlı ve bahçeli, çocuk gözüyle dünyanın en şirin evi ta ki içeri girene dek. İçerde 24 Aralık 1963 gecesi evlerinin banyosunda katledilmiş olan Binbaşı Dr. Nihat İlhan’ın eşi ve üç çocuğunun izleri bulunur. Küvetin içinde çocuklarına sarılmış olarak yatan anne ve çocukların fotoğrafları, onlara ait kan izleri, saçlar. İlk kez gittiğim dönemde kanlı havlular ve beyin parçaları da vardı diye hatırlıyorum. Banyo aslına uygun şekilde korunuyordu ve küvetin önüne henüz cam bariyer konulmamıştı. Evin diğer odalarında da o gece evde misafir olarak bulunan ve ağır yaralanan ya da katledilenlere dair eşyalar, Kıbrıs’ta çatışmalar sırasında hayatını kaybedenlerin fotoğrafları, yerli-yabancı basında çıkan yazılar sergileniyor. Sonradan annemi çok suçladım o yaşımda bana bu dehşeti gösterdiği için. Ama ailelerinin götürmediği arkadaşlarım da okul gezisiyle gidip gördüler neticede. Kuzey Kıbrıs’ta büyüyen kaç çocuk bu korkunç atmosferi yaşamamıştır bilmiyorum.  

  •   2

    aşina olunmayana atıfta bulunduğunu ancak tam da tersine derinlemesine içsel olan

    anlamını taşıdığını söyler. Korkularım bana çok yakın olan, benden önce evimde,

    köyümde yaşamış olan2, sokakta oynarken arkadaşlarımla bulduğumuz kırık dökük

    eşyaları kullanmış olan yani benim gibi olan üzerineydi. Bana çok benzeyenden

    korkuyordum/korkutuluyordum. Tekin ve tekinsiz birbirlerinin iki yüzü olarak öyle

    iç içelerdi ki anlamlar arasındaki kayma sonucu aslında aşina olunan/tekin olan,

    bilinçdışının sınırından içeri sıvışıvermişti (Kearney, 2012b: 97). İçimdeki yabancı

    dışsallaşmış ve Kristeva’nın temel bilinçdışı sürecinde olduğu gibi dışsal bir yabancı

    halini almıştı (Stranges to Ourselves, 1991).

    Korkularımızı birbirimizle paylaşmıyorduk ama sokakta oynarken helikopter

    ya da uçak sesi duyduğumuzda arkadaşlarım da benim gibi Rumlar geldi diye korku

    içinde kaçışır, saklanırlardı. Daha büyük çocuklar köyün kilisesine gider yaralı, esir

    Rum kalmış mı diye bakarlardı. Ben hiç gidemedim. Bir Rum’un neye benzediğini

    bilmiyordum, öğrenmeye de hiç niyetim yoktu, sadece korkuyordum.

    Türkiye’ye dönüşümüz Tatvan’a oldu. Van Gölü’nün karşısına dizilmiş

    lojmanlardan birinde oturduk beş sene. Ya o yıllarda küçük ilçenin Van Gölü

    Canavarından başka konuşacak konusu yoktu ya da benim ilgimi sadece canavar

    çekiyor olmalıydı ki her gün yeni bir hikayesini duyardım bu dehşet verici yaratığın.

    Elbette benim için bu yaratık da Rum’du. Ama bunu da kimse bilmiyordu. Ben de

                                                                                                                   2  Evimizde ’74 Harekatına kadar, yani sadece sekiz sene öncesine dek, Kıbrıslırumların yaşadığı söylenmişti. Kuşkusuz sadece evler değil, mahallemizde Kıbrıslırumlardan kalan pek çok şey vardı. (Burada Kıbrıslırum bileşik kelimesini, Mehmet Yaşın’ın Kıbrıslı Türk Şiiri Antolojisi (1994, İstanbul: YKY) eserinde kullandığı gibi alıyorum. Bu kullanımı Kıbrıslıtürklerden söz ettiğim yerde biraz daha ayrıntılı olarak açıklıyorum.  Ancak anılarımdan söz ettiğim yerlerde korku nesnesi olan Rum’u olduğu şekliyle vermeyi uygun gördüm. Dolayısıyla burada yaşayan halklara dair adlandırmayı, çalışmanın genelinde Kıbrıslırum ve Kıbrıslıtürk olarak, kendi hafızamdan temellenen ve korkularımdan sızan yabancıdan söz ederken ise Rum olarak bulacaksınız.)  

  •   3

    söylemiyordum. Bu Rum canavarı nasıl hayal ettiğimi hatırlamıyorum, sadece bütün

    korkunç şeylerin müsebbibiydi kendisi.

    Başlangıçta başkalığı kolektif kimliğimize yönelik bir tehdit olarak

    şeytanlaştırma eğilimiyle oluşturulmuş isterik hikayeler gerektiği gibi işlemişti

    benim için. Okumayı öğrendikten sonra da korkularımı anlatılan hikayeler değil

    basın beslemeye başladı. Böylece küçük dünyamdaki tüm kötülüklerin kaynağı uzun

    süre Rumlar olarak kaldı. Bu düşünce ne zaman değişmeye başladı tam olarak

    bilemiyorum. Adadaki çocukların kaç tanesi için değişti, değişebildi onu da

    bilmiyorum. Yıllar sonra, orada okula giden arkadaşlarımdan ders kitaplarının ve

    okuldaki söylemin de çok farklı olmadığını, yine de Güney’in eğitimine kıyasla

    Kuzey’deki çocukların biraz daha az milliyetçi bir söyleme maruz kaldıklarını

    dinleyecektim.

    Neticede bugün bütün hislerimle o adanın güzelliğini hatırlayıp orada

    yaşamak için bu kadar istekli olduğum düşünülürse, korkularımla yüzleşmiş

    olduğum söylenebilir. Örneğin, sonradan Barbarlık Müzesini ziyaret ettikçe beni

    rahatsız etmeye başlayan şeyin savaşın dehşetine değil Rumların barbarlığına dair

    her daim işleyen atmosferi olduğunu fark ettim. Sanırım yetişkin yaşamımda

    çocukluğumun hikayelerindeki kodlar çalışmamaya başladı. Çocukluğumun

    hikayelerindeki Rumlarla yetişkin olduğumda tercih ettiğim anlatılar ve temsillerin

    Rum imgeleri çatışmaya başladı3.

                                                                                                                   3 Alankuş’un belirttiği gibi “... bu yeniden yerleştirmeler, bir diğer seçenek olarak bizi farkın ve ötekiliğin kendi kimliğimizin oluşumundaki kurucu rolünü kavrayan etik bir konumlanışla daha demokratik, çoğulcu oluşumlara yönlendirebilir (2009: 71).  

  •   4

    Bu benim çocukluğuma dair anlatım. Anlatı, haber anlatısı ve öteki4 üzerine

    kurduğum çalışmama hayatımın ortasında duran ve durmadan farklı şekillerde beni

    ben yapan kendi anlatımla başlamak istedim. Neticede kimliğimize ilişkin temelleri

    ötekilik üzerinden inşa ettiğimizi fazlasıyla hissederek büyüdüm. Çok yakın tarihte,

    1974’de, yaşanmış çatışmanın üzerine çözümsüzlüğün çözüm olarak kabul edildiği

    ve Türk-Rum karşıtlığından başka bir gerçekliğin olmadığı küçük bir adada.

    Bu nedenle çalışmamın merkezine anlatıyı koymak istedim. Beni korku ve

    titreme içinde büyüten egemen anlatı yapısına karşın özgürleştirme potansiyeli olan,

    farklı kurgularla zenginleşebilen, ötekinin anlatısıyla kesişen alternatif anlatının

    olanağını ve neler sağlayabileceğini düşünmek istedim. Bu anlatı, anlatısal tanıklığı

    içeren, öteki adına konuşmakta ısrarcı olan, etik kapasitesi gereği mağdura olan

    sorumluluğumuzla yüzleştiren; anlatısal belleği içeren, sözü edilmezse adaletsizliğe

    ve tarihin karanlığına yenik düşecek olan mağdur ötekileri merkez alan; barışın

    zorunluluğu karşısında diz çöktürme kapasitesi olan bir yapı benim çalışmamda. Bu

    çeşit bir anlatı kurgusu üzerine çalışan Richard Kearney araştırmamın en önemli

    ismi. Biz/onlar kutuplaşmalarıyla sakatlanmış bir çağda medya tarafından

    meşrulaştırılan bu kutuplaştırmaları anlatı değişimiyle azaltmak için çalışıyor.

    Araştırmamın kahramanı ise Paul Ricoeur. Hayatın kendisini anlatı olarak

    niteleyerek yeniden dile getirilmeye değer bir yaşam sürmeyi etik düşüncesinin en

    önemli noktasına yerleştiriyor.

    Hem Ricoeur hem de Kearney, tam da bu anlatının amacı olarak belirlediğim,

    anlatının arındırıcı etkisini, mağdurun öyküsünü anlatmasını, hem kendisini hem

                                                                                                                   4  Burada öteki’nden kastım, Ricoeur perspektifinden temellendirilmiş öteki’dir. Çalışmam boyunca kendi nosyonu ve daha pek çok uğrak üzerinden bu öteki’ni açımlamaya çalışacağım.  

  •   5

    dinleyeni hem de onu tekinsiz kabul etmiş ve ötekileştirmiş olanı iyileştirmesini

    deneyimler. Bu anlatıyı konumlandırdığım yer ise haberdir. Bir anlatı olarak haber.

    Haber, Kearney’in dediği gibi, yabancı yaftası altında toplanan birey veya

    azınlıkların dışlanmasında çoğu zaman asli bir rol oynar (2003: 38). Mağdurların

    hikayelerini kendi ağızlarından anlatma şansları olsaydı bu denli sakat bir çağda

    yaşıyor olur muyduk?

    Anlatı ve anlatı etiği üzerine odaklanan bir proje var, bir barış projesi:

    Guestbook 5. Uzun ve acılı tarihsel birliktelikleri olan İsrail-Filistin, Türk-Ermeni,

    Kore-Japon gibi ya da Vietnam, Kore, İrlanda gibi aynı ülke içerisinde sınırla

    ayrılmış halklar için anlatı değişimi yoluyla geçmişi çağırma ve birlikte gelecek

    yaratma olanağı üzerine çalışıyor. Ricoeurcü etiğin uygulandığı projede tarihin farklı

    anlatıları ile yetiştirilmiş, farklı milletlere mensup yeni nesillerin anlatılarının

    düşmanlıktan misafirperverliğe evrilmesinin olanağı deneyimleniyor. Egemen eğitim

    sistemi/kültürel yapının elvermemesi/medyanın rolü gibi nedenlerle birbirlerinin

    hikayelerini bilmeyen yeni kuşaklar, ötekilere hikaye değişimi yoluyla kendi

    hikayelerini anlatıyorlar. Kearney ve Sheila Gallagher’in yarattığı bir proje bu.

    Ulusal güvenlik bahanesiyle peyda olan cadı avı, yabancı düşmanlığı, ırkçılık,

    antisemitizm gibi mükerrer fenomenleri göstermek istiyorlar. Zira yabancılar için

    zulüm stratejilerinin üzerinden işlediği fanteziler çok çeşitli: su kaynaklarını

    zehirliyorlar, siyasi topluluğu ve toy gençliği yozlaştırıyorlar, ekonomiyi

    kemiriyorlar, barışı sabote ediyorlar, toplumun genel ahlakını tahrip ediyorlar...

    (Kearney, 2003: 38).

                                                                                                                   5  http://www.guestbookproject.org. (Son erişim tarihi, 21 Şubat 2016).  

  •   6

    Ben de bu bakış açısından yola çıkarak bölünmüş bir başkent olan Lefkoşa’da

    ve genel olarak Kıbrıs’ta sınırın öte tarafındakilerin birbirini tanınmayışı ama kötü

    olan her şeyi birbirlerine atfetmesini deneyimledim ve bu nedenle anlatı çalışmayı

    seçtim. Guestbook’a paralel olarak hangi tarafında yetişirse ona göre bir anlatı

    edinen Kıbrıslıtürk 6 - Kıbrıslırum, zaten iki karşıt anlatı dışında barışçıl

    (alternatif/öteki) bir anlatıyı duymuyor. Bunun sebebi ise Sevda Alankuş’un

    tespitiyle 1974’den beri genellikle dolayımlı ilişki kurabiliyor olmaları (1995: 33).

    Dolayısıyla bir yakada büyüyen çocuk için ailesinin anlatısıyla başlayarak okulda

    öğrendiği resmi söylem, benim örneğimdeki gibi televizyonla, gazete ile besleniyor.

    Elini uzatsa değebilecek uzaklıkta olmasına rağmen, yabancıya dair sadece anlatılara

    sahip olabilen kaçıncı nesil bu bölünmüşlük içinde yetişiyor.

    Kendi öykülerini anlatana dek malumu meçhulle tehdit eden bu yabancılar

    korku ve titreme yaratıyorlar çünkü bilinçdışı korkular onlara yansıyor. Huzurumuzu

    bozan ötekinin, bizzat bizim eserimiz (Kearney, 2003: 5) olduğunu bilmek ise

    kimseye iyi gelmiyor çünkü tanımak ve anlamak uzun, çetrefilli ve politik bir iş.

    Tersine, ilgiye muhtaç bir zavallı olan yabancıyı canavara dönüştürüp, bütün

    korkularımızın merkezine yerleştirmek, onu tanımayı reddetmek, hayatımızı

    kolaylaştırıyor. Sınırlarımız içinde birlik ve beraberliğimizi artırıp, toplumsal krizin

    sorumluluğunun üzerine yıkıldığı günah keçisi işlevi gördürüyor. Ulus-devletler

    çizdikleri sınır içinde belirledikleri ulusal biz’i korumak için yabancı olanı

    karşıtlıklarıyla tanımlayıp, izinsiz girmeye karşı önemler alıyor, düşmanlarını

    patalojikleştirmenin profesyonel yollarına başvuruyorlar.

                                                                                                                   6  Kıbrıs’ta yaşayan Türkler Kıbrıslıtürk’tür. Soyut bir Türk topluluğu değildir. Bu duyarlık ve yazım şekli için bkz. Mehmet Yaşın, 1994, Kıbrıslı Türk Şiiri Antolojisi, İstanbul: YKY.  

  •   7

    İşte Kearney de projesine başlarken merakla sormuş, ben ve öteki arasındaki

    olası bir ilişkiyi imkansız kılmadan, farklılıklar olduğunu kabul edip, yorumbilgisel

    bir köprü kurulabilir mi? Anlatılamaz olana dair öyküler anlatılıp bunların cani

    hasımlar mı yoksa kurban mağdurlar mı olduğu kavranabilir mi?

    Yeni bir düşünüş değil bu elbette 7 , Batı Metafiziğinin başlangıcına dek

    uzanan, uzun bir yolculuğu var öteki muammasının. Bu tarihsel süreç aynıya

    indirgenerek onun üzerinden tanımlanan öteki’nden başlar, mutlak ötekine yani tüm

    yorum ve temsil kategorilerini aşan bir ötekine doğru ilerler. Bu çalışma için mutlak

    ötekiyi (burada Derrida ve Levinas’ı anmalıyım) bir şekilde göreli ötekiye

    dönüştüren bir ilişki gerekiyordu, çünkü Kearney’in dediği gibi ister bilinç öncesi

    ister edilgen olsun biçimleniş ağına dahil olmaksızın ötekiyi yorumbilgisel döngüye

    dahil edemiyoruz. İşte benim projem de temelde öteki ile benin makul bir biçimde

    birlikte olabileceği bir orta yol bulunduğu üzerine kurulu. Ötekini algı alanımıza

    giremeyecek kadar ırak ya da tam bir aşinalık içinde almıyorum. Kearney’in

    Guestbook Projesinde yapmaya çalıştığı gibi (2003: 81) ötekiliğin aynılığa

    düşmemesini, kendini nüfuz edilemez bir başkalığa sürgün etmemesini sağlayan bir

    yorumbilgisi dolayımıyla, öteki ile teması sürdürerek, etik muhakeme ile şu ya da bu

    (kesinlikten uzak da olsa) yorumlar yapabilen yargı gücüne güveniyorum.

    “Göreceliğe yönelik bir çağrı değildir bu” diyor Kearney ısrarla. “Bilakis mümkün

    olduğunca adil yargılara varabilmek için daha sağduyulu bir şekilde yargıda

    bulunmaya yönelik bir çağırıdır” (2003: 38).

                                                                                                                   7  Yeni olan dünya çapında katılımla, sistematik bir konferans, seminer, ders, gösteri vb aktiviteler üzerinden ötekiyle olan ilişkiyi deneyimlemesi ve anlatı değişimini tarihsel sorunlar için birer tartışma, gelecek kuşaklar için birlikte yaşamanın anahtarı olarak belirlemesi.  

  •   8

    Ötekine dair bu olası ilişki, dilin tam anlamıyla kapatılamayan-

    sınırlanamayan doğası sebebiyle politik olduğundan yola çıkıp, kendi dilimizi

    konuşan ötekilerle konuşurken bile çeviri yaptığımızı belirtip bu çevirinin etik

    koşullarının neler olabileceğini araştıran Ricoeur’ün anlatı teorisiyle birleşti benim

    çalışmamda. Anlatı olarak ele aldığım, öteki ile olası ilişkiyi dolayımlayan haberin

    sözünü ettiğim iki düşün adamının öğretileri doğrultusunda nasıl var olandan daha

    etik bir yapıya dönüştürülebileceği üzerine düşünüyorum. Dolayısıyla çalışmamda

    gazeteciliğin etik problemlerine dair somut çözümler ve bir yapılması gerekenler

    listesi bulamayacaksınız. Zira temel aldığı Paul Ricoeur’ün etik düşüncesi de böyle

    bir “hangi durumda ne yapılması gerekir?” normlarından oluşmuyor.

    Tezimde daha ziyade haber etiği bağlamında felsefi bir tartışma yapmaya ve

    idrak eksenli bir yorumbilgisi dolayımıyla haber söylemini etik bir mesele haline

    getirmeye çalışıyorum. Daha somut bir söyleyişle, egemen (çalışma boyunca

    anaakım yerine bu ismi tercih edeceğim) tabir edilen habercilik perspektifine dair

    yapısal problemlerle kuşatılmış deneyimlerin etik çıkmazlarının üstesinden gelmek

    üzere bu perspektife karşı konulabileceğine dair uyanmış bilince farklı bir felsefi

    yargı sistemiyle destek olmak bu çalışmanın öncelikli hedefi. Bu hedef

    doğrultusunda öteki (alternatif ismini kullanmayacağım) gazetecilik anlayışlarının

    öznellik temelli bir etik öneren Ricoeur’ün kuramına doğal bir yakınlığı

    bulunduğunu göstermek ve öteki gazeteciliğe dair kuramı Ricoeurcü bir

    perspektiften tartışarak bu kuramın eksiklerini görünür kılmak bir ihtiyaç olarak

    beliriyor. Bu çerçevede nihai olarak Ricoeur’ün teorisiyle birlikte Richard

    Kearney’in etik perspektifini de alıyor ve Ricoeur’ün teorisine dair eksikleri

    tamamlama nosyonunun gazetecilik etiğine ne gibi olanaklar sağlayabileceğini

  •   9

    saptamayı amaçlıyorum. Gerek bu temaların, gerek günümüzün düşüncesini kökten

    etkileyen Ricoeur felsefesinin ne derece önemli olduğu düşünüldüğünde ikisi

    arasındaki bağların ve birlikte işleyişlerinin ortaya konmasının değerli olduğunu

    düşünüyorum.

    Ricoeur “İkinci Dünya Savaşından günümüze dek Avrupa entelektüel

    hayatını derinden etkileyen” bir filozof (Davidson, 2010: 1). Felsefesinin temel

    problemi olarak “insan eylemi”ni belirliyor ancak etik teorisinde, belirli durumlar

    (ötenazi, kürtaj vs) için oluşturulmuş, bu durumlarda nasıl davranılması gerektiğine

    ilişkin bir kurallar bütünü yerine, iyi insan olmanın gerektirdiği değerlerin tartışıldığı

    bir düşünsel serüvenle karşılaşıyoruz. Etiğinin amacının, yeniden dile getirilmeye,

    anlatılmaya değer bir yaşam sürmek olduğunu, hayatın söylemsel bir yolculuk

    olduğunu ve insan varoluşunun anlatısal olduğunu söylemek onu anlamaya biraz

    olsun yaklaşmayı sağlıyor. Metinlerinde günün sorunlarını yok saymayıp tüm bu

    tartışmaları etik bağlamda ele alıyor. Kötülük, suç, adaletsizlik bu metinlerin başat

    öğeleri. İnsan varoluşu kültürel, dinsel, politik, tarihsel ve bilimsel olarak bitmek

    bilmez bir yorum süreci boyunca salınıyor. Düşüncelerini açımlarken filozoflarla

    üretici entellektüel diyaloglar kurmaya dair muazzam yeteneği, onu tek felsefi ekolde

    konumlandırma ve bir kategoriye yerleştirme olanağını elimizden alırken, felsefesine

    devamlı bir gelişim sağlıyor. Ancak felsefesinin tematik çeşitliliği ve düşünsel

    derinliği, Ricoeur’ü 20. yüzyılın klasik felsefi yorumbilgisi filozoflarının arasına

    yerleştirmemize de olanak veriyor8. Onun felsefesinin praksis yönelimli olduğu ve

                                                                                                                   8  Paul Ricoeur düşüncesinin erken dönemine baktığımızda iki önemli etki sezilir: ilki varoluşçu filozof Gabriel Marcel, diğeri ise Edmund Husserl. Sözü geçen iki filozofun düşüncelerine dair gerek eleştirilerini gerekse etkilendiği bağlamları eserlerinde tartışır. Husserl fenomenolojisi üzerine uzun süre çalışır. 1940-45 yılları arasında Pomeranya’daki Oflag IID’de-müttefik ülke subaylarının esir kampı- savaş esiri olarak kaldığı yıllarda felsefi çalışmalarına devam eder, Husserl eserleri başta

  •   10

    insanın çevresiyle birlikteliğinden doğduğu da söylenebilir. İşte bu noktadan da

    toplumun her alanına yayılabilecek etik bir iletişimsel teori oluşturduğu anlaşılıyor.

    Çalışmamda filozofun düşüncesini oluşturan temel taşlardan biri olan çeviri

    nosyonu ekseninde, Kearney’in Ricoeur’ün etik felsefesi üzerinden tartışarak

    detaylandırdığı dilsel misafirperverliği temel alıyorum. Amacım, gazetecilik etik

    ideallerinin kapsamakta yetersiz kaldığı (ancak çok değerli olduğu için tam

    anlamıyla kapsaması gerektiğini düşündüğüm) noktalardan sadece biri olan

    farklılıkları gözeterek birlikte var olmanın, adaletin farklılıklara kucak açarak

    başladığının; ben/öteki arasındaki diyalektik ilişkiyi birbirinde eritmeyen, birini

    aşkın ya da aynıya içkin kabul etmeyen, tersine onları eşit düzlemde kabul edip,

    ben/öteki dizilişini ince söz oyunlarıyla tersine çevirebilen Ricoeur felsefesinden

    temellendirilecek misafirperverliğe dayalı bir anlayışa evrilebilmesinin olanağı

    üzerine düşünmek. Gazetecilik etiğini de gerek egemen tabir edilen, ekonomik

    politik sistem içerisinde gömülü bulunan, hiyerarşik olarak yapılanmış, evrensel

    kabul edilen gazetecilik normlarını ve etik ilkeleri benimsemiş gerekse öteki tabir

    edilen, egemen gazeteciliğin belirtilen özelliklerinin aksine çok daha demokratik

    olarak yapılanmış olduğunu ve katılımcılıkla beslendiğini düşündüğüm gazetecilik

    bağlamında art arda düşünüyorum. Bu tartışmayı da Ricoeur’ün felsefesi temelinde

    Kearney’in perspektifi dolayımıyla yapmaya çalışıyorum.

                                                                                                                                                                                                                                                                                                                             olmak üzere çeviriler yapar ve kamptaki esir arkadaşlarıyla birlikte kampın içinde bir üniversite kurar. Fenomenolojiye dair bu ilgisi ilk önemli yapıtından itibaren kendini gösterir (Freedom and Nature: The Voluntary and the Involuntary). Ancak düşüncesine yorumbilgisini de eklemesinin ardından fenomenoloji düşüncesi yoğun bir değişime uğrar.

    Geleneksel pek çok figür metinlerinin içine sızmıştır. Aristoteles’den Hegel’e, Kant’tan Heiddeger’e dek. Aristoteles’in teolojisi, Ricoeur’ün yorumbilgisi ve söylem teorisinde (muthos’dan mimesis ve olayörgüsü kavramına dek) doğrudan okunur. Hegel’in diyalektiği, Kant’ın noumen’i de Ricoeur’ün metinlerine sızan, tartışarak geliştirdiği ve yoğunlukla etkilendiği figürlerdir.

  •   11

    Filozofun dilsel misafirperverlik temelinde ele alacağım etik anlayışı ve

    çevirinin etik olması vurgusundan yola çıkarak Ricoeur’ün etik düsturunun üç temel

    eksenini oluşturan “ötekilerle birlikte”, “iyi hayat” ve “adil kurumlar” öğelerini tek

    tek ele alıyor ve bu kavramları tam olarak ortaya koyabilmek için ona sıkı sıkıya

    bağlı olan öğeler, “anlatı”, “kendi”, “öteki”, üzerine düşünüyorum. Bu akışta, her

    öğeyi çalışmanın ana ekseni olan etikle bağlantısıyla ele almaya ve kendi bütünlüğü

    içerisinde tartışmaya çalışıyorum. Örneğin Ricoeur etiğinin merkezinde bulunan

    anlatıyı, mimesis’ten başlayarak alıyor, anlamlı eylemin metin gibi okunmasına dek

    çalışmanın sınırlarını aşmadan, unsurlarıyla açıklamaya çalışıyorum. Ancak bundan

    sonra anlatıyı açımlayabilmiş, çalışmam içerisindeki önemini ve gazetecilik etiğine

    dair bağlantısını kurabilmiş oluyorum.

    Dilsel misafirperverlik ve bunun üzerinden gerçekleştirilecek çeviri nosyonu,

    tüm diğer öğelerle birlikte derin bir etik anlayışın en önemli eksenini oluşturuyor.

    Saydığım ve ele alacağım bu nosyonlar birlikte düşünülmeksizin filozofun etik

    felsefesinin anlaşılamayacağını varsayıyorum. Böylelikle bu öğeler üzerinden

    egemen ve öteki gazetecilikleri birlikte düşünme imkanım doğuyor.

    Ricoeur felsefesi bağlamında bir çevirinin etik olması için gerekli olan

    aşamaları yine her iki gazetecilik anlayışı ile birlikte düşünüyorum. Ricoeur’ün

    aslında bütün farklılıklara kucak açarak ve çoğulluğu esas alarak kurguladığı bu

    yapının ciddi bir dezavantajını da gözden kaçırmadan: Bütün ötekilerin anlatılarına

    misafirperverlik göstermek gerektiğinden, bunu iyi-kötü niyetli demeden tüm

    anlatılara uygulamak. İşte tam da bu noktada bir ayırt etme yönteminin gerekliliği

    doğuyor. Bu araştırmanın ana bağlamını oluşturan haber söylemi açısından

  •   12

    düşünüldüğünde bu çeşit bir karar verme mekanizmasının önemi daha da belirgin

    hale geliyor. Bu ayrımı yapmak, etiğe evrilecek yolda gerçek bir mücadele başlatmak

    ardından da eyleme geçmek için ilk adım olarak beliriyor.

    Etik olmanın koşulu olan “tüm farklılıklara ev sahipliği yapmak” her zaman

    içerisinde iyi niyetli anlatılar barındırmayan çoğulluklar için problem yaratma

    potansiyeline sahip. Ötekine ve anlatısına dair sınırsız hoşgörünün kuramsal büyüsü,

    gazetecilik pratikleri ile sınandığında, daha doğrusu uygulamaya konulduğunda ciddi

    bir problemle karşılaşmamak için ne yapılabilir? Kearney’in deyimi ile “İyicil

    ötekiler ile kötücül ötekiler arasındaki fark nasıl dile getirilebilir? Başkasının ne

    zaman sahiden bizi yok etmenin yollarını arayan bir düşman, ne zaman kendi

    korkularımızı yansıttığımız masum bir günah keçisi olduğunu nereden/nasıl

    anlayabiliriz?” (2003: 65-66). İşte tam da bu soruların cevaplarını vermek için,

    yargılama konusunda acele etmeden, ikili dışlama edimlerine kaymadan etik kararlar

    vermeyi sağlayan bir yargı gücünü devreye sokmak gerekiyor. Bu yargı gücünü

    kavramlaştırırken Kearney’in düşüncesini temel alıyorum. Kearney, bir yandan

    ötekiliğin değişik türleri arasında eleştirel bir ayrım yapabilmemiz, diğer yandan da

    yapısöküm sayesinde biz/onlar ikilemine karşı uyanık olmamız için harekete

    geçirebileceğimiz bir çeşit yorumbilgisi öneriyor.

    Dolayısıyla, çalışmamın önemli duraklarından biri olarak Richard Kearney’in

    ötekiliğin etik açıdan değerini kavrayan, ancak daha önemlisi, varoluşumuza içkin

    yorum ve temsil kategorilerimizi aşan ötekiliği ayırt etme konusunda bizi yalnız

    bırakmayan metodolojisini alıyorum. Zira yazara göre ötekilik kategorisine dair zorlu

    bir görevimiz var: Ben-öteki arasındaki herhangi bir ilişkiyi imkansız kılacak ölçüde

  •   13

    kesin çizgilerle ayırmaksızın, bu ikisi arasında bir farklılık olduğunu kabullenmek

    (2012c: 22). Bu kabullenişin devamında da her öteki mutlaka melek ya da şeytan

    olamayacağından, ne çeşit bir öteki ile karşı karşıya olduğumuzu anlamak için bir

    ayırt etme yöntemi kullanmak. Bu yöntem, kuramın ya da uygulamanın etik olma

    özelliğini ortadan kaldırmıyor, yalnızca daha dikkatli davranmaya kapı aralıyor. Beş

    aşamadan oluşan bu yöntemi Kearney, ayırt edici yorumbilgisi (diacritical

    hermeneutics) olarak adlandırıyor. Kearney’in iyi ve kötü niyetli anlatıları ayırt

    etmek maksadı ile felsefe, tarih, edebiyat ve mimarlık alanlarına uyguladığı bu

    metodolojiyi, ben de bu çalışmada gazetecilik kuramı ve pratiği açısından olanakları

    ve uygulanırlığı bağlamında düşünmeyi hedefliyorum. Eylem odaklı böylesine bir

    yorumbilgisinin haber söylemindeki mücadeleyi barış pratiğine dönüştüreceğini ve

    egemen habercilik anlayışının her daim meydan okuyan söylem yapısına bir yanıt

    oluşturabileceğini düşünüyorum. Zira Kearney’in söyleyişiyle sanat “imgelem”, din

    “inanç” üzerinden ve psikoloji “konuşma kürü” ile bir olanak sunuyor ise felsefenin

    de idrak yolu ile bizi uçurum kıyısına getiren bu ötekilik meselesine dair illa

    önerecek bir şeyi olmalı (2003: 19).

    Çalışmamın temeline yerleştirdiğim Ricoeur’ün etik felsefesi ve Kearney’in

    perspektifini işte bu nedenlerle değerli bularak, onların düşünceleri üzerinden

    ilerliyorum. Bu bağlamda, öncelikle egemen gazeteciliği ve problemli etik yapısını

    tartışmaya çalışıyorum. Egemen gazetecilik anlayışı çalışmam açısından oldukça

    önemli bir yerde duruyor. Bunun sebebi, egemen haber anlayışının içine gömülü

    olduğu sistemde, haberin ekonomi-politik yapı içerisinde birebir ilişki sonucu

    belirlendiğini varsayarak etik problemleri buradan ele almanın, kelimenin çok

    anlamlı doğasını yok saymak ve insanın yorumlama gücünü indirgeyerek,

  •   14

    potansiyelini görmezden gelmek anlamına geldiğini düşünmem. Bu nedenle egemen

    gazetecilik anlayışının hüküm sürdüğü gazetecilik pratiklerini de yine öznel bir etik

    açısından ele almaya çalışıyorum. Ayrıca etik problemlerle iç içe geçmiş yapısal

    sorunları da burada tartışıyorum.

    Ardından da egemen gazetecilik anlayışına göre gerek kuramsal gerekse etik

    açıdan çok daha farklı bir noktada duran ve ötekinin perspektifinden haber yapmanın

    önemini vurgulayan öteki habercilik anlayışlarını dahil ediyorum. Öteki gazeteciliğin

    varoluş felsefesinin ve temel eylem ideolojisinin etik olmasının etik problemlerin

    tümünün üstesinden gelmiş olması anlamına gelmediğini varsayıyorum. Öznellik

    temelli bir etikle desteklendiği takdirde öteki gazeteciliğe dair kuramların daha

    derinleşeceği ve uygulamalarında daha işlevsel hale geleceğini savunuyorum. Bu

    savımı da Ricoeur ve Kearney’in etik anlayışlarıyla destekleyerek tartışmaya

    çalışıyorum.

    Dolayısıyla çalışmamın ikinci ve üçüncü bölümlerini egemen ve öteki

    gazetecilik anlayışlarına ayırıyorum.

    Çalışmamı, metnin temelinde yatan kabule dair Ricoeur’ün kendi

    cümlelerinden başlatmak istiyorum ki haberciliğin içinde gömülü olduğu dilin

    bilimsel olandan düşsel olana her daim çok anlamlı yapısını vurgulayabileyim:

    Dil daha başlangıçtan itibaren ve büyük bölümüyle çarpıktır: söylediğinden başka bir

    şey kasteder, çift anlamlıdır, bulanıktır. Dolayısıyla, düşler ve benzeri, karmaşık

    anlamların yeri olarak beliren bir dil bölgesinde yer alır. Bu bölgede, dolaysız

    anlamın içinde bir başka anlam daha kendini hem açığa vurmakta hem de

    gizlemektedir. ... Çift anlamlılık sorunu psikanalize özgü değil. Aynı sorun yerküre,

    gök, yaşam, ağaçlar ve taşlarla ilgili büyük kozmik simgelere ve mitos adı verilen bir

  •   15

    şeylerin kökenine ve sonuna ilişkin o tuhaf anlatılarla durmadan karşılaşan din

    görüngübiliminde de var. Oysa söz konusu disiplin psikanaliz değil de görüngübilim

    olduğunda, üstüne çalıştığı mitoslar, ayinler ve inançlar birer masal değil, insanın

    kendini temel gerçeklikle bağlantılandırma tarzlarından biridir. O temel gerçeklik

    her ne ise (2006: 20).

    Özetle, dil politiktir.

  •   16

    BİRİNCİ BÖLÜM: RİCOEUR FELSEFESİNDE HAYATIN

    ANLATISALLIĞI, ANLATININ ETİĞİ

    1.  ANLATI

    Bir hikaye anlatmak, zamanın “zıvanadan çıkmış

    olmasına” tepki göstermek, uyumsuzluk halini

    yeniden uyuma kavuşturmak, “heterojen olanı

    yeniden sentez haline getirmek” çabasıdır.

    (Kearney, 2003: 145)

    Gazetecilik etiğinin şimdiye dek kuramsallaştırılmış ya da üzerine

    düşünülmüş perspektiflerden farklı bir bakış açısı ile ele alınması çalışmamın

    konusunu oluşturuyor. Bu bağlamda da araştırmamın ekseni “etik”, bu yapıya

    rehberlik edecek öğreti de Paul Ricoeur’ün etik felsefesi olarak beliriyor. Filozofun

    etik felsefesi çalışma boyunca açımlamaya çalışacağım temel motiflerin bir araya

    gelmesiyle oluşuyor. Dolayısıyla bir yandan bu motifler çalışmamın düşünsel

    temellerini oluşturuyor, diğer yandan da filozofun etik felsefesini belirliyor.

    Ricoeur’ün Kearney ile yaptığı bir söyleşiden kendisini ifade etmesiyle ile

    başlarsak:

    Bence felsefi görev, daireyi kapatmamak, bilgiyi merkezileştirmemek ve totalize

    etmemektir, söylemin indirgenemez çoğulluğunu sürekli açık tutmaktadır. Farklı

    söylemlerin nasıl birbirleriyle ilişkilendirilebileceğini veya kesişeceğini göstermektir

    esas olan fakat bu sırada bu farklı söylemleri özdeş kılmaya ve aynıya indirgemeye

    karşı da direnmek gerekir (Kearney, 2008: 151).

    Ricoeur’ün etik felsefesini açımlamaya, onun bir şüphe değil, inanç filozofu

    olduğunu söyleyerek devam etmenin uygun olduğunu düşünüyorum. Üstelik içinde

  •   17

    bulunduğu felsefi geleneğin tam da bir şüphe geleneği olmasına karşın. Doğruluk

    iddialarından ve kutsalın varlığından şüphelenen ve bu iddialardaki baskı, sansür,

    ideolojiye karşı uyanık olmamızı isteyen yorumbilgisel perspektifi oluşturan Marx,

    Nietzsche ve Freud gibi put kırıcıların baskın olduğu, “söylemdeki putları saf dışı

    etmek, sarhoşluktan ayılmak, yanlış gerçekliği temsil ettiği için sembolü parçalamak

    gerektiğine dair anlayışa” (Ricoeur, 2006: 29) sahip gelenek. Oysa sembolü

    olduğundan başka bir şey olarak görmeyen, çoğunlukla tek göndergeye sabitleyen,

    tek sesli, yoruma izin vermeyen yapılarda, özellikle de Freud’un kabul ettiği gibi

    sembolün kültürel yanılsama ve gizemlerden kurtarılması gerekliliğini öngören ve

    onu zaman dışı ilan eden perspektiflerde, indirgeme ve yetersizlik bulur Ricoeur.

    Zira sembol çözülmek zorunda olan bir gizem olarak daima çift anlama sahiptir ve

    genel kabul gören kültürel anlamının ötesinde bir anlamı bulunur:

    Şeyler hiçbir zaman bize direkt olarak verilmez, daima simgeler üzerinden

    dolayımlanırlar. Bu da onlar üzerine daha çok düşünmemizi ve yorum yapmamızı

    zorunlu kılar (Ricoeur, 1984: ix).

    İşte içinde bulunduğu düşünsel dünyadan onu ayıran en önemli özelliklerden birisi

    de budur ki bu tür bir yorumbilgisel gelenek Kearney’e göre filozof için yeni bir

    toplum eleştirisini mümkün kılar (1986: 105).

    Şüphe değil inanç filozofu derken, Ricoeur’ün sahip olduğu inancın “dinsel”

    anlamdaki inançtan (çok daha) fazlasını, hatta Karl Simms’in belirttiği gibi,

    “düşünce geleneğine ve metafiziğe” dair çok daha derin bir inancı barındırdığını

    (2003: 2) belirtmek gerekir. Tam da Eleştiri ve İnanç (Critique and Conviction) adını

    taşıyan kitabından, Ricoeur’ün kendi cümlelerinin izini sürdüğümüzde “... felsefe

  •   18

    yalnızca eleştirel değildir, aynı zamanda inanç özelliklidir. Dinsel inancın içinde de

    bir eleştirel boyut vardır” (2008b: 190) ifadesiyle karşılaşıyoruz9.

    Şimdi Ricoeur’ün başka bir öğeye olan inancı ile devam edebiliriz ki bu öğe

    onun etik düşüncesinde merkeze oturmuştur: Anlatı. Anlatı çok önemli çünkü

    Ricoeur’e göre anlatılar belki anlamlarını bizden gizleyebilirler, ancak yalan

    söyleyemezler. İşte yorumbilgisi de bu anlatının altında yatan anlamı araştırır.

    Simms’e göre hayat ve anlatı arasındaki dolayım, yorumbilgisi üzerinden

    gerçekleşir. Kendi hayatımızı, kendimizi ve yaşadığımız dünyayı sanki

    anlatılandırmışçasına yorumlayarak anlayabiliriz (Simms, 2003: 2).

    Ricoeur’ün düşünsel izleğinde özel bir önem teşkil eden anlatısallığın ne

    ifade ettiğine daha yakından bakmak istiyorum: Yaşamın anlatı dolayımı ile anlamlı

    olması. Yaşamın kendisinin de bir anlatı olması. İnsan varoluşu da dahil olmak üzere

    her şeyin anlatı özelliği taşıması. Örneğin eyleyenin kim olduğuna dair bir soru

    sorulduğunda cevap olarak verilen ismin bir hayat hikayesi, bir anlatısı var.

    Zamansallığı, olay örgüsü ve düzeni var. Yaratıcı bir gücü var. Filozofun, Kearney’e

    Dilin ve Mitin Poetikası üzerine yapılan bir söyleşi sırasında açıkladığı gibi:

    Anlatısallığın yapısı, geçmişimize bir düzen vermeye çalışarak, yani olup bitmiş

    olanı tekrar tekrar yeniden anlatarak, bir kimlik edindiğimizi sergiler. (...)

    Anlattığımız şeyde geçmişte yaşadığımız şeye kıyasla her zaman daha fazla düzen

                                                                                                                   9  Ricoeur eleştiri ve inanç üzerine düşüncelerini, her türden metinler ve onları okuma tavrındaki farklılık bağlamında, aynı kitabın “Kutsal Kitap Okumaları ve Kutsal Kitap Üstüne Düşünceler” (Biblical Readings and Meditations) bölümünde, eleştirel tavır ya da dinsellik haline ilişkin değerli bir tartışmayla sunuyor (2008b: 190-232).

  •   19

    vardır. Düzenin tutarlılığın ve birliğin bu anlatısal fazlalığı anlatının yaratıcı

    gücünün asıl örneğidir (Kearney, 2008: 146).

    Kuşkusuz anlatı tek değil; aynı anlatı için pek çok kurgu yapılabilir, bu kurgular

    zamanla değişebilir.

    En önemli noktaya, anlatıyı etikle ilişkilendiren bağlama gelirsek, anlatı

    başkalarınınki ile kesişir, iç içe geçer ve sadece öteki’nin de varoluşu ve kendine ait

    anlatısı ile anlam kazanabilir. Anlatı, başkasının sözü olarak etik değer taşır ve tam

    da bu nedenle tevazu bekler. Bu da Ricoeur felsefesinde kendi’nin anlatıyla

    yüzleşmesi, onunla kurduğu derin düşünsel ilişki içerisinde değişim geçirmesiyle

    bağlantılıdır.

    İşte bu izlekte anlatı kurulurken, ötekinin anlatısı dahil edilip ötekinin dildeki

    varlığı konumlandırılırken etik daima başat öğe durumundadır. Bunun sebebi, filozof

    için insan varoluşunun bir anlatı olarak merkezde bulunması ve bu anlatısallığın etik

    koşullarının sorgulaması gerekliliğidir. Kearney ile yaptığı söyleşide anlatının

    dışlayıcı, içine kapanan muhafazakar bir yapı değil, tersine insanı egemen sistemden

    özgürleştirme potansiyeli olan, sorgulayıcı bir çoğulluk olarak beliren ve

    indirgenmeye direnen bir yapı sergilediğini belirtir.

    Anlatının geçmişi düzene sokan bir öykü anlatımı olduğunu söylemek, yeni olanı

    dışlayan muhafazakar bir kapanışı ima etmez. Aksine anlatı arkamızdaki anlamı

    tutup korur ki böylece önümüzde bir anlam belirebilsin. ... Anlatı bizi, varoluşun

    baskıcı düzeninden alıp onun ötesine, daha özgürleştirici ve daha saf bir düzene taşır

    (Kearney, 2008: 146).

    Metin boyunca Ricoeurcü bir perspektiften ele almaya çalışacağım

    gazetecilik etiği tartışmasında anlatısallık etiğini savunacağım. Gazetecinin yazdığı

  •   20

    haberin bir anlatı olarak kabul edilebilmesinden hareketle, gazetecinin kendi olarak

    konumlandırılabilmesinin olanağını düşüneceğim. Anlatısallık ettiğinin etkin

    kılınması için, başlarken, haberin anlatı olarak kabulü, olgusallığın eleştirisi,

    gazetecinin yaptığı haberin ancak olası yorumlardan biri olabileceği, tanıklık

    ideolojisi ile değil, öteki ile kurduğu diyalektik ilişki üzerinden haberin kurulmasını

    gerektireceğini öngöreceğim. Bu bölümde Ricoeur’ün anlatısını açımlamaya

    çalışıyorum. Bu noktada varoluşa dair anlatısallığa Ricoeur düşüncesi üzerine değerli

    çalışmalar yapmış olan öğrencisi Kearney’in perspektifinden de bakmak gerektiğini,

    böylelikle Ricoeur’ün bu kavrama dair bakış açısının daha iyi anlaşılabileceğini

    düşünüyorum.

    İnsan benliğinin anlattığı ve başkalarından dinlediği sayısız öyküye dayanan

    anlatısal bir kimliği olduğunu düşünüyorum. Bu açıdan varoluşumuzun bir anlatı

    olduğunu öne sürüyorum. Zira her sonlu varlığın görevi, kendi sınırlarını aşan

    şeyleri hem içeride hem de dışarıda başımıza musallat olan ve bizi saplantı haline

    getiren o yabancı aşkın ötekiliği anlamlandırmaya çalışmaktır. (...) Şeffaf, bütünleşik

    bir egoya doğrudan erişimin mümkün olmadığını biliyoruz. Yalnızca dolayımlar ve

    dolambaçlar olduğunu. Bunların ardından egonun en iyi ihtimalle genişlemiş ve

    zenginleşmiş olarak kendine geri dönebileceğini kabul ediyoruz. Kendimizi anlatısal

    varlıklar olarak kabul ediyoruz, çünkü benlikten benliğe en kısa yol ötekinden geçer

    ve en kısa yol bile zaman alır (Kearney, 2003: 277).

    Bütünleşik egoya doğrudan varılamaması, benliğinin kavranamaması, ancak

    insan olmaya dair bu en temel gereksinimin onun anlatı olarak dilde kurulması

    yoluyla gerçekleşebilmesi meselesi beraberinde, kurulacak anlatının etik boyutunun

    ne denli önemli olduğunu sorgulamayı getiriyor kuşkusuz. Özellikle de haber gibi

    geniş kitlelere hitap eden anlatılarda, söz konusu kitle için haberin ötekini tanımanın

    nadir yollarından biri olduğu, diğer benliği tanımanın yüz yüze bir deneyim sonucu

  •   21

    gerçekleşmesinin mümkün olmadığı durumlarda. Burada gazetecinin

    sorumluluğunun yalnızca ötekine dair anlatının kurgulanması bağlamında değil,

    farklı anlamlandırma tarzlarının toplumsal sonuçlarını görünür kılmasına dair de

    işlediğini/işlemesi gerektiğini belirtmek gerekiyor. Dolayısıyla haber anlatısının

    ötekine dair kurgusu ve içerdiği vurguların ciddi bir sorgulamadan geçirilmesi

    gerekiyor.

    Ricoeur’ün anlatısında tanıklık nosyonu da önemli bir noktada duruyor.

    Öncelikle anlatı ile olan ilişkisi bağlamında ele almak gerekiyor:

    Anlatı iletilebilir, paylaşılabilir ve içlerinde yer aldığımız farklı grupların,

    toplulukların ortak belleği diyebileceğimiz şeyin işlenmesine katkıda bulunabilir. Bu

    açıdan anlatının toplumsal kullanımının örnek bir biçimi, mahkeme kurumunun ve

    tarih pratiğinin özel bir biçimde kullanıldıkları tanıklıktır. Tanıklık da dünyada

    meydana gelmiş olgular konusunda tanıklık etme olarak belleğe bağılıdır. Tanık

    şunu söyleyendir: “Bana inanın ya da inanmayın, ben oradaydım, ve eğer bana

    inanmıyorsanız bir başkasına sorun” (Ricoeur, 2008c: 90).

    Tanıklığı ikinci ve üçüncü bölümler içerisinde habercilik pratikleri

    bağlamında da tartışmayı hedefliyorum. Burada Ricoeurcü bir tanıklık nosyonunun

    gazetecinin tanıklığından farklı olduğunu, kendi’ye yönelik olduğunu ve hem

    kendi’ye hem de eylemlerine tanıklık eden ve sorumluluğu üstlenen bir yapı

    sergilediğini, tam da bu perspektiften gazeteci öznenin sorumluluk anlayışına katkı

    yapabileceğini söylemekle yetinmek durumundayım.

    Tanıklığa ve anlatıya dair yukarıdaki pasajdan Ricoeur’ün anlatısal

    yaşamında etik ile sıkı sıkıya bağlı olan kurgu ve tarihi bir araya getirdiğini, belleğe

    özel bir önem atfettiğini çıkarsıyoruz. Buradan hareketle düşünür, belleğin, tarihin ve

    hatırlamanın önemine varıyor. Sadece belleğe sahip çıkılarak geleceğin

  •   22

    özgürleşebileceğini belirtiyor. Çünkü anlatının engellendiği, sivil belleğe dayalı

    tanıklıklar yerine olgusallığa indirgendiği ya da egemen perspektife sabitlendiği bir

    toplumda, ki ben burada bu sorunlu durum tanımının Kıbrıs için uygun olduğunu

    düşünüp örnek olarak onu seçtim, insanların iletişiminin azalacağını ve egemen

    söyleme direnişin zorlaşacağını düşünüyor.

    Bu noktada anlatının özelliklerine biraz daha detaylı bakmak yerinde olacak.

    Anlatı, zaman bağlamında anlam kazandığından filozofun zaman üzerine düşünceleri

    (çalışmamın sınırlılıkları dahilinde ele almaya çalışıyorum) önem taşıyor çünkü bu

    bağlam açığa kavuşmadan filozofun anlatısal etiğinin açımlanabilmesi mümkün

    değil. Bu nedenle filozofun bu konuyla ilgili temel eseri olan Zaman ve Anlatı:1-2-3

    (Temps et Récit:1-2-3)’e bakmak gerekiyor: Ricoeur, bu eserinde, “[z]aman bir

    öyküleme (anlatma) biçimine göre eklemlendiği ölçüde insana özgü zamana

    dönüşür; anlatı da zamansal varoluşun bir koşulu olduğunda tam anlamına kavuşur”

    ifadesiyle anlatının ve zamanın birbirleri için vazgeçilmezliğini ortaya koyuyor

    (2005a: 108). Şimdi bu ilişkiyi görmek için, düşünürün “[z]aman ve anlatı arasındaki

    dolayımı” kurmak üzere birbiriyle bağlantıları içinde ayrımlaştırdığı ve

    kavramlaştırdığı üç mimesis biçimine yoğunlaşalım (2005a: 110). Mimesis ile

    devam etmek, hem zamansallığı bu dolayım üzerinden ele almak gerekliliğinden

    kaynaklanıyor, hem de Ricoeur etiğini gazetecilikle ilişkilendireceğim ikinci ve

    üçüncü bölümlerde ötekini düşünürken bu kavrama yaslanacak olmam nedeniyle

    Ricoeur’ün kavramı nasıl aldığını açımlamak bu çalışma için bir zorunluluk haline

    geliyor.

  •   23

    2. MİMESİS ÜÇLÜSÜ

    Mimesis üçlüsünün bu araştırma için önemini üç eksende açıklamak mümkün.

    Mimesis’ler öncelikle “zaman ve tarih” bağlamında insan hayatının anlatısal yönünü

    kavramamızı, ardından yorumbilgisi dolayımıyla hayatın kendisini

    yorumlayabilmemizi sağlayacak. En önemlisi de çalışmanın temel meselesi olan

    gazetecinin bir kurgu olarak haber anlatısının insana ve hayatına dair tanımları ve

    anlamlandırmaları üzerinden, özellikle de gerçek referanslarla işleyen bir metin olup

    inandırıcılığının yüksek olduğunu aklımızda tuttuğumuzda, hayat-anlatı bağının

    gücünü ortaya koymayı ve bu bağ dolayımıyla etiği görünür kılmayı mümkün hale

    getirecek.

    Mimesis, Platon düşüncesinden gelir ve “taklit” anlamı taşır, dünyanın

    kendisinin de ideal dünyanın taklidi olması gibi (Simms, 2003: 62). Öte yandan

    Aristoteles Poetika’da mimesis’e “insan eylemi ve yaratıcılığını da içeren, bir şeyin

    başka bir şeye benzetilmesi” anlamını kazandırır (Aristoteles, 1987: 11-13). Böylece

    mimesis sıradan taklit yerine, yaratıcılık da içeren aktif bir süreç halini alır ve anlatı

    için tam da bu nedenle önem kazanmış olur. İzlediğimiz bir trajedide insan ruhunu,

    asaletini, derin düşünce sistemini vs. şiirsel bir dil eşliğinde görmek isteyişimiz de

    buna güzel bir örnek oluşturur.

    Ricoeur’ün mimesis anlayışı buradan temelleniyor. Ancak onun felsefesinde

    mimesis’in daha derin bir yapısı bulunuyor. Öncelikle üç temel mimesis biçiminden

    söz ediyor filozof: “Her anlatı üç mimesis bağıntısı içeriyor: Eylemde bulunulan ve

    yaşanılan zamanla olan bağıntı, olayörgüleştirmenin kendine özgü zamanıyla olan

    bağıntı, okuma zamanı ile olan bağıntı” (2005a: 9).

  •   24

    İlk bağıntı, mimesis I, ön-biçimlendirme düzeyine tekabül ediyor, yani

    metinleşme olgusundan önce gelen, eylem dünyasının bir ön kavranışı diyebiliriz

    (Ricoeur, 2005a: 9).

    Eylemi taklit etmek ya da temsil etmek, her şeyden önce, insan eyleminin kendi

    anlamsal yapısı, kendi simgeselliği ve kendi zamansallığı içinde ne olduğunu

    önceden kavramak demektir. Olayörgüleştirme ve buna bağlı olarak da metinsel ve

    yazınsal mimesis düzeni şairde ve okurunda ortak olarak bulunan bir ön-kavrayış

    üstünde kurulur (Ricoeur, 2005a: 127).

    Mimesis I, metinden önceki süreci içeren, insanın metni anlamlandırmasını

    sağlayacak bir ön aşama olarak görülebilir ve insanın dünyasındaki gerçek deneyimi

    dolayımı ile maruz kalacağı anlatıyı anlamlandırabilmesini sağlar. Burada “pratik”

    adı verebileceğimiz günlük deneyimlerimizi düşünebiliriz ki bunlar anlatıları

    anlamlandırırken devreye giriyorlar. Dolayısıyla mimesis I kendi dünyamızla

    kurduğumuz ilişki olarak ele alınabilir. Habercilik açısından da mimesis I, günlük

    yaşam pratiklerinin dolayısıyla olayların meydana geldiği düzeyi imler.

    Mimesis 1 düzeyi için William C. Dowling’in verdiği örnek üzerinden gitmek

    istiyorum. Ona göre kendi kültürümüze ve içinde yaşadığımız dile ilişkin çok kolay

    ve rahat bir anlamlandırma sistemine sahibiz. Öyle ki, yaşadığımız bölgede

    göreceğimiz bir Rolls-Royce’un, insanları basitçe bir noktadan diğerine taşıyan bir

    araç olmadığını, refahtan da öte lüks göndermelerle dolu sınıfsal bir statüye vurgu

    yapan bir gösteren olduğunu düşünmeden anlarız. Bunu romanda verdiğinizde, o

    arabanın sahibinin yaşadığı şartlar ile ilgili olarak önemli bir bilgi vermiş olursunuz.

    Gerçek hayattan bildiğimiz bir gösterge anlatıda rahatlıkla bizi kavrar (2011: 3). İşte

  •   25

    bu düzey, metinden önceki (kendi hayatımıza dair) bu kavrayış olmadan metnin

    anlaşılması mümkün değildir.

    Burada kavramsal ağdan söz etme gerekliliği doğuyor. Bunun iki sebebi var:

    öncelikle ön-biçimlendirme düzeyi (mimesis I) ve anlatı ilişkisinin havada

    kalmaması daha net ortaya konması gerekiyor. Ayrıca kavramsal ağ varoluşumuzla

    bağlantılı olarak anlamlı bir eylemi metin gibi okumamızı sağlıyor ki bu “anlamlı

    eylemin metin gibi okunması” Ricoeur felsefesinin temel taşlarından bir tanesini

    oluşturuyor. Ancak böylelikle etik anlatılar kurgulayabiliyoruz. Peki kavramsal ağ ne

    ifade ediyor?

    Kavramsal ağ, eylem alanını fiziksel hareket alanından yapısal olarak ayırt

    eden şeydir (Ricoeur, 2005a: 112). Yani insan yaşamını diğer canlılarınkinden ayıran

    tasarılar ve beklentiler ile dolu olan, onu sıradan bir devinim yapma durumundan

    kurtaran yan. Pek çok öğe (sembol, işaret, kural vs) üzerinden dolayımlanan insan

    eylemi derin bir ağa ev sahipliği yapar. İşte bu kavramsal ağdır. Anlatı eylemin

    kavramsal ağıyla olan yakınlığımızı kullanır ve söylemsel özellikler ekler. Neticede

    metinden önce (mimesis II) anlamın oluşabilmesinin en önemli şartlarından bir tanesi

    olan pratik hayat kavranır. Kavramsal ağın sembolik öğeleri sayesinde “anlamlı bir

    eylem bir metin gibi okunur” hale gelir. Kuşkusuz kavramsal ağ ile birlikte anlatıyı

    anlamlandırmak için zamansal öğelerin de bilinmesi gerekir. Anlatı ancak

    zamansallığı içerisinde anlatı olur. Bu nedenle mimesis II’ye geçmeden zamansallığa

    dönmek gerekiyor.

    Filozofun kendi cümleleri üzerinden gidelim: “Demek ki, önceden

    tasarlanmış (ön-biçimlendirilmiş) bir zamandan (mimesis I) yeniden biçimlendirilmiş

  •   26

    bir zamana (mimesis II) uzanan yolu, belli bir biçime, bir görünüme bürünmüş

    (metinsel görünüm kazanmış) zaman aracılığıyla, donanımıyla izliyorum” (2005a:

    111). Fark edileceği gibi Ricoeur burada zamansallığın dile tanışmasını (mimesis

    I’den II’ye giden sürecin zamana dair anlamı nasıl temellendirdiğini), dilin zamansal

    deneyimi belli bir görünüme büründürüp yeniden biçimlendirmesini ifade ediyor10

    ve anlatı kuramını temelden etkileyen üçlü yapıya ulaşmamızı sağlıyor: Geleceğin

    şimdisi, geçmişin şimdisi ve şimdinin şimdisi. Çünkü gelecek ve geçmiş ancak şimdi

    üzerinden düşünülebilir 11 . Neticede geçmişi de düşünsek, geleceğe dair plan da

    yapsak, düşünme eylemini gerçekleştirdiğimiz zaman süreci şimdiye tekabül ediyor.

    İşte bu hissedilen fenomenolojik zaman anlayışı ile Aristoteles’in kronolojik zaman

    anlayışı döngüsel bir ilişki içerisinde bulunuyor. Augustin’in zaman anlayışı zamanın

    paradokslarını, Aristoteles’in ki ise anlatının düzenini gösteriyor.                                                                                                                10  Ancak yine de kendisini anlatısallık ile zamansallığın kısırdöngüsüne teslim olup olmadığı bağlamında sorgulamaktan alıkoymuyor. Bu düşünümün sonunda ise biraz önce tartıştığımız “Zaman ancak anlatısal olarak eklemlendiği ölçüde insan zamanına dönüşür, buna karşılık olarak da anlatı ancak zamansal deneyimin özelliklerini gösterdiği ölçüde anlamlı hale gelir” (2005a: 23) savının bir kısırdöngü oluşturmayacağını, her iki yarının (anlatı-zaman) bir kısırdöngü ilişkisi içerisinde değil, birbirini karşılıklı olarak destekleyen sağlıklı bir döngü içerisinde olduğu sonucuna ulaşıyor. Ricoeur’ün zaman bağlamındaki düşünceleri oldukça derin, kuşkusuz bu çalışmanın sınırlarını aşacak ölçüde geniş ve Augustine’in birinci ve ikinci dönem zaman teorilerinin incelenmesini de içerir. Araştırmamın içinde yer etmemekle birlikte mimesis’lerin anlaşılması açısından birer cümle ile açıklamanın doğru olacağı düşüncesindeyim. (Ayrıca, filozofun kendi araştırmasını harekete geçiren iki önemli metnin, Aristoteles’in “Poetika”sının ve Augustine’in “İtiraflar”ının, yeri geldiği için anılması gerektiğine inanıyorum.) Kearney’in izinden giderek açıklarsak, Augustine zamanı önce fenomenolojik açıdan, yani zamanın deneyimlenmesi bağlamında ele almıştır (Kearney, 2005: 144-158). Dolayısıyla Newton ile başlayan nesnel zaman geleneğinin karşısında yer almıştır. (Burada Ricoeur’ün her iki geleneğin birlikte ele alınması gerektiğini belirttiğini vurgulamak gerekiyor.) Augustine aslında aralarında yirmi yıl bulunan iki temel eserinde, Tanrı Devleti ve İtiraflar, zamana ilişkin düşüncelerini neredeyse tamamen değiştirmekle birlikte burada anmamız gerekenin İtiraflar’da bulunan zihinden bağımsız bir zaman anlayışı yerine, zamanın zihnin parçası olması durumudur. Çünkü Ricoeur onun bu dönemdeki düşüncesini ve geçmiş-gelecek-şimdi üçlemesinin önemini şöyle açıklar: “...Augustin’in zaman yayılımını ruhun yayılımına indirgeyerek yaptığı değerli buluş bu yayılımı üçlü şimdiki zamanın içine sürekli işleyen bölünmeye, açılmaya bağlamış olmasıdır: Geleceğin şimdiki zamanı, geçmişin şimdiki zamanı ve şimdinin şimdiki zamanı arasındaki bölünmeye (2005a: 55).” Bu üçlü Ricoeur’e göre “... en basit anlatı tümevarımcısını oluşturan işte bu pratik eklemlenmedir” (2005a: 122). Burada Ricoeur’ün anlatı kuramını temelden etkileyen bu üçlü yapıya ulaşmış bulunuyoruz: Geleceğin şimdisi, geçmişin şimdisi ve şimdinin şimdisi. 11 Augustin’in zaman anlayışının şimdi üzerinden yürüdüğü aşikardır. Ricoeur’e göre bu bir uyumsuzluk yaratır ki bu durum zihne bir düzen sağlayacak muthos (senaryo) a bağlanır.

  •   27

    Gelelim mimesis II’ye. Mimesis I ve mimesis III’ün arasında bir dolayım

    işlevi gören bu kısım, “miş gibi”nin yani kurmacanın alanının açıldığını imliyor12.

    Başka bir ifade ile kurgunun tüm unsurlarının zekice bir araya geldiği yer burası.

    Burada basitçe art arda gelen olaylar zincirinden ziyade bütünleşik bir yapı, öykünün

    ana fikrinden karakterlere, amaçlardan beklenmeyen sonuçlara dek özenle

    kurgulanmış ve izleyiciyi “eee?” demekten kurtaran bir bütün söz konusu olur.

    Ricoeur bunu “olayörgüsü” kavramı13 ile açıklar. Burada edenler, amaçlar, araçlar,

    etkileşimler, koşullar, beklenmedik sonuçlar vb. gibi türdeş olmayan etkenler birlikte

    düzenlenir (2005a: 130). Olayörgüsü bağlamında, Zaman ve Anlatı’nın üçüncü

    cildinde Ricoeur kurmaca sanatının özelliklerinden söz ederken “eylem dünyası ile

    içebakış dünyasını birlikte örmek, gündelik olmanın anlamı ile içselliğin anlamını

    birbirinin içine katmak demektir” ifadesini kullanır (2005a: 191-192). Habercilik

    açısından baktığımızda haber metninin düzeyidir mimesis II. Haber metninin

    kurgusudur, olayların metin içerisinde bir zaman eşliğinde sıralanışının biçimsel

    olarak habere dönüştüğü düzeydir.

    Mimesis III için ise, çok temel bir tanımla, “okurun dünyası ile metnin

    dünyasının kesişmesi”dir diyebileceğimi düşünüyorum. Şiirin biçimlendirdiği dünya

    ile gerçek eylemin kendini ve kendine özgü kuramsallığını gösterdiği dünyanın

                                                                                                                   12 Burada bir parantez açarak Ricoeur’ün anlatıları iki temel sınıfa ayırarak incelediğini (kurmaca ile tarih anlatısı) ve bunları karşıt olarak konumlandırdığını belirtmek gerekiyor. Ancak Zaman ve Anlatı’nın birinci cildinde mimesis II’yi incelerken, bu iki anlatıyı birlikte ele alıyor (2005a:128). Bu nedenle burada anlatı denildiğinde ikisinin de kapsanması gerektiğini düşünüyorum. 13 Olayörgüsü: “Türdeş olmayanların bileşimi” (Ricoeur, 2005a: 131). “Olayörgüleştirme, olay ile öykünün iki kutbunu dolayımlaştırarak paradoksa bir çözüm getirir. Bu da şiirsel edimin kendisidir. Bir dizilişten bir biçimleniş elde ettiğini söylediğimiz bu edim, kendini dinleyici ya da okura, öykünün izlenebilir olmaya yakınlığı içinde gösterir” (Ricoeur, 2005a: 132).

    Aristoteles’e göre de tragedyanın üç öğesi bulunur. Bunlardan ilki olayörgüsüdür. Diğer ikisi ise karakterler ve düşüncedir (1987: 6-22)

  •   28

    kesişmesi (Ricoeur, 2005a: 139). Zaten anlatı gerçek dünyaya ilişkin göndermeler

    yapmasa anlamı kaybolur. Haber anlatısı okurun ve gazetecinin ufkunun kesiştiği ve

    okurun metni tamamladığı yeri imler. Kapalı bir metin olan haber metni kurgu

    metindeki kadar yaratıcılığa açık olmamasına karşın okur olmadan tamamlanmaz.

    Mimesis II ve III’ü haber metni açısından düşünürken, Ricoeur’ün metinsel

    ayrımını (kurmaca metin ile tarih metni) göz önünde tutmamız gerekiyor. Kuşkusuz

    bu iki metnin göndergeselliği oldukça farklı boyutlarda seyreder çünkü birincisi

    tamamen kurgu iken ikincinin gerçekliğe dair ciddi iddiaları bulunur ve yalnızca

    gerçek göndermelerle işler. Bu araştırma açısından, haber metninin Ricoeur’ün

    metinsel farklılık ekseninde, gerçeklik iddiası taşıyan metinler arasında düşünülmesi,

    doğrudan referanslarla kurulduğunun hep ön planda olması gerektiğinden haber

    anlatısı, Ricoeur’ün tarih anlatısıyla aynı muameleyi görmelidir diye düşünüyorum.  

    Mimesis III’teki ufukların çakışmasında, beklenti ufku yazara, deneyim ufku

    okuyucuya aittir. Çünkü metin ancak bu ufukların birleşmesi sayesinde anlaşılır olur.

    Artık mimesis III ile birlikte öykünün bir yandan anlatılırken diğer yandan da

    imgesel biçimde yaşandığı sonucuna varabiliriz14.

    Üç mimesis’i açıkladıktan sonra şöyle bir yorum yapılabileceği kanısındayım:

    Mimesis I’den (kendi dünyamız) mimesis II dolayımı (kurgu) ile mimesis III’e (okur-

    metin dünyasının kesişmesi) giriliyor. Tam burada Gadamer’in deyimi ile “ufuklar

                                                                                                                   14 Mimesis I’den III’e giden sürecin kısır döngü olduğu kuşkusuyla, çünkü eylemin anlamsal yapısı, simgeleştirme kaynakları ya da zamansal özellikleri dikkate alındığında varış noktası kalkış noktasına götürüyor gibidir, bu süreci de analiz eder Ricoeur. Burada çözümlemenin dairesel yani döngüsel olduğunun tartışılamayacağını ancak döngünün kısır olduğunu çürütebileceğini söyler. Sonu olmayan bir sarmaldan söz eder. Düşünceyi birçok kez aynı noktadan ama farklı yükseklikten geçiren bir sarmaldır bu. Bir kısırdöngü değil (2005a: 140).

  •   29

    çakışıyor” (okurun ufku ile metnin ufku). Bu giriş anlam kabiliyetimizi artırıyor,

    çünkü bir yandan hayatın kendisini anlayabildiğimiz için, anlatıyı da anlıyoruz.

    Diğer yandan da anlatıyı anladığımız için hayatımızı daha da zengin kılıyoruz. Hayat

    anlayışımız, anlatı anlayışımız tarafından ve aynı anda da tam tersi olmak üzere

    yükseltiliyor. Bir bütün olarak metnin kurgusunun (hayatla bağlantısı doğrultusunda)

    anlaşılması, yorumbilgisel döngü ile mümkün oluyor. Burada devreye

    “yükseltilmiş” anlama giriyor (İnsan - gerçek dünya - kurgu ve bunların kesişimi -

    insanın algılama yetisi - yorumbilgisel çemberi). Sonuç olarak, “Bir okurun

    alımladığı şey yalnızca yapıtın anlamı olmakla kalmıyor, yapıtın anlamını kat ederek

    göndermesine ulaşıyor” (Ricoeur, 2005a: 151).

    Okuyucunun buradaki rolünü çok önemsiyor Ricoeur. Özellikle Wolfgang

    Iser ve Hans Robert Jauss’un alımlama estetiği üzerine yazdıklarını karşılaştırarak,

    iki kuramcı arasındaki en önemli ortak noktalardan birinin metnin ancak okuyucu ile

    etkileşim sonucu bir “ yapıt” olacağı konusundaki düşünceleriyle destekliyor

    kuramını (2005a: 148). Yapıtı tamamlayan kişinin okur olduğunu söylüyor. Metinde

    eksikler, boşluklar ve kararsızlık bölgeleri var. Okur yapıt tarafından terk ediliyor ve

    olayörgüleştirmenin ağırlığını omuzlarında tek başına taşıyor. Roland Barthes’in

    belirttiği gibi metnin verdiği o hazzı alıyor (Ricoeur, 2005a: 148). Burada hayatı

    boyunca sadece kutsal kitap okuyan biriyle edebiyat okurunun arasındaki hayata

    bakış, yorum ve algı farkını örnek olarak almayı öneriyorum. Zira Richard E.

    Palmer’e göre edebiyatı anlamak bizim dünyada bulunmamızla ilgisi olan anlamadan

    daha üstün ve kapsamlı bir anlama formunda temellendirilmeli çünkü edebi bir eseri

  •   30

    anlamak, varoluştan düşünceler dünyasına kayan bilimsel bilgi türü değil, o bu

    dünyada oluşla ilgili kişisel tecrübeyi öne çıkartan tarihi bir yüzleşmedir (2002: 37).

    Dolayısıyla mimesis’in yaratıcı ve etkin bir süreç olarak okuyucuda

    tamamlandığı, mimesis üçlüsünün dolayımı ile hayatın anlatı olarak kavrandığını

    dolayısıyla da anlatılandırıldığı takdirde sorgulanabildiğini ortaya koyabildiğimi

    düşünüyorum. Sonuç olarak da Ricoeur düşüncesinde yaşanan hayatın ve ona ilişkin

    kurgulanan anlatının ötekilerin anlatılarına muhtaç olması bağlamında anlatı ve

    hayatı yan yana getirdiğini düşünüyorum. Aldığım bu yol çalışmamı, etik teorisini

    anlatı üzerinden kuran filozofun etik anlayışının tam da kalbine bağlıyor ve böylece

    Ricoeur’ün etik düşüncesindeki ana bağlama geri dönmüş oluyoruz.

    Gerçekten de varoluş ufkumuzun büyük ölçüde genişlemesini kurmaca yapıtlara

    borçluyuz. Kurmaca yapıtların gerçeğin yalnızca hafifletilmiş imgelerini, gölgelerini

    üretmesi söz konusu değildir. Yazınsal yapıtlar gerçekliği ancak onun gücünü

    artırarak, çoğaltarak betimlerler... (Ricoeur, 2005a: 154).

    Son olarak haber anlatısı perspektifinden bakalım. Her üç mimesis biçiminin,

    burada sözü geçen yazınsal yapıtlara nazaran, gerçekliğe dair iddiasının çok daha

    güçlü olduğunu ve onu çoğaltarak betimlemekten ziyade topluma dair bir gerçeklik

    inşa ettiğini söyleyebiliyoruz. Ricoeur felsefesinde anlatının sahip olduğu en önemli

    özellik anlatının kendi başına etik değer taşıması ise, bu durumunun haber anlatısı

    için de geçerli olduğunu bilerek, kurucu bir süreç içermesi açısından haber

    anlatısının etik yapısının aslında çok daha önemli olduğunu iddia edebiliriz. Bu

    nedenle mimesis uğraklarının her biri (gerçek deneyimle dolayımlanma tarzı, kurgu

    ve ufukların çatışması) etik açıdan farklı önemler taşıyorlar. Bu nedenle mimesis I,

    gerçek deneyim aşamasında anlamlı bir eylemin metin gibi okunması yani haber

  •   31

    açısından henüz kurgu yapılmadan önce etik bir “olay okuma biçimi” olarak

    belirmeli ve beraberinde etik bir vücut dili okumayı getirmeli. Ardından kurgu

    aşaması yani mimesis II, dile dair etik gerektiriyor ki bu da Ricoeur’ün dilsel

    misafirperverliği ile çözümlenebilecek bir aşama. Sonuçta mimesis üçlüsünün

    birlikte oluşturdukları haber anlatısı, gerçeğe gönderme yapan ve gerçekle bağları

    güçlü olan bir metin olarak ortaya çıkıyor. Bu noktada filozofun etik anlayışının

    temelini oluşturan düşüncelere üç temel uğrağını açımlayarak devam etmek

    istiyorum.

    3.   ETİĞE GİDEN YOLDA ÜÇ TEMEL UĞRAK

    3.1. İyi Hayat

    Etiğe dair düşünceleri bağlamında hayat ve anlatı arasındaki bağı

    gösterdikten sonra Ricoeur’ün temel etik niyeti üzerine düşünmek istiyorum ki bu

    niyet “ötekilerle birlikte”, “adil kurumlar içerisinde”, “iyi bir hayatın amaçlanması”

    olarak belirlenmiş. Burada “öteki” nosyonu, “adil kurumlar” ve “iyi bir hayat

    ereği”ni ayrı ayrı eksenler olarak ele almaya çalışacağım. “Öteki” daima devrede

    olacak ve çalışmanın temel bağlamlarından birini oluşturacak. Hem Ricoeur

    felsefesinde ötekinin yeri başat olduğu için hem de gazetecilik etiği bağlamında

    temel mesele olarak belirdiği için. “Adil kurumlar” vurgusu bir yandan Ricoeurcü

    etiğin birlikte yaşam için gereken en önemli metaforu, diğer yandan da gazetecilik

    kurumlarının sınanabileceği bir uğrak olması nedeniyle çalışma açısından önem

    taşıyor.

    “İyi hayat” tanımından başlamak istiyorum. Bunun sebebi, üçlü mimesis’in

    ve anlatının hayatla olan bağının açığa kavuşmasının ardından iyi hayat nosyonuna

  •   32

    geçişin hazırlanmış olduğunu düşünmem. İyi hayat, unsurlarını Ricoeur felsefesi

    üzerinden ayrıntılandıracağım üzere “sorgulanan” bir hayata gönderme yapıyor,

    hayata dair anlatının etik olup olmayışına. Bu çalışma ekseninde gazetecinin

    anlatısının etik bir anlatı olması olanağının onun düşündürmeye/ sorgulatmaya

    açıklığı, tam da bu sorgulatma bağlamında etik değer kazanması ve anlatının

    kendisinin de etik bir anlatıya dönüşmesi ve gazetecinin etik bir anlatı kurguladığına

    dair kendi anlatısına eleştirel bakması/ sorgulamasını imlediğini varsayarak

    Ricoeur’ün iyi hayat uğrağı ile gazetecinin anlatısı arasındaki yakınlık üzerine de

    düşünmeye çalışıyorum.

    Ricoeur’ün tanımı ile başlarsak:

    ... (iyi hayat) her bir kimse için kendileri bakımından bir hayatın az ya da çok kemale

    ermiş ya da ermemiş sayıldığı muvaffakiyet idealleri ve düşleri bulutudur. ... bu

    anlamda iyi hayat her şeye rağmen amaçlarını kendilerinde taşıdıklarını söylediğimiz

    eylemlerin kendisine doğru yöneldiği şeydir (2010a: 245).

    Filozof, iyi hayata dair bu tartışmada, iyi hayat idesi ile varoluşumuza ilişkin

    en önemli kararların, örneğin meslek hayatımızın, aşklarımızın ya da kendimize

    ayırdığımız vaktin arasındaki ileri geri gidip gelme oyunu sayesinde iyi hayat

    ereğimiz ile tikel seçimlerimiz arasında yorumbilgisel bir çember çizdiğimizi söyler.

    Bütün-parça ilişkisi içerisinde anlamlandırdığımız bu durum, anlamlı eylemi metin

    gibi okumak üzere, bir metne benzer. Burada önemli olan, eylemin metnini

    yorumlamak ve kendinin kendisini yorumlaması sürecine varmaktır. Böylece hayat

    idemiz ile kararlarımız arasında tam uygunluk olup olmadığını doğrularız (2010a:

    245-246). Bunun için de bir sorgulama yapmak gerekir.

  •   33

    Ricoeur en temelde Sokrates’in “Sorgulanmamış bir hayat yaşanmaya

    değmez” düsturundan yola çıkıp bu tür bir sorgulamayı da hayatın kendisini bir

    anlatı olarak kabul ederek gerçekleştiriyor. Hayatın anlatı olarak kabulü de insan

    eylemine dair “metin gibi okunma” özelliğini hatırlamayı gerekli kılıyor. Bu özelliği

    “kavramsal ağ” kısmında kısaca belirtmiştim, bu nosyona tekrar dönmek üzere,

    burada metin gibi okuyabilmek için hayatın anlatıyla olan derin ilişkisine vurgu

    yapmak ve “hayat yaşanır öykü anlatır” tezini nasıl tersine çevirerek

    temellendirdiğini göstermek istiyorum. Söz konusu karşı tezin (hayat-anlatı dolayımı

    ve aslında birbirlerinden ayrı koyutlanamayışlarının) çalışmamda haberin insanın

    anlam dünyasına dair etkisini betimleme çabama ışık tutacağı kanısındayım. Ayrıca

    bir kalkış noktası olarak kabul ettiğimde bu tez beni filozofun “iyi yaşam” tanımına

    ulaştırmış olacak.

    Sokrates’teki “sorgulanmamış yaşam, yaşam değildir” tezi karşısında Ricoeur

    sorgulamanın anlatı dolayımı ile yapılabileceğinden yola çıkar. En başa dönersek,

    Ricoeur mimesis I’in hayatın kendisinin olduğunu belirtmişti. Hayatın kendisi

    dolayısıyla hayata dair tüm duygular, örneğin acılar, burada yer alıyordu. İşte

    bunların anlaşılması ve içselleştirilmesi için mutlaka Aristoteles’in taklit olarak

    nitelendirdiği “insan hareketlerinin canlandırılması” gerekiyor15 çünkü insan olarak

    diğer canlılardan kendimizi bu şekilde ayırabiliyoruz. Bu canlandırmalara, hikayelere

    baktığımızda da alt yapılarının aslında hayatın kendisinden oluştuğunu görüyoruz.

    Yani bir yandan anlatılar hayatı anlamamızı sağlıyor, diğer yandan ise hayatı

    (gündelik pratiği) tanıdığımız için anlatıları anlamlandırabiliyoruz. Dolayısıyla bu

                                                                                                                   15  Ricoeur burada Aristoleles’in “Tragedya, insanların değil fakat eylemin ve hayatın taklididir, mutluluk da mutsuzluk da eylemde bulunur ve erek belli bir eylemdir, nitelik değil” vurgusunu hatırlatır (2010a: 192).

  •   34

    anlam dünyası kişinin anlatı dünyasına olan yakınlığı ölçüsünde derinleşiyor. Demek

    ki birbirinden ayrılamayacak derecede bütünleşmiş iki olgudan söz ediyoruz. Lisa

    Jones, Oneself as an Author adlı makalesinde bu tespiti destekleyecek şekilde

    anlatının sadece hayatla tamamlanacağından yola çıkarak, (pratikte) hayatı bilmeyen

    kişinin anlatıyı anlayamayacağını, hayatın da ancak ve ancak hikayelerin bilinmesi

    sayesinde anlaşılır olacağını söylüyor (2010: 49-68) ve buradan da Sokrates’in

    maksimine varıyor. Ancak bu kadarla sınırlı kalmıyor. Ricoeur, iyi hayat nosyonu

    için sorgulanmış bir yaşamdan başlayarak adil kurumlar içinde ötekilerle birlikte bir

    yaşamı öngörüyor.

    Şimdi hayat-anlatı ilişkisi üzerinden, sorgulanan yaşama dair bu düşüncelere

    çalışmamın ana ekseni olan haber anlatısı üzerinden bakmak istiyorum. Haberin bir

    anlatı olarak bir yandan dünyamızı belirlediğini, kesin tanımlarla şeylerin neliğini ve

    anlam çerçevelerini oluşturduğunu söylerken, diğer yandan da anlatı olarak haberin

    içinde bulunduğu kültürün öğelerinden beslenerek oluştuğunu söylemiş oluyoruz.

    Ricoeur’ün anlatı ve etik ilişkisi üzerinden, haber anlatısı ile toplumun yarattığı

    gerçekliğin ilişkisi bağlamında etik yapıya baktığımızda, haber anlatısının

    düşündürmeye ve sorgulatmaya olan yatkınlığının, gazetecinin kurguladığı haber

    anlatısının etik ile olan bağlarını sağlamlaştırdığını çıkarsayabileceğimizi

    düşünüyorum. Haber anlatısının kendi üstüne kapanmaması, tersine açık ve

    yorumları davet eden bir metin olma özelliği göstermesi, sorgulatmaya olan açıklığı

    Ricoeurcü açıdan iyi hayat nosyonuna yaklaşmayı sağlıyor. Bununla birlikte etik

    niyetin tamamlanması için gerekli olan öteki ve adil kurumlar gibi öğelerin

    katılmasıyla haber anlatısının etik kurgulandığı varsayılabilir diye düşünüyorum.

  •   35

    3.1.1.   Anlatılandırılan (iyi) Hayat  

    Fark edileceği gibi hemen tüm öğelerin sınırlarını kaybederek iç içe geçtiği

    Ricoeur felsefesinde baştan beri adı geçen anlatı, olay, durum, niyet, kahramanlar ve

    zaman gibi pek çok öğeyi barındırmak zorundadır. Ricoeur’ün deyimi ile:

    Anlatı eylemin kim’ini söyler. Kendimizi anlatarak, kendimizi konuşan özne ve

    eylemde bulunan özne olarak anlıyoruz. Çünkü anlatma gücü, günlük dilin en basit

    kullanımlarından, kurmacanının ve tarihsel anlatının yüksek düzeydeki biçimlerine

    dek yayılan bir pratiktir. Anlatı yapmak olayları, durumları, niyetleri, rastlantıları,

    ama aynı zamanda anlatılan bir öykünün kahramanları olarak kişilik