218
T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TARİH (YENİÇAĞ TARİHİ) ANABİLİM DALI XVII. YÜZYILIN İKİNCİ YARISINDA OSMANLI TOPLUMUNDA DEĞİŞİM EĞİLİMLERİ (HARPUT ÖRNEĞİ) DOKTORA TEZİ İbrahim Erdoğdu Ankara – 2006

T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

  • Upload
    others

  • View
    14

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

T.C.

ANKARA ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

TARİH (YENİÇAĞ TARİHİ) ANABİLİM DALI

XVII. YÜZYILIN İKİNCİ YARISINDA OSMANLI TOPLUMUNDA DEĞİŞİM

EĞİLİMLERİ

(HARPUT ÖRNEĞİ)

DOKTORA TEZİ

İbrahim Erdoğdu

Ankara – 2006

Page 2: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

T.C.

ANKARA ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

TARİH (YENİÇAĞ TARİHİ) ANABİLİM DALI

XVII. YÜZYILIN İKİNCİ YARISINDA OSMANLI TOPLUMUNDA DEĞİŞİM

EĞİLİMLERİ

(HARPUT ÖRNEĞİ)

DOKTORA TEZİ

İbrahim Erdoğdu

TEZ DANIŞMANI

Prof. Dr. Özer Ergenç

Ankara - 2006

Page 3: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

T.C.

ANKARA ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

TARİH (YENİÇAĞ TARİHİ ) ANABİLİM DALI

XVII. YÜZYILIN İKİNCİ YARISINDA OSMANLI TOPLUMUNDA DEĞİŞİM

EĞİLİMLERİ

(HARPUT ÖRNEĞİ)

Doktora Tezi

Tez Danışmanı: Prof. Dr. Özer Ergenç

Tez Jürisi Üyeleri

Adı ve Soyadı İmzası

Prof. Dr. Özer ERGENÇ ……………

Prof. Dr. Bahaeddin YEDİYILDIZ …………….

Prof. Dr. Mahmut ŞAKİROĞLU ………..……

Doç. Dr. Yılmaz KURT ……………..

Yrd. Doç. Dr. Eftal Ş. BATMAZ ……………..

Tez Sınavı Tarihi 26. 06. 2006

Page 4: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ……………………………………………………………………………..i

TABLO LİSTESİ……………………………………………………………..…...ii

KISALTMALAR…………………………………………………………………iii

GİRİŞ......................................................................................................................1-20

BİRİNCİ BÖLÜM

MEKÂN ORGANİZASYONU İÇERİSİNDE HARPUT

A- Harput’un Sancak-Kaza İlişkisi.................................................................21-73

1- Teorik Çerçeve......................................................................................22-33

a- Oluşturulan Birimin Yönetim Açısından Fonksiyonelliği…….21-24

b- İktisadî Yönden Çevresi İle Entegrasyon İmkânları ……….....24-30

c- Belde Yerleşiklerinin Birbirleriyle ve Devletle İlişkilerinin

Düzenlenebilmesi ......................................................................30-33

2- Klasik Dönemde Sancağın Tasarrufu....................................................34-69

B- Sancaktan Mukâta’aya Geçiş Sürecinde Harput .....................................69-102

Page 5: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

İKİNCİ BÖLÜM

MEKÂN ÜZERİNDE YÖNETİM ÖRGÜTLENMESİ

A-Örfî Yöneticiler.......................................................................................103-126

1- Kimlikleri Bakımından Sancakbeyleri/Mütesellimler................103-113

2-Yönetim Faaliyetler Bakımından Sancakbeyleri/Mütesellimler..113-123

3- Melikler………………….........………......................................123-126

B-Şer’i Yöneticiler......................................................................................126-153

1- Kadı ve Harput Mahkemesi……….............................................126-133

2- Arpalık Uygulamasına Geçiş…..................................................133-135

3- Kadı’nın Başlıca Görevleri...................................…...................135-146

4-Gündelik Hayat İçerisinde Harput Mahkemesi........................…146-153

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

KENTTE MEKÂNIN KULLANIMI

A- Şehrin Genel Görünümü…………………………........................................155

B- Kale……………………………………..................................…...……156-157

C- Şehir Sakinlerinin Yaşadığı Mahalleler............................…..................157-166

D- Ticaret ve Sanat Yerleri………………………......................................167-171

E- Dini ve Sosyal Yapılar…………………........................................……171-174

Page 6: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

SONUÇ.............................................................................................................175-182

BİBLİYOGRAFYA...……………………………………..............................183-202

ÖZET……………………………………………………................................203-204

ABSTRACT………………………………………………...................…......205-206

HARİTALAR...................................................................................................207-208

Page 7: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

ÖNSÖZ

Bu çalışmada özetle, Doğu Anadolu Bölgesi’nde ve Diyarbekir Eyaleti’ne

tâbi klasik bir sancak olan Harput Sancağı’nın, değişim açısından 17. yüzyılın ikinci

yarısındaki durumu çeşitli açılardan ele alınmakta ve sorgulanmaktadır. Bu bağlamda

söz konusu tarihte sancağın, imparatorluk genelinde gittikçe yaygınlık kazanan

mukâta’a ve iltizam uygulamalarından ne ölçüde etkilendiği ve özellikle 17. yüzyılın

ortalarına doğru sancak gelirinin mîrî mukâta’a haline dönüştürülerek Van kalesi

neferlerine “ocaklık” bağlanmasıyla başlayan değişim süreci, mekân üzerinde malî,

örfî ve şer’i açılardan irdelenmektedir. Bu yapılırken bir yandan değişimin izleri

aranmakta, diğer taraftan mukâta’a uygulamasıyla sadece malî alanda meydana

gelmiş gibi görünen değişimin idarî yönü ele alınmaktadır. Bu çalışmada ayrıca,

kullanılan şer’iyye sicillerinin bilgisayar destekli ortamda çok yönlü kullanılabilirliği

denenmeye ve test edilmeye çalışılmıştır.

Çalışmamızın planlanmasından itibaren son şeklinin verilmesine kadar geçen

süre boyunca hemen her aşamada, kimi zaman hayata dair yönlendirmeleri ve kimi

zaman kavramakta zorlandığım konular üzerinde, metodolojik olduğu kadar

tecrübeleri ve ufuk açıcı sözleri sayesinde yardım ve desteğini gördüğüm başta

danışman hocam Prof. Dr. Özer Ergenç’e çok teşekkür ederim. Bundan önce yüksek

lisans tez danışmanım olan ve bilimsel çalışma yapabilmenin zevkiyle birlikte ilk

bilgilerini de kendisinden aldığım hocam Prof. Dr. Bahaeddin Yediyıldız’a da, bu

çalışmanın farklı aşamalarındaki görüşlerinden dolayı teşekkür ederim. Bunun

yanında yine tezimize son şeklini vermeden önce biçim ve içerik yönünden eksikliği

görülen noktalar üzerinde doğrudan görüşlerini benimle paylaşan Prof. Dr. Mehmet

Öz’e, Doç. Dr. Fatma Acun’a, Doç. Dr. Yılmaz Kurt’a ve Doç. Dr. Yunus Koç’a da

teşekkür etmek isterim. Ayrıca tezimizin İngilizce özetinde yardımcı olan arkadaşım

Dr. Hülya Taş’a, bilgisayar ve sâir teknik konularda yardımlarını esirgemeyen

arkadaşlarım Tevfik Çil’e, Tuncay Karabulut’a ve Arş Gör. Kamil Doğancı’ya da

teşekkür ederim.

Son olarak tez boyunca engin bir sabır gösteren eşim Serap ve oğlum Alperen

ile doktora için beni sürekli teşvik eden ancak sonucunu görmeye ömrü vefa etmeyen

babam Rifat Erdoğdu’ya şükranlarımı sunarım. İbrahim Erdoğdu / Ankara 2006

i

Page 8: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

TABLO LİSTESİ

Tablo 1 : Defterlerin Tarihleri

Tablo 2 : Defterlerdeki Genel Belge Türleri ve Yüzdelik Dilimleri

Tablo 3 : Belge Türleri ve Sayıları

Tablo 4 : Fermanların Konularına Göre Tasnifi

Tablo 5 : Beratların Konularına Göre Tasnifi

Tablo 6 : Zabıt Türleri ve Sayıları

Tablo 7 : Harput Sancağı’na Bağlı Nahiyeler

Tablo 8 : Klasik Dönem Harput Sancağı’nda Padişah-Sancakbeyi Hasları

Tablo 9 : Klasik Dönem Harput Sancağı’nda Padişah-Sancakbeyi Hâslarının

Çeşitleri

Tablo 10 : Tahrîrlere Göre Padişah Hasları İçerisindeki Mukâta’alar

Tablo 11 : Harput Mukâta’a Emînleri/Mütesellimleri

Tablo 12 : Sancakta Görevli Kadılar ve Kimlikleri

Tablo 13 : HŞS 362 Nolu Defterdeki Zabıtların Aylara Göre Dağılımı

Tablo 14 : HŞS 391 Nolu Defterdeki Zabıtların Aylara Göre Dağılımı

Tablo 15 : Harput’un Mahalleleri ve Avârız-hâne Sayısı

Tablo 16 : Harput Şehrinde Bulunan Mahalleler (1518-1712)

Tablo 17 : Mahallelerin Defterlerde Geçme Sıklığı

Tablo 18 : Harput Şehrinde Faaliyet Gösteren Esnaf Grupları

ii

Page 9: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

KISALTMALAR

A.g.e. : Adı geçen eser

A.g.m. : Adı geçen makale

AÜSBFD : Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi

Bkz. : Bakınız

C. : Cilt

C. A. : Cemâziyel-âhir

C. E. : Cemâziyel-evvel

Çev. : Çeviren

DİA : Diyanet İslam Ansiklopedisi

DTCFD : Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi

Ed. : Editör

HŞS : Harput Şer’iyye Sicili

İ.A. : İslam Ansiklopedisi, Milli Eğitim Bakanlığı

İ.Ü. : İstanbul Üniversitesi

OA : Osmanlı Araştırmaları

OTAM : Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi

R.A. : Rebi’ül-âhir

R.E. : Rebi’ül-evvel

s. : Sayfa

S. : Sayı

TK : Türk Kültürü

TTK : Türk Tarih Kurumu

Yay. : Yayınlayan

iii

Page 10: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

1

GİRİŞ

Osmanlı İmparatorluğu’nda 17. yüzyıl, her yönden değişimin yaşandığı bir

dönemdir. Yapılan çalışmalarda 17. yüzyıl, genel olarak siyasi gerileme, demografik

kriz, ekonomik güçlükler veya karanlık dönem gibi isimler ile tanımlanırken1

dönemin siyasî, askerî, sosyal ve ekonomik olayları ile bu olayların niteliğini ve

sebeplerini açıklayabilmek için yerli ve yabancı pek çok tarihçi tarafından, önemli

çalışmalar yapılmıştır2.

Bu dönemle ilgili gerek yapılmış ve gerekse de yapılacak araştırmalarda

sorulması gereken veya cevaplanması en öncelikli olan temel sorulardan birisi, neden

özellikle bu yüzyılda büyük toplumsal ve ekonomik karışıklıkların başladığı ve

yaşanmış olduğudur. Ya da 16. yüzyılın sonlarında en geniş sınırlarına ulaşan

Osmanlı Devleti, aynı zamanda bu tarihlerden itibaren bir duraklama ve sonra da

gerileme sürecine mi girmişti? Yoksa iç ve dış dinamiklerin beraberce etkilediği bir

değişim döneminin meseleleriyle mi uğraşmak zorunda kalmışlardı? Ya da söz

konusu bu değişimden İmparatorluk genelindeki yönetim birimleri hangi ölçüde ve

nasıl bir hızla etkilenmişti? Devlet yeni gelişmeler karşısında nasıl bir tutum

sergilemişti? Aldığı pratik önlemler var mıydı? Ya da bu değişimin taşraya yansıyan

boyutları nasıldı?

Şüphesiz bu soruların değişik açılardan karşılığı bulunabilir ancak, yüzyılın

geneline ilişkin kabul gören yaklaşımlar 17. yüzyılda belirgin bir gerileme, kriz ve

değişimin yaşandığı şeklindedir3.

1 Cem Behar, “Osmanlı Nüfus İstatistikleri ve 1831 Sonrası Modernleşmesi”, Osmanlı Devleti’nde Bilgi ve İstatistik, Ankara, 2000, s. 67 (Osmanlı nüfus istatistikleri konulu bu çalışmada 17. yüzyıl için “Osmanlı Demografisinde Karanlık Dönem” başlığı kullanılmaktadır.) 2 Bu tarihçilerin her biri 17. yüzyılın tarihi olaylarına değişik açılardan bakmakta ve farklı yorumlarda bulunmaktadırlar. Bu konuda önemli olanlar için bkz. Mustafa Akdağ, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası “Celali İsyanları”, Ankara, 1975; M.A. Cook, Population Pressure in Rural Anatolia, 1450-1600, London, 1972; Halil İnalcık, “Military and Fiscal Transformation in the Ottoman Empire, 1600-1700”, Archivum Ottomanicum, VI, Louvain, 1980, s. 283-337; William Griswold, Anadolu’da Büyük İsyan 1591-1611, (Çev. Ülkün Tansel), İstanbul, 2000; Rifa’at Ali Abu-el-Haj, Modern Devletin Doğası:16. Yüzyıldan 18. Yüzyıla Osmanlı İmparatorluğu, (Çev. Oktay Özel-Canay Şahin), Ankara, 2000; Suraiya Faroqhi, “Agriculture and Rural Life in the Ottoman Empire 1500-1878: A Report on Scholarly Literature Published Between 1970 and 1985”, New Perspectives on Turkey, I, 1987, s. 3-34. 3 “Gerileme” literatürü için bkz., Bernard Lewis, “Ottoman Observers of Ottoman Decline”, Islamic Studies, I,1,1962, s.71-87; Douglas A.Howard, “Ayn’ Ali Efendi and Literature of Ottoman Decline”, Turkish Studies Association Bulletin, 11, Bloomingtoon, 1987, s.18-20; Aynı yazar, “Ottoman

Page 11: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

2

Farklı isimlerle ifade edilse de, lâyîha yazarlarının eserlerinde ve kroniklerde

belirtildiği gibi, 16. yüzyılın sonlarından itibaren ve 17. yüzyıla gelindiğinde mevcut

düzenin eskisi kadar mükemmel işlemediği muhakkaktır. Bu durumun temel sebebi,

söz konusu kaynaklarda devletin en güçlü olduğu zamanlardan itibaren baş gösteren

“mükemmel nizâm”dan sapılması şeklinde değerlendirilmektedir. Osmanlı nasîhat

yazarlarının yargısı, en azından esası bakımından modern tarihçilerce de paylaşılmış

ancak, onların çöküş sebebi olarak zikrettiği unsurlar tarihçiler tarafından çöküşün

tezâhür ve sonuçları sayılmıştır. Nitekim modern tarihçiler Osmanlıların çöküş

sebebini temelde sürekli genişlemeye, coğrafi keşifler, askeri teknolojideki

değişiklikler gibi gelişmelerin niteliğinin iyi kavranamamasına ve sonuç olarak ta

gerekli tedbirleri alacak zihni ve maddi donanıma sahip olunmamasına bağlamak

eğilimindedirler4.

Karpat’a göre 1603-1789 tarihleri arası modern çağa geçişte Osmanlı

tarihinin muhtemelen en fazla ihmal edilmiş, buna mukâbil en önemli dönemidir. Bu

dönemin önemi, 19. yüzyıl reformlarının bir çoğunun olduğu kadar Balkanlar’da ulus

devletlerinin ortaya çıkışında ve dolayısıyla bu yüzyılda meydana gelen sosyo-

ekonomik gelişmelerden kaynaklanmış olmasından ileri gelmektedir. Bu dönem

önemlidir çünkü seçkinlerin statüsüne önceden yönetici zümreler karar verirken,

yavaş yavaş bu ölçüt değişmekte ve ekonomik gücü olan daha düşük sınıftan

insanların kendilerine statü aradıklarına şahit olunmaktadır. Tarihçiye göre yine bu

can alıcı dönemin ihmal edilmesinin en önemli sebeplerinin başında, meydana gelen

gelişmelerin (ilk dönemlere kıyasla) nispeten karışık bir mahiyet arz etmesi ve onları

incelemeye müsait kavramsal araçlardan mahrum bulunulmasıdır. Zira ele alınan

dönemde Osmanlı toplumunda devleti ve siyasal sistemiyle birlikte önemli bir

dönüşüm ve mutlâkiyetçilik ile merkeziyetçiliğin çözülüp yeni insiyatiflerin devreye

girdiğine, daha önceden bilinmeyen bazı aktör ve faktörlerin siyasal ve toplumsal

denkleme dahil olduğuna şahit olunmuştur5.

Histography and the Literature or ‘Decline’ of the Sixteenth and Seventeenth Centuries”, Journal of Asiatic Society, 22, 1988, s.52-77; Rıfa’at Ali Abou-el-Haj, Modern Devletin Doğası:16. Yüzyıldan 18. Yüzyıla Osmanlı İmparatorluğu, (Çev. Oktay Özel-Canay Şahin), Ankara, 2000; Ayrıca bkz., İnalcık, a.g.m. (1980); Faroqhi, a.g.m. (1986); Goldstone, a.g.m. (1988). 4 Mehmet Öz, “II. Viyana Seferine Kadar XVII. Yüzyıl”, Genel Türk Tarihi, Yeni Türkiye Yayınları, C. 6, Ankara, 2000, s. 81 v.d. Ayrıca bkz. aynı yazar, Osmanlı’da Çözülme ve Gelenekçi Yorumcuları, İstanbul, 1997. 5 Naklen bkz. Mustafa Armağan, “Osmanlı Gerilemesi Masalından Uyanmak”, Düşünen Siyaset (Osmanlı ve İdeolojisi Sayısı), Ağustos-Eylül 1999, Ankara, s.116-117

Page 12: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

3

Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük

ölçüde bir çözülme sürecine girmiştir. Bu dönemde imparatorluğun her hangi bir

yerinde ve her hangi bir zamanda bir iyileşme veya düzelmenin olup olmadığı

sorgulanmalıdır6.

Osmanlı Devleti’nin 17. yüzyıldan itibaren çözülmeye başladığı görüşüne

karşı olanların yanısıra7 İslamoğlu ve Keyder, söz konusu tüm bu değişmelere

rağmen, farklı biçimlerde de olsa aynı toplumsal yapının devam ettiğinde ısrar

etmektedirler8. Bu yaklaşım tarzı ile ilgili Abou-El-Haj, Osmanlı tarihçilerinin

Osmanlı devlet ve toplumunu bütünüyle durağan bir yapı olarak düşünmeye alışkın

olduklarını ve yeni bulgular aksini yani bir hareketliliği ortaya koysa dahi

düşüncelerine yeni bir yön verme konusunda büyük bir kavramsal sıkıntı içinde

bulunduklarını ileri sürmektedir. Tarihçi, 17. yüzyıl Osmanlı devlet ve toplumunda

topyekün bir dönüşüm yaşandığının kabul edilmesi için daha ne kadar değişime

gerek olduğunu sorarken, Osmanlı devlet ve toplumunda meydana gelen

değişimlerin daha iyi anlaşılabilmesi için, 16. yüzyıla ait kanıtlarla 17. yüzyıl

sonlarının kanıtlarının karşılaştırmalı incelenmesi gerektiğini vurgulamaktadır9.

Ayrıca 16. yüzyıl sonlarında Mustafa Âli ile 17. yüzyılda Koçi Bey’in yaptığı

değerlendirmelerin, hiç sorgulanmadan Osmanlı Devleti’nin çöküşü için kanıt olarak

kullanılmasının sakıncalarına değinmektedir. Bu yüzyıldaki değişim veya

dönüşümün ortaya konulabilmesi yalnızca ilgili dönemin Osmanlı yazarlarınca

resmedilen fotoğrafların incelenmesi değil, aynı zamanda söz konusu dönemin

tarihsel gerçeklerinin yeniden inşa edilmesi gerektiğine de dikkat çekmektedir10.

6 Faroqhi, Ankara ve Kayseri’deki ev sahipliği ile ilgili araştırmasında bu iki kentin XVII. Yüzyıl boyunca bariz bir çöküş yaşamadığını ortaya koymaktadır. Bkz. Men Of Modest Substance- House Owners and House Property in Seventeenth –Century Ankara and Kayseri, Cambridge, 1987, s. 6-22. 7 M.G.S. Hodgson, The Venture of Islam Conscience and History in a Civilization, Chicago-London,1972 (Yazar, çözülmenin veya çökenin mutlakiyetçilik olduğunu belirterek, mutlakiyetçiliğin çöküşünü bütün bir devlet ve topluma teşmil etmenin yanlışlığına dikkat çekmektedir. Bkz. Mehmet Öz, “Onyedinci Yüzyılda Osmanlı Devleti: Buhran, Yeni Şartlar ve Islahat Çabaları Hakkında Bir Değerlendirme”, Türkiye Günlüğü, S. 58, Aralık 1999, s. 50’den naklen. 8 H. C. İslamoğlu -Ç. Keyder, “Agenda for Ottoman History”, Review, 1/1, 1977, s. 31-55 9 Rıfa’at Ali Abou-El-Haj, a.g.e., s. 31 (Burada aynı zamanda 17. ve 18. yüzyıl uzmanı Avrupalı tarihçiler arasında sürmekte olan tartışmalara değinilmektedir.) 10 Rıfa’at Ali Abou-El-Haj, a.g.e., s. 55. Bunun yanı sıra Osmanlı tarihi ile ilgili modernleşme, Adem-i Merkeziyetçilik, ATÜT, Erken Modern Devletler ile Osmanlı Devleti’nin mukayesesi v. s. gibi bazı modellerle Osmanlı Devleti’nde 17. yüzyılda yanlış gidenin ne olduğunu bulmaya ve anlamaya çalışmak, Osmanlı tarihinin “ihmal edilmiş” iki yüz yılını yani klasik dönem ile 19. yüzyılın reformları arasını “bir parantez olarak görme” eğilimi ve çöküş paradigması, pek çok araştırmacı

Page 13: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

4

Nitekim son 20-25 yılda yapılan araştırmalar toplumsal, ekonomik ve kültürel hayatı

bütün olarak ele aldığımızda sürekli bir çöküş veya gerileme olgusundan

bahsedilemeyeceğini ortaya koymuştur11.

Gerçekten de Osmanlıların zamanla geliştirerek te’sîs ettikleri ve yukarıda

temas edilen mükemmel sistem, 16. yüzılın sonlarına kadar devam etti ve yüzyılın

sonlarına gelindiğinde bu temel sistemlerde bir takım değişiklikler yaşandı. Bu

değişmelerin bir kısmı, Osmanlı ülkesindeki bazı şartların değişmesinden

kaynaklanmaktaydı. Ancak bir kısmı da, Osmanlı Devleti’nin dışında meydana gelen

değişmelerin, kendisi üzerinde meydana getirdiği etkilere bağlıydı. Bu dönemde

temel sistemlerin değişmeyle birlikte meydana gelen bazı problemler, özellikle

yönetim açısından daha çok gündeme geldiği ve irdelendiği için, duraklama ve

gerileme dönemleri şeklinde tanımlanmaktadır. Fakat aslında bu dönem önemli

değişimlerin yaşandığı bir süreçti. Bu dönem Osmanlı klasik döneminin değiştiği bir

dönem olmasının yanında, aynı zamanda o dönemin sınırladığı hareketliliğin artmaya

başladığı ve gittikçe boyutlandığı bir dönemdi. 17. ve 18. yüzyıllarda toprak

kayıplarıyla başlayan ve daha önce genişletilmiş sınırlardan artık geriye doğru bir

dönüşle beliren hareketlilik, eski özelliklerin de aktarılmasıyla yeni bir görünüm

kazanıyordu. Bu yüzyıllarda Osmanlı toplumu bir yandan eski iddialarını sürdürmek

isterken, devlet yine eski iddialarıyla varlığını kanıtlamak üzere yeni şartlar

karşısında düzenlemelere gidiyor ve ortaya çıkan yeni problemler ile birlikte yeni

çözüm arayışları da sürüyordu12.

Görüldüğü gibi 17. yüzyılın sosyal, siyasi, kültürel ve ekonomik olaylarına

alternatif yorumlar getirmek ve mevcut anlayışların lehinde veya aleyhinde bazı

sonuçlara varmak kolay görünmemektedir. Böyle bir girişim, yüzyıla ait temel

kaynakların yeniden incelenmesinin dışında, bazı somut problemler etrafında ve

çok sayıda bölgesel incelemeyi de gerektirir. Faroqhi’nin de önemle belirttiği gibi,

yapılacak çalışmalarda Osmanlı Devleti’nin birbirinden uzak bölgeleri arasındaki

tarafından eleştirilmektedir. H. İslamoğlu – Ç. Keyder, “Osmanlı Tarihi Nasıl Yazılmalı? Bir Öneri”, Toplum ve Bilim, I, 1977, s. 49-80. 11 Yaşanan buhranları 17. yüzyılın bütünü için genellemek yerine, bu yüzyılın tarihi incelenirken olayların somut problemler etrafında incelenmesi gerektiği ve böyle bir yaklaşımla yapılan incelemelerin sürekli bir “çözülme-gerileme” tasviriyle bağdaşmayacağı ile ilgili ve yapılan söz konusu çalışmaların ayrıntıları, yorumları ve birbirleriyle karşılıklı mukayesesi için bkz. Mehmet Öz, “II. Viyana Seferine Kadar XVII. Yüzyıl”, s. 81-113. 12 Özer Ergenç, “Sosyal ve Ekonomik Yapı”, Beylikten Cihan Devletine Milliyetçilik ve Milliyetçilik Tarihi Araştırmaları VII. İlmî Kongresi (Eskişehir 3-4 Aralık 1999), Ankara, 2000, s. 159-166.

Page 14: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

5

farklılıklar daima göz önünde bulundurulmalıdır13. Çünkü yapılacak bölgesel ya da

yerel çalışmalar, ülke genelinde meydana gelen olayların yerel bazda daha iyi

anlaşılması ve o güne kadar bilinmeyen bazı ince ayrıntıların tespit edilmesine imkân

sağlayabilir.

Bu açıdan bakıldığında tezimizin amacı, bir ara geçiş dönemi olarak da

nitelendirilebilecek 17. yüzyılın ikinci yarısında, klasik dönemdeki pek çok

uygulamanın yanı sıra yeni uygulamalara da boyut kazandıran değişim sürecinin

taşradaki yansımalarını Harput Sancağı özelinde mekânın kullanımı ile bu mekân

üzerindeki yönetim örgütlenmesini (örfî, şer’î, malî v.s.) dönüşüm ya da değişim

açılarından irdeleyerek anlamaya çalışmaktır. Dolayısıyla bu çalışmada Harput

Sancağı’nın 17. yüzyılın ikinci yarısından itibaren söz konusu değişim faktörlerinden

ne ölçüde etkilendiği veya ne gibi değişikliklerin yaşandığı, bunların en çok hangi

alanlarda kendini hissettirdiği veya nerelerde farklılaşmanın görülmediği noktasında

somut sonuçlar ortaya koyabilmektir. Bu yapılırken, incelenen kaynaklardan elde

edilen verilerin kullanılabilirliğine göre değişimin izleri 1661-1693 tarihleri arasında

Harput Sancağı’ndaki mevcut yapı üzerinde gösterilmeye çalışılmıştır. Ayrıca

bilgisayar destekli yeni bir yöntemle sürdürülen çalışma sonucunda sancağın klasik

dönemi ile 17. yüzyılın ikinci yarısındaki durumu değişik açılardan karşılaştırılmıştır.

Böylece, incelediğimiz dönemde sancağın tarihine bilinen ve bilinmeyenler açısından

da katkıda bulunulduğu düşünülmektedir.

Dönem olarak 17. yüzyılın ikinci yarısının seçilme sebeplerinden birincisi,

Harput tarihi hakkında yapılan çalışmalarda bu yüzyılın belli bir bütünlük içerisinde

çok yönlü olarak ele alınmamış ve genellikle atlanmış olmasıdır. Nitekim bizden

önceki bir çok çalışmada Harput’un Osmanlı eğemenliğine geçtiği tarihlerden

günümüze bilgi verilirken, tahrirlerin yapıldığı 1518’den 1566’ya kadar ki dönem

arasına yapılan atıfların dışında, M. Ali Ünal ile Rıfat Özdemir’in bazı makaleleri

hariç, genel olarak 17. ve 18. yüzyıllardan neredeyse hiç bahsedilmeden doğrudan

19. yüzyıla geçilmektedir. Yani çok sayıdaki çalışma içerisinde yörenin tarihine ait

olanların sınırları, tahrirlerin yapıldığı 16. yüzyıl ile sicillerin kullanıldığı 19. yüzyıl

13Suraiya Faroqhi, “Yeniçağ Başlarında Siyasi ve İktisadi Bunalımlar”, Türkler, C. IX, Ankara, 2002, s. 37 (Mesela İç Anadolu şehirlerinden Tokat, 18. yüzyılın sonlarında özerk bir konumda önemli bir iktisadi merkez durumunda iken, aynı durum Ege kıyılarındaki İzmir için söz konusu değildir).

Page 15: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

6

ağırlıklıdır14. Söz konusu çalışmalarda genellikle Ünal’ın tezine atıfla Harput’un

klasik dönemine ait bilgiler verilmekte, 17. yüzyıl için ise daha önce yapılmış iki

14Harput tarihi hakkında bu güne kadar pek çok makale ve kitap yayınlanmıştır. Ancak son yıllarda Türkiye’de yapılan tarihçiliğin ağırlıklı olarak ya tamamen kuramsal bir çerçevede ya da hiç bir hipotez ve problem içermeksizin sadece amprik bilgilerin sıralanması şeklinde bir seyir takip ettiği (bkz. Oktay Özel-Gökhan Çetinsaya, “Türkiye’de Osmanlı Tarihi’nin Son Çeyrek Yüzyılı: Bir Bilanço Denemesi”, Toplum ve Bilim, 91, (Kış, 2001-2002), s. 8-38) iddiası kabul edilecek olursa, aynı durum ne yazık ki Harput tarihi hakkında yazılanlar için de söz konusudur. Bu noktadan hareketle konumuzla ilgili gördüğümüz ve önemli bulduğumuz bir kaçı hakkında bilgi vermek istiyoruz. Bunlardan ilki İshak Sunguroğlu tarafından 1958 de yayınlanan ve toplam 4 ciltten oluşan “Harput Yollarında” isimli eserdir (İshak Sunguroğlu, Harput Yollarında, İstanbul, 1958). Aslen tarihçi olmadığı halde uzun yıllar Harput’tan uzak yaşamış olmasının verdiği bir özlem ve ruh haliyle eserini yazan Sunguroğlu, özellikle 19. ve 20. yüzyıllar ağırlıklı olmak üzere Harput tarihini, dört ciltten oluşan bu kapsamlı eserinde işlemiştir. Böylesine geniş boyutlu bir eser olmasına karşılık yazarın, halk arasındaki bazı efsane ve rivayetlere fazlaca önem vermesi ve maalesef kullandığı arşiv belgelerinden birçoğunun kritiğini yapmadan doğrudan kitabına alması; ayrıca çok az dipnot kullanması ve hatta kullanmış olduğu dipnotlarda kaynağın ya tam künyesini ya da sayfa numarasını çoğunlukla vermemesi, böylesine değerli bilgiler içeren bir eserin bilimselliğini gölgelemiştir. Buna rağmen eser, Harput ve çevresi üzerinde yapılmış ve yapılmakta olan pek çok araştırmaya temel kaynak teşkil etmektedir. Eserde kültür tarihi, folklorik ve etnografik bilgilerin yanı sıra Harput’ta yetişmiş birçok önemli şahsiyetin monografileri de geniş yer tutmaktadır. Harput tarihi üzerine yazılmış önemli bir diğer kitap, Nureddin Ardıçoğlu’na aittir (Nureddin Ardıçoğlu, Harput Tarihi, İstanbul, 1964). Kitap, Harput’un Osmanlı öncesi siyasi tarihi üzerine yapılmış ciddi ve önemli bir çalışmadır. Kitapta ilkçağlardan başlayarak Osmanlılar tarafından fethedilmesine kadar Harput’un siyasi tarihi, çok sayıda yerli ve yabancı kaynak kullanılarak izah ediliyor. Fakat bu eserde de ne yazık ki dipnot kullanılmamış ve yararlanılan kaynaklar, kitabın sonunda topluca verilmiştir. 1950’li yıllardan itibaren tarihçilerin yanı sıra bazı coğrafyacıların da yöreye ilgi duydukları ve araştırmalar yaptığı görülmektedir (Örneğin Besim Darkot, “Harput”, İ. A., C.5, 1949, s. 296-299; M. Sarıbeyoğlu, Aşağı Murat Bölgesinin Beşeri Coğrafyası, Ankara, 1951; E. Akkan, “Elazığ ve Keban Barajı Çevrelerinde Coğrafya Araştırmaları”, AÜDTCF Coğrafya Araştırmaları Dergisi, S. 5-6, Ankara, 1972, s. 125-215; Ü. Sergün, Uluova-Beşeri Coğrafya Açısından Bir Araştırma, İstanbul, 1975; M. Elibüyük, “Türkiye’nin Tarihi Coğrafyası Bakımından Önemli Bir Kaynak: Mufassal Defterler”, Coğrafya Bilim ve İnceleme Kolu Coğrafya Araştırmaları, C.I, S.2, Ankara, 1990, s. 11- 42 (Yazar 1990 tarihinde yayınlanan çalışmasında uygulama örneği olarak Harput Sancağı üzerinde durmaktadır). Özellikle 1985’ten sonra ve 1990’ların başlarından itibaren, Harput tarihiyle ilgili yapılmış olan birkaç akademik tez, yöre tarihinin aydınlatılmasına yönelik başlatılan bir projenin sonucu olarak göze çarpmaktadır. M. Ali Ünal tarafından doktora tezi olarak hazırlanan ve basılan “Harput Sancağı 1518-1516” isimli çalışmada Ünal, başta tahrir defterleri olmak üzere mühimme defterleri, muhasebe defterleri, ruznâmçe ve tımar tevcih defterleri gibi zengin arşiv kaynaklarını kullanmıştır. Ünal’dan sonra Harput tarihi üzerine yapılan akademik çalışmalarda kaynak olarak şer’iyye sicilleri kullanılmıştır. Bu çalışmalardan yalnızca iki tanesi 17. yüzyıl Harput Şer’iyye sicilleri kullanılarak hazırlanmıştır. (Söz konusu çalışmalar Erdinç Gülcü ve Bekir Koçlar tarafından yüksek lisans çalışması olarak, defterlerin transkripsiyonu şeklindedir. Aynı defterler, çalışmada kullandığımız kaynaklar arasındadır). Diğer çalışmalarda ağırlıklı olarak 19. yüzyıl sicilleri kullanılmıştır. Ayrıca şer’iyye sicilleri verilerine dayalı bazı makaleler yazılmıştır (Örneğin, Rifat Özdemir, “Çeşitli Osmanlı Kanunnâmelerinin Mukayesesi ve Uygulaması Üzerine Bazı Bilgiler”, 19 Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, S. 3, Samsun, 1988, s. 125-151; Aynı yazar, “Avârız ve Gerçek-Hâne Sayılarının Demografik Tahminlerde Kullanılması Üzerine Bazı Bilgiler”, X. Türk Tarih Kongresi (22-26 Eylül 1986), C. IV, Ankara, 1993, s. 1581-1613; Aynı Yazar, “Harput’ta Ailenin Sosyo-Ekonomik Yapısı 1631-1919”, (23-26 Mart 1987 Tarihleri Arasında F.Ü. Tarafından Tertiplenen “Türk İslam Tarih ve Kültüründe Fırat Havzası Sempozyumu” na Sunulmuş Tebliğ); Aynı yazar, “Harput ve Çemişgezek’te Askeri Ailelerin Sosyo-Ekonomik Yapısı 1890-1919), Tarih İncelemeleri, V, İzmir, 1990; Mustafa Öztürk, “XIX. Yüzyılda Harput’ta Fiyatlar”, Belleten, C. 53, S. 207-208, Ankara, 1989, s. 797-828; Ahmet Halaçoğlu, “1866-1868 Tarihleri Arasında Harput Mahkemesine İtikal Eden Dava ve İdari Uygulamalar”, TKA, Ankara, 1988, s. 141-147; İbrahim Yılmazçelik, “XIX. Yüzyılda Anadolu’da Ermenilerin Sosyal ve İktisadi Durumları Hakkında Bazı Belgeler”, F.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi, S.1, Elazığ, 1987). Yine 19. yüzyıl Harput tarihine ilişkin

Page 16: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

7

transkripsiyon çalışmasındaki bazı veriler kullanılarak, bunlar tüm 17. yüzyıl için

genellenmektedir15. İkincisi ise, bu yüzyılda görülen yeni gelişmeler görebildiğimiz

kadarıyla “değişim” perspektifinden hiç bir çalışmada mevzu bâhis edilmemektedir.

Oysa bu çalışma sonucunda yaptığımız tespitlere göre, 17. yüzyılın ortalarından

itibaren kademeli bir şekilde cereyan eden sancaktan mukâta’aya dönüşüm sürecinde

sancağın tasarruf ediliş şeklinden başlayarak örfî, şer’i, ekonomik ve sosyal açılardan

önemli değişimler veya dönüşümler yaşanmıştır.

Belgelerin Tanıtımı ve Yöntem

17. yüzyıl Harput Sancağı’nı incelerken kullandığımız temel kaynaklarımız

şer’iyye sicilleridir. Bilindiği gibi Osmanlı tarihinin en önemli belge gruplarından

olan siciller, yine pek çok araştırmanın dayandırıldığı temel malzemelerdendir16.

çalışmalarda şer’iyye sicillerinin yanı sıra salnâmeler ve Başbakanlık Osmanlı Arşivindeki çeşitli belgelerden de istifade edilmiştir (Salnamelerle ilgili yapılan çalışmalar için bkz. Erdal Açıkses, “Salnamelere Göre Mamuratü’l Aziz (Harput) Vilayetinde Eğitim ve Öğretim”, X. Türk Tarih Kongresi, Ankara, 1986, s. 2221-2232; Rahmi Doğanay, Salname Kayıtlarına Göre 19. Yüzyılda Harput’ta Mali Yapı; Çeşitli arşiv kaynaklarından yararlanılarak yapılan çalışmalar için bkz. Orhan Kılıç, “XIX. Yüzyılda Harput’ta Misyoner Faaliyetleri”, F.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi, C. 3, S.1, Elazığ, 1989, s. 119-139; Ergünöz Akçora, “Harput’ta 20. Yüzyıl Başlarına Kadar Türkler ile Ermeni Toplumunun Sosyo-Ekonomik Durumu”, F.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi, S.1, C. 2, Elazığ, 1988; İsrafil Kurtcebe, “Harput Misyoner Merkezi’nin Belgelerine Göre Türkiye’de Amerikalı Misyonerlerinin Faaliyetleri”, Türk Kültürü, S. 340, 1991, s. 495-503). Bunların dışında zaman zaman düzenlenen sempozyum ve konferanslarda sunulan tebliğler de Harput tarihine ilişkin değerli bilgiler ihtiva etmektedir ve bunlar kitap haline getirilmiştir (Mesela bkz. Tarih İçinde Harput ve Fırat Havzası Sanat ve Tarihi Sempozyumu, Elazığ, 1992; Dünü ve Bugünüyle Harput, Elazığ, 1999). Ayrıca son yıllarda arkeolojik veri kaynaklı ve geleneksel halk inançlarını da içeren yeni çalışmalar yapılmıştır (Kentsel kimlik içinde Harput’ta bulunan tarihi mekânların gelişimi ve yapıların teknik ve arkeolojik özelliklerinin ele alındığı bir akademik çalışma için bkz. Ertuğrul Danık, Ortaçağ’da Harput, Ankara, 2001. Geleneksel Harput halk kültürünün inanç boyutu üzerine yapılan bir çalışma için bkz. Rıfat Araz, Harput’ta Eski Türk İnançları ve Halk Hekimliği, Ankara, 1995; Gürekan Aydoğmuş, Harput Kültüründe Din Alimleri, Elazığ, 1998. Tüm bu inceleme ve araştırmaların içerisinde 17. yüzyıla ait bilgiler yok denecek kadar az olsa da, Harput tarihinin değişik yönlerden aydınlatılması bakımından önem taşımaktadırlar. 15 Konuyla ilgili bahsetmek istediğimiz bir çalışma da, 19. yüzyıl Harput tarihiyle ilgili yapılmış ve sonra genişletilerek kitap olarak basılmış bir tez çalışmasıdır. Kitapta Harput’un on altı ve 17. yüzyıl tarihine ait verilen nüfus, mahalle, nahiye ve köy istatistikleri, Ünal’ın çalışmasındaki veriler ve bahsedilen iki tezdeki veriler ile birleştirilerek aktarılmış, bir birinden zaman bakımından uzak olmalarına rağmen, göstergelerdeki azalma ve çoğalma şeklindeki hareketlilik, göz ardı edilmiştir. Dahası, ağırlıklı olarak 19. yüzyıl üzerinde durulan söz konusu çalışmada ve diğer bazı çalışmalarda, 17. yüzyıl direkt geçilmiş ve söz konusu iki yüksek lisans çalışmasından alınan bilgiler, tüm yüzyıl için genellenmiştir. Neticede, bu yüz yılın tamamı ya da belli bir dönemi kesintisiz olarak ele alınıp, bu güne kadar çalışılmamıştır. Kaldı ki, bildiğimiz kadarıyla yaklaşık on yılı aşkın bir süredir Harput şer’iyye sicilleri üzerine yapılan yeni bir çalışma da yoktur. Bkz. Ahmet Aksın, 19. Yüzyılda Harput, Elazığ, 1999. 16 Şer’iyye sicillerinin içerikleri ve ihtiva ettikleri bilgilerin önemi hakkında birkaç örnek için bkz. Tayyip Gökbilgin, “Kanuni Sultan Süleyman Devri Müesseseler ve Teşkilâtına Işık Tutan Bursa

Page 17: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

8

Genelde iktisadî bir nitelik taşıdıkları için mekân hakkında vermiş oldukları bilgiler

de nispeten daha resmî ve malî özellikler taşıyan tahrirlerden farklı olarak şer’iyye

sicilleri, yine birer resmî ve hukukî belge olmalarının yanında içerik yönünden adlî

konuların dışında idarî, malî ve beledî konular ile günlük hayata ve karşılıklı

ilişkilere dair bilgiler içermektedir.

Mahkemede yapılan her türlü işlemlerin sûretlerinin yer aldığı sicil defterleri,

İslam hukuk tarihinde çok erken dönemlerden itibaren tutulmaya başlanmıştır. İlk

kadı sicillerinin Emeviler döneminde Mısır’da tutulmaya başlandığı bilinmektedir17.

Hem önceki bir davanın hükmünü hem de boşanma, miras, satış, vakıf kurma gibi

hukuki işlemlerin mevcudiyetini ispat etmek için kullanılan bu sicillerin titizlikle

işlenmesi ve korunması çok önemliydi. Bunun yanında merkezden kadılara

gönderilen ferman ve hükümler de gerektiğinde başvurulmak üzere şer’iyye sicil

defterlerine kaydedilmekteydi.

Genel olarak bakıldığında şer’iyye sicillerine kayıtların iki şekilde yapıldığı

görülmektedir. Defterin başında yer alan ve göreve başlayan kadının adının, göreve

başlama tarihinin yer aldığı “dibâce” kısmından itibaren, görülen davalar katipler

tarafından belli bir formasyona göre kaydedilmekteydi. Bunlara hüccet/i’lam/zabıt

denilmektedir. Defterin geri kalan ikinci bölümüne ise kadıya gönderilen ferman,

berat, buyruldu, mektup v.s. gibi belgeler ile görülen dava sırasında taraflarca delil

olarak ibrâz edilen çeşitli belgelerin sûretleri geçirilmekteydi. Sicîl-i mahfûz denilen

Şer’iyye Sicillerinen Örnekler”, İ. Hakkı Uzunçarşılı’ya Armağan, Ankara, 1976, s. 91-112; Suraiya Faroqhi, Osmanlı Tarihi Nasıl İncelenir?, (Çev. Zeynep Altok), İstanbul, 2001; Feyyaz Gürkan, “Şer’iyye Mahkemeleri Sicilleri Üzerine Bir Araştırma”, IX. Türk Tarih Kongresi, C.II, Ankara, 1988, s. 765-779; Ahmet Akgündüz, Şer’iyye Sicilleri I-II, İstanbul, 1988-1989; Mehmet İpşirli, “Sosyal Tarih Kaynağı Olarak Şer’iyye Sicilleri”, Tarih ve Sosyoloji Semineri, İstanbul, 1991, s. 157-162. Ayrıca sicillerin literatür değerlendirilmesinin yapıldığı yerli-yabancı pek çok tez, kitap ve makalenin isimlerinin topluca verildiği bir çalışma için bkz. Yunus Uğur, “Mahkeme Kayıtları (Şer’iyye Sicilleri): Literatür Değerlendirmesi ve Bibliyografya”, Türkiye Araştırmaları ve Literatür Dergisi, (Türk İktisat Tarihi Özel Sayısı), C. I, S. I, İstanbul, 2003, s. 305. 1980’li yılardan itibaren yoğun bir şekilde tahrir defterleri ve şer’iyye sicilleri kullanılarak yapılan çalışmaların geneli için bir değerlendirmede bulunacak olursak, çoğunluğunun belgelerin tarnskribe edilerek herhangi bir hipotez oluşturulmadan, yalnızca ham bilgilerin sıralandığı ve kimi zaman bu bilgilerin pratik tasniflerinden oluşan veya önceden yapılmış çalışmaların yöntem açısından tekrarı niteliğinde oldukları dikkat çekicidir. Oysa yine aynı belge serilerinin kullanılarak, yeni metodolojik ve sistematik yöntemler ile bu alanda örnek sayılabilecek başarılı çalışmaların yapılabileceği de ispatlanmıştır. Örneğin bkz. Bahaeddin Yediyıldız, Ordu Kazası Sosyal Tarihi (1455-1613), Ankara, 1985; Mehmet Öz, XV-XVI. Yüzyıllarda Canik Sancağı, Ankara, 1999; Mehmet Ali Ünal, XVI. Yüzyılda Harput Sancağı (1518-1566), Ankara, 1989. Ayrıca şer’iyye sicillerinin kent tarihçiliği açısından kullanılabilirliği ile ilgili bir örnek ve hâla güncelliğini koruyan bir çalışma için bkz. Özer Ergenç, Osmanlı Klasik Dönemi Kent Tarihçiliğine Katkı: XVI. Yüzyılda Ankara ve Konya, Ankara Enstitüsü Vakfı Yayınları, Ankara, 1995 (Bundan sonra “Ankara ve Konya” denilecektir). 17 M. Akif Aydın, Türk Hukuk Tarihi, İstanbul, 1996, s. 109-110.

Page 18: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

9

bu defterler özetle, mahkemede cereyan eden bütün muâmeleleri içeren bir kayıt

defteriydi. Bu önemlerinden dolayı görev yapan kadıların kaza yerlerini terk ederken

sicil defterlerini yanlarında götürmelerine izin verilmezdi.

Yukarıda belirtildiği gibi, defterlerde bir yanda günlük mahkeme gündemini

işgal eden konular sıralanırken, diğer tarafta resmi makamlardan gönderilen

belgelerin suretleri yer almaktadır. Resmi belgelerin çoğunluğu, divandan çıkış

tarihini içerdiği için veya kimi zaman sicile kaydediliş tarihi (vusûl) verilmediği için,

defterlerin tarihlerini belirleme de sıkıntılar yaşanabilmektedir18.

Çalışmamızda kullandığımız defterlere gelince; Milli Kütüphane’de bulunan

Harput Şer’iyye sicillerinin toplam sayısı 26’dır19. Bunlardan 17. yüzyıla ait

olanların sayısı ise 14’tür. Defterlerin tarihleri 1624 tarihinden başlamakta ve 1693

tarihinde son bulmaktadır20.

18 Örneğin Akgündüz tarafından Harput Şer’iyye Sicilleri’ne ait verilen katalogda 394 numaralı defterin bitiş tarihi 1331 olarak belirtilmektedir. Aynı konuda Kırzıoğlu da defterin bitiş tarihini 1331 vermektedir. Oysa defterin orjinali üzerinde yaptığımız çalışma sonucunda defterin bitiş tarihi sanıldığı gibi H. 1331 tarihinde değil, H. 1337 tarihine tekâbül etmektedir. Bkz. Ahmed Akgündüz, Şer’iyye Sicilleri, I, s. 189; M. Fahrettin Kırzıoğlu, “Harput Mamuretil’Aziz Şer’iyye Sicilleri”, Yeni Fırat, S. 26, Elazığ, 1966, s. 13-14. 19 Harput Şer’iyye sicillerinin sayısı, önceden yapılmış olan bazı çalışmalarda farklı olarak verilmiştir. Mesela; Milli Kütüphane’ye nakledilmeden önce Diyarbakır müzesinde bulundukları sırada Harput Şer’iyye sicillerinin hicri yıllarını ve kayıt sıralarını ilk kez tanıtan Ersoy, bu sicillerin sayısını 28 olarak verirken (Osman Ersoy, “Şer’iyye Sicillerinin Toplu Kataloğuna Doğru”, AÜDTCF Dergisi, C. XXI, S. 3-4, Ankara, 1963, s. 53-54), Kırzıoğlu, Harput sicillerinin sayısını 27 olarak tespit etmiş ancak 395 numaralı sicili kaydetmemiştir. Her iki çalışmada da Harput sicillerinin fazla görülmesinin sebebi, şu anda Çemişgezek sancağına ait oldukları tespit edilen 379 ve 380 envanter numaralı sicillerin, Harput Şer’iyye sicilleri içerisine dahil edilmelerinden kaynaklanmış olabilir. 20 17. yüzyıla ait Harput sicilleri, bu yüzyılın yirmi altı yıllık zaman dilimini ihtiva ederken (yüzyıla yayılmış olarak), geriye kalan yetmiş dört yıla ait sicillerin akibeti belli değildir. Zaman zaman doğal felaketlerin (yangın gibi) ve eşkıyalık olaylarının yaşandığı Harput’ta, bu defterlerin yanmış olma ya da tahrip edilmiş olma olasılıkları var mıdır? Ya da bu sicillerin başka yerlere tayin edilen kadılar tarafından yanlarında götürülme ihtimalleri var mıdır? Bu soruların cevaplandırılması, şu aşamada mümkün görünmemektedir. Ancak yapılan çalışmaların birisinde Harput mahkemesine ait bir defterin, bir ailenin elinde bulunduğu ve tesadüfen ortaya çıkarıldığından bahsedilmektedir. Yüksek Lisans tezi olarak hazırlanan bu çalışmada “Metnin Bulunduğu Yer” başlığı altında, defterin bu günkü Elazığ iline bağlı Keban ilçesinin ileri gelen ailelerinden Özmen ailesinden emâneten alındığı belirtilmektedir. Bkz. Hasan Yüksel, Hicri 1190 (M.1776)-Hicri 1209 (M.1794) Tarihli Keban Şer’iyye Sicilinin Transkripsiyon ve Değerlendirilmesi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara, 1987, s.7. Defterin muhtevası hakkında bilgi verilirken özetle, derkenarların çokluğundan, defterdeki belgelerin tarih sırası gözetilmeden gelişi güzel yazıldığından, resmi yazıların dahi deftere rast gele kaydedildiğinden, mektup ve karşılıklı yazışmalarda kullanılan hitapların anlamsız olduğundan v.s bahsedilmektedir. İlk bakışta, bildiğimiz klasik sicillerden farklı bir tarzda tutulmuş bir defterle mi karşı karşıyayız diye düşünürken, içerik olarak bakıldığında şer’iyye sicillerindeki muhteviyatı bilinen konulardan hiç birini ihtiva etmemesi, defterin otantik olup olmadığı sorusunu da akla getirmektedir. Nitekim daha sonra yapılan bir çalışmada, Yüksel’in şer’iyye sicili diye bahsettiği defterin aslında madenlerde idareci konumunda bulunan maden emînlerinden birisinin tuttuğu “Emin Defteri” olabileceğinin kuvvetle muhtemel olduğu ifade edilmektedir. Fahrettin Tızlak, Osmanlı Döneminde Keban-Ergani Yöresinde Madencilik (1775-1850), Ankara, 1997, s. 19. Yine “Harput Yollarında” isimli eserin müellifi, 17. yüzyıl Harput

Page 19: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

10

Defterlerin tarihleri büyük ölçüde birbirini izlemekteyken, aralarında

boşluklar olduğu görülmektedir. Bu boşluklar kimi zaman bir iki yıl, kimi zaman ise

on yılı aşmaktadır. Mesela, 17. yüzyılın başından 1624’e kadar hiçbir defter olmadığı

gibi, 1638 den 1653’e kadar ki on beş seneye ait kayıtları ihtiva eden defterler de

mevcut değildir. Seçtiğimiz defterlerin otantik olup olmadıklarına bakıldığında ise,

anladığımız kadarıyla defterler orjinal ve mahkemede ilk düzenlendiği şekliyledir.

Kendi içerisindeki tarih sırası birbirini tutmaktadır. Dolayısıyla zaten çok yoğun

olmayan gündem takip edilebilmektedir.

Böyle bir durumda defterleri seçerken genel olarak şu hususlar göz önünde

bulundurulmuştur. Öncelikle çalışmadaki amacımız, klasik dönem sonrası sancakta

görülen değişimin izlerini belgelerin izin verdiği ölçülerde 17. yüzyılda sürebilmek

olduğuna göre, bu oluşumun en belirgin örneklerini sancaktan mukâta’aya geçiş

sürecinde 17. yüzyılın ikinci yarısından itibaren tespit edebilmekteyiz. Bu amaçla

yüzyılın ikinci yarısından sonraki ilk defterimiz 1661-1662 tarihlerini kapsamaktadır.

Bu tarih sancağa ait klasik dönem bilgilerimizin en son 1566 tarihli tahrire dayandığı

düşünüldüğünde, yaklaşık 100 sene sonrasına denk gelmektedir. Bu tarihlerde,

Harput Sancağı’nın tüm sancak bazında mîrî mukâta’a haline dönüştürülerek,

başlangıçta bir kısım gelirleri Van Kalesi neferlerine ocaklık yoluya mevâcîb (maaş)

bağlanmışken, giderek sancak mukâta’asının tüm gelirleriyle beraber ocak ağalarının

iltizâmına verilmesiyle birlikte, idarî ve malî açıdan yeni bir süreç başlamıştır. Onar

ve yirmişer yıl arayla yani sancaktan mukâta’aya geçişten sonraki devrede göze

çarpan gelişmelere paralel olarak, defterlerimizin tarihleri de bu süreler arasında

seçilmiştir. Zaten 17. yüzyılın ikinci yarısına ait defterler yaklaşık onar yıl aralıklarla

Milli Kütüphane Arşivi’nde yer almaktadır. Örneğin, 1661-1662 tarihinden sonra

1666’ya kadar defterler düzenli olarak birbirini takip etmekteyken, 1671-1673’ten

sonra 1682-1683, 1691-1693, 1710-1713 şeklinde devam etmektedir.

Şu halde 382 numaralı defterimiz 1661-1662, 362 numaralı defterimiz 1671-

1673, 391 numaralı defterimiz ise 1691-1693 tarihleri arasını kapsamaktadır. Ayrıca

çalışmamızda sıklıkla kullandığımız ve aslında 1710-1713 tarihleri arasını kapsayan

388 numaralı defter21, eksik bilgilerimizi tamamlayabilmek ve bazen karşılaştırma

tarihine ilişkin bazı bilgiler verirken, dipnot olarak “elimde mevcut bir şer’i mahkeme tescil defteri” ifadesini kullanmaktadır. 21 2 Şaban 1122-Evâhir-i Zilhicce 1124/ 25 Eylül 1710-22 Ocak 1713 tarihlerini içeren bu defter, 2 yıl, 3 ay ve 27 günlük bir zaman dilimini kapsarken, toplam 191 sayfa ve 480 belgeden ibarettir.

Page 20: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

11

yapabilmek amacıyla kullanılmıştır. Aynı durum, söz konusu bu defterlerin dışında

yine sıklıkla kullandığımız ve 17. yüzyılın ikinci yarısına ait, bibliyografyada verilen

diğer beş defter için de geçerlidir.

Yine bu defterlerin tarihlerine ilişkin seçim yapılırken özellikle yüzyılın

ikinci yarısından itibaren başlayan veya devam etmekte olan savaşların sebep olduğu

sosyo-ekonomik gelişmelerin de konumuz açısından tespiti dikkate alınmıştır.

DEFTER NO

DEFTERİN TARİHİ S. SAYISI

B. SAYISI

(YIL, AY, GÜN)

HŞS 382 (1661-1662)

Evâhir-i Rebi’ülevvel 1072-Receb 1072 (Kasım 1661-Mart 1662) 154 398 4 Ay

HŞS 362

(1671-1673)

Gurre-i Muharrem 1082- 29 Zilhicce 1083 (10 Mayıs 1671– 17 Nisan 1673) 188 531 1 yıl, 11 ay, 7

gün

HŞS 39122 (1691-1693)

Evâil-i Muharrem 1103 - Evâil-i Zilkade 1104 (Eylül 1691 - Temmuz 1693) 174 490 1 yıl, 10 ay

TOPLAM 516 1419

Tablo 1: Defterlerin Tarihleri

17. yüzyıla ait 14 defterin toplam sayfa sayısı 2862’dir. Her defterin ortalama

450-500 belge ihtiva ettiği düşünüldüğünde, bizim bilgisayar ortamında tabloların

oluşturulması esnasında kullandığımız 1419 belge, toplam 6300 (450’ye göre)

belgenin % 22.5’sine, sayfa olarak ise toplam 2862 sayfanın (516 sayfasını

kullandığımıza göre) % 18.02’sine tekâbül etmektedir.

Çalışmada kullanılan yönteme gelince, genel olarak şer’iyye sicillerinin

bilgisayar ortamında çok amaçlı kullanılabilirliği tezimizde en azından denenmeye

ve gösterilmeye çalışılmaktadır.

Bu açıdan bakıldığında yapıtığımız çalışmanın, bu güne kadar yapılmış sicil

çalışmalarından (sadece transkribe edilerek Latin harflerine aktarılmasından) farkı,

22 Bu defterin sonundaki 10 yaprak, H.1133 (M. 1721) tarihine aittir. Evâil-i Rebi’ülevvel 1133/Ocak 1721 tarihinden başlayıp, Gurre-i Ramazan 1133/26 Haziran 1721 tarihleri arasında mahkemeye yansımış toplam 28 adet dava kaydını ihtiva etmektedir.

Page 21: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

12

incelediğimiz her defterin bütünüyle bir belge şeklinde kabul edilmiş olmasıdır. Bu

bağlamda, kullanılan defterlerin ilk sayfasındaki ilk belgeden başlayarak son

sayfasına kadar ki tüm belgeler numaralandırılıp, içindeki kayıtlar içerik ve sayısal

açılardan çeşitli tasnife tâbi tutulmakta, bu tasnif içinde oluşan her belge grubu, ilgili

yerlerde işlenerek tek tek belgelerden elde edilmesi mümkün olmayan yeni bilgilere

ulaşılmaktadır.

Ayrıca “muhteva analizi” yöntemiyle bilgisayara word ve excell ortamında

yüklenen bilgiler aranılan kelime, belgelerin tarihleri, kavram veya her hangi bir

ibârenin bilgisayara saydırılmasıyla anlamlı tablolara dönüştürülebilmektedir. Bu

sayede defter içerisindeki kayıtların ilgili oldukları konularına göre ayrılması ve

çeşitli açılardan tasnif edilerek sorgulanması mümkün hale gelmektedir. Örneğin, bu

yöntem sayesinde sancakbeylerinin (emîn/zâbit) kimlikleri ve görev süreleri,

kadıların kimlikleri ve tahmini görev süreleri, mahkemenin günlük iş hacmi, zamanın

kullanımı, defterdeki toplam belge sayıları, sûret türleri, aylara göre ilam/hüccet

dağılımı, nizâlar, nizâların din ve cinsiyet statüsüne göre dağılımı, nizâların mekâna

göre dağılımı (köy, mahalle olarak), satış akidleri, mahalle isimleri ve kullanılma

sıklıkları, i’lamların/hüccetlerin konulara göre dağılımı, merkezden gönderilen

belgelerin (ferman, berat gibi) konu ve kategorileri ile ulaşım sürelerinin tespiti ve

nihayet tüm bunların yığılma ve kırılma noktaları gibi yoğun ve de zengin, aynı

zamanda somut bazı verileri elde etmek mümkün ve daha güvenilir hale gelmiştir.

Bu yeni bir yaklaşımdır ve aynı yöntem bizden önce Ankara üzerine yapılan iki

doktora çalışmasında da kullanılmıştır23.

Bu durumda öncelikle defterlerde yer alan belgeler, genel olarak tasnife tâbi

tutulduğunda aşağıdaki sonuçlara ulaşılmaktadır.

23Prof. Dr. Özer Ergenç’in danışmanlığında yürütülen bu iki çalışma için bkz. Jülide Akyüz, Ankara’nın Bütüncül Tarihi Çerçevesinde XVIII. Yüzyılda Ankara (Şer’iye Sicillerinin Sayısal ve Muhtevâ Analizi Denemesi), A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara, 2002; Hülya Taş, XVII. Yüzyılda Ankara, A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara, 2004.

Page 22: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

13

İ’LAM/HÜCCET/KAYIT/DEFTER SAYISI

MERKEZDEN GÖNDERİLEN(SÛRET) (Ferman, Berat, Mektup,

Buyruldu) DEFTER NO

% %

TOPLAM BELGE

HŞS 382 (1661-1662) 327 82, 16 71 17, 83 398

HŞS 362 (1671-1673) 386 72, 69 145 27, 30 531

HŞS 391 (1691-1693) 315 64, 28 175 35, 71 490

Toplam 1028 - 391 - 1419

Tablo 2 : Defterlerdeki Genel Belge Türleri ve Yüzdelik Dilimleri

Defterlerdeki belgelerin bir bölümü mahkemenin gündemine giren çeşitli

konulara ilişkin (nizâ, satış, miras, borç, kefâlet, vasî ve vekîl tayini, keşif v.b.)

hüccet/i’lam/zabıt türü belgelerden oluşmaktayken, geri kalan kısımdaki belgeler ise

yine sûretleri sicile kaydedilmiş ferman, berat, buyruldu, mektup, sûret-i defter v.b.

gibi merkezden veya Eyâlet divânından gönderilen belgelerden ibarettir.

Yukarıda verilen tabloyu kısaca değerlendirirsek; her ne kadar defterler ait

oldukları süre, sayfa ve belge sayısı bakımından farklı olsalar da yaklaşık 30 yıllık

bir zaman dilimi içerisinde, görüldüğü kadarıyla yüzyılın sonlarına doğru mahkeme

gündemini oluşturan günlük zabıt sayıları azalmakta ancak, merkezden gönderilen

belgelerin (sûret) sayısında bir artış görülmektedir. Nitekim aynı durumun 18.

yüzyılın başlarında da devam ettiği, incelediğimiz 1710-1713 tarihli defterdeki belge

sayısından da anlaşılabilmektedir. Yine bu tarihte de sûret sayılarında bir artış söz

konusudur. Bu durum muhtemelen, devam eden savaşlar sebebiyle taşradan sürekli

asker ve askeri malzeme talebi ile vergi toplanmasına ilişkin merkezden gönderilen

emirlerin sıklığından kaynaklanmaktadır. Öyle ki, aynı konularda emirlerin bazen

birkaç kez teklarlandığı görülmektedir.

Tabloda verilen ve sûret diye belirttiğimiz merkezden gönderilen belgeleri

de kendi aralarında aşağıdaki gibi tasnif etmek mümkündür24.

24 Aslında defterlerde yer alan belgeler aynı zamanda birer sûret olmalarına karşın burada “sûret” ile, başkent ve Diyarbekir Eyâlet divânından gönderilen ferman, berat, buyruldu, mektup gibi belgeler kastedilmektedir.

Page 23: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

14

BELGE TÜRÜ

Def

ter

No

Ferm

an-E

mr-

i Şe

rif

Ber

at

Buy

ruld

u

Tem

essü

k

Tez

kere

Mek

tub

Def

ter-

-Kayıd

Arz

-ı H

al

Diğer

Top

lam

HŞS 382 (1661-1662)

15

% 14, 2

9

% 8, 5

27

% 25, 7

4

% 3, 7

- 20

% 19

2925

% 27

1

% 0, 9 - 105

HŞS 362 (1671-1673)

1626

% 11

13

% 8, 9

45

% 31 -

2

% 1

3627

% 24

3028

% 20

2

% 1, 3 - 144

HŞS 391 (1691-693)

4029

% 22, 8

29

% 16

23

% 13,1

2

% 1,1

10

% 5,7

47

% 26

2230

% 12

1

% 0, 5

131

% 0, 5 175

Toplam 71 51 95 6 12 103 81 4 1 424

Tablo 3 : Belge Türleri ve Sayıları32

Tabloya göre sûretler arasında ilk sırayı mektuplar alırken, ardından sırasıyla

buyruldu, ferman ve beratlar gelmektedir. Mektuplar ve buyrulduların çoğunlukla

Harput Sancağı’nın bağlı olduğu Diyarbekir Eyâlet’indeki Âmid divânından

gönderilmiş olması dikkat çekicidir. Ayrıca bu belgelerin genellikle malî ve askerî

içerik taşıması, söz konusu tarihlerde Lehistan ve Avusturya ile süren savaşlar

sebebiyledir. Zira bu belgelerin genel içeriklerine bakıldığında, askerî malzeme ve

asker talebinin ağırlıkta olduğu görülüyor. Kimi zaman bu talepler kısa zaman

aralıklarıyla tekrarlanmakta hatta ağır tehditler yapılmaktayken33, bazıları ise vergi

(cizye, avârız, nüzûl, ordu-bazar, sâlyâneler) toplanması ve bu arada yapılan

usulsüzlüklerin önlenmesi ve mübaşir tayini gibi konuları içermektedir.

25 Kayıt sayısı 24, defter ise 5’tir. 26 Defterdeki iki emr-i şerif, fermanlara dahil edilmiştir. 27 Aslen 33 olan bu sayıya 3 adet tahvil mektubu da eklenmiştir. 28 7 kayıd ve 22 defter vardır. Ayrıca Mektub-Defter olarak birleşik olan 524 numaralı belge de bu kategoriye dahil edilmiştir. 29 9 tanesi emr-i şeriftir. 30 8 tanesi defter, 14 tanesi kayıttır. 31 Müjdenâme. 32 Tabloda günlük olaylara ilişkin mahkemenin gündemine giren konular verilmemiştir. 33 HŞS 391: 430; HŞS 362 : 462.

Page 24: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

15

Fermanların çoğunluğunun, genel hükümler ihtiva etmekte olduğu ve aynı

anda birden fazla birime gönderildiği anlaşılıyor. Bazıları ise doğrudan Harput

kadılığı veya sancağın bağlı olduğu Diyarbekir Beylerbeyliği’ne yazılmıştır. Burada

da yine askerî ihtiyaçlar ön plandadır. Örneğin fermanların birisinde Diyarbekir

Valisi Vezir Ali Paşa, Anadolu’dan asker ihracına tayin olunmakta ve Kütahya’ya

kadar asker toplayacağı yetki alanının sınırları çizilmekteyken34, bir süre sonra

gönderilen fermanda Anadolu’dan asker ihracına tayin edilen Ali Paşa’nın Basra

Eyâleti’nde görevlendirildiği ve asker ihracı ile ilgili aynı göreve, yeni vali Hüseyin

Paşa’nın atandığı bildirilmektedir35.

Öte taraftan bazı fermanlar, yüzyılın şartlarından kaynaklandığı muhtemel

otorite boşluğundan dolayı, resmi veya gayrı resmi kişilerin halka zulüm yaptıkları

ve yetkilerini kötüye kullandıklarıyla ilgili merkeze ulaşan şikâyetler üzerine ihdâs

edilmiştir. Ağır savaş şartlarına rağmen Osmanlı yönetim anlayışında reâyâya ve

adaletin sağlanmasına yönelik gösterilen hassâsiyetin, incelenen dönemde de aynen

devam ettiği görülmektedir. Bunlar arasında örneğin, ödeme güçlüğünden yakınan

reâyânın arz-ı halleri üzerine vergide indirim yapıldığını bildiren fermanlar

bulunmaktadır36. Savaşın devam ettiği bir ortamda seyyid ve şerîflere zulm

edilmemesini isteyen bir ferman da bu açıdan ilgi çekicidir37. Ayrıca üç defterdeki

toplam 71 fermandan 32’sinin çıkış yeri Edirne olup, diğerleri ise Konstantiniyye

(İstanbul) ve sefer için başkent dışına çıkılmış değişik yerlerdir.

Söz konusu ferman ve beratlar da kendi aralarında tasnife tâbi tutulabilirler.

Pek çoğunun vüsûl tarihi belirtilmese de, tespit edebildiklerimizi kendi aralarında

sıraladığımızda bu belgelerin gönderildiği yerden ilgili birimlere ne kadar sürede

ulaştıklarını, Harput Sancağı açısından değerlendirebiliriz. Bunun yanında ferman

ve beratların içerdikleri konulara göre tasnif edilmesinden, yüzyılın ikinci yarısında

savaş ve beraberinde yaşanan ağır ekonomik şartlar içerisinde, kurumsal örgütlerin

işleyişi hakkında genel bazı ip uçları da yakalanabilir. Tüm bunlar, ilgili bölümlerde

ayrıntılı olarak ele alınacaktır.

34 HŞS 391: 446 35 HŞS 391: 448 36 HŞS 391: 295, 439, 440; HŞS 362 : 438. 37 Bunlardan birisi, Mahrûse-i Belgrad çıkışlıdır. HŞS 362 : 484.

Page 25: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

16

KATEGORİ KONULAR HŞS 382

(1661-1662)

HŞS 362

(1671-1673)

HŞS 391

(1691-1693)

Asker Talebi/Görevlendirme - 5 14 ASKERÎ

Askeri Malzeme Tedâriki - - 3

Eşkîyalık - - 4 KAMU

Yol Güvenliğinin Sağlanması - 2 -

Avârız, Cizye, Nüzûl, Öşür 2 - 3

Asker Mevâcîbleri 1 1 1

Para Ayarı - - 1

Vergide Tenzîlât - 1 3

M

AL

Î

VE

RGİ

Vergi Usûlsüzlüğü 7 6 6

DİĞER 538 139 540

TOPLAM 15 16 40

Tablo 4 : Fermanların Konularına Göre Tasnifi

Nitekim yukarıdaki tabloda, askerî ve malî konuların fermanlarda da öne

çıktığı görülmektedir. Harput kadılığına gönderilen mektup ve buyrulduların da aynı

özellikler taşıdığına yukarıda temas edilmişti. Kadıların görevleri kısmında ileride

üzerinde daha ayrıntılı durulacağı üzere, bu tarihlerde Harput’ta görevli kadılar adlî

konuların dışında zamanlarının büyük bir çoğunluğunu merkezin veya yerel

hükümetin bu konulardaki istek ve emirlerini yerine getirmek için harcamaktaydılar.

Yine beratlar da bu açıdan önemlidir ve beratları da kendi aralarında tasnif

ettiğimizde aşağıdaki tabloyu elde etmekteyiz.

38 Bu kategoride 2 belgede seyyitlere zulm edilmemesi ve vergi alınmaması istenmekte ayrıca teftiş edilmeleri konusunda kadıya emir verilmektedir. Diğer 2 belgede, yeniçerilerin yaptığı eziyetlerin önün geçilmesi ve sefere gitmekle görevli askerlerin sefere gitmek yerine bunun karşılığında 500 akçe bedel ödemeleriyle ilgili hususlar dile getirilmektedir. Son belgede ise, menzillere uğrayacaklara verilmesi gerekli bargir sayısı konu edilmektedir. 39Burada seyyid ve şeriflerin haklarının korunması ve gözetilmesine dair bir ferman sâdır olunmuştur. 40Belgede menzil bargiri almak için kimlerden yazılı belge ve izin alınması gerektiği ve sûistimallerin önlenmesi emredilmektedir. (HŞS 391 : 453). İkinci belge de ise Harput Sancağı’na Alaybeği tayini vardır. (HŞS 391: 354) Üçüncü belge Bazârbaşı tayinini içermektedir. (HŞS 391: 409). Diğer belge Harput sakinlerinden bir kişinin, para alacağı için yaptığı başvurunun kabul görmesi ve gereğinin yapılması ile ilgilidir. (HŞS 391: 418). Son belge ise icmallû zeâmetin rüsum hakkına, dışarıdan müdahale edilmemesini isteyen bir emr-i şeriftir. (HŞS 391: 367)

Page 26: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

17

KATEGORİ KONULAR HŞS 382

(1661-1662)

HŞS 362

(1671-1673)

HŞS 391

(1691-1693) İltizâm - - 1 Ocaklık Tevcihi - 141 - Tımar Tevcihi - - 4

MALÎ

Vergi Toplayıcı Gör. - - 4 Bazârbaşı - 2 1 Hatip - 1 1 İmam 1 4 8 Kadı - - 1 Kethüdâyeri 2 - - Mektep Halifesi - - 1 Müezzin - - 2 Nakîb’ül-Eşrâf K. 1 - 1 Sucu - 1 - Seyyidlik 1 - - Tekke Şeyhi 1 1 - Türbedâr - 1 1 Vâiz - - 1 Vakfa Aşçı - - 1 Vakfa Câbi 1 1 1 Vakfa Cüzhân - 1 - Vakfa Katip - - 1

İDA

RÎ (

TA

YİN

)

Vakfa Mütevelli 2 - - Toplam 9 13 29

Tablo 5 : Beratların Konularına Göre Tasnifi

Bilindiği gibi berat, padişahın şahsında topladığı yetkilerden bazılarını devlet

düzeninin işlemesi için görevlendirdiği kullarına devrettiğini gösteren bir belgedir.

Tayinlerde en alttan en üst kademeye kadar görevin padişah beratıyla tevcih

edilmesi şarttır. Nitekim tabloda görüldüğü üzere, beratlarda yüzyılın sonlarına

doğru sayısal bir artış göze çarpmaktadır. Ancak bu değerlendirmeyi yaparken,

defterlerin ihtiva ettikleri zaman aralığı, sayfa ve belge sayısının farklılığına tekrar

dikkat çekmek durumundayız.

Tayinlerin içeriklerine baktığımzda, normal tayinlerin dışında bazılarının

padişah değiştiğinden dolayı (örneğin II. Ahmed) yenileme42, bir kısmı da yapılan

tayinlerde yanlışlık olduğunun anlaşılması üzerine yeniden aynı şahsa görevin iâdesi

41 Van Kalesi serhadlerine Harput Mukâta’ası’nın Ocaklık olarak tevcihi. (HŞS 391 : 431) 42 Örneğin, Harput Bazârbaşısı Hâlid ve Zâhiriye Camisi imamı Seyyid Yasin’in görev beratları “cülûs-u hümâyun” nedeniyle yenilenmiştir. HŞS 391: 451,484.

Page 27: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

18

şeklindedir43. Bir kısmı ise görevi sûistimalden dolayı kadı tarafından merkeze

gönderilen arz üzerine bir başkasının o göreve getirilmesine ilişkin tayinlerdir44.

Beratlarda, tayinlerin ardından ikinci sırayı tımar tevcihleri almaktadır. Bu

tevcihler normal yolla yapıldığı gibi, bir kısmı seferden firar edenlerin ellerindeki

dirlik topraklarının başkasına tevcihi veya kişilerin elindeki tevcih beratlarının

yenilenmesi şeklinde gerçekleşmiştir45.

Sonuçta fermanların, yüzyılın sonlarına doğru gittikçe artan bir oranda askerî

ve malî nitelik kazandığı söylenebilir. Bunun yanı sıra otorite boşluğu sebebiyle

görevini kötüye kullanan görevliler ile eşkîyaların halka yaptığı zulümler sebebiyle

gönderilen fermanlar, aynı zamanda birer adâletnâme özelliği taşımaktadırlar46.

Bunların dışında adaleti sancak sınırları dışında, örneğin başkent divanında

arayanlarla ilgili, beldenin kadısına gönderilen fermanlar bulunmaktadır. Yaşanan

siyasî, ekonomik ve sosyal çalkantılara rağmen beratlarda görüldüğü üzere başta

tayinler olmak üzere pek çok devlet işinin İstanbul’dan yönlendirilmesi, siyasî ve

bürokratik yapının işlerliğini göstermesi bakımından önemlidir.

Bunların dışında bir de mahkemeye doğrudan yansımış ve mahkemenin

gündemini oluşturmuş çeşitli konulara ilişkin belgeler vardır ki, bunlar özelliklerine

göre hüccet/i’lam/zabıt şeklinde isimlendirilmektedir. Bu belgeleri de yine kendi

aralarında aşağıdaki şekilde tasnif edebiliriz.

43 Mesela, 15 seneden beridir Âhi Musa Mescidi’nde imamlık yapan İlyas’a cami görevlilerinden birisinin hile ile iftira etmesi ve imamlık görevini ondan alması, daha sonra İlyas'ın suçsuz ve kusursuz olduğunun anlaşılması üzerine tekrar İlyas'a imamlık verilmiştir. Ya da yine Harput Âhi Musa Mescidi imamı olan Abdurrahim'in azlini gerektiren kusuru yok iken Ali ve İlyas'ın gadr ile vazifeyi aldıklarının anlaşılması üzerine her ikisi de ref’ edilerek, Abdurrâhim’e tekrar imamlık vazifesi tevcih edilmiştir. HŞS 391: 326, 388. 44 Mesela, Harput Âhi Musa Mescidi’nin imamı olan Es-Seyyid İbrahim'in ticarete sülûk etmesi üzerine görevinden alınarak yerine Ali'nin imam tayin edilmesi (HŞS 391 : 371); Harput'taki Cami-i Kebir'de hâtiplik yapan Ali'nin, cemaate ve diğer Müslümanlara zararının olduğu gerekçesiyle, Harput kadısı İsmail Efendi'nin merkeze mektup göndermesi ve merkezin de Ebubekir'i hatip tayin etmesi gibi (HŞS 391 : 325). 45 Mesela, Harput’un Uluâbâd Nâhiyesi’nin Habûsu karyesinde 7 bin akçe tımara mutasarrıf olan Ali'nin Engürüs Seferi'ne gittiği, daha sonra kışlasının Belgrad'a taşınmış olmasına rağmen kendisinin buraya gitmediği ve yoklamada olmadığı anlaşıldığından, tımarının mahlul (sahipsiz)olduğu gerekçesiyle Harput Alaybeği Ömer’in arzı ile Ahmed'e verilmesi (HŞS 391 : 314); Yine Harput'un Sarıkamış Nahiyesi’nin Vartanik isimli karyesinde üç bin akçelik tımarı olan Eyüb’ün Niş, Semendre ve Belgrad Seferlerine katıldığı sıralarda tezkeresini Hüseyin’e emânet ettiği ancak, Hüseyin'in bu tezkereyi kaybetmesi üzerine Eyüb'e tımarın yeniden tevcih edilmesi gibi (HŞS 391 : 423). 46 Örneğin elimizdeki bir belgede böyle bir “adalet fermanı”ndan bahsedilmekte ve bu fermanın karyelere ulaştırılmasını sağlayan ahur beyi için 4 gurûş masraf parası verilmektedir. HŞS 388 : 11.

Page 28: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

19

KATEGORİ HŞS 382 (1661-1662) HŞS 362 (1671-1673) HŞS 391 (1691-1693) Aile47 52 83 54 Esnaf 3 - 1 Ferâğ - 5 2 İhtidâ 1 3 1 İmar 1 1 2

Kamu 48 16 19 16 Keşif - 22 8

Kölelik - 2 1 Maliye 49 16 10 7

Mülkiyet 50 6 16 38 Satış 51 115 115 118

Sulh 15 35 22 Takas52 16 17 8

Tevcih (Tapu) 753 1 - Ticaret 14 39 26 Vakıf - - 7

Vekalet 7 13 5 Diğer 54 1755 5 1

Genel Toplam 286 386 317

Tablo 6 : Zabıt Türleri ve Sayıları

Tabloda, satışların ağırlıklı olarak mahkemenin gündeminde yer aldığı

görülüyor. Gerçekten de ekonomik ilişkilerin şehir reâyâsı boyutuyla ilgili en önemli

kısmı, taraflar arasında gerçekleştirilen satışlardır. Bu satışların geneline bakıldığında

ev, bağ, bahçe, menzil, miras hissesi, değirmen, harman yeri, su hakkı, tarla, dükkân,

çiftlik ve toprak satışı şeklinde gerçekleştirilmektedir. Hemen hepsi sâhib-i arz

izniyle yapılan toprak satışlarında, yüzyılın sonlarına doğru ûlema, âyân ve ehl-i

47 Bu gruba miras, mehir, hibe, vasi ve vekil tayinleri ile kisve e nafaka tayini belgeleri dâhil edilmiştir. 48 Bu gruba adam kaçırma, cinayet, darb ve yaralama, diyet, eşkiyalık, zina, tecavüz, hırsızlık, ölüm, hakaret v.s. ile ilgili belgeler dâhil edilmiştir. 49 Bu gruba vergi ile ilgili belgeler dâhil edilmiştir. 50 Bu gruba tasarruf hakkının engellenmesi ve fuzulen tasarruf edilen eşya, mal, mülk v.s. ile ilgili belgeler dâhil edilmiştir. 51 Bu gruba ev, bağ, bahçe, menzil, miras hissesi, değirmen, harman yeri, su hakkı, tarla, dükkân, çiftlik ve toprak satışı ile ilgili belgeler dâhil edilmiştir. 52 Bu guruba borca karşılık mal, ev v.s. takasları ile murâbâlık ve yarıcılık şeklindeki ortaklık belgeleri alınmıştır. 53 1 tanesi tımar tevcihi. 54 Bu gruba 362 nolu defter için emânette bulunan malın sahiplerine teslimi ve seyyidlik soyunun tescili edildiği beş belge ile, 391 nolu defter için Harput’un mahallelerine göre askeri yoklama dâhil edilmiştir. 55 Bu gruba 4 tane emânetin kaybı, 3 menzilci seçimi, 2 izinsiz ağaç kesimi olmak üzere çeşitli konular dâhil edilmiştir.

Page 29: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

20

örf’ten kimselerin de bu işlere girdikleri görülüyor56. Örneğin Harput Müftüsü El-

Hac Abdurrahim Efendi ve kardeşi El-Hac Mehmed Çelebi, Han köyünde beş tarlayı

satın almakta57, müderris El-Hac Ali Efendi’nin çiftlikleri bulunmakta58, Harput

emîni Ahmed Beğ, Zâhiriye Mahallesinde mülkler almaktadır59. Kimisi de ticaretle

uğraşmaktadır60. Satışlar içerisinde yine ulemâdan kimselerin iltizâm işlerine

girmeleri ilgi çekicidir. Örneğin Harput meşâyih ve ulemâsından es-Seyyid Şeyh

Hasan Efendi’nin, Çemişkezek mukâta’a emînine dört bin akçe vererek iltizâm üzere

ziraat toprağı alması61, müderris El-Hac Ali Efendi’nin havâss-ı hûmâyun

karyelerinden Sarpulu karyesinin mahsûlatını iltizâma alması62, yine müderris El-

Hac Ali’nin 1103/1691 senesinde Hicrî ve Nurşin karyelerinin iltizâmını alması63

sicillere yansıyan bazı örneklerdir. Ehl-i şer’den Katip Osman’ın dört bin akçe ile

Bağdur ve Hacımerik karyelerinin maktu’unu iltizâma alması ise bir diğer örnektir64.

17. yüzyıl boyunca hemen her alanda kendini hissettiren değişimin, sosyal ve

ekonomik hayatı da derinden etkilemesi kaçınılmazdı. Bu açıdan bakıldığında

yukarıdaki tablonun gösterdikleri, Harput’ta mekânda yaşanan karşılıklı ilişkilerin

ekonomik ve sosyal özelliklerini bir bütün halinde yansıtmaktadır. Dolayısıyla

ilişkilerin açılımı yapıldığı takdirde, tabloda kategorize edilen konular daha bir

canlılık ve anlam kazanacaktır. Ancak ağırlıklı olarak burada konunun daha çok

mekândaki değişim boyutları üzerinde durulacağından, Harput Sancağı özelinde

tespit etmeye çalıştığımız değişimin boyutları, mekân ilişkileri içerisinde klasik

sancak yönetiminden mukâta’a uygulamasına geçiş sürecinde askerî (örfî), adlî

(şer’i) ve fiziki açılardan ele alınacaktır.

56 1695-1697 tarihleri arasında malikâneci olarak ortaya çıkan hatib, kadı, kadı nâibi, molla, müderris, müftü, sabık müftü, nakibü’l eşraf, seyyid, şeyh, şeyhülislam, ulemâ ve vaiz unvanlı ilmiye mensupları hakkında bkz. E. Özvar, Osmanlı Maliyesinde Malikâne Uygulaması, s. 69. 57 HŞS 391: 461 58 HŞS 391: 79 59 HŞS 391: 41 60 Bir dükkan satışında dükkanın, dizdarın dükkanına bitişik olduğu belirtilmektedir. HŞS 391: 62 61 HŞS 391: 243 62 HŞS 391: 133 63 HŞS 391: 394 64 HŞS 391: 412

Page 30: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

21

BİRİNCİ BÖLÜM

MEKÂN ORGANİZASYONU İÇERİSİNDE HARPUT

A- Harput’un Sancak-Kaza İlişkisi

1- Teorik Çerçeve

Teorik açıdan bakıldığında Osmanlı taşra idaresinin teşkilinde, oluşturulan

birimlerin sınırları ile iç taksimâtını etkileyen üç önemli faktörün varlığı önemlidir.

1- Oluşturulan birimin yönetim açısından fonksiyonelliği,

2- İktisadi yönden çevresi ile entegrasyon imkânları,

3- Belde yerleşiklerinin birbirleri ve devletle ilişkilerinin düzenlenebilmesi,

şeklinde görülen bu üç faktör, kendi içinde etkileşim halinde bulunduğu gibi zaman

içindeki gelişmelere de tâbi olmuştur. Bu bakımdan bu üç faktörün birinci dönemi

olan ve çok ana çizgileriyle, 19. yüzyılın başlarına kadar getirebileceğimiz (aynı

zamanda üretim ve iletişim teknolojisinin insan ve hayvan gücüne dayandığı) dönem,

oldukça belirleyicidir. 19. yüzyıldan itibaren başlayan ikinci dönem ise, hem

teknolojik gelişmelerin boyutlanması, hem de ülkeler ve bölgeler arası ilişki ağındaki

hızın artması sebebiyle yeni özellikler kazanmıştır.

Bu bölümde, Osmanlı ülkesinin (memâlik-î mâhrûse) Anadolu cânibinde ve

orta kol güzergâhında yer alan Harput Sancağı’nın, zaman ve mekân içinde yaşadığı

değişimleri göz önünde bulundurularak, bir yerleşme alanı niteliğiyle anlayabilmek

için ilk olarak yukarıda belirtilen bu üç faktör bağlamında genel özellikleri ele

alınacaktır.

a- Oluşturulan Birimin Yönetim Açısından Fonksiyonelliği

Birinci dönem, Osmanlı tarihinin klasik ve klasik sonrası diye adlandırılan

zaman dilimidir65. Bu dönemde pâyitahttan memâlik-î mahrûsenin en uzak köşesine

65Osmanlı tarih yazımında genel olarak 1300 ile 1600 yılları arasını kapsayan ancak, farklı tarihçilerce değişik bakış açılarından sınırları bazen Tanzimat’a uzanan, hatta Tanzimat’ı da içeren hayli uzun bir dönem “klasik dönem” olarak ifade edilmektedir. Bununla birlikte en yaygın yaklaşım, Fatih’ten Kanuni Sultan Süleyman döneminin sonuna kadar uzanan dönemin “klasik dönem” olarak adlandırılmasıdır. Her ne kadar Osmanlı Devleti’nin tarih sahnesine çıktığı 1300’lü yıllardan başlasa

Page 31: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

22

kadar Osmanlı pâdişahının mutlak etkisini hissettirebilmesi için66 kademeli bir

örgütlenme gerekmiş ve bunun için de Osmanlı Devleti, bütün kurumlarını içine alan

iki temel sistemi uygulamıştır. Bu sistemlerin mekânı en çok ilgilendireni, tımar

sistemidir.

Bilindiği gibi Osmanlı Devleti esas olarak iki temel sisteme dayanmaktaydı.

Bunlar kul ve tımar sistemi idi. Bu iki sistem devlete askerî, malî ve ziraî

politikalarını birbirleri ile bütünleşmiş olarak uygulama imkânı sağlamaktaydı. Kul

kesiminden kişilerin yönetici olarak ağır bastığı Osmanlı yönetim sisteminde, tımar

sistemi ile kul sisteminin birbirini desteklemesi ve aynı zamanda denetlemesi,

Osmanlı’ya has olağan üstü bir yönetim mekânizması olarak karşımıza çıkmaktadır.

İnalcık’ın belirttiği gibi tımar rejimi, Türklerin 11. yüzyılda İslam dünyasını idareleri

altına aldıktan sonra, kendi askeri teşkilât ve gelenekleriyle yerli müesseseleri

uzlaştırarak meydana getirdikleri bir rejimdi. Hatta Osmanlılar, bu rejimi tâbi

oldukları tarihi şartlara göre geliştirmişler ve bu temel üzerinde cihân-şümûl

imparatorluklarını kurabilmişlerdi. Öyle ki 14. ve 15. yüzyıllarda devlet kurulup

gelişirken temel kurumlar, vergi sistemi, toprak siyaseti ve eyâlet idaresi hep bu

da Halil İnalcık’ın klasikleşmiş The Otoman Empire, tha Classical Age, 1300-1600 (1971) adlı kitabının yayınlanmış olması, bu yaklaşımı daha da pekiştirmiştir. Daha sonraları “klasik dönem” kavramı, Osmanlı tarih yazımında bir dönem üzerinde oluşan sessiz bir mutabakatın ifadesi olarak geniş bir kullanım alanı bulmuştur. Bkz. Oktay Özel, “Osmanlı Tarih Yazımında Klasik Dönem” (Bildiri metni). Yazar makalesinde genel olarak, Osmanlı tarihinin dönemlendirilmesi ya da Osmanlı’ya özel bir dönemlendirme çabasına girmenin gerekliliği ya da aksini savunan bazı yerli ve yabancı tarihçilerin görüşlerine yer vermiş ancak, bütün bu farklı yaklaşımların kendi içlerindeki doğruluk paylarını ve dönemlendirmenin gerekliliğini tartışmaktan ziyade, Osmanlı “klasik dönemi” bağlamında en yaygın yaklaşımı esas alarak, 15-16. yüzyıllar üzerinde bir değerlendirme yapmaya çalışmakta ve bu dönemin “klasik dönem” olarak algılanışının tarih yazımına etkileri üzerinde durmaktadır. Ayrıca Osmanlı’ya özel bir dönemlendirmenin gerekliliğini savunan bir yaklaşım için bkz. Kemal Karpat, “Osmanlı Tarihinin Dönemleri, Yapısal Karşılaştırmalı Bir Yaklaşım” (Ed. Kemal Karpat), Osmanlı ve Dünya, Osmanlı Devleti ve Dünya Tarihindeki Yeri, İstanbul, 2000, s. 119-145. Yazar makalesinde, genellikle klasik dönem içerisinde değerlendirilen 1421-1596 tarihleri arasını, yapısal ve toplumsal dönüşümlerin nitelikleri bağlamında “Merkezî Yarı-Feodal Dönem” başlığı altında tanımlamaktadır. (s. 130) 66 XV. yüzyıl sonlarında yaşamış olan Osmanlı devlet adamı ve tarihçisi Tursun Bey’e göre hükümdâr, içtimâi düzen içerisinde her bir ferdin yerini belirleyebilmek için mutluk bir güce sahip olmalıydı. O, mevkiini kuvvetlendirmek için dâima gelirlerini ve ordularını arttırıp güçlendirmeli, böylece bir bütün olarak halkın emniyetini ve nizâmını sağlayıp pekiştirerek topluma hizmet etmeliydi. Tursun Bey’in mantıkî delilleri, açıkça, her toplumun mutlak güce ve şeriâtın dışında kânunlar ve nizâmlar vaz’ edebilme yetkisine sahip bir sultana ihtiyaçları olduğunu ispatlamaya yöneliktir. Sultanın korumakla yükümlü olduğu değerler, adâlete dayanan bir içtimâî nizam ve emniyettir. Bu fikirler, Osmanlı yönetim felsefesinin temelini oluşturmuştur. Bkz. Halil İnalcık, “Osmanlı Toplum Yapısının Evrimi”, (Çev. M. Özden-F. Unan), Türkiye Günlüğü, S.11, Ankara, 1990, s.30-31.

Page 32: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

23

temele dayanmaktaydı. Dolayısıyla Osmanlı Devleti, kendi fütûhatını ve fethedilen

yerlerin teşkilatlandırılmasını da bu sisteme borçlu idi67.

En sade şekliyle, “bir kısım asker ve memurlara belirli bölgelerden ve

faaliyetlerden kendi nâm ve hesaplarına toplama hak ve yetkisiyle birlikte, bazı vergi

kaynaklarının tahsis edilmesi” şeklinde tarif edilebilecek tımar sistemi68, 16. yüzyılın

sonlarına kadar yönetim örgütlenmesinin en temel belirleyicisiydi. Devlet, aynı

zamanda bir havâle sistemi olan tımar uygulaması sayesinde bir çok resmi görevliye

merkezî hazineden nakit olarak maaş ödemekten kurtuluyor ve böylece birçoğu aynî

olarak tahsil edilen çeşitli vergilerin, merkeze taşınması yahut nakde dönüştürülmesi

gibi külfetli bir işlemden de bir anlamda kurtulmuş oluyordu. Taşra yönetimi de, bu

sistem içinde anlam kazanmıştı. Dolayısıyla başlangıçta sözünü ettiğimiz üç faktörü,

bu bağlamda değerlendirmek gerekir.

Klasik dönemde taşra yönetiminin iki temel birimi vardı. Bunlardan birincisi,

askerî-idarî (örfî) açıdan oluşturulmuş sancak, diğeri ise adlî-idarî (şer’î) açıdan olan

kaza idi.

Sancak ve kaza aynı mekânda bulunan ancak, fonksiyon bakımından farklı iki

hüküm bölgesiydi. Bu bölgelerden birincisinin başında, padişahın yaptırım gücünü

temsil eden bir örf yetkilisi olan bey, ikincisinin başında ise yine padişahın yargı

gücünü temsil eden kadı vardı. Bunların ortak fonksiyonu, padişahın yönetim

yetkisinde birleşmeleriydi. Yani yönetim yetkilerine ortak olmakla birlikte, farklı

açılardan yönetime katılırlardı. Örneğin bey, kadının hükmü olmadan hiç bir ceza

veremez, kadı da verdiği hiç bir kararını kendisi icrâ edemezdi. Kadı kararlarında,

yani şeriâtı ve kanunu uygulamada beyden bağımsızdı. Emirlerini doğrudan doğruya

sultandan alır, sultana doğrudan doğruya arzda bulunabilirdi. Eyâlet yönetimindeki

67 Halil İnalcık, “Osmanlı Tımar Rejimi ve Sipahi Ordusu”, Türk Kültürü, C. 10, S. 118, Ankara, 1972, s.139. 68 Ö. Lütfî Barkan, “Timar”, İ.A., C. XII, İstanbul, 1974, s. 286. Geçimlik anlamına gelen dirlik terimi, tımarla eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Tımar yoluyla kâtipler, dini görevliler, kadılar v.s. gibi sivil görevlilere maaşları karşılığında gelir tahsisleri yapılmasına rağmen, genel uygulamada tımar sisteminin asıl amacının seferler için asker beslemek olduğu söylenebilir. Devletin, mahalli şahısların geniş tasarruf haklarını tanıdığı ilk dönemlerde bile askeri hizmet talep etmesi, bunu açıkça göstermektedir. Bkz. Fatma Acun, “Klasik Dönem Eyâlet İdare Tarzı Olarak Timar Sistemi ve Uygulaması”, Türkler, (Ed. H.Celal Güzel-Kemal Çiçek), C.9, Ankara, 2002, s.899. Devlet, tımar sistemi sayesinde hem çeşitli kamu hizmetlerinin aksatılmadan yürütülmesi ve istendiğinde hazır olabilecek bir ordunun teşkilini sağlanmış; hem de vergi toplama ve bunun hazîneye intikalinin güçlüklerini önlenmiştir. Bkz. Özer Ergenç, “XVIII. Yüzyılda Osmanlı Taşra Yönetiminin Mâlî Nitelikleri”, Journal of Turkish Studies, (Ed. Şinasi Tekin-Gönül Alpay Tekin), 10, 1986, s. 87.

Page 33: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

24

bu güçler ayrımını Osmanlılar, âdil bir yönetimin temeli olarak görüyorlardı69.

Konunun bu boyutu ayrıca açıklanabilir ancak, buradaki yönü ile bu birimlerin

mekândaki durumları ele alınacaktır70.

Sancak, tımar sistemi içerisinde en temel birim olduğu için, mekânda

kapladığı alan bakımından kazadan daha büyüktü71. Dolayısıyla, bir sancak

içerisinde daha fazla sayıda kaza hüküm bölgesi yer alırdı. Ama klasik dönemde

kazalar, sancağın alt yönetim birimleri değillerdi72. Gerek sancakların sınırları ve

gerekse de kazaların sınırları ve kaza hüküm bölgeleri tespit edilirken veya yönetim

açısından fonksiyonelliği saptanırken, bazı faktörlerlerin varlığı dikkate alınmak

zorundaydı. İşte konumuz açısından bu faktörlerin neler olduğu yahut klasik

dönemden 17. yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde, bu kriterlerde her hangi bir

sapmanın olup olmadığı Harput Sancağı örneğinde ele alınacaktır.

b- İktisadî Yönden Çevresi İle Entegrasyon İmkânları

Bir taşra biriminin oluşabilmesi için ikinci önemli etken, o birimin yer aldığı

mekân üzerinde şehir ve kaza denilen ve büyük ölçüde tarım dışı üretimin yapıldığı

yerleşme alanlarıyla, etrafındaki kırsal alanın (üretilen gıda maddelerinin, özellikle 69 Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klâsik Çağ (1300 - 1600), (Çev. R. Sezer), İstanbul, 2003, s. 108 70 Bu konuyla ilgili “yönetim” bölümünde ayrıntılı bilgi verilecektir. Konuyla ilgili geniş bilgi için bkz. Özer Ergenç, XVI. Yüzyılda Ankara ve Konya, Osmanlı Klasik Dönemi Kent Tarihçiliğine Katkı, Ankara, 1995, s. 61-89; Nejat Göyünç, “Osmanlı Devleti’nde Taşra Teşkilâtı”, Yeni Türkiye, S. 31, Ankara, 2000, s. 430-441; İlber Ortaylı, “Osmanlı Kadısı’nın Taşra Yönetimindeki Rolü Üzerine”, Amme İdaresi Dergisi, C.9, S.1, Ankara, 1976, s. 95-107 71 Sancak, Osmanlı idare sistemi içerisinde en önemli alt idari bölge manasına gelmektedir. Ayrıntılı bilgi için bkz. İ. Metin Kunt, Sancaktan Eyâlete, İstanbul, 1978, s. 16-18; J. Deny, “Sancak”, İ.A., C. X; Halil İnalcık, “Eyâlet”, EI²; M. Tayyib Gökbilgin, Edirne ve Paşa Livası, İstanbul, 1952, s. 6-10; İ.H. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. II, Ankara, 1949, s. 571-574; Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisâdî ve İctimaî Tarihi, C. I-II, Ankara, 1974 ve 1979 ilgili bölümler. 72 Son zamanlara kadar, Osmanlı yönetim sisteminde Eyâlet-sancak-kaza şeklinde tek bir idarî-askerî teşkilatlanmanın olduğu ve kaza idaresinin bunun en alt birimini oluşturduğu zannedilmiştir. Akdağ’a göre, 19. yüzyıla gelindiğinde kadının sadece bir mahkeme reisi durumuna düşmesi ve kaza merkezlerinin de “mutasarrıflık” olarak idarî teşkilata dâhil edilmesi, böyle bir yanlış anlamaya sebep olmuş olabilir. Ayrıca Osmanlı Türkiye’sinin idare bölümü denilince geçmişte bazı tarihçilerin, memleketi büyük vilâyetlere, vilâyetleri sancaklara, sancakları da kazalara ayrılmış olarak göstermeye ve böylece modern mülki idarelere benzer tarzda düşünmeye alışkın oldukları; özellikle klasik dönem için, gerek uygulama ve gerekse de kanuni şekil yönünden, böyle bir uygulamanın olmadığı belirtilmektedir. Vilâyet-sancak-kaza şeklindeki düzen ayrımının, tamamen askerî bir anlam ifade ettiğini, oysa sivil hükümet idaresi olarak direkt başkente bağlı ve tek bölüm olmak üzere kaza idarelerinin mevcut olduğunu vurgularken Akdağ, idarî-kazaî örgütlenmeler yoluyla hükümet yönetiminin halk tabakalarının derinliklerine kadar iletildiğini ifade etmektedir. Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisâdi ve İçtimaî Tarihi, C.2, İstanbul, 1979, s. 83-103.

Page 34: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

25

hububatın kaza halkının ihtiyaçlarını karşılayacak düzeyde olması gereklidir) olumlu

bir bütünlük sağlamasıdır. Yani şehir ve kırsallarda yaşayan nüfusun çevresinden

beslenebilmesi, kırsal alanın da tarım dışı üretime dayanan gereksinimlerini o

merkezlerden sağlayabilmesi halinde, sağlıklı bir iktisâdi ilişki oluşur. Bu bakımdan,

idarî endişelerle vücuda getirilmiş olan sancaklar, sınırları içindeki şehirler ve

kasabalarla etrafındaki alanları besleyebilen tarım bölgeleri üzerinde oluşmuştur.

Osmanlı Devleti’nin klasik dönemde ekonomiye ilişkin genel düşüncesi, en

genel anlamda ihtiyaçların karşılanması noktasında toplanıyordu. Yani devletin ve

toplumun bütün kesimlerinin ihtiyaçlarını karşılamak, iktisadî faaliyetlerin hedefi ve

meşrûiyet temeli idi73. Bu anlayışa göre mal ve hizmet üretenler önce kendi

ihtiyaçlarını karşılamalı ve ondan sonra kademeli olarak, tüm toplumun ihtiyaçlarına

cevap vermek zorundaydılar. Bu ilkeyi geçerli kılmak için ise ekonomide mal arzını

bollaştırmak, kalitesini yükseltmek ve fiyatını düşük tutabilmek için üretim ve ticaret

üzerinde sıkı bir müdahalecilik benimsenmişti74. Ekonominin tarım ve hayvancılığa

dayandığı imparatorlukta, alınan tedbirler ve ekonomiye ilişkin düzenlemelerin en

yüksek düzeyde gerçekleştirileceği düşünülen ziraî üretimin başlıca tüketim bölgeleri

ise kazalardı.

Genel olarak her kaza, bir taraftan ticarî ve diğer taraftan kültürel üstünlüğü

ile çevresinin merkezîolmuş bir kasaba veya şehirle, böyle bir merkezîçevrelemiş

köylerin teşkil ettiği idari bir birliği ifade etmektedir. Bu anlamda kaza, sancaklar

içinde ve sancağın alt birimi durumundaki tımar nahiyelerine denk düşebilecek bir

büyüklükteki adlî-idarî birimlerdi. Bu büyüklük ortalama 3 ile 20 bin arasında bir

nüfusu barındıran şehir75 ve kasaba ile ona bağlı ve sayıları ortalama 100-150 kadar

olan köylerden ibaretti76.

Çeşitli şekillerde ifade edilmesine karşılık kasaba tabiri77 belgelerde geçen

örneğin, “mahrûse-i Harput kasabası”, “kasabâ-i Harput sâkinlerinden”, “kasabâ-i

73Mehmet Genç, “Osmanlı İktisadî Dünya Görüşünün Klâsik İlkeleri ve Temel Değerleri”, Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Ekonomi, İstanbul, 2000, s. 68. 74 Mehmet Genç, a.g.m., s. 60. 75 Bu rakamlar ortalama nüfus rakamları olup, istisnalar söz konusudur. Örneğin, XVI. yüzyılın sonlarında Harput şehrinin nüfusu 13.437 olarak tahmin edilmekteyken (bkz. M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 60), aynı yüzyılda Ankara’nın nüfusu 25.000 civarında tahmin olunmaktadır. Özer Ergenç, Ankara ve Konya, s. 54. 76 Ayrıntılı bilgi için bkz. Mehmet Genç, a.g.m., s. 61. 77 “Nefs” tabirinin şehir ya da kasabaları ifade etmek için kullanılması üzerine farklı görüşler için bkz. Suraiya Faroqhi, “16. Yüzyılda Batı ve Güney Sancaklarında Belirli Aralıklarla Kurulan Pazarlar

Page 35: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

26

Harput’un nefs-i şehir Müslümanlarından”78 veya buğday-davar tedârik edilmesinin

istenildiği bir buyrulduda geçtiği şekliyle “varınca Harput kasabası ve sâ’ir

kurâsından üç dört yüz davar ve buğday tahmil edüb”79 ya da “kasabâ-i Harput’ta

Kal’a Cami’i imamı”80 ifadelere göre şehirle aynı anlamda kullanılmaktadır. Yine

burada bağ, bostan, bahçe gibi tarım birimleriyle çevrili olan ve bahçe ziraatının

ağırlık kazandığı kasabaların, aynı zamanda üretim hayatı farklı dağ ve ova köyleri

arasında alışveriş yapılan bir pazar merkezî konumunda olmalarına bakılırsa,

Osmanlı şehirlerinin büyük bir kısmının aynı zamanda kasaba özelliği taşıdığı

söylenebilir81.

Kazaların oluşmasında yukarıda belirtilen iktisadî, sosyal, kültürel ve coğrafî

şartların yanında o bölgenin geçmişteki fonksiyonu da belirleyici bir unsurdu.

İncelendiğinde görülmektedir ki kaza merkezî olan şehirlerin büyük bir kısmı,

Osmanlı öncesinde de bulundukları bölgenin birçok açılardan merkezî durumunda

olan yerlerdir. Harput şehri de bu açıdan bakıldığında merkezî bir özellik

göstermektedir82. Daha genel bir ifadeyle tarihi, iktisadî, sosyal ve coğrafi şartlar ve

özellikler bakımından, mümkün mertebe bütünlük arz eden ve belirli büyüklükteki

bir sahada teşkilatlanmış olan kaza, idarî ve kazâî hususiyetleri yanında kadının

(İçel, Hamid, Karahisar-ı Sahip, Kütahya, Aydın e Menteşe)”, ODTÜ Gelişme Dergisi (1978 Özel Sayısı), Ankara, 1979, s. 39-85; M. Tayyib Gökbilgin, Kanuni Sultan Süleyman Devri Başlarında Rumeli Eyâleti, Livâlar, Şehir ve Kasabaları”, Belleten, C. XX, S. 89, Ankara, 1956, s. 247-285. Mehmet Öz, Canik Sancağı, s. 31-32. 78 HŞS 362 : 11, 384, 398; HŞS 391 : 406 vd. 79 HŞS 382 : 501 80 HŞS 278 : 84 81 Bahaeddin Yediyıldız, “Yerleşim Durumuna Göre Osmanlı Toplumu”, Osmanlı Devleti Tarihi (Editör: E. İhsanoğlu), C. II, İstanbul, 1999, s. 471. 82 Osmanlılardan önce Harput, Malazgirt Zaferi’nin ardından Çubuk Bey tarafından fethedilmiştir (1085). Bölgede kurulan Çubukoğulları Beyliği’nin merkezîolan Harput, 1113 yılında Artuklu Hükümdarı Belek Gazi tarafından alınarak, Artukoğulları Beyliği topraklarına dâhil edilmiştir. 1234’ de kadar Artukluların elinde kalan Harput, Anadolu Selçuklu Sultanı I. Alaeddîn Keykubat tarafından, Selçuklu topraklarına katılmıştır. Ancak bölgede, Selçuklu hâkimiyeti fazla sürmemiştir. Zira Kösedağ Savaşı’nın ardından Harput, İlhanlılar’ın eline geçmiştir. XIV. yüzyıldan sonra Doğu Anadolu’daki siyasi mücadeleler şiddetlenmiş ve bu tarihten sonra Harput, sık sık el değiştirmiştir. Söz konusu dönemde Harput, Dulkadiroğulları, Akkoyunlular, Karakoyunlular ve Kadı Burhaneddin Devletleri arasında bir mücadele alanı olmuştur. Nitekim 1465 yılında Uzun Hasan, Harput’u kesin olarak Akkoyunlu Devleti’ne dâhil etmiştir. Ardından bölge, 1507’de Safevilerin egemenliği altına girmiştir. Çaldıran Zaferi ve bölgenin Safevilerden temizlenmesinin ardından Osmanlı hakimiyetine giren Harput (1516), oluşturulan Diyarbekir Eyâleti’ne bağlı bir sancak olarak teşkil edilmiştir. Bkz. “Elazığ”, Yurt Ansiklopedisi, C.4, İstanbul, 1982, s. 2496-2498; M. Ali Ünal, “Harput”, Osmanlı Devri Üzerine Makaleler-Araştırmalar, Isparta, 1999, s. 85-89; Aynı yazar, “Harput”, DİA, C.16, İstanbul, 1987, s. 232-235. Ayrıca bkz. Şemseddin Sâmi, Kâmûsu’l A’lâm, C. 3, Ankara, 1996, s. 2032-2033.

Page 36: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

27

özellikle doğrudan Dîvân-ı Hümâyûn ile irtibatlı olmasına bağlı olarak, reâyâ ile

merkezîotorite arasındaki en önemli bağı temin etmesi bakımından, Osmanlı taşra

teşkilatının ve yönetiminin temelini teşkil etmiştir83. Mekânsal olarak baktığımızda

sancağın ve kazanın merkezîkonumunda olan Harput şehri, bir taraftan sancak

sınırları içerisinde kalan yakın çevresindeki kırsal alandan beslenirken, aynı

zamanda bu çevreyle adlî ve idarî ilişkiler içerisindeydi.

Bu ilişkinin sağlıklı tutulabilmesi için, kırsal alandan vergiler yoluyla

toplanan ve köylerin ihtiyaç fazlası (artı ürün) olarak aktarılabilen ürünlerinin sancak

dışına çıkarılması, gerek kanunnâmelerle gerekse de kadılara gönderilen fermanlar

ile yasaklanmıştır84. Aynı durum yani zarûri ihtiyaç maddelerinin şehir ve belde

dışına çıkarılması, şehirdeki esnafın hammaddesinin sağlanması ve ürettiklerini

pazarlayış biçimleri için de söz konusudur85. Bu tedbirlerin alınmasındaki amaç,

Osmanlı iktisadi zihniyetinden kaynaklanan üretimin düşürülmemesi, sun’i

darlıkların yaratılmaması ve dolayısıyla fiyat artışının önlenerek reâyânın sıkıntıya

düşmesinin engellenmesiydi86.

Bu iktisadi bütünlük içerisinde kimi zaman anlaşmazlıklar ortaya çıkmakta

şikâyetler dile getirilmektedir. Bu bağlamda iktisadî ve idarî ünite arasındaki

çatışmaların en somut örneğini, tımar sistemi içerisinde üreticilerin dirlik denilen

yönetim alanlarında yaşarlarken, vergilerini dirlik sahiplerine çoğu kez aynî olarak

ödemeleri ve yükümlülükleri için kendilerine akreb bazâr dışında bir zorlamanın

yapılamayacağı hükmünün getirilmesinde görmekteyiz. Mesela, Ankara yakınlarında

bir köydeki ahâli ile tımar sahibi arasındaki anlaşmazlık, konunun taraflar açısından

taşıdığı önemi göstermektedir. Sicilde yer alan belgeye göre yakında bir köy pazarı

olduğu halde sipahi, köylülerin tahılı kent pazarına taşımak zorunda olduklarında

diretmiştir. Mahkeme kadısı, kent pazarına gelen tahıl miktarını daha önemsemiş

83 Tuncer Baykara, Osmanlı Taşra Teşkilatında XVIII. Yüzyılda Görev ve Görevliler, s. 7. 84 Örnekler için bkz. Lütfi Güçer, “XVI. Yüzyıl Sonlarında Osmanlı İmparatorluğu Dahilinde Hububat Ticaretinin Tâbi Olduğu Kayıtlar”, İÜİFM, C. 13, S. 1-4, İstanbul, 1951, s. 79-98;Ö.L. Barkan, XV. ve XVI. Asırlarda Osmanlı İmparatorluğu’nda Ziraî Ekonominin Hukukî ve Malî Esasları, Kanunlar I, İstanbul, 1943. 85 İstanbul, Bursa ve Ankara gibi idâri, iktisâdi veya başka nedenle ulaşılabilecek nüfus büyüklüğünün çok üstüne çıkmış bazı merkezler için, başka özel önlemlere baş vurulmuştur. Örneğin, Ankara’da esnafın hammadde ihtiyacının sağlanması ve üretilen malların pazarlanış biçimi ile bunların tâbi olduğu kuralları ve denetlenmesi gösteren örnekler için bkz. Özer Ergenç Ankara ve Konya, s. 92-96. 86 Ayrıntılı bilgi için bkz. Halil İnalcık, “Osmanlı İktisat Zihniyeti ve Osmanlı Ekonomisi”, Tarih Risaleleri (Der. Mustafa Özel), İstanbul, 1995, s. 35-53.

Page 37: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

28

olmalı ki, tımar sahibinin bu tavrında kanunen bir sakınca görmeyerek, köylülerin

açtığı davada sipahi lehine karar vermiştir87.

Bu örnek bir istisna olmakla birlikte, uygulamada devletin reâyayı sipahi

karşısında çeşitli angaryalardan korumak için değişik formüller geliştirdiğini

biliyoruz. Örneğin kulluk denilen bir takım hizmetleri yerine getirmek zorunda olan

çiftçi reâya, devletin bu hizmetleri ve angaryaları çift resmi gibi para vergisine

çevirmesi sonucunda angaryalardan kurtulmaktadır. Diyarbekir vilayetinde köylünün

üç gün tımar sahibinin toprağında angarya çalışması, ırgadiye denilen bir resimle

karşılanmıştır88.

Bilindiği gibi Osmanlı tımar sistemi içerisindeki havâle usulü gereğince

sipahi, miktarı ve çeşidi belirlenmiş olan vergileri bir dirlik (geçimlik maaş) olarak

kendi mahallinde doğrudan doğruya tahsil etmekteydi. Yani mahsulden aynî olarak

alınan öşür vergisini, devletin depolarda toplayarak paraya çevirmesi ve ardından

bunları maaş olarak geri dağıtması imkânsız olduğundan, öşrün toplanması köyde

oturmak zorunda olan sipahiye havâle edilmiştir. Köylülerin sipahiye artı ürün

aktarımı emek-ürün veya para şeklinde olmaktadır. Ancak reâyanın kendi toprağında

çalışırken az bir oranda sipahiye karşı bedeni yükümlülüğünün olmasına rağmen esas

itibariyle ürün veya para olarak aktarılan rantın daha önemli olduğunu belirtmek

gerekir. Dolayısıyla artı ürünün hizmet ya da emek olarak aktarımına az rastlanmakla

birlikte köylü, sipahi için yaptığı ambara ya da gösterilen yere bu mahsulü kendi

vasıtalarıyla taşımak ve bazen sipahinin payını pazara satılmak üzere götürmekle

yükümlüydü89. Kanûnnâmeler, bu ürünün en yakın pazara götürülmesini ve

yolculuğun belli bir süreden fazla sürmemesini zorunlu kılıyordu90.

Ancak sicillerde görüldüğü üzere incelediğimiz dönem itibariyle sipahiler ile

köylüler arasında vergi miktarları, vergilerin toplanma tarzı, toprak tasarrufu, tapu

87 Suraiya Faroqhi, Osmanlı’da Kentler ve Kentliler, s. 69. 88 Hali İnalcık, “Adâletnâmeler”, Belgeler, C. 2, S. 3-4, Ankara, 1967, s. 59. 89 Halil İnalcık, “Osmanlı Tımar Rejimi ve Sipahi Ordusu”, s. 118. Yine köylü, sipahinin kendi tımarına ait başka bir köyden gelmesi durumunda üç gün süreyle sipahiye konukseverlik göstermek, kendisine ve atına bakmakla yükümlüydü. Bir günden üç güne kadar sipahinin çiftliğinde çalışma geleneği ise, bölgesel düzeyde devam etmekteydi. Köylünün sipahiye karşı olan diğer yükümlülükleri için bkz. Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klâsik Çağ (1300–1600), s. 115-116; Aynı yazar, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, (Çev. Halil Berktay), C. I, İstanbul, 2000, s. 109-112. 90 Lütfi Güçer, XVI-XVII. Asırlarda Osmanlı İmparatorluğu’nda Hububat Meselesi ve Hububattan Alınan Vergiler, İstanbul, 1964, s. 57. Ayrıca tahıl taşımacılığında yaşanan sorunlar için bkz. aynı eser, s. 28-36.

Page 38: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

29

resmi, sipahilerin kendi hassa çiftlikleri için köylülerden daha fazla angarya

hizmetler talep etmesi gibi konularda gittikçe artan bir çatışma söz konusudur. Bu

durumda ne toprağın mülkiyetini elinde tutanlar (malikâne sahipleri), ne de tımar

sahipleri (sipahiler) köylüler üzerinde kazaî yetkiye sahip olmadıklarından, tıpkı mîrî

topraklarda olduğu gibi köylüler ve topraklarıyla ilgili hukukî meseleler, devlet

tarafından atanan kadı tarafından mahkemelerde çözülmekteydi.

Bu idarî ve iktisadî bütünlük içerisinde yaşanan kimi anlaşmazlıkların,

incelemekte olduğumuz 17. yüzyılın ortalarından itibaren köylüyle beraber örf

yetkililerinin kendi aralarında da cereyan etmesi, yetki ve görev çakışmasına yeni bir

boyut kazandırmıştır. Örneğin, Evâsıt-ı Safer 1082/Haziran 1671 tarihli sicil

kaydında görüldüğü gibi akreb bazâr ile ilgili anlaşmazlık sipahi taifesinden

olanlarla bu kişilerin çiftliklerinin bulunduğu karyelerin sahib-î arzı olan karye

zâbitleri arasında yaşanmaktadır. Mezbûr sipahiler, çiftlik topraklarından elde

ettikleri ürünün şer’i vergisini ambarlara götürmeye razı olduklarını ancak, karye

zabitlerinin buna kanaat etmeyerek pazara taşımaları hususunda baskı yaptıklarından

şikâyet etmektedirler. Gönderilen emr-i şerifte ise, kadîmen süre gelen uygulamalar

hatırlatılarak, ona göre hareket edilmesi emredilmektedir91.

Yine Evâsıt-ı Şevval 1081/ Şubat 1671 tarihli Harput kadısına gönderilen bir

fermanda, ebnâ-yı sipâhiyandan olan Pirî’nin karşılaştığı kötü muâmeleyi merkeze

arzına binâen, kanunen câîz olmadığı halde beylerbeyi voyvodaları ve sancakbeyi ile

subaşıların ve sâir ehl-i ‘örf tâifesinin ebnây-i sipâhiyandan olanlara “hizmete

meccânen bilâ emr-i şerîf tekâlif-i şakka talebiyle rencîde ve remîde” ettirildiklerine

dikkat çekilerek söz konusu kişilerin bu durumdan men edilmeleri istenmektedir92.

c- Belde Yerleşiklerinin Birbirleriyle ve Devletle İlişkilerinin Düzenlenebilmesi

Taşra idaresinde oluşturulan birimlerin sınırlarını ve iç taksimatını etkileyen

ve başlangıçta verdiğimiz üç önemli faktörden sonuncusu, tamamen yönetim

91 “ ..buyurdum ki, hükm-ü şerîfim vardıkda husûs-ı mezbûra tamâm mukâyyed olup göresiz arz olunduğu üzere bunlar sipâhi dirliği mutasarrıf sefer eşer sipâhi tâifesi ise bu makûle seferlerde askerî tâifesi ancak öşürlerin anbâra götürüb akreb bazâra teklif olunmaz bunlar dahî zikr olunan karyelerde çiftlikleri toprağında hâsıl eyledikleri terekelerin ol karyelerde olan anbâra götürdüklerinden sonra sâhib-i arz olanlar bilâ emr cebren akreb bazâra götürün deyû dahl ve rencîde ittirmeyüb men’ ve def’ eyleyesiz”, HŞS 362 : 510. 92 HŞS 362 : 473.

Page 39: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

30

birimlerinin üzerinde yaşayan insanların taifeler olarak örgütlenmesidir93. Tâife,

cemaât ve daha sonra millet diye nitelenecek bu örgütlenme biçiminin en önemli

özelliği, tâifeyi oluşturan birimlerin tanıdıkları değerler ölçü alınarak hiyerarşik bir

düzene tâbi olmaları94 ve bunun Osmanlı kanununa göre belirlenmesi95, ayrıca

birbirlerinin müteselsil kefili sayılmalarıdır. Bu sebeple Osmanlı Devleti’nde toplu

âidiyetin çok önem taşıdığı mekânda ve toplumda bir gurubun üyesi olarak

kendilerini tanımlayabildikleri veya kendilerini anlatabildikleri bir düzene sahiplerdi.

Bu sistemin işlediği zamanda Osmanlı toplumu, hangi gruptan olursa olsun

veya hangi coğrafyada yaşarsa yaşasın Osmanlı hâkimiyetinin geçerli olduğu bütün

alanlardaki toplumlar, bu bakımdan belirli mekânlarda yaşama özelliği göstermekte

idiler. Bu sistemi doğrudan merkezîotoriteye bağlayan kapıkulu sistemiyle bu sistem

birbiriyle bütünleşip yine birbirlerini tamamlayan unsurlardı.

Osmanlı Devleti belirli meslekten ya da gruptan insanları, her hangi bir

görevin yerine getirilmesi ya da çeşitli durumlarda birbirlerine karşı sorumlu tutarak

bu sayede toplumda bir tür kontrol mekânizması geliştirmişti. Sicillere yansıdığı

kadarıyla bu mekânizmanın işleyiş biçimi hakkında fikir sahibi olabiliyoruz.

93 Osmanlı düşüncesine göre taşradaki reâya “ulû’l emre” itaâtkar, kendinde devletin düzen ve yönetimine müdahale hakkı görmeyen, devlete ve düzene her ne sebepten olursa olsun tavır almaktan kaçınan, mensubu bulunduğu toplumsal kesimden ve yaşadığı yerden izinsiz ayrılmayan, kısaca her alanda mutlak anlamda boyun eğen insanları ifade etmektedir. “Ûlû’l emr” olan yani otorite merciî olan padişah, yönettiği tebaâsına adalet ile muamele etmek mecburiyetinde idi. Bu muamele şer’i tabiriyle “emr bi’l-ma’ruf nehy ‘ani’l-münker” (iyiliği emretme, kötülükten sakındırma) prensibi içinde yapılmak zorundaydı. Bu sebeple Osmanlı padişahı, sayesinde hükümranlığını icrâ ettiği reâyasını, Allah’ın bir emâneti olarak görmek ve öyle telâkki etmek zorundadır. Bu bakış açısı, Müslim ve gayrımüslim bütün tebaâ için geçerlidir. Vergisini zamanında ve belirlenen miktarda veren ve devletin hâkimiyetine boyun eğen herkes, padişahın ve onun şahsında devletin nazarında aynı haklara sahiptirler. A.Yaşar Ocak, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler, İstanbul, 1999, s. 37. 94 Osmanlı toplumunu başlıca iki sınıfa ayırabiliriz. Bunlardan birincisi, hükümdarın otoritesini temsil eden yönetici sınıf (askerî) ve diğeri de büyük çoğunluğu toprağa bağlı ve tarımsal üretim yapan reâyâ. Birincisini her kademedeki yönetici ve askerler ile ilmiye mensupları, genel olarak “berat ehli” yani padişah beratı taşıyanlar oluşturmaktaydı. İkincisi ise, bunların dışında kalan ve üretim yapmakla mükellef tüm teb’âyı kapsıyordu. Bu iki sınıfı birbirinden ayıran en belirgin fark, birincilerin vergi vermemeleri ve üretime katılmamaları, ikincilerin ise vergi yükümlüsü ve birer üretici durumunda olmalarıydı. Bunların haricinde toplumun en çok ihtiyaç duyduğu maddeleri üretenler ile bunların dağıtımını yapan tüccarların, bu faaliyetleri ile edindikleri servetler sonucu hem toplumda hem de devlet nazarında itibar görerek, toplumun üst katmanlarında yer almışlardır. Bkz. Özer Ergenç, Ankara ve Konya, s. 126. 95 Nasihatnâme ve Siyasetnâme türü eserlerde dâire-i adâlet diye formüle edilen anlayışa göre geliştirilen yönetim ve buna dayalı toplumsal düzenin temelinde kişilerin “ulû’l emre itaat”i yatıyordu. Buna karşılık padişah, teb’asının muti’ olmasını sağlamak ve ülkesinde adaleti mümkün kılabilmek için toplumu, mekânda yerleşim durumuna göre mesleklere, din ve mezheplere göre ayrı ayrı cemaatler halinde düzenlemiş, gerek mekânda ve gerekse de cemaatler veya guruplar arasındaki geçişleri ve yer değiştirmeleri, mümkün olabildiğince sınırlamıştır. Bkz. Özer Ergenç, “Osmanlı Klâsik Düzeni ve Özellikleri Üzerine Bazı Açıklamalar”, Osmanlı, C. 4, Ankara, 1999, s. 34.

Page 40: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

31

Genellikle aynı mesleği icra eden kimseler, mahkemede ve kadının huzurunda

birbirlerine kefil olduklarını beyan etmekte ve durum sicile kaydedilmektedir. Bu

kefalet, eğer bir esnafın mesleğini icra etmesi ya da iltizâmla bir göreve talip olma

şeklinde cereyan ediyorsa, gerek esnaf ve gerekse de iltizâmla görevi alacak olan kişi

ya da kişiler, mesleğinin gereklerini yerine getireceklerine dair taahhütte bulunmak

zorundaydılar. Kefillik ve taahhütlük sayesinde devlet, söz konusu görevlerin

icrasında ve duruma göre gruplar içerisinde asayişin sağlanması, görevin icrasında

yükümlülüklerin yerine getirilmesi ve daha önemlisi vergilerin toplanması konularını

garanti altına almış oluyordu. Bu kefalet sadece devlet ile kişiler arasında değil,

mekânda aynı çevrede yaşayan insanların (mesela mahallede) günlük yaşantılarında

örneğin, kendi aralarındaki ticarî münasebetlerde de görülmektedir. Mesela, Evâil-i

C.A. 1083/Eylül 1672 tarihli belgede Ali Ağa, sattığı mallardan alacağı 230 esedî

gurûşun belirlenen günde ödenmemesi durumunda borca “kefil bi’l-mâl”(mâlen

kefil) olanlardan mahkeme huzurunda alacağını talep etmektedir96. Yine aynı şekilde

Evâil-i Ramazan 1103/ Mayıs 1692 tarihli hüccette Seyyid Monla İsmail, 10 sene

önce amcası Mustafa'ya 45 esedî gurûş borç verdiğini, amcasının vefat etmesi

üzerine borcunu mâlen kefil olduğu için oğlu Seyyid Osman’dan taleb etmektedir97.

15 R.A. 1104/24 Aralık 1694 tarihli bir diğer belgede ise, yine Harput Ahi Musa

Mahallesinden el-Hac Hasan ve Hüseyin Beşe’nin Mahmud Ağa’ya 430 gurûş

borçları olduğu ve borçlarına amca-zâdeleri Yusuf Çelebi’nin mâlen kefil olduğunu

görüyoruz98. Konuyla ilgili 02 R.E. 1083/28 Haziran 1672 tarihli Harput kadısına

gönderilen bir mektup örneğinde, Eyüb adlı kişinin 130 gurûşa aldığı câriye için

Kesber adlı kişinin “ba’del-yevm câriyenin bir ‘aybı-şer’isi zuhûr ettiğinde kıymetine

ben zâmin olurum” diyerek kefil olduğu, ancak câriyenin aslında hür olduğunun

anlaşılması üzerine, kefaleti sebebiyle akçesini taleb için Kesber’in köyüne gece

vardıktan sonra, Eyüb’ün gayb edildiği ve yakınlarının şikayeti üzerine mübaşir

olarak Bektaş Ağa’nın irsal edildiği; eğer gerçekten Kesber’in “câriyenin ‘aybı

şer’isi zuhûr ederse ben zâmin ve kefilim” dediği şer’an sabit olur ise ve kaybolan

96 HŞS 362 : 219. 97 HŞS 391 : 60. 98 HŞS 391 : 143.

Page 41: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

32

Eyüb’ün “deyn-i şer’ ile hükmolunmuş iken karye ahâlileri zimmetinde kaldığı zahir

olur ise, şer’ ile lazım gelenlerden” alınması emredilmektedir99.

Bu son örnek, işlenen suçtan ötürü olayın geçtiği mekândaki tüm ahâlinin

sorumlu tutulduğunu göstermesi bakımından da ilginçtir. Özellikle yaralanma veya

ölümle sonuçlanan vakalarda ölen yahut yaralanan kişinin yakınlarının mahkeme

huzurunda, olayın faillerini bildirme ya da bilinmediği zaman olaydan ahâlinin

sorumlu olmadığı yönünde ikrar da bulunmaları, yine bu toplu cezalandırmaya maruz

kalmamaları için olsa gerektir. Örneğin, 02 Zilkade 1083/19 Şubat 1673 tarihinde

Harput’un Sarını, Alaca, Dişidi, Perçenç, Koruk ve sâir mezra köyleri tarafındaki

Kızıllar mevkiinde dövülerek öldürülen Zülfikar'ın katillerinin belli olmadığı ve adı

geçen köyler ahâlisi ile hiçbir davalarının olmadığı ve her hangi bir diyet talebinde

bulunmadıkları, müteveffânın akrabaları tarafından mahkeme huzurunda sicile

kaydedilmiştir100. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.

Kefâletin çok önemli olduğu bir diğer uygulama örneğini, iltizâm sistemi

içerisinde görmekteyiz. Çeşitli mukâta’aları iltizâm ile uhdesine alan mukâta’a

sahipleri ya da mültezimler, ödemeyi üstlendikleri meblağın bir kısmını peşin

ödemekte, zarar etme, ortadan kaybolma veya yapılan sözleşmenin gereklerini yerine

getirememe ihtimallerine karşılık borçlarını devlete ya da ilgililere teslim etmek

üzere yine nefsine ve malîne kefiller göstermek zorundaydılar. Yani mültezim

öncelikle kendisinin güvenirliğini kanıtlamalı ve bir zarar-ziyan durumunda bunu

telâfi edeceğine dair mâlen kefiller (kefil-i bi’l-mal) bulmalıydı. Bu yönüyle kefâlet

işlemi, mukâta’a işleminin can damarı durumundaydı.

Sicillerdeki çeşitli örneklerden anlaşıldığına göre, her hangi bir göreve talip

olanların ya da teklif olunanların mutlaka bu güveni sağlamaları gerekmekteydi.

Refere edilmek, yani göreve talip olanlar hakkında başkalarının onlara kefil olması

ve olumlu görüş bildirmeleri çok önemliydi.

Nitekim yine belgelere yansıdığı kadarıyla toplumun karşılıklı veya devlet ile

olan resmî ilişkilerinde, birbirlerine karşı sorumlu tutulmaları ve dolayısıyla bu

şekildeki bir yaşama biçimi, toplum nazarında ortak bir yükümlülük duygusunu

oluşturmuş ve özellikle vergilendirme bu esasa göre şekillenmiştir. Örneğin avârız

99 HŞS 362 : 485. 100 HŞS 362 : 340.

Page 42: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

33

cinsinden vergilerin tümü101 cemaât üzerine tarh edildiği gibi, bu sayede diğer

vergilerin ödenmesi ve maktu’ ödeme biçimi kolaylaşmıştır102.

Vergilendirme kanuni kriterlere göre yapılmakta ve olağan dışı bir durum

yaşanmadığı takdirde değiştirilmesi söz konusu olmamaktaydı. Devlet, önceden bir

defaya mahsus rakamı tayin ve tespit ettikten sonra, her bölgenin kadısına hükümler

göndererek o beldedeki avârız-hânelerine göre hesaplanmış avârız-ı divâniyyenin

toplanmasını emretmektedir. Çeşitli sebeplerden dolayı vergisini ödeyemez durumda

olan ahâli, kadı aracılığıyla merkezî hükümetten avârız-hânelerinin yeniden tespit

edilmesini ya da mevcut vergide indirim yapılmasını talep edebilmekteydi. Genelde

bu taleplerin, şartların müsâit olması durumunda merkez tarafından kabul edildiği

görülmektedir103. Mükellef gruba mensup kişiler, belirlenen miktarı bireysel olarak

değil topluca ödemekteydiler. Kişi başına düşen vergi miktarı ise, mahallinde kadılar

aracılığıyla kendi aralarında belirlenmektedir. Örneğin, Şevval 1104/Haziran1693

tarihli kayıtta Harput Sancakbeyinin saray masrafları için tespit edilen 210 gurûş

vergi, hâne başına 1 gurûş ve 1 rub’ olarak cümle şehir ve köy hânesi içerisinde 157

hâneye tevzi’ edilmiştir104.

2- Klasik Dönemde Sancağın Tasarrufu

Osmanlı idarî taksimatındaki en büyük idâri birim beylerbeylik105 olmakla

birlikte, asıl temel idâri birimin sancak olduğu ve sancakların idâri bakımdan

101 Avârız-hâne vergisi aynı zamanda kollektif bir vergidir. Avârız-hânesi, vergi yükümlülerinin malî gücüne göre belli bir miktarda vergiyi verebilecek sayıda haneden oluşan itibâri bir hanedir. Bir avârız-hânesinin kaç hanenin birleşmesinden oluşacağının bölgeden bölgeye değiştiği bu sistemde, 3,5,10 veya 15 “gerçek hane”, “bir avârız-hânesi” sayılmaktadır. Örneğin 17. yüzyılda Harput’ta ortalama 9 ile 10 gerçek hane, 1 avârız-hânesi sayılmaktadır. (HŞS 391 : 303). Ayrıca bkz. Rifat Özdemir, “Avârız ve Gerçek-Hâne Sayılarının Demografik Tahminlerde Kullanılması Üzerine Bazı Bilgiler”, X. Türk Tarih Kongresi Bildirileri, C. IV, Ankara, 1993, s. 1589; M. Ali Ünal, “1646 Tarihli Harput Kazası Avârız Defteri”, Tarih İncelemeleri, XII, İzmir, 1997, s. 11. Ayrıca avârız hakkında bkz. Ö. L. Barkan, “Avarız”, İ.A., C. II, s. 15; Özer Ergenç, Osmanlı Klasik Dönemi Kent Tarihçiliğine Katkı; XVI. Yüzyılda Ankara ve Konya, Ankara, 1995, s. 53; Oktay Özel, “Avarız ve Cizye Defterleri”, Osmanlı Devleti’nde Bilgi ve İstatistik, Ankara, 2000, s. 33-50. 102 Aynı zamanda mali bir birimi ifade eden maktu’ bir mükellef veya mükellef grubunun ödeyeceği devamlı vergi miktarını saptamaktadır. Maktu’ kelimesinin çeşitli anlamlardaki kullanılışı hakkında bkz. Baki Çakır, Osmanlı Mukâta’a Sistemi (XVI-XVIII. Yüzyıl), İstanbul, 2003, s. 4 -5. 103 HŞS 391 : 295,318, 439, 440; HŞS 362 : 438. 104 HŞS 391 : 401. 105 Beylerbeylik tâbirinin yerine 17. yüzyılın sonlarına doğru git gide “Eyâlet” yahut “vilayet” tâbirleri kullanılmaya başlandı. Bkz. Mehmet İpşirli, “Beylerbeyi”, DİA, C. 6, İstanbul, 1992, s. 69; Orhan Kılıç, “Klasik Dönem Osmanlı Taşra Teşkilatı: Beylerbeyilikler, Eyâletler, Kaptanlıklar,

Page 43: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

34

devletin temel yapısını teşkil ettiği bilinmektedir. Nitekim tahrirlerin her sancak için

ayrı ayrı düzenlenmiş olması, sancakların Osmanlı merkez idaresince ne kadar

önemli bir alt idâri birim olarak görüldüğünün en açık göstergesidir106.

Bununla birlikte sancak tâbiri kimi zaman askerî-idarî yahut coğrafî

bakımdan muayyen bir bölgeyi de ifade etmekteydi107. Gerçekten de sancakların

teşkil edilişlerine baktığımızda genel olarak, her sancağın coğrafi ve tarihi bir takım

şartların sonucunda oluşmuş birimler oldukları, buna mukâbil idâre ve hukuk

açısından birbirlerinden ayrı tutulmadıkları görülür. Ayrıca her sancak için ayrı ayrı

düzenlenen kanunnâmelerin içerikleri de o sancakta yaygın geleneklerin yanı sıra

(örf ve adetler gibi) coğrafî, etnik, dinî, sosyal, kültürel ve iktisadî farklılıklara göre

düzenlenmekteydi. Özellikle ülke sınırlarının geniş alanlara yayılması çok farklı

coğrafi, etnik ve kültürel özellik göstermesinden dolayı her Eyâlet, hatta sancakların

teşkilat yapılarında ve kanunlarında bölgesel esneklikler bulunuyordu. Buralarda

kimi zaman genel kanunların yanında yerel kanunların da etkili olduğu bilinmektedir.

Dolayısıyla bu bölümde, Çaldıran Zaferi’nin ardından 26 Mart 1516 tarihinde

Osmanlı hakimiyetine giren ve klasik bir sancak olarak Diyarbekir Eyâleti’ne

bağlanan Harput Sancağı’nın, Osmanlı taşra idaresinde oluşturulan birimlerin

(sancak-kaza) sınırlarıyla iç taksimatını etkileyen ve yukarıda verilen üç faktör

bağlamındaki durumu hakkında klasik dönemle ilgili ve değişime yönelik bazı

tespitlerde bulunulacaktır.

Harput’un içerisinde yer aldığı Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu

Bölgesi’nin Osmanlılarca fethinden sonra tesîs edilen idâri yapısının geneline

bakıldığında, yukarıda anlatılanlarla bağlantılı olarak bölgenin çeşitli özelliklerinin

Voyvodalıklar, Meliklikler (1362-1799), Türkler, C. 9, Ankara, 2002, s. 888. Eyâlet yönetiminin mülkî âmiri olan beylerbeyi, “Paşa Sancağı” tâbir edilen eyâlet merkezinde oturmakta ve genellikle buradan elde edilen geliri tasarruf etmekteydi. 16. yüzyıldan sonra “mîr-i mîran” olarak da isimlendirilen beylerbeyiler, 16. yüzyıl boyunca taşra kuvvetlerinin başkomutanı ve çeşitli sancakların yöneticisi olan sancakbeylerinin amiri konumunda idiler. 16. yüzyılın ortalarından itibaren ise bulundukları bölgelerdeki bütün işlerde padişahın temsilcisi durumuna getirilerek, askeri zümrenin meselelerini halletmek, bölgede asayişi sağlamak, tımarlı sipahilerin atanmaları, terâkkileri ve muayyen bir miktara kadar tevcih muamelelerini yürütmek v.s. ile yükümlü kılınmışlardır. Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Vecihi Tönük, Türkiye’de İdare Teşkilatı, Ankara, 1945, s. 7; Tuncer Baykara, Anadolu’nun Tarihî Coğrafyasına Giriş s. 35-36; Metin Kunt, Sancaktan Eyâlete, s. 26-29; Yusuf Halaçoğlu, XIV-XVII. Yüzyıllarda Osmanlılarda Devlet Teşkilâtı ve Sosyal Yapı, Ankara, 1998, s. 83; Nejat Göyünç, “Osmanlı Devleti’nde Taşra Teşkilâtı”, s. 430-441. 106 Metin Kunt, Sancaktan Eyâlete, s. 17-18. Bununla beraber kanunnâmelerde sancakların idari birimler olarak bütünlüklerini belirten çeşitli hükümler yar almaktadır. Bkz. a.g.e., s. 19-20. 107 Sancak kelimesinin ifade ettiği çeşitli anlamlar ve geçmişteki kullanımları ile ilgili bkz. Metin Kunt, Sancaktan Eyâlete, s. 15-20; J. Deny, “Sancak”, İ.A., C. 10, İstanbul, 1967, s. 186-189.

Page 44: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

35

bu teşkilatlanmaya yansıtıldığı gözlenmektedir. Aşağıda görüleceği gibi, ilk başlarda

kısmen esnek bir yönetim politikası güdülmesinin bölgeye has bazı özelliklerden

(sosyal, siyasî, coğrafî, tarihi v.s.) kaynaklandığı şüphesizdir. Hatta birçok yerde

olduğu gibi Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde de devlet, bazen katı bir

merkeziyetçilik yerine o bölgenin çeşitli özelliklerine göre daha esnek ve farklı idari

yöntemler tatbik etmeyi, kendi çıkarları açısından uygun görmüştü diyebiliriz.

Osmanlılar zamanında Diyarbekir Eyâleti’ni oluşturan ve bir kısmı Doğu

Anadolu Bölgesi’nde yer alan sancaklar, 1520’li yıllarda daha önceki Safevî

döneminin etkisiyle olsa gerek bir araya toplanmışlardı108. Ancak bir süre sonra

Erzurum Beylerbeyliği teşkîl edilerek kuzeydeki; Van Beylerbeyliği teşkîl edilerek

doğudaki bir takım sancak ve yöreler buralara bağlanmıştır109. Yapılan bu

düzenlemelerin ardından bölgedeki sancakların özelliklerine bakıldığında ise, diğer

bölgelerdekilerden farklı olarak aynı anda üç tip sancağın ortaya çıktığını görüyoruz.

Bunlardan bazıları klasik Osmanlı sancağı özelliği taşımaktayken, bazıları ise

“Yurtluk-Ocaklık” ve “Hükümet” sancaklar şeklinde özel bir statüye sahiplerdi110.

Bu şekildeki bir uygulama, merkezîbir karaktere sahip Osmanlı Devleti’nin

108 Bkz. Nejat Göyünç, “Diyarbekir Beylerbeyliği’nin İlk İdâri Taksimatı”, İ.Ü.E.F. Tarih Dergisi, S. 23, İstanbul, 1969, s. 23-24. 109 Diğer geri kalan sancaklardan önemli bir kısmı da Musul’a dahil edilmiştir. Ayrıca 16. yüzyılın sonlarından itibaren “Beylerbeylik” tabiri kalkmaya ve yerini “vilayet” veya “Eyâlet” e bırakmaya başlamıştır. Bkz. Tuncer Baykara, Anadolu’nun Tarihî Coğrafyasına Giriş, s. 88-90. 110 Nitekim Osmanlılar Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri’ni fethettiklerinde, kendilerinden önce bölgede hüküm sürmüş Safevî, Akkoyunlu ve Karakoyunlu’lardan mîras bazı uygulamalarla karşılaştılar. Bölgede tam bir merkezîotorite sağlayamamış bu devletler zamanında aşiret otoritesine dayanan bazı hâkimler ve beyler, merkezî otoritenin baskısından uzak ve bir çeşit muhtâriyet veya özerklik statüsü içerisinde siyasi varlıklarını sürdürmekteydiler. Osmanlılar da önceden olduğu gibi, bu yörenin Osmanlı idaresine katılışı sırasında kendi saflarında yer alan mahalli beyleri temlik-nâmelerle yaşadıkları mahallin hâkimi ya da beyi olarak tanımladılar. Sıkı bir merkeziyetçi politika izleyerek Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu mutlak itaat altına almanın zorluğunu bilen Osmanlı yönetimi, bölgedeki aşiret hayatının yaygın olduğu sancaklarda askeri, mâli ve adlî kontrolü sağladıktan sonra, bölgenin kadîmi hakimlerine bir takım idari imtiyazlar tanıyarak, eski düzeni devam ettirmeye çalışmışlardır. Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Nejat Göyünç, “Osmanlı Devleti’nde Taşra Teşkilatı”, Yeni Türkiye, S.31, Ankara, 2000, s. 430-441; M. Ali Ünal, “XVI. ve XVII. Yüzyıllarda Diyarbekir Eyâletine Tâbi Sancakların İdari Statüleri”, Osmanlı Devri Üzerine Makaleler-Araştırmalar, Isparta, 1999; İbrahim Yılmazçelik, “XVIII. Yüzyıl ile XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır Eyâletinin İdari Yapısı ve İdari Teşkilatlanması”, AÜDTCF Tarih Araştırmaları Dergisi, C.XVIII, S. 29, Ankara, 1997, s. 217-232; Nejat Göyünç, “Yurtluk-Ocaklık Deyimleri Hakkında”, Prof. Dr. Bekir Kütükoğlu’na Armağan, İstanbul, 1991, s. 266-267; M. Ali Ünal, “XVI. Yüzyılda Palu Hükümeti”, IX. Türk Tarih Kongresi (5-9 Eylül 1990), C. 3, Ankara, 1994, s. 1071-1096. Ayrıca Osmanlı idari sistemi içerisindeki “hükümet” ve “yurtluk-ocaklık” sancakların kanunnâmelerde ifade edilen hukukî statüleri ve uygulamaların bu statüyle ne derece bağdaştığı üzerinde ayrıntılı bilgi için bkz. Orhan Kılıç, “Yurtluk-Ocaklık ve Hükümet Sancaklar Üzerine Bazı Tespitler”, OTAM, S. 10, Ankara, 1999, s. 119-139.

Page 45: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

36

ilk başlarda yeni ele geçirilen yerlerin Osmanlı idaresine ısındırılması111 ya da

egemenlik sağlanan topraklar üzerinde kademeli bir otorite kurma politikası ile

ilişkilendirilebilir. Ancak görüldüğü kadarıyla devlet, bir taraftan bu yerleri doğrudan

merkezin sıkı denetimi altında tutma gayreti içerisinde bulunurken, diğer taraftan

“hükümet”, “yurtluk-ocaklık” olarak tasarruf edilen sancaklarda, desantralizasyona

uygun bir idarî düzen sağlamıştı112.

İncelememize konu olan Harput Sancağı, Çaldıran zaferini müteâkip 1516

yılı baharında Osmanlı topraklarına katılmış ve coğrafî olarak başkentten itibaren

uzayan Amasya-Tokat-Sivas ve Malatya güzergâhını (orta kol), Bingöl üzerinden

Van’a; Diyarbekir üzerinden ise Basra’ya bağlayan önemli bir askerî ve ticarî yol

kavşağı üzerinde ve etrafını çevreleyen bu özel statülü sancakların arasında klasik bir

Osmanlı sancağı olarak Diyarbekir Eyâleti’ne bağlanmıştı. Burada klasik sancak

ifadesinden Harput’un yurtluk-ocaklık veya hükümet şeklinde tasarruf edilmemiş

olmasını kastettiğimizi belirtelim. Ayrıca ileride Harput Mukâta’ası kısmında ele

alınacağı üzere, sancağın sadece geliri 17. yüzyılın ortalarından itibaren “ocaklık”

olarak Van Kalesi askerlerine maaş (mevâcîb)şeklinde tahsis edilmiştir.

Diyarbekir Eyâleti’ne tâbi klasik bir Osmanlı sancağı özelliği taşıdığını

belirttiğimiz Harput ve benzeri sancaklar, tahrirlerin yapılabildiği ve aşiret

geleneklerinin yaygın ve köklü olmadığı, özellikle şehir hayatının yaşandığı merkezî

çevrelerde kurulmuşlardı. Bu sancakların bazen siyasî şartlar gereği geçici olarak

imtiyazlı sancaklar halinde ihdâs edildikleri görülse de, bu bir kural değildi. Mesela

klasik bir sancak olan Harput Sancağı, 17. yüzyıl başlarında devlete hizmetlerinden

dolayı aslen İran ümerâsından Murad Han Bey’e “kayd-ı hayat” şartıyla tevcih

edilmişken113, aynı şekilde sancağın 1630’da yine “kızılbaşdan rugerdân olup”

Osmanlı hizmetine girmiş olan Haydar Bey’e yine “kayd-ı hayat” şartı ile tevcih

edildiği anlaşılmaktadır114. Bu yaşananlar istisna olmakla birlikte, genel olarak

Osmanlı klasik dönemi boyunca Harput sancakbeylerinin daima merkez tarafından

111Bkz. Halil İnalcık, “Osmanlı Fetih Yöntemleri”, Cogito, (Osmanlılar Özel Sayısı), İstanbul,1999. 112 Bkz. Yaşar Yücel, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Desantralizasyona Dair Gözlemler”, Belleten, C. 38, S. 149-152, Ankara, 1974, s. 670. 113 M. Ali Ünal, “XVI. ve XVII. Yüzyıllarda Diyarbekir Eyâletine Tâbi Sancaklar”, s. 171. 114 M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 34.

Page 46: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

37

ve çoğunlukla bölgeyi tanıyan ve daha önce çevre sancaklarda görev yapmış kişiler

arasından tayin edildikleri görülmektedir115.

Bu kısa girişin ardından, sancağın klasik dönemdeki durumu hakkında başta

teorik çerçevesi çizilen detaylara geçebiliriz.

Tımar sisteminin uygulandığı klasik bir idâri birim olan sancakta Harput

şehri, belgelerin diliyle “kasabâ-i Harput” veya “medine-î Harput”, hem sancak hem

de aynı adla anılan bir kaza merkeziydi.

Harput’un sancak olarak teşekkülünde rol oynayan etkenler içinde, coğrafi

konumu ve tarihi geçmişteki fonksiyonu önemli ve belirleyici birer faktördürler.

Mesela Osmanlılar’dan önce Harput ile çevresindeki vilâyetler (Palu, Malatya gibi)

her ne kadar tek bir idâri birim altında toplanmışlarsa da (Örneğin, Çubukoğulları,

Artuklular, Selçuklular ve Akkoyunlular zamanında), şehirler ile bunlara bağlı

merkezlerin idarî bütünlükleri, bu merkezlerinin etraflarını çevreleyen araziler ile

birlikte bir bütün şeklinde dâima korunmuştur. Nitekim Osmanlı hâkimiyetine

geçtiği sırada Harput ve kapladığı coğrafi alan, uzun yıllar öncesinden beri Harput

şehri merkez olmak üzere bir vilâyet şeklinde düzenlenmişti116.

Coğrafi açıdan baktığımızda sancağın kuzeyde Murat, güneyde Fırat Nehri

ve batıdaki Bulutlu Dağı ile çevrili doğal sınırları, tabiî olarak coğrafi ve idarî bir

bütünlük arz etmektedir. Ayrıca şehir merkezinin stratejik açıdan savunmaya

elverişli bir kale etrafında kurulmuş olması, muhtemelen Osmanlıların bu ve benzeri

köklü tarihi geçmişe sahip yerleşim yerlerinin statüsüne dokunmadan veya az bir

değişiklikle yerlerinde bırakmaları için etkili bir sebepti.

Sancağın sınırları, Doğu Anadolu Bölgesi’nin Yukarı Fırat bölümünde ve

bugünkü Elazığ ili sınırları içinde kalan yaklaşık 3200 km²’lik bir alana yayılmıştı.

Sancağın alanı ise, kuzey ve kuzeydoğudan bugünkü Keban baraj gölü içerisinde

kalan Murat Nehri vadisi; güneyden Güneydoğu Toroslar’ın kuzey uzantıları;

güneybatıdan ise Fırat Nehri vadisi ile çevriliydi117.

115Örneğin mühimme kayıtlarına göre 1554-1556 tarihleri arasında Harput Sancakbeyi olarak atananlar genellikle bu özellikleri taşımaktadırlar. Bkz. M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 42. 116Artuklu hâkimiyeti sona erdikten sonra Anadolu Selçuklu Devleti zamanında Harput’un, Sinop, Amasya, Kayseri, Malatya ve Erzincan gibi geniş vilayetlerin çevrelediği ve Sivas’ın merkez olduğu “Danişmendiye Vilâyeti” içerisinde yer aldığı görülmektedir. Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi, C. I, İstanbul, 1974, s. 83. 117Bugünkü Elazığ şehrinin yer aldığı 1020 m. yükseklikteki Elazığ ovası ve yüksekliği 900-1000 m. arasında değişen Uluova’nın kuzeyinde ise, güneybatı-kuzeydoğu istikametinde Harput dağlık kütlesi uzanır. Batıda ise Bulutlu Dağı, Hasan Dağı ve Piran Dağları yer almaktadır. Aslında bütünüyle

Page 47: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

38

Sancağın merkezîolan Harput şehri, 1300-1350 m. rakımıyla Uluova’nın

kuzeyindeki güneybatı-kuzeydoğu istikâmetinde uzanan dağlık bir kütle üzerindedir.

Bölgede yer alan Uluova (Uluâbâd) ve Kuzova (Kuzâbâd) düzlük alanları ile

Behremâz ve Elazığ Ovaları (ayrıca baraj altında kalmış Aşvan ve Altınova), bu gün

olduğu kadar geçmişte de yüksek tarımsal potansiyele sahip ve yerleşmeye müsâit

olmaları sebebiyle, Harput Sancağı’nın en verimli arazilerini oluşturmaktaydılar.

Fırat ve Murat Nehirleriyle birlikte Uluova’daki Haringet ve Kuzova’daki Sarını

(Cip) çayları ile bazı küçük akarsular, sancağın tarım ve sulama faaliyetlerine büyük

katkısı olan başlıca su kaynaklarıydı. Sancakta bulunan nahiye sınırları da büyük

ölçüde bu su bölümü çizgilerinden geçmekteydi. Örneğin sancağın kuzey sınırını

Murat Irmağı, güney sınırının bir kısmını Fırat Irmağı belirlermekteyken, Uluâbâd

Nahiyesi Haringet çayının ve kollarının kapladığı sahaya doğru, Kuzâbâd Nahiyesi

ise Sarını çayının uzanışına göre şekillenmişti. Sancağa bağlı köylerin kurulduğu

yerlerin seçiminde de, su kaynaklarının birinci derecede etkili olduğu gözleniyor118.

Dolayısıyla her hangi bir yerleşim merkezinde bulunan akarsuların varlığı,

özellikle ekonomisi büyük ölçüde tarıma dayalı Osmanlı Devleti için, tarım

alanlarının işletilmesi bakımından büyük önem arz etmekteydi. Ayrıca kırsal alanla

şehir arasında uyumlu bir dengenin kurulması, yani tarımsal üretimin tarım dışından

geçimini sağlayanları besleyebilecek düzeyde olması da çok önemliydi119. Bu

bakımdan Harput, bir şehrin kurulması ve gelişmesi için çevresindeki kırsal alanla

kurduğu çok yönlü ilişkiler ile bu alanların yeterliliği ve verimliliği açısından büyük

Güneydoğu Toroslar kıvrım kuşağı içerisinde yer alan bu bölge, genel olarak güneybatı-kuzeydoğu yönünde uzanan ve yer yer düzenli sıralar oluşturan dağlarla, bu dağlar arasına yerleşmiş aynı doğrultulu ovalara sahiptir. Hazar Gölü ve Behrimaz Ovası, bu dağlık kütle içine yerleşmiş depresyonlardır. Bu dağlık kütlenin kuzeyinde Doğu Anadolu’nun önemli ovalarından biri olan Uluova uzanır. Bu günkü Elazığ şehrinin yer aldığı 1020 m. yükseklikteki Elazığ ovası ve yüksekliği 900-1000 m. arasında değişen Uluova’nın kuzeyinde ise, güneybatı-kuzeydoğu istikametinde Harput dağlık kütlesi uzanır. Bu kütle ile Uluova arasında yaklaşık 300-350 m. yükselti farkı vardır. Harput dağlık kütlesi, güneyden kuzeye doğru gidildikçe yükselmekte ve daha kuzeye doğru ise, basamaklı bir şekilde Murat nehri vadisine doğru alçalmaktadır. Harput şehrinin batı ve güneybatı yönünde ise, bölgenin ikinci önemli ovası olan Kuzova yer almaktadır. Bkz. M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 31-32 (Sadeddin Tonbul, Kuzova-Hasandağı Çevresinin Fiziki Coğrafyası, Elazığ, 1985, Basılmamış Doktora Tezi’ne atfen). Ayrıca bkz. Sırrı Erinç, Doğu Anadolu Coğrafyası, İstanbul, 1953; M. Tuncel, “Türkiye’de Yer Değiştiren Şehirler Hakkında İlk Not”, İ.Ü. Coğrafya Enstitüsü Dergisi, S. 20-21, İstanbul, 1977, s. 119-128; Ali Tevfik, Memâlik-i Osmaniye’nin Coğrafyası, İstanbul, 1318, s. 379-385; Selçuk Hayli, “Tarihi Coğrafya Açısından Harput Şehrinin Fonksiyonları ve Etki Sahası”, Dünü ve Bugünüyle Harput Sempozyumu (24-27 Eylül 1998),C. I, Elazığ, 1999, s. 290. 118Sancakta yer alan akarsuların, köy ve mezra gibi kır yerleşmelerinin oluşumuna etkileri konusunda detaylı bilgi için bkz. Mesut Elibüyük, “Türkiye’nin Tarihi Coğrafyası Bakımından Önemli Bir Kaynak, Mufassal Defterler”, Coğrafya Araştırmaları, C. I, S. 2, Ankara, 1990, s. 18. 119 Bkz. Özer Ergenç, Ankara ve Konya, s. 12.

Page 48: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

39

imkânlara sahipti. Nitekim Osmanlılar, şehirlerin beslenebilmesi için gereken

hububat, meyve, sebze, et v.s. gıdalar ile yakacak maddelerinin karşılanması konusu

üzerinde titizlikle durmuşlardır120.

Yukarıda belirtildiği gibi Harput’un yer aldığı coğrafya üzerinde, bölgenin

kendine özgü coğrafî, siyasî, sosyal ve ekonomik yapısına göre düzenlenmiş üç ayrı

sancak tipi görülmektedir. Bunlar arasında Harput Sancağı, ülke genelinde yaygın

şekilde görülen klasik bir sancak olarak Diyarbekir Eyâleti’ne bağlanmıştır. Oysa

aynı tarihlerde Harput Sancağı’nın etrafını çevreleyen sancaklar (kuzeyde Pertek,

Sağman; güneyde Eğil ve Çermik; doğuda ise Palu Sancakları), yurtluk-ocaklık veya

hükümet olarak özel bir statüsüyle mülkiyet üzere tasarruf edilmekteydi121.

Bunun sebebi, yani sancağın yurtluk-ocaklık veya hükümetlik statüsünün

dışında tutulması, Osmanlı öncesi dönem de dâhil olmak üzere Harput’un hiç bir

zaman tek bir sülalenin elinde kalmayışı ve kuvvetli bir aşiret yapısının mevcut

olmayışıyla açıklanabilir122. Zaten sancak geneline bakıldığında, bir kaç küçük

cemaatin yaşamakta olduğu ve bunların bölgeye iskân politikası sonucunda sonradan

yerleştirildikleri anlaşılıyor123. Kaldı ki, belirli nahiye veya bağlı köylerde yaşayan

bu cemaat ve aşiretler, 17. yüzyılın sonlarında görülen eşkıyâlık dışında merkezî

120 Örneğin bkz. Lütfi Güçer, “XVIII. Yüzyıl Ortalarında İstanbul’un İâşesi İçin Lüzumlu Olan Hububatın Temini Meselesi”, İÜİFM, C. 9, S. 1-4, İstanbul, 1952, s. 397-416; Zeki Arıkan, “Osmanlı İmparatorluğu’nda İhracı Yasak Mallar”, Prof. Dr. Bekir Kütükoğlu’na Armağan, İstanbul, 1991, s. 279-306. 121 Ancak bir ilçe merkezîbüyüklüğünde olan bu “yurtluk-ocaklık” ve “hükümet” statülü sancaklar, Anadolu’nun diğer sancakları kadar büyük bir coğrafi alana yayılmıyorlardı. Bunun sebebi, muhtemelen merkezîotoritenin belirli bir sülale ya da ailenin hâkimiyeti altında olan bu imtiyazlı sancakları, küçük birimler halinde tutarak ve dolayısıyla merkezîotorite ile çatışabilecek kuvvetli feodal güçlerin meydana gelmesine engel olmak düşüncesinden kaynaklanmaktaydı. Özel statülü bu yerler için bkz. M. Ali Ünal, “XVI. ve XVII. Yüzyıllarda Diyarbekir Eyâletine Tâbi Sancakların İdari Statüleri”, X. Türk Tarih Kongresi (Bildiriler), C.5, TTK, Ankara, 1994, s. 2211-2220; İbrahim Yılmazçelik, “XVIII. Yüzyıl ile XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır Eyâletinin İdari Yapısı ve İdari Teşkilatlanması”, AÜDTCF Tarih Araştırmaları Dergisi, C.XVIII, S.29, Ankara, 1997, s.217-232; Orhan Kılıç, “Osmanlı Döneminde Yurtluk-Ocaklık ve Hükümet Sancakları Üzerine Bazı Tespitler”, OTAM, S.10, Ankara, 1999, s.119-139; Midhat Sertoğlu, Osmanlı Tarih Lûgatı, İstanbul, 1986, s. 371; Nejat Göyünç, “Yurtluk-Ocaklık Deyimleri Hakkında”, Prof. Dr. Bekir Kütükoğlu’na Armağan, İstanbul, 1991, s. 266-267; Aynı yazar, “Osmanlı Devleti’nde Taşra Teşkilatı”, Yeni Türkiye, S.31, Ankara, 2000, s.430-441; M. Ali Ünal, “XVI. Yüzyılda Palu Hükümeti”, IX. Türk Tarih Kongresi (5-9 Eylül 1990), C. III, Ankara, 1994, s.1071-1096. Yaşar Yücel, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Desantralizasyona Dair Gözlemler”, Belleten, XXXVIII, S. 149-152, Ankara, 1974, s. 670 122 Bkz. M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 34. 123 Mesela Harput’a bağlı Hersini nahiyesi, genellikle aşiretlerce meskûn 5-6 köyden müteşekkildir. Bkz. M.Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 41; Ayrıca Harput’ta meskûn Ebutâhir Cemaâti, Ebutâhir nahiyesi olarak teşkilatlandırılmıştır. Bkz. Mustafa Öztürk, “İzziye Kazası’nın Kuruluşu ve Milli Mücadeledeki Yeri”, Tarih Araştırmaları Dergisi, XXIV, S. 37, Ankara, 2005, s. 29.

Page 49: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

40

otoriteyle ciddi bir anlaşmazlık ya da siyasî mücadele içerisine girecek bir güce ve

çoğunluğa sahip değillerdi.

Özel statülü bu sancakların idaresi, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun fethi

sırasında Osmanlı Devleti’ne itaât ve sadâkatle hizmette bulunmuş bazı yerli ailelere,

bu sadâkatlerinin devamının sağlanması ve İran’a karşı devam eden mücadelede

nüfûzlarından faydalanılması amacıyla bırakılmıştı124.

Bu sancakların görüldüğü başlıca eyâletler Rumeli’de Bosna, Anadolu’da

Anadolu, Adana, Diyarbekir, Van, Kars, Çıldır, Şam, Rakka ve Bağdat’tı125. Van ve

Diyarbekir Eyâletleri’nde bu sancakların biraz daha fazla olması, 1578 yılında

başlayan ve uzun süre devam eden Osmanlı-İran savaşları sebebiyledir. Osmanlılar,

bu bölgelerin sınıra yakın olması ve sürekli harp durumu yaşanması yüzünden,

buradaki yerli beylerin devlete sadâkatle hizmet etmelerini temin ve dâim kılmak için

hükümet ve yurtluk-ocaklık sancaklar ihdâs etmişlerdi126.

Ancak bu sancakların özel statüleri sabit ve değişmez değildi. Örneğin İran

tehlikesinin bertaraf edilmesiyle, 17. yüzyılın ikinci yarısından sonra hükümet ve

yurtluk-ocaklık bazı sancakların imtiyazları, kademeli olarak azaltılmış veya

tamamen kaldırılmıştır. Örneğin 1663 yılında ocaklık statüsüyle idare edilen Sağman,

Mazgird Sancakları, sancakbeylerinin halka zûlmetmeleri gerekçesiyle lağvedilerek

mukâta’a haline getirilmiş, voyvodalarca idare edilmeye başlanmıştır127.

Harput Sancağı ise klasik bir Osmanlı sancağı olarak bu idarî statüsünü uzun

süre korumuştur. İleride üzerinde durulacağı gibi, 17. yüzyılın ortalarına doğru ve

başlangıçta sancağın sadece gelirlerinden bir kısmı ocaklık olarak Van kalesi

124 Sıkı bir merkeziyetçi politika izleyerek Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu mutlak itaat altına almanın zorluğunu bilen Osmanlı yönetimi, bölgedeki aşiret hayatının yaygın olduğu sancaklarda, askeri, mâli ve adlî kontrolü sağladıktan sonra, bölgenin kadîmi hâkimlerine bir takım idari imtiyazlar tanıyarak, eski düzeni devam ettirmeye çalışmışlardır. Bahsedilen “yurtluk-ocaklık” ve “hükümet” sancaklar, siyasi bakımdan hareketli olan sınır bölgelerinde bulunmaktaydı. Bunun en önemli sebebi, bu bölgelerdeki yerli beylerin nüfûzlarından faydalanmak ve merkezîotoriteyi bir ölçüde bu beyler vasıtasıyla korumak ve tesis etmekti. Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz M. Ali Ünal, “XVI. ve XVII. Yüzyıllarda Diyarbekir Eyâleti’ne Tâbi Sancakların İdari Statüleri”, X. Türk Tarih Kongresi (Bildiriler), C.5, TTK, Ankara, 1994, s. 2211-2220. 125 Orhan Kılıç, “Osmanlı Döneminde Yurtluk-Ocaklık ve Hükümet Sancakları Üzerine Bazı Tespitler”, OTAM, S.10, Ankara, 1999, s. 122. 126 Ancak Osmanlı kaynaklarında yurtluk-ocaklık sancaklarından bahsedilirken “liva” veya “sancak” tâbiri kullanılmasına karşın, hükümetler hakkında bu tâbirler kullanılmamıştır. Fakat her ikisinin de “ocaklık” tarikiyle tasarruf edildiği vurgulanmıştır. Bu konuda örnekler için bkz. Orhan Kılıç, a.g.m., s. 123. 127 M. Ali Ünal, “XVI. Yüzyılda Mazgird, Pertek ve Sağman Sancakbeyleri”, Osmanlı Devri Üzerine Makaleler-Araştırmalar, Isparta, 1999, s. 210.

Page 50: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

41

askerlerine mevâcîb (maaş) şeklinde tevcih edilmiştir. Yüzyılın ortalarından itibaren

gittikçe yaygınlık kazanan iltizâm uygulamasıyla birlikte sancak mukâta’aya

dönüştürülmüş ve klasik dönemden farklı olarak sancağın yönetimi mukâta’a emîni /

mütesellim / mültezim denilen yeni yöneticilerin idaresine geçmiştir.

Nitekim Osmanlı Devleti’nde bazı askerî zümrelerin maaşlarına karşılık bu

kişilere ocaklık yoluyla sancak tevcih edilmesi, zaman zaman başvurulan bir

uygulamaydı. Örneğin, Kars Eyâleti’ne bağlı Oltu Sancağı da, ocaklık tarîkiyle Oltu

kullarının mevâcîblerine bağlanmıştı128.

18. yüzyılın ortalarına doğru Harput Sancağı’nda gözlenen idarî değişiklikler

ise “Ma’âdin-i Hümâyûn Emâneti” nin kurulmasına bağlı olarak şekillenmiştir129.

Bu zamana kadar sancağın tasarrufu ile ilgili belgelere yansıyan kısmî

değişiklikler ise, imparatorluk genelinde görülen malî uygulamalarla ilgilidir130.

Tekrar klasik dönemin başlarına geri dönersek, sancağın 1516’da Diyarbekir

Eyâleti’ne bağlanmasının ardından geleneksel bir uygulama olarak ilk tahriri, 1518

128 Şerafettin Turan, “XVII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun İdari Taksimatı”, Atatürk Üniversitesi 1961 Yıllığı (Ayrı Basım), Erzurum, 1961, s. 222. 129 1775 tarihinden itibaren Keban ve Ergani madenleri “Ma’âdin-i Hümâyûn Emâneti” ni oluşturmuş ve bu isimle idare edilmişlerdir. Bu tarihten itibaren Harput Sancağı dahil Palu, Çarsancak, Eğil, Çermik, Ergani ve Çüngüş gibi bir çok kaza, mali açıdan bu emânete, idari açıdan ise Diyarbekir Eyâleti’ne bağlanmıştır. Daha sonra “Keban Madeni Nezâreti” nin kurulmasıyla birlikte Harput, Diyarbekir, Malatya, Halep, Urfa, Gümüşhane ve Yozgat’ı içine alan bu nezârete bağlanmıştır. Bu emânete bağlı olan kaza ve sancakların idarî yönden artık eski ait oldukları idari birimlerle ilişkilerinin bir noktada dondurulmuş olduğu görülmektedir. Çünkü buraların her türlü işleri artık maden eminleri tarafından görülmekteydi. 1799 tarihli bir fermanda belirtildiğine göre; “ ..bundan akdem Eyâlet-i Diyarbekir’den ifrâz ve madenlere ilhak olunan Palu ve Çarsancak ve Harput ve Eğin ve Arapkir ve Ergani ve Çüngüş ve nefs-i derûn-ı Ergani..” açıkça anlaşılmaktadır ki, maden emânetine bağlanan kazalar önceden bağlı bulundukları idari birimlerden çıkarılarak, maden idaresine bağlanmışlardır. Bu durum idari açıdan bazı karışıklıkların ortaya çıkmasına sebep olmuştur. 1833 yılında Sivas, Diyarbekir ve Harput yöresi valiliği ile maden nezaretini uhdesine alan Reşid Mehmed Paşa, 40 tabur askerle gelip Harput’a yerleşmiştir. Keban ve Ergani madenlerinin tam ortasında kalan Harput’un önemi bu dönemde artmıştır. Aynı zamanda “Ma’âdin-i Hümâyûn” emini olarak atanan Diyarbekir valileri, idare merkezleri Diyarbekir olmasına rağmen, genellikle Harput’ta ikamet etmekteydiler. 20 Eylül 1845 tarihli bir fermandan anlaşıldığına göre Harput’a bağlı bütün kazalar ve Ma’âdin-i Hümâyûn’un bazı kazaları Diyarbekir Eyâleti’nden ifraz edilerek ayrı bir mutasarrıflık haline getirilmiş, ilk mutasarrıf olarak ta Ömer Faiz Paşa tayin edilmiştir. 1 Nisan 1846’da ilk kez yayınlanan devlet salnamesinde Eyâlet olarak geçen Harput, daha sonra yapılan idari düzenlemelerin ardından 1867 Vilayet Nizamnamesi ile “Mamûretü’l-Aziz” adıyla D. Bekir Vilayeti’ne bağlı bir “sancak” ve ardından 1877’de müstakil bir “vilayet” haline gelmiştir. Ma’âdin-i Hümâyûn hakkında bkz. Fahrettin Tızlak, Osmanlı Döneminde Keban-Ergani Yöresinde Madencilik (1775-1850), Ankara, 1997, s. 15-55. Harput’un idari yapılanması hakkında bkz. Ahmet Aksın, 19. Yüzyılda Harput, Elazığ, 1999, s. 50-76; “Elazığ”, Yurt Ansiklopedisi, s. 2499; M. Ali Ünal, “Harput”, DİA, s. 235; Besim Darkot, “Harput”, İ. A., C. 5, İstanbul, 1950, s. 296-299. 130 Bu konuda Bkz. Şerafettin Turan, “XVII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun İdari Taksimatı”, Atatürk Üniversitesi 1961 Yıllığı (Ayrı Basım), Erzurum, 1961, s. 210-227; Fahameddin Başar, Osmanlı Eyâlet Tevcihâtı (1717-1730), Ankara, 1997; Erol Özvar, Osmanlı Maliyesinde Malikâne Uygulaması, İstanbul, 2003.

Page 51: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

42

Eylül’ünde tamamlanmış ve ardından 1523, 1541131 ve 1566 yıllarında olmak üzere

toplam üç tahrir daha yapılmıştır.

Bilindiği gibi Osmanlı Devleti, fethettiği yeni topraklarda ilk olarak tahrir

yapmakta ve bu tahrirler sonucunda o yöredeki tüm gelirler tespit edilerek, vergi

gelirleri şeklinde bazı yerlere tahsis edilmekteydi132. Bu gelirlerden bir kısmı hâs,

zeâmet ve tımar olarak tevcih edilmekte, bir kısmı vakıf hissesi olarak vakıflara

bırakılmakta ve bir kısmı da havâss-ı hümâyûn adı ile merkeze alınmaktaydı133.

Ancak 1566 tarihinden sonra bir daha geniş çaplı bir tahririn yapılmadığı anlaşılıyor.

Bu arada 1566 tarihli tahrir, 19. yüzyılın ortalarına kadar yürürlükte kalmış ve bu

süre içerisinde meydana gelen değişiklikler, İcmâl Tahrir Defterine işlenmiştir134.

17. yüzyıl sicillerindeki tespitlere göre toprak ve vergiyle ilgili anlaşmazlıklar

için, 1566 tarihli tahrir defterine müracaat edilmekteydi135.

Tahrirler incelendiğinde Harput Sancağı’nın kendi içerisindeki idâri taksimatı

yapılırken, çoğu sancakta görülen yaygın uygulamaların aksine kaza bölünüşüne tâbi

tutulmayarak doğrudan nahiyelere ayrılması dikkat çekicidir. Bu uygulamanın

benzerlerini, bölgedeki diğer sancaklar üzerinde yapılmış tahrir çalışmalarından da

takip edebilmekteyiz. Görüldüğü kadarıyla bu şekilde bir taksimat uygulaması,

sadece Harput Sancağı’na has bir uygulama değildi. Örneğin kazalara ayrılmaksızın

131 Bu yıllarda Diyârbekir Eyâleti’ne tâbi bütün sancaklarda tahrir yapılmış ve Eyâlete bağlı bir çok sancak ve nahiye 947 (1540) yılı tahririni ihtiva eden ve Kuyûd-ı Kadîme Arşivi’nde TD 200 ismiyle kayıtlı olmasına karşın, Harput ve Çemişkezek Sancağı bu tahrirde geçmemektedir. Çemişkezek Sancağı’nın 1541 yılına ait Mufassal Tahrir Defteri Başbakanlık Arşivinde Tapu-Tahrir Defterleri tasnifinde 213 numarayla kayıtlıyken, muhtemelen Harput Sancağı da Çemişkezek Sancağı gibi ayrıca tahrir edilerek başka bir defter halinde tertip edilmiş olmalıdır. Çünkü 1540’lı yıllarda Harput Sancağı’nda da tahrir yapıldığı bazı Tımar Ruznâmçe ve Tımar Tevcih Defterlerinden anlaşılmaktadır. Bkz. M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 6. 132 Tahrir eminlerine padişah tarafından verilen beratda tahririn nasıl yapılacağı ayrıntılı biçimde anlatılmıştır. Bkz. Halil İnalcık, “Osmanlı’da İstatistik Metodu Kullanıldı mı?”, Osmanlı Devleti’nde Bilgi ve İstatistik, (Der. H. İnalcık, Ş. Pamuk), Ankara, 2000, s. 3 -7. 133 Bunlar arasında hasların “havâss-ı hümâyûn” ve “havâss-ı vüzerâ ve ûmerâ” şeklinde iki türü bulunmaktadır. “Havâss-ı Hümâyûn” sultana ait olmasıyla diğer kategorilerden ayrılmaktadır. En zengin ve en güvenilir gelir kaynakları, sultan için bu kategoride toplanmıştır. Bkz. Fatma Acun, “Klasik Dönem Eyâlet İdare Tarzı Olarak Timar Sistemi ve Uygulaması”, Türkler, C. 9, Ankara, 2002, s. 902. 134Harput ile ilgili Başbakanlık Arşivi’nde Maliyeden Müdevver Defterler tasnifinde 3038 numarayla kayıtlı ve 1056 / 1646 tarihli bir defter daha tespit edilmiş olup, bu defter Diyarbekir eyâletine tâbi Harput Kazası’nın sâbık Diyarbekir Defterdarı Muhammed Efendi ile eski Ruznâmçeci İbrahim tarafından “avârızhâneleri” nin tespiti için yapılmış bir tahrir defteridir. Defter hakkında bilgi için bkz. M. Ali Ünal, “1646 (1056) Tarihli Harput Kazâsı Avârız Defteri”, Tarih İncelemeleri Dergisi, C. XII, İzmir, 1997, s. 9-75 135 Mesela 1664’lere doğru gelindiğinde, aradan yaklaşık yüz senelik bir zaman geçmesine rağmen, 1566 tarihli defterden hâlâ “defter-i cedîd-i hakanî” diye bahsedilmektedir. HŞS 350: 72-3

Page 52: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

43

sadece nahiye esaslı bir taksimat 1516-1518 tarihli tahrirlerde Erzincan-Bayburd

Vilayeti’ne bağlı Kemah Sancağı için de söz konusudur. Mesela, aynı tarihte Kemah

Sancağı doğrudan 10 nahiyeye ayrılmıştır136. Yine Harput Sancağı’nın kuzeyinde yer

alan Çemişgezek Sancağı da, Doğu Anadolu’daki bir çok sancak gibi tek bir kazadan

ibarettir137. Aynı durum Erzurum Beylerbeyliği’ne tâbi bazı sancakların (Örneğin

Pasin Sancağı) tahririnde de görülmektedir. Bu tahrirde de yine nahiyeler esas

alındığından, sancağın kaç kazaya ayrıldığı tespit edilememektedir138. Benzeri bir

uygulama, Kütahya Sancağı’nda görülüyor. Örneğin Sancağa ait 1571 tarihli tahrir

defterinde sancağı oluşturan birimler, yine nahiye olarak kaydedilmiştir. Büyük

ihtimalle bu uygulama, sancağı teşkil eden ve içinde kadının bulunduğu bir kazanın

merkezliğinde ve ismiyle oluşan bir nahiyeler bütünü ifade etmekteydi139.

Örneklerden anlaşılacağı gibi, kimi sancakların kazalara ayrılmadan doğrudan

nahiye esaslı bir taksimata tâbi tutulmaları, nahiye kavramına yüklenen anlamla ilgili

olsa gerektir. Dolayısıyla nahiye kelimesinin anlamı üzerinde durmak istiyoruz.

Nahiye tâbirinin birbirinden çok farklı coğrafi-idarî birimler için kullanıldığı

bilinmektedir140. Sicillerde ifade ettiği anlama göre nahiyeler, genellikle sancakta

136Yazar eserende nahiye ile aynı zamanda bölge-cihet manalarının kastedildiğini ifade etmektedir. İsmet Miroğlu, Kemah Sancağı ve Erzincan Kazası (1520-1566), Ankara, 1990, s. 20-21. 137 Nahiye kavramının yine burada idari bir terim olarak belirli köyler ve mezralar gurubunu anlatmak için kullanıldığı, her hangi bir nâiblik bölgesine delalet etmediği belirtilmektedir. M. Ali Ünal, XVI. Yüzyılda Çemişgezek Sancağı, Ankara, 1999, s. 26. 138 Bkz. Dündar Aydın, Erzurum Beylerbeyliği ve Teşkilatı (1535-1566), Ankara, 1998, s. 250. 139 Turan Gökçe, XVI. ve XVII. Yüzyıllarda Lâzıkıyye (Denizli) Kazâsı, Ankara, 2000, s. 48. 140 Bkz. Tayyib Gökbilgin, “Nahiye”, İ.A.,C. 9, İstanbul, 1964, s. 36-39. Osmanlı idari teşkilatında değişik anlamlarda kullanılan nâhiye kelimesi, en küçük idâri ünite olarak daimî ve sınırlanmış bir bölgeyi ifade etmek için kullanıldığı gibi ( bkz. Nejat Göyünç, XVI. Yüzyılda Mardin Sancağı, Ankara, 1991, s. 38), XVI. yüzyılda bir livâ (sancak)’nın, muayyen bir şehir veya büyükçe meskûn bir yer ile bunların etrafındaki bölgeleri işaret eden divan, cemâ’at ve vilâyet kelimeleri yerine de kullanılmıştır. Mesela, 1455 yılına ait tahrirlerde Tokat, Sivas, Zile, Artukâbâd ve Turhal birer nâhiye olarak gösterilmekte ve Kazâbâd, Tokat nâhiyesine bağlı bir divan; bu günkü Hafik ilçesi ise, Sivas nâhiyesine bağlı bir vilâyet olarak tahrir kaydedilmiştir. Tayyib Gökbilgin, “Nahiye”, İ.A.,C. 9, İstanbul, 1964, s. 37. Nahiyede daha çok coğrafi birliktelik ön plandadır. Türkiye Selçukluları’nda nâhiyenin bir terim manası görülmezken, kaynaklarda (şehirlerin dışı, çevresi) kastedilmektedir. Nahiyenin doğrudan idari teşkilata ait terim manası olmamakla birlikte, Türkiye Selçukluları’nın “vilayet”i sonradan Osmanlı tahrirlerinde “nahiye” olarak ifade edilmiştir. Nahiye bu yönü ile XVI. yüzyıl sonlarına kadar, sancağın alt birimi olarak kabul edilebilir. Ancak XVI. yüzyıl sonlarından itibaren nahiyenin üzerine hukuki bir anlamı olan kaza geçmiştir. Bir başka deyişle, nahiyeler arasında kadının bulunduğu nahiye, ötekilerin üzerinde kabul edilmiştir. Ancak bu özelliği Selçuklu devrinden hatırası olmayan yerlerde tespit edip uygulamak kolay olmuşsa da, iç ve doğu kısımlarda bazen kargaşalık görülmektedir. Nahiyenin doğrudan sancağın değil, artık kazanın alt birimi olması, XVII. yüzyıldan sonra yaygınlaşmıştır. Ayrıntı için bkz. Tuncer Baykara, Anadolu’nun Tarihî Coğrafyasına Giriş I, Ankara, 1988, s. 33. Ayrıca XV. yüzyılda nâhiye kelimesinin tek başına kullanıldığı zaman, birkaç divan veya bölükten oluşan bir bölgeyi ifade ettiği, bazı durumlarda ise tek bir divan veya bölükten oluşan bir nâiblik bölgesine delâlet etmiş olabileceği, ya da idari bir bölgeyi belirlemek için

Page 53: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

44

tımar sisteminin uygulandığı alanlar ile kaza dairesi içinde, kadının tayin ettiği bir

nâibin bulunduğu bölgenin adı olarak geçmektedir141. Ancak kullandığımız sicillerde

ifade ettiği anlam bakımından nahiye, bir yandan kaza olarak geçen coğrafî-idarî

bölgeye (ana nahiye) tekâbül ederken (Harput nahiyesi gibi), öte yandan da bu

bölgeyi oluşturan daha küçük nahiyelerin her birisi için kullanılmaktadır142.

Dolayısıyla Harput Sancağı’nda nahiye tâbirinin genel olarak, coğrafi farklılıkların

belirlediği farklı özellikteki bölgeleri ifade ettiği söylenebilir. Örneğin Uluâbâd,

Kuzâbâd ve Hersini nahiyeleri aynı isimle anılan ova ve bölgelerin kapladığı alanları

ifade etmektedir. İdarî ve mâli bir terim olarak kullanıldığında ise, nahiye tâbiriyle

söz konusu bölgelerdeki köy ve mezralar kastedilmektedir. Bu özellik, sicillerdeki

avârız cinsi vergilerin nahiyelere ve köylere taksiminde daha açık görülmektedir143.

Ayrıca bilinmektedir ki bir kadının idarî ve kazaî bölgesi olan kazalara tâbi

köyler bazen nahiyeler halinde gruplandırılarak, buralara adlî ve mahalli işlerini

yerinde yürütmek üzere bu kazanın kadısı tarafından kendi adına nâibler tayin

edilmekteydi144. Elimizdeki belgelerden anlaşıldığı kadarıyla, Harput Sancağı’nda bu

nâibler daimî statüde olmayıp, genellikle keşif amaçlı gönderilmekteydiler. Nâib

tayini ile ilgili Harput şer’iye sicillerinde pek çok örnek bulunmaktadır145.

Harput Sancağı’ndaki nahiyelerin kaza açısından sicillerde ifade ettiği anlama

göre, yani tımar sisteminin uygulandığı alanlar ile kaza dairesi içinde kadının tayin

ettiği bir nâibin bulunduğu bölge olarak düşünülmesi durumunda bile, sancakta

bulunan nahiyelerin her hangi bir idarecisinin (örfî-kazaî) bulunduğuna veya bunların

kimliklerine dâir incelediğimiz sicillerde düzenli bilgiler yoktur146. Dolayısıyla

elimizdeki belgelerden tek kazadan müteşekkil olduğu anlaşılan Harput Sancağı’nın,

gerçekte birden daha mı fazla kaza dairesinden meydana geldiği, yahut böyle bir tabii çevreden hareketle ortaya konulmuş bir tâbir olabileceği ifade edilmektedir. Bkz. Bahaeddin Yediyıldız, Ordu Kazası Sosyal Tarihi, Ankara, 1985, s. 44. Bu kavramların anlamları ve Anadolu’nun idari teşkilatlanmasındaki fonksiyonları hakkında bkz. Tuncer Baykara, a.g.e., s.29-32. 141 Özer Ergenç, Osmanlı Klasik Dönemi Kent Tarihçiliğine Katkı; XVI. Yüzyılda Ankara ve Konya, Ankara, 1995, s. 183 142 Ana ve bağlı nahiye terimleriyle ilgili geniş bilgi için bkz. Mehmet Öz, XV-XVI. Yüzyıllarda Canik Sancağı, Ankara, 1999, s. 28-29. 143 HŞS 361: 424, 414, 531; HŞS 391 : 304, 305, 310; HŞS 382 : 465, 466; HŞS 388 : 253, 291. 144 M. Tayyib Gökbilgin, a.g.m., s. 38. 145 Bu konu üzerinde ileriki bölümlerde durulacaktır. Örnek için bkz. HŞS 362: 271; HŞS 391 : 58. 146 Oysa bazı sancaklarda bu durum, oldukça belirgindir. Örneğin, Ankara Sancağı’nın tımar nahiyeleri (Subaşılık mıntıkaları) ve kazâ daireleri şeklindeki idarî taksimatı için bkz. Özer Ergenç, Ankara ve Konya, s. 62-63.

Page 54: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

45

ayrımın yapılıp yapılmadığı veya kaç subaşılık mıntıkasına ayrıldığı v.s. hakkında şu

aşamada yapılan tespitlerin, elimizdeki belge gurubuna dayalı olarak yapıldığını

belirtmek gerekir. Ancak uygulamalardan görüldüğü kadarıyla, sancağın tek bir

kazadan ibaret olduğu kuvvetle muhtemeldir. Sancaktaki yakın ve uzak tüm köylerin

davalarının Harput şehrinde görülmesi de bu görüşümüzü desteklemektedir.

Sancağı oluşturan nahiyeler ile buralara bağlı köylerin sayısına bakıldığında

Harput Sancağı’nın orta büyüklükte bir sancak olduğu söylenebilir. Yapılan ilk

tahrirler ile 17. yüzyılın ikinci yarısına ait sicillerden tespit edebildiğimiz bu

nahiyelerin isimlerini ve dolayısıyla sayılarını bir tablo üzerinde karşılaştırabiliriz.

TD-1518 Harput Nahiyesi, Ebutâhir Nahiyesi, Gölcük-i Süflâ Nahiyesi, Gölcük-i Ulyâ

Nahiyesi, Hersini Nahiyesi.

TD-1523 - 1566 Kuzâbâd Nahiyesi, Uluâbâd Nahiyesi, Ebutâhir Nahiyesi, Gölcük-i Süflâ Nahiyesi,

Behrimâz Nahiyesi, Sarıkamış Nahiyesi, Hersini Nahiyesi.

Avârız Defteri

1646 Uluâbâd Nahiyesi, Kuzâbâd Nahiyesi, Behrimâz Nahiyesi.

Şer’iye Sicili

1662-1693

(Arası 3 Defter)

Harput Nahiyesi, Ebutâhir Nahiyesi147, Mürüdü Nahiyesi, Ortak Nahiyesi, Pincirik

Nahiyesi, Şüşnaz Nahiyesi, Danişmend Nahiyesi, Kuzâbâd Nahiyesi, Obuz Nahiyesi,

Ozan Nahiyesi, Behrimâz Nahiyesi, Uluâbâd Nahiyesi, Göllübağ Nahiyesi, Sarıkamış

Nahiyesi, Cip Nahiyesi, Adedi Nahiyesi.

Tablo 7 : Harput Sancağı’na Bağlı Nahiyeler

Yukarıdaki tablodan aynı zamanda klasik dönem ile 17. yüzyılın ikinci yarısı

arasında geçen sürede, nahiye sayısı bazında sancakta yaşanan değişiklikleri de takip

edebilmekteyiz. Bu konu üzerinde ileride durulacaktır.

Görüldüğü gibi sancak, 1518 tarihli ilk tahrirde 5 nahiyeye ayrılmıştır. Bu

tarihte Harput Nahiyesi, sancağın en geniş alanlı nahiyesi idi ve nahiyeye bağlı 103

köy bulunmaktaydı. Sancağın kapladığı alan ise, neredeyse bugünkü Elazığ merkez

ilçe sınırlarına denk gelmekteydi148.

Sancağı meydana getiren nahiyelerin coğrafî dağılışlarına kısaca değinmek

gerekirse Ebutâhir Nahiyesi sancağın güneyinde, Hazar Gölü’nün güneybatısında ve

147Ebutâhir nahiyesi bu tarihlerde kimi zaman Çüngüş Kazası’na bağlı nahiyeler arasında geçmektedir. İleride bu konuda bilgi verilecektir. 148Nahiyeler hakkında tahrirlere ait bilgilerimiz genel olarak M. Ali Ünal’ın Harput Sancağı ile Mesut Elibüyük’ün “Türkiye’nin Tarihi Coğrafyası Bakımından Önemli Bir Kaynak, Mufassal Defterler”, Coğrafya Araştırmaları, C. I, S. 2, Ankara, 1990 isimli çalışmalarına dayanmaktadır.

Page 55: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

46

Fırat Nehrinin kuzeyinde yer alıyordu. Nahiyenin bulunduğu mevkiinin merkez

nahiyeye uzaklığı, hububat tarımına elverişsiz engebeli bir zemininin olması, bu

nahiyeyi sancağa bağlı diğer nahiyelerden farklı kılmıştır. Örneğin bu nahiyenin ayrı

bir kanunnamesi bulunmakta ve farklı vergi oranı uygulanmaktaydı149. Klasik

dönemde nahiye gelirlerinin tasarrufu, Eğil ve Çermik sancak beylerine tahsis

edilmişti150. Gölcük-i Ulyâ ve Gölcük-i Süflâ Nahiyeleri ise, Hazar (Gölcük)

Gölü’nün güney, doğu ve güneybatı kesimini içine almaktaydı. Hersini Nahiyesi,

Hasandağı ve Bulutlu Dağları ile Hankendi ve Baskil ilçe merkezini içine alan çukur

alanları kapsamaktaydı.

1523 tarihli tahrirde Harput Sancağı’nın nahiye sayısı 7’e yükselmiştir. Bu

sayı 1566 tarihli son tahrirde de aynıdır. 1523-66 tahrirlerinde Kuzâbâd ve Uluâbâd

Nahiyeleri, sancağın en büyük nahiyesi durumundaki Harput Nahiyesinin, iki ayrı

nahiye haline getirilmesiyle oluşturulmuştur. Buna göre Kuzâbâd Nahiyesi, güneyde

Ebutâhir Nahiyesi sınırından başlayarak, kuzeydeki Kuzova’ya doğru genişlemekte

ve bu havzanın tamamıyla Harput’un kuzeyinde Murat Irmağı’na kadar devam eden

platoyu içine almaktaydı. Sancağa bağlı ikinci büyüklükte bir nahiye olan Uluâbâd

Nahiyesi ise, genel olarak bu günkü Elazığ Ovası ve Uluova gibi verimli topraklar ile

onun kuzey ve güneyinde bulunan yamaçları da içine alan bir sahayı

kapsamaktaydı151. Havâss-ı Humâyûn’a tâbi köylerin tamamına yakını, bu iki nahiye

içerisinde yer almaktaydı.

Gölcük Nahiyesi, önceki tahrirdeki Gölcük-i Süflâ nahiyesine karşılık

gelmekte ve Hazar Gölü’nün batısında Kürk suyunun su toplama havzasına eşdeğer

bir alanı kapsamaktaydı. Yine Behrimâz Nahiyesi, Hazarbaba Dağı’nın güneyindeki

Behrimaz Ovası ile Hazar Gölü’nün doğusunda bulunan sahayı içine almaktaydı. 1491523’te bu kanunnâme kaldırılıp sancak genelinde Harput Kanunnâmesi yürürlüğe konmuştur. Bilindiği gibi Osmanlı Devleti, ülkenin tamamına şâmil bir vergi politikası tespit etmemiş, imparatorluğa yeni katılan her bölgenin iktisadi, içtimai, iklim v.s. şartlarını dikkate alarak kimi yerlerde ayrı ayrı vergi kanunnâmeleri düzenlemiştir. Hatta bazı yerlerde, o yerin daha önceki hakimleri tarafından tertiplenmiş vergi mükellefiyetleri ile ilgili düzenlemeleri aynen korunmuş, daha sonra bölgede Osmanlı hakimiyeti iyice pekişince, tedricen Osmanlı kanunları uygulanmaya başlanmıştır. Bkz. Şinasi Altundağ, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Vergi Sistemi Hakkında Kısa Bir Araştırma”, DTCFD, C. V, S. 2, Ankara, 1947, s. 189. Çaldıran Zaferi’ni takip eden yıllarda Osmanlı hakimiyetine giren Harput’ta da, bu kurala riâyet edilerek, Safevilerden önce bu bölgede hüküm sürmüş, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’a ait kanunlar, 1518 yılında tamamlanmış olan tahrirde pek az değişiklikle muhafaza edilmiştir. Defterin 661. sayfasında yer alan Ebutâhir nahiyesi kanunnâmesinde de, Uzun Hasan Bey’e ait kanunlar mer’i kılınmıştır. Bkz. M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 117-118. 150 Bkz. M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 194. 151 Nahiyelere bağlı köy ve mezraların isimleri için bkz. M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 232-239.

Page 56: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

47

Gölcük-i Ulyâ Nahiyesi ise ikiye ayrılarak Sarıkamış ve Behrimaz Nahiyeleri

oluşturulmuştu. Bunlardan Sarıkamış Nahiyesi sancağın en küçük nahiyesiydi ve

Hazar Gölü’nün doğusundan Murat Irmağı’na kadar olan kısmı içine alıyordu152. Bu

tarihte nahiye aynı zamanda Palu ve Ergani Sancakları’na sınırdır. Ebutâhir ve

Hersini Nahiyelerinin durumlarında ise bir değişiklik görülmemektedir.

Anlatılanları özetlersek; 1518’de Harput Sancağı’nın nahiye sayısı 5 iken,

1523 ve 1566 tahrirlerinde 7’ye yükselmiştir. Bu 7 nahiyenin 4’ü 1518’de olmasına

rağmen, Gölcük-i Ulyâ Nahiyesi bu tahrirlerde zikredilmemiştir. Yeni nahiyeler

olarak, Uluâbâd, Kuzâbâd, Behrimaz, Hersini ve Sarıkamış görülmektedir153. (Bkz.

Harita 1, s. 207)

Klasik dönem sonrası, örneğin 1646 tarihli avârız defterinden anlaşıldığına

göre ise, Harput Sancağı bu tarihte yalnızca Uluâbâd, Kuzâbâd ve Behrimâz adıyla 3

tımar nahiyesine ayrılmıştır154. Yaptığımız tespite göre sayıca az köyü bulunan diğer

nahiyeler de bu üç nahiye içerisinde yer almaktadır155. Mesela, daha önce Ebutâhir

Nahiyesine bağlı Cüğe karyesi, 1646 tarihli Avârız defterinde Behrimâz Nahiyesi

içinde yer alırken, aynı nahiyeye bağlı Yenice karyesi, Uluâbâd Nahiyesine bağlı

karyeler arasında geçmektedir.

17. yüzyılın sonlarına doğru sancağa bağlı nahiye sayısında yeniden bir artış

gözlenmektedir. Mesela tabloda da görüldüğü gibi, 1693 tarihinde sancağa bağlı

nahiye sayısı 16’ya kadar çıkmaktadır. Ancak bunun sancağa bağlı nahiyelerin kesin

rakamları olmadığı ve sadece sicillerden tespit edebildiklerimize göre belirlendiğini

ifade etmeliyiz.

Kullandığımız defterlerde geçen vergi kayıtlarından, incelenen tarihte nahiye

sayısı artmış olmasına rağmen avârız cinsinden her türlü verginin (hane ve miktar

olarak) sancağa bağlı karyelere bölüştürülmesinde, 1646 tarihinde isimleri geçen 3

152 Ayrıntı için bkz. Mesut Elibüyük, a.g.m., s.18-19 153 Osmanlıların fetih yıllarında, daha 16. yüzyılda Doğu Anadolu’da çok küçük alanları sancak itibar edilerek bazı kişilere verilmiştir. Bu küçük alanlı sancakların alt birimleri de çoğu zaman bulunmuyordu. Batıda geniş fakat doğuda küçük alanlı sancaklar vardı. Küçük alanlı sancaklar özellikle Doğu Anadolu’da bir hayli çoktu. 16. yüzyıl verileri olmakla birlikte vergi birimi, yani karye ve mezra sayısının azlığı Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki sancakların aslında olağan bir nahiye belki onlardan daha da küçük oldukların göstermektedir. Bkz. Kenan Ziya Taş, “Osmanlı Hakimiyetinde Güney-Doğu”, Dünü ve Bugünüyle Harput Sempozyumu (24-27 Eylül 1998), C. I, Elazığ, 1999, s. 172. 154 Defter hakkında bilgi için bkz. M. Ali Ünal, “1646 Tarihli Harput Kazası Avârız Defteri”, Tarih İncelemeleri Dergisi, C. XII, İzmir, 1997, s. 9-74. 155 HŞS 391 : 305.

Page 57: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

48

nahiyenin esas alındığı görülmektedir. Örneğin, 4 Muharrem 1083/ 2 Mayıs 1672

tarihli kayıtta, Leh Seferi için esnafa ve karyelere isabet eden vergi miktarları156,

yine 14 Şevval 1104/ 18 Haziran 1693 tarihli avârız listesinde gördüğümüz üzere

verginin köylere göre taksîmatı Uluâbâd, Kuzâbâd ve Behrimâz nahiyeleri esas

alınarak belirlenmektedir157. Bu taksimat 18. yüzyıl boyunca158 ve hatta 19. yüzyılın

ilk yarısına kadar (Örneğin, C.E. 1229/ Mayıs 1814 tarihli belgede Harput kazasına

isabet eden bedel-i sürsât mâlı için toplanan 1185 gurûş) 159, gene bu üç nahiye

esasına göre yapılmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, nahiyenin aynı zamanda malî ve

istatistikî bir nitelik taşıdığını söyleyebiliriz.

İncelenen dönemde 17. yüzyılın ortalarından itibaren nahiye sayısındaki bu

artışın yanında, yine bu tarihte önceden sancağa bağlı Ebutâhir Nahiyesi’nin bir

başka kazaya bağlanmış olduğunu görmekteyiz. Örneğin, Evâsıt-ı R.E. 1104/ Kasım

1692 tarihli ve eşkıya baskınının söz konusu edildiği bir hüccette Ebutahir Nahiyesi,

Çüngüş Kazası’na bağlı bir nahiye olarak geçmektedir160. Bunun dışında Evâil-i

R.A 1104/Aralık 1692 tarihli bir yeniçeri serdârı tayini mektubunda Harput ve

Ebutâhir kadılarına hitap edildiğine bakılırsa161Ebutâhir’in zamanla kaza olarak

ihdâs edilmiş olması muhtemeldir. Örneğin 1094/1683 tarihli bir belgede

Ebutâhir’den “Ebutâhir Kazası”162şeklinde bahsedilmekteyken daha ileri bir tarihte,

örneğin 9 Muharrem 1137/27 Eylül 1724 tarihli bir başka belgede yine aynı ifadelere

rastlanmaktadır163. 18. yüzyılın ortalarına gelindiğinde ise Ebutâhir Kazası’nı, Ergani

maden ocaklarının aynî ve nakdî ihtiyaçlarını görmekle yükümlü kazalar arasında

görmekteyiz164.

156 HŞS 362 : 401, 422, 506 v.d. 157 HŞS 391 : 304, 305. 158 HŞS 388 : 251, 299, 416, 424. 159 HŞS 398 : s.166 b. 310. 160 “kazâ-i Çüngüş’e tâbi Ebutâhir Nahiyesi’nde vâki”, HŞS 391 : 127.

161 HŞS 391 : 355. 162 HŞS 331 : 141. 163 “ ‘an-asl Ebutâhir kazasından olup hâliya Konya…”, HŞS 396 : 421. 164 Bkz. Fahrettin Tızlak, Osmanlı Döneminde Keban-Ergani Yöresinde Madencilik, s. 27.

Page 58: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

49

Sancaktaki köylere gelince, bu köyleri bağlı oldukları nahiyelere göre tahrir

ve sicillerden tespit etmek mümkündür165. Sancağa bağlı köy sayısı hakkında bazen

farklı rakamlar verilse de166, 1518 tahririnde sancakta ortalama 164, 1523’te 180 ve

1566 tahririnde ise 186 köy ismi geçmektedir167. Avârız-hânelerin yeniden tespiti

için 1646 tarihinde yapılan ve yukarıda belirttiğimiz tahrirde bu sayı yaklaşık 125

civarındadır168. Sicillerde geçen çeşitli vergi kayıtlarından tespit ettiğimize göre ise

bu rakam, 1660-1700 tarihleri arasında havâss-ı hümâyûn ile zeâmet ve tımar

karyeleriyle birlikte (muâf karyeler hariç) yaklaşık 130-140 civarındadır169. Gerek

tahrirlerde ve gerekse de sicillerde az sayıda mezranın ismi geçmektedir. Ancak

yukarıda verilen bu sayıların da kesin rakamlar olmadığını ve sancağa bağlı köyler

üzerine tarh edilen vergi kayıtlarından tespit edilen rakamlar olduğunu belirtmeliyiz. 165 Bu konuda tevzi defterlerinden de yararlanmak mükündür. Harput Sancağı’na ait bu tip defterlerin varlığı hakkında bilgi sahibi değiliz ancak, genel olarak tevzi defterleri on sekizinci yüzyılın başlarından itibaren düzenlenmeye başlamıştır. Eyâletlerin mahalli masrafları için toplanacak vergiler, her bölgenin kadısı ve eşrafından kimseler ile birlikte tespit edilerek merkeze bildirilir ve gerekli kontrollerden sonra yürürlüğe girerdi. Bu vergiler yılda iki defa toplanmakta ve bunun için hazırlanan defterlere tevzi defterleri denilmektedir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Midhat Sertoğlu, Osmanlı Tarih Lûgatı, İstanbul, 1986, s. 337; Yücel Özkaya, XVIII. Yüzyılın Sonlarında Tevzî Defterlerinin Kontrolü”, Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, S. 1, Konya, 1982, s. 135-155. Ayrıca bu defterlerde gösterilen masraflar sicillerde olduğu gibi kazanın mahallelerine, nahiyelerine ve köylerine taksim edilmekte ve daha sonra da toplanması cihetine gidilmekteydi. Dolayısıyla bu kayıtlardan köylerin ve bağlı bulundukları nahiyelerin kaç haneden oluştuğunu tahmin etmek mümkün olabilmektedir. Bkz. Fatma Acun, “Şebinkarahisar ve Civarında Yerleşim Modelleri”, Giresun Tarihi Sempozyumu (24-25 Mayıs 1996), İstanbul, 1997, s. 140. 166 Örneğin 1567 tarihli Harput Sancağı’na ait mufassal tahrir defterinde, sancağa bağlı köy sayısı 191 olarak verilmektedir. Bkz. Mesut Elibüyük, a.g.m., s. 20-21; Ayrıca bizden önce aynı belge serilerini kullanılarak yapılmış bazı çalışmalarda, Harput sancağına bağlı köy sayısı 17. yüzyıl için 156 olarak verilmektedir. Bkz. Ahmet Aksın, a.g.e., s. 40-41. Yazar kitabına aldığı köylerin sayıların, bu konuda önceden yapılmış Erdinç Gülcü ile Bekir Koçlar’a ait iki yüksek lisans çalışmasına dayandırmaktadır. Bizim yaptığımız tespitler ile bu sayı arasındaki farkın sebebi, vergi kayıtlarının orijinalleri ile söz konusu çalışmada yer alan köy isimlerinin karşılaştırılması sonucu daha iyi anlaşılmaktadır. Listede kimi köy isimleri mükerrer olmakla birlikte (Daldik, Kürdamlik, Körpe gibi), sicilde ve ilgili yüksek lisans çalışmasında geçtiği halde bazı köylerin isimleri geçmemektedir (Sün, Sürsürü, Konakalmaz, Pincirik gibi). Ayrıca kimi yerlerde köyler ile mezraların birbirine karışması ya da kimi köylerin tamamen ortadan kalkmasının yanında bazı yeni köylerin kurulmuş olması da muhtemelen bu karışıklığa sebep olmuş olabilir. Gene yakından bakıldığında, bazı köylerin aynı listede olmak üzere hem H. Hümayûn hem de zeamet ve tımar karyeleri arasında ve farklı nahiyelere bağlı olarak mükerrer kayıtlı olduğu görülmektedir. Mesela, Kürdamlik ve Miyadun karyeleri aynı tarihte hem Kuzabâd hem de Uluabâd nahiyeleri içerisinde tekrar yazılmışken, Miyadun karyesi ilk yazılışında 1,5 avârız-hânesiyle H. Hümayûn karyesi, ikinci yazılışında 0,75 avârız-hânesiyle zeamet-tımar karyeleri içerisinde verilmiştir. Aynı şekilde Kürdamlik karyesi 1 hane ve 1 rub’ ile Uluabâd, 1 hane 3 rub’ ile Kuzabâd Nahiyesine bağlı köyler arasında gösterilmektedir. Bkz. HŞS 391 : 304, 438; HŞS 362 : 305, 400, 506, 524. 167 Sancağa bağlı bu köyler ile mezraların isimleri için bkz. M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 67,77- 84 ; HŞS 391 : 414, 438; HŞS 362 : 305, 400, 506, 524. 168 M. Ali Ünal, “1646 Tarihli Harput Kazâsı Avârız Defteri”, Tarih İncelemeleri, S. 12, İzmir, 1997, s. 9-75. 169 HŞS 391 : 438; HŞS 362 : 400, 506, 524.

Page 59: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

50

Sonuçta 16. yüzyıla kıyasla sancağa bağlı köy sayılarında 17. yüzyılın ortalarına

doğru bir azalma görülmektedir.

Bu köylerin sayılarını çevre sancaklarla karşılaştırdığımızda, Harput

Sancağı’nın diğerlerine oranla daha küçük ve dolayısıyla daha dar bir coğrafya ile

sınırlı olduğu anlaşılıyor. Örneğin, 1560 tarihli Malatya Sancağı’na ait tahrirlerde

672 köy ve 1407 mezra kayıtlıyken; 1563 tarihli Maraş defterinde 869 köy ve 917

mezra kayıtlıdır170. Her üç sancaktaki köy ve mezra sayılarının birbirinden çok farklı

olması, şüphesiz her sancağın coğrafi özellikleriyle yakından ilgilidir. Bu durumda

Harput Sancağı’nda köy ve mezra sayıları arasında örneklere nazaran büyük farkların

olmaması171, sancağın yüzey şekillerine, iklimine, su durumuna, topraklarının

verimliliğine, bitki örtüsüne ve ulaşım koşullarına bağlı bir durum olsa gerektir172.

İşte yukarıda belirtilen nahiye ve sâir yerleşim birimleri hangi boyutlarda

olursa olsunlar, yönetim açısından belirli bir bütünlük göstermek durumundaydılar.

Bu bütünlüğün oluşturulabilmesi için göz önünde bulundurulan önemli

hususlardan birisi, sancak ve kaza sınırları içinde kalan mekânın en uzak noktalarına

kadar makûl bir zamanda ve makûl imkânlarla ulaşılabilirliğinin sağlanmasıydı.

Yani ulaşılabilirlik, taşra yönetim birimlerinin oluşmasının en temel özelliğiydi. Bu

da iki boyutluydu.

Birincisi yönetim biriminin kapladığı alan içinde ulaşılabilirlik; ikincisi, bu

yönetim biriminin diğer birimlere ve nihayette pâyitahta ulaşılabilirliğiydi173. Bunun

170 Mesut Elibüyük, a.g.m., s. 20-21. 1711566 tarihinde Harput sancağının mezra sayısı, 86’dır. M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 94-99. 172Söz konusu sancaklardaki yerleşmelerinin sayısal dağılımı ile yer yüzü şekillerinin bu yerleşmelerdeki etkilerini mukayese için bkz. Mesut Elibüyük, a.g.m., s. 11-42. Harput sancağının içinde bulunduğu alan platolar, havzalar ve ovalardan müteşekkildir. Hazarbaba Dağı’nın güneyindeki Behrimaz Ovası, kuzeyindeki Hazar Gölü depresyonu, onun kuzeyindeki Uluova ve Elazığ Ovası güneybatı-kuzeydoğu uzanışlı çukur ve sulak alanlardır. Bkz. Erdoğan Akkan, “Elazığ ve Keban Barajı Çevresinde Coğrafya Araştırmaları”, Coğrafya Araştırmaları Dergisi, S. 1-2, Ankara, 1972, s. 175-214. Ayrıca civardaki sancak ve kazalar ile karşılaştırıldığında (örneğin Sivas, Amasya, Tokat, Malatya), buralarda görülen “Malikâne-divanî” sistemi (iki baştan tasarruf) uygulamasının aksine, Harput sancağı dahilinde bulunan köylerin tamamı dirlik olarak (has, zeamet ve tımar şeklinde) tevcih edilmiştir. Diyarbekir Eyâleti’nde de “malikâne-divanî” ya da “iki baştan tasarruf” denilen ve her köyün biri malikânesine biri de divânisîne tasarruf eden iki sahibinin bulunduğu, köylünün yetiştirdiği mahsulden “malikâne hissesi” olarak “toprak sahibine”, “divanî hissesi” olarak da “sipahiye” vergi verdiği bu sistem, Karaman Eyâleti’nde olduğu gibi bölgenin Osmanlı hakimiyetine geçmesiyle birlikte ilga edilmiş ve ekseri köylerin doğrudan doğruya tımara tasarruf edilmesi uygulamasına geçilmiştir. Ö.L.Barkan, “Türk-İslâm Toprak Hukuku Tatbikatının Osmanlı İmparatorluğu’nda Aldığı Şekiller I, Mâlikâne-Divânî Sistemi”, Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuâsı, C. 2, İstanbul, 1939, s. 141 v.d. 173 İstanbul, deniz yollarının olduğu kadar kervan yollarının da son ulaşım noktası idi. 17. yüzyıl ortalarında her yıl İstanbul’a İran’dan altı ile on arasında, Basra’dan iki, Halep’ten üç ya da dört

Page 60: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

51

için Osmanlı kânunnâmeleri, ulaşılabilirliğin somutlaştırılması amacıyla “mesâfe”

tâbirini kullanmış ve bunu da diğer bütün değerlendirmelerde olduğu gibi üç grup

içinde açıklamıştır.

Bu mesafeler ifade edilirken en yakın ulaşılabilirlik için karîb, daha geniş bir

alanın bağlantısı için evsât, uzak alanlar için ise baîd sıfatları kullanılırdı174. Bu

durumda “mesâfe-i karîb”, “mesâfe-i evsât” ve “mesâfe-i baîd” tâbirlerinden

birincisi kaza alanı, ikincisi sancak içi alan ve üçüncüsü de sancak ve kaza dışındaki

ilişkiler için kullanılan tâbirlerdi175.

Genellikle karîb mesafe, at veya diğer bir hayvanın âdetâ denilen normal bir

yürüyüşüyle kat edilebilecek bir mesafedir. Eğer çeşitli sebeplerle gün ışığında

seyahatte ulaşılamayacak bir mesafe birimin içine alınmışsa kervansaray, han, menzil

gibi ara kurumlarla ulaşılabilirliğin rasyonelliği sağlanmıştı176. İkinci mesafe, sancak

içinde sözünü ettiğimiz ara kurumlarla makûl zamanda yapılan seyahatlerin

değerlendirme ifadesidir. Baîd mesafe ise, deniz ve kara yolu ile uzun zaman alan ve

çoğu kez hayvan değişimini gerektiren mesafeydi. Kânunnâmeler bunları örneklerle

belirlemiştir. Örneğin, memâlik-î mâhrûsenin sınır bölgeleri baîd, sancaklar arası

evsât, kazalardaki mesâfeler ise karîb olarak değerlendirilmiştir.

Bu faktörler, birimlerin oluşumunun anlaşılmasında bu açıdan anlamlıdırlar.

Şöyle ki, devlet reâyâya ulaşabilmek için önce oluşturduğu birim içerisindeki

ulaşılabilirliği, sonra bunların çevresi ve merkez ile bağlantılarını düşünmüş ve

dolayısıyla önemli bir yol ağı kurmuştur177. Bu ağ, memâlik-i mâhrûsenin iki

kervan gelirdi. İstanbul’dan ise her üç ayda bir İran ve Orta Asya’ya kervanlar kalkardı. Ayrıca yine İstanbul’a Dubrovnik’ten yılda bir, Polonya’dan ayda bir, İzmir’den de her sekiz günde bir kervan çıkardı. Bkz. Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klâsik Çağ (1300-1600), (Çev. Ruşen Sezer), İstanbul, 2003, s. 152. 174 HŞS 331 : 643. 175 HŞS 368 : 412. 176Geleneksel Ortadoğu imparatorluklarında ticaret ve tarımın gelişmesinin hükümdârın hazinesini zenginleştireceği düşüncesiyle devlet kanal, bent, yol ve kervansarayların yapımı ve bakımı gibi bayındırlık işlerini üstlenirdi. Büyük İslam tarihçisi Tâberi’ye (Ö. 923) göre Sasânîler, kasaba, köy, yol ve köprü yapmayı hükümdârın en temel ödevleri arasında sayarlardı. İslâmiyet döneminde de bu geleneğin yerini, dini ve hayırlı bir davranış olarak vakıf-imâret geleneği aldı. Ortadoğu geleneğine uyan Osmanlılar da Bursa, Edirne ve İstanbul gibi başkentlerini; nüfuslarını çoğaltarak ve ticaret merkezleri olarak gelişmeleri için devlet büyüklerine temlikler yaparak, alt yapıyı geliştirerek, büyük kentlere dönüştürmek istemişlerdir. İstanbul bunun iyi bir örneğidir. Bkz. Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klâsik Çağ, s. 146 177Konstantin Jireček 1877 tarihli kitabında, Osmanlı topraklarındaki ulaşım hakkında Roma İmparatorluğu’nun yıkılışından beri hiçbir Avrupa devletinin yol sistemine bu denli özen göstermemiş olduğunu yazmaktadır. Bkz. Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klâsik Çağ içinde, s.152.

Page 61: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

52

cânibinde üç kol halinde düşünülmüştür178. İstanbul’dan başlayan ve devletin Avrupa

toprakları üzerinde ilerleyen üç kol, Rumeli cânibinin sağ-orta ve sol kolları;

Anadolu cânibinde de aynı biçimde ve aynı adlarla anılarak sınır bölgelerine kadar

uzardı. Anadolu’daki sağ kol, Üsküdar-Gebze-Eskişehir-Akşehir-Konya-Adana-

Antakya-Halep ve Şam üzerinden Mekke ve Medine’ye; orta kol, Üsküdar, Gebze,

İznik, Sapanca, Geyve, Hendek, Tosya, Ayaş, Hacı Hamza, Osmancık, Merzifon,

Amasya, Turhal, Tokat, Sivas, Kangal, Malatya, Harput, Diyarbekir, Nusaybin,

Musul ve Kerkük güzergâhını izleyerek Bağdat’a; sol kol, orta kolla Merzifon’a

kadar aynı güzergâhı takip ederek buradan Ladik, Niksar, Karahisar-ı Şarkî, Kelkit,

Aşkale ve Erzurum yoluyla Hasankale üzerinden bir kol Kars, diğer bir kol da

Tebriz’e ulaşırdı179. (Bkz. Harita 2, s. 208)

Bu kol tâbiri öylesine yerleşmişti ki, taşra yönetim birimleri mekânlarda bu

kollara göre tanımlanırdı180. Mesela “Anadolu cânibinde orta kolun yemîn ve

yesârında olan bûldân” denildiğinde, nerelerin kastedildiği anlaşılırdı. Sicillerdeki

ferman sûretlerinde bu tarz tabirlere sıkça rastlamaktayız. Örneğin “Anadolu’nun

orta kolunda vâki’ olan kadılar zîde fazlihû” 181 yahut daha açık olarak “Edirne’den

178 Anadolu’daki Osmanlı yol ağının tarihsel olarak incelenmesi Taeschner’in, Evliya Çelebi ve Kâtip Çelebi’nin eserlerine ve 16. ve 17. yüzyıl Osmanlı vekâyinâmelerinde aktarılan bazı sefer güncelerine dayanan çalışmasıyla başlamıştır. Faroqhi’ye göre, Kâtip Çelebi ve arkadaşlarının 17. yüzyılda derledikleri Cihânnûmâ’da yer alan ve Anadolu kentlerini gösteren harita, döneminin yol ağını ancak dolaylı bir biçimde yansıtmaktadır. Üstelik son altmış yılı aşkın süre içerisinde Osmanlı yol sistemi ile ilgili yeni kaynakların bulunması sebebiyle başta Taeschner’in 1935’te yazdığı kitabının (F. Taeschner, “Das Hauptwerk der geographischen Literatur Osmanen, Kâtip Çelebi’s Ĝihannuma”, Imago Mundi, 44/7), köklü bir biçimde gözden geçirilmesi gerekmektedir. Ayrıca H. Sahillioğlu, H. G. Yurdaydın ve L. Güçer gibi Türk tarihçileri ile bazı yabancı tarihçilerin çalışmalarında ortaya koydukları bilgilerin, Osmanlı ülkesinde kullanılan sefer yolları, kervan yolları, ulâkların izledikleri yollar, yabancı seyyahların kullanmış oldukları v.s. yollar ile ilgili olarak ne gibi yeni bilgilere ulaşmamıza imkân sağladıklarını tartışmaktadır. Suraiya Faroqhi, Osmanlı’da Kentler ve Kentliler, (Çev. N. Kalaycıoğlu), 3. Baskı, İstanbul, 2000, s. 76-80. Ayrıca, Orhonlu’nun derbendlere ilişkin çalışmasında, Balkanlar’dan ve Anadolu’dan geçen ana karayollarını gösteren bir harita bulunmaktadır. Bkz. Cengiz Orhonlu, Osmanlı İmparatorluğu’nda Derbend Teşkilâtı, İstanbul, 1967. Bkz. Yusuf Halaçoğlu, Osmanlılar’da Ulaşım ve Haberleşme (Menziller), Ankara, 2002. 179 Anadolu ve Rumeli’deki ana yol güzergâhları ve menzil noktaları hakkında bkz. Yusuf Halaçoğlu, a.g.e, s.51-138; İsmet Miroğlu, “Osmanlı Yol Sistemine Dair”, İ.Ü. Tarih Enstitüsü Dergisi, 15, İstanbul, 1997, s.241-252; M. Hüdai Şentürk, “Osmanlı Devleti’nin Ulaşım Teşkilatı ve Yol Sistemine Genel Bir Bakış”, Türkler, (Ed. H.Celal Güzel, Kemal Çiçek v.d), C. 10, Ankara, 2002, s.906-909. 180 Kollar ve menzilhâneler ile ilgili bkz. Rıza Bozkurt, Osmanlı İmparatorluğu’nda Kollar, Ulâk ve İaşe Menzilleri, Ankara, 1976; Colin Heywood, “Osmanlı Döneminde Via Egnatia: 17.Yüzyıl Sonu ve 18. Yüzyıl Başlarında Sol Koldaki Menzilhâneler”, Sol Kol Osmanlı Egemenliğinde Via Egnatia (1380-1699), (Ed. Elizabeth Zachariadou,) (Çev. Özden Arıkan, Ela Güntekin, Tülin Altınova), İstanbul, 1999, s. 138-160; Musa Çadırcı, “Posta Teşkilatı Kurulmadan Önce Osmanlı İmparatorluğu’nda Menzilhâneler ve Kirabaşılık”, XIII. Türk Tarih Kongresi Bildiriler, II, Ankara, 1981, 1359-1365; Ali Açıkel, “Osmanlı Ulâk-Menzilhâne Sistemi Çerçevesinde Tokat Menzilhânesi (1690-1840)”, Tarih İncelemeleri Dergisi, XIX, 2, İzmir, 2004, s. 1-33. 181 HŞS 391 : 330; HŞS 362: 429.

Page 62: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

53

Anadolu’nun orta kol nihâyeti Diyarbekir’e varınca yol üzerinde vâki’ olan

kadılar”182şeklinde veya “Asitâne-i sa’âdedden Bağdat’a varıncaya dek yol

üzerinde vâki’ olan kadılar”183 veya fermanın gönderildiği sancağın bulunduğu kol

üzerindeki belli başlı sancakların adları da zikredilerek, “Harput ve Malatya ve Sivas

ve Tokad ve Turhal ve Zile ve Amasya ve Çorum ve Bolu ve Kastamonu ve ol

civarında vâki’ kuzât efendiler” gibi184.

Yukarıda verilen yol güzergâhları ve menzil noktalarından da anlaşılacağı

üzere Harput Sancağı, Anadolu’da orta kol güzergâhı üzerinde yer almaktaydı.

Konum itibariyle Doğu Anadolu’daki kuzey ve güney sıradağlarının birbirlerine

yaklaştığı bir mevkide ve doğal bir geçiş alanı üzerinde bulunan Harput’un, Basra-

Bağdat ve Diyarbekir hattını takip ederek, Anadolu içlerinden İstanbul’a uzanan

İpek ve Baharat Yolu’nu Malatya’ya bağlayan bir güzergâh üzerinde bulunması;

ayrıca Basra ve Bağdat’tan Diyârbekir’e uzanan ve Harput-Keban-Arapkir-Kemaliye

ve Divriği’den geçip Sivas istikametinde (bu yol Sivas’tan sonra eski kervan yoluyla

birleşmekteydi) devam eden ticaret yolu üzerinde oluşu185; aynı zamanda Harput-

Giresun arasında Keban-Arapgir-Divriği ve Şebinkarahisâr’dan geçen yolların

varlığı186, tahrirlerden anlaşıldığına göre 16. yüzyılda sancak için önemli bir gelir

kaynağı avantajı sağlamıştı. 16. yüzyılda bu yollardan nakledilen ticarî mallardan

Harput’ta alınan vergiler, tüm sancak gelirlerinin %10’u gibi önemli bir meblağını

teşkil etmekteydi187. Yine tahrirlerdeki verilere göre klasik dönemde canlılığını hâla

koruduğu anlaşılan işlek yol şebekesi sayesinde Harput şehri, ticaret kervanlarının

uğrak ve konaklama yeri olduğu gibi aynı zamanda canlı bir ticaret merkeziydi188.

Bu yol ağı üzerinde seyahati mümkün kılabilmek için yolların güvenliğini

sağlayan, tabiat şartlarının sebep olabileceği olumsuzlukları bertaraf eden ve seyahat

182 HŞS 391 : 333. 183 HŞS 382 : 496. 184 HŞS 391 : 332. 185 Bu yol aynı zamanda askerî bir yol idi. Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran Seferi ve Kanuni Dönemi’nde 1552’de III. İran Seferi için bu yolu takip eden Osmanlı kuvvetleri Harput’ta toplanmışlardır. Ayrıca 1635 ve 1638 yıllarında IV. Murad, Revan ve Bağdat seferleri için üç defa Harput’tan geçmiştir. Ayrıca bu yoldan Bingöl ve Muş üzerinden Van’a ulaşılıyordu. Bu yollar ve üzerindeki konaklama yerleri için bkz. Orhan Cezmi Tuncer, “Diyarbakır-Harput Kervan Yolu”, Güzel Sanatlar Enstitüsü Dergisi, S.5, Erzurum, 1999, s. 151-172 186 M. Sarıbeyoğlu, Aşağı Murat Bölgesinin Beşeri Coğrafyası, Ankara, 1951, s. 73-74. 187 M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s.146. 188 Şehirde satılan veya diğer şehirlere gönderilen mallar hakkında bkz. Mesut Elibüyük, a.g.m., s. 24.

Page 63: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

54

edenlerin iâşe ve ibâtesini mümkün kılacak mîrî ve mîrî olmayan örgütler

kurulmuştu189. Bunların belirlenmesinde coğrafi şartlar, yolların işlek olup olmaması,

bölgenin nüfus yoğunluğu ve seferlerin yapılacağı güzergâhlara yönelik konumları

gibi temel faktörler önemli rol oynamaktaydı190.

Bu örgütler içerisinde menzillerin önemli bir yeri vardı. Menziller ana ve tâli

yollar üzerinde ve ortalama 3 ile 18 saat arasında (30-40 km aralıklarla) değişen

mesafelere kurulmuşlardı. Aynı şekilde devlet tarafından hem yönetim hem de bir

yargı alanı olarak kaza hüküm bölgeleri (kaza daireleri) belirlenirken de, içinde

bulunulan zamanın teknolojisine göre insan veya havyan gücü ile günün aydınlık

kısmında alınabilecek mesafeler dikkate alınmıştır.

Bilindiği gibi Osmanlı Devleti’nde kara ulaşımı çoğunlukla deve, at ve

katırlardan oluşan kervanlara dayanıyordu. Daha kısa mesafelerde hayvanların

çektiği arabalar kullanılmaktaydı. Kervanın hızı, yükün ve hava sıcaklığının

durumuna göre değişmekle birlikte ortalama olarak 3,5-5 km/saat idi. Uzun yollarda

kervan günde 7 saat seyahat edebileceği gibi, kısa yollarda bu süre 14 saate kadar

çıkabilmekteydi191. İşte bu hız ve zaman ölçüsüne göre yol güzergâhlarında aynı

zamanda kervansaraylar ve derbendler kurulmuştu.

Doğu Anadolu gibi zor bir coğrafi bölgede yer alan Harput Sancağı’nda bu

mesafelere baktığımızda; Harput merkez kazasının İstanbul’a olan uzaklığı toplam

269 saatti. Bu süre içerisinde İstanbul-Harput arasında yaklaşık 28 menzil yer

almaktaydı. Harput kazasının komşu Malatya kazasına olan uzaklığı ise 26 saatti.

Bölgede seyahat etmiş olan Simeon’un aktardıklarına göre Malatya ile Harput arası,

yaklaşık üç günlük bir mesafeydi192. Ancak ulaşım imkânlarının insan ve hayvan

gücüyle sınırlı olduğu o zamanda, bu mesafenin bir günde alınamayacağı hesaba

katılarak, iki kaza arasında İzoli adıyla ve Harput kazasına 16 saat uzaklıkta bir

189 Osmanlı sultanları, ana yollarda yolculuğun rahat ve güvenli olmasını sağlamak için vakıf olarak zaviye ve menziller kurmuş, saray ve diğer devlet görevlilerine mülk ve çiftlikler bağışlayarak, bu yolda teşvik etmişlerdir. Bunların bazıları kentlerdeki imâretler gibi büyük kuruluşlardı ancak bu gibi yerlerde en önemli yapılar, genellikle bir han ya da kervansaray olurdu. İnalcık’ın da vurguladığı gibi bu yerler zamanla, Osmanlı kültür ve yönetim merkezlerinin çekirdeği olmuştur. Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klâsik Çağ (1300 - 1600), s.153 190 Yusuf Halaçoğlu, Osmanlılarda Ulaşım ve Haberleşme (Menziller), Ankara, 2002, s. 5, 146. 191 Özer Ergenç, XVI. Yüzyılın Sonlarında Bursa, s. 127; Cengiz Orhonlu, Osmanlı İmparatorluğu’nda Derbend Teşkilâtı, İstanbul, 1967, s. 27 v.d. 192 Polonyalı Simeon’un Seyahatnâmesi (1608-1619), (Çev. H. D. Andreasyan), İstanbul, 1964, s. 89.

Page 64: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

55

menzil teşkil olunmuştu193. Yine aynı şekilde bu mesafeler, Harput kazasından

komşu Ergani kazasına 18 saat194, Eğin kazasına ise 24 saatti. Harput ile bu kazalar

arasında da yine mesafeler göz önünde bulundurularak ara menziller kurulmuştu195.

Harput’un Diyarbekir’in merkezine uzaklığı ise 30 saat olarak tespit edilmektedir196.

Genel olarak bu menzillerin masraflarının bir kısmı devlet hazinesinden, bir

kısmı ulâk ücretlerinden ve bir kısmı ise, menzilci tayin edilen beldedeki halkın

avârız ve nüzûl vergilerinden karşılanmaktaydı. Mesela Harput Sancağı çevresinde

bulunan menzillerden İzoli menzilinin masrafı Malatya avârız ve bedel-i nüzülünden;

Ergani menzilinin masrafları ise avârız-hâne vergisinden karşılanmaktaydı197. Kimi

durumlarda ise mukâta’a gelirlerinden menzil masraflarına destek verilmiştir. Mesela

Diyarbekir menzilinin masraflarının bir kısmının mukâta’a gelirlerinden karşılandığı

kayıtlıdır198. Yahut Tokat örneğindeki gibi, menzilhânenin idaresini üstlenen ahâlinin

avârız ve nüzûl gibi vergilerden muâf tutulmaları suretiyle, menzilin masrafı

karşılanmaktaydı199.

Benzer durum yollar üzerindeki derbentler için de söz konusuydu. Tıpkı

menzil sisteminde olduğu gibi derbentin etrafında yaşayan köylüler derbentçi tayin

edilerek, avârız vergilerinden muaf tutulmuşlardır. Derbentçiler güvenliğin yanı sıra,

kar ve heyelan gibi doğal afetler karşısında zarar gören yolların bakım ve

onarımından da sorumlu idiler200. Mesela 7 Ramazan 1072/26 Nisan 1662 tarihli

193 Menzillerin İstanbul ve çevre kazalarla olan mesafeleri, farklı tarihlerdeki menzil cetvellerinde farklı gösterilmektedir. Örneğin, 1595 tarihinde Malatya menzilinin İstanbul’a uzaklığı 243 saat, 1726 tarihinde 225 saattir. Yusuf Halaçoğlu, Osmanlılarda Ulaşım ve Haberleşme (Menziller), s. 79-80. 194 Harput ile Ergani arasında yer alan Gölcük’e (bu günkü Hazar gölü), Harput’tan iki günde gidildiğini belirten seyyah Simeon, muhtemelen bu mesafeleri yollarda duraksayarak almış olmalıdır. Çünkü Osmanlı Devleti’nde mesafeler, at veya diğer bir hayvanın “âdetâ” denilen normal bir yürüyüşüyle kat edebileceği uzaklıklara göre belirlenmektedir. Harput-Ergani arasının Osmanlı resmi kayıtlarında 18 saat olarak belirtildiği göz önünde bulundurulduğunda, seyyah Simeon’un belirttiği mesafelerin normal bir hayvan hızıyla alınan mesafeler olmadığı kendiliğinden anlaşılır. Bkz. Polonyalı Simeon’un Seyahatnâmesi, s. 97. 195 1743 yılında İran’a yapılan seferde, mansûre askerlerinin tayinat için menzillere kazalardan taşınan ikmal maddelerini gösteren listede, Harput ile Ergani kazası arasında Harput’a 5 saat mesafede Kuyulu menzili, İzoli-Harput arasında 6 saat mesafede Sarımeşe karyesi menzilinin isimleri yer almaktadır. Ayrıca 1756 senesi Mayıs ayında Ulâk menzillerinin Anadolu tarafına ait cetveller ve Ulâk menzilleri listesi için Bkz. Rıza Bozkurt, a.g.e., s. 10-25. 196 Ali Tevfik, Memâlik-i Osmaniye’nin Coğrafyası, İstanbul, 1318, s. 448. (Burada Harput’un İstanbul’a uzaklığı, 250 saat, Diyarbekir’in ise 280 saat olarak kayıtlıdır) 197 Bölgedeki diğer menziller ve masrafları için bkz. Yusuf Halaçoğlu, a.g.e, s. 80 v.d. 198 Yusuf Halaçoğlu, a.g.e., s. 81. 199 Ali Açıkel, a.g.m., s. 16 200 Cengiz Orhonlu, a.g.e., s. 9-10.

Page 65: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

56

Harput kadısına hitaben gönderilen buyrulduda, Harput kazasına bağlı ve aynı

zamanda derbendcilik yapan Gökçek karyesi ahâlisinin, kendi imkânlarıyla ve kendi

mallarıyla gelen geçen yolcular için bir hân inşa etmeleri sebebiyle, “avârız-ı

divânîyye” ve sâir “tekâlif-i örfiyye” den muâf oldukları ve ellerine emr-i şerif

verildiği belirtilmektedir201.

Menziller idare edilirken (veya iltizâma verilmeden önce), menzilhânelerin

yıllık veya altı aylık masrafları önceden hesap edilmekte ve menzilci tayin edilen kişi

veya kişilere kaza halkı tarafından, taksitler halinde ödeme yapılmaktaydı. Bu

durumda yaygın bir uygulama olarak, menzilci ile kaza halkının temsilcileri arasında

mahkeme huzurunda bir anlaşma yapılmaktaydı. Buna göre menzilci atanan kişinin

yıl boyunca yapacağı masraflar karşılığında, kendisine ödenecek meblağın kaç

taksitte ve ne şekilde ödeneceği bir senete bağlanarak sicile kaydedilmekteydi.

Menzilcilik görevine atanan kişi de bu işlemlerin ardından, aldığı görevi layıkıyla

yerine getireceğine dair taahhütte bulunmak ve kefil göstermek durumundaydı202.

İncelediğimiz dönemde Harput menzilinin işletmeciliği görevi, kaza ahâlisinin önde

gelenlerinin mutabakatı ile mahkeme huzurunda tayin edilen kimseler tarafından

yerine getirilmekteydi.

Hizmetin yerine getirilmesi sırasında görülen aksaklıkların, tüm kamuyu

ilgilendiren makûl sebeplerden kaynaklanması durumunda, çözüm için tarafların bir

araya gelmesi de gözlenen bir durumdur. Örneğin, Evâsıt-ı C.A. 1072 / Şubat 1662

tarihli belgenin konusu203, menzilin işletmeciliğini 14 aylığına uhdesine alan Osman

Beğ ile ilgilidir. Söz konusu belgede özetle; Osman Beğ’in geçen yıl Şevvâl ayının

gurresinden (ilk gün) bir sene müddetle 3000 gurûşluk hurda akçe karşılığında

“menzil-i pâdişahî” hizmetinde bulunduğu, fakat her ulağın o yıl çok ziyâde işlediği

ve bir senenin dolmasına 4 ay kalmışken aşırı yoğunluk sebebiyle bir çok bargirin

yollarda helâk olduğu, geriye kalan bargirlerin zayıf olmaları sebebiyle menzil

hizmetini yerine getiremedikleri, Osman Beğ’in kendi malından 90 bin akçe

harcadığı, bu halde seneyi tamam etmesine tâkâtinin kalmadığı, dolayısıyla kaza

halkı olarak kendisine 2 ayı hibe ettiklerini, şimdiden sonra “1072 C.A. Gurresinden

14 ay tamamına varıncaya değin, beher gurûşu seksener akçe olmak üzere 3000

201 HŞS 382 : 498. 202 Musa Çadırcı, a.g.m., s. 1360-1361. 203 HŞS 382 : 79

Page 66: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

57

gurûş ücretle merkum Osman Beğ’i müceddeden ve sene-i sâbıkda yedinde olan

hücceti şer’iye mûcebince deruhte olduğu kuyûd ve şurût üzere ve mezkur olan

ücretin salyâne üzere tevcih” şartıyla tekrardan aynı göreve tâyin edildiğini

öğrenmekteyiz204.

Şubat 1662 tarihli bir diğer belgeden öğrendiğimize göre mezkûr Osman Beğ,

Harput menzilinin işletmeciliğini iki kardeşiyle birlikte ortaklaşa almıştır. Şahitleri

arasında Harput mukâta’ası zabiti Abdullah Beğ’in isminin de geçtiği kayıtta, Osman

Beğ ve kardeşleri Yusuf Beğ ve Süleyman Çelebi’nin birbirlerine “kefîl-i bi’l-mâl”

oldukları, bu görevi yerine getirememe veya 14 aydan noksan edâ veya firar etmeleri

ihtimaline karşılık, Hasan Ağa’ya rehîn vaz’ eyledikleri evler ve sâir mal-mülklerini

satıp borçlarını kapatması için ‘ayân-ı vilâyet huzurunda Hasan Ağa’yı vekil tayin

ettikleri, Hasan Ağa’nın da bu vekâleti kabul ettiği belirtilmektedir205.

Örnekleri çoğaltmamız mümkündür. Örneğin, Gurre-i Ramazan 1083/21

Aralık 1672 tarihli belgede, gene kazanın önde gelenlerinin mutabakatı ile Hüseyin

Çelebi, “hizmet-i mezbûrede kemâl mertebe mecd ve samimi ve her vechle vukûf

olduğundan” cümlesinin onun hizmetinden razı olmalarından başka “’ubûr eden

ulâkları dâhi âsûde-i hâl yolladığı” gerekçesiyle yeniden bir seneliğine 1700 kıt’a

esedî gurûş ücretle menzilci ittihaz eylemektedirler. Yapılan anlaşma gereği ücreti,

medine-i Harput hânelerine tevzi’ olunup206, “bi’t-tamam” kendisine teslim

edilecekti. Eğer meblağ-ı mezburdan bir akçe dahi tahsil olunmayıp zimmetlerinde

kalırsa, günü gününe hesaplanarak bizzat kendilerinden tahsil edileceği taahhüd

edilirken, Hüseyin Çelebi de menzilcilik hizmetini kabul ve taahhüd etmektedir207.

Belgede ücretin tahsil edilememesi durumunda, şehir ileri gelenlerinin ücrete

204 Menzilin durumu icabı 40 menzil beygiri beslemekte olan Harput menzilcileri, bütün menzillerde indirim yapılınca, kendi menzillerindeki beygir miktarlarının da azaltılması için başvurmuşlar ve istekleri kabul edilerek 1672’de, menzil beygir adedi 15’e düşürülmüştür. 1692 yılında Harput menzilinde, 4 beygir bulunmaktaydı. Menzilin toplam gideri, 410,4 gurûş (=49.248 akçe) olup, bunun 80 gurûşu (=9600 akçe) beygir bahâsı, 330,4 gurûşu (=39.648 akçe) şa’ir, saman ve vesâir masraflardan teşekkül etmekteydi. 1726’ da 12 beygiri olan menzile, bu tarihte 15 beygir daha ilave edilerek beygir sayısı 27’ye yükseltilmiştir. Yusuf Halaçoğlu, Osmanlılarda Ulaşım ve Haberleşme, s. 79- 80. 205 HŞS 382 : 78 206 Nitekim 5 Zilhicce 1083/24 Mart 1673 tarihli menzil defteri kaydında, menzil salyanesinin bin yedi yüz esedi gurûş olduğu ve bu meblağın şehir halkı ve tımar karyeleri arasında bölüştürüldüğünü görüyoruz. HŞS 362 : 531. 207 “ ..vilâyete bir menzilci lazım ve mühim olmağın mezbûr Hüseyin Çelebi hizmet-i mezbûrede kemâl-i mertebe mecd ve samimi ve her vech ile vukûf ve şu’ûri olub cümlemiz hizmet-i merkumeyi Hüseyin Çelebi’ye layık ve hizmetinden şükran ve razı olduğumuzdan…” , HŞS 362 : 293

Page 67: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

58

kefil olmaları önemlidir. Tahminimize göre Hüseyin Çelebi’nin isteği üzerine böyle

bir anlaşma sağlanmıştır. Daha sonraki tarihlerde yaşanan gelişmelere baktığımızda,

taahhüd edilen ücretin tahsili ve ödenmesinde bir takım zorlukların yaşandığını

görmekteyiz. Örneğin, 1104/1693 tarihli bir buyruldu suretinden öğrendiğimize göre,

eskiden Harput menzilcisi olan İsmail'in menzil akçesi alacağı kaldığından, kendi

başvurusu üzerine alacağının tazmini için Diyarbekir’den mübaşir tayin edilmiştir208.

Yukarıda verilen Şubat 1662 tarihli ilk belgede söz konusu her ulağın o yıl

çok ziyâde işlemesi ve aşırı yoğunluk sebebiyle bir çok bargirin yollarda helâk

olması, mevcut bargirlerin ise zayıf kalması sebebiyle menzil hizmetlerinin aksaması

v.s., imparatorluk genelinde yaygın bir sorun olarak gözükmektedir.

Bilindiği gibi, Osmanlı Devleti’nde resmî haberleşme “ulâk hükmü” taşıyan

ulâklarla temin edilmekteydi. Ellerinde bu hükmün bulunduğu ulâklar, gelip

geçtikleri yerlerde ihtiyaç duydukları binek hayvanı ve her türlü yiyecek ihtiyaçlarını

ücretsiz karşılayabilmekteydiler. Bu usulün zamanla sûistimal edilerek halka zarar

vermesi üzerine Kanuni döneminin sadrazamlarından Lütfî Paşa tarafından “ulâk-

menzilhâne sistemi” uygulamasına geçilmiştir209.

Bu uygulamada özetle, ana yollar üzerindeki şehir ve kasabaların uygun

yerlerinde menzilhâneler teşkil edilmiş, menzillere uğrayacak ulâklara merkezden

“in’am hükmü” belgesi verilerek, bu belge ile menzilhânelerden ücretsiz bargir

almaları ve dinlenmeleri esası getirilmiştir. Ellerinde hükmü olmayanların menzil

bargirlerinden istifade edebilmesi için ise, saati 8-10 akçe olmak üzere ücret

ödemeleri gerekiyordu210. Ancak zamanla yaşanan suiistimaller sebebiyle, 1691

yılında Köprülü Fazıl Mustafa Paşa tarafından ve ardından 1697 yılında tekrardan

menzilhâne sistemi gözden geçirilmiştir. Yapılan düzenlemelerle gene özetle,

menzillerin yine bir menzilci idaresinde yakın kasaba, köy ve çevre ahalisinin

menzillerde görev almaları ve hizmetleri karşılığında bazı vergilerden muaf olmaları

esasa bağlanmıştır. Ulâklara verilecek “in’am hükümlerinde”, uğrayacakları

menzillerden kaç bargir alacakları da açıkça belirtilmiştir. Bu hüküm gereği her

208 HŞS 391 : 349 209 Ayrıntılı bilgi için bkz. Nesimi Yazıcı, “Lütfî Paşa ve Osmanlı Haberleşme Sistemi ile İlgili Görüşleri, Yaptıkları”, İletişim, S. 4, Ankara, 1982, s. 217-244. 210 Yusuf Halaçoğlu, a.g.e., s. 156.

Page 68: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

59

ulağa kaç bargir verildiği sicillere kaydedilmiştir211. Aynı şekilde taşradaki sancak ve

kazalar arasında sağlanan haberleşmelerde de, habercilerin varacakları menzillerden

kaç bargir alacakları da açıkça belirtilmektedir212.

Yaşanan suiistimallerin başında bazı ulâkların in’am hükmü olmaksızın, diğer

görevlilerin ise sancakbeyi buyruldusu, mektup, tezkere ve benzeri belgelerle

menzilhânelerden ücretsiz bargir almaları gelmekteydi. Bu durum, verilen örnekte

görüldüğü gibi menzil masraflarının artmasına, menzilkeş halkın sıkıntıya düşmesine

sebep olduğundan, zaman zaman merkezden fermanlar gönderilmiştir. Örneğin,

Evâhir-i R.E. 1103/Aralık 1691 tarihli ve Anadolu’nun orta kolunda bulunan

kadılıklara ve menzilcilere gönderilen ferman suretinde, Anadolu’da vüzerâ, mirlivâ

ve mütesellim kağıtlarıyla bazı kimselerin bargirler alarak Eyâlet ve sancaklarda

dolaştıkları belirtilmektedir. Yine fermandan anlaşıldığına göre, daha önceden

mesâfe-i ba’îdde (sancak veya kaza dışına çıkma) oldukları durumlarda kullanmaları

için Bağdad, Basra, Erzurum ve Van serhâdlerinde bulunan “vüzerâ-yı ‘izâm” ve

“mirmîrân” lara tarihleri açık ve tuğralı “menzîl-i ahkâm” gönderilmiş olmasına

rağmen, hâla durumun hilafına hareket edildiğine dikkat çekilmektedir. Sonuç

kısmında ise, Mısır valisinin dışında kimsenin kağıdı ile menzil bargiri verilmemesi

ve tuğralı olan menzil ahkâmlarında bile kaç bargir tayin olunmuş ise, ancak o kadar

verilmesi emredilmektedir213. Yine Muharrem 1072/ Eylül 1661 tarihinde gönderilen

bir fermanda, söz konusu fermanın diğer kazalara ulaştırılması için kullanılacak

bargir sayısı, gidilecek her menzilde 2 adet olarak açıkça bildirilmektedir214.

Klasik dönemde sancak gelirlerinin tasarrufu konusu, 17. yüzyılda iltizâm

uygulamasının gittikçe yaygınlık kazanmasıyla başlayan idarî ve malî değişim

sürecinin daha iyi anlaşılması için, üzerinde durulması gerekli önemli bir konudur.

Nitekim idarî ve malî yönden sancağın iltizâm uygulamasının hız kazandığı

16. yüzyılın sonları ve 17. yüzyılda Harput sancakbeyleri tarafından iltizâm (deruhte)

edildiği görülüyor. Örneğin klasik dönem sonlarına doğru aynı zamanda havâss-ı

hümâyûn emîni olan Harput sancakbeyleri, sefer hazırlıkları için yapmak zorunda 211 HŞS 362 : 528 (Bu belgede, İstanbul ve Edirne’den Diyarbekir’e, Musul ve Bağdat’a yol alan her ulağa kaç bargir verildiği gün be gün kaydedilmiştir). 212 Örneğin, 30 R.E. 1083/ 26 Haziran 1672 tarihli ve Amid kaîm-makâmı Hasan Ağa’nın mektubunda müsta’cel bir husus için gönderdikleri adamlara yalnız iki re’s bargir verilmesi tembih edilmektedir. HŞS 362 : 479. 213 HŞS 391 : 453. 214 HŞS 382 : 496.

Page 69: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

60

oldukları aslî görevlerinin yanında çoğunlukla mukâta’aları iltizâma almaktadırlar.

Örneğin, 20 Zilhicce 978/15 Mayıs 1571 tarihli mühimme kaydına göre, Harput

sancakbeyi Seyyid Mehmed Bey, hazineye doksan bin altın ödemek kaydı ile Harput

hâslarını iltizâma almışken; 10 R.E. 980/21 Temmuz 1572 tarihli bir hükme göre ise

Harput sancakbeyi olduğu anlaşılan Pir Ahmed Bey emîn-i mültezim sıfatıyla yine

sancak gelirlerini deruhte etmiştir215.

Bu örnekleri çoğaltabiliriz ancak, mukâta’ kısmında üzerinde ayırıntılı olarak

durulacağı için, burada klasik dönemde özellikle padişah ve sancakbeylerine ayrılan

hâslar üzerinde durmak istiyoruz. Bu amaçla tahrirlere göre, sancak gelirlerinin hangi

oranlarda ve kimlere tevcih edildiğini, rakamsal olarak aşağıda ki tablo üzerinden

değerlendirmeye çalışalım.

Tablo 8 : Klasik Dönem Harput Sancağı’nda Padişah-Sancakbeyi Hasları

Tabloda tımar ve zeamet dışındaki sancak gelirinden -ki bu gelirler bazı köy

ve mezraların gelirleri ile bir kısım mukâta’aların gelirlerinden (mahsûlât ve

maktu’ât) oluşmaktadır- bireysel olarak en büyük payın padişah haslarına ait olduğu

görülüyor. İkinci sırayı, sancakbeyi (mirlivâ) hasları almaktadır. Burada dikkat çeken

nokta, 16. yüzyıl boyunca padişah hâsları oranının sancağın toplam gelirleri ile

birlikte sürekli artması karşısında, sancakbeyi hâsları oranın sürekli olarak

azalmasıdır. Tabloyu daha detaylandıracak olursak; 1518 tarihli Mufassal Defter’e

göre, sancağın toplam gelirinin % 30’u padişah haslarına ayrılmıştır. Tablo 9’da

görüldüğü gibi, toplam 462.350 akçe olan hasların 161.850 akçesi köy ve mezra 215 Ancak Mehmed Bey ve kendisinden sonra bu göreve gelmiş olanların çoğunluğu, reâyâya zulm ettikleri gerekçesiyle sancakbeyliği görevlerinden azledilmişlerdir. Burada ilginç olan Seyyid Mehmed Bey örneğinde olduğu gibi, sancakbeyliğinden ve havâss-ı hümâyûn emînliğinden azledilmiş olsalar da iltizâm işleriyle ilgilenmelerine müsaade edilmiş olmasıdır. 6 Safer 979/30 Haziran 1571 tarihli hükümden anlaşıldığına göre, görevinden azledilen Mehmed Bey’in “sancak olmak şartıyla” iltizâm eylediği Harput mukâta’alarını eskisi gibi tekrar iltizâma almak istediğini arz etmesi üzerine Diyarbekir Beylerbeyine, “sancakbeyliği olmadan” iltizâmı kabul ederse verilmesi emredilmektedir. Ayrıntılı bilgi için bkz. M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 44.

CİNSİ

1518 % 1523 % 1566 %

Padişah Hasları 462. 350 30 695. 613 38. 4 2. 305. 458 61. 8 S. Beği Hasları (mirlivâ) 400. 600 26 375. 933 20. 7 343. 070 9. 2 Eğil S. Beği Hasları 127. 145 8. 2 89. 986 4. 9 96. 750 2. 5 Timar - Zeâmetler 531. 971 34. 5 608. 658 33. 6 900. 362 24. 1 Vakıflar 16. 952 1. 1 38. 235 2. 1 80. 879 2. 1

Toplam 1. 539. 018 1. 808. 425 3. 726. 519

Page 70: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

61

gelirlerinden, 300.500 akçası ise mukâta’alardan hâsıl olmaktadır. Yine 1523

tahririne göre padişah haslarının, sancak gelirleri içerisindeki oranı artış

göstermektedir. Bu tarihte sancağın toplam 1.808.425 akçe olan geliri içerisinde,

padişah haslarının miktarı 695.613 akçedir. Dolayısıyla bir önceki tahrire göre

padişah haslarındaki artışın oranı % 30’dan, %38’e yükselmiştir. Bu gelirlerin %

30’u köy ve mezraların gelirlerinden, % 70’i ise mukâta’a gelirlerinden meydana

gelmektedir216. 1566 tarihli tahrire göre ise, padişah haslarının daha da arttığı

görülmektedir. Bu tarihte 3.726.519 akçe olan toplam sancak hasılatı içerisindeki

padişah hasları, 2.305.458 akçe ile 1518’deki % 30’dan 1566 yılına kadar geçen 48

yıllık sürede % 61.8’lik bir orana ulaşmıştır. Toplam sancak hâsılatı ise, 1518’den

1566’ya % 142 civarında artmıştır217.

Padişaha ait hâsların oranındaki bu yükselmenin sebepleri çeşitli olmakla

birlikte 218, özellikle Kanûni’nin tahtta bulunduğu yıllarda kapıkullarının sayılarının

arttırılması, doğuya ve batıya sık yapılan seferlerin hazineye yüklediği ek masraflar

sebebiyle Eyâlet ve sancaklardaki havâss-ı hümâyûn gelirlerinin arttırılması yoluna

gidilmesi, bu tarihlerde padişah haslarındaki artışın en önemli sebepleri arasında

sayılabilir219. Dolayısıyla Harput sancağında yapılan son üç tahririn Kanuni’nin

zamanına yapılmış olması, bu açıdan değerlendirilmelidir. Bu konudaki en somut

örnekleri, padişah hasları içerisinde yer alan köy sayısının kademeli olarak

artmasında ve sancağa ait çeşitli gelirlerin zamanla mukâta’a haline dönüştürülerek

merkezî hazineye gelir sağlamak amacıyla, iltizâma verilmesinde görmekteyiz.

216 M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 169-172 (Burada Harput Sancağı’ndaki padişah haslarının gelir kalemleri ayrıntılı olarak yıllara göre tablo şeklinde verilmektedir). 217 Ayrıntılı bilgi ve değerlendirme için bkz. M.Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 173. 218 Ayrıntılı bilgi için örnek bir kaç çalışma hakkında bkz. Halil İnalcık, “Military and Fiscal Transformation in the Ottoman Empire, 1600-1700”, Archivum Ottomanicum, VI, Peeters-Leuven, 1980, s. 283-337; Aynı yazar, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluş ve İnkişafı Devrinde Türkiye’nin İktisadî Vaziyeti Üzerine Bir Tetkik Münasebetiyle”, Belleten, C. XV, S. 57-60, Ankara, 1951, s. 629-684. Bu durumun 18. yüzyıldaki boyutları için bkz. Özer Ergenç, “XVIII. Yüzyılda Osmanlı Taşra Yönetiminin Mâlî Nitelikleri”, Journal of Turkish Studies, (Ed. Şinasi Tekin-Gönül Alpay Tekin), 10, 1986, s. 87-96; Yavuz Cezar, Osmanlı Maliyesinde Bunalım ve Değişim Dönemi, İstanbul, 1986, s. 27- 46 v.d. 219 Kanunî’nin padişahlığı sırasında alınan bazı malî önlemler hakkında bilgi için bkz. Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi 1453-1559, C.II, Ankara, 1979, s. 420-428. Ayrıca bu uygulamaların doğurduğu tepkiler ile, devlet faaliyetlerinin dönemin teknik koşullarınca belirlenen sınırlarını ve siyasi sınıfın eğilimleri ile ilgili değerlendirmeler için bkz. Suraiya Faroqhi, “16. Yüzyıl Sonlarında Osmanlı İmparatorluğu’nda Siyaset ve Sosyo-Ekonomik Değişim”, Kanuni ve Çağı, Yeniçağda Osmanlı Dünyası, (Ed. M. Kunt, C. Woodhead), İstanbul, 1998, s. 92-115.

Page 71: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

62

İlk olarak köyleri ele alırsak; 1518-1566 tarihleri arasında sancağa bağlı

toplam köy sayısı 160 ile 186 arasında değişmekteyken, bu köylerden 1518’de 20

köy, 1523’te 23 köy ve 1566’da ise 84 köy artan bir oranda havâss-ı hümâyûna dahil

edilmiştir220. Halbuki aynı tarihlerde, sancakbeyi hasları içerisindeki köylerin

sayılarında, tersine bir durum gözlenmektedir. Örneğin, 1518 tahririnde sancakbeyi

hasları içerisinde yer alan köy sayısı 28 iken, bu sayı giderek azalmakta ve 1523’te

17’ye, 1566’da ise 4 köye düşmektedir221. Padişah ve sancakbeyine ait has gelirleri,

bazı köy ve mezraların gelirleri ile bir kısım mukâta’a gelirlerinden (mahsûlât ve

maktu’ât) müteşekkil olduğuna göre, böylesine bir yapılanmanın padişah hâslarında

gelir artışına sebep olacağı açıktır. Bu durumu, gelirin çeşidine göre padişah ve

sancakbeyi haslarının miktar ve oranlarının verildiği aşağıdaki tablodan da takip

edebilmekteyiz.

Gelir Çeşidi

1518

%

1523

%

1566

% Köy-Mezraa 161.850 35 208.089 30 1.635.725 71

Mukâta’alar 300.500 65 488.114 70 669.733 29

Padişa

h

Has

ları

Toplam 462. 350 - 695. 613 - 2. 305. 458

Köy-Mezraa 68.040 17 102.869 27 193.737 56

S. B

.

Has

.

Mukâta’alar 332.560 83 273.124 73 149.333 44

Toplam 400. 600 - 375. 933 - 343. 070 -

Tablo 9 : Klasik Dönem Harput Sancağı’nda Padişah-Sancakbeyi Hâslarının Çeşitleri

Yukarıda görüldüğü gibi, padişah ile sancakbeyinin köy ve mezra gelirleri

dışındaki ikinci önemli gelir kaynaklarını, mukâta’a gelirleri oluşturmaktadır. Bu

arada gerek köylerin isimleri ve hâsılatları, gerekse de mukâta’a olarak kaydedilen

vergi kalemleri ve elde edilen gelirin miktarı tahrirlerde açıkça belirtilmektedir.

Bir önceki tabloda, sancakbeyi (mirlivâ) haslarının toplam sancak geliri

içerisindeki oranının padişah haslarıyla kıyaslandığında, sürekli bir düşme eğiliminde

olduğu görülmüştü. Öyle ki bu oran, 1518’de % 26 iken, 1523’te % 20.7 ve 1566

tarihli son tahrirde ise % 9.2’dir. Yukarıdaki tabloda ise, padişah haslarına ait köy ve

mezra gelirlerindeki artışa paralel olarak, sancakbeyi gelirlerinde de bir artış

220 M.Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 169-172. 221 M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 176-177.

Page 72: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

63

görülmektedir. Bu durumda bir karşılaştırma yapılırsa, toplam sancak gelirleri

içerisinde 1518’den 1566’ya kadar sancağın toplam geliri artarken, tersine bir miktar

ve oranda sancakbeyi gelirinin azalmakta olduğu, yine sancakbeyinin gelirleri

arasında yer alan mukâta’a gelirlerinde de bir azalma göze çarpmaktadır.

Padişah hâsları içerisinde yer alan mukâta’a gelirlerinin hangileri olduğunu

ise aşağıda verilen tablodan takip edebiliriz.

1518

Tamgây-i siyâh, hamr (şarap), tamgâ-i üserâ, boyahâne, tamgâ-i saman, şemhâne, debbağhâne, âdet-i ağnâm, cizye-i kefere, cizye-i marhasa

1523

Tamgâ-i siyah ve bâc-ı ûbur ve kirişhâne ve bazâr resmi ve mumhâne ve debbağhâne, Mukâta’a -i ihtisâb-ı nevâhi-i liva-i Harput ma’a Gölcük ve Ebutâhir, Mukâta’a -i bedel-i meyhâne ber vech-i maktû, beyt-ül mâl ve mâl-ı gâib ve mâl-ı mevkuf ve mal-ı medfûn ve mâl-ı sürh-serân ve yâve, resm-i saman şehir ve nevâhi’an reâyâyı hâric, cizye-i gebrân-ı livâ-i mezbur ma’a Hersini, ve Gölcük ve Ebutâhir, cerîme ve arûsiye-i mu’âfan ve Müslümân ve çiftlikyân ma’a âdât-ı ağnâm-ı işân ve âdet-i ağnâm-ı sipahiyân

1566

Mukâta’a -i tamgâ-i siyah ma’a bâc-ı ûbur, Mukâta’a -i kirişhâne-i şehr, Mukâta’a -i bazâr-ı rişte ve şemhâne, Mukâta’a -i debbağhâne, Mukâta’a -i beyt-ül mâl ve mâl-ı gâib ve mâl-ı mefkûd ve mâl-ı mevkûf ve yâve ve mâl-ı medfûn, Mukâta’a -i cizye-i gebrân, Mukâta’a -i adet-i ağnam-ı livâ-i mezbûr, Mukâta’a -i yaylak livâ-i mezbûr, Mukâta’a -i zemin-i timarhâ, Mukâta’a -i kışlak livâ-i mezbûr, Resm-i yaylak-ı Gölcük, Mukâta’a -i çayır

Tablo 10 : Tahrirlere Göre Padişah Hasları İçerisindeki Mukâta’alar

Tabloda da açıkça görüldüğü üzere sancaktaki mukâta’alar içerisinde cizye,

ağnam, tamgâ, bâc, ihtisâb, boyahâne, mumhâne, kirişhâne ve debbâğhâne gibi

yüksek gelirli mukâta’aların yanında, daha çok sanayi ve ticaretle ilgili faaliyetlerin

“götürü usûl” de vergilendirilmesi ile ortaya çıkan maktû gelirlerinin de neredeyse

tamamına yakını “havâss-ı hümâyûn”a bağlı gelirler arasında yer almaktadır222. Bu

mukâta’alardan bazıları, duruma göre ve farklı tarihlerde sancakbeyi (mirlivâ)

hâslarına dahil edilebilmekteydi. Örneğin, 1518 tahririnde padişah hâssı içinde

görülen boyahâne mukâta’ası 1523’te sancakbeyi hâsları içerisine alınmışken, tersine

bazı sancakbeyi gelirleri de padişah hâsları içerisine kaydedilmiştir. Mesela, ilk

tahrirde sancakbeyi hâsları içerisinde yer alan “beyt-ül mâl ve mâl-ı gâib ve mâl-ı

222Bkz. M.Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 169-172.

Page 73: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

64

mevkûf ve mâl-ı medfûn, yâve ve mahsûl-i livâ-i mezbûre” ismiyle belirtilen

mukâta’alar, 1523 tarihli tahrirde padişah hâsları içerisine alınmıştır223.

Sancağa ait gelirlerin padişah ve sancakbeyi arasındaki dağılımında görülen

bu hareketlilik veya düzensizlik, genel olarak 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren

Osmanlı ekonomisini etkisi altına alan enflasyon süreci, nüfus artışı ve savaş

masrafları gibi dönemin şartlarından kaynaklanıyordu224. Bununla birlikte, mukâta’a

bahsinde üzerinde durulacağı gibi, merkezî hazinenin gelirlerini arttırmak yönündeki

teşebbüslerin de bu oluşumda etkisi olduğu muhakkaktır. Dolayısıyla bu süre

içerisinde sancak gelirlerinden, sancakbeyinin hissesine düşen miktarın sürekli olarak

azalması, akçenin 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren sürekli değer kaybetmesi ve

özellikle 1585-1586 devâlüasyonunun ardından yapılan tağşişler225 sonucunda

sancakbeylerinin içinde bulundukları maddi zorluklar gittikçe artmaya başladı. Bu

olumsuz tablo karşısında zora düşen yalnızca ümerâ olmadığı gibi, özellikle 1584

tağşişinden sonra standart Osmanlı akçesiyle artık aynı miktar malın alınamayışı226ve

223 Harput sancakbeyi haslarına dahil gelir çeşitleri ve yıllara göre dağılımı hakkında bilgi için bkz. M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 176-177. 224 Osmanlı ülkesinde 1550-1650 yılları arasında gelişen enflasyonun etkileri hakkında geniş bilgi için bkz. Ö. Lütfi Barkan, “ XVI. Yüzyılın İkinci Yarısında Türkiye’de Fiyat Hareketleri”, Belleten, C. XXXIV, S. 136, (1970), s. 557-607. Bu enflasyonun etkisini dönemler halinde ele alan Kunt, ilk enflasyon dalgasının 1556-73 arasında, ikinci ve asıl önemli dalganın 1588-97 yılları arasında olduğunu ve ülkeyi çok sarstığını, üçüncü ve aynı şiddette bir diğer dalganın ise 1605-1625 arasında hüküm sürdüğünü belirtmektedir. 1632-1656 arasında ise enflasyonun kısmen önünün alındığına dair beylerbeyi gelirlerinden örnekler vermektedir. Bkz. Metin Kunt, Sancaktan Eyâlete, s. 95-98. 225 Osmanlı Devleti’nin resmi para birimi olan akça, devletin kuruluşundan itibaren bazı değişikliklere uğradı. Mesela Orhan Bey zamanında yüz dirhem gümüşten 269 akça kesilirken, Fatih zamanında aynı miktar gümüşten 280 akça ve 1491-1566 tarihleri arasında en çok 420 akça kesilirken, 1566’dan sonra 100 dirhem gümüşten 450 akça kesilmeye başlandı. Çeşitli kalpazanlıkların görülmesi üzerine devlet tarafından resmen sikke tashihine gidilerek, o zamana kadar 100 dirhem gümüşten 450 akça kesilmekteyken bundan böyle 800 adet kesilmesi kararı alındı. 1600 tarihindeki tağşişe göre ise, bir öncekine göre 1 dirhem gümüşten 8 akça keselerken, şimdi 9.5 akça kesilecekti ve bu durumda akçanın reel değeri daha da düşürülmüş oluyordu. Bu tarihlerden sonra akça kolay kolay toparlanamadı ve 1640’lara kadar sürecek uzun dönemli bir istikrarsızlık dönemine girdi. Öyle ki, 1585’lerde Osmanlı ekonomisinin Batı Avrupa paralarınca adeta bir sel gibi istilâ edilmesinin ardından, Osmanlı parası bu tarihten sonra milletlerarası fiyat ve kıymetli maden hareketlerinin kaderine terk edilmişti (bkz. Ö.L. Barkan, aşağıda geçen makale, s. 589). 1640 ve 1650’lere gelindiğinde ise piyasadan tamamen kayboldu ve yerini Avrupa sikkeleri almaya başladı. Ayrıntılı bilgi için bkz. Özer Ergenç, Ankara ve Konya, s. 119-124; Ö. Lütfi Barkan, “ XVI. Yüzyılın İkinci Yarısında Türkiye’de Fiyat Hareketleri”, Belleten, C. 34, S. 136, Ankara, 1970, s. 571-578; Şevket Pamuk, Osmanlı İmparatorluğu’nda Paranın Tarihi, İstanbul, 1999, s. 143-162; Ahmet Tabakoğlu, Türk İktisat Tarihi, İstanbul, 2000, s. 271-275. 226 “ Gence seferinden avdet ettikte Asitâneye (İstanbul) varub, bilittifak hurda akçe ki kadîmden olan akçenin halk kesub terk-i siyaset olmağla (sikke ayarından sapılması), beş para eyleyüb asla sikkeden nam-u nişan kalmayub, yüz dirhem gümüşten beş yüz akçe kesilmek kanun-ı padişahî iken, yüz dirhem iki bin züyûf akçe olub hiçbir türlü amele yaramayub… buna göre cümle narhlar tüccar beyninde iki bahaya (iki kata) itibar olunub ve mekulât ve melbusât dahi bu ecilden ziyadeye çıkmakla faraza herkes ulûfe 10 altun alırken, 5 altun almağa başlamağın bir gün sipahi gürûhu cemiyetle hurda

Page 74: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

65

alım gücünün azalması, sabit maaşla geçinmek zorunda kalan alt sınıf memurları ve

reâyâyı da derinden etkilemiştir227.

Ortaya çıkan bu tablo karşısında sancakbeylerinin, hem kendi ihtiyaçları hem

de kendilerinden beklenen hizmetleri yerine getirebilmeleri için, çeşitli kanun dışı

yollara başvurdukları görülüyor. Nitekim, bu konuda halkın şikayetleri ve başkentten

gönderilen fermanların yoğunluğu bizleri doğrulamaktadır. Örneğin, Evâsıt-ı Şevval

1072/ Haziran 1672 tarihli belgede, Harput İl vekili Mustafa Beşe, “asitâne-i sa’det

medâr cânibînden altı kıt’a emr-î şerîf” göstererek mahkeme huzurunda, kanunda

olmadığı halde eski Harput sancakbeyi ve aynı zamanda Harput emîni olan Abdullah

Beğ’in, reâyâdan defter-i hakânîde belirtilenden ziyâde ispençe, cizye, avârız ve câbi

akçesi ile anbarcılık ve senede iki defa zahire, yem ve yiyecek ile kilim ve yorgan,

döşek ahz ettiğinden şikayetçidir228. Bu konudaki örneklerin incelenmesinden,

şikâyetlerin daha çok sancakbeylerinin kanunda olmadığı halde reâyâdan salgunlar

yoluyla fazla para veya mal toplamaları üzerine yoğunlaştığı anlaşılıyor.

Bilindiği gibi salgun veya salma, reâyâdan istenen olağanüstü nakdî veya

aynî vergilerdi. Genellikle hane başına belli miktarda arpa, buğday ve başka yiyecek

şeyler toplamaktan ibaretti229. Kanun-i Osmanî, ancak olağanüstü durumlarda

memleket yararı için ve padişahın özel emriyle bu gibi salgunlara izin vermiştir.

Hatta, görevlilerin reâyâdan kendileri için aidât veya hizmet istemeleri, salgun

salmaları, Osmanlı padişahının mutlak hukukuna bir tecavüz sayılırdı. Kanuna göre

akçayı ellerine alub Şeyhülislam Şeyhî huzuruna iletüb bu makûle akçeyi bizlere ulûfe deyû verirler, lakin ehl-i sûk bizden almazlar”, Selânikî Tarihi’nden aktaran A. Güner Sayar, Osmanlı İktisat Düşüncesinin Çağdaşlaşması, İstanbul, 1986, s. 66-67. 227 Hatta bu tarihlerde kimi Osmanlıların, Kahire’de ucuz sikke satın alıp, İstanbul’da yüzde yüze yakın bir kârla sattıkları belirtilmektedir. Kahire’de bir Kahire parası (zecchino) 43 akça ederken, İstanbul’da 84 akça etmekteydi. William J. Griswold, Anadolu’da Büyük İsyan 1591-1611, (Çev. Ü. Tansel), İstanbul, 2000, s. 9. 228 HŞS 382 : 253 229Salmanın başlıca bölümleri, hükümetin istediği “avârız” (avârız akçesi, kürekçi akçesi, nüzûl akçesi v.b.) ile valilerin (sancakbeyleri ve beylerbeylerinin) hükümetin tıpkısı gerekçe ile, yani sefer ve asker besleme harcamaları için aldıkları “imdâd-ı seferiye” veya “imdâd-ı hazeriye” (ve selâmiye, devir, nalbaha, sekban akçesi gibi âdet diye kendiliklerinden topladıkları tekâlif-i şakkâ türünden izinsiz salmalar adlarındaki vergiler idi. Ayrıca genel teftişe çıkan vezir-müfettiş paşalar ve vilayetlere her hangi bir görev için yollanan mübâşirlere de her gittikleri yerde masraflarını halk ödemek zorunda idi. “Salma” diye adlandırılan bütün bu türden vergilerin “hane başına” hesabı ile her kazanın kadısı eliyle toplanması istenmektedir. Mustafa Akdağ, “Osmanlı Tarihinde Âyanlık Düzeni Devri 1730-1839”, Tarih Araştırmaları Dergisi, C. 8-12, S. 14-23, Ankara, 1970-1974, s. 59.

Page 75: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

66

toprak ve reâyâ padişahın sayıldığı için, toprak ve reâyâ üzerinde onun iradesi

dışında kimse bir tasarrufta bulunamazdı230. Bu düşünce sıkça dile getirilmektedir231.

Bunun yanında, sancakbeylerinin sefere çağrıldıkları zaman “mükemmel kapı

halkı” ile birlikte gelmelerinin emredilmesi, ayrıca geleneksel bir Osmanlı görüşü

olarak, taşradaki ümerâdan geniş bir kapı halkı bulundurmalarının beklenmesi232, 16.

yüzyıl sonlarında belirmeye başlayan enflasyonun da etkisiyle siyasi ve maddi birer

baskı aracı haline gelmiştir. Öyle ki, 16. yüzyılda daha sık rastlanan “hâs gelirine

oranla bulundurulması gereken sayıda adamı olmak” anlamındaki “mükemmel

kapı” deyimi, 17. yüzyıla gelindiğinde “mümkün olduğu kadar çok ya da

akranlarına göre daha çok adamı olmak” manasında algılanmaya başlamıştı233.

Hatta 17. yüzyılın ilk yarısında ümerâ arasıdaki rekabetin kızışmasıyla kapı halkları

daha da önem kazanarak, adeta siyasi ve ekonomik birer yatırım niteliğine

büründüler234. Devletin yarattığı rekabet, görevlileri daha fazla saygınlık ve güç elde

etmek için kapı halklarını genişletmeye zorladı. Kapı halkları ne kadar büyük olursa

o kadar güçlü oluyorlar, devletin gözünde savaşlara yaptıkları katkılar da o derece

önem kazanıyordu. Hatta zamanla kapı halkı sahibi olmak adeta bir saygınlık ve

şeref meselesi, taşrada ise yerel gücün bir göstergesi haline geldi235. Dolayısıyla

devletten aldıkları lütuflar da buna göre artıyordu. Örneğin, 18. yüzyılda kapısı

mükemmel ve kârgüzâr paşalara, kimi zaman birden fazla eyâlet ve sancak arpalık

230 Salgunlar ve ehl-i örf taifesinin bu konuda yaptıkları suiistimaller ve çıkarılan adaletnamelerin ayrıntıları için bkz. Halil İnalcık, “Adâletnâmeler”, Belgeler, C. II, S. 3-4, Ankara, 1967, s. 69-72. 231 Mesela, Kanuni’nin İran şahına yazdığı mektupta “..herkesçe bilinmektedir ki, mülklerin gerçek sahibi ulu Tanrı hazretleri bu dünyada geniş toprakları ‘seni yer yüzünde halife olarak koyduk’ ayetinin anlamı gereğince bizim tasarrufumuza verilmiştir. Kentlerin ve kulların bütün işleri, cihanı süsleyen reyimize teslim kılınmıştır” demektedir. Peçevî îbrahim Efendi, (s. 240)’dan aktaran, Ahmed Güner Sayar, Osmanlı İktisat Düşüncesinin Çağdaşlaşması, İstanbul, 1986, s. 129. 232 Metin Kunt, Sancaktan Eyâlete, s. 103. 233 “Mükemmel kapı” sahibi beylerin, daha kolay yükselebildikleri veya ma’zuliyetlerinin nispeten daha kısa sürdüğüne dair örnekler için bkz. Metin Kunt, Sancaktan Eyâlete, s. 103-104. 234 Karen Barkey, Eşkıyalar ve Devlet: Osmanlı Tarzı Devlet Merkezileşmesi, (Çev. Zeynep Altok), İstanbul, 1999, s. 169. 235 Bilindiği gibi sancakbeyi, taşradaki “ehl-i örf” ün en önde gelen temsilcilerinden birisidir. Kuvvetli kapı halkı ile padişah otoritesinin sağlanmasında birinci derecede etkili ve yetkilidir. Bir beyi kapı halkının sayıca fazla ve kuvvetli olması, 16. yüzyılın sonlarında kendisini gösteren eşkıya hareketleri karşısında o beyin çok önemli beldelerde görevlere getirilmesine sebep olmaktaydı. Bu yüzden, 16. yüzyılın ikinci yarısında sancakbeyinin kapı halkının sayısı, 800-1000 arasında değişmektedir. Bkz. Özer Ergenç, XVI. Yüzyılın Sonlarında Bursa (Yerleşimi, Yönetimi, Ekonomik ve Sosyal Durumu Üzerine Bir Araştırma), A.Ü. Tarih Bölümü, (Basılmamış Doçentlik Tezi), Ankara, 1979, s. 141. Ayrıca “imdadiyye” ve “kapu halkı” miktarlarının sancak ve Eyâletler ölçeğinde H.1158/M.1745 tarihinde karşılaştırılması için bkz. Yavuz Cezar, Osmanlı Maliyesinde Bunalım ve Değişim Dönemi, s. 64. (Burada Diyarbekir Eyâleti’nde beslenen kapu halkı miktarı, 1000 olarak verilmektedir)

Page 76: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

67

yoluyla tevcih edilmiştir236. Oysa bu kapı halkının niteliğine bakıldığında, öncelikle

levend diye bilinen işsiz güçsüz köylülerin yanı sıra, çoğunlukla sekban denilen

düzensiz askeri birlikler ve onlar gibi geçici olarak istihdam edilen her çeşit eli tüfek

tutanlardan ve kimi gönüllülerden oluşmaktaydı237.

Her ne kadar devlet o güne kadar ümerâyı çeşitli tevcihler yoluyla ekonomik

olarak desteklemeye çalışmışsa da238, beylere ve paşalara ayrılan resmi gelirler

kendilerine kişisel gelirler olarak değil, aynı zamanda kapı düzenlemeleri için de

verilmekteydi. Bu durum ümerânın seferlere hâsları oranında belli sayıda cebeli

getirmeleri kuralında açıkça görülmektedir. Yani bir bakıma devlet, ümerânın

adamlarının çok olmasının savaşlarda ordunun gücünü arttıracağını bildiği için,

onların gelir seviyesinin ve dolayısıyla adamlarının sayısının düşmemesine dikkat

etmekteydi. Tımarların sayısının 17. yüzyıl boyunca sürekli azalması, ayrıca Osmanlı

merkezî hükümetinin çok ihtiyaç duyulan nakit parayı taşra idaresine bağlamak

istememesi239, taşradaki çeşitli yöneticilerin (mütesellimler ve mültezimler gibi)

yetkilerini kullanabilmek için paralı askerlere daha fazla ihtiyaç duymalarına sebep

oldu.

Nitekim 17. yüzyılda beylerbeyilerin maddi durumlarını sancakbeylerine göre

daha da düzelttikleri ve enflasyon öncesine göre çok daha güçlendikleri anlaşılıyor.

Mesela, 1670’lere Diyarbekir Beylerbeyi’nin akçe olarak geliri 16. yüzyıldaki

beylerbeyi gelirine oranla yaklaşık 11 kat artmıştır240. Gerçekten de bu tarihte

236 Bu konuda örnekler ve ayrıntılı ilgi için bkz. Özer Ergenç, “XVIII. Yüzyılda Osmanlı Taşra Yönetiminin Mâli Nitelikleri”, s. 89. 17. yüzyılın başlarında kaleme alınan “Kitâb-i Müstetâb” müellefi, eskiden başta vezirler olmak üzere her kademedeki ümerâ tâi’fesinin, “mükemmel kapu halkı” ile sefer zamanında derhal orduya katılmalarının mümkün olduğunu ancak, dirliklerin gelişi güzel dağıtılması sebebiyle şimdi buna imkan olmadığını belirtmektedir. Bkz. Yaşar Yücel, Osmanlı Devlet Düzenine Ait Metinler I: Kitâbi Müstetâb, Ankara, 1974, s. XXVI. 237 Levend denilen bu işsiz güçsüz taife, çok zorlanmadan bir resmi görevlinin hizmetine girebiliyor, kendileri resmi bir nitelik taşımadıkları için bu resmi idarecilerin değişmesiyle, bir anda işsiz kalabiliyorlardı. Ayrıntılı bilgi için bkz. Yavuz Cezar, Osmanlı Tarihinde Levendler, İstanbul, 1965, s. 265-276; Sonuçta işsiz kalan bu kişiler, kendi köylerindeki evleri dahi yağmalayıp, soymaktan geri kalmıyorlardı. Sancak beyi ile bölgenin diğer sipahilerine ait bu kapı halkının, köylülere karşı yaptıkları zulümler hakkında bkz. M. Çağatay Uluçay, XVII. Asırda Saruhan’daki Eşkıyalık ve Halk Hareketleri, İstanbul, 1944. 238 Bu destek 17. yüzyılda da devam etmiş ancak, desteğin daha çok beylerbeyleri için olduğu görülmekle birlikte, beylerbeyleri karşısında önemlerini gittikçe kaybettiklerini bildiğimiz sancakbeylerinin durumları yeterince bilinmemektedir. Bkz. Metin Kunt, Sancaktan Eyâlete, s. 99, 104. 239 Suraiya Faroqhi, “Krizler ve Değişim 1590-1699”, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, (Ed. H. İnalcık-D. Quataert), C. 2, İstanbul, 2004, s. 692. 240 Metin Kunt, Sancaktan Eyâlete, s. 97.

Page 77: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

68

Diyarbekir Beylerbeyi olan Silahtâr Hacı Ömer Paşa’nın toplam geliri 14.552.785

akçedir. Gelir-gider icmâlindeki kayıtlara göre Diyarbekir Beylerbeyi hâssının

1.200.066 akçe olduğu dikkate alındığında241 beylerbeyi gelirinin yaklaşık olarak

bunun 11 misline ulaşmış olması söz konusudur242. Bu konu ayrıca tartışılabilir.

Sancakbeylerinin durumları daha karışıktı. Klasik dönemde tımar sahiplerinin

doğrudan bağlı oldukları sancakbeyleri, tımar sisteminin çözülmesiyle birlikte eski

önemlerini kaybettiler. Özellikle 17. yüzyıl boyunca beylerbeyi ve paşaların uzun

süre görev verilmeden beklemede kalması (feragat süresi), bu kişilere “arpalık”

olarak tevcih edilen sancakların sayısının artmasına sebep oldu243. Bu durumda kendi

sancağı “arpalık” haline getirilen bir sancakbeyinin başka bir yere atanıp

atanmayacağı, görevde kalma sürelerinin belirsiz oluşu, saraydan bazı görevlilere

sancak verilmesi gibi uygulamalar, sancakbeylerini ciddi olarak etkilemiş ve âdeta

onların sistem dışına itilmelerine sebep olmuştur244.

Sancak gelirlerinin tasarrufu ile ilgili anlattıklarımızı özetlersek; Harput

Sancağı’nda ilk tahririn yapıldığı 1518’den 1566’ya kadar geçen süre içerisinde,

sancağın geliri bir hayli artarak 3.7 milyon akçeye yükselmiştir. Bu gelirin % 62’si

padişah hâslarına, %10’u sancakbeyi hâslarına ve % 24’ü zeâmet ve tımarlara tahsis

edilmiştir. Bu sonuca göre, 16. yüzyıl boyunca sancak gelirlerinden padişah hâslarına

ya da havâssı-hümâyûna ayrılan miktar sürekli artmaktayken, sancakbeyi gelirleri

241 Bkz. Yaşar Yücel, “XVI-XVII. Yüzyıllarda Osmanlı İdarî Yapısında Taşra Ümerasının Yerine Dair Düşünceler”, Belleten, C. XLI, S. 163, Ankara, 1977, s. 497; Yavuz Cezar, Osmanlı Maliyesi’nde Bunalım ve Değişim Dönemi, İstanbul, 1986, s. 38. 242 1670-1671 yıllarında Diyarbekir valisi olan Ömer Paşa’nın gelir ve giderleri incelendiğinde, paşanın emrinde bulunan yirmi üç sekbanbaşı ve adamlarıyla ve ayrıca istihdam ettiği askerlerin aldıkları maaş, valinin toplam bütçesinin %12.7’sine denk gelmekte; ayrıca paşanın esas olarak bu paralı askerlerden oluşan “kapı halkı” nı beslemek için yaptığı harcamalar ile birlikte bu rakam %14.4’e çıkmaktaydı. Bkz. Metin Kunt, Bir Osmanlı Valisinin Gelir-Gideri (Diyarbekir 1670-1671), İstanbul, 1981, s. 17-26. Öte yandan “ma‘zuliyet zamanında” büyük şehirlerde ya da taşrada görevli çoğu askerîlerin, biriktirme imkânına sahip oldukları kişisel servetlerini, tam bir özel teşebbüs sahibi gibi ticaret ve benzeri faaliyetlerde kullandıkları da bilinmektedir. Bu konudaki çeşitli örnekler için bkz. Yaşar Yücel, “XVI-XVII. Yüzyıllarda Osmanlı İdarî Yapısında Taşra Ümerasının Yerine Dair Düşünceler”, s. 495-506. 243 Bilindiği gibi Osmanlılarda “arpalık”, devlet memurlarına görevli bulundukları hizmet süresince maaşlarına ek olarak veya görevlerinden ayrıldıktan sonra bir nev’i emekli maaşı olarak tahsis edilen gelire denilmektedir. Arpalık geliri 17. yüzyıldan itibaren yüksek dereceli memur ve idarecilerle vezirlere, azl, emeklilik veya seferlerde gösterdikleri yararlılıklar sebebiyle, bir veya birden fazla sancağın birleştirilerek tahsis edilmesi şeklinde belirleniyordu. Bkz. Cahit Baltacı, “Arpalık”, DİA, C. 3, İstanbul, 1999, s. 392-393. 244 17. yüzyılın güçlü beylerbeylerin hâkimiyetinin başladığı dönem olduğu, sancakbeylerinin bu dönemde her şeylerini yitirdikleri ve yukarıda anlatılanlarla ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Karen Barkey, Eşkıyalar ve Devlet, Osmanlı Tarzı Devlet Merkezileşmesi, (Çev. Zeynep Altok), İstanbul, 1999, s. 84-85.

Page 78: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

69

sürekli azalmaktaydı. Tımar ve zeâmet gelirlerindeki artışın düzenli seyretmesi ise,

uygulanan tımar sisteminin devletin kuruluş yıllarından itibaren geliştirildiği biçimde

(ana kuramsal temellerden sapmadan belki de) halen devam ettiğinin bir kanıtı

sayılabilir. İleride vereceğimiz örneklerde de görüleceği üzere, 17. yüzyılın ikinci

yarısına gelindiğinde hâla tımar tevcihleri yapılmaktaydı.

16. yüzyılın sonlarına doğru beliren enflasyon eğilimleri, nüfus artışı ve artan

savaş masrafları bu yüzyılın sonu ile 17. yüzyılda yaşanan toplumsal ve ekonomik

çalkantılara damgasını vurdu. Yaşanan şartların ağırlığı karşısında, özellikle 17.

yüzyıl boyunca sistemin işleyişinde aşamalı olarak bazı yapısal değişikliklere gidildi.

Örneğin bazı gelir kaynakları ile boş kalan topraklar yeni sahiplerine tevcih

edilmeyerek, merkezîhazineye mîri adı ile mukâta’a olarak kaydedildi. İltizâm

sisteminin giderek yaygınlaşmasının ardından, iltizâmı alan mültezimlerin kimlikleri

de zamanla değişti. Oysa hatırlanacağı üzere klasik dönemde hukuken mukâta’ayı ya

da başka bir dirlik gelirini üzerine alanlarla, fiîlen o görevi yürütenler aynı kişilerdi.

Bu yeni aşamadan itibaren Harput Sancağı’nda mukâta’alaşma sürecinin ne

zaman, nasıl ve hangi boyutlarda başladığı, padişah ve sancakbeyi hâslarının yönetim

ve işleyiş mekânizmalarında ve zamanla (özellikle 17. yüzyılın ikinci yarısından

itibaren) iltizâma veriliş şekillerinde ve iltizâmı alan kişilerin kimliklerinde görülen

değişikliklerin tespiti v.s. önem kazanmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, 17. yüzyılda

iltizâm ya da mukâta’a sistemi olarak gittikçe yaygınlık kazanan bu mekânizmanın

idarî ve malî açıdan işleyiş tarzının bilinmesi, özellikle taşradaki vergi kaynaklarının

artan oranda gittikçe hazineye bağlanması ve sancakların tasarruf şekillerinde

görülen çok yönlü değişim veya dönüşümlerin anlaşılması bakımından son derece

önemlidir.

B- Sancaktan Mukâta’aya Geçiş Sürecinde Harput

Osmanlı klasik döneminin sonlarına doğru, temel sistemleri derinden

etkileyecek bir takım değişmeler ortaya çıktı. Bunların bir bölümü Osmanlı’nın

dışında oluşmuştu ama bir bölümü, Osmanlı kurumlarının ilk dinamiklerinin yeni

koşullarla karşılaşması sonucu meydana geldi245. Bu değişmeler hem Osmanlı tımar

245 XVI. yüzyıl sonlarından itibaren ziraî ve sınaî yapısı değişmeye başlayan Avrupa dünyası, Osmanlı İmparatorluğu’nun sosyal ve ekonomik bünyesi üzerinde sarsıcı etkiler meydana getirdi. Nüfus artışı, topraksızlık, fütûhâtın durması ve enflasyondan dolayı bir kısım Osmanlı toprakları tımarlı sipahiler, vakıf mütevellileri ve sair yöneticilerin toprak gaspına, özellikle taşra idaresinin bozulmasına ve köylü isyanlarına sahne oldu. 17. yüzyıl ortalarında, Celali İsyanları diye bilinen bu olaylar, bilindiği gibi

Page 79: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

70

ve kul sistemlerinin kendi içlerinde, hem de birbirleriyle ilişkilerinde değişiklikler

ortaya çıkardı246. Konumuz açısından en önemli gelişme, tımar sisteminin eskisi gibi

fonksiyonel olmaması sebebiyle, daha önce bu sistem içinde var olan bir

uygulamanın alanının genişlemesidir. Bu uygulama “iltizâm usulû” dür. Bu yöntem

tımar sisteminin fonksiyonel olduğu dönemde, tımarın içine yerleştirilemeyen bir

takım hizmetlerin yürütülebilmesi ve padişah hâsları olan dirliklerin gelirlerinin,

hazineye aktarılması için kullanılıyordu.

Özellikle 16. yüzyıl sonlarından itibaren kapıkulları sayısının hızla artması,

daha sonra başlayan uzun ve masraflı savaşların247 hazineye getirdiği ağır yükler248

ve ardından baş gösteren malî kriz, devleti bazı tedbirlerin alınması yönünde

harekete geçirdi249. Bu tedbirlerin başında, hazinenin gelirlerinin çoğaltılması

gelmekteydi. Bunun için ilk düşünülen, daha önce tımar sistemi içinde kalan bazı

şiddetli önlemler ve büyük askeri operasyonlarla durduruldu. İlber Ortaylı, “17. Yüzyıl Sonlarında Orta Anadolu Vilayetlerinin Toplumsal-Ekonomik Durumu Üzerine”, Osmanlı İmparatorluğu’nda İktisadi ve Sosyal Değişim, Makaleler I, Ankara, 2000, s. 11. 246Bu konuyla ilgili ayrıntılı araştırmalar yapılmıştır. Bkz. Halil İnalcık, “Military and Fiscal Transformation in the Ottoman Empire, 1600-1700”, Archivum Ottomanicum, VI, Peeters-Leuven,1980, s.283-337; Rifa’at Ali Abu-el-Haj, Modern Devletin Doğası: 16. Yüzyıldan 18. Yüzyıla Osmanlı İmparatorluğu, (Çev.Oktay Özel-Canay Şahin), Ankara, 2000; Karen Barkey, Eşkıyalar ve Devlet, Osmanlı Tarzı Devlet Merkezileşmesi, (Çev. Zeynep Altok), İstanbul, 1999; Suraiya Faroqhi, “Agriculture and Rural Life in the Ottoman Empire 1500-1878: A Report on Scholarly Literature Published Between 1970 and 1985”, New Perspectives on Turkey, I, 1987, s. 3-34; Aynı yazar, “Crisis and Change, 1590-1699”, An Economic and Social History of Ottoman Empire, (Eds. Halil İnalcık and Donald Quataert), C. 2, Cambridge, 1997; Özer Ergenç, “XVIII. Yüzyılda Osmanlı Taşra Yönetiminin Mâlî Nitelikleri”, Journal of Turkish Studies, (Ed. Şinasi Tekin-Gönül Alpay Tekin), 10, 1986, s. 87. 247 Nitekim 1645’te başlayan Girit Savaşı 25 yıl devam ederek ancak 1669’da sonuçlandı. Yüzyılın ortasında baş gösteren Erdel İsyanı, yıllarca devleti uğraştırdığı gibi sonunda Osmanlı Devleti ile Avusturya’nın savaşmasına sebep oldu (1663). Lehistan ile 1672 yılında başlayan savaş, 1676’ya kadar devam etti. 1678- 1681 arasında Ruslarla yapılan savaşın ardından, 1683 yılında Avusturya ile yeniden başlayan savaş, diğer devletlerin de katılımıyla daha da büyüyerek, ard arda gelen yenilgilerin sonucunda 1699’da Karlofça Anlaşması ile sona erdi. Ayrıntılı bilgi için bkz. İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. III, Ankara, 1983, s. 326 vd. 248 Bu savaşların, Osmanlı merkezî hazinesine getirdiği yük, sürekli artan bir oranda bütçe açığına sebep olmuştur. Yayınlanmış bu bütçe örneklerinden bazıları için bkz. Ö. Lütfi Barkan, “1070-71 (1660-61) Tarihli Osmanlı Bütçesi ve Bir Mukayese”, İktisat Fakültesi Mecmuası, C.XVII, S. 1-4, İstanbul, 1960, s. 304-317; Halil Sahillioğlu, “Savaş Yılı Buhranları”, İktisat Fakültesi Mecmuası, C.XXVII, S. 1-2, İstanbul, 1969, s. 304-317. 249 Devletin maliyesi hızla artan masrafların bütçede meydana getirdiği açıkları kapatmak üzere bir yandan gelirlerini arttırmaya çalışırken, diğer yandan da masrafları kısmaya çalışmıştır. Bu amaçla para tağşişi, müsâdere, yeni vergiler koyma veya mevcut olanların oranlarını yükseltme gibi pratik çarelerin yanında, iltizâm usulünü yaygın olarak uygulamıştır. Bkz. Eftal Batmaz, “İltizâm Sisteminin XVIII. Yüzyıldaki Boyutları”, Tarih Araştırmaları Dergisi, C. XVIII, S. 29, Ankara, 1996, s. 39. Ayrıca bkz. Murat Çizakça, A Comparative Evolution of Business Partnerships, The Islamic World and Europe with Specific Reference to The Otoman Archives, E.J. Brill, 1996. (Bu çalışmanın 140-186. sayfaları arasında iltizâm ve malikane sisteminin karşılaştırılması ve sistemin işleyişi hakkında bilgiler verilmektedir).

Page 80: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

71

gelir kaynaklarının, dirliklerin kalemi olmaktan çıkartılıp, doğrudan mukâta’a

şeklinde hazineye bağlanmasıydı. Hazinenin bu yeni gelir kalemleri, yeni

uygulamada iltizâm sistemi içine alınmış ve böylece bu uygulama yaygınlık

kazanmaya başlamıştır. Klasik dönemde belirli bir meblağla ve belirli süreliğine

iltizâma verilen mukâta’aların, 16. yüzyılın sonlarında baş gösteren ekonomik

krizlerin de etkisiyle, süre ve iltizâma veriliş şekillerinde bazı değişiklikler baş

gösterdi. İşte bu değişikliklerin nasıl cereyan ettiğinin takip edilebilmesi için,

Osmanlı maliyesinde bir yönetim şekli ve aynı zamanda iktisadî bir birim olan

mukâta’anın idarî ve malî işlevlerinin neler olduğuna yakından bakmak gerekir.

Osmanlı tımar sisteminde devlet, geçimlerine veya hizmetlerine ait

masraflarını karşılamaları için, bir kısım asker ve memurlara belli bölgelerden kendi

nam ve hesaplarına tahsil etme yetkisiyle birlikte bazı vergileri havâle etmekteydi.

Bu havâle sayesinde birçok resmî (veya askerî)250 görevliye hazineden maaş

ödenmediği gibi, devlet genellikle aynî olarak tahsil edilen vergilerin merkezî

hazineye intikali veya bunların nakde dönüştürülmesi gibi bir külfetten de kurtulmuş

oluyordu. Bu sayede kamu hizmetlerinin aksatılmadan yürütülmesi sağlandığı gibi,

istendiğinde hazır olabilecek bir ordunun teşkili de yine bu sistem sayesinde

mümkün olabilmişti251.

Bunun yanında, devletin beslemesi gereken maaşlı bir merkez ordusu ve

çeşitli masraflarının karşılanması için merkezîbir hazinesi bulunmaktaydı.

Dolayısıyla saray bürokrasisi ve ordu mensupları için vergilerin peşin olarak

merkezîhazineye intikali ve oradan da söz konusu zümrelere maaş şeklinde ödenmesi

mecburiyeti vardı. Bu amaçla bazı vergi kaynakları havâle edilmeyip geliri doğrudan

merkezîhazineye ayrılmıştı. Hazinenin nakit ihtiyacı ise, iltizâm yöntemiyle

karşılanmaktaydı. İltizâma konu olan vergi gelir kaynakları ise “mukâta’a”lardı.

250 Evâil-i Ramazan 1013 tarihli bir ferman suretinde askerîler şöyle tanımlanmaktadır: “ berât-ı hümâyûn ile hitâbet ve imâmet ve emânet ve kitâbet ve tevliyet ve cibâyet ve nezâret ve meşihıyyet ve cüz’ü tesbih-hân ve bunun emsâli mansıb tasarruf edenler askerîdir ve berât-ı şerîfle doğancı ve derbendci ve köprücü ve ulâkçı ve yağcı ve otakçı ve haymana ve çeltükçü ve ellici ve bakırcı ve kadı ve kadı nâibleri ve şehir kethüdaları ve tekâlif-i örfiyyeden muâf olanlar askerîdir”. Bunlardan başka “evlâd-ı askerî ve sâdât dahî külliyen askerîdir ve mu’tak ve mu’takaları ve müdebberleri ve mükâtib ve mükâtibeleri, askerînin zevcâtı askerîdir”. Yaşar Yücel, “XVI-XVII. Yüzyıllarda Osmanlı İdarî Yapısında Taşra Ümerasının Yerine Dair Düşünceler”, s. 495-496. 251 Özer Ergenç, “XVIII. Yüzyılda Osmanlı Taşra Yönetiminin Mâli Nitelikleri”, s. 87.

Page 81: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

72

Mukâta’a genel olarak geliri kimseye dirlik olarak verilmeyip, doğrudan

devlet hazinesine alınan vergi veya gelir kaynaklarına denilmektedir252. Ayrıca kira

mukavelesi, iltizâm ya da senelik getiri tahmini yapılıp, maliye kayıtlarına ayrı bir

birim olarak geçirilen gelir kaynağı şeklinde de tarif edilebilen mukâta’a253, Osmanlı

Devleti’nin ilk zamanlarından itibaren kullanılagelen malî bir terim olmakla

birlikte254, bazı tahrirlerde mukâta’a yerine “maktû”, “maktu’a” gibi tabirlere de

rastlanmaktadır255. Çeşitli anlamları olmakla birlikte, maktu‘ kelimesinin Osmanlı

vergi sistemi içerisinde ifade ettiği asıl anlamı ise “götürü usûl” dür256. Yani burada

vergiye konu olan hizmetin ya da elde edilecek ürünün az veya çok oluşu yahut kâr

ya da zarar edişi bir tarafa, önceden belirlenmiş toplam ücreti sabittir257. Ayrıca bir

mukâta’ada vergi miktar ve oranları önemini yitirdiği ve vergi maktu’ olarak tahsil

olunmaya başlandığı anda mukâta’a, maktu’ ya dönüşmüş olurdu258. Ya da tam

tersine, maktu’ bir gelir kaynağı denetlenip gelirinde bir artış olduğu anlaşıldığında,

mukâta’a haline getirilebilirdi259.

252 Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi, C. 2, İstanbul, 1979, s. 334. 253 Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, (Çev. Halil Berktay), C. I, İstanbul, 2000, s. 454. 254 Mukâta’a, eski Osmanlı maliyesinde ıstılâh olarak muhtelif mânâlarda kullanılmakla beraber, umumî olarak bir gelir kaynağı için toptan bir miktar tayini demektir. Çoğu zuhûrata bağlı olup, tahsili için özel takip gerektiren gelir kaynakları genellikle toptan “ber vech-i maktû” bir miktarla ifade olunur ve çoğunlukla bir âmil vye mültezime verilerek takdir olunan meblağ taksit ile ondan tahsil olunurdu. Bkz. Halil İnalcık, Hicri 835 Tarihli Sûret-i Defter-i Sancak-i Arvanid, Ankara, 1954, s. 35. 255Yine bu ilk tahrirlerde görülen “mukâta’a vazetmek” tabiri, genellikle doğrudan vergi tarh etmek manasına geliyordu. Yoksa bir gelir kaynağının belirli süreliğine maktû bir bedel karşılığında tevcih ve iltizâmı anlamını henüz içermiyordu. Bkz. M. Tayyib Gökbilgin, “XVI. Asırda Mukâta’a ve İltizâm İşlerinde Kadılık Müessesesinin Rolü”, IV. Türk Tarih Kongresi (Ankara, 10-14 Kasım 1948), Ankara, 1952, s. 433-444. 256 Maktu‘ kelimesi, sözleşme anlamı hariç, genel olarak mukâta’a kavramını karşılamakla birlikte, mukâta’a haline getirilmesi mümkün olmayan küçük bir gelir kaynağının kayıt altına alınması ve devlete gelir sağlamanın ilk adımını oluşturmaktaydı. Maktu‘ ve mukâta’a kavramı her zaman aynı anlama gelmemekle birlikte, bu iki kavram arasındaki en önemli farklılık, vergi tarhının dayandığı esaslar açısından ortaya çıkmaktadır. Mukâta’alarda vergi matrahı idare veya yetki verilen şahıslar tarafından kanunî ölçülerde her bir mükellef için ayrı ayrı saptanırken, maktu‘da bir mükellef veya mükellef grubunun ödeyeceği vergi miktarı saptanmaktadır. Ayrıntılı bilgi için bkz. Baki Çakır, a.g.e., s. 4 -5. 257 Mesela Harput Sancağı’nda değirmen, bezirhâne gibi işletmeler ile koyun, keçi gibi hayvanlardan maktu‘iyyet üzere vergi alınırken, aynı şekilde bağ ve bahçesi olanlar, yetiştirdikleri ürünün miktarı ne olursa olsun muhakkak surette “resm-i bağât” adıyla, belirli bir meblâğı “ber-vech-i maktu” olarak vermek zorundadırlar. Bkz. M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 139. Yine tahrirlerde Harput Sancağı’nda cizye, tamgâ, bâc, ihtisâb, boyahâne, mumhâne, kirişhâne ve debbâğhâne gibi yüksek meblağlı gelir kaynaklarıyla, bol ürün alınan köylerin mukâta’ olarak havâss-ı hümâyûn gelirleri arasına yer aldığını daha önce belirtmiştik. M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 139. 258 Yavuz Cezar, Osmanlı Maliyesinde Bunalım ve Değişim Dönemi, s. 23. 259 Baki Çakır, a.g.e., s. 6

Page 82: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

73

Devlet mîrî arazi rejiminin uygulandığı her yerde merkezîhazinenin nakit

ihtiyacını karşılamak için, memleketin en zengin ve bol kazanç sağlayan kaynaklarını

mukâta’a olarak merkezîhazineye bağlamıştı. Bu bağlamda mukâta’aların konusu

maden ocakları ve tuzlalar gibi üretime dayalı gelir kaynaklarının belirli şartlarla

tasarruf hakkı olabileceği gibi, tamgâ, beytü’l-mâl, ihtisâb, niyâbet gibi hizmetlere

dayalı vergiler ile gümrük, ispençe gibi resim ve vergilerin tahsili de olabilirdi260.

Ayrıca mukâta’a gelirleri çoğunlukla devlete ait olmakla birlikte, vakıflara tahsis

edilen ya da ulûfe karşılığı veya “ocaklık” olarak verilebilen mukâta’alar da vardı.

Örneğin ileride üzerinde durulacağı gibi, 1642’den itibaren Harput Sancağı’ndaki

mukâta’a gelirlerinin bir kısmı, “ocaklık” olarak Van Kalesi askerlerinin maaşlarına

tahsis edilmişti261.

Yine mukâta’a tek bir vergi türünü belli bir bölge veya bölgeler itibariyle

kapsamına alabildiği gibi262 çeşitli vergi türlerini belli bir bölge ve bölgeler itibariyle

de kapsamına alabilirdi. Bu gelir kaynaklarının aynı bölge veya sancakta olması

gerekmediği gibi263, bir mukâta’a birimi içerisinde birden fazla gelir kaynağı da

bulunabilirdi.Dolayısıyla şehirlerin tarım, ticaret v.b. özelliklerine göre birbirlerinden

sayıca ve nitelik bakımından farklı, birden fazla mukâta’a türü olabilmekteydi.

Mesela Harput şehrindeki tamgâ, boyâhâne, ihtisâb, bâc-ı ‘ubûr, bâc-ı bazâr,

kirişhâne, debbâğhane gelirleri üretim ve ticaret ile ilgili mukâta’alardan bazılarıdır.

Bunun yanında arûsiyye, cürm-ü cinayet, salb-ü siyaset ile bâd-ı havâ ve ihzâriyye

gibi mukâta’alar ise yönetim ile ilgilidir264.

260 Halil Sahillioğlu, “Bir Mültezim Zimem Defterine Göre 15. Yüzyıl Sonunda Osmanlı Darphâne Mukâta’aları”, İ.Ü. İktisat Fakültesi Mecmuası, C. 23, S. 1-2, İstanbul, 1963, s. 146. Ayrıca maden mukâta’aları hakkında örnek için bkz. Fahrettin Tızlak, Osmanlı Döneminde Keban-Ergani Yöresinde Madencilik (1775-1850), Ankara, 1997. 261 HŞS 362 : 431. 262Örneğin, Ankara’da sof üretim ve ticaret faaliyetiyle ilgili olan damga ve cendere mukâta’ası, on altıncı yüzyılın sonlarında padişah haslarına dahil olup, Kalecik, Tosya, Kastamonu, Çankırı ve Sivri hisar ile birlikte iltizâma verilmiştir. Özer Ergenç, Ankara ve Konya, s. 118. 263 Örneğin Harput sancakbeyliğine atanan Uğurlu Bey, aynı zamanda Diyarbekir Eyâleti’ne tabi ve her biri ayrı sancakta bulunan 29 kalem mukâta’ayı iltizâma alan bir mültezimdir. Yapılan iltizâm sözleşmesi gereğince, Harput sancakbeyliğine tayin edilmiştir. Uğurlu Bey’den önce Harput sancakbeyi olan Alaeddin Bey’in de Harput’tan başka Çemişkezek ve Muş Sancakları ile, Bozulus ve Karaulus tâifesinin resm-i ganemlerini, Amid gümrük ve mizân-ı cedîd mukâta’alarını iltizâma aldığı görülmektedir. Bkz. M. Ali Ünal, “XVI. Yüzyıl Sonlarında Bir İltizam Sözleşmesi”, Osmanlı Devri Üzerine Makaleler-Araştırmalar, s. 75. 264 HŞS 391 : 489, HŞS 368 : 398

Page 83: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

74

İncelediğimiz belgelerde görüldüğü üzere mukâta’a tâbiriyle bir sancaktaki

gelirler bazen bu gelirin niteliğine göre ayrı ayrı mukâta’ şeklinde ifade edilirken,

bazen de tek bir ad altında ve genellikle sancağın adıyla ifade edilmektedir. Mesela

17. yüzyılın ikinci yarısına ait belgelerde, Harput Sancağı’nda “havâss-ı hümâyûn”

adıyla merkeze alınmış bütün vergi ve gelir kaynakları, tek bir isim altında “Harput

mukâta’ası” veya “mukâta’a-ı Harput” şeklinde belirtilmektedir265. Bir başka

deyişle incelediğimiz döneme ait belge gurubuna göre mukâta’ tabiriyle, sancakta

bulunan tüm mukâta’lar kastedilmektedir. Burada mukâta’aya sancakta padişah hâssı

olarak kaydedilmiş olan köyler de dahildir. Harput mukâta’ası kısmında üzerinde

durulacağı gibi mukâta’ayı uhdesine alan kişi ya da mukâta’a emini, padişah

hâslarına dahil köylerin vergi gelirlerini de toplama hakkına sahipti. Örneğin, R.A.

1077/ Ekim 1666 tarihli sicil kaydından, Harput mukâta’ası emini Ahmed Ağa’nın,

söz konusu köylerin vergilerini toplama işini iltizâma verdiğini görüyoruz266.

Aynı zamanda hazineye gelir sağlayan bir kurum olan mukâta’a, öte yandan

bir işletme biçimidir. Mukâta’anın işletilmesi veya başka bir ifadeyle mukâta’a

gelirlerinin toplatılması ve bu sayede hazineye nakit girişinin sağlanması, “iltizâm”

ve “emânet” yoluyla olmaktaydı. Bu açıdan bakıldığında mukâta’a, iltizâm ya da

emânete konu olan bir kurum olarak karşımıza çıkmaktadır267.

Mukâta’anın işletilmek üzere bir kişinin uhdesine verilmesinin ilk adımı olan

iltizâm usulü, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu takip eden yüzyıl içinde ortaya çıkan

ve tımar sistemi içerisinde, bir bütünün halkalarını meydana getirmek üzere

birbirlerini tamamlayan bir uygulamaydı268. Bu sayede 16. yüzyıl ortalarına kadar

265 “Mukâta’’-ı Harput ma’a mirlivâ ve tamgâ-yı siyah ve bâc-ı ‘übûr ve kirişhâne ve debbâğhâne, mahsul-ü bazâr-ı rişte ve penbe..”, HŞS 391: 435 266 “Şeri’at me’âb Mevlâna Harput kadısı zîde fazlühû, bin yetmiş yedi senesine mahsûb olmak üzere Harput Mukâta’’ası Emini olan kıdvetü’l-emâsil ve’l-akrân Ahmed Ağa, zîde kadrühû divân-ı Âmid’e ‘arz-ı hâl sunup, mümâ-ileyh ba’zı kimesneler ba’zı karyeleri iltizâm edüp ve der’uhde eyledikleri mâlları taleb eyledükte virmekden te’allül eyledüklerin bildürüp şer’le tahsil itdirülüb ‘inâd ve muhâlefet olunmamak bâbında buyruldu iltimâs itmeğin tahrir olunub..” HŞS 278 : 88/2. 267 Yavuz Cezar, a.g.e., s. 21. 268 Tımar sistemini tamamlamaya yönelik olan iltizâm usulünün başlangıç tarihi olarak İstanbul’un fethinden sonrası gösterilirken, Kanuni’nin 1538 yılından itibaren mukâta’aların yönetimini ulûfeli eminlere verdiği, 1544 yılında mukâta’aların bu suretle idare edildiği ve bu uygulamanın on altıncı yüzyılın ikinci yarısından sonra enflasyonist bir ortamda uygulama alanının yaygınlaştığıyla ilgili olarak bkz. Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisâdî ve İctimaî Tarihi, C.II, Ankara, 1974, s. 288. Gerçekten de Fatih Sultan Mehmed zamanında, iltizâm usulünün daha sistemli bir hale getirildiği anlaşılıyor. İstanbul’a faal nüfusun getirilmesi için başlangıçta taşınmaz mülkler isteyenlere parasız verilmiş, sonradan ise mukâta’aya bağlanmıştı. Bunun bedeli olan 100 milyon akçe ise, neredeyse 1524-25 bütçe gelirlerine eşitti. İmar harcamalarının yanında Akkoyunlular üzerine yapılan saefer gibi

Page 84: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

75

merkezîhazinenin vergi gelirleri yarıya yakın bir oranda karşılanmaktaydı269. Ayrıca

iltizâm, sadece devlete ait olan gelirlerin değil, beylere ve paşalara verilen hâs ve

zeametlerin gelirlerini toplamak için de başvurulan bir yoldu. Özellikle harem

kadınlarının gelirleri, iltizâm ile toplanmaktaydı270. Ayrıca, tımar sitemi içerisine

yerleştirilmesi mümkün olmayan kimi faaliyetlerden elde edilen aynî vergileri,

doğrudan doğruya ve ferdi olarak tahsis ederek yürütmek imkânsız olduğu için,

vergilerin nakden alınması ya da nakde çevrilerek merkezîbir hazineye intikal

ettirilmesi ve oradan bu faaliyet gruplarına maaş olarak ödenmesi zorunluluğu

vardı271.

İşte tüm bu işlemlerin gerçekleştirilebilmesi için, iltizâm usûlü gittikçe daha

önem kazandı. Özellikle 16. yüzyılın sonlarından itibaren görülen kriz ile birlikte,

iltizâm uygulaması daha da yaygınlaştı. Aslında iltizâm sisteminin hızla

yaygınlaşmasının ana sebebi, devletin artan masraflarını karşılamak üzere mevcut

aynî gelirleri hızla nakde dönüştürme zorunluluğu idi272. İleride görüleceği üzere bu

yayılma tımar sistemi içinde yer alan dirliklerin, devlet tarafından iltizâma verilmek

üzere zamanla padişah hâslarına katılarak birer mukâta’a haline getirilmesi, ayrıca

bizzat dirlik sahiplerinin tımar, zeâmet veya hâslarını kendileri işletecek yerde,

iltizâma vermeye başlamaları ile de beslenmiştir273. Bu yeni mukâta’alara gelirleri

doğrudan hazineye bağlandığı için “mîrî mukâta’a ” denilmiştir. Buradaki mîrî

mukâta’alar, havâss-ı hümâyûn’a dahil, başka bir deyişle tımar alanları dışında kalan

gelir türlerini ifade etmekteydi274.

İltizam işi bir çeşit özel girişimin işi olup, mukâta’ayı iltizâma alan özel

kişilere “mültezim” ya da “âmil” veya “âmeldâr” denilmekteydi. Kanunların çeşitli

faaliyetlerden belirli bir oran ya da miktar olarak saptadığı vergileri, toplama ve

artan savaş harcamaları, böyle bir finansman kaynağının gerekliliğine işaret ediyordu. Bkz. Ahmet Tabakoğlu, Türk İktisat Tarihi, İstanbul, 2000, s. 186. 269Mehmet Genç, “Osmanlı Maliyesinde Malikâne Sistemi”, s.234. 270 Halil İnalcık, , “Military and Fiscal Transformation in the Ottoman Empire, 1600-1700”, s. 331. 271 Mehmet Genç, a.g.m., s. 232. 272Osmanlı ve diğer yakındoğu devletlerinde iltizâm usulünün yaygınlaşmasının sebepleri arasında teknik, ekonomik ve bürokratik nedenlerle acil paraya ihtiyaç duyulması gösterilmektedir. Bkz. Halil İnalcık, “Military and Fiscal Transformation in the Ottoman Empire, 1600-1700”, s. 330. 273 Mehmet Genç, a.g.m., s. 234. 274 Yavuz Cezar, Osmanlı Maliyesinde Bunalım ve Değişim Dönemi, s. 34.

Page 85: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

76

icâbında piyasada nakde dönüştürdükten sonra, devlet hazinesine intikal ettirme

görevi mültezim denilen bu özel kişilere, açık arttırma yoluyla havâle edilirdi.

Bu işlemin, yani mukâta’anın iltizâma (yahut kesime) verilmesinde izlenen

yol ve iltizâm şartlarına gelince; genellikle mukâta’a başkentte veya mukâta’anın

bulunduğu kadılıkta müzâyedeye çıkarılıyordu275. Mültezimler, ihale olunabilen bazı

hazine gelir kalemlerinden ibaret olan ve müzayede konusu olan mukâta’ayı, gelir-

gider ve bırakacağı kâr hakkındaki tahminlerine göre kıymetlendirdikten sonra,

devlete yıllık olarak ödemeyi kabul edebilecekleri miktara ilişkin tekliflerini

yaparlardı. Hazine, bunlar arasında en yüksek teklifi yapan mültezime, “tahvil” adı

verilen ve genellikle bir ilâ üç yıl arasında değişen bir devre için olmak üzere, o

mukâta’ayı vergilendirme hakkını devrederdi276. Bu açık artırma esnasında, hazineye

en fazla fiyatı teklif eden ve bir kısmını peşinat olarak vermeyi kabul eden kişi

iltizâmı almaktaydı. Peşinat miktarının fazla oluşu tercih sebebi olmakla birlikte,

iltizâmı alması için tek başına yeterli değildi. Bu kişinin ödemeyi üstlendiği

meblağın bir kısmını peşin olarak vermesinin yanında, öncelikle “nefsine” ve

“mâline” kefil göstermesi gerekliydi277. Bu kefillerin daha ziyade o muhitin önde

gelen zengin ve güvenilir ‘ayanından kimselerden seçilmesi, zamanla taşradaki eşrâf

ve ‘ayanın devlet işlerine karışmasına zemin hazırladı278.

Belgelerin diliyle “kef’il-bi’n-nefs” ve “kef’il-bi’l-mâl” olarak kefâlet,

iltizâmı alanın zarar etmesi, ortadan kaybolması halinde veya sözünü yerine

275 Kadıların iltizâm ile ilgili defter ve muhasebe tutmak, sicil sureti ve hüccet vermek, arz-ı telhisler, mektub ve irsaliye göndermek gibi görevleri hakkında bkz.M. Tayyib Gökbilgin, “XVI. Asırda Mukâta’a ve İltizâm İşlerinde Kadılık Müessesesinin Rolü”, IV. Türk Tarih Kongresi (Ankara, 10-14 Kasım 1948), Ankara, 1952, s. 433-444. 276 Mehmet Genç, “Osmanlı Maliyesinde Malikâne Sistemi”, s. 233. 277 Özer Ergenç, XVI. Yüzyılın Sonlarında Bursa (Yerleşimi, Yönetimi, Ekonomik ve Sosyal Durumu Üzerine Bir Araştırma), A.Ü. Tarih Bölümü, (Basılmamış Doçentlik Tezi), Ankara, 1979, s. 166. Bu kefillerin hazinece kefil kabul edilen “kuyruklu sarraflardan” olması gerektiği, sonradan nizama bağlanmıştır. Kuyruklu sarraflar, hazine tarafından kendilerine kuyruklu denilen imtiyazlı senetler verilen sarraflardır. Hazine, taksitlerin vadesi gelince mültezimleri değil, bu sarrafları tanıyordu. Bkz. Ahmet Tabakoğlu, Gerileme Dönemine Girerken Osmanlı Maliyesi, İstanbul, 1985, s. 126. Ayrıca hazineye kefil gösterilecek sarrafın mutlaka kuyruklu sarraflardan olması ve bu sarraflığa girecek olanın, önceden 2500 kuruştan 10.000 kuruşa kadar berat ve harcı ve bundan başka da her iltizâm bedeli için ayrıca ferman harcı olarak nisbî bir parayı vermesi gerekiyordu. Bkz. Ziya Karamursal, Osmanlı Malî Tarihi Hakkında Tetkikler, Ankara, 1989, s. 202-203. 278 Diğer taraftan yerel idareciler de, vergilerin toplanmasında gerektiğinde asker kullanmak veya gerekirse bizzat yardım etmekle görevliydiler. Bu son madde, mültezimleri yerel idareciler ve yöneticiler ile daha yakın temas içerisinde olmalarını sağlamıştır. Bu da aynı zamanda, ‘ayan meclisi üyelerinin mültezim olmalarına ve yarı resmi devlet görevlileri olarak düşünülmelerine yol açmıştır. Bkz. Halil İnalcık, “Military and Fiscal Transformation in the Ottoman Empire, 1600-1700”, s. 327-328.

Page 86: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

77

getiremediği ya da kaçması durumunda, mahkemeye yahut idari makamlara teslim

edilmesi ve borçlarının ödenmesi açısından önemliydi. Mâlen kefil olanlar, iltizâm

beratlarında isimleri altında yazılı ve mahkemelerce hazırlanan kefalet hüccetlerinde

belirtilen meblağlar tutarında, sorumluluğu yüklenmiş sayılırlardı279.

Mukâta’ayı üzerine alan mültezimler hem bir maliye, hem de bir örf görevlisi

sayılmaktaydılar. Devletin sağladığı malî, idarî ve adlî kolaylıklardan istifade ile

kanunların çizmiş olduğu sınırlar çerçevesinde, adeta bir müteşebbis gibi hareket

etme imkânına kavuşuyorlardı. Ancak, sözünü tutmama ve üstlendiği sorumlulukları

yerine getirmeme durumunda ise tasarrufunda bulunan mal ve mülkleri satılmakta,

şayet alacağı varsa bunlar hazine adına tahsil edilmekte ve bunların yeterli olmadığı

durumlarda da kalan borç, kefillerden tahsil edilmekteydi. Bu bağlamda, mukâta’ayı

iltizâma almış olanların bütün mal ve mülklerinin hazineye ipotekli sayılması, eski

bir kanun olarak süregelmekte olup, devlete borçlu düşen mukâta’a sahipleri

(mültezimler, âmiller, emînler), hiçbir şeylerini satamazlar ve devredemezlerdi280.

İltizâmın süresine “tahvil” denilmekteydi ki bu süre genellikle üç kamerî

yıldı281. Bu üç yıllık dönemler için sözleşme yapan mültezimler, sözleşmelerde

belirtilen meblağı ve çeşitli ek resimleri ödemekle yükümlüydüler. Mültezim ya da

âmil mukâta’ayı ister götürü, ister ulûfe karşılığı almış olsun, hazineye yatırmayı

yüklendiği miktardan hariç, iltizâm toplamının binde ikisi tutarında “rüsum-ı

bevvabân ve rüsum-ı çavuşân” adıyla her yıl kapıcılar ve çavuşların ulûfelerine

karşılık olmak üzere İstanbul’dan bu iş için gelen mübâşire ödemek zorunda idi282.

İncelediğimiz belgelerde 17. yüzyılın sonlarına doğru iltizâm süresinin bir yıl

ile sınırlı olduğu görülmektedir283. Özellikle savaş zamanlarında (örneğin 1683-1699

Osmanlı-Habsburg Savaşı sırasında) gelirleri kısa vadede en yüksek düzeye çıkartma

çabası, mültezimlerin çok kısa aralıklarla tayin veya azledilmelerine yol açtı.

279 Halil Sahillioğlu, “Bir Mültezim Zimem Defterine Göre 15. Yüzyıl Sonunda Osmanlı Darphâne Mukâta’aları”, s. 146-147. 280 Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi, C. II, s. 352-53. 281 Ayrıca bir mültezim bazen aynı mukâta’ayı birkaç tahvil süresince alabilmekteydi. Bu durumda iltizâmın süresi, 6, 9 ve nihayet 12 yıla kadar uzayabilmekteydi. Bkz. Halil Sahillioğlu, “Bir Mültezim Zimem Defterine Göre 15. Yüzyıl Sonunda Osmanlı Darphâne Mukâta’aları”, s. 148. Ayrıca mukâta’a satışlarının tarihleri hakkında bkz. Filiz Çalışkan, “Osmanlı Diplomatikasında Mâlî Tarihin Kullanılışı”, İ.Ü. Tarih Enstitüsü Dergisi, S. 14, İstanbul, 1994, s. 51-57. 282 İltizâm sahibinin diğer ödemekle yükümlü olduğu harç ve resimlerle ilgili bkz. Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi, II, s. 346. 283 HŞS 391: 436, HŞS 388 : 310.

Page 87: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

78

Mültezimlerin genellikle harcamalarını karşılayacak kâr yapamadan azledilmelerinin

verdiği zararı telafi edebilmek için devlet, 1691’de mültezimlere sözleşmeye konu

olan gelir kaynağının en az bir yıllık tasarruf hakkı vererek bu durumu düzeltmeye

çalıştı284.

Bu arada iltizâm süresi bitmeden, başkaları mukâta’a bedelini arttırabilirdi.

Buna ziyâdeleştirme denilmekteydi. Böyle bir durumda mukâta’ayı ilk önce almış

kişi ya da kişiler ya farkı öder ya da vergi toplama hakkını kaybederlerdi. Bu

durumda mültezimler, zimmetlerinde mukâta’a var ise, defterdar ve mahallin kadısı

huzurunda hesap gördükten sonra, iltizâm bedelini ziyâdeleştirerek yeniden iltizâm

etmiş olanlara devretmek zorundaydılar. Yaşanan bu durum karşısında, yani

mukâta’a kendi uhdesinde iken bir başkasına devretmek zorunda kalan kişi, hazineye

yatırmış olduğu peşinatı geri istemekteydi285. Bu amaçla mültezimler, yapılan iltizâm

sözleşmelerinde hazineye yatırılan peşinatın, yeni mültezim tarafından kendisine iâde

edilmesini, veya süresi dolmadıkça ziyâdeleştirilmesine müsaâde edilmemesine dair

bir şart koyabilmekteydiler286.

Müzâyede sonunda, devlet ile mültezim arasında bir sözleşme düzenlenir ve

bu sözleşmede her iki tarafın da yerine getireceği şartlar belirtilirdi. Devlet,

mukâta’ayı iltizâm etmiş olanın kabul ettiği şartların gerektirdiği bazı tedbirleri

almak (ticaretten gelecek resimleri arttırmak, vergi kaçırılmasını önlemek v.s.)

zorunda olduğu gibi, mukâta’anın bulunduğu yerin veya çevresinin idârî ve kazâî

birimlerini durumdan haberdar etmekteydi287. Bu amaçla iltizâmı alan kişinin eline

verilen beratta, iltizâm şartları ve devletin mukâta’a alanında uygulanmasını kabul

284 Aslında merkezîidare, aşırı bir malî baskı altında olmadığı zaman, güvenilir mültezimlerin olabildiğince uzun bir süre hizmette bulunmasını istiyordu. Ancak devam eden savaşlar sonucu oluşan ortam ve bu arada süreklilik kazanan belirsizlik hali, iltizâm için teklif verenlerin sayısında azalmaya ve tekliflerin azalmasına sebep oldu. Bu gelir kaybı demekti ve devlet, 17. yüzyıl sonunda yaşanan krizle başa çıkmak için malikâne uygulaması girişiminde bulunacaktı. Suraiya Faroqhi, “Krizler ve Değişim 1590-1699”, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, (Ed. H. İnalcık-D. Quataert), C. 2, İstanbul, 2004, s. 663-664. 285 Ayrıntı için bkz. M. Ali Ünal, “XVI. Yüzyıl Sonlarında Bir İltizam Sözleşmesi”, s. 73. 286 Örneğin, 1632 tarihinde Harput şehrindeki boyahâne ve ihtisâb mukâta’asını iltizâma alan es-Seyyid Bekir Çelebi’ye verilen iltizâm tezkeresinde “ eğer bir kimesne ziyâde ederse verilmeyüb bu minvâl üzere es-Seyyid Bekir Çelebi’ye virilmeğin zabt-u tasarruf içün yedine tezkere virildi” denilmektedir. HŞS 386 : 429/1. 287 Örneğin, Harput mukâta’asının 1124 / 1712 senesinde, bir seneliğine Mehmed Ağa’ya iltizâm edildiği, Diyarbekir Valisi Ali Paşa tarafından Harput kadısına bir buyruldu ile bildirilmektedir. HŞS 388 : 310

Page 88: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

79

ettiği kurallar ya da yasaklar açık bir şekilde belirtiliyordu288. Aynı zamanda bir

hüküm bölgesi olan mukâta’ayı iltizâma alan kimsenin, bu görev ve yetki alanına

beylerbeyi veya mirlivâ tarafından dışarıdan müdahale edilmemesine dair sıkı

tembihte bulunulması289, devletin iltizâm işinde karşı tarafla yapılan sözleşme

şartlarına gösterdiği hâssasiyetin önemini gösteriyordu. Benzeri durum, “serbest

tımar” olarak tevcih edilen dirliklerde de görülmekteydi290. Yine burada serbest

olarak nitelenen dirliklere, beylerbeyi, sancakbeyi veya subaşılar tarafından

müdahale edilmemesi emredilmekteydi291. Yine söz konusu belgelerde mukâta’a

idaresinin adaletli yürütülmesi, vergiler toplanırken halkın zulme uğratılmaması

hususları da sıkça dile getirilmekteydi292. Bu konuda devlet ya da yerel hükümetin,

mukâta’ayı idare edenlerin kanun hilâfına yaptıklarını yakından takip ettiklerini

görüyoruz. Örneğin, 21 Şevval 1103/6 Haziran 1692’de Diyarbekir kâim-makâmı

tarafından Harput kadısına gönderilen bir mektupta, mukâta’a emini ile adamlarının,

Harput’tan geçen tüccâr taifesinden ve sâir yük sahiplerinden çeşitli isimlerle kanun

ve defterden ziyâde akçelerini aldıkları, durumun araştırılmasını ve anlatılanların

doğru olması halinde murafaa olunmak üzere bu kişilerin mübaşir eşliğinde Amid’e

gönderilmeleri istenmektedir293. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.

Öte yandan, halkın zulme uğraması karşısında devletin sergilediği bu hâssas

tavrın külliyetli paraya ihtiyaç duyulması halinde, devlet lehine göz ardı edildiği de

görülmektedir. Mesela Harput halkının avârız konusunda yaşadıkları mağduriyetin

giderilmesi ve yeniden tahrir için İstanbul’a arz-ı hâl göndermeleri üzerine tanzim 288 Mukâta’ayı işletmek üzere gönderilen mültezimlerin ya da tayin edilen eminin görev ve yetkileri hakkında bir hüküm sureti için bkz. Halil İnalcık, Robert Anhegger, Kânûnnâme-i Sultânî Ber Mûceb-i ‘Örf-i ‘Osmânî, Ankara, 2000, s. 37-38. 289 “Harput mukâta’ası Diyarbekir valisi tarafından, mirlivâ tarafından ve Diyarbekir defterdârı cânibinden dahl ve ta’arruz olunmamak şartiyle ber vech-i ocaklık mezkûrların ocaklarına min b’âd asla dahl ve taarruz olunmasına asla ve kat’a rızây-ı hümâyûnum yoktur ona göre…”, HŞS 362 : 431. 290 Bilindiği gibi, padişah ve diğer yüksek devlet memurlarının sahip oldukları has ve zeametler, idari ve mali bir takım imtiyazlara sahip oldukları için “serbest dirlik” olarak adlandırılmaktaydı. Serbest tımar olarak tevcih edilen dirliklerde, o dirliğin bağlı bulunduğu birimin yöneticileri serbest diye nitelenen bölgelere karışmazlar ve bu yerlerden tahsil edilecek çeşitli resimler (rüsûm-ı serbestî denilen bâd-i havâ ya da niyâbet v.s.) doğrudan dirlik sahibi tarafından ya direkt ya da iltizâm yoluyla toplanmaktaydı. Serbestiyyet uygulaması hakkında bkz. Ö. Lütfi Barkan, “Tımar”, s. 310 v.d; Kimlerin dirliklerinin serbest statüde olduğu hakkında bkz. Halil İnalcık, “Adaletnâmeler”, s. 81-82. 291 Bu konuda örnekler için bkz. Özer Ergenç, Ankara ve Konya, s. 184; Aynı yazar, XVI. Yüzyılın Sonlarında Bursa, s. 138-140. 292 “..ve meblâğ-ı mezbûru cem’ ve tahsil eyleyüb hilâf-ı şer-i şerîf ve mugâyir-i kanun-i münîf bir ferde zulm ve te’addi eylemeyüb, deruhtesi olan mâlı bî-kusur ve lâ küsûr getürüb teslim-i hazine eyleye” , HŞS 391 : 436. 293 HŞS 391 : 421.

Page 89: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

80

edilen fermandan, bu durumu takip edebiliyoruz. Şaban 1055/ Ekim 1646’de avârız-

hânelerin yeniden tespiti için Harput Sancağı’na gönderilen Diyarbekir defterdârı

Muhammed Efendi ve eski ruznâmçeci İbrahim Efendi’ye hitaben gönderilen

fermanda “hak ve ‘adl üzere” tahrir yapılması, kimseye “himâyet ve siyânette”

bulunulmaması istenmekle beraber aynı zamanda “mâl-ı mîrîye gadr olmaktan hazer

eylemeleri” emredilmektedir. Tahrirler sonunda elde edilen rakamların, merkezî

hazinede kayıtlı rakamlardan hayli düşük çıkması üzerine Muhammed Efendi ve

İbrahim Efendi, “mâl-ı mîrîye gadr eylemek” korkusundan olsa gerek, iki ayrı tahrir

düzenlemek zorunda kalmışlardır. Bunlardan ilki halkın gerçek ödeme gücünü

gösteren ancak hazinenin zararına; diğeri ise yine defterde belirtilenden az olmasına

rağmen, hiç olmazsa hazinenin yararına fakat halkın zararına bir sonuç ortaya

koymaktaydı. Her iki tahrir de merkeze yollanmış ve hangisinin makbul tutulacağı,

merkezî hazineye bırakılmıştır. Burada ilginç olan, halkın gerçek gücünü yansıtan

tahririn değil, ötekinin kabul edilmiş olmasıdır294.

Taksit ödemeleri ise genellikle üç ay, altı ay veya yılda bir yapılmaktaydı295.

Ancak bu süre sabit ve değişmez olmayıp, bazen aylık ödeme yapıldığı da olurdu.

Örneğin 1632 tarihli sicil kaydında, Harput’taki boyahâne ve ihtisâb mukâta’asını

iltizâma alan Ebubekir Çelebi, “ beher aylığı yetmiş gurûşa mâh be mâh edâ itmek

294 Ferman suretinden anlaşıldığına göre, Harput halkı avârızlarını “kadîmü-l eyyâmdan” 238,5 avârızhanesi üzerinden ödemekteydi. Bu sürecin gelişimine kısaca bakacak olursak; 17. yüzyıla gelindiğinde, örneğin 1632 yılında bu rakam 242,5 olarak geçiyor. HŞS 386 : 418, 426. Aynı sicilden anlaşıldığı kadarıyla defterde 242,5 avârızhanesi kayıtlı olduğu halde, sadece 180 hâne üzerinden vergi toplanabilmektedir. Bu takdirde “mâl-ı pâdişâhîye küllî gadr” olduğu gerekçesiyle, durumun incelenmesi için Kapucubaşı İbrahim Ağa mübaşir tayin edilmiştir. 1640’lara gelindiğinde, bazı köylerin halkları fakir ve vergi ödemekten aciz olduklarını merkeze bildirmişler ve bunun üzerine bazı köylerin avârızhane vergilerinde tenzilat yapılmış ve bunlarla birlikte Harput kazasının avârız-hânesi 238,5 haneye düşmüştür. 1645 tarihli bir fermanda belirtildiğine göre, ayân, eşrâf ve reâyâ hep birlikte 238,5 olan avârızhanesinin daha da hafifletilmesi amacıyla tekrar divana ‘arzda bulunmuşlar ancak, beklenenin dışında bir sonuçla karşılaşmışlardır. O sırada vezir-i azâm olan Kemankeş Kara Mustafa Paşa, “tegaddüben” (gazaba gelerek) Harput’un avârızhanelerinin 400’ e çıkarılması emrini vermiştir. Sonuçta 238,5 avârızhanesini bile ödeyemeyen halk, üç yıl süre ile 400 hane üzerinden vergi ödemek zorunda kalmıştır. Söz konusu fermanda ve Muhammed Efendi tarafından düzenlenen tahrirde, Harput kazası ahalisi ile nahiye ahalilerinin perişan oldukları ve çoğunun “terk-i diyar” ettikleri belirtilmektedir. Muhammed Efendi’nin halkın gerçek ödeme gücüne göre tespit ettiği asıl rakam 186,5 avârızhanesidir. Merkeze gönderdiği ve merkezce kabul edilen rakam ise, 298,5 avârızhanesidir. Defterin ayrıntıları için bkz. M. Ali Ünal, “1646 (1056) Tarihli Harput Kazâsı Avârız Defteri”, Tarih İncelemeleri Dergisi, C. XII, İzmir, 1997, s. 9-75. Ayrıca, Harput Sancağı’ndaki avârız-hânelerin, sancağın nüfus tahmininde kullanımları üzerine bkz. Rıfat Özdemir, “Avârız ve Gerçek-Hâne Sayılarının Demografik Tahminlerde Kullanılması Üzerine Bazı Bilgiler”, X. Türk Tarih Kongresi Bildirileri, C. IV, Ankara, 1993, s. 1581-1613. 295 Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi, II, s. 352. İnalcık bu süreleri, aylık, üç ayda bir ve altı ayda bir olarak belirtmektedir. Halil İnalcık, “Military and Fiscal Transformation in the Ottoman Empire”, s. 328. Ayrıca iltizâm ve iltizâmın süresi ile ilgili tartışmalar için bkz. Mehmet Genç, “İltizâm”, DİA, C. 22, İstanbul, 2000, s. 156-157.

Page 90: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

81

kavliyle” ödemede bulunacaktı296. Ancak burada, söz konusu mukâta’aların asıl

sancak mukâta’asının aklâmından olduğunu belirtmek gerekir.

İltizâmın dışında ikinci bir yol olarak mukâta’anın işletilmesi “emânet”

usulüyle veya “ber vech-i emânet” şeklinde sağlanıyordu. İltizamın uygulanmadığı

dönemlerde devreye giren emânet usulünün esası, mukâta’anın devletin ulûfeli bir

memuru tarafından idare edilmesi ve gelirlerinin toplanmasıydı. Mukâta’anın iltizâmı

için, hiç kimsenin talip olmaması297, gelir düşüklüğü ya da fazla kâr bırakmadığı

bilinen bazı gelir kaynakları için mültezimlerden tatminkâr teklifler gelmemesi gibi

sebeplerle padişah hâsları veya madenler ve gümrükler gibi devlet tarafından işletilen

mukâta’alar, emânetin konusu ve aynı zamanda emânet usulünün uygulanmasına

sebep oluşturabilirdi. Bu zamanlarda gelir kaynağının başına yeniden yeterli verim

düzeyine ulaşıncaya kadar bir emîn atanırdı298. Ya da devlet, şartların müsait

olmaması durumunda zarar edileceği ihtimaline karşı mukâta’ayı kapatmaktansa,

yarı iltizâm-yarı emânet yoluyla (emânet ber vech-i iltizâm) işletmeyi tercih ederdi.

Bu durumda mukâta’anın başına gelen kişi “emîn” kalmak şartıyla, şahsında hem

memuriyeti, hem de özel teşebbüsü birleştirmiş oluyordu. Bu bir ara usül olmakla

birlikte, bu sistemde mukâta’anın başında bulunan kişi emîn sıfatıyla maaşlı bir

memur olduğu gibi, belli bir meblağı ödemeyi üzerine aldığı için, işletmenin kâr ve

zararından da sorumlu tutulurdu299. Mukâta’ayı emânet sureti ile yürütenlerin de,

hazineye belirli bir peşîni ödeme zorunlulukları vardı. Hatta emîn, mukâta’a gelirinin

tahsilinden kendisine kâr kalmasını isterse, ulûfesini iltizâm bedeline mahsup ederek

296 HŞS 386 : 429/1. 297 Halil Sahillioğlu, “Bir Mültezim Zimem Defterine Göre 15. Yüzyıl Sonunda Osmanlı Darphâne Mukâta’aları”, s. 147. Bir mukâta’a, her hangi bir suretle sırasında ya da zamanında iltizâma verilmez yahut âmilin gelir toplamasına engel çıkarsa, boş kaldığında yeni âmile verilinceye kadar geçen süre içerisindeki gelirleri, “mevkufât emîni” denilen bir başka iş eri tarafından toplanırdı. Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi, II, s. 338. 298 İltizâm usulünün yaygınlaşması ve ardından baş gösteren usulsüzlükler karşısında Osmanlı ricalinden kimseler, uygulamayı eleştirmeye başladılar. Bu eleştiriler daha çok, mukâta’aların deruhte edilmesinde “emânet” yönteminin, diğer iltizâm yöntemlerinden daha uygun olacağı şeklindeydi. Genel eleştiriler, Lütfi Paşa, Mustafa Âli, Koçi Bey ve Defterdâr Sarı Mehmed Paşa tarafından yapılmakta ve iltizâm usulünü yaygınlaştırdığından dolayı sadr-ı azâm Rüstem Paşa eleştirilmekteydi. Bir diğer tartışma konusu ise, eminlik görevinin kimlere verileceği hakkındaydı. Emânet yöntemini savunanların çoğunun bürokrat olması dikkat çekmektedir. Emânet yönteminin kapıkullarına ek bir gelir kaynağı olduğu hesaba katılırsa, bu durumun sebebi tahmin edilebilir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Baki Çakır, Osmanlı Mukâta’a Sistemi, s. 38-39. 299 Bkz. Ahmet Tabakoğlu, Türk İktisat Tarihi, s. 186-187.

Page 91: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

82

mukâta’ayı iltizâma alabilirdi. Bu kişilere belgelerin diliyle “ber vech-i iltizâm

emîni” ya da “emîn-i mültezim” denirdi300.

Mukâta’aların denetimi, büyük şehirlerde ve geliri yüksek mukâta’alarda

nâzırlar tarafından yapılmaktaydı. Nâzır-ı emvâl denilen bu görevli, devletin ve

reâyânın zarar görmesini önlemek ve genel anlamda mültezimleri denetlemekle

görevliydi. Ayrıca mukâta’anın bulunduğu yerin kadısı, mukâta’a işlemlerinin kanun

ve şer’e uygun yürütülmesini sağlamak ve mültezimlerin zarar etmeleri veya ortadan

kaybolmaları durumunda, devlet gelirlerinin telef olmasını engellemek ve

mültezimlerin göstermek zorunda oldukları kefillerin defterlerini düzenleyerek, bir

suretini de merkeze göndermek üzere müfettiş tayin edilmekteydi301. Ancak

genellikle sancak ya da kazalarda bulunan mukâta’aların nezâret ve denetimi görevi

kadı eliyle yapılmaktaydı302. Örneğin, incelediğimiz dönemde, Evâil-i Ramazan

1072/ Nisan 1662 tarihli Harput kadısına gönderilen bir fermanda havâss-ı hümâyûna

bağlı bazı köyler halkının, mültezim voyvodalarının haksız vergi toplamaları üzerine

merkeze adam göndererek ‘arz ile şikayette bulundukları belirtilmekte ve kadıdan,

durumun ‘arz edildiği üzere olup olmadığının araştırılması ve doğru ise söz konusu

voyvodaların “muhkem tenbih ve te’kid” edilmesi, şayet ‘inad üzere olurlarsa yazılıp

bildirilmesi emredilmektedir303. Kadının gücünü veya yetkisini aşan durumlarda ise

devreye merkezî hükümet girmektedir. Örneğin, “havâss-ı hümâyûn emîni” sıfatıyla

kısa bir süreliğine Harput sancakbeyliği yapmış Mahmud Beyi’in, halka zulm etmesi

üzerine, Divân’dan Diyarbekir Beylerbeyine ve Âmid kadısına, Harput kadısı Resûl

Efendi ile birlikte teftişle davayı halletmeleri yönünde emir gönderilmiştir304. Ayrıca

kadılardan iltizâm bedelini alan kişi ve gösterdiği kefillerin güvenirliği hakkında

araştırma yapmalarının istendiğini bilmekteyiz. Yine biliyoruz ki özellikle geliri

300Halil Sahillioğlu, “Bir Mültezim Zimem Defterine Göre 15. Yüzyıl Sonunda Darphâne Mukâta’aları”, s. 147. 301 Örneğin, 1583 yılında Ankara’da bütün mukâta’aların bir nâzırı vardı. 1589’a gelindiğinde ise Ankara mukâta’alarının yine bir nâzırı ve müfettişi bulunuyordu. Bkz. Özer Ergenç, Ankara ve Konya, s. 104-105. 302 Kadıların bu alandaki görev ve yetkileri hakkında bkz. İlber Ortaylı, “Osmanlı Kadısının Taşra Yönetimindeki Rolü Üzerine”, Amme İdaresi Dergisi, 9 (1), Ankara, 1976, s. 95-107. 303 Söz konusu fermana göre voyvodalar halktan, arpa, saman, koyun, kuzu, bal, yağ ve sâir bunların emsâli şeyler ile öşür ve ispençeden başka yemlik, tuzluk, ambar kirası, kilecilik ve hizmetkâr akçesi gibi ekstradan vergiler almaktadırlar. HŞS 382 : 470 304 Mahmud Bey’den Harput reâyâsının “külli şekvâsı” olduğunu vekil olarak tayin ettikleri Darende Bedir aracılığıyla “meclis-i şer’e” gelerek bildirmeleri ve sonrasında gelişen olayların devamı için bkz. M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 44-46.

Page 92: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

83

yüksek olan bazı mukâta’alara, mâl-ı mîrînin kaçırılmasını önlemek için ayrıca

emînler yollanmaktaydı305.

Buraya kadar teorik açıdan idarî ve malî fonksiyonları hakkında bilgi verilen

mukâta’a uygulamasının, pratikte örneğin taşrada ne şekilde cereyan ettiği, bazı özel

şatlar gereği uygulamada her hangi bir değişikliğin olup olmadığını Harput Sancağı

özelinde incelemeye çalışalım306.

Elimizdeki belgeler, sancaktaki mukâta’aların 17. yüzyıl boyunca malî ve

idarî açıdan uğradığı değişimlerin niteliğini ve bunun hangi şartlarda ve ne şekilde

cereyan ettiğinin önemli ipuçlarını içermektedir. Bu belgelerden birisi, 13 Zilkâde

1082/ 12 Mart 1672 tarihli ve Diyarbekir Eyâlet’i mutasarrıfı vezir Mehmed Paşa’ya

hitaben gönderilen bir berat suretidir. Belgeden anlaşıldığına göre Harput

Sancağı’ndaki bazı mukâta’a gelirleri, 1052/1642 tarihinde Diyarbekir hazinesinden

ta’yin olunan maaşları karşılığında, yıllık kırk bin gurûş olmak üzere, “Van kalesi

neferâtı mevâcîbleri içün ocaklık” şeklinde tahsis edilmiştir307. Yine belgede,

“ocaklık” olarak bağlanan gelirlerin ayrıntıları da verilmiştir308. Tahsis edilen bu

gelirlere göre, tahrirlerde de belirtildiği üzere genellikle sancakbeylerinin gelirleri

arasında yer alan öşür, bâd-ı havâ veya niyâbet gibi zuhûrata bağlı vergilerin yanı

sıra309, yine tahrirlerde geçen ve padişah hâsları içerisinde yer alan ağnâm, bâc-ı

305 Halil İnalcık, Hicri 835 Tarihli Sûret-i Defter-i Sancak-i Arvanid, s. 19; Ayrıca bkz. Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi, II, s. 336-337; M. Tayyib Gökbilgin, “XVI. Asırda Mukâta’a ve İltizâm İşlerinde Kadılık Müessesesinin Rolü”, s. 433-444. 306 İncelediğimiz 17. yüzyılın ikinci yarısına ait sicillerin, sancaktaki mukâta’aların çeşitli durumlarına ilişkin (Örn. iltizâma verilmesi, deruhte etme yöntemleri, iltizâmı alan kişilerin ya da mültezimlerin kimlikleri v.s.) sundukları bilgiler, çoğu zaman küçük bazı ipuçlarından ibarettir. Dolayısıyla burada, mukâta’alaşma ve iltizâm uygulamasının yaygınlaşma sürecinin aşamalı ve daha yakından takip edilebilmesi için, 17. yüzyılın ikinci yarısına ait kullandığımız sicillerin tarihlerini daha geriye götürmek zorunda kaldığımızı belirtmeliyiz. 307 “…Diyarbekir hazinesinde mahfûz olan mukâta’’at defterlerine nazâr olundukta mukâta’’-ı mezburun tahavvülünde 1052 C. A. gurresi âhir olunmağın, mukâta’’a-ı mezburun mevâcîbleri mukabelesinde kırk bin gurûş olmak üzere taifey-i merkuma “ocaklık” bağlanub..”, HŞS 362 : 431. 308 “Diyarbekir hazinesinden ta’yin olunan kırk bin gurûş mevâcîbleri bedel-i ocaklık olub hazîne-î âmiremde mahfûz olan aklâm defterine müracaat olundukta Harput’un bin sekiz yüz nefer haracı olup beher neferden biri içün üç gurûş beşer akçe cülus ve beher gurûş başına ikişer akçe tefavüd ile ve her nefer başına maişetten ma’ada iki yüz elli altı akçe ve maişet ile kamil üç buçuk gurûş olub bundan ma’ada iki yüz seksen sekiz hane avârız ve beher haneye dört yüz altmış akçe ki altı gurûştan rub’ eksik olur ve beş rub’ ispenç ve ırgadiye beher nefer başına on bir ırgat ve bundan ma’ada gulam ve âded-i ağnam ve bâd-ı havâ ve rusûmat ve cürm-i cinayet ve bâc-ı ‘übûr ve boyahâne ve tamga ve sâir senelerde otuz dört bin üç yüz elli gurûş olmak üzere cümle kâmil kırk bin gurûş olur…”, HŞS 362 : 431. 309 Niyâbet ve bâd-i havâ resimleri şunlardır: resm-i ‘arûs (‘arûsane veya gerdek-resmi), cürüm ve cinayet resmi (cerâim), çiftlik tapusu (ekili yer tapusu, tapu hakkı), ev yeri tapusu, kul ve câriye müjdegânîsi (muştuluk veya yava ve kaçgun resmi), resm-i duhan (tütün resmi), deşt-bânî (cerâim-i

Page 93: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

84

‘ubûr, boyahâne ve tamgâ gibi vergilerin de bu ocağın gelirleri arasına dahil edildiği

anlaşılıyor. Bu değişiklik “mukâta’-ı mezburun tahavvülünde” ifadesiyle açıkça

belirtilmektedir310. Ayrıca bu tarihten sonra, özellikle yüzyılın sonlarına doğru

sancak mukâta’aları büyük ölçüde Van kulları ocaklığı olarak, bu ocağa mensup

askerî zümre tarafından iltizâm edilecektir. Dolayısıyla tüm bu uygulamaların,

yüzyılın başından itibaren nasıl bir seyir takip ettiğini ve söz konusu tarihte, sancak

gelirlerinden bir kısmının “ocaklık tarîkiyle” Van kalesi neferlerine bağlanmasına

kadar geçen süreyi kısaca gözden geçirmekte fayda vardır311.

İltizâm uygulamasında hatırlanacağı gibi en önemli hususlardan biri, devletin

mukâta’a gelirinin bir kısmını peşinen elde etmesiydi. İltizâma talip olan kişi ya da

kişilerin, mukâta’ayı alırken iltizâm bedelinin bir kısım peşinatını hazineye yatırma

zorunluluğu vardı. Bunun yanı sıra özellikle 16. yüzyılın ikinci yarısından sonra

gittikçe artan nakit para ihtiyacının iltizâm yoluyla karşılanabilmesi için, iki koşulun

olabilirliği önemliydi. Bu koşulları, mukâta’alara olan talep ile iltizâmı almaya gücü

yeten kişilerin mevcudiyeti şeklinde özetleyebiliriz. Bunlardan ikincisi, bizi daha

yakından ilgilendirmesine rağmen, ileride görüleceği üzere sadece maddi açıdan güç

sahibi olmak, Doğu Anadolu gibi merkezden uzak ve hem olumsuz coğrafi şartların

hem de kısmen güçlü aşiret yapısının hüküm sürdüğü bir mekânda tek başına yeterli

değildi. Bu açıdan bakıldığında, söz konusu bölgede mukâta’aların idaresi veya

iltizâm işinin yürütülebilmesi için, aynı zamanda siyasi bir güç ve otoritenin

gerekliliği, kendiliğinden belli olmaktadır. Her ne kadar teorik olarak defter ve

kanununda belirtildiği şekliyle reâyâ üzerine düşen vergiyi ödemekle mükellef idiyse

de, uygulamada çok çeşitli sorunlarla karşılaşılabilmekteydi. Bu konuda mahkemeye

hayvanât), otlak, yaylak ve kışlak resmi. Bunlar serbestlik durumuyla ilgili olduğundan, bu rüsûma rüsûm-ı serbestî de denilir. Bkz. Halil İnalcık, “Adaletnâmeler”, s. 79. 310 Belgenin başında Van kalesi gönüllülerinden bazı ağaların, Harput’ta bulunan ve ocakları için tahsis edilen bir kısım mukâta’aları iltizâm etmek istedikleri belirtildikten sonra, eskiye atfen “mukâta’’-ı mezbûrun tahavvülünde” ifadesi yer almaktadır. Bilindiği gibi “tahavvül”, değişme, dönme, bir halden ya da şekilden, başka bir hale veya şekle girme anlamlarını taşımaktadır. Bkz. Ferit Devellioğlu, Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ankara, 1999, s. 1017. 311 Ancak belirtmeliyiz ki bu sürecin takip edilmesi için elimizde bulunan şer’iyye sicilleri, tek başlarına yeterli değildir. Kaldı ki, en eski Harput Şer’iyye sicili 1624-1625 tarihlidir ve siciller arasında 10-15 yıl hatta daha uzun zaman farkları mevcuttur. Ayrıca sancağa ait vergi gelirlerinin tahsili ve hazineye intikaline ilişkin tahrirlerin yapılmadığı 17. yüzyılda, konuyla ilgili daha somut bilgilere ulaşmak için, arşivlerde bulunan diğer vesikalara müracaat etme zorunluluğu vardır. Bu vesikalardan istifade ile yapılan bir çalışma için bkz. M. Ali Ünal, “XVII. Yüzyılın Başlarında Harput Mukâta’atına Ait Bir İcmâl Muhâsebe Defteri”, s. 36-50.

Page 94: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

85

yansımış çok sayıda olay mevcuttur312. Dolayısıyla, bölgenin özellikleri itibariyle

çeşitli mukâta’a gelirlerini toplama görevinin, başlangıçta ehl-i örf tâbir edilen devlet

görevlilerine, siyasî ve malî yönden güçlü ve güvenilir olmaları sebebiyle verilmesi

yaygın bir uygulama olarak karşımıza çıkmaktadır.

Aslında imparatorluk genelindeki iltizâm uygulamalarına bakıldığında,

mukâta’aları iltizâm veya emânet üzere alanların çoğunluğunun sancakbeyleri,

kapıkulu efrâdından dergâh-ı âlî kulları, çavuşları, müteferrikalar, altı bölük halkı,

kethüdalar ve yeniçerilerden kimselerin olduğu görülmektedir313. Ehl-i örf’den

kişilerin iltizâm işine girmelerinin pek çok sebebi olmakla birlikte, hazineye

yatırılması gereken peşinatın fazlalığı, başlangıçta iltizâm işinin varlıklı olan bu

kişiler eliyle yürütülmesinin temel sebeplerinden sayılabilir. Bunlar arasında taşrada,

zenginlik ve otorite bakımından sancakbeyleri en başta gelmekteydiler.

Nitekim Harput Sancağı’nın iltizâm uygulamasının hız kazandığı 16. yüzyılın

sonları ve 17. yüzyılın ortalarına kadar Harput sancakbeyleri tarafından iltizâm

edildiği anlaşılmaktadır. Mesela klasik dönem sonlarına doğru, aynı zamanda

“havâss-ı hümâyûn” emini olan Harput sancakbeyleri, sefer hazırlıkları için yapmak

zorunda oldukları aslî görevlerinin yanında, çoğunlukla mukâta’aları iltizâma

almaktadırlar. Örneğin, 20 Zilhicce 978/15 Mayıs 1571 tarihli mühimme kaydına

göre Harput sancakbeyi Seyyid Mehmed Bey, hazineye doksan bin altın ödemek

kaydı ile Harput hâslarını iltizâma almışken; 10 R.E. 980/21 Temmuz 1572 tarihli bir

hükme göre ise Harput sancakbeyi olduğu anlaşılan Pir Ahmed Bey, “emîn-i

312 Örneğin 20 R.A. 1073/ 01 Aralık 1662 tarihli bir ferman suretinde, Van Hazinesi defterdârı Abdulkerim’in Divân’a başvurarak, Van kullarına ocaklık olarak tayin olunan Harput mukâta’ası reâyâsının kadîmden o ana dek “kanûn-ı defter kavlince” vermekte oldukları hukûk-ı rüsûmlarını eksik verdikleri gibi, bazı kimselerin sâirlerinin ödemelerine de engel olduklarından şikayet ettiği belirtiliyor. HŞS 278 : 86 . Evâsıt-ı R.E. 1104/Kasım 1692 tarihli bir sicil kaydında ise, Harput Sancağı’nda yaşayan aşiretlerden birisi olan Herdi ekrâdından Şeyh Ömerli oymağı ve Cihanbeyli aşiretinin subaşısı Ali Ağa, birkaç yıldan beri Herdi zeametine Subaşı olduğunu, padişah fermanı ile belirtilen ve mâl-ı pâdişahîye ait mahsûlat ve rüsûmâtı toplayamadığını, o sene “külliyen itâ’attan” çıkarak kendisini dahi katl eylemek kastında olduklarını, öyle ki kasabaya göçmek zorunda olduğunu ve bu sebeple “mâl-ı mîrî” nin tahsilinde çaresiz kaldığını belirtmektedir. HŞS 391 : 127. 313 Barış zamanlarına çoğunlukla sipahi bölükleri, iltizâma verilmeyen cizye, avârız ve mukâta’a gelirleri gibi kamu gelirlerinin tahsilinde istihdam edilirlerdi. Yine altı bölük mensupları (özellikle sipah ve silahtarlar) mukâta’alarda görev almakta ve ulûfeleri görevli bulundukları mukâta’anın gelirlerinden ödenmekteydi. Ancak, İstanbul ve çevresinde ikâmet eden kapıkulları, 1559’daki Şehzade Beyazid olayından sonra sancaklara yerleşmeye başlamışlardı. Bu tarihe kadar taşrada mukâta’aları iltizâma alanlar, zâimler, çavuşlar ve tımar erbabı iken, kapıkullarının sancaklara yerleşmesiyle bu iş özellikle altı bölük halkının eline geçmiştir. Bu kişilerin 17. yüzyılda taşradaki faaliyetleri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Mustafa Akdağ, “Genel Çizgileriyle XVII. Yüzyıl Türkiye Tarihi”, Tarih Araştırmaları, C. 4, S. 6-7, Ankara, 1966, s. 201- 247; Aynı Yazar, “Tımar Rejiminin Bozuluşu”, AÜDTCFD, C. 3, S. 4, Ankara, 1944, s. 419-431.

Page 95: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

86

mültezim” sıfatıyla sancak gelirlerini deruhte etmiştir314. 25 Zilhicce 990/20 Ocak

1583 tarihli bir başka mühimme kaydında ise, sancakbeyi olan Alaeddin Bey’in,

öncekiler gibi “havâss-ı hümâyûn” emîni olarak 200 bin altın mukabilinde Harput

Sancağı’nı iltizâma aldığını görüyoruz315.

Bu örnekleri çoğalttığımızda havâss-ı hümâyûn eminliğinin, Harput

sancakbeylerinin çoğu için 16. ve 17. yüzyıllarda yaygın bir uygulama olduğu

anlaşılıyor. Örneğin, Gurre-i Muharrem 1014/19 Mayıs 1605 tarihli İcmâl Muhâsebe

Defterine göre İbrahim Bey, Harput mukâta’atını dört yıl müddetince iltizâma

almıştır316. Harput Sancakbeyi olduğu anlaşılan İbrahim Bey’den, aynı zamanda

“emîn-i mültezim” şeklinde bahsedildiğine göre, Harput mukâta’asını sonradan almış

olmalıdır. Bilindiği gibi bu ifade “emânet” üzere mukâta’ayı işletenler için, emânet

314 Ancak Mehmed Bey ve kendisinden sonra bu göreve gelmiş olanların çoğunluğu, reâyâya zulm ettikleri gerekçesiyle sancakbeyliği görevlerinden azledilmişlerdir. Burada ilginç olan, Seyyid Mehmed Bey örneğinde olduğu gibi, sancakbeyliğinden ve “havâss-ı hümâyûn emînliği”nden azledilmiş olsalar da iltizâm işleriyle ilgilenmelerine müsaade edilmiş olmasıdır. 6 Safer 979/30 Haziran 1571 tarihli hükümden anlaşıldığına göre, görevinden azledilen Mehmed Bey’in “sancak olmak şartıyla” iltizâm eylediği Harput mukâta’alarını eskisi gibi tekrar iltizâma almak istediğini arz etmesi üzerine Diyarbekir Beylerbeyine, “sancakbeyliği olmadan” iltizâmı kabul ederse verilmesi emredilmektedir. Ayrıntılı bilgi için bkz. M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 44. 315 Alaeddin Bey, söz konusu meblağın bir kısmını hazineye peşin ödemeyi taahhüd etmesine rağmen, daha sonra tam olarak tespit edilemeyen sebeplerden dolayı buna yanaşmamış, bunun üzerine Diyarbekir Beylerbeyine emir verilerek, “ eğer inâd ve muhâlefet iderse” hapsedilmesi gerektiği kaydedilmektedir. Ayrıca merkeze yapılan başvurularda halka zulmettiği anlaşılan Alaeddin Bey’in, bu şekilde bir muameleye tâbi tutulması ilk başlarda, yaptığı zulüm sebebiyle tahmin olunmaktaysa da, belgenin devamında aslında daha önce hazineye yatırmayı taahhüd ettiği 200 bin altın filoriyi göndermemesiyle ilgili olduğu anlaşılıyor. Zira söz konusu hükümde, bir miktar peşin vermesi halinde hakkında yürütülen soruşturmadan ve teftişten vazgeçileceği, aksi takdirde Amid kalesine hapsedilmesi Diyarbekir Beylerbeyine emredilmekteydi. Bu sırada Alaeddin Bey’den “sâbık” diye bahsedildiğine bakılırsa azledilmiş olduğu muhtemeldir. Aynı zamanda Alaeddin Bey, Harput sancakbeyliğinden önce Çemişkezek sancakbeyidir. Bu durum, Harput Sancağı’na merkez tarafından yapılan atamalarda genellikle bölgeyi tanıyan ve daha önce çevre sancaklarda görev yapmış kişilerin atanması geleneğiyle bağlantılı olabilir. Aynı gelenek doğrultusunda yapılan atamalar hakkında örnekler ve ayrıntılı bilgi için bkz. M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 42; Aynı yazar, “Harput Sancakbeyleri”, Osmanlı Devri Üzerine Makaleler-Araştırmalar, Isparta, 1999, s. 90-109. 316 İbrahim Bey yılda 24 bin olmak üzere toplam 96 bin gurûşu hazineye yatırmak üzere taahhüdde bulunmuştur. Ancak ilgili kaydın yer aldığı defterin 9. sayfasında geçen ifadelere bakılırsa iltizâm müddetinin 3 yılı kapsadığı anlaşılmaktadır. Bu sürede, 3 yıl boyunca 72.000 gurûş ödeyeceği belirtilmiştir. Ödemelere bakıldığında, üç yıla ait hesaplar görülmektedir. Buna rağmen, 13 C.A. 1019/2 Eylül 1610 tarihli Kuyucu Murat Paşa’nın Şark Serdarlığı sırasında tutulan bir Ahkâm Defterindeki hükümden anlaşıldığına göre, İbrahim Bey’in muhasebesi henüz görülmemiştir. Bu sebeple Diyarbekir Beylerbeyi olan Nasuh Paşa, “zimmetinde mâl-ı mîrî” olduğu gerekçesiyle İbrahim Bey’in Harput Sancağı’ndaki çiftliklerine ve oğullarının zeâmet mahsullerine müdahalede bulunmuştur. Bunun üzerine İbrahim Bey henüz hesabını kapatmadığını, muhasebesini vezir-i âzam Murad Paşa’nın verdiği berat mûcebince daha sonra “kat’-ı alaka” edeceğini belirterek çiftliklerine ve oğullarının zeâmet mahsullerine müdahale edilmemesini rica etmiştir. Kuyucu Murad Paşa da Nasuh Paşa’ya gönderdiği hükümde, İbrahim Bey’in çiftliklerine ve sâir hususlara müdahalede bulunmamasını emretmektedir. Ayrıca İbrahim Bey bu tarihte Kırşehir Sarcakbeyidir. Bkz. M. Ali Ünal, “XVII. Yüzyılın Başlarında Harput Mukâta’atına Ait Bir İcmâl Muhâsebe Defteri”, s. 39.

Page 96: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

87

süresi devam ederken mukâta’ayı deruhte ettikleri takdirde kullanılmaktadır. Bu

durumda emin olan kişi, mukâta’ayı götürü usûlde almış olmaktaydı317. 1632 tarihli

bir sicil kaydından anlaşıldığına göre sancağın, kısa bir süreliğine Diyarbekir

Beylerbeyi olan Murteza Paşa’ya tevcih (muhtemelen arpalık olarak) edildiği

görülüyor318. Murteza Paşa havâss-ı hümâyûn emînliğine İbrahim Beşe’yi (Ağa)

“zâbit” olarak atamıştır. İbrahim Ağa’nın da mütesellim olarak Mehmed Ağa’yı

görevlendirdiği anlaşılıyor319.

Aslında padişahın yürütme yetkisini taşıdıkları için ehl-i örf diye tâbir olunan

ûmerânın büyük bir kısmı kul asıllı oldukları için, sancaktaki etkinlikleri ve sosyal

mevkileri devletten aldıkları bu güce dayanmaktaydı. Bu açıdan bakıldığında iltizâm

işinde ehl-i örf taîfesinin etkinliği daha iyi anlaşılabilir.

Sancakbeylerinin mukâta’ayı iltizâmla alış biçimleri yahut hangi şartlar

mukabilinde aldıkları ve bu sürecin nasıl işlediğine dair uygulamaların ayrıntılarını,

sicillerden ne yazık ki takip etme imkânına sahip değiliz. Ancak, 16. yüzyılın

sonlarına ait bir Ruznâmçe Defteri kaydında geçen bir iltizâm sözleşmesi, bu açıdan

oldukça aydınlatıcıdır320. Söz konusu belgeden anlaşıldığına göre, sancakbeyleri

iltizâm işine geniş maiyetleriyle birlikte katılmaktadırlar. Bunlar arasında civardaki

diğer sancakbeyleri, dergâh-ı âlî çavuşları, kendi oğulları, kardeşleri, zeâmet

sahipleri, müteferrikalar, tımar defterdarları ve katipler yer almaktadır. Oluşturulan

bu geniş birliktelik sayesinde sermayenin yanı sıra, nüfuz ve otorite bakımından da

büyük bir güce ulaşılmış olduğu kesindir. Zira iltizâm sözleşmesinde yer alan ve

hazinece kabul edilen şartlara bakıldığında özetle; önceden Kiğı Sancakbeyliği

yapmış Uğurlu Bey’e iltizâm sözleşmesi gereğince Harput Sancakbeyliği verilmekle

birlikte Uğurlu Bey, kendi adamlarına beş sancakbeyliği, defter kethüdalıkları,

çavuşluklar, müteferrikalıklar, cebecilik, divân-ı hümâyûn katipliği ve zeâmetler

aldırdığı gibi, tımar sahibi adamlarının tımarlarının terâkki ettirilmesini ve mâl-ı

mîrînin tahsiline yardım için dört zâim ve beş nefer sipahinin verilmesini sağlamıştır. 317 Bkz. Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi, c. 2, s. 347-349. 318 Belgede Harput Sancağı’nın Murteza Paşa’ya tevcih edildiği ve bu husustaki buyruldunun îlâmı için Serhanoğlu isimli birisinin görevlendirildiği anlaşılıyor. HŞS 386 : s. 413-1239. 319 HŞS 386 : s. 347-1062, s. 324-993’de “Harput hâsları emîni İbrahim Ağa”. 320 Başbakanlık Arşivi’nde, Ruznamçe Defterleri tasnifinde 101 numarada kayıtlı Ruznamede yer alan Harput Sancağı beyliği haslarının tevcihi ile ilgili olan belge, esas olarak bir iltizâm sözleşmesidir. Bu belge daha önce yapılan bir çalışmada ayrıntılı olarak incelenmiştir. Bkz. M. Ali Ünal, “XVI. Yüzyıl Sonlarında Bir İltizam Sözleşmesi”, Osmanlı Devri Üzerine Makaleler-Araştırmalar, Isparta, 1999, s. 72-84.

Page 97: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

88

Belgede Uğurlu Bey ve arkadaşlarının “elimizdeki mansıplar tahvil içinde sefere

gelmediler deyü ahâra virilürse ziyâde ittiğimiz mâl bizden taleb olunmaya” şartını

koydurduklarına bakılırsa, iltizâm müddetince seferden bir anlamda muâf

tutulmalarını istedikleri anlaşılıyor. Ayrıca, söz konusu mukâta’aların birbirinden

ayrılmaması ve iltizâm müddeti devam ederken iltizâm bedelini “ziyâdeleştirerek”

kabul eden olursa, “peşînleri” geri ödenmeden mukâta’anın kimseye verilmemesi

şartını koydurarak ödedikleri peşinatı garanti altına almak istemişlerdir. Sonuçta

Harput sancakbeyliğinin yanı sıra, Diyarbekir Eyâleti’ne tâbi 29 kalem mukâta’ayı

da 3 yıllığına iltizâma alan Uğurlu Bey, aynı zamanda bir mültezim kimliğiyle

karşımıza çıkmaktadır321.

Şüphesiz sancakbeylerinin mukâta’ayı iltizâma almalarının çeşitli sebepleri

vardı. Bunlar kısaca kâr etmek, nüfûzunu arttırmak veya “üzerimde iltizâm vardır”

gerekçesiyle seferlerden muaf tutulmak şeklinde özetlenebilir. Başlangıçta devletin

bu kişileri seferlere katılmaktan muâf tutması veya esnek davranması, muhtemelen

tahvil süresi içerisinde sefere gidilmesi durumunda hem kendilerinin hem de

hazinenin zarar göreceği endişesinden kaynaklanmaktaydı. Çünkü bu kişilerin

seferden geri dönmemeleri halinde, mukâta’a gelirlerinin toplanması tehlikeye

girebilirdi. Öte yandan aslî görevleri seferlere hazırlık olan bu kişilerin savaşa

katılmaması durumunda, ordunun savaş gücünün azalması da söz konusuydu.

Dolayısıyla, seferlerden muafiyet her zaman mümkün olmadığı gibi, iltizâm ya da

mâl-ı mîrî bahanesi ile sefere katılmayanlar bazen şiddetle azarlanmakta veya tehdit

edilmektedir322.

İncelediğimiz yıllarda emânet veya iltizâmla işletilen sancak mukâta’alarının

aklâmından olan çeşitli mukâta’aların da, şehirde sakîn askerî taîfesinden kimselere

321 Belgede Uğurlu Bey ve ortaklarının hangi mukâta’a kalemlerini, hangi yıllar için aldıklarına ilişkin bir bilgi yer almamaktadır. Bahsedilen 29 mukâta’a için iltizâm bedeli 820 bin altın olarak tespit edilen meblağın içerisinde, söz konusu 29 mukâta’anın daha önce aynı şartlarla Alaeddin Bey’e iltizâmı sırasında Alaeddin Bey ve ortakları tarafından ödenmemiş 500 bin altın da vardır. İltizâm sözleşmesinde Uğurlu Bey ile ortakları kalan bu meblağı kendilerinin ödeyeceği taahhüdünde bulunmuşlardır. 16. yüzyılın sonlarında, altının resmi rayicinin 120 akça olduğu dikkate alınırsa, 820 bin altının 98.400.000 akçaya denk geldiği hesap edilmektedir. Ayrıntılı bilgi için bkz. M. Ali Ünal, “XVI. Yüzyıl Sonlarında Bir İltizam Sözleşmesi”, s. 75-78. 322 Örneğin Özdemiroğlu Osman Paşa’nın Şark Serdarlığı sırasında, daha öneki seferlere üzerinde iltizâm olduğu gerekçesi ile birkaç defa katılmayan Harput Sancakbeyi Alaeddin Bey’e gönderilen emirde, İran üzerine yapılacak sefere kendisi gibi daha önceki seferlere katılmamış zûemâ ve erbâb-ı timar ile birlikte kendi oğullarını da alarak Osman Paşa’ya katılması emredilmekle birlikte “üzerimde iltizâm vardır” şeklinde bir özrün kabul edilmeyeceği açıkça ifade edilmektedir. Bkz. M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 42-46.

Page 98: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

89

ikinci kez iltizâma verildiğini görüyoruz. Bunlar sancağa bağlı köylerin çeşitli

gelirleri olabildiği gibi, sancak ya da kazadaki üretim ve ticarî faaliyetlere dayalı

mukâta’alar da olabilmekteydi. Bu işlem genellikle mukâta’a mahallindeki Harput

kadılığında yapılmakta ve iltizâmı üzerine alanlar için kadı tarafından bir tezkere

verilmekteydi. Bu durum belgede “vech-i tahrir-i tezkere budur ki” şeklindeki bir

girişle formüle edilmektedir323. Örneğin Harput mukâta’asına tâbi tamgâ-î siyah, bâc-

ı ‘ubûr ve şemhâne gelirlerini toplama işi, dergâh-ı âlî yeniçerilerinden Bekir ve

Hüseyin’e ber vech-i iştirâk, 1300 riyâli gurûş mukâbelesinde iltizâma verilmiştir324.

Bir diğer örnek mukâta’-ı hâssâdan Harput hâslarının atîk ve cedîdinin iltizâmı ile

ilgilidir. Bir yıllığına iltizâma verildiği anlaşılan mukâta’a, halen dergâh-ı âlî

kullarından Hüseyin Bey’in uhdesindedir. İltizâm süresi dolan mukâta’ayı bu kez,

dergâh-ı âlî sipâhilerinden Seyyid Mustafa Ağa dört bin riyalî gurûşu “ber vech-i

peşin” ödemek şartıyla deruhte etmiştir325. Aynı şekilde Harput Sancağı kâim-

makâmı imzalı bir diğer belgeden, boyahâne ve ihtisâb mukâta’asının Harput

sakinlerinden Seyyid Bekir Çelebi’ye aylığı yetmiş gurûştan ve her ay taksitlerini

düzenli ödemek şartıyla iltizâma verildiğini görüyoruz326. Bu durumda Bekir Çelebi,

söz konusu mukâta’aları bir yıllığına toplam 840 gurûşa iltizâma almış oluyordu. Bu

örnekler, iltizâmı alan kişilerin kimliklerini göstermesi bakımından da önemlidir.

İleride üzerinde durulacağı gibi, dergâh-ı âlî çavuşları ile kapıkulu sipahileri ve

323 “Vech-i tahrir-i tezkere budur ki, bin yetmiş yedi senesine vâki Cimşit Bey Hamamı kendi tarafımızdan işbu ba’is-i tezkere Bekir Beşe’ye iş bu mâh-ı Şevval’in gurresinden bir sene-i kâmile varıncaya dek yirmi dört bin akçe, sekiz bin akçeyi ber vech-i peşîn ve sekiz bin akçe altı ayda ve sekiz bin akçe dahi sene tamamında edâ itmek şartıyla iltizâma virilüb, mûmâ-ileyh yedine tezkere vaz’ olundu ki varub zabt-u rabt eyleyüb minvâl-i meşruh üzere edâ idüb zabtı içün tezkere verildi. Evâil-i Şevval 1077/Nisan 1667”, HŞS 278 : s. 81-2 324 HŞS 386 : s. 420-1256. 325 “Sebeb-i tahrir-i kalem ve mûcib-i tastir-i hurûf oldur ki, mukâta’a-yı hassâdan Harput haslarının atîk ve cedîdi... Harput sâkinlerinden dergâh-ı âlî kullarından Hüseyin Bey ‘uhdesinde ve iltizâmında olub, lâkin senesi temâm ve müddet-i iltizâmı âhir olmakla hâliyâ dergâh-ı âlî sipâhilerinden kıdvetü’l-emâcid ve’l-ekârim Seyyid Mustafa Ağa zîde mecdühû divâna gelüp arz-ı hâl sunup Harput mukâta’ası sene-i sâbık üzere bana virülürse kabul iderim diyü tâlib ve râgıb olduğu ecilden .Diyârbekir hazinesine dört bin riyâli gurûş ber-vech-i peşîn virmek şartı ile mümâileyh Mustafa Ağa’ya verilmesi lâzım gelmeğin.....”, HŞS 384 : s. 234-1. 326 “Vech-i tahrir-i tezkere budur ki, nefs-i şehirde boyahâne ve ihtisâb iş bu mâh-ı Cemâziyel-evvel’in gurresinden sene-i kâmile varıncaya dek iş bu hâfız-ı temessük Esseyyid Bekir Çelebi’ye beher aylığı yetmiş gurûşa ber-vech-i ihtisâb iltizâma virülüb mâh be mâh edâ itmek kavliyle mezkûr boyahâne ve ihtisâbı kabül edüb eğer bir kimesne ziyâde iderse virilmeyüb bu minvâl üzere Esseyyid Bekir Çelebi’ye virilmeğin zabt-ı tasarruf içün yedine tezkere virildi. Evâil-i C.E. 1042/Kasım 1632”, HŞS 386 : s. 429-1.

Page 99: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

90

yeniçeriler, yaşadıkları şehirlerde zamanla mal-mülk sahibi olmuşlar ve şehir

üretimine katıldıkları gibi, ticaretle de uğraşmaya başlamışlardır327.

Ayrıca söz konusu tarihte bu kişilerin iltizâm işleriyle ilgilenmelerinin sebebi,

şehir halkından sıradan kişilere göre dönemin siyasi ve ekonomik şartları gereği,

mukâta’a koşullarını yerine getirebilmede ve özellikle yapılacak ödemelerde maddi

açıdan daha iyi durumda olmalarıyla açıklanabilir. Örneğin, 25 Şevval 1083/13 Şubat

1673 tarihli sicil kaydından anlaşıldığına göre, Seyyid Ebubekir ve Veli Ağa Harput

“tamgâ mukâta’ası” nı “ber vech-i iştirâk” üzere 1800 gurûşa iltizâma almışlardır.

Ancak ödeme zamanı geldiğinde, Veli Ağa “gayb ve firâr itmekle”, söz konusu

meblağı Seyyid Ebubekir ödemek zorunda kalmıştır328.

Buraya kadar görülmektedir ki, 17. yüzyılın ortalarına kadar sancaktaki

havâss-ı hümâyûn gelirleri sancakbeyleri tarafından ve emâneten idare olunmaktadır.

Sancakbeyleri çoğu kez padişaha ve dolayısıyla merkezî hazineye ait bu

gelirlerin idare ve toplanması faaliyetlerini, “ber vech-i emîn-î mültezim” sıfatıyla

kendi üzerine topluca iltizâma almak suretiyle yerine getirmektedirler. Bu tarihte

sancakta mukâta’a kapsamına giren gelirlerin neler olduğu, incelediğimiz belgelerde

tam olarak belirtilmemektedir. Ancak sancak genelinde toplu halde deruhte edilen bu

gelirlerden bazılarının isimlerini, ikinci kez mültezim tarafından iltizâma verilmeleri

dolayısıyla tespit edebiliyoruz. Oysa bu konuda, 17. yüzyılın ikinci yarısına ait sicil

kayıtlarındaki bilgiler daha açıktır.

17. yüzyılın ortalarına gelindiğinde 1052/1642 yılında sancağa ait bir kısım

mukâta’a gelirlerinin “ocaklık” 329 olarak Van Kalesi askerlerinin “mevâcîbleri” 330

327 1695 yılından itibaren başlatılan malikâne uygulamasında, malikâneleri “kayd-ı hayat” suretiyle alanların kimliklerine bakıldığında, askerî zümreye mensup kişilerin önemli bir çoğunluğu oluşturdukları görülmektedir. Örneğin 1695-1697 tarihleri arasında Malatya Voyvodalığı’nda satışı gerçekleştirilen 96 malikâneden 51 tanesini askerî zümre mensubu kişiler deruhte etmişlerdir. Bkz. Erol Özvar, Osmanlı Maliyesinde Malikâne Uygulaması, İstanbul, 2003, s. 127-133. 328 Belgede belirtildiğine göre firâr eden Veli Ağa, daha sonradan ortaya çıkmış ve bu sırada vefat etmiş olan Seyyid Ebubekir’in kızı Şerife, söz konusu meblağın Veli Ağa’dan alınmasını taleb etmektedir. HŞS 362 : 339. 329 “Ocaklık” kurumu tahsis ilkesinin en önemli uygulamalarından birisidir. Bu tâbir tersane giderlerine, sınır boylarındaki kalelerin muhafazasında bulunan askerler ile yerli ve gönüllü neferlerin gündelik ulûfelerine ve mevâcîblerine, ayrıca mütekâid ve duagû vazifeleri için tahsis edilmiş olan bir kaç köy veya bir kaza geliri için kullanılmaktadır. Ocaklık olarak tahsis edilen gelirler sadece toprak gelirleriyle ilgili olmayıp, aynı zamanda mukâta’a, cizye ve avârız gelirlerinden de ocaklığa havâle yoluyla tahsisler yapılabilmekteydi. Merkezdeki kapıkulu veya sınır boylarında görevlendirilen askerlerin ödeneklerinin yanında, tamir ve mühimmat harcamaları ve tazminatlar da bu harcamalara dahildir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Ahmet Tabakoğlu, Türk İktisat Tarihi, s. 190-192; Baki Çakır, Osmanlı Mukâta’a Sistemi, 89-93: Midhat Sertoğlu, Osmanlı Tarih Lûgatı, s. 371.

Page 100: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

91

için tahsis edildiğini yukarıda tespit etmiştik. IV. Murad zamanında devam eden

Osmanlı-İran savaşları sırasında bazı kalelerin muhafızlarına ait mevâcîb, hâsılatı iyi

olan vilâyet ve sancaklara havâle ile temîn edilmekteydi. Buna “ocaklık mevâcîbi”

de denilmektedir331. Hatta kimi zaman, örneğin İran savaşları sebebiyle muhafaza

hizmetinde kalan pek çok kapıkuluna, mahallî kaynaklardan ulûfe yetiştirme imkânı

bulunmadığı durumlarda, Diyarbekir hazinesinden Revan kullarına ulûfe verilmek

üzere tedbirler alması istenmekteydi332. Nitekim, daha önce de Erzurum Kalesi

“merdân ve ‘azebleri” nin mevâcîblerinin temini için sancakbeyi ve aynı zamanda

Harput mukâta’a emîni olan İbrahim Bey’e hitaben ferman gönderilmiştir333.

Ocaklık uygulamasının ardından yüzyılın ikinci yarısından itibaren sancaktaki

mukâta’alaşma süreci ve bunları iltizâma alanların kimlikleri de yeni bir boyut

kazanmıştır. Elimizdeki belgeler, tüm Osmanlı ülkesinde yaşanan bu değişim yahut

dönüşümlerin taşra boyutunu gösteren bazı somut bilgiler içermektedir. Bu değişim

taşrada ağırlıklı olarak Osmanlı klasik sisteminde yer alan dirliklerin mîrî mukâta’a

haline dönüştürülmesi şeklinde cereyan ettiği için, bu konu üzerinde kısaca durmakta

fayda vardır.

Bilindiği gibi klasik dönem sonrasında Osmanlı malî ve idarî yapısında

görülen önemli değişikliklerden birisi, klasik tımar sistemi içerisinde gördüğümüz

330 Bütçelerde yer alan en önemli gider kalemini mevâcîb harcamaları teşkil etmektedir. Ulûfe de denilen bu ödemeler merkezî ordu ve devlet görevlilerine üç ayda bir yapılan maaş harcamalarıdır. Bunlara ek olarak her yeni padişahın tahta çıkışında askere bir yıllık mevâcîb tutarında cülûs bahşişleri dağıtılırdı. Bunlardaki gecikmelerin çoğu kez buhran sebebi olduğu bilinmektedir. Örneğin, I. Ahmet’in (1603-1617) ölümünün ardından, 1617-1623 arası yaşanan padişah değişiklikleri ( I. Mustafa, II. Osman ve IV. Murat) sırasında verilen cülûs bahşişleri, Hazineyi çok zor duruma sokmuştur. 17. yüzyıl sonları ve 18. yüzyılda mevâcîb harcamalarının genel bütçe giderleri içerisindeki payı % 70’lere çıkmaktadır. Savaşlar ve asker sayısındaki artışlar, bu oranın yükselme sebebi olmakla birlikte, mukâta’a ve malikâne peşinleri ile cizye peşinleri bu harcamalara tahsis edilmiştir. Ahmet Tabakoğlu, Türk İktisat Tarihi, s. 190-191; Yavuz Cezar, Osmanlı Maliyesinde Bunalım ve Değişim Dönemi, s. 28. 331 Örneğin, Kars Eyâleti’ne bağlı Oltu Sancağı da, “ocaklık tarîkiyle” Oltu kullarının mevâcîblerine bağlanmıştır. Şerafettin Turan, “XVII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun İdari Taksimatı”, Atatürk Üniversitesi 1961 Yıllığı (Ayrı Basım), Erzurum, 1961, s. 222. “Ocaklık mevâcîb” için bkz. Midhat Sertoğlu, Osmanlı Tarih Lûgatı, s. 237. 332 Halil İnalcık, “Adâletnâmeler”, s. 71. 333 Bkz. M. Ali Ünal, “XVII. Yüzyılın Başlarında Harput Mukâta’atına Ait Bir İcmâl Muhâsebe Defteri”, s. 102. Mevâcîb, askerlere senede dört defa ve üç ayda bir Muharrem, Rebîülâhir, Receb ve Şevval aylarında verilen ücret, ulûfe demektir. İlk üç aylık olanına “masar”, ikinci üç aylık olanına “recec”, üçüncü üç aylık olanına “reşen ve son üç aylık olanına da “lezez” tabirleri ad olarak konulmuştur. Bu tabirler, ayların adlarının rumuzlarından oluşmaktadır. Bazı kalelerin muhafızlarına ait mevâcîb, hâsılatı iyi olan vilayet ve sancaklara havâle suretiyle temin edilirdi. Bu tür havâlelerle sağlanan mevâcîblere de “ocaklık mevâcîbi” adı verilmiştir. Bkz. Başbakanlık Osmanlı Arşivi Rehberi, İstanbul, 2000, s. 161.

Page 101: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

92

dirliklerin, zamanla mîrî mukâta’a haline getirilerek, merkezî hazine adına iltizâma

verilmesidir334. Tımar siteminin, 16. yüzyıl sonlarından başlayarak oluşan yeni

şartlara yahut dengelere uyum sağlayamayışı ve dolayısıyla temel işlevlerini yerine

getiremeyişi sebebiyle, bu sistem içerisinde yer alan dirliklerden öncelikle “mahlûl”

olanlardan bir kaçı birleştirilerek, yeni mukâta’a alanları oluşturulmuş ve iltizâma

verilmeye başlanmıştır335. Bu amaçla aralıklı olarak asker ve tımar yoklamaları

yapılmaktaydı. Örneğin 1083/1672 tarihli Diyarbekir Beylerbeyi Hasan Paşa imzalı

buyrulduda Harput kadısına, sancakta dirlik tasarruf eden yeniçerilerin isim ve

resimleri ile dirliklerinin durumu hakkında defter tutması ve mübaşir ile

gönderilmesi emredilmektedir336. Evâil-i Ramazan 1075 / Mart 1665 tarihli kayıtta

yine Harput Sancağı’na bağlı Kuzâbâd nahiyesinde tımar tasarruf edenlerin esâmileri

ve resim durumları liste halinde tespit edilmiştir337.

Herhangi bir tımar veya zeâmet hâsılının merkezî hazine gelirleri arasına

katılabilmesi için, öncelikle buraların dirlik olma özelliklerini kaybetmiş olmaları

gerekiyordu. Aynı durum 1695’te başlayan malikâne uygulaması için de söz

konusudur. Burada da bir vergi kaynağının malikâne olarak satılabilmesi için, o

kaynağın mukâta’a statüsünde olması yani merkezî hazineye ait gelir kaynaklarından

birisi olması gerekmekteydi. Bu özelliği taşıyan mukâta’a için mîrî mukâta’a tâbiri

kullanılıyordu338.

334 17. yüzyılda tımar sahiplerinin elindeki timar gelirlerinin büyük bir bölümü, o sırada topraklı süvarilerin modasının artık geçmiş olması sebebiyle, aktif askeri hizmetten muâf tutulmanın “karşılık parası” (bedel) olarak merkezîhazineye aktarıldı. Timar gelirlerini merkezî hazineye çekmenin bir diğer yolu da bunları önce sultan hâslarına (havâss-ı hümâyûn) dönüştürmek ve sonradan iltizâma vermekti. Bkz. Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi 1300-1600, C. I, s. 113. 335 Devletin hazineye gelir sağlamak amacıyla 18. yüzyılda ağırlıklı olmak üzere, sıklıkla tımar yoklamaları yaptırdığı, hâli ve harâbe olmuş ya da yoklama esnasında mevcut görülmeyen dirlik sahibi tımar erbabının dirliklerinin ellerinden alındığı ve bunların yeni mukâta’a alanlarına dönüştüğü hakkında örnekler için bkz. Eftal Batmaz, “İltizâm Sisteminin XVIII. Yüzyıldaki Boyutları”, s. 43 v.d. Buradaki bir örnekte 1715 tarihinde Erzurum Eyâleti’nde yapılan bir tımar yoklaması sonucunda, 2119 tımarın defterden çıkarılarak, ayrı bir mukâta’a oluşturulmak üzere merkezî hazineye intikal ettirildiği ifade edilmektedir. Bunun yanında bir çok dirlik sahibinin ellerindeki dirliklerin hâsılatsız olduğu ve dirlik sahibi olmanın yükümlülüklerini yerine getiremedikleri gerekçesiyle kendi rızalarıyla dirliklerinden ferâgat ettikleri belirtilmektedir. (Bkz. Aynı yer) 336 HŞS 362 : 455. 337 HŞS 382 : 431. 338 Bkz. Yavuz Cezar, Osmanlı Maliyesinde Bunalım ve Değişim Dönemi, s. 34.

Page 102: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

93

Mîrî mukâta’alar havâs-ı hümâyûn’a dahil olup, tımar alanları dışında kalan

gelir türleriydi339. Mîrî mukâta’aları üzerlerine alan mültezimler âdetâ birer mâliye

görevlisi oldukları gibi, aynı zamanda bir örf yetkilisi olarak eyâlet ya da sancağa

bağlı olmadan doğrudan hazineye karşı sorumlu idiler. Dolayısıyla “mîrî mukâta’a”

haline dönüştürülmüş hâs veya çeşitli evkâf gelirleri, “serbestiyyet üzere” tasarruf

edilmekteydi340. Böylece bu yeni dönemde bir yanda iltizâm sisteminin uygulama

boyutları genişlerken, diğer yanda daha önce tımar sitemi içinde kalan ve bu yüzden

hazine muhâsebe kayıtlarında görülmeyen kalemler hazinenin denetimine geçmiştir.

Mîrî mukâta’a uygulaması başlangıçta sahipsiz kalan küçük dirlikler üzerinde

iken, giderek boyutlanmış ve daha sonra zeâmet ve nihâyet C.A. 1108/12 Ocak 1697

tarihli bir fermanla hâsları da kapsayacak şekilde genişlemiştir341. 18. yüzyıla

gelindiğinde ise sancaklar hatta eyâletler iltizâm usulü içine alınarak, aynı zamanda

bir mukâta’a hüküm bölgesi haline getirilmiştir. Bu yeni bir uygulamadır. Eyâlet

düzeyine yükseltilen iltizâm uygulaması sebebiyle taşrada, eyâlet ve sancak sınırları

içindeki klasik dönemin tımar nahiyelerinin yerini, mukâta’a hüküm bölgeleri

almıştır. Böyle bir kademeleme içinde, eyâlet ve sancaklar içinde oluşturulan

mukâta’aların yönetimi, genellikle daha önceki dönemin beylerbeyi, sancakbeyi veya

sancak mutasarrıflarına verilmiş ve böylece mültezim paşa veya mültezim valiler

ortaya çıkmıştır342.

Tüm bu anlatılanlardan sonra, elimizdeki belgelerin yardımıyla 17. yüzyılın

ikinci yarısından itibaren tespit edebildiğimiz mukâta’alaşma sürecinin Harput

Sancağı’ndaki boyutlarını incelediğimizde, şöyle bir yolun takip edildiği anlaşılıyor.

Öncelikle sancaktaki mukâta’aların durumunda görülen en önemli değişiklik,

klasik tımar uygulaması döneminde padişah hâsları olan dirlikler ve mirlivâ

hâslarının birleştirilerek bir mukâta’a hüküm bölgesi haline getirilmesidir. Evâil-i

Şevval 1074/ Mayıs 1664 tarihli bir iltizâm mektubunda, sancaktaki mukâta’alardan

339 Osmanlı klasik dönemindeki dirliklerin, 18. yüzyıla gelene kadar mîrî mukâta’a’lara dönüşme süreci ve bu durumun temel sebepleri hakkında daha ayrıntılı bilgi için bkz. Eftal Batmaz, XVIII, Yüzyıldaki Mâli Uygulamaların Osmanlı Taşra Yönetimi Üzerindeki Etkileri, A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Basılmamış Doktora Tezi), Ankara, 1995, s. 169-199. 340 HŞS 362 : 431. 341 Bkz. Yavuz Cezar, Osmanlı Maliyesinde Bunalım ve Değişim Dönemi, s. 35. (Transkripsiyonu için bkz. s. 313.) 342Tımar sistemindeki bu değişmeler ile taşra yöneticilerinin kimliklerinde ve görevlendiriliş biçimlerindeki yeni uygulamalar hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Özer Ergenç, “ XVIII. Yüzyılda Osmanlı Taşra Yönetiminin Mâli Nitelikleri”, s. 89 v.d.

Page 103: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

94

bahisle “varub livâ-i mezbûre mutasarrıf olub ve kazâ-i mezbûrede vâki’ havâss-ı

hümâyûn ve havâss-ı mirlivâya müte’allik kurâ ve mezâri’in a’şâr-ı şer’iyye ve

rüsûm-ı ‘örfiyyesini ve reâyâ-yı Erâmine’nin cizye, ispenç ve İslâmiye’nin resm-i

bennâk ve resm-i penbe ve resm-i ‘arûsiyye ve ‘adet-i âğnam ve kovan ve resm-i

cûllah ve tamgâ-yı siyâh ve bâc-ı ‘ubur ve bazâr-ı esbü ester ve ağnâm ve boyahâne

ve kirişhâne ve debbağhâne ve resm-i bazâr-ı rişte ve şemhâne ve rüsûm-ı mîrî ve

kapan ve ‘arûsiyye ve ihtisâb ve âsesiyye cürm-ü cinâyet ve bâd-ı havâlar -ki mirlivâ

ve havâss-ı hümâyûna müte’allik mukâta’attır- ve iki yüz doksan beş buçuk hane-i

avârızıyla ve ebvâb-ı mahsulâtını kanun-ı padişahî üzere ahz-u kabz idüb”

denilmektedir343. Bu ve benzeri belgelerden padişah ve sancakbeyi hâslarının

birleştirilerek tek bir mukâta’aya (mîrî mukâta’) dönüştürüldüğü anlaşılmaktadır. 1

Mart 1692 tarihli sicil kaydında ise “havâss-ı hümâyûn” gelirleri arasına dahil edilen

bu gelirler, oluşturuldukları sancak veya kazanın adıyla “mukâta’-ı Harput” şeklinde

tek bir isimle ifade edilmektedir344. Yani burada mukâta’a tâbiri sancakta bir şekilde

merkeze alınan tüm vergi ve sâir gelirleri ifade ederken, “Harput mukâta’ası”

denilince de sancakta bulunan tüm mukâta’alar kastedilmiş olmaktadır. Tabi bu

durum, daha önceki tımar uygulamasının sadece bir bölümünü kapsayan yeni bir

uygulamadır. Sancak içinde daha küçük boyutta oluşturulan diğer “mîrî mukâta’alar”

ya sancağın adını taşıyan büyük mukâta’aların “aklâm” veya “tevâbi” inden sayılmış

veya doğrudan hazinenin yönetimine bırakılmıştır.

“Ocaklık” olarak Van kalesi neferlerinin mevâcîblerine tahsis edilen sancak

mukâta’asının ilk başlarda sancakbeyleri tarafından iltizâm ve idare olunduğu, ancak

yüzyılın üçüncü çeyreğinden itibaren ocak mensuplarınca ve genellikle merkezden

tayin edilmeleri suretiyle bu işi yürüttükleri anlaşılıyor. Bu durumun sebepleri

üzerinde aşağıda durulacaktır. Bu kişiler tarafından ikinci defa iltizâma verilen

mukâta’alar ise, asıl mukâta’anın aklâmı içerisinde yer alan çeşitli mukâta’alardır.

Diğer yandan bu uygulama, önceki uygulamanın toptan ortadan kaldırıldığı

bir görünümde değildir. Yani bir tarafta klasik tımar sistemi sürdürülmekteyken, aynı

zamanda “mîrîden zabt” uygulaması devam etmekteydi. Örneğin 17. yüzyılın

sonlarına gelindiğinde hâlen sancakta tımar tevcihlerinin yapıldığını yine belgelerden

343 HŞS 368 : 398. 344“Mukâta’-ı Harput ma’a mirlivâ ve tamgây-ı siyah ve bâc-ı ‘übûr..”, HŞS 391: 435. Sancak mukâta’alarının “mukâta’-ı Harput” şeklinde ifade edildiği diğer örnekler için bkz. HŞS 391: 399, 436, 488, 489; HŞS 278 : s. 81-2; HŞS 388 : 310; HŞS 362 : 431

Page 104: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

95

öğreniyoruz345. Çeşitli sebeplerle mahlûl olduğu anlaşılan tımarlar, “sefere eşmek

şartıyla” başkalarına tevcih edilmiştir346. Kimi zaman, özellikle iltizâm usûlünün

başarısız olduğu anlarda eskiye dönüldüğü de oluyordu. Konuyla ilgili belgelerde bu

durumlar için bir dönem “sancaklık üzere tasarruf”, bir dönem “mîrîden zabt” gibi

deyimlere rastlanır347.

Sancak mukâta’alarının birleştirilerek toptan iltizâma verilmesinin ardından,

bir kısım gelirlerin Van kalesi neferlerine maaş mukâbili ocaklık şeklinde tevcihi,

yeni bazı gelişmelere sebep oldu. Öyle ki, yüzyılın sonuna gelindiğinde başlangıçta

sancağın bir kısım gelirleri mevâcîb olarak tahsis edilmişken, bu uygulama tüm

sancak gelirlerini kapsayacak şekilde boyutlanarak, üstelik mukâta’anın iltizâmla

idaresi tamamen bu ocak mensuplarının eline verilecekti.

Gelirleri kale neferlerine ocaklık olan mukâta’alar, defterleri verilip neferlerin

ağaları tarafından veya tayin ettikleri emînler tarafından zapt edilebilirdi. Ulûfeler de

zamanı geldiğinde yine bu kişiler tarafından ödenmekteydi. Öte taraftan mukâta’a

gelirinin tamamı değil de yalnızca bir miktarı ocaklık şeklinde tahsis edilmiş ise, bu

durumda ödeme mukâta’yı deruhte eden şahıslar (emîn, mültezim) tarafından ocaklık

sahiplerine yapılmaktaydı348.

1660’ların başına ait kayıtlardan, sancak gelirlerinin idaresinden henüz klasik

dönemde olduğu gibi merkez tarafından “emîn” tayin edilmiş sancakbeyinin sorumlu

olduğunu tahmin etmekteyiz349. Çünkü bu tarihte anladığımız kadarıyla sancak

gelirlerinden sadece bir kısmı ocaklığa tahsis edilmiştir. Safer 1072/Ekim 1661

tarihli bir ferman sureti, bizi doğrulamaktadır. Fermanda kazada yaşayan 1800 hane

zimmînin her birisinden 256’şar akçe alınarak Van Kalesi neferâtının mevâcîbleri

345 Örneklerimizdeki tımar tevcihlerine baktığımızda, bunların daha çok alaybeyi arzları ve merkezin onayı ile gerçekleştirildiği görülüyor. 1707 tarihli bir emr-i şerifte tımar tasarrufunda yaşanan sıkıntılar ve usulsüzlükler özetlenirken, alaybeylerinin çeşitli yolsuzluklarına da temas edilmektedir. Belgede belirtildiğine göre alaybeyleri, bazı dirlik sahiplerine isnatsız suçlar yükleyerek türlü bahaneler ile ellerinden mansablarını almakta ve bunu sırf “arz akçası” için yapmaktadırlar. Bkz. Özer Ergenç, “ XVIII. Yüzyılda Osmanlı Taşra Yönetiminin Mâli Nitelikleri”, s. 88. 346 HŞS 391 : 302, 338, 410, 423; HŞS 362 : 450, 451. 347Örneğin 1720 tarihli bir fermanda, Maraş Eyâleti’ne bağlı Ayıntâb, Malatya, Kars ve Zu’l-kadriyye Sancaklarının bazen malikâne, bazen mîrîden zabt ve bazen de sancaklık üzere ibkâ olunduğu belirtilmektedir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Özer Ergenç, “ XVIII. Yüzyılda Osmanlı Taşra Yönetiminin Mâli Nitelikleri”, s. 90. 348 Ayrıntılı bilgi için bkz. Baki Çakır, a.g.e, s. 92. 349 Bu dönemde Harput sancakbeyleri olarak görülen Abdullah Bey ve Gürünlü Yusuf Bey için bkz. HŞS 382 : 303, 454.

Page 105: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

96

için ocaklık tayin olunduğu bildirilmektedir350. Hatta ocak sahiplerine ödeme, sancak

mukâta’alarını iltizâma alan emîn veya mültezim tarafından yapılmaktadır. Örneğin

Evâhir-i Zilkâde 1074/Haziran 1664 tarihli bir ferman suretine göre, Van ocaklığı

içinde ve sancağa bağlı Kuzâbâd nahiyesindeki “havâss-ı humâyûn” köylerinden

Holvenk köyünün, “şen ve abâdân” edilmek üzere Süleyman’a 23.000 akçeye iki

seneliğine iltizâma verildiği, Süleyman’ın bu meblağı Harput emîni olanlara “sene

be-sene edâ ve teslim” etmesi istenmektedir351. Aynı şekilde, 20 R.A. 1073/1 Aralık

1662 tarihli bir ferman suretinde de, Van hazinesi defterdârı Abdülkerim’in arzına

binâen Harput mukâta’ası içinde, Van kulları ocaklığı olarak tahsis edilen cizye

gelirlerinin noksan toplandığı ve ocaklık gelirlerinin zarara uğradığından bahisle,

kadı ve mukâta’a emininden bu hususlara dikkat etmeleri istenmektedir352. Burada

Van hazinesinin öne çıkması muhtemelen, Diyarbekir hazinesinin 1071/1661 Mart

başlangıcında eyâletin “voyvodalığa” dönüştürülmesinin ardından lağvedilmesi

sebebiyledir353. Ayrıca bu tarihlerde örneğin Zilkâde 1072/Temmuz 1662 tarihli sicil

kaydında havâss-ı hümâyûn zabitleri olarak Abdullah Bey ve Ömer Çavuş’un

isimleri geçtiğine göre, mezkûrlar iltizâmı ortaklaşa almış olmalıdırlar354.

Nihayet, Evâil-i Şevval 1074/(Nisan sonu Mayıs başları) 1664 tarihli bir

iltizâm mektubunda Harput mukâta’asının Ömer Ağa’ya, seneliği 30.000 gurûştan iki

seneliğine toplam 60.000 gurûşa iltizâma verildiğini görüyoruz. Belgenin devamında,

Ömer Ağa’nın (bazen bey), bir önceki sene de söz konusu mukâta’ayı 27.000 gurûş

mukabilinde deruhte ettiğini ve hazinede hesabını kapattıktan sonra, 3000 bin gurûş

ziyadesiyle tekrardan iltizâma aldığını öğreniyoruz. İltizâmın hangi şartlarla alındığı

belirtilmese de belgeden, Ömer Ağa’nın “Van cânibi gönüllülerinin ihtiyar ve

emektarlarından” olduğu ve önceden de Harput Sancağı’nda mutasarrıflık yaptığı

anlaşılmaktadır355. Belge aynı zamanda klasik dönem sancakbeyi fonksiyonlarının

artık mültezimlere geçtiğini de kanıtlamaktadır. Nitekim sancağın mukâta’aya

bağlanan gelirleri, aslında tahrirlerde açıkça görebildiğimiz ve klasik dönemde 350 HŞS 382 : 476. 351 HŞS 368 : 385. 352 HŞS 278 : 86 353 Baki Çakır, a.g.e., s. 25. Aynı yazar, “XVII. Yüzyılda Osmanlı Taşra Maliyesinde Değişme: Diyarbakır’da Hazine Defterdarlığından Voyvodalığa Geçiş”, IX. International Congress Of Economic And Social History Of Turkey, (Dubrovnik, 20-23 August, 2002), Ankara, 2005, s. 93- 115. 354 HŞS 382 : 302. 355 HŞS 368 : 398.

Page 106: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

97

sancakbeylerine tahsis edilen hâslar ve havâss-ı hümâyûn içerisinde yer alan çeşitli

vergi kaynaklarıdır.

Görüldüğü gibi geliri “ocaklık” olarak tahsis edilen sancak mukâta’ası, ocak

ileri gelenlerince deruhte edilebildiği gibi, mukâta’anın aklâmından bazı mukâta’alar

da (genellikle köyler) bir başkasına iltizâma verilebilmekte ve aşağıda vereceğimiz

örneklerde görüleceği üzere merkeze arz edilip, o şahsa berât ettirilebilmekteydi.

Örneğin Şevval 1074/ Mayıs 1664 tarihli kayda göre havâss-ı hümâyûn kurâlarından

Kuyulu, Şems ve Tolon isimli köylerin “gılâl-ı mahsulatları, cizye ve ispençe ve

‘avârız ve pembeleri gayr-ı ez hisse-i vakf ve maktu” ları, Ömer’e 1950 riyâli gurûşa

“ber-vech-i peşin” iltizâma verilmiştir356. Benzer şekilde Sarını köyünün de “gılâl-ı

mahsulâtı ve bennâk ve mücerredleri ve ‘avârız ve bâğât ve penbe ve pirinç, bostan

ve vakf ve maktu’ları gerek ziyan ve gerek faide ile” kârye-i mezbur re’ayâlarından

Şaban, Osman, Ömer, Mahmud, Halil Beşe ve Nikogos zimmi ve İsmail ve Abdal

isimli kişilere ber-vech-i iştirâk ve ber-vech-i peşin 80 riyâli gurûşa iltizâma

verilmiştir357.

Bu durumun yaygın bir uygulama olduğu anlaşıyor. Örneğin R.A. 1077/Eylül

1666 tarihinde Harput mukâta’a emîni Ahmed Ağa, Diyarbekir (Amid) divanına

gönderdiği arz-ı halde, bazı kişilerin pek çok köyü deruhte etmelerine rağmen

ödemeleri gereken meblağları “vermekten ta’allül ettikleri”nden şikayetçidir358.

Benzeri bir şikâyet, Muharrem 1075/Temmuz 1664 tarihli bir ferman suretinde dile

getirilmektedir. Söz konusu belgede Van defterdârı Yahya’nın merkeze gönderdiği

arzdan bahsedilmektedir. Yahya’nın dediklerine göre, Van kullarına ocaklık olan

Harput mukâta’asına tâbi bir kısım köyler, Harput ümenâsı ve bazı ağaların arzı ile

bir takım kimselere deruhte edilmektedir. Şikâyet konusu ise, böyle bir uygulamanın

mukâta’ayı zarara uğrattığıdır. Yahya’nın istediği, bu şekilde yani ümenâ ve ağalar

temessükleriyle deruhte edilen iltizâmların feshedilmesi ve ellerinde bulunan

temessüklerin geri alınmasıdır. Emr-i şerifte ocaklık durumu hatırlatılarak, bu tür

uygulamalardan sakınılması tembîh edilmektedir359.

356 HŞS 368 : 438, 439. 357 HŞS 368 : 443. 358 HŞS 278 : 88/2. 359 HŞS 368 : 378.

Page 107: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

98

Gurre-i R.A. 1103/22 Aralık 1691 tarihli bir fermana istinâden gönderilen

buyrulduya bakılırsa bu konudaki suiistimallerin oldukça arttığı gözlenmektedir.

Harput kadısına hitaben gönderilen buyrulduda, Van kullarının Harput mukâta’a

emininin arzından bahisle, havâss-ı hümâyûn köylerinden çoğu kişinin bu yerleri

çiftlik olarak maktu’ ile aldığını ve kaynağı belli olmayan temessükler ibraz

ettiklerine yer verilmektedir. Dolayısıyla mukâta’aya ve neferlerin mevâcîblerine

zarar verdiği gerekçesiyle, söz konusu çiftliklerin mukâta’a eminlerince zabtı

emredilmektedir360.

Bu şikâyetlerden mevâcîblerin zamanında ödenememesi veya eksik ödenmesi

gibi bir durumun söz konusu olduğu anlaşılıyor. Nitekim sınır bölgelerindeki gelir

kaynaklarının çevredeki kale askerlerine ocaklık tahsis edilmesi yerine, bunların

padişah hâssı olarak ayrılıp emîn ve mültezimler aracılığıyla yönetilmesinin, devlet

için gerektiği kadar verimli ve elverişli olmadığı kanaatine varılmış olsa gerek, bir

süre sonra mukâta’aların doğrudan ocak ileri gelenlerinin (ağalarının) yönetimine

verildiği anlaşılıyor. Örneğin, elimizdeki 13 Zilkade 1082/12 Mart 1672 tarihli ve

İstanbul mahreçli bir ferman suretinde bu durum açıkça görülmektedir. Fermanda

belirtildiğine göre, Van kalesi gönüllülerinin sağ kol ağası Hüseyin ve sol kol ağası

Hasan ve kale-i mezbûr dizdârı Mehmed ve garîbler ağası Yakub ve Çavuşlar

kethüdâsı Mehmed’in Divan’a arz göndererek “Harput mukâta’ası nükûdu ve gulâm

ve bağâtı ve adât-ı ağnâm ve bâd-ı havâ ve cürm-i cinayet ve sâir rüsûmatları ve

bâc-ı ‘übûr ve boyahâne ve haracı kendülerine ocaklık ta’yin” edilmiş olmakla

birlikte “Diyarbekir hazinesinden ta’yin olunan kırk bin gurûş mukabelesinde

Diyarbekir valisi tarafından, mirlivâ tarafından ve Diyarbekir defterdarı cânibinden

dahl ve taarruz olunmamak şartiyle ber vech-i ocaklık sadaka buyrulursa kabul

ederiz” demekte ve mukâta’anın yönetimi için “asitâne-i saadetten berât-ı âlîşân”

talep etmektedirler361. Kaldı ki, IV. Mehmet’in tahttan indirilmesi ile sonuçlanan

1687-1688 tarihli ayaklanma sırasında merkezî askeri birliklerden sipahi ve

silahtarlar, mukâta’aların kendileri tarafından işletilmesini istemişlerdir. Oysa

ocaklık tahsis edilen mukâta’aları iltizâma alan ağalar, askerlerin maaşlarını

ödemekte ihmalkâr davranmakta ve merkeze şikâyete konu olmaktaydılar362.

360 HŞS 391 : 417. 361 HŞS 362 : 431. 362 Bkz. Baki Çakır, a.g.e., s. 91.

Page 108: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

99

Ocak mensuplarının kendi gelir kaynaklarıyla yakından ilgilenmelerinin,

mukâta’anın verimini daha da arttıracağı ve belki bu şekilde merkezden nakit para

göndermenin gerekmeyeceği düşünülmüş olsa da, pratikte bunun sanıldığı gibi

gerçekleşmediği, yukarıda verilen örneklerden anlaşılmaktadır. Hatta düşünülenin

aksine, mukâta’a gelirlerinde azalma söz konusudur. Mesela, Mart 1672 tarihli

yukarıda verilen ferman suretinde sancağın 40.000 bin gurûş mukabilinde ocaklık

olarak tevcih edildiği ve bu meblağın hangi vergilerden ve ne kadar miktara göre

hesaplandığı belirtilmekte ve kırk bin gurûş rakamı tutturulmaktadır. Oysa 16 Şaban

1103/3 Mayıs 1692 tarihli iltizâm mektubundan anlaşıldığına göre, aradan geçen

yaklaşık yirmi yıl zarfında, sancak mukâta’asının toplam ederi 40.000 bin gurûştan

22.341 riyalî gurûşa gerilemiştir363. Gurre-i Receb 1104/8 Mart 1693 tarihinde yani

bir yıl sonra ise mukâta’anın 15.256 riyalî gurûşa iltizâma verildiğini görüyoruz364.

Mukâta’anın değerindeki bu düşüşün sebebini, kullandığımız belge gurubuna

göre tespit edebilmemiz ne yazık ki mümkün görünmüyor. Ancak konuyla ilgili

farklı kaynakların incelenmesiyle bu durumun sebebini, yüzyılın genel ekonomik ve

siyasi şartları çerçevesinde anlamlandırmak mümkün olabilir.

Ocak ağalarının, bir süre daha Harput sancak mukâta’asını iltizâma almaya

devam ettikleri anlaşılıyor. Bu iltizâm işlemi bazen ocak ağalarının tavsiyeleri ile

merkeze bildirdikleri arz sonucunda tek bir kişi üzerinde gerçekleştirilirken, kimi

zaman iltizamı alanlar direkt ocak ağalarından birileri olabilmekteydi. Bu durumu

yine elimizdeki belgelerden somut hale getirebiliriz. Örneğin, yukarıda verdiğimiz 16

Şaban 1103/3 Mayıs 1692 tarihli ve Van mahreçli belgeden tespit ettiğimize göre,

40.000 riyalî gurûş mukabelesinde Van Ocaklarına tahsis edilen mukâta’a-ı Harput

22.341 riyalî gurûşa365, El-Hac Ali Ağa’ya 1103 Mart başlangıcından itibaren bir

yıllığına iltizâma verilmiştir. Belgenin Van çıkışlı olması ve “müzâyede eylediği”

ifadesine bakılırsa, iltizâmın başkentten değil Van hazinesinden ve müzâyede ile

gerçekleştirildiği anlaşılıyor366.

363 HŞS 391 : 436. 364 HŞS 391 : 489. 3651691-1698 tarihlerinde İspanya asıllı bir para olan 1 riyalî gurûşun değeri , 120-160 akça arasında değişmektedir. Bkz. Şevket Pamuk, Osmanlı İmparatorluğu’nda Paranın Değeri, s. 152; Ahmet Tabakoğlu, Türk İktisat Tarihi, s. 274. 366 XVII. Yüzyıl ortalarına doğru eyâlet hazinelerine bağlı mukâta’alar, merkez tarafından iltizâma verilmeye ve eyâlet hazinelerine nakit olarak ödenmesi gereken irsaliyenin bir kısmı peşîn veya peşînler de merkezî hazine tarafından tahsil edilmeye başlanmıştı. Eyâlet hazineleri tarafından ise Eyâlet hazinelerine bağlı olup İstanbul’da peşîn ile deruhte edilen mukâta’alara ait gelirlerin geri

Page 109: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

100

Sancak mukâta’asının niteliğine baktığımızda, Mayıs 1664 tarihli iltizâm

berâtıyla yukarıda verilen Mayıs 1692 tarihli berât arasında geçen yaklaşık otuz yıl

müddetince mukâta’anın içeriğinin hemen hiç değişmediği, mukâta’a kapsamındaki

vergilerin içeriklerinden ise klasik dönemdeki sancakbeyi görevlerinin mültezimlerce

yerine getirildiği anlaşılıyor.

Bir yıllığına Harput mukâta’asını iltizâma aldığını belirttiğimiz el-Hac Ali

Ağa’dan sonra mukâta’anın, yeniden Van Ocaklarına bağlı ağalar tarafından üstelik

daha düşük bir meblağla iltizâm edildiği görülüyor. Gurre-i Receb 1104/8 Mart 1693

tarihli ve yine Van mahreçli iltizâm berâtıyla “sene-i sâbık ola geldiği üzere” Harput

mukâta’ası, 15.256 riyâli gurûşa Van maliye defterdârı Ahmed’in de tasvibiyle sâbık

Yemin Ağası Halil Ağa ve Yesar Ağası Hüseyin Ağa tarafından ortaklaşa deruhte

edilmiştir. Bir önceki yılla kıyaslandığında, mukâta’anın değerinde yaklaşık 7000 bin

gurûşluk bir azalma gözlenmektedir.

Geniş ölçekte bakıldığında yaşanan ekonomik olumsuzlukların, 1683-1699

yılları arasında devam eden uzun savaşlarla ilgisi olduğu muhakkaktır. Ancak

yaşananları Harput Sancağı açısından ele alacak olursak, bu kötü gidişin muhtemel

sebebini iltizâm şartlarını yerine getirmenin güçlüğü ve mukâta’aya olan talebin

azalmasına bağlamak ta mümkündür. Zira Harput mukâta’ası genellikle bir yıllığına

iltizâma verilmekte ve iltizâm edenler sıkça değişmektedir. Örneğin El-Hac Ali

Ağa’dan hemen önce sancağın, Ali Bey ve Ahmed Bey tarafından ortaklaşa tasarruf

edildiği tahmin edilmektedir367. 1692 tarihli bir başka belgede, mukâta’a-ı mezburun

emîni olarak Mehmed’in adı geçmektedir. Kendisi, Katip Osman adında bir kişiye

Bağdur ve Hacımerik isimli köyleri 4000 akça karşılığında maktû’a vermiştir368.

Yine 1104/1693 tarihli bazı belgeler “mirlivâ-i Harput” Osman Bey imzalıdır369.

Sancak mukâta’asının değerinde görülen bu azalma, aslında yerli ahâlinin

ekonomik durumunu yansıtan önemli ip uçları da içermektedir. Örneğin, 15 R.A.

kalan taksitleri tahsil edilmekteydi. İstanbul’dan berat ile tayin olunmayıp Eyâlet hazinesi tarafından deruhte edilmesi gereken mukâta’alar da, Eyâlet divanları kararlarıyla (tezkeresi), mukâta’anın gelirlerinde artış yapan taliplere verilmekteydi. Nitekim Diyarbekir Voyvodalığa dönüştürülerek, hazinesi 1071/1661 tarihinde lağvedilmiştir. Bkz. Baki Çakır, a.g.e., s. 25-27. Ayrıca Diyarbekir Voyvodalığı için bkz. İbrahim Yılmazçelik, “Malî ve İdarî Bir Birim Olarak Diyarbakır Voyvodalığı”, XIII. Türk Tarih Kongresi (4-8 Ekim 1999), Bildiriler, C. III, Ankara, 2002, s. 2029-2047. 367Belgede Han isimli köydeki bir mevzînin 1102/1690 senesinde Harput eminleri Ali ve Ahmed Beyler tarafından tapu edildiği belirtiliyor. HŞS 391 : 285. 368 HŞS 391 : 412. 369 HŞS 391 :172, 175.

Page 110: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

101

1103/4 Ocak 1692 tarihli bir ferman suretinde Van kalesi ocaklıklarından olup 281

ve 1 rub’ avârız-hânesine sahip Harput kazası ahâlisinin arzına yer verilmektedir.

Belgenin devamında Harput ahâlisinin fakîr ve hânelerinin kesîr oluşu sebebiyle

vergide indirim yapılması istekleri merkez tarafından olumlu karşılanmakta ve

“ahvâllerinin zayıf” olması sebebiyle 51 ve 1 rub’ avârız-hânelerinin “ref’” ve

“tenzîl” edildiği belirtilmektedir370. Tespit ettiğimiz diğer bir belge, halkın içinde

bulunduğu ekonomik durumun bir başka boyutunu göstermektedir. Belgede Vali

Kenan Paşa’nın konak masrafı için Harput ahâlisinden istenen akçe, ahâlinin

birbirlerine kefaletleriyle varlıklı kimselerden alınan borçla ödenmiştir. Birbirlerine

kefil bi’l-mâl olmaları sebebiyle borcu ortak ödemeleri gerekirken, bazılarının buna

yanaşmaması şikayet konusudur371.

İltizâm uygulamasının bir üçüncü boyutu ise, 1695’ten itibaren mukâta’aların

malikane usulüyle işletilmesidir. Nitekim 1697 tarihinde malikâne olarak verilen

hâsların içerisinde Harput Sancağı, 62.746 akçe senelik mâl ve 13.440 akçe muaccele

bedeliyle yine “Ocaklığa” malikâne olarak verilmiştir372. Ancak, hâs ve ocaklık

halindeki mukâta’alar malikâne sistemine dâhil edilip satılsalar bile eski hüviyetlerini

koruyacaklardı. En yüksek malikâne bedelini teklif eden malikâneci, senelik mâlını

yani senelik ödemesi gereken vergi bedelini, hâs ve ocaklık sahiplerine dört taksitte

gönderecekti373. 18. yüzyılın ilk yarısına ait elimizdeki 20 R.A 1137/6 Aralık 1724

tarihli sicil kaydından edindiğimiz bilgilere göre Harput hâssı mukâta’ası, malikâne

olarak el-Hac Burhâneddin ve oğlu Ahmed’in uhdesindeydi ve malikâneyi alanlar,

yine Van kalesi neferâtının mevâcîbleri ait miktarı ödemek zorundaydılar374.

18. yüzyılın ilk yarısında Harput mukâta’asının yine Van kullarının ocaklığı

olarak iltizâma verildiğini görüyoruz. C.E. 1123/Haziran 1711 tarihli iltizâm

berâtında belirtildiğine göre, sancak mukâta’ası bu defa Mehmed Ağa’ya ve yine

ocakları tarafından 24.506 riyalî gurûşa iltizâm edilmiştir. Daha öncekiler gibi,

Mehmed Ağa da mukâta’anın bir kısım gelirlerini ikinci kez iltizâma vermekte ve

370 HŞS 391: 440. 371 HŞS 382 : 503, 508. 372 E. Özvar, a.g.e., s. 41. 373 E. Özvar, a.g.e., s. 38. 374 “..Hazîne-î Âmiremde mahfûz baş muhasebe defterine nazâr olundukta hasshâ-i Harput ma’â mahsulü sancak ve tevabii mukâta’asının senevî 27.550 gurûş mâlı olup, ber vech-i ocaklık Van kal’ası neferâtına virilmek üzere mümâ ileyhümânın malikâne üzerlerinde olduğu..”, HŞS 396 : 37.

Page 111: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

102

bunu mütesellimi vasıtasıyla gerçekleştirmektedir. Bu dönemde görülen değişik bir

uygulama ise, geliri ocaklığa ayrılan Harput köylerinden bazılarının, Keban madeni

emînlerinin iltizâmına verilmesidir375.

Bu uygulamada ikinci mukâta’alaşma döneminde ve buraların aklâmından

(tevâbiînden) sayılanların, yönetsel açıdan voyvodalık diye adlandırıldıkları da

görülmektedir. Ancak 17. yüzyılın ikinci yarısına ait Harput kadı sicillerindeki bazı

belgelerde rastladığımız “voyvoda” kelimesi, Diyarbekir mahreçli ve biri 1672 diğeri

1692 tarihli vergi konulu her iki mektupta geçtiği şekliyle376, Harput Sancağı’ndaki

her hangi bir yönetim birimiyle doğrudan alakalı görülmüyor. En azından sancakta

voyvodalıkla idare edilen bir birimin varlığı hakkında somut bilgiye sahip değiliz.

Dolayısıyla kimi belgelerde rastladığımız ve bazı fermanlarda kadı ile birlikte

kendilerine hitap edilen voyvodaların mültezim voyvodaları oldukları, ancak bu

kişilerin yönetim ve yetki alanları konusunda bilgi edinemediğimizi belirtelim377.

Kaldı ki bu konuda tespit ettiğimiz ve bizzat Harput voyvodasından bahsedilen

belgenin tarihi, çalışma aralığımızın dışındadır ve Şevval 1136/23 Temmuz 1724

tarihlidir. Sözü edilen kişi ise Harput Voyvodası el-Hac Ahmed Ağa’dır378.

375 Bkz. Fahrettin Tızlak, a.g.e., s. 187. 376 HŞS 362 : 501. Nitekim 1692 tarihli belge Diyarbekir Voyvodası Ali Ağa tarafından vergi tahsiline memur edilen Ali Kethüda ile ilgilidir. HŞS 391 : 377. 377 Söz konusu fermanda Harput’ta mültezim voyvodalarının haksız vergi toplamaları üzerine ahalinin merkeze adam göndererek ‘arz ile şikayet de bulundukları belirtilmekte ve kadıdan, durumun ‘arz edildiği üzere olup olmadığının araştırılması ve doğru ise söz konusu voyvodaların “muhkem tenbih ve te’kid” edilmesi, şayet ‘inad üzere olurlarsa yazılıp bildirilmesi emredilmektedir. Belgenin devamında belirtildiğine göre voyvodalar halktan arpa, saman, koyun, kuzu, bal, yağ ve sâir bunların emsâli şeyler ile öşür ve ispençeden başka yemlik, tuzluk, ambar kirası, kilecilik ve hizmetkâr akçesi gibi ekstradan vergiler almaktadırlar. HŞS 382 : 470 378 HŞS 396 : 97. Ayrıca daha onceki bazı belgelerde “Harput Voyvodası İzzetlü el-Hac Ahmed Ağa” veya “kıdvetü’l emâcîd ve’l‘ayân Harput Voyvodası el-Hac Ahmed Ağa” tabirleri kullanılmaktadır. HŞS 396 : 35, 39, 46, 54, 84.

Page 112: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

103

İKİNCİ BÖLÜM

MEKÂN ÜZERİNDE YÖNETİM ÖRGÜTLENMESİ

A- Örfî Yöneticiler

1- Kimlikleri Bakımından Sancakbeyleri / Mütesellimler

17. yüzyılın ortalarından itibaren ağırlığı gittikçe hissedilen mukâta’a ve

iltizâm uygulaması sonucu başta sancakbeyleri olmak üzere, üst düzey askerî ve sivil

idarecilerin kimliklerinde ve atanma biçimlerinde bazı değişiklikler görülmektedir.

Dolayısıyla bu bölümde söz konusu tarihte hız kazanan ve sancaktan mukâta’aya

geçiş yahut dönüşüm diyebileceğimiz süreçte Harput Sancağı’ndaki mevcut idarî

yapıyı, askerî-idarî ve adlî-idarî açılardan irdelemeye ve anlamaya çalışacağız. Daha

doğrusu 1661-1693 tarihleri arasında, benzer konularda imparatorluk genelinde

görülen yaygın uygulamaların (değişimlerin), taşradaki yansımasını ve bu yeni

uygulamaların Harput Sancağı’nda hangi şartlar sonucu ve ne boyutlarda cereyan

ettiğini, belgelerden elde ettiğimiz veriler ölçeğinde tahlil edeceğiz.

Konunun başında belirttiğimiz gibi bu çalışmada kullanılan siciller sancaktaki

diğer (daha alttaki) görevlilerin isimleri dışında kimliklerini, görev tarihlerini, tayin

ediliş biçimleri ve bu kişilerin öz niteliklerinde görülen değişimi tespit etmemize

imkan sağlayacak zenginlikte değillerdir. Bu sebeple aşağıda, 17. yüzyılın sonlarına

doğru sancağın üst düzey yönetiminde meydana gelen değişimin, daha alt düzeydeki

örgütlenmeye hangi boyutlarda ve nasıl yansıdığı, toplumsal ilişkileri ne yönde

etkilediği ve bu üst düzey idarecilerin yönetim fonksiyonları üzerinde durulacaktır.

Bilindiği gibi Osmanlı klasik döneminde taşra yönetiminin iki temel birimi

vardı. Bunlar askerî-idarî (örfî) açıdan oluşturulmuş sancak ile adlî-idarî (şer’î)

açıdan oluşturulmuş kaza idi. Sancak, askerî-idarî ve malî yönden tımar sistemi

içerisinde Osmanlı İmparatorluğu’nun taşra yönetimindeki ana birimdir. Öyle ki,

eyâletlerin idari yapılarındaki düzenlemelerle birlikte sayıları imparatorluk yıkılana

kadar devamlı değişmişken, sancak taksimatı nispeten sabit kalmıştır379.

379 İlk Osmanlı devrinde temel idari birim sancaktı ve idarede sancak temeline dayanan bölümlenme, eyâlet birimine rağmen 19. yüzyıla kadar devam etmiş ancak Tanzimat’tan sonra taşradaki örgütlenme vilayet (eyâlet) esasına göre düzenlenmiştir. İlber Ortaylı, Türkiye İdare Tarihi, Ankara, 1979, s. 184.

Page 113: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

104

Nitekim Osmanlı padişahları bir bölgeyi yönetmek üzere ilk yıllardan itibaren

başlıca iki yönetici atamışlardı. Bunlardan ilki askerî sınıf kökenli ve sultanın

yürütme gücünü temsil eden bey (beylerbeyi, sancakbeyi), diğeri de ulemâ kökenli ve

padişahın yasal yetkisini temsil eden kadı idi.

Mekânda temel idari birim olarak kabul edilen sancaklar, askerî-idarî

bakımdan sancakbeyinin yönetiminde olmakla birlikte 15. ve 16. yüzyıllarda devlet,

yeni fethedilen yerleri sancakbeylerinin doğrudan yönetimlerine vermiş ve bunların

başına bir beylerbeyi atamıştır380. Osmanlı Devleti’nin en temel kurumu olan tımar

sistemi de, ancak bu sancak sistemiyle Osmanlı yasa ve yönetiminin yeterince

yerleştiği bölgelerde uygulanabilmiştir381.

Sancak yönetiminin başında bulunan ve 16. yüzyıldan itibaren “mirlivâ”

olarak da adlandırılan382 sancakbeyi, yönetmekle mükellef olduğu sancağın âmiri ve

aynı zamanda ilgili yörenin askerî birliklerini toplayan bir kumandan idi383. Bunun

yanı sıra sancakbeyinin, idaresi altındaki bölgede güvenliği sağlama ve suçluları

cezalandırma gibi pek çok görevleri de bulunmaktaydı.

Genel olarak Osmanlı klasik döneminde bir sancakbeyi atanırken özetle, o

kişinin (kulun) kendisine verilen bir görevde başarılı olması durumunda, bağlı

bulunduğu makam sahibinin arzı veya re’sen padişah tarafından atandığını

görülmektedir. Bu durum kendisine ve atandığı sancağın kadılarına bir fermanla

resmen bildirilmekte, sancakbeyi olarak atanan kişiye merkez tarafından “berat”

verilmesiyle atama işlemi tamamlanmaktaydı384. Aynı şekilde bu dönemde taşrada

görevli üst düzey memurlar da belirli kariyer basamaklarından geçmiş kişilerdi ve

merkez bu sayede uzun bir süre taşrayı kontrol imkânına sahip olabilmişti385.

380 14. yüzyıl boyunca beylerbeyi taşra kuvvetlerinin komutanı ve civardaki sancakbeylerinin âmiri durumundaydı. Bu dönemde beylerbeyiler belli bir bölgenin idarecisi olmak yerine bütün ordu işlerinden sorumlu bir kimse hüviyetindedirler Savaş zamanlarında kendi bölgelerindeki sancakbeyleri ile tımarlı sipahileri maiyetine alarak emredilen yerde orduya katılmak zorundaydılar. Sefere memur olduklarında ise yerlerine vekil olarak “mütesellim” denilen kişiyi bırakırlardı. Bkz. Yusuf Halaçoğlu, XIV-XVII. Yüzyıllarda Osmanlılarda Devlet Teşkilâtı ve Sosyal Yapı, s. 83-85; N. Göyünç, “Osmanlı Devleti’nde Taşra Teşkilâtı”, s. 431-436. 381Eyâlet yönetimi ve tımar sistemi hakkında ayrıntı için bkz. Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klâsik Çağ (1300 - 1600), s. 108-114. 382 Tuncer Baykara, a.g.e., s. 36. İncelediğimiz sicillerde bu konuda pek çok örnek bulunmaktadır. HŞS 391: 41,125, 172, 175, 394; HŞS 362 : 138, 527; HŞS 278 : 83, 87; HŞS 382 : 51. 383 Metin Kunt, a.g.e., s. 16; Vecihi Tönük, a.g.e., s. 65. 384 Özer Ergenç, Ankara ve Konya, s. 67. 385 Osmanlı merkez ve taşra bürokrasisi hakkında geniş bilgi için bkz. Hüseyin Özdemir, Osmanlı Devleti’nde Bürokrasi, İstanbul, 2001; Yusuf Oğuzoğlu, Osmanlı Devlet Anlayışı, İstanbul, 2000, s.

Page 114: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

105

17. yüzyıla gelindiğinde klasik düzenin bazı sebepler yüzünden bozulmasıyla

başlayan süreç daha da hız kazandı ve başta tımar sistemi olmak üzere pek çok

alanda değişik uygulamalara gidildi. Bu durumun tabii sonucu olarak, eyâlet ve

sancak idarecilerinin atanma usullerinde ve kimliklerinde bazı değişiklikler yaşandı.

Örneğin bu yüzyılda sancakbeyliğinde başarı ve liyakat göstererek vali olabilme gibi

geleneksel teşkilat uygulaması bozulmuş sayıları gittikçe artan vezir rütbeli paşaların

saray çevresinde yürüttükleri ince diplomasi neticesinde tayinlerini yaptırmaları

mümkün olabilmiştir386. Öyle ki isyan eden veya zorbalık yapanlara bile sancak

tevcihlerinin yapıldığı bilinmektedir387. Sancaklarda sancakbeyinin vekili durumunda

olan mütesellimlerin çoğu yerli ailelerdendi388 ve bulundukları mahallin servet ve

nüfûz bakımından kuvvetli ailelerinin mensuplarıydı. Bu kişiler mütesellimlik,

voyvodalık ve muhâssıllık gibi görevleri ele geçirerek etkinliklerini daha da

arttırmanın peşindeydiler389.

16. yüzyıldan 17. yüzyıla geçişte üst düzey yönetici atamalarında yaşanan

değişimin en önemli yönlerinden bir diğeri de, bu kişilerin mesleklerinin daha

başlangıcında taşraya gönderilip orada yükselmelerindense, artık daha yüksek

rütbelerle hatta bazıları beylerbeyi olarak İstanbul’dan taşraya gönderilmeleridir.

27-75. Tanzimat dönemi için bkz. Musa Çadırcı, Tanzimat Döneminde Anadolu Kentleri’ni Sosyal ve Ekonomik Yapıları, Ankara, 1991. 386 Bkz. İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. 3, Ankara, 1983, s. 292. 387 Bu konuda Barkey, 17. yüzyılda Celali İsyanları ile doruğuna ulaşan siyasi bunalım sırasında Osmanlıların esnek davranarak ve müzakere becerilerini kullanarak merkeze karşı ayaklanan pek çok kişi veya kesime üst düzey yöneticilikler vererek yanlarına çekmeyi başardıklarına dikkat çekmektedir. “devletin icraatlarını belirleyen pratik kaygı, ülkeler arası alandaki meselelerle ülke içindekiler arasında bir denge tutturulmasıydı. Devletin karar alma aygıtı, asilerin üstüne mi yürüyeceğine yoksa onlarla anlaşma yoluna mı gidileceğine bu kıstasa göre karar veriyordu. Bu anlaşmaların, asileri denetim altına almaya, onlardan yararlanmaya ve daha sonra onları saf dışı bırakmaya yönelik daha geniş bir planın parçası olduğu, Celâlilerin gönderildikleri yerlerden belliydi. Yakalanan asiler, mümkün olduğunca sınır bölgelerine çeşitli resmi görevlerle (Beylerbeylik gibi) gönderiliyor, savaşların kesintisiz olduğu bu bölgelerdeki acımasız koşulların her hangi bir asi için yeterli bir ceza olacağına inanılıyordu. Eşkıyaların uç bölgelerine-özellikle buralar İranlılar ya da Avusturyalılarla yapılan savaşlara sahne olduğunda- gönderme uygulaması, 17. yüzyılda da devam etti. Belli ki devlet bu bölgelerde bulunacak fazla ordulardan yararlanmak istiyordu. Örneğin Deli Hasan, batı cephesine beraberinde 10.000 asker getirdi”. Diğer örnekler için bkz. Karen Barkey, Eşkıyalar ve Devlet: Osmanlı Tarzı Devlet Merkezileşmesi, (Çev. Zeynep Altok), İstanbul, 1999, s. 195-237. 388 Yücel Özkaya, XVIII. Yüzyılda Osmanlı Kurumları ve Osmanlı Toplum Yaşantısı, s. 16. 389 Özellikle mukâta’a ve iltizâm uygulamasının yaygınlaşmasıyla birlikte taşradaki varlıklı ailelerin bu işlere el atması sonucunda, malî ve siyasî açılardan büyük güç kazandıkları bilinmektedir. Örneğin 18. ve 19. yüzyıllar arasında Manisa ve civarında iltizâm suretiyle mültezim ve daha sonra mütesellimliğe kadar yükselmiş Karaosmanoğulları için bkz. Yuzo Nagata, Tarihte Ayanlar: Karaosmanoğulları Üzerine Bir Deneme, Ankara, 1997. İmparatorluk geneli için bkz. Yücel Özkaya, Osmanlı İmparatorluğu’nda Âyânlık, Ankara, 1994.

Page 115: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

106

Kunt, bunu 17. yüzyılda Osmanlı merkezîyönetiminin taşra yönetimine doğrudan

doğruya ve daha yüksek rütbelerle el koymak istemesi ve merkezî gücün yeniden

arttırılması şeklinde değerlendirmektedir390. Yine Kunt’un çalışmasında belirttiği

gibi, 1568-1574 tarihleri arasında sancakbeylerinden % 67.8’i taşra, % 32.2’si

merkez-saray kökenli iken 17. yüzyıla gelindiğinde, örneğin 1632-1641 tarihleri

arasında yukarıdaki durum tersine dönmekte ve sancakbeyi tayin edilenlerden %

49.2’sinin saray ve % 25.4’nün taşra kökenli, % 15.9’unun da ümera akrabası veya

kapısı halkından oldukları tespit edilmektedir391.

Buraya kadar bahsedilenler klasik dönemdeki uygulamaların aksine, ülke

çapında özellikle taşra idaresinde görülen farklı eğilimlerin genel tespitini yapmaktan

ibaretti. Asıl üzerinde durmak istediğimiz ise, 17. yüzyılın ikinci yarısından 18.

yüzyılın başlarına kadar geçen sürede Harput’ta sancakbeyliği yapmış olanların

mensup oldukları zümre ve kimliklerinde ne tür değişikliklerin yaşanmış olduğudur.

İncelediğimiz dönemde tüm Anadolu şehirlerinde olduğu gibi392, Harput

Sancağı’nda da üst düzey yönetici olarak mütesellimleri görmekteyiz. Genel olarak

16. yüzyılın ikinci yarısında itibaren vali veya bir sancakbeyinin, atanmış olduğu

görev yerine gidinceye kadar atandıkları bölgeyi yönetmek üzere kendi adamlarından

görevlendirdiği kişiye mütesellim denilirken, 17. yüzyılda mütesellimler giderek

sancakbeyinin yerini almaya başlamışlardır393.

Bu dönemde Harput sancakbeyleri / mütesellimlerinin kimliklerine ilişkin

yaptığımız tespitler sonucunda, aşağıdaki tabloyu elde etmekteyiz.

390 Metin Kunt, “Karşılaştırmalı Tarih Üzerine”, Toplumsal Tarih, 19 (114), İstanbul, 2003, s. 114. 391 Metin Kunt, Sancaktan Eyâlete, s. 72. 392 Bkz.Musa Çadırcı, a.g.e., s. 23. 39317. yüzyıldan itibaren birçok Osmanlı kurumunda önemli değişiklikler yapılmış ve dolayısıyla mütesellimlik de farklı bir hal almaya başlamıştır. Özellikle 1627’den sonra yüksek görevler alması gerekenlerin sayıları artınca, rütbelerine uygun boş Eyâlet bulunmaması üzerine kendilerine görev verilmeyen pek çok bey ve paşaya bazı sancakların idarî gelirleri “arpalık” olarak tevcih edilmiştir. Söz konusu bu kişiler, bu yerlere kendileri gitmeyerek yerlerine mütesellimler göndermişlerdir. İltizâm uygulamasının başlamasıyla birlikte mukâta’aları iltizâma alan mültezimler de kimi zaman yerlerine mütesellimler tayin etmişlerdir. Ayrıca bazen devletin kendisi de önemsediği mukâta’aları doğrudan merkezde bulunan hazineye bağlamakta ve buraların yönetim için de mütesellimler göndermekteydi. Ayrıntılı ilgi için bkz. Musa Çadırcı, “II. Mahmut Döneminde Mütesellimlik Kurumu”, AÜDTCF Dergisi, C. 28, S. 3-4, Ankara, 1970, s. 287-296; Yücel Özkaya, “XVIII. Yüzyılda Mütesellimlik Müessesesi”, AÜDTCF Dergisi, C. 28, S. 3-4, Ankara, 1970, s. 369-390; T. Mümtaz Yaman, “Osmanlı İmparatorluğu Teşkilatında Mütesellimlik Müessesesine Dair”, Türk Hukuk Tarihi Dergisi, C.1, Ankara, 1944, s. 75-105.

Page 116: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

107

Tarih

Sancakbeyi (Mirlivâ)

(Mukâta’a Emîni-Mukâta’a Zâbiti)

Mütesellim/Kâîm-i Makâm

Evâsıt-ı C. A. 1072/Şubat 1662 Abdullah Beğ394, Ömer Çavuş Hüseyin Ağa395

Evâil-i Zilkade 1072/Temmuz 1662 Yusuf Beğ396 Bayram Ağa397

12 C.E. 1074/12 Aralık 1663 Ömer Beğ (Ağa) İsmail Ağa

Gurre-i Şevval 1074/27 Nisan 1664 İsmail Beğ (Ağa)398 -

Evâil-i Şevval 1074/ Mayıs 1664 Ömer Beğ (Ağa)399 (İkinci kez) İsmail Beğ400

20 Safer 1077/21 Ağustos 1666 Ahmed Beğ (Ağa)401 -

24 Safer 1083/20 Haziran 1672 Seyyid Mehmet Ağa402 Hasan Ağa403, Mehmed Beşe

18 R. A. 1083/12 Ağustos 1672 Ömer Beğ404 (Ağa) Mustafa Ağa

Şevval 1094/Eylül 1683 Ali Beğ (Ağa), Şaban Beğ (Ağa)405 -

394 Şevval 1072/Mayıs 1662 tarihli belgenin konusu Abdullah Bey ve ortağı Ömer çavuşun yaptığı yolsuzluklarla ilgilidir. Harput Emini Abdullah Bey’den “sâbıkan” diye bahsedildiğine göre muhtemelen ref’ edilerek yerine Yusuf Bey getirilmiş olmalıdır. Bkz. HŞS 382 : 253. 395 Abdullah Bey’in mütesellimi olduğu anlaşılan Hüseyin Ağa, Evâhir-i Receb 1072/Mart 1662 tarihli kayıttan öğrendiğimize göre, Hüseyin Çelebi isimli kişiyi yerine vekil nasb etmiştir. HŞS 382 : 40/131. Bir başka belgede “Oldur ki bi’l-fi’il Harput mütesellimi olan Hüseyin Ağa..” şeklinde açık ifade yer almaktadır. HŞS 382 : 38/125. 396 Evâil-i Zilhicce 1072/ Temmuz 1662 tarihli belgede Yusuf Bey’den “vali-i Harput” ve “Gürünlü Yusuf Beğ” diye bahsedilmektedir. HŞS 382 : 342. 397 HŞS 388 : 261. 398 İsmail Bey’in ismi belgede, Diyarbekir (Amîd) kâim-makâmı Yusuf Bey imzasıyla Harput kadısına gönderilen bir buyrulduda geçmektedir. Belgede “kazâ-i mezbûre emîni İsmail Bey”in Amid’e gönderdiği arza yer verilmektedir. Kimliği hakkında herhangi bir bilgiye rastlayamadığımız İsmail Bey’in çok az bir süre bu görevi yürüttüğü anlaşılıyor. Çünkü aşağıdaki belgede görüleceği üzere aslında İsmail Bey’in görevli bulunduğu tarihte Harput Sancağı Ömer Ağa’ya üç yıllığına iltizâma verilmiştir. Muhtemelen Ömer Ağa’nın iltizâm beratının hazinece yenilenmesi sırasındaki ara dönemde İsmail Bey bu görevi yürütmektedir ya da aslında kendisi Ömer Ağa’nın mütesellimidir ve belgede belkide yanlışlıkla “kazâ-i mezbûre emîni” şeklinde yazılmıştır. İkinci ihtimal daha kuvvetli gözükmektedir. Çünkü defterdeki bazı belgelerin altında imzası bulunan İsmail Bey’den bahisle “kâim-makâm-ı Harput hâlâ” ifadesi yer almaktadır. HŞS 368 : 396. 399 HŞS 368 : 398. 400 15 Şevval 1074/ 11 Mayıs 1664 tarihli belgede İsmail Bey’den bahisle, “kâim-makâm-ı Harput hâlâ” ifadesi yer almaktadır. Diğer örnekler için bkz. HŞS 368 : 439, 443, 449. 401 HŞS 278 : 83, 87. 402 24 Safer 1083/20 Temmuz 1672 tarihli fermanda belirtildiğine göre, mukâta’a emini olan Seyyid Mehmed Ağa halktan kanunda belirtildiğinden yüksek miktarda vergi toplayarak zulmetmektedir. Bu tarihten kısa bir müddet sonra belgelerde Harput zabiti olarak Ömer Bey’in adı geçtiğine göre Seyyid Mehmed Ağa’nın mukâta’a eminliğinden alınmış olması muhtemeldir. HŞS 362 : 527, 87. 403 Belgelerde Seyyid Mehmed Ağa’nın mütesellimi olarak geçen Hasan Ağa, Muharrem 1083/Mayıs 1672 tarihinde kendi imzasını taşıyan bir mektup ile Mehmed Beşe’yi yerine vekil tayin etmiştir. HŞS 362 : 459. 404 HŞS 368 : 433, 442. 405 Belgede, Harput ovasında eşkıya ile şehir halkı arasında sürdürülen çatışmanın mali bilançosundan bahisle Harput emînleri Ali ve Şaban Beyler ile bir çok ehl-i örf görevlisinin isimleri geçmektedir. HŞS 331 : 93, 570.

Page 117: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

108

1102/ 1691 Ali Beğ, Ahmed Beğ406 -

16 Şaban 1103/ 3 Mayıs 1692 El-Hac Ali Ağa El-Hac Ebubekir Efendi

Şevval 1102/ Temmuz 1693 El-Hac Osman Beğ407 -

Gurre-i Receb 1104/8 Mart 1693 Yemîn Ağası Halil Ağa, Yesâr Ağası

Hüseyin Ağa (Ortak)408 -

12 Ramazan 1122/ 4 Kasım 1710 Mehmed Ağa El-Hac Ahmed Ağa409

16 Zilkade 1123/ 26 Aralık 1711 Mehmed Ağa410(İkinci kez) -

20 R.A 1137/ 6 Aralık 1724 El-Hac Burhâneddin ve oğlu Ahmed

(Malikâne Sahipleri)411 -

2 Şevval 1136/ 23 Temmuz 1724 Ahmed Ağa (Voyvoda)412 _

5 Şevval 1137/ 16 Haziran 1725413 Mehmed Ağa, Süleyman Ağa (Ortak) Salih Ağa414

Tablo 11 : Harput Mukâta’a Emînleri/Mütesellimleri

Tabloda görüldüğü üzere klasik dönemde “mirlivâ” olarak isimlendirilen

sancakbeylerine, incelediğimiz döneme ait belgelerde bu tâbirin yanı sıra genellikle

“mukâta’a emîni” veya “mukâta’a zâbiti” şeklinde hitap edilmektedir. Bilindiği gibi

406 Belgede 1102 tarihinde verilen bir tapu temessükünden bahisle Harput emînleri olarak Ali ve Ahmed Beylerin isimleri geçmektedir. HŞS 391 : 285. 407 Söz konusu defterde sadece iki yerde Osman Bey’in ismi geçmektedir. Havâss-ı Hümâyûn karyelerinden Körpe ve Arındık isimli karyelerde mevcut bir kısım zemînlerin satışına, mîrîye ait olan resm-i öşürün alınmasından sonra “Hasshâ-î Hassâdan Osman Beğ- Mîrlivâ-i Harput” imzasıyla tezkere vermiştir. HŞS 391 : 172, 175. Burada ilk belge 1102/1691, ikinci belge ise 1104/1693 tarihlerini taşımaktadır. Söz konusu belgelerin öncesi ve sonrasındaki belgelerin incelenmesinden, ilk belgenin de 1104 tarihli olması ve yanlışlıkla 1102 tarihinin konulmuş olduğu anlaşılıyor. 408 HŞS 391 : 489. 409 HŞS 388 : 445. 410 HŞS 388 : 247, 309, 310. 411 İstanbul mahreçli ve Harput kadısı ile Diyarbekir mütesellimine hitâben gönderilen emr-i şerîften anlaşıldığına göre el-Hac Burhan (kimi yerde Burhaneddin) ve el-Hac Ahmed, ortaklaşa 27.000 gurûş mâl ile “ber vech-i malkâne” olarak Harput mukâta’asını iltizâm etmişlerdir. HŞS 396 : 30, 37. 412HŞS 396 : 97. Ayrıca daha önceki bazı belgelerde “Harput Voyvodası İzzetlü el-Hac Ahmed Ağa” veya “ kıdvetü’l emâcîd ve’l‘ayân Harput Voyvodası el-Hac Ahmed Ağa” tabirleri kullanılmaktadır. HŞS 396 : 35, 39, 46, 54, 84. 413 Diyarbekir kâim-makâmı Halil imzasını taşıyan buyrulduda, Harput mukâta’asının Van kulları neferâtının mevâcîbleri için ocaklık tayin olunduğu hatırlatılarak, 1137 senesinden itibaren iki yıllığına Ocakları tarafından kendilerince idare edilmek üzere Mustafa ve Süleyman Beylere “emr-i şerîf-i âlişân” ile ihsan buyrulduğu belirtilmektedir. HŞS 396 : 259. 414 Evâhir-i C.A. 1137/ Mart 1725 tarihli ve Mehmed ile Mustafa Bey mühürlü temessükten Salih Ağa’nın 1137 senesinin Mart ayı başlangıcından 1138 senesine gelinceye kadar bir yıllığına vekil tayin edilmiş olduğunu görmekteyiz. Burada Salih Ağa’dan “hâliya iştirâkimiz olan Salih Ağa” diye bahsedildiğine bakılırsa, kendisinin aynı zamanda iltizâma ortak olduğu anlaşılıyor. Yukarıdaki dip notta verilen belgede, Harput kadısına gönderilen buyrulduda sadece Mehmed ve Salih Bey’in ismi geçmektedir. Mustafa Bey’den bahsedilmeyişi ya vekaletini vermiş olması dolayısıyla veyahut Salih Bey’in iltizâm ortaklığına katılmasından sonra Mustafa Bey’in bu ortaklıktan vaz geçtiği şeklinde yorumlanabilir. Ama bu hususu belgeden tespit etmek mümkün görünmüyor. HŞS 396 : 258.

Page 118: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

109

bu dönemde valiler veya sancak mutasarrıfları çoğunlukla mukâta’anın idaresini de

üstlendiklerinden, malî içerikli belgelerde kendilerinden mukâta’a emîni, askeri

belgelerde ise mirlivâ veya vali olarak bahsedilmektedir415.

Harput mukâta’ası başlığı altında da belirttiğimiz gibi, 13 Zilkâde 1082/ 12

Mart 1672 tarihli ve Diyarbekir Eyâlet’i mutasarrıfı vezir Mehmed Paşa’ya hitaben

gönderilen bir berat suretinden, Harput Sancağı’ndaki mukâta’a gelirlerinden bir

kısmının 1052/1642 tarihinde, Diyarbekir hazinesinden ta’yin olunan maaşları

karşılığında yıllık 40.000 gurûş olmak üzere ve uzunca bir süre “Van kalesi neferâtı

mevâcîbleri içün ocaklık” tahsis edildiğini tespit etmiştik. Dolayısıyla 17. yüzyılın

ikinci yarısından sonra özellikle yüzyılın son çeyreğinde sancakbeyi veya mütesellim

olarak sancakta görev yapanların çoğunlukla bu ocağa mensup kişiler arasından tayin

olunması ve sancak gelirlerinin mîrî mukâta’a haline dönüştürülerek toptan bu

kişilerin iltizâmına verilmesiyle birlikte, kendilerinden bu sıfatlarla bahsedilmesi

anlaşılabilmektedir. Ancak kullandığımız belgelerde, merkezden gönderilen ferman

ve berat gibi resmi belgelerin dışında hemen hiçbir belgede bu kişilerin ismi

geçmemekte ve söz konusu belgelerde de genellikle unvanlarıyla hitap edilmektedir.

Dolayısıyla tabloda tespit ettiğimiz isimlerin çoğunluğu, ya “şühûdü’l-hâl” kısmında

veya yaptıkları zulümlerden dolayı mahkemede görülen davalarda taraf olmaları

sebebiyle geçmektedir. Aynı durum incelediğimiz belgelerde sancakta görevli diğer

idareciler için de söz konusudur. Ayrıca tabloda belirtilen tarihler, bir kaçı hariç bu

kişilerin göreve kesin atanma tarihleri olmayıp, defterde isminin ilk geçtiği belgenin

tarihini içermektedir. Bazı belgeler ise “kaîm-makâm” sıfatıyla mütesellim imzalıdır.

Yine tabloda dikkat çeken, sancakbeyliği (mukâta’a emîni/mukâta’a zâbiti)

yapanların unvanlarının belgelerde bey ve ağa şeklinde karışık olarak geçmesi ve bu

kişilerce görevlendirilen mütesellimlerin hemen hepsinin ağa unvanı taşımalarıdır416.

Bu kişilerin kimlikleri ve mensup oldukları zümre hakkında belgelerde açıklayıcı

ifadeler yer almazken, bazı belgelerden yaptığımız tespitlere göre sancakbeyi

(emîn/zâbit) olanların Van ocaklarıyla bağlantılı oldukları, mütesellim olarak tayin

edilenlerin ise muhtemelen bu kişilerin kendi kapı halkından ya da yine aynı ocağa

415 HŞS 391 : 41, 394. 416 Osmanlı Devleti’nde memur ve ulemâ sınıfı için efendi, beylerbeyi ve daha yüksek memurluklar için paşa tâbiri kullanıldığı gibi asker yahut ordu kökenliler ile saray memur ve mensupları için ağa tabiri kullanılırdı. Yine halkın ileri gelenlerine, esnaf kethüda ve yiğitbaşılarına, taşra âyân ve eşrafına da ağa denilmekteydi. Bey tâbiri ise, daha çok asâlet manası taşırdı. Mithat Sertoğlu, a.g.e., s. 7.

Page 119: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

110

mensup kişiler arasından seçildikleri anlaşılmaktadır. Bu belgeler genellikle

merkezden Harput kadılığına gönderilen iltizâm beratları ile Diyarbekir Eyâleti

valileri/mutasarrıfları tarafından yollanan mektup ve buyruldu suretleridir.

Söz konusu belgelerden hareketle, bahsi geçen yöneticilerden kimliklerini

tespit edebildiklerimiz hakkında şunları söyleyebiliriz.

Evâil-i Şevval 1074/Mayıs 1664 tarihli bir iltizâm mektubundan anlaşıldığına

göre, Harput mukâta’asını seneliği 30.000 bin gurûştan iki seneliğine iltizâm eden

Ömer Ağa, “Van cânibi gönüllülerinin ihtiyâr ve emektârlarından” bir kişidir417.

Ayrıca verilen tabloda da görüleceği üzere kendisi ikinci kez sancağı deruhte

etmektedir ve İsmail Ağa’yı her iki dönemde de yerine mütesellim tayin etmiştir.

Sancakbeyi veya mukâta’ayı iltizâm eden emîn/zâbit tarafından atanacak

mütesellimin, bir fermanla İstanbul tarafından onaylanması gerekiyordu. Bunun için

söz konusu kişiler, mütesellim tayin edecekleri şahısları kapu kethüdâları vasıtası ile

bir dilekçe ile İstanbul’a bildirirler ve ferman taleb ederlerdi. Onay geldikten sonra

ise mütesellim olan kişinin ismini, sancaktaki görevlilere başta kadı olmak üzere,

yeniçeri serdarı, kethüdâyeri ve iş erleriyle diğer şehir ileri gelenlerine hitaben bir

buyrulduyla bildirirlerdi. Gerek İstanbul mahreçli ferman suretlerinde ve gerekse de

buyruldularda mütesellimlere müdahalede bulunulmaması tembih edilmektedir418.

16 Şaban 1103/3 Mayıs 1692 tarihli ve Van mahreçli bir başka belgeden

tespit ettiğimize göre ise, 40.000 riyalî gurûş mukabelesinde Van Ocaklarına tahsis

edilen “mukâta’-ı Harput” 22.341 riyalî gurûşa El-Hac Ali Ağa’ya 1103 Mart

başlangıcından itibaren bir yıllığına iltizâma verilmiştir. Belgede yine Ali Ağa’nın

kimliğine ilişkin açık bilgiler yer almazken, tahminimize göre kendisi Van ocak

ağalarıyla yakın ilişkiler içerisindedir. Çünkü belgenin devamında söz konusu

mukâta’anın Ali Ağa’ya iltizâmına ocak ağalarının sıcak bakmaları ve “rıza

göstererek” olumlu görüş bildirmeleri bu düşüncemizi desteklemektedir. Ayrıca El-

Hac Ali Ağa’nın Van’da ikâmet ettiğine dair bilgilere sahibiz. Örneğin, yerine

mütesellim olarak görevlendirdiği El-Hac Ebubekir Efendi, mahkemede kadı ve

şahitler huzurunda El-Hac Ali Ağa’dan bahisle, kendisinin Van’da olduğunu ve

417 Söz konusu belgeden anlaşıldığına göre Ömer Bey, 1073/1663 yılı Mart başından itibaren bir yıllığına Harput Sancağı mukâta’asını 27.000 gurûşa ber-vech-i iltizâm ile tasarruf etmektedir. 1074 Mart’ından itibaren ise her senesi 30.000 gurûştan iki senesi 60.000 gurûş olmak üzere “her sene-i evvel âher oldukta 30.000 gurûşu bit-tamam teslîm-i hazine eyledikten sonra ikinci senenin dahî zabtı içün hazine tarafından müceddeden berât almak şartıyla” sancağı deruhte etmiştir. HŞS 368 : 398. 418 Yücel Özkaya, “XVIII. Yüzyılda Mütesellimlik Müessesesi”, s. 378; HŞS 388 : 309, 310.

Page 120: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

111

Harput Sancağı’na gelinceye kadar yerine kendisinin tayin edildiğini sicile

kaydettirmektedir419.

El-Hac Ali Ağa’dan sonra sancağın yeniden Van Ocaklarına mensup ağalar

tarafından iltizâm edildiği anlaşılıyor. Örneğin, Gurre-i Receb 1104/8 Mart 1693

tarihli ve yine Van mahreçli iltizâm berâtından, sâbık Yemin Ağası Halil ve Yesar

Ağası Hüseyin Ağa’nın “ber vech-i iltizâm ve’l iştirâk” sancağı deruhte ettikleri

görülmektedir420. Belgenin başlangıcında Van askeri ocaklarından kalabalık bir ağa

grubunun “hazirûn” olduğuna ve Van maliye defterdârı Ahmed’in de tasvîbiyle

iltizâm işleminin gerçekleştirildiğine bakılırsa, söz konusu kişilerin yine ocak

mensupları oldukları açıkça belli olmaktadır.

Nitekim 17. yüzyılın sonlarına doğru sancak mukâta’asını iltizâma alarak

aynı zamanda sancağın askerî-idarî yönetimini de üstlenen üst düzey yönetici

kişilerin kimlikleri, yukarıda verilen örneklerde de açıkça görüldüğü gibi giderek

belirginleşmektedir. Özellikle 1697 tarihinde malikâne olarak verilen hâsların

içerisinde Harput Sancağı’nın 62.746 akçe senelik mâl ve 13.440 akçe muaccele

bedeliyle “Ocaklığa” malikâne olarak verilmesinin ardından421, Van askerî

ocaklarının Harput Sancağı ile idarî ve malî yönden ilişkileri devam etmiştir.

Örneğin Diyarbekir Valisi Ali Paşa tarafından Harput kadısına gönderilen

buyrulduda belirtildiğine göre422,16 Zilkade 1123/26 Aralık 1711 tarihi Mart

başlangıcından itibaren Harput ve tevâbii mukâta’ası bir yıllığına “ber vech-i

iltizâm” 24.552 riyalî gurûşla Mehmed Ağa’nın uhdesindedir. Belgede “sene-i sâbık

olageldiği üzere” denildiğine bakılırsa, bir önceki yıl mukâta’ayı deruhte eden

Mehmet Ağa ile tabloda verdiğimiz 12 Ramazan 1122/4 Kasım 1710 tarihindeki

Mehmed Ağa muhtemelen aynı kişi olmalıdır. Ayrıca iltizâm beratının Van mahreçli

olması ve belgede geçen “zîde kadrihûya ocakları tarafından deruhte ve iltizâm

olmakla” ifadesi, Mehmed Ağa’nın yine bu ocağın mensubu veya ocakla bağlantılı

bir kişi olduğu izlenimi vermektedir.

Yukarıda verilen örneklerde mütesellimlerin kimliklerine ve görev sürelerine

ilişkin somut bir ayrıntıya rastlanmazken, elimizdeki sadece bir belge bu konuda

419 HŞS 391: 51. 420 HŞS 391 : 489. 421 Erol Özvar, a.g.e.,s. 41. 422 HŞS 388 : 309, 310.

Page 121: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

112

açıklayıcı bilgi içermektedir. Söz konusu belge 12 Ramazan 1122/4 Kasım 1710

tarihinde Harput mukâta’ası emîni olan Mehmed Ağa’nın sicile geçirilmiş mektup

suretidir. Belgede Mehmed Ağa 1122/1710 senesinde Harput mukâta’asını iltizâma

aldığını ve Ramazan-ı şerîf evâsıtından senesinin tamamına değin (muhtemelen bir

yıllığına) El-Hac Ahmed Ağa’yı yerine “kâim-makâm nasb ve ta’yin” ettiğini

bildirmektedir. Aynı belgede El-Hac Ahmed Ağa’nın görevinin neler olduğuna dair

hatırlatma yapılmaktadır423. Daha önce 1663 tarihinden itibaren Harput mukâta’asını

her yıl beratının yenilenmesi şartıyla üç yıllığına iltizâm ettiğini belirttiğimiz Ömer

Ağa’nın mütesellimi İsmail Ağa’nın, incelediğimiz defterlerde 1663 ve 1664

yıllarında bu görevde bulunması, mütesellimlerin görev sürelerinin kendilerini o

makama getirenlerin görev sürelerine bağlı olduğu konusunda fikir vermektedir424.

Ayrıca mütesellimlerin kimliklerinin tespitinde yaşanan belirsizlikler veya en

azından bu kişilerin yerli âyândan veya ağaların kendi kapı halkı mensupları

içerisinden mi tayin olundukları tespit edilemediğinden, incelediğimiz dönemde

sancaktaki yerli âyân ve eşrâfın sahip oldukları güç ve nüfûzun boyutları hakkında

sağlıklı bir değerlendirme yapmak, bu aşamada zor görünmektedir425.

Sancakbeyi ve mütesellimden sonra askerî-idarî bakımdan sancaktaki en

önemli ehl-i örf taifesi Alaybeyi, Çeribaşı, Dizdar, Şehir Kethüdası v.s. şeklinde

devam etmektedir426. “Ehl-i örf” diye isimlendirilen bu kişilerden şehir kethüdası

dışında kalanların asıl fonksiyonları, klasik dönemde olduğu gibi bu yüzyılda da

savaşa hazırlanmaktı denilebilir427. Bu yıllarda devam eden Osmanlı-Avusturya-

423 “ ..ba’del yevm vâkı’ olan resm-i tapuyu göresin, cürm-ü cinayet ve bâd-ı hevâ ve sâir umûr-u muktaaya müteâllik ahvâllerin görüp âher kimesneyi mukâta’a umûruna dahl ettirmeyesin şeriât ve kânûnda olageldiği üzere zabt eyleyesin”, HŞS 388 : 445. 424 Özellikle 18. yüzyılda beylerbeyleri ve sancakbeyleri görev yerlerine gitmeyip yerlerine mütesellim tayin ettiklerinde, durumu resmi bir yazı ile kadılara, kethüda yerlerine, yeniçeri serdarına, âyân-ı vilâyet ve iş erlerine duyururlardı. Bazen mütesellimin görevi vali değişse bile devam etmekteydi. Mütesellimler bazen bir sene, bazen üç ya da beş ay bu görevde kalmaktayken, bazı yerlerde bir ailenin 40-50 sene elden ele bu görevi sürdürdüğü göze çarpmaktadır. Bkz. Yücel Özkaya, XVIII. Yüzyılda Osmanlı Kurumları ve Osmanlı Toplum Yaşantısı, s. 196-197. 425 17. yüzyıl ortalarında Harput’tan geçmiş olan Evliya Çelebi, Harput şehrinde “Munzuroğulları”, “Büyük Köseler”, “Küçük Köseler”, “Hüseyin Han Oğulları” , “Karındaşoğulları” gibi hanedân ailelerinden ve bunların oturdukları saraylardan bahsetmektedir. Evliya Çelebi, Seyahatnâme, C. 3, s. 219. 426 Bu kişiler ve görevleri hakkında bilgi için bkz. Yusuf Oğuzoğlu, “XVII. Yüzyılda Türkiye Şehirlerindeki Başlıca Yöneticiler”, 19 Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, S. 1, Samsun, 1986, s. 140-155. 427 Nitekim Osmanlı Devleti’nin bütün teşkilat ve müesseseleri daimî sûrette savaş halinde bir ordu gibi, savaş hal ve maksatlarına göre teşkil edilmişti. Bkz. Ö. Lütfi Barkan, Türkiye’de Toprak Meselesi, Toplu Eserler I, İstanbul, 1980, s. 726.

Page 122: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

113

Lehistan savaşları sebebiyle asker talebi ve bu konudaki çeşitli ihtiyaçların dile

getirildiği fermanlarda, söz konusu kişilere hitap edilmekte ve askerî vazifeleri

hatırlatılmaktadır428.

2- Yönetim Faaliyetleri Bakımından Sancakbeyleri/Mütesellimler

17. yüzyılda imparatorluk genelinde giderek yaygınlık kazanan mukâta’a ve

iltizâm uygulaması, bilindiği gibi sancaklarda sahipsiz kalan tımar ve zeâmetler ile

padişah hâslarının zamanla mîrî mukâta’a haline getirilerek mültezimlere ihalesiyle,

yeni bir değişim sürecini başlatmıştı. Bu zaman içerisinde Harput Sancağı’nda idâri

açıdan göze çarpan en önemli değişiklik, sancak mukâta’ası gelirlerinin Van Kulları

Ocaklığına mevâcîb olarak tahsisi ve yüzyılın sonlarına doğru ocak mensubu ağaların

iltizâmla doğrudan veya mütesellimleriyle mukâta’anın ve dolayısıyla sancağın

yönetimini üslenmeleriydi. Bu uygulama, aynı tarihlerde pek çok sancağın429 boş

kadro bulunmayışı yüzünden bey ve paşalara arpalık olarak tevcih edilmesinden

farklı bir durumdu.

İltizâm beratlarında gördüğümüz430 ve mukâta’a kapsamındaki vergilerin

içeriklerinden açıkça belli olan, klasik dönemde sancakbeyine ait gelirlerin bu

dönemde mültezimlere geçmesiyle, aynı zamanda klasik dönem sancakbeyinin

yönetim yetki ve fonksiyonları da431 mültezimlere geçmiş olmaktaydı. Dolayısıyla

klasik dönemde sancakbeyinin başlıca görevlerinden sayılan reâyânın güvenliğini ve

düzenini sağlamak “vilayetin zabt ve hıfz-u hırâsetinde say’ eylemek”432 görevi,

incelediğimiz dönemde mukâta’a emîni veya mütesellimlerce yerine getirilmekteydi.

428 Bu konudaki örnekler için bkz. HŞS 362 : 429, 441, 463; HŞS 391 : 293, 330, 333, 411, 442, 443. 429 Örneğin Hüdavendigar, Kayseri, Çankırı ve Ankara gibi sancaklar. Bkz. Yücel Özkaya, XVIII. Yüzyılda Osmanlı Kurumları ve Osmanlı Toplum Yaşantısı, s. 20. 430 Bu iltizâm beratları ve içerikleri hakkında daha önce “Harput Sancağı Mukâta’ası” bölümünde bilgi verilmişti. 431 Klasik dönem sancakbeyinin özetle, idarî ve askerî olmak üzere iki aslî görevi bulunmaktaydı. Aynı zamanda sancağındaki timarlı sipahilerin tabii âmiri durumundaki sancakbeyi, kendi kapu halkı ve sancağındaki zâim, sipahi ve cebelüleriyle birlikte sefere katılmak zorundaydı. İdarî görevi ise, kısaca reâyânın rahat ve huzur içerisinde yaşamasını temin etmek, sancağın düzenini sağlamaktı. Sancak beyleri, ne kadar hâs tasarruf etmişse bu hâssın her beş bin akçesi karşılığında mükemmel bir cebelü vermekle de mükelleflerdi. Ayrıntılı bilgi için bkz. Özer Ergenç, Ankara ve Konya, s. 68-69; Yusuf Halaçoğlu, Osmanlılarda Devlet Teşkilâtı ve Sosyal Yapı, s. 83-87. Klasik dönemde sancakbeylerinin mukâta’a ve iltizâm işleriyle ilgili fonksiyonları hakkında bkz. M. Ali Ünal, “XVI. Yüzyılda Harput Sancakbeyleri”, Osmanlı Devri Üzerine Makaleler-Araştırmalar, s. 90-110. 432 Özer Ergenç, Ankara ve Konya, s. 68.

Page 123: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

114

Bu dönemde eşkiyalığın artması ve güvenlik sorununun ön plana çıkmasıyla

“cümle mîr-i mirân ve mütesellimler ve voyvodalar ve sair hükkâm kendi taht-ı

hükümetini hıfz-u hiraset edüp eşkiyâyı ve bilâ-bebeb silâh ve tîr-keş ile karye-be-

karye gezüb lokmacılık eden levendât tâifesini gezdürmeyüb” yakalamak

zorundaydı433. Söz konusu kişiler aynı zamanda birer “mâliye görevlisi” gibi hareket

etmekteyken434, yaptıkları işlerde ehl-i şer’ ile temasta bulunma zorunlulukları vardı.

Yukarıda anlatılanları, çeşitli örneklerden takip edebilmekteyiz. Mesela

elimizdeki belgelere göre, malî görevlerinin yanında şehrin ve reâyânın genel

güvenliğini sağlamakla da mükellef sancakbeyleri, yetki alanları dâhilinde yaşanan

hırsızlıkların araştırılması, suçluların yakalanarak mahkemeye intikâli, yaralama,

cürüm ve cinayet gibi olayların meydana geldiği mekânda keşfe gitme, kız kaçırma

ya da genel ahlaka aykırı davranışların engellenmesi ve eşkîyalar ile mücadele gibi

birçok konuda aktif rol oynamaktaydılar. Ancak daha önceki, 17. yüzyılın ikinci

yarısına ait incelediğimiz sicillerde, başkent ve sancağın bağlı olduğu Diyarbekir

Beylerbeyliği’nden gönderilen resmi belgelerin hemen hiç birisinde sancakbeyi

tâbirine tesâdüf edemediğimizi, yerine mukâta’a zâbiti, mukâta’a emîni veya sadece

Harput emîni veya Harput mütesellimi ifadelerinin kullanıldığını, dolayısıyla burada

kullanacağımız emîn veya mütesellim ile sancaktaki en üst düzey yöneticileri

kastettiğimizi belirtmeliyiz.

Sancağın ve Harput şehrinin güvenliğinin sağlanması, bu dönemde önemli bir

sorun olarak görünmektedir. Nitekim, Harput müteselliminin güvenliği sağlama

görevini yansıtması bakımından, 21 Zilhicce 1082/19 Nisan 1662 tarihli zabıt kaydı

önemlidir. Belgede özetle, son zamanlarda şehirde “peydâ olup” geceleri ev ve

dükkanları soyan “harâm-zâde”lerin işlediği hırsızlıkların artmasından duyulan

kaygı ve şikayetler dile getirilmektedir. Burada dikkatimizi çeken bir başka önemli

özellik, duruşmaya katılımın şehirdeki en üst düzey kişileri de kapsayacak kadar

geniş çaplı ve yoğun olmasıdır. Ulemâ, sâdât-ı kirâm, ‘ayândan kimseler, serdâr,

kethûdâyeri, alaybeyi, dizdâr, nefs-i şehir hacıları, bazârbaşı ve şehir zimmilerinden

433 4 Eylül 1668 tarihli hatt-ı hümayûn Konya şer’iye sicilinde geçmektedir. Bkz. Yusuf Oğuzoğlu, Osmanlı Devlet Anlayışı, s. 42. Bu konuda kullandığımız sicillerde de çok sayıda örnek vardır. Örneğin bkz. HŞS 362 : 467, 469. 434 “Harput Mukâta’ası” bölümünde örnek olarak verilen iltizâm beratlarında, sancağı iltizâm edenlerin görevlerinin ilk bakışta sadece bazı resim ve vergilerin toplanmasından ibaret olduğu sanılsa da, defterlerin geneli içerisinde idari görevlerine ilişkin çeşitli örneklere rastlamaktayız. HŞS 368 : 171/398.

Page 124: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

115

pek çok kişi bir aradadırlar ve muhâtapları Harput zâbiti Ömer Ağa’nın mütesellimi

Mustafa Ağa’dır. Belgenin devamında söz konusu kişiler, o güne kadar şehre zâbit

olanların geceleri bekçi tayin ettiklerini ve bu kişilerin sokak aralarında ve dükkan

önlerinde dolaşarak fenersiz gezen bu kişilerin haklarından geldiklerini belirtmekte,

şimdiki ihmalkârlıktan mütesellim Mustafa Ağa’yı sorumlu tutmaktadırlar. Mustafa

Ağa cevabında, “eğer sâdât, eğer yeniçeri ve eğer sipâh ve eğer kal’a neferi ve eğer

reâyâ fenersüz ve bî-vakt gezdüklerinde” kendilerinin dahi haklarından gelinmesine

itiraz etmezler ise “miktar-ı kadîm üzere kul ta’yin ideyim” demektedir435.

Evâil-i Zilhicce 1103/Ağustos 1692 tarihli belge bir hırsızlık olayı ile ilgilidir.

Müderris Mahallesi sâkinlerinden Seyyid Hasan ve kardeşi Seyyid Mustafa’nın

evlerinin Herdî aşiretinden ve Balluca köyünde oturan Yusuf ile akrabası Reşo

tarafından duvarının delinerek kürk, aba, çuha ve sâir eşyalarının çalınması üzerine,

Harput mukâta’ası zâbiti El-Hac Ali Bey adamlarıyla “süvâr olup” ilgili köyde

hırsızları yakalamış ve mahkemeye teslim etmiştir436.

Diğer bir belgede ise Harput’un Nekerek köyünde evi soyulan Agob’un

mahkemeye başvurması üzerine gelişen olaylardan bahsedilmektedir. Mahkeme,

olayı yerinde keşfetmesi için Mevlânâ Mehmed Efendi’yi ta’yin etmişken, Harput

mukâta’a zabiti Ömer Ağa da Yusuf isimli kişiyi Mehmed Efendi’nin yanına mübâşir

tayin etmiştir. Bu belge aynı zamanda ehl-i örf taifesinin ehl-i şer’ ile yaptığı

işbirliğini yansıtması bakımından da önemlidir437.

Yine 2 Zilkade 1104/6 Temmuz 1693 tarihli ve Diyarbekir kâim-makâmı

Ömer Beğ imzalı bir buyruldu suretinden, Miyadun köyü sakinlerinden Yadigar’ın

sabah namazından çıkıp evine giderken Hasan isimli bir şakî tarafından katledilmek

üzere iken, çevreden yetişen Müslümanlarca kurtarıldığını ve suçluların “mukâta’a

zâbiti”marifetiyle yakalanarak kaleye hapsedildiklerini öğrenmekteyiz438. Yukarıdaki

belgelerin devamında subaşı ve dizdârın, emîn veya mütesellim için şehrin ve halkın

güvenliğini sağlamaktaki en önemli yardımcıları oldukları anlaşılıyor. Elimizdeki

Muharrem 1094/Eylül 1683 tarihli bir diğer belgeden, Şahaplu köyünde işlenen bir

435 HŞS 362 : 31. 436 HŞS 391 : 83. 437 HŞS 36 : 207. 438 Belgede Harput kadısı, mukâta’a emîni, kale dizdarı ve ‘ayân-ı vilayete hitap edilmekte ve firar eden Hasan’ın yakalanarak hapisteki oğlu Mustafa ve kardeşi oğlu Bektaş’la birlikte Amid’e gönderilmeleri istenmektedir. HŞS 391 : 485.

Page 125: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

116

cinayet için Harput mukâta’ası zâbiti Ali Bey ile Subaşı Resul’un olayın geçtiği köye

varıp “âkd-i meclis-i şer-i mübîn” ile durumu soruşturdukları anlaşılmaktadır439.

Selh-i Şevvâl 1094/20 Ekim 1683 tarihli bir diğer zabıtta Harput ovasından

gelip geçen yolcular ile bazı köylere saldıran şakîlerin katlettiği kişinin yaşadığı

karye ahâlisinin divân-ı Âmid’e baş vurması, Diyarbekir kâim-makâmı Mustafa Ağa

mektubuyla Yakub Ağa’nın mübaşir tayin edilmesi, suçluların Harput emînleri Ali

Bey ve Şaban Ağa ile Alaybeği Osman Ağa ve cümle ‘âyân-ı vilayet işbirliğiyle

yakalanıp Âmid’e gönderilmesiyle ilgili gelişmelerden bahsedilmektedir440. Yine

Harput Kazası’ndan gelip geçen tüccar taifesine Cihânbeyli eşkîyasının saldırarak

mallarını almaları ve telef etmeleriyle ilgili şikâyetlerin artması üzerine kadı ve

mukâta’a emîninden, gönderilen mübaşirle beraber suçluların yakalanarak Âmid’e

yollanması istenmektedir (2 Zilkade 1103/16 Temmuz 1692) 441. 12 Muharrem

1083/10 Mayıs 1672 tarihli bir hüccette de, Ertmenik karyesine penbe alacağı için

giden ancak burada fevat eden Mehmed’in şüpheli ölümü üzerine, Harput zâbiti

Seyyid Mehmed Ağa tarafından teftişe gidildiği belirtilmektedir442.

Güvenliğin yanında diğer bazı sosyal meselelerde, örneğin kız kaçırma,

arabuluculuk yaparak çatışmaları önleme veya toplum ahlakına aykırı davranışlara

müdahalede bulunmak v.s. de zâbit/emîn veya mütesellimlerin görevleri arasındadır.

Mesela 10 Muharrem 1083/8 Mayıs 1672 tarihli bir kız kaçırma örneğinde, olayın

yerinde keşfi için mahkemece görevlendirilen Mehmed Efendi ile medîne-i mezbûre

zâbitinin mütesellimi birlikte gitmişlerdir443.

Yine 2 Zilkade 1103/16 Temmuz 1692 tarihli belgeden anlaşıldığına göre

Kızılpınar ve Pağnik köyleri halkı su kullanımı yüzünden kavgalıyken, Harput Emîni

El-Hac Ali Ağa araya girerek tarafları barıştırmış ve hangi taraf sözünden “rücû”

ederse 200 gurûş nüzûl tahsil edeceğini mahkemede tescil ettirmiştir444.

439 HŞS 331 : 319. 440 Belgede ekrâd-ı mezbur şakî taifesiyle yapılan kavga ve “muharebe” den bahsedilmekte ve yapılan mücadele sonunda gerek suçluların yakalanması ve gerekse de Âmid’de görülecek davanın masrafları belirlenmekte, her haneden toplanması gereken para 9 gurûş olarak pay edilmektedir. HŞS 331 : 93. 441 HŞS 391 : 416. 442 HŞS 362 : 87. 443 HŞS 362 : 69. 444Belgenin devamında Kızılpınar ahâlisinin anlaşmayı bozdukları ve davet edilmelerine rağmen mahkemeye gelmedikleri anlaşılıyor. HŞS 391 : 415.

Page 126: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

117

Bu konudaki bir başka örnekte görüldüğü gibi, gece şarap içip belinde kılıçla

Ebutâhir Mahallesi’nde bir kadının evinin önünde nârâ atan Bekir bin Musa, Harput

mütesellimi Hüseyin Ağa’nın adamı Halil Bey ve Yusuf Çavuş eliyle yakalanarak

mahkeme-i şer’a teslim edilmiştir445. Belgede geçen “gece ile mahkeme-i şer’a ihzâr

idüp” ifadesinden, Harput mahkemesinin gece de açık olduğu tahmin edilmektedir.

Zira bazı mahkemelerin “gece nâibi” tarafından sabaha kadar nöbetle açık tutulduğu

bilinmektedir446. Yine elimizdeki bir “ihtidâ” kaydından Haceri köyünde sâkin Tafîk

isimli zimmiyenin Müslümanlığı kabul ettiği mahkemenin şahitleri arasında, Harput

mütesellimi Mustafa Ağa’nın da yer alması ilgi çekicidir447.

İncelediğimiz yüzyılda görülen ekonomik istikrarsızlığın, emîn/zâbit veya

mütesellimlerin malî durumlarını da etkilemesi kaçınılmazdı. Nitekim bu durum

karşısında söz konusu kişilerin çeşitli kanun dışı yollara başvurdukları görülüyor. Bu

konuyla ilgili sicillerde yer alan şikâyetler ile gönderilen ferman ve adalet-nâmeleri

incelediğimizde asıl rahatsızlığın, emîn/zâbit veya mütesellimlerin kanunda olmadığı

halde reâyâdan “salgunlar” ile fazla para veya mâl toplamalarından kaynaklandığı

anlaşılıyor. Örneğin, Evâsıt-ı Şevval 1072/ Haziran 1672 tarihli belgede, Harput İl

Vekili Mustafa Beşe, kadı huzurunda “asitâne-i sa’det medâr cânibînden altı kıt’a

emr-î şerîf” göstererek kanunda olmadığı halde Harput sancakbeyi ve aynı zamanda

Harput emîni olan Abdullah Bey’in reâyâdan “defter-i hakânîde belirtilenden ziyâde”

ispenç, cizye, avârız, câbi akçesi, anbârcılık ve senede iki defa zâhire, yem, yiyecek,

kilim, yorgan ve döşek ahz etmesinden şikayetçidir448. Bir diğer belgede söz konusu

kişilerin ispençe vergisini toplama işini 800 gurûşa eski kethüdâyeri Hasan Ağa’ya

iltizâma verdikleri, yaptıkları usulsüzlüğün ortaya çıkması üzerine Hasan Ağa’nın bu

meblağı söz konusu kişilerden talep ettiği belirtilmektedir449.

Faaliyetleri hakkında en fazla bilgi sahibi olduğumuz mukâta’a emîni, Van

Kulları Ocaklarına mensup ve Harput mukâta’asını 1103/1692 Mart’ından itibaren

22.341 riyâli gurûşla bir yıllığına iltizâm eden El-Hac Ali Ağa’dır450. Kendisi bu süre

445 HŞS 382 : 125. 446Örneğin İstanbul’da bu şekilde çalışan mahkemelerin varlığı hakkında bkz. Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisâdî ve İctimaî Tarihi, C. II, s. 84-85. 447 HŞS 362 : 34. 448 HŞS 382 : 253 449 HŞS 382 : 303. 450 HŞS 391 : 436.

Page 127: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

118

içerisinde Harput mukâta’ası sahibi, Harput emîni, Harput mirlivâsı451 sıfatıyla pek

çok iltizâm ve satış işlemi gerçekleştirmiştir. Ancak onun zamanında mahkemeye

intikal eden şikâyetlerden çıkan sonuca göre El-Hac Ali Ağa’nın kendisi de dâhil,

ikinci kez iltizâmı alan mültezimlerin (pâre mültezimleri)452 halka yaptığı zulümler

ve yolsuzluklar epeyce artmıştır453. Örneğin, 25 Zilkâde 1103/8 Ağustos 1692 tarihli

Diyarbekir kâim-makâmı Murtaza imzasıyla Harput kadısına gönderilen mektuptan

anlaşıldığına göre, havâss-ı mezbûre emîni El-Hac Ali, usulsüz olarak bazı köyleri

çiftlik şeklinde iltizâma vermiştir454. Aynı imzayla gönderilen 21 Şevval 1103/6

Temmuz 1692 tarihli bir başka mektupta, mukâta’a emîni olanların Harput

Sancağı’na gelen tüccâr tâifesinden ve diğer yük sahiplerinden bâc-ı ‘ubûr dışında

türlü bahanelerle fazladan akçe aldıkları belirtilmektedir455.

Daha önceki buyruldu ve mektuplarda kadı ile mukâta’a emînine müştereken

hitap edilmesine rağmen, şikayet içerikli bu ve benzeri mektupların sadece kadıya

hitâben yazıldığını görmekteyiz. Örneğin 16 Zilkade 1103/30 Temmuz 1692 tarihli

mektupta sadece kadıya hitap edilmekte, El-Hac Ali Ağa’nın Sarpulu köyünü Ahmed

Bey’e 450 gurûşa iltizâma verdikten sonra, bir başkasına tekrardan iltizâma vermeye

çalıştığı, kadıdan durumu soruşturması istenmektedir456.

Bu dönemde Osmanlı taşra idaresinde beylerbeyi ve sancakbeylerinin ne

derece merkezî hükümetin denetiminde veya ondan kopuk olduğu tartışmaları bir

451 HŞS 391 : 51, 184, 426. 452 Mukâta’ayı üzerlerine alanlar genellikle varlıklı kişiler oldukları için, bu kişiler çoğu zaman kendileri mukâta’a bölgesine gitmeyerek ya mütesellimlerini gönderirler veya mukâta’ayı kendileri ikinci defa ve genellikle bir yıllığına iltizâma verirlerdi ki bu kişilere “pâra mültezimi” denilmektedir. Bu ikinci kez mukâta’ayı iltizâma verme işlemi kimi zaman mültezimlerin nitelikleri birbirlerinden farklı mukâta’aları üstlenmeleri sebebiyle olurdu. Kendileri ancak bir mukâta’anın yönetiminin gereklerini yerine getirebildikleri için diğerlerini bir başkasına devretmek zorunda kalırlardı. Böyle durumlarda devlete karşı asıl mültezimler sorumlu bulunurken, uygulamada bu görevi yapan onların adamları ya da mültezimleri olurdu. Özer Ergenç, XVI. Yüzyılın Sonlarında Bursa, s. 167. 453 Yapılan haksızlık ve zulümler incelediğimiz dönemin en belirgin özelliklerindendir. El-Hac Ali Ağa’dan öncekiler için bkz. HŞS 382 : 471, 472, 473, 474. 454 Belgede Bizmişen ve Hırhik isimli köylerin kadîmden beri Mahmud ve Osman’ın çiftlikleri olduğu, mezburların Ali Ağa’dan 200 gurûş borç karşılığında zikrolunan karyeleri rehin tarîkiyle vaz’ eylediklerini ve temessük aldıklarını ancak, El-Hac Ali’nin bu köyleri altı yüz otuz gurûşa Kör Resul ve adamlarına verdiğinden bahsediliyor. HŞS 391 : 407. Çıkarılan adâletnâmelerde beylerbeyi ve sancakbeylerinin kendilerine tahsis olunan haslarını yine kendilerinin “zabt ve idare” etmeleri gerektiği belirtilirken, verdiğimiz örneklerde görüldüğü gibi, bunlar artık adâletnâmelerde belirtilenin aksine usulsüz bir biçimde iltizâma verilmektedir. Bkz. Yavuz Cezar, Osmanlı Maliyesinde Bunalım ve Değişim Dönemi, s. 40-41. 455 HŞS 391 : 421. 456 HŞS 391 : 405.

Page 128: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

119

tarafa457, Harput mukâta’a emîninin sancağın idarî açıdan bağlı olduğu Diyarbekir

Eyâleti yönetimiyle geliştirdiği ilişkinin, bazen nasıl bir zemînde cereyan ettiğini

göstermesi açısından birbiriyle alakalı birkaç ilginç belgeye sahibiz. 1103/1692

tarihli (ay belirtilmemiş) mektupta Diyarbekir kâim-makâmı Mehmet Ağa imzasıyla

doğrudan Harput kadısına hitap edilmektedir458. Mehmet Ağa, önceden âdet olduğu

üzere Harput emînlerinin her yıl Diyarbekir valisine ait kalemiye adıyla bir bedel

gönderdiklerini, El-Hac Ali’den önce emîn olanlardan bunu istediklerinde ellerinde

fermanlarının olduğunu ve sancak gelirlerinin ocaklık olarak Van kullarına tahsis

edildiğini belirttiklerini ve kalemiye ödemeye yanaşmadıklarını belirtmekte ve şimdi

emînlik uhdesinde olan Ali Ağa’nın hâla niçin kalemiye bedelini göndermediğini,

yoksa elinde kalemiyenin ref’ine dair bir fermanın mı olduğunun incelenmesini

kadıdan istemekte ve öncekiler gibi illede elindeki ocaklık beratını ibrâz ederek

kalemiyeyi ödememekte ısrar ederse, gönderilen mübaşir zoruyla tahsîl ettirilip

Âmid’e göndermesi buyrulmaktadır.

Bu mektuptan bir sonuç alınamamış olacak ki, aynı konuyla ilgili fakat

öncekine göre çok daha sert ikinci bir mektup gönderilmiştir. 24 Zilhicce 1103/6

Eylül 1692 tarihli ve yine Mehmed Ağa imzalı mektupta bu defa, kadıyla birlikte

kethüdâyeri, yeniçeri serdarı, kale dizdârı ve ‘âyân-ı vilâyete hitap edilmektedir.

Anladığımıza göre önceki mektuptan sonra El-Hac Ali Ağa, yedinde olan ocaklık

berâtının sûretini Âmid’e göndermiştir. Mektupta bundan bahsedilmekte ancak, bu

beratın kalemiye ref’ine işaret edemeyeceği, her sene olduğu gibi bu bedelin Vali

Nâim Paşa’nın hazinesi için El-Hac Ali tarafından edâ edilmesinin şart olduğu

vurgulanmaktadır. Hatta daha ileriye gidilerek, eğer El-Hac Ali Ağa ödememekte

“inâd ve muhâlefet üzere” olursa anbârlarının kadıdan alınacak “izn-i şer’” ile

mühürlenmesi, bir tane terekesinin dâhi “fürûht” olunmaması, aksi halde bahâne

kabul edilmeyeceği yönünde uyarılmaktadırlar459.

Belgeleri biraz daha yakından incelediğimizde El-Hac Ali Ağa ile Diyarbekir

kâim-makâmları arasında kalemiye yüzünden devam eden bu anlaşmazlığın, Mehmet

Ağa’dan önce Diyarbekir kâim-makâmı olan Murtaza Ağa zamanında da aynı hızda 457 Osmanlı Devleti’nin merkezîgücünün taşrada 17. yüzyıldan itibaren gittikçe zayıfladığı ve asıl gücün taşradaki yerel ailelere geçmeye başladığı şeklindeki genel kanaatin ne derece geçerli olduğunu Musul örneğinde inceleyen bir çalışma için bkz. Dina Rızk Khoury, Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Taşra Toplumu: Musul, 1540-1834, (Çev. Ülkün Tansel), İstanbul, 1999. 458 HŞS 391 : 390. 459 HŞS 391 : 389.

Page 129: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

120

devam ettiği anlaşılıyor. Örneğin Murtaza Ağa imzasıyla Harput kadısına hitâben

gönderilen mektuptan anlaşıldığına göre, Harput Sancağı’nda Van kullarının

mukâta’a emîni olanlar tarafından divân-ı Âmid’e sunulan arz-ı halde belirtildiğine

göre sancağa bağlı havâss-ı hümâyûn karyelerinden bir kısmı, bazı adamlar

tarafından çiftlikleri ve maktû’ları olduğu iddiasıyla, kimin tarafından verildiği belli

olmayan temessüklerle zabtedilmiştir. Mektupta belirtildiğine göre başkentten

gönderilen fermana atfen, buraları ellerinde tutanların temessüklerinin muktaa emîni

tarafından iptal edilerek kendi zabtına geçirilmesi, itiraz eden olur ise Âmid’e

gönderilmeleri istenmektedir460. Gurre-i R.A. 1103/20 Ocak 1692 tarihli bu belgeden

yaklaşık 5 ay sonra yani 6 Zilkade 1103/20 Haziran 1692 tarihinde yine Murtaza Ağa

imzalı mektupta dile getirilenler, yukarıda yapılması istenenlerle çelişmektedir.

Şöyle ki kadı, alaybeyi, serdâr, dizdâr ve ‘âyân-ı vilâyete hitaben yazılan mektupta,

mukâta’a emîni olanların valilere her yıl vermekte oldukları “kalemiye”lerini

vermedikleri ancak buna göz yumarak müsâmaha gösterdikleri belirtilmekte,

“mâdem ki sa’âdetlî paşa efendimiz hazretlerinin mu’tâd olan kalemiyesini gelip

vermedikçe”, diyerek mukâta’a emîninden köy ve mukâta’a iltizâm etmiş olanların,

önceki belgede ve fermanda söylenenin aksine geri götürüp asıl mukâta’a sahibine

yani emîne iâde etmemeleri ve kendi tasarruflarının sağlanması istenmektedir461. Bu

örnekler, incelenen dönemde merkezî yönetimin taşradaki yerel idareciler üzerindeki

otoritesinin derecesini göstermesi açısından bir kanıt niteliği taşımaktadır.

Yaptığı usulsüzlükler ve yerel hükümetle girdiği restleşmenin dışında El-Hac

Ali’nin toprak satışlarını onayladığı462, tapu temessûkü verdiği463 ya da bunlardan

hariç örneğin, şehir merkezine yapılacak yeni bir binanın (dükkân) yapımı için

kendisinden izin alındığını görmekteyiz464. Hatta şehirdeki bir boya-hâneden “El-

Hac Ali Ağa boyahânesi” adıyla bahsedilmektedir465.

Bunların dışında yine El-Hac Ali’nin borç ilişkilerini gösteren bazı örnekler

belgelere sahibiz. Örneğin, 5 Şevval 1103/20 Haziran 1692 tarihli borç tezkeresine

460 HŞS 391 : 417. 461 HŞS 391 : 402. 462 HŞS 391 : 168. 463 HŞS 391 : 125. 464 Söz konusu belgede debbâğ Ömer’in El-Hac Ali Ağa’nın izniyle bir debbâğ dükkanı inşa etmek istediği ancak, debbâğ ihtiyarlarının buna karşı çıktıkları belirtiliyor. HŞS 391 : 184. 465 HŞS 391 : 72,79.

Page 130: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

121

göre borçlu kişi Harput kadısıdır. Belgede kadının ismi zikredilmemekle birlikte,

bir başka belgeden söz konusu tarihte Mevlânâ İsmâil Efendi’nin Harput kadısı

olduğu anlaşılıyor466. Belirtildiğine göre Harput kadısı 216 gurûş mukâbilinde ve 90

gün içerisinde ödemek şartıyla, El-Hac Ali’den bazı eşyalar almıştır. Borcunu

gününde ödeyemeyen İsmail Efendi, borcuna karşılık Sarpulu ve Arındık köylerinin

“mahsûlât ve sâir rüsûmâtını” El-Hac Ali’ye “fürûht” etmiştir467.

Bir başka belgeden öğrendiğimize göre bu kez El-Hac Ali Ağa, Harputlu El-

Hac İsmail’e 200 gurûş borçludur. Ancak borcunu ödemediğinden, El-Hac İsmail’in

divân-ı Âmid’e arzı üzerine mübaşirle buyruldu izhâr olunmuştur468.

Yine 1073/1662 tarihli bir tezkereden, Harput beyi Yusuf Bey’in Tokat

sakinlerinden olup vefat eden Ahmed Beşe’ye 800 gurûş gibi yüksek bir meblağla

borcu olduğunu öğreniyoruz469. Yahut aynı tarihli bir buyrulduda belirtildiği gibi

daha önce mukâta’a emîni olan Ömer Ağa, üzerinde kalan bakâyasını ödeyemediği

için borcun takibine ve tahsiline mübaşir gönderilmiştir470. Bu örnekler incelediğimiz

dönemde sancak beylerinin ekonomik durumlarını yansıtması bakımından önemli

delillerdir.

Yukarıda bahsedilen görevlerinin dışında aynı zamanda birer maliye görevlisi

olduklarını belirttiğimiz emîn/zâbit veya mütesellimlerin, iltizâm beratında belirtilen

vergilerin471 bir kısmının toplanması işini ikinci mültezimlere (pâre mültezimleri)

deruhte ettikleri de bilinmektedir. Bu konuda pek çok örnek belgeye sahibiz.

Örneğin, Şevval 1074/ Mayıs 1664 tarihli kayda göre havâss-ı hümâyûn köylerinden

Kuyulu, Şems ve Tolon’un “gılâl-ı mahsulatları, cizye ve ispençe ve avârız ve

pembeleri gayr-ı ez hisse-i vakf ve maktu” ları Ömer’e 1950 riyâli gurûşa ber-vech-i

466 Söz konusu belgede Harput’taki Esediyye Medresesi katipliğine Abdürrâhim’in Harput kadısı Mevlânâ İsmâil’in ‘arz ve ilâmı ile atandığı kayıtlıdır. HŞS 391 : 400. 467 HŞS 391 : 426. 468 HŞS 391 : 406. 469 Belgeye göre Harput Beyi Yusuf, müteveffa Ahmed Beşe ve oğluna 800 gurûş borçludur. Daha önce sancakbeyleri ile beylerbeyilerin ekonomik durumlarını kıyasladığımız klasik dönemde sancağın tasarrufu bahsinde hatırlanacağı gibi 17. yüzyılda ekonomik üstünlüğün Beylerbeyilerine geçtiğini örneklerle ifade etmiştik. Belgenin devamında Yusuf Bey’den “merhum” diye bahsedildiğine bakılırsa kendisi borcunu ödeyemeden vefat etmiştir. Söz konusu borç ise, merhumun çeşitli eşyalarına mahkemece konulan bedeller mukabilinde Ahmed Beşe’nin oğlu Veli’ye ödenmiştir. Bunlar Yusuf Bey’in atı, katırları, samur kürkleri v.s. eşyalarıdır. HŞS 350 : 61/184. 470 HŞS 382 : 509, 517. 471 HŞS 368 : 398.

Page 131: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

122

peşin iltizâma verilmiştir472. Benzer şekilde Sarını köyünün çeşitli gelirleri, kârı ve

ziyanıyla birlikte aynı köyün re’ayâlarından Şaban, Osman, Ömer, Mahmud, Halil

Beşe, İsmail ve Abdal ile Nikogos isimli zimmiye ber-vech-i iştirâk ve ber-vech-i

peşin 80 riyâli gurûşa iltizâma verilmiştir473.

Ayrıca sancağa ait gelirlerin şehir ve karyelere taksimini gösteren bir listenin

mütesellimin elinde bulunduğunu ve bu listenin zaman zaman güncelleştirildiğini

anlıyoruz. Örneğin Evâhir-i Şaban 1072/ Nisan 1662 tarihli bir kayıt bunu te’yid

ediyor. Söz konusu belgede başta muâf karyeler olmak üzere, zahire ve sâir bahâların

toplanmasında kolaylık sağlaması için olsa gerek havâs karyeleri, şehirdeki zimmi ve

Müslüman esnafa ait hâne ve vergi miktarlarını gösteren bir defterin il vekili, şehir

kethüdâsı ve melikler eliyle hesap ve kitap olunduktan sonra imzalanarak, Harput

mütesellimi El-Hac Hüseyin Ağa’ya teslim edilmektedir474.

Buraya kadar görüldüğü gibi sancağın idaresi, klasik sancak uygulamasından

mukâta’aya geçiş sürecinde ve sancak gelirlerinin Van kullarına ocaklık şeklinde

tahsis edilmesinin ardından, ocak mensubu ağaların sancak mukâta’asını iltizâm

etmeleriyle yeni bir boyut kazanmış ve klasik dönem sancak beyinin görevleri,

emîn/zâbit veya mütesellilerce yerine getirilmeye başlanmıştır. Yukarıda verilen bazı

örneklerde de belirtildiği gibi söz konusu kişiler, görevi ile ilgili yerine getireceği

işlerde doğrudan emrinde olan kişilerin yanı sıra, mutlak surette ehl-i şer’ ile birlikte

hareket etmek durumundaydılar. Defterde rastladığımız bir kayıtta “esâmisi Vanlı

olan yoldaşlar” başlığı altında verilen beşe unvanlı 25 kişinin, mukâta’a zabitinin

kapu halkından olmaları da muhtemeldir475.

Mütesellim, bazı konularda doğrudan kadının yardımını almaktayken, kimi

belgelerden anlaşıldığına göre ise, dolaylı olarak kadının yardımını talep etmektedir.

Bunlar genellikle vergi gibi mâli konular üzerinedir. Mesela 3 Zilkade 1076/3 Mayıs

1666 tarihinde kadıya hitaben gönderilen bir mektupta, Harput müteselliminin divân-

ı Âmid’e arz-ı hâl sunarak reâyânın o güne kadar Diyarbekir valilerine verdikleri

zahireyi bu kez vermeye yanaşmadıklarını bildirdiğinden bahisle kadıdan duruma el

koyması istenmektedir476. 20 Safer 1077/21 Ağustos 1666 tarihli diğer bir mektupta

472 HŞS 368 : 438, 439. 473 HŞS 368 : 443. 474 HŞS 382 : 468, 470. 475 HŞS 382 : 482. 476 HŞS 276 : 87.

Page 132: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

123

ise mütesellim Ahmed Ağa’nın cizye ve ispençe vergilerini toplayamadığını divân-ı

Âmid’e ârz etmesiyle, yine kadının şer’i yetkisini kullanması istenmektedir477. Ya da

27 Zilkade 1072/13 Temmuz 1662 tarihli buyrulduya göre, bazı karye halkının vergi

ödemeye yanaşmamasının dile getirildiği ve sancak beyi tarafından gönderilen arz-ı

hal üzerine irsâl olunduğu anlaşılan buyrulduda belirtildiği gibi, yine kadının yardımı

talep ediliyor478. Bu örnekler, sancakbeyinin yaptırım gücü konusunda fikir vermekle

birlikte aynı zamanda bir itaât sorununa da işaret etmektedir. Bu açıdan bakıldığında

belgede“mezkûru kendilerine zâbit bilüb” ifadesine vurgu yapılması, sancakbeyinin

meşruluğunu pekiştirmeye yönelik önemli bir ayrıntıdır.

3- Melikler

Sancaktaki en üst düzey yöneticilerden sonra klasik dönemden farklı bir

yönetici tipiyle dikkatimizi ilk olarak melikler çekmektedir. Haklarında fazla belge

ve bilgi bulamadığımız meliklerin, sancak idaresindeki fonksiyonları ile ilgili

tespitlerimiz şöyledir.

Bazı çalışmalarda belirtildiğine göre, sancak kadıları veya kadı naîblerinin

nahiye, köy ve cemaât kethüdalarıyla birlikte Hıristiyan halkın temsilcisi sıfatıyla

taşradaki idarî yardımcıları479olan melikler hakkında az sayıda belgeye sahibiz. Buna

rağmen, isimlerinden başka kimliklerine dair ayrıntılı bilgiler edinemediğimiz bu

kişilerden biri hariç diğerlerinin gayr-ı müslim oldukları, temsil ettikleri ya da hizmet

götürdükleri halkın sorunlarını çözmek için yerel hükümet ile işbirliği yaptıklarını ve

bazı malî konularda (vergi toplama) kendilerine yetki tanındığını bu belgelerden

tespit edebiliyoruz. Ancak bu görevleri dolayısıyla avârız hariç, bütün vergilerden

muaf tutuldukları ve tımar tasarruf ettikleri ifade edilse de480, bunu destekleyecek

bilgi ve belgelere sahip değiliz.

İncelediğimiz döneme ait belgelerde, Harput Sancağı’nda çok az sayıda

melikin ismi geçmektedir. Bu kişilerden bazıları Evâhir-i Şevval 1072/ Haziran 1662

tarihli belgede geçen “havâs meliki Agob” ve “Kasaba-i Harput meliki Ali bin

477 HŞS 278 : 88. 478 HŞS 382 : 506. 479 Bkz. Dündar Aydın, Erzurum Beylerbeyliği ve Teşkilatı (1535-1566), Ankara, 1998, s. 219. 480 Dündar Aydın, a.g.e., s. 220-221.

Page 133: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

124

Abdulhalim”dir. Söz konusu belgede “bedel-i nüzûl” vergisini tahsil etmesi için

Diyarbekir Valisi Kenan Paşa’nın görevlendirdiği Mustafa Ağa’ya, mezkûrlar

tarafından toplanan 557 gurûştan masraflar düşüldükten sonra kalan 453 gurûşun

mütesellim, il kethüdası ve alaybeği huzurunda teslim edildiği belirtilmektedir481.

Aynı seri içerisinde tarihi belirtilmeyen bir başka belgeden, bu defa isimleri “tımar

meliki Serkiz ve Agob” şeklinde geçen iki Ermeni melike, söz konusu meblağdan 20

gurûşun taâmiye ücreti olarak ödendiğini öğreniyoruz482. Yine tarihi belirtilmeyen

bir kayıtta, havâs meliki Hokas ve tımar meliki Serkis’in masrafları başlığı altında

görev sırasındaki harcamalarına yer verilmektedir. Bu görevlerinin daha çok vergi

toplamakla ilgili olduğu, belgede geçen “arpa sâlyânesi içün, koyun bakâyâsı içün,

sürsât bakâyâsı içün” gibi ifadelerden açıkça belli olmaktadır483. Tarihi belli

olmayan ancak kadı Abdulbaki Efendi zamanında salyâne olduğu kaydedilen belgede

“bedel-i beldâr” akçesinin beyan edildiği ve masraf kalemlerinin düşüldüğü

kısımda, Diyarbekir’e giden meliklere masrafları ve harçları için 35 gurûş ödendiği

belirtilmektedir484.

8 Muharrem 1083/6 Mayıs 1672 tarihli zabıtta geçen bilgiler, incelediğimiz

dönemde meliklerin asıl görevlerinin öncelikle malî bir nitelik taşıdığını açıkça

göstermektedir. Söz konusu belgede, Leh Seferi’ne memur olan Diyarbekir Valisi

Hasan Paşa’nın sefer hazırlığı için lazım gelen ve Harput Sancağı tımar karyelerine

isabet eden çeşitli vergilerin nasıl ve kimler eliyle toplanacağı karara bağlanmaktadır.

Çok sayıda resmi görevlinin katıldığı mahkemede, bu görevi yürütme işi mezkûrların

onayı ve vekâleti ile 30 esedî gurûş ücretle Mustafa Ağa’ya iltizâm edilmiştir. Asıl

önemlisi, “tımar karyeleri meliki Serkis” in bu işte Mustafa Ağa’ya yardımcı tayin

edilmesi ve söz konusu vergilerin karyelerden tahsil edilemediği bir durum vakî

olursa melik Serkis’in bu karyelerin mâlına gerektiğinde “zâm ile kefîl-i bi’l-mâl”

olacağını taahhüt etmesidir485. Bu konuda ilginç bir diğer belge Evâhir-i Muharrem

1083/ Mayıs 1672 tarihlidir. Bu belge, Vali Hasan Paşa için Harput Sancağı’nda

sâlyâne olunan koyun, dana ve buzağı bahâsı karşılığında temin edilmesi gerekli 500

gurûşa Alaybeyi Mustafa Ağa’nın “kefîl” olmasıyla ilgilidir. Söz konusu meblağın 481 HŞS 382 : 261. 482 HŞS 382 : 271. 483 HŞS 362 : 353, 422. 484 HŞS 368 : 194/454. 485 HŞS 362 : 62.

Page 134: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

125

zamanında toparlanamaması üzerine durumun araştırılması için vali tarafından

gönderilen mübaşirin de katıldığı mahkemede Mustafa Ağa, bu durumun sebeplerini

anlatmaktadır. İlgimizi çeken, karyelerdeki tahsilatlarda yaşanan olumsuzluklardan

bahsederken Alaybeyi Mustafa Ağa’nın, havâss-ı hümâyûn karyeleri meliki Hokas

ile tımar meliki Serkis’in şahitliğine baş vurması ve iddialarını onların şahitliği ile

ispatlamak istemesidir486. Aynı şekilde Şaban 1072/Nisan 1662 tarihli bir buyruldu

suretinde de kaza merkezî ve bağlı köylerden toplanacak bedel-i nüzûl akçesinin İl

vekili Mustafa Beşe ve Melik Agob ma’rifetiyle avârız-hânesinde hane başına 12.5

gurûş hesabı üzere toplanması istenmektedir487.

Meliklerin vergi toplama görevinin yanı sıra şehir veya bölgeyi ilgilendiren

çeşitli konularda da, mahallin önde gelenleri arasında ve karar alma mekânizması

içinde yer aldıklarını gösteren birkaç belgeye sahibiz. Bunlardan Gurre-i Ramazan

1083/21 Aralık 1672 tarihli belge, görevlisinin şehrin önde gelenlerinin onayı ile

seçildiğini bildiğimiz menzilcilik hizmetiyle ilgilidir. Şehre menzilci olması

kararlaştırılan Hüseyin Çelebi’yi onaylayanlar arasında, hâs ve tımar melikleri Hokas

ile Serkis’in de bulunması bu açıdan önemlidir488. Yine bir buyruldu suretinden

anlaşıldığına göre, yol üzerinde olmaları ve konak görevi üslenmeleri sebebiyle bazı

vergilerden muaf olan köyler hizasında bulunan diğer birkaç köyün de, aynı

imkânlardan yararlanması için vilâyet melikleri tarafından beylerbeylik divanına arz-ı

hal sunulmuştur489.

İncelediğimiz dönemde Harput Sancağı’nda rastladığımız melikler ile ilgili

yukarıda verilen bilgilerden, zimmî statüsünde490 gayr-ı Müslim olduklarını, vergi

toplama görevlerinin yanı sıra kimi idâri işlerde yetkili kılındıklarını, sözlerine itibar

edildiğini ve ‘arzda yetkilerinin olduğunu v.s. belgelerden tespit etmiş durumdayız.

Ancak iddia edildiği gibi yalnızca Hristiyan halkın temsilcisi oldukları, bölgelerinin

şenlenmesini sağladıkları yahut tımar tasarruf ettiklerine491 dair somut bilgilere

rastlanmamıştır.

486 HŞS 362 : 93. 487 HŞS 382 : 458. 488 HŞS 362 : 293. 489 HŞS 382 : 465. 490Zimmiler hakkında bkz. Bahaeddin Yediyıldız, “İslam Hukukunda Zimmilerin Yeri”, Türk Kültürü, C. 25, S. 290, Ankara, 1987, s. 11-15. 491 Dündar Aydın, a.g.e, s. 219-220.

Page 135: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

126

Ayrıca meliklerden 1691-1712 tarihlerini içeren iki defterde bahsedilmemesi

ve isimlerine rastlanılmayışı, bununla birlikte köy kethüdalarıyla kıyaslandığında

aralarında ne tür benzerlikler yahut farklılıkların olduğu gibi hususlar, belki üzerinde

önemle durulması ve araştırılması gereken ayrı bir çalışmanın konusu olabilir. Bunun

yanında isimleri ve etnik kimlikleri dışında görev süreleri ve atanmaları ile ilgili bir

bilgiye de tesadüf edilememiştir. Tüm atamalarda olduğu gibi, melik tayinlerinin de

merkezî otoritenin tasdikine bağlı olduğu muhakkaktır. Ancak konu hakkındaki

bilgilerimiz elimizdeki belgelerle sınırlı olduğundan, daha fazlasını anlayabilmemiz

şu an için mümkün görünmüyor.

B- Şer’i Yöneticiler

1- Kadı ve Harput Mahkemesi

Osmanlı Devleti klasik dönemde, bilindiği üzere adlî teşkilat bakımından

birçok kaza bölgesine ayrılmıştı. Her kaza birimi kadının idaresinde ve doğrudan

merkezî hükümete (divâna) bağlı olduğu için, eyâlet-sancak şeklindeki askerî-idarî

teşkilatın dışında ve tamamen sivil nitelikli bir de kaza idaresi mevcuttu492. Her

sancakta yer alan asıl kaza merkeziyle birlikte, bazı sancaklarda birden fazla kaza

bölgesi bulunabilirdi. Sancaktaki köyler askerî-idarî bakımdan sancakbeyine, adlî

bakımdan ise kadıya bağlıydı.

Ancak hemen belirtmeliyiz ki bu dönemde kaza tâbiri, ehl-i şer denilen kadı

ve mahkeme görevlilerinin yerleşip görev yaptıkları, mahkemenin kurulduğu yer

anlamında kullanılmaktadır. İdarî bir birim olmaktan çok yargı merkezleri olan

şehirlerin tümünün kaza diye isimlendirilmesi bu sebepledir. Kazanın sancaktan

sonra gelen bir idarî birim adı olması ise Tanzimat’tan sonradır493.

492 Osmanlı kadısının bu kendine özgü durumu, üç kritere dayanarak açıklanmaktadır. Bunlardan ilki, kadının doğrudan merkeze bağlı olup mahalli otoritelerden ve yöneticilerden bağımsız olması; ikincisi, yargı yanında mülki ve malî konularda da aynı derecede sorumlu bir yönetici olması ve son olarak, aynı hiyerarşi ve eğitimden geçmiş olması ve bir yerdeki görev süresinin belirli ve kısa olması. Ancak ayrıntılı incelemelerin yapılması neticesinde bu üç kriterin doğruluğunu kaybettiği, örneğin Osmanlı kadısının görevli olduğu yerlerde gerek mülki ve askeri temsilciler ve gerekse de mahalli nüfuz gruplarının etkisi altında kaldıkları anlaşılmaktadır. Ayrıntılı bilgi için bkz. İlber Ortaylı, “Osmanlı Kadısının Taşra Yönetimindeki Rolü Üzerine”, Amme İdaresi Dergisi, C. 9, S. 1, Ankara, 1976, s. 95-107. 493 Bkz. Musa Çadırcı, Tanzimat Döneminde Anadolu Kentleri, s. 79.

Page 136: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

127

Osmanlı kadılık müessesinin esasını kaza adını alan ve büyük bir kasaba veya

şehir ile etrafında ona tâbi birçok köyden ibaret olan bir bölge teşkil ediyordu. Her

kazanın başında en büyük şer’ yetkilisi olarak kadı bulunuyordu494. Ayrıca bir

kadının idarî ve kazaî bölgesi içerisinde yer alan köyler, bazen nâhiyeler halinde

gruplandırılarak buralara adlî ve mahallî işlerini yerinde yürütmek üzere, kazanın

kadısı tarafından kendi adına nâibler tayin olunmaktaydı495.

Kadı öncelikle şeriât ve kanûnu uygulayan bir yargı hâkimi olmakla birlikte,

aynı zamanda sultanın idarî ve malî emirlerinin yerine getirilmesini gözetmek ve

bunun yanında şehrin yönetiminde de çok önemli fonksiyonları olan bir görevliydi.

Bilindiği gibi bir kadının göreve başlar başlamaz yapacağı ilk işi adını, sanını

ve göreve başladığı tarihi sicil defterinin ilk sayfasına yazmak, vazifesi sona erince

de söz konusu defteri bizzat kendisi ya da emîni vasıtasıyla, halefi olan kadıya devir

ve teslim etmekti. Şayet kadı, defteri kendiliğinden teslim etmemiş ise bir sonraki

kadı, söz konusu sicil defterini selefinden talep etmekle yükümlüydü. Bu defterlerin

devlet malı sayılması sebebiyle kadının kendi parasıyla veya ilgililerden alınan

harçla temin edilmiş olması, devir ve teslim mecburiyetini ortadan kaldırmazdı496.

Ancak 17. yüzyıla ait incelediğimiz defterlerin hiç birisinde böyle bir kayda

(dibâce) rastlanmamaktadır497. Dolayısıyla, kadıların görev sürelerini kesin olarak

tespit etmek ne yazık ki mümkün görünmüyor. Çünkü yukarıda da belirtildiği üzere,

yeni görevine başlayan her kadının, mahkeme sicilinin başına kimliğini ve görevine

başlama tarihini kaydetme alışkanlığının yaygın olmayışı ya da böyle bir kuralın

belki zorunlu hale getirilmemiş olması dolayısıyla, kadıların görev süreleri ile ilgili

tam tespitler yapmak mümkün olmamaktadır.

494 M. Akdağ, “Osmanlı Müesseseleri Hakkında Notlar”, AÜDTCFD, C. 13, S. 1-2, Ankara, s. 48. 495 M. Tayyib Gökbilgin, a.g.m., s. 38. Kadı nâibleri genellikle yerli kişilerden oluyor ve mevkilerinde çok uzun süre kalıyorlardı. Oysa kadıların görev süreleri ancak bir iki yıllıktı. Bu nedenle uzun görev sürelerinin resmi onay görmemesine karşın, kadı nâibleri yerel bir güç tabanı oluşturmayı başarıp bunu kişisel kazanç sağlamak ve resmen atanmış kadıyı yönlendirmede kullanıyorlardı. Bkz. Suraiya Faroqhi, Osmanlı Dünyasında Üretmek, Pazarlamak, Yaşamak, (Çev. G. Çağalı Güven-Özgür Türesay), İstanbul, 2003, s. 299. Ayrıca bazı kadıların geniş yetkilerini kötüye kullandıkları hakkında bkz. Hali İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ, s. 122. 496 İ.Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti’nin İlmiye Teşkilatı, Ankara, 1988, s.116 497 Bu konuda sadece 18. yüzyılın başlarına ait kullandığımız bir defterin girişinde yer alan dibâce kaydından, Şeyh Eyûb Efendi’nin söz konusu defteri kendisinden önce Harput kazasının kadısı olan Abdulbâki Efendi ibn. Eyüb Efendi el- Merzifonî den, 1122 senesinde devraldığını öğrenmekteyiz (HŞS : 388, defterin dibâce kısmı)

Page 137: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

128

Tüm bunlardan sonra, isimlerine ancak belge aralarında ya da şühûdü’l hâl

içerisinde ve nadiren isimleri zikredilerek gönderilen resmi belgelerde rastladığımız

Harput kadılarından, tespit edebildiklerimiz şunlardır.

Tablo 12 : Sancakta Görevli Kadılar ve Kimlikleri

Tabloda isimleri ve görevli oldukları muhtemel tarihleri verilen kadılar

defterlerde, tayin edilenlerin dışında genellikle isimleriyle hitap edilen belgeler ile 498 Zilhicce 1072/Ağustos 1662 tarihli bir niza davasının şühûdü’l-hâl kısmında “Molla Mustafa El-Kadı” şeklinde ismi geçmektedir. Diğer örnekler için bkz. HŞS 382 : 329, 330, 335, 344. 499 HŞS 382 : 494. 500 HŞS 382 : 428. 501 HŞS 382 : 485. 502 HŞS 362 : 436. 503 HŞS 362 : 482. 504 HŞS 362 : 428. 505 HŞS 362 : 350. 506HŞS 391 : 200, 482 507 HŞS 391 : 291, 313. 508 HŞS 391 : 371. 509 HŞS 388 : 1, 118. 510 HŞS 388 : 345.

DEFTER

KADI

GÖREVDE OLDUĞU TARİH

HŞS 382 (1661-1662)

Molla Mustafa498 Mevlâna Mehmed499 Mevlâna İbrahim500

Ömer Efendi501

Evâsıt-ı Şevval 1072 / Haziran 1662

3 Safer 1073 / 16 Eylül 1662

HŞS 362 (1671-1673)

Mevlâna Ahmed502 Mevlâna Hamza503

Kadı Mehmed Efendî504 Kadı Osman Efendî505

Evâsıt-ı Şevval 1082 / Şubat 1672 Evâhir-i Şevval 1083 / Şubat 1673

01 Muharrem 1083 / 29 Nisan 1672) (Tayin)٭ 20 Şevvâl 1083 / 8 Şubat 1673) (Tayin)٭

HŞS 391 (1691-1693)

Mevlâna Hamza Efendî506

Kadı İsmail Efendi507 Mevlâna Ebûbekir508

Evâil-i R.E. 1104 / Kasım 1692

C.A. 1104 / Şubat 1693 (Tayin)٭ 19 Ramazan 1103 / 5 Haziran 1692

HŞS 388 (1710-1713)

Eyûb Efendi509 Mevlâna Esseyyid Salih510

1122 / 1710

01 C. A. 1123 / 17 Temmuz 1711 (Tayin)٭

Page 138: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

129

isimlerini şühûdü’l-hâl içerisinden tespit ettiklerimizdir. Şahitler kısmında yer alan

kadıların, o an görevli olup olmadıklarına dair kesin bir hükme varamıyoruz. Zira

ismi şühûdü’l-hâl içerisinde geçen kadıyla, bizzat kendilerine hitap edilen ferman

veya buyruldularda geçen kadı isminin farklılığı, bu kişilerin ma’zûliyet dönemindeki

kadılar olabileceği ihtimalini çağrıştırıyor. Çünkü belirli bir süreliğine göreve atanan

kadılar, bu sürenin dolmasıyla birlikte ya başka bir kazaya nakledilir veya İstanbul’a

çağrılırlardı. Uygulama böyle iken, acaba bazı kadılar İstanbul’a gitmeyerek tevkît

(bekleme süresi) zamanlarını da aynı kazada (Harput’ta) geçiriyor olabilirler miydi?

bilemiyoruz.

Bu arada kadıların görev süreleri hakkında farklı görüşler ileri sürülmektedir.

Akdağ, kadıların görev yerlerine bir yıllık müddet-i örfi ve bir yıllık uzatmalı olarak

ancak iki yıllığına yollandıklarını ve başka bir kadılığa atanmadan önce İstanbul’da

bir yıl mülâzemette (maaşsız hizmet) bekletildiklerini, böylelikle bir kadının

memuriyet hayatının (örneğin 30 yıl kadılık yapan birisinin) üçte birinin İstanbul’da

geçtiğini söylemektedir511. Uzunçarşılı ise mülâzemet döneminin 2 yıl, kaza

kadılıklarının 20 ay olduğunu ifade etmektedir512. Ortaylı, bu sürelerin kanûnnâmeler

kadar uygulamada da kesinlik kazanmayan bir husus olduğuna ve “mevlevîyet”

pâyesine hâiz kadılıklar ile kaza kadılıkları arasındaki görev sürelerinin farklılığına

dikkat çekmektedir513. Halaçoğlu bu sürenin 18 aydan üç yıla kadar duruma göre

değiştiğini belirtirken514 Ergenç, kadıların görev sürelerinin uygulamada pek dikkate

alınmadığını, zaman ve şartlara göre kadıların bir yerdeki görevlerinden alınışlarında

mutlak şekilde “müddet-i örfiye” ye uyulmadığını örneklerle tespit etmektedir515.

Mesela 16. yüzyıl sonunda Ankara ve Konya kadılarının görevleri 3 ay ile 16 ay

arasında değişmektedir.

Elimizdeki bir tayin beratı hariç, Harput kazasına tayin olan kadıların görev

süreleri ve ne kadar ücretle atandıkları belki değişik kaynaklardan tespit edilebilir.

Ancak, elimizdeki belge gurubuna göre bunu yapmak mümkün görünmüyor. Gurre-i

C.A.1123/17 Temmuz 1711 tarihli berat ve aynı tarihli Anadolu Kazaskeri İsmâil

511 Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, C. 2, s. 98. 512 İ.Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti’nin İlmiye Teşkilatı, s. 104. 513 İlber Ortaylı, “Osmanlı Kadısı- Tarihi Temeli ve Yargı Görevi”, AÜSBFD, C. 30, S. 1-4, Ankara, 1977, s.122. 514 Yusuf Halaçoğlu, Osmanlılarda Devlet Teşkilatı ve Sosyal Yapı, s. 127. 515 Özer Ergenç, Ankara ve Konya, s. 82.

Page 139: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

130

Efendî imzalı bir kadı tayin mektubundan, Harput kazası kadılığına günlük 200 akçe

yevmiye ile Mevlâna Seyyid Sâlih’in 12 aylığına atandığı açıkça belirtilmektedir516.

Belgedeki uygulamadan anlaşıldığına göre, kadılıklar arası tayin ve nakiller

önceden planlanmakta ve bir yerin kadılığı daha boşalmadan, oraya gelecek yeni

kadıya durum önceden bildirilmektedir. Nitekim Harput’a atanan Mevlâna Salih’in

belgenin yazıldığı tarihten yaklaşık beş ay sonra, yani Zilkâde ayında bu görevi hak

edeceği ve hâli hazırda Harput kadısı olan Ebûbekir’in, ancak beş ay sonra bir başka

kazaya (Sağman’a) “ilhakıyla tayine-i müddeti âher kazada tekmil ricası” dile

getirilmektedir517.

Benzeri bir uygulama Antakya kadısı Abdülhâlim Efendi’nin Harput’a tayini

ile ilgilidir518. Anadolu Kazaskeri Abdulkâdir Efendi imzasını taşıyan buyrulduda,

Gurre-i Şevval 1072/19 Mayıs 1662 tarihinde “Antakya kazasının tevkîyeti hulûl”

edeceğinden ve “müddet-i örfiye’den ‘ad olunmamak için” kendisinin Harput

kazasına tayin olunduğu bildirilmektedir519. Bu durumdan hâla görevde olan Harput

Kadısı Ebûbekir de haberdar edilmektedir520.

İncelediğimiz dönemde Harput kadılarının ne kadar ücretle atandıklarına

ilişkin yukarıda verilen 1711 tarihli örneğin dışında somut bir bilgiye rastlanmazken,

tayin edilen kadılara hazineden her hangi bir para ödenmediğini ve kadıların

yaptıkları işlemler sonrası aldıkları harçlarla geçimlerini sürdürdüklerini biliyoruz.

Kanûnnâmelerde alınacak bu harçlar ayrıntıları ile belirtilmektedir521. 17. yüzyıla

516 “Şeriât meâb şeriât nisâb Esseyyid Mevlâna Sâlih Efendi tahiyyat-ü sâfiye ithâfıyla inhâ olunur ki Harput Kadısı Eyüb iş bu sene-i selâse ve ‘işrîn ve miete ve elf C.A. gurresinden beş ay tevkiyetle ref’ ve yerine yevm-î 200 akçe ile Van kazasından 10 ay mağduriyetinden gayrı 20 ay infisâli ve kezâlik ve sene-i müstemirresi olub, mütea’yyenü’l-ehliyet ve istinhâk olduğu ecilden kaza-yı merkûmun muvâkkit-i sene-i müsta’fisi te’hir olan ve 12 ay ile bâ ferman-ı hümâyun sana tevcih olunub, sene-i merkumun Zilkâde-i şerîfesi gurresinden 5 ay Ebubekir ref’inden Sağman kazasına ilhâkıyla 12 ay mutasarrıf olub, ta’yin müddetini âher kazadan tekmil etmek üzere ilhak-ı mezkûre ile kazay-ı mezburesine mutasarrıf olub, beynel-ahâl-î icrâ-yı âhkâm-ı şer’ idesiz vesselam”, HŞS 388 : 346. 517 HŞS 388 : 345. 518 HŞS 382 : 285. 519 “Şeriât şi’âr muvakkaten Antakya kadısı Abdulhâlim Efendi kâmyâb, tahiyyât-ı sâfiye ithâfıyla inhâ olunur ki, iş bu sene isneyn ve seb’in ve elf Şevvâli gurresi’nden, kaza-i mezbûr Antakya’nın tevkîyeti hulül edince mutasarrıf olub, müddet-i örfiye’den ‘add olunmamak üzere Harput Kazası sana sadaka olunmuştur. Gerektir ki gurre-i merkumdan kaza-i mezbura tevkîyet-i Harput’a hulülüne değin mutasarrıf olub, beynel ahâl-i icra-i ahkâm-ı şer’iyye idesiz vesselam” . HŞS 382 : 285. 520 HŞS 382 : 286. 521 I. Bayezid devri ile ilgili örnekler için bkz. İlber Ortaylı, “Osmanlı Şehirlerinde Mahkeme (Binanın Yeri, Yargılama Usulü, Mahkeme Görevlileri ve Bürokratik Faaliyet, Mahkeme Gelirleri ve Arşiv)”, Prof. Dr. Bülent N. Esen’e Armağan, Ankara, 1977, s. 260. 15. yüzyılda Fatih Kanûnnâmesine göre alınan harçlar için bkz. Özer Ergenç, Ankara ve Konya, s. 83.

Page 140: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

131

gelindiğinde ise artan enflasyon ile birlikte mahkeme harçları da belirtilenden ziyâde

arttırılmış, kadı ve nâiblerin suiistimalleri hakkında artan şikayetler üzerine pek çok

“adâletnâme” çıkarılmıştır522. Ancak ehl-i örf hakkında çok sayıda şikâyet davasına

karşılık, Harput kadısı ve mahkeme görevlileri hakkında her hangi bir şikâyete

elimizdeki belgelerde tesadüf edilememiştir. Yine çeşitli belgelerde mahkemenin

“kalemiye”, “katibiye”, “nâibiye”, “muâmele”, “hüddâmiye” ve “harc-ı mahkeme”

adıyla çeşitli ücretler aldıkları tespit edilebilmekte523, bunlar içerisinde nâiblerin

aldıkları harcın bazı yerlerde “kalemiye” diye isimlendirildiği görülmektedir524. 16

R.E. 1083/30 Haziran 1673 tarihli bir avârız kaydından (Leh Seferi ordu-bazâr

sâlyânesi), mahkeme görevlilerinin aldıkları ücretleri tespit edebiliyoruz. Belgede

geçtiğine göre toplanacak vergi ile birlikte nâibiyye 8, kâtibîye 2, mukayyîde 2,

hüddâmiyeye 3 ve mahkeme saraydârına 8 esedî gurûş ücret ödenmektedir525.

Burada ücretin defter hâsılatı üzerinden alındığını belirtmeliyiz.

Bunlardan hariç kadıların, incelediğimiz dönemde mahkeme gelirlerinin

dışında toprak tasarruf ederek geçimlerini sağladıkları anlaşılıyor526. Örneğin Harput

Kadısı Mevlanâ Hamza, 216 gurûş borcuna karşılık Sarpulu ve Arındık köylerinin

mahsûlatını bedel göstererek bunu borçla takas etmektedir527.

522 Bu konudaki çeşitli örnekler için bkz. Halil İnalcık, “Adâletnâmeler”, s. 75-79. 523Harput mahkemesinin günlük iş yoğunluğu hakkında vereceğimiz tablodan da izlenebileceği gibi, mahkemeye intikal eden dava sayısı azdır ve yine bilindiği gibi mahkemeye intikal eden davaların görülmesi, belirli bir ücrete tâbidir. Buna ilave olarak nikâh akdi, terekenin varisler arasındaki taksimi, tescil ve alacak-verecek v.s gibi kadı tarafından yapılan her türlü işlemlerden kadılar belli bir miktar para almaktadırlar. Mahkeme görevlileri de bu işlemlerden belirli ücret almaktaydılar. HŞS 362 : 524. 524 Genel olarak mahkeme tarafından alınan harçlara baktığımızda, harç miktarının özellikle avârız cinsi vergilerin tahsilinde daha yüksek olduğu gözlenmektedir. Bazen kuruş bazen de akçe olarak toplandığını gördüğümüz nüzûl, bedel-i beldâr, ordu-bazâr gibi vergilerin toplanması sırasında mahkemenin ve nâibin ayrı ayrı harç aldıklarıyla ilgili örnekler için bkz. HŞS 382 : 454, 455, 456, 457 525 HŞS 362 : 414. 526 Kadılara görevleri karşılığında günlük hesabı ile “cihet” adı verilen bir gelirin tahsis edildiği, bu cihetlerin tımar adı altında bir köyün vergi hasılı ile kazanın her yüz hanesinden biner akçe ‘adet-i hâne olarak verildiğine dair örnek için bkz. Dündar Aydın, a.g.e., s. 220. 527 Belgede Harput Kadısı Mevlâna Hamza’nın 5 Şevval 1103/20 Haziran 1692 tarihli bir tezkereye göre, Harput Mirlivâsı El-Hac Ali Ağa’dan aldığı bir yağız at, bir Sadr-ı Şerife, iki cild İbn-i Melik ve bir Tenbîhü’l Gâfilin ve bir Hadîs-i Necâd ve sâir iki mâ’i ferâce ve iki kızıl damga ferâce ve çuhâ bahâlarından 216 gurûş ki cem’an 108 esedî gurûş olan borcunu üç aydır ödeyememesi üzerine, borcuna karşılık Sarpulu ve Arındık köylerinin mahsulâtını Ali Ağa’ya verdiğine dair bilgiler yer almaktadır. HŞS 391 : 426.

Page 141: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

132

Ücretler ile ilgili yukarıda verilen örnekte, mahkeme saraydârından bahisle 8

gurûş ücret verileği belirtilmesine rağmen, incelediğimiz dönemde sicillerde resmi

bir mahkeme binasının varlığına rastlanmamaktadır. Belgelerde geçen konak ya da

saray gibi mekânların, sancakbeyleri/zâbit ya da mütesellimler için tahsis edildiği

anlaşılıyor. Buraların kiraları ile çeşitli masraflarının, halktan alınan vergiler ile

karşılandığını biliyoruz.

Konuyla ilgili elimizdeki örnekleri karşılaştırdığımızda, aynı mekânlar için toplanan

paranın zamanla birkaç misli arttığı görülüyor528.

Yine bu tarihlerde klasik dönemde olduğu gibi529, Harput kadısının şehirde

oturduğu ve kaza bölgesi içinde kalan bütün köylerin davalarını meclis-i şer veya

mahfil-i kazâ denilen ve aynı zamanda kendisinin de ikâmet ettiği bir mekândan

yürüttüğü tahmin edilmektedir530. Osmanlı kentlerinde resmi bir mahkeme binasının

bulunmayışı dolayısıyla kadı, muhtemelen büyük bir ev ya da konak satın alarak

veya kiralayarak evin bir bölümünü kendi ev halkı ile yaşadığı özel bir mekân, diğer

bir bölümünü de davaların görüldüğü mahkeme olarak kullanıyordu. Bu durum,

kullandığımız sicillerden yeterince açık tespit edilemese de, Evâsıt-ı Receb

1072/Mart 1662 tarihli bir satış hücceti bu konuda bazı ipuçları içeriyor.

Söz konusu belgede Meydan Mahallesi’nde Kadı Mustafa Efendi, Ayşe

Hatun’un babasından kalan büyükçe bir evi 200 gurûşa satın almaktadır531. Meydan

Mahallesi’nin şehrin en büyük mahallelerden biri olması ve şehir merkezinde

bulunması, ayrıca belgede arzgâhı ile satıldığının ifade edilmesi, satın alınan evin ne

amaçla kullanılacağı hakkında fikir vermektedir.

528 16 R.E. 1083/8 Temmuz 1672 tarihli bir avârız kaydında kazâ-i mezbûr zâbitinin saray kirası ve sâir masrafları için 80 esedî gurûş tespit olunmuş iken bkz. HŞS 362 : 414; Şevval 1104/Haziran 1693 tarihli belgede ise Harput sancakbeyinin saray kirası, döşeme bahâsı ve saraydârlarının masrafları için 200 gurûş tespit edilmiş ve şehir avârız-hânesinden 230 haneye tevzî edilmiştir. HŞS 391 : 401. 529 Bkz. M.Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 51. 530 İstanbul, Ankara ve Konya örnekleri için bkz. İlber Ortaylı, “Osmanlı Şehrinde Mahkeme”, s. 246. 531 HŞS 382 : 111.

Page 142: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

133

Burada kadının evinin mahkeme ile iç içe olması ilk bakışta yadırgansa da,

ileride görüleceği gibi incelediğimiz dönemde mahkemenin gündemi çok yoğun

değildir. Dolayısıyla adlî-idarî görevlerin yerine getirilmesi için mevcut görevlilerle,

daha büyük ve kadının kendi evinin dışında bir mekâna ihtiyaç duyulmadığı

söylenebilir. Akdağ, mahkeme dairesinin kadının oturduğu evi ile yan yana ve bazen

büyükçe bir caminin içinde bulunduğunu söylese de532 bunu te’yid edecek belgelere

sahip değiliz. Mahkeme olarak kullanmaya elverişli bir konağın ya da başka bir

mekânın olmaması durumunda böyle bir yol tercih edilmiş olabilir. Ayrıca Fatimîler,

Eyyubîler ve Memlûkler devrinde kadıların kendi evlerinde mahkeme kurdukları da

bilinmektedir.

Kadının duruşmasının herkese açık olması prensibi gereği muhtemelen

başlangıçta cami, bu amaçla mahkeme yeri olarak seçilmiş olabilir533. Osmanlı

mahkemelerinde de duruşmaların açık yapıldığını, sicil-i mahfûz denilen zabıt

defterlerindeki her kaydın altında o dava ile ilgili bazı kişilerin isimlerinin yer

almasından (şühûd’ül hâl) anlamaktayız.

Kaldı ki, kadının yardımcıları arasında yer alan pek çok görevlinin direkt

olarak kadının yanında bulunmadıklarını ve faaliyetlerini doğrudan kadıya bağlı

olarak yerine getirmediklerini biliyoruz. Dolayısıyla bürokratik işlemleri yürütecek

merkez kadronun kadı, nâib ve belli sayıdaki katipler ile muhzırlardan müteşekkil

olduğunu söylemek yanlış olmasa gerektir. Ayrıca ileride görüleceği üzere bu

dönemde mahkemenin avârız türü vergilerin şehir ve köy hanelerine taksimini

gözden geçirmek üzere, şehir ileri gelenlerince sıklıkla toplanılan bir meclis haline

gelmesi, değişimin bir başka boyutunu göstermektedir.

2- Arpalık Uygulamasına Geçiş

İncelediğimiz 17. yüzyılın ikinci yarısında Harput Sancağı’ndaki yönetim

faaliyetleri, klasik dönemde olduğu gibi sancakbeyi (emîn/zâbit/mütesellim) ve kadı

ile yardımcıları eliyle yerine getirilmekteydi. Sancakbeylerinin kimlikleri ve atanma

biçimlerinde meydana gelen değişikliklerin yukarıda ortaya konmasının ardından bu

bölümde, söz konusu tarihlerde Harput’ta görevli kadıların özlük hakları, görevleri,

532 Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisâdi ve İçtimaî Tarihi, C. 2, s. 97. 533 İlber Ortaylı, “Osmanlı Şehrinde Mahkeme”, s. 246.

Page 143: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

134

yetkileri, görevin tevcih şeklinde v.s. klasik dönemden farklı bir uygulamanın olup

olmadığı hususlarının tespitine çalışılacaktır.

Belgelerde açıkça belirtilmese de elimizdeki bazı örneklerden klasik dönem

kaza teşkilatının, 17. yüzyılın ortalarına kadar devam ettiğini ve bu tarihten sonra

bazı belgelerden Harput kazasının çeşitli tarihlerde arpalık olarak tevcih edildiğini

tespit ediyoruz.

Önce de belirtildiği gibi bu dönemde bir çok sancak arpalık olarak paşa veya

beylere tevcih edilmekteydi. Oysa incelediğimiz tarihlerde arpalık uygulamasının

yalnızca sancak yönetiminde değil, kaza idaresinde de uygulandığını görmekteyiz.

Örneğin kadı tayini içerikli çeşitli belgelerde geçen “ber vech-i arpalık Harput

kazasına mutasarrıf Ebubekir”534, “Harput Kadısı İsmail kazâ-i mezbûrede

mutasarrıf olub”535 gibi bir çok örnek ve ifadeler, bu düşüncemizi doğrulamaktadır.

Ayrıca merkezden Harput kadılarına hitaben gönderilen emirlerde genellikle kadının

adı geçmezken, kadılığı arpalık olarak tasarruf ettikleri belirtilen kadıların, tevcih

edilen görevlerini bizzat ya da nâibleri vasıtasıyla yerine getirip getirmedikleri

anlaşılabilmektedir. Elimizdeki üç örnek dışında, görüldüğü kadarıyla Harput’a tayin

edilen kadılar genelde görevlerini kendileri yerine getirmektedirler.

Söz konusu belgelerden ilki C.E. 1075/ Kasım 1664 tarihli bir tayin beratıdır.

Belgede Kale cami-i şerîf vakfına câbi olarak Murat’ın atanması ile ilgili, Harput

Nâibi Mevlâna İsmail’in ârzına yer verilmektedir. Evâhir-i R.E. 1084/Temmuz 1673

tarihli ikinci belgeden, Ahi Musa Mescidi’ne Harput Nâibi Mevlanâ Mehmed’in

ârzına binâen imam atandığını öğreniyoruz536. Aynı şekilde Şevval 1072/Haziran

1662 bir beratta Zahiriye zâviyesine mütevelli olarak atanan Molla Mehmed’in de

ta’yini Harput kaza nâibi Mevlanâ Mehmed’in arzı sonucu gerçekleştirilmiştir537.

2 Muharrem 1096/9 Aralık 1684 tarihli bir belge içerik olarak öncekilerden

farklıdır. Zira bu belgede bizzat Harput Kadısı Mevlanâ Mehmed imzasıyla fahrü’l-

ulemâ Ali Efendi, kendi yerine nâib tayin edilmekte ve görevleri belirtilmektedir538.

Bazı belgelerde nâib olarak isimlerine rastladığımız kişilerin ise çeşitli adlî işlerin

534 HŞS 382 : 286 535 HŞS 391 : 291. 536 HŞS 391 : 365. 537 HŞS 382 : 484, 489. 538 HŞS 331 : 313.

Page 144: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

135

takibi (keşif v.b.) amacıyla539 Harput mahkemesi tarafından görevlendirildikleri

anlaşılıyor540. Bu kişilerin sayısı bazen birden fazla olabilmekteydi541ve gördüğümüz

kadarıyla çoğunlukla mahallî medreselerdeki müderrisler ile seyyid unvanlı kişiler

arasından seçiliyorlardı542.

3- Kadı’nın Başlıca Görevleri

Osmanlı şehir yönetimine ilişkin yapılan çalışmaların tümünde belirtildiği

gibi, yerine getirdiği görevler bakımından kadı543şehrin yönetiminde en etkin ve üst

düzey bir yöneticidir. Kendisi şer’î ve örfî hukukun uygulayıcısı olarak emrindeki

görevlilerle, çeşitli kesimlerle yakın iş birliği içerisinde olduğu için, görevi yalnızca

bir yargı organı olmanın ötesindedir. Ayrıca önemlerine binâen bazı belgelerde

kadıların yetkileriyle ilgili olarak “taht-ı hükûmetinizde”, “tâht-ı kazânızda” veya

“zeyl-i hükûmetinizde” ifadeleri kullanılmaktadır544.

İncelediğimiz dönemde savaşlar sebebiyle sancaktaki askerî zevâtın yerlerine

vekil bırakarak sıklıkla seferlere katıldıkları düşünülürse, başta şehrin güvenliği

olmak üzere pek çok konuda sorumluluğun kadıya geçeceği muhakkaktır545. Yine

böyle bir ortamda yani sefer ehlinin savaşa gitmesinin ardından ortaya çıkması

muhtemel otorite boşluğu ortamında taşrada görev yapan bir kadının ise, emsâllerine

göre daha geniş boyutta kamu ve özel hukuk alanına giren meselelerle karşılaşacağı

tahmin edilebilir.

539 Osmanlı kadılarının nâibleri daha çok sorgu hakimi olarak görevlendirdikleri, bu kişilerin son kararı vermeye yetkili olmadıkları ve dolayısıyla nâibleri yargıya yetkili ve yargıya yetkili olmayan nâibler diye iki kısma ayırmak gerektiği hakkında bkz. Abdülaziz Bayındır, İslam Muhakeme Hukuku (Osmanlı Devri Uygulaması), İstanbul, 1986, s. 91. 540 Örneğin, sadât-ı kirâmdan bazı kimselerin toprak yüzünden reâyâ ile devam eden anlaşmazlıklarını yerinde inceleyip çözmek için mahkemece Mevlâna İsmail “nâib” tayin edilmiştir. HŞS 382 : 295, 320, 333. 541 Belgede Esseyyid Ahmed’den “nâib-i sâni” diye bahsedilmektedir. HŞS 391 : 59, 283. 542 HŞS 391 : 59, 283; HŞS 382 : 295. 543 Kadılık müessesesi ve Osmanlı hukuk sistemi hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Ebul-ulâ Mardin, “Kadı”, İ.A., C. 6, İstanbul, 1977, s. 42-46; Halil İnalcık, “Mahkeme”, İ.A., C. 7, s. 149-151; Halil İnalcık, Osmanlı’da Devlet, Hukuk, Adalet, İstanbul, 2000; Özer Ergenç, Ankara ve Konya, s. 80-88; Nurcan Abacı, Bursa Şehrinde Osmanlı Hukukunun Uygulanması, Ankara, 2001; Abdülaziz Bayındır, İslam Muhakeme Hukuku; Mehmet Akman, Osmanlı Devleti’nde Ceza Yargılaması, İstanbul, 2004. 544 HŞS 391 : 335; HŞS 362 : 497; HŞS 382 : 445; HŞS 388 : 301. 545Şer’i ve örfî hukukun uygulayıcısı olan kadı, Padişah otoritesinin ehl-i örf ile birlikte en önemli temsilcisidir. Oldukça geniş görev ve yetkileri bulunan kadı yargı, yönetim ve beledî hizmetleri yerine getirmekle mükellefti. Kadılar, bütün davalara bakarlar ve adlî işleri görürlerdi. Bunun yanında noterlik işleri de onların yetkisindeydi. Kadıya mahkeme kâtipleri, muhzır-başı ve muhzırlar yardımcı olmaktaydı. Bununla birlikte kadının hükümet ile reâyâ arasındaki münasebetlerde arabuluculuk

Page 145: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

136

Ayrıca incelediğimiz defterlerde gördüğümüz kadarıyla, merkezden veya

eyâlet divanından gönderilen resmi belgelerin büyük çoğunluğunun kadıya hitaben

yazılmış olması546, görevinin dîni niteliği bir çok müessese üzerinde meşrû ve doğal

görünen sıkı bir denetim yetkisi547, bu dönemde kadıların sancakbeyi/emîn/zâbit

veya mütesellimlere nazaran daha aktif roller üstlendiklerine işaret etmektedir. Bu

durumda eski nüfûz ve kudretlerini kaybettikleri iddiaları548, incelediğimiz dönemde

henüz geçerli olmasa gerektir.

Ancak biz burada Harput kadısının görevleri içerisinde, özellikle 17. yüzyılda

yaşanan değişimlerin klasik dönemden farklı biçimde, kadıların yetki ve sorumluluk

alanına giren işlerde v.s. bir sapmaya veya uygulamada her hangi bir yeni değişikliğe

yol açıp açmadığı, dolayısıyla 17. yüzyıldaki değişimin izlerini sürebileceğimiz

başlıca görevleri üzerinde durmaya çalışacağız.

etmek gibi idarî bir görevi de bulunmaktaydı. Ayrıca kadı aynı zamanda idaresi altındaki bölgede asayişi temin etmekle de yükümlü olduğu gibi belediye reisliği görevini de yerine getirmekteydi. Bu hususta kendisine yardım eden memurlar muhtesip, pazarbaşı, esnaf yiğitbaşılar, çöp subaşısı ve mimarbaşı idi. Narh tesbiti suretiyle fiyatların keyfiliğini önlemek, satışları kontrol etmek ve her türlü ihtikârlara mani olmak, ticari kaideleri tatbik etmek ve hükümete ait kazanç vergilerini toplamak gibi işleri kadı, hep muhtesip vasıtası ile idare ediyordu. Bkz. Şinasi Atundağ, “Osmanlılarda Kadıların Salâhiyet ve Vazifeleri Hakkında”, VI.TTK, Kongreye Sunulan Bildiriler ( 20-26 Ekim 1961),Ankara, 1967, s. 342-351; Mustafa Akdağ, “Osmanlı Müesseseleri Hakkında Notlar”, s. 49-51. 546 362 numaralı defterde toplam 145 sûretten beratlar hariç 95’i, 391 numaralı defterdeki toplam 175 sûretten 101 tanesi ferman, buyruldu ve mektup olarak Harput kadısına hitâben gönderilmiştir. 547 Bkz. İlber Ortaylı, Türkiye İdare Tarihi, s. 200. 548 Yücel Özkaya, “XVIII. Yüzyılda Taşra Yönetimine Genel Bir Bakış”, Türkler, C. 13, s. 701.

Page 146: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

137

Harput kadıları incelediğimiz dönemde yargı ve şehir yönetimine ilişkin

görevlerinin yanında, klasik dönemde olduğu gibi ancak daha belirgin bir şekilde

merkezî ve yerel hükümetin talepte bulunduğu malî ve askerî konuların takibini

yapmaktaydı. Bunlardan bazıları; avârız vergilerini toplatmak, cizye tahsiline nezâret

etmek549, Van ocakları maâş bedelinin zamanında gönderilmesini denetlemek550,

ocaklık mukâta’asının teftişi551, sefer dolayısıyla sivil halktan istenilenleri tedârik

etmek552, sefer ehlinin serhâdlere intikâlini hızlandırmak553, hazinenin nakli için

güvenliğin sağlanması554 v.s. şeklinde sıralanabilir. Ayrıca Diyarbekir valilerine

verilen sâlyâneleri mübâşirlere teslim etmek555, şehirden geçen veya gelen üst düzey

yöneticilerin menzil ihtiyaçlarını gördürmek556, kassâmlık557, yerlerini terk eden

taîfelerin yerlerine iâdesinin sağlanması558 konularıyla da yine kadı ilgilenmekteydi.

Kendisinden yapılması istenen işlerin büyük bir kısmı, elbette ki kadının aslî

görevleri arasındaydı. Ancak bu taleplerin geneli incelendiğinde görüleceği gibi,

içinde bulunulan şartlar kadıya yeni sorumluluklar yüklemekteydi. Bu yüzden, en

kritik zamanlarda ve olumsuzlukların giderilmesi noktasında kadı, âdeta bir kurtarıcı

olarak algılanmaktaydı.

Harput kadısının incelediğimiz dönemde en önemli görevlerinden birisi, Leh

ve Avusturya Seferleri dolayısıyla sancakta bulunan sefer ehlînin bir an önce yola

çıkarılması için askerî erkân ile birlikte hareket etmesiydi. Bu konuda gönderilen

fermanlarda kadı ile birlikte alaybeği, kethüdâyeri ve yeniçeri serdârına hitap

edilmekteyken, emrin tekrarlanması durumunda ise sadece kadıya hitap edilmesi,

temsil ettiği makamın güvenirliğinin ve yaptırım gücünün yüksek olması sebebiyle

olsa gerektir.

549 HŞS 391 : 337. 550 HŞS 391 : 292, 399. 551 HŞS 382 : 472, 473, 474; HŞS 362 : 527; 552 HŞS 362 : 453, 454 553 HŞS 362 : 425, 429, 441, 452, 462…HŞS 391 : 293, 322, 330, 332, 334, 442, 443; HŞS 391 : 389. 554 HŞS 362 : 386 555 HŞS 382 : 459; HŞS 362 : 415 556 HŞS 391 : 363; HŞS 368 : 450. 557 HŞS 362 : 347, 428, 512; HŞS 382: 485. 558 HŞS 391 : 336.

Page 147: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

138

Nitekim aynı konuda tekrarlanan fermanlarda, sefere gitmeyenler ölümle

tehdit edilmektedirler559. Yine bu tür fermanların çoğunlukla genel bir anlam taşıdığı

ve kol güzergâhları üzerindeki tüm kadılıklara gönderildiği anlaşılıyor. Örneğin

asker talebiyle ilgili 2 Şaban 1104/8 Nisan 1693 tarihli bir ferman suretinde

Harput’tan Malatya, Sivas, Tokat, Zile, Amasya, Çorum, Çankırı, Bolu, Kastamonu

ve Sapanca’ya kadar tüm kadılar zikredilmektedir560.

Bunların dışında özel olarak Harput kadısına hitap edilen çok sayıda belge de

bulunmaktadır. Örneğin askerî levâzımâtın karşılanması ile ilgi buyrulduda muhatap

Harput kadısıdır. 22 Muharrem 1083/20 Mayıs 1672 tarihli Diyarbekir Valisi Hasan

Paşa imzalı buyrulduda Harput kadısından, şehir kethüdâsı ve melikler yardımıyla

araba tekerleklerinin yağlanması için 30 batman kuyruk yağı, 150 çadır kazığı ve 15

tokmak tedârik etmesi, bedellerinin 1083 yılı ordu-bazâr sâlyânesinden düşülmesi

istenmektedir561.

Yine kadıya hitap edilen bir buyrulduda, esnafa uğrayarak ordu-bazâr ihrâç

ettirmesi, mükemmel çadır ve aletler temin ederek mübaşirle acele Diyarbekir’e

göndermesi istenmektedir562. Bir diğer buyrulduda kadıdan Diyarbekir’den

Edirne’ye doğru yola çıkmış orduya, geçecekleri menzillerde zaruret çekmemeleri

için zahire temin etmesi, gerekli malzemeler liste halinde belirtildikten sonra bu

bahâneyle fukâraya zûlm edilmemesi yönünde tembihte bulunulmaktadır563. Bu

hatırlatma aynı içerikli tüm belgelerde görülmektedir.

Verilen bu örnekler aynı zamanda Harput kadısının, askerî alanda yürüttüğü

faaliyetler ile sefer hazırlığının lojistik arka planı hakkında çeşitli ipuçları içeriyor.

Örneğin elimizdeki bir diğer belgeden sefere giden Eyâlet valisinin sefer-i hümâyûn

harçlığı tâbir edilen hazinesinin, arkadan kapıcılar kethüdâsı tarafından taşındığı ve

kaza sınırları içerisine vardıklarında gerekli yem ve yiyeceklerin temin edilerek

Malatya’ya kadar en az 30-40 nefer ile gönderilmesi, bu adamların güvenilir

kişilerden seçilmesi hususunda kadı ve diğer askerî yetkililer uyarılmaktadır564.

559 HŞS 362 : 462: HŞS 391 : 430. 560 HŞS 391 : 333, 334. 561 HŞS 362 : 453, 454. 562 HŞS 382 : 434. 563 HŞS 362 : 447. 564 HŞS 362 : 499.

Page 148: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

139

Askeri alanda kadının görevini göstermesi açısından bir diğer örnek ise,

mahallelere göre asker yoklamasının kadı eliyle yapılmasıdır565. 5 Muharrem 1083/3

Mayıs 1672 tarihli ve Hasan Paşa imzalı buyrulduya göre nefs-i Harput’ta bulunan

yeniçeriler, kuloğulları ve dirlik tasarruf eden askerîler hakkında bilgi istenmektedir.

Bunun için Harput kadısından kasabadaki imamları ve müezzinleri şer-i şerife davet

etmesini, asker geçinen herkesin isimlerini, unvanlarını ve ekonomik durumlarını

mahalleleri ile beraber deftere yazarak, tekrar kontrol ettikten sonra bir an evvel

mübaşir ile Diyarbekir’e göndermesi buyurulmaktadır566.

Bu konudaki diğer bir belgede askerlerin sefere çağrıldıklarında türlü

bahanelerle gitmemeleri veya ortadan kaybolmaları halinde, askerlîkle ilişkilerinin

kesileceği, “yeniçeri ocağında alakâları kalmamağıyla askerî kıyafetinde gezilmeyüb

reâyâ zümresine tâbi” olacakları ve kadının yakın denetimine tâbi tutulacakları

vurgulanmaktadır567.

Verilen örneklerin dışında askerî konularda kadının şüphesiz en önem taşıyan

görevi, savaş gibi olağanüstü durumlarda toplanacak vergilerin esnafa ve ahâliye

taksim edildiği şekliyle, bir an evvel görevlilerce toplatılmasını sağlamak ve vakit

geçirmeden seferde bulunan orduya ulaştırmaktı.

Ancak vergilerin toplanmasında bazı güçlükler yaşanmaktaydı. Gerçekten de

savaşlar sebebiyle vergilerin tahsîl edilmesi önemli bir sorundu. Bu bağlamda Harput

kadısının askerî-malî görevlerinin başında bedel-i nüzûl, bedel-i sürsât, bedel-i

beldâr568, bedel-i seferiye, ordu-bazâr akçesi569, donanma sâlyânesi gibi avârız türü

vergilerin yanında, öşür ile zimmîlerden alınan cizye ve Diyarbekir valilerine eskiden

beri verilmesi âdet olan çeşitli vergilerin tahsîli için, kadı tarafından yapılacak

organizasyon, büyük bir önem arz etmekteydi. Bunun yanında sancağın mukâta’aya

dönüştürülerek gelirlerinin Van ocaklarına bağlanması, mukâta’ayı iltizâm edenlerin

gelirleri tahsil etmeleri için ikinci defa iltizâma vermeleriyle pâre mültezimleri nin

ortaya çıkması ve söz konusu kişilerin halktan haksız yere vergiler toplamasıyla baş

gösteren şikayetler, Harput kadısının gündemini meşgul eden diğer önemli konulardı.

565 HŞS 391 : 329 566 HŞS 391 : 455. 567 HŞS 362 : 462. 568 HŞS 368 : 454. 569 HŞS 368 : 457; HŞS 362 : 414.

Page 149: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

140

Askerî ve malî bir terim olan nüzûl, askerî bir kıt’anın beslenmesi için belli

miktardaki zahirenin temini ve daha önce belirlenmiş bir yerde (menzilde) hazır

bulundurulmasını ifade etmektedir.

Nüzûl ilk zamanlarda askerlerin geçecekleri yolun yakınında bulunan köy ve

kasabalardan, askerin ihtiyacını karşılamak üzere önceden tespit edilip bildirilen

menzillere getirilirken, 16. yüzyıl sonlarına doğru sınırlarda çarpışan askerler için

istenen un ve arpa gibi malzemeler, belirli yerlerdeki ambarlarda toplanmakta ve

buradan cephedeki orduya iletilmekteydi570. Ayrıca doğrudan ziraî mahsûlden alınan

öşür ve salâriye gibi vergiler çiftçiyi mükellef tuttuğu halde nüzûl, bir kazaya

(kadının mes’uliyet bölgesine) aitti. Bu sebeple kadılar belgelerde gördüğümüz üzere

adlî görevlerinin yanında, nüzûl ve sürsât gibi vergilerin toplanıp istenilen yere

sevkinden de sorumluydular.

Önceleri bölgenin hububat üretimine göre miktarı farklı ve genellikle aynî

olarak belirlenen nüzûl vergisi571, incelediğimiz dönemde nakdî alınmaktadır.

Örneğin 17 C.E. 1104/24 Ocak 1693 tarihli fermanda, avârız-hânesi hesabına göre

her haneden 600 akçe toplanması emredilmektedir. Bu belgede ayrıca o tarihte

piyasada bulunan paraların değerleri de verilmektedir572.

Bu konudaki benzer örneklerde, esnaf ile şehirdeki ve köylerdeki hanelerden

belirli aralıklarla söz konusu verginin yine nakit olarak alındığını görmekteyiz573.

Safer 1103/Masım 1691 tarihli mektupta, Harput kazasındaki 281,5 avârız-hânesinin

her birinden nüzûl malına mahsup 7’şer gurûş alınması ve kadının bunu “vilâyet

‘ayânı ma’rifetiyle” gerçekleştirmesi istenmektedir574.

570 Lütfü Güçer, a.g.e., s. 69. 571 Bkz. Lütfi Güçer, a.g.e., s. 76. 572 HŞS 391 : 341 (Örneğin, alınan her 110 akçenin 1 esedî “ba-penc” gurûş, penc frengi altın 2, 5 gurûş, şerîfî altın 2 gurûş ve 1 rub’, “hâlisü’l-ayar para” nın her biri 41 esedî gurûş gibi). 573 HŞS 391 : 299, 384 (Esnaf), 304 (Köyler). 574 HŞS 391 : 380.

Page 150: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

141

Söz konusu vergilerin toplanması sırasında görevlilerin yaptığı yolsuzluklar,

vergilerin sık aralıklarla tekrarlanması, vergi vermemek için türlü hilelere baş

vurulduğu duyumlarının alınması ve eşkiyalık gibi sebeplerle toplanamayan vergiler

hakkında, Harput kadısı başta olmak üzere yerel idarecilere hitâben ferman, buyruldu

ve mektup gönderilmiştir575. Bunların bazılarında kadının teftiş yetkisini kullanması

istenirken, bir kısmında ise kadı ve diğer idareciler bilgilendirilmektedirler.

Örneğin 13 C.E. 1104/ 20 Ocak 1693 tarihli ve Edirne mahreçli bir fermanda,

Harput, Pertek, Çemişkezek, Sağman ve Mazgird kazalarında oturan ehl-i zimmî,

nasârâ ve Yahudilerin cizye ödememek için türlü hilelere başvurdukları konusunda

ilgili kaza kadıları uyarılmaktadır576.

Fermanda özetle, zimmilerin ekonomik durumlarına göre düzenlenmiş âlâ,

evsât ve ednâ tezkereleriyle cizyelerini ödemeleri gerekirken, hile yaparak kağıtlarını

değiştirdikleri ve bu sebeple her birinden “ale’s-seviye” 2’şer şerîfî altun alınması

emredilmektedir577.

575 Vergi memurunun parasının gasbı, vergi tahsiline giden memurların yaralanmaları hakkında bkz. HŞS 362 : 181, 492. 576 HŞS 391 : 337. Ayrıca 1691-1695 tarihleri arasında cizye kağıtları üzerinde devlet eliyle gerçekleştirilen değişiklikler ve bu konuda yayınlanan emirler hakkında bkz. Yücel Özkaya, “XVIII. Yüzyılda Genel Hatlarıyla Osmanlı İmparatorluğu’nda Vergi Sorunu”, s. 500. 577 Cizye ve haraç dini vergi sayıldıklarından toplanması konusunda oldukça titizlik gösterilmiştir. Bu verginin mükelleflerine verilmek üzere âlâ, evsât, ednâ mühürlerini taşıyan renkli tevzi kağıtları düzenlenmiştir. Bunların üzerinde cizyenin hangi seneye ait olduğu, sınıfı, cizye muhasebesi, baş hazinedar ve cizye umum mülteziminin isimleri de yer almaktaydı. Ayrıntılı bilgi için bkz. Christoff Nedkoff, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Cizye”, (Çev. Şinasi. Altundağ), Belleten, C.VII, S. 29-32, Ankara, 1944; Yavuz Ercan, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Gayrımüslimlerin Ödedikleri Vergiler ve Bu Vergilerin Doğurduğu Sosyal Sonuçlar”, Belleten, LV, 212-214, (1991), s. 371-391; Oktay Özel, “Osmanlı Demografi Tarihi Açısından Avarız ve Cizye Defterleri”, Osmanlı Devleti’nde Bilgi ve İstatistik, Ankara, 2000; Bahaeddin Yediyıldız, “İslam Hukukunda Zimmîlerin Yeri”, s. 11-15. Ayrıca gayrımüslimlerin 18. yüzyılda cizye ödememek için başvurdukları yollar hakkında bkz. Yücel Özkaya, ”XVIII. Yüzyılda Genel Hatlarıyla Osmanlı İmparatorluğu’nda Vergi Sorunu”, s. 499-505.

Page 151: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

142

Aynı konuda gönderilen bir başka fermanda veba salgınına işaret edilerek

zimmîler dâhil pek çok kişinin öldüğü, defterde belirtilen rakam ile cizyenin

toplandığı yerlerde yaşayanların sayılarının tutmadığı, bu durumda “taraf-ı mîrîye

gadr ve zarar” geldiği belirtilerek görevlilerden daha sağlam defter tutmaları, bunun

yanı sıra bazı zimmilerin kendilerini tercüman, rahib veya patrik gibi tanıtarak

“ruhbândan cizye alunmaz deyû” inat ederek vergilerini ödememeleri durumda dahi

cizyelerinin alınması, defterlerinin kadı tarafından kontrol edilerek imzalanması sıkı

sıkıya tenbih edilmektedir578.

Yine vergi uygulamasındaki değişiklikler hakkında mahallin kadısına bilgi

verilirken579 bazı durumlarda, örneğin avârız-hânelerinde tenzîlata gidilmesiyle ilgili

zaman zaman halkın şikayetleri doğrultusunda kadının doğrudan merkeze arzda

bulunma yetkisinin olduğu da bilinmektedir580.

Mukâta’anın denetiminden de sorumlu olduklarını bildiğimiz kadıların, bu

konuda gönderilen mektup ve buyruldulara muhâtap olmaları, malî görevlerinin bir

diğer boyutunu göstermektedir. Örneğin 1072/1662 tarihli buyrulduda Harput

mukâta’asının önceki emîni Ömer Bey’in zimmetinde kalan paranın, şer’ ile tahsil

ettirilerek mübaşire teslimi istenmektedir581.

Görüldüğü gibi 17. yüzyılın ikinci yarsından itibaren Harput kadıları yargı ve

diğer idarî görevlerinin yanı sıra (belki de çoğunlukla) merkezî ve yerel hükûmetçe

kendilerinden istenen malî ve askerî talepleri yerine getirmeye çalışıyorlardı. Bu

açıdan bakıldığında göze çarpan en önemli değişiklik, mahkeme ile kadının avârız

cinsi vergilerin toplanması ve devam eden savaşlar sebebiyle artan askerî ihtiyaçların

karşılanması konularında, yoğun bir baskı altında tutulmalarıydı.

Yukarıda bahsettiğimiz askerî ve malî görevlerinin dışında kadıların, kamu ve

özel hukuk alanına giren adlî konulardaki işleri de doğal olarak devam etmekteydi.

Yine klasik dönemdeki gibi kadı, yakın çevresindeki nâib, kâtipler ve muhzırlarla

daha ötede ise subaşı, muhtesib ve diğer görevliler ile şehri ve reâyâyı ilgilendiren

çeşitli konularda görevini icrâ etmekteydi.

578 3 C.A. 1103/21 Şubat 1692 tarihli fermanda ayrıca zenginlerden 48 dirhem gümüş veya 3 dinar; orta hallilerden 24 dirhem gümüş veya 2 dinar; fakirlerden ise 12 dirhem gümüş veya 1 dinar alınacağı belirtiliyor. HŞS 391 : 47. 579 HŞS 391 : 295, 318, 439, 440; HŞS 362 : 438. 580 HŞS 388 : 339 (Harput Kadısı Mevlanâ İbrahim’in arzı üzerine avârızda indirim yapıldığı) 581 HŞS 382 : 517.

Page 152: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

143

Bu görevler arasında incelediğimiz dönemde Harput mahkemesinin keşif için

görevli yollaması, belgelerde çok sık görülen bir durumdur. Örneğin Temmuz 1692

tarihli bir hüccete göre taraflar arasında bağ suyunun kullanımı yüzünden çıkan

anlaşmazlık sebebiyle meydana gelen zararın keşfi için mahkeme tarafından Mevlanâ

Ahmed Efendi582; Dirican aşiretinin köy basarak adam yaralaması ve hayvanları

kaçırması üzerine İlyas Efendi583; 12 Zilhicce 1103/25 Ağustos 1692’de Behrimaz

Nahiyesinde bir köyde şakîlerin yol kesip adam yaralamaları üzerine Mustafa

Efendi584; 7 Receb 1104/14 Mart 1693 tarihinde evinin önünde ateşle oynarken

kazara yanarak ölen 4 yaşındaki Neslihan’ın ölümünü keşf için yine İyas Efendi585;

15 R.A. 1133/13 Mart 1721’de ise Harput’a bağlı Uluâbâd Nahiyesinde Haringid

çayında boğulan İsmail’i yerinde keşif için mahkeme tarafından Nâib Mevlanâ es-

Seyyid Hacı Ömer Efendi586; Evâil-i Safer 1083/Haziran 1672 tarihinde İlmili ve

Ağıl köyleri arasındaki çayır ve otlak anlaşmazlığı sebebiyle köy sınırlarının keşfine

Mevlana Mehmed; kar dökülen alanın mülkiyetini keşif için Feyzullah Çelebi587;

Evâil-i Şaban 1083/Kasım 1672 tarihli hüccete göre dirlik sahipleriyle Kehli ve

Hozektek köylüleri arasındaki sınır anlaşmazlığının çözülmesi için mahkemeden

nâib istenmesi üzerine Mevlanâ Muhammed Efendi keşif için tayin olunmuştur588.

Özellikle 18. yüzyılın başlarına ait kullandığımız belgelerde çoğu zaman

sipahilerin kendi aralarında, bu tür sınır anlaşmazlıklarının sık yaşandığı görülüyor.

Örneğin Harput’a bağlı Behrimâz nahiyesindeki bir köy sipahisi ile sınıra yakın

Malatya Sancağı’na bağlı bir köyün zâimi arasında, köyün sınırı yüzünden çıkan

tartışmanın halledilmesi için Harput kadısı Abdullah Efendi, nâib olarak Hüseyin

Efendi’yi görevlendirmiştir589.

582 HŞS 391 : 4. 583 Evâil-i Ramazan 1103/ Mayıs 1692 tarihli hüccete göre mahkeme tarafından gönderilen İlyas Efendi, aşiretin kethüdası Şaban ve diğer ileri gelenlerle birlikte köyde “akd-i meclis-i şer’i-şerif” eylemişlerdir. HŞS 391 : 58. 584 HŞS 391 : 87. 585 HŞS 391 : 181. 586 HŞS 391 : 471. Daha önce belirtildiği üzere söz konusu defterin son 10 sayfası 1720’den sonraki tarihe aittir. 587 Evâhir-i Safer 1083/Haziran 1672, HŞS 362 : 139. 588 HŞS 362 : 271. 589 HŞS 388 : 35.

Page 153: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

144

Görüldüğü gibi mahkemenin keşif için nâib olarak görevlendirdiği kişiler,

çoğunlukla mahallî medreselerdeki müderrisler ile seyyid unvanlı kişiler arasından

seçiliyordu590. Keşif, mahkemeye talep üzerine gerçekleştirilirken görevlendirilen

nâib, izlenimlerini “ketb ve imlâ ile gelüb meclis-i şer’e inha” suretiyle kadı

huzurunda ikrar etmekteydi591. Örneğin, Aşağı Huh mezrasında tandıra düşüp yanan

3 yaşındaki çocuğun durumunu keşfe giden Molla Ömer için belgenin başında,

“mahallinde keşf ve imlâ ile gelüb meclis-i şer-i garrâda inhâ eylemek içün bit-taleb

es-Seyyid Molla Ömer” ifadesi yer almaktadır592. Ayrıca nâiblerin yanına daha alt

hizmetteki başka bir mahkeme görevlisinin verildiği anlaşılıyor593.

Ayrıca bu kişilerin keşif görevi sırasında her hangi bir ücret alıp almadıklarını

gösteren belgelere sahip değiliz. Ancak avârız vergilerinin toplanması sırasında

Harput kadısı tarafından atanan nâibe, toplanan vergiden belirli bir ücret ödendiğine

göre594, keşif için bazen günlerce sürecek bir yolculuğa çıkacakların da elbette bu

masraflarını cebinden karşılaması beklenemezdi. Muhtemelen bu kişilerin günlük

masrafları da bir şekilde karşılanmaktaydı.

Şikâyet hakkını divân-ı Âmid’e arz-ı hâl sunarak kullananlarla ilgili Âmid

kâim-makâmlarının mübaşir görevlendirmesi, bu tarihlerde mahkemenin gündemini

işgal eden önemli konular arasındadır595. Bu arzlar, kadı aracılığıyla veya bizzat

yapılabildiği gibi şahsen yapılan müracaatlarla ilgili kadıya gönderilen emirlerde,

önce iddiânın doğruluğunun tespit edilmesi ve ardından müdahalede bulunulması

emredilmektedir596.

590 HŞS 391 : 59, 283; HŞS 382 : 295. 591 HŞS 391 : 181. 592HŞS 388 : 26 (Gurre-i Ramazan 1122/24 Ekim 1710), 32, 46… 593 2 Şevval 1122/23 Kasım 1710 tarihli kayda göre Şahsuvar karyesinde keşif için “bit-taleb Molla Ebubekir ve hüddâm-ı mahkemeden Mustafa tayin ve irsal” olunmuştur. HŞS 388 : 32. “Seyyid Molla İsmail ve adamımız Mustafa tayin olmağla..”, HŞS 388 : 81. 594 HŞS 368 : 454, 455. 595 HŞS 362 : 383, 421, 435, 449; HŞS 391 : 350, 385, 393; HŞS 382 : 478.. 596 “..emrim üzerine ‘amel edüb dahi göresin fi’l-vâkî dediği gibi ise..”, HŞS 278 : 87.

Page 154: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

145

Bunun dışında beledî hizmetlerin ve vakıfların597 da kadının sorumluluğunda

olduğunu biliyoruz. Mesela şehrin imar ve diğer bayındırlık işleriyle ilgili konularda

kadı, şehirde ortaya çıkan ve halka zarar veren yapıları bilirkişilere keşfettirdikten

sonra yıktırabilmekteydi598. Örneğin, Evâil-i R.A. 1104/Ağustos 1672 tarihli bir

hüccetten öğrediğimize göre Sarahatun Mahallesi sakinleri, zimmî Ohan’ın ev

inşâsına karşı çıkmaktadırlar. Çünkü yapılmakta olan ev, su kuyularına yakın olduğu

gibi sık kullanılan bir yol üzerindedir. Keşif için ise, mahalle imamı Mehmed Efendi

ve cemaâtten kişiler yollanmıştır599.

Buraya kadar verilen örneklerin dışında Harput kadısının şehirdeki beratlıları

denetleyerek “kendi umûru ile meşgul olmayanları” merkeze bildirip, yerlerine

başkalarını tayin ettirdiğini görmekteyiz. Örneğin, 19 Ramazan 1123/4 Haziran 1692

tarihli berata göre Harput Âhi Musa Mescidi’nin imamı olan es-Seyyid İbrahim

“ticarete sülûk etmesi” üzerine kadının arzına binâen görevinden alınarak, yerine Ali

imam tayin edilmiştir600. Yine Evâsıt-ı Şaban 1104/Nisan 1693 tarihli berattan

anlaşıldığına göre, Harput'ta Cami-i Kebir'de hâtiplik yapan Ali'nin kendi halinde

olmayıp, cemâ’ate zararının olduğu yönünde Harput Kadısı İsmail Efendi’nin arzı

sonucu, Ali’nin yerine günlük üç akçe ile Ebubekir tayin edilmiştir601. Bunlardan

hariç yapılan tayinler, kadının şikâyetinden çok haklarında olumlu görüş bildirdikleri

kişilerin belirli görevlere nasbı şeklindedir602.

597 HŞS 391 : 190. 598 Kayseri, Konya ve Isparta örnekleri için bkz. Yusuf Oğuzoğlu, a.g.e., s. 151-153. 599 HŞS 391 : 314 600 HŞS 391:371 601 HŞS 391:325 602 Bu tayinlerden bir kısmı padişah değiştiğinden dolayı yenileme (mesela, Harput Bazârbaşısı olan Hâlid ve Zâhiriye Camisi imamı Seyyid Yasin’in görev beratları II. Ahmed’in cülûs-ı hümâyunu nedeniyle yenilenmiştir), bir kısmı ise daha önce yapılan tayinlerde sonradan yanlışlık yapıldığının anlaşılması üzerine görevin iâdesi şeklindedir. Mesela 15 seneden beri Âhi Musa Mescidi’nde imamlık yapan İlyas’a cami görevlilerinden birisinin iftirâ ederek imamlık görevini ondan alması, daha sonra İlyas'ın suçsuz ve kusursuz olduğunun anlaşılması üzerine tekrar İlyas'a imamlık verilmesi gibi. HŞS 391: 451, 484, 326. Bu konuda yine Harput Âhi Musa Mescidi imamı Abdurrahim'in azlini gerektiren kusuru yokken Ali ve İlyas'ın gadr ile vazifeyi aldıklarının anlaşılması üzerine, her ikisi de ref’ edilerek Abdurrâhim’e tekrar imamlık vazifesi tevcih edilmiştir. HŞS 391: 388

Page 155: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

146

Sonuçta buraya kadar genel olarak, 1661-1693 tarihleri arasında öne çıkan

konular üzerinde kadının başlıca görevlerinden bahsedildi. Ancak çok geniş yetki ve

görev salâhiyetine sahip kadıların tüm görevlerinden bahsetmek mümkün olmadığı

gibi çalışmadaki amacımız, kadının klasik dönemde yerine getirdiği görevlerin

boyutunda ve yoğunluğunda, 17. yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde her hangi bir

değişmenin olup olmadığı veya hangi konuların daha öne çıktığını, belgelerden tespit

edebildiğimiz kadarıyla anlamaya çalışmaktı.

4- Gündelik Hayat İçerisinde Harput Mahkemesi

İncelediğimiz dönemde Harput şehrinin, aynı isimle anılan sancağın “kaza

merkezi” olduğunu, kadının ve mahkeme görevlilerinin burada ikâmet ettiklerini ve

elimizdeki sicil kayıtlarına göre “kazâ dairesi” içerisinde kalan bütün köylerin

davalarının “meclis-i şer” denilen ve muhtemelen kadının yaşadığı konak veya evin

bir bölümünde bulunan mahkemede görüldüğünü ilgili bölümde belirtmiştik.

Sicillerde geçen ifadeler, davaların Harput şehrinde görüldüğü konusunda bizi

doğrulamaktadır. Örneğin davâcının şehir halkından olması durumunda “nefs-i şehir

halkından”, “kasabâ-i Harput’ta vâki’…mahallesinden”, “medîne-i Harput

sâkinlerinden”, “medîne-i Harput mahallâtından” denilmekte; şehir dışından olursa

“Harput kazâsına tâbi …nâm karye sâkinlerinden”, “Harput muzâfatından …nâm

karye sakinlerinden”, “Medîne-i mezbûre mülhakâtından” ifadeleriyle durum

formüle edilmektedir. Yine Harput Sancağı’na gönderilen bütün emir ve hükümlerde

doğrudan Harput kadısına hitap edilmesi, sancağın tek kaza bölgesinden ibâret

olduğu hakkındaki tereddütlerin ortadan kaldırılması yönünde önemli bir ip ucudur.

Çünkü incelediğimiz dönemde kazaya bağlı nahiyelerin olmasına rağmen, buraların

başında her hangi bir nâibin varlığına veya söz konusu nahiyelerde ikâmet ettiğine

dair603 bir bilgiye ve belgeye tesadüf edemediğimizi belirtmiştik.

Bilindiği gibi mahkemede “sicilli-i mahfûz” denilen zabıt defterlerine,

görülen davaların yanı sıra merkezden veya yerel otoritelerden gönderilen emir ve

hükümler ile çeşitli meseleler hakkında taraflara verilen tezkere ve temessük türü

belgelerin suretleri kaydedilmekteydi. Bilgisayar ortamına aktardığımız belgelerin 603 Bkz. Özer Ergenç, Ankara ve Konya, s. 85.

Page 156: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

147

içerisinde sadece zabıt türü belgelerin aylara ve günlere göre dökümü yapıldığında

ortaya çıkacan sonuç, Harput mahkemesinin işlem yoğunluğuyla birlikte günlük

hayatın akış hızı hakkında bir fikre ulaşmamızı mümkün kılabilir.

362 numaralı ve 1671-1673 tarihli defterimizdeki toplam 531 belge içerisinde

386’sı zabıt, geri kalan 145 belge ise başta da belirttiğimiz gibi ferman, berat,

buyruldu ve mektup gibi belge sûretlerinden oluşmaktadır. Yaklaşık iki yıl gibi bir

süreyi kapsayan deftere göre, mahkemenin en yoğun olduğu ayda bakılan dava sayısı

56 iken, bu yoğunluk kış aylarında 1’e kadar düşmektedir. Bu davaların büyük

çoğunluğunu, baharın başlamasıyla artan toprak anlaşmazlığı, ev, tarla, bağ, bahçe ve

değirmen satışları ile alacak-verecek konularında yaşanan nizalar oluşturmaktadır.

Bu durumu tablo üzerinde aşağıdaki şekilde gösterebiliriz.

Page 157: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

148

Tablo 13 : HŞS 362 Nolu Defterdeki Zabıtların Aylara Göre Dağılımı

604 Bu grupta beş belge tarihsizdir. 605 Bu sayı tüm belgeler içerisinde sadece hüccetleri gösteren rakamdır.

HARPUT ŞER’İYE SİCİLİ 362 Gurre-i Muharrem 1082- 29 Zilhicce 1083

(10. 05. 1671– 17. 04. 1673)

Yıl Hicri Tarih Miladi Tarih Belge Adedi

Yüzdesi-%

Muharrem Gurre-i Muharrem 1082- Evahir-i Muharrem 1082 (10.05.1671- Haziran 1671) 6 % 1, 55

Safer - R.Evvel - - R.Ahir - - C.Evvel - - C.Ahir - - Receb - Şaban - -

Ramazan Evâil-i Ramazan 1082 (Ocak 1672) 1 % 0, 25 Şevval - -

Z.Kade Evasıt-ı Zilkade 1082 – Evahir-i Zilkade 1082 (Mart 1672 ) 3 % 0, 77

1 0

8 2

Z.Hicce 8 Zilhicce 1082 – 28 Zilhicce 1082 (6.04.1672 – 26.04.1672) 34 % 8, 80

Muharrem Gurre-i Muharrem 1083- 26 Muharrem 1083 (29.04.1672 – 24.05.1672) 56 % 14, 5

Safer 3 Safer 1083 – 29 Safer 1083 (31.05.1672 – 26.06.1672)

34 % 8, 80

R.Evvel Gurre-i Rebi’ül-evvel 1083 – 26 Rebi’ül-evvel 1083 (27.06.1672 -22.07.1672) 22 % 5, 69

R.Ahir Gurre-i Rebi’ülâhir 1083 – 28 Rebi’ülahir 1083 (27.07.1672 – 23.08.1672) 14 % 3, 6

C.Evvel Gurre-i Cemâziyelevvel 1083 – Evâhir-i Cemâziyelevvel

1083 (29.08.1672 – Eylül 1672)

33 % 8, 5

C.Ahir Gurre-i Cemâziyelahir 1083- 26 Cemâziyelâhir1083 (24.09.1672 – 19.10.1672) 29 % 7, 5

Receb Gurre-i Receb 1083 – 25 Receb 1083 (23.10.1672 – 16.11.1672) 24 % 6, 2

Şaban Gurre-i Şaban 1083 – Selh-i Şaban 1083 (22.11.1672 – 20.12.1672) 34 % 8, 80

Ramazan Gurre-i Ramazan 1083 – 29 Ramazan 1083 (21.12.1672 – 18.01.1673) 27 % 6, 99

Şevval Evâil-i Şevval 1083 – 28 Şevval 1083 (Ocak 1673 – 16.02.1673)

15 % 3, 88

Z.Kade Gurre-i Zilkade 1083 – 26 Zilkade 1083 (18.02.1673 – 15.03.1673) 35 % 9

1 0

8 3

Z.Hicce 2 Zilhicce 1083 - 29 Zilhicce 1083 (21.03.1673 - 17.04.1673) 14 % 3, 6

Diğer - 5604 % 1, 29

Toplam 386605

Page 158: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

149

Yine tabloya göre Harput mahkemesi en yoğun olarak bahar ve yaz aylarında

çalışmaktadır. Bağlı köylerin davalarının da şehirde görüldüğü dikkate alınırsa,

bunun mevsim şartlarından kaynaklandığı açıktır. Çünkü ağır kış şartlarının hüküm

sürdüğü Doğu Anadolu Bölgesi’nde yer alan ve zeminden oldukça yüksekte

kurulmuş şehre kış şartlarında ulaşmanın zorluğu tahmin edilebilir.

Tabloya yakından bakıldığında, mahkemede 10 Mayıs 1671 ile Haziran 1671

arası kısa dönemde toplam 6 dava görülmüşken, bu tarihten Ocak 1672’ye kadar yani

7 ay boyunca her hangi bir davanın görülmeyişi dikkat çekicidir. Ayrıca bu ara

dönem ile ilgili yaptığımız sorgulamada, Harput kadısı olduğunu tespit ettiğimiz

Mevlanâ Ahmed’in ismine ancak Şubat 1672 tarihli belgede rastlamaktayız606. Söz

konusu 7 ay boyunca kadıya sadece merkezden gelen ferman, berat ve Âmid’den

gönderilen bir kaç buyruldu intikal etmiş ve bunların suretleri sicile kaydolunmuştur.

Ayrıca bu süre içerisinde sicile her hangi bir hâlî kaydı da düşülmemiştir.

Oysa Harput mahkemesi dâhil607 mahkemelerin gece-gündüz 24 saat açık olduğu

bilinmektedir608. Nitekim bir zafer veya örneğin doğan bir şehzâde için düzenlenen

şenlikler609 veya dinî bayramlardaki resmi tatillerde mahkemelerin acil durumlar

dışında çalışmadığından hareketle610, belki bir kaç günlüğüne Harput mahkemesinin

de tatil edilmiş olduğu düşünülebilir. Fakat 7 ay boyunca hiç bir davanın görülmemiş

olmasının izâhını yapmak, bu aşamada mümkün görünmüyor.

Bu konudaki bir diğer defterimiz 1691-1693 tarihleri arasını kapsayan ve bir

önceki defterden yaklaşık 20 yıl sonra tutulmuş 391 numaralı şer’iye sicilidir. Bu

defterdeki toplam belge sayısı 490 olup, bunlardan 315’i zabıt geri kalan 175 tanesi

ise sûrettir. Davaların aylara göre dağılımını hesapladığımızda ise aşağıdaki tabloyu

elde ediyoruz.

606 HŞS 362 : 436. 607 HŞS 382: 125 608 Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisâdî ve İctimaî Tarihi, C. II, s. 84 -85; Özer Ergenç, Ankara ve Konya, s. 84. Ayrıca bunu sicillerde de görüyoruz. Örneğin bkz. HŞS 388 : 459. 609 1691-1695 arasında padişahlık yapmış Sultan ikinci Ahmed’in yeni doğan çocukları şehzâde İbrahim ve Selim için Harput kadılığına gönderilen müjdenâmede, dört gün ve gece boyunca türlü şenlikler düzenlenmesi emredilmektedir. HŞS 391 : 374, 375. 610 Halkın kutladığı bayramlar ve padişahların düzenlettikleri şenlikler hakkında ayrıntılı bilg için bkz. Suraiya Faroqhi, Osmanlı Kültürü ve Gündelik Yaşam: Ortaçağdan Yirminci Yüzyıla, (Çev. Elif Kılıç), İstanbul, 1998, s. 197-199.

Page 159: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

150

HARPUT ŞER’İYE SİCİLİ 391

(Evâil-i Muharrem 1103- Evâil-i Zilkâde 1104) (Eylül 1691- Temmuz 1693)

Hicri Yıl

Miladi Belge Adedi

Yüzdesi %

Muharrem Evail-i Muharrem 1103 – 21 Muharrem 1103 (Eylül 1691 – 14.10.1691) 5

% 1, 5

Safer Evahir-i Safer 1103 (Kasım 1691) 1 % 0, 3 R.Evvel - - R.Ahir - - C.Evvel - -

C.Ahir Evail-i Cemaziyelahir – 26 Cemaziyelahir 1103 (Şubat 1692 – 15.03.1692) 16 % 5

Receb 2 Receb 1103 – Evahir-i Receb 1103 (20.03.1692 – Nisan 1692) 17 % 5, 3

Şaban 2 Şaban 1103 – Evahir-i Şaban 1103 (19.04.1692- Mayıs 1692) 17 % 5, 3

Ramazan 4 Ramazan 1103- Evahir-i Ramazan 1103 (20.05.1692 – Haziran 1692) 12 % 3, 8

Şevval Gurre-i Şevval 1103 – Selh-i Şevval 1103 (16.06.1692 – 14.07.1692) 12 % 3, 8

Z.Kade 02. Zilkade 1103 – Evasıt-ı Zilkade 1103 (16.07.1692 – Ağustos 1692) 3 % 0, 9

11

03

Z.Hicce Evail-i Zilhicce 1103 – Evahir-i Zilhicce 1103 (Ağustos 1692 – Eylül 1692) 9 % 2, 8

Muharrem 01 Muharrem 1104 – Evahir-i Muharrem 1104 (12.09.1692 – Ekim 1692) 4 % 1, 2

Safer Evail-i Safer 1104 – Evahir-i Safer 1104 (Ekim 1692 - Kasım 1692) 9 % 2, 8

R.Evvel Gurre-i Rebi’ülevvel - Evahir-i Rebi’ülevvel 1104 (10.11.1692 – Aralık 1692) 15 % 4, 7

R.Ahir 3 Rebi’ülahir 1104 – 15 Rebi’ülahir 1104 (12.12.1692 –24. 12. 1692) 17 % 5, 3

C.Evvel Gurre-i C.E. l 1104 – Evahir-i Cemaziyelevvel 1104 (8.01.1693 – Şubat 1693) 12 % 3, 8

C.Ahir Evail-i Cemaziyelahir 1104- Selh-i Cemaziyelahir (Şubat 1693 – 07.03.1693) 11 % 3, 49

Receb Gurre-i Receb 1104 – Evahir-i Receb 1104 (8.03.1693 - Nisan 1693)

35 % 11, 1

Şaban Gurre-i Şaban 1104 – 25 Şaban 1104 (7.04.1693 – 1.05.1693) 32 % 10, 1

Ramazan Gurre-i Ramazan 1104- Evahir-i Ramazan 1104 (06.05.1693- Mayıs-Haziran 1693) 29 % 9, 2

Şevval Gurre-i Şevval 1104 – Evahir-i Şevval 1104 (5.06.1693 – Temmuz 1693) 20 % 6, 34

Z.Kade Evail-i Zilkade 1104 (Temmuz 1693) 1 % 0, 3

11

04

Z.Hicce - - Muharrem - -

Safer - -

R.Evvel Evail-i R.E. l 1133 – Evahir-i R.E. l 1133 (Ocak 1721 ) 3 % 0, 95

R.Ahir Gurre-i R..A. 1133- Evahir-i Rebi’ülahir 1133 (30.01.1721 – Şubat 1721) 11 % 3, 49

C.Evvel Gurre-i C. E. l 1133 – Evahir-i C. E. l 1133 (28.02.1721 – Mart 1721) 10 % 3, 17

C.Ahir 3 Cemaziyelahir 1133 – 10 Cemaziyelahir 1133 (01.04.1721- 08.04.1721) 3 % 0, 9

11

33

Receb - -

Page 160: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

151

Şaban - - Ramazan Gurre-i Ramazan 1133 (26.06.1721) 1 % 0, 3 Şevval - - Z.Kade - -

Z.Hicce - -

Diğer - 10 611 % 3, 1

Toplam 315

Tablo 14 : HŞS 391 Nolu Defterdeki Zabıtların Aylara Göre Dağılımı

Tabloya baktığımızda 1691-1693 tarihleri arasındaki dönemde de bir önceki

defterde görüldüğü gibi üç ay kadar mahkemeye intikal etmiş bir dava görülmüyor.

Kış aylarına denk geldiği anlaşılan bu ara dönemde, her hangi bir hâli kaydı

düşülmediğine ve sicile geçirilmiş bir çok ferman ve berat sûretlerinin varlığına

bakılırsa, mahkemenin açık olduğu söylenebilir. Ancak bir önceki defterde de

görüldüğü gibi, bu zamanlarda her hangi bir olayın mahkemeye yansımamış olması,

şu aşamada cevaplandırılması güç bir durum olarak karşımızdadır. Bunun sebebini

sadece mevsim şartlarına bağlayarak açıklamaya çalışmak, tek başına yeterli değildir.

Çünkü yine kış olmasına rağmen, tabloda 1083/1673 tarihine baktığımızda aylık

ortalama 20-30 arası dava görülmektedir. 1104/1693 tarihinde ise kış aylarında bu

sayı ortalama 4-15 arasında değişmektedir.

Her iki tabloda da normal olarak davaların yoğunluğunun bahar ve yaz

aylarında arttığı görülmektedir. Müslümanlar için bir ibadet ayı olan Ramazan’da

mahkemeye yansıyan dava sayıları ise 1083’te 27, 1103’te 12 ve 1104 tarihinde 29

olarak tespit edilmektedir. Bu tarihlerin bir yıl öncesinde ve çok daha sonrasında

(örneğin 1133/1721) dava sayısının 1 olarak sicillere yansımış olması, bu konuda

yapılacak sağlıklı bir değerlendirmeyi güçleştirmektedir. Ancak Müslümanlık

açısında “kutsal” olan bu ayda, karşılıklı ilişkilerde ortaya çıkacak anlaşmazlıkların

an azından asgari bir düzeyde seyretmesi beklenen bir durumdur. Ayrıca söz konusu

defterlerde Ramazan ayının sıcak mevsimlere denk gelmesi ve hareketliliğin bu

mevsimde artmış olması da, dava sayılarındaki artmaya sebep olmuş olabilir. Yine

bu ayda görülen davaların niteliğine bakıldığında çoğunluğun ticari ilişkilerden

(satış, alacak-verecek) kaynaklanan anlaşmazlıklar olduğu görülmektedir. Ancak

bunların içerisinde bir kısmı, tarafların aralarında anlaştıklarını ve sulh olduklarını

611 6 adet belgenin tarihi ve ayı belirtilmemiş. Ayrıca bir belge eksik olduğu için okunamadı. Diğer üç belgeye ise sadece 1103, 1104 ve 1133 tarihleri düşülmüştür.

Page 161: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

152

mahkemede tescil ettirmeleri, ya da davadan ferağ, yahut miras yüzünden çıkan

anlaşmazlıkların yine sulh yoluya, belkide içinde bulunulan ayın kutsallığı sebebiyle

taraflar arasında çözülüp mahkemede resmîyet kazandırılmasından kaynaklanıyordu.

Sonuçta defterlerin geneline bakıldığında mahkeme gündeminin belirli

ayların dışında yoğun olmadığı göze çarpıyor. Ancak ilgili bölümde bahsettiğimiz

gibi, kadı ve mahkemenin yargılama dışındaki görevlerinin yoğunluğu dikkate

alınırsa, tablolarda görülen işlem hacminin düşük olmasına göre varılacak yargı,

Harput kadı ve mahkemesinin çalışma yoğunluğu hakkında ileri sürülecek kanaatleri

tahminden öteye götüremeyecektir.

Burada üzerinde durulması gereken bir diğer önemli husus, mahkemeye

yansıyan davaların ne kadar bir sürede çözüme kavuşturulduğudur. Bu konuda

incelediğimiz döneme ait defterlerde klasik uygulamaların aynen sürdürüldüğünü,

örneğin zabıtların belli bir kalıpta formüle edildiğini ve yine kadının hükmünü içeren

zabıtların neredeyse bulunmadığını görmekteyiz. Bu şekildeki bir uygulama tarzı,

davaların ne kadar sürede karara bağlandıklarını anlamamız için yeterli değildir.

Ancak kadının o anda özellikle niza davalarında hüküm vermemesi, davanın

niteliğiyle de ilgilidir. Örneğin toprak, hırsızlık, ölüm, sınır ihlali, miras, kız kaçırma

gibi konularda yaşanan anlaşmazlıklarda genellikle mahkemeden keşif talebinde

bulunulduğu hatırlanacak olursa, bu tür davaların çok zaman alacağı kendiliğinden

anlaşılır. Bunların dışında sicillere yansıdığına göre miras, vergi ve borç konularında

bazen müftüden fetva alınması da zaman alıyor olsa gerektir. Ancak bu konudaki

belgelerin sayısı çok azdır612. Yine tarafların mahkemeye intikali, şikâyetlerin

dinlenmesi, davacının iddialarını ispat etmesinin istenmesi, şahitlerin görüşüne

başvurulması, karşı tarafın savunmasının alınmasının v.s. ardından sicile geçirilmesi,

doğal olarak belli bir zaman aralığında gerçekleşmekteydi. Ama bu zamanın sayısal

olarak ifadesi mümkün değildir.

Tüm bunların dışında, mahkemenin yoğunluğunu etkileyen bir diğer önemli

faktör de şüphesiz nüfustur. Harput şehrinin nüfusu, klasik dönemdeki tahrirlere

göre 1566’da yaklaşık 13.437 civarında hesaplanmışken613, incelediğimiz yüzyılın

ortalarına ait 1646 tarihli Avârız Defterine göre bu rakamın yaklaşık 5 bin civarında

612 HŞS 350 : 36; HŞS 382 : 495. 613 M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 60.

Page 162: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

153

olduğu tahmin edilmektedir614. Ancak bu rakamların kesin ve sağlıklı olmadıklarını

belirtmek gereklidir. Çünkü Osmanlı tahrir defterlerinin daha çok malî sebeplerle

düzenlendiğini ve nüfusun tamamını değil, askerî muâfiyeti olanların dışındaki erkek

vergi mükelleflerini kapsadığını biliyoruz. Aynı şekilde avârızda da hâneler gerçek

olmayıp askerîler muâf tutulmaktaydı.

Sonuçta Anadolu’nun batısındaki sancaklarla kıyaslandığında az bir nüfusa

sahip Harput Sancağı’nda, mahkemenin gündem yoğunluğu da o nispette olacaktır.

Bunların dışında zamanın ulaşım teknolojisi, savaş ekonomisinin halka yüklediği

vergi yükü (belki mahkeme ücretinin ayrı bir külfet getirmesi)615, bazı sorunların

mahkemeye gerek duyulmadan kende aralarında halledilmiş olması ihtimali gibi

sebepler, bu yoğunluğu belirleyen başlıca etkenler olarak görülebilir.

614 M. Ali Ünal, “1056-1046 Tarihli Avârız Defterine Göre 17. Yüzyıl Ortalarında Harput”, Belleten, LI,199, (1987), s. 119-129 (Her hane yedi kişi olarak hesap edilmiştir). Harput Sancağı’ndaki avârız-hânelerin, sancağın nüfus tahmininde kullanımları üzerine bkz. Rıfat Özdemir, “Avârız ve Gerçek-Hâne Sayılarının Demografik Tahminlerde Kullanılması Üzerine Bazı Bilgiler”, s. 1581-1613. 615 Mahkemelerin zamanla soygun derecesine varan usulsüz harç taleplerinin ahâliyi mahkemeye baş vurmaktan ürküttüğü hakkında örnekler için bkz. İlber Ortaylı, “Osmanlı Şehirlerinde Mahkeme”, s. 260-261. Ayrıca Kadı ve nâiblerin bu konudaki suiistimalleri hakkında örnekler için bkz. Halil İnalcık, “Adâletnâmeler”, s. 77 v.d.

Page 163: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

154

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

KENTTE MEKÂNIN KULLANIMI

Tarihî ve sosyolojik açıdan bakıldığında şehir yerleşimi, dönem veya kültür

çevresi farkı gözetilmeksizin, bütün toplumların gelişmişlik düzeylerini gösteren

önemli bir olgudur. Ancak şehirlerin sadece belli bir mekânda ve yüksek nüfusa

sahip yerleşim birimleri olmadığı, bazı fonksiyonel özellikler taşıması gerektiği de

bilinmektedir616. Örneğin, nüfusunun büyük çoğunluğunun tarım dışı üretim ve

hizmet faaliyetlerinden geçimini sağlaması ve bu yerleşim birimlerinin mahallî veya

daha geniş boyuttaki sosyo-ekonomik ilişkilerinin denetleyip organize edileceği

kurum ve kuruluşları barındıracak merkezler olmaları gerekmektedir. Bununla

birlikte örneğin, idarî endişelerle vücuda getirilmiş olan sancakların, sınırları içindeki

şehirler ve kasabalarla etrafındaki alanları besleyebilen tarım bölgeleri üzerinde

oluşturulmuş oldukları görülmektedir. Bu durumda, yani şehir nüfusunun kırsal

çevresinden beslenebilmesi, kırsal alanın da tarım dışı üretime dayanan ihtiyaçlarını

o merkezlerden sağlayabilmesi, sağlıklı bir iktisâdi ilişkinin sürekliliği açısından çok

önemlidir. Konunun bu boyutu şehrin yakın ve uzak çevresiyle ilişkileri bağlamında

ele alınabileceği gibi, bu bölümde şehrin daha çok fiziki yapısı üzerinde durulacaktır.

616 Bu açıdan bakıldığında geleneksel bir İslam şehrinde fiziksel olarak üç temel öğenin varlığı öne çıkmaktadır. Bunlar dinî vecîbelerin yerine getirildiği ve aynı zamanda toplumsal ilişkilerin pekiştirildiği cami, ticârî faaliyetlerin yürütüldüğü pazar yeri ve hanlar ile temizlik ve sağlık açısından vaz geçilmez hamamdır. Bkz. Doğan Kuban, “Anadolu-Türk Şehri Tarihi Gelişmesi, Sosyal ve Fizikî Özellikleri Üzerinde Bazı Gelişmeler”, Vakıflar Dergisi, İstanbul, 1968, s. 53-73; Ruşen Keleş, Şehirciliğin Kuramsal Temelleri, Ankara, 1972, s. 24. Ayrıca ortaçağlarda şehir denince başlıca iki nokta önem kazanmaktaydı. Buna göre bir yerleşimin iktisadî faaliyetinin varlığı (pazar, el sanatları) ve savunma tesislerinin (kale, sur) olması gerekmekteydi. Bkz. Tuncer Baykara, “Eski Türk İktisadî Hayatı ve Şehir”, Tarih Enstitüsü Dergisi, 6, 1975, s. 75; Bunların dışında bir yerleşim biriminin şehir olarak nitelendirilebilmesi için sancakbeyi veya en azından bir kadısı; ticarî amaçla üretilen malzemenin satıldığı bir pazarı ve burada satılan ürünlerden alınan verginin ipatlanması gerektiği de ifade edilmektedir. Bkz. Suraiya Faroqhi, Osmanlı’da Kentler ve Kentliler, s. 12-13. Aslında burada vurgulanan, söz konusu çalışmada yer alan şehirlerden sadece bu özellikleri taşıyanların çalışmaya dahil edildiğidir. Bunların dışında şehir olgusunu Avrupa merkezli bir bakış açısıyla ele alan Weber, Avrupa dışında kalan ve İslam şehirleri de dahil tüm şehirlerin kentsel bir kültür geleneğini taşımadığını, özerklikten ve hemşehrilik ruhundan yoksun olduklarını ayrıca yine Avrupa şehirlerinin dışında kalan Ortadoğu ve İslam şehirlerinin birbirlerinden farksız olduklarını iddia etmektedir. Bkz. Max Weber, Şehir: Modern Kentin Oluşumu, (Çev. Musa Ceylan), 2. Baskı, İstanbul, 2000. Ancak son zamanlarda bir kısmı Avrupalı araştırmacılar tarafından yapılan çalışmalar, bu iddiaların geçersizliğini kanıtlamıştır. Bkz. Edhem Eldem-Dainel Goffman-Bruce Masters, Doğu İle Batı Arasında Osmanlı Kenti: Halep, İzmir ve İstanbul, İstanbul, 2003.

Page 164: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

155

A- Şehrin Genel Görünümü

Harput şehri, yaklaşık 1280 m. yüseklikteki sıradağlar üzerinde kurulmuştur.

Şehrin yayıldığı alan yalçın kayalıklara hatta bazen dağın zirvesine kadar ulaşırken,

kimi yerlerde düzbir alana yayılmıştır. Stratejik açıdan çevresine hâkim bir konumda

bulunduğu için, kalesi sayesinde eskiden beri korunma ve şehrin yakınından geçen

kervaların güvenliğini açısından önemli hizmetler görmüştür. Şehrin tarihi geçmişine

baktığımızda bu durum daha açık görülmektedir617.

Şehrin yüksekte ve dört bir taraftan açıkta oluşu, mevsim şartlarıyla birlikte

ulaşım sorunlarını da beraberinde getirmiştir. Belirtildiğine göre, Halep’ten ve diğer

şehirlerden gelen yük kervanları, nakliye pazarlığını Elazığ Ovası’na kadar ayrı

yapmakta, yüksekteki Harput şehri için ise ayrıca pazarlık etmekteydiler618.

Fizikî açıdan şehre baktığımızda, incelediğimiz belgelerden hareketle şehrin

planını çıkarmak, mümkün görünmemektedir. 16. yüzyılda yapılmış tahrirlerden elde

edilen verilere göre şehrin klasik dönemdeki görünümü, mahalleler ile çeşitli sosyal,

dini, kültürel ve ticarî yapılar bazında ele alınmıştır619. Sanat tarihi açısından ise

şehir, Ortaçağ’daki farklı hükümranlıklar döneminde yine mimarî yapılar açısından

değerlendirilmektedir620. Dolayısıyla bu konuda, klasik dönem ile incelediğimiz

dönem arasında, şehrin fizikî özelliklerinin şehir planına yansımaları yönünde tam

bir karşılaştırma yapmak durumunda olmadığımızı belirtmeliyiz.

617 Tarihi M.Ö. 2000 yıllarına kadar uzandığı tahmin edilen şehir, bir çok istilalara maruz kalmış; Urartulardan başlayarak Hititlerin, Romalıların, İranlıların, Bizanslıların, Arapların, Selçukluların, Artukluların, Moğolların, Akkoyunluların ve Safevîlerin elinde kaldıktan sonra, Çaldıran Zaferi’ni müteâkip Osmanlı hakimiyetine geçmiştir. Geniş bilgi için bkz. M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s.12-27. 618 Civar köylerden gelenler bile, şehre gidip gelmenin zorluğu karşısında yakın ova köylerinden ihtiyaçlarını karşılamakta bu yüzden buralar zamanla kasaba olacak şekilde gelişmişlerdir. Bkz. Selçuk Hayli, a.g.m., s. 300. 619 Bunların fiziki özelliklerinden ziyade, ödenen ücretler ya da elde edilen gelirler ölçeğinde isimlerine temas edilmektedir. Ayrıca son dönemde yazılan çeşitli eserlerden de istifade edilerek, yapıların günümüzldeki yerleri de tespit edilmeye çalışılmaktadır. Bkz. M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 196-222. 620 Ertuğrul Danık, Ortaçağ’da Harput, Ankara, 2001.

Page 165: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

156

B- Kale

Kurulduğu ilk yıllardan itibaren bir kale şehir özelliği taşıyan Harput,

Osmanlı hâkimiyetine girmeden önce yaklaşık 17 hükümranlık devresi atlatmıştır.

Uzun süre tek bir devlet ya da sülalenin elinde kalmayan şehir ve çevresi, bir sınır

kalesi ve yerleşmesi olarak, çok defa istilalarla yıkılıp tekrardan onarılmış ve bundan

dolayı şehrin fiziki gelişimi olumsuz yönde etkilenmiştir621. 17. yüzyılın ortalarına

doğru Harput’tan geçen Evliya Çelebi’nin belirttiğine göre, şehrin etrafını saran

surlar yıkık ve onarılmaya muhtaç bir durumdaydı622. 1632 tarihli bir sicil kaydından

anlaşıldığına göre ise, Tavîl Mehmed tarafından 1014/1605’te ele geçirilen şehirde,

surlar tamir görmüştür623. 1608-1619 arasında Anadolu’nun çeşitli şehirlerini gezmiş

Polonyalı Simeon, Harput şehri ile ilgili izlenimlerini aktarırken zorbaların ve

yeniçerilerin şehre hakim olduklarını, her birisinin bir bey kesildiğini, kendileri için

saray gibi büyük evler yaptırdıklarından bahsetmektedir624. Nitekim incelediğimiz

belgelerde geçen ve sancakbeylerinin oturduğu sarayların haricinde, bulundukları

mevkinin mahkemede satışının gündeme geldiği harâbe sarayların, bunlarla bir

ilgisinin olup olmadığını tespit etmek çok zor görünmektedir625..

Bahsedilen sur veya hisarla ilgili rastladığımız Evâhir-i Receb 1104/Mart

1693 tarihli bir ev satış hüccetinde, evin civarından bahsedilirken bir tarafının yola

baktığı bir tarafının ise hisara bitişik olduğu belirtilmektedir626. Normalde hisar veya

surun şehrin dışını çevreleyen bir yerde olması beklenirken bir evle bitişik tarif

edilmesi, şehrin zamanla büyüdüğünün ve surların dışına taştığının bir kanıtı olabilir.

621 Şehir ve çevresinin Malazgirt Zaferi’ni müteâkip Osmanlı hakimiyetine kadar hangi devlet ya da beylikler arasında el değiştirdiği ile ilgili geniş bilgi için bkz. Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul, 1971; Aynı yazar, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, İstanbul, 1973; Besim Darkot, “Harput”, İ.A., C. 5, İstanbul, 1950. 622 Evliya Çelebi, Seyahatnâme, C. 3, s. 218. 623 “ Tavîl zâlim 1014 senesinde kasabâ-i Harput’ta müstevlî olmağla şehirden taşra evlerin taş ve toprakları ile şehir etraflarına ihyâ olunub…”, HŞS 181 : 153/4. Ayrıca bkz. M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 196. 624 Polonyalı Simeon’un Seyahatnâmesi (1608-1619), (Çev. H. D. Andreasyan), İstanbul, 1964, s. 89. 625 HŞS 362 : 100. 626 HŞS 391 : 193.

Page 166: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

157

Nitekim daha sonra bahsedeceğimiz gibi şehirdeki bazı zimmî mahalleleri,

surların dışında ve kalenin eteklerine kurulmuştur. Söz konusu belgede satılan evin

Meydan Mahallesinde yer alması ve bu mahallenin de şehir merkezinde bulunduğu

dikkate alınırsa, incelediğimiz dönemde Harput kalesi iç kale özelliği taşımaktaydı.

Şehir surlarının nerelerden geçtiğinin tespit edilmesi ise, elimizdeki belge gurubuna

göre mümkün görünmemektedir.

İncelediğimiz dönemde kalenin faâl olduğu dizdâr, alaybeği, kethüdâyeri ve

yeniçeri serdârı gibi görevlilerin tayin ve azilleriyle ilgili belgelerin varlığından

anlaşılıyor. 2 C.E. 1103/21 Ocak 1692 tarihli Harput kadısı ve kale dizdarına hitaben

gönderilen buyrulduda, kale askerlerine verilmesi gereken cülûs-ı hümâyûn bahşişi

ve toplam 9800 akçe tutarındaki kale erlerinin maaşları hesaplanmaktadır627. Ayrıca

bir camisinin bulunduğunu ve imam tayin edildiğini görmekteyiz628. Daha önce

varlığı bilinen Kale Mahallesinin incelediğimiz dönemde ismi geçmediği gibi629,

kalenin mimarisi ve bölümlerine ait herhangi bir kayda da rastlanmamaktadır.

B- Şehir Sakinlerinin Yaşadığı Mahalleler

Osmanlı şehrinde mahalle kent hayatının fiziksel merkezîolmakla birlikte,

kendine özgü yapısıyla aynı zamanda temel bir idarî birimdi. Mahallede yaşayanlar

ortak inanç, ekonomik hayat düzeyi veya kendilerini komşularından ayıran bazı

unsurlarla birbirlerine bağlıydılar. Uygulamalara göre, birbirlerinin davranışlarından

ortaklaşa sorumlu tutulmaktaydılar. Bu bir bakıma mahallelinin birbirini kontrolü

anlamına geliyordu. İşlenen suçlarda müteselsil kefil muamelesi görmeleri mahalle

sakinlerine, özellikle keşif gerektiren (hırsızlık, ölüm v.s.) adlî vak’âlarda suçluların

yakalanması için birlikte hareket etme refleksi kazandırmıştı. (Kollektif ceza ve

kefâletin önemi üzerinde daha önce durulmuştu)

Bunun dışında tahrir ve sicil kayıtlarında görülen avârız türü vergilerin

mahallelere tevzî, buradaki topluluğa vergi mükellefiyetliği gibi malî bir sorumluluk

ta yüklemişti. Bu kayıtlardan şehir sakinlerinin yaşadıkları mahallelerin isimlerini, 627 HŞS 391 : 449 628 HŞS 362 : 437. 629 Ancak 25 Şevval 1122/16 Aralık 1710 tarihli sicil kaydında bir boşanma olayının taraflarından olan Ayşe bint-i Ali Beşe isimli hatundan “Harput Kalesi sâkinlerinden” şeklinde bahsedilmektedir. HŞS 388 : 39. HŞS 391 : 26, HŞS 362 : 209. Nitekim mahalleler ile ilgili kısımda görüleceği üzere 1710 tarihlerinde Kale Mahallesi tekrardan sicillerde geçmeye başlıyor.

Page 167: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

158

tespit edebilmekteyiz. Ayrıca gerçek olmayan bu hane sayıları, mahallelerin nüfusları

hakkında sadece fikir edinmemizi sağlayacak ipuçları içerebilmektedir.

MAHALLENİN ADI

AVÂRIZ-HÂNE SAYISI (1691-1692)630

Ahi Musa 1, 5 Ahmed Bey 3 Alaca Mescîd 2, 5 Cami-i Arslaniye 6,75 Cami-i Kebir 0, 5 Cami-i Meydan 0,75 Cami-i Zahiriye 1 Gürcü Beğ (Zimmîyân) 13 Hoca 3 Mescîd-i Hacılı 1, 5 Mescîd-i Karasofu 3, 5 Mescîd-i Müderris 0, 5 Mescîd-i Ortak 2 Mescîd-i Sarahatun 3, 5 Mescid-i Muzaffereddin - Mescid-i Molla Seyyid Ahmed - Sinabûd (Zimmîyân) 2,75 Şehrûz (Zimmîyân) 10 TOPLAM 55, 75 631

Tablo 15 : Harput’un Mahalleleri ve Avârız-hâne Sayısı

630 Tabloda verilen rakamlar defterde mahalleye ait asıl avârız rakamlardır. Daha sonra bu rakamlarda indirime gidildiği anlaşılıyor. Yapılan indirim tabloya alınmamıştır. HŞS 391 : 310, 438. 631 Bizden önce aynı belge serileri kullanılarak hazırlanan bir çalışmada, 391 nolu sicilde geçen avârız-hâne sayılarına göre bir nüfus tespiti yapılmıştır. Önce bir avârız-hânesinin kaç gerçek haneye tekâbül ettiğini bulmaya çalışan araştırmacı, 1103/1691 tarihinde Harput’un toplam avârız-hâne sayısını defterde geçtiği şekliyle 281,25 hane tespit ettikten sonra, bir kat sayı verilmediğini belirterek 1646 tarihinde Harput’ta yapılan avârız tahririndeki 10, 5 katsayısından yararlanma yoluna gitmiştir. Şehrin toplam avârız-hâne sayısını belgelerden 55,75 olarak tespit eden araştırmacı, bu rakamla 10,5 katsayısını çarpıp 560,28 olarak gerçek hane sayısını bulduğunu ifade etmiştir. Ortalama her aileyi 6-7 kişi olarak kabul eden araştırmacı, bulduğu geçek hane sayısıyla ferd sayısını çarpmış ve sonuçta Harput şehrinin nüfusunu 3.362 ile 3.921 arasında değişen bir oranda tahmin etmiştir. Nasıl bulunduğu belirtilmeden 400 kişi de muâf kabul edilerek bu rakamlara eklenmiş ve sonuçta şehrin nüfusunu 3.762 ile 4.320 arasında tahmin olunmuştur. Aynı yolla araştırmacı, köylere uyguladığı hesaplamalar sonucunda sancağın toplam nüfusunu 19 ile 22 bin arasında hesaplamaktadır. Sonuçta araştırmacının kendisi de bu metodun tutarlı olmadığını itiraf etmektedir. Bkz. Erdinç Gülcü, 391 Numaralı Harput Şer’iyye Sicili, F.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Elazığ, 1993. Kaldı ki, elimizdeki belgelere göre avârız-hâne sayıları şehir ve köy ölçeğinde sıklıkla değişebilmektedir. Şevval 1074/Mayıs 1664 tarihili bir iltizâm beratında sancak gelirleri sayılırken 295,5 avârız-hânesi (HŞS 368 : 398), 16 R.E. 1083/30 Haziran 1673 tarihli kayıtta kasabâ-i Harput’un 288 avârız-hânesinin olduğu ve her haneye 6 gurûştan 1 rub’ eksik gurûş tekabül ettiği belirtilirken (HŞS 362 : 414), 12 R.E. 1103/3 Aralık 1691 tarihli fermana göre 281hâne 1 rub’, 12 Ramazan 1104/23 Mayıs 1693 tarihli mektuba göre 51 hâne 1 rub’ indirime gidilerek 230 avârız-hâne üzerinden vergi hesaplanmıştır (HŞS 391 : 438, 318). Hele bu durumda muâf askerîleri tespit etmek mümkün değildir. Ayrıca sancağın geneli üzerinde yapılacak nüfus tahminlerinde, köylerin bazılarının muâfiyetleri söz konusu olduğu için, bu durumu da dikkate almak gerekir.

Page 168: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

159

Yukarıdaki tablo görüldüğü gibi yalnızca 1691-92 tarihlerini kapsamaktadır.

Normalde bir karşılaştırma yapılabilmesi için, en azından çalışma aralığımız olan 17.

yüzılın ikinci yarısına ait ve değişik tarihli rakamların verilmesi gereklidir. Ancak

kullandığımız defterlerde, yukarıda verilenin dışında avârız vergisinin mahallelere

dağılımını gösteren başka bir kayda rastlanmamaktadır. Esnafa ve köylere isabet

eden miktarlar belirtilmişken, mahallelere ait bir başka liste bulunmamaktadır. Bu

dönemde izleyebildiğimiz kadarıyla değişik adlarla sâlyâne olunan vergiler, önceden

deftere kaydedilmiş miktar üzerinden ve her defasında topluca tahsil edilmektedir632.

İncelediğimiz dönemde çok sık toplanan bu vergiler için, yeniden bir tahrire gerek

duyulmamış olabilir.

Vergi mükelleflerini barındırması açısından malî bir özelliğinin de varlığına

işaret ettiğimiz mahallenin, avârız-hânelerine göre hesaplanacak büyüklükleri, bazen

yanıltıcı olabilmektedir. Çünkü avârız vergisi yönünden kimi zaman bir mahalle,

birkaç mahallenin birleştirilmesiyle tek bir mahalle şeklinde düşünülebilmekteydi.

Bunu örneklerle somutlaştırabiliriz. Mesela yukarıda avârız-hâneleri verilen tablodan

ilk bakışta o tarihlerde Harput şehrinde toplam 16 mahallenin bulunduğu sonucu

çıkmaktadır. Oysa defterin tümünden tespit ettiğimiz mahalle isimlerine göre bu

tarihte şehirde bulunan mahalle sayısı 16 değil, gerçekte 20’dir. Bu demektir ki, bazı

mahalleler avârız-hane vergisi yönünden birleştirilerek tek bir avârız ünitesi şeklinde

düşünülmüş olabilir. Benzeri bir karşılaştırma, 1646 tarihli Harput avârız defterine

göre de yapılabilir. Söz konusu defterde Harput şehrinin mahalle sayısı 13 olarak

geçmekteyken, 6 yıl önceki bir sicilde bu rakam 19 olarak tespit edilmektedir. Yine

Norsis Mahallesinin avârız tablosunda geçmemesi ve Gürcü Bey Mahallesinin 13

gibi yüksek bir avârız-hânesi ödemesi, benzeri bir uygulamanın varlığına işaret

etmektedir. Ayrıca mahalle isimlerinin defterlerde geçme sıklığına ait aşağıda verilen

tabloyla karşılaştırıldığında nüfus büyüklükleriyle defterlerde geçme sıklığı birbiriyle

paralellik arz etmemektedir. Örneğin avârız tablosuna göre 704 kişi tahmin edilen

Şehrûz Mahallesinin ismi 2-4 arasında geçmekte iken, 35 nüfus tahmin edilen Cami-

Kebir Mahallesi, defterlerimizde 14-23 arası sıklıkta geçmektedir.

Mahallelerin yıllara göre isim ve sayıları karşılaştırıldığında, karşımıza şöyle

bir tablo çıkmaktadır.

632 Örneğin, 16 R.E. 1083/30 Haziran 1673 tarihli kayıtta, kasabâ-i Harput’un 288 avârız-hânesinin olduğu ve her haneye 6 gurûştan 1 rub’ eksik gurûş tekabül ettiği belirtiliyor (HŞS 362 : 414).

Page 169: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

160

1518

(TD)633

1523-1566

(TD)

1623-1640

(HŞS)634

1671-1673

(HŞS)

1691-1693

(HŞS)

1710-1712

(HŞS)

1 Aşçı Cami-i Kebir Ahi Musa Ağa Cami-i Şerif

Ağa Cami-i Şerif Ağa

2 Börekçi Pir Mehmet Gürcü Bey Arslaniye Ahi Musa Ahi Musa Ahmed Bey

3 Gürcü Bey Hoca Hasan Cami-i Kebir Ahmed Bey Ahmed Bey Alaca Cami

4 Hacı Satılmış Kaya Cuma Mescidi Alaca Mescid-i Şerif

Alaca Mescid-i Şerif Arslaniye

5 Hanke Medrese-i Hümmam Dere Hamamı Arslaniye Arslaniye Cami-i

Kebir 6 Hoca Hasan Mescid-i Ahi Musa Gürcü Bey Cami-i Kebir Cami-i Kebir Ebutâhir 7 Kadı Kayası Mescid-i Alaca Hacılı Cami-i Şerif Ebutâhir Esediye

8 Kaya Mescid-i Arslaniye Hoca Derviş Mescid-i Şerif Esediye Gökçe

Mescidi

9 Medrese-i Hümmam

Mescid-i Atik (Meydan) Huriye Hatun Ebutahir Gökçe

Mescid-i Şerif Gürcü Bey

10 Mescid-i Cuma Mescid-i Cedid Kozluca Esediye

Cami-i Şerif Gürcü Bey Hacılı

11 Norsis Mescid-i Muzaffereddin Meydan Cami Gökçe

Mescid-i Şerif Hacılı Hoca

12 Sinabud Mescid-i Müderris Molla Maksut Gürcü Bey Hoca Kale 13 Şehrûz Mescid-i Ortak Müderris Hacılı Karasofu Karasofu 14 Mescid-i Zahiriye Norsis Hanegah Mescid-i Şerif Meydan 15 Molla S. Ahmed Ortak Mescidi Hoca Meydan Müderris 16 Norsis Osman Kethüda Huriye Hatun Müderris Ortak 17 Sinabud Sara Hatun Karasofu Sara Hatun Sara Hatun 18 Şehrûz Sinabud Kozluca Zahiriye Zahiriye 19 Şehrûz Mescid-i Şerif Ortak 20 Meydan Şehrûz 21 Müderris 22 Ortak 23 Silahhâne 24 Sara Hatun 25 Sinabud 26 Şehrûz 27 Tepegöz 28 Ulu Cami 29 Zahiriye

Tablo 16 : Harput Şehrinde Bulunan Mahalleler (1518-1712)

Nitekim incelediğimiz dönemde Harput mahallelerinin cami gibi dinî yapılar

etrafında şekillendiklerini, isimlerini ise bu yerlerden ve kurucularından aldıklarını

633 Tahrirlere dayalı bu bilgiler Ünal’ın “Harput Sancağı” çalışmasından alınmıştır. (s. 204) 634 İshak Sunguroğlu, Harput Yollarında, C. I, s. 241. Belirttiğine göre bu tarihte Harput mahallelerine ait bilgiler, müellifin elinde bulunduğunu söylediği 1044 tarihli sicil defterinden alınmıştır.

Page 170: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

161

somut bir şekilde tablodan görebiliyoruz635. Ayrıca tablodaki mahalle isimlerinin,

bilgisayar yoluyla ve yalnızca belgelerde geçenler arasından tespit ettiğimiz isimler

olduğunu belirtelim. Mahallelerin sayı ve isimlerinde meydana gelen değişiklikleri

mukayese için, klasik dönem tahrir defterlerinde geçen mahalle isimleri de tabloya

dâhil edilmiştir.

Tabloda dikkatimizi çeken yıllar, 1671-73 tarihleri arasıdır. Görüldüğü gibi,

bu tarihte 29 mahalle tespit edilmiş durumdadır. Bu kadar çok sayıda mahallenin bir

anda ortaya çıkması, ya da 1691-93 yıllarına gelindiğinde yaklaşık 10 mahallenin bir

anda ortadan yok olup gitmesi mümkün olamayacağına göre, bunun mantıklı bir

izahının olması gerekir. Bu aşamada düşünülmesi gereken, isimlerine belgelerde

sadece birkaç defa rastladığımız veya küçük olduklarını tahmin ettiğimiz bazı

mahallelerin, birleştirilmiş olabileceğidir. Bu düşünceden hareketle, her iki dönemde

mahallelerin belgelerdeki geçme sıklığını tespit ettiğimizde vardığımız sonuç, bu

konudaki tahminimizin doğru olabileceğini göstermektedir. Gerçekten de 1671-73’te

defterlerdeki kullanım sıklığı az olan Derviş Mescid-i Şerif Mahallesi, Cami-i Şerif

Mahallesi, Hanegâh Mahallesi, Huriye Hatun Mahallesi, Silahhâne Mahallesi,

Tepegöz ve Ulu Cami Mahalleleri 1691-93 tarihlerinde incelediğimiz sicillerde yer

almamaktadırlar.

Daha ileri tarihlere baktığımızda, yine bir taraftan yeni mahalle isimlerine

rastlanmaktayken, bazı mahallelerin varlığı bilinmesine rağmen isimlerine tesadüf

edilememektedir. Örneğin 1691-93 tarihlerinde olmadığı halde, 1710-12 tarihli

defterde Kale Mahallesi’nin ismine rastlıyoruz. Ancak yüzyılın sonlarında ismi

geçen Şehrûz (zimmîyan) mahallesi, 1710’larda geçmiyor. Oysa mahalle zimmîlerin

kalabalık olarak yaşadığı ve 19. yüzyıla kadar varlığını sürdürmüş bir mahalledir.

1690’larda Kale mahallesininin adı geçmezken, kale içinde böyle bir mahallenin

varlığını gösteren örneklere sahibiz636. Ancak belirtmek gerekir ki, demografik veya

malî sebeplerle duruma göre değişik uygulamalara gidilmesi mümkün iken, sicillerde

kısa aralıklarla ismine rastlanmayan mahallelerin, mutlak surette bir başka mahalleye

ilhâk edildiğini veya isminin değiştiğini düşünmek, bazen yanıltıcı olabilir.

635 Yukarıda Harput örneğinde görüldüğü gibi mahalle, aslında bir cami etrafında biçimlenen organik bir ünitedir. Aynı durum zimmîler için kilise etrafında söz konusudur. Bkz. İlber Ortaylı, “Osmanlı Kadı’sının Taşra Yönetimindeki Rolü Üzerine”, s. 99. 636 Elimizdeki bazı ev satış kayıtlarından, kale sakînlerinin karşılıklı ev alışverişinde bulunduklarını görüyoruz. HŞS 362 : 209.

Page 171: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

162

Görülen bir diğer değişiklik ise, mahalle isimlerinin belgelerdeki kullanılış

biçimlerindedir. Cami veya mescit ile birlikte yazılan mahalleler, bu dönemde bazen

sadece ismiyle kullanılmaktadır. (Ağa ve Meydan Mahallesi gibi).

Söz konusu mahallelerin konumlarının şehir planına nasıl yansıdığı, belki ayrı

bir çalışmanın konusu olabilir. Ancak şehrin, tahrirde geçen ilk mahalleler etrafında

genişlediği söylenebilir. Araştarmalarla bu durum tespit edilmeye çalışılmıştır637.

MAHALLE İSİMLERİ

HŞS 382

(1661-1662)

HŞS 362

(1671–1673)

HŞS 391

(1691–1693) Ağa Cami-i Şerif 1 11 5 Ahi Musa - 11 3 Ahmed Bey - 9 11 Alaca Mescid-i Şerif 4 10 3 Arslaniye - 4 5 Cami-i Kebir (Ulu Cami ) 3 14 23 Cami-i Şerif - 2 - Derviş Mescid-i Şerif - 1 - Ebutâhir - 6 4 Esediye Cami-i Şerif - 11 4 Gökçe Mescid-i Şerif - 4 1 Gürcü Bey (G.M.) 2 3 6 Hacılı 3 6 5 Hangâh - 1 - Hoca - 9 6 Huriye Hatun 2 2 - Karasofu 1 21 7 Kale 1 - - Kayabaşı 2 - - Kozluca - 7 - Mescid-i Şerif - 1 2 Meydan 7 29 25 Müderris 1 10 6 Ortak 2 8 9 Silahhâne (Salhâne) - 2 - Sara Hatun 6 14 9 Sinabud (G.M.) 1 5 - Şehroz (G.M.) 1 2 4 Tepegöz - 1 - Ulu Cami - 1 - Zahiriye 1 6 5

Tablo 17 : Mahallelerin Defterlerde Geçme Sıklığı

Harput şehrinde mahalleleri süsleyen evlerin, genel olarak ahâlinin sosyal ve

ekonomik özelliklerine uygun olarak inşa edildiği söylenebilir. Dolayısıyla tarımsal

ekonomi ile iç içe yaşayan şehir sakinleri, evlerinin planında yaşam tarzlarına uygun

637 Mahallelerin yerleri, klasik dönemdeki hane ve nüfusları hakkında bkz. M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 198-203. Şehir planına yansımaları hakkında bkz. Ertuğrul Danık, a.g.e., s. 73-75. İshak Sunguroğlu, HarputYollarında, C. I, s. 239-376. F. Kırzıoğlu, “450 Yıl Önceki Harput Mahalleleri ile Nahiyeleri”, Yeni Fırat Dergisi, C.I, S. 17, Elazığ, 1963.

Page 172: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

163

bölümler bulundurmak zorundaydılar. Bu açıdan bakıldığında bir evde özel hayatın

yaşandığı yerin dışında kışlık gıdaların konulduğu, kiler, ambar, kış damı ve ahur

gibi bölümler göze çarpmaktadır. Eve ait bu bölümleri, sicillere yansıyan çeşitli ev

satışlarından kısmen de olsa tespit edebilmekteyiz638. Örneğin 1671-73 tarihleri

arasında deftererde geçen toplam 115 satıştan 42 tanesi, 1691-93 arası 118 satıştan

69 tanesi sadece ev satışına aittir. Ortaya çıkan rakamlar, evin bulunduğu semte ve

evin özelliklerine göre çeşitlilik arz etmektedir. Örneğin evlerden bir kısmı harabe

olarak nitelendirilmekte ve ucuza satılmaktayken639, bazıları daha yüksek fiyata alıcı

bulabilmekteydi640. Bu ve benzeri tespitlerin yanında asıl yapmaya çalışacağımız,

ilgili belgelerden hareketle bir Harput evi hakkında, incelediğimiz tarihlerde ne tür

bilgilere ulaşılabileceği ve evlerin özelliklerinde ya da belgedeki tarif edilişlerinde

zamanla bir değişiklik olup olmadığını gözlemleyebilmektir.

Ev satış hüccetlerinin tamamında, öncelikle satılacak evin yeri az veya çok

tarif edilmektedir. Bu yapılırken evin civarındaki mülkler ve sahipleri belirtilmekte

ve ardından evin dış bölümüne ilişkin bilgiler verilmektedir. Örneğin Evâsıt-ı Şaban

1103/ Mayıs 1692 tarihinde Sarahatun Mahallesi’nde satışa konu olan bir evin yeri

tarif edildikten sonra “bir bâb sofâ ve bir bâb kış evi ve dâhilinde bir bâb kiler ve

matbah, haricesinde fevkâni bir bâb oda ve tahtâni ahur ve örtme ve kenefi ve tevâbi’

ve levâhıkı” ile birlikte, 150 esedî gurûşa satılmıştır641. Bir diğer belgede Cami-i

Kebir Mahallesinde yine bir evin civarı tarif edilmekte “fevkâni bir bâb oda, tahtâni

bir örtme, avlu ve kenefi tevâbi’ ve levâhıkıyla” 29 esedî gurûşa satılmaktadır642.

Aslında bu iki örnek üzerinde yapılacak karşılaştırma, incelediğimiz dönemde tüm ev

satışlarıyla ilgili uygulamaların ortak özelliğini yansıtmaktadır. Örneğin yaklaşık 20

yıl öncesinde yapılan bir ev satışını diplomatik (yazım) yönden ele alacak olursak; 2

638 Bu konuyla ilgili en ayrıntılı bilgileri, son zamanlara ait olsa da Sunguroğlu’nun eserlerinde bulabiliyoruz. “Harput Evleri ve Hususiyetleri” başlığı altında Sunguroğlu, tarihi Harput evlerinin bina yapısındandamına, tavanına, kapılarına, avlularına, selamlıklarına, harem ve sofalar ile mutfak, kiler ve tuvaletine kadar gerek yaşayıp gördüklerini ve gerekse de duyduklarını anlatmaktadır. Bkz. İshak Sunguroğlu, Harput Yollarında, C. II, s. 252-268. Harput evleri hakkında sanat tarihi ve mühendislik açıdan yapılmış bazı çalışmalar için bkz. Aysel Demirkol, “Geleneksel Harput Evlerinin Korunması ve Yaşatılması”, Dünü ve Bugünüyle Harput Sempozyumu (24-27 Eylül 1998),C. I, Elazığ, 1999, s. 339-355; Aynı seri içinde bkz., Halil Günek-Sabri Karadoğan, “Harput’ta Rekreatif Amaçlı Fiziki Mekân Düzenlemeleri ve Çevre Planlaması”, s. 339. 639 HŞS 391 : 147, 391 (Ortak Mahallesi’nde 5 esedî gurûş, Karasofu Mahallesi’nde 7,5 esedî gurûş). 640 HŞS 362 : 155, 462 (Ahmed Bey’de 800 esedî gurûş, Hoca Mahallesi’nde 312 esedî gurûş). 641 HŞS 391 : 48. 642 HŞS 391 : 246.

Page 173: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

164

Muharrem 1082/15 Mayıs 1671 tarihinde Sara Hatun Mahallesindeki bir ev satış

hüccetinde evin yeri tarif edildikten sonra evin kısımları “mümtâz olan bir bâb sofa

ve bir kış damı ve bir bâb matbah ve bir bâb ahur, tahtında eyvânı ve avlu ve kenefi

müştemil” şeklinde tarif edilerek 100 esedî gurûşun yanında bir kara kılıç, bir at

eğeri ve bir miktar pamuk ve sabuna satılmıştır643. Örnekleri çoğalttığımızda, evlerin

benzer kısımlarının aynen tekrar edildiğini görmekteyiz. 1670’li yıllarda, satılan evin

kısımları daha az bazen hiç geçmemekte ancak bu durum, uygulamanın böyle olduğu

şeklinde bir yargıya varabilmek için yeterli değildir. On yıl daha geriye gittiğimizde

yani 1660’lardaki ev satış hüccetlerine baktığımızda da formel olarak belgenin aynı

şekilde düzenlendiğini görülüyor. Burada göze çarpan en önemli fark, kullanılan para

birimidir. Örneğin, Evâsıt-ı C.E. 1072/Ocak 1662 tarihli bir hüccete göre Müderris

Mahallesinde bir ev “bir bâb sofa önünde eyvanıyla ve bir bâb kış damı ve bir oda ve

bir bâb ahur ve bir eyvan avlusuyla kenefi ile kadîmi karlığıyla” ile birlikte 155

hurda akçeye satılmışken644, bir başka ev 100 gurûşu hurda ve 50 gurûşu riyâlî

olmak üzere toplam 150 gurûşa alıcı bulmuştur645.

Ayrıca defterlerde görüldüğü üzere, evin bedeli bazen para ve üstüne çeşitli

eşya veya mal ile ödenirken, bazen hiç parasız sadece mal ile ödenebilmekteydi646.

Örneğin Hoca Mahallesi’nde 14 C.E. 1133/13 Mart 1721 tarihli bir begede geçen

evin, 26 batman kahveye (batmanı 12 gurûştan toplam 312 gurûş eder) satıldığını

görüyoruz. Satış rakamının 312 gibi yüksek oluşu dikkat çekerken, belgeye yakından

baktığımızda evin eyvan, oda, ahır, sofa, kış evi, avlu, kenef ve merdiven başında bir

ilave evden v.s. ibaret olduğunu görmekteyiz647. İlginç olan, evin belgede Fazlı Bey

isminde bir kişinin evi ile mukayese edilip, onunla eş değerde tutularak değerinin

belirlenmesidir. Belgenin tarihi 18. yüzyılın ilk çeyereğine ait olduğu için Fazıl Bey,

bu dönemde ‘ayân veya eşrâftan zengin birisi olabilir. Şahitlerin tamamı, seyyid

unvanlıdır.

Tespitlerimiz arasında en yüksek rakamlı ev satışının, farklı tarihlerde olmak

üzere 800 esedî gurûşa Ömer Ağa’nın sattığı648, 600 esedî gurûşa Harput Alaybeyi

643 HŞS 362 : 46. 644 HŞS 382 : 46 645 HŞS 382 : 76 646 HŞS 391 : 98, 99 ; HŞS 362 : 98. 647HŞS 391 : 462. 648 HŞS 391 : 155.

Page 174: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

165

Mustafa Ağa’nın aldığı evler için gerçekleştirildiği görülüyor. Evlerin geniş ve çok

işlevli oldukları belgelerde geçen “mümtâz olan içerili ve taşralı fevkâni ve tahtâni

buyût ve avlular ve tevâbi’ ve levâhıklarıyla” ifadelerinden anlaşılmaktadır649.

Ev satışlarının bir başka boyutu, alım-satımı yapılan evlerin taraflar açısından

hangi sebeplerle alınıp satıldığıdır. Bu açıdan bakıldığında, satışların çoğunlukla

normal gerçekleştirildiği anlaşılıyor. Bunların dışında borçtan dolayı, yahut aldığı bir

mülk ya da mal ile takas, mirastan kalan ev veya ev hissesi ya da ihtiyaç fazlasından

satış şeklinde de görülmektedir. Bunların haricinde, sadece tek belgede rastladığımız

bir uygulama var ki o da icâre vermektir. 1074/1663 tarihli belgede, Şehir Kethüdâsı

Bekir ve Havâs Meliki Hokâs tarafından bir evin kiralanması konu edilmektedir. Bu

kiralama şahsi olmayıp resmî bir görevle “şehre gelen misâfir içün” ve bir yıllığına

45 gurûşa kiralanmaktadır. Kira şartlarından birisi, evlerin sergisiyle ve lazım olan

tüm malzemesi ile birlikte kiralanmasıdır. 45 gurûş kiranın ise, bedel-i beldârdan

sâlyâne olunması karara bağlanmıştır650. Nitekim masraf kayıtlarından “gelen

mübâşirler içün ev kirası” adı altında bir paranın ayrıldığı görülüyor651.

Özetlersek, ev satışlarıyla ilgili incelediğimiz belgelerde Harput evlerinin

klasik bölümleri olan sofa, oda, matbah, avlu, kiler, ahur, eyvan, kış damı (tabhâne),

karlık ve kenef gibi dış kısımları belirtilmektedir. Evin içindeki odaların açıldığı yer

olan sofa, ev halkının bir arada oturdukları önemli bir mekândı. Bazı kaynaklarda

sofaların sokağa bakan pencerelerinin bulunmadığı, daha çok iç avluya baktığı

belirtiliyorsa da, günümüzde eski Harput evleri üzerinde yapılan çalışmalarda bazı

evlerdeki sofanın pencereli ve açık bir alana baktığı belirtilmektedir652. Aslında bu

durum, Osmanlı aile yapısının mekân örgütlenmesinde ve fiziksel biçimlenişindeki

bir yansımasıdır653. Evin fiziki durumuyla ilgili örneğin çatısı, penceresi, yapıldığı

649 HŞS 362 : 73. (Alaybeyi Mustaf Ağa 100 gurûşu peşin, geri kalan 500 gurûşu da zeâmeti olan köylerin mahsûlatıyla takâs etmektedir (11 Muharrem 1083/9 Mayıs 1672). 650 HŞS 368 : 460. 651 HŞS 368 : 451, 456. 652 Bkz. Aysel Demirkol, a.g.m., s. 345. 653 İslam dini Türk konutunda kimi ortak nitelikleri belirlemiştir. İslam toplumunda aile kavramı içe kapalılık, gizlilik ve temizlik gibi değerler içerir. Ev içe dönük bir aile kavramının ifadesidir. Aile yaşantısının hareket alanı ev içi ve bahçe, yüksek bir duvarla dış dünyadan ayrılmıştır. Tek katlı evler dışındaki zemin kat, duvarın bir parçası olara değerlendirildiği için penceresiz veya az pencerelidir. Bkz. Ayla Ödekan, “Konut”, Türkiye Tarihi 3: Osmanlı Devleti 1600-1908, (Edt. Sina Akşin), İstanbul, 1988, s. 398-404. Bkz. Sedat Hakkı Eldem, Türk Evi Plan Tipleri, İstanbul, 1954; Erdem Aksoy, “Ortamekân: Türk Sivil Mimarisinde Temel Kuruluş Prensibi”, Mimarlık ve Sanat, S. 7-8, İstanbul, 1963, s. 39-92.

Page 175: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

166

malzeme, içerisinde çeşmesinin olup olmadığı654 gibi bilgiler, belgelerde geçmezken

fevkâni gibi bazı ifadelerden, en yüksek binanın iki katlı olduğunu anlayabiliyoruz.

Bu durumda örneklerden takip edebildiğimiz kadarıyla zemin kat ve bahçede ahır,

samanlık, kiler, mutfak yer alırken; iki katlı evlerde üst katlarda yeme, yatma,

dinlenme ve konuk ağırlama gibi etkinliklerin yapılabileceği bir düzen kurulu olsa

gerektir. Tespitlerimize göre evler genellikle tek katlıdır. Genelde kerpiçten yapılan

evlerin toprak damla örtülü olduğunu, damdan düşüp ölen birisinin keşfiyle ilgili

hüccetten öğreniyoruz655. Ayrıca evlerin belli bir düzen içerisinde sıralandığını,

gelişi güzel veya başkalarını rahatsız edecek tarzda ev yapımına izin verilmediğini

yine bazı belgelerden anlıyoruz656. Birçok evin harabesiyle birlikte satılması, bir

kısmının bakımsız veya yıkık-dökük olduklarının göstergesi olabilir657. Bunun

dışında evlerin malî değeri, bulundukları mahallelere, alıcılarının maddi durumlarına

ve kimliklerine göre değişmektedir. Evleri satıldıkları fiyatlara göre ve şehir geneline

yaydığımızda ise, Müderris, Meydan, Ağa, Ahmed Bey, Sara Hatun, Hoca ve Cami-i

Kebir Mahallelerindeki evlerin biraz daha pahalı olduğunu görüyoruz. Ancak

kullanılan defterlerde geçen rakamlar arasında büyük farkların oluşu ve kimi zaman

aynı mahallede olmalarına rağmen satılan iki ev arasında bile bu farkın yüksek

oranda gözlenmesi, bu konuda bir genelleme yapmamızı güçleştirmektedir. Şehirdeki

ehl-i örf ile ehl-i şer’in, şehrin hangi alanında yaşamayı tercih ettikleri hakkında

yapılmak istenen tablodan, belgelerdeki bilgi eksikliği yüzünden bir sonuç

çıkmamaktadır.

Neticede günümüzdeki gibi, Sara Hatun Cami’i ile Sûk-ı Sultanî şehrin

merkezini teşkil etmekteydi. Batıda şehrin girişinde yer alan Dağ Kapı’sından

başlayıp kaleye kadar uzanan ana cadde, şehrin en hareketli ve ağırlık noktasıydı. Bu

cadde üzerinde camiler, hamamlar ve çeşiti çarşılar yer alıyordu. Günümüze kadar

varlığını koruyabilmiş küçük kalıntılardan bu durum kısmen anlaşılabilmektedir.

654 Az da olsa bazı belgelerde evin kuyusu zikrediliyor. HŞS 382 : 83. 655HŞS 362 : 163. Günümüzde Harput’ta geleneksel sivil mimariye ait çoğu taştan ve kısmen de kerpiçten yapılmış üzerleri toprak damlı, çıkmalı (şahnişinli) evlerin çok az örneği kalmıştır. Hele bazı kaynaklarda geçen ve “davraza” adı verilen kemerli büyük kesme taşlardan yapılmış haremlik-selamlık gibi kısımları olan büyük yapılı konaklardan günümüze eser yoktur. 656 HŞS 391 : 134; HŞS 382 : 362. 657 Nitekim 17. yüzyılda Anadolu’yu gezmiş bazı seyyahlar, şehirdeki evler ve iskân edilmiş binaların bakımsızlığına rağmen cami, han, kervansaray ve imâret gibi sosyal yapıların devamlı onarım gördüğünden bahsetmektedir. Bkz. Gülgün Üçel-Aybet, Avrupalı Seyyâhların Gözünden Osmanlı Düyası ve İnsanları 1530-1699, İstanbul, 2003, s. 614.

Page 176: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

167

D- Ticâret ve Sanat Yerleri

Osmanlı şehirlerinde her malın belirli yerlerde satıldığını ve buralara han,

kapan ya da çarşı denildiğini biliyoruz. Bunlardan daha büyük, yani çarşıların da

içinde yer aldığı büyük ticaret yerlerine Harput’ta “sûk-ı Sultanî” (Sultan Çarşısı)

ismi verilmektedir. Bu çarşıların dışında kurulan pazarlar da, şehir halkı için

ihtiyaçların giderilebildiği önemli alış-veriş merkezleriydi. Bu özelikleri sebebiyle

Osmanlı, fizikî yönden şehir ve kasabayı “cum’a kılunur ve bâzârı durur” yer olarak

tanımlamaktadır. Osmanlı kanununa göre ise han, hamam, bedesten ve kervansaray

bina edilmişse o yer kasabadır. Şehir ve kasaba içindeki topraklar tarım dışı

faaliyetlerin yapıldığı yer olduğu için mîrî arazi değildir658. Osmanlılarda ki esnaf

çarşıları, önemlerine ve dinî hizmetlerle ilişkilerine göre camiden, şehrin kapılarına

doğru bir sıralama içerisinde görülmekteydiler659.

17. yüzyılda Harput’a uğrayan Evliya Çelebi, bu tarihlerde şehirde 600

dükkânın varlığından bahsetmektedir ki660, bu abartılmış bir rakam olmalıdır. Zira

çalıştığımız sicillerde bu durum açıkça görülmektedir. Elimizdeki mukâta’a iltizâm

beratlarında geçen ticâri faaliyetlerden alınan vergiler, avârız vergilerinin esnafa

paylaştırıldığı sâlyâne kayıtları, ev ile mülk satışlarında yapılan çevre tarifleri ve

mahkemeye yansıyan ticarî konulardaki niza davaları dışında hiçbir yerde, esnaf ve

bunlara ait çarşı veya başka mekânlar hakkında bilgi edinemiyoruz. Edindiğimiz bu

bilgiler de, sadece isimleriyle sınırlıdır. Bulundukları mahalle, cadde v.s. ismi ne

yazık ki, çoğunlukla belirtilmiyor. Dolayısıyla belgelerden edindiğimiz ipuçlarıyla

yapılabildiği kadar şehirdeki ticâri mekânları tespit etmeye çalışacağız.

Anlaşıldığı kadarıyla şehirdeki en büyük çarşı Harput sûku ismiyle bir vergi

kaydında geçen ticaret merkezidir661. Belgede görüldüğü üzere çarşıdaki her bir

dükkan dolap ismiyle ve çarşı içindeki konumuna göre yola yakın, kemerin dibinde,

sağda-solda gibi tarif edilmekte ve fülûs (bakır) para birimiyle vergilendirilmektedir.

658 Özer Ergenç, “Osmanlı Şehirlerindeki Yönetim Kurumlarının Niteliği Üzerinde Bazı Düşünceler”, VIII. Türk Tarih Kongresi Bildirileri, C. II, Ankara, 1981, s. 1265. 659 Özer Ergenç, “Osmanlı Şehrinde Esnaf Örgütlerinin Fiziki Yapıya Etkileri”, Türkiye’nin Sosyal ve Ekonomik Tarihi (1071-1920), (Ed. Osman Okyar-Halil İnalcık), Ankara, 1980, s. 105. 660 Evliya Çelebi, Seyahatnâme, C. 3, s. 218. 661 HŞS 368 : 458 (Evâil-i C.E. 1074/Aralık 1663)

Page 177: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

168

Bu çarşının belgelerde geçen sûk-ı Sultanî ile aynı olup olmadığını

bilemiyoruz662. Çarşının şehrin neresinde yer aldığı yine belirtilmezken, bazı

belgelerde geçen bedesten in bu günkü Kurşunlu Cami’nin bulunduğu ve Kömür

meydanı denilen yerde olduğu daha önce tespit edilmiştir663. Haziran 1692 tarihinde

bir demirci dükkânının satışı sırasında dükkânın yeri tarif edilirken, dükkanın terzi ve

nalbând dükkanları ve bezistân harâbesi ile bitişik olduğundan, Ekim 1692 tarihli bir

başka belgede ise sadece bezistana bitişik dükkanlardan bahsedilmektedir664.

Belgede kale sakinlerinden Mehmed Bey’in bir mescide vakfettiği dükkânlarının,

vakıf yönetimince iyi korunmadığı için harabeye döndüğünü, mahkemeden keşif

talebinde bulunduğu anlaşılıyor. Bu şekildeki örnekler, incelediğimiz dönemde

karşımıza sıklıkla çıkmaktadır. Örneğin bir cami vakfı adına kiralanan dükkan ve

hamamlar harabe olduklarından tamir edilmeleri şartıyla kiraya verilmektedir665.

Şehir genelinde göze çarpan hâli ve harâbe yapıların, 1604 yılında şehri istila

eden Tavil Mehmed ve adamlarının yağmalarıyla ilgisi muhakkaktır666. Hatta şehirin

ele geçirilip yağmalanması sebebiyle Harput ve çevresinin nüfusu azaldığı gibi, bir

çok ev, han, hamam ve çeşme tahrip olduğundan uzun süre kullanılamaz hale

gelmiştir. Nitekim verilen örneklerde görüldüğü gibi, 17. yüzyılın ortalarında bile bu

eserlerin tamire muhtaç olduklarını sicillerdeki kayıtlardan takip edebilmekteyiz667.

Şehirdeki esnaf çarşılarına baktığımızda, aynı gruptan esnaflar mesleklerinin

ismiyle anılan çarşılarda çalışıyorlardı. Kasaplar, nalbandlar, semerciler, sarâçlar,

pabûşçular çarşısı veya kuyumcular sokağı668 gibi. Bu esnaf grupların isimleri, vergi

kayıtlarında sıkça geçmektedir. Ancak yine bu çarşıların hangi sokak veya mahallede

bulunduğu hakkında, bazı ipuçları dışında kesin bilgilere rastlanmamaktadır. Ayrıca

görüldüğü kadarıyla bu esnaf dükkânlarından bazıları, çarşıların dışında ve mahalle 662 HŞS 362 : 173. 663 HŞS 362 : 177. M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s. 221. Bedesten, büyük tüccarların bulunduğu ve transit ticarete konu olan malların alınıp satıldığı kapalı pazar yeridir. Şehirde ülkeler ve şehirler arası pazar için üretim yapan sanat dallarının bedestene en yakında bulunması, onları temizlik ve sağlık yönünden problemleri olmayan iş kollarının izlemesi, debbâğlar ve boyacılar gibi akarsuyu gerektiren mesleklerin şehir kenarında ve bir nehir yanında icra edilmiş olması, Osmanlı şehirlerinin çarşı ve pazar düzenidir. Özer Ergenç, Ankara ve Konya, s. 50. 664 HŞS 391 : 107, 72. 665 HŞS 362 : 127. 666 M. Ali Ünal, “Şer’iyye Sicillerine Göre Harput’taki Eserlerin Korunması Hususunda Halkın ve İdarenin Tutumu”, Osmanlı Devri Üzerine Makaleler, s. 70. 667 HŞS 362 : 297. 668 HŞS 362 : 333.

Page 178: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

169

aralarına dağılmış durumdaydılar669. Çarşıların yeri tespit edilemediğinden, belki de

isimlerine mahalle aralarında rastladığımız dükkanlar, buralarda bulunan çarşıların

içerisinde yer almaktaydılar. Örneğin Evâsıt-ı Ramazan 1104/Mayıs 1693 tarihli bir

dükkan satışında dükkanın Meydan sûkunda vâki olduğu kayıtlıdır670. Vergi kayıtları

ve şühûd’ül-hâller içerisinde isimleri geçen esnaflara bakılırsa bir Osmanlı şehrinde

olması gereken çoğu sanat kolunun Harput şehrinde de mevcut olduğu anlaşılıyor.

Elbette ki mekânlarının sicillerde açık olarak belirtilmemesi, sayıca az veya çok

oldukları hakkında bir değerlendirmede bulunulmasını güçleştirmektedir. Dolayısıyla

bu konuda esnafa isabet eden vergi miktarlarına ait kayıtların rakamsal olarak

tabloya dönüştürülmesi, sayıları ve şehir ekonomisindeki rolleriyle ilgili yapılacak

tahminlerde önemli ip uçları içermektedir.

669 HŞS 391 : 265, 267. 670 HŞS 391 : 266.

Page 179: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

170

Tablo 18 : Harput Şehrinde Faaliyet Gösteren Esnaf Grupları

Tabloya göre en fazla vergi ödeyenler sırasıyla attarlar, bakkallar, kasaplar,

debbâğlar ve pabuşçulardır. Tablodaki vergi miktarlarının esnafın sayısı oranında

toplandığını farzedersek, bu rakamlar aynı zamanda şehirdeki esnaf guruplarının

671 HŞS 361 : 417. (Avârız Esnâfı) 672 HŞS 362 : 400. (Menzil Sâlyâne Defterinde Esnafa İsabet Eden Vergi) 673 HŞS 362 : 401.(Leh Seferi İçir Ordu-Bazar Salyanesi) 674 HŞS 362 : 525.( Vali Hasan Paşa Tarafından Sâlyâne Olunan Bez Bahâsı) 675 HŞS 362 : 402 (Hasan Paşa Razı Olmadığı İçin 200 Guruş Zamla Tekrar Toplanan Bez Bahâsı) 676 HŞS 362 : 343. (Kanice Kalesi’nin Fethi İçin Donanma Sâlyânesi) 677 HŞS 391 : 384. 678 HŞS 391 : 299. 679 HŞS 362 : 507 (Harput Beyine Kumaş Bahâsı). 680 HŞS 391 : 357. (Şahin Mehmed Paşa’nın 1692 tahinide esnafa isabet eden nüzûl bahâsı)

ESNAF GURUBU

Avârız 1672671

Menzil Sâlyâne 1672672

Ordu Bazâr

Sâlyâne1672673

Bez Bahâ

I 1672674

Bez Bahâ

II 1672675

Donanma Sâlyânesi

1673676

Nüzûl

1691677

Nüzûl

1692678

Kumaş Bahâsı679

Zâhire Bahâsı680

Allâf 5

3, 5

5, 75

1, 25

2

9, 73

8

4

1

10

Aşçı 1 3 1 - - 2 2, 25 1,5 0, 25 4 Attâr 40, 5 29 51 10 20 87 42, 25 33 10 70 Baharatçı - - - - - - - - - 5 Bakkal 20 14, 5 23 4, 5 8, 5 39 42 18 4, 5 70 Berberân 14 10 15, 5 3, 75 5, 5 26 18 9 3, 75 20 Cüllah 6, 5 4, 5 - - - 10 - - - - Debbâğ 28 21, 5 34 6, 5 13 58, 5 - 22 1, 75 70 Demürcü 5, 5 4 6, 5 1, 35 2 10, 75 5 3 1, 25 7 Ekmekçi 13, 5 8 15, 5 3 5, 5 26 21, 25 10 3 30 Eskici 10 7, 25 11, 75 2, 25 4, 25 19, 5 14 7 3, 25 20 Kalaycı 4, 5 2 5, 25 1 1, 5 8, 5 4, 75 3 1 7 Kassâb 28 - 31, 5 6, 25 12, 5 54 42 32, 25 6, 25 70 Leğenci - - - - - - - - 1,5 - Messak - - - - - - - - 1, 5 - Mutaf 1, 5 1 2 1, 5 0, 5 3 2, 25 2 1, 5 4 Nalband 6, 75 4, 5 7, 75 1, 5 3 13 7, 75 5 1, 5 10 Nalçacı 6, 75 2 7, 5 1, 5 2, 5 13 11, 25 9 - 18 Neccâr 4 2, 5 4 2, 5 1 7, 75 3 2, 5 3, 25 - Pabuşçu 16, 5 12 19, 25 3, 75 7, 25 32, 5 21 10 3, 75 30 Saka 1, 5 1 2 0, 25 0, 5 3 - - 1, 5 5 Sarâc 2, 75 2 2, 5 1, 5 1 5, 5 5, 5 3, 5 0, 75 - Semerci 4, 5 3 5, 25 1 1, 5 8, 75 6, 5 4 10 10 Uncu 0, 5 1, 5 2, 5 1, 5 1 4, 5 4, 25 2, 5 0, 5 6 Zimmiyân - - 170 - 80 186 - - - -

TOPLAM 225 Guruş

136, 75 Guruş

422, 5 Guruş

53, 35 Guruş

173 Guruş

627 Guruş

261 Guruş

166, 25 Guruş

70 Guruş 412 Guruş

Page 180: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

171

büyüklüğünü gösteren bir ölçü olarak da kabul edilebilir. O halde attar681, bakkal,

kasap, debbağ ve pabuşçuların şehirdeki en kalabalık esnaf gurubunu oluşturdukları

söylenebilir.

Ticaret yolları üzerinde ve klasik dönemde kervanların gelip geçmesiyle canlı

bir ticaret merkezî olduğu tahrirlerdeki vergi miktarlarından anlaşılan Harput

şehrinde68217. yüzyılın ortalarından itibaren bu ticarî hareketlilik kaybolmuştur. Bu

açıdan bakıldığında, şehirdeki diğer önemli bir ticarî mekân olan hanların varlığı

önemlidir. Ancak incelediğimiz dönemde Harput şehrindeki hanların varlığının veya

sayılarının belirlenmesi, elimizdeki belgelere göre mümkün görünmemektedir683.

Çeşitli amaçlarla günü birlik veya daha uzun süreliğine şehre gelenlerin nerede

kaldıkları hakkında tespit ettiğimiz birkaç belge, bu konuda nispeten aydınlatıcı

bilgiler içermektedir. Söz konusu belgelerden, mesela ticaret amacıyla şehre

dışardan gelenlerin, geliş amacına göre ilgili olduğu esnaftan kimselerin evlerinde

misafir edildikleri anlaşılmaktadır. Örneğin 9 Şaban 1083/29 Kasım 1672 tarihli bir

belgeden kumaş boyası işiyle uğraşan Deli Mehmed isimli bir kişinin Bağdat’tan

ticaret için Harput’a geldiğini ve boyacı Yusuf’un evinde684, Kayseri’den deri almak

için gelen Mustafa ibn. El-Hac İbrahim’in ise kasap Kaya’nın evinde ağırlandığını

görmekteyiz685.Oysa hatırlanacağı üzere şehre gelen resmi görevlilerin (mübaşir

v.s.) ağırlanması için ev kiralanmıştı.

E- Dini ve Sosyal Yapılar

Harput şehrinde mahallelerin diğer Osmanlı şehirlerinde de görüldüğü gibi

genellikle civarında kuruldukları cami, mescid, türbe gibi yapılar ve kurucularının

isimleriyle anıldıklarını belirtmiştik. Örneğin Ağa Cami’-i Şerif Mahallesi, Cami’-i 681Attarların satışını yaptıkları ürünler günümüzde de özellikle tedavi maksadıyla kullanılmaktadır. Tedavi maksadıyla kullanılan ürünlerden dolayı meydana gelebilecek bazı kayıplar konusunda attarlara sorumluluk yüklenmiştir. Örneğin solucan otu yerine sıçan otu veren bir attarın ölüme sebebiyet vermekten dolayı hapsi istenmektedir. Bkz. Tahsin Özcan, a.g.e., s. 149. 682 Kervanların taşıdıkları mallardan alınan tamgâ-i siyah, bâc-ı ‘ubûr ve şehirde satılan mallardan alınan diğer vergiler 1518’de 55.000, 1523’te 127.367, 1566’da ise 130.000 akça tutuyordu. Alınan bu vergiler, tüm sancak gelirlerinin %10’u gibi önemli bir yekün oluşturuyordu. Bkz. M. Ali Ünal, Harput Sancağı, s.146. 683 1310/1892-93 tarihli Mamuretü’l-azîz salnâmesinde Harput’ta 20 han ve 800 dükkanın varlığından bahsedilmektedir. Ahmed Aksın, 19. Yüzyılda Harput, s. 147. (İsimleri verilmediği gibi yerlerinin de tarif edilmemesini ihtiyatla karşılamak gerekiyor) 684 HŞS 362 : 515. 685 HŞS 362 : 173.

Page 181: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

172

Kebir Mahallesi, Ahi Musa ve Karasofu Mahalleleri gibi. İncelediğimiz dönemde

aynı yapının devam ettiği, yani isimlerinin mahallelere verildiği cami ve benzeri

yapıların çoğunun faaliyette olduğu anlaşılıyor. Bu konudaki en önemli bilgilerimiz,

söz konusu cami, mescid, zâviye ve türbelere imam, müezzin, cüzhân, duagû,

türbedar ve vâiz ile buraların vakıfları için câbi, mütevelli, katip ve aşçı atandığını

gösteren tayin beratlarıdır686. Ancak incelenen tarihlerde bu yapıların tamamını

gösteren bir liste oluşturulamadığı için687 faklı tarihlerde bu mekânların durumları

hakkında bir karşılaştırma yapmak güçtür. Fakat her biri için birer vakıf gelirinin

tahsis edilmiş olması688, bu yerlerin fizikî ve idarî (görevli atanması v.s.) açıdan uzun

süre ayakta kalmış olabileceklerini gösteriyor.

Bunun yanında mektep ve medreselerin bulunduğu şehirde, sayıları ve yerleri

bilinmemekle beraber689, aynı isimle kuruldukları camilerin iç kısmında veya

yakınında oldukları anlaşılıyor. Örneğin, 21 C. A. 1103/10 Mart 1692 tarihli tayin

beratına göre Cami-i Kebir avlusu içinde yeni inşâ edilen mektebe Seyyid Halil,

“halife” olarak atanmıştır. Günlük on akçe ücreti cizye malından karşılanacaktır690.

Şehirdeki zimmîlerin ibadet ettikleri kiliselerin isimleri geçmese de, varlıkları

bilinmektedir. Örneğin, Evâil-i R.E. 1104/Kasım 1692 tarihli bir hüccetten

öğrendiğimize göre, zimmîlerce meskûn olan Gürcü Bey mahallesindeki bir ev,

“kilise-i mezkûr fukârasına vakf olmak vechiyle” bağışlanmıştır691. Yine kiliselerin

686 HŞS 391 : 98, 324, 365; HŞS 362 : 388, 436, 440, 448. 687 Muhtelif tarihlerde Harput’taki cami, mescit, türbe, medrese, zâviye ve diğer yapıların kimliklerine ilişkin ayrıntılı bilgi için bkz. İshak Sunguroğlu, a.g.e., C I, s. 259-376. M. Ali Ünal, a.g.e.,s. 205-222. 688 Haput Kalesi reisi Ahmed'in, Cami-i Şerif evkâfı mütevellisi vekili olan es-seyyid Ahmed Çelebi ibn-i Seyyid Mustafa huzurunda satın aldığı etmekçi dükkanının yarısı ile yanındaki bakkal dükkanını, Cami-i Şerifin mum yağı ihtiyacını karşılamak için vakfeylediğine dair bkz. HŞS 391 : 250, 424… 689 Harput şehrindeki medreseler hakkında bilgilerimiz daha çok 19. yüzyıla aittir. Sunguroğlu kitabında (C. II, s. 21-31) kaynak belirtmeden (muhtemelen salnamelerden yararlanarak) Harput merkezde 19, bu günkü Elazığ ilinin bulunduğu il merkezinde ise 4 adet medresenin varlığından bahsetmektedir. Ayrıca üç büyük kütüphanenin yanında 16 medrese kütüphanesinin mevcudiyetinden ve bu kütüphanelerde kendi yaptığı hesaplamalara göre yaklaşık 10 bin ciltten fazla kitabın bulunduğunu ifade etmektedir. Bu rakam kesin olmamakla birlikte, bahsedilen kitaplardan çok az da olsa bir kısmı günümüze kadar gelebilmiştir. Bir bölümü Süleymaniye Kütüphanesi “Harput Yazmaları”bölümünde korunan bu kitaplar için bkz. Ahmet Buran, “Elazığ İl Halk Kütüphanesindeki Yazma Eserler”, Fırat Havzası Yazma Eserler Sempozyumu(5-6 Mayıs 1986), Elazığ, 1986, s.177-182. 690 HŞS 391 : 429. 691 HŞS 391 : 120.

Page 182: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

173

varlığını, 9 Muharrem 1103/2 Ekim 1691 tarihinde şehirdeki kiliseleri teftişe çukadâr

tayin edildiğini bildiren bir berat suretinden öğrenmekteyiz692.

Şehrin vaz geçilmez unsurlarından olan hamamların durumuna gelince, 17.

yüzyılın ortalarında Harput’tan geçtiğini belirttiğimiz Evliya Çelebi’nin belirttiğine

göre Cemşid, Dere ve Kale Hamamları şehrin en büyük hamamlarıdır693. Elimizdeki

belgelerden bu hamamların varlığını teyid edebiliyoruz. Cemşid hamamının kiraya

verilmesinde yaşanan nizalar ve hamamda çıkan kavgalar mahkemeye kayıtlarına

yansımıştır694. Hamamın Sara Hatun Camisi’nin yanında olduğu bilinmektedir.

Ayrıca kiraya verildiğine bakılırsa, bir vakfa ait olması muhtemeldir695. Aynı şekilde

ismi geçen kale hamamı da yine kiraya verilmek suretiyle işletilmektedir696. Bu

tarihte daha önce ismine rastlamadığımız bir hamamdan bahsedilmesi, ilk bakışta

sonradan inşa edilmiş izlenimi verse de, belgenin devamında harabe ve tamire

muhtaç olduğu anlaşılıyor. Evâsıt-ı Safer 1083/Haziran 1672 tarihli belgeye göre

ismi “Sıvacı Hamamı” olan yer, asıl sahibi Siyavuş Ağa’nın Diyarbekir’de oturması

üzerine, işletmek için Seyyid Mustafa Çelebi tarafından kiralanmıştır. Kendisi

hamamı görmeden kiralamış olacak ki, gördüğü harabe karşısında aldatıldığını

düşünerek mahkemeye başvurmakta ve keşif taleb etmektedir697. Keşif sonunda,

“106 gurûş ile ancak vücûda gelür” denilerek tahliyesine karar verilmiştir.

Sonuçta verilen örneklerden de anlaşıldığı gibi, incelediğimiz 17. yüzyılın

ikinci yarısına ait dönemde şehrin fiziki görünümü ve genel mimarisinde bariz bir

yıpranmışlık göze çarpmaktadır. Han, hamam, çeşme, medrese, cami ve zâviye gibi

şehrin önemli yapılarıyla, daha önce bahsettiğimiz ticarî ve askerî amaçla kullanılan

yol güzergâhlarında bulunan hanların zamanla harâbe duruma gelmelerindeki en

önemli sebep, şüphesiz ticarî hayattaki canlılığın kaybolması ve ardından yaşanan

692 HŞS 391 : 307. 693Evliya Çelebi, Seyahatnâme, C. III, s. 218. Ayrıca 120 “hânedân” hamamından bahsetmektedir. 694 HŞS 362 : 63, 64, 194… 695 18. yüzyıla ait bir evkâf defterinde, Harput’ta 24 adet vakıf olduğu görülmektedir. Bkz. M.Ali Ünal, “Osmanlı İmparatorluğunda Vakıf ve 16. Yüzyılda Harput’taki Vakıflar”, Osmanlı Devri Üzerine Makaleler, s. 24. 696 HŞS 362 : 267. 697 Bu belgenin bir diğer özelliği, keşfi yapılan yerin fiziki niteliklerinden bahsedilmesidir. Su akan olukların kemerinin yıkılarak suyun akmasını engellediği, gusûlhane ve ambarının harabe olduğu, hamam damında ve sıvasındaki toprağın dökülerek tuğla ve taşların ortaya çıktığı mahkemede keşfe giden Feyzulah Çelebi tarafından dile getirilmektedir. HŞS 362 : 127.

Page 183: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

174

toplumsal ve ekonomik çöküntüdür698. Celali eşkiyasının şehirde yaptığı tahribatı da

eklemek gerekir.

698 Şehirde bulunan tarihi yapıların birkaçı dışında tamamen ortadan kaybolması, Harput’un Elazığ’a taşınmasından sonra başlamış ve son yıllarda bilinçsizlikten dolayı daha da hızlanmıştır.

Page 184: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

175

SONUÇ

17. yüzyılın ikinci yarısında Harput’un konu edildiği bu çalışmadaki amaç,

bir ara geçiş veya değişim dönemi olarak nitelendirilen bu yüzyılda, 1661-1693

tarihleri arasında Harput Sancağı’nda mekânın kullanımı ile bu mekân üzerindeki

yönetim örgütlenmesini (örfî, şer’î) değişim özelliğiyle sorgulayarak anlamaya

çalışmaktı. Diğer bir deyişle, sancağın klasik dönemi için önceden bilinen bazı

özelliklerinin, 17. yüzyılın ikinci yarısında nasıl bir görünüme kavuştuğu noktasında

somut gelişmeler ekseninde değişimin izlerini sürülebilmesiydi.

Nitekim incelenen kaynaklardan elde edilen verilere göre değişimin izlerini

mevcut yapı üzerinde göstermeye çalışırken, diğer yandan klasik dönemdeki pek çok

uygulamanın hâlen devam ettiği ve bu arada yeni uygulamaların da boyut kazandığı

17. yüzyılın ikinci yarısından itibaren sancağın, değişim faktörlerinden ne ölçüde

etkilendiği veya ne gibi değişikliklerin yaşandığı, bunların en çok kendini hangi

alanlarda hissettirdiği veya farklılaşmanın nerelerde görülmediği noktasında bazı

tespitlerde bulunuldu. Ayrıca bilgisayar destekli yeni bir yöntemle sürdürülen bu

çalışma sonucunda Harput Sancağı’nın klasik dönemdeki durumuyla, 17. yüzyılın

ikinci yarısındaki durumunu çeşitli yönlerden karşılaştırıldı.

Bu bağlamda ilk olarak mekân organizasyonu içinde ve sancak-kaza ilişkisi

çerçevesinde Harput’un Osmanlı taşra idaresinde oluşturulan birimlerin sınırları ve iç

taksimatını etkileyen faktörler yönünden durumuna bakıldığında, şehrin etrafındaki

kırsal alan ile sağladığı olumlu bütünlüğün, klasik dönemdeki gibi 17. yüzyılın ikinci

yarısında da devam ettiği görülmektedir. Harput şehri bu tarihte de yine sancağın ve

aynı isimle anılan kazanın merkezidir. Şehir bir taraftan sancak sınırları içerisinde

kalan yakın çevresindeki kırsal alandan beslenirken, aynı zamanda bu kırsal çevre ile

adlî ve idarî ilişkiler içerisindedir. Çevresiyle ulaşılabilirliği ise mîrî örgütlenmelerle

sağlanmaktaydı.

Sancak sınırları, neredeyse bu günkü Elazığ il sınırları içerisinde kalan ve

yaklaşık 3200 km²’lik bir alana yayılmıştır. Tek kazadan oluşan ve tımar nahiyeleri

ile kaza dairelerinin aynı alanlar üzerinde bir nevi örtüştüğü sancakta, tahrirlerin

yapıldığı 1518-1566 arasında sancağa bağlı nahiye sayısı 5-7 arasında değişmektedir.

Farklı anlamlarına rağmen, temelde bir sancakta tımar sisteminin uygulandığı

alanlar ile kaza dairesi içinde ve kadı tarafından tayin edilen bir nâibin bulunduğu

Page 185: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

176

bölgenin adı olarak bilinen nahiye, tek kazadan müteşekkil Harput Sancağı’nda

coğrafi farklılıkların belirlediği farklı özellikteki bölgeleri ifade etmektedir. Örneğin

Uluâbâd ve Kuzâbâd nahiyeleri, aynı isimle anılan ova ve bölgenin kapladığı alanları

belirtmektedir.

1646’da avârız-hânelerinin tespiti için yapılan tahrirde nahiye sayısı 3’tür.

Uluâbâd, Kuzâbâd ve Behrimâz adlı bu nahiyeler, muhtemelen avârız türü vergilerin

sancağa tevzi’inde kolaylık sağlanması için diğer nahiyelerin birleştirilmesiyle

oluşturulmuştur. Nitekim, 17. yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde sicillerde yaklaşık

16 nahiye ismi geçmektedir. Oysa aynı tarihlerde avârız türü vergilerin tamamı, 1646

tarihli nahiye düzeni esas alınarak 3 nahiye üzerinden taksim edilmektedir. Bu

uygulamanın 19. yüzyılın ortalarına kadar aynen devam ettiği görülmektedir.

Klasik dönemden farklı olarak sancaktaki nahiye sayısında artış gözlenirken,

bunun yanında köy sayısı azalmıştır. Sancağa bağlı Ebutâhir Nahiyesi, incelediğimiz

dönemde güneyde Çüngüş Kazasına bağlı nahiyeler arasında geçmektedir. Köy

sayısındaki azalmanın sebepleri çeşitli etkenlere bağlı olarak ayrıca değerledirilebilir.

Bunların dışında sancağın sınırlarında her hangi bir değişiklik göze çarpmamaktadır.

Sancağın klasik dönemden itibaren tasarruf şekline bakıldığında, Harput’un

yer aldığı coğrafya üzerinde ve bölgenin kendine özgü coğrafî, siyasî, sosyal ve

ekonomik yapısına göre düzenlenmiş üç ayrı sancak tipi görülmektedir. Bunlar

arasında Harput Sancağı 1516’daki fethinin ardından klasik bir sancak olarak

Diyarbekir Eyâleti’ne bağlanmıştır. Oysa aynı tarihlerde Harput Sancağı’nın etrafını

çevreleyen sancaklar (kuzeyde Pertek, Sağman; güneyde Eğil ve Çermik; doğuda ise

Palu Sancakları), yurtluk-ocaklık ve hükümet olarak özel bir statüsüyle mülkiyet

üzere tasarruf edilmektedir. Harput ve benzeri sancaklar ise, tahrîrlerin yapılabildiği

ve aşiret geleneklerinin yaygın ve köklü olmadığı, ayrıca şehir yaşamına daha müsait

merkezî çevrelerde kurulmuşlardır. Sancağın yurtluk-ocaklık veya hükümetlik

statüsünün dışında tutulması, Osmanlı öncesi dönem de dâhil olmak üzere Harput’un

hiç bir zaman tek bir sülalenin elinde kalmayışı ve kuvvetli bir aşiret yapısının

mevcut olmayışıyla ilişkilendirilebilir.

Bu sancakların bazen siyasî şartlar gereği geçici olarak imtiyazlı sancaklar

halinde ihdâs edildikleri görülse de, bu bir kural değildir. Mesela klasik bir sancak

olan Harput Sancağı, 17. yüzyıl başlarında devlete hizmetlerinden dolayı aslen İran

ümerâsından Murad Han Bey’e kayd-ı hayat şartıyla tevcih edilmişken, aynı şekilde

sancağın 1630’da yine “kızılbaşdan rugerdân olup” Osmanlı hizmetine girmiş olan

Page 186: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

177

Haydar Bey’e yine kayd-ı hayat şartı ile tevcih edilmiştir. Bunlar istisnâ olmakla

birlikte, genellikle Osmanlı klasik dönemi boyunca Harput sancakbeylerinin daima

merkez tarafından ve çoğunlukla bölgeyi tanıyan ve önceden çevre sancaklarda

görev yapmış kişiler arasından tayin edildikleri anlaşılmaktadır.

Sancak gelirlerinden padişah ve sancakbeylerine ayrılan hâsların oranı, 1518-

1566 arasındaki tahrirlere göre padişah hâsları lehine sürekli artarken, sancakbeyinin

gelirleri azalmaktadır. Tezimizin ilgili bölümünde bu durumun muhtemel sebepleri

üzerinde durulmuş ve tartışılmıştır. Kanuni zamanındaki yoğun seferler ve kapıkulu

sayısındaki artışa paralel olarak hazinenin masraflarını karşılamak için eyâlet ve

sancaklardaki havâss-ı hümâyûn gelirlerinin çoğaltılmasına yönelik uygulamalar,

sancakbeyleri dahil pek çok ümerâyı maddi açıdan zor durumda bırakmıştır. Bu

uygulama karşısında sancakbeylerinin olağanüstü durumlar dışında, keyfi salgunlarla

ve kanun dışı yollarla halktan nakdî ve aynî vergiler toplayarak yolsuzluklara

karıştıkları, yine sicillere yansıyan dava örneklerinden anlaşılmaktadır.

Sancakta incelediğimiz döneme kadar, padişah hâslarının sancakbeylerince ve

emâneten idare olunduğu anlaşılmaktadır. Yani Harput sancakbeyleri aynı zamanda

havâss-ı hümâyûn emîni olarak padişaha ve dolayısıyla merkezî hazineye ait bu

gelirlerin idare ve toplanması faaliyetlerini, ber vech-i emîn-î mültezim sıfatıyla

üzerlerine topluca iltizâma alarak yerine getirmektedirler. Nitekim havâss-ı hümâyûn

emînliğinin Harput sancakbeylerinin çoğu için 16. ve 17. yüzyılın ortalarına kadar

yaygın bir uygulama olduğu anlaşılıyor. Bazı uygulamalardan iltizâm ve mukâta’a

işlerine Harput sancakbeylerinin mâiyetleriyle birlikte girdikleri görülse de (17.

yüzyıl başlarında), asıl mukâta’anın aklâmından sayılanların, yüzyılın ortalarına

kadar kapıkulu efrâdından dergâh-ı âlî kulları, çavuşları, müteferrikalar, altı bölük

halkı, kethüdâlar ve yeniçerilerden kimseler tarafından ikinci kez iltizâma alındığını

sicillerdeki bazı örneklerden öğrenmekteyiz.

Mukâta’a uygulamasının teorik açıdan idarî ve malî fonksiyonları hakkında

bilgi verildikten sonra bunun pratikte, örneğin taşrada, ne şekilde cereyan ettiği ve

bazı özel şatlar gereği uygulamada her hangi bir değişikliğin olup olmadığını, Harput

Sancağı örneğinde sorguladığımızda ise şunları görmekteyiz.

İncelenen dönemde görülen değişikliklerin başında, sancaktaki padişah ve

mirlivâ hâslarının birleştirilerek tek bir mukâta’aya (mîrî mukâta’) dönüştürülmesi

gelmektedir. Böylece, klasik tımar uygulaması dönemindeki padişah hâssı dirlikler

ve sancakbeyi hâsları, tek bir mukâta’a hüküm bölgesi haline getirilmiştir. Ayrıca

Page 187: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

178

belgelerde havâss-ı hümâyûn gelirleri arasına dahil edilen ve tek tek isimleri verilen

sancak gelirlerinin tümü, oluşturuldukları sancak ya da kazanın adıyla mukâta’a-ı

Harput şeklinde tek isimle ifade edilmektedir. Yani burada mukâta’a tâbiri, sancakta

merkeze bağlanan tüm gelirleri ifade ederken, Harput mukâta’ası denilince de,

sancaktaki tüm mukâta’alar kastedilmiş olmaktadır. Bu durum, elbette ki daha önceki

tımar uygulamasının sadece bir bölümünü kapsayan yeni bir uygulamadır. Diğer

yandan bu uygulama önceki uygulamaların toptan ortadan kaldırıldığı bir görünümde

değildir. Yani bir tarafta klasik tımar sistemi sürdürülmekteyken (hatta yeni tımar

tevcihleri yapılmaktayken), aynı zamanda mîrîden zabt uygulaması da devam

etmekteydi.

17. yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde görülen bir diğer önemli değişiklik,

mukâta’a gelirlerinden başlangıçta bir kısmının Van kalesi askerlerine mevâcîb

(maaş) olarak tahsis edilmesidir. 13 Zilkâde 1082/ 12 Mart 1672 tarihli ve Diyarbekir

Eyâlet’i mutasarrıfı vezir Mehmed Paşa’ya hitaben gönderilen bir berat suretinden

anlaşıldığına göre, Harput Sancağı’ndaki bazı mukâta’a gelirleri 1052/1642 tarihinde

Diyarbekir hazinesinden tayin olunan maaşları karşılığında yıllık 40.000 kuruş olmak

üzere, “Van kalesi neferâtı mevâcîbleri içün ocaklık” şeklinde tevcih edilmiştir.

Nitekim IV. Murad zamanında devam eden Osmanlı-İran savaşları sırasında bazı

kalelerin muhafızlarına ait mevâcîb, hasılatı iyi vilâyet veya sancaklara havâle

edilmekteydi. Buna ocaklık mevâcîbi de denilmektedir. Bu uygulamanın daha önce

benzerleri (örneğin Erzurum Kalesi merdân ve ‘azeblerinin mevâcîblerinin temin

edilmesi amacıyla sancakbeyi ve aynı zamanda Harput mukâta’a emîni olan İbrahim

Bey’e hitaben bir ferman gönderilmiştir) görülmekle birlikte sancak gelirlerinin Van

ocaklarına tahsisi, yüzyılın ortalarına gelindiğinde mukâta’a ve iltizâm uygulamasına

idarî ve malî açılarından farklı boyutlar kazandırmıştır. Ancak belirtmek gerekir ki,

söz konusu uygulama aynı tarihlerde pek çok sancağın boş kadro bulunmayışı

yüzünden bey ve paşalara arpalık suretiyle tevcih edilmesinden farklı bir durumdur.

Başlangıçta yalnızca havâss-ı hümâyûna bağlı köylerin gelirleri Van kulları

ocaklarına maaşları mukâbilinde bağlanmışken, bu gelirler arasına zamanla cizye ve

avârız türü vergiler, ayrıca 1672 tarihli bir iltizâm beratına göre tamgâ, boyâhâne,

ihtisâb, bâc-ı ‘ubûr, bâc-ı bazâr, kirişhâne, debbâğhane gibi üretim ve ticaret gelirleri

ile arûsiyye, cürm-ü cinayet, salb-ü siyaset, bâd-ı havâ ve ihzâriyye gibi yönetim

gelirlerinin yanı sıra, pek çok vergi de eklenerek kapsamı genişletilmiştir. Nitekim

1693 tarihli bir buyruldu sûretinde ve aynı tarihli diğer bazı kayıtlarda belirtildiğine

Page 188: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

179

göre, mukâta’a kapsamında yer alan havâss-ı hümâyûn ve havâss-ı mirlivâya ait tüm

köylerin şer’i ve örfî vergileri ile gayr-ı Müslimlerden alınan vergiler, hatta şehirdeki

üretim, ticaret ve yönetime ilişkin faaliyetlerden alınan resimlerin tümü ocağın

gelirleri arasında zikredilmektedir.

Bu tespitlerin ardından çalışmada üzerinde durulan diğer bir nokta, iltizâm

mekânizmasının sancakta nasıl işlediğini örneğin, sancak mukâta’asının kimlere, ne

kadar bedelle, ne tür işlemler sonucunda ve hangi şartlarla iltizâma verildiğini ortaya

koyabilmekti. Ayrıca klasik sancak idaresinden mukâta’a uygulamasına geçildiğinde

başlatılan uygulamaların malî ve idarî açıdan olduğu kadar, yöneticilerin kimliklerine

de nasıl etkide bulunduğunun tespit edilebilmesiydi.

Bu açıdan bakıldığında incelenen defterlerde iltizâmla ilgili belgelerin

sınırlılığına rağmen, tespit edebildiklerimiz arasında sancak mukâta’asını iltizâm

edenler arasında Van Ocaklarına bağlı ağaların ilk sırada yer aldıkları görülmektedir.

Ancak elimizdeki belgelere göre 1660’lı yıllara kadar mukâta’a idaresini yürütenlerin

kimlikleri açısından Van ocaklarıyla bağlantılarının ortaya konulması, pek mümkün

görünmemektedir. Nitekim anlaşıldığı kadarıyla, 1660’lı yılların başlarına değin

sancak mukâta’ası emînler vasıtasıyla ve emâneten yönetilmekte, bu kişiler de

zamanla emîn-i mültezim sıfatıyla mukâta’ayı iltizâm ile üzerlerine almaktadırlar. Bu

şekildeki yönetim biçimine emânet ber vech-i iltizâm denilmekteydi. Bu tarihe kadar

arada bir de olsa emîn-i mültezim sıfatıyla bazen ‘ayândan kimselerin de sancağın

idaresini üstlendiklerini gösteren az sayıda örneğe rastlanmaktadır. Uygulamalardan

takip edebildiğimiz kadarıyla, ocaklığa ait maaş ödemeleri de bu emînler tarafından

belirli aralıklarla yapılmaktadır.

1664 tarihli bir iltizâm mektubu ve daha ileri tarihlere ait çeşitli belgelerden,

sancak mukâta’asını iltizâm edenlerin kimlikleri bazen net, bazen de geçen kimi

ifadelerden tespit edilebilmektedir. Söz konusu belgelerdeki uygulamalardan, yüz

yılın son çeyreğine doğru mukâta’a idaresinin Van ocak ağalarına veya ocağın ihtiyar

ve emektarlarına verildiği, bu sürecin ise çoğunlukla ocak önde gelenlerinin üzerinde

mutâbık oldukları kişi ya da kişilerin isimlerini merkeze bildirmeleri ve merkezin

genellikle bunu onaylamasıyla, bir anlamda yine kendi ocakları tarafından iltizâma

verildiğini öğreniyoruz.

İltizâm yoluyla Harput sancak mukâta’sınının işletme ve yönetimini üzerine

alan söz konusu kişiler, ya kendileri ya da mütesellimleri aracılığıyla bu görevlerini

yerine getiriyorlardı. Kimi zaman söz konusu kişilerin mukâta’ayı ortaklaşa iltizâma

Page 189: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

180

aldıkları görülmektedir. Nitekim bilgisayar ortamında bu kişiler ve görevlendirdikleri

mütesellimlerin isimlerini tabloya dönüştürdüğümüzde, sancağın idaresini üzerlerine

alanlar için incelediğimiz dönemde mirlivânın yanı sıra çoğunlukla mukâta’ zâbiti /

mukâta’a emîni / mütesellim / mültezim gibi ifadelerinin kullanıldığı anlaşılıyor.

Yönetim faaliyetleri açısından bu yeni yöneticilerin görevlerini klasik dönem

sancakbeyleri ile karşılaştırarak anlamaya çalıştığımızda ise, eldeki belgelerin ilk

bakışta bunu mümkün kılabilecek direkt bilgiler içermediği görülüyor. Bunun sebebi,

mukâta’anın hangi şartlarla ve ne kadar bedelle, kime verildiğini v.s. gösteren iltizâm

beratlarının, maliye kalemlerince düzenlenmiş olmasıdır. Dolayısıyla bu belgelerden

ilk bakışta mültezimin sadece bir maliye görevlisi ve tek görevinin mukâta’a alanı

üzerindeki vergilerin tahsilatını yapmak olduğu şeklinde bir sonuç çıkmaktadır. Oysa

önceden belirtildiği gibi mukâta’a alanı hem bir yönetim hem de bir maliye alanıdır.

Mîrî mukâta’aları üzerlerine alan mültezimler, âdetâ birer mâliye görevlisi oldukları

gibi aynı zamanda bir örf yetkilisi olarak görevlerini yerine getirmekte ve eyâlet ya

da sancağa bağlı olmadan doğrudan hazineye karşı sorumludurlar. Bu yüzden mîrî

mukâta’a haline dönüştürülmüş hâs veya çeşitli evkâf gelirleri, serbestiyyet üzere

tasarruf edilmekteydi.

İltizâm beratlarından ve mukâta’a kapsamındaki vergilerin içeriklerinden

açıkça belli olan klasik dönemde sancakbeyine ait gelirlerin, incelediğimiz dönemde

mültezimlere geçmesiyle aynı zamanda klasik dönem sancakbeyinin yönetim yetki

ve fonksiyonları da mültezimlere geçmiş olmaktaydı. Nitekim iltizâm beratlarındaki

gelir kalemlerinin içeriklerinden ve pratikteki uygulamalardan mültezimlerin malî

görevlerinin yanı sıra, sancağın tüm yönetiminden sorumlu oldukları anlaşılmaktadır.

Bu bağlamda tezimizde mültezim veya mütesellimlerin, sorumluluk alanına giren

görevleri yönüyle ele alınmaları, görebildiğimiz kadarıyla birkaç istisnaî çalışma

dışında üzerinde pek durulmayan bir husustur. Aynı durum, sancakta malî idarecilik

kimliğiyle öne çıkan ve melik denilen yöneticiler için de söz konusudur.

İncelediğimiz dönemde askerî-idarî açıdan sancak idaresinde meydana gelen

değişmelere paralel kaza teşkilatlanmasında da değişimin etkileri gözlenmektedir.

Örneğin başlangıç tarihi tam olarak tespit edilememesine rağmen, belgelerde geçen

ifade ve bazı uygulamalardan Harput kazasının 17. yüzyılın ikinci yarısından sonra

değişik tarihlerde arpalık olarak tevcih edildiği anlaşılmaktadır. Bu tarihlerde bir çok

sancağın bey ve paşalara arpalık olarak tevcih edildiği düşünülürse aynı uygulamanın

şer’î açıdan kaza teşkilatlanmasında da kendini gösterdiği düşünülebilir. Arpalık

Page 190: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

181

uygulamasıyla kendilerine tevcih edilen bu kazalara kadılar, genellikle nâiblerini

yollamaktaydılar.

İsimleri ve görev süreleri hakkında düzenli bilgiler edinemediğimiz Harput

kadıları, incelenen dönemde yargı ve kaza idaresinin yanı sıra Avusturya ve Lehistan

savaşları sebebiyle merkezî ve yerel hükümetin yoğun askerî ve malî talepleriyle

muhatap olmakta, hatta kimi zaman baskılarına maruz kalmaktaydılar. Bu yöndeki

ferman ve buyruldu türü belgelerin fazlalığı, yüzyılın ikinci yarısında değişim

açısından görevlerinin nitelikleri ve belde halkıyla birlikte yaşadıkları sosyal ve

ekonomik imkânsızlıkları yansıtan önemli ip uçları içermektedir.

Gündelik hayatta Harput mahkemesini, işlem hacmi ve zamanın kullanımı

yönünden değerlendirdiğimizde, kazanın nüfusuyla orantılı bir şekilde ve günlük

yaşamın hızına bağlı olarak yoğun bir hareketlilik göze çarpmamaktadır. Mahkeme

gündemini oluşturan davaların ağırlıklı olduğu konuların başında, parasal işlemlerin

ön planda olduğu satışlar (özellikle ev, tarla, bağ ve bahçe satışları), alacak-verecek

anlaşmazlıkları ve kamusal alanda işlenen çeşitli suçlar gelmektedir.

Sancağın yönetim örgütlenmesinde (örfî-şer’i) incelenen dönemde yaşanan

değişikliklerin şehir planına nasıl yansıdığı sorgulandığında ise, klasik dönemdeki

ticari canlılığın kaybolmasıyla birlikte, şehirdeki çeşitli mekânların da bu durumdan

olumsuz etkilendiği görülmektedir. Yapılan tespitlere göre şehrin fiziki görünümü ve

dolayısıyla mimarisinde bariz bir yıpranmışlık göze çarpmaktadır. Bu yıpranmışlık

dini ve sosyal yapılarda olduğu kadar, ticari yapılarda da kendisini hissettirmektedir.

Bu durumun en önemli sebebi bizce, klasik döneme oranla ticarî hayattaki canlılığın

kaybolması ve ardından yaşanan toplumsal ve ekonomik çöküntüdür. Ayrıca şehir

genelinde göze çarpan hâli ve harâbe yapıların 1604 yılında şehri istila eden Tavil

Mehmed ve adamlarının yağmalarıyla da ilgili olduğu bir gerçektir.

Şehir sakinlerinin yaşadığı mahalle sayılarını, klasik dönemden incelediğimiz

tarihe kadar sayısal olarak karşılaştırdığımızda 13 ile 29 arasında bir seyir takip ettiği

anlaşılıyor. Bu tespitlerimiz, avârız türü vergilerin mahallelere tevzi’ini gösteren

kayıtlara göre yapıldığı için, mahalle sayılarındaki bu farklılık belki de avârızın

hesaplanması sırasında bazen küçük mahallenin bir ihtimal tek bir mahalle olarak

birleştirilmesinden kaynaklanmaktaydı. Mahallelerin dördü gayr-ı Müslimlere aittir.

Ancak, bazı mahallelerde Müslüman ahâli ile birlikte yaşadıkları görülüyor. Aynı

şekilde kimi dükkan satışlarından öğrendiğimize göre, her iki guruba mensup

esnaflar aynı çarşı içerisinde ticari faaliyette bulunmaktadırlar. Ayrıca ev satışlarında

Page 191: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

182

verilen ayrıntılardan, evlerin mimari tarzlarına ilişkin bir fikir sahibi olunabildiği

gibi, incelediğimiz dönemde şehre İstanbul veya sancak dışından resmi bir görevle

gelen memurların (mübaşir gibi) misafir edilmesi için bazı evlerin kiralandığını

öğrenmekteyiz. Ev satışlarındaki ayrıntılardan, şehirdeki bazı mahallelerin surların

dışına taştığı anlaşılıyor. Nitekim bazı zimmî mahalleleri surların dışında, genellikle

kalenin eteklerinde kurulmuştur.

Bunların dışında çalışmanın sınırlılıklarına gelince özetle; sancakta yaklaşık

16 nahiye ismi geçmekte iken vergilerin niçin 3 nahiye esasına göre tevzi’ edildiği,

iltizama verilen sancak mukâta’asının değerindeki kademeli düşüşün sebepleri,

iltizam prosedürünün uygulanmasında Diyarbekir ve Van hazinelerinin konumları,

mütesellimlerin kimliklerindeki belirsizlik (mültezimlerin kapu halkından mı yoksa

yerli ‘ayândan mı oldukları), mahkemede 7 ay gibi uzun bir sürede her hangi bir

davanın görülmeyişi, ehl-i örf ve ehl-i şer’ mensuplarının şehirde ikâmet ettiği

mekânlar, şehirdeki sosyal, dinî ve ticarî yapıların dağılımı veya şehir planı v.s. gibi

hususlar tezimizde kısmen cevaplandırılmaya çalışılan ancak tam olarak karşılıkları

bulunamayan başlıca konulardır.

Page 192: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

183

BİBLİYOGRAFYA

A- Arşiv Kaynakları

391 Numaralı Harput Şer’iyye Sicili

362 Numaralı Harput Şer’iyye Sicili

388 Numaralı Harput Şer’iyye Sicili

350 Numaralı Harput Şer’iyye Sicili

331 Numaralı Harput Şer’iyye Sicili

368 Numaralı Harput Şer’iyye Sicili

382 Numaralı Harput Şer’iyye Sicili

278 Numaralı Harput Şer’iyye Sicili

386 Numaralı Harput Şer’iyye Sicili

397 Numaralı Harput Şer’iyye Sicili

B- Çağdaş Araştırma ve İncelemeler

ABACI, Nurcan, Bursa Şehrinde Osmanlı Hukukunun Uygulanması (17. Yüzyıl),

Ankara 2001.

ABOU-EL-HAJ, Rifa’at Ali, Modern Devletin Doğası: 16. Yüzyıldan 18. Yüzyıla

Osmanlı İmparatorluğu, (Çev.Oktay Özel-Canay Şahin), Ankara 2000.

ACUN, Fatma, “Klasik Dönem Eyalet İdare Tarzı Olarak Timar Sistemi ve

Uygulaması”, Türkler, (Ed. H.Celal Güzel-Kemal Çiçek), C. 9, Ankara 2002.

AÇIKEL, Ali, “Osmanlı Ulak-Menzilhâne Sistemi Çerçevesinde Tokat Menzilhânesi

(1690-1840)”, Tarih İncelemeleri Dergisi, XIX, 2, İzmir 2004, s. 1-33.

AKDAĞ, Mustafa, “Genel Çizgileriyle XVII. Yüzyıl Türkiye Tarihi”, Tarih

Araştırmaları, C. 4, S. 6-7, Ankara 1966, s. 201- 247.

AKDAĞ, Mustafa, “Osmanlı Tarihinde Âyanlık Düzeni Devri 1730-1839”, Tarih

Araştırmaları Dergisi, C. 8-12, S. 14-23, Ankara 1970-1974, s. 59.

Page 193: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

184

AKDAĞ, Mustafa, “Tımar Rejiminin Bozuluşu”, AÜDTCF Dergisi, C. 3, S. 4,

Ankara 1944, s. 419-431.

AKDAĞ, Mustafa, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası “Celali İsyanları”,

Ankara 1975.

AKDAĞ, Mustafa, Türkiye’nin İktisâdî ve İçtimaî Tarihi, C. I-II, Ankara 1974-1979.

AKGÜNDÜZ, Ahmet, Şer’iye Sicilleri I-II, İstanbul 1988-1989.

AKMAN, Mehmet, Osmanlı Devleti’nde Ceza Yargılaması, İstanbul 2004.

AKSIN, Ahmet, 19. Yüzyılda Harput, Elazığ 1999.

AKTAN, C. Can, Vergi, Zulüm ve İsyan, Ankara 2002.

AKTÜRE, Sevgi, “17. Yüzyıl Başından 19. Yüzyıl Ortasına Kadarki Dönemde

Anadolu Osmanlı Şehrinde Şehirsel Yapının Değişme Süreci”, ODTÜ

Mimarlık Fakültesi Dergisi, I, Ankara 1975, s. 106-109.

AKYÜZ, Jülide, Ankara’nın Bütüncül Tarihi Çerçevesinde XVIII. Yüzyılda Ankara

(Şer’iye Sicillerinin Sayısal ve Muhtevâ Analizi Denemesi), A.Ü. Sosyal

Bilimler Enstitüsü, (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Ankara 2002.

ALİ TEVFİK, Memâlik-i Osmaniye’nin Coğrafyası, İstanbul 1318.

ALTUNDAĞ, Şinasi, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Vergi Sistemi Hakkında Kısa Bir

Araştırma”, DTCF Dergisi, C. V, S. 2, Ankara 1947.

ALTUNDAĞ, Şinasi, “Osmanlılarda Kadıların Salâhiyet ve Vazifeleri Hakkında”,

VI .TTK Kongreye Sunulan Bildiriler ( 20-26 Ekim 1961), Ankara 1967.

ARAZ, Rıfat, Harput’ta Eski Türk İnançları ve Halk Hekimliği, Ankara 1995.

ARDIÇOĞLU, Nureddin, Harput Tarihi, İstanbul 1964.

ARIKAN, Zeki, “Osmanlı İmparatorluğu’nda İhracı Yasak Mallar”, Prof. Dr. Bekir

Kütükoğlu’na Armağan, İstanbul 1991, s. 279-306.

Page 194: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

185

ARMAĞAN, Mustafa, “Osmanlı Gerilemesi Masalından Uyanmak”, Düşünen

Siyaset (Osmanlı ve İdeolojisi Sayısı), Ankara 1999, s.116-117.

AYBET, Gülgün Üçel, Avrupalı Seyyâhların Gözünden Osmanlı Dünyası ve

İnsanları 1530-1699, İstanbul 2003.

AYDIN, Dündar, Erzurum Beylerbeyliği ve Teşkilatı(1535-1566), Ankara 1998.

AYDIN, M. Akif, Türk Hukuk Tarihi, İstanbul 1996.

AYDOĞMUŞ, Gürekan, Harput Kültüründe Din Alimleri, Elazığ 1998.

BALTACI, Cahit, “Arpalık”, DİA, C. 3, İstanbul 1999.

BARAKAN, Ö. L., “1070-71 (1660-61) Tarihli Osmanlı Bütçesi ve Bir Mukayese”,

İktisat Fakültesi Mecmuası, C.XVII, S. 1-4, İstanbul 1960, s. 304-317.

BARAKAN, Ö. L., “Avarız”, DİA, C. II, 1997, s. 13-19.

BARAKAN, Ö. L., “Timar”, İA, C. XII, İstanbul 1974.

BARAKAN, Ö. L.,“Türk-İslâm Toprak Hukuku Tatbikatının Osmanlı

İmparatorluğu’nda Aldığı Şekiller: Mâlikâne-Divânî Sistemi”, Türk Hukuk

ve İktisat Tarihi Mecmuâsı, C. 2, İstanbul 1939.

BARKAN, Ö. L., “ XVI. Yüzyılın İkinci Yarısında Türkiye’de Fiyat Hareketleri”,

Belleten, C. 34, S. 136, Ankara, 1970, s. 571-578.

BARKAN, Ö. L., Türkiye’de Toprak Meselesi Toplu Eserler I, İstanbul 1980.

BARKEY, Karen, Eşkıyalar ve Devlet, Osmanlı Tarzı Devlet Merkezileşmesi, (Çev.

Zeynep Altok), İstanbul 1999.

BAŞAR, Fahameddin, Osmanlı Eyâlet Tevcihâtı (1717-1730), Ankara 1997.

BATMAZ, Eftal, “İltizam Sisteminin XVIII. Yüzyıldaki Boyutları”, Tarih

Araştırmaları Dergisi, C. XVIII, S. 29, Ankara 1996.

Page 195: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

186

BATMAZ, Eftal, XVIII, Yüzyıldaki Mâli Uygulamaların Osmanlı Taşra Yönetimi

Üzerindeki Etkileri, A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Basılmamış Doktora

Tezi), Ankara 1995.

BAYINDIR, Abdülaziz, İslam Muhakeme Hukuku (Osmanlı Devri Uygulaması),

İstanbul 1986.

BAYKAL, B. Sıtkı, “Osmanlı İmparatorluğu’nda XVII. Ve XVIII. Yüzyıllar

Boyunca Para Düzeni İle İlgili Belgeler”, Belgeler, IV, 7-8, Ankara

1967.

BAYKARA, Tuncer, Anadolu’nun Tarihî Coğrafyasına Giriş I, Ankara 1988.

BAYKARA,Tuncer, Osman Taşra Teşkilatında XVIII. Yüzyılda Görev ve Görevliler,

Ankara 1990.

BAYRAK, Şaban, XVIII. Yüzyılın İlk Yarısında Anadolu’da Eşkiyalık Olayları,

(Doktora Tezi), Malatya 1998.

BERKES, Niyazi, 100 Soruda Türkiye İktisat Tarihi, C. I, İstanbul 1969.

BİLKAN, A. Fuat, XVII. Yüzyılda Osmanlı Düşünce Hayatı, Ankara 2002.

BOKURT, Rıza, Osmanlı İmparatorluğu’nda Kollar, Ulak ve İâşe Menzilleri,

Ankara 1976.

CERASI, M. Maurice, Osmanlı Kenti: Osmanlı İmparatorluğu’nda 18. ve 19.

Yüzyıllarda Kent Uygarlığı ve Mimarisi, (Çev. Aslı Ataöv), İstanbul 1999.

CEZAR, Yavuz, Osmanlı Maliyesinde Bunalım ve Değişim Dönemi, İstanbul 1986.

CİN, Halil, Osmanlı Toprak Düzeni ve Bu Düzenin Bozulması, İstanbul 1985.

COOK, M. A., Population Pressure in Rural Anatolia 1450-1600, London 1972.

ÇADIRCI, Musa, “II. Mahmut Döneminde Mütesellimlik Kurumu”, AÜDTCF

Dergisi, C. 28, S. 3-4, Ankara 1970, s. 287-296.

Page 196: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

187

ÇADIRCI, Musa, “Posta Teşkilatı Kurulmadan Önce Osmanlı İmparatorluğu’nda

Menzilhâneler ve Kirabaşılık”, XIII. Türk Tarih Kongresi Bildiriler, II,

Ankara 1981, 1359-1365.

ÇADIRCI, Musa, “Türkiye’de Kaza Yönetimi”, Belleten, C. LIII, S. 206, 1989, s.

237-257.

ÇADIRCI, Musa, Tanzimat Döneminde Anadolu Kentleri’ni Sosyal ve Ekonomik

Yapıları, Ankara 1991.

ÇAKIR, Baki, Osmanlı Mukâta’a Sistemi (XVI-XVIII. Yüzyıl), İstanbul 2003.

ÇALIŞKAN, Filiz, “Osmanlı Diplomatikasında Mâlî Tarihin Kullanılışı”, İ.Ü. Tarih

Enstitüsü Dergisi, S. 14, İstanbul 1994, s. 51-57.

ÇİZAKÇA, Murat, “Tax-Farming and Financial Decentralization in Otoman

Economy, 1520-1697”, Journal of Economic History, 22, 1993.

DANIK, Ertuğrul, Ortaçağ’da Harput, Ankara 2001.

DARKOT, Besim, “Harput”, İA., C. 5, İstanbul 1950, s. 296-299.

DEMİRKOL, Aysel, “Geleneksel Harput Evlerinin Korunması ve Yaşatılması”,

Dünü ve Bugünüyle Harput Sempozyumu (24-27 Eylül 1998),C. I, Elazığ

1999, s. 339-355.

DENY, J., “Sancak”, İA, C. 10, İstanbul 1967, s. 186-189.

DEVELLİOĞLU, Ferit, Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ankara 1999.

EKİNCİ, E. Buğra, “Osmanlı Hukukunda Mahkeme Kararlarının Kontrolü”,

Belleten, XLV, 244, s. 959-1005.

ELDEM, Edhem-GOFFMAN, Dainel-MASTERS, Bruce, Doğu İle Batı Arasında

Osmanlı Kenti: Halep, İzmir ve İstanbul, İstanbul 2003.

Page 197: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

188

ELİBÜYÜK, Mesut, “Türkiye’nin Tarihi Coğrafyası Bakımından Önemli Bir

Kaynak: Mufassal Defterler”, Coğrafya Bilim ve İnceleme Kolu Coğrafya

Araştırmaları, C.I, S. 2, Ankara 1990, s. 11- 42.

EMECEN, Feridun, XVI . Yüzyılda Manisa Kazası, Ankara 1989.

ERCAN, Yavuz, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Gayrımüslimlerin Ödedikleri Vergiler

ve Bu Vergilerin Doğurduğu Sosyal Sonuçlar”, Belleten, LV, 212-214,

Ankara 1991, s. 371-391.

ERDOST, Muzaffer, Osmanlı İmparatorluğunda Mülkiyet İlişkileri, Ankara 1989.

ERGENÇ, Özer, “Osmanlı Klasik Dönemindeki Eşrâf ve A’yân Üzerine Bazı

Bilgiler”, The Journal of Ottoman Studies, III, İstanbul 1982, s. 105-118.

ERGENÇ, Özer, “Osmanlı Klâsik Düzeni ve Özellikleri Üzerine Bazı Açıklamalar”,

Osmanlı, C. 4, Ankara 1999.

ERGENÇ, Özer, “Osmanlı Şehirlerindeki Yönetim Kurumlarının Niteliği Üzerinde

Bazı Düşünceler”, VIII. Türk Tarih Kongresi Bildirileri, C. II, Ankara 1981.

ERGENÇ, Özer, “Osmanlı Şehrinde Esnaf Örgütlerinin Fiziki Yapıya Etkileri”,

Türkiye’nin Sosyal ve Ekonomik Tarihi (1071-1920), (Ed. Osman Okyar-Halil

İnalcık), Ankara 1980.

ERGENÇ, Özer, “Osmanlı Şehrindeki Mahallenin İşlev ve Nitelikleri Üzerine”,

Journal of Ottoman Studies/Osmanlı Araştırmaları, IV, İstanbul 1984, 69-78.

ERGENÇ, Özer, “Sosyal ve Ekonomik Yapı”, Beylikten Cihan Devletine,

Milliyetçilik ve Milliyetçilik Tarihi Araştırmaları VII. İlmî Kongresi

(Eskişehir 3-4 Aralık 1999), Ankara 2000, s. 159-166.

ERGENÇ, Özer, “XVI. Yüzyılın Sonlarında Osmanlı Parası Üzerinde Yapılan

İşlemlere İlişkin Bazı Bilgiler”, Türkiye İktisat Tarihi Üzerine Araştırmalar,

ODTÜ Gelişme Dergisi: 1978 Özel Sayısı, Ankara 1979, s. 6-97.

Page 198: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

189

ERGENÇ, Özer, “XVIII. Yüzyılda Osmanlı Sanayi ve Ticaret Hayatına İlişkin Bazı

Bilgiler”, Belleten, C. LII, S. 202-205, Ankara 1988, s. 501-533.

ERGENÇ, Özer, “XVIII. Yüzyılda Osmanlı Taşra Yönetiminin Mâlî Nitelikleri”,

Journal of Turkish Studies, (Ed. Ş. Tekin-G. Alpay Tekin), 10, 1986, s. 87-96

ERGENÇ, Özer, Osmanlı Klasik Dönemi Kent Tarihçiliğine Katkı: XVI. Yüzyılda

Ankara ve Konya, Ankara Enstitüsü Vakfı Yayınları, Ankara 1995.

ERGENÇ, Özer, XVI. Yüzyılın Sonlarında Bursa (Yerleşimi, Yönetimi, Ekonomik ve

Sosyal Durumu Üzerine Bir Araştırma), (Basılmamış Doçentlik Tezi),

Ankara 1979.

ERİNÇ, Sırrı, Doğu Anadolu Coğrafyası, İstanbul 1953.

FAROQHI, Suraiya, “16. Yüzyıl Sonlarında Osmanlı İmparatorluğu’nda Siyaset ve

Sosyo-Ekonomik Değişim”, Kanuni ve Çağı, Yeniçağda Osmanlı Dünyası,

(Ed. M. Kunt, C. Woodhead), İstanbul 1998, s. 92-115.

FAROQHI, Suraiya, “16. Yüzyılda Batı ve Güney Sancaklarında Belirli Aralıklarla

Kurulan Pazarlar”, ODTÜ Gelişme Dergisi (1978 Özel Sayısı), Ankara 1979.

FAROQHI, Suraiya, “Agriculture and Rural Life in the Ottoman Empire 1500-1878:

A Report on Scholarly Literature Published Between 1970 and 1985”, New

Perspectives on Turkey I, 1987, s. 3-34.

FAROQHI, Suraiya, “Krizler ve Değişim 1590-1699”, Osmanlı İmparatorluğu’nun

Ekonomik ve Sosyal Tarihi, (Ed. H. İnalcık-D. Quataert), C. 2, İstanbul 2004.

FAROQHI, Suraiya, “Yeniçağ Başlarında Siyasi ve İktisadi Bunalımlar”, Türkler,

(Ed. H.Celal Güzel-Kemal Çiçek), C.9, Ankara 2002, s. 33-43.

FAROQHI, Suraiya, Men Of Modest Substance- House Owners and House Property

in Seventeenth –Century Ankara and Kayseri, Cambridge 1987, s. 6-22.

Page 199: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

190

FAROQHI, Suraiya, Osmanlı Dünyasında Üretmek, Pazarlamak, Yaşamak, (Çev. G.

Çağalı Güven-Özgür Türesay), İstanbul 2003.

FAROQHI, Suraiya, Osmanlı Kültürü ve Gündelik Yaşam: Ortaçağdan Yirminci

Yüzyıla, (Çev. Elif Kılıç), İstanbul 1998.

FAROQHI, Suraiya, Osmanlı Tarihi Nasıl İncelenir?, (Çev. Z. Altok), İstanbul

2001.

FAROQHI, Suraiya, Osmanlı’da Kentler ve Kentliler, (Çev. N. Kalaycıoğlu),

İstanbul 2000.

FLEISCHER, H. Cornell, Tarihçi Mustafa Âli, (Çev. Ayla Ortaç), İstanbul 1996.

GENÇ, Mehmet, “18. Yüzyıla Ait Osmanlı Malî Verilerinin İktisadî Faaliyetlerin

Göstergesi Olarak Kullanılabilirliği Üzerine Bir Çalışma”, Türk Dünyası

Araştırmaları, C. 11, S. 2, İstanbul 1981, s. 33-77.

GENÇ, Mehmet, “İltizam”, DİA., C. 22, İstanbul 2000, s. 154-158.

GENÇ, Mehmet, “Osmanlı İktisadî Dünya Görüşünün Klâsik İlkeleri ve Temel

Değerleri”, Osmanlı İmparatorluğunda Devlet ve Ekonomi, İstanbul 2000.

GENÇ, Mehmet, “Osmanlı Maliyesinde Malikâne Sistemi”, Türkiye İktisat Tarihi

Semineri, Ankara 1975.

GÖÇEK, Fatma Müge, Burjuvazinin Yükselişi İmparatorluğun Çöküşü: Osmanlı

Batılılaşması ve Toplumsal Değişme, (Çev. İbrahim Yıldız), Ankara 1999.

GÖKBİLGİN, M. Tayyib, “Kanuni Sultan Süleyman Devri Başlarında Rumeli

Eyaleti, Livalar, Şehir ve Kasabaları”, Belleten, XX, 89, 1956, s. 247-285.

GÖKBİLGİN, M. Tayyib, “Kanuni Sultan Süleyman Devri Müesseseler ve

Teşkilâtına Işık Tutan Bursa Şer’iyye Sicillerinden Örnekler”, İ. Hakkı

Uzunçarşılı’ya Armağan, Ankara 1976, s. 91-112.

Page 200: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

191

GÖKBİLGİN, M. Tayyib, “Nahiye”, İ. A.,C. 9, İstanbul 1964.

GÖKBİLGİN, M. Tayyib, “XVI. Asırda Mukâta’a ve İltizam İşlerinde Kadılık

Müessesesinin Rolü”, IV. Türk Tarih Kongresi (Ankara, 10-14 Kasım 1948),

Ankara 1952, s. 433-444.

GÖKÇE, Turan, XVI. ve XVII. Yüzyıllarda Lâzıkıyye (Denizli) Kazâsı, Ankara, 2000

GÖYÜNÇ, Nejat, “Diyarbekir Beylerbeyliği’nin İlk İdâri Taksimatı”, İ.Ü.E.F. Tarih

Dergisi, S. 23, İstanbul 1969.

GÖYÜNÇ, Nejat, “Osmanlı Devleti’nde Taşra Teşkilatı”, Yeni Türkiye, S. 31,

Ankara 2000, s. 430-441.

GÖYÜNÇ, Nejat, “Yurtluk-Ocaklık Deyimleri Hakkında”, Prof. Dr. Bekir

Kütükoğlu’na Armağan, İstanbul 1991.

GÖYÜNÇ, Nejat, XVI. Yüzyılda Mardin Sancağı, Ankara 1991.

GRISWOLD, William, Anadolu’da Büyük İsyan 1591-1611, (Çev.Ülkün Tansel),

İstanbul 2000.

GÜÇER, Lütfi, “XVI. Yüzyıl Sonlarında Osmanlı İmparatorluğu Dahilinde Hububat

Ticaretinin Tâbi Olduğu Kayıtlar”, İ.Ü.İ.F.M., C. 13, S. 1-4, İstanbul 1951.

GÜÇER, Lütfi, “XVIII. Yüzyıl Ortalarında İstanbul’un İâşesi İçin Lüzumlu Olan

Hububatın Temini Meselesi”, İ.Ü.İ.F.M., C. 9, 1-4, İstanbul 1952, s. 397- 416.

GÜÇER, Lütfi, XVI-XVII. Asırlarda Osmanlı İmparatorluğu’nda Hububat Meselesi

ve Hububattan Alınan Vergiler, İstanbul 1964.

GÜRKAN, Feyyaz, “Şer’iye Mahkemeleri Sicilleri Üzerine Bir Araştırma”, IX. Türk

Tarih Kongresi, C.II, Ankara 1988, s. 765-779.

HALAÇOĞLU, Ahmet, “1866-1868 Tarihleri Arasında Harput Mahkemesine İntikal

Eden Dava ve İdari Uygulamalar”, T.K.A., Ankara 1988, s. 141-147.

Page 201: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

192

HALAÇOĞLU, Yusuf, Osmanlılar’da Ulaşım ve Haberleşme (Menziller), Ankara

2002.

HALKIN,E., Leon, Tarih Tenkidinin Unsurları, (Çev. Bahaeddin Yediyıldız),

Ankara 1989.

HASSAN, Ümit, Osmanlı: Örgüt-İnanç-Davranış’tan Hukuk-İdeolojiye, İstanbul

2002.

HATHAWAY, Jane, Osmanlı Mısır’ında Hane Politikaları, (Çev. Nalan Özsoy),

İstanbul 2002.

HAYLİ, Selçuk, “Tarihi Coğrafya Açısından Harput Şehrinin Fonksiyonları ve Etki

Sahası”, Dünü ve Bugünüyle Harput Sempozyumu (24-27 Eylül 1998),C. I,

Elazığ 1999.

HEYWOOD, Colin, “Osmanlı Döneminde Via Egnatia: 17.Yüzyıl Sonu ve 18.

Yüzyıl Başlarında Sol Koldaki Menzilhâneler”, Sol Ko,l Osmanlı

Egemenliğinde Via Egnatia (1380-1699), (Ed. Elizabeth Zachariadou,) (Çev.

Özden Arıkan, Ela Güntekin, Tülin Altınova), İstanbul 1999, s. 138-160.

IGGERS, Georg, Yirminci Yüzyılda Tarih Yazımı, (Çev. G. Ç. Güven), İstanbul

2000.

IMBER, Colin, Şeriattan Kanuna Ebussuud ve Osmanlı’da İslami Hukuk, (Çev.

Murteza Bedir), İstanbul 2004.

İNALCIK, Halil, “Adâletnâmeler”, Belgeler, C. II, S. 3-4, Ankara 1967.

İNALCIK, Halil, “Köy, Köylü ve İmparatorluk”, Osmanlı İmparatorluğu: Toplum ve

Ekonomi, (Der. Eren Yayınları), İstanbul 1993, s. 1-14.

İNALCIK, Halil, “Mahkeme”, İA, C. 7, s. 149-151.

Page 202: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

193

İNALCIK, Halil, “Military and Fiscal Transformation in the Ottoman Empire, 1600-

1700”, Archivum Ottomanicum, VI, Louvain 1980, s. 283-337.

İNALCIK, Halil, “Osmanlı Fetih Yöntemleri”, Cogito, (Osmanlılar Özel Sayısı),

İstanbul1999.

İNALCIK, Halil, “Osmanlı İktisat Zihniyeti ve Osmanlı Ekonomisi”, Tarih

Risaleleri (Der. Mustafa Özel), İstanbul 1995, s. 35-53.

İNALCIK, Halil, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluş ve İnkişafı Devrinde

Türkiye’nin İktisadî Vaziyeti Üzerine Bir Tetkik Münasebetiyle”, Belleten, C.

XV, S. 57-60, Ankara 1951, s. 629-684.

İNALCIK, Halil, “Osmanlı Tımar Rejimi ve Sipahi Ordusu”, Türk Kültürü, C. 10, S.

118, Ankara 1972, s.139.

İNALCIK, Halil, “Osmanlı Toplum Yapısının Evrimi”, (Çev. M. Özden-F. Unan),

Türkiye Günlüğü, S.11, Ankara 1990.

İNALCIK, Halil, “Osmanlı’da İstatistik Metodu Kullanıldı mı?”, Osmanlı

Devleti’nde Bilgi ve İstatistik, (Der. H. İnalcık-Ş. Pamuk), Ankara 2000.

İNALCIK, Halil, Osmanlı İmparatorluğu Klâsik Çağ (1300 - 1600), (Çev. R. Sezer),

İstanbul 2003.

İNALCIK, Halil, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, (Çev.

Halil Berktay), C. I, İstanbul 2000.

İNALCIK, Halil, Osmanlı’da Devlet, Hukuk, Adalet, İstanbul 2000.

İNALCIK, Halil-ANHEGGER, Robert, Kânûnnâme-i Sultânî Ber Mûceb-i ‘Örf-i

‘Osmânî, Ankara 2000.

İNALCIK, Halil-Arı, Bülent, “Türk-İslam-Osmanlı Şehirciliği ve Halil İnalcık’ın

Çalışmaları”, Literatür, C. 3, S. 6, İstanbul 2005, s.27-56.

Page 203: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

194

İPŞİRLİ, Mehmet, “Beylerbeyi”, DİA., C. 6, İstanbul 1992.

İPŞİRLİ, Mehmet, “Sosyal Tarih Kaynağı Olarak Şer’iyye Sicilleri”, Tarih ve

Sosyoloji Semineri, İstanbul 1991, s. 157-162.

İSLAMOĞLU, H.- KEYDER, Ç., “Osmanlı Tarihi Nasıl Yazılmalı? Bir Öneri”,

Toplum ve Bilim, I, 1977, s. 49-80.

KANKAL, Ahmet, “17. ve 18. Yüzyıllarda Kuzey-Batı Anadolu’da Sosyal Hayat

(Şer’iyye Sicillerine Göre)”, Tarih İncelemeleri, XV, İzmir 2000, s. 31-74.

KARAMURSAL, Ziya, Osmanlı Malî Tarihi Hakkında Tetkikler, Ankara 1989.

KARPAT, Kemal, “Osmanlı Tarihinin Dönemleri, Yapısal Karşılaştırmalı Bir

Yaklaşım” (Ed. Kemal Karpat), Osmanlı ve Dünya: Osmanlı Devleti ve

Dünya Tarihindeki Yeri, İstanbul 2000, s. 119-145.

KAZICI, Ziya, Osmanlılarda İhtisab Müessesesi, İstanbul 1987.

KELEŞ, Ruşen, Şehirciliğin Kuramsal Temelleri, Ankara 1972.

KEYDER, Çağlar-TABAK, Faruk, Osmanlı’da Toprak Mülkiyeti ve Ticari Tarım,

(Çev. Zeynep Altok), İstanbul 1998.

KHOURY, Dina Rızk, Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Taşra Toplumu:

Musul, 1540-1834, (Çev. Ülkün Tansel), İstanbul 1999.

KILIÇ, Orhan, “Klasik Dönem Osmanlı Taşra Teşkilatı: Beylerbeyilikler, Eyaletler,

Kaptanlıklar, Voyvodalıklar, Meliklikler”, Türkler, C. 9, Ankara 2002.

KILIÇ, Orhan, “Osmanlı Döneminde Yurtluk-Ocaklık ve Hükümet Sancakları

Üzerine Bazı Tespitler”, OTAM, S.10, Ankara 1999, s.119-139.

KOÇ, Yunus, “Osmanlı’da Kent İskânı ve Demografisi (XV.-XVIII. Yüzyıllar”,

Literatür, C. 3, S. 6, İstanbul 2005, s. 161-210.

Page 204: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

195

KUBAN, Doğan, “Anadolu-Türk Şehri Tarihi Gelişmesi, Sosyal ve Fizikî Özellikleri

Üzerinde Bazı Gelişmeler”, Vakıflar Dergisi, İstanbul 1968, s. 53-73;

KUNT, İ. Metin, “Karşılaştırmalı Tarih Üzerine”, Toplumsal Tarih, C. 19, S. 114,

İstanbul 2003.

KUNT, İ. Metin, Sancaktan Eyâlete, İstanbul 1978.

KUNT, İ. Metin, The Sultan’s Servants: Transformation of Ottoman Provincial

Goverment 1550-1650”, Osmanlı Araştırmaları/Journal of Ottoman Studies,

6, İstanbul 1986, s. 221-246.

KUNT, Metin-WOODHEAD, Christine, Kanuni ve Çağı: Yeniçağda Osmanlı

Dünyası, (Çev. Sermet Yalçın), İstanbul 2002.

KURT, Yılmaz, “XVI. Yüzyılın İkinci Yarısında Diyarbekir Eyaleti’nde Sanayi ve

Ticaret”, Tarih İncelemeleri, V, İzmir 1990, s. 191-201.

KURT, Yılmaz, Osmanlıca Dersleri II, Ankara 1997.

MARDİN, Ebul-ulâ, “Kadı”, İ. A., C. 6, İstanbul 1977, s. 42-46.

MİROĞLU, İsmet, “Osmanlı Yol Sistemine Dair”, İ.Ü. Tarih Enstitüsü Dergisi, 15,

İstanbul 1997, s. 241-252.

MİROĞLU, İsmet, Kemah Sancağı ve Erzincan Kazası (1520-1566), Ankara 1990.

NAGATA, Yuzo, Tarihte Ayanlar: Karaosmanoğulları Üzerine Bir Deneme,

Ankara 1997.

NEDKOFF, Christoff, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Cizye”, (Çev. Şinasi Altundağ),

Belleten, VII, 29-32, Ankara 1944.

OCAK, A.Yaşar, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler, İstanbul 1999, s. 37.

OĞUZOĞLU, Yusuf, “Osmanlı Şehirlerindeki HalkınVergi Yükü Üzerine Bir

Araştırma (1680-1700)”, Osmanlı Araştırmaları, XV, (1995), s. 157-186.

Page 205: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

196

OĞUZOĞLU, Yusuf, “XVII. Yüzyılda Türkiye Şehirlerindeki Başlıca Yöneticiler”,

19 Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 1, Samsun 1986. s. 140- 155.

OĞUZOĞLU, Yusuf, Osmanlı Devlet Anlayışı, İstanbul 2000.

ORHONLU, Cengiz, Osmanlı İmparatorluğu’nda Derbend Teşkilâtı, İstanbul 1967.

ORTAYLI, İlber, “17. Yüzyıl Sonlarında Orta Anadolu Vilayetlerinin Toplumsal-

Ekonomik Durumu Üzerine”, Osmanlı İmparatorluğu’nda İktisadi ve Sosyal

Değişim, Makaleler I, Ankara 2000.

ORTAYLI, İlber, “Osmanlı Kadısı- Tarihi Temeli ve Yargı Görevi”, AÜSBFD, C.

30, S. 1-4, Ankara 1977.

ORTAYLI, İlber, “Osmanlı Kadısı’nın Taşra Yönetimindeki Rolü Üzerine”, Amme

İdaresi Dergisi, C. 9, S.1, Ankara 1976, s. 95-107.

ORTAYLI, İlber, “Osmanlı Şehirlerinde Mahkeme (Binanın Yeri, Yargılama Usulü,

Mahkeme Görevlileri ve Bürokratik Faaliyet, Mahkeme Gelirleri ve Arşiv)”,

Prof. Dr. Bülent N. Esen’e Armağan, Ankara 1977.

ORTAYLI, İlber, Türkiye İdare Tarihi, Ankara 1979.

ÖDEKAN, Ayla, “Konut”, Türkiye Tarihi 3: Osmanlı Devleti 1600-1908, (Edt. Sina

Akşin), İstanbul 1988, s. 398-404.

ÖZ, Mehmet, “II. Viyana Seferine Kadar XVII. Yüzyıl”, Genel Türk Tarihi, C. 6,

Ankara 2000.

ÖZ, Mehmet, “Onyedinci Yüzyılda Osmanlı Devleti: Buhran, Yeni Şartlar ve Islahat

Çabaları Hakkında Bir Değerlendirme”, Türkiye Günlüğü, 58, Ankara 1999.

ÖZ, Mehmet, “Osmanlı Klasik Döneminde Anadolu Kentleri”, Literatür, C. 3, S. 6,

İstanbul 2005, s. 57-88.

ÖZ, Mehmet, Osmanlı’da Çözülme ve Gelenekçi Yorumcuları, İstanbul 1997.

Page 206: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

197

ÖZ, Mehmet, XV-XVI. Yüzyıllarda Canik Sancağı, Ankara 1999.

ÖZCAN, Tahsin, Fetvalar Işığında Osmanlı Esnafı, İstanbul 2003.

ÖZDEMİR, Rifat, “Avârız ve Gerçek-Hâne Sayılarının Demografik Tahminlerde

Kullanılması Üzerine Bazı Bilgiler”, X. Türk Tarih Kongresi (22-26 Eylül

1986), C. IV, Ankara 1993, s. 1581-1613.

ÖZDEMİR, Rifat, “Çeşitli Osmanlı Kanunnâmelerinin Mukayesesi ve

Uygulaması Üzerine Bazı Bilgiler”, 19 Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi

Dergisi, S. 3, Samsun 1988, s. 125-151.

ÖZDEMİR, Rifat, “Harput ve Çemişgezek’te Askeri Ailelerin Sosyo-Ekonomik

Yapısı 1890-1919), Tarih İncelemeleri, V, İzmir 1990.

ÖZDEMİR, Rifat, Antakya Esnaf Teşkilatı (1709-1860), Antakya 2002.

ÖZEL, Oktay, “Osmanlı Demografi Tarihi Açısından Avarız ve Cizye Defterleri”,

Osmanlı Devleti’nde Bilgi ve İstatistik, Ankara 2000, s. 33-50.

ÖZEL, Oktay-ÇETİNSAYA, Gökhan, “Türkiye’de Osmanlı Tarihi’nin Son Çeyrek

Yüzyılı: Bir Bilanço Denemesi”, Toplum ve Bilim, 91, 2001-2002, s. 8-38.

ÖZKAYA, Yücel, “XVIII. Yüzyılda Ankara’da Sof ve Kayseri’de Deri Sanatları”,

III. Milletlerarası Türk Folklor Kongresi Bildirileri, V, Ankara 1987, s. 303-

312.

ÖZKAYA, Yücel, “XVIII. Yüzyılda Mütesellimlik Müessesesi”, AÜDTCF Dergisi,

C. 28, S. 3-4, Ankara 1970, s. 369-390.

ÖZKAYA, Yücel, ”XVIII. Yüzyılda Genel Hatlarıyla Osmanlı İmparatorluğu’nda

Vergi Sorunu”, V. Milletlerarası Türkoloji Kongresi, İstanbul 1989, s. 499-

505.

ÖZKAYA, Yücel, Osmanlı İmparatorluğu’nda Âyânlık, Ankara 1994.

Page 207: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

198

ÖZKAYA, Yücel, XVIII. Yüzyılda Osmanlı Kurumları ve Osmanlı Toplum Yaşantısı,

Ankara 1985.

ÖZKAYA, Yücel, XVIII. Yüzyılın Sonlarında Tevzî Defterlerinin Kontrolü”, Selçuk

Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, S. 1, Konya 1982, s. 135-155.

ÖZKAYA, Yücel,“XVIII. Yüzyılda Taşra Yönetimine Genel Bir Bakış”, Türkler, C.

13, s. 701.

ÖZTÜRK, Mustafa, “XIX. Yüzyılda Harput’ta Fiyatlar”, Belleten, C.53, S. 207-208,

Ankara 1989.

ÖZVAR, Erol, “XVII. Yüzyılda Osmanlı Taşra Maliyesinde Değişme: Diyarbakır’da

Hazine Defterdarlığından Voyvodalığa Geçiş”, IX. International Congress Of

Economic And Social History Of Turkey (Dubrovnik, 20-23 August 2002),

Ankara 2005, s. 93-115.

ÖZVAR, Erol, Osmanlı Maliyesinde Malikâne Uygulaması, İstanbul 2003.

PAMUK, Şevket, Osmanlı İmparatorluğu’nda Paranın Tarihi, İstanbul 1999.

Polonyalı Simeon’un Seyahatnâmesi (1608-1619), (Çev. H. Andreasyan), İstanbul

1964.

SAHİLLİOĞLU, Halil, “Bir Mültezim Zimem Defterine Göre 15. Yüzyıl Sonunda

Osmanlı Darphâne Mukâta’aları”, İ.Ü. İktisat Fakültesi Mecmuası, C. 23, S.

1-2, İstanbul 1963.

SAHİLLİOĞLU, Halil, “Savaş Yılı Buhranları”, İktisat Fakültesi Mecmuası,

C.XXVII, S. 1-2, İstanbul 1969, s. 304-317.

SAHİLLİOĞLU, Halil, “XVII. Asrın İkinci Yarısında İstanbul’da Tedavüldeki

Sikkelerin Rayici”, Belgeler, I, 1964.

Page 208: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

199

SARICAOĞLU, M. Esat, Malî Tarih Açısından Osmanlı Devletinde Merkez Taşra

İlişkileri (II. Mahmit Döneminde Edirne Örneği), Ankara 2001.

SAYAR, A. Güner, Osmanlı İktisat Düşüncesinin Çağdaşlaşması, İstanbul 1986.

SAYAR, A. Güner, Osmanlı’dan 21. Yüzyıla Ekonomik, Kültürel ve Devlet

Felsefesine Ait Gelişmeler, İstanbul 2001.

SERTOĞLU, Midhat, Osmanlı Tarih Lûgatı, İstanbul 1986.

SHAW, Stanford, Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye, (Çev. M. Harmancı), C. I,

İstanbul 1982.

SUNGUROĞLU, İshak, Harput Yollarında, (4 Cilt), İstanbul 1959-1968.

ŞAHİN, İlhan-EMECEN, Feridun, “XVI. Asrın İkinci Yarısında Tokat Esnafı”,

Osmanlı Araştırmaları, 7-8, İstanbul 1988.

ŞEMSEDDİN SÂMİ, Kâmûsu’l A’lâm, C. 3, Ankara 1996, s. 2032-2033.

ŞENTÜRK, M. Hüdâi, “Osmanlı Devleti’nin Ulaşım Teşkilatı ve Yol Sistemine

Genel Bir Bakış”, Türkler, (Ed. H.Celal Güzel, Kemal Çiçek v.d), C. 10,

Ankara 2002.

TABAKOĞLU, Ahmet, Gerileme Dönemine Girerken Osmanlı Maliyesi, İstanbul

1985.

TABAKOĞLU, Ahmet, Türk İktisat Tarihi, İstanbul 2000.

TAŞ, Hülya, XVII. Yüzyılda Ankara, A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü,

(Yayınlanmamış Doktora Tezi), Ankara 2004.

TEKELİ, İlhan, “Anadolu’daki Kentsel Yaşantının Örgütlenmesinde Değişik

Aşamalar”, Türkiye’de Kentleşme Yazıları, Ankara 1982, s.11-18.

TIZLAK, Fahrettin, Osmanlı Döneminde Keban-Ergani Yöresinde Madencilik

(1775-1850), Ankara 1997.

Page 209: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

200

TİMUR, Taner, Osmanlı Çalışmaları, Ankara 1996.

TİMUR, Taner, Osmanlı Toplumsal Düzeni, Ankara 2001.

TUNCEL, M., “Türkiye’de Yer Değiştiren Şehirler Hakkında İlk Not”, İ.Ü.

Coğrafya Enstitüsü Dergisi, S. 20-21, İstanbul 1977, s. 119-128.

TUNCER, Cezmi, “Diyarbakır-Harput Kervan Yolu”, Güzel Sanatlar Enstitüsü

Dergisi, S.5, Erzurum 1999, s. 151-172.

TURAN, Osman, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, İstanbul 1973

TURAN, Osman, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1971.

TURAN, Şerafettin, “XVII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun İdari Taksimatı”,

Atatürk Üniversitesi 1961 Yıllığı (Ayrı Basım), Erzurum 1961.

UĞUR, Ahmet, Osmanlı Siyâset-Nâmeleri, Kayseri 1992.

UĞUR, Yunus, “Mahkeme Kayıtları (Şer’iyye Sicilleri): Literatür Değerlendirmesi

ve Bibliyografya”, Türkiye Araştırmaları ve Literatür Dergisi, (Türk İktisat

Tarihi Özel Sayısı), C. I, S. I, İstanbul 2003.

ULUÇAY, M. Çağatay, 17. Asırda Saruhan’daki Eşkıyâlık ve Halk Hareketleri,

İstanbul 1944.

UZUNÇARŞILI, İ. Hakkı, Osmanlı Devleti’nin İlmiye Teşkilatı, Ankara 1988.

UZUNÇARŞILI, İ. Hakkı, Osmanlı Tarihi, C. 3, Ankara 1983.

ÜNAL, M. Ali, “1056-1046 Tarihli Avârız Defterine Göre 17. Yüzyıl Ortalarında

Harput”, Belleten, C. LI, S. 199, Ankara 1987, s. 119-129.

ÜNAL, M. Ali, “1646 (1056) Tarihli Harput Kazâsı Avârız Defteri”, Tarih

İncelemeleri Dergisi, C. XII, İzmir 1997, s. 9-75.

ÜNAL, M. Ali, “Harput”, DİA, C.16, İstanbul 1987.

Page 210: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

201

ÜNAL, M. Ali, “XVI. ve XVII. Yüzyıllarda Diyarbekir Eyaleti’ne Tâbi Sancakların

İdari Statüleri”, X. Türk Tarih Kongresi (Bildiriler), C.5, TTK, Ankara 1994.

ÜNAL, M. Ali, “XVI. Yüzyıl Sonlarında Bir İltizam Sözleşmesi”, Osmanlı Devri

Üzerine Makaleler-Araştırmalar, Isparta 1999.

ÜNAL, M. Ali, “XVI. Yüzyılda Harput Sancakbeyleri”, Osmanlı Devri Üzerine

Makaleler-Araştırmalar, Isparta 1999, s. 90-110.

ÜNAL, M. Ali, “XVII. Yüzyılın Başlarında Harput Mukâta’atına Ait Bir İcmâl

Muhâsebe Defteri”, Osmanlı Devri Üzerine Makaleler-Araştırmalar, Isparta

1999, s. 36-50.

ÜNAL, M. Ali, XVI. Yüzyılda Çemişgezek Sancağı, Ankara 1999.

ÜNAL, M. Ali, XVI. Yüzyılda Harput Sancağı (1518-1566), Ankara 1989.

WEBER, Max, Şehir: Modern Kentin Oluşumu, (Çev. Musa Ceylan),İstanbul 2000.

YAMAN, T. Mümtaz, “Osmanlı İmparatorluğu Teşkilatında Mütesellimlik

Müessesesine Dair”, Türk Hukuk Tarihi Dergisi, C.1, Ankara 1944,s. 75- 105.

YEDİYILDIZ, Asım, Bursa Esnafı ve Ekonomik Hayat, Bursa 2003.

YEDİYILDIZ, Bahaeddin, “İslam Hukukunda Zimmilerin Yeri”, Türk Kültürü, C.

25, S. 290, Ankara 1987, s. 11-15.

YEDİYILDIZ, Bahaeddin, “Osmanlıların Kuruluş ve Yükselişinde Rol Oynayan

Müesseseler”, Milli Kültür, XLI, 1983, s. 41-47.

YEDİYILDIZ, Bahaeddin, “Türk Vakıf Kurucularının Sosyal Tabakalaşmadaki Yeri,

1700-1800”, Osmanlı Araştırmaları, III, İstanbul 1991, s. 143-164.

YEDİYILDIZ, Bahaeddin, “Yerleşim Durumuna Göre Osmanlı Toplumu”, Osmanlı

Devleti Tarihi (Editör: E. İhsanoğlu), C. II, İstanbul 1999, s. 471.

YEDİYILDIZ, Bahaeddin, Ordu Kazası Sosyal Tarihi (1455-1613), Ankara 1985.

Page 211: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

202

YILMAZÇELİK, İbrahim, “Malî ve İdarî Bir Birim Olarak Diyarbakır

Voyvodalığı”, XIII. Türk Tarih Kongresi (4-8 Ekim 1999), Bildiriler, C. III,

Ankara 2002, s. 2029-2047.

YILMAZÇELİK, İbrahim, “XVIII. Yüzyıl ile XIX. Yüzyılın İlk Yarısında

Diyarbakır Eyaletinin İdari Yapısı ve İdari Teşkilatlanması”, AÜDTCF Tarih

Araştırmaları Dergisi, C.XVIII, S. 29, Ankara 1997, s. 217-232.

YUVALI, Abdülkadir, “Kayseri’de XVII. Yüzyıl Sonlarında Kadının Sosyal

Statüsü”, I. Kayseri ve Yöresi Tarih Sempozyumu Bildirileri (11-12 Nisan

1996), Kayseri 1997.

YÜCEL, Yaşar, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Desantralizasyona Dair Gözlemler”,

Belleten, C. 38, S. 149-152, Ankara 1974.

YÜCEL, Yaşar, “XVI-XVII. Yüzyıllarda Osmanlı İdarî Yapısında Taşra Ümerasının

Yerine Dair Düşünceler”, Belleten, C. XLI, S. 163, Ankara 1977.

YÜCEL, Yaşar, Kitâbu Mesâlihi’l-Müslîmîn ve Menâfi’i’l-Mü’minîn, II, III, Ankara

1980-81.

YÜCEL, Yaşar, Osmanlı Devlet Düzenine Ait Metinler I: Kitâbi Müstetâb, Ankara

1974.

ZE’Vİ, Dror, Kudüs: 17. Yüzyılda Bir Osmanlı Sancağında Toplum ve Ekonomi,

(Çev. Serpil Çağlayan), İstanbul 2000.

Page 212: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

203

ÖZET

Erdoğdu, İbrahim, XVII. Yüzyılın İkinci Yarısında Osmanlı Toplumunda

Değişim Eğilimleri: Harput Örneği, Doktora Tezi, Danışman: Prof. Dr. Özer Ergenç,

208 s.

Şer’iyye sicilleri kullanılarak hazırlanan “XVII. Yüzyılın İkinci Yarısında

Osmanlı Toplumunda Değişim Eğilimleri: Harput Örneği” başlıklı tezimizde genel

olarak, Osmanlı ülkesinin Anadolu cânibinde ve orta kol güzergâhında yer alan

Harput Sancağı’nda zaman ve mekân içinde yaşanan değişimin izleri sürülmüş ve bu

değişim, temelde iki açıdan değerlendirmeye tâbi tutulmuştur.

İlk olarak sancağı bir yerleşme alanı niteliğiyle anlayabilmek için, taşra

idaresinde oluşturulan birimlerin sınırlarını ve iç taksimâtını etkileyen üç önemli

faktörün varlığı ve bunların önemi üzerinde durulmuştur. Dolayısıyla başlangıçta

sancağın, bu faktörler açısından klasik dönem ile 17. yüzyılın ikinci yarısına kadar

geçen süre içerisindeki durumu, yine değişim niteliği göz önünde bulundurularak ele

alınmıştır.

1- Oluşturulan Birimin Yönetim Açısından Fonksiyonelliği,

2- İktisadi Yönden Çevresi İle Entegrasyon İmkânları,

3- Belde Yerleşiklerinin Birbirleri ve Devletle İlişkilerinin Düzenlenebilmesi

şeklinde özetlenebilecek bu üç faktör, kendi içinde etkileşim halinde bulunduğu gibi

zaman içindeki gelişmelere de tâbi olmuştur.

Bilindiği gibi Osmanlı klasik döneminin sonlarına doğru, temel sistemleri

derinden etkileyecek bazı değişmeler ortaya çıktı. Bunların bir bölümü Osmanlı’nın

dışında oluşmuştu ama bir bölümü, Osmanlı kurumlarının ilk dinamiklerinin yeni

koşullarla karşılaşması sonucu meydana gelmişti. Bu değişmeler, hem Osmanlı tımar

ve kul sistemlerinin kendi içlerinde, hem de birbirleriyle olan ilişkilerinde

değişiklikler ortaya çıkardı. Konumuz açısından en önemli gelişme, tımar sisteminin

eskisi gibi fonksiyonel olmaması sebebiyle, daha önce bu sistem içinde var olan bir

uygulamanın alanının genişlemesidir. Bu uygulama, iltizâm usûlüdür. Bu usûl, tımar

siteminin fonksiyonel olduğu dönemde, tımarın içine yerleştirilemeyen bir takım

hizmetlerin yürütülebilmesi ve padişah hâsları olan dirliklerin gelirlerinin, hazineye

aktarılması için kullanılıyordu. Öyle ki bu uygulama, 16. yüzyıl ortalarına kadar

merkezîhazineye ait vergi gelirlerini yarı yarıya yakın oranda karşılamaktaydı.

Page 213: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

204

Özellikle 16. yüzyıl sonlarından itibaren kapıkulları sayısının hızla artması,

daha sonra başlayan uzun ve masraflı savaşların hazineye getirdiği büyük malî yükler

ve ardından baş gösteren malî kriz, devleti bazı tedbirlerin alınması yönünde

harekete geçirdi. Bunların başında, hazinenin gelirlerinin çoğaltılması gelmektedir.

İlk önce düşünülen, daha önceden tımar sistemi içinde kalan bazı gelir

kaynaklarının dirliklerin kalemi olmaktan çıkarılıp doğrudan mukâta’ şeklinde

hazineye bağlanmasıydı. Bu açıdan bakıldığında, 1642’den itibaren Harput

Sancağı’ndaki padişah ve sancakbeyi hâsları mukâta’-ı Harput adıyla tek bir isim

altına birleştirilmiştir. Yine aynı tarihte sancak gelirleri, daha önce Diyarbekir

hazinesinden ta’yin olunan yıllık 40 bin kuruş maaşları karşılığında, Van Kalesi

askerlerine Ocaklık şeklinde tevcîh edilmiştir.

Bu tarihten sonra sancak, idarî ve malî bakımlardan yeni bir sürecin içine

girmiştir. Dolayısıyla tezimizde ikinci olarak, sancaktan mukâta’ya geçiş sürecinde

Harput’un malî ve idarî dönüşüm açısından öne çıkan yeni özelliklerinin tespitine

çalışılmıştır. Bu yeni durumun değişim açısından mekândaki yönetim örgütlenmesine

yansımaları ise, sancak yönetimindeki gelişmelere paralel olarak, yöneticilerin

kimlikleri ve görevleri bazında tablolar ve çeşitli örnekler şeklinde örfî ve şer’i

açılardan bilgisayar destekli ortamda sorgulanmıştır.

Bunların dışında değişimin, Harput şehrinde mekânın kullanımına ne ölçüde

yansıdığı da, yine belgelere yansıdığı kadarıyla tespit edilmeye çalışılmıştır.

Page 214: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

205

ABSTRACT

Erdoğdu, İbrahim, Tendencies of Change in the Ottoman Society during the

Half of the Seventeeth Century: The Case of Harput, Ph. D. Thesis, Advisor: Prof.

Dr. Özer Ergenç, 208 p.

This dissertation entitled “Tendencies of Change in the Ottoman Society

during the Second Half of the Seventeenth Century: The Case of Harput” scrutinizes

the traces of regional and diachronic change in the Ottoman Harput Province, which

was located in the orta kol of Anatolia. These tendencies for change are studied from

two primary perspectives.

First, I scrutinize the three significant factors that determined the borders and

the distribution of provincial administration units, in order to understand the sancak

as an “area of settlement”. In this framework, I compare the Harput Sancak of the

latter part of the seventeenth century with that of the Classical Age, with respect to

change. The aforementioned criteria are as follows:

1. The functionality of the administrative unit

2. The possibilities of its economic integration with its hinterland

3. The organization of the relationship among the settled people and with the

State

These three factors have interacted with each other, and have undergone

change with time.

The changes that took place in the fundamental systems towards the end of

the Classical Age are well known. Some of these changes were external, however,

some were results of the adaptation of Ottoman institutions to new dynamics and

circumstances. These changes transformed the timar and kul systems both

individually, and also in relation to each other. The most significant development

relating to our subject was the mal-functioning timar system, which led to the

expansion of another practice (iltizam) that coexisted with timar. Iltizam was

employed during the heyday of the timar system to manage certain services that

could not be included under timar; and to transfer the income from Sultanic Hass to

the treasury. This practice provided nearly half of the tax income of the central

treasury up until the mid sixteenth century.

Page 215: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

206

The Ottoman State had to come up with certain measures especially

following the rise in the number of kapıkulu beginning with the sixteenth century,

the increased burden of long and expensive wars on the treasury, and the fiscal crisis.

Foremost among these measures was increasing the income of the treasury. The first

practice for this purpose was the transfer of certain timar items directly to the

treasury as mukâta’’as. In this framework, the hass of the Harput Province (both

Sultanic and of the Sancakbeyi) were gathered under one name called mukāta’a-ı

Harput beginning in 1642. In the same year, provincial income was distributed as

ocaklık to the soldiers of the Van Castle to meet their 40,000 kuruş yearly salary.

Following this date, the province entered a new administrative and fiscal

phase. Accordingly, the second aspect of scrutiny of the present dissertation

comprises the new fiscal and administrative characteristics of Harput. These new

characteristics are studied in terms of their reflection on the organization of spacial

administration. This part of the study consists of computer analyses of tables

showing the identities of the administrators, as well as sample cases of the örfī and

şer’ī aspects of administration.

Apart from these, an analysis of the use of space in the town of Harput, and

how it got transformed with the above-mentioned changes over time are examined

using the source material.

Page 216: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

207

Page 217: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

208

Harita 1: Klasik Dönemde Harput Sancağı’nın Sınırları (M. A. Ünal, a.g.e., s. 40.)

Page 218: T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/TEZLER...Faroqhi’ye göre ise Osmanlı, klasik sonrası üç yüz yıllık dönemde büyük ölçüde

209

Harita 2 : 18. Yüzyılda Rumeli ve Anadolu’daki Kollar ve Bunlar Üzerindeki Ulak ve İaşe Menzilleri

(Rıza Bozkurt, a.g.e.)