Upload
ibrahimokur
View
628
Download
3
Embed Size (px)
Citation preview
Bir ulusun gerçek umudu gençliğinin iyi eğitilmesinde yatar.
Erasmus1
Okumadan geçen üç günden sonra konuşma tadını kaybeder.
Çin atasözü
Birey gerçeği ne kadar çok özümserse, buluş yapma
potansiyeli de o kadar büyük olacaktır.
B. Edward Shlesinger, Buluş Nasıl Yapılır? adlı eserinden
TOPLUMDA ARAŞTIRMA-SORGULAMA İŞTAHININ UYANDIRILMASININ ÖNEMİ ÜZERİNE
1 GİRİŞ
Son yıllarda beni derin endişeye sevk eden bir gözlemimle söze başlamak istiyorum. Kırk
yıldan fazla bir zamandır, kıyısından kenarından da olsa, siyaseti izlemekteyim. Eskiden, az çok
kendine özgü fikirleri olan kimseler siyaset sahnesinin orta yerinde dururlardı ve kamuoyunu
yönlendirilmesinde oldukça da etkindiler. Günümüzde, hepsi sahneden çekildi. Siyaset ortamı renkli
simalarını yitirdi ve siyah-beyaza döndü. Hem iktidar cephesinde hem de muhalefet cephesinde
politikacılar iki ana sınıfa ayrılıyor artık. Liderler ve affedersiniz, yalakalar.
Artık kendine özgü analizleri olanlar, gerektiğinde iktidarı, gerektiğinde de muhalefeti
eleştiren ya da destekleyen entelektüeller ortalarda görünmez oldular. Şimdikiler, ne söylerse söylesin,
sözünü, sonunda liderin ne kadar büyük adam olduğuna bağlıyor. Söz konusu yapısal değişikliğin
temel nedeni, toplumun, ülke sorunlarına kafa yormaktan nerdeyse tamamen uzaklaşmasıdır. Bunun
da nedeni, uzun zamandan beri gençliğin bilgiye ve araştırmaya olan ilgisinin azalması, zenginleşme
ideolojisine odaklanması ve buna bağlı olarak da çıkarsız konularda fikir öne sürme cesaretini
yitirmesidir. Kendimden pay biçerek söylüyorum bunları. Eğer herhangi bir nedenle 5-10 gün
gündemi izleyemezsem bir zaman için sesim zayıf çıkıyor. Kendimi çok daha dikkatli davranmak
zorunda hissediyorum.
Ülkemizde 156 üniversitede okuyan 2,5 milyonun üzerinde öğrenci var. Profesörlerin sayısı 14
bin. Doçentler 7 bin, yardımcı doçentler 18 bin. Öğretim görevlisi sayısı 16 bin. Araştırma görevlisi
sayısı 35 bin. Tercüman vs gibi önemli yardımcılar da hesaba dâhil edildiğinde, ülkemizde öğretim
elemanı sayısı 100 bini aşıyor. Aşağı yukarı 25 öğrenciye bir öğrenim elemanı düşüyor. Bunun yanında,
yüksek okul veya fakülte mezunlarının sayısı 4,5 milyondan fazla. Yüksek lisans yapmış olan 300 bin kişi
var. Doktora yapmış olanların sayısı ise 80 bin.
Bütün bu sayılar, aslında bizde büyük bir “diplomalı” araştırmacı potansiyelin varlığına işaret
ediyor. Değerleri alt alta toplarsak, AR-GE alanında önder ülkelerden Norveç’in ve Finlandiya’nın
nüfusu kadar bir büyüklükle karşılaşırız. Ama bu tablonun bizde AR-GE hizmeti olarak karşılığı koskoca
bir sıfırdır. Muazzam bir cari açığın geleceğimizi tehdit etmesine rağmen, uygarlığın birçok nimetinden
gayet soğukkanlı olarak faydalanırken, karşılık olarak insanlığın takdirine sunduğumuz ne gibi
başarılarımız vardır?
Gelecek nesillerin haklarını bugünden pişkin pişkin yiyerek sürdürdüğümüz konfor üzerinde
düşünmenin vakti çoktan geçmiştir.
Konuya bir de YÖK cephesinden bakalım.
2011 yılı aralık ayı ortasında YÖK başkanı değişti. Kimse böyle bir değişikliği beklemiyordu.
Yeni başkan, üniversitelerde köklü reformlar yapılacağını duyurdu. Amerikan üniversitelerini de
reformlara model olarak gösterdi. Üniversitelerde reform sürecine girileceğinin yeni başkan
Y. Müh. İbrahim OKUR
w w w . i b r a h i m o k u r . c o m w w w . f a c e b o o k . c o m / i b r a h i m o k u r k i t a p l a r i w w w . i b r a h i m o k u r . c o m
BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
2 2
tarafından ilan edilmesi üzerine, diploma dağıtan ve yüklü ders programlarından araştırma yapacak
zamanı bulamayan üniversitelerimizin durumu hakkında biz de bir şeyler söylemek gereğini duyduk.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Ocak 2010’da Batman’da yaptığı konuşmada, “geldik, 81
vilayetin tamamına üniversite kurduk. Türkiye’de 156 üniversite var”, diyerek bilimsel çalışmalar
konusunda büyük bir atılım gerçekleştirdiklerini anlatmak istedi. Oysa konuyla ilgili yetkin kimseler biliyor
ki, bilimsel araştırma konusundaki açık ara geriliğimizi, üniversitelerin sayısını artırarak kapamak
mümkün değildir. Herkes bilir ki, kemiyet değil, keyfiyet önemlidir. Ne var ki, halkımız evlatlarını okusun
istiyor ve bu alanda her türlü maddi ve manevi fedakârlığı yapıyor. Dolayısıyla ortaya büyük bir rant var.
Üniversitelerin sayısının artmasının nedeni de söz konusu rant. Her zaman yeri geldikçe itiraf edildiği gibi,
sayısı ne olursa olsun, bizim üniversitelerimizde bilimsel araştırma yapılmaz. Hepsi meslek okulu işlevi
görür. Bunlar bizim şahsi görüşlerimiz olarak değerlendirilmemelidir. Çeşitli televizyon tartışmalarında,
konusunda uzman profesörler tarafından yapılan itiraflardır. İntihal yapan profesörler bugün devletin
önemli görevlerine getirilmiş durumda. Kendini doktora yapmış gibi gösteren milletvekilleri, onları
savunmaya kalkışan profesörler bu satırların yazıldığı günlerde gündemde yeri olan konulardır.
En son dikkatimizi çeken YÖK başkanının Şehir Üniversitesi rektörü olduğunun açıklanması.
Bizim büyük bir eksiğimiz herhalde, böyle bir üniversitenin adını ilk duyduğumuz gün, rektörü bütün
üniversitelere başkan oldu. Eh, her şeyin bir başlangıcı vardır, diyelim. Web sayfasında bu üniversitenin
2010-2011 yılında öğrenime başlaması da dikkatimizi çekti. Bizce ilginç olan onca tarihi üniversitemizin
rektörü dururken, 2005 yılında profesör olan birinin, 2010 yılında kurulmuş bir üniversitenin
rektörlüğünden YÖK başkanlığına sıçraması ve iddialı sözlerle koltuğa oturması. Karşılaştığımız bu
manzara bizi gelecek adına tereddütlere sevk etti. Başka devlet kurumlarında daha önce karşılaşıldığı gibi,
çok muhtemeldir ki, içeriye olabildiğince çok yandaşı tıkıştırmak için reform yapıldığına dair uzun uzun
nutuklar dinleyeceğiz. Devlet bünyesindeki hizmet sektörü yine şiştikçe şişecek.
2 BATIDA SÖZDE BİLİM YAPANLAR İÇERDEN DİKKATLE İZLENİR
Aradığını bilmeyen, bulduğunu anlamaz.
Claude Bernard
Batılı üniversiteler ve ilgili devlet kurumları, AR-GE amaçlı yatırımların ve genel anlamıyla her türlü
bilimsel araştırma harcamalarının verimliliği konusuna ciddiyetle eğilirler. Başarıyı ölçmek için çeşitli
parametreler de geliştirmişlerdir. Bilim tarihi konusunda çalışmalarıyla tanınan İngiliz bilim insanı Derek
John de Solla Price, sözde bilimin akademik çevrelerdeki etkinliğine şöyle dikkat çekmiştir2:
“… Bir sürü bilimsel ve teknik eğitimli olan fakat yeni hiçbir şey üretmeyen, bilgilerimize ve
üretim sanatlarımıza hiçbir katkısı olmayan, ancak, kendi bilgileriyle araştırma cephesinin çok
gerilerinde kendi kendine çalışan, oyalanan çok insan vardır.”
1969 yılında yayınlanan bu satırlar, bilim dünyası ortamında arada kaynayan ve sınıf
öğretmenliği yapmaktan başka bir işle uğraşmayanlara dikkat edilmesi gerektiğine yönelik bir
ifadedir. Peki, bizde bu konu ne durumdadır? Oyalanmayı önlemek için ne gibi çalışmalar yapılmıştır?
Bilimsel çabaları ölçmek ve değerlendirme için biz hangi kıstasları kullanıyoruz. Galiba bu sorunun
cevabını biliyoruz: Batı ülkelerinin bilimsel yayın yapan dergilerinde makale yayınlamak. Bu kıstas,
bizim üniversite ortamımızın düpedüz sözde bilim ortamı olduğunun kanıtından başka bir şey değildir.
Geçim derdini ya da kişisel zenginleşme tutkusunu üniversite ortamında çözmeye çalışanların
bazı görünür özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:
Başkaları tarafından daha önce ortaya konmuş olan çalışmaları tekrarlamak,
Bütünle ilgisi olmayan, kullanıcısı bulunmayan, yaşanmakta olan gerçeklerle bağı kurulmamış olan
konularda araştırmalar yapmak,
BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
3 3
Bilim yapıyormuş gibi görünmek için, -unvanı korumak ya da unvan kazanmak veya yükseltmek için-
yabancı kaynaklardan tercümeler yapmak,
Bilim ve teknoloji alanında dünyadaki gelişmeleri izleme ve ülke sanayisine aktarma amacı ve
gayreti taşımadan laf üretmek,
Bu çevrelerin bir tavrı da, “bilimden sadece bilim adamı anlar”, tabusuna sarılmalarıdır. Bu gibi
sözlerle işlerine kimselerin karışmamasını sağlamaya çalışırlar. Eğer bir amatör araştırmacı, onun
sözde uzmanlık alanına giren bir konuda görüş bildirir ve kamuoyunda ilgi de görürse, hemen
onun aleyhine atıp tutmaya başlarlar. Bu tabuya sığınan sözde bilginlerin, fırsatını bulduklarında
öne çıkmak için kendi uzmanlık alanlarına girmeyen konularda bile görüş bildirdikleri sık görülen
bir durumdur. Mesela, divan edebiyatı veya Osmanlı tarihi profesörünün Sumerlilerin kimliği üzerinde
ahkâm kesmesi, bu konularda çalışan amatörleri, onların bulunmadığı yerlerde küçük düşürücü
beyanlarda bulunmaları gibi.
Bu çevrelerin kendi durağanlıklarına karşı öne sürdükleri en önemli mazereti, ödenek
yetersizliğidir. Oysa az da olsa ortaya konan ödenek, bilimsel üretim nerdeyse sıfır düzeyinde
kaldığından dolayı muazzam bir maliyete işaret etmektedir. Söz konusu verimsizlik iki cephesi olan bir
hatadır. Birincisini şöyle ifade edebiliriz: Ödeneğin yetersiz olması, bilimsel çalışmaları tetiklemeye ve
eşik atlatmaya engel olduğundan harcamaların sıfır üretime karşılık gelmesi kaçınılmazdır. Bu yüzden
aslında maliyet matematiksel olarak sonsuz olmaktadır. Diğer yandan, üniversite çevrelerinin, bilimsel
araştırmaları için ödenek yetersizliğine karşı kararlı ve etkin bir tavır sergilemediği de görülüyor.
Ödenek yetersizliği adeta fısıltı halinde, suçlamalar karşısında mecbur kaldıkça dile getiriliyor.
Kamuoyunda ses getirecek düzeyde bir eleştiri bombardımanı hiçbir zaman olmadı. Söz konusu tutum,
ödeneklerin hiçbir zaman artmayacağının garantisi gibi algıladığımız bir tavırdır.
Üniversite çevreleri, üniversite ile sanayi işbirliği konusundan da dem vururlar ve söz konusu işbirliği
örgütlenemezse araştırmaların başarısız olacağını savunurlar. Doğrudur ama işbirliği ortamının
sağlanamamasının, üzerinde pek durulmayan iki temel nedeni vardır. Bunların her ikisi de üniversiteden
kaynaklanır. Birinci neden, araştırmacı akademisyen, konusuna yeterince vakıf olamadığı için
sanayicinin kapısını çalacak cesareti kendinde bulamaz. Sanayiden uzak bir ortamda yetişmesi
yüzünden, sanayiciyi ilgilendiren araştırma konuları da geliştiremez. Kafasındaki konular, çoğu tercüme
kitapların yönlendirmesiyle, piyasada yaşanmakta olan gerçeklerle bağ kurmadan oluşmuştur. Bu yolla
elde edilen bilgilerin bilimsel niteliğinde bir eksiklik olmasa da, işe koşulacak türden bilgiler değildir.
Diğer yandan sanayici, elinde bir araştırma konusuyla üniversiteye geldiğinde, genellikle muhatap
bulamaz, kendisini herkes başından savmaya çalışır, başka kapıyı gösterirler.
3 AMATÖR ARAŞTIRMACILARIN ÖNEMİ ÜZERİNE KISA BİR DEĞERLENDİRME
Durgun su solucan yetiştirir.
Atasözü
1965 Mart ayında, Londra’da, Kraliyet Bilimler Akademisi’nde düzenlenen Science of Scence
Foundation (Bilim Tesis Etme Bilimi) konulu bir seminerde konuşan Derek J. de Solla Price, bilimsel
literatürün hızla gelişmesi karşısında ortaya çıkan sorunu şöyle ifade etmiştir3:
“Bilim ve teknoloji, buna bağlı olarak da BT literatür hacmi yılda yüzde yedilik exponansiyel bir
oranla gelişmektedir. Dolayısıyla hacmi her 10-15 yılda iki kat, her yarım yüzyılda en az 10 kat artmaktadır.
İlk bilimsel makalenin yayınlandığı 300 yıl (17. yüzyıl) evvelinden bugüne kadar da bir milyon kat artmıştır…
bu alarm verici bir orandır. İnsanların sayısındaki artışın çok daha üstünde bir artıştır.”
ABD’de yayınlanan bir dergide yer alan, J. C. R. Licklider imzalı bir makalede aynı sorun şöyle
bir sayısal örnek yardımıyla ifade edilmiştir4:
“Hesap kolaylığı bakımından sadece 1013 harf ve 12 sene alalım. Gene bu bilim ve teknolojideki
BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
4 4
gelişmenin sadece binde biri, bahsi geçen bilimcinin konusunda olsun. Ve gene farz edelim ki bu bilimci,
dakikada 3000 harf okusun -ki bu genel olarak roman okumadaki hızdır, bilimsel makale okuma hızı daha yavaştır-.
Gene farz edelim ki bu bilimci konusundaki tüm bilimsel literatürü toplamıştır, yani 1010 harfi, okumaya
başlamıştır. Günde 13 saat ve yılda 365 gün okumaktadır. 12 yıl sonra son makaleyi ancak bitirecektir, ama
o anda görecektir ki bu süre zarfında konusunda gene 1010 harflik yeni bir literatür oluşmuştur. Karşılaştığı
sorun, sadece yayınların hacmi değil, artma oranının da yükselmiş olması problemidir.”
Aktarmalar yaptığımız söz konusu makaleler, kendi ülkeleri açısından karşı karşıya kalınan
sorunu aşmak için neler yapılabileceği konusunda görüşler öne sürmektedir. Aynı sayısal verileri biz
kendi ülkemiz açısından değerlendirmeye çalışırsak, ne söyleyebiliriz? Hem araştırma yok hem de
gerçekten araştırma yapmak isteyenlerin konuya yeterince vakıf olabilmeleri için önlerinde literatür
dağları var. Üstelik dünyada birbiriyle şiddetli biçimde rekabet eden ve her biri araştırma ve
geliştirmeye çok büyük kaynak ayıran, bize göre alanında son derece tecrübeli 20’ye yakın rakip ülke
var. Bu olağanüstü zorlu şartlar altında, bir amatör araştırmacı içten gelen bir heyecanla seçtiği bir
konuya yıllarını vermişse, ne yapmak gerekir? Çeşitli bahaneler uydurarak yatan akademisyenler
karşısında, kendi yağıyla kavrulan ve çoban armağanı çam sakızı mantığı ile uğraşan bir amatörün
çabasını küçümseyenler için ne demeliyiz?
Devlet, amatör araştırmacıların işlerini kolaylaştıracak tedbirleri bir an önce almalıdır. Konu
üniversitelerin dışındadır ve üniversite yerleşkelerinin içine sığdırılamayacak kadar önemlidir. Yukarıda
verdiğimiz, öğretim elemanı ve üniversite mezunlarıyla ilgili sayısal değerlerden hareketle ülkemizde en az
5 milyonun üzerinde araştırmacı potansiyeli olduğunu, en fazla dört yıl sonra da bu sayının yüzde 50
oranında artacağını söyleyebiliriz. Üniversite sayısı 81’den 156’ya çıkarıldığı için, araştırmacı
potansiyelindeki artış da o kadar hızlı olacak. Bütün bu gösterişli sayısal verilere rağmen, biz yine de
gönüllü çalışan ve hayatın önlerine dayattığı sorulara kararlılıkla cevap arayan amatörlere güveniyoruz.
Üniversite kalabalığını, rant ekonomisinin bir ürünü olarak değerlendiriyoruz. Üstelik amatör
araştırmacılar, araştırma yapmak için devletten tahsisat istemiyor. Devlet, bilimsel araştırmalara esaslı
mali destek sağlayamıyorsa, hiç olmazsa, kendi imkânlarıyla araştırma yapanlara destek olmak üzere bir
takım tedbirler düşünmeli, hiç olmazsa gönüllü çalışanların bilgiye çabuk ulaşmalarını sağlayacak ölçüde
bir takım destekler sağlamalıdır. Bunun için de herhalde, öncelikle akademik çevrelerin, amatörlerin
çalışmalarına kulak kabartmaları gerekir. Akademisyenlerin içlerinden biri saymadıkları amatörlerin
çalışmalarını görmezden gelmeleri doğrudan doğruya ülkemizin geleceğine zarar veriyor.
4 NORVEÇ ÖRNEĞİ
Bilgi sakalla ölçülmez.
Molieré
Norveç, İkinci Dünya Savaşı döneminde beş yıl boyunca Alman işgali altında kalmış bir ülkedir.
Bu zaman zarfında, egemenliği elinden alınmış olduğundan, kendi milli politikalarını yürütememiştir.
Norveç hükümeti, söz konusu beş yıl zarfında, dünyadaki bilimsel gelişmeleri izleyemedikleri için geri
kaldıklarını, bu yüzden büyük bir tehlike altına girdiklerini ve milli ekonominin çöküntüye uğradığını
düşünmüştür. Bu tespitten yola çıkarak, “Norveç Endüstrilerini Geliştirme Birliği” adı altında bir örgüt
kurmuşlar, bu örgüt bünyesinde de Norveç Enformasyon Merkezi oluşturmuşlardır. Kısa adı NSI olan
örgütün ilk işi, savaş dolayısıyla dünyadan koparıldıkları yıllara ait birikmiş teknik bilgiyi toplamak
olmuştur. NSI, bu ağır görevi, kendi milli ekonomileri açısından gerekli olan literatüre karşı seçici
davranarak, bilgi dağları arasından ayıklama yaparak yerine getirmiştir. Buna paralel olarak, kendi
sanayi kuruluşlarının yoğun rekabet ortamında ihtiyacı bulunan yeni imalat yöntemleri ve yeni
teknolojilerle ilgili ayrıntılı bilgi toplamak peşine düşmüşler, topladıkları bilgileri kuruluşun üyesi
haline getirdikleri kullanıcılara yaymışlardır. Bu çabaların ne kadar başarılı olduğu günümüzde açıkça
görülebilmektedir. Nitekim Norveç, milli endüstrisi için enformasyon hizmetlerini zaman içinde
BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
5 5
güçlendirmiştir. Bununla beraber, yeni bilgilere çabuk erişme yöntemleri yanında, elde edilen bilgi
dağlarının sistematik bir biçimde depolanması konusuna da başarılı işleyen çözümler getirmişlerdir.
Halen, Norveç halkının ihtiyaçlarına dair bilimsel tespitler yapmak ve bu doğrultuda dünyadaki
gelişmeleri izlemek, yeni bilgilere hızla erişmek ve bunu içeride sonuç alıcı bir şekilde ilgilisine ulaştırmak
şeklinde faaliyet yürütmektedirler. Herhangi bir Norveçli, kafasında şekillendirdiği bir projeyi bu örgüte
gelerek anlatmakta ve araştırmasına zaman kaybetmeden her bakımdan destek sağlayabilmektedir.
Bütün bunların Türkiye’deki karşılığı nedir? Bizim araştırmacı potansiyelimiz Norveç’in toplam
nüfusu kadar. Neden biz hiç AR-GE tartışmıyoruz da yüz yıldan beri sonuçlandıramadığımız anayasa
tartışmalarının içinde boğuluyoruz? Bizim hangi örgütümüz, dünyada literatürü izliyor ve sistematik
bir biçimde depoluyor. Amatörlere destek olmakla kimler görevli? Norveç, 1945’de 5 yıllık geri
kalmışlığını gidermek için ne kadar yoğun çabalara girişmiş. Peki, bizde Nuri Demirağ’ın uçak fabrikası
1945’de neden kapatıldı? Şakir Zümre’nin ihracat yapabilen bomba fabrikası neden soba fabrikasına
çevrildi? Endüstriyel atılım yapmak şöyle dursun, başarılı örnekler bile tasfiye edildi, neden? Neden o
günden bugüne endüstriyel ve bilimsel araştırmalar konusunda sistematik bir çabaya girişmedik? Bizi
yönetenler kimlerin değirmenine su taşıyor? Bizi kimler yönetti? İktidarlar mı, yoksa taşeronlar mı?
Son hükümetin de her günkü demeçlerinde gördüğümüz gibi, 1945’den beri 5-10 yılda bizi
muasır medeniyet seviyesine çıkartacağını iddia eden hükümetler tarafından yönetiliyoruz. İktidar
koltuğunda yaylanmayı başarmış bütün politikacılarımızın bu yönde demeçleri var. Şimdiki hükümet
bize, 2023’de dünyada ilk 10’a gireceğimizi vaat ediyor? Önce şu açıklanmalıdır: Türkiye neden ve
nasıl, hangi ekonomi politikalarının peşine takılarak akla gelen her şeyin ithalatçısı oldu? İlgili bakanın,
2012 şubatında yaptığı açıklamalarına göre, 2011 yılında, 123 milyon dolarlık cam bardak, 74 milyon
dolarlık sabun, 65 milyon dolarlık ayna, 43 milyon dolarlık şemsiye ithal etmişiz5. Kadınlar, 2011
yılında makyaj için 170 milyon lira, makyajı temizlemek için ise 84 milyon lira harcamış6. Bu ürünlerin
nerdeyse tamamı ithalat ile karşılanıyor. Yabancı ve ünlü bir marka olmayınca kimse para verip
yüzüne sürmüyor.
Sonuç şöyle: 2011 yılının toplam cari açığı 77,1 milyar dolar. Hayrettir ki, hükümet yandaşı bir
gazete, korkunç gidişin açıkça tartışılmasının önüne geçmek ister gibi, “cari açık düşüşe geçti” diye
başlık atmış7. Oysa geçen yıl da çok büyüktü ama nedenlerinin tartışılmasına ustalıkla mani olundu.
Ne oldu? Cari açık bu yıl geçen yıla göre yüzde 65 artış gösterdi. Yıllardır bir çukura doğru hızla
ilerliyoruz. İktidar hala ekonominin bozuk göstergelerini, içinden övünç konuları çıkartacak şekilde
çarpıtıyor. Nitekim üzerinden birkaç gün geçtikten sonra geçen yılın rekor cari açığı da tartışılmaz
oldu. Bu hal, gelecek adına epey öğretici.
Türkiye’yi üretici değil de tüketici yapan nedenler üzerinde hassasiyetle durmak gerekiyor. En
önemli neden aklımızı kullanmakta istekli davranmamaktır ki, bunun suçunu sadece siyasilere yıkıp
işin içinden çıkmayı doğru bulmayız. Siyasiler, bu tutumumuzu tersine çevirecek çabalara
girişmedikleri için, anlıyormuş pozu takınarak koltuklarında yaylandıkları için elbette ki tarih önünde
ağır kusurludur. Ama halk olarak biz de sorumluluğumuzu, suçu başkasına yıkmadan, tartışmalı ve
gerçekler karşısında duruşumuzu gözden geçirmeliyiz.
Araştırma geliştirme konularında önümüze çıkan yazıları yıllardan beri topladığımız bir
dosyamız var. Yıllar önce içine 1992 yılına kadar olan döneme ait bazı istatistikleri koymuşuz. Geçen
20 yıl içinde olan bitenler hakkında verilere ulaşıncaya kadar şimdilik bu bilgileri kullanalım:
ABD’de ilk patent 1790’da verilmiş. 1836’ya kadar toplam patentli buluş sayısı 10 bin olmuş.
1900 yılına kadar 600 bin dolayında patent verilmiş. 1970’de ise 3.500.000’nci patent verilmiş8. ABD’de
buluş merakı başından beri entelektüel faaliyetlerin zirvesine yerleşmiş görünüyor. Mesela ülkenin
üçüncü başkanı Thomas Jefferson (1743-1865)’un patentli buluşları var. Jefferson’un buluş merakı o
BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
6 6
kadar yüksek ki, Fransa’ya elçi olarak gittiği yıllarda, Fransa’daki teknik gelişmeleri ve buluşları yakından
izleyerek ülkesine sektirmeden bildirmiş. Aynı şekilde, ülkenin 16. başkanı Abraham Lincoln de patentli buluş
sahibi bir kişi. Ülke iç birliğini bile doğru dürüst sağlamadan, 18. yüzyıl sonlarından itibaren geleceğini
buluşlara, patentlere ve teknolojik atılımlara bağlamış. Bizzat başkanlarının gözetimi altında dünyayı
ciddiyetle izlemiş. Bizler, ABD’nin kirli yüzünü tartışırken, örnek alınacak yanını gözden kaçırmış görünüyoruz.
Türkiye’de ise patent kanunu 1879’da çıkarılmış. O günden 1992’ye kadar 25 bin patent
müracaatı olmuş ama bunun 21 bini yabancılara ait. Geriye bu toprağın insanları tarafından 110 yılda
sadece 4 bin patent tescil edilmiş olduğu ortaya çıkıyor. Oysa 1992 yılı itibariyle, ABD’de haftada 1800
patent başvurusu yapılıyor. Bunun yüzde 80’i üniversitelerden ve şirketlerin AR-GE guruplarından geliyor.
Demek ki Türkiye’de 110 yıllık patent birikimi, ABD’nin 20 günlük üretimi kadar9. Bu kıyaslama çarpıcı
gerçeği muhtemelen yeterince ortaya koymuyor. Çünkü Edward Shlesinger, Buluş Nasıl Yapılır? adlı
eserinde, ABD’deki teknik ilerlemelerin çoğunun patentlenmemiş buluşlarca sağlandığını, her yıl buluşların
sadece küçük bir bölümünün patente bağlandığını söylemektedir (mesela Coca Cola patentli değildir). Hatta
daha da ileri gidiyor ve ABD’nin “endüstriyel gücünün aslında patentlenmemiş buluşlara dayandığını” öne
sürüyor10.
Bütün bu veriler, bizim sorunumuzu bütün çıplaklığı ile kıyas zemininde ortaya seriyor. Bu
şartlar altında araştırmacılığı özendirmek adına çok şey yapmak, öncelikle, araştırma hevesi
uyandıracak bir takım girişimler, yasal düzenlemeler yapmak gerekmiyor mu?
5 BAĞIMSIZ ARAŞTIRMACILAR DEV LABORATUARLARA KARŞI
Patent sistemi deha ateşine ilgi yakıtını ekledi.
ABD başkanlarından Abraham Lincoln(1809-1865)11
İlk araştırma laboratuarı Almanya’da 1870’lerde sentetik boya imalatçıları tarafından kuruldu.
Bu bakımdan, araştırma laboratuarlarının kurulmasında öncü olan ülke Almanya’dır. Bir hususu daha
belirtelim ki, o tarihte Almanya birliğini henüz sağlamış, 300 parçalı kent devletleri yığını olmaktan
yeni kurtulmuştu. Ayrıca şunu da eklemeliyiz ki, araştırma laboratuarları fikrini geliştiren öncü sektör
kimya sektörüdür. Nitekim günümüzde Almanya kimya endüstrisinin tartışmasız dünya lideridir.
Araştırma laboratuarları konusunda ikinci adım, Amerika’da elektrik alanında, aşağıda bilim ve
teknoloji alanındaki başarılarını ayrı bir başlık altında inceleyecek olduğumuz Edison tarafından atıldı.
Burada şu kadarını söyleyelim ki, ABD’de ilk tam teşekküllü araştırma laboratuarını açan Edison’un
kurduğu General Electric Şirketi’dir. Bunu 1902 yılında, kimyacı Du Pont ve bir ilaç şirketi olan Parke-Davis
Şirketi izledi. Telefon sektörünün ilklerinden Bell System laboratuarı 1911 yılında kuruldu. Kodak, 1913
yılında fotoğraf araştırma laboratuarını kurdu. Görüldüğü gibi, dev laboratuarların öncüleri, elektrik ve
kimya sanayisinde faaliyet gösteren şirketlerdir. Hepsi de günümüzün dev şirketleridir.
Amerika’yı dünya liderliğine götüren esas unsur, işte bu dev laboratuarlardır. Nitekim GE’nin
laboratuarını kurmasından sonraki 20 yıl boyunca 526 araştırma laboratuarı kurulmuştur. 1983
yılında bu sayı 11 bine ulaşmıştır12.
Örgütlü araştırmacılık, finansmanını üstlenen şirketlere rakipleri karşısında güçlü bir koruma
duvarı sağlamıştır. Sadece özgün buluş alanında değil, maliyet düşürücü birçok fikre de patent
sağlamıştır ama hiçbir zaman amatör araştırmacılara karşı bir üstünlük sağlayamamıştır. Sayısız cihazı
bünyesinde bulunduran, ihtiyaç duyduğu her şeyi derhal temin edebilecek mali gücü olan ve öne
çıkan mühendisleri veya bilim insanlarını yüksek ücretlerle transfer edebilecek kapasitede, her biri
farklı sektörlerde uzmanlaşmış yüzlerce uzmanı tek çatı altında toplamayı başarmış dev
laboratuarların başarıları, bağımsız araştırmacıların başarıları karşısında resmen yarı yolda kalmıştır.
Konuyu araştıran bir iktisatçı, laboratuarının başarılarını öve öve bitiremeyen Du Pont şirketi
BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
7 7
kayıtlarından yola çıkarak bir araştırma başlatmış ve bu sayede bağımsız araştırmacılığın önemini ilk
kez fark etmiştir. Söz konusu araştırmaya göre, 1920 ila 1950 arasındaki 30 yıllık dönemde Du Pont 25
yeni ürünü piyasaya sürmüştür. Ama bunların sadece 10 tanesi söz konusu laboratuarın özgün
başarısıdır. Geri kalan 15 ürün, bağımsız araştırmacıların patente bağlanmış buluşlarının satın
alınmasına dayanmaktadır.
TÜBİTAK tarafından yayınlanan Teknolojinin Evrimi adlı eserinde, George Basalla, bu konuda
yapılan araştırma sonuçlarını sıraladıktan sonra konuyu şöyle değerlendiriyor:
“Du Pont Şirketi örneği, önemli bir gerçeği gözler önüne serer. Yüzyılın sona ermesiyle birlikte
endüstri sahnesinde fırtına gibi esen örgütlü araştırma ekipleri, bağımsız mucidi yerinden edememiştir.
Yirminci yüzyılın ilk yarısında üretilen birçok önemli icattan yetmiş tanesi üzerinde yapılan bir araştırma,
bunların yarısından çoğunun bağımsız mucitlerin çalışmalarının ürünü olduğu sonucunu ortaya
çıkarmıştır. Bağımsız mucitlerin katkılarına göz attığımızda listenin hayli kabarık olduğunu ve önemli
buluşlardan oluştuğunu görürüz. Bunlardan bazıları şunlardır: Otomatik transmisyon, bakalit, tükenmez
kalem, selofon, siklotron, cayro pusulası, ensülin, jet motoru, fotoğraf makinası filmi, manyetik kayıt,
güç yöneltici, tıraş makinası, kserografi [fotokopi], döner pistonlu Wankel motoru ve fermuar.”
İçinde yaşadığımız buluş çağında teknoloji son derece karmaşık bir hale gelmiştir. Bu bakımdan
araştırmaların gerektirdiği para ihtiyacı kat kat artmış, bunun yanında araştırmanın bütün unsurlarıyla
tamamlanabilmesi için gerekli zaman da çok uzamış ve mühendisliğin alt dalları arasında işbirliği ihtiyacı
giderek büyümüştür. Bütün bu gerçeklere rağmen, amatör araştırmacılar (ya da kendi başına çalışan
profesyoneller) öncülüğü kimseye kaptırmamıştır. Günümüzde artan zorlukları fazla zorlanmadan
aşabilmeleri için amatörlere devlet desteği sağlanması halinde çok daha iyi sonuç alınacağı muhakkaktır.
Amatör araştırmacıların öncü rollerinden söz edildiğinde bazı akademisyenler, rastlantının
buluşlar üzerinde oynadığı rol hakkında fikir öne sürme eğilimine giriyor. Oysa bu doğru değildir. Ne demiş
Konfüçyüs: “Göz sahibinin bilmediğini göremez.” Nitekim Pastör’ün laboratuarında aşıyı bulması,
bazılarının öne sürdüğü gibi rastlantı sonucu olarak değerlendirilerek geçiştirilemez. Üzerinde düşünülmesi
gereken olaylardan biridir. Düpedüz uzun zamandan beri sabırla aynı gerçeğe odaklanmasının mükâfatıdır.
Hayatımızın çehresini değiştiren muazzam buluş, tamamen gerçeğe adanmış bir beynin eseridir. Nitekim
hastalıklara mikroorganizmaların yol açtığını bulan bilgin olan Robert Koch (843-1910), mikroskobu en iyi
kullananlardan biri olduğu halde, herhalde sadece mikrobun tehlikeleri üzerinde yoğunlaşmış bir
araştırmacı olduğu için Pastör’ün insanlığa yaptığı büyük hizmeti anlayamamış ve onun ürettiği tavuk
aşılarının Almanya’ya girişini yasaklatmıştır. Aşı Almanya’ya tavuk üreticisi köylülerin baskısıyla girebildi.
Pastör, rastlantı iddiasına sonradan güzel de bir cevap vermiştir13: “Talih, siz hazırsanız yardım eder.”
7 BİLİM ve TEKNOLOJİ TARİHİNDEN KRİTİK ÖRNEKLER
Buluş uygarlığın gerçek temelidir; insan ilişkilerinde
en önemli itici güçlerden biridir ve buluşlar hakkında bilgi
sahibi olmadıkça geçmişi ve bugünü anlamak, gelecekle ilgili
öngörülerde bulunmak neredeyse olanaksız hale gelir.
B. Edward Shlesinger, Buluş Nasıl Yapılır? adlı eserinden14
Akademisyenlerin dikkatimizi çeken tutumlarından biri, amatör araştırmacılar tarafından
ortaya konan çalışmaları görmezden gelmeleridir. Eğer sıkıştırırsanız, genellikle burun kıvırdıklarını da
anlarsınız. Zakkum bitkisiyle çalışarak ortaya bir şeyler koyduğunu iddia eden bir hekimin başına
gelenler, bunun tipik örneğidir. Adama “sen bu araştırmanı Batılı bilim dergilerinde yayınlatırsan seni
ciddiye alırım”, denmiş olması işin tuzu biberidir. İlla da bir şey bulmak kompleksiyle hareket edilmesi
yüzünden, araştırma sonuçlarının amaca uygun biçimde çarpıtılarak sunulması bilim tarihinde örneği
BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
8 8
az görülen bir durum değildir. Bilim insanları arasında maksadı aşan kavgalar da az görülen olaylardan
değildir. Zakkum ekstresi tartışmasının bilimsel cephesini değerlendirecek bilgiye sahip değiliz. Ama
akademisyenlerin ağız birliğiyle, bir şeyler bulduğunu iddia eden birini adeta linç etme girişiminde
bulunduklarını gözlerimizle gördük, kulaklarımızla işittik. Haklı olmak yetmiyor, tutarlı olmak da
gerekiyor. Tartışmayı, kafasında bir takım araştırma konuları olan meraklı başka araştırmacıları
ürküten caydırıcı boyutlara taşımak kabul edilebilir değildi.
Sorun sadece pozitif bilimlerde karşılaşılan bir sorun değildir. Mesela eski çağlar tarihi
üzerinde kendince araştırmalar yapanların çalışmalarına da burun kıvrıldığını, görmezden gelindiğini
görüyoruz. Eğer biraz sıkıştırırsanız, görmeye zorlarsanız, bilimden, bilimsellikten, akademik
çalışmadan, pek yapmadıkları ve hatta düşkün de olmadıkları ne varsa oradan buradan dem vurarak
ortaya konan çabayı yok sayıyorlarX. Kısacası, akademik çevreler bir klan kültürü geliştirmişler, kendi
klanlarından olmayanların herhangi bir iş başaracağına inanmıyorlar. Oysa bilim tarihinden haberdar
olan bilim insanları bunun tam tersi bir tutum izlemeleri gerekirdi. Çünkü bilim tarihinde büyük işleri
başaranların birçoğu başka mesleklerde faaliyet gösteren insanlardır. Bu tebliğimizde söz konusu
çarpıcı gerçeği 8 kritik örnek üzerinde göstermek istiyoruz.
Şunu da belirtmiş olalım ki, örnekler bu kadarla sınırlı değildir. Biz açıklanmasında zorluk
bulunmayan, tipik ve en uçtaki örnekleri seçtik. Bir sabun imalatçısının oğlu olan ve 10 yaşındayken
okulu terk eden, hâlâ kullanmakta olduğumuz paratonerin mucidi Benjamin Franklin(1706-1790)’i,
kasabada kumaş ticaretiyle hayatını sürdüren mikrobu keşfeden Leeuwenhoek(1632-1723)’u,
derslerine karşı ilgisiz olduğu için babasının okuldan aldığı İsaac Newton(1643-1727)’u, kuramını bir
patent ofisinde memur olarak çalışırken ortaya atan Einstein(1879-1955)’i, tebliğimizin sınırlı
çerçevesine dâhil etmediğimiz büyük mucitlere örnek olarak sadece anmakla yetineceğiz. Uygarlığa
büyük katkılarda bulunan başka birçok örnek şahsiyetin üstün başarılarının anlaşılabilmesi için burada
yer verdiğimiz bilginlere nazaran daha kapsamlı ön açıklamalar yapmak gerekiyor. Mesela, matematikçi
olup da biyolojiye büyük katkı yapanları, akademisyenlerin kaba karşı çıkışlarına rağmen, ısrarlı
davranarak tıbba büyük katkı yapan makina mühendislerini çok önemli örnekler olduğu halde zorunlu
olarak burada konu etmeyeceğiz15.
MİCHAEL FARADAY (1791- 1867)
Kurnaz insanlar okumayı küçümser.
Francis Bacon
Yoksul bir ailenin oğlu olan Faraday, 13 yaşına geldiğinde zar zor
okuyabiliyordu. Üstelik okulundan da ayrılmak zorunda kalmıştı. Yıllarca
sokaklarda aylak aylak dolaştı. Demirci olan babası, oğlunun kendisi gibi akkor
ateşin başında ömür tüketmesini istemiyordu. Bu yüzden onu işine karıştırmadı.
Ciltçiye çırak olarak verdi. Buraya matbaalardan basılı kâğıtlar geliyor ve
ciltlenerek kitap haline getiriliyordu. Hayatında hiç kütüphaneye gitmemiş olan
Faraday, dünyanın her tarafından basılmak üzere İngiltere’ye getirilen kitapların
önüne yığıldığı bir işe girmişti. Bu sayede önce okumayı ilerletti. Günün birinde,
Britannica Ansiklopedisi’ni dikiyordu. Elinde 127. sayfa vardı ve gözü bu kâğıtta
X Metinde bilimsel ve akademik deyimlerini ayrı ayrı kullanıyoruz. Çünkü akademik olan farklı bir şey, bilimsel çalışmaya göre sınırlı bir faaliyet. Akademik çalışma daha önce yazılmış kitapları okumak, bunları karşılaştırmak ve eğer gerekiyorsa sentezler yapmaktır. Akademisyenin referansı kitaplardır. Bilimsel çalışmanın sadece bir bölümü (özellikle başlangıç bölümleri) akademik niteliktedir. Akademik çalışmanın kütüphanede yapılmasına karşılık, bilimsel çalışma laboratuarda veya doğada yapılabilen bir çalışmadır; gözleme, ölçmeye, biçmeye, hipotezleri sınamaya dayanır. Yani bilimsel çalışmanın doğrulama referansları doğadadır. Başka kitaplarda değildir.
BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
9 9
yazanlara ilişmişti. Konu, elektrikle ilgiliydi ve doğa felsefecilerinin yıllardır
farkında oldukları bu görünmez olayın sırrının çözülemediğini yazıyordu.
Faraday, bunları okuyunca içinde bir şeyler kıpırdadı ve İncil’den, daha önce
binlerce kez işittiği bir cümleyi hatırladı: “Dünyanın yaratılmasından itibaren
Tanrının görünmez nitelikleri –sonsuz gücü ve Tanrısal yapısı- ortaya koyduğu eseri
sayesinde açıkça görünür hale gelmiştir.” Demek ki, elektrik görünmez ve
anlaşılmaz bir şey olmaya devam ettiği müddetçe “Tanrının sonsuz gücü ve
Tanrısal yapısını” doğru olarak anlayabilmek mümkün olmayacaktı. Son derece
dindar bir insan olan Faraday, bunun “tahammül edilemez” bir durum
olduğunu düşündü ve bu konuya bir çözüm bulmaya hemen oracıkta karar
verdi. Faraday, insanların Tanrı ile olan ilişkilerinin temelde basit bir düzeyde
yürüdüğü inancı ile yetişmişti. Bundan dolayı, elektriğin sanıldığı gibi karmaşık
bir şey olamayacağını düşünüyordu.
O yıllarda, İngiltere’de endüstri devrimi, bilime ve teknolojiye olan
ilgiyi o kadar artırmıştı ki, doğa felsefecileri, herkesin anlayabileceği makale ve
kitaplar yazıp, halka açık dersler veriyorlardı. Kitaplar basılır basılmaz hemen
kapışılıyor ve dersler de kalabalık yüzünden çoğu kez ayakta izleniyordu. Bu
sürecin Faraday’a iki yönden de faydası oldu. Hem iş güvencesi artıyor, hem
de elektrikle ilgili her türlü bilgiyi para harcamak zorunda kalmadan bulup
okuyabiliyordu. Faraday, bunu şu sözlerle dile getirmiştir: “Her şey, işten arta
kalan zamanlarda okuduğum bu kitaplarla başladı.”
On dokuzuncu yüzyıl İngiltere’sinde iyi gelir getiren bir iş olmadığı
için, bilimle uğraşabilenler hali vakti yerinde kimseler oluyordu. Kraliyet
Bilim Derneği, son derece seçkinci bir şehir kulübü niteliğindeydi. İngiliz
kültürünün en önemli motiflerinden olan “sınıflı toplum” anlayışı Bilim
Derneği’ne bile egemendi. Aristokrat üyeleri, Michael Faraday ve onun gibi
alt tabakadan gelen herhangi biriyle asla içli dışlı olacak türden insanlar
değildi. Faraday, bu şartlara rağmen bilim insanı olmak istiyordu ama
durumu, “prens olmayı hayal eden bir fukarayı” andırıyordu. Ne var ki, çok
gençti, gerçeğin pek farkında değildi. Üstelik ustası iyi kalpli bir insandı, onu,
rüyasından uyandıracak tek bir söz bile söylemiyordu. Hatta dükkânının bir
köşesinde laboratuar kurmasına bile izin vermişti.
Tam da o günlerde eline bir kitap geçmişti. Kitap, aklı geliştirmenin
dört yöntemini anlatıyordu. Bir arada olması istenen bu dört yöntem şöyle
açıklanıyordu: Derslere katılmak, dikkatli not tutmak, aynı konuyla ilgilenen
diğer kişilerle temas kurmak ve bir tartışma gurubuna katılmak. Ne var ki,
Faraday için bunların hepsi zordu. Sadece kitap okuyabiliyordu ve çok sınırlı
imkânlarla, okuduğu deneyleri tekrarlayabiliyordu. Sonradan, “bir gerçeği
gözlerimle görmeden, kendi gerçeğim haline asla getiremiyordum”, diye
yazmıştır. Günün birinde, dükkâna gelen bir kişi, Faraday’ın dış dünyaya
açılmasına yardımcı oldu. Bu kişi, masalardan birinin üzerinde, ciltlenmiş bir takım
ders notları gördü. Onları ödünç istedi. Birkaç gün sonra, kitabı geri getirdiğinde
içine dört de bilet koymuştu. Biletler, Kraliyet Bilim Derneği başkanı Humpry
Davy’nin halka açık konferanslarının biletleriydi. Faraday, ödünç kitap verdiği
adamın Bilim Derneği’nin bir üyesi olduğunu ancak o zaman anladı.
Faraday, dört biletle dört konferansa gitti. Konferansta özenle notlar
BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
10 10
tuttu ve onları zarif bir şekilde ciltledi ve Davy’e gönderdi. Böylece, bilime olan
ilgisiyle birlikte aynı zamanda iyi bir cilt ustası olduğu, Bilim Derneği başkanı
tarafından fark edilmiş oldu. Bir süre sonra da dernekte işe alındı. Görevi, yine
kitap ciltlemekti. Ama o, orada tutunabilmek için ne görev verirlerse yaptı.
Kendini herkese sevdirmeyi başardı. Bir yandan da laboratuarda kendi kafasına
göre çeşitli deneyler yapıyordu. O sıralar, İngiliz bilim adamları elektrik ve
manyetizma ile ilgili konuları tartışıyorlardı. Elektrik manyetizma üretiyordu.
Ama acaba, manyetizma da elektrik üretiyor mu diye birbirlerine soruyorlardı.
Fakat ne ürettiğini ne de üretmediğini bulup çıkartamıyorlardı. Bilim derneği
üyeleri, kibirli ve statükocu kimselerdi. Kalıplaşmış davranışlar sergiliyorlar,
bilimi de bir “hobi” olarak görüyorlardı. İngiltere’de bilim onların elinde
oyuncak olmuş, sıkışmış kalmıştı. Meğerse yolları yeniden açması için bir
Faraday bekleniyormuş!
Faraday, bilim dünyasındaki buluş yarışına işte tam bu noktadan
katıldı. O zamana kadar, elektrik ve manyetizma ile ilgili bütün kitap ve
makaleleri defalarca okumuş ve okuduğu deneyleri birçok kez tekrarlamıştı.
Bunun yanında, son zamanlarda kendi kendine deney düzenekleri de
hazırlayabiliyordu. Derneğin laboratuar imkânları çok genişti. Günün birinde
bir şeyler düşündü. Düşüncesinin doğru olup olmadığını denemek için bir de
deney tasarladı. Bu deney, cıva dolu bir kap içinde duran bir mıknatıs ve bu
kaba dik olarak yerleştirilmiş bir bakır tele dayanıyordu. Tele elektrik
verdiğinde mıknatısın telin etrafında döndüğünü gördü. Deney, umduğu
sonucu vermişti. Söz konusu deney, Faraday’ın ilk elektrik motorunu
gerçekleştirdiği, bilim tarihinin en ünlü deneylerinden biridir. Faraday,
buluşunu, bir makale haline getirip, bilim dergisinde yayınlattı. Dünya işte o
zaman Faraday’ı fark etti. O zamanlar 30 yaşında, mesleği ciltçilik olan bir
laboratuar asistanıydı.
Faraday, ikinci büyük başarısını 1831 yılında gerçekleştirdi. O zaman kırk
yaşındaydı. Manyetizmanın da elektrik ürettiğini bulmuştu. Keşfini iki cümleyle
şöyle özetlemiştir: “Bir manyetik kuvvet azaldığında ya da arttığında elektrik
üretir; ne kadar hızlı artar ya da azalırsa, ürettiği elektrik de o kadar fazla olur.”
Faraday, keşfini matematik dilinde ifade edemedi. Aslına bakılacak
olursa, bu biraz da onun talihi idi. Bilim Derneği’ndeki bilim adamları, uzun
yıllardır, her şeyi matematikten bekler bir anlayışın içine hapsolmuşlardı, deneyin
önemi geri plana itilmişti. Faraday, yıllarca deneyler üzerinde yoğunlaşarak hem
çok büyük başarılara imza atmış, hem de onlara deneyin önemini tekrar
hatırlatmıştı. Matematiğin cazibesine baştan o da kapılsaydı, bekli de bu kadar
başarılı olamayacaktı. Sonuçta, Faraday’ın buluşu matematikten mahrum
kalmadı. 1865 yılında, genç bir İskoç fizikçisi James Clerk Maxwell, Faraday’ın
buluşlarını matematik diline çevirdi.
Maxwell’in kurduğu denkleme göre, manyetizma tarafından üretilen
elektriğin miktarı, manyetik kuvvetin artma ya da azalma hızına eşit oluyordu.
Manyetik kuvvet hızlı değişirse, büyük miktarda elektrik, eğer, yavaş değişirse
küçük miktarda elektrik üretiyordu. Zaman içinde sabit kalan bir manyetik
kuvvet ise hiç elektrik üretmiyordu.
Faraday’ın deneyleri ve bu deneylerin sonuçlarını matematik diliyle
BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
11 11
ifade eden Maxwell’in katkıları sayesinde uygarlık dev adımlarla ilerlemeye
başladı. Başlangıçta ne işe yarayacağı pek bilinmeyen elektrik, teknolojinin en
önemli atılım kaynağı oldu. Mühendisler, bu denklemi kullanarak, su gücü ile
mıknatısları döndürerek güvenli ve sürekli elektrik üreteçleri yaptılar. Bu
şekilde üretilen elektrik enerjisi daha sonra istenilen yerde, elektrik motorları
yardımı ile mekanik enerjiye dönüştürüldü. Dev Buhar makinalarının yerini
küçücük elektrik motorları aldı. Öte yandan, yine elektrik sayesinde telgraf
icat oldu. Daha sonra, Graham Bell, telefonu; Marconi, telsizi; Edison, ampulü
keşfetti ve dünya, giderek küçülmeye başladı.
Baş döndürücü başarıları sayesinde, statükoda büyük bir delik açan
Faraday, Kraliyet Bilim Enstitüsü’nün başkanlığına getirildi. Otuz yıl
başkanlık yaptı. Onun sayesinde bilim, “hür zenginlerin hobisi olmaktan çıktı
ve hür düşüncelilerin yaptığı bir iş haline geldi”. Faraday, bilim tarihine altın
harflerle geçti. Avrupa ve Amerika tıka basa zenginleşti. Faraday’ın ise,
tarihe geçerek hayırla anılmaktan başka bir kazancı olmadı. Onun mensup
olduğu tarikatın inancına göre, servet yığmak dindar bir insanın işi olamazdı.
Ölümünden birkaç yıl önce şöyle yazmıştır: “Herhangi bir konuda
çalışmadan, zihinsel olarak huzurlu, herkesin saygısını kazanmış ve Kraliçem
tarafından şereflendirilmiş olarak evde öyle oturuyorum.” 1887 yılında
öldüğünde, sadece arkadaşlarının katıldığı bir törenle defnedildi. Bu büyük
insan Batılı kapitalistler tarafından başarıları yağmalanmış bir insan olarak
tarihe geçmiştir. Bilimsel çalışmalarından tek maddi kazancı, Kraliçe
tarafından kendisine hediye edilen bir evden başka bir şey olmamıştır.
ANTOİNE LAVOİSİER (1743-1794)
Kafasının koparılması için bütün gereken bir
saniyeydi. Onunki gibi bir kafanın bir daha gelmesi için
belki yüz yıl bile yetmeyecek.
Matematikçi ve gökbilimci Joseph Lagrange (1736-1813)16
Antoine Lavoisier, dünyaya geldiğinde, kimya, fizik ve astronominin
çok gerisindeydi. Henüz simya idi. O zamana kadar konuyla ilgili birçok
gelişme olduysa da, bunlar bölük pörçüktü ve kuramsal bir çerçeveden
yoksundu. Hava ve su, hala birer element olarak görülüyordu mesela.
Çağlardan beri insanları şaşkınlığa düşüren ateş söz konusu olduğunda
bilgiler büsbütün yanlıştı. Yanmanın nedeni filojiston adı verilen bir madde
olarak görülüyordu. Bir madde yandığında ne kadar az kül bırakıyorsa,
filojiston miktarı o kadar yüksektir deniyordu. Ateş, maddenin bünyesindeki
filojistonu havaya bırakma olayı olarak görülüyordu.
On sekizinci yüzyılın ikinci yarısının ilk yirmi beş yılında, özellikle İngiliz
kimyacılar, oksijen, hidrojen, azot ve karbondioksiti ayırmışlardı. Ancak söz
konusu başarıların sahipleri, filojiston “inancına” bağlı kaldıkları ve yüzyıllardır
söylenegelen beylik söylemleri sorgulamayı akıl edemedikleri için buluşlarını
değerlendiremiyorlardı. Simyadan kimyaya geçmeyi başaramamışlardı. Mesela
oksijen için defilojistike hava diyorlardı. Çünkü oksijen kendi başına yanmıyordu.
Onlara göre yanmamasının nedeni içindeki filojistonun alınmış olmasıydı. Bunun
BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
12 12
yanında oksijen ortamında tahta parçası yaktıklarında gayet hızlı yanıyordu. Bu
deneyden çıkardıkları sonuca göre, filojistonu alınmış hava tahtanın içindeki
filojistonu “daha iyi” çekiyordu.
Bütün bu deneylerden doğru sonuçlar çıkarılması için doğru adımı
atan Lavoisier oldu. Filojiston kuramının yanlış olduğunu, böyle bir
maddenin olmadığını söyledi. Ona göre yanmanın nedeni oksijendi17. Oysa
İngiliz kimyagerler oksijeni daha önce ayırmışlar ama ona “yetkin gaz” adını
vermekten başka bir şey yapamamışlar, işlevini çözümleyememişlerdi.
Oksijen deyimini ilk kullanan da Lavoisier’dir. Yine ona göre, su bir element
değildi. Hidrojen ve oksijenin kimyasal karışmasından meydana geliyordu.
Hava da sanıldığı gibi bir gaz değildi. İki ayrı gazın, oksijen ve azotun
karışımından meydana geliyordu. Bütün bunları ortaya attığında kendini
meslekten kimyacı görenler, onun hukukçu olduğunu, anlamadığı konularda
ileri geri konuştuğunu dillendirmeye başladılar.
Lavoisier, gerçekten de hukuk tahsili yapmıştı ve Fransız barosunun
üyesiydi. Kimya deneyleri yaparken bir yandan da geçimini sağlamaya
çalışıyordu. Onun avukatlık yapmadığını, vaktini kimyaya adadığını söylerler.
Oysa avukatlık yapmasa da hukuk mesleğiyle ilgili devlet hizmetinde görev
almıştır. Bilimsel araştırmalarındakine benzer tutumunu meslek hayatında
da sürdürüyordu. Mesela vergi toplama işleri iyi gitmediği için vergi reformu
çalışmalarını da yürütüyordu. Varlıklı ve toprak sahibi bir aileden geliyordu.
Yüz bin frank kadar yıllık geliri vardı ve bunu kimya araştırmaları için
harcamaktaydı. Kazancını bu yola vakfetmesi sayesinde, bugün bildiğimiz
108 elementin 20’sini bulma şerefi Lavoisier’e aittir.
Lavoisier, 1789’da, yani Fransız İhtilali’nin yapıldığı yıl, Temel Kimya
Kitabı adını verdiği bir kitap yayınladı. Bu eser, fizikte Newton’un Principia’sı
ne ise kimyada aynı temel değerde görülmekte olan bir kitaptır18.
Lavoisier’in fizyolojiye de çok önemli katkısı olmuştur. Yaptığı
deneylerle nefes almanın aslında bir yavaş yanma olayı olduğunu, insanların
ve hayvanların yaşaması için gerekli olan enerjinin ciğerlerimize çektiğimiz
havadaki oksijenin, vücudumuzda bulunan organik maddeleri yakması
sayesinde elde edildiğini göstermiştir19. Bu buluş, tıp tarihi açısından da
fevkalade önemlidir ve temel nitelikte bir gelişmedir. Lavoisier’in tıbbın da
önünü açan bilginlerden biri olduğunu söylemek doğru olur.
Lavoisier, deneylerinde ölçme hassasiyetine verdiği büyük önem
dolayısıyla da kendisinden sonra yetişen nesillere örnek olmuş bir
şahsiyettir. Gözlem ve deneylerinde hassasiyete o derece önem verirdi ki,
çeşitli ışıkların şiddetini çıplak gözle ölçebilmek ve bir sıralama yapabilmek
için 1,5 ay karanlık bir odada yaşamıştır.
Lavoisier, Jean-Paul Marat (1743-1793) adlı çok tehlikeli bir kişiyi
hasım kazanmıştı. Marat, aslında İngiltere’de tıp eğitimi almış bir kişiydi.
1780’de Ateş Üstüne Fiziksel Araştırmalar başlıklı bir kitapçık yayınlamıştı.
Burada ateşin sıcak bir sıvı olduğunu öne sürüyordu. Fakat kitabı
kamuoyunun dikkatini çekmedi. O da, önde gelen bir gazetede kitabını öven
ve Fransız Bilimler Akademisi’nin tezini onayladığını öne süren bir haber
yayınlatmıştı. Oysa Akademi’nin başında Lavoisier vardı. Onu, asıl
BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
13 13
mesleğinin avukatlık olmasına rağmen bilime yaptığı büyük katkılar
dolayısıyla akademini başına getirmişlerdi. Haberi okuyan Lavoisier,
Marat’ın öne sürdüğü iddiaların yanlış olduğunu, tezine onay vermedikleri
gibi vermeye de niyetli olmadıklarını açıkladı.
Daha sonra gazete çıkarmaya başlayan Marat, orada Lavoisier’i
yerden yere vurmaya başladı. Onun devlet hizmetindeki mesleki icraatlarını
kötülediği gibi, bilimsel başarılarını da kötülüyordu. Bilimsel çalışmalarının
şarlatanlıktan başka bir şey olmadığını söylüyordu. Marat, bir fen adamıydı
ama Jakoben fikirleri savunurdu. Yani, kendini toplum mühendisi olarak
görürdü. Jakobenler, kendi ideolojilerini topluma ikna yoluyla değil, baskı ve
şiddet yöntemleriyle dayatmaya çalışan insanlardı ki Fransız İhtilali’ni
yapanlar da bunlardır. (Son yıllarda sık kullanıldığını gördüğümüz Jakobenizm bir
ideoloji değildir, sadece yöntemdir.)
Marat, Lavoisier’den önce öldü. Bir kadın tarafından banyoda
bıçaklanarak öldürüldü ve cesedi daha sonra kanalizasyona atıldı. Öldü ama
Lavoisier’e attığı iftiralar etkisini sürdürdü. 1794 yılında Lavoisier’i de
tutukladılar. O sırada solunum konusunda deneyler yapmaktaydı. Vergi
toplamada usulsüzlük yaptığı ve aristokrasiyle olan yakın ilişkisini öne sürerek
yargıladılar. Bir gün içinde 28 kişiyle birlikte usulen yargılandı ve hemen
giyotinle infaz edildi. Savunması sırasında onun bilime ve Fransa’ya yaptığı
hizmetlerin dikkate alınmasını isteyen insanlara karşı mahkeme başkanı Yargıç
Coffinhal’in sarf ettiği bir söz, hukuk tarihinde onun da şöhret yapmasını
sağlamıştır. Şöyle demiştir: “Cumhuriyetin dâhilere ihtiyacı yoktur.”
İhtilal önde gelenlerinin Lavoisier’e yaptığı haksızlıklar ve
hukuksuzluklar, günümüzde bile ihtilalın yüz karası olarak anılır. Bugün tıp
adamı Jakoben Marat’ı hayırla anan yoktur. Onu başkalarının bilimsel
çalışmalarına fesatça iftira yağdıran adam olarak hatırlıyorlar. Ama kimya
biliminin yolunu açan avukat Lavoisier, gönüllerde yaşatılıyor. Başkalarının
çabalarını olur olmaz zeminlerde küçümseyen sözde bilimciler Lavoisier olayını
dikkatle incelemelidir.
LUDWİG VAN BEETHOVEN (1770-1827)
Bunlar senin için değil, daha sonraki bir çağ için.
Beethoven’ın, bir eleştirmenine söylediği söz
Almanya’nın Bonn kendinde dünyaya gelen Beethoven, bütün
zamanların en büyük bestecisi olarak nitelenir. İlk bestesini 13 yaşında
yayınlamıştır. 1792’de, yani 22 yaşında Viyana’ya taşınmış ve hayatının
sonuna kadar orada yaşamıştır. Hayatı boyunca 9 senfoni, 32 piyano sonatı,
5 piyano konçertosu ve daha birçok irili ufaklı eser vermiştir. Onun
çalışmaları sözsüz (enstrümantal) müziğin, sanatların zirvesine oturmasını
sağlamıştır. Piyanoyu “en belli başlı müzik aleti” mertebesine çıkaran da
odur. Kendisinden sonra gelen bütün bestecileri etkilemiştir. Müzikte
yaptığı bütün değişiklikler kendisinden sonra kalıcı olmuştur. Piyanonun
sunabildiği birçok imkânı ortaya çıkaran da odur.
Ne var ki, tüm zamanların bu en büyük bestecisi sağır bir kişiydi. Kendisi
BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
14 14
30 yaşlarına yaklaşırken, kulakları zayıflamış ve hastalık ilerleyerek tamamen
duymaz olmuştur. Bu durum, onun sanatına olan güvenini sarsmış ve ortalıktan
çekilmesine yol açmıştır. Ne var ki, insanüstü bir irade gücü sergileyerek
müzikten kopmamıştır. Tersine, bütün gücüyle müziğe yoğunlaşmış, en büyük
eserleri olarak görülen bestelerini kulaklarının duymadığı hayatının son
yıllarında meydana getirmiştir. Onun tam sağırlık döneminde verdiği eserlerin
en büyük müzik eserleri olduğu konusunda uzmanlar arasında görüş birliği
vardır. Ünlü müzisyen, olgunluğunun zirvesinde daha birçok eser vermek için
kararlılıkla çalışmaktayken Viyana’ da 57 yaşında ölmüştür20.
NİKOLAUS AUGUST OTTO (1832-1891)
Kişi gerçeği kalbiyle görür; esas olan gözle görülemeyendir.
Antoine de Saint-Exupéry21
Şimdi de bir seyyar satıcının teknolojiye yaptığı muazzam katkıyı
inceleyeceğiz.
Günümüzde, yüz milyonlarcası her gün oradan oraya koşuşturan,
yakıtı için her gün kan akıtılan dört zamanlı içten yanmalı, bir başka deyişle,
benzinli motor olarak bilinen motorların mucidi Otto’dur. Batı Avrupa’yı ve
ABD’yi dünya liderliğine taşıyan teknolojik atılımlardan biri Otto’nun
benzinli motorudur. Buluş, sadece karayolu taşımacılığının değil, aynı
zamanda havacılığın da önünü açmıştır. 1939 yılında ilk jet uçağı havalanana
kadar uçaklar Otto’nun benzinli motoruyla çalışıyordu. Otto, motorunu
yapmayı başarmadan önce otomobil yapmak için epey zamandır
uğraşılmaktaydı. İlk otomobillerin tipik örnekleri aşağıda görülebilir.
Otto, 1832’de Almanya’da dünyaya geldi. Ancak çocuk yaştayken
babasını kaybetti. Başarılı bir öğrenci olduğu halde geçim derdiyle
okulundan ayrıldı ve bir bakkalın yanına çırak girdi. Daha sonra kâtiplik yaptı
ve daha sonra da seyyar satıcılığa başladı. Otto, Fransız mucit Lenoir’in gazla
çalışan içten yanmalı bir motor icat ettiğini duydu. Aynı motoru gaz yerine
Fransız mucit
Nicolas Joseph Cugnot’un
buharla çalışan
ilk otomobili (1769)
Belçikalı mucit Etienne Lenoir’in
yaptığı ve içten yanmalı iki zamanlı
tek silindirli gazla çalışan otomobil
(1862)
BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
15 15
sıvı yakıtla kullanacak şekilde yapılması halinde çok daha başarılı olacağını
düşündü. Önce bir karbüratör yaptı. Ancak patent bürosu bu konuda birçok
patent olduğunu öne sürerek ona patent vermedi. Çalışmalarını dört
zamanlı motorlar üzerinde yoğunlaştırdı. Araştırmaları ona, Paris 1867
Dünya Fuarı’nda bir altın madalya kazandırdı. Ama dört zamanlı motoruna
gelişmiş, teklemeden çalışan ateşleme sistemini ancak 5 yıl sonra yapabildi.
Bu sayede Dört Zamanlı Motor, en verimli ve başarılı motor hüviyetini
kazandı. On yıl içinde 30 binden fazla motor sattılar. Onun çalışmalarını,
şirketine mühendis olarak işe aldığı Daimler geliştirdi. Diğer yanda Karl Benz
de Otto’nun motorunu kullanarak daha güzel bir otomobil yapmıştır. Daha
sonra ABD’de Henry Ford da piyasaya atıldı. Karayolu taşıtları, Otto’nun
öncülüğünde bütün dünyaya yayılma sürecine girdi.
WİLBUR ve ORVİLLE WRİGHT KARDEŞLER
“Buluş” işine girdikten sonra bu işin içinde bir
gizem olmadığını, kadın veya erkek herhangi birinin de
elindeki listeyi tüm olasılıklar denenene kadar gözden
geçirerek buluş yapabileceğini fark ettim.
B. Edward Shlesinger, Buluş Nasıl Yapılır? adlı eserinden22
Wilbur Wright (1867-1912) ve Orville Wright (1871-1948), Hezarfen
Ahmet Çelebi tekil örneğinden sonra tarihe ilk uçan adamlar olarak geçmeyi
başarmıştır. Her ikisinin de bir süre okumalarına rağmen lise diploması bile
yoktu. Aileleri de zengin değildi. Mekanik işlere olan meraklarından cesaret
alarak bisiklet tamircisi dükkânı açmışlardı (1892). Tarihe altın harflerle
yazılan bütün araştırmalarını bu dükkânda kazandıkları parayla yapmışlardır.
Havacılığa olan ilgilerinin nedeni, okudukları bir kitaptır. Daha sonra konuyla
ilgili iki kitap daha okuduklarını söylemişlerdir.
Onların konuya ilgi duymaya başlamalarından önce başkaları çeşitli
uçuş denemeleri yapmıştı ama hepsi başarısız olmuştu ve işin peşini
bırakmışlardı. Buna karşılık, Wright kardeşler de başarısızlıklarla
başlamalarına rağmen işin peşini bırakmadılar. 1899’da planör ve uçurtma
yapma denemelerine giriştiler. Bir yıl sonra yaptıkları ilk planörleri başarılı
Avusturyalı mucit
Siegfried Marcus’un
1864’de yaptığı otomobil.
Resimde görülen yüksek
kısım, otomobilin tek
zamanlı pistonlu
motorudur.
BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
16 16
olmadı. Yılmadılar ve hatalarını düzeltmek umuduyla bir yıl daha uğraşarak
yeni bir tane yaptılar. Yine başarılı olmadılar. Bir yıl daha çalıştılar ve
hatalarını düzelttiler. Üçüncü denemeleri başarılı oldu. Her seferinde sabır
ve sebat göstererek uçan bir cisim yapmayı başarmışlardı. Bu planörle
binden fazla uçuş gerçekleştirdiler. Kimse farkında değildi ama söz konusu
deneme uçuşları sayesinde, iki kardeş, dünyanın en tecrübeli pilotları
olmuşlardı. Daha önce uçuş denemesi yapanların aklı uçaklarını yerden nasıl
kaldıracaklarına odaklanmıştı. Oysa Wright Kardeşler, bu aşamayı geçmeyi
başarmışlardı. Artık onların temel sorunu, havalandırdıktan sonra uçağı
kontrol edebilmek, gerektiği gibi yönetebilmekti. Yoğun araştırmaları
sonucunda, üç eksende de tam denetim sağlamayı başardılar. Bu sayede
uçaklarını tam olarak manevra yeteneği kazandı.
Wright kardeşlerin diğer bir büyük başarıları, kanat yapımı
konusunda oldu. İlk denemeleri sırasında daha önce yapılan kanatların
başarılı olmadığını anlamışlardı. Kanat geliştirmek için rüzgâr tüneli inşa ettiler
ve burada 200 değişik kanat üzerinde deneme yaptılar. Bu sayede kanattaki
hava basıncı dağılımının kanadın şekliyle olan ilgisini keşfetmişlerdi.
Onlar uçak yapma işine koyulduğunda içten yanmalı motorlar icat
edilmişti ve piyasada kullanılıyordu. Ama uçaklarda kullanılmaları için son
derece hantaldılar. Fakat Wright kardeşler, bir motor teknisyeniyle anlaşarak
kendilerine uygun buldukları bir motor tasarımını çizdirdiler. Aslında bu
konuda bir tecrübeleri de yoktu. Ama yaptıkları motor diğer motorlardan
çok daha üstündü. Söz konusu başarılarının onların mekanik alanındaki
dehalarını gösterdiği kabul edilir. Diğer yandan, kendi motorlu uçaklarının
pervane tasarımını da kendileri yaptı.
Tepeden tırnağa kendi tasarımları olan ve Flyer 1 adını verdikleri bu
uçakla, ilk uçuşlarını Aralık 1903’de yaptılar. Her ikisi de o gün ikişer uçuş
yaptı. Orville, 12 saniye havada kaldı ve 40 metre uçabildi. Wilbur ise 59
saniyede 255 metre uçtu. Sonradan uçuş yapılan yerin adıyla, Kitty Hawk
olarak anılan söz konusu uçak, 375 kg ağırlığı ve 12,3 metre kanat açıklığı
olan bir uçaktı. 12 beygirlik gücündeydi ve 85 kg ağırlığı vardı. Aşağıda uçuş
alanındaki fotoğrafı görülen bu uçak, halen Washington’da Ulusal Havacılık
ve Uzay Müzesi’nde bulunmaktadır.
Wright kardeşlerin ilk uçuşlarını
gerçekleştirdikleri Kitty Hawk adıyla
anılan uçak,375 kilogram ağırlığında ve
12,3 metre kanat açıklığındaydı. Üzerine
konan özel yapım benzinli motor ise 85
kilogram ağırlığındaydı.
Yanda uçuş alanında fotoğrafı görülen
uçak halen, Washington’da Ulusal
Havacılık ve Uzay Müzesi’nde
bulunmaktadır.
BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
17 17
Tarihin ilk motorlu uçakla uçuşunun sadece 5 tanığı oldu. Kendi
memleketleri olan Dayton’da, basın uçuştan tek satır söz etmedi. Dünyada ilk
insanlı uçuşun gerçekleştiğinin duyulması ancak 5 yıl sonra mümkün olabildi.
Onlar ise ilgisizliği hiç umursamamış görünüyorlardı. Çalışmalarını sürdürdüler ve
bir yıl sonra Flyer 2’yi uçurdular. Bu uçakla bir değil, 105 uçuş yaptılar. Yine ilgi
görmedi. Bir yıl daha çalıştılar ve Flyer 3’ü yaptılar. Bu uçaklarıyla sayısız uçuş
gerçekleştirdiler. Başarıları yine ilgi görmedi. Ancak bir yıl sonra Herald Tribune’de
haklarında bir yazı çıktı. Başlık şöyleydi23: “Uçucular mı? Yoksa Yalancılar mı?”
Öyle ya, kimsenin başaramadığı bu büyük işi gerçekleştirmek iki bisiklet tamircisine
mi kalmıştı. O gün bu büyük başarı karşısında ayak sürüyenleri kimse hatırlamıyor.
Ama küçümsenen iki kardeş, bugün dünyanın en büyük mucitleri arasında ön
sırada anılıyor. Bizim tebliğimizde ilk sekize girmesinin nedeni de budur.
THOMAS ALVA EDİSON (1847-1931)
Soru da bilgiden doğar, cevap da.
Mevlana Bilim adamları neden deney yaparlar?
Yanıt, sorunun basitliği ölçüsünde açık görünüyor:
Doğayı anlamak için. Ama doğaya soracağımız en
önemli sorularımızı nasıl formüle ediyoruz ve
doğru görünen yanıtları nasıl kavrıyoruz?
Büyük Bilimsel Deneyler adlı eserden24
Edison, 1029 patentli icat yapmış, gelmiş geçmiş en büyük
dâhilerden biridir. Onun dâhiliği, sabır ve sebatla harmanlanmış bir dâhilikti.
O kadar şöhret yapmıştı ki, 1878’de, elektrikle çalışan lamba üzerinde
çalıştığını ağzından kaçırınca, gaz yağı şirketlerinin ve gazyağı lambası
üreticilerinin hisseleri birden bire “çok kötü bir şekilde” 25 düşmüştü.
En özgün icadı 1877’de patentini aldığı fonograftır. Fonograf, sesleri
kaydederek istendiğinde tekrar dinlenilmesini sağlayan bir cihazdır. Bu cihaz
Alman bilgini Emil Berliner’e ilham vermiş ve ilk müzikçalar kutusu olan
gramofonun patenti 1887’de Almanya’da alınmıştır.
Edison’un hayatımızı en çok etkileyen icadı ise evlere elektrik götürerek
aydınlatmasıdır. Karbon flamanlı ilk elektrik ampulünü yapmış ve evlere elektrik
götüren bir dağıtım şebekesi geliştirerek insanlığa çağ atlatmıştır. 1882 yılında
kurduğu şirket, New York evleri için elektrik üretmeye başlamış ve uygulama
daha sonra gelişerek bütün dünyaya yayılmıştır. Özgün buluşları yanında
kendisinden önce icat edilmiş çeşitli cihazların gelişmesine de katkıda
bulunmuştur. Telgraf, telefon, film kamerası, piller bunların en önemli olanlarıdır.
Tarihte ilk kez birçok insanın çalıştığı bir araştırma laboratuarı kuran da
Edison’dur. Dünyaca ünlü General Electric Şirketi’ni kuran da Edison’dur. Dağlar
kadar başarıları olan ve bilim ve teknoloji tarihine dahi olarak geçen Edison, okula
ancak üç ay gidebilmiş bir kişidir. Okulu terk etmesinin nedeni, okul müdürünün
onun geri zekâlı olduğunu öne sürerek okuldan çıkarmasıdır. Okul müdürünü
bugün kimse bilmiyor. Yetiştirmeye değer bulduğu öğrencilerin hayatlarında
neleri başardığını da bilmiyoruz. Ama onun geri zekâlı raporu verdiği öğrencisi,
tarihe altın harflere geçti. Şimdi onun sayesinde öğretmeni de hatırlanıyor. Ama
nasıl hatırlanıyor?
BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
18 18
JOHN DALTON(1766-1844)
Önemli olan gerçeği ele geçirmek değil, takip etmektir.
Elio Vittorini26
John Dalton, kimya alanında büyük atılımları mümkün kılan temel
fikri ortaya atan İngiliz bilginidir. Atom, molekül, element ve kimyasal
bileşim kavramlarını anlaşılabilir şekilde açıklık getirmiştir (1804). Hazırladığı
ilk atom ağırlıkları tablosunda 20 element vardı. Kuramı son derece
inandırıcı bulunduğu için yirmi yıl içinde bütün bilim adamları onun kuramını
benimsediler ve kendi araştırmalarının merkezinde yer verdiler. Kuramı,
kimya deneylerinin açıklanmasında ve yorumlanmasında son derece zihin
açıcı idi. 1808’de yayınladığı Yeni Kimya Felsefesi Sistemi en önemli
eseridir. Söz konusu eserinde, aynı kimyasal bileşimin herhangi iki
molekülünün aynı atomların karışımından meydana geldiğini açık seçik
söylemiştir. Mesela suyun (H2O), iki hidrojen ve bir oksijen atomunun
birleşmesinden meydana gelmesi gibi. Dünyada toplam atom miktarının çok
fazla olduğunu fakat çeşit sayısının çok az olduğunu açıklamıştır. Çeşitli tip
atomların ağırlıklarının farklı olmasına rağmen, aynı tür iki atomun her
bakımdan benzer olduğunu söylemiştir.
Bilime temel nitelikte çok önemli katkılar sağlamış, zihin açıcı temel
eser yayınlamış olan Dalton, 1766 yılında kuzey İngiltere’nin bir köyünde
dünyaya gelmiştir. Köy ortamında eğitimi 11 yaşındayken sona ermiş bir
kişidir. Ne yaptıysa, tamamen kendi başarısıdır ve diğer bilginlerin yaptığı
çalışmaları kararlılıkla izlemesi sayesinde edindiği bilgilerin sorgulanması
temelinde ortaya çıkmıştır.
GREGOR MENDEL (1822-1884)
Bir gün beni anlayacaklar.
Gregor Mendel
Gregor Mendel, günümüzde Çek cumhuriyeti sınırları içinde yer alan
Brno manastırında yaşayan bir rahipti. 1860 yılından itibaren bitkiler
üzerinde kalıtımla ilgili araştırmalar yapardı. Bilim dünyasının Darwin’in
“izm”leşmiş kuramının peşine düştüğü zamanda kendi mütevazı ortamında
genetik biliminin temellerini attı. 1884 yılında öldü. Yaptığı araştırmaların
John Dalton’un
elementler
tablosunda
sağ tarafta
görülen şemada
20 değişik atom
yer alır.
Solda ise
atomlardan
meydana gelen
molekülleri
açıkladığı
çizimleri
görülmektedir.
BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
19 19
değeri ölümünden 30 yıl sonra üç ayrı araştırmacı tarafından tekrar tekrar
keşfedildi. Araştırmalarının sonuçlarını ilk açıkladığı tarihten ise 50 yıl sonra.
Oysa Mendel, araştırmalarının sonuçlarını gizli tutmamış, vardığı
sonuçları bilimsel bir dergide yayınlamış ve makalesini 40 kadar bilim adamına
ve çeşitli kurumlara göndermişti. Ölüm döşeğindeyken, başında bekleyen
rahibe şöyle demişti 27 : “Yaşamım süresince birçok sıkıntı verici durumla
karşılaşmış olmama rağmen, şükranla itiraf etmeliyim ki hep iyi ve güzel galip
geldi. Bilimsel çalışmalarım bana büyük doyum sağladı. Bunların kısa zamanda
tüm dünyada kabul göreceğimden eminim.” Ne var ki, öldüğünde yerine geçen
başrahip, yazılarının pek çoğunu değersiz bularak yakmıştı.
Mendel’in talihsizliği, çalışmalarını yayınladığı tarihin Darwin’in
Türlerin Kökeni adlı kitabını yayınladığı tarihle aynı tarih olmasıydı.
Darwin’in çalışmaları ona şöhretin kapılarını hemen açtı ama Mendel’in
çalışmaları 50 yıl boyunca onun gölgesinde kaldı.
Öldüğünde, o yörenin tarım cemiyeti tarafından verilen ölüm ilanına
bakılırsa, çevredekiler çalışmalarının farkındaydı. Ölüm ilanında, yaptığı her
şeyin “gerçek hayatta işe yarar” olduğu özellikle vurgulanmıştı. O halde
Mendel’in çalışmaları neden bu kadar geç fark edilmişti?
Brno’lu bir biyolog, gecikmenin nedenini açıklamak isterken,
bulgularının “yaşadığı çağın ruhuna uymadığını” söylemiş ve şöyle eklemiştir28:
“Çalışmaları iyi biliniyordu ancak zamanın birbiriyle çatışan ve birbirini dışlayan
görüşlerinin ortaya çıkardığı önyargılar yüzünden bilmezden geliniyordu… Uzun
yıllar süren ilişkilerimizden biliyorum ki Mendel, bitkilerle ilgili yayınlarının
hemen fark edilmemesinden dolayı hayal kırıklığına uğramamıştı. O zamanlar,
yeni bitki formlarının oluşumunu açıklamak için neredeyse yalnızca, genel kabul
gören Darwin’in hipotezlerine başvuruluyordu.”
Neden Darwin? Çünkü onun tezi çağın ruhuna uygundu. Ari ırkın
üstünlüğünü, sınıflı toplum yapısının doğal temellerini, sömürgeciliğin neden
Arilerin hakkı olduğu gibi siyasi emelleri onun kuramıyla açıklıyorlardı. Tezleri
hiç bekletilmeden ve tartışılmadan ideolojinin emrine sunulmuş, Aydınlanma
Çağının yaygın bir hastalığı olan izm’ler kalıbına dökülmüştü.
Mendel, çağının ruhuna hitap edememesine rağmen araştırmalarını
sürdürürken, pek de talihsiz sayılmazdı. Çünkü yaşamakta olduğu Brno
manastırı, özellikle doğa bilimleri konusunda oldukça güçlü bir entelektüel
ortama sahipti. Başka rahipler de çeşitli konuların araştırılmasına gönül
vermişlerdi. Elma yetiştiriciliği, üzüm yetiştiriciliği, kavun yetiştiriciliği, hatta
palmiye yetiştiriciliği üzerinde araştırma yapan rahip arkadaşları vardı.
Manastırın ünü yayılmıştı ve çevreden soru sormak isteyenler geldiği gibi,
kafasındaki fikirleri manastırın araştırmacı rahipleriyle müzakere etmek
isteyenler de gelirdi. Ayrıca büyük bir de kütüphane vardı. Kütüphane yeni
çıkan kitapları satın alınabilmesi konusunda çevrede yaşayan insanlardan
mali yardım da görüyordu.
İnsanlığın yolunu aydınlatan birçok düşünürün, dâhinin ve mucidin
hayatını incelemiş bir kimse olarak, fizikte Faraday’ın hayatı kadar doğa
bilimlerinde Mendel’in hayatını da aynı değerde incelemeye değer bulurum.
BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
20 20
7 ARAŞTIRMACILIĞIN BATIDAKİ KÜLTÜREL KÖKENLERİ ÜZERİNE KISA BİR DEĞERLENDİRME
Beşeriyetin hayvaniyeti yemekle, insaniyeti okumakla beslenir.
Namık Kemal
Toplumları yeniliğe ve daha doğru bir deyişle gelişmeye yönlendiren kültürel etkenlerin de
ortaya konması gerekir. Bunun yanında, zamanda donup kalmanın, her türlü gelişmeye sırt
çevirmenin de arkasında kültürel etkenler vardır. Kısaca söylemek gerekirse, işin başı kültürdür.
Kültürün çıtası ne kadar yükselirse ekonominin ve toplumsal refahın çıtası da onu gölge gibi izler.
Bizde sıklıkla işitildiği gibi, zenginlik kültürü değil, tersine kültür zenginliği getirir.
Önce kültürel yaklaşımla, Batının teknolojik üretim sürecini kısaca açıklayalım:
Avrupa yoksuldu. Hem de son haddinde yoksuldu. İnsanların çoğu ertesi gün yiyecek bulup
bulamayacağı şüpheli bir vaziyette yatağa girerdi. Günün birinde icat fikri icat oldu. Bütün Avrupa’nın
kaderi değişti. Elbette ki Avrupa’nın ilerlemesi tek bir nedene bağlanamaz. Ama söz konusu temel
nedenden hareketle, hep birlikte birbirlerini besleyen başka etkenlerin de üst üste gelmesiyle
ilerleme düşüncesi filizlendi ve tetiklendi. Eğer söz konusu oluşuma bir tarih koymak istenirse, Batının
kaderinin dönüm noktası, adı 19. yüzyılda konan ama kendisi 15-16. yüzyıllarda hazırlıklarını
tamamlamış olan ve “yeniden doğuş” anlamına gelen “Rönesans Çağı”dır.
Büyük icatları ve bunların mucitlerini sıralayan kitaplar, ilk kez Rönesans döneminde
yayınlanmıştır. İlk örneklerden biri, Polydore Vergil’in 1499 yılında basılan Nesneleri Yaratan Mucitler
Hakkında adlı eseridir. İnternette bu eseri daha yakından tanıyabilmek için yaptığımız taramada, söz
konusu kitabın 16. yüzyıl boyunca birçok kez basıldığını ve birçok dile çevrildiğini gördük. Büyük
kütüphaneler, sahip oldukları eski eserler hazinesini tanıtabilmek için en öne koydukları kitaplardan
biri işte bu, Avrupa tarihinin dönüm noktası niteliğindeki kitaptır.
Konuyla ilgili bir başka kayda değer temel eser, Francis Bacon’un, 1623’de yayınladığı “Yeni
Atlantis” adlı eseridir. Söz konusu eser, araştırma ve icat tutkusunu kültüre adeta kazıyan nitelikte bir
kitaptır. Yeni Atlantis, Bacon’un Bensalem adını verdiği hayali bir ülkedir. Orada devlet desteğiyle
faaliyet gösteren, teknik sanatların ilerlemesine adanmış olan bir araştırma laboratuarı vardır. Yazar
buna, Süleyman’ın Evi der. Söz konusu evde yan yana duran iki büyük salon bulunmaktadır.
Salonlardan birinde, icatların çizimleri, diğerinde ise mucitlerin ve kâşiflerin heykelleri durmaktadır.
Süleyman’ın Evi’nin başrahibinin ağzından şöyle yazmış Bacon29: “Yapılan her keşfin ardından, kâşifin
büstünü dikerek böylelikle ona büyük ve onurlandırıcı bir ödül vermiş oluruz.”
Buluş fikrini toplumun kafasına sokan bu kitap birçok baskı yaptı ve birçok Avrupa diline
çevrildi. Bu sayede icat fikrinin itibarının yükselmesine çok önemli katkılar yaptı. Ayrıca Bacon’un
katkıları sadece bununla sınırlı değildir. Kendisi bilimsel araştırma yöntemi konusunda son derece
temel nitelikte katkı sağlamıştır.
Bunlara benzer daha birçok eserin de katkısıyla, Avrupa’da mucitlerin itibarı hızla artmıştır.
Sadece mucitlerin değil, kâşiflerin de itibarı artmıştır. Kâşif olmak için yola çıkmak büyük tehlikelerle
yüz yüze gelmeyi de gerektirir. Kâşifler çoğalıp da ilk başarılar Avrupa’da yayılınca, Coğrafya
Cemiyetleri kuruldu. Önce dünyayı ve sonra da üzerinde yaşayan insan topluluklarını tanıma arzusu
kabardı. Haritacılık hızla gelişti. Mucit ve kâşifin itibarının yükselişinin her aşamasında teknoloji ve
bilim birkaç adım ilerledi. Sonunda endüstrileşme iştahı geri döndürülemez bir irade kazandı.
Mucitler ve kâşifler artık birer kültür kahramanı haline geldiler.
Kâşifleri ve mucitleri milli kahraman yapan, onların hayatlarını, çalışmalarını, seyahatlerini
anlatan eserler oldu. Söz konusu kitaplar sayesinde yeni nesiller de giderek daha fazla bu kanala
girdiler. On dokuzuncu yüzyılda bu tür kitaplardan birçok yayın yapıldı. Bacon’un iki yüz yıl önce
hayalini kurduğu laboratuarın icatlar ve mucitler salonu kitap sayfalarından fırladı ve uluslararası
BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
21 21
endüstri sergileri haline geldi. Mucitlerin heykelleri halka açık yerlere dikildi. Hükümet mucitlerin
onurlandırılması, ödüllendirilmesi ve para kazanmalarını sağlamak amacıyla birbiri peşi sıra tedbirler
aldı (mesela patent kanunu gibi).
Teknolojik yeniliklerin benimsenmesine elverişli sosyo-kültürel ortamı araştıran Dr. R. A.
Buchanan, İngiltere’de Endüstriyel Arkeoloji adlı eserinde, endüstri devriminin arkasındaki önkoşulları
açıklarken şöyle demektedir30: “Bir buluşun ya da yeniliğin ticari açıdan başarılı olabilmesi için üç unsur
gereklidir. Bir ölçüde ya da tümüyle toplumsal ortamla ilintili olan bu unsurların ilki, yenilikleri, buluşları
önemsemeye, onlara kucak açmaya hazır anahtar gurupların toplumda var olmasıdır.” Yani, önden
giderek örnek olan bir takım öncü guruplar, buluşların topluma benimsetilmesi çok zorlaşır.
Bir takım ideolog sözde tarihçilerin öne sürdüğü gibi, icat arayışının kültürel kökleri Rönesans
döneminden önceye dayanmaz. Nitekim aklı başında tarihçiler, Batıda yeniliğe yönelik tutkunun
kökenlerini Rönesans’tan önceye götürmezler.
Batı’da konunun cazibesinin tamamen anlaşılmasına bir tarih koymak gerekirse, 17. yüzyıl
demek yanlış olmaz. Söz konusu dönemde yeniliğe yönelik tutkulu eğilim o kadar artmıştır ki, her
türlü ilmin yenisinin açıklandığını iddia eden birçok kitap yayınlandığını görüyoruz. Yazarları çok ünlü
kimseler olduğu için birkaç yazarı ve kitabını burada analım: Galile’nin 1638’de yayınladığı İki Yeni
Bilim adlı eseri, Kepler’in 1609’da yayınladığı Yeni Astronomi adlı eseri, Francis Bacon’un 1620’de
yayınladığı Yeni Mantık adlı eseri. Batı kültürüne “ilerleme” düşüncesini sokan işte bu gibi eserlerdir.
Burada çok önemli bir hususun altını özellikle çizmek isteriz:
Kitap yayınlamak yetmiyor, okuyucu da gerekli değil mi? Bu sorunun cevabını, Kepler’in hayatını
anlatan bir eserde bulduk. Orada Kepler’in, astronominin temel yasalarını açıkladığı eserinin 1627
sonbaharında Frankfurt’ta açılacak kitap fuarına yetiştirmek için çalışmalarını hızlandırdığından söz
ediliyor31. Bu satırlar bizi epey düşündürttü. Düşünün, kitap yenmez içilmez, buna rağmen Frankfurt’ta
kitap fuarı açılıyor. Yazarlar kitaplarını fuara yetiştirmek için çalışmalarını hızlandırıyor. Peki, bu kitap
fuarına kimler gidiyor? Sadece Frankfurtlular mı? O zamanların yol şartlarını bir düşünelim. İnsanların bir
yerden bir yere seyahati çoğu kez haftalar sürüyor. En şanslı olanlar, ırmak üzerinden tekneyle
gidebilenler. Bir fuarı cazip hale getirecek kadar bir kalabalık nasıl toplanıyor olabilir? Üstelik bir kitap
fuarını! Günümüzde Frankfurt Kitap Fuarı hâlâ yapılıyor. Demek ki söz konusu fuar orada 400 yıldan beri
var. Demek ki Batı kalkınmasının temeline mucitleri ve kâşifleri yerleştirirken, hemen yanı başında okuyan
bir toplumdan da söz etmemiz gerekiyor. Marifet iltifata tabi çünkü. Yazanlar ve okuyanlar birbirini
beslemeseydi, ne eser bırakılır ne de kitap okunurdu.
8 MÜSLÜMANLAR NEDEN GERİ KALDI?
Rönesansımızın matematik hocaları Yunanlılar
değil, Müslümanlardır.
Jacques Risler32
Matematiği, Yunanlıların soktuğu tamamen
geometrik kılık içinde devralan Müslümanlar, bu kılığı
atarak, ona cebir ve hesap elbisesi giydirdiler.
Singid Hunke33
Yukarıda, buluşların benimsenmesi için elverişli bir toplumsal ve kültürel ortam gerektiğinden
söz etmiştik. Bu bakımdan, Avrupa’nın yükselişe geçtiği çağda, İslam dünyasında söz konusu ortamın
ne durumda olduğunu anlamanın önemi büyüktür. Çünkü yüzyılların getirip kültüre gömdüğü
yanlışlardan kurtulmak pek kolay olmamaktadır. Müslümanların neden geri kaldığına dair bazı eserler
vardır. Ancak bunları itici bulduğumuzu itiraf etmeliyim. Carl Sagan, TÜBİTAK tarafından yayınlanan
BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
22 22
Karanlık Dünyada Bilimin Mum Işığı adlı eserinde, din ve bilimin karşı karşıya getirilmesi konusunda
şöyle bir değerlendirmek yapmıştır: “Bilim ve ruhaniyetin birbirini içermez oldukları şeklindeki
düşünce ikisine de haksızlık ediyor.” Bize göre sorunu dinde değil, kültürde aramak gerekir. Biz de bu
ilkeden hareketle geriliğin kültürel kökleri üzerinde birkaç konuya değineceğiz. Ama tebliğin
çerçevesini çok aşacağı için kapsamlı bir değerlendirmeye girişmeyeceğiz.
Bilim ve teknoloji tarihi ile ilgilenenler, bir zamanlar Müslümanlarla kıyas kabul etmez
derecede geri durumda olan Avrupa’nın birkaç yüzyıl içinde açık ara öne geçtiğini bilirler. Dokuzuncu
ve onuncu yüzyıllarda birçok İslam bilgininden söz edilebilir. Buna karşılık daha sonra anılmaya değer
isimler giderek azalır. Son olarak İstanbul’da Takiyuddin, Türkistan’da Uluğ Bey ve Ali Kuşçu’dan söz
edilir. Ne var ki, açık ara öndeyken, birkaç yüzyıl içinde açık ara geride kalmanın nedeni üzerinde fazla
kafa yoran yoktur. Olsa bile, dindar çevrelerden dışlanma ve kızgınlığa yol açma korkusuyla, görüş
açıklamaktan kaçınırlar. Konuyu ipe un seren cümlelerle geçiştirirler.
Bazı çevreler, gerilemeden doğrudan doğruya İslam dinini sorumlu tutarlar. Oysa bu takdirde,
bilimin ve uygarlığın, çağının zirvesine ulaştığı dönemleri açıklamak mümkün olmaktan çıkar. Karşı tarafa,
gerilemeden İslam dininin sorumlu tutulamayacağını anlatmak adına, İbn Sina’dan, Farabi’den, Harizmî’den,
İbn Heysem’den, Ömer Hayyam’dan, Cizreli Ebu’l İz’den ve daha birçok, insanlığın aydınlanmasının yolunu
açmakta önemli roller oynamış bilginleri öne sürerek, İslamiyet’i savunmaya çalışırlar. Anlatılanların pek
çoğu, birinci binyılın son çeyreği ve ikinci binyılın ilk yüzyıllarıyla ilgili gerçeklerdir.
Kuşkusuz İslam dininin gerilemede sorumlu tutulması mümkün değildir. Ne var ki, ister
Hıristiyanlık isterse İslamiyet olsun, zaman içerisinde dine insan eliyle verilen çeşitli biçimler, gerilemeden
doğrudan sorumludur. Müslümanların geri kalmasının nedenlerini incelerken mukayeseli bir yöntem
izlemek gerekir. Özellikle ikinci binyılın ikinci yarısında, Batı dünyasında ortaya çıkan okuma
seferberliğini, -Avrupa’da okuma seferberliğini iştahlandıran ilk kitapların doğudan getirilen ve tercüme edilen
eserler olduğu da çarpıcı bir başka gerçektir-, araştırmalarını ve görüşlerini başkalarına duyurmayı ilke
edinen düşünürleri, günümüzden 400 yıl önceki kitap fuarlarını dikkate almak ve bunların İslam
dünyasındaki karşılıklarını da aramak gerekir. Oysa dini koruma kaygısıyla, gerileme konusunda çeşitli
eserler yayınlandığı halde, bunlar, Avrupa’da ortaya çıkan gelişmelere değinmeden, kıyas yapmaksızın
kaleme alınmış çalışmalardır. Bazı kimseler kendini İslam bilim ve uygarlığı konusunda uzman
görürken, Batı uygarlığının gelişme seyrini kendi uzmanlık alanının dışında gördüğü için
incelememiştir. Oysa kıyas olmadan tutarlı bir açıklama mümkün değildir. Bu tebliğimizin sınırlı
çerçevesinde böylesine önemli bir konuyu enine boyuna incelememiz mümkün değildir. Bu bakımdan
konunun en can alıcı yanına, geri kalmışlığın nedenleri arasında en kritik değerde gördüğümüz birkaç
hususa değinmekle yetinmek durumundayız.
Şu görüşün sosyal bilimciler arasında genel kabul gördüğünü düşünüyoruz: Tarihin özeti
kültürde, kültürün özeti dilde saklıdır. Buna dayanarak, İslam ülkelerinin geri kalmasının ipuçlarını
taşıyan iki sözcükten yola çıkarak, söz konusu sözcüklerin zaman içinde olumludan olumsuza doğru
olan anlam kaymalarını incelemek suretiyle konuya açıklık getirmeyi deneyeceğiz. Söz konusu
sözcüklerden biri bid’at ve ikincisi hiyeldir. Önce bid’at sözcüğünü inceleyelim.
İslam Ansiklopedisi, bid’atı, “Asr-ı Saadet’ten sonra ortaya çıkan, şer’i bir delile dayanmayan
inanç, ibadet, fikir ve davranışlar hakkında kullanılan bir deyim” olarak tarif ediyor. Bu tanımın hemen
altında “bd’a” kökünün Arapçadaki anlamı şöyle açıklanıyor: İcat etmek, örneği olmaksızın yapıp
ortaya koymak, inşa etmek. Buradan türeyen, bid’at sözcüğünün, “daha önce benzeri bulunmayıp
sonradan ortaya çıkan şey” anlamına geldiği de açıklanıyor34. Bundan dolayı da bid’at konumuzun can
damarı oluyor. Osmanlıca sözlükte bid’at, “sonradan, yeniden çıkmış şey; peygamber zamanından
sonra dinde olan şey” olarak açıklanıyor ve bid’at-i hasene (beğenilebilir yenilikler) ve bid’at-i seyyie
(kötü yenilikler) şeklinde ikiye ayrılıyor35.
BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
23 23
Yine İslam Ansiklopedisi’nde yer verilen bilgiye göre, bid’atın biri dar diğeri geniş olmak üzere
iki anlamı var. Geniş anlamıyla bid’at “Hz. Peygamber’den sonra ortaya çıkan her şeydir”. Bu tanımın
kapsama alanına dini mahiyette görülen amel ve davranışlar girdiği gibi, günlük hayatla ilgili sonradan
ortaya çıkan yeni fikirler, uygulamalar ve âdetler de giriyor. Ansiklopedide bu görüşü destekleyen
mezhep imamları ve yakın izleyenlerin adları da sıralanmaktadır.
Dar anlamında bid’at ise, “Hz. Peygamber’den sonra ortaya çıkan ve dinle ilgili olup da ilave
veya eksiltme özelliği taşıyan her şey” olarak tanımlanmaktadır. Bid’at üzerine hadisler de aynı
kaynakta yer alıyor: “İşlerin en kötüsü sonradan ihdas edilendir”; sonradan ihdas edilen her şey
bid’attır”; “her bid’at dalalettir36”. Hadislerin “sahih” olup olmadığı ayrı konudur. Burada önemli olan
söz konusu hadislerin genel kabul görmesidir.
Bid’atı iyi ve kötü bid’at diye ayırmaya çalışanlar da olmuş. Bundan maksat, kolayca fark
edilebileceği gibi, bid’at sözcüğüne yüklenen anlamların gelişmeye engel çıkaran tarafıdır herhalde.
Ama iyi ve kötü bid’at ayrımı yapanlar etkili olamamıştır. Egemen olan görüş, “bid’atın iyi olması söz
konusu değildir; çünkü iyi bid’at denilenler esasında bid’at olmayan şeylerdir”37.
Zamanla ortaya çıkan ve İslam dünyasının donup kalmasına yol açan sorunun, zaman içerisinde
yanlışlığının fark edilerek engelin aşılamamasının nedeni, “nakil” ve “rivayet” konusunda sergilenen ilmi
zaaftır. Sanki gerçeğin kendisiymiş gibi, daha öncekilerden işitilenler ya da kitaplarından okunanlar
nakledilmiş, bunlar bir zaman sonra da “falan kişiden rivayet edilir ki” şeklinde sorgulanmadan ilmi ve dini
gerçeklerden haber veriliyormuş gibi gelecek kuşakların önüne konmuştur. Nakilcilik geleneği, kitaplara
dökülmüş ilk yorumun, sanki gerçek olan oymuş gibi, çağlar boyunca sürekli tekrarlanması şeklinde bir
durum ortaya çıkarmıştır. Sorgulayıcılık, yerini nakle bırakmış, bu yolu izleyenler, yorumların geleceğe
taşınmasını “bir zorunluluk, hatta kutsal bir görev”38 olarak algılamıştır.
İslam dünyasının geri kalmasının nedenlerinin başında, “bid’at” sözcüğüne yüklenen anlamın ve
hayatın gerçekleriyle uyuşmayan büyük bir yanlışlığın, “nakil” ve “rivayet” yoluyla sorgulanmadan gelecek
kuşaklara iletilmesi gelmektedir. Başlangıçta icat etmek veya inşa etmek gibi olumlu bir anlamı olan
sözcük, zamanla tamamen olumsuz bir anlama büründürülmüştür. Hiç şüphe yok ki İslam dini bundan
sorumlu değildir. İslam dinini geri kalmanın nedeni olarak gösterenler, aynı zamanda Hıristiyanlığı da
Avrupa’nın karanlık çağlarının sorumlusu olarak görürler. Oysa bunlar aşılamaz engeller değildi. Nitekim
yukarıda bilime yaptıkları katkılardan söz ettiğimiz birçok Avrupalı düşünür, kiliselerde ve manastırlarda
yaşayan din adamlarıydı. Birkaç satırla bu konuya da bir nebze de olsa açıklık getirelim:
Günümüz uygarlığının yolunu açanlardan Faraday, Sandeman tarikatına mensuptu. Çağ açan
bu büyük dehanın elektrik konusunda araştırmalara yoğunlaşmasının nedeni, “elektrik görünmez ve
anlaşılmaz bir şey olmaya devam ettiği müddetçe ‘Tanrının sonsuz gücü ve Tanrısal yapısını’ doğru
olarak anlayabilmek mümkün olmayacak”39, şeklinde oluşan kendine özgü dini inancıdır. Birkaç sayfa
önce genetik alanındaki öncü rolünü incelediğimiz Mendel, manastırda yaşamakta olan bir başrahipti
ve çevresi araştırmaya ve yeni bir şeyler bulmaya çalışan başka rahiplerle doluydu.
Gökbilimin matematik diliyle ifade edilmiş temel yasalarını ortaya koyan Kepler, son derece
dindar bir insandı ve en büyük arzusu kilise hizmetine girmekti. Gökbilimle ilgilenmesinin nedeni
“Tanrının imgesini görmekti” 40 . Kepler’in fikirlerinden etkilendiği Polonyalı Kopernik, kilise
hukukçusuydu; hayatının büyük bölümünü katedralde geçirmişti. Bilime yön veren olağanüstü
başarısını boş zamanlarında gerçekleştirmiştir.
Bilimsel araştırma yönteminin üç kurucusundan biri olarak nitelenen Fransız düşünürü René
Descartes (1596-1650), kendini dindar bir Katolik olarak görürdü. Kendisi, “araştırmaya inançla değil,
kuşkuyla yaklaşmak gerekir”, demiş ve bu tek cümlesiyle çığır açmıştır. Bilim adamlarının belirsiz
fikirlerden kaçınmasını, dünyayı matematik denklemlerle açıklamaya odaklanmalarını savunmuştur.
“Gerçekleri topla, sonra mantıkla bu gerçeklerden sonuç çıkar”, diye araştırmacıya yol
BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
24 24
gösteren İngiliz düşünürü Francis Bacon (1561-1626), bilim ve teknolojinin dünyayı değiştireceğini
fark eden ilk düşünürlerden biridir ve yöntemli bilimsel araştırmanın en etkili savunucularındandır.
Bacon’un bilim felsefesi üzerine yaptığı çalışmalar kendisinden sonra gelen kuşaklar üzerinde çok
etkili olmuştur. Yukarıda kısaca değindiğimiz Yeni Atlantis adlı eseri, ne kadar dindar bir bakış açısına
sahip olduğunun kanıtıdır. Ama aynı zamanda söz konusu eser, “yaşayan Hıristiyanlığa” ve Avrupa’nın
siyasi düzenine ve ahlak anlayışına yönelik yoğun eleştirileri de içerir.
Verdiğimizi tekil örnekler yanlış değerlendirilmesin. Almanya’da Lutherci üniversiteler vardı
ve onların uzmanlık alanı matematikti. Matematiğe Endülüs üzerinden gelen İslam biliminden
haberdar olduktan sonra sarılmışlardı. Peki, İslam dünyası kendi aktardığı bilimden kendisi niçin
istifade edemedi: Bid’at, nakil ve rivayet anlayışı yüzünden.
Şimdi de işin teknoloji cephesine bakalım ve bu amaçla hiyel sözcüğünün kökenlerine eğilelim:
İnternetteki Osmanlıca-Türkçe sözlüklerde hiyel karşılığı olarak verilen anlamlar şöyle
sıralanıyor 41 : Aldatmacalar, hileler, sahtekârlıklar. Mustafa Nihat Özön’ün Osmanlıca-Türkçe
sözlüğünde hiyel karşılığı olarak verilen anlamlar ise şöyle: Hileler, dalavereler. Bunun yanında, ilm-
ül hiyel karşılığı olarak mekanik bilgisi ve letaif-ül hiyel karşılığında ise kurnazca oyunlar, hileler
anlamları yer alıyor42. Sorun da burada başlıyor.
Etimolojik kökeni itibariyle hile, Arapçada son derece olumlu anlamı olan bir sözcüktür ve
hüner, tedbir, çare, yöntem demektir. Buradan türeyen hiyel ise, “makina bilgisi” demektir43. Ünlü Türk-
İslam bilgini Farabî (870-950), İlimlerin Sayımı adlı eserinde, hiyel ilmini, matematik ilimlerin pratiğe
dönük bir şubesi olarak tanımlar. Ona göre hiyel, mühendislerin çalışma alanını belirleyen teknik
sanatlardır. Onuncu yüzyılda, yine ünlü Türk-İslam bilgini Harizmî (780-850) de, Farabi’den yıllar önce,
hiyel tanımı yapmıştır. Ona göre hiyel, ağırlıkların kaldırılması için gerekli olan kaldıraçların, mancınık
gibi savaş aletlerinin, su cenderelerinin, otomatların yapımıyla ilgili bir sanattır.
Bu açıklamalardan edindiğimiz kanaate göre, hiyel, Mısır piramitlerinin yapıldığı MÖ 25.
yüzyılda da, hatta daha da öncesinden beri, en eski mühendislik mesleğiydi. Nitekim 10 bin yıl önce
de en önemli meslekti galiba. Nitekim Urfa’da ortaya çıkarılan, Cilalı Taş devrine ait olduğu bildirilen
Göbeklitepe tapınağındaki44 dev taşların taşınması ve kaldırılması tekniği bir muamma hüviyetini hala
sürdürmektedir. Göbeklitepe bulununcaya kadar, Mısır piramitlerinin tonlarca ağırlıkta taşlarının nasıl
taşındığı ve yerine hangi yöntemle kaldırıldığı düşünülürdü. Şimdi aynı problemin, her nasılsa,
piramitlerden 7-8 bin yıl önce bile başarıyla çözümlendiği anlaşılıyor. Ama nasıl olduğu bilinmiyor?
Onuncu yüzyılda yaşamış olan İbn-ül Nedim, bir eserinde, İslam dünyasında yetişmiş olan hiyel
bilginlerini matematikçilerin ve gökbilimcilerin arasında anmıştır. Demek ki ikinci binyılın hemen
başlarında hiyel en itibarlı mesleklerdendi. Nitekim İslam bilginleri kendilerinden önceki bilgelik mirasını
canlandırırken, hiyel konusundaki eserlere de önem vermişler, bu gibi eserleri tercüme etmişlerdir. Bunlar
arasında MÖ 287-212 arasında yaşadığı bilinen Sirakuzalı Arşimet’in su saatleriyle ilgili eserini, MÖ 10 ve
MS 50 yılları arasında yaşamış olan İskenderiyeli Yahudi filozofu Philon’un otomatlar konusundaki eserini,
yine bilinen ilk buhar makinasının mucidi kabul edilen İskenderiyeli Heron(MS 10-MS 50)’un Pinomatik
adlı eserini sayabiliriz. Bunların yanında, İslam bilginlerinin kendi eserleri de vardır. Söz konusu eserler,
eskiden beri bilinen makinaları gösterdiği gibi, birçok özgün tasarımı da içermektedir.
Söz konusu eserlerden biri 9. yüzyılda yaşamış olan Beni Musa olarak anılan üç kardeşin
(Muhammed, Ahmet ve Hasan) yazdığı Kitab-ül Hiyel adlı kitaptır. Kitapta, 100 kadar mekanik araç
tasvir edilmektedir. Bunların çoğu çeşitli amaçlarla tasarlanmış otomatik kaplardır. Geri kalanı
otomatik fıskiyeler, havası zehirli kuyularda çalışanlar için gaz maskeleri, tulumbalar, yakıtı ve fitili
otomatik olarak devreye giren lambalar, havayı temizleyen körüklerdir. On birinci yüzyılda Endülüs’te
yazılmış bir eser de kayda değerdir. Burada su saatleri, su çarklarıyla çalışan otomatlar yer alır.
On üçüncü yüzyılın büyük tasarımcısı Cizreli Ebu’l İz’in (el-Cezeri) hiyelin büyük bilginleri arasında
BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
25 25
özel bir önemi vardır. Ebu’l İz, Hasankeyf’de bir Türkmen devleti olan Artuklu sultanının destek ve
himayesinde çalışmalar yapmış ve çok önemli bir eser bırakmıştır. Söz konusu eserinde otomatik müzik
aletleri, şifreli kilitler, otomatik kaplar, su saatleri, fasılalarla çalışan fıskiyeler onun özgün tasarımları
arasındadır. Yaptığı makinaların bazıları denenmiştir ve başarıyla çalıştıkları görülmüştür.
Bursa’da 1495 yılında doğan ve 16. yüzyılın Osmanlı bilginlerinden olan Taşköprülüzade
Ahmed, bir eserinde hiyeli bina yapma, ağırlık kaldırma, su çıkarma, basınçlı havayla çalışan aletler
yapma ve saat yapma ilmi olarak tanımlamıştır.
Son olarak 16. yüzyıl ortalarında İstanbul’da rasathane kurmaya çalışırken, işine son verilen
ve rasathanesi yerle bir edilen Takiyüddin’in eserinden söz edelim. 1552 yılına tarihlenen söz konusu
eserde 52 ayrı çizim yer almaktadır. Bunlar ağırlıkların kaldırılması, yüksek yerlere su çıkarılmasına
dair yol gösterici mühendislik bilgilerini içermektedir.
Bütün bunlardan sonra, Türk-İslam devletlerinde, Avrupa’daki büyük bilim ve teknik atılımıyla
kıyaslanabilecek çabalara rastlanmaz. Örneklerini verdiğimiz gibi kökende var olan bilgiler
unutulmaya yüz tutmuş ve bunları geliştirme fikri akla getirilmemiştir. Osmanlı devleti yıkıldığında
Anadolu’da hâlâ Hititler devrindeki aletlerle tarım yapılıyordu mesela. Çünkü yüzyıllar öncesinden
başlayan bir anlayış zamanla tırmanmış ve ilim deyince din ilimleri anlaşılır olmuştur. İlk bakışta, ilme
karşı bir tavır görülmez, üstelik ilim özendirilir de. Nitekim medreselerin hepsinin girişinde, üzerinde
“ilmi talep etmek her Müslüman erkek ve kadına farzdır”, yazan kitabeler bulunurdu. Ne var ki,
özellikle 17. yüzyıldan sonra, bundan sadece İslam din ilimleri anlaşılır olmuştu. İlme meraklı gençler,
bu yola yönlendiriliyordu. Buna bağlı olarak da hiyel, son derece olumlu anlamından uzaklaştırılarak,
tam tersine olumsuz bir anlamı, dalavereciliği ve hileciliği akla getirir olmuştu. Osmanlıca sözlükler,
sözcüğün yüklendiği son dönemlerle ilgili anlamı bütün açıklığıyla sergilemektedir.
Tebliğimiz içerisinde kaçılmaz olarak yer verdiğimiz birkaç sayfalık açıklamayla, kendimizi,
kökleri derinlere inmiş bir konuyu yeteri kadar açıklamış saymıyoruz ama öne sürdüğümüz bakış
açısını dikkate almayan açıklamaları da, -ne kadar kapsamlı olurlarsa olsunlar-, yeterli açıklama
saymadığımızı da belirterek tebliğimizin bu bölümünü noktalıyoruz.
8 KISA BİR DEĞERLENDİRME
Çorbamızda ne varsa kaşığımızdan o çıkar.
Atasözü
Tebliğimizde yer alan üniversitelere yönelik eleştiriler, sadece Türkiye’ye has eleştiriler değildir.
Gelişmiş ülkelerde çok sert eleştiriler yapılmaktadır. Fakat çeşitli ülkelerde farklı mahiyet arz eder. Mesela
bilimsel araştırmalarıyla ünlü Amerikan üniversiteleri bilimi siyasete alet eden, evrensel değerleri katleden
casus okulları olarak çalışan, dünyanın başka yerlerindeki uzantılarında işbirlikçi yetiştiren okullar olarak, bizzat
Amerika’nın evrensel değerlere sadık, dürüst bilim insanları tarafından eleştirilir. Söz konusu üniversitelerin bu
yönünü Kurtla Yiyip Çobanla Ağlaşanlar adlı kitabımızda inceledik. Şubat 2012’de sonunda ortaya çıkan yeni
Wikileaks belgeleri söz konusu kitabımızı bir kez daha doğruladı. Belgelerde, konferanslar düzenleyerek nasıl
işbirlikçi devşirdikleri açıkça görülebiliyor45. Dedikodusu ayyuka çıkan gerçeklere rağmen, ne hikmetse, Türk
üniversiteleri eleştirilmez. Geçimini üniversite ortamında sağlayan büyük bir kitle, çıkarları üzerinde tam kadro
kapanmıştır. Gıkı bile çıkmadan ortama uyum sağlamaya, geçimli adam kalıbına girerek yolunu bulmaya
çalışırlar. Eğer içlerinden biri sesini yükseltecek olursa, ondan bir müddet için hemen uzaklaşırlar. Amerikalıların
pragmatizmi icat etmesi gibi, “nemelazımcılık” da, Türklerin icat ettiği bir felsefe okuludur.
Cumhuriyet kurulalı beri, Türkiye’nin en fazla önem vermesi gereken konu, bilimsel araştırma
çabalarını yoğunlaştırmak ve olabildiğince kaynağı, dişten tırnaktan artırarak bu alana yatırmaktı. Böyle
olmadığı gibi, giderek güçlenen bir klan kültürü ile karşı karşıya kaldık. Buna karşılık, “ineğe tapanların
ülkesi” Hindistan, üniversitelerini şiddetle eleştirmekten geri kalmayan bir ülke. Bunun semeresini
görecektir elbette. Bildiğimiz kadarıyla, ülkemizde okullarla ilgili tek film, genç dimağlara kötü örnek olan
BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
26 26
Hababam Sınıfı’dır. Şimdi size bir Hint filminin linkini vereceğiz. Üç saat süren bu film sabırla izlenecek
olunursa, tebliğimizde yer alan eleştiriler büyük ölçüde bedene bürünmüş olacaktır. Film, acımasız bir kast
sisteminin hüküm sürdüğü Hindistan’da bir asilzade oğluna diploma kazandırmak için Teknik Üniversite’ye
onun adıyla gönderilen köşkteki bahçıvanın oğlunun başından geçenleri anlatıyor. Film, başarının peşinde
koşarken, helak olmak yerine, başarıyı peşinde koşturan, hayatı doğru yerinden kavramış gençler
yetiştirmek yolunda üniversitelerin ne kadar başarısız olduğunu, hatta zaman zaman ne kadar gülünç
durumlara düştüğünü gözler önüne seriyor. Çözüm üreten gençler yetiştirmesi gerekirken, ezbere ve
arkadaşlarıyla acımasız rekabete dayalı olarak formatlanmış bir anlayışın ürünleri filmin çeşitli
sahnelerinde sırayla boy gösteriyor. Filmin adı “3 İdiot” ve linki de şöyle:
http://www.hdfilmsitesi.com/3-idiots-filmi-izle-tr-altyazili-tek-parca-full.html?postTabs=1
Son olarak şunları da eklemek istiyoruz:
Bu satırların yazarı bir mühendis olduğu için konu bilimsel ve teknolojik araştırmalar, icatlar ve
mucitler etrafında anlatıldı. Oysa sosyal bilim dallarının araştırma alanları da önemlidir. Üstelik bu
alanlarda yürütülecek araştırmaların mali külfeti de pozitif bilimlerin araştırma maliyetleri yanında gayet
düşük kalır. Ekonomiye ilişkin olarak da kısa bir eleştiri yapalım: Türkiye uluslararası standartlara uymak
iddiasıyla, kendi ekonomik performansını, her şeyini kayıt altında tutabilen Batılı ekonomilerin
parametreleriyle yapar. Yapar ama Türkiye’de ekonominin büyük bölümü kayıt dışıdır. Oysa kendi
şartlarına uygun parametreleri olmalıydı. Verilerin toplanması aşamasında yapılacak yüzde 10’luk bir
hatanın kişi başına düşen gelir hesabında ne kadar büyük bir sapmaya yol açabilceğini haber veren var mı?
Üniversitelerimiz tercüme kitaplara esir düştüğünden kendi analizlerimizi kendi anlayışımızla yapamıyoruz.
Bu alanda da zihniyet olarak Amerikan bağımlığı içselleştirilmiş durumda. Harvard aşağı, Harvard yukarı.
Harvard’ın kendine yetecek aklı olsa, Amerikan ekonomisinin çöküşünü durdururdu.
Türk üniversitelerine haksızlık ettiğimizi düşünen varsa, mesela, bize kronik cari açığın gelecekte
ne gibi kötü sonuçlara yol açabileceğini inceleyen, kamuoyu tarafından bilinen akademik bir kitap
göstersin lütfen. Yine kronik sorunumuz olan AR-GE yetersizliği sorununu aşmak için nerelerden tasarruf
ederek kaynak sağlayabileceğimize dair bir akademik çalışma göstersin. Bu sorunun hakından
gelmediğimiz takdirde gelecekte bizi bekleyen tehlikeleri sergileyen bir eser var mı? Ama anayasa
konusunda durmadan ahkâm kesen ve bizi her zaman rejim tartışmalarının orta yerinde tutan vakıf
üniversitelerinde çalışan birçok SOROS’çu profesörümüz var. Yine aynı mekânlarda depolanmış “resmi
tarih karşıtı” profesörlerimiz de var. Yıkanda var, yapanda yok.
Yirminci yüzyıl, bütünün parçalarına ayrılarak ayrı ayrı uzmanlık dalları halinde incelendiği bir
yüzyıldı. Yaşanan olanca acı tecrübe sayesinde yöntemin pek de doğru olmadığı görüldü. Yirmi birinci
yüzyılın bilimsel yöntemi, bütünün parçalarının toplamından çok daha büyük olduğu anlayışı çerçevesinde
gelişiyor. Mesela, tarih araştırmaları üzerinden bir örnek verelim: Önceleri siyasi tarih araştırmaları yapılır,
buralardan dersler çıkarılmaya çalışılırdı. Sonra bunun yeterli olmadığı, önemli olanın toplumsal tarih
olduğu ve dolayısıyla tarihin ortaya çıkardığı derslerin toplumsal tarih incelemeleri sayesinde ortaya
çıkarılabileceğine inanıldı. Zamanla bu da yeterli görülmedi ve önemli olanın kültür tarihi olduğu, çünkü
insanoğlunun neler yapabileceğinin kültüründe saklı olduğu anlayışı genel kabul gördü. Son aşamada,
tarihten ders çıkarmak ve olup bitenleri anlamak için hem siyasi hem toplumsal hem de kültür tarihi
incelemelerine ihtiyaç olduğu noktasına gelindi. Bu satırların yazarı olarak, bu anlayışa uygun biçimde,
“İkinci Binyılın Muhasebesi/Tarih Bizi Bu Günlere Nasıl Getirdi?” adını verdiğimiz 60 bölümlük bir
deneme yayınladık. Bu kapsamlı çalışmamız sırasında benzer niteliklere sahip bir başka eserden
faydalanma imkânı bulamadık. Bizden önce yola çıkanların nasıl bir yöntem izlediklerini öğrenmeye
ihtiyacımız vardı doğrusu. Biz dünyada trendleri müzakere edebileceğimiz bir akademisyen bile
bulamazken, bizim olmadığımız mekânlarda bizim uzmanı olmadığımız konularda kitaplar yayınladığımızı
söyleyen akademisyenler var. Bunlar kapıyı çalıp kaçmaktan başka, kendine görev yakıştıramamış
BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
27 27
akademisyenlerden. Biz bülbül gibi konuşan seçilmiş profesörleri televizyonlarda görüyoruz. Ya tarihimizi
ya anayasamızı yerden yere vuruyorlar ya da günün güçlüsüne göz kırpa kırpa liberal ekonominin
faziletlerini anlatıyorlar.
Yüreğiyle, ülke sorunlarının üzerine giden ve çoğunu hepimizin bildiği değerli hocalarımızın hepsinden
özür dileyerek, bu konuyu noktalıyorum. 28. 02. 2012, Bursa
NOTLAR 1 Aniel Goleman, Duygusal Zekâ Neden IQ’dan Daha Önemlidir?, Varlık Yayınları, 1998, sayfa 326
2 Tamer Özel, Amerika Birleşik Devletleri, Madalyanın Öbür Yüzü, İnkılap Kitabevi, 1992, sayfa 214; alıntı yapıldığı yer:
Derek J. de Solla Price, “Measuring the Size of Science”, 1969 3 Tamer Özel, Amerika Birleşik Devletleri, Madalyanın Öbür Yüzü, Inkilap Kitabevi, 1992, sayfa 214; alıntı yapılan yer: Nature
Dergisi, 1965 Nisan 4 Tamer Özel, Amerika Birleşik Devletleri, Madalyanın Öbür Yüzü, İnkılâp Kitabevi, 1992, sayfa 214
5 http://www.google.com.tr/#hl=tr&gs_nf=1&cp=28&gs_id=35&xhr=t&q=cam+bardak+ve+sabun+ithalat%C4%
6 Hürriyet gazetesi internet sayfası, 26.02.2012
7 http://zaman.com.tr/haber.do?haberno=1244742&title=77-milyar-dolarla-rekor-kiran-cari-acik-dususe-gecti
8 B. Edward Shlesinger, Buluş Nasıl Yapılır? TÜBİTAK Yayınları, 1997, sayfa 2
9 Tamer Özel, Amerika Birleşik Devletleri, Madalyanın Öbür Yüzü, İnkılâp Kitabevi, 1992, sayfa 215
10 B. Edward Shlesinger, Buluş Nasıl Yapılır? TÜBİTAK Yayınları, 1997, sayfa 120
11 B. Edward Shlesinger, Buluş Nasıl Yapılır? TÜBİTAK Yayınları, 1997, sayfa 120
12 George Basalla, Teknolojinin Evrimi, TÜBİTAK Yayınları, 1996, sayfa 171
13 Konunun ayrıntıları için bakınız: İbrahim Okur, Temizliğin Tarihi, Okursoy Kitapları, sayfa 350-351
14 B. Edward Shlesinger, Buluş Nasıl Yapılır? TÜBİTAK Yayınları, 1997, sayfa 1
15 DNA ve RNA modellerinin çifte sarmal yapısını tasarlayarak biyoloji alanındaki bilimsel araştırmalara taze kan getiren Francis Crick bir matematikçi-fizikçiydi.
16 Adrian Berry, Bilimin Arka Yüzü, TÜBİTAK Yayınları, 1996, sayfa 170
17 Lavoiser’in oksijen hipotezinin kanıtlanması için yaptığı deney, TÜBİTAK tarafından yayınlanmış olan Rom Harré’nin Büyük Bilimsel Deneyler adlı eserinde yer almaktadır.
18 Adrian Berry, Bilimin Arka Yüzü, TÜBİTAK Yayınları, 1996, sayfa 128
19 Michael H. Hart, En Etkin 100, Sabah Kitapları, 1994, sayfa 96
20 Michael H. Hart, En Etkin 100, Sabah Kitapları, 1994, sayfa 216
21 Aniel Goleman, Duygusal Zekâ Neden IQ’dan Daha Önemlidir?, Varlık Yayınları, 1998, sayfa 17
22 B. Edward Shlesinger, Buluş Nasıl Yapılır? TÜBİTAK Yayınları, 1997, sayfa I
23 Michael H. Hart, En Etkin 100, Sabah Kitapları, 1994, sayfa 101
24 Rom Harré, Büyük Bilimsel Deneyler, TÜBİTAK Yayınları, 1994, sayfa 5
25 Tamer Özel, Amerika Birleşik Devletleri, Madalyanın Öbür Yüzü, İnkılâp Kitabevi, 1992, sayfa 179
26 Partha Ghose, Dipankar Home, Gündelik Bilmeceler, TÜBİTAK Yayınları, sayfa 85
27 Edward Edelson, Gregor Mendel, Genetiğin Temelleri, Tübitak Yayınları, 2002, sayfa 5
28 Edward Edelson, Gregor Mendel, Genetiğin Temelleri, TÜBİTAK Yayınları, 2002, sayfa 76
29 Francis Bacon, Yeni Atlantis, Bordo Siyah Yayınları, 2006, sayfa 96
30 Jean Gimpel, Ortaçağ Endüstri Devrimi, TÜBİTAK Yayınları, 1996, sayfa 221
31 James R. Voelkel, Johannes Kepler, Tübitak Yayınları, 2002, sayfa 120
32 Mehmet Niyazi, Medeniyetimizin Analizi ve Geleceği, Ötüken Yayınları, sayfa 89
33 Mehmet Niyazi, Medeniyetimizin Analizi ve Geleceği, Ötüken Yayınları, sayfa 89
34 İslam Ansiklopedisi, 6. Cilt, sayfa 129
35 Mustafa Nihat Özön, Osmanlıca-Türkçe Sözlük, İnkılâp Kitabevi, 1955, sayfa 92
36 Dalalet: Doğru yoldan çıkma, sapkınlık anlamına gelir. Delalet ise yol gösterme anlamına gelen bir sözcüktür. Kanaatimizce
İslam Ansiklopedisinde bir imla hatası söz konusudur. 37
İslam Ansiklopedisi, 6. Cilt, sayfa 130 38
Erdoğan Pazarbaşı, Prof. Dr., Osmanlı Dönemi Alim ve Müfessirlerinin Türklerle ilgili Değerlendirmeleri, Osmanlı Toplumunda Kur’an Kültürü ve Tefsir Çalışmaları 1, 2011, sayfa 329
39 İbrahim Okur, Matematik ve İlahiyat/ Matematik İçinde Vahiy ve Vahiy İçinde İlahiyat Arayanlar, Okursoy Kitapları, 2002, sayfa 274
40 James R. Voelkel, Johannes Kepler, Tübitak Yayınları, 2002, sayfa 10 ve 12
41 http://www.osmanlicaturkce.com/?k=hiyel&t=@
42 Mustafa Nihat Özön, Osmanlıca-Türkçe Sözlük, İnkılâp Kitabevi, 1955, sayfa 330
43 İslam Ansiklopedisi, 18. cilt, sayfa 178
44 Göbeklitepe, Urfa’da ortaya çıkarılan dünyanın bilinen en eski tapınağıdır. Cilalı Taş devrinden kalmadır.
45 http://www.hurriyet.com.tr/planet/20013963.asp