27
Bir ulusun gerçek umudu gençliğinin iyi eğitilmesinde yatar. Erasmus 1 Okumadan geçen üç günden sonra konuşma tadını kaybeder. Çin atasözü Birey gerçeği ne kadar çok özümserse, buluş yapma potansiyeli de o kadar büyük olacaktır. B. Edward Shlesinger, Buluş Nasıl Yapılır? adlı eserinden TOPLUMDA ARAŞTIRMA-SORGULAMA İŞTAHININ UYANDIRILMASININ ÖNEMİ ÜZERİNE 1 GİRİŞ Son yıllarda beni derin endişeye sevk eden bir gözlemimle söze başlamak istiyorum. Kırk yıldan fazla bir zamandır, kıyısından kenarından da olsa, siyaseti izlemekteyim. Eskiden, az çok kendine özgü fikirleri olan kimseler siyaset sahnesinin orta yerinde dururlardı ve kamuoyunu yönlendirilmesinde oldukça da etkindiler. Günümüzde, hepsi sahneden çekildi. Siyaset ortamı renkli simalarını yitirdi ve siyah-beyaza döndü. Hem iktidar cephesinde hem de muhalefet cephesinde politikacılar iki ana sınıfa ayrılıyor artık. Liderler ve affedersiniz, yalakalar. Artık kendine özgü analizleri olanlar, gerektiğinde iktidarı , gerektiğinde de muhalefeti eleştiren ya da destekleyen entelektüeller ortalarda görünmez oldular. Şimdikiler, ne söylerse söylesin, sözünü, sonunda liderin ne kadar büyük adam olduğuna bağlıyor. Söz konusu yapısal değişikliğin temel nedeni, toplumun, ülke sorunlarına kafa yormaktan nerdeyse tamamen uzaklaşmasıdır. Bunun da nedeni, uzun zamandan beri gençliğin bilgiye ve araştırmaya olan ilgisinin azalması, zenginleşme ideolojisine odaklanması ve buna bağlı olarak da çıkarsız konularda fikir öne sürme cesaretini yitirmesidir. Kendimden pay biçerek söylüyorum bunları. Eğer herhangi bir nedenle 5-10 gün gündemi izleyemezsem bir zaman için sesim zayıf çıkıyor. Kendimi çok daha dikkatli davranmak zorunda hissediyorum. Ülkemizde 156 üniversitede okuyan 2,5 milyonun üzerinde öğrenci var. Profesörlerin sayısı 14 bin. Doçentler 7 bin, yardımcı doçentler 18 bin. Öğretim görevlisi sayısı 16 bin. Araştırma görevlisi sayısı 35 bin. Tercüman vs gibi önemli yardımcılar da hesaba dâhil edildiğinde, ülkemizde öğretim elemanı sayısı 100 bini aşıyor. Aşağı yukarı 25 öğrenciye bir öğrenim elemanı düşüyor. Bunun yanında, yüksek okul veya fakülte mezunlarının sayısı 4,5 milyondan fazla. Yüksek lisans yapmış olan 300 bin kişi var. Doktora yapmış olanların sayısı ise 80 bin. Bütün bu sayılar, aslında bizde büyük bir “diplomalı” araştırmacı potansiyelin varlığına işaret ediyor. Değerleri alt alta toplarsak, AR-GE alanında önder ülkelerden Norveç’in ve Finlandiya’nın nüfusu kadar bir büyüklükle karşılaşırız. Ama bu tablonun bizde AR-GE hizmeti olarak karşılığı koskoca bir sıfırdır. Muazzam bir cari açığın geleceğimizi tehdit etmesine rağmen, uygarlığın birçok nimetinden gayet soğukkanlı olarak faydalanırken, karşılık olarak insanlığın takdirine sunduğumuz ne gibi başarılarımız vardır? Gelecek nesillerin haklarını bugünden pişkin pişkin yiyerek sürdürdüğümüz konfor üzerinde düşünmenin vakti çoktan geçmiştir. Konuya bir de YÖK cephesinden bakalım. 2011 yılı aralık ayı ortasında YÖK başkanı değişti. Kimse böyle bir değişikliği beklemiyordu. Yeni başkan, üniversitelerde köklü reformlar yapılacağını duyurdu. Amerikan üniversitelerini de reformlara model olarak gösterdi. Üniversitelerde reform sürecine girileceğinin yeni başkan Y. Müh. İbrahim OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

TOPLUMDA ARAŞTIRMA-SORGULAMA İŞTAHININ UYANDIRILMASININ ÖNEMİ ÜZERİNE

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: TOPLUMDA ARAŞTIRMA-SORGULAMA İŞTAHININ UYANDIRILMASININ ÖNEMİ ÜZERİNE

Bir ulusun gerçek umudu gençliğinin iyi eğitilmesinde yatar.

Erasmus1

Okumadan geçen üç günden sonra konuşma tadını kaybeder.

Çin atasözü

Birey gerçeği ne kadar çok özümserse, buluş yapma

potansiyeli de o kadar büyük olacaktır.

B. Edward Shlesinger, Buluş Nasıl Yapılır? adlı eserinden

TOPLUMDA ARAŞTIRMA-SORGULAMA İŞTAHININ UYANDIRILMASININ ÖNEMİ ÜZERİNE

1 GİRİŞ

Son yıllarda beni derin endişeye sevk eden bir gözlemimle söze başlamak istiyorum. Kırk

yıldan fazla bir zamandır, kıyısından kenarından da olsa, siyaseti izlemekteyim. Eskiden, az çok

kendine özgü fikirleri olan kimseler siyaset sahnesinin orta yerinde dururlardı ve kamuoyunu

yönlendirilmesinde oldukça da etkindiler. Günümüzde, hepsi sahneden çekildi. Siyaset ortamı renkli

simalarını yitirdi ve siyah-beyaza döndü. Hem iktidar cephesinde hem de muhalefet cephesinde

politikacılar iki ana sınıfa ayrılıyor artık. Liderler ve affedersiniz, yalakalar.

Artık kendine özgü analizleri olanlar, gerektiğinde iktidarı, gerektiğinde de muhalefeti

eleştiren ya da destekleyen entelektüeller ortalarda görünmez oldular. Şimdikiler, ne söylerse söylesin,

sözünü, sonunda liderin ne kadar büyük adam olduğuna bağlıyor. Söz konusu yapısal değişikliğin

temel nedeni, toplumun, ülke sorunlarına kafa yormaktan nerdeyse tamamen uzaklaşmasıdır. Bunun

da nedeni, uzun zamandan beri gençliğin bilgiye ve araştırmaya olan ilgisinin azalması, zenginleşme

ideolojisine odaklanması ve buna bağlı olarak da çıkarsız konularda fikir öne sürme cesaretini

yitirmesidir. Kendimden pay biçerek söylüyorum bunları. Eğer herhangi bir nedenle 5-10 gün

gündemi izleyemezsem bir zaman için sesim zayıf çıkıyor. Kendimi çok daha dikkatli davranmak

zorunda hissediyorum.

Ülkemizde 156 üniversitede okuyan 2,5 milyonun üzerinde öğrenci var. Profesörlerin sayısı 14

bin. Doçentler 7 bin, yardımcı doçentler 18 bin. Öğretim görevlisi sayısı 16 bin. Araştırma görevlisi

sayısı 35 bin. Tercüman vs gibi önemli yardımcılar da hesaba dâhil edildiğinde, ülkemizde öğretim

elemanı sayısı 100 bini aşıyor. Aşağı yukarı 25 öğrenciye bir öğrenim elemanı düşüyor. Bunun yanında,

yüksek okul veya fakülte mezunlarının sayısı 4,5 milyondan fazla. Yüksek lisans yapmış olan 300 bin kişi

var. Doktora yapmış olanların sayısı ise 80 bin.

Bütün bu sayılar, aslında bizde büyük bir “diplomalı” araştırmacı potansiyelin varlığına işaret

ediyor. Değerleri alt alta toplarsak, AR-GE alanında önder ülkelerden Norveç’in ve Finlandiya’nın

nüfusu kadar bir büyüklükle karşılaşırız. Ama bu tablonun bizde AR-GE hizmeti olarak karşılığı koskoca

bir sıfırdır. Muazzam bir cari açığın geleceğimizi tehdit etmesine rağmen, uygarlığın birçok nimetinden

gayet soğukkanlı olarak faydalanırken, karşılık olarak insanlığın takdirine sunduğumuz ne gibi

başarılarımız vardır?

Gelecek nesillerin haklarını bugünden pişkin pişkin yiyerek sürdürdüğümüz konfor üzerinde

düşünmenin vakti çoktan geçmiştir.

Konuya bir de YÖK cephesinden bakalım.

2011 yılı aralık ayı ortasında YÖK başkanı değişti. Kimse böyle bir değişikliği beklemiyordu.

Yeni başkan, üniversitelerde köklü reformlar yapılacağını duyurdu. Amerikan üniversitelerini de

reformlara model olarak gösterdi. Üniversitelerde reform sürecine girileceğinin yeni başkan

Y. Müh. İbrahim OKUR

w w w . i b r a h i m o k u r . c o m w w w . f a c e b o o k . c o m / i b r a h i m o k u r k i t a p l a r i w w w . i b r a h i m o k u r . c o m

Page 2: TOPLUMDA ARAŞTIRMA-SORGULAMA İŞTAHININ UYANDIRILMASININ ÖNEMİ ÜZERİNE

BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

2 2

tarafından ilan edilmesi üzerine, diploma dağıtan ve yüklü ders programlarından araştırma yapacak

zamanı bulamayan üniversitelerimizin durumu hakkında biz de bir şeyler söylemek gereğini duyduk.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Ocak 2010’da Batman’da yaptığı konuşmada, “geldik, 81

vilayetin tamamına üniversite kurduk. Türkiye’de 156 üniversite var”, diyerek bilimsel çalışmalar

konusunda büyük bir atılım gerçekleştirdiklerini anlatmak istedi. Oysa konuyla ilgili yetkin kimseler biliyor

ki, bilimsel araştırma konusundaki açık ara geriliğimizi, üniversitelerin sayısını artırarak kapamak

mümkün değildir. Herkes bilir ki, kemiyet değil, keyfiyet önemlidir. Ne var ki, halkımız evlatlarını okusun

istiyor ve bu alanda her türlü maddi ve manevi fedakârlığı yapıyor. Dolayısıyla ortaya büyük bir rant var.

Üniversitelerin sayısının artmasının nedeni de söz konusu rant. Her zaman yeri geldikçe itiraf edildiği gibi,

sayısı ne olursa olsun, bizim üniversitelerimizde bilimsel araştırma yapılmaz. Hepsi meslek okulu işlevi

görür. Bunlar bizim şahsi görüşlerimiz olarak değerlendirilmemelidir. Çeşitli televizyon tartışmalarında,

konusunda uzman profesörler tarafından yapılan itiraflardır. İntihal yapan profesörler bugün devletin

önemli görevlerine getirilmiş durumda. Kendini doktora yapmış gibi gösteren milletvekilleri, onları

savunmaya kalkışan profesörler bu satırların yazıldığı günlerde gündemde yeri olan konulardır.

En son dikkatimizi çeken YÖK başkanının Şehir Üniversitesi rektörü olduğunun açıklanması.

Bizim büyük bir eksiğimiz herhalde, böyle bir üniversitenin adını ilk duyduğumuz gün, rektörü bütün

üniversitelere başkan oldu. Eh, her şeyin bir başlangıcı vardır, diyelim. Web sayfasında bu üniversitenin

2010-2011 yılında öğrenime başlaması da dikkatimizi çekti. Bizce ilginç olan onca tarihi üniversitemizin

rektörü dururken, 2005 yılında profesör olan birinin, 2010 yılında kurulmuş bir üniversitenin

rektörlüğünden YÖK başkanlığına sıçraması ve iddialı sözlerle koltuğa oturması. Karşılaştığımız bu

manzara bizi gelecek adına tereddütlere sevk etti. Başka devlet kurumlarında daha önce karşılaşıldığı gibi,

çok muhtemeldir ki, içeriye olabildiğince çok yandaşı tıkıştırmak için reform yapıldığına dair uzun uzun

nutuklar dinleyeceğiz. Devlet bünyesindeki hizmet sektörü yine şiştikçe şişecek.

2 BATIDA SÖZDE BİLİM YAPANLAR İÇERDEN DİKKATLE İZLENİR

Aradığını bilmeyen, bulduğunu anlamaz.

Claude Bernard

Batılı üniversiteler ve ilgili devlet kurumları, AR-GE amaçlı yatırımların ve genel anlamıyla her türlü

bilimsel araştırma harcamalarının verimliliği konusuna ciddiyetle eğilirler. Başarıyı ölçmek için çeşitli

parametreler de geliştirmişlerdir. Bilim tarihi konusunda çalışmalarıyla tanınan İngiliz bilim insanı Derek

John de Solla Price, sözde bilimin akademik çevrelerdeki etkinliğine şöyle dikkat çekmiştir2:

“… Bir sürü bilimsel ve teknik eğitimli olan fakat yeni hiçbir şey üretmeyen, bilgilerimize ve

üretim sanatlarımıza hiçbir katkısı olmayan, ancak, kendi bilgileriyle araştırma cephesinin çok

gerilerinde kendi kendine çalışan, oyalanan çok insan vardır.”

1969 yılında yayınlanan bu satırlar, bilim dünyası ortamında arada kaynayan ve sınıf

öğretmenliği yapmaktan başka bir işle uğraşmayanlara dikkat edilmesi gerektiğine yönelik bir

ifadedir. Peki, bizde bu konu ne durumdadır? Oyalanmayı önlemek için ne gibi çalışmalar yapılmıştır?

Bilimsel çabaları ölçmek ve değerlendirme için biz hangi kıstasları kullanıyoruz. Galiba bu sorunun

cevabını biliyoruz: Batı ülkelerinin bilimsel yayın yapan dergilerinde makale yayınlamak. Bu kıstas,

bizim üniversite ortamımızın düpedüz sözde bilim ortamı olduğunun kanıtından başka bir şey değildir.

Geçim derdini ya da kişisel zenginleşme tutkusunu üniversite ortamında çözmeye çalışanların

bazı görünür özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:

Başkaları tarafından daha önce ortaya konmuş olan çalışmaları tekrarlamak,

Bütünle ilgisi olmayan, kullanıcısı bulunmayan, yaşanmakta olan gerçeklerle bağı kurulmamış olan

konularda araştırmalar yapmak,

Page 3: TOPLUMDA ARAŞTIRMA-SORGULAMA İŞTAHININ UYANDIRILMASININ ÖNEMİ ÜZERİNE

BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

3 3

Bilim yapıyormuş gibi görünmek için, -unvanı korumak ya da unvan kazanmak veya yükseltmek için-

yabancı kaynaklardan tercümeler yapmak,

Bilim ve teknoloji alanında dünyadaki gelişmeleri izleme ve ülke sanayisine aktarma amacı ve

gayreti taşımadan laf üretmek,

Bu çevrelerin bir tavrı da, “bilimden sadece bilim adamı anlar”, tabusuna sarılmalarıdır. Bu gibi

sözlerle işlerine kimselerin karışmamasını sağlamaya çalışırlar. Eğer bir amatör araştırmacı, onun

sözde uzmanlık alanına giren bir konuda görüş bildirir ve kamuoyunda ilgi de görürse, hemen

onun aleyhine atıp tutmaya başlarlar. Bu tabuya sığınan sözde bilginlerin, fırsatını bulduklarında

öne çıkmak için kendi uzmanlık alanlarına girmeyen konularda bile görüş bildirdikleri sık görülen

bir durumdur. Mesela, divan edebiyatı veya Osmanlı tarihi profesörünün Sumerlilerin kimliği üzerinde

ahkâm kesmesi, bu konularda çalışan amatörleri, onların bulunmadığı yerlerde küçük düşürücü

beyanlarda bulunmaları gibi.

Bu çevrelerin kendi durağanlıklarına karşı öne sürdükleri en önemli mazereti, ödenek

yetersizliğidir. Oysa az da olsa ortaya konan ödenek, bilimsel üretim nerdeyse sıfır düzeyinde

kaldığından dolayı muazzam bir maliyete işaret etmektedir. Söz konusu verimsizlik iki cephesi olan bir

hatadır. Birincisini şöyle ifade edebiliriz: Ödeneğin yetersiz olması, bilimsel çalışmaları tetiklemeye ve

eşik atlatmaya engel olduğundan harcamaların sıfır üretime karşılık gelmesi kaçınılmazdır. Bu yüzden

aslında maliyet matematiksel olarak sonsuz olmaktadır. Diğer yandan, üniversite çevrelerinin, bilimsel

araştırmaları için ödenek yetersizliğine karşı kararlı ve etkin bir tavır sergilemediği de görülüyor.

Ödenek yetersizliği adeta fısıltı halinde, suçlamalar karşısında mecbur kaldıkça dile getiriliyor.

Kamuoyunda ses getirecek düzeyde bir eleştiri bombardımanı hiçbir zaman olmadı. Söz konusu tutum,

ödeneklerin hiçbir zaman artmayacağının garantisi gibi algıladığımız bir tavırdır.

Üniversite çevreleri, üniversite ile sanayi işbirliği konusundan da dem vururlar ve söz konusu işbirliği

örgütlenemezse araştırmaların başarısız olacağını savunurlar. Doğrudur ama işbirliği ortamının

sağlanamamasının, üzerinde pek durulmayan iki temel nedeni vardır. Bunların her ikisi de üniversiteden

kaynaklanır. Birinci neden, araştırmacı akademisyen, konusuna yeterince vakıf olamadığı için

sanayicinin kapısını çalacak cesareti kendinde bulamaz. Sanayiden uzak bir ortamda yetişmesi

yüzünden, sanayiciyi ilgilendiren araştırma konuları da geliştiremez. Kafasındaki konular, çoğu tercüme

kitapların yönlendirmesiyle, piyasada yaşanmakta olan gerçeklerle bağ kurmadan oluşmuştur. Bu yolla

elde edilen bilgilerin bilimsel niteliğinde bir eksiklik olmasa da, işe koşulacak türden bilgiler değildir.

Diğer yandan sanayici, elinde bir araştırma konusuyla üniversiteye geldiğinde, genellikle muhatap

bulamaz, kendisini herkes başından savmaya çalışır, başka kapıyı gösterirler.

3 AMATÖR ARAŞTIRMACILARIN ÖNEMİ ÜZERİNE KISA BİR DEĞERLENDİRME

Durgun su solucan yetiştirir.

Atasözü

1965 Mart ayında, Londra’da, Kraliyet Bilimler Akademisi’nde düzenlenen Science of Scence

Foundation (Bilim Tesis Etme Bilimi) konulu bir seminerde konuşan Derek J. de Solla Price, bilimsel

literatürün hızla gelişmesi karşısında ortaya çıkan sorunu şöyle ifade etmiştir3:

“Bilim ve teknoloji, buna bağlı olarak da BT literatür hacmi yılda yüzde yedilik exponansiyel bir

oranla gelişmektedir. Dolayısıyla hacmi her 10-15 yılda iki kat, her yarım yüzyılda en az 10 kat artmaktadır.

İlk bilimsel makalenin yayınlandığı 300 yıl (17. yüzyıl) evvelinden bugüne kadar da bir milyon kat artmıştır…

bu alarm verici bir orandır. İnsanların sayısındaki artışın çok daha üstünde bir artıştır.”

ABD’de yayınlanan bir dergide yer alan, J. C. R. Licklider imzalı bir makalede aynı sorun şöyle

bir sayısal örnek yardımıyla ifade edilmiştir4:

“Hesap kolaylığı bakımından sadece 1013 harf ve 12 sene alalım. Gene bu bilim ve teknolojideki

Page 4: TOPLUMDA ARAŞTIRMA-SORGULAMA İŞTAHININ UYANDIRILMASININ ÖNEMİ ÜZERİNE

BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

4 4

gelişmenin sadece binde biri, bahsi geçen bilimcinin konusunda olsun. Ve gene farz edelim ki bu bilimci,

dakikada 3000 harf okusun -ki bu genel olarak roman okumadaki hızdır, bilimsel makale okuma hızı daha yavaştır-.

Gene farz edelim ki bu bilimci konusundaki tüm bilimsel literatürü toplamıştır, yani 1010 harfi, okumaya

başlamıştır. Günde 13 saat ve yılda 365 gün okumaktadır. 12 yıl sonra son makaleyi ancak bitirecektir, ama

o anda görecektir ki bu süre zarfında konusunda gene 1010 harflik yeni bir literatür oluşmuştur. Karşılaştığı

sorun, sadece yayınların hacmi değil, artma oranının da yükselmiş olması problemidir.”

Aktarmalar yaptığımız söz konusu makaleler, kendi ülkeleri açısından karşı karşıya kalınan

sorunu aşmak için neler yapılabileceği konusunda görüşler öne sürmektedir. Aynı sayısal verileri biz

kendi ülkemiz açısından değerlendirmeye çalışırsak, ne söyleyebiliriz? Hem araştırma yok hem de

gerçekten araştırma yapmak isteyenlerin konuya yeterince vakıf olabilmeleri için önlerinde literatür

dağları var. Üstelik dünyada birbiriyle şiddetli biçimde rekabet eden ve her biri araştırma ve

geliştirmeye çok büyük kaynak ayıran, bize göre alanında son derece tecrübeli 20’ye yakın rakip ülke

var. Bu olağanüstü zorlu şartlar altında, bir amatör araştırmacı içten gelen bir heyecanla seçtiği bir

konuya yıllarını vermişse, ne yapmak gerekir? Çeşitli bahaneler uydurarak yatan akademisyenler

karşısında, kendi yağıyla kavrulan ve çoban armağanı çam sakızı mantığı ile uğraşan bir amatörün

çabasını küçümseyenler için ne demeliyiz?

Devlet, amatör araştırmacıların işlerini kolaylaştıracak tedbirleri bir an önce almalıdır. Konu

üniversitelerin dışındadır ve üniversite yerleşkelerinin içine sığdırılamayacak kadar önemlidir. Yukarıda

verdiğimiz, öğretim elemanı ve üniversite mezunlarıyla ilgili sayısal değerlerden hareketle ülkemizde en az

5 milyonun üzerinde araştırmacı potansiyeli olduğunu, en fazla dört yıl sonra da bu sayının yüzde 50

oranında artacağını söyleyebiliriz. Üniversite sayısı 81’den 156’ya çıkarıldığı için, araştırmacı

potansiyelindeki artış da o kadar hızlı olacak. Bütün bu gösterişli sayısal verilere rağmen, biz yine de

gönüllü çalışan ve hayatın önlerine dayattığı sorulara kararlılıkla cevap arayan amatörlere güveniyoruz.

Üniversite kalabalığını, rant ekonomisinin bir ürünü olarak değerlendiriyoruz. Üstelik amatör

araştırmacılar, araştırma yapmak için devletten tahsisat istemiyor. Devlet, bilimsel araştırmalara esaslı

mali destek sağlayamıyorsa, hiç olmazsa, kendi imkânlarıyla araştırma yapanlara destek olmak üzere bir

takım tedbirler düşünmeli, hiç olmazsa gönüllü çalışanların bilgiye çabuk ulaşmalarını sağlayacak ölçüde

bir takım destekler sağlamalıdır. Bunun için de herhalde, öncelikle akademik çevrelerin, amatörlerin

çalışmalarına kulak kabartmaları gerekir. Akademisyenlerin içlerinden biri saymadıkları amatörlerin

çalışmalarını görmezden gelmeleri doğrudan doğruya ülkemizin geleceğine zarar veriyor.

4 NORVEÇ ÖRNEĞİ

Bilgi sakalla ölçülmez.

Molieré

Norveç, İkinci Dünya Savaşı döneminde beş yıl boyunca Alman işgali altında kalmış bir ülkedir.

Bu zaman zarfında, egemenliği elinden alınmış olduğundan, kendi milli politikalarını yürütememiştir.

Norveç hükümeti, söz konusu beş yıl zarfında, dünyadaki bilimsel gelişmeleri izleyemedikleri için geri

kaldıklarını, bu yüzden büyük bir tehlike altına girdiklerini ve milli ekonominin çöküntüye uğradığını

düşünmüştür. Bu tespitten yola çıkarak, “Norveç Endüstrilerini Geliştirme Birliği” adı altında bir örgüt

kurmuşlar, bu örgüt bünyesinde de Norveç Enformasyon Merkezi oluşturmuşlardır. Kısa adı NSI olan

örgütün ilk işi, savaş dolayısıyla dünyadan koparıldıkları yıllara ait birikmiş teknik bilgiyi toplamak

olmuştur. NSI, bu ağır görevi, kendi milli ekonomileri açısından gerekli olan literatüre karşı seçici

davranarak, bilgi dağları arasından ayıklama yaparak yerine getirmiştir. Buna paralel olarak, kendi

sanayi kuruluşlarının yoğun rekabet ortamında ihtiyacı bulunan yeni imalat yöntemleri ve yeni

teknolojilerle ilgili ayrıntılı bilgi toplamak peşine düşmüşler, topladıkları bilgileri kuruluşun üyesi

haline getirdikleri kullanıcılara yaymışlardır. Bu çabaların ne kadar başarılı olduğu günümüzde açıkça

görülebilmektedir. Nitekim Norveç, milli endüstrisi için enformasyon hizmetlerini zaman içinde

Page 5: TOPLUMDA ARAŞTIRMA-SORGULAMA İŞTAHININ UYANDIRILMASININ ÖNEMİ ÜZERİNE

BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

5 5

güçlendirmiştir. Bununla beraber, yeni bilgilere çabuk erişme yöntemleri yanında, elde edilen bilgi

dağlarının sistematik bir biçimde depolanması konusuna da başarılı işleyen çözümler getirmişlerdir.

Halen, Norveç halkının ihtiyaçlarına dair bilimsel tespitler yapmak ve bu doğrultuda dünyadaki

gelişmeleri izlemek, yeni bilgilere hızla erişmek ve bunu içeride sonuç alıcı bir şekilde ilgilisine ulaştırmak

şeklinde faaliyet yürütmektedirler. Herhangi bir Norveçli, kafasında şekillendirdiği bir projeyi bu örgüte

gelerek anlatmakta ve araştırmasına zaman kaybetmeden her bakımdan destek sağlayabilmektedir.

Bütün bunların Türkiye’deki karşılığı nedir? Bizim araştırmacı potansiyelimiz Norveç’in toplam

nüfusu kadar. Neden biz hiç AR-GE tartışmıyoruz da yüz yıldan beri sonuçlandıramadığımız anayasa

tartışmalarının içinde boğuluyoruz? Bizim hangi örgütümüz, dünyada literatürü izliyor ve sistematik

bir biçimde depoluyor. Amatörlere destek olmakla kimler görevli? Norveç, 1945’de 5 yıllık geri

kalmışlığını gidermek için ne kadar yoğun çabalara girişmiş. Peki, bizde Nuri Demirağ’ın uçak fabrikası

1945’de neden kapatıldı? Şakir Zümre’nin ihracat yapabilen bomba fabrikası neden soba fabrikasına

çevrildi? Endüstriyel atılım yapmak şöyle dursun, başarılı örnekler bile tasfiye edildi, neden? Neden o

günden bugüne endüstriyel ve bilimsel araştırmalar konusunda sistematik bir çabaya girişmedik? Bizi

yönetenler kimlerin değirmenine su taşıyor? Bizi kimler yönetti? İktidarlar mı, yoksa taşeronlar mı?

Son hükümetin de her günkü demeçlerinde gördüğümüz gibi, 1945’den beri 5-10 yılda bizi

muasır medeniyet seviyesine çıkartacağını iddia eden hükümetler tarafından yönetiliyoruz. İktidar

koltuğunda yaylanmayı başarmış bütün politikacılarımızın bu yönde demeçleri var. Şimdiki hükümet

bize, 2023’de dünyada ilk 10’a gireceğimizi vaat ediyor? Önce şu açıklanmalıdır: Türkiye neden ve

nasıl, hangi ekonomi politikalarının peşine takılarak akla gelen her şeyin ithalatçısı oldu? İlgili bakanın,

2012 şubatında yaptığı açıklamalarına göre, 2011 yılında, 123 milyon dolarlık cam bardak, 74 milyon

dolarlık sabun, 65 milyon dolarlık ayna, 43 milyon dolarlık şemsiye ithal etmişiz5. Kadınlar, 2011

yılında makyaj için 170 milyon lira, makyajı temizlemek için ise 84 milyon lira harcamış6. Bu ürünlerin

nerdeyse tamamı ithalat ile karşılanıyor. Yabancı ve ünlü bir marka olmayınca kimse para verip

yüzüne sürmüyor.

Sonuç şöyle: 2011 yılının toplam cari açığı 77,1 milyar dolar. Hayrettir ki, hükümet yandaşı bir

gazete, korkunç gidişin açıkça tartışılmasının önüne geçmek ister gibi, “cari açık düşüşe geçti” diye

başlık atmış7. Oysa geçen yıl da çok büyüktü ama nedenlerinin tartışılmasına ustalıkla mani olundu.

Ne oldu? Cari açık bu yıl geçen yıla göre yüzde 65 artış gösterdi. Yıllardır bir çukura doğru hızla

ilerliyoruz. İktidar hala ekonominin bozuk göstergelerini, içinden övünç konuları çıkartacak şekilde

çarpıtıyor. Nitekim üzerinden birkaç gün geçtikten sonra geçen yılın rekor cari açığı da tartışılmaz

oldu. Bu hal, gelecek adına epey öğretici.

Türkiye’yi üretici değil de tüketici yapan nedenler üzerinde hassasiyetle durmak gerekiyor. En

önemli neden aklımızı kullanmakta istekli davranmamaktır ki, bunun suçunu sadece siyasilere yıkıp

işin içinden çıkmayı doğru bulmayız. Siyasiler, bu tutumumuzu tersine çevirecek çabalara

girişmedikleri için, anlıyormuş pozu takınarak koltuklarında yaylandıkları için elbette ki tarih önünde

ağır kusurludur. Ama halk olarak biz de sorumluluğumuzu, suçu başkasına yıkmadan, tartışmalı ve

gerçekler karşısında duruşumuzu gözden geçirmeliyiz.

Araştırma geliştirme konularında önümüze çıkan yazıları yıllardan beri topladığımız bir

dosyamız var. Yıllar önce içine 1992 yılına kadar olan döneme ait bazı istatistikleri koymuşuz. Geçen

20 yıl içinde olan bitenler hakkında verilere ulaşıncaya kadar şimdilik bu bilgileri kullanalım:

ABD’de ilk patent 1790’da verilmiş. 1836’ya kadar toplam patentli buluş sayısı 10 bin olmuş.

1900 yılına kadar 600 bin dolayında patent verilmiş. 1970’de ise 3.500.000’nci patent verilmiş8. ABD’de

buluş merakı başından beri entelektüel faaliyetlerin zirvesine yerleşmiş görünüyor. Mesela ülkenin

üçüncü başkanı Thomas Jefferson (1743-1865)’un patentli buluşları var. Jefferson’un buluş merakı o

Page 6: TOPLUMDA ARAŞTIRMA-SORGULAMA İŞTAHININ UYANDIRILMASININ ÖNEMİ ÜZERİNE

BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

6 6

kadar yüksek ki, Fransa’ya elçi olarak gittiği yıllarda, Fransa’daki teknik gelişmeleri ve buluşları yakından

izleyerek ülkesine sektirmeden bildirmiş. Aynı şekilde, ülkenin 16. başkanı Abraham Lincoln de patentli buluş

sahibi bir kişi. Ülke iç birliğini bile doğru dürüst sağlamadan, 18. yüzyıl sonlarından itibaren geleceğini

buluşlara, patentlere ve teknolojik atılımlara bağlamış. Bizzat başkanlarının gözetimi altında dünyayı

ciddiyetle izlemiş. Bizler, ABD’nin kirli yüzünü tartışırken, örnek alınacak yanını gözden kaçırmış görünüyoruz.

Türkiye’de ise patent kanunu 1879’da çıkarılmış. O günden 1992’ye kadar 25 bin patent

müracaatı olmuş ama bunun 21 bini yabancılara ait. Geriye bu toprağın insanları tarafından 110 yılda

sadece 4 bin patent tescil edilmiş olduğu ortaya çıkıyor. Oysa 1992 yılı itibariyle, ABD’de haftada 1800

patent başvurusu yapılıyor. Bunun yüzde 80’i üniversitelerden ve şirketlerin AR-GE guruplarından geliyor.

Demek ki Türkiye’de 110 yıllık patent birikimi, ABD’nin 20 günlük üretimi kadar9. Bu kıyaslama çarpıcı

gerçeği muhtemelen yeterince ortaya koymuyor. Çünkü Edward Shlesinger, Buluş Nasıl Yapılır? adlı

eserinde, ABD’deki teknik ilerlemelerin çoğunun patentlenmemiş buluşlarca sağlandığını, her yıl buluşların

sadece küçük bir bölümünün patente bağlandığını söylemektedir (mesela Coca Cola patentli değildir). Hatta

daha da ileri gidiyor ve ABD’nin “endüstriyel gücünün aslında patentlenmemiş buluşlara dayandığını” öne

sürüyor10.

Bütün bu veriler, bizim sorunumuzu bütün çıplaklığı ile kıyas zemininde ortaya seriyor. Bu

şartlar altında araştırmacılığı özendirmek adına çok şey yapmak, öncelikle, araştırma hevesi

uyandıracak bir takım girişimler, yasal düzenlemeler yapmak gerekmiyor mu?

5 BAĞIMSIZ ARAŞTIRMACILAR DEV LABORATUARLARA KARŞI

Patent sistemi deha ateşine ilgi yakıtını ekledi.

ABD başkanlarından Abraham Lincoln(1809-1865)11

İlk araştırma laboratuarı Almanya’da 1870’lerde sentetik boya imalatçıları tarafından kuruldu.

Bu bakımdan, araştırma laboratuarlarının kurulmasında öncü olan ülke Almanya’dır. Bir hususu daha

belirtelim ki, o tarihte Almanya birliğini henüz sağlamış, 300 parçalı kent devletleri yığını olmaktan

yeni kurtulmuştu. Ayrıca şunu da eklemeliyiz ki, araştırma laboratuarları fikrini geliştiren öncü sektör

kimya sektörüdür. Nitekim günümüzde Almanya kimya endüstrisinin tartışmasız dünya lideridir.

Araştırma laboratuarları konusunda ikinci adım, Amerika’da elektrik alanında, aşağıda bilim ve

teknoloji alanındaki başarılarını ayrı bir başlık altında inceleyecek olduğumuz Edison tarafından atıldı.

Burada şu kadarını söyleyelim ki, ABD’de ilk tam teşekküllü araştırma laboratuarını açan Edison’un

kurduğu General Electric Şirketi’dir. Bunu 1902 yılında, kimyacı Du Pont ve bir ilaç şirketi olan Parke-Davis

Şirketi izledi. Telefon sektörünün ilklerinden Bell System laboratuarı 1911 yılında kuruldu. Kodak, 1913

yılında fotoğraf araştırma laboratuarını kurdu. Görüldüğü gibi, dev laboratuarların öncüleri, elektrik ve

kimya sanayisinde faaliyet gösteren şirketlerdir. Hepsi de günümüzün dev şirketleridir.

Amerika’yı dünya liderliğine götüren esas unsur, işte bu dev laboratuarlardır. Nitekim GE’nin

laboratuarını kurmasından sonraki 20 yıl boyunca 526 araştırma laboratuarı kurulmuştur. 1983

yılında bu sayı 11 bine ulaşmıştır12.

Örgütlü araştırmacılık, finansmanını üstlenen şirketlere rakipleri karşısında güçlü bir koruma

duvarı sağlamıştır. Sadece özgün buluş alanında değil, maliyet düşürücü birçok fikre de patent

sağlamıştır ama hiçbir zaman amatör araştırmacılara karşı bir üstünlük sağlayamamıştır. Sayısız cihazı

bünyesinde bulunduran, ihtiyaç duyduğu her şeyi derhal temin edebilecek mali gücü olan ve öne

çıkan mühendisleri veya bilim insanlarını yüksek ücretlerle transfer edebilecek kapasitede, her biri

farklı sektörlerde uzmanlaşmış yüzlerce uzmanı tek çatı altında toplamayı başarmış dev

laboratuarların başarıları, bağımsız araştırmacıların başarıları karşısında resmen yarı yolda kalmıştır.

Konuyu araştıran bir iktisatçı, laboratuarının başarılarını öve öve bitiremeyen Du Pont şirketi

Page 7: TOPLUMDA ARAŞTIRMA-SORGULAMA İŞTAHININ UYANDIRILMASININ ÖNEMİ ÜZERİNE

BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

7 7

kayıtlarından yola çıkarak bir araştırma başlatmış ve bu sayede bağımsız araştırmacılığın önemini ilk

kez fark etmiştir. Söz konusu araştırmaya göre, 1920 ila 1950 arasındaki 30 yıllık dönemde Du Pont 25

yeni ürünü piyasaya sürmüştür. Ama bunların sadece 10 tanesi söz konusu laboratuarın özgün

başarısıdır. Geri kalan 15 ürün, bağımsız araştırmacıların patente bağlanmış buluşlarının satın

alınmasına dayanmaktadır.

TÜBİTAK tarafından yayınlanan Teknolojinin Evrimi adlı eserinde, George Basalla, bu konuda

yapılan araştırma sonuçlarını sıraladıktan sonra konuyu şöyle değerlendiriyor:

“Du Pont Şirketi örneği, önemli bir gerçeği gözler önüne serer. Yüzyılın sona ermesiyle birlikte

endüstri sahnesinde fırtına gibi esen örgütlü araştırma ekipleri, bağımsız mucidi yerinden edememiştir.

Yirminci yüzyılın ilk yarısında üretilen birçok önemli icattan yetmiş tanesi üzerinde yapılan bir araştırma,

bunların yarısından çoğunun bağımsız mucitlerin çalışmalarının ürünü olduğu sonucunu ortaya

çıkarmıştır. Bağımsız mucitlerin katkılarına göz attığımızda listenin hayli kabarık olduğunu ve önemli

buluşlardan oluştuğunu görürüz. Bunlardan bazıları şunlardır: Otomatik transmisyon, bakalit, tükenmez

kalem, selofon, siklotron, cayro pusulası, ensülin, jet motoru, fotoğraf makinası filmi, manyetik kayıt,

güç yöneltici, tıraş makinası, kserografi [fotokopi], döner pistonlu Wankel motoru ve fermuar.”

İçinde yaşadığımız buluş çağında teknoloji son derece karmaşık bir hale gelmiştir. Bu bakımdan

araştırmaların gerektirdiği para ihtiyacı kat kat artmış, bunun yanında araştırmanın bütün unsurlarıyla

tamamlanabilmesi için gerekli zaman da çok uzamış ve mühendisliğin alt dalları arasında işbirliği ihtiyacı

giderek büyümüştür. Bütün bu gerçeklere rağmen, amatör araştırmacılar (ya da kendi başına çalışan

profesyoneller) öncülüğü kimseye kaptırmamıştır. Günümüzde artan zorlukları fazla zorlanmadan

aşabilmeleri için amatörlere devlet desteği sağlanması halinde çok daha iyi sonuç alınacağı muhakkaktır.

Amatör araştırmacıların öncü rollerinden söz edildiğinde bazı akademisyenler, rastlantının

buluşlar üzerinde oynadığı rol hakkında fikir öne sürme eğilimine giriyor. Oysa bu doğru değildir. Ne demiş

Konfüçyüs: “Göz sahibinin bilmediğini göremez.” Nitekim Pastör’ün laboratuarında aşıyı bulması,

bazılarının öne sürdüğü gibi rastlantı sonucu olarak değerlendirilerek geçiştirilemez. Üzerinde düşünülmesi

gereken olaylardan biridir. Düpedüz uzun zamandan beri sabırla aynı gerçeğe odaklanmasının mükâfatıdır.

Hayatımızın çehresini değiştiren muazzam buluş, tamamen gerçeğe adanmış bir beynin eseridir. Nitekim

hastalıklara mikroorganizmaların yol açtığını bulan bilgin olan Robert Koch (843-1910), mikroskobu en iyi

kullananlardan biri olduğu halde, herhalde sadece mikrobun tehlikeleri üzerinde yoğunlaşmış bir

araştırmacı olduğu için Pastör’ün insanlığa yaptığı büyük hizmeti anlayamamış ve onun ürettiği tavuk

aşılarının Almanya’ya girişini yasaklatmıştır. Aşı Almanya’ya tavuk üreticisi köylülerin baskısıyla girebildi.

Pastör, rastlantı iddiasına sonradan güzel de bir cevap vermiştir13: “Talih, siz hazırsanız yardım eder.”

7 BİLİM ve TEKNOLOJİ TARİHİNDEN KRİTİK ÖRNEKLER

Buluş uygarlığın gerçek temelidir; insan ilişkilerinde

en önemli itici güçlerden biridir ve buluşlar hakkında bilgi

sahibi olmadıkça geçmişi ve bugünü anlamak, gelecekle ilgili

öngörülerde bulunmak neredeyse olanaksız hale gelir.

B. Edward Shlesinger, Buluş Nasıl Yapılır? adlı eserinden14

Akademisyenlerin dikkatimizi çeken tutumlarından biri, amatör araştırmacılar tarafından

ortaya konan çalışmaları görmezden gelmeleridir. Eğer sıkıştırırsanız, genellikle burun kıvırdıklarını da

anlarsınız. Zakkum bitkisiyle çalışarak ortaya bir şeyler koyduğunu iddia eden bir hekimin başına

gelenler, bunun tipik örneğidir. Adama “sen bu araştırmanı Batılı bilim dergilerinde yayınlatırsan seni

ciddiye alırım”, denmiş olması işin tuzu biberidir. İlla da bir şey bulmak kompleksiyle hareket edilmesi

yüzünden, araştırma sonuçlarının amaca uygun biçimde çarpıtılarak sunulması bilim tarihinde örneği

Page 8: TOPLUMDA ARAŞTIRMA-SORGULAMA İŞTAHININ UYANDIRILMASININ ÖNEMİ ÜZERİNE

BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

8 8

az görülen bir durum değildir. Bilim insanları arasında maksadı aşan kavgalar da az görülen olaylardan

değildir. Zakkum ekstresi tartışmasının bilimsel cephesini değerlendirecek bilgiye sahip değiliz. Ama

akademisyenlerin ağız birliğiyle, bir şeyler bulduğunu iddia eden birini adeta linç etme girişiminde

bulunduklarını gözlerimizle gördük, kulaklarımızla işittik. Haklı olmak yetmiyor, tutarlı olmak da

gerekiyor. Tartışmayı, kafasında bir takım araştırma konuları olan meraklı başka araştırmacıları

ürküten caydırıcı boyutlara taşımak kabul edilebilir değildi.

Sorun sadece pozitif bilimlerde karşılaşılan bir sorun değildir. Mesela eski çağlar tarihi

üzerinde kendince araştırmalar yapanların çalışmalarına da burun kıvrıldığını, görmezden gelindiğini

görüyoruz. Eğer biraz sıkıştırırsanız, görmeye zorlarsanız, bilimden, bilimsellikten, akademik

çalışmadan, pek yapmadıkları ve hatta düşkün de olmadıkları ne varsa oradan buradan dem vurarak

ortaya konan çabayı yok sayıyorlarX. Kısacası, akademik çevreler bir klan kültürü geliştirmişler, kendi

klanlarından olmayanların herhangi bir iş başaracağına inanmıyorlar. Oysa bilim tarihinden haberdar

olan bilim insanları bunun tam tersi bir tutum izlemeleri gerekirdi. Çünkü bilim tarihinde büyük işleri

başaranların birçoğu başka mesleklerde faaliyet gösteren insanlardır. Bu tebliğimizde söz konusu

çarpıcı gerçeği 8 kritik örnek üzerinde göstermek istiyoruz.

Şunu da belirtmiş olalım ki, örnekler bu kadarla sınırlı değildir. Biz açıklanmasında zorluk

bulunmayan, tipik ve en uçtaki örnekleri seçtik. Bir sabun imalatçısının oğlu olan ve 10 yaşındayken

okulu terk eden, hâlâ kullanmakta olduğumuz paratonerin mucidi Benjamin Franklin(1706-1790)’i,

kasabada kumaş ticaretiyle hayatını sürdüren mikrobu keşfeden Leeuwenhoek(1632-1723)’u,

derslerine karşı ilgisiz olduğu için babasının okuldan aldığı İsaac Newton(1643-1727)’u, kuramını bir

patent ofisinde memur olarak çalışırken ortaya atan Einstein(1879-1955)’i, tebliğimizin sınırlı

çerçevesine dâhil etmediğimiz büyük mucitlere örnek olarak sadece anmakla yetineceğiz. Uygarlığa

büyük katkılarda bulunan başka birçok örnek şahsiyetin üstün başarılarının anlaşılabilmesi için burada

yer verdiğimiz bilginlere nazaran daha kapsamlı ön açıklamalar yapmak gerekiyor. Mesela, matematikçi

olup da biyolojiye büyük katkı yapanları, akademisyenlerin kaba karşı çıkışlarına rağmen, ısrarlı

davranarak tıbba büyük katkı yapan makina mühendislerini çok önemli örnekler olduğu halde zorunlu

olarak burada konu etmeyeceğiz15.

MİCHAEL FARADAY (1791- 1867)

Kurnaz insanlar okumayı küçümser.

Francis Bacon

Yoksul bir ailenin oğlu olan Faraday, 13 yaşına geldiğinde zar zor

okuyabiliyordu. Üstelik okulundan da ayrılmak zorunda kalmıştı. Yıllarca

sokaklarda aylak aylak dolaştı. Demirci olan babası, oğlunun kendisi gibi akkor

ateşin başında ömür tüketmesini istemiyordu. Bu yüzden onu işine karıştırmadı.

Ciltçiye çırak olarak verdi. Buraya matbaalardan basılı kâğıtlar geliyor ve

ciltlenerek kitap haline getiriliyordu. Hayatında hiç kütüphaneye gitmemiş olan

Faraday, dünyanın her tarafından basılmak üzere İngiltere’ye getirilen kitapların

önüne yığıldığı bir işe girmişti. Bu sayede önce okumayı ilerletti. Günün birinde,

Britannica Ansiklopedisi’ni dikiyordu. Elinde 127. sayfa vardı ve gözü bu kâğıtta

X Metinde bilimsel ve akademik deyimlerini ayrı ayrı kullanıyoruz. Çünkü akademik olan farklı bir şey, bilimsel çalışmaya göre sınırlı bir faaliyet. Akademik çalışma daha önce yazılmış kitapları okumak, bunları karşılaştırmak ve eğer gerekiyorsa sentezler yapmaktır. Akademisyenin referansı kitaplardır. Bilimsel çalışmanın sadece bir bölümü (özellikle başlangıç bölümleri) akademik niteliktedir. Akademik çalışmanın kütüphanede yapılmasına karşılık, bilimsel çalışma laboratuarda veya doğada yapılabilen bir çalışmadır; gözleme, ölçmeye, biçmeye, hipotezleri sınamaya dayanır. Yani bilimsel çalışmanın doğrulama referansları doğadadır. Başka kitaplarda değildir.

Page 9: TOPLUMDA ARAŞTIRMA-SORGULAMA İŞTAHININ UYANDIRILMASININ ÖNEMİ ÜZERİNE

BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

9 9

yazanlara ilişmişti. Konu, elektrikle ilgiliydi ve doğa felsefecilerinin yıllardır

farkında oldukları bu görünmez olayın sırrının çözülemediğini yazıyordu.

Faraday, bunları okuyunca içinde bir şeyler kıpırdadı ve İncil’den, daha önce

binlerce kez işittiği bir cümleyi hatırladı: “Dünyanın yaratılmasından itibaren

Tanrının görünmez nitelikleri –sonsuz gücü ve Tanrısal yapısı- ortaya koyduğu eseri

sayesinde açıkça görünür hale gelmiştir.” Demek ki, elektrik görünmez ve

anlaşılmaz bir şey olmaya devam ettiği müddetçe “Tanrının sonsuz gücü ve

Tanrısal yapısını” doğru olarak anlayabilmek mümkün olmayacaktı. Son derece

dindar bir insan olan Faraday, bunun “tahammül edilemez” bir durum

olduğunu düşündü ve bu konuya bir çözüm bulmaya hemen oracıkta karar

verdi. Faraday, insanların Tanrı ile olan ilişkilerinin temelde basit bir düzeyde

yürüdüğü inancı ile yetişmişti. Bundan dolayı, elektriğin sanıldığı gibi karmaşık

bir şey olamayacağını düşünüyordu.

O yıllarda, İngiltere’de endüstri devrimi, bilime ve teknolojiye olan

ilgiyi o kadar artırmıştı ki, doğa felsefecileri, herkesin anlayabileceği makale ve

kitaplar yazıp, halka açık dersler veriyorlardı. Kitaplar basılır basılmaz hemen

kapışılıyor ve dersler de kalabalık yüzünden çoğu kez ayakta izleniyordu. Bu

sürecin Faraday’a iki yönden de faydası oldu. Hem iş güvencesi artıyor, hem

de elektrikle ilgili her türlü bilgiyi para harcamak zorunda kalmadan bulup

okuyabiliyordu. Faraday, bunu şu sözlerle dile getirmiştir: “Her şey, işten arta

kalan zamanlarda okuduğum bu kitaplarla başladı.”

On dokuzuncu yüzyıl İngiltere’sinde iyi gelir getiren bir iş olmadığı

için, bilimle uğraşabilenler hali vakti yerinde kimseler oluyordu. Kraliyet

Bilim Derneği, son derece seçkinci bir şehir kulübü niteliğindeydi. İngiliz

kültürünün en önemli motiflerinden olan “sınıflı toplum” anlayışı Bilim

Derneği’ne bile egemendi. Aristokrat üyeleri, Michael Faraday ve onun gibi

alt tabakadan gelen herhangi biriyle asla içli dışlı olacak türden insanlar

değildi. Faraday, bu şartlara rağmen bilim insanı olmak istiyordu ama

durumu, “prens olmayı hayal eden bir fukarayı” andırıyordu. Ne var ki, çok

gençti, gerçeğin pek farkında değildi. Üstelik ustası iyi kalpli bir insandı, onu,

rüyasından uyandıracak tek bir söz bile söylemiyordu. Hatta dükkânının bir

köşesinde laboratuar kurmasına bile izin vermişti.

Tam da o günlerde eline bir kitap geçmişti. Kitap, aklı geliştirmenin

dört yöntemini anlatıyordu. Bir arada olması istenen bu dört yöntem şöyle

açıklanıyordu: Derslere katılmak, dikkatli not tutmak, aynı konuyla ilgilenen

diğer kişilerle temas kurmak ve bir tartışma gurubuna katılmak. Ne var ki,

Faraday için bunların hepsi zordu. Sadece kitap okuyabiliyordu ve çok sınırlı

imkânlarla, okuduğu deneyleri tekrarlayabiliyordu. Sonradan, “bir gerçeği

gözlerimle görmeden, kendi gerçeğim haline asla getiremiyordum”, diye

yazmıştır. Günün birinde, dükkâna gelen bir kişi, Faraday’ın dış dünyaya

açılmasına yardımcı oldu. Bu kişi, masalardan birinin üzerinde, ciltlenmiş bir takım

ders notları gördü. Onları ödünç istedi. Birkaç gün sonra, kitabı geri getirdiğinde

içine dört de bilet koymuştu. Biletler, Kraliyet Bilim Derneği başkanı Humpry

Davy’nin halka açık konferanslarının biletleriydi. Faraday, ödünç kitap verdiği

adamın Bilim Derneği’nin bir üyesi olduğunu ancak o zaman anladı.

Faraday, dört biletle dört konferansa gitti. Konferansta özenle notlar

Page 10: TOPLUMDA ARAŞTIRMA-SORGULAMA İŞTAHININ UYANDIRILMASININ ÖNEMİ ÜZERİNE

BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

10 10

tuttu ve onları zarif bir şekilde ciltledi ve Davy’e gönderdi. Böylece, bilime olan

ilgisiyle birlikte aynı zamanda iyi bir cilt ustası olduğu, Bilim Derneği başkanı

tarafından fark edilmiş oldu. Bir süre sonra da dernekte işe alındı. Görevi, yine

kitap ciltlemekti. Ama o, orada tutunabilmek için ne görev verirlerse yaptı.

Kendini herkese sevdirmeyi başardı. Bir yandan da laboratuarda kendi kafasına

göre çeşitli deneyler yapıyordu. O sıralar, İngiliz bilim adamları elektrik ve

manyetizma ile ilgili konuları tartışıyorlardı. Elektrik manyetizma üretiyordu.

Ama acaba, manyetizma da elektrik üretiyor mu diye birbirlerine soruyorlardı.

Fakat ne ürettiğini ne de üretmediğini bulup çıkartamıyorlardı. Bilim derneği

üyeleri, kibirli ve statükocu kimselerdi. Kalıplaşmış davranışlar sergiliyorlar,

bilimi de bir “hobi” olarak görüyorlardı. İngiltere’de bilim onların elinde

oyuncak olmuş, sıkışmış kalmıştı. Meğerse yolları yeniden açması için bir

Faraday bekleniyormuş!

Faraday, bilim dünyasındaki buluş yarışına işte tam bu noktadan

katıldı. O zamana kadar, elektrik ve manyetizma ile ilgili bütün kitap ve

makaleleri defalarca okumuş ve okuduğu deneyleri birçok kez tekrarlamıştı.

Bunun yanında, son zamanlarda kendi kendine deney düzenekleri de

hazırlayabiliyordu. Derneğin laboratuar imkânları çok genişti. Günün birinde

bir şeyler düşündü. Düşüncesinin doğru olup olmadığını denemek için bir de

deney tasarladı. Bu deney, cıva dolu bir kap içinde duran bir mıknatıs ve bu

kaba dik olarak yerleştirilmiş bir bakır tele dayanıyordu. Tele elektrik

verdiğinde mıknatısın telin etrafında döndüğünü gördü. Deney, umduğu

sonucu vermişti. Söz konusu deney, Faraday’ın ilk elektrik motorunu

gerçekleştirdiği, bilim tarihinin en ünlü deneylerinden biridir. Faraday,

buluşunu, bir makale haline getirip, bilim dergisinde yayınlattı. Dünya işte o

zaman Faraday’ı fark etti. O zamanlar 30 yaşında, mesleği ciltçilik olan bir

laboratuar asistanıydı.

Faraday, ikinci büyük başarısını 1831 yılında gerçekleştirdi. O zaman kırk

yaşındaydı. Manyetizmanın da elektrik ürettiğini bulmuştu. Keşfini iki cümleyle

şöyle özetlemiştir: “Bir manyetik kuvvet azaldığında ya da arttığında elektrik

üretir; ne kadar hızlı artar ya da azalırsa, ürettiği elektrik de o kadar fazla olur.”

Faraday, keşfini matematik dilinde ifade edemedi. Aslına bakılacak

olursa, bu biraz da onun talihi idi. Bilim Derneği’ndeki bilim adamları, uzun

yıllardır, her şeyi matematikten bekler bir anlayışın içine hapsolmuşlardı, deneyin

önemi geri plana itilmişti. Faraday, yıllarca deneyler üzerinde yoğunlaşarak hem

çok büyük başarılara imza atmış, hem de onlara deneyin önemini tekrar

hatırlatmıştı. Matematiğin cazibesine baştan o da kapılsaydı, bekli de bu kadar

başarılı olamayacaktı. Sonuçta, Faraday’ın buluşu matematikten mahrum

kalmadı. 1865 yılında, genç bir İskoç fizikçisi James Clerk Maxwell, Faraday’ın

buluşlarını matematik diline çevirdi.

Maxwell’in kurduğu denkleme göre, manyetizma tarafından üretilen

elektriğin miktarı, manyetik kuvvetin artma ya da azalma hızına eşit oluyordu.

Manyetik kuvvet hızlı değişirse, büyük miktarda elektrik, eğer, yavaş değişirse

küçük miktarda elektrik üretiyordu. Zaman içinde sabit kalan bir manyetik

kuvvet ise hiç elektrik üretmiyordu.

Faraday’ın deneyleri ve bu deneylerin sonuçlarını matematik diliyle

Page 11: TOPLUMDA ARAŞTIRMA-SORGULAMA İŞTAHININ UYANDIRILMASININ ÖNEMİ ÜZERİNE

BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

11 11

ifade eden Maxwell’in katkıları sayesinde uygarlık dev adımlarla ilerlemeye

başladı. Başlangıçta ne işe yarayacağı pek bilinmeyen elektrik, teknolojinin en

önemli atılım kaynağı oldu. Mühendisler, bu denklemi kullanarak, su gücü ile

mıknatısları döndürerek güvenli ve sürekli elektrik üreteçleri yaptılar. Bu

şekilde üretilen elektrik enerjisi daha sonra istenilen yerde, elektrik motorları

yardımı ile mekanik enerjiye dönüştürüldü. Dev Buhar makinalarının yerini

küçücük elektrik motorları aldı. Öte yandan, yine elektrik sayesinde telgraf

icat oldu. Daha sonra, Graham Bell, telefonu; Marconi, telsizi; Edison, ampulü

keşfetti ve dünya, giderek küçülmeye başladı.

Baş döndürücü başarıları sayesinde, statükoda büyük bir delik açan

Faraday, Kraliyet Bilim Enstitüsü’nün başkanlığına getirildi. Otuz yıl

başkanlık yaptı. Onun sayesinde bilim, “hür zenginlerin hobisi olmaktan çıktı

ve hür düşüncelilerin yaptığı bir iş haline geldi”. Faraday, bilim tarihine altın

harflerle geçti. Avrupa ve Amerika tıka basa zenginleşti. Faraday’ın ise,

tarihe geçerek hayırla anılmaktan başka bir kazancı olmadı. Onun mensup

olduğu tarikatın inancına göre, servet yığmak dindar bir insanın işi olamazdı.

Ölümünden birkaç yıl önce şöyle yazmıştır: “Herhangi bir konuda

çalışmadan, zihinsel olarak huzurlu, herkesin saygısını kazanmış ve Kraliçem

tarafından şereflendirilmiş olarak evde öyle oturuyorum.” 1887 yılında

öldüğünde, sadece arkadaşlarının katıldığı bir törenle defnedildi. Bu büyük

insan Batılı kapitalistler tarafından başarıları yağmalanmış bir insan olarak

tarihe geçmiştir. Bilimsel çalışmalarından tek maddi kazancı, Kraliçe

tarafından kendisine hediye edilen bir evden başka bir şey olmamıştır.

ANTOİNE LAVOİSİER (1743-1794)

Kafasının koparılması için bütün gereken bir

saniyeydi. Onunki gibi bir kafanın bir daha gelmesi için

belki yüz yıl bile yetmeyecek.

Matematikçi ve gökbilimci Joseph Lagrange (1736-1813)16

Antoine Lavoisier, dünyaya geldiğinde, kimya, fizik ve astronominin

çok gerisindeydi. Henüz simya idi. O zamana kadar konuyla ilgili birçok

gelişme olduysa da, bunlar bölük pörçüktü ve kuramsal bir çerçeveden

yoksundu. Hava ve su, hala birer element olarak görülüyordu mesela.

Çağlardan beri insanları şaşkınlığa düşüren ateş söz konusu olduğunda

bilgiler büsbütün yanlıştı. Yanmanın nedeni filojiston adı verilen bir madde

olarak görülüyordu. Bir madde yandığında ne kadar az kül bırakıyorsa,

filojiston miktarı o kadar yüksektir deniyordu. Ateş, maddenin bünyesindeki

filojistonu havaya bırakma olayı olarak görülüyordu.

On sekizinci yüzyılın ikinci yarısının ilk yirmi beş yılında, özellikle İngiliz

kimyacılar, oksijen, hidrojen, azot ve karbondioksiti ayırmışlardı. Ancak söz

konusu başarıların sahipleri, filojiston “inancına” bağlı kaldıkları ve yüzyıllardır

söylenegelen beylik söylemleri sorgulamayı akıl edemedikleri için buluşlarını

değerlendiremiyorlardı. Simyadan kimyaya geçmeyi başaramamışlardı. Mesela

oksijen için defilojistike hava diyorlardı. Çünkü oksijen kendi başına yanmıyordu.

Onlara göre yanmamasının nedeni içindeki filojistonun alınmış olmasıydı. Bunun

Page 12: TOPLUMDA ARAŞTIRMA-SORGULAMA İŞTAHININ UYANDIRILMASININ ÖNEMİ ÜZERİNE

BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

12 12

yanında oksijen ortamında tahta parçası yaktıklarında gayet hızlı yanıyordu. Bu

deneyden çıkardıkları sonuca göre, filojistonu alınmış hava tahtanın içindeki

filojistonu “daha iyi” çekiyordu.

Bütün bu deneylerden doğru sonuçlar çıkarılması için doğru adımı

atan Lavoisier oldu. Filojiston kuramının yanlış olduğunu, böyle bir

maddenin olmadığını söyledi. Ona göre yanmanın nedeni oksijendi17. Oysa

İngiliz kimyagerler oksijeni daha önce ayırmışlar ama ona “yetkin gaz” adını

vermekten başka bir şey yapamamışlar, işlevini çözümleyememişlerdi.

Oksijen deyimini ilk kullanan da Lavoisier’dir. Yine ona göre, su bir element

değildi. Hidrojen ve oksijenin kimyasal karışmasından meydana geliyordu.

Hava da sanıldığı gibi bir gaz değildi. İki ayrı gazın, oksijen ve azotun

karışımından meydana geliyordu. Bütün bunları ortaya attığında kendini

meslekten kimyacı görenler, onun hukukçu olduğunu, anlamadığı konularda

ileri geri konuştuğunu dillendirmeye başladılar.

Lavoisier, gerçekten de hukuk tahsili yapmıştı ve Fransız barosunun

üyesiydi. Kimya deneyleri yaparken bir yandan da geçimini sağlamaya

çalışıyordu. Onun avukatlık yapmadığını, vaktini kimyaya adadığını söylerler.

Oysa avukatlık yapmasa da hukuk mesleğiyle ilgili devlet hizmetinde görev

almıştır. Bilimsel araştırmalarındakine benzer tutumunu meslek hayatında

da sürdürüyordu. Mesela vergi toplama işleri iyi gitmediği için vergi reformu

çalışmalarını da yürütüyordu. Varlıklı ve toprak sahibi bir aileden geliyordu.

Yüz bin frank kadar yıllık geliri vardı ve bunu kimya araştırmaları için

harcamaktaydı. Kazancını bu yola vakfetmesi sayesinde, bugün bildiğimiz

108 elementin 20’sini bulma şerefi Lavoisier’e aittir.

Lavoisier, 1789’da, yani Fransız İhtilali’nin yapıldığı yıl, Temel Kimya

Kitabı adını verdiği bir kitap yayınladı. Bu eser, fizikte Newton’un Principia’sı

ne ise kimyada aynı temel değerde görülmekte olan bir kitaptır18.

Lavoisier’in fizyolojiye de çok önemli katkısı olmuştur. Yaptığı

deneylerle nefes almanın aslında bir yavaş yanma olayı olduğunu, insanların

ve hayvanların yaşaması için gerekli olan enerjinin ciğerlerimize çektiğimiz

havadaki oksijenin, vücudumuzda bulunan organik maddeleri yakması

sayesinde elde edildiğini göstermiştir19. Bu buluş, tıp tarihi açısından da

fevkalade önemlidir ve temel nitelikte bir gelişmedir. Lavoisier’in tıbbın da

önünü açan bilginlerden biri olduğunu söylemek doğru olur.

Lavoisier, deneylerinde ölçme hassasiyetine verdiği büyük önem

dolayısıyla da kendisinden sonra yetişen nesillere örnek olmuş bir

şahsiyettir. Gözlem ve deneylerinde hassasiyete o derece önem verirdi ki,

çeşitli ışıkların şiddetini çıplak gözle ölçebilmek ve bir sıralama yapabilmek

için 1,5 ay karanlık bir odada yaşamıştır.

Lavoisier, Jean-Paul Marat (1743-1793) adlı çok tehlikeli bir kişiyi

hasım kazanmıştı. Marat, aslında İngiltere’de tıp eğitimi almış bir kişiydi.

1780’de Ateş Üstüne Fiziksel Araştırmalar başlıklı bir kitapçık yayınlamıştı.

Burada ateşin sıcak bir sıvı olduğunu öne sürüyordu. Fakat kitabı

kamuoyunun dikkatini çekmedi. O da, önde gelen bir gazetede kitabını öven

ve Fransız Bilimler Akademisi’nin tezini onayladığını öne süren bir haber

yayınlatmıştı. Oysa Akademi’nin başında Lavoisier vardı. Onu, asıl

Page 13: TOPLUMDA ARAŞTIRMA-SORGULAMA İŞTAHININ UYANDIRILMASININ ÖNEMİ ÜZERİNE

BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

13 13

mesleğinin avukatlık olmasına rağmen bilime yaptığı büyük katkılar

dolayısıyla akademini başına getirmişlerdi. Haberi okuyan Lavoisier,

Marat’ın öne sürdüğü iddiaların yanlış olduğunu, tezine onay vermedikleri

gibi vermeye de niyetli olmadıklarını açıkladı.

Daha sonra gazete çıkarmaya başlayan Marat, orada Lavoisier’i

yerden yere vurmaya başladı. Onun devlet hizmetindeki mesleki icraatlarını

kötülediği gibi, bilimsel başarılarını da kötülüyordu. Bilimsel çalışmalarının

şarlatanlıktan başka bir şey olmadığını söylüyordu. Marat, bir fen adamıydı

ama Jakoben fikirleri savunurdu. Yani, kendini toplum mühendisi olarak

görürdü. Jakobenler, kendi ideolojilerini topluma ikna yoluyla değil, baskı ve

şiddet yöntemleriyle dayatmaya çalışan insanlardı ki Fransız İhtilali’ni

yapanlar da bunlardır. (Son yıllarda sık kullanıldığını gördüğümüz Jakobenizm bir

ideoloji değildir, sadece yöntemdir.)

Marat, Lavoisier’den önce öldü. Bir kadın tarafından banyoda

bıçaklanarak öldürüldü ve cesedi daha sonra kanalizasyona atıldı. Öldü ama

Lavoisier’e attığı iftiralar etkisini sürdürdü. 1794 yılında Lavoisier’i de

tutukladılar. O sırada solunum konusunda deneyler yapmaktaydı. Vergi

toplamada usulsüzlük yaptığı ve aristokrasiyle olan yakın ilişkisini öne sürerek

yargıladılar. Bir gün içinde 28 kişiyle birlikte usulen yargılandı ve hemen

giyotinle infaz edildi. Savunması sırasında onun bilime ve Fransa’ya yaptığı

hizmetlerin dikkate alınmasını isteyen insanlara karşı mahkeme başkanı Yargıç

Coffinhal’in sarf ettiği bir söz, hukuk tarihinde onun da şöhret yapmasını

sağlamıştır. Şöyle demiştir: “Cumhuriyetin dâhilere ihtiyacı yoktur.”

İhtilal önde gelenlerinin Lavoisier’e yaptığı haksızlıklar ve

hukuksuzluklar, günümüzde bile ihtilalın yüz karası olarak anılır. Bugün tıp

adamı Jakoben Marat’ı hayırla anan yoktur. Onu başkalarının bilimsel

çalışmalarına fesatça iftira yağdıran adam olarak hatırlıyorlar. Ama kimya

biliminin yolunu açan avukat Lavoisier, gönüllerde yaşatılıyor. Başkalarının

çabalarını olur olmaz zeminlerde küçümseyen sözde bilimciler Lavoisier olayını

dikkatle incelemelidir.

LUDWİG VAN BEETHOVEN (1770-1827)

Bunlar senin için değil, daha sonraki bir çağ için.

Beethoven’ın, bir eleştirmenine söylediği söz

Almanya’nın Bonn kendinde dünyaya gelen Beethoven, bütün

zamanların en büyük bestecisi olarak nitelenir. İlk bestesini 13 yaşında

yayınlamıştır. 1792’de, yani 22 yaşında Viyana’ya taşınmış ve hayatının

sonuna kadar orada yaşamıştır. Hayatı boyunca 9 senfoni, 32 piyano sonatı,

5 piyano konçertosu ve daha birçok irili ufaklı eser vermiştir. Onun

çalışmaları sözsüz (enstrümantal) müziğin, sanatların zirvesine oturmasını

sağlamıştır. Piyanoyu “en belli başlı müzik aleti” mertebesine çıkaran da

odur. Kendisinden sonra gelen bütün bestecileri etkilemiştir. Müzikte

yaptığı bütün değişiklikler kendisinden sonra kalıcı olmuştur. Piyanonun

sunabildiği birçok imkânı ortaya çıkaran da odur.

Ne var ki, tüm zamanların bu en büyük bestecisi sağır bir kişiydi. Kendisi

Page 14: TOPLUMDA ARAŞTIRMA-SORGULAMA İŞTAHININ UYANDIRILMASININ ÖNEMİ ÜZERİNE

BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

14 14

30 yaşlarına yaklaşırken, kulakları zayıflamış ve hastalık ilerleyerek tamamen

duymaz olmuştur. Bu durum, onun sanatına olan güvenini sarsmış ve ortalıktan

çekilmesine yol açmıştır. Ne var ki, insanüstü bir irade gücü sergileyerek

müzikten kopmamıştır. Tersine, bütün gücüyle müziğe yoğunlaşmış, en büyük

eserleri olarak görülen bestelerini kulaklarının duymadığı hayatının son

yıllarında meydana getirmiştir. Onun tam sağırlık döneminde verdiği eserlerin

en büyük müzik eserleri olduğu konusunda uzmanlar arasında görüş birliği

vardır. Ünlü müzisyen, olgunluğunun zirvesinde daha birçok eser vermek için

kararlılıkla çalışmaktayken Viyana’ da 57 yaşında ölmüştür20.

NİKOLAUS AUGUST OTTO (1832-1891)

Kişi gerçeği kalbiyle görür; esas olan gözle görülemeyendir.

Antoine de Saint-Exupéry21

Şimdi de bir seyyar satıcının teknolojiye yaptığı muazzam katkıyı

inceleyeceğiz.

Günümüzde, yüz milyonlarcası her gün oradan oraya koşuşturan,

yakıtı için her gün kan akıtılan dört zamanlı içten yanmalı, bir başka deyişle,

benzinli motor olarak bilinen motorların mucidi Otto’dur. Batı Avrupa’yı ve

ABD’yi dünya liderliğine taşıyan teknolojik atılımlardan biri Otto’nun

benzinli motorudur. Buluş, sadece karayolu taşımacılığının değil, aynı

zamanda havacılığın da önünü açmıştır. 1939 yılında ilk jet uçağı havalanana

kadar uçaklar Otto’nun benzinli motoruyla çalışıyordu. Otto, motorunu

yapmayı başarmadan önce otomobil yapmak için epey zamandır

uğraşılmaktaydı. İlk otomobillerin tipik örnekleri aşağıda görülebilir.

Otto, 1832’de Almanya’da dünyaya geldi. Ancak çocuk yaştayken

babasını kaybetti. Başarılı bir öğrenci olduğu halde geçim derdiyle

okulundan ayrıldı ve bir bakkalın yanına çırak girdi. Daha sonra kâtiplik yaptı

ve daha sonra da seyyar satıcılığa başladı. Otto, Fransız mucit Lenoir’in gazla

çalışan içten yanmalı bir motor icat ettiğini duydu. Aynı motoru gaz yerine

Fransız mucit

Nicolas Joseph Cugnot’un

buharla çalışan

ilk otomobili (1769)

Belçikalı mucit Etienne Lenoir’in

yaptığı ve içten yanmalı iki zamanlı

tek silindirli gazla çalışan otomobil

(1862)

Page 15: TOPLUMDA ARAŞTIRMA-SORGULAMA İŞTAHININ UYANDIRILMASININ ÖNEMİ ÜZERİNE

BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

15 15

sıvı yakıtla kullanacak şekilde yapılması halinde çok daha başarılı olacağını

düşündü. Önce bir karbüratör yaptı. Ancak patent bürosu bu konuda birçok

patent olduğunu öne sürerek ona patent vermedi. Çalışmalarını dört

zamanlı motorlar üzerinde yoğunlaştırdı. Araştırmaları ona, Paris 1867

Dünya Fuarı’nda bir altın madalya kazandırdı. Ama dört zamanlı motoruna

gelişmiş, teklemeden çalışan ateşleme sistemini ancak 5 yıl sonra yapabildi.

Bu sayede Dört Zamanlı Motor, en verimli ve başarılı motor hüviyetini

kazandı. On yıl içinde 30 binden fazla motor sattılar. Onun çalışmalarını,

şirketine mühendis olarak işe aldığı Daimler geliştirdi. Diğer yanda Karl Benz

de Otto’nun motorunu kullanarak daha güzel bir otomobil yapmıştır. Daha

sonra ABD’de Henry Ford da piyasaya atıldı. Karayolu taşıtları, Otto’nun

öncülüğünde bütün dünyaya yayılma sürecine girdi.

WİLBUR ve ORVİLLE WRİGHT KARDEŞLER

“Buluş” işine girdikten sonra bu işin içinde bir

gizem olmadığını, kadın veya erkek herhangi birinin de

elindeki listeyi tüm olasılıklar denenene kadar gözden

geçirerek buluş yapabileceğini fark ettim.

B. Edward Shlesinger, Buluş Nasıl Yapılır? adlı eserinden22

Wilbur Wright (1867-1912) ve Orville Wright (1871-1948), Hezarfen

Ahmet Çelebi tekil örneğinden sonra tarihe ilk uçan adamlar olarak geçmeyi

başarmıştır. Her ikisinin de bir süre okumalarına rağmen lise diploması bile

yoktu. Aileleri de zengin değildi. Mekanik işlere olan meraklarından cesaret

alarak bisiklet tamircisi dükkânı açmışlardı (1892). Tarihe altın harflerle

yazılan bütün araştırmalarını bu dükkânda kazandıkları parayla yapmışlardır.

Havacılığa olan ilgilerinin nedeni, okudukları bir kitaptır. Daha sonra konuyla

ilgili iki kitap daha okuduklarını söylemişlerdir.

Onların konuya ilgi duymaya başlamalarından önce başkaları çeşitli

uçuş denemeleri yapmıştı ama hepsi başarısız olmuştu ve işin peşini

bırakmışlardı. Buna karşılık, Wright kardeşler de başarısızlıklarla

başlamalarına rağmen işin peşini bırakmadılar. 1899’da planör ve uçurtma

yapma denemelerine giriştiler. Bir yıl sonra yaptıkları ilk planörleri başarılı

Avusturyalı mucit

Siegfried Marcus’un

1864’de yaptığı otomobil.

Resimde görülen yüksek

kısım, otomobilin tek

zamanlı pistonlu

motorudur.

Page 16: TOPLUMDA ARAŞTIRMA-SORGULAMA İŞTAHININ UYANDIRILMASININ ÖNEMİ ÜZERİNE

BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

16 16

olmadı. Yılmadılar ve hatalarını düzeltmek umuduyla bir yıl daha uğraşarak

yeni bir tane yaptılar. Yine başarılı olmadılar. Bir yıl daha çalıştılar ve

hatalarını düzelttiler. Üçüncü denemeleri başarılı oldu. Her seferinde sabır

ve sebat göstererek uçan bir cisim yapmayı başarmışlardı. Bu planörle

binden fazla uçuş gerçekleştirdiler. Kimse farkında değildi ama söz konusu

deneme uçuşları sayesinde, iki kardeş, dünyanın en tecrübeli pilotları

olmuşlardı. Daha önce uçuş denemesi yapanların aklı uçaklarını yerden nasıl

kaldıracaklarına odaklanmıştı. Oysa Wright Kardeşler, bu aşamayı geçmeyi

başarmışlardı. Artık onların temel sorunu, havalandırdıktan sonra uçağı

kontrol edebilmek, gerektiği gibi yönetebilmekti. Yoğun araştırmaları

sonucunda, üç eksende de tam denetim sağlamayı başardılar. Bu sayede

uçaklarını tam olarak manevra yeteneği kazandı.

Wright kardeşlerin diğer bir büyük başarıları, kanat yapımı

konusunda oldu. İlk denemeleri sırasında daha önce yapılan kanatların

başarılı olmadığını anlamışlardı. Kanat geliştirmek için rüzgâr tüneli inşa ettiler

ve burada 200 değişik kanat üzerinde deneme yaptılar. Bu sayede kanattaki

hava basıncı dağılımının kanadın şekliyle olan ilgisini keşfetmişlerdi.

Onlar uçak yapma işine koyulduğunda içten yanmalı motorlar icat

edilmişti ve piyasada kullanılıyordu. Ama uçaklarda kullanılmaları için son

derece hantaldılar. Fakat Wright kardeşler, bir motor teknisyeniyle anlaşarak

kendilerine uygun buldukları bir motor tasarımını çizdirdiler. Aslında bu

konuda bir tecrübeleri de yoktu. Ama yaptıkları motor diğer motorlardan

çok daha üstündü. Söz konusu başarılarının onların mekanik alanındaki

dehalarını gösterdiği kabul edilir. Diğer yandan, kendi motorlu uçaklarının

pervane tasarımını da kendileri yaptı.

Tepeden tırnağa kendi tasarımları olan ve Flyer 1 adını verdikleri bu

uçakla, ilk uçuşlarını Aralık 1903’de yaptılar. Her ikisi de o gün ikişer uçuş

yaptı. Orville, 12 saniye havada kaldı ve 40 metre uçabildi. Wilbur ise 59

saniyede 255 metre uçtu. Sonradan uçuş yapılan yerin adıyla, Kitty Hawk

olarak anılan söz konusu uçak, 375 kg ağırlığı ve 12,3 metre kanat açıklığı

olan bir uçaktı. 12 beygirlik gücündeydi ve 85 kg ağırlığı vardı. Aşağıda uçuş

alanındaki fotoğrafı görülen bu uçak, halen Washington’da Ulusal Havacılık

ve Uzay Müzesi’nde bulunmaktadır.

Wright kardeşlerin ilk uçuşlarını

gerçekleştirdikleri Kitty Hawk adıyla

anılan uçak,375 kilogram ağırlığında ve

12,3 metre kanat açıklığındaydı. Üzerine

konan özel yapım benzinli motor ise 85

kilogram ağırlığındaydı.

Yanda uçuş alanında fotoğrafı görülen

uçak halen, Washington’da Ulusal

Havacılık ve Uzay Müzesi’nde

bulunmaktadır.

Page 17: TOPLUMDA ARAŞTIRMA-SORGULAMA İŞTAHININ UYANDIRILMASININ ÖNEMİ ÜZERİNE

BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

17 17

Tarihin ilk motorlu uçakla uçuşunun sadece 5 tanığı oldu. Kendi

memleketleri olan Dayton’da, basın uçuştan tek satır söz etmedi. Dünyada ilk

insanlı uçuşun gerçekleştiğinin duyulması ancak 5 yıl sonra mümkün olabildi.

Onlar ise ilgisizliği hiç umursamamış görünüyorlardı. Çalışmalarını sürdürdüler ve

bir yıl sonra Flyer 2’yi uçurdular. Bu uçakla bir değil, 105 uçuş yaptılar. Yine ilgi

görmedi. Bir yıl daha çalıştılar ve Flyer 3’ü yaptılar. Bu uçaklarıyla sayısız uçuş

gerçekleştirdiler. Başarıları yine ilgi görmedi. Ancak bir yıl sonra Herald Tribune’de

haklarında bir yazı çıktı. Başlık şöyleydi23: “Uçucular mı? Yoksa Yalancılar mı?”

Öyle ya, kimsenin başaramadığı bu büyük işi gerçekleştirmek iki bisiklet tamircisine

mi kalmıştı. O gün bu büyük başarı karşısında ayak sürüyenleri kimse hatırlamıyor.

Ama küçümsenen iki kardeş, bugün dünyanın en büyük mucitleri arasında ön

sırada anılıyor. Bizim tebliğimizde ilk sekize girmesinin nedeni de budur.

THOMAS ALVA EDİSON (1847-1931)

Soru da bilgiden doğar, cevap da.

Mevlana Bilim adamları neden deney yaparlar?

Yanıt, sorunun basitliği ölçüsünde açık görünüyor:

Doğayı anlamak için. Ama doğaya soracağımız en

önemli sorularımızı nasıl formüle ediyoruz ve

doğru görünen yanıtları nasıl kavrıyoruz?

Büyük Bilimsel Deneyler adlı eserden24

Edison, 1029 patentli icat yapmış, gelmiş geçmiş en büyük

dâhilerden biridir. Onun dâhiliği, sabır ve sebatla harmanlanmış bir dâhilikti.

O kadar şöhret yapmıştı ki, 1878’de, elektrikle çalışan lamba üzerinde

çalıştığını ağzından kaçırınca, gaz yağı şirketlerinin ve gazyağı lambası

üreticilerinin hisseleri birden bire “çok kötü bir şekilde” 25 düşmüştü.

En özgün icadı 1877’de patentini aldığı fonograftır. Fonograf, sesleri

kaydederek istendiğinde tekrar dinlenilmesini sağlayan bir cihazdır. Bu cihaz

Alman bilgini Emil Berliner’e ilham vermiş ve ilk müzikçalar kutusu olan

gramofonun patenti 1887’de Almanya’da alınmıştır.

Edison’un hayatımızı en çok etkileyen icadı ise evlere elektrik götürerek

aydınlatmasıdır. Karbon flamanlı ilk elektrik ampulünü yapmış ve evlere elektrik

götüren bir dağıtım şebekesi geliştirerek insanlığa çağ atlatmıştır. 1882 yılında

kurduğu şirket, New York evleri için elektrik üretmeye başlamış ve uygulama

daha sonra gelişerek bütün dünyaya yayılmıştır. Özgün buluşları yanında

kendisinden önce icat edilmiş çeşitli cihazların gelişmesine de katkıda

bulunmuştur. Telgraf, telefon, film kamerası, piller bunların en önemli olanlarıdır.

Tarihte ilk kez birçok insanın çalıştığı bir araştırma laboratuarı kuran da

Edison’dur. Dünyaca ünlü General Electric Şirketi’ni kuran da Edison’dur. Dağlar

kadar başarıları olan ve bilim ve teknoloji tarihine dahi olarak geçen Edison, okula

ancak üç ay gidebilmiş bir kişidir. Okulu terk etmesinin nedeni, okul müdürünün

onun geri zekâlı olduğunu öne sürerek okuldan çıkarmasıdır. Okul müdürünü

bugün kimse bilmiyor. Yetiştirmeye değer bulduğu öğrencilerin hayatlarında

neleri başardığını da bilmiyoruz. Ama onun geri zekâlı raporu verdiği öğrencisi,

tarihe altın harflere geçti. Şimdi onun sayesinde öğretmeni de hatırlanıyor. Ama

nasıl hatırlanıyor?

Page 18: TOPLUMDA ARAŞTIRMA-SORGULAMA İŞTAHININ UYANDIRILMASININ ÖNEMİ ÜZERİNE

BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

18 18

JOHN DALTON(1766-1844)

Önemli olan gerçeği ele geçirmek değil, takip etmektir.

Elio Vittorini26

John Dalton, kimya alanında büyük atılımları mümkün kılan temel

fikri ortaya atan İngiliz bilginidir. Atom, molekül, element ve kimyasal

bileşim kavramlarını anlaşılabilir şekilde açıklık getirmiştir (1804). Hazırladığı

ilk atom ağırlıkları tablosunda 20 element vardı. Kuramı son derece

inandırıcı bulunduğu için yirmi yıl içinde bütün bilim adamları onun kuramını

benimsediler ve kendi araştırmalarının merkezinde yer verdiler. Kuramı,

kimya deneylerinin açıklanmasında ve yorumlanmasında son derece zihin

açıcı idi. 1808’de yayınladığı Yeni Kimya Felsefesi Sistemi en önemli

eseridir. Söz konusu eserinde, aynı kimyasal bileşimin herhangi iki

molekülünün aynı atomların karışımından meydana geldiğini açık seçik

söylemiştir. Mesela suyun (H2O), iki hidrojen ve bir oksijen atomunun

birleşmesinden meydana gelmesi gibi. Dünyada toplam atom miktarının çok

fazla olduğunu fakat çeşit sayısının çok az olduğunu açıklamıştır. Çeşitli tip

atomların ağırlıklarının farklı olmasına rağmen, aynı tür iki atomun her

bakımdan benzer olduğunu söylemiştir.

Bilime temel nitelikte çok önemli katkılar sağlamış, zihin açıcı temel

eser yayınlamış olan Dalton, 1766 yılında kuzey İngiltere’nin bir köyünde

dünyaya gelmiştir. Köy ortamında eğitimi 11 yaşındayken sona ermiş bir

kişidir. Ne yaptıysa, tamamen kendi başarısıdır ve diğer bilginlerin yaptığı

çalışmaları kararlılıkla izlemesi sayesinde edindiği bilgilerin sorgulanması

temelinde ortaya çıkmıştır.

GREGOR MENDEL (1822-1884)

Bir gün beni anlayacaklar.

Gregor Mendel

Gregor Mendel, günümüzde Çek cumhuriyeti sınırları içinde yer alan

Brno manastırında yaşayan bir rahipti. 1860 yılından itibaren bitkiler

üzerinde kalıtımla ilgili araştırmalar yapardı. Bilim dünyasının Darwin’in

“izm”leşmiş kuramının peşine düştüğü zamanda kendi mütevazı ortamında

genetik biliminin temellerini attı. 1884 yılında öldü. Yaptığı araştırmaların

John Dalton’un

elementler

tablosunda

sağ tarafta

görülen şemada

20 değişik atom

yer alır.

Solda ise

atomlardan

meydana gelen

molekülleri

açıkladığı

çizimleri

görülmektedir.

Page 19: TOPLUMDA ARAŞTIRMA-SORGULAMA İŞTAHININ UYANDIRILMASININ ÖNEMİ ÜZERİNE

BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

19 19

değeri ölümünden 30 yıl sonra üç ayrı araştırmacı tarafından tekrar tekrar

keşfedildi. Araştırmalarının sonuçlarını ilk açıkladığı tarihten ise 50 yıl sonra.

Oysa Mendel, araştırmalarının sonuçlarını gizli tutmamış, vardığı

sonuçları bilimsel bir dergide yayınlamış ve makalesini 40 kadar bilim adamına

ve çeşitli kurumlara göndermişti. Ölüm döşeğindeyken, başında bekleyen

rahibe şöyle demişti 27 : “Yaşamım süresince birçok sıkıntı verici durumla

karşılaşmış olmama rağmen, şükranla itiraf etmeliyim ki hep iyi ve güzel galip

geldi. Bilimsel çalışmalarım bana büyük doyum sağladı. Bunların kısa zamanda

tüm dünyada kabul göreceğimden eminim.” Ne var ki, öldüğünde yerine geçen

başrahip, yazılarının pek çoğunu değersiz bularak yakmıştı.

Mendel’in talihsizliği, çalışmalarını yayınladığı tarihin Darwin’in

Türlerin Kökeni adlı kitabını yayınladığı tarihle aynı tarih olmasıydı.

Darwin’in çalışmaları ona şöhretin kapılarını hemen açtı ama Mendel’in

çalışmaları 50 yıl boyunca onun gölgesinde kaldı.

Öldüğünde, o yörenin tarım cemiyeti tarafından verilen ölüm ilanına

bakılırsa, çevredekiler çalışmalarının farkındaydı. Ölüm ilanında, yaptığı her

şeyin “gerçek hayatta işe yarar” olduğu özellikle vurgulanmıştı. O halde

Mendel’in çalışmaları neden bu kadar geç fark edilmişti?

Brno’lu bir biyolog, gecikmenin nedenini açıklamak isterken,

bulgularının “yaşadığı çağın ruhuna uymadığını” söylemiş ve şöyle eklemiştir28:

“Çalışmaları iyi biliniyordu ancak zamanın birbiriyle çatışan ve birbirini dışlayan

görüşlerinin ortaya çıkardığı önyargılar yüzünden bilmezden geliniyordu… Uzun

yıllar süren ilişkilerimizden biliyorum ki Mendel, bitkilerle ilgili yayınlarının

hemen fark edilmemesinden dolayı hayal kırıklığına uğramamıştı. O zamanlar,

yeni bitki formlarının oluşumunu açıklamak için neredeyse yalnızca, genel kabul

gören Darwin’in hipotezlerine başvuruluyordu.”

Neden Darwin? Çünkü onun tezi çağın ruhuna uygundu. Ari ırkın

üstünlüğünü, sınıflı toplum yapısının doğal temellerini, sömürgeciliğin neden

Arilerin hakkı olduğu gibi siyasi emelleri onun kuramıyla açıklıyorlardı. Tezleri

hiç bekletilmeden ve tartışılmadan ideolojinin emrine sunulmuş, Aydınlanma

Çağının yaygın bir hastalığı olan izm’ler kalıbına dökülmüştü.

Mendel, çağının ruhuna hitap edememesine rağmen araştırmalarını

sürdürürken, pek de talihsiz sayılmazdı. Çünkü yaşamakta olduğu Brno

manastırı, özellikle doğa bilimleri konusunda oldukça güçlü bir entelektüel

ortama sahipti. Başka rahipler de çeşitli konuların araştırılmasına gönül

vermişlerdi. Elma yetiştiriciliği, üzüm yetiştiriciliği, kavun yetiştiriciliği, hatta

palmiye yetiştiriciliği üzerinde araştırma yapan rahip arkadaşları vardı.

Manastırın ünü yayılmıştı ve çevreden soru sormak isteyenler geldiği gibi,

kafasındaki fikirleri manastırın araştırmacı rahipleriyle müzakere etmek

isteyenler de gelirdi. Ayrıca büyük bir de kütüphane vardı. Kütüphane yeni

çıkan kitapları satın alınabilmesi konusunda çevrede yaşayan insanlardan

mali yardım da görüyordu.

İnsanlığın yolunu aydınlatan birçok düşünürün, dâhinin ve mucidin

hayatını incelemiş bir kimse olarak, fizikte Faraday’ın hayatı kadar doğa

bilimlerinde Mendel’in hayatını da aynı değerde incelemeye değer bulurum.

Page 20: TOPLUMDA ARAŞTIRMA-SORGULAMA İŞTAHININ UYANDIRILMASININ ÖNEMİ ÜZERİNE

BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

20 20

7 ARAŞTIRMACILIĞIN BATIDAKİ KÜLTÜREL KÖKENLERİ ÜZERİNE KISA BİR DEĞERLENDİRME

Beşeriyetin hayvaniyeti yemekle, insaniyeti okumakla beslenir.

Namık Kemal

Toplumları yeniliğe ve daha doğru bir deyişle gelişmeye yönlendiren kültürel etkenlerin de

ortaya konması gerekir. Bunun yanında, zamanda donup kalmanın, her türlü gelişmeye sırt

çevirmenin de arkasında kültürel etkenler vardır. Kısaca söylemek gerekirse, işin başı kültürdür.

Kültürün çıtası ne kadar yükselirse ekonominin ve toplumsal refahın çıtası da onu gölge gibi izler.

Bizde sıklıkla işitildiği gibi, zenginlik kültürü değil, tersine kültür zenginliği getirir.

Önce kültürel yaklaşımla, Batının teknolojik üretim sürecini kısaca açıklayalım:

Avrupa yoksuldu. Hem de son haddinde yoksuldu. İnsanların çoğu ertesi gün yiyecek bulup

bulamayacağı şüpheli bir vaziyette yatağa girerdi. Günün birinde icat fikri icat oldu. Bütün Avrupa’nın

kaderi değişti. Elbette ki Avrupa’nın ilerlemesi tek bir nedene bağlanamaz. Ama söz konusu temel

nedenden hareketle, hep birlikte birbirlerini besleyen başka etkenlerin de üst üste gelmesiyle

ilerleme düşüncesi filizlendi ve tetiklendi. Eğer söz konusu oluşuma bir tarih koymak istenirse, Batının

kaderinin dönüm noktası, adı 19. yüzyılda konan ama kendisi 15-16. yüzyıllarda hazırlıklarını

tamamlamış olan ve “yeniden doğuş” anlamına gelen “Rönesans Çağı”dır.

Büyük icatları ve bunların mucitlerini sıralayan kitaplar, ilk kez Rönesans döneminde

yayınlanmıştır. İlk örneklerden biri, Polydore Vergil’in 1499 yılında basılan Nesneleri Yaratan Mucitler

Hakkında adlı eseridir. İnternette bu eseri daha yakından tanıyabilmek için yaptığımız taramada, söz

konusu kitabın 16. yüzyıl boyunca birçok kez basıldığını ve birçok dile çevrildiğini gördük. Büyük

kütüphaneler, sahip oldukları eski eserler hazinesini tanıtabilmek için en öne koydukları kitaplardan

biri işte bu, Avrupa tarihinin dönüm noktası niteliğindeki kitaptır.

Konuyla ilgili bir başka kayda değer temel eser, Francis Bacon’un, 1623’de yayınladığı “Yeni

Atlantis” adlı eseridir. Söz konusu eser, araştırma ve icat tutkusunu kültüre adeta kazıyan nitelikte bir

kitaptır. Yeni Atlantis, Bacon’un Bensalem adını verdiği hayali bir ülkedir. Orada devlet desteğiyle

faaliyet gösteren, teknik sanatların ilerlemesine adanmış olan bir araştırma laboratuarı vardır. Yazar

buna, Süleyman’ın Evi der. Söz konusu evde yan yana duran iki büyük salon bulunmaktadır.

Salonlardan birinde, icatların çizimleri, diğerinde ise mucitlerin ve kâşiflerin heykelleri durmaktadır.

Süleyman’ın Evi’nin başrahibinin ağzından şöyle yazmış Bacon29: “Yapılan her keşfin ardından, kâşifin

büstünü dikerek böylelikle ona büyük ve onurlandırıcı bir ödül vermiş oluruz.”

Buluş fikrini toplumun kafasına sokan bu kitap birçok baskı yaptı ve birçok Avrupa diline

çevrildi. Bu sayede icat fikrinin itibarının yükselmesine çok önemli katkılar yaptı. Ayrıca Bacon’un

katkıları sadece bununla sınırlı değildir. Kendisi bilimsel araştırma yöntemi konusunda son derece

temel nitelikte katkı sağlamıştır.

Bunlara benzer daha birçok eserin de katkısıyla, Avrupa’da mucitlerin itibarı hızla artmıştır.

Sadece mucitlerin değil, kâşiflerin de itibarı artmıştır. Kâşif olmak için yola çıkmak büyük tehlikelerle

yüz yüze gelmeyi de gerektirir. Kâşifler çoğalıp da ilk başarılar Avrupa’da yayılınca, Coğrafya

Cemiyetleri kuruldu. Önce dünyayı ve sonra da üzerinde yaşayan insan topluluklarını tanıma arzusu

kabardı. Haritacılık hızla gelişti. Mucit ve kâşifin itibarının yükselişinin her aşamasında teknoloji ve

bilim birkaç adım ilerledi. Sonunda endüstrileşme iştahı geri döndürülemez bir irade kazandı.

Mucitler ve kâşifler artık birer kültür kahramanı haline geldiler.

Kâşifleri ve mucitleri milli kahraman yapan, onların hayatlarını, çalışmalarını, seyahatlerini

anlatan eserler oldu. Söz konusu kitaplar sayesinde yeni nesiller de giderek daha fazla bu kanala

girdiler. On dokuzuncu yüzyılda bu tür kitaplardan birçok yayın yapıldı. Bacon’un iki yüz yıl önce

hayalini kurduğu laboratuarın icatlar ve mucitler salonu kitap sayfalarından fırladı ve uluslararası

Page 21: TOPLUMDA ARAŞTIRMA-SORGULAMA İŞTAHININ UYANDIRILMASININ ÖNEMİ ÜZERİNE

BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

21 21

endüstri sergileri haline geldi. Mucitlerin heykelleri halka açık yerlere dikildi. Hükümet mucitlerin

onurlandırılması, ödüllendirilmesi ve para kazanmalarını sağlamak amacıyla birbiri peşi sıra tedbirler

aldı (mesela patent kanunu gibi).

Teknolojik yeniliklerin benimsenmesine elverişli sosyo-kültürel ortamı araştıran Dr. R. A.

Buchanan, İngiltere’de Endüstriyel Arkeoloji adlı eserinde, endüstri devriminin arkasındaki önkoşulları

açıklarken şöyle demektedir30: “Bir buluşun ya da yeniliğin ticari açıdan başarılı olabilmesi için üç unsur

gereklidir. Bir ölçüde ya da tümüyle toplumsal ortamla ilintili olan bu unsurların ilki, yenilikleri, buluşları

önemsemeye, onlara kucak açmaya hazır anahtar gurupların toplumda var olmasıdır.” Yani, önden

giderek örnek olan bir takım öncü guruplar, buluşların topluma benimsetilmesi çok zorlaşır.

Bir takım ideolog sözde tarihçilerin öne sürdüğü gibi, icat arayışının kültürel kökleri Rönesans

döneminden önceye dayanmaz. Nitekim aklı başında tarihçiler, Batıda yeniliğe yönelik tutkunun

kökenlerini Rönesans’tan önceye götürmezler.

Batı’da konunun cazibesinin tamamen anlaşılmasına bir tarih koymak gerekirse, 17. yüzyıl

demek yanlış olmaz. Söz konusu dönemde yeniliğe yönelik tutkulu eğilim o kadar artmıştır ki, her

türlü ilmin yenisinin açıklandığını iddia eden birçok kitap yayınlandığını görüyoruz. Yazarları çok ünlü

kimseler olduğu için birkaç yazarı ve kitabını burada analım: Galile’nin 1638’de yayınladığı İki Yeni

Bilim adlı eseri, Kepler’in 1609’da yayınladığı Yeni Astronomi adlı eseri, Francis Bacon’un 1620’de

yayınladığı Yeni Mantık adlı eseri. Batı kültürüne “ilerleme” düşüncesini sokan işte bu gibi eserlerdir.

Burada çok önemli bir hususun altını özellikle çizmek isteriz:

Kitap yayınlamak yetmiyor, okuyucu da gerekli değil mi? Bu sorunun cevabını, Kepler’in hayatını

anlatan bir eserde bulduk. Orada Kepler’in, astronominin temel yasalarını açıkladığı eserinin 1627

sonbaharında Frankfurt’ta açılacak kitap fuarına yetiştirmek için çalışmalarını hızlandırdığından söz

ediliyor31. Bu satırlar bizi epey düşündürttü. Düşünün, kitap yenmez içilmez, buna rağmen Frankfurt’ta

kitap fuarı açılıyor. Yazarlar kitaplarını fuara yetiştirmek için çalışmalarını hızlandırıyor. Peki, bu kitap

fuarına kimler gidiyor? Sadece Frankfurtlular mı? O zamanların yol şartlarını bir düşünelim. İnsanların bir

yerden bir yere seyahati çoğu kez haftalar sürüyor. En şanslı olanlar, ırmak üzerinden tekneyle

gidebilenler. Bir fuarı cazip hale getirecek kadar bir kalabalık nasıl toplanıyor olabilir? Üstelik bir kitap

fuarını! Günümüzde Frankfurt Kitap Fuarı hâlâ yapılıyor. Demek ki söz konusu fuar orada 400 yıldan beri

var. Demek ki Batı kalkınmasının temeline mucitleri ve kâşifleri yerleştirirken, hemen yanı başında okuyan

bir toplumdan da söz etmemiz gerekiyor. Marifet iltifata tabi çünkü. Yazanlar ve okuyanlar birbirini

beslemeseydi, ne eser bırakılır ne de kitap okunurdu.

8 MÜSLÜMANLAR NEDEN GERİ KALDI?

Rönesansımızın matematik hocaları Yunanlılar

değil, Müslümanlardır.

Jacques Risler32

Matematiği, Yunanlıların soktuğu tamamen

geometrik kılık içinde devralan Müslümanlar, bu kılığı

atarak, ona cebir ve hesap elbisesi giydirdiler.

Singid Hunke33

Yukarıda, buluşların benimsenmesi için elverişli bir toplumsal ve kültürel ortam gerektiğinden

söz etmiştik. Bu bakımdan, Avrupa’nın yükselişe geçtiği çağda, İslam dünyasında söz konusu ortamın

ne durumda olduğunu anlamanın önemi büyüktür. Çünkü yüzyılların getirip kültüre gömdüğü

yanlışlardan kurtulmak pek kolay olmamaktadır. Müslümanların neden geri kaldığına dair bazı eserler

vardır. Ancak bunları itici bulduğumuzu itiraf etmeliyim. Carl Sagan, TÜBİTAK tarafından yayınlanan

Page 22: TOPLUMDA ARAŞTIRMA-SORGULAMA İŞTAHININ UYANDIRILMASININ ÖNEMİ ÜZERİNE

BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

22 22

Karanlık Dünyada Bilimin Mum Işığı adlı eserinde, din ve bilimin karşı karşıya getirilmesi konusunda

şöyle bir değerlendirmek yapmıştır: “Bilim ve ruhaniyetin birbirini içermez oldukları şeklindeki

düşünce ikisine de haksızlık ediyor.” Bize göre sorunu dinde değil, kültürde aramak gerekir. Biz de bu

ilkeden hareketle geriliğin kültürel kökleri üzerinde birkaç konuya değineceğiz. Ama tebliğin

çerçevesini çok aşacağı için kapsamlı bir değerlendirmeye girişmeyeceğiz.

Bilim ve teknoloji tarihi ile ilgilenenler, bir zamanlar Müslümanlarla kıyas kabul etmez

derecede geri durumda olan Avrupa’nın birkaç yüzyıl içinde açık ara öne geçtiğini bilirler. Dokuzuncu

ve onuncu yüzyıllarda birçok İslam bilgininden söz edilebilir. Buna karşılık daha sonra anılmaya değer

isimler giderek azalır. Son olarak İstanbul’da Takiyuddin, Türkistan’da Uluğ Bey ve Ali Kuşçu’dan söz

edilir. Ne var ki, açık ara öndeyken, birkaç yüzyıl içinde açık ara geride kalmanın nedeni üzerinde fazla

kafa yoran yoktur. Olsa bile, dindar çevrelerden dışlanma ve kızgınlığa yol açma korkusuyla, görüş

açıklamaktan kaçınırlar. Konuyu ipe un seren cümlelerle geçiştirirler.

Bazı çevreler, gerilemeden doğrudan doğruya İslam dinini sorumlu tutarlar. Oysa bu takdirde,

bilimin ve uygarlığın, çağının zirvesine ulaştığı dönemleri açıklamak mümkün olmaktan çıkar. Karşı tarafa,

gerilemeden İslam dininin sorumlu tutulamayacağını anlatmak adına, İbn Sina’dan, Farabi’den, Harizmî’den,

İbn Heysem’den, Ömer Hayyam’dan, Cizreli Ebu’l İz’den ve daha birçok, insanlığın aydınlanmasının yolunu

açmakta önemli roller oynamış bilginleri öne sürerek, İslamiyet’i savunmaya çalışırlar. Anlatılanların pek

çoğu, birinci binyılın son çeyreği ve ikinci binyılın ilk yüzyıllarıyla ilgili gerçeklerdir.

Kuşkusuz İslam dininin gerilemede sorumlu tutulması mümkün değildir. Ne var ki, ister

Hıristiyanlık isterse İslamiyet olsun, zaman içerisinde dine insan eliyle verilen çeşitli biçimler, gerilemeden

doğrudan sorumludur. Müslümanların geri kalmasının nedenlerini incelerken mukayeseli bir yöntem

izlemek gerekir. Özellikle ikinci binyılın ikinci yarısında, Batı dünyasında ortaya çıkan okuma

seferberliğini, -Avrupa’da okuma seferberliğini iştahlandıran ilk kitapların doğudan getirilen ve tercüme edilen

eserler olduğu da çarpıcı bir başka gerçektir-, araştırmalarını ve görüşlerini başkalarına duyurmayı ilke

edinen düşünürleri, günümüzden 400 yıl önceki kitap fuarlarını dikkate almak ve bunların İslam

dünyasındaki karşılıklarını da aramak gerekir. Oysa dini koruma kaygısıyla, gerileme konusunda çeşitli

eserler yayınlandığı halde, bunlar, Avrupa’da ortaya çıkan gelişmelere değinmeden, kıyas yapmaksızın

kaleme alınmış çalışmalardır. Bazı kimseler kendini İslam bilim ve uygarlığı konusunda uzman

görürken, Batı uygarlığının gelişme seyrini kendi uzmanlık alanının dışında gördüğü için

incelememiştir. Oysa kıyas olmadan tutarlı bir açıklama mümkün değildir. Bu tebliğimizin sınırlı

çerçevesinde böylesine önemli bir konuyu enine boyuna incelememiz mümkün değildir. Bu bakımdan

konunun en can alıcı yanına, geri kalmışlığın nedenleri arasında en kritik değerde gördüğümüz birkaç

hususa değinmekle yetinmek durumundayız.

Şu görüşün sosyal bilimciler arasında genel kabul gördüğünü düşünüyoruz: Tarihin özeti

kültürde, kültürün özeti dilde saklıdır. Buna dayanarak, İslam ülkelerinin geri kalmasının ipuçlarını

taşıyan iki sözcükten yola çıkarak, söz konusu sözcüklerin zaman içinde olumludan olumsuza doğru

olan anlam kaymalarını incelemek suretiyle konuya açıklık getirmeyi deneyeceğiz. Söz konusu

sözcüklerden biri bid’at ve ikincisi hiyeldir. Önce bid’at sözcüğünü inceleyelim.

İslam Ansiklopedisi, bid’atı, “Asr-ı Saadet’ten sonra ortaya çıkan, şer’i bir delile dayanmayan

inanç, ibadet, fikir ve davranışlar hakkında kullanılan bir deyim” olarak tarif ediyor. Bu tanımın hemen

altında “bd’a” kökünün Arapçadaki anlamı şöyle açıklanıyor: İcat etmek, örneği olmaksızın yapıp

ortaya koymak, inşa etmek. Buradan türeyen, bid’at sözcüğünün, “daha önce benzeri bulunmayıp

sonradan ortaya çıkan şey” anlamına geldiği de açıklanıyor34. Bundan dolayı da bid’at konumuzun can

damarı oluyor. Osmanlıca sözlükte bid’at, “sonradan, yeniden çıkmış şey; peygamber zamanından

sonra dinde olan şey” olarak açıklanıyor ve bid’at-i hasene (beğenilebilir yenilikler) ve bid’at-i seyyie

(kötü yenilikler) şeklinde ikiye ayrılıyor35.

Page 23: TOPLUMDA ARAŞTIRMA-SORGULAMA İŞTAHININ UYANDIRILMASININ ÖNEMİ ÜZERİNE

BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

23 23

Yine İslam Ansiklopedisi’nde yer verilen bilgiye göre, bid’atın biri dar diğeri geniş olmak üzere

iki anlamı var. Geniş anlamıyla bid’at “Hz. Peygamber’den sonra ortaya çıkan her şeydir”. Bu tanımın

kapsama alanına dini mahiyette görülen amel ve davranışlar girdiği gibi, günlük hayatla ilgili sonradan

ortaya çıkan yeni fikirler, uygulamalar ve âdetler de giriyor. Ansiklopedide bu görüşü destekleyen

mezhep imamları ve yakın izleyenlerin adları da sıralanmaktadır.

Dar anlamında bid’at ise, “Hz. Peygamber’den sonra ortaya çıkan ve dinle ilgili olup da ilave

veya eksiltme özelliği taşıyan her şey” olarak tanımlanmaktadır. Bid’at üzerine hadisler de aynı

kaynakta yer alıyor: “İşlerin en kötüsü sonradan ihdas edilendir”; sonradan ihdas edilen her şey

bid’attır”; “her bid’at dalalettir36”. Hadislerin “sahih” olup olmadığı ayrı konudur. Burada önemli olan

söz konusu hadislerin genel kabul görmesidir.

Bid’atı iyi ve kötü bid’at diye ayırmaya çalışanlar da olmuş. Bundan maksat, kolayca fark

edilebileceği gibi, bid’at sözcüğüne yüklenen anlamların gelişmeye engel çıkaran tarafıdır herhalde.

Ama iyi ve kötü bid’at ayrımı yapanlar etkili olamamıştır. Egemen olan görüş, “bid’atın iyi olması söz

konusu değildir; çünkü iyi bid’at denilenler esasında bid’at olmayan şeylerdir”37.

Zamanla ortaya çıkan ve İslam dünyasının donup kalmasına yol açan sorunun, zaman içerisinde

yanlışlığının fark edilerek engelin aşılamamasının nedeni, “nakil” ve “rivayet” konusunda sergilenen ilmi

zaaftır. Sanki gerçeğin kendisiymiş gibi, daha öncekilerden işitilenler ya da kitaplarından okunanlar

nakledilmiş, bunlar bir zaman sonra da “falan kişiden rivayet edilir ki” şeklinde sorgulanmadan ilmi ve dini

gerçeklerden haber veriliyormuş gibi gelecek kuşakların önüne konmuştur. Nakilcilik geleneği, kitaplara

dökülmüş ilk yorumun, sanki gerçek olan oymuş gibi, çağlar boyunca sürekli tekrarlanması şeklinde bir

durum ortaya çıkarmıştır. Sorgulayıcılık, yerini nakle bırakmış, bu yolu izleyenler, yorumların geleceğe

taşınmasını “bir zorunluluk, hatta kutsal bir görev”38 olarak algılamıştır.

İslam dünyasının geri kalmasının nedenlerinin başında, “bid’at” sözcüğüne yüklenen anlamın ve

hayatın gerçekleriyle uyuşmayan büyük bir yanlışlığın, “nakil” ve “rivayet” yoluyla sorgulanmadan gelecek

kuşaklara iletilmesi gelmektedir. Başlangıçta icat etmek veya inşa etmek gibi olumlu bir anlamı olan

sözcük, zamanla tamamen olumsuz bir anlama büründürülmüştür. Hiç şüphe yok ki İslam dini bundan

sorumlu değildir. İslam dinini geri kalmanın nedeni olarak gösterenler, aynı zamanda Hıristiyanlığı da

Avrupa’nın karanlık çağlarının sorumlusu olarak görürler. Oysa bunlar aşılamaz engeller değildi. Nitekim

yukarıda bilime yaptıkları katkılardan söz ettiğimiz birçok Avrupalı düşünür, kiliselerde ve manastırlarda

yaşayan din adamlarıydı. Birkaç satırla bu konuya da bir nebze de olsa açıklık getirelim:

Günümüz uygarlığının yolunu açanlardan Faraday, Sandeman tarikatına mensuptu. Çağ açan

bu büyük dehanın elektrik konusunda araştırmalara yoğunlaşmasının nedeni, “elektrik görünmez ve

anlaşılmaz bir şey olmaya devam ettiği müddetçe ‘Tanrının sonsuz gücü ve Tanrısal yapısını’ doğru

olarak anlayabilmek mümkün olmayacak”39, şeklinde oluşan kendine özgü dini inancıdır. Birkaç sayfa

önce genetik alanındaki öncü rolünü incelediğimiz Mendel, manastırda yaşamakta olan bir başrahipti

ve çevresi araştırmaya ve yeni bir şeyler bulmaya çalışan başka rahiplerle doluydu.

Gökbilimin matematik diliyle ifade edilmiş temel yasalarını ortaya koyan Kepler, son derece

dindar bir insandı ve en büyük arzusu kilise hizmetine girmekti. Gökbilimle ilgilenmesinin nedeni

“Tanrının imgesini görmekti” 40 . Kepler’in fikirlerinden etkilendiği Polonyalı Kopernik, kilise

hukukçusuydu; hayatının büyük bölümünü katedralde geçirmişti. Bilime yön veren olağanüstü

başarısını boş zamanlarında gerçekleştirmiştir.

Bilimsel araştırma yönteminin üç kurucusundan biri olarak nitelenen Fransız düşünürü René

Descartes (1596-1650), kendini dindar bir Katolik olarak görürdü. Kendisi, “araştırmaya inançla değil,

kuşkuyla yaklaşmak gerekir”, demiş ve bu tek cümlesiyle çığır açmıştır. Bilim adamlarının belirsiz

fikirlerden kaçınmasını, dünyayı matematik denklemlerle açıklamaya odaklanmalarını savunmuştur.

“Gerçekleri topla, sonra mantıkla bu gerçeklerden sonuç çıkar”, diye araştırmacıya yol

Page 24: TOPLUMDA ARAŞTIRMA-SORGULAMA İŞTAHININ UYANDIRILMASININ ÖNEMİ ÜZERİNE

BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

24 24

gösteren İngiliz düşünürü Francis Bacon (1561-1626), bilim ve teknolojinin dünyayı değiştireceğini

fark eden ilk düşünürlerden biridir ve yöntemli bilimsel araştırmanın en etkili savunucularındandır.

Bacon’un bilim felsefesi üzerine yaptığı çalışmalar kendisinden sonra gelen kuşaklar üzerinde çok

etkili olmuştur. Yukarıda kısaca değindiğimiz Yeni Atlantis adlı eseri, ne kadar dindar bir bakış açısına

sahip olduğunun kanıtıdır. Ama aynı zamanda söz konusu eser, “yaşayan Hıristiyanlığa” ve Avrupa’nın

siyasi düzenine ve ahlak anlayışına yönelik yoğun eleştirileri de içerir.

Verdiğimizi tekil örnekler yanlış değerlendirilmesin. Almanya’da Lutherci üniversiteler vardı

ve onların uzmanlık alanı matematikti. Matematiğe Endülüs üzerinden gelen İslam biliminden

haberdar olduktan sonra sarılmışlardı. Peki, İslam dünyası kendi aktardığı bilimden kendisi niçin

istifade edemedi: Bid’at, nakil ve rivayet anlayışı yüzünden.

Şimdi de işin teknoloji cephesine bakalım ve bu amaçla hiyel sözcüğünün kökenlerine eğilelim:

İnternetteki Osmanlıca-Türkçe sözlüklerde hiyel karşılığı olarak verilen anlamlar şöyle

sıralanıyor 41 : Aldatmacalar, hileler, sahtekârlıklar. Mustafa Nihat Özön’ün Osmanlıca-Türkçe

sözlüğünde hiyel karşılığı olarak verilen anlamlar ise şöyle: Hileler, dalavereler. Bunun yanında, ilm-

ül hiyel karşılığı olarak mekanik bilgisi ve letaif-ül hiyel karşılığında ise kurnazca oyunlar, hileler

anlamları yer alıyor42. Sorun da burada başlıyor.

Etimolojik kökeni itibariyle hile, Arapçada son derece olumlu anlamı olan bir sözcüktür ve

hüner, tedbir, çare, yöntem demektir. Buradan türeyen hiyel ise, “makina bilgisi” demektir43. Ünlü Türk-

İslam bilgini Farabî (870-950), İlimlerin Sayımı adlı eserinde, hiyel ilmini, matematik ilimlerin pratiğe

dönük bir şubesi olarak tanımlar. Ona göre hiyel, mühendislerin çalışma alanını belirleyen teknik

sanatlardır. Onuncu yüzyılda, yine ünlü Türk-İslam bilgini Harizmî (780-850) de, Farabi’den yıllar önce,

hiyel tanımı yapmıştır. Ona göre hiyel, ağırlıkların kaldırılması için gerekli olan kaldıraçların, mancınık

gibi savaş aletlerinin, su cenderelerinin, otomatların yapımıyla ilgili bir sanattır.

Bu açıklamalardan edindiğimiz kanaate göre, hiyel, Mısır piramitlerinin yapıldığı MÖ 25.

yüzyılda da, hatta daha da öncesinden beri, en eski mühendislik mesleğiydi. Nitekim 10 bin yıl önce

de en önemli meslekti galiba. Nitekim Urfa’da ortaya çıkarılan, Cilalı Taş devrine ait olduğu bildirilen

Göbeklitepe tapınağındaki44 dev taşların taşınması ve kaldırılması tekniği bir muamma hüviyetini hala

sürdürmektedir. Göbeklitepe bulununcaya kadar, Mısır piramitlerinin tonlarca ağırlıkta taşlarının nasıl

taşındığı ve yerine hangi yöntemle kaldırıldığı düşünülürdü. Şimdi aynı problemin, her nasılsa,

piramitlerden 7-8 bin yıl önce bile başarıyla çözümlendiği anlaşılıyor. Ama nasıl olduğu bilinmiyor?

Onuncu yüzyılda yaşamış olan İbn-ül Nedim, bir eserinde, İslam dünyasında yetişmiş olan hiyel

bilginlerini matematikçilerin ve gökbilimcilerin arasında anmıştır. Demek ki ikinci binyılın hemen

başlarında hiyel en itibarlı mesleklerdendi. Nitekim İslam bilginleri kendilerinden önceki bilgelik mirasını

canlandırırken, hiyel konusundaki eserlere de önem vermişler, bu gibi eserleri tercüme etmişlerdir. Bunlar

arasında MÖ 287-212 arasında yaşadığı bilinen Sirakuzalı Arşimet’in su saatleriyle ilgili eserini, MÖ 10 ve

MS 50 yılları arasında yaşamış olan İskenderiyeli Yahudi filozofu Philon’un otomatlar konusundaki eserini,

yine bilinen ilk buhar makinasının mucidi kabul edilen İskenderiyeli Heron(MS 10-MS 50)’un Pinomatik

adlı eserini sayabiliriz. Bunların yanında, İslam bilginlerinin kendi eserleri de vardır. Söz konusu eserler,

eskiden beri bilinen makinaları gösterdiği gibi, birçok özgün tasarımı da içermektedir.

Söz konusu eserlerden biri 9. yüzyılda yaşamış olan Beni Musa olarak anılan üç kardeşin

(Muhammed, Ahmet ve Hasan) yazdığı Kitab-ül Hiyel adlı kitaptır. Kitapta, 100 kadar mekanik araç

tasvir edilmektedir. Bunların çoğu çeşitli amaçlarla tasarlanmış otomatik kaplardır. Geri kalanı

otomatik fıskiyeler, havası zehirli kuyularda çalışanlar için gaz maskeleri, tulumbalar, yakıtı ve fitili

otomatik olarak devreye giren lambalar, havayı temizleyen körüklerdir. On birinci yüzyılda Endülüs’te

yazılmış bir eser de kayda değerdir. Burada su saatleri, su çarklarıyla çalışan otomatlar yer alır.

On üçüncü yüzyılın büyük tasarımcısı Cizreli Ebu’l İz’in (el-Cezeri) hiyelin büyük bilginleri arasında

Page 25: TOPLUMDA ARAŞTIRMA-SORGULAMA İŞTAHININ UYANDIRILMASININ ÖNEMİ ÜZERİNE

BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

25 25

özel bir önemi vardır. Ebu’l İz, Hasankeyf’de bir Türkmen devleti olan Artuklu sultanının destek ve

himayesinde çalışmalar yapmış ve çok önemli bir eser bırakmıştır. Söz konusu eserinde otomatik müzik

aletleri, şifreli kilitler, otomatik kaplar, su saatleri, fasılalarla çalışan fıskiyeler onun özgün tasarımları

arasındadır. Yaptığı makinaların bazıları denenmiştir ve başarıyla çalıştıkları görülmüştür.

Bursa’da 1495 yılında doğan ve 16. yüzyılın Osmanlı bilginlerinden olan Taşköprülüzade

Ahmed, bir eserinde hiyeli bina yapma, ağırlık kaldırma, su çıkarma, basınçlı havayla çalışan aletler

yapma ve saat yapma ilmi olarak tanımlamıştır.

Son olarak 16. yüzyıl ortalarında İstanbul’da rasathane kurmaya çalışırken, işine son verilen

ve rasathanesi yerle bir edilen Takiyüddin’in eserinden söz edelim. 1552 yılına tarihlenen söz konusu

eserde 52 ayrı çizim yer almaktadır. Bunlar ağırlıkların kaldırılması, yüksek yerlere su çıkarılmasına

dair yol gösterici mühendislik bilgilerini içermektedir.

Bütün bunlardan sonra, Türk-İslam devletlerinde, Avrupa’daki büyük bilim ve teknik atılımıyla

kıyaslanabilecek çabalara rastlanmaz. Örneklerini verdiğimiz gibi kökende var olan bilgiler

unutulmaya yüz tutmuş ve bunları geliştirme fikri akla getirilmemiştir. Osmanlı devleti yıkıldığında

Anadolu’da hâlâ Hititler devrindeki aletlerle tarım yapılıyordu mesela. Çünkü yüzyıllar öncesinden

başlayan bir anlayış zamanla tırmanmış ve ilim deyince din ilimleri anlaşılır olmuştur. İlk bakışta, ilme

karşı bir tavır görülmez, üstelik ilim özendirilir de. Nitekim medreselerin hepsinin girişinde, üzerinde

“ilmi talep etmek her Müslüman erkek ve kadına farzdır”, yazan kitabeler bulunurdu. Ne var ki,

özellikle 17. yüzyıldan sonra, bundan sadece İslam din ilimleri anlaşılır olmuştu. İlme meraklı gençler,

bu yola yönlendiriliyordu. Buna bağlı olarak da hiyel, son derece olumlu anlamından uzaklaştırılarak,

tam tersine olumsuz bir anlamı, dalavereciliği ve hileciliği akla getirir olmuştu. Osmanlıca sözlükler,

sözcüğün yüklendiği son dönemlerle ilgili anlamı bütün açıklığıyla sergilemektedir.

Tebliğimiz içerisinde kaçılmaz olarak yer verdiğimiz birkaç sayfalık açıklamayla, kendimizi,

kökleri derinlere inmiş bir konuyu yeteri kadar açıklamış saymıyoruz ama öne sürdüğümüz bakış

açısını dikkate almayan açıklamaları da, -ne kadar kapsamlı olurlarsa olsunlar-, yeterli açıklama

saymadığımızı da belirterek tebliğimizin bu bölümünü noktalıyoruz.

8 KISA BİR DEĞERLENDİRME

Çorbamızda ne varsa kaşığımızdan o çıkar.

Atasözü

Tebliğimizde yer alan üniversitelere yönelik eleştiriler, sadece Türkiye’ye has eleştiriler değildir.

Gelişmiş ülkelerde çok sert eleştiriler yapılmaktadır. Fakat çeşitli ülkelerde farklı mahiyet arz eder. Mesela

bilimsel araştırmalarıyla ünlü Amerikan üniversiteleri bilimi siyasete alet eden, evrensel değerleri katleden

casus okulları olarak çalışan, dünyanın başka yerlerindeki uzantılarında işbirlikçi yetiştiren okullar olarak, bizzat

Amerika’nın evrensel değerlere sadık, dürüst bilim insanları tarafından eleştirilir. Söz konusu üniversitelerin bu

yönünü Kurtla Yiyip Çobanla Ağlaşanlar adlı kitabımızda inceledik. Şubat 2012’de sonunda ortaya çıkan yeni

Wikileaks belgeleri söz konusu kitabımızı bir kez daha doğruladı. Belgelerde, konferanslar düzenleyerek nasıl

işbirlikçi devşirdikleri açıkça görülebiliyor45. Dedikodusu ayyuka çıkan gerçeklere rağmen, ne hikmetse, Türk

üniversiteleri eleştirilmez. Geçimini üniversite ortamında sağlayan büyük bir kitle, çıkarları üzerinde tam kadro

kapanmıştır. Gıkı bile çıkmadan ortama uyum sağlamaya, geçimli adam kalıbına girerek yolunu bulmaya

çalışırlar. Eğer içlerinden biri sesini yükseltecek olursa, ondan bir müddet için hemen uzaklaşırlar. Amerikalıların

pragmatizmi icat etmesi gibi, “nemelazımcılık” da, Türklerin icat ettiği bir felsefe okuludur.

Cumhuriyet kurulalı beri, Türkiye’nin en fazla önem vermesi gereken konu, bilimsel araştırma

çabalarını yoğunlaştırmak ve olabildiğince kaynağı, dişten tırnaktan artırarak bu alana yatırmaktı. Böyle

olmadığı gibi, giderek güçlenen bir klan kültürü ile karşı karşıya kaldık. Buna karşılık, “ineğe tapanların

ülkesi” Hindistan, üniversitelerini şiddetle eleştirmekten geri kalmayan bir ülke. Bunun semeresini

görecektir elbette. Bildiğimiz kadarıyla, ülkemizde okullarla ilgili tek film, genç dimağlara kötü örnek olan

Page 26: TOPLUMDA ARAŞTIRMA-SORGULAMA İŞTAHININ UYANDIRILMASININ ÖNEMİ ÜZERİNE

BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

26 26

Hababam Sınıfı’dır. Şimdi size bir Hint filminin linkini vereceğiz. Üç saat süren bu film sabırla izlenecek

olunursa, tebliğimizde yer alan eleştiriler büyük ölçüde bedene bürünmüş olacaktır. Film, acımasız bir kast

sisteminin hüküm sürdüğü Hindistan’da bir asilzade oğluna diploma kazandırmak için Teknik Üniversite’ye

onun adıyla gönderilen köşkteki bahçıvanın oğlunun başından geçenleri anlatıyor. Film, başarının peşinde

koşarken, helak olmak yerine, başarıyı peşinde koşturan, hayatı doğru yerinden kavramış gençler

yetiştirmek yolunda üniversitelerin ne kadar başarısız olduğunu, hatta zaman zaman ne kadar gülünç

durumlara düştüğünü gözler önüne seriyor. Çözüm üreten gençler yetiştirmesi gerekirken, ezbere ve

arkadaşlarıyla acımasız rekabete dayalı olarak formatlanmış bir anlayışın ürünleri filmin çeşitli

sahnelerinde sırayla boy gösteriyor. Filmin adı “3 İdiot” ve linki de şöyle:

http://www.hdfilmsitesi.com/3-idiots-filmi-izle-tr-altyazili-tek-parca-full.html?postTabs=1

Son olarak şunları da eklemek istiyoruz:

Bu satırların yazarı bir mühendis olduğu için konu bilimsel ve teknolojik araştırmalar, icatlar ve

mucitler etrafında anlatıldı. Oysa sosyal bilim dallarının araştırma alanları da önemlidir. Üstelik bu

alanlarda yürütülecek araştırmaların mali külfeti de pozitif bilimlerin araştırma maliyetleri yanında gayet

düşük kalır. Ekonomiye ilişkin olarak da kısa bir eleştiri yapalım: Türkiye uluslararası standartlara uymak

iddiasıyla, kendi ekonomik performansını, her şeyini kayıt altında tutabilen Batılı ekonomilerin

parametreleriyle yapar. Yapar ama Türkiye’de ekonominin büyük bölümü kayıt dışıdır. Oysa kendi

şartlarına uygun parametreleri olmalıydı. Verilerin toplanması aşamasında yapılacak yüzde 10’luk bir

hatanın kişi başına düşen gelir hesabında ne kadar büyük bir sapmaya yol açabilceğini haber veren var mı?

Üniversitelerimiz tercüme kitaplara esir düştüğünden kendi analizlerimizi kendi anlayışımızla yapamıyoruz.

Bu alanda da zihniyet olarak Amerikan bağımlığı içselleştirilmiş durumda. Harvard aşağı, Harvard yukarı.

Harvard’ın kendine yetecek aklı olsa, Amerikan ekonomisinin çöküşünü durdururdu.

Türk üniversitelerine haksızlık ettiğimizi düşünen varsa, mesela, bize kronik cari açığın gelecekte

ne gibi kötü sonuçlara yol açabileceğini inceleyen, kamuoyu tarafından bilinen akademik bir kitap

göstersin lütfen. Yine kronik sorunumuz olan AR-GE yetersizliği sorununu aşmak için nerelerden tasarruf

ederek kaynak sağlayabileceğimize dair bir akademik çalışma göstersin. Bu sorunun hakından

gelmediğimiz takdirde gelecekte bizi bekleyen tehlikeleri sergileyen bir eser var mı? Ama anayasa

konusunda durmadan ahkâm kesen ve bizi her zaman rejim tartışmalarının orta yerinde tutan vakıf

üniversitelerinde çalışan birçok SOROS’çu profesörümüz var. Yine aynı mekânlarda depolanmış “resmi

tarih karşıtı” profesörlerimiz de var. Yıkanda var, yapanda yok.

Yirminci yüzyıl, bütünün parçalarına ayrılarak ayrı ayrı uzmanlık dalları halinde incelendiği bir

yüzyıldı. Yaşanan olanca acı tecrübe sayesinde yöntemin pek de doğru olmadığı görüldü. Yirmi birinci

yüzyılın bilimsel yöntemi, bütünün parçalarının toplamından çok daha büyük olduğu anlayışı çerçevesinde

gelişiyor. Mesela, tarih araştırmaları üzerinden bir örnek verelim: Önceleri siyasi tarih araştırmaları yapılır,

buralardan dersler çıkarılmaya çalışılırdı. Sonra bunun yeterli olmadığı, önemli olanın toplumsal tarih

olduğu ve dolayısıyla tarihin ortaya çıkardığı derslerin toplumsal tarih incelemeleri sayesinde ortaya

çıkarılabileceğine inanıldı. Zamanla bu da yeterli görülmedi ve önemli olanın kültür tarihi olduğu, çünkü

insanoğlunun neler yapabileceğinin kültüründe saklı olduğu anlayışı genel kabul gördü. Son aşamada,

tarihten ders çıkarmak ve olup bitenleri anlamak için hem siyasi hem toplumsal hem de kültür tarihi

incelemelerine ihtiyaç olduğu noktasına gelindi. Bu satırların yazarı olarak, bu anlayışa uygun biçimde,

“İkinci Binyılın Muhasebesi/Tarih Bizi Bu Günlere Nasıl Getirdi?” adını verdiğimiz 60 bölümlük bir

deneme yayınladık. Bu kapsamlı çalışmamız sırasında benzer niteliklere sahip bir başka eserden

faydalanma imkânı bulamadık. Bizden önce yola çıkanların nasıl bir yöntem izlediklerini öğrenmeye

ihtiyacımız vardı doğrusu. Biz dünyada trendleri müzakere edebileceğimiz bir akademisyen bile

bulamazken, bizim olmadığımız mekânlarda bizim uzmanı olmadığımız konularda kitaplar yayınladığımızı

söyleyen akademisyenler var. Bunlar kapıyı çalıp kaçmaktan başka, kendine görev yakıştıramamış

Page 27: TOPLUMDA ARAŞTIRMA-SORGULAMA İŞTAHININ UYANDIRILMASININ ÖNEMİ ÜZERİNE

BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

27 27

akademisyenlerden. Biz bülbül gibi konuşan seçilmiş profesörleri televizyonlarda görüyoruz. Ya tarihimizi

ya anayasamızı yerden yere vuruyorlar ya da günün güçlüsüne göz kırpa kırpa liberal ekonominin

faziletlerini anlatıyorlar.

Yüreğiyle, ülke sorunlarının üzerine giden ve çoğunu hepimizin bildiği değerli hocalarımızın hepsinden

özür dileyerek, bu konuyu noktalıyorum. 28. 02. 2012, Bursa

NOTLAR 1 Aniel Goleman, Duygusal Zekâ Neden IQ’dan Daha Önemlidir?, Varlık Yayınları, 1998, sayfa 326

2 Tamer Özel, Amerika Birleşik Devletleri, Madalyanın Öbür Yüzü, İnkılap Kitabevi, 1992, sayfa 214; alıntı yapıldığı yer:

Derek J. de Solla Price, “Measuring the Size of Science”, 1969 3 Tamer Özel, Amerika Birleşik Devletleri, Madalyanın Öbür Yüzü, Inkilap Kitabevi, 1992, sayfa 214; alıntı yapılan yer: Nature

Dergisi, 1965 Nisan 4 Tamer Özel, Amerika Birleşik Devletleri, Madalyanın Öbür Yüzü, İnkılâp Kitabevi, 1992, sayfa 214

5 http://www.google.com.tr/#hl=tr&gs_nf=1&cp=28&gs_id=35&xhr=t&q=cam+bardak+ve+sabun+ithalat%C4%

6 Hürriyet gazetesi internet sayfası, 26.02.2012

7 http://zaman.com.tr/haber.do?haberno=1244742&title=77-milyar-dolarla-rekor-kiran-cari-acik-dususe-gecti

8 B. Edward Shlesinger, Buluş Nasıl Yapılır? TÜBİTAK Yayınları, 1997, sayfa 2

9 Tamer Özel, Amerika Birleşik Devletleri, Madalyanın Öbür Yüzü, İnkılâp Kitabevi, 1992, sayfa 215

10 B. Edward Shlesinger, Buluş Nasıl Yapılır? TÜBİTAK Yayınları, 1997, sayfa 120

11 B. Edward Shlesinger, Buluş Nasıl Yapılır? TÜBİTAK Yayınları, 1997, sayfa 120

12 George Basalla, Teknolojinin Evrimi, TÜBİTAK Yayınları, 1996, sayfa 171

13 Konunun ayrıntıları için bakınız: İbrahim Okur, Temizliğin Tarihi, Okursoy Kitapları, sayfa 350-351

14 B. Edward Shlesinger, Buluş Nasıl Yapılır? TÜBİTAK Yayınları, 1997, sayfa 1

15 DNA ve RNA modellerinin çifte sarmal yapısını tasarlayarak biyoloji alanındaki bilimsel araştırmalara taze kan getiren Francis Crick bir matematikçi-fizikçiydi.

16 Adrian Berry, Bilimin Arka Yüzü, TÜBİTAK Yayınları, 1996, sayfa 170

17 Lavoiser’in oksijen hipotezinin kanıtlanması için yaptığı deney, TÜBİTAK tarafından yayınlanmış olan Rom Harré’nin Büyük Bilimsel Deneyler adlı eserinde yer almaktadır.

18 Adrian Berry, Bilimin Arka Yüzü, TÜBİTAK Yayınları, 1996, sayfa 128

19 Michael H. Hart, En Etkin 100, Sabah Kitapları, 1994, sayfa 96

20 Michael H. Hart, En Etkin 100, Sabah Kitapları, 1994, sayfa 216

21 Aniel Goleman, Duygusal Zekâ Neden IQ’dan Daha Önemlidir?, Varlık Yayınları, 1998, sayfa 17

22 B. Edward Shlesinger, Buluş Nasıl Yapılır? TÜBİTAK Yayınları, 1997, sayfa I

23 Michael H. Hart, En Etkin 100, Sabah Kitapları, 1994, sayfa 101

24 Rom Harré, Büyük Bilimsel Deneyler, TÜBİTAK Yayınları, 1994, sayfa 5

25 Tamer Özel, Amerika Birleşik Devletleri, Madalyanın Öbür Yüzü, İnkılâp Kitabevi, 1992, sayfa 179

26 Partha Ghose, Dipankar Home, Gündelik Bilmeceler, TÜBİTAK Yayınları, sayfa 85

27 Edward Edelson, Gregor Mendel, Genetiğin Temelleri, Tübitak Yayınları, 2002, sayfa 5

28 Edward Edelson, Gregor Mendel, Genetiğin Temelleri, TÜBİTAK Yayınları, 2002, sayfa 76

29 Francis Bacon, Yeni Atlantis, Bordo Siyah Yayınları, 2006, sayfa 96

30 Jean Gimpel, Ortaçağ Endüstri Devrimi, TÜBİTAK Yayınları, 1996, sayfa 221

31 James R. Voelkel, Johannes Kepler, Tübitak Yayınları, 2002, sayfa 120

32 Mehmet Niyazi, Medeniyetimizin Analizi ve Geleceği, Ötüken Yayınları, sayfa 89

33 Mehmet Niyazi, Medeniyetimizin Analizi ve Geleceği, Ötüken Yayınları, sayfa 89

34 İslam Ansiklopedisi, 6. Cilt, sayfa 129

35 Mustafa Nihat Özön, Osmanlıca-Türkçe Sözlük, İnkılâp Kitabevi, 1955, sayfa 92

36 Dalalet: Doğru yoldan çıkma, sapkınlık anlamına gelir. Delalet ise yol gösterme anlamına gelen bir sözcüktür. Kanaatimizce

İslam Ansiklopedisinde bir imla hatası söz konusudur. 37

İslam Ansiklopedisi, 6. Cilt, sayfa 130 38

Erdoğan Pazarbaşı, Prof. Dr., Osmanlı Dönemi Alim ve Müfessirlerinin Türklerle ilgili Değerlendirmeleri, Osmanlı Toplumunda Kur’an Kültürü ve Tefsir Çalışmaları 1, 2011, sayfa 329

39 İbrahim Okur, Matematik ve İlahiyat/ Matematik İçinde Vahiy ve Vahiy İçinde İlahiyat Arayanlar, Okursoy Kitapları, 2002, sayfa 274

40 James R. Voelkel, Johannes Kepler, Tübitak Yayınları, 2002, sayfa 10 ve 12

41 http://www.osmanlicaturkce.com/?k=hiyel&t=@

42 Mustafa Nihat Özön, Osmanlıca-Türkçe Sözlük, İnkılâp Kitabevi, 1955, sayfa 330

43 İslam Ansiklopedisi, 18. cilt, sayfa 178

44 Göbeklitepe, Urfa’da ortaya çıkarılan dünyanın bilinen en eski tapınağıdır. Cilalı Taş devrinden kalmadır.

45 http://www.hurriyet.com.tr/planet/20013963.asp