30
TOPRAKSIZLAR...!

TOPRAKSIZLAR! · “Mevsim çıplak, yağmur çıplak. Zaman gecenin hoyratlığında. Koşmak o kırık düş mevsimine… Yaprakların ıslak hali Titrek Yanı başımıza yağan

  • Upload
    others

  • View
    10

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: TOPRAKSIZLAR! · “Mevsim çıplak, yağmur çıplak. Zaman gecenin hoyratlığında. Koşmak o kırık düş mevsimine… Yaprakların ıslak hali Titrek Yanı başımıza yağan

TOPRAKSIZLAR...!

Page 2: TOPRAKSIZLAR! · “Mevsim çıplak, yağmur çıplak. Zaman gecenin hoyratlığında. Koşmak o kırık düş mevsimine… Yaprakların ıslak hali Titrek Yanı başımıza yağan

“Mevsim çıplak, yağmur çıplak. Zaman gecenin hoyratlığında. Koşmak o kırık düş mevsimine…

Yaprakların ıslak hali Titrek Yanı başımıza yağan çıkarsız yağmur ve sevdiğimiz yalnızlığımız. Yaşam önümüzde duruyor parçalı bir bütün halinde. Zamanlara ayrılmış

Uzak kaldık. Bin yılların merhametinden Merhamet ediyorduk.Vaad edilmiş yaşamın bütünselliğinde kendi içinde gerçekliğinde duruyor. Bilinmez yaşamın bilinmez sokağın suretsiz(simasız) figüranları. Kendimiz olan.

Görememek, hissedememek, dokunamamak, Saklı anda kalan düşler gibi. Ne karanlık ne de gece dilememek, kalsın her şey olduğu yerde! Yas tutsam geceye gece utanır kendinden, yağmur desem gök mavi güneş olacaktı. Saklı kalır kısacık anlarda, ölüm ile yaşamak arasındaki karanlık gibi.

Kent çöplerinden aşıranlar, tekersiz bisiklet çocukları,Surlarda yaşama inat dumana vuranlar, parlak ışıklı orospular…Ultra entellektüler, zıvanacılar, köprü altları, güneşsiz kürd işçiler...

Peki ışıklı reklamlar! En güzel kadınlar.! Sokaklar, dağ başları,

Tek gözlü evden süzülen ışıktan yıldızlara dek süren tanrı intiharları…

Bir deli düşün ve onun nasıl koştuğunu? Zaman mı onu tüketiyor yoksa o zamanı mı? Ve yaşadığımız tüm tanrıları yaşayarak öldürürken...!”

Düşünmek mi? Yaşamın en derinlerine akıp öteki olanın şehrin en karanlık sokaklarına girip, sonsuz uzun yolda kaybolup gitmek ve her şey birbirine dolanıp kendi sonsuzluğunda kaybolana dek. Sonunda ise “Kan kuyusu sessizliğinde beklemek” kalmaklı geriye.

Zihnimizde tanımlayamadığımız onlarca soru vardır. Belki de cevabını bulmayacağımız sorular.

Bir an düşleriz; “O soruların dayanılmazlığında, yaşam durur, bir çığlık işitiriz arka karanlık sokaktan; anlam veremeyiz. Bir şimşek gibi geceyi yırtıyor sonrasında o şimşek beynimize çakılır. İşte o an yaşam durur, nefes kesilir ve taşıdığımız her kol kendiliğinden aşağıya doğru iner.”

Saldırıya uğramış, deformasyona uğramış tüm düşüncelerimizi bir kenara bırakıp yeni olana doğru ilerlermek. Karanlık ötekileştirilmişlerin sokağına; “sürgünler, yoksullar, kadınlar, çocuklar, eşcinseller, savaş mağdurları, göçmenler, yaşlılar, ülkesizler, kovulmuşlar farklı bir ırka ve ten rengine sahip olanlar…

Yaşamda biçilmiş “biçtirilmiş” roller ya da onun dışına çıkılmış en saçmalığından ya da mantıklı diye tabir edilen söylemler ve yaşam biçimleri. Bizlere uzun soluksuz bir koşudur ya da en renklisinden, en matına uzanan dur durak bilmeyen bir renk kalası gibi gelir.

Her şeyin ötesinde bir yerlerde saklanmış sorunlar bekliyor. Biçimden öte (Tüm anlamını yitirmiş estetik; güzel-çirkin. Ya güzelden daha güzel olma da çirkinden daha çirkin olup bu tanımsızlıktan sonra bir umursamazlığa mahkum kalıyoruz.) onun yaşam şekillerinden, cinsel zevkinden, farklı bir dilin, topraksız modern kölelerin, sokakta gördüğümüz delilerin, alışa gelmişin dışında tutulan insanların simaları sesleri, çığlıkları…

Unuttuklarımız beynimizin kamçılarıdır (Öyle düşlüyoruz); kamçılandıkça kendimize geliriz ya da öyle sanıyoruz.. Unutulmuş olan değildir, asıl kelimelerimiz parçalanmış her bedenindir. İşte hiç zifiri karanlığı seveni gördünüz mü? Seviyoruz… Kendi zifiri karanlığımızı! Gece, yani tekinsizlik duygusu en hissedilebilecek mekân; gece. Nedenleri anlama noktasında bildiğimiz dünya ya da yaşamda alışagelmişin görüntüsü vardır. Oysaki bunlar, gece de koyu karanlığın içinde kaybolurlar. O an soluksuz kalmış bir delinin koşusunu gördünüz mü, izlediniz mi? Sevincini gördünüz mü? Eşcinselin korkusunu gördünüz mü koşularında?Ötekiye kendi ötekimize, kendimize yasaklanmış bir yaşam.

Roboski’ye gidip gökten düşen bombalara çarpabilirsiniz ya da o bombaları alıp bedeninize yerleştirip patlatabilirsi-niz. Yaşananlar, ölenlerin dışında kalanlar açısından tamamen alışagelmişin dışındadır. Pencereden bakıldığında ölen insan için her türlüsü zaten mübbah sayılmaktadır. Terörist olma ihtimali bir kenara, canavar olması ise işten değildir. Sıraya dizdirilip kurşunlanan, kervanlar şeklinde yollarda tek sıraya konulup topraklarından kovulmak Ermeni oluşundaki bilinçsel kader miydi? Yoksa Ermeniler kendilerini kurşunların önüne mi attılar? Yoksa ana topraklarından mı gittiler? Zaten onlar için her türlü ölüm biçimi mübbah değil miydi? Cennetin anahtarlarını alıp ölen Ermeni’nin şerefine cennetin şarap deresinden şarabını içmek değil miydi tüm mesele? Bir toplum oturup karar alır deliler meclisinden. Çıkan kararda köyler ateşe verilir. Karda yürüyenin çıkardığı sesten “kart kurt” yaratılmışların evlerini yakmak, hayvanlarını yakmak ancak ve ancak bir delinin yapabileceği bir şeydir zaten. “ Onların zaten tankları, helikopterleri, uçakları vardı. Gidip kendi kendilerinin köylerini evlerini bombaladılar.” Deyip belki de kendimizi kurtarabiliriz miyiz?.

Lanetleyen olursak elbet suçlu olmuş olmayacağız. Yaşanan bir inanç teorisi değil miydi? “Dikiş dikebilir, yemek yapabilir, konuşabilir, konuşabilir, konuşabilir…”(Aday, Sylvia Plath) Devam edersek kadının kısaca bir tanımını koymuş olacağız ki yaşanan soruna bir ışık tutulsun değil mi? Oysa kendimizi ne kadar da çok avutuyoruz. Tıpkı Edgar Degas’ın dediği gibi "Biz kendimizi mümkün olduğu kadar bilgece avutacağız!" Anlatılan, bizim hikâyemiz. Cinsiyet özgürlükçü maskemizi çıkarma; içimizdeki feo-dale, iktidara eğilme; otorite karşıtlığımız yalanını bırakıp otoriter kişiliğimizle yüzleşme zamanı. Bir kadının, çocuğun öldürmek istediği ama; öldüremediği mahlûkatlarız biz. O derece zavallıyız.

Adorno’nun, “Sokakta koşan kişi bir dehşet havası yayar çevreye” satırlardan sonra burjuva yürüyüşüne yabancılaşmaktan girer, güven-siz-likten çıkar. Öldürmeye niyetlenmiş bir polisin hırsıza ‘koş!’ demesini alıp annesinin üst katta unuttuğu cüzdanını getirsin diye çocuğuna söylediği sözle bağlar. Anlayacağınız, küçük çok küçük ayrıntılar, basit alışkanlıklar ve davranışlar üzerin-den toplum eleştirisini ilmek ilmek dokur. Koşarken dehşete kapılmayan kadın yoktur. Hele ki ensesinde çığlık çığlığa koşan etrafa hakaret yağdıran katil adayı varsa… Ama Baudelaire, “Tanrı, fahişelerin temsilcisidir” der. Erkek tanrıysa bu sözle ancak ve ancak kendi yarattığı fahişelerin tanrısı olur.

Biliyoruz kendimizi daha da çok seviyoruz.

Tüm ötekileştirilmiş sokaklarda kendine yaşam bulan, öteki dünyasında anlatılacak her hikâyede, insanın insana zul-münü, iktidarın insana zulmünü, sitemin ötekisine mübah gördüğüdür. Bir nevi kıyamet sonrası gelecekte isimsiz bir ülkedeyiz. Zamansızlık, iki zaman arasında sıkışmışlık, durgunluk ve ansızlık.

Soğuk mu?

Evet, çok soğuk!

Hayatımızdan geçen ötekilerin dışında kalarak aslında onların bir parçası olduğumuzu unutarak, anıların iz bırakıp tabulaşan genellikle içimizde sır diye sakladığımız, taşınması zor “ötekiler” kavramını konu alan farklı karelerin bir geçiş sahnesidir diyor. Buradan Şehrin tüm pisliklerine “Kötü çocuklarına, kadınlarına” selam olsun!...

TOPRAKSIZLAR...!

Page 3: TOPRAKSIZLAR! · “Mevsim çıplak, yağmur çıplak. Zaman gecenin hoyratlığında. Koşmak o kırık düş mevsimine… Yaprakların ıslak hali Titrek Yanı başımıza yağan

Koştular kaçaktan. Çocuk emekler sıradan patikaya.Yüklenmiş geceden emeğiniAsidir Zap,Ya dağlar,Geceden kara.Ateş gök kızıl,Kırmızıdan kadınlar kuşatır. Islak bir dokunuştur DicleBenzer...! Asidir...!Dizleri çözüldü ey be çocuk! Gözlerinde ölüm kaç parça eder...(hep bu mecalsiz soru)

Temsili Düşler

Düşüncelerimiz ölür gecenin yağmuruna,Dokunulacak bir el, bir ten,Gabar da çocuk çığlık çığlığa...!

Tepe de mitralyözlerle üniformalılar.. Deşili kibelenin karnı zilanda.. Doğmamış çocuklar süngülerin ucunda...

Şimdi yıldızlar yağıyor geceye.Kadın susuyor...Bir avuç toprak tebesümüne,

Dar ağaçları kuruyor lanet yemiş bir kavmin torunları..O toprakların çocuklarının boynunda üryan.Bir cellat elinde kutsal kitap,

Ne güzel parlıyordu ay,yüzünde...Nasıl da geçiyor zaman!Eylül...Ve; Sen,

Yıldızlar ve ay en güzel zamanlarında.. Kurşunlar yağmur, bir kadın yüzüğünü gömüyor toprağa ve haykırıyor.. Yıldızlar yağıyor.

Koca bir kavga mevsimi daha geçti yüreğimizden..

Bir çocuk düşüyorCezayir sokaklarında fransız yapımı bir kurşunla işgal altındaki topraklarına..Bir adam bağıryor.. Öldü !!

Ve; Avuçlarımıza iki damla gözyaşı bırakıp gittiler!Bir kadın yetim,

Bir kadın evladının kemiklerinin peşinde meydanlarda.. Bir kadının yüreğine bombalar yağıyor her gece yakılmış bir coğrafyada..Biçare evladını arıyor bin yılların Amed sokaklarında...!

Babil kentlerinde kalma taşların yıkıntılarını seviyoruz, Gece; Suskun yağardı yağmur... Tanrı bir mezar taşında!Bir daha sarılmayacak mezar taşına kadın! Tepe de mitralyözlerle üniformalılar.. Deşili kibelenin karnı zilanda..doğmamış çocuklar süngülerin ucunda...

Bir kurşun ensesini delip geçmiştir. Mechul!

Bir sonbahar sabahına bırakırız sevdamızı, Cemreler düşürürdük yüreğine...Newala Kasaba'dır ülkem!... “Topraksızlar”

Page 4: TOPRAKSIZLAR! · “Mevsim çıplak, yağmur çıplak. Zaman gecenin hoyratlığında. Koşmak o kırık düş mevsimine… Yaprakların ıslak hali Titrek Yanı başımıza yağan

ve salya sümük...azgın,kana susamış,et yiyiciler...bir çığlık kopuyor yürek; körvicdan arsız...

ekabirler geliyor gece karanlık,ekabirler;sidik, fosiftikgölgeli ve korkolu...ROBOSKİ ne yana düşer?.....mem....

ve salya sümük...azgın,kana susamış,et yiyiciler...bir çığlık kopuyor yürek; körvicdan arsız...

ekabirler geliyor gece karanlık,ekabirler;sidik, fosiftikgölgeli ve korkolu...ROBOSKİ ne yana düşer?

ölüm kokusu sarmıştı her tarafıbazıları yastık yerine bazıları soğuktan korunmak için,çekmişti ölüleri üzerine bazıları da doksan günlük midesinebirşeyler girsin diyeyapışmıştı ölülerin memesine

.....mem....

Page 5: TOPRAKSIZLAR! · “Mevsim çıplak, yağmur çıplak. Zaman gecenin hoyratlığında. Koşmak o kırık düş mevsimine… Yaprakların ıslak hali Titrek Yanı başımıza yağan
Page 6: TOPRAKSIZLAR! · “Mevsim çıplak, yağmur çıplak. Zaman gecenin hoyratlığında. Koşmak o kırık düş mevsimine… Yaprakların ıslak hali Titrek Yanı başımıza yağan
Page 7: TOPRAKSIZLAR! · “Mevsim çıplak, yağmur çıplak. Zaman gecenin hoyratlığında. Koşmak o kırık düş mevsimine… Yaprakların ıslak hali Titrek Yanı başımıza yağan

Geceyi aydınlatan tek bir yıldız yoktu, ay görünmüyor ve rüzgar sınırları ihlal ediyordu tıpkı elleri gibi, bir sınır taşına yanaştı ürkmüyordu. Artık biliyordu birkaç adım daha atsa ihlal edecekti anlaşmalar ile kağıtlar üzerine çizilmiş sınırları. Ayaklarında eski bir bot vardı daha önce kaç kişi giymişti biliyordu bir önemi de yoktu zaten yün çorabı ayaklarını karın içinde donmaktan koruy-ordu. İlkbaharda koyunlardan kırpılan yün ile görülmüştü emek sıcak tutuyordu ayaklarını. Biraz daha yürüdü katırı ise hemen arkasında donmasın üşümesin diye konyak içirmişti. Sahip olduğu tek canlı, katır, üşümüyor ve sahibinin ardından yürüyordu.

Tam sınır boyuna geldi tel örgüler vardı aşılması gereken yırtılmış kopmuş ve hükmü daha önce yüzlerce kez geçersiz kılınmış bir örgü. Durdu sınır taşının dibinde soğukta elleri üşümesin diye evde odun sobasının yanında sardığı tütününü çıkardı göğsünden bir tütün yaktı ve sırtını onlarca kilometre yürüdükten sonra ilk defa dinlenmek için durduğu sınır taşına dayadı, aklından geçenleri tütünü bitene kadar güzeldi, çocukluğunu düşledi kaçağa geldiği ilk günü, babasının yanında buralarda böyle işliyormuş babadan oğla bir miras gibi. Dağların yamacında, yılın 9 ayı kar altında olan köyünde başka bir alternatifi yoktu çünkü. Okul şehir merkezinde ve yatılısızdı.

Yani yatacak yeri yoktu ve kendi ülkesinde oda kolay(!) olanı seçmişti. Babasının yürürken açtığı patika yollardan yürümeyi. Tütünü bitti yola koyuldu, bir ülkeden bir dış ülkeye içte dışta bir olan ülkeye bir adım önce yasası, bayrağı resmi dili farklı bir ülkeden gelmişti. Bu farklılık bile yorgun kılar insanı ama alışıktı. Babası ve amcası vurulmuştu katır sırtında tam o yerdeydi ve durup onları anmak için zamanı yoktu ve hiç olmayacaktı saniyeler ile yarışıyordu legal devletlerin illegal yolcusu, akrep ve yelkovanın sesi kalbinin sesini bastırıyordu. Saati kösteksiz baba yadigarıydı, anıların saygıdan değil öldürüldüğünde babası erksiz kalmasın ev diye takmıştı koluna saati annesi. Oda zamanı öyle takip ediyordu.

Saatin duraklamaması gerek, sınır nöbetçilerinin nöbet değişim saati tüm devlet işleri gibi hep aynı dakikalardı. Saatine baktı ve yürüdü emin olduğu patikadan, kaçağa gittiği zaman aynı yerden alırdı mazotu oraya vardığında güneş ilk ışıklarını süzüyordu dağların ardından. Köyünden uzakta yeni bir gün başlıyordu zamanı değerliydi.

Gece erken çöküyordu çünkü.

Katırına yükler yükledi bıyıkları henüz terlemiş babalık duygusunu erken yaşamış kaçak.

Daha zaman vardı, şehrin kaçakçılarının bulduğu pazara yürüdü. Biraz dolandı önlerinde ateş yakıp ısınmaya çalışan ve aynı zamanda yasal hiçbir evrakla varlığı kanıtlanamayan malları satmaya çalışan dilinde konuşan insanların arasında.

Baba olmuş ve kızının kokusunu taşıyordu koynunda cebinde hiç parası yoktu. Yürüdü tam pazarın sonuna geldi ki bir oyuncak bebek çarptı gözüne güzelce bir şeydi. Pazarlık yaptı aynı dili konuştuğu kirli sakallı eski montlu adamla saatine karşılık o bebeği alacaktı nasıl olsa eve varacaktı. Bebeği koyununa sakladı ve katırların bulunduğu katırlar pazarına yürüdü. Elleri cebinde tütünü ağzında tütüyordu, gece çökmeye başladı ve yola koyuldu geldiği patikadan.

Bir nüfus cüzdanı ile bağlı olduğu ve ona hiçbir zaman ait olmayacak bir ülkenin yoluna, yürüyor katırı da arkasından geliyordu. Sınıra varmadan saatine bakmak istedi kolunun boş olduğunu anlaması çok geç olmadı...

Yıldızlar yine aydınlatmıyordu geceyi, durmadan yürümeye devam etti. İlk kaçağa geldiği andaki heyecanı hisseti göğüs kafesinde sol elinde katırın bağlı olduğu ip sağ eli ile göğsüne dokudu, henüz yeni doğmuş kızı için aldığı oyuncağı hissetti ve kızının kokusuna kavuşmak için daha hızlı yürüdü sınıra doğru . Nöbetçi kulübelerinde ne olduğunu bilmiyordu. Yürümeye devam etti dur-madan zaman avuçlarında kar gibi erimeye başladı, artık son birkaç adım kalmıştı, ha diyecek ve bitecekti gece....

Sessizlik kör bir yılan gibi süzülüyordu dikenli sınır telleri arasında, birkaç adım sonra bitecekti...

Bir ses yankılandı sonra sesi devam ettiren benzer bir ses ve onlarca ses ardı sıra, önce katırın düştüğünü gördü sonra elini göğsüne attı sıcaklığı hissetti bebeğin ve ıslanmıştı yerdeki beyaz örtü gecenin karanlığında da beyazdı...

Onu bulduklarında evlerin sobaları yanıyordu, güneş bulutların arasında parlıyordu, beyaz tabiat örtüsü kızıla bürünmüştü ve soğuk bedeninden akan kanı dondurmaya yetmişti, ondan geriye ortasından yasal bir mermi geçen bir bebek kalmıştı kızına hatıra bir de arka cebinde bir kimlik ait olmadığı ülkenin aitlik belgesi...

İsimsiz hatırlar...!

Baran Baglan

Page 8: TOPRAKSIZLAR! · “Mevsim çıplak, yağmur çıplak. Zaman gecenin hoyratlığında. Koşmak o kırık düş mevsimine… Yaprakların ıslak hali Titrek Yanı başımıza yağan

Icimizde garip bir çıcigliık dolanip duruyor degil mi?

Bu çığlık aynı zamanda garip bir sessizliği de karnında taşıyor. Bu garip çığlığa gebe. … İlginçtir..

Bu beden bana pek uymuyor. Bana ait olmaması gereken bir bedende yasamak zorunda kalmak da garip bir duygu. Ama dünya işte. Geldik bir kere elimizde olmayan nedenlerden dolayı..

Mani “ruhun aydınlığı bedenin ise karanlığı temsil ettiğini” söyler. “Ruh bedene sıkıştırılmış bir tutsaktır” Maniye göre..…Belki de öyledir..

Bunu nefes aldığımız her an hissetmek için yüreğimizin gözüyle bakabildiğimizde daha iyi görüyoruz..…Belki de özgür olan beden değil..ruhtur, yürektir..

Beden içinde doğduğu toprağa, havaya, zamana, mekana...Mahkumdur..

Ya ruh ve yürek... Tutsağı olduğumuz bedenin bize dayattıklarını yaşamak zorunda oluşumuz sadece maddi bir gerçektir. Ancak yaşam sadece maddi gerçeklerle mi örülüdür?…Bence öyle değil..

Aslolan ve bugünün dünyasında insanların aslında kaybettikleri, arayıp da bulamadıkları gerçek veya hakikat dediğimiz şey de bu olsa gerek.. Özgür kılmamız gereken bir ruhumuz ve yüreğimiz hala varsa (ki ben var olduğuna hep inanmışımdır) biraz da kendimize dönüp bakabilmeliyiz.. Bu bakış aynaya bakar gibi değildir. Orda görünen sadece bir beden parçasıdır.. …Pek de bize ait olmayan..

Ki baktığımız şey yani ayna da ne kadar doğruyu olduğu gibi yansıtır o da ayrı bir felsefik tartışma konusudur..

“Bir başlangıç noktası düşlenir ve başa dönülür. Geri döndüm (mü). Kendi ellerimizle çizdiğimizin kederin oluşturduğu düğüm noktaları oluşuyor. Bu düğüm noktası nerededir? İpin hangi ucu çözer bu yumağı? Yoksa bir ip mi, bir zincir mi? Kesilip atılabilir mi? Bur sarmaldan kurtulabilir miyiz?”

ve;Sen güldün hani bir vakitBen uykusuzİs çökmüş gözlerineÜrkütüyor sabahsız her geceBir baharın düşündeyimKurutulmuş yaprak şiirinden Konuşmanın ardına kalan YoksunSevmekti beklemenin ardılıSusmaktırYarına güncesiz....

Ve;

Aynanın da arkasi karanlıktır..yoksa ayna olmaz.. O Yüzden bedenin emrettiği yaşamın soğuk ve donuk gerçekleri olan şeylerden uzak kaldıkça ruhumun ve yüreğimin sesine daha da bir yakınlaştığımı hissede-biliyorum..

Demek ki zamanla sadeleşebiliyormuş insan... İnsan ki kendinde sadeliği yakaladıkça, fazlalıklarını (maddi dünyanın bize sunduğu tüm zevkler mi diyelim ona maddi dünyanın soğuk ve donuk gerçekleri mi yoksa ruhsuz ve yüreksiz eşyalar yığını mı..) ata bildikçe ruhundan ve ruh-yüreğinden kendine daha çok yaklaşıyor, daha çok kendi olabiliyor..….Belki de özgürlük arayışı kendi olma yolunda verilen en buyuk savaştır..

İnsanin en büyük en kadim savaşıdır özgürlük. Özgürlüğü de sorgulamak gerekir. Bir toprak parçası Üzerinde özgür olmak, veya maddi dünyanın getirip önümüze döktüğü bin bir şeyle kendini özgür hissetmek acaba gerçek mi, hakikat mi? Özgürlüğe buradan bakınca aslolanın iç özgürlük, kendi bağımsız düşünce ve duygu dünyasını yaratan, yüreğinin gerçek sesini duyabilen ve ona kulak verebilen ve o yüreğin ışıklı ve aydınlık yolunda yasama kendi rengini kata bilendir belki de özgür insan.. Kendinde bu yöntemle bir kimlik yaratan, kendisini sadece maddi dünya gerçeğinin ona sunduğu veya onda yarattığı geçici kimliklerden sıyırıp kendi öz kimliğini yetenekleri, yüreği ve ruhuna dayanarak yaratan insandır özgür insan.. Bu insan ki sevgi dolu,huzur veren, anlayan, çözen, duygulanan, hisseden, sevebilen, dost olabilen insandır.. Biz ise en zorunu yapıyoruz.. Kendimizi bedenimizin ve maddi dünyanın verili kalıplarına hapsedip onun içinde özgürlüğü veya kendimizi arıyoruz..

...Nafile..Boş bir caba hepsi...

Aslolan insan güzeli yüreklerimizin sesi, solugu ve cigligini duyabilen ve buna ruhunu katabilen insandır..

yani benim sensin biziz...

kendimiz oldukça ve kendimizi hep ama durmaksızın aradıkca özgürleşmeye yaklaştığımızı unutmamak dileğiyle... …

Solin Lorin

Page 9: TOPRAKSIZLAR! · “Mevsim çıplak, yağmur çıplak. Zaman gecenin hoyratlığında. Koşmak o kırık düş mevsimine… Yaprakların ıslak hali Titrek Yanı başımıza yağan

“…Hiç kuşkusuz, bir film, kamu seyirliği olduğundan, özel sorunlarımız da özellikten ayrılarak kamusal bir nitelik kazanır. Kendi adıma bugün iyice belirli bir duygum var; bugün derken, tüm dünyanın geleceğini ilgilendiren olaylar, kaygılar, korkularla dopdolu bir çağdan söz ediyorum. Kimi konulardan söz etmeyi sürdürmenin bir hata olduğu düşüncesindeyim. Çünkü biz sinemacıyız, bu nedenle de herkesin dikkati üzerimize çevrilidir. Bu nedenle kişisel yaşamımızın, her zamanki gibi süregittiği sanısını uyandırmaya hakkımız yoktur… Gerçekten de dünyayı tedirginliğe yönelten önemli olaylar karşısında bir aydının yapabileceği en olumsuz şey, insanların dikkatini bu önemli olaylardan uzaklaştıracak konularla uğraşmaya devam etmektir.Savaş yıllarında da, savaşın hemen ertesinde de ‘Yeni Gerçekçilik’ten söz edilmiyordu. Bugün gerekli değişikliklerle buna benzer bir atmosfer içinde olduğumuzu sanmıyorum. Hangi filmleri çevirebileceğimizi bilmiyorum, bunu öğrenmek de ilgilendirmiyor beni. Hiç kuşkusuz bazı şeyler olduğunu seziyorum, o da şu: Gerçeğin ortasında bilgiyi savunmak. Ve birçoğunun zihinsel tembelliğine ve sorumsuzluğuna katılmamak”

Antonioni (1912-2007), 1958 yılında sinema hakkındaki görüşlerini böyle ifade eder. Sinema-da, İtalyan Yeni Gerçekçiliği akımının şekillenmesinde emeği geçen sinemacılardan biri olan Anton-ioni, daha sonraları değişen ve beraberinde gelişen özgün kadrajını, hiçbir akıma bağlı kalmadığını ispatlayan fimler çekerek izleyicilere kendi tarzını, içeriğini ve biçimini sunacaktır.1948-50 yılları arasında 6 belgesel film (N.U. Nettezza Urbana-Çöpçüler, L’amorosa Menzogna-Aşk Yalanı, Superstizione-Batıl İnanç, Sette Canne Un Vestito-Yedi Baston Bir Giysi, La Villa Dei Mostri-Canavarlar Evi, La Funivia del Faloria-Faloria’nın Teleferiği) yaptıktan sonra ilk uzun metrajlı filmi olan “Cronaca di Un Amore-Bir Aşkın Güncesi”ni 1950 yılında çekerek sinema dünyasına merhaba der.

Sonra beraberinde 1953 yılında çektiği “La Signora Senza Camelie-Kamelyasız Kadın” 1955’te Cesare Pavese’nin romanından uyarladığı “Le Amiche-Kadınlar Arasında” 1957’de “Il Grido-Çığlık” 1959 yılındaysa sinema tarihinin en iyi filmleri arasında yer alan ve kendine uluslar arası alanda ilk başarıyı sağlayan “L’Avventura’’yı (Serüven) çeker. Çektiği filmlerde savaş sonrası kadın-erkek ilişkilerini, gençliğin sorunlarını, insanın yabancılaşmasını, tedirginliği toplumsal belleğini irdeleyen yıkımları eleştiren bir dillekamerasını konuşturmaya hep devam etti.

Antonioni için, renkler çok önemliydi. Nihayetinde ilk renkli filmi olan “Il Deserto Rosso-Kızıl Çöl”ü 1964’te çeker. Renk uyumuna oldukça önem veren İtalyan yönetmen, ünlü Alman filozofu Hegel’in renk kuramından etkilendiğini söyler. Renkleri hep bir simgeye dönüştürmeyi amaçlayanAntonioni,sonraki renkli filmlerinde de bu amaçla devam edecektir. 1966’da çektiği Blow-up (Cinayeti Gördüm) filmi Cannes Film Festivali’nde ‘’Altın Palmiye’’ ödülünü alır. Blow-up filminde kullanılan renk uyumu, doğa sesinin kullanılışı ve oyuncunun harika performansı ile 60’ların gençlik ruhunu, ‘’gerçeklik ve yanılsama’’ ile bir vererek dönem gençliğininruhunu (uyuşturucu partilerini, vurdumduymaz hâllerini) ahlaki açıdan eleştirmeden, dünyanın sinemasal görüntüsünün etkili bir korku alanı haline gelmesi gerektiğini, algılarda tutmayı hedeflediği bir film olmuştur. Film, aydınlanma eleştirisi olarakta görülebilir çünkü; teknolojinin ilerlemesi insanları tembelleştirerek tüketime daha çok sevk eder hâle gelmiş, teknoloji ile yaratılan değerlerin esiri altına giren insan; benliğini, kimliğini kaybederek ‘’yaşamın anlamı nedir?’’ sorusuna kafa yoramayacak kadar budala bir nesile daha doğrusu kapitalist sisteme sert eleştirilerinsunulduğu film özelliği taşır. Yaşanılan dünyanın maskeler dünyası olduğunu söyleyen Antonioni, insanın hayali bir dünyada yaşadığını dile get-irir.

M. Antonioni Sinemasi

Page 10: TOPRAKSIZLAR! · “Mevsim çıplak, yağmur çıplak. Zaman gecenin hoyratlığında. Koşmak o kırık düş mevsimine… Yaprakların ıslak hali Titrek Yanı başımıza yağan

Antonioni filmlerinde renkleri titizlikle seçmesinin nedenini soran bir gazeteciye; “Yaptığım her şeyi açıklamamı istemeyin benden. Açıklayamam. O öyledir. Bunu gereksindiğim belli bir anın nedenini sizlere açıklayamam. Bir renk gereksinimimin nedenini nasıl açıklayabilirim.” ve ekleyerek “Sadece ren-kleri değiştirmiyorum, onlardan yararlanmaya çalışıyorum.” der.

Antonioni sineması anlatım dili olarakta farklılıklar gösterir. Bir olay örgüsü ve ‘son’lara yer ver-ilmeden kahramanların yaşadığı olayları soyut bir anlatımla göstermeye çalışır. Bu sebeplede temasının yorumlanması için kamerasına devingenlik verir. Bir yürüyüş sahnesinde kahramanı uzun planda takip eden kamerayı yine dış dünyadan kahramanın çevresiyle yürüttüğü ilişkileri görmemiz için de kullanır. Bazı zamanlarda ise ‘gizem’ yaratmak için uzun planlar gözümüzden kaçmaz.

Antonioni uzun ve kaydırmalı planlar kullanmayı tercih etmesinin sebebini: “Uzun plan kul-lanma alışkanlığım ilk filmim olan ‘Cronaca di Un Amore-Bir Aşkın Güncesi’ni çektiğim ilk gün ortaya çıktı. Hareket etmeyen kamera beni rahatsız etti. Sanki felce uğramıştım, sanki benim ilgimi çeken tek şeyi, oyuncuları izlememi engelliyordu. Ertesi gün kaydırma arabasını(travelling-tracking shot) sete get-irdim. Böylece oyuncularımı çevrede dilediğim kadar izledim. Bu yöntem benim için gerçeği sunmamın en iyi yoluydu.” diye açıklar.

Çekim tekniği üzerine bir söyleşisinde de; “…Çekim süreci içinde bir planı nasıl çekmek istediğimi düşünmem; sadece çekerim. Filmden filme değişen tekniğim tamamıyla içgüdüseldir ve asla önceden düşünülmemiştir. Ne var ki, ‘La Signora Senza Camelie-Kamelyasız Kadın’dan önceki ‘Cron-aca di Un Amore-Bir Aşkın Güncesi’ne göre daha kuralcıydım. Çünkü ilk filmimi çekerken oyuncuları, sahneleri bittikten sonra bile çok uzun planlar çektim. Ancak ‘Cronaca di Un Amore’ sonraki filmler-imden daha yenilikçi değildir. Sonraları kuralları daha sık yıkmaya devam ettim. Örneğin; ‘L’Avventura-Macera’da ve özellikle ‘Blow up-Cinayeti Gördüm’de.‘Blow up’, fotoğrafta olduğu kadar kurguda da kurallara aykırıdır. Roma’daki Deneysel Sinema Merkezi’nde hareket halindeki bir planın hiçbir za-man kesilmemesi gerektiği öğretilir. ‘Blow up’ta devamlı bunun aksini yaptım ve şimdi de yapıyorum. Örneğin; filmin kahramanı bir telefon kulübesine doğru ilerlerken kesmeyle çarpıcı bir planla oradadır. Ya da filmin kahramanının mankeni fotoğrafladığı sahnedeki sıçramalı kurgu. Roma’daki sinema oku-lundaki hocaların skandal olarak niteleyecekleri şeyi yaptım. Sahnedeki aksiyon süresince birkaç kere kestim. Fotoğrafçımın çekim sırasında hissettiklerini izleyiciye aktarmak istedim. Gerçi günümüz sinemasında bu yöntem oldukça geçerlidir. Ben kurallara boş vermeye uzun zaman önce başladım. Artık kurallara boş vermek, çoğu yönetmen için geçerli bir uygulamadır.”der.

Sinemada görselliğe önem veren başarılı yönetmenler arasında yer alan Antonioni; renklerle, doğa sesiyle, dinginlik ve sâdelikle sunduğu filmlerde izleyiciyi sinemanın büyülü dünyasına katmayı başarabilmiştir. Kamerayı eline aldığından beri sinemaya olan tutkusunu ölünceye dekdile getirdi diye-biliriz. Antonioni, belki de yaşamak istediği dünyayı sinemaya uyarladı… Renklerin ahenginde daldan dala konan bir martının sesi yahut yemyeşil bir ağacın hışırdayan yapraklarında ona ulaşmak mümkün olabilir. Kim bilir…

Guney Birtek

Page 11: TOPRAKSIZLAR! · “Mevsim çıplak, yağmur çıplak. Zaman gecenin hoyratlığında. Koşmak o kırık düş mevsimine… Yaprakların ıslak hali Titrek Yanı başımıza yağan

Hackerlardan bir ekip kurup, tüm bankaların sistemlerine girip,herkesin kredi kartı borcunu silmek; tüm banka hesaplarını eşitlemek.

Herkesin banka hesabında aynı miktarda para olması güzel olurdu. Gidelim mi?

Tamam çay içebileceğimiz bir yer bulalım hadi.

"Kaybolmuş suskunluklar gibi gezinirken ortalıkta düşlerim. Benyabancılaştım her şeye ve herkese. Nerde olduğunu bilmeden, ne içinorda olduğunu bilmeden rüzgarda savrulan kağıt parçaları gibiyimsokakta. Kaybolmuş bir çocuk gibi. Tüm kentler yabancı, tenler,öpüşler... yalnızlığın kendisi bile yabancı... tanımlamalardan,bilmelerden geliyorum. Kafa karışıklığından mutlu entelektüeluğraşlar; unutturuyor bir şeyleri. Hep bir şeylerin içindekayboluyoruz zaten; ufak tefek kaybolmalarda unutuyoruz bu dünyadakiasıl kaybolmuşluğumuzu. Unuttukça mutlu oluyoruz. Hatırlatan şeylerdentiksiniyoruz, sarhoşluğumuzu seviyoruz. Sevişmekten tat almayıp yinedesevişen elinden başka bir şey gelmeyen sevişenleriz. Her şeymakineleşiyor. Duygular anlık refleks. Ezber edilmiş hayatları,ilişkileri yaşıyor ezber edilmiş düşlerde geziniyoruz. O yüzden hayatazindan demeler. Sanatçıları da o zindanı bezeyen; çaresizliğimizemorfinli iğnelerle çare bulmaya çalışan doktorlara benzetiyoruz. Ölümkurtuluş oluyor; intihar istemiyle geliyor ve hep orda duruyor biryerlerde kendi halinde. İntihar da içimizde bir yerde esir biristemden başka bir şey olmuyor. Kilitli olmadığını bildiğimiz birkapı, açıp dışarı çıkmaya cesaretimiz yok; zindan alışkanlığı. Kişilikzırhı; hayata ve diğerlerine karşı geliştirdiğimiz savunmalargüçlendiriyor duvarları. Biz kendimizi korudukça hayata karşı, dahaderinine iniyoruz zindanın. Dengeler yaratıyoruz. Dengesizliğetahammülümüz yok, belirsizliğe... Sahip olduğumuz şeyler var sanıp,sahip olduklarımızı giyinip titremelerimizi dindirmeye çalışıyoruz.Korkuyoruz. Kaybetmekten, sahip olduklarımızı yitirmekten korkuyoruz,dengelerin bozulmasından, belirsizlikten. İnsani dengelerimizikaybediyoruz farkında olmadan böylece, esir ediyoruz kendimizikendimizde. Dengede olan bir şey yok aslında, kaybedecek hiçbir şeyyok. Neden buradasın bu dünya ne, bu yaşadıkların... cevap yok. Dinselsözcükler, anlık sayıklamalarla dozlaşmış ağrı kesiciler. İkinci eldencevaplarda buluyoruz bazen; 'işteyim çünkü çalışmak zorundayım'...Tanrısal oyunlarda oyuncularız. Alkışların sarhoşluğunda... Hep birşeylerin içinde kaybolma oyunu bu. Kaybolduğumuz yerlerden tanıyoruzbirbirimizi, isimlerimiz var; işlerimiz uğraşlarımız, ailelerimiz,şehirlerimiz, doğum tarihlerimiz, gidecek bir yerlerimiz; geldiğimizbir yerlerimiz var, beklediğimiz duraklarımız... Tiradımı beğendiniz mi,alkışlar mısınız?..."

Güzel yazmışsın. Tiradını beğendim. Alkışlıyorum.

İnternetten bir blok da yayımladım. Bu internet güzel bir olay.Düşünsene herkes yazılarını yayımlayabiliyor. Ego tatminini yaşıyor.

Demek bir bloğun var?

Evet.

Diğer yandan belki de herkes benim gördüğüm gibi bir çöplük olarakgörüyor interneti.

Yazmak çöpe atmakla aynı şey zaten.

Internet in vajinal hali. Bir yazar, yazarak boşalıyorum içinizedemişti. Sende yazarak boşalıyorsundur belki internetten.

Hayattaki her şeyi orgazmın halleri olarak görmen güzel.

Öyle değil mi zaten? Hiç olmazsa kesin ve net...

O yazar kesin erkektir. Bir de olayın dişi tarafını düşünsene. Dişi neyapıyordur yazarken içine mi alıyordur? Ya da okuyan herkes dişil birhal mi alıyordur?

Evet içine alıyordur. Yazarken o da boşalıyordur belki. Okuyanlarındurumu başka bir şey.

Bak hangi ideoloji din felsefe öğretisi vs olursa olsun hepsi bir önkabul gerektirir. Hepsine bacaklarını açar dişi olursun. İçinegirmesine izin verirsin.

Ya da varoluşçuluktaki gibi sen herkesin ve her şeyin içinden geçerekkendini var edersin.

O saçmalık; kendi kendini var etmek, o tanımlamayla ömür boyu sürenbir süreç. Bir sonu yok. Ölmekle tamamlanıyor. Yani dün geceöldürdüğüm beden kendi varoluşunu tamamlamış mı oluyor?

O felsefeden bakarsan öyle. Sana teşekkür etmeli. Ya da sen onuniçinden geçerken parçaladın geçtin varoluşunu tamamlayamadı o neden veruh.

Yarın bir gün yakalanırsam hakime 'varoluşumu tamamlamam gerekiyorduhakim bey baktım arkadaşta varoluşunu tamamlayamıyor yardımcı olalımdedim' derim.

Sen en iyisi 'yaşama hakkını elinden alma hakkımı kullandım' de.

Yer mi?

Page 12: TOPRAKSIZLAR! · “Mevsim çıplak, yağmur çıplak. Zaman gecenin hoyratlığında. Koşmak o kırık düş mevsimine… Yaprakların ıslak hali Titrek Yanı başımıza yağan

Yemez tabi. Ama sende Abdullah Öcalan gibi bir felsefe kitabı yazarsıniçerdeyken. Neyi, ne için yaptığının felsefesini yaparsın. Adını da'bir cinayetin savunması' koyarsın. Avrupa insan hakları mahkemesionunkini yemedi ama seninkini yer belki.

Ya da Amerikan tarzı bir şey olur. En çok satanlarda ilk onda olur;içerdeyken zengin olurum.

İşime gelir sen içerdeyken parayı ben yerim.

Çayları öde de kalkalım. Gidip uyuyalım. Akşamda bir yerlere giderizalkol doldururuz bünyeyi.

Uyuyalım uyanalım bakarız.

Aynı şey olacak biliyor musun. Uyanınca rüya olacak her şey.

Uyandığına şükredersin sende o zaman. ...

"Gözlerini açtığında siyah ve kahverengi renklere bürünmüş birresimdeydi. Bağlarda Hürriyet ilköğretim okulunda ortaokulun sonsınıfında bir öğrenci. Fen bilgisi öğretmeni ismi kara tahta olan hakirenk tahtaya bir şeyler yazıyor ders anlatıyordu. Birden kapı açıldıve içeri sınıftaki hemen herkesin yerdeki kalemi almak bahanesiylekülotunu gördüğü hülya girdi. Hülya bir başka kız arkadaşının kolunatutunmuş yürümeye çalışıyor, ağlıyordu. Öğretmene bir şeyler söyledive öğretmen elindeki tebeşiri yere fırlatarak 'Allah kahretsin!' diyebağırdı. Sınıftan çıkan öğretmenin ardından o da dışarı çıktı. Neolduğunu anlamaya ,çalışıyordu. Hülya ne demişti, neler oluyordu.Bilmeden yürüdü kalabalıkla, kalabalık okuldan çıkmış yürümeye devamediyordu. Gökyüzü griydi. Yürüdü. Hülyaların evinin önüne vardığındayerdeki kanı gördü. İnsanların anlattıklarını duydu. Zübeyir hocavurulmuş. Kontgerilalar... Tam elini belindeki silaha atacakken...Yanında bir başka öğretmen daha varmış... Zübeyir hocayı tek bir an dahatırlıyordu. Okula girmek için istiklal marşı ve and içmeleri gerekentoplanmanın ardından, okulun müdürü daha oradayken; 'Kaloriferleryanmıyor. Derslere girmeyin. Sınavlara girmeyin. Bunu protesto edin'diye bağıran öğretmendi o. Başka bir ilkokulun yanında kırtasiyedukanı olan normal sıradan bir öğretmen. Daha sonraları faalimeçhul(!) cinayetlerin sıralandığı bir kitapta onun isminerastlayacaktı. İstanbul da bir dostunun evinde aradan yıllar geçmişkenve o gözlerini kapamışken yine böyle zamana. "

Bu ne?

Zübeyir hoca.

Yazarların her şeyi kendilerine malzeme etmesinden nefret ediyorum.

Malzeme etmek değil bu. Bir roman yazmayı tasarlıyorum aradaki birbölüm olacak bu da.

İyi yazarlar sadece kurgularlar biliyorsun. Ne kadar kurgu o kadar iyiyazar. Bu edebiyatın doğru orantısı.

İyi yazarlar asosyal olur diyorsun.

Kısmen evet. Yaşayanı değil katibi olmak yaşamın. Yazmak bu. Asosyalve aynı zamanda kahvaltı yapabilen insanlar yazar olur.

Kahvaltı?

Tren yolcululuklarımdan birinde eskiden tanıdığım bir müzisyenerastlamıştım. Çocuk Malatya da müzik öğretmenliğine piyano da Shopençalıp girmişti. Müthiş bir çocuktu ona neden öğretmenlik? sen büyükbir bestecide olabilirdin dediğimde o yolculuk sırasında; bana 'büyükbesteciler kahvaltı yapabilen insanlar' demişti. Edebiyat içinde buaynı. Sürekli yazmak, okumak belli bir gelir gerektiriyor.

Şiirden ya da sadece yazmaktan para kazanan kim var ki?

Bir Mungan, bir Pamuk... Şu mp3 olayı var ya müzikte. Hani artık kimsealbüm almıyor ve internetten indiriyor muhabbeti.

Evet.

Müzisyenler albümü yapıyor klip çekiyor televizyonlarda gazetelerdegörünüyor ne için biliyor musun? Ekstralar için. Yani konserler gecekulüpleri barlarda sahne almak oradan para kazanmak için. Bu edebiyatiçinde böyle. Kitabın çıkar isim yaparsın sonra gazetede dergilerdeyazılar yazmaya oradan para kazanmaya başlarsın. En azından günümüzTürkiye gerçeği bu.

Bu cinayeti de onun için mi işledin? Yani para kazanmak için.

Olabilir. Bilmiyorum. Ben sadece önüme geleni yaşıyorum sonrada oturupyazıyorum. İlerde bunları yazar bunlarla isim yapar, sonra da gazetededergilerde yazılar yazmaya başlayıp para kazanırsam bu sadece 'sonuç'olur. 'Neden' yok biliyorsun. Sadece 'sonuç' var. 'Nedenler' kendimizikandırdığımız, anlık rahatlamalar yaşadığımız sözcükler.

Tarih kökten yalan oluyor bu dediklerinle.

Biraz öyle. Artık aynı nedenler aynı sonuçları doğurmuyor. Her şey olasılık.

Kuantum?

Kuantum. Bazı sözcükler vardır dilin tarihinden midir yapısından mıdırnedir bilinmez; sözcükleri ve harfleri kullanış biçimimiz o sözcüklerefarklı anlamlar katar. Doğaüstü ve gizemli duyarlılıklar.

Sözcüklere mi taktın şimdide?

Page 13: TOPRAKSIZLAR! · “Mevsim çıplak, yağmur çıplak. Zaman gecenin hoyratlığında. Koşmak o kırık düş mevsimine… Yaprakların ıslak hali Titrek Yanı başımıza yağan

Devamı var. Bu, bazı harflerin dişi bazılarının ise erkek oluşunakadar gelir; sözcüklerin matematiğiyle evlenir sonrada büyükitaplarında yaşamaya başlarlar.

Evet. Büyülüdür bazı şairlerin mısraları.

Gündelik hayatta kullandığımız kelimeler üzerine düşündüm bu gün;saygı, selam, sevgi, gurur, nefret... İnsanoğlunun yalnızca sahip olduğuya da sahip olabileceği şeyleri sevdiğini fark ettim. Bu, gururuninsanın kendi kendine karşı duyduğu sevgi olduğunu ve nefretin sahipolmanın engellenişi olduğunu fark etmemle sürdü gitti gün boyu. Hattasaygınız için savaşın diye bir manifesto yazdım insanlara.

Egosantrik ilişki diyorlar buna.

Evet ama sanki kendi ilişkileri farklıymış gibi kullanıyorlar osözcüğü. Bir Budist rahibi gibi geçici mutluluklardan, hazlardan uzakdurarak sonsuz bir huzur ve mutluluk yaşamak istemiyorum ben.

Bu midemi bulandırıyor.

Ben insanım duyuşlarımı köreltmek istemiyorum. Evet, gökte uçan kuşunkanadındaki rüzgârı duyabiliyorum tenimde, kuşları; uçuşlarınıseyredince ya da ılık bir rüzgâra kapamayı gözlerimi seviyorum amaağaç olmak istemiyorum; kıpırtısız ve dingin...

Bunun için mi öldürüyorsun?

"Esaretin Bedeli" filminden bir replik değil sadece "ya yaşamaklauğraşırsın ya da ölmekle" sözü. Hep seçim yapmak durumunda kalıyorinsan, her an, ya yaşamı seçiyor ya da ölümü. Artık geçmişe deinanmıyorum geleceğe de. Geçmişimize dair tüm yorumlarımız içindebulunduğumuz an a göre şekilleniyor. Gelecekse olabilecek olasılıklartoplamı ve ne kadar zeki olursa olsun bir insanın bütün olasılıklarıhesaplayabilmesi mümkün değil.

Olan oluyor yani. 'olan oluvermez, ölmesini bil' demişti ama Özdemir Asaf?

Evet ama o geçmiş zaman geri gelmez anlamında söylemişti. Değişimingereği olarak ölümdü onunki. Tinsel bir ölüm.

Evet. Tinsel bir cinayette işlenebilirdi.

Evet yazarak.

Ama yaşayarak öğrendiğimiz şeyler sadece hayatın akışını değiştiriyor.Denemeliydik.

Ben uyumak istiyorum.

Sen uyu.

Ben uyumak istiyorum.

Sen uyu.

Ben bir duş alacam.

Öldürmezsin beni bir daha değil mi.

Katil olmayı denemek istemiyorum bir daha rahatına bak. ...

Sores Haki Celik

Page 14: TOPRAKSIZLAR! · “Mevsim çıplak, yağmur çıplak. Zaman gecenin hoyratlığında. Koşmak o kırık düş mevsimine… Yaprakların ıslak hali Titrek Yanı başımıza yağan

Her ihanete bir anlam yükledim, ben sana değil kendime ihanet ettim... Seni değil ruhumu görmezlikten geldim. Her ihanete bir anlam yükledim, ben sana değil kendime ihanet ettim... Seni değil ruhumu görmezlikten geldim. En çok kanayan yara alan, ben oldum...

İhanetime kayıtsız kalamazdın... İhanetime kayıtsız kalamadım. Kendimi ben yaraladım.Kimse duymasın işitmesin diye uçurum sonlarında ağladım, pişmanlığı ademden sonra ben bilirim.Yalnızlık şeytanlaşmak mıdır? Daha yalnız kalmak istersin daha sen daha bir sensindir... Makyaj yapmalıyım öyle ağır olmalı ki tanınmayacak hale gelmeli, o zaman eksikliğim fark edilmez o zaman bende güzel görünürüm ve yalnız kalmam gerekmez… Her ihanete bir anlam yükledim, ben sana değil kendime ihanet ettim... Seni değil ruhumu görmezlikten geldim. Her ihanete bir anlam yükledim, ben sana değil kendime ihanet ettim... Seni değil ruhumu görmezlikten geldim. En çok kanayan yara alan, ben oldum...

İhanetime kayıtsız kalamazdın... İhanetime kayıtsız kalamadım. Kendimi ben yaraladım.Kimse duymasın işitmesin diye uçurum sonlarında ağladım, pişmanlığı ademden sonra ben bilirim.Yalnızlık şeytanlaşmak mıdır? Daha yalnız kalmak istersin daha sen daha bir sensindir... Makyaj yapmalıyım öyle ağır olmalı ki tanınmayacak hale gelmeli, o zaman eksikliğim fark edilmez o zaman bende güzel görünürüm ve yalnız kalmam gerekmez…

Cüzamlıyım ben, iliklerime kadar abraş hastalık kokusu tanıdık gelir evvelden beri, yedi göbek-ten bu hastalık gen ulaşmıştır bana. Biz, temiz bir cildin ne büyük nimet olduğunu en iyi bilenlerdik...Nisan ayının ilk haftası yağmur yağıyor, karanlık yeni bastırmışken, siyah örtüleri üzerime aldım; çektim parmak uçlarımla, dudaklarımın üzerinden ta ki gözlerime gelince duraksadım. Gözbebeklerime baktım aynadan bir pırıltı var derinlerde öyle hoş güzel gözüküyordu… Bakılmaya değer gözlerim birkaç yıl öncesine kadar ne muhteşemdi şimdi ise etleri çekilmiş gözkapaklarım görenlere korku veriyor... Yavaşça gözlerimi indirdim bir utangaçlık bıkkınlık belki de... Eldivenlerimi giymeye çalışıyordum saten siyah eldivenlerim ellerimdeki yaraları saklamakta ne ustalar. Serçe parmağım yoktu artık dayanamamıştı bedenim bu vebaya...

Bilirimsiniz cüzamlılar diye bir şeyi, yada duydunuz mu?

Saçmalıyordum yine kendi kendime konuşmaya başlamıştım bunlara sebep Tuna’ydı beni niye bıraktı ki... Bak işte yine ağlıyorum bu sicim gibi boşalan yaşlar bu acı benim ritüelimdi...Kapının sol yan tarafında ki portmanto da asılı şemsiyeye uzandı ellerim ve botlarımı giydim, ön tarafı kısacıktı oysa sol ayak parmaklarımdan üçü hala duruyordu bedenimi bırakmamışlardı.Bu sebeple bu botları ne zaman giysem sıkışan parmaklarım acıyordu. Bunun bir çaresine bakmalıyım diye düşündüm...

Dolaptan eski ayakkabılarımı çıkardım 4 çift ayakkabım vardı topluklu ayakkabılarıma dokun-dum, patika yollarda bu ayakkabılarla eğik bükük yürüyüşümü hatırladım. En çok topuklu ayakkabıyı sevmişimdir.

Tekrar yerine bıraktım değerli bir mücevheri bırakır gibi gün gelirde giyebilme ihtimalimi düşledim. Koyu kahve çizmemin sol tekini giydim sağ ayağıma ise hastalığım için tasarlanmış siyah botu. Ayakkabı boyasına uzandım üzerinde black yazan kutuyu aldım ve tuhaf bir mutluluk angaje etmişçesine boyadım. Artık birbirine daha uyumluydular.

Kapının koluna dokundum. Bir an, bir korku doldu ya biri fark ederse diye aynada son kez baktım göz ucuyla, ham sofilere benzemiştim bu halimle, kim ne anlardı ki...

Kapıyı açtım uğultu ve serinlik örtümü sıyırıp tenime dokundu sevmiştim bu armoniyi hu-zurla indim merdivenlerden şemsiyeyi açtım ve yürüyordum işte. Çok az sayıda insan olması benim için her zaman avantaj olmuştur. Fark edilmemek bunu kaçınız isterdi.

Güzel kadınları görüyorum kafeler de, sıcak çikolata içiyorlar ve yanı başlarında kibar erkekler onları izlerken hayranlıkları yüzlerine yansıyan... Biraz ilerleyince çocuklar görüyorum bu defa anne, yağmur diye deliren mutlu çocuklar, tok bir ses duyuyorum bir erkek, adam diyemiyorum yanındaki zayıf kadına bağıran ve etrafına erkeklik havası yaratma egosunda olan.Yürüyorum... Karanlık sokak soğuk değil ama ben üşüyorum yalnsızlık üşütüyor... Islak banka otu-ruyorum kapattım şemsiyeyi dizlerimin üzerinde, sımsıkı tutuyorum.

Tuna’yı çok özlediğimi anımsadım, neden diye soruyorum neden bıraktı.

Bize yaşama şansı vermiyorlar demiştin, demiştin ya haklı olsan bile bu hayattan vazgeçmemiz için yeterli değildi.

Yada ben mi korkağım ki hala yaşıyorum, ölemiyorum tuna ölemiyorum ben yapamıyorum.Bu lanet hayat ölüm kadar zor olsa da ben iyi olacağım umudumu hala taşıyorum aynada da yüzüme dokunacağım dudaklarıma kırmızı ruj süreceğim güne inanıyorum...

İnsan 17 yaşında ölebilir mi Tuna sen bunu nasıl yaptın sen bana ihanet ettin... Bilmedin mi gidişinle yetim kalacağımı, serpil ölüyorum deyişini unutamıyorum, tam olarak bu bankta oturmuştuk ellerine dokunmuştum, sarılmıştın bana; bize hayat hakkı tanımayan bu toplum içers-inde, toplumu ifsat etmiş insanlardan daha değersizdik. Bir fare ölüsüne tiksinerek bakan gözler bize bin fazla iğrenerek bakarlar... Ben buna dayanamıyorum demiştin.

Bir sabah banyoya girdiğimde ayaklarını gördüm, bana bu ihaneti sen yaptın nasıl ördün ilmik, ilmik ölümü o tavan arasına, nasıl bu kadar bencil olabildin. Hastaneden kaçışımız, bana tutamayacağın sözler verdin seni nasıl affedeyim. Tek bir not buzdolabına iliştirmişsin ''bana ilk sen ihanet ettin '' bunu yazarken neyi düşledin bilmiyorum.

Tüm bu düşünceler içerisindeyken bir sesle irkildim. Birkaç adım ilerisinde bir kadın beni izliyormuş, toparlanıp kalktım hızlı hareketlerle şemsiyemi açtım hızla uzaklaştım, bacağım kırılır gibi oldu bir an bir duvar dibine tutundum. Ayaklarım yürümekte zorlanıyordu artık...Ağır adımlarla eve varabildim üstümü çıkarıp bir köşeye fırlattım yine ağlıyordum işte ağlamak istememiştim oysa bu zayıflıktı ben güçlüydüm.

Yatağıma geçtim üşümüştüm epeyce üstümü örttüm sonra, bir kat daha örttüm, çok acıkmış olmama rağmen bir şey yiyecek halim yoktu... Titriyorum umarım hasta olmam hastanelerden nefret ediyordum... Hayal kurarak uyudum.

Beyaz bir elbise var üzerimde, gelinlik gibi eteklerinde dantelâ örgülerle süslü, kolları kabarık boncuk işlemeleri çiçek desenli. Uçuyorum şehirlerin üzerinden okyanuslara geliyorum yanımda Tuna’yı görüyorum masmavi gözleriyle gökyüzüne anlam katıyor bütünlük sağlıyor. Sen burada ne yapıyorsun diye soracak oluyorum, susuyor... Gitmesin diye üstelemiyorum gitmesin özledim. Bu-nun rüya olduğunu bilmeme rağmen mutluluk sarhoşu oluyorum. Keşke uyanmasam.

Gün ışığı perdenin kenarından odayı, yatağı aydınlatıyordu. Gökten gelen bu izdüşümü yüzümü kamaştırmıştı. Yüzüm asıktı uyandığıma üzülmüştüm geri uyusam devam eder miyim kaldığım yerden diye düşünerek yattım ama olmuyordu rüyaya devam etmek bir yana, bu kalın per-delere rağmen odayı aydınlatan güneş benim uykuya dalmama dahi izin vermiyordu...

Page 15: TOPRAKSIZLAR! · “Mevsim çıplak, yağmur çıplak. Zaman gecenin hoyratlığında. Koşmak o kırık düş mevsimine… Yaprakların ıslak hali Titrek Yanı başımıza yağan

Vakıftan gelen erzaklar bitmek üzereydi kalan birkaç şeyle bir kahvaltı sofrası hazırladım. Un kavurdum biraz margarinle ve kırık bir yumurta vardı üstüne boca ettim ekmek yoktu, büyük bir iştahla kaşığı dolduruyor ve yiyordum unla dolan ağzıma çay iyi geliyordu. Masadan kalktım sonra dua etmek istedim, ne diyeceğimi bilmez halde yumdum avuçlarımı. Sımsıkı bir kırgınlık vardı öteler-imde.27 Mayıs 2004

Aile yadigârı bu eski ev yıkılacakmış, arazi devlet malıymış çıkın diyor kapıdaki memur...Benim gidebilecek bir yerim yok diyorum. Bu bizi ilgilendirmez diyor. Ah baba rahmet görmeyesin tapusuz evi bana niye bıraktın. Kapıda ki memur hakaretler ediyor ana doludan gelip devlet arazisine ev yapmışsınız ağzından tükürükler çıkarak bağırıyor...

Utandım. Tanımadığım komşular pencere kapı önlerine çıkıp seyretmeye başladılar bu tra-jediyi, kapı arasında susmuş memuru dinliyordum yüzümü örtmüş başımı eğmiştim... Bir adam çıkageldi siyah kısık gözleri, seyrek ince kirpikleri vardı. Sakalları yüzünü çevrelemişti masum ve temiz görünümlüydü... Ufak cüsseli olmasına rağmen adamdı, kapımdaki memuru kenara çekip tek bir söz söyledi''Allah'tan kork'' şaşırmıştım... Bu söz üzerimde tesir etmişti... Memur yine geleceğini söyleyip gitmişti.

Kapadım kapıyı kalbimde bir heyecan sol elimi göğsüme bastırdım başımı kaldırıp aynada gördüğüm slüete bakakaldım dudaklarımda alçaltıcı bir tebessüm

Dışarı çıkmak için karanlığı bekliyordum, hazırlanmıştım aklım karışık ne yapacağımı düşünüyordum. Hastaneye tekrar dönme fikri hoşuma gitmiyordu. Bütün gün ilaçlar ve oda hapsiyle ölmek istemiyordum. Ben deniz kokusunu almazsam yaşayamam.

Tüm bu duygular aklımı sarhoş etmişken kapıyı araladım. Daracık sokaklardan geçerken manolya kokusunu hissediyordum. farkındalık kazandıran bu koku beni çocukluğuma götürmüştü. Anannemin henüz hastalanmamış günlerinde bana yapmış olduğu nefis tereyağlı gözlemeleri hatırlıyorum da, ısırdığım zaman ağzımda bıraktığı o enfes hazzı hiçbir şeyde bulamadım. Bir şeyler yediğiniz de lezzet almak isterseniz sevdiklerinizle yiyin, her zaman yediklerinizden çok daha özel bir his tadacaksınızdır.

Annemi anımsadığım zaman, en çok aklımda kalan kırmızı kınalı saçları ve gülümseyen yüzüdür. Başım dizlerinde saçlarımı okşar, kavuşamayan sevgililerin hikâyelerini anlatırdı. Herşey çok güzel gözüküyordu ben çocuktum, dünya masum bir yerdi.Ta ki kolumda çıkan o lekeyle değişti hayat. Bütün renkler griye ve siyaha bıraktı kendini, mevsimler sonbahardı. Tenimde çıkan bu plakayı tanımıştı, annem ne kadar sakınsa korusa da küçük kızına bu hastalık bulaşmıştı. Hiç bir şeyin farkında değildim henüz sekiz yaşındaydım ve dünya çok güzeldi. Babama dair tek hatırladığım hayal ve gerçek arasında bir an evimizin arkasındaki avluya perde çekmişler onu yıkıyorlardı. Ben babamı neden orda yıkadıklarını soracak oluyorum, mahallenin çocukları baban öldü diyorlar. Hiç bir şey anlamamıştım beş yaşlarındaydım ölüm ne demek bilmiyordum, sizin babanız ölsün diyebilmiştim… Annemin amcasının oğlu Refik, babamın eksikliğini bize hissettirmemek için her fırsatta yardım edi-yordu hastalığım sebebi ile annem ile beni İstanbul’a hastaneye getirmişti. Doktor eldivenlerle koluma dokundu yüzünde bir maske görüntüsü vardı. Masasına oturdu ve anneme birşeyler söylüyordu tek anladığım ise hayatım boyunca üzerimde bir etiket gibi dolaştıracağım cüzamlı ifadesiydi. Bir an-nenin çocuğunun hastalığıyla imtihan edilmesi nasıl bir şeydi… Kendisinde olmasını tercih eder ama evladında ki o hal onu bitirebilirdi... Hastalığım onu ihtiyarlatmıştı. Anacığım ne zorluklara katlandın benim için, her aşamada benimleydin. Onlu yaşlarımdaydım kaşlarım dökülmeye başlamış, dirsekler-imdeki pelifelik sinirler işlevini kaybetmişti. Artık ellerim hissetme duyusunu kaybediyor, sık sık kazalara mağruz kalıyordum. Mikrop kapan parmaklarım dökülüyordu. Annem ellerimi öpüyor ve

iyileşeceksin diyordu. Bir sabah yüzümde basiller çıkmaya başladığını farkettim pamuk kadar yumuşak tenim, bi aslan yüzü görünümüne dönüşüyordu. Aylar sonra aynalara bakmayı bıraktım, tüm akrabalarımız ve komşularımız bizimle görüşmeyi kesmişlerdi. Annemi sokakta görenler kaldırım değiştiriyorlardı, elimden bir şey gelmiyordu, bulaşma ihtimali çok zor olan bu hastalık, insanlar üzerinde büyük bir korku uyandırıyordu. Üzülüyordum, sanki Allah beni lanetlemişti ve bu bana özel bir durumdu kimseye isabet etmezdi. Dedikodular her yerde devam ediyordu. Öyle ki, kardeşimi okuldan almak zorunda kalmıştık, Beni kömürlüğe kapatmaları gerektiğini anneme tavsiye edenler vardı. Ah annem, beni bu kadar sevmeseydin diyorum bu kadar acı çekmez, yanmazdın belki. Herkese ve her sese inat bunu yeneceğiz diyor umudunu kesmiyordu. ‘‘ Derdi veren dermanı da yaratmıştır’’sözüne inanmıştı. Şubat ayının ilk haftasıydı, günlerden perşembe annem sobada kestane pişiriyordu, kokusu odayı doldurmuştu. Sobanın etrafında pervaneydik annem ilk patlayan kestaneyi avuç içine alarak açtı kestanenin kabuğunu açarken çıkardğı o ses, o ahenk iştah açıyordu, avuç içinde üfleyerek bana uzattı. Kardeşim dudağını bükmüştü,yarısını ona uzattım ellerime tiksinerek bakıp almadı, umursamadım alışmıştım. Ağzıma atıp keyfini çıkardım muazzam bir lezzetti, beynim bu sinyali almıştı ve kestane benim için en büyük lezzet olmuştu. Elimi uzatıp sobanın üzerinden bi kes-tane daha aldım ve açmaya çalıştım annem telaşla ellerime üflüyordu oysa hiçbirşey hissetememiştim. Tam o sıra kapı hızla çaldı. Gelen annemin amcasının oglu Refik idi.

Refik, bizden maddi ve manevi yardımlarını esirgemiyordu. Anneme '' lepra'' adında bir hastaneden bahsetti. Serpil iyileşecek diyordu, cüzamın tedavisi bulunmuş, annem hem ağlıyor hem dua ediyordu. Bu hastalık sanki duygularımıda söküp almıştı şaşkındım ne hissedeceğimi bilemedim. Ertesi gün hastaneye gittik, Bakırköy ruh ve sinir hastalıkları hastanesinden ayrılmış ve sadece lepra hastalarını tedavi için açılmıştı.Doktorun yanına gittiğimizde annemle kısa bir konuşma yaptıktan sonra bizi bilgilendirmeye başladı, daha sonraları adını çok duyacağım ve bu idealist kadın Türkan Saylan'dan başkası değildi… Hastalığın kuluçka döneminin yavaş ilerlediğini iki ile yedi yıl içerisinde ortaya çıktığını, bulaşıcı özelliğinin çok zor olduğunu anlatıyordu.Salya ve mukoz yoluyla bağışıklıklığı zayıf olan kişilerde özellikle çocuklarda bulaşması kolaydı ve bana da anneannemden yahut dayımdan bulaşmıştı.Tedavisi mümkün diyordu hastaneye yatıcaktım, o gün annem beni hastaneye yatrdı ve ben anneme girişin sol koridorun yanındaki 2.odanın penceresin-den el sallarken onu son kez gördüğümü bilmiyordum. Kısa süre sonra haberi geldi. Annem köye gimiş oradaki iki ineğimizi satmış tedavim için para toplamıştı. Yolda gasbcılar tarafından saldırıya uğramış söylendiğine göre annem çantasını sıkı sıkı tutarak direnmiş ve feci şekilde dövülerek öldürülmüştü. Artık bu hastane odasında yalnızdım kardeşime ne olduğunu hiç öğrenemedim, hiç ziyaretime de gelmedi. Türkan hemşire tüm hastalara karşı çok ilgiliydi. Cüzamlı bir ailenin evine gider onlarla yemek yerdi, hepimizle konuşur bize moral verirdi. Bazen boş zamanlarında bana kitap okuyordu… Yine bir gün bana kitap okurken kapı aralığında bizi izleyen bir çift mavi göz gördüm, ışıl ışıl parlıyordu. Sanki Allah gökyüzünü bu çocuğun gözlerine yansıtmıştı. Yüzüne bakmak iste-dim ama fırsat tanımadan gitti. Sonraları zaman içerisinde tanıştık yaralarımız aynıydı dertdaştık, kalbim ısınmış sevmiştim, o, Tuna'ydı. Dostum, arkadaşım, kardeşim, annem babam olmuştu. Tuna henüz üç dört yaşlarında iken cüzama yakalanmış ve ailesi o bu hastalığa yakalandığı zaman onu terketmişti.Türkan hemşire onu zincire bağlanmış bir halde, doğunun en soğuk köylerinden birinde bulmuş ve getirmişti… Hayatı yürek burkmasına rağmen gülümsediği zaman gözleri ışıldardı. Tüm bunlar aklıma geldikçe hüznüm artıyordu. Fethi paşa korusununa doğru ilerledim, eski yıkık bir evin sokağa uzanan merdivenlerinin en üst basamağına oturdum. Başımı geriye, duvara yasladım ve gelen geçeni izlemeye koyuldum.üzerime karanlığın gölegesi düşüyordu bu sebeple farkedilmi-yordum. çocuk sesleri duyuyordum, yukarıdan korunun iç taraflarından bir aile geçiyordu, mutluluk dışardan görülen bir duyguydu… Dalmıştım sessizliğime önümde bir karartı hissettim kafamı yerden kaldırdığımda, memurla konuşan o genç adamı karşımda gördüm.Bana birşeyler anlatıyordu, sesi duyduğum en güzel ritimdi… Etkileyici akıcı bir konuşma uslubu vardı. Duyduğum tek şey ses-indeki o muhteşem tınıydı, koluma dokunmasıyla irkildim. Örtüm dikkatini çekmiş olacak ki bunu inancımla ilişkilendiriyordu. Hiç birşey

Page 16: TOPRAKSIZLAR! · “Mevsim çıplak, yağmur çıplak. Zaman gecenin hoyratlığında. Koşmak o kırık düş mevsimine… Yaprakların ıslak hali Titrek Yanı başımıza yağan

inancımla ilişkilendiriyordu. Hiç birşey söyleyemedim, beni inançlarımdan sebeple bu kıyafette sanmıştı. Hızlı bir hareketle kalktım oturduğum yerden.Arkamdan baktığını hissediyordum hızlı yürümeye çalışsam da yapamıyordum her an düşecek gibiydim.Kalbim hızla çarpıyor mideme kramp giriyordu anlamsızca gülümsüyordum.Eve geldim, kapıyı açarken öyle zorlamıştım ki anahtar kırılacaktı.Üstümdekileri çıkararak fortmantoya astım hemen yanında duran pembe tüylü ter-liklerimi giydim. Banyoya girdim aynaya uzunca bi süre baktım beni böyle görse konuşmaya devam edermiydi, etmezdi bunu biliyordum tiksintiyle uzaklaşırdı çok yaşamıştım.Olumsuz düşünceler şeytandandır diyerek kendimi teskin etmeye karar verdim öyle ya ben iyileşecektim..Acaba o da beni düşünüyormudur diye gülümsedim neden sonra kendime kızdım ve dedemin kütüpanesine doğru yürüdüm. Yeni birileriyle tanışmaya ihtiyacım vardı yeni hayatlara şehirlere gitmek için bir kitaba dokundum 'Açlık' yatağıma geçtim ve merakla sayfaları çevirdim. Kitap okurken uyumayı seviyor-dum.Bir haftadır sokağa çıkmamıştım.Tekrar onunla karşılaşma korkusu adeta beni eve mahkum etmişti.Sabah saatleriydi ezan yeni okumuş gün ışığı odamın içerisinde ışık oyunları sergiliyordu hiç bir insan icadı bu aydınlığı sağlayamazdı.Bu ilahi seranomi karşısında hayranlıktan başka bir kelam edemezdi. Kelimelerin tesirine inanırım ama aciz kaldıkları zamanlara da şahit olmuştum. Mutfağa doğru gittiğimde evde yiyecek hiçbirşey kalmadığını gördüm her tararfı karıştırdım hiç birşey yoktu. Yüzümü asmış otururken vakfa gitmeyi düşündüm, başka seçeneğim de yoktu. İsteksizce kapı tokmağına dokundum. Başımı kaldırdım 'Lepra Vakfı' yazan tabelanın yanındaki kırmızı ren-kli yardım eli logosunun anlamını düşündüm. Kapı açılmış içeri girmiştim, danışmaya yardım için geldiğmi zoraki anlattım. Utanmıştım hastalığımdan dolayı kısık sesim şimdi bir de titriyordu, acziyeti ruhumda hissettim... Sizi görmem gerek diyen sese doğru başımı çevirdim yeni biriydi bu daha önce görmemiştim. Koyu kahve saçları boynunun bitimine doğru uçları kıvrılıyordu, beyaz tenli, geniş alınlı, ince yüzlü bu kadın ne istediği konusunda bi fikri yoktu. Neden şimdi burdan çekip gitmiyo-rum diye düşündüm, Parmak uçlarımla peçemin iğnesini çıkardım, örtü yüzümden düşmüştü biraz önce yüzümü görmeye meraklı olan bu soğuk kadın peçe indiği zaman, yüzünü çevirmişti. Büyük bir öfkeyle yüzümü örttüm bu benim seçimim değildi elbette, uzun bir süre orada bekletilmiştim. Birkaç güne evime göndereceklerini söylediler. Vakıftan çıkmış yürüyordum. Sokağa girmiştim dizlerimde takat bulamıyordum, köşedeki mavi jumbalı iki katlı evin sokağa bakan merdiven basamaklarının ikincisine oturdum.elim merdivenin taşlarına gitti yeni silinmiş olacak ki parıldıyordu.Başımı hafifçe göğe doğru kaldırdım seyre daldım.Bulut kız bütün eteklerini göğe sermiş bale yapıyordu ve ben bunu düşündükçe keyifleniyordum yüzümde anlamsız bir gülümseme... Hareket eden bulutlar beni hay-allere sürüklüyordu, orada Tuna vardı, çocukluğum vardı.

Varto ovasında kurulan Yörük çadırlarına konaklayan kirli yüzlü Çingenelerdik... İnsanlar bizi sevmez, değerli eşyalarını sakınırlardı. Mutlu sayılırdık annemin yaptığı peynirli patilerin kokusu tüm ovayı sarardı. Tandırın başına geçip pişmesini beklerdik kokusu hala burnumda. Ellerime bakıyorum sanki hala yağlı ve parlıyor. Gözlerimin dolduğunu hissediyorum ağlamamak için dişlerimi sıkıyorum, sonra yüzüme esen soğuk geri getirdi beni. Ömrünün son demlerinde bir ihtiyar gibi zor kalkabildim oturduğum yerden, sonrasında beni taşımaktan yorgun düşen ayaklarımı sürüdüm eve doğru.

Evimin önünde beni bekliyordu, şaşkınlıkla yüzüne baktım neden geldiğini sormama fırsat bırakmadan kendisi anlattı. Dakikalarca konuştu ailesinin depremde nasıl feci şekilde öldüğünü anlatırken sesi ağlamaklı olmuştu. Niyetinin evlilik olduğunu söylüyordu. Dudaklarımı dişlerimin arasında kanatırcasına sıktım, bu sözler kalbimi parçalıyordu oysa bende gelinlik giymeyi ne çok ister-dim. Eteklerim sürünsün arkamdan, elimde bir buket çiçek süzüleyim. Olmazdı, olamazdı.Hiçbir şey demeden gitmek istedim yada her şeyi anlatmak, ikilem arasında sıkışmış düşüncelerde iken ben lepra hastasıyım dedim yani cüzamlıyım. Bir şey söylemesine fırsat vermeden eve girdim.Kapıyı sıkıca kilitledim masaya oturdum gözlerimi kısıyordum. Ağladıkça düşünüyordum tuna yı ihmal edişlerimi görüyordum. Ölümünden sonra ilk kez bunları görmüştüm ona ne denli uzak kaldığımı sadece benden bahsettiğimi hatırladım. İçimde bir şey koptu. Kendimden nasıl nefret edi-yordum ona hiç yardım edemedim ellerimin arasındaydı elleri kaymasına göz yumdum.

Kapı çaldı birkaç kez ısrarla açtığımda karşımdaydı. Konuşmak istiyordu merdivenlere otur-dum biraz ilerideki merdivenlere oturdu ve bana Allah dedi Allah sana yardım edecektir. Acı bir tebessüm dudağımda bana kimse yardım edemez, bizim sonumuz hep aynıdır ya hastalık seni acı çektirerek öldürür yada sen kendi ölümüne karar verirsin. Cümlelerim bitene kadar bir şey demedi, sonra hayatın amacını anlatmaya başladı seçimlerimiz olamayan zorunluluklarımızı. Sözleri huzur telkin ediyordu. Anlattıkça düşündüm keşke Tuna'ya yardım edebilseydim o zaman burada olurdu ve ölmezdi.

Hastaneye gittim ve tedaviye devam etmeye karar verdim. İsmail, sık sık ziyaretime geliyor, benimle konuşuyordu. Yaşama isteğim artmış ve kendime bir yol çizmiştim. Tüm sorularıma cevap vermek için uğraşıyor ve bana kitaplar veriyordu. Ruhum bir nebzede olsa huzur bulmuştu. Kendi-mi başkalarına kabullendirmek gibi bir isteğim kalmamış tüm heyecanımı öğrenmeye araştırmaya adamıştım. Bir gün herkes ölecek, asıl olan yaptığımız işlerdir diyordu. İnsanın hayatı ne denli zor olsa da inanmaya ihtiyacı vardı kalbi kandırmak kolaydı yeter ki istesin belki asla iyileşemeyecektim ama bununla yaşamayı kabullenmiştim

sesin sesime değmiyor beni unutmuş olmalısınçirkin ruhlu bir kadın giriyor yatağınasen alışıyorsun...

tütünü arttırmışsın geber git diyorum..

içyer acısıyla kalmış solgun bakışlarınve yalın yanlızlığım..en son ne zaman tuttun ellerimdenen çok ne zaman öptün,bilmiyorsunne hayalleryonttumlain bir gecenin çırpınışıdır.

efsunlu kadınlar külümü tüm şehre yağdırsın.ta ki,yanık kokusu ciğerine değsin.

Eyyu Curhin

Page 17: TOPRAKSIZLAR! · “Mevsim çıplak, yağmur çıplak. Zaman gecenin hoyratlığında. Koşmak o kırık düş mevsimine… Yaprakların ıslak hali Titrek Yanı başımıza yağan

Iki Kadin/ Iki Kitap

'Çocukluğun Soğuk Geceleri' kitabının arka kapağında Tezer Özlü, Türk edebiyatının nostaljik prensesi olarak olarak tanıtılmış. Niye böyle yazılmış, anlamış değilim doğrusu. Eğer geçmişe duyulan özlem olarak anlarsak nostaljiyi, Tezer Özlü hiç de nostaljik biri değil. Aksine var olana, çocukluğuna büyük öfke duyan biri. Geçmişin ve sistemin, onun üzerinde, toplumda yarattığı yıkıma öfkesidir yazdıkları. Ama umudu da elden hiçbir zaman bırakmayan biridir o.

"Neden bunalımları çözümleyemiyoruz? Neden dost olmadan, erkek-kadın, karı-koca olmaya çabalıyoruz? Yirmi yaşlarının başındaki insanlar böyle mi olmalı? Sevişmek için, ilkin nikâh imzası mı atılmalı? Ya da yalnız kalıp, yıllar yılı erkek-kadın özlemiyle kendi kendilerine mi boşalmalılar? İlk kadını genelevinde mi tanımalılar? Karı-kocalar birbirlerinin gövdelerine ‘mal’ gözüyle mi bakmalı? İnsanın doğal yapısı bu davranışların tümüne aykırı. Bizim insanlarımızın insan sevmesi, insan okşaması çocukluktan engelleniyor. Saptırılıyor. Çarpılıyor."

Aslı Erdoğan var bir de, Türk edebiyatının yüz akı diye. Ve gerçekten öyledir hani. O da Özlü gibi Pavese’nin yoldaşlarından. Yazdıklarını şiir diye okuyabiliriz, öykü diye de. Ya da bir felsefe kitabıymış gibi. 'Bir Kez Daha' kitabını okuyorum şimdi.. cümleler, akıp giden bir ırmakta kıyıya vuran damlalar gibi. Akmaktan yorulmuş, can havliyle kıyıya vuran damlalar. Onu en iyi anlatan, üç noktadır.

"O şaşkın, kendini fazla önemseyen meleğe bir misyon yüklenecekse, belki şudur: İnsan yüreğini çevreleyen buzları, gerekirse bir çekiçle kırmak, onu sarsmak, sıçratmak, silkelemek. Dünyanın gaddarlığıyla, ötekinin acısıyla, kendi yaşantılarıyla yüzleştirmek. Kendi ‘ben’i ve beni-ndeki öteki ile… İşte bir çıkmaz sokak daha. Çünkü tanıklık dünyayı yeniden biçimlendirmez, hiçbir metafor bir ölüyü diriltemez. Sözcükler yalnızca adlandırır, dile getirildikleri anda birer maskeye, şiddet eylemine, iktidar aracına dönüşürler. Söz, başkaldırdığı tarafından özümsenmeye, mat edilm-eye yazgılıdır. Şaşkın Melek, kanadının ucuyla dokunduğu her şeyi seyirlik bir malzemeye, cilalanmış, parlatılmış bir müze parçasına, en acıklısı, alınıp satılabilen bir mala çevirir. Silik çizgilerinin üzerin-den geçilen aslında rötuşlanmıştır, dışa vurulan kurgusallaşmış, kıyasıya betimlenen vahşet süslenip ölüm evcilleştirilmiştir. Yazın, üstlendiği maske düşürme eylemini kendine de uygularsa, varacağı yer mutlak sessizliktir."

Beyom

This Is Water “Ol mahiler ki derya içredir, deryayı bilmezler.” (Hayali) David Foster Wallace ile üniversitenin ilk yıllarında tanışmıştım. İntiharı düşündüğüm zamanlardı. Beni intihardan alması için kitaplardan medet umar hale geldiğim zamanlar. O derece kötü olduğum. Oturmuş ‘Bu Su' kitabını okumuş, felsefe kitaplarının, şiirin, öykünün veremediği cevabı Kenyon Col-lege mezuniyet töreninde yaptığı konuşmasında bulmuştum:

"Ateşli silahlarla intihara teşebbüs eden yetişkinlerin hemen hepsinin kendilerini aynı yerden vurması bir tesadüf değildir: Kafalarından. Bu insanların çoğu aslında tetiği çekmeden uzun zaman önce ölmüştür."

Bu sözleri söyleyen adamın son yirmi yılını depresyonla geçirdiğini, daha 46 yaşında iken başına kurşun sıkarak değil, kendini asarak intihar ettiğini not ettikten sonra devam edeyim. Törende-ki konuşmasına şöyle bir öyküyle başlıyor Wallace:

“İki genç balık birlikte yüzüyorlarmış. Yanlarından geçen yaşlı bir balık başıyla onlara selam verip, “Günaydın çocuklar. Su nasıl?” diye sormuş. Biraz daha yüzdükten sonra genç balıklardan biri diğerine dönmüş ve sormadan duramamış: “Su da neyin nesi?”

Gözümüz önündeki en bariz, yaygın gerçeklerin anlatılmasının, anlaşılmasının çok zor olması sonucunu çıkarıp öyküden, devam eder konuşmasına. Günlük hayat uğraşımız, sözlerimiz, eylemler-imiz üzerinden hakikate yaklaşmaya çalışır yalın, pürüzsüz, açık bir dille.

Ben okuduğumda bu öyküyü, aklım birbirinden uzak iki insanın, Hayali ve Andrei Platonov’un sözlerine gitmişti. Hepimiz Hayali’nin yukarıdaki sözünü duymuş, işitmişizdir bir ye-rlerden. Balıklar deryada yaşar, ama deryayı bilmez. Canlılar evrende yaşar, evreni bilmez. İnsanlar bir sistemin içinde yaşar, sistemi bilmez. Uzatabiliriz. Andrei Platonov’un çıkışı var bir de. Balık metaforunu ters yüz ettiği, alışılageldik anlamını yerle bir edip yeniden tanımladığı o çıkışı. ‘Çeven-gur’ romanında bir balıkçının ağzından şöyle der Platonov: “Bak- akıl deryası. Balık yaşamla ölüm arasında durur, o yüzden hem dilsizdir hem de bakışı ifadesiz. Bir danayı al misal, o bile düşünür, ama balık düşünmez- o her şeyi zaten bilir.”

Tekrar Wallace’a dönüp toparlarsak… Mezuniyet törenine yaşlı bilge balığı oynamak için gelmediğini söyleyen Wallace, şöyle son verir konuşmasına:

“Anlattıklarım ahlak, din, inanç veya o fantastik ölümden sonraki hayat meseleleri hakkında değil… Derece ve diplomayla ölçülemeyen, tümüyle basit farkındalık üzerine odaklı gerçek eğitimin gerçek değeri hakkında -etrafımıza baktığımızda görünmemesine rağmen gerçek ve esas olana dair farkındalık hakkında. Onu sürekli kendimize hatırlatmak zorundayız: Bu su. Bu su.”

Beyom

Page 18: TOPRAKSIZLAR! · “Mevsim çıplak, yağmur çıplak. Zaman gecenin hoyratlığında. Koşmak o kırık düş mevsimine… Yaprakların ıslak hali Titrek Yanı başımıza yağan

Bir çağrıyı görmezden bir davet duymazdan gelecek kadar umursamaz, sonrasında bir sesin garipten geldiğini anlayamayacak kadar pişman olabiliyordu insan.

''Arasına bir kağıt koyup erteliyordu hayatı'' , okunmuş sayfaları okunmamış kılıyordu. Gırtlakta bir slogan duruyordu, sonsuz bekleyişindeki nefes genzi yakıyordu. Yanığa mülkiyet atfedili-yordu, bedeliyle birikiyordu, birikiyordu...

Oysa bir varışın olmayacağını artık biliyordu; çok doluydu, ağzından taşanları topluyordu. Yen-inin kökeni nasıl bir dibin olamayışını hissettirebilirdi ki, simsiyahtı herşey, her şeyin derisini soyuy-ordu.

Umutsuzluğa batıp batıp çıkamayışla beden buluyordu mit, ismi sisifos değildi. Sonra varoluşa yüklenen tüm sığlığa bir günah çemkirdi: '' Tanrılar Sisifos'u bir kayayı durmamacasına bir dağın tepesine kadar yuvarlayıp çıkarmaya mahkûm etmişlerdi; Sisifos kayayı tepeye kadar getirecek, kaya te-peye gelince kendi ağırlığıyla yeniden aşağı düşecekti hep. Yararsız ve umutsuz çabadan daha korkunç bir ceza olmadığını düşünmüşlerdi, o kadar haksız da sayılmazlardı.''

Boşvermişliğin acı çektire çektire kurban edeceği bir mum misali. Zamanında biri ona hadi deseydi, biraz cesaret verseydi, belki zihnindeki oyuğu dolduran küçük çakıl taşları bile çözünebilirdi.

İşin kötüsü; iradesini geceye armağan ettiği bir kaçış olacaktı bu gidiş de eğer gerçekleşseydi. uzağa baktıkça arzulanan, arzulandığı derecede yakınlaşan bir odak yoktu. Ufuk çizgilerini gören elleri, beritan'ın uçurumdaki kollarına elbette kavuşmuyordu.

İnsan nasıl her şeyden nefret edebilme noktasına gelebilirdi? Cevapsız sorulara olacak lanet iki dudağının arasında kalıyordu. Çığlığının üzerinde sigara söndürülmüş bir acı kıvranıyordu böylece, sonu yoktu, öldüğünü sanıyordu. Yaşadığına dair kanıt sunacak bir deli de yoktu.

Bekliyordu,

Bekliyordu..

Uzun saçlara tırmanıyordu bir prens, küçük değil, yakışıklı yani meşru. Asılı bilinc görmüyordu bir işkencehanede tek derdi “gözkapaklarına öpücük kondurmak olandı!”belki de. Onun için kine gelişi güzel güzelleme yapıyordu. Sokakta ıslık çalan dilsiz hümanist ama çalmıyordu hiçbiri kapısını, Bir ölüm sessizliğinde teneke kutuyu tekmeleye tekmeleye ilerlediği caddelerdeki apartmanların, kaldırım taşlarını gören elleri kıvranan hayatlı insanın kollarına kavuşmuyordu.

Dicle Eryilmaz

Gözyaşların çiseliyor yağmura inatSırılsıklam sabırsızlığımı,Berrak tenimi ıslatıyorDurmadan yağıyorDurmadan odaklarımı dağıtıyorSessiz sakin geçmiş bir ömre adanmışTerk edilmişliklerimSıcaklığını bana ulaştırıyorRüzgarda savrulan sevinçlerin yakıyor içimi sensizkenHeybemde kayıp istekler taşırkenUlaşılası zor zamanlarımın gizli tanığıFaili nedensiz kayıplarda bir mülteci bedenimYanan sigaramda uçuşan dumanların gölgesiSana uzanmış seni anlatır şu gökyüzüne seniSana uzanmış beni anlatır cehennemin dibine beniKıyısına vurmuş kan kırmızı çatlak bir uçukDudaklarının tam ortasına durmadan sızlar, durmadan yakar tatlı tatlı canını,Durmadan kızıllaşır durmadan okşarTeninde döllenir ve çoğalır ve büyürGözyaşların çiseliyor yağmura inatAya dolamış şavkını,Dudağında parlıyor.Dudağında parlıyor mahsun bir çocuğu anlatıyorSeni sana anlatıyor.DHARMA

Page 19: TOPRAKSIZLAR! · “Mevsim çıplak, yağmur çıplak. Zaman gecenin hoyratlığında. Koşmak o kırık düş mevsimine… Yaprakların ıslak hali Titrek Yanı başımıza yağan

Maviyianlarsın,Denizianlarsın Amamavidenizibirazzoranlarsın Selam Hank,

İyi değilim. İki gündür odama girmeye korkuyorum. Yalnızlık hücum ediyor fotoğrafları görünce. Hank dostum biz ölürsek bir gün yalnızlıktan öleceğiz. Sigaradan alkolden ya da s*kmekten değil. Bir diğer ihtimal ise bi aynasız bizi kim vurduya götürebilir…

Bir kadın hayatımıza neler getirebilir gördüm Hank. Bir kadın bize bir rengi sevdirebilir. Bana maviyi sevdirdi mesela bir kadın. Çocuğum olursa adını Deniz koyacağım. Bunu da o soktu aklıma. Neal Cassady’yi anladım kadınımdan uzak kaldığım süreçte. Neal sadece babasını aramıyordu tüm o yollarda. Bir a*cık peşinden de gitmiyordu. Ama tüm o yollar hep bi kadına çıkıyordu.

Tüm bunları düşünerek yola çıktım. Bin kilometreden fazla yol geldim. Yolun bu kısmında bi boşluğa düştüm Hank. Kadınım beni terk etti ve iyi değilim. Salonda uyuyorum, uyumuyorum aslında sızıyorum. Ama biliyorum Hank bu yolun sonu değil.

Jack şöyle yazmıştı On the Road*da :

“Geçmişimizden uzaklaşıyoruz Sal, yeni ve bilinmezliklerle dolu bir döneme başlıyoruz. Bütün o yıllar, sıkıntılar, eğlenceler... Şimdi sıra bunda! Kafamızda ne varsa silip şöyle dimdik ilerleyebilir ve dünyayı anlayabiliriz”

Olaya buradan bakmaya çalışıyorum. Şimdi kafamızda ne varsa bi kenara bırakıp dimdik iler-leyebilir ve hayatı ve kadınları anlamaya çalışabiliriz. İstersen ormanda bile yaşayabiliriz. Ya da ölene kadar orospuları sikebiliriz. Onyedisinden yetmişyedisine bütün orospuları sikmek istiyorum Hank. Ne kadar çok yazmak istediğini biliyorum. Benim kadınları sikmek istediğim kadar sen de yazmak istiyorsun Hank. İstanbul’u alalım ilk sıraya İzmir’den sonra. Ama önce Hank İzmir’deki tüm orospuları sikmeliyim. Orospuları sikmek istiyorum çünkü bağlanmak istemiyorum. Biliyorsun aynı kadını sik-meye başladıkça bağlanıyorum. Dedim ya Hank bi çocuğum olursa ismini belirlemeye kadar ilerledim. Korunmadan seks yaptım, içine boşaldım defalarca. Bir çocuğum olsun diye Hank. Aybaşı sürekli gecikiyordu ve ben hep heyecanlanıyordum. Ama testler hep aleyhimeydi. Neyse Hank bunu daha son-ra anlatacağım sana sarhoş olduğumuz bi gecede. İstanbul diyorum Hank, ilk sıraya alalım. Tarlabaşı’na gidelim. Bu defa travestilerle takılmaya gidelim. Onlarla içelim aynı masayı paylaşalım, onları tanımak ve anlamak için. Hep sikmek için mi para ödeyeceğiz? Seni mutlu görmek beni de mutlu edecektir Hank.

Çalar saat sesine uyanmayacaksın artık Hank. Çalar saat sesine uyandığım zamanları hatırlıyorum çok değil birkaç ay önce Diyarbakır’daydım. O zamanlar bana şöyle bir şey yazmıştın hatırlıyor musun bilmiyorum.

“Ne kadar çabuk kaçabiliyorsan kaç o şehirden dostum. İnsanlar orada yaşamıyorlar sadece ölüyorlar”

Evet Hank! Ölüyordum orda ve kaçtım. Çalar saat sesine uyanmamak için. * Doğmamış olmayı dilediğini biliyorum Hank! Doğmamış binlerce kardeşimiz gibi,

Henüz annemizin rahmindeyken yediğimiz kardeşlerimiz.

O küçük şehrinden hiç çıkmamış olmayı dilediğini biliyorum Hank!İnsanların öldüğü o şehrimiz,Yaşamadıklarını fark etmeden öldükleri…

Tanrı’yı nasıl bulduğunu biliyorum Hank!Henüz anlamadığını da. Ve Hank köşeye sıkıştığını biliyorum.Sıkıştığımızı…Ama bağırmayacağız Hank!“Tanrım, Tanrım beni neden terk ettin” demeyeceğiz“Onları Affet Baba” diyeceğiz.“Çünkü” gerçekten Ama gerçekten “ne yaptıklarını bilmiyorlar.”

Zevk alamadığını biliyorum Hank.Henüz bakirsin ve köşedesinUtangaç uzuvların henüzDudakların ve dilinden ötesi utangaç

Hank!Ah Dostum!Yalnız yaşamak istemiyorum.***

Yalnızlık hakkında düşündüklerin ve düşündüklerim… Düşüncelerimiz… Sikik düşüncelerimiz. Hep değişen ama sonu hep yalnızlığa varan düşüncelerimiz. Hayır Hank!Artık yalnızlığı düşünmeyeceğim.Ne zaman aklıma yalnızlık gelirse yalnız bir orospu sikeceğimBir travestiyi düşüneceğim çaresiz kaldığımdaİntihar etmeyeceğimPolis kurşunu ile vurulmayacağımYalnızlıktan öleceğim biliyorumAma yalnızlığı düşünerek değil.Sikeceğim ve öleceğim…

Ps. Şiirler Henüz basılmamış ve belki de asla basılmayacak bir kitaba aittir. Bu nedenle (Ç)alıntılarda kaynak olarak Loser’s Howl’un belirtilmesi rica olunur.

Murat Akıinci

Page 20: TOPRAKSIZLAR! · “Mevsim çıplak, yağmur çıplak. Zaman gecenin hoyratlığında. Koşmak o kırık düş mevsimine… Yaprakların ıslak hali Titrek Yanı başımıza yağan

Koma Berxwedan - 01 - Daye - (1983)

Koma Berxwedan - 02 - Bingol Sewiti - (1984)

Koma Berxwedan - 03 - Dilan - (1985)

Koma Berxwedan - 04 - Gula Cihane - (1987)

Koma Berxwedan - 16 - Name Mi Mezopotamiya - (1995)

Koma Berxwedan - 15 - Ey Ferat - (1992)

Page 21: TOPRAKSIZLAR! · “Mevsim çıplak, yağmur çıplak. Zaman gecenin hoyratlığında. Koşmak o kırık düş mevsimine… Yaprakların ıslak hali Titrek Yanı başımıza yağan

Koma Berxwedan - 01 - Daye - (1983)

Koma Berxwedan - 02 - Bingol Şewiti - (1984)

Koma Berxwedan - 03 - Dilan - (1985)

Koma Berxwedan - 04 - Gula Cihane - (1987)

Koma Berxwedan - 05 - Kaniya Welat - (1987)

Koma Berxwedan - 06 - Peşmerge - (1988)

Koma Berxwedan - 07 - Newroz - (1989)

Koma Berxwedan - 08 - Şad Bibe Welate Min - (1990)

Koma Berxwedan - 09 - Amed - (1991)

Koma Berxwedan - 10 - Meşa Azadi - (1992)

Koma Berxwedan - 11 - 15'e Tebax - (1993)

Koma Berxwedan - 12 - Botan - (1987)

Koma Berxwedan - 13 - Marşen Netewi - (1984)

Koma Berxwedan - 14 - Kilamen Kla*** - (1994)

Koma Berxwedan - 15 - Ey Ferat - (1992)

Koma Berxwedan - 16 - Name Mi Mezopotamiya - (1995)

Koma Berxwedan - 17 - Berxwedan Jiyane

Koma Berxwedan - 18 - Tevlıhev

Koma Berxwedan - 19 - Kulilken Newroze - 1989

Page 22: TOPRAKSIZLAR! · “Mevsim çıplak, yağmur çıplak. Zaman gecenin hoyratlığında. Koşmak o kırık düş mevsimine… Yaprakların ıslak hali Titrek Yanı başımıza yağan

BİR DİRİLİŞ ÇIĞLIĞI KOMA BERXWEDAN

1983 yılında Avrupa’da bir grup Kürt devrimci müzisyen tarafından kurulan Koma Berxwedan (Grup Direniş) müziği, duruşu ve Ulusal Kurtuluş Mücadelesi’ne kattıklarıyla dünyadaki diğer benzerl-eri ile birlikte anılmayı ve değerlendirilmeyi gerektiren bir deneyimdir.

Kürtlerde yazılı edebiyatın zayıflığı, söze yönelimi tetikleyen bir faktördür. Ağır sömürgecilik ve asimilasyon koşulları bu ulusun sırlarını, umutlarını, sevinç ve kederlerini birbirlerine ve kardeş uluslara kulaktan kulağa, sesle, sözle aktarmayı Kürt dilinin ve kültürünün direniş ve hayatta kalma yöntemi olarak koşullamıştır. Bu genel, bilinen tablo içerisinden bakıldığında Koma Berxwedan, söyle-mi biçemi ve müzik konseptiyle ulusal diriliş yıllarının tüm özelliklerini taşır. Böyle olduğu içindir ki, Kürt halk mücadelesinin yakın tarihinde özel yere sahip bir devrimci sanat pratiği, kurumu olmuştur Koma Berxwedan.

12 Eylül Faşist Cuntası’nın tüm ağırlığıyla hayatın her alanında kendini dayattığı, sesin ve sözün tükendiği, dindiği, bastırıldığı koşullarda, gerillanın “Ülkeye Dönüş” atılımıyla paralellik taşıyan Koma Bexwedan’ın çıkışı, yine gerilla savaşının yaygınlaşması, derinleşmesi ve yoğunlaşmasına paralel olarak giderek Kürt gençliği ve direnen kesimleri içerisinde aynı yaygınlığı ve yoğunluğu yakalayabilmiş bir çıkıştır. Cunta’nın zindanlarından yükselen Mazlumların Hayrilerin direniş çığlıklarının bir izdüşümü, yankısı olarak adını Berxwedan (Direniş) yapan grup tez elden bu çığlığı halka ve ilerici insanlığa ulaştırma gayreti içerisine girer ve bunda da oldukça başarılı olur.

Geleneksel Kürt halk sözlü edebiyatının zenginlikleri ile Direniş Hareketi’nin yarattığı çağdaş değerleri buluşturarak Kürt müziğinde yeni bir dönemi başlatmıştır grup. Amatörlükten profesyonelliğe uzanan çetrefilli yolun tüm imkânsızlıklarını, zorluklarını aşarak estetik kazanabilmiştir Koma Berxwedan. Bir “yer altı müziği” de diyebileceğimiz formun seçkin örneklerini ortaya çıkaran grup, ağırlıkta, ajitasyon-propaganda tarzını söz ve müziğinde kullanmış, bunu yer yer geleneksel, otan-tik Kürt Dengbej söylemiyle de bağdaştırmıştır. Geleneksel Kürt müzik enstrümanlarından (saz, davul vb. ) çok sesli ve çeşitli enstrüman kullanımını da böyle bir üretim süreci içerisinde ulaşabilmiştir. Ülke sevgisi, direniş, isyan, gerilla, savaş, devrim, şehit, özgürlük, sosyalizm vb. argümanların Kürt Müziği’nde yerleşmesi ve giderek kitlelerin zihninde, algısında yer edinmesinde önemli bir rol oynamıştır Koma Berxwedan müziği. O kadar ki, “Serhıldanlar dönemi” olarak tanımlanan 89–94 yılları arasında Koma Berxwedan şarkıları, marşları, ezgileri Serhıldanların temel öğelerinden biri olmuş ülkede esen özgürlük rüzgârını da arkasına alarak Kürt Müziği’ndeki yerini perçinlemiştir. Gerilladan gelip Kürt işçi ve emekçilerine ulaşan ve gerillaya dönen bir sestir Koma Berxwedan. Bu bir mübalağa değil elbette. Grubun özellikle ilk kurucuları mücadele içerisinde yer almış geril-lalardan oluşmaktadır. Ve bazıları savaş meydanlarında seslerini ve sözlerini bırakarak hayatlarını kaybetmişlerdir ki, bunlardan Sefkan, Mızgin, Çiya ve Serhat gerek gruba kattıkları, yetenekleri ve sesleriyle gerekse de devrimci sanatçı kişilikleriyle özgün ve özel bir yere sahiptirler. Örgütlü bir müzisyenlik, sanatçılıktır koma Berxwedan üyelerininki. Kürt müziği’nde kolektif üretimin de en güzel, başarılı ilk örneklerinden biridir grup. Böyle olduğu içindir ki, Kürt Müziği’nde “Kom’lar dönemi” diyebileceğimiz, bir dizi Kürtçe müzik yapan grubun ortaya çıktığı, bu anlamda üretimin yaygınlaştığı bir dönemi de koşullayan önemli bir etmen olmuştur Berxwedan.

Yasaklı bir dille, yasaklı şarkılar söyleyen grubun tüm kasetleri, CD’leri de yasaklı, ban-drolsüz, dağıtımsız, şirketsidir elbette. Halktan, gençlikten, milis kuvvetlerinden oluşan yaygın bir dağıtım, yayılım ağına sahiptir Berxwedan. Kürtçe yayın yapan TV’lerin henüz oluşmadığı yıllarda bu önemli bir örgütçülüktür. 90’lı yılların başlarında ilk gençlik yıllarını yaşayan yurtseverlerin, devrimcilerin Koma Berxwedan ezgisi taşımayan anısı yok gibidir. Yoksul, soğuk öğrenci evler-inden, uzak dağ köylerine kadar her yere, herkese ulaşabilmiş bir direniş türküsüdür Berxwedan. Ve o ulaştığı her yerde zulaların en kıymetlisidir. Çünkü 90’lı yıllarda bir Koma Berxwedan ka-seti “yakalatma” işkenceli sorgular demektir, hapishane demektir. O kasetleri bulundurmak, hele iki gözlü teyplerden oluşan ev stüdyolarında çoğaltıp yaymak büyük bir risktir. “Doküman” dan sayılır Koma Berxwedan kasetleri. Ama Serhıldan ruhuyla, tüm risklerine rağmen halkın Kürt işçi ve emekçilerinin sahip çıktığı, çoğaltıp yaydığı, düğününde, ölümünde, sevincinde, kederinde, işkencesinde, eyleminde, ilk gizli aşk sancısında, hatta dağlara vurduğunda mırıldandığı, haykırdığı, için için söylediği Koma Berxwedan şarkıları, marşlarıdır.

Şili’nin İnti İllimani’si neyse, Koma Berxwedan’da bu topraklarda O’dur!

Üretim içerisinde olduğu yaklaşık onüç ondört yıllık zaman dilimine bilinen onbeş al-büm sığdırmayı başaran Koma Berxwedan her dönem yeni müzisyenleri de bünyesine katarak büyümüştür. Dayê (1983), Bingol Şewiti (1984), Dilan (1985), Gula Cihanê (1987), Newroz (1986), Botan (1987), Kaniya Welat (1988), Kılama Klasik (1989), Sa Bıbe Welatêmın (1990), Amed (1991), Mesa Azadi (1992), Ey Ferat (1992), Tebax (1993), Namemi Mezopotamya (1995) adlı müzik al-bümleri bulunan grup, 1999 sonrası oluşan koşullarda kendi varlığını sona erdirmiştir.

Grubun üyeler bireysel müzik yaşamlarına devam ediyor olsalar da grubun kendi döne-minde yakaladığı yükseliş momentini tam olarak yakaladıkları söylenemez. Son zamanlarda eski grup üyelerinin de çalışmalarını yürüttüğü Kürt sanatçılar topluluğu, kurumları içerisinde Koma Berxwedan ‘ı tekrar, yeniden kurma tartışmalarının yürütüldüğü yönünde basına yansıyan bilgiler mevcut. Umarız bu girişimler belli sonuçları doğurur ama Koma Berxwedan deneyiminin tekrarı, çıktığı ve kurumsallaştığı dönem ruhu ve koşullarının bugün birebir aynı olmadığı göz önünde bu-lundurulursa pek mümkün görünmemektedir. En azından yapısal bir yeniden kuruluş gerçekleşecek olsa bile bunun geçmişin mirasını üretip üretemeyeceği tartışılır.

Her ne olursa olsun, Koma Berxwedan kendi dönem ve koşullarında rolünü oynamış, öğrenilmesi gereken başarılı bir deneyimdir. Mirastır. Sefkan’ın Mızgin’in Serhat’ın Çiya’nın coşku dolu, kararlı, devrimci seslerinde yaşayan bir deneyim.

Deniz Faruk Zeren

Page 23: TOPRAKSIZLAR! · “Mevsim çıplak, yağmur çıplak. Zaman gecenin hoyratlığında. Koşmak o kırık düş mevsimine… Yaprakların ıslak hali Titrek Yanı başımıza yağan

Erivan Radyosu Dengbejî Seyade Şamênin Ardından

1939 tarihinde, Irak'ta kurulan ve Kürtçe yayın yapan Bağdat radyosu ile takriben aynıdönemde, İran’da da Kürtçe yayın yapan Urmiye radyosu Kürt toplumunda yayın dili ve çizgisinden dolayı pek tutulmadı. Ermenistan’ın başkenti Erivan'da yayın yapan Ermeni ulusal radyosu bünyes-inde 1955 yılında Kürtçe yayın yapan bir bölüm kurulmuştu. Erivan radyosu, anlaşılır Serhat şivesiyle yayın yaparak, müzikte de enstrüman olarak genelde Kürtlere has Bılur ve Fiq (Kaval Ve Mey) kullandı. Böylece, Erivan radyosu süreç içerisinde dinlenen ortak bir Radyo düzeyine geldi. Erivan radyosu, dağılmış olan Kürt halkının, yarım asrı aşkın ortak sesi, ortak dili ve teselli ile özlemi olmayı başarıp günümüzde tarihsel bir değer kazanmıştır.

Kürtçe adların dahi telaffuzunun yasak olduğu dönemlerde iki saatlik Kürtçe yayın yapan Erivan radyosu;"Erivan Xeberdide, guhderên eziz, naha bibhêzın deng u behsên taze." yani, (Erivan-Radyosu haberleri sunar, değerli dinleyiciler şimdi yeni haberler dinleyeceksiniz.) cümlesi radyonun kısa dalgasından dünyaya yayıldığında, bütün kulaklar Erivan'a döner, yasaklı anadilinde dünya havadisleri ile ilgili bir şeyler duymak isteyenler dikkat kesilirdi. Televizyon ve Radyonun çok yaygın olmadığı zamanlarda koca bir köyde en fazla iki tane radyo bulunurdu. Erivan radyosunun Kürtçe haber yayın saatinde radyonun bulunduğu ev her gece tıklım tıklım misafir dolup taşardı. Kürt toplu-mu, yarım asrı aşkın Kürtçe yayın yapan Erivan radyosu(Radyona Rewané)nun istasyonuna kilitlenip durdu. Bu Radyodan Kürtçe haberler, klamlar, stranlar, işitsel tiyatro ve hikâyeler dinlemek adeta bir ayrıcalık sayılırdı. Haberlerin hemen ardından spikerler, Kürtçe müzik programının başladığını şu unutulmaz cümleyle hep hatırlatırdı “Guhdarên Eziz dengê radyoya Erivanê, klamê cımeta Kurdan” (değerli dinleyiciler Erivan Sesi radyosundan Kürt toplumunun şarkıları)

Benim radyo ile tanışmam rahmetli babam Sayesinde oldu. Hatta bizim çevredeki birçok gencin tanışması da bu temelde gerçekleşti. Öğretmen Olan rahmetli babamın radyoya olan ilgisi bizi çok küçük yaşlarda radyoya, dolayısıyla Kürt kültür ve sanatına bağladığını rahatlıkla belirtebilirim. Radyodan söylenen Berivan’e türküsünden esinlenerek ilk kızına Berivan ismini vermişti vermesine nüfus müdürlüğü kayıtlara Neriman olarak geçirmişti. Yıllar sonra doğan ilk torununa Berivan adını vermiş, kayıtlara geçirmiş ve içindeki yarayı da ortadan kaldırmıştı. Yine hatırladığım kadarıyla, Eri-van radyosunun yayınlarında bazen cızırtılar olurdu. Yine böylesi bir cızırtıda Berivanê türküsünü iyi dinlemediği için o güzelim radyosunu yere fırlatıp kırmıştı. Tabi dayanmamış hemen aldığı maaşıyla yeni bir radyo almıştı. Yine Bazidli Dengbej Seyadê Şame’nin ;

“Esmer eman eman emanÇi kulîlkên dora çemanXelq zewicî ez û tu manXelq zewicî ez û tu man” stranına eşlik ederdi. O günlerde yaşanılanlar hep hayatımızda canlılığını ko-rudu. Kısacası, Erivan radyosu bir dönemler tüm Kürtlerin sesi, dili ve ışığıydı. Onun sayesinde bizler Seyadê Şame’yi dinledik ve tanıdık.

Yukarıda belirttiğimiz gibi Erivan radyosunun değerli dengbejlerinden biri de Seyadê Şame ‘dir. Seyadê Şame’nin trajik yaşamını çok fazla bilenimiz yok. Sadece yanık sesine özlem duyarız. Fakat onun Erivan radyosuna gelmesi ve sesini topluma yayması çok büyük acılar pahasına ulaşmıştır. Kendisi Bazid’li ve 1922 doğumludur. Seyadê Şame, 1942 yılında ekonomik bir iş sonucu pasaportsuz olarak İran sınırında yakalanıyor. Direk Erzurum Ceza Evine konuluyor. Kısa bir dönem sonra tahliye oluyor, ailesine döndükten sonra çıkan sürgün kararı üzerine Alaca’ya gitmek zorunda kalıyor. Seyadê Şame’nin ailesi Çorum ilinin Alaca kasabasına sürgün ediliyor.

Sürgün yaşamı kadar ağır ve düşündürücü olan bir durumla karşılaşıyorlar. Alaca’ya gelindikten kısa bir süre sonra, ailenin en büyüğü Seyadê Şamê tutuklanıyor. Direk Erzurum Cezaevine götürülüyor. Bu tutukluluk kendisini epey zorluyor ama en zorlandığı konu ise suçlandığı madde idi. Seyadê Şame “Devlet aleyhine casusluk yapmak” suçundan tekrardan yakalanıyor ve Erzurum cezaevine konuluyor. Erzurum Cezaevinde askerlik yapan Bazid’li bir asker de var. Ara sıra görüşmeleri de oluyor. Seyadê Şame üç yıl cezaevinde kaldıktan sonra cezaevinden firar eder. Firar etmesinde Bazid’li askerin rolü var. Bazid’li askerin temin ettiği eye ile, Seyadê Şame hücre pencer-esinin demir parmaklıklarını keserek cezaevinden firar eder. Bu firar haberi ailesine geldiğinde ailesi inanmıyor ve şöyle diyorlar;” Na Rom xayîne, wana Seyad kuştine me dixapînin dibên fîrare”.Erivan radyosuna gitmesine vesile olan Erzurum cezaevinden kaçışı, daha sonra tüm ayrıntıları ile açığa çıkıyor.

1945 yılı kışında Erzurum’dan yürüyerek Türkiye Sınırını aşıp İran’a geçer. İran’a iltica eder. İran o dönemler, Sovyetlerin İşgali altındaydı. Sovyetler Birliği, İran’ı 1946 ‘da boşaltıyor. Geri çekilirken orada yaşayan birçok pasaportsuz, kimliksiz insanı beraberinde Sovyetler Birliğine götürür. Seyadê Şame de bu gidenlerin içindedir. Seyadê Şame oraya gittikten sonra, Sovyetler Birliğinin vatandaşı olur. Seyadê Şame’nın Sovyetlerde vatandaşlığa geçmesiyle Bazid’deki ailesi Kürtçülük yanında Komünist bir aile olarak tanınmaya başlar. Orada da Seyadê Şame rahatlığa kavuşmaz. Bu sefer de Türk casusu ithamıyla Sovyetlerde tutuklanıyor ve Sibirya’ya gönderiliyor. On bir yıl Sibirya’daki kamplarda yaşamak zorunda kalır. Stalin’nin ölümünden sonra çıkarılan af ile, Ermenistan’ın başkenti Erivan’a yerleşir. Bir arkadaşının önerisiyle, uzun yıllar Erivan radyosunun Kürtçe bölümünde ses sanatçısı olarak çalışır. Seyadê Şame’nin karizmatik kişiliği nedeniyle radyo-dan tüm Kürtler tarafından kısa sürede tanınır hale gelir. Gözü pek, zeki, girişken ve lider bir kişilik olan Seyadê Şame Erivan Radyosunda Apo türküsüyle büyük beğeni kazanır.

Firardan tam 15 yıl sonra bir gün bir çocuk Seyad amca Erivan radyosunda konuşuyor, stran söylüyor diye bağırarak aileye haber veriyor. Yukarda söylediğimiz Esmer eman eman ve Apo stranlarını söylemeden önce şunları der;”'Ez Seyadê Şame, fîrarê destê romê, niha penaberim Re-wanê”. Aile sevinir sevinmesine bir türlü Sovyet Cumhuriyetine gitme olanağı olmaz. Ta ki 1990 yılına kadar. Daha sonra kardeşi Erivan’a gider, yıllar sonra da olsa abisi Seyad ile karşılaşır. Seyadê Şame buradan firar edip Rusya’ya Giderken eşi Zülfünaz’ı da burada bırakır. Giderken uzun yıllar orada kaldığı için haliyle evlenir ve çoluk çocuğa karışır. 1991 yılında Bazid’e baba evine döner. Tam tamına elli yıla yakın bir zaman ayrılığın üzerinde geçer. Evdekilerle bir bir tanışır, tanıdıkları tanımadıkları olur. Oturduğu odanın aşağı kısmında oturan Zülfünaz’ın gözü hep Seyadın üzerinde olur. O ara Seyad sorar ;”Siz bu kız kardeşimi tanıştırmadınız?”. Orada bulunan-lardan biri ;”Seyad bu Zulfinaz’dır, hala da seni bekliyor” der. Seyad bir ax çekiyor, sanki belindeki ipler kopuyor. Utanıyor, artık Zülfinaz’ın yüzüne bakamaz oluyor.

Seyadê Şamê Bazid’te iken biz bir grup öğretmen arkadaş gidip Seyadê Şamê ziyaret etmek istedik. Hepimiz kafamızda soracağımız sorularla eve yürümüştük. Seyad bizler için Kürtlüğün bir sembolü idi. Eve vardığımızda Seyat başka bir yere gittiği için görüşememiştik. Birde o zaman lar Seyad’ın başının tekrardan belaya girmemesi için onu göz nuru gibi koruyup, kolluyorlardı. Öğretmen olduğumuz için köylere dönmek zorunda kalmıştık. Ondan sonra da bir daha bir araya gelemedik ve Seyad’ı görme durumumuz olmadı. Seyad birçok yeri dolaşır, birçok kişiyle görüşme olanağına kavuşur. Seyad Bazid’te iken, yaklaşık 50 yıl önce onu hapishaneden kaçıran Bazid’liyi de ısrarla görmek ister. Hem Seyadın Bazid’de az kalması, hem de bazı korkulardan dolayı buluşma gerçekleşmiyor. Seyad Bazid’den ayrıldıktan sonra Gürcüstan’a geçer. Belli bir Süre sonra ailesinin eline bir mektup ulaşır. Mektupta Seyad’ın vefat ettiği yazılıdır.

Page 24: TOPRAKSIZLAR! · “Mevsim çıplak, yağmur çıplak. Zaman gecenin hoyratlığında. Koşmak o kırık düş mevsimine… Yaprakların ıslak hali Titrek Yanı başımıza yağan

Tabi Seyadê Şame’nin Erzurum cezaevinden kaçmasına yardımcı olan O isimsiz Bazid’liyi ancak yıllar sonra öğrenecektim. Hem çok şaşıracak, hem çok sevinecektim. Onu Erzurum cezaevinden kaçıran benim Mehmet Gültekin amcam’dı. Herkes ona Xalê Guro derdi. Mehmet amcamız 6 yıl önce vefat etti. O kaçış olayını ondan dinlemeyi çok isterdim, fakat nasip olmadı. Aileden aldığım bilgiye göre bu meseleyi hep saklı tutmuş, son yıllarında güvendiği birkaç akrabaya anlatmış. Bu olayın bilinmesini, fakat fazla konuşulmamasını istemiş. Mehmet amca nereden bi-lecekti ki hemşerilik adına yaptığı yardımın Seyadê Şame’nın Erivan’da, giderek tüm Kürtler arasında tanıtacağını ve Kürt kültürüne büyük katkı yapacağını. Bazid ve çevresi yetişmiş birçok dengbej, çirokbêj, hozan ve hünermendin kümelendiği bir kültür merkeziydi. Bu kültür merkezinde Seyadê Şamenin Erivan’daki sesi büyük yankı oluşturmuştu.

Nihat Guültekin

toplamdır hayat...gittikce kalabalıklaşır dibi...eksilenlerde toplanır, dokunulmaz olur görünmez ,anlaşılmaz bir boşluk yapar bizi...artık sadece sahipsiz boşluklar vardır yüreğimde...su bizi bağışlamıyor, şimdi kendime kefen dikiyorumsessiz bir soğukkanlılıkla...sessizlikten dili olmasın hayatın...bir su kıyısında bulmalıyım kendimi...kendini yitirmiş tuhaf bir yolcu gibi...vapurlara bakmalıyım...hatırlamamalıyım..bir sesim kalmalı..beni bir renk degil bin renk taşımalı..artık öykümü sadece kelebekler dinleyecekve yıldızlar sonra kutsal dağlarım...............mem........

Issız ve nasıl karanlık. Artık bilmiyorum ölümlerimi.

Gitmelerimdeyim soluksuz ve kör.! Her ateşte gülüşlerini izliyorum.

Yetim. Karanlığa sebi bir deli düşer.

Kör duymaz ya, saklı ya görmeye mecal yok!

Ve dokunuyorum kimsesizlerime. Benliğim ise sorgusuz sualsiz, Beklemelerimdeyim

Bir başıma...

Jiyanmunzur

Page 25: TOPRAKSIZLAR! · “Mevsim çıplak, yağmur çıplak. Zaman gecenin hoyratlığında. Koşmak o kırık düş mevsimine… Yaprakların ıslak hali Titrek Yanı başımıza yağan

Güneş son cılız solmuş ışığını alıpta, köyümüzü kuşatan yüksek dağ ve tepeleri aşıp kay-bolduktan sonra, yerini davar, koyun ve sığır sürüsünün dönüşlerinde köyü kuşatan toz bulutuna bırakırdı...

Akşam telaşı; kimin sürüsünde koyun, keçi,dana eksik, kimin hayvanı hasta ve süt sağmalarla devam ederdi... Genç kızlar kendi aşklık serüvenlerinin anlatimlarını,pıskıl ve sılla süsler,arsız gülüşleriyle alay ederlerdi kendilerini izleyen genç oğlanlarla...Sağılan sütler eve taşınır feresoy' da süzülür, locın da "masal"lara (sanîk) hazırlik sayılan ateşler yakılarak ısıtılır, sonra mayalanmaya bırakılırdı, beyaz leçekli analarımiz ve ninelerimiz tarafından...

Bu ritünlik kışları daha kısadır... Herkes o ateşi yakmak için, yada bir an evvel yakmanın soysuz sabırsızlıği içinde olur, zamanı durdurmanında çaresini arardı...ve çılalarda (kandiller)yakılmıştır artık ...içiçe karışık; puşusu,leçeği, üçetek ve kofni'siyle( kolluk) sürgünlerin ve yılların acılarını yüzlerinde taşıyan ninelerimiz....lengerli şapkası, mameki usulü dikilmîş şalvarı, yeleğinin cebinde taşıdığı köstekli saatleri, burkulmuş beyaz bıyıklarıyla ve "hirisoheştlerin" kendisinde bıraktığı karanlık derin çizgilere rağmen, güleç yüzlü dedelerimiz...

Karda keyifle oynanan oyunların biz çocuklara armağanı olan sürekli burun deliğimizin ucundan sarkarak silmeye kıyamadığımız, sonra onuda bir oyun haline getirdiğimiz, bolcasında olan kıymeti harbi sümüğümüz...Herkes Qeseye vere locıne için tekbil hazırdır...artık bir yolculuğa çıkma vaktidir...zamana, acılara,destanlara,acı çığlıklara ve cografyalara yolculuk vakti..."Dapîre (dev ana) bir memesi önde, diğeride arkasında sürünür halde oğlunu aramaya çıkar"... "Komşumuz Mamo ermeniydi, iki parmağı yok diye kız vermediler"..."biz ermenileri erzingan geçitinden Ta qerse kadar hep gece yürüyerek, bu tırk zulminden zar zor kurtardık"...Ve bir hikasi vardı nenemin; hikaye değil o Hikaye gibi anlatırdı...

Her köye olduğu gibi, sin köyünede haber salık verilir... devlet; "Herkes köyünde yaşayan ermenilerin sayısını bildirip teslim edecek.." diye asayişe ferman eylemiş köye...o eylerde sin köyü vermez ermeniyi. Fakat ermeni nufus çokçadır, nasıl saklar bu kadar Ermeniyi.İçlerinde yaşlıca biri çıkar ve kendi hayatını Herkes için feda etmeye hazırı nazır olur. Ancak bir istegi vardir...bilirki; tırk onu kör bir kayaya meskûn eyleyecektir."İki Kefen dikilsin bana. ićinde ben varmışım gibi, birini sin köyüme, birinide gittiğinïz anavatanımda toprağımla helal eyleyin" der...Bir tarih iz düşümü;"goca Ermenu bena goca ma"...zamana yolculuk, "ciroklarïn"acısı, biz büyüdükçe büyüdü içimizde...sevdiğine kavuşamayan,evlenip toruna karışmıś,seksen yaśındaki bir aşıkın anlatımları yüreğinizde hissettiginiz ürpertiyle sizi bir mezar başına götürür..."xece yi bir nazlı gelin gibi mezara bıraktılar...

Ben geceyarısı ıslak aklımla xecenin mezarına vardım...salya sümük olmuş mezarı başında ağlıyorum."...devamı xecenin torunundan gelir.."cenazeye yetisemedim,gece daraldim.nenemin mezarina vardiğımda bir karartı. Durdum,biri aglıyor hıçkıra hıćkıra...birazdaha yaklaştim...geceyi kim gözyaşıyla hüzün yapmak ister ki?...mezara iyice yaklaştım,yaşlıca bir dede;kimsin diye ürperdi birden...ben torunuyum dedim...çocukluk aşkıymış nenem...çok sevmîş,ama varamamışlar, dokunamamışlar birbirine genç hayallerle"...Qeseye vere locıne renk renk,çeşit çeşit,acılı tatlarıyla çıkar karşınıza. Kimi kolunuza,kimi gövdenize sarilir. Kimi gözlerinizi yumar bir kapı aralığında...kimi de tarifsiz kalır...anlatıcıları daha bir anlam katar "qeseye vere locıne"lara. O derin alın çizg-ilerinde sizi alır, Besa Şaye'ye konuk eder. Kadının toprak gibi verimliliğini ve cesaretini yumuşak dokunuşlariyla anlatırken,kendinizi "dere laç"ta bir direnişin ortasında bulursunuz...Yada tavus kuşunun renkli kanatları arasında,hiç bilmediğiniz bir yere yolculuk eder, çakıl taşlarını biriktirirsi-niz, çocuklar için laleş diyarında...

Sonra saan ağa evin duvarında asılı duran sazıyla sizi bekler, kılamı söylenmemîş "hiresoheşt" için...

Ve zaman sonra anladımki; hep umutlarım ve düşlerimmiş ateşin gölgesine düşen; kül-üydüm sönen ateşin "Qesey vere locıne"da

.....Mem.......

Göz yaşınız kutsaldır... onu kutsayın...çünkü yüreğinize değen herşey için değil, yüreğinizi acıtan bir tekşey için; kalbinizdeki insan için yanağınızı okşar...

size ağlamayana ağlamayın, o sadece sizi sevdiğini söyler...

size yüreğinde göz yaşı damıtamaz..............mem...........

Page 26: TOPRAKSIZLAR! · “Mevsim çıplak, yağmur çıplak. Zaman gecenin hoyratlığında. Koşmak o kırık düş mevsimine… Yaprakların ıslak hali Titrek Yanı başımıza yağan

Kötülüğü Huzursuzluğu

Ne zaman geceye bir yağmur yağar?Yeşilinde bir kar düşlüyor olmak..Beyaz..

Ve nar çoğalıyorsun...Sevgiler doldur avuçlarına çocuk gözlerinden göğe doğru...

Nar;Parçalı bir bütün,zamanlara ayrılmış anılaraAnlamak anlam katmak..

Ve;Ilık ıslak

Cılız ışığın son damlasında kendimizi yitirdik.Acım dilimi yakıyor acı ekşi!Bir anlamda.

Zaman ise ölüyor kuşkusuzVe yaktık genzimiz yanıkların islerindenben vurgun kalmış

sarıya boyalı bir papatyadan donmuş matlığa

Ve;Sen rüzgar kimlerden geldin ben ürkek!

Yağmur bekliyorum bahardan yakınDüş olalı sokaklarımGeceye düşmüş yetim bir deliKaranlık bir yudum şarabından

Dilim lal, nefessiz ve titrekTanımsız!Ölmek demiştim bunaEllerim titrek ve üşüyor,

Bir yudum şarabından alıyorumKaranlık... (nar'a)

Temsili Dusler

Daha ne kadar katedeceğiz bu mecalsiz yolları. Zaman neçar. Karanlık çökmüşse ilk kurşun sesidir başlayan hikaye... Çekiliyoruz kendi içimize korkudan yana. Ve sabaha kaç ölü uyandık dersin? Mecalsiz anlamsız soruların tüm karmaşası. Aydınlık ile o karanlığın arasında ki o ince çizgi neydi... Onu anlamlı kılan neydi... Bir yolculuk düşlüyorum Sis çökmüş düşüncelerime... Kar düşüyor dudaklarına. Nehir taşıyordu zamandan.. İlk eriyen Kardan... Kaç bahar sabahında uyanıp yaşayacaktık. Bu sabah kaş kişi eksildik mecalsiz... Bir patikayı izliyorduk. Adımlarımızda toprak kokusu... Bir Kar tanesi düşe dursun. Nefesin durdurak bilmeyen hikayesindeydik. Daha ne kadar yaşayacaktık.

Yağmur yağar ya sonrasında toprak kokusu gelir. Hava öyle yumuşak olur ki. Yürümek... Yalancı kızıl mevsimin sabahına düşen cemreler. Dokundun mu nasılda parmak ucundan tüm tenine dağılıyor. Zaman misali. Toprak kokusu yükselir göğe doğru. Cemre gibi saklı olanda. O an bilmeni isterim yüreğimdeki tufanı. Usul usul yağmur yağıyor yüreğime. Durmuş ıslaklığını bekliyorum. Sevdaya. Yüreğimize açılmış koca gediğe. Islak bir yaprak misali son gülüşüne. Sarı ise hazandır Bir damla olmaya... Gözlerin düş yeşili bahardan. Ilk rüzgarına durmaya. Ilık ve ıslak

Jiyanmunzur

Page 27: TOPRAKSIZLAR! · “Mevsim çıplak, yağmur çıplak. Zaman gecenin hoyratlığında. Koşmak o kırık düş mevsimine… Yaprakların ıslak hali Titrek Yanı başımıza yağan

"Gülüyorduk...”

Şimdisinde zaman sohbahar, beklemeye ne kaldı. Koca kentin en kuytu yerinde bir bardak çay yudumluyorum. Durmadan insanlar geçiyor yanı başımdan, kimliklerini bilmediğim. Sonrasında kendimi bir çoçuğun meşe ağacında buluyorum. Meşeliğinden haberdar dalları gökyüzüne soku-luyor. Köklerine inemiyorum. Sert kayaliklarin hışmına uğradıkça sonrasında hep maviye("mavide" de olabilir) kalıyorumZifiri karanlıklarımınZamansızlığında...

“Bir annenin yüreğine doğmuş sanırsın Tanrı yı! Benimkini bilmem.Bekler hep bir kuytuda.Bir sonbahar sabahının serinliğinde. Sarıya kızıla boyalı ağaçların görkeminde. Yeni kızıla çalar koyu yeşil pamuk yaprakları. Patlak bir beyazlıktayken pamuk, sabah ise ıslaktır. Cemereden. Öte dağda güneşin sarısı,kızılı...Yün yorgan altında tor top çocuk. Tütünden çekilir ilk yudum, çay beklemekli...Sakalların akına sığınmışlığında keder. Usulca ellerini yıkar, yüzünde kalmış su damlası huzursuzluğuyla yine! Uyandırılır dedemin titrek elleri! "

Kapının önünde bekleyen bir kaç inek ve sabahın yoksulluğu...Telaşlı bir anne eli dolanıyor sabahın tanına . Sofrada kurulu kışın ilk peyniri. Yazdan saklanmış zamanınana. Toprak kokar ve pembe bir domates. Saman arasından kışın soğuk günlerine. Bir yudumda biter bardak. Taşlı yolun yolcuları. Bıkkınlık bilmez merhametli eller. Sevinçle yaşama…Alacadır tanrı ve dağdan yükseliyor kızıla sarıya, Maviye

İşte merhametli eller, beyaz pamuk biriktiriyor koynunda. Güneş en tepeye geldiğinde kararmış demlikten karaya çalan gri bir duman. Açlığın habercisi. Ağlamaklı olur küçük. Saklısında bir damla göz yaşı döker koynuna. Mertliğine daynır dik durur. Ne fayda bu açlıkla. Kara taştandır yüreği.Bilir yüreğini Merhamet.! Bekler açlığını kurumuş dere yatağı ilk yağmuru bekleye durur.Beklemelerimde.Temmuzdan kalma umuda.

Eylül kokar nar. Mevsiminden usta eller narı ikiye böler. Tek bir tanesi yere düşmez. Kızıl kanlı meyvesini. Küçük, bir kuş misali açmış ağzını haykırıyor gözleri...Anne kuş kusuyor yavrucağına. Kızıl. Oturur bir dal ağacın gölgesinde dudaklar kızıl.Uğultu sarmıştır kuru dere yatağı, Rüzgara kalır bir kap yemeğin kokusu...Kalır yarına Güneş kaçtığında merhametli eller üşümeye başlar. Akşam telaşında bir anne yorgun...Her rüzgar yaprakla buluştuğunda kaçınılmaz sonunu yaşatıyor. Son defa onu alıp gö-zlerimizden havaya sürüklüyordu, yaprak duruyordu göktoprak. …

“Gecem benim rüzgar sesinin tılsımında, karanlığın ıssızlığında, Duymak...!Gök kızıl ve yetim...Şimdi yarınlarını bekliyorum gece saklı düşten Bir an olsunSon baharın yaprak kızıllığında..Tarihe saklanmış yüzlerimiz anlatıyoruz. Sanki cezalandırmış tüm kötü tanrıların simaları. Toprağa sevdamızı ve dönüp duruyoruz o bilinmiş tüm tarihlere saklıyoruz kendimizi geçmişe saklı sayfalarımıza.Parçalanmış ölümlere koşuyoruz, Bilinmez ya vebasının "tanrı" ya son iyiliklerini diler gibi.”Her gece bir bir tanrıları toplayıp mezarlarıma gömüyorum. Sabah işte mezarların toprakları ile beraber çalınmış tanrılarını çalmış. Soruyorum kendime ne yaparlar bu ölü bedenleri. Toprak ise halen ıslak ve taze. Bir kuzgun çığlığı dağıtıyor tüm sessizliği. Bana bir şeyler anlatırcasına. Burnumda taze toprak kokusu.Hamur kokan ellerin büyülü kokusu. Bir annenin şevkat tanrısı dolanmış evin kuytularına. Andırıyor, İyi huylu bir tanrı...!Sabahın günü-tekrar vakti gelmişçesine. En azından yaşamı denemek vardı daha. Daha yılın ilk karı düşmemiş. Yazdan kalan hasadın tüm iş birikintisinde. Eylül ayının bitiş sevinciydi.Zamana kötülük edildi ya da edilmedi. Merhamet daha da çaresiz. Yoksulluğun, yoksulun vebası bir kan damlası ölümüne benzer. Öfkeleri de kara taştan keder misali. Gömüy-orduk mezarlarımıza. Bilmediğimiz bir ölüm vebasının tan vakti. Karadikeni saplar yüreğimize beklerdik.! Susardık içten içe, gözlerimizden yabancı iyi insanlar ölüyordu.Televizyonda kan kuyusunun tüm görültüsü. İnce belli bardakta debelenek kaşık cama verdiği azabın çığlığında…“Bir çığlık basrdı gökyüzünü kurşundan kadın sesinden…”Vaadedilen ölüm yanışımızda boğazı ağlamaktan kurumuş çocuğun gözlerinden ateş içinde ölümle boğuşan atın çığlıklarından Ölüm!Ve adımıza sunulmuş tanrı! Yoksun…Bir köy yakılır bombalanır yok edilir sabahın ilk ölüm çığlığında.“Sabah yalnız ve beyaz. Biriktirilmiş zamanların duvarında asılıkızılımsı bir yaprak, kokusundan yoksun. Kokusuzluk! Ardına dizilmiş genzimizi yakıyor dem kokusu. Mezarlarımız güne beyaz uyanmış sıcak topraktaki anıtlar. Benzemez bahar telaşına. Birden durmuş olurduk ya titrek ellerin dokunuşunu beklemek. Olmayacak mecalsiz silinmiş süretten durgunlukla . Mahçup ve beklemekte…"Kar tanesi düşedursun serçe ekmek kırıntısı telaşında. Göç etmeyi unutmuş bir kuzgun gökyüzü yağıyor kar. En tepede üşümekte kuzgun. Üşümekte serçe kanadında. Avuçları sıcak.

Page 28: TOPRAKSIZLAR! · “Mevsim çıplak, yağmur çıplak. Zaman gecenin hoyratlığında. Koşmak o kırık düş mevsimine… Yaprakların ıslak hali Titrek Yanı başımıza yağan

Ve

Yanık kokusu is. Basık evlerden gri bulut. Talihsiz bir kadın daha doğuyor gün batımına. Kanlı bir kar doğurur nasır ellerinden.

“Doğdum üşüyordum. Bir vakit. Bir mangal korunda yandı yüzümün yarısı. Yanık bakar. Kör mecalsiz yarım. Bir iz deştim bedenime…

Ateşten.

Bir ev ateşe veriyorum. Bedenimden. Kapıdan sızan ışığın yorgun bakışından. Dargın ve yoksun.”

Ne de can acıtır zamanın bekleyişleri. Duruyorduk kar düşe dursun bir diz boyuna. "Acım dilimi yakıyor bir anlamda... Sarı ışıklı bir gaz lambasının son damlasında sevmek." İtiraf ediyodu kendine.

Yoksul ellerinden dokunmaklı oluyor arandığımız o vakitler. Ölüm daha telli duvaklı. Su taşıyor. Bir gıdım toprak sevdasına.

Islak ve ılık..

Beyaz üşütüyor. Gözler yogun, kanlı bir kış gecesiydi. Ne selvi geçti sevdasından, du-vardan öte. Beklemek kuşkusuz ve narin. Sahipsiz bir köpek havlıyor ya. Kurt mu sanmıştı.Berraktır sularından sarı taşların beyazlığında saklı. Eller cebinde ve bir saate geçcek selvi göre-bilmek adına.

Zaman ölüyor kuşkusuz…

“Yaktık mı? …” Urgan boynunda.İlk kurşun sesinde ayak ebeleyecek ölümüne. Kör olmak kafiydi görmek-ten. Urgan oluyor boynumuz bir ölüm kokusunda.

Atlar ateşle dansta ölüm. Sesi kısılmış bir ölümden haberdar. Viran oldu durdurak bilmey-en gazlamabasının son damlası tükenmişti. Sahipsiz bir mezar köyü. Kuzgun ardılı diri mert kadın dağ yolunda kızıl bir ölüme. Bir urgan sevdasında. Kurşun bedeninde üşümüşken kanlı çocuk ;

-“Anlatatma Hikayemi!” dercesine bedenini dağlamış. Kor ateşten.

Soğuk boynunda birikmiş sıcak nefes. İşte umuttan yanaydık belki de. “Yogun beklemek, ağlamak ile delirmek arası “UMUT” Bir çöl rüzgarı havasından beklemeksizin kendi etrafında dönüyor, karmaşık…

Yüzlerimizi gizliyoruz utangaç! Sızlıyor bir yer. Bilmeksiz. Mısralar dizilmenin kuytusuz bir karanlık. Yüreği döven durdurak bilmeyen. Ölüm paramparça delik deşik! Ellerimden daha sıcak.Köy meydanına dikili bir infaz anıtı! İsimsiz ve kusursuz…

Beklemekte usta sevgili selvi. Bir söğüt ince ve kırılmakta amansı rüzgarın. Evin önüne dikili cellad! Soğuk ve durmuş, ölüme…

And içilmişti selvinin ölümünden, sorumlu ve dik. Keskin! Tanrısal ritüel edasında ölüm. Çocuk ağlamaklı, açlıktan değildir. Giden annenin yokluğuydu. Ağlamaklı…

Cellad kuşanmış zülumlü sevda. Sıkıyor çığlıksız.

Bir gözyaşı dökülür. Elmas akıyor, tuzlu ve dondurucu. Titrek dudağa varana dek. Susuz bir dil, titrek ve tutuk. İnliyor yüreğinden. Bpğazı çatlamış susuz. Bir kanesi düşer kıraç boğaza…Tuzdan kristal gözyaşına karışmış Kutsal

Namluya sürülmüş mermi. Ellerine sıkışmış bir tutam saç buz kezilmiş ve işlevsiz. Su damlıyor. Çamurdan beyz bir tülbent. İnfazın sessizliğinden mert…!

“-“Anlatatma Hikayemi!” dercesine bedenini dağlamış. Kor ateşten.”

“Susyorum…”

Jiyanmunzur

Page 29: TOPRAKSIZLAR! · “Mevsim çıplak, yağmur çıplak. Zaman gecenin hoyratlığında. Koşmak o kırık düş mevsimine… Yaprakların ıslak hali Titrek Yanı başımıza yağan

Islak taşlardan bir ayak tıkırtısı, Sövüyor ana avrat, Yurtsuz! Elleri titrek! Birazdan tükürecek yüzümüze...

Şimdi lanetyeceğiz kendimizi. Ruhumuza işlenmiş tüm fahişeliklerin tanrısına söveceğiz. Köşe başında sokağın sahibi. Kirli!Ve; 16’sın ilk dumanı çekiyor bedenine doğru. Ay ışımış Surlara... Ve; Tetik soluksuz karanlık sokakta...Bağlamadan ince bir tını dağılıyor dağ başlarına, Ve; gülümsüyor zamana, ölüme, tanrıya...

Tanrı infaz edildi karanlık kuytuda, bir çocuk sekiyor ağır evine doğru! Bir deli çığlık çığlığa koşulsuz nefessiz... Vurdum!!!

Urgan sallanıyor rüzgarda, Kuzgun bir çare, Yer gök kızıl! Ve açılır zalimin fetvası...Gece ağır, yorgun çöküyor gözlerine, Zifiri, ve soğuk bir hücre... Mecalsiz sabahı düşlüyor...

Bir kadın bin yıllardır cocugunu arıyor sokaklarda...

Topraksızlar...

Alacadır tanrı ve dağdan yükseliyor kızıla sarıya,İlk sevmesinde bir kurşun yarasıdır...Kanıyor bedeni diri ve mert kadın...!

Kaç binyıllık sancıdır, Bir kadın daha deşer karnını.!Neyin merhametini bekler ki? Çığlık çığlığa bir umut!

Gidenler hep giderler...Hangi öyküyü taşırlar sırt çantalarında..Neye sığar ölümleri..Nepal de bir kadın ağlıyor.

Düş bitti!Ve başladı kavga çocuklar düştüler en önce sonra bıyıkları yeni terli erkekler!Duyuyor musun Babil de ağlayan kadını

Soğuk ve karanlık bir kış gecesi gördüm yüzünü..Ay parlıyordu yüzünde elleri karnında kibeleymiş adı 6000 yıldır sancılı !

Topraksızlar

Daha ne kadar katedeceğiz bu mecalsiz yolları. Zaman neçar. Karanlık çökmüşse ilk kurşun sesidir başlayan hikaye... Çekiliyoruz kendi içimize korkudan yana.

Ve sabaha kaç ölü uyandık dersin? Mecalsiz anlamsız soruların tüm karmaşası. Aydınlık ile o karanlığın arasında ki o ince çizgi neydi... Onu anlamlı kılan neydi... Bir yolculuk düşlüyorum Sis çökmüş düşüncelerime... Kar düşüyor dudaklarına. Nehir taşıyordu zamandan.. İlk eriyen Kardan... Kaç bahar sabahında uyanıp yaşayacaktık. Bu sabah kaş kişi eksildik mecalsiz... Bir patikayı izliyorduk. Adımlarımızda toprak kokusu... Bir Kar tanesi düşe dursun. Nefesin durdurak bilmeyen hikayesindeydik.

Daha ne kadar yaşayacaktık?

Rüzgar ne de sert esiyor. Durdurak bilmeden kentin duvarlarını yalayıp geçiyor... Gece çökmüş üzerimize, bir ölümdür kuytuya saklanan. Sokakta infaz! Vurulmuştuk biçare, öldürülmüştük suskun! Sustuk! Dillerimiz kusursuz... Baktık yoksun ve yitik... Güldük, öfkelendik,uyuduk bir vakit, çiyan koynumuza. Ve; Bu kente karalık çöker ilk kurşun sesine. Doğan ve doğmuş güneşe dek! Karanlığı dövüyordu nasırlı titrek el. Kan sızıyor gecenin uğultusundan.

Ölmek dedi tanrı!;”Yitirmeye başladığımız gülüşlerden, sonra ki ilk nefesinizde hissettiğinizdir!” Nasıldı ilk tanrı deyişimiz. “Nasıldı ilk gözlerimizden akanı kanı bir kadının tenine damlattığımız an.” Tarihi yoksulluklarımız vardı, yitirilmiş çağlar. Kaybedilmiş anılar. Su-sanlar ve daima susacak olanlar. Susardık içten içe, gözlerimizden yabancı iyi insanlar ölüyordu. Yitiriyorduz... Gömüyorduk mezarlarımıza. Bilmediğimiz bir ölüm vebasının tan vakti. Kara dikeni saplar yüreğimize acısını bekliyoruz! Tüm sular şimdi durgun ve kirli... Mevsim ölüyor. Varsın ölsün.

Page 30: TOPRAKSIZLAR! · “Mevsim çıplak, yağmur çıplak. Zaman gecenin hoyratlığında. Koşmak o kırık düş mevsimine… Yaprakların ıslak hali Titrek Yanı başımıza yağan

Biliyoruz umursamayacaksınız ama ben yine de konuşacağız zira bundan önce konuştuklarımızı da siz umursayın diye konuşuyoruz. Neden yazmayı tercih ettiğimizi bilmiyo-rum aslında biliyorum kimseye yalnızlığımı anlatamıyoruz, hep biz varız diyip duruyorlar oysa Sartre şunu söylemişti ; Yalnızlık; düşündüklerinizin kafanızın duvarlarına çarpıp tekrar içeride kalmasıdır.' Sartre bu söyler söyler durur.

Hane en dip var ya İşte yalızlıkların en dipindeyken... Toplumsal durumların analizcilerinin bıkkınlık yaratan söylemlerini, toplum anormal bulmasa da ve benim düşündüklerimizi toplum içerisindeki davranışlarımızı kabullenmemelerini elbette bende hoş karşılamıyoruz. Tam da bunun aksine toplumun ve tanrıların istediği bir birey olmamak adına ciddi girişimleri içerisindeyiz. Misal hepiniz uyuyorsunuz ya da herkesin uyuduğu saatte uyumuyoruz. Erkeklerin kadınlarını becerdiği saatler yine uyumuyoruz. Yeraltında insanların bedenlerini uyuşturduğu saatlerde uyumuyoruz. Uykuyu sevmediğimiz anlamına gelmez, Bilmiyoruz belki de böylece zamanımı bu şekilde değerlendirmeyi ve geceleri seviyoruz..."Bir yazıda onlarca devrik cümle kurmayı seviyoruz... Biliyoruz demiyoruz bilmediğimizide bilmiyoruz... Nem kokusu duşmuş yatağın yalnızlığı... bundan kötüsü yoktur herhalde Çevrenize bakın, ne göreceksiniz burada size bir bardak çayın huzurundan bahsetmiyorum yaşamınızın gereksizliğinden bahsediyorum, doğa da tüketilecek hiçbir şey kalmadığında insan paranın yenilemeyecek bir şey olduğunu anlayacaktır diyen kızılderili’nin topraklarını alan-lardan intikam yeminleri hala kulaklarımızda yankılanıyor ve buda gösteriyor ki hiçbir şeyden intikam alamazsınız, ve hiçbir şey aslında size ait değildir. Zamansızlığın savaşında, tükenmişin ardından…

Ve;Zamanın içinde hep birileri haklıydı…Bakışımızdan kaçan ama sevdiğimiz hayaletler ise RUHUMUZDA!Kana alışmış bu topraklar, Topraksızların kanına, yoksulun kanına! Bir gıdım barış, Bir kan deresi!…

Düşüncelerimizin ölüyor ve bundan hepimiz sorumluyuz. Tıpkı bizim gibi! Tüm sorumluluğumuz haz safhasına ulaşma gibi. Ulaşamadığımız noktada hayıflanırız tıpkı toplu-mun yaşlısı gibi suçlu ararız. Şizofren toplumun adaleti gibi! Cesareti sergileyemiyor ve kokup ölümü tercih ediyoruz. Cesareti ya da deliliği sergileyemiyorsak korkaklardan yana olup kend-imizi becereceğiz. Sevgilerimiz uyku tarzında bir tatmin noktasıdır, tatmin olduysak seviyoruz ve de iyi bir uyku çekmişiz demektir.Becerilmiş beyinlerimizi sularken aslında benliklerimiz sorgulamalarından bir şey kalmamıştır. Ölüm sizler ya da benim için kahramanlıktır. (not; Kahramanlıklar devri kapanmıştır.)Becerilmiş bir edebiyat teorisi değildir ya da felsefesi!Algılarımız bizlere beyazın temiz ve iyiliğini anlatır gibi, Oysa asıl temizlik kirlenmiş ardında kalmış lekededir.Beyazlar kocaman birer yalandır. Sanat değil bu bir anlam ifade etmesi için değil. Aşağıda ki resim, sadece karalanmış ya da boyanmış bir kağıt…Kötü hissedebilirsiniz!Bazı ilhamlar cennetten gelir…Özgürlükler ve görevler gibi, Hem masum hemde canavarca kibrin örneklerini oluşturan bazıları, yüzlerinde yükseltilmiş bakışları yaşıyor.Asellette pozlar vermeyi başarırlar!Edgar Degas deyişle; “Biz kendimizi mümkün olduğu kadar bilgece avutacağız!” Topraksızlar...

TOPRAKSIZLAR...!