Upload
others
View
8
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
1
TSRM İzmir Sempozyumu / 2-3 Haziran 2018
2
TSRM İzmir Sempozyumu / 2-3 Haziran 2018
İÇİNDEKİLER
Sayfa
DAVET 3
KURULLAR 4
BİLİMSEL PROGRAM 5-6
SÖZEL BİLDİRİLER 7-39
3
TSRM İzmir Sempozyumu / 2-3 Haziran 2018
Değerli TSRM dostları,
Güzel İzmir’de yeni bir bilimsel etkinlikle karşınızdayız. Kasım ayındaki ana kongremiz öncesi
en iddialı bilimsel etkinliğimizi yine İzmir’de gerçekleştiriyoruz.
İlk tüp bebek Louise Joy Brown doğalı tam 40 yıl oldu.
Nobel ile taçlanan üremeye yardımcı tedavi teknikleri çocuk sahibi olamayan çiftler için
yepyeni bir çığır açtı ve bu dönem zarfında aksi taktirde dünyaya gelemeyecek 6 milyondan
fazla insanın doğumuna vesile oldu.
İşte TSRM sempozyumunda bu zaman tünelinin sizin için aydınlatıldığını ve 40 yılda infertilite
alanında nereden nereye geldiğimizi ve nereye gittiğimizi zevkle izleyeceksiniz.
Wyndham Otelde ki bu toplantıda tüm meslektaşlarımızı ve üreme sağlığı alanında çalışan tüm
profesyonelleri ve eğitimleri devam etmekte olan bilim insanlarını aramızda görmekten çok
mutlu olacağız.
Hepinize en içten saygı ve sevgilerimizi sunuyoruz.
Prof. Dr. Ahmet Zeki Işık TSRM Derneği Başkanı
4
TSRM İzmir Sempozyumu / 2-3 Haziran 2018
Düzenleme Kurulu Prof. Dr. Ahmet Zeki Işık Prof. Dr. Erbil Doğan Kongre Bilimsel Sekreteryası Dr. Funda GÖDE TSRM Yönetim Kurulu Prof. Dr. Ahmet Zeki IŞIK (Başkan) Prof. Dr. Yakup KUMTEPE (2. Başkan) Prof. Dr. Ömer Erbil DOĞAN (Sekreter) Prof. Dr. Gürkan BOZDAĞ (Sayman) TSRM Yönetim Kurulu Üyeleri (Soyadı sırasına göre) Op. Dr. Süleyman AKARSU Prof. Dr. Barış ATA Prof. Dr. Cem Somer ATABEKOĞLU Doç. Dr. Berrin AVCI Embriyolog Başak BALABAN Doç. Dr. Berfu DEMİR Prof. Dr. Esra Bulgan KILIÇDAĞ Doç. Dr. Mehtap POLAT Doç. Dr. Hüseyin YEŞİLYURT TSRM Danışma Kurulu Prof. Dr. Bülent URMAN Prof. Dr. Hakan YARALI Prof. Dr. Faruk BUYRU Prof. Dr. Cemal POSACI Prof. Dr. Sedat KADANALI
5
TSRM İzmir Sempozyumu / 2-3 Haziran 2018
6
TSRM İzmir Sempozyumu / 2-3 Haziran 2018
7
TSRM İzmir Sempozyumu / 2-3 Haziran 2018
SÖZEL
BİLDİRİLER
8
TSRM İzmir Sempozyumu / 2-3 Haziran 2018
S1 - HİPNOFERTİLİTENİN INVİTROFERTİLİZASYON TEDAVİ
SÜRECİNE ETKİSİ: OLGU SUNUMU
Sevcan FATA1, Merlinda ALUŞ TOKAT1, Ömer Erbil DOĞAN1, Recep Emre OKYAY1,
1Dokuz Eylül Üniversitesi,
İnfertilite tedavisindeki olumlu gelişmeler her geçen gün artsa da, stres kadın fertilitesi üzerinde olumsuz
etkisi bilinen fakat en çok ihmal edilen durumdur. Hipnofertilite yöntemi kadınları tedavi sürecinde
rahatlatmak amacıyla kullanılabilecek bir yöntemdir. Temeli hipnoza dayanan güçlü ve etkili beyin-
beden programıdır.
Bu vakada açıklanamayan infertilite sorunu yaşayan kadına rutin tedaviye ek olarak uygulanan
Hipnofertilite yönteminin tedavi sürecine etkisi tartışılmıştır.
Hipnofertilite kadına 4 aşama şeklinde uygulanmış ve tedavi sürecine etkisi değerlendirilmiştir. 1.aşama
(tedavinin ilk günü): Kadınla yapılan ilk görüşmede kortizol düzeyi ve fertilite için ne kadar hazır olduğu
değerlendirildi. Kortizolü ölçmek için steril idrar kabına tükürük örneği alındı, laboratuvarda çalışıldı.
Kadının uygulama öncesi kortizol değeri 156.85 nmol/L, yüksek bulunmuştur (referans aralığı: 3.5-45
nmol/L). Fertiliteye hazır olma durumu ise “Fertilite Hazıroluşluk Ölçeği” (min: 23, max: 155)
kullanılarak değerlendirildi. Kadının ölçekten aldığı ilk puan (75) fertilite hazıroluşluğun iyi düzeyde
olduğunu göstermektedir. Ölçümlerden sonra kadına stresin üremeye etkisi görseller kullanılarak, soru-
cevap şeklinde anlatıldı. Bilincin bedenimizi ve fertiliteyi nasıl etkilediği anlatıldı ve bilinç kelimelerden
etkilendiği için olumlu kelimeleri kullandığında bilincin olumlu etkileneceği örneklerle vurgulandı.
Olumlu kelimeleri/cümleleri nasıl oluşturacağı öğretildi. Bir sonraki kontrole kadar tedavisine ilişkin
olumlu cümleler oluşturması istendi (Örneğin; Beynim ve bedenim gebe kalmaya hazır). Olumlu
cümleleri evde en sık gördüğü yere asması da istendi. Bilincin yanısıra bilinçaltının fertilite sorunu
yaşayan kadınlarda bedeni nasıl etkilediği açıklandı ve bilinçaltını olumlu etkileme yolları olan
görselleştirme, hayal etme ve gevşemenin fertilite üzerindeki olumlu etkisi anlatıldı. Eğitim arasında
beyin-beden egzersizleri, görselleştirme, hayal etme ve gevşemeler yapıldı. Gevşeme egzersizini hergün
dinlemesi için ses kaydı olarak verildi. 2.aşama (tedavinin 2. kontrol günü): InVitroFertilizasyon (IVF)
tedavisi boyunca yapılacak işlemler görsellerle anlatıldı. Uygulamış olduğumuz Hipnofertilitenin bu
tedavi aşamalarında gün gün nasıl kullanılacağı anlatıldı. Kadından istediğimiz olumlu cümleler
değerlendirildi (…Sağlıklıyım ve yumurtalarım mükemmel çalışıyor, hamile kalmaya ve anne olmaya
hazırım, …). Kadın bu olumlu cümleleri buzdolabına asmış ve hergün gevşeme yapmıştı. Kortizol
değeri (7.81 nmol/L) ve ölçek puanına göre (107) kadının da ifade ettiği gibi eğitim sonrası rahatladığı,
gebe kalmaya psikolojik olarak daha hazır olduğu söylenebilir. 3.aşama (Oosit Pick-Up (OPU) günü):
Hergün gevşemeleri uygulayan kadının kortizol değeri (17.94 nmol/L) 2. kontrole göre yükselmiş olsa
da uygulama öncesine göre çok düşük bir değerdir ve OPU gibi stresli bir işlemde kadının ne kadar rahat
olabildiğini göstermiştir. Kadına OPU öncesi gevşeme yaptırıldı, anestezi etki edene kadar gevşeme
müziği dinletildi ve işlem sonrası kendini iyi hissetmeye başladığında tekrar gevşeme yaptırıldı. 4.aşama
(Transfer günü): Transfer gününe kadar gevşemelere hergün devam eden kadının son kez kortizol düzeyi
ve fertilite hazıroluşluğu değerlendirildi. Kortizol değerine göre (13.58 nmol/L), kadınlar için en stresli
geçen günlerden birinde bile kadının rahat olabildiği saptanmıştır. Ölçek puanı da (109) kadının
uygulama sonuna doğru her geçen gün daha hazır olduğunu göstermiştir. Gevşemeden sonra transfer
sırasında gevşeme müziği dinletildi ve işlem sonrası tekrar gevşeme yaptırıldı. Gebelik testine kadar iki
günde bir gevşemelere devam eden kadın gebeliğe hazır olduğunu ve kendini iyi hissettiğini ifade etti.
Sonra da pozitif gebelik sonucu elde edildi.
Kadından Hipnofertilite uygulamasını değerlendirmesi istendiğinde süreç boyunca çok rahatlatıcı
olduğunu, kendini değerli hissettiğini ve yalnız hissetmediğini ifade etti.
9
TSRM İzmir Sempozyumu / 2-3 Haziran 2018
S2 - ENDOMETRİOMA CERRAHİSİ SONRASI 30 AY DİENOGEST
KULLANAN BİR OLGU
Fatih KESKİN1, İsmail BIYIK2,
1Mustafakemalpaşa Devlet Hastanesi, 2karacabey Devlet Hastanesi,
Endometriozis endometrial bez ve stromanın uterus dışındaki varlığı olarak tanımlanır. Üreme çağındaki
kadınların % 10’unu etkilemektedir. Özellikle ağrı şikayeti olanlarda ağrı kontrolü için non steroid
antiinflamaturar analjezikler ve hormonal tedaviler kullanılmaktadır. Cerrahi sonrası nüksün önlenmesi
amacıyla da çeşitli medikal tedaviler uygulanmaktadır. Dienogest endometriozisin medikal tedavisinde
ve cerrahi sonrası nüksün engellenmesi amacıyla kullanılmaktadır. Cerrahi sonrası dienogest kullanımı
genellikle 1 yıl ile sınırlanır. Dienogestin 1 yıldan daha uzun süre kullanımı ile ilgili literatürde sınırlı
veri bulunmaktadır. Bu olgu sunumunda hekimin bilgisi dışında, kontrolsüz olarak cerrahi sonrası 30 ay
dienogest kullanan bir olguyu sunmak istedik.
41 yaşında nulligravid, kadın hasta akut batın tablosu ile başvurdu. Hastanın dismenore ve disparoni
şikayeti olduğu öğrenildi. Ultrasonografide sol overde 8 cm boyutunda kist ve batında yaygın sıvı tespit
edildi. Acil laparatomi yapıldı. Batın içinde ile yaklaşık 1 litre endometrioma içeriği ve douglas
boşluğunun oblitere olduğu görüldü. Sol overdeki endometrioma çıkarıldı, batın içi temizlendi. Hastaya
operasyon sonrası dianogest 2mg/gün başlandı. 30 ay sonra polikliniğe başvuran hastanın anamnezinde
dienogest tedavisine kesintisiz olarak devam ettiği öğrenildi. Pelvik ağrı şikayeti ve ultrasonografide
nüks bulgusu yoktu. Laboratuvar sonuçlarında FSH: 8.7 mlU/mL, estradiol: 40 pg/ml, 25OH Vit D: 35.4
ng/ml (optimal düzey 25-80) olduğu görüldü. 25 OH Vit D düzeyine, vitamin D ve kalsiyum
kullanmakta iken bakıldığı öğrenildi. Hastanın giyim tarzı ve sosyal yaşamı nedeniyle yeterli güneş
görememesi nedeniyle vitamin D ve kalsiyum takviyesi aldığı öğrenildi. DEXA taraması sonucunda
femur dansitometrisi T skoru: -1.0 ile normal sınırlarda iken spina dansitometri T skoru: -1.1 ile hafif
osteopenik izlendi (Şekil 1). Hastaya fizik tedavi poliklinik kontrolü önerildi.
Dienogest endometriozis tedavisinde etkili olmasına rağmen neden olduğu adet düzensizliği nedeniyle
uzun süreli kullanımda hastalar tarafından bırakılabilmektedir. Ayrıca 6 aydan uzun süre kullanımı
sonrası kemik mineral dansitesinde azalma uzun süre kullanımı sınırlamaktadır. Chandra ve ark.
endometrioma cerrahisi sonrası kesintisiz, ortalama 12 ay dienogest kullanan kadınlarda dienogestin
hastalar tarafından tolere edilebilir ve güvenli olduğunu belirtmişlerdir (Chandra A, 2018). Seo ve ark.
prospektif çalışmasında conservatif endometrioma cerrahisi sonrası en az 12 ay dienogest kullanan
kadınları incelemişler, dienogestin kemik mineral dansitesi üzerinde olumsuz etkisi olduğunu
bulmuşlardır. Üstelik bu olumsuz etkinin dienogest tedavisinin ilk 6 ayından ortaya çıktığını
belirtmişlerdir (Seo JW, 2017). Park ve ark. retrospektif çalışmalarında 12 aydan uzun süre dienogest
kullanımının ağrı semptomlarını azalttığını göstermiş, kemik dansitometri takibi yapılmasını
önermişlerdir (Park SY, 2016). Momoeda ve ark. 52 hafta dienogest kullanan endometriozis tanısı olan
kadınları inceledikleri çalışmasında, uzun süre dienogest kullanımının etkili olduğunu ancak kemik
mineral dansitesinde hafif azalmaya sebep olduğunu bildirmişlerdir (Momoeda M, 2009). Bu olguda 30
ay dienogest kullanımı etkili olmuştu ancak dansitometri değerlerinde azalma görüldü. Olgunun
dienogest kulanımı öncesi kemik dansitometri değerleri olmadığı için son değerler ile karşılaştırma
yapamadık. Konservatif endometrioma cerrahisi sonrası dienogest kullanılmaktadır. Mevcut literatür 12
aya kadar kullanımının etkili ve tolere edilebilir olduğunu göstermektedir. Daha uzun süre kullanımını
öneren yeterli veri bulunmamaktadır. Mutlaka uzun süreli kullanılması gerekli ise kemik mineral
yoğunluğunun değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyoruz.
10
TSRM İzmir Sempozyumu / 2-3 Haziran 2018
S3 - PREMATÜR OVER YETMEZLİĞİ OLAN KADINLARDA
MİNİMAL STİMULASYONLA DUAL OOSİT TOPLANMASI VE AYNI
SİKLUSTA EMBRYO TRANSFERİ(KARADENİZ PROTOKOLÜ)
Şafak HATIRNAZ1, Ebru Saynur HATIRNAZ1, Alper BAŞBUĞ2,
1Medicana International Samsun Hastanesi, 2Düzce Üniversitesi,
PREMATÜR OVER YETMEZLİĞİNDE DUAL OOSİT TOPLANMASININ KONVANSİYONEL
OVER STİMULASYONU İLE KARŞILAŞTIRILMASI
Bu çalışmaya 51 POY hastası dahil edilmiştir.Erken foliküler fazda 12 mm üzerinde folikülleri olan
hastalara folikül aspirasyonu yapılmış ve hemen over stimulasyonu eklenmiştir(n=14)İlk toplamadan
embryo gelişimi olduysa vitrifiye edilmiş ve aynı siklusta ikinci oosit toplama işleminden sonra embryo
transferi yapılmıştır.İkinci grup ise konvansiyonel over stimulasyonu alan 37 hastayı içermektedir.
Gruplar temel veriler açısından benzerlik göstermiştir.Estradiol düzeyleri dual trigger grubunda daha
yüksek saptanmıştır (p<0.001). Toplam OPU sayısı grup 2 de daha fazladır(p<0.001). Grade II embriyo
sayısı Grup 1 de fazladır(p=0.029),bununla birlikte Grade III embriyo sayısı Group 2 de daha fazla
gözlenmiştir (p=0.026). Fresh ET oranı Group 1de daha fazladır (p=0.017). There was a higher clinical
pregnancy and live birth rates in the dual trigger group, but did not reach statistical significance (28%
vs. 8%, p=0.08)
Erken folikül aspirasyonu ve akabinde minimal over stimulasyonu ve aynı siklusta embryo transferi
daha yüksek sayıda oosit eldesi sağlaryabilir ve daha iyi reprodüktif sonuçlar doğurabilir
11
TSRM İzmir Sempozyumu / 2-3 Haziran 2018
S4 - FİX FSH-HCG PRİMİNG IVM SİKLUSLARINDA ERKEN
ÖSTROJEN BAŞLANMASININ İMMATÜR OOSİT ELDESİ ÜZERİNE
ETKİSİ:TANIMLAMALARIN KARŞILANMASI
Şafak HATIRNAZ1, Ebru Saynur HATIRNAZ1, Mine KANAT-PEKTAŞ2, Hakan
DEMİRCİ3, Samer TANNUS4,
1Medicana International Samsun Hastanesi, 2Kocatepe Üniversitesi,Kadın Hastalıkları Ve Doğum,
3Bursa Yüksek İhtisas Hastanesi, 4Mc Gill University,
Kombine fsh-Hcg Priming IVM sikluslarına erken östrojen ile başlanmasının immatür oosit ve klinik
sonuçlar üzerine etkilerini belirlemek
Tasarım: Retrospektif vaka kontrol çalışması Ayar: özel destekli üreme merkezi Hastalar: Polikistik
over sendromu (PKOS) olan 120 kadın ve açıklanamayan infertilite olan 41 kadın Ana sonuç ölçü (ler)
i: Olgunlaşmamış oosit alma, klinik gebelik ve canlı doğum oranları
Bulgular: PCOS hastaları ve açıklanamayan infertilitesi olan kadınlar, olgunlaşmış oositler, döllenmiş
oositler, embriyo transferi, grade ve kalite açısından istatistiksel olarak benzerdi (hepsi için p> 0.05).
Açıklanamayan infertilitesi olan kadınlarla karşılaştırıldığında, PCOS hastalarında vücut kitle indeksi
anlamlı olarak daha yüksekti (22.5 ± 1.6 vs 26.2 ± 5.9 kg / m2, p = 0.001), daha az toplanan oositler
saptandı (20.7 ± 4.8'e karşı 12.9 ± 6.2, p = 0.001) ve daha az GV oositi elde edildi (9.0 ± 2.6'ya karşı
6.3 ± 4.3, p = 0.001) ve daha yüksek olgunlaşmış oosit sayısına ulaşıldı (5.0 ± 2.1'e karşı 8.0 ± 3.2, p =
0.001). Klinik gebelik ve canlı doğum oranları sırasıyla% 47.8 ve% 37.9 idi. PKOS'lu hastalar ve
açıklanamayan infertilite istatistiksel olarak benzer klinik gebelik (% 49.2 vs% 43.9, p = 0.560), canlı
doğum (% 37.5'e karşı% 39, p = 0.862) ve ikizleşme oranlarına sahipti (% 6.7'ye karşılık% 7.3, p =
0.712) ).
Optimal bir IVM siklusu, kabul edilebilir oosit maturasyonu, fertilizasyon ve klinik gebelik oranlarına
izin verecek olan FSH-hCG priming ve erken başlangıçlı östrojen takviyesi olabilir. FSH priming,
primordial foliküllerin büyümesini aktive ederken, erken başlangıçlı estrojen takviyesi, olgunlaşmamış
oositlerin elde edilmesini indükleyebilir.
12
TSRM İzmir Sempozyumu / 2-3 Haziran 2018
S5 - OOSİT DONASYONUNU REDDEDEN OOCULT PREMATÜR
OVER YETMEZLİĞİ HASTALARINDA RANDOM START VE
KLOMİFEN SİTRAT+GONADOTROPİN SİKLUSLARININ
KARŞILAŞTIRILMASI: BİR RETROSPEKTİF KOHORT ÇALIŞMA
Şafak HATIRNAZ1, Alper BAŞBUĞ2, Süleyman AKARSU3, Ebru Saynur HATIRNAZ1,
Michael Haim DAHAN4,
1Medicana International Samsun Hastanesi, 2Düzce Üniversitesi, 3Yüksek İhtisas Üniversitesi, 4Mc Gill
University,
Bu çalışmanın amacı occult POI hastalarında random start protokol ile klomifen sitrat+gonadotropin
tedavileri alan kadınların klinik sonuçlarının karşılaştırılmasıdır.
1 Şubat 2009 ve 30 Mayıs 2016 tarihleri arasında tedavi uygulanan 41 kadın random start protokolü ile
tedavi edilirken, 48 vakada clomiphene ve gonadotropins ile over stimülasyonu yapıldı. Dahil edilen
tüm olgular 4 aylık oligo-ovülasyon, foliküler uyarıcı hormon düzeylerinin 30 IU / L'nin üzerinde ve
anti-mullerian hormon düzeylerinin 0.30ng / ml'nin altında bulundu. Spontan folikülojenez meydana
gelene kadar 3 aya kadar takip edilen hastalara random start protokolü uygulanmıştır. Toplanan
oositlerin, olgun oositlerin, döllenmiş oositlerin ve grade II embriyoların ortalama sayısı random start
protokolünde anlamlı olarak daha yüksekti. Gonadotropin uygulaması ve hCG dozları random start
protokolünde anlamlı olarak daha düşüktü.
Klinik gebelik ve canlı doğum oranları random start protokolünde anlamlı olarak daha yüksekti.
Occult POI olgularında over stimulasyonunun çok az fayda sağlayacağı açıktır.Spontan
folikülogenezinbeklenmesi daha iyi klinik sonuçlar doğurur ve daha az oosit toplama işlemine sebep
olur
13
TSRM İzmir Sempozyumu / 2-3 Haziran 2018
S6 - ERKEK İNFERTİLİTESİNDE GENETİK FAKTÖRLERİN ROLÜ
Serdar YÜKSEL1, Özgür EROĞLU2, Hacer ÇİL3,
1MİLLİ EĞİTİM BAKANLIĞI, KİRAZ MTAL, İZMİR, 2Van Eğitim Ve Araştırma Hastanesi,
Androloji Ana Bilim Dalı, VAN, 3SAĞLIK BAKANLIĞI, Sağlık Hizmetleri Genel Müdürlüğü,
ANKARA,
Sperm üretiminin başarı ile sonuçlanabilmesi için çok sayıda farklı genin birlikte çalışmasının gerektiği
düşünülmektedir. Buna karşın erkek infertilitesi rutin uygulamalarda sadece birkaç genin polimorfizmi
ile ilişkilendirilmiştir. Maalesef erkek infertilitesi ile ilgili model oluşturmak için yeterli düzeyde hayvan
deneyi de yapılmış değildir. Uygulamada Y kromozomu mikrodelesyonları, kromozomal
translokasyonlar, karyotip analizleri, konjenital vas deferens agenezisine sebep olan kistik fibrozis
transmembran kondüktans regülatör protein mutasyonları ve sperm genetik testleri mevcuttur. Bu testler
ise erkek infertilitesine sebep olan genetik faktörlerin sadece %20’sini açıklayabilmektedir. Geriye
kalan %80’lik kısım ise idiopatik olarak sınıflandırılmaktadır. Biz bu çalışmada bahsedilen %20'lik
kısımdaki en çok kullanılan genetik testler hakkında bilgi vermeyi amaçladık.
Konu ilgili güncel makale ve kitaplardan (Hotaling ve Carrel 2014, Costabile 2013, Özpak ve Pazarbaşı
2011, Zamelczyk et al 2010, Sakthivel ve Thangaraj 2015, Karanfilska et al 2012, Flyn et al 2010, Koşar
ve Özçelik 2007,Küçük aslan et al 2011,Yiğin ve 2016, Etem et al 2009,Barış et al 2004, Gökçe 2011,
Hasdemir et al 2016, Erdemir et al 2011, Öztürk İnal et al 2017), klinik Genetik laboratuvarı
deneyimlerimizden yararlandık.
Araştırma sonuçlarımıza göre erkek infertilesinin teşhisinde en yaygın olarak kullanılan genetik testler
şu şekildedir: 1-Karyotip analizi: Erkek infertil hastalarda kromozomal bozukluklar normal popülasyona
göre 10 kat daha fazla görülmektedir. Karyotip analizinde kromozomal translokasyonlar, inversiyonlar,
anöploidi, marker ve ring kromozomlar, mozaik sayısal ve yapısal kromozom anomalileri tespit
edilmektedir. Sayısal kromozom anomalilerinden Klinefelter sendromu (47,XXY) ve mozaik
Klinefelter sendromu (47,XXY)/(46,XY) erkek infertil hastalarda en çok rastlanan olgulardır. Bu
hastalarda FSH ve LH oldukça yüksektir, testisler 10 cc’den küçüktür fakat mikrotese den başarılı sonuç
alınabilir, bunun nedeninin spermatogoniaların ilginç bir biçimde 46,XY kromozom yapısında
olmasıdır. Karyotip analizinde ayrıca mozaik Y, dallanmış, isodisentrik ve ring Y kromozomları tespit
edilmektedir. Bazı durumlarda erkek hastanın karyotipi 46,XX görülmektedir. Bu durum Y üzerinde
bulunan SRY geninin otozomlara translokasyonu ile açıklanmaktadır. Fakat bu hastalarda AZFa, AZFb
ve AZFc bölgelerini taşıyan spermatogenezis genleri (AZFa-USP9Y, AZFa-DBY, AZFb-RBMY,
AZFb-PRY, AZFc-DAZ,) bulunmaz, bu nedenle bu hastalarda mikrotese ile de sonuç alınamaz. 2-Y
Kromozomu mikrodelesyonları: Y koromozomu üzerinde bulunan AZFa, AZFb ve AZFc bölgelerindeki
delesyonlar spermatogenezi etkilemektedir. Bunlardan TESE için en uygun olanı AZFc delesyonudur.
Gonadların farklılaşmasında testis oluşumunu tetikleyen SRY genidir. Bu gen Y kromozomunun p
kolunda bulunmaktadır. Y kromozomunun q kolunda bulunan DAZ (deleted in azospermia), RBM
(RNA binding motive) ve YRRM (Y kromozomu DNA tanıma bölgesi) genlerinin spermatogezde etkili
olduğu bildirilmiştir. DAZ geninin homoloğu olan DAZH geni insanda 3. kromozomda bulunmaktadır.
DAZ geni yetişkin testislerinde eksprese olmaktadır. Ayrıca CDY geni histon replasmanında, TSPY
geni ise spermatogenez peryodunun, zamanının ayarlanmasında görevlidir. 3-FSH – LH reseptör
anomalileri, FSH reseptör polimorfizmleri, testislerin inmesinden sorumlu olan INSL3 (insulin like
peptide 3) ve kriptoorşidizm geni (RXFP2) polimorfizmi, FSHβ alt birimini sentezleyen genlerin
polimorfizmi, FSH hormonu reseptör genine (FSH-R) ait değişiklikler, testosteron:östradiol oranında
artışa ve aromataz enziminde yükselmeye neden olan CYP19A1 genindeki mutasyon belirlenmesine
yönelik diğer genetik testler de mevcuttur.
Östrojen reseptör düzenleyicileri, aromataz inhibitörleri, gonadotropin tedavisi, dışarıdan FSH verilmesi
gibi hormon tedavilerine ve TESE operasyonlarına karar verme durumlarında, hastanın tedaviye yanıt
verme ve hastanın durumunun netleştirilmesi bakımından genetik testler önem taşımaktadır.
14
TSRM İzmir Sempozyumu / 2-3 Haziran 2018
S7 - ERKEK İNFERTİL HASTALARDA SPERM İLERİ
HAREKETLİLİĞİ VE VİSKOZİTESİ ARASINDAKİ İLİŞKİ
Serdar YÜKSEL1, Özgür EROĞLU2, Kasım ERTAŞ3,
1MİLLİ EĞİTİM BAKANLIĞI, KİRAZ MTAL, İZMİR, 2Van Eğitim Ve Araştırma Hastanesi,
Androloji Ana Bilim Dalı, 3Van Eğitim Ve Araştırma Hastanesi, ÜROLOJİ ABD,
İnfertilite, üreme çağındaki çiftlerin herhangi bir doğum kontrol yöntemi kullanmaksızın, en az bir yıl
düzenli cinsel ilişkiye rağmen gebeliğin oluşmaması olarak tanımlanır. Bu hastaların cinsiyete göre
dağılımı %30-40 oranında erkek, %40-50 oranında ise kadınlardan oluşmaktadır. İnfertiliteden evli
çiftlerin %15’ini etkilemektedir. Korunma olmadan geçen 12 aylık süre sonunda çiftlerin %80’i ilk 6 ay
içinde, geri kalanların ancak %10’u takip eden 6 ay içinde gebe kalabilmektedir. Dünya çapında yapılan
ve 32 kliniği içeren çok merkezli bir çalışmada, infertil çiftlerinin % 30-40’ında sadece erkek faktörü
infertilite nedeni olarak karşımıza çıkmaktadır. İnfertil olarak tanımlanan erkeklerin %12’si 4 yıl içinde
gebelik oluşturabilmektedir. Erkek infertilitesinde, ilk ve temel tetkik spermiyogramdır. Erkek infertil
hastaların etyolojileri arasında Cinsel faktörler,Ürogenital enfeksiyonlar, Konjenital anomaliler,
Varikosel, Endokrin bozukluklar,İmmünolojik faktörler,Diğer hastalıklar ve İdiyopatik semen
bozuklukları gelmektedir. Spermiyogram Erkek infertilitesinin tespit edilmesinde en önemli ve ilk
başvurulan laboratuvar tetkikidir. Spermiyogram testi ile Semen volümü (1,5ml), Total sperm sayısı (39
milyon), Sperm konsantrasyonu (15 milyon/mL), Total motilite (%40), Progressive motilite (%32),
Vitalite (canlı sperm, %58), Sperm morfolojisi (normal formlar, %4), pH (>7.2), Peroksidaz-pozitif
lökosit ( <1.0 milyon / ml), Viskozitesi normal olmalıdır. Sperm normalde semen hafifçe visköz yani
kıvamlıdır. Prostatit, vezikülit gibi kronik enfeksiyonlarda viskozite artmış olabilir. Viskozite artışına
bağlı olarak sperm ileri hareketliliği de azalabilir. Sperm morfolojisi ve hareketliliği sperm
fonksiyonunu gösteren en önemli parametrelerdir. Biz bu çalışmada erkek infertil hastalarda sperm ileri
hareketliliği ve viskozitesi arasındaki ilişki olup olmadığını tespit etmeye çalıştık.
Çalışmamızda Viskozite; kategorik ve sperm ileri hareketlilik yüzdesi; sürekli verilerle ifade edilen
değerler olmaları nedeni ile, bu değerler arasındaki korelasyon ETA yöntemi (nokta çift serili korelasyon
katsayısı)ile test edildi.
Bu çalışmada kliniğimize başvuran infertil hastalarda sperm ileri hareketliliği ve viskozitesi arasındaki
ilişki araştırılmıştır. Sperm ileri hareketliliği ve viskozitesi arasındaki ilişki pearson korelasyonu analizi
tespit edilmiş olup; bulgularımız şu şekildedir. Viskozitesi normal olanlarda ileri hareketlilik yüzdesinin
ortalaması 39.5, (n = 827), standart sapması 17.2, viskozitesi normal olmayanlarda ileri hareketlilik
yüzdesinin ortalaması 42.9, (n = 249), standart sapması 19.0 olarak tespit edilmiştir. %95 güven
düzeyinde yapılan F testi sonucuna göre sperm ileri hareketliliği için anlamlılık değeri p=0,008<0,05
bulunmuştur. Sperm ileri hareketliliği p<0,05 olduğundan HA hipotezi kabul edilir. Yani; normal veya
anormal viskoziteye sahip sperm sıvılarının sperm ileri hareketliliği ortalamaları arasında anlamlı bir
farklılık bulunmaktadır (F=7,16, Serbestlik derecesi = 1). Viskozite; kategorik ve sperm ileri hareketlilik
yüzdesi; sürekli verilerle ifade edilen değerlerin arasındaki korelasyon ETA yöntemi (nokta çift serili
korelasyon katsayısı)ile test edildi.
Test sonuçlarına göre ETA korelasyonu katsayısı 0,081 bulundu. Buna göre viskozite ile ileri
hareketlilik arasında önemsenmeyecek düzeyde pozitif ilişki olduğu (<0,19) bulundu.
15
TSRM İzmir Sempozyumu / 2-3 Haziran 2018
S8 - LEİOMYOM İLE KARIŞABİLEN UTERUSUN NADİR TÜMÖRÜ:
ADENOMATOİD TÜMÖR
Ezgi ÖZSÖZ1, Çağdaş BAYRAM1,
1İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Atatürk Eğitim Araştırma Hastanesi Kadın Hastalıkları Ve Doğum
Kliniği,
GİRİŞ Adenomatoid tümörler, mezotel kökenli solid tümörlerin büyük kısmını oluşturmaktadır.
Adenomatoid tümör tüm yaş gruplarında görülebilirse de sıklıkla üçüncü ve beşinci dekadda görülür.
Tedavisi cerrahi olan bu tümörler tanı zorlukları gösterebilmektedir. Adenomatoid tümörler benign
davranışlı erkek ve kadın genital sistemde bulunan nadir neoplazmlardır. Kadınlarda en sık fallop tüpleri
ve uterusta görülürler. Radyolojik olarak leiomyom nodüllerine benzer. Bu nedenle preoperatif tanı
zordur. Histerektomi materyallerinde tesadüfen saptanırlar. Makroskobik olarak leiomyomlar ile
karışırlar. Histolojik olarak bazen lenfanjiyom veya adenokarsinom ile karışabilirler. Makroskobik
olarak solid, pembe-sarı renkte, hafif belirsiz sınırlıdırlar. Bazı olgularda infiltratif sınırlı ve
yumuşaktırlar. Kistik veya nekrotik alanlar içerebilirler. Ultrastüktürel ve immünhistokimyasal bulgular
adenomatoid tümörlerin mezotelyal kökenli olduğunu göstermektedir. İmmünhistokimyasal olarak
tümör hücreleri sitokeratin, kalretinin, vimentin, HBME-1 (anti-human mesothelioma antibody) ile
pozitif boyanır.
OLGU SUNUMU 50 yaşında bayan hasta tedaviye dirençli menometroraji ön tanısı ile İzmir Atatürk
Eğitim ve Araştırma Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum polikliniğine başvurdu. Yapılan
ultrasonografisinde uterus myomatö iri cesamette en büyüğü yaklaşık 5cmlik multiple myomlar izlendi.
Hastanın alınan smear sonucu normaldi. Hastanın rutin hemogram, biyokimya ve tumor markerlerı
normal sınırlardaydı. Hastanın MR (Manyetik Rezonans) sonucu; Uterus normalden iri, myometriumda
en büyüğü 5.5-6 cm olan hipointens çok sayıda solid nodül izlendi. En büyük nodülde şekilsiz yüksek
densiteli kısımlar görülmektedir. Lezyonların myom ile uyumlu olduğu büyük lezyondaki heterojen
kısımların dejenerasyon nekroz kanama sahalarını temsil ettiği düşünülmektedir, fizik muayene,
ultrasonografi ve histopatolojik bakı ile verifikasyon ayırıcı tanı önerilir şeklinde rapor edilmiştir.
Kanamaları tedavilere rağmen durmayan hastaya total abdominal histerektomi+bilateral
salpingooferektomi yapıldı. Gönderilen materyalin patolojik incelemesinde. Makroskopik olarak Uterus
11.5x11x8cm boyutlarında korpusu asimetrik büyümüş olarak izlendi. Uterus servikal kanal boyunca
açıldığında intramural yerleşimli sağ tarafta 7.5cm çapında solid sarmal şekilde lezyon izlendi.
Myometrium solda 3cm sağda 6cm çapında izlendi. Immunohistokimyasal incelemede hücreler ;
kalretinini, pansitokeratin, S-100, CD31 ile pozitif boyanma gösterdi. Serviks, fallop tüpleri ve overlerde
özellik izlenmedi. Histopatolojik tanı Kronik servisit, sekresyon fazında endometrium, Adenomatoid
tumor ve olağan sınırlarda bilateral overler ve tuba olarak geldi.
TARTIŞMA Adenomatoid tümörler erkek ve kadın genital sisteminin nadir görülen benign tümörlerdir.
Kadınlarda üreme çağında görülürler. En yaygın saptandığı yer fallop tüpleri, daha sonra uterus ve
overlerdir. Uterusta kornuya yakın myometriyumun dış kısmında veya subserozal yerleşimde görülürler.
Seyrek olarak birden fazla olabilir veya benzer lezyon fallop tüplerinde de olabilir. Nadiren adrenal bez,
omentum ve mezenter gibi diğer alanlarda da görülebilir. Klinik, ultrasonografik, bilgisayarlı tomografi
ve manyetik rezonans görüntüleme ile leiomyomdan ayırımı zordur. Ultrastrüktürel ve immünhisto
kimyasal çalışmalar ile mezotel kökenli olduğu kesinlik kazanmıştır. Bizim olgumuzda da olduğu gibi
histerektomi spesmeninde tesadüf tespit edilir. Makroskopik olarak myomlara benzerler ancak myomlar
kadar belirgin sınırlara sahip değildir. Sonuç olarak uterus korpusundaki makroskobik olarak
leiomyoma benzer ancak daha belirsiz sınırlara sahip lezyonlarda adenomatoid tümörler de akla
gelmelidir. Histolojik görünüm lenfanjiyom veya adenokarsinom ile karışsa da kesin tanıya ulaşmada
immünohisto kimyasal çalışmalar anahtar yöntemdir.
16
TSRM İzmir Sempozyumu / 2-3 Haziran 2018
S9 - AZALMIŞ OVER REZERVİ OLAN İLERİ YAŞ HASTALARDA
''ASSISTED HATCHING'' İŞLEMİ CANLI DOĞUM ORANLARINI
ETKİLER Mİ?
Türkan GÜRSU1, Deniz USAL2, Alper KOÇAK1, Canan ASLAN2, Tayfun BAĞIŞ2,
1Sağlık Bakanlığı, 2Acıbadem Üniversitesi,
İn vitro fertilizasyonda (IVF) başarı oranlarını etkileyen en önemli faktörlerden ikisi ilerlemiş anne yaşı
ve azalmış over rezervi varlığıdır. Yapılan çalışmalar sonucunda 42 ve 44 yaşları arasında uygulanan
IVF ile elde edilen canlı doğum oranının sadece %5 düzeyinde olduğu; bu oranın 45 yaşındaki hastalarda
ortalama %1,3'e ve 46 yaşında ise hemen hemen 0'a düştüğü gösterilmiştir. IVF esnasında belli
endikasyonlarda uygulanan assisted hatching (AH) adı verilen ilave manipulatif yöntem ile embryonun
zona pelusidası lazer ile delinerek embryonun zonayı kolayca aşması ve endometriuma implante olması
hedeflenmektedir. AH yöntemi ile IVF uygulanan olgularda; sağlanan gebelik oranlarının arttığı
bildirilse de canlı doğum oranları konusundaki bilgiler sınırlıdır. Bu çalışmamızda; AH uygulanan
olgularımızdaki canlı doğum oranlarını, yöntemin uygulanmadığı hastalarla kıyaslayarak irdelemeyi
amaçladık.
Hastanemizde; Ağustos 2010 ve Aralık 2017 tarihleri arasında, 6361 hastaya IVF planlanmıştır.
Hastaların 811 tanesinin 42-47 yaş aralığında olduğu tespit edilmiştir. 48 yaşında ya da daha yaşlı olan
toplam 13 hasta çalışmaya dahil edilmemiştir. Toplam 1647 hastaya lazer AH işlemi uygulanmıştır.
Tekniğin uygulandığı 42-47 yaş aralığında olan hasta sayısı 184 ve aynı yaş grubunda tekniğin
uygulanmadığı hasta sayısı ise 627 olarak hesaplanmıştır. Çalışmaya sadece IVF sonuçlarına erişilebilen
hastalar dahil edilmiş olup; AH yapılan grupta tedavi sonuçlarına erişilemeyen veya tedavileri iptal
edilmiş olan 6 hasta çalışma grubundan çıkarılmış ve 178 hasta üzerinden değerlendirme yapılmıştır.
AH yapılmayan grupta ise 448 hastada tedavi iptal edilmiş; diğer hastaların tüm sonuçlarına ulaşılmıştır.
Bu grupta değerlendirmeler kalan 179 hasta üzerinden yapılmıştır. İncelemeler retrospektif olarak
gerçekleştirilmiştir.
AH uygulanmış olan 42-44 yaş aralığındaki 133 hastanın 36 tanesinde (%27,06) gebelik elde
edilebilmiştir. Bu grupta gebeliği çalışma yapıldığı esnada halen devam etmekte olan 2 hasta hariç
tutulduğunda kalan 34 hastadan 6 tanesinde (%4,51) canlı doğum sağlanabildiği, 8 hastada ise abort
gerçekleştiği (%6,01) görülmüştür. AH yapılan ve 45-47 yaş aralığında olan 45 hastadan sadece 5'inde
(%11,11) gebelik sağlanabilirken hiç canlı doğum elde edilememiştir. AH tekniği uygulanmadan IVF
yapılan 42-44 yaş arası 139 hastadan oluşan grupta ise gebelik 24 hastada (%17,26) sağlanmıştır. Bu
grupta halen gebeliği devam eden 1 hasta hariç tutularak kalan 23 hasta üzerinden yapılan
değerlendirmede hiçbir olguda canlı doğum sağlanamadığı; 9 hastada (%6,47) ise abort gerçekleştiği
saptanmıştır. AH yapılmayan 45-47 yaş arası 40 hastada ise gebelik sadece 3 olguda (%7,50)
sağalanabilmiş; hiç canlı doğum gerçekleşmemiştir. AH yapılan ve yapılmayanlar karşılaştırıldığında
gebelik açısından gruplar arası anlamlı farklılık bulunmazken (p=0.056) doğum oranları arasında
anlamlı fark vardı (p=0.013).
Çalışmamız sonucunda elde ettiğimiz bulgular göstermiştir ki; IVF uygulanan hastalarda; embryonun
zona pelusidayı daha rahat geçebilmesi için uygulanan lazer AH yöntemi, gebelik ve canlı doğum
potansiyelinin düşük olduğu bilinen hasta grubunda, AH yapılmayan hasta grubu ile kıyaslandığında
gerek gebelik; gerekse canlı doğum oranlarını olumlu etkilemektedir. Her ne kadar gebelik oranları
arasındaki fark anlamlı bulunmasa da; elde edilen gebelik ve canlı doğum oranlarının 42-44 yaş
aralığında olan hastalarda daha fazla olduğu saptanmıştır. Uygun endikasyonla yapılan AH
uygulamasının halihazırda gebelik potansiyeli düşük olan ileri yaşlı hasta grubunda ve özellikle 42-44
yaş arası hastalarda embryonun implantasyonunu kolaylaştırarak gebeliğin gerçekleşmesini ve
dolayısıyla canlı doğum oranlarını arttırdığını düşünüyoruz.
17
TSRM İzmir Sempozyumu / 2-3 Haziran 2018
S10 - PLASENTA AKREATA OLGUSUNDA FERTİLİTE KORUYUCU
CERRAHİ YAKLAŞIM
Fatih KESKİN1, İsmail BIYIK2, Fatma Elif USTURALI KESKİN1,
1Mustafakemalpaşa Devlet Hastanesi, 2Karacabey Devlet Hastanesi,
Doğumla ilgili kanamalar anne ölümünün en önemli nedenlerinden biridir. Plasenta anomalileri ise
doğum kanamalarının önemli kısmını oluşturur. Plasenta invazyon anomalileri; plasenta ile
myometrium arasındaki desiduanın yokluğu durumunda, plasentanın direkt myometriuma implante
olması olarak tanımlanır. Akreta, inkreata, perkreata olarak invazyonun şiddetine göre isimlendirilir. En
sık izlenen tipi akreta en ciddi tipi ise perkreata dır. Tedavisinde genellikle sezaryen histerektomi
uuygulanmakla birlikte fertilite koruyucu cerrahi seçeneğide bulunmaktadır. Kliniğimizde segmental
uterin rezeksiyon işlemi uygulanan plasenta akretalı olguyu sunduk.
39 yaşında, gravida 4, parite 3 olan gebe 38 hafta 2 günlük iken elektif sezaryen ameliyatı yapıldı.
Hastanın eski iki sezaryen öyküsü vardı. Spinal anestezi altında yapılan sezaryen operasyonu pfannestiel
insizyon ve transvers uterin insizyon ile yapıldı. Hastanın ameliyat öncesi plasentası akreata tanısı yoktu.
Sezaryen operasyonu esnasında rahim insizyon hattının yaklaşık 3 cm üzerinde uterus anterior duvarda
uzanan plasental dokular gözlendi. İntraoperatif bulgularla plasenta invazyon anomalisi olabileceği
düşüncesi oluştu. Plasenta, kanama olasılığı nedeniyle çıkarılmadı. Plasenta percreası olarak kabul
edilen 10 cm boyutundaki alanın monopolar elektrokoter yardımıyla çıkarıldı. Geri kalan plasenta
fragmanları elle halas işlemi ile çıkarıldı. Uterin insizyonu 1 no'lu vicryl ile kontinyü olarak dikildi.
Hipogastrik veya uterin arter ligasyonu yoğun kanama olmadığından yapılmadı. Tahmini kanama
miktarının 1000 mL olduğunu varsayılıp intraoperatif olarak toplam 3000 mL kristaloid ve 500 mL
kolloid sıvı uygulandı. Hemen 3 birim transfüzyon için eritrosit süspansiyonu hazırlandı. Operasyon 60
dakikada tamamlandı. Ameliyat öncesi dönemde hemoglobin 10.3, hematokrit % 31.4 iken 1 birim
eritrosit süspansiyonu transfüzyonu sonrası postoperatif dönemde hemoglobin 8,5 ve hematokrit
değeri% 31.4 olarak izlendi. İntraoperatif ve postoperatif komplikasyon gelişmedi ve hasta ameliyat
sonrası ikinci gün taburcu edildi.. Plasentanın patolojisi plasenta accreta olarak bildirildi.
Plasenta akreta sendromlarına bağlı obstetrik kanamalar maternal mortalite ve morbiditenin önemli
nedenlerindendir. ACOG, plasenta percrata olgularında sezaryen histerektomisini önermektedir. Ancak,
seçilmiş vakalarda konservatif ve fertilite koruyucu yöntemler uygulanabilir. Bu yöntemler in situ
plasenta, servikal inversiyon tekniği ve stepwise sezaryen prosedürünü içerir. Plasentanın yerinde
bırakılması ve metotreksat kullanılmasının geç postpartum hemoraji, enfeksiyon ve pulmoner embolizm
gibi ciddi riskleri vardır. Başka bir yöntem intraoperatif olarak bebeğin çıkarılmasından sonra bilateral
hipogastrik arter ligasyonu yapmak ve Plasenta percreta bölgesinin segmental uterin rezeksiyonunu
gerçekleştirir. Segmental uterin rezeksiyonun balon yerleştirilmesi veya uterin arter ligasyonu
yapılmadan yapıldığını bildiren bazı çalışmalar vardır. Plasenta previa olgularında uterin arter ligasyonu
olan hastalarda ameliyat süresi uzar. Arter ligasyonu ve balon yerleştirme yapılmadığında ameliyat
süresi kısalır. Bizim olgumuzda plasenta previa yokluğu ve arteryel ligasyon olmaması nedeniyle
operasyon 60 dakika içinde tamamlandı. Plasenta previa yokluğu nedeniyle kanama miktarı, diğer
çalışmalarda bildirilenden daha azdı. Bu sebeple operasyon sonrası 1 birim eritrosit süspansiyonu yeterli
oldu. Plasenta accreta olgularında genellikle sezaryen histerektomi tercih edilmektedir. Plasenta previa
bulunmayan plasenta accreta olgularında uterusu ve fertiliteyi korumak için uterus duvarının segmental
rezeksiyonu sezaryen histerektomiye alternatif olabilir.
18
TSRM İzmir Sempozyumu / 2-3 Haziran 2018
S11 - AÇIKLANAMAYAN TEKRARLAYAN GEBELİK KAYIPLARI
OLGULARINDA ANTİKOAGULAN KULLANIMININ İLK ÜÇAY
TARAMA DÖNEMİ UTERİN ARTER DOPPLER PULSATİLİTE
İNDEKSLERİNE, BİYOKİMYASAL BELİRTEÇ DÜZEYLERİNE VE
GEBELİK SONUÇLARINA ETKİSİ
Semir KÖSE1, Gökhan TOSUN2,
1Buca Kadın Doğum Ve Çocuk Hastalıkları Hastanesi,
Açıklanamayan tekrarlayan gebelik kayıplarında (TGK) gebelik sonuçlarını ve canlı doğum oranlarını
iyileştirmek amacı ile antikoagulan kullanımının etkinliği tartışmalıdır. Üç ve üzeri ardışık düşüğü olan
olgularda antikoagulan kullanımının uterin arter Doppler indekslerine ve biyokimyasal belirteç
düzeylerine etkisi konusunda gözlemler kısıtlıdır.
Buca Doğumevinde 1 Ağustos 2016-1 Aralık 2017 tarihleri arasında 3739 gebede ilk üçay tarama
muayenesi kapsamında uterin arter Doppler pulsatilite (UtA PI) indeksleri ölçülmüş, maternal öykü ve
ilaç anamnezleri kaydedilmiştir. Antifosfolipid antikor taramaları negatif, bilinen bir abortus nedeni
olmayan ve ardışık üç düşüğü olan 25 olgunun gebelik sonuçlarına retrospektif olarak ulaşılmıştır.
Antikoagulan kullanımı 7.hafta ve öncesinde başlanmış olan olgular çalışmaya dahil edilmiştir.
Açıklanamayan TGK olgularında, sadece düşük molekül ağırlıklı heparin (n:7), sadece aspirin (n:1) ve
her iki ilacı birlikte kullanan (n:4) olgular mevcuttu. Antikoagulan ilaç kullanan (n:12) ve kullanmayan
(n:13) olguların, medyan gebe yaşı (29.4’e karşı 29.0 yıl), medyan uterin arter pulsatilite indeksleri
(2.06’ya karşı 1.97), medyan PAPPA ham MoM değerleri (1.02’ye karşı 1.09) ve medyan doğum
ağırlıkları (3086’ya karşı 3093 gram) iki grup arasında farklı değildi. Canlı doğum oranları ve gebelik
komplikasyon sıklıkları arasında anlamlı fark saptanmadı.
Açıklanamayan tekrarlayan gebelik kayıpları olgularında antikoagulan kullanımı uterin arter Doppler
indekslerinde iyileşme sağlamamaktadır. İlaç kullanmayan grupta da yüksek canlı doğum oranları
mevcut olduğundan canlı doğum oranları üzerine de olumlu etkisi gözlenmemiştir.
19
TSRM İzmir Sempozyumu / 2-3 Haziran 2018
S12 - KADIN İNFERTİLİTESİNİN GENETİK NEDENLERİ
Serdar YÜKSEL1,
1Milli Eğitim Bakanlığı, Kiraz Mtal, İzmir,
Evli çiftlerin %15’lik bir kısmı çocuk sahibi olamamaktadır. Bu durumundan etkilenen çiftlerde
infertilitenin %10’u kadınlardaki, %15’i de erkeklerdeki genetik bozukluklardan kaynaklanmaktadır.
Genetik bozukluklar arasında tek gen mutasyonları, kromozomların sayısal ve yapısal anomalileri yer
almaktadır. Genetik bozuklukların bir kısmının neden olduğu durumlar iyi bir biçimde belirlenmişken,
büyük bir kısmının infertilitedeki rolü henüz aydınlığa kavuşmuş değildir. İnfertilitenin diğer bir sebebi
ise doğal yollardan fertilizasyonun gerçekleşmemesidir. ICSI (intrastoplasmic sperm injection) ve ART
(assisted reproduction techniques) yöntemleri ile bunun üstesinden gelinmekte fakat doğal seçilimin
elediği infertilite genlerinin gelecek nesillere aktarımının gerçekleşmesi gibi olumsuz bir durumun da
söz konusu olduğu düşünülmektedir. İnfertilite tedavisi gören çiftlerin, infertilite nedenlerinin açığa
kavuşturulması, teşhis ve tedavi açısından önem arz etmektedir. Bundan dolayı bu çalışmada kadın
infertilitesinde genetik faktörlerin nedenlerini güncel araştırmalardan derleyerek özetlemeyi amaçladık.
Bu araştırmada Reed (2012), Shah (2003), Foresta (2002), Emery ve Rimoin (2007) vd. çalışmalarından
yararlandık.
Araştırma sonuçlarımıza göre, infertilite sorunu yaşayan kadınların durumlarının teşhisi ve tedavisi
sürecinde gerekli olan, önerilen genetik testler şu şekilde sıralanabilir; Karyotip analizi Özellikle
cinsiyet kromozom bozuklukları, iç ve dış genital organ anomalilerine, ovaryum fonksiyon
bozukluklarına, primer ve sekonder amenoreye neden olabilmektedir. Cinsiyet kromozom bozuklukları
Turner sendromu (45, X), mozaik Turner sendromu (45,X/46,XX), Xq izokromozom, del(Xq), del(Xp),
r(X), Gonadal disgenezis Y hücre hatlı, mixed disgenezis (45,X/46,XY), Sywer sendromu (gonadal
disgenezis, 46,XY), gerçek hermafroditlik Y hücre hatlı, X – otozomal translokasyonları, 47,XXX ve
mozaik durumları, Resiprokal, Robertsonian translokasyonlar ve inversiyonlar örnek olarak verilebilir.
CFTR geni mutasyonu Kistik fibrozis , 7. kromozoma yerleşik bir gendeki mutasyonların neden olduğu
göreceli olarak sık görülen otozomal resesif kalıtsal bir hastalıktır. CFTR geni kistik fibrozis
transmembran regulatörü (CFTR) denilen bir proteinin üretilmesini sağlamaktadır, bu protein yokluğu
veya bozuk üretilmesi epitel hücreleri içine ve dışına anormal elektrolit ve su hareketlerine yol açar.
Akciğerler ve pankreasta kalın ve yapışkan mukus oluşmasına neden olarak solunum enfeksiyonlarına
ve pankreas ve karaciğer kanallarının tıkanmasına ve protein sindiriminin bozulmasına neden olur.
Kadın infertilitesiyle doğrudan ilişkili olmamakla birlikte gebeliğin ilerleyen evrelerinde risklere yol
açabilmektedir. Frajil X sendromu X kromozomu q27:3 bölgesinde bulunan bu genin promotor
bölgesinde lokalize olan ve normalde sayıları 5- 44 arasında değişen CGG tekrar sayısının artması ve
metillenmesi bu bölgenin kırılgan olmasına ve genin sessizleşmesine neden olan FMR1 geni ( Frajile X
Associated Mental Retardation 1) mutasyonları erkeklerde mental yetersizliğe, kadınlarda POF
(premature ovarian failure) ve oligomenoreye sebep olabilmektedir. Mutasyon, metillenme ve CGG
tekrar sayısının artması FMRP (Frajile X Mental Retardation Protein) yapılamamasına neden
olmaktadır. Bu protein yapılamayınca beyin hücrelerindeki sinaptik bağlantılar bozulmakta, nöral
iletişimde anormallikler meydana gelmektedir. Kallmann sendromu Tamamen veya kısmi Gonadotropin
salgılayan hormon (GnRH) yetersizliği ile karakterize, LH ve FSH'nin mevcut olmamasına veya çok
düşük olmasıyla seyreden bu hastalık kadınlarda az görülmekle birlikte, anosmia, primer amenore ve
uterus malformasyonlarına neden olabilmektedir. Diğer faktörler Androjen reseptör geni mutasyonları
androjen duyarsızlık sendromuna sebep olmaktadır. Fakat LH, FSH ve GnRH reseptör geni
mutasyonları kadın infertilitesinin majör göstergesi olarak daha büyük bir öneme sahiptirler.
Hastada infertilitenin genetik sebeplerinin doğru bir biçimde bilinmesi tedaviye yardımcı olacak ve
başarılı bir tedavi sonrasında dünyaya gelecek çocukların durumları hakkında anne ve babaya uygun
genetik danışma verilmesini sağlayacaktır.
20
TSRM İzmir Sempozyumu / 2-3 Haziran 2018
S13 - ERKEN EVRE SERVİKS KANSERİNDE FERTİLİTE KORUYUCU
YAKLAŞIM: BASİT VAJİNAL TRAKELEKTOMİ
İlker KAHRAMANOĞLU1,
1İstanbul Üniversitesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Kadın Hastalıkları Ve Doğum Anabilim Dalı,
Jinekolojik Onkoloji Bilim Dalı,
Serviks kanseri olgularının %45’i, reprodüktif dönemde görülür. Radikal histerektomi ve pelvik
lenfadenektomi, standart tedaviyi oluştururken, fertilite istemi olan hastalarda radikal tralektomi, %95-
98 sağkalım oranlarıyla uygulanabilmektedir. Bununla beraber, radikal trakelektomi, bazı morbiditeler
içerir. Gereksiz endoservikal kanal çıkarılması, servikal stenoza yol açabilmektedir. Abort ve ikinci
trimestr kayıpları, abdominal trakelektomi olgularının %70’inde görülmektedir. Ek olarak,
parametrektomi, artmış mesane ve barsak disfonksiyonu, fistül oluşumu ve seksüel disfonksiyon riskleri
ile ilişkilidir. Oysa, 2 cm ve altı servikal tümörlerde parametrial tutulum oranı 1/100 ila 1/1000 arasında
bildirilmektedir. Bu sebeplerle, serviks kanserinde daha az radikal cerrahi, morbidite ve kötü obstetrik
sonuçları azaltmak için uygulanmaya başlanmıştır. Radikal trakelektomide, parametrium, vajinal kuff
ve serviks eksize edilirken, basit vajinal trakelektomide sadece supravajinal serviks eksize edilmektedir.
Güncel literatürde bildirilmiş basit vajinal trakelektomi (BVT) olgu sayısı, 400’ün altındadır. Bu
çalışmada, dikkatlice seçilmiş serviks kanseri hastalarında uygulanan BVT ve buna bağlı obstetrik
sonuçlar sunulmaktadır.
2013-2017 yılları arası, kliniğimizde daha az radikal fertilite koruyucu cerrahi yapılan serviks kanseri
hastaları retrospektif olarak araştırıldı. Hastalara ait bilgiler, retrospektif olarak dosyalardan elde edildi.
Basit vajinal trakelektomi ve laparoskopik pelvik lenfadenektomi yapılan 14 hasta, çalışmaya dahil
edildi. Analizler için Statistical Package for the Social Sciences (SPSS) versiyon 16.0 (SPSS Inc.,
Chicago, IL, ABD) kullanıldı.
BVT’e aday olarak belirlenmiş 14 hastanın 13’ünde fertilite koruyucu cerrahi tamamlanabildi. Bir
hastada final patoloji raporunda, cerrahi sınırın pozitif olması üzerine laparoskopik radikal histerektomi
yapıldı. Hastaların ortanca yaşı 32 yıldı (27-37 yıl). Hastaların tamamında parite 0 idi. 12 hastada
histopatoloji, skuamöz hücreli karsinom iken, 2 hastada adenokarsinom saptandı. 14 hastanın klinik
evrelemesi şu şekildeydi: 3 hasta evre 1A1 ve lenfovaskuler alan invazyonu (+); 4 hasta evre 1A2; 7
hasta evre 1B1. Ortanca 27 ay (6-56 ay) takip süresince, hiçbir hastada rekürens gelişmedi. 11 hasta
gebe kalmaya çalıştı ve 7 hastada spontan gebelik elde edildi (%63.6). Bu 7 gebelik şu şekilde
sonuçlandı: 1 hastada ilk trimestrda abort, 2 hastada 34 ve 35. gebelik haftalarında sezaryen ile doğum,
4 hastada termde sezaryen ile doğum.
Sonuç olarak, BVT, iyi seçilmiş erken evre serviks kanseri hastalarında harika onkolojik sonuç ve iyi
obstetrik beklentilerle uygulanabilecek, güvenilir bir tedavi seçeneği olarak gözükmektedir. Bu işlemin
standart tedavi alternatifi olarak kabul edilmesi için, daha geniş prospektif serilerle, literatür datasının
konfirmasyonu gerekmektedir.
21
TSRM İzmir Sempozyumu / 2-3 Haziran 2018
S14 - POLİKİSTİK OVER SENDROMLU HASTALARDASERUM
ANDROJENLERININ BEDEN KİTLE İNDEKSİ İLE İLİŞKİSİ
Vuslat Lale BAKIR1,
1S.B.Ü. Haseki Eğitim Ve Araştırma Hastanesi,
Çalışmamızın amacı polikistik over sendromu (PKOS) olan olgularda serum androjenleri olan
Dehidroepiandrosteron sülfat (DHEAS) ,total testosterone (TT) ve serbest testosterone (ST) düzeyinin
vücut kitle indeksi ile olan ilişkisini belirlemek.
Çalışmamıza 2013-2018 yılları arasında polikliniğimize başvuran ve polkistik over sendromu tanısı alan
241 olgu dahil edildi. Tüm hastalara mensturasyonun 2. Günü bazal hormone düzeyi , Serum
androjenleri DHEAS, T, ST, lipid profili, açlık kan şekeri (AKŞ) ,açlık insulin düzeyi bakıldı . İnsulin
direnci Homeostatik Model Değerlendirmesi (HOMA-IR) yöntemine göre değerlendirildi . Beden Kitle
İndeksi (BKI), bel çevresi , menstürasyon düzeni, fertilite durumu değerlendirildi. Hirsutizm
değerlendirimesinde modifiye Ferriman-Gallway skorlama sistemi kullanıldı. Serum androjenleri
DHEAS, T VE ST ölçüldü. Hastalar BKİ 25’in altı, 25 ve 30 arası ve 30 ‘un üzeri olanlar olmak üzere
3 grupta değerlendirildi.. Verilerin istatistiksel değerlendirmesinde Oneway Anova testi Tukey HSD
testi , Kruskal Wallis testi Mann Whitney U test kullanıldı. Anlamlılık p<0.05 düzeyinde değerlendirildi.
Olguların yaş ortalaması 26.71±5.89 olarak hesaplandı. BMI düzeyleri 27.63 ile 46.88 kg/m2 arasında
değişmekte olup, ortalaması 28.89±5.85 kg/m2 dir. BMI düzeyi 25’in altında olan 68 (%28.2) olgu, 25-
30 arası olan 73 (%30.3) olgu, 30’un üzerinde olan 100 (%41.5) olgu bulunmaktadır.Olguların 15’inde
(%6.2) hirşutizm görülmemekte iken, 106’sında (%44.4) hafif, 106’sında (%44.4) orta, 14’ünde (%5.9)
ağır düzeyde hirşutizm görülmektedir.Serum DHEAS düzeyleri BKI <25 olan grupta 248.18±83.15
(228)mcg/dl idi. BKI 25-30 arası olan grupta 267.61±101.71(233) mcg/dl. BKİ 30 < olan grupta
240.58±101.33(237)mcg/dlidi.Serum TT düzeyleri BKI <25 olan grupta 0.63±0.19 ng/ml , BKI 25-30
arası olan grupta 0.75±0.5 ng/ml , BKİ 30 < olan grupta 0.66±0.26 ng/mlidi. Serum ST düzeyleri BKI
<25 olan grupta 2.47±0.81 (2.31)pg/ml, BKI 25-30 arası olan grupta 3.20±1.44 (2.92)pg/ml, BKİ 30 <
olan grupta 2.77±1.11 (2.49)pg/mlidi.
BKI düzeylerine göre DHEAS, TT ve ST düzeyleri arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık
bulunmamaktadır (p>0.05).
22
TSRM İzmir Sempozyumu / 2-3 Haziran 2018
S15 - SEZARYEN SONRASI VAJİNAL DOĞUMDA UTERUS RÜPTÜR
SONUÇLARININ DEĞERLENDİRİLMESİ
Zahide KÜÇÜK1, Süleyman AKARSU1,
1Yüksek İhtisas Üniversitesi Tıp Fakültesi,
Sezaryen sonrası vajinal doğum (SSVD) başarısızlığında maternal mortalite, morbitide, kan transfuzyon
gereksinimi artarken, yenidoğanda da hipoksi, asidoz, yenidoğan yoğun bakım ünitesine yatış oranı ve
kalış süresi, intrapartum yada neonatal ölüm görülebilmektedir. SSVD'nin en önemli
komplikasyonlarından biri hiç kuşkusuz uterin rüptürdür. Biz bu çalışmada SSVD esnasında uterin
rüptür gelişen olguların maternal ve fetal sonuçlarını değerlendirmeyi amaçladık.
Çalışmamızda 2016-2018 yılları arasında Yüksek İhtisas Üniversitesi Koru Hastanesi Kadın Hastalıkları
ve Doğum Kliniği'nde sezeryan sonrası vajinal doğum için yatırılıp takip edilen 256 olgu retrospektif
olarak değerlendirildi. Takip sırasında uterus rüptürü gelişen ve acil sezaryane alınan 3 gebenin doğum
sonuçlarına ulaşılarak verileri kaydedildi.
Uterin rüptür ile sonuçlanan 3 olgunun yaş ortalamsı 36.6, ortalama gebelik sayısı 2.3, ortalama gebelik
haftası 40 hafta 1 gündü. Bir önceki gebelikle arasındaki süre ortalaması 22 ay, yenidoğanların ortalama
doğum ağrılığı 3680 gramdı. Uterin rüptür bir olguda tam açıklık aşamasında, 2 olguda ise 6-8 cm
servikal dilatasyonun olduğu aşamada gerçekleşti. Vajinal doğum öyküsü olmayan olguların biri, iki
sezaryan sonrası vajinal doğum uygulamasıydı. Rüptür tanısı iki olguda fetüs kalp seslerinin
bozulmasıyla, bir olguda fetüs baş seviyesinin yukarı doğru yükselip annenin şiddetli kusmalarının
başlamasıyla konuldu. Olguların 2'sine post operatif 4 ünite eritrosit suspansiyonu ile kan transfüzyonu
yapıldı ve 24 saat yoğun bakımda takip edildi. Bir olguda uterin rüptürün mesane rüptürü ile birlikte
olduğu görüldü, 2 bebek 10 gün yenidoğan ünitesinde takip edildi.
Uterin rüptür nadir görülen ama sonuçları oldukça kötü olan önemli bir obstetrik komplikasyondur.
Anne yaşı 40 ‘ın üzerindeyse, vajinal doğum öyküsü yoksa, 40 hafta ve üzeri gebelik ve fetüs 4000
gramdan fazlaysa, 3 ve üzeri sezaryen öyküsü varsa, gebelikler arası süre kısa, önceki sezaryen
sefalopelvik uyumsuzluk nedeniyle yapılmışsa SSVD başarısı önemli oranda azalmakta, rüptür riski
artmaktadır. Bu nedenle önceki gebeliğinde sezaryen öyküsü olanlarda SSVD başarılı bir uygulama gibi
görünse de hasta seçiminde dikkatli olunması gerektiği önemli bir gerçektir.
23
TSRM İzmir Sempozyumu / 2-3 Haziran 2018
S16 - ASENKRON TUBAL TORSİYONLA BİRLİKTE BİLATERAL
HİDROSALPİNKS: OLGU SUNUMU
Halil İbrahim TIRAŞ1, Hüseyin AYDOĞMUŞ1,
1İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi,
İzole tubal torsiyon (İTT) ipsilateral over intakt olmak üzere tubanın infindibulopelvik ve ovari
proprium ligamentleri etrafında en az bir kez dönmesidir. Adneksiyal torsiyon akut batının sık görülen
sebepleri arasında olmasına rağmen İTT milyonda 1-1.5 görülen oldukça nadir bir durumdur. Klinik,
laboratuvar ve radyolojik bulgularının non spesifik olması nedeniyle tanı konulması güç olabilir. Tanı
sıklıkla cerrahi eksplorasyon ile konur. Bu çalışmada tubal cerrahi sonrası ortaya çıkan İTT olgusu
sunulmuştur.
Olgu :Ani başlayan sağ alt kadran ağrısı, bulantı, kusma yakınmalarıyla acil servise başvuran 33 yaşında
G2P2 kadının öyküsünden iki kez sezaryen ile doğum yaptığı, bir yıl önce sezaryen sırasında tubal
ligasyon yapıldığı öğrenildi. Fizik muayenede defans, rebaund saptanmayan, laboratuvar testleri hafif
lökositoz dışında normal olan hastanın TV-ultrasonografide bilateral hidrosalpinks tespit edildi.
Abdominal tomografide sol adneksiyal alanda 7,5x3 cm, sağ adneksiyal alanda ise 8x4 cm hidrosalpinks
saptandı. Laparotomide her iki tubanın hidropik görünümde olduğu, sol tubanın sol over ve uterusa
parsiyel adezyone durumda, sağ tubanın ise iki kez torsiyone olduğu görüldü. Tubal nekroz izlenmedi.
Bilateral salpenjektomi yapılan hasta postoperatif 2. günde sorunsuz olarak taburcu edildi.
ITT daha çok üreme çağında 20-40 yaş aralığında görülür. Literatürde daha nadir olmak üzere
preadolesan ve postmenopozal dönemde de görülebilmektedir. Klinik bulgular sıklıkla over torsiyonuna
benzerlik gösterir. Tuba uterina torsiyonunun spesifik semptomları ve laboratuar bulguları yoktur.
Genellikle intraoperatif tanı almaktadır. Bu patolojiye neden olabilen faktörler intrinsik faktörler
(konjenital anomaliler, uzun mezosalpinks, hidrosapinks, tubal spazm, tubal neoplazm, primer tubal
cerrahi vs.) ve ekstrinsik faktörler (ovaryan ve paratubal kitle, anormal intestinal peristaltizm, gebelik,
travma, adezyon, pelvik konjesyon vs.) olarak sınıflanabilir. Hidrosalpinks tubal torsiyona en sık neden
olan klinik durumdur. Sağ tuba torsiyonu, sol tubaya göre üç kat daha fazla görülmektedir. Bunun nedeni
sol tarafta sigmoid kolonun sol tuba uterinanın mobilizasyonunu kısıtlamasıdır. Bizim olgumuzda da
tubal ligasyon yapılmış olması ve bilateral hidrosalpinks varlığının torsiyon gelişimine yol açan
faktörler olduğu düşünülmektedir. Ultrasonografi adneksiyal kitlenin tanısında sıklıkla yeterli olmasına
rağmen torsiyonun preoperatif tanınması her zaman mümkün olmayabilir. Tanının geciktiği durumlarda
nadiren tubal torsiyon sonrası hematosalpinks, tubal rüptür veya peritubal hematom geliştiği
bildirilmiştir. Tedavide detorsiyon uygulanabilir. Fertilite istemi yoksa bilateral salpenjektomi tercih
edilmelidir.
İzole tuba uterina torsiyonu nadir görülen bir jinekolojik acildir.Alt kadran ağrısı ile başvuran hastalarda
özellikle tubal cerrahi öyküsü varlığında ayırıcı tanıda akla gelmelidir.
24
TSRM İzmir Sempozyumu / 2-3 Haziran 2018
S17 - ICSI SİKLUSLARINDA ELDE EDİLEN METAFAZ I VE İN
VİTRO MATURE EDİLMİŞ SİBLİNG OOSİTLERİN FERTİLİZASYON
VE ERKEN EMBRİYONER GELİŞİM SONUÇLARI
Cihan ÇAKIR1, Işıl KASAPOĞLU2, Esra ŞEN1, Barış ATA3, Gürkan UNCU2, Berrin
AVCI1,
1Histoloji Ve Embriyoloji AbD, Uludağ Üniversitesi Tıp Fakultesi, Bursa, 2Kadın Hastalıkları Ve
Doğum Anabilimdalı ÜYTE Merkezi,Uludağ Üniversitesi Tıp Fakultesi, Bursa, 3Kadın Hastalıkları Ve
Doğum Anabilimdalı ,Koç Üniversitesi Tıp Fakultesi, İstanbul,
İnfertilite etyolojisine ve uygulanan ovaryan stimulasyon protokolüne bağlı olarak stimülasyona verilen
yanıt farklı olmakta, elde edilen oosit sayıları ve oositlerin nüklear matürasyon basamakları değişkenlik
göstermektedir. Rutin ART uygulamalarında oositlerin genel olarak %85’ i metafaz II (MII), %11’i
metafaz I (MI) ve geri kalan % 4’ü profaz I (GV) nüklear matürasyon basamaklarındadır. Literatürde
MI oositlerin in vitro matürasyonu (IVM) sonrası yada MI aşamasında mikroenjeksiyon uygulamasının
fertilizasyon başarısı ve normal embriyoner gelişim açısından sonuçları konusunda fikir birliği
bulunmamaktadır. Aynı hastaya ait matür (MII) ve immatür (MI, GV) sibling oositlerde, MI aşamasında
veya IVM sonrası uygulanan intrasitoplazmik sperm enjeksiyonunun (ICSI) fertilizasyon başarısı ve
erken embriyoner gelişim sürecine etkisinin değerlendirmesi ve karşılaştırması hedeflenmiştir.
Çalışma kapsamında retrospektif olarak, Uludağ Üniversitesi Üremeye Yardımcı Tedavi Merkezinde
2010-2016 yılları arasında gerçekleştirilen 181 siklusdan elde edilen 1500 oositin ICSI sonuçları
değerlendirildi. Azospermi, şiddetli oligoastenoteratozoospermi, ileri düzey endometriyozis, düşük over
rezervi ve 39 yaşın üzerindeki kadın hastalar çalışma kapsamı dışında tutuldu. Oosit toplama (OPU)
sonrasında en az bir immatür oosit bulunan tüm sikluslar çalışmaya dahil edildi. OPU günü GV
aşamasında olup IVM sonrası MII aşamasına ulaşan 56 oosite (Grup 1) ve OPU günü MI aşamasında
olup IVM sonrası MII aşamasına ulaşan 143 oosite (Grup 2) follikül aspirasyonundan bir gün sonra ICSI
işlemi uygulandı. Follikül aspirasyonu günü MI aşamasında olan 93 sekonder oosite (Grup 3) ve MII
aşamasında olan 1208 oosite (Grup 4) aynı gün ICSI uygulandı. Fertilizasyon, anormal fertilizasyon,
ICSI sonrası dejenerasyon, klivaj ve blastosist gelişim oranları gruplar arasında karşılaştırmalı olarak
değerlendirildi.
Grupların normal fertilizasyon oranları Grup 1, 2, 3 ve 4’de sırasıyla 55.4%, 23.8%, 41.9% ve 60.6%
olarak saptandı. Gruplar arasında fertilizasyon başarısı Grup 4 lehine istatistiksel anlamlılık gösterdi
(p<0.001). Çalışma gruplarının erken embriyoner gelişim sürecinde klivaj oranı Grup 1, 2, 3 ve 4’de
sırasıyla 39.3%, 18.2%, 37.6% ve 54.8% olarak hesaplandı ve istatistiksel olarak anlamlı bulundu
(p<0.001). Blastosist gelişim oranı OPU günü MII aşamasında olup ICSI yapılan sekonder oositlerde en
yüksek düzeyde görülürken (10.8%), en düşük blastosist gelişimi aspirasyon günü GV aşamasında olup,
IVM sonrası 2. gün ICSI yapılan oositlerde gözlendi (1.8%). İmmatür oositlerin blastosist gelişim oranı
karşılaştırıldığında istatistiksel anlamlılık saptanmadı.
ICSI sonrası immatür oositler arasında en yüksek fertilizasyon ve en düşük dejenerasyon oranının
görüldüğü GV oositlerin hCG uygulaması sonrası geriden gelen folliküllere ait olma olasılığı
muhtemeldir. Matürasyon defekti olmayıp, gözden çıkarılan folliküller arasında olması nedeniyle bu
oositlerin normal gelişimsel süreçleri IVM’la tamamlanır. En düşük fertilizasyon ve en yüksek
dejenerasyon oranı, MI aşamasında olup IVM sonrası MII aşamasına ulaştıktan sonra ICSI yapılan
oositlerde görüldü. Bu sonuç oositin postmatürasyonunun bir sonucu olarak yorumlanmaktadır. Follikül
aspirasyonu günü metafaz I aşamasında olan oositlerin invitro matürasyona bırakılarak, follikül
aspirasyonu sonrası 2. gün ICSI uygulamasının fertilizasyon başarısını, klivaj oranını ve blastosist
gelişim oranını arttırmamakta, metafaz I aşamasında ICSI uygulaması ile benzer ya da daha düşük
oranlarda sonuçlar vermektedir.
25
TSRM İzmir Sempozyumu / 2-3 Haziran 2018
S18 - İNTARUTERİN İNSEMİNASYON BAŞARISINI ETKİLEYEN
FAKTÖRLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ
Berna ASLAN ÇETİN1,
1Sağlık Bilimleri Üniversitesi İstanbul Kanuni Sultan Süleyman Eah Kadın Hastalıkları Ve Doğum
Bölümü,
Kliniğimizde yapılan 2 yıllık intrauterin inseminasyon (IUI) sonuçlarının değerlendirilmesi ve gebe
kalan ve gebe kalmayan grupların karşılaştırılması.
Ocak 2015-Ocak 2017 tarihleri arasında kliniğimizde yapılan İUİ lar retrospektif olarak değerlendirildi.
Verilerine tam olarak ulaşılan hastalar çalışmaya dahil edildi. Hastaların demografik özellikleri,
infertilite nedeni, ultrasonografi bulguları, hormon profili ve spermiyogram sonuçları kaydedildi. Gebe
kalan ve gebe kalmayan hastalar olarak iki grup oluşturuldu ve bu parametreler iki grup arasında
karşılaştırıldı. Ayrıca, gonadotropin kullananlar ile klomifen sitrat (CC) kullanan hastaların gebelik
oranları karşılaştırıldı.
Gebe kalan ve gebe kalmayan grup arasında demografik veriler açısından fark saptanmadı. İnfertilite
süresi, infertilite tipi ve infertilite eyolojisi de iki grup arasında benzerdi. Hormon profili ve sperm
motilitesi açısından iki grup arasında fark saptanmadı. Gonadotropin kullanan 101 hastanın %58.6’sinde
gebelik olurken, %43.8 kişide gebelik izlenmedi (p=0.16). Klomifen sitrat kullanan hastaların ise 12
sinde gebelik olurken (%41.4), 109 hastada gebelik izlenmedi (%56.8) (p=0.11). Kullanılan
gonadotropin ampul miktarı, başlangıç endometriyum kalınlığı ve transfer günü endometriyum kalınlığı
açısından gebe ve gebe olmayan gruplar arasında fark izlenmedi. Gonadotropin kullananlarda ise
transfer günü endometriyum kullanmayanlara göre daha kalın izlendi (10.3±1.71mm vs 8.34±1.4mm,
p=0.000). Gebe kalan hastalarda yavaş ileri hareketli sperm yüzdesi daha yüksek bulundu. Vajinal
progesteron jel kullananların gebelikleri karşılaştırıldığında 5 kişi gebe kalırken (17.2%) 5 kişi gebe
kalmadı (2.6%). Oransal olarak jel kullananlarda daha yüksek gebelik izlendi (p=0.004).
İUİ sonucunda gebe kalan ve gebe kalmayan gruplar arasında klomifen sitrat kullanımı ve gonadotropin
açısından anlamlı fark saptamadık. Vaginal progesteron jel kullanımının gebelik üzerine etkisi daha
geniş çalışmalarda değerlendirilmelidir.
26
TSRM İzmir Sempozyumu / 2-3 Haziran 2018
S19 - ERKEN EMBRİYONİK FAKTÖRLERİN MATERNAL SERUM Β-
HCG DÜZEYİNDE BELİRLEYİCİ ETKİSİ
Göktan KUŞPINAR1, Işıl KASAPOĞLU2, Cihan ÇAKIR3, Barış ATA4, Gürkan UNCU2,
Berrin AVCI3,
1Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi, Histoloji Ve Embriyoloji Anabilim Dalı, Bursa, 2Uludağ
Üniversitesi Tıp Fakültesi, Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı Tüp Bebek Merkezi, Bursa, 3Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi, Histoloji ve Embriyoloji Anabilim Dalı, Bursa, 4Koç Üniversitesi
Tıp Fakültesi, Kadın Hastalıkları Ve Doğum Anabilim Dalı Tüp Bebek Merkezi, İstanbul,
İnsan koryonik gonadotrophin (hCG), erken dönemde iki blastomerli embriyo aşamasında ve sonrasında
sinsityotrofoblastlardan sentezlenen α ve β alt ünitlerine sahip dimerik bir proteindir. Obstetrik bir
belirteç olarak dünya çapında kullanımına ek olarak, ,maternal serum β-hCG düzeyi artışı biyokimyasal
gebeliğin tanınması için bir sinyal olarak kabul edilmektedir. ICSI sikluslarında klivaj aşaması (2. ve 3.
gün) veya blastosist aşamasındaki (5. ve 6. gün) fresh tek embriyo transferi (sET) siklusları sonucunda
elde edilen biyokimyasal gebeliklerde, erken embriyonik faktörlerinin maternal serum β-hCG düzeyine
etkisinin değerlendirilmesi ve klinik gebelik ile canlı doğum eldesi için tanımlayıcı serum β-hCG cut-
off düzeyi tayini hedeflendi.
Retrospektif olarak, Eylül 2011 ile Aralık 2016 arasında Uludağ Üniversitesi Üremeye Yardımcı Tedavi
Merkezi'nde yapılan 455 fresh sET siklusu incelendi. Biyokimyasal gebelik (ET sonrası 12. gün
hCG>5mIU/ml) ile sonuçlanan klivaj aşaması fresh sET (n=60) ve blastosist aşaması fresh sET (n=82)
sikluslarda erken embriyonik faktörler ve maternal serum β-hCG düzeyleri bakımından değerlendirildi.
Klivaj aşaması fresh sET döngülerinde erken embriyonik faktörler; blastomer sayısı, blastomer boyutları
ve fragmantasyon yüzdesi olarak belirlendi. Blastosist aşaması fresh sET döngülerinde erken
embriyonik faktörler ise; blastosist ekspansiyon derecesi, iç hücre kitlesi (ICM) skoru, trofoektoderm
(TE) skoru, blastosist kalite skoru (BQS= blastotist ekspansiyon derecesi X ICM X TE) ve TE hücre
sayısı olarak tayin edildi. İstatistiksel analiz, SPSS software package for MAC (IBM, USA) yazılımı ile
gerçekleştirildi.
Biyokimyasal gebelik ile sonuçlanan sikluslarda medyan β-hCG seviyesi klivaj aşaması fresh sET
sonrası140.8 (66.5-448.3) IU/L ve blastosist aşaması fresh sET sonrası 173.4 (88.8-476.0) IU/L olarak
ölçüldü (p=0.7). Klivaj aşaması fresh sET ve blastosist aşaması fresh sET sikluslarının basit korelasyon
analizinde medyan serum β-hCG seviyesi ile erken embriyonik faktörlerin kolerasyon göstermediği
saptandı. Klinik gebelik için prediktif β-hCG cut-off düzeyi klivaj aşaması fresh sET sikluslarında 127.1
IU/L ve blastosist aşaması fresh sET sikluslarında 173.5 IU/L olarak belirlendi. Canlı doğum eldesi için
prediktif β-hCG değeri klivaj aşaması fresh sET sikluslarında 129.4 IU/L; blastosist aşaması fresh sET
sikluslarında 178.5 IU/L olarak belirlendi.
Kontrollü ovaryan stimülasyon (KOH) sikluslarında ET sonrası β-hCG düzeylerini değerlendiren
çalışmalarda transfer edilen embriyo sayısı ve β-hCG ölçüm günündeki farklılıklar bulguların
karşılaştırmasında sınırlayıcıdır. Klivaj aşaması ET ve blastosist aşaması ET sonrasında 13-15. gün β-
hCG seviyelerinin klivaj aşaması ET lehine olduğunu, bununla birlikte blastosist aşaması ET sonrası 12.
gün β-hCG değerlerinin lehine anlamlı fark gösterdiğini bildiren çalışmalar mevcuttur. Blastosist
aşaması ET sonrasında yüksek seviyedeki β-hCG değerleri ile TE hücre sayısının pozitif korelasyonu
raporlanmıştır. Bu çalışmada klivaj aşaması fresh sET ve blastosist aşaması fresh sET sonrasında benzer
12. gün β-hCG değerleri saptanmış olup, erken embriyonik faktörler ile maternal serum β-hCG düzeyi
arasında bir korelasyon görülmemiştir.
27
TSRM İzmir Sempozyumu / 2-3 Haziran 2018
S20 - İVF BAŞARISINDA ESER ELEMENT DÜZEYLERİNİN ETKİSİ
Begüm AYDOĞAN MATHYK1,
1Kuzey Karolina Üniversitesi Kadın Hastalıkları Ve Doğum Departmanı, ABD,
İVF yapılan hastalarda gebe kalan ve gebe kalmayan gruplar arasında serum ve folikül sıvısında bakır
(Cu), magnezyum (Mg), mangan (Mn), seleniyum (Se), çinko (Zn) ve kromium (Cr) karşılaştırılması.
Kliniğimizde 2016-2017 yılları arasında İVF yapılan hastaların demografik özellikleri, infertilite süresi,
infertilite etyolojisi, siklusun 3. gün hormon profili, toplam gonadotropin dozu, toplanan oosit sayısı,
embryo gradeleri ve spermiyogram sonuçları kaydedildi. Hastaların hepsinde antagonist protokol
uygulandı. Oosit aspirasyonunundan elde edilen folikül sıvılarında Cu, Mg, Mn, Se, Zn ve Cr ölçüldü.
Eş zamanlı olarak serumda da aynı metallerin ölçümü yapıldı. Eser elementlerin ölçümü İndüktif
Eşleşmiş Plazma Optik Emisyon Spektroskopisi (Inductively Coupled Plasma Atomic Emission
Spectroscopy - ICP-OES Thermo-6000) ile gerçekleştirildi. Gebe kalan ve gebe kalmayan gruplar
arasında karşılaştırıldı. Anlamlı çıkan değerler için ROC analizi yapıldı.
Gebe kalan ve kalmayan gruplar arasında demografik özellikleri, infertilite süresi, infertilite etyolojisi,
hormon profili ve spermiyogram sonuçları açısından fark saptamadık (Tablo1) Ortalama serum eser
elementleri gebe ve gebe olmayanlarda benzer iken folikül sıvısındaki bakır oranında anamlı farklılık
tespit edildi. Gebelerde folikül sıvısında ortalama bakır (Fol-Cu) gebe olmayanlardan daha yüksek
bulundu (1.008±0.2021 μg/mL vs 0.844±0.1895, p=0.003) (Tablo 2). Folikül sıvısındaki bakır oranı ile
gebelik arasında anlamlı pozitif korelasyon tespit edildi (r=0.33, p=0.003). ROC eğrisinde AUC=0.72
(95%= 0.57-0.87, p=0.006)bulundu ve cut-off değeri 0.94 μg/mL olarak tespit edildi (sensitivite %75,
spesifisite %70.4, likelihood ratio=2.54).
İVF yapılan hastalarda gebe kalmayan grupta folikül sıvısı Cu değerinin daha düşük olduğunu saptadık.
Bakır vücudumuz için önemli olan bir eser elementtir. Bakır eksikliği ile memelilerde azalmış fekundite
arasında ilişki gösterilmiştir. Ayrıca yüksek orandaki bakırın gonadotropin salınımını etkileyebileceği
de öne sürülmüştür.
28
TSRM İzmir Sempozyumu / 2-3 Haziran 2018
S21 - FOLİKÜL SIVISI BİSFENOL-A DÜZEYLERİNİN İVF
SONUÇLARINA ETKİSİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ
Aslı AZEMİ1, Pelin ÖCAL1,
1İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları Ve Doğum Anabilim Dalı,
İVF yapılan hastalar gebe kalan ve gebe kalmayan gruplar arasında serum ve folikül sıvısı Bisfenol - A
(BPA) değerlerinin karşılaştırılması
Kliniğimizde Ocak 2016-Ocak 2017 yılları arasında İVF yapılan hastaların demografik özellikleri,
infertilite süresi, infertilite etyolojisi, siklusun 3. gün hormon profili, toplam gonadotropin dozu,
toplanan oosit sayısı, embryo gradeleri ve spermiyogram sonuçları kaydedildi. Hastaların hepsinde
antagonist protokol uygulandı. Oosit aspirasyonunundan elde edilen folikül sıvılarında Bisfenol-A
(BPA) değerleri ölçüldü. Eş zamanlı olarak serumda da BPA ölçümü yapıldı. Gebe kalan ve gebe
kalmayan gruplar arasında karşılaştırıldı.
Gebe kalan ve kalmayan gruplar arasında demografik özellikleri, infertilite süresi, infertilite etyolojisi,
hormon profili ve spermiyogram sonuçları açısından fark saptamadık. Serum ve folikül sıvısı BPA
değerleri de iki grup arasında benzerdi.
BPA, birçok üründe bulunan bir kimyasaldır, insanlarda östrojen resptör modülatörü olarak çalışırlar.
Hayvanlarda prenatal BPA maruziyetinin reprodüktif gelişim sorunlarına neden olduğu gösterilmiştir.
Çalışmamızda İVF yapılan hastalarda gebe kalan ve kalmayan gruplar arsında serum ve folikül sıvısı
BPA değerleri arasında fark saptamadık.
29
TSRM İzmir Sempozyumu / 2-3 Haziran 2018
S22 - HİPERANDROJENİZMLİ KADINLARDA ALT ÜRİNER SİSTEM
SEMPTOMLARININ DEĞERLENDİRİLMESİ
Zafer KOLSUZ1, Dilek UYSAL1,
1İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Atatürk Eğitim Ve Araştırma Hastanesi,
Hiperandrojenizm, üreme çağındaki kadınlarda en sık görülen endokrin bozukluklardandır. Sıklığı ,
üreme döneminde kadınlarda % 5-10 ve ergenlik döneminde% 3 olarak bildirilmiştir Yaşlı
popülasyonda idrar inkontinans prevalansı, alt üriner sistem semptomları, özellikle de urgency, sık
idrara çıkma, noktüri, pelvik ağrı, disparoni oldukça yaygındır. Bu çalışmanın amacı hiperandrojenizmin
alt üriner sistem semptomları üzerine etkisini araştırmaktır.
Bu prospektif çalışma İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi Kadın
Hastalıkları ve Doğum Kliniğine nisan 2013-haziran 2013 tarihleri arasında oligo/polimenore ,
menoraji, hirsutizm şikayeti ya da kontrol amaçlı başvuran 100 hastanın katılımyla gerçekleştirilmiştir.
Tüm hastalardan aydınlatılmış onam ve hastane etik kurulundan çalışma ile ilgili onay alınmıştır.
Hastaların yaş, parite,doğum şekli, medikal geçmiş ve BMI(body mass index) bilgileri kayıt edilmiştir.
18 yaş altı ve 45 yaş üstü hastalar, erken gebelik tespit edilenler, kronik ilaç kullanımı, anormal pelvik
muayene bulgusu olanlar çalışma dışı bırakılmıştır. Hiperandrojenizm tanısı medikal geçmiş ve
laboratuar testleri (DHEAS, fT, tT) ile konmuştur.
Hiperandrojenizmi olan 50 hasta grup 1 diğer 50 hasta ise grup 2 olarak seçildi. Aralarında yaş farkı
açısından anlamlı değişkenlik saptanmamıştır. BMI açısından değerlendirildiğinde grup 1 ortalama BMI
24.1 grup 2 de ise bu ortalama 21.7 olup belirgin şekilde 2. gruptan yüksekti. Yine grupların DHEAS,
serbest ve total testesteron değerleri karşılaştırılmış olup grup 1 in ortalama hormon değerleri grup 2
den belirgin olarak yüksek saptanmıştır. Tablo 1: Gruplara göre olguların serbest ve total testesteron ve
DHEAS düzeyleri Grup 1 (Hiperandrojenemik) n=50 Grup 2 (Normoandrojenemik) n=50 P value
Dihidroepiandosteron Sulfate 265.7 ± 78.8 166.0 ± 69.3 0.000 Free Testosterone 11.1 ± 4.2 2.5 ± 0.9
0.000 Total Testosterone 42.4 ± 20.0 31.5 ± 14.5 0,009 Saptanan alt üriner sistem şikayetleri oranlarında
belirgin istatistiksel farklılık saptanmamıştır. Tablo 2: Gruplara göre olguların yakınma dağılımı Grup
1 (Hiperandrojenemik) n=50 Grup 2 (Normoandrojenemik) n=50 P value Stress Inkontinans (2) 4.0%
(2) 4.0% 1,000 Urgency (20) 40.0% (20) 40.0% 1,000 Urge Inkontinans (3) 6.0% (2) 4.0% 1,000 Sıklık
(19) 38.0% (17) 34.0% 0.677 Noktüri (24) 48.0% (28) 56.0% 0.423 Pelvik ağrı (21) 42.0% (23) 46.0%
0.687 Disparoni (15) 30.0% (15) 30.0% 1,000
Çalışmamızda grup 1 in ortalama total testosteron :42.41 ng/dL olup grup 2 de ise 31.54 ng/dL olarak
saptanmıştır. 1. grup ortalama DHEAS değeri 265.75 mg /dl olup 2. grup düzeyleri 166.07mg/dl olarak
görülmüştür.Sonuçlarımıza göre DHEAS seviyeleri literatürden daha yüksek saptanmıştır. Her 2 grubun
BMI indeksleri ile inkontinans yatkınlığı açısından anlamlı farklılık saptanmamıştır. Çalışmamızdaki
üriner inkontinans oranları 20-29 yaş arası kadınlarda %4.1, 30-39 yaş arası %10.8 olarak saptandı. Her
2 grupta da tüm yaş gruplarında en sık görülen alt üriner sistem semptomları urgency, sık idrara çıkma
ve inkontinans olarak saptanmıştır. Serum androjen düzeyleri yüksek olan hastalarla normal olanlar
karşılaştırıldığında yakınma açısından anlamlı fark bulunmadı.(P> 0.05) Bununla birlikte
hiperandrojenizmin alt üriner sistem ve pelvik taban üzerine etkilerini daha iyi inceleyebilmek ve
subgrup risk faktörlerini belirleyebilmek için daha fazla sayıda prospektif çalışmaya ihtiyaç vardır.
30
TSRM İzmir Sempozyumu / 2-3 Haziran 2018
S23 - PLAZMA İNSÜLİN BENZERİ PEPTİD-5
KONSANTRASYONLARININ FAZLA KİLOLU, OBES VE MORBİD
OBES POLİKİSTİK OVER SENDROMLU KADINLAR ARASINDA
DEĞERLENDİRİLMESİ VE İNSÜLİN DUYARLILIĞI İLE OLAN
İLİŞKİSİ
Ozgur YILMAZ1,
1Manısa Merkezefendı Devlet Hastanesı,
İnsülin duyarlılığında azalma, PKOS'dan etkilenen olgularda sık rastlanan bir bulgu olup; özellikle obesite ve
düşük dereceli kronik inflamasyon ile dogrudan ilişkilidir. Insülin benzeri peptid – 5 (INSL5) İnsülin peptid süper
ailesinin bir üyesidir. başlıca hipotalamus ve kolorektal dokular tarafından eksprese edilir . Bu peptidin Oreksijenik
(iştah kesici) etkisi tanımlanmışsada; enerji kısıtlanması halinde ise iştahı teşvik edici etkisi de vardır. Kolorektal
epitelyumundaki nöroendokrin hücreler tarafından da eksprese edilmesi ve varsayılan reseptörü olan peptid
reseptör 4’ün pankreas adacık hücrelerinde bulunması gibi bulgular; INSL5’in insülin faaliyeti üzerine etkisi
olabileceğini düşündürür. Ancak INSL5 ile PKOS arasındaki potansiyel birlikteliğe ilişkin veri kıttır. Bundan
ötürü biz bu çalışmada fazla kilolu, obes ve morbid obes kadınlar arasındaki plazma INSL5 ve kantitatif insülin
duyarlılığı hesaplama indeksi (QUICKI –IS) düzeylerini kıyaslayarak PKOS patogenezindeki yerini
değerlendirmeyi amaçladık.
PKOS’lu kadınlar WHO’nun belirlediği vücut kitle indeksi (VKI) değerlerine göre fazla kilolu (VKI=25-
29.9kg/m2), obes (VKI= 30-34.9 kg/m2) ve morbid obes (VKI>35kg/m2) olarak üç gruba ayrıldı. Plazma açlık
glukoz, insülin, INSL-5, yüksek duyarlıklı C-reaktif protein(hs-CRP), lipid konsantrasyonları ölçüldü. QUICKI-
IS = 1/Log(insülin µIU/mL)+1/Log(glukoz mg/dL) denklemine göre hesaplandı.
39 fazla kilolu, 37 obes ve 31 morbid obes PKOS’lu kadın prospektif olarak incelendi. Bu üç gruptaki kadınlar
arasında yaş, boy, serum açlık insülin, glukoz, testosteron, hs-CRP , HDL, LDL, INSL5 konsantrasyonları ile
QUICKI-IS düzeyleri yönünden anlamlı fark bulunmuyordu (p>0.05). trigliserid konsantrasyonları obes ve morbid
obes kadınlar arasında anlamlı farklılık göstermez iken (p>0.05) fazla kilolu kadınlar hem obes (p= 0.03), hem de
morbid obes (p<0.001) kadınlara kıyasla daha düşük serum trigliserid düzeylerine sahipti. INSL-5 ile sadece hs-
CRP arasında anlamlı ters korelasyon bulunur iken (r= -0.364. p<0.001); insülin, glukoz, QUICKI-IS, testosteron
ve lipid düzeyleri arasında anlamlı korelasyon bulunamadı.(p=0.005). regresyon modelinde bağımlı değişken
QUICKI-IS üzerine bel çevresinin negatif (p=0.017), INSL-5 ise pozitif (p=0.05) etkisi var iken kalça çevresi ve
trigliseridin ise etkileri olmadığı saptandı (p>0.05)
INSL5 ‘in sadece insülin faaliyeti üzerine değil aynı zamanda doğrudan reprodüktif sistem üzerine de etkilerinin
olduğunu bildiren veriler mevcuttur. INSL-5 geni defektif hale getirilen dişi maymunlarda menstrüel siklus
düzeninin bozularak doğurganlıklarının olumsuz yönde etkilendiği gözlenmiştir. Ayrıca yapılan glukoz ve insülin
tolerans testlerinde azalan insülin sekresyonu sonucunda yükselen kan glukozu ile tanımlanan glukoz intoleransı
da görülmüştür. Wagner ve arkadaşlarının çalışmasında INSL5’in serum düzeyleri obes erkeklerde testosteron ve
lipidler ile negatif korelasyon gösteriyordu. Erkeklerin tersine obes kadınlarda ise bizim çalışmamıza benzer olarak
INSL5 plazma düzeyleri CRP ile kuvvetli negatif korelasyon gösteriyordu. Bu durum INSL5 in insülin
duyarlılığını destekleyen etkisinin subklinik inflamasyonu engelleyen olası etkisinden kaynaklanabileceğini akla
getirir. Obes erkeklere uygulanan bariatrik cerrahi sonrası oluşan kilo kaybını takiben tip 2 diabeti olsun veya
olmasın azalış gösterıyordu ve serum testosteron düzeylerinin restorasyonu ile birlıktelik gösteriyordu.
Çalışmamızda ise INSL5 ile hs-CRP arasında negatif korelasyon bulur iken ne lipidler ne de testosteron ile
korelasyon bulunamadı . Bu durum cinsiyet, obesite ve çalışma populasyonumuzun nisbeten genç ve ek sağlık
problemi olmayan kadınlardan oluşması gibi etmenlerden kaynaklanıyor olabilir
Sonuç olarak INSL5’in PKOS patogenesi üzerine olan olası etkileri ileri ve diğer inflamatuar moleküleride içeren
çalışmalarla değerlendirilmelidir.
31
TSRM İzmir Sempozyumu / 2-3 Haziran 2018
S24 - EKTOPİK GEBELİK TEDAVİSİNDE UYGULANAN CERRAHİ
TEKNİKLERİN SONRAKİ GEBELİK BAŞARISINI ÖNGÖRMEDEKİ
ROLÜ; ÖN SONUÇLARIMIZ
Meryem KURU PEKCAN1, Hüseyin YEŞİLYURT1,
1Sbü Zekai Tahir Burak Suam,
Ektopik gebelik tedavisinde çoğunlukla metotreksat uygulaması ile başarılı sonuçlar alınmaktadır.
Ancak özellikle hemodinamik olarak instabil hastalar, metotreksat tedavisine yanıt vermeyen yada
heterotopik gebelik olgularında cerrahi tedavi tercih edilmektedir. Reprodüktif yaş grubundaki tubal
gebelik olgularında salpingostomi cerrahi olarak uygulanabilmektedir. Salpenjektomi ise hasarlı tüpü
olan, aynı tüpte nüks ektopik gebeliği olan, salpingostomi sonrası kontrolsüz kanaması olan, 5 cm’nin
üzerinde tubal gebeliği olan, heterotopik gebeliği olan, fertilitesini tamamlamış vakalarda
uygulanmaktadır. Bu konuda yapılmış olan çalışma sayısı da kısıtlıdır. Bizde çalışmamızda kliniğimizde
ektopik gebelik tanısıyla operasyona alınan hastalarda uygulanan operayon tekniklerinin gebelik
sonuçları açısından birbirine üstünlüğünün olup olmadığını araştırmayı hedefledik.
Retrospektif olarak tasarlanan bu çalışma Haziran 2013 ve Mayıs 2014 tarihleri arasında Zekai Tahir
Burak Kadın Sağlığı Eğitim ve Araştırma Hastanesi infertilite polikliniğine başvuran 68 infertil hastada
gerçekleştirildi. Daha önce ektopik gebelik öyküsü yada salpenjektomi öyküsü olan hastalar çalışma dışı
bırakıldı. Hastaların klinik ve demograif özellikleri, uygulanan cerrahi türü, gebelik sonuçları
kaydedildi.
Çalışmaya dahil edilen hastaların %38(n=26)’sına salpingostomi, %62(n=42)’sine salpenjektomi
yapılmıştır. Hastaların yaş ve vücut kitle indexi açısından her iki grup arasında anlamlı fark
izlenmedi(P>0.05). Salpingostomi sonrası klinik gebelik, düşük, ektopik gebelik oranları salpenjektomi
sonrası ile benzerdir (P > 0.05). Term gebeliğe ulaşma oranları takip edilmektedir.
Salpingostomi uygun hastalarda alternatif tedavi seçeneği olarak özellikle fertilitesini tamamlamamış
hastalarda göz önünde bulundurulmalıdır.Hasta sayımızın ve doğum sonuçlarımızın tamamlanmaması
çalışmamızın kısıtlılıklarını oluşturmaktadır.
32
TSRM İzmir Sempozyumu / 2-3 Haziran 2018
S25 - BARİYATRİK CERRAHİNİN MENSTRÜEL SİKLUS VE
REPRODUKTİF FONKSİYONA ETKİSİ
LAPAROSKOPİK SLEEVE GASTREKTOMİ SONRASI
DOĞURGANLIK
Serhan DERİCİ1,
1Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı,
Kadınlarda morbid obezite sıklığı erkeklere göre yaklaşık 2 kat fazladır. Morbid obezite nedeniyle
cerrahi tedavi uygulanan kadınların %80-85’i doğurganlık dönemindedir. Bu yaş grubu kadınlarda aşırı
kilolu olmakla yakın ilişki halinde olduğu gösterilen polikistik over sendromunun prevalansı %6-10
olarak hesaplanmaktadır. Polikistik over sendromlu kadınların yaklaşık yarısının aşırı kilolu olduğu ve
bu hastaların obez olmayan PKOS’lu kadınlara kıyasla daha da fazla anovulatuar oldukları
gösterilmiştir. Diğer yandan obez kadınlarda PKOS’dan bağımsız olarak anovulasyon sıklığının fazla
olduğu bilinmektedir. Hem PKOS ile ilişkisi bakımından hem de obez kadınlarda anovulasyonun daha
sık görülüyor olması nedeniyle obezitenin infertilite üzerine etkisi tartışılmaktadır. Konservatif
yöntemlerle verilen kilonun menstrüel siklus ve doğurganlık üzerine olumlu etkileri olduğu
bilinmektedir. Bariyatrik cerrahi girişimler açısından durum değerlendirildiğindeyse son on yılda
obezite insidansındaki artış ve ilerleyen teknolojinin etkisiyle teknik olarak kolaylaşan ameliyat
prosedürleri sayesinde bariyatrik cerrahi girişim sayısında %450 düzeyinde bir artış olduğu
görülmektedir. Bu çalışmada konservatif yöntemlerden daha etkin olduğu bilinen bariyatrik cerrahi
girişimlerin kadın sağlığı ve infertilite üzerine etkisinin tartışılması amaçlanmıştır.
Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi AD. Üst GİS cerrahisi birimi tarafından Ocak
2013-Ekim 2017 tarihleri arasında Laparoskopik Sleeve Gastrektomi(LSG) ameliyatı yapılmış olan 246
hasta’nın prospektif kayıtları incelendi. Yaşları 18-40 aralığında yer alan 80 kadın hasta çalışmaya dâhil
edildi. Hastaların demografik verileri, boy ve vücut ağırlığı ölçümleri, ameliyat öncesi ve sonrası
menstrüel siklus düzenleri, gebelik durumları, eşilik eden hastalıkları, şimdiki vücut ağırlıkları, üremeye
yardımcı tedavi uygulama öyküleri değerlendirildi.
Ameliyat öncesi ölçümlerde ortalama yaş: 30.23±6.25 yıl, ortalama vücut ağırlığı:119.03±15.6kg,
ortalama BMI:44.09±4.85kg/m2 olarak saptandı. Eşlik eden hastalık olarak en sık tiroid
patolojileri(%11.5) olduğu görüldü. 28 hastada menstrüel siklusun düzensiz olduğusaptandı. 15 hastanın
gebelik isteği olduğu, dört hastanın yardımsız, dört hastanın yardımla gebe kaldıkları saptandı. Beş
hastanın yardıma rağmen gebe kalamadığı belirlendi. Ameliyat sonrası ortanca takip süresinin 38.5 ay
olduğu hasta grubunda hastaların fazla kilolarının ortalama %77.05±23.54 kadarını vermiş oldukları
görüldü. Son ölçümlere göre ortalama vücut ağırlığı:79.94±14.9kg, BMI:29.98±5.41kg/m2 olarak
hesaplandı. Pre op menstrüel siklus düzensizliği olan hastaların 26’sında bu sorunun ortadan kalktığı
görüldü. Post op gebelik isteği olan 17 hastanın 14’ünde gebeliğin gerçekleştiği bu hastalardan sadece
bir tanesinin yardım aldığı görüldü. Pre op yardıma rağmen gebelik gerçekleşmeyen üç hastada post-op
dönemde yardım olmaksızın gebeliğin gerçekleştiği görüldü.
Obezite erkek ve kadın fertilitesini birçok mekanızma ile olumsuz yönde etkilemektedir. Bariyatrik
cerrahi fazla kiloların verilmesinde en etkin ve kalıcı yöntem olarak kabul görmüştür. Bu çalışmadaki
hastaların ameliyat sonrasında 3 yıldan daha fazla olan ortanca takip süresinde fazla kilolarının %77
kadarını verdiklerini görmekteyiz. Gayet tatminkâr düzeydeki bu sonucun fertilite üzerine de olumlu
etkileri olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bariyatrik cerrahi öncesi düzensiz menstrüel siklusu
olan 28 hastanın %93’ünde (26) düzelme olduğu görülmüştür. Pre-op gebelik isteği olan hastaların
sadece %26.6’sı yardımsız gebe kalabilmişken ameliyat sonrasında gebelik isteği olan hastaların
%76.4’ünde yardımsız gebelik gerçekleşmiştir. Dikkat çekici bir diğer bulgu ise pre-op yardımcı
uygulamalara rağmen gebe kalamayan 3 hastada post-op dönemde yardımsız olarak gebeliğin
gerçekleşmiş olmasıdır. Her ne kadar rehberler infertilite tedavisi için bariyatrik cerrahi konusunda
33
TSRM İzmir Sempozyumu / 2-3 Haziran 2018
bağlayıcı bir öneride bulunmuyorsa da, kalıcı kilo kaybının infertilitenin düzeltilmesinde çoğu zaman
başka bir tedaviye gerek kalmaksızın başarılı olduğunu gösteren gözlemsel çalışmalar literatürde yer
almaya başlamıştır.
34
TSRM İzmir Sempozyumu / 2-3 Haziran 2018
S26 - 18 YAŞINDA BİLATERAL BORDERLİNE SERÖZ OVER
TÜMÖRÜLÜ HASTA: OLGU SUNUMU
Öznur BİLGE1, Mustafa ŞENGÜL1,
1İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Atatürk Eğitim Araştırma Hastanesi Kadın Hastalıkları Ve Doğum
Kliniği,
Borderline seröz tümörleri (BOT) histolojik olarak stromal invazyonu olmayan atipik epitelyal
proliferasyon gösteren heterojen bir grup lezyon olarak tanımlanmış ve Dünya Sağlık Örgütü (WHO)
sınıflandırması tarafından kabul edilmiştir. Marjinal olarak malign ve benign arasında kabul edilen bu
tümörler, tüm yumurtalık malignitelerinin% 14-15'i olup, yılda 100 000 kadın için tahmini insidansı
%1.8-5.5'tir. Borderline over tümörlerinin bahsedilmesi gereken bir diğer özelliğide fertil yaşlarda
ortaya çıkmasıdır, teşhis edilen kadınların yaklaşık üçte biri 40 yaşından küçüktür. BOT’de ultrason
muayenesi zorunludur ancak borderline tümörlerin karakteristik bir görünümü yoktur. Uniloküler kist,
papiller oluşum veya solid ve sıvı bileşenli kitleler, borderline tümöre işaret edebilir. Biz laparatomi
sonrası gönderilen patoloji sonucunda bilateral seröz borderline over tümörü tanısı konan genç bir
olguyu sunuyoruz.
Vaka Sunumu: Nisan 2017 tarihinde 18 yaşında herhangi bir klinik öyküsü olmayan bayan hasta sol alt
kadran ağrısı ile acil servise başvurdu. Yapılan laboratuvar sonuçları: : Hb: 11,3 g/dl wbc: 18.78 K/uL,
plt: 421 K/uL, crp: < 0.02 mg/dL, CA 125: 26 U/Ml, CA 19-9: 1,2 U/Ml, CA 15-3: 13 U/Ml şeklindeydi.
Abdominal Ultrasonografi (USG) sonucu: Sol over boyutu normal, Sağ over büyümüş 51x30mm
boyutlarında olarak belirtilmişti. Gözlemde sağ overden kaynaklanan yaklaşık 85x57mm boyutlarında
içeriği homojen ve dansitesi yüksek kistik yapı izlendi. Kistin görünümünün endometrioma ile uyumlu
olabileceği düşünüldü. Sağ paraovaryan alan ve duglasta minimal mayi izlendi olarak belirtildi. Yapılan
pelvik doppler usg sonucunda sağ over parankiminde kan akışı izlenmedi parankim ekojenitesinde
azalma izlendiği gözlendi. Mevcut bulgular over torsiyonu lehine değerlendirilmiş olup, klinik takip ve
tedavi radyoloji tarafından önerilmiştir. Klinik muayne ve radyoloji usg sonucunda hastada over
torsiyonu ön tanı olarak düşünülmüş ve hastaya acil laparatomi kararı alınmıştır. Laparatomi sırasında
gözlemde sağ over yaklaşık 10cm boyutunda ve kendi etrafında 3 defa döndüğü görülmüştür. Sağ over
stromasının ödemli olduğu hemoraji ve infark alanlarının mevcut olduğu izlenmiştir. Gözlem esnasında
sol overde de 3 cmlik komplike bir kistik yapı izlenmiş olup hastaya sağ over detorsiyonu sonrasında
bilateral kistektomi işlemi yapılmıştır. Sağ overin detorsiyon sonrası kanlanmasının olduğu
gözlenmiştir. Hastanın patoloji sonucu bilateral borderline seröz over tümörleri şeklinde gelmiştir.
Yapılan onkoloji konsültasyonun 3 aylık aralıklar ile takip önerilmiş olup, 6 ay aralıklar ile yapılan
kontrol BT ve 1 yıl aralıklar ile yapılan kontrol USG sonuçları normal gelmiş olup herhangi bir
neoplastik değişiklik ve over kisti izlenmemiştir.
Overin epitelial tümörlerinin %10-15’i borderline over tümörüdür. Evre 1 aşamasında 5 yıllık sağkalım
süreçleri %95 lerde olup sıklıkla genç yaş grubunda ve nullipar hastalarda görülmektedir. BOT’nün
erken tanısı bu hastalığın over kanseri öncesi tedavisini sağlar. Biz 18 yaşında henüz gebeliği olmamış
akut karın ağrısı şikayeti ile başvuran ve yapılan tetkikler sonucunda over torsiyon ve bilateral over kist
mevcut olan hastamızı sadece bilateral over kist eksizyonu ve sağ over detorsiyonu yaparak konservatif
bir şekilde tedavi etmiş bulunmaktayız. Bu durum bize BOT’de konservatif tedavinin önemini bir defa
daha göstermektedir.
35
TSRM İzmir Sempozyumu / 2-3 Haziran 2018
S27 - 34 HAFTALIK ABDOMİNOOVERYAN GEBELİK:OLGU
SUNUMU
Yılmaz GÜZEL1,
1İstanbul Aydın Üni.,
Primer ovaryan ektopik gebelik sonderece nadir görülür ve tanıda zorluklar arzeder. Yüksek maternal
ve fetal mortalite riskinden dolayı erken ve doğru tanısı son derece önemlidir. Bbildiride 34. Gebelik
haftasına ulaşmış nadir bir primer ovaryen ektopik gebelik olgusunu sunup literatür özeti yapacağız.
33 yaşında hasta 34 gebelik haftasında başvurdu. Abdominal ultrasonografi uterus dışında yerleşmiş
fetus izlendi. Laparotomide sol adnexial alanda yerleşmiş intakt amniotic membrane içinde yerleşmiş
canlı fetus izlendi ve doğurtuldu. Placentadan kaynaklanan aşırı kanama salfingo-ooforektomiyi zorunlu
hale getirdi. Histolojik inceleme ovaryen gebeliği doğruladı.
Acilde şiddetli karın ağrısı şikayetiyle gördüğümüz olgunun gerek jinekolojik ve obstetrik
muayenesinde gerekse Ultrason,NST ve kan değerlerinde ektopik gebelikten şüphenilmesi üzerine acil
laparatomi kararı alındı.Olgu gebe olduğunu bilmediğini,hiç doktora gitmediğini ifade
etti.Laparotomide sol adnexial alanda yerleşmiş intakt amniotic membrane içinde yerleşmiş canlı fetus
izlendi ve doğurtuldu. Placentadan kaynaklanan aşırı kanama salfingo-ooforektomiyi zorunlu hale
getirdi.Batın içi yıkandıktan sonra anatomik planda kapatıldı.
Ovaryen ektopik gebelik son derece nadir bir durum olup çok ciddi maternal ve fetal moratlite sebebi
olduğu akılda bulundurulmalı ve özellikle akut batın ile gelen gebelerde ayırıcı tanıda akla gelmelidir.
36
TSRM İzmir Sempozyumu / 2-3 Haziran 2018
S28 - ELEKTİF DAY 4 İLE DAY 5 EMBRİYO TRANSFERİNİN
KARŞILAŞTIRILMASI
Ebru Saynur HATIRNAZ1, Şafak HATIRNAZ1, Mine KANAT-PEKTAŞ1,
Bu çalışma, intrasitoplazmik sperm enjeksiyonu (ICSI) sikluslarında tek veya çift embriyo transferi
yapılabilen kadınlarda 4. günde morula transferinin uygun bir seçenek olup olmadığını belirlemeyi
amaçlamaktadır.
Bu çalışma,refere bir IVF merkezinde yedi ila oniki oositin alınmasından sonra ICSI yapılan ve
fertilizasyonun ilk gününde en az 5 kompetan fertilize oosite elde edilen190 kadının retrospektif bir
derlemesidir. 4. günde embryo transferi yapılan 95 hasta Grup 1 ve 5. günde embryo transferi yapılan
95 hasta Grup 2 ye dahil edilmiştir.
Toplanan oosit sayısı 5.gün transferlerde 4.gün transferlerden anlamlı olarak daha yüksekti (p = 0.016).
4. gün ve 5. gün embriyo transferleri istatistiksel olarak benzer implantasyon, klinik gebelik ve canlı
doğum oranlarına sahipti (sırasıyla p = 0.884, p = 0.884 ve p = 0.560). Düşük ve perinatal ölüm oranları
da istatistiksel olarak benzerdi (sırasıyla p = 0.626 ve p = 0.700). 4. gün ve 5. gün embriyo transferleri
istatistiksel olarak benzer ikizlik oranları ile sonuçlandı (p = 0,788). İmplantasyon, klinik gebelik ve
canlı doğum oranları 4. gün grade 1 embriyolar için grade 2 ve grade 3 embriyolardan daha yüksekti
(sırasıyla p = 0.032, p = 0.035 ve p = 0.024).
4. günde morula transferi, elektif tek veya çift embriyo transferi yapılmak zorunda olan kadınlarda
makul bir yaklaşım olarak benimsenebilir. Gebe kalma olasılığını en üst düzeye çıkarmak için, 3. günde
birkaç iyi kaliteli embriyoların elde edildiği ICSI / IVF siklusları için morula transferi önerilebilir.
37
TSRM İzmir Sempozyumu / 2-3 Haziran 2018
S29 - GEBELİKTE DEMİR KULLANIMI VE HEMATOLOJİK
PARAMETRELERE ETKİSİ
Aslıhan YAZICIOĞLU1, Evren KOÇBULUT1, Süleyman AKARSU1, M. Tamer
MUNGAN1,
1Yüksek İhtisas Üniversitesi Koru Ankara Hastanesi,
Gebelikte karşılaşılan anemilerin yaklaşık %95’inden demir eksikliği sorumlu tutulmaktadır. Bu
nedenle ülkemizde gebelere demir takviyesi hekimler tarafından sıklıkla önerilmektedir. Gebelikte
demir kullanımının hematolojik parametreler üzerindeki olumlu etkileri uzun zamandır bilinmektedir.
Bu çalışmada trimesterlere göre demir takviyesi alımı ve bunun gebelik ve doğum sonrası hematolojik
parametrelere olan etkisi değerlendirilmiştir.
Yüksek İhtisas Üniversitesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniği’ne Ocak 2017-Ocak 2018 tarihleri
arasında başvuran ve doğum yapan 409 gebenin 1., 2. ve 3. trimester demir kullanım durumları ve
hemoglobin (Hb), hematokrit (Hct) ortalama korpüsküler volüm (MCV) düzeyleri, doğum şekilleri,
doğum sonrası Hb düzeyleri ve doğum ağırlıkları değerlendirildi. Veri toplanması ve istatistiksel
analizlerde SPSS 20 paket programı kullanıldı. Veri analizi yapılırken iki grup karşılaştırılması için
Student’s t test ve Mann Whitney-U test kullanıldı. Kategorik veriler Fisher’s Exact test ve Ki Kare testi
ile analiz edildi. testlerin anlamlılık düzeyi için p<0,05 ve p<0,01 değeri kabul edilmiştir.
Kliniğimize Ocak 2017-Ocak 2018 tarihleri arasında başvuran ve doğum yapan 409 gebenin yaş
ortalaması 31,49±3,86 idi. %73,6’sı primipar, %98,5’i tekiz gebe, %60,4’ü vajinal, %39,6’sı sezaryen
doğum yapmıştı. Ortalama Hb düzeyleri 1., 2. ve 3. trimesterlerde 12,4; 12,2 ve 12,5 idi. Ortalama Hct
düzeyleri 1., ve 2. ve 3. trimesterlerde 37,5; 36,7 ve 37,5 idi. Ortalama MCV düzeyleri 1., 2. ve 3.
trimesterlerde 87,2; 88,2 ve 87,6 idi. Ortalama doğum ağırlıkları 3334±459 gramdı. Demir takviyesi
kullanım oranları %71,1 ile en yüksek 3. trimesterdeydi. Gebelerin %46,2’sinin Hb düzeyi 12’nin
altındaydı. 1., 2. ve 3. trimesterde demir kullanımı ile doğum ağırlığı arasında anlamlı bir ilişki
görülmedi. 1. ve 3. trimesterde demir takviyesi Hb ve Hct düzeyleri üzerinde anlamlı (p<0,001) bir
farklılık oluştururken 2. trimesterde demir takviyesi bu değerler üzerinde anlamlı bir farklılık
oluşturmadı. 3. trimesterdeki Hb düzeyi ile doğum ağırlığı arasında anlamlı bir ilişki görülmedi
(p=0,787). 3. trimesterde Hb düzeyi >12 olanlarda vajinal doğum oranı sezaryen doğuma oranla anlamlı
biçimde yüksek (p<0,001) olarak tespit edildi. 20-34 yaş ile >35 yaş demir takviyesi alımı açısından
anlamlı bir fark görülmedi.
Gebenin anemi parametreleri, doğum şekli ve doğum ağırlığı ile demir takviyesi kullanımı arasındaki
ilişkiyi değerlendirdiğimiz bu çalışmada gebelerde anemi sıklığının %46,2 civarında olduğu görüldü.
Literatürdeki bazı çalışmaların aksine demir kullanımı ile doğum ağırlığı arasında anlamlı bir ilişki
olmadığı görülmedi. 3. trimesterde Hb düzeyi >12 olanlarda vajinal doğum oranı sezaryen doğuma
oranla anlamlı biçimde yüksek (p<0,001) olarak tespit edildi. Bu durumda gebelerde demir takviyesi ile
Hb düzeylerinin yükseltilerek sezaryen oranlarının düşürülebileceği fakat doğum ağırlığı açısından bir
fayda sağlanamayacağı sonucuna varılabilir.
38
TSRM İzmir Sempozyumu / 2-3 Haziran 2018
S30 - INTRAUTERİN İNSEMİNASYON SİKLUSLARINDA FARKLI
SPERM HAZIRLAMA YÖNTEMLERİNİN ROS SONUÇLARINA
ETKİSİ
Funda GÖDE1,
1Izmir Karşıyaka Medikal Park Hastanesi,
İntrauterin inseminasyon sikluslarında yaygın olarak kullanılan yöntemler basit yıkama, density gradient
ve swim-up yöntemleridir. Mevcut yöntemlerle sperm santrifüj yöntemiyle hazırlandığı için sağlıklı
sperm hücrelerine zarar verilebilmektedir. Yeni bir sperm hazırlama yöntemi olan mikrochip ile
mikroakışkan teknoloji kullanılarak daha fizyolojik bir sperm örneği hazırlandığı öne sürülmektedir.
Fakat bu konuda literatürde yeterli veri mevcut değildir. Bu çalışmanın amacı intrauterin inseminasyon
sikluslarında mikrochip, dansity gradient ve swim-up teknikleri ile sperm hazırlığının sperm
parametrelerine ve reaktif oksijen radikali oluşumuna (ROS) etkisini değerlendirmektir
İzmir Medicalpark Hastanesi Tüp Bebek Ünitesinde intrauterin inseminasyon uygulanan hastaların
mikrochip, density-gradient ve swim-up ile hazırlık sonrasında elde edilen spermiyogram örneklerinde
sperm parametreleri (volüm, konsantrasyon, toplam motil sperm sayısı, motilite) ve ROS değerleri
karşılaştırılmıştır. İstatistik analizde non-parametrik testlerden Kruskal Wallis kullanılmıştır. p<0.05
anlamlı kabul edilmiştir.
Çalışmaya toplam 19 hasta dahil edilmiştir. Hastaların örneklerinin tamamında chip yöntemi (0.6 cc) ile
sperm hazırlığı yapılmış ve intrauterin inseminasyon bu örneklerden uygulanmıştır. Hastaların
örneklerinin kalan kısımlarından 9 örnekte swim-up, 10 örnekte density-gradient yöntemi
uygulanmıştır. Sonuçlar incelendiğinde her üç yöntemde de toplam motil sperm sayısı açısından farklılık
saptanmamıştır (p=0.227). Chip yöntemi ve swim-up ile ile hazırlık sonrasında motilitenin gradiente
göre daha fazla olduğu saptanmıştır (p<0.005). Density gradient ile hazırlık sonrası konsantrasyon ve
total konsantrasyon mikro-chip ve swim-up'a göre daha yüksek bulunmuştur (p<0.05). Ros değerleri
incelendiğinde ise mikrochip kullanımı sonrasında ROS değerlerinin diğer iki yönteme göre istatistiksel
anlamlı daha az olduğu saptanmıştır (p<0.05).
Çalışma sonuçlarımıza göre mikrochip ile sperm hazırlığı sonrasında ROS değerleri swim-up ve
density-gradient yönteme göre anlamlı olarak daha düşük saptanmıştır. Bu durumun klinik gebelik
sonuçlarına etkisi ile ilgili çalışmalara ihtiyaç mevcuttur.
39
TSRM İzmir Sempozyumu / 2-3 Haziran 2018
S31 - YÜKSEK DOZDA GONADOTROPİN İLE STİMÜLASYONA
BAŞLANAN IVF/ICSI SİKLUSLARINDA SERUM FSH ARTIŞININ
OVARYAN YANIT ÜZERİNE ETKİSİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ
Cihan ÇAKIR1, Işıl KASAPOĞLU2, Göktan KUŞPINAR1, Esra ŞEN1, Seda SARIBAL2,
Gürkan UNCU2, Berrin AVCI1,
1Histoloji Ve Embriyoloji AbD, Uludağ Üniversitesi Tıp Fakultesi, Bursa, 2Kadın Hastalıkları Ve
Doğum Anabilimdalı ÜYTE Merkezi,Uludağ Üniversitesi Tıp Fakultesi, Bursa,
GİRİŞ Kontrollü ovaryan hiperstimülasyon siklusları sırasında kullanılan FSH dozu ve ovaryan yanıt
arasındaki ilişki araştırılmış olmasına rağmen, stimülasyon siklusları sırasında serum FSH düzeylerini
ve bu düzeylerdeki değişikliklerin over yanıtı üzerine etkisini değerlendiren sınırlı sayıda çalışma
bulunmaktadır. Ayrıca uygulanan FSH dozunun serum seviyeleri üzerine etkisi de net değildir.
Fizyolojik FSH eşiğinin çok üzerindeki serum FSH düzeylerinin de yanıta etkisi bilinmemektedir. Bu
nedenle çalışmamızın amacı yüksek dozda gonadotropin kullanılan KOH sikluslarında, serum FSH
düzeylerinin stimülasyona farklı yanıt veren hastalar arasında karşılaştırılması hedeflenmiştir. AMAÇ
Kontrollü ovaryan hiperstimülasyon sırasında serum follikül stimüle edici hormon (FSH) düzeyindeki
artış, stimülasyona farklı yanıt veren hasta grupları arasında farklılık göstermekte mi? Eğer gösteriyor
ise kontrollü ovaryan stimülasyona (KOH) yüksek dozla başlanmasından hangi alt grubun (zayıf yanıt,
beklenen normal yanıtlı olgular) daha fazla yararlanacağının gösterilmesidir.
Çalışma Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Tüp Bebek Merkezi’ nde restrospektif olarak IVF/ICSI
siklusları için antagonist stimülasyon protokolü uygulanan toplam 122 hasta ile yürütülmüştür. Hastalar
yüksek vücut kitle indeksi (BMI), kötü ovaryan yanıta sahip olan veya önceki sikluslarında beklenenden
zayıf yanıt alınması nedeni ile stimülasyona sabit, yüksek doz (300 IU) rekombinant FSH ile başlanan
hastalar arasından seçilmiştir. 122 hasta, 51 zayıf yanıtlı, 52 beklenenden zayıf kyanıt veren ve 19 hasta
normal yanıtlı olgular olarak 3 gruba ayrıldı. Tüm hastalardan siklusun 2. ve antagoniste başlanma
günlerinde serum FSH düzeyleri alındı. Hastaların serum FSH düzeylerindeki artışları ve KOH yanıt
oranları gruplar arasında değerlendirilmiştir. KOH’ a yanıt oranı toplanan oosit sayısı/ Antral follikül
sayısı x100 şeklinde hesaplanmıştır ve yüzde olarak verilmiştir.
Yaş, BMI ve infertilite süreleri gruplar arasında anlamlı farklılık göstermedi.(sırasıyla; p= 0.15, p=0.9
ve p=0.72). Serum AMH düzeylerinde gruplar arasında anlamlı farklılık saptandı. Beklenenden zayıf
yanıt veren olgular ve kötü yanıtlı olgular arasında (p= 0.005) , beklenenden yanıt zayıf veren ve normal
yanıtlı olgular arasında (p= 0.007) olarak saptandı. Antral follikül sayımları da gruplar arasında farklı
idi. Kötü ovaryan yanıtlı olgularda en düşük olmakla birlikte sırası ile; (4[3-7 , 7[4-9],p <0.001) ve
normal yanıt veren grupta (8[5-12], p<0.001) idi. Bazal serum FSH düzeyleri (IU/L) tüm gruplarda
anlamlı olarak farklı saptandı. Kötü, beklenenden zayıf ve normal yanıt veren olgularda sırası ile (7[5.2-
8.6], 5.7[4.6-7.2] , 4.8[4.1-5.3; p<0.001) idi . Antagonist günü bakılan ortalama serum FSH düzeyleri
normal yanıtlı olgularda diğer iki gruba göre en düşük olarak saptandı (p=0.001 ve p=0.025). Antagonist
gününe kadar serum FSH düzeylerindeki artış oranı her üç grup arasında farklılık göstermedi (p=0.39).
KOH’a yanıt oranlarına bakıldığında; normal yanıtlı olgularda sırası ile kötü ve beklenenden zayıf yanıt
veren gruplara göre daha yüksek yanıt oranları saptandı (p<0.001 and p=0.019). Serum FSH
düzeylerindeki artış oranları KOH a yanıt oranları ile pozitif korelasyon gösterdi (r=0.24, p=0.008).
Kötü ovaryan yanıtlı olgular, mevcut yüksek bazal serum FSH düzeyleri nedeni ile antral follikül
aşamasına ilerlemiş, sınırlı sayıda küçük antral follikül (2-5 mm) havuzuna sahip oldukları için yüksek
doz gonadotropinden fayda görmeyebilirler.