Upload
erkin-tolga-sayilkan
View
236
Download
5
Embed Size (px)
Citation preview
TTRRAAKKYYAA ÜÜNNİİVVEERRSSİİTTEESSİİ
EEDDEEBBİİYYAATT FFAAKKÜÜLLTTEESSİİ DDEERRGGİİSSİİ
Cilt: 1 Sayı: 1 Ocak 2011
TTRRAAKKYYAA UUNNIIVVEERRSSIITTYY
JJOOUURRNNAALL OOFF TTHHEE FFAACCUULLTTYY OOFF LLEETTTTEERRSS
Volume: 1 No: 1 January 2011
ISSN 1309‐7660
Edirne
TRAKYA ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ Cilt: 1, Sayı: 1, Ocak 2011
TRAKYA UNIVERSITY JOURNAL OF FACULTY OF LETTERS
Volume: 1, Number: 1, January 2011
Dergi Sahibi / Owner Trakya Üniversitesi Rektörlüğü Edebiyat Fakültesi Adına Prof. Dr. İlker ALP
Editör / Editor Yrd. Doç. Dr. Hasan DEMİROĞLU
Dergi Yayın Kurulu / Editorial Board Başkan / Chairman Prof. Dr. İlker ALP
Üyeler / Members Prof. Dr. Engin BEKSAÇ ● Prof. Dr. Recep DUYMAZ ● Prof. Dr. Ahmet GÜNŞEN ● Doç.
Dr. Burçin ERDOĞU ● Doç. Dr. Ali İhsan ÖBEK ● Yrd. Doç. Dr. Levent Doğan
Dizgi / Design Osman BOSTANCI
Kapak Dizayn / Cover Design Yavuz GÜNER
İletişim Adresi / Address Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Balkan Yerleşkesi – Edirne / TÜRKİYE
Tel.‐Faks: 284 235 9527 e‐mail: [email protected]
Baskı / Publishing Şenoğlu Matbaacılık San. Tic. Ltd. Şti.
Maltepe Mah. Fazılpaşa Cad. No: 8 Kat: 3 Topkapı‐İstanbul Tel: 0 212 612 71 72 ● Fax: 0 212 612 72 04
www.senoglumatbaacilik.com
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi Ocak ve Temmuz aylarında olmak üzere yılda iki sayı olarak çıkan Uluslararası Hakemli bir dergidir.
Bu dergide yayımlanan makaleler Yayın Kurulu’nun izni olmadan aynen veya kısmen yayınlanamaz ve iktibas edilemez. Yayımlanan yazı ve makalelerin içeriği ile ilgili tüm sorumluluk yazarlarına aittir.
DANIŞMA KURULU
Prof. İlker ALP ● Trakya Üniversitesi Prof. Dr. Mehmet ALPARGU ● Sakarya Üniversitesi Prof. Dr. Nurettin ARSLAN ● Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Prof. Dr. Evangelia BALTA ● Ulusal Yunan Araştırmaları Vakfı / Yunanistan Prof. Dr. Alpaslan CEYLAN ● Atatürk Üniversitesi Prof. Dr. Mesut ÇAPA ● Karadeniz Teknik Üniversitesi Prof. Dr. Hayati DEVELİ ● İstanbul Üniversitesi Prof. Dr. Nikolay EGOROV ● Çuvaş Sosyal Bilimler Enstitüsü / Çuvaşistan -
Rusya Prof. Dr. Cezmi ERASLAN ● Atatürk Araştırma Merkezi Prof. Süleyman Sırrı GÜNER ● Trakya Üniversitesi Prof. Dr. Ahmet GÜNŞEN ● Trakya Üniversitesi Prof. Dr. Derman KÜÇÜKALTAN ● Trakya Üniversitesi Prof. Dr. Refik MUHAMMETŞİN ● Tatar Devlet Sosyal Bilimler Üniversitesi /
Tataristan-Rusya Prof. Dr. Azmi ÖZCAN ● Bilecik Üniversitesi Prof. Dr. Christine ÖZGAN ● Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Prof. Dr. Bünyamin ÖZGÜLTEKİN ● Trakya Üniversitesi Prof. Dr. Nevzat ÖZKAN ● Erciyes Üniversitesi Prof. Dr. Vitaliy RODİONOV ● Çuvaş Devlet Üniversitesi / Çuvaşistan -Rusya Prof. Dr. Miryana TEODİSİYEVİÇ ● Belgrad Üniversitesi / Sırbistan Prof. Dr. Ahmet TAŞAĞIL ● Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi Prof. Dr. Turan YAZGAN ● Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Prof. Dr. İlya V. ZAYTSEV ● Rus Bilimler Akademisi Şarkiyat Enstitüsü / Rusya
BU SAYININ HAKEMLERİ
Prof. Dr. Mehmet ALPARGU ● Sakarya Üniversitesi Prof. Dr. Nurettin ARSLAN ● Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Prof. Dr. Ş. Ali BOZKAPLAN ● Dokuz Eylül Üniversitesi Prof. Dr. Nurullah ÇETİN ● Ankara Üniversitesi Prof. Dr. Mesut ÇAPA ● Karadeniz Teknik Üniversitesi Prof. Dr. Ali ÇELİK ● Karadeniz Teknik Üniversitesi Prof. Dr. Ali DUYMAZ ● Balıkesir Üniversitesi Prof. Dr. Christine ÖZGAN ● Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Prof. Dr. Nevzat ÖZKAN ● Erciyes Üniversitesi Prof. Dr. N. Hikmet POLAT ● Gazi Üniversitesi Prof. Dr. Sadi UZUNOĞLU ● Trakya Üniversitesi Doç. Dr. Ömer İŞBİLİR ● Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Doç. Dr. Kemalettin KUZUCU ● Trakya Üniversitesi Doç. Dr. Ali Fuat ÖRENÇ ● İstanbul Üniversitesi Doç. Dr. Cem SAATÇİOĞLU ● İstanbul Üniversitesi Doç. Dr. İbrahim SEZGİN ● Trakya Üniversitesi
İÇİNDEKİLER
İlker ALP 1990’larda Yugoslavya ve Bosna Hersek / 1‐50
Recep DUYMAZ Cahit Sıtkı Tarancı’nın Estetiği: 1.) Estetik Obje/Sanat Eseri / 51‐62
Ahmet GÜNŞEN Necati Bey’in Dil ve Üslubunda Türkçenin Yeri / 63‐86
İlya Vladimiroviç ZAYTSEV‐ Hasan DEMİROĞLU Rusya İlimler Akademisi Arşivi’nde Bulunan Türk ve Türk Halklarıyla
İlgili Bazı Arşiv Belgelerinin Tanıtılması / 87‐99
Selma SOL Gostivar Türklerinin Mânileri / 101‐120
Aziz TEKDEMİR Tanzimat Dönemi Nafia Nezareti / 121‐144
Serdar AYBEK Metropolis Terrakottaları Hakkında İncelemeler / 145‐158
Rahmi ÇİÇEK Trabzon’da Milli İktisat Uygulamaları ve İktisadi Faaliyetlerin Gelişimi /
159‐188
CONTENTS
İlker ALP Yugoslavia and Bosnia‐Herzegovina in 1990’s / 1‐50
Recep DUYMAZ The Aesthetics of Cahıt Sıtkı Tarancı: 1.) Aesthetic Object/Work of Art /
51‐62
Ahmet GÜNŞEN The Place of Turkish in Necati Bey’s Tongue and Style / 63‐86
İ. V. ZAYTSEV‐ Hasan DEMİROĞLU An Assessment Study of Some Archive Documents About Turk and Turkic
Communities in Russian Academy of Science Archive / 87‐99
Selma SOL “Mâni”s of the Gostivar Turks / 101‐120
Aziz TEKDEMİR Ministy of Public Works During the Tanzimat Peirod / 121‐144
Serdar AYBEK The Observation of Metropolis Terracottas / 145‐158
Rahmi ÇİÇEK National Economy Practices and Development of Economic Thought in
Trabzon / 159‐188
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 1, Sayı: 1, Ocak‐2011, s. 1‐50.
1
1990’LARDA YUGOSLAVYA VE BOSNA HERSEK
İlker ALP*
ÖZET: Yugoslavya’da 1980’lerden sonra iyice su yüzüne çıkan etnik anlaşmazlıklar, 1990’lardan itibaren devleti, iç savaşa ve parçalanmaya götüren olaylara dönüşmüştür. Öyle ki, 1991’de Slovenya ile Hırvatistan’ın bağımsızlıklarını ilân etmeleri karşısında Sırbistan bu cumhuriyetlere saldırmıştır. 1992’de Bosna‐Hersek’in de bağımsızlığını ilân etmesi üzerine, bu defa Federal Ordu’yla Bosna Sırpları, sonradan ise Hırvatlar, Müslümanlara saldırmışlardır. Sonuçta, 1991’de Slovenya, Hırvatistan ve Makedonya cumhuriyetleri bağımsızlıklarını kazanmışlardır. Bosna‐Hersek’te ise 1995’te yeni bir yapı meydana getirilmiştir. 1999’da NATO’nun müdahalesiyle Kosova da fiilen Sırbistan’ın bünyesinden ayrılmıştır. Bütün bu hadiselerin sonucunda Yugoslavya Sosyalist Federatif Cumhuriyeti’nin vârisi olarak yeni Federal Yugoslavya veya sonradan Sırbistan ve Karadağ adıyla anılan devlet, tarih sahnesindeki yerini almıştır. Ancak Sırplarla Karadağlıların meydana getirdiği bu devlet, Yugoslavya Krallığı’nın veya Tito’nun kurduğu Yugoslavya’nın yerini alamamış, aksine Karadağ da 2006 yılında bu birlikten ayrılmıştır.
Yugoslavya’nın parçalanma ve dağılmasında; ülkede çok sayıda millet ve azınlığın yaşaması, milliyetçiliğin alevlenip giderek şovenizm ve irredantizme dönüşmesi, azınlık meseleleri, toplumların farklı sosyo‐kültürel yapıları, cumhuriyetler arasındaki gelişme farklılıkları, millî gelirin eşit paylaşılmaması, Batılı devletlerin provokasyonları, müdahaleleri ve ülkenin bazı kısımlarını, nüfuzları altına alma çabaları vs. sebepler etkili olmuştur.
Anahtar Kelimeler: Bosna, Boşnak, Yugoslavya, Bogomil, Dayton Antlaşması.
YUGOSLAVIA AND BOSNIA‐HERZEGOVINA IN 1990’S ABSTRACT: The ethnic disagreements that were revealed after 1980’s in Yugoslavia turned
into events that led the country into civil war and disintegration so that Serbia attacked Slovenia and Croatia upon their proclamation of independence. After Bosnia and Herzegovina’s proclamation of independence Federal Army and Bosnian Serbs and later Croatians attacked Muslims. The civil war which broke out upon Federal Army’s interference to supress indepence movements in Kosovo rendered the breakup of the union which lasted for 70 years inevitable. Slovenia, Croatia, and Macedonia gained their independence in 1991. In Bosnia and Herzegovina a new structure was formed in 1995. In 1999 Kosovo was seperated from Serbia in practice. As a result of these events Federal Yugoslavia, later known as Serbia and Montenegro, emerged as the successor of Socialist Federal Republic of Yugoslavia. But this state which was formed by Serbs and Montenegrons could not replace Yugoslavian Kingdom or Tito’s Yugoslavia on the contrary Montenegro left the union in 2006.
Many nations and minorities living in Yugoslavia, nationalism’s rise and turning into chauvinism and irredentism, minority problems, diffrerent socio‐cultural structures of different societies, developmental differences amaong the republics forming Yugoslavia, uneven distribution of national income, provocations and interferences of western countries and their attempts to take some parts of the country under their influence had their roles in Yugoslavia’s disintegration and breakup.
Keywords: Bosna, Bosnian, Yugoslavia, Bogomil, Dayton Treaty.
*Prof. Dr., T.Ü. Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi.
İLKER ALP
2
1. Yugoslavya Hakkında Genel Bilgiler 1991’de 25 milyon (23.7 milyon) civarında nüfusu olan Yugoslavya
Sosyalist Federatif Cumhuriyeti’nin idarî taksimatı altı federe cumhuriyet (Sırbistan, Slovenya, Hırvatistan, Bosna-Hersek, Makedonya, Karadağ) ve iki otonom bölgeden (Kosova ve Voyvodina) oluşmaktaydı. (Bkz. Ek: 2). Bu devletin bünyesinde birçok millet ve azınlık yaşamaktaydı. Bunlar arasında Sırplar, Hırvatlar, Boşnaklar, Slovenler, Arnavutlar, Makedonlar, Türkler, Macarlar ve Çingeneler sayıca fazla olanlardı.
I. Dünya Savaşı’ndan sonra, sınırlarda yapılan değişikliler çerçevesinde, 1918 yılında “Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı” kurulmuştur. Bu devlet 1929 yılında “Yugoslavya Krallığı” adını alarak tarih sahnesine çıkmıştır. İsmi “Yug”- güney, “Slavya”- Slav ülkesi ve “o” tamlama ekinden oluşarak “Güney Slav Ülkesi” anlamına gelmektedir.
Yugoslavya 1941 yılında Almanya ve müttefikleri tarafından işgâl edilmiştir. Almanya’nın yenilmesi neticesinde, söz konusu devlet 1945’te Yosip Broz Tito’nun önderliğinde, “Yugoslavya Federal Halk Cumhuriyeti” adıyla ikinci kez kurulmuştur. Daha sonra ise “Yugoslavya Sosyalist Federatif Cumhuriyeti” adını almıştır1.
1980’de Tito’nun ölümünden sonra, Yugoslavya’yı oluşturan çeşitli unsurlar arasında eşitlik ve uyumun sağlanması amacıyla ülke, “Dönüşümlü Devlet Başkanlığı” ile idare edilmeye başlanmıştır. Yugoslavya’yı oluşturan cumhuriyetler ve otonom bölgelerin temsilcileri birer yıl süreyle Federal Cumhurbaşkanlığı görevini yürüteceklerdi. Plânlama ve teoride “Dönüşümlü Devlet Başkanlığı” idaresi kusursuz görülmekteydi. Ama 15 Mayıs 1991 tarihinde Sırp komünistlerinin aşırı ırkçı davranışlarından dolayı, başkanlık sırası Hırvatistan temsilcisine gelince kilitlenmiştir. Bu da Yugoslavya’da zaten var olan şovenist ve irredantist düşüncelerin açığa çıkmasına, mevcut olan siyasî ve iktisadî bunalımın süratle tırmanmasına ve 25 Haziran 1991 tarihinde Slovenya ile Hırvatistan cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını ilân etmelerine yol açmıştır2. Ancak Yugoslavya nüfusunun %36’sını oluşturan Sırplarla %20’sini meydana getiren Hırvatlar arasındaki milliyetçi çekişmeler yeni değildir. II. Dünya Savaşı sırasında vuku bulan kanlı çatışmalardan sonra da Hırvatistan’daki ayrılıkçı milliyetçi hareketler, bilhassa 1970’lerden itibaren, yoğunluk kazanmış ve zaman zaman ayaklanmalar tarzında cereyan etmiş, 1991’de ise kanlı bir savaşa dönüşmüştür.
1 İlker Alp, “Balkanlar ve Yugoslavya Olayları”, Silahlı Kuvvetler Dergisi, Sayı 332, Yıl 111, Ankara Nisan 1992, s. 16–17. 2 İsmet Giritli, “Yugoslavya Bütünlüğünü Koruyabilecek mi?”, Zaman Gazetesi, 20.7.1991.
1990’LARDA YUGOSLAVYA VE BOSNA HERSEK
3
Slovenya ile Hırvatistan’ın ardından Sancak, Kosova ve Voyvodina bölgelerinde de bağımsızlık yönündeki faaliyetler hızlanmıştır3. Nitekim NATO’nun müdahalesi sonucunda, 1999’da Kosova fiilen Sırbistan’dan ayrılmış ve 17 Şubat 2008’de bağımsızlığını ilân etmiştir. Balkanlar’daki gelişmeleri değerlendirebilmek ve Yugoslavya’daki olaylarla mücadeleleri anlayabilmek için, öncelikle buradaki cumhuriyetler ile otonom bölgelerin demografik yapılarına, toplumların dil, din ve sosyo-kültürel özelliklerine kısa da olsa değinmek gerekmektedir.
a. Makedonya Eski Yugoslavya’nın güneyinde bulunan ve 25.410 km2lik (bazı
kaynaklarda ise 25.713 km2) yüzölçümü olan Makedonya Cumhuriyeti (veya Vardar Makedonyası), ülkenin diğer kısımları gibi, çok karışık bir etnik yapıya sahiptir4. Bu bölgede, nüfusun ekseriyetini Makedonların teşkil etmesiyle birlikte Arnavutlar, Türkler, Ulahlar, Sırplar, Çingeneler vs. etnik gruplar yaşamaktadır. 1991 yılında yapılan son nüfus sayımının neticeleri resmen açıklanmadığından Makedonya’da 2.200.000–2.300.000 kişinin yaşadığı sanılmaktadır. Nüfusun milliyetlere göre tahminî dağılımı ise şöyledir: Cumhuriyette 200 bin5 veya 300 bin civarında Türk, 600–800 bin arasında Arnavut, 150 bine yakını Rom (Çingene), 100 bine yakını Ulah olduğu, geri kalan 1 milyon–1.2 milyon arasındaki nüfusun çoğunluğunu Makedonların teşkil ettiği ileri sürülmektedir.
Oran olarak Makedonlar %45,6 (veya %54,3), Arnavutlar %26 (veya %34), Türkler %8,69 (veya %13,04) ve diğerleri %10,8’dir. Batı kaynaklarına göre ise nüfusun %67’sini Makedon, %33’ünü ise Arnavut, Türk, Rom, Ulah, Sırp vd. teşkil etmektedir6.
3 İrfan Neziroğlu, “Yugoslavya’da Dağılma Süreci”, Bilgi, TBMM Enformasyon Merkezi Dergisi, (Yugoslavya Federasyonunun Sonu: Etnik Bölünme, Özel Sayı), S: 6, Ankara Şubat 1993, s. 5-6. 4 Bosna-Hersek, Harp Akademileri Komutanlığı, İstanbul 1992, s. 148. (Bu eser bundan sonra Bosna-Hersek olarak gösterilecektir.) 5 “Makedonya Devlet Başkanı, kendilerini Tanıyan İlk Ülkenin Türkiye Olması Gerektiğini Söyledi”, Yunanistan’ın Sesi Radyosu, 23 Aralık 1991, saat: 13:44. (Makedonya Cumhurbaşkanı Kiro Gligarov, 1991 yılında yaptığı bir açıklamada 200 bin Türk’ün mevcudiyetini resmen kabul etmiştir.) 1991’de yapılan nüfus sayımında, sürdürülen bütün propagandalara ve alınan sosyo-kültürel, siyasî ve iktisadî tedbirlere rağmen Torbeşlerin çoğu ve önceden Arnavut olarak belirlenen bazı Türkler, milliyetlerini yeniden Türk yazdırmışlardır. Dolayısıyla söz konusu rakamın 300 bin civarına çıktığı tahmin edilmektedir. 6 Serap Tamzaralı, “Makedonya Cumhuriyeti”, Bilgi, TBMM Enformasyon Merkezi Dergisi, S: 6, Ankara Şubat 1993, s. 49.
İLKER ALP
4
Dinlere göre bakıldığında 1990’larda Makedonya’da %55 Hristiyan ve %45 oranında Müslüman yaşamaktaydı. Ancak Türklerle Arnavutların, Hristiyan unsurlarına göre daha fazla nüfus artışlarına sahip olmalarından dolayı, yukarıdaki oranlar her geçen gün Müslümanların lehine değişmektedir.
Makedonlar, eski İskender Makedonyalıları ve Slavların karışımı ile meydana gelen bir toplumdur. Ortodoksluğa mensup Hristiyan bir kitledir. Kültürleri Slav, Bizans ve Türk kültürlerinden oluşmaktadır. Makedonca ise eski Slavcaya dayanmakta ve bugünkü Bulgarca ile aynı dil grubuna dahil bulunmaktadır. Bu dil, Bulgaristan ve Yunanistan’ın Makedonya’ya komşu bölgelerinde de konuşulmaktadır.
Son yıllardaki Yugoslavya bunalımında Makedonya Cumhuriyeti, tarafsız ve iç savaşın dışında kalmaya çaba harcamıştır. Ancak Makedonya üzerinde Sırbistan, Yunanistan ve Bulgaristan politik ve ekonomik baskılarda bulunarak, burasını kendi bünyelerine katma emellerini gerçekleştirmeye çalışmışlardır. Makedonya bu durum karşısında, “Egemen ve Bağımsız Makedonya” sloganını kullanarak 8 Eylül 1991 tarihinde referanduma gitmiştir. Bazı etnik grupların referandumu boykot etmesine ve ret oyu vermesine rağmen, Makedonya Cumhuriyeti, referandum sonuçlarını resmen açıklayarak “Yugoslavya’dan ayrılmama kaydıyla” bağımsızlığını ilân etmiştir. Bu da Sırbistan’la Yunanistan’ın Makedonya üzerindeki baskılarını artırmalarında etkili olmuştur7. Buna karşılık Türkiye, Makedonya’ya sahip çıkmış, siyasî ve iktisadî yönden büyük destek vererek bağımsızlığını korumasında etkili rol oynamıştır.
b. Slovenya İtalya, Avusturya, Macaristan ve Hırvatistan ile çevrili olan Slovenya,
32,593 km2 yüzölçümüyle eski Yugoslavya’nın %8’ini ve 2 milyon nüfusu ile %9’unu meydana getirmekteydi8. Slovenya nüfusunun %90’ını Sloven, %3’ünü Hırvat, %2,2’sini Sırp ve %4,8’ini Macar, İtalyan ve diğerleri oluşturmaktaydı9.
Slovenler bir Slav boyudur. Bununla birlikte yüzyıllarca bu bölgenin, Batı Roma’nın idaresinde kalmasından ve Avusturya-Macaristan’ın bünyesinde yer almasından dolayı, İtalyanların, Cermenlerin (Avusturya ve Almanya’nın) ve Macarların büyük ölçüde kültür etkisi görülmektedir.
7 Nova Makedonya Gazetesi, Üsküp 10 Eylül 1991, s. 2; Aynı gazete, 11 Eylül 1991, s. 1. 8 Necati Özfatura, “Yugoslavya Ordusunun Slovenya’ya Müdahalesi”, Türkiye Gazetesi, 3.7.1991. 9 İrfan Neziroğlu, a.g.m., s. 57.
1990’LARDA YUGOSLAVYA VE BOSNA HERSEK
5
Dilleri Sırpçadan ve Balkanlar’daki Slav dillerinden büyük ölçüde ayrılmaktadır. Diğer Balkan Slavlarından farklı olarak (Hırvatlarla birlikte) Vatikan’ın etkisinde kalarak Hristiyanlığın Katolik mezhebini benimsemişlerdir. Slovenler iktisadî yapıları, toplum özellikleri ve yaşayış tarzlarına göre, Orta Avrupa toplumlarıyla diğer bütün Slavlardan çok daha fazla bütünleşmiş bir yapıya sahiptirler. Bu cumhuriyet, Almanlarla diğer Batılıların büyük destekleriyle, 1991 yılında bağımsızlığını kazanmıştır. (Bkz. Ek: 3).
c. Hırvatistan Hırvatistan, Yugoslavya bünyesinde 56.538 km2 ile ikinci büyük federal
devletti. Bosna-Hersek, Slovenya, Karadağ, Voyvodina ve Macaristan’la komşu olup Adriyatik Denizi’nin hemen bütün doğu kıyı şeridine hâkimdi. 4,9 milyon nüfusuyla Eski Yugoslavya’nın %20’sini teşkil etmekteydi. Hırvatistan’daki nüfus oranı ise %74’ü Hırvat, %11,5’i Sırp ve %14,5’i Müslüman, İtalyan, Macar ve diğer etnik gruplardan oluşmaktaydı10.
Hırvatlar da bir Slav kolu olup Slovenler gibi Batı Roma’nın idaresine dâhil edilmişlerdir. Hırvatların yaşadığı bölgeler, 1918 yılında “Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı”nın kurulmasına kadar, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun hâkimiyeti altında kalmıştır11. Bu yüzden ülkenin bugünkü güney sınırları, adeta Osmanlı Devleti ile Avusturya-Macaristan arasındaki sınırı andırmaktadır. Bundan dolayı Hırvatlar, İtalyan, Alman ve Macar kültürlerinin etkisinde kalmışlardır. Dilleri Sırpçaya çok yakındır. Sırplardan ayrıldıkları en büyük özellik ise Katolik olmaları ve Orta Avrupa kültürüne yakın bulunmalarıdır. Bu cumhuriyet de Slovenya ile birlikte 1991 yılında bağımsızlığını ilân etmiştir. (Bkz. Ek: 3).
d. Sırbistan ve Karadağ Sırbistan, Eski Yugoslavya’nın en büyük ve en güçlü cumhuriyetiydi.
Devletin bütün kurum ve kuruluşları tamamen Sırpların kontrolü altındaydı. Sırbistan’ın bünyesinde Kosova ve Voyvodina olmak üzere iki otonom bölge de vardı. Bu cumhuriyetin yüzölçümü 87.334 km2 olup 1991’deki nüfus sayımına göre nüfusu 9.300.000 idi. Ülkede %65 Sırp, %20 Arnavut,
10 Necati Özfatura, a.g.m.,Bazı Kaynaklarda % 75 Hırvat, % 12 Sırp, % 13 diğerleri olarak gösterilmektedir. (Ercan Durdular, “Hırvatistan Cumhuriyeti”, Bilgi, TBMM Enformasyon Merkezi Dergisi, S: 6, Ankara Şubat 1993, s. 55.) 11 Ercan Durdular, a.g.m., s. 56.
İLKER ALP
6
Boşnak, Türk, %2 Hırvat ve %13 Macar, Romen, Slovak, Karadağlı, Makedon vd. yaşamaktaydı12.
Sırplar, kavimler göçünün etkisiyle Karpatlar’ın kuzeyinden gelerek V.-VI. yüzyıllarda diğer Slav unsurlarıyla birlikte Balkan Yarımadası’na yerleşmişlerdir. 1389 Kosova Savaşı’ndan 1877–1878 Osmanlı-Rus Savaşı’na kadar Türk hâkimiyetinde yaşamışlardır. 1878’de imzalanan Yeşilköy ve Berlin Kongresi anlaşmalarıyla bağımsızlıklarını kazanmışlardır. 1918’de “Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı” (sonradan Yugoslavya Krallığı)’nın kurulmasını sağlamışlar, 1944’te ise Yugoslavya Federal Halk Cumhuriyeti (Yugoslavya Sosyalist Federatif Cumhuriyeti)’ni meydana getiren temel unsurlar arasında yer almışlardır13.
Karadağ, 13.650 km2 olup 1991 yılında da nüfusunun 648.483 olduğu açıklanmıştır. Oran olarak ise %68 Karadağlı, %13 Boşnak (Müslüman), %6 Arnavut, %3 Sırp ve Hırvat’tı. Bu durumuyla Karadağ, Eski Yugoslavya’nın en küçük cumhuriyetini teşkil etmiştir14.
Karadağ, 1878’deki Berlin Kongresi’yle Osmanlı Devleti’nden bağımsızlığını kazanmıştır. 1918’de “Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı (Yugoslavya)”nın bünyesinde yer almıştır. 1946’da yürürlüğe giren federal anayasayla, Yugoslavya Federal Halk Cumhuriyeti’ni oluşturan altı cumhuriyetten biri hâline gelmiştir.
Sırplarla Karadağlılar Slav kökenli olup Ortodoks mezhebine mensupturlar. Tarihî ve kültürel gelişimleri büyük ölçüde Bizans ve Ortodoks kilisesinin etkisi altında olmuştur. Osmanlı döneminde Türk kültürünün tesirinde de kalmışlardır. Karadağlılar, isim farklılığına ve idarî ayrılığa rağmen, Sırplardan bağımsız bir kimlik geliştirememişlerdir. Öyle ki, Balkan Slavları arasında soyları, dilleri, dinleri, mezhepleri ve kültürleri en yakın olan iki toplumdur. Hatta bütün özellikleri aynıdır. Zaten her savaşta, her bunalımda birlikte hareket etmişlerdir. 1991’den itibaren federasyonun dağılmaya başlamasından sonra da Sırbistan ve Karadağ cumhuriyetleri Yeni Yugoslavya bünyesinde yer almışlardır. (Bkz. Ek: 4). Fakat Batılıların teşvik, yönlendirme ve kışkırtmalarının etkisiyle 2006 yılında yapılan referandum sonucunda Karadağ, Sırbistan’dan ayrılmıştır.
12 Ercan Durdular, “Sırbistan Cumhuriyeti”, Bilgi, S: 6, Ankara Şubat 1993, s. 54; “Sırbistan” mad., Büyük Larousse Ansiklopedisi, C. 17, İstanbul 1986, s. 10453-10454; “Sırbistan” mad., Meydan Larousse Ansiklopedisi, C. 11 , İstanbul 1973, s. 270. 13 İlhami Emin, Yugoslavya’yı Kimler Parçaladı?, Yeni Avrasya Stratejileri Yayını, İstanbul 2000, s. 12-21. 14 Hülya Gemuhluoğlu, “Karadağ”, Bilgi,S: 6, Ankara Şubat 1993, s. 47¸ “Crna Gora” mad., Büyük Larousse Ansiklopedisi, C. 4, İstanbul 1986, s. 2490; “Karadağ” mad., Meydan Larousse Ansiklopedisi, C. 6 , İstanbul 1971, s. 924.
1990’LARDA YUGOSLAVYA VE BOSNA HERSEK
7
e. Voyvodina Sırbistan’a bağlı bulunan Voyvodina, 21.251 km2’lik otonom bir bölge
olup Macaristan, Romanya, Hırvatistan, Bosna-Hersek ve Sırbistan ile çevrilidir. 1989 yılı kayıtlarına göre nüfusu 2.051.000 idi. Doğruluğu tartışmalı olan Sırp kaynaklarına göre nüfusun, % 56’sı Sırp, % 21’i Macar, % 23’ü Romen, Hırvat, Slovak ve Karadağlılardan oluşmaktaydı15. Ancak bazı kaynaklara göre nüfusun % 25’ini (500 bin civarında) Macarlar teşkil etmekteydi16. Voyvodina’nın en büyük azınlığını teşkil eden Macarlar, Katolik olup kendilerini Sırbistan’dan ziyade Macaristan’a yakın hissetmektedirler. Zaten Macaristan’daki soydaşlarıyla aynı kültürel özelliklere sahiptirler. Hırvatlarla Slovaklar da Katolik mezhebine mensupturlar. Bu yüzden dinî anlayış bakımından Ortodoks olan Sırplarla Karadağlılardan ayrılmaktadırlar. Romenler, Ortodoks olmakla birlikte Sırplarla Karadağlılardan farklı bir millî kimliğe sahiptir ve Romanya’ya bağlıdırlar.
Bugün nüfus çoğunluğunu oluşturan Slavlar, Voyvodina’ya VI.-VII. yüzyıllarda gelmeye başlamışlardır. IX. yüzyılın sonlarından itibaren Macarlar da bölgeye yerleşmişlerdir. Voyvodina, 200 yıl Türk idaresinde kaldıktan sonra, 1699 yılında imzalanan Karlofça Anlaşması’yla Avusturya-Macaristan’a bırakılmıştır. 1918’den sonra “Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı (Yugoslavya)”nın hâkimiyetine girmiştir. 1945 yılından itibaren ise Voyvodina, Sırbistan Sosyalist Cumhuriyeti bünyesinde özerk bir bölge olarak yer almıştır. (Bkz. Ek: 5).
f. Kosova 1912-1913 Balkan Savaşları’yla Osmanlı hâkimiyetinden çıkan Kosova,
Sırbistan Cumhuriyeti’ne bağlı olan 10.896 km2’lik otonom bir bölgeydi. Arnavutluk, Karadağ, Makedonya, Sancak ve Sırbistan ile çevrilidir. Nüfusu 2.000.000 (1.980.000)’dur17. Oran olarak bu nüfusun % 68’ini Arnavutlar, % 20’sini Türklerle Müslüman Boşnaklar ve % 10’unu Sırplarla Karadağlılar, % 2’sini Romlar (Çingeneler) oluşturmaktaydı. Arnavutların içtimaî ve sosyo-kültürel yapısında, eski İlir âdet ve geleneklerinin devam etmesiyle birlikte, ağırlıklı olarak Türk-İslâm kültürü mevcudiyetini hissettirmektedir. Kosova’daki Sırplarla Karadağlılar, Sırp-Bizans-Hristiyanlık ve kısmen de Türk kültürü çerçevesinde gelişmişlerdir. Din bakımından değerlendirme 15 Hülya Gemuhluoğlu, “Voyvodina Özerk Bölgesi”, Bilgi, TBMM Enformasyon Merkezi Dergisi, S: 6, Ankara Şubat 1993, s. 45. 16 Bosna-Hersek, s. 148-149. 17 Oya Akgönenç Mughisuddin, “Bosna-Hersek, Kosova, Sancak ve Makedonya”, Silâhlı Kuvvetler Dergisi, Sayı: 336, Yıl: 112, 15 Nisan 1993, s. 66.
İLKER ALP
8
yapıldığında nüfusun % 90’ını Müslümanlar, % 10’unu Ortodoks Hristiyanlar teşkil etmektedir. Fakat Arnavutların uyguladıkları asimilasyon politikaları ve baskılardan dolayı Müslümanlar arasında arzu edilen bir birlik sağlanamamıştır. 1998–1999 savaşında Sırplar tarafından kötü muamele gören Türkler, diğer yandan da Arnavutların baskılarına maruz kalmışlardır. Hatta resmî belgeler ve kayıtlar üzerinde tahrifat yapılarak Türkler, Arnavut olarak gösterilmiştir. (ABD’nin işgâli altında bulunan Irak’taki Türkmenlere karşı Peşmergeler tarafından uygulanan baskıların benzerlerine Kosova’daki Türklerin de maruz kalmaları dikkat çekicidir). Millî kimlikleri inkâr edilen Türkler, Batılıların da teşvik ve onayıyla sistemli bir şekilde asimilasyona tâbi tutularak Arnavutlaştırılmaya çalışılmakta veya dünyanın çeşitli ülkelerine göçe zorlanmaktadırlar.
Kosova’ya 1974 Anayasası ile özerklik tanınmıştır. Ancak 1980’de Tito’nun ölümünden ve Arnavutların 1981’de cumhuriyet statüsü kazanma yönündeki isyanlarının Federal Ordu tarafından bastırılmasından sonra, Kosova’ya verilen bütün haklar tek tek geri alınmıştır. 1990’lı yıllardan itibaren ise doğrudan Belgrad’a bağlanılarak sıkı bir denetime dâhil edilmiştir. (Bkz. Ek: 5).
1991 yılında Slovenya ve Hırvatistan’ın bağımsızlıklarını ilân etmeleri üzerine Kosovalı Arnavutlar, Sırbistan’dan ayrılma ve Kosova Cumhuriyeti’ni kurma yönündeki faaliyetlerini arttırmışlardır18. Sırplar ise bunu önlemek üzere sert tedbirler almışlardır. Bu gelişmeler karşısında 1996 yılından itibaren Batının desteklediği UÇK (Ushtria Çlirimtare Kosovës-Kosova Kurtuluş Ordusu) ile Sırplar arasındaki çatışmalar tırmanmıştır19.
1998–1999 yıllarında operasyonlarını sürdüren Yugoslav ordusu ile polisinin yarattığı şiddet sonucunda, binlerce Müslüman öldürülmüş, yüz binlercesi ise ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştır20. Bu vahim durum karşısında, diplomatik çabalar da sonuç vermeyince, NATO, 24 Mart 1998’de hava saldırıları düzenleyerek Sırbistan kuvvetlerinin Kosova’dan çekilmesini sağlamış21 ve Haziran 1999’dan itibaren bölgeyi denetim altına almıştır.
Şeklen Sırbistan’ın bünyesinde bulunmakla birlikte fiilen NATO’nun (AB’nin) denetim ve güdümünde olan Kosova, 17 Şubat 2008’de bağımsızlığını ilân etmiştir.
18 Noel Malcolm, Kosova Balkanları Anlamak İçin, (Çev. Özden Arıkan), İstanbul 1999, s. 403–404. 19 “İşte Kosova’nın 500 Yıllık Kanlı Tarihi”, www.superonline.com.tr., 24.03.1999, s. 2. 20 “Sırp Vahşeti”, Türkiye Gazetesi, 21.11.1998, s. 8. 21 “Yugoslavya’nın Kaybı Çok Büyük”, Türkiye Gazetesi, 17 Nisan 1999, s. 1, 9.
1990’LARDA YUGOSLAVYA VE BOSNA HERSEK
9
g. Sancak Balkan Yarımadası’nın merkezinde, Sırbistan ile Karadağ arasında
paylaşılan Sancak, Bosna-Hersek, Kosova ve Arnavutluk’la da sınırlıdır. 1912’de Balkan Savaşları’nın başlamasıyla birlikte işgâl edilen bu bölge, 1913 yılında yapılan Belgrad Antlaşması’na istinâden Sırbistan ve Karadağ arasında paylaşılmıştır22. (Bkz. Ek: 5). Bugünkü sınırlarının daraltılmış olmasına rağmen 8.700 km2’lik bir alana yayılmaktadır. Sancak’ın toplam nüfusu hakkında kesin bir bilgi bulunmamakla birlikte, 800 bin Müslüman’ın yaşadığı, bu da bölge nüfusunun %60’tan (bazı kaynaklara göre %70’ten) fazlasını oluşturduğu tahmin edilmektedir23.
1990’dan sonra Sancak’ta, daha fazla siyasî haklar elde edebilmek ve Bosna’yla birleşebilmek amacıyla sürdürülen faaliyetler arttırılmıştır. Hatta “Sancak Millî Müslüman Konseyi” tarafından otonom bir idarenin kurulması gayesiyle referandum düzenlenmiştir. Müslümanlar tarafından yapılan açıklamalara göre, referanduma katılanların %98.92’si veya bölge nüfusunun %69.39’u otonom bir idarenin kurulması yönünde oy kullanmıştır24.
Bu bölge halkı kültür, tarih ve millî duygu olarak Bosna-Hersek’teki Boşnakların güneydeki devamını oluşturmaktadır. Sancaklılar, Boşnaklarla aynı kökenden (Hun, Avar, Peçenek Türklerinden) gelmektedir25. Dinleri İslâmiyet’tir, dilleri de Boşnakçadır. Yani Boşnaklarla aynı kültürel kimliğe sahiptirler. Fakat buna rağmen, Slavlar tarafından bu bölgenin Bosna’yla birleşmesi önlenmiştir. Çünkü Sancak, Sırbistan’ın denize çıkış yolu üzerinde bulunmakta ve Sırbistan ile Karadağ’ı birbirine bağlamaktadır. Dolayısıyla Sırbistan için büyük bir stratejik öneme sahiptir. Aynı şekilde Müslümanlar açısından da önemli bir bölgedir. Makedonya ve Kosova’yı Bosna-Hersek’e bağlayan bir köprü niteliğini taşımaktadır. Dolayısıyla Sancak üzerinde Slavlarla Müslümanların mücadeleleri devam edecektir. (Bkz. Ek: 10).
22 Hakiya Avdiç, Polojay Muslimana u Sandjaku, Sarayevo 1991, s. 6; Safet Bandjoviç, İselivanye Muslimana İz Sandjaka, Sarayevo 1991, s. 14. 23 “Sancak Bölgesi Özerklik Mücadelesi Veriyor”, Yeni Batı Trakya Dergisi, Sayı: 103, Yıl: 9, İstanbul Ekim 1991, s. 36; Oya Akgönenç Mughissuddin, a.g.m., s. 66. 24 Sandjak Muslims, Muslim National Concil of Sanjak, Novi Pazar 1993, s. 11, 15. 25 Tarih boyunca Balkan Yarımadası’na çeşitli kavimler yerleşmişlerdir. Bunlar arasında Türkler de yer almaktadır. Öyle ki; IV. yüzyılda Atilla Hunları, VI. yüzyılda Avarlar, VII. yüzyılda Bulgarlar, IX. yüzyılda Macarlar, X-XI. yüzyıllarda Peçenekler, Kıpçak (Kuman)’lar ve Uzlar, XIV. yüzyılda Osmanlı Türkleri gibi Türk unsurları da yarımadanın tamamına veya bir kısmına hâkim olmuşlardır. (İbrahim Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü, İstanbul 1991, s. 52).
İLKER ALP
10
h. Bosna-Hersek
(1). Bosna-Hersek’in Konumu
Bosna-Hersek, Balkan Yarımadası’nın kuzeybatısında yer alarak doğuda Sırbistan, güneyde Karadağ, kuzey ve batıda Hırvatistan’la çevrilidir. Ayrıca Adriyatik Denizi’ne (20 km genişliğinde) dar bir çıkışı da vardır. Bosna-Hersek’in toplam yüzölçümü 51.129 km2’den ibarettir. (Sadece Hersek’in yüzölçümü ise 9.340 km2’dir)26.
(2). “Bosna” ve “Hersek” İsimleri “Bosna”, ismini, (ülkeyi kuzeyden boydan boya geçen ve Hırvatistan ile
sınırı belirleyen) Sava Nehri’nin önemli kollarından biri olan Bosna Nehri’nden almıştır. “Hersek” ismi ise Almanca voyvoda karşılığı olan “Herzog”tan gelmiştir27. Bu sözcükten “Herzegovina”-”Hertsegovina” ismi türetilmiştir. Türkçeye de “Hersek” olarak geçmiştir28. “Boşnak” ve “Bosnalı” kelimeleri ise İtalyanca Bosniac’tan türemiştir. Böylece “Boşnak” ve “Bosnalı” isimleri zamanla sözü edilen bölgede yaşayanlara verilen bir millet adı hâline gelmiştir29.
1991’de Bosna-Hersek Cumhuriyeti’nin nüfusu 4.5 milyon (4.354.915) olarak açıklanmıştır. Bunlardan ise 1.905.018 veya % 43,74’ü Boşnak (Müslüman), 1.364.363 veya % 31,33’ü Sırp, 752.068 veya % 17,27’si Hırvat, 239.777 veya % 5,51’i Yugoslav olarak kaydedilen Müslümanlar ve 93.689 veya % 2,15’i diğerlerinden meydana gelmiştir30. İngiltere’de yayınlanan The Economist dergisine göre söz konusu nüfus 4.523.000 idi. Bu nüfusun oran olarak ise % 49’unu Boşnaklar (Müslümanlar), % 32’sini Sırplar, % 19’unu Hırvatlar oluşturmaktaydı31. Ancak savaştan önce bu etnik gruplar, Bosna-Hersek’in tamamına yayılmış ve karışık bir şekilde yaşamaktaydı. Bu hâliyle Bosna-Hersek’in nüfusu, tam bir milletler mozayiğini teşkil etmekteydi. (Bkz. Ek: 6, 7 ve 13).
26 Bahar Varlı, “Bosna-Hersek Cumhuriyeti”, Bilgi, TBMM Enformasyon Merkezi Dergisi, S: 6, Ankara Şubat 1993, s. 34; “Bosna Hersek” mad., Meydan Larousse Ansiklopedisi, C. 2, İstanbul 1969, s. 504; “Bosna-Hersek” mad., Büyük Larousse, C. 3., İstanbul 1986, s. 1822. 27 Bosna-Hersek, s. 1; http://www.tika.gov.tr/Dosyalar/Bosna%20Hersek.doc, s. 5-6. 28 Mediha Akarslan, Bosna-Hersek ve Türkiye, İstanbul 1993, s. 38. 29 Branislav Djurjev, “Bosna-Hersek” mad.,Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C. 6., İstanbul 1992, s. 297; Şerafeddin Yücelden, a.g.m., s. 1095. 30 “Bosna i Hercegovina-Ustavne Regiye-Ukopno”, http://www.hdmagazine.com/bosnia/census/cens-sus.html “Population Resources”, http://www.lib.utexas.edu/maps/Bosnia.htm. “Ethnic Majorities”, http://www.lib.utexas.edu/maps/Bosnia.html. 31 “Müslümanlara Komplo”, Günaydın Gazetesi, 23 Temmuz 1991.
1990’LARDA YUGOSLAVYA VE BOSNA HERSEK
11
(3). Boşnakların Kökeni V. asırda Hunlar, VI. asırda Avarlar, Bosna Nehri’nin Sava’ya
döküldüğü topraklara, yani bugünkü Bosna-Hersek bölgesinin büyük bir kısmına sahip olmuşlardır. Daha sonra Peçenekler, Morava havzasında ve Hersek’te hüküm sürmüşlerdir. Rodoplar, Batı Trakya, Makedonya, Kosova, Sancak, Bosna ve Arnavutluk ile Bulgaristan’ın bir kısmına hâkim olan “Kuman-Peçenek Türk Federasyonu”, Kumanlarla Peçeneklerin birbiriyle mücadele etmesi sonucunda 1091’de yıkılmıştır. Birliğin yıkılmasından sonra Peçeneklerin çoğu Bosna-Hersek’e çekilmiştir32. Böylece Bosna-Hersek ve Sancak’ta Hun, Avar, Peçenek Türklerinin karışımından bugün “Boşnak” veya “Bosnalı Müslümanlar” adını verdiğimiz yeni bir millet oluşmaya başlamıştır. Hun, Avar, Peçenek devletlerinin çöküşünden sonra bu Türk boylarının Doğu Avrupa ve Balkanlar’a dağılmaları yüzünden, Bosna-Hersek, Sancak ve civar yerlerde Türklerin sayısı azalmıştır. Ayrıca buraya kalabalık Slav kitlelerinin gelmesi de Türklerin azınlık durumuna düşmesine ve zamanla büyük ölçüde kaybolmalarına sebep olmuştur. Slav ve Macar devletlerinin baskısıyla Drina, Bosna, Tara nehirlerinin kaynak kısımlarına sığınan daha kalabalık Türk boyları ise bu dağlık ve ormanlık bölgelerde, Slav dilinin etkisi altında kalmakla birlikte, Ortodoks ve Katolik unsurlar arasında erimemişler ve kendi millî benliklerini koruyabilmişlerdir. Hatta Bosna müzelerinde bu devirlerden kalma tablolarda, mücahitlerin Hun ve Avar tiplerine benzedikleri görülmektedir33.
(4). Bosnalılarda Din Bosna halkı XV. asırda kitle hâlinde Müslümanlığı kabul etmiştir. Bunda
Bosnalıların Bogomil mezhebine inanması önemli etken olmuştur. Bu mezhebi ise kendine “Bogomil” adını veren bir papaz yaymıştır. Bogomil kelimesi Slavca “Bog”-Tanrı, “mil”-hoşlanmak, sevmek ve “u” tamlama ekinden türemiştir. Anlamı da “Tanrı’nın sevdiği”, “Tanrı’nın hoşlandığı”dır34. Bogomiller Hazreti İsa’yı sadece Allah’ın kulu ve peygamberi olarak kabul ederlerdi. Haçı dinî sembol olarak saymazlardı. Haç çıkarmayı ve ikonaları reddederlerdi. Ruhban sınıfını benimsemezlerdi.
32 Reşit Rahmeti Arat, “Kıpçak” mad., İslâm Ansiklopedisi, C. 6, İstanbul 1977, s. 713-715; “Derginin İntişarına Âmil Olan Sebepler Nelerdir?”, Rodopların Sesi Dergisi, Yıl 1, Sayı 1, İstanbul 1973, s. 13; Ahmet Gökbel, “Bulgaristan Türk Halk Kültüründe Kuman (Kıpçak) Türklerinin Yeri”, Bulgaristan Türk Folkloru, II. Uluslararası Bulgaristan Türk Halk Kültürü Sempozyumu Bildirileri, Ankara 2001, s. 37-38. 33 Şerafettin Yücelden,“Yugoslavya Türkleri”, Türk Dünyası El Kitabı, Ankara 1976, s. 1095-1096. 34 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. 1, Ankara 1972, s. 217, 220; Şerafeddin Yücelden, a.g.m, s. 1095-1096.
İLKER ALP
12
Kilise ile çanı sevmez ve kiliseye ibadet için gitmezlerdi. Sade ve zarif olan Bogomil mabetleri, resimlerle süslü olan kiliselerden çok farklıydı. Aziz resimleri, ikonaları ve heykellerini ibadet ortamıyla bağdaştırmazlardı35. Bu hâliyle Bogomillik, gerek Katolik, gerekse Ortodoks anlayışıyla uygulamalarını kabul etmeyen, daha sade ve esasa dönük bir inanç sistemidir36.
Bogomil hareketi, eski Türk dinî inançlarıyla büyük ölçüde örtüşmekteydi. Bu yüzden Hun, Avar ve Peçenek kökenli olan Bosna-Hersek halkını kısa zamanda sarmıştır. Hristiyanlıktan ayrılarak oluşan bu hareket, aynı zamanda Hristiyanlıktan çok Müslümanlığa yakındır. Bu yüzden papalarla patriklerin emriyle Macarlar, Hırvatlar, Sırplar ve diğer Hristiyanlar, Bosnalılara büyük zulümler yapmışlar, işkence ve soykırım uygulamışlar, mallarını gasp ederek memleketlerinden sürmüşler, Boşnakların millî benliklerini zayıflatmak ve ana dilleriyle dinî inançlarını yok edebilmek amacıyla ise eğitim-öğretimi engellemişler, öğretmenlerin dillerini kesmişler, ders ve din kitaplarını yakmışlardır. Bu zulümden dolayı Bosna halkı, II. Sultan Mehmed’i 1463’te kurtarıcı gibi karşılamış ve kitle hâlinde İslâmiyet’e girmiştir37. Vurgulanması gereken önemli hususlardan biri de yukarıda bahsedilen özelliği ile Bogomil inancının, Bosnalıların diğer Hristiyan unsurların içinde erimelerini önleyerek millî varlıklarını korumada en önemli faktörlerden biri oluşudur. Sonradan İslâmiyet’i kabul etmeleri ile aynı özellik pekiştirilmiştir. Böylece XV. asırdan XIX. asrın sonuna kadar Bosnalılar, kaderlerini Osmanlı Türkleriyle birleştirmiş ve devlete sadakatle bağlı kalmışlardır.
2. Bosna’nın Bağımsızlığını İlân Etmesi ve Savaşın Başlaması Bosna-Hersek Cumhuriyeti, Slovenya ile Hırvatistan’ın birlikten ayrılma
çabaları karşısında ılımlı bir politika takip etmiştir. Arabuluculuk yapmış ve Yugoslavya’nın parçalanması yerine yumuşak bir konfederasyonun kurulmasını istemiştir. Ancak The Times ve The Economist dergileri, Sırbistan’la Hırvatistan’ın, birbirleriyle savaş hâlinde olmalarına rağmen, ülkenin tek Müslüman Cumhuriyeti olan Bosna-Hersek’in aleyhine gizli bir anlaşma yaptıklarını açıklamışlardır38. Slobodan Miloşeviç ve Franyo Tucman, 1991 yılında yaptıkları Karacorcevo Anlaşması’yla Bosna-Hersek’i 35 H. Mehmed Hadzic, İslamizaciya Bosne i Hercegovine i Poriyeklo Bosansko-Hercegovaçkih Muslimana, Sarayevo 1940, s. 11-16. 36 Mediha Akarslan, a.g.e., s. 37. 37 “Moslems in Yugoslavya”, Review of International Affairs, Belgrad 1985, s. 2; H. Mehmed Hadzic, a.g.e., s. 11, 20; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, a.g.e., s. 220. 38 Günaydın Gazetesi, “Müslümanlara Komplo”, 23 Temmuz1991; Türkiye Gazetesi, 3 Ekim 1991.
1990’LARDA YUGOSLAVYA VE BOSNA HERSEK
13
aralarında paylaşmışlar, Müslümanlara Sırbistan ile Hırvatistan arasında küçük bir tampon bölge bırakmışlardır39. Bu girişim üzerine Bosna-Hersek’in varlığı ve gelecekteki statüsü hakkında kaygılar oluşmuştur. Çünkü aynı düşünceye dayanılarak Bosna’nın bir parçası olan ve nüfusunun çoğunluğunu Boşnak Türklerinin oluşturduğu Sancak, (birinci kez Balkan Savaşları’nda, ikinci kez de II. Dünya Savaşı’ndan sonra) Sırbistan ile Karadağ arasında paylaşılmıştır. Sancak’taki Müslümanlar göçe zorlanmış ve Slav unsurları da buraya iskân ettirilerek demografik yapının değiştirilmesine çalışılmıştır. Zaten Bosna-Hersek de 1918’de “Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı”na dâhil edilince Sırplarla Hırvatlar arasında taksim edilmiştir.
Geçmişteki bu acı tecrübelerden dolayı söz konusu paylaşma anlaşması, Bosna-Hersek yetkililerinin endişelenmesine ve ülkenin geleceğini belirlemek için yeni çözümler aramalarına yol açmıştır. Neticede, Sırpların boykotuna rağmen, parlamentodaki Müslüman ve Hırvat milletvekillerinin katılımıyla 15 Ekim 1991 tarihinde “Bosna-Hersek’in egemenliğini ve yakın gelecekte Yugoslavya Federasyonu’ndan ayrılmasını” öngören iki karar alınmıştır. Bununla birlikte Bosna’nın, Yugoslavya topluluğunun devamı için, diğer tarafların kabul edeceği hususlara katılacağı da vurgulanmıştır40.
Bağımsızlık kararına en büyük tepkiyi Sırbistan ve Bosna Sırpları göstermişlerdir. Sırbistan; Slovenya, Hırvatistan ve hatta Makedonya’nın birlikten ayrılmalarını bir ölçüde kabullenmiştir. Ancak, kendisi için jeopolitik ve jeostatrejik öneminin büyüklüğü sebebiyle Bosna-Hersek’in ayrılmasını önleyebilmek için var gücüyle direnmiştir. Sırbistan idarecileri, Karadağ, Sancak, Kosova ve Voyvodina’dan oluşacak “Yeni Yugoslavya” projesine bu cumhuriyeti de dâhil etmişlerdi. Sırplara göre, Bosna-Hersek bu yeni oluşuma katılmaz ise Sancak da elden çıkabilirdi. Bu da Sırbistan’ın Karadağ ile olan fizikî irtibatının ve Adriyatik Denizi’ne çıkışının kesilmesi anlamına gelmekte idi. Bu hususların yanı sıra Sırbistan, Bosna’daki zengin maden yataklarını kimseye kaptırmak istememiş ve Bosna-Hersek’teki Sırp azınlığını kendi bünyesine katmayı da amaçlamıştır. Hatta Bosna-Hersek’in
39 Tanıl Bora, Milliyetçiliğin Provokasyonu, İstanbul 1991, s. 215; Osman Karatay, a.g.e., s. 24-25.
Bu anlaşmayı takiben Bosnalı Sırp ve Hırvat toplumlarının temsilcileri Avusturya’nın Graz kentinde buluşarak pazarlığı sürdürmüşlerdir. Ayrıca Franyo Tucman ile Yugoslavya Cumhurbaşkanı Çosic, yine gizli bir görüşme yaparak Bosna-Hersek’in paylaşılmasına dair anlaşmaya varmışlardır. Bu müzakereler ve alınan kararlardan, Bosna-Hersek’in Sırp ve Hırvatlar arasında bölünmesini öngören 1939’daki Çvetkoviç-Macek Anlaşması’nın canlandırılmak istendiği anlaşılmıştır. (Tanıl Bora, Yeni Dünya…, s. 110.) 40 Zekeriya Yıldız, Geçmişten Günümüze Bosna Hersek, İstanbul 1993, s. 140; Cumhuriyet Gazetesi, 16 Ekim1991; Türkiye Gazetesi, 23 Ekim 1991.
İLKER ALP
14
ayrılması yönünde muhtemel bir gelişme, Makedonya Cumhuriyeti ve Kosova ile Voyvodina otonom bölgelerine kötü örnek teşkil ederek bu birimlerdeki bağımsızlık hareketlerinin artmasına sebebiyet verecekti. Bu yüzden Sırbistan, Federal Ordu Birlikleri’ni sınırlara yığarak Bosna’ya yoğun bir baskı uygulamaya başlamıştır. Ayrıca Sırbistan’ın yönlendirmesiyle Sırp azınlığı, cumhuriyetin kuzeyinde 4 Kasım 1991’de “Kuzey Bosna Özerk Sırp Bölgesi”nin kurulduğunu açıklamıştır41. “Bosna Sırp Parlamentosu”, 21 Aralık 1991’de ise “Bosna-Hersek Sırp Cumhuriyeti”nin kurulduğunu bildirerek Sırpların hâkimiyetindeki yerlerin bağımsızlığını ilân etmiştir42. Ayrıca Sırp Cumhuriyeti’nin Bosna’ya değil, Sırbistan ve Karadağ’dan oluşan “Yeni Yugoslavya”ya doğrudan bağlanacağını vurgulamıştır.
Bu ciddi baskılar karşısında Bosna-Hersek yönetimi, ülke bütünlüğünü korumak gayretiyle başta Türkiye olmak üzere, İslâm devletlerinden destek talebinde bulunmuştur. 15 Ocak 1992’de ise cumhuriyetlerinin tanınması için AT’ye başvurmuştur. Buna karşılık Sırbistan’ın yönlendirmesiyle Bosna-Hersek’teki Sırplar, ikinci kez “Bosna-Hersek Sırp Cumhuriyeti”ni ilân etmişlerdir43. Bu karar Bosna’daki etnik gruplar arasındaki gerginliği büsbütün arttırmıştır. Artık savaşın çıkması an meselesi olmuştur.
Bosna-Hersek Cumhuriyeti, AT’ye yaptığı tanınma talebinin şartını yerine getirmek üzere 28 Şubat ve 1 Mart 1992’de bağımsızlık için halk oylamasına gitmiştir. Halk oylamasında: “Bosna-Hersek’in hâkimiyetiyle bağımsızlığı ve ülkede yaşayan Müslüman, Sırp, Hırvat ve diğer vatandaşlarla milletlerin eşit haklara sahip olacağı bir devlet lehinde misiniz?” tarzında soru sorulmuştur44. Sırpların boykotuna rağmen %64 oranında katılım sağlanmış ve bunlardan %99,7’si bağımsızlığa evet oyu kullanmıştır45. Böylece Bosna-Hersek bağımsızlığa doğru kararlı adımlarla yürümüştür. Gelişmeler karşısında ise başkent Saraybosna’da durum son derece gerginleşmiş ve Sırpların saldırmasıyla başlayan çatışmalar bir iç savaşın habercisi olmuştur. Bosna’nın Yugoslavya’dan ayrılmasını istemeyen Sırbistan, Bosna’daki 100.000 kişilik Federal Ordu’yu
41 “Bosna Hersek’te Yedinci Sırp Özerk Bölgesi Kuruldu”, AFP, 4 Kasım 1991. 42 İsmail Soysal, Şule Kut, Dağılan Yugoslavya ve Bosna-Hersek Sorunu: Olaylar-Belgeler 1990–1996, Ortadoğu ve Balkan İnceleme Vakfı, İstanbul 1997, s. 12–13; “Sırplar, Bosna’da Cumhuriyet Kurdu”, Tercüman Gazetesi, 23 Aralık 1991. 43 “Bosna-Hersek Sırp Halkı Cumhuriyeti İlân Edildi”, TANYUG, 9 Ocak 1992. 44 Mark Mazower, The War in Bosnia: An Analysis, Action for Bosnia, London 1992, s. 7. 45 Mark Thomson, A Paper House: The Ending of Yugoslavia, London, Vintage 1992, s. 318; Tanıl Bora, Yeni Dünya Düzeninin Av Sahası, İstanbul 1994, s. 84. (Sandığa giden %63’lük nüfusun % 99.4’ünün bağımsızlıktan yana oy kullandığı belirtilmiştir.)
1990’LARDA YUGOSLAVYA VE BOSNA HERSEK
15
bağımsızlık hareketini söndürmek için kullanmaya başlamıştır46. Bu arada önceleri Sırplara karşı Boşnaklarla birlikte hareket eder görünen Hırvatların da esas amaçlarının Hırvatistan’la birleşmek olduğu açıkça anlaşılmıştır.
Bosna-Hersek hükümeti, oylamanın arkasından, ortamı daha fazla gerginleştirmemek için, bağımsızlık ilânını resmen açıklamayı erteleme eğilimindeydi. Bununla birlikte Batılıların, özellikle Amerikalıların verdiği güvenceye itimat eden Bosna-Hersek, 3 Mart 1992 tarihinde bağımsızlığını ilân etmiştir47.
Bosna-Hersek idarecileri, ülkelerinin Sırbistan ile Hırvatistan arasında paylaşılmasını önlemek amacıyla bağımsızlık yolunu seçmiştir. Bunu halkın oylarıyla da pekiştirmiştir. Fakat Sırpların Sırbistan’la birleşme isteklerinin yanı sıra, Hırvatların da Hırvatistan’a bağlanma faaliyetleri durumu büsbütün nazikleştirmiştir. Bosna-Hersek üç kısma ayrılma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır.
İç savaşın artık iyice belirmesi ile birlikte Bosna-Hersek Cumhuriyeti’nin bağımsızlığı, 6 Nisan 1992’de AT ve 7 Nisan 1992’de ABD tarafından tanınmıştır. Türkiye ise AT ve ABD’den daha önce 6 Şubat 1992 tarihinde, Bosna’yla diğer cumhuriyetlerin (Slovenya, Hırvatistan ve Makedonya’nın) aynı anda bağımsızlıklarını kabul etmiştir. Ama bu da savaşı önleyememiştir48. 6 Nisan 1992’de Sırp milisleriyle Yugoslav Federal Ordusu’nun, bunları takiben Hırvatların taarruzuyla savaş çıkmıştır. Ne yazık ki bu olaya, büyük devletler, hatta İslâm ülkeleri seyirci kalmıştır. Bundan istifade eden Sırplarla Hırvatlar; Vişegrad, Srebrenica ve Foça şehirlerini işgâl etmişler, Mostar, Saraybosna, Gorajde ve diğer yerlere saldırmışlardır. Saldırganlar, Boşnaklara yönelik sistemli bir soykırım uygulayarak sadece 1992 yılı içinde 15 bini çocuk olmak üzere 200 bine yakın (resmî rakamlara göre 122 bin49) insanı katletmişler, nüfusun üçte birini göçe zorlamışlar ve binlerce kızla kadına tecavüz etmişlerdir50. Bu kanlı savaşın en trajik katliamlarından biri ise 11 Temmuz 1995 tarihinde, Doğu Bosna’da bulunan Srebrenica’da yaşanmıştır51. Halbuki BM Güvenlik Konseyi, 1993’ten itibaren aralarında Srebrenica’nın da bulunduğu beş bölgeyi “Güvenli Bölge” (Save Heaven-Güvenli Cennet) olarak ilân
46 Bosna-Hersek, s. 219-220. 47 Tanıl Bora, Yeni Dünya..., İstanbul 1994, s. 84. 48 İsmail Soysal, Şule Kut, a.g.e., s. 14, 17; Cumhuriyet Gazetesi, 22 Nisan 1992; “Dört Yeni Ülkeyi Tanıdık”, Milliyet Gazetesi, 07 Şubat 1992, s. 13. 49 Osman Karatay, Bosna-Hersek Barış Süreci, Ankara 2002, s. 5. 50 Zekeriya Yıldız, Geçmişten Günümüze Bosna-Hersek, İstanbul 1993, s. 141. 51 Deniz Altınbaş Akgül, Semra Rana Sezal, “Almanya’daki Türk Diasporası’, http://circassiancanada.com.tr/arastirma/almanyadaki_turk_diasporasi%C4%B1.html. s. 2.
İLKER ALP
16
etmiştir52. Buna dayanılarak Barış Gücü tarafından Boşnakların elindeki silâhlar da toplanmıştır53. Srebrenica’daki sivil Boşnaklar, görünürde BM Koruma Gücü (UNPROFOR)’nün koruması altına alınmıştır54. Buna rağmen halkı korumakla görevli olan Hollandalı askerler, Sırp saldırılarını sadece seyretmiş, hatta Albay Karremans’ın talimatıyla Hollandalı BM askerleri, Potocari kampına sığınan Boşnakları silâh zoruyla Sırplara teslim etmişlerdir55. Sırplar ise 11 Temmuz 1995’ten itibaren (14 yaşından büyük) 8 ile 12 bin arasındaki erkeği katletmişlerdir56. Aynı şekilde, 16 Temmuz 1995’te Polica’da da çocuklar dâhil 1500 Boşnak’ı katlederek vahşetlerine devam etmişlerdir57.
Ne yazık ki, Srebrenica’da yaşanan bu vahşet karşısında NATO, Avrupa devletleri, ABD ve BM güçleri seyirci kalmışlardır. Hatta Boşnakları korumakla görevli olan Hollanda askerî birliği, Potocari kampına sığınan Boşnakları zorla Sırplara teslim ederek katliama yardımcı olmuştur58. Aynı şekilde şehirler, kasabalar, köyler tahrip edilmiştir. Özellikle Türk-İslâm eserleri yerle bir edilmiştir. Öyle ki, Osmanlı döneminden kalan ve asırların hatırasını taşıyan Gazi Hüsrev Bey Camii (Saraybosna), Padişah Camii (Foca), Esme Sultan Camii (Yayçe), Karagöz Bey Camii (Mostar) başta olmak üzere 490 cami ve Mostar Köprüsü gibi çok kıymetli tarihî eserler tahrip edilmişlerdir59. Bosna’da, Sırplarla Hırvatlar, XX. yüzyılın son yıllarında medenî dünyanın gözü önünde bir soykırım uygulamışlardır.
52 Ali Dikici, “Srebrenica Katliamının Canlı Tanığı Hasan Nuhanoviç’in Hikayesi”, http://www.balgoc.org.tr/2004/srebrenica.html. s. 3. 53 A.g.m., s. 4. 54 Deniz Altınbaş Akgül, Semra Rana Sezal, a.g.m., s. 2. 55 Ali Dikici, a.g.m., s. 6-7; “Srebreica’da Olanların Hesabı Soruluyor”, http://www.diplomatikgozlem.com/haber_oku.asp?id=137. s. 1. 56 Ali Dikici, a.g.m., s. 3, 15 (12 bin); Deniz Altınbaş Akgül, Semra Rana Sezal, a.g.m., s. 2 (8 binden fazla); “Bosna’nın Kahraman Lideri”, http://www.yenimesaj.com.tr/index.php?sayfa=guncel&haberno=4549&tarih=2003.10.21. s. 2 (8 bin); Ali Murat Yel, “Chirac Sadece Laiklerin ve Yahudilerin Cumhurbaşkanı mı?” Samanyolu Haber, http://www.imp.com.tr/index.php?khide=1&ghide=1&dosya=&did=7036. s. 3 (8bin); “Bosna Sırp Hükümeti 1995 Yılında Yaşanan Srebrenitsa Katliamı ile İlgili Olarak Özür Diledi”, http://www.bbc.co.uk/turkish/europe/story/2004/11/04111_srebrenica_serbia.Shtml. s. 1 (7 binden fazla); “Dünya Hafızası Srebrenica’yı Nasıl ve Ne Zaman Terketti?” The Wall Street Journal Europe, 12-13-14 Nisan 2002, http://f.neset.tripod.com/srebrenica.htm. s. 1 (7500’ün üzerinde). 57 Ali Dikici, a.g.m., s. 12. 58 Ali Dikici, a.g.m., s. 4-7; “Srebrenica’da Olanların Hesabı Soruluyor”, http://www.diplomatikgozlem.com/haber_oku.asp?id=137. s. 1; “Dünya Hafızası Srebrenica’yı Nasıl ve Ne Zaman Terketti?” The Wall Street Journal Europe, 12-13-14 Nisan 2002, http://f.neset.tripod.com/srebrenica.htm. s. 1-2. 59 Zekeriya Yıldız, a.g.e., s. 169-201; Mediha Akarslan, a.g.e., s. 16.
1990’LARDA YUGOSLAVYA VE BOSNA HERSEK
17
Bosna-Hersek Cumhuriyeti, Sırp ve Hırvat saldırıları karşısında ülke bütünlüğünün, barış ve demokrasinin korunması için yardım talebinde bulunmuştur. Ancak, BM, NATO, AT, AGİK gibi milletlerarası kuruluşlar, Batı ve İslâm devletleri saldırılar karşısında seyirci kalmışlar, konuya ciddiyetle sahip çıkmamışlardır. Milletlerarası teşkilâtların ve devletlerin çoğu ise sadece kınama kararlarıyla yetinmişlerdir. Uygulanan ambargo da Sırbistan ve Hırvatistan’dan ziyade Bosna’yı etkilemiş ve Bosnalıların savaş gücünü iyice zayıflatmıştır. Bosnalılar topraklarını, Sırplarla Hırvatların silâhlı saldırıları karşısında korumakta güçlük çekmişlerdir. Bu yüzden Boşnakların elinde sadece ülkenin kuzeybatı ucundaki Bihaç bölgesi, Doğu Bosna’da kuşatılan Gorajde, Srebrenica ve Zepa ve Orta Bosna kalmıştır60. Sonuçta ülkenin % 60’ı Sırpların eline geçmiş, bazı yerlerini Hırvatlar işgâl etmiş, Bosnalılar da % 15-% 20 oranında küçük bir alana sıkıştırılmıştır.
3. Bosna-Hersek Krizinin Çözümüne İlişkin Milletlerarası Plânlar Bosna-Hersek meselesini çözmek için milletlerarası platformda birçok
girişim yapılmıştır. Bunların temelini 1991 yılında Londra’da düzenlenen “Yugoslavya Konferansı” teşkil etmiştir. Ancak bu toplantıda Bosna konusu gündemin sadece altıda birini oluşturmuştur. Londra’daki Yugoslavya Konferansı, bölgedeki BM Barış Gücü (UN Protection Force, UNPROFOR) gibi başarı sağlayamamıştır. AB ara bulucusu H. Cutillero’nun savaştan önce başlattığı çabalar da sonuç vermemiştir. Buna rağmen BM Genel Sekreterliği, AB, ABD ve milletlerarası kuruluşlar tarafından barış çabaları sürdürülmüştür. Bu çerçevede Vance-Owen Plânı, Güvenli Bölgeler Plânı, Üç Bölgeli Plân vb. gündeme getirilmiştir. Müzakereler sonucunda ise Bosna-Hırvat Federasyon Antlaşması ve Dayton (Paris) Barış Antlaşması yapılmıştır. Bosna-Hersek meselesinin çözümüne dair önemli plân veya anlaşmaların genel hatları şöyledir:
a. Vance-Owen Plânı Savaşı sona erdirmek için 26–27 Ağustos 1992 tarihlerinde Londra’da
AT ve BM liderliğinde, ilgili tarafların da katılımıyla “Eski Yugoslavya Üzerine Uluslararası Konferans” (Eski Yugoslavya Konferansı) düzenlenmiştir. Bu konferansta AT adına İngiliz diplomat Lord Owen ve BM adına Amerikalı diplomat Cyrus Vance, Bosna-Hersek krizinin çözümü için ortaklaşa bir plân hazırlamakla görevlendirilmişlerdir. Cenevre’de ve Newyork’ta düzenlenen konferanslardan sonra, Ocak 1993’te BM ve AT’nin sözde barışı korumak amacıyla destekledikleri bir çözüm plânı
60 Osman Karatay, a.g.e., s. 5.
İLKER ALP
18
açıklanmıştır61. (Bkz. Ek: 8). Vance-Owen Barış Plânı adıyla anılan bu plâna göre:
(1). Bosna-Hersek, yürütme gücünün ağırlıklı olarak “Eyâletler”de toplanacağı adem-i merkeziyetçi bir devlet yapısına sahip olacak,
(2). Bosna-Hersek 10 eyâlete bölünecek, bunlardan üçü Sırpların, üçü Hırvatların, üçü Müslümanların kontrolünde bulunacak, Saraybosna ise tarafsız ve üç toplumlu bir statüye sahip olacak,
(3). Eyâletlerin, bağımsız yargı organlarına ve kendi parlamentolarına sahip olmalarıyla birlikte, milletlerarası alanda temsil hakları bulunmayacak,
(4). Bosna-Hersek’i milletlerarası platformda, seçimle işbaşına gelen ve parlamentoya dayalı merkezî bir hükümet temsil edecek,
(5). Bosna-Hersek topraklarının tamamında serbest dolaşım hakkı tanınacak,
(6). “Üç Ana Etnik Toplum” ve diğer toplumlar Bosna-Hersek anayasasıyla güvence altına alınacak,
(7). Devlet başkanlığı, üç eyâletin yasama organlarının temsilcilerince oluşturulacak,
(8). İlk seçimler BM, AT ve AGİK tarafından denetlenecek,
(9). Bosna-Hersek, AT ve BM denetiminde silâhsızlandırılacaktır62.
Bosna-Hersek topraklarını on eyâlete bölmeyi amaçlayan bu plân ile nüfus oranı göz önünde bulundurulmayarak toprakların çoğunun Sırplarla Hırvatlara verildiği gözlenmektedir. On Eyâlet Plânı’na göre; Sırplara % 43, Hırvatlara % 15, Müslümanlara % 27, Hırvatlarla Müslümanlara müştereken % 11 ve milletlerarası bölge olarak düşünülen Saraybosna’ya da % 4 oranında arazi bırakılacaktı63. Böylece Bosna-Hersek Cumhuriyeti’nin görünüşte sınırları muhafaza edilecekti. Gerçekte ise Bosna-Hersek bir devlet olmaktan çıkacak, ülkenin tamamında ve nüfusunun üzerinde devlet hâkimiyeti ve otoritesi kalmayacaktı. Özetle Bosna-Hersek devlet olma niteliğini kaybedecekti. Diğer taraftan milletlerarası anlaşmaları ihlâl edip, saldırgan ve işgâlci olan Sırplarla Hırvatlar, bu kararla oluşturulan politik
61 Bosna-Hersek Krizinde Uluslararası Kuruluşlar ve NATO, Güneydoğu Avrupa Müttefik Kara Kuvvetleri Komutanlığı, İzmir 1993, s. 39. (Bu eser bundan sonra Bosna-Hersek Krizinde olarak gösterilecektir.) 62 Bosna-Hersek Krizinde, s. 39.; Tanıl Bora, a.g.e., s. 112. 63 Oya Akgönenç Mughisuddin, a.g.m, s. 57-58; Bosna Hersek Krizinde, s. 41.
1990’LARDA YUGOSLAVYA VE BOSNA HERSEK
19
formül sayesinde toprak kazanarak mükâfatlandırılacaklardı. Çünkü nüfus oranları göz önünde bulundurulmayarak Sırplar ile Hırvatlara, Boşnaklara nazaran daha fazla toprağın verilmesi düşünülmekteydi. Öngörülen taksimatın yürürlüğe girmesi hâlinde Sırplar politik üstünlük sağlayacak ve büyük ölçüde toprak kazanacaktı. Bu durumdan Hırvatlar da kârlı çıkacaklardı. Bu yüzden plân Hırvatlar tarafından olumlu karşılanmıştır. Müslümanlar ise etnik temele dayalı eyâletlerin ve güçsüz bir merkezî hükümetin kurulmasının ileride Bosna-Hersek’in parçalanmasına yol açacağı endişesini taşımışlardır. Dolayısıyla, sürekli bir barış ve âdil çözüm getirmeyen söz konusu plânı kabul etmemek için direnmişlerdir. Ancak plân üzerinde değişiklik yapılarak Müslümanların eyâlet sayısının 4’e çıkarılması ve Hırvatların 2’ye indirilmesi sonucunda İzzetbegoviç, bu plânı kabul ederek imzalamıştır. Sırplar ise kontrollerindeki % 60-70 oranındaki arazinin % 43’e azaltılmasına razı olmadıklarından ve Sırbistan’a bağlanma amacını güttüklerinden bu plânı benimsememişlerdir. (Bkz. Ek: 9). Yapılan baskılar üzerine Radovan Karadziç, 2 Mayıs 1993’te Atina’da, Vance-Owen Plânı’nı Bosna Sırp Parlamentosu’nda onaylanmak şartıyla imzalamak mecburiyetinde kalmıştır64. Bosna Sırp Parlamentosu, 5-6 Mayıs 1993’te, iki gün süren görüşmelerin ardından plânı kabul etmemiş ve referanduma gitme kararı almıştır. 16 Mayıs 1993 tarihinde ise Republika Sırpska’da yapılan referanduma katılanların % 96’sı plânı reddetmiş ve Sırp Cumhuriyeti’nin bağımsızlığı yönünde oy kullanmıştır. Böylece Vance-Owen Plânı geçerliliğini tamamen kaybetmiştir65.
b. Güvenli Bölgeler Plânı Vance-Owen Plânı’nın 6 Mayıs 1993 tarihinde Bosna Sırp Parlamentosu
tarafından reddedilmesi üzerine, 7 Mayıs 1993’te BM Güvenlik Konseyi acilen toplanmıştır. Toplantı sonucunda BM Güvenlik Konseyi, Güvenli Bölgeler Plânı’nı geçici bir ara çözüm olarak kabul etmiştir66.
Bu plâna göre tehdit edilen kritik Müslüman bölgeleri, “güvenli bölge” olarak ilân edilmiştir. Genelde kuşatılan ve mültecilerin toplandığı sahalar dikkate alındığında söz konusu bölgeler Saraybosna, Tuzla, Zepa, Goradze, Bihaç ve Srebrenica olarak belirlenmiştir.
Güvenli Bölgeler Plânı’nın kabulünden sonra, Sırplara ne tür yaptırımların uygulanacağı konusunda ABD ile Avrupa devletleri arasında görüş ayrılığı ortaya çıkmıştır. ABD’ye göre, Sırplara karşı hava akınları 64 Emel G. Osmançavuşoğlu, The Wars of Yugoslav Dissoltution and Britain’s Role in Shaping Western Policy 1991-1995, Ankara 2000, s. 135, 137. 65 İsmail Soysal, Şule Kut, a.g.e., s. 41; Bosna-Hersek Krizinde, s. 41. 66 Bosna Hersek Krizinde, s. 43.
İLKER ALP
20
düzenlenmeli ve Müslümanlara uygulanan silâh ambargosu kaldırılmalıydı. AT’ye göre ise, Vance-Owen Plânı’nın uygulanması için daha fazla politik baskı yapılmalı, müeyyide uygulamalı ve daha fazla kara birliği gönderilmeli, ama askerî çözümlere başvurulmamalıdır67.
Güvenli Bölgeler Plânı Müslümanlar tarafından destek görmemiştir. Çünkü bu plân, Vance-Owen Plânı’nı tamamen ortadan kaldıracaktı ve ülke içinde etnik koloniler kurarak Filistin’deki Gazze Şeridi meselesine benzer durumların ortaya çıkmasında etkili olacaktı. Ayrıca ülkenin % 70’e yakınını ele geçiren Sırpların, emrivakiler yapmalarına uygun zeminler hazırlayacaktı. Sırbistan ve Bosnalı Sırplara karşı askerî yaptırımların uygulanmasını öngörmediği için bu plân, Sırpların işgâl ettikleri topraklardan çekilmelerini temin edemeyecek ve Sırp saldırılarını durduramayacaktı. Hatta tam tersine, Sırpların “etnik temizleme” gayretlerini kolaylaştıracaktı. Bu yüzden BM ve NATO çevreleri, “Güvenli Bölgeler Plânı”nı kalıcı değil geçici bir çözüm olarak gördüklerini ifade etmişlerdir68.
c. Üç Bölgeli Plân 16 Haziran 1993’te Cenevre’de İzzetbegoviç, Miloşeviç ve Tucman’ın
katılımıyla barış müzakereleri yeniden başlamıştır. Owen’ın önerdiği ve Tucman ile Miloşeviç’in onayladığı “Cenevre Plânı” olarak anılan bu yeni plân, Bosna-Hersek’in etnik esasa dayalı üç millî devlete bölünmesini öngörmüştür69. İlk plân taslağına göre, “esnek bir konfederasyon” oluşturulacak ve toprakların % 50’si Sırp, % 30’u Hırvat ve % 20’si Müslüman Devleti’ne ait olacaktır70. Ancak Saraybosna’nın statüsü belirsizliğini korurken Müslüman Devleti, Bosna-Hersek’in merkezindeki Saraybosna-Tuzla-Zenice üçgeni ve Kuzeybatı’daki Bihaç bölgesi olmak üzere coğrafî olarak birbirinden ayrı iki kısımdan oluşacaktı71.
Üç Bölgeli Bosna-Hersek Plânı Haziran 1993’te Hırvatlar ve Sırplar tarafından gündeme getirilerek savunulmuştur. 10 Bölgeli Kanton Plânı’nın yaratıcıları Vance-Owen tarafından da desteklenmiştir. Owen, AT toplantılarında bu çözümün daha gerçekçi olduğunu söyleyerek eski plânın geçerliliğini kaybettiğini iddia etmiştir. Müslümanlar ise bu yeni plâna destek vermemişlerdir. Çünkü Müslümanlara göre, plân ciddî sınır meselelerine ve anlaşmazlıklara yol açacaktır. Üç bölgenin sınırlarını
67 A.g.e., s. 43. 68 A.g.e., s. 44. 69 Tanıl Bora, a.g.e., s. 125. 70 Tanıl Bora, a.g.e., s. 125; Bosna-Hersek Krizinde, s. 45. 71 Tanıl Bora, a.g.e., s. 125.
1990’LARDA YUGOSLAVYA VE BOSNA HERSEK
21
belirlemek, ülkenin birçok bölgesinde üç ayrı etnik kökene ve farklı din ve mezheplere mensup insanların yaşamalarından dolayı son derece zor olacaktır. Aynı şekilde yeni nüfus mübadelelerine sebep olacak ve Müslümanların denize çıkışını riskli hâle getirecektir72.
Üç Bölgeli Bosna-Hersek Plânı üzerindeki Cenevre görüşmeleri, zaman zaman kesintiye uğramasına rağmen devam etmiştir. Müslümanlar, yok olmamak için isteksiz de olsa bu plânı görüşmek mecburiyetinde kalmışlardır. Bu arada Cenevre görüşmelerine Müslümanların katılmasını sağlamak ve Sırpları saldırılardan caydırmak amacıyla NATO Daimi Konseyi, 4 Ağustos 1993 tarihinde Saraybosna ve diğer Müslüman bölgelerin çevresindeki Sırp kuşatmasının sürmesi hâlinde, hava saldırıları dahil, sert tedbirlerin alınmasını kararlaştırmıştır. Nitekim bu karar etkili olmuş ve Sırplar, Saraybosna’yı kontrol eden İgman ve Byelasnitsa tepelerinden çekilmişlerdir73.
Cenevre müzakereleri devam ederken Bosna-Hersek’in; % 52’sini Sırplara, % 31’ini Müslümanlara ve % 17’sini Hırvatlara vermek sûretiyle bölünmesini öngören yeni bir harita taslağı hazırlanmıştır74. Aralığın üçüncü haftasında Owen-Stoltenberg nezaretinde Cenevre’de yürütülen müzakerelerde ise, Müslümanların lehine yeniden küçük bir değişiklik yapılmıştır. Kısmen değiştirilen ve nüfus oranları nazarı dikkate alındığında yine aleyhte olan toprak dağılım plânı, Batılılar tarafından yapılan baskılar sonucunda, Bosna idarecilerine kabul ettirilmek istenmiştir. Bu plâna göre, Sırp Cumhuriyeti’ne % 49,2, Hırvat Cumhuriyeti’ne % 17,5, Müslüman Cumhuriyeti’ne % 33,3 oranında toprağın verilmesi ve Müslüman Cumhuriyeti’nin Adriyatik Denizi’ne sadece Hırvatların müsaadesi ile 99 yıllığına kiralanacak bir çıkışa sahip olması öngörülmüştür. Aynı şekilde Sırp Cumhuriyeti’ne de Adriyatik’e çıkışı sağlayacak liman ve koridorun verilmesine de karar alınmıştır75. Bu tarzdaki uzlaşma baskıları, Batılıların ülkeyi üçe bölmeye kararlı oldukları ve Bosna konusunda son adımların atıldığı anlamına geliyordu. Aslında söz konusu plânı önceden ve el altından hazırlayıp sunan Sırplardır. Zaten bu durum Haziran ayında basında dahi yer almıştı76. Buradan da Batılıların, Sırplarla Hırvatlara destek verdiği ve Müslüman Boşnakların bağımsız bir devlet kurmalarını önlemeyi amaçladıkları anlaşılmaktadır.
72 Bosna-Hersek Krizinde, s. 45. 73 A.g.e., s. 46. 74 Tanıl Bora, Yeni Dünya…, s. 134; TRT-1, 20:00 Haberleri, 21 Eylül 1993. 75 Tanıl Bora, Yeni Dünya…, s. 137 76 Sabah Gazetesi, 30 Haziran1993, s.1.
İLKER ALP
22
d. ABD İnisiyatifi ile Hazırlanan Barış Plânları ABD, 1994 yılının ilk aylarında, Bosna-Hersek konusunda inisiyatifi ele
alarak yeni bir barış plânı hazırlamıştır. Bu barış plânına göre ise, Bosna-Hersek toprakları “Müslüman-Hırvat Birliği” ve “Sırp Bölgesi” olarak ikiye bölünecektir. Yine plâna göre, Bosna’da Müslümanların çoğunluğu teşkil ettiği ve Hırvatların azınlıkta bulunduğu, merkeze yumuşak bağlarla bağlı bir federasyon oluşturulacaktır. Sırplar da bu federasyona katılabileceklerdir77. Bu federasyonun yaşamasının temini için ise “Müslüman-Hırvat Bosna Cumhuriyeti”, Hırvatistan ile “Konfederasyon” kuracaktır. Yapılan müzakerelerde Sırplar da Müslümanlara % 33 oranında toprağın verilmesini kabul etmişlerdir. Böylece Müslümanlarla Hırvatlar ülkenin yarısına sahip olacaklardır. Plân Hırvat azınlığı ve Hırvatistan tarafından hemen kabul edilmiştir. Müslümanlar da ABD ve diğer Batılıların yaptığı baskılar neticesinde bu plâna razı olmak mecburiyetinde kalmışlardır78.
(1). Boşnak-Hırvat Federasyon Antlaşması Washington’da, yapılan yoğun görüşmelerden sonra, 1 Mart 1994
tarihinde (Bosna Başbakanı Haris Sladziç, Hırvatistan Dışişleri Bakanı Mate Graniç ve Bosnalı Hırvatların lideri Kresimir Zubak’ın katılımıyla) Müslümanlarla Hırvatlar arasında, Bosna-Hersek’te Boşnak-Hırvat Federasyonu’nun kurulmasının ilk adımını oluşturan bir Federasyon Çerçeve Antlaşması imzalanmıştır79.
18 Mart 1994 tarihinde yine Washington’da, Beyaz Saray’da düzenlenen törenle, ABD Başkanı Bill Clinton’un gözetiminde Bosna-Hersek topraklarında Boşnak-Hırvat Federasyonu’nun kurulmasına ilişkin anlaşma ve bu federasyonla Hırvatistan arasında ileride kurulabilecek bir konfederasyonun ilkeleri hakkında ön anlaşma yapılmıştır. Gelecekte Bosnalı Sırpların da katılımına açık tutulan Boşnak-Hırvat Federasyonu Antlaşması’nı, Bosna-Hersek Başbakanı Haris Sladziç ve Bosnalı Hırvatların lideri Kresimir Zubak, Konfederasyon Ön Anlaşması’nı ise Bosna-Hersek Cumhurbaşkanı Aliya İzzetbegoviç ve Hırvatistan Cumhurbaşkanı Franyo Tucman imzalamışlardır80. İmza töreninde Türkiye, Rusya, Kanada, Avusturya, İsveç ve Norveç’in dışişleri bakanları da bulunmuşlardır. Bu anlaşmanın önemli hükümlerine göre:
77 Ferai Tınç, “ABD’nin Bosna Plânı ve Türkiye”, Hürriyet Gazetesi, 27 Şubat 1994. 78“Bosna’ya İlk Cumhuriyet Formülü”, Hürriyet Gazetesi, 26 Şubat 1994, s.14. 79 İsmail Soysal, Şule Kut, a.g.e, s. 56; Emel G. Osmançavuşoğlu, a.g.e., s. 166. 80 İsmail Soysal, Şule Kut, a.g.e., s. 57; Emel G. Osmançavuşoğlu, a.g.e., s. 166-167.
1990’LARDA YUGOSLAVYA VE BOSNA HERSEK
23
(a). Bosna-Hersek’te yaşayan Boşnaklarla Hırvatlar, ülke topraklarının yarısında bir federasyon kuracak,
(b). Bu federasyon sonradan Hırvatistan’la bir konfederasyon oluşturacak,
(c). Federasyon, kendi içinde kantonlara bölünecek, (d). Her kantonun kendi parlamentosu ve hükümeti bulunacak, (e). Dış politika, savunma ve ekonomi dışında kantonlar, merkezi
yönetimden bağımsız hareket edecek, (f). Federasyonun yasama organı iki meclisten oluşacak, (g). Devlet başkanlığı Müslüman ve Hırvat liderler tarafından
dönüşümlü olarak birer yıl süreyle yürütülecektir81.
Bosna Hersek Federasyonu nüfus yapısına göre Una-Sana Kantonu (Boşnak), Posavina Kantonu (Hırvat), Tuzla Kantonu (Boşnak), Zenica-Doboj Kantonu (Boşnak), Bosna-Podrinye Kantonu (Boşnak), Merkez Bosna Kantonu (Karışık), Hersek-Neretva Kantonu (Karışık), Batı Hersek Kantonu (Hırvat), Saraybosna Kantonu (Boşnak), Livno Kantonu (Hırvat) olmak üzere 10 kantona ayrılmıştır. Bunlardan 5’i Boşnakların yoğun olduğu, 3’ü Hırvatların çoğunluğu teşkil ettiği ve 2’si karışık kantondur. Her kantonun kendi seçmenlerince doğrudan seçilen bir başkanı ve meclisi bulunmaktadır. Kanton meclislerinin üye sayısı, her kantonun nüfusuna göre değişmektedir. Kanton meclisleri, Başkan tarafından önerilen Kanton Başbakanını ve Hükümetini onaylamaktadır.
Kanton meclislerinin ve hükümetlerinin üzerinde “Bosna-Hersek Federasyonu Temsilciler Meclisi” ve “Bosna-Hersek Halk Meclisi” adıyla iki kanattan oluşan “Bosna-Hersek Federasyonu Parlamentosu” ve “Bosna-Hersek Federasyonu Hükümeti” yer almaktadır82.
Ayrıca 10 Kasım 1995 tarihinde Dayton’da, Aliya İzzetbegoviç ve Franyo Tucman, Bosna-Hersek’teki Boşnak-Hırvat Federasyonu’nu güçlendirmek için yeni bir anlaşma imzalamışlardır. Anlaşmanın daha önemli hükümleri arasında; gümrük birliğinin kurulması, Mostar kentinin bütünlüğünün korunması, mültecilerin yurtlarına dönebilmeleri ve federasyon içinde serbest dolaşım hakkının verilmesi yer almaktadır83.
81 “Bosna’da Barış Resmileşti”, Hürriyet Gazetesi, 19 Mart 1994, s.13. 82 http://www.tika.gov.tr/Dosyalar/Bosna%20Hersek.doc. s. 12–13; http://www.foreigntrade.gov.tr/DUNYA/RAPOR/Bosna/2siyasi.html. s. 7. 83 İsmail Soysal, Şule Kut, a.g.e., s.93-94.
İLKER ALP
24
(2). Dayton (Paris) Antlaşması Bosna-Hersek savaşını sona erdirmek üzere sürdürülen barış sürecinde
bazı sıkıntılar yaşanmıştır. Buna rağmen büyük devletlerin, özellikle ABD’nin diplomatik çabaları sonucunda, 1 Kasım 1995 tarihinde Bosna-Hersek savaşına taraf olanlar, Amerika’nın Ohio eyâletinde, Dayton’da bir araya gelmişlerdir. Görüşmelere Aliya İzzetbegoviç Bosna-Hersek Cumhuriyeti, Franyo Tucman Hırvatistan Cumhuriyeti ve Slobodan Miloşeviç Yugoslavya Federal Cumhuriyeti (Republika Sırpska) heyetlerinin başkanları sıfatıyla katılmışlardır. Bunların yanısıra AB, Fransa, Federal Almanya, Rusya Federasyonu, İngiltere ve ABD temsilcileri de gözlemci olarak iştirak etmişlerdir. Dayton Barış Görüşmeleri’nin açılış töreninden önce, ABD Dışişleri Bakanı Warren Christopher, milletlerarası ara bulucular tarafından hazırlanmış 10 bölümlük barış plânı taslağını takdim etmiştir84.
Dayton’da 20 gün süren barış müzakereleri sonucunda, 21 Kasım 1995 tarihinde “Bosna-Hersek’te Barış İçin Genel Çerçeve Antlaşması” metni ve ekleri, ilgili devlet temsilcileri ve gözlemciler tarafından parafe edilmiştir. Sivil ve askerî alanlarda düzenlemeler içeren Dayton Barış Antlaşması uyarınca, Bosna-Hersek Devleti’nin, Bosna-Hersek Federasyonu (anlaşmaya kadar Boşnak-Hırvat Federasyonu) ve Republika Sırpska’dan (Sırp Cumhuriyeti) meydana gelmesi ve devlet sınırlarının milletlerarası alanda tanınması öngörülmüştür85. Bu anlaşma 23 Kasım 1995’te YFC (Yugoslavya Federatif Cumhuriyeti) ile Republika Sırpska’nın liderleri ve 29–30 Kasım 1995’te Bosna-Hersek Parlamentosu tarafından da onaylanmıştır86.
Bu gelişmeleri takiben Dayton’da parafe edilen “Bosna-Hersek’te Barış İçin Genel Çerçeve Antlaşması” yani Dayton Barış Antlaşması, 14 Aralık 1995 tarihinde, Paris’te, (30’dan fazla ülke temsilcisinin katıldığı bir toplantıda) resmen kabul edilmiştir87. Antlaşmayı Batı Temas Topluluğu üyesi beş ülkenin ve AB temsilcisinin şahitliğinde Bosna-Hersek Cumhurbaşkanı Aliya İzzetbegoviç, Sırbistan Cumhurbaşkanı Slobodan Miloseviç ve Hırvatistan Cumhurbaşkanı Franyo Tucman imzalamışlardır. Antlaşma Paris’te imzalanmış, ama ismi değişmeyerek Dayton olarak kalmıştır88.
Antlaşmanın temel hükümlerine göre:
84 Emel G. Osmançavuşoğlu, a.g.e., s. 225; İsmail Soysal, Şule Kut, a.g.e., s. 93. 85 İsmail Soysal, Şule Kut, a.g.e., s. 94. 86 A.g.e., s. 95. 87 A.g.e., s. 96. 88 Osman Karatay, a.g.e.,s. 18.
1990’LARDA YUGOSLAVYA VE BOSNA HERSEK
25
(a). Bosna-Hersek (Bosna i Hercegovina) Devleti; Bosna-Hersek Federasyonu ve Sırp Cumhuriyeti (Republika Sırpska) olmak üzere iki kısma ve küçük bir özerk bölge olan Brçko’ya ayrılmıştır89. (Bkz. Ek: 12).
(b). Dayton sonrasında Bosna-Hersek Devleti’ni oluşturan bu birimlerden Bosna-Hersek Federasyonu % 51.46 (26.345 km2), Sırp Cumhuriyeti % 48.52 (24.840 km2) ve milletlerarası bir idarede bulunan Brçko bölgesi % 0.02 (12 km2)’ye sahip olacaktır. Yani toprakların yaklaşık % 51’i Hırvat-Müslüman Federasyonu’na ve % 49’u Sırp Cumhuriyeti’ne ait olacaktır90.
(c). Bosna-Hersek; tek başkanlı, tek bayraklı ve tek para birimli bir devlet yapısına sahip olacaktır.
(d). Federal Anayasa kapsamında bir düzen getirilerek; Halk Meclisi ve Temsilciler Meclisi’nden ikili bir parlamento, iki üye Bosna-Hersek Federasyonu’ndan ve bir üye Sırp Cumhuriyeti’nden olmak üzere bir Başkanlık Konseyi, Bakanlar Kurulu, Anayasa Mahkemesi ve Merkez Bankası teşkil edilecektir.
(e). Devlet; dış politika, dış ticaret, ulaşım, haberleşme, hava trafiği kontrolü, milletlerarası kuralların uygulanması ve para politikasından sorumlu bir anayasaya sahip olacaktır.
(f). Sarayevo, başkent olmaya ve Müslüman-Hırvat Federasyonu’nun bünyesinde kalmaya devam edecektir.
(g). Bosna’da yaşayan bütün insanlara, iki kısımda özgürce hareket ve seyahat etme hakkı tanınacaktır.
(h). Seçimler, milletlerarası denetim altında, serbest ve demokratik ortamda yapılacaktır.
(i). Göç etmek mecburiyetinde kalanlar, evlerine dönebilecekler veya uygun tazminat talebinde bulunabileceklerdir.
(k). İnsan hakları, milletlerarası bir komisyon tarafından düzenlenecek, savaş suçlusu olarak belirlenenler siyasî haklarını kaybedecekler ve yargı önüne çıkarılacaklardır.
(l). Antlaşma’nın uygulanabilmesi amacıyla bölgede NATO uygulama gücü (IFOR-İmplementation Force) adı altında 60.000 civarında askerden oluşan askerî bir güç görevlendirilecektir.
89 http://www.tika.gov.tr/Dosyalar/Bosna%20Hersek.doc. s. 9-10. 90 http://www.foreigntrade.gov.tr/DUNYA/RAPOR/Bosna/2 siyasi.html. s. 3.
İLKER ALP
26
(m). Bosna’nın doğusunda kalan Gorazde ile Hırvat-Müslüman Federasyonu arasında bir koridor oluşturulacaktır91.
Fakat yapılan bu barış görüşmeleri sonucunda, Srebrenica ve Zepa gibi Müslümanlar için önemli olan bazı yerler Sırplara bırakılmıştır. Bu suretle Sırplar; savaşa sebebiyet vermeleri, Boşnaklara soykırım uygulamaları, değerli tarihî eserleri tahrip etmeleri ve akla gelebilecek her çeşit zulmü işlemelerine rağmen âdeta ödüllendirilmişlerdir92.
Böylece aynı gün yürürlüğe giren söz konusu antlaşmayla, 1992–1995 yılları arasında, 43 ay süren bu kanlı savaş resmen sona ermiştir93. Ancak Bosna-Hersek için savaşın bilânçosu çok ağır olmuştur. Öyle ki; Bosna’nın Devlet Sağlık Koruma Bürosu’nun 26 Mart 1996’da yaptığı açıklamaya göre, çoğunluğu sivil 278.000 Bosnalı (toplam nüfusun % 6.37’si) öldürülmüş veya kaybolmuş, 175.000’i yaralanmış ve 700.000 kişi yurt dışına olmak üzere 1.370.000 kişi (toplam nüfusun % 31.39’u) göç etmek zorunda kalmıştır94.
Evlerin % 40’ı, Saraybosna’daki sanayi tesislerinin % 90’ı, diğer yerlerdeki sanayi tesislerinin % 40’ı, telekomünikasyon ve radyo-tv tesislerinin tamamı tahrip edilmiştir.
Ekonomi çökmüş, toplam üretim savaş öncesiyle karşılaştırıldığında % 8,2’ye düşmüş, nüfusun % 80’i insanî yardıma muhtaç kalmıştır95.
4. Sonuç
a. Yugoslavya’nın Parçalanmasına Yol Açan Sebepler 1980’den sonra Eski Yugoslavya’daki etnik anlaşmazlıklar 1990’larda
devleti parçalamaya götüren olaylara dönüşmüştür. Öyle ki, 1991’de Slovenya ile Hırvatistan’ın bağımsızlıklarını ilân etmeleri üzerine, Sırbistan’ın idaresinde bulunan Federal Ordu bu cumhuriyetlere taarruz etmiştir. 1992 yılında Bosna-Hersek’in de bağımsızlığını ilân etmesi üzerine, Federal Ordu ile Bosnalı Sırplar ve Hırvatlar, Müslümanlara saldırmışlardır. Böylece 1992-1995 yılları arasında kanlı bir savaş yaşanmıştır. Kosova’da da bağımsızlık hareketlerini bastırmak üzere, Federal Ordu’nun
91 “Bosna’ya Barış Getirecek İmzalar Resmen Atıldı”, Türkiye Gazetesi, 15 Aralık 1995, s. 1; Emel G. Osmançavuşoğlu, a.g.e., s. 226-227; http://www.foreigntrade.gov.tr/DUNYA/RAPOR/Bosna/2 siyasi.html. s. 7–8. 92 Necati Özfatura, “Bosna’da Haçlı Savaşı”, Türkiye Gazetesi, 15 Aralık 1995, s. 5. 93 “Türkiye Bosna’ya Kucak Açtı”, Sabah Gazetesi, 29 Kasım 1995, s. 15. 94 “Demografska Struktura Republike Bosne i Hercegovine”, http://www.hdmagazine.com/bosnia/census.html. s. 1. 95 http://www.foreigntrade.gov.tr/DUNYA/RAPOR/Bosna/2 siyasi.html. s. 9.
1990’LARDA YUGOSLAVYA VE BOSNA HERSEK
27
müdahalesiyle 1998-1999 yılları arasında savaş cereyan etmiştir. Ülkenin birçok yerinde çıkan iç savaş, 1918’de “Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı” adıyla kurulan ve isim değişiklikleriyle birlikte yaklaşık 70 yıl süren bu birliğin (Eski Yugoslavya Sosyalist Federatif Cumhuriyeti’nin) parçalanmasını kaçınılmaz hâle getirmiştir. Sonuçta, 1991’de Slovenya, Hırvatistan ve Makedonya cumhuriyetleri bağımsızlıklarını kazanmışlardır. 1995’te Bosna-Hersek’te (Müslüman-Hırvat Federasyonu ve Sırbistan Cumhuriyeti’nden oluşacak şekilde) yeni bir yapı oluşturulmuştur. 1999’da NATO’nun müdahalesi sonucunda Kosova da fiilen Sırbistan’ın bünyesinden ayrılmış ve 2008 yılında bağımsızlığını ilân etmiştir. Yugoslavya Sosyalist Federatif Cumhuriyeti’nin vârisi olarak ise, (Sırbistan ve Karadağ cumhuriyetleri, Sırbistan’ın bünyesinde yer alan Voyvodina ve Sırbistan’la Karadağ arasında taksim edilen Sancak’ın dahil olduğu) yeni Federal Yugoslavya veya sonradan Sırbistan ve Karadağ adıyla anılan devlet, tarih sahnesindeki yerini almıştır. Ancak Sırplarla Karadağlıların meydana getirdiği bu devlet, Yugoslavya Krallığı’nın veya Tito Yugoslavya’sının yerini alamamış, “Üçüncü Yugoslavya” olamamıştır. Hatta Batılıların kışkırtma ve yönlendirmeleri sonucunda kökeni, milliyeti, dili, dini, mezhebi ve sosyo-kültürel yapıları bakımından Sırplarla aynı özellikler taşımalarına rağmen Karadağlılar da 2006 yılında bu devletten ayrılmışlardır. İç savaşın sonucunda Yugoslavya altı kısma parçalanmış ve bu devletin vârisi olan Sırpların idaresinde sadece Sırbistan, Voyvodina ve Sancak’ın bir kısmı kalmıştır.
Yugoslavya’nın dağılmasında ve parçalanmasında; ülkede çok sayıda millet ve azınlığın yaşaması, milliyetçiliğin alevlenmesi, milliyetçiliğin şovenizm ve irredantizme dönüşmesi, azınlık meseleleri, toplumların farklı sosyo-kültürel yapıları, cumhuriyetler arasındaki gelişme farklılığı, millî gelirin eşit paylaşılmaması, Batılı devletlerin provokasyonları, müdahaleleri ve ülkenin bazı kısımlarını nüfuzları altına alma çabaları vs. sebepler etkili olmuştur. Yugoslavya’nın parçalanmasına yol açan bu sebepleri ise şu şekilde özetleyebiliriz:
(1). Yugoslavya’da Çok Sayıda Milletin Yaşaması Yugoslavya, bünyesinde çok sayıda millet, azınlık ve farklı toplumların
yaşadığı bir ülkeydi. Ülkenin dâhilinde, federe devlet kurma hakkına sahip olan Sırplar, Hırvatlar, Slovenler, Boşnaklar, Makedonlar ve Karadağlılar vardı. Bunların yanı sıra Arnavutlar, Macarlar, Rutenler, Slovaklar, Romenler, Türkler, Bulgarlar, Çekler, Çingeneler, İtalyanlar, Avusturyalılar, Grekler, Yahudiler, Almanlar, Polonyalılar, Ulahlar, kendini Yugoslav olarak adlandıranlar vd. yaşamaktaydı. Söz konusu demografik yapısıyla Yugoslavya, tam anlamıyla bir milletler mozaiğini teşkil
İLKER ALP
28
etmekteydi. Bu kadar farklı kökenden milletleri bir arada tutmak hayli zordu. Zaten devletin kurulduğu 1918’den itibaren Yugoslavya’nın demografik yapısından kaynaklanan meseleler ve ihtilâflar mevcuttu. Krallık ve komünizm dönemlerinde millet ile azınlıklar, baskı ile sindirilmişlerdir. Yoğun sosyo-kültürel faaliyetler, iktisadî baskılar ve psikolojik propaganda metotları ile “Yugoslav üst kimliği” oluşturmaya veya “Yugoslavya vatandaşı” yaratmaya çaba harcanmıştır. Aslında bütün unsurları Slavlaştırarak tek bir Sırp milleti yaratma amacı güdülmüştür. Dolayısıyla devlet otoritesi güçlü olduğu dönemlerde etnik gruplar arasındaki meseleler, tartışmalar, ihtilâflar dondurulmuştur. Fakat hakikî mânâda çözüm bulunamamıştır. 1980’de Tito’nun ölümünden sonra, “Yugoslav üst kimliği” oluşturma yerine “millîkimlik” öne çıkmıştır. Milliyetçilik alevlenmiştir. Hatta Sırplar, Hırvatlar, Slovenler diğerlerinden farklı ve üstün olduklarını ileri sürmüşlerdir. Batılı emperyalistlerin tahrikleri ve Yugoslavya’daki siyasî gelişmelerin etkisiyle ayrılıkçılık, ırkçılık, irredantizm, şovenizm akımları kuvvetlenmiştir. Bununla orantılı olarak diğer unsurları hâkimiyet altına almak ve asimilasyona tâbi tutmak yönünde takip edilen faaliyetlere de hız verilmiştir. Bu ise farklı köken, din ve kültürlere mensup unsurlar arasında önce gerginliğin tırmanmasına, sonra da çatışmalara ve hatta iç savaşlara yol açmıştır.
(2). Din, Mezhep ve Kültür Farklığı Sırp, Hırvat ve Slovenlerin Slav ve Hristiyan olmalarına rağmen
mezhepleri farklıdır. Sırplar Ortodoks, Slovenlerle Hırvatlar ise Katolik’tir. Diğer taraftan Roma İmparatorluğu 395 yılında iki kısma ayrılınca bugünkü Hırvatistan ve Slovenya toprakları Batı Roma, Sırbistan ve Karadağ’a ait olan yerler de Doğu Roma hâkimiyetinde kalmıştır. Dolayısıyla söz konusu bölgelere Slavlar yerleşince batıdaki kitleler Katolik olup Vatikan’a, doğuda bulunanlar ise Ortodoksluğu benimseyip Fener Rum Patrikhanesi’ne bağlanmıştır. Ayrıca Hırvatlar ile Slovenler, sonradan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu hâkimiyetinde iken Alman, Macar ve İtalyan kültürlerinden etkilenmiştir. Diğer taraftan Sırplarla Karadağlılar önceleri Bizans, Osmanlı hâkimiyetine girdikten sonra ise büyük ölçüde Türk kültürünün tesiri altında kalmışlardır. Bu da kültür farklılığını daha fazla arttırmıştır. Hun, Avar ve Peçenek kökenli olan Bosnalılarla Sancaklılar ise Hristiyanlığa sıcak bakmamışlardır. Bu dinden değişik bir anlayışa sahip olan ve eski Türk inancıyla büyük ölçüde örtüşen Bogomil mezhebini benimsemişler, Osmanlı döneminde ise İslâmiyet’i kabul etmişlerdir. Neticede Bosnalılar, dil yönünden Slav kültürünün etkisinde kalmakla birlikte, dinî yönden tamamen ayrılmışlar, düşünce ve yaşama tarzı bakımından kendi benliklerini korumayı başarmışlardır. İlir kökenli ve Müslüman olan Arnavutların ayrı
1990’LARDA YUGOSLAVYA VE BOSNA HERSEK
29
dilleri vardır. Sosyo-kültürel yapıları ise İlir, Türk ve İslâm temeline dayanmaktadır. Dolayısıyla bunlar da Slav unsurlardan farklı özelliklere sahiptirler. Demek ki;
(a). Katolik mezhebi ve Batının etkisi,
(b). Ortodoks mezhebi ve Bizans kültürü,
(c). İslâmiyet ve Türk kültürünün etkisiyle ayrı kültür ortamları oluşmuştur.
Bu çerçevede Balkan Yarımadası’ndaki milletler, farklı din veya mezhepleri kabul etmişlerdir. Dolayısıyla Eski Yugoslavya’da (Yugoslav istatistiklerine göre) % 41 Ortodoks, % 32 Katolik, % 12 Müslüman ve % 15 Protestan vardır. Ancak dinlerle ilgili verilen bu oranların doğruluğu şüphelidir. Çünkü 25 milyona yakın bir nüfusa sahip olan Eski Yugoslavya’da 1991 yılında takriben 6.100.000 Müslüman (Türk, Boşnak, Torbeş, Arnavut, Goralı, Çingene) yaşamaktaydı. Bu da % 24.4 oranında bir nüfusu teşkil etmekteydi. Yukarıda da belirtildiği gibi ayrı kökenlerden gelen ve farklı dil, din, mezhep ve sosyo-kültürel yapıya sahip olan bu milletlerin devamlı rekabet ve mücadele hâlinde oldukları gözlenmektedir.
(3). Sırpların Aşırı Milliyetçiliği İç savaşı hızlandıran en önemli faktörlerden biri, Sırpların Yugoslavya’yı
Sırbistan hâline getirmek ve bütün unsurları Sırplaştırmak düşüncesi olmuştur. Buna tepki olarak diğer milletler de varlıklarını korumaya yönelmişlerdir. Böylece cumhuriyetler arasındaki mücadeleler şiddetlenmiştir. Bosna-Hersek’teki hadiseler de Sırbistan’ın, Hırvatistan ve Slovenya ile mücadelesinin bir devamını oluşturmuştur.
(4). İktisadî Durum Slovenya ve Hırvatistan’ın bağımsızlık arayışının ardından, özgürlük
tutkusu ve milliyetçilik anlayışıyla birlikte iktisadî durum da önemli rol oynamıştır. Yugoslavya’daki genel iktisadî bunalımın yanı sıra, Hırvatlarla Slovenlerin, ortak gelire diğer cumhuriyetlerden çok daha yüksek oranlarda katkıda bulunmalarına karşılık, federal bütçeden az oranda istifade edebilmeleri de memnuniyetsizliği arttırmıştır.
(5). Yabancı Devletlerin Kışkırtmaları Yugoslavya’nın parçalanmasından çıkar bekleyen devletlerin, örneğin
Almanya, Avusturya ve İtalya’nın, bunalımın çıkması ve tırmanmasındaki rolleri büyüktür. Özellikle Almanya ile Avusturya, Adriyatik Denizi’ne
İLKER ALP
30
inmek ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun sınırlarını kapsayacak şekilde kendi nüfuz bölgelerini meydana getirmek amacıyla, Slovenya ile Hırvatistan’ı desteklemiş, yönlendirmiş ve tahrik etmişlerdir. Bunlar, iktisadî bunalımı, tarihî ihtilâfları, sosyo-kültürel ve dinî farklılıkları istismar ederek Slovenlerle Hırvatları kışkırtmışlar, silâh yardımı yapmışlar, askerî uzman göndermişler ve iç savaşın çıkmasıyla devletin parçalanmasında etkili olmuşlardır. Aynı şekilde Bosna-Hersek’i Sırbistan’a karşı yönlendirmişler, fakat savaş çıkınca gerekli desteği sağlamamışlardır. Tam tersine, Sırbistan ve Hırvatistan’ın saldırgan tutumlarına göz yumarak Bosna-Hersek’in ortadan kaldırılmasını tasvip etmişlerdir.
(6). Doğu Avrupa Ülkelerindeki Gelişmeler Doğu Bloku ülkelerinde meydana gelen gelişmeler Yugoslavya olaylarını
etkileyerek merkeziyetçiliğin zayıflamasını, çok partili sisteme geçilmesini, seçimlerin yapılmasını, milliyetçi akımların kuvvetlenerek tahriklerle şovenist ve irredantist görüşlere dönüşmesini hızlandırmıştır. Neticede dâhilî etnik çatışmalar aleniyet kazanmış ve bu durum da cumhuriyetler arasındaki sürtüşmeleri şiddetlendirmiş, hatta savaşlara yol açmıştır.
b. Bosna-Hersek Meselesinin Çözümü Bosna-Hersek’te yaşanan savaş, esas olarak Sırpların, Sloven ve
Hırvatlarla olan ilişkilerinden ve Batı devletlerinin taraflı tutumundan kaynaklanmıştır. Diğer cumhuriyetlerin (Hırvatistan ve Slovenya’nın) Sırbistan’la sürdürdükleri mücadeleler ile birlikte, Bosna istemeyerek de olsa savaşa doğru sürüklenmiştir. Bunda:
(1) ”Büyük Sırbistan” ve “Büyük Hırvatistan”ı oluşturmayı hedefleyen Sırplarla Hırvatların Bosna’yı kendi aralarında taksim etmeleri,
(2) Sırpların güçlü olmaları ve Bosna’ya hâkim olmak istemeleri,
(3) Bosna’daki Hırvatların Müslümanları kışkırtmaları, samimi olmayan tutum ve davranışları,
(4) Boşnakların bağımsızlıklarını ve ülke bütünlüğünü korumaya yönelik çabaları,
(5) Batılı devletlerin, (Sırbistan’la Hırvatistan arasındaki mücadelede) Hırvatlara üstünlük sağlamak amacıyla Boşnakları Sırplara karşı savaşa sokma çabaları,
(6) Özellikle, Batılıların, Balkanlar’da bağımsız bir Müslüman devletin varlığını onaylamamaları vd. sebepler etkili olmuştur.
1990’LARDA YUGOSLAVYA VE BOSNA HERSEK
31
Bosna-Hersek üzerindeki Sırp iddiaları yeni değildir. Sırbistan 1878’de bağımsızlığını kazanınca gözünü Bosna-Hersek’e çevirmiştir. Avusturya-Macaristan 1908’de Bosna-Hersek’i ilhak edince en şiddetli tepkiyi Sırbistan göstermiştir. Hatta Sırpların, Avusturya Arşidükü Ferdinand’ı, Saraybosna’da öldürmeleri I. Dünya Savaşı’nın çıkmasında etkili olmuştur.
Bosna-Hersek’te cereyan eden kanlı savaşlar, var olan kin ile nefret ise, eski düzenin ve Boşnak-Sırp-Hırvatlardan oluşan etnik mozaiğin devamını son derece güçleştirmiştir. Bosna-Hersek’in toprak bütünlüğünün korunmasını ve üç ayrı milletin en azından yakın gelecekte, birlikte ve güven içinde yaşamasını neredeyse imkânsızlaştırmıştır. Zira bu unsurların birbirlerine olan güveni tamamen ortadan kalkmıştır.
Bosna Sırpları, geleceklerinin güvencesini Yugoslavya bünyesinde görmektedirler. Bu amaçla Bosna-Hersek topraklarının % 68’ini Sırbistan’a bağlamaya çaba harcamaktadırlar. Bu ise mevcut nüfus durumlarına göre çok yüksek bir oranı teşkil etmektedir.
Hırvatlar da, Bosna-Hersek bünyesinde kalmayı istemeyerek buranın mümkün olduğu kadar büyük bir kısmını Hırvatistan’a bağlamayı hedeflemektedirler. Dolayısıyla önce Boşnak-Hırvat Federasyonu’nun kurulmasını, ikinci aşamada ise Hırvatistan ile bir konfederasyonun oluşturulmasını tercih etmişlerdir.
Boşnaklar, Sırplar ve Hırvatlarla iki ayrı cephede uzun süren savaştan ve özellikle uygulanan ambargodan büyük ölçüde zayıflamışlardı. 1995 yılında fazla direnecek güçleri kalmamıştı. Savaşı sürdürecek yeterli silâh ve cephaneleri de yoktu. Ağır silâh, zırhlı araç, füze, helikopter ve uçaklara zaten savaşın başlangıcından itibaren sahip değillerdi. Yiyecek, yakıt ve akla gelebilecek her çeşit malzeme sıkıntısı da çekmekteydiler. Öte yandan BM, AT ve diğer milletlerarası teşkilâtlar, ABD, Avrupa ve İslâm devletleri de Sırp ve Hırvat saldırılarının durdurulması için ciddi bir girişimde bulunmamışlardır. Tam tersine Batılılar, plânlarını Bosna’nın taksimatı üzerine yapmışlardır. Bu plânlarını da Boşnaklara kabul ettirmek için baskıya başvurmuşlardır. Bu gelişmeler karşısında Boşnaklar, Bosna-Hersek’in bağımsızlığını ve bütünlüğünü sağlayamayacaklarını anlamışlardır. Sonuçta; önce Boşnak-Hırvat Federasyon Antlaşması’nı, daha sonra ise Dayton Barış Antlaşması’nı imzalamaya mecbur kalmışlardır.
ABD’nin hazırladığı barış plânı ve Boşnakların Hırvatlarla imzalamak mecburiyetinde kaldıkları Federasyon Antlaşması, Müslümanların bağımsızlıklarını korumak yönündeki amaçlarından oldukça uzaktır. Boşnaklar hem topraklarını kaybetmişler, hem de Hırvatlarla bir konfederasyon kurmaya mahkûm edilmişlerdir. Ayrıca Hırvatların II. Dünya
İLKER ALP
32
Savaşı sırasında ve 1990’dan sonraki yıllarda yaptıkları vahşet ve Büyük Hırvatistan’ı kurma istekleri göz önünde bulundurulduğunda, Boşnakların geleceği konusunda endişe duymamak mümkün değildir. Nitekim söz konusu plan, Boşnakların nüfus oranları veya geleceği düşünülerek hazırlanmamıştır. Önce Boşnaklar uzun süren bir savaşta zayıf düşürülmüşler, sonra da uygulanan ambargo ve baskılarla umutsuzluğa sevk edilmişler, nihayet kendilerinin aleyhinde olan bir çözümü kabule mecbur edilmişlerdir.
Dağılan Yugoslavya’nın ve çöken sosyalizmin getirdiği felâketten en fazla Bosna-Hersek etkilenmiştir. Sırplarla Hırvatların saldırmalarıyla başlayan, 200 binden fazla (250 bin96–300 bin97) Boşnak’ın öldüğü, yüz binlerce insanın sakat kaldığı, savaş mağduru olduğu ve çeşitli sebeplerle göç etmek zorunda kaldığı98, evlerle sanayi tesislerinin tahrip edildiği, ekonominin çöktüğü, takriben üç buçuk yıl süren ve bütün Balkanları etkileyen bu kanlı savaş sona erdirilmiştir. Ancak sağlanan yapay barışla, saldırganlarla soykırıma uğrayanlar aynı kefeye koyulmuşlardır. Sırplarla Hırvatlardan soykırım ve mezâlimin hesabı sorulmamış, tam tersine saldırganlar âdeta mükâfatlandırılmış ve nüfus oranlarının çok üzerinde toprak kazanmışlardır. Öyle ki; Eski Yugoslavya Devleti’nce yapılan resmî nüfus sayımlarına göre, Bosna’da % 44 Müslüman, % 31 Sırp, % 17 Hırvat, % 8 diğerleri (yani ekseriyetle Yugoslav kaydedilen Müslümanlar) olduğu99 belirtilmesine rağmen, Müslümanlara % 33 oranında, Sırplara % 49 civarında toprak verilmiştir. Toprak bölüşmesinde, nüfusun % 31’ini teşkil eden Sırplara ülkenin yarısının bırakılması büyük bir adaletsizlik olmuştur. Bu anlaşma ile bir taraftan savaşın mağduru olan Boşnakların hakları gasp edilmiş, diğer taraftan soykırım ve etnik temizliğe dayanan savaşın sonuçları BM, ABD ve AT tarafından benimsenerek onaylanmıştır. Bunun yanı sıra Dayton Barış Anlaşması ile Bosna-Hersek Devleti, işlemesi zor, çok karmaşık bir siyasî yapıya büründürülmüş ve verimli çalışmaktan uzak, hantal bir yasama, yürütme ve yargı düzeni oluşturulmuştur. Bu yüzden ülke bütçesinin % 65’inin bürokratik işlemlere gittiği, mevcut yapı nedeniyle adalet, eğitim ve sağlık gibi konularda krizlerin yaşandığı gözlenmektedir.
Geleceğin belirsizliği ve ağır ekonomik krizin mevcudiyeti, istikrarsızlığa ve dolayısıyla ümitsizlik ve itimatsızlığa yol açmaktadır. Bölge halkında yeni bir savaşın yaşanmayacağına dair güven bulunmamaktadır. Bu hassas
96 Osman Karatay, a.g.e., Ankara 2002, s. V. 97 Necati Özfatura, “Bosna’da Haçlı Savaş”, Türkiye Gazetesi, 15 Aralık 1995, s.5. 98 Adem Yavuz Arslan, “Dondurulmuş Sorunlar ülkesi”, Aksiyon, S. 448, 7 Temmuz 2003, s. 40; Bosna-Hersek Krizinde, s. 7. 99 “Ethnic Majorities”, “Population Structure”, http://www.lib.utexas.edu/maps/Bosnia.html.
1990’LARDA YUGOSLAVYA VE BOSNA HERSEK
33
durumdan istifade eden Avrupalılar, yaptıkları yoğun propagandalarla, “barışın devam etmesini sağlayabilmek için, öncelikle üç toplumun beraber AB’ye üye olması gerektiği” tarzındaki düşünceyi halka aşılamışlardır.
Bu hâliyle Dayton Antlaşması, aslında barıştan ziyade uzun süreli bir ateşkestir. Söz konusu antlaşma savaşı durdurdu, ancak barışı getirmede fazla başarılı olamadı. Hatta bu süreçte, barışın garantisi, bölgedeki milletlerarası güçtür. Yani mevcut durum, silâh zoruyla temin edilmektedir.
Nitekim Dayton Barış Antlaşması’nın yürürlüğe girmesinin üzerinden beş yıla yakın bir süre geçmesine rağmen, ülkede hâlâ bütünlük sağlanamamış, tek devlet tesis edilememiştir. Meseleler ve anlaşmazlıklar henüz çözümlenememiştir. Aslında, dondurulan anlaşmazlıklarla meseleler yumağı ve dondurulmuş bir kriz bulunmaktadır.
Görüldüğü gibi meselenin çözümlenme şekli, Sırplarla Hırvatların 1991’de gizli görüşmelerle Bosna-Hersek’in bölünmesine dair vardıkları anlaşmaya uymaktadır. Avrupa devletleri de bu tür bir çözümü desteklemektedir. Bu durum ise öncelikle Amerika tarafından, Rusya’nın, Sırbistan vasıtasıyla Balkanlar’da nüfuzunu artırma yönündeki çabalarına set çekmek gayesiyle benimsenmiş görünmektedir. Ayrıca Sırplar, Hırvatlar ve Batılılar “Doğu Meselesi” çerçevesinde, Balkanlar’ın merkezinde Türkiye ile tarihî ve sosyo-kültürel bağları bulunan bir İslâm devletinin varlığından rahatsızlık duymaktadırlar. Bu yüzden Balkanlar’ın ortasına doğru bir “el” gibi uzanan Bosna’yı öncelikle Sancak’tan ve Türklerle diğer Müslümanların yaşadığı güney bölgelerinden ayırmayı, sonra da bu devleti ortadan kaldırmayı ve Müslüman Boşnakları asimilasyona tâbi tutmayı Hristiyanlık açısından kendilerine görev saymaktadırlar. (Bkz. Ek: 11). Bosna-Hersek ve Kosova meseleleri unutulunca, Batılılar, Sırplarla diğer Hristiyan unsurları kullanarak Sancak’ı ve belki de Arnavutluk ve Makedonya’yı yeniden bir düzenlemeye tâbi tutup İslâm unsurunu etkisiz bırakma, özellikle Türkleri çeşitli metotlarla asimile veya yok etme teşebbüslerinde de bulunabileceklerini tahmin etmek mümkündür. Bu yüzden Bosna-Hersek, Sancak, Kosova, Makedonya ve hatta Arnavutluk’ta yeni gerginliklerin yaşanması, çatışmaların çıkması veya iç savaşların patlak vermesi ihtimâl dâhilindedir.
İLKER ALP
34
BİBLİYOGRAFYA Alp, İlker, “Balkanlar ve Yugoslavya Olayları”, Silâhlı Kuvvetler Dergisi, Sayı: 332,
Yıl: 111, Ankara Nisan 1992.
Akarslan, Mediha, Bosna-Hersek ve Türkiye, İstanbul 1993.
Akgül, Deniz Altınbaş, Semra Rana Sezal, “Almanya’daki Türk Diasporası’, http://circassiancanada.com.tr/arastirma/almanyadaki_turk_diasporasi%C4%B1.html.
Arat, Reşit Rahmeti, “Kıpçak” maddesi, İslâm Ansiklopedisi, C. 6, İstanbul 1977.
Arslan, Adem Yavuz, “Dondurulmuş Sorunlar Ülkesi”, Aksiyon, S. 448, 7 Temmuz 2003.
Avdiç, Hakiya, Polojay Muslimana u Sandjaku, Sarayevo 1991.
Bandjoviç, Safet, İselivanye Muslimana İz Sandjaka, Sarayevo 1991.
Bora, Tanıl, Milliyetçiliğin Provokasyonu, İstanbul 1991.
Bora, Tanıl, Yeni Dünya Düzeninin Av Sahası, İstanbul 1994.
Bosna i Hercegovina-Ustavne Regiye-Ukopno”, http://www.hdmagazine.com/bosnia/census/cens-sus.html.
“Bosna’da Barış Resmileşti”, Hürriyet Gazetesi, 19 Mart 1994.
Bosna-Hersek, Harp Akademileri Komutanlığı, İstanbul 1992.
Bosna-Hersek Krizinde Uluslararası Kuruluşlar ve NATO, Güneydoğu Avrupa Müttefik Kara Kuvvetleri Komutanlığı, İzmir 1993.
“Bosna-Hersek” maddesi, Büyük Larousse, C. 3., İstanbul 1986.
“Bosna Hersek” maddesi, Meydan Larousse Ansiklopedisi, C. 2, İstanbul 1969.
“Bosna-Hersek Sırp Halkı Cumhuriyeti İlân Edildi”, TANYUG, 9 Ocak 1992.
“Bosna Hersek’te Yedinci Sırp Özerk Bölgesi Kuruldu”, AFP, 4 Kasım 1991.
“Bosna-Hersek”, Türk Ansiklopedisi, C. VII., (Millî Eğitim Bakanlığı), Ankara 1995.
“Bosna’nın Kahraman Lideri”, http://www.yenimesaj.com.tr/index.php?sayfa=guncel&haberno=4549&tarih=2003.10.21.
“Bosna Sırp Hükümeti 1995 Yılında Yaşanan Srebrenitsa Katliamı ile İlgili Olarak Özür Diledi”, http://www.bbc.co.uk/turkish/europe/story/2004/11/04111_srebrenica_serbia.shtml.
“Bosna’ya Barış Getirecek İmzalar Resmen Atıldı”, Türkiye Gazetesi, 15 Aralık 1995.
1990’LARDA YUGOSLAVYA VE BOSNA HERSEK
35
“Bosna’ya İlk Cumhuriyet Formülü”, Hürriyet Gazetesi, 26 Şubat 1994.
“Cırna Gora” maddesi, Büyük Larousse Ansiklopedisi, C. 4, İstanbul 1986.
“Demografska Struktura Republike Bosne i Hercegovine”, http://www.hdmagazine.com/bosnia/census.html.
“Derginin İntişarına Âmil Olan Sebepler Nelerdir?”, Rodopların Sesi Dergisi, Yıl: 1, Sayı: 1, İstanbul 1973.
Dikici, Ali, “Srebrenica Katliamının Canlı Tanığı Hasan Nuhanoviç’in Hikayesi”, http://www.balgoc.org.tr/2004/srebrenica.html.
Djurjev, Branislav, “Bosna-Hersek” maddesi, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C. 6, İstanbul 1992.
“Dört Yeni Ülkeyi Tanıdık”, Milliyet Gazetesi, 07 Şubat 1992.
Durdular, Ercan, “Hırvatistan Cumhuriyeti”, Bilgi, TBMM Enformasyon Merkezi Dergisi, Sayı: 6, Ankara Şubat 1993.
Durdular, Ercan, “Sırbistan Cumhuriyeti”, Bilgi, Sayı: 6, Ankara Şubat 1993.
“Dünya Hafızası Srebrenica’yı Nasıl ve Ne Zaman Terketti?” The Wall Street Journal Europe, 12-13-14 Nisan 2002, http://f.neset.tripod.com/srebrenica.html.
Emin, İlhami, Yugoslavya’yı Kimler Parçaladı?, Yeni Avrasya Stratejileri Yayını, İstanbul 2000.
“Ethnic Majorities”, “Population Structure”, http://www.lib.utexas.edu/maps/Bosnia.html.
Gemuhluoğlu, Hülya, “Karadağ”, Bilgi, TBMM Enformasyon Merkezi Dergisi, Sayı: 6, Ankara Şubat 1993.
Gemuhluoğlu, Hülya, “Voyvodina Özerk Bölgesi”, Bilgi, TBMM Enformasyon Merkezi Dergisi, Sayı: 6, Ankara Şubat 1993.
Giritli, İsmet, “Yugoslavya Bütünlüğünü Koruyabilecek mi?”, Zaman Gazetesi, 20 Temmuz 1991.
Gökbel, Ahmet, “Bulgaristan Türk Halk Kültüründe Kuman (Kıpçak) Türklerinin Yeri”, Bulgaristan Türk Folkloru, II. Uluslararası Bulgaristan Türk Halk Kültürü Sempozyumu Bildirileri, Ankara 2001.
Hadzic, H. Mehmed, İslamizaciya Bosne i Hercegovine i Poriyeklo Bosansko-Hercegovaçkih Muslimana, Sarayevo 1940.
http://www.foreigntrade.gov.tr/DUNYA/RAPOR/Bosna/2siyasi.html.
http://www.lib.utexas.edu/maps/bosnia/ethnic_majoities_bosnia.jpg.
http://www.tika.gov.tr/Dosyalar/Bosna%20Hersek.doc.
“İşte Kosova’nın 500 Yıllık Kanlı Tarihi”, www.superonline.com.tr. 24 Mart 1999.
İLKER ALP
36
Kafesoğlu, İbrahim, Türk Millî Kültürü, İstanbul 1991.
“Karadağ” maddesi, Meydan Larousse Ansiklopedisi, C. 6, İstanbul 1971.
Karatay, Osman, Bosna-Hersek Barış Süreci, Ankara 2002.
Malcolm, Noel, Kosova Balkanları Anlamak İçin, Çeviren Özden Arıkan, İstanbul 1999.
Mazower, Mark, The War in Bosnia: An Analysis, Action for Bosnia, London 1992.
“Moslems in Yugoslavya”, Review of International Affairs, Belgrad 1985.
Mughisuddin, Oya Akgönenç, “Bosna-Hersek, Kosova, Sancak ve Makedonya”, Silâhlı Kuvvetler Dergisi, Sayı: 336, Yıl: 112, 15 Nisan 1993.
“Müslümanlara Komplo”, Günaydın Gazetesi, 23 Temmuz 1991.
Neziroğlu, İrfan, “Yugoslavya’da Dağılma Süreci”, Bilgi, TBMM Enformasyon Merkezi Dergisi, (Yugoslavya Federasyonunun Sonu: Etnik Bölünme, Özel Sayı), Sayı: 6, Ankara Şubat 1993.
Nova Makedonya Gazetesi, Üsküp 10 Eylül 1991.
Osmançavuşoğlu, Emel G.,The Wars of Yugoslav Dissoltution and Britain’s Role in Shaping Western Policy 1991-1995, Ankara 2000.
Özfatura, Necati, “Bosna’da Haçlı Savaşı”, Türkiye Gazetesi, 15 Aralık 1995.
Özfatura, Necati, “Yugoslavya Ordusunun Slovenya’ya Müdahalesi”, Türkiye Gazetesi, 03 Temmuz 1991.
“Population Resources”, http://www.lib.utexas.edu/maps/Bosnia.html.
Sabah Gazetesi, 30 Haziran1993.
“Sancak Bölgesi Özerklik Mücadelesi Veriyor”, Yeni Batı Trakya Dergisi, Sayı: 103, Yıl: 9, İstanbul Ekim 1991.
Sandjak Muslims, Muslim National Concil of Sanjak, Novi Pazar 1993.
“Sırbistan” mad., Büyük Larousse Ansiklopedisi, C. 17, İstanbul 1986.
“Sırbistan” mad., Meydan Larousse Ansiklopedisi, C. 11 , İstanbul 1973.
“Sırplar, Bosna’da Cumhuriyet Kurdu”, Tercüman Gazetesi, 23 Aralık 1991.
“Sırp Vahşeti”, Türkiye Gazetesi, 21 Kasım 1998.
“Srebreica’da Olanların Hesabı Soruluyor”, http://www.diplomatikgozlem.com/haber_oku.asp?id=137.
Soysal, İsmail, Şule Kut, Dağılan Yugoslavya ve Bosna-Hersek Sorunu: Olaylar-Belgeler 1990–1996, Ortadoğu ve Balkan İnceleme Vakfı, İstanbul 1997.
Tamzaralı, Serap, “Makedonya Cumhuriyeti”, Bilgi, TBMM Enformasyon Merkezi Dergisi, Sayı: 6, Ankara Şubat 1993.
1990’LARDA YUGOSLAVYA VE BOSNA HERSEK
37
Thomson, Mark, A Paper House: The Ending of Yugoslavia, London, Vintage 1992.
Tınç, Ferai, “ABD’nin Bosna Plânı ve Türkiye”, Hürriyet Gazetesi, 27 Şubat 1994.
TRT-1, 20:00 Haberleri, 21 Eylül 1993.
“Türkiye Bosna’ya Kucak Açtı”, Sabah Gazetesi, 29 Kasım 1995.
Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Osmanlı Tarihi, C. 1, Ankara 1972.
Varlı, Bahar, “Bosna-Hersek Cumhuriyeti”, Bilgi, TBMM Enformasyon Merkezi Dergisi, Sayı: 6, Ankara Şubat 1993.
Yel, Ali Murat, “Chirac Sadece Laiklerin ve Yahudilerin Cumhurbaşkanı mı?” Samanyolu Haber, http://www.imp.com.tr/index.php?khide=1&ghide=1&dosya=&did=7036.
Yıldız, Zekeriya, Geçmişten Günümüze Bosna-Hersek, İstanbul 1993.
“Yugoslavya’nın Kaybı Çok Büyük”, Türkiye Gazetesi, 17 Nisan 1999.
Yunanistan’ın Sesi Radyosu, 23 Aralık 1991, saat: 13.44.
Yücelden, Şerafettin,“Yugoslavya Türkleri”, Türk Dünyası El Kitabı, Ankara 1976.
İLKER ALP
38
EKLER:
Ek 1: Bosna-Hersek’in eski arması. (“Bosna-Hersek”, Türk Ansiklopedisi, C. VII., (Milli Eğitim Bakanlığı), Ankara 1995, s.362).
1990’LARDA YUGOSLAVYA VE BOSNA HERSEK
39
EK
2: Y
ugos
lavy
a So
syal
ist F
eder
atif
Cum
huriy
eti’n
in si
yasî
har
itası
İLKER ALP
40
EK
3: 1
991’
deY
ugos
lavy
a So
syal
ist F
eder
atif
Cum
huriy
eti’n
den
ayrıl
an Hırv
atis
tan
ve S
love
nya
1990’LARDA YUGOSLAVYA VE BOSNA HERSEK
41
EK
4: Hırv
atis
tan
ve S
love
nya’
nın
ayrıl
masın
dan
sonr
a Sı
rbis
tan’ın
bün
yesi
nde
tutm
aya
çalış
tığı y
erle
r: B
osna
-H
erse
k, M
aked
onya
ve
Kar
adağ
Cum
huriy
etle
ri; S
anca
k B
ölge
si, K
osov
a ve
Voy
vodi
na o
tono
m b
ölge
leri.
1990’LARDA YUGOSLAVYA VE BOSNA HERSEK
43
EK 6: 1991’de Bosna-Hersek’in nüfus yapısı. (Oya Akgönenç MUGHİSUDDİN, “Bosna-Hersek Güney Slâvlar Birliği Dağılırken”, Silâhlı Kuvvetler Dergisi, Yıl: 111, Sayı: 334, Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları,
Ankara Ekim 1992, s. 33).
İLKER ALP
44
EK
7: B
atı k
ayna
kların
a gö
re 1
991’
de B
osna
-Her
sek’
te m
illiy
etle
re g
öre
nüfu
s ora
nları:
% 4
4 M
üslü
man
lar (
Boş
nakl
ar),
% 3
1 Sı
rpla
r, %
17
Hırv
atla
r ve
% 8
Diğ
erle
ri. H
âlbu
ki n
üfus
un g
erçe
k or
anla
rı şu
şeki
lded
ir: %
49
Müs
lüm
anla
r (B
oşna
klar
), %
32
Sırp
lar,
% 1
9 Hırv
atla
r.
(http
://w
ww
.lib.
utex
as.e
du/m
aps/
bosn
ia/e
thni
c_m
ajoi
ties_
bosn
ia.jp
g).
İLKER ALP
46
EK
9: 1
0 M
ayıs
199
3’te
Bos
na-H
erse
k’te
Müs
lüm
an (B
oşna
k), Sırp
ve
Hırv
atla
rın h
âkim
old
uğu
yerle
r.
1990’LARDA YUGOSLAVYA VE BOSNA HERSEK
47
EK
10:
199
1’de
Tür
k ve
diğ
er M
üslü
man
ların
yaş
adığı y
erle
r: M
aked
onya
, Kos
ova
Met
ohiy
a, S
anca
k ve
B
osna
-Her
sek.
1990’LARDA YUGOSLAVYA VE BOSNA HERSEK
49
EK
12:
Day
ton
Ant
laşm
ası’n
a gö
re B
osna
-Her
sek’
te o
luşt
urul
an sı
nırla
r. ht
tp://
uplo
ad.w
ikim
edia
.org
/wik
iped
ia/c
omm
ons/
5/5d
/Day
ton.
GIF
(22.
12.2
010)
.
İLKER ALP
50
EK 13: Savaştan sonra Bosna-Hersek’te Boşnak, Sırp ve Hırvatların yaşadığı yerler.
http://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/6/6a/Ethnic_Composition_of_BiH_in_2005.GIF (22.12.2010)
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 1, Sayı: 1, Ocak‐2011, s. 51‐62.
CAHİT SITKI TARANCI’NIN ESTETİĞİ: 1.) ESTETİK OBJE/SANAT ESERİ*
Recep DUYMAZ**
ÖZET: Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatında hem şiir yazmış, hem şiir üzerinde düşünmüş sanatkârlarımız yetişmiştir. Ahmet Haşim, Yahya Kemal Beyatlı ve Ahmet Hamdi Tanpınar onların arasında akla ilk gelen isimlerdir. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren şiirlerini neşretmeye başlayan Cahit Sıtkı Tarancı da hem şiir yazmış, hem özelde şiire, genelde sanat eserinin çeşitli meselelerine dair görüşler ortaya koymuştur.
O, şiirin daha doğrusu sanatın çeşitli meselelerine dair görüşlerini daha çok mektup, deneme ve eleştirme türlerinde yazdığı yazılarında dağınık olarak anlatmıştır. Onları estetik disiplininin bütünlüğü içinde ele alıp inceler ve o bütünlüğün ait oldukları yerlerinde değerlendirirsek, şairimizin sanat eserine dair düşüncelerini ortaya koymuş oluruz.
Estetik, dört unsurdan oluşan bir sanat felsefesi disiplinidir. Bu unsurları şöyle sıralayabiliriz: 1) Estetik süje/sanatkâr, 2) Estetik obje/sanat eseri, 3) Estetik değer/sanat eserinin güzelliği ve 4) Estetik yargı/sanat eserinin yargılanması. Bir sanatkârın estetiği demek, bu dört unsura dair metinlere dayalı düşünceleri demektir.
Biz bu çalışmamızda, Cahit Sıtkı’nın bunlardan sadece üçüncüsüne dair görüşlerini bir araya getirmeye ve değerlendirmeye çalışacağız.
Anahtar Kelimeler: Estetik süje, estetik obje/sanat eseri, estetik değer, estetik yargı
THE AESTHETICS OF CAHIT SITKI TARANCI: 1.) AESTHETIC OBJECT/WORK OF ART
Abstract: In Turkish literature during the Republic period, artists emerged, who both wrote poetry and thought over poetry. Among them, Ahmet Haşim, Yahya Kemal Beyatlı, and Ahmet Hamdi Tanpınar are just a few that first come to mind. Cahit Sıtkı Tarancı, who first published his poetry in the early years of the Republic period, wrote poetry, and put forth his views on poetry especially but also on various issues relating to works of art overall.
He expressed his views in regards to poetry, or more accurately, in regards to various art‐related issues in a scattered way in his writing in the form of letters, essays, and criticisms. He would assess them within the entirety of aesthetic discipline and if we were to evaluate them as to where they should stand within that entirety, we will have put forth the writers thoughts associated with the work of art.
Aesthetics is a discipline of art philosophy formed of four elements. We can list these elements as follows, 1) Aesthetics subject/artists, 2) Aesthetic object/work of art, 3) Aesthetic value/the beauty of the work of art, and 4) Aesthetic judgement/judging the work of art. The aesthetics of an artists means there thoughts on a text along the lines of these four elements.
In this study, we will try to collect and evaluate Cahit Sıtkı Tarancı’s thoughts on just the third element stated above.
Key Words: Aesthetic subject, aesthetic object/work of art, aesthetic value, aesthetic judgment.
* Bu çalışma 8-10 Ekim 2010 tarihleri arasında Diyarbakır’da düzenlenen “Doğumunun 100. Yılında Uluslar arası Cahit Sıtkı Sempozyumu”nda bildiri olarak sunulmuştur. ** Prof. Dr., Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.
RECEP DUYMAZ
52
Giriş
Cahit Sıtkı Tarancı, Cumhuriyet döneminde hem şiir yazmış, hem şiir üzerinde düşünmüş edebiyatçılarımızdan birisidir. Onun hayatı ve şiirleri üzerinde çalışmalar yapılmışsa da estetiğine dair herhangi bir müstakil çalışma yoktur. Cahit Sıtkı’nın estetiğine dair yapılacak araştırmalar, hem sanat anlayışını ortaya koyacak, hem şiirlerini daha kolay ve daha derinlikli olarak anlamamıza yardımcı olacaktır.
Cahit Sıtkı sanat, edebiyat ve şiire dair düşüncelerini daha çok mektup, deneme ve eleştirme türlerindeki yazılarında ele almıştır. Bu tür yazılarında genelde sanat eserinin, özelde şiirin çeşitli meselelerine dair görüşlerini dağınık olarak ortaya koymuştur. Biz onlardan konumuzla ilgili olanları bir araya getirdiğimizde sanatkârımızın, estetiğin unsurlarından biri olan estetik objeye/sanat eserine dair düşüncelerini tespit edebiliriz. Onun, estetik objeye/sanat eserine dair düşüncelerine geçmeden önce estetiğin ne olduğu üzerinde birkaç cümleyle durmamız uygun olur.
Estetik Nedir? Estetik, Batı dillerinden bize geçmiş bir kelimedir. Grekçe’deki
“aisthesis” kökünden türetilmiştir. “aisthesis” duyulur algı, duyuyla algılamak anlamlarına gelir. Buna göre estetik; duyulur algının, duyusallığın sağladığı bilgiyle ilgili bir bilim dalı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Estetiğin felsefeden ayrılıp bağımsız bir bilim dalı haline gelmesi, 18. yüzyıla rastlar. Bir Alman bilgini olan A. G. Baumgarten, 1750 – 1758 yıllarında yayımladığı Aesthetica adlı eserinde estetiği, “Özgür sanatlar teorisi, aşağı bilgi teorisi, güzel üzerinde düşünme ve akla benzer bir yeti bilimi; duyusal bilginin bilimidir.” şeklinde tarif etmiştir.1
Estetikçiler, bu tarifte geçen “aşağı bilgi teorisi”, “güzel üzerinde düşünme” ve “duyusal bilgi” kelime grupları üzerinde uzun uzun durmuş ve bunları kendi anlayışlarına göre yorumlayarak farklı estetik anlayışları ortaya koymuşlardır. Biz burada bu tartışmalara girmek yerine, A.G. Baumgarten’in estetiğin konusunu, yöntemini ve amacını belirleyerek onu bağımsız bir bilim dalı haline getirdiğini yinelemekle yetineceğiz.
Az yukarıda sözünü ettiğimiz tartışmalardan çıkan sonuca göre estetik dört kavramı içeren bir bütünlüktür, düşünce disiplinidir. Bu bütünlüğü meydana getiren unsurları şöyle gösterebiliriz:
1 İsmail Tunalı, Estetik, Remzi Kitabevi, İstanbul 1989, s. 14.
CAHİT SITKI TARANCI’NIN ESTETİĞİ: 1.) ESTETİK OBJE/SANAT ESERİ
53
Estetik bütünlüğü meydana getiren unsurlar
Bu unsurları şimdilik şöyle açabiliriz: 1) Estetik süje, sanat eserini vücuda getiren sanatkârdır. 2) Estetik obje, sanatkârın ortaya koyduğu sanat eseridir. 3) Estetik değer, sanatkârın ortaya koyduğu sanat eserinin güzelliğidir. 4) Estetik yargı, sanatkârın ortaya koyduğu sanat eserinin yargılanması,
değerlendirilmesidir2.
Bir sanatkârın, bir düşünürün, bir millet veya dinin estetiği demek, bu dört kavrama dair metinlere dayalı görüşleri ve düşünceleri demektir.
Biz bu çalışmamızda Cahit Sıtkı Tarancı’nın bunlardan sadece üçüncüsüne, sanat eserinin ne olduğuna dair düşüncelerini tespit etmeye çalışacağız.
Estetik obje/Sanat Eseri/(Burada) Şiir Nedir? Sanat eseri, estetik bütünlüğün çekirdeğidir, temelidir. Diğer unsurlar,
adeta onun türevleridir. Sanat eserinin varlığını karşımızda gördükten, önümüzde var olduğunu tespit ettikten sonradır ki biz, onun diğer elemanlarıyla ilgileniriz. O halde bir felsefe disiplini olan ontolojiye göre sanat eseri ontolojik olarak nedir, nasıl bir varlıktır? Çevremizdeki ev, araba, ağaç ve bilgisayar gibi herhangi bir varlık mıdır, yoksa onları aşan, onlarda bulunmayan ayırıcı bir özelliği de içeren bir obje midir?
Bu kuramsal noktayı bir örnekle anlatmak, hem daha kolay, hem daha açıklayıcı olacaktır. Örnek olarak şairimizin bir metnini verelim:
2 Tunalı, age, s. 47–129.
Estetik Estetik süje obje Estetik Estetik değer yargı
RECEP DUYMAZ
54
Memleket İsterim
Memleket isterim Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun; Kuşların, çiçeklerin diyarı olsun.
Memleket isterim Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun; Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.
Memleket isterim Ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun; Kış günü herkesin evi barkı olsun.
Memleket isterim Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun; Olursa bir şikâyet ölümden olsun3.
Bu metin, bir estetik obje/ bir sanat eseridir. Bunun nelerden oluştuğuna, nasıl vücuda geldiğine, varlık tarzına ve yapısını oluşturan unsurlarına kısaca bir göz atalım.
1) Yaratıcı/Sanatkâr: Estetik/Sanat olayına katılan ilk unsur, sanatkârdır. Sanatkâr, estetik objeyi/sanat eserini vücuda getiren şahsiyettir. Sanatkâr, çevresindeki nesne veya olaylardan edindiği izlenimleri, sırrını henüz bilemediğimiz bir yolla beyninde, iç dünyasında harmanlayıp onlara kelimelerle bir vücut ve şekil vererek eserini ortaya koyar. Eser, sanatkârın iç dünyasında filizlenen bir duygu, düşünce veya hayalin kelimelerle satırlara dökülmesi de olabilir. Örnek metnimiz muhtemelen bu yolla vücuda getirilmiştir. Sanatkârın, bunu doğuştan getirdiği bir yeti ile sonradan aile, eğitim ve kültüründen gelen kazanımlarla başardığına dair yaygın bir kanaat vardır. Sanatkârı böyle bir eser ortaya koymaya sevk eden dürtü, içindeki yaratma ihtiyacını tatmin etmek, boşalmak ve başkalarına iletmeye değer gördüğü bir duygu, düşünce, özlem, hayal veya “ileti”ye sahip olmasıdır.
2) Estetik obje/Sanat eseri/Şiir: Sanat olayına katılan ikinci unsurdur. Sanat eseri, sanatkârın çevresindeki nesne veya olaylardan aldığı izlenimleri dildeki kelimelerle göze güzel görünen bir şekle büründürerek vücuda getirdiği eserdir. Onun içeriği, sanatkârın iç dünyasında filizlenen bir duygu, düşünce, özlem veya “ileti”si de olabilir. Nitekim örneğimizdeki şiirin içeriği, sanatkârımızın bir özlemini dile getirmesidir. Burada kelimeler, kelime grupları, önce ses değerleri, sonra anlam değerleri gözetilerek bir
3 Cahit Sıtkı Tarancı, Varlık Dergisi, 15. 12. 1937; Ramazan Korkmaz, Cahit Sıtkı Tarancı, Akçağ Yayınları, Ankara 2002, s. 246.
CAHİT SITKI TARANCI’NIN ESTETİĞİ: 1.) ESTETİK OBJE/SANAT ESERİ
55
araya getirilmişlerdir. Sesler, heceler, kelimeler ve kelime grupları, metnin reel unsurlarıdır. Sanatkâr, bu reel unsurları, göze en azından hoş görünecek güzel bir şekilde/formda bir araya getirerek eserini ortaya koymuştur. Sanatkâr, bu reel unsurların bütününe, bir de bir irreel unsur, bir anlam, bir “ileti” yedirmiş ve sindirmiştir. Metni, ses, kelime ve üzerine yazıldığı kâğıt parçası gibi gündelik hayatta kullanılabilir herhangi bir reel varlık, herhangi bir obje olmasının üstüne çıkaran ve ona estetik obje/sanat eseri olma özelliğini kazandıran da bu irreel unsurdur.
3) Estetik Değer: Sanat eserinin yapısına katılan üçüncü unsur değer’dir. Değer, nesne ve olayların insanca önemini belirleyen niteliğidir. Her değer, ona sahip olduğu zaman, insanın bir ihtiyacını karşılar. Her sanat eseri de bir değere, bir estetik değere sahiptir. Sanat eseriyle okumak, dinlemek veya seyretmek yollarından biriyle ilgi içine giren her birey, ona bir değer yükler. Bu değer iyi, doğru, yararlı ve benzeri kavramlarla ifade edilir. Burada değerden kasıt, sanat eserinin sahip olduğu estetik değerdir. Estetik değere biz kısaca güzellik diyoruz. Güzelin ne olduğu konusu, estetikte en çok tartışılan konulardan biridir. Güzel, nesneler arasındaki tercihimizdir. Estetik değerin diğer değerlerden farkı, biyolojik bir ihtiyacımızı değil, ruhumuzun bir ihtiyacını karşılamasıdır. Bunu başarabilen sanat eserine güzel değerini yükleriz. Örneğimizdeki şiir, insanın çok derinlerindeki bir özlemine, bir hayaline kelimelerle cevap veren anlamlı bir değere/iletiye sahiptir.
4) Estetik Yargı: Sanat eserinin yapısına katılan dördüncü unsur yargıdır. Yargı, kavrama, karşılaştırma değerlendirme gibi yollara başvurarak kişi, durum veya nesnelerin eleştirici bir biçimde değerlendirilmesi, haklarında bir hüküm ve karar verilmesidir”. Sanat eserleriyle ilgi içine giren bilinç sahibi bir ben, okuyucu, dinleyici veya seyirci, onlar arasında bir değerlendirme, bir tercih yapar ve bu değerlendirmeyi, tercihi sonunda bir yargı cümlesiyle ifade eder. Yargı, mantığa ait bir terim olmakla beraber hukuk, ahlak ve bilimsel alanlarda da kullanılır. Estetik yargılar, adından da anlaşıldığı gibi estetik objeler/sanat eserleri hakkındaki yargılardır. Estetik yargıların ayırıcı özelliği, subjektif/öznel olmalarıdır. Estetik yargılar, bireyin kültürüne, eğitimine ve ait olduğu tipine göre farklılıklar gösterebilir. Örneğimizdeki şiir, içeriği ve biçimiyle güzel bir sanat eseri olduğuna dair yargıyı hak eden bir metin olduğunu düşünüyoruz.
Cahit Sıtkı’ya Göre Estetik Obje/Sanat Eseri Sanat eserinin, burada artık şiirin diyebiliriz, ontolojik olarak varlık
tarzıyla ilgili bu temel kuramsal bilgilerden sonra, şairimizin estetik objeye/sanat eserine dair düşüncelerine geçebiliriz.
RECEP DUYMAZ
56
Cahit Sıtkı’nın sanat eserine/şiire dair düşüncelerini daha çok mektup, deneme, söyleşi ve anket sorularına verdiği cevaplarda dağınık olarak anlattığını az yukarıda söylemiştik. Biz onları olabildiğince kronolojik olarak bir araya getirir, okur ve çözümlersek sanatkârımızın estetiğin bir unsuru olan sanat eserine dair düşüncelerini tespit edebiliriz.
Cahit Sıtkı’ya göre sanat eseri/şiir, her şeyden önce bir “anlatım”dır. O, bu “anlatım”ı bir estetikçi veya felsefeci gibi ontolojik olarak değil, ilgilendiği ve üzerinde çalışmaktan zevk duyduğu bir nesne olarak ele almış ve kendisine göre başarılı bulduğu güzel şiirlerin özelliklerini anlatmıştır. Bu özellikler kuşkusuz onun aynı zamanda şiir anlayışını ortaya koymaktadır. Cahit Sıtkı’ya göre başarılı/güzel şiirlerin başlıca özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:
Samimi olmak: Cahit Sıtkı’ya göre sanat eseri/şiir, sanatkârın samimi duygu, düşünce ve
inançlarını anlatan bir metindir. Ablası Nihal’e İstanbul, Paris ve Balıkesir’den yazdığı mektuplara bazen kendi şiirlerinden, bazen başkalarının şiirlerinden örnekler de koymuştur. Bu vesileyle söz konusu şiirlerle ilgili düşüncelerini de yazmıştır:
“Sanat, şiir benim için bir teselli vesilesi, bir kurtuluş kapısıdır. Ona dört elle sarılmaklığım tabii bir neticedir. Tutunduğum yegâne dal. Bu da kırılırsa ben ne olurum Nihal Abla! Buna herkesten fazla bir hamiyet, bir ehemmiyet atfedişimde haklı değil miyim? İş olsun diye, alay kabilinden, eğlence kabilinden şiir yazan delikanlıların haddi hesabı yok. Muvaffak olamamalarının sebebi meydandadır. Kendi kendilerini yazılarına koymuyorlar. Yazıları ile kendileri arasında hiçbir akrabalık, dostluk, yakınlık yoktur. Hâlbuki sanatkâr ile eser yekvücut olmalıdır. Bütün kıymet, güzellik burada”4.
Ona göre şiir bir teselli, bir kurtuluş kapısıdır. İnsan günlük hayatta dert ve sıkıntıdan hiçbir zaman kurtulamayacağına göre bir teselliye ve kurtuluş kapısına her zaman ihtiyaç duyacaktır. Bu ihtiyaç onu şiir dalına dört elle tutunmaya, sarılmaya zorlamıştır. Ancak her şiir dalının bu ihtiyacı karşılayamayacağı açıktır. Sadece sanatkârın kendisini eserine koyduğu şiirler bu görevi yerine getirebilir. Kendisi ile eseri arasında bir akrabalık, bir dostluk, bir kaynaşma oluşmuş eserler başarılı olabilir ve kendilerinden beklenen teselliyi ve kurtuluşu muhataplarına sağlayabilir.
Başka bir mektubunda sözü yine samimiyete getirir:
4 Cahit Sıtkı Tarancı, Evime ve Nihal’e Mektuplar, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1989, s. 31.
CAHİT SITKI TARANCI’NIN ESTETİĞİ: 1.) ESTETİK OBJE/SANAT ESERİ
57
“Nihal sana çok mühim bir nasihat: Yapmacıktan daima sakın… Bazı adamlar yazılarında koyu bir ıstıraptan, karanlık bir ümitsizlikten bahsederler, hâlbuki hayatlarında daima mesut olmuşlar, daima gülmüşlerdir. Bu adamların yazılarının kıymeti yok, çünkü yapmacıktır. Kıymetin kol kola yürüdüğü kardeş samimiyettir. Mesela ben şiirlerimde gülmekten, neşeden, bahardan, bülbülden, gülden bahsetsem yalan söylemiş olurum. Onların bir kıymeti olmaz.
İnsanın her yazısı kendinden, benliğinden bir parça olmalı, nasıl ki bir kuşun kanatlarından bir tüy koparabilirsin, bir çuval parçası değil. Bu tüy ile kuş arasında ne kadar sıkı bir münasebet varsa yazılar ile muharririn arasında da öyle bir münasebet olmalı…”5.
Cahit Sıtkı’ya göre samimiyet, estetik bir değerdir, şiirde anlatılan duygu, düşünce, inanç ve daha başka duygulanmaların samimi olması bir şiire, sanat eseri olma kıymeti kazandıran unsurlardan biridir.
O, samimiyeti gündelik yazışmalarda da bir değer olarak kabul eder: “Mademki güzel yazmağı istiyorsun biraz daha ihtimamlı davranman
lâzım… Bir kere samimi olarak yazmalı…”6.
Cahit Sıtkı, bir estetik değer düzeyine yükselttiği samimiyeti, daha sonraki yıllarda şair arkadaşı Ziya Osman Saba’ya yazdığı mektuplarda da yüceltmeye devam etmiştir:
“İstiyorum ki, her şiirde bütün bir hayat tecelli etsin. Hissolunsun ki, şair onu yazarken, göğsünden bir şeyler koparmış ve o şiirin içerisine koymuş… İşte senin şiirlerinde bu vardır Ziyacığım”7.
Samimiyeti bir estetik değer olarak kabul eden Cahit Sıtkı, bir sanat eseri olan şiirde anlatılan duygu, düşünce veya inançların samimi olmasını ısrarla ister. “…Benim istediğim şey, içten geleni en tabii, en külfetsiz lisanla kâğıda geçirmektir.”8 Şairin eserlerinde anlattığı duygu, düşünce, özlem ve hayalleriyle bir arkadaş, bir dost olmasını, hatta kaynaşarak bir birlik ve bütünlük oluşturmasını arzu eder. Bir kuşun kanatlarından ancak bir tüyün koparılabileceği örneğini vermekle, bu konudaki isteğini en ileri noktaya götürür. Şair böyle davrandığını okuyucusuna da hissettirmelidir. Göğsünden bir şeyler koparıp şiirinin içine koymuş olduğunu duyurmalıdır.
5 Tarancı, Evime ve Nihal’e, s. 35–36. 6 Tarancı, Evime ve Nihal’e, s. 43. 7 Cahit Sıtkı Tarancı, Ziya’ya Mektuplar, Can Yayınları, İstanbul 2007, s. 60. 8 Tarancı, Ziya’ya Mektuplar, s. 71.
RECEP DUYMAZ
58
Bu nokta, İsmet Özel’in cümlesini hatırlatmanın tam yeridir: “ Şiir ve bütün sanat eserleri insanın neresinden koparsa ona muhatap olan kimsenin de orasına ulaşır”8.
İçinde şairinin göğsünden koparılmış bir parça barındıran şiir, sanat eseridir, onu okuyanın göğsüne yapışır, onu da duygulandırır, etkiler ve değiştirir.
Güzel bir şekile/form’a sahip olmak Cahit Sıtkı’ya göre sanat eseri, bu arada şiir, samimi duygu veya
düşünceleri içermesinin yanında, onları güzel bir formda/şekilde dikkatlere sunan metindir. Muhteva – şekil/biçim -içerik konusu, estetiğin yine eskimeyen konularından biridir. Öyle görünüyor ki şairimiz, bu tartışmalı noktada formdan/şekilden yana bir tavır almıştır. Şekil üzerine bir yazı yazdığı gibi, pek çok yazısında türlü vesilelerle şiirde şeklin öneminden ısrarla bahsetmiştir:
“Şiirde formdan ne anladığımı da, sırası gelmişken söyleyeyim. Söylemek istediğim şeyin – his, hayal, fikir, intiba… ilah–nasıl* söylenmek istediğini sezerek, keşfederek, o şekilde söylemeye form diyorum. Tabii bunun için de, ifade vasıtamız olan kelimelere gözümüz, kulağımız, elimiz, ayağımız imişler gibi muamele etmek lâzımdır. Kelimelerle bu kadar içli dışlı olduktan sonra, hangi hissin müphem söylenmesi, hangi fikrin kuvvetle ifade edilmesi, hangi hayalin kırık dökük anlatılması gerektiğini, sezmek ve ona özlediği form’u bahşetmek, biraz dikkate, biraz çalışmaya mütevakkıftır. Şiirde hiçbir vezinle, hiçbir peşin hükümle eli kolu bağlı olmamak icap eder derken bu fikirle hareket etmekteyim. Yani şiir, şairin kaprisinin, itiyadının filan esiri olmayıp kendi hayatını yaşamalı, istediği form’u şaire empoze etmelidir ve şair, şiirinin bu hasretini sezip ona o form’u verebilmelidir demek istiyorum”9.
Düşüncelerini belki şöyle somutlaştırabiliriz:
Şiirin muhtevası ile şekli arasındaki ilişki
8 Şaban Abak/İhsan Işık, “İsmet Özel’le Şiirimiz Çevresinde”, Mavera, ( Ankara ), Yıl:11, Sayı: 313; aktaran: İbrahim Tüzer, İsmet Özel Şiire Damıtılmış Hayat, Dergâh Yayınları, İstanbul 2008, s. 78. * Mektupta bu kelimenin altı iki çizgiyle çizilmiştir. 9 Cahit Sıtkı Tarancı, Ziya’ya Mektuplar, s. 122.
Şiirin muhtevası
Muhtevanın şaire empoze ettiği anlatım tarzı
Şiirin şekli
CAHİT SITKI TARANCI’NIN ESTETİĞİ: 1.) ESTETİK OBJE/SANAT ESERİ
59
Hep aynı vezinle, hece veya aruzla koşma, gazel veya mani tarzında şiir yazanların yanıldıklarını söyler, hatta iddia eder. Baudlaire, Verlaine, Mallarmé, Valery ve Rimbaud’nun çeşitli vezinlerde ve şekillerde yazmalarının sebebini, şiirlerinin çeşitli topografik şekillerde oldukları gerçeğini ve zaruretini anlamış olmalarına dayandırır. Bu düşüncesinin doğruluğunu ispatlamak için gündelik hayattan inandırıcı bir örnek verir. Şaire, çocuklarına hep aynı renk ve biçimde elbise giydirmek isteyen bir baba gibi değil, küçük kardeşlerinin hangi renk ve biçimde elbise içinde daha güzel ve sevimli görünebileceklerini, onların sözlerinden ve davranışlarından anlayarak onlara istedikleri renk ve biçimde elbiseler giydiren anlayışlı bir ağabey gibi davranmasını önerir10.
Cahit Sıtkı, yazılarında şiirde form’un önemini ısrarla vurgulamakla beraber, bu düşüncesini anlatırken güzel bir form’da yazılmış şiir örnekleri vermez; daha da önemlisi o şiirlerde form/şekil güzelliğini sağlayan unsurların neler olduğunu tek tek açıklayarak anlatmaz; yalnız bir yerde “Hep Yaşadığıma Dair” şiirinin hem metnini verir, hem de bu metnin kendi içinde nasıl doğduğunu ve kâğıt üzerinde gördüğümüz şekli nasıl kazandığını ayrıntılı olarak anlatır. Bu şiirin şekil yönünden oluşumunu anlatırken “mısra”, “vezin”, “nağme” ve “ses birliği” kelimelerini kullanır. Düşüncelerini belki şöyle toparlayabiliriz:
Sanatkârımıza göre sanat eseri bir “terkip”tir. Bu itibarla o, insan tarafından yapılmış bir “şekil”dir. Buna göre şiir de bir “terkip”tir. O terkibin bütünlüğünü kelimeler oluşturur. Kelimeler bu bütünlükte, hem anlamları, hem sesleriyle görev alırlar. Güzel bir şiir, anlamını, yan yana geldiklerinde ses uyumu ve güzelliği içeren kelimelerle ortaya koyan metindir.
“Form, şiirin uzvî bir bütün haline gelmesidir. Tam formunu bulmuş olan bir şiire ne bir kelime ilave olunabilir, ne de ondan bir kelime çıkarılabilir”11.
Şairimiz de aynı düşünceyi dile getirir: “Şiir öyle bir nesnedir ki kelime çıkardın mı, hatta kelime değiştirdin mi
büyüsü bozulur, sihri kaçar. Canım, hayatın herhangi bir faaliyet sahasında da böyle değil midir? Askerlikten başlayalım. Saf halinde bir manganın erlerinden birinin azıcık ileri çıkması, hizayı, dolayısıyla o manganın ahengini, mükemmeliyetini bozmaz mı?”
“Şekil Üzerine” adlı yazısında Nurullah Ataç’ın “Fikre bakıyorlar da o fikrin nasıl söylendiğine bakmıyorlar. Halbuki şekil dışında hiçbir şey olamaz, ne mana ne fikir.” düşüncesinden hareketle Shakespeare, Goethe ve
10 Cahit Sıtkı Tarancı, Ziya’ya Mektuplar, s. 123. 11 Mehmet Kaplan, “Cahit Sıtkı Tarancı’nın Şiir Estetiği”, Edebiyatımızın İçinden, Dergâh Yayınları, İstanbul 1978, s. 202.
RECEP DUYMAZ
60
Baudlaire’in Türkçe çevirilerinin başarısız olmasının sebebini, çevirmenlerin bu sanatkârların bir duygu veya düşünceyi nasıl söylediklerine bakmamalarında görür. Tercüme sahasında aranan bu şekil mükemmelliğinin telif sahasında da öncelikle aranması gerektiğini söyler. Ona göre şekil karşısındaki ilgisizlik, sanat alanında birçok güzel kabiliyetin yok olup gitmelerine sebep olmuştur12.
Yahya Kemal ile Edip Ayel’in aruz vezniyle gazel yazdıklarını söyler; ikisi de gülden bülbülden bahsederler, ancak Yahya Kemal şiirde şeklin önemini anlamış ve bunu şiirlerinde başarıyla göstermiştir. Bu sebeple onun şiirlerinin okunduğunu, hatta ezberlendiğini ifade eder. Aynı karşılaştırmayı, Ahmet Hamdi Tanpınar ile diğer hececi şairler arasında da yapar ve güzel bir şekil olmayan yerde şiir aramanın boşuna bir uğraş olduğunu dikkatlere sunar.
Derin bir kültür ürünü olmak
Cahit Sıtkı’ya göre sanat eseri, derin bir kültür ürünü olan eserdir. Herhangi bir sanat eseri vücuda getirebilmek için sanatkâr, doğuştan bir kabiliyete sahip olmalıdır, fakat o, kabiliyeti asla yeterli görmez. Onun yanına okuma ve sabrın da eklenmesini gerekli görür. Bu düşünceyi şöyle bir formülle gösterebiliriz:
Kabiliyet + Okuma + Sabır = Sanat eseri
Cahit Sıtkı zaman zaman kendisiyle sanata ve şiirin çeşitli meselelerine dair yapılan söyleşilerde ve anketlerde yöneltilen sorulara cevaplar vermiştir. “Sanat hayatınızda ne yapmak istiyorsunuz? Hazırlamakta olduğunuz veya tasarladığınız ne var?” sorusuna cevap verirken “…yapmak istediğim şey, eski Mısırlılar, Keldaniler, Asurîler misali yaşamış olduğuma dair bir işaret, bir delil, bir vesika, bir abide bırakmaktır…” dedikten sonra “…hazırlamakta olduğum eserlere gelince, en başta kendim. Kendimi hazırlıyorum. Shakespeare’lerin, Dante’lerin, Goethe’lerin, Balzac’ların ilâh… at oynattığı ebediyet meydanına öyle ellerini, kollarını sallaya sallaya giremez insan; fıtri kabiliyete okumanın, düşünmenin, tecrübenin, yaşın ve bilhassa sabrın da inzimam etmesi, bütün bunların bir potada hallühamur edilmesi lâzımdır (…)” cevabını verir. Daha da ileri giderek soru sahibini adeta azarlar:
“Bunun için bugün bana ve ben yaştakilere neler hazırlıyorsunuz diyeceğinize, kendinizi nasıl hazırlıyorsunuz, deseydiniz daha fazla isabet etmiş olurdunuz. Kendini yapmasını bilmeyen hiçbir şey yapamaz”.13
12 Cahit Sıtkı Tarancı, Yazılar, Can Yayınları, İstanbul 1995, s. 65-66. 13 Tarancı, Yazılar,, s. 97-98.
CAHİT SITKI TARANCI’NIN ESTETİĞİ: 1.) ESTETİK OBJE/SANAT ESERİ
61
Okumak ilgisi, çok geniş bir alana yayılmakla beraber, Cahit Sıtkı’nın nelerin okunabileceğine dair elinde her zaman bir ölçüsü vardır. Bunların başında klasikler gelir. Vaktiyle kendisine Yunan klasiklerini okumayı tavsiye etmiş olan Nurullah Ataç’ı şükranla anar. Klasiklerin yanında çağdaş Fransız edebiyatını okumak da, ortaya konacak yeni sanat eserini zenginleştiren bir işlev görecektir. Başta Nedim olmak üzere divan şairlerimizin eserleri ile çağdaş Türk edebiyatçılarının eserleri de genç şairlerin şiirlerini zenginleştirecek ve güzelleştirecek unsurlarla doludur. Çağdaş Türk edebiyatında en çok Yahya Kemal, Necip Fazıl, Ahmet Kutsi, Ziya Osman Saba ve Peyami Safa’nın eserlerinden söz eder. Onların eserlerindeki güzelliklere dikkatleri çeker. Büyük ustaların eserlerini içerik, biçim ve deyiş özelliklerini metinler üzerinde, üstelik tekrar tekrar okumalarla kavramak ve çözümlemek, kuşkusuz genç sanatkâra kendi eserini verirken birçok kazanımlar sunacak ve kendi eseri de ancak o zaman onlarınki gibi zenginleşecek ve güzelleşecektir.
Çağdaş Batı şiiri Kabiliyet + Kültür Yunan klasikleri + Sabır = Şiir Divan şiiri Çağdaş Türk şiiri
“Eşya arasında yeni münasebetler avına, keşfine çıkan bir şair için kültür daima faydalıdır. Kültürsüz şair yerinde sayar. Hiçbir tekâmül gösteremez, bir kere bulmuş olduğu sesi taklit ile vakit geçirir (…) Bugünkü şair bugünün kültürünü hazmetmeye çalışmalı, onun şiir kudretini arttıracak olan şey bugünkü kültürdür.” Ona göre ancak derin ve köklü bir kaynaktan, geniş ve yaygın bir kültürden beslenen sanat eserleri güzel, kalıcı ve evrensel olabilir14.
Sonuç
Cahit Sıtkı Tarancı, Cumhuriyet döneminde hem şiir yazmış, hem sanat, estetik ve şiir üzerine düşünmüş, kuramsal yazılar yazmış şairlerimizden birisidir. Edebiyat tarihimizde başta şiir olmak üzere sanat eserlerimizin çokluğuna karşılık, sanatın kuramı, bir bakıma felsefesi diyebileceğimiz 14 Yukarıdan beri anlatmaya çalıştığımız özellikleri bünyesinde bulunduran bir şiirin güzel, kalıcı ve evrenselliğine bir örnek olmak üzere şu haberi verebiliriz: İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres, Ankara’yı bir ziyaretinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne gitmiş, burada yaptığı konuşmada “Terör, bir yıkım ve kan mesajıdır. Biz hep birlikte terör tehlikesinden kurtulmak ve bölgemize yeni bir ufuk açmak istiyoruz; çünkü bilim ve teknoloji vasıtasıyla da bölgemizi yoksulluk ve düşmanlıktan kurtarabiliriz” dedikten sonra, büyük Türk şairi Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Memleket İsterim” adlı şiirini çok sevdiğini söylemiş ve ardından şiiri milletvekillerine okumuştur. Milliyet, (İstanbul) 13 Kasım 2007, s. 1.
RECEP DUYMAZ
62
estetiğe dair eserlerimiz ise çok azdır. Cahit Sıtkı, estetik bütünlüğün unsurlarından biri olan sanat eserine/şiire dair kuramsal yazılar da yazmakla bu alandaki boşluğu doldurmaya çalışmıştır.
Cahit Sıtkı, sanat eserine bir estetikçi, bir felsefeci gibi ontolojik olarak değil, bir sanatkâr gibi güzellik objesi olarak bakmış ve kendisine göre güzel bir sanat eserinin/şiirin özelliklerini anlatmıştır. Şiir her şeyden önce bir “anlatım”dır. Ona göre bu “anlatım”ın / güzel bir şiirin başlıca özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:
1) Samimi olmak, 2) Güzel bir şekle/forma sahip olmak, 3) Derin bir kültür ürünü olmak.
Mektup, deneme, eleştirme, söyleşi ve anket sorularına verdiği cevaplarda sanat eserine/şiire dair ortaya koyduğu düşünceleri, büyük ölçüde Fransız kökenlidir. Özellikle Baudlaire’in şiirine ve şiir anlayışına hayranlığını sık sık dile getirir. Divan şiirimizden esinlendiğini ortaya koyan ifadeleri de vardır. Cumhuriyet dönemi şairlerimizden ise en çok Yahya Kemal, Necip Fazıl, Ahmet Kutsi ve Ziya Osman Saba’nın şiirlerini ve düşüncelerini yüceltmiştir.
Cahit Sıtkı Tarancı’nın, estetiğin bir unsuru olan sanat esrine dair bu düşünceleri, başka araştırmacıların da nesir yazılarını, sırf estetik açıdan, yeni okuma, yorumlama ve çözümlemeleriyle kuşkusuz daha da zenginleşecektir
KAYNAKLAR Abak, Şaban, Cahit Sıtkı’nın Hikâyeleri Üzerine Bir İnceleme, Hece Yayınları, Ankara 2003. Abak, Şaban-İhsan Işık, “İsmet Özel’le Şiirimiz Çevresinde”, Mavera, ( Ankara ), Yıl:11,
Sayı: 313; aktaran: İbrahim Tüzer, İsmet Özel Şiire Damıtılmış Hayat, Dergâh Yayınları, İstanbul 2008, s. 78.
Kaplan, Mehmet, “Cahit Sıtkı Tarancı’nın Şiir Estetiği”, Edebiyatımızın İçinden, Dergâh Yayınları, İstanbul 1978.
Korkmaz, Ramazan, Cahit Sıtkı Tarancı, Akçağ Yayınları, Ankara 2002. Milliyet gazt. (İstanbul), 13 Kasım 2007. Tarancı, Cahit Sıtkı, Evime ve Nihal’e Mektuplar, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1989. ________________, Yazılar, Can Yayınları, İstanbul 1995. ________________, Ziya’ya Mektuplar, Can Yayınları, İstanbul 2007. Tunalı, İsmail, Estetik, Remzi Kitabevi, İstanbul 1989.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 1, Sayı: 1, Ocak 2011, s. 63‐86
NECATİ BEY’İN DİL VE ÜSLUBUNDA TÜRKÇENİN YERİ*
Ahmet GÜNŞEN**
ÖZET: Klasik Türk şiirinin kurucuları arasında sayılan Necati Bey’in en önemli özelliklerinden biri de özgün söyleyişidir. Bu söyleyişte Türkçe deyim ve atasözleri önemli bir yer tutar. Bir divan şairi olmasına karşın; kaside, kıt’a ve gazellerinde öyle deyim, atasözü ve söyleyişler vardır ki, bunların çoğunu bir halk şairinin dil ve üslubunda dahi bulamayız. Üstelik “Eski dost düşman olmaz.”, “Üzüm üzüme baka baka kararır.”; “parmağında oynatmak”, “ağzını aramak”, “yüz vermemek”, göz süzmek”, “kulak vermek/tutmak”, “kana susamak”… gibi nice atasözü ve deyimi hiçbir zorlama hissi uyandırmadan gayet tabii bir şekilde kullanabilmektedir. Bunların yanında öyle mısra ve beyitler düzer ki, içinde tek yabancı asıllı kelime de bulunmaz. Bu, bir yerde onun Türkî‐i Basit temsilcisi olabileceğinin de tanığıdır.
Bu bildiride Necati Bey Divanı taranarak, onun dil ve üslubunu klasik Türk şiiri içinde farklı kılan bu Türkçe deyim, atasözü ve diğer farklı söyleyişleri ortaya konulmaya çalışılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Necati Bey, Türkçe, klasik Türk şiiri, deyim, atasözü, söz varlığı, dil ve üslup
THE PLACE OF TURKISH IN NECATI BEY’S TONGUE AND STYLE ABSTRACT: Creative way of speech is one of the most important characteristics of Necati
Bey who can be considered as the founder of Classical Turkish Poetry, Turkish idioms and proverbs have significant place in this speech. Although he was a divan poet, he used idioms, proverbs and sayings in his kaside, kıt’a gazels so properly that it is difficult to find this usage in the tongue and style of a minstrel. He was also able to use such idioms and proverbs as “The old friend doesn’t became an enemy.”, “The grape observing a grape, becomes black.”; “to twist [a person] round one’s [little] finger”, “to feel the pulse”, “to give/show [a person] the cold shoulder”, “to make eyes at”, “to give/lend/turn an ear to”, “to be thirssty for one’s own blood”…without having no difficulty but in a natural mood. Moreover, he used his verses and couplets so skillfully that not including any foreign origin words, which indicates that he could be the representative of Türkî‐i Basit.
In this study, searching thoroughly the Divan of Necati Bey, idioms and proverbs in his tongue and style that make him different, will be exposed.
Key Words: Necati Bey, Turkish, classical Turkish poetry, idiom, proverb, vocabulary, tongue and style
* Kocaeli Üniversitesi-Kocaeli Büyükşehir Belediyesi iş birliğinde 15-17 Nisan 2009 tarihlerinde Kocaeli’de düzenlenen “I. Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Sempozyumu”nda sunulan bildirinin gözden geçirilmiş şeklidir. ** Prof. Dr., Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, [email protected]
AHMET GÜNŞEN
64
Giriş Bütün tezkire yazarlarının ittifakla belirttikleri üzere, Necati Bey, 15.
yüzyılın Ahmet Paşa ile birlikte en büyük şairlerinden birisidir. Kasidelerinden çok, II. Bayezid’in şehzadeleri Abdullah ve Mahmut için yazdığı mersiyeleri; âşıkane bir eda, samimi, sade bir dil ve üslupla kaleme aldığı gazelleriyle tanınmış olan Necati Bey, haklı olarak “Husrev-i Rum” ve “melikü’ş-şuara” olarak anılmıştır.1
Dışa dönük, gözlem ve terkip kabiliyeti fevkalade olan ve Türkçeyi bütün imkânlarıyla kullanan bir şair olan Necati Bey, kendisinden öncekilerin ve çağdaşlarının yaptığı gibi Fars şiirini esas alma veya taklit etme yerine, güzel ve ince hayallerle dolu şiirlerine kendi gözlemlerinin, şair ruhunun ve kendi zekâsının damgasını vurmuştur. O böylece, Latifi’nin tespitiyle Osmanlı şairlerinin yüz suyu olan, Âşık Çelebi’nin deyimiyle, Osmanlı şairlerini, İran şairlerinin kendileri ayarında şair bulunmadığı yolundaki yaralayıcı sözler söylemelerinden kurtaran ilk özgün şairdir.2 O, olur olmaz sözü söylemeyi edep dışı görür, seleflerinin sözünü alıp zarafet meclisinde satmaya kalkışmaz ve söyleyeceğini özlü ve özgün bir şekilde söyler. Zira, o da bu üstünlüklerinin farkındadır ve şöyle der:
Olur olmaz sözi dimek edebdür Úodum bāùılları óaúlar gözetdüm (N. 16)
äaúın geçmişlerüñ sözin getirüb şièrüñe úatma äatamazsın ôarāfet meclisinde zìnhār anı (Kt.90/5)
İki mıãraèda èarø eyle maèānì İki zincìre çek bebr-i yabānı (M.22)
Onun klasik şiir vadisinde bu denli başarılı olmasında ve Divan’ını halkın elinden ve dilinden düşürmemesinin sebebini onun şairlik gücünde ve özgünlüğünde aramak gerekir. Necati Bey’in şairlik gücünü en iyi yansıtan şiirleri, hiç şüphesiz âşıkane bir eda ve ince hayallerle bezediği, ama bir o kadar samimi bir dil ve üslupla sunduğu gazelleridir. Necati Bey’e göre de onun şiirleri bir yönüyle herkesin ibret alacağı kadar hikmetli, bir yönüyle de gönül açıcı bir akarsu gibidir:
Necātì sözleridür óikmet-āmìz èİbāretdür ve lìkin èibret-engìz (N.14)
Dōstum naôm-ı Necātìden naôar menè itme kim Göñül açar bir aúar ãudur bizüm eşèārumuz (G. 241/7)
1 M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, Ötüken Yayınları, İstanbul 1981, s. 168; Ahmet Atillâ Şentürk-Ahmet Kartal, Üniversiteler İçin Eski Türk Edebiyatı Tarihi, Dergâh Yayınları, İstanbul 2005, s. 191. 2 Şentürk-Kartal, age., s. 191.
NECATİ BEY’İN DİL VE ÜSLUBUNDA TÜRKÇENİN YERİ
65
Tansel’in, onun kasidelerinde bile, birçok İran ve Türk şairinin tersine, methiyelere yer vermemiş ve külfetsiz bir ifade kullanmış olduğu; kasidelerindeki tasvirlerin dahi hayal mahsulü değil, bizzat şairin gözlemlerine dayanan tasvirler olduğu görüşlerine katılmamak mümkün değidir.3 Mesela aşağıda Nevruz Bayramını tasvir ettiği gazelinde onun bu gözlem ve tasvir gücünü görmek mümkündür:
Güzeller geldi bayrama beg olmış / Donanmış biribirinden yeg olmış
Güzeller gibi bayram ile nev-rūz / Bezenmiş bir birinden yegrek olmış
Güzeller gibi bayram ile nev-rūz / Semenler sebzede göñlekcek olmış
Güzeller èārıøından yandı lāle / Libāsı aña oddan göñlek olmış
Güzel sāúì yükin yitürdi òalúuñ / Yine ãāfì ile ãofì hek olmış
Güzeller yine ãūret virdi èışúa / Didüklerüñ Necātì gerçek olmış (G.254)
Necati Bey’de halk dili ve ruhu çok ileri düzeydedir. “Arpa” için kaside4 “katır” için mersiye,5 “kapluca” redifli gazel6 yazan Necati Bey, sevgilisini bir halk şairinden daha somut benzetmelerle tasvir eder:
Aġıza gelmiş ãulu şeftalūlar Bāġ-ı óüsnüñ çaġıdur ey gül-èiõār (G.99/4)
Yoúòisābındadur aġzuñla belüñ Anları öpmekde úocmaúda ne var (G.99/6)
Ne deñlü úara göñüllü ve ùaş baġırlu ise Úara bulutlar ile kūhsārı aġladalum (MŞSA.5/2)
Klasik Türk şiirinin kurucuları arasında sayılan Necati Bey’in en önemli özelliklerinden biri de özgün söyleyişidir. Bu söyleyişte Türkçe deyim ve atasözleri önemli bir yer tutar. Bir divan şairi olmasına karşın; kaside, kıt’a ve gazellerinde öyle deyim, atasözü ve söyleyişler var ki, bunların çoğunu bir halk şairinin dil ve üslubunda dahi bulamayız. Üstelik “Yalnız taş duvar olmaz.”, “parmağında oynatmak”, “ağzını aramak”, “baş üzere yeri olmak”… gibi nice atasözü ve deyimi hiçbir zorlama hissi uyandırmadan gayet tabii bir şekilde kullanabilmiştir.
Divan’ının halk arasında çok tutulması ve her yerde okunması boşuna değildir. Nitekim, Tansel’in de tespitleriyle7; Latifi’nin şiirlerinin anlaşılması 3 Fevziye Abdullah Tansel, “Necâti Bey”, İslâm Ansiklopedisi, Cilt 9, MEB Yayınları, Eskişehir 1997, s. 155. 4 Ali Nihad Tarlan, Necatî Beg Divanı, MEB Yayınları, İstanbul 1963, s. 92-94. 5 Tarlan, age., s. 97-98. 6 Tarlan, age., s. 434-435. 7 Fevziye Abdullah Tansel, age., s. 155.
AHMET GÜNŞEN
66
için Kastamonu’da kullanılan birçok kelime, deyim, yer adları ve âdetlerin bilinmesi gerektiğini yazması ve bunlardan bazısını izah etmesi; tarihçi Atâ’nın ondan seçtiği şiirlerin sonuna uş, tanlamak, can kesici gibi, kendi ifadesiyle, kaba Türkçe kelime ve deyimleri açıklayan bir lugatçe ekleme gereğini duyması bu sebepledir. Üstelik bu mahallilik yalnız dilde değil, teşbihlerinde, bilhassa kendi hayatından mülhem tabiat ve av sahnelerine ait tasvirleri ile atasözlerini kullanmasında da kendisini göstermektedir.
Halkın duyuş, düşünüş, zevk ve hayatını, hikmet ve dilini yansıtan söyleyişlerinin yanında, Necati Bey’i âdeta şuurlu bir Türkçeci olarak da görürüz. Gerçekten Divan’ında öyle mısra ve beyitleri vardır ki, içinde tek yabancı asıllı kelime bulamayız. Bu yönüyle o, rahatlıkla Türkî-i Basit akımının bir temsilcisi sayılabilir.
İşte bu bildiride Necati Bey Divan’ı taranarak, onun dil ve üslubunu klasik Türk şiirinde farklı kılan başta Türkçe deyim ve atasözleri olmak üzere, diğer halk ruhu ve dilini yansıtan farklı söyleyiş özellikleri çeşitli alt başlıklar hâlinde ortaya konulmaya çalışılacaktır.
1. Atasözleri/Darbımeseller “Atalarımızın, uzun denemelere dayanan yargılarını genel kural, bilgece
düşünce ya da öğüt olarak düsturlaştıran ve kalıplaşmış biçimleri bulunan kamuca benimsenmiş özsözler”8 olarak tanımlanan atasözleri; atalarımızın engin duyuş, düşünüş, bilgi ve tecrübelerini yüzyıllar ötesinden gelecek nesillere taşıyan eğitici sözlerdir de. Bu özellikleriyle toplum bilimi, ruh bilimi, ekonomi, felsefe, tarih, ahlak, foklor vb. birçok bilim dalınca da inceleme konusu olan millî değerlerimizdir.
Deyimlerle birlikte, atasözlerimiz, “özlü, kalıplaşmış ve hoşa giden bir anlatım aracı olma” gibi özellikleriyle, dil ve edebiyatın da konusu olur ve bu anlamda sözüne güç kazandırmak, anlatımını güzel, akıcı ve etkili kılmak isteyen her şair ve yazar eserinde atasözü ve deyimlerden bol bol yararlanır.
Ancak, bu kalıplaşmış özlü sözlerin bir bir manzume veya nesir parçası içinde yer alışı sırasında, edibin tasarrufuyla başta söz diziminde olmak üzere değişme veya bozulmalar görülür. Dolayısıyla, Aksoy’un da çok yerinde tespitiyle9, onları bu değişik biçimleriyle atasözü saymak doğru olmaz. Olsa olsa, asılları başka türlü olan atasözlerine bir işaret, bir telmih saymak yerinde olur.
8 Ömer Asım Aksoy, Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü, C 1, TDK Yayınları, Ankara 1984, s. 36. 9 Aksoy, age., s. 34.
NECATİ BEY’İN DİL VE ÜSLUBUNDA TÜRKÇENİN YERİ
67
İşte gerek anlam gerek söyleyiş özellikleri dolayısıyla her çağda bilim ve sanat adamlarının ilgisini çekmiş olan atasözleri, edebiyatın da konusu olmuş, birçok halk ve divan şairince bu halk hazinesinden bolca yararlanılmıştır.
“Şiirde atasözleri kullanma işi, bir çığır halinde olmak üzere XI. Asırda mesnevî şekliyle yazılan Kutadgu Bilig ve yakın bir ihtimal ile XII. asır mahsullerinden olan Aybetü’l-Hakayık adlı manzum siyasetnamelerle başlamış, XIII-XIV. asırlar arasında yetişen Gülşehrîler, yine mesnevî tarzında kaleme aldıkları eserlerinde bu çığırı daha önemli bir tarzda ve âdeta edebî bir sanat halinde işleyip genişleterek divan yoluna bağlamaya muvaffak olmuşlardır. XV. ve XVI. Asır şairlerinden Safî, Visalî, Ahmet Paşa, Zatî, Necatî… gibi yüksek simalar tarafından divan edebiyatının her nev’ine, bilhassa gazel ve kaside kısımlarına sokulmuş olan bu irad-ı mesel cereyanı, daha sonra yetişen birçok şairlerin de himmetiyle yavaş yavaş kök salıp gelişmeye başlamış ve bu yolun başlıca muakkip ve mümessillerinden Nabî, Sabit ve Ragıp Paşa gibi kudretli şahsiyetler tarafından ele alınarak, Sünbülzade Vehbî’nin Lütfiye’sinde:
Fenn-i emsâle edersen himmet Gelir inşa-yi kelâma kuvvet
Beytiyle işaret ettiği üzere, bir fen halinde inceden inceye işlenmek suretiyle tam kemalini bulmuştur.”10
Şiirde atasözlerini kullanma ve onlardan bir anlatım aracı olarak yararlanma konusunda, yukarıda adı geçen şairler içinde, Necati Bey’in ayrı bir yeri ve önemi vardır.
Necati, çağdaşı ve iyi dostu Sehi Bey’e göre; gazel tarzında güzel ve darbımesel yolunda herkesin rağbetini kazanmış bir şair olarak nitelenirken; Âşık Çelebi’ye göre ise, bütün Rum/Anadolu şairlerinin ilk ve en büyük üstadı sayılan Necâtî’nin her beyti darbımeseli andırır ve mana doludur, dolayısıyla şiirleri dillerde darbımeseldir.11
Necati’yi en iyi tanıtan ve takdir eden tezkire yazarı olarak nitelenen Latifi’ye göre ise, insana ruh veren parlak şiirleriyle Rum şairlerinin yüzü suyu ve sözün ruhunu bulan ilk şair olan Necati, Rum’da Safi, yani Sultan Bayezid vezirlerinden Kasım Paşa ile başlamış olan darbımesel söylemek, ancak Necati Bey’de kemale erişmiş; ustaca ve ince nükteli şiir söylemek tarzı onda tamamlanmıştır. Künhü’l-Ahbar müellifi Gelibolulu Mustafa
10 Dehri Dilçin, Edebiyatımızda Atasözleri, TDK Yayınları, Ankara 2000, s. XXX. 11 Tarlan, age., s. XXV.
AHMET GÜNŞEN
68
Âli’ye göre de, şairlerin piri ve önderi, beliğlerin emsalsiz, muhterem beyi olan Necati, darbımesel söyleyenlerin ünlü reisiydi.12
Tezkireci, edebiyat tarihçisi ve klasik şiir eleştirmenlerinin bu konuda söylediklerine katılmamak mümkün değildir. Gerçekten de Necati Bey’in, taradığımız Divan’ında yüzlerce deyimle birlikte atasözleri de çok önemli bir yer tutmakta, âdeta onun şiirinin ayrılmaz bir parçası olmaktadır. Denilebilir ki, Necati, atasözleri ve bu arada deyimlerin bir anlatım aracı olarak özlü anlamı, kulağa hoş gelen güzel söyleyişinden sınırsızca yararlanmış, böylece şiir dilini halk dili ve zevkine oldukça yaklaştırmış bir şairdir.
Nitekim, şiirlerinde atasözü ve deyimlere yer veren belli başlı şairlerin içinde, Yunus Emre ile birlikte Necati Bey’in ilk iki isim olarak anılması boşuna değildir. Eyüboğlu’nun tespitlerine göre, Yunus Emre’nin her yüz beytinden kırk ikisinde bir deyim bulunurken, Necati Bey’in şiirinde bu oran yüzde yirmi altıdır.13
Şiirinde atasözleri ve deyimlere yer vermek, Necati’nin dil ve üslubunun en belirgin yanını oluşturur. Gerek lirik gerekse hakimane tarzda söylediği şiirlerini atasözü ve deyimlerle süslemiş olan Necati, böylece söyleyeceklerini hem daha rahat açıklayıp daha inandırıcı hâle getirmiş hem de okuyucusunu kısa yoldan ve etkili bir şekilde uyarmayı başarmıştır.14
Necati, beyitlerinde atasözlerine ya “meseldür”, “meseldürür”, “darbı meseldür, “… dirler”, “bilirsin” sözleriyle ya da herhangi bir işaret vermeden doğrudan doğruya yer verir ki, ikinci biçimde atasözü veya atasözü değerindeki ifadelerin tespiti zorlaşmaktadır. Yine Necati, söz konusu atasözleri, çok zaman, olduğu gibi değil de, kısmen değiştirerek beyitlere serpiştirmiş, yani atasözlerini az çok değişikliğe uğratmış, asıl atasözüne işaret etmiştir.
Tespitlerimize göre, Necati Bey Divanı’nda böyle beyitlere serpiştirilmiş durumda seksen civarında atasözü veya atasözü değerinde ifade mevuttur. Ancak biz bunların hepsini sıralamak yerine, dil ve üslubunda atasözlerinin yeri ve önemini ortaya koymaya yetecek sınırlı örnekle yetineceğiz.15
Yazılmaz her kişinüñ úīl ü úāli / Peçe ùutunmaz olmayan cemāli (M.5/20) 12 Tarlan, age., s. XXXVI, XXVII. 13 Kemal EYÜBOĞLU, On Üçüncü Yüzyıldan Günümüze Kadar Şiirde ve Halk Dilinde Atasözleri ve Deyimler, C 2, Doğan Kardeş Matbaacılık Sanayi A. Ş. Yayınları, İstanbul 1975, s. X. 14 Şentürk-Kartal, age., s. 191. 15 Necati Bey’in dil ve üslubunu ortaya koymayı amaçlayan bu çalışmada, örnek olarak verilen bütün malzeme Ali Nihad Tarlan tarafından hazırlanan Necatî Beg Divanı (MEB Yayınları, İstanbul 1963) adlı çalışmasından alınmıştır.
NECATİ BEY’İN DİL VE ÜSLUBUNDA TÜRKÇENİN YERİ
69
Úula sorma cefāyi ġayrıya ãor / uzun gice belāsın ãayruya ãor (N.1/8)
Dime Óaúúuñúulı insān úulıdur / Ne insān belki hep iósān úulıdur (N.1/11)
Raşad ehli olanlar böyle dirler / Ki alçaúdan görinür yuca yirler (N. 1/17)
Naúşına aldanma dünyānuñ ãaúın / Virmek iledür cihānuñ zìveri (N. 6/1)
Bìdār oluñ ki derde irişür devā seóer / èĀdetdür açılur der-i dārüşşifā seóer (K.9/1)
Kimse luùf-ı ezelìóükmini taġyìr idemez / Bu cihāndur kimine emek ü kimine yemek (K.12/22)
Neye dirlerdi kim olmaz yaluñuz ùaş dìvār / Fitne Yeécūcına ey sedd-i Skender òātem (K.19/3)
El elden üstün olduġın işitse dōstum / Bitürmez idi sebzede bir cūybār sevr (K.21/17)
Ölen ardınca ölmiş yoú Necātì / Úatır gitdi Òudā ãaúlasın atı (ME.18)
Meåeldürür bu ki göz görmese yüz utanmaz / Necātìyā ne èaceb nergis ola ger gütāò (G.44/7)
Yüzine göredür sözi raúìbüñ / Yüzi ekşinüñ olur sözleri serd (G.46/2)
Yüzüme baú gözüñi aç ġurūr-ı salùānatdan geç / Nice begler uyutmışdur cihān efsānedür dirler (G. 61/4)
İncinürse ne èaceb zülf-i ãanemden ãōfì / Gökdeki úara bulut bilmeze yükdür dirler (G.72/5)
Göñlüme zülfi ġamı güç gelür ögrenmemegin / Bu meåeldür ki bulut bilmeze yükdür dirler (G.111/5)*
Aġyār ile dirilmez isem ölme (ölüme) óāøıram / Şükr-i Òudā ki her maraøuñ bir devāsı var (G.131/6)
Bu meåeldür dostum ãaġ baş yaãduġ istemez / Bir zevāli varúapuñ òorşìd-i òāver yaãdanur (G.150/6)
Kendüyi taèrìf idermiş müşg-i ter / Öksüz oġlan göbegin kendü keser (G.164/1)
Dirler ki yār ile ãatu bāzār eylemeñ / Vallāhi baña yār ile bāzār òoş gelür (G.166/4)
Göñlüme gāh nestren ü geh semen gelür / Dervìş ölüsine nice yerden kefen gelür (G.170/1)
Seng-i cefā-yı yazmaz urur çarò-ı bì-vefā / Ben muèteúid aña ki başa yazılan gelür (G.170/5)
* Son iki beyitte olduğu gibi, bazı atasözleri farklı yerlerde tekrarlanmıştır.
AHMET GÜNŞEN
70
Necātì ser-òoş olur zāhid olımaz yārān / Meåeldürür ki ere bir hüner yiter dirler (G.190/6)
Sìneme seng-i cefā ur kim maóabbet arturur / Dostum êarb-ı meåeldür loúma şefúat arturur (G.208/1)
Dil sevinür yanaġuñda òaù ı òoş-bū olıcaú / Uġrınuñ güni doġar ay úarañu olıcaú (G.278/1)
Söze uymaz diyu siz baña delü dimeñ kim / İşini ġayra inanmaz kişi uãlu olıcaú (G.278/7)
Bunca yıldur tìr-i āhı düşmen içün ãaúlaram / Kim dimişler dōstum biñ yıl yaraú bir gün gerek (G.316/11)
Kūyuña varub raúìb ölmek dilermiş dōstum / Ne doñuz úurbān olur ne cennete girer eşek (G.327/4)
Ol günden irse tìr-i ġam olma dilā melūl / Gökden ne yaġdı kim anı yir itmedi úabūl (G.329/1)
Dil-dāra senden olur ise buèd-i maşrıúayn / Saèy it göñül ki èāşıúa Baġdād ıraú degül (G.335/2)
Eşcār egerçi her varaúı bir kitābdur / İdrāki olmayana cihān bir varaú degül (G.335/3)
Yalñuzluú bir Allāha yaraşur / Göñül sen girye ile ah ile ol (G.341/2)
Uñmaduġından bilüñ oldı Necātì pìşegār / äanèat ögrenmek eger maúãūd ise üstāda gel (G.344/6)
Kesme bir sürçen atuñ ayaġını ey şeh-süvār / Bì-edeb çoúãuç ider şāhuñ óuøūrında nedìm (G.352/ 4)
Òālüñ cefāyı òūşe-i zülfüñden ögrenür / Üzüme göre úararur ey bì-vefā üzüm (G.360/5)
Ölüm işi Óaú işidür andan kim incinür / Yārı Necātì ġayr ile görmekdürür ölüm (G.360/7)
Necātì cenneti zāhid ögüb göklere çıúarsa / Yirini bekleyen yiger meåeldür mā-teúaddemden (G.403/7)
Ādem olmazmış Necātìkişi gögçek ùon ile / Rengi òūb olmaú gidermezmiş zaèafrān acısın (G.420/7)
Necātì ġamzesinden iste úaşın / Bulunmaz egri ùutulmazsa ùoġru (G.441/9)
Ey Yūsuf-ı gül-çehre meåeldür atalardan / Kim düşman içün úuyu úazan úaza boyınca (G.475/2)
Unuduldı saña cānlar virdügüm yād olmadı / Gerçi dirler dōstum varın viren yad olmadı (G.565/1)
NECATİ BEY’İN DİL VE ÜSLUBUNDA TÜRKÇENİN YERİ
71
Sen ùurub ãōfì yüzüñ ekşitdügǖnden kime ne / Acıdur bì-çāre yavuz sirke kendi úabını (G.632/6)
Erteye úalan belādan gerçi dirler úorúu yoú / Āfet-i cāndur úomaz bir çeşmi fettān erteye (G.641/2)
Bu günüm yarına úalsun diyene èāúil dime / èĀúil oldur kim úomaz dünyāda nān erteye (G.641/3)
Emìn ol göñül hicrāndan iñen / Bilürsen dōst olmaz eski düşmen (G.385/1)
Birazçıú yi birazcıú daòi ãaúla / Birazçıú daòi vir Tañrı yolına (Kt.-76/4)
Arı ad altında ölmek devlet-i sermeddürür / Atam anam ölmez oġul ister iseñ addur (G.120/2)
Hep Karaman bahşişidir rûzgârın verdiği / Hâzır ol ki âkıbet verdiğini devran alır (G.55/6)
2. Deyimler Aksoy’a göre, bir kavramı belirtmek için bulunmuş özel bir anlatım kalıbı
olan deyimler, çekici bir anlatım kılığı taşıyan ve çoğunun gerçek anlamlarından ayrı bir anlamı bulunan kalıplaşmış sözcük topluluklarıdır.16
Atasözleri gibi deyimler de bir toplumun ortak malı olan kalıplaşmış ve çok zaman mecaz başta olmak üzere sanatlı ve özlü sözleridir.
Halkın günlük hayatta sıkça kullandığı bu güzel ve etkili anlatım unsurlarına, başta halk şairlerinin olmak üzere, şairler de şiirlerinde anlatım gücünü artırmak, akıcılığı sağlamak vb. amaçlarla sıkça başvururlar. Bir yerde şairlerin halkın duyuş ve düşünüşüne, zevk ve diline yaklaşma çabası olarak nitelendirilebeilecek olan bu tutum, klasik Türk şiiri içinde belli başlı şairlerle birlikte, Necati Bey’in dil ve üslubunun da ayrılmaz bir parçası konumundadır. Taradığımız Divan’ı, bu anlamda deyim hazinesi dense, mübalağalı bir anlatım olmayacaktır. Bu deyimlerin birçoğunun bugün de yaygın olarak kullanılan deyimler oluşu ayrıca ilgi çekicidir. Biz burada Necati Bey şiirinin dil ve üslubunun bu yönü hakkında bir fikir verebilmek için bir deyim demeti sunmakla yetineceğiz.
Ağız aramak: Meclisde sāġar almaġa lāèlüñ òaberlerin / Nāzüglig ile aġzumuz araròaber
sezer (G.211/2)
Ağzının suyu akmak: Selsebìl-i suòanüm böyle revān görür ise / Aúub aġzı ãuyı taósìn ide Selmān ü
Kemāl (K.16/40)
16 Aksoy, age, s. 49.
AHMET GÜNŞEN
72
Ağzı var, dili yok: Egerçi tìr-i ciger-dūzuñ aġzı var dili yoú / èAceb budur kim olur cümleten zebān
òançer (K.7/8)
Ant içmek, başı ağrımak: And içerse başı aġrımaya mihrüñ õerrece / Kim úamer sen pādişāhuñ
bendesidür kem-terìn (K.20/23)
Arada su sızmamak: äıú dōst olmışuz ki ãu ãızmaz aramuza / Düşman olalı ol òaùù-ı èanber-fişāna tìġ
(K.11/54)
Ayağa düşmek: Cevr-i devr-i felek-i dūn ile düşdüm ayaġa / Elden al ey Şeh-i èādil beni zinhār
dilek (K.12/8)
Ayaklarına kara sular inmek: Reh-i òıdmetde şol deñlü ùurur kim / İner ayaúlarına úara ãular (K.10/12) Ayakların baş, başaların ayak olması: Başa çıúmayınca sāúì bir nice ùolu ayaġ / Ey nice başlar ayaġ olub ayaú
baş olmadı (G.608/5)
Bağrına taş basmak, kan yutmak: Úan yut cefā-yı dehr ile baġruña ùaş baã / Aġzından ey dil ister iseñ lāèl-veş
niãāb (K.3/43)
Baş eğmek: Kimseye baş egmeyübãalınduġuñçün nāz ile / Āferìn ey serv-i sìm-endām dilber
āferìn (K.20/21)
Baştan çıkarmak: èAúlumesāsın eyledi fikr-i lebüñ òarāb / Başdan çıúardı āòır o bì-çāreyi şarāb
(K.3/38)
Baş üstünde yeri var: Çìn ü Òıùāya ger vara tevúìè-i nāfiõüñ / Baş üzre yiri var niteküm zülf-i tāb-dār
(K.8/29) Eyle redd aġyārı kim dillerde maúbūl olasın / Başlar üzre yiri vardur itse terk-i
òār gül (K.15/14)
Bel bağlamak: Úul oldı işiginde salāùìn-i nām-dār / Bel baġlayalıòıdmet-i Şāh-ı cihāna tìġ
(K.11/19)
Can vermek: BilseÃidi demüñ mürdeleri itdügin ióyā / Cān vire idi irmek içün bu deme èÎsā
(K.1/1)
NECATİ BEY’İN DİL VE ÜSLUBUNDA TÜRKÇENİN YERİ
73
Ciğer ezmek: Göz yaşı ile anca cigerler ezdüm / Şevú ile nice nice ġazeller yazdum
Dile düşmek: Úati düşmiş idi òalúuñ diline / İrişmişdi anuñçün menziline (ME.14)
Dil uzatmak: Òōrşìd-i āsumān gibi baş üzre yiri var / Dil uzadursaùañ mı fülān bin fülāna tìġ
(K.11/11) Ben nice èāciz olmayayın kim dil uzadub / Vaãfuñ ne òāme şeró idebilür Şehā ne
tìġ (K.11/58)
Ekmeğini/Rızkını taştan çıkarmak: Göñlüñi nerm idegör óüsni bahārı geçmeden / Ey Necātì lāle gibi rızúuñı ùaşdan
çıúar (G.197/6)
El oyununu oynamak: İcāzet virmese èadlüñ bahārı bād-ı ãubó ile / El oynın oynamaġa cānı yoúdur
serv-i bōstānuñ (K.13/23)
El üstünde tutmak, başa çıkmak: Öykündi çünki lāèlüñe úalsun ayaúda mey / El üzre ùutma yirini bilmez başa
çıúar (G.78/4)
El vermek: Devr el virmiş iken yürüt ayaġı sāúì / Baş açuú nūş idelüm nām ile nengi ãuya
ãal (K.16/11)
El yıkamak/yumak: Gördüm yüzüñi dìde-i giryāndan el yudum / äu gibi ġöñlüm aúdı revān andan el
yudum (G.371/1)
Gönül eğlemek: Derdā ki bir nigār ile göñlümüz eglemez / Bu çarò-ı bì-emān ü cefā-gār ü pür-
şitāb (K.3/44)
Gönül yıkmak: Úoyub bülend işigüñi gerdūna dönmezem / Himmet úapusın aç ve göñül yıúıġını
yap (K.3/34)
Göz açtırmamak: Geh boġazın alur ele geh beline girür / Göz açdurur mı degme cihān-pehlevāna
tìġ (K.-11, 25, 50)
Göz süzmek: äaçuñı çöz ki zırıh adın añmaya Dāvūd / Gözüñi süz ki ùaúınmaya Erdevān
òançer (K.7/2)
Hoş görmek: Óamdullaha el virübdür rūzigār / Eldekini òoş görelüm gel beri (N.6/2)
AHMET GÜNŞEN
74
İşi bitmek: Kām-gārā úamu òaãmuñ işi bitsün dir iseñ / Saña inkār idenüñ kimini biç ü
kimin ek (K.12/20)
Kana susamak: Úanına ãusar Necātì lāèl-i yāra bilmiş ol / Ġamzesinden òavf úılmayub şu kim
ibrām ider (G.209/5)
Kan dökmek: Yüzüñ göster de úanum dök nice zerd ü nizār itmek / Çün olmaz ey kemān-ebrū
hilāli èìd-i úurbānuñ (K.13/6)
Kan yutmak: Ben úan yudaram ġamzeñ içer úanumı gūyā / Bir úan yalaşur iki úarındaşlaruz
biz (G.232/6)
Karalar giymek: Yaraşduġın bilüp geymiş úaralar / Cemâli Çìn ü Māçìni aralar (M. 5/11) Úara geyer şeb-i mièrāc ü Ó aøret-i Kaèbe / Miåāl-i mürşid-i kāmil muóaããıl-ül-
āmāl (KNR.18)
Karaman bahşişi17: Hep Úaraman bahşişidür rūzigāruñ virdügi / Óāøır ol kim virdügin senden girü
devrān alur (G.55/6) Dimişdi öldürem seni feraó ol tìġ-ı òışmumla / Dirìġā èahdine ùurmaz ãanasın
Úaramanludur (G.69/4) äaña úalur ãanma ãaúın kim bu devrān baòşişi / Hep Úaraman baòşişidür hep
Úaraman baòşişi (G.605/1)
Karanlıkta göz kırmak: Duyaruz bir kişi úarañuda göz úırpduġını / Bilürüz leblerüñe Çeşme-i Óayvān
ezilür (G.199/4)
Kıyameti koparmak: Geldi bir ayaġ üstine biñ serv çemende / Beñzer ki úıyāmet úoparur ol úad-i
raènā (K.1/3)
17 A. Talât Onay, Veled Çelebi’ye ait bir dergiden naklen; “Şâir Karamanlı Nizâmî, bir gece Karamanoğlu Mehmed Bey’in işret meclisinde bulunur ve bey hakkında yazdığı kasîdeyi okur. Mehmed Bey câize olmak üzere ‘Falan filan köylerin mahsûlünü bağışladım, yarın hatırlat, fermanını vereyim!’ der. Sabah olunca Nizâmî huzura girer, vaadini hatırlatır. Mehmed Bey, ‘Ben, akşam aklım başımda olmayarak, sarhoşlukla bir halt etmişim.” deyince, şâir: ‘Şahım asıl haltı şimdi ettiniz.’ cevabını verir.” fıkrayı naklettikten sonra; “Karamanoğlu gibi akşam verdiğini sabah alır.” sözü ile “Karamanın koyunu, sonra çıkar oyunu.” meselinin hep bu olayla ilgili olarak söylendiğini hatırlatır. (Ahmet Talât Onay, Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar ve İzahı, (hzl.: Cemal Kurnaz), Akçağ Yayınları, Ankara 2000, s. 282).
İşte birçok divan şairinin kullandığı ve “sözünde durmamayı ifade eden “Karaman bahşisi” deyimini Necati Bey de kullanmıştır. Divan’ında bu konuyla ilgili üç beyit vardır.
NECATİ BEY’İN DİL VE ÜSLUBUNDA TÜRKÇENİN YERİ
75
Kulak tutmak: Gūş it fiġānum ey gül-i òandān ki yaraşur / Gül-zār-ı der-gehüñde Necātì gibi
hezār (K.8/38)
Parmağında oynatmak: Devletüñ oynada bir parmaġı üzere feleki / Nitekim dest-i ġınā ile ulular òātem
(K.19/16)
Selam verme(me)k: Anuñ için kimseye virmez selām ol nāzenìn / Lebleri nāzügdürür zaómet virür
dendān-ı sìn (K.20/20)
Suya götürüp susuz getirmek: Çoú başlu dirilmesün ol zülf kim anı / äuyaÃilte ãusuz getüreòāl-i ruò-i zìbā
(K.1/ 6)
Tövbeye yemin düşmemek: Daèvì-i zühd itme ãōfì nev-bahār eyyāmıdur / Çünki şāhid oldı gülşen tevbeye
düşmez yemìn (K.20/18)
Yediğim beni yer: Bezm-i èışúuñda benüm ġuããa vu ġamdur yidügüm / Şemè gibi bir odum var ki
yidügüm beni yer (G.200/5)
Yerini dar etmek: Senüñ destūr olduġuñ bu gün İskender-i Rūma / èAcem Dārāları gibi yerin dar
itdi Dārānuñ (K.13/33)
Yoluna, yumuşuna yelmek: Baña düşen bu ki yilem yoluña yumuşuña / Gerekse cennete gönder gerek
cehenneme ãal (KNR. 58)
Yüz bulmak: Görseñ ne sìm-berleri èuryān idüb úocar / Ùapuñda yüz bulalıdanāyìne-vār
āb(K.5/16)
Yüz düşürmek: Günāh yükleri baãdı yüzin düşübdürürin / Şefāèat eyle úayırmaz kemìnenüñ eli
al (KNR.52)
Yüz sürmek: Yüzini naèleynine sürdi úamer / Var daòi yüzinde tozından eåer (M.2/2) Dünyā içinde Bāġ-ı İrem görmek isteyen / Sürsün yüzin mezārına ol yuca
Óaôretüñ (Kt.3/13) Gün zer döküb yoluña sürer yüz işigüñe / Diler ki ide der-geh-i èulyāña intisāb
(K.3/29)
Yüzüne vurmak: Cūduñ işidüb gördi gider kendüden āòır / Urur yüzine dest-i seóāb ile ãu deryā
(K.1/26)
AHMET GÜNŞEN
76
Yüzünü kızartmak: Yāúūt olur saòt ü úurur úanı èaúìküñ / Yüzini úızardub çün ala būseñi ãahbā
(K.1/8)
Yüzünü yere çalmak: Eriyüp yerlere geçse yiridür òacletden / Berf kim òār idüben yüzini depdi yere il
(K.14/5)
Yüz vermek: Zülfüñ nice yollar baãa ey çeşmi óarāmì / Şimden gerü yüz virme gel ol kāfire
zìrā (K.1/11)
3. Kalıp Sözler Kalıp sözler veya ilişki sözleri, bir toplumun bireyleri arasındaki ilişkiler
sırasında kullanılması âdet olan birtakım sözlerdir ki, bir toplumun kültürünün ayrılmaz bir parçası sayılırlar.18 Bunlar, tıpkı deyimler ve atasözleri gibi bir dili konuşan toplumun kültürüne ışık tutmakta, onun inançlarını, insan ilişkilerindeki ayrıntıları, gelenek ve göreneklerini yansıtmaktadır. İlişki sözleri açısından Türkçenin zenginliği dikkati çekecek ölçüdedir.19
Türklerin ve Türkçenin inceliğini de gösteren bu kalıp sözleri Necati Bey’in Divan’ında da buluyoruz ki, bu, onun şiirinin anlam ve söyleyiş güzelliğinin bir başka göstergesidir.
Her ne òıdmet dir iseñ tìġüñe baş üstine dir / Rūşen oldı bu kiÃolur bende-i hindū muúbil (K.14/27)
Ey òāùır-ı āşüfte şol iki gözüm aydın / Cān gibi göñül şehrine gelmiş gözüñ aydın (G.382/1)
Gün yüzine māh öykünürmiş / Eyü ya Necātìgözün aydın (G.404/5) Çün tāc-ı şeref oldı ve iksìr-i saèādet / Òāk-i úademüñ èizzeti başum yüzüm üzre
(G.487/8) Geh kemend-i zülfüñi ãal gāh tìġ-ı ġamzeñi / Her ne óükmüñ var ise baş üstine
cān üstine (G.535/2) Her ġazel kim naôm olur ol göz ile úaş üstine / Şevú ile erbāb-ı maènì götürür
baş üstüne (G.550/1) İşim Allāha úalubdur benüm ey tāze bahār / Bu deme irecegüm bir daòi Allāh
bilür (G.64/8)
18 Doğan Aksan, Türkçenin Sözvarlığı, Engin Yayınları, Ankara 1996, s. 34. 19 Aksan, age., s. 190.
NECATİ BEY’İN DİL VE ÜSLUBUNDA TÜRKÇENİN YERİ
77
4. İkilemeler Türkçenin önemli bir zenginliğini ifade eden ikilemeler, Türkçenin en
eski dönemlerinden beri yaygın olarak kullanılmakta; gerek yapı gerekse sözcük türlerinin kullanımı bakımından çok zengin örneklerle çok güçlü bir anlatım sağlamaktadır.20 Dünya dillerinin pek azında görülen bu dil zenginliğinin örneklerine, konuşma veya halk diline yaklaşan bir üslup özelliği olarak Necati Bey’in Divan’ında sık sık rastlamaktayız.
Hilāl olursa muòālif işigine getürür / Kemend-i şaèşaèa ile keşān keşānòançer (K.7/12)
Dürlü dürlü derde uġradan beni / Úalb-i māyil çeşm-i şāhid-bāzdur (G.88/2) Çaròuñ güneş egerçi ki görki güvencidür / Kūyuñda úapu úapu gezer bir
dilencidür (G.89/1) Çekdükce úara saçlar úulac úulac sünerler / Ol iki ejdehālar bir gün baña
ãunarlar (G.92/1)
Dil yineÃol şūh-ı cihān üstine dir dir ditrer / Dil nedür kevn ü mekān üstine dir dir ditrer G.115/1)
Ayaġı ùopraġına cān ü başı terk itmek / Ben ey göñül saña biñ biñ didüm ki bir bir olur (G.169/6)
Allāh Allāh nice ruòsār olur Allāh nice zülf / Kim görübdür kim ola devr-i úamer èömr-i dırāz (G.235/ 6)
Óalúa óalúa şeh-per-i ùāvūs gibi ãaçlaruñ / Muãóaf-ı óüsnüñ kitābın ser-be-ser zeyn eylemiş (G.252/5)
Úolların dāġ eylemiş yer yer Necatì derd-mend / Belüñe ey sìm-ber yaènì kemer zeyn eylemiş (G.252/7)
Kūyumuz nāle ile doldurdı / Vayli vayli abu abu didiler (Kt.30/2) Yaraşdı boynuña altunlu yaúa / Úamaşdı gözlerümüz baúa baúa (Kt.72/1) äatsın ãabā ayaġı tozını direm direm / Çün úaùre úaùre üstine küvler düşer
yaşum (G.373/5) Görse güneş işigüñi yirine gökine / Gögerde māh gögsini dögine dögine
(G.529/1) Ölürin derd ü ġamuñı virmezin nā-ehle ben / Şimdi mi oldı begüm yoldaş yoldaş
üstine (G.550/2) Sebzeyi yabanda mı buldı ãanursuz rūzigār / Çekmedin òamsìn içinde nice nice
erbaèìn (K.20/8)
5. Halk Hayatı ve Halk Kültürüne (Folklor) Ait Unsurlar Necati Bey’in şiirlerinde halk kültürü unsurlarının da önemli bir yeri
olduğu görülür. Bu, onun halk hayatından, halkın duyuş, düşünüş ve 20 Aksan, age., s. 160.
AHMET GÜNŞEN
78
yaşayışından uzak olmadığının en güzel delili olsa gerek. Nitekim “saçı saçmak” tan, “yüzük oyunu”na kadar birçok uygulamanın yanında, halk inançlarına kadar birçok halk kültürü/folklor unsurunu onun şiirlerinde bulmak mümkündür:
5.1. Saçu Saçmak Tā kim varub dügün güni ãaçuùarìúiÃile / Şāhuñ ayaġı ùopraġına eyleye niåār
(K.6/36)
5.2. Yüzük Oyunu Òaù u òalüñle yüzük gizleme oynar dehenüñ / Úızarur leblerüñ andan bulunısar
òātem (K.19/32)
5.3. Halk Takvimi Sebzeyi yabanda mı buldı ãanursuz rūzigār / Çekmedin òamsìn içinde nice nice
erbaèìn (K.20/8)
5.4. El Öpmek Úoma elden hüneri kim ãaġ el olur öpülen / äol ele gerçi virür zìnet ü zìver
òātem (K.19/44)
5.5. Ramazanda Tatlı Yemek Óasret eyyāmında nola ārzū itsem lebüñ / Ùatlu yinür ey yüzi bayram çün ola
oruç (G.40/3)
5.6. Halk İnancı Necati Bey’in İslami inanç unsurları yanında, birçok batıl inancı da
şiirlerine taşıdığını görmekteyiz: Daèvì-i zühd itme ãōfì nev-bahār eyyāmıdur / Çünki şāhid oldı gülşen tevbeye
düşmez yemìn (K.20/18) Yār óüsnin õikr iderken cenneti añmaz göñül / Söylemez dünyā sözin şol kimse
kim Úur’ān oúur (G.196/3) Bì-niúāb olma óabìbüm görmesün yüzüñ raúìb / Muãóaf açuú olıcaú dirler anı
şeyùān okur (G.196/5) Aldı ãofìnüñ úarārın gösterüb yüzüñ raúìb / äan ki şeyùān òastaya ãu gösterüb
ìmān alur (G.202/3) Kūyuña varub raúìb ölmek dilermiş dōstum / Ne doñuz úurbān olur ne cennete
girer eşek (G.327/4) Òayāli serv-i úaddüñüñ dile gelmedi òaylıdan / Ayaġına ãu dökmelü olubdur
çeşm-i pür-nemden (G.392/5) Cüdā olmadı sìneñden Necātì nefs-i emmāre / Bu rūşen oldı kim kāfir ebed
çıúmaz cehennemden (G.392/7) Göricek yāruñ elde oú u yasın / Benüm çün òāce başla oúu Yā-Sìn (G.419/1) Hicrān esìri sinine sög ùurma dōstum / Vācib degül mi òayr ile añmaú ölenleri
(G.638/2)
NECATİ BEY’İN DİL VE ÜSLUBUNDA TÜRKÇENİN YERİ
79
Māla maġrūr olma ey òāce ki bu dünyā diyen / Sencileyin nice bayúuş uçuran vìrānedür (G.60/4)
äunılur ãola sāġar ãaġa tevbe / Belì her bir ilüñ bir èādeti var (G.86/5) Göñül èışú odına yanar gözüm dir / NecātìÙañrı ãaúlasun beterden (G.397/8)
5.7. Halk Hayatına Dair Gözlemler Yukarıda da belirttiğimiz gibi, halk hayatı ve buna ait unsurların Necati
Bey’in şiirinde önemli bir yer işgal ettiği görülür. Aşağıdaki beyitlerde bunların bir kısmını görmek mümkündür:
Māder-i dehr yine ùıfl-ı mehüñ parmaġını / Rūz-ı èìd irdi diyü eyledi óınna ile al (K.16/6)
Beni senden ãovutmaġa sevādın ekşidür bì-gümān āteş / Bilür kim sirke ile yig söyünür bì-gümān āteş (G.250/6)
Ben gedā bir kimsenüñ yatur itin úaldurmadum / Yār işiginde olan aġyāra neÃitdüm neÃeyledüm (G.377/2)
Ben gedā bir kimsenüñ yatur itin úaldurmadum / Yār işiginde olan aġyāra neÃitdüm neyleyin (G.426/2)
Laèlüñe nice beñzedeyin şol güheri kim / İpin sürüyüb yürüye bāzār arasında (G.447/4)
Kemālin buldı ol óüsn āfitābı / Ayuñ on dördi gibi on beşinde (G.497/2) Çü göñlüm aldı ãaçuñ būse vir ki èādetdür / Teberrükin alıcaú nesne virme
dervìşe (G.507/5) Lāèlüñe nice beñzedeyin şol güheri kim / İpin sürüyüb yürüye bāzār arasında
(G.447/4) Fürúat gözümüñ acı yaşın ırmaġ idübdür / äu sızmaz iken benüm ile yār
arasında (G.447/5) Ey sōóbet eyledüm diyen ol dil-sitān ile / Yalanı şöyle söyle ki bir az inanıla
(G.448/1) Oġlan oyuncaġına döndi Necātìèışú-ı pāk / Yoòsa saña böyle mi taèlìm ider
pìrüñ senüñ (G.314/8)
5.8. Ahilik Geleneği 13. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar Anadolu ve Balkan coğrafyasında Türk
iktisadi hayatına hâkim olan Ahilik teşkilatına ait unsurların Necati Bey’in şiirlerinde yer almış olması da ilginç bir veridir. Esnaf teşkilatı mensupları belli gün ve gecelerde bir araya gelip masraflarını da paylaştıkları yemekli eğlenceler tertip ederler ki, Anadolu insanı ve esnafı arasında hâlâ benzer
AHMET GÜNŞEN
80
uygulamaları yaşatılan bu ortak yemeğin adı “harîfâne”dir.21 Bugün Anadolu ağızlarında ferfene, ferfele, herfene vb. adlarla yaşayan bu toplu yemek ve eğlence geleneğinden Necati Bey’in de şiirlerinde de söz edilmektedir:
Senden baña bir būse ve benden saña bir cān / èAyş eyleyelüm kiÃoldı óarìfāne berāber (G.62/4)
5.9. Abdallar Halk hayatını iyi gözleyen Necati Bey’in şiirlerinde Anadolu Abdalları da
yerlerini alır: Meyl itse òaddi- yāra cān ü göñül baña ne / Bir iki çıplaúabdāl od buldılar
çönerler (G.92/5) Gel ey pìr-i muġān billāh ne bì-óad luùfdur bu kim / Eli boş olanabdāluñ müdām
ayaġı ùoludur (G.191/4) Ehl-i èışú oldı Necātì olımaz èaúla muùìè / Hìç mecõūb olanabdāl ide mi òıdmet-i
pìr (G.200/8) Şāhid-i islām ise ãōfì bu tāc ü ùaylesān / Baş açuú abdālıyuzbirdür bizüm
iúrārumuz (G.241/4) Yāra diñ bì-çāreler óaúúında tedbìr eylesün / Baş açuú abdālıyuz tedbìr-i zincir
eylesün (G.425/1)
6. Nükteli Söyleyiş Söz ustası Necati Bey’in şiirinde nükteli söyleyişleri de az değildir: Ben üzümüñ ãuyın severem sōfì dānesin / Zirā kimi úızını sever kimi anesin
(G.386/1) Başa çıúmayınca sāúì bir nice ùolu ayaġ / Ey nice başlar ayaġ olub ayaú baş
olmadı (G.608/5)
7. Konuşma Dili veya Ağız Özellikleri En eski çağlardan beri halkın konuşma dili şiiri besleyen ana damarlardan
biri olmakla birlikte, genelde şiir dili, halkın gündelik konuşma dilinden ayrı, üst bir sanat dili olarak kabul edilir.22
Çağdaş şiir dili ve anlayışında konuşma dili unsurları olarak deyimler, kalıp ifadeler, devrik cümleler, doğal, akıcı, rahat söyleyiş, ‘gülüm’, ‘canım’, ‘ciğerim’, ‘koçum’, ‘cancağızım’, ‘hayatım’, ‘yavrum’ gibi hitap ifadeleri, sıradan basit kelimeler ve söz varlıkları sayılmaktadır.23
21Óarìfāne: Ar. ve Far. zf. Esnafça, herkes masraftan kendi hissesini vererek, ortaklaşa yapılan ziyafet [ Yanlış olarak “ârifâne” kelimesi daha yaygındır.] bk. Ferit Devellioğlu, Ansiklopedik Osmanlıca-Türkçe Lûgat, Aydın Kitabevi Yayınları, Ankara 1982, s. 394. 22 Nurullah Çetin, Şiir Çözümleme Yöntemi, Öncü Kitap Yayınları, Ankara 2004, s. 185. 23 Nurullah Çetin, agy.
NECATİ BEY’İN DİL VE ÜSLUBUNDA TÜRKÇENİN YERİ
81
Divan veya klasik şiirimizde, esas itibarıyla halkın canlı konuşma diline yer verilmemesi söz konusudur. Bu, genel anlamda da böyledir. Ancak az sayıdaki şairde halkın canlı konuşma diline ve unsurlarına yer verildiği görülür. Necati Bey, herhâlde böylesi şairlerin başında gelir. Yukarıda ayrı bir bölüm hâlinde verdiğimiz atasözü ve deyimlerden, kalıp söz ve ikilemelerden başka, Necati Bey’in konuşma dili içinde değerlendirilebilecek kaba veya argo sayılabilecek söyleyişlere, samimiyet ifade eden ünlemlere, küçültme eki almış isimlere de dil ve üslubunun bir parçası olarak yer verdiğini görüyoruz:
7.1. Ünlemler Dem olmaz kim feleklerde melekler ahdan úorúmaz / Beni yaúduñ günāhum ne
be hey Allāhdan úorúmaz (G.222/1) Necātì yüregüñi úarşu ùut belā oúına / Ki saña dimeyeler yüri bire yüreksüz
(G.229/5) Ol gül-i raènā Necātì bir keretcik baúmadı / Bülbül-i cān gerçi kim biñ kere
feryād eyledi (G.648/6) Yāra cānum dir imişsen öle mi bre raúìb / Ölmez isem seni bìzār ideyin
cānuñdan (G.387/4)
Nice dirsin ki benüm niceÃolacaúdur óālüm / Be Necātì saña işüñ olacaġın dedük’e (G.482/7)
7.2. Küçültme, Sevme ve Acıma Anlamlı İfadeler Ey Òaùìb oġlı Seyyid Aómedcik / Senüñ içün gör’e neler dirler (Kt.-35/1) Görürem bir gögercincik zer ü zìverlere batmış / Didüm ùāvūs-ı úudsiden cemāl
ü cilvede sen yeg (Kt.54/2) Ġamuñdan úulcaġuzlaruñ hep öldi yine dirildi / Mesìóā şìvesin geçdüñ
senüñdür hep bu ãanèatler (G.207/4) Kāéināt içinde Bursacıú gibi bir dānesen / Dām ider gerçi seni erbāb-ı èirfān
Úapluca (G.473/10) Didüm ey cān el irer mi ùuùaġuñ öpmecüge / Gülerek nāz ile didi nola bir
kerrecüge (G.482/1) Elüme girse maóalleñde òāne yercügezi / Ne òāne õerre úadarca bahāne
yercügezi (G.563/1) Şöyle depren ki oġlancuúlar / Dimesünler Necātìúocaldı (G.580/6) Necātìúoynına gel gir ãaúın ki yārānuñ / Úuzıcaġum biñ olubdur bu gice úoyunı
(G.635/7) Ol gül-i raènā Necātì bir keretcik baúmadı / Bülbül-i cān gerçi kim biñ kere
feryād eyledi (G.648/6)
AHMET GÜNŞEN
82
7.3. Argo Söyleyiş äaçuñı çöz ki zırıh adın añmaya Dāvūd / Gözüñi süz ki ùaúınmaya Erdevān
òançer (K.7/2) İşigüñde ãubó olunca uludum itler gibi / İrmedi bir kimsene bì-çārenüñ
feryādına (G.533/3)
Raúìb aġladuġına raóm olurdı / İt ıãlanduúça murdār olmayaÃidi (G.582/4)
Hicrān esìri sinine sög ùurma dōstum / Vācib degül mi òayr ile añmaú ölenleri (G.638/2)
Öñinden ilerü baãardı úıçın / Ne deñlü Rumdan tā ser-óad-i Çìn (ME.10) Didi kimdür şu it gibi dalaşan / Didüm ey dōst uş raúìbündür (G.181/6) Yüzüme baú gözüñi aç ġurūr-ı salùānatdan geç / Nice begler uyutmışdur cihān
efsānedür dirler (G.61/4) Zemāne eylemez idi benüm niyāzuma nāz / Sen olmayaÃidüñ iki yüzlü rūzigār ile
bir (G.193/3)
7.4. Göçüşmeli Kelime Kullanma İreli keff-i kerìmüñ unuduldı Şāhā / Óātemüñ cūdı ile baòşiş-i Āl-i Bermek
(K.12/14)
7.5. Didüm-Didi Âşık ile sevgili arasında bir çeşit diyoloğu yansıtan “dedim-dedi” üslubu,
bilindiği gibi, âşık edebiyatımızın üslubudur. İşte Necati Bey de bir halk şairi gibi böyle bir üsluba yer veren farklı bir divan şairi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Didi başuñ kāse-i Mecnūn gibi şınmaú nice / Didüm ey èāşıúlaruñ dìni ve ìmānı dürüst (G.36/5)
Didüm yoluñda ey dil-ber ne çoúèāşıúlaruñ ölmiş / Didi kim Kaèbe- yolında ölenlere óisāb olmaz (G.244/6)
Didi kimdür şu it gibi dalaşan / Didüm ey dōst uş raúìbündür (G.181/6) Dün gice daúmış idüñ zülfüñi boynuma didüm / Didi düşüñdür ola umma
úarasın göresin (G.400/2) İtüñem sürme úapuñdan didüm ol yār didi / İtüm olmaġı saña göstereyin oş
olsun (G.430/5) Didüm ey cān el irer mi ùuùaġuñ öpmecüge / Gülerek nāz ile didi nola bir
kerrecüge (G.482/1)
8. Türkî-i Basit Anlayışına Uygun Beyit ve Mısralar Bilindiği gibi, adına sadece Edirneli Nazmi’nin Divan’ında geçen ve
yaklaşık iki yüzyıl sonra Şeyh Galib’in bir gazeliyle yeniden gündeme gelen
NECATİ BEY’İN DİL VE ÜSLUBUNDA TÜRKÇENİN YERİ
83
“Türkî-i Basit” teriminin Edirneli Nazmi, Aydınlı Visali, Tatavlalı Mahremi gibi 15-16 yüzyıl şairlerince temsil edilen bir “akım” veya “cereyan” olarak nitelendirilmesi tartışmalı bir konudur.24
Biz bu tartışmalara girmeden bu terimi, “Türkçeye şuurlu bir yöneliş ve önem atfetme” anlamı yükleyip her türlü Arapça ve Farsça terkip ve kelimeden uzak basit, sade ve canlı bir halk Türkçesiyle şiir söyleme olarak algıladığımızda, Necati Bey’i de bu anlayış ve uygulamaya destek ve örnek veren şairler arasında sayabiliriz. Nitekim onun Divan’ında içinde bırakalım Arapça ve Farsça terkip, tek yabancı kelime bulunmayan yüzlerce mısra ve beyti bulmaktayız. 15. yüzyılın sonlarında kuruluşunu tamamlamış olan divan veya klasik şiirimizin önemli temsilcilerinden biri olan Necati Bey’in bu tutumu her türlü takdirin üzerinde olduğu gibi, ayrıca üzerinde durulmaya değer bir tarafıdır da. Biz aşağıda onun bu yönünü ortaya koyan ve Türkî-Basit terim ve anlayışına örnek olacak beyit ve mısralarından bir seçme sunmakla yetiniyoruz.
8.1. Beyitler Güzeller geldi bayrama beg olmış / Donanmış biribirinden yeg olmış (G.254/1)
Niçün úuluñ dura itler uluya / Dimez miÃidüñ ki kulluúdan ululuú (G.279/2)
Úanġı úanına ãuãamış dirilür senüñle kim / Bir ãu içmek deñlü gelmez saña bin úan eylemek (G.296/6)
Yüz çevirme úaçma benden gel berü çoú sevdügüm / Atasından anasından ilerü çoú sevdügüm (G.376/1)
Deli úanlulara uyduñ delisin / Göñül danışmadın öldürmelisin (G.399/1) Sevdüm dimişem seni Necātìgibi sevdüm / Yoúdur dönüşüm baş virürem bu
sözüm üzre (G.487/7) At arıúladı üf dir iseñ uçar / Daġları eyledi ãaman arpa (K.24/5) Göñlümüñ úara deñizler dizine çıúmazdı / Şimdi ùopuġına indi gözümüñ úanlu
yaşı (G.590/4)
Dimesünler bir beg oġlı úulına güç eyledi / Baña güci altun üsküfiÃile sorġuc eyledi (G.596/1)
Gözlerümden ayaġuñ ùopraġın armaġ istesem / Gözlerümde ayaġuñ ùopraġına ırmaġ olur (G.107/2)
Yaraşdı boynuña altunlu yaúa/ Kamaşdı gözlerümüz baúa baúa (Kt.72/1) Eli açuúluġıdur kim çinaruñ / Elini ùutar ardına öñine (Kt.76/ 2) Birazçıú yi birazcıú daòi ãaúla / Birazçıú daòi vir Tañrı yolına (Kt..76/4)
24 M. Fatih Köksal, “Orinal Bir Şair: Edirneli Nazmî ve Dîvân’ına Yeni Bakışlar”, Bilig Türk Dünyası Sosyal Bilimler Dergisi, Kış 2002, Sayı: 20, s. 116-117.
AHMET GÜNŞEN
84
8.2. Mısralar Baña düşen bu ki yilem yoluña yumuşuña / Gerekse cennete gönder gerek
cehennemeãal (KNR. 58, 21) Şu deñlü devlet-i ëaóóāke güldi kim āòır / Bitürdi iki omuzda iki yılan òançer
(K.7/14) Reh-i òıdmetde şol deñlü ùurur kim / İner ayaúlarına úara ãular (K.10/12) Güneş igne baãacaú yer bulımaz dopdoludur / Yir yüzi kevkebeñ ile nite
kevkeble felek (K.12/16) Derūnı ãāf olanlar òıdmeüñde úılıcuñ gibi / Úuşaġını iki yerden úuşanub bekledi
yanuñ (K.13/26) Başın ortaya úoyub giceleri irteye dek / Şemè-i dil-sūz arar ùapuñı maófil maófil
(K.14/13) Başını kes dilini dil şu kişinüñ kim ola / Ôāhiri doġru úalem gibi içi egri çü nāl
(K.16/34) Varuban didüm arpa ãalıcıya / äalı vir baña ey fülān arpa (K.24/12) Yürüse yerleri göke úarurdı / Ne yorulur ne úalur ne arurdı (ME.9) Öñinden ilerü baãardı úıçın / Ne deñlü Rumdan tā ser-óad-i Çìn (ME.10) Ne deñlü kim gide úara gele aú / Gice ehli ola gündüze müştāú (ME.24) Alur gözi ile baúma cihâna kim güneşüñ / Yüzine doġru baúanuñ gözinden aúar
yaş (MŞSA.3) Her bir nefesde derd ile biñ ah iden yig er / Götür ayaġı bir gün öñürdi giden yig
er (MŞSM.1/8) Dünle tolunduġına ùaña úalduġum bu kim / Bedr olmış idi bürc-i saèādetde māh
idi (MŞSM.5/6) Oú çekilür dırnaġa dırnaú çalar / Òaylı ulaşdırmaġa dırnaú çalar (M.1/3,116) Kirişini bir kezin ötdürse yay / Atıla panbuú gibi nice alay (M.1/5,117) Giceyi derc iden gündüz içinde / Úara beñler úomışdur yüz içinde (M.1/11) Bir aúçenüñ bitürdügin bitürmez yüz kişi varsa / èAzìz itmiş anı Allāh hemānā
dest-i úudretdür (Kt.20/1) Sen gözi alayı şikār itmiş / Bir nice yüzi úaralar dirler (Kt.-35/3) Günden güne ahumı benüm arturduñ / Benden saña bilsem ne günāh olmışdur
(R.43/2) Olmañ melūl bildügümüz rūzigār ise / Anca oġullar ōòşaya anca úıvanasuz
(Kt.48/5) Yüzüñe güler bir iki gün yine gider / Sen fürúat ile nice idersin ġulġul (R.56/2)
Yāruñ ayaġı tozını başuña bürürsin / Ey bād-ı ãabā böyle miÃolur yolda yürürsin (Mt.63/1)
Ahum odından olur mūm āhenìn / Úatı göñlüñe senüñ gelmez úaya (G./13)
NECATİ BEY’İN DİL VE ÜSLUBUNDA TÜRKÇENİN YERİ
85
Baġrı başlu gözi yaşlu yılduzı alçaú olur / Her kişi düşmen olur ger eylese ġavġā ġarìb (G./ 26)
Pādişāhum boynı baġlu úulunam / Dile öldür dile ãaúla dile ãat (G./28)
8.3. İçinde Bir veya İki Yabancı Kelime Bulunan Beyitler Avlayalum bir semen endāmıbayram irtesi / Eyleyelüm bir daòi bayramı
bayram irtesi (G.568/1) Söze uymaz diyü siz baña delü dimeñ kim / İşini ġayra inanmaz kişi uãlu olıcaú
(G.278/7) Dün gice daúmışidüñ zülfüñi boynuma didüm / Didi düşüñdür ola umma úarasın
göresin (G.400/2) Benüm içün mi itdüñ Allāhum / Kirpügi úara gözü alaları (G.571/5) İtüñem sürme úapuñdan didüm olyārdidi / İtüm olmaġı saña göstereyin oş olsun
(G.430/5) Başa çıúmayınca sāúì bir nice ùolu ayaġ / Ey nice başlar ayaġ olub ayaú baş
olmadı (G.608/5) Yüzüme düşmez ayaġuñ tozına yüz sürmek / Nidelüm böyle imiş arada Óaúúuñ
dilegi (G.642/3) Ne deñlü úara göñüllü ve ùaş baġırlu ise / Úara bulutlar ilekūhsārıaġladalum
(MŞSA-5/2) Ben úan yudaramġamzeñ içer úanumıgūyā / Bir úan yalaşur iki úarındaşlaruz
biz (G.232/6) Yüz urub ayaġınuñ ùopraġından / Ne deñlü alıbilürseñúademdür (G.192/4) Ayaġı ùopraġınacān übaşı terk itmek / Ben ey göñül saña biñ biñ didümkibir bir
olur (G.169/6) Ayruú daòi diñboyacıya boyamasun al / Güzeller anı geymek ile úana girürler
(G.143/2)
9. Sonuç Klasik Türk şiirinin ilk ve en önemli temsilcilerinden olan Necati Bey,
şiirinin sanat gücü yanında, dil ve üslubuyla çok farklı ve özgün bir şairdir. Klasik şiirimizin kurucularından biri sayılan Necati Bey’in, gerek duyuş ve düşünüşü gerekse dil ve üslubuyla divan ve halk şiiri arasında âdeta bir köprü olduğu anlaşılmaktadır.
Latifi’nin deyimiyle, “insana ruh veren parlak şiirleriyle Rum şairlerinin yüzü suyu olan ve sözün ruhunu bulan ilk şair olarak” Necati Bey, kanaatimizce halkın duyuş ve düşünüşü yanında, klasik Türk şiiri içinde Türkçeyi halk söyleyiş ve lezzetiyle sunmayı başararak Türkçenin de ruhunu yakalamış ve bu yolda bir okul/ekol olmayı başarmış büyük bir şairdir.
AHMET GÜNŞEN
86
Kısaltmalar B. : Beyit K. : Kaside KNR: Kaside-i Nat-i Resûl Kt. : Kıta M. : Mesnevi ME. : Mersiye-i Ester MŞSM: Mersiye-i Şeh-zâde Sultân Mahmûd Mt. : Matla N. : Nazm R. : Rubai TBSA: Tercî-i Bend-i Sultân Abdullah
KAYNAKÇA Aksan, Doğan, Türkçenin Sözvarlığı, Engin Yayınları, Ankara 1996. Aksoy, Ömer Asım, Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü, I. cilt, TDK Yayınları, Ankara
1984. Caferoğlu, Ahmet, Eski Uygur Türkçesi Sözlüğü, TDK Yayınları, İstanbul 1968. Çetin, Nurullah, Şiir Çözümleme Yöntemi, Öncü Kitap Yayınları, Ankara 2004. Derleme Sözlüğü, 1-12 C, Ankara: TDK Yayınları. Develioğlu, Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Aydın Kitabevi, Ankara
1982. Dilçin, Dehri, Edebiyatımızda Atasözleri, TDK Yayınları, Ankara 2000. Eyüboğlu, Kemal, On Üçüncü Yüzyıldan Günümüze Kadar Şiirde ve Halk Dilinde
Atasözleri ve Deyimleri, 2 C, Doğan Kardeş Matbaacılık Sanayi A. Ş. Yayınları, İstanbul 1975.
İsen, Mustafa, Sehî Bey Tezkire (Heşt Behişt), Tercüman 1001 Temel Eser kitapları, İstanbul 1980.
Köksal, M. Fatih, “Orijinal Bir Şair: Edirneli Nazmî ve Dîvân’ına Yeni Bakışlar”, Bilig Türk Dünyası Sosyal Bilimler Dergisi, Kış 2002, Sayı: 20, s. 101-124.
Köprülü, M. Fuad, Türk Edebiyatı Tarihi, Ötüken Yayınları, İstanbul 1981. Onay, Ahmet Talât, Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar ve İzahı, (hzl.: Cemal
Kurnaz), Akçağ Yayınları, Ankara 2000. Savran, Ömer, “Neşâtî’nin Divanı’nda Söz Kalıpları”, Turkish Studies (Tunca
Kortantamer Özel Sayısı-II), Editors: Atabey Kılıç- Sibel Üst, Volume 2/4, Fall 2007, p. 1329-1337.
Şentürk, Ahmet Atillâ-Ahmet Kartal, Üniversiteler İçin Eski Türk Edebiyatı Tarihi, Dergâh Yayınları, İstanbul 2005.
Tansel, Fevziye Abdullah, “Necâti Bey”, İslâm Ansiklopedisi, Cilt 9, MEB Yayınları, Eskişehir 1997, s. 154-156.
Tarlan, Ali Nihad, Necatî Beg Divanı, MEB Yayınları, İstanbul 1963. Yeni Tarama Sözlüğü, (Düzenleyen Cem Dilçin), TDK Yayınları, Ankara 1983.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 1, Sayı: 1, Ocak‐2011, s. 87‐99.
RUSYA İLİMLER AKADEMİSİ ARŞİVİ’NDE BULUNAN TÜRK VE TÜRK HALKLARIYLA İLGİLİ BAZI
ARŞİV BELGELERİNİN TANITILMASI
İlya Vladimiroviç ZAYTSEV∗ Hasan DEMİROĞLU∗∗
ÖZET: Rus Çarlığı sınırları içerisinde barındırdığı her halkın siyasî, sosyal, edebî ve arkeolojik tarihini 1850’li yıllardan itibaren incelemeye başlamıştır. Bu konuda Rusya’da muazzam derecede arşiv ve kütüphane malzemesi bulunmaktadır. Rus araştırmacılar araştırma yaptıkları kültürlerin lisanlarını da öğrenmek zorunda kalıyorlardı. Sahip olduğu coğrafyada yaşayan gayri‐Slav unsurlar içerisinde Türklerin ezici çoğunlukta bulunmasından dolayı Ruslar, Türk kültürünün öğrenilmesini devlet siyaseti olarak benimsemek zorunda kalmıştır. Ayrıca Rusya’nın, Türk halkları içerisinde zamanın en güçlü devleti ile devamlı mücadele içerisinde olması da Osmanlı Devleti ve devamı olarak görülen Türkiye hakkında çalışmalar yapmasına sebep olmuştur.
Bu çalışmaların bazıları Moskova Şarkiyat Enstitüsü Arşivi’nde bulunmaktadır. Makalede, Moskova Şarkiyat Enstitüsü’nde Türkoloji üzerine araştırma yapan ilim adamlarının bazı çalışmaları tanıtılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Moskova Şarkiyat Enstitüsü, F. E. Korş, V. A. Gordlevskiy, B. N. Zahoder
AN ASSESSMENT STUDY OF SOME ARCHIVE DOCUMENTS ABOUT TURK AND TURKIC COMMUNITIES IN RUSSIAN ACADEMY OF SCIENCE ARCHIVE ABSTRACT: The Russian Tsarist investigated the political, social, literary and archeological
history of every public living within its borders from the 1850s. In this regard a huge archive and library materials are available in Russia. The Russian researchers had to learn the languages of the cultures being investigated. The fact that the Turks were one of the major non‐Slavic nations within the Russian territory also directed the Russian State to learn the culture of these people as a state policy. In addition, the ongoing fighting with the Ottoman Empire, the most powerful state among the Turkic people at that time, caused Russia to research more about the Ottoman Empire and its successor Turkey.
A number of these studies are kept in the archives of Moscow Institute of Oriental Studies. In this article, it will be looked at some of the researches done by the academicians studying on Turkology at Moscow Institute of Oriental Studies.
Key Words: Moscow Institute of Oriental Studies, F. E. Korsch, V. A. Gordlevsky, B. N. Zahoder.
∗ Prof. Dr., Rusya İlimler Akademisi Moskova Şarkiyat Enstitüsü Basım İşleri Müdürü. ∗∗ Yrd. Doç. Dr., Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi.
İ. V. ZAYTSEV – H. DEMIROĞLU
88
Rus Bilimler Akademisi Arşivi’nde önemli miktarda Doğu dilleri ve kültürleri üzerine yazılmış eserlerin olduğu bilinmektedir. Ayrıca tanınmış bazı şarkiyatçıların kendi özel arşivlerinin de İlimler Akademisi Arşivi’nde saklandığını söylersek, bu arşivin şarkiyatçılar için önemi daha iyi anlaşılır. Biz çalışmamızda F. E. Korş (558 dosya numaralı), V. A. Gordlevskiy (688 dosya numaralı), ve B. N. Zahoder (1532 dosya numaralı) gibi tanınmış Rus şarkiyatçılarının özel arşivlerindeki Türk ve Türk halklarıyla alakalı bazı belgeleri şekil açısından tanıtmaya gayret edeceğiz.
F. E. Korş: (22. 4. 1843-16. 11. 1915 Moskova): Rus dilbilimci, şarkiyatçı, Slavcı ve şairlerindendir. 1870 tarihine kadar Novorossiya Devlet Üniversitesi’nde, 1870-1900 tarihleri arasında ise Moskova Devlet Üniversitesi’nde çalıştı. 1900 senesinde akademiye geçti. Roma Hüznü ve Romanti (Moskova 1899) adlı eseri bilinen en meşhur kitabıdır.
Dosya No: 558, vesika no: 4, yer no: 231: Peterburg’da yaşayan Molla
İskender’den F. E. Korş’a mektup: Molla İskender’in, V. V. Radlov’un çalışmaları hakkında Korş’a yazdığı mektup. Mektup, 18.5X22.8 cm ebatlarında, tarihsiz (1909 dan önce olmamak kaydıyla) kara mürekkeple yazılmıştır. (sayfa 13 1, Kat I. 9)
RUSYA ILIMLER AKADEMISI ARŞIVI’NDE BULUNAN TÜRK VE TÜRK HALKLARIYLA ILGILI BAZI
ARŞIV BELGELERININ TANITILMASI
89
V. A. Gordlevskiy: (25.9.-7.10-1876 Sveaborg-10.9.1956 Moskova): Türkolog. 1946 tarihinde Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Bilimler Akademisi (AN SSSR) üyesi oldu.
Dosya No: 688, vesika no: 1, yer no: 166: Kırım Han’ı Selim Giray Han’ın 1693 tarihinde Mustafa Ağa’ya Moldova Bal Fıçıları hakkında kendisine ulaşan şikâyetler hakkında yazdığı yarlık. Yarlık Kırım Türkçesinde yazılmıştır. 15.3X19.5 cm ebatlarındadır. Kâğıt sarı-beyaz, pürtüklü, yamalanmıştır (yırtılmış ve sonradan iki parça birbirine dikilmiştir). Yarlıkta Selim Giray bin Bahadır Giray ve Gazi Giray bin Selim Giray’ın tastikleri vardır1.
1 Daha fazla bilgi için bkz. Zaytsev, İ. V., “Propavşaya Gramota, (Yarlık Krımskogo Hana Selim Gireya Mustafa Age 1693 g.)”, Turkologiçeskiy Sbornik 2006, Moskova 2007, s. 74-182.
İ. V. ZAYTSEV – H. DEMIROĞLU
90
Dosya No: 688, vesika no: 1, yer no: 176: II. Abdülhamid’in İstanbul’daki Rus sefirine vermiş olduğu Berat. 5 Recep 1320 (8 Ekim 1902) tarihli, 38.5X41.5 cm ebatlarında olan Berat kara mürekkeple 3 satır hâlinde, divani türünde yazılmıştır.
RUSYA ILIMLER AKADEMISI ARŞIVI’NDE BULUNAN TÜRK VE TÜRK HALKLARIYLA ILGILI BAZI
ARŞIV BELGELERININ TANITILMASI
91
Dosya No: 688, vesika no: 1, yer no: 177: Bursa Valisi Ahmed Atıf Efendi’ye sunulan dilekçe. Dilekçe bazı köy muhtarlarının ve mahalle imamlarının onayından geçirilerek valiye sunulmuştur. (5 Şevval 1304-27 Haziran 1887) tarihli, iki yaprak halinde olan dilekçe, 33.3X49.7 cm ebatlarında, 4 kat şeklinde katlanmış, siyah mürekkeple, 11 satır, rika türünde yazılmıştır.
İ. V. ZAYTSEV – H. DEMIROĞLU
92
Dosya No: 688, vesika no: 1, yer no: 180: Redif Tezkiresi: Osmanlı Ordusundan terhis olan bir askere ait tezkire kâğıdı. Askerin ismi Meşko oğlu Harbi bin Abdullah’tır. Özellikleri ise şu şekildedir.
Yaşı: 26 Boyu: uzun Göz rengi: gri Saç rengi: siyah Ten rengi: buğday
Kâğıdın boyu 20X35.7 cm’dir. Tarihi ise, m. 26 Kasım 1885, h. 18 Safer 1303, r. 14 Şubat 1301.
RUSYA ILIMLER AKADEMISI ARŞIVI’NDE BULUNAN TÜRK VE TÜRK HALKLARIYLA ILGILI BAZI
ARŞIV BELGELERININ TANITILMASI
93
Dosya No: 688, vesika no: 1, yer no: 182: Ahi Evren Derviş Nişanı (Ahi Baba) Ahi Haydar Efendi tarafından verilen diploma. Kırşehir 25 Teşrinisani 1321-8 Aralık 1905. 38.5X53.5 ebatlarında, 11 satır, mühür Şeyh Mustafa Şükrü Efendi.
İ. V. ZAYTSEV – H. DEMIROĞLU
94
Dosya No: 688, vesika no: 1, yer no: 186: Ankara yönetiminin Lozan’ın anısına yaptırdığı devlet arması. Derelioğlu Matbaası, çizen Hasan Fehmi Yenişehirli, 24 Temmuz 1339 (24 Temmuz 1923). Lozan Antlaşması’nın anısına çizilmiştir. Yıldızın içerisinde ‘Ankara’ yazısı bulunmakta. Hilalin içinde ‘İstiklal ve Hürriyet Âyât-ı ilâhiyyedendir’ yazısı, dik şekilde duran dört kurşunun içinde ‘Mehmetçik’ yazısı, orta bölümde ‘İsmet’ yazısı, aşağısında ‘Rumi 9 Eylül 1338 (Miladi 9 Eylül 1922) İzmir’in İstihsali Cumartesi Yüzbaşı Şeref Bey tarafından’ yazısı, sağ tarafta ‘Sulh-ı Lozan’ sol tarafta ‘24 Temmuz 1339’, bunların altında sağda ‘Kazım Karabekir’ solda ise ‘Ali Fuad’ yazısı bulunmaktadır.
RUSYA ILIMLER AKADEMISI ARŞIVI’NDE BULUNAN TÜRK VE TÜRK HALKLARIYLA ILGILI BAZI
ARŞIV BELGELERININ TANITILMASI
95
Dosya No: 688, vesika no: 1, yer no: 188: Peterburg Mollalarından Müderris Ataullah Bayezidov2 tarafından Habib Habibbullah’a yazılmış mektup. Mektubun tam tarihi bilinmemektedir. 6 Aralık 18?. Kahverengi mürekkeple, 22.5X36.4 ebatlarında, 21 satır şeklinde yazılmıştır.
2 Ataullah Bayezidov (1846-1911): 1846 tarihinde Kasım şehri yakınlarındaki Temnikov kasabasında dünyaya geldi. İlk eğitimine Kasım şehrine uzak olmayan Baymurat medresesinde başladı. Eğitimini daha sonra Kazan’da Kışkar medresesinde devam ettirdi. Medrese sonrası eğitim üzerine çalışmalarda bulundu. 1871 yılında Peterburg’a davet edilerek burada Tatarların kurduğu yeni bir mahallede imamlık yapması istendi. Kısa sürede öğrendiği Rus dilinde makaleler yazmaya başladı. 1880 tarihinde Rusça ve Tatarca olmak üzere Atna (Hafta) gazetesini çıkarmak için izin istedi. Ancak bu izni Rus makamlarından alamadı. 1881 tarihinde dönemin Rusya Müslümanları müftüsü Terkilev’e müracaat edip, Peterburg’da yaşayan Müslüman nüfusu göz önünde bulundurarak hükümetten camii yapılması için izin istemesini telkin etti. Bayezidov’un bu çalışmaları meşhur misyoner Pobedonostsev’in hükümete verdiği telkinler nedeniyle ancak 1906 tarihinde sonuçlanacaktır. Sadece Rusya genelinde değil, Avrupa’da da Müslümanlar aleyhinde çıkan bütün ilmi yazılara reddiyeler yazmaya çalıştı. Özellikle Türkçeye de çevrilen Fransız Renan’a yazığı reddiye meşhurdur. 1909 tarihinde rahatsızlanan ve tedavisi için Avusturya’ya giden Bayezidov 1911 tarihinde vefat etti. (Refik Muhammedşin, “Gataulla Bayazıdov”, Tatarskie intellektualı, Kazan 2005, s. 54-61).
İ. V. ZAYTSEV – H. DEMIROĞLU
96
Dosya No: 688, vesika no: 5, yer no: 15: Hacı Seyid Azim Şirvani3’ye (1835-1888) ait Türkçe şiir. 22X35 ebatlarında damgalı-çizgili kâğıda yazılmıştır.
3 Hacı Seyid Azim Şirvani (1835-1888): 1835 tarihinde Azerbaycan’ın Şamahı şehrinde doğdu. İlk eğitimini bu şehirde tamamladıktan sonra, Bağdat ve Mısır’da yüksek eğitimini sürdürdü. Şamahı’ya döndükten sonra Azeri Türklerinin eğitim problemleri ile ilgili fikirlerini ortaya attı ve bu problemleri çözüme kavuşturmak için çalışmalarda bulundu. Arapça, Farsça, Rusça ve Avrupa lisanlarını öğrenen Şirvani, Azeri Türklerinin Rusçayı öğrenmeleri gerektiğini savundu. Azerbaycan’da ilk usûl-i cedid mekteplerini açtı. Bu mekteplerde Azerbaycan Türkçesi ile beraber öğrencilere Rusça öğretmeye çalıştı. (Seyid Azim Şirvani, Seçilmiş Şairler, Baku 1948).
RUSYA ILIMLER AKADEMISI ARŞIVI’NDE BULUNAN TÜRK VE TÜRK HALKLARIYLA ILGILI BAZI
ARŞIV BELGELERININ TANITILMASI
97
Dosya No: 688, vesika no: 6, yer no 25: A. Zeki Velidi Togan4’ın
Ufa’dan V. A. Gordlevskiy’e yazdığı mektup. Mektubun yazıldığı adres 410 Aralık 1890 tarihinde Başkurdistan İsterlitamak'a bağlı Küzen köyünde doğdu. İlk medrese tahsilini yaparken bir yandan da özel Rusça dersleri aldı. Öğretmen olan annesinden Farsçayı öğrendi. 1908'de köyünden kaçarak Kazan'a gelip burada özel dersler aldı. Bu arada Katanov ve Aşmarin gibi bilginlerle tanıştı. 1911 sonlarında yayınladığı Türk ve Tatar Tarihi adlı kitabı ile ilmî âlemde ismini duyurdu. 1914 Duma'da (Rus Millet Meclisi) Ufa Müslümanlarının temsilcisi olarak Petersburg'a gitti. Bu sırada Bolşevik İhtilâlı patlak verince o da Türklerin durumunun düzelmesi için mücadeleye girişti. Bolşevik İhtilâlı’ndan 22 gün sonra 29 Kasım 1917'de Başkurdistan ilinin muhtariyeti ilan edildi. Başkurt hükümeti kurulduğunda Togan, Harbiye Nazırı oldu. Orenburg'u 18 Şubat 1918'de işgal eden Sovyetler Togan’ı tutukladılarsa da 7 Haziran'da hapisten kaçtı. Bundan sonra Lenin, Stalin ve Troçki ile defalarca görüştü. Fakat olumlu sonuç alamayınca Türkistan'a çekilip orada mücadeleye karar verdi.1920-23 yıllarında Türkistan'da amansız bir mücadeleye girişti ise de başarılı olamadı. Basmacı Hareketi'nin içinde bulundu. Türkistan Millî Birliği'nin kurucusu ve ilk başkanıdır.Paris, Londra ve Berlin'deki bir çokTürkistan tarihçisi onunla çalışmak istemesine rağmen Fuat Köprülü, Rıza Nur ve Yusuf Akçura'nın istekleri doğrultusunda devrin Türkiye Millî Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi, Togan’ı Türkiye'ye davet etti. 20 Mayıs 1925'te geldiği Türkiye'de Maarif Vekâleti Telif ve Tercüme Encümeni'ne tayin edildi. Ankara'nın kitap açısından yetersiz olması yüzünden kendi isteği ile İstanbul Darülfünun'u Türk Tarihi Müderris Muavinliği'ne tayin edildi. Bundan sonra İstanbul ve Anadolu kütüphanelerinde hummalı çalışmalarına başladı. Fakat, 1932'de I. Türk Tarih Kongresi'nde tıp doktoru Reşit Galip'in sunduğu Orta Asya'da iç deniz olduğu ve bunun sonradan kuruduğu konusu hakkındaki tebliğini eleştirince, Togan aleyhine bir kamuoyu oluştu. Kendisine takınılan bu kötü tutum üzerine ülkeyi terk etme kararını verdi. 8 Temmuz 1932'de istifa ederek Viyana'ya
İ. V. ZAYTSEV – H. DEMIROĞLU
98
puşkin Sokağı no: 105, mektup Türkçe kaleme alınmıştır. 26 ekim 1915 tarihlidir.
B. N. Zahoder: (6(18).8.1898 Borok-Nijni Novgorod-7.1.1960 Moskova) Şarkiyatçı, Akademik. 1934 sonrası 20 yıla yakın Moskova Devlet Üniversitesi’nde çalıştı. 1944 yılında Moskova Devlet üniversitesi Tarih Fakültesi’nin Doğu Dölüm başkanlığına getirildi. Orta doğu ve Türkistan Devletleri tarihi ile ilgilendi. 1949’da Nizamülmülk’ün siyasetnamesini Rusçaya tercüme etti. Rus tarihinin önemli doğu bilimcilerindendir.
gitti. 1935'te doktora çalışmalarını bitirdikten sonra Bonn Üniversitesi'nde, 1938'de Göttingen Üniversitesi'nde ders verdi. 1939'da Millî Eğitim Bakanı'nın daveti üzerine tekrar Türkiye'ye geldi. İstanbul Üniversitesi'nde Umumi Türk Tarihi Kürsüsü'nü kurdu. İkinci Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru Türkiye'de Sovyetler aleyhine faaliyet ve Turancılık suçundan tutuklanıp mahkeme edildi. Bu Irkçılık-Turancılık Davası sonucunda 10 yıl hapse mahkum edildiyse de Askerî Mahkeme kararı bozdu ve Togan beraat etti. 1948'de yeniden döndüğü Üniversitedeki görevine ölümüne kadar devam etti. 1951'de İstanbul'da toplanan XXI. Müsteşrikler Kongresi'ne Başkanlık etti. Bu onun bilimsel alandaki şöhretini çok daha artırdı. Zeki Velidi Togan 26 Temmuz 1970'te İstanbul'da vefat etti.
RUSYA ILIMLER AKADEMISI ARŞIVI’NDE BULUNAN TÜRK VE TÜRK HALKLARIYLA ILGILI BAZI
ARŞIV BELGELERININ TANITILMASI
99
Dosya No: 1532, vesika no: 1, yer no 381: 17 Temmuz 1830 tarihli, I. Nikolay5 imzalı, İstatistikçi Sguşev ya da Suşev’e yazılmış taş basması Açık Hat, 22 X 34 ebatlarındaki eski Osmanlı Türkçesinde yazılan belge ilk olarak Polonyalı Şarkiyatçı, Z. Abrahamoviç tarafından yayınlandı Abrahamowicz, Z, “La Tugra Ottomane de L’Empereur de Russie”, Turcia, Revue d’Etudes Turques, Tome VII/1, Paris-Strasbourg 1976. Günümüze kadar 1836 tarihli birkaç nüshasının daha saklandığını bilmekteyiz. Bkz. İnstitut Rukopisey Natsionalnoy Biblioteki Ukraina im. V. İ. Vernadskogo, Kiev, Ukraina, F. V. (Odesskoe obşestvo istorii i drevnostey, No: 3789).
Sonuç Moskova İlimler Akademisi Arşiv’inde Türk ve Türk halklarıyla alakalı
pek çok belge bulunmaktadır. Bu belgeler arşivde farklı koleksiyonlar içerisinde yer almaktadır. Bu çalışmada F. E. Korş, V. A. Gordlevskiy ve B. N. Zahoder’e ait koleksiyonlardan derlediğimiz bazı belgeleri tanıtmaya çalıştık. Belgelerin tamamının incelenmesinin zorluğunu tahmin edeceğinizi düşünmekteyiz. Bu nedenle önemi haiz belgeleri tanıtarak, araştırmacılara bir fikir vermeyi düşündük. Yaptığımız çalışmanın bir ilk olması hasebiyle bundan sonraki çalışmalarda yol göstereceğini umuyoruz.
KAYNAKÇA Abrahamowicz, Z, “La Tugra Ottomane de L’Empereur de Russie”, Turcia, Revue d’Etudes Turques, Tome VII/1, Paris-Strasbourg 1976.
Muhammedşin, Refik, “Gataulla Bayazıdov”, Tatarskie intellektualı, Kazan 2005, s. 54-61.
Odesskoe obşestvo istorii i drevnostey, No: 3789
Şirvani, Seyid Azim, Seçilmiş Şairler, Baku 1948.
Zaytsev, İ. V., “Propavşaya Gramota, (Yarlık Krımskogo Hana Selim Gireya Mustafa Age 1693 g.)”, Turkologiçeskiy Sbornik 2006, Moskova 2007, s. 74-182.
Togan, A. Zeki Velidi, Türk ve Tatar Tarihi, Kazan 1912.
5 Nikolay Pavloviç Romanov (1796-1855): 1825-1855 tarihleri arasında Rusya’yı yönetmiştir.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 1, Sayı: 1, Ocak‐2011, s. 101‐120.
GOSTİVAR TÜRKLERİNİN MÂNİLERİ*
Selma SOL**
ÖZET: Mâni, Türk halk şiirinin en yaygın ve de en çok sevilen nazım biçimidir. Mâni söylemek, hem Anadolu’da hem de Anadolu dışında çok geniş bir coğrafi yayılım gösteren Türkler arasında asırlardır devam eden bir gelenektir. Bu gelenek sayesinde, yüzyılların süzgecinden geçmiş, inanışlarımız, beklentilerimiz, törelerimiz, duyuş ve düşünüş tavrımız kültür birikimine dönüşmüş unsurlar olarak nesilden nesile aktarılmaktadır. Bu çalışmada, Anadolu dışında, Makedonya Gostivar’da yaşayan Türklerin mânileri üzerinde durulmuştur. Çalışmanın dayanak noktasını, bölgesel derlemeler yoluyla elde edilmiş olan mâniler oluşturmuştur. Klasik mâni tanımlamalarından yola çıkılarak öncelikle Gostivar mânileri yapısal açıdan sonra da muhteva özelliklerine göre değerlendirilmiştir. Çalışmanın sonunda derlemeye esas teşkil eden mâniler alfabetik sırada verilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Mâni, Gostivar, sözlü gelenek, anonim edebiyat
MÂNI’S OF THE GOSTIVAR TURKS
ABSTRACT: “Mâni” is one of the most common and loved verse form of Turkish folk poem. Singing “mâni”is a tradition that has been going on for ages among Turks and it has widely spreaded out both in Anatolia and out of Anatolia. Thanks to this tradition; our thoughts, beliefs espectation, are transferred from generation to generation. In this work, we study on “mâni”s of the gostivar Turks. “Mâni”s that have been obtained through the regional compilation consist the main point of the work. At first; Gostivar “mâni”s have been assessed according to their structural characteristic and then their content characteristic. At the end of the work, the “mâni”s that consist the composition have been given according to alphabetical order .
Key Words: Mâni, Gostivar, oral tradition, anonymous literature
Giriş Anonim Türk halk edebiyatının en tanınmış, en yaygın ve şüphesiz en çok
sevilen nazım şekli mânidir. Genellikle dört dizeden oluşurlar, ancak içerdikleri anlam yükü bakımından binlerce yıllık Türk kültürünün izlerini taşırlar. Doğumdan ölüme kadar insan hayatının her önemli aşamalarına dair gerek bireysel gerekse toplumsal olguları, yargıları mânilerde bulmak mümkündür. Bununla beraber Türklerin yaşam felsefesini, binlerce yıllık geçmişlerinden getirdikleri değer yargılarını, ahlak anlayışlarını, duyuş-düşünüş biçimlerini, inanç ve törelerini kısacası kültürel kodlarımızı da ihtiva ederler. Bu açıdan, biçimsel özelliğinin basitliği ve söyleyişindeki kolaylık, mâninin edebî değeri ve taşıdığı anlam yükü ile tezat teşkil etmektedir.
* Bu çalışma 8-10 Nisan 2010 tarihleri arasında Tiran’da yapılan I. Uluslararası Balkan Dil, Kültür ve Medeniyet Sempozyumunda sunulan bildirinin gözden geçirilmiş ve genişletilmiş halidir. ** Yrd. Doç. Dr., Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi.
SELMA SOL
102
Söz konusu özelliklerinden dolayı, Türkler gittikleri her yeni coğrafyaya sözlü geleneklerinde mânileri de beraberlerinde götürmüşlerdir. Mâniler, geleneksel halk edebiyatı ürünlerimiz içersinde, Türk dünyasının ortak duyuş, düşünüş birliğinin en kısa yoldan ifade şekillerinden biri olmakla kalmayıp aynı zamanda ilk yazılı örneklerini Divânü Lügat-it Türk’te bulmamız açısından da en eskilerinden biridir. Türklerin bulunduğu her coğrafyada örneklerine rastlayabildiğimiz bu tür için, Kazak-Kırgızların aytipa veya kayım ülenek, Step-Kırım Tatarlarının çinik veya çiniğ, Kırım Tatarlarında mane, Tatarlarda çinik, çiniğ, cing, şın, Özbeklerin aşula veya koşuk1kelimelerini kullandığını görmekteyiz. Bunlara ilaveten Çağdaş Türk Lehçeleri Sözlüğü’ne göre, Azerbaycan Türkçesinde bayatı, Başkurt Türkçesinde şiğirtörö; Kazak Türkçesinde ölentürü; Kırgız Türkçesinde törtsap; Özbek Türkçesinde törtlik (halk şe’ri); Tatar Türkçesinde rubayı, rubãğı, Uygur Türkçesinde törtlik2 kelimeleri de mâni karşılığı olarak karşımıza çıkmaktadır. Makedonya ve Kosova’da da mâni için “martufal” denmektedir.
Klasik bir mâni, şekil itibarıyla genellikle 7’li hece ölçüsüyle kurulmuş tek dörtlükten meydana gelir. Çoğunlukla aaba kafiye düzeninde bulunsalar da bölgesel derlemelere baktığımızda hem uyak düzeninde hem de dize sayısında farklılıklar görmekteyiz.3 Mâni türü, tek bir dörtlük içinde anlam bütünlüğü göstermek zorundadır.4 Anlamın ağırlığını taşıyan dizeler çoğunlukla üçüncü ve dördüncü dizelerdir. Genellikle ilk iki dize, asıl anlamını veren son dizelere bir hazırlık yapılmasını sağlayan doldurma dizelerdir5. Bu ilk iki dize, mâninin bütünlüğü içersinde herhangi bir anlam tamamlama endişesi taşımaksızın yer aldıkları gibi, bazen de bu anlam
1 Ali Çelik, Mânilerimiz ve Trabzon Mânileri, Akçağ Yayınları, Ankara 2005, s. 19. 2 Çelik, a.g.e., s. 19. 3 Özellikle Anadolu’nun kuzeydoğu bölgesinde, Karadeniz kıyıları halk edebiyatında ve İstanbul’un “Meydan Kahveleri” geleneğinde aaba yerine baca uyaklı mâniler görülür. Klasik mâni tanımlaması olan “7 hecelik dizelerden meydana gelen dörtlükler” biçiminden başka bazı hallerde dize sayısında farklılıklar görülebilir. Bu durumda uyak düzeni de değişir. Mesela 4 yerine 6 dizeden oluşmuş mâninin uyak düzeni aaba yerine aabaca biçimine dönüşür. Bununla beraber, az da olsa rastlanan 8 heceli davulcu mânilerinin mevcutluğu, “mânilerin genelde 7 heceli olma” özelliğinin de değişebileceğini gösterir. bk. Pertev Naili Boratav, 100 Soruda Türk Halk Edebiyatı, Gerçek Yayınevi, İstanbul 1988, s. 172-174. 4 Kendine has kafiye yapısı ve tek dörtlükten oluşmuş bağımsız bir bütün olarak değerlendirilen mâni türü, bazen karşılıklı atışma şeklinde de kullanılır. Bu takdirde anlam, karşılıklı söylenen mânilere yüklenebilir. Bu durum, halk hikâyesi metinlerinde ya da mani şeklinde yapılmış âşık atışmalarında gözlemlenebilir. (P. N. Boratav, a.g.e., s. 177). 5 Bu konuda Ali Çelik, “yaygın olan doldurma mısralar söylemini bir yana bırakarak bir şekilde asıl temayı bizlere hatırlattıkları, biz ona götürdükleri için bazı mânilerde bunlara tedai mısraları demenin daha doğru olacağını düşüyoruz” demektedir. (Ali Çelik, “Mânilerdeki Gizler ve Bayburt Mânileri”, Millî Folklor, Yıl:13, S.51, Ankara 2001, s. 101).
GOSTIVAR TÜRKLERININ MÂNILERI
103
bütünlüğüne katkıda da bulunmaktadırlar. İlk iki dizenin çeşitli mânilerde değiştirilebildiği, ancak üçüncü ve özellikle de anlamın bütün yükünü çeken dördüncü dizenin ise hemen hemen hiç değiştirilmediğini görüyoruz6. Mânilerimizin şekilsel farklılıkları göz önüne alınarak yapılmış küçük ayrıntılarla birbirinden ayrılan bazı tasnif denemeleri vardır. Bunlar içersinde yaygın olarak kabul edilmiş bir tasnif şöyledir: 1-Düz Mâni, 2-Cinaslı Mâni, 3-Ayaklı Mâni a)Kesik Mâni, b) Doldurmalı Kesik Mâni, c) İstanbul Mânisi) 4-Yedekli Mâni, 5-Konuşmalı Mâni7. Trabzon ve çevresinden derlenmiş mâniler aracılığıyla, bütün yönleriyle “mâni” türünün tanıtıldığı bir çalışmada ise tasnif başlığı “Yapılarına ve Benzedikleri Nazım Şekillerine Göre Mâni Çeşitleri” şeklindedir. Bu başlığın altında sıralanmış tasnif denemesi şöyledir: 1-Düz Mâniler, 2-Kesik Mâniler, 3-Ayaklı Mâniler, 4-Artık veya Yedekli Mâniler, 5-Müstezat Mâniler8.
Mânilerimiz söz konusu olduğunda karşımıza çıkan bir diğer tasnif meselesi de konularına göre mânilerimizin tasnifidir. Bu konuda da oldukça çok çeşitli denemeler9 olmakla birlikte, söz konusu çalışmaların hepsinin birbirini tamamladığı düşüncesindeyiz. Son zamanlarda yapılmış bir tasnif denemesi ise şöyledir: Sevda mânileri, şehir mânileri, cinsel konulu mâniler, Ramazan mânileri, milli hislerle söylenmiş mâniler, mektup mânileri, hayvanlarla ilgili mâniler, askerlik mânileri, gelin-kaynana mânileri, tatlı mânileri, öğüt mânileri, sosyal konulu mâniler ve felek için söylenmiş mâniler10. Sadece söylendikleri yere, amaca ve kuruluşlarına göre yapılmış mâni tasniflerinin eksik olacağı, bu nedenle mânilerin icra edildiği törenlerin ve mekânların da konu bakımından mâni tasnifinde göz önünde bulundurulmasının gerekliliği düşünülerek yapılmış, ayrıntılı bir tasnif ise şöyledir: 1-Niyet, Fal (Yorum) Mânileri, 2-Sevda Mânileri, 3-İş Mânileri, 4-Bekçi ve Davulcu Mânileri, 5-Sokak Satıcılarının Söyledikleri Mâniler, 6-Semâi Kahvelerinde Söylenen Cinaslı Mâniler, 7-Âşık Hikâyecilerin Söyledikleri Mâniler, 8-Mektup Mânileri, 9-Düğün Mânileri, 10-Saya Mânileri, 11-Atışma Mânileri, 12-Ağıt Mânileri, 13-İnsan Adına Bağlı
6 Nevzat Gözaydın, “Anonim Halk Şiiri Üzerine”, Türk Dili, C.LVII, S.445-450, Ankara 1989, s. 3. 7 Mehmet Yardımcı, Başlangıcından Günümüze Halk Şiiri, Aşık Şiiri, Tekke Şiiri, Ürün Yayınları, Ankara 1999, s. 30. 8A. Çelik, a.g.e., s. 29-40. 9 Konuları bakımından mâni tasnifleri için bk. P.N. Boratav, a.g.e., s.175-176-177-178; M. Yardımcı, a.g.e., s.30; Erman Artun, Adana Halk Kültürü, Altın Koza Yayınları, Adana 2006, s.69. 10 M. Öcal Oğuz, vd., Türk Halk Edebiyatı El Kitabı, Grafiker Yayıncılık, Ankara 2004 s. 269.
SELMA SOL
104
Mâniler, 14-Şehir Adına Bağlı Mâniler, 15-Karşılıklı Çift Mâniler, 16-Katar Mâniler, 17-Tekke ve Saz Şairlerinin Söyledikleri Mâniler11.
İnceleme Bu çalışmanın konusu, Gostivar’da yaşayan Türklerin söyledikleri
mâniler üzerine bir inceleme denemesidir. Çalışmamıza esas teşkil eden seksen dokuz Gostivar mânisini12 öncelikle şekil açısından değerlendirdik. Yaptığımız incelemede, bu mânilerin çoğunun klasik mâni kafiye şekline uygun olarak aaba kafiye düzeninde olduğunu, bununla beraber beş farklı şekilde kafiyelendiğini gördük. Tespit ettiğimiz kafiye şemaları ve ilgili mâni numaraları şöyledir; aaaa kafiye şemasında toplam beş mâni: (5, 19, 44, 68, ve 20 numaralı mâniler); abcb kafiye şemasında bir mâni: (80 numaralı mâni); aabc kafiye şemasında bir mâni: (3 numaralı mâni); aabb kafiye şemasında bir mâni: (61numaralı mâni) bulunmakla beraber geri kalan seksen bir mâninin hepsi aaba kafiye şemasında olup klasik düzendedir. Şekil değerlendirmesinde üzerinde durduğumuz ikinci husus, söz konusu mânilerin metrik ölçüsüdür. Yine klasik şemaya uygun gelecek şekilde seksen dokuz mâninin elli beş tanesi 7’li hece ölçüsüyle söylenmiştir. Ancak geri kalan mânilerin, ölçü bakımından tam bir uyum içinde olduğunu söylemek güçtür. Nitekim, ilk dizesi 7’li hece ölçüsüyle başlayıp 6’lı ya da 8’li ölçülü dize barındıran on yedi adet mâni olduğunu görmekteyiz. İlgili mânilerin numaraları şöyledir; 1, 3, 7, 9, 12, 18, 24, 28, 29, 31, 32, 50, 62, 67, 71, 73 ve 78. Mânilerin genellikle 7’li ölçüyle bir kısmının da 8’li ölçüyle söylendiği bilinen bir durumdur. Burada da sekiz adet mâninin ilk dizesinin 8’li hece ölçüsüyle başladığı ancak 5’li, 7’li ve 10’lu dizeler barındırdıkları tespit edilmiştir. İlgili mâni numaraları; 8, 10, 17, 59, 60, 64, 72, ve 86. Bununla beraber, söz konusu mâniler içinde 6’lı ölçüyle başlayıp 7’li ya da 8’li ölçülü dizeler barındıran mâniler ise toplam altı adet olup numaraları şöyledir; 11, 27, 42, 45, 82, ve 87. İlaveten 38 numaralı mâninin ilk dizesi 9’lu ölçüyle söylenmekle beraber bütün dizeleri 5’li hece ölçüsüyle kurulmuş (20 numaralı) bir adet mânimiz de mevcuttur.
Görüldüğü gibi Gostivar mânileri, hem kafiye şeması hem de metrik yapı bakımından çeşitlilik arz etmektedir. Hiç şüphesiz burada akla gelen ilk soru, klasik şemanın dışında kalan mânilerin, geleneksel anlamda mâni sayılıp sayılmayacağıdır. Sözlü gelenek ürünlerinin en önemli özelliklerinin başında her anlatıcıya göre yeniden şekillenebilmeleri gelir. Bu nedenle, sözlü 11 A. Çelik, a.g.e., s.41-79. 12 Söz konusu mâniler, danışmanlığı tarafımdan yapılmış olan bir bitirme ödevinden alınmıştır. bk. Sejda Kaso, Gostivar Türklerinin Sözlü Gelenek Ürünleri, (Basılmamış Bitirme Ödevi), Trakya Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Edirne 2009, s. 31-36.
GOSTIVAR TÜRKLERININ MÂNILERI
105
gelenek ürünlerimiz icra bağlamında değerlendirildiğinde yani icracı, zaman, mekân değişkenlerinin sözlü ürüne yansımaları açısından bakıldığında, bu tarz farklılıkların tabii olduğu, bu nedenle yukarıdaki gibi klasik düzen dışı manzumelerin de mâni sayılması gerektiği düşüncesindeyiz. Mânilerin kafiye şeması ve ölçü konusunda gösterdiği değişkenlik üzerine yapılan yaygın bir yorum da onların belirli bir ezgiyle söylenmelerine dayandırılmaktadır. Makedonya Türklerinin mânileri üzerine çalışması olan Hamdi Hasan’ın konuyla ilgili görüşleri de ezgi meselesi paralelindedir ve bu tür bozuklukların mânilerin zaman zaman belirli bir ezgiyle söylenmesinden ileri geldiğini düşünmektedir13.
Dış yapı unsurları açısından Gostivar mânilerini kafiye yönünden de değerlendirdik. Halk şiirinde kafiye, dize sonlarında aynı seslerin düzenli tekrarına dayanan bir ahenk unsurudur. Ancak, Divân şiirinde olduğu gibi, halk edebiyatının uyak (kafiye) konusunda kuralcı bir tutumu yoktur. Halk şairleri en eski dönemlerden beri, uyak konusunda hafif bir ses benzerliğini dahi kesin kurallara bağlamadan şiirlerinde kullanmışlardır14. Bununla beraber halk edebiyatı geleneğimiz dâhilinde geliştirilmiş bütün manzum ürünlerimizde (türkü-ninni-ağıt-tekerleme-sayışmaca-bilmece-atasözü) kafiyenin varlığı bilinmektedir. Mâniyi diğer türlerden ayıran başlıca özelliğinin kafiye düzeni olmasının yanı sıra, göze çarpan bir diğer özelliği de mânilerin birinci, ikinci ve dördüncü mısralarındaki yarım kafiye (assonance) birliğidir15. Geleneksel bir kullanım şekli olan kafiyenin Gostivar mânilerinde de oldukça çeşitli şekillerde, yani yarım kafiyeden zengin hatta cinaslı kafiyeye kadar kullanıldığını gördük. Aşağıda söz konusu kafiye çeşitlerinden örnekler verilmiştir:
1-Yarım Kafiyeye Örnek: Mavzeri çektim patlamaz Zarife’nin yürüşü yaramaz Gel Zarife katışalım Belki anan ağlamaz (64)
Sigara içmez oldi Yar bur(a)dan geçmez oldi Kiminle selam gönderim Kuşlar da uçmaz oldu (73)
13 Hamdi Hasan, Makedonya Türklerince Söylenen Mâniler, Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, Ankara 2007, s. 11. 14 Cem Dilçin, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 2005, s. 73. 15 Şükrü Elçin, Türkiye Türkçesinde Mâniler, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara 1990, s. 7.
SELMA SOL
106
2-Tam Kafiyeye Örnek: Alçacik duvarın üstü Mendilim suya düştü Ben mendili alırken Gönlüm zalıma düştü (8)
Dağda kestim bir denek Ortası benek benek Beni ayıran yardan Satsın kalbur elek (28)
3-Zengin Kafiyeye Örnek: Beyaz dut şeker şerbet Yar yoli oldi gurbet Ayri düşen yarindan Ağlar ah çeker elbet (23)
Evin önünde pınar Kolumu soksam donar Sağ kulağım çınlıyor Acep yarim mi anar? (39)
4-Cinaslı Kafiyeye Örnek: Rafta vardır on alma Beşin al beşin alma Azrail kapıya gelsin Canım al eşim alma (71)
Gostivar Türklerinde mâni söyleme geleneği çerçevesinde, incelediğimiz mânilerin konu bakımından da oldukça zengin olduğunu görmekteyiz. Genel olarak mânilerdeki ana temaya uygun şekilde aşk-sevda temi başı çekmekle beraber, ayrılık, hasret, gurbet, kıskançlık gibi yine sevda ile bağlantılı sayabileceğimiz temler de Gostivar mânilerinde dile gelmektedir. Özellikle aşk duygusu öylesine kuvvetli verilmiştir ki aşkından ölme raddesine gelmiş ama yine de sevdiğinden vazgeçmemiş âşığın feryadını duymamak mümkün değildir: Ah benim mis çiçeyim Nice senden geçeyim Meftime sebep oldun Ecelsiz öleceğim (1)
Ah ettin oydun beni Kemikte soydun beni Kimsesiz yetim gibi Toprağa koydun beni (2)
GOSTIVAR TÜRKLERININ MÂNILERI
107
Bazen de âşık, sevgilisine duyduğu aşkına öylesine sahip çıkar ki, gerekirse bütün dünyayı karşısına düşman olarak alır:
Ah içim ceviz içim Aşkıyla doldu içim Bütün âlem bana düşman Kız seni sevdiğim için (3)
Sevgi ve aşk duyguları mânilerimizin ana motifidir. Sevgiden, sevgiliden söz etmeyen mâni neredeyse yoktur. İçinde bu terimler geçmese de, mâninin muhtevasında çoklukla sevgi vardır. Mânileri üreten ve söyleyenler çoğunlukla genç kızlar ve delikanlılar olduğu için, onlarda ilk aşk kıvılcımları, ilk gerçek sevdalar dile getirilir16. Aşk duygusunun, bazen bütün somutluğuyla görünen gerçek bir sevgi, bazen de dolambaçlı yollardan geçen ve ulaşılması zor bir duygu ve ayrıntı olarak ifade bulması; yer yer arka planda ve silik çizgilerle görünse de aslında mânilerin günümüze kadar yaşamasını sağlayan temel motifi olduğu düşünülmektedir17.
Gostivar mânilerinde işlenme yoğunluğu bakımından ikinci sırayı ayrılık temi almaktadır. Aşk duygusuna bağlı olarak karşımıza çıkan ayrılık, âşıkların yanıp kavrulmalarına sebebiyet vererek, gönülden yaralar. Bu sebeple âşıklar, haklı olarak ayrılıktan şikâyet ederler. Öyle ki, sevdiğinden ayrı düşen âşığın iki gözü kan ağlar, dünyaya küser; ayrı düşmesine vesile olanlara adeta beddua eder:
Entarimin aklığı Cebimin taraklığı Yaktı kül etti beni Yârimin yıraklığı(36)
İki dalda bir ceviz Kırıp onu yiyeriz Pusto kalsın ıraklık Abersiz ölecegiz (49)
Sofra altinda kedi Attım ekmek yemedi Üç ay on gün bekledim Henüz mektup gelmedi (75)
Umudi kestim artık İşimi kestim artık Sen yanımda deyilsin Dünyaya küstüm artık (81)
16 A. Çelik, a.g.e., s. 110-111. 17 H. Hasan, a.g.e., s. 19.
SELMA SOL
108
Aşkın ve ayrılığın olduğu her yerde, şüphesiz hasret duygusu da mevcuttur. Elimizdeki örneklere göre âşıklar, hasret duydukları sevgililerine mâniler yoluyla hâl hatır sormaktadır. Bu mânilerde yaşanan hasret öylesine derindir ki, kimi zaman kuş olup yârin yanına uçmak, sevgililerini doya doya görmek ve hasretlerini dindirmek isterler:
Al pırtılar asılsın Vur ütü (yü) basılsın Kaç gün oldu göremem Kara gözlüm nasılsın? (7)
Bindim kirez dalına Baktım Gostivar yoluna Cıngırdakli kuş olsam Konsam yârin koluna (24)
Suya gidelim suya Elmayı soya soya Verin benim yârimi Gürem doya doya (77)
Mâni söylemenin kadınların tekelinde olduğu görüşü yaygın olarak bilinmektedir. İnceleme alanımızda da bu ifadeyi destekler mahiyette çok sayıda kadın mânici olduğunu görmekteyiz. Genç kızlar, bazen mâniler yoluyla aşklarını ilan ederken (42), bazen de âşığının artık kendisinden ümidini kesmesini ister (44). Genç kızlar, mâniler aracılığıyla, sevgilisi olacak delikanlının taşıması makbul sayılabilecek, daha doğrusu kendi aradığı özellikleri de saymaktadır. Erkeğin sigara içmemesi (26), gurbetçi, yabancı olup gitmemesi (21, 54) bunların başında gelmektedir. İstemedikleri yere verilme durumlarında da genç kızlar, mâniler vasıtasıyla memnuniyetsizliklerini dile getirirler (32).
Genç kızlar kadar genç erkekler de, mâniyi hem etkili hem de eğlenceli bir iletişim aracı olarak kullanmaktadırlar. Bu mâniler vasıtasıyla aşkını ifşa etmede sınır tanımayan cüretkâr âşık, onu yakıp kül edenin apaçık Ömer beyin kızı olduğunu söyler (5). Seven âşık kıskanır kabilinden, her daim mâniler yoluyla kıskançlığını da dile getirir (6). Yârinin yüzünü görürse, gözünün gönlünün açılacağını söylerken, aşkından sarhoş olduğunu artık ayık gezemediğini de dile getirir. Yine bu mânilerden, Rumeli Türklerinde sık görülen çakır gözlü, kırmızı yanaklı olmak gibi fiziksel özelliklerin, kızlarda beğenilen özellikler olduğunu görmekteyiz (31, 61). Bazen de delikanlılar, sevdiklerinin cilveli olmasını istediklerini de dile getirirler (14) Kimi zaman sevdiğinden yüz bulamayan delikanlı, mâniler vasıtasıyla yaşadığı durumun vahametini anlatıp aşkından verem oldum derken, kimi
GOSTIVAR TÜRKLERININ MÂNILERI
109
zaman da tehditkâr bir ifadeyle sevgilisine çok zorlamamasını yoksa kız kardeşini alacağını söyler(17). Sevdiğinde karar kılmış delikanlıların yanı sıra, gönlü kimi seçeceğine henüz karar verememiş genç erkekler de bu mânilerde karşımıza çıkmaktadır. Onların derdi gönüllerinin takılı kaldığı, hepsi birbirinden güzel Gostivar kızlarıdır (43).
Sonuç
İnceleme kapsamında ele aldığımız Gostivar Türklerinin mânileri, sözlü geleneğimiz dâhilinde, gerek şekil gerekse muhteva açısından, hâlihazırda canlılığını korumaktadır. İcra edildiği yerler genellikle, çeşitli şenlikler, kutlamalar, hıdrellez, köy seyirlik oyunları, kadınlar arası toplantılar, genç kızların ya da genç erkeklerin beraber bulunduğu toplantılar gibi, daha ziyade eğlence amaçlı olduğu için, mânilerde sosyal konulara pek değinilmez. İncelediğimiz Gostivar mânilerinde de sosyal içerikli, eleştiri öğesi taşıyan mâni örneğine rastlamadık. Aşk ve sevgi başta olmak üzere hayata ve insana dair beşerî temleri konu alan mânilerde, bu duruma uygun olarak aile içi ilişkilere de yer verilir. Özellikle kuşak farkından kaynaklandığı düşünülen, gelin-kaynana anlaşmazlıkları da mânilerde karşımıza çıkmaktadır. İncelediğimiz mâniler içerisinde söz konusu temaya uygun olan tek örnek, dört numaralı mâni örneğidir ve kaynanadan olumsuz olarak bahseden tipik bir gelin-kaynana mânisidir. Mânilerin karşılıklı söylenmesi de bu türün tipik bir özelliğidir. İnceleme alanında tek örnek olarak gördüğümüz 18 numaralı mâni tam bir atışma mânisidir. “Maneyi başlayalım” dizesiyle başlayan 63 numaralı mâni örneği de karşılıklı söylenen mâniler için bir çeşit başlangıç mânisidir.
Gostivar şehri ile sınırlandırdığımız çalışmamız neticesinde, Makedonya gençleri arasında, mâni söyleme geleneğinin günümüzde de devam ettiği ortaya konmaya çalışılmıştır.
SELMA SOL
110
GOSTİVAR MÂNİLERİ
1. Ah benim mis çiçeyim Nice senden geçeyim Meftime sebep oldun Ecelsiz öleceğim
2. Ah ettin oydun beni Kemikte soydun beni Kimsesiz yetim gibi Toprağa koydun beni
3. Ah içim ceviz içim Aşkıyla doldu içim Bütün âlem bana düşman Kız seni sevdiğim için
4. Ah kaynana kaynana Ne iş yapayım sana Tavandaki kediyi Pişireyim ben sana
5. Ak bunarın taşçesi Sabah öter kuşçesi Yakti kül etti beni Ümer Bey’in kisçesi
6. Akler giyme üşürsün Pembelerde meşursun Güzel tabiatın var Erkesle konuşursun
7. Al pırtılar asılsın Vur ütü basılsın Kaç gün oldu göremem Kara gözlüm nasılsın?
8. Alçacik duvarın üstü Mendilim suya düştü Ben mendili alırken Gönlüm zalıma düştü
9. Amamın ortasında Gül topladım futasında Benim bir yarim var Maalenin ortasında
GOSTIVAR TÜRKLERININ MÂNILERI
111
10. Arpa olsam savrulamam Güneş olsam ısıtamam Beş senelik sevgimdir Ölsem bile unutamam
11. Aseleri giymişsin Ne boynunu eymişsin Doru söyle be olan Angımızı sevmişsin?
12. Asma altında durdum Bir güzele vuruldum Ben sandım o sevmedi Aşktan verem oldum
13. Asma gülüm sarkarım Açılmağa korkarım Derseler yarim gelmiş Üli olsam kalkarım
14. Astayim nar isterim Döşeyi dar isterim Dar döşeyin üstüne Cilveli yar isterim
15. Aşiklari sınarsın Badeleri sunarsın Ahım alev kesilmiş Çok yaklaşma yanarsın
16. Atma taşi atan var Atma taşi tutan var Sen beni istemezsen Ayagımi üpen var
17. Attım sapanın taşını Kırdım semerin kaşını Kız çok zorlanma Alırım kızkardaşını
18. Ay aparım aparım Gökte yıldız kaparım Senin gibi mâniciy Kenefte ibrik yaparım
SELMA SOL
112
19. Ay argovan argovan Üç sene durdum divan Çikmadi bir Müslüman Kurtarsın beni burdan
20. Ay okam okam Gümüşü tokam Kimseden korkmam Allah’tır arkam
21. Başçede biberkasın Ah be çocuk dilbersin Korkarım gönül verim Yabancısın gidersin
22. Ben deyilim burali Yaraliyim yarali Dünya güzümde deyil Yarimden ayrilali
23. Beyaz dut şeker şerbet Yar yoli oldi gurbet Ayri düşen yarindan Ağlar ah çeker elbet
24. Bindim kirez dalına Baktım Gostivar yoluna Cıngırdakli kuş olsam Konsam yarın koluna
25. Çarşıda var kestene Satılır tene tene Şimdi kızlar çok ucuz Alalim beş on tene
26. Çuçka bayir tepesi Kopsa dolu kebesi Ben o çocuy istemem Tütün kokar nefesi
27. Dag dag dag adami Dagda gezer bag adami O yarımın gözleri Öldürür bir sag adami
GOSTIVAR TÜRKLERININ MÂNILERI
113
28. Dağda kestim bir denek Ortası benek benek Beni ayıran yardan Satsın kalbur elek
29. Dağlar bütün meşeli Yerde kaldı düşeli İki güzüm kan ağlar Senden ayri düşeli
30. Darbukamın derisi Beni sever birisi İsmi nedir bilmezdim Uzaktadır kendisi
31. Duvar üstünde bakır
Kırildi takır takır Bir yar ne sevdim İki gözi var çakır
32. Duvarı delecekler Yanıma girecekler İstemedim çöçe Zor ile verecekler
33. Elbisesi beyazdan Ben anlamam niyazdan Şimdi başım dumanlı Konuşuruz birazdan
34. Elimde sari kahat Ağlarım sahat sahat İşte yarım giderim Kalinis rahat rahat
35. Entarim var pembeden Lekelendi giymeden Yaktı kül etti beni Yirmisine gelmeden
36. Entarimin aklığı Cebimin taraklığı Yaktı kül etti beni Yârimin yıraklığı
SELMA SOL
114
37. Evde serdim havlular Odadaki yaygılar Sen orda ben burada Yandık nasıl kandiller
38. Evim başına mezarını Güneş vurdi yazarim Sallama yarim mendili Ben aklimi bozarım
39. Evin önünde pınar
Kolumu soksam donar Sağ kulağım çınlıyor Acep yarim mi anar?
40. Ey atlılar atlılar Geliyor muratlılar Kız görmeye gelmişler Muşmula suratlılar
41. Ey dağlar ulu dağlar Çaresiz suli dağlar Ben derdimi sülesam Yel durur bulut ağlar
42. Ey oğlan dön geri Başımdan çöz çemberi Âşık oldum ben sana Yedi yaşımdan beri.
43. Gostivar daglarinda Kuş öter baglarinda Gönlüm takılı kaldı Gostivar kızlarında
44. Gökte uçar teyare Selam söylen o yare Benden ona yok fayde Bulsun başına çare
45. Gül ektim tümsiye Yoldurmadım kimseye Ufaciktan yar sevdim Bildirmedim kimseye
GOSTIVAR TÜRKLERININ MÂNILERI
115
46. Hasır altı nem alır Bu güzeli kim alır Bu güzelin kaşları Dünyayı satın alır
47. Her yalana kanmışım
Her süze inanmışım Ben artık sevgiden da Bıkmışim usanmişım
48. İki çeşme akışır Birbirine bakışır Kara gözlü yarima Er ne giyse yakışır
49. İki dalda bir ceviz Kırıp onu yiyeriz Pusto kalsın ıraklık Abersiz ölecegiz
50. Kaladan endirdiler Karalar gidirdiler Üç günlük yârimi Asker gönderdiler
51. Kaladan enişelım Koç gibi düvüşelım Kaldır hanım yaşmagı Bayramdır üpüşelim
52. Kalkandan olmaz kayık Büküyor bana bıyık Sarhoş oldum aşkınla Gezemez oldum ayık
53. Kapılmışım bir çarka Severim korka korka Şakaklarim agardi Gelmeden daha kırka
54. Karanfilsin bibersin Bilersin ki güzelsin Söz verdim gönül vermem Gurbetçisin gidersin
SELMA SOL
116
55. Karanfilsin bibersin Sen terzisin dikersin Söz verdim ki alacim Niçin gayle çekersin
56. Karşı karşı evimiz Karşidir dükkanımız Gel yarim laf edelim Patlasın düşmanımız
57. Karşıdan gelenlere
Gaz koydum fenerlere Beni annem verecek Üsküp’ten gelenlere
58. Karşidaydim kirezde Kuş besledim kafezde Dediler yarin geldi Yetiştim son nefezde
59. Kıratova dağ içinde Güli bardak içinde Gizli sevda çekenler Yüreği yağ içinde
60. Klişe ardına bunar Soksam elimi donar Ni kız oldum ni gelin Buna da canım yanar
61. Köprü altında kuzu Burma burma boynuzu Ben ne sevdim o kızı Yanakları kırmızı
62. Kurbağa dedi vak vak Kaldır başın bana bak Ya (da) yanına beni al Ya (da) büsbütün beni bırak
63. Maneyi başlayalım Şeytani taşlayalım Yürekteki yareyi Rakiyle aşlayalım
GOSTIVAR TÜRKLERININ MÂNILERI
117
64. Mavzeri çektim patlamaz Zarife’nin yürüşü yaramaz Gel Zarife katışalım Belki anan ağlamaz
65. Mektup yazdım yazidi Kaadi beyaz idi Çok şeyler yazacaktim Mürekkebim az idi
66. Nur badeler içilsin Sevilenler seçilsin Güzel yüzini göster Güre(yi)m gönlüm açilsin
67. Pazarda kalaycılar İşley kuyumcilar Dediler yar geli Hane be yalancılar
68. Pınar başı gölçesi Öttü sabah kuşçesi Yaktı kavurdu beni O Gostivar kisçesi
69. Pınar başında kazlar Yere bastım yer sızlar Ben(im)le mâni atamaz Küflü paçalı kızlar
70. Raflarda altın sini Billahi sevdim seni Üpmeye kıyamadım Ellere verdim seni
71. Rafta vardır on alma Beşin al beşin alma Azrail kapıya gelsin Canım al eşim alma
72. Sari entari dizeka Gel gidelim bizeka Sarilalim yatalim Sabah yıldıziyeka
SELMA SOL
118
73. Sigara içmez oldi Yar bur(a)dan geçmez oldi Kiminle selam gönderim Kuşlar da uçmaz oldu
74. Sizin sofa serindir Bizim sofa derindir Sarılalım yatalım Alla bize kerimdir
75. Sofra altinda kedi Attım ekmek yemedi Üç ay on gün bekledim Henüz mektup gelmedi
76. Su serptim serin olsun Mezarım derin olsun Dünyada alamazsam Arette benim olsun
77. Suya gidelim suya Elmayı soya soya Verin benim yarimi Güreyim doya doya
78. Şamiçem dört köşeli İçi sedef düşeli Benim bir yarim var Yedi top menekşeli
79. Tırnak deyil diş deyil Et deyil çerviş deyil Sevmek demek kolaydır Sevmek kolay iş deyil
80. Tülbentimi yikadım Seremem çardaklara Kara gözlü yârimi Veremem ortaklara
81. Umudi kestim artık İşimi kestim artık Sen yanımda deyilsin Dünyaya küstüm artık
GOSTIVAR TÜRKLERININ MÂNILERI
119
82. Uzaktan seçilmez Güzelden geçilmez Gönül bir top ibrişim Dolaşmiş açılmaz
83. Uzun uzun çarşilar Yarim beni karşilar Sevdigimi alacam Karışmasın komşular
84. Yarim gelir tarladan Çamur çıkar yollardan Beni yarim kıskanır Yerdeki karıncadan
85. Yar(im) saçi bükle bükle Güzel yar beni bekle Eğer seni almasem Üldür beni tüfekle
86. Yemenim Debre’den gelir Yarim yayladan gelir Yarimin çoban kokusu Eser burnuma gelir
87. Yıkti inatımi Eritti sebatımi Bir ain güzeli sevdim Mahvetti hayatimi
88. Yüzügünün civair taşi Gönlümün dayler başi Güzelin kara gözü Yandırır dagi taşi
89. Yüzüğün pembe taşi Güzügür dağlar başi Senden mektup gelince Güzümün dinmey yaşi
SELMA SOL
120
KAYNAKÇA Artun, Erman, Adana Halk Kültürü, Altın Koza Yayınları, Adana 2006. Boratav, Pertev Naili, 100 Soruda Türk Halk Edebiyatı, Gerçek Yayınevi, İstanbul,
1988. Çelik, Ali, “Mânilerdeki Gizler ve Bayburt Mânileri”, Milli Folklor, Yıl:13, S. 51,
Ankara 2001. Çelik, Ali, Mânilerimiz ve Trabzon Mânileri, Akçağ Yayınları, Ankara 2005. Dilçin, Cem, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, TDK Yayınları, Ankara 2005. Elçin, Şükrü, Türkiye Türkçesinde Mâniler, TürkKültürünü Araştırma Enstitüsü
Yayınları, Ankara 1990. Gözaydin, Nevzat, Anonim Halk Şiiri Üzerine, Türk Dili, C.LVII, S.445-450,
Ankara 1989. Hasan, Hamdi; Makedonya Türklerince Söylenen Mâniler, Atatürk Kültür Merkezi
Yayını, Ankara, 2007. Kaso, Şejda; Gostivar Türklerinin Sözlü Gelenek Ürünleri, Trakya Üniversitesi,
Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Edirne 2009, Danışman: Yrd. Doç.Dr. Selma SOL (Basılmamış Bitirme Ödevi).
Oğuz, M. Öcal vd., Türk Halk Edebiyatı El Kitabı, Grafiker Yayıncılık, Ankara 2004.
Yardımcı, Mehmet, Başlangıcından Günümüze Halk Şiiri, Âşık Şiiri, Tekke Şiiri, Ürün Yayınları, Ankara 1999.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 1, Sayı: 1, Ocak‐2011, s.121‐144.
TANZİMAT DÖNEMİ NAFİA NEZARETİ
Aziz TEKDEMİR∗
ÖZET Osmanlı Devleti’nde Tanzimat’tan önce imar faaliyetleri, eyalet ve sancakların kendi idareleri tarafından yapılmakta iken Tanzimat’la birlikte merkezden idare edilmeye başlanmıştır. İmar faaliyetleri için bir fon oluşturulmuş ve bu fon için finans ayarlaması yapılmıştır. Finans kaynağı ayarlandıktan sonra da imar faaliyetlerinin yürütülmesi için Nafia Nezareti kurulmuş ve görevleri belirlenmiştir. Fakat kısa süre sonra Nafia Nezareti ile Ticaret Nezareti bileştirilmiştir. Bu iki nezaretin 1848–1870 yılları arasında sık sık birleştirildiği ve ayrıldığı görülmektedir. 1870 yılında ise Nafia Nezareti tekrar müstakil konuma getirilmiş, içeriği oldukça kapsamlı bir nizamname yapılarak, teşkilatı ve görev paylaşımı belirlenmiştir.
Anahtar Kelimeler: Tanzimat, Nafia Nezareti, Nazır, Muhasebeci, İsmail Paşa
MINISTY OF PUBLIC WORKS DURING THE TANZIMAT PERIOD
ABSTRACT: Before the Tanzimat when the development and construction of public facilities were carried out by the own authority of the states and counties, they were begun to be coordinated by the central administration after the Tanzimat. A fund for the development and construction of public facilities was created and a financial adjustment was made for this fund. After setting the financial resources for the conduct of development activities the Ministry of Public Works was established and its tasks were defined. However the Ministry of Public Works was merged with the Ministry of Trades after a short while. These two ministries were merged and separated very often between 1848 and 1870. In 1870 the Ministry of Public Works was brought back to its independent position by creating the organisation and task‐sharing together with the code of rules.
Key Words: Tanzimat, Ministry of Public Works, Minister, Accountant, İsmail Paşa
Giriş
Osmanlı Devlet adamları, Tanzimat reformları yerleşmeye başladıktan sonra devlet teşkilatında önemli değişimler ihtiva eden düzenlemeleri devam ettirmişlerdir. Bunlardan biri Nafia işleridir. Nitekim, 1848 yılında Nafia Nezareti teşkil edilmiş, bayındırlık, sanayi, tarım, orman ve su ile ilgili işler nezaretin idaresi altına verilmiştir. Saydığımız bu konular Nafia Nezareti kurulmadan önce farklı kurumlar tarafından yürütülmüştü. Bunlara kısaca değinecek olursak;
Bayındırlık işleri önceleri mimarbaşılar ve şehreminiler tarafından yönetilirdi. İstanbul’da bina yaptıracak kişinin mimarbaşıdan ruhsat alması gerekmekteydi. Mimarbaşılar bendler, suyolları ve kaldırımların inşa ve
∗ Arş. Gör. Dr. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü.
AZIZ TEKDEMIR
122
tamiratını yapmakla yükümlüydüler1. 1828 yılından itibaren bu görevler mimarbaşılar ve şehreminiler tarafından yürütülmek üzere İhtisab Nezareti’nin idaresine verilmiştir2. 1831 yılında ise mimarbaşılık ve şehreminilik3 kurumları lağvedilip yerine Ebniye-i Hassa Müdürlüğü kurulmuş ve şehirdeki tüm inşaat işleri bu kurumun idaresine verilmiştir4. Tanzimat’tan sonra da bu kurumun idaresi altında olmak üzere Kaldırım Müdürlüğü kurulmuş, keşifler de Mimar Halifesi tarafından yapılmaya başlanmıştır5.
Osmanlı Devleti’nin ilk devirlerinden itibaren su işleri ile ilgilenen bir su nezareti (müdürlüğü) bulunmaktadır6. Bu müdürlüğün bünyesinde keşif memurları, korucular, çavuşlar ve bend muhafızlarının istihdam edildiği görülmektedir. Su müdürlüğü, Evkaf Nezareti’nin teşkili ile 22 Şubat
1 Mimarbaşılar hakkında bkz. Osman Nuri Ergin, Mecelle-i Umûr-ı Belediye, C. II,İstanbul 1995, s. 927 2 Cengiz Orhonlu, Osmanlı İmparatorluğundaŞehircilik ve Ulaşım Üzerine Araştırmalar, (Der. Salih Özbaran), İzmir 1984, s. 40. Bu dönemde; ihtisap Nezareti, İstanbul Valiliği, Zaptiye Nazırlığı, Şehreminliği gibi kurumlarla birlikte esnaf, erzak ve bazı mali işlerin idaresini yerine getirmekte idi: Ahmet Cevat Eren, Tanzimat Fermanı ve Dönemi, (haz. Alişan Akpınar), İstanbul 2007, s. 28. Burada bahsi geçen İhtisab Nezareti, bakanlık değil bir müdürlük statüsündedir. İhtisab Nezareti hakkında detaylı bilgi için bkz. Ziya Kazıcı, Osmanlılarda İhtisab Müessesesi, İstanbul 1987, s. 39–235; Mübahat Kütükoğlu, “İzmir İhtisab Nezareti” Tarih Enstitüsü Dergisi, S. 13, İstanbul 1987, s. 481-520; Mübahat Kütükoğlu, “İzmir İhtisabı Muhasebeleri” Tarih Enstitüsü Dergisi, S. 15, İstanbul 1997, s. 49- 144. 3 Burada kastedilen şehreminlik ile Tanzimat’tan sonra kurulan İstanbul’un şehir işleri ile uğraşan Şehremaneti karıştırılmamalıdır. Şehreminliği, Tanzimat’a kadar saray ve hükümete ait binaların inşa ve tamiratı ile uğraşan, Galatasarayı ve İbrahimpaşa sarayının yiyecek ve giyeceklerine, eski ve yeni sarayların, harem-i hümayunun maaş ve masraflarına bakan ve bunun gibi birçok vazifesi olan önemli bir memuriyettir. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti’nin Saray Teşkilatı, Ankara 1988, s. 375; Arzu Terzi, “XIX. Yüzyıl Sonlarında Ebniye-i Seniyye İdaresi” Tarih Enstitüsü Dergisi, S. 16, İstanbul 1998, s. 110. 4 Osman Nuri Ergin, Mecelle-i …,C. II,s. 927-928; Cengiz Orhonlu, Osmanlı İmparatorluğunda…, s. 53-54; Arzu Terzi, “XIX. Yüzyıl Sonlarında Ebniye-i Seniyye İdaresi” Tarih Enstitüsü Dergisi, S. 16, s. 110. 5 Cengiz Orhonlu, Osmanlı İmparatorluğunda…,s. 53-54. 6 Yaptığımız araştırmalarda, 19. yüzyıl öncesinde de, Osmanlı Devleti’nin bünyesinde bulunan kurumların idaresi için oluşturulan her birime, nezaret isminin verildiğini görmekteyiz. Bu nezaretler bakanlık anlamında değil, müdürlük statüsündedir. Örneğin Su Nezareti tabiri Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerinden itibaren kullanılmıştır: İbnülemin Mahmud Kemal, Evkaf-ı Hümayun Nezareti’nin Tarih-i Teşkilatı ve Nuzzarin, İstanbul 1335, s. 33; Osman Nuri Ergin, Mecelle-i…,C. III, , s. 1158.
TANZİMAT DÖNEMİ NAFİA NEZARETİ
123
1837’de bu kurumun idaresi altına verilmiş7 ve Nafia Nezaretine bağlanıncaya kadar da Evkaf tarafından idare edilmiştir8.
Osmanlı Devleti’nde tarım arazisinin kullanımı ise şer‛î hükümler ve padişahların koyduğu örfî kurallarla düzenlenmekteydi. Şer‛î hükümler toprak üzerindeki tasarruf hakkını güvence altına alırken, padişahın koyduğu kanunlar, tarım arazisi üzerindeki devlet denetiminin sürekliliğini garanti altına almaktaydı. Devlet giderlerini ve sipahilere yaptığı harcamaları tarımsal üretimden karşıladığı için tarımın devamlılığını sağlamak zorundaydı. Osmanlı Devleti, tarım için klasik dönemde Çift-hane sistemini kullanmış, bu sistem XVI. yüzyılın sonuna kadar devam etmiş ve merkezin zayıflamasıyla kısmen özel şahısların denetimine girmiştir. Şer‛i hükümlerle sahipsiz arazilerin mülk edinilmesine izin verilmiş, bireylerin sahip olduğu büyük çiftliklerin ortaya çıkabilmesi için hukukî çerçeve oluşturulmuş ve çift-hane sistemi muhafaza edilmiştir9. Âyânların sahip olduğu büyük çiftliklerin yaygınlaşması ile mukataa sistemi ortaya çıkmış ve bu sistem, XVIII. yüzyılda oldukça geniş bir çevreye yayılmıştır10. XVIII. yüzyılın ikinci yarısı hatta XIX. yüzyılın başlarında devlet, kırsal alanları daha yakından denetleyebilmek ve tarımsal artığın daha büyük kısmına el koyabilmek için mirî topraklar üzerindeki fiilî mülkiyeti sınırlandırmış, âyânın elindeki çiftliklerin bir bölümünü müsadere etmiştir11. Tanzimat dönemine gelindiğinde, tarım politikalarını oluşturacak ve uygulayacak ziraî bürokrasi kurulmuştur12.
Ormanlar, XIX. yüzyıla kadar bulunduğu bölgenin hukuki durumuna göre mülk, vakıf ve mirî olarak sınıflandırılmıştı. Osmanlı arazisinde bulunan ormanlar genellikle askerî ihtiyaçların karşılanması ve İstanbul halkının yakacak temini için kullanılmıştır. Ormanlarla ilgili ilk değişiklik
7 İbnülemin Mahmud Kemal, Evkaf-ı Hümayun…, s. 33-34; Osman Nuri Ergin, Mecelle-i…, C. III, , s. 1158-1159. 8 BOA., İ.MVL., nr. 137/3770 Leff. 3 (13 R. 1265/8 Mart 1849); Buyruldu Defteri, nr. III, s. 92-95 (29 B.1265/20 Haziran 1849); BOA., BEO., A. MKT., nr. 181/34 (19 R. 1265/14 Mart 1849). 9 Halil İnalcık, “Çiftliklerin Doğuşu: Devlet, Toprak Sahipleri ve Kiracılar”,Osmanlıda Toprak Mülkiyeti ve Ticari Tarım, İstanbul 1998, s. 17; Yuzo Nagata, Tarihte Ayanlar Karaosmanoğulları Üzerine Bir İnceleme, Ankara 1997, s. 4. 10 Halil İnalcık, “Çiftliklerin Doğuşu: Devlet, Toprak Sahipleri ve Kiracılar”,Osmanlıda Toprak Mülkiyeti ve Ticari Tarım, İstanbul 1998, s. 17–35; Şevket Pamuk, Osmanlı’dan Cumhuriyete Küreselleşme, İktisat Politikaları ve Büyüme, İstanbul 2008, s. 8–9. 11 Şevket Pamuk, Osmanlı Ekonomisinde Bağımlılık ve Büyüme (1820–1913), İstanbul 1994, s. 98–99; Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Toplum ve Ekonomi, İstanbul 1996, s. 9–10; Şevket Pamuk, Osmanlı-Türkiye İktisadi Tarihi 1500–1914, İstanbul 1999, s. 214. 12 Tevfik Güran, 19. Yüzyıl Osmanlı Tarımı, İstanbul 1998, s. 45.
AZIZ TEKDEMIR
124
Tanzimat’la birlikte gerçekleşmiş ve bu dönemde fennî usullere dayalı orman teşkilatının temelleri atılmıştır13.
Osmanlı Devleti’nde sanayi üretimi önceleri devletin kontrolündeki loncalar tarafından yürütülmüştür. Hükümet loncalara müdahale etmemiş, loncalara bağlı imalat birimlerinin ürettikleri malların kalite, miktar ve fiyatlarını kontrol etmiştir. Lonca sistemi, hammaddenin arz ve talebini düzenlemiştir. Ayrıca üretilen malların pazarlamasını yapan esnaf da loncalar halinde teşkilatlanmış, fiyatlar hükümet ve lonca temsilcileri tarafından belirlenmiştir14. Bu suretle lonca, her işkolunda arz ve talep arasında bir denge görevi üstlenmiştir15.
Buraya kadar Nafia Nezareti’nin sorumluluğuna verilen konuların nezaret öncesi hakkında bilgi vermeye çalıştık. Şimdi ise kısaca nezaretleşme süreci hakkında bilgi vermenin yararlı olacağı kanaatindeyiz. Osmanlı’da devletin gidişatını düzeltmek için ilk ciddi düzenlemeler III. Selim zamanında askerî alanda yapılmıştır. Bir süre sonra da askerî düzenlemelerle sorunun çözülemeyeceği anlaşılmış ve diğer alanlarda da yenilikler yapılmaya başlanmıştır. Yenilik yapılan alanların başında idari yapılanmalar gelmektedir16. İdari alanda yapılan reform çalışmalarında Batı, özellikle Fransa ve ikinci aşamada da İngiltere örnek alınmıştır17.
Devlet düzeninde yeni reformların yapılabilmesi, parçalanmış yetki ve hakların uyum içinde alınabilmesi, otoritenin merkezileşmesi ile olacağı kanaatine varılmıştır. Otoritenin merkezileşmesi, organizasyonun emir ve komutaya dayanan dikey hiyerarşik yapısı içinde, üstün astı kontrolü anlamına gelmektedir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı ile düzenli diplomatik ilişkiler kurması ile birlikte Osmanlı Bürokratları, Avrupa başkentlerinde görevlendirilmiştir. Bürokratlar, zamanla parlamenter hükümet ve halk egemenliği gibi fikirleri de kapsayan, Batıda görülen endüstriyel, ekonomik, siyasal ve toplumsal 13 Özkan Keskin, Orman ve Ma‛adin Nezareti’nin Kuruluşu ve Faaliyetleri, (İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul 2005, s. 7–8. 14 Esnaf ve teşkilatlanması hakkında bkz. Ahmet Kala, “Esnaf”, DİA. C. XI, s. 423–430; Ahmet Kala, İhtira Beratından Patent’e Alâmet-i Fârika’dan Markaya Türk Sınaî Mülkiyet Tarihi,Ankara 2008, s. 43–44. 15 Donald Quataert “Sanayi”, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi,C. II,(Editör Halil İnalcık-Donald Quataert), İstanbul 2004, s. 1003-1010; Rıfat Önsoy, Tanzimat Dönemi Osmanlı Sanayii ve Sanayileşme Politikası, Ankara 1988, s. 3-4. 16 M. Nermi Haskan-Çelik Gülersoy, Hükümet Kapısı Bab-ı Alî, İstanbul 2000, s. 68. XVIII. yüzyıldan Tanzimat’a kadar yapılan ıslahatlar hakkında geniş bilgi için bkz. Kemal Beydilli, “Islahat”, DİA.,C. XIX, s. 174-185 17 Metin Heper, Türk Kamu Bürokrasisinde Gelenekçilik ve Modernleşme, İstanbul 1977, s. 64.
TANZİMAT DÖNEMİ NAFİA NEZARETİ
125
yeniliklerin etkisi altında kalmıştır. XIX. yüzyıldan itibaren de Osmanlı Devleti’nin yeniden canlanabilmesi için Avrupa’da uygulanan meşruti yönetime geçilmesi gerektiği fikri savunulmuş ve Batı kurumlarının taklit edilmesi moda haline gelmiştir18. Batı dillerini bilmek ve Avrupa’da bulunmuş olmak, yüksek bürokratik mevkiler için, en önemli niteliklerden biri haline gelmiştir. Fakat bürokratlar, Avrupa’nın modernleştirilmesinde etkin olan toplumsal içeriği anlayamadıklarından, Batıdan getirdikleri değişiklikleri Osmanlı toplumuna uygulamakta başarılı olamamışlardır19.
Sultan II. Mahmut başkentte ve taşrada idareyi merkeziyetçi bir modele göre ele almıştır20. Bu merkeziyetçilik devlet bürokrasisini şubelere ayırmak, memurlara maaş vermek ve hazinenin gelir ve giderlerini tek elde toplayıp mali kontrolü kurmak şeklinde özetlenebilir21. II. Mahmut’un saltanatı ve ardından gelen Tanzimat Osmanlı Devleti’nin, idari, siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik tarihi açısından son derece önemli gelişmeleri meydana getiren dönüm noktası olmuştur. Bu dönemin göze çarpan en önemli noktalarından birisi, memur zümresine dayanan sivil bir bürokrasinin yükselerek yönetimde söz sahibi olmaya başlamasıdır. Tanzimat öncesi ve Tanzimat ile birlikte idari yapıda değişiklikler meydana gelmiş ve batı tarzı bakanlıklar kurulmaya başlanmıştır22.
İlk olarak 1826 yılında vakıfların idaresi, Darphane-i Âmire’den ayrılmış ve Evkaf-ı Hümayûn Nezareti kurulmuştur23. 1836 tarihinden sonra da Avrupaî tarzda nâzır denetiminde nezaretler kurulmaya başlanmıştır24. 11 Mart 1836 tarihli padişah emriyle Sadaret Kethüdalığı Dahiliye Nezaretine, Reisülküttâplık25 makamı Hariciye Nezareti’ne dönüştürülmüştür26. 1836 18 Tevfik Çavdar, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi 1839–1950, Ankara 1995, s. 25. 19 F. Weiker Walter, “The Ottoman Bureaucracy: Modernization and Reform”, Administrative Science Quarterly, C. XIII, New York 1968, s. 456–457. 20 Vakur Versan, Kamu Yönetimi (Siyasi ve İdari Teşkilat), İstanbul 1976, s. 63; Kemal H. Karpat, Osmanlı Modernleşmesi,(Çev. Akile Zorlu Durukan-Kaan Durukan), Ankara 2002, s. 86-87. 21 İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yılı, İstanbul 2003, s. 125. 22 Ali Akyıldız, Osmanlı Bürokrasisi ve Modernleşme, İstanbul 2004, s. 45–46; Roderic H. Davison, Osmanlı’da Batı Tesiri (çev. Mehmet Burak), Adana 1997, s. 29. 23 Ali Akyıldız, Tanzimat Dönemi Osmanlı Merkez Teşkilâtında Reform (1839–1856), İstanbul 1993, s. 146. 24 İlber Ortaylı, İmparatorluğun..., İstanbul 2003, s. 125. 25 Reisülküttaplık hakkında detaylı bilgi için bkz. Recep Ahıshalı, Osmanlı Devlet Teşkilatında Reîsülküttâblık (XVIII. Yüzyıl), İstanbul 2001; Halil İnalcık, “Reîsülküttâb”, İA.,C. IX, 671-683; Recep Ahıshalı, “Reîsülküttâb”, DİA.,C. 34, s. 546-549; Recep Ahıshalı, “Divan-ı Hümâyûn Teşkilatı”, Osmanlı,C. VI, Ankara 1999, s. 31. 26 Ali Akyıldız, Reform…,s. 68; İlber Ortaylı, İmparatorluğun…, s. 125; Frank Edgar Bailey, “Palmerston ve Osmanlı Reformu 1834–1839”, Tanzimat Değişim sürecinde Osmanlı İmparatorluğu(çev. Yasemin Avcı), Ankara 2006, s. 189.
AZIZ TEKDEMIR
126
yılının son aylarında da Çavuşbaşılık kaldırılarak yerine Divan-ı De‛avi Nezareti kurulmuştur27. II. Mahmut yeniçeri ocağını kaldırdıktan sonra defterdarlık teşkilatına da yenilikler getirmiş “Mukataat Nezareti” ve “Masarifat Nezareti” ismiyle iki nezaret kurmuştur28. 1835 tarihinde ise Masarifat Nezaretini lağvederek Hazine-i Amire ve Mansure Defterdarlıklarını teşkil etmiştir29. Nihayetinde 28 Şubat 1838 tarihinde Maliye Nezareti kurulmuş, bütün hazineler bu nezaretin idaresine verilmiştir30. 24 Mayıs 1839 tarihinde ticaret, sanayi ve tarımın geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması için gerekli düzenleme ve organizasyonları tek elden yapmak üzere Ticaret Nezareti kurulmuştur31. Bunu 16 Ocak 1846 yılında kurulan Ziraat Nezareti32 ve Kasım 1848 yılında kurulan Nafia Nezareti takip etmiştir33. Ayrıca 1838’de tarım, ticaret, sanayi ve bayındırlık işleri için de meclisler oluşturulmuştur34.
Nafia Nezaretinin Kuruluşu Osmanlı Devleti’nde Tanzimat’tan önceki dönemlerde ülkenin imar
faaliyetleri eyaletler ve sancakların kendi bünyelerinde yaptıklarıyla sınırlı olup merkezi bir organizasyon yoktu. Tanzimat’la birlikte imar faaliyetleri merkezden idare edilmeye başlanmıştır35. Devletin imarı ve halkın refahının sağlanması için yapılması gereken resmi bina, yol, köprü gibi devlet ve milletin yararı için yapılan eserlerin tamamen bitirilmesi için gerekli sermayenin oluşturulması gerekmekteydi. Bu da özel bir hazinenin kurulmasına bağlı bulunmakta, hazine kurulmadığı sürece nafia işlerinin ilerlemesi mümkün görünmemekteydi. Bu sebeple Nafia hazinesinin oluşturulması için Meclis-i Vâlâ başkanı Rıfat Paşa ile Maliye Nazırı Nafiz Paşa bir toplantı yaparak maliye hazinesinin gelir ve giderlerini mütalaa etmişlerdi36. 27 Ali Akyıldız, Divan-ı De‛avi Nezareti’nin 7 Kasım-18 Aralık tarihleri arasında kurulduğunu belirtmektedir. Ali Akyıldız, Reform…,s. 168; İlber Ortaylı, İmparatorluğun…, s. 125. 28 Mukataat Nezareti Şubat 1827’de, Masarifat Nezareti ise Aralık 1829 tarihinde kurulmuştur: Arzu Terzi, Hazine-i Hassa Nezareti, Ankara 2000, s. 10. 29 Şerafettin Turan, “1863 Yılı Etrafında Osmanlı İmparatorluğu’nun Mali, İktisadi ve Ticari Durumu”, Yüzyıllık Teşkilatlı Ziraî Kredi,1964, s. 37. 30 Ali Akyıldız, Osmanlı Merkez Teşkilâtında...,s. 97; İlber Ortaylı, İmparatorluğun…, s. 125.; Arzu Terzi, Hazine-i…, s. 12. 31 Ali Akyıldız, Reform…,s. 128-129. 32 Aynı eser, s. 139. 33 Aynı eser, s. 141. 34 Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Ankara 1991, s. 99. 35 Ali Akyıldız, Reform…, s.140. 36 BOA., İ.MSM., nr. 23/602 Leff. 2 (3 C. 1262/29 Mayıs 1846); Ahmet Lûtfî Efendi, Vak‘anüvîs Ahmet Lütfî Efendi Tarihi, (Osmanlıcadan aktaran; Yücel Demirel), C.VI, İstanbul 1999, s. 1210 ; Ali Akyıldız, Reform…,s. 140.
TANZİMAT DÖNEMİ NAFİA NEZARETİ
127
Nafia Hazinesi’nin oluşturulması için yapılan müzakereler sonucunda takip edilecek yöntem belirlenmiştir. Buna göre, 1845 yılında Rumeli ve Anadolu halkına verilmiş olan zahirenin parası alınamamıştı. Bu paradan maliyenin de haberi olmamıştı. 20.000 keseyi geçen bu paranın37 tahsil edildiği zaman bir yerde toplanması ve nafia giderlerine tahsis edilmesini sağlamak için Meclis-i Vâlâ’ya bağlı bir Nafia Hazinesi oluşturulmuş, bu sermayenin zamanla arttırılması da düşünülmüştür38. Bu paranın nasıl sarf edileceğine dair Meclis-i Vâlâ’da bir nizamname hazırlanmıştır. Bütçe gelirlerinin dışında kalan evrak-ı sahiha gelirleri de bu hazineye tahsis edilerek ülkenin imarının sağlanabilmesi için güçlü bir fon oluşturulmuştur. Kısa zamanda önem kazanan Nafia Hazinesi’nin işleri artmıştır. Hazinenin geliri ne kadar artırılırsa, imar faaliyetlerinin de o derecede artacağı düşünülmüş bu sebeple hazineye her ay için bin kese gelir düzenlenmiştir. Ayrıca köprü tamirleri için de 2.500 kese tahsisat ayrılarak hazinenin senelik geliri toplam 14.500 keseye yükseltilmiştir39. Hazine Meclis-i Vâlâ’nın gözetiminde bulunmasına rağmen işleri yürütmesi için birinin görevlendirilmesine karar verilmiş ve Meclis-i Vâlâ üyesi Ahmet Bey uygun görülerek Kasım 1847’de nafia müdürlüğüne atanmıştır40. Nafia hazinesinin bütçesi tanzim edilip, gelir ve giderlerinin hesaplanarak harcamalarının planlı bir şekilde yapılması için maliye hazinesi örnek alınmıştır41. Hazinenin parasının sadece kendine ait işlerde kullanılması, imar faaliyetleri dışında hiçbir yere harcama yapılmaması kararlaştırılmıştır42.
Nafia Hazinesi’nin kurulmasından kısa bir süre sonra imar işlerini yürütmek üzere Nafia Nezareti kurulmuştur. Nafia Nazırlığına İsmail Paşa43
37 BOA., İ.MSM., nr. 23/602 Leff. 1 (18 C. 1262/13 Haziran 1846). 38 BOA., İ.MSM., nr. 23/602 Leff. 3 (18 C. 1262/13 Haziran 1846); BOA., İ.MVL., nr. 137/3770 (12 R. 1265/8 Mart 1849); BOA., Buyruldu Defteri, nr. III, s. 92 (29 B.1265/20 Haziran 1849); Takvim-i Vekayi, nr. 357, s. 1 (5 Z. 1263/14 Kasım 1847); Ali Akyıldız, Reform…, s.140; Tevfik Güran, 19. Yüzyıl Osmanlı Tarımı, İstanbul 1998, s 46; Tevfik Güran, “Tanzimat Döneminde Tarım Palitikası”, Tanzimat Değişim sürecinde Osmanlı İmparatorluğu,Ankara 2006, s. 482. 39 BOA., İ.MSM., nr. 23/603 Leff. 3 (27 Za. 1262/16 Kasım 1846). Bir kese beş yüz kuruş olarak hesap edilmektedir: M.Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, C. II, İstanbul 1983, s. 248; Necati Gültepe, İlk Türk-İslam Devletlerinde ve Osmanlılarda Bürokrasi, İstanbul 2009, s. 280. 40BOA., İ. MSM., nr. 23/605 (27 Z. 1263/6 Aralık 1847); Takvim-i Vekayi, nr. 357, s. 1 (5 Z. 1263/14 Kasım 1847); Ahmet Lûtfî Efendi, Lütfî Tarihi…, s. 1210; Ali Akyıldız, Reform…, s. 141. 41 Ali Akyıldız, Reform…,s. 141. 42 BOA., İ. MSM., nr. 23/605 (27 Z. 1263/6 Aralık 1847). 43 Sonradan Müslüman olan paşa aslen Rum’dur. İzmirli bir Rum ailesinden olup, İzmir’de Hacı İsmail Ağa isimli bir cerrahın hizmetinde bulunurken Müslüman olmuş ve cerrahlık öğrenmiştir. Yunan ve Rusya muharebelerinde efendisi ile birlikte cerrahlık yapmıştır. Bu
AZIZ TEKDEMIR
128
atanmış44 ve kendisine 30.000 kuruş maaş tahsis edilmiştir45. İsmail Paşa’nın Nafia nazırı olmasından dolayı yapılacak törende, darphanede yaptırılan nişanların takılması için mabeynden 10 Ekim 1848 tarihinde uygun zaman sorulmuş ve 12 Ekim 1848 tarihinde de törenin yapılması kararlaştırılmıştır46. Törenin yapılmasından 14 gün sonra memuriyet menşuru düzenlenerek İsmail Paşa’ya verilmiştir47. Nezarete, çalışma yeri olarak eski Bâbıâlî’de Ticaret Nezareti’nin üst katındaki daire düzenlenip gerekli eşyalarla döşenerek tahsis edilmiş48, nezaretteki yazışmalara bakmak üzere bir de Tahrirat Müdürlüğü kurulmuştur. Meclis-i Vâlâ’da İsmail Paşa’nın da içinde bulunduğu bir komisyon oluşturularak Nafia Nezareti’nin görev ve sorumluluklarına dair bir nizamname hazırlanmış, ilgili mercilere ilmühaberler gönderilmiştir49.
dönemde açılan tıbbiye mektebine girerek 1840 yılında doktor olarak mezun olmuştur. Sultan II. Mahmut’un çocukları Abdülmecit ve Abdülaziz’i sünnet edince padişah tarafından takdir edilmiş ve tıp tahsilini devam ettirmek üzere Paris’e gönderilmiştir. Paşa, Paris’ten döndükten sonra, cerrahlık ve eczacılıkta uzmanlaşmış, 1845’te saniye derecesiyle hekimbaşı olmuştur. 1847 tarihinde şehzadenin sünnetçiliğini yapınca ûla sınıf-ı evveli derecesine yükseltilmiştir. Daha sonra Tıbbiye Mektebi Müdürlüğü’ne tayin edilen İsmail Paşa, hastanelerin ıslah edilmesine, aşının yaygınlaştırılmasına çalışmış ve Ceride-i Tıbbiyeyi kurmuştur. Ömrü boyunca devlet kademesinde birçok görevde bulunan Paşa, 1874 Şubatı’nda Bâbıâlî’de Hariciye Nazırlığı odasında felç geçirmiştir. 13 Mart 1874’te hastalığının geçici olmadığı anlaşılarak emekliye sevk edilmiş ve 1880 tarihinde vefat etmiştir. Yabancı dil bilen paşa, siyasetten de anlamaktaydı. Her işe ılımlı yaklaşan paşa, mülayim bir kişiliğe sahipti. Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmanî, C. I, İstanbul 1308, s. 386; Andreas David Mordtman, İstanbul ve Yeni Osmanlılar, C. I, İstanbul 1999, s. 147–150; İbrahim Alaeddin Gövsa, Meşhur Adamlar, C. III, İstanbul 1933, s. 804; Mehmet Tahir, Osmanlı Müellifleri, C. III, İstanbul 1342, s. 205–206. Bazı kaynaklarda İsmail Paşa’nın aslen Sakızlı olduğu ve 1821 Yunan isyanında Osmanlı Devleti’ne esir düşerek İzmir’de esir pazarında satıldığı kaydedilmiştir. Andreas David Mordtman, İstanbul ve…, s. 147. 44 BOA., BEO., A. MKT., nr. 156/59 (27 Za. 1264/25 Ekim 1848); Mehmet Süreyya, Nühbetü’l Vekayi, s. 182. 45 Vesikanın tarihi, nezaretin kuruluşundan bir yıl sonraya tekabül etmesine rağmen belgede, Nafia Nezareti için tahsis edilen maaşın 30.000 kuruş olduğu ifade edilmektedir. BOA., İ.DH., nr. 189/10576 (19 R. 1265/14 Mart 1849). 46 Nafia Nazırı İsmail Paşa aynı zamanda Edirne Valiliğini de yürütmekteydi. BOA., İ.DH., nr. 180/9881 (14 Za. 1264/12 Ekim 1848). Ali Akyıldız, mabeynde tören düzenlenmesi için yazılan yazıdan bir iki gün önce Nafia Nezareti’nin kurulmuş olabileceğini belirtmektedir. Mabeyne gönderilen belge 12 Za. 1264/10 Ekim 1848 tarihinde yazıldığına göre nezaretin 8 ya da 9 Ekimde kurulduğu söylenebilir. Ali Akyıldız, Reform…,s. 141. 47 BOA., BEO., A. MKT., nr. 156/59 (27 Za. 1264/25 Ekim 1848); İ.DH., nr. 181/9917 (28 Za. 1264/26 Ekim 1848). 48 Söz konusu katta, o sıralar Sultanahmet Camii tamir edildiğinden adliye mektebi öğrencileri kalmakta idi. Nezarete tahsis edilen bu dairenin boşaltılarak, öğrencilerin aynı binada uygun olan başka bir daireye nakledilmesi, bu da mümkün değilse Sultanahmet Camiindeki eski yerlerine gitmeleri istenmişti. BOA., BEO., A. MKT., nr. 156/59 (27 Za. 1264/25 Ekim 1848); Ali Akyıldız, Reform…,s. 141. 49BOA., İ.MVL., nr. 137/3770 Leff. 3 (13 R. 1265/8 Mart 1849); Buyruldu Defteri, nr. III, s. 92-95 (29 B.1265/20 Haziran 1849); BEO., A. MKT., nr. 181/34 (19 R. 1265/14 Mart 1849).
TANZİMAT DÖNEMİ NAFİA NEZARETİ
129
Nafia Nezareti’nin Faaliyet Alanları Her devlet ve onu oluşturan halkın bekası için ziraat, sanayi ve sanat
hususları büyük önem taşımaktadır. Osmanlı Devleti’nde bu konular, iyi bir şekilde yürütülmeye çalışılmışsa da bilhassa XIX. yüzyıldan itibaren istenilen düzeye getirilememiş bilakis bozulmaya yüz tutmuştur. Bu sebeple gereken düzenlemeler yapılarak, bahsedilen konuların halk tarafından yararlanılabilecek bir hale getirilmesi ve ihracat ile ithalat hususlarının düzenlenmesi için Nafia Nezareti kurulmuştur. Ülkenin imarının sağlanması ve halkın yaşam şartlarının iyileştirilmesi hususları da nezaretin görevlerindendi. Ancak, nezaretin öncelikli görevi, Osmanlı Devleti’nde tarım, sanayi ve sanatın geliştirilmesine katkıda bulunmak ve eşya ile emtianın üretiminin artırılması için gereken çalışmaların yapılmasını sağlamaktır. Bu sebeple Meclis-i Vâlâ’da 10 maddelik bir rapor hazırlanmış ve raporda şu hususlara yer verilmiştir:
1- Nafia ile ilgili önemli görevlerin istenilene uygun bir şekilde yerine getirilmesi gerekmekteydi. Zamanla bazı bölgelerde yapılan teşvikler netice vermiş makine ve fabrikaların ihdası düşünülmüştür. Yapılan bu çalışmalarla, çeşitli makine ve aletlerin üretilmesi ve bu aletlerle ziraatın kolaylaştırılması tasarlanmıştır. Sanayiyi güçlendirecek atılımlar sermayeye bağlı olduğundan, söz konusu hususların, zamanla yerine getirilmesi kararlaştırılmıştır. Yapılacak işler, hazinenin durumu dikkate alınarak kolaylık derecesine göre sıralanmış ve mümkün olduğunca düşüncede kalmayıp fiiliyata geçirilmesi planlanmıştır50.
2- Devlet ve milletin yararı için yapılacak imar çalışmalarının finans kaynağı olarak kurulan Nafia Hazinesi, Meclis-i Vâlâ’ya bağlanmıştır. İmar çalışmalarının bitirilebilmesi finans kaynaklarına bağlı olduğundan ve söz konusu malî kaynak Nafia Hazinesi’nden karşılanacağından, imar faaliyetlerinde hazinenin durumu dikkate alınmak zorunda idi. Bu sebeple Nafia Nezareti’nin güçlendirilmesi gerekmekteydi. Maddiyata ihtiyaç duyulduğunda, hazinenin durumuna göre, içeriği mazbata ve takrir ile Bâbıâlî’ye bildirilip Meclisi Vâlâ’da müzakere edilerek gereken yardım sağlanacaktı. Nafia Nezareti tarafından halkın refahı için gereken hususlara dikkat edilecek, imar faaliyetleri hızlandırılacak ve Nafia Hazinesi’nin gelirlerinin arttırılması için çalışmalar yapılacaktı. Nafia Nazırı, daha önce nafia ile ilgili yapılan çalışmaları (evrak ve raporları) kurumun bünyesinde toplayarak değerlendirilmesini sağlayacaktı.
50 BOA., İ.MVL., nr. 137/3770 Leff. 3 (13 R. 1265/8 Mart 1849); Buyruldu Defteri, nr. III, s. 92-95 (29 B.1265/20 Haziran 1849); BEO., A. MKT., nr. 181/34 (19 R. 1265/14 Mart 1849).
AZIZ TEKDEMIR
130
3- Nafia işlerinin önemi ve uygun bir şekilde yürütülmesi için harcanan çaba ile büyük kazançlar elde edileceği düşünülmüştür. Bu sebeple nazırın maiyyetinde bu konuların detaylı bir şekilde ele alınacağı bir meclis oluşturulmasının gerekli olduğu sonucuna varılmıştı. Ticaret Nezareti’nin idaresinde bulunan ziraat meclisi, üyeleriyle birlikte Nafia Nezareti bünyesine verilmiş ve meclisin ismi, nezaretin adı dikkate alınarak Nafia Meclisi olarak değiştirilmişti.
4- Ziraat ve çiftçilik konuları, Osmanlı Devleti’nin konumu gereğince çeşitlilik içermekteydi. Meclis azaları ülkenin çeşitli yerlerinde ziraat müdürü unvanıyla görevlendirilmişti. Nafia Nezareti tarafından her bölgenin toprağının içeriği ve verimliliği araştırılıp ziraat müdürleriyle haberleşilerek ahalinin kabiliyetine göre ürün yetiştirilmesi teşvik edilip, verimin arttırılması sağlanacaktı. Sanayi ve sanata dair bilgiler öğretilerek bu konuların geliştirilmesine çalışılacaktı. Kısaca tarım işleri, sanayi ve sanatın geliştirilmesi, kazançlarının arttırılıp, faydalarının çoğaltılması için gereken tedbirler alınacaktı51.
5- Devlet memleketin imarını ve halkının refahını sağlamakla yükümlü olduğundan bu görev Nafia Nezareti’ne verildi. İstanbul ve diğer vilayetlerde üretilen kumaş vb. ürünlerin ucuz ve kaliteli bir şekilde imal edilmesi ve halkın beğenisinin kazanılmasını sağlamak da nezaretin görevleri arasındaydı. Esnaf teşvik edilip, sanayi ve sanatta her türlü kolaylık sağlanacak, istenilen ilerleme tamamlanarak üretilen eşyanın değeri arttırılacaktı.
6- Bina yapımı, önemli meseleler arasında bulunduğundan Meclis-i Vâlâ’da uzun müzakerelere sebep olmuştur. Bina inşasında karşılaşılan güçlüklerin atlatılması ile ilgili bulunan çözümler ve yapılan binaların tehlikelerden korunabilmesi gibi konular müzakere edilmiştir. Müzakereler neticesinde taş binaların, ahşap binalara göre daha dayanıklı olduğu kanısına varılmıştır. Bu durumlar göz önüne alındığında inşa hakkında, özel kanunların kaleme alınmasının gerektiği görülmüştür. İnşa konusunun nafia ile alakalı olması, nezaretin idaresinde bulunmasını gerektirmekteydi. Bu sebeple ebniye kanunlarının bir sureti de Nafia Meclisi’ne gönderilmiş, işlerin yürütülmesinde Nafia Nezareti ve Nafia Meclisi’nin daha fazla itina göstermesi istenmiştir.
Tamir edilen veya yeniden inşa edilen devlet binalarının mimari usule uygun olarak keşif ve muayenelerinin yapılmasına dikkat edilmiştir. Keşifler yapılırken özen gösterilmemesinden dolayı yapılmış olan binaların tamiri 51 BOA., İ.MVL., nr. 137/3770 Leff. 3 (13 R. 1265/8 Mart 1849); Buyruldu Defteri, nr. III, s. 92-95 (29 B.1265/20 Haziran 1849); BEO., A. MKT., nr. 181/34 (19 R. 1265/14 Mart 1849).
TANZİMAT DÖNEMİ NAFİA NEZARETİ
131
sırasında, ikinci defa yapılan keşiflerinde, farklılıklar göze çarpmıştır. İnşa edilen binaların mevsiminde yapılmaması ve inşa sırasında memurların gerekli malzemelere dikkat etmemesi, hazinenin zarara uğramasına yol açmıştır. Bu sebeple Nafia Nezareti’nin dikkati çekilmiş ve bu konuya özen göstermesi talep edilmiştir. İnşaat başlamadan önce konunun bilirkişilerle müzakere edilerek mevsimlere dikkat edilmesi, yapılan keşiflerde binanın sağlamlığıyla beraber, hazinenin yararının da göz önünde bulundurulması istenmiştir. Ebniye işlerinin Nafia Nezareti idaresine girmesiyle Ebniye Müdürü, Ebniye Mimarları, Ebniye Meclisi gibi kurum ve memurların Nafia Nezareti’nin idaresinde bulunması gerekmiştir. Bu sebeple Ebniye Müdürlüğü, Ebniye Muavinliği’ne dönüştürülmüş ve bina inşası için, Nafia Nezareti’ne başvurulması kararlaştırılmıştır. Bundan böyle İstanbul ve İstanbul dışındaki imar faaliyetlerinin kanunlara göre yapılması tasarlanmıştır52.
Ebniye ile ilgili konular gereğine göre Bâbıâlî’den Nafia Nezareti’ne havale edilir, Ebniye Meclisi’nde yapılan müzakerelerin neticesinde yazılan mazbatalar Nafia Meclisi’nde de görüşülüp incelendikten sonra Nafia Nezareti tarafından Bâbıâlî’ye takdim edilirdi. Daha sonra yapılması gerekenler hakkında verilen irade Nafia Nezareti’ne bildirilirdi. Bina imarı için yapılacak çalışmalarında halkın yararının yanında hazinenin de menfaatinin gözetilmesi istenmiş, fakat bazı durumlar istisna tutulmuştur. Mesela tamir ve inşa olunacak binalara gerekli olan malzemelerin aciliyeti durumunda, malzeme değerinden fazla fiyata alınabilmesi için izin verilmiştir. Bu şekilde tasarruf yapılamayıp masrafın arttığı görünmekteyse de, işin bitirilmesine daha fazla önem verildiği ortaya çıkmıştır. Tasarruf yapılmasına dikkat edilse de, binalara gerekli malzemelerin temiz, sağlam ve fiyatının ucuzluğu gibi meselelerin müzakere edilerek, alınan karara göre yürütülmesi kabul edilmiştir. Konunun sonradan hatırlanacak noktalarının, işler ertelenmeden uygun bir şekilde yapılması, en iyi şekilde îfasının gözetilerek kolaylık sağlanabilmesi ve her şeklin düşünülerek en uygun fiyat ile imarın ilerletilmesi için çalışılması istenmiştir.
Osmanlı Devleti’nde mimariyi bilen kalfa vs ebniye takımının bulunmasına rağmen, bazı konulardaki yetersizlikleri sebebiyle yabancı kalfalara müracaat edilmek zorunda kalınmıştır. Ebniye Müdürü ve Nafia Meclisi, nezaretin idaresi altında bulunduğundan bu hususlarda görülen tüm eksikliklerin giderilmesi ve gereken her hususun mimarinin faydası için getirilmesi kararlaştırılmıştır53.
52 BOA., İ.MVL., nr. 137/3770 Leff. 3 (13 R. 1265/8 Mart 1849); Buyruldu Defteri, nr. III, s. 92-95 (29 B.1265/20 Haziran 1849); BEO., A. MKT., nr. 181/34 (19 R. 1265/14 Mart 1849). 53 BOA., İ.MVL., nr. 137/3770 Leff. 3 (13 R. 1265/8 Mart 1849); Buyruldu Defteri, nr. III, s. 92-95 (29 B.1265/20 Haziran 1849); BEO., A. MKT., nr. 181/34 (19 R. 1265/14 Mart 1849).
AZIZ TEKDEMIR
132
Osmanlı Devleti’nde her sene İstanbul ve taşrada yapılmakta olan devlet binaları, Nafia Nezareti’nin gözetimine havale edilmişti. Yapılacak olan devlet binalarının keşfinden sonra inşası için gerekli malzemenin hilesiz bir şekilde temin edilmesi kararlaştırılmıştır. Keşifte, yapılacak binanın sağlam olmasına özen gösterilmesi ve fazla masraf çıkmamasına dikkat edilerek, çevreye zarar verilmemesi için itina gösterilmesi istenmiştir. Taşrada yapılan devlet binalarının keşfine ihtiyaç duyulduğu zaman Ebniye Meclisi’nden mimar kalfaları ve mühendislerin gönderilmesi ile bina için gerekli eşyaların tutarının öğrenilmesi mümkün olmuştur. Gönderilen kişi sadece keşif yapmakla kalmamış, aynı zamanda Nafia Nezareti tarafından sürekli kullanılan malzemelerin fiyat ve tutarının öğrenilmesi işini de üstlenmiştir. Bununla birlikte gerekli olan imar faaliyetlerinde, çalışmaların hızlandırılması için de çaba sarf etmiştir.
Gerek devlet binaları ve gerek şahıslara ait binalar hakkında ortaya çıkan sorunlar Bâbıâlî’den Nafia Nezareti’ne havale olunmuştur. Bina İstanbul’da ise bizzat gidilerek keşif işleminin yapılması, taşrada ise gerektiği şekilde memur gönderilip müşahede edilerek uygunluğuna bakılması istenmiştir. Bu durum Ebniye Meclisi’nde görüşüldükten sonra gerekirse Nafia Meclisi’nde de müzakere edilip mazbatasının düzenlenerek, Bâbıâlî’ye danışılması kararlaştırılmıştır. İnşa çalışmalarında asıl dikkat edilmesi gereken en önemli nokta ise, inşaatın mevsiminde yapılması idi. Bu konuda her devlet binası hakkında yapılan mütalaaların Nafia Nezareti’ne havale edilmesi, inşaata başlama zamanı nezaret tarafından bildirilmedikçe, inşaatın başlamasına izin verilmemesi istenmiştir. Taşrada olan köprülerin, ana yol üzerinde olanlarının tamiri gerekli ise giderlerinin Nafia Hazinesi’nden karşılanması, sapa bölgelerde olan köprülerin, bir vakfa bağlı ise vakıftan, vakfı yoksa hayır sahipleri vasıtasıyla, o da mümkün olmuyorsa masrafının ahali tarafından karşılanması ve taşra meclisleri tarafından yaptırılması kararlaştırılmıştır. Bu da olmazsa ihtiyaca göre Nafia Hazinesi’nden yardım istenmesi kararlaştırılmış, böylece taşrada bulunan bu tip köprülerin de tamiri Nafia Nezareti’ne havale edilmiştir.
Ebniye ve Nafia Meclislerinde müzakere edilerek alınan karar mazbata ile bildirilecekti. İzin tezkeresi alındıktan sonra Maliye Nezareti ile de haberleşilerek gereken yapılacaktı. Yapılacak binaların keşfinde görevli olanların bazı usullere aykırı hareket ettikleri tespit edildiğinden bunların gerekli şekilde düzenlenmesine dair içeriğin, mütalaa edilip, açıklanması istenmekteydi. Ebniye nizamının dışında değişik şekillerde devlet ve milletin yararı için gerekli olan hususlar hatırlanırsa, Ebniye ve Nafia Meclislerinde en ince teferruatına kadar müzakere edilerek Bâbıâlî’den izin alınması gerekmekteydi.
TANZİMAT DÖNEMİ NAFİA NEZARETİ
133
7- Ormanlar üzerine devlet bünyesinde hazırlanacak kanunlar büyük önem taşımaktadır. Özel kanunlar var ise de özen gösterilmemektedir. Özel kanunlara bakılarak bu konu düzene konulur ve layıkıyla yürütülürse, devletin yararına olacaktır. Orman konusunun Nafia Nezareti’nin idaresine verilmesi gerektiğinden orman fenni üzerine yayınlanmış olan mevcut eserlere ve kanunlara bakılarak Osmanlı Devleti sınırları içinde bulunan ormanların, yapılandırılması gerekmekteydi. Yapılan çalışmalar sonucu oluşturulan metinler, söylenilen sebeplere bağlı ise de, Nafia Meclisinde müzakere olunduktan sonra Meclis-i Vâlâ’da mütalaa edilerek, yapılacak çalışmalar için izin istenmiştir. Gerek Tersane-i Âmire gerekse resmi binalar ve millet için gerekli olan kereste ile beraber odun kesim şekilleri ve nakledilmesi hakkında, gerekli olan kolaylıkların sağlanması düşünülmüştür. Tersane-i Âmire için bazı dağlardan her sene kesilerek indirilen kereste için tersanede özel kanunlar hazırlanmıştır.
Orman konusunun da Nafia Nezareti idaresine verilmesiyle, Osmanlı Devleti’nde bulunan ormanlarda meydana gelen kiralamaların, gereksiz kesimlerin engellenmesi, sahillerde ve uygun olan bölgelerde orman yetiştirilmesi için her türlü kolaylığın sağlanması düşünülmüştür. Bu düşünce Tersane-i Âmire tarafından da desteklenmiştir. Bundan böyle irade buyrulduğu zaman tersanece olan kanunlar eskiden olduğu gibi yürütülmek üzere, orman konusunun Nafia Nezareti’ne havale edilmesi, önceden hazırlanmış olan orman nizamına dair evrak ve kayıtların nerede ve ne surette ise Nafia Nezareti tarafından toplanması istenmiştir. Eski kanunların, ihtiyaç duyulan zaman, durum ve işleri düzenleyecek bir şekilde tamamlanmasına karar verilmiştir. Orman bulunan bölgelerin durumlarının, Nafia Nezareti tarafından etraflıca incelenip her birinin bölgesine göre ne surette düzenlenmesi gerekiyorsa, Nafia Meclisi’nde kararlaştırılıp Meclis-i Vâlâ’da mütalaa edildikten sonra gereğinin yapılmasına karar verilmiştir54.
8- İstanbul’da gerekli olan yerlerde kaldırımların her sene zabtiye müşiri ve ihtisab nazırı tarafından tamir edilip düzenlenmesi büyük masraflara sebep olmaktaydı. Bu masraf maliye hazinesinden karşılanmakta ise de yapılan kaldırımlar kısa zamanda bozulmakta, yapılan masraf da heba olmakta idi. Kaldırımların Avrupa kaldırımlarına benzer bir şekilde yapılması tecrübe edilmişse de maliyetinin masraflı olması ve yapım sırasında suyolları ve lağımların, yolu kapatması sebebiyle bu usulün terk edilmesine karar verilmiştir. Kaldırımlar, ufak tefek taşlar, kiremit parçaları ve topraktan yapılmış, bu da kaldırımların dayanıksız ve gayet çirkin görünmesine sebep olmuştur. Meclis-i Vâlâ’da müzakere edilen bu husus şu 54 BOA., İ.MVL., nr. 137/3770 Leff. 3 (13 R. 1265/8 Mart 1849); Buyruldu Defteri, nr. III, s. 92-95 (29 B.1265/20 Haziran 1849); BEO., A. MKT., nr. 181/34 (19 R. 1265/14 Mart 1849).
AZIZ TEKDEMIR
134
şekilde neticeye bağlanmıştı. Yapılacak olan kaldırımların sağlam bir şekilde yapılması tasarlanmış, ehil kişilerin maaş bağlanarak özel kaldırım memuru olarak atanmasına karar verilmiş ve memurun idaresi altına da yine maaşlı görevlilerin verilmesi uygun görülmüştür. Bu görevlilerin sokakları gezerek kaldırımlardan çıkan taşları yerine koyması, bozuk yerleri onarması kararlaştırılmıştır. Bu konuda gerekli hususlar, Nafia Nezareti tarafından yapılan mütalaalarla, uygun bir şekilde düzenlendikten sonra faaliyete geçilmesi düşünülmüştür. Toplanan Nafia Meclisi’nde yapılan mütalaalarda hatırlanan noktalar olur ise mazbata ile açıklanarak danışılması istenmiştir.
9- İstanbul civarında çok sayıda bulunan bendler ve suyollarında yedi gün yirmi dört saat sıkıntı çekilmiştir. Sebepsiz bir şekilde meydana gelen yangınların, suyollarındaki arızaları beraberinde getirmesi, insanları çaresiz bırakmıştır. Yangınların hızlı bir şekilde söndürülememesi, gereken düzenlemelerin yapılmamış olmasına bağlanmıştır. Bendlerde uzun bir müddetten beri düzenli olarak temizlik yapılmadığından çamur artmıştı. Bunlara ilave edilen lağımların da bozulması ile bütün İstanbul’un yükü bendlere kalmıştı. Bendlerin temizlenmesi ve sonradan ilave edilen lağımların tamiri düşünülmüş, yapılan ilk ve son keşiflerde çeşitli ihtilaflar ortaya çıkmış ve su konusu zaruri ihtiyaçların en önemlisi olduğundan, bu problemin en kısa zamanda çözülmesi için, Nafia Nezareti’nin idaresine verilmiştir.
Su konusu Evkaf-ı Hümayun hazinesinin idaresinde olup tamir ve düzenlenmesinin de bu kurum tarafından yapılması gerekmekteyse de Nafia Nezareti’nin idaresine verilmesinin doğru olacağı kanaatine varılmıştır. Eskiden bendlerin temizlenmesi konusunda, şehrin civarında bulunan bazı kaza ve köy ahalisine bazı yükümlülükler verilmişse de Tanzimat Fermanı ile bu yükümlülükler kaldırılmıştır. Yalnız temizlenme, düzenlenme ve tamir işleri uygun ücret ile ameleye verilmekte olduğundan, bendlerin korunması, temizlenmesi, yapılan ilavelerin yeterliliği, yapılan masrafların idaresi ve gerekli şartların yerine getirilerek kolaylıkların sağlanması gibi konular, yapılan müzakereler sonucunda Nafia Nezareti’ne mazbata ile beyan edilerek izin alınmasına karar verilmiştir. Bu şartlar göz önünde bulundurulduğunda, Su Nezareti ile meclisinin de, Nafia Nezareti idaresine verilmesi gerektiği beyan edilmiştir55.
Bu konu gibi önemli bir meselede, birçok problemle karşılaşılacağı önceden düşünülmüştü. Problemlerin çözümlenmesi gerektiğinden bu konuda meydana gelecek tüm nafia meseleleri ve önemli konular Nafia
55 BOA., İ.MVL., nr. 137/3770 Leff. 3 (13 R. 1265/8 Mart 1849); Buyruldu Defteri, nr. III, s. 92-95 (29 B.1265/20 Haziran 1849); BEO., A. MKT., nr. 181/34 (19 R. 1265/14 Mart 1849).
TANZİMAT DÖNEMİ NAFİA NEZARETİ
135
Meclisinde müzakere edilerek sırası ile Bâbıâlî’ye sorulmuştur. Burada açıklanmış olan hususların Nafia Nezareti’nin esas görevlerinden olduğu Divân-ı Hümayun kalemine kaydedilmiştir. Gerekli konulara ve yapılması gereken işlere başlanması için Nafia Nezareti’ne müracaat edilerek maliye hazinesine ve içeriğinin anlaşılması için gerekli mahallere ilmühaberlerin gönderilmesi Meclis-i Vâlâ'dan mazbata ile açıklanmıştır.
İşlerin bir an önce yapılıp bitirilmesi Nafia Hazinesi’nin ekonomik durumuna bağlı idi. Nafianın işlerinin ilerlemesi yapılacak yardımlara bağlı olduğundan, bu yardımların da ister istemez Nafia Hazinesi’nden karşılanacağından hazinenin ekonomik durumu dikkate alınmıştır. Bu sebeple Nafia Nazırı’ndan hazinenin gelirini artırmak için gerekli araştırmaları yapması istenmiştir. Nafia Nezareti’nin bu konularda kuvvetlendirilmesi ve yardım gerektiğinde, hazinenin durumuna göre, içeriği mazbata ve takrir ile Bâbıâlî’ye bildirilip Meclis-i Vâlâ’da müzakere edilerek gereken yardımın sağlanması uygun görülmüştür. Bütün bu işlerin çözümü için Nafia Hazinesi’nin durumu göz önünde bulundurulması ve işlerin önemlilik derecesine göre sıraya konulması şart koşulmuştur. Nafia Nezareti tarafından halkın refahı için gereken hususlara dikkat edilmesi, imar faaliyetlerinin hızlandırılması ve Nafia Hazinesi’nin gelirlerinin arttırılması için çalışmalar yapılmıştır. Nafia nazırından da nafia ile ilgili, daha önce yapılmış çalışmaları (evrak ve raporları), kurumun bünyesinde toplayarak değerlendirmesi istenmiştir56.
1848–1870 Yılları Arasında Nafia Nezareti ile İlgili Gelişmeler Yukarıda izah edildiği gibi, nizamname hazırlanırken her şey en ince
ayrıntısına kadar düşünülmüş nezaretin görevleri belirlenmişti. Fakat nizamname yürürlüğe girdikten kısa bir süre sonra Ticaret Nazırı Süleyman Paşa Kaptan-ı Deryalığa atanmış ve Ticaret Nezareti de Nafia Nezareti’ne ilhak edilerek Ticaret Nezareti adıyla İsmail Paşa’nın idaresine verilmiştir57. İsmail Paşa’ya 40.000 kuruş maaş bağlanmış, yetmediği takdirde 10.000 kuruş daha ilave edilerek 50.000 kuruşa yükseltilmesine karar verilmiştir. Süleyman Paşa’dan kalan vükelalık nişanı İsmail Paşa’ya verilerek kendisinde bulunan vezaret nişanı hazineye gönderilmiştir58. Yapılan bu düzenleme ile hem ticaret, hem de nafia işlerine baktığı için nezaretin
56 BOA., İ.MVL., nr. 137/3770 (12 R. 1265/8 Mart 1849); BOA.,Buyruldu Defteri, nr. III, s. 92–95 (29 B.1265/20 Haziran 1849). 57 BOA., İ.DH.,nr. 189/10576 (19 R. 1265/14 Mart 1849); A. DVN. MHM., nr. 7/23 (22 R. 1265/17 Mart 1849); Sarkiz Karakoç, Külliyât-ı Kavânîn, nr. 4335 (19 R. 1265/14 Mart 1849); Takvim-i Vekayi, nr. 404, s. 1 (23 Ca. 1265/16 Nisan 1849); Türk Ziraat Tarihine Bir Bakış, (Birinci Köy ve Ziraat Kongresi Yayını), Devlet Basımevi, İstanbul 1938,s. 92. 58 BOA., İ.DH., nr. 189/10576 (19 R. 1265/14 Mart 1849).
AZIZ TEKDEMIR
136
yazışmaları çoğaldığından Ticaret Başkitabeti kaldırılarak59 yerine nafia ve ticarete dair tüm evrakın işlemlerini yürütmek üzere Ticaret Mektupçuluğu kurulmuştur. Nafia Tahrirat Müdürü Said Hikmet Bey saniye sınıf-ı sani derecesine yükseltilerek, 4.000 kuruş maaşla Ticaret Mektupçuluğu’na atanmıştır60. Ticaret Nezareti ile Nafia Nezareti’nin birleşmesi, işlerin yoğunlaşmasına ve bu işlerin yürütülmesi için çok sayıda adamın istihdam edilmesine sebep olmuştur61.
Uzun bir süre ticaret ve nafia işleri birlikte idare edilmiştir. Hatta Ethem Paşa’nın62 ikinci Ticaret Nazırlığı döneminde Maarif Nazırı Nevres Paşa’nın Bursa mutasarrıflığına atanması ile Maarif Nezareti, Maarif Meclisi’ne ilave görev olarak verilmiştir. Tüm okulların ve Takvimhane işlerinin Maarif Nezareti’ne bağlanması nezaretin düzenini bozmuş, Maarif Meclisi’ne havale edilecek meselelerin ve taşradan gelecek ihtilaflı konuların müzakere edilmesi için ne zaman ne de mekan kalmıştır. Bu sebeple Maarif dairesi Ticarethane’ye nakledilip, Ticaret nazırı Ethem Paşa’nın da bu konuda bilgi ve tecrübe sahibi olması göz önünde bulundurularak maarifle ilgili konular, paşaya ilave görev olarak verilmiştir63. Bir süre sonra Maarif ve Nafia nezaretleri gibi banka işlerinin de Ticaret Nezareti idaresine verilmesi, işlerin artmasına neden olmuş, nezaret idare edilemez hale gelmiştir. Bu 59Ticaret Başkitabetinde bulunan Rauf Efendi’nin bazı sebepler göstererek istifa etmesinden sonra Ticarethane’nin, yazı işlerinin birikerek çoğalması da, Ticaret Başkitabetliği’nin kaldırılmasında rol oynamıştır. BOA., İ.DH., nr. 191/10754 (19 Ca. 1265/12 Nisan 1849). 60 BOA., İ.DH., nr. 191/10754 (19 Ca. 1265/12 Nisan 1849); A. DVN., nr. 51/83 (23 Ca. 1265/16 Nisan 1849). 61 BOA., İ.DH., nr. 189/10576 (19 R. 1265/14 Mart 1849). 62 Sakızlı olan Paşa, 1818 yılında doğmuş sonradan Müslüman olmuştur. Ailesi fakir olduğundan çocukken İstanbul’a gönderilmiş ve Hüsrev Paşa’nın konağına köle olarak yerleştirilmiştir. Hüsrev Paşa, Ethem İbrahim’in zeki ve gayretli olduğunu görünce tahsilini tamamlaması için Paris’e göndermiştir. Fransızca öğrenimini tamamladıktan sonra Hüsrev Paşa’nın isteği üzerine Maden Mektebi’ne girmiş, daha sonra Fransa, Almanya ve İsviçre’de staj yapmıştır. Ethem Paşa Avrupa’da geçirdiği on yıllık süreden sonra İstanbul’a döndüğünde, Erkân-ı Harbiye yüzbaşılığına atanmış, kısa zamanda Miralaylığa yükselmiştir. Paşa, Miralaylığa yükseldikten sonra Gümüşhacıköy ve Keban madenlerine müdürlük görevi ile gönderilmiştir. Rumca ve Fransızca bilen paşa, tabiî ilimlere vakıftı. Dürüst, sert mizaçlı ve edip olan paşanın nafia işlerinde yaptığı hizmetler övülmeye değerdir. Mehmed Süreyya, Sicilli Osmanî, C. IV, s. 844–845; Ethem Paşa hakkında detaylı bilgi için bkz. Mehmet Memduh, Esvat-ı Sudur, İzmir 1328, s. 31-32; Mehmet Zeki Pakalın, Son Sadrazamlar ve Başvekiller, C. II, İstanbul 1942, s. 401-477; İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Son Sadrazamlar, C. I, İstanbul 1964, s. 600-635; Mufassal Osmanlı Tarihi, C.VI., s. 3425-3426; Mahir Aydın, “Ethem Paşa, İbrahim”, DİA, C. X, İstanbul 1994, s.418-420; İbrahim Alaeddin Gövsa, Meşhur Adamlar, C. II, İstanbul 1933, s. 437-438. A. D. Mordtman, İstanbul…, C. II, s. 393-394. Paşanın doğum tarihi hakkında ihtilaf bulunmaktadır. Bazı eserler paşanın doğum tarihini 1238/1823 olarak vermektedirler. Osman Nuri, Abdülhamîd-i Sânî ve Devri Saltanatı (Hayat-ı Hususiye ve Siyasiyesi), İstanbul 1327, s. 162. 63 BOA., İ.DH., nr. 504/34292 (9 N. 1279/28 Şubat 1863).
TANZİMAT DÖNEMİ NAFİA NEZARETİ
137
sebeple Maarif, Nafia ve Banka hususları Nafia Nezareti’nin idaresi altında birleştirilmiş ve Ethem Paşa’nın idaresine verilmiştir64. Ticaret Nezareti’nin de bu kurumlardan ayrılarak Safvet Paşa’nın idaresine verilmesi ile iki nezaret bir kez daha ayrılmıştır65.
Ticaret ve Nafia Nezaretleri yaklaşık iki yıl ayrı olarak idare edildikten sonra Safvet Paşa’nın Paris sefaretine tayin edilmesi ile nezaretler 16 Mart 1865 tarihinde bir kez daha birleştirilmiş ve Ethem Paşa’nın idaresine verilmiştir. Fakat Nafia Nezareti’nin idaresi altında bulunan Maarif Nezareti, Nafia Nezareti’nden ayrılarak Nevres Paşa’nın idaresine verilmiştir66. Ticaret ve Nafia nezaretleri ile Meadin Meclisi’nin Ethem Paşa’nın idaresine verilmesinden 15 ay sonra, bu kurumların işlerinin fazla olması sebep gösterilerek nafia, maden, maabir ve ebniye işleri Nafia Nezareti’nin idaresi altında birleştirilmiştir. 19 Haziran 1866 tarihinde de Ticaret Nezareti’nden ayrılmış ve bu konulara ehil olan Halil Paşa’nın idaresine verilmiştir67. Ticaret Nezareti ile Ziraat işleri de Ethem Paşa’nın idaresinde kalmıştır68. Yapılan değişikliklerden dört gün sonra 23 Haziran 1866 tarihinde Ticaret Nezareti de Halil Paşa’nın idaresine verilmiş69 ve iki nezaret bir kez daha birleştirilmiştir.
Bu tarihten sonra da birleştirilip, ayrılmalar görülmektedir. İki nezaretin işlerinin bir biri ile alakalı olması nezaretlerin birleştirilme nedenlerinden biridir. Sık sık birleştirilip ayrılması, nezaretleşme sürecinde yaşanan sıkıntılardan kaynaklanmaktadır.
Nafia Nezareti’nin 1870 Tarihli Nizamnamesi Ticaret ve Nafia Nezaretleri Mart 1868’e kadar bazen birlikte, bazen de
müstakil olarak idare edilmiştir. Bu süreçten sonra Nafia ve Banka nezaretleri, Ticaret Nezareti’nden ayrılarak bâlâ derecesi ile Posta ve Telgrafhane Nazırı Agaton Efendi’nin70 idaresine verilmiştir71. Yaklaşık iki 64 BOA., BEO., A. MKT. MHM., nr. 266/11 (28 Z. 1279/16 Haziran 1863). 65 BOA., İ.DH., nr. 508/34600 (25 Z. 1279/13 Haziran 1863). 66 BOA., İ.DH., nr. 534/37055 (18 L. 1281/16 Mart 1865); Sarkiz Karakoç, Külliyât-ı Kavânîn, nr. 4681(18 L. 1281/16 Mart 1865). 67Takvim-i Ticaret, S. 21, s. 1 (10 S. 1283/24 Haziran 1866). 68 BOA., İ.DH., nr. 550/38285 (5 S. 1283/19 Haziran 1866); BEO., A. MKT. MHM, nr. 358/62 (5 S. 1283/19 Haziran 1866). 69 BOA., BEO., A. MKT. MHM, nr. 359/3 (11 S. 1283/25 Haziran 1866); İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Son Sadr…, C. II, s. 607-608. (9 S. 1283). 70 Agaton Efendi, 1276 sonlarında (1860 ortaları) Meclis-i Hazain’e aza olarak atanmıştır. 1278 başlarında (1861 ortaları) bu meclisin lağvedilmesi ile boşta kalmıştır. M. 1280/ Temmuz 1863’te Divan-ı Muhasebat kurulunca buraya aza olarak tayin edilmiştir. R. 1281/Eylül 1864’te telgraf, C. 1282/Kasım 1865’te de posta müdürlüğü kendisine ilave görev olarak verilmiştir. Za. 1283/ Mart 1867’de Paris’te iken derecesi bâlâya yükseltilerek nafia
AZIZ TEKDEMIR
138
ay Agaton Efendi’nin idaresinde kalan Nafia Nezareti’ne Mayıs 1868 tarihinde Davut Paşa72 tayin edilmişir73. 15 Temmuz 1868 tarihinde Nafia Nazırı Davut Paşa’nın 1,5–2 ay süreyle Avrupa’ya gönderilmesi sebebi ile Nafia Nezareti’ne vekâleten Ticaret Nazırı Kabuli Paşa atanmıştır74. Bu dönemde Nafia Nezareti’ne, telgraf maadin, posta idareleri ilhak edilmiş ve nezaret müstakil hale getirilmiştir.75
Müstakil hale gelen nezaretin işleri her geçen gün artmasına rağmen memur ve katip eksiği bulunmaktaydı. Bu eksikliklerin giderilebilmesi için müzakerelerde bulunularak, gerekli olan düzen ve idarenin oluşturulması gerekmekteydi. Bu sebeple ehil olması ve aranan özellikleri taşıması sebebiyle Şûra-yı Devlet azasından Ali Bey Maabir Meclisi’nin başkanlığını da birlikte yürütmek üzere müsteşarlığa getirilmiştir. Ali Bey’in derecesi ûla sınıf-ı sanisinden, sınıf-ı evvele yükseltilip 10.000 kuruş maaş bağlanmıştır76. Yaklaşık 2,5 yıl Davut Paşa’nın idaresinde müstakil olarak idare edilen Nafia Nezareti için 2 Şubat 1870 tarihinde bir nizamname hazırlanmış ve nezaretin teşkilat yapısı şekillendirilmişti. 2 fasıl 15 maddeden oluşan nizamnamede nezaretin idari birimleri ile görevlerini şu şekilde belirlemiştir.
Nafia Nezareti tarik, maabir, demiryolları, maden, posta ve telgraf idarelerinden oluşmaktadır. Nezaret, nazırın idaresinde olup maiyetinde müsteşar, kalemleriyle birlikte bir mektupçu, muhasebeci, maabir- maden-demiryolları işleri için fen muavini namıyla bir başmühendis ve bir de fabrikalar memuru bulunmaktadır. Nezaretin idaresinde Meclis-i Nafia ismiyle bir meclis olup başkanlığı müsteşar tarafından yapılmaktadır. Azaları arasında tarik, maabir, demiryolları, maden, posta ve telgraf müdürleri ile nazırlığına getirilmiş ve vükeladan olmuştur. Agaton Efendi Meclis-i Has’a giren ilk Hıristiyan’dır. Fakat hastalığı sebebi ile göreve başlayamadan 11 Muharrem 1284/ 15 Mayıs 1867 tarihinde Paris’te vefat etmiştir. Mehmet Süreyya, Sicilli Osmanî, C. IV, s. 830, 874. 71 Mehmet Süreyya, Sicilli Osmanî, C. IV, s. 830; Salname-i Devlet-i Âlîye-i Osmaniye (SDAO), Sene 1285, s. 35. 72 Davut Paşa Katolik olup hariciyeden yetişti. Katip ve telgraf müdürlüğü yapmıştır. 1277 başlarında (1860 ortaları) Telgraf müdürü, 1277 sonlarında (1861 ortalarında) vezir rütbesi ile yeni kurulan Cebel-i Lübnan sancağına mutasarrıf olarak atanmıştır. 1284 başlarında (1867 ortaları) nafia nazırlığına atanmış, Ra. 1288/Haziran 1871 tarihinde azledilerek vezirliği elinden alınmıştır. 1292/1875 yılında Avrupa’da vefat etmiştir. Mehmet Süreyya, Sicilli Osmanî,C. IV, s. 830, 874. 73 Mehmet Süreyya, Sicilli Osmanî, C. IV, s. 830; SDAO, Sene 1286, s. 36; Y. G. Çark, Türk Devleti Hizmetinde Ermeniler, Yeni Matbaa, İstanbul 1953, s. 191–192. Aynı eserin yeni baskısı için bkz. Rahip Y.G. Çarkcıyan, Türk Devleti Hizmetinde Ermeniler, Kesit Yayınları, İstanbul 2006, s. 130–131. 74 BOA., BEO., A. MKT. MHM, nr. 413/60 (24 Ra. 1285/15 Temmuz 1868). 75 BOA., İ.DH., nr. 599/41734 Leff 2 (22 C. 1286/29 Eylül 1869). 76 BOA., İ.DH., nr. 599/41734 Leff 2 (22 C. 1286/29 Eylül 1869).
TANZİMAT DÖNEMİ NAFİA NEZARETİ
139
başmühendis ve fabrikalar memuru bulunmaktadır. Ayrıca nezaretin idaresinde mühendis ve fen memurları yetiştirmek amacı ile Hendese-i Mülkiye ve Kondüktör mektepleri bulunmaktadır.
Nezaretin idari birimleri yani müşteşar, müdür, mühendis, muavin ve muhasebeci, Bâbıâlî’nin izni üzere irade-i seniye ile tayin edilirdi. İdari birimlerin görevlerine kısaca değinecek olursak:
Nazır, öncelikle atamaları irade-i seniyeye bağlı olmayan memurları, bütçesi, sınırı ve nezaretin nizamları dahilinde olarak tayin eder, maaş ve harcırahları ile devreden masrafları bir takrir ile doğrudan Maliye Nezareti’ne bildirir. Nafia memurları hakkında görevlerinden dolayı valiler tarafından yapılan beyanatlar ve şikâyetler dinlenilip araştırılarak gerekenlerin yapılmasını sağlar. Nafia ile alakalı imalata dair takdim edilen yani Bâbıâlî tarafından kabul edilerek gerekli muameleleri yapılan ve tahsisatı da gösterilen hususların yapılarak inşa edilmesine nezaret eder. İmalatın fen yönü hakkında gereken talimatı valiler vasıtası ile mühendislere ulaştırır. Nezaretin uhdesi altında bulunan idarelerin bütçelerini Bâbıâlî’ye bildirir ve tasdik edilenler için gerekenleri yapar. Bâbıâlî tarafından kabul edilip tasdiklenmiş olan umumî nizamların hükümlerini yerine getirir. Bâbıâlî’nin imtiyaza dair olup, esasen kabul ettiği konuları mütalaa edip araştırır ve fen ile alakalı olan yönlerini de belirleyip Bâbıâlî’ye takdim eder. Her sene, her idarenin işlerinin durumuyla ilgili ortaya çıkan masrafları, elde edilen ürünü ve imalat için yapılan çeşitli girişimleri açıklayan mazbatayı düzenleyerek Bâbıâlî’ye takdim eder. Mühendis ve fen memuru yetiştiren çeşitli mekteplerin idaresine bakar.
Müsteşar, nazırın müşavir ve muavini olup nazırın olmadığı zamanlarda Bâbıâlî’nin izni ile nezarete vekalet eder ve nazır kendi görevlerinden hangilerini daimi ya da geçici bir şekilde müsteşara ihale ederse onları yerine getirir. Nafia Meclisine de başkanlık eder.
Müdürler, amiri olduğu idarenin memurlarından sorumludur. Her idare müdürü görevlerini yerine getirmekle mükellef olup idaresi altındaki işlerin yürütülmesinde ve maaş için ayrılan bütçeyi kontrol etmekle görevlidir. Ayrıca kanunların kendine yüklediği görevleri ve nezaretten aldığı emirleri yerine getirmekle yükümlüdür. Her müdürün idaresi altında yeterli derecede müfettiş bulunması kararlaştırılmıştır. Bu müdüriyetlere havale edilen meselelerin araştırılması ve bir neticeye bağlanması için müdürün başkanlığında olmak üzere o idare mühendislerinden oluşan bir meclis oluşturulması, İstanbul’da bulunan müfettişlerin de bu meclisin azaları arasında sayılması uygun görülmüştür. Sadece Maden Meclisi’nde baş çeşnicinin de azalık yapması kabul edilmiştir.
AZIZ TEKDEMIR
140
İdare müdürleri, öncelikle kabiliyetli olan mülazımların hak ettiği görevlerde istihdam edilmesini nezarete arz eder. İmalatla alakalı raporları inceleyip ilgili olan maddeleri düzenleyerek doğrudan memurlara ulaştırır. İdaresinin bütçesini düzenler. Kanunlara uygun teşebbüsleri ya da imalat sektörü hakkındaki ruhsat dilekçelerine dair yazışmaları inceler. Kumpanyaların iane ve kazançları ile ilgili muhasebeleri inceler. İdaresinin durumu ile ilgili bilgileri ve ihtiyaçlarını içeren raporlar verir. Nafia Meclisi’ne azalık yapar.
Mühendislerin (Muavin mühendislerin) görevi, tüm imalatın faaliyetleri ile yapılan düzenlemelerin sebeplerini inceleyerek yazılı bir şekilde açıklama yapmaktır. Bunun dışında öğrencilerin, çeşitli fen hizmetlerine ve imaliye üzerine yapılan imtihanlar sonucunda hangi branşta başarılı olursa o yönde diplomasını vermek. Hendese-i Mülkiye mektebinin ıslahat meclisi azası sıfatı ile öğretme usullerinin geliştirilmesi için çalışmak. Fen ile alakalı talimname-i umumiyeleri incelemek ya da düzenlemek. Çeşitli imtiyazların durumlarına dair raporlar hazırlamak. Osmanlı Devleti’nde bulunan tüm şehirler, nehirler, madenler yollar, sanayi, telgraf ve postaya dair elde edilen bilgiler ile gerekli olan haritaları çizmek ve düzenlemek. Gerek Osmanlı Devleti dahilinde gerek yabancı memleketlerde kendilerine havale edilen konuları ve teftişleri yerine getirmek. Nafia Meclisi’ne azalık yapmak gibi görevlerle yükümlüdür.
Nafia Meclisi’nin görevleri arasında, istihdam edilecek memurların seçilme şekilleri ve görevleri ile tüm idarelerin nizamlarını belirlemek, Hendese-i Mülkiye Mektebi’nin kurulmasını, imtiyaz layihalarını ve kumpanyaların imtiyazlarını düzenlemek sayılabilir. Ayrıca Nafia Meclisi, Bâbıâlî tarafından incelendikten sonra tasdik edilebilecek finans yardımını inceleyerek hesapları düzenlerdi. Bir diğer görevi ise nezaret tarafından havale edilen tüm hususları görüşüp müzakere ederek, ilave edilecek görüşleri ve kararı mazbata ile arz ve ifade etmekti.
Mektupçu, nezaretle alakalı yazıları yazmak, mahallerine göndermek, idaresinde bulunan ve görevleri birbirinden ayırt edilen kalem memurlarını istihdam etmekle görevlidir.
Muhasebeci nezaretin ve uhdesinde bulunan idarelerin tüm gelir ve masraflarını inceledikten sonra, neticeleri nezaretin tasdikine arz etmekle yükümlüdür.
Hendese-i Mülkiye mektebinin kurulmasının amacı kişilere ilmi ve ameli dersler okutup, eğitmek ve mektebi başarı ile bitirenleri çeşitli hizmetlerde istihdam etmektir. Bunun dışında bir de kondüktör mektebi açılarak, gerek bu mektep ve gerek İstanbul civarında yapılmakta olan yollar için amele
TANZİMAT DÖNEMİ NAFİA NEZARETİ
141
reisleri yetiştirilecek, yol bekçileri yetiştirmeğe özel amele postaları da ihdas olunacaktır. Mühendislerin tahsillerine kolaylık sağlamak için mektepte bir de kütüphane açılacak tedarik edilecek model, alet ve edavat mahallinde korunacaktır. Kısaca mühendislere gerekli ve bilhassa dahili memlekette yapılacak işlerin tarifnameleriyle, imalat-ı resim ve örneklerini hazırlayacaktır77.
Yukarıda çalışma kalemlerini açıkladığımız Nafia Nezareti, bir süre müstakil olarak faaliyetlerini sürdürmüş ve 12 Eylül 1871 tarihinde tekrar Ticaret Nezareti ile birleştirilerek Ethem Paşa’nın idaresine verilmiştir78. Birleştirilen nezaretler bu dönemde de ancak dokuz ay birlikte idare edilebilmiştir. 17 Haziran 1872 tarihinde Nafia Nezareti’nin işlerinin çok olduğu, dolayısı ile Ticaret Nezareti ile birlikte idare edilmesinin birçok zorluklara ve işlerin ertelenmesine sebep olduğu ifade edilerek Ticaret Nezareti ile Nafia Nezareti bir kez daha ayrılmıştır. Nafia Nezareti Ethem Paşa’nın idaresinde kalmış, Ticaret Nezareti de Mahmut Celaleddin Paşa’nın idaresine verilmiştir79.
Tanzimatla birlikte imar faaliyetlerinin finans kaynağı olarak kurulan Nafia Hazinesi bir süre sonra Nafia Nezareti’nin kurulmasına vesile olmuştur. Nafia Nezareti’nin kurulması ile Osmanlı Devleti’ndeki imar faaliyetleri merkezden idare edilmeye başlanmıştır. Fakat Nafia Nezareti kısa bir süre sonra Ticaret Nezareti’ne bağlanmıştır. Nafia Nezareti, I. Meşrutiyet’in ilanına kadar bazen müstakil bazen de Ticaret Nezareti’nin idaresi altında varlığını sürdürmüştür. Gerek müstakil olduğu zamanlarda gerekse Ticaret Nezareti’nin idaresi altında birçok alanda faaliyetlerde bulunmuştur. Osmanlı Devleti’nde ziraat ve sanayinin geliştirilmesi ve elde edilen ürünlerin kolay bir şekilde satılıp ticaretin geniş alanlara yayılabilmesi için kara ve deniz yolları haricinde Anadolu ve Rumeli’de demiryolu için de çalışmalar yapılmıştır. 1850’lerde İsmail Paşa’nın başlattığı Trabzon-Erzurum-İran karayolunu bu çalışmalar için örnek olarak verebiliriz. Ayrıca yine bu dönemde İngilizler tarafından yapılıp hizmete açılan İzmir-Aydın, Köstence-Çernovada ve Varna-Rusçuk demiryollarını bu çalışmalar arasında sayabiliriz. Nafia Nezareti 1860’ların sonuna kadar çoğu zaman Ticaret Nezareti’nin idaresi altında varlığını sürdürmüş, 1870 yılında ise tekrar müstakil hale getirilmiştir. İçeriği oldukça kapsamlı olan bir nizamname yapılarak, teşkilatı ve görev paylaşımı belirlenmiştir.
77Düstur (I. tertip) C. IV., İstanbul 1299, s. 480-483. 78 BOA., İ.DH., nr. 638/44353 (26 C. 1288/12 Eylül 1871); SDAO, Sene 1288, s. 38. 79 BOA., İ.DH., nr. 651/45295 (10 R. 1289/17 Haziran 1872).
AZIZ TEKDEMIR
142
Osmanlı Devleti’nde, nezaretleşme süreci sıkıntılı bir şekilde geçmiş, Tanzimat döneminde teşkilatlanma tam anlamı ile sağlanamamıştır. Uzun yıllar Ticaret Nezareti’nin idaresi altında varlığını devam ettiren Nafia Nezareti, yukarıda da bahsettiğimiz gibi Osmanlı Devleti’nin bayındırlık işlerini yürütmüştür. Ticaret için gerekli olan şose yolları, demiryolları ve devlet binalarının yapımında rol oynamıştır. Bu yollar, ziraat ve ticaret yapılan alanların genişlemesine sebep olmuştur.
KAYNAKÇA I. Arşiv Kaynakları Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA). a) Bâbıâlî Evrak Odası (BEO). Sadaret Divan Kalemi (BEO. A. DVN). Sadaret Divan-ı Hümâyûn Mühimme Kalemi (BEO. A. DVN. MHM). Sadaret Mektûbî Kalemi (BEO., A. MKT). Sadaret Mektûbî Kalemi, Mühimme (BEO., A. MKT. MHM).
b) İradeler İrade Dahiliye (İ.DH). İrade Mesail-i Mühimme (İ.MSM). İrade Meclisi Vâlâ (İ.MVL).
c) Defter Buyruldu Defteri, nr. III.
d)Külliyât-ı Kavânîn (Sarkiz Karakoç).
II. Kaynak Eserler ve İncelemeler Ahıshalı, Recep, Osmanlı Devlet Teşkilatında Reîsülküttâblık (XVIII. Yüzyıl),
İstanbul 2001. ______________, “Reîsülküttâb”, DİA.,C. 34. ______________, “Divan-ı Hümâyûn Teşkilatı”, Osmanlı,C. VI, Ankara 1999. Ahmet Lûtfî Efendi, Vak‘anüvîs Ahmet Lütfî Efendi Tarihi, (Osmanlıcadan aktaran;
Yücel Demirel), C.VI, İstanbul 1999. Akyıldız, Ali, Tanzimat Dönemi Osmanlı Merkez Teşkilâtında Reform (1839–1856),
İstanbul 1993. ___________, Osmanlı Bürokrasisi ve Modernleşme, İstanbul 2004. Aydın, Mahir, “Ethem Paşa, İbrahim”, DİA, C. X, İstanbul 1994. Bailey, Frank Edgar, “Palmerston ve Osmanlı Reformu 1834–1839”, Tanzimat
Değişim sürecinde Osmanlı İmparatorluğu,(çev. Yasemin Avcı), Ankara 2006. Beydilli, Kemal,“Islahat”, DİA.,C. XIX, İstanbul 1999, s. 174-185. Çavdar, Tevfik, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi 1839–1950, Ankara 1995.
TANZİMAT DÖNEMİ NAFİA NEZARETİ
143
Çark, Y. G.,Türk Devleti Hizmetinde Ermeniler, Yeni Matbaa, İstanbul 1953. Davison, Roderic H.,Osmanlı’da Batı Tesiri, (çev. Mehmet Burak), Adana 1997. Düstur (I. tertip) C. IV, İstanbul 1299. Eren, Ahmet Cevat, Tanzimat Fermanı ve Dönemi,(haz. Alişan Akpınar), İstanbul
2007. Ergin, Osman Nuri, Mecelle-i Umûr-ı Belediye, C. II,İstanbul 1995. Gültepe, Necati, İlk Türk-İslam Devletlerinde ve Osmanlılarda Bürokrasi, İstanbul
2009. Güran, Tevfik, 19. Yüzyıl Osmanlı Tarımı, İstanbul 1998. ___________, “Tanzimat Döneminde Tarım Palitikası”, Tanzimat Değişim
sürecinde Osmanlı İmparatorluğu,Ankara 2006. Gövsa, İbrahim Alaeddin, Meşhur Adamlar, C. II, İstanbul 1933. ____________________, Meşhur Adamlar, C. III, İstanbul 1933. Haskan, M. Nermi-Çelik Gülersoy, Hükümet Kapısı Bab-ı Alî, İstanbul 2000. Heper, Metin, Türk Kamu Bürokrasisinde Gelenekçilik ve Modernleşme, İstanbul
1977. İbnülemin Mahmud Kemal, Evkaf-ı Hümayun Nezareti’nin Tarih-i Teşkilatı ve
Nuzzarin, İstanbul 1335. İnal, İbnülemin Mahmut Kemal, Son Sadrazamlar, C. I, İstanbul 1964. Inalçık, Halil, Osmanlı İmparatorluğu Toplum ve Ekonomi, İstanbul 1996. ____________, “Çiftliklerin Doğuşu: Devlet, Toprak Sahipleri ve
Kiracılar”,Osmanlıda Toprak Mülkiyeti ve Ticari Tarım, İstanbul 1998. ___________, “Reîsülküttâb”, İA.,C. IX. Kala, Ahmet, İhtira Beratından Patent’e Alâmet-i Fârika’dan Markaya Türk Sınaî
Mülkiyet Tarihi, Ankara 2008. Karpat, Kemal H. Osmanlı Modernleşmesi, (Çev. Akile Zorlu Durukan-Kaan
Durukan), Ankara 2002. Kazıcı, Ziya, Osmanlılarda İhtisab Müessesesi, İstanbul 1987. Keskin, Özkan, Orman ve Ma‛adin Nezareti’nin Kuruluşu ve Faaliyetleri, (İstanbul
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul 2005. Kütükoğlu, Mübahat, “İzmir İhtisab Nezareti” Tarih Enstitüsü Dergisi, S. 13,
İstanbul 1987, s. 481–520. __________________, “İzmir İhtisabı Muhasebeleri” Tarih Enstitüs Dergisi, S. 15,
İstanbul 1997, s. 49-144. Lewis, Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Ankara 1991. Mehmet Memduh, Esvat-ı Sudur, İzmir 1328. Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmanî, C. I, İstanbul 1308. Mehmet Tahir, Osmanlı Müellifleri, C. III, İstanbul 1342. Mordtman, Andreas David, İstanbul ve Yeni Osmanlılar, C. I, İstanbul 1999.
AZIZ TEKDEMIR
144
Mufassal Osmanlı Tarihi, C.VI, s. 3425–3426. Nagata, Yuzo, Tarihte Ayanlar Karaosmanoğulları Üzerine Bir İnceleme, Ankara
1997. Orhonlu, Cengiz, Osmanlı İmparatorluğundaŞehircilik ve Ulaşım Üzerine
Araştırmalar, (Der. Salih Özbaran), İzmir 1984. Ortaylı, İlber, İmparatorluğun En Uzun Yılı, İstanbul 2003. Osman Nuri, Abdülhamîd-i Sânî ve Devri Saltanatı (Hayat-ı Hususiye ve Siyasiyesi),
İstanbul 1327. Önsoy, Rıfat, Tanzimat Dönemi Osmanlı Sanayii ve Sanayileşme Politikası, Ankara
1988. Pakalın, Mehmet Zeki, Son Sadrazamlar ve Başvekiller, C. II, İstanbul 1942. __________________, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, C. II,
İstanbul 1983. Pamuk, Şevket, Osmanlı Ekonomisinde Bağımlılık ve Büyüme (1820–1913), İstanbul
1994. ____________, Osmanlı-Türkiye İktisadi Tarihi 1500–1914, İstanbul 1999. ____________, Osmanlı’dan Cumhuriyete Küreselleşme, İktisat Politikaları ve
Büyüme, İstanbul 2008. Quataert, Donald, “Sanayi”, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal
Tarihi, C. II,(Editör Halil İnalcık-Donald Quataert), İstanbul 2004. Terzi, Arzu, “XIX. Yüzyıl Sonlarında Ebniye-i Seniyye İdaresi” Tarih Enstitüsü
Dergisi, S. 16, İstanbul 1998, s. 109–119. ___________, Hazine-i Hassa Nezareti, Ankara 2000. Turan, Şerafettin, “1863 Yılı Etrafında Osmanlı İmparatorluğu’nun Mali, İktisadi ve
Ticari Durumu”, Yüzyıllık Teşkilatlı Ziraî Kredi, 1964. Türk Ziraat Tarihine Bir Bakış, (Birinci Köy ve Ziraat Kongresi Yayını), Devlet
Basımevi, İstanbul 1938. Uzunçarşılı, İsmail Hakkı Osmanlı Devleti’nin Saray Teşkilatı, Ankara 1988. Versan, Vakur, Kamu Yönetimi (Siyasi ve İdari Teşkilat), İstanbul 1976. Walter, F. Weiker, “The Ottoman Bureaucracy: Modernization and Reform”,
Admınıstratıve Scıence Quarterly, C. XIII, New York 1968, s. 451–470.
III. Salnameler Salname-i Devlet-i Alîye-i Osmaniye (SDAO). Sene 1285, 1288.
IV. Gazeteler Takvim-i Ticaret. Takvim-i Vekayi.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 1, Sayı: 1, Ocak‐2011, s. 145‐158
METROPOLİS TERRAKOTTALARI HAKKINDA İNCELEMELER
Serdar AYBEK*
ÖZET: Makalede İzmir İli Torbalı ilçesi sınırlarında İonia bölgesindeki Metropolis antik kenti terrakotta örneklerinin tümü genel olarak tanıtılmıştır. Terrakottalar ışığında Metropolisʹdeki tanrılar dünyasına, sosyal ve kültürel yaşantıya dair sonuçlar çıkarılmaya çalışılmıştır. Eserlerin buluntu yerlerine göre dağılımı ve buluntu alanının tanımlamasındaki işlevleri üzerinde durulmuş, ayrıca Metropolis’de bir üretim yeri olup olmadığı sorununa değinilmiştir. Genel olarak Helenistik ve Roma Dönemine ait olan eserler, kentin parlak günler yaşadığı M.Ö. 2.‐1. yüzyıl ile M.S. 2.‐3. yüzyıl sürecine tarihlendirilmiştir. Özellikle Anatanrıça figürlerinin oluşturduğu gruba dayanarak Metropolis dışındaki mağranın kült işlevi üzerinde durulmuştur.
Anahtar Kelimeler: Metropolis, İonia, Terracotta, Koropolastik, Heykelcik
THE OBSERVATION OF METROPOLIS TERRACOTTAS ABSRTACT: The article describes terracottas of Metropolis İonia in Torbalı, İzmir and it has
been tried some results on social and cultural life and the colourful divinity world of Metropolis via terracotta figurines. The article has been also mentioned findspots of figurines, the function of terracottas on describing their contexts and the discussions on location of production or workshop. Terracotta figurines of Metropolis belongs Hellenistic and Roman Period in the 2.‐1. century BC and the 2.‐3. century AD which are two different periods of brightest history of city.
Keywords: Metropolis, Ionia, Terracotta, Coroplastic, Figurine
Giriş
Metropolis, İzmir iline bağlı Torbalı İlçesi'nin yaklaşık 5 km. güneybatısında yer alan, Yeniköy ve Özbey köyleri arasındaki tepe üzerinde M.Ö.3.yüzyılda planlı bir kent olarak kurulmuş ve M.S.2. yüzyıl ile birlikte tepenin batı yamaçlarına ve düzlüklere doğru genişlemiş bir kenttir1 (Resim 1). Makaleye konu olan pişmiş toprak heykelcikler2 Metropolis Antik Kenti'ne ait eserlerdir.
* Yrd. Doç. Dr. Serdar Aybek, Trakya Üniversitesi, Balkan Yerleşkesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü 22030-Edirne. 1 Metropolis'in tarihi ve coğrafyası ile ilgili ayrıntılı çalışmalar için bkz. Recep Meriç, Metropolis; City of the Mother Goddess, İstanbul 2004, s.25-76; Serdar Aybek, Aygün Ekin Meriç, Ali Kazım Öz, Metropolis, Ioniada Bir Ana Tanrıça Kenti, İstanbul 2009, s. 49-61. 2 Latince kökenli "terracotta" teriminin kelime anlamı pişmiş toprak'tır. Arkeoloji literatüründe çoğu kez terracotta terimi ile pişmiş toprak heykelcikler ya da figürler tanımlanır. Bu kelime birçok Türkçe kaynakta da "terracotta figürinler" biçiminde kabul edilmektedir. Yine bazı Türkçe kaynaklarda kullanılan koroplastik kelimesi kilden üretilmiş plastik eserler için geçerli olan bir terimdir.
SERDAR AYBEK
146
1970'li yılların sonlarındaki ilk bilimsel araştırmalardan3 sonra 1990'da arkeolojik kazılar4 ile Metropolis'in yeniden doğuş serüveni de başlamıştır. Burada, Metropolis'in tüm araştırma tarihi içinde tespit etmiş olduğumuz eserler hakkındaki ilk bulguları sunmaya çalışacağız. 962 parçadan oluşan koleksiyon 2 yıllık bir çalışma sonucunda tasnif edilmiş ve bu doğrultuda İzmir Efes Müzesi'nde, İzmir Arkeoloji Müzesi'nde ve Kazıevi Depolarında yoğun bir faaliyet yürütülmüştür5. Çalışmalar TÜBİTAK'tan sağlanan Araştırma Projesi desteği ile sürdürülmüştür6. Eserler üzerinde bilimsel araştırmalar dışında temizlik, restorasyon ve konservasyon uygulamaları gerçekleştirilmiştir.
Arkeolojik Kontekst (Plan 1, Resim 1)
Buluntuların, bugüne kadar kazısı gerçekleştirilmiş belirli alanlarda yoğunluk gösterdiği dikkat çekmektedir. Kente adını veren Meter Gallesia isimli Ana Tanrıça’ya ait kült yeri işlevi gören kutsal mağarada, 1989-1990 yıllarında yapılan çalışmalarda7 çok sayıda adak eşyası ile birlikte 554 Anatanrıça heykelciği tam ve parça halinde tespit edilmiştir8. Kutsal alan olarak nitelendirilebilecek bu noktada biri büyük biri küçük iki mağara vardır. Mağaralar antik kentin yaklaşık 5 km. kuzeyindeki Gallesion Dağı’nın (Alaman Dağı) Uyuzdere Mevkisi olarak adlandırılan yamaçlarında yer alır. Kent içindeki çalışmalarda ise Akropolis, buluntular için özel bir konuma sahiptir. Burada, 1992 ve 2004 yılları arasında sürdürülen
3 Metropolis'teki ilk sistemli arkeolojik araştırmaları gerçekleştiren Recep Meriç çalışmasını 1982 yılında yayınlamış ve 1989'da kentte bilimsel kazılar başlamıştır. R. Meriç, Metropolis in Ionien: Ergebnisse einer Survey-Unternehmung in den Jahren 1972-1975, Königstein/Ts.: Hain, 1982; Bu tarihten önce kenti ziyaret eden tarihçi ve gezginlerin notları ile bir takım kalıntıların tanıtımı yapılmıştır. J. Spon- G. Wheler, Reisen durch Italien. Griechenland und die Morgenländer 1713, s. 65; C. Texier, Asie Mineure. Description Geographique, Historique et Archeologique,1862, s. 359; A.M. Fontrier, Peri tes en Ionia Metropoleos. Mouseion kai Bibliotheke tes Euangelikes Scholes, Smyrne 1876, s.69; J. Keil-A.v.Premerstein, Bericht über eine dritte Reise in Lydien, Wien: Alfred Hölder, 1914, s.101. 4 Recep Meriç, "Torbalı-Metropolis Kazısı 1990", Kazı Sonuçları Toplantısı, I, XIII, Ankara 1992, s.237. 5 Pişmiş Toprak eserler üzerindeki çalışmalar, Metropolis'de Kültür ve Turizm Bakanlığı ve Trakya Üniversitesi adına yürütülmekte olan arkeolojik araştırmaların bir bölümünü oluşturmaktadır. Bu faaliyetlerimizin sürdürülmesini sağlayan tüm kurum ve kuruluşlarla, çalışma arkadaşlarımız ve öğrencilerimize teşekkürlerimi sunarım. 6 "Metropolis'de Bulunan Pişmiş Toprak Heykelciklerin Restore Edilmesi ve İncelenerek Yayınlanması" başlıklı TÜBİTAK Projesi çalışmaların aksamadan yürütülmesini sağlamıştır. 7 Meriç 1992: 238; Recep Meriç, "1991 Yılı Metropolis Kazısı Raporu", Kazı Sonuçları Toplantısı, II, XIV, Ankara 1993, s.368. 8 Aygün Ekin Meriç, Metropolis Yakınlarındaki Anatanrrıça Kült Mağarası, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Arkeoloji Anabilim Dalı Doktora Tezi (Yayınlanmamış), İzmir 2007, s. 33.
METROPOLİS TERRAKOTTALARI HAKKINDA İNCELEMELER
147
çalışmalarda kentin kuruluşundan itibaren tüm gelişimini anlayabilmemizi sağlayacak buluntular saptanmıştır9. Hellenistik Sur Duvarının batı tarafında, Doğu ve batı kapılarını birbirine bağlayan doğrultu üzerinde gerçekleştirilen kazılarda ve akropolis üzerindeki farklı sondajlarda tüm eserlerin %13'lük bölümü bulunmuştur (Grafik 1).
Araştırma kapsamında ele alınan pişmiş toprak heykelciklerin buluntu durumu ve sayısı doğal olarak çalışılan alanların genişliği ve çalışma süresi ile orantılıdır. Küçük ve hafif bir yapıya sahip olan bu tür eserlerin zaman içinde çok kolay yer değiştirebileceği göz önünde bulundurulmalıdır. Örneklerin %3'lük kısmının kazılar dışında yüzey buluntusu olarak tespit edilmesi de bu nedene bağlıdır. Metropolis gibi bir yamaç kentinde bu durum, buluntuları kontekst içinde değerlendirmeyi güçleştiren bir etkendir. Diğer yandan, yukarıda değinilen Uyuzdere Kült Mağarası ya da Akropolis’deki Helenistik Mekan10 buluntularında olduğu gibi belli bir yere ait olduğu anlaşılan veya aralarında bir konu bütünlüğü bulunan eserler üzerinde önerilerde bulunabilmek daha kolaydır. Bu grup dışında kalan örneklerin buluntu durumları ile ilgili kayıtlar incelenirken, eserlerin üst teraslardaki muhtemel yapılara ait olabileceği ihtimali de düşünülmelidir. Bu bağlamda, 1991 yılında başlayan çalışmalarla günışığına çıkarılan kent merkezinde eserlerin %11'lik bölümü tespit edilmiştir. Üç terastan oluşan bu alanın en üstünde Bouleuterion ve Devlet Agorası, orta terasta Stoa, alt terasta ise Hamam-Gymnasion kompleksi ve sivil mekanlar yer almaktadır. Antik Tiyatro ve güney yamacındaki Peristyl Evde sürdürülen kazılar11 eserlerin %17 sinin, son yıllarda yürütülen Aşağı Hamam ve Palaestra kazıları ise %1'inin kaydedilmesini sağlamıştır.
9 Recep Meriç, "Metropolis Kazısı 1992 Yılı Çalışmaları", Kazı Sonuçları Toplantısı, II, XV, Ankara 1995, s.420-421.; Recep Meriç, Akın Ersoy "1994 Yılı Metropolis Kazı Çalışmaları", Kazı Sonuçları Toplantısı, II, XVII, Ankara 1996, s. 37; Recep Meriç, Akın Ersoy "Metropolis 1995 Yılı Kazı Raporu", Kazı Sonuçları Toplantısı, II, XVIII, Ankara 1997, s. 154-155; Recep Meriç, "Metropolis 1996 Yılı Kazı Raporu", Kazı Sonuçları Toplantısı, II, XIX, Ankara 1998, s. 334-335; Recep Meriç, "Metropolis 1997 Yılı Kazı Raporu", Kazı Sonuçları Toplantısı, II, XX, Ankara 1999, s. 338; Recep Meriç, Akın Ersoy, (Et. al), "Metropolis 1998 Yılı Kazı Raporu", Kazı Sonuçları Toplantısı, 2, 21, Ankara 2000, s. 228; Recep Meriç, Ali Kazım Öz, (Et. al), "Metropolis 2000 Yılı Kazı Raporu", Kazı Sonuçları Toplantısı, 1, 23, Ankara 2002, s. 87; Recep Meriç, Ali Kazım Öz, (Et. al), "Metropolis 2002 Yılı Kazı Raporu", Kazı Sonuçları Toplantısı, 2, 25, Ankara 2004, s. 294-295; Recep Meriç, Ali Kazım Öz, (Et. al), "Metropolis 2004 Yılı Kazı Çalışmaları", Kazı Sonuçları Toplantısı, 1, 27, Ankara 2006, s. 251-252. 10 Aybek, Meriç, Öz 2009: 53. 11 Serdar Aybek, Ali Kazım Öz, Aygün Ekin Meriç, "Metropolis 2008 Yılı Kazı Çalışmaları", Kazı Sonuçları Toplantısı, 2, 31, Ankara 2010, s.196-198.
SERDAR AYBEK
148
Grafik 1: Eserlerin buluntu yeri dağılımı
Malzeme ve Teknik
Pişmiş toprak heykelciklerin üretim aşamasının ilk basamağını kilin elde edilmesi ve hazırlanması oluşturur. Anadolu, üstün kaliteli kilin rahatlıkla temin edilebileceği topraklara sahiptir. Bu nedenle pek çok antik kentte üretimde yerel malzemenin tercih edildiğini nadiren dışarıdan getirilen kilin işlenmiş olduğunu görürüz12. Labaratuvar analizleri, Metropolis’de bulunan pişmiş toprak ve seramik ürünlerin yapımında, yakın çevredeki kil yataklarından faydalanılmış olduğunu göstermektedir13. Kentteki muhtemel üretimi destekleyen bu analizler dışında tüm eserlerin incelenmesi sonucunda ortaya çıkan 60 farklı kil hamuru renginin14 diğer seramik buluntular ile paralel olduğu gözlemlenmiştir.
Üretim aşamasının diğer basamaklarını oluşturan kalıplama, rötuşlama, fırınlama ve bezeme işlemlerini15 incelemiş olduğumuz örneklerde tespit etmiş bulunmaktayız. Metropolis’deki heykelcikler kalıp yapımıdır. Bu 12 Reynold A. Higgins, Greek Terracottas, London 1967, s.1-3; Reynold A. Higgins, Greek Terracotta Figures, London 1969, s.10-11. 13 Dokuz Eylül Üniversitesi, Mühendislik Fakültesi, Jeoloji Mühendisliği Bölümü, Mineraloji-Petrografi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Nejat Kun tarafından gerçekleştirilen analizlerde, Metropolis ve çevresinde bulunan kayaçlardan mermer ve dolomitik mermerler, fillitler ve değişik mineral içerikli mikaca zengin şistler, pişmiş toprak heykelcikleri oluşturan malzeme içinde yoğun olarak tespit edilmiştir. 14 Kil renklerini belirlemede Munsel Kataloğu temel alınmıştır. Munsell Soil Color Charts (1994). 15 Pişmiş toprak heykelciklerin üretim aşamaları ile ilgili ayrıntılar için bkz.: Higgins 1967, s.6; Reynold A. Higgins, Tanagra and the Figurines, Princeton 1987, s. 64-70; R.V. Nicholls, "Type, Group and Series: A Reconsideration of Some Coroplastik Fundementals", Annual of the British School at Athens, 47, s. 217-226.
METROPOLİS TERRAKOTTALARI HAKKINDA İNCELEMELER
149
geleneksel yöntem dışında bilinen diğer yapım teknikleri kullanılmamıştır. Elde ve çarkta üretim yöntemi bu sanatın gelişim aşamasındaki ilk evreyi16 oluşturduğundan Metropolis’deki Helenistik ve Roma Dönemi örneklerinde kullanılmamıştır.
Kazılarda bulunan ve bir Herakles figürüne ait olan ön yüz kalıbı Metropolis'de üretimin olabileceğini gösteren başka bir kanıttır (Resim 2). Tek kalıp yöntemine17 hiçbir örnekte rastlanmamıştır. Eserler çift kalıp yöntemi ile yapılmışlardır. Hazırlanan kalıplardan biri ön yüz diğer arka yüz içindir. Bu şekilde masif ve içi boş figürler elde edilmiştir. İçi boş örneklerin kaidelerinin alt yüzeyinde ya da figürlerin arkasında pişirme sırasındaki çatlama riskinin önüne geçmek için oval ya da dairesel boşluklar açılmıştır. Bazı örneklerin ise altı tamamen boş bırakılmıştır. Her iki şekilde üretilen gövdelere masif başlar pişirme öncesinde sonradan eklenmiştir.
Boyama işlemi eserlerin büyük çoğunluğunda fırınlama sonrasında yapılmıştır18. Bu nedenle renklerin günümüze ulaşabilmesi mümkün olmamıştır. Bununla birlikte bazı örneklerde fırınlamadan önce yüzeylerin sulandırılmış beyaz ya da doğal renkli bir astarla kaplanmış olduklarını belirtmek gerekir.
Tipler Pişmiş toprak heykelcikler Arkaik ve Klasik Dönemlerde ağırlıklı olarak
adak eşyası işlevi ile kullanılmışlardır. Bu fonksiyon kesintisiz olarak Helenistik ve Roma Dönemi boyunca sürmüş diğer yandan Helenistik Çağ
16 Terracotta üretiminde elde şekillendirme prehistorik çağlara kadar uzanan en erken yöntemdir. Klasik Arkeolojide M.Ö. 625-470 yılları arasında yoğunluk göstermektedir. Özellikle gövdelerde bu yöntem kullanılır kalıp yapımı başlar sonradan eklenir. Çömlekçi çarkının kullanımı ise M.Ö.625-550 yıllarındaki kısa periyoda gerçekleşmiştir. Higgins 1987: 65; Kadın figürlerinde çan formlu etekler, silindir formlu hayvan gövdeleri çarkta şekillendirilmiştir. Heykelciklere ait kalıp yapımı başlar, elde yapılan vücut uzuvları sonradan eklenmiştir. Bu tür eserler çoğu kez seramik ustaları tarafından adeta bir seramik üretimi gibi ele alınmış ve bezenmiştir. John Boardman, Greek Sculpture:The Archaic Period, London 1993, s. 9-10. 17 Figürün sadece görünen ön yüzünün hazırlanan kalıba basılarak, arka kısmının kabaca düzleştirilmesi Tek Kalıp yöntemidir. Higgins 1967: 3. 18 Fırınlama sonrasında yapılan renklendirmede kullanılan boyalar tebeşir, alçı taşı, kömür,bakır taşı ve aşı boyalarından elde edilmiştir. Vücut ve kıyafetlerde gerçekçi görünümleri sağlayacak natürel renkler tercih edilmiştir. Figürlerin saçlarında genellikle farklı tonlarda kahve rengi kullanılmıştır. Erkeklerin tenleri bronz, kadınlarınki açık sütlü kahve ya da krem rengidir. Giysilerde beyaz astar üzerinde genellikle pembe renk kalıntıları gözlemlenmiştir. Lucilla Burn, Reynold Higgins, Catalogue of Greek Terracottas in the British Museum III, London 2001, s. 20.
SERDAR AYBEK
150
ile birlikte mezar hediyesi olarak da kullanılmaya başlamıştır19. Ayrıca pekçok örneğin çağlar boyunca günlük yaşam içinde rolü bulunan oyuncak ya da süs eşyası gibi işlevsel ürünler olarak kullanıldığı bilinir. Metropolis terrakottalarını da bu temel fonksiyonlar içinde değerlendirmek mümkündür. Mevcut parçalar ayrıntılı alt gruplar oluşturmuştur. Bu grupların en önemki bölümünü elbise ve gövde parçaları oluşturur, kadınlar ve erkekler, mitolojik figürler, hayvan figürleri, oyuncaklar ve kaideler diğer tiplerdir (Grafik 2).
Grafik 2: Eserlerin konu dağılımı
Ancak pişmiş toprak heykelciklerin Metropolis'deki en yaygın kullanım alanını insanların bireysel inanç yapıları belirler. Küçük, hafif ve ekonomik eserler olarak tanrı ve tanrıçalara sunulmak üzere rağbet gören adak eşyalarıdır. Çoğunlukla minyatür tanrı ve tanrıçaları betimleyen figürler evlerde, dükkânlarda hatta insanların her zaman yanlarında bulundurduğu koruyucular olarak kabul edilmişlerdir. Şehirlerin koruyucusu olan tanrı ve tanrıçalar adına inşa edilen haşmetli tapınaklar ve kült heykelleri düşüncesine paralel olarak kişilerin kendi inançlarını yansıtan heykelciklerin üretilmiş olması, zengin bir konu ve kompozisyon çeşitliliğin doğmasına neden olmuştur. Metropolis için de pekçok antik kentte olduğu gibi durum aynıdır. Eserlerin önemli bölümünü mitolojik figürler oluşturur. Ancak bu grup içinde Ana Tanrıça'nın özel bir yeri vardır (Resim 3). Çünkü sadece kent merkezi ve Uyuzdere Mağarasında bulunan figürler bile Anatanrıçanın, Metropolis için önemini ortaya koymuş durumdadır. Örneklerin büyük çoğunluğunda Ana Tanrıça tahtında oturmaktadır. Sol elinde tympanon (tef), sağ elinde tören kabı olan bir phiale tutmaktadır. Bu semboller Tanrıça’nın törenleriyle ilişkilidir. Tef'i törenlerde çalınan gürültülü müziği, phialesi de ona sunulan sıvı adakları temsil etmektedir. Kucağında çoğu kez sağa doğru
19 Gül Işın, Patara Terracottaları:Hellenistik ve Erken Roma Dönemleri, İstanbul 2007, s. 109.
METROPOLİS TERRAKOTTALARI HAKKINDA İNCELEMELER
151
kıvrılmış bir aslan vardır. Aslan onun vahşi hayvanlar üzerindeki hâkimiyetini göstermektedir20. Aynı tipteki çok sayıda örnek ve bu eserler ile örtüşen bir kalıp heykelciklerin Metropolis'de üretilerek Antanrıçaya sunulmak üzere hazırlandığını göstermektedir. Anatanrıça şüphesiz Metropolis'de kabul gören bir külte sahiptir. Fakat tanrı ve tanrıçalara ait farklı örnekler kentteki diğer eğilimleri temsil etmektedir. Eserler arasında bulunan Herakles, Hermes, Athena, Tykhe, Aphrodite heykelcikleri Metropolis'in renkli inanç dünyasına işaret eder (Resim 4, 5). Komşu kent Ephesos ve koruyucu tanrıça Artemis'e ait heykelciklerin Metropolis'de de bulunmuş olması iki kent arasındaki yakınlığın coğrafi konumları dışında kültürel ilişkiler bakımından da kuvvetli olduğunu gösterir21.
Tarihleme
Metropolis'de bulunan pişmiş toprak heykelcikler kazıların başlamasından itibaren sistemli araştırmalar ile tespit edilmişlerdir. Bu sebeple eserlerin dönemlerini belirlemede buluntu yerleri katkı sağlamaktadır22. Nitekim Metropolis'de bulunan eserler ve dönemsel dağılımları kentin tarihi ile paralellik göstermektedir. Kentin planlı bir biçimde şekillendiği dönem M.Ö. 3. yüzyıl başlarıdır. Bu tarih Seleukosların Batı Anadolu'da etkin olduğu bir dönemdir23. Metropolis'in akropolis çevresinde gelişen bir kent olduğu göz önünde bulundurulduğunda en erken 20 Aygün Ekin Meriç çalışmasında Metropolis'de bulnan aynı tipteki heykelciklerin köken tartışmalarına açıklık getirmiştir. A.E. Meriç'e göre, Ana Tanrıça’nın en etkin betimi haline gelmiş olan Meter tasviri, MÖ. 5. yüzyıl sonlarında Pheidias’ın öğrencisi Agorakritos’un Atina Metroon’u için yaptığı kült heykelidir. Günümüze ulaşmayan bu heykel hakkındaki bilgiler Plinius, Pausanias ve Arrianos’un detaylı anlatımlarından, ayrıca küçük boyutlu kopyalardan öğrenilmektedir. Anlatımlardan anlaşıldığına göre bu heykelde, Tanrıça tahtta oturmakta ve elinde tympanon tutmaktadır. Tanrıça’nın iki yanında, tahtın dibinde, birer aslan yer alır. Meriç 2007:33; Lynn E. Roller, Ana Tanrıça’nın İzinde, İstanbul, 2004, s. 151-152. 21 Metropolis'in komşu kent Ephesos dışında çevredeki diğer yerleşimler ile de kültürel bağları güçlüdür. Bu etkileri gösteren buluntular ve kaynaklar için bkz. S. Aybek, Metropolis İonia I: Heykel. Metropolis'de Helenistik ve Roma Dönemi Heykeltıraşlığı, İstanbul 2009, s.125-128. 22 Myrina, Tanagra, Priene, Pergamon, Troia ve Patara gibi kentlerin eserleri üzerinde yapılan benzer çalışmalar da aynı temel üzerinde kurulmuş, eserlerin stil ve üretim tartışmaları net bir biçimde cevaplandırılabilmiştir. D. Burr, Terra-Cottas from Myrina in the Museum of Fine Arts, Boston, Viyana 1934, s. 24-26; Gerhard Kleiner, Tanagrafiguren. Untersuchungen zur hellenistischen Kunst und Geschichte, JdI. 15 Ergh, Berlin 1942, s. 136-204; F. Rumscheid, Die figürlichen Terrakotten von Priene. Fundkontexte, Ikonographie und Funktion in Wohnhäusern und Heiligtümern im Licht antiker Parallelbefunde, Archäologische Forschungen, 22, Wiesbaden 2006, s.194-344; E. Töpperwein, Terrakotten von Pergamon, in: E. Boehringer, Pergamenischer Forschungen 3, Berlin 1976, s. 183-198; D. Burr Thompson, Troy. The Terracotta Figurines of the Hellenistic Period. Supplementary Monograph III, Princeton 1963, s. 61-66; Işın 2007: 114. 23 Aybek, Meriç, Öz 2009: 52.
SERDAR AYBEK
152
örneklerin aynı yüzyılın sonlarında akropolisde tespit edilmiş olması önem taşımaktadır. Bu eserlerin aynı yüzyıl içindeki Myrina24 ve Tanagra25 örnekleri ile stil benzerliği taşıması da değinilen tarihi destekleyen bir veridir. M.Ö. 2. yüzyılda Metropolis'de önemli gelişmeler yaşanmıştır. Bugün kalıntıları ortaya çıkarılan pek çok yapı bu yüzyıl içinde inşa edilmiş ve kent en canlı günlerini yaşamıştır. Augustus ile başlayan Roma Barışı ve huzur ortamı sayesinde bu hareketlilik M.Ö. 1.yüzyıl sonlarına kadar sürmüştür. Nitekim Pişmiş toprak heykelcikler ile birlikte şehre ait diğer sanat eserlerinin büyük bölümü bu yüzyıllar içinde üretilmiştir. Ancak M.S. 17 yılında Tiberius zamanında Batı Anadoluyu etkileyen büyük deprem Metropolisi de vurmuş olmalıdır. Zira bu yüzyıl içinde kentte bir duraklama olduğu kazılar ve buluntular sonucunda ortaya çıkarılmıştır. Kentin yeniden canlanması M.S. 2.yüzyıl içinde Traianus zamanına isabet eder ve M.S. 3.yüzyıldaki Got saldırılarına kadar devam eder26. Pişmiş toprak heykelciklerde de gözlemlenebilen bu tarihsel gelişim kazı ve buluntular yardımıyla eserleri tarihsel olarak iki genel gruba ayırmamıza olanak tanımaktadır. Kentin ilk dönemine ait M.Ö. 2.-1. yüzyıl tarihli Geç Helenistik örnekler, kentin ikinci dönemine ait M.S. 2.-3. yüzyıl tarihli Roma Dönemi örnekleri27.
Sorunlar ve Tartışmalar Metropolis pişmiş toprak heykelcikleri ile ilgili en önemli tartışma üretim
yeri üzerinedir. Eserlerden alınan kil örnekleri ve örnekler üzerindeki analizler malzemenin Metropolis çevresine ait olduğunu göstermiştir (Bkz dipnot 14 ). Ayrıca üretim aşamasında kullanılan kalıplar bir atölyeye işaret etmektedir. Heykelcikler arasında dikkat çeken Anatanrıça grubu ortak işçilik ve malzeme özellikleri ile hem tartışılan atölye konusunu aydınlatmakta hem de Metropolis'deki Anatanrıça Kültünü kanıtlamaktadır. Uyuzdere Mağarasında bulunan aynı tipte yüzlerce heykelcik28, bu mağaranın kutsal işlevini de ortaya çıkarmıştır. Kent içindeki çalışmalarda bulunan diğer figürler, kendi aralarında sınıflandırılabilecek ortak ikonografik özelliklere sahip değildir. Eserler çok farklı temalar içermesine karşın aynı tipten belli bir grubu oluşturabilecek miktarlara ulaşamamıştır. 24 Burr 1934: Katalog. 25 Kleiner 1942: Katalog. 26 Aybek, Meriç, Öz 2009: 53-59. 27 Tüm eserleri kontekstleri içinde değerlendirerek varmış olduğumuz sonuçlar da bu tarihleri desteklemektedir. Buradaki limitli metin boyutu içinde 962 esere ait katalog ve buluntu yeri bilgilerini sunmak mümkün olmadığından bir genelleme yapılmıştır. Sonuç olarak eserlerin buluntu yerlerindeki tarihsel gelişim ile paralellik kurulmaya çalışılmıştır. 28 Aygün E. Meriç Anatanrıça heykelciklerini Erken ve Geç olmak üzere iki tipe ayırmıştır. Eserlerin tipolojileri ve tarihlemede rol oynayan ortak özellikleri için bkz. Meriç 2007: 33-38.
METROPOLİS TERRAKOTTALARI HAKKINDA İNCELEMELER
153
Ancak bu tespit dahi bir takım sonuçların çıkarılmasını sağlamaktadır. Örneğin son yıllara kadar Metropolis Akropolü kentin savunma yeri olmasının yanında koruyucu tanrı Ares'e ait tapınağın bulunduğu yer ve kutsal alan olarak düşünülmektedir29. Çalışmalarda tespit edilen yazıtlar ve mimari buluntular bu iddiayı desteklemektedir30. Ancak pişmiş toprak heykelciklerin kutsal alan olarak düşünülen bir yerde yoğunlaşmaması ya da Ares ile ilişkili figürlerin bulunmamış olması tapınak ve kutsal alanın tam olarak bu nokta olup olmadığı sorusunu düşünmeye sevk etmektedir.
KAYNAKÇA
Aybek, Serdar, Metropolis İonia I: Heykel. Metropolis'de Helenistik ve Roma Dönemi Heykeltıraşlığı, İstanbul 2009.
Aybek, Serdar- Meriç, Aygün Ekin- Öz, Ali Kazım, Metropolis, Ioniada Bir Ana Tanrıça Kenti, İstanbul 2009.
Aybek, Serdar- Öz, Ali Kazım- Meriç, Aygün Ekin, "Metropolis 2008 Yılı Kazı Çalışmaları", Kazı Sonuçları Toplantısı 2, Sayı: 31, Ankara 2010, s.195-234.
Boardman, John, Greek Sculpture: The Archaic Period, London 1993.
Burn, Lucilla- Higgins, Reynold, Catalogue of Greek Terracottas in the British Museum III, London 2001.
Burr, Dorothy, Terra-Cottas from Myrina in the Museum of Fine Arts, Boston, Viyana 1934.
Engelmann, Helmut, “Der Kult des Ares im ionischen Metropolis”, G.Dobesch-G. Rehrenböck (Hrsg.) içinde, ÖAW Philosophisch-Historische Klasse Denkschriften, 236, Ergäanzungsbände zu den tituli Asiae Minoris Nr.14, Viyana 1993, s.171-176.
Fontrier, Anton M., Peri tes en Ionia Metropoleos. Mouseion kai vivliotheke tes Euangelikes Scholes, Smyrne 1876.
Higgins, Reynold A., Greek Terracottas, London 1967.
__________________, Greek Terracotta Figures, London 1969.
__________________, Tanagra and the Figurines, Princeton 1987.
Işın, Gül, Patara Terracottaları:Hellenistik ve Erken Roma Dönemleri, İstanbul 2007.
29 H. Engelmann, “Der Kult des Ares im ionischen Metropolis”, G.Dobesch-G. Rehrenböck (Hrsg.) içinde, ÖAW Philosophisch-Historische Klasse Denkschriften, 236, Ergäanzungsbände zu den tituli Asiae Minoris Nr.14, Viyana 1993. s.171-176. 30 Aybek, Meriç, Öz 2009: 131-132.
SERDAR AYBEK
154
Keil, Josef - von Premerstein, Anton, Bericht über eine dritte Reise in Lydien, Wien 1914.
Kleiner, Gerhard, Tanagrafiguren. Untersuchungen zur hellenistischen Kunst und Geschichte, JdI. 15 Ergh, Berlin 1942.
Meriç, Aygün E., Metropolis Yakınlarındaki Anatanrıça Kült Mağarası, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Arkeoloji Anabilim Dalı Doktora Tezi (Yayınlanmamış), İzmir 2007.
Meriç, Recep, Metropolis in Ionien: Ergebnisse einer Survey-Unternehmung in den Jahren 1972-1975, Königstein/Ts.1982.
__________, "Torbalı-Metropolis Kazısı 1990", Kazı Sonuçları Toplantısı I, Sayı : XIII, Ankara 1992, s. 237-240.
___________, "1991 Yılı Metropolis Kazısı Raporu", Kazı Sonuçları Toplantısı II, Sayı: XIV, Ankara 1993, s. 365-372.
__________, "Metropolis Kazısı 1992 Yılı Çalışmaları", Kazı Sonuçları Toplantısı II, Sayı: XV, Ankara 1995, s. 419-424.
___________, "Metropolis 1996 Yılı Kazı Raporu", Kazı Sonuçları Toplantısı II, Sayı: XIX, Ankara 1998, s. 333-342.
___________, "Metropolis 1997 Yılı Kazı Raporu", Kazı Sonuçları Toplantısı II, Sayı: XX, Ankara 1999, s. 335-352.
___________, Metropolis; City of the Mother Goddess, İstanbul 2004.
Meriç, Recep- Ersoy, Akın (Et. al), "Metropolis 1998 Yılı Kazı Raporu", Kazı Sonuçları Toplantısı 2, Sayı: 21, Ankara 2000, s. 227-236.
_____________________________, "1994 Yılı Metropolis Kazı Çalışmaları", Kazı Sonuçları Toplantısı II, Sayı: XVII, Ankara 1996, s. 37-46.
____________________________, "Metropolis 1995 Yılı Kazı Raporu", Kazı Sonuçları Toplantısı II, Sayı: XVIII, Ankara 1997, s. 153-162.
Meriç, Recep- Öz, Ali Kazım (Et. al), "Metropolis 2000 Yılı Kazı Raporu", Kazı Sonuçları Toplantısı, 1, Sayı: 23, Ankara 2002, s. 87-98.
____________________________, "Metropolis 2002 Yılı Kazı Raporu", Kazı Sonuçları Toplantısı, 2, Sayı: 25, Ankara 2004, s. 293-302.
_____________________________, "Metropolis 2004 Yılı Kazı Çalışmaları", Kazı Sonuçları Toplantısı 1, Sayı: 27, Ankara 2006, s. 249-260.
Nicholls, Richard V., "Type, Group and Series: A Reconsideration of Some Coroplastik Fundementals", Annual of the British School at Athens, Sayı: 47,1952, s. 217-226.
Roller, Lynn E., Ana Tanrıça’nın İzinde, İstanbul 2004.
METROPOLİS TERRAKOTTALARI HAKKINDA İNCELEMELER
155
Rumscheid, Frank, Die figürlichen Terrakotten von Priene. Fundkontexte, Ikonographie und Funktion in Wohnhäusern und Heiligtümern im Licht antiker Parallelbefunde, Archäologische Forschungen 22, Wiesbaden 2006.
Spon, Jocop- Wheler, George, Reisen durch Italien. Griechenland und die Morgenländer, Berlin 1713.
Texier, Charles, Asie Mineure. Description Geographique, Historique et Archeologique, Paris 1862.
Thompson, Dorothy B., Troy. The Terra Pcotta Figurines of the Hellenistic Period. Supplementary Monograph III, Princeton 1963.
Töpperwein, Eva, Terrakotten von Pergamon, in: E. Boehringer, Pergamenischer Forschungen 3, Berlin 1976.
SERDAR AYBEK
156
Plan 1. Metropolis Kent Planı ve Kazı Alanları
Resim 1. Metropolis Genel Görünümü, Akropol, Orta Kent, Aşağı Hamam
METROPOLİS TERRAKOTTALARI HAKKINDA İNCELEMELER
157
Resim 2. Ayakta, sağ elinde lobut, sol elinde aslan postu ile tasvir edilmiş
Herakles Heykelciği, Önyüz kalıbı ve plaster kopya, Akropol.
Resim 3. Anatanrıça Heykelciği, Uyuzdere Mağarası
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 1, Sayı: 1, Ocak‐2011, s. 159‐188
TRABZON’DA MİLLİ İKTİSAT UYGULAMALARI VE İKTİSADİ FAALİYETLERİN GELİŞİMİ
Rahmi ÇİÇEK∗ ÖZET: 19. yüzyılda uluslararası ticaretin Karadeniz kıyılarında ve Anadolu’da önemli
kentlerinden biri haline gelen Trabzon, 20. yüzyılla birlikte ortaya çıkmaya başlayan siyasal rekabetin etkisiyle eski önemini yitirmeye başlamıştır. Yüzyılın ilk yarısında uluslar arası ticaretten uzaklaşmaya başlayan kentin hayatında, 1913 yılından itibaren İttihat ve Terakki yönetiminin uygulamaya koyduğu “Milli İktisat” düşüncesinden kaynaklanan uygulamaların izlerine rastlıyoruz.
Bu dönem içerisinde bir taraftan uluslar arası ticaretin temsilcileri olan yabancılar ve onların temsilciliklerinin şehri terki ortaya çıkarken, diğer yandan onlarla ilişkili olan gayr‐i Müslim nüfus siyasal gelişmelere bağlı olarak Anadolu şehirlerini ve dolayısıyla da Trabzon’u terk etmeye başlamışlardı. İşte bu ortamda 19.yüzyılın sonlarından itibaren yeşermeye başlayan Müslüman‐Türk müteşebbis sınıfı bu boşluğu doldurmaya çalışacaktır.
Özellikle Milli Mücadele ve Cumhuriyetin ilk yıllarında, Trabzon’da yeni bir tüccar ve müteşebbis grubunun ortaya çıktığı görülür. Bu yeni ticaret sınıfının oluşumunda 1913 “milli iktisat” uygulamalarının etkisinin yanında 1923‐1929 dönemi iktisadi politikalarında etkisi bulunmaktadır. İki Savaş arası dönemde kentin iktisadi sorunlarına yerel kaynaklar kullanılarak nasıl çareler aranıldığı üzerinde durulmuştur.
Anahtar Kelimeler: Milli İktisat, Trabzon Tarihi, Yerel Bankacılık.
NATIONAL ECONOMY PRACTICES AND DEVELOPMENT OF ECONOMIC THOUGHT IN TRABZON
ABSTRACT: Trabzon, which became one of the most important cities of Anatolia and Black Sea coast international trade, started to lose its importance owing to the political competition in the 20th century. In the city, which started to retreat from international trade, we see the footprints of practices which derive from the “national economy” which was put into practice by Community of Union and Progress from 1913 onwards.
In this period both foreigners who were the symbols of international trade and their representatives left the city. The non‐Muslim population linked with them also started to leave Anatolian cities and hence Trabzon because of political developments. The Muslim‐Turkish enterpreneur class which started to flourish in this environment tried to fill this vacuum in the late 19th century.
During the National Independence War and the early Republican Period a new group of merchants and enterpreneurs appeared in Trabzon. Both the National Economy practices of 1913 and economic policies between 1923‐1929 had an impact on the formation of the new Merchant class. How local resources were tried to be utilized and the solutions that were put forth to the basic economic problems in order to counter the city’s economic fall in the interwar period will be dwelled on.
Keywords: National Economy, History of Trabzon, Local Banking.
∗ Yrd. Doç. Dr. Karadeniz Teknik Üniversitesi Fatih Eğitim Fakültesi Ortaöğretim Sosyal Alanlar Bölümü Öğretim Üyesi. [email protected]
RAHMİ ÇİÇEK
160
Giriş Osmanlı devletinin siyaseten dağılma döneminin önemli nedenlerinden
biri, Osmanlı’nın 19. ve 20. yüzyılda oluşan iktisadi bağımlılığıdır. Batılı sömürgeci devletlerin iktisadi çıkarları doğrultusunda alınan iktisadi karar devleti, adım adım siyaseten çöküntüye doğru götürmeye başlamıştır. Trablusgarp’ta ve Edirne’nin geri alınmasında yaşanan olumsuz siyasal gelişmeler, ister istemez, Türk aydınını iktisadi konularda yeni yönelimlere doğru itmeye başlamıştır. Bu iktisadi yönelimlerden biri de hiç kuşkusuz “milli iktisat” politikalarının II. Meşrutiyetle birlikte uygulama alanına konmasıdır. Milli iktisat uygulamaları ile birlikte siyaseten çökmekte olan devletinde kurtulabileceği düşüncesi ağırlık kazanmaya başladı. II. Meşrutiyetin çalkantılı ortamında uçuşan fikir tartışmaları arasında özellikle İttihat ve Terakki Fırkası ile Türkçülük düşüncesinin savunucuları, korumacı ekonomi ve milli iktisat tezinin savunucuları arasında yer almaya başladılar.
Bu makalede II. Meşrutiyet döneminde oluşmaya başlayan “milli iktisat” düşüncesinin Trabzon’da 1920-1929 döneminde yeniden cumhuriyet yönetimiyle birlikte ortaya çıkan uygulamaları “Yerel basın ve yerel kaynaklara” dayalı olarak ele alınmaktadır. Bu dönemde “milli iktisat” politikalarına paralel yürütülen uygulamalarla oluşturulan şirketler, bankalar ve ticaret hayatı hakkında bilgiler yer almaktadır. Böylece 1920-1929 şartlarında bir Anadolu kentinin ticari hayatı ve iktisadi düşünce dünyası ortaya konulmaya çalışılmıştır.
1920-1929 döneminde uygulanan iktisadi politikaların temelleri, 1908 döneminden itibaren oluşturulmaya başlanmıştır. İktisadi politikalar açısından II. Meşrutiyet dönemini iki temel başlıkta toplamak mümkündür. Bunlardan birincisi 1908-1913 dönemidir. Bu dönemin yabancı sermayeyi özendirme politikası önemli ölçüde geçmiş dönemlere nazaran başarılı olmuştur. Kuruluşları bu yıllara rastlayan şirketler çoğunlukla yabancı-Osmanlı gayrimüslim ortaklığı şeklinde gerçekleştirilmiş, bu dönemde kurulan şirketler Osmanlı yönetiminde birkaç eski nazır ya da paşayı idare meclislerine almıştı1.
İkinci dönem ise 1913-1918 yılları arasını içermektedir. Balkan savaşları sonrası başlayan boykotlarla birlikte oluşan “milli iktisat” dönemidir. Birinci Dünya Savaşıyla birlikte “milli iktisat” ilkelerinin benimsenişi, zorunlu olarak “ milli sermaye” sorununu gündeme getirdi. Artık Almanya örnek alınmaya başlanıyordu. Savaş yıllarında “milli iktisat”ı benimseyen ve “milli sermaye” sorununu vurgulayan yazarlardan ilki Ahmed Muhiddin Beydi.
1Zafer Toprak, Milli İktisat- Milli Burjuvazi, İstanbul 1995, s.66-67.
TRABZON’DA MİLLİ İKTİSAT UYGULAMALARI VE İKTİSADİ FAALİYETLERİN GELİŞİMİ
161
İttihat ve Terakki Cemiyetinin güdümündeki “İslam Mecmuasında” iktisadi sorunlar üzerine yazan Ahmed Muhiddin, F. List’in görüşlerini benimsiyor, Osmanlı topraklarında “milli sermayenin” en kısa sürede oluşturulmasını öneriyordu. Osmanlı İktisadi düşüncesinde bu dönemde etkili olan isimlerden biri de hiç kuşkusuz Parvus Efendi idi. Onun Türk Ocak’larının yayın organı “Türk Yurdu Dergisi”nde yayınladığı yazılarda, Osmanlının batının ekonomik baskısından kurtulmasının tek çaresi olarak mili iktisat temelli politikalar ileri sürülmüştür2. Burada yayınlanan düşünceler İttihat ve Terakki’nin iktisadi politikalarını etkilediği gibi dönemin iktisatçıları üzerinde de etkili olmuştur.
Bu arada, I. Dünya Savaşının başlamasıyla birlikte düşman devletlere ait bazı stratejik işletmelere el konulmuş, yabancı şirketlerin elinde olan limanlar ile Aydın, Kasaba, Suriye ve Mudanya demiryolları ve İstinye dokları sözleşme hükümlerine uygun olarak hükümetçe satın alınarak kamulaştırılmıştı. Bu işlemin o günkü adı millileştirmeydi. Öte yandan, o güne değin büyük ölçüde Yunan bandıralı gemilerin tekelinde olan iç deniz ticaretinin bundan böyle Osmanlı gemileriyle yürütülmesi kararlaştırılmıştı. Böylece kabotaj hakkı Osmanlı bandırasına geçiyordu3.
II. Meşrutiyet yıllarında İttihat ve Terakki yönetimi Osmanlı dış iktisadi ilişkilerini “Milli İktisat” anlayışı ile yeni bir düzenlemeye sokmuştu. 1913 yılında Teşvik-i Sanayi Kanunu kabul edilmiş, 1914’te kapitülasyonlar kaldırılmış, yabancı anonim şirketler ve sigorta şirketleri ayrıcalıklarına son verilerek Osmanlı mevzuatı içine alınmıştır. Ticari ilişkilerde Türkçenin kullanımı zorunlu hale getirilmiş, meslek okulları ve gece dersleri açılarak o güne kadar yabancıların ve gayrimüslimlerin tekelinde olan bazı iş kollarında Müslümanların istihdamı sağlanmıştır4.
II. Meşrutiyet Döneminde Trabzon’da Milli İktisat Uygulamaları Birinci İktisat uygulamaları döneminde Trabzon’da 4 Kasım 1909
tarihinde ruhsatlanan “Trabzon Tuğla ve Kiremit Anonim Şirketi” istihdam alanına dönüşememiştir. Bu dönemde benzer şekilde dokumacılık için ruhsatlandırılan şirketlerden biri de Kigorg Arabyan Efendi’nin dokuma sanayidir. 26 Temmuz 1909’da ruhsat verilmiştir. Bu iki kurumsal yapının oluşum biçimi II. Meşrutiyetin birinci döneminin Trabzon’daki uygulamaları olarak görülmektedir.
2Muammer Sencer, Türkiye’nin Mali Tutsaklığı, İstanbul 1977. 3 Zafer Toprak, a.g.e., s.67-69. 4 Hikmet Öksüz, Veysel Usta, Kenan İnan, Trabzon Ticaret ve Sanayi Odası Tarihi 1884-1950, Trabzon 2009 s.77.
RAHMİ ÇİÇEK
162
Milli İktisat uygulamalarının ikinci dönemi Teşvik-i Sanayi Kanunu’nun Aralık 1913’te yürürlüğe konmasıyla başlayacaktır. Bu tarihten sonra İstanbul merkezli milli burjuvazi yaratma ve milli iktisadi müesseseler oluşturma hamlesi kısa sürede taşrada da kendini göstermeye başlamıştır.
El sanatları ve dokumacılık alanında Osmanlı ekonomisi içinde belirgin bir ağırlığı olan Trabzon vilayeti Teşvik-i Sanayi Kanunu ile oluşan yeni süreçte kısa sürede kendini göstermeye başlamıştır. El tezgâhları ve atölyelerde sürdürülen geleneksel üretim şimdi makineleşmeyle birlikte seri üretime dönüştürülmeye başlanmıştır. Bunun en somut örneği 1914 yılında kurulan Trabzon Milli Mensucat Fabrikası Türk Anonim Şirketidir.
Bir başka girişim ise Trabzon-Erzurum demiryolu projesinin düşüncesidir. Bu projeyi hayata geçirmek için Trabzon’da tüccar ve sermaye çevrelerinden oluşan “Şimendifer Heyet-i Faaliyeti” adlı bir komisyon kurulmuştur. Bu doğrultuda, 1914 yılının Mayıs ayında harekete geçilmiş, Trabzon ekonomisi için hayatiyet ifade eden projenin gerçekleşmesi için komisyon tarafından Dâhiliye Nezareti, sadaret makamı ile Ayan ve Mebusan Meclisi başkanlıklarına telgraflar çekilmiştir. Bu telgraflarda istenilen şeyin, Trabzon hattının, Anadolu’da yapılmak istenen diğer hatlardan öncelikli bir konuma getirilmesidir5.
Milli İktisat anlayışı çerçevesinde 1909-1920 yılları arasında Trabzon’da kurulan diğer ticari işletmeler ise şunlardır: Debbağhane Kazazede Ahmet Efendi, Vanlı Bayraktar zade Ahmet Efendi, Hacı Derviş Ağazade Hamdi Bey ilki 1909 diğerleri 1914 ve 1919 tarihlerinde kurulmuştur.
İpek Mensucat Fabrikası, Anonim Şirketi 1336 senesinde kurulmuştur. 14 Adet Fındık Fabrikası 1920 yılında kurulmuş olup, sahipleri şunlardır:
İskenderzade Osman Efendi, Usta Ömerzade Ali Beşe Bey, Hacı Ali Hafız zade Mahdumları, Beyler zade İbrahim Şevki Bey, Civelek zade Mustafa Efendi, Hacı İbrahimzade Hacı Ahmet Efendi, Hacı İzzet zade Hasip ve Yazıcı zade, Hafız Temel Kolektif Şirketi, Hamamizade ve Nemli zade Kolektif Şirketi, Dihkanzade Fehmi Efendi, Dihkanzade Tahsin Zihni Efendi, Kasım zade Biraderler, Kürtzade Sabri Efendi, Osman Dayızade Mehmet Ruhi ve Şeriki.
Milli iktisadın yoğun olarak uygulandığı 1913-1918 döneminin önemli bir kısmını savaş alanı ve işgal yılları ile geçiren Trabzon’da yerel sermayeye dayalı şirketleşme bu dönem içerinde sınırlı kalmıştır. İşgal yıllarında ise İttihat ve Terakki’nin yaratmaya çalıştığı milli burjuvazinin
5Hikmet Öksüz ve diğerleri a.g.e., s.79-82.
TRABZON’DA MİLLİ İKTİSAT UYGULAMALARI VE İKTİSADİ FAALİYETLERİN GELİŞİMİ
163
mensupları şehri terk etmek zorunda kalmışlardır. Ancak 1918 sonrasında şehirde iktisadi faaliyetleri canlandırma çabaları tekrar ortaya çıkacaktır.
Milli İktisada Dönüş A. İzmir İktisat Kongresi ve Lozan Antlaşması
Cumhuriyet’in ilanı öncesinde, 1923 yılının Şubat ve Mart aylarında İzmir’de İktisat Kongresi toplandı. Kongreye, başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere Milli Mücadelenin liderleri, Meclis üyeleri, bazı büyük toprak sahibi zengin çiftçiler, İstanbul’un Türk işadamları, Anadolu esnafının önde gelenleri ve işçiler katıldı. İşçiler adına katılma, daha çok, İstanbullu işadamlarının denetiminde olan ve muvazaalı sayılabilecek bir katılımdı. İstanbul Türk tüccarlar grubu, aslında, 1117 delegenin arasındaki en hareketli, en etkili grup konumundaydı.
Bu nedenle kongreye İstanbul’dan katılan tüccarların sunduğu rapor da önemliydi. Milli Türk Ticaret Birliği Merkez-i Umumisi hükümetten Türk limanları arasındaki deniz taşımacılığında yabancı şirketlere tekelci ayrıcalıklar tanınmamasını, yabancı sermaye ile birlikte imalat sanayi ve ticaret kesimlerinde tekelci ortaklıklara gidilmemesini istedi. Bu endişelerin, o günlerde bazı milletvekillerinin önayak olduğu ve yabancı sermaye ile ortaklaşa kurulacak işletmelere dış ticarette tekelci ayrıcalıklar sağlamaya yönelik Milli Türk Ticaret Şirketi gibi girişimlerden kaynaklandığı söylenebilir.
Tüccar grubunun istekleriyle ilgili kararlar büyük ölçüde İstanbullu tacirlerin Kongreye sunduğu raporda yansıtılmaktadır. Bunlar: Sanayicilerle ilgili esaslar ise bir koruyucu gümrük tarifesi ve dış ticaret politikası uygulanması. Sanayi makinesi ve gereçlerinin ithalatının gümrükten bağışık olması istenmektedir.1913 Teşvik-i Sanayi Kânunu’nun gerektirdiği kolaylık ve yararlılıkların daha da genişletilmesi; bir sanayi kredi bankasının kurulması; sanayi üretiminin girdi ve çıktılarına kamu deniz ve demiryolu taşımacılığında düşük tarifeler uygulanması gibi ilke kararları içermektedir.
Kongrede bir de yabancı sermaye hakkında ayrı bir karar alındı. İstanbul Milli Türk Ticaret Birliği’nin bu konudaki önerileri onaylanarak hükümete sunuldu. Bu kararda yabancı sermayeden tümüyle vazgeçilemeyeceği belirtilerek, yabancı sermayenin ülkeye gerişinin belli bir denetim altında olmasının sağlanması istendi. II. Meşrutiyetin birinci döneminde olduğu gibi yabancıların yerli ortaklıkla birlikte karma şirketler kurması yeğlenecek, yabancı sermayeye ait pay oranları ise sektörlere ve kurulan şirketlerin mali büyüklüğüne göre ayarlanacaktı.
RAHMİ ÇİÇEK
164
Milli Mücadelenin sömürgeciliğe karşı verilmiş olması, iktisadi politikaların yabancı sermayeye karşı bir tavra kaymalarını gerektirmedi. 1920’lerin başında iktisadi milliyetçiliğe ve bağımsızlığa yükledikleri anlam, yabancıların ulusal ekonomiyle ilgili karar verme sürecine karışmalarının reddedilmesi ve Türkiye’de Türk devletinin yargı ve maliye erkine uygun olarak iş görmelerinin sağlanmasıyla sınırlıydı. Milli Mücadele önderlerinin iktisadi gelişme meselesine yaklaşımlarında üstünde durdukları önemli konu Türk Müslüman nüfus içinden güçlü bir girişimciler sınıfının yaratılmasıydı6.
Türk hükümetlerinin ekonomik politikaları ile ilgili değerlendirmelerde bulunan Şevket Süreyya Aydemir’e göre, Milli İktisat: Milli kurtuluş hareketinin temel prensiplerine uygun olarak, yabancı sermayeye dayalı pazar olama yerine, milli sermaye oluşturmaya dayalı bir yapıya gidilerek sağlanmalıdır. Bu da ancak milli sermaye oluşumuna bağlıdır.
Milli iktisadın oluşum unsurlarını sayarken de şu noktalara işaret etmektedir:
Türkiye sömürgeci bir ülke olmadığı için, yani anti-emperyalist bir nitelik taşıması dolayısıyla ancak dünyada sömürgecilik nizamının ortadan kalkmasına bağlı olarak, kendisini sömürgeci nizamın etkilerinden kurtarabilir. Sömürgeci devletlerin geçmiş yüzyıllardan itibaren sömürü sistemine dayalı olarak son derece iyi bir teşkilatlanmaya sahip olması nedeniyle korumacı bir ekonomik yapı oluşturmadan onlarla rekabet etmek mümkün olamaz denilerek şu fikirlere ver yerilmektedir:7
“Nihayet bir de çağdaş kapitalizmin en mühim hareketlerinden biri olan yabancı sermaye akışlarına, yani dış ülkelerden memleketimize akışlarına, yani dış ülkelerden memleketimize para, kredi, tesisat, ihtisas şeklinde sermaye ithali imkânlarına gelince bugün için bunu hesap dışı tutmak, realist bir davranış olur. Bunun iki sebebi vardır:
a- Milli Mücadelenin zaferle sonuçlanmasından sonra Lozan Muahedesiyle bütün kapitülasyon kayıtlarına, bütün yabancı sermaye imtiyazlarına ve bütün Düyunu Umumiye müessese ve külfetlerine karşı aldığımız istiklalci şahlanış. Bu şahlanışın yeni Türkiye’nin zaferi ile sonuçlanmasının, Türkiye’yi köle ülke olarak görmeye alışmış Avrupa sermaye çevrelerinde yarattığı hayal kırıklığı ve yeni devlete karşı boykot davranışları
6 Yahya Sezai Tezel, Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi, İstanbul 1994, s.148-153. 7 Şevket Süreyya Aydemir, İnkılâp ve Kadro, İstanbul 1986, s.185-198.
TRABZON’DA MİLLİ İKTİSAT UYGULAMALARI VE İKTİSADİ FAALİYETLERİN GELİŞİMİ
165
b- Bizzat yeni devlet yöneticilerinin de, en az yüzyıldan beri Türk topraklarında hüküm süren yabancı sermaye hâkimiyetinin ruhlarda yarattığı eski aşağılık duygusundan kurtuluşu. Yabancı sermayeye karşı duyulan ürküntü ve buna benzer reaksiyonlar.
Milli sermayenin hızlı ve emniyetli birikmesi için, her şeyden evvel, milli işgücünün, milli işbirliğinin hızla düzenlenmesi ve teşkilatlandırılması ilk şarttır. Biz bu temel üstünde sermaye birikimini, evvela bu rasyonel düzenleme, planlama ve teşkilatlanma hareketleri içinde gelişecek iç pazarın ve milli sermaye hareketlerinin hâsılasından bekleyebiliriz. Yabancı sermaye ile er-geç mukadder olan temaslar ve işbirlikleri, memleket içinde teşkilatlı bir muhatap bulursa, kurulacak münasebetler daha haysiyetli yürüyecektir.”8
Aydemir, milli iktisatla ilgili görüşlerini şu cümlelerle noktalamaktadır: “İktisadi istiklalin gerçek bir temeli olan milli sanayinin inkişafı ve bu inkişaf sayesinde bir milli işbirliğinin, yani ülkede iktisadi bir bütünlüğün kurulabilmesi için, gümrük istiklali ve koruyucu bir gümrük tarife sistemi, üzerinde tartışma caiz olmayan bir prensip olarak, inkılâbımızın prensipler temelinde yer alır. Bu prensibi, her zaman taarruzdan korumak, korunmuş bulundurmak ve bu istiklalin zerresini fedaya razı olmamak, milli bir devlet görüşünün de asli vasıflarından biridir”.
Türkiye’de milli iktisadın uygulamalarına paralel olarak, Trabzon 19. Yüzyılda sahip olduğu uluslar arası ticari konumu 1914 yılından itibaren tamamen kaybetmiştir9. 1918-1930 dönemi açısından bakıldığında Trabzon ticareti Türkiye’nin içerisinde bulunduğu ekonomik yapıya uygun olarak Rusya ile olan ticari hacmi dışında kapalı bir modele geçmiştir. Bu kapalı modelin getirdiği sonuçlara baktığımızda, bu dönemde daralan ticari konumunu izale etmek için yerli sermaye hareketi ön plana çıkmaya başlamıştır.
B. Cumhuriyet Döneminde Trabzon’da Milli İktisat Uygulamaları Trabzon’da işgalin sona ermesinden sonra şehrin yeniden imarı ve bir
takım alt yapı ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla tüccar ve sermaye sahipleri şehrin yöneticileriyle bir araya gelerek bazı faaliyetlerde bulunmuşlardır. Bunlar arasında Batum’dan getirilen iki elektrik motoru ile şehrin aydınlatılması teşebbüsü10 ile şehrin su ihtiyacının karşılanması
8 Şevket Süreyya Aydemir, a.g.e., s.192. 9A. Üner Turgay, “Trabzon”, Doğu Akdeniz’de Liman Kentleri, İstanbul 1994, s.45-75’ de 19.yüzyıl Trabzon Limanı ve ticari hacmi hakkında ayrıntılı bilgiler yer almaktadır. 10 İstikbal Gazetesi, 6 Haziran 1920.
RAHMİ ÇİÇEK
166
amacıyla Değirmendere Havzasından suyu sağlama teşebbüsü gibi girişimler bulunmaktadır11.
Bu tarihlerde Trabzon Ticaret Odasına kayıtlı olan Trabzon tüccarlarının isimleri ve hangi işle uğraştıkları ayrıntılı bir şekilde Trabzon Ticaret Odası kayıtlarında yer almaktadır. Burada kayıtlı tüccarlar sermaye büyüklüklerine göre birinci, ikinci ve üçüncü sınıf olarak tasnif edilmiştir.
Birinci sınıf tüccarların toplam sayıları 31’dir. Bunların içerisinde iki yabancı sermayeye bağlı tüccar ile iki tanede azınlık sermayesini temsil eden isim yer almaktadır. İkinci sınıf tüccar olarak ise 50 tüccarın ismi verilmektedir. Bunların tamamı ise Müslüman yerli tüccardır. Üçüncü sınıf tüccar olarak 18 tüccar ismi kayıtlıdır. Bunlar da Müslümanlardan oluşmaktadır12.
1924 yılında Trabzon’da toplam 410 adet işyeri mevcuttur. Bunlar; 5 sarraf, 2 silahçı, 8 saraç, 55 çapulacı, yemenici ve terlikçi, 11 tenekeci, 31 çilingir ve demirci, 6 kasa tamircisi ve demir imalathanesi, 1 dökmeci, 3 peştamal, havlu ve çarşaf dokuyucusu, 16 debbağ, 60 terzi ve abacı, 42 kunduracı, 3 kazaz örmeci, 4 çember ve yaşmakçı, 4 kalpakçı, 3 eğerci, 5 semerci, 3 hakkak ve mühürcü, 2 tarakçı, 1 mermerci ve heykeltıraş, 18 marangoz, 14 kuyumcu, 6 bakırcı ve kazancı, 4 peştamal, havlu ve çorap dokuyucusu, 2 çömlekçi, 16 sandıkçı, 5 nalbant, 9 saat ve tamirci, 17 şekerci ve tatlıcı, 5 tayin helvacı, 8 tütüncü ve fes kalıpçısı, 13 tellal ve oturakçı, 10 kalaycı, 3 çarıkçı, 1 musiki imalathanesi, 5 kahve tahmisi, 1 kolacı, 15 hallaç ve 2 mücellit olmak üzere toplam 410 işletmeden ibarettir13.
Cumhuriyetin 10. Yılında Trabzon Ticaret odası tarafından yayınlanan “Cumhuriyet’in 10. Yılında İktisat Meydanında Trabzon” isimli kitapçıkta 1923-1933 döneminde Trabzon’da Cumhuriyet’in kazandırdıkları sıralanırken on başlık altında iktisadi teşebbüsler sıralanmaktadır. Bunlar sırasıyla:
- 3.500.000 liralık Trabzon-İran Transit Caddesi. - Transit Ambarı. - 18 Zirai Kredi Kooperatifi. - Ticaret Mektebi. - Ticaret ve Zahire Borsası.
11 Mesut Çapa-Rahmi Çiçek, Yirminci Yüzyılın Başlarında Trabzon’da Yaşam, Trabzon 2004, s.58-65, 65-72. 12Trabzon Ticaret ve Sanayi Odasına 1924 yılında kayıtlı tüccarların isimleri ve uğraşı alanları ile ilgili olarak bakınız ek-1 13Hikmet Öksüz ve diğerleri, a.g.e., s.123-134.
TRABZON’DA MİLLİ İKTİSAT UYGULAMALARI VE İKTİSADİ FAALİYETLERİN GELİŞİMİ
167
- Fındık İhracatını Murakabe. - Elektrik Fabrikası. - İki Banka. - Balık Yağı Fabrikası. - Liman Şirketi. - Ziraat Fidanlığı14 olarak belirtilmektedir.
Kitapçığın giriş kısmında Trabzon’un iktisadi durumu değerlendirilirken, Trabzon’un temel geçim kaynağının tarım olduğunu belirtilmektedir. Fakat tarımsal faaliyetlerden ziyade bölgenin tabiat koşullarının ve konumunun göz önünde bulundurulması halinde ticaret ve sanayinin bölge koşullarına daha uygun olacağı vurgulanmaktadır. Bu nedenle 19 yüzyılda olduğu gibi transit ticaretine ilave olarak, bölgenin ne tür bir sanayi kurulabileceği ile ilgili olarak şu satırlara yer verilmektedir;
“Sanayine gelince: Mıntıkamız ticaret kadar belki ondan da çok sanayiye daha elverişlidir. Sun’i ve arizi değil bir transit merkezi tabiaten bir sanayi muhitidir. Elverir ki bu tabilik bir “Serbest mıntıka” ile gümrük müdahalesinden kurtarılsın.
Bundan başka Trabzon sanayi mıntıkası olabilmek için elzem şartlardan en mühimlerine haizdir. Bu şartlar;
- Nüfus kesafeti dolayısıyla işçi bol ve ucuzdur, aynı zamanda bu işçi muhiti ve yaşayış icabı çevik, çalışkan olduğu gibi ondaki sanat istidadı el ile tutulacak kadar barizdir.
- Asri sanayin canı olan “İşletici kuvvet” Trabzon’da bol bol ve ucuz olarak vardır; kurulacak atölyelerin makineleri kara elması yerine, bu gün Trabzon’da Cumhuriyet’in en canlı eseri olarak parlayan ve asırlardan beri dağlarımızın birinden akan bir “Beyaz kömür” çağlayanından elde edilmiş olan mebzul elektrik kuvveti ile işleyecektir.
- Çimento, Cam, Deri gibi bazı büyük sanayin hammaddeleri mıntıkada vardır. Bunlardan başka Trabzon “Şark vilayetlerinin denize basamağı ve transit iskelesi olduğu göz önünde tutularak hammaddeleri kısmen veya tamamen ve hiç yapılmamış veya yarı yapılmış olarak hariçten gelecek olan bazı sanayi için de çok elverişli bir mıntıkadır.”15
14 Cumhuriyetin 10 Yılında İktisadi Meydanda Trabzon, Trabzon Ticaret ve Sanayi Odası, Trabzon 1933, s. 5-80. 15 Cumhuriyetin 10 Yılında İktisat Meydanında Trabzon, s.15-16.
RAHMİ ÇİÇEK
168
C. Milli İktisat Döneminde Transit Ticaret İçin Harcanan Çabalar Yukarıda ifade edildiği üzere Trabzon Ticaret ve Sanayi Odası,
Trabzon’un iktisadi gelişiminde önceliği tarımdan ziyade ticaret ve sanayiye vermektedir. Bunun gelişmesi için de 19. Yüzyıl Trabzon ticaretinin zenginliğine yeniden kavuşma düşüncesi ön planda yer almaktadır. Bu gelişmenin ön koşulu olarak “Transit Ticaret” ve Transit yolunun yapımı, Trabzon iktisadi hayatında her zaman önemli bir yer almıştır. 1924 yılında Chester imtiyaz anlaşmasının konuşulduğu dönemde Trabzon’u Erzurum’a ve Samsun’a bağlayacak bir hattın kurulması için şehirde ileri gelenlerin, siyasiler nezdinde önemli çabaları göze çarpar. Projenin gerçekleşememesi üzerine bu sefer de, Trabzon-Erzurum-İran Transit yolunun açılması için çabalar başlayacaktır. Bu yolun yapımı için 1925-1933 yılları arasında yapılanlar ve harcanan para ve çabalar Ticaret ve Sanayi odası kitapçığında özetlenmiştir16. Bu yolun bölge ekonomisine katkısı konusunda Ticaret ve Sanayi Odası 1929 yılında yaptığı kongrede Doğu Anadolu bölgesi ile Karadeniz Bölgesi sanayi ve ticaret odalarının da katılımı ile geniş çaplı bir bölgesel ticaret ve sanayileşme düşüncesini dile getirmiştir. Bu kararlara baktığımız da Trabzon limanı bölgenin kalbi olarak düşülmektedir17.
Liman bölgesel ticaret ile İran ticaretini destekleyecek yapı olarak düşünülmüştü. Limanda 1923-1933 döneminde bir transit ambarı inşa edilmiştir. İki kat olarak inşa edilen ambar orta büyüklükte 34.500 parça eşya alacak genişlikte ve transit yıllık 10-15 bin ton bir işleve sahip olarak inşa edildi. Binanın ön tarafında gümrük daire ve odaları yer almaktadır18.
Trabzon limanın işletilmesi 1918 yılı ve sonrasında önemli ölçüde istikrarsız bir şekilde yürütülmüştür. Zaman zaman yerel güçler ve Müdafaa-ı Hukuk Cemiyetinin kontrolünde bulunan liman işletmesiyle ilgili ilk ciddi adım 1926 yılına gelindiğinde atılmıştır. Bu amaçla Trabzon Liman İnhisar Türk Anonim Şirketi’nin kurulduğu görülmektedir. Bu tarihe kadar, Osmanlı döneminden gelen bir uygulama olarak ülkenin her yerinde olduğu gibi Trabzon limanında da yükleme ve boşaltma hizmetleri kendi hesaplarına çalışan mavnacılar/kayıkçılar tarafından yapılıyordu. Herhangi bir otoriteye bağlı olmayan bu guruplar, işi kendi koydukları kurallara ve kendi istediklerine göre yapıyorlardı. Bu yapılanma, liman hizmetlerinde sürat emniyet ve birliğin sağlanmasının önündeki en büyük engeldi. Bu engelin
16 Cumhuriyetin 10 Yılında İktisat Meydanında Trabzon s.17-28 17 Trabzon Ticaret ve Sanayi Odası 1929 Ticaret Mıntıka Kongresi, İstikbal Matbaası Trabzon. 69 sayfalık basılı rapor. Ayrıca Trabzon Ticaret ve Sanayi Odası 1931 Ticaret Mıntıka Kongresi, İstikbal Matbaası Trabzon. 47 sayfalık basılı rapor. 18Cumhuriyetin 10 Yılında İktisat Meydanında Trabzon, s.29-31
TRABZON’DA MİLLİ İKTİSAT UYGULAMALARI VE İKTİSADİ FAALİYETLERİN GELİŞİMİ
169
ortadan kaldırılması amacıyla hükümet tarafından alınan bir karar doğrultusunda Sanayi ve Maaden Bankası desteği ile “Trabzon Liman İnhisar Türk Anonim Şirketi” kurulmuştur. Mavnacıların işsiz kalmasını önlemek amacıyla bunların sahip olduğu araçlar şirketin mülkiyetine alınarak şirkete ortak alındılar. Ayrıca ehliyetli ve liyakatli olanlar da memur, kayık reisi vb. görevlere getirilerek istihdam edildiler. Böylece limandaki hizmetler organize bir şekilde ve süratle yürütülür hale geldi.
Bu amaç doğrultusunda 50.000 lira sermaye ve otuz yıllık imtiyazla kurulan Trabzon Liman İnhisar Türk Anonim Şirketi’nin kurucusu, yine milli mücadele döneminin önemli simalarından Hacı kadı zade Arif (Sayıl) Beydir. Cumhuriyet döneminin ilk Halk Fırkası reisi olan Arif Bey’in başkanlığını yaptığı şirketin başkan vekili Hacı Rüştüzade Zekeriya Bey, yönetim kurulu üyeleri ise Sofu zade Kamil Bey, Müderriszade Süleyman Bey, Murathanzade Hicri Bey, Hacı Bilalzade Bilal Bey, genel müdür ise Faik Beydir19. Trabzon Ticaret ve Sanayi Odasının yayınına göre; limanın 20-30 sene önceki hacmi 70-80 bin ton iken bölgesel ticaretin düşüşüne paralel olarak, bu sayı 1920’li yıllarda 40-50 bin ton civarına düşmüştü.
D. Milli İktisat Döneminde Tarımsal Faaliyetler 1923-1933 döneminde Trabzon’da tarım alanında yapılanlar dört temel
başlıkta toplanmaktadır. Bunlardan birincisi Zirai Kredi Kooperatiflerinin kurulmasıdır. Köylüyü tefecinin elinden kurtarma düşüncesi ile oluşturulan 18 kooperatiften, 13 tanesi vilayet merkez köylerini kapsamaktadır. Bu 13 kooperatifin toplam 74 köyü içine aldığı ve 2118 üyesi bulunmaktadır. Bunların büyük bir çoğunluğu ise 1929-1933 yıları arasında kurulmuştur.
Trabzon’da kooperatifçilikle ilgili olarak Cumhuriyet’in onuncu yılında bilgiler verilirken; “sermayeli köylü, bankacı köylü, iktisaden teşkilatlı köylü. Bütün bunlar daha düne kadar bizde düşünülemeyecek kadar birer ham hayaldi” yorumlaması ile Cumhuriyetin katkıları dile getirilmektedir20.
Tarımsal alanda yapılan ikinci katkı “Ziraat Fidanlığı”nın kurulmasıdır. Vilayet İdare-i Hususiyesi adına Ziraat Müdürlüğü tarafından, Boztepe’nin eteğinde bir fidanlık kurulmuştur. 1923 yılında oluşturulan fidanlıktan 10 içerisinde 70 bin fidan yetiştirilerek köylüye dağıtılmıştır. Bölgenin iklim özelliklerine uygun olarak üretilen fidanlar elma, armut, portakal, mandalina ve limondan oluşmaktadır. Bu fidan yetiştirme çalışması ile bölgede meyveciliğin geliştirmesi düşüncesine dayanmaktadır21.
19 Hikmet Öksüz ve diğerleri, a.g.e., s.101-102; Trabzon Ticaret ve Sanayi Odası, s. 68-69. 20Cumhuriyetin 10 Yılında İktisat Meydanında Trabzon, s. 32-35. 21 Cumhuriyetin 10 Yılında İktisat Meydanında Trabzon, s. 72-74.
RAHMİ ÇİÇEK
170
Tarımsal alanda üçüncü gelişme ise bölgenin temel üründen biri olan fındığın ihracı noktasındadır. Osmanlı döneminde yabancı sermaye ve azınlık gruplarının keyfi uygulamaları ve yüksek kar düşüncesi nedeniyle çiftçinin ve tüccarın zarara uğradığı düşünülmüştür22. Ayrıca fındık konusunda Türkiye’nin rakibi olan İspanya ve İtalya’nın üretimde ve üründe standartlar geliştirdiği düşüncesi ile Trabzon’da fındık ihracatını denetim altına almak için 1931 yılında çıkartılan “Ticarette tağşişin men’i ve ihracatın murakabesi ve korunması” kanunu gereğince “Fındık İhracını Murakabe” uygulamasına gidilmiştir. Bu uygulama ile bölgedeki çiftçinin haklarının korunması, ülkeye ve bölgeye daha fazla para girdisinin sağlanması amaçlanmıştır23.
Dördüncü gelişme ise “Ticaret ve Zahire Borsası” kurulmasıdır. 1928 yılında oluşturulan borsa ile köylünün ve tüccarın korunması amaçlanmıştır. Başta fındık olmak üzere bölgedeki tarımsal üretimin değerinin belirlenmesi ve çiftçinin spekülatif etkilerden kurtarılması düşüncesi ile oluşturulan borsa ile ilgili olarak Ticaret Odasının yayınında şunlara yer yerilmektedir;
“Borsa sayesinde hakiki fiyat her gün kendini gösteriyor, müstahsil evvelden olduğu gibi, numunesi elinde yazıhaneden yazıhaneye koşmuyor, ne de bazı madrabazlar tarafından aldatılmıyor, borsaya geliyor ve üstünde alnının teri titreyen mahsulünü satışa çıkarıyor, aldanmadığına emin olarak malını değerine satıyor” denilerek, çiftçi açısından borsanın önemi vurgulanmaktadır24.
E. Milli İktisat Döneminde Bankacılık II. Meşrutiyet dönemi, milli iktisat anlayışına dayalı olarak milli
bankacılığın doğuş ve serpiliş yıllarını oluşturdu. 1908’e kadar Osmanlı sermayesi Ziraat Bankası ve Emniyet Sandığı ötesinde bankacılık alanında bir varlık gösterememiş, hemen hemen tüm bankacılık işlemleri yabancı sermayenin kurduğu bankalar aracılığıyla yürütülmüştü. Özellikle 1913 sonrasında Müslüman eşraf-tüccar-çiftçi, yabancılardan ve gayrimüslimlerden bağımsız olarak, kendi kredi kurumlarını kurdu; İttihatçıların uygulamaya soktukları “milli iktisat” politikasının belkemiğini oluşturacak olan sermaye birikimini sağladı. Bu dönemde taşrada kurulan milli bankalar, Anadolu’da doğmakta olan orta sınıfın İttihat ve Terakki ile olan organik bağının somut kanıtlarını oluşturdular. İttihat ve Terakki
22 Kemal Peker, İşte İktisadi Trabzon ve Fındık 1939-1945, Giresun. s. 31-35. Bölgede 1925-1945 tarihlerin fındık üretim alanları ile rekoltesi yıllara dayalı olarak verilmektedir. 23 Cumhuriyetin 10 Yılında İktisat Meydanında Trabzon, s. 43-47. 24 Cumhuriyetin 10 Yılında İktisat Meydanında Trabzon, s. 39-42.
TRABZON’DA MİLLİ İKTİSAT UYGULAMALARI VE İKTİSADİ FAALİYETLERİN GELİŞİMİ
171
Cemiyeti, “milli” bankalara ön ayak olmuş, üyelerini bankacılığa özendirmiş, kuruluşları sırasında gerek maddi, gerek manevi her türlü kolaylığı sağlayarak Osmanlı para piyasasını ve kredi aygıtını “millileştirmeyi” amaçlamıştı. Özellikle pazar ekonomisine açılmış, Batı Anadolu’da etkinleşen “milli” bankacılık faaliyetleri, piyasa için üretimde bulunan Osmanlı üreticisine kredi olanakları da sağladı. Köylüyü yoksullaştıran alivre satışları bir ölçüde önlendi. Çiftçinin malını sendikalaşan alıcı firmalar karşında korudu.
II. Meşrutiyet yıllarında giderek gücü artan Müslüman eşraf-tüccar-çiftçi, “milli” bankalar sayesinde, yabancı ve gayrimüslim tüccar karşısında pazarlık gücünü artırdı. Eskiden yok pahasına deveciye, simsara ya da murabahacıya kaptırdığı malını yüksek fiyatla piyasaya sürebildi. Böylece, o güne değin yabancıların ve gayrimüslimlerin uğraş alanı olarak görülen bankacılık, bankerlik ve sarraflık giderek Müslüman-Türk eşrafın eline geçti25.
1908-1923 dönemi milli bankacılığın gelişimi şu şekilde değerlendirilmektedir;
1-Mevcut ecnebi bankalar faaliyetlerine devam etmişler ve yeniden de bazı yabancı bankalar kurulmuştur.
2-Buna mukabil evvelce tesis edilmiş olan Türk mali müesseseleri inkişaf etmiş ve milli sermaye ile yeniden küçüklü büyüklü birçok bankalar tesis edilmiştir.
3-Milli bankacılığın ilerlemesi için devlet yardımına lüzum olduğu anlaşılmış ve bu esas dâhilinde ve milli sermaye ile “İtibarı Milli Bankası” kurulmuştur.
4-Türkler banka idaresine alışmağa başlamış ve bu devrede kurulan ve çalışan muhtelif bankalar Cumhuriyet devrindeki gelişmeye, büyük hizmetleri dokunan elemanları hazırlamak suretiyle mühim bir rol oynamışlardır.
Fakat görünen bu gelişmeler gerek devletin ve gerek fertlerin gösterdikleri gayrete rağmen milli bankacılık istenildiği derecede inkişaf edememiş ve piyasa umumiyetle büyük yabancı bankaların tahakkümü altında kalmıştır. Bunun nedenleri arasında 1911 de başlayıp 1922’ye kadar hemen hemen fasıla vermeden devam eden savaşları, yabancılar ve azınlıklar lehine mühim avantajlar temin eden kapitülasyonları ve nihayet milli sermayenin henüz gelişmemiş olmasını, yabancı sermayesinin ve tekniğinin memlekette daha evvelden yerleşmiş olmasını saymak mümkündür.
25Zafer Toprak, İttihat-Terakki ve Devletçilik, İstanbul 1995. s. 87.
RAHMİ ÇİÇEK
172
Bu dönemde en önemli milli teşekkül sayılabilecek olan İtibarı Milli Bankasının kuruluşuna kadar, muhtelif şehirlerde kurulmuş olan bankalar şunlardır: 1911’de İstanbul Bankası, 1912’de Konya İktisadi Milli Bankası, 1913’te Karaman Milli Bankası, 1914’te Emvali Gayri Menkule ve İkrazat Bankası yine 1914’te Milli Aydın Bankası, 1916’da Akşehir Bankası’dır26.
1923-1940 dönemi bankacığımızın temel özellikleri ise şu şekilde açıklanabilir;
1-Yabancı banka faaliyetleri azalmış, birçok yabancı banka işten çekilmiştir.
2-Milli sermaye ile evvelce kurulmuş olan mali müesseseler inkişaf etmiş ve yeniden birçokları kurulmuştur.
3-Devlet, bankacılığa tam manasıyla muzahir davranmış ve bu işleri tanzim eden bankalar kanununu çıkarmıştır.
4-Para ve itibar mekanizmasının çok mühim bir unsuru olan Cumhuriyet Merkez Bankası kurulmuştur.
5-Bankacılıkta bir gelişme kendini göstermiştir. Bu gelişmelere bağlı olarak, 1933 yılında Türkiye’de 47 bankanın mevcudiyetini görmektekiyiz. 1939 yılında ise banka mevcudu ise 38 olarak görülmektedir. 1939 yılında yabancı bankaların sayısı ise 7 adettir27.
Cumhuriyetin ilk yıllarında Trabzon’da faaliyet gösteren iki banka vardı. Bunlar Ziraat Bankası ve Osmanlı Bankalarıydı. 1923 İzmir İktisat Kongresinde bankacılık sektörünü millileştirmek için alınan kararlar doğrultusunda, 1924 yılında Türkiye İş Bankası kuruldu. Bu banka, kısa sayılabilecek süre içinde yurt sathında şubeler açtı. Açılan şubelerden birisi de Trabzon’da idi. 1928’e gelindiğinde Trabzon’da faaliyet gösteren ulusal bankaların sayısı bu şekilde üçe çıkmış oluyordu. Bunlardan Ziraat Bankası 1890’da kurulmuştu. 1891 yılında da Osmanlı Bankası açılmıştı.
20.yüzyılın başlarında Trabzon’da Rumlar tarafından bankaların kurulmaya başlandığı görülmektedir. Bunlar içerisinde en etkin olanı Atina Bankası idi. Ayrıca Fostropulo ve Kabayanidi gibi Trabzon Rumları içinde zenginliği ile ortaya çıkmış olan isimler de finans sektörüne girerek banka ve bankerlik gibi müesseseler kurmuşlardı. İngiliz ve Fransız sermayesiyle kurulmuş olan Osmanlı Bankası ve ismini zikrettiğimiz Rum bankaları para politikalarını yöneterek borç-faiz ilişkisiyle ekonomi üzerinde ciddi bir kontrol sağlamışlardı28.
26 Hazım Atıf Kuyucak, Para ve Banka, C.II, Ankara 1942, s. 172-174. 27 Hazım Atıf Kuyucak, a.g.e., s. 175 ve 5. tablo. 28Hikmet Öksüz ve diğerleri,a.g.e., s. 119.
TRABZON’DA MİLLİ İKTİSAT UYGULAMALARI VE İKTİSADİ FAALİYETLERİN GELİŞİMİ
173
Trabzon’da Osmanlı Bankasından kredi kullanımı konusunda bir takım şikâyetlerin oluşması üzerine, Trabzon tüccarı bir taraftan hak arama mücadelesi verirken, diğer taraftan kendi çözümünü oluşturmanın gayretine girmiştir. Bu çözüm arayışının bir sonucu olarak Karadeniz Bankası, Trabzon Bankası ve Nemli zade Kaptan Bey Müessesi doğmuştur.
Karadeniz Bankası, 40 ortak ve 40 bin lira sermaye ile 1928 yılında İktisat Limitet Şirketi adıyla kurulmuştu. Mayıs 1929’da sermayesi 100 bin liraya çıkarılarak adı Karadeniz Bankası olarak değiştirilmiştir. Karadeniz Bankası Limitet Şirketinin 1931 yılında dördüncü senesi hesapları Trabzon’da İkbal Matbaası tarafından 1932 yılında yayınlanmıştır. Buna göre; Sermayesinin tamamen ödenmiş olarak 100.000 Türk lirası olduğu belirtilmektedir. Ayrıca banka müdürleri Pulathanelizade Celal Bey ve İskenderzade Şefik Bey tarafından hazırlanan raporda, 1928-1931 döneminde bankanın sermaye-kar ilişkisi üzerinden oluşturulan hesapları ortaya konmaktadır29
Trabzon Bankası ise 47 ortak ve 11.250 lira sermaye ile Trabzon Tasarruf ve İkraz Sandığı adıyla kurulmuştu30. Tasarruf ve İkraz Sandığı Limitet Şirketinin kuruluşu: 22 Haziran 1927 tarihidir. Şirket, 1929 Nisan’ında sermayesi 100 bin liraya çıkartılmış ve adı da Trabzon Bankası olmuştur. Trabzon Bankası ile ilgili olarak 27 Şubat 1930 tarihinde Trabzon Tüccar kulübünde yapılan toplantı bankanın 1929 yılına ait hesapları, murakıplar heyeti tarafından onaylanmıştır. 1930 yılı murakıplar heyetine Kitapçı zade Mehmet Hasan, Çiğerzade Hüseyin, Murathanzade Tayyar beyler tekrar seçilmişlerdir. Bu toplantıda ayrıca banka hisselerinden bazıları el değiştirmiştir. Hisseleri el değiştirilenlerin isimleri ise şu şekilde sıralanmaktadır; hazırlan rapora göre şu kişilerden oluşmak:
Tütüncüzade Ziver hissesini Kitapçızade Mehmet Hasan Efendiye, Arap Seyitzade Ömer hissesini Serdarzade Cemil Efendiye, Bicanzade Ömer Bican hissesini Hacı Dursunzade Hayri Efendiye devretmişlerdir31”
Her iki banka da tamamen mahalli sermaye ile kurulmuştu. Bunların dışında Trabzon’da bir de bankerlik yapan finans kuruluşu vardı. Nemlizade Kaptan Bey Müessesesi olarak kayda geçen bu kuruluşun 50-60 bin lira sermayesi vardı32.
29 Karadeniz Bankasının 1932 yılında hazırlanan hesap ve raporları için bakınız: ek-2. 30Cumhur Odabaşoğlu, Trabzon 1869-1933 Yılları Yaşantısı, Ankara, s. 117-118. 31Bankanın ortaklar listesi için bakınız Ek:3. 32 Hikmet Öksüz ve diğerleri, a.g e, s. 120-121.
RAHMİ ÇİÇEK
174
Trabzon’da bankacılığın gelişimi ve iki yerli bankanın kuruluşu ile ilgili olarak Cumhuriyet’in 10. yılında çıkartılan Trabzon Ticaret ve Sanayi Odası kitapçığında, bankacılıkla ilgili olarak, II. Meşrutiyet döneminden itibaren Trabzon’da bankacığın gelişimi özetlenmiştir. 33 Buna göre, Trabzon’da bankacılık alanında egemen olan sermaye yabancı sermaye ile yerli Hıristiyan unsurlardır. Bu durum Türkler arasında sermaye birikiminin oluşmama nedenidir. Cumhuriyetle birlikte kurulan yerli bankaların, Türkler arasında sermaye birikimi konusundaki sıkıntıları sonlandırdığı ifade edilerek, Trabzon’da kurulan Karadeniz Bankası ile Trabzon Bankasının, Trabzon’a sağladığı katkılar şu şekilde anlatılmaktadır34:
“Teşekkül safhalarını anlattığımız adeta yoktan var edilen bu iki Bankacık beş altı seneden beri Trabzon piyasasında çok faydalı işler görmüşler; büyük bir kısım ticaret erbabının kredi ihtiyacını temin etmişler; Bankalara düşen en büyük vazifelerden mali nazımlık ve darlıkları genişletmek hususlarında uhdelerine düşen işi sermayeleri nispetinde görmüşlerdir.
Vaktiyle yatkın sermayeler veya ecnebi banka kasalarına kilitli bol paralar varken böyle işler görülemezdi, bundan dolayı ellişer kişinin haftada onar kuruştan başlayarak üç beş senede yüzer bin liralık birer para evi kurmaları şüphesiz ki büyük bir iştir ve görülen işin asıl kıymeti en büyük değeri bu faslın başında anlattığımız o eski gaflet devrine nispetle Cumhuriyette alınan mesafenin büyüklüğüdür.
Trabzon’un bu iki yerli bankasının kuruluş ve yaşamasında Cumhuriyetin rolü ise pek açıktır.
Her iki banka Limitet yani mahdut mesuliyetli birer şirkettir. Limitet şirketlerde sermayedarın yalnız şirkete mevzu olan sermayesi mesul vaziyettedir. Limitet şirket bir zarar geçirse, batsa bundan sermayedarın ancak şirkete koyduğu miktar zarar görür, diğer işlerde kullandığı sermaye ve emvali masundur, ona dokunulmaz. Eski kanuni mevzuatımız bu nevi bir şirket tanımıyordu.
Cumhuriyetin yaptığı yeni ticaret kanunu sermayedarlara paralarını “Limitet” kanuni kaydı altında istedikleri yere koyup işletmeğe imkân vermişti, şirket Limitet olunca girilen işin zararı da mahdut oluyor; bunun için teşekkülleri birçok kayd-u şarta bağlı Anonim şirketler yerine merasimsiz, külfetsiz ve aynı zamanda Anonimlerin faydalarını havi Limitet şirketler Garpta, bilhassa İngiltere’de çoktan beri işlemekte idi.
33Cumhuriyetin 10 Yılında İktisat Meydanında Trabzon, s. 57-61. 34 Cumhuriyetin 10 Yılında İktisat Meydanında Trabzon, s. 58-59.
TRABZON’DA MİLLİ İKTİSAT UYGULAMALARI VE İKTİSADİ FAALİYETLERİN GELİŞİMİ
175
Bizim iki Bankamız da Cumhuriyetin ticaret kanununun verdiği bu imkândan faydalanarak kurulmuş ve yaşamıştır, aksi halde Anonim şirketler kurmaya bir çok masraflara, külfetlere, merasime ve eşkale boğulmaya mecbur kalacaklar ve bu yüzden belki de kurtulamayacaklardı.
Sonra asıl mühim cihet bu teşekküllerin hiç yoktan başlayarak tutunabilmesi ve bunun için de icabında Cumhuriyet müesseselerinden yardım görerek yaşamasıdır.
Büyük mali teşekküllerin yanı başlarında bu ufak evler tutunmak için maddi ve manevi müzaheretlere muhtaçtırlar, vaktiyle yaşayan Rum müesseselerinin yaşama ve tutunmalarında en mühim amil bu idi, küçük mali teşekküllere analık yapacak, onu icabında koruyacak büyük evler lazımdı.”
F. Milli İktisat Döneminde Diğer Girişimler Şubat 1924’te Trabzon Belediyesi ile Ticaret Odası tarafından çeşitli
toplantılar yapılarak Değirmendere suyundan elektrik üretmek amacıyla bir anonim şirket kurulması kararlaştırılmış ve 25 Şubat akşamı Ticaret Kulübünde yapılan toplantıda heyet-i müteşebbise oluşturulmuştu. Nemlizade Sabri, Kazazzade Hüseyin, Barutçuzade Hacı Ahmet, Hacı Ali Hafızzade Mehmet Salih, Hacı Hamdi zade Hacı Hami, Çulhazade Hacı Kadri, Bekir Efendizade Hacı Rüştü, Hatipzade Emin ve Serdarzade Münir Beylerden oluşan heyet-i müteşebbise, girişimleri başlatmak üzere bir mühendis aramaya başladı35. Sonunda Fransız asıllı mühendis Ribeau ile temasa geçildi. Ribeau tarafından hazırlanan 125.000 liralık projeye göre Değirmendere’de Deliklitaş mevkiinde kurulacak fabrikadan Trabzon’a ve Maçka ilçesine elektrik verilecekti36.
Elektrik için en uygun su arayışını sürdüren Ribeau, Visera mevkiindeki Uçarsu’nun Trabzon’da üretilecek elektrik için daha uygun olduğuna dair bir rapor hazırladı. Bunun üzerine Heyet-i Müteşebbise tarafından Nafia Vekâletine başvurularak elektrik imtiyazı dışında Akçaabat-Trabzon arasında tramvay işletme imtiyazını da talep etti37. Bürokratik işlerin takip edilmesi amacıyla görevlendirilen Şefik Bey’in girişimleriyle bu imtiyaz talebi 1924 yılı sonlarında kabul edildi ve sözleşme imzalanmak üzere Ribeua Trabzon’a davet edildi.
Trabzon Elektrik Türk Anonim Şirketi Şartnamesi 30 Kasım 1925 onaylandı. Sermayesi 160.000 Türk lirasından ibaret olup, beheri 10 Türk
35 İstikbal Gazetesi, 2 Mart 1924. 36Mesut Çapa-Rahmi Çiçek, a.g.e., s. 65-72. 37 İstikbal Gazetesi, 9 Ağustos 1924.
RAHMİ ÇİÇEK
176
Lirası kıymetinde 16.000 hisseye bölünmüştü. Şirket işleri, umumi heyet tarafından seçilecek 7-9 azadan oluşacak bir idare meclisi tarafından yürütülecekti. İlk 5 sene için oluşturulacak idare meclisi, şirket müesseslerinden oluşacaktı. Bu idare meclisi ayda en az 2 defa şirket merkezinde toplanarak işleri yürütecekti. İdare meclisinin bir reisi ve bir reis vekili bulunacaktı. Şirketin kuruluşuyla ilgili resmi muameleler bu şekilde sonlandırılmış, böylece Trabzon Elektrik Türk Anonim Şirketi 8 Ocak 1925’te resmen kurulmuştur.
1926 yılı sonlarına doğru Trabzon Elektrik Türk Anonim Şirketi maddi bir krizin içine girdi. Şirket, kuruluşunda tespit edilen 160.000 liralık sermayenin yarısını 1925 yılında, geri kalanı ise 1926’da tahsil edildi. Fakat bu sermayenin yetersiz olduğu kısa sürede anlaşıldı ve 25 Ağustos 1926’da yapılan heyet-i umumiye toplantısında sermayenin bir misli artırılması kararlaştırıldı. Böylece ikinci tertip 16.000 hisse daha ihraç edilerek sermaye 320.000 liraya çıkarıldı. Fakat bu ikinci tertip hisse senetleri, tesisat işlerinin uzaması ve çok para gerektirdiğinin anlaşılması nedeniyle hiç satılmadı. Böylece, zaten sıkıntılı olarak ilerleyen inşaat işi tamamen durma noktasına geldi.
Şirket 1927 yılı başlarında 25.000 lira kadar bir para tedarik ederek para mevcudunu 60.000 liraya çıkardı. Fakat fabrika ve santralin teferruatı ile tamamlanması, mecra borularının yerleştirilmesi, henüz noksan bulunan 300 kadar borunun satın alınması, 20 kilometrelik bir mesafe için gereken direklerin alınması ve yerleştirilmesi, kabloların alınarak çekilmesi başlıca eksiklik olarak ortadaydı. Bütün bunlar için takriben 120.000 liralık bir paraya ihtiyaç vardı. Bunun üzerine 1927 yılında idare heyetinin şahsi kefaletiyle Sanayi ve Maden Bankasından 65.000, İş bankasından 90.00 lira borç alındı. 1927 yılına gelindiğinde Mösyö Ribeau’nun vazifesine son verildi ve 21 Temmuz 1927’de Bergman Elektrik Tesisatı Şirketi ile yeni bir mukavelename imzalanarak, tesisatın geri kalan kısmının 81.000 Amerikan doları mukabilinde bu şirket tarafından yapımı kararlaştırıldı. Böylece Trabzon Elektrik Şirketi tarihinde Fransız Groman Şirketi ve Ribeau dönemi sona ermiş, onun yerine Alman Bergman Şirketi ve Mühendis Feritman dönemi başlamıştır38.
Şirket, önceki borçlanmalarının yanı sıra 1928’de Ziraat Bankası’ndan 30.000 lira daha borç aldı. Fakat alınan bu para ile tesisat tamamlanamadı ve mali kriz daha da büyüdü. Kurucular kendi şahsi emlaklarını teminat göstererek, Emlak ve Eytam Bankasından borç almak istedilerse de, bu
38 Murat Küçükuğurlu, “Cumhuriyet Devrinde Milli Sermaye Örneği: Trabzon Elektrik Türk Anonim Şirketinin Kuruluşu”, Karadeniz İncelemeleri Dergisi, Sayı 3, Trabzon, s. 91-116.
TRABZON’DA MİLLİ İKTİSAT UYGULAMALARI VE İKTİSADİ FAALİYETLERİN GELİŞİMİ
177
şekilde alınabilecek 77.000 liranın yeterli gelmeyeceği anlaşılınca, belediyeye müracaat edilmişti. Belediyenin mevcut bütçesinde, bu iş için bir tahsisat bulunmadığından, faiz ve masrafları şirket tarafından ödenmek ve belediyeye yıllık 1.500 liralık elektriği bedava vermek şartıyla, Emlak ve Eytam Bankasından 50.000 lira borç alınmasına karar verildi. Bununla birlikte 1928 yılı sonuna gelindiğinde, ne bizzat kurucuların ne de belediyenin Emlak ve Eytam Bankasından almaya teşebbüs ettikleri borç para şirketin eline geçmemişti.
Trabzon Elektrik Türk Anonim Şirketi, başlattığı santrali kurarak 1929’da ilk elektriği Trabzon’a ulaştırdı.
Bütün bu olumlu gelişmelere rağmen Trabzon Elektrik Anonim Şirketi bir türlü sorunlardan kurtulamadı. Nitekim Mustafa Kemal’in Trabzon’u ikinci ziyaretinde, 28 Kasım 1930’da Cumhuriyet Halk Fırkasında kentin sorunları hakkında bilgi alırken Trabzon Elektrik Şirketi yetkilileriyle bir görüşme yaptı. Görüşme sonunda sorunun çözümü için Sümerbank’tan alınacak 225.000 liranın temini için Başbakan İsmet İnönü’ye talimat verilerek sorunun çözümlenmesi istendi.
Ekonomik açıdan darboğaza girmiş bulunan şirket, Mustafa Kemal’in bu girişimi üzerine gerekli olan finans desteğini sağlamış ve faaliyetini sürdürme imkânı bulmuştur. Trabzon Elektrik Türk Anonim Şirketi, başladığı önemli işi öngörülenden fazla bir sürede de olsa başarıyla tamamlayarak Trabzon’u aydınlatmayı başarmış ve 1937-1938 döneminde ülkedeki diğer özel elektrik işletmeleriyle birlikte devletleştirilmiştir39.
Cumhuriyet döneminde Trabzon’da yerli girişimcilerin başında Nemli zade ailesi gelmektedir. Osmanlı döneminden hem tecrübesi, hem de sermaye birikimi olan bu aile, 1924 yılında Samsun-Çarşamba-Terme ve Samsun-Bafra- Alaçam demir yolarının yapımı imtiyazını almıştır. Dönemi içinde değerlendirildiğinde oldukça büyük bir sermaye ile 1.000.000 lirayla Nemlizade Mahdumları adlı bir şirket kurarak yetmiş beş yıllığına aldıkları demir yolu imtiyazından sonra çalışmalara başlamışlardır40. Cumhuriyetin ilk milli demiryolu şirketini kuran Nemlizadeler, Sonbahar Gezisi adıyla Trabzon’da başlattığı geziden dönüşünde Mustafa Kemal’in ilk kazmayı vuruşuyla 21 Eylül 1924’te Samsun- Çarşamba demir yolunun temelini atmışlardır.
Bu tarihlerde Trabzon’da faaliyete geçen bir başka şirket ise Tasarruf ve İstikraz Sandığı Limitet Şirketi’dir. Bir tür bankerlik faaliyeti yapan şirket,
39Hikmet Öksüz ve diğerleri, a.g.e, s. 123-134. 40Cumhur Odabaşıoğlu, a.g.e, s. 113-114.
RAHMİ ÇİÇEK
178
11.250 lira sermaye ile iki yıl süreliğine kurulmuştur. Kırk beş ortakla kurulan bu şirket daha sonra Trabzon Tasarruf Limitet Şirketi adını alarak faaliyetlerine devam etmiştir. 1926 yılında faaliyet gösteren bir diğer yerli sigorta şirketi, Şark Sigorta Anonim Şirketidir.
Yolların yapılması ve otomobillerin Trabzon’a gelmesiyle birlikte 1926’da Türkiye Milli Otomobil Anonim Şirketi tarafından Trabzon şubesi hizmete açılmış, şube müdürlüğüne de Seyfi Bey getirilmiştir41.
Özellikle 1913 yılında çıkartılan Teşvik-i Sanayi Kanunu ile Avrupa pazarlarının baskısı altında bulunduğu için gelişemeyen yerli üretimin desteklenmesi kararlaştırılmış, bu durum Trabzon’da da bazı girişimlerin başlamasına neden olmuştu. Ancak araya savaşın girmesi bu süreci olumsuz yönde etkilemişti.
Bu duruma ilişkin ilginç bir örnek, savaştan önce Kale içi mevkiinde kurulan ve üretime geçmiş bulunan demir fabrikasına aittir. Fabrikanın savaştan sonraki içler acısı durumu, İstikbal Gazetesinde ismi belirtilmeyen Trabzonlu bir kanaat önderinin kaleme aldığı” Kale İçindeki Fabrika Ne Halde?” başlıklı yazıda dile getirilmektedir.
II. Meşrutiyet döneminin milli iktisat anlayışının bir uzantısı olarak Milli Mücadele yıllarında Trabzon Ayasofya Mahallesinde, 1920’de Trabzon Mensucat Fabrikası Türk Anonim Şirketi adlı bir şirket kurulmuştur. 150.000 kuruş sermaye ile kurulan bu şirketin kurucuları şunlardır: Alay Beyzade Faik, Hacı Bilalzade Hacı Ali, İmamzade Sami, Kitapçı zade Affan, Hatipzade Mustafa, Böğürzade Hacı Musa ve Mahdumları, Demircizade Biraderler, Kara Hüseyinzade Ahmet, Hacı Dursunzade Biraderler.
Kuruluş sözleşmesine göre, şirket üç yıl süreyle kurucular kurulu tarafından yönetilecektir. Yönetim kurulu başkanlığını Alaybeyzade Faik Bey, ikinci başkanlığı ise İmamzade Sami Bey’in yürüttüğü şirketin müdürlüğüne Kitapçızade Affan Bey getirilmiştir.
Makineleri Fransa’dan getirilen fabrikanın, ustabaşlılığını İstanbul’dan getirilen bir Türk yapıyordu. Fabrikanın faaliyetlerine dair verilen bir ilanda çarşaflık, elbiselik ve karyola takımları için sırf ipekten dokumalar yapıldığı, bunların istenen renkte üretilebildiği ve her türlü siparişin kabul edildiği belirtilmektedir.
Trabzon’da gıda alanında kurulan iki işletme yer almaktadır bunlardan birincisi 1920 yılında kurulan Tahin fabrikasıdır. Bu fabrika daha önce
41Hikmet Öksüz ve diğerleri, a.g.e, s. 102.
TRABZON’DA MİLLİ İKTİSAT UYGULAMALARI VE İKTİSADİ FAALİYETLERİN GELİŞİMİ
179
Ermeni asıllı Arapyan Kayzak’a ait iken bu tarihte Tüfekçi Mehmet ve ortağı Osman Efendiler tarafından alınarak tekrar faaliyete geçirilmiştir42. İkinci fabrika ise 1921 yılında faaliyete geçen Milli Makaron Fabrikasıdır43. Sekiz beygir gücü kuvvetinde buharlı bir makinesi bulunan Uzun Sokak’ta Konak Camii civarında kurulan fabrikada; en halis ve has undan çubuk, kesme, arpa, tel, susam ve enva-i şehriyeler ile güzellik, çabuk, kesme, fiyonk, salyangoz ve sair her nevi makarna imal ediliyor ve toptan satışı yapılıyordu. Fabrika, ürünlerini tanıtmak amacıyla gazetelere verdiği ilanlarda; burada üretilen makarnaların Avrupa’da üretilenlerden daha kaliteli fiyatlarının daha düşük olduğu, fabrikadan satışlarda altı kıyyeden eksik satış yapılmadığı, ramazan-ı şerif dolayısıyla üretimin daha itina ile yapıldığını müşterilerine duyurmaktaydı.
1924 yılında Trabzon’da Azim Müskirat Fabrikası adıyla rakı üretimi yapan bir fabrika olduğu anlaşılmaktadır. Trabzon’da Semerciler Başında bulunan ve sahibi Ameli İsmail Fazıl Bey olan fabrikada “safa” markasıyla rakı üretildiği, dönemin gazetelerindeki ilanlarda görülmektedir. Tamamıyla kendine özgü bir rakı üreten fabrika, satışları cazip hale getirmek ve tüketicileri kendi ürününü kullanmaya sevk etmek için ilginç bir tanıtım yöntemi kullanmıştır.
1918’de kurulan ve deri mamulleri üreten bir fabrikanın Cumhuriyetin ilk yıllarında da faaliyetlerini sürdürdüğü görülmektedir. Hacı Hayri Bey Mahdumu Hamdi Bey’in sahibi olduğu Debbağ Fabrikasında her tür kösele, meşin, vaketa, keçi derisi üzerine ticaret, ham deri üzerine de ihracat yapılmaktadır44.
Trabzon’da üretilen en önemli tarım ürünlerinden biri kuşkusuz fındıktır. Geniş kitleler için geçim kaynağı olan fındık üreticiliği, aynı zamanda Trabzon’daki fabrikaların da başlıca faaliyet alanı olmuştur. 19.yüzyıl Trabzon ticaretinin, özellikle ihracatının en önemli kalemlerinden biri olan fındık hem kabuklu, hem de iç olarak yabancı ülkelere satılmaktadır. 1902’de Trabzon’dan ihraç olunan ürünlerin arasında 4.387.000 kıyye ile 15.256.000 kuruş gelir elde edilen fındık önemli gelir kaynağı oluşturmaktaydı. Yöre için böylesine önemli bir ürün olan fındığın işlenmesine dair çok sayıda fabrikanın kentte faaliyette olduğu görülmektedir. Bunların en eskilerinden biri olan ve 1889 tarihinde açılan, 1920’lerde hala faaliyette bulunan Fındık Fabrikatörü ve İhracat Tüccarı Dihkanzade Hikmet Zihni Şürekâsı’na ait olan fabrikadır. Fabrikada 12
42 İstikbal Gazetesi, 27 Teşrinievvel 1920. 43 İstikbal Gazetesi, 11 Nisan 1921. 44 Mesut Çapa-Rahmi Çiçek, a.g.e, s. 181-183.
RAHMİ ÇİÇEK
180
beygir gücündeki bir motorla çalışmakta olup kabuklu fındıkları ayırmak için beş gözlü bir tefrik kalburuna ve fındıkları kırıp iki nüve ayıran fındıkkıran makinelerine sahiptir. Günde 250 çuval fındık işleyen fabrika, İstanbul ve Türkiye’nin her tarafı ile Trieste, Marsilya ve Hamburg ile ticari faaliyette bulunur ve dünyanın her yerinden sipariş kabul etme kapasitesine sahiptir.
Bunun dışında aynı yıllarda Trabzon’da faaliyette bulunan başka fındık fabrikaları da mevcuttur. Bunlar Ağa Paşazade Ali Rıza ve Şürekâsı Fındık Fabrikası, İskenderzade Osman Fındık Fabrikası, Bekirzade İbrahim Şevki Fındık Fabrikası, Civelekzade Mustafa Fındık Fabrikası, Hatipzade Mustafa Fındık Fabrikası, Usta Ömerzade Ali Paşa Fındık Fabrikası, Sarıcazade Rıfat Biraderler Fındık Fabrikası, Dedezade Biraderler Fındık Fabrikasıdır45.
SONUÇ Trabzon, Anadolu toprakları üzerinde 19.yüzyılın başlarından beri uluslar
arası ticaretin üstlerinden biri olarak, önemli bir yere sahiptir. Bu nedenle 19.yüzyıl ve 20.yüzyılın başlarında önemli ölçüde şehrin bir büyüme evresi geçirdiği görülür. Bu önemini 19 yüzyılın sonralarına doğru kaybetmeye başlamıştır.
Bunun nedenlerinden biri 19.yüzyılın son çeyreğinde Kafkasya’nın Rusya kontrolü altına girmesiyle birlikte büyümeye başlayan Batum şehrinin demir yolu ve denizyolu bağlantısıyla Kafkasya ve İran ticaretinde Trabzon’un yerini almasıdır. İkinci önemli gelişme ise I. Dünya Savaşı ve sonrası siyasal gelişmelerine dayalı olarak Trabzon ticaretinin Avrupa devletleriyle olan bağlantısının kopmasıdır. Yani Karadeniz’in Türkiye ve Rusya arasında kapalı bir deniz haline gelmesidir. Bu gelişme bir taraftan batı kaynaklı ticareti ortadan kaldırırken, diğer taraftan Rusya faktörünün her ne kadar Trabzon ticaretindeki önemi artmış olsa bile oluşan boşluğu doldurmamıştır. Üçüncü gelişme ise Osmanlı devletinin yıkılmasından sonra Osmanlı coğrafyası üzerinde kurulan milli devletlerin iki savaş arası dönemde gerçekleştirdikleri nüfus mübadelesi ile Trabzon ticari hayatında aktif rol alan unsurların kaybetmiştir. Bizim bu yazımızda daha çok Trabzon’un nüfus kaybına uğradığı 1914-1925 döneminde yerel güçlerin nüfus kaybıyla ortaya çıkan boşluğu doldurma çapaları sonucu ortaya çıkan milli sermaye ve sermayedar oluşturma dönemi Trabzon’unu algılamak hedef alınmıştır.
45Hikmet Öksüz ve diğerleri, a.g.e, s. 123-134.
TRABZON’DA MİLLİ İKTİSAT UYGULAMALARI VE İKTİSADİ FAALİYETLERİN GELİŞİMİ
181
1923-1933 dönemi Trabzon’u bir taraftan önemli ölçüde nüfus ve sermaye kaybına uğramasına karşın yerel güçlerin milli iktisat anlayışı içerisinde küçük sermayelerini bir araya getirerek tekrar Trabzon’un ticari hayatını canlandırma çalışmalarına başlamışlardır. Burada yerel yöneticileri, merkezi hükümetin ve küçük sermayedarın rolü azımsanamayacak ölçüde önemli görülmektedir. Yukarıda metin içerisinde ve dipnotlarda verdiğimiz Trabzon yerel sermayedarlarının isimlerini karşılaştırdığımızda birçok teşebbüsün arkasında benzer isimleri gördüğümüz gibi Cumhuriyet döneminde Türkiye ekonomisi ve bölge ekonomisinin gelişmesinde de etkili olan bazı ailelerin bu dönemde ortaya çıkmaya başladıkları görülür.
KAYNAKÇA Aydemir, Şevket Süreyya, İnkılâp ve Kadro, Remzi Kitapevi, İstanbul 1986. Cumhuriyet’in 10 Yılında İktisat Meydanında Trabzon, Trabzon Ticaret ve Sanayi
Odası, Şark Matbaası, Trabzon 1933. Çapa, Mesut-Rahmi Çiçek, Yirminci Yüzyıl Başlarında Trabzon’da Yaşam, Serander
Yayınları, Trabzon 2004. İstikbal Gazetesi, 27 Teşrinievvel 1920 Trabzon İstikbal Gazetesi, 6 Haziran 1920 Trabzon İstikbal Gazetesi, 11 Nisan 1921 Trabzon İstikbal Gazetesi, 2 Mart 1924 Trabzon. İstikbal Gazetesi, 9 Ağustos 1924 Trabzon. Karadeniz Bankası Limitet Şirketi Dördüncü Sene-i Hesabiye, İkbal Matbaası,
Trabzon 1932. Kuyucak, Hazım Atıf, Para ve Banka, Maarif Vekâleti Siyasal Bilgiler Yayınları,
Ankara 1942. Küçükuğurlu, Mehmet, “Cumhuriyet Döneminde Milli Sermaye Örneği: Trabzon
Elektrik Türk Anonim Şirketi” Karadeniz İncelemeleri Dergisi, Sayı: 3, Güz 2007, s. 91-116.
Odabaşoğlu, Cumhur; Trabzon 1865-1933 Yılları Yaşantısı, İlk-san Matbaası, Ankara(Tarihsiz).
Öksüz, Hikmet-Usta Veysel-İnan, Kenan, Trabzon Ticaret ve Sanayi Odası Tarihi 1884-1950, Trabzon Ticaret ve Sanayi Odası Yayınları, Trabzon 2009.
Peker, Kemal, İşte İktisadi Trabzon ve Fındık 1939-1945, Yeşil Giresun Matbaası, Giresun(Tarihsiz).
Sencer, Muammer, Türkiye’nin Mali Tutsaklığı, May Yayınları, İstanbul 1977. Tezel, Yahya Zekai, Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi, Tarih Vakfı Yurt
Yayınları, İstanbul 1994.
RAHMİ ÇİÇEK
182
Toprak, Zafer, İttihat-Terakki ve Devletçilik, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1995.
_____________, Milli İktisat- Milli Burjuvazi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1995.
Trabzon Ticaret ve Sanayi Odası 1929 Senesi Kongre Kararları, İkbal Matbaası, Trabzon(tarihsiz).
Trabzon Ticaret ve Sanayi Odası 1931 Senesi Mıntıka Kongresi Kararları, İstikbal Matbaası, Trabzon(tarihsiz).
Turgay, Üner A., “Trabzon” Doğu Akdeniz Liman Kentleri(1800-1914), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1994.
EK-1
1924 yılında Trabzon Sanayi ve Ticaret Odasına kayıtlı tüccarların isimleri ve uğraştıkları iş alanları:
Birinci sınıf tüccarlar: 1-Hacı Ali Hafızzade Hasan Rıza: Manifatura ve kantariye, Fındık, Fasulye,
yumurta, tütün, koyun vs. 2-Hacı İbrahimzade Biraderler: Muhtelif Kantariye, Fındık, fındık içi, fasulye,
yumurta. 3-Kırzade Şevki ve Şürekâsı: Dakik, Kantariye Tütün, fındık, fasulye vs. 4-Nemlizade Mahdumları: Manifatura, kantariye ve pake acentesi, tütün, fındık
vs. 5-Nemlizade Biraderler: Muhtelif kantariye, kösele, tütün, çiriş, kitre vs. 6- Dedezade Kamil Efendi: Muhtelif kantariye, kösle vesaire-fındık içi, fasulye,
yağ vesaire. 7-Dedezade Hami Efendi: Muhtelif kantariye fındık içi, fasulye, yağ. 8-Subaşızade İhsan Efendi: muhtelif kantariye, fındık içi, fasulye, yağ. 9-Usta Ömerzade Ali Beşe Efendi: Muhtelif kantariye fındık içi. 10- Hacı Molla zade Biraderler: Manifatura, kantariye tütün. 11-Hacı Haşim zade Hacı Abdullah Efendi: Enva-i kantariye Fındık, yumurta
fasulye. 12-Hacı Ali Hafızzade Ömer Efendi: Enva-i kantariye fındık, yumurta, fasulye. 13-Kasım zade Biraderler: Manifatura-mavişi ve saire ihracatı ve müteahhitlik. 14-Sadıkzade Biraderler: Muhtelif kantariye fındık vesaire. 15-Hacı Yakupzade Biraderler: Manifatura Pastırma. 16-Hamzazade Ali Efendi: Manifatura- Çiriş, pamuk, kitre. 17-Mürtezazade Tursun Efendi: Manifatura- Çiriş, pamuk vesaire. 18-Kefeli zade Hacı Hafız Efendi: Manifatura eşyası, fındık içi. 19-Kazazzade Hüseyin Efendi: Manifatura. 20-Bekir Efendizade Hacı Hafız Rüşdi Efendi: Manifatura. 21-Derdarzade Hacı Salih Efendi: Pamuk ve iplik. 22-Dahkanzade Zihni Efendi Mahdumları: kantariye Fındık içi. 23-Müftüzade Hacı Mehmet Efendi: Zahire ve kantariye.
TRABZON’DA MİLLİ İKTİSAT UYGULAMALARI VE İKTİSADİ FAALİYETLERİN GELİŞİMİ
183
24-Hacı Yusufzade Mehmed ve Mürteza zadeler: Manifatura ve kantariye. 25-İrani Meşhedizade Ali Efendi: Transit İran eşyası, transit eşya halı vs. 26-Yusufzade Gulam Ramazan Efendiler: Transit eşyası, İran’dan transit eşyası. 27-Anadolu Ticaret Şirketi, Celaleddin Bey: Çay, kahve, şeker vs. av derisi vs.
ihraç ve otomobil kamyon Şirketi. 28-A.K. Teofilaftos Ticarethanesi: Çay, kahve, fındık içi 29-G. Kabayanidi Ticarethanesi: Çay, kahve, fındık içi 30-Hans Hostraşr İsviçre Ticarethanesi: Çay, kahve, gön vs. gibi her türlü emtia
ihracat, komisyonculuk 31-J.J. Hostraşr İşviçre Ticarethanesi: Çay, kahve, gön vs. gibi her türlü emtia
ihracat ve komisyonculuk
İkinci Sınıf Tüccarlar: 1-Yunuszade Şefik Efendi: Gaz, benzin, makine yağı vs. Fındık vs. 2-Hacı Hamdizade Atıf Efendi: Kantariye fındık vs. 3-Hacı Hamdizade Afif Efendi: Kantariye Fındık vs. 4-Hatipzade Mustafa Efendi: Kantariye, Fındık içi. 5-Karaçengeloğlu Sadullah Efendi: Dakik ve zahire fındık vs. 6-Nuhzade Arif Efendi: Dakik ve zahire fındık vesaire. 7-Ekmekçizade Nuri Efendi: Dakik ve Zahire fındık vesaire. 8-Tütüncüzade Ziver Efendi: Manifatura pastırma. 9-Mescizade Biraderler: Gön, kösele ve kunduracı eşyası Pastırma. 10-Dedezade Şükrü Efendi: Kantariye ve zahire Pastırma. 11-Barutçuzade Hacı Ahmet Efendi: Kantariye ve zahire Pastırma. 12-Cekerzade Hüseyin Hüsnü Efendi: Manifatura, Av derisi. 13-Hacı Dervişağazade Biraderler: Manifatura fındık vs. 14-Harnamaszade Baki Efendi: Atariye Fındık vs. 15-Müftüzade Temel Gumi Efendi: Tuhafiye fındık vs. 16-Bayburtlu Ömer Ağazade Mehmet Efendi: Kantariye 17-Hacı Arif Kaputanzade İbrahim Efendi: Kantariye 18-Hacı Hüseyinzade Ahmed Rıza Efendi: Gön, kösele ve dabağata müteallik
eşya. 19-Hacı Dursunzade Biraderler: Manifatura. 20-Bökrizade Hacı Musa Efendi: Manifatura. 21-Hacı Harunzade Faik ve Mahdumları: Tuhafiye. 22-Bekarzade Ali Efendi: Kantariye. 23-Bekarzade Şevki Efendi: Kantariye, fındık içi. 24-Hacı Alizade Mehmet Efendi: Manifatura. 25-Sürmeneli Karahasan zade Hulki Efendi: Manifatura. 26-Hacı Mucikzade Mehmet Efendi: Manifatura. 26-Velizade Tursun Efendi: Manifatura eşyası. 27-Kefelizade Gülşen ve Mahmut Efendiler: Manifatura eşyası. 28-Baltaoğlu Ali Efendi: Dabağata müteallik eşya. 29-Molla Mustafazade Tevfik Efendi: Kantariye muhtelif Av derisi vs. 30-Hacı Salih Kapudanzade Ali Nazmi Efendi: Kantariye muhtelif
RAHMİ ÇİÇEK
184
31-Çulhazade Hacı Kadir Efendi Mahdumları: Bakır, demir, dakik kimyevi gübre, Kisarna maden suyu.
32-Hacı İzzetzade Hüseyin Efendi ve Şeriki: Tütün fındık. 33-Polathanelizade Biraderler: Atariye, zücaciye. 34-İmamzade Biraderler: Atariye, zücaciye. 35-Hacı Hattat zade Eşref Efendi: Hırdavat cam vs. 36-Kalyoncuzade Biraderler: Tuhafiye. 37-İskenderzade Şefik Efendi: Pamuk, iplik. 38-Memiş Yazıcızade Abdullah Efendi Mahdumları: Kantariye, kimyevi gübre
vesaire Fındık, fasulye yağ vs. 39-Kürtzade Biraderler: Fındık içi. 40-Abdullah Efendizade Kitabi Hamdi Efendi: Envali-i kırtasiye. 41-Hacı Hakkızade Salih Efendi: Kereste ve debbağiye. 42-Karakullukçuzade Hüseyin Hüsnü Efendi: Manifatura. 43-Afacanzade Ahmet Hamdi ve Mahdumları: Manifatura. 44-Ballızade Bekir Efendi: Manifatura. 45- Kitapçızade Mehmet Efendi: Tuhafiye ve manifatura. 46-Osman Zeki Koyuncu: Tuhafiye. 47-Dalzade Mahmut Efendi: Kantariye, fındık vs. 48-Hacı Kadızade Tahsin Efendi Mahdumları: Kereste. 49-Kazazzade Ahmet Cemal Efendi: İplik ve pamuk. 50-Çakmakçızade Hacı Hafız Efendi: Fındık içi tüccarı.
Üçüncü Sınıf Tüccarlar. 1-Çakızade Veysel Efendi: Kantariye Balık yağı ihracı. 2-Nimbıyıkzade Kamil Efendi: kantariye fındık vesaire. 3-Kumruzade Dilber Mehmet Efendi: Kantariye, yumurta talaşı vs. fındık,
fasulye, yemiş, pastırma. 4-Hacı Ahmetzade Biraderler: Zücaciye, pastırma. 5-Osman Daizade Mehmet Efendi: Kantariye, fındık. 6-Memiş Yazıcızade Biraderler: Kantariye, fındık. 7-Nemlizade Tahsin Efendi: Kantariye. 8-Kantarcızade Mehmet Efendi: Manifatura. 9-Hacızade Şükrü Efendi: Manifatura. 10-Çilingirzade Halim Efendi: Manifatura. 11-Sarıcazade Mahmut Efendi: Tuhafiye ve manifatura. 12-Çulhazade Mehmet Efendi: Manifatura. 13-Dizdarzade Rüştü Efendi. Kantariye. 14-Çakmakçı zade Abdullah ve Şeriki: Kantariye. 15-Melekzade Hasan Efendi: Yumurta ihracatı. 16-Bayrakdar zade Şükrü Efendi: Dabağat, balık yağı. 17-Oğuzluzade Rasim Efendi: Kantariye, fındık ihracatı. 18-Rumelilizade Mustafa Efendi Mahdumu: Kantariye, balık yağı ihracatı.
(Hikmet Öksüz ve diğerleri, a.g.e, s. 91-94).
TRABZON’DA MİLLİ İKTİSAT UYGULAMALARI VE İKTİSADİ FAALİYETLERİN GELİŞİMİ
185
EK:2 Karadeniz Bankası 1931 Dördüncü Sene-i Hesabiye Müdürler Raporu Muhterem efendiler
Dördüncü sene-i hesabiyesini ikmal eden Bankamızın 1931 senesi muamelat ve hesabatını mübeyyin rapor ve bilançoyu nazarı tetkikinize arz eğliyoruz.
Üç dört seneden beri bütün Banka raporları ve bütün iktisat muharrirleri dünyanın mali ve tüccari buhranından bahsetmekte ve her sene bu iktisadi gailelerin artmakta olduğunu ilave etmektedirler. Harbi umumiyi müteakip iktisadi sahada ve her tarafta hâsıl olan gayrı tabii genişlik ve rahatlık çok devam edememiş ve büyük harbin dünyada bıraktığı tahripkâr eserler, üç dört seneden beri cihanın her köşesinde his edilmeğe başlanmış ve nihayet geçen 1931 senesi bu sıkıntı ve buhranlı senelerin en şümullü ve kuvvetlisi olmuştur.
Her millet, kendi derdine çare aramakla kendi buhranını birçok hususi tedbirlere müracaat etmekle izale etmeğe çalışıyor. Fakat muhakkak olan bir nokta vardır ki dünya buhranı esasından hal ve ref edilmedikçe hiçbir millet bunun umumi ve şümullü tesirinden azade kalmayacaktır. Bu nokta-i nazardan dolayı alakadar ve sahibi ihtisas bulunan zevat, dünya buhranının daha fazla devam etmesine imkân olmadığını beşeriyet ve medeniyetin cereyanı tabisini muhafaza etmek için bütün milletlerin birleşerek bu gaileye çare bulmak mecburiyetinde olduklarını ifade ediyorlar.
Bu büyük buhran arasında küçük Bankamızın vaziyeti ehemmiyetle takip etmek ve zamanın icabatına göre bazı tedbirler almak mecburiyetini hissettik. Menafimizin haleldar olmaması ve müessesemizle iş yapan ticarethanelerinde sıkışık vaziyete girmemesi için tedrici bir şekilde bütün muamelatımızı daha sağlam esaslar dâhilinde cereyan ettirmeğe çalıştık. Aldığım tedbir ve sarf ettiğimiz mesai sayesinde tehassül eden neticeden memnun bulunmakta ve bu neticenin muhterem heyetimizi dahi tatmin edeceği kanaatini beslemekteyiz:
Heyet-i muhtereminizin tastakine arz olunan bilançodan anlaşılacağı veçhile 1931 senesi zarfında 20.690 lira 85 kuruş gayrı safı kar temin ettik. Bu kardan tenzil edilmesi lazım gelen masraflarımız şunlardır.
2.428.75 Umumi masraflarımız 1.192.64 Mevduata verilen faizler 2.645,43 1930 senesi kazanç vergisi 86,50 Demirbaş eşyanın 10% aşınma payı ki ceman 6.353.32 kuruş gayrı
safi kardan tenzil edildiğinden 14.337 lira 53 kuruş safi kar elde edilmiş olur.
RAHMİ ÇİÇEK
186
Nizamnamemiz mucibince bu kardan 10% hesabıyla 1435 lira akçası tenzil ettikten sonra mütebaki 13.902 lira 53 kuruş kalıyor ki bunun sureti tevzii hakkında bu karar ittihaz buyurmanızı rica eyleriz.
Senesi İşletilen sermaye
Gayri safi kar
Umumi masraflar
Safi kar İşletilen sermayeye nazaran kar nispeti
1928 6 ay 30.000.00 6.866.21 988.30 5.877.91 38.50 1929 62.000.00 21.821.28 7.221.28 14.600.00 23 1930 70.000.00 23.491.29 6.860.38 16.631.91 23/75 1931 86.500.00 20.690.85 5.442.89 15.547.96 18
Bu hesaba nazaran son 1931 senesinde diğer senelere nispetle daha az kar edildiği anlaşılmaktadır. Bunun esbap ve avamili yukarıda arz ettiğimiz veçhile piyasanın sıkışık vaziyeti dolayısıyla aldığımız tedbirlerden ibarettir. Bu sıkışık ve krizli sene zarfında faiz ve komisyon miktarlarında tenzilat yaparak daha sağlam müşterilerle iş yapmak, evvelki senelerde olduğu gibi Bankalardan muhtelif suretle istikraz etmemek ve mevduatın mühim bir kısmı daima emre amade bulundurmak tedbirleri işte bu neticeyi yani geçen senelerden daha az nispette kar temin etmeği mucip olmuştur. Böyle senelerde umumi vaziyeti tarsin etmek için alınan bu tedbirlerin heyeti muhtereminize takdir buyrulacağı kanaatindeyiz.
Arz ettiğimiz bu cetvelde 1931 senesi safi karı 15.547 lira 96 kuruş ve bilançodaki safi kar ise 12.902 lira 53 kuruş görülmektedir. Aradaki 2.645 lira 43 kuruş fark 1930 senesine ait hissedarlardan tevkif edilmeyen ve Banka tarafından tediye edilen kazanç vergisidir.
Umumi masraflar sütununda görülen rakamlar yalnız Bankanın masrafı olmayıp mevduata verilen faizler, tefrik edilen ihtiyat akçası ve amortismanları dahi ihtiva etmektedir.
13.500 lirayı ihtiva eden uzun vadeli hissedar senetlerinin vadeleri hitam bulmuş ise de piyasanın darlığı hasebiyle senetlerin bir sene müddetle temdit edilerek gelecek sene zarfında hissedarlardan tahsil edilmesini muvafık gördüğümüzü heyete-i muhtereminize arz eyleriz.
Bütün bu hesapların neticesi olarak şu mühim noktayı arz edelim.
Bankamızın halen işletmekte olduğu yüz bin liradan ancak kırk beş bin lirası hissedarlar tarafından nakden tediye edilmiş mütebakisi Bankanın üç buçuk senede temin ettiği kardan hasıl olmuştur.
TRABZON’DA MİLLİ İKTİSAT UYGULAMALARI VE İKTİSADİ FAALİYETLERİN GELİŞİMİ
187
Bankamızın ihtiyat akçasının vaziyeti şu şekildedir.
1928 senesine tefrik edilen 587,00 1929 “ “ “ 1.633.00 1930 “ “ “ 1.850.00 1931 “ “ “ 1.435.00
Lira ki ceman 5.505.00 liradan ibarettir. İhtiyat akçası vaziyeti bankalar için mühim bir miyardır. Önümüzdeki sene zarfında ayrıca fevkalade olarak ihtiyat akçası tefrik edilmesi ve her sene bu meblağın mütezayit bir şekilde artırılması bankamızın inkişaf ve itibari için mühim bir merhale olacaktır.
Geçen sene intihap olunan müdür ve murakıpların müddeti hitam bulmuştur. Yeni müdür ve murakıpların intihabını rica eder ve heyeti umumiyenin muvaffakiyetini temenni eyleriz.
Müdürler Şefik, Celal Beyler. (Karadeniz Bankası Limitet Şirketi Dördüncü Sene-i Hesabiye, İkbal Matbaası 1932).
EK:3
Trabzon Bankası Ortaklar Listesi: Ortak ismi Hisse Miktarı Sermaye 1 Arnavutzade Osman 4 2.880 2 Abdülhalimzade Abdullah 2 1.440 3 Arap Seyitzade Ömer 2 1.440 4 Bicanzade Seyit 2 1.440 5 Bayramzade Seyit 2 1.440 6 Botorzade Abdülkadir 2 1.440 7 Çiğerzade Hüseyin Hüsnü 2 1.440 8 Çehrelizade Biraderler 2 1.440 9 Çilingirzade Zühtü 5 3.600 10 Dülgerzade Kazım 2 1.440 11 Dedezade Kazım 2 1.440 12 Emir Alizade Kamil 2 1.440 13 Hacı Müftizade Temel Nucumi 4 2.880 14 Hacı Harunzade Faik ve mahdumları 4 2.880 15 Hacı Yusufzade Hafız Abdullah 3 2.160 16 Hacı Hatipzade Mehmet Emin 2 1.440 17 Hacı Arif Kaptanzade Hamdi Mahmut 2 1.440 18 Hacı Derviş Ağazade Ruhi 2 1.440 19 Hacı Derviş Ağazade 2 1.440 20 Hacı Salih Kaptanzade Ali Nazmi 5 3.500 21 Hacı Ahmetzade İsmail Hakkı 2 1.440 22 Hacı Ahmetzade İsmail Hakkı 2 1.440 23 Hacı Mollazade Kemal 4 2.880
RAHMİ ÇİÇEK
188
24 Hacı Dursunzade Hayri ve Mahdumları 4 2.880 25 Kazancızade Hüseyin Hüsnü 1 720 26 Kitapçızade Mehmet Hasan 2 1.440 27 Kadayıfçızade 2 1.440 28 Kalaycızade Hamit 4 2.880 29 Memişyazıcızade Ruşen 2 1.440 30 Mürtezazade Hamit 2 1.440 31 Molla Mustafa zade Tevfik 5 3.600 32 Murathan zade Tayyar ve Biraderleri 1 720 33 Mürtezazade Mustafa 4 2.880 34 Mestcizade Biraderler- İmam Z. Sami 2 1.440 35 Nimbıyıkzade Mahmut Muammer 3 2.160 36 Osmanzade Sabri 4 2.880 37 Ömer Ağazade Mecit 2 1.440 38 Pulathanelizade Biraderler 2 1.440 39 Pederlizade İsmail 2 1.440 40 Rumelilizade Hüseyin Avni 2 1.440 41 Subaşı zade İhsan ve Biraderleri 5 3.600 42 Şeyhzade Fevzi 2 1.440 43 Sandıkçızade Ahmet 4 2.880 44 Tayipzade Namık 4 2.880 45 Tütüncüzade Ziver 3 2.160 46 Tayipzade Tayip 5 3.600 47 Usta Ömerzade Ali Paşa 5 3.600 48 Yakup Reiszade Yakup 2 1.440 49 Yunus Babazade Selahattin 2 1.440
Cumhur Odabaşoğlu, Trabzon 1869-1933 Yılları Yaşantısı, Ankara, s.123-125.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ YAYIN İLKELERİ
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi’nde, aşağıda belirtilen şartlara uygun makaleler yayınlanır:
1. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Ocak ve Temmuz aylarında olmak üzere yılda iki sayı olarak yayınlanan uluslararası hakemli bir dergidir. Yazılar önce Yayın Kurulu tarafından incelenir ve uygun görülenler konunun uzmanı olan en az iki (2) hakeme gönderilir. Hakemlerden gelen raporlara göre yazıların neşredilip neşredilmeyeceğine karar verilir.
2. Derginin dili Türkiye Türkçesidir. Ancak her sayıda iki makaleyi geçmemek kaydıyla diğer Türk lehçeleri ile yabancı dillerde makalelere de yer verilebilir.
3. Makalelerin dergimizde yayınlanabilmesi için daha önce başka bir yerde yayınlanmamış veya yayınlanmak üzere kabul edilmemiş olması gerekir. Bilimsel bir toplantıda sunulmuş ve yayınlammamış bildiriler, bu durum belirtilmek şartı ile dergimizde yayınlanmak üzere kabul edilebilir.
4. Yazıların her türlü ilmi sorumluluğu yazarlarına aittir. 5. Yazılarda Türk Dil Kurumunun yazım kurallarına uyulur. 6. Yazılar, MS Word programına göre kâğıdın bir yüzüne Times New Roman yazı
karakteriyle, 11 punto, tek satır aralığında, A4 kâğıdına kenar boşlukları, üst 6 cm, alt 5 cm, sağ ve sol 4 cm, üst bilgi 5 cm, alt bilgi 4.5 cm, cilt payı 1 cm olacak şekilde düzenlenir.
7. Yazılar üç nüsha (iki nüshasında isim, unvan ve çalıştığı kurum belirtilmeden) ve bir CD olarak editöre gönderilir. 20 sayfayı geçen yazılar dergide yayınlanmayabilir.
8. Yazılardaki paragrafların ilk satırı 1 cm içeriden başlayacaktır. Ana başlık büyük harfle ve metin gövdesini ortalayacak şekilde, sayfanın üstünden 4 satır aşağıda, alt başlıklar ise paragraf düzenine uygun olarak (1 cm içeriden) konulacaktır. Başlık yazısının sağ alt tarafına yazar veya yazarların adları yan yana yazılır. Yazar ad/adları yazılırken herhangi bir akademik unvan belirtilmez. Yazarın akademik unvanı, çalıştığı kurum (üniversite, fakülte, bölüm veya diğer) adları ve elektronik posta adresi dipnot biçiminde sayfanın altına yazılmalıdır. Akademik unvan dışında başka unvan kullanılmaz.
9. Başlık yazısı ve yazar adlarından hemen sonra Türkçe özet yer alır (Büyük harfle ve sayfanın ortasına gelecek şekilde Özet sözcüğü yazılır). Konunun Türkçe özeti 200 kelimeyi geçemez. Türkçe özetten sonra İngilizce özete yer verilir. Her iki özetin altında Anahtar Kelimeler-Key Words (3-8 kelime) yazılır. Büyük harflerle yazılmış İngilizce özet (ABSTRACT) başlığının altına eserin yabancı dildeki adı küçük harflerle (baş harfleri büyük) yazılır.
10. Araştırma ve inceleme dalındaki yazılar Özet (Türkçe ve İngilizce) makale metni şeklinde düzenlenir. Yabancı dilde yazılan yazılarda yukarıdaki bölümlerin yabancı dildeki karşılıkları kullanılır ve aynı düzenlemeye uyulur.
11. Dipnotlarda İzlenecek Yöntem: Bilimsel bir yazıda kullanılan kaynakların künyesi dipnot olarak sayfa altında gösterilir. Yararlanılan kaynaklar ilk geçtikleri yerlerde ayrıntılı ve aşağıdaki örneklerde belirtilen sıralamaya uygun olarak verilir.
a. Kitaplar: Yazar Adı Soyadı, Kitap Adı (italik), Baskı Sayısı, Yayın Yeri ve Yılı, Sayfa Numarası.
Örnek: İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, 10. Baskı, İstanbul 1993, s. 111. b. Makaleler: Yazar Adı Soyadı, Makale Adı (tırnak içinde), Dergi/Kitap Adı (italik),
Cilt No, Sayı, Yayın Yeri ve Yılı, Sayfa Numarası. Örnek: Nevzat Özkan, “Gagavuz Türkçesinin Sözlükleri Üzerine”, Türk Dünyası Dil ve
Edebiyat Dergisi, S. 12/2, Ankara Güz 2001, s. 749. 12. Kaynakçada İzlenecek Yöntem: Sayfanın ortasına büyük harflerle KAYNAKÇA
yazılacaktır. Kaynakçadaki eserler yazar soyadına göre alfabetik olarak sıralandığından, eserlere ayrıca sıra veya bölüm numarası verilmeyecek ve yazarların unvanları
kullanılmayacaktır. Kaynak listesi, yazarın soyadı, adı, varsa makalenin başlığı (tırnak içinde), dergi veya kitabın adı (italik), varsa derleyen veya çevirenin adı, cildi, sayısı, birden fazla basıldıysa kaçıncı baskı olduğu, basım yeri ve yılı biçiminde verilir. Aynı yazarın birden fazla eseri kaynak olarak kullanılmışsa basım tarihine veya alfabetik sıraya göre eskiden yeniye doğru dizilmelidir. Kaynakçada her eser 1 cm içeriden yazılmalıdır. Erişim tarihi belirtilerek internet tabanlı kaynaklar da kullanılabilir.
Örnek: http://arsiv.sabah.com.tr/arsiv/2002/05/10/s01.html a. Kitaplar: Yazar Soyadı, Adı, Kitap Adı (italik), Baskı Sayısı, Yayın Yeri ve Yılı. Örnek: Ögel, Bahaeddin, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, Türk Dünyası Araştırmaları
Vakfı, İstanbul 2001. b. Makaleler: Yazar Soyadı, Adı, Makale Adı (tırnak içinde), Dergi/Kitap Adı (italik),
Cilt No, Sayı, Yayın Yeri ve Yılı, Sayfa Numarası. Örnek:Uydu Yücel, Mualla, “Kuman Kıpçakların Tarihinde İgor Destanı’nın Yeri ve
Önemi (4 resim ile birlikte)”, Belleten, Sayı:258, Ağustos 2006, s. 523-560. 13. Gönderilen yazılara ait resim, şekil ve grafikler sayfa yazım alanını taşmayacak
biçimde net ve ofset baskı tekniğine uygun olmalıdır. Bunların sıra numarası ve adı her şeklin veya grafiğin altında verilmelidir.
14. Derginin aynı sayısında, ilk isim olarak bir yazarın birden fazla eseri basılamaz. 15. Makalesi yayınlanan yazarlara iki adet dergi verilir. 16. Dergimizde basılmayan yazılar yazarlarına iade edilmez. 17. Yazılar, Fakültemiz web sayfasından temin edilecek dilekçe ile birlikte Edebiyat
Fakültesi Dekanlığı’na teslim edilecektir.
PUBLICATION PRINCIPLES FOR TRAKYA UNIVERSITY JOURNAL OF
FACULTY OF LETTERS
Articles meeting the following criteria are published in Trakya University Journal of Faculty of Letters:
1. Journal of Faculty of Letters is an international refereed journal. Articles are examined by the Publication Board first and then sent two at least two (2) referees specialized in the area concerned. It is decided whether articles will be published or not based on the reports of the referees.
2. The Journal is in Turkish but articles in another Turkish dialects and foreign languages are also accepted provided that their number does not exceed two.
3. In order for the articles to be published in the Journal they should not be previously published or accepted for publication elsewhere. Papers presented in a scientific meeting but not published may be accepted for publication in the Journal provided that their status is mentioned.
4. Writers are solely responsible for the content of their articles. 5. It is advised that writing rules of Institute of Turkish Language (TDK) are followed. 6. Articles submitted to the Journal should be on a standard A4 page layout, with one
side of the paper containing written material. Articles should be submitted in "Times New Roman" font, fontsize set to 11, and single spaced with margins 6 cm at the top, 5 cm at the bottom, 4 cm at the right and the left with 1 cm binding space.
7. Articles should not exceed 20 pages. Articles exceeding 20 pages may not be published. Three identical hard copies of the article and a one copy on CD should be submitted to the editor. Author(s) should not include their names, academic title and institute on two of the hard copies.
8. The paragrahs should start leaving a 1 cm space. The main title should be centred and in capital letters and placed after leaving the first 4 lines of the paper blank. The subtitles should be placed in accordance with the paragraph layout (leaving a 1 cm space). The name(s) of the writer(s) should be written below the heading and on the right. When writer’s/writers’ name or names are written no academic title is mentioned the writer’s academic title, institution should be given as footnotes. No title other than academic title may be used.
9. The title and writer’s name is followed by the abstract in Turkish. (the word ÖZET is centered and written in capital letters). The abstract in Turkish should not exceed 200 words. The abstract in Turkish is followed by the abstract in English. Keywords (3-8 words) follow both abstracts. The title (ABSTRACT) in capital letters is followed by the the name of the article in foreign language.
10. Footnotes: The sources used in an academic article are mentioned in footnotes. The sources are given in detail when they are mentioned fort he first time as in the example below.
a. Books: Author’s Name, Surname, Book’s Name (in italics), Edition, Publisher, Publishing Place and Year, Page Number.
Example: Necmettin Hacıeminoğlu, Türkçenin Karanlık Günleri, 3rd Edition, Türk Edebiyatı Vakfı Publications, İstanbul 2003, p. 45.
b. Essays: Author’s Name, Surname, Essay’s Name (in quotation), Journal’s/Book’s name (in italics), Volume No, Issue No, Publishing Place and Year, Page Number.
Example: Nevzat Özkan, “Gagavuz Türkçesinin Sözlükleri Üzerine”, Dil ve Edebiyat Dergisi, Issue 12/2, Ankara Güz 2001, p. 749.
11. References: The title REFERENCES in capital letteres should be centered. Since the works in the references section are listed alphabetically by surname the Works will not be given section numbers and the authors’ titles will not be used. The references list is given as
Author’s Surname, Name, the essay’s title if any (in quotation), journal’s and book’s name (in italics), compiler’s or translator’s name if any, Volume, Issue No, Edition if any, Publishing Place and year If more than one work of an Author are used as references they should be listed by date from the oldest to the newest or by alphabetical order. All references should be written leaving a 1 cm space. Internet based resources may also be used provided that date of access is mentioned.
Example: http://arsiv.sabah.com.tr/arsiv/2002/05/10/s01.html. a. Books Example: Ögel, Bahaeddin, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, Türk Dünyası
Araştırmaları Vakfı, İstanbul 2001. b. Essays Example: Pala, İskender, “Ahmet Fakih ve Şiirleri Üzerine Bir İnceleme”, Türk Kültürü
İncelemeleri Dergisi, Issue: 1, January 2009, 123-148. 12. İmages, figures and graphics should not exceed the writing page area and they
should be clear enough to be printed offset. Their number and name should be given below the respective figures and graphics.
13. In one issue more than two works containing the same writer as the first name are not published.
14. The writers whose article is published are sent two issues of the Journal. 15. Articles not published in the Journal are not returned to the authors. 16. Essays may be sent electronically to the e-mail addresses below. e-mail:[email protected], [email protected]