44
TÜRK – İSRAİL, İLİŞKİLERİNE ANALİZ Özet Türkiye-İsrail ilişkilerinin inişli çıkışlı ve yakınlaştığı dönemlerde özellikle de 1990’lı yıllar Ortadoğu’ nun en önemli yılları olmuşken, son dönemde aralarında çıkan krizler de dünyanın gündemine oturmuştur. Bu bilgiler Türkiye-İsrail ilişkileri siyasi ve askeri eksenli olarak ayrıntılı bir analize tabi tutulmaktadır. Bu analizimizin kaynağı “Nil’den, Fırat’a kadar” kutsal söylem ile Büyük Ortadoğu Projesidir (BOP). İsrail bu projede öncelikle İslamın kutsal yeri olan Mescid- i Aksa’yı yavaş yavaş yok edip yerine Süleyman Tapınağını yaparak, Ortadoğu’yu İslam’dan uzaklaştırmak olup, Türkiye’de ise; ancak Atatürk anlayışına ve sevgisinin kuvvetli olduğu İslam ülkesinde, İslam’ı yıkmanın Atatürk sevgisini yok etmekten geçtiğini bunun içinde Atatürkçü aydın insanlarımızı, bilim adamlarımıza suikastler yapılarak niyetlerini apaçık göstermişlerdir. Eski MOSSAD Başkanı Efraim Halevy tarafından; “Türkiye sadece Türkler’in değildir” sözü, azınlık Kürt halkından bahsedip diğer azınlıklardan bahsetmemesi Türkiye’de ki Kürt halkının kışkırtıcıları olarak gözükür. Bu sözü söyliyen adamın İsrail tarihini bilmemesi imkansızdır. Biliyorsada böyle bir söz söylemesi Siyonizm’den başka bir şey değildir. Siyonistler; 2000’li yıllara girerken ABD (Dünya Ticaret Merkezi’ne) ve Avrupa’da (İngiltere, Fransa, İspanya, Almanya bombalı saldırılarla) İslami terör yaratılarak kominüzm yıkıldıktan sonra hedefe İslam’ı getirmiştir. DÜŞMAN ARTIK İSLAMDIR. Giriş Türkiye, II. Dünya Savaşı bitiminde İngilizlerin himayesinde, ABD desteğinde İsrail’in kurulması karşısında yapacağı bir şey olmadığından güç eksenin siyasi bildirgeleri ile Osmanlıyı satan Müslüman Arap ülkelerine rağmen tanımış, yeni kurulmakta olan NATO’ya yakınlaşmıştır. Bu durum da Amerika’nın o dönemlerde ki politikasıda Türkiye’den

Türk-İsrail İlişkileri

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Anlaşmalar ve Olaylar

Citation preview

Page 1: Türk-İsrail İlişkileri

TÜRK – İSRAİL, İLİŞKİLERİNE

ANALİZÖzet

Türkiye-İsrail ilişkilerinin inişli çıkışlı ve yakınlaştığı dönemlerde özellikle de 1990’lı yıllar Ortadoğu’ nun en önemli yılları olmuşken, son dönemde aralarında çıkan krizler de dünyanın gündemine oturmuştur. Bu bilgiler Türkiye-İsrail ilişkileri siyasi ve askeri eksenli olarak ayrıntılı bir analize tabi tutulmaktadır. Bu analizimizin kaynağı “Nil’den, Fırat’a kadar” kutsal söylem ile Büyük Ortadoğu Projesidir (BOP).

İsrail bu projede öncelikle İslamın kutsal yeri olan Mescid-i Aksa’yı yavaş yavaş yok edip yerine Süleyman Tapınağını yaparak, Ortadoğu’yu İslam’dan uzaklaştırmak olup, Türkiye’de ise; ancak Atatürk anlayışına ve sevgisinin kuvvetli olduğu İslam ülkesinde, İslam’ı yıkmanın Atatürk sevgisini yok etmekten geçtiğini bunun içinde Atatürkçü aydın insanlarımızı, bilim adamlarımıza suikastler yapılarak niyetlerini apaçık göstermişlerdir.

Eski MOSSAD Başkanı Efraim Halevy tarafından; “Türkiye sadece Türkler’in değildir” sözü, azınlık Kürt halkından bahsedip diğer azınlıklardan bahsetmemesi Türkiye’de ki Kürt halkının kışkırtıcıları olarak gözükür. Bu sözü söyliyen adamın İsrail tarihini bilmemesi imkansızdır. Biliyorsada böyle bir söz söylemesi Siyonizm’den başka bir şey değildir.

Siyonistler; 2000’li yıllara girerken ABD (Dünya Ticaret Merkezi’ne) ve Avrupa’da (İngiltere, Fransa, İspanya, Almanya bombalı saldırılarla) İslami terör yaratılarak kominüzm yıkıldıktan sonra hedefe İslam’ı getirmiştir. DÜŞMAN ARTIK İSLAMDIR.

Giriş

Türkiye, II. Dünya Savaşı bitiminde İngilizlerin himayesinde, ABD desteğinde İsrail’in kurulması karşısında yapacağı bir şey olmadığından güç eksenin siyasi bildirgeleri ile Osmanlıyı satan Müslüman Arap ülkelerine rağmen tanımış, yeni kurulmakta olan NATO’ya yakınlaşmıştır. Bu durum da Amerika’nın o dönemlerde ki politikasıda Türkiye’den beklentileri ile örtüşmekteydi.

Türkiye 1990’lı yılların başında Arap ülkelerinin İsrail’i tanımasıyla artık rahat bir nefes almış ve İsrail’le olan ilişkilerini açıktan yapmaya başlamıştır. Türkiye’nin 1990’lı yıllarda İsrail’le yakınlaşıp altın çağına başlıyan ilişkileri, Orta Doğu’da da en önemli gelişmelerden biri olmuştur. Türkiye’nin 2000’li yılların başına kadar daha çok askerden-askere olan dış politikası, İsrail’e de yaramış ve İsrail, bu fırsattan faydalanarak dolaylı yoldan Türkiye’nin iç ve dış siyaseti üzerine müdahaleci bir konumda bulunmuştur.

Ak Parti iktidarı ile birlikte Türkiye’nin askerden-askere olan dış

Page 2: Türk-İsrail İlişkileri

politikası sona ermiş ve böylece Türkiye’nin, İsrail’le olan ilişkileri de yeni boyut kazanmıştır. Türkiye-İsrail’le olan ilişkilerinde özellikle de Ak Parti iktidarıyla birlikte İsrail’le Filistin meselesinden dolayı siyasi ilişkilerde ciddi krizler yaşamış ve en son İsrail’in Mavi Marmara gemisine saldırmasıyla bu ilişkiler kopma noktasına gelmiştir.

Bu makalede Türkiye-İsrail ilişkilerinin son 20 yıllık siyasi ve askeri eksenli olarak ayrıntılarını analize tabi tutmadan evvel İsrail’in kuruluşundan bu sürece dek olan Türkiye-İsrail ilişkilerini de gözden geçirmeye yarar olacaktır.

İsrail’in Kuruluşu ve Türkiye’nin İsrail’i Tanıması

I. Dünya Savaşı’ndan sonra İngiliz mandalığı ile kurulmak istenen İsrail devleti Yahudiler’in beğenmeyip geri dönmelerinden dolayı kurulamamış ve bir Hitler projesi ile Yahudiler bulundukları yurtlarından Siyonist bir uygulama ile korkutularak zoraki göçü yaratmışlardır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra belli bir çoğunluğa ulaştıktan ve yartatıkları terör faliyetleri ile 1948’de kurulan İsrail, Müslüman coğrafyasında tanınmayıp gayri meşru kabul görmüştür. İsrail, Ortadoğu’da yalnızlık politikasından 28 Mart 1949’da Türkiye’nin, İsrail’i facto (fiili durum olarak, pratikte, uygulamada) tanımasıyla biraz rahatlar. İkinci dünya savaşından sonra başlayan soğuk savaş dönemi Türkiye’nin yalnızlığa terk edildiği bir dönemdir, Türkiye bu yalnızlıktan kurtulmak için Amerika’ya yanaşarak NATO’ya girmek istemiştir. Amerika’ya yanaşma yollarını arayan Türkiye, İsrail’i tanıyarak Amerika’ya yanaşmış ve böylece NATO’ya üye ülkeler arasına girmiştir. Bir taraftan İsrail’i tanıyıp NATO’ya girerek yalnızlık politikasından kurtulan Türkiye, öbür taraftan da İsrail’i tanıdığı için Müslüman ülkelerden büyük tepki almıştır. Türkiye, Müslüman ülkelerden yükselen tepkiyi dindirmek için İsrail, Birleşmiş Milletlere üye olmuştur, dolayısıyla Türkiye’de yeni kurulan bu devleti, Birleşmiş Milletler örgütünün evrenselliği prensibi çerçevesinde tanımıştır. 

28 Mart 1949’da; İsrail’i fiili olarak tanıyan Türkiye, Süveyş Krizi içinde 1956 yılında İsrail’in, İngiltere ve Fransa ile işbirliği halinde Sina Yarımadası’nı işgale başlaması sonrasında, Bağdat Paktı’nda alınan karar doğrultusunda, Türkiye 26 Kasım 1956’da İsrail ile ilişkilerinin temsil düzeyini maslahatgüzar seviyesine düşürmüş ve Büyükelçi Şefkati İstinyeli geri çekilmiştir.

Arap-İsrail Savaşı ve Türkiye

1967 yılında başlayan Arap-İsrail Savaşı, Türkiye-İsrail ilişkileri açısından da önemli bir olay olarak gerçekleşmiş oldu. Türkiye bu savaş sırasında açıkça Arap ülkelerinin tarafını tuttu. Türk topraklarındaki üslerin Amerika tarafından İsrail’e lojistik destek için kullanılmasına izin verilmedi. Zira Kıbrıs konusunda bize yardımcı olmamaları niyetlerini açıkça belli etmişti. Bu sıralar İsmet İnönü’nün Türkiye’nin Kıbrıs’a

Page 3: Türk-İsrail İlişkileri

müdahalesini önlemek amacı ile kabaca yazılmış bir usluba karşı; “ Yeni bir dünya kurulur. Türkiye’de orada yerini alır” cümlesi her şeyi net anlatmaktadır. Anlamı ise soğuk savaşın devam ettiği o yıllar ve iki kutuplu bir dünyada blok değiştirmek anlamına gelecekti.

Burada da görüyoruzki, İsrail kendisine ait olmıyan yerleri işgal ederek hayatına devam ediyor; ABD ve Avrupa (Vatikan’da dahil) müsade ediyor. Biz Kıbrıs’taki vatandaşlarımızı korumak amacı ile girmemize müsade edilmiyor. İsrail burada hem Mısır’dan toprak, hem, Ürdün’den toprak, hem Suriye’den toprak alıyor, hemde Filistin halkını yaşadığı topraklarından kovuyorlar, gitmiyenleri asimile ediyorlar.

Bir taraftanda Kuzey Irak ve Türkiye’nin güneyinde, merkezi Diyarbakır olmak üzere, Kürdistan kurulmasına karar verilir. Bu toplantı Beyrut’ta olur ve burada karar alınır. Türkiye’den de 4 kişinin katılımı ile olur. Bunlardan biri çok önemli bir ailenin mensubur. Bu aile hem gazeteci hemde siyasetçidir. (Bu aileyi ve bu olayı açıklıyan eski KKK Orgeneral Muhittin Füsünoğlu’dur. Bu aile büyük bir ihtimalle Perinçek ailesidir. Baba Sadık Perinçek AP kurucularından Demirel’in akıl hocası ve sağkolu olarak çalışmış. Oğlu Doğu Perinçek, solu parçalıyan PKK’yı gerilla olarak tanıtıp Öcalan’ı lider yapan insan olarak bu aileyi işaret etmesi muhtemeldir.) Bunu takip eden yıllarda ise Türkiye 1974 yılında Filistin Kurtuluş Örgütü’nü tanır. 1979 yılında ise Ankara’da ofisleri açılır. Bir yıl sonrada ülke, iyice istikrasızlaştırma adına TSK’nın cuntacı subayları tarafından darbeye maruz kalır.

Lübnan Yahudileri geleneksel olarak bir Mizrahi cemaati olup genelde Lübnan'ın Beyrut şehrinde veya çevresinde yaşayan veya yaşamış olan Yahudilerdir. Cemaatin hemen hemen hepsi İsrail, Fransa ve Kuzey Amerika'ya göç etmiştir.

Beyrut’taki Magen Abraham Sinagogu

Ankara’dan gelen 4 kişi ile bu sinagogta toplanan kişilerle Diyarbakır merkezli Kürdistan’ın kurulmasına karar veriliyor. O zamanda Askeri

Page 4: Türk-İsrail İlişkileri

Ateşemiz olan eski KKK Füsünoğlu’nda detayları vardır.

Bu Mizrahi cemaati ilginçtir. Eski MOSSAD Başkanı Efraim Halevy; 1972 yılında Yemen’de yakalanıp Mısır’a teslim edilen Baurch Mezrahi için Mezrahi’nin hikayesi sır olarak kalmalıydı derken, bu sırı söylemiyordu. Belkide memleketindeki sinagogta kendiside bulunuyordu. Zira bunlar sinogagta bile ajanlık yapacak yetenektedirler.

Kıbrıs/Girne Sinagogta Ajan Yuda Mizrahi

Takvim Gazetesi’nin elde ettiği bilgilere göre karanlık planın ardındaki isim İsrail Gizli Servisi (MOSSAD) usta ismi Yuda Mizrahi'ydi. Ajan Mizrahi, 2009'da KKTC'ye giriş yaptı. Kendini "Aslan Gündoğdu" olarak tanıttı ve iki şirket kurdu. Ayrıca DAN-YA isimli firmada da danışman olarak çalıştığını belirtti.

MİT müsteşarı Hakan Fidan tarafından kurulan özel birim, MOSSAD ajanı Mizrahi'yi takibe aldı. MOSSAD ajanı ile işbirliği yapan İsrailli işadamları, Girne'deki buluşma noktaları olan sinagogda fotoğraflandı. Deşifre olan MOSSAD ajanı Yuda Mizrahi, ortadan kayboldu. Sinagogun hahamı Hayim Azimov da Rum kesimine kaçtı.

MOSSAD ajanı Yuda Mizrahi, Girne Alsancak'taki sinagogda toplantılar düzenliyordu. Toplantılara İsrailli işadamları da katılıyordu. Bu arada Mizrahi KKTC'ye "Aslan Gündoğdu", Türkiye'ye ise "Yuda Gündoğdu" pasaportlarıyla giriyordu.

İsrail Kara Kuvvetleri Komutanı General Avi Mizrahi ülkesinin onurunu korumaya ve Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e yönelik suçlamaları karşısında sessiz kalmıyarak Türkiye’nin Kıbrısın Kuzeyini işgal etğini, Ermeni soykırımı yaptığını ve Kürtleri katletmeye devam ettiğini söylemesi Mizrahi cemaatinin Siyonizme nasıl hizmet ettiğini gösterir.

Page 5: Türk-İsrail İlişkileri

General Avi Mizrahi

Adana 19 Aralık 1918 tarihinde Mersin’den Adana’ya trenle gelen askeri birlikler tarafından işgal edildi.  Ve 1920 yılı içinde Fransız Albay Bremond’un Vali konağına yerleşmesi ile birlikte  Ermeni silahlı komitacıların Türklere karşı olan saldırıları arttı.  Köylerde, şehir merkezinde cinayetler işlendi. Yakalanan Türkler şehir merkezinde Kalekapısı, Buğdaypazarı meydanlarında idam edildiler, kurşuna dizildiler.  Albay Bremond’un Yılankale yakınlarında yakalanan Abdülfettah isimli bir genci şehir meydanında herkesin gözleri önünde elindeki tabanca ile vurması olayı  Türkler tarafından gözyaşları ile izlendi.

Fransız ordusunun 1918 yılı Aralık ayı içinde başlayan  ve  Aralık 1921 yılına kadar yaklaşık  3 yıl kadar süren Adana’yı işgali ve yaşanan katliamlar ile ilgili fotoğraf arşivi bulundu.  Fotoğrafların görüntüleri Fransız kumandanın görevlendirmesi sonucu Adana’da fotoğraf baskı atölyesi bulunan Yahudi asıllı Gaston Mizrahi tarafından kod numarası verilerek çekildi.  Fransız askerlerinin Adana istasyonuna gelmeleri, şehir içinde gösteri yapmaları ve Ermeni lejyon birlikleri ile işgal süresince Türklere karşı saldırılarda bulunan Kamavor adı verilen silahlı  Ermenilerin fotoğrafları bulunuyor.  Fotoğraflar olaylar sırasında Fransız asıllı fotoğrafçılar tarafından çekildi. Ve baskıları da Gaston Mizrahi’nin atölyesinde gerçekleştirildi.  Ve çekilen fotoğraflar Fransız askerlerine karşı Karataş yolunda düzenlenen baskın esnasında ele geçirildi. Bir kısmı da araştırmacı Taha TOROS tarafından Fransız Arşivlerinde yapılan araştırmalar sırasında dosyalar içinde bulunur.

1997 İsrail istihbarat toplama bölümü Tzomet’in başkanı Ilan Mizrahi olup halada görev yapmaktadır.

Lübnan Yahudi cemaati başkanları olarak; Raoul Mizrahi 1985 yılında, Joseph Mizrahi ise 1986 yapmıştır.

Türk-İsrail ilişkilerine dönelim.

Arap-İsrail Savaşı ve İsrail’in bu savaşla işgal ettiği topraklardan çekilmemesi Türkiye-İsrail ilişkilerini yok denilecek dereceye kadar düşürmüş ve Kudüs'ün ebedi başkent ilan edilmesiyle birlikte bunalım

Page 6: Türk-İsrail İlişkileri

düzeyine tırmanmıştır. İsrail hükümetinin yürürlüğe koyduğu Temel Yasa’ya Türkiye sert tepki göstermiş, kararı tanımadığını açıklamıştır. Türkiye ayrıca, Tel Aviv elçiliğinde görev yapmakta olan maslahatgüzar Üstün Gündoğdu’yu danışmalarda bulunmak üzere Ankara’ya çağırmış, ardından BM Güvenlik Konseyi'nin 20 Ağustos 1980'de aldığı 478 sayılı kararı uyarınca Kudüs temsilciliğini kapatmıştır. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra Genelkurmay Başkanı Kenan Evren başkanlığında ve kuvvet komutanlarının katılımıyla oluşturulan Milli Güvenlik Konseyi, Kudüs kararına tepki olarak, 26 Kasım 1980’de İsrail ile ilişkilerini sınırlandırarak karşılıklı temsil düzeyini düşürmüştür. “İsrail ile ilişkilerin kesilmemekle birlikte, yalnızca sembolik bir düzeyde tutulmasını” öngören karar uyarınca, Türkiye’nin Tel Aviv'de bulunan maslahatgüzar, müsteşar ve askeri ataşe dâhil olmak üzere bütün görevlileri merkeze çağırmıştır.

Türkiye’nin milli dava olarak gördüğü Kıbrıs meselesinde Arap ülkelerinden istediği desteği alamaması aşikar olunca; Türkiye, İsrail’le yakınlaşmaya tekrar başlamış ve istihbarat ilişkilerinin geliştirilmesi yolunda bir takım çalışmalar yapılmıştır. MİT’in kayıtlarında ve medyaya düşen bilgilerde, “İsrail’in 1982’de Lübnan’a girmesiyle burada bulunan ASALA (Ermeni Terör Örgütü) kamplarına da girmiş ve elde ettiği bilgileri Türkiye ile paylaşmıştır” diye geçer.

Turgut Özal hükümetinin iktidara gelmesinden sonra, Ankara, Eylül 1986’da aldığı bir kararla, Tel-Aviv’e üst düzey bir diplomatı, Ekrem Güvendiren’i atayarak ilişkileri meslek memuru (büyükelçi olmıyan, büyükelçilikte çalışan bir memur) seviyesine yükseltmiş ve ilişkilere hız vermiştir. Karşılık olarak İsrail de üst düzey bir temsilci görevlendirmiştir. Bu tarihten itibaren iki ülke ilişkilerinde ticari, ekonomik ve turizm alanlarında artan oranda iyileşme gözlenmiş, Türkiye, dış politikada yeniden ABD'de bazı lobilerin yörüngesine girmiştir.

Bu dönemde İsrail, Türkiye ile ilişkilerini sıcak tutmak ve geliştirmek için büyük çabalar sarf etmiştir, özellikle de ABD’deki Yahudi lobisi, Amerikan Kongresi’nde Türkiye aleyhtarı yasa tasarılarına karşı Türkiye ile beraber mücadele etmiştir.

1989 yılında Ermeni soykırımını tanıyan bir tasarının reddedilmesinde AIPAC (Amerika İsrail Kamu Meseleleri Komitesi) önemli bir rol oynamıştır. Fakat bu birliktelik Siyonizmin bir planı olmuştur.

Irak’ın, ABD tarafından yetiştirilmiş lideri olan Saddam’ın, 2 Ağustos 1990 tarihinde Kuveyt’i işgali ile başlayan ve ABD öncülüğündeki koalisyon kuvvetlerinin Irak kuvvetlerini Kuveyt’ ten çıkarması ile 28 Şubat 1991 yılında resmen son bulan Körfez Savaşı’nın; İsrail açısından hedeflerinden birisi de uzun dönemli güvenliğinin bir daha tehdit edilemeyecek bir şekilde güvence altına alınmasıyla; Musul-Kerkük Petrolü üzerindeki egemenliğin İngiltereden ABD’ye geçmesinin rolüde etkendir. Böylelikle İsrail, kurulmasından bu yana en büyük tehditlerden biri olarak algıladığı Irak yönetiminin yarattığı tedirginliği aşabilmiş ve daha sonra başlatılan

Page 7: Türk-İsrail İlişkileri

barış görüşmeleri ile bölgeye stratejik bir açılım yapabilmiştir. 1991 yılı sonlarında Ortadoğu Barış Süreci’ nin Madrid’ de kapsamlı bir şekilde başlaması, Türkiye’nin inisiyatifi dışında oluşmasına karşılık, Filistinliler ve İsraillilere yönelik Türk dış politikası üzerinde önemli etkilerinin olduğu görülmüştür.

Cumhurbaşkanı Özal, Arap ülkelerinin İsrail’I tanıması ile 1991’in Mart ayında Moskova gezisi sırasında barış konferansına ev sahipliği yapmayı öneren bir barış girişimi öne sürmüş, ancak bu girişime hayatiyet kazandırılamamıştır. Özal önerisinde İsrail yönetimine barış için toprak formülünü kabul etmesi yönünde çağrıda bulunmuş ve Türkiye’nin adil arabulucu rolü oynayabileceğini vurgulamıştır. Türkiye’nin, su ve bölgesel güvenlik gibi kendisini doğrudan ilgilendiren toplantılara bile dahil edilmeyişi. TSK’nın Özal’ın politikasıyla örtüşmediğini gözler önüne sermişti. (Bir koyup iki alma gibi..) Dış politikanın TSK tarafından belirlenmesinin bedelini Türkiye’ye çok pahalı ödemiştir. Bu anlaşmalar gereğide İsrail iç ve dış politikamızda müdehaleci olmuştur.

Ortadoğu Barış Süreci’nin en önemli kilometre taşlarından Madrid Konferansı’nın ardından, 31 Aralık 1991’te Ankara’da ki Filistin ve İsrail temsilciliklerini aynı anda Büyükelçiliğe yükselten Türkiye’nin, 1980’den beri kapalı olan Kudüs’teki Türk Başkonsolosluğu’da 1992’de yeniden açılmıştır. Türkiye- İsrail ilişkilerindeki canlanma 1992’den itibaren ivme kazanmıştır. Türkiye’den İsrail’e ilk üst düzey ziyaret, Turizm Bakanı Abdülkadir Ateş (içişleri bakanı olduğu zaman faili meçhul cinayetlerin tavan yaptığı isim) tarafından Haziran 1992’de gerçekleştirilmiştir. Bu ziyaret esnasında, iki ülke arasında Turizm işbirliği Antlaşması imzalanmış (Uğur Mumcu 24 Ocak 1993 günü katledilmiş) ve daha sonra Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin’in Kasım 1992’de İsrail’i ziyaretiyle artırılması planlanan işbirliğinin temel yapısı oluşturulmuş, Karşılıklı Anlayış ve İşbirliğinin İlkeleri Muhtırası imza edilmiştir.

29 Eylül - 1 Ekim 1992’de Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Bilgin Unan’ın İsrail ziyareti diplomatik ilişkilerin gelişimi bakımından önemli bir adım olarak değerlendirilmiştir. Karşılıklı ziyaretler sonrası, Türkiye 1980’de kapattığı Kudüs Baskonsolosluğu’nu da Eylül 1992’de açarak, dış politikada yeniden Amerika Birleşik Devletleri eksenine kaymıştır.

Burada bir şey hatırlatmakta yarar vardır. Kasım 1992 yılında Hikmet Çetin işbirliğinin artırılması için uğraşırken birileride, bu anlaşmaların olmaması için Uğur Mumcu’ya BARZANİ - MOSSAD ilişkisini sızdırmış ve haber yapmasına vesile olur. 2.5 ay sonrada katledilir. Arkasından A. Kahveci ve E.Bitlis paşa sonrada Cumhurbaşkanı Özal bu insanların hepsi Barzani-İsrail ilişkisini öğrenmiş ve karşı politika için (barış) çaba sarfediyorlardı. 1997 yılında Hamas Lideri Halid Meşal’i Ürdün’de, MOSSAD ajanları tarafından zehirlediklerinde ajanların yakalanması ile pan zehir verilerek kurtulmuştu; şimdi hayattadır. Özal’ın zehirlenmesinde ne yazıkki TSK’nın, mükemmel olarak İsrail ilişkileriyle güçlü olan

Page 8: Türk-İsrail İlişkileri

subaylarımız tarafından zehirlenmediğini kim söyliyebilir. İsrail Kürt politikasında baş roldedir. Kürtler ile barışı istemiyenlerin “Nil’den, Fırat’a kadar” hayal peşinde koştukları felsefeden zaten anlaşılmaktadır.

 

Arap-İsrail Görüşmeleri ve Türkiye

Camp David Anlaşması’ndan sonra Mısır’ın, İsrail’i tanımasıyla Türkiye, İsrail ilişkilerini geliştirmede rahatlamış oldu. Madrid Konferansı’yla başlayan Arap ülkelerinin İsrail’le diyaloğu Türkiye’yi rahatlamış ve böylece İsrail’le ilişkilerini geliştirmede cesaret almıştı. “İsrail-Filistin Barış Süreci” olan 1992’de başlayıp 1993’te Beyaz Saray’da imzalanan Oslo Sözleşmesi ile artık Türkiye, İsrail ilişkilerinde yeni boyut kazanmıştı. Oslo Sözleşmesinden sonra Türkiye, İsrail’le olan ilişkilerini gizleme gereği duymayıp açıktan yapmaya başladı ve bu ilişkilerini artırarak Türkiye-İsrail ilişkilerinin altın çağına girmesini başlattı. Türk-İsrail ilişkilerinin altın çağına giden bu süreç dönemin Başbakanı Tansu Çiller’in İsrail’i ziyaretiyle devam etti. “Çiller’in bu ziyaretinde iki ülke arasında siyasal, ekonomik, askeri istihbarat, su ve diğer konularda kapsamlı işbirliği yapılması yönündeki iyi niyetler ortaya kondu.”

 İsrail ilişkilerine yeni boyut kazanmıştı. Oslo Sözleşmesinden sonra Türkiye, İsrail ilişkilerini gizleme gereği duymayıp açıktan yapmaya başladı ve ilişkilerini arttırarak Türkiye-İsrail ilişkilerinin altın çağına girmeyi başlattı. 14 Kasım 1993'te İsrail'i ziyaret eden ilk Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin, Perez’le birtakım anlaşma imzaladı. Türk-İsrail ilişkilerinin altın çağına giden bu süreç dönemin Başbakan'ı Tansu Çiller'in İsrail'i ziyaretiyle devam etti.

Çiller'in bu ziyaretinde iki ülke arasında, siyasal, ekonomik, askeri, istihbarat, su ve diğer konularda kapsamlı işbirliği yapılması yönündeki iyi niyetler ortaya konuldu.

1993 yılına girildiğinde Terör devletin tepesine kadar çıkar.24 Ocak; Uğur Mumcu, Atatürk ilkelirine sağdık en iyi gazeteci.5 Şubat; Adnan Kahveci, Maliye Bakanı.17 Şubat; Eşref Bitlis, Jandarma Genel Komutanı Orgeneral.17 Nisan; Turgut Özal, Türkiye Cumhuriyetinin Cumhurbaşkanı.25 Mayıs; evlerine dönen TSK’nin silahsız 33 askerini taşıyan

otobüsün, Bingöl'de pusu kurulup kaçırılması ve taranmasıyla barışın değil terörünün azmasını isteyenler ülkenin istikrasızlaştırma politikası.

2 Temmuz; Sivas'ta Madımak Oteli'nin yakılmasıyla toplumsal olay denemesi başlatılarak, mezhep çatışması istenmesi.

5 Temmuz; Başbağlar'da 33 vatandaşın katledilmesi. 4 Eylül; HEP kurucularından Mardin Milletvekili Mehmet Sincar’ın

öldürülmesi. 22 Ekim; Jandarma Tugay Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın’ın

Page 9: Türk-İsrail İlişkileri

Asayiş Bölük Komutanlığı’nın önünde öldürülmesi24 Ekim; Emekli Binbaşı Ahmet Cem Ersever'in öldürülmesi.

Cumhuriyet'in kuruluşundan beri, siyasete ve ülkeye yön vermek, ülkede istikrarsızlık oluşturmak isteyen güçlerin, bu şekilde çeşitli suikastler ve kitlesel olaylar meydana getirdiğini; 1993 ölümlerinin tüm yönleriyle birlikte, içimizde rant peşinde koşan T.C görevlilerinin yardımları ile İsrail’in Siyonist felsefesinin ürünü olduğu çok açıkdır.

Türkiye-İsrail İlişkilerinde, Ordu

Askeri Stratejik İsbirliği; Türkiye ve İsrail savunma bakanlarının askeri işbirliği ilkeleri üzerine bir belge imzalamak için 1992 yılının Nisan ayında bir araya gelmeleri, ortaklığa ilk adım olarak nitelendirilmiştir.

Türkiye-İsrail ilişkilerinde Ordu'nun birinci etken olduğu bu dönemde İsrail, Türk Ordusuyla iyi geçinmekte ve ilişkilerini en üst seviyede tutmaya çalışmaktaydı. Türkiye-İsrail ilişkilerinde askeri anlaşmalarda İsrail tarafını Savunma Bakanlığı temsil ederken, Türkiye tarafını TSK temsil etmekteydi. Hatta bu anlaşmaları bazen parlamento gündemine bile getirmemekte ve parlamento ile kamuoyundan gizli bir şekilde imzalanmaktaydı.

Bu anlaşmalardan 31 Mart 1994'te imzalanan, Güvenlik/Gizlilik Anlaşması ile Askeri işbirliğinin sınırlarını çizen somut protokol 1994 Ekim’de imza edilmiş, iki ülke aynı yıl askeri ilişkilerden karşılıklı çıkarlarını vurgulayarak askeri ateşelerini değiştirmişlerdir. İki ülkenin Hava Kuvvetleri, birbirlerinin hava sahasını her yıl sekiz defa eğitim uçuşları ve ortak eğitim için kullanmak üzere, 1995 yılında mutabakata varmışlardır. Türk pilotları ayrıca İsrail’ de elektronik savaş eğitimi almışlardır.

23 Şubat 1996'da dönemin Genelkurmay 2.Başkanı Orgeneral Çevik Bir, İsrail’i ziyareti esnasında 23 Şubat’ta “Askeri Eğitim ve İsbirliği Anlaşması” imzalanmıştır. Bu anlaşmanın içeriği Nisan ayından itibaren İsrail basını tarafından basına sızmasıyla Türkiye Parlamentosu ve

Page 10: Türk-İsrail İlişkileri

kamuoyu öğrenmiş oldu. 23 Şubat 1996 tarihinde imzalanan ve büyük gürültüler koparan askeri anlaşmanın ardından, 11 Mart 1996 da dönemin Türkiye Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından İsrail'e en üst düzeyde bir ziyaret gerçekleştirildi.

Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, İsrail Devlet Başkanı Ezer Weizman'ın daveti üzerine gittiği İsrail'de Başbakan Şimon Perez’le "Anti Terör" üzerine işbirliği önerisinde bulundu. Özellikle PKK konusunda destek isteyen Demirel, Avrupa’da yayın yapan PKK yayın organı MED TV'nin kapatılması için Türkiye ile işbirliği içerisinde olmasını; Terörizmle mücadele çerçevesinde bir bilgi toplama ve tasnif merkezi kurulması istenirken; Başbakan Perez ise bu isteklerin dikkate alınacağını belirtir. Ayrıca bu görüşmede Perez, İsrail'in büyük sıkıntısı olan Su Meselesi'nde Türkiye’nin kendisine su konusunda yardımcı olmasını istedi.

Bu arada Demirel'in İsrail gezisi ile ilgili olarak önemli bir anekdot dikkati çekmekteydi. Weizman, Demirel'i karşılarken "İsrail'e, İsrail'in ebedi başkenti Kudüs'e hoşgeldiniz" diyor. TSK’nın darbelerinden ve muhtıralarından bıkmış Demirel de ona; "my good friend/iyi dostum" diye hitap ederek "İsrail'i ilk ziyaret eden bir Türk Cumhurbaşkanı olmaktan onur duyuyorum" karşılığını verirken Devletin ordusu ile Başkomutanı da İsrail’in Siyonist yöneticileriyle işbirliği anlaşmalarında

Page 11: Türk-İsrail İlişkileri

beraberlerdi. (Bu sözü rahmetli Özal asla söylemezdi.)

Aynı Demirel, İsrail Parlamentosunda Dış ilişkiler ve Savunma Komitesinden oluşan (Knesset); 30 Temmuz 1980 de kabul ettiği bir yasayla Kudüs'ü daimi başkent ilan etmesi üzerine bu yasayı kınayıp iptalini istemiş ve “İsrail'in Uluslararası kuralları ve adalet ilkesini ihlal ettiğini" belirtmişti. Ama onun meşhur söylemi “Dün dündür. Bugün bugündür” politikası Siyonizme ne güzel uymuştur!

11 Nisan 1996 da İsrail "Gazap Üzümleri" diye Lübnan'a bir operasyon başlattı. Özellikle BM kampında kalan sivil ölümlere büyük tepkiler yağdı. Dönemin RP Grup Başkanvekili Abdüllatif Şener bu saldırıya yönelik İsrail'in "Devlet Terörü” olduğunu belirtti.

Bu dönemde gerek RP lideri Necmettin Erbakan gerekse de kurmayları Siyonizm'i ortadan kaldıracaklarını her fırsatta beyan ederlerken TSK kanadından İsrail’e yakın olanlar Çevik Bir paşa başta olmak üzere diğer kuvvet komutanları ile postmodern bir darbeyle hükümet istifasını vermek zorunda kalmıştı.

REFAH-YOL Döneminde Türkiye-İsrail İlişkileri

1996 Haziran’ına gelindiğinde, İsrail'i endişelendiren İslamcı bir RP'nin iktidarı gündeme geldi. İsrail'in aslında RP'nin iktidar sürecini, Türkiye ile olan ilişkileri açısından biraz kaygıyla izlemekle beraber, bu ilişkilerin Türk Ordusu inisiyatifinde yürütülüyor olmasından pek de telaşa kapılıyor görüntüsü vermek istemiyordu.

İsrail'in Cumhurbaşkanı Ezer Weizman, 1996 yılı haziran ayında HABİTAT ZİRVESİ'ne katılmak üzere Türkiye’ye geldiğinde açık bir şekilde RP iktidarını soruşturuyordu.

REFAH-YOL iktidarı ile Başbakan olan Necmettin Erbakan'a İsrail Başbakanı Netenyahu'dan mesaj getiren özel temsilci Davit Granit, CHP lideri Deniz Baykal'ı da ziyaret etmiş ve Erbakan başbakanlığındaki REFAH-YOL iktidarının "Türkiye'nin İsrail ve Arap politikasını değiştirebilir mi?" diye sormuş. Baykal'ın bu soruya verdiği cevap Ordu'nun söyleminin değişik bir açılımı olunca İsrail özel temsilcisi ve beraberindeki heyet rahatlamıştır.

Baykal: "Türkiye, dış politikası hükümetlere bağlı olarak değiştirilemez, bir devlet politikası olarak uygulanır. İki ülkenin yaptığı askeri anlaşma da bu çerçevede değerlendirilmeli ve bir olumsuzluk beklenmemeli" demekteydi.

Netenyahu'nun özel temsilcisi aracılığıyla kutlama mesajı gönderdiği Başbakan Erbakan'a "sizinle yakın bir tarihte tercihinize göre ya İsrail, ya da Türkiye’de bir araya gelmekten memnuniyet duyacağım" görüşme isteklerini bildirdi. Erbakan'ın Netenyahu ile görüşmesi söz konusu olmadıysa da, Türkiye'nin İsrail ile olan ilişkilerinde TSK’nın,

Page 12: Türk-İsrail İlişkileri

Cumhurbaşkanlığı'nın, Parlamento’daki diğer partilerin ve de koalisyon ortaklığı olan DYP'nin baskısını her zaman üzerinde hissetti.

RP’nin İsrail’le İlk Anlaşması

Prof. Dr. Necmettin Erbakan, Türkiye'nin başbakanı oldu. Erbakan İsrail'i "ebedi düşman" olarak nitelendirip "İsrail, Arap ve Müslüman dünyanın göbeğindeki kanser mikrobudur" diyordu. Ona göre İsrail, İslam'ın kuyusunu kazıyor ve Müslümanları yok etmek istiyordu. Nil'den Fırat'a kadar genişleyecek bir "Büyük İsrail" projesinden bahsediyor ve Türkiye'deki ekonomik sıkıntıların arkasında "Siyonistlerle yapılan anlaşmalar" olduğunu söylüyordu. Erbakan Türkiye'nin İsrail ile olan bağlarından nefret ediyor ve bir an önce bu bağlardan kurtulmak için çabalıyordu. Haber yorumcuları, Erbakan'ın göreve geldiğinde Türkiye-İsrail arasında son dönemde yapılan anlaşmaları fesh edeceğini öngörüyorlardı.

RP iktidar olmadan önce İsrail karşıtlığı yürüttüğü politikayı, iktidar olduktan sonrada devam ettirmek istediyse de özellikle TSK’nın dayattığı baskılardan dolayı buna devam edemedi. İlk adım olarak da F-4 uçaklarının modernizasyonunu da kapsayan savunma anlaşmasını imzalamasıyla başladı. Başta bu anlaşmayı imzalamaya yanaşmayan Refah Partisi kendilerine verilen 5 saatlik brifingden sonra kararını değiştirerek yetkililere savunma anlaşması yapma yetkisini veren kararnameyi imzaladı.

İsrail ile ilişkiler konusunda gerek dış dünyadan gerekse içerden yapılan baskılar karşısında Erbakan gittikçe rahatsız olmakta, bu rahatsızlıkta İsrail’le ilişkilerin geliştirilmesinden yana olan kesimleri cesaretlendirmekteydi. Erbakan için iktidarında İsrail'le ilişkilerde sorun çıkarmamak anlamını taşıyordu. Nitekim Erbakan, İsrail’le siyasi ve ekonomik ilişkiler konusunda idare edici, sorun çıkarmayan bir politika izlemeye çalışırken, askeri alanlardaki ilişkilerde ise sadece imza ve onay görevini üstlenmiş pozisyona düşmüştü. Kendinden önceki hükümetlerin hep gündeminde olan ama bir türlü modernize edilemeyen F-4 uçaklarının İsrail tarafından modernize edilmesi projesini de onaylamak yine Erbakan'a nasip olmuştu.

Türkiye-İsrail ilişkilerinde (U.Mumcu, A.Kahveci, E.Bitlis, T. Özal’ın ölümünden sonra) 1993 yılından 1996 yılı Ekim ayına kadar olan sürede 13 anlaşma imzalanmışken; 1996-1997 yıllarının ilk aylarında toplam 20 anlaşmanın imzalanması RP iktidarının nasıl bir baskı altında nasıl siyaset yaptığını göstermektedir. Erbakan'ın bir yıllık iktidarı döneminde dış ilişkilerde Amerika ve İsrail'in ve de içeride laik kesimin büyük rahatsızlığına neden olduğu İslam ülkelerine yaptığı ziyaretler oldu.

Türk Hükümeti anlaşmalara gelen tepkiler neticesinde askeri ilişkiler olarak yapılan anlaşmalar 1996 yılı değil 31 Mart 1994 tarihinde “Güvenlik-Gizlilik Anlaşması” yapılması ile başladığını ifade eder. 1993

Page 13: Türk-İsrail İlişkileri

ölümleri olmasaydı bu anlaşmalar olmazdı. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri bu kadar anlaşma yapmamışken ne olduda suikastlerden sonra bu kadar çok anlaşma ortaya çıktı. Demek ki bu suikastlerden sonra devletin imza yetkilileri sıranın kendisine gelmemesi için imzaları basmışlardı.

Burada ilginç bir kişilik olan bir devlet görevlimizi tanımak bize bazı bilgiler için yardımcı olmamızı sağlar. DYP-SHP Koalisyon Hükümetinin Dışişleri Bakanı; 20 Kasım 1991-27 Temmuz 1994 yılları İsrail’i ilk ziyaret eden Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin; 1937 Diyarbakır/Lice doğumlu, ABD eğitimli, Siyasal Bilgiler Üniversitesi mezunu, DPT’da 1970-1977 yılları arası çalıştı. 1977 yılında seçimlerde CHP’ye katıldı. 1980 ihtilalinden sonra kapatılan CHP’nin yerine SHP kuruldu Diyarbakır Milletvekili olarak meclise girdi. Yasakların kalkması ile CHP tekrar kurulur ve SHP ile birleşir 1995 yılında CHP’nin Genel Başkanı olur. Bir partinin lideri ama adı gibi ne hikmetse DYP Başbakan S.Demirel Cumhurbaşkanı olunca, liderlik unutulur başka bir lidere baş danışmanı olur. Nedenmi? Özal gibi ölmekten korktuğu içindir! Kimbilir.. En önemli görevi ise 2004 yılı bir partinin ve kitlelerin lideri olmayı bırakır, NATO’nun Afganistan Kıdemli Sivil Temsilcisi olur. Kürt kökenli vatandaşımız için milletin liderliğini bırakıp hizmetkar olmak daha önemlidir!!!

Burada şunuda söylemekte fayda vardır. Atatürk tarafından kurulmuş olan CHP’de, gelen liderler içinde ülkesine korkmadan hizmet edenin en iyisi Ecevit miş.

Türkiye’deki laik kesim Erbakan'ın İslam ülkelerine olan bu ziyaretlerini 70 yıllık Cumhuriyetin dış politikasından bir sapma olarak değerlendiriyor ve rahatsızlıklarını açık bir şekilde beyan ederek RP üzerinde baskı kuruyorlardı. Dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, İsrail Genelkurmay Başkanı Orgeneral Amnon Shakak'ın resmi davetlisi olarak 24 Şubat 1997'de İsrail'e gitti. Bu görüşmede İsrail, Erbakan'ın İslam Ülkelerini ziyaretinden, özellikle de İran ile geliştirdiği ilişkilerden rahatsızlıklarını belirtip bu ilişkilerin Türkiye-İsrail ilişkilerine olumsuz yansıyabileceği kaygılarını belirtiyorlardı.

Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı’nın kendisine eşlik eden çok sayıdaki gazeteci ile birlikte İsrail’e ziyarette bulunması, Türkiye’nin İsrail ile giderek artan yakın ilişkilerine dair Türk kamuoyu ve medyasının artan ilgisinin bir göstergesi olmuş ve Karadayı, “Erbakan Hükümeti istese de, istemesede” İsrail’e gideceğinin altını çizmiştir. Karadayı basına verdigi demeçte Tel-Aviv’e gitmeden önce, Başbakan Erbakan ile görüşmeye lüzum görmediğini ifade etmiştir.

Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, İsrail'in önde gelen gazetelerinden Ha'aretz'in sorularını yanıtlayıp, İsrail'in kaygılarını gidermeye çalıştı. 25 Şubat 1997 tarihli Milliyet Gazetesi ise bu ziyareti şöyle yansıtıyordu: "Karadayı dün başladığı ziyaret öncesinde İsrail'in önde gelen gazetelerinden Ha'aretz'in sorularını cevapladı. Genelkurmay

Page 14: Türk-İsrail İlişkileri

Başkanı, gazetelerin RP lideri Erbakan başkanlığındaki hükümetin son dönemlerde İran ile geliştirdiği ilişkilere dayanarak yönelttiği «know-how’ının üçüncü ülkelere transfer edilmesi konusunda endişelenmesi için bir neden var mı?» sorusunu, şöyle yanıtladı; «Evrensel bir kavram olarak ülkeler arasındaki askeri işbirliği faaliyetlerinde kazanılan 'know-how'ının üçüncü bir ülkeye transferinin ancak karşılıklı mutabakat ile olabileceği gerçeği açıktır. Bu husus İsrail ile yürüttüğümüz faaliyetlerde de geçerlidir. Bu nedenle İsrail'in bu yönde bir endişe içinde olacağını sanmıyorum» diyerek Karadayı röportajda, laikliğin Türkiye'nin değişmez yapısı olduğunu dile getirdiğinide söyledi.”

Türkiye siyaseti, ülke içindeki suikastlerden ve kitlesel olaylardan bir şey anlamayınca, Siyonizm planını başka yöne çevirmiştir. 25 Şubat’ta Genelkurmay Başkanı Karadayı'nın, İsrail'in know how’larıyla igili soruya "laikliğin Türkiye'nin değişmez yapısı" olduğunun ne anlama geldiğini 3 gün sonra  28 Şubat’ta toplanan  Milli Güvenlik Kurulu Toplanıtsı’yla, Türkiye başta olmak üzere tüm dünya Ankara/Sincan’da TSK’nın tankları yürütmesiyle öğrenmiş olacaktı.

Mesut Yılmaz’ın başbakanlık görevine geldiği 21 Haziran 1997 tarihinden, 17-21 Aralık tarihleri arasında yaptığı New York ziyaretine kadar, Türk-İsrail ilişkileri ile ilgili devamlı yeni açıklamalar ortaya çıkmıştır. Türkiye’nin İran ile olan ilişkileri gelişmesine rağmen, özellikle İran’ ın PKK’ya verdiği destekten dolayı soğuk hava devam etmiştir. Suriye ile de aynı nedenden dolayı ilişkiler düzelmemiştir. Bu bağlamda, ANAP-DSP hükümetinin; Suriye’nin ve İran’ın PKK’ya verdiği desteğe yanıt olarak Yahudi Devleti’yle bağlarını daha da sıkılaştırmak olmuştur. Suriye ve İran’da buna “Şeytani ittifak” suçlamasında bulunmuşlardır.

Türk- İsrail, ‘Askeri Eğitim İşbirliği Anlaşması’nın bir gereği olarak, 1997 yılında yapılması planlanan, arama-kurtarma amaçlı, Akdeniz’de “Güvenilir Denizkızı” (Reliant Mermaid) adı verilen tatbikat, anlaşmaya karşı çıkan devletlerin sert eleştirileri sebebiyle ertelenmiş ve uzunca bir süre yapılamamıştır. Güvenilir Denizkızı Tatbikatı daha sonra, 1998 yılının Ocak ayında, ABD savaş gemilerinin de katılımıyla Akdeniz’in uluslararası sularında gerçekleştirilmiştir. Tatbikat sonrasında KKK Hüseyin Kıvrıkoglu’nun, İsrail’e dört gün süren bir ziyarette bulunması, uluslararası kamuoyunun ilgisini çekmiştir. Yine anlaşma gereği yapılması gereken, üst düzey askeri yetkililerin karşılıklı ziyaretleri de gerçekleştirilmeye devam edilmiştir. Hüseyin Kıvrıkoglu’nun Şubat 1998’deki İsrail ziyareti esnasında, Türkiye’nin bin adet “Merkava” tankı ve havadan-karaya “Popeye-I” füzeleri satın alması gündeme gelmiş, Türkiye’nin coğrafi koşullarına uygun olmayan tanklardan vazgeçilmiş, İsrail’e 12 milyon dolar tutarında 40 zırhlı araç satılarak, İsrail’den elektronik malzeme satın alımı yapılmıştır.

Bölge ülkelerinden Suriye tatbikatı; “bölgedeki istikrarı bozucu bir unsur” olarak nitelendirirken, İran; “bölgede sürekli bunalımlara yol açan Siyonist yayılımcı politikaları geliştirme planının bir ürünü” olarak

Page 15: Türk-İsrail İlişkileri

nitelendirmiştir. Mısır ise; “ İsrail ile ittifak yapan Türkiye bilmelidir ki, her türlü ittifak bir karşı ittifak oluşturur” açıklamasıyla Türkiye ve İsrail’ i bölge ülkelerini tahrik etmekle suçlamışlardır. İçlerinde en önemli ve doğru tespiti İran yapmıştır.

İsrail Basbakanı Barak’ın Türkiye ziyaretine eş zamanlı olarak, Çevik Bir Washington’da İsrail yandaşı bir düsünce kuruluşunda konuşma yapmaktaydı. Türkiye- İsrail ittifakının stratejik öneminin altını çizen Orgeneral Bir, ittifakın Orta Asya ve Kafkas ülkelerini batıya yaklaştırmak için özellikle önemli olduğunu vurgulamıştır. Emekli Orgeneral, Cumhurbaşkanı Hatimi’nin reformcu programına rağmen, İran’ın elinde bulunan yeni füzelerin Türkiye ve İsrail için bir tehdit oluşturmasından dolayı bu ittifakın ayrıca önemli olduğunu belirtmiştir. Bir, Türkiye ve İsrail arasındaki ittifakın, Ekim 1998’deki Türkiye-Suriye arasındaki krizin çözülmesinin yolunu açmış oldugunu ve kriz esnasında, Suriye’nin Türkiye’ye karşı aldığı sorumlu tavrı, bu ittifakın ise yaradığını ispatladıgını belirtmiştir. Ayrıca eğer İsrail ile Suriye arasında bir barış antlaşması imzalanacaksa, bunun Türkiye ile İsrail arasındaki anlaşmaların sonucu olacağını söylemiştir. Bir, Washington’da iken, bir iyi niyet gösterisi olarak, Yahudi Enstitüsü’nden “Uluslararası Liderlik Ödülü” almıştır. Bir’in, Washington’da yaptığı konuşma esnasında, İsrail Başbakanı Barak’ın, Ankara’ ya yapmış olduğu ziyaret, 1958’de Türkiye’ye gelen David Ben Gurion’dan bu yana, İsrail’den Türkiye’ye başbakanlık düzeyinde yapılan ilk ziyaret olmuştur.

Türk halkı tarafından sıcak karsılanan Barak’ın ziyareti, iki ülke arasındaki ittifakın giderek artan önemine güçlü bir sinyal göndermiştir. Barak’ın ziyareti esnasında dikkat çeken bir başka durum da, Barak’ın yanında bulunan Türkiye Amerikan Yahudi Federasyonu’nun bir yetkilisi olan David Haris olmuştur. David Haris, Adapazarı’ndaki İsrail Köyü açılışında yaptığı konuşmada; “biz sadece iyi gün dostu değiliz. Karagünde de yanınızdayız” demiştir. Amerikan Yahudileri’nin Türkiye- İsrail ittifakına verdiği desteği bundan başka ‘Susurluk Raporu’nda çıkan Ertaç Tinar adlı şahıs akla gelir.

Susurluk Raporu’nda, İsrail-MOSSAD ilişkileri;“Adapazarı/Geyve doğumlu Ertaç Tinar, Londra'da yerleşik Hospro

firmasının sahibi ve yöneticisidir. Hospro 100 poundluk sermayeye sahip bir tabela şirketidir. Uzun yıllar sağlık sektöründe faaliyet göstermiştir. Türk hastanelerine, İstanbul Üniversitesi sağlık kurumlarına milyarlarca liralık teçhizat satmıştır. Edinilen kanaat satın alınan bu cihazlarla hastanelerin özellikle de kalp ve damar cerrahi ünitelerinin ciddi şekilde suistimal edildiği şeklindedir.

Ertaç Tinar 1994 yılına kadar, Kıbrıs pasaportu ile ve yabancı sermayeli bir şirketin Türkiye temsilcisi yabancı personel statüsünde faaliyette bulunmuştur.

1993 yılı sonlarında Emniyet Genel Müdürlüğü'ne müracaat ederek

Page 16: Türk-İsrail İlişkileri

silah hibe etmek istediğini belirtmiş ve bu talep uygun görülmüştür. Bu arada birkaç ihaleye de katılmıştır. Kazandığı ihalelerde klasik müfettiş gözüyle problem olmadığı ifade edilemezse de bu konu Başkanlığımızca irdelenmemiştir. Sadece Emniyet Genel Müdürlüğü'nü, Olağanüstü Hal Bölge Valiliği'nin kurulması safhasını ilgilendiren KHK maddelerine dayanarak ihalelerde klasik ihale metodlarının dışına çıkma, uygulamalarına son verilmesi gereğine işaret edilecektir.

Ertaç Tinar'ın hibe talebi Genel Müdürlükçe uygun görülmüş silah ve teçhizat kolileri 1994 yılından itibaren ülkeye gelmeye başlamıştır. (Ertaç Tinar bu arada şahsi dostu Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Ertuğrul Oğan'ın tavassutuyla ve hemen hemen bir günde Türk pasaportu da almış ve daha sonra Kırmızı Pasaport taşımak üzere Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin Cenevre Fahri Temsilcisi olmaya talip olmuştur.)Emniyet Genel Müdürlüğü kayıtlarına göre; Hospro 82 milyar liralık 154 kalem malzemeyi hibe etmiş, sadece 10 Baretta ve susturucusu kaybolmuştur. Ertaç Tinar'ın iş arkadaşı Max Bretscher'e göre Tinar "bir yıl içinde Divonne'daki evini ödedi. Versoix'deki apartmanını aldı. 1.7 milyona yeni bir ev, bir 600 Mercedes, bir Crysler Voyager ve karısına bir Mercedes 320 satın almıştı. Hepsini bir yıl içinde ve bu 70 milyon dolardan aldı."

Hospro İsrail'den satın aldığı silahları hibe olarak Türkiye'ye sevketmiş ve Emniyet kayıtlarına hibe adı altında geçmiştir. Bu konu üzerinde teferruatıyla durmak ihtiyacı vardır.

Tinar, İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr.Bülent Berkarda ile METSAN adıyla bir şirkette ortaklık kurmuş ve muhtemelen yine tıbbi cihaz satışında yer ve rol almıştır.Adıgeçen, daha sonra KKTC'nin Cenevre Fahri Konsolosluğu'na talip olduğunda referans olarak Adalet Bakanı Sn. Mehmet Ağar'ı göstermiştir.

Önemli olan husus şudur; sağlık sektöründe faaliyette olan Hospro 1992 yılını takiben bu sektörde görünmemektedir. Bu tarihten sonra firma ve Eratç Tinar Emniyet Genel Müdürlüğü kayıtlarında ortaya çıkmaktadır.Özel Harekât Daire Başkanı İbrahim Şahin 23.2.1994 tarihinde "çok acele" kaydıyla bazı malzemelere ihtiyaç duyduğunu belirtmiş, 285 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 3. maddesindeki muafiyetlerden yararlanarak ve pazarlık usulüyle Hospro firmasından alımı için Genel Müdür Mehmet Ağar 27.2.1994 tarihinde onay vermiştir. İlgili Daire yetkilileri Hospro'yu ve Ertaç Tinar'ı tanımadıklarını isimlerin "makam"dan verildiğini söylemişlerdir.

Burada dikkati çeken temel husus, Hospro firmasının aniden devreye girişidir. Bir tabelâ şirketinin Türk Emniyet Teşkilâtına milyarlarca liralık silah ve teçhizatı hibe etmesi de ilgi çekicidir.Eğer hibe, İsrail Devleti tarafından yapılıyor ise bu sistemin devletin diğer kuruluşlarınca oluşturulması gerekirdi. Eğer hibe olarak gösterilen işlem, gerçekte bir satın almaysa hiçbir gerekçe bu durumu izah edemez. Emniyet teşkilâtında gelişigüzel işlemleri, terörle mücadele veya vatan için döğüşmekle de izah

Page 17: Türk-İsrail İlişkileri

etmek mümkün olamaz.

Silahlarla ilgili sorunlar bitmemiştir. Ülkeye gelen silâh ve malzeme miktarı belli değildir. Özel Harekât Dairesi, naklettiği silahların kaydını tutmadığı gibi, Bakım-İkmal Dairesi'nden kolilerin "orijinal ambalajları açılmadan" kendilerine teslim edilmesini istemiş aradan aylar geçtikten sonra sayım yapılmış ve bize göre "istedikleri şekilde" kayıt tutulmuştur.

Hibe teçhizatın, temininden kayda alınmasına kadar bir seri hatalı işlem vardır. Emniyet Genel Müdürlüğü'nün o dönemde üzerinde durduğu esas konu ise Mossad'la ilişki kurmaktır. Ödemelerin, Ertaç Tinar'ın devreye girmesinin, İsrail'e yapılan ziyaretlerin esas amacı, Mossad ilişkisi ve Abdullah Öcalan'a karşı yapılacak operasyondur. Hatta hibe malzemelerin gerekçesinin de Öcalan karşılığı yapılan ve yapılacak ödemelerin kamufle edilmesi amacına dönük olduğu ifade edilmektedir. Ancak bu noktada da bir açıklık vardır. Ödemeler Ertaç Tinar'a yapılmakta hizmet İsrail'den beklenmektedir.

Mossad Başkanı'nın, Emniyet Genel Müdürü'nü, keza CIA yetkililerinin Emniyet ziyareti bir başka olumsuzluğun sebebi olmuştur.”

Hangi eylemlerde kullanıldığı belli olmasın diye silahların bir çoğu kaybolmuştur. Zaten bu yüzdende kaydı tutulmamıştır.

MOSSAD ve CIA nın MİT ve Askeri istihbarata güvenmeyip Emniyet ile çalışmaları yıllar sonra tekrar ortaya Ergenekon İddianamesi ile çıkması neticisinde anılan örgütlerin artık polis teşikilatı ile çalıştıklarını gösterir.

Türkiye-İsrail İlişkileri Bağlamında 28 Şubat Postmodern Darbe 

Türkiye’de laik kesim başta olmak üzere İsrail ve Amerika'nın İslamcı bir partinin iktidarda olma rahatsızlığı  her geçen gün artarken dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir'in dediği "Demokrasiye Balans Ayarı" vakti de 28 Şubatla gelmiş bulunuyordu. TSK, demokrasiye balans ayarı vermek istediği bahanesini bulmuştu. O da Ankara’nın Sincan ilçesinde düzenlenen "Kudüs Günü" etkinliğiydi. Aslında Türkiye’nin hemen her yerinde daha evvelde kutlanan "Kudüs Günü"; Erbakan'ın başbakan olmasından dolayı, medyada çok farklı yansıtıldı ve postmodern darbeye zemin hazırlatıldı. Sonra ne demekmiş “Kudüs Günü”! Bizim bildiğimiz Kudüs İsrail’in başkentiydi! Kutlarsa İsrail’ler kutlardı günlerini!!!

(Cumhurbaşkanı S. Demirel, İsrail’e gittiği zaman İsrail Devlet Başkanı Ezer Weizman ne demişti hatırlıyalım; “İsrail'e, İsrail'in ebedi başkenti Kudüs'e hoşgeldiniz”. Demek ki Kudüs Günü Filistin meselesi değil bunu Türkiye’de yaparsanız darbe karşınıza çıkar belki anlaşmalar gereğide böyledir!)

Türkiye’de her yıl olduğu gibi o yıl da Ramazan ayının son Cuma'sı 

Page 18: Türk-İsrail İlişkileri

olarak ilan edilen "Dünya Kudüs Günü" 31 Ocak'ta Sincan'da yaklaşık 500 kişinin izlediği bir toplantıyla kutlandı. Gecede Kudüs ve Filistin meselesi ele alınmış ardından da İran Büyükelçisi M. Rıza Bagheri ve Sincan'ın Refah Partili Belediye Başkanı Bekir Yıldız birer konuşma yapmıştı. Ertesi gün Türk Medyası bu gece için "Şeriat Provası" manşetleri ile okurlarının karşısına çıktı ve postmodern darbeye giden süreci hızlandırmış oldu.

 Sincan'ın  Belediye Başkanı Bekir Yıldız, İçişleri Bakanı Meral Akşener tarafından 3 Şubatta görevden alındı ve Ankara DGM tarafından tutuklandı. İran Büyükelçisi Dışişleri Bakanlığına çağrılarak protesto edildi. 4 Şubat günü 15 tank ve 20 kariyer, Sincan ilçesinden geçerek hükümete gözdağı verdi.

22 Şubatta İsrail'e giden Genelkurmay Başkanı Karadayı 27 Şubatta Türkiye’ye döndü ve ertesi gün Türkiye tarihinin en uzun MGK toplantılarından olan ve bundan sonraki siyasal ve sosyal gelişmeleri belirleyen 8 saat 45 dakikalık MGK toplantısı yapıldı.

MGK toplantısında alınan kararlar tamamen siyasete müdahaleydi ve bu müdahale Türkiye tarihinde "Postmodern Darbe" olarak 28 Şubat’ta kayıtlara geçti.

Ordunun baskısı altında siyaset üretmeye çalışan RP 28 Şubattan sonra artık siyaset yapamaz duruma geldi. Baskılar her geçen gün artarken İsrail ile yeni anlaşmalar da  tüm hızı ile devam ediyordu. Çevik Bir'in 1997 Nisanı’nda İsrail'i ziyaret ediyor ve bu ziyaretin amacı ise Türkiye-İsrail ve Amerika arasında gerçekleştirilmesi düşünülen ilk askeri tatbikattı. Çevik Bir, Türkiye'ye döndükten sonra bu tatbikat için tarih ve çalışmalara başlarken bu sefer sadece imza ve onay memuru vazifesine düşen başbakanlıktan imza ve onay çıkmadı. Başbakan Erbakan bir taraftan ordu baskısına maruz kalırken öbür taraftan da İsrail ile yapılan çalışmalardan dolayı seçmenleri tarafından büyük tepkilere maruz kalıyordu ve bu seçmenlerin tepkisini dindirmek için askeri tatbikat anlaşmasına yanaşmayıp imza atmadı.

Askeri tatbikata imza atmayan Erbakan karşısında Ordu, baskısını çok arttırdı ve sonunda Başbakan Erbakan 18 Haziran 1997'de Çankaya Köşkü'ne çıkarak Cumhurbaşkanı Demirel'e istifa mektubunu sundu.

Erbakan'ın istifasıyla Refah-Yol dönemi kapanmış oldu. Refah-Yol iktidarından sonra Mesut Yılmaz Başbakanlığında ANASOL-D Hükümeti iktidara geldi ve böylece laik kesim başta olmak üzere Ordu ve İsrail de rahatlamış oldu. Yeni Hükümetin Dışişleri Bakanı İsmail Cem, İsrail ile siyasi ve askeri ilişkiler konusunda güvenceler  veriyordu. Dışişleri Bakanı Cem Türkiye'nin Ortadoğu'da çok önemli bir denge unsuru olduğunu belirterek İsrail ile ilişkilerin iyi yönüyle süreceğini ifade ediyordu.

Yeni hükümetin İsrail'e yönelik iyi yönlü mesajları Amerika'daki etkinlikleri ile bilinen Yahudi Lobileri tarafından da cesaretlendiriliyordu. Bu cesaretlendirme örneklerinden bir tanesi de henüz 4 aylık Başbakan

Page 19: Türk-İsrail İlişkileri

olan Mesut Yılmaz'a Amerika'da İsrail ve Yahudi karşıtlarıyla mücadele amacıyla kurulmuş dünyanın en etkin Yahudi kuruşlarından "Anti Defamation Leaguge(ADL)" tarafından "Seçkin Devlet Adamı" ödülü verilmesiydi.

ANASOL-D hükümetinin iktidarıyla Türkiye-İsrail ilişkilerinin sıcaklığını fırsat bilen İsrail 22 Aralık 1997'de Türkiye'ye İsrail Savunma Bakanı ile birlikte üst bir heyet gönderip ilişkileri daha arttırmanın ve de Erbakan döneminde yapılamayan askeri tatbikatın yapılması görüşmelerini yaptılar. Görüşmeler nihayetinde 1998 yılının hemen başında 5 Ocak'ta, daha öncesinde iptal edilmiş olan bu askeri tatbikat büyük bir şov ile yapıldı. Bu askeri tatbikattan dolayı İKÖ (İslam Konferans Örgütü) toplanmış ve de Türkiye-İsrail ilişkileri sert bir dille eleştirilmişti.

Türkiye ile İsrail arasında askeri ve güvenlik  yönü ağır basan ilişkilere ekonomik boyutlar da kazandırmaya yönelik girişimler bölge ülkeleri tarafından da yakından izleniyordu. El-Hayat Gazetesi 14 Şubat 1998 tarihli sayısında Irak Ekonomi Uzmanı Abdulhamid el-Kifai Türkiye-İsrail ilişkilerinin ekonomik boyutunu incelediği yorumunda şu ifadelere yer veriyordu: "İsrail, Türkiye'ye teknik ve elektronik alanlarda yardımda bulunurken, Türkiye de İsrail'e hammadde yardımında bulunuyor. Bu iki ülkenin ticari bağlantısında İsrail'in satıcı ve karlı çıkan taraf olduğu görülüyor. Öte yandan İsrail, Suriye, Irak ve İran'ı kendine düşman olarak görmektedir. İsrail, Türkiye'nin komşu ülkelerle olan su, toprak ve İslamcı akımlarla, ayrılıkçı Kürtleri destekleme konusundaki ihtilaflarından istifade ediyor. Bu nedenle aralarındaki stratejik işbirliği nedeniyle Türkiye'ye ekonomik yönden yardımda bulunuyor. Güvenliği kuvvetlendiriyor. İsrail bütün bunları, bölgenin güvenliğini sağlaması hesabıyla yapıyor”.

  Türkiye-İsrail ilişkilerinin her geçen gün daha da artıp farklı boyutlar kazanmasıyla Orta Doğu ülkelerinin dışında AB tarafından da dikkatle izleniyordu ve bu ilişkilerin bazı boyutları farklı gerekçe ve ifade ediş biçimiyle kabul görmüyordu.

21 Ağustos 1998 tarihinde gündeme gelen bir olay  Avrupa Birliği'nin Türkiye-İsrail işbirliğine bakışını yansıtması bakımından dikkat çekicidir.

"İsrail, Türkiye'nin AB ile gümrük birliği ilişkisinin avantajlarından yararlanarak kendi mallarının Türkiye üzerinden AB ülkelerine satılması önerisi getirilmişti. Türkiye ve İsrail, bu öneri çerçevesinde İsrail mallarının AB pazarlarına girişi için Brüksel'e başvuruda bulunmuşlardır. Ancak bu başvuru 21 Ağustos 1998'de Brüksel tarafından reddedildi. Reddetme gerekçesi ise "Türkiye 1999 başından itibaren  Pan-Avrupa kümülasyon sistemine dahil edilecek. İsrail ise Akdeniz  kümülasyon sistemine alınacak. Ayrı sistemlerde yer alacağınız için  şu anda işbirliği yapmamız erken. Birkaç yıl sonra tekrar iki sistemin nasıl işbirliği yapacağı gündeme geldiğinde  bu öneriniz yeniden incelenebilir."

Bu da AB'nin; Türkiye ile İsrail'e ayrı ayrı konumlar biçtiğini ve şu an ki

Page 20: Türk-İsrail İlişkileri

Türkiye-İsrail ilişki biçiminin AB tarafından uygun görülmediğini gösteren  diplomatik bir mesaj olarak algılanabilir.

 

 İsrail’in Kürt Politikası ve Türkiye

İsrail’in Kürt politikası olurmu demeyin. Zira kutsal kitaplarında “Nil’den, Fırat’a kadar” kutsal olan söylemleri, bölgenin yaşayan halklarından Yahudi Barzani Kürtleri’nde olması doğal olarak Siyonizm politikası çıkar.

Türkiye-İsrail ilişkilerinde  ‘İsrailin Kürt politikası’ önemli yer tutar. İsrail kimi zaman Türk ordusunun savaş halinde olduğu PKK ile iletişim halindeyken kimi zaman da PKK hakkında  Türkiye’ye istihbarat paylaşımı yapmaktaydı. Özellikle PKK lideri Abdullah Öcalan'ın Suriye’den çıkarılması süreci İsrail-Türkiye stratejik diyaloğu ve istihbarat paylaşımı ile çok yakından ilişkiliydi. Pek çok analizcinin de dikkat çektiği gibi “eğer İsrail istihbaratı MOSSAD tarafından Türkiye'ye bilgi verilmeseydi Türkiye, PKK'nin Suriye içindeki kamplarını bombalamak gibi bir tehditte bulunmayacaktı” söylemi safsatadan başka bir şey değildir. İsrail-Türkiye askeri beraberliğinin mükemmelliği bazı güçlü subaylar tarafından sağlandığı için tamamen Türk Ordusuna lanse edemeyiz. TSK’nın askeri istihbaratı bu subaylara çalışmıştır ama Milli İstihbaratımız (MİT) dünyanın en iyilerinden olduğunu unutmamamız gerekir.

Bir örnek verecek olursak MİT’in başına geçen Hakan Fidan’dan İsrail devleti korkmuş onu İran yanlısı olarak lanse etmişti. Çünki MİT artık asli görevine dönmüş bunu gören MOSSAD, MİT’in gücünü bildiği için yaygaraya başlamıştır.

Hakan Fidan’ın MİT Müsteşarlığına atanmasından kısa bir sonra, İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak’ın “Türkiye dost bir ülke ve stratejik bir müttefik. Fakat son haftalarda İran destekçisi bir adam Türkiye MOSSAD’ının başına atandı. Onların elinde önemli miktarda sırrımız var. Son iki aydaki izlenimimiz, bu sırları İran’a açabilecekleri şeklinde. Bu da çok rahatsız edici” sözleri ilginç olduğu kadar Türkiye MOSSAD’ı tanımı bir çok şifreler içermektedir. Gerçektende yıllardır bizim bildiğimiz MİT, Milli İstihbarattan çok herşeye benzemektedir. 1993 yılının suikastleri devlete yapılmış ama MİT görmedim-duymadım-bilmiyorum diyerek tavrını ortaya koymuştur. İşte o zamanın başbakanı Süleyman Demirel böyle bir kurumu hemen fes etmesi gerekirken MİT’in yapısıyla “MİT, Zambia’daki düğünü haber vereceğine darbeleri söylesin” diye dalga geçmiştir. İşte bu yüzden İsrail devletinin MİT’i anlamında bizde söyliyebiliriz o zamanlar için!

İsrail, kendi tarihinde ilk defa bir başka ülkenin istihbaratının başına atanan bir isimden büyük rahatsızlık duyduğunu açıkça ilan ediyordu. İsrail’in düşman ilan ettiği Hakan Fidan’ın İsrail’le örtülü işbirliği içerisinde hareket edebileceğini artık hiç kimse düşünemez. Kısacası İsrail,

Page 21: Türk-İsrail İlişkileri

Hakan Fidan’ın MİT’in başına atanmasına gösterdiği sert tepki ile ona dokunulmazlık zırhı sağlayarak onu her türlü eleştiri ve muhalefetten korumuş olmuştu. Aslında İsrail’in bu yaygarası Washington’un İsrail’e 1993 yılındaki Oslo dayatması gibi; politikasıdır.

MİT Müsteşarı Hakan Fidan’da, İsrail’in kendisine sağladığı bu büyük desteğin bedelini, Ankara’daki Büyükelçiler konferansında fazlasıyla öder.

Hakan Fidan, 3 Ocak 2013 günü Marriott Oteli’nin Ancyra Salonu’nda yapılan, Ankara’daki 5. Büyükelçiler konferansına katılarak, PKK ile ilgili bir rapor sundu.

Ajansların geçtiği haberde Bakanların yaptıkları konuşmalar görüntülü kayıt altına alınırken, Fidan’ın yaptığı sunumda kayıt alınmasına izin verilmedi.

Fidan’ın toplantıda PKK'ya silah bıraktırma konusuna değinerek “PKK, Öcalan'ın kurup yönettiği PKK olmaktan uzaklaştı. Örgüt içindeki yabancılar, önemli bir sayı ve gücü teşkil ediyor. Avrupa'da da örgütün düzenli maaş ödediği elemanları var. Yapılan son değerlendirme ve istihbari bilgilere göre, PKK terör örgütünde halen 1.600 civarında yabancı uyruklu militan var. Kandil başta olmak üzere çeşitli PKK kampları ile yurt içinde, Suriye, Irak, İran ve bazı Avrupa ülkelerinin vatandaşları da bulunuyor” dediği ajans haberleri ile bunun yine Washington vari bir politika oldu gün yüzüne çıkmıştı.

Hakan Fidan’ın hazırlayıp Büyükelçilere sunduğu rapor, Washington’un bilgisi olmadan yazılmadığını anlatır. Zira MİT daha evvel Başbakan Erdoğan’a MOSSAD’ın PKK’lılara nasıl eğitim verdiğini fotoğraflarla belirtmişti. Nasıl olurda rapora bunu belirtmez!

Hakan Fidan’ın, PKK’ya destek olan ülkelere baktığımızda tamamı İslam ülkesi; Suriye, Irak, İran ve bazı Avrupa ülkeleri. Bunun içinde, ABD ve İsrail olmaması raporun eksik yanı idi. Kısacası MİT’te değişen birşey yoktu.

Bu ayrıntıdan sonra kaldığımız yerden devam edelim.

Türkiye'nin tehditlerdeki kararlılığı Suriye sınırına asker yığmaya kadar varırken, Suriye; Abdullah Öcalan'ı çıkartmasıyla Türkiye-Suriye arasındaki gerilimde sona ermiş oldu. Öcalan'ın Suriye’den çıkarılmasında olduğu gibi onun yakalanmasında da hep Türkiye-İsrail ilişkilerinden söz edildi.

Yaygın bir kanaate göre Abdullah Öcalan Kenya'dan CIA ve MOSSAD ajanları tarafından yakalanarak Türkiye'ye iade edilmiş, MİT'e ise sadece onu uçakla Türkiye'ye getirmek kalmıştı. Öcalan'ın yakalanarak Türkiye’ye getirilmesi  büyük oranda MOSSAD ile ilişkilendirilse de İsrail'in resmi yaklaşım itibariyle Öcalan'ın yakalanmasında MOSSAD rolünü kabul etmek istemedi. Ama Öcalan, İsrail’in Barzani liderliğinde ki Kürdistan projesini

Page 22: Türk-İsrail İlişkileri

bozuyordu. Bu yüzden paketlenip Türkiye’ye zamanı geldiğinde kullanılmak üzere teslim edildi.

Öcalan'ın yakalanışından 3 gün sonra  MOSSAD'ı suçlayan Kürtler, Avrupa’daki konsoloslukları protesto ettiler. Bu protestolardan biri de  Berlin’de oldu ve Berlin’deki protestoda 3 Kürt protestocu öldürüldü (Mıchael Bar-Zohar ve Nıssım Mıshal adlı yazarlar MOSSAD’ın Büyük Operasyonları kitabında anlatmaktadır). Bunun üzerine İsrail, Kürtler’in İsrail’den intikam girişimlerine girme kaygısını yaşadı.

18 Şubat 1999 tarihli İsrail'in Jarusalem Post gazetesinde, Joel Grenberg imzasıyla şu yorumlara yer veriliyordu: "İsrail rolünü reddetmekte; ancak Türkiye ile ilişkilerinden dolayı intikam girişimlerinden endişe etmektedir. Çarşamba günü Berlin Konsolosluğu'nun önünde 3 Kürt protestocunun öldürülmesinin ardından, İsrail’de intikam girişimleri kaygısı yaşanmaktadır. İsrail, Türkiye ile güçlü askeri ilişkilerinden dolayı zaten Kürt şiddetinin hedefi durumundadır. Tutuklu durumundaki Kürt Lider Abdullah Öcalan'ın takipçileri, İsrail'in denizleri aşan istihbarat servisi MOSSAD'ı Öcalan'ın izlenmesine yardım ettikleri suçlamasında bulunmuşlardır. Türkiye ve İsrail'in Kürdistan İşçi Partisi'ne karşı ortak bir "Kirli Savaş'a giriştiklerini iddia etmektedirler. Ancak Jarusalemdeki analistler, İsrail'in Türkiye'ye antiterör yardımında bulunduğunu kabul ederken, yakalanma olayında bir yardımı olmadığı sonucuna ulaştıklarını söylemektedirler".

İsrail, Berlin Konsoloslukları önünde öldürülen 3 Kürt genci için saldırı kaygılarından dolayı Kürtler’den resmen özür dileyerek, Türkiye'ye rağmen PKK ile ilişkilerini geliştirmek istediğini ortaya koydu. PKK çevreleri de Abdullah Öcalan'ın yakalanmasının hemen ardından suçladıkları MOSSAD'ı dolayısıyla İsrail'i hedef aldılarsa da daha sonra da soğukkanlı davranmaya özen gösterdiler.

Öcalan yakalandıktan sonra mahkemedeki ifadelerinde de görüldüğü gibi başta Yunanistan olmak üzere Avrupa ülkelerini, Suriye ve İran gibi komşu ülkeleri suçlamasına rağmen, İsrail ve Amerika'ya yönelik en küçük bir suçlamada bulunmadı.

Türkiye-İsrail İlişkilerinde Yeni Süreç

1990'lı yıllarda özellikle 1990'lı yılların ikinci yarısında altın çağını yaşayan Türkiye-İsrail ilişkileri 2000 yıllarının sonlarına doğru yaşanan bazı gelişmelerden dolayı olumsuz etkilenmeye başladı. Ehud Barak'ın Başbakanlığı döneminde Filistin ile çıkmaza giren "Barış Süreci" dönemin Savunma Bakanı Ariel Şaron'un 28 Eylül 2000 tarihinde provakatif bir şekilde, Harem-i Şerif'e girmesiyle bütünüyle ölmüştü. Şaron'un Harem-i Şerif'e çıkması, Ortadoğu yangınına benzin dökmekti, onun bu kışkırtıcı adımı Filistin’de el-Aksa intifadası’nın başlamasına sebep olmuştu.

Page 23: Türk-İsrail İlişkileri

İsrail, Filistin'e her geçen gün şiddetini arttırıp saldırırken, Ortadoğu ülkeleri İsrail'in saldırılarına karşı tepkilerini arttırıyordu. 11 Eylül 2001'de New York'ta "İkiz Kuleler"'e yapılan saldırı sonrasında ABD'nin dünyaya dayattığı "Terörle Mücadele" ve önleyici varoş söylemleri, Şaron liderliğindeki İsrail'i rahatlatmıştı ve böylece İsrail'in Filistin’e yaptığı bu saldırıları kendince meşru sayıyordu. Veya bu işi meşrulaştırmak için 11 Eylül saldırısı olması gerekiyordu. Ne hikmetse bu saldırılarda koskoca çelik konstrüksyonlu yapılar erimiş ve yıkılmışken teröristlerin kimlikleri yanmamış ve sağlam bir şekilde olması ile açıklanan 3000 kişinin öldüğü fakat bu ölümlerden Yahudi çıkmamasıda bu oyunun mükemmelliğini bozuyordu. Artık bütün dünya yaratılan “İslami Terörü” anlamıştı. Artık yeni dünya düzeninin düşmanı İslami Terör idi.

İsrail'in, Filistinlilere yönelik şiddeti artarak sürerken Türkiye'de de tepkiler yükseliyordu. Türkiye’de tank modernizasyonu işinin ihalesiz olarak İsrail'e verilmesi gittikçe daha yüksek dozda eleştiriliyordu. Bu konudaki eleştirilere muhatap olan dönemin Savunma Bakanı Sabahattin Çakmakoğlu, kararı Başbakan ve Genelkurmay Başkanının da katıldığı Savunma Sanayii ve İcra Komitesinin aldığını söylemekteydi.

Bu konuda Doğru Yol Parti'si, askeri tank anlaşmasıyla ilgili usulsüzlük iddialarını soru önergesi haline getirmekte, Bülent Arınç; "bu anlaşma Filistin’de 40 kişinin öldüğü gün imzalanmamalıydı. Bu ihale iptal edilmelidir" demekte. Saadet Partisi Genel Başkanı Recai Kutan’da, Başbakan Ecevit'ten tank ihalesinin iptal edilmesini isteyerek; "Tank modernizasyonu ihalesinin  Genelkurmay baskısı ile İsrail'e verdiğine inanmıyoruz, sorumluluk, bürokratların değil hükümetindir" demekteydi. Ama TSK’dan korkmayan hükümet olurmuydu? Olanların başlarına neler gelmişti; Unutmak ne mümkündü!

Bütün bulara rağmen dönemin Başbakanı Bülent Ecevit, İsrail ile yapılan anlaşmanın iptal edilmesinin söz konusu olmadığını söylemekte ve "Tank anlaşması imzalanmıştır. İsrail ile ilişkilerimizi yeniden değerlendiririz, fakat bu, geride kalmış bir konudur" diye cevap veriyordu. Lakin sırf tank anlaşması yoktuki; İsrail'le Türkiye arasındaki anlaşmaya göre, 54 adet F-4 Savaş uçaklarının 26'sının modernizasyonu İsrail'de, 28'inin modernizasyonu da, İsrail teknolojisiyle Eskişehir'de gerçekleşecekti. Burada teknolojinin kullanımıyla 54 adet savaş uçağının aynı anda bir düğme ile yok edilebileceğini bilmiyen o kadar devlet görevlisi vardıki onlar ihalesiz yapılan bu işte alacakları nemayı paylaşmayı düşünmeleri sonucu yolsuzluklar gün yüzüne çıkmış ve medyaya yansımıştı.

Şu modernazyoson olayını hatırlıyacak olursak; bir gecede modernize edilen Eşref paşa’nın uçağı ertesi gün düşmüştü. Çünki nekadar modernize ederseniz edin. Buzlanmayı yok edemezsiniz!!!

Türkiye’de tankların İsrail'e ihalesiz olarak verilmesine yönelik tepkileri zirveye taşıyan husus şüphesiz İsrail'in 2002 yılında Filistin'e

Page 24: Türk-İsrail İlişkileri

yönelik insanlık dışı boyutlara taşıdığı saldırılardı. Filistin bu saldırılar sonucunda adeta deprem enkazı altında kalmış görüntüler bırakıyordu.

İsrail tüm dünyanın gözü önünde kelimenin tam anlamıyla Arap ve diğer halklara devlet terörü uygulayarak cinayetler işliyordu. İsrail'in bu insanlık dışı saldırıları, tank ihalesini, İsrail'e ihalesiz bırakan dönemin başbakanı Ecevit'in bile sabrını taşırmıştı. Ecevit bu saldırılar sonrasında 2002 Nisan ayında partisinin bir grup toplantısında sert bir çıkış yaptı ve İsrail'i soykırım yapmakla suçladı. Ecevit'in "Soykırım" sözü, ABD'deki Yahudi lobisi üzerinde soğuk duş etkisi yapmıştı. "Soykırım" sözüne ABD resmi çevreleri ve Yahudi Lobilerinden yükselen tepki o kadar sarsıcı oldu ki Ecevit defalarca özür dilemek zorunda kaldı. İşte bizim devlet görevlilerimizin hacmi bu kadardı! Milli Güvenlik Kurulu’nda kitapların atılmasıyla, zorla hastaneye yatırılmasıyla Ecevit’in de bu oyunlar karşısında tek kaldığını gösteriyordu. Yine hükümetin gitme vakti gelmişti. İsrail ile ne zaman papazlık olsak ya ülkede darbe oluyor yada kaos ortamı yaratılarak devlet görevlilerine suikastler oluyor.

AKP Dönemi ve Türkiye-İsrail İlişkileri

Türkiye’nin 2000’li yılların başına kadar, daha çok askerden-askere olan dış politikası, İsrail’e de yaramış ve İsrail, bu fırsattan faydalanarak dolaylı yoldan Türkiye’nin iç ve dış siyaseti üzerine müdahaleci bir konumda bulunmuştur.

 Türkiye; İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecad’ın “nükleer program ve İsrail’in yok edilmesi” konusundaki sözleri karşısındaki tavrını, İsrail, Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa ile paralel bir biçimde koymuştur.

İsrail'in, İran'a bakış açısı ile ABD'nin, Avrasya politikası sekteye uğramakta bunun üzerine İsrail'e, Ortadoğu'da verilen bir takım imtiyazlar, en önemli stratejik ortağı Türkiye'ye verilmiştir.

Ak Parti iktidarı ile birlikte Türkiye’nin askerden-askere olan dış politikası sona ermiş ve böylece Türkiye’nin, İsrail’le olan ilişkileri de yeni boyut kazanmıştır.

Page 25: Türk-İsrail İlişkileri

3 Kasım 2002 seçimlerin oyların %30'unu alan AKP tek başına iktidar oldu. AKP Genel Başkanı R.Tayip Erdoğan'ın siyasi yasaklı olmasından dolayı 3 Kasımdan sonra kurulan yeni hükümetin  Başbakanlığını, Refah Partisinde görev yapmış etkili isimlerden biri olan  Abdullah Gül üstlendi. 28 Şubat sürecinde dönemin Genelkurmay Başkanı  Hüseyin Kıvrıkoğlu'nun gerekirse bin yıl sürer dediği "28 Şubat” anlayışı Türkiye’nin siyasi hayatında etkinliğini sürdürüyordu.

Refah Partisi'nin büyük ölçüde eski kadrolarına ve tabanına sahip olan  AKP de bu siyasi durumun farkındaydı. Bu siyasi durumun özellikle başörtüsü ve İsrail ile ilişkiler farkında olan AKP, RP’den çok farklı politikaya sahip olduğunu göstermek istiyordu. Fakat AKP'nin iktidar olduğu sırada İsrail Ortadoğu barışını söndürmüş, işlediği insanlık dışı cinayetlerden dolayı dünyanın büyük tepkisini almıştı. AKP de bu dönemde  İsrail’le ilişkiler konusunda mesafeliydi. Zira AKP iktidarı, İsrail’in Filistinlilere yönelik  soykırım yaptığını söyleyen Ecevit’ten almıştı.

Mayıs 2004'te İsrail'in devlet terörü işlediğini söyleyen Erdoğan 2004'te de randevu talebinde bulunan Şaron'a  olumsuz yaklaşıp, randevu isteğin reddetmişti. Oysa RP döneminde  dönemin İsrail Dışişleri Bakanı Davit Levy'e randevu vermek istemeyen Erbakan’ın başına TSK tarafından büyük işler açılmıştı. Ayrıca Ecevit'in "Soykırım" sözü de TSK tarafından büyük tepki ile karşılanmıştı. Erdoğan bu çıkışlar karşısında ordudan bir tepki almadı gibi gözüksede Ergenekon iddianamesinde bir sürü suikast ve

Page 26: Türk-İsrail İlişkileri

darbe planları çıkmıştı.

İsrail'in, Kuzey Irak'tan Kürt gruplarla giriştiği etkin bir işbirliği, özellikle ABD'nin  Irak işgalinden sonra, İsrail'in 50.000 Kürt Peşmergesinin  eğitimini üstlenmesi, TSK’da gerçek insan ve vatanseverleri epey rahatsız etmekteydi. Bu yüzdende AKP hükümetine yardımcı oluyorlardı (Bazı belgeleri medyaya vererek). Ergenekon iddianamesi ile ortaya çıkan bazı belgeler TSK’nın eskiden beri cuntacı zihniyetinin devam ettiğini gösteriyordu. Bu zihniyet Cumhuriyetin değerleri ile yaşamayı istemiyen kendilerini kaf dağındaki vatansever olduklarını, sadece ve sadece bu ülkeyi kendilerinin felsefesinde kurtaracağını düşünen insanların bir araya gelmesiyle oluşmuştu. Tabiki sağduyulu ve Cumhuriyetin ilkelerine bağlı görevlerini bilen birçok subayında bunlara karşı duruyorlardı.

İsrail'in; Irak, Suriye ve İran'ın  Kürt bölgelerine askeri ve istihbari uzmanlar  gönderdiğine ve Kürt Komando Birliklerine eğitim sağladığına ilişkin haberler, Türkiye'nin İsrail’e yönelik hassasiyetini ve tepkisini daha da arttırdı. Başbakan Erdoğan'ın İsrail'e yönelik sert mesajları ve Şaron'u kabul etmemesi, gerek halk nezdinde gerekse Arap dünyasında büyük memnuniyet yaratmaktaydı.

Türkiye'nin İsrail karşısında takındığı bu sert tavırlara rağmen ilişkilerini sürdürmekteydi. Özellikle askeri sanayiye ilişkin 800 milyon dolarlık bir ticari ilişkinin müzakerelerini sürdürmekteydi. Türkiye İsrail’le bu dönemde "Anans"akıllı füzeleri, insansız hava uçakları, elektronik harp kameraları, "Litening" gece uçuş sistemleri ve tank modernizasyonu müzakereleri yapılıyordu.

Türkiye'nin İsrail ile olan bu ilişkilerine dönemin İsrail İstanbul Başkonsolosu Amira Arnon şöyle ifade ediyordu. "Türkiye ve İsrail arasındaki ilişkiler sağlam ve istikrarlıdır, ilişkiler eskisine kıyasla daha iyi bir düzeyde sürüyor, Türkiye ile ilişkilerde  AK PARTİ geldikten sonra  hiç bir olumsuz değişiklik hissedilmedi. Durum sadece iyi değil, daha da iyidir"

Daha önce de belirtildiği gibi AKP iktidarının, İsrail'e yönelik sert çıkışları konjoktürel bir durumdu, nitekim  AKP halkın sempatisini kazanmasında bu durumda karlı çıkmıştı. Başbakan Erdoğan'ın İsrail için "Devlet terörü" ifadesini kullanması ve Şaron'u kabul etmemesi, Türkiye-İsrail ilişkilerinde  soğukluk olduysa da daha sonra AKP bu ilişkileri yumuşatmak için gereken çabayı gösterdi.

"21 Temmuz 2004'te Mısır'ın başkenti Kahire’de 6.sı yapılan ‘Irak'a Komşu Ülkeler Dışişleri Bakanları’ toplantısında İsrail'in, Kuzey Irak’taki faaliyetleri gerekçe gösterilerek Suriye ve İran tarafından kınanması AKP hükümetinin girişimiyle önlendi. Toplantıda İran ve Suriye İsrail’in Irak içinde Kürt gruplarla yürüttüğü gizli faaliyetleri gündeme getirmiş ve ortak tavır konmasını istemişti.”

Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ve beraberinde bazı AKP

Page 27: Türk-İsrail İlişkileri

milletvekilleriyle İsrail'e ziyarette bulunmuştu. Son olarak 1 Mayıs 2005 de Başbakan Erdoğan, İsrail'i ziyarette bulunarak ilişkilerin normalleşmesine vesile olmuştu. Erdoğan'ın bu ziyaretini, İsrail'in Türkiye Büyükelçisi Pinhas Avivi şöyle ifade ediyordu: "Türkiye-İsrail arasında yaşanan son gerginlikler, 'aileler arası değil aile içi’ bir tartışmaydı".

Ayrıca Avivi bu tartışmaların sürdüğü yılın, iki ilişkiler  arasından en iyi yıl olduğunu belirtmekte ve iki taraf arasındaki ticaretin savunma sanayi işbirliği hariç, 2 milyar doları aştığını söylemekteydi. Başbakan Recep Tayip Erdoğan bu ziyarette İsrail Cumhurbaşkanı  Mashe Katsav ve Başbakan Ariel Şaron ile görüştü.

İsrail’in 2004'te, Hamas lideri Şeyh Ahmet Yasin’e suikast düzenlemesini, devlet terörü olarak ifade ederek, suçlayan Erdoğan, bu sefer daha ılımlı mesajlar vererek; “Türkiye’de yaşayan "30.000" Yahudi kökenli vatandaşın ve İsrail'e Türkiye’den göçmüş 100.000 kişinin iki ülke arasında bir köprü olduğunu daha da önemlisi anti-Semitizmin bir insanlık suçu olduğunu ifade etmiştir.”

Türkiye-İsrail ilişkileri Erdoğan’ın bu ziyaretiyle düzelirken, Ocak 2006 Filistin seçimlerinde HAMAS birinci çıkmış ve seçimlerden sonra HAMAS’ın siyasi lideri Halid Meşal, Türkiye’yi ziyaret etmişti. Meşal’in Türkiye ziyareti, Türkiye-İsrail arasında yeni bir gerginlik çıkarmıştı. Çünkü HAMAS, İsrail nazarında terör örgütü olarak kabul görülmektedir; dolayısıyla Türkiye’nin HAMAS liderini ağırlaması İsrail’in büyük tepkisine yol açmıştır.

İsrail Büyükelçisi Pinhas Avivi bu duruma; “Bu görüşmeye karşıyız. HAMAS oyunun kurallarını kabul edene dek Türkiye HAMAS’la görüşmemeli” şeklinde tepki vermiş, İsrail Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Ra’anan Gissin de; “Türkiye’nin ikili ilişkileri derinden yaralayacak bir hata yaptığını…” belirterek “biz Abdullah Öcalan ile görüşseydik siz ne derdiniz?” sorusunu sormasına neden olmuştu. Aslında Öcalan ile görüşüyorlardı bizim bilmediğimizi zannederek topluma insani durumlarını göstermeye çalışıyorlardı. Rahmetli Uğur Mumcu belgeleri ile bunları açıklıyacağı zaman öldürülmesini biz hiçbir zaman unutmıyacağız, unutmamalıyızda.

Eşref Bitlis paşaya gelen PKK-MOSSAD resimleri, Adnan Kahveci’nin Kürt Raporu, Özal’ın Ortadoğu politikasını etkiler. Avrasya politikasına yön verir buda ABD’nin işine gelmez, İsrail’in işine gelir. Ülkeyi kaos ortamına sürüklerler.

Bu gelişmelerden sonra ilişkilerde var olan kriz ve ardından gelen yumuşama 27 Aralık 2008’de İsrail’in Gazze’ye karşı giriştiği ‘Dökme Kurşu Operasyonu’na dek sürmüştür. Nitekim bu sürece kadar Türkiye, İsrail-Suriye arasında ciddi bir arabuluculuk görevini üstlenmişti. İsrail Başbakanı Olmert, ‘Dökme Kurşun Operasyonu’ndan beş gün önce Ankara’ya yaptığı ziyarette bu operasyonun planını bilmesine rağmen

Page 28: Türk-İsrail İlişkileri

Türkiye’ye bahsetmemişti. Olmert’in 22 Aralık’ta Ankara’ya yaptığı bu ziyaretin gündemi İsrail-Suriye barışı görüşmeleriydi. Ancak görüşmelerde HAMAS ve Gazze üzerine konuşulurken Olmert bu konuyu hızlıca geçerek “Türkiye’den Gazze’ye yapılan yardımların kesilmeyeceği’ sözünü vererek bu konu üzerinde daha fazla konuşmaktan çekinmişti.

Olmert’in, İsrail’e dönmesinden sadece beş gün sonra İsrail, Gazze’ye karşı ‘Dökme Kurşun Operasyonu’nu başlatmış. Türkiye ise bu operasyona sert tepki göstererek, bu operasyonun kendisinin iyi niyetine ve arabuluculuk rolüne büyük saygısızlık olarak yorumlamıştı. Erdoğan, İsrail’i saldırgan ülke olarak tanımlamış ve Gazze’yi ‘açık hava hapishanesi’ olarak nitelendirerek, operasyonun barışa indirilmiş büyük bir darbe olduğunu yorumlamıştı. Bu operasyon sonucunda Gazze’deki insani tradejiye sessiz kalınamayacağını ve özellikle Birleşmiş Milletlere büyük sorumluluk düştüğünü kaydeden Erdoğan, Türkiye’nin barışa yönelik gayretlerinin devam edeceğini de belirtmişti.

 

Davos’ta “One Minute”

İsrail’in Aralık 2008 sonunda Filistin’e saldırmasıyla Türkiye-İsrail arasında gerginleşen ilişkiler, Ocak 2009’da İsviçre’nin Davos kasabasında ‘Davos Ekonomik Forumu’nda daha da gerginleşti.

Davos Ekonomik Forumu’nda “Gazze: Orta Doğu’da Barış Modeli” başlıklı panel Türkiye-İsrail ilişkilerini yeni bir noktaya taşıdı. Başbakan Erdoğan, panelde yanında oturan İsrail Cumhurbaşkanı Perez’i, İsrail’in Gazze’de ölçüsüz güç kullandığını vurgulayarak eleştirirken; Perez ise, “Siz roketler altında kalsanız tepkiniz ne olur? Burada bir tanımlama sorunu vardır. HAMAS çirkin bir diktatörlüktür. Şu anda HAMAS’ın neden olduğu sorunlarla uğraşıyoruz. Gazze’ye yardımı biz değil HAMAS engelliyor” demiş ve oturum yöneticisi Ignatius’da söz hakkı isteyen Başbakan Erdoğan’a, panel yöneticisinin söz hakkı vermek istememesine karşılık, Başbakan Erdoğan’ın, “One Minute” diyerek Perez’e dönmüş; “Sesin çok yüksek çıkıyor. Benden yaşlısın, biliyorum ki sesinin benden çok yüksek çıkması bir suçluluk psikolojisinin gereğidir. Benim sesim bu kadar çok yüksek çıkmayacak, bunu böyle bilesin. Öldürmeye gelince siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz. Plajlardaki çocukları nasıl öldürdüğünüz, nasıl vurduğunuzu çok iyi biliyorum.” diyerek, panel yöneticisine de tepki göstererek salondan ayrılmıştı. Bu olayın ardından şimdiye dek devam eden kriz-yumuşama-normalleşme-kriz döngüsü daha hareketli hale gelir.

Başbakan Erdoğan’ın Davos çıkışı tüm dünyada geniş yankı bulmuş, İsrail’iln Jerusalem Post gazetesi de habere geniş yer verir; “İsrail, Erdoğan’ın uzun azarlamalarından gitgide daha yoruluyor ve Türklerin peşinden gitme olasılığı gitgide düşüyor” ayrıca Türkiye’de Mart ayında gerçekleşecek yerel seçimler için de “tabanına oynadı” gibi yorumlarda bulunur.

Page 29: Türk-İsrail İlişkileri

Davos gerginliği yankıları sürerken, İsrail Kara Kuvvetleri Komutanı Avi Mizrahi’nin (Lübnan Yahudi Mizrahi cemaatinden) Davos olayına ilişkin “Erdoğan, aynaya baksın” yönündeki sözlerine Ankara’nın notayla karşılık vermesi ilişkilerdeki krizi iyice tırmandırmıştı.

Türkiye-İsrail ilişkilerinde Davos Krizi, etkilerini sürdürürken, Ocak 2010’da da bu sefer Türkiye-İsrail arasında ‘alçak koltuk’ krizi patlamıştı. İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı Danny Ayalon, Türkiye’de yayınlanan “Kurtlar Vadisi” isimli bir televizyon dizisinde MOSSAD ajanlarının çocuk kaçakçısı olarak gösterilmesine tepki olarak, Türkiye’nin o dönemdeki Tel Aviv Büyükelçisi Oğuz Çelikkol’u görüşme sırasında daha alçak bir koltuğa oturtmuş ve İsrailli Basın Mensupları’na bu durumu İbranice olarak ifade etmişti.

 

İlişkilerde En Şiddetli Sarsıntı: Mavi Marmara

İsrail’in ablukası altında bulunan Gazze Şeridi’ne insani yardım götürüp, ablukayı delerek dünyanın dikkatini bu bölgeye çekmek isteyen “Özgürlük Filosu” 6 gemiden oluşup Gazze’ye doğru yol almıştı. Bu özgürlük filosunda çeşitli ülkelerden aktivistler mevcut olsa da, hareketin esasen İnsani Hak ve Hürriyetler (İHH) adlı İslamcı sivil toplum kuruluşu tarafından organize edildiği bir gerçektir. İsrail Komandoları filonun yardımları Gazze’ye engellemek için bu filoda bulunan “Mavi Marmara” adlı gemisine saldırmış ve 9 Türk’ü öldürmüştü. 

Saldırı sonrasında Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, aynı gün BM Güvenlik Konseyi’nde yaptığı konuşmada, İsrail’in katliamını korsanlık, haydutluk ve barbarlık olarak nitelemiş ve bu ülkenin uluslarası toplumdan özür dilemesi gerektiğini vurgulamıştır. 32 ayrı ülkeden 600 civarında kişinin bulunduğu filonun kıyıdan 72 mil uzakta, uluslararası sularda saldırıya uğradığını vurgulayan Davutoğlu, öldürülenlerin ailelerine, tazminat ödenmesi konusunda da ısrarcı olmuştur.

Mavi Marmara gemisinin saldırısından sonra Türkiye-İsrail ilişkilerinde özellikle de siyasi ilişkilerde kopma noktasında gelinmişken ekonomik ve ticari ilişkilerde böyle bir durum söz konusu olmamıştır.

  İsrail Dışişleri Bakanı Lieberman, Mavi Marmara’daki davranışından dolayı Türkiye’yi cezalandırmak için İsrail’in PKK’yı destekleyeceğini söylemesine rağmen hala biz bu politikanın yönünü görememişizdir.

Hatırlıyacak olursak bir zamanlar, Fransa’nın eski Cumhurbaşkanı Mitterand’ın eşi Danielle Mitterand, PKK’nın koruyucu azizesi idi; biz Fransa’yı da anlamadık.

CIA’nın ve MOSSAD’ın PKK’ya verdiği eğitimleri ve silahları fotoğrafladığımız, PKK’lı teröristlerce kullanılan NATO ordusuna ait silahları yakalayıp belgelediğimiz halde yine anlamadık.

Page 30: Türk-İsrail İlişkileri

İmralı'nın, İsrail işi

Bakın olayın vahametine. Yeni Şafak Gazetesi yazarlarından Abdülkadir Selvi 14 Kasım 2011 Pazartesi günü neler yazmış.

“Öcalan, Türkiye'ye getirildiğinde İmralı Cezaevi'nin güvenliğinin sağlanması amacıyla bir ihale açılıyor. İhaleyi OYAK kazanıyor. Buraya kadar anormal bir şey yok. Danıştay saldırısında güvenlik kameralarının arızalı olduğu gibi bir sicile sahip olmasına rağmen, OYAK'ın kazanmasında bir sorun yok diyorum. Çünkü asıl kuşku verici ilişki ağır geride.

İhaleyi OYAK alıyor ama , İmralı'nın güvenlik kameraları ve ses kayıt sistemini Pronet firması kuruyor.

Bir anlamda İmralı'nın güvenlik kodları Pronet'in eline geçiyor.

25.02.2011 tarih ve 2011-13664 ihale kayıt numarasıyla yapılan ihaleye göre de sistemin yönetimini halen Pronet sürdürüyor. Güvenlik Sistemi üzerine iddialı bir firma Pronet.

Zaten resmi Web sayfasına girdiğinizde sizi Petrol Ofisi'nden Hürriyet Gazetesi'ne, Merkez Bankası'ndan, büyükelçiliklerden cezaevlerine yüksek profilli bir referans listesi karşılıyor.

Pronet'in internet sitesinde güvenlik sistemleri adına her şeyi bulabilirsiniz ama kurucu ve sahiplerine ilişkin bilgilere pek rastlanmaz. Öcalan'ı koruyan güvenlik kameraları ve ses kayıt sistemlerini kuran Pronet, 1995 yılında Yahudi asıllı Alp Saul, Beri Koronya ve İshak İbrahimzadeh tarafından kuruluyor.

Şirketin ortakları ve yönetim kurulu üyeliklerinin çoğunluğunu yine Yahudi asıllı işadamları oluşturuyor.

Sehmur Tarı, Arif Kerem Onursal, Andries Van Wijlen bu isimlerden birkaçı.

Kuruculardan İshak İbrahimzadeh, Beyoğlu Musevi Hahamhanesi Vakfı Yönetim Kurulu üyesi ve Türk Musevi Cemaati Başkan Vekili.

Pronet'in genel müdürü Metin Kastro ise yine Yahudi asıllı bir işadamı. Kastro, aynı zamanda, "Balat Or-Ahayim Musevi Hastanesi Vakfı"nın yönetim kurulu üyesi.

İşadamı oldukları kadar da Yahudi kuruluşlarında aktif isimler. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan bir Yahudi işadamının Pronet isimli bir şirketinin olmasında yadırganacak ne var diyebilirsiniz.

Pronet'in İmralı'nın güvenlik kodlarına sahip olması noktasındaki soru işareti şu.

Bu şirketin kurucuları Sehmur Tarı, Arif Kerem Onursal, Andries Van Wijlen çifte vatandaş. Yani hem İsrail hem Türk vatandaşı. İsrail Türk uydusuyla ilgili ihaleyi almak için müthiş bir mücadele vermişti. Alacaktı da. Ancak uydunun kendi toprakları üzerinde görüntü almasına izin vermedi. İhaleyi kaybetti ama taviz vermedi.

Terörle mücadelede büyük umutlarla aldığımız Heronların durumu ise ortada. Ya arızalı, ya da Çukurca saldırısında olduğu gibi hayati konuda devrede değil. Heronların aldığı görüntüleri aynı zamanda İsrail'e aktarıp aktarmadığı ise bilinmiyor.

Biz ise İmralı'nın güvenlik sistemini Yahudi asıllı, İsrail-Türk, Çifte vatandaşlık kimliğine sahip kişilere emanet ediyoruz.

Sonra da gelip İsrail PKK'ya, Reşadiye'de, İskenderun'da eylem yaptırıyor diye

Page 31: Türk-İsrail İlişkileri

hayıflanıyoruz.”

Mossad Operasyonları

Daha can alıcı noktasını biz açıklıyalım. Eski İsrail Devlet Başkanı Şimon Peres; “İsrail’in bilinmesi gerektiği halde bilinmiyen, tanınmış fiziksel kudreti kadar zorlu gizli gücü bu kitapta anlatılmaktadır.” diye ikrarda bulunmaktadır.

Kitap “MOSSAD Büyük Operasyonlar” dır. Yazarları Michael BarZohar eski meclis üyesi, Moşe Dayan’a danışmanlık yapan; kısaca İsrail’in casusluk uzmanlarından biri.

Diğer ortak yazar ise; Nissim Mishal, İsrail’in önde gelen Tv programcılarından birisi.

Bu kitapta MOSSAD’ın yaptığı canice operasyonları övünerek anlatmaları sırasında İran’ın nükleer tesislerini yok etme pahasına Avrupa’da kurdukları paravan teknolojik şirketleri 37. Sayfasında anlatıyor. İsrail dışındaki her yahudininde ajan olduğundan bahsediyor. Kabul etmiyenlerin cezasıda rahmetli Üzeyir Garih gibi oluyor.

Bizler onların gözünde Goyim olduğumuz için; öldürürken acıma duyguları malesef olmuyor. Bu yüzden dünya kamuoyu önünde “One minutes” diye fırça yiyorlar..

Şimdi gelelim asıl siyasi unsura. Türkiye’nin kalkınmasını istemiyen ülkelerin başında İSRAİL Devleti gelir. Zira Müslüman Türkiye’nin kalkınması çevresindeki diğer müslüman ülkeleri palazlandırmış olup İsrail’in çoğrafi açıdan büyümesini engelemiş olacaktır. Nil’den Fırat’a kadar verilmiş (!) yerlere sahip olamıyacaklardır. Kemalist bir Türkiye bu büyümelerine çok büyük engeldir. Kemalist olguyu ortadan kaldırmak için önce onu yaşatan aydınların yok olması gerekiyordu. Atatürkçü aydınlara yapılan bir sürü operasyonların amacı tamamen bu yöndeydi. İsrail sadece nükleer reaktörlere saldırmaz. Saldırsa Fransa’ya, Kore’ye, Rusya’ya, Hindistan’a v.b yerlere saldırır. Sebebi Nil’den Fırat’a kadar olan bölgedir. Bu bölgedeki bütün ulusal ve müslüman ülkeler düşman kabul edilmiştir.

Ne yazık ki TSK-İsrail işbirliği anlaşması yüzünden bir çok vatanseverimizi ve aydınımızı kaybettik.

30 Kasım 2007 günü, İstanbul-Isparta seferini yaparken iniş sırasında, havaalanını gördüğü halde pas geçip düşen, Atlasjet uçağında hayatını kaybeden 6 bilim adamının, 2 yıl önce başlatılan ve DPT tarafından desteklenen "Türk Hızlandırıcı Merkezi Teknik Tasarımı Ve Test Laboratuvarları" projesinde görevli oldukları bildirildi. Isparta'da düşen yolcu uçağının imalatçısı McDonnell Douglas firması yetkilileri, uçak enkazında incelemeler yapmaya geliyorlar. Düşen uçağı incelemeye gelen heyette bulunan Türk görevli, görüntü almaya çalışan İHA Muhabiri Sabri Çağlar'a tepki gösteriyor. Bir sure jandarma ekipleri tarafından kurulan güvenlik çadırında tutulan Sabri Çağlar, kamera görüntülerinin izlenmesinin ardından serbest bırakılıyor (Delil bulunmuşsa belki el konacak kamerasına). Süleyman Demirel Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi’nce, düzenlenecek "fizik" konulu bir konferansa katılmak üzere Atlasjet uçağına binen ve hayatlarını kaybeden yolcular arasında, Boğaziçi Üniversitesinden Prof. Dr. Engin Arık, Araştırma Görevlisi Özgen Berkol Doğan, Yüksek Lisans Öğrencisi Engin Abat ile Doğuş Üniversitesinden Prof. Dr. Şenel Fatma Boydağ, Doç. Dr. İskender Hikmet ve Araştırma Görevlisi Mustafa Fidan da bulunuyor. İstanbul’da, 14 Ekim 1948’de doğan Prof. Dr. Arık, İstanbul Üniversitesi Fizik-Matematik Bölümünden 1969 yılında mezun olduktan sonra Pittsburgh Üniversitesinde fizik alanında master ve doktora yaptı.

Page 32: Türk-İsrail İlişkileri

Prof. Dr. Engin Arık, İsviçre’nin Cenevre kenti yakınlarında kurulu nükleer araştırma merkezi "European Organization for Nuclear Research (CERN)"deki "Atlas Deneyi"nde çalışarak. CERN’de yürütülen "Atlas" deneyine, Ankara ve Boğaziçi üniversiteleri‘nin "gözlemci" statüsünde katılıyor. BÜ Fizik Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Engin Arık ile aynı bölümde Araştırma Görevlisi Özgen Berkol Doğan ve Yüksek Lisans Öğrencisi Engin Abat, Doğuş Üniversitesi Fen Bilimleri Bölümü Başkanı Prof. Dr. Şenel Fatma Boydağ, aynı bölümde öğretim üyesi Doç. Dr. İskender Hikmet ve Araştırma Görevlisi Mustafa Fidan, Süleyman Demirel Üniversitesinde bugün düzenlenecek "Türk Hızlandırıcı Merkezi Teknik Tasarım ve Test Laboratuvarı Kuruluşu" başlıklı, Devlet Planlama Teşkilatı projesinin 4. çalıştayına katılıp. ÜZERİNDE ÇALIŞTIKLARI PROJE , İstanbul-Isparta seferini yaparken iniş sırasında düşen Atlasjet uçağında hayatını kaybeden 6 bilim adamının 2 yıl once başlatılan ve DPT tarafından desteklenen "Türk Hızlandırıcı Merkezi Teknik Tasarımı Ve Test Laboratuvarları" projesinde görevli oldukları bildirildi.

İşte tipik bir MOSSAD operasyonu ve İsrail siyaseti. Bölgede nükleer çalışma yapmak Goyimlerin ellerine bırakılamaz.

İstihbarat oyunlarında devletleri deşifre edemezsiniz. Sadece eylemlerini başka kanallardan başka yollarla ortaya çıkartırsınız. Yani pisliği sidik ile yıkamaya benzer.

Rahmetliye, MOSSAD ajanları önce MİT-PKK ilişkisini deşifre ettiler. MİT ise bu bilgilerin kaynağını bildiği için MOSSAD-Barzani ilişkisini ortaya çıkardı. Bu oyuna son vermek içinde İsrail’in ve ABD’nin işine gelen taktik uygulandı. İslami Terör!

Şimdi olaya gidelim.

PKK-MİT ve MOSSAD-BARZANİ bağlantısını açıklıyan ve zaten Atatürkçü aydın olan Uğur Mumcu bu yüzden bombalı saldırı ile yok edilmişti. Ama gazetelerde yazdığı gibi değildi. Olayı yapanlar bombayı alta koyduklarını anlatıyorlar ama ne hikmetse araba durduğu yerde parçalanmış olarak rahmetlide 5-6 metrelik duvarı aşarak bahçeye cansız bedeni düşmüş olarak bulunuyordu.

Alta konan bomba arabayı havaya uçurur ve rahmetli öyle bulunmazdı. Çok büyük olasılıkla MOSSAD usulü olduğu için! olay yeri inceleme gelmeden ortalık temizlenmiş halde idi.

Zaten olaydan bir hafta evvel MOSSAD ajanlarının ülkeye giriş yaptığını MİT belgelemiş bu belge ortaya çıkınca sahte olduğu belirtilmişti. Neden sahte idi?

Sahte olmasını sağlıyanlar niye MİT’i veya MOSSAD’ı hedef göstermişti. Bu mümkünmüydü?

Uğur Mumcu, özellikle 07 Ocak 1993 tarihli MOSSAD ve Barzani başlıklı yazının yayınlandığı günden itibaren İsrail Büyükelçiliği tarafından arandı.İsrail Büyükelçisi, tam dört kez Uğur Mumcu’yu arayarak ısrarla görüşmek istediğini söyledi.Büyükelçi, Uğur Mumcu’nun görüşmenin üçüncü bir kişinin de hazır bulunduğu ortamda yapılması isteğini kabul etmedi. Yalnız görüşmeleri gerektiğini söyledi.Ankara’da bir restoranda yapılan görüşmeden kısa bir süre sonra suikaste uğradı.’Dönemin İsrail Büyükelçisi’nin görüşmede Uğur Mumcu ile neler konuştuğu hâlâ ‘esrarını’ koruyor!.İşin peşini bırakmayan Ceyhan Mumcu, bir kaç defa İsrail Büyükelçiliği’nden randevu istiyor!..Ancak kendisine olumlu ya da olumsuz herhangi bir cevap verilmiyor!.

Ergenekon operasyonu çerçevesinde, Veli Küçük’ün evinde ele geçirilen, MİT eski müşteşarı Sönmez Köksal imzalı bir belge Mumcu cinayeti ile CIA ve MOSSAD arasında

Page 33: Türk-İsrail İlişkileri

bağlantı kuruyor. Söz konusu belge, zamanında Şevket Kazan’ın da gündeme getirdiği bir belge; Köksal belgenin sahte olduğunu açıklamış;

Uğur Mumcu’nun kardeşi Ceyhan Mumcu ise belgenin Ergenekon iddianamesine dahil edilmesini kuşkuyla karşılıyor; savcı bu belgeyi sahte değil de, gerçek kabul ediyorsa, o zaman Uğur Mumcu’nun öldürülmesinde neden İsrail değil de, hala Ergenekon parmağı aranıyor, diye soruyor.

Dönemin İsrail Büyükelçisi’nin görüşmede Uğur Mumcu ile neler konuştuğu hâlâ ‘esrarını’ koruyor!.İşin peşini bırakmayan Ceyhan Mumcu, bir kaç defa İsrail Büyükelçiliği’nden randevu istiyor!..Ancak kendisine olumlu ya da olumsuz herhangi bir cevap verilmiyor!..

Bir başka olayda; Gazeteci Fatih Çekirge, yıllar önce de Irak’a gönderilmek üzereyken sınır kapısında ele geçirilen, uzun menzilli bir top namlusunu haber yapmıştı. “Kıyamet topu’’ haberi büyük gürültü koparmıştı. Yine tüm dünya, İran Savunma Bakan Yardımcısı Ali Rıza Asgari'nin kaybolmasını Çekirge ve Hürriyet’ten öğrendi. Çekirge’ye göre Bakan Asgari uçakla İstanbul’a geldi ve Ceylan otelde kaldıktan sonra kayboldu. Çekirge pazartesi günü şunları yazdı:  “Ya denizden askeri bir yolla çıkartıldı. Ya da Türkiye'deki bir üsten yine askeri yolla gerekli yere ulaştırıldı.

Polis Asgari'ye bir gün önce otelde yer ayırtan esrarengiz iki kişinin kimliğini tespit etmek üzere oteldeki görüntü kayıtlarına bakmak istiyor. Kayıtlar taranıyor... Ne garip tesadüftür ki o günkü kayıtlar bozuk çıkıyor... Bu esrarengiz olayı İstanbul Valisi Muammer Güler'e soruyorum. Vali "Evet, kayıtlara bakıldı, ama o günkü görüntüler bozuk çıktı. Bu olsa olsa bir tesadüftür diye düşünüyorum. Başka türlü açıklamak çok zor." diyor.

Yıllar sonra MOSSAD örgütünün dünyaya reklamını yapan kitapta Asgari’nin İsrail’e kaçırıldığını anlatanlar MOSSAD üst düzey yetkilileri oluyor.

Demek ki MOSSAD burada operasyon yapmaya yetkili; bizim görevlilerimizde, bunları gizlilik anlaşmasıyla saklamaya mecbur oluyorlar.

Demekki aydınlarımıza yapılan çoğu suikastlerde, MOSSAD’ın parmağı olduğu düşüncesi yanlış olamaz!

SonuçSonuç olarak Türkiye-İsrail ilişkileri tarihsel süreç içinde belirli

zamanlarda yükselişler yaşadığı gibi belirli zamanlarda da dipler yaşamıştır. Son olarak 1990’larda başlayan yükseliş, 1992 yıllarının sonunda bir takım raporların çıkması ile oyunlar bozulacakken 1993 raporları elinde tutan üst düzey devlet görevlilerine yapılan suikastler ile TSK’nın siyasetçi kanadının anlaşmaları sonucu tekrar yükselişe geçmiştir. Türkiye’nin bölgesel güç olarak son yıllarda bölgedeki etkinliğini artırması, bölgesel barış ve istikrarı sağlama girişimlerine, İsrail’in gerekli katkıyı yapmaması, tam tersine güvenlik üreten değil güvenlik tüketen bir ülke olarak karşılık vermesi ilişkilerin gerilmesine neden olmuştur. Özellikle İsrail’in 2006’da Lübnan’a ve 2008’de Gazze’ye yaptığı operasyonlar Türkiye’nin bölgesel barış ve istikrar arayışlarına büyük bir darbe vurmuştur. Alçak koltuk krizi ile Türkiye’nin bölgede yükselen prestijine zarar verilmeye çalışılmış ve İsrail askerleri tarafından 9 Türk vatandaşının öldürüldüğü ve çok sayıda vatandaşın yaralandığı Mavi Marmara baskını

Page 34: Türk-İsrail İlişkileri

ile de adeta Türkiye hedef alınmıştır. İsrail’in fütur tanımaz, insan hakları ve uluslararası hukuku hiçe sayan girişimleri karşısında Türkiye’nin uygulamaya koyduğu yaptırımlar ile Türkiye-İsrail ilişkileri dibe vurmuştur.  

ABD’ninde İsrail’e takındığı tavır evin yaramaz çocuğuna takındığı gibidir. Asi çocuk nede olsa evin havasıyla yaşamaktadır.

2013 yılının ilk ayında İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu, ABD Başkanı Barack Obama'nın; "İsrail kendi çıkarları için en iyisinin ne olduğunu bilmiyor" şeklindeki eleştirisine sert bir dille cevap verir. Gazze sınırında bir İsrail askeri birliğini ziyaret eden Netanyahu, Obama'nın İsrail'in Batı Şeria'daki yerleşke politikasını eleştirmesine karşılık, "İsrail'in yaşamsal öneme sahip çıkarlarının ne olduğuna sadece İsrailliler karar verir" derken asi çocuk tavrını sergilemiştir.

Yaptırımlar bölgedeki gelişmeler de dikkate alındığında İsrail’in iyice yalnız kalmasına neden olacaktır. Arap Baharı sürecindeki gelişmelerle birlikte bölge halklarının hükümetler üzerindeki yönlendirici etkisi ve İsrail’e duyduğu nefret bu ülkeyi bir güvensizlik ortamına sürükleyecektir. İlişkilerin dibe vurması, Türkiye-İsrail işbirliğini teşvik eden Batılı ülkelerin bölgedeki nüfuzuna zarar verecektir. Son derece haksız olduğu bu krizde dahi ABD ve diğer Batılı devletlerin İsrail’e sorgusuz sualsiz destek vermesi bölgedeki ABD ve Batı karşıtlığını artıracaktır. Bu nedenle bölgede imaj düzeltme çabası içindeki ABD ve Batının sorunun çözümü için Türkiye ve İsrail’in uzlaşması yönündeki girişimleri oldukça doğaldır.

Yaptırımlar sonrası Türkiye’nin bölgedeki imajı daha da yükselecektir. Türkiye bu süreçte mazlum Ortadoğu halklarının, sorunlarını dile getirmek için risk alan, fedakârlık gösteren kahraman, örnek ve öncü ülke statüsü kazanacaktır. Böylelikle ABD’nin Avrasya politikası sekteye uğramamış olup; Türkiye’nin bölgesel güç konumu; bölge ülkeleri ve ABD tarafından kabul edilecek ve benimsenecektir. Bölge sorunlarının çözüme kavuşturulması için uluslararası düzeyde girişimlerde bulunması, bu girişimlere ABD desteği ile Türkiye’yi küresel aktör seviyesine taşıyabilecektir. ABD’nin kurtuluş recetesindeki politikada bu yöndedir.

ABD politikası ile bölgesel bir güç ve küresel bir aktör olma hedefi, yumuşak gücün yanında, sert gücün de dış politikanın bir aracı olarak kullanılmaya başlanmasını gerekli kılmaktadır. Ancak sert güç kullanılırken gerçekçi, akılcı ve sağduyulu olunmalıdır. İslam coğrafyasında sert güçün, yumuşak güç ile etkileşim içinde sinerji sağlayacak şekilde kullanılmasına özen gösterilmeli aksi takdirde şahsi hevesler ve hayalperestlik Türkiye’nin hata yapmasına neden olacaktır.

Türkiye-İsrail ilişkileri, Türkiye’nin İsrail’i tanımasından günümüze dek hep sürmüştür. Türk sermayesinde Sabetaycılık kolunun yoğun olması bu ilişkilerde dönem dönem krizler çıkmışsa da hiç kopmamış ve normalleşmeye geçmiştir. Türkiye-İsrail ilişkilerinde geleceğe yönelik

Page 35: Türk-İsrail İlişkileri

analizler yapılırken özellikle bir nokta dikkatleri çekmektedir. Ultra-Ortadoks Yahudiler, Siyonizmi benimsememektedirler.

 Türkiye-İsrail ilişkilerinin bozulmasının, Türkiye’den çok İsrail’i etkileyeceğini belirtenler doğruyu görmektedirler. Özellikle Başbakan Erdoğan’ın Davos çıkışından sonra iddia edildiği gibi Türkiye’nin elinin zayıflamadığı görülmektedir. İlişkilerdeki bu durumun temel kaynağı ise İsrail’in Türkiye’ye olan ihtiyacının, Türkiye’nin İsrail’e olan ihtiyacından çok daha fazla olmasıdır. Türkiye’nin jeopolitik konumu ve İslam coğrafyası ile arada kalmış bir İsrail, Türkiye’ye daha iyi davranmak zorundadır.

Türkiye’nin; Ak Parti iktidarı ile askerden-askere Türk Dış Politikası sona ermesi ve dış politikadaki etkin rolü özellikle de Ortadoğu’daki rolü, İsrail’in Türkiye’ye karşı ilişkilerinde daha dikkatli ve onu iyi geçinme zorunluluğuna itmektedir.

Turgay ŞIK

Kaynakçawww.byegm.gov.tr, 2 Temmuz 1982 ve 18 Kasım 1993 Cumhuriyet, 14 Şubat 1998, el-Hayat

Gazetesi,28 Mayıs 2001 ve 1 Nisan 2002 Milliyet Gazetesi , 27.09.2002 Hürriyet Gazetesi, 23,30.09.2002

Radikal Gazetesi14 Eylül 2003 Milliyet Gazetesi, 17 Şubat 2006 Hürriyet Gazetesi, Murat Yetkin 30 Aralık 2008

Radikal Gazetesi14 Kasım 2011 Yeni Şafak Gazetesi, www.aksam.com.tr , 2.5.2005.