134
ISSN:2146-7676 UFUK ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ UFUK UNIVERSITY INSTITUTE OF SOCIAL SCIENCES UFUK ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ DERGİSİ Journal of Ufuk University Institute of Social Sciences Yıl / Year: 4 Sayı / No: 7 Yıl / Year: 2015 www.ufuk.edu.tr

UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

  • Upload
    others

  • View
    5

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

ISSN:2146-7676

UFUK ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

UFUK UNIVERSITY INSTITUTE OF SOCIAL SCIENCES

UFUK ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ DERGİSİ

Journal of Ufuk University Institute of Social Sciences

Yıl / Year: 4 Sayı / No: 7 Yıl / Year: 2015

www.ufuk.edu.tr

Page 2: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

2

UFUK ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ DERGİSİ

Sahibi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Adına:

Rektör: Prof. Dr. Aral EGE

ISSN: 2146-7676

Sorumlu Yazı İşleri Müdürü

Prof. Dr. Mehmet TOMANBAY

Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü

Editör

Yrd. Doç. Dr. Güner KOÇ AYTEKİN

Yardımcı Editörler

Arş. Gör. Çağlar DOĞRU

Arş. Gör. Hazel BAŞKÖY

Arş. Gör. Mehmet Gökhan UZUNER

Arş. Gör. Ozan MUTLU

Danışma Kurulu Prof. Dr. Örsan AKBULUT (TODAİE)

Prof. Dr. Oya AKGÖNENÇ (Ufuk Üniversitesi) Doç. Dr. M. Nail. ALKAN ( Gazi Üniversitesi)

Prof. Dr. Emine AKYÜZ (Ufuk Üniversitesi)

Prof. Dr. Orhan AYDIN (Ufuk Üniversitesi) Prof.Dr. Sertaç BAŞEREN (Ankara Üniversitesi)

Prof. Dr. Semih BÜKER (Ufuk Üniversitesi)

Prof.Dr.Yasin CEYLAN ( ODTÜ) Prof. Dr. Halil CİN (Ufuk Üniversitesi)

Prof.Dr. Haydar ÇAKMAK ( Gazi Ünversitesi)

Prof.Dr. Yelda DEMİRAĞ (Başkent Üniversitesi) Prof.Dr. Türkmen DERDİYOK (Ufuk Üniversitesi)

Prof.Dr. Gülen ELMAS ( Hitit Üniversitesi)

Prof. Dr. Şefika Şule ERÇETİN (Hacettepe Üniversitesi) Prof. Dr. Cenap ERDEMİR (Ufuk Üniversitesi)

Prof. Dr. Azize ERGENELİ (Hacettepe Üniversitesi)

Prof.Dr. Şanal GÖRGÜN (Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. Sadi GÜNDOĞDU (Ufuk Üniversitesi)

Yerel Süreli Yayın Basım Yeri: Başkent Klişe Matbaacılık

Bayındır Sokak 30/E Kızılay/Ankara

Basım Tarihi: 25.07.2015

Prof. Dr. Nazife GÜNGÖR (Arel Üniversitesi)

Prof. Dr. Coşkun İKİZLER (Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. Raşit KAYA ( ODTÜ)

Prof. Dr. Ahmet KOCAMAN (Ufuk Üniversitesi)

Prof.Dr. Müslüme NARİN (Gazi Üniversitesi) Prof. Dr. Cemal OĞUZ (Gazi Üniversitesi)

Prof. Dr. Erdoğan ÖNER (Ufuk Üniversitesi)

Doç. Dr. Enver ÖZCAN (Ufuk Üniversitesi) Doç.Dr. Leyla ÖZER (Hacettepe Üniversitesi)

Prof. Dr. Osman Metin ÖZTÜRK (Ufuk Üniversitesi)

Prof. Dr. Gülsev PAKKAN (Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. Refia PALABIYIKOĞLU (Ufuk Üniversitesi)

Prof.Dr. Deniz BÜYÜKKILIÇ ŞEREN (Gazi Ünversitesi)

Prof. Dr. Burak TANGÖR (TODAİE) Prof. Dr. Erdinç TOKGÖZ (Ufuk Üniversitesi)

Prof. Dr. İlhan TOMANBAY ( Hacettepe Üniversitesi)

Prof. Dr. Özkan ÜNVER (Ufuk Üniversitesi)

Dergimizin temel amacı; bilimsel normlara ve bilim etiğine uygun, sosyal bilimler alanında tercih edilen nitelikli ve özgün çalışmaları

yayımlayarak akademik alana katkıda bulunmaktır. Dergiye gönderilen yazılar, derginin yazım kurallarına uygun olarak hazırlanarak değerlendirme sürecine girmek üzere [email protected] elektronik posta adresine gönderilmelidir.

Copyright@Temmuz 2015 Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi

Tüm hakları mahfuzdur. Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi yılda en az bir kez yayımlanan hakemli bir dergidir. Dergide yayımlanan

makalelerin dil ve bilim sorumluluğu yazara aittir. Dergide yer alan makaleler kaynak gösterilmeden kullanılamaz. Elektronik ve mekanik (fotokopi dâhil) herhangi bir şekilde izinsiz kullanılamaz ve çoğaltılamaz.

Yönetim yeri:

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

Mevlana Bulvarı No:86-88 06520

Balgat / Ankara

Tel: 0312 2044449

Faks: 0312 2872390

E-Posta: [email protected]

İnternet Adresi: http://www.ufuk.edu.tr

Page 3: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

3

UFUK ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ DERGİSİ Yıl : 4 No: 7 Yıl: 2015

İÇİNDEKİLER

Sunuş...........................................................................................................…………….…….…...5-6

Güner KOÇ AYTEKİN

Kamu Görevlisine Rücu Edilmesinde Hukuki Sorunlar ve İdari Yargı Kararları Işığında Güncel Bir

Değerlendirme ............................................……..........................................................................7-19

Mehmet GÜNEŞ, Mustafa GÜNDÜZ

Stratejik Yönetim Sürecinde Krizler ve Örgüt Üzerindeki Psikolojik Etkileri………………....21-33

Mehmet Hişyar KORKUSUZ, Ersoy KUTLUK

Gruplararası İlişkiler, Nefret Söylemine Yönelik Tutum ve Algılanan Nefret Davranışı...........35-58

Rahşan BALAMİR BEKTAŞ, Eda KARACAN, Aslıhan ALHAN

Algılanan İçsellik Statüsünde Çalışanların Yeri ve Önemi..........................................................59-67

S.Gökçe GÖK, Derya ÖZİLHAN

2002 Sonrası Dönemde Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri............. ………………………….….69-85

Süleyman Çağrı GÜZEL

Euro Krizinin AB ve Türkiye Üzerindeki Etkileri: 2008 Küresel Krizi Bağlamında Bir

Değerlendirme…………………………. ..................................................................................87-108

Ahmet Turan ÇETİNKAYA

İnsan Kaynakları Açısından Esnek Çalışmanın İstihdama Etkilerinin İncelenmesi: Türkiye

Örneği……………………..…………..…………………...……...........................................109 - 130

Çağlar DOĞRU

Yayım Alanı, Yazım Kuralları ve Yazıların Değerlendirme Süreci………………................131-133

Dergimizin Tarandığı İndeksler Listesi………………………………………………………….134

Page 4: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

4

JOURNAL OF UFUK UNIVERSITY

INSTITUTE OF SOCIAL SCIENCES Year: 4 No: 7 Year: 2015

CONTENTS

Presentation……………………………………….………………………………........................5-6

Güner KOÇ AYTEKİN

Juristic Problems to Have Recourse to Public Officials and An Actual Assessment Under the

Administrative Judicial Decisions.................................................................................................7-19

Mehmet GÜNEŞ, Mustafa GÜNDÜZ

Crises in Strategic Management Process and Their Psychological Impacts on Organizations…21-33

Mehmet Hişyar KORKUSUZ, Ersoy KUTLUK

Intergroup Relations, Perceived Harm Speech and Behavior..................................……........... 35-58

Rahşan BALAMİR BEKTAŞ, Eda KARACAN, Aslıhan ALHAN

Place and Significance of Working Staff in Perceived Insider Status .........................................59-67

S.Gökçe GÖK, Derya ÖZİLHAN

Turkey-EU Relations After 2002..................................................................................................69-85

Süleyman Çağrı GÜZEL

The Effects of Euro Crisis on EU and Turkey: An Evaluation in the Context of Crisis in

2008…………………………………………...……………...…....…............…...................... 87-108

Ahmet Turan ÇETİNKAYA

Analyzing the Effects of Flexible Work on Employment from the Perspective of Human Resources:

The Case of Turkey........…......................................................................................................109-130

Çağlar DOĞRU

Guidelines for Contributors ……………………………………………………............…….131-133

List of Indexes in which this Journal is Scanned…………………………………………………134

Page 5: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

5

SUNUŞ…

Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler

Enstitüsü Dergisi, dördüncü yılında, yedinci sayısıyla, yayın hayatını etkin ve verimli bir

şekilde devam ettirmektedir. Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi olarak

geçmiş sayılarımızda olduğu gibi; sosyal bilimler alanında yaşanan bilimsel gelişmelerin

izlendiği ve özgün çalışmaların yer aldığı bu yeni sayımızda da siz değerli okuyucularımızla

buluşmanın mutluluğunu ve gururunu yaşıyoruz. Dergimize göstermiş olduğunuz ilgiye en

içten teşekkürlerimizi sunarız.

Dergimizin 2015 yılı ilk sayısında, çeşitli alanlarda yedi tane bilimsel çalışma yer almaktadır.

Bu sayıda yer alan, “Kamu Görevlisine Rücu Edilmesinde Hukuki Sorunlar ve İdari

Yargı Kararları Işığında Güncel Bir Değerlendirme” adlı ilk makale, hakemsiz yayına

sunulmaktadır. Doç. Dr. Mehmet GÜNEŞ ve Arş. Gör. Mustafa GÜNDÜZ tarafından kaleme

alınan bu çalışmada; her geçen gün büyüyen idari faaliyetlerin ve devamında ortaya çıkan

idari sorumlulukların sonucunda, kamu görevlilerinin kusurlu davranışlarının sonradan rücu

edilerek ödenen tazminatların geri alınması için izlenen usül ve kararlardaki farklılıklar ortaya

konulmakta ve yakın tarihli yargı kararlarının önemli noktalarının altı çizilerek idari yargının

içtihadi özelliğinden dolayı ortak ve sürdürülebilir ilkelere erişim yolları aranmaktadır.

İkinci sırada, “Stratejik Yönetim Sürecinde Krizler ve Örgüt Üzerindeki Psikolojik

Etkileri” adlı makale yer almaktadır. Yrd. Doç. Dr. Mehmet Hişyar KORKUSUZ ve Yrd.

Doç. Dr. Ersoy KUTLUK tarafından ele alınan bu makalede, uzun soluklu bir stratejik

yönetim sürecinde karşılaşılabilecek dönemsel krizlerde “insan unsuru” nun “psikolojik

boyutu” ele alınmaktadır.

Üçüncü sırada, Yrd. Doç. Dr. Rahşan BALAMİR BEKTAŞ, Yrd. Doç. Dr. Eda KARACAN

ve Yrd. Doç. Dr. Aslıhan ALHAN tarafından ele alınan “Gruplar Arası İlişkiler, Nefret

Söylemine Yönelik Tutum ve Algılanan Nefret Davranışı” adlı çalışma yer almaktadır. Bu

çalışmada, farklı grup kimliği olan kişilerin, nefret söyleminin zararına yönelik algıları ve

algılanan nefret davranışları arasındaki ilişki incelenmektedir.

Dördüncü sırada bulunan, Öğr. Gör. S. Gökçe GÖK ve Yrd. Doç. Dr. Derya ÖZİLHAN

tarafından ele alınan “The Place and Significance of Working Staff in Perceived Insider

Status” adlı çalışmada, akademik ve idari kadro çalışanlarının aidiyet algılarının tespit

edilmesi ve aidiyet algısında kadronun önemi incelenmektedir.

Page 6: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

6

Beşinci sırada “ 2002 Sonrası Dönemde Türkiye - Avrupa Birliği İlişkileri” adlı makale

yer almaktadır. Doktora Öğrencisi Süleyman Çağrı GÜZEL tarafından kaleme alınan bu

çalışmada, 2002 sonrası AB yolundaki gelişmeler ele alınmakta ve AB politikası

değerlendirilmektedir.

Altıncı sırada “Euro Krizinin AB ve Türkiye Üzerindeki Etkileri: 2008 Küresel Krizi

Bağlamında Bir Değerlendirme” adlı çalışma yer almaktadır. Arş. Gör. Ahmet Turan

ÇETİNKAYA tarafından ele alınan bu çalışmada, Optimum Para Sahası temelinde Euro

Bölgesi ve 2008 Küresel Krizi bağlamında Avrupa Borç Krizi’nin AB ve Türkiye

ekonomisine etkileri incelenmektedir. Bu bağlamda çalışmada, Euro Bölgesi ekonomileri ve

Türkiye’nin söz konusu süreçte ekonomik olarak nasıl etkilendikleri araştırılmaktadır.

Yedinci sırada “İnsan Kaynakları Açısından Esnek Çalışmanın İstihdama Etkilerinin

İncelenmesi: Türkiye Örneği” adlı son makale yer almaktadır. Arş. Gör. Çağlar DOĞRU

tarafından ele alınan bu çalışmada; uygulamada yer alan esnek çalışma türleri ele alınmak

suretiyle kavramsal çerçeve çizilerek Türkiye’deki insan kaynaklarının ne derecede esnek

çalışma türlerinden yararlandığı ortaya konulmaktadır.

Bu sayımızda da gerek üniversitemizden gerekse farklı üniversite ve kurumlardan önemli

çalışmalarda bulunmak suretiyle dergimize katkı sağlayan değerli araştırmacı ve bilim

insanlarına, çalışmaların değerlendirme sürecinde katkı sağlayan değerli hocalarımıza, basım

öncesi ve sonrasındaki hazırlıklarda özveri ile çalışan değerli tüm Üniversite personelimize en

içten teşekkürlerimizi sunarız.

Dergimizin okuyuculara yararlı olması dileğiyle…

Saygılarımla,

Yrd. Doç. Dr. Güner KOÇ AYTEKİN

Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Editörü

Page 7: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

7

KAMU GÖREVLİSİNE RÜCU EDİLMESİNDE HUKUKİ SORUNLAR VE İDARİ

YARGI KARARLARI IŞIĞINDA GÜNCEL BİR DEĞERLENDİRME

Mehmet GÜNEŞ*

Mustafa GÜNDÜZ**1

ÖZET

Kamu idaresinin kusurlu eylem veya işlemiyle bir zararın meydana gelmesi halinde bu zararın meydana

gelmesinde kusuru olan kamu görevlisine hem anayasal düzenlemeler hem de yasal düzenlemeler bağlamında

rücu hakkı söz konusudur. Kamu idaresinin rücu hakkının niteliğinin bağlı yetki mi yoksa takdir yetkisi mi

olduğu ve bu hakkın kullanılmasında görevli yargı merciinin adli yargı mı idari yargı mı olduğu doktrin ve yargı

kararlarında tartışmalıdır. Bu noktada kamu idaresinin kusurlu sorumluğu neticesinde meydana gelen zarar

dolayısıyla kamu görevlisinin kusuru mevzu bahis ise kamu idaresinin rücu hakkını kullanması bir zorunluluk

olarak kabul edilir. Hem Anayasal düzenlemeler hem de mevcut yasal düzenleme sistematik olarak birlikte

değerlendirildiğinde kamu idaresi tarafında rücu hakkının kullanılmasında bağlı yetkisinin olduğu açık ve net bir

şekilde anlaşılmaktadır. Kamu idaresinin rücu hakkını kullanması konusunda görevli ve yetkili yargı merciinin

adli yargı olması gerekmektedir. Rücu hakkının kullanılmasında adli yargı mercilerinin görevli ve yetkili olması

hem adil yargılanma hakkının zedelenmemesi hem de hukuk devleti ilkesinin korunması açısından bir

gerekliliktir.

Anahtar Kelimeler: Rücu, Kamu Görevlisi, İdari Yargı, Kamu İdaresi, Sorumluluk.

JURISTIC PROBLEMS TO HAVE RECOURSE TO PUBLIC OFFICIALS AND AN

ACTUAL ASSESSMENT UNDER THE ADMINISTRATIVE JUDICIAL DECISIONS

ABSTRACT

İn case, a damage occurs as a result of defective acts and decisions of public administration the right of recorse is

metioned to public officials responsible for the occurense of this damage in the contex or both contitutional and

legal arrengements. İt is widely controversial that the qualification of then righet of recourse for public officials

is whether discretionary power or conditional power and in the use of this right functionary judgemental

authority is whether administrative justice or judical justice in doctrine and judical decisions. At this point, in

case in consequence of the damage occured by defective, liability of administration public official has both

contitutional and legal arrengements are systematically evaluated at the same time, it is clearly and explicitly

comprehended with discretionary power in the right of recourse for public administration. In the right of recourse

for public administration jurisdiction and authorized court is judical justice, is the necessity in that both the right

to a fair trail is not damaged and state of law principle is preserved.

Key Words: Recourse, Public Official, Administrative Justice, Public Administration, Liability

*Doç.Dr., Ufuk Üniversitesi İİBF, [email protected]

**1Araştırma Görevlisi, Kara Harp Okulu, [email protected]

Page 8: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

8

1. GİRİŞ

Anlamı, geri dönmek, müracaat etmek, “-den kaynaklanmak”, bir şeyin tazminatı için dava

açmak, telafisini istemek, iade etme (Mutçalı, 2012, s.348) olarak bilinen “rücu” özellikle

Borçlar ve İdare hukukunda içeriği her zaman tartışılan önemli bir kavramdır. Rücuen

tazminat istemleri, özel hukuk kişisi tarafından zarara sebebiyet veren idareye karşı; idare

tarafından zarara sebebiyet veren idareye karşı; idare tarafından zarara sebebiyet veren kamu

görevlisine karşı; özel hukuk kişisi tarafından zarara sebebiyet veren özel hukuk kişisine karşı

olabilmektedir (Kaya, 2012, s.122). Çalışmanın konusunu teşkil eden idare hukukundaki rücu

kavramı; idarenin, bir idari işlem veya eyleminin yerine getirilmesinde veya sahip olduğu

idari statü dolayısıyla, idarenin araç ve gereçleri vasıtasıyla kamu görevlisinin kusurlu fiiliyle

üçüncü kişilere zarar verilmesi durumunda, ortaya çıkan zararın idare tarafından tazmininden

sonra olayda kusurlu görülen kamu görevlisinden kusuru oranında idarenin ödediği tazminat

miktarını geri talep etmesidir. Buna göre kamu görevlisinin kusurunun ön planda olduğu ve

idarenin sorumlu tutulduğu tüm işlem ve eylemlerde böyle bir düzenleme ile idarenin

kolaylıkla zararı karşılayacağı umulmaktadır. Ancak kamu idaresi hukukunda yer alan rücu

yaklaşımı, kolay ve anlaşılabilir bir ilke olarak kabul edilse dahi uygulamada aynı

kolaylıkların söz konusu olmadığı, idarenin rücu konusunda karar vermesi gereken farklı

konuların bulunduğu, sonrasında ortaya çıkan hukuki sorunların yargı kararlarında da tam

olarak çözüme kavuşturulamadığı görülmektedir. Örneğin yargıda rücuen tazminat istemleri

değişik şekillerde ortaya çıkmaktadır. Bu tur istemler, örneğin, zarara uğrayana zararını

ödeyen sigorta şirketinin daha sonra zarara sebebiyet veren idareye rücu etmesi; zarara

uğrayana zararını ödeyen idarenin daha sonra bu zarara sebebiyet veren idareye rücu etmesi

seklinde olabilmektedir. Rücuen tazminat istemiyle acılan davalarda, görevli yargı yerine

bağlı olarak, dava adı da değişmektedir. Bu tur davalar adli yargıda görüldüğünde “rücuen

tazminat davası”; idari yargıda görüldüğünde ise “tam yargı davası” adını almaktadır (Kaya,

2012, s.124).

Bu çalışmada her geçen gün büyüyen idari faaliyetlerin ve devamında ortaya çıkan idari

sorumlulukların neticesinde kamu görevlilerinin kusurlu davranışlarının sonradan rücu

edilerek ödenen tazminatların geri alınması için izlenen usül ve kararlardaki farklılıklar ortaya

konulacak ve yakın tarihli yargı kararlarının önemli noktalarının altı çizilerek idari yargının

içtihadi özelliğinden dolayı ortak ve sürdürülebilir ilkelere erişim yolları aranacaktır.

1.1.İdari Yargıda Rücunun Kısa Tarihi ve Dayandığı Temeller

İdare Hukukunun doğduğu ülke olan Fransa’da idarenin sorumluluğu ve bu sorumluluğu

sebebiyle zarar görenlere tazminat ödenmesi konularında çeşitli aşama ve gelişimler

yaşanmıştır. 1870’lere kadar Fransa’da da “Kral hata yapmaz” anlayışı hâkim olmuştur. Hatta

bu döneme kadar kamu görevlisine karşı da dava açılabilmesine sınır getirilmiştir. Kamu

görevlisine karşı ancak Conseil d’Etat’ın onayı üzerine dava açılabilmiştir. Fransa’da ilk kez

1873 yılında Fransız Uyuşmazlık Mahkemesince verilen “Blanco kararı” ile idari kusurun,

özel hukuktaki kusur kavramından farklı olduğu ortaya konulmuş ve kamu görevlisi ile

devletin sorumluluğu kabul edilmiştir (Söyler, 2010, s.559). Fransa’da önceleri,

sorumlulukların içtima etmeyeceği kuralı geçerli görülerek kamu görevlisinin şahsi

sorumluluğunun bulunduğu hallerde idare hiçbir şekilde sorumlu tutulmamış, idarenin

sorumluluğu ajanın sorumluluğunun başladığı yerde bittiği kabul edilmiştir. İdare aleyhine

açılan davalarda Fransız Devlet Şurası, görevlinin şahsi kusurunu tespit ettiğinde çoğunlukla

görevsizlik kararı vermiş, aynı şey adli yargıda memur aleyhine açılan davalarda da geçerli

kabul edilmiştir (Duez, 1950, s.85).

Page 9: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

9

Fransız Danıştay’ı nihayet kamu görevlisinin kusurunu dikkate almayan içtihadını 28

Temmuz 1951 tarihli Temmuz 1951 tarihli “Delville ve Laurelle” kararları ile terk etmiştir.

Bu kararların ilki olan “Delville” kararında; sarhoş olan askeri şoförün yaptığı araç kazasında

Fransız Danıştay’ı sorumluluğu ikiye paylaştırarak, aracın freninin tam olarak çalışmaması

dolayısıyla sorumluluğun yarısını idareye yüklerken aynı zamanda şoförün sarhoş olması

dolayısıyla da sorumluluğun diğer yarısını kamu görevlisine vererek zarar dolayısıyla

ödenecek tazminatı yarı yarıya idare ile şoför arasında paylaştırmıştır. Fransız Danıştay’ının

Laurelle kararında ise; sorumlulukların içtimaı söz konusudur. “Askeri bir aracın şoförü, askeri aracı

kendi özel işlerinde kullanırken kaza yapmıştır. Burada zarara sebebiyet veren durum şoförün aracı kullanması

sırasındaki kusurudur. Aracın askeri hizmete ilişkin olmayan bir kullanımı ve askeri aracın hukuka aykırı bir

şekilde kullanılmasının doğurduğu kişisel kusur söz konusudur. Ancak askeri idare için ayrıca gözlem eksikliği

bulunduğu için hizmet kusuru da ortaya çıkmıştır. Bahse konu kaza sebebiyle zarara uğrayanın zararını tazmin

eden idare, daha sonra şoföre rücu edecektir. Fransız Danıştay’ı bu tür bir rücu davasını (action recursoire) ve

şoförü idarenin zarara uğrayana ödediği miktarı idareye ödemeye mahkûm etmiştir.” (Atay ve Odabaşı,

2010, s.92).

Fransız Danıştay’ını takiple Türk hukukunda Uyuşmazlık Mahkemesi 1960’lı yıllarda hizmet

kusuru ve kişisel kusur ayrımı yaparak, hizmet kusurunda idari yargının kişisel kusurda ise

adli yargının görevli olduğu yönündeki içtihadını geliştirmiştir (Akyılmaz, 2006, s.1045).

Buna göre, zararın ödenmesine ilişkin olarak idarenin hizmet kusuruna dayanılarak

Danıştay’da, kamu görevlisinin kişisel kusura dayanılarak ise adli yargıda dava açılabiliyordu.

Neticede memurun kişisel kusuru sebebiyle tazminat ödemek zorunda kalan idare, sadece

haksız fiil hükümlerine göre memura rücu edebilmekteydi (Turgut, 2011, s.192).

İdari yargıda 1963 tarihli Danıştay’ın Konuralp Kararında bir profesörün işten el çektirilmesi

sebebiyle ağır hizmet kusuru bulunan idare tazminata hükmedilirken, ağır hizmet kusurunda

rektörün de kişisel kusuru bulunduğundan bahisle rektöre rücu edilmesine karar verilmiştir.

Danıştay’ın bu kararında şu ifadelere yer verilmiştir; “İptal edilen bu kararın ittihazındaki ağır hizmet

kusurunun husulüne rektörün kişisel kusurunun da yüzde kırk nispetinde tesiri bulunduğu olayın başlayış, akış ve

kararın alınış ve uygulanış sekil ve seyrinden anlaşılmasına binaen davalı idarenin tazminat miktarının yüzde

kırk nispetinde rektörün sahsına rücu etmekte muhtar bulunmasına karar verildi.” (Akyılmaz, 2006,

s.1046). Daha sonraki gelişmelerde Türkiye’de rücu konusu yasal bir zemine oturtulmuş ve

1965 tarihli ve 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 13. Maddesinde,1972 tarihli ve 1602

sayılı AYİM Kanunu’nun 24. maddesinde ve 1982 Anayasası’nın 40/3, 129/5 maddelerinde

açıkça düzenlenmiştir.

1.2. Türk Hukukunda Rücunun Düzenlenmesi ve İlkeleri

Türk hukukunda “rücu müessesinin” Anayasa ve Devlet Memurları Kanununda (DMK)

düzenlenmesi ve bu düzenlemelerin farklı tarihlerde olması doktrin ve uygulamada birlik

sağlanmasını engellemiştir. 1965 tarihli DMK ile yasal düzenlemeye kavuşan rücu, bu

tarihten sonra da gereği gibi uygulanamamıştır. DMK yürürlüğe girmeden önce var olan

sorumluluk sistemine göre şahsi kusuru bulunan kamu görevlisine karsı, zarara uğrayan

tarafından zararın giderilmesi için tazminat davası açılabiliyorken; DMK ile teminat sistemine

geçilerek kamu görevlisinin şahsi kusuru bulunsa dahi ancak idare aleyhine dava açılabileceği

kabul edilmiştir. Ancak DMK’nin yürürlüğe girmesi ile 1982 Anayasasının yürürlüğe girmesi

arasında kalan zamanda uygulamada bir süre daha kamu görevlisi aleyhine dava açılmıştır.

Ancak 1982 Anayasasının yürürlüğe girmesiyle bu uygulama son bulmuştur. Bu tarihten

sonra da DMK ve Anayasa arasında farklı kavramlar sebebiyle tartışmalar başlamıştır

(Turgut, 2011, s.195).

1982 Anayasası, idarenin kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlü

olduğunu belirtirken (m.125) aynı zamanda, “Memur ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini

Page 10: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

10

kullanırken işledikleri kusurlardan doğan tazminat davaları, kendilerine rücu edilmek

kaydıyla ve kanunun gösterdiği şekil ve şartlara uygun olarak ancak idare aleyhine açılabilir”

(m.129/5) hükmünü de getirmektedir. Ayrıca madde 40/2’de; “Kişinin resmi görevliler tarafından

vaki haksız işlemler sonucu uğradığı zarar da, kanuna göre devletçe tazmin edilir. Devletin sorumlu olan ilgili

görevliye rücu hakkı saklıdır.” denilerek rücu edilmesinin anayasal karşılığı belirtilmektedir. Aynı

şekilde 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 13ncü maddesinde de idarenin rücu hakkı

düzenlenmiştir. İlgili maddede yer alan düzenlemeye göre; “Kişiler kamu hukukuna tabi görevlerle

ilgili olarak uğradıkları zararlardan dolayı bu görevleri yerine getiren personel aleyhine değil, ilgili kurum

aleyhine dava açarlar. Ancak, Devlet dairelerine tevdi veya bu dairelerce tahsil veya muhafaza edilen para ve

para hükmündeki değerli kâğıtların ilgili personel tarafından zimmete geçirilmesi halinde, zimmete geçirilen

miktar, cezai takibat sonucu beklenmeden Hazine tarafından hak sahibine ödenir. Kurumun, genel hükümlere

göre sorumlu personele rücu hakkı saklıdır. İşkence ya da zalimane, gayri insani veya haysiyet kırıcı muamele

suçları nedeniyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesince verilen kararlar sonucunda Devletçe ödenen

tazminatlardan dolayı sorumlu personele rücu edilmesi hakkında da yukarıdaki fıkra hükmü uygulanır.”

Yukarıdaki yasal düzenlemeler karşısında idarenin kamu görevlisine rücu edebilmesi için

idarenin öncelikle kusurlu bir sorumluluğunun bulunması ve kamu görevlisinin ayrıca kusurlu

davranışından kaynaklanan bir zarar mevcut olması gereklidir. Dolayısıyla idarenin kusursuz

sorumluluğunun söz konusu olduğu durumlarda rücu mekanizmasının işletilmesi mümkün

değildir. Bu konuda Yargıtay, kamu görevlisinin kişisel kusurunun ölçütü olarak sadece kin,

düşmanlık ve benzeri duyguların etkisi altında gerçekleştirdiği eylemler bakımından değil,

görevin gerekli kıldığı özenin gösterilmemesi ve mesleğin gerektirdiği ilkelere uyulmamasını

da ele almaktadır (Yargıtay, 1998). Yargıtay, bazı kararlarında kişisel kusuru; “görev ve yetki ile

bağdaşmayan durumlar, idari işleme yabancı olan eylem ve işlemler, suç oluşturan fiiller, idari yetkilerin

kullanım alanı dışına taşan eylem ve işlemler” şeklinde ifade etmektedir (Yargıtay, 1986).

Dolayısıyla burada sözü edilen kişisel kusur, bir kamu hizmetinde veya kamu hizmeti

vesilesiyle işlenmişse, eğer hatanın araç ve gereçleri kamu hizmeti gereğince kusurlunun

kullanımına sunulmuşsa, ayrıca mağdur ancak hizmetin kurallarının etkileri ile kusurlu

duruma düşürülüyorsa ve kamu hizmeti söz konusu hatanın tamamlanmasını gerekli kılmışsa

saf değil görevle ilişkili kişisel kusur söz konusu olmaktadır. Örneğin polisin görevli olduğu

kolluk faaliyetini icra ederken aşırı kuvvet kullanımına başvurması sonucu zarar gören kişi

ağır yaralandığında kamu görevlisi olan polisin kişisel kusurundan bahsedilebilir (Atay ve

Odabaşı, 2020, s.89). Dolayısıyla rücu, kamu görevlisi kişinin, kamu hizmeti sırasında, bu

kamu hizmeti dolayısıyla, hizmetin onu sağladığı araçlar vasıtasıyla icra ettiği bir faaliyet

sırasında verdiği zararda söz konusu olmakta ve idare daha sonra kusurlu kamu görevlisine

rücu edebilmektedir. Kamu görevlisinin göreviyle doğrudan ilişki kurularak açıklanan

kusuruna görev kusuru da denilmekte ve Danıştay’ın bir kararında görev kusuru şu şekilde

tanımlanmaktadır: “Kamu görevlilerinin idari bir tasarruf yaparken, mevzuatın, üstlendiği ödevin ve

yürüttüğü hizmetin kural, usul ve gereklerine aykırı olarak, kendisine izafe edilebilecek boyutta ve biçimde,

ancak gene de resmi yetki, görev ve olanaklardan yararlanarak, onları kullanarak hareket ettiği, bu nedenle de

idaresinden tamamen ayrılmasını önleyen ve engelleyen kusur görev kusurudur.” (Danıştay, 1999).

Bu arada kamu hizmeti sunumunda, idarenin kusurlu görüldüğü ve kamu görevlisinin ön

plana çıkmadığı genel tanımlama ise hizmet kusurudur. Öğretide hizmet kusuru; “Hizmetin

bünyesinde var olan kusuru, yani kamu hizmetinin kuruluş ve işleyişindeki aksaklık, düzensizlik ve bozukluğu

ve hizmeti yürüten kamu personelinin kusurunu kapsadığı belirtilmektedir. Hizmet kusurunun özellikleri

“bağımsız ve objektifliği”, “asli bir sorumluluk olması”, “anonim”, “genel” ve “esnekliliği”dir. Bu anlamda

hizmet kusurunun anonim özelliği gereğince kusurun ismen belli bir şahsa atıf ve isnadına ihtiyaç yoktur. Kusur,

hizmetin bünyesi ile kaynaşmıştır” (Atay, Odabaşı, 2010, s.101). Sonuçta kamu görevlisinin kişisel

kusurunun yol açtığı zararlarda, zararı ödeyen idare kişisel kusura ilişkin kısım (tamamen

kişisel kusura dayanıyorsa zararın tamamı için) için kamu görevlisine rücu eder. Zarar birden

çok kamu görevlisinin kişisel kusuruna dayanmakta ise, idare her kamu görevlisine sadece

kendi kusuru oranında rücu edecektir (Akyılmaz, 2006, s.1057).

Page 11: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

11

2. KAMU İDARESİNİN RÜCU KARARI

İdarenin bir işlem veya eylemi sebebiyle kusurlu görülerek tazminat ödemesi sonrasında

olayda kusuru görülen kamu görevlisine idare tarafından zorunlu veya ihtiyari rücu edilip

edilmesi konusunda farklı görüşler bulunmaktadır. Örneğin Atay’a göre; mahkeme kararının

gerekçesinden veya olayın gelişim tarzından ilgili memurun da kusurunun bulunduğu

anlaşılıyorsa rücu müessesesinin işletilmesi zorunludur. Bu anlamda rücu yöntemini

uygulayıp uygulamama anlamında idarenin takdir yetkisinin varlığından söz edilemez.

Nitekim bu husus DMK’nın 13. maddesinin 2. fıkrasında “İşkence ya da zalimane, gayri insani veya

haysiyet kırıcı muamele suçları nedeniyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesince verilen kararlar sonucunda

Devletçe ödenen tazminatlardan dolayı sorumlu personele rücu edilmesi” gerekliliği özellikle

vurgulanmıştır. Bu fıkra bir istisna hükmü olmayıp, fıkrada belirtilen hususun özelliği

gereğince ayrıca düzenlenmiştir. Söz konusu düzenleme Anayasa’nın 40. maddesinin son

fıkrasında belirtilen: “Kişinin resmi görevliler tarafından vaki haksız işlemler sonucu uğradığı zarar da,

kanuna göre devletçe tazmin edilir. Devletin sorumlu olan ilgili görevliye rücu hakkı saklıdır.” hükmünün

uygulanmasına yöneliktir (Atay ve Odabaşı,2010, s.109) . Öte yandan Akyılmaz’a göre ise: “1982 Anayasası 40/2’ncü maddesi ile 657 sayılı Kanun'un 13'üncü maddesinde yer alan “kurumun genel

hükümlere göre sorumlu personele rücu hakkı saklıdır" ifadesine benzer bir şekilde “Devletin, sorumlu olan

ilgili görevliye rücu hakkı saklıdır” hükmü benimsenmiştir. Böylece, sorumlu olan ilgiliden bahsedilerek birinci

derecede devletin sorumlu olduğu zarar bakımından, kamu görevlisinin kişisel sorumluluğunun da devam ettiği

belirtilmiş; lâkin bu konuda idareye takdir yetkisi tanınmıştır. Buna karşılık kamu görevlilerinin kusurları ile

sebep oldukları zararlar için Anayasa ile getirilen yeni mali sorumluluk sistemi bakımından genel bir hükmü

ihtiva eden m. 129/5 de rücu müessesesi, idarenin takdir yetkisinden çıkarılarak, bağlı yetki haline getirilmiştir.

Bu nitelendirmenin temel nedeni; DMK 13 maddesindeki rücunun ifade ediliş şeklidir, söz konusu maddede

“rücu hakkı saklıdır” denilerek bunun idarenin tasarrufunda olduğu ve bu ifadeden bir zorunluluk anlaşılmaması

gerektiği ifade edilmektedir. Anayasanın 129/V hükmündeki rücu ise “rücu edilmek kaydıyla” şeklinde ifade

edilerek rücu hakkının bir takdir yetkisi mahiyetinde değil bağlı yetki niteliğine sahip olduğu ifade edilmiştir”

(Akyılmaz, 2011, s.67).

Diğer yandan Tan ve Gözübüyük, “Rücu Sisteminin” takdir veya bağlı yetki mi olduğuna

ilişkin orta yolu benimseyerek; “1982 Anayasası’nın rücu konusundaki düzenlemelerinden (m. 40/2 ve

129/5) önce, 657 sayılı Yasa’nın, kurumun genel hükümlere göre sorumlu personele rücu hakkının saklı

olduğuna ilişkin kuralı (m. 13), idareye bu konuda takdir yetkisi tanındığı biçiminde anlaşılıp uygulanmıştır.

Ancak Danıştay’ın idarenin sorumluluğuna hükmettiği bazı kararlarında kamu görevlisinin belirli oranda

kusurluluğunu saptayıp, sorumluluktan payı belirlediği durumlarda rücu konusunda idarenin takdir yetkisinden

söz edilemez. Nitekim böyle durumlarda idarenin tek yanlı işlemi ile kamu görevlisinden kendisine düşen payı

isteyebileceği” (Tan ve Gözübüyük, 2013, s.734) savunulmaktadır. Nitekim bu doğrultudaki bir

Danıştay kararında; “Olayda davacı hakkında suçlamaların ortaya çıkışı aşamasında ve sonraki aşamada

görevlilerin ağır kusurları söz konusu olduğundan hükmolunan tazminatı ödeyecek olan idarenin, sorumluluğu

saptanan görevlilere yasal yollar çerçevesinde rücu etmesinin Anayasa ve yasa hükmü gereği” olduğunu

belirtmektedir (Danıştay, 1989). Aynı şekilde başka bir Danıştay kararında ise bu

düzenlemenin emredici olduğu gösterilmiştir; “…Anayasa’nın 129.maddesinin 5.fıkrasında; memurlar

ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan doğan tazminat davalarının,

kendilerine rücu edilmek kaydıyla ve kanunun gösterdiği şekil ve şartlara uygun olarak ancak idare aleyhine

açabileceği şeklinde emredici kurala yer verilmiş olduğundan kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken

İşledikleri kusurlar nedeniyle İdare aleyhine açılan davalarda tazminata hükmedilmesi halinde, İdarenin ödemek

zorunda kaldığı tazminatı yasal yollara başvurarak ilgili kamu görevlisinden tahsil etme zorunluluğu bulunduğu

ve bu anayasal zorunluluk nedeniyle dava dilekçelerinde ayrıca rücu talebinde bulunmaya gerek olmadığına

hükmedilmiştir” (Danıştay, 1997).

Kamu görevlisine rücu edilmesinin hem doktrinde hem de yargı kararlarında ifade edildiği

üzere bir takdir yetkisi değil, kamu görevlisinin kusurun idarece saptanması ve zararın

meydana gelmesinde bu kusurlu fiilin de tesirinin bulunması durumunda bir bağlı yetki

Page 12: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

12

niteliğini haiz olduğu görülmektedir. İdarenin bu yetkisini şartlar vuku bulduğu halde

kullanmaması durumunda, gereğini yerine getirmeyen kamu görevlisinin disiplin ve cezai

sorumluluğu söz konusu olacaktır. Ancak idarenin bunu kendiliğinden yapmadığı durumlarda

vatandaşların bunu sağlamak amacıyla idareye başvurmalarına da bir engel bulunmamaktadır.

Nitekim bu konu bir Danıştay kararında şu şekilde ifade edilmiştir: “Rücu mekanizmasının

işletilmesi, kamu kurumunun yetkileri arasında bulunmakla birlikte, idarenin bunu kendiliğinden yapmadığı

durumlarda, yurttaşların bunu sağlamak amacıyla idareye başvurmalarına bir engel bulunmamaktadır. Kamu

hizmeti görevlilerinin kişisel kusurundan kaynaklanan zararın karşılığı olarak ulusal ya da uluslararası bir

Mahkemece hükmedilen tazminat devlet tarafından zarara uğrayan kişiye ödendikten sonra ilgili kamu kurumu

tarafından sorumlu personele rücu edilmemesi, bu yükün toplum üzerine bırakılması anlamına geleceğinden, her

yurttaş ve özellikle kamu görevlilerinin kişisel kusuru nedeniyle zarara uğrayıp yargısal süreci başlatmış olan

yurttaşlar, ilgili personele rücu edilmesini sağlamak amacıyla idareye başvurabilirler ve bu başvuruların reddi

üzerine de dava açma hakkını kullanabilirler. Kamu hizmeti görevlilerinin hukuka aykırı eylem ve işlemlerinden

ve kendi kusurlarından doğan zararı toplum ödemek zorunda değildir.” (Danıştay, 2008). Ancak bu

kararın eleştirilebilir noktası: rücu mekanizmasının işletilebilmesini sağlayabilmek için

idarenin kusurlu fiilinden hiçbir şekilde etkilenmeyen herkesin menfaat koşulu aranmaksızın

idareye başvurabilmesinin savunulmasıdır. Bu şekilde geniş yorumun hukuk devleti ve hak

arama hürriyetine yanlış imkânlar bahşedeceği ve adaleti bozacağı ileri sürülebilir.

2.1. İdarenin Rücu Konusunda Takip Edeceği Usül

657 sayılı Kanun'un 12 ve 13'üncü maddelere göre çıkarılan “Devlete ve Kişilere Memurlarca

Verilen Zararların Nevi ve Miktarlarının Tespiti, Takibi, Amirlerinin Sorumlulukları,

Yapılacak Diğer İşlemler Hakkında Yönetmelik”in “Amirlerin Sorumlulukları" başlıklı

9’uncu ve “Zararların Takibi ve Yapılacak İşlemler” başlıklı 10’uncu maddesinde 12’nci

madde de belirtilen zarar kavramı hem doğrudan doğruya idareye verilen zararları hem de

üçüncü kişilere personelin verdiği zararların takip ve tahsil sorumluluğunu atamaya yetkili

amire vermektedir. Rücu hakkı idare tarafından genel hükümlere göre kullanılacaktır.

Rücunun genel hükümlere göre yapılmasından öncelikle anlaşılması gereken, bunun bir idari

kararla yapılmasıdır. Rücu emrini veren kanunlar öncelikle idari kanunlardır ve yargılama

usulüne ilişkin kanunlar değildir. İdare hukukunda rücu yetkisi özel hukuktaki rücudan

zorunlu olarak farklılaşmaktadır. Özel hukukta rücu, yargı terimi olarak belirginleşse de bu,

idare hukuku açısından geçerli değildir. Nitekim Fransa’da kamu görevlilerine karşı rücu bir

idari kararla yapılmaktadır. Kamu görevlileri de bu karara karşı idari yargıda dava

açabilmektedirler (Bayındır, 2007, s.580). Genel hükümlere göre, idarenin zarara ve zararın

kim tarafından işlendiğine ilişkin bilgiyi edindiği andan itibaren bir yıl içinde rücu davasını

açması gerekmekte olup, herhalde zararın meydana geldiği tarihten itibaren on yıl içinde dava

açma süresi sona erecektir.

Genel hükümlere göre rücu hakkının kullanılmasında adli yargının görevli olduğu ve bu

mahkemelerin haksız fiil esaslarına göre sorunu çözümleyecekleri görüşü geniş kabul

görmektedir. Bu görüşü savunanlara göre; 657 sayılı kanunun m.13 rücunun aynı kanunun m.

12 aracılığı ile “haksız fiil esaslarına göre” yapılmasını öngördüğü için kamu görevlisi olan

kusurlu personel, Borçlar Kanunu’nun 41. maddesi uyarınca yalnız “kasıt” ve “ağır ihmal”

den değil, “hafif ihmal” den de sorumlu olacaktır (Tan, 2013, s.452).. Danıştay 5. Dairesi bir

kararında bu hususu şu şekilde belirtmektedir; “Memurun idareye vermiş olduğu zararlarda ise zarara

uğrayanla arasında doğmuş bir borç ilişkisi söz konusu olur. Burada zarar veren ferdin (memurun) kusurunun

saptanması gerekir. Kişinin kusuru sonucundaki sorumluluğu ise Borçlar Kanununun haksız fiil hükümleri ile

düzenlenmiştir. Memurun idareye karşı sorumluluğu da Borçlar Kanununun ilgili hükümleri gereğince nazara

alınacaktır.” (Danıştay, 1979). Dolayısıyla idarenin kendi aleyhine memur tarafından ika edilen

zararlarda, idarenin doğrudan doğruya memurlara karşı re’sen icra yetkisini kullanarak ortaya

çıkan zarar miktarını aylığından kesebilme imkânı bulunmamaktadır (Atay ve Odabaşı, 2010,

s.96).

Page 13: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

13

Uyuşmazlık Mahkemesi, rücuda adli yargının çoğunlukla görevli olduğunu şu kararında

belirtmektedir: “657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun “Kişisel sorumluluk ve zarar” başlıklı 12.

Maddesinde;“ Devlet memurları, görevlerini dikkat ve itina ile yerine getirmek ve kendilerine teslim edilen

Devlet malını korumak ve her an hizmete hazır halde bulundurmak için gerekli tedbirleri almak zorundadırlar.

Devlet memurunun kasıt, kusur, ihmal veya tedbirsizliği sonucu idare zarara uğratılmışsa, bu zararın ilgili

memur tarafından rayiç bedeli üzerinden ödenmesi esastır. Zararların ödettirilmesinde bu konudaki genel

hükümler uygulanır.(...)” hükmüne yer verilmiştir. Bu duruma göre, Devlet memurunun sebebiyet verdiği

Kurum zararının ödettirilmesi amacını taşıyan davanın, özel hukuk hükümlerine göre adli yargı yerince

çözümlenmesi gerekeceği açıktır. Öte yandan, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun “ İdari Dava

Türleri ve İdari Yargı Yetkisinin Sınırı” başlıklı 2. maddesinin 1/b. bendinde, idari eylem ve işlemlerden dolayı

kişisel hakları doğrudan muhtelif olanlar tarafından acılan tam yargı davaları, idari dava türleri arasında sayılmış

olup; olayda hakları ihlal edilen kişi tarafından idare aleyhine açılmış bir tam yargı davası bulunmadığı gibi,

idari yargı yerinde gerçek kişiler aleyhine dava açılamayacağından, ortada idari yargı yerince çözümü gereken

bir dava bulunduğundan söz etmek olanaksızdır.” (Uyuşmazlık Mahkemesi, 2006). Bununla beraber

rücu için yasal düzenlemede gönderme yapılan genel hükümlerden mutlaka adli yargı

mercilerinin anlaşılması gerekmediğine dair farklı yargı kararları bulunmaktadır. Uyuşmazlık

Mahkemesi bir kararında genel hükümlere gidilmesinden sadece adli yargının anlaşılmaması

gerektiği, idari yargıya da gidilebilmesinin mümkün olduğunu belirtmektedir (Uyuşmazlık

Mahkemesi, 1989). Rücunun nasıl olması gerektiği ve hangi yargı kolunda inceleneceği

konusu beraberinde çeşitli tartışmaları da getirmektedir. Bu durumların farklı başlık altında

incelenmesi gerekir.

2.2. Rücunun İnceleneceği Yargı Merciinin Belirlenmesi

Sorumluluğu belirlenen idarenin kusurlu görülen kamu görevlisine rücu etmesinde özel hukuk

veya idari yargı usulünün uygulanıp uygulanmayacağı konusundaki tartışmalar, rücunun ilke

ve sonuçlarını doğrudan etkilediğinden detaylıca incelenmesi gerekir. İlk olarak öğretide

Duran’a göre DMK’nun 13ncü maddesinde gösterilen kurala göre sorumlu kamu personeline

rücu mekanizması, özel hukuk kurallarına göre işletilmeye uygun değildir. Çünkü Anayasanın

kabul ettiği “idari rejim”, idari sorumluluk konusunun tümünün adliye mahkemelerine

bırakılmasını önlemiş, bunun yanında idare ile personelin birlikte sorumluluklarının ayrı

mercilerde ve farklı usullerle gerçekleştirilmesine imkân vermemektedir (Tan, 2013, s.452).

Bu sebeple Duran’a göre; “İdare, kendisini kişilere tazminat ödemek durumuna sokan personelin (görev

kusuru) bulunup bulunmadığını, varsa sorumluluğunu gerektirir ölçüde ve yoğunlukla olup olmadığını da idare

hukuku esasları gereğince tayin ve tespit edeceğine göre; uyuşmazlık çıktığında aynı soruna haksız fiil

esaslarının tatbiki tecviz ve kabul edilemez.” (Duran, 1974, s.169). Benzeri gerekçelerle Ozansoy da

Duran’la aynı noktalara işaret ederek: “İdarenin rücu davası ancak ve ancak, onun üçüncü kişiye karşı bir

tazminat yükümü doğuran yargı kararından sonra mümkündür. Böyle bir karar ise, ancak idareye bağlanabilen

bir davranıştan doğan zararı gerekli kılar. İdarenin idare hukuku ilkelerine göre tazmin ettiği bir zararın

kaynağının, aslında özel hukuk hükümlerine göre aranması tam bir çelişki olmaktadır.” (Ozansoy,1989,

s.344). Aynı konuda Güran’a göre de idarenin “hizmet”, ajanın “görev” kusurunun bulunup

bulunmadığı ve paylaşımı “ilgi ve içeriği” yönünden “idari nitelikli” bir sorundur. Bir başka

deyimle idari yargının adliye mahkemelerine iş bırakmaksızın bitirebileceği türden bir

uyuşmazlıktır (Güran, 1980, s.161). Konuya ilişkin Akyılmaz ise; “Rücu davalarının adli yargıda

görülüyor olması durumunda kamu görevlisinin kişisel kusuru haksız fiile eşit olarak kabul ediliyor. Yani kamu

görevlisinin kusuru varsa bu kamu görevlisi için haksız fiildir. Ancak hiçbir zaman kişisel kusur haksız fiil

olarak kabul edilemez. Kişisel kusuru bir idari kusur olarak özel bir kusur olarak görmek gerekir. Kişisel kusur

bir idari kusur olduğuna göre onu belirleyecek olan idari yargı yeri olmalıdır.” (Akyılmaz, 2009, s.541)

görüşünü ileri sürmüştür.

Page 14: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

14

3. RÜCU EDİLMEMESİNİN DOĞURACAĞI HUKUKİ SORUNLARIN

İNCELENMESİ

Rücuya ilişkin idarenin kararları, yine idarede görev yapan personel tarafından verilmektedir.

Hukuk devletinde hiç bir personelin ana ilke olarak kamu yararı gerektiren bir konuda başka

bir personel lehine vazgeçme hakkı bulunmamalıdır. Çünkü personelin eylemi sonucu ödenen

tazminat bütçeden yapılan bir ödemedir. Bütçenin bütün vatandaşların ortak katılımıyla

onların vergileriyle oluşturulan bir fon olduğu düşünülürse, bu fondan yapılacak harcamalar

için kanunun açık hükümlerine ihtiyaç bulunacaktır. Her hangi bir kamu görevlisinin kendi

kusurlu davranışı ile dolaylı ya da dolaysız olarak devlete verdiği zararların bütçeden

karşılanmaması gerekir. Ayrıca idarenin, ödediği tazminatı, kamu görevlisine rücu etmemesi

ve zararın idare üzerinde kalmasında kamu yararının bulunmadığı görülebilir. Bu nedenle

idarenin kamu yararı niteliğinde olmayan bir işlemde takdir hakkının bulunması da söz

konusu değildir. İdarenin kamu görevlisine rücu etmesi kamu görevlisini görevini yaparken

daha dikkatli ve hukuka uygun davranmaya zorlayacaktır. Zarar gören kişilerin görevlinin

kusurundan dolayı idareye dava açabilmesindeki amaç, kamu görevlisini sorumluluktan

kurtarmak değil, zarar görenin tazminat alacağını garantiye almaktır. Çünkü ortaya çıkması

muhtemel tazminat bazen kamu görevlisinin ödeyebilme kapasitesinin üzerinde olabilmekte

ve bu durum zarar göreni ikinci kez mağdur olma riski ile karşı karşıya bırakabilmektedir

(Genç, 20011, s.31).

3.1. Rücunun İdare Tarafından İşletilmesinde Yaşanan Sorunlar

Yukarıda ana esasları açıklanan rücu faaliyeti, birçok sebepten ötürü yazılı kurallarda

gösterildiği şekilde uygulanamadığı görülmektedir. Bunun başlıca sebepleri arasında idarenin

rücu davası açma konusunda isteksiz oluşu, dava açmak ya da açmamak yönünde yapılan

baskılar ve rücu davası sonucunda verilen kararın uygulanabilirliği açısından fiili olarak bazı

sorunların öne çıktığı görülmektedir (Akyılmaz, 2006, s.1052) . Ayrıca rücu başta Anayasanın

birden fazla maddesinde olmakla beraber farklı kanunlarda düzenlenmiştir. Bu

düzenlemelerde yer alan kavram farklılıkları (memur, kamu görevlisi, genel hüküm gibi…)

rücu konusunda sorunları desteklemektedir (Turgut, 2011, s.195).

Rücu konusunda ilk tartışmalı husus, idarenin kişisel kusuru bulunan kamu görevlisine rücu

hakkını hangi hükümlere dayanarak kullanacağı konusunda bir görüş birliğinin

bulunmamasıdır. Anayasanın 40/son ve 129/5’inci maddesinde yer alan “kanun” ifadesi ile

DMK’nin 13’üncü maddesinde yer alan “genel hüküm” ifadesinden ne anlaşılacağı tartışmalı

bir husustur. Doktrin ve yargının çoğunluğunun görüşü bu konuda Borçlar Kanununun 41 vd.

madde hükümlerinin uygulanacağı yönündedir (Eroğlu, 1974, s. 247), (Onar,1966, s.1210) .

Konu ile ilgili diğer bir sorun ise rücunun düzenlendiği Anayasanın 40/son, 129/5’inci madde

hükümleri ile DMK’nin 13’üncü maddesinde görevli yargı yeri hakkında açıklık

bulunmamasıdır. Yukarıda değinilen görüşler dâhilinde görevli yargı yeri de farklılık

göstermektedir. Rücunun Borçlar Kanununun haksız fiil hükümlerine tabi olduğunu savunan

görüşe göre görevli yargı yeri adli yargı iken, diğer görüşe göre idari yargıdır. İdare

hukukunda kamu görevlisine rücu öz konusu olması için ortada bir kusur sorumluluğu

olmalıdır. İdarenin kusursuz sorumluluğu durumunda rücuya başvurulamamaktadır (Turgut,

2011, s.198).

Rücuya konu olan kamu görevlisinin kusuru konusunda ise Anayasanın 40/son ve 129/5’inci

maddesine kusurun ağırlığı ile ilgili bir açıklık bulunmadığı görülmektedir. DMK’nin 13’üncü

maddesinde de bu konuda düzenleme olmamakla beraber, DMK’nin 12’inci maddesinde

memurun kasıt, kusur, ihmal ve tedbirsizliği sonucu verdiği zararları ödeyeceği

Page 15: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

15

düzenlenmiştir. Bu konuda herhangi bir açıklık bulunmadığından ve DMK’nin 12’inci

maddesinde memurun sorumluluğu için kusur bakımından ayrım gözetilmeden hepsi dâhil

edildiğinden, bu düzenlemeler sonucu kamu görevlisine rücu için kusurlu personelin, kast,

ağır–hafif kusur, ihmal ayrımı yapmadığı belirtilmektedir (Turgut, 2011, s.199).

3.2. Rücuya İlişkin Güncel Kararlar ve Öne Çıkan Hususlar

-Kamu Görevlisi Hakkında Rücuya İdarenin Başvurması Yasal Bir Gereklilik ve

Zorunluluktur: Konu ile ilgili olarak idarenin hizmet kusuru olarak sorumlu tutulduğu

konularda, idarenin kusurlu görülen kamu görevlisine rücu etmesi gerektiğini ortaya koyan

Danıştay’ın 10ncu Dairesinin 2009/144 Esas No ve 2009/3183 Karar Nolu kararına göre;

“Dava konusu olayda idarenin hizmet kusuru olarak nitelendirilen "haksız yere suç duyurusunda bulunma"

işleminin, gerçekte bu konuda idare adına yetki kullanan kamu görevlilerinin kişisel kusurlarından doğduğu

tartışmasızdır. Anayasanın 129. maddesinin 5. fıkrasında; memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini

kullanırken işledikleri kusurlardan doğan tazminat davalarının, kendilerine rücu edilmek kaydıyla ve yasanın

gösterdiği şekil ve şartlara uygun olarak ancak idare aleyhine açılabileceği şeklinde emredici bir kurala yer

verilmiştir. Anayasanın sözü edilen maddesindeki "kendilerine rücu edilmek kaydıyla" ibaresi; kamu

görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlar nedeniyle idare aleyhine açılan davalarda tazminata

hükmedilmesi halinde, idarenin ödemek zorunda kaldığı tazminatı yasal yollara başvurarak ilgili kamu

görevlisinden tahsil etme zorunluluğunu ifade etmekte olup; davacıların, bu anayasal zorunluluk nedeniyle dava

dilekçelerinde ayrıca ve mutlaka rücu talebinde bulunmaları gerekmemektedir. Buna göre; dava konusu olayda,

Vergi Usul Kanunu'nun 134 ve devamı maddelerinde yer alan vergi inceleme yetkisine sahip Gelirler

Başkontrolörü ... tarafından, anılan Yasanın 367. maddesine dayanılarak düzenlenen suç duyurusu raporunun

eksik incelemeye dayalı olması nedeniyle davacı hakkında suç duyurusunda bulunulduğu anlaşıldığından; davalı

idarenin, adı geçen kamu görevlisine, hizmeti kusurlu yürütmesi nedeniyle Anayasanın yukarıda yer verilen 129.

maddesi hükmü uyarınca adli yargıda dava açmak suretiyle rücu etmesi gerektiği açıktır.” (Danıştay, 2009).

Benzeri şekilde 12nci Dairenin Esas No: 2009/4964, Karar No: 2012/5278, 26/09/2012 tarihli

kararında da aynı durum vurgulanmaktadır; “Uzman olarak görev yapan davacının izin taleplerinin ise

görev yaptığı birimce uygun görülmesine rağmen onay makamınca herhangi bir gerekçe de gösterilmeden

reddedildiği somut herhangi bir gerekçe gösterilmeksizin davacının Yasal hakkı olan izinin kullandırılmaması

işlemleri nedeniyle duyduğu üzüntü ve ıstırap nedeniyle uğradığı manevi zarar karşılığı bir miktar tazminatın

ödenmesine hükmedilmesi gerektiği; öte yandan, Anayasanın 129. maddesinin 5. fıkrasında; memurlar ve diğer

kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan doğan tazminat davalarının, kendilerine rücu

edilmek kaydıyla ve kanunun gösterdiği şekil ve şartlara uygun olarak, ancak idare aleyhine açılabileceği

şeklinde emredici bir kurala yer verildiği, Anayasanın sözü edilen maddesindeki "kendilerine rücu edilmek

kaydıyla" ibaresinin; kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlar nedeniyle idare aleyhine

açılan davalarda tazminata hükmedilmesi halinde idarenin ödemek zorunda kaldığı tazminatı yasal yollara

başvurarak ilgili kamu görevlisinden tahsil etmeyi ifade ettiğinde kuşkuya yer bulunmadığı, davacının izninin

kullandırılmaması, olayın gelişimi dikkate alındığında kasta dayalı olmayan hukuki hata olarak

nitelendirilmesine olanak bulunmadığı, dolayısıyla hükmedilen tazminatı ödeyecek olan idarenin, olayda kişisel

kusuru ve sorumluluğu saptanacak kişilere yasal yollar çerçevesinde rücu etmesinin Anayasadan kaynaklanan bir

zorunluluk olduğu…” (Danıştay, 2012).

-İdarenin Sorumlu Görülerek Ödediği Tüm Tazminatlarda Kusuru Görülen Hem Kişilere ve

Hem de Kurumlara Dahi gerekirse Rücu Edilmelidir: Konu ile ilgili olarak idarenin haksız

şekilde tazminata mahkûm edilmesi karşısında olaya sebebiyet veren kişi dışında eğer bir

kurum sorumlu ise rücu bu kuruma dahi yöneltilebileceğini ortaya koyan Danıştay’ın 11nci

dairesinin 2004/4910 Esas No ve 2005/4663 nolu kararında şu şekilde açıklanmaktadır: “Olayda, davalı belediyede zabıta memuru olarak çalışan ... hakkında tesis edilen re'sen emekliye sevk işleminin

yürütülmesinin durdurulması üzerine, davalı kurumca ilgili şahsın göreve başlatıldığı, mahkemece 10.4.1995

tarihinde verilen iptal karan üzerine açıkta kaldığı sürelere ilişkin her türlü özlük hakları kişiye ödenmekle

kurumun bu yönden hukuki sorumluluğunu yerine getirdiği görülmekte ise de; hukuka aykırılığı mahkeme kararı

ile saptanan re'sen emeklilik işlemi sonucu ...'e ödenen emekli aylıkları sebebiyle, davacı Sandığın da zarara

uğradığı kuşkusuzdur. Re'sen emekliye sevk işlemi iptal edildiğinden kişiye yersiz ödenen emekli aylıklarının,

kusurlu işlemi ile bu ödemeye neden olan kurumdan tahsil edilmesinde, kurumun ilgili kişiye rücu imkânı da

dikkate alındığında, hukuka aykırılık bulunmamaktadır. Bu durumda, davalı idarece tesis edilen ve hukuka

Page 16: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

16

aykırılığı yargı karan ile saptanan re'sen emeklilik işlemi dolayısıyla kişiye yapıları ödemenin, hizmet kusuru

uyarınca davalı idare tarafından tazmini gerektiğinden, aksi yöndeki mahkeme kararında hukuka uygunluk

görülmemiştir.” (Danıştay, 2005).

-Yargı Kararını Yerine Getirmeyen Tüm Kamu Görevlilerine Rücu Edilmesi Bir

Zorunluluktur: Konu ile ilgili olarak mazeretsiz olarak bir yargı kararını yasal süreler

içerisinde yerine getirmeyerek idareyi zarara uğratan kamu görevlisine rücu edilmesinin

gerekli olduğunu belirten Danıştay’ın 10ncu Dairesinin 2004/13990 Esas No ve 2007/739

numaralı kararında özetle şu şekilde konu açıklanmamıştır; “Bu itibarla, davacının Genel Başkanı

olduğu derneğin ve dernek yönetimi ile ilgili tasarrufların kamuoyu tarafından yakından izlenmesi nedeniyle

davacı hakkında tesis edilen işlemler de kamuoyunun bilgisi dâhilindedir. Bu nedenle davacı hakkında verilen

yargı kararının uygulanmamasının davacının kişisel haklarının zedelenmesine ve üzüntüsüne neden olduğu

açıktır. Bu nedenle, davalı idarenin olaydaki ağır hizmet kusuru dikkate alınarak manevi tazminatın manevi

tatmin aracı olma niteliği de göz önünde bulundurulmak suretiyle, davacının duyduğu acı ve üzüntünün kısmen

de olsa giderilmesi amacıyla takdiren 30.000..-YTL(otuz bin YTL ) manevi tazminatın davalı idare tarafından

yasal faiziyle birlikte davacıya ödenmesi gerektiği sonucuna varılmıştır. Diğer yandan bu davada hükmedilen

tazminatı ödeyecek olan idarelerin, yargı kararının uygulanmasını sağlamayan, uygulamadan kaçınan yetkili ve

görevlilere Anayasanın yukarıda yer verilen 129. maddesi hükmü uyarınca adli yargıda dava açmak suretiyle

rücu etmesi gerektiği açıktır.” (Danıştay, 2007).

-Rücu Davalarının Görüleceği Yargı Merci Adli Yargıdır: Konu ile ilgili Yargıtay Hukuk

Genel Kurulunun 31. 05.2006 tarihli Esas No 2006/4-310 ve Karar No 2006/330 sayılı

kararında da vurguladığı üzere; “Somut olayda, görevi esnasında teröristlerce öldürülen kurum işçisinin

mirasçıları tarafından ... aleyhine tazminat davaları açıldığı, mahkemece hükmolunan tazminatların davalı

ortaklığa yüklendiği ve bu yoldaki kararların derecaattan geçerek kesinleştikleri anlaşılmaktadır. Tazminat

davalarına bakan mahkemelerce, bilirkişi raporu ile saptanan kusur ve sorumluluk oranları esas alınarak, hüküm

verilmiştir. Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, görülmekte olan rücu davasında adli yargının mı,

yoksa idari yargının mı görevli bulunduğu noktasında toplanmaktadır. 2577 sayılı idari Yargılama Usulü

Kanunu'nun "...İdari Dava Türleri ve İdari Yargı Yetkisinin Sınırı..." başlıklı 2. maddesinde idari dava türleri

sayılmıştır. Bu hükme göre idari davalar; - İdari işlemler hakkında açılan iptal davaları, - İdari eylem ve

işlemlerden dolayı kişisel hakları doğrudan muhtel olanlar tarafından açılan tam yargı davaları, - Kamu

hizmetlerinden birinin yürütülmesi için yapılan her türlü idari sözleşmelerden dolayı taraflar arasında çıkan

uyuşmazlıklara ilişkin davalardan ibarettir. Ödenen tazminatın rücuan tahsili istemiyle açılmış olan eldeki

davanın, yukarıda sözü edilen kanun hükmü anlamında bir iptal davası veya idari sözleşmeden kaynaklanan bir

dava olmadığı açıktır. Yine eldeki davanın aynı kanun hükmü anlamında "tam yargı davası" niteliği

taşımadığında da kuşku ve duraksamaya yer olmamalıdır. Çünkü tam yargı davaları; ancak, herhangi bir idari

eylem ve işlemden dolayı kişisel hakkın doğrudan muhtel olması halinde ve o kişisel hakkın sahiplerince

açılabilirler. Dolayısıyla, herhangi bir davanın tam yargı davası olarak nitelendirilebilmesi için, ortada öncelikle

bir idari işlem veya eylemin bulunması şarttır; ayrıca, bu işlem veya eylem nedeniyle kişisel bir hakkın ihlal

edilmiş olması da gerekir. Dava konusu olayda davacı vekili, rücu istemini, davalı idarenin kendisine yönelik

herhangi bir eylem veya işlemine dayandırmamaktadır. Yine davalıya rücu edilmek istenilen tazminatın,

davacının hukuki statüsü gözetildiğinde, 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsili Usulü Hakkındaki Kanun

kapsamında bir kamu alacağı olmadığı da tartışmasızdır. Öte yandan, aynı olayda ölen başka kişilere davacı

şirketçe ödenen tazminatların davalı idareye rücu istemiyle ilgili olarak önce idare mahkemelerinde verilen

görevsizlik kararları üzerine de adli yargıda açılan başka bazı davalarda, görev ( yargı yolu ) yönünden ortaya

çıkan uyuşmazlık üzerine; Uyuşmazlık Mahkemesi Hukuk Bölümü'nce verilen kararlarla da, yukarıda değinilen

ilke ve kurallara dayanılmak suretiyle, uyuşmazlığın Borçlar Kanunu hükümleri çerçevesinde çözülmesi

gerektiğinin benimsendiği, bu benimsemeye bağlı olarak görevin adli yargıya ait bulunduğu sonucuna varıldığı

ve adli yargı yerlerince verilen görevsizlik kararlarının bu gerekçeyle kaldırıldığı görülmektedir.” (Yargıtay

HGK, 2006).

Page 17: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

17

SONUÇ

İdarenin kusurlu sorumluluğu söz konusu olduğunda zararın meydana gelmesinde kusurlu

hareket eden kamu görevlisine kusuru oranında rücu edilmesi hukuk devleti ilkesinin bir

gereğidir. İdarenin kamu görevlisine rücu etmesi konusunda Anayasanın 40/3 ile 129/5’de ve

657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 13. maddesinde rücu müessesesi ve rücu hakkı

düzenlenmiş olmakla beraber rücu mekanizmasının işletilmesini takdir yetkisi mi yoksa bağlı

yetkiye mi tabi olduğu konusunda farklı görüşler mevcuttur. Anayasa 40/3 ve DMK’nın 13.

maddesinde “rücu hakkı saklıdır” derken, yine Anayasa m. 129/5’te “rücu edilmek kaydıyla”

düzenlemesi söz konusudur.

Rücu konusunda gerek doktrin ve gerekse yargısal içtihatlar değerlendirildiğinde idarenin bir

eylemi veya işlemi nedeniyle zarar meydana gelmiş ise ve bu zararın meydana gelmesinde

kamu görevlisinin belirlenmiş bir kusuru söz konusu ise idare rücu mekanizmasını işletmek

zorundadır. Bu durumun aksinin kabulü kamu görevlilerinin kamu hizmetini ifa ederken

göstermesi gerekli olan dikkat ve özeni göstermemesine ve keyfi durumlara sebebiyet

verebilecektir. Ayrıca kamu görevlisinin özellikle kasıtla oluşan kusuru dolayısıyla meydana

gelen zararın tüm topluma yükletilmesi de anayasaya aykırı bir durum teşkil edecektir.

Rücu hakkı, idare tarafından uygulamada genel hükümlere göre kullanılmaktadır. Genel

hükümlere göre rücu hakkının kullanılmasında adli yargının görevli olduğu ve bu

mahkemelerin haksız fiil esaslarına göre rücu davasını sonuçlandıracakları doktrinde

öncelikle kabul edilen görüştür. Bu konuda hem Uyuşmazlık Mahkemesinin hem de

Danıştay’ın kararları söz konusudur. Ancak doktrinde özellikle kamu görevlisinin kusurunun

tespitinde haksız fiil esaslarının uygulanması da ayrıca eleştirilmektedir. Bu eleştiri kanımızca

yerinde ve haklıdır. Çünkü idare hukuku ve idarenin sorumluluğu bağlamında kamu

görevlisinin kusuru ile borçlar hukuku bağlamında bir kimsenin haksız fiil sorumluluğu

çoğunlukla aynı nitelikte kabul edilemez. Yine doktrinde bazı yazarlar tarafından idarenin

rücu hakkını kullanmasında adli değil doğrudan idari yargı mercilerinin görevli olması

gerektiği de savunulmaktadırlar. Bu görüşü savunan yazarların gerekçeleri daha çok; idare

hukuku ilkelerine göre tespit edilip, idarenin kusurlu sorumluluğuna ve dolayısıyla tazminata

mahkûm edilen kamu idaresi, kusuru olan kamu görevlisine kusur oranında rücu edeceği

zaman, idare hukukunun esaslarına göre kurulmuş ve idare hukukundaki sorumluluk esasları,

idare hukukunun temel ilkeleri vb. noktalarda ihtisaslaşmış idari yargı mercilerinin rücu

hakkının kullanılmasında görevli ve yetkili olmasının daha uygun düşeceğine dayanmaktadır.

Ancak doktrinde bazı yazarlarca ifade edilen ve bizim de katıldığımız görüşe göre; idari

yargılama usulünde idarenin rücu hakkının yerine getirilmesi ile ilgili olarak kusuru olan

kamu görevlisine mevcut davayı ihbar mükellefiyetinin olmaması ve dolayısıyla kusuru olan

kamu görevlisinin davaya müdahil olma olanaklarının kısıtlı olması ve hem anayasamızda

hem de idari yargılama mevzuatımızda bu duruma olanak veren düzenlemelerin olmaması

sebepleri ile kusuru olan kamu görevlisinin adil yargılanma hakkının zedelenmesi söz

konusudur. Dolayısıyla kamu idarelerinin kusurlu sorumluluğu olması durumunda kusuru

olan kamu görevlisine rücu davasını idari yargı yerinde değil adli yargı merciine açması

halinde kamu görevlisinin adil yargılanma hakkının sağlanması ve kamu personelinin adli

yargıdaki yargılama usulünden kullanabileceği bazı imkânlarla kendini savunabilmesinin

fırsatı elde edilmiş olacaktır.

Page 18: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

18

KAYNAKÇA

Akyılmaz, B. (2006). “İdare Hukukunda Kamu Görevlisine Rücu Sorunu”, Prof. Dr. Fikret

Eren’e Armağan, Ankara.

Akyılmaz, B. (2009).“İdarenin Kusurlu Personeline Rücu Sorunu”, Sorumluluk ve Tazminat

Hukuku Sempozyumu, Ankara.

Akyılmaz, B. (2011). “Kamu Zararı ve Kamu Zararında Rücu”, İstanbul Üniversitesi Hukuk

Fakültesi M C., LXIX, S.l-2, s. 61-78.

Atay, E. ve Odabaşı, H. (2010). Teori ve Yargı Kararları Işığında İdarenin Sorumluluğu ve

Tazminat Davaları, 2. Baskı, Seçkin Yayınları, Ankara.

Bayındır, M. S. (2007). “Sağlık Hizmetlerinde İdarenin ve Hekimlerin Sorumluluğu”, Gazi

Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt. XI, Sa. 1-2, 551-589.

Danıştay.(1989). D10D, 24.04.1989, E.988/1042, K.989/857, http:// legalbank . net/ belge/d-

10-d-e-1988-1042-k-1989-857-t-20-04-1989-danistay-10-daire-karari/529120/ (30.05.2015).

Danıştay. (1997). D5D, 10.11.1997, E.:1995/3611, K.:1997/2485, Danıştay Dergisi, Sayı. 96,

217-222.

Danıştay.(1999). D10D, 02.11.1999, E. 1999/1746, K. 1999/5376, http:// www.

Kanunum.com/Danistay/19995376/10-Daire-19991746-E,-19995376-K,-02 111999-

T_xxcid47592 (19.05.2015).

Danıştay. (2012). D12D. Esas No: 2009/4964, Karar No: 2012/5278, 26/09/2012 tarihli karar,

http://www.kanunum.com/danistay/XXXX/12-Daire-2009-4964-E,-2012-5278-K,-26092012-

T_xxcid777664 (16.06.2015).

Danıştay.(1979). D5D, 08.05.1979, E. 1975/9257, K. 1979/1132, http:// www.

kanunum.com/Danistay/19791132/5-Daire-19759257-E,-19791132-K,-08051979-

T_xxvid67843_xxmid67843_search (16.05.2015).

Danıştay.(2005). D11D. 2004/4910, Esas No ve 2005/4663 Nolu karar, http:// www.

kararara.com/danistay/11d/danistay7518.htm (15.06.2015).

Danıştay.(2007). D10D. 2004/13990 Esas No ve 2007/739 numaralı kararı, http://

legalbank.net/belge/d-10-d-e-2004-13990-k-2007-739-t-27-02-2007-danistay-10-daire-

karari/619249/ (18.06.2015).

Danıştay.(2008). D5D, 03.06.2008, E. 2007/7369, K. 2008/3234, http:// www. Lebib

yalkin.com.tr/mevzuat/mevbank/yargi/danistay-kararlari_ dan_ / danistay-5-daire-

kararlari_dan_d5d_/esas-no-2007-7369-karar-no-2008-3234.html (19.04.2015).

Danıştay.(2009). D10D. 2009/144 Esas No ve 2009/3183 Karar No http://www.

kararara.com/danistay/10d/danistay5905.htm (21.06.2015).

Duez, P. (1950). Mukavele Dışında Amme Kudretinin Mesuliyeti, Çev: İbrahim Senil, Güney

Matbaacılık, Ankara.

Duran, L. (1974). “Türk Kamu Personelinin Mali Sorumluluğu”, Prof. Dr Tahsin Bekir

Balta’ya Armağan TODAİE Yayını, Ankara.

Page 19: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

19

Eroğlu, H. (1974). İdare Hukuku Dersleri (Genel Esaslar, İdari Teşkilat ve İdarenin

Denetlenmesi), S Yayınevi, Ankara.

Genç, E.(2011). “Rücu Kavramı ve Sayıştay Denetimi Kapsamında Rücu Müessesesi”, Mali

Hukuk Dergisi, Yıl. 26, Sayı. 151, 28-33.

Güran, S. (1980). “Türk İdare Hukukunda Tazminat Miktarının Saptanması”, Sorumluluk

Hukukunda Yeni Gelişmeler III. Sempozyumu, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi

Yayınları, İstanbul.

Kaya, C. (2012). “Rücuen Tazminat İstemiyle Açılan Davalarda Görevli Yargı Yerinin

Belirlenmesi Konusunda Uyuşmazlık Mahkemesi Uygulaması”, İstanbul Üniversitesi Hukuk

Fakültesi Dergisi, Cilt 70, Sayı. 1, 115 – 122.

Mutçalı, S. (2012). Arapça- Türkçe Sözlük, 3. Baskı, Dağarcık Yayınları, İstanbul.

Onar, S.S. (1966). İdare Hukukunun Umumi Esasları, İsmail Akgün Kitabevi, İstanbul.

Ozansoy, C. (1989). “Tarihsel ve Kurumsal Açıdan İdarenin Kusurdan Doğan Sorumluluğu”,

Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara.

Söyler, Y. (2010). “Yargıtay Kararları Işığında Kişisel Kusur”, Gazi Üniversitesi Hukuk

Fakültesi Dergisi, Aralık, Cilt 14, Sayı 2, 555-592.

Tan, T.(2013). İdare Hukuku, 2.Bası, Turhan Kitapevi, Ankara.

Tan, T.ve Gözübüyük, Ş.(2013). İdare Hukuku Genel Esaslar, 9.Bası, Turhan Kitapevi,

Ankara.

Turgut, T. (2011). “İdare Hukukunda Kamu Görevlisine Rücu”, Adalet Dergisi, Sayı. 39, 185-

203.

Uyuşmazlık Mahkemesi. (1989).UMK, E. 1989/24, K. 1989/30, RG:24.12.1989, 20382.

Uyuşmazlık Mahkemesi. (2006). UMK, 12.06.2006, E. 2006/14, K. 2006/20.

Yargıtay HGK.(2006). Hukuk Genel Kurulunun 31. 05.2006 tarihli Esas No 2006/4-310 ve

Karar No 2006/330 sayılı kararı, http://www.adalet.org/oprint.php?id=2898 (17.06.2015).

Yargıtay. (1986). Y4HD, 17.11.1986, E: 1986/4898, K: 1986/7786, http:// legal bank

net/belge/y-4-hd-e-1986-4898-k-1986-7786-t-17-11-1986-haksiz-eylemden-dogan-maddi-

tazminat/233200/ (12.04.2015).

Yargıtay.(1998). Y4HD, 30.11.1998, E: 1998/6342, K: 1998/9531, http:// www. hukuki. net

(15.05. 2015).

Page 20: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

20

Page 21: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

21

STRATEJİK YÖNETİM SÜRECİNDE KRİZLER VE ÖRGÜT ÜZERİNDEKİ

PSİKOLOJİK ETKİLERİ

Mehmet Hişyar Korkusuz

Ersoy Kutluk

ÖZET

‘İnsan’ kaynağı, organizasyonun hedefine ulaşması noktasında yöneticilerin göz önünde bulundurması

gereken en önemli unsurdur. Yönetim bilimi, bu açıdan bakıldığında özü itibariyle bir davranış bilimi olarak

nitelendirilebilir. Stratejik hedeflere ulaşmak isteyen tepe yöneticileri bu zaman diliminde yaşanabilecek

krizlerde ‘insan unsuru’nun ‘psikolojik boyutu’nu örgütsel dayanıklılık bağlamında eşsiz bir alan olarak

görebilecektir. Bu anlayış, krizlerin etki ve sonuçlarının organizasyon ve çalışanların üzerinde, gerekli eğitimin

de verilmesiyle kabul edilebilir bir düzeye indirilmesine katkı sağlayabilir. Stratejik yönetim sürecini yürüten

yöneticilerin kriz ve çatışma alanlarını öngörerek doğru tahminlerde bulunması ve örgüt psikolojisinin de bu

duruma uyum sağlayabilecek bir esneklikte olması amaçlara ulaşılmasını sağlayabilecektir. Stratejik yönetimin

yönetim ve örgüt psikolojisi bağlamında dikkatle ele alınması organizasyona bir açılım ve vizyon

kazandıracaktır.

Anahtar Kelimeler

Stratejik Yönetim, Krizler, Örgüt Psikolojisi, İnsan Kaynakları

CRISES IN STRATEGIC MANAGEMENT PROCESS AND THEIR

PSYCHOLOGICAL IMPACTS ON ORGANIZATIONS

ABSTRACT Human resources are the most important factor that the managers have to consider in relation to reach the

organizational goals. Management science when viewed from this aspect could describe as a behavioral science

in essence. Top managers who want to reach to the strategic goals could accept psychological dimension of the

human factor as a unique area in the context of organizational durability in crises that could experience at this

period. This understanding could make a contribution to lowering the impacts and consequences of crisis to an

acceptable level on the organization and employees with providing a required training. When managers who run

the strategic management process, make safe estimates thereby foresee the crises and conflict areas, and having a

flexible organizational psychology to accommodate to this conditions could provide to attain the objectives. To

handle the strategic management in the context of management and organizational psychology will acquire a

vision and offer an insight into the organization.

Key Words

Strategic Management, Crises, Organizational Psychology, Human Resources

Yardımcı Doçent, Arel Üniversitesi, [email protected] Yardımcı Doçent, Arel Üniversitesi, [email protected]

Page 22: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

22

1. Giriş

Bilişim çağında küresel boyutta artan etkileşimle birlikte, uyarı ve etki merkezlerinin

sayısındaki önlenemez yükseliş, organizasyonel refleks ve adaptasyon mekanizmalarının

güçlü ve hazırlıklı olması gerekliliğini de beraberinde getirmiştir. Bu mekanizmaların

güçlendirilmesi ve hazırlanması ise gelebilecek uyarı ve etkilerin yapısının/mahiyetinin ve

oluşturabilecekleri kriz/darbe şiddetinin ‘bilgi-deneyim boyutu’yla çözümlenmesine bağlıdır.

Yönetim bu süreçte bilgi unsurunu devreye sokabilme yeteneği ve ufkuna sahip olmalıdır.

Bilgi; öngörülemez alanı daraltan, tahmin seçeneklerini netleştiren ve farklı ‘krizden çıkış’

planlarının ve ‘alternatif yollar’ın hazırlanmasına imkan veren mühim bir yönetsel

enstrümandır. Bilgi, yetenek/beceri ve kaynak anlamındaki kazanımlar organizasyonel

süspansiyon göreviyle krizlerin şiddetini söndürebilecek, hatta bu krizleri yönlendirme

maharetinin de edinilmesiyle yepyeni fırsatları gün yüzüne çıkarabilecektir.

Maraton koşusunu gerektiren büyük örgütsel hedeflere ulaşmada çok yerinde bir tercih

olan stratejik yönetim yaklaşımı, tepe yöneticilerine krizleri en detaylı hesaplamalarla

atlatabilme imkanını sağlamaktadır. Stratejik yönetim bilginin doğru kullanımını, programlı

hareket imkanını ve bir vizyon zenginliğini yöneticilere sunmaktadır.

Bu makalede uzun soluklu bir stratejik yönetim sürecinde karşılaşılabilecek dönemsel

krizlerde ‘insan unsuru’nun ‘psikolojik boyutu’ ele alınacaktır. ‘Psikolojik boyut’ bu

yaklaşımla organizasyonun tepe yöneticileri tarafından ‘krizlere mukavemet’ bağlamında

eşsiz bir alan olarak değerlendirilebilecektir. Bu değerlendirmenin stratejik yönetim sürecine

dahil edilişi ‘değişim’ ve ‘etkileşim’in olağan ve olağanüstü etki ve sonuçlarının organizasyon

ve çalışanların üzerinde ‘kabul edilebilir’, ‘makul’ bir düzeye çekilebilmesine katkı

sağlayabilecektir. Günümüz dünyasında siyasî, ekonomik, toplumsal alanlarda ardı arkası

kesilmez krizlerle sarsılan bir ortamda sürekliliği yakalamak isteyen örgütlerin bu hazırlığa

ihtiyacı kaçınılmazdır.

Genel psikoloji, yönetim ve politik psikoloji ile de ilgili olan kriz yönetim süreçleri

belirlenen stratejinin planlama-koordinasyon- icraat ve takip-kontrol aşamalarında çok yönlü

bir ele alış tarzını gerekli kılmaktadır. Nasıl bir yöntem geliştirilirse hedefe daha rahat

ulaşılabilir. Özne-nesne uyumu ve nicelik-nitelik birlikteliği yönetimin başarı ve

motivasyonunda etkili olmaktadır.

İşin özüne inildiğinde bir davranış bilimi olan yönetim biliminin stratejik boyutu tutum

ve davranışların doğasına ilişkin temel yaklaşımları ve metodları öngörebilme ve geliştirme

aşamalarını da içermelidir.

2. Stratejik Yönetim Süreci

2.1. Yönetim Kavramı

Yönetim bir faaliyet ya da süreç olarak tanımlanabilir. Burada ifade edilen süreç plan

yapma, karar verme, değerlendirme yapma gibi eylemler ve operasyonlar serisini

içermektedir. Eğer daha detaylı bir tanımlama gerekirse yönetim “organizasyonel bir ortamda

işleri/görevleri başarıyla tamamlamak için hedefe yönelik bir yöntemle bir takım kaynakları

bir araya getirme ve kullanma sürecidir” denilebilir. Yönetim, bazen de bu aktiviteyi yerine

getiren bir insan grubunu (üst yönetim – top management) tanımlayabilmektedir (Hitt, Black

ve Porter, 2005: s. 8). Yönetim kavramı; “sevk ve idare”, “idari sistem” ve “örgüt” anlamları

yüklenerek kullanılabilmektedir (Eryılmaz, 2006: s. 3). Yönetimden söz edilebilmesi için:

İnsanların varlığı, işbirliği ve bir amaca yönlenme şartları mevcut olmalıdır. Yönetim, “ortak

Page 23: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

23

bir amacı gerçekleştirmek için bireysel ve grupsal çabaların eşgüdümlenmesi” olarak

tanımlanmaktadır (Akat, Budak ve Budak, 1994: s. 10).

Yönetsel etkililik (effectiveness) örgütsel amaçlara ulaşmadaki başarıyla ölçülür. Etkili

yönetici örgütsel kaynakları hedefe varmada verimli kullanır. Yönetsel verimlilik (efficiency)

üretim sürecine katkıda bulunan her bir örgütsel kaynağın üretkenlik oranıdır. Örgütsel

kaynaklar ne kadar israf edilirse ve atıl kalırsa yönetici de o kadar başarısız sayılır.

Organizasyonel başarının maksimize edilmesi hem etkililiğe hem de verimliliğe bağlıdır

(Certo, 1986: s. 16-17).

Certo, örgütsel kaynakları dört ana başlıkta incelemektedir. Bunlar; (1) İnsan

Kaynakları (2) Menkul Kaynaklar (3) Hammadde (4) Sermaye Kaynaklarıdır (makine,

teçhizat vb.). Üretim süresince kaynaklar kombine edilir, kullanılır ve nihayet ürün ve hizmete

dönüşürler. Burada ‘insan kaynakları’ organizasyon için işgören bireyleri ifade eder.

İşgörenlerin yetenekleri, bilgi ve tecrübeleri yöneticiler için paha biçilmezdir (Certo, 1986: s.

16).

Yönetim sistemleri; faaliyetlerinde yararlandığı bilimsel disiplinlerdeki veri, kavram,

araç ve teknikleri nerede ve nasıl kullanacağını genel olarak bilip, bunları tanımlanmış

amaçlar doğrultusunda kullanabildiği ve nihayetinde de bu amaçlara ulaşabildiği ölçüde

etkili/başarılı olarak kabul edilebilir (Seyidoğlu, 2001: s. 154). İnsan kaynağının, örgüt

psikolojisinin ve gerçekleşen davranışların (kızgınlıklar, moral bozuklukları, çatışmalar, güç

mücadeleleri) öneminin kavranması da yine etkili bir yönetim sisteminin kurulmasının en

önemli şartlarından biridir (Koçel, 2007: s. 5-95).

2.2. Stratejik Yönetim

Yönetim için ifade edilen bu özellikler stratejik yönetim için de geçerlidir, denilebilir.

Stratejik yönetim “örgüt amaçlarını gerçekleştirmek üzere, üretim kaynaklarını (ve

yeteneklerini) etkili ve verimli biçimde kullanma süreci”dir. Ancak burada belirtilmesi

gereken husus stratejik yönetimin, organizasyonun günlük rutin işlerinin idaresine değil,

örgütün “uzun dönemde yaşamını sürdürebilmesini mümkün kılacak… işlerin yönetimi”ne

yönelik oluşudur (Dinçer, 2007: s. 35-38). Stratejik yönetim, hiç durmaksızın değişen dış

çevreye uyum sağlama ve giderek daha da zorlaşan bir ortamda devamlılığı güçlenerek

sağlama amacına yönelik özel bir yönetim sürecidir. Stratejik yönetim, daha çok işletmelerin

tepe/üst yöneticilerinin karar alanında yer alan bir süreçtir (Rue ve Holland, 1989: s. 23).

David’e göre iş dünyasında daha çok tercih edilen ‘stratejik planlama’ genellikle bu

sürecin sadece formülasyon boyutunu içerirken, akademik dünyada daha yoğun olarak

kullanılan ‘stratejik yönetim’ formülasyon (planlama), uygulama (organize etme ve yürütme)

ve değerlendirme (kontrol) aşamalarının tamamını içerir. Stratejik yönetimin amacı gelecek

için yeni ve farklı fırsatları oluşturmak ve onlardan yararlanmaktır (David, 2001: s. 5). Ülgen

ve Mirze ise ‘stratejik planlama’dan ‘stratejik yönetim’e geçişte artık stratejistlerin sadece

analiz, karar süreçlerinin (sert unsurlar) yeterli olmadığını anlamasının payı olduğunu

vurgular. Bu aşamadan sonra stratejik planlama unsurları yanında diğer unsurlar olan yönetim

tarzı, yapısı, kültürü, davranışsal unsurları (yumuşak unsurlar) ve uygulama ve kontrol

işlevleri de stratejik yönetimin kapsamı içine girmiştir (Ülgen ve Mirze, 2004: s. 37-38).

Zaten bir organizasyon, hard power (sert unsurlar) ile soft power'ın kombinasyonu durumunda

işlerin akış şeması ve organizasyonel işleyiş hedeflerini tutturabilir.

Stratejik yönetim süreci organizasyonların sürekli olarak iç ve dış olay ve eğilimleri

gözlemlemesi düşüncesine dayanır. Bu gözlemler neticesinde farkına varılan değişiklik

girişimleri ihtiyaç doğduğunda, zamanında yapılabilir. Günümüz piyasalarındaki değişimi

başarılı organizasyonlar etkin biçimde yönetirler. Ve örgütsel bürokrasilerini, stratejilerini,

sistemlerini, ürünlerini ve kültürlerini bu değişime adapte ederler (David, 2001: s. 7-8).

Page 24: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

24

Bugün, yükselen globalleşme trendi ve teknolojinin artan kullanımı daha büyük değişime

neden olmakta, organizasyonel başarı için ‘bilginin önemi’ni net bir şekilde göstermektedir.

Hitt, Black ve Porter, 21.yy’ın yöneticileri için ‘değişim’, ‘teknoloji’ ve ‘globalleşme’nin

kritik meydan okumalar olduğunu vurgulamaktadırlar. Hep var olan değişimin, vazgeçilemez

teknolojinin ve gözardı edilemeyecek globalleşmenin organizasyonlara etkisi kaçınılmazdır

(Hitt, Black ve Porter, 2005: s. 5-7).

Strateji kavramından doğan stratejik planlama ve stratejik yönetim çağdaş yönetim

anlayışında üzerinde önemle durulan alanlar olmuşlardır. Stratejik yönetim; “Stratejik

amaçlara ulaşılabilmesi için mevcut tüm unsur ve parametrelerin en etkin şekilde

kullanılmasıdır.”

Stratejik yönetim süreci genel hatlarıyla şu şekilde işlemektedir: öncelikle stratejistler

tarafından veri toplama çalışması yapılır. Bu verilerin analizi (iç ve dış çevre analizi) ile

“fırsat ve tehditler (dışa bakış olarak da ifade edilebilir)” ve “üstünlükler ve zayıflıklar (içe

bakış olarak da ifade edilebilir)” tespit edilmeye çalışılır. Bu tespitler neticesinde ulaşılan

ÜZFT (SWOT2) durum matrisi ile gerekli değerlendirmeler yapılır (SWOT Analizi). Bu

değerlendirmelerle birlikte misyon, vizyon, amaç ve hedefler doğrultusunda örgütün yönü

belirlenir (stratejik yönlendirme); daha sonra örgüt başarısı için seçilen stratejik kararlarla

(temel ve alt stratejiler) faaliyete geçilir ve bir sonraki aşamada bu faaliyetler kontrol edilir.

Bu ilerleme sürecinde çevresel faktörler stratejik yönetim sürecini etkileyebilir ve

amaçlananlar ile ulaşılanlar arasında bir farklılık olabilir. Bulunulan çevre koşullarının

basitten karmaşığa doğru evrimi, yöneticilerin gittikçe daha üretken, yüksek çözüm

kabiliyetine sahip ve inovatif olmalarını da gerekmektedir (Ülgen ve Mirze, 2004: s. 32-71).

Stratejik yönetimde insani değerlerle potansiyelin harekete geçirilmesi ve bunun

amaçlanan çizgide yürümesi için elverişli bir örgüt ikliminin tesisi, inşası ve bunun

sürdürülebilir nitelikte bir kıvama kavuşturulması gerekmektedir. Organizasyonun başarılı ve

esnek bir kriz algısı ve yönetiminin olabilmesi bireysel ve kurumsal psikolojinin farkındalığı

ve kapsayıcılığı ile mümkün hale gelebilir. Stratejik yönetimin kriz ve çatışma alanlarını

kestirerek iyi bir tahminde bulunması ve örgüt psikolojisinin de bu süreç ve değişime uyum

sağlayabilecek bir esneklikte olması durumunda sonuca daha net gidilebilir.

3. Krizler

Stratejik düşüncenin ve hareket tarzının gerekliliği ‘geleceğin doğasında olan

belirsizlikler’ ve ‘bu nedenle çıkabilecek krizler’e dayanır (Akgemci, 2008: s. 427). Sürekli

değişen dış çevre şartlarında, bünyesinde ‘stratejik çalışmalara’ gerekli yeri vermeyen

organizasyonların başarı şansı oldukça düşüktür. Ancak yetersiz ve doğru olmayan ‘stratejik

çalışmalar’ da krize düşülmesinin önemli sebeplerinden biri olabilir (Dinçer, 2007: s. 403).

Stratejik yönetim ‘çevresel karmaşayı/değişimi’ yönetebilmek olarak da

yorumlanabilmektedir. Bunun da pasif (reaktif) bir geleceği tahmin yöntemiyle değil, aktif

(proaktif) bir geleceği şekillendirme yöntemiyle olabileceği değerlendirilmektedir. Meydana

gelebilecek kriz durumlarında ise ‘kriz yönetimi’, işletmelerin ‘stratejik yönetim’ sürecine

ciddi katkılar sağlayabilmektedir (Akgemci, 2008: s. 428). Uzun bir zaman dilimi için ortaya

konan stratejik yönetim planının bir parçası olarak hazırlanacak dönemsel kriz yönetim

planları organizasyonlar için önem taşımaktadır. Krizlerle karşılaşılmadan önceki örgütsel

faaliyetlerin amacı ise; krizi önlemek, gerçekleşmesi durumunda etkisini en aza indirgemek

2

Stratejik yönetimin amacı, örgütün kaynak ve yetenekleriyle çevre şartları arasında uyum sağlamaktır.

Organizasyonun mevcut durumunun ve deneyiminin incelenmesi, üstün ve zayıf yönlerinin tanımlanması ve

bunların çevre şartlarıyla uyumlu hale getirilmesi sürecine SWOT Analizi adı verilmektedir

(S:Strengths/Üstünlükler; W:Weaknesses/Zayıflıklar, O: Opportunities/Fırsatlar; T: Threats/Tehditler) (Dinçer,

2007: s. 142; Certo ve Peter, 1988: s. 47).

Page 25: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

25

için tedbirler almak ve bu yönde gerekli örgütsel, yönetsel ve iletişimsel çalışmaların

yapılmasını sağlamaktır (Johnson ve Peppas’tan aktaran Korkmazyürek ve Basım, 2009: s.

28).

Beklenmedik şekilde ortaya çıkan ve önceden sezilemeyen ya da krizin sinyallerini

alamayan yönetimler nedeniyle hazırlıksız yakalanılan bazı değişiklikler krizlere sebep

olabilir. Krizler organizasyonları “değişikliğe çabuk ve acele cevap vermeye ve dolayısıyla

mevcut tecrübe, bilgi ve işleyişinin dışına çıkmaya zorlar” (Dinçer, 2007: s. 405). Örgüt

içinden ve dışından kaynaklanabilen krizlerin yıkıcı etkilerini aşma becerisi süreklilik

bağlamında yaşamsal önem taşımaktadır. Krizler örgütsel amaçları tehdit ederek acil cevap

vermeyi gerektiren ancak bu cevap için gerekli olan karar verme süresini kısıtlayan, karar

birimlerini şaşırtabilen ve hatta kararsızlığa sürükleyebilen durumlardır. Krizler, yöneticileri

örgütsel değişiklikler yapmaya hatta yönetimin değiştirilmesine varan yenilikler yapmaya

zorlayabilmektedir. Bu durum da işletmenin üst yönetiminin gerekli olan yeniliklere karşı

isteksiz davranmasına yol açabilmektedir. Ayrıca krizler örgütleri tepkisizliğe ve yanlış

tepkiler vermeye itebilir. Veri eksikliği ve zaman kısıtı karar vericiler üzerinde gerilime neden

olabilir. Krizlerin çıkmadan önce gönderdikleri sinyallerin yöneticiler tarafından yeterli

düzeyde algılanamamaları ya da göz ardı edilmeleri organizasyonu zor durumda bırakabilir

(Akgemci, 2008: s. 429-431).

Kriz sinyallerinin doğru okunabilmesi, anlaşılıp değerlendirilmesi için psikolojik durum

ve süreçlerin algı, yorum ve davranış boyutunda bilinmesi gerekir. Örgütün toplam gücü

çalışan bireylerinin psikolojik uyaranlar karşısında verdikleri cevaplar ya da geliştirdikleri

tutum ölçeklerinde saklı olabilir.

Günümüzde organizasyonların sık sık karşılaştıkları kriz kısaca “a)beklenilmeyen ve

önceden sezilemeyen b)çabuk ve acele cevap verilmesi gereken c)örgütün önleme ve uyum

mekanizmalarını yetersiz hale getirerek d)mevcut değerlerini, amaçlarını ve varsayımlarını

tehdit eden gerilim durumudur”. Kriz durumları “çabuk ve acele uyum sağlamayı gerektiren

değişiklikler” olarak tanımlanabilir. Kriz dönemlerinde örgüt yönetimi kısıtlı kaynaklarla

öncelikli amaçları ve uygulamaya sokulacak faaliyetleri belirlemede yetersiz kalabilir. Bu

ortam içinde önemli kararların alınması gereken ancak ‘bilgi yetersizliği’nin sebep olduğu

problemlerle dolu geniş bir alandır. Yine krizler örgütün temel felsefe, amaç, yaklaşım ve

değerlerinin değişmesini zorunlu kılan, kazanma ya da kaybetme riskinin çok yüksek olduğu

kısacası örgütün hayatiyetini ciddi şekilde tehdit eden durumlardır (Dinçer, 2007: s. 407).

Krizler birçok beklenmedik hadise (afetler: deprem, kasırga vb.; salgın hastalıklar:

Avian –kuş- Gribi, Sars Virüsü gibi) neticesinde ortaya çıkabilir ve organizasyonları (kamu-

özel) ciddi şekilde etkileyebilir, onların hukuksal varlıklarını tehlikeye sürükleyebilir, kamu

kurumlarında anahtar role sahip yöneticilerin görevden alınmasına neden olabilir. Süratli

teknolojik gelişmeler, nüfus artışı, terörizm, etnik sorunlar ve diğer kaçınılmaz olaylar

örgütlerin krizlere hazır olunması gerektiğini açıkça ortaya koymaktadır (McConnell ve Lynn

Drennan, 2006: s. 59). Örneğin afetler, toplum yaşamında her an karşılaşılabilecek olan ve

bireylerin sosyo-psikolojik durumunu derinden etkileyen hadiseler olduğu için, sonuçlarına

örgütlü bir şekilde hazırlık yapılması gereken sorun alanlarının başında gelmektedir (Yılmaz,

2003: s. 2). Yapılan bir istatistik, 1990-2000 yılları arasında meydana gelen afet sayısının,

1900-1940 yılları arasında meydana gelenlerden 7 kat fazla olduğu gerçeğini ortaya

koymuştur (Kadıoğlu, 2008: s. 252). Afetlerin küresel çaptaki ortalama maliyeti de (1970 ile

2000 yılları arasında) yaklaşık 6 kat artmıştır. Daha da trajik olan afetlerin etkilerinden dolayı

her yıl ortalama olarak 100.000 kişinin hayatını kaybedeceği iddiasıdır (Bendimerad, 2007: s.

97-98).

Yapılan araştırmalar birçok yöneticinin kriz yönetimine tepki odaklı ve teknik bağlamda

yaklaştığını göstermiştir. Bu tavır her ne kadar oldukça önemliyse de sistemli bir kriz yönetim

yaklaşımının yalnızca bir yönünü teşkil etmektedir. Bazı araştırmacılar ise bu alanı biraz daha

Page 26: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

26

genişletmekte, hem kriz öncesi hem de kriz sonrasında insanlar ile teknik sistemler arasında

mevcut olan karmaşık ilişkilere de odaklanmak gerektiğinin altını çizmektedirler (Pauchant,

Mitroff ve Lagadec, 2008: s. 25).

Kriz’in salt teknik bir olay ve olgu olmadığı çok aşikardır. İnsan algı ve yorumunun

dahil olduğu her pozisyon ve gelişme insan davranışları ile beraber krizi ya da krizleri

karşılıklı sarmal etkileri ve ağ- network bağlantıları çerçevesinde görmemizi zorunlu kılıyor.

İnsan davranışlarının tepki niteliği zamanla yerini etki ve yönlendirme fonksiyonuna

bırakabilmektedir. Burada belirleyici olan rol öğrenen kurum niteliği ve kurumsal kültür ve

psikolojinin değişen ve süregelen niteliği olmaktadır.

4. Krizlerin Örgüt Psikolojisi Üzerindeki Etkileri

4.1. Krizlerin Birey ve Toplum Psikolojisi Üzerindeki Etkileri

Etkili bir yönetim modelinin inşa edilebilmesi için bireylerin ve toplumun kriz

durumunda verdiği tepkilerin çok iyi analiz edilmesi gerekmektedir. Her biri bir

organizasyonun olduğu gibi toplumun da üyesi olan ‘birey’lerin kriz anlarındaki davranış

kodlarının okunması yönetim sistemine önemli katkılar sağlayabilecektir.

Belirsizlik kriz dönemlerinin en belirgin özelliklerindendir. Belirsizlik durumlarında

bireylerin tepkilerini farklı kişilik özellikleri, motivasyon, sosyo-ekonomik durum, sosyal

destek, mesleki birikim gibi özel koşullar belirler. Kişinin yaşamına katacağı bilgi ve değerler

(donanım) krize karşı geliştireceği tepkilerde belirleyici olur (Baltaş, 2002a: s. 6-7). Krizin ilk

evresinde, Türk toplumu gibi korumacı kültürüne sahip toplumlarda ‘yaygın panik duygusu’

ve ‘birilerinin bir şeyler yapmasını bekleme’ tepkileri öne çıkar (Baltaş, 2002a: s. 10).

Hofstede’ye göre belirsizlik, bir olasılığa bağlı olmaksızın herhangi bir şeyin/olayın

meydana gelebileceği yönündeki, kaygıya neden olan beklentidir. Ona göre belirsizlikten

kaçınma kültürüne sahip toplumlarda (Japonya, Fransa, Türkiye, Yunanistan gibi) kurumsal

ve insani ilişkilerde yapılandırılmış, ayağı yere basan durumlar tercih edilir. Muğlaklık

korkuya sebep olur, tahmin edilebilirlik önem taşır, güvenlik ihtiyacı hissedilir, belirsizliğin

doğurduğu kaygı ve stres oranı yüksektir (Hofstede’den aktaran Örmeci, 2010: s. 4).

Kriz, belirsizlik ve bu durumun ortaya çıkardığı değişime doğal tepki olarak bireyin

kendisini geri çekmesi, bekleyip görme tutumu, sessizlik kısacası ‘katılmama’ davranışı

ortaya çıkabilir. Ayrıca şaşkınlık ve zihin karışıklığı ile yönlendirilme ihtiyacı görülebilir. Bu

süreçte iş ya da pozisyon kaybının yaşanması, mevcut durum ve gelecekle yüzleşilmesi

gerçeği yerine geçmişe yönelme ve sürekli bir yakınma tepkisine neden olabilir. Problemlerin

çözüm hızının oldukça düştüğü bu süreç aynı zamanda işgören performansı üzerinde şu

etkileri yapabilir: Üretimde kalite düşüşü ve hata oranındaki artış; iş tatmininde azalma;

motivasyon kaybı; zihinsel yorgunluk hali; yapılan işten ve kendinden emin olamama (Baltaş,

2002b: s. 10).

Türkiye’de 1999 yılında yaşanan Marmara Depremi sonrasında afetzedelerde gözlenen

şu irrasyonel davranışlar bireylerin ve toplumun kriz anındaki davranış kalıplarına iyi birer

örnek teşkil etmektedir (Özerkan, 2004: s. 293): “Bir an önce deprem olsun da kurtulalım”

tepkisi; deprem korkusuyla dışarıda ikamet ederken hasarlı binalara eşya kurtarmak amacıyla

girmek; nereden geldiği belli olmayan söylentilere dayanarak geceyi evin dışında geçirmek;

yaşanan büyük depremin olduğu saati dışarıda geçirmek, diğer saatlerde ise evlere ve

işyerlerine daha rahat girmek; depremin oluş saatine kadar uyanık kalmak; deprem korkusuyla

daha fazla sigara tüketmek; astroloji gibi bilim dışı kaynaklara deprem öncesine nazaran daha

duyarlı olmak; çaresizlik ve yüksek seviyede hissedilen bilgi alma ihtiyacının tutum ve

davranış değişikliği düzeyinde etkili olması (örneğin, yalan yanlış söylentilerin yayılma

Page 27: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

27

hızının medyanın hızı ile yarışır duruma gelmesi); afet bölgesini terk edip gerekli rasyonel

değerlendirmeyi yapmadan benzeri deprem riski yüksek bölgelere göç etmek.

Bu araştırmanın sonuçlarında da görüldüğü üzere yaşanan deprem/kriz sonrası

insanların düşünüş ve davranışları rasyonel çizgiden diğer zamanlara göre daha fazla

ayrılmaktadır; ortaya çıkan bu durum yönetim tarafından ihmal edilmemelidir.

Yine aynı deprem hadisesinin İstanbul’da yaşayanlar üzerindeki psikolojik etkilerini

değerlendirmeyi amaçlayan bir diğer araştırmada (diğer bazı araştırmaların neticeleriyle de

zenginleştirilerek) şu sonuçlara ulaşılmıştır (Yeniçeri, 2008: s. 39-54): Afet şokunun sosyal

psikoloji üzerindeki etkisi medyada yaralılara ve yerle bir olmuş binalara yer verilen

görüntülerle daha da artmıştır; gelecek 30 yılda İstanbul’da büyük bir deprem olasılığının

ifade edilmesi artçı şokları yaşayan İstanbullularda endişe, korku ve sıkıntıyı arttırmıştır;

afetin ne zaman meydana geleceğinin belirsiz olması endişe seviyesini arttırmıştır; afet

sonrası psikolojik rahatsızlıklar kadınlarda ve düşük eğitim ve gelir düzeyine sahip toplumsal

gruplarda daha çok gözlenmektedir; travma sonrası stres belirtilerinden en çok aşırı dikkat

artışı görülmekle birlikte kaygı, uyku bozuklukları, anı tekrar yaşama, saplantılı düşünceler de

öne çıkmıştır; travma geçirenlerin çoğunluğu travmatik etkilerden uzun süre kurtulamamıştır;

afetzedelerin büyük çoğunluğu ilk duygusal tepkilerini “korku ve panik” olarak

belirtmişlerdir; evlerinde (az da olsa) hasar olanlar daha fazla psikolojik sıkıntı yaşamıştır;

beton bina korkusundan dolayı birçok insan dışarıda uzun süre ikamet etmiştir.

Bu araştırmalar özellikle alanda faaliyet gösterecek personelin karşılaşacağı insanı ve

özelliklerini tanımalarını, verebileceği reaksiyonları tahmin edebilmeleri gerekliliğini ortaya

koymaktadır. Bu süreçte aşırı stres yükünün ve diğer sorunların ortaya çıkardığı çatışmaların

da yönetilebilmesi önem taşımaktadır.

4.2. Kriz Dönemlerinde Örgüt Psikolojisi

Organizasyonel başarıyı elde etmek isteyen yöneticiler insanı, ihtiyaçlarını,

davranışlarını ve birbirlerinden ayrılan yönlerini tanımalı ve farkında olmalıdırlar. Yöneticiler

her insan davranışının bir nedeni olduğunu bilmeli ve bu davranışları ortaya çıkaran nedenleri

anlamalıdırlar (Can ve Güney, 2007: s. 271).

Krizler tüm yönetim sistemini ilgilendirir. Özellikle ilk safhada yönetim üzerinde

yüksek stres oluşmasına neden olurlar. Kriz durumlarında medyanın da yönetim birimleri

üzerinde baskısı artar (Can, 2006: s. 6).

Standart uygulama ve yöntemlere başvurulamayan kriz evresinde çözümlerin hızlı

üretilmesi gerekliliği ‘zaman baskısı’nı da beraberinde getirir. “Kriz, duygusal nitelikleri ağır

basan bir süreçtir.” Bu nedenle yönetici ve çalışanlarda bazı değişikliklere neden olur, bu

süreçteki ‘nabız değişikliği’ organizasyonun krizi nasıl yaşadığının da göstergesidir.

Psikolojik boyut değerlendirildiğinde yaşanabilecek bazı değişiklikler şunlar olabilir (Baltaş,

2002a: s. 14):

Çatışmalarda artış gözlenir

Stres ve zaman baskısıyla alınan kararların kalitesi bozulur

Otoriter, (denetimci) ve tutucu eğilimler güçlenir

Çalışanlarda savunmacı/çekimser tutumlar ortaya çıkar

Güven duygusu azalır, kaygı3 düzeyi yükselir

Motivasyon düşer ve iş tatmini azalır

Değişim dönemlerinde kurumdan ayrılanların haricinde işine devam eden personelde

‘geride kalan sendromu’ adı verilen ve şaşkınlık, korku, duyarsızlık, bunalım gibi negatif

3 Kaygı, çalışanın pozitif ürünler sunmaktan ziyade doğabilecek negatif sonuçlara odaklanmasına ve pasif bir

tutum sergilemesine neden olur. Bu sebeple kaygının etkisinin azaltılması yönünde bir tavır ve iletişim yöntemi

benimsenmelidir (Baltaş, 2002b: s. 22).

Page 28: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

28

haller gözlemlenebilir. Hatta bu zihinsel ve duygusal durum geçici bir verimlilik artışına dahi

neden olabilir. Ancak bu kısa dönemin ardından uzun vadeli bir verimlilik kaybı, moral

çöküntüsü, çeşitli sağlık sorunları ve çatışmalar gündeme gelebilmektedir (Baltaş, 2002b: s.

30). Yine bu dönemde işgörenler ‘yeni uygulamalar’ hakkında ihtiyaç duydukları bilginin

kendileriyle yeterince paylaşılmadığına hatta saklandığına inanırlarsa ‘çalışma ortamına en

kuruntulu kişinin kuruntuları egemen olur’. Böyle bir durumda verimlilik azaldığı gibi

güvensizlik hissi kurumda hâkim olur (Baltaş, 2002b: s. 39).

Örgüt yöneticileri ve işgörenleri krizlerin neden olduğu ciddi bazı olumsuzluklarla

karşılaşılmaktadır. Bunlar: ‘baskı’ altında çalışma zorunluluğu; daha önce benzer bir durumla

karşılaşmamış olmanın getirdiği ‘tecrübesizlik’; yaşanan hadisenin tam mahiyetini

bilememekten gelen ‘algılama sorunları’; kriz sürecinde ‘çalışma şartları’nın getirdiği

zorluklar (çalışma saatlerinin uzaması, güvenlik sorunları vb.) olarak ifade edilebilir. Bu

olumsuzluklar neticesinde yöneticiler ve çalışanlarda görülen stresle baş etme yolu olarak da

şunlara dikkat edilmelidir: yöneticiler, işgörenlerin çalışma şartlarını çok iyi bilmelidir;

çalışanların sorunları dinlenmeli, onlarla konuşulmalıdır; personelden yaşanan süreç hakkında

bilgi (brifing) alınmalı (İTÜ AYM, 2005 (Bölüm 6): s. 3-4) ve rasyonel ve insani çözümler

ortaya konmalıdır.

Seitel, krizlere karşı yeterli hazırlığı olmayan organizasyonlarda şaşkınlık, panik ve

kuşatılmışlık duygularının hakim olabileceğini; veri yetersizliği nedeniyle süreçte

söylentilerin önem kazanabileceğini ve dış unsurların mütereddit ve şüpheli yaklaşımlarıyla

karşı karşıya kalınabileceğini ileri sürmektedir (Seitel’den aktaran Korkmazyürek ve Basım,

2009: s. 19). Caponigro da bir iş krizinin organizasyon üzerindeki olası etkilerinden

bahsederken; işgören sadakatinin azalması ya da hiç kalmaması, işgörenlerin verimliliğinin

azalması ve kritik konumdaki bazı çalışanların işten ayrılması gibi sorunlar üzerinde

durmaktadır (Caponigro’dan aktaran Korkmazyürek ve Basım, 2009: s. 17). Yine çalışanların

bir bölümünün işine son verilmesi gibi uygulamalar diğer işgörenlerde tedirginliğin artmasına,

motivasyon kaybına ve işgücü verimliliğinin azalmasına neden olabilmektedir (Tekin ve

Zerenler, 2005: s. 48).

Bireyin taşıdığı psikolojik ve sosyal özelliklerin ilgililer tarafından ihmal edilmesi kriz

dönemlerinde hizmet sunumunu neredeyse durma noktasına getirebilir. Bu duruma örnek

olarak 1999’da meydana gelen Marmara Depremi’nde yaşananlar verilebilir. Bu süreçte kamu

yöneticileri kendileri de birer afetzede konumunda olduklarından hastane, itfaiye, karakol ve

benzeri bütün acil hizmet birimleri fonksiyonsuz kalmış, hizmet verememişlerdi (ATSO,

2000: s. 58).

Kriz ortamında mutlaka dışarıdan ‘bir göz ve akıl’ artı değer üretimine katkı

sağlayacaktır. Kriz’in vakum etkisi içinde yer alan yöneticilerin çözüm ve çare üretiminde

beklenen performansı yakalayabilmeleri kolay olmasa gerektir. Bu ve buna benzer engelleyici

ket vuran sebeplerden dolayı kriz içi ve dışı dengesi gözetilerek kriz yönetiminde belli bir

seviyede denge ve kararlılık yakalanabilir.

Balcıoğlu’nun deprem sonrası yaşanan ruhsal problemlerle ilgili şu ifadeleri yaşanan bu

kriz durumunun örgüt psikolojisi üzerindeki etkilerine bir örnek teşkil etmektedir: “(ilk şok

atlatıldıktan) sonraki evre(de)… ortaya çıkan ruhsal problemler oluyor… örneklendirmek

gerekirse, uykusuzluk… uykusuzluk problemini herkes yaşamaya başladığında, iş verimi

düşer. Öğretmenler verimli olamaz ya da işçilerin dikkat dağınıklığı yüzünden iş kazaları

meydana gelebilir. Depremden sağ olarak kurtulan kişilerin en büyük hatası, ‘ben depremden

hiç etkilenmedim’ demek oluyor… (ancak) herkes depremden az ve ya çok mutlaka ve mutlaka

etkilenir” (İHABER, 2012).

Kriz hallerinde stres altındaki personelde şu eğilimler görülebilir (İTÜ AYM, 2005

(Bölüm 6): s. 3):

Page 29: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

29

1) Göreve uygun olmayan bir ruh halinde bulunarak, fevri ve ani davranışlar

gösterebilirler.

2) Sadece acil problemlere odaklanıp daha büyük problemleri unutabilirler.

3) Afet öncesi hangi konuda eğitim aldığını unutabilirler ve deprem öncesi aldığı

sorumluluklardan çekilebilirler.

4) Basit görevleri karmaşık görevlerden daha başarılı şekilde yerine getirirler.

Kriz süresince algıda seçicilik fonksiyonu tersinden bir süreçle daraltıcı ve bunaltıcı bir

perspektifi tetikleyebilir. Daha mikro ve sınırlı bakış öncelenebilir. Acil ihtiyaç ve durumların

baskısı daha lokal tutumlara kaynaklık edebilir. Bu durumlar beraberinde yetersizlik ve

yönetilemezlik sorunlarına yol açabilir.

4.3. Stratejik Yönetim Sürecinde ‘Kriz Personeli’nin Geliştirilmesi

İnsanı dikkate alan organizasyonların daha başarılı oldukları insan kaynakları

literatüründe üzerinde oldukça durulan bir konudur. Kendisine gereken önem verilmeyen

işgörenin tüm potansiyelini organizasyona adamasını beklemek pek de rasyonel değildir.

Modern insan kaynakları yönetimi çalışanların eğitimine ve geliştirilmesine özel bir önem

verir. Örgütün günümüzde sürekli değişen çevresel şartlara uyumu noktasında en dinamik

faktör ‘insan’dır (Yüksel, 2007: s. 3-10). Organizasyonun insan kaynakları yöneticileri

dinamik iç ve dış koşulları en iyi şekilde izleyip değerlendirerek uygun politikalar üretmek

durumundadırlar (Can, Kavuncubaşı ve Yıldırım, 2009: s. 43-44).

Krize hazır örgütleri diğerlerinden ayıran dört nokta olduğu ifade edilmektedir. Bunlar:

Örgütsel stratejiler (krizle başa çıkma plan ve prosedürleri); örgütsel yapı (etkili kriz yönetim

alt yapı sistemleri); örgütsel kültür (inanç, değerler ve mantıksal açılardan krizlerin uygun

şekilde değerlendirilmesi) ve personelin özellikleridir (işgörenlerin krize karşı gerekli

donanıma sahip olmaları) (Booth’dan aktaran Örmeci, 2010: s. 12). Kuruluşlar özellikle

yeniden yapılanma evrelerinde hızla ‘değişen koşullarda yeni roller üstlenebilecek insan’

kaynağını geliştirebilmelidirler (Baltaş, 2002b: s. 11).

Blake, krizin fırsata dönüştürülebilmesi için planlama ve iletişimin önemini vurgularken

krizden etkilenmesi muhtemel olan yakınların ve de işgörenlerin içinde bulunduğu stres

ortamının kurulacak iletişim kanallarıyla azaltılması gerektiğini vurgulamaktadır (Blake’den

aktaran Korkmazyürek ve Basım, 2009: s. 4).

Pauchant, Mitroff ve Lagadec alan araştırmaları neticesinde kriz yönetiminde

“psikolojik ve kültürel çalışmalar”ın oldukça az gelişme kaydettiğini tespit etmişlerdir. Bu

öznel ve pratiğe geçirmekte zorluklar yaşanan alan daha az somut ya da belirli faktörlerle

veya korku, kuşku, stres ve kaygı gibi emosyonel konularla meşgul olur. Bu çalışmalara

destek olan üst düzey yönetici sayısı küçük bir azınlık olarak kalmaktadır. Halbuki üst düzey

yönetimin bu alandaki kesin kararlılığı sistemli bir stratejinin geliştirilmesi bağlamında

zorunluluk arz etmektedir. Beklenmedik olaylarla ilgili eğitim endüstriyel ve teknik alanda

üretim yapan firmalarda yeterince yapılmamaktadır. Bu hazırlık şirketlere kâr değil bir

maliyet olarak gözükmektedir. Tepe yöneticileri ‘kötü olaylar’ın kendi başlarına

gelmeyeceğini düşünmektedirler. Pauchant, Mitroff ve Lagadec tarafından vurgulandığı üzere

kriz yönetiminde sistemli çalışmaların gelişimi köklü bir zihniyet değişimine bağlıdır. Kriz

yönetimi etik, ahlaki değerler ve politik bir cesaret; zihinsel ve duygusal güç ve mukavemet;

ve de birtakım rahatsız edici, belirsiz, kaygıları tetikleyici konularla meşguliyeti

gerektirmektedir. Yöneticiler endişeleriyle yüzleşmek gerektiğini kabullenmek

durumundadırlar (Pauchant, Mitroff ve Lagadec, 2008: s. 36-40).

Sistemli bir kriz yönetim stratejisinin ‘psikolojik ve kültürel çalışmalar’ boyutu

yukarıdaki bilgiler ışığında kısaca şu unsurları içermelidir (Pauchant, Mitroff ve Lagadec,

2008: s. 27):

Page 30: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

30

Kriz yönetimi konusunda tepe yönetimin kararlılığı

Aktivist gruplarla artan ilişkiler

Kurum içinden haber verenlerle (muhbir) iyi iletişim

Kötü/olumsuz davranış şekilleriyle ilgili bilgi birikiminin artışı

Krizlerin insan üzerindeki etkilerinin işgörenlere aktarılması

Daha önce yaşanmış kriz ve tehlikeli durumların hatırlatılması

Çalışanlara psikolojik destek

Stres yönetimi ve kaygının yönetilmesi

Yöneticinin, karşılaştığı meydan okumalara verdiği uygun cevaplar (response) başarıya

giden yolda ona önemli bir birikim sağlar. Bu süreçte “karşılaşılan zorlukların derecesi

yöneticinin kişiliğinin güçlenmesine katkıda bulunacaktır.” Yaşanan kaygının/stresin bu

bağlamda geliştirici bir işlevi olabileceği öngörülebilir. Önemli olan bu meydan okumaların

tahrip edici boyutta olmasına engel olmaktır. Yöneticiler stresin/gerilimin yansımalarını ‘stres

yönetimi’ ışığında dengeye kavuşturabilmelidirler (Korkusuz, 2012b: s. 222).

Türkiye’de 2001 Şubat Ekonomik Krizi’nden sonra yapılan bir araştırmada, bu süreçten

başarıyla çıkan şirketlerin hayata geçirdikleri en doğru uygulamalardan biri “İnsan

kaynaklarına önem vererek, iletişim düzeyini arttırmak ve takım ruhu içerisinde paydaşları

sürekli bilgilendirmek” olarak ortaya çıkmıştır. Kriz sürecinde mevcut durumu çalışanlarıyla

açık bir şekilde paylaşan organizasyonların onlardan her türlü desteği görebilecekleri

düşünülmektedir (aktaranlar Tekin ve Zerenler, 2005: s. 21).

Krizle karşı karşıya kalan organizasyonların en önemli hedeflerinden biri personelin

“birbirlerine kenetlenerek, yüksek bir enerji ve dayanışmayla amaca odaklanmış disiplinli ve

sistemli bir çaba içinde (yer almasıyla)” sürecin aşılmasıdır (Baltaş, 2002a: s. 11).

Krizi etkin bir yönetsel yaklaşımla aşabilmek için gerekli olan hususlardan biri de

‘psikolojik ve kültürel öğelerin yönetimi’dir. Bu süreçte kuruma yepyeni bir dinamizm

kazandırmak; takım bilincini güçlendirmek; panik psikolojisinden çıkılmasını sağlamak ve

duygusal/psikolojik tepkiler için profesyonel destek almak bu evrede yönetime yarar

sağlayabilecektir (Baltaş, 2002a: s. 22). Stres ve değişim yönetimi eğitimleri çalışanların bu

süreçte yaşadıkları stresle başa çıkmalarını sağlayabilecektir. Kaygı, depresyon, uykusuzluk

ve kronik hastalıklardan korunmak için ortaya konan çabaların sistemli olması yarar

sağlayacaktır (Baltaş, 2002a: s. 39). Kriz dönemlerinde ‘kilit pozisyon’ alabilecek personelin

belirlenmesi, bu kişilere gerekli desteğin verilmesi ve yeni becerilerle donatılmaları

organizasyona hedeflere ulaşma yolunda önemli katkı sağlayacaktır (Baltaş, 2002a: s. 47).

SONUÇ

Stratejik yönetimin yönetim ve örgüt psikolojisi bağlamında dikkatli ve özenli bir tarzda

ele alınması alan, çevre ve fonksiyon tanımlamaları ile birlikte çok değerli bir açılım ve

vizyon sağlayacaktır. Yapı ve fonksiyonların alabildiğine farklılaşıp kompleks hale geldiği

hızlı değişim ve alt üst süreçlerinde bu durum hayati derecede önem arz edecektir. Tek bir

insandan diğer insanlara ulaşabilmenin en kolay ve masrafsız yolu ve yöntemi işin ve

durumun psikolojik zeminini sağlamlaştırmak ve toplumsal ortamını elverişli hale getirmektir.

Organizasyonların/örgütlerin varlık sebepleri amaçlara ulaşmak için gerekli zaman

zarfında gelişip güçlenmek ya da en azından herhangi bir kayba uğramadan başlangıçtan çok

daha pozitif bir konumda hedefe vararak süreci tamamlamaktır. Burada vurgulanan gelişip

güçlenme ve pozitif konum sağlama hedefleri organizasyonun yapısı ve tespit edilen hedeflere

göre değişiklik gösterebilmektedir.

Belki de krizlerin nedeni sonsuz ilişki örgüsüyle birbirlerine bağlı bu örgütlenmelerin

hedef ve çıkar farklılaşması; varlık ve pozitif sınırlarının diğeri/diğerleri aleyhine aşırı

zorlanması ve güdümlü güç sahibi örgütlenmelerin yeni alan hakimiyetine sahip olma

Page 31: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

31

çabalarıdır. Kriz, çatışma ve çözüm arayışları süreçleri uzlaşılan, razı olunan bir ortak sistem

üretilmeden neticelendirilemeyecektir.

Stratejik bir yaklaşımla kurulacak, değişen şartlarda denge kurabilecek yeni örgüt

ikliminin oluşumunda bilginin yanında ahlaki değerlerin ve yüksek ideallerin de büyük bir

rolü olacaktır. Çağdaş yönetim yaklaşımlarında yönetim ile etik değerler arasındaki ilişkinin

vazgeçilmez olduğu kabul edilmektedir. “Etik değerler bütünü hem yönetimin meşruluk

temellerini sağlamlaştırır, hem de insan merkezli yaklaşımla, yönetilenler ve yönetenler

arasındaki keskin ve yapay ayırımları ortadan kaldırarak yönetim olgusunun bir bütün olarak

sorumluluğunun, görev dağılımının, icraat ve fonksiyonlarının herkes tarafından eşdeğer

olarak paylaşılmasına zemin hazırlamış olur… Moral değerleri güçlü, manevi kaynakları

sağlam yönetimler bilgi ve teknolojiye de sahipseler her krizin üstesinden gelebilecek

pozisyondadırlar” (Korkusuz, 2012a: s. 489).

İdeal değerlerle pratik uygulama ilkeleri arasında bir köprü kurma fonksiyonu stratejik

yönetimin psikolojik arka planını derinlikli bir şekilde oluşturacaktır. Strateji ile bireysel ve

kurumsal yapı ve fonksiyonların içinde biçimlendiği örgüt iklimi ve psikolojisi

uyumlulaştırılarak bir bütün haline getirilebildiği nisbette başarı ve performans düzeyi

yükselecektir.

Page 32: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

32

Kaynakça

Akat, İlter, Gönül Budak ve Gülay Budak. (1994). İşletme Yönetimi. 1.Baskı. İstanbul: Beta

Basım Yayım Dağıtım A.Ş.

Akgemci, Tahir. (2008). Stratejik Yönetim. 2.Baskı. Ankara: Gazi Kitabevi.

ATSO. (2000). Adapazarı’nda Deprem ve Sonrası: Sesimi Duyan Var Mı? Yusuf

Mısırlıoğlu ve Bilal Eryılmaz (Hzl.). Adapazarı: ATSO

Baltaş, Zuhal. (2002a). Krizde Fırsatları Görmek: Yöneticiler İçin Krizde Yönetim El

Kitabı. 1.Basım. İstanbul: Remzi Kitabevi.

Baltaş, Zuhal. (2002b). Değişimde Değer Yaratmak: Kriz ve Yeniden Yapılanma

Sürecinde Çalışanın El Kitabı. 1.Basım. İstanbul: Remzi Kitabevi.

Bendimerad, Fouad. (2007). “Afet-riskinin Azaltılması ve Sürdürülebilir Kalkınma”. Afet-

risk Yönetimi: Risk Azaltma ve Yerel Yönetimler. Nihal Ekin Erkan, Ayşe Güner

ve Katalin Demeter (drl.). İstanbul: Marmara Üniversitesi ve Dünya Bankası, 97-

113.

Büyükbeşe, Tuba. (2004). “Stres ve Stres Yönetimi”. Çağdaş Yönetim Yaklaşımları:

İlkeler, Kavramlar ve Yaklaşımlar. İsmail Bakan (Ed.). İstanbul: Beta Basım

Yayım, 35-58.

Can, Ergüder. (2006). “Entegre Afet Yönetim Sistemi ve İlkeleri”. Afet Yönetiminin Temel

İlkeleri. Mikdat Kadıoğlu ve Emin Özdamar (Ed.). Ankara: JICA Türkiye Ofisi, 1-8.

Can, Halil ve Semra Güney. (2007). Genel İşletme: İlkeler, Kavramlar, Kurumlar.

İstanbul: Arıkan Basım Yayım Dağıtım.

Can, Halil, Şahin Kavuncubaşı ve Selami Yıldırım. (2009). Kamu ve Özel Kesimde İnsan

Kaynakları Yönetimi. 6.Baskı. Ankara: Siyasal Kitabevi.

Certo, Samuel C.. (1986). Principles of Modern Management: Functions and Systems.

Third Edition. Iowa: Wm. C. Brown Publishers

Certo, Samuel C. ve J. Paul Peter. (1988). Strategic Management: Concepts and Applications.

New York: Random House.

David, Fred R. (2001). Strategic Management: Concepts & Cases. Eighth Edition. New

Jersey: Prentice Hall.

Dinçer, Ömer. (2007). Stratejik Yönetim ve İşletme Politikası. 8.Baskı. İstanbul: Alfa

Yayınları.

Eren, Erol. (2005). Stratejik Yönetim ve İşletme Politikası. 7. Baskı. İstanbul: Beta Basım

Yayım Dağıtım A.Ş.

Eryılmaz, Bilal. (2006). Kamu Yönetimi. İstanbul: Erkam Matbaası.

Hatemi, Hüseyin. (1999). “Krizin Kritiği”. Düşünen Siyaset (Kriz Sayısı), Y. 1, S. 1, 17-18.

Hitt, Michael A., J. Stewart Black ve Lyman W. Porter. (2005). Management. New Jersey:

Pearson Prentice Hall.

İHABER. (2012). “İÜ’de ‘Deprem ve Korkularımız’ Konuşuldu”.

http://ihaber.istanbul.edu.tr/universite/iude-deprem-ve-korkularimiz-konusuldu-

h1068.html Erişim Tarihi: 04.05.2013

İTÜ AYM. (2005). Acil Durum Yönetim Operasyonları. İstanbul: İTÜ Press.

Kadıoğlu, Mikdat. (2008). “Modern, Bütünleşik Afet Yönetiminin Temel İlkeleri”. Afet

Zararlarını Azaltmanın Temel İlkeleri. Mikdat Kadıoğlu ve Emin Özdamar (Ed.).

1.Baskı. Ankara: JICA Türkiye Ofisi, 1-34.

Koçel, Tamer. (2007). İşletme Yöneticiliği. 11.Bası. İstanbul: Arıkan Basım Yayın Dağıtım

Ltd. Şti.

Korkmazyürek, Haluk ve H.Nejat Basım. (2009). İş Modeli ve Kriz Yönetimi. Ankara:

Siyasal Basın Yayın Dağıtım.

Page 33: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

33

Korkusuz, Mehmet Hişyar. (2012a). Mukaddime’den Muahhire’ye: Modern Dünya’nın,

Ulus-Devlet’in, Din’in ve Milliyetçiliklerin Ekonomi, Kültür ve Siyaset Atlası. 2.Baskı. İstanbul: Bilge Kültür Sanat.

Korkusuz, Mehmet Hişyar. (2012b). Kamu Yönetiminde Stres Algısı. 1.Baskı. İstanbul:

Hayat Yayınları.

McConnell, Alan ve Lynn Drennan. (2006). “Mission Impossible? Planning and Preparing for

Crisis”. Journal of Contingencies and Crisis Management, Volume 14, Number 2,

June 2006, 59-70.

Öncer, Ayla Zehra. (2010). “Giriş”. Krizle Yaşamak: Çok Boyutlu Bir Yaklaşım. 1.Basım.

Ayla Zehra Öncer (Ed.). İstanbul: Yalın Yayıncılık, v-ix.

Örmeci, Ebru. (2010). “Belirsizlik Kuramı ve Kriz”. Krizle Yaşamak: Çok Boyutlu Bir

Yaklaşım. 1.Basım. Ayla Zehra Öncer (Ed.). İstanbul: Yalın Yayıncılık, 1-17.

Özerkan, Şengül. (2004). “Medya, Kültür ve Risk Algılaması”. Özel ve Kamusal Alanda

Kriz Yönetimi 2.Uluslararası Toplantı Metinleri 21-23 Nisan 2000. 1.Basım.

İstanbul: Yeditepe Üniversitesi Yayını, 293-305.

Pauchant, Thierry C., Ian I. Mitroff ve Patrick Lagadec. (2008). Toward a Systemic Crisis

Management Strategy: Learning from the Best Examples in the US, Canada

and France. First Published. London: Sage Publications.

Rue, Leslie W. ve Phyllis G. Holland. (1989). Strategic Management: Concepts and

Experiences. Second Edition. New York: McGraw-Hill Book Company.

Seyidoğlu, Halil. (2001). Ekonomi ve İşletmecilik Terimleri Açıklamalı Sözlük. 2.Baskı.

İstanbul: Güzem Can Yayınları.

Tekin, Mahmut ve Muammer Zerenler. (2005). Krizi Yönetebilmenin Sırları. 1.Baskı.

Konya: Çizgi Kitabevi.

TDK (Türk Dil Kurumu). (1983). Türkçe Sözlük Cilt 1-2. 7.Baskı. Ankara: Türk Dil

Kurumu Yayınları.

Ülgen, Hayri ve S.Kadri Mirze. (2004). İşletmelerde Stratejik Yönetim. 3.Baskı. İstanbul:

Literatür Yayınları.

Yeniçeri, Nur. (2008). “Deprem Sonrası Psikolojik Tepkiler”. Afet ve İnsan: 1999 Marmara

Depreminin Yansımaları. 1.Baskı. Fişek, Güler Okman ve Hayat Kabasakal (Hzl.).

Selin Akkoç (çev.). İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 38-59.

Yılmaz, Abdullah. (2003). Türk Kamu Yönetiminin Sorun Alanlarından Biri Olarak Afet

Yönetimi. 1.Baskı. Ankara: Pegem A Yayıncılık.

Yüksel, Öznur. (2007). İnsan Kaynakları Yönetimi. 6.Baskı. Ankara: Gazi Kitabevi.

Page 34: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

34

Page 35: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

35

GRUPLAR ARASI İLİŞKİLER, NEFRET SÖYLEMİNE YÖNELİK TUTUM VE

ALGILANAN NEFRET DAVRANIŞI

Rahşan Balamir Bektaş*

Eda Karacan**

Aslıhan Alhan***4

ÖZET

Bu araştırmanın amacı farklı grup kimliği olan kişilerin nefret söyleminin zararına yönelik algıları ve algılanan nefret

davranışları arasındaki ilişkiyi incelemektir. Bu doğrultuda öncelikle nefret söylemine maruz kalmanın ve nefret söyleminin

algılanan zararının etnik/kültürel kimliklere göre nasıl algılandığı betimsel olarak ele alınmış ve sonrasında nefret söyleminin

algılanan zararının ve nefret söylemine maruz kalmanın etnik/kültürel kökene ve cinsiyete göre farklılık gösterip

göstermediğine bakılmıştır. Araştırmaya Ankara'da bulunan farklı üniversitelerde okuyan öğrenciler ve bu öğrenciler

aracılığıyla ulaşılan ve üniversite öğencisi olmayıp değişik yaşlarda (18 ile 70 yaş arası) 213 kadın ve 154 erkek olmak üzere

toplam 367 kişi katılmıştır. Çalışmada Nefret Söyleminin Algılanan Zararı Ölçeği (Harm and Freedom of Speech Scale),

Nefret Söylemine Maruz Kalma Ölçeği (Hate Speech Experience Questionnaire) ve demografik bilgi formu uygulanmıştır.

Sonuçlar öncelikle katılımcıların çeşitli kimlik bilgilerine verdikleri cevaplar açısından betimsel olarak ele alınmıştır. Buna

göre katılımcılar her ne kadar etnik/kültürel kimliklerini (Türk, Kürt, Alevi, Laz vb.) belirtseler de katılımcıların çoğu

kendilerini daha çok kişisel özelliklerine göre (örn; dürüst, saygılı, eğlenceli, sakin, kadın, öğrenci, anne/baba vb.)

tanımlamışlardır. Katılımcıların algıladıkları nefret söyleminin zararı ve nefret söylemine maruz kalma (nefret deneyimi)

etnik/kültürel kökene ve cinsiyete bağlı olarak değişip değişmediğini belirlemek amacıyla çok yönlü varyans analizi

(MANCOVA) uygulanmış ve sonuçta etnik/kültürel kökenin temel etkisi ve etnik/kültürel köken ve cinsiyetin ortak etkisi

anlamlı olarak bulunmuştur. Sonuçlar nefret deneyimi ve nefret söyleminin zararı açısından ele alınarak tartışılmıştır.

Anahtar kelimeler: gruplar arası ilişkiler, nefret söylemi, nefret deneyimi

INTERGROUP RELATIONS, PERCEIVED HARM SPEECH AND BEHAVIOR

ABSTRACT

The objective of this research is to investigate the relationship between the perceived harm of hate speech and hate speech

experience with individuals from different group identities. In this sense, first of all perceived harm of hate speech and hate

experience is descriptively analyzed in terms of ethnic/cultural identities, and then it is examined whether experiencing hate

speech and perception of the hate speech differentiates by ethnic/cultural identities and gender. The research included

students from different universities in Ankara and a total of 367 individuals (213 females and 154 males; aged ranged 18

through 70) contacted through those students. The Harm and Freedom of Speech Scale, the Hate Speech Experience

Questionnaire and demographic form were used for this study. The results were firstly examined descriptively in terms of the

participants' responses to the variety of identity questions. Results revealed that although individuals identified their

ethnic/cultural (Turk, Kurd, Alawite, Laz etc.) identities, majority of them specified themselves according to their personal

properties or identities (e.g., honest, respectful, enjoyable, calm, woman, student or parent). The Multivariate of Covariance

analyses (MANCOVA) was used to determine whether the harm of hate speech perceived by participants and the hate speech

experience varied by ethnic/cultural origin and gender. Results revealed that the main effect of ethnic/cultural identity and the

interaction effect of both ethnic/cultural identity and gender were significant. Results were discussed in terms of the

experience of hate speech and the perceived harm of hate speech with the literature.

Key words: Intergroup relations, hate speech, experience of hate

* Yrd. Doç.Dr.,Ufuk Üniversitesi, Fen-Edb. Fakültesi, Psikoloji Bölümü, Ankara, [email protected]

** Yrd. Doç.Dr Ufuk Üniversitesi, Fen-Edb. Fakültesi, Psikoloji Bölümü, Ankara, [email protected] *** Yrd. Doç.Dr Ufuk Üniversitesi, Fen-Edb. Fakültesi, İstatistik Bölümü, Ankara, [email protected]

Page 36: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

36

Kişinin/kişilerin kendilerinden farklı olarak gördükleri kişi veya gruplara yönelik

nefret söylemi geliştirmesi insanlık tarihi boyunca tanık olunan bir durum olmakla birlikte,

özellikle 1960 sonrasında konuyu bilimsel temelde ele alan çalışmalar ve yasal düzenlemeler

ivme kazanmıştır (Bleich, 2011, Ataman, 2012). Sıkça kullanılan bir kavram olmasına rağmen

nefret söyleminin ne olduğu konusunda üzerinde evrensel olarak uzlaşılan bir tanımlama

yapılamamıştır. Bu konuda devletler özelinde çeşitli tartışmalar ve farklı bakış açıları

mevcuttur (Weber, 2009, Ataman 2012, Karan, 2012). Özellikle ülkeler arasında nefret

söylemi ile düşünce özgürlüğü arasındaki sınırlar açıklığa kavuşturulamamaktadır. Bazı

ülkelerde nefret söylemi olarak değerlendirilebilecek ifadeler suç olarak değerlendirilmeyerek

konu ifade özgürlüğü çerçevesinde ele alınır. Amerika, bu konuda çok 'libertaryan' bir tavır

almakta, düşünce özgürlüğünün sınırlarını koruma gerekçesiyle nefret söylemi kavramına

oldukça mesafeli yaklaşmaktadır (Keyman, 2013, s.9). ABD’de ırkçı ifadeleri dile getirme

fiillerinde dahi ifade özgürlüğünün korunmasına ağırlık verilir. Nefret söylemi söz konusu

olduğunda ifadenin açıkça bir tehlike ortaya koyup koymadığı ölçütüne göre hareket edilir

(Karan 2010, s.58). Buna karşın, Avrupa'da nefret söylemi ve suçu üzerinde, tanımsal bir

uzlaşma arayışına gidilmiştir. Tartışmalı bir konu olan nefret söylemi bazı Avrupa ülkelerinde

bir suç olarak tanınmaya başlamıştır (Keyman, 2013, s.9). Nefret söyleminin uluslararası

düzeyde kabul görmüş tanımı ise 1997 yılında Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinin nefret

söylemiyle ilgili aldığı Tavsiye Kararı’nda yer almaktadır. Buna göre “yabancı düşmanlığı,

ırkçı nefret, anti-semitizm ve hoşgörüsüzlük temelli diğer nefret biçimlerini yayan, teşvik

eden, savunan ya da haklı gösteren her tür ifade biçimi” olarak tanımlanmaktadır (bkz. Nefret

Söylemi El Kitabı 2008; Alğan ve Şensever, 2010, 15; Karan, 2012, 84; Weber, 2009). Nefret

söyleminin tanımındaki muğlaklık devam etse de terim genellikle ırk, renk, etnik köken,

ulusal köken, dini inanç, cinsel yönelim veya diğer statüleri temelinde bireylere veya gruplara

karşı şiddet, nefret ve ayrımcılığın savunuculuğunu içeren bir söylem kategorisi olarak

tanımlanmaktadır (Boyle, 2010). Türkiye’de nefret söylemini düzenlemeye yönelik

uygulamalara bakıldığında ise, Türk Ceza Kanunu’nun 216. maddesiyle düzenlenen “halkı

kin ve düşmanlığa tahrik suçu” nefret söylemini önlemeye yönelik bir örnek olarak

düşünülebilir. Bu madde nefret söylemi ile ilgili bir madde olarak nefret içerikli açıklamaları

bazı şartlar dâhilinde suç olarak niteler (Karan, 2012).

Nefret söylemini kavram olarak tanımlarken insani bir duygu olan nefretle, nefret

söyleminin birbirinden ayrılması gereklidir. Göregenli’nin (2013, s.57) dikkat çektiği gibi,

nefret söylemi ve nefret suçlarının bir duygu olarak 'nefret'ten kaynaklandığı düşüncesi,

bireysel boyutun öne çıkarak, olgunun kişiselleştirilmesine neden olabilmekte ve nefret

söylemi veya nefret suçları kişilerin şiddet davranışları olarak, 'münferit' vakalar biçiminde

yorumlanmasına yol açabilmektedir. Dolayısıyla, nefret söylemi ve nefret suçları, çoğunlukla,

nefret söylemi ve suçlarının yöneldiği kişi ya da gruplardan 'hoşlanmama', 'nefret etme' ve bu

duyguların ifade edilmesi biçiminde anlaşılmaktadır. Oysa nefret, ideolojinin bir parçası

olarak kullanıldığında ve söylem haline getirildiğinde toplumsal düzeni bozucu niteliği ortaya

çıkmakta ve nefret söylemi, öncelikle, toplumu oluşturan gruplar arasındaki hiyerarşiye işaret

eden bir dışlama ve düşmanlaştırma ideolojisinin varlığına işaret etmektedir (Göregenli,

2013,s.57). Dolayısıyla, nefretin bir duygu olduğuna dair bir çıkarımdan yola çıkarak ayrımcı

söylem türlerinin tümünün duygularla ilintili bir boyutu olduğunu öne sürmek bir grubun

Page 37: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

37

başka bir gruba karşı olması gibi bir gerçeği gözardı etmeye yol açmaktadır (Göregenli,2013).

Halbuki, benzer şekilde Dijk'e göre de (2010, s.37), ayrımcılık ve ırkçılık türlerinin

duygularla ilişkisi olmayıp, bir grubun başka bir gruba yönelik önyargıları ve grup

ideolojisinden dolayı karşı olması söz konusudur. Bu doğrultuda Dijk, Yahudi Soykırımı

örneğini vererek duygulardan hareket edilmediğinin ve milyonlarca yahudinin sırf Naziler

hisleriyle hareket etti diye katledilmediğini belirterek konunun daha net bir şekilde

anlaşılacağını vurgulamaktadır. Esasen bu konuda Bauman’ın getirdiği yorum Holocaust’u

açıklamada yol gösterici olmaktadır. Bauman, modernitenin temel ilkeleri olan “rasyonellik”,

“düzen” ve “ilerlemenin” sonucu olarak Holocaust’u (Yahudi Soykırımını) değerlendirmemiz

gerektiğine vurguda bulunur (Bauman,1997, s.27). Yahudi Soykırımı ile planlı ve bilinçli

şekilde uygulamaya konulmuş bir toplumsal mühendislik projesi uygulanmaya çalışılmıştır.

Sonuçta, genel olarak nefret söylemi belirli bir kişiye veya gruba yönlendirilmiş her

türlü “dışlayıcı söylem” olarak ele alınmaktadır. Burada 'Söylem', dil içinde kodlanan,

toplumsal kökenli bir ideoloji ve düşünceleri iletmenin bir yolu olarak kabul edilmektedir

(İnceoğlu ve Sözeri 2012, s. 23). İnceoğlu ve Sözeri (2012, s.23-35)’nin işaret ettiği gibi,

herhangi metnin/söylemin nefret söylemi olup olmadığını anlayabilmek için bir çözümleme

yapılmalıdır. Söylemin içeriği; söylemin (yazılı veya sözlü) tonlaması; konuşmanın yapısına

yönelik bir değerlendirme; söylemin (bireysel veya toplu) hedefleri; ve söz eyleminin

muhtemel sonuçları veya çıkarımları gibi unsurlar incelenmelidir (İnceoğlu, 2013, s.79-80).

Burada “nefret söylemi” olarak sınıflandırılabilecek beyanların kolay tespit edilememesi, bu

tür konuşmaların sadece “nefret” ifadeleri veya duygusu aracılığıyla dışa vurulmaması

nedeniyle güçleştiğine de dikkat etmek gerekilidir (Weber 2009, s.5). Ayrıca, söylemin

ayrımcı nefret yayma, şiddeti tahrik gibi birçok eksende ele alınması gerekliliğide

vurgulanmaktadır (Alğan ve Şensever, 2010, s.15).Bu nedenle, neyin nefret söylemi olarak

kabul edileceği konusunda öncelikle nefret söylemi üretiminin bilinçli veya kasıtlı yapılıp

yapılmadığına dair bir değerlendirme yapılması gerekliliği vurgulanmaktadır. Nefret

söylemine hedef olacak çeşitli gruplar üzerinde (Afrikan Amerikanlar, kadınlar ve

homeseksüeller) nefret söyleminin yapıldığı ortamın (toplum içinde veya özel) etkisini ve

hedef kitlenin davranışsal ve duygusal tepkisini üniversite öğrencileri örneklemiyle ele alan

Cowan & Mettrick (2002a), temel olarak konuşmanın içeriğinin konuşmanın yapıldığı

ortamdan ayrıştırılmadığını, ancak hedef kitlenin davranışsal ve duygusal tepkilerinin

konuşmada algılanan saldırganlık düzeyine, algılanan zarara, konuşmayı yapan kişinin

saygınlığına ve konuşmaya hedef olan kişinin verdiği tepkinin doğru olarak yargılanıp

yargılanmamasından güçlü bir şekilde etkilendiğini bulmuşlardır.

Söylem, iktidar, bilgi üzerine yeni perspektifler geliştiren Foucault modern iktidar ve

bilgi biçimleri arasındaki ortak yüzeyin yeni tahakküm biçimlerinin yaratılmasına hizmet

ettiğini belirtmiştir. Foucault modern çağın tahakküm tekniklerinin yayılması ve

inceltilmesinde bir ilerleme kaydettiğini ve modern rasyonelliğin zorlayıcı bir güç olduğuna

inanır ve bu bağlamda toplumsal kurumlar, söylemler ve pratikler yoluyla bireyin tahakküm

altına alınması üzerine yoğunlaşır (Best ve Kellner, 1998, s.52). Foucault’ya göre “söylem

gücün yaratılma, tartışılma, kontrol ve dağıtımı aracıdır”(Slattery, 2007, 480) ve bu bağlamda

söylemle güç arasında bir ilişki mevcuttur ve güç/iktidar ilişkisi ele alınırken siyasi iktidarla

söylem arasındaki ilişkinin niteliği önemli olmaktadır. Foucault'ya göre iktidarsız söylem

Page 38: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

38

olmaz ve söylem daima iktidarla örtüşür (Özulu, 2015, s.25-26). Eleştirel söylem analisti Van

Dijk (2010) de bu bağlamda toplumda gücü kontrol etmek için söylemin kontrol edilmesi

gerekliğini vurgular. Nefret söylemini üreten ve yayan medyanın söylem oluşturmadaki

önemini açıklayabilmek için Foucault’nun çalışmaları yol gösterici olmaktadır. İdeolojilerin

söylemler aracılığıyla nasıl vurgulandığı ve söylemin ve iletişimin dönüştürücü gücü

Focault’cu bir okuma yapılarak anlaşılır olmaktadır. Aynı zamanda,Van Dijk'a göre (2010),

söylem, dilbilimsel şekil, anlam ve eylemden oluşan, karmaşık bir birim olup, haberlerin

çözümlenmesi ancak onların bilişsel ve sosyal süreçlerinin, gazetecilerin atfettikleri

anlamların ve okurların yorum süreçlerinin analizleriyle mümkündür. Van Dijk’'e göre,

toplumsal boyutta ideolojiler medya aracılığıyla kamusal söylemi biçimlendirmektedir.

Medya söylemiyle topluma aktarılan ideolojiler, bireylerin zihinlerinde belirli bir gruba

yönelik tutumları, fikirleri veya inançları örgütleyen sosyal temsilleri etkilemektedir

(Göregenli, 2013, s.59).

Nefret söyleminin önemli bir özelliği "ben/biz" algısı üreterek ötekileştirme

yapmasıdır. Öteki diye adlandırdıklarımız, etnik kimliği, dini inancı, cinsel tercihi toplumun

çoğunluğuna göre farklı olanlar, engelliler, ateistler, azınlıklar, yabancılar, yoksullar, gibi

değişik toplumsal gruplardır (Özulu, 2015, s. 22). Dolayısıyla, nefret söyleminin temelinde

önyargılar yatar ve kültürel kimlikler ile grup özellikleri gibi unsurlar da nefret söyleminin

kullanılmasını etkiler (Alğan ve Şensever, 2010, s.15). Grup kimliği ve gruplar arası ilişkiler

konusunu özellikle toplum içinde farklı grupları kapsayacak biçimde (ulusal-etnik kimlikler,

azınlık-çoğunluk ilişkileri vb.) ele alan ve son yıllarda gruplar arası ilişkiler araştırmalarının

çoğu Toplumsal Kimlik Kuramı (Social Identity Theory; Tajfel, 1981; Tajfel & Turner, 1979

çerçevesinde ele alınmaktadır. Tajfel & Turner (1979) toplumun güç ve statü ilişkilerine göre

farklı toplumsal gruplar halinde hiyerarşik olarak yapılandığını (örn., Amerika'da siyahiler ve

beyazlar, Kuzey İrlanda'da katolikler ve protestanlar) ve gruplar arası davranışta toplumsal

sınıflandırmanın (social categorization) merkezi bir rol oynayarak grup üyelerine toplumsal

bir kimlik sağladığı varsayımına dayanarak bu kuramı geliştirmişlerdir. İnsanların

çevrelerindeki varlıkları bilişsel düzeyde sınıflandırmaya yatkın olduklarını savunan Tajfel,

toplumsal sınıflandırma sürecinin kişilerin üyesi oldukları grupların toplumsal konumu, diğer

gruplarla ilişkisi, toplumun tarih ve kültürü ile de belirlendiğini belirtir (Tajfel, 1981).

Kurama göre insanlar içinde bulundukları toplumsal bağlama göre bireysel veya grup

düzeyindeki kimlikleriyle davranırlar. Ancak, toplumsal kimlik, diğer insanlarla kişisel

ilişkilerimizden ve kişilik karakterlerimizden meydan gelen benlik kavramımızın bir parçası

olan kişisel kimlikten oldukça farklıdır. Tajfel (1981, s. 255) toplumsal kimliği “kişinin benlik

kavramının bir parçası olup, bireyin kendisine ait bir sosyal grubun (veya grupların) üyelik

bilgisi ile bu üyeliğe bağlı değer ve duygusal önemden oluşmaktadır" olarak tanımlamaktadır.

Dolayısıyla, Tajfel'e göre kişilerin üyesi oldukları grubun toplum içindeki konumu kişilerin

kendilik değerini etkiler ve toplumsal kimliğini belirler. Toplumsal kimlikler sadece grup

üyelerini tanımlamayıp, aynı zamanda üyelerine uygun davranışları ve spesifik taktikleri de

belirtmektedir. Toplumsal sınıflandırma sonucu, gruplara yönelik kalıpyargılar (streotype)

oluşur ve kişilere üyeleri oldukları grupların bireyleri olarak tepki gösterilir. Yüksek

konumdaki grup üyeleri kendilerini düşük konumdaki grup üyelerinden daha üstün görür.

Ayrıca, bir ortamdaki gruplar olabildiğince kendi kimliklerini diğer grupların kimliklerinden

Page 39: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

39

ayrıştırmaya çalışırlar (Oakes, Haslam ve Turner, 1994). Gruplar arası farklılığı artırmak

amacıyla grup içi farklılıklar azımsanıp, gruplar arası farklılıklar abartılır (Tajfel, 1981).

Tajfel'e göre kalıpyargılar her durumda önyargıya ve ayrımcılığa yol açmasa da bazen bu

farklılaştırma iç grup kayırmacılığı ve bazen de dış gruba yönelik ayrımcılık olarak

olabilmektedir. Grup üyeleri toplumsal değişikliklerle karşılaştıklarında kişisel bütünlüklerini

koruyabilmek amacıyla toplumsal sınıflandırmalarını belirginleştirerek, karşıt grup üyelerinin

kendi görüşlerinden farklı görüşlere sahip olduklarına, kendi gruplarını olumsuz

değerlendirdiklerine ve ayrımcılık yaptıklarına inanırlar (Elder, Douglas ve Sutton, 2006).

Dolayısıyla, bireyler kendi gruplarını daha olumlu, karşıt grupları daha olumsuz ve birbirine

benzer olarak görür ve kendi grupları ile karşıt grup arasında önemli saydıkları değer ölçütleri

açısından var olan farklılıkları abartırlar. Özetle, Toplumsal Kimlik Kuramı'na göre bireyin

kimliği, üyesi olduğu grubun toplum içindeki konumuyla belirlenmektedir. Toplumsal

özdeşleşme ve toplumsal kıyaslama düzeyi de gruplar arası ilişkilerin ne düzeyde olacağını

belirleyen önemli faktörlerdir. Daha önce de belirtildiği gibi, toplumsal sınıflandırma grup içi

farklılıkları azaltıp, gruplar arası farklılıkları abartarak, insanların kendi ve karşıt grup

üyelerine ilişkin düşünce, algı ve davranışlarında farklılıklar görülmesine neden olmaktadır.

Toplumsal Kimlik Kuramını bütünüyle ele alan Rubin ve Hewstone (2004) kuramı üç temel

ana bölüm olarak yorumlar: (1) sosyal psikolojik kısım, (2) sistem kısmı ve (3) toplumsal

kısım. Sosyal psikolojik kısım insanların neden sosyal rekabet gösterdiklerini açıklarken,

sistem kısmı ne zaman sosyal rekabet içinde olunduğunu açıklar ve toplumsal kısım da nasıl

veya ne yollarla insanların sosyal rekabet gösterdiklerine değinir. Yazarlar kurama göre bu üç

kısmın gruplar arası davranış biçimlerini anlamak için bir arada ele alınması gerektiğini

vurgular. Ayrıca, Rubin ve Hewstone'nun (2004) bakış açısına göre, Toplumsal Kimlik

Kuramı üç farklı gruplar arası ayrımcılık türü tanımlar: gerçekçi rekabet (realistic

competition), toplumsal rekabet (social competition) ve his veya şuurla gayri ihtiyari giden

ayrımcılık (consensual discrimination). Yazarlara göre Toplumsal Kimlik Kuramı'nın sosyal

psikolojik kısmı daha çok toplumsal rekabetin bilişsel ve motivasyonel süreçlerine

odaklanırken, kuramın sistem kısmı bu üç tip ayrımcılığın ne zaman olacağına yönelik

çıkarımlarda bulunur. Buna göre, gerçekçi çatışma gruplar arasında nesnel bir çatışma söz

konusu olduğunda, toplumsal çatışma gruplar arası statünün kalıcı olmadığı (unstable) ve

meşru olmadığı (illegitimate) durumlarda ve his veya şuurla gayri ihtiyari giden ayrımcılık ise

gruplar arası statünün kalıcı ve meşru olduğu durumlarda ortaya çıkacaktır (Rubin ve

Hewstone, 2004).

Gruplar arasındaki ilişkilerin kalıcılığı mevcut düzenin meşru veya değişebilir

olduğuna ilişkin inanışların toplum içinde ne kadar kabullenildiğine bağlıdır. Sidanius'un

Toplumsal Üstünlük Kuramı'na (Social Dominance Theory) göre, toplumsal eşitsizlik tüm

toplumlar için geçerlidir ve her toplumda eşitsizliği oluşturan ve sürmesini sağlayan

hiyerarşiyi artırıcı (ırk, cinsiyet, ideoloji üstünlüğü vb.) ve gruplar arası eşitliğe neden olan

hiyerarşi azaltıcı (eşitlik, kardeşlik vb.) güçler aynı anda vardır (Pratto, Sidanius & Levin,

2006; Sidanius ve Pratto,1999; s.38). Ancak, Toplumsal Üstünlük Kuramı sosyal

psikolojideki önyargı, kalıpyargı ve ayrımcılığı ele alan diğer kuramlardan (örn., gerçekçi

grup çatışma kuramı, toplumsal kimlik kuramı, kendini sınıflandırma kuramı) farklı olarak

önyargıyı ve ayrımcılığı üreten ve devam ettiren süreçlerin kültürel ideolojiler ve politikalar,

Page 40: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

40

kurumsal uygulamalar, grup içi ve gruplar arası ilişkiler, kişilerin psikolojik eğilimleri gibi bir

çok düzeyde analiz edilerek anlaşılmasının gerektiğini vurgular ve toplumları bir sistem

olarak görür (Pratto, Sidanius ve Levin, 2006). Bu kurama göre toplumlar grup temelli sosyal

bir hiyerarşi içerisindedir ve sosyal üstünlük yönelimine ait olan grup diğer gruplara karşı

daha üstün olması yönünde genel bir arzuya sahiptir. Dolayısıyla, üye olunan grubunun

statüsü ne kadar yüksekse kişinin sosyal üstünlük yönelimi de daha yüksek olacaktır. Daha

güçlü, kaynakları kontrol eden baskın grup kendi iktidarını perçinlemek için meşrulaştırıcı

ideolojiler kullanır. Bu ideolojiler ile baskın grup kendi aidiyetlerinin, kendi eylemlerinin,

kendi değerlerinin normal olduğunu ve bunların dışında kalanların normdan saptığını ortaya

koyar (Çayır 2010,s. 47). Çayır (2010, s.48-49)’ın ifade ettiği gibi, gerçekte ne baskın grup ne

de diğer gruplar homojen değildir. Ancak baskın grup, diğer grupları önceden oluşturulmuş

kalıpyargılardan hareketle grubun en kötü üyelerinin özellikleriyle tanımlar ve

homojenleştirir.

Diğer yandan kalıp yargılar ön yargılara dayanarak yaptığımız biz ve onlar ayrımıyla

toplum içindeki farklı gruplar arasında hiyerarşik ve hegemonik bir örgütlenme ortaya çıkar.

Toplumun örgütlenmesi, kapitalist üretim tarzının eşliğinde, hiyerarşik bir yapıyla

gerçekleşmiş ve 'asli unsurlar' söylemi, gündelik süreç ve ilişkilerde egemen olmuştur.

Dolayısıyla, bölgesel, sınıfsal, dini inanca ve mezhebe dayalı, cinsiyete ve cinsel yönelimlere

ilişkin ayrımlar, eşitsizlik ve adaletsizlik temelinde örgütlenmiştir (Göregenli, 2013, s.23-24).

Bazı gruplar sahip oldukları kimlik, nitelik, cinsiyet ya da inançlarından dolayı yok sayılarak

ayrımcılığa maruz kalır ve bu noktada nefret söylemi, nefret suçları da ırkçılığın ve

ayrımcılığın göstergesi olarak vuku bulur. Ayrımcılık ve nefret söylemi genellikle birbirine

parelel gider. Nefret söylemi ayrımcılığı körüklerken, ayrımcılıkta nefret söylemini

tetikleyebilir.

Nefret söylemi aynı zamanda bir şiddet uygulaması olarak görülmelidir. Şiddet yalnızca

fiziksel değil, aynı zamanda psikolojik olarak da uygulanabildiğinden nefret söylemi de bir

tür söylemsel şiddet biçimi olarak kabul edilebilir (Dijk, 2010, s.33). Bu bağlamda nefret

söylemi hedef alınan gruplara "toplumda size yer yok mesajı vererek pasifleştirir,

sessizleştirir” ve sonuç olarak demokratik düzeni yıpratır (İnceoğlu 2012,s. 24). Oran’da

(2010) nefret primadinin en altında önyargı-korku-eğitim üçlüsünün doğurduğu ayrımcılığın

olduğunu, ikinci aşamada nefret söyleminin gerçekleştiğini, nihai aşamanın da nefret suçu

olduğunu belirtmektedir. Bir nefretin yansıması olarak ortaya çıkan nefret söylemi aynı

zamanda hem var olan önyargıları, başkalarına benimseterek hem de mağdur kesimde aynı

duyguları harekete geçirerek nefretin yayılmasına neden olmaktadır.

Ayrımcılığın temelde neden kaynaklandığı açıklayan kuramsal yaklaşımlara

baktığımızda ise önyargı eğilimini açıklayan çeşitli yaklaşımlardan bahsedilebiliriz: a)

biyoloji ve özcü yaklaşımlar b) Freudçu veya psikolojik açıklama getirenler c) Durkheim'cı

görüş d) Marxist görüş e) sosyolojik ve psikolojik fikirlerin birleşimi. Biyolojik bakış açısına

göre şiddet kullanımı ve saldırganlığın insanların biyolojik yapılarından kaynaklandığını ve

özcü yaklaşımla insanların sosyal kategorileri doğal türlermiş gibi ele alma eğiliminde

olduklarını savunulur. Dolayısıyla özcü yaklaşım insanların kendilerinden farklı insanları ve

grupları 'bir türün üyeleri' gibi algıladığı, örtük yaklaşımları ifade eder (Göregenli, 2013,s.33).

Page 41: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

41

Birçok sosyal bilimci, özcü grup düşüncelerinin ırkçılığa kaynak oluşturduğu fikri üzerinde

anlaşmaktadır. Freud (1999) ise medeniyetin kendiliğinden savaşı yaratmasının kaçınılmaz

ve engellenemez olduğu savını ifade etmiştir. Durkheim'cı anlayışta ise suç işlevsel ve

normaldir. Burada insanları öteki olarak tanımlamak, diğer insanların kendilerini saygılı,

suçsuz tanımlamaları için işlevseldir (Chancer ve Watkins, 2013, 23-27). Marx'ın önyargılar

hakkında vurgusu belirgin olmasa da fikirlerine bakıldığında, önyargının kapitalist süreçler ve

dinamiklerden kaynaklandığını varsaydığı söylenebilir. Marksist Yaklaşım, ayrımcılığı

meşrulaştıran ideolojiler çerçevesinde toplumsal gruplar arasında ilişkilerin analiz

edilebileceğine dikkat çeker. Göregenli (2013, s.25)’ye göre, ‘'Ben’ ile ‘diğeri’ arasındaki

ilişkiyi hiyerarşik kılan, tahakküm ilişkisine dönüştüren ve ayrımcılığa yol açan şey, grupların

güç bakımından eşit olmamalarıdır”ve Marksist yaklaşım bu güç ilişkilerine odaklanarak

toplumu analiz eder. Neo Marxist bakış açısından ise gruplar içerisindeki bölünmeler bir

“parçala ve zapt et” niyetini gösterir ve çeşitli şekillerdeki önyargılar da ekonomik

eşitsizliklerin sürdürülmesini sağlamaya hizmet eder. Sosyolojik psikolojik fikirlerin

bireşiminde ise cinsiyet, ırk, sınıf gibi sosyolojik boyutlar ve bireysel farklılıklar birarada

değerlendirilir (Chancer ve Watkins, 2013, s.23-27).

Marksist bir çerçevede liberal- kapitalist sistemin eleştirisini içeren Neo Marksist

yaklaşımda nefret söyleminin nedenlerinin anlaşılmasına zemin hazırlayan bir diğer

perspektiftir. Ekonomik altyapının tek belirleyici olarak üstyapıyı oluşturması biçiminde

özetlenebilecek mutlak determinizmi reddederek, üstyapı kurumlarının önemini

vurgulamışlardır. Neo Marksist yaklaşım içinde öne çıkan isimlerden biri olan Gramsci

yasama, yürütme ve yargı organları tarafından esas itibarıyla zora dayalı olarak ele alınan

devlet kavramına farklılık getirir. Geliştirmiş olduğu hegomonya kavramı ile devleti hem zora

hem de yönetilenlerin rızasını sağlayan toplumsal iktidara dayalı bir siyasal yapı olarak

tanımlar. Bu siyasal yapı içinde kapitalist sınıfların farklı kesimlerinin oluşturduğu bir iktidar

bloğu oluşmakta ve devlet yapısı dışındaki din, sendikalar ve eğitim sistemi dernekler vb.

örgütlenmeler bu bloğun içinde yer almaktadır. Ayrıca Gramsci’nin sivil toplumun ve

aydınların toplumu dönüştürücü önemine dikkat çekmesi önemlidir (Merrington, 1999, s. 353-

406). Sosyal ayrımcılıktan etkilenen birey veya grupların haklarının savunulmasını temel

hedefi olarak gören sosyal kimlik hareketlerinin varlığı nefret söylemini ortadan kaldırmada

etkili olacaktır. Gramsci'nin aydınlara biçtiği rol bu anlamda yol göstericidir.

Marksist kuramın gelişmesine katkıda bulunan bir diğer isim olan Althusser, Lukacs

ve Gramsci gibi Marksist kuramcılarla örtüşen görüşlere sahiptir. Althusser, “İdeoloji ve

Devletin İdeolojik Aygıtları” çalışmasında, devletin baskı aygıtlarını ve devletin ideolojik

aygıtlarını birbirinden ayırmıştır (Althusser, 1994, s.34-35). Marksizmde devlet aygıtı,

hükümet, yönetim, ordu, polis, mahkemeler, hapishaneler vb. kurumları kapsar. Althusser, bu

kurumların tümünü devletin baskı aygıtı olarak tanımlamaktadır. Bu baskı kurumları devletin

zor kullanma yetkisini elinde bulundurduğunu gösterir. Devletin ideolojik aygıtları ise

birbirinden ayrı ve özelleşmiş kurumlar biçiminde dolaylı olarak çıkan belirli sayıda

gerçeklikleri ifade eder. Althusser’e göre devletin ideolojik aygıtları Dini DİA, Öğretimsel

DİA, Aile DİA’sı, Hukuki DİA, Siyasal DİA, Sendikal DİA, Haberleşme DİA’sı, Kültürel

DİA’dan oluşur. (Althusser, 1994, s.33). Dolayısıyla, devletin baskı aygıtı tekken, devletin

Page 42: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

42

ideolojik aygıtları sayıca fazladır ve devletin baskı aygıtı tümüyle kamu alanında yer alırken

devletin ideolojik aygıtlarının büyük bölümü özel alanı kapsar. Fakat devletin baskı aygıtları

ile devletin ideolojik aygıtları arasındaki temel fark devletin baskı aygıtının zor kullanarak

işlemesi iken, devletin ideolojik aygıtlarının ideoloji kullanarak işlemesidir. Ancak Althusser

başka bir konuya da dikkat çeker. Devletin her aygıtı hem baskı hem de ideoloji ile işler ve

DİA’larda ideoloji tümüyle öncelik kazanırken aynı zamanda baskıya da yer verebilir. Ancak

bu baskı daha doğrudan, hafifletilmiş, gizlenmiş hatta sembolik olabilir. Burada Althusser,

devletin baskı aygıtının hareketi ile DİA’ların hareketi arasında sürekli olarak görülen pek

ince ilişkilerin varlığına işaret eder. Althusser’a göre günlük yaşantı bu durumların sayısız

örneğini sunar. Ona göre, görünüşte bölük pörçük olan DİA’ların yönetici ideolojinin altında

anlam kazandığı unutulmamalıdır. Althusser, yönetici sınıf’ın devletin iktidarını elinde

tuttuğu ve devletin baskı aygıtını da sahip olduğu düşünüldüğünde yönetici sınıfın DİA’larda

da etkin olduğunu söylemenin mümkün olduğunu söyler ve bu bağlamda hiçbir sınıfın

DİA’lar içinde ve üstünde hegomonyasını uygulamadan devlet iktidarını elinde

tutamayacağını belirtir. Ayrıca Althusser, DİA’lar arasındaki birliği sağlamanın egemen

sınıfın ideolojisiyle çoklukla çelişkili biçimlerde sağlandığına da dikkat çeker (Althusser,

1994, s.36).

Nefret söyleminin yayılmasında taraflı, önyargılı ve ayrımcı bir dil kullanarak etkili

olan medya, Althusserci kavramsallaştırma içinden baktığımızda devletin ideolojik aygıtı

olarak işlev görmektedir. Medya her zaman hakim güçle ilişkilidir ve siyasi gücün sahibi olan

yöneticilerle medya ilişkisi bu anlamda dikkate değerdir (Özulu 2015, s.35). Medya özellikle

azınlık hakları ve ötekileştirilmiş kimlikler gibi konularda haberleştirme biçimiyle önyargıları

körükleyerek toplumsal çatışmaya zemin hazırlamaktadır. Haberlerde, gazete manşetlerinde

ve haber başlıklarında kullanılan dil, toplumda düşmanlık ve ayrımcı duyguları tetikleyen,

kalıp yargıları, önyargıları güçlendiren birer araca dönüştürerek kitleler üzerinde etkide

bulunur (Gelişli ve Kapril, 2011).

Ayrımcılık yalnızca Türkiye için değil tüm dünya için bir sorun teşkil etmekte ve

nefret söylemi de dünyanın birçok yerinde toplumsal bir sorun olarak görülmektedir. ABD'de

özellikle 11 Eylül saldırılarının da etkisiyle Müslümanlara yönelik dini içerikli ve ırkçı

eylemler artış göstermiş, Avrupa’da aşırı sağın yükselmesi söz konusu olurken, göçmenlere

karşı nefret söylemi ciddi bir sorun haline gelmiştir. Savaş ve mezhepsel çatışmalarla dünya

gündeminde yerini alan Ortadoğu’da nefret söylemine yoğun olarak rastlanmaktadır (Özulu,

2015, s.42-44). Sosyolojik olarak, çoğulcu toplum yapısının daha da görünür olmasıyla

birlikte Türkiye’de de, gerek devlet ve siyasi parti söylemlerinde, gerekse medya alanında

nefret söylemi yaygınlaşmaktadır. Özellikle iletişim ve bilişim teknolojilerindeki gelişmeler

sonucunda toplumlar ekonomik ve teknolojik olarak modernleştikçe, toplumsal hareketlilik

yaygınlaşmakta ve modern toplum çoğulcu bir nitelik kazanmaktadır (Keyman,2013,s.7).

Nefret söyleminin artmasına ilişkin birçok açıklama yapılabilir ancak Keyman'a göre (2009,

s.53) Türkiye'de kültürel kimlik taleplerinin, çatışmalarının gelişimini, dönüşümünü anlamak

için dünyanın içinde yaşadığı post- modernizasyon, küreselleşme, soğuk savaş bitimi ve 11

Eylül sonrası oluşan düzenin toplumsal olguları ile birlikte konunun ele alınması

gerekmektedir. Temel insan hakkı ihlali olan nefret söylemi ve nefret suçu, bu noktada,

Page 43: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

43

çoğulcu toplumun en önemli sorunlarından ve toplum yönetiminin çok önemli boyutlarından

biri olarak değerlendirilmelidir. “Küreselleşen dünya”, toplumsal hareketliliğe, ulusal boyutun

yanı sıra bölgesel ve küresel bir boyut da kazandırmış, 'küresel göç' gerçekliğinin çoğulculuk

üzerinde dönüştürücü bir etkisi olmuştur. Bu doğrultuda küreselleşme kendisini küresel

topluluğun güçleri ile kültürel tamlık, etnik ve kültürel parçacılık ve homejenlik arasındaki bir

gerilimde ifade etmektedir (Guibernau, 2010, s.63). Bu gerilimler küreselleşme sürecinin

etkilerinin tümüyle birleştirici olmadığını, küreselleşmenin birleştirdiği kadar böldüğüne de

işaret etmektedir (Bauman,1999,s.8). Yerelleşme aynı zamanda bölgecilik, dil, kültürel varlık,

kabile ya da etnik bağlılık, bir dinsel gruba adanmışlık, yerel bir cemaate bağlanmayı

içermekte ve bu doğrultuda insanları ayırma ve dışlama da küreselleşmenin bir sonucu

olmaktadır (Bauman 1999, s.11).

Modern toplumlarda ırk ve etnisiteye yönelik tartışmalarda bu süreçte ivme

kazanmıştır. Yerelleşme etnik kimlikleri ön plana çıkarmıştır. “Irk” terimi geleneksel olarak

dış görünüşü ifade etmekte diğer taraftan etnisite, ortak dil, ulusal ve siyasal kimlik, din,

toplumsal örf ve adetler vb. kültürel kriterler bağlamında tanımlanmaktadır. Etnisite kavramı

bireye genelde, gruplara bağlılık ve sadakat hissi vererek kimlik kazandırmaktadır (Chancer

ve Watkins, 2013, s.71).Özetle, nefret söylemi; cinsiyet, ırk, din, etnik köken, ten rengi, ulusal

köken, maluliyet veya cinsel yönelim gibi genişletilebilen faktörlerin dahil olduğu özelliklere

karşı takınılan ayrımcı, göz korkutucu, onaylanmayan, düşmanca ve/veya önyargılı tutumları

ifade etmektedir. Bu bağlamda nefret söylemi; hedeflenen grupları incitici, kişiliksizleştirici,

taciz edici, sindirici, küçük düşürücü, alçaltıcı, mağdur duruma düşürücü ve bu gruplara karşı

duyarsızlık ve gaddarlığı teşvik edici bir amaç gütmektedir (Cohen-Amalgor, 2011, Akt.

İnceoğlu ,2013, 79-80).

Bu araştırmanın amacı farklı grup kimliği olan kişilerin nefret söyleminin zararına

yönelik tutumlarını ve algılanan nefret davranışları arasındaki ilişkiyi incelenmektir. Bu

doğrultuda ilk olarak nefret söylemine maruz kalmanın ve nefret söyleminin algılanan

zararının etnik/kültürel /dini kimliklere göre nasıl algılandığı çeşitli demografik değişkenlerle

(yaş, eğitim düzeyi vb.) birlikte betimsel olarak ele alınması hedeflenmiştir. Ayrıca, daha

önceki çalışmalar nefret söylemine veya önyargıya verilen tepkilerde cinsiyet farklılığı

olduğunu belirttiklerinden (Cowan & Mettrick, 2002) nefret söylemine maruz kalmanın ve

algılanan nefret zararının etnik/kültürel kökene ve cinsiyete göre farklılık gösterip

göstermediğine bakılması hedeflenmiştir.

Katılımcılar ve İşlem

Bu çalışmanın örneklemi kartopu örnekleme yöntemiyle oluşturulmuştur. Araştırmaya

Ankara'da bulunan farklı üniversitelerde okuyan öğrenciler ve bu öğrenciler aracılığıyla

ulaşılan 213 kadın ve 154 erkek olmak üzere toplam 367 kişi katılmıştır. Katılımcıların 107'si

üniversite öğrencisi, 64'ü ev hanımı/işsiz ve 190'ı çalışan gruptan oluşmaktadır. Katılımcıların

yaşları 18 ile 70 arasında olup ortalaması 33.90 (Ss = 22.47) olarak bulunmuştur.

Katılımcıların %30,8'i kendini "Türk", %26,7'si "Sünni Türk", 28,1'i "Alevi Türk", 8,7'si

"Kürt", 3,0'ı "Sünni Kürt" ve 2,7'si "Alevi Kürt" olarak tanımlamaktadır. Tablo 1'de

katılımcıların demografik özellikleri ayrıntılı olarak sunulmuştur.

Page 44: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

44

Tüm katılımcılar, sosyo-demografik bilgilerin ve algılanan nefret söylemi ve

davranışlara yönelik ölçekleri doldurmuştur. Katılımcılara üniversite ortamında sınıflardan

toplu olarak veya kampüslerin çeşitli yerlerinde yüz yüze görüşme yoluyla ve bu öğrenciler

vasıtasıyla da üniversite öğrencisi olmayan kişilere ulaşılmıştır. Uygulama öncesinde

araştırmanın içeriği hakkında kısaca bilgi verilmiş ve kimliklerinin gizli tutulacağı

bildirilmiştir. Katılım için gönüllülük esas alınmış ve gönüllü olan kişiler ölçekleri

doldurmuşlardır.

Veri Toplama Araçları

Nefret Söyleminin Algılanan Zararı Ölçeği (Harm and Freedom of Speech Scale)

16 madde nefret söyleminin zararına yönelik ve 16 madde konuşma özgürlüğünü ölçmek

adına toplam 32 madde Cowan (Cowan ve ark., 2002) tarafından geliştirilmiştir. Nefret

söyleminin zararına yönelik algıyı ölçmek için 16 maddeden oluşan bu alt ölçek sonrasında

Murray (2011) tarafından doktora tez çalışmasında kullanılmıştır. Murray'ın çalışmasından

alınan maddeler Türkçe'ye araştırmacılar ve bağımsız iki kişi tarafından çevrilerek,

uyarlanmıştır. Katılımcılardan 5'li Likert tipinde ölçekte 1 (kesinlikle katılmıyorum) ile 5

(tamamen katılıyorum) arasında işaretleme yapmaları istenmektedir. "Nefret söylemi, azınlık

grubuna karşı yapılan ayrımcılığı destekler"; "Nefret söylemi, kurbanlarını sindirir ve onlarda

korku uyandırır" örnek maddelerindendir. Ölçeğin puanlaması tüm puanların toplanıp 16'ya

bölünmesi ile elde edilmektedir. Bu ölçekten alınabilecek puanlar 1 (zararın olmaması veya

çok düşük olması) ile 5 (yüksek düzede zararın olması) arasından değişmektedir.

Nefret Söylemine Maruz Kalma Ölçeği (Hate Speech Experience Questionnaire)

10 maddeden oluşan Nefret Söylemine Maruz Kalma Ölçeği Nielsen (2004; akt., Murray,

2011) tarafından geliştirilmiş ve Murray (2011) doktora tez çalışmasında kullanmıştır.

Murray'ın çalışmasından alınan maddeler Türkçe'ye araştırmacılar ve bağımsız iki kişi

tarafından çevrilerek, uyarlanmıştır. Katılımcılardan her bir maddeye evet veya hayır diyerek

cevaplandırmaları istenmektedir. "Hiç ırkçı bir isimle çağrıldınız mı?" veya "Sizinle aynı

etnik/dini kökenden gelen ve nefret söylemine maruz kalan birini tanıyor musunuz?" örnek

maddelerindendir. Katılımcılar her bir maddeyi onaylayacak cevaplar verdikçe, nefret

söylemine maruz kaldıkları olarak ele alınmaktadır.

Demografik Bilgi Formu. Katılımcılara yaş, cinsiyet, eğitim düzeyi, meslekleri, algıladıkları

sosyoekonomik düzey gibi soruların yanı sıra dini inanışları, cinsel yönelimleri ve etnik

kökenleri ve kendilerini nasıl tanımladıkları da sorulmuştur.

BULGULAR VE TARTIŞMA

Bu araştırmanın amacı farklı grup kimliği olan kişilerin nefret söyleminin zararına

yönelik tutumunu ve algıladıkları nefret davranışlarını incelemekti. Her ne kadar bu çalışmada

farklı grup kimlikleri (etnik/kültürel kimlik, dini kimlik, cinsel kimlik vb) geniş olarak ele

alınması hedeflendiyse de, yeterli örneklem sayısı sadece etnik/kültürel kimlik grubundan

elde edildiğinden analizler sadece bu gruplar üzerinden yapılmıştır.

Page 45: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

45

Analizlere başlamadan önce veriler kayıp değer, tekli ve çoklu uç değer, normallik ve

homojenlik sayıltıları açısından ele alınmıştır. Araştırmada uyarlanarak kullanılan ölçeklerin

(Nefret Söyleminin Algılanan Zararı Ölçeği ve Nefret Söylemine Maruz Kalma Ölçeği) yapı

ve kapsam geçerliğini incelemek amacı ile açımlayıcı faktör analizi (exploratory factor

analysis) yapılmıştır. Bu amaç doğrultusunda Varimax rotasyonla yapılan Temel Bileşenler

Analizi (TBA; principal component analysis) sonucunda Nefret Söyleminin Algılanan Zararı

Ölçeği'nde tek faktörün toplam varyansın % 46.6'sını açıkladığı (KMO = .926; Bartlett’s χ2 =

2654.61; p < .001) ve Nefret Söylemine Maruz Kalma Ölçeğinde ise tek faktörün toplam

varyansın %48.2'sini açıkladığı (KMO = .900; Bartlett’s χ2 = 1462.08; p < .000) görülmüştür.

Temel analizlere geçmeden önce betimleyici analizler yapılmıştır. Bu doğrultuda

katılımcıların etnik/kültürel kimliklerine göre demografik bilgileri Tablo 1'de verilmektedir.

Algılanan nefret söylemi zararı ve algılanan nefret söylemine maruz kalma farklı yaş grupları

(25 yaş ve altı; 26-35 yaş arası; 36-45 yaş arası ve 46 yaş ve üstü) ve algılanan

sosyoekonomik düzeyleri açısından ele alınmıştır. Sadece yaş grupları arasında algılanan

nefret deneyimi açısından anlamlı farklılık gözlenmiş (2 = 49.11, sd = 30, p = 0.02), diğer

gruplar arasında anlamlı bir farklılık gözlenmemiştir (algılanan nefret söylemi zararı

açısından yaş gruplarına göre 2 = 199.36, sd = 219, p = 0.82 ve farklı sosyoekonomik

düzeylere göre 2 = 335.94, sd = 29, p = 0.11; algılanan nefret söylemine maruz kalma

açısından farklı sosyoekonomik düzeylere göre 2 = 34.26, sd = 40, p = 0.72). Hangi yaş

grupları arasında farklılık gözlemlendiği ikili karşılaştırmalar yapılarak bakılmıştır. Sonuçta,

25 yaş ve altı (2 = 20.69, sd = 10, p = 0.02) ve 36-45 yaş arası (

2 = 17.99, sd = 10, p = 0.05)

46 yaş ve üstü grubundan algılanan nefret söylemine maruz kalma açısından farklılık

göstermektedir. Bu farklılığın, sosyal yaşam içerisinde daha genç grubun yeni ilişkiler kurma

ve çeşitli sosyal ilişkiler içerisinde olma olasılığının yaşlı gruba göre daha fazla olmasından

kaynaklandığı düşünülmüştür.

Katılımcıların etnik/kültürel kökenlerine yönelik bilgileri detaylı olarak almak adına

öncelikle katılımcıların etnik/kültürel kökenlerini yazarak belirtmeleri (bkz. Tablo 2), daha

sonrasında kendilerini öncelikli olarak hangi etnik/kültürel gruba ait olduklarını işaretleyerek

belirtmeleri istenmiştir (bkz. Tablo 3).

Page 46: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

46

Tablo 1: Katılımcıların Demografik Özellikleri

Tüm

Örneklem

(N=367)

Türk

(N=113)

Kürt

(N=53)

Alevi

(N=103)

Sünni

(N=98)

N % N % N % N % N %

Cinsiyet

Kadın

213

58.0

68

60.2

30

56.6

52

50.5

63

64.3

Erkek 154 42.0 45 39.8 23 43.4 51 49.5 35 35.7

Yaş

25-yaş ve altı 129 35.6 50 45.0 19 36.5 21 20.6 39 40.2

26-35 yaş 105 29.0 30 27.0 17 32.7 29 28.4 29 29.9

36-45 yaş 60 16.6 13 11.7 6 11.5 29 28.4 12 12.4

46 yaş ve üstü 68 18.8 18 98.2 10 19.2 23 22.5 17 17.5

Eğitim

İlk veya orta okul 38 10.4 5 4.5 7 13.5 17 16.5 9 9.3

Lise 116 31.9 32 28.6 12 23.1 43 41.7 29 29.9

Üniversite 172 47.3 67 59.9 31 59.6 40 38.8 52 53.6

Yüksek Lisans 20 5.5 8 7.1 2 3.8 3 2.9 7 7.2

Medeni Durum

Bekar 167 45.6 66 58.4 23 43.4 32 31.1 46 47.4

Evli 173 47.3 38 33.6 25 47.2 61 59.2 49 50.5

Boşanmış veya ayrı 26 7.1 9 7.9 5 9.4 10 9.7 2 2.1

Algılanan SED

Düşük 71 19.4 19 17.0 9 17.0 26 25.2 17 17.3

Orta 183 50.0 57 50.9 24 45.3 51 49.5 51 52.0

Yüksek 112 30.6 37 32.1 20 37.7 26 25.3 30 30.6

Meslek

Üniversite Öğrencisi 107 29.2 38 33.6 17 32.1 19 18.4 33 33.7

Ev Hanımı/İşsiz 64 17.4 14 12.4 9 17.0 25 24.3 16 16.3

Çalışan 196 53.4 61 54.0 27 50.9 59 57.3 49 50.0

Page 47: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

47

Dini Yönelim

Muhafazakar/Dindar 100 28.2 27 24.8 17 32.7 4 4.1 52 54.2

İnançlı/Liberal 238 67.2 77 70.6 30 57.7 87 89.7 44 45.8

Ateist 16 4.5 5 4.6 5 9.6 6 6.2 0 0

Daha önce de belirtildiği gibi katılımcıların etnik/kültürel kökenini belirlemek

amacıyla demografik bilgi formunda öncelikli olarak etnik kökenlerini yazarak belirtmeleri

istenmiştir. Tablo 2'de de görüldüğü üzere örneklemin %42.7'si kendini Türk, toplamda

%6.9'u Kürt, toplamda %6.3'ü Alevi, %2.2'si Karadeniz veya Laz, %0.3'ü Çerkez ve %0.9'u

Türkmen olarak kendilerini tanımlarken, örneklemin %39.6'sı hiçbir tanımlama yapmamıştır.

Tablo 2: İfade Edilen Etnik Köken

N %

Etnik kimliğinizi

nasıl tanımlarsınız?

Lütfen yazarak

belirtiniz.

Alevi 11 3.3

Alevi Kürt 6 1.7

Alevi Türk 4 1.0

Bektaşi Alevi 1 0.3

Bektaşi Türk 1 0.3

Çerkez 1 0.3

Karadeniz 1 0.3

Kürt 23 6.3

Sünni Kürt 1 0.3

Laz 7 1.9

Sünni 1 0.3

Türk 157 42.7

Türk Sünni 1 0.3

Hanefi Türk 2 0.5

Türkmen 3 0.9

Hiçbir tanımlama

yapmayan

147 39.6

Toplam 367 100.0

Sonrasında katılımcılara etnik köken açısından hangi gruba en öncelikli ait olduklarını

işaretleyerek belirtmeleri istenmiştir (bkz Tablo3). Ancak, kendini daha önce farklı bir

etnik/kültürel kimlik olarak tanımlayanlar (Laz, Çerkez, Türkmen vb.) verilen sınıflandırma

içerisinde birincil olarak daha farklı bir grup içerisinde yer almayı tercih etmişlerdir. Ayrıca,

daha önce etnik/kültürel kökenleri yazmaları istendiğinde hiçbir tanımlama yapmayanlar,

burada kendilerini öncelikli olarak hangi etnik/kültürel grupta gördüklerini işaretleyerek

Page 48: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

48

belirtmişlerdir. Buna göre örneklemin %30.8'i Türk; %26.7'si Sünni Türk; %28.1'i Alevi

Türk; %8.7'si Kürt; %3'ü Sünni Kürt ve %2.7'si Alevi Kürt olarak etnik kökenlerini

belirtmişlerdir. Esmer’in (2012) yılında yapmış olduğu değerler araştırmasına göre ise

toplumun üçte ikisi Türk ve Müslüman kimliklerine öncelik vermektedir. Bu sonuçların

1990’dan bu yana yapılan araştırmalar boyunca pek değişmediği belirtilmektedir.

Tablo 3: İfade Edilen Etnik Köken

N %

Etnik köken

açısından hangi

gruba en öncelikli ait

olduğunuzu

işaretleyerek

belirtiniz.

Türk 113 30.8

Sünni Türk 98 26.7

Alevi Türk 103 28.1

Kürt 32 8.7

Sünni Kürt 11 3.0

Alevi Kürt 10 2.7

Türkmen 0 0

Laz 0 0

Çerkez 0 0

Ermeni 0 0

Süryani 0 0

Arap 0 0

Göçmen 0 0

Azeri 0 0

Rum 0 0

Çingen/Roman 0 0

Kafkas Halkları (Gürcü vb.) 0 0

Toplam 367 100.0

Demografik bilgi formunda katılımcıların etnik/kültürel, dini ve cinsel

kimliklerine yönelik bilgiler alındıktan sonra en son olarak katılımcılardan kendilerini yazarak

tanımlamaları istenmiştir (bkz. Tablo 4). Buradaki amaç katılımcıların farklı kimliklerine

Page 49: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

49

yönelik bilgileri verdikten sonra grup kimliklerinin bilişsel olarak aktif hale gelmesiyle

kendilerini tanımlama biçimlerini incelemekti. Tablo 4'de görüleceği üzere katılımcıların

%26'sı hiçbir tanımlama yapmamayı tercih ederken, tanımlama yapanların büyük bir

çoğunluğu (tüm örneklemin %53.6'sı; tanımlama yapanların %72.58'i) daha önce belirttikleri

grup kimliklerinden çok kendilerini kişisel özelliklerine göre (örn; dürüst, saygılı, eğlenceli,

sakin, kadın, öğrenci, anne/baba vb.) tanımlamışlardır. Bu durumda katılımcıların grup

kimliklerinden çok kişisel kimliklerini ön planda tuttukları varsayılabilir. Toplumsal Kimlik

Kuramı'na göre, grup üyelerinin kişiliklerini yansıtan bireysel kimlikleri de vardır. Bu

doğrultuda, Toplumsal Kimlik Kuramı kişinin tek bir kişisel benliğinin olmadığını, grup

üyeliklerine karşılık gelecek şekilde çeşitli benliklerin olduğunu vurgular ve farklı sosyal

ortamların kişilerin kişisel, aile, etnik veya ulusal kimlikleri temelinde hissetmelerine veya

davranmalarına sebep olduğunu belirtmektedir (Tajfel & Turner, 1986). Bu çalışmada

katılımcıların 197'sinin kendisini kişilik özelliklerine öncelik vererek tanımlamaları bu

bağlamda ilgi çekicidir. Öncelikle kendilerini tanımlarken etnik, dini, cinsel kimliklerine

dayanarak açıklamamışlardır. Bu sonuç, toplumsal hiyerarşinin ve güç dengesizliğinin

sorgulanmamasının bir sonucu olarak da görülebilir (Çayır, 2010,s.49). Ayrıca, katılımcıların

%3.8'i kendilerini ayrımcılık/ırkçılık yapmayan, hümanist biri olarak gördüklerine yönelik

ifadelerde bulunmuşlardır. Katılımcıların 4'ü kökenlerinin Laz olduğunu ama kendilerini

öncelikli olarak “Türk” kimliğiyle tanımladıklarını belirtmişlerdir. Örneklemin sadece %7.1'i

Türk kimliğini, %0.3'ü Kürt kimliğini ve %0.8'i Alevi kimliğini vurgulamıştır. Kendini

“Kürt” olarak tanımlayan tek kişi de “Kürt, ama terörist değil!” olarak belirtmiştir. Burada

katılımcının ifadesi Türkiye’de Kürt sorununun çoğu zaman terörizm ve PKK ile

özdeşleştirilerek değerlendirilmesinin bir göstergesi olmaktadır. “Kürtler hakkında “cani,

hain, kalleş, çapulcu, dağdan inenler” türünden “sloganlaşmış” kalıp yargılar kullanılmakta

ve Kürtlere karşı nefret söylemi bu minvalde üretilmektedir (İnceoğlu, 2012, s.16).

Tablo 4: Katılımcıların kendini tanımlama ifadeleri

N %

Kendinizi nasıl

tanımlarsınız?

Türk kimliğini vurgulayan 26 7.1

Kürt kimliğini vurgulayan 1 0.3

Alevi kimliğini vurgulayan 3 0.8

Kendini vatanına, milletine bağlı biri olarak tanımlayan 18 4.9

Kendini kişisel özelliklerine (örn; dürüst, saygılı, sakin, kadın,

öğrenci, anne/baba vb.) göre tanımlayan

197 53.6

Kendini ayrımcılık/ırkçılık yapmayıp, hümanist biri olarak

tanımlayan

14 3.8

Kendini inançlı biri olarak tanımlayan 13 3.5

Hiçbir tanımlama yapmayan 96 26.0

Toplam 367 100.0

Not: Katılımcıların 4'ü kökenlerinin Laz olduğunu ama kendilerini öncelikli olarak “Türk” kimliğiyle

tanımladıklarını belirtiklerinden, bu katılımcılar Türk kimliğini vurgulayan gruba dahil edilmişlerdir.

Page 50: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

50

Bu çalışmada dinsel (Alevi ve Sünni) ve etnik-milliyetçi (Türk ve Kürt)

kimlikler olmak üzere iki farklı sosyal kimlik türünün incelenmesi hedeflenmiştir. Bu

doğrultuda Nefret Söylemine Maruz Kalma Ölçeği'nde her bir maddeye verilen olumlu ya da

olumsuz tepkiler farklı etnik/kültürel/dini gruplar açısından ele alınmıştır. Ancak sünnilik

dinsel kimlik olarak aleviliğe göre daha az vurgulanmıştır. Aktay ve Kızılkaya (2014)’nın

çalışmasında da benzer bir sonuç elde edilmiştir. Ayrıca kişilerin aynı anda farklı iki grubun

üyesi olduğu durumlar da sözkonusudur. Bu durumda farklı gruplar arasında az veya çok

örtüşme olabilir. Bunun için etnik/kültürel kökenini sadece Türk olarak işaretleyenler Türk

grubuna; sadece Türk demek yerine Sünni Türk diyenler Sünni grubuna; Alevi Türk olarak

işaretleme yapanlar Alevi grubuna ve bir şekilde Kürt kimliğini vurgulayanlar (Kürt, Sünni

Kürt ve Alevi Kürt) Kürt grubuna dahil edilmiştir. Tablo 5'de de görüleceği üzere etnik veya

dini kökenlerinden dolayı nefret söylemine maruz kaldıklarını ifade etme oranı en yüksek

Kürt ve sonrasında Alevi kökenli katılımcılarda gözlemlenmiştir. Toplumdaki farklı gruplara

yönelik nefret söyleminin medya taramaları aracılığıyla gösterildiği çalışmalarda, Türkiye'de

ulusal gazeteler içinde nefret söyleminin en çok Kürtleri ve Ermenileri hedef aldığı sonrasında

ise dini ve etnik grup açısından Rumlar, Hıristiyanlar ve Yahudilerin olduğu ve son dönemde

bunlara Araplar, Sırplar, Romanlar, Süryaniler ve Afrikalıların da eklendiği vurgulanmaktadır

(Gelişli ve Kapril, 2011). Ancak, yine de bu çalışmada tüm gruplardaki katılımcıların nefret

söylemine maruz kalma sorularına olumlu yanıttan çok olumsuz yanıt verme oranı daha

yüksektir. Dolayısıyla nefret söylemine maruz kalma oranı çok yüksek olarak

algılanmamaktadır. Daha önce Tablo 4'de belirtildiği üzere katılımcıların büyük bir

çoğunluğu grup kimliklerinden çok kendilerini kişisel özelliklerine/kimliklerine göre

tanımlamışlardı. Bundan dolayı katılımcıların kişisel kimliklerini ön planda tutarak bu

çerçevede değerlendirme yapmış olmaları muhtemeldir. Katılımcıların nefret söylemine

maruz kalma açısından en yüksek olumlu yanıt verme oranı ise toplum içinde etnik veya dini

kimliklerine yönelik tanımadıkları kişilerden yorum duyma oranında gözlemlenmiştir (Kürt

kökenli katılımcılarda % 67.9 ve Alevi kökenli katılımcılarda % 52.0). Gruplara ilişkin

kalıpyargılar "tipik" bir grup üyesini tanımlar ve bu tüm grup üyelerince bilinmesine rağmen

olumsuz özelliklerin karşıt grup üyeleri tarafından dile getirilmesinden hoşlanılmaz (Hornsey

& Imani, 2004).

Page 51: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

51

Tablo 5: Nefret Söylemine Maruz Kalma Ölçeğine Verilen Tepkiler (N=367)

Türk

(N=113)

Kürt

(N=53)

Alevi

(N=103)

Sünni

(N= 98)

Evet Hayır Evet Hayır Evet Hayır Evet Hayır

1. Hiç ırkçı bir isimle çağrıldınız mı? 7

(6.2)

106

(93.8)

20

(37.7)

33

(62.3)

17

(16.5)

86

(83.5)

16

(16.3)

82

(83.7)

2. Cinsel yöneliminizden dolayı nefret

söylemine maruz kaldınız mı? 5

(4.5)

107

(95.5)

5

(9.4)

48

(90.6)

6

(5.8)

97

(94.2)

9

(9.2)

89

(90.8)

3. Etnik/dini kökeninizden dolayı nefret

söylemine maruz kaldınız mı? 10

(9.0)

101

(91.0)

23

(43.4)

30

(56.6)

32

(31.7)

69

(68.3)

17

(17.3)

81

(82.7)

4. Sizinle aynı etnik/dini kökenden

olmayan biri tarafından hiç küçültücü bir

isimle adlandırıldınız mı?

17

(15.2)

95

(84.8)

22

(42.3)

30

(57.7)

31

(30.1)

72

(69.9)

25

(25.5)

73

(74.5)

5. Sizinle aynı etnik/dini kökenden gelen

ve nefret söylemine maruz kalan birini

tanıyor musunuz?

37

(32.7)

76

(67.3)

31

(58.5)

22

(41.5)

47

(45.6)

56

(54.4)

34

(34.7)

64

(65.3)

6. Kilonuz, boyunuz veya ölçülerinizden

dolayı hiç aşağılayıcı bir söze maruz

kaldınız mı?

25

(22.7)

85

(77.3)

16

(30.2)

37

(69.8)

23

(22.8)

78

(77.2)

28

(28.6)

70

(71.4)

7. Etnik/dini kimliğinizden ötürü cinsellik

içeren açık saçık sözlere veya saldırılara

maruz kaldınız mı?

10

(8.8)

103

(91.2)

15

(28.3)

38

(71.7)

23

(22.3)

80

(77.7)

20

(20.4)

78

(79.6)

8. Toplum içinde, sizin etnik/dini

kimliğinizle ilgili olarak tanımadığınız

kişilerden yorum duydunuz mu?

36

(31.9)

77

(68.1)

36

(67.9)

17

(32.1)

53

(52.0)

49

(48.0)

28

(28.6)

70

(71.4)

9. Toplum içinde, sizin etnik/dini

kimliğinizle alakalı olarak tanımadığınız

kişilerden saldırgan veya tehdit edici

eleştiriler aldınız mı?

18

(15.9)

95

(84.1)

20

(37.7)

32

(60.4)

27

(26.2)

76

(73.8)

21

(21.4)

77

(78.6)

10. Tanımadığınız insanlardan, etnik/dini

grubunuzdan dolayı, aşağılayıcı ya da

hakaret edici şakalara maruz kaldınız mı?

14

(12.4)

99

(87.6)

25

(47.2)

28

(52.8)

35

(34.0)

68

(66.0)

21

(21.4)

77

(78.6)

*Parentez içinde verilen değerler yüzdelik oranı temsil etmektedir.

Page 52: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

52

Gruplar Arası Karşılaştırma: Çok Yönlü Varyans Analizi

Katılımcıların algıladıkları nefret söyleminin zararı ve nefret söylemine maruz kalma

(nefret deneyimi) etnik/kültürel kökene ve cinsiyete bağlı olarak değişip değişmediğini

belirlemek amacıyla çok yönlü varyans analizi (MANCOVA) uygulanmıştır. Bu analizde

etnik/kültürel köken açısından kendilerini Türk ve Sünni Türk olarak tanımlayan kişilerin

farklı iki grubu temsil etmediği düşünüldüğünden, sadece Türk, Kürt ve Alevi gruplar dahil

edilmiştir. Ayrıca, örneklemdeki katılımcıların yaş ve eğitim düzeyleri farklı olduğundan, yaş

ve eğitim düzeyinin karıştırıcı etkisi olabileceği düşünülmüştür. Bu değişkenlerin

kovaryans/ortak değişken olarak kullanılabilmesi için çalışmanın bağımlı değişkenleri ile

doğrusal ilişkisinin olup olmadığına bakılarak karar verilmiştir. Buna göre yaşla bağımlı

değişkenler arasında anlamlı bir ilişki yokken (nefret söylemi için r = .02, p>.05; nefret

deneyimi için r = .07, p>.05) eğitim düzeyi ve algılanan nefret söylemi arasında anlamlı bir

ilişki (r =.13, p<.05) tespit edilmiştir. Bu sonuçlar doğrultusunda, sadece eğitim düzeyinin

ortak değişken olarak analizlere dahil edilmesine karar verilmiştir. Analiz sonuçları Tablo

6’da verilmiştir.

Tablo 6: Etnik/Kültürel Kökene Ve Cinsiyete Bağlı Olarak Algılanan Nefret Söylemi Ve

Nefret Deneyimi Puanlarına Uygulanan Varyans Analizi Sonuçları

Değişim Kaynağı Toplam

Kareler

s.d Ortalama

Kare

F p Kısmi η2 Post Hoc (Bonferroni)

Analiz Sonuçlarıa

Etnik/Kültürel Köken

Nefret Söylemi 5.29 2 2.64 5.46 .00 .04 A > T**

Nefret Deneyimi 229.96 2 114.98 17.48 .00 .12 A >T; K >T; K >A

Cinsiyet

Nefret Söylemi 0.00 1 0.00 0.01 .97 .00 -

Nefret Deneyimi 10.73 1 10.73 1.63 .20 .00 -

Etnik/Kültürel Köken X

Cinsiyet

Nefret Söylemi 1.75 2 0.87 1.80 .16 .01 -

Nefret Deneyimi 52.82 2 26.41 4.01 .02 .03 KE> TE; KE > AE

AK >TK; KK >TK

aBu sütunda istatistiksel olarak gruplar arası anlamlı farklılıklar belirtilmiştir (T =Türk; K=Kürt; A =Alevi; TK=

Türk Kadın; TE = Türk Erkek; KK = Kürt Kadın; KE = Kürt Erkek; AK = Alevi Kadın; AE= Alevi Erkek).

*p < .05; **p <.01; “-" anlamlı değil

Page 53: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

53

Tablo 6'da da görüldüğü gibi katılımcıların algıladıkları nefret söylemi zararı ve nefret

söylemine maruz kalma (nefret deneyimi) puanları üstünde cinsiyet değişkeninin temel etkisi

anlamlı bulunmamışken, etnik/kültürel köken değişkeninin temel etkisi hem algılanan nefret

söylemi için [F(2, 267)= 5.46, p<.01, ή² =.04], hem de nefret deneyimi için [F(2,267)= 17.48,

p<.01, ή² =.12] anlamlıdır. Ayrıca, etnik/kültürel köken ve cinsiyet ortak etkisinin de nefret

deneyimi açısından anlamlı olduğu gözlenmiştir [F(2, 267)= 4.01, p<.05, ή² =.03]. Bu

sonuçlara göre, etnik/kültürel ana etkisi açısından Alevi kökenlilerin (Ort= 4.03, S= 0.71)

Türk Kökenlilere (Ort= 3.72 , S= 0.06) göre algıladıkları nefret söylemi zararı daha fazla

iken; Alevi (Ort=2.93 , S=0.25) ve Kürt kökenliler (Ort= 4.12, S=0.35) Türk kökenlilere

(Ort=1.63 , S= 0.25) göre ve Kürt kökenliler (Ort= 4.12, S=0.35) Türk ve Alevi kökenlilere

göre nefret deneyimine daha fazla maruz kaldıklarını belirtmişlerdir. Etnik/kültürel köken ve

cinsiyet ortak etkisi açısından Kürt kökenli erkekler (Ort= 4.71, S=0.53), Türk (Ort= 2.09,

S=0.38) ve Alevi kökenli erkeklere (Ort= 2.52, S=0.36) göre daha fazla nefret deneyimine

maruz kaldıklarını belirtirlerken; Alevi (Ort= 3.34, S=0.36) ve Kürt kökenli (Ort= 3.54,

S=0.47) kadınlar Türk kadınlarına (Ort= 1.15, S=0.31) göre daha fazla nefret deneyimine

maruz kaldıklarını belirtmişlerdir.

Genel olarak Kürt ve Alevi kökenliler Türk kökenlilere göre daha fazla nefret

söylemine ve nefret deneyimine maruz kaldıklarını belirtmişlerdir. Kişiler kendilerini bir

sosyal grubun üyesi olarak tanımladıklarında, öz saygıları bu grubun özelliklerinden ve

değerlendirilmelerinden de etkilenmektedir ( Billig, 2002). Bu doğrultuda nefret söylemi de

grup üyeleri için benliklerinin önemli bir kısmına yönelik tehdit olarak görülebilir. Özellikle

grup kimliğini güçlü bir şekilde ortaya koyup grubuyla özdeşleşme düzeyi yüksek olanların

grubun toplumsal konumdaki düşüklüğü (Doosje, Spears & Ellemers, 2002) nefret söylemine

olan tepkilerini çok daha şiddetli olarak göstermelerine neden olabilir. Ancak, bu çalışmada

grupla özdeşleşme düzeyi ölçülmediğinden ileriki çalışmaların bu yönüyle de ele almasının

konuya çok daha açıklık getireceği düşünülmektedir.

SONUÇ

Çoğunlukla gruplara ilişkin bir grubu diğer gruptan farklılaştırma konusunda işlevsel

olan kalıpyargılarımızla sınıflandırma yaparak insanları çeşitli kategorilere ayırırız. İç grup,

dış grup ayrımı olarak da nitelendirebileceğimiz birbirlerini tamamlayan biri olmadan

diğerinin anlam kazanamadığı “biz” ve “onlar” kavramları da bu sınıflandırma sonucunda

ortaya çıkmaktadır. Kendi iç grubumuzu belli bir öteki grubu ‘onlar’ olarak gördüğümüz için

‘biz’ olarak adlandırırız (Bauman, 1998,51; Tajfel, 1981; Tajfel & Turner, 1979 ). Bu

kategorileştirmelerin kendi grubumuz dışındakileri “onlar” olarak değerlendirmelerin

“duygusal bağlanma ve antipati, güven ve kuşku, güvenlik ve korku, işbirliği ile çekişme gibi”

farklı sonuçları olabilmektedir (Bauman, 1998, s.51).

Esasında, insanların kimlik algıları, gerçekte ne oldukları sorusundan farklı bir gerçeği

ortaya çıkarmaktadır. İnsanların doğuştan gelen kültürel, etnik, dinsel veya cinsel özelliklerini,

kendilerini ifade etmek üzere bir kimliğe dönüştürmeleri çoğunlukla kendi tercihleriyle

olmaktadır (Aktay ve Kızılkaya, 2014, s.21). Modern toplumlarda insanların kendileri

hakkında birçok kimlik tanımları vardır. Temelde insanlar kendilerini farklı ortamlarda farklı

tanımlayıp ve belki de çok farklı davranmaktadırlar ve kişiler veya gruplar arası ilişkilerde

kimlik inşa edilir (Bilgin, 2007). Ancak, Bilgin'nin (2007, s.35) de belirttiği gibi “etnik ve

Page 54: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

54

cinsel kimlikler gibi, doğal olduğu düşünülenler de dahil olmak üzere hiçbir kimliğin

ontolojik özsel bir gerçekliği yoktur, tüm kimlikler bir inşa ürünüdür”.

Küresel nitelik taşıyan bir olgu ve sorun olarak nefret söylemi ise etkili bir ideolojik

ve söylemsel saldırı aracı olarak, seçilen hedef kimliğe uygulanmaktadır (Keyman, 2013).

Türkiye’de toplumsal gruplar arasındaki güç dengelerinin değişmesi ile birlikte toplumsal

dönüşüm gerçekleşmekte ve farklı toplumsal gruplar arasındaki temas artmaktadır. Çayır'a

(2010) göre, Türkiye'de nefret söylemi ve suçu, demokrasinin pekişmesi ve birlikte yaşama

kültürünün güçlenmesinin önündeki en önemli engellerden biridir. Din, ideoloji, millet, etnik

köken, cinsiyet gibi kavramların ifade özgürlüğü kapsamında eleştirilebilmesi gereklidir,

ancak bireylerin ve grupların, grup aidiyetlerinden dolayı hedef gösterilmesine karşı

duyarlılık geliştirilmelidir.

Sınırlılıklar ve Öneriler

Bu çalışmada kişilerin grup kimliklerini nasıl algıladıkları ve gruplar arası ilişkilerine nasıl

yansıdığı nefret söylemi ve nefret deneyimi çerçevesinde ele alınmıştır. Ancak bu çalışmanın

bazı önemli sınırlılıkları bulunmaktadır. En önemli sınırlılık örneklemin sadece Ankara'da

yaşayan kesimden oluşmasıdır. Bir diğer sınırlılık da çalışmaya katılan kişilerin kimlik

aidiyetlerine yönelik detaylı bir ölçüm alınmamasıdır. Aynı anda farklı toplumsal konumdaki

iki farklı grup kimliklerine sahip olmak ve gruplar arası örtüşmenin yüksek veya düşük olarak

algılanması da toplumsal kimlik aidiyetini etkileyecektir. Ayrıca konuşmanın nasıl algılandığı

ve konuşmaya verilen tepkiler kişilerin geçmiş deneyimlerinden ve psikolojik ve duygusal

durumlarından da etkilenecektir. Bundan sonraki çalışmalarda farklı bölgeler ve yerleşim

alanlarında olan kişilerin çeşitli kimlikler çerçevesinde ele alınması, kimlik aidiyetlerinin daha

detaylı ele alınarak araştırılması ve konuşmaya verilecek tepkilere aracı edebilecek

değişkenler açısından (kişilerin geçmiş deneyimleri, psikolojik ve duygusal durumları vb.) ele

alınması çok daha ayrıntılı bilgi sağlayacaktır.

Page 55: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

55

KAYNAKÇA

Aktay, Y.,ve Kızılkaya, A.(2010). Hepimiz Ötekiyiz! Türkiye'de Kimlikler ve Algılar. İstanbul:

Tezkire

Alğan C. ve Şensever L. (2010). Ulusal Basında Nefret Suçları: 10 yıl, 10 Örnek. İstanbul:

Sosyal Değişim Derneği Yayınları, 07.05.2014, www.aciktoplumvakfi.org

Althusser, L. İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları , İstanbul:İletişim, 1994.

Ataman , H. (2012). Nefret Suçlarını Farklı Yaklaşımlar Çerçevesinden Ele Almak: Etik, Sosyo-

Politik ve Bir İnsan Hakları Problemi Olarak Nefret Suçları. Y. İnceoğlu (Ed.), Nefret

Söylemi ve/veya Nefret Suçları , 47-80. İstanbul : Ayrıntı Yayınları.

Bauman, Z. (1997).Modernite ve Holocaust.(S. Sertabiboğlu, Çev.). İstanbul, Sarmal Yayınları

Bauman, Z. (1998). Sosyolojik Düşünmek.(A. Yılmaz,Çev.). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Bauman, Z. (1999). Küreselleşme Toplumsal sonuçları, (A.Yılmaz,Çev.).İstanbul:Ayrıntı

Yayınları

Best, S. ve Kellner, D. (1998). Postmodern Teori Eleştirel Soruşturmalar. (M. Küçük, Çev.).

İstanbul:Ayrıntı Yayınları

Bilgin, N. (2007). Kimlik İnşası. Ankara: Aşina Kitaplar.

Billig, M. (2002). Henri Tajfel’s cognitive aspects of prejudice and psychology of bigotry.

British Journal of Social Psychology, 41(2), 171-188.

Bleich, Z. (2011). The Rise of Hate Speech and Hate Crime Laws in Liberal Democracies,

Journal of Ethnic and Migration Studies, 37:6, 917-934

Boyle, K. (2010).Nefret Söyleminin Kontrolü: Uluslararası Standartlar Türkiye’den Neler

İstiyor? A. Çavdar ve A. Yıldırım (Ed.), Nefret Suçlan ve Nefret Söylemi, 63-70. İstanbul:

Uluslararası Hrant Dink VakfıYayınları.

Chancer, L.S. ve Watkins, B. X. (2013). Cinsiyet, ırk, sınıf, İstanbul: Babil Yayınları

Cowan, G., & Mettrick, J. (2002). The Effects Of Target Variables And Setting On The

Perceptions Of Hate Speech. Journal of Applied Social Psychology, 32(2), 277-299.

Cowan, G., Resendez, M., Marshall. E., & Quist, R. (2002). Hate Speech And Constitutional

Protection: Priming Values Of Equality And Freedom. Journal of Social Issues, 58(2), 247-

263.

Çayır, K. (2010). Ayrımcılığın Sosyolojisi ve Türkiye Toplumu. A. Çavdar ve A. Yıldırım (Ed.),

Nefret Suçlan ve Nefret Söylemi, 45-56. İstanbul: Uluslararası Hrant Dink VakfıYayınları

Delanty, G. (2015). Bir Kavramın Anotomisi Topluluk,(F., Atay,Çev.). İstanbul:Everest

Yayınları

Page 56: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

56

Demirtaş, H. Andaç (2003) Sosyal Kimlik Temel Kavram ve Varsayımlar. İletişim

Araştırmaları,1(1): 123-144.

Doosje, B., Spears, R. & Ellemers, N. (2002). Social identity as both cause and effect: the

development of group identification in response to anticipated and actual changes in the

intergroup status hierarchy. British Journal of Social Psychology, 41(1), 57-76.

Elder, T. J., Douglas, K.M., & Sutton, R.M. (2006). Perceptions Of Social Influence When

Messages Favour "Us" Versus "Them": A Closer Look At The Social Distance Effect.

European Journal of Social Psychology, 36, 353-365.

Esmer, Y. (2012). Türkiye Değerler Atlası 03.10.2012,

http://content.bahcesehir.edu.tr/public/files/files/ATLAS%20SUNUM pdf

Freud, S. (1999). Uygarlığın Huzursuzluğu, (H. Barışçan,Çev.). İstanbul: Metis Yayınları

Gelişli, N. ve Kapril, G. (2011).

Türkiye’de ulusal ve yerel gazetelerde nefret söyleminin izlenmesi, 26.05.2014.

http://www.nefretsoylemi.org/

Göregenli, M. (2013). Temel Kavramlar: Önyargılar, Özcü İnançlar ve Ayrımcılık. M. Çınar

(Ed.) Medya ve Nefret Söylemi, 23-39. İstanbul:Hrant Dink Vakfı Yayınları

Göregenli, M. (2013). Ayrımcılığın Meşrulaştırılması. M. Çınar (Ed.) Medya ve Nefret Söylemi,

39-57. İstanbul: Hrant Dink Vakfı Yayınları

Göregenli, M. (2013). Nefret Söylemi Ve Nefret Suçları. M. Çınar (Ed.) Medya ve Nefret

Söylemi, 57-75. İstanbul: Hrant Dink Vakfı Yayınları

Guibernau, M. (2010). Küreselleşme, Modernite ve Ulusal Kimlik. I. Gündüz (Der.).Ulusal

kimlik ve Etnik Açılım, 61-79. İstanbul: Sarmal Yayınları

Hornsey, M.J. & Imani, A. (2004). Criticizing Groups From The Inside And The Outside: An

Identity Perspective On The Intergroup Sensitivity Effect. Personality and Social Psychology

Bulletin, 30, 365-383.

Hortaçsu, N. (1998). Grup İçi ve Gruplararası Süreçler. Ankara: İmge Kitabevi.

İnceoğlu, Y. ve Sözeri, C. (2012). Nefret Suçlarında Medyanın Sorumluluğu: Ya sev ya terk et

ya da..” Y. İnceoğlu (Ed.), Nefret Söylemi ve/veya Nefret Suçları , 23-38. İstanbul : Ayrıntı

Yayınları.

İnceoğlu, Y. (2013). Tartışmalı Bir kavram:Nefret Söylemi. M. Çınar (Ed.) Medya ve Nefret

Söylemi, 75-95. İstanbul: Hrant Dink Vakfı Yayınları

Karan, U. (2010). Nefret Nefret Suçlarından Ne Anlıyoruz? A. Çavdar ve A. Yıldırım (Ed.),

Nefret Suçlan ve Nefret Söylemi, 55-62. İstanbul: Uluslararası Hrant Dink VakfıYayınları

Page 57: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

57

Karan, U. (2012). Nefret İçerikli İfadeler, İfade Özgürlüğü ve Uluslararası Hukuk. Y. İnceoğlu

(Ed.), Nefret Söylemi ve/veya Nefret Suçları , 81-102. İstanbul : Ayrıntı Yayınları.

Karan, U. (2013).Nefret Söylemi ve Yakından İlişkili Diğer Kavramlar: Ayrımcılık, Nefret Suçu

ve Hakaret. M. Çınar (Ed.) Medya ve Nefret Söylemi, 95-127. İstanbul:Hrant Dink Vakfı

Yayınları

Keyman, F. (2009). “Sistem Kurucu ve Sistem Dönüştürücü Bir Toplumsal Gerçeklik Olarak

Kültürel Kimlik Olgusunu Yeniden Düşünmek. G. Pultar (Ed.), Kimlikler Lütfen Türkiye

Cumhuriyeti'nde Kültürel Kimlik Arayışı Ve Temsili, 50-61. Ankara: ODTÜ Yayıncılık

Keyman, F. (2013). Sunuş. M. Çınar (Ed.) Medya ve Nefret Söylemi, 7-15. İstanbul:Hrant Dink

Vakfı Yayınları

Merrington, J.(1999). “Gramsci’nin Marksizm Anlayışında Kuram ve Uygulama”, (K.Saybaşılı

Çev.). Ankara: Doruk Yayıncılık

Murray, R. (2011). Do Words Harm? The Perceptions And Attitudes Of African American

CollegeStudents To Hate Speech. Capella University: Unpublished doctoral thesis.

Oakes, P.J., Haslam, S.A. & Turner, J.C. (1994). Sterotyping and social reality.

Oxford:Blackwell.

Oran, B. (2010). Türkiye’’de Azınlıklar Kavramlar, Teori, Lozan, İç Mevzuat, İçtihat,

Uygulama. 28.05.2014, www.altinicizdiklerim.com

Özulu, S.(2015). Nefret Dili ve Siyaset. M. Akpınar (Ed.), Nefret Söylemi ve Siyaset. İstanbul:

Ufuk Yayınları

Pratto, F., Sidanius, J., & Levin, S. (2006). Social Dominance Theory And The Dynamics Of

Intergroup Relations: Taking Stock And Looking Forward. European Review of Social

Psychology, 17, 271–320.

Rubin, M. & Hewstone, M. (2004). Social Identity, System Justification, and Social Dominance:

Commentary on Reicher, Jost et al., and Sidanius et al. Political Psychology, 25 (6), 823-844.

Sakallı, N. (2013). Sosyal Etkiler Kim Kimi Nasıl Etkiler? Ankara:İmge Kitabevi.

Sidanius, J. & Pratto, F. (1999). Social Dominance: An intergroup theory of social hierarchy

and oppression (3-57). New York: Cambridge University Press.

Slattery, M.(2007). Sosyolojide Temel Fikirler. Ü.Tatlıcan ve G. Demiriz (Der.). Bursa: Sentez

Şahan, İ.(2015). Yazılı Basında Nefret Söylemi. 04.07.2015, http://www.nefretsoylemi.org/

Tajfel, H. (1981). Human groups and social categories: Studies in social psychology.

Cambridge: Cambridge University Press.

Page 58: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

58

Tajfel, H., & Turner, J. (1979). An integrative theory of intergroup conflict. In W. G. Austin &

S. Worchel (Eds.), The social psychology of intergroup relations (pp.33-48). Monterey, CA:

Brooks/Cole.

Van, D. (2010). "Söylem ve İktidar: Eleştirel Söylem Katkılar", A. Çavdar ve A. Yıldırım (Ed.),

Nefret Suçlan ve Nefret Söylemi, 9-44. İstanbul: Uluslararası Hrant Dink Vakfı Yayınları

Weber A. (2009). Nefret Söylemi El Kitabı. Avrupa Konseyi Yayınları. 02.05.2014,

www.ihop.org.tr/dosya/coe/nefret_söylemi.pdf

Page 59: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

59

THE PLACE AND SIGNIFICANCE OF WORKING STAFF IN PERCEIVED

INSIDER STATUS

S.Gökçe GÖK *5

Derya ÖZİLHAN**

ABSTRACT

Objective of this study is to identify belonging perceptions of Academic and Administrative staff and to examine

the importance of working staff in perceived insider status (PIS). In this respect, an area research was applied on

the Academic and administrative staff of Gazi University’s different vocational schools of higher education.

Results indicate that academic and administrative staff of institutes does not have perceived insider status.

Key Words: Perceived Insider Status, Belonging, Administrative staff, Academic staff.

ALGILANAN İÇSELLİK STATÜSÜNDE ÇALIŞANLARIN YERİ VE ÖNEMİ

ÖZET

Bu çalışmanın amacı, akademik ve idari kadro çalışanların aidiyet algılarının tespit edilmesi ve aidiyet algısında

kadronun öneminin incelenmesidir. Bu amaçla, Gazi üniversitesine bağlı farklı meslek yüksekokularında çalışan

toplam 100 akademik ve idari personel üzerinde bir alan çalışma yapılmıştır. Araştırma sonuçlarına göre

kurumda çalışan idari ve akademik personellerin aidiyet algısının oluşmadığı söylenebilir.

Anahtar kelimeler: Algılanan aidiyet, aidiyet, akademik kadro, idari kadro

*Öğretim Görevlisi, Gazi Üniversitesi, Gazi MYO, [email protected]

**Yardımcı Doçent Dr.,Selçuk Üniversitesi, Beyşehir Ali Akkanet İşletme Fakültesi, [email protected]

Page 60: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

60

1. INTRODUCTION

In today’s business world where the competition is growing rapidly, for an effective human

resources management, it is a must to comprehend how workers perceive their position in the

organization and how this perception influences their behaviors. Employees’ positive

behaviors which enhance organizational productivity might be an important factor that

provides organizational sustainability and in this sense, ensures competitive advantage to the

organization. The workers’ orientation to this desired objective; may depend on the extent

they feel themselves as a part of the company. Workers who have strong feelings about

belonging to organization try to show their skills to their boss and co-workers to get

appreciation (Kim et al.,2009).

The term perceived insider status, which is recently added to the literature and means to what

extent an employee considers he or she is a part of the organization, is a very significant term

to generate many positive results in organizational terms. According to Stamper and

Masterson (2009), perceived insider status is a situation in which workers feel themselves as a

part of the organization and it focuses on this sense of belonging.

When the literature was scanned, no research was found where sense of belonging of

university staff is the main variable. From this point of view, this is a study trying to figure

out belonging feelings of academic and administrative staff of the university.

For this purpose, first, basic information is given theoretically about the terminology, and then

results of the study are evaluated.

2. THEORETICAL SCOPE OF STUDY

2.1 Sense of Belonging to the Organization

One of the most significant attitudes in terms of organizational behavior is the one that

individual develops for his/her job. This is also called sense of belonging. If the employee

develops a positive attitude towards their job, the sense of belonging will be high; but if

he/she develops a negative attitude, sense of belonging will be low. An employee who doesn’t

have job satisfaction will be frequently absent and will seek opportunities to leave the

organization and find another job. This harms the company or organization he/she works for.

Because their stress level is low, workers with high sense of belonging live longer and more

peaceful, because their stress level is low. People who are happy at work reflect their joy

outside. Satisfied employees maintain their positive attitude. These people generally have

positive attitudes towards life and people around. They view the life more dynamically and

optimistically (Özkalp ve Kırel, 2000).

The term sense of belonging is closely related with the terms motivation, morale and job

identification. But, these have different meanings. While motives require an effort for an

objective, belonging means employee’s identification with job and organization. An

individual expects that the job and work environment must be suitable for their personal

values in order to meet his/her certain needs. If their needs and standards of judgment are

consistent with their jobs, sense of belonging occurs (Erdoğan, 1996). Harmony of those

values motivates the individual for success and promotes job identification.

A recent research which focused on sense of belonging in terms of new management concept

stresses the importance of ensuring workers’ job satisfaction and organizational satisfaction. It

is observed that when workers’ sense of belonging is higher, organizational performance is

Page 61: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

61

affected in a positive way. While development of sense of belonging minimizes undesired

results like absenteeism, late coming and quitting the job; it increases the quality of product

and services ( Erdogan, 2006).

2.2 Perceived Insider Status

Since and individual works in a certain organization, he/she gives importance to be a member

of that group and to get the support of the administrator; considers staying out of the group is

hindering (Lapalme et al., 2009:922). This idea causes an employee develop many

perceptions concerning his/her relation with the organization (Wang et al., 2010: 149). One of

the most significant perceptions developed between the employee and the organization is the

perception of belonging. This perception related to an individual’s positioning him/her in the

organization is defined as an employee’s perception that he/she is a member of the group and

a part of the organization (Lapalme et al., 2009:922).

According to Stamper and Masterson (2002), perceived insider status (PIS) means an

employee’s perception that he/she is a part of the organization. The term in question reflects

cognitive aspect of self-concept. Perceived insider status focuses on workers’ senses of

belonging to their organizations. This concept is a perception in which employees feel

themselves as a part of the organization and they have important roles in organization’s

activities.

An individual, who has requirements like personal development, identity formation and self

perception, makes some comparisons in work life while developing these perceptions.

Considering themselves as a part of company and identified with the organization and so that

creating personal space while he/she defines his/her identity by comparing himself/herself

with the organization, is called perceived insider status (Chen and Aryee, 2007:2).

When perceived insider status is viewed from this perspective, it is a perception that meets

socio – emotional needs like organizational identity, psychological possession, being a

member - arising from being a member of the organization. It also defines role status in self

identification (Stamperet al., 2009: 319). Related to changing policy between the organization

and worker, individuals who has perceived insider status will have higher supporting

perception and it is considered that these workers will utilize the opportunities organization

presents like education and promotion so workers’ positive attitudes to the company will

increase (Buonocore, 2009: 4).

Factors like individual’s personal features, perceptions related to organization, the way of

work might be the premises of perceived insider status. As the perceived insider status is

higher, the individual feels him/her more like a part of the organization. Development of

perception of belonging to the organization is possible with the presence of boundaries that

indicate there are in-group and out of group workers. Perceived insider status emphasizes the

feeling that workers have gained an individual status and they are accepted in the

organization, so that forms the identity of workers in the organization. So perceived insider

status is built in parallel with workers’ organizational identity, status and roles.

Common opinion in the literature is that status that workers have (either full-time or part-

time) effects their perceptions, attitudes and behaviors in the organization. But some

researches shows that it is not always true (Gakoviç and Tetrik, 2003). Basic idea resulting

from these researches is that workers’ status does not have a significant influence on workers

organizational behaviors and attitudes. From this viewpoint, it is assumed that other factors,

apart from workers’ status, will be more effective on perceived insider status. For instance,

when workers don’t feel safe in organization or safe during their works, they will have low

perceived insider status (Buonocore, Metallo ; Salvatore2009).

Page 62: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

62

Main point to emphasize here is, based upon the assumption that each employee will have

their own perceptions; basic expectations of the employees should be spotted. While a worker

develops perceived insider status when he/she feels safe, other may develop this perception if

his/her economical needs are met. Besides, organizational support on worker is considered to

be an important determiner on perceived insider status.

One of the most recent researches about the perceived insider status is Oflazer Mirap’s (2008)

research that presents the effects of perceived insider status on task performance, contextual

performance and total performance. Perceived insider status is a term that expresses how

much workers feel themselves as a part of the organization. The area research applied on

private health sector indicates that there is a positive and strong relation between perceived

insider status and task performance, contextual performance and total performance (Oflazer

Mirap, 2008: 142-148).

Organizational opportunities like training and promoting in rank can be deemed as examples

of this situation. Those kinds of opportunities given to the employees have positive effects on

their perceived insider status. Because of that, permanent workers think that they are

presented more of these opportunities and their perceived insider status is higher (Buonocore,

Metalla and Salvatore, 2009).

On the other hand, contrary to permanent workers, non-permanent workers might have low

perceived insider status. The important point between the high and low perceived insider

statuses is whether the organization makes distinction about the opportunities it presents to its

employees. It is thought that there will not be significant differences in workers’ perceived

insider status in an organization who presents equal resources to its workers whatever the

workers’ statuses are (permanent - non-permanent).

3. METHOD

In this part of the study, the aim, hypothesis and findings will be revealed.

3.1. Scope Of Research

Frame of research; analyze the level of perceived insider status for academic and managerial

personnel who working for 5 different vocational schools of Gazi University. The scope of

research in practice angle there are randomly chosen 80 academic and 70 managerial personal

which means 150 personal from vocational schools of Gazi University. There are 150 surveys

sent but 100 of them were answered and sent back.

3.2. Methodology of the Research

In this study we have tried to determine the perceived insider status of the Management and

Academic Staff of different vocational schools of Gazi University and it is tried to show the

importance of perceived insider status. Academic and managerial personnel, working in Gazi

University, their perception of belonging are searched with Area Search method. From the

main purpose of the research which going as area search all information gathered with survey

method. First section of survey interested in personnel’s demographic properties, second

section is interested in academic and managerial personnel perception of belonging. For

measure the Perceived Insider Status Stamper and Masterson (2002), who developed this idea,

gave 6 questions for Perceived Insider Status Scale. Participants’ answers to these questions

are measured with Likert scale. Participants answering that questions like 1: Absolutely

Refuse 2: Refuse 3: Neither Refuse nor Accept 4: Accept 5: Absolutely Accept. The reason

have chosen the method is in national and international literature at whole researches are

Page 63: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

63

considered with Stamper and Masterson (2002) scale are got the Cronbach Alfa reliability

coefficient (0,79-0,93 ).Research is analyze with the help of statistic programme named IBM

SPSS Statistics 15.0 . For purposes of research established hypotheses tested and show the

effects between related and unrelated variables, for make them come out we make regression

so coming results are analyzed. This research covers only Institutes of Gazi University and the

feedback results are enough for statistic evaluation.

3.3. Findings and Evaluation of Research

Demographic Findings

These people demographic information are below as a summary.

At survey form 5th choose is Proffesor but none of the professors answered the survey.

Table 1. Demographic Information

Demography Number

Percentage

(%)

Male 62 62

Age

Below 25 2 2

26-30 age 22 22

31-15 age 16 16

36-40 age 26 26

Higher 41 34 34

Marital status

Married 66 66

Single 30 30

Other 4 4

Education

Primary Education 2 2

High School 19 19

Institute 10 10

B.S. 10 10

Master 59 59

Position in Institution

Management 39 39

Academic 60 60

No Answer 1 1

Time of your work

Less than 1 year 7 7

1-5 years 41 41

6-10 years 19 19

11-15 years 14 14

More than 16

years 19 19

Academic Positions

Lecturer 40 40

Doctor 10 10

Ass.Prof. 7 7

Associate

Proffesor 3 3

No Answer 40 40

Page 64: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

64

Reliability Analysis

Reliability analysis an analyze method that shows us what is the truth rate of research with

many valuable statics. We can say in this search where we focus on Perceived insider status

there are 6 likert type questions and with their answers analyses shows that %91,9 percent

/Cronbach’s Alpha) of trustworthy rate.

Reliability Statistics

Cronbach's

Alpha

N of

Items

,919 6

Difference Between Groups

In the scale for the investigate will there be a difference between perceived insider status we

need to test it. To test this statistics we use average belonging point.

Staff Differences in Vocational Schools

According to position in vocational schools (management personal), academic personal) we

need to understand is there a difference in perceived insider status so we make 2 hypothesis

then search this thesis with t test.

(There is no difference in perceived insider status with position)

(There is difference in perceived insider status with position)

Table 2. Staff Dıfferences in Vocational Schools

t-test for Equality of Means

t df

Sig.

(2-

tailed)

Mean

Difference

Std.

Error

Difference

95%

Confidence

Interval of the

Difference

Lower Upper

PIS (perceived insider

status)

.047 97 .963 .00962 .20626 -

.39976

.41899

POSITION N Mean

Std.

Deviation

PIS(perceived insider

status)

management staff 39 3.5513 1.07276

Academic staff 60 3.5417 .95503

“There is no difference in belonging with position” thesis shows that there is no statistic

difference between academic and management personal. (p=0.963> a= 0.05). This means

workers in the institution have perceived insider status.

Page 65: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

65

Differences for Academic Positions

According to academic position lecturer, dr, assoc. prof. dr., assistant professor, we need to

understand is there a difference in received organizational perceived insider status so we make

2 hypothesis then search this thesis with ANOVA ( one way analysis of variance).

The means are all equal (there is no difference in

perceived insider status with position).

jiH theof oneleast :1 least one of the means is different (There is

difference in perceived insider status with position).

Table 3. Dıfferences for Academıc Positions

ANOVA

Sum of

Squares df

Mean

Square F Sig.

PIS Between

Groups

6.246 3 2.082 2.451 .073

Within

Groups

47.566 56 .849

Total 53.813 59

We figure out that there is difference in perceived insider status with position(p=0.073> a =

0.05). This means workers in the institution have no perceived insider status.

Other demographic data are also analyzed. But sex, marital status or working hours in job

makes no difference. When we think about age only 2 person who below 25 and education

side there are only 2 primary school graduated person ( low data profiles) makes analyses

broke. So these situations have no effects on perceived insider status.

4. CONCLUSION AND DISCUSSION

Perceived insider status is an important element so that employees can identify with their

vocational schools and achieve the common goal. Also creating a corporative culture with

employees who do not develop sense of belonging is impossible. One of the most effective

ways of creating a sense of belonging among the employees is improving communication

between employees and institution. In particular the relationship with each employee directly

to top managements, congratulating their employees on employees’ achievements and

increasing the social relations among the employees provide positive contributions to

perceived insider status.

In this study we have tried to determine the perceived insider status of the Management and

Academic Staff of different vocational schools of Gazi University and it is tried to show the

importance of perceived insider status. As a results;

“There is no difference in belonging with position” hypothesis shows that there is no

statistical difference between academic and management personal. This means workers in the

vocational schools of Gazi University have no perceived insider status. We figure out that

there is difference in perceived insider status with academic position. This means workers in

the vocational school have no perceived insider status. Other demographic datas are also

analysed. But sex, martial status or working hours in job makes no difference. So these

situations have no effects on perceived insider status.

Page 66: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

66

Firs of all a environment of confidence for employees has to be created in order to have

perceived insider status. Employer and leaders play a role in make this happen. In this

environment of confidence, team members who respect to each other and like help each other

are indispensible. For instance, a employee’s working with business maganers and workmates

who show interest in himself and his feeling like be a part of the work help develop his sense

of belonging. Addition to that another subject about improving sense of belonging is giving a

chance to decide on employees’ works and respecting employees for their achievements.

Also employees should have some privileges as a result of their achievements. For example,

joining to careeer development course, seminar and meetings can make employees feel

special. As a consequence of these, the most important factors of improving sense of

belonging are employees get paid which will satisfy and can maintain a standard of living.

high sense of belonging of employees, in other words being motivated to their work always

come out to be good in terms of organization. Basic tools of being good motivated are social

and financial justice, a good team work, make feel like be a part of the work to employees,

rating systems and be rewarded employees’ performance.

Page 67: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

67

REFERENCES

Ackfeldt, Anna-Lena and W. Leonard Coote; (2005). “A Study of Organizational Citizenship

Behaviours In A Retail Setting”.Journal of Business Research, 58, pp. 151–159.

Buonocore, F. et al.; (2009). “Behavioural Consequences of Job Insecurity and Perceived

Insider Status For Contingent Workers”.Papers of System Congress, pp. 1–29.

Cuyper, Nele De et al.; (2008). “Literature Review of Theory and Research on the

Psychological Impact of Temporary Employment: Towards a Conceptual

Model”.International Journal of Management Reviews, International Journal of

Management Reviews, 10(1), pp. 25–51.

Erdoğan, S. (2006). Yeni yönetim anlayışı açısından aidiyet duygusu ve hizmet sektöründe bir

uygulama. Yayınlanmış Yüksek Lisans Tezi. Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler

Enstitüsü,Bursa.

Gakovic, A. and L. E. Tetrick. “Perceived Organizational Support and Work Status: A

Comparison of the Employment Relationships of Part-time and Full-time Employees

Attending University Classes”.Journal of Organizational Behavior, 24, 2003, p. 649-

666.

Lapalme, Marie-Eve et al.; (2009). “Bringing the Outside In: Can ‘‘External’’ Workers

Experience Insider Status?”.Journal of Organizational Behavior, 30(9), pp. 919–940.

Merrıam, Sharan B. et al.; (2010). “Power and Positionality: Negotiating Insider/Outsider

Status Within and Across Cultures”.International Journal of Lifelong Education, 20(5),

pp. 405–416.

Oflazer Mirap, S.,(2008). “Algılanan Aidiyet Durumunun (Perceived Insider Status), Görev

Performansı, Baglamsal Performans ve Toplam Performans Üzerine Etkilerini

Ölçmeye Yönelik Özel Saglık Kurumlarında Bir Arastırma”.İstanbul Kültür

Üniversitesi Yayın No: 79, İstanbul,142-148.

Rhoades, L., Eisenberger, R. (2002). Perceived organizational support: A review of the

literature. Journal of Applied Psychology, 87, 698 –714.

Schein, E. (1994). Organizational Psychology, 3rd Edition, Prentice-Hall, Upper Saddle

River, NJ.

Shore, L. M. and K. Barksdale (1998). “Examining Degree of Balance and Level of

Obligationin the Employment Relationship: A Social Exchange Approach”.Journal of

Organizational Behavior, 19, p. 731-744.

Stamper, C. L., S. S. Masterson and J. Knapp (2009). “A Typology of Organizational

Membership: Understanding Different Membership Relationships Through the Lens of

Social Exchange”.Management and Organization Review, 5:3, p. 303-328.

Stamper, Christina L. and Suzanne S. Masterson; (2002). “Insider or Outsider? How

Employee Perceptions of Insider Status Affect Their Work Behaviory”.Journal of

Organizational Behavior, 23, pp. 875– 894.

Şahinkuş, Y. (2006). Yönetici davranışları ve işgören farklılıklarının aidiyet duyguları üzerine

etkisi. Yayınlanmış Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Enstitüsü,

Ankara.

Thorsteinson, T. J.(2003). “Job Attitudes of Part-time vs. Full-time Workers: A Meta

analyticReview”.Journal of Occupational and Organizational Psychology.76, p.151-

177.

Wallace, J. E. (1995). Organizational and Professional Commitment in Professional and

Nonprofessional Organizations. Administrative Science Quarterly, 40(2): 228–255.

Wang, Lin et al.; (2010). “Leader-member Exchange and Organizational Citizenship

Behavior: A New Perspective from Perceived Insider Status and Chinese

Traditionality”.Frontiers Business Research China, 4(1), pp. 148–169.

Page 68: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

68

Page 69: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

69

2002 SONRASI DÖNEMDE TÜRKİYE - AVRUPA BİRLİĞİ İLİŞKİLERİ

Süleyman Çağrı GÜZEL

ÖZET

Türkiye-Avrupa Birliği (AB) ilişkilerinin hukuki temelleri 1963 Ankara Anlaşması’yla atılmış; hazırlık,

geçiş ve son dönem olmak üzere üç aşama öngörülmüştür. 1970 yılında imzalanan ve 1973’te yürürlüğe giren

Katma Protokol ise Türkiye-AB ilişkileri bağlamında “geçiş” dönemine ilişkin şartları belirleyen ve nihai olarak

Gümrük Birliği ile sonuçlanması hedeflenen bir başka önemli gelişme olmuştur. 1 Ocak 1996 yılında yürürlüğe

giren Gümrük Birliği Anlaşması ile birlikte tam üyelikle sonuçlanması hedeflenen “son dönem”e girilmiş ve tam

üyelik umutları doruk noktasına ulaşmıştır. 3 Kasım 2002 tarihinde yapılan erken genel seçimle iktidara gelen

Adalet ve Kalkınma Partisi döneminde ise yapılan reformlarla birlikte tam üyelik sürecindeki son aşama olan

katılım müzakerelerine geçiş sağlanmış ve ilişkilerdeki en son aşamaya gelinmiştir. Ancak bu tarihten sonra

Türkiye-AB ilişkileri eski ivmesini kaybetmiş ve durgunluk süreci yaşanmıştır. Bu çalışmada 2002 sonrası AB

yolundaki gelişmeler ele alınacak ve AB politikası değerlendirilecektir.

Anahtar Kelimeler: Avrupa Birliği, Türkiye-AB ilişkileri, Kıbrıs meselesi, Müzakere süreci

TURKEY-EU RELATIONS AFTER 2002

ABSTRACT

The legal foundation of relationship between Turkey and European Union (EU) was formed by 1963

Ankara Agreement; three stages were stipulated including preparation, transition and final period. Additional

protocol, signed in 1970 and entered into force in 1973, was another important development which determined

the conditions for “transition” period in the context of EU-Turkey relations and finally was intended to result in

Custom Union. The “final period”, intended to result in full membership, was entered by Custom Union

Agreement which entered into force in January 1, 1996, and prospects for full membership reached peak point.

In the era of Justıce and Development Party, which came into power by general early election held in October 3,

2002, the transition of accession negotiations, final stage in the full membership process, was ensured by reforms

so the final stage in the relationships was reached. However, after that date, EU-Turkey relations lost its previous

momentum and came to a standstill. In this study, progress towards EU after 2002 will be addressed and EU

policy will be evaluated.

Key Words: European Union, Turkey-EU Relations, Cyprus issue, Negotiation process

Turgut Özal Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler ABD Doktora Öğrencisi

Page 70: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

70

GİRİŞ

İkinci Dünya Savaşı’nın neden olduğu yıkım ve felaketler, savaş sonrasında Avrupa

devletlerinin işbirliği yönünde hareket etmesi sonucunu ortaya çıkarmıştır. Bu bağlamda

öncelikle 1951 Paris Anlaşması’yla Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (AKÇT), daha sonraki

süreçte ise 1957 Roma Anlaşması’yla Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ve Avrupa Atom

Enerjisi Topluluğu (Euratom) kurulmuştur. Avrupa Topluluğu devletleri için ekonomik ve

parasal birlik, ortak dış işleri ve güvenlik politikası ile birlikte ortak adalet politikası öngören

Maastricht Anlaşması ise 7 Şubat 1992’de imzalanmış ve 1 Kasım 1993 tarihinde yürürlüğe

girmiştir. Maastricht Anlaşması ile beraber Avrupa Topluluğu, Avrupa Birliği olarak

anılmaya başlanmıştır (Gençtürk, 2012).

1700’lü yıllardan itibaren başlayan batılılaşma çabaları, modern Türkiye

Cumhuriyeti’nin kurulduğu 1923’ten sonra ivme kazanmıştır (Palabıyık ve Yıldız, 2006: 73).

Çağdaşlaşma idealine paralel olarak Batı dünyasının bir parçası olmayı hedefleyen yeni Türk

devleti, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan AET’ye duyarsız kalmamış ve 1959 yılında

Topluluğa katılmak için müracaat etmiştir. Söz konusu tarihte başlayıp günümüze kadar

uzanan süreçte Türkiye-AB ilişkileri inişli çıkışlı bir grafik çizmiştir. 1995 yılında Türkiye ile

AT arasında Gümrük Birliği’ni kuran 1/95 sayılı Ortaklık Konseyi Kararı ve 1999 yılında

Helsinki’de düzenlenen Avrupa Konseyi Zirvesi ile Türkiye’ye adaylık statüsü tanınması,

Türkiye-AB ilişkilerine farklı bir boyut kazandırmıştır. 2002 Kopenhag Zirvesi’nde, Türkiye

tarafından Kopenhag siyasi kriterlerinin yerine getirilmesi şartıyla 2004 yılında müzakerelere

başlanacağının belirtilmesi ve 3 Ekim 2005 tarihinde tam üyelik müzakerelerine başlanması

Avrupa Birliği’ne katılım noktasındaki kamuoyu inancını iyiden iyiye perçinlemiştir. Ancak

gerek AB ile bütünleşme önündeki en büyük engellerden birisi olan Kıbrıs meselesi, gerekse

Avrupa devletlerinin Türkiye’ye karşı geçmişten gelen tarihsel ve kültürel önyargılarının

olduğu algısı sürece dair soru işaretleri yaratmaktadır. Bu bağlamda Türkiye, uzun bir süreç

olan AB tam üyeliği hedefine ulaşmak için yalnızca Avrupalı elitlerden değil, aynı zamanda

AB vatandaşlarından da destek görmelidir. (Öniş, 2008: 48) Ayrıca Türkiye’de son dönemde

ortaya çıkan bir dizi iç siyasi gelişmenin de Türkiye-AB ilişkilerini etkilediği belirtilmelidir.

1. KOPENHAG ZİRVESİ VE REFORMLAR

Aralık 2002’de Kopenhag’da toplanan Zirve’nin Sonuç Bildirisi’nde, Türkiye’nin

diğer aday ülkelere uygulanan kriterler temel alınarak Birliğe katılacak olan bir aday ülke

olduğunu belirten 1999 tarihli Helsinki Kararı hatırlatılmış, Türkiye’nin Kopenhag kriterlerini

karşılama yönünde attığı adımlar memnuniyetle karşılanmıştır (Karluk ve Tonus, 2004: 8).

Kopenhag Zirvesi’nde, Aralık 2004’te yayınlanacak AB Komisyonu rapor ve tavsiyesine

dayanarak Türkiye’nin Kopenhag kriterlerini yerine getirdiğine karar verildiği takdirde,

katılım müzakerelerinin gecikmeksizin başlatılacağı kararlaştırılmıştır (Topal, 2009: 21).

Ayrıca Zirve’de Türkiye için tekrar gözden geçirilmiş bir Katılım Ortaklığı Belgesi

hazırlanması, mevzuatın AB müktesebatına uyumlu hale getirilmesi ve Gümrük Birliği

kapsamındaki ticari birlikteliğin geliştirilmesi ve derinleştirilmesi yönünde kararlar alınmıştır.

AB tarafından Türkiye’ye verilen katılım öncesi mali yardımın da önemli ölçüde artacağı ve

Page 71: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

71

2004 yılından itibaren bu yardımın bütçedeki katılım öncesi harcama başlığı altında

yapılacağı Sonuç Bildirgesi’nde belirtilmiştir.

Kopenhag Zirvesi’nde kriterlerin yerine getirilmesi halinde tam üyelik müzakerelerine

gecikmeksizin başlanacağının belirtilmesi Türkiye-AB ilişkilerindeki en önemli gelişmelerden

biri olmuştur. Ancak Rıdvan Karluk’a göre AB daha önceki zirvelerde olduğu gibi Kopenhag

Zirvesi’nde de Türkiye’ye ayrımcı davranmış, Helsinki’de adaylığı kabul edilmesine ve

Türkiye’ye farklı bir işlemde bulunulmayacağı taahhüt edilmiş olmasına rağmen,

müzakerelere başlama tarihi verilmemiştir (Karluk, 2013: 393). AB Türkiye’ye müzakereler

için somut bir tarih vermek yerine, demokrasi ve insan haklarını içeren Kopenhag kriterleri

karşılandığı taktirde müzakerelere başlanacağı hususunda söz vermiştir (Teitelbaum ve

Martin, 2003: 97). “Kopenhag kriterlerine uyum” bağlamındaki faaliyetlerin

değerlendirileceğinin ve bu sonuca göre 2004’te müzakerelere başlanacağının belirtilmesi,

Türkiye tarafından ucu açık ve esnek bir şart olarak görülmüştür.

Türkiye 2003 yılında Kopenhag kriterlerini yerine getirmek için çalışmalarını

hızlandırmıştır. 4 Şubat 2003’te yürürlüğe giren Beşinci Uyum Paketi ile birlikte Ceza

Muhakemeleri Kanunu ve Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nda gerçekleştirilen

değişikler kapsamında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararları temelinde

yargılamanın iadesine gidebilme hakkı getirilmiştir. 19 Temmuz 2003 tarihinde yürürlüğe

giren Altıncı Uyum Paketi kapsamında ise Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6.

protokolüne uygun olarak savaş hali ve çok yakın savaş tehlikesi dışında ölüm cezası

kaldırılmıştır (abgm, 2008: 8). İlaveten namus cinayetleri için daha ağır cezalar öngörülmüş,

Nüfus Kanunundan kaynaklanan ve millî kültür, gelenek ve göreneklere uygun olmayan

isimler konusundaki sınırlandırmalar kaldırılmıştır. Değişikliğin dördüncü maddesiyle Türk

vatandaşlarının geleneksel olarak günlük hayatlarında kullandıkları dil ve lehçelerde radyo-tv

yayını yapılması mümkün hale gelmiştir (abgm, 2008: 8). Yine Altıncı Uyum Paketi

kapsamında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin idarî davalarla ilgili kararları bağlamında

yargılamanın yenilenmesi İdarî Yargılama Usulü Kanununda da kabul edilmiştir. Yedinci

Uyum Paketinde Eski TCK’nın 159. maddesinin birinci fıkrasındaki Devletin manevî

şahsiyetini tahkir suçunun asgarî ceza miktarı bir seneden altı aya indirilmiş; Terörle

Mücadele Kanununun 7.maddesine “şiddete teşvik” unsuru da eklenerek “şiddete teşvik

etmeyen propaganda” yardım ve yataklık kapsamından çıkarılmış; sivillerin askeri

mahkemelerde yargılanma halleri azaltılmış; işkenceyle mücadele bağlamında bir adım daha

atılarak işkence ve kötü muamele suçları acele işlerden sayılmış ve ivedilikle ele alınması

hükme bağlanmış; çocuk mahkemelerinin kuruluş, görev ve yargılama usulü hakkında

kanunda öngörülen değişiklikle çocuk kavramı yeniden düzenlenmiş ve çocuk yaş sınırı

15’den 18’e çıkarılmıştır. Ayrıca Milli Güvenlik Kanunu ve Milli Güvenlik Kurulu Genel

Sekreterliği Kanununda yapılan değişiklik sayesinde kurulun görev yetkileri gözden

geçirilmiş ve kurulun danışma organı niteliği hakkındaki yanlış algılamaların önüne

geçilmiştir (abgm, 2008: 9). Bu paketle birlikte MGK’nın olağan toplanma aralığı 2 ay olarak

belirlenmiş ve sivillerin de MGK Genel Sekreteri seçilebilmesinin yolu açılmıştır.

Page 72: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

72

Tüm bu uyum çabalarının yanında, Türkiye’nin AB yolundaki reformları hızlı ve etkin

bir biçimde gerçekleştirmesi ve uyum için gerekli olan yoğun yasama faaliyetlerini hayata

geçirebilmesi için Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlık Divanının 2 Mayıs 2001 tarihli ve

76 sayılı kararıyla, Türkiye Büyük Millet Meclisi bünyesinde “Avrupa Birliği

Komisyonu”nun kurulmasına yönelik bir çalışmanın başlatılmasına karar verilmiştir. 19 Nisan

2003 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılım

sürecine ilişkin gelişmeleri izleyip, müzakere edecek ve TBMM’ye sunulan kanun tasarı ve

teklifler ile kanun hükmünde kararnamelerin AB mevzuatına uygunluğunu inceleyecek ve

ihtisas komisyonlarına görüş sunacak olan Avrupa Birliği Uyum Komisyonu kurulmuştur

(Palabıyık ve Yıldız, 2006: 87).

Avrupa Birliği Uyum Komisyonu, Türkiye’nin AB müktesebatına uyum çerçevesinde

gerçekleştirdiği faaliyetlerin parlamento denetimine açılması bağlamında önemli bir rol

üstlenmiştir. Komisyon, Türkiye’nin mevzuatının AB müktesebatına uygunluğunu

denetlemenin yanında, Avrupa Birliği’ndeki gelişmeleri takip etmek, Avrupa Birliği

kurumları ile diğer üye ve aday ülke eş parlamentoları ve Avrupa Birliği komisyonlarıyla

ilişkileri yürütmek ve Avrupa Birliği’ne katılım konusunda kamuoyunu bilgilendirici

etkinlikler yapmakla da görevlidir. Komisyon, görevleri ile ilgili olarak, bakanlıklardan, genel

ve katma bütçeli dairelerden, mahalli idarelerden, üniversitelerden ve diğer kamu kurum ve

kuruluşları ile özel kuruluşlardan bilgi istemek ve ilgililerini çağırıp bilgi almak yetkilerine

sahiptir (TBMM, 2003).

2. GÜNEY KIBRIS RUM KESİMİ’NİN AB’YE ÜYELİĞİ

Türkiye ile Yunanistan arasında Ege Denizi ve Kıbrıs temelinde on yıllardır devam

eden sorunlar, Türkiye’nin Avrupa’ya entegrasyonunun önündeki en büyük engellerden biri

olmuştur. Atina, Yunanistan’ın AB üyeliğini takip eden yirmi yıl boyunca Kıbrıs ve Ege

sorunlarını Türkiye-AB ilişkilerini olumsuz yönde etkilemek ve Avrupa’daki Türkiye

karşıtlarını mobilize etmek için kullanmıştır (Tocci, 2011: 76). Bu bağlamda Türkiye ile AB

arasındaki Gümrük Birliği müzakerelerini tıkayan Yunanistan vetosunun, Türkiye açısından

son derece olumsuz sonuçlar ortaya çıkaran “Kıbrıs’ın AB’ye tam üyeliği” konusunda Rumlar

lehine alınan bir takım kararlardan sonra kalktığı belirtilmelidir. Nitekim Yunanistan, AB ve

Türkiye arasındaki Gümrük Birliği Anlaşması’na yönelik vetosunu, Kıbrıs ve AB arasındaki

katılım müzakerelerinin Hükümetlerarası Konferans’ın bitimini müteakiben 6 ay içerisinde

yani 1998’de başlaması şartıyla kaldırmıştır (Grigoriadis, 2011: 120). Sonuç olarak AB ile

Kıbrıs arasındaki tam üyelik müzakereleri 30 Mayıs 1998 tarihinde başlamış ve müzakere

süreci 1 Mayıs 2004 tarihinde Kıbrıs’ın AB’ye tam üyeliği ile sonuçlanmıştır.

Türkiye’nin AB müktesebatına uyum çalışmalarının sürdüğü sırada, Güney Kıbrıs

Rum Kesimi’nin adanın tümünü temsilen AB’ye tam üye olarak kabul edilmesi ve dolayısıyla

Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY) Türkiye’nin tam üyelik müzakerelerini yürüteceği

süreçte veto yetkisi elde etmesi, Türkiye-AB ilişkilerini olumsuz yönde etkilemiştir. Bu

gelişmenin hemen öncesinde adanın birleştirilmesini ve tek bir devlet kurulmasını içeren

Annan Planı referandum yoluyla Kıbrıs halkına sunulmuştur. Kıbrıs Rum Devleti ile Kıbrıs

Türk Devleti'nin eşit yetkilere sahip olduğu vurgulanan planda, iki kurucu devletin

Page 73: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

73

kendilerini, Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası sınırları içerisinde ve hukukun üstünlüğü,

demokrasi, laiklik ve temsili hükümet temel ilkelerine göre, kendi anayasaları altında özgürce

düzenleyeceği kaydedilmiş ve Plan doğrultusunda Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti'ndeki

bakanlıkların en az üçte birinin Türklerden oluşması, devlet başkanlığı ve başbakanlık

görevlerinin ise on ayda bir Türkler ve Rumlar arasında değişmesi öngörülmüştür.6 Nisan

2004’te gerçekleştirilen ve Ada’nın birleşmesini öngören Birleşmiş Milletler Planı’nın

oylandığı referandumda Kıbrıslı Türkler plana evet derken, Kıbrıslı Rumların ezici çoğunluğu

GKRY Cumhurbaşkanı Tassos Papadopoulos’un da teşvikiyle hayır oyu kullanmıştır

(Hughes, 2007: 284). Böylece Kıbrıs’ta barış ve istikrarı sağlamayı amaçlayan Annan Planı

Rumlar tarafından reddedilmiştir. Rum tarafının bu reddi karşısında, BM ve AB dâhil tüm

uluslararası camianın desteklediği bu kapsamlı çözüm planı geçersiz hale gelmiştir (Sandıklı

ve Akçadağ, 2011: 4). BM Genel Sekreteri Annan, 28 Mayıs 2004 tarihli İyi Niyet Misyonu

raporunda, referandumlar sonrasında Kıbrıs Türklerinin durumunun uluslararası camia

tarafından ele alınması gereğine işaret etmiş ve Kıbrıs Türklerine baskı uygulamak veya

onları dünyadan tecrit etmek için hiçbir gerekçe kalmadığını belirtmiştir (Sandıklı ve

Akçadağ, 2011: 4-5). Ayrıca Annan Planı’nın Rum halkı tarafından reddedilmesine rağmen

Güney Kıbrıs’ın AB’ye 1 Mayıs 2004’te derhal kabul edilmesi Türkiye tarafından tepkiyle

karşılanmıştır. Türkiye’nin havaalanlarını ile limanlarını kapattığı ve tanımadığı GKRY’nin

AB’ye üye olması daha sonraki dönemlerde Türkiye-AB ilişkilerini olumsuz yönde

etkilemiştir. Tocci’ye göre uzun yıllara dayanan ve taraflar arasında bir türlü uzlaşma

sağlanamayan Kıbrıs sorunu, Türkiye’nin AB’ye katılım sürecindeki en büyük engeldir

(Tocci, 2011: 76).

3. 16-17 ARALIK 2004 BRÜKSEL ZİRVESİ

16-17 Aralık tarihlerinde Brüksel’de düzenlenen AB Zirvesi, Türkiye AB ilişkileri

bağlamında çok önemli sonuçlar doğurmuştur. Söz konusu Zirve’de Türkiye ile AB

arasındaki katılım müzakerelerinin başlama tarihinin belirlenmesi, Türkiye’nin 1959 yılından

bu yana devam eden AB yolculuğundaki en önemli gelişmelerden biri olmuştur. Türkiye’nin

40 yılı aşkındır sürdürdüğü entegrasyon sürecinin tam üyelikle sonuçlanacağı beklentisi

artmıştır (Redmond, 2007: 305).

Zirve Sonuç Bildirgesi’nde, Türkiye’nin diğer aday ülkelerle aynı kriterler temelinde

değerlendirilecek bir aday ülke olduğu ve 2004 yılı Aralık ayı Zirvesi’nde, Komisyon’un

raporu ve tavsiyesi temelinde Türkiye’nin Kopenhag siyasi kriterlerini yerine getirdiğine

karar verilmesi durumunda, müzakerelere gecikmeksizin başlayacağı hatırlatılarak, Avrupa

Konseyi’nin, Türkiye’nin başlatmış olduğu reform sürecindeki ilerlemeyi memnuniyetle

karşıladığı ve reform sürecinin devam edeceği yolundaki inanç belirtilmiş ve Türkiye’nin,

yeni üyelerin katılımını göz önüne alarak, Ankara Anlaşması’nın uyarlanmasına yönelik

Protokol’ü imzalama kararının ve Türkiye’nin beyanının memnuniyetle karşılandığı ifade

edilmiştir (DTM, 2007: 450). 73 maddelik Brüksel Zirvesi Sonuç Bildirisi’nin Türkiye’yle

ilgili olan paragrafları aşağıdaki gibidir.

6 Detaylı bilgi için bkz. www.abbulteni.org/pdf/ANNANPLANItrOZET.pdf, Erişim tarihi: 11.03.2014

Page 74: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

74

—Avrupa Konseyi, Türkiye’ye ilişkin olarak, Helsinki’de “Türkiye, diğer aday

ülkelere uygulananlar ile aynı kriterler temelinde Birliğe katılmaya yönelmiş bir aday

ülkedir” ve bunu takiben eğer Aralık 2004 tarihli toplantısında Avrupa Konseyi, “Komisyon

raporu ve tavsiyesi üzerine Türkiye’nin Kopenhag siyasi kriterlerini karşıladığına karar

verirse, Avrupa Birliği, Türkiye ile katılım müzakerelerini gecikmeksizin başlatacaktır.”

şeklinde alınan önceki sonuçları hatırlatmaktadır.

—Avrupa Konseyi, Türkiye’nin geniş kapsamlı reform sürecinde göstermiş olduğu

kararlı ilerlemeyi memnuniyetle karşılamakta ve Türkiye’nin bu reform sürecini devam

ettireceğine dair inancını ifade etmektedir. Ayrıca, Türkiye’den, Komisyon tarafından

belirlenmiş olan altı ayrı mevzuat başlığının yürürlüğe koyulmasına yönelik çabalarını etkin

bir şekilde sürdürmesini beklemektedir. Siyasi reform süreci, bu sürecin geri dönülmezliğinin

temin edilmesi ve tam, etkili ve kapsamlı uygulamanın sağlanması için, özellikle temel

özgürlükler ve insan haklarına saygı gösterilmesi kapsamında, Komisyon tarafından yakın bir

şekilde izlenmeye devam edilecektir. Komisyon, bu bağlamda, işkence ve kötü muameleye

sıfır-hoşgörü politikası da dahil olmak üzere, 2004 yılı raporunda altı çizilen hususlar ve

tavsiyeler temelinde, Konsey tarafından düzenli rapor vermeye davet edilmiştir. Avrupa

Birliği, siyasi reform sürecine ilişkin kaydedilen aşamayı, Katılım Ortaklığı Belgesi’nde

belirlenmiş olan öncelikler temelinde yakından izlemeye devam edecektir.

—Avrupa Konseyi, Türkiye’nin, yeni AB üyesi ülkelerin katılımını dikkate alarak,

Ankara Anlaşması’nın uyarlanmasına dair protokolü imzalamak yönündeki kararını

memnuniyetle karşılamaktadır.

—Bunun ışığında, Türkiye’nin, “Türk hükümeti, Ankara Anlaşması’nın uyarlanmasına

ilişkin Protokol’ü katılım müzakerelerinin fiilen başlamasından önce ve AB üyeliğinin mevcut

durumu çerçevesinde gerekli olan uyarlamaların üzerinde anlaşmaya varılması ve

tamamlanması ertesinde imzalamaya hazırdır” yönündeki deklarasyonunu memnuniyetle

karşılamaktadır.

—Avrupa Konseyi, iyi komşuluk ilişkileri kurulmasına yönelik açık taahhütler

verilmesi gereğinin altını çizerek, Türkiye’nin komşularıyla ilişkilerini geliştirmesini ve

bekleyen sınır uyuşmazlıklarının Birleşmiş Milletler Şartı’nın uyuşmazlıkların barışçı çözümü

ilkesine uygun bir şekilde çözüme kavuşturulması için ilgili Üye Ülke ile işbirliğine devam

etmeye hazır olmasını memnuniyetle karşılamaktadır. Konuya ilişkin olarak, başta

Helsinki’de alınmış olanlar olmak üzere, önceki sonuç bildirgeleri uyarınca, Avrupa Konseyi,

bekleyen uyuşmazlıklara ilişkin durumu gözden geçirmiştir ve buna ilişkin istikşafi

(açıklayıcı) temasları memnuniyetle karşılamaktadır. Bu bağlamda, katılım sürecini sekteye

uğratabilecek nitelikteki çözümlenmemiş uyuşmazlıkların, gerektiği takdirde,

sonuçlandırılmak için Uluslararası Adalet Divanı’na götürülebileceği yönündeki görüşünü

teyit etmektedir. Avrupa Konseyi, kaydedilen ilerlemeler konusunda bilgilendirilecek ve

konuyu, uygun görüldüğü taktirde, gözden geçirecektir.

Page 75: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

75

—Avrupa Konseyi, Avrupa Parlamentosu tarafından 15 Aralık 2004 tarihinde kabul

edilen kararı not etmektedir.

—Avrupa Konseyi, Komisyon tarafından belirlenmiş olan altı mevzuat başlığının

kabul edilmesini memnuniyetle karşılamaktadır. Yukarıda belirtilenler ve Komisyon’un

raporu ve tavsiyesi ışığında, söz konusu mevzuatın yürürlüğe girmesi kaydıyla, Türkiye’nin

Kopenhag siyasi kriterlerini, müzakerelerin başlatılması sağlayacak ölçüde tatmin edici bir

şekilde karşıladığına karar vermektedir.

—Bu bağlamda, Komisyon, 23. paragraf temelinde Konsey’e Türkiye ile yürütülecek

müzakerelerin çerçevesine ilişkin bir öneri sunmaya davet edilmektedir. Konsey’den,

müzakerelerin 3 Ekim 2005 tarihinde açılmasına yönelik olarak söz konusu çerçeve üzerinde

uzlaşı sağlaması talep edilmektedir (IKV’den aktaran Karluk, 2013: 404).

Sonuç Bildirgesi’nin Türkiye’yle ilgili son paragrafında belirtildiği üzere Komisyon

Konsey’den 3 Ekim 2005 tarihinde Türkiye ile müzakerelere başlanmasını talep etmiştir. Bu

gelişmeyle Türkiye AB’den kesin tarih alması bağlamında üyelik amacı doğrultusunda

kısmen hedefine ulaşmıştır. Ancak Türkiye açısından en olumsuz nokta GKRY’nin Gümrük

Birliği’ne dâhil edilmesi hususunda taahhüt altına girilmiş olmasıdır. AB’nin Zirve’de

müzakerelerin başlatılabilmesi için Ek protokol’ün GKRY’ni de kapsayacak şekilde

genişletilmesini istemesi, Türkiye’nin masadan kalkmasına yol açacak kadar ciddi bir sorun

olmuştur. Ancak Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Zirve Sonuç Bildirgesi’nin 19’uncu

paragrafına Türk Hükümeti adına Devlet Bakanı Beşir Atalay’ın paraf etmesini kabul ederken

“19 No’lu paragraf, Türkiye’nin Kıbrıs konusunda siyasi ve hukuksal pozisyonlarında bir

değişiklik anlamına gelmemektedir. Türkiye bunun bir tanıma anlamına gelmediğini

kaydeder. Kıbrıs Rumlarının Kıbrıs Türklerini temsil etmediğini de belirtir” şeklindeki ifadeyi

tutanağa geçirmiştir (Karluk, 2013: 408-409). Nitekim, Türkiye, 29 Temmuz 2005 tarihinde

AB dönem başkanı İngiltere ile yürüttüğü görüşmeler sonucunda protokolü onaylamış ve

onaylarken de bunun GKRY’ni tanıma anlamına gelmeyeceğini bir deklarasyon yayınlayarak

ilan etmiştir (Aksu, 2007: 37).

Türkiye açısından bir başka olumsuz nokta da 17 Aralık 2004 Zirve Bildirisi’nde tam

üyelik dışındaki alternatiflere açık kapı bırakan ifadelerin yer almasıdır. Bildiride yer alan

“Müzakerelerin hedefi tam üyeliktir. Sürecin ucu açıktır. Aday ülke, üyelik sorumluluklarını

yerine getiremeyecek olursa AB’ye güçlü bağlarla bağlanır” ifadesi “Ayrıcalıklı Ortaklık”7

seçeneğinin hâlâ gündemde olduğunu göstermiştir. Diğer aday ülkeler için müzakere süreci

7 Beril Dedeoğlu’na göre ‘Ayrıcalıklı Ortaklık’, günümüz AB mevzuatında yer almayan hukuki bir bağa karşılık

gelmeyen, henüz daha çok AB kamuoylarının ve Türkiye’nin tepkilerini ölçme amaçlı bir siyasal ifadedir ve

bununla birlikte, konunun bir “Konsey kararı” haline gelmesi, hiç de zor olmayacaktır (Dedeoğlu, 2005: 42-43).

Ayrıcalıklı ortaklık hükümleri ve uygulamaları belli olmayan bir ilişki biçimi olmakla birlikte, kamuoyuna

yansıdığı kadarıyla, Gümrük Birliği’nin sürdürülüp geliştirilmesi ve güvenlik hususundaki işbirlikleridir.

Gümrük Birliği’nin derinleşmesiyle AB’nin ve Türkiye’nin sanayi ürünleri pazarı garanti altına alınacak,

tarafların sanayi elitleri memnun edilecek ve ekonominin diğer alanlarında da bütünleşme sağlanması için bir

çaba gösterilmesine gerek kalmayacaktır. (Dedeoğlu, 2005: 43). Güvenlik hususundaki işbirliği ise AB’nin

Türkiye’nin askeri kapasitesi ile birlikte jeopolitik ve stratejik avantajlarını, Türkiye’yi tam üye olarak kabul

etmeden kendi mekanizması içine dâhil etmesi anlamına gelmektedir.

Page 76: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

76

açık bir şekilde belirtilerek, amaçlanan tam üyelik tarihi müzakerelerin başından itibaren net

olarak belirtilmiştir (Akgönenç, 2010: 158). Buna karşın Türkiye’ye yönelik, müzakere

sürecinin ucu açık olduğu ve neticede tam üyeliği garantilemeyeceği anlamına gelen ifadeler

kullanılmıştır (Akgönenç, 2010: 158). Önceki aday ülkeler döneminde yer almayan bu

ifadelerin 17 Aralık 2004 Brüksel Zirvesi Bildirgesinde yer alması, Fransa ve Avusturya’nın

isteği ile gerçekleşmiştir. Bu iki ülke Türkiye’nin müzakere sürecinde başarısız olması

durumunda imtiyazlı üye olabileceğini belirtmiştir. Avusturya ve Fransa ile birlikte onlarla

aynı düşünceyi paylaşan bir çok üye ülkenin tutumu, tam üyeliğin Türkiye için uzun vadeli bir

hedef olması gerektiği ve imtiyazlı ortaklığın Türkiye-AB ilişkileri bağlamında daha uygun

bir çerçeve olduğu yönündedir (Redmond, 2007: 305-306).

AB Komisyonu tam üyelik müzakerelerine başlamadan önce, Türkiye’nin AB

müktesebatına uyumu doğrultusunda siyasi ve ekonomik önceliklerini belirlemek üzere bir

Katılım Ortaklığı Belgesi hazırlayacaktır. Türkiye bu belge doğrultusunda Ulusal Program

düzenleyecek ve müzakereler 3 Ekim 2005’te üye ülkelerin ve Türkiye’nin katılımı ile

başlayacaktır.

4. KATILIM MÜZAKERELERİ

4.1. Müzakere Çerçeve Belgesi

3 Ekim 2005 tarihinde Lüksemburg’da düzenlenen Hükümetlerarası Konferans’ta 23

maddelik Müzakere Çerçeve Belgesi (MÇB) kabul edilmiştir. Müzakere Çerçeve Belgesi’nde,

müzakerelere ilişkin ilkeler, müzakerelerin içeriği, müzakere usulleri ve müzakerelere ilişkin

organizasyon açık bir şekilde ortaya konmuştur (DTM, 2007: 469). MÇB 16-17 Aralık

Brüksel Zirvesi’nde alınan kararlarla paralellik göstermekte ve aksi yönde bir madde

içermemektedir. MÇB’de yer alan bazı önemli noktalar aşağıdaki gibidir.

MÇB’nin ilk bölümünü oluşturan “müzakerelere ilişkin ilkeler” başlığı altında

müzakerelerin ortak amacının üyelik olduğu vurgulanmış, ancak müzakerelerin sonucunun

önceden garanti edilemeyecek ucu açık bir süreç olduğu belirtilmiştir. Yine aynı maddenin

devamında Türkiye’nin üyelik gereklerini yerine getirmediği tespit edildiği takdirde Avrupa

yapılarına mümkün olan en kuvvetli bağlarla bağlanmasının sağlanması gerektiği ifade

edilmiştir.

MÇB’nin 5. Maddesinde Türkiye’nin özgürlük, demokrasi, insan haklarına saygı,

temek hak ve özgürlükler ve hukukun üstünlüğü ilkelerini ihlal etmesi durumunda

müzakerelerin askıya alınabileceği belirtilmektedir.

6’ncı Maddede Türkiye’nin müzakerelerdeki ilerlemelerinin, Kopenhag kriterleri

çerçevesinde “hukukun üstünlüğü, insan haklarına saygı ve azınlıkların korunması ilkelerini

koruyacak kurumların istikrarı, işleyen bir piyasa ekonomisi ve AB müktesebatını etkin bir

şekilde uygulayacak ve yürütecek idari kapasite” ölçütlerine göre değerlendirileceği

belirtilmekte; ayrıca Türkiye’nin Kıbrıs sorununu Birleşmiş Milletler bünyesinde ve Birliğin

üzerine kurulu olduğu temel ilkeler doğrultusunda kapsamlı bir şekilde çözüme kavuşturma

Page 77: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

77

çabalarına destek vermesi gerektiği, Ortaklık Anlaşması ve Ek Protokol’den doğan

yükümlüklerini yerine getirmesi ve düzenli bir şekilde revize edilen Katılım Ortaklığı

Belgesi’ni uygulaması gerektiği ifade edilmektedir.

12’nci Maddede Uzun geçiş süreleri, derogasyonlar, spesifik düzenlemeler veya daimi

korunma hükümleri öngörülebileceği ve Komisyonun bu hükümleri, kişilerin serbest

dolaşımı, yapısal politikalar veya tarım gibi alanlarda hazırlayacağı önerilere dahil edebileceği

vurgulanmaktadır.

13’üncü Maddede Türkiye’nin Birliğe katılımının önemli mali sonuçlar doğurabileceği

ve müzakerelerin gerçekleştirilecek mali reformlarla birlikte 2014 yılından sonraki dönemi

kapsayan Mali Çerçevenin oluşturulmasından sonra tamamlanabileceği belirtilmiştir.

4.2. Ek Protokol’ün imzalanması

Türkiye ile AB arasında müzakerelerin başlamasının önündeki en büyük engellerden

bir tanesi GKRY’ni tanıma anlamına gelebilecek olan Ek Protokol’ün imzalanma meselesi

olmuştur. AB söz konusu protokolün imzalanmasını, 3 Ekim 2005 tarihinde müzakerelerin

başlatılabilmesi için ön şart olarak ileri sürmüştür. Türkiye ile AB arasındaki Gümrük

Birliği’nin, AB’ye dâhil olan 10 yeni ülkeyi de kapsayacak şekilde genişletilmesini öngören

Ek Protokol 29 Temmuz 2005’te Brüksel’de imzalanmıştır. Ancak Türkiye Ek Protokol’ün

imzalanmasının GKRY’ni tanıma anlamına gelmediğini belirten bir bildiri yayınlamıştır. Söz

konusu Bildiride aşağıdaki ifadelere yer verilmiştir.

1. Türkiye, Kıbrıs sorununa siyasi bir çözüm bulunması yönündeki kararlılığını muhafaza

etmektedir ve bu yöndeki tutumunu da açıkça ortaya koymuştur. Bu doğrultuda Türkiye,

BM Genel Sekreteri’nin iki-kesimli yeni bir ortaklık devleti kurulmasını hedefleyen

kapsamlı çözüme ulaşma yönündeki çabalarını desteklemeyi sürdürecektir. Adil ve kalıcı

bir çözüm, bölgede barışa, istikrara ve uyumlu ilişkilerin tesisine önemli bir katkıda

bulunacaktır.

2. İşbu Protokol’de atıfta bulunulan Kıbrıs Cumhuriyeti, 1960’ta kurulan asıl ortaklık

devleti değildir.

3. Türkiye bu nedenle, Kıbrıs Rum makamlarının, halihazırda olduğu gibi,Kıbrıs’ta sadece

ara bölgenin güneyinde otorite, denetim ve yetki icra ettiği ve Kıbrıs Türk halkını temsil

etmediği şeklindeki tutumunu sürdürecek ve anılan makamların tasarruflarını buna göre

muameleye tabi tutacaktır.

4. Türkiye bu Protokol’ün imzalanması, onaylanması ve uygulanmasının, Protokol’de atıfta

bulunulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin herhangi bir biçimde tanınması anlamına gelmediğini

ve Türkiye’nin 1960 Garanti, İttifak ve Kuruluş Anlaşmalarından kaynaklanan hak ve

mükellefiyetlerini haleldar etmediğini beyan eder.

Page 78: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

78

5. Türkiye, işbu Protokol’e taraf olmasının Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile mevcut

ilişkilerini değiştirmeyeceğini teyit eder.

6. Kapsamlı bir çözüm bulununcaya değin, Türkiye’nin Kıbrıs’a ilişkin tutumu

değişmeyecektir. Türkiye, Kıbrıs’ta kapsamlı bir çözüm sonucunda oluşacak yeni ortaklık

devleti ile ilişkiler tesis etmeye hazır olduğunu beyan eder”(Aksu, 2007: 37-38).

Türkiye’nin GKRY’ni tanımadığını belirten bildiriyi yayınlamasına rağmen, Gümrük

Birliği’ni yeni üye olan devletleri kapsayacak şekilde genişleten Ek Protokol’ü imzalaması,

Türkiye’nin Kıbrıs politikası bağlamında sorun teşkil edebilecek bir gelişmedir. Bu protokol

ile Türkiye, AB’nin 2003 genişlemesinden sonra birliğe üye olan Kıbrıs Rum Kesimi dahil

tüm yeni Avrupa üyelerini tanımış, kabul etmiş ve dolayısıyla hepsine eşit muamele yapma

yükümlülüğü altına girmiş olacaktır (Akgönenç, 2010: 124). Ek Protokol’de GKRY Kıbrıs

Cumhuriyeti olarak tanımlanmaktadır ve Ankara Anlaşması’nın Kıbrıs’a da uygulanacağına

ilişkin bir hukuki metininin imzalanması söz konusu devletin de facto (fiilen) olarak

tanınması anlamına gelebilir. Nitekim Avrupa Birliği de Türkiye’nin yayınladığı Bildiri’nin

yasal bir hükmünün olmadığını 21 Eylül 2005 tarihinde yayınladığı “Karşı Bildiri” ile ifade

etmiştir. Karşı Bildiri’de Türkiye’nin Kıbrıs Bildirisi’nin tek taraflı olduğu, Protokol’ün bir

parçasını oluşturmadığı, Türkiye’nin Protokol’den kaynaklanan yükümlülükleri üzerinde

herhangi bir yasal etkisi bulunmadığı öne sürülmektedir (Karluk, 2013: 479). Bildiri’de Ek

Protokol’ün ayrım yapılmadan tüm AB üyelerine uygulanması gerektiği, malların serbest

dolaşımı ve ulaştırma araçlarıyla ilgili olan hükümlerin yerine getirilmesinin beklendiği ve Ek

Protokol’ün uygulanmasının 2006 yılında izleneceği ifade edilmiştir. Türkiye’nin

yükümlülüklerini yerine getirmemesi durumunda 3 Ekim’de resmen başlaması öngörülen tam

üyelik müzakerelerinde başlıkların açılmayacağı mesajı verilmekte, 1 Mayıs 2004’ten itibaren

AB üyesi olan “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin, uluslararası hukuk çerçevesinde devlet olarak

tanındığı ifade edilmektedir (Karluk, 2013: 480).

4.3. Müzakerelerin Başlaması

Müzakere Çerçeve Belgesi’nin 29 Haziran 2005’te kabul edilerek Konsey’e

sunulmasının ardından, Belge, 3 Ekim 2005 tarihinde Konsey tarafından onaylanmış, aynı

tarihte Türk tarafına iletilmiş ve metnin Türk tarafınca da kabul edildiği beyanını takiben 3

Ekim 2005 tarihinde Lüksemburg’da yapılan Hükümetlerarası Konferansla Türkiye’nin

AB’ye katılım müzakereleri resmi olarak başlatılmıştır (DTM, 2007: 470).

Kopenhag siyasi kriterlerinin Türkiye tarafından yerine getirildiğine karar verilmesi

müzakere sürecinin başlamasını sağlamıştır. Bu sürece girildikten sonra AB, Türkiye’nin

müktesebatı uyumlaştırma ve reformları gerçekleştirme uygulamalarını yakından izlemeye

devam etmiştir. Katılım müzakereleri, Türkiye’nin AB müktesebatını ne kadar sürede kendi iç

hukukuna aktarıp, yürürlüğe koyacağının ve etkili bir şekilde uygulayacağının belirlendiği

süreçtir (Karluk, 2013: 461).

Müzakere süreci öncelikle tarama aşaması ile başlamaktadır. Tarama döneminde AB

müktesebatı kapsamındaki mevzuat ile ilgili bilgi verilmekte, AB müktesebatı ile aday ülke

Page 79: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

79

mevzuatı arasındaki farklılıklar belirlenmekte ve uyum sürecinin genel bir takvimi ve bu

süreçte karşılaşılacak sorunlar ortaya konmaktadır (Karluk, 2013: 461).

Müzakerelerde açılan ilk başlık bilim ve araştırma alanında olmuştur. GKRY,

Türkiye’nin limanlarını ve havaalanlarını Güney Kıbrıs uçaklarına ve gemilerine açmaması

halinde müzakerelerin başlayamayacağını ifade etmiştir. Ortak Tutum Belgesi’ne “Türkiye

yükümlülüklerini tam anlamıyla yerine getirmezse bunun tüm müzakere sürecini

etkileyeceği” ve “AB’nin gerekli görmesi halinde ilgili müzakere başlığına geri dönebileceği”

gibi bazı ifadeler eklenerek Rum Kesimi ikna edilmiştir (Aybet’ten aktaran, Demirkıran,

Çiçek, Eltetik, Sarıkçıoğlu, 2010: 71). Sonuç olarak Türkiye ile AB arasındaki fiili

müzakereler 12 Haziran 2006 tarihinde Lüksemburg’da bilim ve araştırma başlığında

başlamış ve başlık açılıp geçici olarak kapanmıştır.

Müzakerelerin başlamasına rağmen Türkiye tarafından GKRY gemi ve uçaklarına

uygulanan yasağın devam etmesi ve KKTC’ye uygulanan izolasyona yönelik olarak

Doğrudan Ticaret Tüzüğü’nün yürürlüğe konulmaması, sürecin tıkanmasına yol açmıştır.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye’nin liman ve havaalanlarının Rumlara açılmasının,

Kıbrıslı Türklere yönelik ekonomik izolasyon kaldırılmadığı sürece mümkün olmadığı

biçimindeki düşüncesine bağlı olduğunu bildirmiştir (abhaber’den aktaran Karluk, 2013: 454).

Nitekim Türkiye’nin Ankara Anlaşması’nı Kıbrıs’a teşmil eden (kapsamına alan) Ek

Protokol’ü uygulamaması üzerine, 2006’nın Aralık ayında Avrupa Birliği Konseyi

Zirvesi’nde, sekiz müzakere başlığı askıya alınmıştır (Yanarışık, 2012: 61). Askıya alınan

başlıklar Malların Serbest Dolaşımı, İş Kurma Hakkı ve Hizmet Sunumu Serbestisi, Mali

Hizmetler, Tarım ve Kırsal Kalkınma, Balıkçılık, Taşımacılık Politikası, Gümrük Birliği ve

Dış İlişkiler başlıklarıdır. Aynı zamanda Ek Protokol’ün hükümleri Türkiye tarafından

uygulanana kadar hiçbir fasıl geçici olarak kapatılmayacaktır.

Bundan sonra 2007 yılında 6 (İşletmeler ve Sanayi Politikaları, İstatistik, Mali

Kontrol, Tüketicinin ve Sağlığın Korunması, Trans-Avrupa Şebekeleri) ve 2008 yılında 4

(Fikri Mülkiyet Hukuku, Şirketler Hukuku, Sermayenin Serbest Dolaşımı, Bilgi Toplumu ve

Medya) fasılda fiili müzakereler açılmıştır (Demirkıran v.d., 2010: 71). Daha sonra 30

Haziran 2010 tarihinde Gıda Güvenliği, Veterinerlik ve Bitki Sağlığı başlığı, son olarak da 5

Kasım 2013 tarihinde Brüksel’de düzenlenen Hükümetlerarası Konferansta Bölgesel Politika

ve Yapısal Araçların Koordinasyonu faslı müzakerelere açılmıştır.

Birliğin önde gelen ülkelerinden Fransa’nın Türkiye’nin AB üyeliğine sıcak

bakmaması da müzakere sürecini olumsuz etkileyen önemli faktörlerden biri olmuştur.

Özellikle 16 Mayıs 2007’den 15 Mayıs 2012’ye kadar Fransa Cumhurbaşkanlığı görevini

yürüten Nicolas Sarkozy döneminde Türkiye’ye karşı takınılan ideolojik tutum bazı müzakere

başlıklarının açılamamasına neden olmuştur8. Fransa Tarım ve Kırsal Kalkınma, Ekonomi ve

Parasal Politika, Bölgesel Politika ve Yapısal Araçların Koordinasyonu, Mali ve Bütçesel

8 Nicolas Sarkozy Türkiye’nin üyeliğine muhalefet ederken daha çok coğrafi ve kültürel unsurlar üzerinde

durmuştur. Sarkozy Le Monde Gazetesine verdiği bir röportajda Türkiye konusunda görüşlerinin değişmediğini

"AB her şeyden önce Avrupa kıtası içindir. Bildiğim kadarıyla, büyük güç, büyük ulus olan Türk dostlarımız

esasen Küçük Asya'dalar" sözleriyle bir kez daha ifade etmiştir. (ntvmsnbc, 2011)

Page 80: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

80

hükümler ile birlikte Kurumlar başlıklarının açılmasını tam üyelikle ilişkili oldukları için

engellemiştir. Nitekim Fransa eski Cumhurbaşkanı Sarkozy, müzakerelerin sürmesini

istediklerini ancak müzakereler sonucunda Türkiye ile tam üyeliği değil “imtiyazlı ortaklık”

modeline benzeyen farklı bir ortaklık oluşturulmasını tercih ettikleri için tam üyelik için şart

görülen başlıkları bloke ettiklerini açıklamıştır (Karluk, 2013: 465).

5. TÜRKİYE’DEKİ BAZI İÇ SİYASİ GELİŞMELERİN TÜRKİYE-AB

İLİŞKİLERİNE ETKİSİ

5.1. Gezi Olaylarının Türkiye-AB İlişkilerine Etkisi

“Gezi Parkı protestoları” İstanbul Taksim’de bulunan Gezi Parkı yerine, İstanbul

Büyükşehir Belediyesi tarafından alışveriş merkezi yapılmak istenmesi üzerine 27 Mayıs

2013 tarihinde başlayan ve daha sonra tüm yurt geneline yayılan bir toplumsal harekettir.

Barışçıl bir şekilde başlayan protestolar, güvenlik güçlerinin sert müdahalesi ile birlikte can

kayıplarının yaşandığı kitlesel bir protestoya dönüşmüştür. Daha sonra İstanbul Büyükşehir

Belediye Başkanı Kadir Topbaş, Taksim'deki Gezi Parkı'nın bulunduğu yere AVM, otel ya da

rezidans yapılmayacağını belirterek, burada bir kent müzesi yapılacağını söylemiştir (Yaman,

2013).

Gezi Parkı olayları tüm dış dünyada olduğu gibi Avrupa’da da yankı bulmuştur.

Protestolardan kısa bir süre sonra Avrupa Komisyonu'ndan yapılan açıklamada, "Avrupa

Komisyonu İstanbul'daki çatışmalardan endişe duymaktadır. Göstericilere karşı tüm aşırı ve

orantısız güç kullanımı kınıyoruz. AB olarak ifade özgürlüğü ve toplanma özgürlüğü dahil

olmak üzere temel haklar, garanti önemini hatırlamak istiyoruz" denilmiştir (ntvmsnbc,

2013).

Avrupa Parlamentosu (AP) Türk hükümetinin Gezi Parkı olaylarındaki tutumunu

protesto eden bir karar almıştır. Karar mümkün olduğunca diplomatik ve yumuşak bir üslupla

ifade edilmiş, halihazırda durma noktasına gelen AB-Türkiye ilişkilerine yeni bir darbe

vurmaktan imtina edilmiştir. AP Kararı’nda Polisin göstericilere karşı aşırı ve orantısız güç

kullanmasının derin kaygı uyandırdığı belirtilmiş, Türk hükümeti barışçıl gösteri yapanlara

karşı sert önlemler almaması konusunda uyarılmıştır. Ayrıca aşırı şiddet uygulayan polislerin

yargı önüne çıkarılması gerektiği belirtilmiştir.9

AP kararına Türk hükümetinden gelen tepki sert olmuştur. Başbakan Recep Tayyip

Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu tarafından yapılan açıklamalarda Ankara’nın

söz konusu kararı yok saydığı duyurulmuştur. Davutoğlu “Bu karar bize ulaştığında aynen

iade edilecektir” diyerek iktidarın karara ilişkin tepkisini ortaya koymuştur. Dışişleri

Bakanlığı’nın açıklamasında “Avrupa Parlamentosu’nun ülkemizdeki duruma ilişkin olarak

bugün kabul ettiği karar, demokrasinin güçlendirilmesi ve yaygınlaştırılması ortak hedefimize

zarar veren, gerçeklerden kopuk bir nitelik taşımaktadır. Bu nedenle, bizim açımızdan yok

hükmündedir” ifadeleri kullanılmıştır (Karaca, 2013).

9 Detaylı bilgi için bkz. http://www.dw.de/apnin-gezi-park%C4%B1-karar%C4%B1-ankaray%C4%B1-

k%C4%B1zd%C4%B1rd%C4%B1/a-16878958 Erişim tarihi: 28.04.2014

Page 81: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

81

Avrupa Komisyonu’nun her yıl Türkiye’deki siyasi, ekonomik ve sosyal gelişmeleri

değerlendirdiği ilerleme raporları da Türkiye-AB ilişkilerinin gidişatının anlaşılmasını

sağlayan önemli belgelerdir. Nitekim Gezi Parkı Protestoları “Türkiye 2013 İlerleme

Raporu”nda geniş bir şekilde ele alınmıştır. 16 Ekim 2013 tarihinde Komisyon tarafından

yayınlanan raporda yer alan “Demokrasi ve Hukukun Üstünlüğü” başlığı altında, Gezi Parkı

protestolarına katılan az sayıda eylemcinin şiddete başvurduğu ancak gösterilerin genel olarak

barışçıl nitelikte gerçekleştiği ifade edilmiştir. Bazı vakalarda polisin aşırı güç kullandığı

belirtilen raporda, Kolluk Gözetim Komisyonunun kurulmasına ilişkin kanun tasarısının kabul

edilmesi için gerekli prosedürlerin halen tamamlanamadığı ifade edilmiştir. Ayrıca Söz

konusu bağımsız organ sayesinde, emniyet güçleri tarafından yapıldığı iddia edilen görev

suiistimallerine ilişkin soruşturmaların, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) içtihadı

doğrultusunda ve mağdurların sürece katılımı ile bağımsız, tarafsız ve etkin bir şekilde

yürütülmesinin mümkün olacağı belirtilmiştir (abgs, 2013).

5.2. 17 Aralık Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonu Sürecinin Türkiye-AB İlişkilerine Etkisi

17 Aralık soruşturması veya 2013 Türkiye Rüşvet Skandalı, Eylül 2012 ve Şubat

2013'teki bir dizi ihbarla başlayıp, 17 Aralık 2013 günü Cumhuriyet Savcısı Celal Kara'nın

gözaltı talimatları ve ilgili mahkemelerin arama kararlarının yerine getirilmesi ile

kamuoyunun duyduğu, İstanbul Emniyet Müdürlüğü Organize Suçlarla Mücadele ve Mali

Şube Müdürlüğü ekipleri tarafından gerçekleştirilen, aralarında iş adamları, bürokratlar, banka

müdürü, çeşitli düzeyde kamu görevlileri ve 61. Türkiye Hükümeti kabine üyesi 4 bakan ile 3

bakan çocuğunun olduğu kişiler hakkında "rüşvet, görevi kötüye kullanma, ihaleye fesat

karıştırma ve kaçakçılık" suçlarını işledikleri iddiasıyla yürütülen soruşturmadır (Milli

Gazete, 2014).

Söz konusu gelişme 2013 Türkiye İlerleme Raporu’nun revize edilmesini gündeme

getirmiştir. Bu kapsamda en önemli gelişme Avrupa Parlamentosu’nun (AP) Hollandalı

Türkiye raportörü Hıristiyan Demokrat Grubu üyesi Ria Oomen Ruijten’in hazırlayacağı

Türkiye raporu taslağına, 17 Aralık sonrası yaşananların da eklenmesi gerektiğine dair verilen

değişiklik önergeleri olmuştur (Ergan, 2014). Rapor ile ilgili değişiklik talepleri Avrupa

Parlamentosu’nda karşılığını bulmuş ve 17 Aralık sürecinden sonra birçok değişiklikten geçen

rapor, Avrupa Parlamentosu Dış İlişkiler Komisyonu’nda 5 Mart 2014’te, Avrupa

Parlamentosu’nda ise 12 Mart 2014 tarihinde kabul edilmiştir.

Raporda AB’nin Türkiye’de yakın zamanda ortaya çıkan ve üst düzey devlet

görevlilerini de kapsayan yolsuzluk ve rüşvet operasyonuyla ilgili derin kaygı duyduğu ifade

edilmiştir. Söz konusu operasyonu yürüten savcı ve polislerin görevden alınması üzüntüyle

karşılanmış ve soruşturmanın şeffaf bir şekilde yürütülebilmesi adına yargı bağımsızlığının

ivedi bir şekilde sağlanması gerektiği vurgulanmıştır.

Raporda eleştirilen bir başka önemli konu ise HSYK Kanununda gerçekleştirilen

değişikliklerdir. Yeni Kanunun Adalet Bakanına verdiği yetkilerin bağımsız yargı ilkesiyle

uyuşmadığı belirtilmiştir. Yine yakın geçmişte tasarlanan İnternet Kanunu hakkında AB’nin

derin kaygısını ifade eden Rapor, Yasa’nın internet üzerinde aşırı kontrol ve gözetleme

Page 82: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

82

mekanizmaları oluşturduğunu belirtmekte, ifade özgürlüğü, hesap sorabilirlik, ve araştırmacı

gazeteciliğin önünde ciddi engeller oluşturacağının altını çizmektedir (Kaymaz, 2014: 4).

Raporda medya bağımsızlığı konusuna da değinilmiştir. Basın özgürlüğü ve ifade

özgürlüğü gibi değerlerin Avrupa’nın temel değerleri olduğu vurgulanmış, İktidarı

eleştirdikleri için işlerini kaybeden gazetecilerin durumu hatırlatılmıştır. Benzer olarak,

tutukluluk halleri devam ettirilerek yargılanan basın mensuplarının yüksek sayısına dikkat

çeken rapor, hükümet politikalarını eleştiren basın-yayın organlarının sahiplerinin hükümet

tarafından cezalandırılma yöntemlerine ve bununla bağlantılı olarak medyada yaygın olarak

görülen oto-sansürün ülkenin demokratikleşmesi ve modernleşmesi önündeki en büyük

engellerden biri olduğunu belirtmektedir (Kaymaz, 2014: 4).

SONUÇ

Türkiye-AB ilişkileri 1963 Ankara Anlaşması’ndan bu yana düz bir çizgiyi takip

etmemiş, inişli çıkışlı bir süreç izlemiştir. 1980 yılında Türkiye’de askerin yönetime el

koyması, 1987 yılında Türkiye’nin AB’ye üyelik başvurusunun nazikçe reddedilmesi ve 1997

yılında gerçekleştirilen Luxemburg Zirvesi’nde Türkiye’nin genişleme kapsamı içinde yer

almaması Türkiye-AB ilişkilerini “kopma” noktasına getirirken; 1996 yılında Türkiye’nin

Gümrük Birliği’ne dâhil olması, 1999 Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’ye adaylık statüsü

tanınması ve 2005 yılında başlayan katılım müzakereleri Türkiye’yi AB’ye oldukça

yakınlaştırmıştır. Dolayısıyla söz konusu tabloya bakıldığında, kimi zaman ortaya çıkan

gelişmelerin Türkiye’yi AB’ye beklenenden daha fazla yaklaştırdığı, kimi zaman da hesapta

olmayan şekilde uzaklaştırdığı görülmektedir.

3 Ekim 2005 tarihinde Türkiye-AB arasında üyelik müzakerelerinin başlaması,

Kopenhag kriterleri kapsamında gerçekleştirilen bir dizi hukuki, siyasi ve ekonomik

değişiklik sonucunda mümkün olmuştur. Özellikle Aralık 2002 Kopenhag Zirvesi’nde

Türkiye’nin Kopenhag kriterlerini yerine getirdiğine karar verilmesi halinde katılım

müzakerelerine derhal başlanacağının belirtilmesi söz konusu reformların ivedi bir şekilde

gerçekleştirilmesini sağlamış ve Türkiye’ye müzakere kapısını açmıştır. Ancak AB tarafından

müzakere sürecinin ucu açık bir süreç olduğunun mükerrer bir şekilde vurgulanması ve tam

üyelik önündeki en büyük engel olarak gözüken “Kıbrıs sorunu”, müzakere sürecinin çetin

geçeceğinin habercisi olmuştur. Nitekim Türkiye’nin Ek Protokol’den doğan

yükümlülüklerini yerine getirmemesi (Güney Kıbrıs’a liman ve havaalanlarını açmaması)

sürecin tıkanmasına neden olmuştur. Bunun yanında AB’nin KKTC’ye uygulanan

izolasyonun kaldırılmasına ilişkin aldığı karara rağmen Doğrudan Ticaret Tüzüğü’nü

onaylamaması, Kıbrıs sorununda çözümsüzlüğün iki taraflı olduğunu göstermektedir. Kıbrıs

sorununa taraflar arasında kalıcı bir çözüm bulunmadığı takdirde Türkiye’nin tam üyelik

hedefine ulaşması mümkün görünmemektedir.

Müzakere sürecinde Türkiye’nin önünü tıkayan tek sorunun Kıbrıs meselesi olmadığı,

Türkiye-AB ilişkilerinin fiilen askıya alınmasının Kıbrıs sorunu çözümsüzlüğünün ötesine

geçtiği de açık bir şekilde görülmektedir. 2008 yılında ortaya çıkan küresel finansal krizin AB

ülkelerinde meydana getirdiği ekonomik ve siyasi sorunlar, söz konusu krize bağlı olarak

Avrupa’da aşırı sağın yükselişi ve Fransa-Almanya ikilisinin Türkiye’ye karşı sergilediği

dışlayıcı tutum da Türkiye-AB ilişkilerini olumsuz etkileyen önemli gelişmeler olmuştur.

Son dönemlerde Türkiye’de yaşanan bazı siyasi, toplumsal ve hukuki gelişmeler de

Türkiye-AB ilişkilerini etkilemiştir. Bu bağlamda Mayıs 2013 tarihinde yaşanan “Gezi

Page 83: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

83

olayları” ve Aralık 2013 tarihinde başlayan “yolsuzluk ve rüşvet operasyonu” süreci, AB’nin

gündemine de girmiş ve “2013 Türkiye İlerleme Raporu”na yansımıştır. Özellikle 17 Aralık

yolsuzluk ve rüşvet operasyonundan sonra revize edilerek 12 Mart 2014 tarihinde AP

tarafından kabul edilen ve resmileşen 2013 ilerleme raporu; demokrasinin güçlendirilmesi,

medya ve yargı bağımsızlığının sağlanması, ifade özgürlüğü, internet ve iletişim özgürlüğü

gibi hususlarda Türkiye’ye ciddi eleştiriler getirmiştir.

Müzakerelerin başladığı 2005 yılından bu yana Türkiye-AB ilişkilerinin iyi gitmediği

açıktır. Kıbrıs sorununun çözümsüzlüğü ve Fransa’nın tutumu, birçok başlığın askıya

alınmasına ve müzakere sürecinin fiilen dondurulmasına neden olmuştur. 3 yıl aradan sonra 5

Kasım 2013 tarihinde açılan “Bölgesel Politikalar ve Yapısal Araçların Koordinasyonu”

başlığı Türkiye-AB arasındaki olumlu ilişkilerin kaldığı yerden devam etmesi adına bir umut

ışığı olmuş, ancak 2013 İlerleme Raporu’nun revize edilerek Avrupa Parlamentosu tarafından

kabul edilmesiyle ipler yeniden gerilmiştir. Türkiye’nin son dönemde Avrupa

Parlamentosu’ndan kaybettiği destek, Türkiye-AB ilişkilerine olumsuz yansımaktadır.

Sonuçta “ucu açık” olarak tanımlanan müzakere sürecinin sağlıklı bir şekilde

ilerlemesi ve nihayetinde Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği ile sonuçlanması isteniyorsa, iki

taraf da üzerine düşen sorumlulukları yerine getirmeli ve daha iyi niyetli çabalar

sergilemelidir.

Page 84: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

84

KAYNAKÇA

ABBULTENI (yıl belirtilmemiş), www.abbulteni.org/pdf/ANNANPLANItrOZET.pdf erişim

tarihi: 11.03.2014.

ABGM (2008), Avrupa Birliği’ne Aday Ülke Olarak Türkiye’de AB Uyum Yasalarının İç

Hukuka Etki ve Katkısı, 26 Aralık 2008, Ankara. http://www.abgm.adalet.gov.tr/e-

kutuphane/AB%20uyum%20yasalar%C4%B1n%C4%B1n%20i%C3%A7%20hukuka%20etk

isi%20ve%20katk%C4%B1s%C4%B1.pdf erişim tarihi:16.03.2014

ABGS (2013), http://www.abgs.gov.tr/files/AB_Iliskileri/AdaylikSureci/IlerlemeRaporlari/20

13_ilerleme_raporu_tr.pdf, erişim tarihi: 30.04.2014.

AKGÖNENÇ, Oya (2010), Türkiye’nin AB Stratejisi, Nobel Yayınları, Ankara.

AKSU, Fuat (2007), “Türkiye-Avrupa Birliği Tam Üyelik Müzakerelerinde Kıbrıs ve Ege

Uyuşmazlıkları”, Türkiye-AB İlişkileri: Dış Politika ve İç Yapı Sorunsalları, M. Seyfettin

EROL ve Ertan EFEGİL (Der.), Alp Yayınları, Ankara, s. 25-59.

DEDEOĞLU, Beril (2005), “Dünden Yarına Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri”, Siyasa, Yıl:

1, Sayı: 1, Bahar, s. 23-46.

DEMİRKIRAN, Özlem; ÇİÇEK, Eda; ELTETİK, Havva; SARIKÇIOĞLU, Melike (2010),

Türkiye-Avrupa Birliği İlişkilerinde “Son Dönem”, Niğde Üniversitesi İİBF Dergisi, Cilt: 3,

Sayı: 1, s. 57-75.

DTM [Dış Ticaret Müsteşarlığı] (2007), Avrupa Birliği ve Türkiye, Avrupa Birliği Genel

Müdürlüğü, 6. Baskı, Ankara.

ERGAN, Uğur (2013), http://www.hurriyet.com.tr/dunya/25530541.asp erişim tarihi:

30.04.2014.

GENÇTÜRK, Tuğçe. (2012) Avrupa Birliği’nin Tarihsel Gelişimi

http://www.tuicakademi.org/index.php/kategoriler/avrupa/3086-avrupa-birliginin-tarihsel

gelisimi, erişim tarihi: 10.03.2014.

GRIGORIADIS, Ioannis N. (2011), “The Unripe Fruits of Rapprochement: Greek-Turkish

Relations in the Post-Helsinki Era” International Journal, Vol: 67, No: 1, pp. 119-133.

HUGHES, Kirsty (2007), “Turkey-EU Relations Take a Nosedive” Economic and Political

Weekly, Vol: 42, No: 4, pp. 284-285.

KARACA, Kayhan (2013), http://www.dw.de/apnin-gezi-park%C4%B1-karar%C4%B1-

ankaray%C4%B1-k%C4%B1zd%C4%B1rd%C4%B1/a-16878958, erişim tarihi: 30.04.2014.

KARLUK, Rıdvan (2013), Avrupa Birliği Türkiye İlişkileri: Bir Çıkmaz Sokak, Beta

Yayıncılık, İstanbul.

Page 85: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

85

KARLUK, Rıdvan ve TONUS, Özgür (2004), “Avrupa Birliği’nin Genişleme Perspektifi’nde

Türkiye’nin Yeri”, 2004 Türkiye İktisat Kongresi, 05-09 Mayıs 2004.

KAYMAZ, Timur (2014), 2013 Türkiye İlerleme Raporu Kopenhag Kriterleri Yolunda

Türkiye, TEPAV, http://www.tepav.org.tr/upload/files/1395043792-

9.2013_Turkiye_Ilerleme_Raporu_Kopenhag_Kriterleri_Yolunda_Turkiye.pdf, erişim

tarihi:11.05.2014.

MİLLİGAZETE (2013), http://www.milligazete.com.tr/haber/17_Aralik_Yolsuzluk_ve_Rusv

et_Operasyonu_nedir/313466#.U2EBNqLkXxU, erişim tarihi: 30.04.2014.

NTVMSNBC (2011), http://www.ntvmsnbc.com/id/25305305, erişim tarihi: 12.04.2014.

NTVMSNBC (2013), http://www.ntvmsnbc.com/id/25446538/ erişim tarihi: 27.04.2014.

ÖNİŞ, Ziya (2008), “Turkey-EU Relations: Beyond the Current Stalemate”, Insight Turkey,

Vol: 10, No: 4, pp. 35-50.

PALABIYIK, M. Serdar ve YILDIZ, Ali (2005), Avrupa Birliği, ODTÜ Yayıncılık, Ankara.

REDMOND, John (2007) “Turkey and the European Union: Troubled European or

European Trouble?” International Affairs, Vol: 83, No: 2, pp. 305-317.

SANDIKLI, Atilla ve AKÇADAĞ, Emine (2011), “Kıbrıs Sorunu Kapsamında AB-Türkiye

İlişkileri” Bilge Strateji, Cilt: 2, Sayı: 4, Bahar, s. 1-17.

TBMM (yıl belirtilmemiş), http://www.tbmm.gov.tr/komisyon/abuyum/bilgi_notu.htm erişim

tarihi: 23.03.2014.

TEITELBAUM, Michael S. ve MARTIN, Philip L. (2003), “Is Turkey Ready for Europe?”

Foreign Affairs, Vol: 82, No: 3, pp. 97-111.

TOCCI, Nathalie (2011), “Turkey’s Neighbourhood Policy and EU Membership: Squaring

the Circle of Turkish foreign policy”, International Journal, Vol: 67, No: 1, pp. 65-80.

TOPAL, Coşkun (2009), “Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri”, Çok Kültürlü Bir Avrupa için

Tarih ve Sosyal Bilgiler Eğitimi, Semih AKTEKİN, Penelope HARNETT, Mustafa

ÖZTÜRK, Dean SMART (Ed.), Harf Eğitim Yayıncılığı, Ankara s. 13-27.

YAMAN, Zeynel (2013), http://www.sabah.com.tr/Gundem/2013/06/09/topbas-kisla-olacak-

avm-yapilmayacak, erişim tarihi: 27.04.2014.

YANARIŞIK, Oğuzhan (2012), Avrupa Ailesindeki Üvey Kardeş Türkiye, Babıali Kültür

Yayıncılığı, İstanbul.

Page 86: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

86

Page 87: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

87

EURO KRİZİNİN AB VE TÜRKİYE ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ: 2008 KÜRESEL KRİZİ

BAĞLAMINDA BİR DEĞERLENDİRME

Ahmet Turan ÇETİNKAYA*

ÖZET

Para, tarihin her döneminde insan hayatının önemli bir parçası olmuştur. Devlet yapısının kurumsallaşmaya

başladığı modern yüzyıldan itibaren ise para ve bunun türevi olan unsurlar devletler açısından kritik öneme sahip bir

yapıya kavuşmuştur. Ortak bir politika belirleme açısından aynı para biriminin kurulması fikri Avrupa Birliğinde

hayat bulmuştur. Ortak bir para biriminin kullanılması avantajları kadar dezavantajları da beraberinde getirmiştir.

Bu dezavantajların başında bağımsız para politikası uygulamaktan yoksun kalmak gelmektedir. Bu bağlamda ABD

kaynaklı 2008 Küresel finans krizi sonrası yaşanan olumsuz konjonktür AB ülkelerini borçluluk, finansman ve

işsizlik temelinde etkilemiştir. Bu çalışmanın amacı, optimum para sahası temelinde Euro bölgesini incelemek ve

2008 Küresel Krizi bağlamında Avrupa borç krizinin AB ve Türkiye ekonomisine etkilerini incelemektir. Bu

bağlamda Euro bölgesi ekonomileri ve Türkiye’nin söz konusu süreçte ekonomik olarak nasıl etkilendikleri

araştırılacaktır.Çalışmanın başlangıç kısmında optimum para sahası teorisi tarihsel açıdan iki farklı açıdan

incelenmiştir. İkinci kısımda Euro’ya geçiş sürecinde ve sonrasında AB ülkelerinin genel ekonomik durumları

ortaya konulmuştur. Bu bağlamda özellikle borç sorunu ve kamu kesimi dengesi konularında ciddi sıkıntılar yaşayan

GIIPS ülkelerinin ekonomik performansları incelenmiştir. Çalışma 2008 küresel krizinin Avrupa borç krizine

evirilme sürecinin incelendiği bölümle devam etmiştir. Son bölümde ise bu krizin AB ve Türkiye ekonomisine

etkileri temel makro ekonomik göstergeler baz alınarak değerlendirilmiştir.

Anahtar Kelimeler: Optimum Para Sahası, Euro Bölgesi, Avrupa Birliği, 2008 Küresel Finans Krizi, Avrupa Borç

Krizi

THE EFFECTS OF EURO CRISIS ON E.U. AND TURKEY: AN EVALUATION IN THE

CONTEXT OF THE CRISIS IN 2008

ABSTRACT

Money every period of history has been an important part of human life. State structure of the

institutionalization of the modern century since the start of the factors which had gained currency and derivatives

thereof having a structure critical for the state. The joint establishment of a single currency in determining a policy

idea has found life in the European Union. Use of a common currency has brought the disadvantages as advantages.

Come from deprived implement independent monetary policy at the beginning of this disadvantage. In this context,

the downturn experienced after the 2008 global financial crisis has affected EU countries on the basis of

indebtedness and unemployment.The main objective of this study is to examine the basis of optimal currency area

and euro area economy in 2008 to investigate the effects of the European debt crisis, the EU and Turkey in the

context of the global crisis . In this context, the euro area economy, together with the economic process of the

country in question and Turkey who do not use the euro will study how they are affected.The start of the study, the

theory of optimum currency area were examined from a historical perspective from two different angles . In the

second part after the transition to the euro it has been introduced and the overall economic situation of the EU

countries. The study of 2008 global crisis inverted the process of the European debt crisis has continued examining

the department . In the case of the last chapter, the effects of this crisis on the EU and Turkey's economy is assessed

on the basis of basic macro economic indicators.

Key words; Optimum Money Area, Eurozone, Europion Union, 2008 Crisis, Debt Crisis

Ahmet Turan ÇETİNKAYA, Kara Harp Okulu, Kamu Yönetimi Bölümü, Ekonomi Anabilim Dalı, Öğretim Görevlisi, [email protected]

Page 88: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Giriş

Para ve paraya ilişkin ekonomik yapılanmanın şekillenmesi, iktisat teorisinde önemli

bir yer tutmuştur. Ülkeler arasındaki zaman algısı kısalırken, mekân algılarının

değişmesinde de para çok önemli bir rol üstlenmiştir. Küreselleşme ve teknolojide

meydana gelen değişmelerden ülkelerin aynı zaman süreci içinde etkilenmesi ve coğrafi

yapıların birbirine yaklaşması, para ve paranın yönlendirdiği yeni yapıların oluşumunu öne

çıkarmıştır. Optimum para sahası oluşturan ülkeler, kurlar arasındaki belirsizliğin ortadan

kalkması, farklı malların üretiminde uzmanlaşmanın sağlanması ve üye ülkeler arasında

ticaretin ve yatırımların artması ile kazanç sağlamayı hedeflerler. Bu beklentilerin yanında

para sahası oluşturulmasıyla üreticilerin saha içerisini tek bir pazar olarak algılamaları

sağlanmakta ve üretimde ölçek ekonomilerinden yararlanma imkânı doğmaktadır.

Optimum para sahası teorisi çerçevesinde şekillenen ve ekonomik entegrasyonun ileri

aşamalarında olan parasal birlikler ise döviz kuru ve para politikasına yönelik

belirsizliklerin ortadan kaldırılmasına yönelik olarak düşünülmüştür. Ülkeler parasal birlik

etrafında bir araya geldiklerinde, bağımsız para politikası uygulamalarından vazgeçerek,

bir ülke gibi hareket etmeye başlar.

Bu bilgiler ışığında 1 Ocak 2002 tarihinde resmi olarak kullanılmaya başlanan Euro,

parasal birlik anlamında uygulamaya geçmiş en önemli uygulamaların başında

gelmektedir. Günümüzde 19 ülke, 345 milyon insan ve yaklaşık olarak 10 trilyon€ gibi bir

ekonomik büyüklüğü temsil eden Euro parasal alanı derin bir ekonomik krizle karşı

karşıyadır. 2008 küresel finans krizi Yunanistan başta olmak üzere başta Euro kullanan

ülkeler olmak üzere Avrupa Birliği üye ekonomilerini kamu kesimi dengeleri bakımından

zor durumda bırakmıştır. Yüksek kamu borcu, yüksek bütçe açığı ve sürekli açık veren cari

denge Avrupa Birliği ekonomilerinde makroekonomik dengeleri altüst etmiştir. Bu süreçte

hemen hemen bütün birlik üyeleri resesyona girmiş, işsizlik oranları krizin üzerinden 6 yıl

geçmesine karşı %10 seviyesinin altına düşürülememiştir. Bu süreçte Türkiye ekonomisi

yaşanan bu krizden üzerine düşen payı almıştır. 2008-2012 arasındaki krizin tavan yaptığı

dönemde Türkiye ekonomisi en büyük ticari ortağı olan AB’de yaşanan ekonomik

bunalımdan ihracat ve turizm kanalıyla etkilenmiştir. Daralan Avrupa pazarı Türk

şirketlerinin yeni Pazar arayış çalışmalarını hızlandırmış, Ortadoğu, Afrika ve Asya-Pasifik

ülkeleri yeni ticari partnerler olarak bu dönemde ön plana çıkmıştır. Bu çalışmada

optimum para sahası teorik çerçevesinde Euro’nun kullanımı ile Euro krizinin AB ve

Türkiye ekonomisine etkileri incelenmektedir. Bu bağlamda çalışmanın başlangıç

kısmında optimum para sahasının teorik ve tarihsel gelişimi açıklanmıştır. İlerleyen

bölümde bir optimum para sahası uygulaması olan Euro’nun kullanılmaya başlaması ve

Euro’nun avantaj ve dezavantajları incelenmiştir.

Page 89: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

89

2008 yılında yaşanan küresel finansal krizinin incelendiği bir sonraki bölümde bu krizin

Avrupa borç krizine nasıl dönüştüğünü ve bu dönüşümün GIIPS ülkelerinde makro

değişkenleri nasıl etkilendiği araştırılmıştır. Son bölümde ise Türkiye ekonomisinin yaşanan

bu krizden nasıl etkilendiği başta ihracat ve ithalat olmak üzere temel makroekonomik

değişkenler bağlamında incelenmiştir. Ayrıca çalışmada literatüre ek olarak GIIPS

ülkelerinde yaşanan krizin bu ülkeler temelinde Türkiye ekonomisine etkisi portföy

yatırımları ve doğrudan yabancı yatırımlar açısından tartışılmıştır.

Optimum Para Sahasının Temelleri

Optimum Para Sahalarının(OPS) tartışılmaya başlandığı 1960’lı yıllar, Bretton Woods

sabit döviz kuru sistemi, birçok ülkede sermaye kontrollerinin ve henüz yeni başlayan

Avrupa entegrasyon sürecinin olduğu bir dönemdir. OPS teorisi bu yıllarda sabit döviz

kuru sisteminin mi yoksa esnek döviz kuru sisteminin mi yararlı olduğuna ilişkin Avrupa

ve Amerika ekonomilerinin özelliklerinin karşılaştırılmalarından doğan tartışmalar üzerine

ortaya çıkmıştır. OPS, tek bir para biriminin veya birçok ülke parasının birbirine

sabitlendiği ve tek bir para birimine dönüştürüldüğü coğrafi alan olarak tanımlanabilir.

OPS teorisi Mundell tarafından 1961 yılında yazılan “Optimum Kur Alanları Teorisi”

adlı makalesiyle gündeme gelmiştir. Mundell makalesinde ulusal sınırların, kur alanları

için optimal sınır olup olmadığı sorusunu gündeme getirmiştir. Mundell çalışmasında, kur

alanını döviz kurlarının sabitlendiği yer olarak tanımlar ve uygun kur alanının ne olduğu

sorusunu sorar. Ona göre, bir alanın OPS olabilmesi için bu alanın içinde düzeltici bir rol

üstlenecek olan yeterli iç bölge iş hareketliliğinin olması gerekir. (Şimşek, 2005:54).

Mundell’in optimum para sahaları teorisinde büyük önem verdiği işgücü hareketliliğine

Abba Lerner de değinmiştir. Lerner geliştirdiği modelinde, herhangi bir ülkenin bir

bölgesinde ekonomik dalgalanma oluştuğunda ne tür politikaların istikrarı sağlayabileceği

üzerinde durmuştur. Bir ülkenin bir bölgesinde talep açığı oluştuğunda, işgücü bölgeler

arasında hareketli ise, açık olan bölge ile fazla olan bölge arasında dengeyi kurmak için

döviz kurunda düzenleme yapılmasına gerek kalmayacağını savunmuştur. Ekonomik

durgunluğun olduğu bölgeden diğer bölgeye işgücü hareketi, bu bölgede ekonomik

canlanmanın oluşmasına neden olacaktır. Ülke içerisinde işgücü hareketliliği tam değilse

esnek döviz kuruna dayalı politika uygulanmalıdır (Ceserano, 2006: 723)Diğer taraftan

1950’li yılların başlarında Avrupa’nın ekonomik bir entegrasyon sürecine girmesi, parasal

birliklerle ilgili tartışmaları da hızlandırmıştır. Meade ve Scitovsky bölgeler arasında

yapılan düzenlemeleri daha ağır işleyen uluslararası düzenleme süreci ile karşılaştırmıştır.

Page 90: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

90

Her ikisi de düzenleme sürecinde etkili olan mal ve faktör hareketliliği, maliye ve para

politikaları, bölgesel kalkınma tedbirleri, birbirine entegre olmuş sermaye piyasaları ve

bankacılık sistemi gibi etkenleri sıralayarak, altın standardı sisteminin geçerli olduğu

dönemde, para akışının bir ülkede üretim ve istihdam üzerinde etkili olmadığını ortaya

koymuşlardır. Sayılan bütün bu faktörlerin parasal birlik içerisinde eşit bir şekilde etkili

olabilmesi için uluslarüstü bir yönetim yapısının gerekli olduğunu öne sürmüşlerdir

(Ceserano, 2006: 324).

Geleneksel Optimum Para Sahaları Teorisi (1960-1970)

Geleneksel OPS teorisi, Keyneysen iktisat düşüncesi etrafında şekillenirken ve para

etrafında bir birliği esas alırken, ülkelerin kendi bünyesinde sahip olması gereken

özelliklerin ne olması gerektiğini belirtmeye çalışmıştır. Ülkelerin benzer para sistemi

içinde yer alırken, makroekonomik yapıda da benzerliğe yönelmesi gerektiğini

vurgulamıştır. OPS teorisi ile ilgili çalışmalar ilk olarak 1960’lı yıllarda Mundell’in 1961

yılında ‘‘A Theory of Optimum Currency Areas’’ adlı temel çalışmasıyla başlamış ve

McKinnon (1963)ve Kenen (1969) gibi iktisatçılar tarafından geliştirilmiş olup, parasal

birliğin avantaj ve dezavantajlarını analiz eden bir çalışmadır. 1960’lar ve 70’lerin başı

OPS teorisinin öncü çalışmalarında öne sürülen üretim faktörlerinin hareketliliği,

ekonominin dışa açıklığı, ürün çeşitliliği, fiyatlar ve ücretlerin esnekliği, finansal

bütünleşmenin derecesi, enflasyon hızlarındaki benzerlik ve politika bütünleşmesinin

derecesi gibi kriterler önemini koruduğu bir dönemdir. (Özer, 2007:94).

Mundell (1961) tarafından ortaya konulan işgücünün hareketliliği varsayımına göre,

aynı para sahası içerisinde yer almaktan dolayı ortaya çıkacak maliyetler üretim, sermaye

ve emek faktörleri ülkeler arasında serbest dolaşıma sahip olduğunda azaltılabilecektir.

Ricardo’nun karşılaştırmalı üstünlükler teorisine uygun olarak sermayenin ülke içinde

hareketli olduğu varsayıldığından, emek faktörünün ülkeler arasındaki hareketliliğinin

önündeki engellerin kaldırılması çok daha önemli hale gelmektedir (Baldwin ve Wyplosz,

2004: 336). McKinnon (1963) dışa açıklık kriterinde, ithal ve ihraç mallarında meydan

gelen talep değişmelerini etkilemek için dışa açık bir ekonomide, esnek döviz kuruna

dayalı politikaların ülke içinde fiyat istikrarını sağlama amacıyla uyumlu olmayacağını

savunmuştur. Bununla birlikte sadece esnek döviz kuruna dayalı politikaların dış ticaret

dengesinin sağlanmasında da tek başına yeterli olmayacağını ileri sürmüştür. Dış ticaret

dengesinin elde edilmesinde başarılı olunabilmesi için harcamaları azaltıcı politikalar da

önemlidir.

OPS Alanında Yeni Teorik Yaklaşımlar (1980-2000)

1970’lerden sonra OPS teorisi konusundaki yazında bir duraklama yaşanmıştır. Bu

duraklama, Avrupa parasal bütünleşme sürecindeki yavaşlamadan kaynaklanmıştır. Ancak,

çeşitli teorik ve ampirik gelişmeler ve 1980’lerin ikinci yarısından itibaren Avrupa’nın

parasal bütünleşme yönünde attığı adımlar parasal bütünleşmenin temel kazanç ve

maliyetlerinin yeniden değerlendirilmesine yol açmıştır.1980’ler ve 1990’ların başındaki

bu yeniden değerlendirme yeni OPS Teorisi’nin oluşmasına temel olmuştur.

Page 91: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

91

OPS’ye yapılan ilk katkı Lucas’ın “Rasyonel Bekleyişler Hipotezi” çerçevesinde ileri

sürülen “denge modelidir”. Bu modelde tek para birimi etrafında bir araya gelen ülkelerin

buna rasyonel tepki verecekleri ileri sürülür. Başlangıçta ülkelerin şartları OPS kriterlerine

uygun olmasa da, denge mekanizması çerçevesinde kriterler birliğe dâhil olduktan sonra

ülkeler tarafında uygulamaya konulacaktır(Ceserano, 2006: 206). OPS teorisine diğer bir

katkı McKinnon tarafından “Mundell II” olarak adlandırılan görüş etrafında yapılmıştır.

Ülkeler arasındaki uyumun para sahası kurulduktan ve birlik aşamasına geçildikten

sonra artacağını ileri süren diğer bir görüş de Frankel ve Rose (1998) tarafından geliştirilen

“endojenite (içsellik) hipotezidir”. Bu yaklaşım birbiriyle yakın ticari ilişkiler içinde

bulunan ülkelerin, ticaretin uyumlaştırıcı etkisiyle birliğe dâhil olduktan sonra uyumu

sağlayabileceğini iddia eder. Ülkelerin tek bir para birimi etrafında bir araya gelmeleriyle

aralarındaki ticaretin artacağını ve daha önce karşılaştıkları ekonomik şoklardan farklı

şoklarla karşılaşacaklarını ileri sürer. Tek para birimi etrafında bir araya gelen ülkelerin

benzer ekonomik şoklarla karşılaşmasını ve bu şoklara karşı ekonomi politikalarında

benzerliklere sahip olmasını kolaylaştırıcı etken endüstri içi ticarettir ( Frankel ve Rose,

1998: 1009-1010).

OPS teorisine yapılan ve buraya kadar anlatılan katkılardan farklı olan diğer bir katkı

“uzmanlaşma hipotezi/Krugman hipotezi” (Krugman 1991a, 1993) olarak adlandırılır.

Endojenite hipotezinden farklı olarak bu hipotez, ülkelerin tek bir para birimi etrafında bir

araya geldiklerinde, aralarındaki ticaretin uzmanlaşmadan dolayı endüstriler arası ticaret

özelliğini göstereceğini ve bundan dolayı ülkeler arasında uyumsuzluk sorununun ortaya

çıkacağını iddia eder. Endüstriler arası ticaret farklı mal üreten sektörler arasındaki ticareti

gösterirken, faktör yoğunluklarındaki farklılığı esas alır. Faktör yoğunluklarındaki

farklılığı, Heckscher-Ohlin dış ticaret teorisine uygun olarak değerlendirir (Markusen vd.

1995: 108; Seyidoğlu, 2002: 170).Uzmanlaşma hipotezi (Krugman 1991a, 1991b, 1993a)

parasal birlikte uzmanlaşma sonucunda endüstriler arası ticaretin artacağını, ülkelerin

kendilerine özgü şartların öne çıkacağını ve ekonomik dalgalanma dönemlerinde uyumun

sağlanamayacağını ileri sürer. Bunun temel sebebi de üretimde uzmanlaşmanın artması

ülkeleri karşılaştırmalı üstünlüğe sahip oldukları malların üretimine yönlendirirken, ülkeler

arasındaki farklılaşmanın artmasıdır.

Avrupa Parasal Birliği ve Euro’ya Geçiş

18 Nisan 1951 tarihli Paris Anlaşması ile altı Avrupa ülkesi (Almanya, Fransa,

Belçika, İtalya, Hollanda ve Lüksemburg) temelleri atılan Avrupa Birliği, ekonomik

entegrasyon açısından başarıyla hayata geçirilmiş en önemli örneklerden birisidir. Kuruluş

amacı olarak malların, işgücünün, hizmetlerin ve sermayenin serbest dolaştığı bir ortak

pazarın kurulması ve en nihayetinde siyasi bütünlüğe gidilmesi olan AB bu hedefe ulaşmak

için sınırlar bakımından büyük bir genişleme göstermiştir. Son olarak 2013 yılında

Hırvatistan’ın birik üyesi olması ile 28 üyeli, 500 milyon nüfuslu bir alanda faaliyet

göstermektedir. Parasal birlik anlamında Avrupa Birliği 7 Şubat 1992 tarihinde Maastricht

Anlaşması ile önemli bir aşama geçirmiştir. Bu kriterlerin amacı, Avrupa Birliği 20 üyesi

ülkelerin ekonomilerinin ortak parayı geçerli kılabilmek için yeterli benzerlikler

gösterebilmesini sağlamaktı. Bu kriterler altı başlık altında incelenebilir. Bu başlıklar:

Page 92: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

92

Herhangi bir üye ülkenin yıllık enflasyon oranının en düşük enflasyon oranına sahip

üç üye ülkenin ortalamasını 1,5 puandan fazla geçmemesi,

Üye ülke bütçe açıklarının GSYH’nin %3’ünü aşmaması,

Üye ülkelerin kamu borçlarının GSYH’nin %60’ını geçmemesi,

Herhangi bir üye ülkenin uzun vadeli faiz oranı ortalamasının en düşük enflasyon

oranına sahip üye ülkenin faiz oranı ortalamasını 2 puandan fazla geçmemesi,

Üye ülke paralarının son iki yılda devalüe edilmiş olmaması

Döviz kuru mekanizmasına üye ülke paralarına karşı yüzde 2.25 dalgalanma marjı ile

bağlı bulunmasıdır.

Bu kriterler bağlamında Avrupa ortak para birimi olan Euro, 1 Ocak 2002 tarihinde

resmen tedavüle girerek, 12 ülkede kullanılmaya başlanmıştır. Slovenya 2007'de, Malta ve

Kıbrıs 2008'de, Slovakya 2009'da, Estonya 2011'de, Letonya 2014'te ve Litvanya 2015'te

Euro kullanmaya başlamış ve böylece Euro’yu resmî para birimi olarak kullanan ülke

sayısı 19’a çıkmıştır.

1978 Avrupa Para Sistemi (EMS) ve Avrupa Para Birimi (ECU) kurulmuştur..

1993 Maastricht Antlaşması ve yürürlüğe girmiştir.

1997 İstikrar ve Büyüme Paktı (SGP) Anlaşması imzalanmıştır.

1998 Avrupa Merkez Bankası kurulmuştur.

1999 11 AB ülkesinde Euro’nun yürürlüğe girmiştir.

2001 Yunanistan Avro Alanı’na katılmıştır.

2002 Euro banknotları ve madeni paraları dolaşıma çıkmıştır.

2007 Slovenya Euro alanına katılmıştır.

2008 Kıbrıs ve Malta Euro alanına katılmıştır.

2009 Slovakya Euro alanına katılmıştır.

2011 Estonya Euro alanına katılmıştır.

2014 Letonya Euro alanına katılmıştır.

2015 Litvanya Euro alanına katılmıştır.

Euro’nun Üye Ülkelere Avantaj ve Dezavantajları

2002’de resmi olarak kullanılmaya başlayan Euro kullanan ülkelere birçok avantaj ve

dezavantajı beraberinde getirmiştir. Bu avantajlardan birkaçı şu şekilde ifade edilebilir.

Fiyat İstikrarı: Euro kullanan ülkeler, tek merkez bankasının yürüttüğü ortak para

politikası sayesinde fiyat istikrarının sağlanacaktır.

Kaynak: Baldwin & Wyplosz (2004) ve http://europa.eu/abc/history/index_en.htm

Tablo 1: Euro’ya Geçiş Süreci

Page 93: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

93

Yukarıdaki grafikte seçilmiş dört AB ülkesinde enflasyon oranlarının Euro’nun

tedavüle girmeden önceki durumu ve Euro kullanılmaya başladıktan sonraki süreçteki seyri

gösterilmiştir. Görüldüğü üzere enflasyon oranlarında önemli bir istikrar gözlenmiştir.

Sağlanan bu fiyat istikrarının yanı sıra, Euro’nun kullanılmasıyla, paranın işlevlerini daha

iyi yerine getirmesi sağlanacak, nispi fiyatların saydamlığı artacaktır. Bu durum

piyasalarda şeffaflığın ve rekabetin artması için daha uygun bir ortam sağlar.

Döviz Kurları: Euro kullanmaya başlayan ülkelerde döviz kurları sabitleneceğinden kurlarla ilgili

belirsizlikler ortadan kalkmış olacaktır. Bu nedenle sermayenin birlik içinde serbest dolaşımı sağlanarak mali

entegrasyon kolaylaşır. Ayrıca spekülasyonun döviz kurları üzerinde kaynak dağılımını bozucu etkileri Euro

sayesinde azaltılabilecektir.

Faiz Oranları: Parasal birlik ve Euro’nun kabul edilmesiyle, güven ortamı ve belirsizliğin azaltılması ve

fiyat istikrarının sağlanması sonucu, kamu borçlanmasında risk primini düşürecek ve faizleri aşağı çekerek

yatırım ve üretim kararları üzerinde olumlu etkiler yaratabilecektir. Bu ise ekonomik istikrar ve istikrarlı

büyümeyi teşvik edecektir. Ayrıca, parasal birliğin, sıcak paranın ve risklerin küresel dünyasında korunaklı,

istikrarlı bir liman olduğunu düşünenlerin sayısı da az değildir (Berksoy, 2004).

-5

0

5

10

15

2000 2001 2002 2003 2004

Greece Ireland Italy Portugal Spain

Kaynak: Dünya Bankası Kalkınma Göstergelerinden derlenmiştir, 2015 (www.worldbank.org.)

Kaynak: Dünya Bankası Kalkınma Göstergelerinden derlenmiştir,2015 (www.worldbank.org.)

Grafik 1: Euro’dan Önce ve Sonra Enflasyon Oranları

Grafik 2: Euro'dan Önce ve Sonra Reel Faiz Oranları

Page 94: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

94

Yukarıdaki grafikte, Avrupa Borç Krizi Sürecinde sıkıntıya düşen 5 Avrupa Birliği

Ekonomisinin Euro kullanımına geçişten önceki ve sonraki durumları gösterilmiştir.

Grafikten anlaşılacağı üzere söz konusu bu ülkeler, Euro’ya geçiş ile birlikte reel faiz

oranları oldukça düşük seviyelere inmiştir. Bu durum ise ilerleyen yıllarda söz konusu

ülkelerin borçlanmalarını kolaylaştırarak borç krizinin derinleşmesinin altında yatan

sebeplerden önemli bir bölümünü oluşturacaktır.

Yukarıda sayılan avantajların yanı sıra Euro kullanan ülkeler dezavantajlarla da

karşılaşmaktadır. Bunlar kısaca şu şekilde ifade edilebilir.

Euro kullanımı nedeniyle bağımsız para ve döviz kuru politikası izleme yeteneği

yitirilmektedir. Bu nedenle bir dış şok karşısında bağımsız para ve döviz kuru

politikalarının olmaması iç ve dış ekonomik dengelerin sağlanmasını zorlaştırır. Ortak para

politikası ise aynı anda tüm üye ülkelerin içinde bulunduğu koşullara uygun

olmayabileceğinden, bazı üye ülkeler olması gerekenden daha yüksek işsizlik oranına

katlanmak durumunda kalabilecekler ve optimum kaynak dağılımından

uzaklaşılabilecektir. Bu durumda üye ülkelerin kullanabileceği ancak gelir ve harcama

politikasıdır.

Parasal birlik sonucunda özellikle sermaye, belli merkezlerde yoğunlaşabilecek ve bu

da bölgesel dengesizlikleri artırabilecektir. Bunu engellemek için ortak bölgesel ve yapısal

politikalar izlenebilir.

Page 95: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

95

Kaynak: Krugman, 1990.

Krugman Diyagramına (Şekil 1) göre, parasal birliğin fayda ve maliyetleri üye

ekonomilerin entegrasyon derecesine bağlı olarak artma ve azalma eğilimindedir. Dikey

eksende fayda ve maliyetler GSYH’nin yüzdesi olarak ve yatay eksende de entegrasyon

düzeyi birlik içi ticaretin GSYH’ye oranı olarak gösterilebilir. Bu durumda Şekil 1’de

görüleceği gibi parasal birliğin maliyetlerini gösteren maliyetler eğrisi entegrasyon süreci

ile birlikte azalmaktadır. Buna karşın fayda eğrisi ise entegrasyonla birlikte elde edilen

faydanın (kazanç) artacağını yansıtmaktadır (ayrıntı için bkz. Krugman, 1990; Artis ve

Lee, 1997: ss.350-371). Gelecekte “E” gibi bir noktada ise parasal birliğin sağlanacağı

optimum nokta temsil edilmektedir.

2008 Küresel Finans Krizi ve Avrupa Borç Krizine Geçiş

2007’de patlak veren küresel finansal krizin başlıca sebepleri 2000’li yıllardan sonra

uygulanan faiz politikası, mortgage piyasasında görülen bozulmalar, risk denetiminde ve

şeffaflıkta meydana gelen aksaklıklar, menkul kıymetleştirmenin ve türev ürünlerin artması

sonucunda mali yapının daha riskli hale gelmesidir. Bu denetimsiz büyüme ortamında

konut türev ürünlerinin oluşturduğu balon (hedge products) ekonomilerin, zincirleme etki

yaparak bir finansal risk ortamı doğurması ve bu durumun reel kesime yansıması ise

kaçınılmazdır (Işık ve Tünen, 2010: 836). Mortgage kredilerine dayalı menkul kıymetler

ile türev ürünlerin hacim olarak artması krizin temel nedeni olarak görülmektedir.

“Dolayısıyla bu krizi, kredinin değil, ona dayanılarak yapılan işlemlerin yarattığı, yüksek

hacimli türev ürünlerden kaynaklanan bir çeşit kriz olarak tanımlamak daha doğrudur

(Öztürk ve Gövdere, 2010: 394).

2006 yılının ilk yarısında konut kredisi (subprime credit) alanların borçlarını

ödeyememesi ile başlayan süreç, kredi geri ödemeleri için konutların satışa çıkarılmasıyla,

önce konut fiyatlarının düşmesine, daha sonra da bu kredilere bağlı finansal türev

piyasaların çökmesiyle sonuçlanmıştır. 2007 yılı sonu itibariyle oluşan zarar 300 milyar

dolar civarındadır (Esen, 2008). Zira 2007 yılının dördüncü çeyreğinde mortgage

kredilerinde toplam ödenmeme oranı, 2007 yılının ilk çeyreğine göre yaklaşık % 35

oranında artış göstermiştir (Martino and Duka, 2007).

Entegrasyon Düzeyi

Maliyetler

E

Şekil 1: Krugman Diyagramı: Parasal Birliğin Faydaları ve Maliyetleri

Page 96: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

96

Küresel Finans Krizinden Avrupa Borç Krizine

Avrupa Birliği 1930’da yaşanan ekonomik krizden bu yana ortaya çıkan en büyük

ekonomik krizle yüzleşmektedir (EC, 2009: 1).2007 Kasım ayında ABD’li ünlü yatırım

bankası Lehman &Brothers’ın iflasını açıklamasıyla gün yüzüne çıkan küresel finans krizi

diğer ülkeleri özellikle finansal kesim aracılığıyla etkilemiştir. Ülkelerin bankacılık

sektörleri bu süreçte büyük yara almıştır. Avrupa Birliği üye ülkeleri bu süreçte kamu

borcu, cari açık, ekonomik durgunluk ve yüksek işsizlik gibi boyutlarıyla etkilemiştir.

Özellikle Yunanistan’ın başını çektiği ve literatürde GIIPS10

diye tabir edilen 5 ülkenin

kamu borcu ve bütçe açıklarında yaşanan olumsuz gelişmeler küresel krizinin Avrupa

krizine evrilmesine yol açmıştır. Çalışmanın bundan sonraki kısmında Avrupa borç

krizinin GIIPS ülkelerini nasıl etkilediği büyüme, işsizlik, borç stoku ve bütçe açığı gibi

makroekonomik göstergeler bazında incelenecektir.

Euro bölgesine dâhil ülkelerin para politikasının Avrupa Merkez Bankası tarafından

yönetilmekte olması ve Euro bölgesi dâhilindeki ülke ekonomilerin birbirlerine çok sıkı

bağlı olmasından dolayı bir ülkede var olan ekonomik kriz hemen diğer Euro bölgesi

ülkelerini de kolayca etkilemektedir (Değerli ve Örs, 2011: 3).Kriz sürecini makro

değişkenler temelli incelediğimizde krizdeki ülkelerin Avrupa Birliğinin ekonomik kriterleri

olan Maastricht kriterlerini yerine getiremedikleri görülmektedir. Bu bağlamda küresel

krizin Avrupa krizine dönüşmesinde kamu borç stokları önemli bir kırılganlık unsuru olarak

karşımıza çıkmaktadır. Söz konusu bu süreçte 2006 yılında 7 trilyon Euro olan AB

hükümetlerinin borç yükü 2009 sonu itibarıyla kurtarma paketlerinin de etkisiyle yaklaşık

8,5 trilyon Euro seviyesine yükselmiştir. Oransal olarak ise baz kriter %60 olan

GSYH/Kamu borcu oranı Euro bölgesi için %78.7 gibi çok yüksek bir seviyeye ulaşmıştır

(USAK, 2011).

GIIPS ülkelerini incelediğimizde ise bu durumun daha da kötüleşerek 2013 sonu

itibarıyla sırasıyla Yunanistan için %160, Portekiz, İtalya ve İrlanda için %120, nispeten

daha iyi durumda olan İspanya için ise %90 seviyesindedir. Yukarıda açıklanan söz konusu

10 GIIPS: Portekiz, İrlanda, İtalya, Yunanistan ve İspanya olmak üzere kriz sürecinde bütçe açıkları ve borç

stokları bakımından kötü performans sergileyen ülkelerdir.

Kaynak: Eurostat verilerinden düzenlenmiştir, 2015 (www.ec.europa.eu. )

Grafik 3: GIIPS Ülkelerinde Kamu Borç Stoku/GSYH

Page 97: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

97

durum grafikte açıklanmıştır. Grafikten de görüleceği üzere GIIPS ülkelerinin borç stokları

2007 yılından itibaren istikrarlı bir şekilde artış göstermiştir. Daha detaylı incelemek

gerekirse borç krizinin etkilerinin en fazla hissedildiği yıl olan 2010 sonu itibarıyla

İspanya’nın Almanya’ya olan borcu 238 milyar $, Fransa’ya 220 milyar $, İngiltere’ye ise

115 milyar $ seviyesindedir. Bu durum bir diğer Avrupa ülkesi olan İtalya için daha ciddi

boyutlara ulaşmış olup İtalya’nın sadece Fransa’ya olan borcu 511 milyar $ düzeyine

yükselmiştir. Bu miktar Fransa GSYH’sinin dörtte birine tekabül etmektedir (Eurostat,

2015).

Grafik 4’te görüleceği üzere küresel krizin yaşandığı 2008 yılından başlayarak sorunlu

beş Avrupa ülkesinin bütçe performanslarında kötüleşmeler yaşanmıştır. Bu süreçte

özellikle Yunanistan’ın Euro’ya geçiş sürecinde ekonomik göstergelerde çarpıtma yaparak

mevcut durumu olduğundan farklı göstermesi ve bunun sonrasında ortaya çıkması Avrupa

ekonomilerinde güvenilirlik ve şeffaflık sorununun yaşanmasına yol açmıştır. Bunların

yanı sıra Yunanistan’ın 2005 yılında Euro’ya geçiş sürecinde yapısal reformlar ve kamu

borç stoku gibi kritik makro değişkenlerde var olan olumsuzluklar Almanya ve Fransa gibi

birliğin güçlü ekonomilerine karşı rekabet gücünü yok etmiştir. Bu sürecin doğal sonucu

olarak Yunanistan başta olmak üzere benzer ekonomik yapıdaki ülkelerde dış açıklar

artmış, cari açık sürdürülemez boyutlara ulaşmıştır( Kavcıoğlu, 2014:24).

Euro alanı ülkelerde yüksek bütçe açıkları borçlanma gereksinimini arttırmış ve oluşan

yüksek borç stokları kırılganlığı arttırmıştır. GIIPS ülkelerinin borçlarını çevirebileceğine

dair endişeler artmış, kredi derecelendirme kuruluşları tarafından İtalya dışındakilerin kredi

notları düşürülmüştür. Bu durum borçlanma maliyetlerini yükseltmiştir. GIIPS ülkelerinin

kredi temerrüt takasları (CDS)11

yükselmiş ve bu ülkeler uluslararası piyasalardan

borçlanma güçlüğüne düşmüşlerdir. Yunanistan, İrlanda ve Portekiz IMF ve AB’den

yardım almışlardır( Dadush, 2011:1)Avrupa borç krizi küresel finans krizinin de etkisiyle

ülkelerin başlangıçta finansal kesimlerini daha sonra ise reel kesimlerini etkilemişlerdir.

11

Credit Default Swap(CDS),: Bir alacaklının, 3. bir kişiye belli bir ücret ödeyerek, alacağını

garantilemesidir. Yani alacaklının, borçlunun iflas riskinden kurtulmasıdır. Bu riski, artık CDS satıcısı

üstlenmiştir. Elbette belli bir ücret karşılığı. Bu ücrete "CDS premium"(CDS primi) denir.

Kaynak: Eurostat verilerinden düzenlenmiştir, 2015 (www.ec.europa.eu. Erişim tarihi:20.05.2015)

Grafik 4: GIIPS Ülkelerinde Bütçe Açığı/GSYH

Page 98: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

98

Birlik üyesi ülkeler dünya çapında yaşanan resesyon sonucu ciddi gelir kayıpları

yaşamışlardır. Bu dönemde ekonomilerin büyüme oranları negatife dönmüştür.

Yukarıdaki grafikte bu durum makroekonomik performans açısından ortaya

çıkmaktadır. Söz konusu beş ülke büyüme oranları bakımından kriz yılı olan 2008’in

üzerinden 6 yıl geçmesine karşın kriz öncesi seviyelerine dönememişlerdir. Bu süreçte

başta Euro kullanan ekonomiler olmak üzere tüm AB üyesi ülkelerde işsizlik oranları çok

yüksek seviyelere ulaşmıştır. Şüphesiz bu durum ekonomik büyüme oranlarında yaşanan

olumsuz gelişmelere paralel bir seyir izlemektedir.

Grafik 6: GIIPS Ülkelerinde İşsizlik Oranları

Kaynak: Eurostat verileri

Kaynak: Eurostat verilerinden düzenlenmiştir, 2015 (www.ec.europa.eu Erişim tarihi:20.05.2015)

Grafik 5: GIIPS Ülkelerinde Büyüme Oranları

Page 99: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

99

Grafik 6’da ifade edildiği üzere 2008 küresel finans krizi ile birlikte tırmanmaya başlayan

işsizlik oranları yüzde 20-25 gibi çok kritik boyutlara ulaşmıştır. İşsizlik oranlarında

yaşanan bu artış ekonomik olduğu kadar sosyal ve siyasal gelişmeleride beraberinde

getirmiştir. Bu süreçte AB. ülkelerinde yaşanan hükümet krizleri ve işçi eylemleri bu

durumu kanıtlar niteliktedir.

Euro Krizinin Türkiye Ekonomisine Etkileri

AB ve Türkiye arasındaki ekonomik bütünleşmenin oldukça ileri bir seviyede olması

bu krizin ülkemiz ekonomisinin doğrudan etkilenmesine yol açmaktadır. Türkiye’nin

düşük iç tasarruf seviyesi ve ekonomik faaliyetlerin dış finansmana bağımlılığı,

ekonominin AB krizi gibi dışsal şoklara kırılganlığını artırmaktadır.

Bu kırılganlıkların başında şüphesiz, dış ticaret dengesinde yaşanacak olumsuzluklar

olacaktır. Yetersiz yurt içi tasarruf ve yatırım oranları gibi yapısal sorunlar Türkiye

ekonomisinin dış şoklara karşı oldukça savunmasız bir hal almasına neden olmaktadır. Bu

durum ise ekonomik istikrar ve uzun dönemli ekonomik büyüme bakımından Türkiye

ekonomisinin elini zayıflatmaktadır.

AB Türkiye’nin bir numaralı ticaret ortağı olup, AB’nin Türkiye’nin toplam

ticaretindeki payı 2008 – 2011 döneminde ortalama % 41,6 seviyesinde

gerçekleşmiştir(TÜİK, 2015). Söz konusu bu rakam karşılıklı olarak AB ve Türkiye

arasında yüksek oranlı bir bağımlılık yaratmaktadır. AB ve Türkiye arasındaki dış ticaret

hacmi 2011 yılında 110 milyar Euro’ya ulaşmıştır(TÜİK, 2015). Kriz sürecinde daralan dış

pazarlar sonucu Türkiye‘nin ihracat oranları yavaşlamıştır. Azalan dış ticaret hacmine

paralel olarak krizin etkisi Türkiye ekonomisinde çok ciddi boyutlarda hissedilmiştir.

2011 yılında karşılıklı ticaret hacmi 110 milyar Euro gibi rekor bir seviyeye ulaşmıştır.

Türkiye toplam ihracatının yarıya yakınını açık arayla bir numaralı pazarı olan AB’ne

gerçekleştirmektedir. AB’nin dört büyük ekonomisi Almanya, İngiltere, Fransa ve İtalya

Kaynak: TÜİK,.www.tuik.gov, Erişim tarihi:21.05.2015)

Grafik 7: Türkiye’de İhracatın Ülkelere Göre Dağılımı (2008-2012)

Page 100: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

100

Türkiye’nin önde gelen ihracat pazarlarıdır. Yukarıdaki grafikten de görüleceği üzere, AB

Türkiye’nin en büyük dış pazarı aynı zamanda ticari ortağıdır. Yapılan ihracatın yaklaşık

%50 gibi büyük bir oranı Avrupa Birliği ekonomilerine gerçekleştirmektedir.

2012 yılında Türkiye’nin ihracatının %39’u Avrupa Birliği’ne, %28’i Yakın ve Orta

Doğu’ya, %9’u Diğer Avrupa’ya, %7’si Asya’ya, %6’sı Kuzey Afrika’ya, %4’ü Kuzey

Amerika’ya, %3’ü Diğer Afrika’ya, %1’i Güney Amerika’ya, %1’i ise Orta Amerika’ya

gerçekleştirilmiştir. 2012 yılında Türkiye’nin ithalatının %37’si Avrupa Birliği’nden,

%21’i Asya’dan, %16’sı Diğer Avrupa’dan, %9’u Yakın ve Orta Doğu’dan, %6’sı Kuzey

Amerika’dan, %2’si Güney Amerika’dan,%1’i Kuzey Afrika’dan, %1’i ise Diğer

Afrika’dan gerçekleştirilmiştir.(TÜİK, 2015). Türkiye’nin ithalatındaki ve ihracatındaki en

büyük pay Avrupa Birliği’ne ait olsa da, 2007-2012 döneminde gerek ihracat gerekse

ithalat içinde bu pay giderek azalmıştır (özellikle 2012 yılında). Benzer şekilde Diğer

Avrupa’nın Türkiye ticaretinden aldığı pay azalmıştır.

Avrupa Finans krizi ile yaşanan olumsuz ekonomik ortam, ihracat oranlarında düşüş

ile birlikte Türkiye ekonomisini olumsuz bir şekilde etkilemiştir. Dikkat edilmesi gereken

bir diğer önemli husus kriz ile birlikte düşen ithalat oranlarının krizin etkilerinin geçmesi

ile birlikte ihracat oranlarına paralel bir şekilde hızlı bir artış trendine girmesidir.

Grafik 8: Türkiye Ekonomisinde ihracat –İthalat Oranları

Grafik 8 Türkiye ekonomisinin en büyük sorunlarından biri olan dış ticaret dengesine

dikkat çekmektedir. En basit ifadeyle İthalat ve ihracat farkı olarak ifade edilen dış ticaret

dengesi, kriz ile birlikte iyileşme sürecine girmiş, krizin etkilerinin hafiflemesiyle birlikte

tekrar ve daha yüksek bir şekilde ortaya çıkmıştır. Dış ticaret açığının en önemli yansıması

ise ödemeler bilançosuna olmaktadır.

Kaynak: Dünya Bankası Kalkınma göstergelerinden düzenlenmiştir.2015

Page 101: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

101

Yapısal bir sorun olarak karşımıza çıkan cari açık Türkiye ekonomisi açısından

ekonomik krizin en önemli göstergelerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. 2008

yılında yaşanan küresel krize paralel olarak Türkiye ekonomisinde cari denge olumlu

şekilde yansımıştır. Şüphesiz bu durum dış ticaret açığındaki düzelmeyle beraber

gerçekleşmektedir. İthalat ve ihracat dengesinin düzeldiği yıllar grafikte cari açığın

düzeldiği dönemler olarak da göze çarpmaktadır. Krizin etkilerinin nispeten azaldığı 2010

yılı ve sonrası için ise cari açık oranının tekrar artmaya başladığı, 2011 yılında ise rekor

kırarak %10 seviyesine yaklaştığı gözükmektedir. Bu durum ise Türkiye ekonomisinde

mevcut olan yapısal sorunlara ışık tutar niteliktedir. Çünkü cari açığın tavan yaptığı yıllar

aynı zamanda ekonomik büyümenin de ivme kazandığı yıllar olarak göze çarpmaktadır.

Krizin en büyük yansıması ekonomik büyüme ve işsizlik boyutuyla hissedilmiştir.

Kriz yıllarında özellikle büyüme oranında görülen dalgalanmalar, Euro krizi sonucu ihraç

pazarının daralması neticesinde olmuştur. Daralan ihraç pazarı sonucu yurtiçi üretim

azalmış ve bunun sonucunda ekonomik büyüme oranları büyük düşüşler göstermiştir.

Kaynak: Dünya Bankası Kalkınma Göstergelerinden derlenmiştir,2015 (www.worldbank.org.)

Kaynak: Dünya Bankası Kalkınma Göstergelerinden derlenmiştir,2015 (www.worldbank.org.)

Grafik 9: Türkiye Ekonomisinde Cari Açık Oranları

Grafik 10: Türkiye Ekonomisinde Büyüme ve İşsizlik Oranları

Page 102: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

102

Büyüme oranlarındaki düşüş ise ekonominin üretim kapasitesini azaltarak işsizlik

oranlarının tırmanmasına yol açmıştır. Bu bakımdan krizin en şiddetli şekilde hissedildiği

2009 yılı iyi bir örnek teşkil etmektedir. Söz konusu bu yılda işsizlik oranları %12’yi

geçerken, büyüme oranları dip yaparak -%5 seviyesine gerilemiştir.

GIIPS Ülkeleri ve Türkiye Arasındaki Ekonomik Durumun Analizi

Yunanistan, İtalya, İrlanda, Portekiz, ve İspanya beşlisinden oluşan Avrupa Birliği’nin

sorunlu 5 ekonomisi ile Türkiye arasındaki dış ticaret hacmi toplam dış ticaretin yaklaşık

%20sini oluşturmaktadır (TÜİK, 2015).

Grafik 11’e göre 2008 Küresel finans krizinin etkileri Türkiye ekonomisinde daha çok

2009 boyunca görülmüştür. Söz konusu bu yılda Türkiye ekonomisinin ekonomik krizdeki

5 Avrupa ülkesine olan ithalat miktarı yaklaşık %15 seviyelerinde düşüş göstermiştir.

Ancak borç krizinin çok fazla etkin olduğu 2010-2012 arası bu krizden en büyük şekilde

etkilenen Yunanistan’a yapılan ithalat %50’den fazla artış göstermiştir. Hâlbuki söz

konusu bu dönemde Türkiye’nin genel ithalat oranındaki artış %30’lar seviyesindedir. Bu

durum Türkiye ile Yunanistan arasındaki komşuluk ilişkilerinden ötürü ve coğrafi yakınlık

gibi kriterlerden dolayı bir ayrışma olduğu sonucuna varmamıza yol açar. Yunanistan

dışında kalan dört ülkeden gerçekleştirilen ithalat oranlarında ise Türkiye açısından genel

dış ticaret performansına benzer bir seyir izlemiştir.

İthalat performansı açısından söz konusu bu dönemde yaşanan olumsuz gelişmeler

Türkiye ekonomisi açısından birçok sonucu beraberinde getirmiştir. Bu sonuçlardan ilki

ithalat seviyesindeki azalmaya paralel olarak dış ticaret dengesinde yaşanan iyileşmedir.

Özellikle 2008 küresel finans krizini izleyen yıllarda ithalatın gerilemesi ihracatın ithalatı

karşılama oranlarında iyileşmelerin yaşanmasına olanak vermiştir.

-40,0

-20,0

0,0

20,0

40,0

60,0

80,0

2002 2003 2004 2005 2006 2007 2008 2009 2010 2011 2012 2013 2014

Grafik:11 Türkiye'nin PIIGS Ülkelerine Olan İthalatındaki Değişim Oranı

İtalya İrlanda Yunanistan Portekiz İspanya

Kaynak: TÜİK,.www.tuik.gov, Erişim tarihi:21.05.2015

Grafik 11: Türkiye’nin GIIPS Ülkelerine Olan İthalatındaki Değişim Oranı

Page 103: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

103

İhracat oranlarına bakıldığında ise, Grafik 12’den de görüldüğü genel ticaret

seviyesine benzer şekilde kriz yıllarında çok ciddi düşüşler gözlenmektedir. Söz konusu

kriz yıllarında Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne olan ihracat hacmi düşmüş, buna bağlı olarak

GIIPS ülkelerine olan ihracat seviyesi de düşmüştür.

İthalat ve ihracat performanslarında yaşanan bu olumsuz gelişmelerin yanı sıra 2008

yılında yaşanan küresel finans krizi ve sonrasında Avrupa ekonomilerini etkisi altına alan

finansal kriz sürecinde sermaye hareketlerinin yönünde önemli değişiklikler

gözlemlenmiştir. Bu süreç içerisinde özelliikle ABD merkez bankası FED ve Avrupa

Merkez Bankası ECB piyasaya çok ciddi miktarlarda likidite sunmuştur. Her ne kadar

krizin daha dramatik bir şekil almasını önlese de piyasaya sürülen bu yüksek miktadaki

likidite krizin etkisini istenen düzeyde engelleyememiştir. Küresel boyuttan Avrupa borç

krizine geçişte özellikle borçlu ülkelere yönelik kurtarma paketleri bu süreçte üzerinde

durulması gereken bir başka konudur. Borç krizinden sonraki süreçte GIIPS ülkeleri

temelinde Türkiye ve AB arasındaki sermaye hareketlerinde dalgalanmalar gözlenmişitir.

Grafik 12: Türkiye'nin PIIGS Ülkelerine Olan İhracatındaki Değişim

Oranı

-80

-60

-40

-20

0

20

40

60

80

2002 2003 2004 2005 2006 2007 2008 2009 2010 2011 2012 2013 2014

İtalya İrlanda Y unanis tan P ortekiz İs panya

Kaynak: TÜİK,.www.tuik.gov, Erişim tarihi:21.05.2015

Grafik 12: Türkiye’nin GIIPS Ülkelerine Olan İhracatındaki Değişim Oranı

Page 104: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

104

SONUÇ

Parasal birlik örneği olarak nitelendirilen Avrupa Parasal Alanı bu konuda

uygulamaya geçmiş en önemli örneklerden birini teşkil etmektedir. 2001 yılından itibaren

resmi olarak yürürlüğe giren Euro ile parasal politikalarda uyum sağlanmıştır. Ancak birlik

üyesi ülkeler arasında var olan yapısal uyumsuzluklar bu birliğin karşılaşılan ilk krizde

geleceğinin sorgulanmasına yol açmıştır. 2008 Küresel Finans Krizi Yunanistan ve benzer

yapıdaki ülkelerin ekonomilerinde yaşanan borç sorunu nedeniyle AB ülkelerini etkisi

altına almıştır.

Euro bölgesinin taşıdığı yapısal problemler temelde iki başlık altında toplanabilir.

Bunlardan ilki para ve maliye politikalarının uyuşmazlığı, ikincisi ise AB finansal

sisteminin mimarisindeki zafiyetlerdir (Kutlay, 2012:3). Borç krizi sonucu ortaya çıkan

ekonomik güvensizlik ortamı ve ülkeler arasındaki yapısal farklılıklar ortak para birimi

olan Euro’ya yönelik olarak üç muhtemel senaryoyu gündeme getirmektedir (Kutlay,

2012: 42-43). Bu senaryolardan ilki dağılma yani üye ülkelerin ortak para birimlerine geri

dönmesidir. En pahalı senaryo olarak düşünülen bu sonuç çok fazla muhtemel

gözükmemektedir. İkinci senaryo ise, kapsamlı bir reform/yeniden yapılanma sürecine

girilmesi ve bunun kısa sürede tamamlanmasına paralel olarak para ve maliye politikaları

arasındaki uyumsuzluğun giderilmesi, mali anlamda daha merkezi bir yönetim sistemine

geçilmesi ve finansal sistemin daha entegre bir şekilde yönetilmeye başlanmasıdır. Üçüncü

senaryo ise ilk iki senaryonun ortasında bir yerde durmaktadır. Buna göre “zayıf”

ekonomik karakter gösteren ülkeler elenecek ve ekonomik yapıları daha sağlam görünen

üye ülkeler yeniden şekillenen bir Euro bölgesinin üyeleri olarak kalmaya devam

edebileceklerdir

İstatistikler, Euro üyesi olmayan Avrupa ülkelerinin, Euro Bölgesi ülkelerine göre

daha hızlı büyüdüklerini göstermektedir. Bunun yanı sıra, Euro Bölgesi’ndeki köklü

yapısal sorunlar, Euro Bölgesi’nin gerçekten iyi inşa edilip edilmediği sorusunu gündeme

taşırken, yabancı bazı ekonomistler Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne (AB) katılım

çabalarının sürdürülmesi ancak Euro ’ya mesafeli olunması gerektiğini ifade etmişlerdir.

Euro Bölgesi para politikasının Türkiye’ye uygun olmadığını belirten uzmanlar, Euro

kurunun Türkiye iç ekonomisinin dinamiklerine de uyumlu olmadığını ifade etmişlerdir.

Ayrıca, 2011 yılının üçüncü çeyreğinde, Yunanistan başta olmak üzere Euro Bölgesi’nde

kamu borçlarının sürdürülebilirliğine dair endişelerin artması, ayrıca ABD’deki

toparlanmanın öngörülenden daha yavaş olacağının anlaşılmasının, dolaylı yönden

Türkiye’yi de etkileyebileceği vurgulanmaktadır (Coşkun, 2012:58).

Page 105: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

105

Avrupa ekonomik krizinin Türkiye üzerindeki en önemli etkisinin ihracat

rakamlarındaki düşüşlerde görülmüştür. Bu durum Türkiye‘nin 2012 büyüme rakamlarına

da olumsuz yansımıştır(TÜİK, 2015). Türkiye’nin ihracatının %60’ını AB ülkelerine,

ithalatının ise %40’ını bu ülkelerden yaptığı bilinmektedir. Özellikle, otomotiv ihracatının

%74’ü AB ülkelerine yapılmaktadır (TİM, 2015). Kriz nedeniyle bu ülke pazarlarının

daralması, ihracat gelirlerinin düşmesine neden olmuştur.

Borç krizinin Türk ekonomisinde yol açtığı olumsuz etkilerden bir diğeri de, ihracatın

düşmesine bağlı olarak ihracat sektörlerinde ortaya çıkabilecek istihdam ve üretim

düşüşüdür. Bir başka olumsuz etki de, kriz nedeniyle, turist olarak Türkiye’ye gelen AB

vatandaşlarının sayısında ortaya çıkan düşüşlerdir(Atik, 2013:45).

Sonuç olarak Avrupa borç krizi başta AB ülkeleri olmak üzere çevre ülkeleri de

olumsuz etkilemiştir. Bu olumsuzluğa karşı AB ülkeleri kurtarma paketleri ile zor durumda

olan ülkelere katkı sağlamışlar Avrupa merkez bankası ise piyasaya yüksek miktarda likit

sürmüştür (ECB,2015. Ancak yapılan çalışmalar sınırlı bir etkiye sahip olmuş olup,

Avrupa ekonomileri istenen performansı istenen düzeye gelmemişlerdir.

Türkiye ekonomisi açısından ise, İhracat gelirlerinin azalması ile ilgili olarak

geliştirilebilecek en önemli politika, ihraç pazarlarını çeşitlendirmektir. Afrika ve Orta

Doğu ülkeleri gibi krizden göreceli olarak daha az etkilenen ülkelere yönelik ihracat

stratejilerinin geliştirilmesi gerekmektedir. Böylece, ihracat düşüşü ve buna bağlı üretim ve

istihdam düşüşü yaşanmayacak, Avrupa ekonomik krizi sebebiyle yaşanan daralma telafi

edilebilecektir. Turizm konusunda AB dışındaki ülkelerde yürütülen tanıtım

kampanyalarına hız verilmelidir. Yapılabilecek başka bir öneri de, Türkiye’nin AB

ülkelerinin yaşadığı gibi bir krize yakalanmamak adına pro-aktif stratejiler geliştirmesinin

sağlanmasıdır. Bunun için yapılabilecek en önemli şey, AB’de krize neden olan

sonuçlardan kaçınmaktır. AB’de mali disiplinin kaybolması krizin en önemli nedeni olarak

görülmektedir. Dolayısıyla, bütçe açıkları ve kamu borç yükü açısından Türkiye’nin AB

karşısındaki başarılı durumunu sürdürmeye devam etmesi, AB borç krizinden etkilenme

katsayısını azaltıcı tedbirler olarak değerlendirilmektedir. Ayrıca, iç talebi sürekli canlı

tutmaya dönük politikalar da takip edilmelidir. Böylece dış şoklar karşısında ihraç

ürünlerin talebinde ortaya çıkabilecek düşüşler, iç talebin yüksekliği sayesinde üretim ve

istihdamda düşüşe yol açmayacaktır.

Page 106: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

106

KAYNAKÇA

AB Genel Sekreterliği Ekonomik ve Mali Politikalar Başkanlığı, (2010), Küresel Krizin

AB ve Aday Ülke Ekonomilerine Etkileri ve Gelecek Döneme İlişkin Beklentiler.

Akçay, Belgin (2008). Avrupa Birliğinin Ekonomik Kriterleri ve Türkiye, Maliye Dergisi

Sayı:155

Akçay, Belgin (2006). Euro Alanının Ekonomisine İlişkin bir Değerlendirme, Ankara,

Avrupa Dergisi, cilt 5, No:2, s-1

Ann Leahy, Seán Healy, and Michelle Murphy, (2014), The European Crısıs And Its

Human Cost A Call For Faır Alternatıves And Solutıons, Crısıs Monıtorıng Report.

Baldwin, R.,&Wyplosz, C. (2004). Theeconomics of Europeanintegration. London:

McGraw-Hill.

Beukers, Thomas (2013), The Eurozone Crisis and the Legitimacy of Differentiated

Integration, EUI Working Paper MWP 2013/36.

Ceserano, F. (2006a). Optimum currency areas: A policy view. BNL Quarterly Review,

59(239), 317-332.

Ceserano, F. (2006b). The origins of the theory of optimum currency areas. History of

Political Economy, 38(4), 711-731

Coşkun, Evren (2012). Optimum para alanları teorisi: Türkiye’nin Euro Bölgesine Uyumu

Üzerine Bir İnceleme, Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi C:2 , S:4

Coşkun, Evren (2012). Optimum para alanları teorisi: Türkiye’nin Euro Bölgesine Uyumu

Üzerine Bir İnceleme, Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi C:2,S:4

Çenberci, Engin (2014), Euro’nun Geleceği Ve Grexıt, Global Journal of Economics and

Business Studies, Volume: 3 Issue: 6 (32-38).

Dedeoğlu, B. (2006). Adım adım Avrupa Birliği. İstanbul: Okumuş Adam Yayıncılık ve

Eğitim Hizmetleri

Frankel, J. A. (1999). No single currency regime is right for all countries or at all times.

National Bureau of Economic Research. Cambridge: NBER Working Paper Series.

Frankel, J. A., & Rose, A. K. (1998). The endogeneity of the optimum currency area

criteria. The Economic Journal, 108, 1009-1025.

Grauwe, P. (1997). The economics of monetary integration. Oxford: Oxford university

Press.

Hall Peter (2012), The Economics and Politics of the Euro Crisis, German Politics,

Vol.21, No.4, December 2012, pp.355–371

Heisbourg, François (2012), In the Shadow of the Euro Crisis, Survival | vol. 54 no. 4, pp.

25–32

Page 107: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

107

Heisbourg, François, (2014) The EU Without the Euro, Survival | vol. 56 no. 2 | April–

May 2014 | pp. 27–48

Jones, Erik, (2013), The Euro Crisis: No Plan B, Survival | vol. 55 no. 3 | June–July

2013 pp. 81–94

Jones. Erik, (2009), The Euro and the Financial Crisis, Survival | vol. 51 no. 2 | April–

May 2009, pp. 41–54

Kapusuz, Fatime, (2006), Avrupa Birliği Uyum Sürecinin Türk Ekonomisine Etkileri:

(1980 – 2006), Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İktisadi İdari

Bilimler Fakültesi İktisat Bölümü, Yüksek Lisans Tezi.

Kavcıoğlu, Şahap, (2014), Avrupa Birliğinde Euro Krizi ve Türkiye Ekonomisine Etkileri,

Maliye Finans Yazıları, Sayı: 101.

Kawai, M. (1987). Optimum currency areas. J. Eatwell, M. Milgate, & P. Newman içinde,

The New Palgrave: A Dictionary of Economic Theory and Doctrine. London: The

Macmillan Press.

Kibritçioğlu, Aykut, (2010), Effects of Global Financial Crisis on Turkey, Munich

Personal Repec Archive, No. 29470.

Krugman, P. (1993a). What do weneed to know about the international monetary system.

Princeton: Princeton University

Kutlay, Mustafa, (2011), Usak Raporları No:11-01.

Mundell, R. A. (1961). A theory of optimum currency areas. The American Economic

Review, 51(4), 657-665

Özalp, Hüseyin (2011). Avrupa Parasal Birliği’nin Optimal Para Alanı Teorisi

Çerçevesinde Analizi,Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Adana

ÖZKAN, İ (2008). An empırıcal assessment of the optımum currency areas theory: Turkey

and the emu countrıes. Economic Review 01/2008; XIII(1):3-18.

Öztürk, Mustafa, Aras, Osman Nuri, Kadı, Osman Salih, (2012), AB Borç Krizi Ve Bunun

Türk Dış Ticaretine Olan Etkileri, Ekonomi Bilimleri Dergisi, Cilt 4, No 1, ISSN: 1309-

8020

Pisani-ferry, Jean, (2010), Crisis in the Eurozone and how to Deal with It, Bruegel Policy

Contribution,

Pisani-ferry, Jean, (2012) The Euro Crisis And The New İmpossible Trinity, Bruegel

Policy Contribution, no. 2012/01.

Pusat ,Feride (2013). Optimum para alanı teorisi ve Ekonomik parasal birlik “Türkiye

Analizi”Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Avrupa Birliği ve Uluslararası

Ekonomik İlişkiler Anabilim Dalı Uluslararası İlişkiler Bölümü Yüksek Lisans Tezi

Page 108: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

108

Samsar, A. (2003), Optimal Para Alanı Çerçevesinde Türkiye Analizi, Uzmanlık Yeterlilik

Tezi, TCMB, İstatistik Genel Müdürlüğü, Ankara

Sauskas, Ramunas Vılpı, (2013). Eurozone Crisis and European Integration: Functional

Spillover, Political Spillback?, Journal of European Integration, Vol. 35, No. 3, 361–373,

Savaş, V. F. (1999). Çağımızın deneyi Euro. Ankara: Siyasal Kitabevi.

Sever, Erşani, Demir, Murat, (2014), Küresel Finansal Krizden Borç Krizine, Nedenler,

Etkiler, Beklentiler, Ekin Kitabevi Bursa,

Şimşek, Hamza (2005). Optimum Para Sahası Teoremi Altında Türkiye’nin Avrupa Para

Birliğine Uyumu, Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Dergisi, 1:53-66

Urhan,Ümit Barış (2005). Avrupa Parasal Birliği Türkiye Açısından Bir Optimum Para

Sahası Mıdır?,http://www.akademiktisat.net/calisma/ab_tr/ab_para_birlik_burhan.htm

E.T. 01.03.2015

Wright, Thomas (2013). Europe’s Lost Decade, Survival, vol. 55 no. 6, 7–28

Ziya, Öniş, Kutlay, Mustafa, (2012), Ekonomik Bütünleşme/Siyasal Parçalanmışlık

Paradoksu: Avro Krizi ve Avrupa Birliğinin Geleceği, Uluslararası İlişkiler, Cilt 9, Sayı 33

Page 109: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

109

İNSAN KAYNAKLARI AÇISINDAN ESNEK ÇALIŞMANIN İSTİHDAMA

ETKİLERİNİN İNCELENMESİ: TÜRKİYE ÖRNEĞİ*

Çağlar DOĞRU**

ÖZET

Son yıllarda dünyada yaşanan her türlü ekonomik ve teknolojik gelişmeler ile birlikte üretimin, üretim

tekniklerinin ve çalışma şekilleri değişime uğramaktadır. Bu değişiklikler rekabet ortamında avantaj elde

etmek isteyen işçi ve işverenler için çalışma hayatında farklı istihdam türlerinin doğmasına öncülük

etmiştir. Gerek işsizlik ile mücadeleye yardım etme gerekse çalışanların iş tatmini ve motivasyonlarını

arttırıcı etkilerinden ötürü çalışma hayatında esneklik gelişmiş ülkelerde hızla yayılmıştır.Çalışmada

uygulamada yer alan esnek çalışma türleri ele alınmak suretiyle kavramsal çerçeve çizildikten sonra,

Türkiye’deki insan kaynaklarının ne derecede esnek çalışma türlerinden yararlandığı ortaya konmuştur.

Araştırmada Türkiye’de 2000-2007 yılları arasını kapsayan dönem ele alınarak esnek çalışma faaliyetleri

incelenmiştir. Araştırma bulgusu olarak, esnek çalışmanın istihdamı artırıcı etkilerinin olduğu saptanmış

ve Türkiye’de esnek çalışma uygulamalarının henüz istenen seviyelerde olmadığı tespit edilmiş ve

gelişmiş ülkelerdeki gibi istihdama olumlu etkilerinin ancak Türkiye’de esnekliğin geliştirilmesi ile

mümkün olacağı anlaşılmıştır.

Anahtar Sözcükler :İnsan Kaynakları, Esneklik, Esnek Çalışma, İstihdam, Güvenceli Esneklik

ANALYZING THE EFFECTS OF FLEXIBLE WORK ON EMPLOYMENT

FROM THE PERSPECTIVE OF HUMAN RESOURCES:

THE CASE OF TURKEY

ABSTRACT

In recent years, economical and technological advancements have enhanced production, production

techniques and work types to change.These changes have leaded the way to generate new employment

types for both employees and employers. Both helping to cope with unemployment and enhancing to rise

the level of job satisfaction and motivation, flexible work arangements diffused in developed countries

fast. In this research, as conceptual frame, types of flexible work arrangements were discussed and after

that it is pointed out that the degree to which human resources in Turkey are in engagement with flexible

work arrangements. In the research; flexible work was observed through the years between 2000-2007 in

Turkiye.As a result, it has been indicated that there are several positive effects of flexibility to

employment, but in Turkiye still flexibility and flexible work is not at the appropriate degree as they are

in developed countries, so the possible positive effects of flexibility to employment in Turkiye will be

under consideration only if Turkiye will take progressive actions on the issue of flexibility and flexible

work.

Key Words: Human Resources, Flexibility, Flexible Work, Employment, Flexicurity

* Bu makale Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde 2010 yılında tamamlanan ‘’Türkiye’deki İnsan

Kaynakları Açısından Esnek Çalışmanın İstihdama Etkisi’’ adlı yayımlanmamış yüksek lisans tezinden üretilmiştir. ** Araştırma Görevlisi, T.C. Ufuk Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İşletme Bölümü,

[email protected]

Page 110: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

110

GİRİŞ

Rekabet ile beraber işgücü piyasalarında meydana gelen değişimleri de yakından takip

etme durumunda bulunan işletmeler ve bu işletmelerdeki görevlere talip olan veya o

görevleri yerine getirmekte olan işçiler, piyasadaki konumlarının rakipler tarafından ele

geçirilmemesi için bir takım stratejiler geliştirmek zorunda kalmıştır. Bunların başında

ise, ‘’esneklik’’ yer almıştır. Esnek olan işletmeler, henüz katılıklarını üzerinden

atmamış olanlara nazaran rekabet avantajı elde etmekte ve bunu üretimine yansıtarak

büyümeye devam etmektedir. Öte yandan esneklik ile, işçiler de işlerini görürken bir

takım avantajlar elde ederek, çalışma koşullarını değiştirebilme imkanına sahip

olabilmektedirler.

Bu bağlamda, çalışmanın konusu ile ilgili olarak, insan kaynakları yönetiminde esnek

çalışmanın yeri incelenerek, istihdam ile ilişkileri ortaya konulacak ve Türkiye’de

mevcut esnek çalışma uygulamaları değerlendirilerek sonuca varılacaktır. Öyle ki,

esnek çalışmanın istihdama etkilerinin olup olmadığı araştırılacak, eğer var ise,

etkilerinin neler olduğu ve bu etkilerin ne gibi sonuçlar doğurduğu ortaya konulacaktır.

Böylece, çalışmada amaç olarak; Türkiye’deki insan kaynakları açısından esnek

çalışmaların var olup olmadığı incelemek ve var olması durumunda bu uygulamaların

nedenleri ile birlikte istihdama etkilerinin neler olduğunun ortaya konulması olarak

planlanmaktadır.

I. ÇALIŞMA HAYATINDA ESNEKLİĞİN İNCELENMESİ

Esneklik, işletme bünyesindeki işlerin olabildiğince genişletilmesi ve işçilerin

yeteneklerini geliştirerek etkin ve etkili olmalarını

sağlamaktır.(Garrahan,Stewart,1992:59) İşletme açısından esneklik, nicelik ve nitelik

olarak değişebilen talebin kısa sürede ve etkin biçimde karşılanmasıdır. Esneklik,

önceden öngörülemeyen değişikliklere karşı kapasiteyi uyarlayabilmek ve bu amaca

ulaşabilmek için gerekli araçları kullanmaktır. Esnekliğin amacı; üretimin

kolaylaştırılması ve rekabet gücünün arttırılmasıdır. (Şen,1999:6)

Esnek çalışma ise, sınırsız bir süre için tam zamanlı olarak yapılan işler dışındaki bütün

işlerdir. (Ozaki çev.Işık,2003:6) Esnek çalışma, geleneksel çalışma alışkanlığından

farklılaşarak, tarafların toplu iş sözleşmesi ve hizmet akdi gibi hukuki araçlarla çalışma

şartlarını, ihtiyaçlara göre bizzat belirleyecek bir biçimde düzenleyebilme imkanı veren

açık bir sistemin kurulmasıdır. Bu türlü bir sistemde; işçiler ile işverenler, çalışma

şartlarını standart çalışmadan farklı olarak belirleyebilme serbestisine sahiptir.

(Ekonomi,1993:59-60)

II.İŞLETMELERDE ESNEK ÇALIŞMA MODELLERİNİN İNCELENMESİ

Ekonomik ve teknolojik gelişmelerle beraber işletmelerin uluslararası rekabet

kurallarına uyma zorunluluklarından ötürü çalışma şekillerinde önemli ölçüde

değişmeler olmakta ve korumacı hukuk düzeninin getirdiği uygulamaların dışında yeni

çalışma şekilleri ortaya çıkarmaktadır.(Aktay,1999:58) Bu çalışma şekilleri geleneksel

bağımlı çalışma ilişkisinden farklı bir iş ilişkisine dayanmakta ve belirsiz süreli, tam

gün çalışma dışında işletmenin çatısı altından olmaksızın birden fazla işverene bağımlı

olarak gerçekleşebilmektedir. (Tokol,2001:152) Kısmi çalışmanın tanımını yaparken

hemen her ülkede kabul edilmiş olan ortak üç öğeden bahsetmek gerekmektedir:

-Haftalık çalışma süresinin, normal çalışma süresinden önemli ölçüde kısa olması

Page 111: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

111

-Çalışmanın düzenli olması

-Çalışan kişinin kendi istek ve tercihi ile kısmi süreli çalışması (Kutal,1991:91)

Kısmi çalışmanın, esnek çalışma modelleri arasında en önemlilerinden birisi

olmasından ötürü bu konuyla ilgili birçok araştırma yapılmış ve bunların neticesinde

işçilerin gerek kendilerine daha fazla vakit ayırabilmeleri, gerekse üretkenliklerinin

artmasını saptandığı için kısmi çalışmayı tercih ettikleri ortaya çıkmıştır. (Catalyst

Press,1990:4) Kısmi çalışma verilerini ülkeler bazında inceleyecek olursak, genel bir

fikir edinmek adına, 1996 yılı verilerine göre, %36,5 ile en yüksek kısmi çalışma oranı

Hollanda’dadır. Danimarka, Yeni Zelanda, İsveç,Japonya ve İngiltere’de toplam

istihdamın %20’sinden fazlasını kısmi çalışanlar oluşturmaktadır.Ayrıca kısmi çalışma

hizmet sektöründe daha fazla uygulama alanı bulmaktadır.Avrupa Birliği’nde hizmet

sektöründeki işçilerin %33,8’ini kısmi çalışanlar oluştururken, üretimde çalışanların

sadece %4,6 sı kısmi olarak çalışmaktadır. (Tokol,2001:155)

İş paylaşımında, iki ya da daha çok sayıda işçi, tek bir işi, gerektiğinde de iki veya daha

çok işi paylaşmaktadır. Bunlar daha önce belirlenmiş iş süresi planı çerçevesinde oraya

yerleştirilmiş diğer işçi veya işçilerin onayıyla işyerindeki mutat iş süresi boyunca

faaliyette bulunmayı, sözleşmeyle yüklenmektedir. (Blomeyer,1994:2014) İş paylaşımı

biçimleri olarak karşımıza, ‘’bölünmüş gün’’, ‘’bölünmüş hafta’’, ‘’dönüşümlü hafta’’,

ve ‘’ belirli olmayan dönüşümler’’ çıkmaktadır. Bölünmüş günde, iş paylaşanlardan biri

sabah çalışırken diğeri öğleden sonra çalışmaktadır. Bölünmüş haftada iş

paylaşanlardan birisi, haftanın ilk yarısında, diğeri haftanın ikinci yarısında

çalışmaktadır. Dönüşümlü haftada, iş paylaşanlardan ilki, bir tam hafta çalışırken, diğeri

bir sonraki haftayı tam olarak çalışmaktadır. (TİSK,1999:34)

Çağrı üzerine çalışma, önceden yapılan hizmet sözleşmesi bağlamında, işçinin işveren

tarafından çağırıldığı zaman işyerine giderek çalışmasıdır. Bu çalışma yöntemiyle,

işveren işletmeye esneklik sağladığı gibi, işletmenin talep dalgalanmalarına karşı

uyumu kolaylaşır. Çağrı üzerine çalışma konusundaki hizmet sözleşmelerinde bu tür

çalışmanın süresi ve konulacak şartların işçiyi fazlaca bağlayıcı ve tedirgin edici

nitelikte olmaması gerekmektedir. (Kutal,1991:61)

Dünyada son zamanlarda giderek artan sayıda işveren, düzenli işçilerin çalışma

programlarının bir parçası olarak evde çalışmalarının, işletmelerin ve işverenlerin

yararına olduğunu anlamaktadır. Uygulamada adı her ne olursa olsun -esnek mekanda

veya evde çalışma-, bu türlü bir çalışma giderek yayılmaktadır. Evde çalışan işçilerin

bazıları, tam zamanlı, bazıları yarı zamanlı çalışan olmakla beraber, bazıları yönetici,

bazıları üretim işçileri dahi olabilmektedir. (Olmsted,Smith,1989:353)) Evde çalışma

modeli, klasik istihdam biçimlerinden farklı olarak ortaya çıkan ve işgücü piyasasında

daha çok belirli bir cinsiyetten olanların, yani kadın işgücünün katılımını gerçekleştiren

bir modeldir.(Lordoğlu,1990:7) Avrupa Konseyi’nin bir araştırmasına göre, evde

çalışma modelinde kadınların oranı, Almanya, Yunanistan, İrlanda, İtalya ve

Hollanda’da %90-95, İspanya’da %75, İngiltere’de %70, Avustralya’da %95

oranlarında olup, çoğunluğunu göçmen kadınlar oluşturmaktadır.

(Eyrenci,Bakırcı,2000:11)

Tele çalışma modelinde, işçilerin işletme müşterilerinden uzak bir şekilde, evlerinde

veya daha farklı yerlerde bilgi ve telekomünikasyon teknolojilerini (bilgisayar, faks

makinesi, modem, akıllı telefonlar) kullanmaları söz konusudur.(Armstrong,1999:43)

Page 112: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

112

Uluslararası Çalışma Örgütü’ne göre, tele çalışma merkez bürodan veya üretimin

yapıldığı yerden uzak bir yerde yapılan, işçinin merkez büroda veya üretim biriminde

çalışan diğer işçilerle doğrudan kişisel ilişki yerine yeni teknolojileri kullanarak, ilişki

kurabildiği çalışma şeklidir. İşçinin bulunduğu yer ile merkez büro veya üretimin

yapıldığı yer arasında elektronik iletişim araçları ile bağlantı kurulmaktadır.

(Tokol,2001:159)

İşveren (ödünç veren),rızasını almak suretiyle bir işçiyi başka bir işverene (ödünç alan)

iş görme edimini yerine getirmek üzere geçici olarak verdiğinde ödünç iş ilişkisi

kurulmuş olur. Bu halde iş sözleşmesi ödünç veren işverenle devam etmekle beraber,

işçi bu sözleşmeye göre üstlendiği işin görülmesini ödünç alan işverene karşı yerine

getirmekle yükümlü olur. Ödünç alan işveren işçiye talimat verme hakkına sahiptir.

Ödünç veren işverenin, ücreti ödeme yükümlülüğü devam eder.(Tuncay,2003:56)

Geçici iş ilişkisinde üçlü bir ilişki ortaya çıkmaktadır. Buna göre, ödünç işçi veren

işveren ile işçisi arasında bir hukuki ilişki vardır. İkinci olarak ödünç işçi veren işveren

ile ödünç işçi alan işveren arasında bir hukuki ilişki vardır. Üçüncü olarak ödünç verilen

işçi ile ödünç alan işveren arasında bir hukuki ilişki mevcuttur.(Aktay,1999:60)

Kayan iş süresi çalışma modeli, ilk uygulanan esnek iş süreli çalışma modellerinden

birisidir. Gerçekten 1960 yıllarının ortalarında önce Almanya’da başlayan ve hemen

ardından İsviçre’de uygulamaya konan bu çalışma modeli daha sonraları, Fransa, İtalya,

İskandinav ülkeleri ve İngiltere ile A.B.D. , Kanada ve Japonya’da yaygınlık

kazanmıştır.(Eyrenci,1993:164) Kayan iş süresi, işçilerin günlük iş süreleri aynı kalmak

koşuluyla işe başlama ve işi bitirme zamanı veya belirli bir zaman dilimi içinde

ortalama süreleri aşmaksızın günlük çalışma süresini ayarlama serbestisi olan bir

uygulamadır ve ‘’basit kayan iş süresi’’ ve ‘’ nitelikli kayan iş süresi’’ olmak üzere iki

türü mevcuttur. (Başkan,1999:38)

Vardiya sistemleri çalışma modeli günümüzde birçok endüstri kolunda görülmektedir.

Vardiya sistemleri, gece veya sabah erken çalışmanın zorunlu olduğu yerlerde çoklu

vardiya şeklini alarak veya işyerinde iki veya daha fazla işçi grubunun günün değişen

zamanlarında çalışmaları şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Çalışılan toplam zaman 24

saat olabileceği gibi bu süreden daha az da olabilmektedir. Vardiyalı çalışma, bir

işyerinde aynı iş için bir grup işçinin diğer grupla düzenli olarak yer değiştirerek

çalışması şeklidir. (Folkard,Monk,1985:165-166) Esnek vardiya modeli, toplu iş

sözleşmesi veya hizmet akdi ile kabul edilen kişisel iş süresini aşan fazla çalışmanın,

daha sonra serbest vardiyalarda, yani, zaman olarak aynı süre için iş gördürülmemesi

suretiyle, telafisini öngörmektedir. (Hueck,1993:115)

Telafi edici çalışma ve dinlenme modelinde işçiden veya işverenden doğan sebepler

sonucu kaybedilen iş sürelerinin daha sonra çalışılarak telafi edilmesi veya fazla çalışma

yapılması durumunda hak edilen ücretlerin para olarak değil de boş zaman olarak elde

edilmesi mümkündür. Bu durumla daha çok gelişmiş ülkelerde çalışan işçiler

karşılaşmaktadır çünkü ücret seviyesi belirli bir düzeyin üstünde olan kimseler daha çok

kazanmak yerine dinlenmeyi seçebilmektedirler.(Başkan,1999:39) Telafi edici çalışma

ve dinlenme modelinde, telafi edilen çalışma ise, işletmelerin herhangi bir yaptırıma

gerek kalmadan işçisinin tekrar çalışması ve kaybedilen zamanı işletmeye kazandırması

söz konusudur.

Page 113: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

113

Yoğunlaştırılmış iş haftası, bir çalışma haftasının (genellikle 40 saat uzunluğunda) beş

günden daha aza düşürülmesine tekabül eder. Bu çalışma modelinin en sık görülenleri,

4/10 ( dört gün boyunca 10’ar saat çalışılan), 3/12 ( üç gün boyunca 12’şer saat çalışılan

), 5-4/9 ( bir hafta beş gün boyunca 9 saat, diğer hafta dört gün boyunca 9 saat çalışılan)

şekilleridir.(Olmsted,Smith,1989:39) Yoğunlaştırılmış iş haftası, uygulamada haftalık iş

süresinin sıkıştırılan iş günlerine elit bir şekilde bölünmesinin yanında günlük iş

sürelerinin farklı şekilde dağıtılması veya 15 günlük ya da aylık toplam iş süresinin

örneğin 10 veya 20 güne toplanması şeklinde çeşitlendirilmektedir. (Eyrenci,1993:168)

Kendi hesabına çalışma, kişinin kendisine ait bir işte sahip olduğu üretim araçları ile

kendi hesabına yaptığı çalışma olarak tanımlanmaktadır. Kendi hesabına çalışma

genelde tarım ve ticarette yaygın olarak uygulama alanı bulmaktadır.(Tokol,2001:153)

İtalya, Belçika, Fransa, İngiltere, Lüksemburg, Danimarka, Hollanda ve Almanya’da

ulaştırma, perakende ticaret, inşaat ve çeşitli hizmet gruplarında yeni bir ‘’kendi adına

çalışan işçi’’ sınıfı doğmuştur. Bu kişiler resmen bağımsız olmakla beraber aslında

işçidir ve bütün işçiler gibi sosyal anlamda korunmaları gerekir. Buna örnek olarak,

İngiltere’de inşaat sektöründe inşaat işçilerinin kendi hesabına çalışan statüsüne

geçtiklerinde, vergi ve prim açısından daha az kesinti yapılarak net ücretlerinin

arttırılması gösterilebilir. (Erdoğdu,1993:328)

III.ARAŞTIRMANIN AMACI VE YÖNTEMİ

Çalışmada amaç olarak; esnek çalışmanın istihdama etkilerinin neler olduğunun ortaya

konması ve esasen Türkiye’de esnek çalışma uygulamalarının ne seviyede olduğunu

araştırarak, esnekliğin Türkiye’de istihdamı etkileyip etkilemediği ve etkiliyorsa ne

şekilde etkilediğini incelemek esas alınmıştır.Çalışmanın kapsamı, esneklik ve esnek

çalışma uygulamalarının incelenmesi ve bunların Türkiye’de insan kaynakları açısından

ne şekilde uygulama alanı bulduğunun araştırılmasıdır. Ayrıca, çalışmada elde edilen

sayısal veriler analiz yöntemi ile yorumlanarak bilgi üretilme aşamasına getirilmiştir.

Çalışmada elde edilen veriler, 2000-2007 yılları arası ile sınırlandırılmış ve Türkiye

İstatistik Kurumu’ndan (TÜİK) elde edilmiştir.Çalışmada ikincil veri analizi

yapılmıştır. Değerlendirilen veriler, Türkiye için bilgi talebi yoluyla TÜİK’ ten elde

edilmiş olup, bu veriler Türkiye’de uygulanan ve kişilerin kendi beyanına göre

oluşturulmuş olan bilgileri yansıtmaktadır. Bu bağlamda, esnek çalışma biçimlerinden

kısmi çalışma, geçici süreli çalışma, evde çalışma ve kendi hesabına çalışma ile ilgili

veriler elde edilmiş olup, diğer esnek çalışma biçimlerinin uygulandığına dair resmi

verilere ulaşılamamıştır.

IV.BULGULARIN DEĞERLENDİRİLMESİ

A.Kısmi Çalışmaya İlişkin Verilerin Değerlendirilmesi

Türkiye’de kısmi çalışma ile ilgili verilerin analiz edilmesinde de kısmi çalışma süresi

haftada 30 saatten az olduğu dikkate alınmalıdır.

Page 114: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

114

1.Kısmi Süreli İstihdamın Toplam İstihdam İle İlişkisinin Değerlendirilmesi

Kaynak: TÜİK, Hanehalkı İşgücü İstatistikleri, OECD, Factbook 2009 Economic,

Environmental and Social Statistics

Kısmi süreli istihdamın toplam istihdama en yüksek oranı olan % 9.4 , incelenen

dönemde görülen en yüksek oran olup, 2007 yılına kadar inişli ve çıkışlı bir seyir

izlemiş ve en düşük değeri olan % 5.8’i 2005 yılında yaşamıştır.

2.Kısmi Süreli Çalışanların Cinsiyete Göre İstihdamı

Tablo 1: Kısmi Süreli Çalışanların Cinsiyete Göre İstihdamı

( 15+ Yaş, Bin Kişi)

Cinsiyet 2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007

Erkek 917 506 592 552 602 524 685 676

Kadın 1.120 836 827 727 860 765 972 997

Toplam 2.037 1.342 1.419 1.278 1.463 1.289 1.657 1.673

Kaynak: TÜİK, Hanehalkı İşgücü Anketi Sonuçları (2000-2007)

Türkiye’de kısmi süreli olarak çalışan erkeklerin 2000 yılı ile 2007 yılları arası nicel

değişimleri incelendiğinde, 2000 yılından sonra yaşanan sert düşüşle beraber 2001

yılından sonra, küçük ölçekli olmak üzere, sırayla artış ve azalışlar yaşanmıştır. Erkek

işçiler açısından devamlı bir ivme kazanılamamış ve 2007 yılı sonunda dahi 2000

yılında mevcut olan erkek kısmi çalışan oranına ulaşılamamıştır. Bunun nedeni, bir

evvelki yıla oranla sayının artmasını, bir diğer yıl yaşanan düşüşlerin takip etmesidir.

0

2

4

6

8

10

2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007

Grafik 1 : Kısmi Süreli İstihdamın Toplam İstihdama Oranı (%) 2000-2007

Page 115: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

115

3.Kısmi Süreli Çalışanların Yaş Grubuna Göre İstihdamı

Tablo 2: Kısmi Süreli Çalışanların Yaş Grubuna Göre İstihdamı

( 15+ Yaş, Bin Kişi)

Yaş

Grubu

2000

2001

2002

2003

2004

2005

2006

2007

15-24 502 289 252 216 276 225 275 254

25-34 452 320 356 318 334 310 361 340

35-54 687 488 530 479 549 522 689 701

55+ 396 246 281 265 304 232 331 378

Toplam 2.037 1.342 1.419 1.278 1.463 1.289 1.657 1.673

Kaynak: TÜİK, Hanehalkı İşgücü Anketi Sonuçları (2000-2007)

Yukarıda belirtilen yaş gruplarının tümünde, sayısal olarak 2001 yılında yaşanan sert

düşüşün etkisini görmek mümkündür. Bu yaş grupları içinde 2001 yılında en fazla

oranda 15-24 yaş grubunun azaldığı görülmektedir. 2001 yılında yaşanan ekonomik kriz

ile birlikte sayıları azalan kısmi çalışan işçilerin en fazla oranda 15- 24 arası grupta

oldukları anlaşılmaktadır. Yani genç nüfus olarak tanımlanan 15-24 yaş aralığındaki

kişilerin ekonomik krizden en fazla düzeyde etkilendiğini söylemek mümkündür.

Page 116: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

116

4.Kısmi Süreli Çalışanların Eğitim Durumuna Göre İstihdamı

Tablo 3: Kısmi Süreli Çalışanların Eğitim Durumuna Göre İstihdamı

( 15+ Yaş, Bin Kişi)

Geniş Yaş

Grubu

2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007

Okuma

yazma

bilmeyen

444 331 334 267 292 220 306 321

Okuma

yazma bilen

fakat okul

bitirmeyen

127 81 89 67 111 108 154 172

İlkokul 1.133 680 725 687 751 644 815 806

İlköğretim 9 13 12 20 37 47 75 84

Ortaokul 110 67 72 64 79 76 90 76

Genel Lise 74 47 48 43 60 61 75 72

Meslek Okulu 47 29 32 32 36 42 48 54

Yüksekokul

veya Fakülte 92 93 107 98 96 92 94 88

Toplam 2.037 1.342 1.419 1.278 1.463 1.289 1.657 1.673

Kaynak: TÜİK, Hanehalkı İşgücü Anketi Sonuçları (2000-2007)

Elde edilen verilere göre, kısmi çalışan işçilerin eğitim düzeyleri, okuma ve yazma

bilmeyenlerden, üniversite mezunlarına kadar olan geniş bir yelpazededir. Bunların

arasında sayıca en yüksek halde kısmi çalışanların eğitim düzeyleri yalnızca ilkokul

mezunluğu seviyesindedir. Türkiye’deki kısmi çalışanların en yüksek seviyede ilkokul

mezunu ve en düşük sayıda üniversite mezunu olması, ülkemizde kısmi süreli işlerin

nitelik gerektirmeyen türde işler olduğu sonucunu doğurmaktadır.

Page 117: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

117

5.Kısmi Süreli Çalışanların Ekonomik Faaliyetlerine Göre İstihdamı

Tablo 4: Kısmi Süreli Çalışanların Ekonomik Faaliyetlerine Göre İstihdamı

( 15+ Yaş, Bin Kişi)

2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007

Tarım, Ormancı-

lık,Avcılık,

Balıkçılık

1.628 1.021 1.042 917 1.108 850 1.160 1.190

İmalat Sanayi 89 68 69 62 69 92 98 96

İnşaat ve

Bayındırlık İşleri 47 24 25 24 22 28 39 37

Turizm 76 56 70 72 74 100 131 122

Ulaştırma,Haber-

leşme, Depolama 34 18 27 23 34 35 41 38

Mali Kurumlar,

Sigortacılık 11 7 9 8 9 18 16 19

Toplum Hizmetleri 149 148 173 171 145 166 171 170

Toplam 2.037 1.342 1.419 1.278 1.463 1.289 1.657 1.673

Kaynak: TÜİK, Hanehalkı İşgücü Anketi Sonuçları (2000-2007)

Türkiye’de kısmi süreli çalışanların ekonomik faaliyetlerine göre istihdamları

incelendiğinde, en fazla olarak tarım, ormancılık, avcılık ve balıkçılık gibi işlerde

yoğunlaştıkları görülmektedir. Toplam kısmi çalışanların içinde en önemli paya sahip

olan bu faaliyetleri diğer sektörler oldukça geriden takip etmektedirler. Bu işleri takip

eden ekonomik faaliyetlerse, sayısı oransal olarak oldukça düşük olmasına rağmen

toplum hizmetleriyle ilgili alanlardır. Yine sayıları toplam kısmi çalışanlara göre

oldukça düşük olmasına rağmen kendisine kısmi çalışma alanı bulan sektörler arasında

ise, sayısal büyüklüğüne göre sıralanacak olursa; imalat sanayi, turizm, inşaat sektörü,

ulaştırma- haberleşme- depolama ve son olarak ise mali kurumlarda çalışma ve

sigortacılık bulunmaktadır.

B. Geçici Süreli İş Sözleşmelerine İlişkin Verilerin Değerlendirilmesi

Geçici süreli iş sözleşmelerine yönelik verilerin değerlendirilmesinde; Türkiye İstatistik

Kurumu tarafından verilen bilgilere 2004 yılından evvelki zaman dilimi için

ulaşılamamakta olup, 2004 ile 2007 yılları arası veriler değerlendirilecektir.

Page 118: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

118

Kaynak: TÜİK, Hanehalkı İşgücü Anketi Sonuçları (2000-2007)

Geçici süreli istihdamın toplam istihdama oranın en yüksek değeri 2006 yılında %7.3,

ve en düşük değeri 2004 yılında % 4.7 olarak gerçekleşmiştir. Gelişmiş ülkeler ile

kıyaslanacak olursa, örneğin; Almanya’da aynı oran, 2004 yılında %12.4 ve 2006

yılında %14.5’tir. Yine Genişlemiş Avrupa Birliği’nde 2004 ile 2007 yılları arası

ortalama oran %14’tür.(European Commission:2007) Türkiye’deki bu oranlar gelişmiş

ülkelere göre, çok düşük olmamakla beraber, geliştirilmesi gerekmektedir.

2.Geçici Süreli İşlerde Cinsiyete Göre İstihdam

Tablo 5: Geçici Süreli İşlerde Cinsiyete Göre İstihdam

( 15+ Yaş, Bin Kişi)

Cinsiyet 2004 2005 2006 2007

Erkek 772 1.149 1.313 1.165

Kadın 237 323 355 321

Toplam 1.009 1.472 1.667 1.486

Kaynak: TÜİK, Hanehalkı İşgücü Anketi Sonuçları (2004-2007)

2004 yılından 2006 yılına kadar, her sene toplamda artan oranda yükselen ve 2007

yılında düşüşe geçen geçici süreli iş sözleşmeleri ile istihdam edilenlerin yıllar itibariyle

büyük çoğunluğunu erkekler oluşturmaktadır.Erkek istihdamının sayısı 2007 yılında %

11 oranında düşerken kadınlarda bu oran % 9’da kalmıştır.

0

1

2

3

4

5

6

7

8

2004 2005 2006 2007

Grafik 2 : Geçici Süreli İstihdamın Toplam İstihdama Oranı (%) 2004-2007

Page 119: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

119

3. Geçici Süreli İşlerde Yaş Grubuna Göre İstihdam

Tablo 6: Geçici Süreli İşlerde Yaş Grubuna Göre İstihdam

Yaş Grubu 2004 2005 2006 2007

15-24 224 325 362 312

25-34 351 478 542 439

35-54 387 608 687 655

55+ 47 62 76 79

Toplam 1.009 1.472 1.667 1.486

Kaynak: TÜİK, Hanehalkı İşgücü Anketi Sonuçları (2004-2007)

Kısmi süreli çalışmada olduğu gibi, geçici süreli çalışmada da, 35-54 yaş grubu en fazla

sayı ile istihdam edilmektedirler. En yüksek seviyesini 2006 yılında gören 35-54 yaş

grubu, en büyük sıçramasını da 2005 yılında yaşamıştır. 15-24 yaş grubu olan genç

nüfus ise, yine 35-54 ve 25-34 yaş gruplarından sonra 3. sırayı almaktadır.

4. Geçici Süreli İşlerde Eğitim Durumuna Göre İstihdam

Tablo 7: Geçici Süreli İşlerde Eğitim Durumuna Göre İstihdam

Geniş Yaş

Grubu 2004 2005 2006 2007

Okuma yazma

bilmeyen 89 117 119 102

Okuma yazma

bilen okul

bitirmeyen

60 102 121 124

İlkokul 618 849 934 803

İlköğretim 28 59 98 107

Ortaokul 85 141 162 131

Genel Lise 64 94 115 101

Meslek Okulu 38 76 81 79

Yüksekokul

veya Fakülte 26 33 38 38

Toplam 1.009 1.472 1.667 1.486

Kaynak: TÜİK, Hanehalkı İşgücü Anketi Sonuçları (2004-2007)

Geçici süreli iş sözleşmeleri ile çalışanların eğitim durumları incelendiğinde; kısmi

çalışmada elde edilen sonuçların bu çalışma biçiminde de büyük ölçüde geçerli olduğu

Page 120: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

120

fikrini uyandırmaktadır. Sayısal olarak en fazla ilkokul mezunu işçilerin bu çalışma

biçimini tercih ettiği, diğer eğitim seviyesindekiler, özellikle üniversite mezunları, az

sayıda bu şekilde istihdam edilmektedirler.

5. Geçici Süreli İşlerde Ekonomik Faaliyete Göre İstihdam

Tablo 8: Geçici Süreli İşlerde Ekonomik Faaliyete Göre İstihdam

( 15+ Yaş, Bin Kişi)

2004 2005 2006 2007

Tarım, Ormancılık,

Avcılık, Balıkçılık 310 408 427 326

Madencilik 3 8 7 9

İmalat Sanayi 113 143 162 136

Elektrik,Gaz,Su 2 2 2 1

İnşaat ve Bayındırlık

İşleri 361 549 608 585

Toptan Perakende,

Lokanta,Turizm 74 141 174 163

Ulaştırma,Haber-

leşme, Depolama 30 48 66 70

Mali Kurumlar,

Sigortacılık 15 24 30 20

Toplum Hizmetleri 101 150 191 176

Toplam 1.009 1.472 1.667 1.486

Kaynak: TÜİK, Hanehalkı İşgücü Anketi Sonuçları (2004-2007)

Geçici süreli iş sözleşmeleri ile istihdam edilen işçilerin ekonomik faaliyetlerine göre

sınıflandırılmasından elde edilen neticeye göre, bu kişilerin en fazla inşaat ve

bayındırlık işlerinde çalıştıkları ortaya çıkmaktadır. Bu neticede, inşaat sektörünün

yapısal özelliği olarak geçici süreli işler yaratmasının rolünün olduğu söylenebilir.İnşaat

ve bayındırlık işlerini takip eden tarım, ormancılık, avcılık, balıkçılık faaliyetleri ise 2.

oranda en büyük geçici süreli iş yaratan grup olmuştur. Belirtilen faaliyetlerin dışında

en az orana ise, elektrik, gaz ve su ile ilgili olan ekonomik faaliyetlerde bulunanlar ile

madencilik sektöründe çalışan işçiler sahiptir.

Page 121: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

121

C. Evde Çalışmaya İlişkin Verilerin Değerlendirilmesi

1.Evde Çalışanların İstihdamının Toplam İstihdam İle İlişkisinin

Değerlendirilmesi

Kaynak: TÜİK, Hanehalkı İşgücü Anketi Sonuçları (2000-2007)

Evde çalışanların toplam istihdama oranı, diğer çalışma biçimlerinde elde edilen

oranlara nispeten oldukça düşük seviyededir. İncelenen dönemde en yüksek seviye olan

%1.2, 2005 yılında ve en düşük seviye olan % 0.9 2001 yılında kaydedilmiştir. Elde

edilen verilere göre varılacak sonuç ise; Türkiye’de bu çalışma türünün istihdamının

artırılmasının gerektiğidir.

2.Evde Çalışmada Cinsiyete Göre İstihdam

Tablo 9: Evde Çalışanların Cinsiyete Göre İstihdamı

( 15+ Yaş, Bin Kişi)

Cinsiyet 2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007

Erkek 59 27 29 23 29 23 21 21

Kadın 200 175 214 221 233 260 234 215

Toplam 259 203 243 243 261 283 254 236

Kaynak: TÜİK, Hanehalkı İşgücü Anketi Sonuçları (2000-2007)

Evde çalışanlar, toplam sayı açısından incelendiğinde, 2001 yılında bir düşüşle başlayıp,

daha sonra 2006 yılına kadar yükselmiş, 2006 yılında ve daha sonra ise sayısal olarak

düşmüştür. Yükselişte olduğu yıllarda, yükselmenin nedeni, bu çalışma biçimde

istihdam edilen kadınların sayısının gözle görülür biçimde artması ve düşmesindeki

neden de yine kadın istihdamının düşüşe geçmesidir. Ayrıca cinsiyet ayrımının sayısal

büyüklüğüne bakıldığında, kadınların bu çalışma biçiminde erkeklere oranla çok fazla

olduğu ve 2001’de istihdam edilen erkeklerin sayısının kadınların sayısının yaklaşık

dörtte biri iken, 2007’de bu oran onda birine kadar inmiştir.

0

0,2

0,4

0,6

0,8

1

1,2

1,4

2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007

Grafik 3 : Evde Çalışanların Toplam İstihdama Oranı (%) 2000-2007

Page 122: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

122

3.Evde Çalışmada Yaş Grubuna Göre İstihdam

Tablo 10: Evde Çalışanların Yaş Gruplarına Göre İstihdamı

( 15+ Yaş, Bin Kişi)

Yaş

Grubu

2000

2001

2002

2003

2004

2005

2006

2007

15-24 51 33 36 34 40 30 24 18

25-34 84 69 89 87 86 91 86 71

35-54 106 87 103 108 119 144 129 129

55+ 18 14 15 14 16 17 15 18

Toplam 259 203 243 243 261 283 254 236

Kaynak: TÜİK, Hanehalkı İşgücü Anketi Sonuçları (2000-2007)

Evde çalışan işçilerin yaş grupları incelendiğinde, incelenen dönem için her yıl, 35-54

yaş grubunun en fazla sayıda bu tür işlerde istihdam edildiği sonucuna varılmaktadır.

Bu yaş grubunun sayısal olarak ilk sırada yer almasının nedenleri arasında, kadın

işçilerin annelik ve/veya ev hanımlığı görevlerini aksatmadan, gelir elde edebilmek için

evde çalışma türünü tercih etmeleridir.

Page 123: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

123

4.Evde Çalışmada Eğitim Durumuna Göre İstihdam

Tablo 11: Evde Çalışanların Eğitim Durumlarına Göre İstihdamı

( 15+ Yaş, Bin Kişi)

Geniş Yaş

Grubu

2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007

Okuma

yazma

bilmeyen

22 20 21 19 27 27 24 23

Okuma

yazma bilen

okul

bitirmeyen

11 10 9 11 13 17 18 16

İlkokul 177 139 160 167 169 175 155 143

İlköğretim 0 1 2 1 1 4 3 2

Ortaokul 26 13 21 18 21 23 20 16

Genel Lise 11 8 13 10 14 19 15 14

Meslek

Okulu 8 10 9 10 7 10 12 13

Yüksekokul

veya

Fakülte

4 3 8 6 9 8 9 8

Toplam 259 203 243 243 261 283 254 236

Kaynak: TÜİK, Hanehalkı İşgücü Anketi Sonuçları (2000-2007)

Türkiye’de evde çalışan işçilerin eğitim durumu incelenmesinde, bu işçilerin önemli

oranının sadece ilkokul mezunu olduğu sonucuna varılmaktadır. Bundan sonra en

yüksek sayıda bulunan ikinci grup ise okuma ve yazma bilmeyen grup olması dikkat

çekicidir. Yüksekokul ve üniversite mezunu işçilerin sayısının ise oldukça düşük olduğu

görülmektedir. Böylece evde çalışma ile yapılan işlerin eğitim durumu açısından yüksek

nitelikler gerektirici olmayan işler olduğu anlaşılmaktadır.

Page 124: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

124

5.Evde Çalışmada Ekonomik Faaliyete Göre İstihdam

Tablo 12: Evde Çalışanların Ekonomik Faaliyetlere Göre İstihdamı

( 15+ Yaş, Bin Kişi)

2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007

İmalat Sanayi 187 161 174 156 155 151 132 116

Turizm 10 5 4 5 11 8 9 8

Mali Kurumlar,

Sigortacılık 4 1 4 4 7 6 6 6

Toplum Hizmetleri 57 35 60 76 87 115 104 105

Toplam 259 203 243 243 261 283 254 236

Kaynak: TÜİK, Hanehalkı İşgücü Anketi Sonuçları (2000-2007)

Elde edilen verilere göre, evde çalışma en fazla imalat sanayinde kullanılmakta olan bir

çalışma türüdür. İmalat sanayinde ise en fazla tekstil sektöründe kendini göstermekte

olan evde çalışma, parça başına üretim şeklinde olmak üzere en fazla kadınlar

tarafından yapılmaktadır.

D.Kendi Hesabına Çalışmaya İlişkin Verilerin Değerlendirilmesi

1.Kendi Hesabına Çalışanların İstihdamının Toplam İstihdam İle İlişkisinin

Değerlendirilmesi

Türkiye’de kendi hesabına çalışanların, toplam istihdamın kaçta kaçını oluşturduğu,

yüksek bir bölümünü oluşturması halinde, istihdamın bu çalışma biçimine bağımlı olup

olmadığının tespiti oldukça önem arz eden bir konu şeklinde ortaya çıkmaktadır.

Kaynak: TÜİK,

Hanehalkı İşgücü Anketi Sonuçları (2000-2007)

İncelenen çalışma biçimleri içinde, Türkiye’de toplam istihdama olan oran açısından en

yüksek değer olarak ortaya kendi hesabına çalışma çıkmaktadır. Öyle ki; bu oranlar en

0

5

10

15

20

25

30

35

2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007

Grafik 4 : Kendi Hesabına Çalışanların Toplam İstihdama Oranı (%)

2000-2007

Page 125: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

125

düşük değer olan ve 2007’de elde edilen % 24 ile en yüksek değer olan ve 2001’de elde

edilen % 30 arasında değişmektedir. İstihdam biçimleri arasında 2001 krizinde azalmak

yerine artan tek çalışma biçimi yine kendi hesabına çalışma olmuştur. Genişlemiş

Avrupa Birliği’nde incelenen dönemde ortalama %17 olan bu oran(European

Commission:284) karşısında Türkiye’deki oranların oldukça yüksekte kaldığı

anlaşılmaktadır.

2.Kendi Hesabına ve İşveren Olarak Çalışanların Cinsiyete Göre İstihdamı

Tablo 13: Kendi Hesabına ve İşveren Olarak Çalışanların Cinsiyete Göre

İstihdamı

( 15+ Yaş, Bin Kişi)

Cinsiyet 2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007

Erkek 5.704 5.696 5.451 5.544 5.776 5.745 5.271 4.884

Kadın 730 808 824 758 632 825 779 692

Toplam 6.434 6.504 6.274 6.302 6.409 6.570 6.050 5.576

Kaynak: TÜİK, Hanehalkı İşgücü Anketi Sonuçları (2000-2007)

Türkiye’de kendi hesabına çalışanların toplam sayısının incelenen dönemde, en yüksek

olduğu yıl olan 2001’den sonra yaşanan ufak çaplı düşüşler ve ardından gelen

yükselişler, sabit bir değişimin yaşanmasına engel olmuş ve 2007’de en düşük değerini

almıştır. Bunların içinde toplama oranla erkeklerin sayısının, kadınların sayısından

dikkat çekici oranlarda yüksek olduğu görülmektedir.

3.Kendi Hesabına ve İşveren Olarak Çalışanların Yaş Grubuna Göre İstihdamı

Tablo 14: Kendi Hesabına ve İşveren Olarak Çalışanların Yaş Gruplarına Göre

İstihdamı

( 15+ Yaş, Bin Kişi)

Yaş

Grubu

2000

2001

2002

2003

2004

2005

2006

2007

15-24 341 316 242 208 318 238 217 198

25-34 1.605 1.590 1.540 1.539 1.530 1.621 1.447 1.226

35-54 3.086 3.170 3.113 3.250 3.310 3.389 3.198 3.031

55+ 1.402 1.428 1.379 1.305 1.350 1.321 1.189 1.120

Toplam 6.434 6.504 6.274 6.302 6.409 6.570 6.050 5.576

Kaynak: TÜİK, Hanehalkı İşgücü Anketi Sonuçları (2000-2007)

Page 126: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

126

Yaş gruplarına göre kendi hesabına çalışanlar sıralandığında, 35-54 yaş grubu ilk sırada,

15-24 yaş grubu son sırada yer almaktadır. Genç nüfus olarak adlandırılan 15-24 yaş

grubunun en düşük sayıda bulunmasının nedeni, henüz yeni eğitimini tamamlamış

kişilerin, tecrübe eksikliğinden dolayı bu çalışma biçimini tercih etmemeleridir. 35-54

yaş grubu ise mesleki anlamda maddi ve manevi durumlarının yüksek seviyede

olmasından ötürü ilk sırada yer almaktadır. 55 yaş üstü çalışanların ise emeklilikten

ötürü ve işini kendinden sonra gelen nesile devretmesinden ötürü sayısı daha az

seviyelerdedir.

4. Kendi Hesabına ve İşveren Olarak Çalışanların Eğitim Durumlarına Göre

İstihdamı

Tablo 15: Kendi Hesabına ve İşveren Olarak Çalışanların Eğitim Durumlarına

Göre İstihdamı

( 15+ Yaş, Bin Kişi)

Geniş Yaş

Grubu

2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007

Okuma

yazma

bilmeyen

687 714 616 574 515 479 427 353

Okuma

yazma bilen

okul

bitirmeyen

351 392 350 303 374 410 369 337

İlkokul 3.976 3.987 3.812 3.778 3.788 3.751 3.386 3.061

İlköğretim 1 2 1 2 7 16 15 24

Ortaokul 524 514 540 575 620 671 641 607

Genel Lise 441 415 422 474 519 545 520 473

Meslek Okulu 180 206 234 274 263 346 344 343

Yüksekokul

veya Fakülte 274 275 299 323 324 353 348 378

Toplam 6.434 6.504 6.274 6.302 6.409 6.570 6.050 5.576

Kaynak: TÜİK, Hanehalkı İşgücü Anketi Sonuçları (2000-2007)

İncelenen dönemde kendi hesabına çalışanların eğitim durumu açısından en yüksek

sayıda bulunduğu grup ilkokul mezunluğudur. Daha sonra gelen grup ise, 2000’den

2003’e kadar okuma yazma bilmeyenlerken; bu kişilerin daha sonraki dönemde

sayısının azalarak, ikinciliği ortaokul mezunlarına bıraktığı görülmektedir. Bununla

beraber bu dönemde her geçen yıl, daha yüksek eğitim seviyesine sahip kişilerin

sayısının arttığı da gözlemlenmektedir.

Page 127: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

127

5. Kendi Hesabına ve İşveren Olarak Çalışanların Ekonomik Faaliyete Göre

İstihdamı

Tablo 16: Kendi Hesabına ve İşveren Olarak Çalışanların Ekonomik Faaliyete

Göre İstihdamı

( 15+ Yaş, Bin Kişi)

2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007

Tarım, Ormancı-

lık,Avcılık,

Balıkçılık

3.226 3.402 3.157 3.130 3.140 2.965 2.632 2.273

Madencilik 5 4 6 3 4 3 4 5

İmalat Sanayi 639 600 557 526 565 628 578 544

İnşaat ve Bayındırlık

İşleri 160 171 177 177 177 252 243 227

Turizm 1.674 1.618 1.697 1.759 1.751 1.879 1.747 1.687

Ulaştırma,Haber-

leşme, Depolama 394 392 350 356 395 403 403 402

Mali Kurumlar,

Sigortacılık 153 142 150 170 162 174 181 187

Toplum Hizmetleri 182 176 181 181 216 266 263 251

Toplam 6.434 6.504 6.274 6.302 6.409 6.570 6.050 5.576

Kaynak: TÜİK, Hanehalkı İşgücü Anketi Sonuçları (2000-2007)

Elde edilen verilere göre; en fazla sayıda kendi hesabına çalışanın tarım, ormancılık,

avcılık, balıkçılık faaliyetlerinde olduğu ve bunu turizmde faaliyet gösterenlerin takip

ettiği görülmektedir. Ancak yıllar içinde tarım, ormancılık, avcılık, balıkçılık

faaliyetlerinde artan oranlarda yaşanan düşüşler, inşaat ve bayındırlık işleri, ulaştırma,

haberleşme ve depolama işleri, mali kurumlarda ve sigortacılıkta çalışanlar ile toplum

hizmetlerinde çalışanlar tarafından kaydedilen yükselişlere dönüşmektedir.

SONUÇ

Çalışmada 2000-2007 yılları arası dönemde, Türkiye’de esnek çalışma biçimlerinden

olan; kısmi çalışma, geçici süreli çalışma, evde çalışma ve kendi hesabına çalışma

incelenmiştir. Bunun yanında, çağrı üzerine çalışma, tele çalışma ve ödünç iş ilişkisi

gibi önemli çalışma modellerine dair veriler hiçbir resmi kaynakta bulunamamıştır.

Uygulamada az da olsa yer almasına karşılık, bu verilerin hali hazırda bulunmaması

kayda değerdir. Çoğu Avrupa ülkesinde her türüne dair bilgilerin kolayca

bulunabilmesine karşılık, Türkiye’de bulunamaması uygulanmadığı anlamına

geleceğinden ötürü, bunlara yönelik çalışmalara vakit kaybedilmeden başlanması

gerekmektedir. Çalışmada Türkiye’ye yönelik esnek çalışma verileri TÜİK’ ten bilgi

talebi yoluyla istenmiş ve istatistik uzmanlarınca çalışılarak sayısal değerler ortaya

Page 128: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

128

çıkarılmıştır. Böylece incelenen dönemde, kısmi çalışmanın toplam istihdama oranı %

10’ un altında kalmıştır. Kısmi çalışmanın uygulandığı birçok ülkede, bu oranlar %

20’lere yaklaşmışken Türkiye’de en yaygın esnek çalışma modellerinden olan kısmi

çalışma şeklinden fazlaca yararlanılmadığı sonucu ortaya çıkmaktadır. Ayrıca,

Türkiye’de kısmi çalışanların daha fazla sayıda kadın olduğu sonucu da elde edilmiştir.

Ancak sayısal değer olarak hala oldukça düşüktür. Kadın istihdamını artırma çabaları

içinde, kadının kısmi çalışma ile istihdam edilmesi çalışmalarına da önem verilmelidir.

Türkiye’deki mevcut durum kadın istihdamı açısından incelendiğinde ise, 1950’li

yıllara kadar istihdam edilen kadınların yoğun olarak tarım sektöründe yer aldığı

görülmektedir. Bununla beraber, 1950’lerden sonra, kırsal alanlardan kentlere doğru

yaşanan göçler ile beraber, kadınların istihdamı da tarım dışı sektörlere doğru kaymıştır.

Ancak gelişmiş ekonomilerle kıyaslandığında, Türkiye’de halen kadın istihdamının

istenen boyutlara ulaşmadığı ve halen hizmet sektöründe çalışan kadın istihdamının

gelişmiş ekonomilerle boy ölçüşemediği gözlemlenmektedir. En fazla kadın

istihdamının sağlandığı Kuzey Avrupa, Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere’de aynı

zamanda kadınların kısmi çalışma oranlarının da en yüksek olduğu devletler olması

kayda değerdir. Türkiye’de kadınların işgücüne katılım oranı oldukça düşüktür. AB

genelinde, işgücüne katılma oranı % 70 düzeyinde iken, bu oranın Türkiye’de 2005 yılı

verilerine göre % 48.3 olduğu görülmektedir. Bu önemli fark, aslında kadının işgücüne

katılım oranının son derece düşük olmasından kaynaklanmaktadır. 2005 yılsonu

itibariyle erkeklerin %71 ’i işgücüne katılırken, kadınların ise sadece %24 ’u işgücüne

katılmakta, dolayısıyla kadınların işgücüne katılımı erkeklerin 1/3’ü seviyesinde

kalmaktadır. Türkiye’de kadınlar açısından bu oranların düşük olmasının nedenleri

arasında kentlerde kadınlar ev kadını statüsünde işgücü dışında tutulurken, kırsal

kesimde kadınlar ücretsiz aile işçisi statüsünde işgücüne dâhil edilmesidir.

Bununla birlikte, Türkiye’deki esnek çalışma ile genç istihdamı arasındaki ilişki ele

alındığında ise; gençlerin daha çok kısmi çalışma şeklinde istihdam edildikleri ortaya

çıkmaktadır. Öyle ki; Türkiye’deki yaş grupları incelendiğinde, en yüksek sayıda

istihdam edilen grubun 35-54 yaş olması da dikkat çekicidir. Bu noktada, gençlere

önemli istihdam fırsatı sunan kısmi çalışmanın da Türkiye’de gençler tarafından yeteri

kadar kullanılmadığı sonucu ortaya çıkmaktadır.

Netice olarak; çalışmada elde edilen bulgulara göre, esnek çalışmanın istihdamı artırıcı

etkileri mevcuttur. Buna göre, Türkiye’de ise; esnek çalışma uygulamaları var olmakla

beraber, henüz arzu edilen seviyede uygulanmadığı ortaya çıkmıştır. Türkiye’de esnek

çalışma uygulamaları daha fazla geliştirildiği takdirde, istihdama olan etkileri de

artacaktır.

Page 129: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

129

KAYNAKÇA

AKTAY, Nizamettin , ‘’İş Hukukunda Esneklik Kavramının Ortaya Çıkışı ve Esneklik

Uygulamaları’’, MESS Mercek Dergisi, Özel Sayı, Temmuz, 1999

BAŞKAN, Recai , ‘’Çalışma Barışı ve Esneklik Tartışmalarında Farklı Bir Yaklaşım’’,

MESS Mercek Dergisi, Özel Sayı, Temmuz, 1999

BLOMEYER, Wolfgang , ‘’ Almanya’da İstihdam İlişkilerinin Esnekleştirilmesi

Yönünde Denemeler’’, Çalışma Hayatında Esneklik Semineri 27-31 Ekim 1993,

İzmir Yaşar Eğitim ve Kültür Vakfı, Kasım 1994

CATALYST PRESS, Flexible Work Arrangements For Managers and

Proffesionals: Findings From a Catalyst Study, New York, Catalyst Press, 1990

CENTEL, Tankut , Kısmi Çalışma, İstanbul, 1992

CENTEL, Tankut , ‘’Esneklik Uygulamaları Ve Türkiye’’, MESS Mercek Dergisi,

Özel Sayı, Temmuz 1999

CENTEL, Tankut , ‘’Türkiye’de Yeni İstihdam Türleri İle İş İlişkilerinin

Esnekleştirilmesi’’, Çalışma Hayatında Esneklik Semineri 27-31 Ekim 1993, İzmir

Yaşar Eğitim ve Kültür Vakfı, Kasım 1994

CENTEL, Tankut, ‘’Kıdem Tazminatı Üzerine Gözlemler’’, TİSK İşveren Dergisi,

Ankara, Cilt 47, Sayı 8, Mayıs 2009, (Erişim)

http://www.tisk.org.tr/isveren_sayfa.asp?yazi_id=2388, 05 Haziran 2009

EKONOMİ, Münir , ‘’ Türk İş Hukuku’nda Esnekleşme Gereği’’, Çalışma Hayatında

Esneklik Semineri 27-31 Ekim 1993, İzmir Yaşar Eğitim ve Kültür Vakfı, Kasım

1994

ERDOĞDU, Seyhan, ‘’ Türk İşçileri Açısından İş Hukuku’nda Esneklik ‘’, Çalışma

Hayatında Esneklik Semineri 27-31 Ekim 1993, İzmir Yaşar Eğitim ve Kültür Vakfı,

Kasım 1994

EYRENCİ, Öner, ‘’Türkiye’de Çalışma Sürelerinin Esnekleştirilmesi’’, Çalışma

Hayatında Esneklik Semineri 27-31 Ekim 1993, İzmir Yaşar Eğitim ve Kültür Vakfı,

Kasım 1994

EUROPEAN COMMISSION, Employment In Europe 2007, Lüksemburg, 2007,

(Çevrimiçi) http://ec.europa.eu , 02 Haziran 2009

FOLKARD, Simon ,MONK, Timothy H., ‘’ Hours Of Work,Temporal Factors in

Work-Scheduling’’, John Wiley & Sons Ltd, 1985

GARRAHAN, Philip, STEWART, Paul ,The Nissan Enigma;Flexibility At Work In

A Local Economy, Great Britain,Biddles Ltd, Guildford and King’s Lynn, 1992

HUECK, Götz , ‘’ Almanya’da Çalışma Sürelerinin Esnekleştirilmesine Yönelik

Çalışmalar’’, Çalışma Hayatında Esneklik Semineri 27-31 Ekim 1993, İzmir Yaşar

Eğitim ve Kültür Vakfı, Kasım 1994

KUTAL, Gülten , ‘’ Uluslararası Boyutlarıyla Türkiye’de Kısmi Süreli Çalışma ve

Geleceği’’ , Hukuki Esasları ve Sosyo-Ekonomik Yönleriyle Kısmi Çalışma Paneli,

7 Mayıs 1991, Ankara, T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu

Page 130: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

130

KUTAL, Metin , ‘’Kısmi Süreli Çalışmanın Hukuki Esasları ve Sorunları’’, Hukuki

Esasları ve Sosyo - Ekonomik Yönleriyle Kısmi Çalışma Paneli, 7 Mayıs 1991,

Ankara, T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu

LORDOĞLU, Kuvvet , Eve İş Verme Sistemi İçinde Kadın İşgücü Üzerine Bir Alan

Araştırması, İstanbul, Freidrich Ebert Vakfı, 1990

OZAKİ, Muneto, Toplu Pazarlık Yoluyla Esneklik; Sosyal Tarafların ve Devletin

Rolü, çev. Rüçhan Işık,Ankara, Türkiye İş Kurumu, 2003

OLMSTED, Barney ,SMITH, Suzanne , Creating A Flexible Workplace, New York,

American Management Association, 1989

ŞEN, Sabahattin, ‘’Esnek Üretim ve Esnek Çalışma’’, Türk Ağır Sanayi Ve Hizmet

Sektörü Kamu İşverenleri Sendikası İş Hukuku ve İktisat Dergisi, Cilt 15-16, Sayı

6, 1, Kasım 1999-Şubat 2000

TİSK , Çalışma Hayatında Esneklik, Ankara, Türkiye İşveren Sendikaları

Konfederasyonu, 1999

TİSK, Çalışma Hayatında Esneklik Semineri, İstanbul, Türkiye İşveren Sendikaları

Konfederasyonu, 1999

TOKOL, Aysen , Endüstri İlişkileri Ve Yeni Gelişmeler, Bursa, Vipaş İnş. A.Ş., 2001

TUNCAY, Can , ‘’ İş Kanunu Tasarısı’ndaki Ödünç İş İlişkisi ve Eleştirisi ‘’, MESS

Mercek Dergisi, Sayı 30, Nisan, 2003

TÜİK, Türkiye İstatistik Yıllığı 2005, Ankara, Mayıs 2006

Page 131: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

131

YAYIM ALANI, YAZIM KURALLARI ve YAZILARIN DEĞERLENDİRME SÜRECİ

YAYIM ALANI

Dergi, sosyal bilimlerin farklı disiplinlerinde yapılan bilimsel nitelikli çalışmaları yayınlar.

YAZIM KURALLARI

1. Çalışmalar 5000 ile 8000 kelime arasında olmalıdır.

2. Türkçe çalışmalarda İngilizce, İngilizce çalışmalarda Türkçe özet eklenmelidir. Özet, makalenin

sonunda kaynaklardan önce ve 800 – 1000 kelime uzunluğunda olmalıdır.

3. Gönderilecek çalışmaların daha önce yurt içi veya yurt dışında herhangi bir yerde yayımlanmamış

olması gerekir. Fakat bilimsel toplantılarda (kongre, sempozyum, seminer vb.) sunulan ve tam metni

yayımlanmamış bildiriler, sunulduğu yer ve tarih belirtilmek şartıyla kabul edilir.

4. Yazıların manyetik ortamda (CD/DVD) veya elektronik posta ile gönderilmesi gerekmektedir.

5. Yazılar; Microsoft Word'de tek satır aralığı, Times New Roman ve 12 punto; kâğıt ölçüsü A4 olacak

şekilde hazırlanmalıdır. Metin içinde yer alacak şekiller ve tabloların bu ölçülere uyması gerekmektedir.

6. Türkçe çalışmalarda, yazının başlığı ve yazar ad(lar)ının altında 150 – 200 kelimelik bir Türkçe öz ve

anahtar kelimeler yer almalı; bunu takiben İngilizce başlık, öz ve anahtar kelimeler verilmelidir. İngilizce

çalışmalarda, yazının başlığı ve yazar ad(lar)ının altında 150 - 200 kelimelik bir İngilizce öz ve anahtar

kelimeler yer almalı; bunu takiben Türkçe başlık, öz ve anahtar kelimeler verilmelidir. Her iki öz de tek

satır aralığı ve 10 punto ile yazılmalıdır. Anahtar kelimeler, 4 - 7 kelime arasında olmalıdır.

7. Kaynaklara göndermeler dipnotlarla veya metnin içinde açılacak ayraçlarla yapılabilir.

8. Makalede yer alan ekler, metodolojik ayrıntıları ve ek bilgileri içermelidir. Birden fazla ek olduğu

durumda EK A, EK B başlıkları kullanılmalıdır. Eklere kaynaklardan sonra yer verilmelidir. Makalenin

tamamı için okuyucuya bilgi verecek mahiyette ve makale başlık sayfasında yer alması uygun görülen 20

– 25 kelimelik kısa anlatım, özet bölümünün ardından yazılmalıdır.

9. Yazarın akademik unvanı, görevi, bağlı bulunduğu kuruluş elektronik posta (elmek) adresi ilk

sayfanın altına 8 puntoluk dipnotla yazılmalıdır.

10. Tablo ve şekillere başlık ve sıra numarası verilmeli, başlıklar tablo ve şekillerin altında yer almalı,

kaynaklar ise başlık satırının altına yazılmalıdır.

11. Denklemlere sıra numarası verilmelidir. Sıra numarası yay ayraç içinde ve sayfanın sağ tarafında yer

almalıdır.

12. Öneri yazıları A-4 veya 8.5"x11" boyutundaki kağıda 1.5 aralıklı olarak yazılmalıdır. Yazılar

okunabilecek koyulukta basılmalı ve çoğaltılmalıdır. Sayfa kenar boşlukları üst: 3cm, alt: 3cm; sol: 3,5

cm, sağ: 2,5 cm olmalıdır. Sayfaların altına sağ köşesine sayfa numarası konmalıdır. Font büyüklüğü en

az 10 punto olmalıdır.

13. Yazı, Giriş bölümüyle ikinci sayfadan başlamalı ve uygun bölümlere ayrılmalıdır. Bölümler, ardışık

olarak numaralandırılmalıdır. Bölüm başlıkları numaralarıyla birlikte büyük harflerle ("1. GİRİŞ"

şeklinde) yazılmalıdır. Gerekli durumlarda bölümler alt bölümlere ayrılabilir. Alt bölümler, her bölüm

içinde bölüm numarası da kullanılarak "1.1", "1.2" şeklinde numaralandırılmalıdır. Alt bölüm başlıkları

numaralarıyla birlikte her kelimenin ilk harfi büyük olacak şekilde sola dayalı olarak yazılmalıdır. Son

bölüm, Sonuç(lar)/Tartışma bölümü olmalı ve bu bölümü takiben Kaynakça ile varsa Teşekkür ve Ekler

yer almalıdır. Not: İsteğe bağlı olarak şekil listesi ve tablo listesi kaynakçadan hemen önce verilebilir.

14. +Notasyon (işaretlerle gösterim) ve kısaltmalar ilgili bilim alanının standart notasyon ve kısaltmaları

olmalı veya metin içinde ilk geçtiği yerde tanımlanmalıdır. Gerekli durumlarda, notasyon ve kısaltmalar

Giriş bölümünde veya bu bölümü izleyen ayrı bir bölüm içinde verilebilir.

15. Tüm çizimler, haritalar, grafikler, fotoğraflar, vb. şekil olarak değerlendirilmelidir. Baskıya hazır

özgün şekiller yazı basıma kabul edildikten sonra gönderilmelidir. Şekiller, ardışık olarak

Page 132: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

132

numaralandırılmalıdır. Bunlara metin içinde "Şekil 1." şeklinde atıfta bulunulmalıdır. Her bir şekil için

uygun bir başlık kullanılmalı ve başlık şeklin altına numarasıyla birlikte yazılmalıdır.

16. Tablolar ardışık olarak numaralandırılmalıdır. Tablolara metin içinde numaralarıyla "Tablo 1."

şeklinde atıfta bulunulmalıdır. Her bir tablo için uygun bir başlık kullanılmalı ve bu başlık tablonun

üzerine numarasıyla birlikte yazılmalıdır.

17. Başka eserlere yapılan atıflar aşağıdaki iki şekilden biri tercih edilerek gösterilebilir:

A. Metin içinde başka eserlere yapılan atıflar;

Yazar soyadı, yıl ve sayfa kullanılarak "(Yazar, 2010, s.15)" şeklinde yapılmalıdır.

İki yazarlı eserlerde iki yazarın soyadı "(Yazar ve Yazar, 2009, s.135)" şeklinde kullanılmalıdır.

Daha çok yazarlı eserler, yalnızca ilk yazarın soyadı verilerek "Yazar vd." şeklinde ve yine

benzer biçimde yıl ve sayfa numarası yazılarak kullanılmalıdır.

Birebir alımlar “…” İşareti ile ve 10 punto yazılacaktır.

Örnek:

Kontrol ortamı (çevresi); kurumsal (örgütsel) biçemler bütünün örgütteki insanların kontrol bilincine

yansıyışını ifade eder.( Erdoğan, 2005, s.92)

B. Yukarıdaki yöntem benimsenmez ise atıflar dipnot yönteminde ve aşağıdaki kurallara göre

yapılır:

Kitap dipnotta ilk kez tanıtılırken, sırasıyla şu bilgileri vermek gerekir:

Yazar adı-soyadı (ilk harf büyük); Kitap başlığı (ilk harfler büyük); Kitabın yayım bilgileri (İlk kez

basılmamış ise baskı sayısı, basıldığı şehir, yayınevi, yayın yılı) ve (eğer alıntı yapılmış ise alıntının)

ve sayfa numarası (tek sayfadan alıntı ise s.95 şeklinde, birden fazla sayfadan ise ss. 95-98 şeklinde

gösterilir).

Örnek:

Kontrol ortamı (çevresi); kurumsal (örgütsel) biçemler bütünün örgütteki insanların kontrol bilincine

yansıyışını ifade eder.

Bir dergideki makale dipnotta ilk kez tanıtırken, sırasıyla şu bilgileri vermek gerekir: Yazar adı-

soyadı; Makalenin başlığı; Derginin adı; Dergiye ait bazı yayım bilgileri (Cilt no.su + Sayı no.su

+ Ay ve yıl + sayfa no.su).

İnternetteki belgelerin gösterimi şu şekilde yapılır:

“Son Yazarın Adı-Soyadı; “Belgenin Başlığı”; Tüm Eserin Başlığı, Belge Tarihi ya da Belgenin Son

Güncellenme Tarihi, Adres, Sayfa ve parantez içinde Erişim Tarihi.

Bütün kaynaklar için geçerli olmak üzere; aynı kaynağa ikinci ve sonraki başvurular yazarın

soyadı ve sayfa numarasını göstermek yeterlidir.

Birebir alımlar “…” İşareti ile ve 10 punto yazılacaktır.

18. Açıklama Dipnotu:

Bilgi ve açıklama dipnotu sayfa altında ve (*) işareti ile gösterilir. Açıklama dipnotlarının gereğinden

fazla verilmemesi gerekmektedir.

19. Kaynakça yazımında aşağıdaki hususlara dikkat edilecektir:

Page 133: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

133

“KAYNAKÇA” başlığı sola hizalı, tüm harfleri büyük, kalın yazılmalıdır.

Atıfta bulunulan eserler “Kaynakça” bölümünde ilk yazarın soyadına göre alfabetik liste olarak

sıralanmalıdır.

İlk yazarı aynı olan eserlerde sıralamayı belirlemek için sırasıyla ikinci ve daha sonra gelen

yazarların soyadları kullanılmalıdır.

Tüm yazarları aynı olan eserler yılına göre eskiden yeniye doğru sıralanmalıdır.

İlk yazarı ve yılı aynı olan üç ve daha fazla yazarlı eserler de aynı şekilde ayrılmalıdır.

Kaynakçada tüm yazarların soyadları ve diğer adlarının ilk harfleri yer almalıdır.

YAZILARIN DEĞERLENDİRME SÜRECİ

1. Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi’nde, en az 2 (iki) hakem tarafından incelenip

"Yayımlanabilir" oluru alınmış bilimsel makaleler yayımlanır.

2. Hakemler yazıları; özgünlük, bilimsel katkı, ilgili literatürden yararlanma düzeyi, bilimsel makale

hazırlama düzenine uygunluk, (varsa) alan araştırmasında kullanılan yöntem ve bulguları, üslup ile

önemli buldukları diğer unsurlar açısından değerlendirerek yazılı görüşlerini Yayın Kuruluna iletirler.

3. Hakemler tarafından düzeltme talep edilirse düzeltmelerin Yayın Kurulunun uygun gördüğü sürede

tamamlanıp tekrar gönderilmesi beklenir. Düzeltilmiş makaleler yeniden hakemlerin görüşüne sunulabilir.

4. “Yayımlanabilir” kararı verildikten sonra yazı yayım sırasına alınır ve bu durum yazar(lar)a bildirilir.

5. Dergide örnek olay incelemeleri, raporlar, bilimsel etkinlikler hakkında haberler, kitap tanıtım ve

eleştirileri, yayım duyuru ve özetleri, önceden yazılmış bir makaleye getirilen ekler, eleştiri ve yorumlar,

yanıtlar ve eleştirilere cevaplar da yer alabilir.

6. Bilimsel makalelerden ayrı yayımlanacak bu tür yazıların dergide yayımlanması ile ilgili karar,

Hakem raporu aranmaksızın Yayın Kurulu tarafından verilir.

7. Dergiye gönderilen tüm yazılar önce Yayın Kurulu tarafından ön değerlendirmeye alınır. Ufuk

Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi kapsamında yer alması öngörülmüş konular ile doğrudan

ilişkili olmayan ya da bilimsel bir yazı biçiminde içerik ve şekil açısından uygun olmayan yazılar, Yayın

Kurulu tarafından hakemlik süreci başlatılmadan geri çevrilir ya da ilgili değişiklik önerilerinde

bulunulur.

8. Bilimsel çalışmalar, Türkçe veya İngilizce hazırlanabilir.

9. Yayımlanacak makalelerde esasa ilişkin olmayan düzeltmeler yapılabilir.

10. Makalesi yayımlanan yazarlara telif ücreti ödenmez.

11. Makalesi yayımlanan yazara makalesinin yayımlandığı sayıdan üç adet dergi gönderilir. Makalelerin

yazarları ve makaleleri değerlendiren hakemlerin isimleri karşılıklı olarak gizli tutulur.

Page 134: UFUK ÜNİVERSİTESİUfuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015) 5 SUNUŞ… Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi

Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)

134

DERGİMİZİN TARANDIĞI İNDEKSLER LİSTESİ

1.ULUSLARARASI İNDEKSLER

Academic Resource Index (Research Bib)

2.ULUSAL İNDEKSLER

Acar Index