Upload
others
View
2
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
Ulemânın Makâmı Ve Onlara Rücû Etmenin Vâcipliği مكانة العلماء ووجوب الرجوع إليهم
Şeyh Dr. Arafât b. Hasan el-Muhammedî. (davetulenbiya.com tarafında tercüme edilmiştir)
Muhakkak ki sözlerin en doğrusu Allah’ın kelamı, yolların en hayırlısı da Muhammed SallallahuAleyhi Ve Sellem’in yoludur. İşlerin en şerlisi sonradan ortaya çıkarılanlardır. (Dinde) her sonradan
ortaya çıkarılan, bidat, her bidat dalâlet, her dalâlet de ateştedir.
Sonra
Ammâ ba’d:
Bu güzel ve inşaAllah Teâlâ mübarek buluşmada ve bu gecede, Salı gecesinde, ki bu Zi’l Ka’de
ayının 27. gecesidir. Bu kısa sohbette Allah Subhânehu Ve Teâlâ’dan bu sohbetle fayda vermesini
istiyorum. Bu gece 1440 senesinin 27. gecesidir ve bu mutevazı ve muhtasar sohbet ulemânın
makâmlarına taalluk eden ve ulemâya rücû etmenin (dönmenin) vâcipliği hakkında olacaktır.
Muhakkak ki Nebi Aleyhi’s Selatu Ve’s Selam bizlere kıyamet alâmetleri hakkında haber vermiştir.
Rasûlullah’ın, hakkında haber verdiği kıyamet alâmetlerinden birisi de ulemânın kabzedilmeleridir
(yani ölümleridir). Aleyhi’s Selatu Ve’s Selam Sahihayn’da (Buhari ve Müslim) rivâyet edildiği gibi
Allah Teâlâ’nın “Allah Teâlâ ilmi kullardan çekip alarak kabzetmez, ilmi âlimlerin ölümüyle
kabzeder ta ki hiç bir âlim bırakmaz insanlar da cahilleri başlar edinirler onlar da
sorulduklarında ilimsiz fetva verir, kendileri dalâlete düşer başkalarını da dalâlete düşürürler.”
dediğini haber vermiştir.
Yine Nebi Aleyhi’s Selatu Ve’s Selam Buhari, Müslim ve diğerlerinde olduğu gibi kıyamet
alâmetlerinden olarak ilmin azalacağını, zamanın yakınlaşacağını, fitnelerin ortaya çıkacağını ve
cehaletin çoğalacağını haber vermiştir ki bunların hepsi kıyamet alâmetlerindendir.
Allah Subhânehu Ve Teâlâ’nın sena ettiği ilim ise, ki Kur’an’da da ilme birçok üslupla sena
edilmiştir, bu ilim şer’i ilimdir.
Hakikati Allah korkusu (haşyetullah) olan Allah’ın, âlimin kalbine bıraktığı nur bu âlimi ittiba eder
kılan, hevaya uymaktan ve bidat ortaya çıkarmaktan alıkoyan ilimdir.
Ulemâ Allah’ın kendilerini kalplerinin mutmain olmasıyla rızıklandırdığı kimselerdir. Öyleki bir
Müslüman onların fetvasını duyduğunda nefsi sükûn bulur ve basireti nurlanır, hücceti kuvvetlenir.
İşte âlimler onlardır ve onlar azdırlar. Bu yüzden Allah’ın Kitabında, Allah Subhânehu Ve Teâlâ
onlara sena etmiştir. Allah’ın Kitabında Allah’ın onların şahitliğinden razı olduğundan başka bir
âyet varid olmasaydı dahi yeterli olurdu. Ve bu senâ ve bu tezkiye kafi gelirdi ki Kur’an’da ilim
ehline sena birçok üslupta gelmiştir. “Allah, melekler ve ilim sahipleri, ondan başka hak ilah
olmadığına adaletle şâhitlik ettiler. Ondan başka ilah yoktur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve
hikmet sahibidir.” Bu âyette Allah Subhânehu Ve Teâlâ kendisinin bu tevhide ilk şahitlik eden
olduğunu haber vermiştir sonra melekler şahitlik etmişler ve aynı şekilde ilim sahipleri de şahitlik
etmişlerdir. Ve ilim ehlinin şahitliği meleklerin şahitliği ve Allah’ın vahdâniyetine olan şahitliğinden
sonradır. Bu da büyük bir fazilettir. Bunun için Allah Kur’an’da “İnkar edenler, ‘Sen peygamber
değilsin’ diyorlar. De ki: "Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah ve bir de yanında kitab’ın
(Kur'an) ilmi bulunanlar yeter.” (Ra’d, 43) buyurmuştur. İşte bu âyeti kerimelerde ilmin fazileti,
ilmin yeri/makâmı beyan edilmiştir “İşte bu misalleri biz insanlar için getiriyoruz. Onları ancak
âlimler düşünüp anlarlar.” (Ankebût, 43.) Bu sıfatları ve güzel sıfatların en kamil olanını âlimlere
has kılmıştır bu da delilidir: “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca
gelip gidişinde selim akıl sahipleri için elbette âyetler vardır. ” (Âl-i İmrân, 190) öyleyse onlar
Allah’ın Kitabında ve Nebi Aleyhi’s Selatu Ve’s Selam’ın sünnetinde tilâvet edilen şeyi tedebbür ve
tefekkür eden rasih âlimlerdir.
Bu yüzden Rasûlullah Aleyhi’s Selatu Ve’s Selam “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile
gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde selim akıl sahipleri için elbette âyetler vardır. Onlar
ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah'ı zikrederler...” (Âl-i İmrân, 190) âyetini
okuduğunda, İbn Hibban ve diğerlerinin sahih isnadla rivâyet ettikleri üzere şöyle demiştir: “bu
gece bana öyle âyetler inmiştir ki onu okuyupta onda tefekkür etmeyen kimseye yazıklar olsun.”
Bu âlimlerin işidir ki onlar Kur’an’ı tedebbür etmişler, bu yüce Kur’an’ı, âyetlerini bilmişlerdir.
Gerek metluv olan âyetler gerekse kevni âyetler olsun; bunların hepsi Allah’ın vahdaniyetine delalet
etmektedir. Allah da onları şahit olunacak en büyük, yüce şeye şahit tutmuştur ki o da tevhiddir.
Bunun için insanların Allah’ı en çok sevenleri âlimlerdir. İnsanların en çok ibadet edeni ilim ehlidir.
Aleyhi’s Selatu Ve’s Selam onların varisler yani nebilerin mirasçıları olduğunun ispatında şöyle
demiştir: “muhakkak ki âlimler nebilerin varisleridir ve muhakkak ki nebiler dinar ve dirham
miras bırakmamışlardır, onlar ancak ilmi miras bırakmışlardır. Kim de bu ilmi alırsa büyük bir
pay almıştır.” Tirmizi, İbn Mace ve diğerlerinin rivâyet ettikleri gibi. Öyleyse onlar bu gece
kendileri hakkında konuştuğumuz âlimlerdir. Bir kimse kendilerinden bahsettiğim -bu âlimler
kimlerdir- diyebilir. Kim o âlimler? Kendilerinden bahsettiğimiz âlimler bu ümmette muteber olan
âlimlerdir, rasih olan âlimlerdir, ehli sünnet âlimleridir ki onlar bu dinin hakikatini bilmişler ve bu
dine sıdk ve gayretle davet etmişlerdir. Bu söylediğimizle ehli bidatın âlimlerini ve ehli dalâletin
âlimlerini kastetmiyoruz. Onlar (âyet ve hadisleri) ezberleseler dahi. Zira şüphesiz ki ilim rivâyetin
çokluğuyla değildir. İlim Allah’ın âlimlerin kalplerine bıraktığı bir nurdur. İlim haşyetullahtır
(Allah’tan korkmaktır.) Rivâyetin çokluğuyla değildir. Şunu zikrettik, imamlar kendi zamanlarında,
yedinci, sekizinci asırda ulemâyı zikrettiklerinde onların hallerini ve zamanlarını vasfedip
zamanlarında ulemânın az olduğunu söylerler. Böyle diyorlar. Hatta Zehebi “Tezkiretu’l Huffâz”
kitabında olduğu gibi “bugün onlar (ulemâ) azdan daha azdırlar” demiştir. Şöyle demiştir “az
olan ilimden az olan kişiler dışında az bir şeyden başka bir şey kalmamıştır. Onlardan bu az
ilimle amel edenler ise ne kadar da azdır.” Eğer bu durum Zehebi’nin zamanında böyle ise bizim
zamanımızda nasıldır? İşte bu yüzden insanlar âlimle kültürlü ya da düşünürün, vaizin veya
kendisine islamî araştırmacı, düşünür vb. denilen kimseyi ayırt edemiyorlar. Bu çok büyük bir
karışıklıktır. Maalesef bu karışıklık durumu ortaya çıktığı zaman insanlar ulemâ kimdir, hakikaten
şeriat âlimleri kimlerdir, ayırt edemez oldular ve sapmış olan bidatçı insanlara gidiyorlar ki bu
insanlarda cehalet ve doğru dinden uzaklaşma vardır. Kendilerine giden insanlar da onları ümmete
takdim edip onları âlimler olarak addediyorlar. Bu yüzden insanlarda pek çoğu şu ana kadar “Hasan
el-Benna, Seyyid Kutb, Telmesani, Karadavi, es-Sıba’i, aynı şekilde en-Nedevi ilh… el-Kevseri”,
-ulemâ bunlardır- demektedirler. Bu sayılanlar ise bidat ehlinin ve dalâlet ehlinin imamlarıdırlar.
Ehli sünnetle savaşan, sünneti ve Allah’ın dinini tahrif edenler onların ta kendileridirler. Şu halde
onlara nasıl ulemâ denilebilir ki? Bu zamandaki hakkıyla ve sıdkla âlim olanlara geldiklerinde,
İmam İbn Baz, İmam İbn Useymin ve diğer ulemâdan olan kardeşleri, şeyh Fevzan, şeyh Rabi ve
diğerleri… bu âlimler hakkında şöyle diyorlar: “onlar sultanın âlimleridir.” “Onlar hakimlerle
(yöneticilerle) murcie, davetçilere karşı ise haricilerdir” diyorlar. Aynen böyle dediler. Kabenin
Rabbine yemin olsun ki yalan söylemektedirler. Onların kafaları karışıktır. Bazıları cahilliklerinden,
bazıları uzaklıklarından, bazıları da pisliklerinden ve tuzaklarından dolayı. Ve haklarında Allah’ın
Kitabında Allah Teâlâ’nın: “Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e itaat edin ve sizden
olan ulu'l-emre (idarecilere) de.” buyurduğu o âlimlerin kimler olduğunu bilmemiz lazımdır.
Emir sahipleri kimlerdir, onlar ilim ehlidir. Aynı şekilde emirler, yöneticiler. Bu yüzden şeyhu’l
islam İbn Teymiyye’nin dediği gibi bu âyeti zikrettiği zaman şöyle demiştir: “ulu’l emir; emir
sahipleridirler. Elinde kuvvet ve kudret olan kimse, yöneticiler ve elinde ilim olan ki onlar ilim
ehlidir. âlimler ve yöneticiler, çünkü âlimlerin salahı ve yöneticilerin salahı (salih olmaları) ile
insanlar ıslah olurlar. Onlar fesada uğradıklarında da insanlar fesada uğrarlar. Bu yüzden sahabe
zamanına bakın hulefa-i raşidin zamanında insanlara dinleri hususunda önderlik edip yönlendiren
kimdi? Hulefa-i raşidin idi, Allah onlardan razı olsun.” Bu yüzden insanlar ayrılığa düştüğünde,
olanlar olduğunda ve zulüm ehlinden kimseler olanlara önder olduğunda İslam’ın bağları tek tek
çözüldü, Aleyhi’s Selatu Ve’s Selam’ın haber verdiği gibi.
Öyle ise Allah Subhânehu Ve Teâlâ bizim üzerimize o âlimlere rücû etmemizi vâcip kılmış mıdır?
Cevap; evet. Allah bizim üzerimize ulemâya rücû etmeyi vâcip kılmıştır. Aynı şekilde başımıza
gelen büyük bela, musibetler ve hadiselere dair aynı şekilde Allah’ın dini hususunda
anlayamadığımız (müşkiller) sormamızı bize vâcip kılmıştır. Allah Kur’an’da “eğer bilmiyorsanız
zikir ehline sorun” demiştir. Allah Subhânehu Ve Teâlâ ümmeti iki kısma ayırmıştır. Bir kısım ki
onlar azdırlar; onlar âlimlerdir. Bir kısım da, ki onlar da çok olanlardır, avam yani âlim olmayan
insanlardır. Böylece Allah daha çok olanın daha az olana sormasını emretmiştir. Bu Allah
Subhânehu Ve Teâlâ’dan bir emirdir. Şüphesiz ki bu âyet ilim ehlinin medhindeki âyetlerdendir.
Neden? Çünkü bu âyette o âlimlere rücû edilmesi emri vardır. İnsanların başına gelen bela ve
musibetlerde ve dinleri hususunda bilemedikleri muşkil olan her şeyde âlimlere dönmeleri,
sormaları lazım ki bu cehalet ortadan kalksın. Bu cehalet ve insanların başına gelen bu bela ve
musibetler (nevâzil) ortadan kalksın. Bunlar da ancak âlimlere sormakla ortadan kalkar. Delil ise az
önce zikredilendir. Anlayış ve akıl sahipleri kimlerdir? Onlar âlimlerdir.
“İşte bu misalleri insanlara veriyoruz. Onları da ancak âlimlerden başkası akletmez.” Bu âyette
hasr vardır. Bu akletmeyi âlimlere hasretmiştir. Delil de önce nefyetmiş sonra da istisna ile isbat
etmiştir. “ancak âlimlerden başkası akletmez” bunun için ulemâ ile cahiller eşit olmaz. Allah Teâlâ
bu eşitliğin nefyedilmesi hususunda “De ki: "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" Ancak akıl
sahipleri öğüt alırlar.” (Zümer, 9) buyurmuştur. Şüphesiz ki onlar eşit değildirler, zira ilim ehli
Allah’tan haşyet duyan takva ehli, ittiba ehli, taat ve ilim ehlidirler. Öyleyse bu iki sınıf arasında
çok büyük fark vardır. Onları (âlimler) Allah Teâlâ büyük bir makâma yükseltmiştir. İman ehli ki
onlar ilim ehlidiriler. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah içinizden inananların ve kendilerine ilim
verilenlerin derecelerini yükseltir.” (Mücadile, 11.) Ve böylece ilim ehlinin dereceleri ve yüksekliği
iman ehlinden daha büyük ve çoktur. Onlar haşyet ehlidirler. Allah’tan haşyet duyan ve O’nun
vaadinden korkanlardır. “Allah’tan ancak kullarından âlimler korkarlar (haşyet duyarlar.)” (Fatır,
28.) Bu, Allah’ın istediği hakkıyla olan haşyettir. Arif olan âlimler takva ve ilim ehli bu haşyetin
hakikatini bilen kimselerdir. Ve onlar Rablerinden korkup O’na ilim ve basiret üzere ibadet
etmişlerdir. Bu yüzden şerri hayırdan ayırt eden aynı şekilde batıl ehlinin biriktirdiği ve şer ehlinin
istediği kötüyü de âlimlerden daha iyi gören hiç kimse bulamazsın. Allah Subhânehu Ve Teâlâ bize
Kârûn’un kıssasında gelenleri zikredip anlatmıştır. “O zîneti içinde kavmine çıkmış, büyüklenip
gururlanarak ve böbürlenip şımararak çıkmıştır. Kavmi de ona “böbürlenip şımarma diye
nasihat ettiler. Dünyadan nasibini de unutma, Allah’ın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsan et,
yeryüzünde de fesad çıkarma, muhakkak ki Allah fesad çıkaranları sevmez” diye nasihat ettiler.
(Kasas 76, 77.) Bu ona ilim ehli ve anlayış ehlinden bir nasihat idi. Ancak Kârûn kibirlendi ve
üstünlük tasladı ve bu malın kendisinin getirdiğini zannedip “O, bana ancak bende bulunan bir
ilim sayesinde verildi’ dedi.” Allah Azze Ve Celle’de şöyle buyurdu: “O, Allah'ın kendinden
önceki nesillerden, ondan daha kuvvetli ve daha çok mal biriktirmiş kimseleri helak etmiş
olduğunu bilmiyor muydu? Suçlulukları kesinleşmiş olanlara günahları konusunda soru
sorulmaz (Çünkü Allah hepsini bilir).” Zineti içinde çıktığında dünya ehli kendilerinde Kârûn’un
malı gibi servet olmasını temenni ettiler. Allah onu ve evini yerin dibine batırdığında ise o kimseler
uyandılar, durumun farkına vardılar. Ancak onlar geç farkına vardılar. İlim ehlinin farkettiği gibi
farketmediler, zira ilim ehli şöyle demişlerdi: “Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise, "Yazıklar
olsun size! İman edip de iyi işler yapanlara Allah'ın vereceği mükafat daha hayırlıdır. Ona da
ancak sabredenler kavuşturulur" dediler.” Kârûn’un yerinde olmayı temenni eden o şahıslar ne
dediler? “Daha dün onun yerinde olmayı arzu edenler, "Vay! Demek ki Allah, kullarından
dilediği kimselere rızkı bol verir ve (dilediğine) kısarmış. Allah bize lütfetmiş olmasaydı, bizi de
yerin dibine geçirirdi. Demek ki kafirler iflah olmayacak" demeye başladılar.” O zaman bundan
neyi istifade ediyorsun? Bundan ilim ehlinin basiret ehli olduğunu anlar, istafede edersin. Onlar
şeriatı en çok bilen insanlardır. İnsanların insanlara faydalı olan şeyi en çok bilenlerdir. Bu yüzden
Allah Subhânehu Ve Teâlâ kıyamet günü hakkında şunu haber vermiştir. Rasih olan âlimler ne
derler: “kendilerine ilim verilenler ise şöyle derler: "Şüphesiz bugün rezillik, aşağılık ve kötülük
kafirlerin üzerine” azabın en kötüsü kıyamet günü o insanların üzerine olur. Bunu ilim ehli, basiret
ehli diyor. Onlar nebilerin varisleridirler, ki onlar nebilerin kendilerine tebliğ ile emrolundukları
şeyi tebliğ etmişlerdir (ulaştırmışlardır.) Bu yüzden Aleyhi’s Selatu Ve’s-Selam “benim sözümü
duyup ve hıfz edip, anlayan ve ulaştıran kulun Allah yüzünü ak etsin” demiştir. Bu da yine
âlimlerin işlerindendir: tebliğ, çünkü onlar nebilerin varisleridirler. Allah Subhâne Ve Teâlâ o
âlimler için hayır istemiştir, evet. Allah onları dinde ince anlayış (fıkıh) sahibi kılmıştır, onlara
tebliği emretmiş onlar da tebliğ etmişlerdir. Onlar nasihat eden ve şefkatli kimselerdirler. İnsanları
seven, iyiliği emreden, kötülükten de nehyeden kimselerdirler.
Ancak o âlimler öldüklerinde insanlar da onlar hususunda gerekeni yapmayıp onlara rücû etmeyi
terkettiklerinde cehaletten ortaya çıkan ortaya çıktı. Çünkü tasaddur edenler (ilim ehlinden olmadığı
halde âlimlik taslayanlar) cahillerdir. İlimden yüz çevirme ortaya çıktı, vahiyden, kitap ve sünnetten
yüz çevirme ortaya çıktı. İnsanlar da cehalet ve muhalafetlere yönelip münharif, tasaddur eden
kimselere aldandılar. Yalancı şiarlar ortaya çıktı. Ve insanlar ulemâyı terkedip bunlara tabi oldular.
Yeni mustalahlar ortaya çıktı. Bunların hepsi insanların zaaf ve ilimden uzak olmaları sebebiyledir.
İlme gidilir mi yoksa ilim kendisi mi gelir? İlme gidilir. âlim, insanlara: -ey insanlar ben âlimim
bana gelin bana dönün- demez. Bu ulemânın yapacağı bir şey değildir. Bilakis insanlar âlimlere
dönmeye gayret ederler. Ona giderler, yanında okurlar, ilminden faydalanırlar ve
yönlendirmelerinden istifade ederler. Tabiinin yaptığı gibi. Tabiin ilmi nereden aldılar? (İlmi)
sahabeden duymaya gayret ettiler. Ve onlarla birlikte olmaya, onlara rücû etmeye ellerinden geldiği
kadar gayret ettiler. Meclislerinde Rasûlullah Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’in ashabından
kendilerinden, daha âlim olan bir kimse olduğunda fetva vermezlerdi. Hatta sahabe, Allah onlardan
razı olsun ve onları razı etsin, onlardan birisi kendisinden daha âlim falanca sahabenin mevcut
olduğunu bildiğinde onun önüne geçmez ve onun huzurunda fetva vermezdi. İbn Mesud’a karşı
Kûfe’de vuku bulan büyük bir değer ve önem taşıyan kıssada Ebû Musa el-Eşari radiyallahu
anhu’nun yaptığı gibi: bir grup insanlar gelip mescide girmişlerdi ve halkalar halinde Allah’ı tesbih
ediyorlardı. Halka halka oturdular, her halkanın ortasında da yaşça büyük bir adam onlara -yüz kere
tehlil (La ilahe illallah) yüz kere tesbih (Subhanallah), yüz kere tekbir (Allahu Ekber) deyin-
diyordu. Ebû Musa el-Eşari bunu gördüğü zaman İbn Mesud’un yanına gitti ve ona şöyle dedi:
“mescide geldiğinde görürsün dışarıya çık.” İbn Mesud: “orada ne var ey Ebâ Musa?” dedi. Ebû
Musa: “az önce mescidde bir şey gördüm ve gördüğüm şeye karşı çıktım.” Sonra İbn Mesud çıktı
ve bu münker ameli gördü, onların yaptıkları bu amele karşı çıkıp: “ey ümmeti Muhammed, ne
kadar da hızlı helak oldunuz. İşte onlar nebinin ashabı, halen mevcutlar, bunlar elbiseleri, daha
parçalanmadı, ve kap kacağı daha kırılmadı,” sonra şöyle dedi: “sizler iki durum arasındasınız:
ya siz dalâlet kapısını açmış bulunuyorsunuz ya da Muhammed Aleyhi’s Selatu Ve’s Selam’ın
milletinden hidâyeti daha çok olan bir millet üzeresiniz.” Onlar da: “ey Ebâ Abdurrahman,
hayırdan başka bir şey istemedik.” İbn Mesud’a aynen böyle dediler; “hayırdan başka bir şey
istemedik” dediler. İbn Mesud da altınla yazılacak şu meşhur sözünü söyledi: “Nice hayır isteyen
vardır ki hayra isabet etmez (muvaffak) olmaz.” Bu da ulemânın münkere karşı çıkmalarına delalet
eder, onlar batıla, bidate ve şeriate muhalif olan şeylere karşı susmazlar. İbn Mesud çıktı, gördü ve
karşı çıktı ve onların iki durum arasında olduklarını beyan etti. “Ya siz dalâlet kapısını açmış
bulunmaktasınız -ki olan budur- ya da Muhammed’in milletinden hidâyeti daha çok olan bir
millet üzeresiniz.” Eğer onlar “evet” deselerdi kafir olurlardı, zira Muhammed Sallallahu Aleyhi Ve
Sellem’in yolundan daha hayırlı yol yoktur. İşte bu yüzden İbn Mesud ne yaptı? Onların
haricilerden olduklarını bildi ve onlara şu hadisi okudu: “muhakkak ki bir topluluk Kur’an
okurlar (okudukları Kur’an) gırtlakların aşmaz” bir rivâyette de“köprücük kemiklerini aşmaz.”
Sonra hadisin ravisi Amr b. Selime’nin haber verdiğine göre o halkalardaki kimselerin geneli
Nehravan günü haricilerle birlikte sahabeye karşı savaşıyorlardı. Küçük bir bidat onları büyük bir
bidata götürdü; Haricilerle başlarına Ali b. Ebî Talib’in olduğu sahabe arasında vuku bulan
Nehravan savaşında sahabenin öldürülmesi ve kanlarının helal sayılması. Allah Ali’den ve
sahabenin hepsinden razı olsun.
Öyleyse şimdi şunu bildik: ulemâya rücû etmenin nasıl vâcip olduğunu ve ulemâdan ilim alınması
ve onlara yönelmeye gayret etmenin gerekliliğini de bildik. Onların makâmlarını ve onları
sevmenin vâcip olduğunu bildikten sonra onlara saygı göstermenin ve takdir edilmelerinin, onlardan
ilim almanın vâcip olduğunu bildikten sonra şunu da bilmemiz gerekir, ki ulemânın mertebeleri
derece derecedir. Allah Subhânehu Ve Teâlâ ulemayı tek bir mertebede kılmamıştır. ulemâ farklı
mertebelerdedirler. Bu eskiden beri böyledir. Enbiya ve sahabenin farklı mertebelerde olmaları gibi
aynı şekilde ulemâ da farklı mertebededirler.
İnsanın Rabbinden ilmini arttırmasını çokça istemesi gereklidir, Aleyhi’s Selatu Ve’s selam dediği
gibi: Allah ona şöyle demesini emretmiştir: “rabbim benin ilmimi arttır” yani bana öğrettiğine dair
olan ilmimi arttır. Bu herkes için sünnettir. Ulemâ için de ilim talebeleri için de; Allah’tan onları
faydalı ilimle rızıklandırmasını istemeleri sünnettir. Bunun için Musa Hızır’la buluştuğunda İsrail
oğulları Musa Aleyhisselam’a “Ey Musa senden daha ilimli birisini biliyor musun?” diye sordular.
O da “hayır” dedi. Allah Subhânehu Ve Teâlâ da Musa’ya vahyetti. Ona “kulumuz Hızır (var)”
dedi. Musa da ona gitti. Musa da ona ondan daha önce bilmediği ilmi ondan öğrenmek için gitti ve
şöyle dedi: “Mûsâ ona, "Sana öğretilen bilgilerden bana, doğruya iletici bir bilgi öğretmen için
sana tabi olayım mı?" dedi” Kehf, 66.
Ve Hızır’dan daha önce bilmediği bir ilmi öğrenerek istifade etti. Öyleyse Allah’ın âlimleri farklı
mertebelerde kılması yarattıklarında olan sünnetidir. Bu âlimin şu alanda ihtisası vardır, yine şu
âlim hadis alanında, şu âlim fıkıh alanında, şu âlim de tefsir alanında ihtisas sahibidir. Allah
ulemâdan birisini kendisinde bütün ilimleri toplayarak seçebilir. Böyle bir kimse de mutlak
müçtehid olur. Ve bunların hepsinden insanların sonra bir ilim talebesine gidip âlimleri bırakması,
küçüklere gitmesi fazilet ve rusuh ehlini, kendilerine ulemânın ve ümmetin şahitlik ettikleri,
yazdıkları kitaplarla temeyyüz eden ulemâyı bırakmaları akıl kârı mıdır? Sonra bu âlime pis
ta’nlarla dil uzatıp “onun yanındakiler kötü kimseler,” “o delili anlamadı,” ya da “idrak etmedi”
veya “talebelerine taassup etti,” ya da “bunadı.” İşte bu tür ta’nlar ki bidat ehli eskiden beri bu
yolla ulemâmıza dil uzatmaktadırlar. Bu ortaya çıkan kimse âlimlerle savaşarak ortaya çıktığı
zaman bu dil uzatmakla başladı. “delili anlamıyor, yanındakiler kötü kimseler, etrafındakiler onu
kandırdılar, bu konuda sadık değildi, muvaffak edilmedi” bunlarla dil uzatmaya başlıyorlar. İşte
olan fesad bundan ibarettir. lim, eğer (ilimdeki kadri, itibarı) küçük biri tarafından gelirse büyük
buna karşı çıkar (bundan razı olmaz) bu da dinin fesada uğraması demektir. İnsanların salahına
gelince bu, eğer ilim bir büyük tarafından gelirse küçük de bu büyüğü takip eder, ona uyarsa olur.
Bu küçük ne yapar? Büyük olana uyar. Ömer’den sahih bir isnadla gelen sahih bir eserde, yani özet
olarak küçüklerin yanında ilmin aranması… ve selef ilmin küçüklerden alınmasını kınardı.
İşte bizimle bidat ehli arasındaki fark budur. Ehli sünnet büyük âlimlere dönülmesini emreder, rusuh
sahibi âlimelere dönülmesini emrederler. (ehli bidat) onlar bunu yapmazlar, büyük âlimlere rücû
edilmesini emretmezler, âlimleri hakir görüp onları murcie sayarlar. “onlar sultanın âlimleridir”
derler. Bugün de maalesef, ehli sünnet arasından çıkıp zulüm ve fesadla çıkıp aynı şüpheyle
ulemâya dil uzatmaya başlayanlar vardır. Onları ulemâyı gözden düşürmeye uğraşırken bulursun
“delili anlamadı, etrafındakiler kötü insanlar, hasta, yaşlı ve ve ilh.” Ve bu âlimi gözden düşürüp
onun hükümlerini de gözden düşürdüler, hükümlerini kabul etmez oldular.
Âlimler hakkında ileri geri konuşmaktan sakının çünkü bu dalâlet ehlinin alâmetlerindir. Ve batıla
meyledenlerinin en belirgin alâmetlerinden birisi de âlimlere dil uzatmalarıdır. Eğer müslümanın
kanı, malı, ırzı haram ise, öyleyse âlimin durumu nasıldır? Doğrusu, insanlar için bir merci olan,
insanların fetvasıyla hareket ettikleri ve büyük bela, musibetler ve hadiselere (nevazil) dair
meselelerde fetva veren ve rasih âlimlerden olan âlimin durumu nasıldır? İşte o kimselerin durumu
böyle iken âlimleri gözden düşürdüler ve ehli bidata benzemiş oldular.
Eğer âlime dil uzatan ve onun kadrini düşüren sözler söyleyen bir adam görürsen, bil ki o adam
bidat ehlindendir. Yine Rasullullah Aleyhi’s Selatu Ve’s Selam’ın ashabından birisi hakkında onun
kadrini düşürücü şeyler söylerse, o kimse zındıktır. Ulemâ, enbiyanın varisleri değil midir? İşte
onlar ulemâya dil uzatıyorlar. Ebû Zur’a nın dediği gibi: “Kuran ve Sünneti ibtal etmek için
şahitlerimizi cerh etmek istiyorlar. Onlar cerh edilmeye daha evladır ve onlar zındıktırlar.” İşte
Ebû Zur’a böyle demiştir. Hatib el-Bağdadi’nin “El-Kifaye” ve diğerlerinde rivâyet ettiği gibi.
Bunun için selef insanları âlimlerle imtihan ederlerdi. Hadis ve sünnet imamlarından olan imamlara
gelirler, eğer Hammad bin Seleme hakkında kötü konuşan birisini görürsen, onun akidesinden
şüphe et. Eğer İbn Abbas’ın mevlası İkrime’ye dil uzatan bir adam görürsen onun akidesinden
şüphe et. Eğer Mu’az bin Mu’az’a dil uzatanı görürsen onun akidesinde şüphe et. Aynı şekilde
Ahmed bin Hanbel ve Yahya bin Ma’in’e dil uzatan kimsenin de akidesinden şüphe ederlerdi. Ve
ilim ehlinden bir çoğu insanları ehli sünnet âlimleri ile imtihan ederlerdi. (âlimlere dil uzatmak ise
ehli bidatın yollarındandır.) Bugün de aynı şekilde ehli bidatı ve insanları ehli sünnet âlimleri ile
imtihan ediyoruz. İbn Baz, Şeyh İbn Useymin, Şeyh Rabi, Şeyh Fevzan, Luheydan, Şeyh Ubeyd,
Şeyh Mukbil ve âlimlerden pek çoğuyla. Onlardan ölenlerden ve hayatta olanlardan… Şeyh En-
Necmi ve Şeyh Zeyd, bizim indimizde onlar mihnedir. Onlara dil uzatan bidatçıdır, ehli sünnetten
değildir. O âlimler hakkında kötü konuşan veya onlara eziyet veren kimse Allah’ın salih velilerine
eziyet vermiştir. Allah Azze ve Celle de velilerinden bir veliye eziyet eden kimse ile harb ettiğini
haber vermiştir. Öyleyse bu durum tehlikelidir, ilim eliyle alay etmek basit bir şey değildir. Öyleyse
o kimseler âlimlerle nasıl alay edip, dalga geçip, onları kötüleyip çirkin gösterebiliyorlar?
Rasûlullah Aleyhi’s Selatu Ve’s Selam hakkında kötü konuşan kimse, kötü konuşup şöyle
dediğinde: “Şu Kur’an okuyanlarımızdan karınlarına daha düşkün, daha çok yalan söyleyen ve
düşmanla karşılaşma anında da daha korkak olanını görmedim.” Allah Teâlâ şu âyeti indirdi:
“Şâyet kendilerine niçin alay ettiklerini sorsan, “biz sadece lafa dalmıştık ve aramızda
eğleniyorduk”, derler. De ki: “Allah’la O’nun âyetleriyle ve Peygamberiyle mi eğleniyordunuz?”
Bu tehlikeli meslekten sakınmak gerekir. Bunun için niyetin fasıt olması, kastın kötü olması,
dindarlığın ve ibadetin zayıflığı sebebiyle o kimselerden bu fiiller ortaya çıktı. Bu yüzden büyük
meselelere ve büyük işlerin içine girdiler. Ne için? Çünkü onlar işin doğrusu baş olma isteğiyle
fitneye düştüler. Evet onların durumlarının hakikati budur. Onlar selefin tersine baş olma
mücadelesi içine girip, baş olma sevdasıyla fitneye düştüler. Selef baş olmayı isteyen baş olmayı
seven nefislerle savaşırlardı. Nefis bunu isteyebilir ancak bu durumda yapılması gereken nedir? Bu
nefisle savaşman gerekir. Nefis, baş olmaya, hükmetmeye meyleder. Öyleyse bu nefsi Allah’a karşı
takvalı olmakla terbiye etmen gerekir. Şatibi’nin “El-İ’tisam” kitabında dediği gibi: “Salihlerin
kalplerinden en son çıkan şey hükmetme ve tasaddur sevgisidir.” Bu, salihlerin kalplerinde
böyleyse, o yalancı kimselerin kalplerinde nasıldır? Dalâlet ehli ve batıla meyledenlerden olan o
kimseler âlimlerle savaşıyorlar. Onlar âlimlere hurûc eden haricilerdir. Baş olmayı ve yeryüzünde
büyüklenmeyi seviyorsunuz. Bunların hepsi kalplerin hastalıklarındandır. Bunun için Aleyhi’s
Selatu Ve’s Selam şeref ve hükmetme sevgisinden sakındırarak şöyle demiştir: “Bir koyun
sürüsünün içine salıverilmiş iki aç kurdun o sürüye verdiği zarar, mala ve mevkiye düşkün bir
adamın dinine verdiği zarardan daha büyük değildir.”
Bu, Rasûlullah’ın müslümanın dininin fesadına dair verdiği bir misaldir. Müslümanın dini neden
fesada uğrar? Mal sevgisine olan hırsı ve yükselme hırsı sebebiyle. (Nefis) baş olmak ister,
yönetmek ister. Nefsine karşı çık, onu terbiye et ve te’dip et. Ona zarar verip fayda vermeyen
mevzulardan uzaklaş. Selefin tercümelerini oku. Bu kötü ahlakla nasıl savaşıyorlardı bak. Ve onlar
nefislerini nasıl terbiye ediyorlardı? Ve bu buna karşı nasıl zühd sahibiydiler?. Bunların hepsi takva,
vera’ ve Allah’tan korkmaktır ki, bu onları bu durumların hepsinden korur, meneder.
Öyleyse bu kısa sohbette önce kendi nefsime sonra kardeşlerime nasihat ediyorum ve diyorum ki;
ehli sünneti yarı yolda bırakanlardan hasıl olan ve olmaya devam eden fitnelerin sebeplerinin en
büyüklerinden birisi şöhret, öne çıkma sevgisi ve ilmi bu işlere araç edinmedir. Şüphesiz ki bu onun
zaafına, yalan söylediğine, tembelliğini göstermektedir. O bir şey olmadan baş olmak istiyor. İlmi
Allah için taleb eden kimse bunu yapmaz. Zira bu şeref ve makâm sevgisi suretleri kişiyi âlimlerle
savaşır hale getirir. Çünkü insanlar ancak âlimlere rücû etmektedirler. Ve o âlimleri güneş ve
dolunayı gibi (rehber) edinmektedirler. Onlara rücû edip onlardan istifade etmektedirler. Bazı
insanlar merci’iyetin o âlimlere ait olduğunu gördüklerini âlimleri gözden düşürmek ve onlara dil
uzatmak için uğraşıyorlar. Bunların hepsi de kalplerin hastalıklarındandır. Şeref ve efendi olma
isteği, bunların hepsi hastalıktır. İşte bu yüzden onları (dini esaslardan) tenazül ederken ve yalakalık
yaparken bulursun. Onun niyeti ancak budur, bundan Allah’a sığınırız. Şeref, baş olma ve efendilik
mücadelesi içine girme... Allah’tan. “Allah kimi alçaltırsa ona saygınlık kazandıracak hiçbir
kimse yoktur.” Hac 18. Allah’tan bizleri sevdiği ve razı olduğu şeylere muvaffak etmesini, bizim
için dinimizi, ulemâmızı korumasını ve onlardan vefat edenlere de rahmet etmesini isteriz, Allah
herkesi sevdiği ve razı olduğu şeylere muvaffak etsin.