74
ÂŞIK VEYSEL ŞATIROĞLU 25 Ekim 1894'te Sivas'ın Şarkışla ilçesi Sivrialan köyünde dünyaya geldi. 21 Mart 1973'te yine Sivrialan'da yaşamını yitirdi. Çocukken çiçek hastalığı yüzünden bir gözünü, daha sonra bir kaza sonucu diğer gözünü kaybetti. Saz çalmayı öğrendi. Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan, Emrah, Dadaloğlu gibi halk ozanlarından etkilenerek türkü yorumu ve sazda ustalaştı. İki kez evlendi. 7 çocuğu oldu. Anadolu'yu kent kent dolaşıp şiirlerini sazıyla seslendirdi. Köy Enstitüleri'nde saz ve halk türküleri dersleri verdi. Ölüm nedeni akciğer kanseridir. En güzel şiirlerinden bazılarını ölümünden hemen önce yazdı. Şimdi Şarkışla'da her yıl adına bir şenlik yapılır. Türkçesi yalındır. Dili ustalıkla kullanır. Tekniği gösterişsiz ve neredeyse kusursuzdur. Yaşama sevinciyle hüzün, iyimserlik ve umutsuzluk şiirlerinde iç içedir. Doğa, toplumsal olaylar, din ve siyasete ince eleştiriler yönelttiği şiirleri de vardır. Şiirleri, Deyişler (1944), Sazımdan Sesler (1950), Dostlar Beni Hatırlasın (1970) isimli kitaplarında toplandı. Ölümünden sonra Bütün Şiirleri (1984) adıyla eserleri tekrar yayınlandı. UZUN İNCE BİR YOLDAYIM

carsambaihl.meb.k12.trcarsambaihl.meb.k12.tr/.../2015_10/06122323_biyograflar.docx · Web viewBaşlıca eserleri şunlardır: Leylâ ve Mecnun (ünlü bir mesnevidir); Hadikat-üs-Süeda

  • Upload
    others

  • View
    3

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

ÂŞIK VEYSEL ŞATIROĞLU

25 Ekim 1894'te Sivas'ın Şarkışla ilçesi Sivrialan köyünde dünyaya geldi. 21 Mart 1973'te yine Sivrialan'da yaşamını yitirdi. Çocukken çiçek hastalığı yüzünden bir gözünü, daha sonra bir kaza sonucu diğer gözünü kaybetti. Saz çalmayı öğrendi. Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan, Emrah, Dadaloğlu gibi halk ozanlarından etkilenerek türkü yorumu ve sazda ustalaştı. İki kez evlendi. 7 çocuğu oldu. Anadolu'yu kent kent dolaşıp şiirlerini sazıyla seslendirdi. Köy Enstitüleri'nde saz ve halk türküleri dersleri verdi. Ölüm nedeni akciğer kanseridir. En güzel şiirlerinden bazılarını ölümünden hemen önce yazdı. Şimdi Şarkışla'da her yıl adına bir şenlik yapılır.

Türkçesi yalındır. Dili ustalıkla kullanır. Tekniği gösterişsiz ve neredeyse kusursuzdur. Yaşama sevinciyle hüzün, iyimserlik ve umutsuzluk şiirlerinde iç içedir. Doğa, toplumsal olaylar, din ve siyasete ince eleştiriler yönelttiği şiirleri de vardır.

Şiirleri, Deyişler (1944), Sazımdan Sesler (1950), Dostlar Beni Hatırlasın (1970) isimli kitaplarında toplandı. Ölümünden sonra Bütün Şiirleri (1984) adıyla eserleri tekrar yayınlandı.

UZUN İNCE BİR YOLDAYIM

Uzun ince bir yoldayımGidiyorum gündüz geceBilmiyorum ne haldeyimGidiyorum gündüz gece

Dünyaya geldiğim andaYürüdüm aynı zamandaİki kapılı bir handaGidiyorum gündüz gece

Uykuda dahi yürüyorumKalmaya sebeb arıyorum

Gidenleri hep görüyorumGidiyorum gündüz gece

Kırkdokuz yıl bu yollardaOvada dağda çöllerdeDüşmüşüm gurbet ellerdeGidiyorum gündüz gece

Şaşar Veysel işbu haleGah ağlaya gahi güleErişmek için menzileGidiyorum gündüz gece

EVLİYA ÇELEBİ

1611’de İstanbul’da doğdu. 1682’de, Mısır’dan dönerken yolda ya da İstanbul’da öldüğü sanılıyor. Asıl adı Evliya Çelebi Derviş Mehmed Zillî. Ailesi Kütahya’dan gelip saraya yerleşti. Babası sarayda kuyumcu olan Mehmet Zillî’dir.

Özel öğrenim gördü. Bir süre medresede okudu, babasından tezhip, hat ve nakış sanatlarını öğrendi. Musiki ile ilgilendi, hafız oldu. Enderun’a alındı. Dayısı Melek Ahmed Paşa aracılığıyla Sultan 4′üncü Murat’ın hizmetine girdi. Gezmeye ilgisi çocukluğunda babasından ve yakınlarından dinlediği öyküler, söylenceler ve masallardan kaynaklanır. Seyahatname’nin giriş bölümünde gezi merakını bir rüyaya bağlar. Kendi anlatımına göre, bir gece rüyasında Hazreti Muhammed’i gördü. “Şefaat ya Resulallah” diye şefaat isteyecekken, şaşırıp “Seyahat ya Resulallah” dedi. Böylece birçok ülkeyi gezme, tanıma fırsatı bulduğunu yazar. 1635’te, yani 24 yaşındaki iken önce İstanbul’u dolaşmaya, gördüklerini, duyduklarını yazmaya başladı. 1640’ta Bursa, İzmit ve Trabzon’u gezdi. 1645’te Kırım’a Bahadır Giray’ın yanına gitti. Yakınlık kurduğu kimi devlet büyükleriyle uzak yolculuklara çıktı. 1646’da Erzurum Beylerbeyi Defterdarzade Mehmed Paşa’nın muhasibi oldu. Doğu illerini, Azerbaycan’ın, Gürcistan’ın kimi bölgelerini gezdi. Gümüşhane, Tortum yörelerini dolaştı. 1648’te İstanbul’a dönerek Mustafa Paşa ile Şam’a gitti, üç yıl bölgeyi gezdi. 1651’den sonra Rumeli’yi dolaşmaya başladı, bir süre Sofya’da bulundu. 1667-1670 arasında Avusturya, Arnavutluk, Teselya, Kandiye, Gümülcine, Selanik yörelerini gezdi. Seyahat Gezileri 50 yıl sürdü. Gezilerinde karşılaştığı toplumların yaşama düzenini ve özelliklerini yansıtan gözlemler yaptı. Kültürleri, günlük yaşayışları inceledi ve ünlü Seyahatname’sinde yazdı. Seyahatname’nin üslubu, Divan edebiyatı düz yazılarının tersine son derece sadedir. Dili kolayca anlaşılır. Konuşma diline yakın, akıcı bir üslup kullandı. Anlatımlarında kimi zaman mizah unsurlarına da yer verdi. Gözlemlerine, kendi düşünce ve çıkarımlarını da ekledi. Anlatımını belli bir zaman dilimiyle sınırlamadı. Seyahatname’de geçmişle gelecek, şimdiki zamanla geçmiş iç içedir. Yapısı gereği Seyahatname bir kültürel derleme niteliğindedir. İçinde, gidilen yerlerde dinlenen halk öyküleri, türküler, halk şiirleri, söylenceler, masallar, maniler, halk oyunları unsurları, giyim-kuşamla ilgili özellikler, düğün-cenaze törenleri, yerel oyunlar, inançlar, komşuluk bağlantıları, toplumsal davranışlar, sanat ve zanaat özellikleri de vardır. Ayrıca gezilen bölgelerdeki evler, cami, mescid, çeşme, han, saray, konak, hamam, kilise, manastır, kule, kale, sur, yol, havra, köprü gibi çevresel yapıları da inceler. Seyahatnamesi, yalnızca 17′nci Yüzyıl Osmanlı dünyası için değil, Kafkasya, Arap ülkeleri, Balkanlar ve Orta Avrupa bakımından da önemli bir tarihsel coğrafya-kültür haritası niteliğindedir.

FUZULÎ

Divan Edebiyatının en büyük şairidir (1480-1556). Fuzuli’nin asıl adı Mehmet’tir. Irak’ta Kerbelâ’da doğdu, öğrenimini Bağdat’ta gördü. Gençliği, SafevÎ Türk İmparatorluğu’nun parlak dönemine rastlar. Bağdat’a yerleşti ve ömrü boyunca Irak’tan hiç ayrılmadı. Kanuni Sultan Süleyman 1534′te Bağdat’ı fethettiği zaman padişaha kaside yazıp sunduğu gibi, veziriazam Damat İbrahim Paşa, vezir Rüstem Paşa, nişancı Celâlzade Mustafa Çelebi gibi devlet ileri gelenlerine de kasideler yazdı. Kanuni, şaire günde 9 akçe aylık bağladı. Fuzuli’nin bu aylığı alamaması üzerine nişancı Celâlzade Çelebi’ye yazdığı mektup Şikâyetname adıyla ün kazandı.

Fuzuli’nin divan edebiyatı üzerindeki etkisi büyüktür. Şiirlerini Azeri şivesiyle yazmasına karşın bütün Türk milletince sevilen ve benimsenen bir şairdir. Üslûbu, edası ve temaları gerek klasik divan şairlerince, gerek halk şairlerince günümüze kadar taklit edilmiştir. Dili sade olan şiirleri halk arasında da yayılmıştır.

Türkçe, Farsça ve Arapça olmak üzere üç divanı vardır. O zamanın sanat ve bilim dili Arapça ve Farsça olmasına rağmen Türkçe ile de mükemmel şiir söylenebileceğini öne sürmüş ve bunu kanıtlamıştır.

Eserleri:

Fuzuli sadece şairliğiyle değil, yapıtlarının çokluğuyla da meşhurdur. Üç divanından başka başta Leylâ ve Mecnun olmak üzere birçok eseri vardır.

Başlıca eserleri şunlardır: Leylâ ve Mecnun (ünlü bir mesnevidir); Hadikat-üs-Süeda (Kerbelâ Olayı’nı konu alan bu düzyazı ve şiir karışımı eser, şairin en önemli kitaplarından ve Türk edebiyatının şaheserlerinden biridir, sonraki şairleri büyük ölçüde etkilemiş, birçok defa basılmıştır); Beng ü Bade (500 beyitlik Türkçe mesnevi); Heft-Cam (327 beyitlik bir sakiname); Rind ü Zahid (Farsça düzyazı); Hüsn ü Aşk (Farsça düzyazı); Şikâyetname (Türk mizah ve hiciv edebiyatının şaheserlerindendir).

Leylâ ve Mecnun Türkçe divanı kadar ünlüdür. Bir Arap emîrinin kızı Leylâ ile ona âşık olan bir Arap gencinin başından geçenleri anlatır. Mesnevi tarzında yazılmıştır. Zamanımıza kadar 30 defadan fazla basılmış, bütün önemli dünya dillerine çevrilmiştir. Rusya’da opera olarak da bestelenmiştir.

HAREZMÎ

780 yılında Harezm’de doğdu. Daha sonra ilim öğrenmek amacıyla, kendi döneminin ilim merkezi olan Bağdat’a gitti. Abbasi Halifesi Me’mun, Bağdat’ta kurduğu kütüphanenin (Darülhikme) idaresini kendisine verince, matematik ve astronomi kaynaklarını uzun süre inceleme imkanı bulmuştur.Bağdat’taki bilimler akademisi Darülhikme’de görev alan Harezmî, matematik, astronomi ve coğrafya alanında değerli çalışmalar yaptı.

Harezmî, ilk defa, birinci ve ikinci dereceden denklemleri analitik metotla; bir bilinmeyenli denklemleri de cebirsel ve geometrik metotlarla çözmenin kural ve yöntemlerini tespit etti. Matematikte ilk kez sıfır rakamını kullanan Harezmî, cebir bilimini metodik ve sistematik olarak ortaya koydu. Kendisinden önceki cebire ait konuları, yine ilk kez ‘cebir’ adı altında sistemleştirdi.

Harezmî, matematik, astronomi ve coğrafya alanında çok sayıda eser yazdı. Yeryüzünün çapına ait hesaplarını Kitâbu Sûreti’l-Arz adlı kitabında topladı. Bu eserde, Nil Nehri’nin kaynağını açıklayan Harezmî, Batlamyus’un astronomik cetvellerini de düzeltti.

Güneş ve ay tutulmasına dair incelemelerini topladığı Zîcü’l-Harezmî adlı eserinde ise, astronomi için gerekli trigonometri bilgi ve cetvellerini verdi.

Harezmî, 850 yılında Bağdat’ta vefat etti.

HZ. ALİ

Hz. Ali (ra) 599 yılında (hicretten 23 yıl önce) Receb ayının 13. gününde Mekke´de dünyaya geldi. Babası Peygamberimizin (Sav) amcası Ebu Talib, annesi ise Esat Kızı Fatıma´dır.

O yıllarda Peygamber (Sav) Efendimiz de Ebu Talib’in evinde kalıyordu. Hazreti Ali’ye “Ali” ismini de Hazreti Muhammed (Sav) vermiştir.

Hz. Ali 6 yaşında iken Peygamberimiz (Sav) onu kendi evine götürdü. Terbiye ve himayesini bizzat kendisi üstlendi. Hz. Ali Peygambere ilk iman edenlerdendir. Hatice validemizden sonra Müslüman olan ikinci kişidir.

Hz. Ali, Peygamberimizin (Sav) kızı Hz. Fatıma (as) ile evlenmişti. Hz. Ali ile Hz. Fatıma’nın, Hasan, Hüseyin, Muhsin, Ümmü Gülsüm ve Zeyneb adında beş çocuğu oldu.

Hz. Ali, Peygamberimizin vefatında 33 yaşındaydı. Hz. Peygamber’in (Sav) vefatı sırasında yanında bulunanların başında geliyordu. Hz. Ebu Bekir (ra) halife seçildiği sırada Hz. Ali (ra) Resulullah’ın hücresinde tekfin ile meşgul idi.

Resulullah döneminde gerçekleşen savaşların çoğunda, Müslümanların zaferi, Hz. Ali’nin kılıcıyla gerçekleşmiş, bu savaşlardaki fetihleri nedeni ile Hz. Muhammed (Sav) “Ali´den yiğit ve Zülfikar’dan başka kılıç yoktur” diyen Hadis-i Kudside Hz. Ali’yi övmüştür.

Hz. Ali, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’dan sonra 4. halife olmuştur. Hz. Ali İslam devletini 656-661 yılları arasında yönetmiştir.

Hz. Ali Kufe’de bir camide ibadet ederken bir Harici olan Abdurrahman İbn-i Mülcem tarafından yaralandı. Hz. Ali iki gün kendi evinde yattıktan sonra, 661 yılında 63 yaşında iken (hicretin 40. yılı) Ramazan ayında şahadete erişti.

HZ. EBUBEKİR

(Sevr mağarasındaki iki kişiden biri) (Peygamberimizin hicretteki yol arkadaşı)

Hz. Ebubekir (ra) 571 Yılında Mekke’de doğdu. Babası Kureyş’in Teym boyundan Ebu Kuhafe Osman, Annesi ise Sahrin kızı Ümmü’l Hayr Selma’dır.

Müslümanlıktan önceki ismi Abdül Kâbe‘dir. Ebubekir Es Sıddîk (sadık, bağlı, doğrulayıcı) olarak anılır. Hz. Hatice’den sonra Peygamberimize (Sav) ilk iman eden odur. Hz. Ebubekir (ra) Müslüman olan ilk erkektir.

Hz. Ebubekir’in (ra) Ümmi Rüman adlı eşinden dört çocuğu olmuştur. İsimleri Abdullah, Aişe, Esma ve Abdurrahman’dır.

Hz. Muhammed’in (Sav), Hz. Ebubekir’in kızı Hz. Aişe ile evlenmesinden dolayı kayınpederidir.

Hicrette Peygamberimiz (Sav)’e arkadaşlık etmiştir. Üç gün kaldıkları Sevr mağarasına ilk giren Hz. Ebubekir’dir (ra). Mağarada keşif yaptıktan sonra Hz. Muhammed (Sav) içeri girmiştir.

Peygamberimiz (Sav) hastalandığında namazı kıldırması için Hazreti Ebubekir’i (ra) tayin ederdi.

Hz. Ebubekir (ra), iki yıl, üç ay kadar halifelik yapmıştır. Ayrıca, Kur’ân ayetlerinin toplanmasını sağlamıştır. Halifelik döneminde iki büyük zafer kazanmış İran ve Filistin O’nun zamanında fetih olunmuştur.

Hz. Ebubekir (ra), yakalandığı hastalığın ortaya çıkmasıyla 63 yaşında iken 634 yılında Medine’de vefat etmiştir.

Cenaze namazını Hz. Ömer (ra) kıldırmıştır. Hz. Muhammed’in (Sav) göğüsleri hizasına defnedilmiştir.

HZ. HAMZA (Şehitlerin Efendisi)

Hz Hamzan’ın Babası Abdülmuttalip, Anası Vehib kızı Hâle Hâtundur. Peygamber efendimizden (S.a.v) 2 yaş büyük, öz amcası ve süt kardeşi idiler. Süveybe Hâtun, her ikisine de sütanneliği yapmıştı.

Hazret-i Hamza, Kureyş’in en asil soyundan olması yanında; çok iyi kılıç kullanır, mükemmel ok atardı. Güçlü kuvvetli bir savaşçı idi.

Peygamberimiz bir gün "Safâ" tepesinde otururken yanından Ebû Cehil geçti. Rasûlullah(s.a.s.)'e çirkin sözlerle hakarette bulundu. Peygamberimiz hiçbir karşılık vermedi.

Hamza o gün ava gitmişti. Dönüşünde, bir câriye, olayı Hamza'ya anlattı. Hamza henüz Müslüman olmamıştı. Yeğenine hakaret edilmesine dayanamadı, silahını çıkarmadan, derhal Kureyşin toplantı yerine gitti. "Kardeşimin oğluna hakaret eden sen misin?" diyerek yayı ile Ebû Cehil'in kafasına vurup yaraladı. Ebû Cehil, "Hamza Müslüman oluverir" korkusu ile ses çıkarmadı. Ebû Cehil'den, Peygamberimize yaptığı hakaretin öcünü alan Hamza, Rasûlullah(s.a.s.)'e giderek O'nu teselli etmek istedi. Rasûlullah (s.a.s.)'in ancak imân etmesi ile memnûn olacağını söylemesi üzerine, şehâdet getirip Müslüman oldu.

Müslümanlığı kabul ettikten sonra da aynı kahramanlığı ALLAH, Peygamber ve İslâm dini uğrunda göstermiştir. Bu yüzden Resûlullah efendimiz (sav) kendisine Esedullah, (ALLAH'ın Aslanı) lâkabını vermişlerdi.Peygamber efendimiz (sav), Mekke ve Medineliler arasında din kardeşliği ilân etmişlerdi. Hazret-i Hamza da, Peygamber efendimizin azatlı evlâtlığı Zeyd (ra) ile kardeş olmuştu. Kendisini o kadar çok severdi ki, ALLAH yolunda harbe çıkarken, bütün mülkünü Zeyde vasiyet ederdi.

Müşriklere karşı harekete geçen, ilk İslâm birliğinin kumandanı Hazret-i Hamza idi. Sevgili Peygamberimiz beyaz renkli İlk İslâm Sancağını ona teslim etmişlerdi. Sonraki seferler de ekseriya onun kumandanlığında yapılmıştır. Büyük Bedir Gâzâsının en büyük kahramanlarının başında, Hazret-i Hamza gelir. Bedir’in intikamı için Kureyşli müşrikler, Uhud’a koştular. Bu ibretli gazada Resûlulllah’ın yiğit amcası, hakikaten ALLAH'ın Aslanı olduğunu ispat etmiştir. Fakat pusuya düşürülerek, şehit edilmiştir.

HZ. HATİCE

O, Arapların en asil kavmi olan Kureyş kavminden ve Kureyş kavminin de, en asil, pak ailelerinden idi. Babası Huveylid, annesi Fâtıma'dır.

Hz. Hatice'nin baba tarafından soyu Kusay'da Peygamberimizin baba tarafından soyu ile birleştiği gibi, annesi tarafından da soyu yine Peygamberimizin baba tarafından dedesi olan Lüey'de bileşmektedir.

Hz. Hatice, ticaretle uğraşan zengin, haysiyetli, şerefli bir kadındı. Ücretle tuttuğu adamlarla Şam'a ticaret kervanları düzenlerdi. Hz. Muhammed (s.a.s.)'in doğru sözlü, güzel ahlâklı ve son derece kendisine güvenilen bir insan olduğunu öğrenince, O'na ticaret ortaklığı önerdi. Hz. Muhammed (s.a.s) Hz. Hatice'nin bu teklifini kabul etti. Hz. Hatice O'nun başkanlığında bir ticaret kervanını Şam'a gönderdi. Ayni zamanda kölesi Meysere'yi de O'nunla beraber gönderdi. Meysere, yolculuk sırasında Hz. Muhammed(s.a.s.)'de harikulade hallere şâhid oldu. Gittikleri yerde, Peygamberimiz (s.a.s.) satacaklarını sattı ve alacaklarını da aldı. Ondan sonra geri döndüler. Hz. Hatice bu ticaret kervanından çok memnun oldu. Daha önce gönderdiği ticaret kervanlarına nazaran, bu sefer daha fazla kâr elde etti. Hz. Peygamber (s.a.s.) hakkında Meysere'yi de dinleyince, O'na olan itimadı ve sevgisi daha da arttı. O'na anlaştıkları ücretten fazlasını verdi ve Hz. Muhammed (s.a.s)'e evlenme teklifinde bulundu.

Hz. Peygamber (s.a.s.) durumu amcası Ebu Talib’e anlattı. Ebu Talib Hz. Hatice'yi Hz. Muhammed (s.a.s.) için istedi. İki aile anlaştı. Düğünleri o zamanın örf ve adetlerine göre, Hz. Hatice'nin evinde yapıldı.

Hz. Hatice'nin Rasûlullah (s.a.s.)'den Kasım, Zeynep, Rukiye, Ümmü Gülsüm, Fatıma, Abdullah isimlerinde 7 çocuğu dünyaya geldi.

Hz. Hatice(r.anha), Rasûlullah (s.a.s.)'e, Peygamberliğinden evvel son derece saygı gösterip onu mutlu ettiği gibi, Peygamberliği döneminde de, ona ilk inanan, onunla beraber namaz kılıp ona ilk cemaat olan kişi vasfını kazandı. Daima Hz. Muhammed (s.a.s.)'e destek oldu, ona moral verdi, son derece güzel davranış ve sözleri ile, onun başarılarına katkıda bulunmaya çalıştı.

Hz. Hatice (r.anha), Allah'ın selâmına ve Resûlullah (s.a.s.)'in övgüsüne nâil olacak derecede faziletli ve şerefli bir kadındı. O, imanda, sabırda, iffette, güzel ahlâkta, kısacası her yönü ile örnek olan bir anneydi. Rasûlullah (s.a.s.); "Hıristiyan kadınlarının en hayırlısı İmrân'ın kızı Meryem, Müslüman kadınlarının en hayırlısı ise; Hüveylid'in kızı Hatice'dir" buyurdu. Bu konudaki diğer bir hadisinin meali şöyledir: "Dünya ve âhirette değerli dört kadın vardır. İmran’ın kızı Meryem; Firavun'un karisi Asiye, Hüveylid'in kizi Hatice ve Muhammed (s.a.s.)'in kızı Fâtıma"

Allah’ın rızasını, yuvasının mutluluğunu, dünya ve âhiretin huzur ve saadetini düşünen bütün anneler için en güzel örneği teşkil eden Hz. Hatice (r.a.), nübüvvetin onuncu yılında, Ramazan ayında vefat etti ve Mekke'deki Hacun kabristanına defnedildi. Aynı yıl Ebu Tâlip de vefat ettiğinden dolayı bu yıla Hüzün Yılı dendi.

HZ. OSMAN

Ashabı Kiram'ın en büyüklerinden ve Peygamber Efendimizin damadı, üçüncü halifesidir. Peygamber Efendimiz'e iki defa damat olmakla şereflendiği için, iki nur sahibi manasına gelen 'Zinnureyn' lakabıyla anıldı.

Hz.Osman (R.A), M.577 senesinde Mekke'de doğdu. Babası Affan olup, Kureyş kabilesinin Beni Ümeyye kolundandır. Annesi ise Erva Binti Küreyz'dir. Hem ana hem baba yönünden soyu Abdülmenaf’ta Peygamber Efendimizin temiz nesebi ile birleşir. Dünyada iken Cennet'le müjdelenen on kişiden biridir. Hz. Rukiyye'den Abdullah isminde bir oğlu olmuş bu sebeple Ebu Abdullah künyesi ile tanınmıştır.

Rasulullah (S.A.V) kızı Rukiyye'yi Hz. Osman'a verdikten bir zaman sonra kızına;

-Osman Bin Affan'ı nasıl buldun? dedi.

-Hayırlı, iyi gördüm. dedi.

-Ey canım kızım! Osman’a çok saygı göster. Çünkü Ashabım arasında, ahlakı bana en çok benzeyen odur! buyurdu.

Hz. Osman, Peygamberimizin vahiy kâtiplerindendi. Güzel yazar, güzel konuşur ve çok kuvvetli bir hatipti. Daima Kur'an-ı Kerim okur, O'ndan çeşitli meseleler çıkarırdı. Kur'an-ı Kerim'i hıfzı çok kuvvetli idi. Çok okuduğu için iki Mushaf elinde eskimiştir.

*Hz. Osman, Hz. Ömer'in tayin ettiği bir heyet tarafından Hicri 23 (M.644) senesinde halife seçildi.

*Hz. Osman, hilm ve hayâsı ile meşhurdur. Marifet ilminde gayet mahirdi. O derece hayâ sahibi idi ki melekler dahi ondan hayâ ederdi.

*Hz. Osman (R.A.) zamanında; Hz. Ebu Bekir (R.A.) tarafından kağıt üzerine yazdırılan ve Mushaf adı verilen Kur'an-ı Kerim'in ilk nüshasından, altı nüsha daha yazdırılarak çoğaltıldı. Bu Mushaflar; Medine, Mekke, Şam, Bağdat, Yemen ve Bahreyn'e birer tane gönderildi. Bu bakımdan ona Naşirü’l-Kuran (Kur'an'ın yayıcısı) denilmiştir. Kufi harflerle yazılmış olan bu Mushaflarda harflerden başka hiçbir nokta ve işaret kullanılmamıştır. Bu ilk yedi nüshadan günümüzde, bir tanesi Mekke'de Kâbe’de, biri Kahire'de Milli Kütüphane'de, bir diğeri ise Özbekistan'ın Taşkent vilayetindeki İslam Kütüphanesinde korunmaktadır.

*Hz. Osman (R.A.) devrinde; Afrika'nın kuzey kısımları, Kıbrıs adası, Anadolu'nun içleri, Türkistan ve daha nice yerler İslam ordularının eline geçti. İslam’ın sınırları çok genişledi.

*On bir sene altı ay on dört gün halifelik yaptı. Hz. Osman (R.A.)'ın son zamanlarında bazı iç karışıklıklar çıktı. Bunun sonucu olarak da hicretin 35. senesinde, 80 yaşını geçtiği halde şehid edildi (M.656).

Hadisi Şeriflerde Hz. Osman hakkında buyruluyor ki;

-Her peygamberin cennette bir arkadaşı vardır. Benim arkadaşım da Osman’dır.

-Osman'dan gök kubbedeki melekler hayâ ederler.

-Bütün melekler benimle iftihar ederler. Ben de Osman Bin Affan ile öğünürüm.

HZ. ÖMER

Adaleti ile ünlü olan ve İslamiyet’in ikinci halifesi konumundaki Hz. Ömer 591 yılında Mekke’de doğmuştur. Hz. Muhammed’in akrabası olan Hz. Ömer tıpkı Hz. Muhammed gibi Mekke’nin Kureyş kabilesine bağlı Beni Adiyy Ailesinden gelmiştir. Bilindiği gibi Kureyş kabilesi o dönemlerde Mekke’nin en önemli ve önde gelen ailelerinden biriydi. Özellikle toplumsal olaylar ve anlaşmazlıklarda Kureyş ailesinin önde gelenlerine danışılır ve onların çözüm üretmesi istenirdi. Herkes onların vereceği karara saygı duyardı. Hz. Ömer’in babası çok zengindi ve insanlar genel olarak birçok konuda ona danışarak işlerine başlarlardı. Babasının ölümünden sonra Hz. Ömer hem babasından kalan işleri yürütmeye hem de anlaşmazlıkları çözmeye devam etti. Bu işi başarı ile sürdürdü ve insanlar arasında çok sevilen biriydi. Ayrıca korkusuz ve yiğit olmasıyla da ünlüydü.

Ömer, okuma-yazma bilen ve Mekke Şehir Devleti’nin dış ilişkilerine bakan biri olup oldukça sert bir mizaca sahipti. Mekke’de Peygamberimize ve Müslümanlara en fazla düşmanlık gösterenlerin başında gelmekte idi. Bir gün Hz. Peygamberi öldürmek niyetiyle kılıcını kuşanarak evinden çıktı. Peygamberimizin ve Müslümanların bulunduğu Darü’l- Erkam’a doğru yürümeye başladı. Yolda karşılaştığı Nuaym bin Abdullah, Ömer’in hiddetli yürüyüşünden şüphelenerek, “Nereye gidiyorsun Ey Ömer?” diye sordu. Ömer, “Muhammed’i öldürmeye...” diye cevap verdi. Müslümanlığını gizleyen Nuaym, bunun üzerine Ömer’i vazgeçirmek amacıyla, “Bunu yaparsan düşmanlığı daha da artırırsın. Muhammed’i öldürürsen Haşimoğulları seni rahat bırakır mı? Sen önce kendi aileni düzelt.” dedi. Nuaym, Hz. Peygamberi korumak ve zaman kazanmak amacıyla eniştesi ile kız kardeşinin Müslüman olduklarını Ömer’e haber verdi. Bunun üzerine Ömer, kız kardeşinin evine doğru hiddetle yürümeye başladı. Eve yaklaştığı zaman içeriden Kur’an sesleri duyan Ömer, kapıya sertçe vurdu. Kız kardeşi Fatıma ve kocası Said bin Zeyd daha önce gizlice Müslüman olmuşlardı ve evlerinde Habbab bin Ered’den Kur’an öğreniyorlardı. Kapının sertçe çalınması üzerine telaşlanan ev halkı hemen Kur’an sayfalarını sakladı. Habbab’ı da evin bir köşesine gizlediler. İçeriye giren Ömer, “Nedir okuduğunuz şey?” diye bağırdı. Ömer, “Bir şey yok!” diyen eniştesinin yakasına yapıştı. Kocasına yardım etmek için Ömer’e müdahale eden Fatıma, Ömer’in attığı sert tokat ile yere düştü. Yüzü kan içinde kalan Fatıma, Ömer’e hiddetle bağırdı: “Ey Ömer! Ne istiyorsun? Evet, biz İslam’ı kabul ettik. Haydi! Ne istiyorsan yap!” Kardeşinin yüzünü kan içinde gören Ömer, üzülerek pişman oldu ve kalbi yumuşadı. Onun gönlünü almaya çalışarak az önce okuduklarını istedi. Fatıma, Tâhâ suresinin ilk ayetlerinin yazılı olduğu sayfaları Ömer’e verdi. Kur’an ayetlerini okuyan Ömer’i bir sessizlik kapladı. Bir müddet sustu ve ardından, “Beni Muhammed’e götürün.” diye seslendi. Bu tabloya şahit olan Habbab, gizlendiği yerden çıkarak sevinçle, “Allah’a yemin olsun ki Hz. Peygamber, önceki gün iki Ömer (Ömer bin Hattab ve Ebu Cehil)’ den biri ile İslam’ı kuvvetlendirmesi için Allah’a dua etmişti. O, sen olacaksın ey Ömer! Bu ortaya çıktı.” dedi. Ömer daha sonra Darü’l- Erkam’a doğru yürüdü. Erkam’ın evinde bulunan Müslümanlar Ömer’in silahlı olarak kendilerine doğru geldiğini görünce korkuya kapıldılar. Peygamberimize haber verdiler. Orada bulunan Hz. Hamza, “Telaşlanmayın! Eğer iyilik için gelmişse iyiliği ondan esirgemeyiz. Ancak kötülük için gelmişse o zaman onu kendi kılıcıyla öldürürüz.” dedi. Hz. Peygamber ise “Çekinmeyin, bırakın gelsin.’’ dedi. İçeriye giren Ömer’i karşılayan Hz. Peygamber ona geliş sebebini sordu. Ömer ise iman etmek için geldiğini söyledi ve kelime-i şehadet getirerek Müslüman oldu. Peygamberimiz ve orada bulunanlar büyük bir sevinç yaşadılar. Daha sonra topluca Kâbe’ye gittiler ve orada namaz kıldılar. Ömer’i Müslümanların arasında gören müşrikler büyük bir şaşkınlık yaşadılar. Ömer, orada artık Müslüman olduğunu açıkça ilan etti ve böylece Müslümanların safına katılmış oldu (M 616).

Halife olduktan sonra Hz. Muhammed ve ilk halife Hz. Ebubekir’in yapmak istediklerini devam ettiren Hz. Ömer fetihler gerçekleştirerek İslamiyet’i yaymaya devam etti. 642 yılında Libya’ya yapmış olduğu seferler ile büyük başarılar sağlamıştır. Kaderi tıpkı Hz. Muhammed gibi Medine’de son bulmuştur. Hayatı 644 yılında İranlı bir Hıristiyan tarafından namaz esnasında sayısız zehirli bıçak darbesi ile son bulmuştur.

İslamiyet’e verdiği hizmetlerden ötürü adını tarihe altın harflerle yazdıran Hz. Ömer Adaleti ve cesurluğu ile tanınan muhteşem bir halifeydi. Ayrıca tarih açısından bir önemi de devlet teşkilatının ilk temellerini atmış olmasıdır. Keza Hz. Ömer maliye, toprak ve ordu ile ilgili çeşitli düzenlemeler yaparak bunları çok iyi bir biçimde işlemeye çalışmıştır. İlk İslam parasını bastırmış ve hicret de onun devrinde hicri takvim başlangıcı olarak kabul edilmiştir.

KAŞGARLI MAHMUT

XI. yüzyılda yaşayan Türk dil bilginidir. Divân-ı Lügati’t-Türk adlı eseriyle ünlüdür. Karahanlılar soyundandır. 1072 yılında yazmaya başladığı eserini 1074′te tamamlayarak Bağdat’ta Abbasî halifesi El-Muktedî Billah’a sunmuştu. Eserin el yazması tek kopyası Fatih Millet Kütüphanesi’nde 1910 yılında bulundu. 1915-1917 yıllarında öğretmen Kilisli Rıfat Efendi’nin çevirisi üç, Besim Atalay’ın çevirisi ise beş cilt olarak basıldı. Karahanlılar döneminde yetişen ve ilk Türk dil bilgini olan Kaşgarlı Mahmut’un doğum tarihi, kesin olmamakla birlikte 1025 olarak biliniyor. Babası Barsaganlı bir bey idi. 1071-1077 arasında Bağdat’ta bulunan Mahmut, Türk kültürünün Araplara tanıtılmasında büyük rol oynadı.

İbn-i Fadlan, Gerdizi, Tahir Mervezî, Muhammed Avfî ve Beyhakî gibi kendi döneminin Türk hayat ve cemiyetleri üzerine eğilen ünlü âlimleriyle birlikte Türk illerini adım adım dolaşan Kaşgarlı Mahmut, çalışmalarında Türkçe’yi resmi dil olarak kabul eden Karahanlı Devleti’nden de büyük destek gördü. Türkçe’nin serpilip gelişmeye başladığı o dönemde, Mahmut’la birlikte Balasagunlu Yusuf Has Hacib de Türk diline büyük hizmet etti. Bu iki Türk âlimi, ortaya koydukları eserlerle, Türk dil birliğinin sağlanmasına önemli katkılarda bulundular. Aynı zamanda filolog, etnograf ve ilk Türk haritacısı olan Kaşgarlı Mahmut, Divân-ı Lügati’t-Türk adlı eserinde; yaşadığı devirdeki Türk illerinin ve boylarının kullandığı ağızları canlı olarak tespit etti.

Mahmut, Divân-ı Lügati’t-Türk adlı kitabındaki haritası

MUHAMMED İKBAL

Pakistan’ın Milli Şairi düşünür, yazar, siyaset adamı

1873 yılında Pakistan'ın Pencap eyaletine bağlı Seyalkat kentinde doğdu. Muhammed İkbal mutasavvıf bir anne babanın oğludur. Babası Muhammed Nur, çok muttaki birisi olarak hem din, hem de dünya işleriyle meşgul olurdu.

İkbal çocukluğundaki ilk eğitimini evinde babasından aldı. Daha sonra Kur’an-ı Kerim’i okumak için medreseye gitti ve büyük bir kısmını ezberledi. Bu merhaleden sonra babasının arkadaşı Mir Hüseyin’in görev yaptığı bir okula gitti. Mir Hüseyin Arapça ve Farsça hocası olarak İkbal’e İslâm edebiyatını sevdirdi. Burayı bitirdikten sonra Pencap eyaletinin başkenti Lahor‘a giden Muhammed İkbal, orada hükümete ait bir okula girdi.

Zaten Lahor birçok lisenin bulunduğu bir şehirdi. Burada felsefe ve İngilizceden öğretmenlik diploması alan İkbal, Lahor'da doğu dilleri fakültesine hoca olarak tayin edildi. İşte Muhammed İkbal bu devrede şiir yazmaya başlayarak yavaş yavaş ismini duyurdu.

1905 de Londra'daki Chambrich Üniversitesi’ne girmek için İngiltere'ye gitti. İkbal, oradan felsefe ve iktisat bölümünü üstün bir derece ile bitirerek mezun oldu. Londra'da üç sene kadar kaldı. Yine Londra'da kaldığı müddet içinde hukuk üzerine okuyan İkbal savcılık diplomasını aldıktan sonra Almanya'ya giderek Münih Üniversitesi’nde felsefe dalında doktora yaptı. 1908’de Hindistan'a döndüğünde, yazı ve şiirlerine hayranlık duyanlar, onu büyük bir coşkuyla karşıladı.

İkbal, Hindistan'daki çalışma hayatına avukat olarak başladı. Daha sonra Lahor'da hükümete ait bir okulda, Arap dili ve edebiyatı bölümünde hocalığa başladı bilahare ayrıldı.

Hocalık görevinden istifa edişinin sebebi kendisine sorulduğunda cevaben: "İngilizlere hizmet etmek zordur. Ben istediğimi insanlara anlatamıyordum. Şimdi ise hürüm, dilediğimi söyler ve dilediğimi yaparım" diyordu.

Muhammed İkbal ülkesinin siyasetine de katılmış ve halkını bu konularda yönlendirmişti. Müslüman Hintli mücahitler adıyla yazdığı şiirleri Hindistan'daki Müslümanların hareketlenerek İngiliz sömürüsüne başkaldırmalarında büyük tesiri olmuştu. 1926’da Pencap eyaletinden Hukuk Komisyonuna seçildi.

1930’da Pakistan devletinin kuruluşu konusunda kendisine has görüşüyle insanların huzuruna çıkan İkbal, Hindistan'ın bölünmesinin din, ırk ve dil esasına göre taksimini öngörüyordu. O zaman bu görüşünü daha sonra Pakistan devlet başkanı olacak olan Muhammed Ali Cinnah'a anlatırken, şiir ve konuşmalarında bu düşüncesine oldukça fazla yer vermişti. Daha sonra 1932 de Londra'da anayasa hazırlamak için oluşturulan ve çok uzun münakaşalara sahne olan kongreye katılan İkbal, o sırada şiddetli ve uzun sürecek bir hastalığa yakalanır. Doktorların gayretlerine rağmen bir türlü iyileşmeyen İkbal ölümü tebessüm ve rıza ile karşılayarak 1938’de Allah’ın rahmetine kavuşur.

MUSTAFA DAĞISTANLI

Mustafa Dağıstanlı, Türk milli güreşçi. 11 Nisan 1931 yılında Samsun’un Çarşamba İlçesine bağlı Söğütpınar köyünde dünyaya geldi. Güreş yaşamına 18 yaşındayken başladı. 1958 yılında milli takıma kabul edildi. Üç defa Dünya Şampiyonasını kazandı. İki altın madalyasını da Olimpiyat Oyunlarında elde etti.

· 1954 yılı Tokyo Japonya’da Serbest stil 57 Kg’da Dünya 1.

· 1955 yılı Barcelona İspanya’da Greko-Romen stil 57 Kg’da Akdeniz Oyunları 1.

· 1956 yılı İstanbul’da Serbest Stil 62 Kg’da Dünya kupası 1.

· 1956 yılı Melbourne Olimpiyatlarında Serbest stil 57 Kg’da 1.

· 1957 yılı İstanbul’da Serbest stil 62 Kg’da Dünya 1.

· 1959 yılı Tahran, İran’da Serbest stil 62 Kg’da Dünya 1.

· l960 yılı Burgaz’da Serbest stil 62 Kg’da Balkan 1.

· 1960 yılı Roma Olimpiyatlarında Serbest Stil 62 Kg’da 1.

· Kendine has en iyi güreş teknikleri; Yerden kaldırıp ters sarma, Dana bağı dalış pozisyonuna girerken uygulamak.

· Türkiye ve Uluslar arası şampiyonalarda DÜNYADA YENİLGİSİ OLMAYAN TEK GÜREŞÇİDİR.

· 1973-1980 yıllarında Adalet Partisi Samsun Milletvekili olarak TBMM’de görev yaptı.

· Devlet Üstün Hizmet Madalyası sahibidir

Nene Hatun

Nene Hatun 1857'de yılında doğmuştur. Nene Hatun dini çalışmaları ile adını tarihe yazdıran kahraman Türk kadınıdır.

Erzurum'da bulunan Aziziye Tabyası'nın savunulmasında gösterdiği kahramanca çalışmalardan dolayı tarihimizin unutulmaz Türk kadını simgelerinden biri olmuştur. 1877 yılında o dönemde Osmanlı vatandaşı olan Ermeni çeteleri, Azîziye Tabyası'na girmişlerdi. Tabyayı koruyan Türk askerlerini uykuda iken kılıçtan geçirdiler ve ardından Rus askerleri tabyayı ele geçirmişlerdir.

Bu hadisenin ardından Erzurum halkı ayaklandı ve Tabya'ya doğru yol almaya başladı. İşte bu gidenler arasında Nene Hatun da vardı. Abisi Hasan bir gün öncesinde cepheden yaralı dönmüştü ve Nene Hatun'un kollarında can vermişti. Nene Hatun üç aylık bebeğini emzirdikten sonra, Yüce Allah'a emanet ederek vedalaşır ve ağabeyinin de tüfeğini alarak yola koyulur.

Ölümünden birkaç ay önce Nene Hatun Türk Kadınlar Birliği tarafından yılın annesi seçilmiştir.Nene Hatun yirmi iki Mayıs 1955 tarihinde zatürre hastalığından dolayı Erzurum'da 98 yaşındayken hayatını kaybetmiştir.

Nizamülmülk Nîzâmülmülk, tam adı Ebu Âli el-Hasân et-Tusi Nizamülmülk [d. 1018 - ö. 14 Ekîm 1092]

Devlet hizmetindeki hayâtı, babası ile berâber Gazne Devletinin Horasan vâlisi Ebü’l-Fâzıl Es-Suri’nin hizmetinde bulunmakla başladı. 1040 yılındaki Dandanakan Savaşından bir süre sonra Alp Arslan’ın Belh vâlisi Ali bin Şadan’ın maiyetine girerek, vilâyet işlerinin yürütülmesiyle vazifelendirildi. Selçuklu Sultanı Tuğrul Beyin vefatı ile Alp Arslan ve kardeşi Süleyman Bey arasındaki taht mücâdelesi sırasında yerinde görüş ve tedbirleriyle dikkatleri çekti ve 1063 yılında Alp Arslan’ın yanında hizmete başladı. Alp Arslan Sultan olunca 1064 yılında Selçuklu Devletine vezir tâyin edildi. Zamânın halîfesi Kâim bi Emrillah tarafından Nizâmülmülk ünvânı ile taltif edildi. Bu ünvânıyla tanındı.

Nizâmülmülk, vezir olduğu 1064’ten, şehit edildiği 1092 senesine kadar aralıksız yirmi dokuz sene Büyük Selçuklu Devletine, tam bir dirâyet ve adâletle hizmet etti. Vazifeli olduğu için katılamadığı Malazgirt Meydan Muhârebesi hâriç, bütün Selçuklu fütûhatında bulundu. Sultan Alp Arslan’ın vefâtıyla veliaht Melikşah’ın tahta geçmesini sağlayıp, nizam ve âsâyişin korunmasında muvaffak oldu. SultanMelikşah’a muhâlefet eden veya başkaldıran Selçuklu prenslerinin itâat altına alınmasında büyük hizmeti geçti. Sultan Melikşah, devletin idâresinde ona çok büyük ve geniş yetkiler verdi. Nizâmülmülk’ün akıllı, tedbirli ve adâletli idâresi sâyesinde de, Melikşâh’ın saltanatı, aynı zamanda Büyük Selçuklu Devletinin de en parlak ve en şanlı devri olmuştur.

Nizâmülmülk, âlim, edip ve kadirşinâs bir zât olduğu için meclisi; ilim ve sanat adamlarının toplandığı bir yer hâline gelirdi. Abbâsi halîfesi de kendisine çok hürmet eder, meclisinde bulunurdu. Âlimlere, şâirlere, sanatkârlara karşı çok ikrâm, ihsan ve iltifât ederdi. Birçok câmi, mescit, vakıf eserleri yaptırdı.

Büyük Selçuklu Devletine; idârî, adlî, askerî, mâlî, sosyal ve kültürel sâhada pekçok yenilikler ve değişiklikler getirdi. Sarayı, merkezî hükümet teşkilâtını, İslâm esaslarına dayalı mahkemeleri, toprak sistemini sağlam esaslar üzerine yeniden düzenledi. Gerçekleştirdiği yeni sistemler bâzı değişikliklerle berâber bütün Türk-İslâm devletlerince devam ettirildi.

Nizâmülmülk, zamânında yayılmaya ve kuvvetlenmeye çalışan bozuk fırkalara karşı, Ehl-i sünnet bilgilerinin sistemli bir şekilde öğretilmesi sağlandı. Bunun için Bağdat, Belh, Nişabur, Herat, İsfehan, Basra ve Musul gibi çeşitli şehirlerde, kendi unvanı ile anılan Nizâmiye Medreselerini kurdurdu. Onuncu yüzyılda Ehl-i sünnete muhâlif cereyanların giderek yaygınlaşması sebebiyle İslâm dünyasında ortaya çıkan karışıklıkların giderilmesinde Nizâmiye Medreselerinin çok büyük hizmeti geçti. Bu medreselerin en meşhurlarından birisi de, Bağdat’taki Nizâmiye Medresesi olup, asrın büyük âlimlerinden birisi olan Ebû İshak-ı Şîrâzî burada ders vermekle vazîfeli idi.

Nizâmülmülk’ün Selçuklu Devletindeki bütün düzenleme ve değişiklikleri ciddî bir şekilde tetkik eden, devlet idâresinde kendi görüşlerini, icrâatını ve bunların gerekçelerini gelecek nesillere intikal ettirmek maksadıyla Fârisi olarak yazdığı Siyâsetnâme isimli eseri, bugün siyâset ilmiyle uğraşanların el kitapları arasında sayılmaktadır. Siyâsetnâme’de Türk-İslâm devletlerinin idârî, mâlî, siyâsî, askerî, sosyal ve kültürel yönlerini incelemektedir. Tam doğru metin ve ilâvesiz nüshası, İstanbul’da Süleymâniye Kütüphânesi, Molla Çelebi kısmında 114 numarada mevcuttur. Siyâsetnâme, birçok dillere tercüme edilerek, yayınlanmıştır.

PİR SULTAN ABDAL

16'ncı yüzyılda yaşadı. Hakkında fazla bilgi yok. Asıl adı Haydar. Yaşamının büyük bölümü Banaz köyünde geçti. 16'ncı yüzyılın ikinci yarısında Sivas çevresinde boy gösteren Alevi-Bektaşi kökenli ve İran yanlısı mezhep olaylarına karıştı. Sivas Beylerbeyi Deli Hızır Paşa, Pir Sultan'ı astırdı. Ölümümün, 1547-1551 ya da 1587-1590 arasındaki bir tarih olduğu sanılıyor. Çeşitli araştırmalarda 6 ayrı Pir Sultan kimliğine değinilir. Sırasıyla, Çorum yöresinden olup bir süre Ankara'da Hasan Dede tekkesinde kalan Pir Sultan'ım Haydar; aruzla şiirler yazan Pir Sultan; Divriği yöresinde yetişen ve asıl adı Halil İbrahim olan Pir Sultan Abdal; 18'inci yüzyılın ikinci yarısı ile 19'uncu yüzyılın başında yaşamış olan Abdal Pir Sultan; 16'ncı yüzyıl sonu ile 17'nci yüzyıl başında yaşayan ve Pir Sultan'ın asılmasıyla ilgili deyişleri söyleyen Pir Sultan Abdal ve son olarak menkıbeleşmiş yaşamıyla tanınan, Hızır Paşa'nın astığı kabul edilen 16'ncı yüzyıl şairi Banazlı Pir Sultan Abdal. Halk edebiyatı araştırmacıları, gerçek Pir Sultan Abdal olarak Banazlıyı kabul eder. Pir Sultan Abdal, Alevi gelenekleri ve tarikat içinde yetişti. Hayati (Şah İsmail), Kul Hüseyin ve Kul Himmet'ten etkilendi. Şiirlerinde duru ve yalın bir dil kullandı. Ana konuları, aşk, tasavvuf ve kavgadır. Tekke ve tasavvufun kalıplarını aşıp geniş bir halk kesimine seslenebildi. Medrese öğrenimi görmediği için, diğer bazı halk şairlerinin tersine, Divan Edebiyatı'ndan hiç etkilemedi. Sadettin Nüzhet Ergun, Abdülbaki Gölpınarlı, Pertev Naili Boratav, Cevdet Kudret, Cahit Öztelli, Sabahattin Eyuboğlu, Mehmet Fuad, Orhan Ural, Mehmet Bayrak ve Erol Toy'un Pir Sultan Abdal ile ilgili araştırmaları ve kitapları vardır.

PİRİ REİS

Gerçek ismi Muhiddin Piri,1465 yılında Gelibolu'da doğmuştur. Osmanlı denizcisi Kemal Reis'in yeğeni olur. Piri Reis Akdeniz'de 1481 yılından itibaren, bağımsız olarak dolaşan amcasının yanında denize açıldı. 1487'de onunla İspanya'da zor durumda bulunan Müslümanların yardımına gitti. 1493 yılına kadar ise Sicilya, Sardunya, Korsika adalarına ve Fransa'nın güney kıyılarına yapılan akınlara katıldı.

Bu tarihlerde, bir dünya devleti haline gelen Osmanlı, denizlerde de hâkimiyet kurarak Akdeniz'i bir Türk gölü hâline getirmişti. Piri Reis, denizcilik faaliyetlerini daha faydalı kılmak maksadıyla amcasıyla Osmanlı Devleti'nin hizmetine girdi. 1499-1502 yıllarında meydana gelen Osmanlı-Venedik savaşlarında bir savaş gemisinde kaptanlık yaptı.

1511'de amcasının vefatıyla bir süre Gelibolu'ya çekilen Piri Reis, burada Kitab-ı Bahriye adlı eseri üzerinde çalışmaya başladı. 1513'te ise denizcilikte edindiği tecrübe ve bilgilerini aktarabilmek için, ilk dünya haritasını çizdi.

1516'da yapılan Mısır Seferi’ne Osmanlı donanmasında kaptan olarak katılan Piri Reis, 1517'de tamamladığı ilk haritasını, Yavuz Sultan Selim'e sundu. 1522'de ise Rodos Seferi'ne katıldı. 1524'te Sadrazam Makbul İbrahim Paşayı Mısır'a götüren gemiye kılavuzluk ettiği sırada, kendisiyle ilgilenen sadrazamın yardımıyla tamamladığı Kitab-ı Bahriye'yi, Kanuni Sultan Süleyman'a sundu.

1528'de daha da geliştirerek çizdiği ikinci haritasını da padişaha takdim etti. Bu tarihten sonra Piri Reis, güney denizlerinde görev yaptı. Aden'in (Yemen) Portekizlilerin eline geçmesi üzerine, Süveyş'teki Osmanlı donanmasına kaptan tayin edildi ve 1548'de Aden'i geri aldı. Piri Reis'in 1554'te Kahire'de hayat yolculuğu son buldu.

Sezai Karakoç

1933'te Diyarbakır'ın Ergani ilçesinde doğdu. Parasız yatılı okuduğu Gaziantep Lisesi'ni 1950'de bitirdi. 1955'te Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Maliye ve İktisat Bölümü'nden mezun oldu. 1956-1965 arasında Maliye müfettiş yardımcılığı ve gelirler kontrolörlüğü görevlerinde çalıştı. Temmuz 1965'te memurluktan ayrıldı. Gazetecilik ve yayıncılık işlerine girdi. "Diriliş" dergisini aylık, haftalık bazen haftada iki kez yayınladı. 1971'den sonra kısa bir süre için Gelirler Genel Müdürlüğü'nde gelirler kontrolörlüğü yaptı. 1974 sonrası yeniden devlet memurluğu görevinden ayrılarak gazetecilik ve yayıncılığa başladı. Yeni İstiklal, Yeni İstanbul, Babıali'de Sabah, Milli Gazete'de yazılar yazdı.

İlk şiiri 1951'de "Hisar" dergisinde çıktı. Üniversite yıllarında 1955'te "Şiir Sanatı" dergisini çıkardı. Mülkiye, Yenilik, XX. Asır, İstanbul, Şiir Sanatı dergilerindeki şiirleriyle tanındı. Başlangıçta Pazar Postası'nda İkinci Yeni akımı doğrultusunda şiirler yazdı. Daha sonraki yıllarda tümüyle kendi şiirine yöneldi. Yeni biçim araştırmalarına, değişik imgelerle kendine özgü, mistik ve İslami içeriğe yer veren eserleriyle kuşağının en iyi şairleri arasına girdi. Gazete yazılarında ise İslam toplumlarının çağdaş dünyadaki konumlarını ele aldı. Eski Türk uygarlıklarına ilişkin değerlerle, çağdaş bir kişilik oluşturma düşüncelerini işledi.

ŞİİR:

· Körfez (1959)

· Şahdamar (1962)

· Hızırla Kırk Saat (1967)

· Sesler (1968)

· Taha'nın Kitabı (1968)

· Kıyamet Aşısı (1968)

· Gül Muştusu (1969)

· Zamana Adanmış Sözler (1970)

· Şiirler (1975)

· Ayinler (1977)

· Leyla ile Mecnun (1981)

· Ateş Dansı (1987)

· Alınyazısı Saati (1989)

DENEME-İNCELEME:

· Yunus Emre (1965)

· Yazılar (1967)

· İslamın Dirilişi (1967)

· İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü (1967)

· Mehmet Akif (1968)

· Mağara ve Işık (1969)

· Edebiyat Yazıları 1 (1982)

· Edebiyat Yazıları 2 (1986)

ÖDÜLLERİ

· 1968 Milli Türk Talebe Birliği Milli Hizmet Madalyası

· 1970 Sürgündeki Macar Yazarları Gümüş Madalya Ödülü

· 1982 Türkiye Yazarlar Birliği Hikâye Ödülü

· 1988 Türkiye Yazarlar Birliği Üstün Hizmet Ödülü

· 1991 Dünya Sanat ve Kültür Akademisi Öd

·

Süleyman Çelebi

Süleyman Çelebi, 1351 yılında Orhan Gazi döneminde Bursa'da doğmuştur. Vezir Ahmet Paşa’nın oğludur. Gençliğinde Bursa'da iyi bir eğitim aldığı sanılmaktadır. O devirde, Çelebi unvanı ilim adamlarına ve Mevlevi tarikatı büyüklerine verilmekteydi. Mevlevi olduğuna dair kanıt yoktur. Bilgili tavırlarıyla Padişah Yıldırım Bayezid’in dikkatini çekmiş ve yapımı 1399’da tamamlanan Bursa Ulu Cami’ye imam olarak atanmıştır.

Anlatılanlara göre Hz. Muhammed’in öbür peygamberlerden pek farkı olmadığını söyleyen bir vaize içerleyerek, yüzlerce yıldır zevkle okunan Mevlidi kaleme almıştır.

Bir şaheser olan “Mevlid” adlı eserini 1409 yılında tamamlamıştır. Vesilet’ün Necat (Kurtuluş vesilesi) tek eseridir. Bu eser, halk arasında, “Mevlid” olarak söylenmiş ve pek sevilmiştir. Mevlidin orijinal yazması maalesef günümüze ulaşmamıştır. İstanbul Ayasofya Kütüphanesi’nde bulunan 1510 tarihli Mevlid, en eski el yazma nüshasıdır. Vesiletün Necât'ın tamamı 732 beyitten meydana gelmiş olup ‘mesnevî’ tarzında olup Arûz vezni ile yazılmıştır. Mevlid'in ekserisi ‘Fâilâtün fâilâtün fâilün’ veznindedir.

Türk edebiyatında pek çok Mevlid adlı eser yazılmıştır. Fakat Süleyman Çelebi’nin yazdığı Mevlid halk tarafından çok beğenilmiş, benimsenmiş hatta Kur’an’dan bir parça sayılmıştır. Dünyada, hiçbir şair ve hiçbir şiir Mevlid kadar değerli, büyük ve uzun ömürlü olamamıştır.

Mevlid, Hazret i Muhammet’in “en son ve en büyük peygamber” olduğunu kanıtlamak için yazılmıştır. Mevlid, gerçekte, bir mesnevidir.

Peygamber Muhammet Mustafa’nın doğumunu ve hayatını anlatan bir dinî hikâyedir. Mevlid, Hazreti Muhammed’in, sırasıyla doğumunu (Viladet), peygamberlik gelişini (Risalet), göğe çıkışını (Miraç), ölümünü (Rıhlet) anlatır. Eserin başında Tanrı’ya yalvarış (münacaat), sonunda dua bölümleri bulunur.

Mevlid’de samimiyet, sıcaklık, coşku, yalınlık gibi özellikler iç içedir. Özellikle; halka halkın diliyle seslenen bu eser, okuyanı veya dinleyeni derinden etkiler ve onlara bir ruh enginliği verir.

Süleyman Çelebi’nin “Vesilet’ün Necat” adlı mevlidinin dışında da birçok başka şiiri vardır.

Süleyman Çelebi, 1422 yılında Bursa’da ölmüştür. Çekirge yolundaki Yoğurtlu baba Mezarlığında bulunan türbesinde yatmaktadır.

AHMET YESEVİ

Türkistan'da yetişen büyük velilerdendir. Adı Ahmet bin İbrahim bin İlyas Yesevi olup, Piri Sultan, Hoca Ahmet, Kul Hace Ahmet diyede tanınır. Babası Hace İbrahim'in nesebi Hz. Alinin oğlu Muhammet bin Hanefi'ye dayanır. Hicri 5. asrın ortalarında doğduğu tahmin edilmektedir. Ahmet Yesevi çok küçük yaşta babasını, 7 yaşındada annesini kaybetmiştir. Yesi şehrinde ilim ve terbiye tahsil etmiştir. Bundan dolayı YESEVİ nisbetiyle şöhret bulduğu kabul edilmiştir. Yesi'de, önce Arslan Baba Hazretlerinden ders aldı. Arslan Baba'nın vefatıyla Buhara'ya gitti. Orada Ehli Sünnet âlimlerinden Yusuf Hamedani’ye bağlandı ve manevi ilimleri tahsil etti. İnsanlara doğru yolu göstermek için ondan icazet (diploma) aldı.

Hoca Ahmet Yesevi Buhara'da bir müddet ders verdi. Daha sonra bu vazifeyi başkasına devredip Yesi'ye döndü ve burada talebe yetiştirmeye başladı. Büyüklüğü ve şöhreti kısa zamanda Maveraünnehir, Horasan ve Harzem dolaylarına yayıldı.

Ahmet Yesevi Hazretleri yetiştirdiği talebelerinin her birini bir memlekete göndermek suretiyle İslamiyetin doğru olarak öğretilip yayılmasını sağladı. Onun bu şekilde gönderdiği talebelerinden bir kısmı da Anadolu’ya geldiler. Bu vesileyle onun yolu Anadolu’da yayılıp tanındı. Anadolu’nun Müslüman Türklere yurt olması, onun manevi işaretiyle hazırlandı. Sade bir Türkçe ile Halkın anlayacağı, sohbet tarzındakiHikmet adlı şiirleri, Çin'den, Marmara sahillerine kadar yayılıp, Türk Milletine manevi ışık olmuştur. Ahmet Yesevi Hazretleri Hicri 590 (1194) de Yesi şehrinde vefat etmiştir. Kabri üzerine türbe, 200 yıl sonra, Timur Han tarafından inşa edilmiştir.

ALİ FUAT BAŞGİL

1893 yılında Çarşamba’da doğdu. İlkokulu Çarşamba'da, ortaokulu İstanbul'da bitirdi. Birinci Dünya Savaşı'nın başlaması sebebiyle lise tahsilini yarıda bırakarak, yedek subay teğmen rütbesiyle askerlik görevine başladı. 4 yıl Kafkas Cephesi'nde savaştı. 1918'de Fransa’ya giderek lise tahsilini tamamladı. 1921 yılında Paris'te Hukuk Fakültesi'nde üniversite tahsiline başladı. 'Boğazlar Meselesi' konulu teziyle doktor unvanını aldı. Ayrıca Paris Siyasi Bilimler Yüksek Okulu ile Sorbon Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nin Felsefe Bölümü'nden diploma aldı. Lahey Devletler Hukuku Akademisi'nin kurslarına katıldı. Burayı bitirip sertifikasını aldıktan sonra 1920'de Türkiye'ye döndü. Millî Eğitim Bakanlığı Yüksek Öğretim Kurumu'na Genel Müdür Yardımcısı olarak tayin edildi. 1930 yılında Ankara Hukuk Fakültesi'nde açılan imtihanı kazanarak doçent oldu. Bir yıl sonra profesörlüğe yükseldi. İstanbul Üniversitesi'nin kurulması üzerine Anayasa Hukuku derslerini okutmak üzere bu üniversiteye geldi. Bu görevi sırasında Mülkiye Mektebi'nde hocalık, İstanbul Yüksek İktisat ve Ticaret Mektebi'nde müdürlük yaptı. 1937'de Hatay Cumhuriyeti'nin Anayasası'nı hazırladı. 1939 yılında Ordinaryüs Profesör oldu. Türkiye'de ilk defa İş Hukuku derslerini ihdas etti, müfredat programını hazırladı ve hocalığını yaptı. 1938 - 1942 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı idi. 1947 yılında Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti'ni kurdu. 1952'de Pakistan'da, 1959'da Ürdün'de toplanan İslâm Kongreleri'nde ve 1959'da Almanya'da toplanan Hukuk Kongresi'nde Türkiye'yi temsil etti. 15 Ekim 1961 tarihinde Cumhuriyet Senatosuna Samsun Senatörü olarak seçildi. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılmasından sonra Cumhurbaşkanlığı'na adaylığını koydu. Bazı baskılardan dolayı adaylıktan çekildi. Bunun ardından Cumhuriyet Senatosu üyeliğinden istifası istendi. Yurt dışına giderek Cenevre Üniversitesi'nde Türk Tarihi ve Türk Dili Kürsüleri'nde başkan olarak görev yaptı. 1965 yılında, yaş haddinden emekliye ayrılarak Türkiye'ye geldi. 17 Nisan 1967 tarihinde vefat etti. Kabri, İstanbul'da Karacaahmet Mezarlığı'ndadır.

ESERLERİ:La VieJuridiquedesPepul es (Belçika 1939),

Klasik Ferdî Hak ve Hürriyetler Nazariyesi ve Muasır Devletçilik Sistemi (1938).

Esas Teşkilat Hukuku Dersleri (3. cilt, 1940),

Türkiye İş Hukuku (1940),

Vatandaşın Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne Müracaat Hakkı (1944),

Hukukun Ana Müessese ve Meseleleri (1947),

Cihan Sulhu ve İnsan Hakları (1948),

Türkçe Meselesi (1948),

Vatandaş Hürriyeti ve Bunun Teminatı (1948),Demokrasi ve Hürriyet (1949),

Vatandaş Hak ve Hürriyetlerinin Korunması ve Anayasamızın Eksiklikleri (2. cilt, 1960),

27 Mayıs İhtilâli ve Sebepleri (1963).

ALİ KUŞÇU 

Türk astronomu. Semerkant’ta doğdu. Babası Türkistan ve Maveraünnehiremîri Uluğ Bey’in doğancıbaşısı Muhammed’dir. Kuşçu adının buradan geldiği söylenir. İlköğrenimini Semerkant'ta yaptı. Sonra, Bursalı Kadızade Rumî'den ve Uluğ Beyin kendisinden matematik ve astronomi okudu. Semerkant'tan Kirman'a giderek öğrenimini tamamladı. Uluğ Beyin kurduğu rasathaneye müdür oldu (1421) ve onun Zîc (yıldızların yerlerini ve hareketlerini gösteren cetvel) adlı eserine yardım etti. Gürganî tahtında oturan Uluğ Bey, oğlu Abdüllâtif'in ihaneti sonucu öldürülünce (1450), Semerkant medreselerindeki derslerine son verdi ve Hacca gitmek üzere Tebriz'e geldi (1449). Tebriz'de Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan kendisine çok itibar etti ve yanında alıkoydu. Bir ara, Osmanlılarla barış konuşmalarını yürütmek üzere elçi olarak Ali Kuşçu'yu Fatih Sultan Mehmet’e yolladı. Ünlü bilgine hayran olan Fatih Sultan Mehmet, kendisinden İstanbul'da kalmasını rica etti.Ali Kuşçu, bu daveti ancak elçilik görevini bitirdikten sonra gerçekleştirebileceğini bildirdi: Tebriz'e döndü, bir süre sonra bütün ailesini alarak İstanbul'a geldi. Osmanlı-Akkoyunlu sınırında Fatih Sultan Mehmet’inemriyle büyük bir törenle karşılanan Ali Kuşçu, Ayasofya medresesine müderris oldu. 1474 yılında öldü.

ESERLERİÇalışmaları iki yönde gelişmişti: Kelâm ve Dilbilgisi, Riyaziye ve Hey’et (Matematik ve Astronomi).

Kelâm, dilbilgisi ve Nâsırıüddin-i Tusî'ninTecrid-ül-Kelam (Sözün Tecridi) adlı kitabına ve KadıAdudüddin'in Risale-i Adüdiye'sine (Adudüddin'in Risalesi) yaptığı yorumlar ve özellikle Unkud-üz-Zevahir fi Nazm-ül-Cevahir (Mücevherlerin Dizilmesinde Görülen Salkım) adlı eserleri önemlidir. Astronomi konusunda ise Farsça yazdığı Riselet-ülfi'lhey'et (Astronomi Risalesi) başta gelir. Eser, bazı ilâvelerle Arapçaya çevrildi. Ali Kuşçu bu nüshaya Risalet-ül-Fethiye (Fetih Risalesi) adını vererek Fatih'e sundu. Ayrıca Uluğ Beyin Zîc'ine yaptığı yorum, en önemli yazılarındandır. Bunlardan başka Mahbub-ül-Hamail fi keşif-il-mesail (Meselelerin Keşfinde Tılsımların en Makbulü) adlı ansiklopedik bir eseri daha vardır. Çağında İstanbul medreselerinde matematik ve astronomi çok gelişmiştir.

CELALETTİN ÖKTEN

1882'de Trabzon'da doğdu. Rüşdiyeyi ve İdadiyi Trabzon'da bitirdi. İdadiyi okurken bir yandan medrese eğitimi aldı. Allah'la ahidleşmesi bu yıllara denk düşer: "Bir Ramazan günü ikindi vakti camide müezzinin Kur'an okuduğu sırada kendinden geçer ve samimi bir lisanla, kalple:'"Ya Rabbi senin bu kitabının lisanını anlamayı bana nasip eyle, ben de ölünceye kadar senin kitabının dellalı olayım.' der. Sonra İstanbul yılları yani aksiyon yılları başlar. 1905'te Daru'l-Muallimin'e girer. Okulu bitirdikten sonra Daru'l-Fünun Edebiyat şubesine kaydolur. Birara kısa süreliğine İstanbul'dan ayrılır fakat İstanbul'dan ayrı yapamaz, kaldığı yerden devam etmek üzere geri döner. Zamanın meşhur âlimlerinden dersler alır. Bu zatlar arasında BabanzadeAhmed Naim, İzmirli İsmail Hakkı, Mehmed Akif, Ali Fehmi Câbiç, Şevki Efendi, Mustafa Asım ve Muğlalı Ali Rıza Efendi vardır. Bu isimlerden yaptığı tahsil onu başta Arapça olmak üzere kelam, fıkıh, mantık ve felsefede söz sahibi yapar. Daru'l-Fünunu bitirdikten sonra İstanbul Sultanisinde Arapça muallimi olarak göreve başlar.Buradaki görevinden sonra İstanbul'un diğer köklü okullarında uzun yıllar muallimlik yapar. 1947'de Vefa Lisesinde felsefe hocalığı yaparken emekli oldu.

Celal Hoca’nın asıl aksiyon dolu yılları ise ilginçtir 1947'de emekli olduktan sonra başlar, vefatına kadar devam eder. İmam Hatip Okullarını kurma fikriyle bir mücadele başlatır. Okulların açılmasıyla ilgili birçok engel varken o ümidini hiç yitirmez ve 'Allah var, gerisi teferruat. O bir kapı açar elbet!' şuuruyla mücadelesini sürdürür. 1951'de İstanbul İmam Hatip Okulu açılır ve ilk müdürü olarak tayin edilir. Vefatına kadar 1961'e kadar okullarımıza hizmette bulunur. Tüm gayreti çağın gereksiniminin farkında, temsilcisi olduğumuz İslam medeniyetinin bilincinde olarak insan yetiştirmek olan üstadımızın düsturu kendi ifadesiyle kelimelere dökülür: "Asrın ihtiyaçlarını müdrik, Doğuyu ve Batıyı bilen münevver, aydın desinler diye dinden taviz vermeyen, dindar desinler diyede dinden taviz vermeyen, tavizsiz fakat müsamahakâr bir gençlik..."

Hülasa, Allah'tan geleni gücü nisbetinde hayatına uygulamaya çalışmış, hayatı ciddiye almış, Allah'a verdiği sözü tutmuş hatta tuttuğu sözüne karşılık İmam Hatip Okullarının bugünkü durumu göz önüne getirildiğinde değil ömrünün sonuna belki kıyamete kadar İslam'a hizmet etme imkânını kazanmış, ömrünün sonuna kadar mücadeleyi vazife bilmiş, öğrencilerine "Derse gelemediğim gün cenazeme gelin" diyecek kadar işine aşk derecesinde bağlı meçhul kahraman...

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI

18 Mayıs1703 yılında Erzurum'a bağlı Hasankale'de dünyaya gelmiştir. Küçük yaşlarda annesini ve daha sonra babasını yitiren İbrahim Hakkı, bir süre amcasının yanında kalmış, bu süre içinde eğitimine devam etmiştir. 1747 tarihinde İstanbul'a gelerek Sultan I. Mahmut ile görüşmüştür. Yeniden Erzurum'a dönen İbrahim Hakkı, sürekli olarak dinî ve bilimsel konularla ilgilenmiş ve 1780 yılında rahatsızlanarak aynı yılın 22 Haziran günü vefat etmiştir. Kabri Siirt Tillo'dadır.

Manzum ve düz yazı toplam on beş eser yazmış olan İbrahim Hakkı'nın en önemli eserleri Divan ve Marifetname'dir.

Erzurumlu İbrahim Hakkı, astronomi, fizik, psikoloji, sosyoloji ve din ile ilgili pek çok çalışma yapmıştır. Tasavvufî konularla birlikte, fen bilimleri hakkında da geniş bilgileri kapsayan Marifetname adlı eseri, ansiklopedik bir özellik taşımaktadır. 1757'de tamamlanan Marifetname, yalın ve halkın anlayabileceği bir dilde yazılmıştır. Yazarın söylediğine göre, Marifetname 400 kitaptan yararlanılarak yazılmıştır. Bu kitapta ilk defa bir alim tarafından Güneş Sistemi ('hey'et-i cedide') anlatıldı.

FARABİ

AbūNasrMuhammad al-Fārāb; Batı′da bilinen adıyla Alpharabius (d. 872 Fārāb – 14 Aralık 950 ile 12 Ocak 951 arası Şam), 8. ve 13. yüzyıllar arasındaki İslam'ın Altın Çağı'nda yaşamış ünlü filozof ve bilim adamı. Aynı zamanda gökbilimci, mantıkçı ve müzisyendir.

Yorumları ve incelemeleri sayesinde Farabi ortaçağ islam aydınları arasında Muallim-i Sânî ya da Hace-i Sâni (İkinci Üstad / Magistersecundus) olarak bilinir. Hace-i Evvel (Birinci Üstad / MagisterPrimus) ise Aristo'dur.

Kendi eserlerinden tesadüfen elde edilmiş bilgilere göre zamanının önemli bir kısmını Bağdat'ta Yuhanna bin Haylan, Yahya bin Adi ve Abu İshak İbrahim el-Bağdadi gibi hıristiyanalimlerle geçirmiş olduğu rivayet edilir. Daha sonra ise Şam, Suriye ve Mısır'da yaşamış ve 950-1 yıllarında Şam'da ölmüştür.

Farabi'nin hayatı ve ölümü üzerine çok sayıda hikaye aktarılmış olmasına rağmen, bunların çoğu güvenilir değildir. Farabi'nin El-Medinetü'l-Fazıla (Türkçe: Fazilet Şehri:Toplumun İlkeleri Üstüne Kitap) adlı elyazmalarındaki bazı notlardan öğrenebildiğimiz kadarıyla 942 yılı Eylül'üne kadar Bağdat'ta kaldı, daha sonra Bağdat'tan ayrılıp Suriye'ye, Halep'e gitti, bir dönem Halep'te de yaşadı ve dersler verdi. Daha sonra Mısır'ı ziyaret etti ve El-Medinetü'l-Fazılasını özetleyen 6 bölümü 948'de Mısır'da kaleme aldı.[1] Ardından Suriye'ye geri döndü. Suriye'deki Hamdani hanedanındanSeyfüddevle'nin koruması altında kaldı ve onore edildi. Bu ilişki sonraki dönem biyografi yazarları tarafından süslenmiştir. Aynı dönemlerde yaşamış olan tarihçi El-Mesûdî'ye göre 339 yılı Recep ayında (14 Aralık 950 ile 12 Ocak 951 arası) Şam'da ölmüştür.

Bazı Eserleri •Kitabu'l-Cem beyne reyey el-hakimeyn (İki Felsefeci Arasındaki Düşüncelerin Uzlaştırılması) •Ele Alınan Kaynakların Kaynakları •Medinetü'l-Fadıla (Erdemli Toplumun İlkeleri Üstüne Kitap)•Risale fi Ma'anii'l-Akl(Aklın Anlamları) •İhsa el-Ulûm musiki el-Kebir (Büyük Müzik •Tasilü’s-Saâde:Farabi, siyaset ile ahlak arasında kurduğu sıkı ilişki nedeniyle Tasilü’s-Saâde adlı eserinde siyasal lideri bir ahlak prototipi, önderi ve öğretmeni olarak görmüştür.

FATİH SULTAN MEHMET

Yedinci Osmanlı Padişahı ve İstanbul'un FatihiSaltanatı: 1451-1481 Babası: II. Murat Han Annesi: Hatice Âlime Hüma Hatun Doğumu: 30 Mart 1432 Vefatı: 3 Mayıs 1481

Sultan Murat Han, oğlu şehzade Mehmet'i yalnız din ve fen ilimlerinde yüksek bir tahsil yaptırmak ve bir takım kültür dillerine (Arapça, Farsça, Latince, Yunanca ve Sırpça) sahip olarak yetiştirmekle kalmadı. O, bu kudretli ve kabiliyetli şehzadeye tecrübeli devlet adamlarından ve büyük âlimlerden müteşekkil yüksek bir muhiti, maddi-manevi bakımlardan devrin en üstün bir ordusunu ve nihayet bütün düşmanlarını ve Haçlı ordularını yere seren rakipsiz ve sağlam bir devleti de miras bırakmıştı.

Bununla beraber 21 yaşında tahta oturan genç Hakan, daha ilk günlerde devleti ve ordusunu daha büyük hamleler yapacak bir kudrete ulaştırdı. Şehzadeliğinden beri bir an önce İstanbul'u fethetmek ve Hazret-i Peygamber'in "Konstantiniyye (İstanbul) muhakkak fethedilecektir. Bu fethi yapacak hükümdar ne güzel hükümdar ve onun askerleri ne güzel askerdir." müjdesine mashar olmak istiyordu. Bu gaye ile askerî tarihin kaydettiği ilk büyük ateşli silahlar ve toplar ile ordusunu dayanılmaz bir kudret haline getirdi. Ayrıca 1000 yıllık tarihi boyunca bütün muhasaraları muvaffakiyetsizliğe uğratan surları aşmak için seyyar kuleler kurdu. Nihayet 6 Nisan'da başlayan kuşatma, 22 Nisan'da Fatih'in donanmayı Beşiktaş'tan Haliç'e indirmesiyle çok şiddetli bir duruma girdi. 29 Mayıs 1453'te yapılan son taarruzla şehri alarak Ortaçağ'a son verdi.

Fatih Sultan Mehmet bundan sonra, Osmanlı Devleti'ni bir Cihan İmparatorluğu haline getirme ve İslamiyet'i bütün dünyaya yayma mücadelesine girişti. O; "Dünyada tek bir din, tek bir devlet, tek bir padişah ve İstanbul da cihanın payitahtı olmalıdır" diyordu. Nitekim bu gaye ile Fatih kısa zamanda Anadolu'da İsfendiyar, Trabzon, Karaman ve Akkoyunlu memleketlerini ilhak etti. Dulkadir beyliği ile Kırım hanlığını tabiiyeti altına aldı. Yunanistan, Arnavutluk, Bosna-Hersek, Sırbistan (Belgrad hariç), Eflak-Boğdan ve sair ülkeleri fethetti. Birçok krallık, imparatorluk, hanlık ve beylik ortadan kaldırıldı ve Osmanlı toprakları Tuna'dan Fırat'a kadar yayıldı. Anadolu'da milli birlik tesis edildi.

Bu büyük Türk Sultanı 1481 senesi ilkbaharında üç yüz bin kişilik bir ordunun başında olarak yeni bir sefere çıktı. Ancak, Hünkar çayırı denilen mevkide hastalandı ve çok geçmeden 3 Mayıs 1481'de vefat etti.

HACI BAYRAM VELİ

On dördüncü ve on beşinci yüzyıllarda Anadolu’da yetişmiş olup, Fâtih Sultan Mehmed Hanın İstanbul’u fethedeceğini müjdeleyen büyük velî. İsmi, Nûmân bin Ahmed, lakabı Hacı Bayram’dır. 1352 (H. 753) târihinde Ankara’nın Çubuk Çayı üzerinde Zülfadl (Sol-fasol) köyünde doğdu. 1429 (H. 833) târihinde Ankara’da vefât etti.

Fâtih’in babası Sultan İkinci Murâd Han, Hacı Bayrâm-ı Velî’yi Edirne’ye dâvet edip, ilim ve mânevî derecesini anlayınca, fevkalâde hürmet göstermiş, Eski Câmide vâzettirmiş, tekrar Ankara’ya uğurlamıştır.

Sultan İkinci Murâd Han kendisinden nasîhat isteyince; İmâm-ı A’zam’ın, talebesi EbûYûsuf’a yaptığı uzun nasîhatı yaptı: “Tebean içinde herkesin yerini tanıyıp bil; ileri gelenlere ikrâmda bulun. İlim sâhiplerine hürmet et. Yaşlılara saygı, gençlere sevgi göster. Halka yaklaş, fâsıklardan uzaklaş, iyilerle düşüp kalk. Kimseyi küçümseyip hafife alma. İnsanlığında kusûr etme. Sırrını kimseye açma. İyice yakınlık peydâ etmedikçe kimsenin arkadaşlığına güvenme. Cimri ve alçak kimselerle ahbablık kurma. Kötü olduğunu bildiğin hiçbir şeye ülfet etme. Bir şeye hemen muhâlefet etme. Sana bir şey sorulursa ona herkesin bildiği şekilde cevap ver. Seni ziyârete gelenlere faydalanmaları için ilimden bir şey öğret ve herkes öğrettiğin şeyi belleyip tatbik etsin. Onlara umûmî şeyleri öğret, ince meseleleri açma. Herkese îtimâd ver, ahbablık kur. Zîrâ dostluk, ilme devâmı sağlar. Bâzan da onlara yemek ikrâm et. İhtiyaçlarını temin et. Onların değer ve îtibârlarını iyi tanı ve kusurlarını görme. Halka yumuşak muâmele et. Müsâmaha göster. Hiçbir şeye karşı bıkkınlık gösterme, onlardan biri imişsin gibi davran.”

Hacı Bayram-ı Velî, ömrünün sonuna kadar İslâmiyeti yaymak için çalıştı. 1429 (H. 833) senesinde Ankara’da vefât etti.

İBN-İ SÎNA

Ailesi Belh'ten gelerek Buhara'ya yerleşmişti. İbniSinâ, babası Abdullah, maliyeye ait bir görevle Afşan'dayken orada doğdu. 10 yaşındayken Kur‘an-ı Kerim'i ezberledi. 18 yaşında çağının bütün ilimlerini öğrendi. 57 yaşındayken Hemedan'da öldüğü zaman 150'den fazla eser bıraktı. Eserleri Latince’ye ve Almanca’ya çevrilmiş, tıp, kimya ve felsefe alanında Avrupa’ya ışık vermiştir. Onu Latinler “Avicenna” adıyla anarlar ve eski Yunan bilgi ve felsefesinin aktarıcısı olarak görürler.

Buhara Emiri Nuh İbni Mansur’u ağır bir hastalıktan kurtardı ve bu yüzden de Samanoğulları sarayının kütüphanesinde çalışma iznini aldı. Bu sayede pek çok eseri elinin altında bulduğu için vaktini kitap okumak ve yazmakla geçirdi. Hükümdar öldüğü zaman o, henüz yirmi yaşındaydı ve Buhârâ'dan ayrılarak Harzem'e gitti: EI-Bîrûni gibi büyük bir şöhret ve değerin, onun çalışkanlığına, bilgisine değer vermesi, kendisini yanına kabul etmesi, beraber çalışması, hakkında kıskançlığa yol açtı. Bu yüzden takibata bile uğradı. Harzem'de barınamayarak yeniden yollara düştü. Şehirden şehre dolaşarak nihayet Hemedan'a kadar geldi ve orada kalmaya karar verdi.

İbniSînâ, çoğu fizik, astronomi ve felsefeyle ilgili olarak 150 civarında eser yazmıştı. Farsça olan birkaçı dışında bunların hepsi Arapça'dır. Çünkü o devirde ilim eserlerini Arap diliyle yazmak âdetti. Arapça'ya bu bakımdan değer verilirdi. Bilhassa tıp ilmine dair araştırmaları son derece orijinal ve doğrudur. Bu yüzden doğu ve batı hekimliğine kelimenin tam anlamıyla, 600 yıl, hükmetmiştir.

Eserleri Batı dillerine Latince yoluyla çevrilerek Avicenna diye şöhrete ulaşan İbniSinâ, yanlış olarak bir süre Avrupa'da İranlı hekim ve filozof olarak tanınmıştır. Bunun da sebebi, eserlerini Türkçe yazmamış olmasındandır... Bununla beraber, batılılar da kendisini Hâkim-i Tıb, yani hekimlerin piri ve hükümdarı olarak kabul etmişlerdir. 16 yaşındayken pratik hekimliğe başlayan İbniSinâ, resmî saray doktorluğu da yapmıştır. İbni Sina, 1037 tarihinde Hemedan’da mide hastalığından öldü.

İBN-İ HALDUN

27 Mayıs 1332 tarihinde Tunus’ta doğdu. Asıl adı Abdurrahman, babasının adı Muhammed’dir. Genellikle dedesi Haldun’un adıyla İbni Haldun (Haldun oğlu) diye tanınmıştır. Eski ve soylu bir ailenin çocuğudur. İlköğreniminden sonra aydın bir kişi olan babasının yakın ilgisi sayesinde seçkin hocalardan fıkıh, hadis, tefsir, akaid, mantık, felsefe, matematik, tabiat bilimleri, dil bilimleri, şiir ve edebiyat öğrenimi gördü.

Yirmi yaşındayken, Tunus’un yönetimini elinde bulunduran Beni Hafs hanedanından Sultan Ebu lshak’ınkatipliğine getirilmesiyle İbni Haldun’un çalkantılı siyasi hayatı başladı. Bunu, Biskra, Fas, Gırnata, Bicaye, Tlemsen gibi merkezlerdeki benzer görevleri izledi. Bir ara Fas Emiri Ebu İnan onu bilim meclisine kabul etti. Bu görevdeyken siyasi bir nedenle hapsedildi. İki yıl sonra yönetime getirilen Ebu Salim onu önce sırkatibi, ardından da «mezalim» dairesi başkanı yaptı. 1362’de İspanya’ya geçerek eski bir dostu olan Gırnata Emiri Ebu Abdullah Muhammed’in hizmetine girdi. Bir yıl sonra emir onu Castilla Kralı Zalim Pedro nezdinde elçi olarak görevlendirdi. Bir süre sonra Gırnata emirinden izin alarak Kuzey Afrika’ya döndü. Bicaye’de, çok istediği haciplik (başvezirlik) makamına kavuştu. Bu arada bir yandan da ilim faaliyetlerini sürdürdü.

Siyasi çalkantılardan bıkan İbni Haldun, Ebu Hammu’nun iznini alarak İbniSelame denilen bir kaleye yerleşti. Kendisini tümüyle ilmi çalışmalara verdi. Ünlü eseri Mukaddime’yi 1374’te burada tamamladı. Ardından, dört yıl içinde el-İber adlı yedi ciltlik tarih kitabının müsveddesini hazırladı. Bu son çalışmanın, eskiden incelediği kaynaklarını bir kez daha gözden geçirmek düşüncesiyle 1378’de Tunus’a gitti. Kadılık görevine getirildi ve bu görevdeki adaleti, yansızlığı ve yürekli tutumu nedeniyle beş kez görevden alındı ve yeniden atandı.

Bu arada Hicaz, Kudüs ve Suriye’ye gitti. Bu son gezisi sırasında, Suriye’yi ele geçiren Timur’la görüştü. İbni Haldun’dan çok etkilenen Timur, onu danışmanları arasına almak istedi. İbni Haldun bu isteği kabul etmedi. Çok sevdiği Kahire’ye döndü. 1406 yılında Kahire’de öldü.

İMAM-I AZAM EBU HANİFE

Ebu Hanife(r.a.), üstün zekâsı, ilmî şahsiyeti, örnek ve mücadele dolu hayatı ile tanınan büyük bir İslam âlimidir. Bu özelliklerinin yanı sıra fıkıh bilgisi ve birçok konuda pratik çözümler sunmasından dolayı ona “Büyük İmam“ anlamına gelen İmam Azam lakabı verilmiştir. Kûfe şehrinde doğan Ebu Hanife(r.a.) Irak’ın ünlü âlimlerinden ders aldı. Küçük yaşta Kur’an’ı ezberleyerek hafız oldu. Arapça, Tefsir, Hadis, Fıkıh ve Edebiyat gibi birçok ilmi öğrendi. Hocası Hammad bin Ebu Süleyman’ın vefatı üzerine onun yerine geçti ve ders vermeye başladı. Kısa sürede ünü tüm ilim çevrelerinde yayıldı. Ticaretle de uğraşan Ebu Hanife, ömrünün büyük bir kısmını ilim öğrenmek ve öğrenci yetiştirmekle geçirdi. Ebu Yusuf, İmam Muhammed ve İmam Züfer gibi müctehid düzeyinde birçok talebe yetiştirdi.İmam Azam Ebu Hanife(r.a.) fıkhî meseleleri öğrencileriyle tartışarak birlikte hüküm verirdi. Ayrıca olması muhtemel olaylar üzerinde de düşünerek çözümler üretirlerdi. Bütün bu tartışmalar sonucunda ortaya çıkan görüşler, Ebu Hanife’nin öğrencileri tarafından yazıya geçirilmiştir. Onun Kur’an-ı Kerim’den ve Peygamberimizin hadislerinden yola çıkarak geliştirdiği ekole Hanefi mezhebi adı verilmiştir. Hanefilik başta Türkiye ve Balkanlar olmak üzere İslam dünyasının pek çok yerinde yaygınlaşmıştır.

İmam Azam Ebu Hanife(r.a.), bir konuda hüküm vermek ve amel etmek için Allah’ın kitabındakini alır kabul ederim. Onda bulamazsam Hz. Peygamberin güvenilir âlimlerce bilinen ve meşhur olan sünnetiyle amel ederim. Onda da bulamazsam sahabeden dilediğim kimsenin reyini alırım. Fakat diğer âlimlere gelince bir ilim adamı olarak ben de onlar gibi içtihat ederim, derdi.

Eserleri:

1- El- Müsned : İçtihadlarında istifade ettiği hadisleri ihtiva eden eseridir.

2- El- Fıkhü'l-Ekber : Ehli sünnetin görüşlerini ihtiva eden bir eseridir.

3- El- Fıkhü'l-Ebsat : Akidelerle ilgili olup, oğlu Hammad ve talebelerinden Ebu Yusuf ve Ebu Muti el-Belhi tarafından rivayet edilen eserdir.

4- El- Alim ve'l-müte'allim : Ehlisünnet akidesini soru-cevap şeklinde işleyen eseridir.

5- Er-Risale : Akideler konusunda kendisine yöneltilen eleştirileri ve ithamları cevaplandırdığı ve Basra Kadısı Osman el-Betti'ye hitaben yazdığı eseridir.

6- El-Vasiyye : Akide konularını kısaca ele alan bir risalesidir.

7- El- Kasidetü'n- Nu'maniye : Peygamber Efendimiz için yazdığı na'ttır.

İMAM-I GAZÂLÎ

Asıl adı Ebu Hamid Muhammed olan İmam-ı Gazali Hazretleri Horasan bölgesinde Tus şehrinin Gazale köyünde 1058 yılında doğdu. İslam dünyasında Hüccetü'l-İslam (İslamın ispatlayıcısı) olarak tanınan İmamı Gazalî, Selçuklu döneminde yaşamış, İslama yönelen hücumlara, dine yapılan taarruzlara karşı müdafaalarda bulunmuş, dinin anlaşılması için tartışmaya açılmış olan meselelere çözümler getirmiş bir müceddiddir. 

İmamı Gazalî'nin İslam eğitim ve ahlakı üzerinde getirmiş olduğu yenilik, İslamın özünden uzaklaşma yoluna girmiş olan Müslümanları ahlakî eğitime tabi tutmuştur. En mühim eseri olan İhyâuUlûmi'd-Din, başta iman ve ibadet olmak üzere, ahlak sahasında çok ciddî bir hizmet görmüş, dokuz asırdır tazeliğinden bir şey kaybetmemiştir. 

İmam-ı Gazalî'yi halka tanıtan hacımca küçük, fakat tesiri bakımından büyük olan eseri Eyyühe'l-Veled olarak bilinen ve dilimizde Ey Oğul şeklinde bilinen eseridir. 1111 yılında vefat etti. 

Gazali'nin 457 adet kitap yazdığını belirtir. Ancak günümüze kadar ulaşan eserlerinin sayısı 75 tanedir.

· İhyauUlumi'd Din

· El münkızmine'dDalal

· Makaasidü'lFelasife

· El Mustafa

· Tehafütü'lFelasife

· El İktisadfi'lİtikad

· Kimya-i Saadet

· El Kıstasü'l Müstakim ve Fedâih-ul-Bâtınîyye

· Bidayetü'lHidaye

· Miyarül İlim

· Mihekkun Nazar

· Mişkatü’lEnvar

· Tefsir u Yakuti’tTe’vil

· Cevahir’ül Kur’an

MEHMET AKİF ERSOY

1873 yılında İstanbul'da doğdu. İlköğrenimine Fatih'te Emir Buharî mahalle mektebinde başladı. Maarif Nezareti'ne bağlı iptidaîyi ve Fatih Merkez Rüştiyesi'ni bitirdi. Bunun yanı sıra Arapça ve İslami bilgiler alanında babası tarafından yetiştirildi. Türkçe, Arapça, Farsça, ve Fransızca bilgisiyle çevresindekilerin dikkati çekti. Mekteb-i Mülkiye'nin idadi (lise) bölümünde okurken şiirle uğraştı.

Babasının ölümü ve evlerinin yanması üzerine, mezunlarına memuriyet verilen bir yüksek okul seçmek zorunda kaldı. 1889'da girdiği Mülkiye Baytar Mektebi'ni 1893'te birincilikle bitirdi. Ziraat Nezareti emrinde yirmi yıl görev yaptı. 1906'da Halkalı Ziraat Mektebi ve 1907'de Çiftçilik Makinist Mektebi'nde hocalık yaptı. 1908'de Dârülfünûn Edebiyat-ı Umûmiye müderrisliğine tayin edildi. Dâr-ül -Hikmetülİslâmiye adlı kuruluşun başkâtipliğine getirildi. Savaş sonrasında Anadolu'da başlayan direniş hareketini desteklemek üzere Balıkesir'de etkili bir konuşma yaptı. Bunun üzerine 1920'de Dâr-ülHikmet'deki görevinden alındı. İstanbul Hükümeti Anadolu'daki direnişçileri yasa dışı ilan edince Sebillürreşad dergisi Kastamonu'da yayınlanmaya başladı. Mehmet Akif bu vilayette Milli Mücadele hareketine katkısını hızlandıran çalışmalarını sürdürdü. Nasrullah Camii'nde verdiği hutbelerden biri Diyarbakır'da çoğaltılarak bütün ülkeye dağıtıldı. Burdur milletvekili sıfatıyla TBMM'ye girdi.

Meclis, İstiklal Marşı güftesi için yarışma açtı. Yarışmaya katılan 724 şiirin hiçbiri beklenilen başarıya ulaşamadı. Maarif vekilinin isteği üzerine 17 Şubat 1921 tarihinde İstiklal Marşı'nı yazdı. 12 Mart 1921'de birinci TBMM tarafından kabul edildi.

Sakarya zaferinden sonra kışları Mısır'da yaşamaya başladı. Daha sonra sürekli olarak Mısır'da yaşamaya karar verdi. 1926'dan başlayarak Camiü'l-Mısriyye'de Türk Dili ve Edebiyatı müderrisliği yaptı. Bu gönüllü sürgün hayatı sırasında siroz hastalığına yakalandı. Hava değişimi için 1935 yılında Lübnan'a, 1936 yılında Antakya'ya birer gezi yaptı. Yurdunda ölmek isteğiyle Türkiye'ye döndü. 27 Aralık 1936 tarihinde İstanbul'da vefat etti.

MEVLANA CELALEDDİN RUMİ

Mevlâna 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan Ülkesi'ninBelh şehrinde doğmuştur. Mevlâna'nın babası Belh Şehrinin ileri gelenlerinden olup, sağlığında "Bilginlerin Sultânı" ünvanını almış olan Hüseyin Hatibî oğlu BahâeddinVeled'tir. Annesi ise Belh Emiri Rükneddin'in kızı Mümine Hatun'dur. Sultânü'I-Ulemâ Bahaeddin Veled, bazı siyasi olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilası nedeniyle Belh'den ayrılmak zorunda kalmıştır. Sultânü'I-Ulemâ 1212 veya 1213 yılllarında aile fertleri ve yakın dostları ile birlikte Belh'den ayrıldı. Sultânü'I-Ulemâ'nın ilk durağı Nişâbur olmuştur. Nişâbur şehrinde tanınmış mutasavvıf Ferîdüddin Attar ile de karşılaştılar. Mevlâna burada küçük yaşına rağmen Ferîdüddin Attar'ın ilgisini çekmiş ve takdirlerini kazanmıştır. Sultânü'IUlemâNişabur'dan Bağdat'a ve daha sonra Kûfe yolu ile Kâ'be'ye hareket etti. Hac farîzasını yerine getirdikten sonra, dönüşte Şam'a uğradı. Şam'dan sonra Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile Lârende'ye (Karaman) geldiler. Karaman'da Subaşı Emir Mûsâ'nın yaptırdıkları medreseye yerleştiler. 1222 yılında Karaman'a gelen Sultânü'l-Ulemâ ve ailesi burada 7 yıl kaldılar.

Mevlâna 1225 yılında Şerefeddin Lala'nın kızı Gevher Hatun ile Karaman'da evlendi. Bu evlilikten Mevlâna'nın Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi adlı iki oğlu oldu. Yıllar sonra Gevher Hatun'u kaybeden Mevlâna bir çocuklu dul olan Kerrâ Hatun ile ikinci evliliğini yaptı. Mevlâna'nın bu evlilikten de Muzaffereddin ve Emir Âlim Çelebi adlı iki oğlu ile Melike Hatun adlı bir kızı dünyaya geldi. Bu yıllarda Anadolunun büyük bir kısmı Selçuklu Devleti'nin egemenliği altında idi. Konya'da bu devletin baş şehri idi. Konya sanat eserleri ile donatılmış, ilim adamları ve sanatkarlarla dolup taşmıştı. Kısaca Selçuklu Devleti en parlak devrini yaşıyordu ve Devletin hükümdarı Alâeddin Keykubâd idi. Alâeddin KeykubâdSultânü'I-Ulemâ Bahaeddin Veled'i Karaman'dan Konya'ya davet etti ve Konya'ya yerleşmesini istedi.BahaeddinVeled Sultanın davetini kabul etti ve Konya'ya 3 Mayıs 1228 yılında ailesi ve dostları ile geldiler. Sultan Alâeddin kendilerini muhteşem bir törenle karşıladı ve Altunapa (İplikçi) Medresesi'ni ikametlerine tahsis ettiler.

Sultânü'I-Ulemâ ölünce, talebeleri ve müridleri bu defa Mevlâna'nın çevresinde toplandılar. Mevlâna'yı babasının tek varisi olarak gördüler. Gerçekten de Mevlâna büyük bir ilim ve din bilgini olmuş, İplikçi Medresesi'nde vaazlar veriyordu. Vaazları kendisini dinlemeye gelenlerle dolup taşıyordu. Mevlâna 15 Kasım 1244 yılında Şems-i Tebrizî ile karşılaştı. Mevlâna Ancak beraberlikleri uzun sürmedi. Şems aniden öldü. Mevlâna Şems'in ölümünden sonra uzun yıllar inzivaya çekildi. Daha sonraki yıllarda Selâhaddin Zerkûbî ve Hüsameddin Çelebi, Şems-i Tebrizî'nin yerini doldurmaya çalıştılar.Hayatını "Hamdım, piştim, yandım" sözleri ile özetleyen Mevlâna 17 Aralık 1273 Pazar günü Hakk' ın rahmetine kavuştu.

MİMAR SİNAN

1490 yılında Kayseri'nin Ağırnas köyünde doğdu. 1512 yılında İstanbul'a geldi. Orduya asker yetiştiren Acemi Oğlanlar Ocağı'na girdi. Çaldıran Savaşı'nda ve Mısır seferlerinde bulundu. İstanbul'a dönünce Yeniçeri Ocağı'na alındı. Kanuni döneminde 1521'de Belgrad, 1522'de Rodos seferlerine katıldı, subaylığa yükseldi. 1526'da katıldığı Mohaç seferinden sonra baş teknisyen oldu. 1529'da Viyana, 1529-1532 arasında Alman, 1532-1535 arasında da Irak, Bağdat ve Tebriz seferlerine katıldı. Bu son sefer sırasında Van Gölü'nün üstünden geçecek üç geminin yapımını başarıyla tamamlaması üzerine kendisine haseki unvanı verildi. 1536'da Pulya seferlerine katıldı. 1538'de yer aldığı Moldova seferi sırasında Prut Irmağı üstünde yaptığı bir köprüyle dikkatleri üstüne çekti. Bir yıl sonra mimar Acem Ali'nin ölümü üzerine onun yerine Saray Baş mimarı oldu. Günümüzdeki bayındırlık bakanlığına eş düşen bu görevi ölümüne kadar sürdürdü.

Osmanlı İmparatorluğu'nun en güçlü olduğu dönemde yaşadı. Kanuni, II. Selim ve III. Murat olmak üzere üç padişah döneminde mimarbaşılık yaptı. İmparatorluğun gücünü simgeleyen mimarlık eserlerinin tasarlanıp uygulanmasında birinci derecede rol oynadı. 17 Temmuz 1588'de İstanbul'da öldü. Ardından birbirinden kıymetli yüzlerce eser bıraktı.

SELAHADDİN EYYÛBÎ

Mısır, Suriye, Yemen ve Filistin sultanı ve Eyyubi hanedanının ilk hükümdarı. Kudüs’ü Haçlılardan alarak (2 Ekim 1187) kentte 88 yıl süren Frank işgaline son vermiş, Hıristiyanların misilleme olarak düzenledikleri III. Haçlı Seferi’ni etkisiz hale getirmiştir.

1171’de Mısır’da Şii Fatımi halifeliğine son vererek Sünniliğe dönüldüğünü ilan eden Salaheddin Eyyubi böylece Mısır’ın tek yöneticisi durumuna geldi.1174’ten 1186’ya değin Suriye, Kuzey Mezopotamya, Filistin ve Mısır’daki tüm Müslüman topraklarını kendi bayrağı altında birleştirmeye girişti. Zamanla sahtekârlık, ahlaksızlık ve gaddarlıktan uzak, cömert, erdemli, ama kararlı bir hükümdar olarak ünlendi. O zamana değin iç çekişmeler ve yoğun rekabet yüzünden Haçlılara direnmede güçlük çeken Müslümanların maddi ve manevi açıdan güçlenmesini sağladı.

Selahaddin, 1187’de bütün gücüyle, Latin Haçlı krallıklarına yöneldi. Düşmanlarının tümüyle yoksun olduğu komuta yeteneğiyle 4 Temmuz 1187’de tükenmiş ve susuzluktan bitkin düşmüş bir Haçlı ordusunu, Kuzey Filistin’de Taberiye yakınındaki Hattin’de sıkıştırdı ve bir hamlede yok etti. Haçlıların verdiği kayıpların büyüklüğü Müslümanların Kudüs Krallığı’nın neredeyse tümünü ele geçirmesini sağladı. Akka, Betrun, Beyrut, Sayda, Nasıra, Caesarea, Nablus, Yafa ve Aşkelon üç ay içinde düştü. Salaheddin Haçlılara en büyük darbesini ise 88 yıl Frankların elinde kalan Kudüs’ü 2 Ekim 1187’de teslim alarak indirdi.

III. Haçlı Seferi uzun ve tüketici oldu. I. Richard (Aslan Yürekli) tartışmasız askeri dehasına karşın hiçbir sonuca ulaşamadı. Haçlılar Doğu Akdeniz’de ancak güvensiz bir toprak parçasına tutunabildiler. Kral Richard Ekim 1192’de dönüş için yelken açtığında savaş sona ermişti. Salaheddin başkent Şam’a çekildi. Uzun seferler ve at üstünde geçen günlerden sonra çok yaşamadı. Akrabaları imparatorluğu paylaşırken, arkadaşları Müslüman dünyasının en güçlü ve en eli açık hükümdarının, mezarını yaptırmaya yetecek para bırakmadığını gördüler.

NECİP FAZIL KISAKÜREK

1904 yılında İstanbul’da doğdu. Çeşitli okullarda, bu arada Amerikan Koleji'nde okudu. Orta öğrenimini Bahriye Mektebi'nde yaptı(1922). Milli Eğitim Bakanlığı bursu ile Paris'te gitti (1924-1925). Yurda döndükten sonra Hollanda, Osmanlı ve İş Bankalarında memurluk ve müfettişlik gibi görevlerde bulundu (1926-1939). Ankara'da Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi, Devlet Konservatuvarı ile İstanbul'da Güzel Sanatlar Akademisi'nde dersler verdi (1939-1942). Gençlik yıllarında basınla ilişkiye geçti. Memurlukla ilişkisini kesti. Hayatını yazarlık ve dergicilikten kazanmaya başladı. 25 Mayıs 1983 tarihinde Erenköy'deki evinde vefat etti. Naaşı, Eyüp sırtlarındaki kabristana defnedildi.

ÖdülleriNecip Fazıl, Sabır Taşı adlı oyunuyla 1947 yılında Piyes Yarışmacı Birincilik Ödülü'nü almıştır. Kısakürek'e doğumunun 75. yıldönümü dolayısıyla Kültür Bakanlığı'nca "Büyük Kültür Armağanı" (25 Mayıs 1980) ve Türk Edebiyatı Vakfı'nca "Türkçenin Yaşayan En Büyük Şairi" ünvanını vermiştir.

Yazı Hayatı

Necip Fazıl'ın yayınlanan ilk şiiri Örümcek Ağı adlı kitabına "Bir Mezar Taşı" başlığıyla alacağı "Kitabe" şiiridir ve 1 Temmuz 1923 tarihli Yeni Mecmua'da çıkmıştır. Necip Fazıl hatıralarında "benim de yerim bu el oldu yâhu/ Gençlik bahçesinde sel oldu yâhu" dizeleriyle başlayan bu şiir dolayısıyla Ahmet Haşim'in "Çocuk bu sesi nerden buldun sen?" dediğini yazmaktadır. Kısakürek bu tarihten itibaren 1939 yılına kadar Yeni Mecmua, Milli Mecmua, Anadolu, Hayat, Varlık gibi dergilerle Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan şiir ve yazılarıyla ününü genişletmiştir.Necip Fazıl 1925 yılında Paris'ten yurda döndükten sonra, aralıklı şekilde ama uzun sürelerle Ankara'da kalmış, 1936 yılında 17 sayı sürecek Ağaç adlı bir dergi çıkarmaya başladı. Ve Büyük Doğu Necip Fazıl, 1943 yılında bu defa, dini ve siyasi kimliği de olan Büyük Doğu dergisini çıkarmış, 1978 yılına kadar aralıklarla haftalık, günlük ve aylık olarak çıkardığı Büyük Doğu'da iktidarlara cephe almış, yazı ve yayınları yüzünden mahkemelere düşmüş, dergi birçok kez kapatılmıştır. Özellikle İslam medeniyetini ve tarihini savunan Necip Fazıl giderek milletimizin sevdiği bir insan olmuştur. Necip Fazıl 1947 yılında Büyük Doğu'nun toplatılması üzerine ayrıca Borazan diye bir siyasi mizah dergisi de çıkarmıştır.

ESERLERİ: Şiir: Örümcek Ağı, Kaldırımlar, Ben ve Ötesi, Sonsuzluk Kervanı, Çile, Şiirlerim, Esselâm, Çile Oyun: Tohum, Bir Adam Yaratmak, Künye, Sabır Taşı, Para, Nami Diğer Parmaksız Salih, Reis Bey, Ahşap Konak, Siyah Pelerinli Adam, Ulu Hakan Abdülhamit, Yunus Emre. Roman: Aynadaki Yalan, Kafa Kağıdı

Hikaye: Birkaç Hikâye Birkaç Tahlil, Ruh Burkuntularından Hikâyeler, HikâyelerimHatırat: Cinnet Mustatili, Hac, O ve Ben, Bâbıâli.

ŞEYH EDEBALİ

Osmanlı Devleti'nin kuruluş yıllarında yaşamış büyük İslam âlimi, Osman Gazi'nin kayınpederi ve hocası. Şeyh Edebâlî ismiyle meşhur oldu. Karamanoğulları topraklarında doğdu. Doğum tarihi bilinmemektedir. 1326 (H.726) tarihinde Bilecik’te vefat etti.

Edebali ilk tahsilini memleketinde yaptıktan sonra Şam’a gitti. Pek çokâlimden fıkıh, tefsir, hadis ve diğer ilimleri tahsil edip, üstün derecelere yükseldi. Tasavvuf yoluna girip mânevî olgunluğa kavuştu. İnsanlara doğru yolu anlatıp, hak dine kavuşturmak için memleketine döndü. Bir rivayette Baba İlyas Horasani’nin halifelerinin ileri gelenlerindendi. Eskişehir yakınlarında İtburnu denilen bir köyde ikamet eder, ilim öğretmekle meşgul olurdu. İslam Dünyası'nda eskiden beri mevcut olan fütüvvet ehli ve Anadolu’da mühim bir yeri olan ahilerle irtibatı vardı. Anadolu Selçuklu Devleti sultanı tarafından devletin Batı Anadolu sınırlarındaki Söğüt yöresine yerleştirilen Kayı Boyu mensuplarının reisi Ertuğrul Bey'in oğlu Osman Bey, kendisini, ilim ve feyzinden istifade için sık sık ziyaret ederdi.

Edebali hazretleri, kendi parasıyla Bilecik’te bir dergâh yaptırarak, gelen geçenlere, fakir ve muhtaçlara ikrâmda bulundu. Osman Bey de bir çokdefâ burada misafir kaldı. Hatta bir gece dergahta yatarken rüyasında Şeyh Edebali hazretlerinin göğsünden bir ayın çıkıp kendi göğsüne girdiğini ve göğsünden bir büyük ağaç bitip dallarının alemi kapladığını, altından birçok nehirlerin çıkıp insanların bu sulardan istifâde ettiğini görmüştü. Sabah olup rüyayı anlatınca, Edebali hazretleri, bu güzel rüyayı şöyle tabir etti:

“Sen, Ertuğrul Gazi oğlu Osman, babandan sonra bey olacaksın. Kızım Mal Hatun'la evleneceksin. Benden çıkıp sana gelen nur budur. Sizin asil ve temiz soyunuzdan nice padişahlar gelecek, onlar nice devletleri bir çatı altında toplayacaklar, AllahüTeala nice insanın huzûr ve saâdete kavuşmasına, İslam dîni ile şereflenmesine senin soyunu vesîle edecektir.’’ Sonra Osman Bey'i tebrik etti. Gözünün nuru kızını bu mübarek insana nikah etti. 1326 (H. 726) senesinde 125 yaşlarında Bilecik’te vefat etti.

TEVFİK İLERİ

İmam Hatip Liselerinin yirmi yıl aradan sonra yeniden açılmasına ve İstanbul'da Yüksek İslam Enstitüsü’nün kuruluşuna öncülük eden devlet ve siyaset adamıdır.

Tevfik İleri, 1911 yılında Rize'nin Hemşin kasabasında doğdu. Hafız Celal Efendi ve Fatma Hanımın evladı olarak dünyaya gözlerini açtı. İlk ve orta öğrenimini İstanbul'da dedesinin yanında yaptı. Gelenbevi Ortaokulunu bitirdikten sonra İstanbul Teknik Üniversitesine girdi. Talebeliğinin son senesinde Milli Türk Talebe Birliğinin başkanlığına seçildi. 1933 yılında mezun oldu.  

Tevfik İleri, öğrencilik yıllarından itibaren hareketli bir hayat sürmüştü; öğrenciliğinde Bulgar gençleri tarafından Razgrad Türk mezarlığının tahribinin protestosu, Türkçe'nin daha yaygın bir şekilde kullanılması, yerli malına gerekli önemin verilmesi gibi amaçlarla miting ve gösterilerin yapılmasına öncülük etti. İstiklâl Marşı çalınırken ayağa kalkılması, 18 Mart günleri Çanakkale Şehitleri'nin anılması gibi gelenekler onun bu dönemdeki öncülüğünde başladı.

Mezuniyetten sonra 1933-1937 yılları arasında Erzurum'da karayolları mühendisliği, 1937- 1942 yıllarında Çanakkale'de, 1942-1950 yılları arasında Samsun'da bayındırlık müdürlü�