28-30 Mart 2003
Prof Dr. Mehmer. S. AYDIN * Prof. Dr. Abdullah AHSAN
prof. Dr. Ali MAZRU~ * Dr. Tallsin G O R G ~
prof. Dr. Zekeriya KUR$UN * Prof. Dr. Anis AkiMAD
Doc;. Dr. Al~mer KAVAS * Prof. Dr. Kamal HASSAN
D ~ . lnglnar KARLSSON * Prof. Dr. Abdumalik NYSANBAEV
yrd. DO?. Dr. Must& (~ZEL * DOG. Dr. ismail KARA
ENSAR NEŞRİY AT: 75 İSLAMi İLİMLER ARAŞTIRMA V AKFI
Milletlerarası Tartışmalı İlmi Toplantılar Dizisi: 9 Tartışmalı İlrni Toplantılar Dizisi: 41
Tebliğierin
Muhteva ve dil bakımından sorumluluğu tebliğ sahiplerine aittir
Yayma Hazırlayanlar: Dr. İsmail KURT
Seyit Ali TÜZ
Baskı:
Step Ajans Davut Paşa Cd.
Kale İş Merkezi, 224 0212 482 13 41
ISBN 975-6794-19:..4
EN SAR NEŞRİY AT TİCARET A.Ş. Süleymaniye Caddesi, 1 I Süleymaniye/İstanbul
e-mail: [email protected] Web site: www.ensar.org Tel-Faks: +90 (0212) 513 43 41-513 03 09-513 09 90
XI
YiRMiBİRİNCİ YÜZYILDA TÜRKİYE
Yrd. Doç. Dr. Mustafa ÖZEL Beykent Üniversitesi İİBF Öğretim Üyesi
Her tarihsel dönem tehlike ve fırsatlarıyla gelir. Fırsatları (ön)gören, tehlikeleri de doğru teşhis eden devletitoplum sistemleri yeni dönemde güçlenir ve hareket alanlarını genişletirler. Bu öngörü ve teşhis ameliyesinin başarılı olabilmesi için de, söz konusu sosyal sistemin kendi kuvvet ve zaaflarını iyi 'tartması' gerekir. Kuvvetinin kaynağını bilmeyen veya zaaflarını görmezden gelenler, yeni dönemin kargaşası içinde kaybolup giderler.
Türkiye adını verdiğimiz toplum/devlet sistemi 21. yüzyıla dünya nüfusunun yüzde biri kadar bir sayısal insan gücüyle girmektedir. Bu yüzde 1 'in dünya hasılasına katkısı ne yazık ki yüzde yarım dolayındadır. Yani dünya ortalamasının yarısı mesabesindeyiz.Türkiye
Ekonomik güç olarak dünyanın 30-40. gücü, Teknolojik güç olarak dünyanın 50-60. gücü, Askeri güç olarak da dünyanın 6-7. gücü durumundadır.
Askeri gücü ile ekonomikiteknolojik gücü arasındaki bu simetrisizlik Türkiye'nin küreselibölgesel konumunda ciddi bir gerilim yaratmaktadır. Bu tebliğin birinci bölümünde, işletme yönetiminde SWOT analizi diye bilinen yöntemden yararlanarak, Türkiye'nin dünya sistemindeki yerini tartmaya çalışacağım. İkinci bölümde önce tarihsel bir perspektif sunacak, ardından son elli yılın kalkınma stratejilerini özetleyip değerlendirmeye çalışacağım. Son bölümde ise Türkiye'nin 21. yüzyılda nasıl bir vizyonla var olabileceğini tartışacağım.
1: TÜRKİYE NEREDE DURUYOR?
SWOT analizinde iki iç niteliğin, iki dış gelişme karşısında sistemi nereden nereye götürdüğü irdelenmektedir. Bu iki iç nitelik Kuvvet ve Zaaflardır. Dış gelişmeler ise Fırsat ve Tehlikeler.
314 XXI. YÜZYILDA İSLAM DÜNYASI ve TÜRKİYE
Önce dış gelişmelerden başlayarak, temel fırsat ve tehlikelere dikkat çekelim. Türkiye (ve benzeri toplum/devlet sistemleri) 21. yüzyıl eşiğinde hangi (yeni) fırsat ve tehditlerle yüzyüzedirler?
TERLİKELER
1. Ekonomik
a. Dünya ekonomisi küreselleşmekte ve giderek finans kapitalin egemenliğine girmektedir. Parasal (sanal) işlemlerin hacmi, reel işlem hacminin ı 00 mislini aşmaktadır. ı 997 Asya finans krizinin de gösterdiği gibi, bu durum Türkiye ve benzeri ülkelerin ekonomilerini sıkıştırmakta ve her an patlamaya hazır bir bombaya dönüştürmektedir.
b. Yüksek teknolojili sektörler az sayıda ülkeye mensup şirketler elinde temerküz etmiş bulunmakta ve bu ülkeler lehine muazzam tekel kazançlarına yol açmaktadır. Bu bakımdan, dünya hasılasının dörtte üçü Üçlü Sacayağı (The Triad) diye adlandırılan AB-ABD-Japonya tarafından gerçekleştirilmektedir.
2. Siyasi
a. Merkezi güçler ulus/devlet kalıplarını aşmak suretiyle daha büyük bloklar oluştururken (AB, NAFTA, vb.), Türkiye gibi orta çaplı güçlerin "ziyadesiyle büyük" olduklanm ima ederek onlan bölmeye, daha küçük (dolayısıyla daha rahat manipüle edilebilir) parçalara ayırmaya çalışmaktadırlar. Böylece onlara nispetle ilişkisel güçleri (relational power) artmaktadır.
b. Başta BM olmak üzere IMF, Dünya Bankası ve DTÖ (WTO) gibi uluslarüstü siyasi ve ekonomik kuruluşlar çoğunlukla merkezi ülkeler tarafından yönlendirilmekte, bu da onların Türkiye ve benzeri ülkeler karşısındaki yapısal güçlerini arttırmaktadır.
3. Kültürel
a. Batılı (daha doğrusu kapitalist) kültürel kalıplar olağanüstü bir hızla dünyaya yayılarak, otantik yerel kültür ve medeniyetlerin yaşama alanlanın sınırlandırmaktadır. ·
YiRMiBiRiNCi YÜZVILDA TÜRKİYE 315
b. Özellikle Internet kullanımının yaygınlaşmasıyla İngilizce adeta küresel dil haline gelmekte, ulusaVyerel diller bilim ve düşünce alanının dışına itilmektedir.
Fırsatlar
1. Siyasi: Devletlerarası sistemin merkezinde gün geçtikçe açığa çıkan şiddetli bir siyasi kutuplaşma ve gerilim vardır. Son elli yılın müttefikleri ABD ile AB'nin yollan giderek aynlmaktadır. Japonya süper bir ekonomik güç, Çin ise dev adımlarla ilerleyen bir ekonomik ve askeri güç olarak dünya sisteminde yerini almaktadır. Doğu Asya'da Japonya destekli yeni bir Sinosentrik sistemin arefesinde olabiliriz. Bu durum, merkezi güçlerin ikincil partneri konumundaki Türkiye ve benzeri "bölgesel güçler"in manevra alanını genişletmekte, pazarlık güçlerini arttırmaktadır.
2. Ekonomik: Dünya ekonomisinde büyüme oranlannın düşmesi, merkez ülkelerin şirketlerini çevre ve yan-çevrede üretim yapmaya zorlamakta; bu durum çevredeki genç ve dinamik nüfusun girişim gücüyle birleşince kısa zamanda ortaya güçlü ekonomiler çıkabilmektedir. Son yirmi yılın Doğu Asya deneyimi buna güzel bir örnektir.
3. Kültürel: İletişim teknolojiterindeki başdöndürücü ilerleme bir tehlike olduğu kadar, Batı-dışı medeniyet camialarının kendilerini çok geniş bir platformda ifade edebilme inıkanını yaratmaktadır. Bu gelişme, "sınırsız sermaye birikimi" gibi son derece irrasyonel bir motifle varlığını sürdüren "rasyonel" kapitalist medeniyetin kültürel sonunu kolaylaştırabilir.
Zaaflar:
1. Ekonomik
a. Çoğunlukla devlet eliyle geliştirilmiş 'büyük' sermaye çevreleri, Batı burjuvazisinin acentesi durumundadır. Teknoloji ve marka geliştirememiş olduklarından, ekonomiye döviz kazandıramamakta; aksine, döviz yutan birer kara delik gibi işlemektedirler.
b. Özellikle Türkiye'de büyük sermaye gruplan üretimden neredeyse kopmuş, devlete yüksek reel faizle borç vererek yaşamaktadırlar:
316 XXI. YÜZYILDA İSLAM DÜNYASI ve TÜRKİYE
2. Siyasi
a. Halkın seçtiği siyasilerle siviVasker bürokrasi arasındaki gerilim devleti güçsüzleştirmekte ve uzun vadeli planlama yapmayı imkansızlaştırmaktadır. Halkın bürokrasiye güvensizliği onları verimsizliğe ve kuralsızlığa itmektedir.
b. Devlet ideolojisinin Batıdan ithal 'ulus' ve ırk gibi kavramlar çerçevesinde örülmesinden ötürü, mesela İslam kültür dünyasının millet ve kavim gibi kavramları geri plana itilmekte; bu ise uzun vadede kavimler çatışmasına yol açmaktadır.
3. Kiiltürel: Sadece küçük bir azınlığın modemleştiği (Batılılaştığı) bu ülkelerde, halkın inanç ve değerleri ile yöneticilerin değer ve yaşam biçimleri birbirine ters düşmekte, bu terslik zaman içinde siyasi alana yansıtılmakta ve dolayısıyla toplumsal barışı tehlikeye düşürmektedir.
Kuvvetli Yanlar
1. Ekonomik: Genç, dinamik, girişimci nüfus büyük gelecek vaadetmektedir. Devletin, kendi yaşama imkanlarını kemiren kısır sermaye çevreleri yerine bu dinamik kesimleri arkalaması durumunda, büyük ekonomik dönüşümler gerçekleşebilir.
2. Siyasi: Halkın inanç ve değerlerine duyarlı, eğitimli ve girişken yeni bir siyasetçi nesli yetişmektedir. Bu nesil, hem milli bürokrasi hem de kapitalist merkezle yıpratıcı bir çatışmadan sakınarak, milletin önünü açabilir.
3. Kiiltiirel: Gerçekte "kapitalist" (tekelci ve sömürücü), görünümde çoğulcu ve demokratik Batı dünyasının çelişkilerini görebilen; Batı dillerini konuşmakla beraber onun günahlarına ortak olmak istemeyen çok sayıda insan, tarihte görülmemiş bir yoğunlukla birbirleriyle iletişim kurmakta, tartışmakta ve aşağıdan yukarıya doğru hakiki bir küreselleşmeye omuz vermektedir. Bu "sivil" birey ve yapıların etkileşimi muazzam bir (olumlu) kültürel dönüşüme yol açabilir.
Bu çerçevede, 21. yüzyılda "Türkiye" adını verdiğimiz toplum/devlet sisteminin mevcut veya müstakbel dünya sistemi içinde et-
YiRMiBİRİNCİ YÜZYILDA TÜRKİYE 317
kin bir birim olabilmesi için, en azından aşağıdaki hususların dikkate alınması gerekir:
1. Türkiye Cumhuriyeti· Devieti'nin çekirdeğini oluşturan elit kültprel, (iç ve dış) siyasi ve ekonomik oryantasyonunu ciddi biçimde gözden geçirmek, sahici bir dönüşüme yol açmak zorundadır. Bu bağlamda;
c. Türkiye'de yaşayan insanların topluca "ne" oluşturduğu hususunda Batı ürünü ulus, ırk gibi kavramlar yerine millet ve kavim kavramları esas alınmalıdır. Seksen yıl önceki League of Nations'a "Cemiyet-i Akvam" dedikten sonra, bundan çeyrek yüzyıl sonra kurulan United Natioııs'a "Birleşmiş Milletler" dememizin sonuçları bugün Kuzey Irak kriziyle yeniden karşımızdadır. Kısacası, Türk'ün ne olduğu .doğru ifade edilmediği müddetçe "Kürt" sorunu (ve ileride kimbilir hangi sorunlar) çözülemez.
d. Birkaç nesil boyunca seküler bir eğitimden geçen, zihniyeti ve yaşantısıyla Batılılaşan yönetici elit, dini düşünce ve hayatı kavramada gerçekten zorlanıyor olabilir. Bunu belkide anlayışla karşılamamız gerekir. Fakat yönetici elitin de milletin dindarlığını veri kabul etmesi, yönetim ilkelerini bu çerçevede belirlemesi gerekiyor. Aksi durum sadece yıpratıcı sonuçlara yol açar. Ve sonunda, sayılar galip gelir!
e. Devletin ekonomi politikalarında kısır büyük sermaye zümreleri yerine, genç ve girişimci halk züınrelerini teşvik edici olmasından başka çıkar yol yoktur. Siyasette olduğu kadar ekonomide de ne ölçüde rekabetin önü açılırsa, ülke o kadar üretken ve müreffeh olur.
ll: TÜRKİYE NEREDEN GELiYOR? MEDENiYETLER VE GENİŞLEME ARAÇLAR!
Geleceğe bakmak, her sosyal sistem için hayati bir görevdir. Gücün mahiyet ve menşei sabit kalmadığından, her toplum geleceğin ana güç kaynağına "yatırım yapmak" zorundadır. Sadece geçmişi yaşayanlar müzelik, bugüne takılıp kalaniarsa mezbelelik olurlar.
Klasik medeniyetler mekana hükmediyorlardı, modern medeniyet zamana. Mekana hükmedenlerin sürükleyici kuvveti siyasi seçkinlerdi, zamana hükmedenlerin iktisadi seçkinler. Medeniyet tarihçisi Carroll Quigley, toplumları asalak ve üretici diye iki gruba ayırır. Asalak toplumlar ancak geçimlerini sağlayıp ayakta durabilirken, üretici toplumlar dünyadaki ·servet miktarını arttırınaktadırlar. Medeniyetler, yazısı ve şe-
318 XXI. YÜZYILDA İSLAM DÜNYASI ve TÜRKİYE
hir hayatı olan üretici toplumlardır. Dünya tarihinde böyle 16 medeniyet var olmuştur: Mezopotamya, Mısır, Çin, Japon, Hitit, Klasik (YunanRoma), MezoAmerikan, Hindu, İslam, Batı, vs. (Bu paragraftaki zaman kavramı nitel değil niceldir, yani kaiJ·os değilla·onos kasdedilmektedir. Asalak kavramı ise değer yüklü değildir; sadece nesnel duruma işaret etmektedir.)
Quigley'e göre, her medeniyetin bir genişleme aracı bulunmaktadır. Böyle bir araca sahip olan herhangi bir toplum, şu üç faaliyeti yürütecek tarzda örgütlenir: 1. Üyelerini yeni şeyler icat etmeye ve eski şeyleri yeni yollarla yapmaya teşvik etmek; 2. Hemen tüketilrnek zorunda olunmayan bir ekonomik fazlayı üretmek ve biriktirmek; 3. İcatlan ve icadarının kullanınu için bu ekonomik fazlayı kullanmak.
Her medeniyetin genişleme aracı farklıdır. Mezopotamya medeniyetinin genişleme aracı Sümer rahipler sınıfı idi, Mısır'ınki "vergi yoluyla bir ekonomik fazla meydana getiren devlet". Klasik Yunan-Roma medeniyetinde genişleme aracı büyük-ölçekli köleliğe dayalı bir ekonomiydi; ilk dönem Batı medeniyetinde feodalizm diye tanımlanan bir askeri örgüt. Modem Batı medeniyetinin genişleme aracı ise, kapitalist şirket. Yani, sınırsız birikim peşinde koşan örgütlü sermaye.
Medeniyetlerin genişleme araçlan mutlaka zaman içinde yavaşlar ve bu yavaşlama bir krize yol açar. Medeniyet dönüşümünün yedi aşaması şunlardır: Kanşım, Gebelik, Genişleme, Çatışma Çağı, Evrensel imparatorluk, Çöküş, istila. Medeniyetler umumiyede önceki medeniyetlerin çeperlerinde toplum ve kültürlerin kanşmasıyla meydana gelirler. Bu şekilde oluşan toplumlann bir genişleme aracı bulunur. Genişlemenin dört temel süreci vardır: Artan mal üretimi, nüfus büyümesi, coğrafi yayılma ve artan bilgi.
Coğrafi genişleme neticesinde, medeniyet iki alana bölünür: 1. Medeniyetin gebelik dönemi sonunda eriştiği çekirdek (merkez) bölge. 2. Üçüncü aşamanın sonunda genişleı;niş bulunduğu çeper (periferi) bölgesi. Mesela, Mezopotamya medeniyetinin çekirdek bölgesi Dicle ve Fırat nehirlerinin aşağı vadisi; periferisi ise İran, suriye ve Anadolu gibi çok uzak alanlardı. (Quigley bunlan 1961 yılında yazıyordu: Bağımlıgelişme ve dünya-sistem teorisyenlerinin ortaya çıkışlanndan en az on yıl öncel)
Genişleme aracı bir kez kurumsallaştı mı, genişleme hızı (bazan çok şiddetli biçimde) düşer ve Çatışma Çağı başlar. Genişleme aşaması
YİRMİBİRİNCİ YÜZYILDA TÜRKİYE 319
gibi, bu aşamanın da dört özelliği vardır: 1. Genişleme hızı düşer. 2. Sınıf çatışmaları artar. 3. Sık ve şiddetli emperyalist savaşlar meydana gelir. 4. İrrasyonellik, kötümserlik, hurafecilik ve dünyadan elini eteğini kesme yaygınlaşır.
Emperyalist savaşlar neticesinde çatışma çağı yerini Evrensel İmparatorluğa bırakır. Devletlerden biri bu savaşlardan muzaffer çıkar. Sıkıntılarına rağmen, bu aşama bir Altın Çağ, göreli barış ve refah dönemidir. Ne var ki, bu refah aldatıcıdır, zira gerçek bir genişleme aracı mevcut olmadığından pek az gerçek ekonomik genişleme mümkündür. Yeni icatlar ender, gerçek ekonomik yatırımlar yetersizdir. Çıkar çevreleri birikmiş sermayelerini harcamakta, Piramit ve benzeri "böğüren binalar" yapmaktadırlar. imparatorluk ahalisi ise bu üretken olmayan harcamaların kırıntılarıyla geçinmektedir. Altın Çağ gerçekten aşırı olgunlaşmanın parıltısıdır ve çok geçmeden çöküş başlar.
Çöküş aşaması şiddetli bir ekonomik depresyon, düşmekte olan hayat standartları, farklı çıkar çevreleri arasındaki iç savaşlar ve cehaletin ( okuma-yazmadan kopuşun) yaygınlaşmasıyla temayüz eder. Sonunda, dini, enielektüel ve siyasi seçkinler geniş nüfus kitlesinin güvenini yitirirler. Kitlelerde toplumu savunma veya destekleme hususunda giderek isteksizlik, gönülsüzlük belirir. Ve medeniyetin kendini savunamaz hale geldiği bir noktaya ulaşılır. Bu noktada medeniyet artık barbar istilacıların askeri eylemlerine karşı çaresizdir. İstilacılar üstün gelince, medeniyet son bulur.
Toynbee'den Sorokin'e, Spengler'den Quigley'e kadar bütün medeniyet tarihçileri Batı medeniyetinin 'kriz' aşamasında olduğunu düşünmektedirler. Matematik, fizik ve diğer pozitif bilimlerdeki gelişmelerden de ilham alan dünya-sistem tahlilcileri, aynı şekilde, kapitalist medeniyetin bir çatallaşma noktasına doğru ilerlemekte olduğu fıkrin~ dedirler. Krizin en belirgin göstergesi, kaos ve belirsizlik gibi kavramların bütün bilgi alanlarını istila etmiş olmasıdır. Kapitalist medeniyetin genişleme aracı olan şirketler, insanoğlu için araçları amaç haline getirdiklerinden, krizin aşılabilmesine katkıda bulunmak şöyle dursun, onu koyulaştırmaktan başka işe yaramamaktadırlar.
İngiltere'nin en ünlü yönetim fılozofu Charles Handy, kapitalist medeniyetin bu aşamasını neVJ·oz kavranuyla açıklayabileceğimizi
söylüyor: "Günlük hayatta, araçları amaç haline getirenlere. umumiyede nevrotik veya 'kafayı yemiş' diyoruz. Saint Augustine, araçları amaçlaştırmanın en büyük günah olduğunu söylüyordu. Karın, sadece iş ha-
320 XXI. YÜZYILDA İSLAM DÜNYASI ve TÜRKİYE
yatında değil, birçok başka alanda da zorunlu olduğunu kabul ediyoruz. Fakat karın kendi başına amaç olduğunu düşünmek marazi bir ruh halidir."
İslam 'ın Genişleme Aracı: Alim-Tüccar
İslam medeniyetinin genişleme aracı, kılıç sahipleri değil, alimiüccar diye tarif edilebilecek kendine özgü bir insan tipiydi. Müslümanlar gerek Asya'da, gerek Afrika'da, dinlerinin yayılması için neredeyse kılıç kullanmadılar. Yaşayan en büyük Osmanlı tarihçisi Halil İnalcık, Türklerin Müslümanlaşmasını şöyle tasvir ediyor: "Kitle halinde Müslüman olan ilk Türk kavimlerinin yaşadığı bölgeler, Türk dünyası içinde ticaretin ve şehir hayatının en ileri gittiği, Müslüman (Arap) kervan ticaretinin ve tüccar kolonilerinin uzun zamandır serpilip geliştiği bölgelerdi. O devirlerde, dünyanın en medeni kısmının mümessilleri olan bu Müslüman tacirler, yönetimdeki Türk sınıfını sadece lüks malların değil, ince görgü ve tavırların, yüksek kültürel değerlerin taşıyıcılan sıfatıyla da etkilemiş olmalıdırlar. Türklerin Müslüman olması, bir hükümcların resmi kararıyla kesin ve kitlesel biçim almadan önce, uzun bir kültürel etkilenme sürecinin neticesiydi."
Nehemia Levtzion aynı sürecin Afrika'da da yaşandığını ve bu kıtanın kılıç kullanılmadan, alim ve tüccar şahsiyetlerin gayretleriyle Müslümaniaştığını tesbit etmektedir: "İslamiyet'in ticaretle ilişkisi, dünyanın diğer bölgelerinde olduğu gibi, Afrika'nın batısında da aşina olunan bir mefhumdur. Bu din ticaret yollan boyunca gelişmiş ve Afrika toplumlarının uzun-mesafeli ticaretle tanışmaları İslamlaşmayla neticelenen bir dizi siyasi ve ekonomik değişimi hazırlamıştır. Ticaret merkezi olan şehirler, İslami bilgi merkezleri haline gelmiş ve Afrika'nın dağınık ticaret merkezleri istisnasız İslamiyet'i benimsemiş, Müslüman olmuşlardır. Bu insanları Müslüman tüccar mı müslümanlaştırıyor, ilim adamları mı, yoksa din adamları mı? Bunu tesbit etmek güç, çünkü İslam'da biı iki faaliyet çoğunlukla birbiriyle bağlantılıdır ve genellikle aynı kişinin şahsında toplanmıştır."
İslam Tarihinde Türk Modeli
Türklerin Hind ve Batı Asya (Anadolu) fetihleriyle beraber İslam tarihinde yeni bir genişleme aracı ortaya çıktı: Gaza bey/ik/eri. Şüphesiz gaza ve gaza ruhu İslam ime doğdu, fakat Arabistan yarımadası dışında
YiRMiBİRİNCİ YÜZYILDA TÜRKİYE 321
İslamiaşma esas olarak yukanda özetiediğimiz çerçevede gerçekleşti. Gaza beyleri arasında en 'evrensel' bakış açısına sahip olanlar zamanla sivriidi ve uzun ömürlü siyasi yapılanmalann önü açıldı. Anadolu 'yu açan fatihin adı Alpaslan idi, hem alp, hem aslan. Dört dörtlük Türk. Fakat büyük bir uzak görüşlülük ve iddiayla, oğlunun adını Melikşah koydu: hem melik, hem şah. Demek istedi ki, benim soyuro hem İran'ı yönetecek, hem Arap alemini!
Osmanlılar bu anlayışı sürdürüp geliştirdiler. Bu yeni genişleme aracının üç temel dayanağı vardı: Evrensel ( cihanşümul) bir dünya görüşü, bir iddia, bir hayal. Aşıkpaşazade bu hayali şöyle vasfeder: "Osman kim uyudı düşında gördi kim bir dervişin koynından bir ay doğar gelür Osman Gazinin koynma girer. Bu ay kim Osman Gazinin koynma girdiği dernde göbeğinden bir ağaç biter. Dahi gölgesi alemi dutar." Gölgesi dünyayı kaplayan Osmanlı sultanları Türkçe'nin yanı sıra Arapça, Farsça ve Rumca unvanlar kullandılar: Hakan, şah, padişah, sultan, halife ve kayzer gibi. Hem bütün tebaalannı kucakladı; hem önceki düşünce, inanç ve yönetim geleneklerinin kendilerinde birleştiğini ihsas ettirdiler.
İkinci temel dayanak, merkezi bürokrasi idi. Bir saat dakikliğinde işleyen bu bürokratik yapı ilhamını İran (belki Çin) geleneğinden almış, ona İslam'ın ruhunu büründünnüştü. Bu yapıda yükselmenin temel şartı liyakat idi. Başanya odaklı bir siyasi sistem başka türlü ayakta tutulamazdı. Üçüncü dayanak ise, mükemmel eğitilmiş ve çağın en ileri teknoloji ve tekniklerini kullanan bir orduydu. Kısaca, ilim ve siyaset mükemmel bir fiizyon yaşayarak, çağın en ileri sosyo/politik-askeri örgütlenmesini meydana getirmişti. Paralel bir yapılanınayı İran ve Hindistan' da da görüyoruz.
İslam toplumlan 18. yüzyıl ortalarına kadar Avrupa'nın ortasından Asya'nın ortasına kadar büyük bir alana hükmeder oldular. Osmanlı, Safevi ve Babür (Mughal) devletleri bu tarihlerden itibaren 'gerilemeye', Avrupa devletleri ise 'yükselmeye' başladılar. ileriki sayılarda ayrıntılı biçimde ele alacağımız muhtelif etki ve gelişmeler sonucunda, Avrupalılar bilim, ekonomi ve giderek askeri alanlarda bütün diğer 'kıtalara' söz geçirmeye başladı ve 19. yüzyıl sonlarında bütün yerküreyi kendi hükümleri altına aldılar. Küreselleştiler. Avrupa medeniyetinin küreselleşmesinde siyasi ve askeri odaklar ne kadar önemli rol oynamış olursa olsun, hakiki genişleme aracı kapitalist şirket idi.
Kapitalist şirketin tarihsel misyonu, (kronolojik) zamana hükmet-
322 XXI. YÜlYILDA İSLAM DÜNYASI ve TÜRKİYE
rnek yoluyla servet yaratmaktır. İmparatorluklar, mekana hükmediyorlardı (Rus İmparatorluğu bunu hala yapıyor. Mevcut gücü de, zaafı da bu niteliğinden kaynaklanıyor!) "Barbarların" doğudan ve güneyden sıkıştırması sonucunda, Avrupallların ayakta kalabilmek için farklı bir güç kaynağı bulmaları gerekiyordu. Barbarların gücü karşısında, onlar gibi mekanda genişlemeyi tercih edemezlerdi. O halde, zamanı sıkıştınp, dar bir mekanda daha fazla servet ve o servetle daha fazla maddi güç elde etmenin yolunu bulmalıydılar! Kapitalist sanayi medeniyeti, Avrupalıların bu meydan okumaya verdikleri tarihsel cevaptır. Gerçekliği eşit, homojen birimlere ayırmak suretiyle, kendilerini çevreleyen dünyayı "hesapladılar ve denetim altına aldılar."
Ne var ki, hiçbir hesap İlelebet tutmaz, hiçbir denetim İlelebet sürmez. Yirıninci yüzyılın ikinci yarısı, Asya'nın doğudan başlayarak 'yükselmesine' tanık oldu. Bu yükselişin genişleme aracı devlet miydi, şirketler mi? Rivayetler muhtelif. Konu üzerinde fikir üretenleri başlıca beş gruba ayırabiliriz: Piyasacılar, kültürcüler, devletçiler, bağınılıgelişmeciler ve dünya-sistemciler.
Serbest Piyasa Ve İhracatın Marifetleri
Piyasacılara göre hızlı uzun-vadeli ekonomik büyümenin anahtarı etkin kaynak tahsisidir. Buna ulaşmak için, fıyatların doğru belirlenmesi, yani serbest piyasadaki arzltalep şartlarına bırakılması gerekir. "Üçüncü Dünya" ülkelerinin sorunu, onların ithal-ikameci sanayilerinin yapısal bakımdan oligopolistik olması, dolayısıyla fazla kapasite, verimsizlik, yüksek kar oranı ve düşük ürün kalitesiyle ma'lül bulunınasıdır. Hükümetler altyapı ve eğitim gibi az sayıdaki "kamu malları" dışında ekonomide rol oynamamalı, piyasaların serbestçe işlemesine engel çıkarmamalı dır.
Dünya Bankası-IMF iktisatçısı Bela Balassa, Doğu Asya ekonomilerinin de ithal-ikameci sanayileşmenin ilk aşamasından geçtiklerini, fakat sonra ihracat-yönlü sanayileşmeye yöneldiklerini söylüyor. Yüksek büyüme hadlerinin motoru, ihracat artışları idi. ihraç edilen mallar, mukayeseli üstünlüklere göre kaynak tahsisine katkıda bulunuyordu. İhracat aynı zamanda küçük iç piyasaların sınırlamalarını hertaraf ediyor, ölçek ekonomilerine ve tam kapasite kullanımlarına kapı açıyordu. En önemlisi, ithal-ikamesi korumacılığa ve tekelleşmeye yol açarken, ihracata dayalı sanayileşme dış rekabet yoluyla teknolojik dönüşüme ve
YiRMiBİRİNCİ YÜZYILDA TÜRKİYE 323
modern teknolojiterin geliştirilmesine imkan veriyordu. Doğu Asya ekonomilerinin performansının dört temel belirleyicisi şunlardı:
1. Teşvik sisteminde istikrar. 2. Sınırlı hükümet müdahalesi. 3. İyi işleyen emek ve sermaye piyasaları. 4. Özel sermayeye dayanmak.
Muhalif iktisatçı Robert Wade'e göreyse, neoklasik perspektif transnasyonal şirketlerin çıkarlarını perdelemektedir. Kar maksimizasyonu peşinde, aktiflerini dünyanın dört bir yanına yayma çabasındaki bu şirketler, neoklasik iktisatçıların serbest ticaret, serbest yatırım ve sınırlı hükümet müdahalesi öğretilerini gönülden benimsiyorlardı; çünkü bu öğretiler sayesinde kendi çıkarlarının gelişmekte olan ülkelerin çıkadarıyla uyum içinde olduğunu 'kanıtlayabiliyorlardı'. O halde, neoklasik yaklaşımın eksikliği, Doğu Asya kalkınmasında transnasyonal şirketlerin, devletlerarası sistemin ve bölgesel dinamiklerin etkisini yansıtrnıyor olmasıdır.
Gelenekle Modernliği Bağdaştırmak.
Kültürel yaklaşım, kültürü ekonomik gelişmenin biricik faktörü haline getirmekten çok, kalkınma politikası tercihlerinin kültürel arkaplanlarını aydıntatmaya çalışmaktadır. Yani araştırmacılara değer, tavır ve uygulamaların gelişmekte olan ülkeleri nasıl etkilediğini görebilecekleri bir referans çerçevesi sunmaktadır. Bu anlamda, kültürel yaklaşım neoklasik yorumla çelişmemekte, onu tamaınlamaktadır.
Kültürel ekol, klasik modernleşme ekolünün birkaç temel varsa.:. yıınını revize etmektedir. Modernleşme ekolü, modernlik ile geleneğin iki karşıt kavram olduğu görüşünden yola çıkıyordu. Bir toplumun modernliğe geçebilmesi için, geleneksel yapı ve değerler yerlerini modern değerler kümesine bırakmalıydı. Ülkelerin geriliği, geleneksel kültürel değerlerinin pençesinden kurtulamamalarma dayanıyordu. Mesela, Doğu Asya'nın ekonomik geriliği büyük ölçüde, tüccara kaş çatan ve üretken olmayan faaliyetlerden elde edilen kazanca şüpheyle bakan Konfüçyen gelenek yüzündendi. Kültürel ekol, bu katı yaklaşımı yumuşatıyor, gelenekle modernliğin yan yana yaşayabileceğini; geleneğin kalkınmaya destek olabileceğini ileri sürüyordu.
Kültürel bakış açısından, Doğu Asya'nın başarılı ekonomilerinin (Japonya, Tayvan, Güney Kore, Hong Kong) ortak paydası Konfüçyen
324 XXI. YÜZYILDA İSLAM DÜNYASI ve TÜRKİYE
gelenektir. Gilbert Rozman, bu bölgede bir çeşit "kitle Konfiiçyanizmi" ile "elit veya tüccar Konfiiçyanizmi"nin yanyana geliştiklerini ve bunların eğitim ve öğrenim, küçüR aile işletmeciliği, şirket yönetimi ve devlet hizmetleri hususlarında Batı'dakinden farklı vurgular yaptığını söylemektedir. "Konfiiçyanizm insanlara sadece bir takım metinleri ezberletmemekte, öğrenmeyi nasıl öğreneceklerini belletmektedir. Ayrıca, ekonomik gelişmeye dost olan bir takım ahlaki ilkelerin (gayret, fedakarlık, tatmin erteleme ... ) içselleştirilmesini sağlamaktadır."
Batı felsefesinin bireyciliği öne çıkarmasına karşılık, Konfiiçyanizm 'aileciliği' vurgulamakta ve aileyi toplumun en önemli kurumu konumuna getirmektedir. Aile, bir nevi şirkete dönüşmekte ve aile girişimciliği Doğu Asya ekonomilerinin bel kemiği haline gelmektedir.
Ne var ki, kültürel yaklaşım, Doğu Asya'da Konfiiçyanizmin değişik biçimlerinin ortaya çıktığı özgül tarihsel bağlamlan ve jeopolitik şartları göz önüne almamaktadır. Japon ıslahatçılar Meiji döneminde niçin Konfiiçyenliği Şintoizm ve imparator kültüyle harmanladılar? Milliyetçi Parti, 1949'da Tayvan adasına sürüldükten hemen sonra, Çin milli kültürünü yeniden İnşada niçin Konfiiçyenliği 'kullandı'? Güçlü bir Konfiiçyen mirasa sahip olan kıta Çin'i, II. Dünya Savaşı'ndan sonra kapitalist sanayileşme yerine niçin Komünizme yöneldi? Ayrıca, kültürel yaklaşım Konfiiçyanizmin etkisinin zamanlamasını da açıklayamamaktadır. Konfiiçyanizm Kore'de asırlardır yaşıyor. Niçin sadece son 30 yılda ekonomik başarıya yol açtı?
Kalkınmanın Motoru Devlet midir?
Devletçi yaklaşım, neoklasik bakış açısının eleştirisi olarak ortaya çıktı. Serbest piyasaları, özel girişimciliği, ticaretin serbestleştirilmesini ve devletin rolünün sınırlandırılmasını değil; yerel ve uluslararası piyasa kuvvetlerinin ehlileştirilmesinde ve bunların· ulusal amaçlar uğruna kullanılmasında devlete stratejik bir rol düştüğünü ileri sürmektedir. Mukayeseli üstünlüğe dayalı maksimum karlılığa değil, "geç sanayileşme" diye nitelenen olguya odaklanmaktadır. Bu bakımdan, devletçi yaklaşım Gerschenkron'un "geç sanayileşme" görüşünü paylaşmakta, piyasadaki eksiklik ve bozuklukların aşılmasında, sanayileşmenin önündeki bir takım engellerin kaldırılmasında güçlü devletin önemini vurgulamaktadır.
YiRMiBİRİNCİ YÜZYILDA TÜRKİYE 325
Devletçi yaklaşım, kalkınınayı piyasanın mı yoksa devletin mi sağladığı tarzındaki basit ayınının ötesine gitmekte, piyasa oryantasyonu ile devlet müdahalesinin uygun bileşiminin ne olabileceğini araştırmaktadır. Temel meselesi şudur: Devlet-ekonomi karışımıyla en ~uyumlu toplumsal ve siyasal kurumlar nelerdir? Bu yaklaşımın Doğu Asya tecrübesiyle alakah olarak gündeme getirdiği dört temel soru şunlardır: Doğu Asya sanayileşmesinde niçin gelişmeci bir devlet tipi öne çıkmaktadır? Bu gelişmeci devletin vasıfları nelerdir? Geç sanayileşmeyi teşvik için piyasa ekonomisine nasıl müdahale etmektedir? Gelişmeci devletle Doğu Asya toplumundaki diğer toplumsal kurumlar arasındaki ilişki nasıldır? İşte soruların cevapları:
1. Geç kalmış olan Doğu Asya firmaları, teknoloji rantma sahip ve dolayısıyla yüksek kar elde edebilen Batılı fırmalada rekabet etmek zorundaydılar. Teknolojiye sahip olmak ile onu ithal etmek veya çalmak arasında kapatılması imkansız bir fark vardı. Bu büyük dezavantajı hertaraf etmek için, Doğu Asya fırmaları gelişmeci devletin birnınetine muhtaçtılar.
2. Gelişmeci devletin temel önceliği ekonomik büyüme, üretkenlik ve rekabetçiliktir. Eşitlik veya sosyal refah mülahazalan ikinci . plana itilmekte veya ertelenmektedir. Gelişmeci devlet sosyalist karakterli olmadığından, özel mülkiyete ve piyasaya bağlılık gösterir. Ancak, bu piyasa stratejik sanayi politikasını formüle eden devlet idarecileri tarafınd3;n yakından yönlendirilmektedir. Devlet bürokrasisi içinde pilot bir kurum (Japonya'da MITI: Uluslararası Ticaret ve Sanayi Bakanlığı) stratejik politika belirleme ve uygulamasında anahtar rol oynamaktadır.
3. Geç sanayileşme ikili bir "sübvansiyon ve disiplin" politikası içermektedir. Birinci Sanayi Devrimi laissez-faire anlayışına, ikincisi bebek sanayilerin korunmasına dayanıyor idiyse, üçüncüsü sübvansiyonlara dayanıyordu (özellikle Kore modeli böyleydi). Sübvansiyon olmadan, Kore fırmalan iplik ve dokuma gibi emek-yoğun sanayilerde bile Japon şirketleriyle rekabet edemezlerdi. Yüksek sübvansiyon ve devletin birçok alanda yoğun müdahalesi olmadan Kore'de sermaye-yoğun sanayilerin kurulması ise hayaldi. Devlet stratejik sanayi fırmalarını sübvanse ediyor, fakat aynı zamanda onları disiplin
altına al!.f.~ Asya devletlerinde yüksek derecede bürokratik özerklik mevcuttur. Memurlar çoğunlukla liyakat esasına göre göreve getirilmekte (meritokrasl) ve devleti yönetenler arasında güçlü bir birlik ve misyon duygusu bulunmaktadır. Bu durum devletin ve bürokratik elitle-
326 XXI. YÜZYILDA İSLAMDÜNYASI ve TÜRKİYE
rin toplumdaki diğer güçlü gruplardan bağımsız ulusal kalkınına strate- . jileri geliştirebilıne:!leri sonucunu vem1işiir. Fakat, diğer yandan, devlet ile ekonominin stratejik sektörlerine hükmeden özel sektör holdingleri, bankalan ve ticaret şirketleri arasında yakın kurumsal bağlar gelişmiştir. Bürokratik özerklik ile kamu-özel sektör işbirliğinin bu alışılmamış karışımı güçlü bir özerk devletin aıtaya çıkmasına yol açmış; bu devlet sadece stratejik gelişme hedeflerini belirlemekle kalmamış, bunların uygulanmasında da aktifrol üstlenmiştir.
Neoklasik perspektif nasıl transnasyonal şirketlerin ulusal pazarlan açma ve oralarda serbestçe yatırım ve ticaret yapma amaçlarını haklılaştınyor idiyse, devletçi yaklaşım da Doğu Asyalı yönetici ve planlamacılannın koruma ve müdahale arayışlarını haklılaştınyordu. Ayrıca, bu yaklaşım Doğu Asya'da gelişmeci devletin kökenierini açıklamada jeopolitik faktörleri ve bölgesel dinamikleri çoğu kez hesaba katrnamaktadır. Doğu Asya'da devlet özerkliği (toplumdan bağımsız hareket edebilme) ve devlet kapasitesi (politika yapma ve uygulama kabiliyeti) nereden geliyordu? İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, Üçüncü Dünya'nın birçok devleti başarısız olurken, nasıl oluyordu da bazı Doğu Asya devletleri güçlü bir özerklik ve kapasite geliştirebiliyorlardı?
Temel Sorun Emperyalizmdiri
Klasik bağımlı-gelişme yaklaşımı, (yukarıdaki neoklasik ve kültürel yaklaşımlan da içeren) modernleşme okulunun eleştirisi şeklinde ortaya çıktı. Bu yaklaşıma göre, gelişmekte olan ülkelerin temel sorunu serbest piyasadan, Kon:füçyanizm veya stratejik devlet planlamasından yoksun olmak değil; emperyalizmin, yabancı tahakkümünün altında bulunuyor olmaktır. Batı dünyası ile gelişmekte olan ülkeler arasındaki ilişkiler faydadan çok zarar getirmektedir. Mevcut şartlar altında, bu ülkelerle Batılı sanayi ülkeleri arasındaki gelişme farkının makul bir sürede kapanması söz konusu değildir; aksine, fark giderek açılacaktır.
Doğu Asya'nın "kumanda kapitalizmi" etkin kaynak tahsisini değil, ihracatbaşansını hedefliyordu. Bu yüzden, devletin kamu kaynaklarını ucuz kredi ve sübvansiyon tarzında büyük şirketlere aktarması ve ücretleri piyasa değerinin altında tutma yönünde baskı uygulaması kaçınılmaz oldu. Büyük şirketlerin çevre tahribine de çoğu kez göz yumuldu. Ancak, bu uygulamalar sürdürülebilir değildir. Özellikle, devlet kredileri kesildikten ve ücretler yükseldikten sonra, Doğu Asya ekonomilerinin rekabet güçleri hızla gerileyecektir.
YİRMİBİRİ!':Cİ YÜZYILDA TÜRKİYE 327
Doğu Asya Kendiliğinden Yükselmedi, Seçildi!
Dünya-sistem tahliline göre, kapitalist sistem merkez-çevre kutuplaşmasına dayanmaktadır. Çevreden merkeze sürekli bir değer aletarımı yapılmakta; dolayısıyla, merkez ile çevrenin iktisadi güçleri arasındaki fark gün geçtikçe açılmaktadır. Sistemin bu temel çelişkisini kontrol altında tutan bir dizi çevrimsel ritim vardır. Bunlann en önemlileri, 50-60 yıllık Kondratieff çevrimleri ile 100-150 yıllık hegemonya çevrün/eridir. Birincisinde temel kar kaynağı üretim ve fınans alanlan arasında yer değiştinnekte, ikincisindeyse küresel düzenin garantörü yerini bir başka hegemona bırakınaktadır. Çevrimsel ritiınler, birikim ve güç odaklarında önemli coğrafi kayışiara yol açmakta, fakat sistem dahilindeki _temel eşitsizlik ilişkilerini değiştirmemektedir.
Giovanni Arrighi, ulus devletlerin gerileyişi ile Doğu Asya'nın (ekonomik) yükselişini beraber ele almamız gerektiğini, bu iki olgu arasında sıkı bir ilişki olduğunu ileri sünnektedir. Pax Alllerikana (1945-90) eski Çinmerkezli haraç-ticaret sisteminin periferisini bir ABD-merkezli haraç-ticaret sistemine dönüştiirdü. Pax Alllerikana bitiyor, dolayısıyla hem eski Sinosentrik sistem canlanıyor, hem de Pax Amedkanayı ayakta tutan devletlerarası sistem zayıflıyor. Bu iki olguyu beraber ele almazsak, ikisini de doğru değerlendiremeyi.'3.
Wallerstein, Doğu Asya'nın yükselişinin bir Kondratieff B-saf...ıasında, aynı zamanda ABD hegemonyasının çöküşünün başlangıç safhasında meydana gelmiş olmasının önemine dikkat çekiyor. Kondratieff B-saflıalannda (büyüme hadlerinin giderek hızlandığı A-saflıasmın aksine) karlar düşmekte, büyük kapitalistler kazanç faaliyetlerini fınans (yani spekülasyon) alanına yöneltmektedirler. Dünya genelinde, ücretli istihdam düşmekte, üretim karları üzerindeki baskı üretim faaliyetini yeni yerleşim noktalanna doğru zorlamaktadır. Bu yeni noktalarda düşük ücret ve daha verimli yöneticilik sayesinde rekabetçi konumlar sürdürülmeye çalışılmaktadır. Birikim merkezi olan devletler arasında rekabet kızışmakta, kendi işsizliklerini elden geldiğince diğerlerine ihraç etmeye çalışmaktadırlar. Bu ise dÖ\'iz kurlannın dalgalanmasıyla sonuçlanmaktadır. Bütün bunların i970'lerin ortalanndan günümüze kadar devam ede geldiğini göstermek zor değildir.
Dünyanın çoğu bölgelerinde bu saflıalar, önceki genişleme devrine kıyasla bir gerileme, bir kötü devir olarak algılanır. Fakat, herkes
328 XXI. YÜZYILDA İSLAM DÜNYASI ve TÜRKİYE
için kötü değildir bu safha. Bazı büyük kapitalistler münferİt birikim düzeylerini yükseltmeyi becermiş olabilecekleri gibi, üretim faaliyetlerinin kaydınlma ihtiyacından ötürü dünya sistemi içinde özel bir bölge müthiş bir gelişme gösterebilir. 1970'lerin başlarında böyle bir kayma için en uygun dört ülke şöyle sıralanıyordu: Meksika, Brezilya, Güney Kore ve Tayvan. Fakat 1980'lerde Latin Amerikalılar listeden çıkarıldı, 1990'lara doğruysa Doğu Asya'nın yükselişinden söz eder olduk. Aşikardır ki, Doğu Asya Kondratieff B-safhasındaki coğrafi yenidenyapılanmadan aslan payını alan bölge oldu.
Bu bölge niçin seçildi? Birinci sebep jeopolitiktir. Kapitalist sistem, Rusya ile Çin'i çembere alacak bir güvenlik bölgesine muhtaçtı. Brezilya veya Meksika'ya yatırımları kaydırmanın ekonomik getirisi olsa bile, politik katkısı fazla değildi. İkinci sebep demografiktir. Bölge nüfusu o kadar yüksektir ki, hem ucuz işgücü, hem talep gücü kapitalist sermayeye çekici gelmektedir.
lll: TÜRKİYE NEREYE GÖTÜRÜLÜYOR? İRANETiN EKONOMİ POLİTİGİ
Bu çerçevede Türkiye'nin son 50 yılına baktığımızda karşımıza büyük sermayenin ve bürokrasinin ihaneti çıkıyor. Ağır. bir kelime 'ihanet', farkındayıın. Gelin o halde yukarıdaki beş madde kapsamında Türkiye'deki gelişmeleri değerlendirelim ve ihanet yerine daha uygun bir kelime kullanıp kullanamayacağıınıza karar verelim.
Türkiye'de biirakrasİ ile 'büyük' sermaye suç ortağı olageldiler. Bunu Braudelyen anlamda, "kapitalist sistemi oluşturmada devlet ile sermayenin bir tür fiizyon yaşaması" tarzında söylemiyorum. Kapitalist deneyim gayr-ı adil, fakat 'üretken' di. Türkiye tecrübesi katmerli gayr-ı adil, üstüne üstlük verimsiz oldu. Ne devlete yaradı, ne sermaye sınıfına. 1980, 1994, 2001 bunalımlarını göz önüne alırsak; ekonomik krizIerin hem ortaya çıkış süreleri azalıyor, hem şiddetleri artıyor. Ve her krizden sonra, 'fukaralaşan' sermaye sahiplerini yeniden zenginleştirmek için devlet üzerinden yeni bir 'plan' uygulanıyor.
Piyasacılar, Doğu Asya'nın ekonomik yükselişi için şu dört maddeden söz ediyorlardı:
1. Teşvik sisteminde istihar.
2. Sınırlı hükümet müdahalesi.
YiRMiBİRİNCİ YÜZYILDA TÜRKİYE 329
3. İyi işleyen emek ve sermaye piyasaları.
4. Özel sermayeye dayanmak. 1980'li yıllarda Türl.ciye'de son derece cömert bir teşvik politikası izlendi, fakat verilen teşviklerin hesabı socylmadı. Disiplinsiz sübvansiyon sistemi! Mesele bir ekonomik gelişme meselesi olmaktan çok, döviz darboğazını aşma meselesi olarak görüldü. Kısa vadede döviz problemi çözüldü, fakat ülke 1990'larda daha kapsamlı bir bir problemin kucağına itildi. (Ekonomi politikte bütün şipşak çözümler uzuri vadeli problemierin kaynağı olurlar!)
Devlet, piyasacılara 1990-2000 arasında yaklaşık 100 milyar dolar katkıda bulundu! Sınırsız hükümet müdahalesi sayesinde oldu bu: Hazine, yüzde 15-50 arası 'reel' faizlerle borçlanmaya başladı. Dünyanın hiçbir ülkesinde ve tarihin hiçbir döneminde böyle bir çılgınlık yaşanmamıştır. Ekonominin özel sermayeye dayanması bir yana, özel
. sermaye topyekün devlete dayanır hale geldi. Bunu "piyasa mantığı" içinde değerlendirmek mümkün değildir. İlıanetİn ekonomi politiği yazılsa bir gün, Türkiye bölümünde aslan payı bu uygulamaya ayrılacaktır.
Ne yazık ki, soygun bugün dörtnala devam etmektedir. Enflasyon oranlarında eksi rakarnların telaffuz edildiği, döviz kurlarının düştüğü bir ortamda Merkez Bankasının faizleri yüzde 45-50 arasında tutmakta akıl almaz bir inat göstermesi (ve bunun IMF tarafından eleştirilmemesi), TÜSİAD'da küme1enen büyük sermaye gruplarının bu hususta Merkez Bankası başkanını destekler görünmesi, soygunun taraflarını da ifşa etmektedir.
1990-2000 arası on yılda devletin piyasacılara 100 milyar dolar aktardığını söyledik. Bu darbe, daha önce başlatılmış militarİst karakterli bir darbenin üzerine tüy dikti: PKK ile savaşma 'görüntüsü' altında, 1985-95 yıllan arasında Türkiye'ye en az 100 milyar dolar kaybettirildi. Tuhaftır, bu iki rakamın toplamı, şu anki iç ve dış borçlarımızın toplamına eşittir. Türkiye'yi kimlerin 'gayr-ı mümkün' hale getir-
. meye çalıştığını iyi anlarsak, belki bir çıkış yolu bulabiliriz.
Geri Kalmışlığın Sorumlusu Din Değil, Devlettir!
Kültlircüler Max Weber'den beri hep aynı teraneleri okuyup duruyorlar: İslam ve doğu dinleri ekonomik gelişmeye engeldir! Bemard Lewis anlaşılmaz (yani gayer anlaşılır!) bir inatla, İslam'ın demokrasiye
330 XXI. YÜZYILDA İSLAM DÜNYASI ve TÜRKİYE
de engel olduğunu yazıp duruyor. Son elli yılda yapılan tarih araştırmaları dinin ekonomik gelişme bağlamında neredeyse nötr diyebileceğimiz bir işlev gördüğünü ortaya çıkardı. Din, din olarak, ekonomik gelişmeyi sınırlı ölçüde teşvik edebilir veya aşırı gelişmeye bir ölçüde set çekebilir. Mesela ortaya çıkış dönemlerinde İslamiyet'in veya Budizm'in ekonomik gelişmeyi engelleyici hiçbir olumsuz yanlan olmamıştır. Her iki din de ticaret yolları boyunca yayılmış, tüccardan büyük destek görmüşlerdir. Ekonomik 'geriliği' ortaya çıkaran din değil siyasettir. Daha doğrusu, sosyo-politik örgütlenme tarzı. Nasıl ki aynı dine inanan her toplumdan aynı başarı ve istikrara sahip siyasi örgütlenmeler çıkmıyorsa, aynı dinin mensuplarından da eşit ölçüde başarılı ekonomik örgütlenmeler çıkmaz.
Konfiiçyanizm 1950'lere kadar ekonomik gelişme ve modernleşmenin önündeki en büyük engel sayılıyordu. Fakat bir yandan Japon 'mucizesi', diğer yandan Doğu Asya ve Çin 'kalkınması' analistlerimizi 1990'lara doğru Konfiiçyanizmi önemli bir ekonomik değer saymaya yöneltti. Son on yılda, bu öğretinin geniş bir insan kitlesini nasıl girişimci veya örnek iş gören haline getirdiğini anlatan düzinelerce kitap yayınlandı. Hakikat şu ki, ekonomik gelişmeyi planlayan ve uygulayan/uygulatan Japon ve Çin devlet yapıları idi. Elbette Japon (şimdi de Çinli) girişimciler ve onların inançları bu süreçte önemli bir rol oynadı. Fakat belirleyici olan devletlerdi, din değil.
Ekonomik gelişmede devletin rolünü öne çıkaran iktisatçılar Doğu Asya'nın bir tür "Alman modeli" uyguladığını söylemeye getiriyorlardı. Almanlar da 19. yüzyıl ortalarında 'kalkınma hamlesine' başladıklannda siyasi otoritenin önderliğine muhtaçtılar. Tıpkı daha önceki yüzyılların İngiliz ve Felemenk devletleri gibi! (Merkantilizm tercih değil, kaderdi.) Almanlar büyük yatırım bankalarını öne sürüp, sanayi yatırımian için gerekli finansmanı sağladılar. Doğu Asya ülkelerinde bu işi daha ziyade maliye bakanlıkları üstlendi. Japonya'nın 1990'lara kadar en önemli iki kurumu MITI ile MoF.idi: Birincisi sanayi ile dış ticareti birbirine bağlayan Dışticaret ve Sanayi Bakanlığı; ikincisi Maliye Bakanlığı. Çinliler ise fınansman kaynağını diasporada buldular. Ülke dışında yaşayan yaklaşık 60 milyon Çinli, her yıl ülkelerine 50 milyar dolarlık yatırım yapıyor.
Yatırımcılar kapitalist, Çin yönetimi Komünist. Nasıl oluyor bu iş? Eğer hem siyasi elit, hem de ekonomik elit "Çinliliği" öne alıyorsa, bal gibi olur. Çinliliği öne almak, bir tarafın siyasi emellerinden, diğeri-
YİRMİBİRİNCİ YÜZYILDA TÜRKİYE 331
ninseekonomik çıkarlarından vazgeçmesi demek değildir. Tam aksine, burada iki tarafı da güçlendinci yeni bir 'misak' söz konusudur. Siyasi seçkinler biliyor ki, topyekün ekonomik gelişme sağlanamazsa, Çin 'i bir.arada tutmak mümkün değildir. Doğu ve güney bölgeler kapitalist sistemle bütünleşip zenginleştikçe 'ayrılıkçı' ideolojiler serpilip gelişecek ve er-geç ülke bölünecektir. Ekonomik seçkinler biliyor ki, Çin dünyanın son ucuz emek deposudur. Bu büyük depoyu hiç değilse çeyrek yüzyıl tepe tepe kullanıp büyük kazançlar sağlanabilir. Bu süreçte Çinliler topyekün zenginleştikçe de bu sefer alım gücü yüksek bir müşteri kitlesi ortaya çıkmış olur ki, ikinci çeyrek yüzyıl için hiç de fena bir ortam olmaz.
Türkiye İçin Yeni Bir Misak
Mümkün Türkiye, yeni bir misakın eseri olacaktır. Bu misakın tarafları Çin' dekinden farklı. değildir: Siyasi elit ve yeni girişimci zümreler. Siyasi elit, bizzat halk tarafından seçilmiş insanlardan ziyade, sivilasker bürokrat, büyük sermaye zümreleri ve bazı 'aydın'lardan oluşmaktadır. Seçilmişler ya bunlarla işbirliği içinde mevcut egemenlik sistemini pekiştirerek günlerini gün ediyor; veya sistemi az çok düzeltmeye teşebbüs edip, onlar tarafından ( dışandaki gerçek efendilerin talimatları doğrultusunda, pek tabii) alaşağı ediliyorlardı. Yani ya negatif (=millet aleyhine) işbirliği, ya pozitif sınırlı kapışma. Bu konumlar, yeni ekonomik ve jeopolitik gerçeklikler karşısında, artık sürdürülebilir değildir. Üçüncü ve güç verici bir konum kaçınılmazdır. Türkiye'nin mümkün olması isteniyorsa, pek tabii.
Yeni ekonomik gerçeklik, karşımıza takatten düşmüş bir siyasi elit (devlet) çıkarıyor. Halktan topladığı vergilerin üçte ikisini, sermaye sınıfını ayakta tutmak için harcamak zorunda kalan bir elit. Yeni jeopolitik gerçeklik, karşımıza kafası kanşık bir siyasi elit çıkarıyor: Elli yıl 'yanaşmalık' yaptığı süper gücün emperyal emelleri karşısında, müseccel emperyalist Avrupa'ya sığınrnak zorunda kalan bir elit. Mümkün Türkiye, bu iki gücün (AB ve ABD) kendi aralanndaki kapışmayı üstün bir diplomasiyle kendi lehine çeviren; bu arada kendi bölgesinin toparlayıcı gücü haline gelebilen Türkiye olacaktır. Bunu yapabilmesi, öncelikle içeride verimli bir ekonomik düzen kurabilmesine bağlıdır.
Devletler, en dinamik toplum zümrelerine dayanabildikleri, onlarla kader birliği edebildİkleri ölçüde güçlenirler. Mümkün Türkiye'nin
332 XXI. YÜZYILDA İSLAM DÜNYASI ve TÜRKİYE
devleti hem dinamik girişimcileri öne çıkarmak, ekonomide oluşan finans kaynaklarının önemli bir bölümünü bunlara kullandırmak; hem de Çiniiierin yaptığı gibi, ülke dışında oluşan birikimleri iç ekonomiye çekip yine bu girişimcilere kullandırmak zorundadır. Bunu başarabildiği ölçüde Türkiye 'mümkün' olacaktır.
Küçük işletmeler dünyanın her yerinde ekonominin belkemiğidirler. ABD'den Almanya'ya, Japonya'dan İtalya'ya kadar bütün sanayileşmiş ülkelerde, ekonomik degerin yarıdan çoğunu onlar üretir, İstİlıdamın en az yarısını onlar temin ederler. Bunu yapabilmeleri için elbette finansmana ihtiyaçları vardır. Söz konusu ülkelerin hepsinde, ülkenin finans kaynaklarının en az üçte biri bunlar tarafından kullanılır. Bu oran Türkiye'de yüzde 3 bile değildir. Türkiye bunun için müflis Türkiye'dir. Mümkün Türkiye olabilmesi için, bu lanet çemberini kırmak zorundadır. Devlet buna önayak olmadığı için, kendi belini kırmış
durumdadır.
Yurtdışı kaynaklara gelince, aynı basiretsizlik ve önyargılarla büyük bir fırsatın kaçınldığını üzülerek belirtmeliyim. Daha ziyade 'Alamancı' yurttaşlanmızın birikimleriyle kurulan 'Çok ortaklı Şirketler', birkaç istisna ile, kapkaççıların elinde kaldı. Devlet basiretli (uzak görüşlü) davranıp, işin başından itibaren yurttaşına sahip çıksaydı; bu şirketlere yönetim desteği verseydi; bu yolla ekonomiye milyarlarca dolar yatırım sermayesi çekilir, Türkiye IMF gibi borç tahsildarianna mahkUm olmazdı. Çok ortaklı şirketleşme (halk dilinde holdingleşme) aslında 19. yüzyıl ortalanndaki Alman yatırım bankalarının işlevini görecekti. Bürokrasinin anlayışsız, büyük serınayeninse sinsi muhalefeti bu girişimi (şimdilik) sonuçsuz bıraktı. Gelişmelerine katkıda bulunmak yerine, "Yeşil sermayeci bunlar, suç işlesinler de tepeleyelim!" dediler. Tepelenen açıkgöz haramiler değil, halk oldu. Oysa, Handy'nin hayalini kurduğu cemaat-şirket modeli serpilip gelişebilirdi.
Söz uzadı, geleneğe uyarak halk_ şiirinden bir dörtlükle noktala-manın vaktidir:
Bir adam hasmını utandıramaz Elde külliyetli var olmayınca Diyar-ı gurbetin çar köşesinde Eğleşilmez kisb ü kar olmayınca.
(Karacaoğlan)