1
Demir
Küçükaydın
Ermeni
Katliamı ve
“Sorunu”
Üzerine
Yayınları
2
EErrmmeennii KKaattlliiaammıı vvee ““SSoorruunnuu””
ÜÜzzeerriinnee
DDeemmiirr KKüüççüükkaayyddıınn
BBiirriinnccii SSüürrüümm
KKaassıımm 22000099
DDiijjiittaall YYaayyıınnllaarr
İİnnddiirr –– OOkkuu –– OOkkuutt -- ÇÇooğğaalltt –– DDaağğııtt
Bu kitap Köxüz sitesinin dijital yayınıdır.
Kar amacı olmadan, okumak ve okutmak için, indirmek, dijital olarak
basmak ve dağıtmak serbesttir.
Alıntılarda kaynak gösterilmesi dilenir.
YYaayyıınnllaarrıı
3
Ermeni Katliamı ve “Sorunu” Üzerine Yazılar
İçindekiler
1980’lerin Başında Yazılmış Bir Yazı ve Tartışmalar.................................... 5
Ermeni Sorunu ........................................................................................................................ 6
Egemen Ulus Sosyalistlerinin Görevleri .............................................................................. 12
Ermeni Sorunu Üzerine Sunsay’a Cevap ............................................................................. 14
Ermeni Katliamı Karşısında Tavır ....................................................................................... 18
Bir Başka Polemik ................................................................................................................ 21
Aynı Kişiye İkinci Bir Eleştiri ............................................................................................. 24
Sosyalistler, Mihri Belli, Ermeni Katliamı Üzerine ............................................................. 26
Gazete Makaleleri .......................................................................................... 29
Türk Nedir? .......................................................................................................................... 30
Tarihin Laneti ....................................................................................................................... 32
Hatalar Sizden Hızlı Koşarlar............................................................................................... 36
Ararat .................................................................................................................................... 38
Türklüğü ve Ulusu Yeniden Tanımlamanın Farkı ............................................................... 40
Orhan Pamuk, İHD ve Sosyalistler ...................................................................................... 43
Geliyorum Diyen Felaket ..................................................................................................... 45
Azınlık Konusunda Yazılar’a Önsöz .................................................................................... 47
Kemalizm ve İslam ............................................................................................................... 58
Köln’de Yapılan Açık Oturumdaki Konuşma ...................................................................... 60
“Ermeni Tehciri” ve Günümüzde Politika ........................................................................... 63
Talat Paşa Jakoben miydi? ................................................................................................... 66
Murat Belge, “Biz”, “Toplum”, Ulus ve Marksizm ............................................................. 75
Türklerin Müslümanlaşması mı? Müslümanların Türkleşmesi mi?..................................... 87
Türkler, Güvercinler ve İnsanlar .......................................................................................... 93
4
Hrant Dink ve Behiç Aşçı ve Kar Topu Etkisi ..................................................................... 96
Panel İlanı ........................................................................................................................... 100
Ermeni Soykırımı, Milliyetçilik, Nedenleri ve Günümüze Etkileri Paneli İçin Taslak Notlar
............................................................................................................................................ 101
Özür Dilemenin Sorunları ve Her şeye Rağmen Niçin Kampanyaya Destek? .................. 105
Tarih ve Demokrasi ............................................................................................................ 109
Son Dönem İnternette Yazılanlar ................................................................ 112
Sarkis Hatspanian’ın “Hocalı Katliamı” ile İlgili Yazısı, Gazi Katliamı, Ergenekon, Gün
Zileli ve Milliyetçilik Üzerine ............................................................................................ 112
26-27 şubat 1992: «Hocalı Katliamı» Yalanının Anatomisi ! ............................................ 136
“"Azerbaycan Darbesi" ve "Gazi Katliamı" (Gazi Katliamı'nın 17.yılı dolayısıyla) - Kemal
Erdem ................................................................................................................................. 144
I-Giriş ............................................................................................................................. 144
II-DYP içerisinde MHP kadrolaşması ............................................................................ 145
III- Türkiye’nin Azerbaycan darbe planı ve bunun politik ve örgütsel araçları ............. 146
IV- Gazi Katliamı ve Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın rolü ......................................... 150
V-Gazi Katliamı ve “Resmi Devlet Terörü” .................................................................. 151
Sayın Hatspanian’a Milliyetçilik Üzerine .......................................................................... 153
Politik Bir Profil İçin Öneri: “24 Nisan’ı 1 Mayıs Yapalım”............................................. 157
Aynı konuda geçen yıl yapılan öneri ve bu vesileyle yazılanlar: ................................... 163
SYK’nın Politik Profili İçin Bir Kampanya Önerisi Hakkında Eke Açıklamalar (1) ........ 166
5
1980’lerin Başında Yazılmış Bir Yazı ve Tartışmalar
Ermeni katliamı ve “sorunu” üzerine ilk yazıyı 1980’lerin başında Niğde cezaevi’nde iken
yazmıştım. Bu yazı gizlice cezaevinden dışarı çıkarılmış ve daha sonra Almanya’da Çıkan
Der Weg –Yol adlı dergide de yayınlanmıştı.
Daha sonra Avrupa’da Sürgünlük yaşamına başladığımızda bu dergileri görme olanağımız
oldu. Yazının bir kısmı yayınlanabilmiş ve dergi daha sonra yayınını durdurmuştu. İşte
aşağıdaki metin bu dergide yayınlanabilmiş ilk bölümü oluşturuyor. Devamı bizim de elimizde
yok.
Yine de yazı bu eksik haliyle bile yakın zamana kadar üzerine hemen hemen hiçbir yazının
bulunmadığı Ermeni Katliamı konusunda artık bu gün tarihsel bir belge özelliği taşıyor.
Bu dergide yayınlanan ilk bölümünü, İnternette özellikle Ermeni ve Süryani katliamı
konusunda yoğunlaşan Tarih ve Demokrasi sitesinde yayınlamıştık.
Bu yayın ve onunla ilgili tartışmalar aşağıda bu derlemenin ilk bölümünü oluşturuyor.
6
Ermeni Sorunu
Son yıllarda Türk burjuvazisinin birçok diplomatının Ermeni örgütlerince öldürülmeleri, Türk
burjuvazisinin iğrenç bir susuşla yıllardır karanlığa boğup unutturmaya çalıştığı Ermeni
sorununu yeniden gündeme getirdi. Ermenilerin Türk diplomatlarını öldürmeleri ve diğer
eylemleri burjuva basınının hemen her günkü konularından oldu. Bu yazılar dikkatle
okunursa, burjuvazinin kendi diplomatlarının ölümüne timsah gözyaşları döktüğü görülür.
Çünkü bu malzeme sayesindedir ki, şovenizm körüklenmekte, Türk halkının korkunç bir
komplo karşısında bulunduğu propagandasıyla kendi komplosunu gizlemekte, dikkati "dış
düşmanlara" çekerek içteki sınıf mücadelesini bastırmaktadır.
Liberal burjuva basınındaki solcu köşe yazarları da özünde aynı koroya katılmaktadır. Tek
fark şudur: Finans-Kapital propagandacıları Ermeni eylemlerinin ardında Sovyetleri ve
"uluslararası Komünizmi" göstermekte ve Ermenilere karşı oluşturdukları düşmanlığı anti-
komünizm kanalına akıtmaya çalışmakta iken, reformistler çeşitli emperyalist ülkelere ağırlık
vermekte, kendilerinin daha tutarlı milliyetçiler olduklarını kanıtlamaya çalışmaktadırlar.
Reformistlerin dediği özetle şudur: Finans-Kapital egemenliği Türkiye'yi zayıflatmıştır,
zayıflığı fırsat bilen diğer ülkeler de Ermenileri kışkırtarak Türkiye'yi bölmeye
çalışmaktadırlar. Sonuç: Türkiye'yi güçlendirelim! Bu nasıl olacak? Sınıf çelişkilerini
yumuşatarak, "haysiyetli dış politika" izleyerek... Hasılı hepsinin amacı birdir. Türkiye'yi,
yani Türkiye'deki burjuva düzeni güçlendirmek..., ama "rivayetleri muhteliftir"
Bizim amacımız ise Türkiye'deki burjuva düzenini yıkmaktır. Biz probleme uluslar değil,
sınıflar açısından bakarız. Çünkü çağımızın hiç bir problemi sınıflar ve sınıf mücadelesi alanı
dışında anlaşılamaz. Bizzat burjuvazinin tavrını açıklayan da sınıf mücadelesi öğretisidir.
Türkiye'deki Marksist yazında Ermeni sorunu üzerine -ilerde ele alacağımız tek istisna
dışında- hemen hemen hiç bir yazı yoktur. Sorun bütünüyle burjuva basının tekelinde gibidir.
Peki bu sorun karşısında biz Devrimci Marksistlerin tutumu ne olmalıdır? Bu yazıda bu
soruna genel hatları ile açıklık getirmeye çalışacağız.
***
Bugün Türkiye toprakları üzerinde bir Ermeni ulusu yoktur. Ermeniler birkaç büyük şehirde
azınlıklar halinde yaşamaktadırlar ve en büyük bölümü de İstanbul'da toplanmıştır. Halbuki
çok değil, daha 60-70 yıl öncesine kadar Anadolu'da milyonlarca Ermeni yaşıyordu.
Osmanlılar bugün "Doğu İlleri" denen yere açıkça "Ermenistan-Kürdistan" diyorlardı. Bugün,
bu koskoca ulus hiç bir iz bırakmadan yitmiş gibidir.
Ne var ki, bu bir yanılsamadır. VAROLAN bugünkü toplumsal yapı YOKOLAN Ermeni
ulusu olmadan açıklanamaz. Bugünkü toplumsal yapının varlığını belirleyen yok olan Ermeni
7
ulusudur. Diğer bir deyişle, yok olmuş Ermeni ulusu, bugünkü Türkiye'nin toplum ve kültür
yapısında capcanlı yaşamaktadır. Birkaç örnek verelim.
Köroğlu destanı bilinir. Yiğitlik, zalime baş kaldırma denince akla Köroğlu gelir. Köroğlu
destanı biraz dikkatlice incelenirse, içinde "Bolu beyi" filan geçmesine rağmen, destanın
Kafkaslar ile Ağrı arasında, yani Osmanlı'nın Ermenistan dediği bölgede geçtiği görülür.
Destanda geçen toplum yapısı ve destanda geçen kültür, Türk-Müslüman toplum ve kültür
yapısından bambaşkadır. Köroğlu bir Ermeni destanıdır, Köroğlu da bir Ermeni yiğidi, halk
kahramanı. Demek yok sanılan Ermeni ulusunun kültürü, Köroğlu olmuş bizi belirlemiştir.
Bizim varlığımız Ermeni ulusunun yok oluşuyla diyalektik bir birlik içindedir. Hiç bir ulus iz
bırakmadan yok edilemez. Hele kültür ve medeniyet seviyesi yüksek bir ulus hiç. Ermeniler
ise kültür ve medeniyet düzeyi bakımından Anadolu'da en ileri ulustular.
Bu düzey farkının en basit kanıtlarından biri şu sözden bile çıkarılabilir: "Ermeni ustanın eli
değmeyen caminin kubbesi ve minaresi ayakta kalmaz (yıkılır)". Ermeniler Hıristiyan’dır,
Anadolu'nun geri kalanı Müslüman. Ama Anadolu'da kaç cami bulunabilir bir Ermeni ustanın
elinden çıkmamış. Pek az. Ermeniler Anadolu'nun zanaatkarları ve tüccarlarıydılar.
Bugün bile Kürdistan'da hemen bütün kasaba ve şehirlerdeki ağa, eşraf, bey konakları, evleri,
arazilerinin hep Ermenilerden kalma olduğu görülür. Kürdistan'ın güçlü derebeyliğinin
varlığını, Ermenilerin yokluğu belirlemiştir. Kürdistan derebeyleri, Ermeni yok oluşunun
sosyal yapıya damgasını vurmuş canlı tanığıdır.
Batı'da Rum, Doğuda Ermenilerden kalan gizli hazinelerin ve o hazineleri bulup zengin
olanların hikayeleri, umutsuzluk içinde mucize arayan Anadolu emekçisinin ilginç bir tipi
olan "hazineci"lerin dilinden düşmez.
Tarihin en korkunç katliamlarından birine uğrayarak fizik olarak yok edilmiş, ama yarattığı
maddi-manevi kültür öğeleriyle hala içimizde capcanlı varolan bir ulustur Ermeniler.
Ermeniler bilinmeden bugünkü Türkiye-Kürdistan gerçekliği tam olarak anlaşılamaz.
Anlaşılamayan şey ise değiştirilemez. Burjuvazi bunun çok iyi bilincindedir. Kürtlük gibi
Ermenilik de legal basında, halka karşı tam bir karanlığa gömülür, susuşla geçilir, ama gizli
MİT arşivlerinde bütün anlamıyla yerini alırlar. Burjuvazi "deliye taşı andırmamak" için susar
ama içinden tek düşündüğü söylemediğidir.
Ermeni sorununda Türkiye'deki Marksist literatürde tek dikkate değer inceleme -bildiğimiz
kadarıyla- Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın "İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark)" adlı 1930'ların başında
yazılmış kitabında bulunmaktadır. Onun için Ermeni sorununu ele alırken bu kitaptaki
Ermenilikle ilgili bölümü temel olarak ele alacağız. Bu bölümde doğru olanı koruyup yanlış
olanı eleştirerek Ermeni sorununu çözümlemeye çalışacağız.
Osmanlı İmparatorluğunun tarihine baktığımız zaman Ermenilerin özellikle zanaatkarlık ve
ticaret merkezlerinde bezirganlık alanında gelişkin, etkili olduğu görülür. Bu tarihsel arka
plan, Asya kıtasındaki Osmanlı toprakları üzerinde yaşayan uluslar içinde (Türkler, Kürtler,
Araplar) modern burjuva gelişiminin dolayısıyla milliyetçi fikirlerin Ermeniler arasında
öncelikle gelişimine yol açmıştır. Liman şehirlerinde gelişen Ermeni burjuvazisi Ermeni
milliyetçiliğinin esas temelini oluşturmuştur. Yine aynı şekilde Ermeni zanaatkarlar kapitalist
8
münasebetlerin gelişimiyle birlikte Osmanlı devleti proletaryasının ilk öncüleri arasında
önemli bir yer edinmişler ve Ermeni burjuvazisinin hemen ardından kendi partilerini
kurmuşlardır. Engels, Komünist Manifesto'ya yazdığı önsözlerin birinde, Manifesto'nun
Ermenice'ye çevrildiğini haber verir. Keza Osmanlı topraklarına ilk sosyalist fikirler, Balkan
uluslarının yanı sıra Ermeniler aracılığıyla girmiştir. Osmanlı Mebusan Meclisinde sosyalist
Ermeni milletvekilleri vardır.
Ne var ki, cılız ve geç gelmiş, daha doğarken karşısında proletaryayı bulmuş Ermeni
burjuvazisi, Ermeni ve diğer emekçilerden ziyade çarlık Rusya'sına dayanmayı yeğliyordu.
Çarlık Rusya'sı ve İngiliz Emperyalizmi arasında Asya pazarları için süregelen çatışmada kilit
noktanın Ermenistan olması, bu pazarlara egemen olma ile bir Ermeni devleti kurulup
kurulmaması sorunu iç içe geçiyordu. Elbet, bir ulusun bağımsızlığını kazanabilmek için
egemen devletin ve diğer emperyalistlerin çelişkilerinden yararlanması olağandır ve
gereklidir. Nitekim Balkanlardaki ulusların birçoğu bağımsızlıklarını kazanırken bu
çelişkilerden büyük ölçüde yararlanmışlardır. Ne var ki, Ermeniler için bu durum
Balkanlardakinin tam zıddı bir sonuç yarattı.
Balkanlar Avrupa'ya daha yakın olduğu, tefeci-bezirgan soysuzlaşmasına daha az uğradığı
için orada modern kapitalist münasebetler pre kapitalist (kapitalizm öncesi) münasebetlere
üstün gelebilecek kadar güçlenmişti. Buna karşılık Asya'da Ermeni burjuva gelişimi
derebeylik denizinde bir ada gibiydi.
Osmanlı devletindeki Müslüman-Hıristiyan çatışması, özünde derebeylik-burjuva çelişkisinin
bir ifadesiydi. Hıristiyanlık kapitalizmi-burjuvaziyi, Müslümanlık derebeyliği, burjuva
kurtuluşunu engelleyen antik Osmanlı devletini temsil ediyordu. Hıristiyanlık balkanlarda
Müslümanlığı yenebilirken, Anadolu'da Müslümanlık Ermeni-Hıristiyanlığı ezdi. Bu
derebeyliğin kapitalist gelişmeye üstün gelmesi anlamına geliyordu. Yani Anadolu'da modern
gelişimin engellenmesi.
Bu nedenle Türk-Kürt Müslümanlığın Ermeni Hıristiyanlığı katletmesi, bir ulus ve din
çatışması görünümü almakla birlikte, derebeylik-burjuva çatışmasının bir ifadesiydi. Tarihte
derebeyliğin burjuva gelişimi zorla, katliamla engellediği çok görülür. Sen Barthelmy
katliamı ve Ermeni katliamı özünde aynı çelişkiden kaynaklanmıştır. Sonuçları da pek farklı
olmamış, Fransa, burjuva devrimini İngiltere'den ancak yüz yıl sonra yapabilmiştir.
Osmanlı imparatorluğunun Batısı ve Doğusu arasındaki gelişim zıtlıkları Avrupa'da da
görülebilir. Protestanlığın Katolikliğe üstün gelebildiği -tıpkı Balkanlarda Hıristiyanlığın
Müslümanlığa üstün gelmesi gibi- Kuzey Avrupa'nın daha barbar uluslarında kapitalizm daha
erken ve hızlı gelişme olanağı bulabilmiş; buna karşılık, Katolikliğin Protestanlığı cadı
kazanlarında, Sen Barthelmy katliamlarında yok ettiği Güney Avrupa ülkelerinde doğru
dürüst bir kapitalist gelişmenin yolu tıkanmıştır. Bugün bile güney Avrupa Kuzey Avrupa'dan
daha geridir. Güney Avrupa Protestanların şahsında kendi modern gelişimini yakıyordu. Türk
ve Kürtler de Ermenileri keserken, Anadolu'nun bir dereceye kadar olsun modern gelişiminin
yollarını tıkıyorlardı.
9
Şimdi burada kısaca değindiğimiz noktaları bir de Kıvılcımlı'nın kitabından daha özlü
anlatımıyla okuyalım:
"Osmanlı İmparatorluğu, Çarlık Rusya'sı ile İngiliz emperyalizmi arasında Orta Asya
pazarları üstüne başlayan rekabete kilit ve anahtar noktası, bugünkü Şark Vilayetlerinde, bir
Ermenistan hükümeti veya muhtariyeti kurup kurmamak meselesi idi. Bu meseleye bir
zamanlar "Şark Meselesi" denildi. Osmanlı İmparatorluğu derebey ve saltanat şeklini
muhafaza ettiği müddetçe, Şark vilayetlerinde iki zümre vardı: 1- Kürtlük: Daha ziyade
derebey, klan ve aşiret sistemleri içinde, dağınık, siyaset dışı bir kalabalık şeklinde idi. 2-
Ermenilik: Genellikle burjuvalaşan ve İstanbul, Trabzon gibi önemli ticaret merkezlerindeki
kodaman sermaye ırktaşları ile sıkı sıkıya bağlı, İngiliz metalarını İran yaylasından İç
Asya'ya taşımakla görevli bir küçük burjuva çoğunluğu üzerine kurulmuş bezirganlık
manzumesi demekti. Emperyalist tezatların dış kışkırtmaları yüzünden biraz daha şiddetle
alevlenen Kürt-Ermeni zıddiyeti, bu iki zümre insanın arasındaki din, dil ve ilh. Farklardan
ziyade, adeta bu iki rejim farkından doğma derebey-burjuva zıddiyeti oldu. İki kutup, Osmanlı
Avrupa'sı'nda geniş çapta rol oynayan: Müslüman-Hıristiyan (derebey-burjuva) tezadı, daha
ziyade tarihi ve mevzii şartlar yüzünden Şark vilayetlerinde, Balkanlardakinin aksine,
ikincilerin mağlubiyetiyle halloldu.
"Meşrutiyet burjuvazisi "Şark Meselesi”nin tedhişi altında, ilk ve büyük tehlike olarak
gördüğü Ermeniliğe çullandı. Zaten Osmanlı saltanatı içinde kalmış milletler içinde, -
Balkanlar bir tarafa bırakılırsa- siyasi bilinç ve teşkilata kavuşmuş keskin metalipli (talepler
ileri süren- y.n.) yığın Ermenilerdir. Meşrutiyet Burjuvazisi, birçok sahalarda olduğu gibi,
Ermeni milliyetçiliğine karşı da derebeylikle el ele verdi. Elele verdiği derebeylik, öteden beri
iki ayrı rejim zıddiyeti ile Ermeniliğe karşı tutulan Kürt derebeyliğiydi! İttihat ve Terakki
devlet cihazı, illegal bir kararla başa geçti; Kürt derebeyleri milis teşkilatlar halinde
silahlandırıldı, Türklükle Kürtlük, Ermenileri dünyada nadir görülmüş sinsi bir vahşet içinde
katliama uğrattı. Fakat bu katliamdan Türk meşrutiyet burjuvazisi kadar ve belki ondan çok
daha fazlasıyla istifade edenler Kürt derebeyleri oldu. Ve Kürdistan'da derebeylik biraz daha
rakipsiz, çapul ettiği Ermeni mallarıyla biraz daha şişman oldu." (S.19-20)
1915'teki "tehcir"de katledilen Ermeniler birkaç milyonu bulmaktadır. Bunlardan canını
kurtarabilenler Suriye'ye yerleşmişlerdir. Katledilen Ermenilerin arazilerine, evlerine Kürt ve
Türkler, özellikle eşraf ağa takımı konmuştur. El konulan bu malları koruma kaygısı Antep,
Maraş, Adana'nın Fransızlardan kurtuluşu için silaha sarılmalarında az rol oynamamıştır.
Fransız işgalciler, Ermenilerden birlikler kurup buralara sevk edince mahalli direnişler
başlamıştır.
Katliamda özellikle Şafi Kürtler önemli rol oynamışlardır. Buna karşılık ilkel-komuna
geleneklerinin daha güçlü olduğu Alevi Kürtler birçok Ermeni'yi katliamdan kurtarmış,
saklamış, evlat veya eş edinmiştir. "Dersim Tarihi" yazarı en az kırk bin Ermeni'nin Dersim'e
sığındığını yazar. Bunların kalıntıları menekşe yada yeşil renkli gözleriyle özellikle
Kürdistan'da sık sık görülebilir.
"Bugün Ermeni denince ne anlıyoruz" diye soruyor Kıvılcımlı 1930'da ve cevap veriyor:
"Verilen resmi rakamlara inanmak lazım gelirse, Ermenistan'da 900 bin, Türkiye'de 75 bin,
10
Suriye'de 150 bin, Yunanistan'da 35 bin kadar Ermeni vardır. Bugün Şark vilayetlerinin
"mesameleri" içinde gizlenip kalmış bir hayli Ermeni ırkından insan var. Fakat bunlar,
dinleri ile birlikte dillerini de günden güne kayıp ediyor ve hakim Kürt psikolojisi ve tesiri
altında Kürtleşiyorlar. Şark vilayetlerinde şimdi 'mühtedi' (islamiyete kabul edilen- y.n.) sıfatı
ile tanınan eski Ermeniler adeta hayatlarını kurtaranların bir nevi gönüllü köleliğini unutmak
ve unutturmak için, Ermeniliklerini henüz unutmamış olmalarına rağmen eski hatıralarına
karşı bir ölüm sukutu ile mütehassıs olmak mecburiyetindedirler. Birkaç nesil sonra her şeyi
unutmaya mahkum olan bu 'mühtedi'ler, bugün Şark vilayetlerinin en yoksul (...) marabaları
halinde, bugün bile zaten aralarında daha ziyade bir din farkı bulunan ve ırk ve kültürce aynı
kökten geldikleri, yüzyıllarca aynı tabii ve sosyal çevrenin beraberi oldukları Kürtlerle
kaynaşmış ve Ermeni'den ziyade Kürtleşmiş bir haldedir. Onun için bu mühtedileri Şark
vilayetinin Kürt camiasından ayırmak oldukça suni ve güç olacaktır..." (s.21)
Buraya kadar öngörülenler bugün gerçekleşmiştir. Anadolu'da hemen hiç Ermeni kalmamış
gibidir. Ermeniler özellikle birkaç büyük şehirde yoğunlaşmış olmakla birlikte sayıları
hakkında hiç bir istatistik yok. Bu şehirlerde bile küçük azınlıklar halinde bulunmaktadırlar.
1930'lara göre muhtemelen nüfusa oranları da azalmış olabilir. Bugün Türkiye'de Kürtlerinki
gibi bir Ermeni ulusundan ve ulusal hareketinden söz edilemez. Ne var ki, Ermeni'ler tüm
diğer azınlıklar gibi ezildikleri, sürekli tedhiş altında tutuldukları için bu duruma son verecek
gerçek bir eşitliği kurmak, devrimin objektif demokratik görevleri arasındadır. Ermeni
azınlığı içindeki emekçiler bu nedenle proletaryanın müttefiklerinden birini oluşturur. Ermeni
burjuvaları ise, kilise ve Türk burjuvazisi ile ortaklık içinde karını arttırmaktan, düzenini
korumaktan başka bir şey düşünmemektedir.
Kıvılcımlı'nın 1930'larda ulaştığı sonuç ta aynı yöndedir. Orada "Türkiye'nin bugünkü
hudutları içinde sırf bir ermeni fikir hareketi, bir kitle hareketi olmaktan tamamı ile uzaktır.
Başka tabir ile, geniş halk tabakaları içinde derin hareketler uyandıracak bir Ermenilik
meselesi Türkiye içinde imkansızdır" sonucuna ulaşıyor.
Bugün Türkiye'de bir Ermeni Hareketi yoktur. Ama devrimci hareketi yakından tanıyanlar
bilirler ki, devrimci hareket içindeki Ermenilerin oranı nüfus içindeki oranları ile
kıyaslanmayacak ölçüde yüksektir. Genç ve yoksul Ermeniler, tam bir enternasyonalist
kavrayış içinde kendi kurtuluşlarının sosyal kurtuluştan geçtiğini anlamışlardır, ve Marksizm-
Leninizm bayrağı altında dövüşmektedirler. Birçok devrimci hareketin önderleri arasında
Ermeniler vardır ve birçok devrim şehidi vermişlerdir. Ermeni yoldaşlar şimdiye dek hemen
hiç bundist eğilim –yani proletaryayı milliyetlerine göre bölme eğilimi göstermemişlerdir. Bu
tavırları tüm dünyadaki Ermeni gençlere, proleterlere örnek olmaktadır.
(DEVAMI GELECEK SAYIDA)
(Yazının yayınlanan kısmı burada bitiyor.)
*
(Yazının İnternette daha sonraki yayınlanışında yazının devamına ilişkin yazılan not.)
Yazının devamına ilişkin not:
11
Ermeni Sorunu başlıklı bu yazı, Almanya'da Yol - Der Weg dergisinin 1982 yılındaki Mayıs-
Temmuz tarihli 22-24. Toplu sayısında yayınlanmış. Bu dergi bundan sonra çıkamadı,
dolayısıyla devamı da yayınlanamadı. Yazının devamı benim elimde de yok. Yazıyı cezaevinde
yazmış ve gizlice dışarı çıkarıp Yol'u çıkaranlara iletmiştim. Yazı, dışarı çıkarılabilmek için,
Selpak kağıt mendile yazılmıştı. Yazının devamı ne oldu bilmiyorum. Yazı benim adımla değil,
Temel Ateş imzasıyla yayınlanmıştı. (Bu dergide çıkan yazıların çoğu bana aitti ve çeşitli
isimler kullanıyordum). Fakat Temel Ateş, tesadüfen bir CHP milletvekilinin de adıymış, bu
milletvekilinin sorguya çekildiğini, kendisinin bir isim benzerliğinden başka bir ilgisi
olmadığını ben de tesadüfen bir gazetede okumuş ve hatta böylece yazıların yayınlanmış
olduğunu anlamıştım.
Yazının devamında ne vardı?. Yanılıyor olabilirim ama hatırladığım kadarıyla şöyleydi:
Önce Hikmet Kıvılcımlı'nın bir eleştirisine giriyordum. Yazının sonraki bölümünde yine
Kıvılcımlı'dan alıntılar yapıyordum. Bu alıntılarda, 1930'larda, Sovyet Ermenistan'ının
Diasporadaki Ermenilere mutlu bir gelecek vaat ettiği ve Dünyadaki Ermenilerin artık oraya
göç ettikleri, dolayısıyla Sosyalizmin Ermeni sorununu da dolaylı bir şekilde çözdüğünü
söylüyordu. Ben de bu noktada Kıvılcımlı'yı eleştiriyor, ne yazık ki bu öngörü
gerçekleşmemiştir, 1930'lardaki eğilim tersine dönmüştür, Sovyet Ermenistan'ı Ermeni
sorununu çözememiştir diyor, bunun, bu öngörü yanlışlığının Kıvılcımlı'nın Sovyetlerdeki
değişiklikleri, Stalinizmi anlamamasından kaynaklandığını belirtiyordum. Tam da meselenin
hallolmadığının bir kanıtı olarak diaspora'daki Ermeni gençlerinin ASALA gibi örgütler
kurduklarını yazıyordum.
Ermeni sorununun çözülmemişliği ile bağlantılı ve Ermeni yoksullarının ve gençlerinin
memnuniyetsizliğinin bir ifadesi olmakla birlikte, bu hareketlerin anlayış ve yöntemce yanlış
olmalarının yanı sıra, bazı istihbarat teşkilatlarının yönlendirmesine de uğramış olduklarının
düşünülmesi gerektiğini belirtiyordum. Bu bağlamda, Suriye ve Lübnan'ın Fransa ile eski
bağları, Avrupa'da Türkiye'nin Almanya'nın, Yunanistan'ın da Fransa'nın etkinlik alanı içinde
yer aldığını. Keza Yunanistan ve Fransa'nın da eskiden beri Ermenilerle güçlü ve geleneksel
ilişkileri olduğunu belirtiyor, bu bağlamda, ASALA'nın Türk Diplomatlarına karşı
eylemlerinin Türkiye'nin Kıbrıs'ı işgalinden sonra hız kazandığına dikkati çekiyor ve buradan
da ASALA'nın eylemlerinin, Türkiye'yi baskı altına almak isteyen Yunan ve Fransız çıkar ve
gizli servislerinin manüplasyonu altında bulunduğunu belirtiyordum. Sonra da, yoksul ve
ezilen Ermeni gençlerinin yolu sosyalist ve sınıfsal bir mücadelede aramaları gerektiğini
söylüyordum.
Emin değilim ama aşağı yukarı böyle bir seyir izliyordu yazı.
8. Ocak. 1998)
12
Bu yazıdaki bir yaklaşımımınn öz eleştirisini de daha sonra yazdığım bir yazıda yapmıştım.
Bu yazıyla doğrudan bağlantılı olduğu için o yazıyı da aşağıya aktarıyorum.
Egemen Ulus Sosyalistlerinin Görevleri
Sayın Gökyüzü, Tarih ve Demokrasi platformunda sınıfsal baskı ve ulusal baskı konusunda
Bertal Kahraman ile bir polemik çerçevesinde bazı görüşler ifade etmiş bulunuyor.
Benzer konularda epeydir yazmak istediğimden bu tartışmayı vesile bularak konumumu
ortaya koyayım dedim.
*
Sayın Bertal Kahraman, sayın Gökyüzü'ne karşı söylenmesi gerekenleri söylemiş durumda,
onun dediklerine katılıyorum. Ama bunu, ezen ulustan bir insan olarak bir kez daha
belirtmem gerektiği kanısındayım.
Sayın Gökyüzü'nün tavrı, tam da, ezilen ulusun sorununu kavramayan ezen ulus sosyalisti
tavrıdır. Gökyüzü kanımca daha önceki yazılarımda dile gelmiş yargılarımın somut bir
örneğini sunuyor. Ve bu tavır elbette genel bir eğilimi ifade etmektedir. Yani bugün somut
olarak ÖDP'ye egemen olan anlayış.
Bu anlayış, Ezilen ulusların, cinslerin, ırkların şerefsizlerini, sömürücülerini vs.lerini bu
ezilme biçimlerinden dolayı savunmak görevini anlamamaktır, ezen ulus, cins, ırktan bir insan
ya da sosyalist olarak.
Bu görev: son elli yılın toplumsal mücadeleler tarihinin klasik anlayışlara getirdiği en önemli
değişikliklerden biridir.
Bu vesileyle, kendimle ilgili bir özeleştiriye bir kez daha dikkati çekmek isterim.
Bir sosyalist olarak kişisel evrimimde, ezilen ulus, sınıf, ırkların sorunları karşısında, bu
baskının özgül niteliğini kavramayan bir yanım vardı. Ancak Avrupa'ya geldikten, Avrupalı
sosyalistlerin geri ülke sosyalistleri karşısında, Avrupa merkezli, hatta rafine ırkçı denebilecek
tavırlarını gördükten sonra. (Çünkü, Avrupa'da bir Türk olarak, Türkiye'de bir Kürt gibiydim.)
Türkiye'de Kürtler karşısında bir Türk sosyalisti olarak nasıl benzer tavırlar içinde olduğumu
fark ettim. O zamandan beri bu konularda çok hassasım ve davranış ve yazılarımla eski
yaklaşımla kopuşmuş durumdayım.
Ancak, bu eski anlayışım, "Ermeni Sorunu Üzerine Eski Bir Yazı" başlığıyla yayınladığım
yazıda bir şekilde ifadesini buluyordu. Çünkü o yazıyı daha önce yazmıştım. Bu yazıyı,
bulabildiğim kısımlarıyla yeniden yayınladığımda, (aslında yıllar sonra ben de ilk defa
okumuş oluyordum) beni rahatsız eden cümleler bulunduğunu gördüm. Ama bir belge
olduğu için olduğu gibi yayınladım.
13
Ve Bekledim, kimse bu noktayı fark edip eleştirecek mi diye? Maalesef kimsenin dikkatini
çekmedi ve eğer dikkat eden olduysa da kimse bunu belirtmedi.
Beni rahatsız eden cümleler şunlardı:
"Ermeni azınlığı içindeki emekçiler bu nedenle proletaryanın müttefiklerinden birini
oluşturur. Ermeni burjuvaları ise, kilise ve Türk burjuvazisi ile ortaklık içinde karını
arttırmaktan, düzenini korumaktan başka bir şey düşünmemektedir."
(...)
"Genç ve yoksul Ermeniler, tam bir enternasyonalist kavrayış içinde kendi kurtuluşlarının
sosyal kurtuluştan geçtiğini anlamışlardır, ve Marksizm-Leninizm bayrağı altında
dövüşmektedirler. Birçok devrimci hareketin önderleri arasında Ermeniler vardır ve birçok
devrim şehidi vermişlerdir. Ermeni yoldaşlar şimdiye dek hemen hiç Bundist eğilim –yani
proletaryayı milliyetlerine göre bölme eğilimi göstermemişlerdir. Bu tavırları tüm dünyadaki
Ermeni gençlere, proleterlere örnek olmaktadır."
Açık ki, buraya aktardığım satırlarımda, Ermenilerin uğradığı özgül ulusal baskı karşısında
bir körlüğüm bulunmakta. Yani, Ermeni burjuvaların, Ermeni olmalarından dolayı uğradıkları
baskıyı görmeme, anlamama söz konusu. Benim böyle bir bağlamda onların sömürücü yanına
değil, Ermeni olarak ezilmelerine ve sosyalist ve işçilerin onların bu özgül ezilme biçimlerine
karşı çıkmalarına vurgu yapmam gerekirdi.
Ermeni Devrimci arkadaşlarla ilgili de aynı şey söz konusu. Onlara Egemen ulustan bir insan
olarak enternasyonalistlik payesi verir durumdayım. Benim vurgu yapmam gereken şey ise,
onların, sosyalist hareket içinde, uğradıkları özgül baskıyı açığa çıkartan, egemen ulus
sosyalistlerini bu yönde eğiten bir özerk yapılanmaları da olması gerektiği idi.
*
Bütün sosyal mücadeleler tarihi şunu gösteriyor: bir baskı biçimine uğramak ve ona karşı
direnmek otomatikman diğer baskılara da hassasiyeti ve karşı olmayı getirmiyor. Genel kural,
baskıya uğrayan ancak ayaklandıktan sonra, baskıyı yapan ve o baskı biçimine kör olan
sosyalistlerin, bir özeleştiri ve eğitim sürecine girdiğidir.
Örneğin kadın hareketinde böyle oldu. İlk başta kadın hareketi, sosyalist ve işçi hareketi
tarafından bölücülükle suçlandı. Ancak bu hareket bütün ağırlığıyla ortaya çıktıktan sonra
bugün kadınların özerk örgütlenmeleri ve uğradıkları spesifik baskılara karşı tedbirler sol ve
işçi hareketi içinde olağan hale gelebildi.
Egemen ulus, cins ya da ırk sosyalistlerini ve işçilerini, ezilen ulus, cins, ırk hareketleri eğitir.
Bu anlamda, keşke, Ermeni Yoldaşlar "daha az enternasyonalist" olsalardı da, biz Türk
sosyalistlerini, bu sorunlar karşısındaki körlüğümüzden dolayı daha sert eleştirselerdi, o
zaman daha iyi enternasyonalistler olarak eğitilmiş olurduk.
Demir Küçükaydın
15 Nisan 1998 Çarşamba
14:59
14
*
Bundan başka, başka bir tartışmacı “Ermeni Sorunu” adlı yazı bağlamında şöyle bir soru
sormuştu:
“Sayin Kucukaydin,
II. Dunya Savasi sirasinda Nazilerle isbirligine giden Ermenilere nasil bir paye veriyorsunuz?
Gonullu olarak Nazi Ordusuna kaydolan talan ve yagmalardan payini alip ayni zamanda
Yahudi katliamlari yapan ve tum bunlari Ermenistan hayaliyle yapan Ermeniler, bagimsiz
olmak kutsaldir bu yolda 1915'de Ruslarla isbirligine gitmeleri normaldir" sozunun altinda
degerlendirilebilirler mi?
Bagimsizlik icin Nazilerle bile birolan Ermeni hareketini sosyalist bir hareket olarak tanimlar
misiniz?
Saygilar”
Bu yazıya verdiğim cevapta da şunları yazıyordum:
Ermeni Sorunu Üzerine Sunsay’a Cevap
Sayın Sunsay,
2. Dünya savaşında Nazilerle işbirliği yapan Ermeniler hakkında maalesef bir bilgim yok.
Bunu ilk defa sizden duyuyorum. Olabilir ve olduğunu kabul ediyorum. Görüşümü buna göre
yazayım.
Her ulusun içinden her türlü eğilim ve insan çıkar. Ermenilerin bir bölümü Nazilere
işbirlikçilik yapmış olabilir. Rusların da, Türklerin de, Tatarların da, Yunanlıların da,
Fransızların da, hasılı her ulusun içinden hiç de küçümsenmeyecek oranda işbirlikçiler
çıkmıştır. Çoğu kez bunlar çoğunluk da olmuşlardır. Biliyorsunuz, Hırvatların büyük bir
bölümü Nazi işbirlikçisiydi, ama Nazi işgaline karşı en büyük halk direnişini örgütleyen Tito
da bir Hırvat idi.
Dolayısıyla, bir ulusun içinden bir kesimin, ki bu kesim çoğunluk da olabilir, Nazi'lere
işbirlikçilik yapmış olması, o ulusu mahkum etmek için bir vesile yapılamaz ve
yapılmamalıdır. Çünkü her ulusun içinde bu tür politikalara karşı çıkanlar ve bunu canlarıyla
ödeyenler de olur.
*
Kaldı ki, Nazilere karşı savaş konusunda, bu vesileyle belirteyim ki, Fransa'daki Ermeniler
örneğin meşhur Fransız Resistans (Direniş) hareketinin başını çekmiş ve çok büyük oranda
yer almışlar, nüfus içindeki oranlarıyla kıyaslanamayacak ölçüde kayıp vermişlerdir.
15
(Küçük bir anı bu arada. 70'li yıllarda, ölüme gidenlerin son mektupları gibi bir başlığı olan
bir kitapta, ölüme mahkum olmuş Fransız direnişçilerinin son mektuplarını okuyordum.
Oradaki Ermeni isimlerinin çokluğu dikkatimi çekmişti. Yıllar sonra, dolaylı olarak,
Fransa'daki direniş hareketinde Ermenilerin rolünün büyük ölçüde unutturulup, örtüldüğünü,
bu nedenle bir skandal koptuğunu bile duydum. Yani yakalanan Fransızlar genellikle
Ermenilerin adını okumuşlar. Ermeni azınlığın bu çokluğu beni daha sonraki gözlemlerim
ışığında şaşırtmadı. Bütün dünyada, sosyalist hareketlerin önemli bir kaynağı ezilen
azınlıklardır. Türkiye'de Kürtler ve Aleviler nüfus içindeki oranlarıyla kıyaslanamayacak
ölçüde sol hareketlerin içinde yer almışlardır. İngiltere'ye gidin orada aynı durumda
İrlandalıları görürsünüz. Demek Fransa'da da Ermenilermiş.)
*
Ama şimdi gelelim, sizin esas olarak sorduğunuz soruya. Bir ulusal Kurtuluş ya da
bağımsızlık hareketi, bağımsızlık amacına ulaşmak için, ezen uluslar arasındaki çelişkilerden
yararlanmalı mıdır, yararlanmamalı mıdır?
Tabii, siz benim tavrımı tahmin ettiğinizden, zor durumda bırakmak için, Ermenilerin
Nazilerle işbirliği olayını örnek olarak getiriyorsunuz.
Birincisi, herhangi bir ulusal hareket karşısındaki tavır, elbette dünya ölçüsündeki sınıf
mücadeleleri bağlamında değerlendirilmelidir. Bu genel çerçevede, 2. Dünya savaşı sırasında,
Ermenilerin Nazilerle işbirliği yapmasına karşıyımdır. Ama bu, Ermenilerin, Sovyetler
Birliği'nde ezilen bir ulus olduğu gerçeğine gözleri kapamayı gerektirmez. Elbet bağımsızlık
için kendilerini ezenler arasındaki çelişkilerden yararlanmaları gerektiği, ama o ezenler
arasında, o somut koşullarda, dünya tarihi bağlamında eşit bir ilişki olmadığı, Nazilerin
insanlık için en tehlikeli egemen olduğu, bu nedenle yaptıklarının yanlış olduğu
belirtilmelidir. Kaldı ki, bunu belirten Ermeniler daima olmuştur. Benim yapmam gereken şey
onların bu tavrını desteklemek olabilir.
Türkiye'nin Kemalist'leri bu mantığı Kürt ulusal hareketine karşı kullanmak istiyorlar.
Diyorlar ki, Türkiye'nin güçlenmesini istemeyen emperyalist ülkeler var, böyle bir durumda
Kürtler savaşarak Türkiye'yi zayıf düşürüyor, o halde anti-emperyalizmi zayıflatıyorlar. Aşağı
yukarı böyle bir çizgi.
Ama bunun yukarıdaki bağlamla ilgisi yok. Türkiye'nin kendisi zaten emperyalist sistemin bir
parçası. Türk ordusu bütün Batı silahlarıyla donanmış durumda. Türk ordusu Amerika,
Almanya'dan silah alıyor, Kürtler alsa emperyalizmin oyunu oluyor. Bunların ciddiye
alınacak bir yanı yok. Bugünün dünyasında, 2. Dünya Savaşı sırasında olana benzer bir durum
yok. Bütün devletlerin hepsi aynı bokun soyu. Bu bakımdan, her ulusal baskıya karşı hareket,
nereden silah alırsa alsın haklıdır bugün. Çünkü ezenlerin karakterleri aynıdır. Bir sınıfsal fark
yoktur aralarında.
Türkiye Amerika ve Almanya'dan silah alıyorsa, PKK da Suriye'den, Yunanistan'dan,
Rusya'dan veya Amerika'dan silah almakla haklılığından hiç bir şey kaybetmez. Bu
çelişkilerden yararlanması tamamen hakkıdır. Aynı şeyi zamanında Türkler de yapmıştır.
Fransız, İtalyan ve İngilizlerin, bunların hepsiyle Sovyet Rusya'nın çelişkilerinden
16
yararlanmıştır. Sovyetler Birliği'ni ve onunla ilişkileri, İngiltere ve Fransa'ya karşı tehdit
unsuru olarak kullanmıştır. İlk Büyük Millet Meclisi'nde, milletvekilleri, "Bolşevik de oluruz,
şeytan da" derken, bunu yapıyorlardı. Etkili de oldu. İngiltere desteği kesti, Fransa el altından
destekledi. Buna karşılık da Ankara hükümeti, bir tür köylü sosyalizmini ifade eden Çerkes
Ethem'i tasfiye etti, Ali Fuat'ı Batı Cephesi Komutanlığı'ndan aldı, Suphi'leri temizletti.
Bunun karşılığında da, örneğin Yunan mevzilerinin en küçük ayrıntılarına kadar planlarını
gizli servisler onlara verdiler.
İlke olarak, dünya tarihsel bakımdan, İkinci Dünya Savaşı sırasında olduğu gibi, ezenler
arasında bir nitelik farkı varsa, tavır genel duruma bağlı olmalıdır. Yok eğer böyle bir durum
yoksa, ezilen ulus hareketi ezen ulusun diğerleriyle olan çelişkisinden yararlanmalıdır ve
yararlanabilir. Örneğin, birinci Dünya Savaşı sırasında, İrlanda milliyetçi hareketini Almanya,
rakibi İngiltere’yi zayıflatmak için destekliyor böylece İrlanda ulusal hareketi de bu çelişkiden
yararlanıyordu. Bunların ikisi de aynı kalitede emperyalist olduğundan, Lenin örneğin,
yukarıda özetlediğim tavra uygun olarak, bunu meşru görüyor ve destekliyordu.
Ancak, birinci hal konusunda burada bir açıklama daha yapmak gerekiyor. Dünya tarihsel
durumun 2. Dünya savaşı gibi olduğu koşullarda bile, pekala faşistlerle işbirliği yapmadan da
bağımsızlık savaşı verilebilir. Stalin'in bilinen politikası, dünyadaki komünist partilerini
Sovyet dış politikasının basit araçlarına indirgeyen politikası, bu olanağı ortadan kaldırmıştır.
Bunun en kötü sonuçları örneğin Hindistan'da görülmüştür. Hint halkının İngiliz
emperyalistlerine karşı direnişine, Hint Komünistleri sahip çıkmayıp öncülük etmemişler,
bunu müttefikleri zayıflatmamaya dayandırmışlar ve böylece köle ruhlu Gandi'ye meydanı
boş bırakmışlardır.
Bağımsız bir Hindistan, İngiltere sömürgesi bir Hindistan'dan çok daha fazla anti-faşizme güç
verirdi.
*
Gelelim 1915'e. Ermeniler Osmanlı egemenliğine baş kaldırdılar. Gelişmiş burjuvazileri
nedeniyle Türk'lerden çok daha önce uluslaşmaya başladılar. Osmanlı Devleti ya da Çarlık
Rusya’sı, al birini vur ötekine, aynı karakterde yarı antika yarı modern, ömrünü doldurmuş iki
gerici devletti. Yani ikinci dünya savaşı sırasındaki gibi bir durum yoktu. Birinci savaşta
savaşan taraflar aynı nitelikteydi. Hepsi emperyalistti. O halde, ezilen bir ulusun, yani
Ermenilerin, bağımsız bir devlet kurmak için, Osmanlı'nın düşmanı uluslarla işbirliği yapması
son derece normaldir. Haklılığına bir halel getirmez. Nasıl Kafkas uluslarının da Osmanlı
desteğini Çarlık Rusya’sına karşı kullanmaları ve aramaları onların haklılığına bir halel
getirmez idiyse.
Tabii bu noktada, Türk milliyetçisinin kafası şöyle çalışmaya başlar. "Eh arkadaş, madem o
benim düşmanımdan yararlanıyor ve onunla aynı safta yer alıyor, beni yok etmeye çalışıyor,
benim de onu yok etmeye çalışmam, cephemin gerisini emniyete almam en tabii hakkımdır.
Ne yapalım, gücü gücü yetene. Onlar bizi temizleyeceklerine, biz onları temizledik."
Ama bu akıl yürütmede yanlış olan şunlar:
17
a) Ermeniler, Osmanlı İmparatorluğu karşısında eşit bir konumda değildiler, ezilen bir
ulustular. Yani özünde haklı durumdaydılar. Ezen durumda değildiler.
b) Tarihsel bakımdan, yarı feodal bir düzene karşı, modern burjuva bir sistemi temsil
ediyorlardı. Yani o zamanın dünyasına göre ilerici bir niteliği vardı.
c) Normal devletler savaşında bile, sivil halka yönelik imha ve saldırılar, en azından formel
olarak reddedilir. Osmanlı Devleti, sivil halkı yok etti.
Ama bütün bunlardan öte, en korkuncu ve önemlisi, bunun tek olası çözüm gibi koyulmasıdır.
Pekala Ermeniler üzerindeki ulusal baskı kaldırılarak da bir çözüm bulunulabilirdi. Sanki bu
olanak hiç yokmuş gibi tartışılıyor mesele. Osmanlı Devleti, tehcir ve imha değil, ama
örneğin, Ermenilere özerklik, kendi dillerini geliştirme hakkı, Müslümanlarla eşitlik vererek
de bir çözüm sağlayabilirdi. Bu yapılmamıştır. Bunun yapılmamışlığı eleştirilecek yerde,
varolan tek olası yolmuş ve başka çare mümkün değilmiş gibi koyuluyor. Bunu
meşrulaştırmak için de, diğer ulusların yaptıkları örnek veriliyor. Örneğin İkinci Dünya
Savaşı sırasında Amerika'nın Japon asıllıları kampa koyması vs.. Bu tam Sinizmdir. İnsan
olanın söylemesi gereken, Amerika'nın yaptığı da, Osmanlı'nın yaptığı da, insan olarak
savunulamaz olmalıdır. Birinin yaptığında diğerinin meşruiyetini bulmak değil.
*
Aslında akıllı bir Türk milliyetçisi için bugün sorunu çözmek son derece kolaydır.
“Osmanlı imparatorluğu gerici feodal; ulusların önünde engel bir devletti. Biz Türkler de bu
devletin egemenliğinden kurtulan son ulusuz. Nice halklara nice acılar tattıran bu devletin
mezarını biz kazdık, bir bakıma o halkların vasiyetini yerine getirdik. Bu devletin yaptığı
katliamları lanetliyoruz.”
Bu kadar kolayca, yağdan kıl çekerce bu işi çözmek mümkündür Türk milliyetçileri açısından
aslında.
Ama bu niçin mümkün olmamakta, bu katliamı inkar veya savunma akıl dışı boyutlara
varmaktadır? Bunun sırrı da, o katliam ve daha sonraki mübadele ile elde edilen
zenginliklerde ve bu katliamın suç ortaklığındadır. Muazzam bir servet transferi vardır. Türk
milliyetçiliği bu laneti üzerinde taşımakta, tümüyle kendi çıkarı açısından bile akıl dışılığa
varmaktadır.
Bunu artık eski kuşakların kefaretini üzerinde taşımayan yeni Türk kuşakları aşabilir.
Komplekssizce gidip Ermeni ulusuna kardeşlik eli uzatabilirler. Koşullar bunun için olgundur
artık. Bir Özcan Soysal'ın yaptıkları bir rastlantı değildir. Çok alametler belirdi. Bunun olması
sadece bir zaman sorunu. Kürt ulusal hareketinin yükselişi ve başarısı bunu hızlandırır ve
gerçekleştirir.
Umarım cevaplarım sizin sorularını karşılıyordur ve sizi tatmin etmiştir.
Selamlar
16.04.1998
18
*
Yine aynı dönemde Engin Deniz adlı bir tartışmacının yazısına karşı şunları yazmışız:
Ermeni Katliamı Karşısında Tavır
(Engin Deniz’in Eleştirisine Cevap)
Sayın Deniz Engin,
Ben sorunu olgular düzeyinde değil de, metodolojik yanıyla tartışmak istiyorum.
Ama önce olgu düzeyinde dediklerinize bir itirazım var. Sizler sanıyorsunuz ki, bütün dünya
işi bırakmış da Türklerle uğraşıyor, Örneğin şöyle diyorsunuz:
“Gerçekten anlayamıyorum, neden tüm dunya sozlesmis gibi Ermeni soykirimini (belki de bir
silah gibi) kullaniyor? Kusuruma bakmayin ama ben bunun ardinda bir artniyet ariyorum.”
Bu Türklerin bir fobisi ya da megalomanisi. Biraz Yalova Kaymakamı hikayesine benziyor.
Emin olun, Türkiye dışında, kim takar Yalova Kaymakamını. Her gün renkli basında görülen,
"Antalya sahillerinde tatilini geçiren Helga Türk erkeklerine bayıldı" türünden haberler ne
kadar gerçeği yansıtırsa, dünyanın Türklerle uğraştığı yönündeki gazete haberleri de o kadar
yansıtır. Aslında aynı tip dezinformasyonun iki farklı biçimidirler. Ve siz, biraz olsun aklı
başında şeyler yazmak istiyorsunuz güya, bu saçmalıkları bir delil gibi getiriyorsunuz.
(Ama bunlar sadece bir dezinformasyon da değildir. Bunlar bir ulusun şizofrenik ruh halinin,
aşağılık kompleksinden kaynaklanan övünmelerinin yansımalarıdırlar.)
*
Neyse, esas konu bakımından bunun önemi yok. Yazınızdan anladığım kadarıyla, siz resmen
"Ermeni Tehciri" denen olgunun sonuçlarını inkar etmiyorsunuz. Sizin itirazınız, böyle bir
olayın ilk defa ya da bu çapta ilk defa burada olmadığı.
Olgu düzeyinde tartışmaya girmeyi bile gereksiz görerek, sizin dediğinizin doğru olduğunu,
başka ulusların tarihinde de benzer katliamlar bulunduğunu kabul edelim. Ayrıca bunda
büyük bir doğruluk payı da var.
Ama sizin mantığınız nereye gidiyor? Siz aslında, savaş ya da başka bir nedenle, bunların
başka uluslarca da yapılmış olmasını meşru görmüş oluyorsunuz. Ve kapıdan kovduğunuzu,
bacadan içeri alıyorsunuz. Yazınızın başında, katliamlara karşı olduğunuzu söylüyorsunuz,
ama bütün yazınız boyunca, diğer katliamları emsal olarak gösteriyorsunuz.
Burada iki açıdan yanlışınız var. Birincisi bir Türk olarak, ikincisi bir İnsan olarak.
19
Önce Türk olarak yanlışınız şurada: madem ki siz bir demokrat ve katliamlara karşı bir
insansınız. Olaya şöyle yaklaşmanız gerekir:
“Başka Ulusların katliamları beni bu anlamda ilgilendirmez. Biz bir katliam yaptık, bunun
belki bir sürü hafifletici sebebi de bulunabilir (Savaş, Ermeni Çeteler vs.) Ama bu hafifletici
sebepleri bulmak ve söylemek de bize düşmez. Biz bir ulusu yok ettik. Kişi olarak bundan
sorumlu olup olmamanız da önemli değildir. Bu yok edişi açıkça ortaya koyup lanetlememiz
gerekir. Bunu yapmadığımız takdirde, geçmiş kuşakların hatalarıyla bütünleşmiş, bu
şizofrenik durumu devam ettirmiş oluruz. Hatalar bizden hızlı koşarlar. Yüzlerce yıl sonra
bile lanetlerini üstümüze taşırlar. Ruhsal bir arınma, ancak insanın ya da ulusun kendi
hatalarına karşı acımasız oluşuyla mümkündür. Uluslar da insanlar gibi, düşmanlarına ve
komşularına karşı toleranslı ve anlayışlı, kendine karşı acımasız, hoşgörüsüz ve gaddar
olmalıdır.”
Böyle bir yaklaşım, insani ilişkilerde nasıl, olgun, kendine karşı acımasız, kendisiyle alay
eden bir kişiliğin ifadesiyse, bir ulus için de sağlıklı bir ruh halini ve olgunluğu ifade eder.
Ne yazık ki, siz de, binlerce ve milyonlarca Türk gibi, zayıf kişilikli, ham insanların kendi
geçmişleri ve hataları karşısındaki tavırlarıyla davranıyorsunuz. Ve farkına varmadan, ulusal
bir şizofreni yaşayan, Türk ulusunun bu şizofrenik halini yansıtmakla kalmıyor, Türklerin bu
şizofreniden kurtulmasının yolunu tıkıyorsunuz.
Sayın Soysal'ın yaptığı işin önemi buradadır. O bir Türk olarak bunu yapıyor. Bir Türk olarak,
hiç bir özür getirmeden bir pisliği mahkum ediyor. Bunun ilk defa gerçekleşmiş olmasının
Türkler için nasıl sağlatıcı bir önemi olduğunu hiç anlamıyorsunuz. Aslında içinizde Türk
ulusunun sağlıklı bir ulus olması için, hem de Türk ulusunun adeta toptan bir şizofreni
yaşadığı bir dönemde, en büyük işi yapan insan o. Bu kadar basit bir gerçeği görmüyorsunuz.
Bundan yirmi otuz yıl önce bile Türkler nispeten daha sağlıklı insanlardı. Örneğin
kendileriyle alay edebilirlerdi. Örneğin "Türkün aklı ya kaçarken ya da sıçarken gelir" gibi
lafları her yerde duyabilirdiniz. Ya da bir Ermeni katliamı olduğu kimse için bir sır değildi.
Hatta, Ermeni ve Rum mallarına konanların çoğu sonradan görme zenginler olduğu için, fakir
insanlar, bu insanları aşağılamak için, o servetlerin kaynağındaki kanlı eylemleri her yerde
afişe ederlerdi. İnsanın ya da bir ulusun kendisiyle, kendi hatalarıyla alay edebilmesi, onları
afişe edebilmesi, onun ruhsal sağlığının ve olgunluğunun ifadesidir. Ama artık Türkler,
kendileriyle alay etmeyi bir kenara bırakın, sadece kendilerini övüyorlar. Eskiden insanlar
yukarıdaki türden haberlere gülerlerdi, ama artık inanıyorlar ve öyle düşünüyorlar. Bu tam bir
toplumsal şizofreni durumu.
Çok değil, bundan yirmi otuz yıl önce, insanlar arası ilişkilerde, kendini övenler, kendi en
ufak hatalarını ortaya koyup kendisiyle alay edemeyenler ciddiye alınmazdı. İnsanlar arası
ilişkilerde bu tür insanların pek bir değeri de olmazdı. Ama bu gün tam tersi bir anlayış
sadece insanlar arası ilişkilere değil, tüm Türklere egemen olmuş durumda.
Bir Türk olarak, lütfen, kendinize karşı gaddar, başkalarına karşı toleranslı olmayı deneyin. O
zaman da belki kimi Ermeniler veya Rumlar çıkıp "Yahu kendine karşı o kadar da haksızlık
etme, biz de az haltlar işlemedik" der. Ama bunun için, önce sizin başlamanız gerekir. İşte
20
sayın Soysal'ın yaptığı bu. Sorun burada, bunu anlayın. Ve en önemlisi, o bunu bir Türk
olarak yapıyor.
Aynı şeyi örneğin ben yapsam, anlamsız olur. Çünkü ben kendimi bir Türk olarak
görmüyorum. İnsanın bir milliyeti olması zorunluluğuna karşı çıkıyorum. Bu durumda benim,
sayın Soysal gibi davranmam ne Türkler ne de Ermeniler açısından değerli bir davranış
olmaz. Türk açısından ben zaten hainimdir, Ermeni açısından ise zaten Türk değilimdir. Tıpkı
bir ateist olarak, başka dinlere karşı Sünni Müslümanların yaptığı herzelerden dolayı özür
dilememe benzer. Müslüman beni zaten kafir gördüğünden, yaptığım ya da söylediğim ona
bir anlam ifade etmez, diğer dinden olan da beni Müslüman görmeyecektir.
Peki bu durumda yapacak bir şey yok mudur? Elbette vardır. Bütün bu katliamlarla, ulusun,
ulusçuluğun, sermayenin, sömürünün ilişkileri üzerinde durur, böylece bütün katliamlara karşı
kökten bir eleştiri yöneltirsiniz.
Çünkü, Soysalın ya da sağlıklı bir Türk olmaya çalışan bir Türk'ün Tavrı, ahlaki bir tavırdır
ama sorunun köküne inmez, ve sadece kendi kapısının önünü süpürür. Lanetler ama neden
konusunda susar. Çünkü aynı ulusçuluk ufkunun içindedir. Ama lanetler, ulusçuluk var
olduğu sürece, yeni ulus katliamlarını hiç bir şekilde engellemez.
Bu durumda, “yahu bu yaşananlar kader değildir, uluslar olmadan da bir dünya olabilir bir
ulusa girmek, çıkmak, bir ulus kurmak kişinin bir vicdan ve inanç sorunu olmalıdır” diyerek
de karşı çıkılabilir. Bu çok köktenci, tabii bugünkü dünyada ve hele Türkiye'de pek taraftar
bulamayacak, bir yaklaşımdır. Ama böyle bir yaklaşım da mümkündür. Ve işte, sizde böyle
bir yaklaşımı bir yana bırakalım, böyle bir yaklaşıma yönelik bir seziş bile yok. Gerçekliğin
karşısında kölece eğiliyor ve ona karşı diklenmeyi aklınızdan bile geçirmiyorsunuz.
Ulusları mutlak kategoriler olarak ele alıyorsunuz. Ve onları reddetmek gereğini
duymuyorsunuz. Ve istemeden de olsa, başka ulusal katliamlara suç ortağı oluyorsunuz.
Elbette iyi niyetlisinizdir. bundan kuşku yok. Ama cehenneme giden yollar da iyi niyet
taşlarıyla döşelidir.
Bu da sizin İnsan olarak metodolojik yanlışınız.
21
Ermeni Sorunu ile ilgili yazıyı Özcan Soysal’ın Tarih ve Demokrasi sitesinde yayınlamıştım.
Bu tartışmalar da orada oluyordu. Bu arada bir başka tartışmacıyla tartışırken,
Ermenilerden Türk olarak özür dileyen Özcan Soysal’ın bu davranışı vesilesiyle başka bir
tartışmacıyla Ermenilerden özür dilemenin anlamı üzerine bir yazı yazmıştım. Bu yazıyı da
aşağıya aktarıyorum:
Bir Başka Polemik
Sayın Hakan,
Şöyle Yazıyorsunuz:
"ama onun bir Türk olduğunu düsünmüyorum ki zaten kendisi de, sizin aksinize, Türklüğü
kabul etmiyor, Web sayfasinin sonunda onunla ilgili bilgileri incelerseniz goreceksinizki
kendisi, baba ve anne tarafindan turk oldugunu belirtilmektedir. Yani bu su demektir, ben
istemedim ama olmus bir kere, bunuda kabul etmek zorunda degilim ve kabul etmiyorum"
Ne garip? Ben ise tam aksini düşünüyorum. Tam da Türk olarak Ermenilerden özür dilediğini
vurgulamak için öyle yazdığını düşünüyorum.
Birincisi, Ermenilerden Tarih önünde özür dileyen bir Türkün Türklerden nasıl "Ermeni
Tohumu" gibilerden hakaretler yiyeceği belli olduğundan, ve muhtemelen bu tür hakaretlere
de bol bol uğradığından, bu tür hakaretler edecek olanlara bir cevap olarak koyulduğunu
düşünüyorum.
(Parantez içi şunu belirteyim ki, "Ermeni Tohumu" olmanın "Türk Tohumu" olmaktan daha
iyi ya da kötü olduğunu düşünmüyorum. Dolayısıyla böyle denmenin bir hakaret olduğunu
yazarken kendi fikrimi değil, bu lafları hakaret ve saldırı amacıyla edenlerin anlayışını
yansıtmayı amaçlıyorum. Bu sayfayı okuyan Ermeniler varsa, lütfen yanlış anlamasınlar.)
Bizzat, Soysal'ın sayfasına yazı yazanlar içinde onun Ermeni olduğunu ya da Ermeni
desteğiyle bunu yaptığını düşünenler çok ve bunu açıkça da yazıyorlar. Bu nedenle,
Türklüğünü Türklere karşı vurgulamaktadır.
İkincisi, Sayın Soysal, yaptığı iş bakımından, Ermenilere karşı da Türklüğünü vurgulama
durumunda. Yani, bu işi, ben bir Türk olarak yapıyorum diyor.
Bu kadar zor mu bunu anlamak? Anasının babasının Türklüğünden bahsetmesi, herhangi bir
ezilen azınlıkla bağının olmadığını, ezen bir ulustan bir kişi olarak durumunu vurgulamak
içindir, yoksa Türklükle ilgisizliğini vurgulamak anlamında değil.
Kaldı ki, diğer bir çok konularda, Soysal ile yaptığımız tartışmaları incelerseniz, analiz
ederseniz, onun gerçekten iyi niyetli bir Türk Milliyetçisi olduğunu görürsünüz. O
batılılaşmış, modern, demokratik, toleranslı bir Türk ulusu ve Türkiye istiyor ve bunun için
çabalıyor. Soysal'ın Türk milliyetçiliği, alışılmış, şoven, faşizan ya da Kemalist
milliyetçiliklerden farklı, bu günün milliyetçiliğine uygun bir milliyetçilik. Tabiri caiz ise
Post-modern bir milliyetçilik. Bu milliyetçilik türüne henüz Türkiye'de pek rastlanmıyor,
22
sadece çok ince bir sol ve aydın katman içinde izleri görülüyor. Aslında, dünya ekonomisinin
ve teknik gelişimin ihtiyacı olan milliyetçilik bu tür bir milliyetçiliktir. Aslında Türk
burjuvazisinin ihtiyacı olan da böyle bir şeydir. Çok kültürlü, etnik ve kültürel çeşitliliği bir
kazanç olarak gören, eskiden her şeyi tek etni ve kültüre bağlamak için yapılmış hareketleri
lanetleyen bir milliyetçiliktir bu.
Bu tür milliyetçiliğin Türkiye'de pek görülmemesinin nedeni, Kürt Ulusal kurtuluş hareketi
karşısında Türklerin, kendi kıytırık imtiyazlarını korumak için, genel kurmayın ve çetelerin
altına utanmazca yatmalarıdır. En ilkel, faşizan milliyetçiliğin şakşakçısı olmalarıdır.
Toplumsal çürüme ve cinnettir bugünkü Türkiye'deki.
Bu tür milliyetçilik, aslında ulus ilkesini reddetmez, hatta onu yaşatmak için son teşebbüstür.
Örneğin, bunun en mükemmel biçimini Avrupa'da görüyoruz. Çok uluslu, kültürlü bir Avrupa
Ulusu yaratılıyor.
Bugün, dünya ticaretinin üretimden daha hızlı büyüdüğü, her türlü ulustan işgücünün,
milyonlarca insanın oradan oraya aktığı bir çağda, o akan işgücünü haklardan yoksun bir
durumda, ama üretime amade tutmanın bir aracıdır bu milliyetçilik. Türkiye'nin taş devrinden
kalma milliyetçilikleri bunu kavramaktan acizdir ve buralarda kendilerine karşı paranoyakça
komplolar görürler.
Diğer yandan, teknik gelişme böyle bir kültürel çokluğa olanak sağlamaktadır. Tipik bir örnek
vereyim: Daha beş altı yıl önce, bilgisayarda yazı yazan, kendini ANSİ ve ASCI kotlar denen,
aslında gelişmiş batılı ülkelerin kullandığı harflerden oluşan bir kaç yüz şekille sınırlamak
zorundaydı. (Bu sayfada hala tam bir Türkçe'yle yazamamızın nedeni de bu geçmişin kalıntısı
yük aslında.) Ama bugün, Unikot ile, yeryüzündeki bütün dillerle yazmak mümkündür. Bu tür
teknik gelişmelerdir, kültürel çeşitliliğe olanak sağlayan. Elbette bu teknik temelin
milliyetçiliği de, her şeyin bir farecik tıkırtısı uzaklığa düştüğü bir dünyanın (Internet ve orada
dolaşmayı kastediyorum) milliyetçiliği de ancak böyle bir milliyetçilik olabilir.
Kürtçe'yi yasaklasanız da işe yaramaz artık. MED-TV uzaydan yayınını sürdürür.
Bilgisayarınız varsa, Kürdistan’la ilgili bütün haberlere girebilirsiniz. Türk genelkurmayı
kumda çomak oynasın. Böyle bir dünyada ulus ilkesini ve milliyetçiliği sürdürmenin tek yolu,
Soysal'ın yaptığını yapmaktır.
Aslında, bu foruma yazanlar içinde, en akıllı ve modern Türk milliyetçisi ve Türk sayın
Soysal.
***
Soysal'a ilişkin bu kadar. Gelelim diğerlerine. Siz sanıyorsunuz ki, sadece Soysal böyle bir
şey yapıyor. Soysal'ın yaptığını, en azından yarım yüzyıldır yapmış, yığınlarca Rum ya da
Ermeni sosyalisti olmuştur. Girin onların iç tartışmalarına dil bilginiz varsa, orada da onların
kendi "hainlerini" görürsünüz. Muhtemelen örneğin Ermenistan'da, muhakkak oradaki çeşitli
azınlıkların haklarını savunan Ermeni, ya da Yunanistan'da Grek Soysal'lar, "Türk Tohumları"
vardır. Nasıl Türklerin çoğunluğu sizler gibi en kaba ve bayağı milliyetçiliğin pençesindeyse,
onların çoğunluğu da öyledir.
23
Ama daima, az da olsa, bu kayıkçı dövüşüne katılmayan, bir üçüncü yolun mümkün olduğunu
varoluşuyla kanıtlayanlar da olmuştur.
Sorun hangi kritere göre bir bölünmeden yana olacağınızdır. Kendi milliyetçinizle mi
bölüneceksiniz ya da başka milletlerle mi? Başkalarıyla değil de kendi milliyetçileriyle
bölününler de vardır. Sizin yeriniz neresidir? Birini seçmek kişiye hiç bir yük ve zorluk
getirmez, ama diğeri? Hangisini seçiyorsunuz?
31.01.1998
24
Aynı kişiye yönelik yine ermeni Sorunuyla ilişkili ikinci bir eleştiride de şunları yazmışız:
Aynı Kişiye İkinci Bir Eleştiri
Sayın Hakan,
Sayın Soysal'ın Künye ile ilgili açıklamalarından sonra yeni bir şey eklemek gerektiğini
düşünmüyorum. Kendisini ben de tanımam. Ama bu açıklamalardan sonra en azından
yaklaşımınızın metodolojisini, nasıl ön yargıyla bakmış olduğunuzu gözden geçirmeniz
gerekir gibime geliyor. Tabii, bu açıklamaların da gerçeği yansıtmadığını da düşünebilirsiniz.
Ben de sizin onu hainlikle suçladığınızı söylemedim. Böyle deneceğini söyledim. Ve denmiş
de zaten. Böyle olacağını bilmek için kahin olmaya da gerek yok. Türkiye'de yaşayan ya da
yaşamış herkes bunu bilir.
***
Fakat esas problem, sizin olaylara ve tarihe yaklaşımınızdaki çocukça bir kavrayıştı. Sanki
gerçekliğin insan ya da toplumsal grupların çıkarlarından bağımsızcasına ortaya koyulacağını
sanıyorsunuz. Diyorsunuz ki, "evet biz böyle bir şey yaptık ama onlar da şunu şunu yapmıştı,
bu da yanlıştı." Bu daha doğru bir yöntem.
Ama bir şeyi unutuyorsunuz. Eğer insan çıkarlarına aykırı olsaydı, matematik aksiyomlar bile
tartışma konusu olurdu. Milyonlarca Ermeni kesilip sürülünce bu insanların malları ne oldu?
Bu mallara kimler kondu? Bu mallara konanlar daha sonra Türkiye Cumhuriyeti'nin
kuruluşunda ve sonrasında nasıl bir toplumsal konumda bulundular? Bu soruları
sormuyorsunuz. İşin tam da can alıcı noktası burasıdır. Çünkü bu insanlar Türkiye'nin son
döneminin kaderini belirlemişlerdir ve devlete, özellikle de şu derin devlet denen şeye hala
egemendirler. Bu egemen tabakaların çıkarları ve varlığıdır söz konusu olan. Dolayısıyla sizin
önerdiğiniz türden yaklaşımlar, Türkiye'yi ya da Toplumu sanki hiç tanımayan birisinin
yaklaşımları gibi olmaktadır. Bu yaklaşım, ortadaki büyük katliamı relatifleştirmekten başka
bir şeye yaramaz. Türk burjuvazisi, ilk sermaye birikimini tabiri caiz ise Ermeni katliamıyla
yapmıştır bile denebilir.
Türk burjuvazisi ve devleti, çıkıp, şu ya da bu nedenle, biz bu Ermenileri yok ettik, diyor mu?
Bundan pişmanlık duyuyoruz diyor mu? Gazeteler ya da Parti başkanları Ermeniliği ya da
Ermeni olmayı hakaret olarak kullandığında bunlar içeri tıkılıyor mu? Ya da bu tür
davranışları protesto eden yüz binlerin katıldığı mitingler yapılıyor mu? Bütün bu ve benzeri
hiç bir örnek yok. Durum böyleyken, "onlar da şunu şunu yapmıştı, o zaman başka çaremiz
yoktu" demek, varolan sistemi korumak, ona destek çıkmak demektir. Temel metodolojik
sorunu gözden kaçırmak, tartışmayı olgular ve ayrıntılar alanına çekmektir. MİT
görevlilerinin, Türkiye'nin resmi görevlilerinin çizgisi de tam budur. Yani sizin savunduğunuz
çizgi. Mızrak çuvala sığacak gibi olmadığından, sorunu eşit güçler arasında bir çatışma gibi
gösterip, önemsizleştirmedir.
25
Siz Türk devlet adamlarının anılarını hiç okumadınız mı? Onlarda Devlet adamlığının raconu
olaraktan hep şöyle satırlar görülür. "Bunlar hakkında yazmayacağım. Bunlar benimle birlikte
mezara gidecektir." Niye yazılır böyle satırlar? Söz konusu olan nedir? Kürtlerin,
Ermenilerin, başka ezilenlerin uğradıkları katliamlardır bunlar. Hangi objektiflikten
bahsediyorsunuz.
Sonra Nasrettin Hoca'nın hikayesini de unutmayın. Hoca'nın eşeği çalınınca, herkes hocaya
"şunu yapsaydın böyle olmazdı" deyince. Hoca da dayanamayıp: "Yahu bu hırsızın hiç mi
suçu yok" demiş. Ortada Koca bir ulus, Milyonlarca Ermeni vardı, şimdi bunlar yok. Sanki
bunları yok edenlerin hiç bir suçu yok. El insaf!
Ermeni sorunundaki Tavır, özünde, Türkiye'nin geleceğine, dolayısıyla bugünkü toplumsal
ilişkilerine değin bir tavırdır. Türkiye'nin, gerçekten Batılı anlamda demokratik, gelişkin bir
ülke olmasını isteyenler; şu Devlet sınıflarını yani ordunun vesayetinden ve egemenliğinden
çıkmasını isteyenler, Soysal'ınki gibi bir tavrı geliştirmek ve savunmak zorundadır. Varolan
güçlerle ve kıytırık düzenlemelerle bugünkü sistemin devamından yana olanlar da, sizin ya da
çeşitli varyantları olun resmi görüşün savunucusudurlar. Zaten çoğu da maaşlıdır ve bu işten
geliri vardır. Ermeni sorunu üzerine tartışma, aslında Türkiye'nin bugünü ve geleceği üzerine
bir tartışmadır. Özünde programatik bir tartışmadır. Ağaçlardan ormanı görmeme durumunda
kalmayın lütfen. MİT'in, Devlet'in olayı çekmeye çalıştığı yer tam da budur. Objektiflik
görünümü altında, ayrıntılar içinde olayı boğuntuya getirmek. İşin ilginci, bu sayfalarda
görüldüğü gibi, epey etkili de oluyor.
Ama ben bu etkinin onun bilimselliğinden değil, ikna gücünden değil, Türklerin, özellikle
Kürt sorunu nedeniyle, yani çıkarları nedeniyle etkilendiklerini düşünüyorum. Bugün
milyonlarca Kürdün, köylerinin yakılıp sürülmesi karşısında ses çıkarmayanların, Ermenilerin
tehciri karşısında bir şey söylemeleri beklenemez.
***
Sosyalistlerin hataları saymakla bitmez. Bizzat ben de Ulusal sorun konusunda bütün sosyalist
teorinin yanlışlığına değin şeyler yazdım buralara yolladığım yazılarda. Ama bunlar
karşısında iki tavır vardır. Bu hataları, eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplum ideali ve bu uğurda
mücadeleleri anlamsız, değersiz, aşağı göstermek için öne sürmek, bir de, yine o amaca
ulaşmak için bu hataların eleştirisi. Benimkisi ikincisi, sizinkisi birincisi.
02.02.1998
26
Yine aynı sayfadaki tartışmalarda Özcan Soysal’ın yaklaşımlarındaki kestirmecilik
bağlamında şunları yazmışız:
Sosyalistler, Mihri Belli, Ermeni Katliamı Üzerine
Bir süre önce, sayın Özcan Soysal, bazı alıntılarla "Devrimci Örgütler ve Ermeni Soykırımı"
adlı bir yazı yazdı, daha sonra da "Mihri Belli ve Ermeni Sorunu" başlıklı bu yazının devamı
sayılabilecek bir ikinci yazı yazdı. Bu yazılardan birincisi yankısız kalırken ikincisine
Gökyüzü "83 Yaşındaki Genç Mihri Belli" başlıklı bir cevap verdi. Daha sonra da "Ayna" adlı
kişi Gökyüzü'ne destek çıktı. (Gökyüzü bu destekten rahatsızlığını daha sonra başka bir
vesileyle belirtti.) Bu kısa hatırlatmadan sonra konuya ilişkin görüşlerimi dile getirmek
istiyorum.
Sayın Soysal'ın alıntılarına, yani olgulara diyeceğim bir şey yok. Bunların doğru olduğunu
kabul ediyorum. Zaten Türkiye'deki sol hareketi biraz tanıyan bunların doğru olacağını az çok
tahmin edebilir. Benim itirazım, sayın Soysal'ın çıkarsamalarına ve olguyu açıklarkenki
kestirmeciliğine olacak. Ancak bu kestirmeciliğe karşı çıkışların, sanki olayı meşrulaştırmak,
haklı göstermekmiş gibi algılanacağını biliyorum. Ama tam bu tür algılama da bizzat o
kestirmeciliğin bir yansıması kanımca.
Birinci yanlış şu. Sanılıyor ki, Sosyalistler zemzem suyuyla yıkanmış, Stalin'in deyimiyle
"özel kumaştan yapılmış" uzaydan gelmiş yaratıklardır. Bu anlayış, Ö. Soysal'da şöyle
yansıyor örneğin:
"70 yil demokratligi,ilericiligi devrimciligi,sosyalist veya komunist olma sifatini kendinde
görenler türk halkina ermeni düsmanligi kuvvetle ve yaygin olarak siringalanmasina ve
körüklenmesine karsin neler yaptilar?”
Yani ortada bir halk var en azından nötr ya da masum, bir yanda bunun dışında ona Ermeni
düşmanlığını şırıngalayan bir güç var, diğer yanda da yine onun dışında, ama aşağı yukarı
aynı konumda bu konuda farklı bir tavrı olması gerekirken ona karşı hiç bir şey yapmayan
solcular var.
Sosyalistler, gökten zembille inmezler. Bizzat o halkın içinden çıkarlar. Sosyalist bir programı
benimsemek, kendini sosyalist olarak nitelemek o içinden çıkılan halkın içine işlemiş ön ve
bön yargılardan kurtulmak anlamına gelmez. Sosyalist olmakla belki bunlardan kurtuluş için
bir yola girilmiş olur. Yani sosyalistler içinden çıktıkları ve içinde yaşadıkları halkın bütün ön
yargılarını, alışkanlıklarını vs. içlerinde taşıyarak ortaya çıkarlar. Diğer bir deyişle, hepimiz
"Turhallı bir hallı"yızdır.
Ancak, sosyalist ideallerle başlangıç noktasındaki yerleşik kabuller arasında bir çelişki vardır,
siyasi mücadele içinde bu çelişkinin aşılması, radikalleşmek beklenir. Ama bu radikalleşme
her zaman olmayabilir. Elbette sosyalist bir insan, en azından bütün ulusları eşit görür, içinde
herhangi bir ulusa karşı düşmanlık beslemez, ezilen ya da ezilmiş uluslara özel bir sempati
besler vs. Aşağı yukarı bütün sosyalistler böyledir ve en azından böyle olduklarını düşünürler
27
ve iddia ederler. Ama bu kabul ile, somut konulardaki tavır arasında çoğu kez büyük farklar
olur. Ama bu farkların nedeni, sayın Özcan Soysal'ın kestirmeden attığı Şovenizm değil, hatta
bizzat, milliyetçilikten tamamiyle kopmuşluk bile olabilir. Bu karmaşık mekanizmaları
görmek istemiyor Sayın Özcan Soysal ve tavırlar ile ideoloji arasında mekanik ve birebir
ilişki varmış gibi ele alıyor.
1) Sosyalistte bütün ön yargılar var.
2) Ezilenlik durumu var
3) Sovyetlerin tavrı var
4) Türk ezilen sınıflarına ters düşmeme, onlarla aktüel olan bir sorundan dolayı sorun
çıkarmama kaygısı var
5) Egemen sınıflardan korku var
6) Bizzat kendi konumu var.
Önce Mihri Belli'den başlayalım. Sayın Mihri Belli'nin Kemalizm’in çok güçlü etkisi altında
olduğu bir sır değildir. Hatta 1970'lerde Kırmızı Aydınlık'dan THKP-C ve Kıvılcımlı'nın
kopuşunun ardında onun bu milliyetçi ve Kemalist eğilimleri ile bir sınır çekme çabası vardı.
Mihri Belli örneğin, Jaures'ten alıntılarla, "Milliyetçiliğin derini insanı enternasyonalizme
götürür" derken, Kıvılcımlı "Faşizme de götürmez mi" diye onu eleştiriyordu.
Mihri Belli'nin bu günkü yazıları okununca da aynı eğilim açıkça görülür. Ama bu milliyetçi
ve Kemalist eğilim aynı zamanda Mihri Belli'nin, herkesin şovenizm dalgasına kapıldığı
bugünkü kritik ortamda Kürt ulusal kurtuluş hareketi karşısında onu yüzde yüz destekleyen
bir tavır içinde bulunmasını engellememektedir.
Aslında gerçek bir milliyetçinin hatta Kemalist’in Kürt ulusal kurtuluş hareketini
desteklemesinde bir çelişki yoktur, hatta gerçek Türk milliyetçisi (yani Türkiye’nin
gelişmesini ve zenginleşmesini, güçlenmesini isteyenler) ve gerçek Kemalist (Türkiye'nin
batılılaşmasını isteyenler) için tek çıkış yolu Kürt ulusal kurtuluş hareketini desteklemektir.
Şöyle bir örnek vereyim. Sosyalistlerde faşizmi sadece sermayenin (hatta onun en gerici ve en
şoven kesimlerinin) bir diktatörlüğü olarak tanıma eğilimi epey güçlüdür. Evet, faşizm aynı
zamanda budur da, ama hangi diktatörlük, hatta hangi bati demokrasisi böyle değildir ki.
Dolayısıyla, faşizmi böyle tanımlayarak hiç bir şey açıklamış olmazsınız. Ama sosyalistlerin
bu tür tanımlamalarının ardında şöyle bir varsayım yatmaktadır, ezilen sınıfların
hareketlerinden sadece demokratik ve ilerici eğilimler çıkar. Bu doğru değildir. Ezilen
sınıfların çıkarları, karakterleri, ideolojileri ve bunlar arasındaki ilişkiler sorunu böyle
mekanik değildir ve çok daha karmaşıktır. Ezilen sınıfların hareketleri pekala belli tarihsel
koşullarda, en gerici, en şoven, en kanlı diktatörlüklere temel oluşturabilir.
1970'lerin sonu ve 80'lerin başında sosyalistler arasında Faşizm üzerine bir tartışma
yürüyordu. Bu tartışmada, örneğin ben, faşizmin ayırt edici niteliğinin onun kitle hareketi
özelliği olduğunu, işçi sınıfının bazı kesimleri ve küçük burjuvazinin tepkisinin ifadesi
olduğunu söylediğimde, muhataplarımca, sanki onun cinayetlerini meşrulaştırıyormuşum gibi
algılanıyordum. Yukarıda sözünü ettiğim yanlış varsayım ve mekanik anlayış nedeniyle böyle
28
yorumlanıyordum. Ama ilginçtir ki, bu davranışın bizzat kendisi de, tam o ezilenlerin gerçek
çıkarları ile tepkilerinin biçimleri ve görünüşleri arasında birebir bir uyum olmadığının örneği
idi. Beni böyle itham edenler bir yanılsamadan hareket ediyorlardı tıpkı yine yanılsamalardan
hareket ederek bir zamanlar faşist partilerin peşine takılanlar gibi.
13.04.1998
(Böylece “Ermeni Sorunu” adlı yazının yayınlanabilen kısmını yıllar sonra İnternette tekrar
yayınlama vesilesiyle yapılmış tartışmaları aktarmış bulunuyoruz.)
29
Gazete Makaleleri
2000’lerin başından itibaren Kürt Ulusal hareketinin basınında Ermeni katliamı ve “sorunu”
ile doğrudan veya dolaylı olarak ilgili bir çok yazılar yazdık. Onlar da bu derlemenin ikinci
bölümünü oluşturuyor.
30
Türk Nedir?
Bundan yüz yıl önce, batılının Türkiye dediği topraklarda, ne kültür ne de soyca “Türklük”
denen şeyle zerrece ilgisi bulunmayan çok küçük bir şehirli aydın azınlık dışında, kimse
kendini Türk olarak tanımlamıyordu. İnsanlara sen nesin diye sorulduğunda, onlar
Müslüman’ım, Kızılbaşım, Çerkezim, Türkmenim, Yörüküm, Kürdüm, Arnavutum diyorlardı
ama Türküm demiyorlardı. Olağan kullanımda Türk sözcüğünün politik bir anlamı olmadığı
gibi, bir etniyi ya da dil konuşan insanları değil, Türkçe konuşan göçebe ya da köylü ve
yoksul Müslümanları kategorize etmeye yarayan kaba ve görgüsüz anlamına gelen; devlete
egemen Müslüman kastın kullandığı bir hakaret sıfatıydı. Osmanlı Padişahına “Türk” dense,
kendine hakaret edildi diye diyenin kafasını vurdururdu.
Ve bu gün ise Türkiye Cumhuriyeti denen devletin toprakları üzerinde milyonlarca insan
kendisini binlerce yıldır var olmuş bir Türk ulusunun torunları olarak tanımlıyor. Osmanlı’nın
bir Türk devleti olmadığı ise, artık o Türklerin kavrayış gücünün ötesinde.
Osmanlı devletini “Türkiye” ve ona egemen olan Müslüman kastı “Türkler” olarak
tanımlayanlar Batılılardı. Yani Türk ve Türkiye isimleri bile, bu gün Türkiye denen
topraklarda yaşayan insanların kendilerini ve ülkelerini tanımlamak için kullandıkları isimler
değil, onlara batılı devletlerin verdiği isimlerdi. Tıpkı “Kongo”, “Rodezya” gibi. Bu gün
kendine Türk diyenlerin hor gördüğü Afrikalılar, sömürgelikten kurtulduklarında, ilk
yaptıkları iş, Batılı beyaz adamın kendilerine verdiği adları reddetmek oldu ve kendilerini ve
ülkelerini kendi verdikleri adlarla adlandırmayı denediler; ülkelerine “Zaire”, “Zimbabwe”
dediler. Ama Türkler, ülkelerini ve kendilerini Batılının verdiği isimle anmakta bu güne kadar
hiç bir sorun görmediler.
Aşağı yukarı her ulus uydurulmuş bir tarih ve unutulması gereken bir geçmişe sahiptir. Çünkü
ulusların tarihi yoktur ve bunun yaratılması gerekir. Bütün uluslar için normal olan bu özellik
Türk ulusunda saçmalığın zirvelerine varır ve hasta, şizofrenik bir ruha yol açar. Kimi
insanlar vardır, daha doğarken hasta ve sakat olarak doğarlar, kimi uluslar da öyle.
Alman Emperyalizminin Hint yolu ve Rusya’yı güneyden çevirme planlarının ihtiyaçlarına
uygun bir uydurmadır Orta Asya Türklüğü. Egemenliğini sürdürecek son çare olarak bu
Türklüğe sahiplenen Osmanlıya egemen Müslüman devlet kastının ne soyca ne de kültürce
Anadolu’daki Türkmen ve Yörükler kadar olsun bu dünyayla bağlantısı yoktur. Osmanlı
Bizans’ı fetih ettiğinde onun tarafından fetih edilmiştir ve Bizans’ın devamıdır. Bu fatihler
sadece daha önce İslamlık zırhıyla kuşandıkları için, Bizans tarafından din ve dil olarak fetih
edilemediler. Onun haricinde, müzikten mimariye, mutfaktan vücut diline kadar her şey
Bizanslıdır bu devlete egemen kastta. Ve son olarak Türklük, liman şehirlerinde palazlanan ve
Rum ve Ermeni burjuvazisiyle rekabet içinde, dayanacağı bir ulus yaratmak ve ona dayanmak
Yahudi burjuvazisinin ihtiyaçlarına da cuk oturmuştur. Bu nedenle en ateşli Türk
milliyetçilerinin Yahudilerden çıkması bir rastlantı değildir. Bu burjuvazinin Kültürü de, tıpkı
müslüman devlete egemen Kast gibi tipik doğu Akdeniz - Bizans kültüründen başka bir şey
31
değildir. Alman Emperyalizmi, Bizanslı Müslüman devlet kastı ve Levant’ın Yahudi
burjuvazisinin çakışan ihtiyaçlarına uygun olarak yaratılmış bir ulustur Türkler.
İtalyan siyası birliği gerçekleştiğinde d’Azeglio’nun: “İtalya’yı yarattık, şimdi de İtalyanları
yaratmalıyız” dediği gibi, Osmanlıya egemen Müslüman devlet kastı, önce Türkiye’yi yarattı
ve sonra, Allah’ın insanı kendi suretinde yaratması gibi, Türk ulusu denen şeyi kendi
suretinde yarattı. Türk ulusunun suretinde yaratıldığı; ona karakterini veren nedir?
Bizans Kültürü demek ise, her şeyden önce, Rum ve Ermeni kültürü demektir. Bu gün bile
dünyanın her hangi bir yerinde bir Rum ve Ermeni ile karşılaşan şunu görür: din ve dil
haricinde (Hatta dil bile ortaktır, çoğu Türkçe bilir ve konuşur.) Türkleri Rum ve
Ermenilerden ayırmak olanaksızdır. Yani önce Türkiye’yi sonra da kendi suretinde Türk
ulusunu yaratan Müslüman devlet kastı tıpkı Rum ve Ermeni gibi bir Bizanslıdır. Ve
dolayısıyla bu kastın kendi örneğinde yarattığı Türk de.
Ama bu Ulus var oluşunu Rum ve Ermenileri yok etmeye borçlu olduğundan, gerçek
kimliğini unutmak ve hafıza kaybına uğramak zorundadır. Bu da ona hasta ve şizofrenik bir
karakter verir.
Türklük denen şey, yüzde doksanıyla hafıza kaybına uğramış yaşayan Rumluk ve
Ermenilikten başka bir şey değildir. Ya da hafıza kaybına uğramış yaşayan Bizanslılıktır.
Ama o, varlığını bu gerçeği inkar ve unutma üzerine temellendirmiştir. Diğer bir deyişle Türk,
aslını inkar eden bir haramzadedir. İnanmayan Türk ve Müslüman burjuvazinin servetlerinin
kaynağını araştırsın. Hepsinin kaynağında Rum ve Ermenilerin imhası, sürgünü ile edinilmiş
bir ilkel sermaye birikimi vardır.
Türklerin bir ulus olarak bu şizofrenik ruh hastası durumundan kurtulabilmeleri, kendi
geçmişlerini inkardan ve unutmadan kurtulmaları için ulus olarak bir tür toplumsal terapi
görmeleri gerekiyor. Ama günahları ile öylesine bütünleşmiş ve onların öylesine esiri olmuş
bulunuyorlar ki, kendi güçleriyle bu çürüme çemberinden çıkmaları olanaksız. Bu yönde
küçük kimi kültürel hareketler dışında hiç bir toplumsal ve siyasi hareket yok. O küçük
kültürel hareketler de varlığını her şeyden önce yükselen Kürt hareketine borçlu.
Kürt hareketi Demokratikleşme ve Orta Doğu projelerinde bir başarıya ulaşabilirse, bu
Türklerin hafıza kaybından kurtulup kendi gerçek kimlikleriyle barışmasının yolunu açabilir.
Dünyadaki ve bölgedeki iktisadi gelişmeler ve zorunluluklar bu değişimi zorluyor ama o
kendi egemenliğini sürdürebilmek için Türklüğü yaratan ve hala gücünü koruyan Osmanlı-
Bizans’ın devlet kastı bu değişikliğin en büyük engeli olmaya; kendi hastalığını tüm topluma
zorla bulaştırmaya devam ediyor. Türkler’in olağan bir sağlıklı gelişim için “baba katili”
olmaları gerekiyor. “Baba”yı öldürmeden bağımsız bir kişilik gelişemez.
26 Eylül 2000 Salı
32
Tarihin Laneti
Kıta Avrupa’sı ve İngiltere arasındaki gelişim zıtlıkları, Balkanlar ve Anadolu’daki gelişim
zıtlıklarına benzer.
Avrupa’da Kapitalizm ya da burjuvazi, önce Hıristiyanlık içinde, Püriten/Protestan mezhepler
biçiminde eğilim ve çıkarlarını yansıttı. Ne var ki, bu Burjuva muhalefetin kaderi, Kıta
Avrupa’sı ve İngiltere’de farklı yollar izledi. Püritenlik İngiltere’de iktidar olurken, aynı
Protestanlar Fransa’da, Sen Barthelmi katliamlarında bire kadar kılıçtan geçiriliyordu. (Doğan
burjuva dünyasının Osmanlı’ya sığınan Kılıç artıklarının, Hügontların, Osmanlı
modernleşmesindeki etkileri ayrıca incelenmeye değer bir konudur.)
Bu modern, burjuva ruhun katledilmesinin sonucu, Avrupa’da burjuva gelişiminin yüz yıl
gecikmesi oldu. İngiltere 1688’lerde burjuva devrimini yaparken, Fransa aynı devrimi
1789’da yapabiliyordu.
Ama devrimin şiddeti birikimin ölçüsünde sert oldu, Katoliklik adına Protestanları kesenler,
yüz yıl sonra Hıristiyanlığı tasfiye edip önce akıl dini önerecekler, sonra da en azından dini
politik alanın dışına iteceklerdi.
Balkanlar ve Anadolu’nun tarihsel kaderi bu tarihsel sürece paralellik gösterir. Fransız
ihtilalinden yüz yıl sonra, Osmanlı’nın Müslüman devlet kastlarının kapitalizm öncesi
dünyasına karşı, Balkanların Hıristiyan kapitalizmi, tıpkı İngiltere adalarında, Prütenliğin
zafer kazanması gibi, zafer kazandı ve Osmanlı egemenliğini ve Müslümanlığı balkanlardan
süpürdü. Müslüman kapitalizm öncesi ise, bunun rövanşını Ermeni katliamları ve Rumların
temizlenmesiyle, yani burjuva ve modern olan her şeyin tasfiyesiyle Anadolu’da aldı. Ermeni
ve Rumların Anadolu’dan tasfiyesi, Sen Barthelmi’nin Anadolu’daki paralelidir.
Bu nedenle Anadolu Balkanları yüz yıl geriden izler. Balkan ülkelerinin bu günkü durumu
kimseyi yanıltmamalıdır. Bu ülkeler İkinci Dünya savaşından sonra Sovyet işgal bölgesinde
kalmasalardı, en azından şimdiki Yunanistan’ın gelişmişlik ve zenginlik düzeyinde
bulunurlardı. Örneğin Bükreş’e yüzyılın başında, “Doğu’nun Paris’i” deniyordu, Panait Istrati
gibi yazarlar ve başka Bolşevik partisinde çalışan uluslararası Marksist teorisyenler
yetiştirebiliyordu o zamanlar Romanya.
Batı Avrupa’da burjuva muhalefeti dinsel biçimde var olmuştu, Avrupa’nın doğusunda ise
aynı muhalefet, modern çağın dini olan ulusçuluk biçiminde ortaya çıktı. Balkan uluslarının
kuruluşu, Protestanlığın zaferine denk düşüyordu; Anadolu’da Rum ve Ermeni ulusçuluğunun
tasfiyesi ise, Protestanların katledilmesine. Ama Kıta Avrupa’sında Protestanlığı katledenler
nasıl yüz yıl sonra tümüyle Hıristiyanlığı yok etme, bir akıl dini geçirme ve sonra da en
azından dini politik alının dışına atma zorunda kaldılarsa, Anadolu’da Ermeni ve Rum
ulusçuluğunu katledenler, ulusçuluğu, ulusu dil, kültür ve etni olarak tanımlayan klasik
biçimiyle yok etmek, bütünüyle hukuki bir ulusçuluk kurmak zorunda kalacaklardır. Patlama
birikimin ölçüsünde derin olacaktır. Kürt hareketinin el yordamıyla yaptığı, tarihin bu emrini
yerine getirmekten başka bir şey değildir.
33
Burjuvazinin tasfiyesi, Türkler ve Müslümanlar için aynı zamanda bir modernleşme,
uluslaşma, burjuvalaşma anlamına da gelmiştir. Yani Türk burjuva devrimleri, burjuvaziye
karşı, kapitalizm öncesi Osmanlı’nın devlet sınıfları tarafından güdülen, burjuvaziyi tasfiye
eden, kapitalizm öncesi sınıf ve ilişkileri güçlendiren burjuva devrimleridir. Tarihin laneti
budur.
Görmesini gören gözler bilir. Tasfiye edilen Rum ve Ermeni burjuvazisinin malları, Türk ve
Kürt ağaların ve tefeci bezirganların servet ve sermayeleri, ya da Osmanlı’nın ruhu devletin
daireleri olmuştur.
Böylece yıllarca, Modern Ermeni burjuvalarının mallarına konmuş feodal ağaların
kontrolünde, ortaçağ karanlığında, bezirgan partilerin oy deposu oldu Kürtler. Aynı durum
aşağı yukarı Anadolu’nun bütün bölgeleri için de geçerliydi. 12 Eylül bile hala, Büyük
şehirlerdeki sola yatkın işçi oylarını dengelemek için, Kürtlerin yoğun olduğu bölgelere daha
fazla temsilci veriyordu.
İşte bu denge alt üst olmuş bulunuyor. Kürtler adeta toplu olarak, var olan sistemin karşısına
geçmiş bulunuyor. HADEP’in oyaları silme götürmesinin anlamı budur. Egemen sistemin
Kürtler içinde, maaşlı koruculardan başka dayanağı kalmadı.
Normal bir parlamenter işleyiş için, Kürtler içinde bir toplumsal temel bulmak, korucuları,
ağaları, aşiretleri bir yana iterek, modern Kürt burjuvazisiyle tekrar bir ittifak sistemi kurması
gerekir Türk burjuvazisinin. Ama bunun yapılabilmesi, Kürt ve Türk burjuvazisinin eşit bir
partner olarak iş birliğine girmesi, bu günkü ordunun vesayeti, egemen ideoloji ve
politikalarla olamaz. Durum değişmedikçe, burjuvazinin egemenliği için gerekli bir normal
parlamenter sistem işleyemez. Bu durumda ordunun ağırlığı giderek dayanılmaz olmaya
devam edecektir.
Eski sistem, sanki Susurluk, bankalar, çeteler günah tekeleriyle ellerini yıkayıp yeniden
yürüyebilecekmiş gibi görünüyor. Kimi Partilerin biçimsel değişmeleriyle, makyajlarla, hatta
Kürtçe radyo ve televizyon ile varlığını sürdürebilirmiş gibi görünüyor. Yürüyemez.
Toplumdaki ve sınıf ilişkilerindeki derin değişiklik eski politik sistemle götürülemez.
İdeolojisi, partileri, ordusuyla bu günkü sistem, ne kadar makyaj yapılırsa yapılsın, Kürt
burjuvazisinin desteğini sağlayacak bir politik biçim bulmadıkça bunalımlardan çıkamaz. Bu
politik sistemin tasfiyesi için ise, büyük kitlelerin aktif eylemi gerekir. Tarihin lanetine ancak
büyük kitle hareketleri son verebilir.
Yüz yılın başında Osmanlı devlet sınıflarının işbirliği ile Hıristiyan kapitalizmini tasfiye
ederek tarihin lanetine uğrayan Müslüman Türk ve Kürtler şimdi bu lanetten kurtulmak için,
kendi 1789’larını yapmak durumundalar.
Ama çok elverişsiz koşullarda. Burjuvazi korkak, İşçiler tarihin en büyük yenilgileriyle dünya
çapında bir demoralizasyon, programsızlık, yönelimsizlik içindeler. Kürt hareketi yapayalnız.
Bu günkü hareketsizlik ve çürüme kimseyi yanıltmamalıdır. Unutmamalı en güzel çiçekler
bataklıklarda yetişir.
20 Kasım 2000 Pazartesi
34
Kötü Olabilme ve Yanlış Yapabilme Hakkı
Son yıllarda, "beton" kafalı Türk ve Sünni çoğunluğu, başka din, inanç, ulus ve dilden
insanlara karşı "toleranslı" olmaya çağıran yine çoğunluktan olan "mozaik" kafalıların temel
argümanları, onların ne kadar iyi oldukları; onların varlığının kendilerini de zenginleştireceği
gibi noktalarda toplanıyor.
Ne var ki, bu argümanın kendisi, ırkçılığı yeniden üretmektedir. Yani kendilerini
zenginleştirmese hiç de gerekmeyeceği zımnen kabul edilmektedir. Ya da "azınlıklar" iyi
insanlar olmasa, hiç de gerekmeyecektir onlara karşı "toleranslı" olmak.
"Azınlıklar", yani çoğunluğu oluşturan ulustan, dinden olmayanlar, her zaman "iyi
insanlar"dır. Türkiye'de Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Süryaniler, Aleviler, Kürtler hep "iyi
insanlar"dır. Çünkü onlar "iyi" olmak zorundadırlar. Çoğunluğun şiddetini çekmemek için her
davranışını kılı kırk yararak yapmak, her zaman haklı bir durumda bulunmak zorundadırlar.
Çünkü "iyi olmak" onların biricik savunma silahıdır. Bu kahredici çoğunluk bu insanları "iyi"
olmaya zorlamaktadır. Onların iyi olmama hakları yoktur.
Bir Türk'ün cinayet işleme, hırsızlık yapma, her hangi bir kötülük yapma hakkı vardır. Bir
Türk cinayet işlediğinde, o belli bir insanın eylemi olarak mahkum edilir. Hiç bir yayın organı
onun aynı zamanda bir Türk olduğunu belirtmez. Ama mazallah bir Ermeni bir suç işlese,
önünde bir de Ermeni sıfatı olmadan adının anılması mümkün değildir. Hatta adının bile
önemi yoktur, o bir Ermeni'dir.
Ezilen ulus ve inançtakilerin hakları, onlar sizi zenginleştireceği ya da iyi oldukları için değil;
sizi fakirleştirecekseler de savunulmalıdır. Onların kötü olabilme, adlarının önüne ulus ya da
inançları bir sıfat olarak koyulmadan kötülük yapabilme hakları savunulmalıdır.
Aslında, Kürt uyanışı karşısında, Türk mozaiklerinin bu kadar soğuk ve düşmanca
durmalarının ardında bu gizli ırkçılık yatmaktadır. Çünkü Kürtler, artık "iyi" Tom Amca
olmaktan çıkıyorlar, onlar artık "iyi" olmadıkları, kötü olmayı göze aldıkları ve kötü olma
hakkı uğruna mücadele ettikleri için, beton kafalıların düşmanlığını kazandıkları kadar
mozaik kafalıların sempatisinden de mahrum kalmaktadırlar. Halbuki onlar "iyi" olmaya
devam etseler, mozaiklerin betonlar karşısındaki argümanlarına kanıt oluşturmaya devam
etseler; mozaikler betonları ikna edebilirler bir gün!
*
"Azınlıkların" kötü olabilme hakkı gibi ezilenlerin, baskı ve sömürüye karşı direnenlerin hata
yapma hakkı da yok. Şu an cezaevlerinde yüzlerce mahkum ölümün sınırında geri dönüşü
olmayan bir noktada. Ve de çıt çıkmıyor, çünkü onlar hatalı!
35
Ölüm oruçları karşısında kimi solcuların tavrı mozaik kafalıların tavrından farklı değildi.
(Aslında bunlar büyük ölçüde çakışırlar.) Nasıl onlar kötülük yapma hakkını savunmaya hazır
değilseler; kimi solcular da ezilenlerin, kavgada haklı olanların mücadelesini, ancak "doğru"
yapıyorlarsa desteklemeye hazırlar.
Sanki ortadaki bir sportif mücadele ve önceden belirlenmiş kurallar var gibi olaya
yaklaşıyorlar. Yok devlet haksızmış ama öbürküler de şöyle yapmalıymış!.. En mahkumdan
yana görünen solcu ve gazeteci "arabulucu"lar bile, bir sportif karşılaşmanın hakemi gibi
yaklaşıyorlar olaya.
Ne çabuk unutuldu ki, bu mücadelelerde, biri daha baştan yeniktir, alttadır; öbürü daha baştan
zaferi kazanmıştır ve üsttedir. Biri ne kadar aptalca, ne kadar yanlış mücadele yürütürse
yürütsün, haklılığına zerrece halel gelmez; öbürü ne kadar akıllıca ve doğru mücadele
yürütürse o kadar tehlikeli ve o kadar yanlıştır. Ezen ve ezilenin kavgasında tarafsızlık
mümkün değildir. Koca bir adam küçük bir çocuğu döverken tarafsızlık çocuğun dövülmesine
yardım etmektir. Küçük çocuk gücü yetmediği için, adamın taşaklarına tekme attığında,
mozaik kafalı solcular, "belden aşağı vurma" diye itiraz ediyorlar. Ezilenlerin belden aşağı
vurma hakkını savunmayı akıllarına bile getirmiyorlar; onlarla aralarına mesafe koymak ve
hata yapmayan solcular olduklarını kanıtlamak için çırpınıyorlar.
Bu bayların tavrı, ezilenlerin kendi içinde, kendi çıkarları ve mücadeleleri açısından yaptıkları
tartışmalarla ve ayrılıklarla karıştırılmamalıdır. Öyle bir tartışmada yanlış yapabilme hakkı
zaten veridir; kendi aralarında bir ön kabul olarak fiilen vardır. Mozaik kafalı solcu hakemler,
ezenler karşısında ezilenlerin; devlet karşısında mahpusların; işveren karşısında işçilerin;
erkek karşısında kadınların; ezen ulus karşısında ezilen ulusların özünde her zaman haklı
olduğunu; ne kadar aptalca işler yaparlarsa yapsınlar bunun o özdeki haklılığı ortadan
kaldıramayacağını ve ezilenlerin de yanlış yapabilme hakları olması gerektiğini anlamak
istemiyorlar ya da unutmak istiyorlar. Ve bunu hala hatırlatmak isteyen dinazorlarla köprüleri
atıyorlar.
Bizim işimiz alttakilerin, ezilenlerin kötü olabilme ve yanlış yapabilme hakkını savunmaktır.
http://www.comlink.de/demir/
20 Ocak 2001 Cumartesi
36
Hatalar Sizden Hızlı Koşarlar
Fransa'nın kararı ile birlikte, Ermeni Katliamı üzerine tartışmalar gündeme oturdu. Aslında ne
Fransa'nın aldığı kararın, ne de bu günkü tepkilerin Ermeni Katliamı ile ilgisi yoktur. Ermeni
Katliamı konusu, başka bir politik çatışmanın aracıdır. Arkada libero oynayan Almanya'nın
öne sürdüğü Fransa, bu kararla, Avrupa Ordusu'na Amerika'nın desteğiyle çomak sokan
Türkiye'ye politik baskı amaçlıyordu. Özel Savaşçılar için de Fransa'nın kararı, hem şiddet
politikasına dönüşün gerçek nedenini gizlemeye yarayan, hem de onu haklı göstermeye
yarayan bir gerekçe olarak gökten inmiş bir nimetti. Böylece barış ve demokratikleşmeden
yana olanları, "milli menfaatlere" kaygısız Avrupa'nın gönüllü işbirlikçileri olarak suçlayıp
savunma mevzilerine sokabilirdi. Yani karar da, tepkiler de, doğrudan Ermeniler veya Ermeni
katliamıyla ilgili olamayan başka politik hedeflerin bir aracından başka bir şey değildirler.
Zaten bu da, tarihin, tarihten ziyade günümüzle, günümüzdeki sınıfların ve politik güçlerin
konum ve çıkarlarıyla ilgili olduğunu gösterir. Bu nedenle, Tarih tarihçilere bırakılamayacak
kadar politik bir konudur. Keza tarihi tarihçilere bırakmanın kendisi de tarihsel gerçeği bulma
değil, günün politik kaygılarıyla ilgili basit bir taktikten başka bir şey değildir ve ciddiye
alınacak bir yanı da yoktur.
Elbet bu tartışmalar, başka bir çatışmanın aracı, Kürtlere karşı saldırının sis örtüsüdür ama
bütün bunlara rağmen aynı zamanda, bizzat bu katliamın varlığının bu yükseltilen inkarıyla
bile, Türkiye'nin egemenleri için bir yenilgidir. Çünkü Türk kimliği, hafıza kaybına
dayanılarak oluşturulmaya çalışılmıştır. Cumhuriyet bütün gerçek geçmişi unutma ve
unutturmaya dayanıyordu. "Harf Devrimi" bile, kapitalist dünya ile ticareti kolaylaştırmak
kadar, bu geçmişi unutma ve unutturma çabasının da bir ifadesidir.
Hatalar insanlardan hızlı koşarlar. Onlardan kaçıp kurtulma olanağı yoktur. Tam
unutulduğunu, kurtulduğunuzu sandığınız anda, karşınıza aşılmaz bir duvar gibi dikilirler
Türk ulusu da, kendi hafızasını yitirme bahasına, doğuştan günahlarını unutmak ve
unutturmak, onlardan kaçıp kurtulmak istiyordu. Altmışlı ve yetmişli yıllarda neredeyse
hedefe varılmış gibi görünüyordu. Günahları işleyip onların lanetini üzerinde taşıyan kuşak
yavaş yavaş sırasını savıp giderken, önceki kuşağın günahlarından habersiz kuşaklar meydanı
dolduruyordu. O günahları hatırlatacak kimse de kalmamıştı ülkede. O günahların
kurbanlarının diyasporadaki kalıntıları da aynı şekilde sıralarını savıyorlardı. Sonraki nesiller
ise zaten doğdukları ülkelerin insanları olmuşlardı. Galiba bu sefer günahlardan kaçmak,
onlardan kurtulmak, o günahların hafızalardan yitip gitmesini sağlamak başarılmış gibi
görünüyordu.
Yeni kuşaklar için bu unutturulma öyle başarıya ulaşmış görünüyordu ki, çoğu sola ilgi
duyan, hatta Marksist yeni kuşaklar, Türkiye'deki sınıf ilişkileri ve toplumsal yapı ile bu
günahlar arasında bir ilişki bile kurma yeteneği gösteremiyordu. Örneğin sosyalistler arası
toplumsal yapı, sınıflar, tarih konularında yoğun tartışmaların yaşandığı ve bu tahlillerden
strateji ve programların çıkarıldığı altmışlı ve yetmişli yıllarda Ermeni Katliamı, sonraki
mübadeleler, Kafkas ve Balkanlardan insan göçleri ve bunların sistemin örgütlenmesi ve sınıf
37
ilişkilerinin şekillenmesi bakımından etkileri gibi konularda hemen hemen hiç bir şey
bulunmaz. Bu konular ve kavramlar, Türkiye'nin toplumsal yapısı ve sınıf ilişkileri
bağlamında değil; bu paradigmalar ortadan kaybolduktan sonra; hatta bu paradigmalara karşı
olarak doksanlı yıllarda solcuların tartışmalarına girmeye başlamıştı.
Örneğin, Ermeni katliamı, hangi tarihsel ve toplumsal ilişkilerin sonucu olarak gerçekleştiği
ve bu katliamın sonraki Türkiye'nin toplumsal ve sınıfsal ilişkileri üzerindeki etkileri gibi bir
bağlamda değil de; Ermenilerin katledilmesi ve sonradan yok olup gitmesinin çok renkliliği
azalttığı gibi (aslında gizli bir ırkçılığı da yansıtan) bağlamlarda konuya yaklaşıldı, zamanın
ruhuna uygun olarak. Yani konunun tarihsel ve toplumsal ilişkiler bağlamında tartışılabileceği
dönemde Ermeni Katliamı diye bir konu akla gelmiyordu dolayısıyla o analizler havada
kalıyordu; Ermeni Katliamının gündeme geldiği dönemde ise, konuyu toplumsal ve tarihsel
bağlamda; politik mücadele stratejisi bağlamında tartışacak paradigma ve kavramsal araçlar
bir kenara atılmış bulunuyordu.
Bu arka plan, sanki sınıfsal ve Marksist bakış açısıyla örneğin Ermeni sorununun tartışılması
arasında bir çelişki ve uzlaşmazlık varmış gibi bir yanılsama ortaya çıkmaktadır. Ama
Türkiye'deki sınıf ilişkileri, bizzat bu katliam ve sonraki Rum mübadeleleri olmadan
anlaşılamaz.
Türkiye ve Kürdistan'da egemen sınıflar bu katliam ve başka zorunlu göçlerden elde ettikleri
servetle oluşmuştur. Denebilir ki, ilk sermaye birikimi batıda nasıl korsanlık ve köle ticaretine
dayanırsa, Türkiye'de de Ermeni katliamına ve Rumların sürülme ve mübadelesine
dayanmıştır. Bütün egemen devlet kastının ve sınıfların servet ve sermayelerinin kaynağında
bu katliam ve mübadeleler bulunmaktadır.
Ermeni ve Rumlar nispeten kapitalist ilişkilerin geliştiği burjuvalardı. Tasfiye ve katil, aslında
aynı zamanda, modern toplumsal ilişkilerin de tasfiyesi olmuştur. Modern Kapitalist Rum ve
Ermenilerin malları ve sermayeleri; prekapitalist tefeci-bezirgan sermayeye dönüşmüş veya
toprak ağalığını ve ortaçağ artığı iktisadi, sınıfsal ilişkileri güçlendirmiştir. Böylece katliamla
birlikte gerilik ve gericilik birbirini üretir olmuştur. Türkiye ancak, 1960'lı yıllarda, katliam
öncesinin ekonomik düzeyini yakalayabilmiştir.
Bu nedenlerle egemenler, hem kendi egemenlik ve imtiyazlarının kaynağını gizlemek; hem de
bir ulus yaratabilmek için unutmaya ve hafıza kaybına dayanabilirlerdi. İşte tam başardıklarını
sandıkları anda, geçmiş günahları karşılarında aşılmaz bir duvar olarak dikilmiş bulunuyor.
Bütün yaptıkları olmamışa döndü, her şey unutmaya ve unutturmaya dayanmıştı, bu proje
çöktü; bu nedenle ağır bir darbedir Türkiye'nin egemenleri için.
Ermeni Katliamının, inkar için bile olsa tartışılmak zorunda kalınması, unutulmaması ve
tekrar hatırlanması bile projenin iflasıdır. Çünkü Türk Kimliği, unutmak ve hafıza kaybı ile
şekillendiriliyordu. Şimdi bu suskunluk yıkıldı.
http://www.comlink.de/demir/
10 Şubat 2001 Cumartesi
38
Ararat
Geçen hafta Atom Egoyan’ın Ararat filmini görebildim. Bu film üzerine ve film vesilesiyle
bir kaç şey söylemek gerekiyor.
Atom Egoyan’ın filmi sadece film içinde bir film değil, iç içe geçen bir çok hikayeden
oluşuyor. Film, Ermeni katliamı üzerine bir film; Ermeni katliamı üzerine bir Ermeni olarak
film yapmanın sorunları üzerine bir film; İki binli yıllarda Kanada’da yaşayan bir Ermeni
olarak bu konuda film yapmanın sorunları üzerine bir film; modern batı metropollerinde
yaşayan insanların ilişkileri ve ilişkisizliği üzerine bir film; kuşaklar çatışması üzerine bir
film; ünlü ressam Arshile Gorky’nin hayatı üzerine bir film; Babasız büyüyen çocukların veya
babalarının anısı altında ezilen çocukların sorunları üzerine bir film; mit yaratmak üzerine bir
film; mitlerin gerçek hayatları üzerine de bir film; Dr. Ussher’in anıları üzerine bir belgesel;
ama belgesellerin ne kadar belgesel olduğu; onların ne kadar gerçeği yansıttığı veya
yansıtabileceği üzerine de bir film. Burada saymakla bitmeyecek ve her bir hikayenin, her bir
konunun diğerine ayna görevi gördüğü; bir yabancılaşma etkisi yaratmak için de kullanıldığı,
zaman ve mekan ve hikaye geçişlerinin büyük bir ustalıkla yapıldığı sanat değeri yüksek bir
film Ararat.
Ben de kısaca Ararat film üzerine, yani bir Ermeni tarafından Ermeni katliamı üzerine
yapılmış bir film üzerine bir Türk olarak yazı yazmanın sorunları üzerine bir yazı yazmak
istiyorum.
Bu film üzerine, her türlü politik kaygıdan azade olarak, sırf estetik kaygılarla, sırf felsefi
kaygılarla bir yazı yazmak isterdim. Filmin çok önemli gördüğüm bir zaafı üzerine bir yazı
yazmak isterdim.
Ama böyle bir yazı yazamam.
Çünkü Türkiye’de devlet ve toplumun büyük çoğunluğu, bir Ermeni, Süryani katliamı
olduğunu inkar ediyor.
Çünkü bu film Türkiye’de oynatılamıyor. (Osmanlı’da oyun çok. Baktılar doğrudan
yasaklasalar olmayacak, önce serbest bıraktılar, sonra iyi saatte olsunlar faşist çeteler piyasaya
sürülüp, “halkın tepkisi” nedeniyle sinemaların oynatmaması sağlandı. Halbuki demokratik
bir ülkede, devletin görevi o “halkın tepkisi”ne karşı, bir tek kişinin bile o filmi seyretme
hakkını savunmak olur.)
Ne zaman Türkiye’de Ermeni-Asuri katliamı inkar edilmez ve üzerine açıkça tartışılır; ne
zaman bu film Türkiye’de serbestçe oynar ve her hangi bir engellemeye girişenlere karşı
devlet güçleri insanların bu filmi seyretme özgürlüğünü garantiye alır, ancak o zaman
Egoyan’ın filmi üzerine her türlü politik kaygıdan azade olarak bir yazı yazılabilir.
Yani bir Türk olarak, bu film üzerine bir yazı yazma özgürlüğüm bulunmamaktadır. İnkar
edilen bir olay üzerine çevrilmiş yasaklanmış bir film üzerine yazı yazmak, elleri bağlı ve
savunmasız bir insana vurmaktan farklı olmaz.
*
39
Bu vesileyle Türkiye’nin sosyalistlerine bir çağrı.
Politikadan ve demokratik görevlerden kaçmak için, işçilere bilinç götürmeyi; emekçi halkın
sıkıntılarından bahsetmeyi; globalizme karşı dünyanın bilmem neresindeki gelişmelerin
ateşiyle ısınmayı falan bırakın artık. Nasıl olsa işçiler ve halk sizi dinlemiyor. Ama başka bir
şekilde işe yarayabilirsiniz. Örneğin politik sonuçları olan kültürel ve kalıcı etkiler bırakan
çalışmalara yönelebilirsiniz.
Örneğin, Atom Egoyan’ın filmi faşistlerin gösterisiyle oynatılmıyor mu? Bu filmin
gösterilmesi için, “Ararat'ı seyretme özgürlüğümü savunmayan devleti protesto ediyorum”
diye filmin oynatılması için kampanya başlatabilirsiniz.
Emin olun böyle bir şey yapmanın, yüz işçi grevi örgütlemek; bin işçiyi sendikalı yapmak; on
işçiyi sosyalist yapmak kadar sevabı vardır.
Bu filmin oynatılıp oynatılmaması üzerine, toplumda bir tartışma başlatmanız, filimin
oynatılması sağlanamasa bile, başlı başına bir zafer olur.
Ya da örneğin, dedelerinizin, babalarınızın Ermeni Süryani katliamında, nerelerde ne
yaptığını ifşa eden, alttan bir hareket başlatabilirsiniz. Herkes tek tek ailesini araştırır,
dedelerinin bu katliamlar sırasında ne yaptığını. Ailesinde bu katliamlardan gelen bir gayrı
menkul, bir servet, ahretlik türünden bir ev kölesi vs. olanlar bunları kamu oyu önünde
anlatıp, bu katliamı lanetleyebilir.
Ermeni, Süryani ve Rum katliamları, sürgünleri ve mübadeleleri devlet ve ilk sermaye
birikimini bu kanlı olaylarla sağlamış zengin sınıflar tarafından inkar dilmektedir ama, sıradan
halk bu katliamı ve somut olayları bilmektedir. Bu halkın anlattıkları derlenerek, devletin ve
egemen sınıfların ve gerici Türk milliyetçilerinin inkarlarına karşı, aşağıdan bir hareket
başlatılabilir.
Hasılı bir çok şey yapılabilir. Sosyalistler, böyle çabaların başını çekerlerse, tekrar altmışlı
yıllardaki gibi, demokratik mücadelenin önüne geçip, küçük güçlerine rağmen toplumun
gündemini belirlemeyi başarabilirler.
Yani sadece sevabı yok, politik bir işlev ve anlam da kazandırır sosyalistlere.
Değmez mi böyle girişimlere.
04 Mayıs 2004 Salı
http://www.comlink.de/demir/
40
Türklüğü ve Ulusu Yeniden Tanımlamanın Farkı
Kürt olduğu için vurulan 5 C öğrencisi Uğur’un Anısına
Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür
Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:
-Maveraünnehir nereye dökülür?
En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:
-Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!dir.
(...)
Ece Ayhan, Meçhul Öğrenci Anıtı
Geçen haftaki “Türk Nedir?” başlıklı, aslında dört yıl önce yazılmış yazı, hem çok tepki, hem
de çok takdir aldı. Ama her iki taraf da yazıda ne dendiğini anlamamışlardı. Yazı Türkler
tarafından Türk ulusunun yeniden tanımlanması olarak anlaşıldı.
Anlaşılamamasının nedeni şudur: Bu gün dünyadaki insanların neredeyse tamamı, (ki buna en
hızlı komünist ve enternasyonalistler de dahildir) ulusçudurlar ve bunun dışında başka bir var
oluşu tasavvur bile edemezler.
Ama sadece bu kadar değil. Bir de bunun çifte kavrulmuşu var. Dile, dine, kültüre, etniye
dayanan gerici ulusçular da bu ulusçuların yüzde doksanını oluştururlar.
Ulusçular ulusun ne olduğunu anlayamazlar. Çifte kavrulmuşlar ise bırakalım ulusçuluğu,
demokratik bir ulusçuluğun bile ne olduğunu anlayamazlar.
Bizim yazılarımızın trajedisi de buradadır. Neredeyse bütün okuyucuları, ezen ya da ezilen
ulustan olsun, kendine ister sosyalist ister milliyetçi desin, ulusçu ya da gerici ulusçu olanlara
ulusun ve ulusçuluğun ne olduğunu anlatmaya çalışmaktadırlar.
Bu beyhude işe devam edip bir başka açıdan daha anlatmayı deneyelim.
Özellikle son zamanlarda güçlenmiş söyle bir akım var. Bu gün Türkiye’de Türk denenler
aslında, Bizans, Osmanlı’nın mirasçısıdırlar, kültürce onların devamcısıdırlar. Bizans da esas
olarak Rumluk ve Ermenilik olarak tanımlanabileceğinden, Orta Asya’daki uluslar değil ama
Rumlar ve Ermeniler Türklerin en yakın kardeşleridirler.
41
Diyelim ki bu akım güç kazandı, devletin resmi ideolojisi haline geldi. Tarih kitaplarında bu
yönde değişiklikler yapılıyor, Ermenistan ve Yunanistan’la vizeler kaldırılıyor. Türk
başbakanları gidip, 1915’de katledilmiş Ermenilerin anıtı önünde Willy Brandt gibi özür
dileyip, Türklüğü İslamiyet ve orta Asya Türklüğü ile tanımlayan anlayışların bu katliamlara
yol açtığını söyleyip mahkum ediyorlar vs..
Kendini böyle tanımlamış bir Türk ulusçuluğu, elbette, gerçek duruma daha yakın olduğu
için, en azından bu günkü hafıza kaybına dayanan kişilik parçalanmasına uğramış
karakterinden bir parça olsun kurtulmuş olur. Bu aynı zamanda, bu günkü dünya dengelerinin
ve Türk burjuvazisinin ve hatta egemen Devlet kastının ihtiyaçlarına daha uygun bir Türk
ulusçuluğu olur ama, gerici bir ulusçuluk olma karakterini yitirmez.
Çünkü burada yeniden tanımlanan Türkiye Toprakları üzerinde yaşayan ulus değil,
Türklüktür. Ulusun Türklüğe göre tanımlanması değişmemiş, sadece Türklüğün tanımı
değiştirilmiş olur.
Halbuki demokratik bir Cumhuriyette ya da ulusçulukta, ulusun tanımı değiştirilir, Türklüğün,
Kürtlüğün ya da her hangi bir şeyin, şöyle ya da böyle tanımlanmasının hiçbir politik anlamı
ya da sonucu olmaz. Bunlar insanların özel sorunu olur.
Diyelim ki Anayasasında, “Türkiye Ulusu (Bu Anadolu Ulusu veya başka bir şey de olabilir.
Türkiye burada coğrafi bir alanı tanımlar, devletin egemen olduğu alanı) Türkiye Cumhuriyeti
denen devletin yurttaşlarından oluşur. Devletin ve ulusun, dini, dili, soyu, kültürü, etnisi
yoktur. Her yurttaş eşittir. Herkesin istediği dilde ve ana dilinde eğitim hakkı vardır. Ortak bir
konuşma dilinin ne olacağına Yurttaşlar kendileri karar verirler.” tarzında bir madde olan bir
ulus ise, ulusu yeniden tanımlamış olur. Bu ulustan insanlar, ortak konuşma dili olarak pek ala
ülkede konuşulmayan bir dili de seçebilirler, örneğin İngilizce veya Arapça’yı. Bu o ulusu,
İngiliz ya da Arap ulusu yapmaz.
Ve bu ulusun, kendilerinin Türk olduğuna inanan yurttaşlarının bir kısma Türklüğün Orta
Asyalılık ve İslamiyet’le tanımlanacağını savunabilir ve inanabilirler; bir kısmı Rumluk,
Ermenilik veya Bizanslılıkla. Bir kısmı da Türklerin insanlığı kurtarma özel misyonuyla
uzaylılar tarafından Dünyayı tohumlamak üzerine gönderildiklerine inanabilirler. Demokratik
bir cumhuriyette bunların hiçbir politik anlamı olmaz. Tıpkı gerçek laik bir ülkede, şu veya bu
inançtan olmanın, insanların cennetten, uzaydan veya maymundan geldiğine inanmanın hiçbir
politik anlamı ve sonucu olmaması gibi.
O halde dikkat! Öcalan’ın Türkiye Ulusu ve örneğin Türkçe’nin ortak konuşma dili olması
önerisi, ulusu yeniden tanımlamaktadır ve devrimci demokratik bir karakteri vardır. Ama
örneğin son tartışmalarda Bizanslıyız diyerek Türklüğü yeniden tanımlayanlar, ulusun dile,
dine, etniye, kültüre, geleneğe göre tanımlanmasını, yani gerici bir ulusçuluğu tartışma
konusu yapmamaktadırlar. O dili, geleneği, etniyi vs. yeniden tanımlamaktadırlar. Dolayısıyla
aynı gerici ulusçuluk anlayışının günümüz ihtiyaçlarına uyarlanmış biçimini
savunmaktadırlar.
Biz ise tıpkı dinsiz olduğunuz gibi ulussuzuz da. (Tabii bu ulusçuların kabul edemeyeceği bir
şeydir.) Amacımız demokratik bir ulusçuluk değil, genel olarak, ne kadar demokratik olursa
42
olsun, ulusçuluğu ortadan kaldırmaktır. Yani politik olanı ulusal olana göre belirlemeyi;
ulusal devlet ve sınırları.
Dolayısıyla Türklerin Bizans’ın torunu mu, Orta Asyalı mı oldukları bizim sorunumuz
değildir. Bizi ilgilendiren, insanların niçin dün Orta Asya Türklüğünde kan bağları ararken,
bu gün niçin Bizans’ın torunu olduğunu keşfettikleri; bu değişikliklere yol açan iktisadi ve
sınıfsal değişimler; bunların politik sonuçları ve yer yüzünden sömürü ve baskıyı kaldırma
mücadelesini bunların nasıl etkileyebileceğidir.
01 Aralık 2004 Çarşamba
43
Orhan Pamuk, İHD ve Sosyalistler
Bugün Türkiye’de demokratik bir parti yoktur. Neredeyse tek demokratik tepkiler verebilen
odak İHD ve Orhan Pamuk gibi birkaç aydındır.
Kimi demokratik talepleri olan, özellikle Kürt Özgürlük hareketine dayanan partiler vardır
ama bunların programları sistemli bir demokratik talepler manzumesi içermediği ve bunu
içerecek bir ideolojik ve teorik bir arka plan ve hazırlıktan da yoksun olduğu için, bunlar da
tam bir demokratik parti özelliği göstermezler. Hele bu demokratik özellikler somut
politikada, bu hareketin içinde etkili burjuvazinin dar ve kısa görüşlü kısır politikalarının
prizmasından geçip çarpıldığından demokratik bir nitelik iyice gözden kaybolur.
Böylece demokrasi mücadelesi sadece anti demokratik kanun ve uygulamalara tepki gösteren
bir dernek ve birkaç aydının sırtına kalınca, tepeden tırnağa örgütlü ve silahlı bürokrasi ve
örgütlü burjuvazi, onları her zaman kolayca tecrit edip ezebilmektedir.
Ama bunun baş suçlusu sosyalistlerdir. Açın sosyalistlerin organlarını bakın, Aydınlık, TKP
gibi Genel Kurmay desteklilerin bütün program ve mücadeleleri, sözde bir anti emperyalizm
ardına gizlenmiş anti demokratik gerici bir milliyetçiliğin savunusudur.
Açıktan bu durumda olmayanları ise neredeyse sadece sendikalist ve ekonomist bir
propagandayla uğraşırlar ve işçileri tüm toplumun önündeki demokratik özlemeler için
mücadeleden uzaklaştırmanın aracıdırlar. Yani aşağı yukarı bütün işçi hareketiyle ilgilenen
aydınlar, sendikacılar ve işçici küçük sol grupların yaptığı budur.
Biraz daha radikal görünmek isteyenleri de enternasyonalizmin ardına sığınarak demokratik
mücadele görevinden kaçarlar.
En keskin görünenleri ise, “demokrasi de neymiş, biz sürekli devrimden sosyalist devrimden
yanayız” derler.
Bütün bunların hepsinin ortak yanı devrimci demokratik bir programı ve bunun için
mücadeleyi gündemden çıkarmaları; işçi sınıfının demokratik bir programla toplumun önüne
çıkmasını engellemeleridir.
Demokrasiden sonuna kadar çıkarlı tek sınıf olan işçiler olmayınca da demokratik bir cephe
kurulamamakta, sınıfsal bir çekirdek bulunmadığı için bütün demokratik muhalefet bu
güçsüzlüğünü, Avrupa Birliği koşullarının zorlamaları ile bir derece olsun kapamaya
çalışmaktadır. Bu da onları, gerici milliyetçiliğe dayanan burjuvazi ve bürokrasi karşısında
daha zayıf bırakmakta ve daha da tecrit olmaktadırlar.
Bu mekanizmayı iki olayla görelim. Geçenlerde Orhan Pamuk, “bu memlekette bir milyon
Ermeni ile otuz bin Kürt öldürüldü bunu kimse söylemiyor bari ben söyleyeyim” dedi. Zaten
Avrupa Birliği’nden tarih alındığından beri o zamana kadar gevşettiği ipleri tekrar sıkmış
bulunan devletluların tüm özel savaş aparatı, bir merkezden emir almışçasına Orhan Pamuğa
karşı harekete geçti.
Bir diğer örnek, birkaç gün önce, ders kitaplarındaki ırkçı, başka din, dil ve kültürden
insanları aşağılayıcı ifadelere karşı İnsan Hakları Derneği kampanya yaptı.
44
Peki sosyalistler ne yaptı? Hiç.
Niçin? Sosyalistlerin kendileri gerici milliyetçilerdir de ondan. Sosyalizm bunu gizlemenin
bir aracıdır.
Devrimci demokrasi, her şeyden önce, ulusun her türlü dinsel, dilsel, kültürel., ırksal, soysal,
tarihsel belirlenimden azade kılınması demektir. Yani tüm dillerin, kültürlerin, dinlerin
eşitliğidir, Bu eşitlik ise devletin dini, dili, soyu, etnisi, tarihi olmaması demektir. Yurttaşlığın
insan haklarıyla tanımlanması demektir.
Bir Orhan Pamuk ya da İnsan Hakları Derneği, bu gerici milliyetçiliğe dayanan devletin
politikasının sonuçlarına tepki gösterebilir ama ona karşı ayrı bir sistematik program
koyamaz.
Bu siyasi partilerin işidir. Türk devletinin Türk devleti olmasını; yani ulusun bir dile, etniye
göre tanımlanmasını en büyük sorun olarak gören ve işçileri bunun için mücadeleye çağıran
ve bunu programının başına yazmış bir sosyalist parti var mı? Yok.
Böyle bir parti olduğunda, Orhan Pamuk zaten böyle bir şeyi söylemek için yapayalnız öne
çıkmak zorunda kalmaz. Çıktığında da bu parti örneğin tüm üyelerini ve toplumdaki tüm
demokratik güçleri, “Evet Orhan Pamuğa katılıyorum. Bu ülkede bir milyon Ermeni ve otuz
bir Kürt öldürüldü. Bunu ben de imzalıyorum ve Orhan Pamuğu tebrik ediyorum” diye
kampanyaya çağırırdı. Bu partinin yönetici ve militanları hedef olarak öne geçerdi. Bu
kanaldan, ulusu bir dil ve etniyle tanımlamaya karşı program somut olarak savunulabilirdi.
O zaman azınlıkta bile kalsanız, toplumu sizin dediğinizi tartışmak zorunda bırakır ve en
önemlisi sağlıklı bölünmeler yaratırdınız. Örneğin ulusu bir dile, dine, etniye, tarihe, kültüre
göre tanımlayanlarla, bu türden her türlü belirlemeden azade kılıp, insan haklarına göre
tanımlamak isteyenler; bu günkü gerici ve ilkel milliyetçilerle demokratik milliyetçiler
arasında bir bölünme olurdu bu. Çünkü bu bölünmenin olmadığı yerde, her biri gerici
ulusçuluğa dayananların bölünmesi olur. Onun sonuçlarının ne olduğunu merak eden
Balkanlar ve Kafkaslara baksın.
Böyle bir bölünme olduğunda, bölünmeler Aleviler ya da Sünniler; Kürtler ya da Türkler
arasında değil; devleti, yani politik olanı, yani ulusu bir dine, dile, soya, kültüre göre
tanımlayanlar ve böyle tanımlanmasında bir sorun görmeyen Alevi, Sünni, Türk ve Kürtler ile
bunu baş sorun olarak gören Alevi, Sünni, Kürt ve Türkler arasında olurdu.
Ama için de sosyalistlerin, işçilere işçilerin sorunlarından bahsetmeyi bırakması, İşçileri
Kürtlerin ve Alevilerin sorunları için mücadeleye çağırması gerekir. Birincisini Sendikacılar
yapar, Lenin’in Ne Yapmalı’da gösterdiği gibi bunun adı “ekonomizm”dir, ilkelliktir,
Sendikalizmdir. İkincisini sosyalistler yapar. Bir parti, işçileri değil, toplumdaki tüm gayrı
memnunları bağrında toplayıp, onların sözcüsü olduğunda adına layık bir sosyalist ve işçi
partisi olur. İşçi hareketinin işçi hareketi olmak için, işçi hareketi olmaktan çıkması gerekir.
Ne Yapmalı’nın bu temel dersini bile hatırlayan yok bu gün. Onun için, tüm demokratik
muhalefet bir Orhan Pamuk ile İHD’nin cılız omuzlarında.
15 Şubat 2005 Salı
45
Geliyorum Diyen Felaket
Bugünkü Irak, giderek, parçalanmadan önceki Yugoslavya’ya benziyor. Orada da, tıpkı bir
zamanların Yugoslavya’sında olduğu gibi etniler ve dinler bölünmesine karşı çıkanların sesi
daha az duyulur oluyor ve etkileri azalıyor. Bir çok gazeteci gibi, Cemal Uçar’ın da aktardığı
izlenimler, bir etniler ve dinler boğazlaşmasına doğru hızla yol alındığını gösteriyor.
Etniye, dile, soya, dine, tarihe dayanan gerici milliyetçilik, doğduğu günden beri, her zaman
halkların katliamlarına yol açmıştır. En katliama yol açmadığı yerlerde bile, zorunlu kitle
sürgünlerine.
Bu milliyetçiliğin ilk büyük zafer yürüyüşü Balkanlarda oldu. Bunu Balkanlar’dan
Müslümanların sürülüşü ve daha sonra da bizzat kalanların birbirini boğazlaması izledi. Bunu,
Anadolu’daki Ermeni katliamları, Mübadeleler izledi; onu Yahudilerin toplu imhası. Pek az
bilineni ve bu gün Hitler’in günahları nedeniyle sözü edilmeyeni, İkinci Dünya Savaşı’ndan
sonra yine bu gerici milliyetçiliğin bütün Avrupa’da milyonlarca Almanın sürülmesine ve bu
sürgünlerde tıpkı Ermenilerinkinde olduğu gibi yüz binlerce, kimi tahminlere göre
milyonlarca insanın ölümüne yol açtığıdır. İsrail, tıpkı Türkiye’nin Ermeni, Süryani
katliamları ve Rum mübadeleleri üzerinde yükselişi gibi, Arapların sürülüşü ve katliamı
üzerinde var oldu. Ve şimdi Irak dolu dizgin bu noktaya doğru gidiyor.
Bu gidiş durdurulabilirdi. Barzani ve Talabani, eğer PKK gibi bir programa sahip olsalardı,
ulusu Kürtlük veya Araplık gibi, etnik, dilsel, tarihsel biçimde tanımlamayıp, Irak’ta, tıpkı
gerçek bir laik sistemde devletin nasıl dini olmaz ve bütün dinler eşit olursa, dili, etnisi, soyu,
tarihi olmayan bir demokratik Irak ve Orta Doğu’yu savunsalardı, bütün bölge ezilenlerinin
kalplerini ve desteğini kazanırlar; Irak’ı parçalamak isteyen ve bunun için de Irak’ı dil, etni ve
din dengelerine göre örgütleyerek bu türden bölünmelerin yolunu açan ABD ve diğer
emperyalistlere karşı direnişin mayalandığı bir merkez olabilirlerdi. Böylece Irak’ın, ve
muhtemelen sonra da bütün Orta doğu’nun bu kanlı boğazlaşmaya gidişini durdurabilirlerdi.
Ama bunu yapabilecek ne sınıfsal temelleri vardı ne de ideolojik şekillenmeleri. Kerkük’ün
Kürtlüğü noktasında yoğunlaşarak; daha önce Saddam’ın etniye dayanan milliyetçiliği ile
yaptığına, yani Kürt ve Türkmenleri Kerkük'ten sürmeye; aynı mantıkla cevap vermeye
kalktılar. Bir tarihsel haksızlığı yeni bir haksızlıkla düzeltmeye kalktılar.
“Kerküğün Kürt veya Arap olması önemli değildir. Bizler insanların Kürt, Arap, Türkmen,
Ermeni, Süryani; Sünni, Şii olmalarının hiçbir politik anlamlarının olmadığı bir demokratik
Irak istiyoruz. Bu demokratik Irak’ın, tarihi, dili, dini, etnisi olması gerekmiyor. Tıpkı
Amerika’da olduğu gibi, yurttaşlık ve onun insan ve yurttaş olarak hak ve görevleri ulusu
tanımlamalıdır” demediler.
Elbette, Kürtler, bu bizzat kendileri gerici ulusçuluğa göre şekillenmiş, dile, etniye, dine,
soya, tarihe dayanan devletlerde ezilmektedirler. Ama bu ezilmeden kurtulmanın yolu,
46
kurbanı olunan gerici milliyetçiliğin bir benzeri olamazdı. Elbette çok elverişli güç
dengelerinde bu da olur ve her zaman olduğu gibi, yine etnilerin, dillerin, dinlerin sürgün ve
imhasıyla olur.
Ama büyük politikacı, Tarihin önüne sunduğu istisnai anda, güçlü olduğu noktada, var olan
paradigmaları aşıp, yeni bir açılım getirendir. Barzani ve Talabani, bu fırsatı elde ettiler ve her
zaman olduğu gibi, sınıfsal konumları, ideolojik şekillenmeleri nedeniyle Padişah olsa
soğanın cücüğünü yiyecek bir çobandan daha fazla bir ufuk genişliği ve çözüm gücü
gösteremediler.
İşin kötüsü, kendisi bizzat Kürtlerin de büyük felaketlerine yol açacak bu politika, PKK gibi
şu an bu etniye, dile, oya dayanan milletçiliği aşabilecek ve bunu programlaştırmış biricik
hareketin de sarsılmasına yol açtı.
Çok yazık! PKK’nın politikasının ve projesinin, Orta Doğu’da ulusları dile, dine, soya, etniye
gör tanımlayanlarla bölünmüş bir Demokratik Cumhuriyetin biricik doğru proje ve politika
olduğu, kanlı katliamlar ve sürgünlerden geçerek anlaşılacak. Ve bu anlaşıldığında insanlar
dillere, dinlere, etnilere göre öylesine derin bölünmelere uğramış olabilir ki, tekrar bir birliğin
bütün yolları tıkanmış olabilir.
ABD buna oynuyor. Kendileri gerici milliyetçiliğe dayanan ve bun nedenle Kürtleri ezen
uluslar ve devletlere ile; onlara karşı yine onların dayandığı milliyetçilik anlayışıyla cevap
vermeye kalkan Barzani ve Talabaniler bu oyunun başarısının en büyük destekçileri oluyor.
*
Bosna’daki savaşın en hızlı günlerinden birinde çalıştığım taksiye Yugoslavya’dan geldiği
belli olan Boşnak olduğunu sandığım bir genç binmişti. Konuşurken Sırp mı, Hırvat mı,
Boşnak mı olduğunu sormuştum. “Saraybosnalıyım” demişti.
Şehrini sormadığımı, Sırp mı, Hırvat mı, Boşnak mı olduğun sorduğumu söyleyip soruyu
tekrarlayınca; o da tekrar “Saraybosnalı’yım” dedi. O zaman bunu bilinçli olarak söylediğini
fark ettim. Karşımdakinin soya, etniye, dile, dine dayanan milliyetçiliği reddeden biri
olduğunu tahmin edemezdim. Karşımda, hala o etniler ve dinler boğazlaşmasında beynini ve
yüreğini yitirmemiş bir insan vardı. Kendisini Boşnak, Sırp, Hırvat vs. olarak, bir etniye, bir
dine göre tanımlamayı reddediyordu.
Bu gün de Irak’ta (Sadece Irak’ta mı? Her yerde ama Özellikle Orta doğu’da) “Türk müsün,
Kürt müsün, Arap mısın, Fars mısın, Yahudi misin?” sorusuna, her türlü etnik, dilsel, dinsel,
tarihsel göndermeyi reddederek, Kerküklüyüm, Musulluyum; Bağdatlıyım, diyecek, Kürt,
Türk, Arap, Fars olmayı reddedecek, o Saraybosnalı genç gibi insanlar gerekiyor.
27 Temmuz 2004 Salı
http://www.comlink.de/demir/
47
Azınlık Konusunda Yazılar’a Önsöz
Son günlerde azınlıklar konusu Türkiye’deki tartışma gündeminin önemli maddelerinden biri
oldu. Ama konu burjuvazi tarafından Avrupa Birliği’ne girme, Devlet bürokrasisi tarafından
da Lozan anlaşmalarındaki hukuki veya siyasi tanımları çerçevesinde ve Türkler veya
“çoğunluk” tarafından tartışılıyor.
Kürtler ise, ulusal baskıdan kurtulmak için, “kurucu” olarak kabul edilmek için mi , yoksa
şimdilik “azınlık” olmayı kabul edip sonra o haklara dayanarak daha elverişli koşullarda
mücadele etme olanakların tepmeyen bir mücadelenin mi daha doğru olduğu bağlamında,
aslında bir strateji ve taktik sorunu olarak tartışıyorlar.
Sosyalistler her zaman olduğu gibi bu gibi sorunları gündeme almayı ve tartışmayı neredeyse
bir sapkınlık olarak görüyorlar. Son derece bayağı olarak anlaşılmış mekanik veya ekonomik
maddeci Marksizm anlayışıyla, bu gibi sorunlarda bir şey söylemektense, hiçbir şey
söylemeyerek her hangi bir işçi direnişi veya iş koşullarındaki kötülükten veya genel olarak
yoksulluktan söz etmeyi sosyalizmin şanından sanıyorlar.
Bunu “ekonomizm” olarak gören daha “enternasyonalist” olanları ise politikadan kaçışlarını
ve politikasızlıklarını, dünyanın her hangi bir ülkesinde yapılmış bir toplantının veya eylemin
ateşinde ısınarak gizlemeye çalışıyorlar.
Böylece bu tartışmalarda, bırakalım sosyalist bir yaklaşımı bir yana, devrimci demokratik
denebilecek bir perspektifin bile izi tozu görülmüyor. Bayağılık ve gerici bakış açıları ve
kavramlar, yerleşilmiş ve doğrulukları zerrece eleştiri süzgecinden geçirilmemiş yaklaşımlar
bu tartışmalarda en ileri görünen görüşlere bile damgasını vuruyor.
Eleştirel ve devrimci Marksist geleneğe dayanan ve onu içinde taşıyarak aşmaya çalışan bir
yaklaşımın yokluğu bu bayağılığın temel nedenlerinden biridir. 1960’lar Türkiye’sini
hatırlayanlar bilirler. O zamanlar da sosyalistler, toplumun belki bu günkünden de küçük bir
bölümünü oluşturuyorlardı, ama ortaya koydukları yeni sorunlar ve bakış açılarıyla toplumun
üzerinde tartışılmaz bir entelektüel ve ideolojik üstünlük kuruyor, tartışmaları o günün
ölçüleriyle çok ileri noktalara çekiyorlardı.
Çok sembolik bir örnek alınabilir. Altmışlı ve yetmişli yıllarda, sosyalistler, en azından bir
kısmı, Türk halkından değil, Türkiye Halkı veya Halklarından söz ediyorlardı, bildirilerine bu
hitapla başlıyorlardı. O zamanın Türk devletinin Türklükle tanımlanmış niteliğini kimsenin
sorgulamadığı ve sorgulamayı aklından bile geçirmediği Türkiye’sinde bu çok ileri bir
yaklaşımı ifade ediyordu. Bu gün, Kürt hareketi; Demokrasi ve refah özlemlerinin ifadesi olan
Avrupa Birliğine katılma; goloballeşmenin zorladığı değişimler ve ABD’nin Irak’ı işgali gibi
gelişmelerin baskısı altında, toplum neredeyse, sosyalistlerin Altmışlarda, söyledikleri için
partilerinin kapatıldığı, işkence gördükleri, hapislerde çürüdüklerini, kabullendiği bir noktaya
gelmişken, yani Türkiyelilik tartışılırken ve Genel Kurmay Başkanı bile Türklüğü etnik veya
48
dilsel bir kapsamdan çıkarıp neredeyse Türkiye Devletinin yurttaşlarıyla sınırlı bir kavram
olarak tanımlamak zorunda kalırken, sosyalistler bu geç ve dolaylı gelmiş zaferlerini bile
savunma noktasında olmadıklarından, bu gün varılan nokta, liberallerin, globalizm
hayranlarının, ABD veya Avrupa’yı destekleyenlerin çabalarının bir sonucu gibi görülüyor ve
onların kontosuna bir artı olarak geçiyor.
İşin kötüsü, kendine sosyalistim diyenler altmışlarda savunduklarından da daha geri bir
noktaya kaymış bulunuyorlar. O zamanlar Türkiye Halkı veya Halkları, statükoya bir meyden
okuma, devrimci demokratik özlemlerin bir ifadesi iken, bu günkü sosyalistlerin sözde anti
emperyalizm, anti globalizm, Avrupa’ya karşı olma adına bu tartışmaların karşısında
durmaları, en gerici, devletin en derin ve anti demokratik kesimlerinin destekçiliğinden başka
bir anlam taşımıyor. Eskiden Türk devletine karşı Türkiye Halklarını savunuyorlardı, şimdi
Türkiye’cilere karşı Türk devletinin zımni veya açık savunucusu durumundalar.
Kimileri Türkiyeli sosyalistlerin bu evriminin günahını sosyalizm idealine veya Marksizme
yükleyerek bundan ideolojik bir kar da elde etmeye çalışıyorlar. Ama bunu yaparken,
Marksizmin o son derece temel önermesini unutmuş ve tersinden doğrulamış oluyorlar:
İnsanların varlıklarını bilinçlerinin değil; bilinçlerini varlıklarının belirlediği.
Türkiye’de sosyalistlerin ve toplumun bu ters yönlerdeki evriminin nedeninin Marksizmde
veya sosyalizm ideallerinde değil, somut sosyolojik ve ekonomik gelişmelerde aranması
gerektiği.
Bunun en büyük kanıtı aynı zamanda genel akıma karşı durmuş ve bunların sosyalizm veya
Marksizmle ilgisinin olmadığını söyleyen; sosyalistlere karşı sosyalizm mücadelesi veren;
sosyalistlere karşı sosyalizmi savunan sosyalistlerin varlığıdır. Nasıl Papalığın veya
Muaviye’nin cinayetlerinin nedeni İsa ya da Muhammet’in öğretileri değil idiyse ve Papalığa
ve Muaviye’ye karşı sapkınlar olduysa ve bizzat bu sapkınların varlığı bunun kanıysa öyle.
*
Ne var ki, toplumun bu gün otuz yıl önce sosyalistlerin söylediklerinin haklılığını kabul
etmesi, bu kabulün bu günün dünyasının veya Türkiye’sinin sorunlarına bir çözüm olduğu
anlamına gelmiyor.
Bu günün sosyalisti de tıpkı otuz kırk yıl öncesinin sosyalisti gibi yine topluma ters bir
noktada olmalıdır. Ancak o takdirde sosyalizm tekrar, fiziki gücü olmasa bile, teorik ve
entelektüel gücün kazanabilir. Kendisinin katillerini ve cellatlarını vasiyetini yerine getirmeye
zorlayabilir. Hiç unutmamak gerekiyor, eğer insanlık tarihinde bir ilerlemeden, bir ileriye
gidişten söz etmek mümkünse veya böyle sayılabilecek kimi değişmeler olmuşsa, bu her
zaman, yenilenlerin bir katkısıdır.
Bu günkü demokrasi denen şey aslında, işçi ve sosyalist hareketin bir seri yenilgi ile bitmiş
mücadelelerinde, galiplerin yendiklerinin vasiyetlerini gerçekleştirmek zorunda olmalarının
sonucudur.
Altmışların ve yetmişlerin, aslında kendini her ne kadar öyle tanımlasa da sosyalist değil
devrimci demokratik karakterli olan, sosyalist hareketi olmasaydı; seksenlerin ve doksanların
49
Kürt hareketi olmasaydı, bu gün kimse ne Türklüğü sorgular ne de azınlıkları tartışırdı. İki
hareket de çok ağır yenilgiler aldı. Ama galipler en güçlü oldukları noktada yendiklerinin
vasiyetini yerine getirmekten başka bir şey yapamaz durumdalar.
Ama onlar şimdi bizim vasiyetimizi yerine getirirlerken, bizim onların karşısına geçerek,
bunu hatırlatma ile yetinmemiz, sonumuz olur. Biz şimdi başka yenilgilerin peşinde
olmalıyız. Ancak o zaman ezilenlerin kurtuluş mücadelesine bir parçacık da olsa bir katkıda
bulunabiliriz.
Sosyalist olmak bilinçli olarak “yenilgi enayiliği”ni seçmek demektir.
En azından şimdiye kadar yaşanan tarih bunu kabul ederek yola çıkmak gerektiğini
göstermektedir.
O halde, göreve devam, önümüzdeki yenilgilerin konularını belirlemeye başlayalım.
*
Bu gün toplum otuz kırk yıl önce sosyalistlerin dediklerine geldi ama arada geçen zamanda
gerek toplumsal mücadeleler gerek bu mücadelelerden çıkan teorik sonuçlar çok uzun bir yol
kat ettiler ve çok başka noktalara vardılar. Dün sosyalistlerin dedikleri ve bu gün toplumun
vardığı yer, aslında bu günün dünyasının sorunları karşısında gerici ve tutucu bir konuma
karşılık düşer. Ama sadece dünyanın sorunları bakımından değil, teorik ve metodolojik olarak
da çok geri bir yaklaşıma karşılık düşer.
Azınlıklar konusu da böyledir. Azınlıklar konusunun Türkiye’de tartışıldığı biçim ve bu biçim
içinde, en sol ve en ilerici gibi görünen tavırlar ve kavramsal araçlar bile, bu günün
dünyasının koşullarında aslında gerici bir çözüm önerisinden başka bir şey değildirler.
Azınlıklar konusunda son yirmi yılda bir çok yazı yazdık. Bu yazılarda bu mücadelenin
deneylerinden yola çıkılarak, önümüzdeki yeni yenilgilerin yaşanacağı alanlar
tanımlanmaktadır. Elbette bu tanımlama, el yordamıyla, daha önce hiç el atılmamış alanlarda,
bakir ve keşfedilmemiş bir alanda yapıldığından, yeni olan çoğu kez eski biçimler içindedir.
Yeni yürümeyi öğrenen bir çocuk gibi paytaktır. Sık sık düşer. Ama yine de her seferinde
yeni bir alana girmeyi, yeni bir kıtayı keşfetmeyi başarır, çoğu kez, Kristof Kolomb gibi
bunun yeni bir kıta olduğunun farkına varmasa bile. Aşağıdaki yazılar aynı zamanda bu
evrimin izlediği yolu gösterir.
*
Seksenlerin ortasında o güne kadar Türk, Erkek, Beyaz olmuş ve böyle olduğunun bilincinde
olmayan, düşüncesinde böyle kategoriler bile bulunmayan bir sosyalist olarak Avrupa’da
sürgün yaşamına başladığımızda, bu gün artık örneğin kültür, azınlık, farklılık gibi,
sıradanlaşmış kavramlar, ne Avrupa’daki sosyalist harekette ne de içinden geldiğimiz Türkiye
sosyalist hareketinin geleneğinde ve terminolojisinde bulunmazdı. Devletin, paranın ne
olduğunu bilmeyen kabilelerin dilinde bunların karşılığı olan kavramların bulunmaması gibi.
Biz bu gün bile Türkiyeli sosyalistlerin hala kenarına bile varamadıkları klasik Marksist
geleneğe uygun olarak, emeğin kurtuluşunun ne yerel ne de ulusal bir sorun olamayacağı
önermesinin, mantıki ve geleneksel sonucuna uygun olarak, Avrupa’ya gelince, görevimizi
50
Avrupa’daki işçi hareketine azami katkıyı nasıl yapabileceğimiz olarak belirlemiştik. Bu
çerçevede, Almanya’daki işçilerin önemli bir bölümünü oluşturan Türkiye kökenli işçiler,
dillerini ve yapılarını en iyi bildiğimiz için esas ilgi ve çalışma alanımız olarak beliriyordu.
Ama daha bu görev tanımlamasında bile, bütün Türkiye sosyalistlerinden farklıydık. Onlar
için Türkiye’li veya Kürdistan’lı işçileri, Türkiye veya Kürdistan’daki mücadeleye tabi olarak
ve oradaki mücadeleye maddi manevi destek bağlamında ele alınırken; biz aynı kesimi
Avrupa işçi hareketinin bir parçası olarak ele alıyorduk. Bizim sorunumuz, bu Avrupa işçi
hareketinin nasıl birleştirileceği idi, onlar ise, fiilen Avrupa’lı işçileri uluslara göre bölerek
örgütlemiş oluyorlardı. Dolayısıyla bütün Türk ve Kürt soluna karşı bir konumda bulunuyor,
onların milliyetçiliğine karşı, klasik devrimci ve enternasyonalist bir konumu savunuyorduk.
Tabii bu klasik Marksist konuma uygun olarak da, tıpkı bir şehirden başka bir şehre giden bir
parti üyesinin gittiği şehrin organında çalışması gibi, Avrupa’da bulunduğumuz ülkelerdeki
seksiyonlarda çalışmaya başladık. Önce Dördüncü Enternasyonal’in Fransa seksiyonunda
(LCR’de Devrimci Komünist Liga), sonra Almanya’ya geçince Alman Seksiyonunda,
(GİM’de Enternasyonalist Marksist Grup) yer aldık.
Ancak Almanya’da daha ilk adımda, bu klasik yaklaşımın gerekli ama yeterli olmadığını
görmeye ve gözlemlemeye başladık ve birden bire, İşçi örgütlerinde ve partilerinde azınlıklar
konusuyla azınlıktan bir insan olarak (Almanya’da Türkiyeli işçiler, Türkiyeliler de Örgüt
içinde bir azınlıktı) karşı karşıya kaldık.
Bu karşı karşıya kalışın bulunduğu ortamı ve tartışmaların bağlamını aktarabilmek için, biraz
geriye gitmek gerekiyor.
1950’li yıllarda, klasik Birinci ve Üçüncü Enternasyonal’in geleneğini ve programını savunan
Dördüncü Enternasyonal henüz 1968 yükselişinin rüzgarlarıyla yelkenlerini doldurmamış,
küçük gruplardan oluşan bir örgüttü ve Avrupa’daki militanlarını özellikle Cezayir halkının
kurtuluş savaşını desteklemeye yöneltmişti. Gizli silah fabrikaları kurmak gibi işler
yapıyorlardı Avrupalı kalifiye işçi ve sosyalistler.
Ama böylece bir çok Avrupalı İşçi ve Sosyalist ilk kez üçüncü dünyalılarla, Avrupa İşçi sınıfı
merkezli bakış açısıyla, kendisi kurtarılacak olarak görülenlerle, nesne olanlarla, onların özne
oldukları mücadelede, onlara yardım etme durumunda bulunuyorlardı.
Babalar ve analar çocuklarından çocuklarının kendilerinden öğrendiğinden daha fazlasını
öğrenirler. Bu faaliyetlere katılanlar da kendi Avrupa Merkezciliklerinin farkına daha çok
vardılar. Bunlar Avrupalı örgütlerin içinde, Avrupalı örgütlerin Avrupa merkezci
düşünüşlerinin en önemli eleştirmenleri olarak varlıklarını sürdürdüler.
Onlar bir yanda bu örgütler içinde var olmaya devam ederken, Türkiye’de iki hareketin içinde
şöyle bir gelişme oldu yetmişlerin sonunda.
Vatan Partisi içinde biz Üçüncü Enternasyonalin lağvı, Sovyetlerin sınıf karakteri, Faşizme
karşı mücadelenin sorunlarından hareketle, Stalinizmle kopuşup klasik Marksist geleneği
sürdüren Troçkist geleneğe katılmıştık. Benzeri bir gelişim Rızgari saflarında da görülüyor ve
onlar da yavaş yavaş bu sorunları, Stalinizmi vs. gündeme getiriyorlardı. Ama bu teorik
51
olarak son derece korkak bir biçimde yapılıyor ve esas itici gücünü Stalinizmin Kürt sorunu
karşısındaki tutarsızlığının eleştirisinden aldığından, ulusçu bir hareket noktası bu arayışlara
sürekli damgasını vuruyor ve bu da onların mantık sonuçlarına ulaşmasını engelliyor, genel
olarak merkezci tabir edilen bir konumda bulunuyorlardı. Ama yine de, bu tabuların yıkılışı,
bizim yazılarımız ve evrimimizin de dolaylı etkisiyle bu harekete yakın duran bazı kişilerin
Rızgari hareketinden kopması ve Troçkizme yönelmesi sonucunu doğurmuştu.
İşte bu gelişmelerle bağlı olarak, bu hareketlerin Almanya’daki taraftarları arasında da bu
yönde bir evrim yaşanmıştı. Türkiye’deki bu evrimin sonucu olarak ve ondan etkilenmeyle,
çoğu bulunduğu fabrikada işyeri konseyi üyesi veya sendika aktivisti de olan, yıllardır bir
şekilde politik mücadele yürüten işçi ve aydınlardan bir grup, Troçkist olduk deyip Dördüncü
Enternasyonal’in kapısını çalmışlardı.
Avrupa sanayiinin kalbi Ruhr bölgesinde, Duisburg’ta, veya Stuttgart’da Mersedes
fabrikalarında grev yöneten Türkiyeli, sosyalist maden ve çelik işçisi, en az beş on yıllık
politik ve örgütsel tecrübesi olan işçiler bu küçük örgütün kapısını çalınca örgüt tam
anlamıyla bir şok yaşar. Örgütün bütünüyle ufku dışında kalmış bu kesim bulutsuz gökte
çakan bir şimşek gibi örgütün içine girmiştir.
Ernest Mandel Kürt işçilerin örgütlenmesi Kürdistan’da sosyalist bir seksiyonun
örgütlenmesine katkı olabilir diyerek, kendi cebinden aldığı IBM elektrikli daktiloyu bu gruba
hediye eder. Çı Bıkın isimli bir dergi çıkmaya başlar. Bu arada 12 Eylül darbesi olmuş,
göçmenler daha da hareketlenmiştir. Türkiye’den kaçanların da etkisiyle Avrupa’da
politikleşme ve aktifleşme yükselmeye devam etmektedir. Yol dergisi etrafında toplanan bu
kişiler, 12 Eylül’e karşı mitinglerin örgütlenmesinde önemli bir rol oynamışlardır. Hasılı
küçük Alman seksiyonu, gelen Türkiyeli Kürt ve Türk işçiler aracılığıyla başına devlet kuşu
konmuş gibidir.
Ne var ki, ilk cicim ayları bitince, 12 Eylül yenilgisi ve dünyadaki yeni muhafazakar
rüzgarların da etkisi altında (Teatcher, Reagan, Özal, Kohl) hem bir gerileme ve özele
çekilmeler hem de tam da azınlık olmaktan doğan sorunlar kendini göstermeye başlar. Kürt ve
Türk üyeler bir türlü örgütsel yaşama katılamamakta, hep kendilerini dışlanmış
hissetmektedirler. Bu nedir, nereden gelmektedir? Bu iki sorun birleşince, Türk ve Kürt
üyelerin çoğu bir süre sonra örgütü terk eder. Birkaç kişi kalır sadece.
Bunun üzerinde örgütte bu başarısızlığın nedenleri üzerine bir tartışma başlar. Ama tartışma
aslında yine tam anlamıyla örgüt içinde olmaktan ziyade, yabancılar ve yabancılarla
ilgilenenler arasında yürütülmektedir.
İşte bu tartışmalarda, Cezayir Kurtuluş savaşana dayanışmada çalışmış, oralarda yaşamış bir
Alman üye, örgüt içinde Türk ve Kürtlerin ayrı bir otonom örgütlenme içinde olmasını
savunmakta; Lenin’in Bundçularla tartışmasının yanlış bilindiğini, aslında Lenin’in fiilen
özeleştiri yaptığını, Yahudi işçilerin RSDİP içinde otonom yapılarının olduğunu
söylemektedir. Ve bunu söyleyen örgüt içinde yabancıları en iyi anlayan, onlara en yakın,
örgütün Avrupa merkezciliğine ve ırkçılığına karşı onları savunan; örgütün ırkçı olduğunu
söyleyen bu kişidir.
52
İşte ilk kez bu kişinin söyledikleri ve bu tartışma içinde, “azınlık sorunu” ile, sosyalist
örgütlerde azınlıkların sorunu bağlamında yukarıda kısaca değinilen koşullar ve atmosfer
içinde karşılaştık.
Tabii ilk tepkimiz, yabancı olarak bu Alman üyenin dediklerine yani örgüt içinde yabancıların
otonom örgütlenmesi olmasına karşı çıkmak oldu. Bu daha önce hiç duymadığımız bir şeydi.
“Kitapta yeri yok”tu. Böylece biz yabancılar otonomiyi reddederken, bir Alman, ama Cezayir
kurtuluş savaşı aracılığıyla bir önemli deney yaşamış bir Alman, bize rağmen bizlerin otonom
bir yapı oluşturmamızı öneriyor ve savunuyordu.
Ancak bu sırada Kadın hareketinin de bir yükselişi yaşanıyordu ve kadın hareketi sol örgütleri
ve işçi örgütlerini sarsmaya başlamıştı. Ayrıca Kadın, Barış ve Ekoloji hareketlerinin
partileşmesi olarak görülebilecek Yeşiller de seçimlerden büyük bir başarıyla çıkmış ve bütün
paradigmalar ve politik manzara değişmiş, sol örgütler bu gelişmelerin baskısı altına
girmişlerdi. Bunun etkisiyle de, örgütler içinde kadın üyeler fiilen otonom yapılar
oluşturmuşlar veya oluşturuyorlardı.
Aslında yabancıların durumu da tıpkı kadınlara benziyordu: Paralellikler en kör göze bile
batıyor. Avrupa’daki kadın hareketi her ne kadar beyaz bir karakter taşısa; yabancılar da
kadınlar karşısında seksist ve erkek egemen bir damardan geliyorduysa da; örgüt içindeki
ırkçılığa ve seksizme karşı ister istemez benzer sorunlardan gelen bir yakınlaşma da oluyordu.
Bunun üzerine, klasik literütürde yeri olmayan çevre, kadın, siyah (yabancılar, azınlıklar)
hareketleri ve konuları üzerine teorik bir yoğunlaşmaya girdik. Bu yoğunlaşmanın ilk
sonuçları örgüt içinde fiilen otonom olarak çıkardığımız Ne Yapmalı adlı, üç sayı çıkabilmiş
dergide görülebilir. (Bu dönemin kısa bir özeti, Hamburg Dersleri adlı yazıda bulunmaktadır.)
Bu arada, Hamburg’ta bir Türk dazlaklar tarafından öldürüldü ve Türk göçmenlerin hızlı bir
radikalleşme ve politikleşmesi başladı: Türk gençleri kendiliğinden öz savunma ihtiyacına
uygun olarak çeteler kurmaya başladılar. Türkiyelilerin içinde neler için nasıl mücadele
etmeliyiz, ne yapmalıyız gibi sorunlar tartışılmaya başlandı. Burada önemli olan şudur. Artık
Almanlar Türkiyelileri değil, Türkiyeliler kendilerinin ne yapacağını tartışıyorlardı. Yani
Azınlıklar sorunu değil; Azınlıklar Alman sorunun tartışıyorlardı. Bu günkü Türkiye’deki
tartışmaların diline çevirirsek; Türkler azınlık sorununu değil; Azınlıklar şu Türk sorununu
nasıl halledeceklerini tartışıyorlardı.
Bu gelişmelerin ve tartışmaların en başından itibaren içinde yer aldık. Artık, bir Alman
sosyalist örgütünde, sosyalist biri olarak azınlıklar sorununu değil; fiilen var olan bir azınlık
hareketi içinde, azınlıktan bir sosyalist olarak azınlık hareketinin veya azınlık hareketi
içindeki işçi ve sosyalistlerin ne yapması gerektiğini tartışıyorduk.
İşte ilişikteki ilk üç metin bu tartışmalar içinde bizim savunduklarımızın birer belgesidir.
*
Daha sonra, buradan çıkardığımız dersleri, Kürt hareketinin veya Türkiye’deki demokrasi
mücadelesinin stratejisi bağlamında tekrar çeşitli yazılarda ele aldık. Son üç metin de bunun
örneğidir.
53
Ama bütün bu yazlarda çok temel bir yanlışımız bulunmaktadır ve bu bizim ancak son
dönemde çözüp aşabildiğimiz bir sorundur. Zaten bu sorunun çözümü, Marksist Din, Ulus,
Üstyapılar, Demokratik cumhuriyet, Proletarya Diktatörlüğü gibi sorunları bir çırpıda yepyeni
bir ışık altında çözmektedir.
Temel yanlışımız, bu yazılarda ulusu, ulusçular gibi tanımlamamızdır. Yani bir dil, etni ya da
tarihle. Böylece sanki ortada iki farklı sorun varmış gibi görülmektedir. Bir yanda azınlık
sorunu, bir yanda da ulusal sorun. Ulusal sorununun çözümü için Ulusların Kaderini Tayin
Hakkı; Azınlık sorunu için, dil, kültür, ulus ve etnilerin eşitliği.
Peki, eğer politik olan dil, etni, soy, kavime vs. göre tanımlanmamışsa, azınlık mı olur?
Ayın şey demokratik cumhuriyet bağlamında da görülür. Bir yandan, Ulusların kaderini Tayın
hakkının aslında ulusal sorunla ilgili değil; nasıl bir devlet biçimiyle ilgili olduğunu söyleriz;
yani bir tek köyün bile ayrılma hakkı olması gerektiğinden; ayrılmak için bir ulus olmanın
şart olmadığından söz ederiz; diğer yanda ulusların kaderini tayin hakkından söz ederiz.
Ulusların kaderini tayin hakkının aslında dile, dine dayanan ulusal devletler kurmak hakkı
olduğunu göremeyiz.
Peki bu küçük adımı niçin bir türlü atamayız? Lenin, Troçki, Kıvılcımlı gibilerin üzerimizdeki
otoritesi öyle büyüktür ki, Onların hepsinin bu sloganı savunmuş olması, o sloganı eleştiri
ateşinden geçirmemizi engellemektedir. Bunun yanı sıra Türkiye’deki Kürt mücadelesine
verdiğimiz destek de bu ilkeye dayandığından, bu ilkenin nesnel ilerici yönü nedeniyle,
ideolojik olarak gerici olduğunu göremeyiz.
Bu nedenle, aslında 1990’ların en geç ortalarında atmamız gereken adımı ancak on sene sonra
atabiliriz. Bu nedenle aşağıdaki yazılar bu çelişkileriyle birlikte ve bu çelişkinin çözümünde
bir aşama, belli bir tıkanıklığın manevi bir otorite yüzünden aşılamamasının; zihnin
bilinmeyen yerlere adım atarken nasıl korkak ve ürkek hareket ettiğinin bir örneği olarak da
okunabilir.
Ulusal Sorun ve Azınlıklar sorunu (Türkiye’deki tartışmalarda Ulusal sorun ve Milliyetler
sorunu diye ayrılan şey) iki ayrı sorun değildir. Ya da daha doğrusu şöyle diyelim. Dile, dine,
etniye dayanan ulusçuluk açısından, bir ulusal sorun bir de azınlıklar ya da milliyetler sorunu
vardır. Milliyetler, azınlıklar yüzdeki sivilceler gibi katlanılması gereken sorunlardır. Ya da
sivilceleri sağlık işareti gören bir anlayışla sivilceler zamanın modasına göre, sivilceler bir
sağlık ve güzellik işareti olarak da alınabilir. Bu günün azınlıkları renklilik ve çeşitlilik olarak
tanımlayan anlayış, asılında bütün o ilerici görünüşünün ardında; gerici ulusçuluğun bütün
varsayımlarını paylaşır. Azınlığı yok etmez, sadece onun karşısındaki tavrını değiştirir. Sorun
olarak değil zenginlik olarak görmeye başlar. Yani azınlıklar zenginlik olmasa derhal tavrını
değiştirecektir.
Halbuki, ulusu, dil, din, etni, tarih vs, ile tanımlamayı reddeden; tüm dillerin, kültürlerin,
etnilerin eşitliğine dayanan; bunların politik olanın tanımından dışlandığı bir devrimci
demokratik ulusçulukta, çoğunluk olmadığı için (Dile dine etniye dayanan bir millet olmadığı
için), azınlıklar da (milliyetler de) olmaz.
54
Ama tam da bunların olmadığı yerde, kelimenin gerçek anlamıyla “azınlıklar sorunu”,
gerçekten aritmetik ya da sayısal anlamıyla azınlık olmaktan doğun sorunlar gündeme
gelebilir.
*
Bu günkü tartışmalara gelince. Buraya kadar söylenenler bir de bu bağlamda somutlayalım.
Türkiye’de Azınlıklar konusundaki son tartışmalar hep çoğunluk tarafından yapılmakta ve
yanlış varsayımlara dayanarak yapılmaktadır.
Birinci yanlış şudur:
Azınlık sorununu azınlıkları yok ederek değil, azınlıkların varlığına dayanarak çözmek
tartışılmaktadır.
Sorunun tartışılmasına en kritik yanlış: matematik olarak azınlık ile hukuki ve politik olarak
azınlık kavramının karıştırılmasıdır.
Azınlık sorunu öncelikle, politik ve hukuki bir sorun olarak ele alınabilir.
Politik ve hukuki bir çözüm için, bırakalım sosyalizmi bir yana, “Azınlık sorunu”nun,
devrimci demokratik bir çözümü, Azınlıkları yok ederek mümkün olur. Azınlıkları yok
etmenin biricik yolu ise, çoğunluğu yok etmektir. Ve bu da bir tek taleple ifade edilebilir:
Tüm dillerin, etnilerin, kültürlerin, “ulusların”, kavimlerin eşitliği; devletin dini, etnisi,
kültürü, kavmi, “ulusu” olmaması. Tıpkı gerçek bir laiklikte din karşısında nasıl bir konumda
olursa, diller, etniler, kültürler, kavimler ve “uluslar” karşısında da aynı konumda bulunması.
Zina tartışmalarındaki geri ve gerici konumlar azınlık tartışmalarına da damgasını vurmuştur.
Aslında sorun son derece kolay ve basit olarak çözülür. Nasıl hukuken evliliğin olmadığı
yerde, hukuken zina da olmazsa, politik ya da hukuki olarak tanımlanmış bir kritere göre
çoğunluğun olmadığı yerde, azınlık da olmaz.
Konu azınlıklar tartışmasında dinsel, ulusal, dilsel, kültürel azınlıklar olduğuna göre, bu
azınlıkları yok etmenin yolu: bu kriterlere dayanan çoğunluğu yok etmekten geçer.
Yani Ulusun ya da devletin tanımından Türklüğü kaldırdığınız zaman Ermeniliği, Süryaniliği,
Rumluğu, Zazalığı vs.yi de yok etmiş olursunuz.
Elbette politik ve hukuki anlamı olmayan bir kavram olarak Türkler, Ermeniler, Rumlar,
Süryaniler var olmaya devam ederler. Ama devlet ya da politik olan, her hangi bir dil, din,
etni, kültür ile tanımlanmadığı için; ortada politik ya da hukuki olarak bir çoğunluk bulunmaz.
İşte gerçek anlamıyla azınlık sorunu, tam da burada, politik olarak tanımlanmış çoğunlukların
olmadığı noktada ortaya çıkar.
Yani ulusun ya da devletin dini, dili, etnisi, tarihi, soyu olmadığı durumda da, politik ya da
hukuki anlamı olmamakla birlikte, aritmetiksel olarak azınlıklar var almaya devam ederler.
Aritmetik olarak azınlıkta olmanın kendisi bizzat o azınlıktakilerin, politika ve hukuk dışında
ekonomi ve kültür alanlarında baskı altında kalmasına yol açar. Çoğunluk olmanın kendisi
zaten bir güç olmayı ifade eder.
55
Gerçek bir demokraside, yani özel türden bir demokraside, devletin görevi: var olan politik ve
hukuki eşitliğe rağmen, politika dışında, sosyal hayatta, her an yeniden ortaya çıkacak
eşitsizlikleri dengelemek olmalıdır.
Bunun ne olduğunu hiç de politik olmadığı hemen görülecek, bu gün de politik anlamı
olmayan başka bir azınlık örneğiyle açıklamaya çalışalım.
Örneğin, özürlüler, tekerlekli sandalye aracılığıyla hareket edenler. Hukuken ve politik olarak
ayaklarıyla yürüyenlerle eşit olmalarına rağmen, bütün yollar, kaldırımlar, tuvaletler vs. hep
ayaklarıyla yürüyen çoğunluk gözetilerek yapılır. Tekerlekli sandalye ile hareket edenlerle
yürüyenler hukuken ve politik olarak eşit olmasına rağmen, tekerlekli sandalye ile hareket
edenler, sürekli bir baskı altında ve daha zor hayat koşullarında yaşarlar.
Burada toplum şu soruyla karşı karşıyadır: özürlülerin bu fiili eşitsizliğini dengeleyecek
tedbirler alacak mıdır, yoksa onları bir yük, bir hastalık gibi görüp kendi kaderleriyle baş başa
mı bırakacaktır?
Burada, toplum açısından çok büyük bir masrafa yol açsa da, fiili olarak ortaya çıkan
eşitsizliği gidermek için özürlülere uyan yollar, tuvaletler vs. yapılması ve onların nüfus
içindeki oranları ve katkılarından çok daha büyük bir meblağın bu fiili eşitsizliğin giderilmesi
için kullanılması ve kotalama gibi (örneğin özürlülere işlerde öncelik verilmesi veya kota
uygulanması) gibi tedbirler, bir ölçüde olsun bu eşitsizliği gidermeye yararlar. Gerçek
anlamda azınlıklar sorunu ve çözümü budur.
Aynı durum kolaylıkla, dilsel, dinsel vs. azınlıklara da aktarılabilir. Devletin dilinin, dininin
olmadığı; bunların hiçbir politik anlamının bulunmadığı bir toplumda da sadece sayıca azınlık
dininden veya dilinden olmak bile bir sürü eşitsizliklerin ve azınlıklar üzerinde fiili kültürel
baskıların oluşmasına yol açar.
Örneğin büyük bir çoğunluğu Sünni olan bir ülkede, Alevi veya Hıristiyan olmak, günlük
hayatta bir çok kültürel baskı ve dezavantajlı duruma yol açar. Tıpkı özürlüler örneğinde
olduğu gibi, devletin görevi, bu fiili dezavantajı dengeleyecek tedbirler almak olmalıdır.
Örneğin, Türkçe büyük çoğunluğun ana dili olduğundan, devletin resmi dili, her hangi bir
eşitsizliğe yol açmamak için örneğin İngilizce olsa bile (Bir çok Afrika ülkesinde, bu kaygıyla
olmasa da fiilen böyle bir durum vardır.) çoğunluğun günlük hayatta Türkçe konuşması, diğer
diller karşısında bu dil ana dili olanların avantajlı bir durumda olmasına ve diğer dillerin
zamanla yok oluşuna yol açar. Ana dili Türkçe olmayanların bin bir biçimde kültürel baskı
altında olmasına yol açar. Azınlıklar sorunu, bu fiili eşitsizlikleri dengeleyecek bir program
sorunudur.
Hemen görüleceği gibi, Türkiye’de tartışılan azınlık sorunu değil, ulusun nasıl tanımlanacağı
sorunudur.
Ne Türkiye’lilik üst kimliği, ne Kürt Türk kurucu üyeliği, bu konuda tutarlı bir çözüm
oluşturmaz. Aynı şekilde, bu gün Türkiye’de resmen azınlık olarak tanımlanmış azınlıkların
dinsel olarak tanımlanmış olması, devletin laik olmadığının da zımni bir itirafıdır. Bu günkü
azınlık tanımı, laik bir devletle de uyuşmaz.
56
O halde, azınlıklar sorunuyla karşı karşıya kalabilmek için, politik ve hukuki olarak, tüm
azınlıkların dolayısıyla çoğunluğun yok edilmesi gerekir. Ancak bundan sonra gerçek
anlamıyla azınlıklar sorunu tartışılabilir hali gelir.
(Gerçek anlamda azınlıklar sorununun tümüyle yok olması ise, demokrasinin ötesindeki
özgürlükler aleminde; “herkese emeğine göre” ilkesinin geçerli olmadığı; dolayısıyla her
hangi bir yaptırıma artık ihtiyaç duyulmayacak bir toplumda; “herkesten yeteneği kadar,
herkese ihtiyacı kadar” ilkesinin geçerli olduğu zenginliklerin gürül gürül aktığı bir toplumda
gerçekleşebilir.)
Bütün bunlar olsa, yani devletin nasıl dini olmaması gerekiyorsa, dili, etnisi, soyu, sopu,
kavmi “ulusu” olmasa bile, kimi aklı evvellerin çok sevdiği ifadeyle bu “ulus devletin sonu”
değil; etniye, dile, soya dayanan ulusçuluğun ve böyle tanımlanmış bir ulus devletin sonu
olur. Ulus ve ulusçuluk, dine, dile, etniye dayanmayan; insan haklarına dayanan bir ulusçuluk
ve ulusal devlet olarak var olmaya devam eder.
Yani bu şimdi artık kimsenin hayal bile edemediği çözüm de aslında, ulusçuluğun ve ulusal
devletin sonu değildir ve bu günün dünyasının sorunları karşısında gerçekte bir çözüm değil;
sorunun ta kendisidir.
Türkiye’deki tartışmalarda, sözde en radikal konumda olanlar arasında bile hiç konu
edilmeyen ve tartışılmayan da budur.
Ulus devletin sonu, politik olanın (yani devletin), nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusal olana
göre tanımlanmasının reddi; yani fiilen ulusal devletlerin yıkılması; bu da fiilen dünya
çapında bir “Proletarya Diktatörlüğü” demektir. Diğer bir ifadeyle Proletarya Diktatörlüğü,
somutta politik olanı ulusal olarak tanımlama üzerinde bir diktatörlük, ulusal olanı politika
dışında tutmadır. Yani bu günkü ulusçuluğun klasik dinlere yaptığını ulusçuluğa yapmaktır.
*
Türkiye’deki tartışmaların ikinci özelliği, onların çoğunluk tarafından yapılan bir azınlıklar
tartışması olmasıdır. Yani çoğunluk azınlığın nasıl tanımlanacağını ve azınlıkların ne
olacağını tartışmaktadır. Azınlıklar tartışmanın öznesi değil nesnesidirler.
Halbuki, Avrupa’daki Türkler, seksenli yıllarda, bir azınlık olarak, hangi hedefler için
mücadele edecekleri yönünde tartışmışlardı. Biz de bu tartışmaların içinde yer almıştık.
İlişikteki metinler, azınlıkların bir özne olarak sorunu nasıl tartıştıkları ve tartışabilecekleri
konusunda önemli dersler içermektedir.
Birinci ders, azınlıkların içinde de, azınlıkların hangi hedefler için nasıl mücadele edileceğine
dair bir sınıf mücadelesi olduğudur.
İkincisi, azınlıklar içindeki sosyalistler, azınlıkların sadece kendi sorunlarıyla uğraşmasının en
önemli eleştirmeni olmak zorundadır.
Üçüncüsü de bu ikinciden çıkar. Azınlıklar, toplumun çoğunluğunu taleplerine kazanabilmek
için, tüm toplumun önüne kendi sorunlarıyla birlikte büyük çoğunluğun sorunlarını da çözen
bir programla çıkmak zorundadırlar.
57
Almanya’da seksenli yıllarda yapılmış tartışmalar bağlamında yazılanların, Azınlıklar
sorunun tartışılmasını epey aydınlatacağını düşünüyoruz.
03 Kasım 2004 Çarşamba
demir@gmx.,li
http://www.comlink.de/demir
58
Kemalizm ve İslam
Kemalizm ve Politik İslam aynı madalyonun iki yüzüdür. Politik İslam’ın Kemalizm’e;
Kemalizm’in Politik İslam’a hava gibi, su gibi ihtiyacı vardır.
Türkiye batılılaştıkça, modernleştikçe ve de laikleştikçe Müslümanlaşmıştır. Türkiye bu kadar
laik ve batılı olmasaydı bu kadar Müslüman olmazdı. Osmanlı güya bir İslam imparatorluğu
idi, nüfusunun büyük bölümü Müslüman değildi; Türkiye Cumhuriyeti ise laik, batıcı ve de
batılıdır ama, Politik İslam’ın çok sevdiği ifadeyle, nüfusunun yüzde doksan dokuzunu
Müslüman yapmayı başarmıştır. (Alevileri Müslüman saymakta Politik İslam’ın Kemalizm’e
bir itirazı yoktur.)
Osmanlı’ya egemen olanlar, Müslüman devşirmelerdi, onlara Türk diyen batılılardı; onlar
kendilerini Türk olarak görmüyor ve Türk’ü kaba, cahil anlamında bir hakaret sıfatı olarak
kullanıyorlardı. Bu sınıfın sonradan uydurması olan “Türklerin devlet geleneği” denen şey
aslında, Bizans-Osmanlı’dan beri gelen ve kökleri Sümer’e dayanan bu sınıfın geleneği ve
ideolojisidir. Tarihte bir tek Türk devleti vardır: Türkiye Cumhuriyeti. Ve onu da Türkler
değil işte bu Türklerin devlet geleneğinden söz eden, Bizans-Osmanlı artığı sınıf kurmuştur.
Daha doğrusu zaten var olan devleti Türk devleti yapmıştır.
Bu Müslüman devşirmeler kastı ya da sınıfı; varlığını ve egemenliğini borçlu olduğu devleti
sürdürebilmek için her şeyi yapmaya ve her şey olmaya hazırdı. Birinci Büyük Millet
Meclisinde bunu açıkça da ifade ediyorlardı: “Şeytan da oluruz Bolşevik de” diye.
Milliyetçiliğin Osmanlı’ya geldiği dönemde, artık milliyetçilik eski demokratik ve
cumhuriyetçi niteliğini yitirdiğinden, Balkan ve Anadolu’da bir burjuvazi de Hıristiyanlar
arasında geliştiğinden, Burjuvazinin milliyetçiliği, bir etniye ve dine dayanan, çoğu kez de
etni ve din çakıştığı için ikisine birden dayanan bir milliyetçilikti. Burjuvazinin bu
milliyetçiliği, Bizans-Osmanlı devletçiliğini ve varlığı buna bağlı Müslüman Devlet
Sınıflarını tehdit ediyordu. Bu nedenle onlar, egemenliğini sürdürmek için Osmanlı
Ulusçuluğu para etmeyince bir süre Pan İslamizm ile oyalandıktan sonra, Türk ulusçuluğunda
karar kıldılar ve Müslüman ahaliden bir Türk ulusu yaratıldı.
Ne bu ulusu ve ulusçuluğu yaratan kastın; ne de kendisinden bu ulus yaratılan nüfusun soy
olarak Türklükle bir ilgisi bulunmuyordu. Balkan ve Kafkas göçmenlerinden; Anadolu’nun
büyük ölçüde Müslümanlaşmış ahalisinden, biraz da Türkmen ve Oğuz soyundan göçebe ve
köylülerden yaratıldı bu ulus. Öyle ki, soy ve dilce herkesten daha Türk olan Karamanlılar,
sırf Ortodoks oldukları için zorla Yunanistan’a sürüldüler; Adaların bir kelime Türkçe
bilmeyen muhtemelen Rum asıllı Müslümanları da onlara karşılık alındılar.
Müslüman Hıristiyan çelişkisi gibi görünen aslında, Kapitalizm öncesini temsil eden Osmanlı
Devlet sınıfları ile Hıristiyanlar arasında gelişmiş modern burjuvazinin çatışmasıydı.
Osmanlıcılık da, Pan İslamizm de, Türk milliyetçiliği de gerici Bizans-Osmanlı devletçiliğini
59
temsil ediyordu. Başta Ermeniler olmak üzere, Hıristiyan ahalinin katliam, sürgün ve
mübadeleleri, kapitalizmin tasfiyesi, prekapitalizmin güçlenmesidir. Bu tıpkı, “devlet benim”
deyişinin çıktığı Fransız devletçiliğinin, Sen Bartelmi katliamlarında Protestanlığı, yani
burjuva gelişimi katletmesi gibidir. Bu katliam Fransa’nın modern burjuva gelişime girişini
100 yıl geciktirmiş ve sonunda Fransız Devrimi bu gecikmenin acısını çıkarmıştır.
Hıristiyan burjuvazinin devlet sınıflarınca tasfiyesi, devletçiliğin yanı sıra prekapitalist toprak
ağa ve şeyhliğinin; tefeci bezirganlığın güçlenmesi sonucunu vermiştir. Bu tefeci
bezirganlığın ve ağalığın ideolojisi ise Müslümanlıktı. Güçlendirdiği tefeci bezirganlığı
kontrol altına alabilmek için, devlet sınıfları kendi İslam yorumunu devlet dini yaptı ve bu
resmi Müslümanlığa da laiklik adını verdi. Bu devletçilik Hıristiyan katliamlarıyla, laikliğin
temeli olan nüfusu ve toplumsal ilişkileri bizzat kendi yok etmişti.
Ne var ki, 1970’lere kadar, İslam genel olarak tefeci bezirganlığın ideolojisiyken, 1970’lerden
sonra yeni çıkan ve çoğu bu tefeci bezirganların çocukları olan, Anadolu Burjuvazisinin
bayrağı oldu. Politik İslam’ı bayrak yapan burjuvazi, sadece devletçiliğin keyfiliğinden
bıkmış işçileri değil, büyük şehirlerin Seküler burjuvazisinin bile desteğini aldı. Bu destekle
birlikte de eskiden Müslüman yazarların konusu olan Sabetaycı Komplo teorileri
Kemalistlerin başlıca ilgi konularından oldu.
Ama dikkat edilsin, Politik İslam’ı bayrak yapan burjuvazi, devlet sınıflarına karşı gerçekten
onları tecrit edecek, politik iktidarın seçilmiş temsilcilerin elinde bulunacağı tedbirler
almıyor; böyle girişimlerde bulunmuyor.
Devletin her türlü din eğitiminden elini çekmesi, İmam Hatiplerin kapanması; Diyanet
İşlerinin lağvı; İmam, Müezzin gibilerin maaşının vergilerden ödenmesine son verilmesi ve
bunların Müslümanların bağışlarıyla geçinmesi; devletin sadece inanç özgürlüğünü ve
eşitliğini garanti altına alması gibi gerçekten laik girişim ve talepleri ağızlarına bile
almıyorlar. Halbuki böyle talep ve girişimler bir anda, Türkiye’deki bütün Alevilerin,
dinsizlerin, şehir orta sınıflarının desteğini alır ve Kemalist bürokrasinin bütün demagojisini
açığa çıkarıp onu tecrit eder.
Böyle gerçek bir laiklik, ki demokratikleşmenin şartlı olan devletçiliğin tecridini de getirir,
Kemalizm’in laiklik denen resmi İslam’ını yok edeceğinden, Politik İslam’ın mazlumu
oynama şansı kalmaz. Bu da geniş ezilen yığınların hızla burjuvazisin etkisinden sıyrılışını
getirir. Bu nedenle AKP Kemalist devletçiliği tümüyle tasfiye edecek hiçbir adım atmıyor.
Çünkü, ancak bir Kemalist İslam olan Laiklik var olursa Burjuvazinin Politik İslam’ı var
olmaya devam edebilir ve bu ideolojik kayıkçı dövüşünü sürdürebilir.
28 Mayıs 2004 Cuma
60
Köln’de Yapılan Açık Oturumdaki Konuşma
5 Mart 2005 günü „90. yıl Ermeni Soykırımı ve Toplumsal Sorumluluk“ adı altında Köln
Dom Forum’da Almanya Ermenileri Merkez Konseyi ve Almanya Ermeni Kilisesi içinde yer
alan “24 Nisan Grubu” tarafından organize edilen ve yazar Doğan Akhanlı’nın sunduğu
panele Demir Küçükaydın, Recep Maraşlı ve Ragıp Zarakolu katıldı.
(Demir Küçükaydın’ın Konuşmasının Çözümü)
Bu panel soykırım kurbanlarına saygısızlık paneli değildir ve çerçevesi bellidir. Başka bir
ifadeyle panelin konusu soykırım oldu mu, olmadı mı değildir. Panelin konusu soykırım ve
izdüşümleridir, yani anlaşılmaz olanı anlamaya çaba göstereceğimiz bir platformdur.
Arkadaşlar, yüzyılın başında olan bu ve benzeri felaketler üzerine bütün tartışmaları ve
konuşmaları incelediğimizde şöyle bir eksiklik görürüz: Bu olayın olup olmadığı, nasıl
tanımlanacağı üzerine zengin bir literatür vardır, ama bu olay neden olmuştur? Bunun
sosyalist açıklaması hemen hemen hiç yoktur.
Bu yokluk bir sürü gizli varsayımı bir arada bulundurur. Ben biraz tartışmayı başka bir
noktaya çekme denemesinde bulunacağım. Çünkü bu olayın eksik görünen yanı bu kanımca.
Arkadaşlarım, bu soykırım ilk değil, son da değil. Ama biz ulusçuluğun ortaya çıkışıyla
birlikte olan bu soykırımı ele alalım. Çünkü ondan önce de St. Barthélemy katliamında
Farnsa’da Kıta Avrupası’nda protestanlar katledildi, soykırım yapıldı. Ama biz modern
tarihle, ulusçulukla ortaya çıkanlara baktığımızda gerçekten de yüzyılın başındaki Ermeni
Soykırımı tek soykırım değil. Örneğin Almanya’daki Yahudilerin, İkinci Dünya Savaşında
faşizm, Nazi döneminde başına gelenleri biliyoruz. Daha birkaç yıl önce Afrika’da olanları
biliyoruz. Çok yakın zamanda Balkanlar’da eski Yugoslavya’da olanları biliyoruz. Ve çok
daha az bilinen birşeyi de ben hatırlatayım: Mesela savaş sonrasında bugünkü Almanya’nın
hudutlarının dışında bulunan Almanların oralardan sürülmeleri sırasında ölenlerin -bir iki
milyon kadar Alman ölmüş bildiğim kadarıyla- bugün kimse adını anmıyor. Yani en az
Ermeniler kadar da Alman öldürülmüş durumda, açlıktan ve sefaletten. . . Hem de en
mükemmel olanakların olduğu koşullarda. . .
61
Bu bize şunu göstermektedir; ne Almanlar, ne müttefikler ne hiç kimse bu konuyu anmıyor.
Ermeni sorununun, Ermeni soykırımının da anılmaması bu nedenle. Tarih tarihle ilgili
değildir arkadaşlar. Tarih doğrudan doğruya bugünle var ve bugünün var olan toplumsal
güçleriyle ilgilidir. Argümanlarla kimsenin dünyada ikna edildiği görülmemiştir. Şu an dünya
dengeleri eğer uygun olsa, muhtemelen gündemin baş sırasına savaş sonrasındaki Almanların
sürülmesi esnasındaki ölümler de gelebilir. Bugün Almanya’nın İsrail’den özür dilemesi,
boyun eğmesi, günah çıkarması aslında Almanya’nın bunları tanımalarıyla ilgili değil,
bütünüyle Almanya’nın politik çıkarlarıyla, Orta Doğu’da İsrail’in prosedürünün dünya
dengeleriyle ilgilidir. Bu bize şunu gösterir. Tersinden gitmek gerekir diyoruz. Şimdiye kadar
hep şöyle gidiliyor: Biz argümanlar getirelim, onlar tanısın. . . Bizler o güçlere karşı ciddi
mücadele edebildigimizde onun yan ürünleri olarak zaten bu olayın nedenleri ve kendisi
insanların bilincine çıkacaktır. Türkiye ya da dünya, emin olun Ermenistan’da iyi petrol
olsaydı, muhtemelen bu iş çoktan dünyanın gündemine girmişti. Ya da Ermenistan büyükçe
bir ülke olsaydı ve Türkiye oradaki pazara girebilseydi, Türk burjuvazisi “Ermenistan’la
ticaret yaparız. Ne olacak gideriz, diz çökeriz, boyun eğeriz” derlerdi. Bu nedenle olaya şu
açıdan yaklaşalım diyorum ben; Ermeni katliamını mahkum etmek, suçlamak, özür dilemek
ne bu olayı anlamamızı sağlar, ne de onun benzerlerinin bu dünyada yinelenmesini. . . Şu ana
kadar bütün diskusyon, diskurs bunun özür dilenmesi, kabul edilmesi, edilmemesi bağlamında
yürüyor. Bunda bir yanlışlık var. Soykırımın olduğunu tartışmak bile istemiyorum. Çünkü
argümanlarla öyle bir olay olup olmadığını Türkiye Devleti’ne kabul ettiremezsiniz. Ancak,
Türkiye’de güçlü bir demokatik muhalefet oluşur, o zaman devlet hepsini kabul eder.
Argümanların bu zamana kadar insanları bir şeylere ikna ettiği görülmemiştir. Nesnel,
çıkarlara dayanan güçlü bir sosyal hareket bir şeyleri başarabilir. Almanya’nın ya da
Türkiye’nin veya herhangi birisinin katliamı kabul etmesini mi istiyorsunuz, o bağlamda inkar
eden güce karşı başka bir sosyal gücü harekete geçirmeniz gerekir, onu örgütlemeniz gerekir,
ona bu programı dayatmanız gerekir. Eksik olan bu.
Doğan:
Burada merak ettiğim bir nokta var. Geçmişteki soykırım ve katliamlara ilgisiz kalmak
sadece devlet politikasında yatmakta değil. Temel olarak bakıldığında solda da aynı
sorun var ve Çin’den Arnavutluk’a kadar yeryüzünün bütün ihtilal yapmış ülkerlerde,
tarihi çok iyi bilenler, teşkilatlar, organizasyonlar, hem Türkiye tarihi konusunda
analizden yoksunlar -ya da yazılar pek yok- hem de soykırım konusunda politik bir
tutum da yok. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Demir Küçükaydın
Politik tutum olmaması her zaman bir politik tutumdur. Politik tutum yok diye bir şey olmaz.
Var. Sorun şöyle: Bu soruna gelindiğinde Sol kendisiyle hesaplaşmak zorundadır. Bu
katliamın temelinde ulusçuluk denen olay vardır, ama ulusçuluğun gerici bir biçimi vardır.
Ulusçuluk denen 1848’den sonra dünyaya yayılan dile, dine, etniye göre tanımlanmış gerici
ulusçuluk dediğimiz biçim bu siyasi, bu modern toplumun varoluş biçimi olmasaydı, Ermeni
katliamı olmazdı. Tutsilerin, Hutuların katliamı olmazdı, Yugoslavya’daki olmazdı ve yakın
zamanda Orta Doğu’da göreceklerimiz de olmayacaktır. Sol bütün dünyada gerici,
62
milliyetçidir. Buna özlem olarak karşı durmasına rağmen, sosyalizm maalesef doğarken
aydınlanmanın kalıntıları nedeniyle milliyetçiliğin ne olduğunu anlamamış, işin kötüsü Ekim
Devrimi’nden sonra en gerici milliyetçi hale gelmiştir. Düşünün arkadaşlar, dünyanın her
tarafında dine, dile, etniye dayanan uluslar, sosyalistler tarafından kurulmuştur. Özbekistan,
Bulgaristan, Kırgızistan vs. bunları kuranlar burjuvalar değil sosyalistler. . . Bir ulusu
Burgarlıkla, Özbeklikle bilemem neyle tanımlamaya başladığınız andan itibaren, ondan
olmayanlar, sizin gözünüzle katlanılması gereken, tolerans edilmesi gereken sivilceler olarak
görülmeye başlanacaktır. Soruna böyle yaklaşmanız lazım. Eğer bugün özeleştiri yapması
gereken varsa, biz sosyalistleriz derim. Biz daha doğarken ulusçuluk karşısında yeterince bir
bağışıklık oluşturabilseydik, insanlık bugün olduğu yerde olmazdı. İnsanlarda modern
toplumun bu var oluş biçimine karşı çok güçlü bir direniş, bir bilinç, bir karşı hareket olurdu.
Biz bunu yaratamadık. Bu nedenle eğer bir suçlu aranıyorsa, biziz bunun suçlusu.
63
“Ermeni Tehciri” ve Günümüzde Politika
Tarih tarihçilere bırakılamayacak kadar politik bir iştir. Tarih üzerine en soyut ve bu gün ile
ilgisizmiş gibi görünen tartışmalar bile aslında bu günkü toplumsal güçlerin çıkar, hedef ve
politikaları bağlamında yapılırlar. Tarihi değil ama günümüzün çatışan politik güçlerini,
onların hedef ve çıkarlarını anlamak istiyorsanız tarih üzerine yapılan tartışmalara bakınız.
Bundan doksan yıl önce gerçekleşen Ermeni Tehciri-Katliamı-Soykırımı söz konusu
olduğunda da tartışılan Ermeni katliamı değildir aslında. Bu gün var olan güçlerin çıkarları
çatışmaktadır. Bir yanda varlığını ve egemenliğini, bizzat bu katliamla doğmuş olan Türklüğe
dayandıran Sümer, Bizans, Osmanlı devletçiliğinin yaşayan son halkası, Türkiye politikasının
gerçek egemeni “Sünuf-u Devlet” ve onun gücü sarsılırsa kendisinin de ekonomiye
egemenliğinin sarsılacağını gören Müslüman ve Türk burjuvazi; diğer yanda, bu Türklüğe
göre tanımlanmış devleti daha esnek hale getirip çağın gereklerine ayarlamaya çalışan
liberaller. Bu çatışmada devrimci demokrasinin ve sosyalizmin izi bile yoktur. Kendine
sosyalist diyen milliyetçi ve liberaller ise bu iki gücün çatışmasında tarafların yedekleri
durumundadırlar.
Bu bizzat yapılan tartışmaların mantığında da görülür. Örneğin Ermeni Katliamı üzerine
bütün tartışmalar şu düzeyde yürütülmektedir: olan katliam mı, soykırım mı, öz savunma mı,
kaza mı? Devlet sınıfları ve onların gücü ve egemenliğini savunanlar bunun bir öz savunma
veya kaza; liberaller de katliam veya jenosit olduğunu savunmaktadırlar. Ya da tartışma
soykırım kavramının ne olduğu ve sınırları gibi hukuki tanımlara alanına yayılmaktadır.
Yapılan tartışma aslında şöyle bir benzetmeyle daha iyi anlaşılabilir. Ortada bir ceset ve
cinayet vardır. Bir taraf bunun taammüden işlenmiş bir cinayet olduğunu söylemektedir;
diğeri ise ölümde bir kasıt olmadığını (“göç ettirilirlerken savaş koşulları nedeniyle öldüler”)
veya bir nefsi müdafaa (“Ruslarla iş birliği yaptılar” ve/veya “onlar da bize saldırıyorlardı”)
olduğunu söylemektedir.
Peki bu tartışma özünde nedir? Bu tartışma hukuki bir tartışmadır, sosyolojik bir tartışma
değildir. Hukuki tartışmalar ise var olanı olumlayan dünyanın en gerici tartışmalarıdır.
İyi bir avukat, hayatın karmaşıklığının yarattığı nice ayrıntıyı kullanarak, en planlanarak
işlenmiş cinayeti bile bir meşru savunma gibi gösterebilir. Kaldı ki son duruşmada,
jüridekilerin kültürel kotlarının, ideolojilerinin veya çıkarlarının taraflardan hangisinin
iddiasını doğru kabul edeceğini belirlediği de bir sır değildir.
İşte Türk devletinin tam da sorunu çekmek istediği ve çektiği alan budur. Bu tartışmaya
girerek, liberaller daha baştan savaşı devlet sınıflarının istediği alanda kabullenmekte ve
onlarla zımni bir suç ortaklığına girmektedirler. Şu çok açıktır ki, Türk devletinin ve devlete
64
egemen zümrenin uluslararası politika alanında başka güçlerle çelişkileri de bulunmaktadır. O
güçler de baskı için, onun hareket alanını daraltmak veya tecrit etmek için parlamentoya gelen
karar tasarılarıyla Ermeni katliamını uluslar arası bir hukuk sorunu olarak ortaya
koymaktadırlar. Böylece devlet sınıfları kendi egemenliğine yönelmiş bir muhalefeti kolayca
kendisine baskı uygulayan diğer devletlerin işbirlikçisi gibi gösterebilmekte ve etkisizleştirip
tecrit etmekte, marjinalleştirmekdir.
Ama daha da kötüsü şudur: liberaller dengeler değişip başarı kazansalar bile bu katliamın
nedenini açıklamış ve o nedeni ortadan kaldırmış olmaz.
Çünkü hiçbir hukuki tartışma cinayetlerin nedeni nedir sorusunu sormaz. Hukuk nedenlerle
ilgilendiğinde bile, tek bir olayın hukuki nedenleriyle ilgilenir, sosyolojik nedenleriyle
ilgilenmez. Ama ortadaki olay, sosyolojik bakımdan açıklanmayı bekleyen son derece önemli
ve ciddi bir olaydır. Sorunu hukuki düzeyde tartışmanın kendisi, onun önemini ve ciddiyetini
gizleyen bir utanmazlıktır.
Bir olayın nedenleri açıklanmadan ve o nedenler ortadan kaldırılmadan sorun çözülmüş
olmaz. Bu konudaki bütün tartışmalara bakın, olayın sosyolojik olarak açıklanması üzerine bir
tartışma bir literatür neredeyse bulamazsınız. Bütün tartışma suç var mıdır ve suçlu kimdir
varsa cezası ne olmalıdır bağlamında yürütülmektedir. Ama bu tartışmanın kendisi gericidir
ve nedenler üzerine bir tartışmayı gündemden çıkarmaktadır. Nedenler üzerine bir tartışmayı
gündeme koymaya kalktığınız an, o ana kadar birbirine karşı mücadele eden taraflar, o
tarafların dayandığı varsayımları sorguladığınız için birlikte karşınızda yer alacaklardır.
Devrimci Demokrasi ve işçi sınıfı (Sosyalizm) olayı şöyle koymalıdır. Biz 1915’te Osmanlı
Devleti toprakları üzerinede yaşayan Ermenilerin toplu halde yok edildiği gerçeğini tartışmayı
reddediyoruz. Buna hukuken jenosit mi, katliam mı, tehcir mi, göç ettirme mi deneceğinin bir
önemi bulunmamaktadır. Bunlar sosyolojik değil hukuksal kavramlardır. Olayı açıklamazlar,
bizzat kendileri açıklanması gereken fenomenlerdir.
Bizi ilgilendiren esas sorun şudur: niçin bir dine ya da etniye ait insanlar yok edilmektedir.
Çünkü bu sadece burada yaşanmadı. Tersinden kısmen Balkanlar’da yaşandı. 1920’lerdeki
Türk Yunan Mübadelesi aynı olgunun “kansız” biçimidir. Yahudilerin Nazilerce yok
edilmesi; Yugoslavya veya Afrika’da olanlar; İkinci Dünya Savaşı sonrasında Almanlara
yapılan tehcir ve milyonları bulan ölüler. Bütün bunlar ortada nedenlerinin açıklanmasını
bekleyen çok ciddi bir fenomen olduğunu ve bu nedenler ortadan kalkmadığı sürece
yenilerinin olacağını göstermektedir.
Bu nedenlere girince şunu görürüz: ulusun bir dine, dile, etniye göre tanımlanması; yani
1800’lerde Amerikan ve Fransız devrimlerinin demokratik ve insan haklarıyla tanımlanmış
ulusçuluğunun yerini gerici ulusçuluk aldığı andan itibaren bu tür katliamlar ortaya çıkar.
Fransız devrimi Yahudileri gettodan çıkardığı ve eşit haklı yurttaşlar yaptığı gibi; Alsas
Loren’in Almanlarını da eşit haklı yurttaşlar yapıyor, feodal bağımlılıklardan kurtarıyor özgür
kılıyordu. Bu nedenle Yahudiler de, Alsas-Loren’in Almanları da devrimi savunan orduların
safında savaşıyorlardı. Bu sonra hiçbir burjuvazide görülmedi. Ama daha kötüsü, işçi hareketi
de zamanla bu programı; bu dile, dine, etniye dayanmayan; yurttaşlık ve insan haklarının
65
özdeş olduğu bu ulusçuluğu unuttu ve gerici ulusçuluğun birer savunucusu ve bu ilkeye göre
kurulmuş ulusların kurucusuna dönüştü.
Bir ulusu, bir din, dil, etni, tarih ile tanımlamaya başladığınız andan itibaren, bütün o tanımın
dışındakiler en iyisinden katlanılması gereken birer arıza olurlar eğer güç dengeleri el verip de
yok edilemiyorlarsa. Ya da şimdi olduğu gibi, kültürel zenginlik veya esnekliğe yol açtığı için
korunması veya tolerans gösterilmesi gereken bir süs gibi görülürler, ilk zorlukta satılacak.
İşte hukuki tartışma bu esas nedeni gündemden düşürmektedir. Çünkü her iki taraf da aynı
gerici ulusçuluğa dayanmakta ve onun dışında başka bir var oluşu reddetmektedir.
Biz ise bu reddin kendisini reddediyoruz.
Şöyle formüyle edersek daha iyi anlaşılabilir.
Sorun Türk devletinin özür dilemesi değildir. Türk devletninin Türk devleti olmaktan
çıkarılmasıdır. Sorunu böyle koyduğunuzda, Türk devletini ve onunla çıkar çatışması içindeki
diğer devletlerin dayandığı ilkeyi sorgular; ezilen sınıf, ulus, din, dil, etni ve cinsleri yanınıza
alırsınız. Yani sorun aynı zamanda bir strateji ve program sorunudur.
Ve eğer bu korkunç cinayet için bir suçlu aranıyorsa, bunun gerçek suçlusu, bu ulusçuluk
belasını bir türlü açıklayamayan; ona karşı daha baştan doğru dürüst bir program
geliştiremeyen; sonunda bizzat kendileri gerici ulusçulara ve ulus kurucularına dönüşen biz
sosyalistleriz. Sosyalizm ve işçi hareketinin daha doğarken, genel olarak uluslara ve
ulusçuluğa; özel olarak da dile, dine, etniye, soya dayanan gerici ulusçuluğa ve uluslara karşı
bir bir programı olsaydı, bu katliamların hiç biri yaşanmaz; bu gün insanlık çok başka bir
yerde bulunabilirdi.
Bu satırlar geç de olsa bunun için bir başlangıçtır.
http://www.comlink.de/demir/
08 Mart 2005 Salı
66
Talat Paşa Jakoben miydi?
Jakobenizm Nedir? Osmanlı’da Kim Jakobendi? Bugün Kimdir?
Ortaya çıktığı günden beri sol görünümlü bir gericiliği ve milliyetçiliği savunan Doğu
Perinçek ve partisi, her zaman olduğu gibi şimdi de tarihi ve kavramları alt üst ederek bu
günkü gerici ve ırkçı politikalara sol bir cila sürmeye çalışıyor. Bunlar için olaylar ve
kavramlar, o an izlenen gerici politikalara bir sol görünüm kazandırmak için içerikleri
boşaltılacak ve istenildiği gibi oynanacak basit araçlardır.
Türkçü Bonapartist Talat Paşa’yı Jakoben yaptıkları kolaylıkla, Hazreti Muhammet’i de
cuntacı yaparlar. Örneğin şöyle yazıyor “Bilim ve Ütopya” dergisinde “Silahlı Peygamber
Hazreti Muhammet’in Medeniyet Devrimi” adlı çok bilimsel yazısında bay Doğu Perinçek:
“Hz. Muhammed de, bütün devlet ve medeniyet kurucuları gibi, elbette silahlı bir güce
kumanda etmiştir. Silahlı güç tekeline sahip olmak, devletin ayırt edici özelliğidir. Silahlı güç
varsa, devlet vardır. Ve her medeniyet, ancak devletle, silahlı güçle kurulur. İnsanlık kabile
toplumundan devlet ve medeniyet kuruculuğuna silahın tekelde toplanmasıyla geçmiştir. İşte
İslam Peygamberi'nin büyük başarısı da buradadır.
Mezopotamya uygarlığı, Mısır, Çin, İran, Türk, Yunan, Roma uygarlıkları, Cromwell'in
İngiliz demokrasisi, Washington ve Lincoln'ün Amerikan demokrasisi, Robespierre'in Fransız
demokrasisi, Bismarck'ın Alman birliği, Garibaldi'nin İtalyan birliği, hep silahla
kurulmadılar mı?”
Burada yapılan oyunun niteliği çok açıktır. Aynı şekilde, silah ve savaş aracına baş vurdukları
için, sosyolojik olarak tamamen farklı karakterdeki, farklı sınıfların ve tarihsel dönemlerin
ifadesi olan kişi ve hareketler, sadece silaha baş vurmalarından hareketle aynı sepete
atılmaktadır.
Bay Perinçek, İslam peygamberinin büyüklüğünü onun başarısında, başarısını da silah
kullanmasında bulmaktadır. Muhammed’in büyüklüğü Perinçek’in başarısını bağladığı silah
kullanmasında değildir, aslında Muhammet başarılı da olamamıştır kurmak istediği düzen göz
önüne getirilirse, daha ölümüyle birlikte, cesedi soğumadan, Mekke eşrafı su başlarını kesmiş
ve adım adım birkaç on yıl içinde, İslam’ı tipik bir uygarlık ve devlet dini yapmıştır. Tümü
silahlı ve eşit Müslümanların Camide toplanarak ortak kararlar aldıkları ilk günlerin yerini,
Müslümanların silahsız olduğu, silahın sadece devlet ve onun asker ve zaptiyelerinde
bulunduğu; Camilerin devletin başındakilerin kararlarının halka duyurulma ve bu karar ve
uygulamaları meşrulaştırmanın aracı olduğu, namaz saflarında sembolize olan hukuksal
eşitliğin yerine aşılmaz sınıf farklarının geçtiği İslam namlı bir gericilik, soygun ve zulüm
düzeni almıştır.
67
Muhammet’in büyüklüğü başarısında değil, tam da o başarısız kaldığı noktadadır.
Eğer Muhammet ile bu gün arasında bir paralellik kurmak gerekirse, bu günün Muhammet’i,
tüm ulusal devletlere, özellikle bunlar içinde bir ulusu dil, din, etni, soy, tarih vs. ile
tanımlayan devletlere karşı, “vatanım yeryüzü milletim İnsanlık” parolasıyla bu devletleri
yıkmak için mücadele eden olabilir. O günün putları ve aşiretleri, ve soy kardeşliği ne ise ve
nasıl Muhammet o soyları, aşiretleri ve onların putlarını parçaladı ise, bu günün Muhammet’i
de bu günün dünyasının aşiretleri olun ulusları, bu günün dünyasının putları olan ulusal
bayrakları; bu günün soydaşlığı olan ulusçuluğa ve ulus kardeşliğine kutsal cihat açan, bütün
ulusal devletleri “dar ül harp” olarak görendir.
Eğer Muhammet’in silah kullanması ile günümüz arasında bir bağ kurmak gerekirse, bu gün
bütün ulusal devletleri, dolayısıyla öncelikle de vatandaşı olduğu ulusal devleti yıkmak için
silah kullanmak Muhammet’in yaptığına benzer. Muhammet silahı kendi içinden çıktığı
kabileye (Kureyş’e) ve şehre (Mekke’ye) karşı kullanıyordu. Mekkeliliğin ve Kureyşliliğin
yerine Müslümlüğü, yani insan kardeşliğini geçiriyordu. Allah, tüm insanlığın ifadesini
bulduğu genel kavramdı. Ruhunu Allah’a teslim etmek, yani Müslüman olmak, tüm insan
kardeşliğine inanca teslim olmak anlamına geliyordu. Muhammet’in Kabeye girip putları
yakmasının bu günkü karşılığı, bir Türkiyeli veya Türk için, Ankara’yı ele geçirip, Türk
bayrağını yıkmaktır. Ve oradan da bütün ulusal devletlere, tıpkı Muhammet gibi savaş açmak,
bütün ulusal devletleri “dar ül harp” olarak görmektir.
Perinçek devrimci Muhammet’i, kendisi gibi basit bir gerici milliyetçi gibi görmektedir. Doğu
Perinçek’in Muhammet dönemindeki karşılığı, hala o Kureyş ve aşiretler dönemini savunan
Ebu Cehil’lerdir.
Bay Perinçek’in devrimcilik olarak vaftiz ettiği şey sadece silah ve şiddettir. Devrimi şiddet
olarak görmek, en karşı devrimci devrim kavrayışıdır.
Perinçek’in tahrifatları tarihi alt üst edişleri, son “Talat Paşa Harekatı”da Talat Paşa denen
darbeci Bonapartı, Jakoben olarak satmasında da görülür. Bunun için Jakobenlik kavramının
içini boşaltır ve onu bir şiddet kullanımı, bir yukarıdancılıkla özdeşleştirir. Yani son yılların
gerici atmosferinde devrimci ideallerinden vaz geçen aydınların Jakobenliğe yüklediği anlama
aynen sahip çıkar.
Ama önce şu Jakobenin ne olduğuna bir bakalım. Çünkü yeni kuşaklarca Jakoben’in gerçek
ve otantik anlamı unutulmuş bulunuyor.
Yeni kuşaklar Jakoben diye, üstten darbecilik yapanı anlamaktadır. Jakobene bu anlamını
verenler, 12 Eylül darbesinden sonra gericilik ve yılgınlık ortamında demokrasiyi terk edip
liberallere dönüşen aydınlar oldu. Ondan sonra bu yeni yanlış anlamıyla yayıldı ve öyle
bilindi.
Belli bir çağın ruhu ve sınıfsal çıkarlar sadece olayları tahrif etmez, kimilerini unutup
kimilerini öne çıkarmaz, kavramların da anlamların da anlamlarını değiştirir. Ve bu anlam
değişmeleri hiç de masum değildir, Jakoben kavramında olduğu gibi.
68
Örneğin bu gün bir hakaret sıfatı olan Herif, Hırfetten gelir ve bir zamanlar zanaat ehlini
tanımlamakta kullanılırdı. Osmanlı Devletinin çürümesilyle birlikte emeğiyle yaşamanın,
zanaatın toplumdaki değerinin azalmasına paralel olarak bu günkü olumsuz ve aşağılayıcı
anlamını almıştır.
Jakoben kavramı da böyle bir anlam değişmesine uğramıştır Türkiye’de, hatta dünyada.
Devrici demokrasiyi, burjuva devrimleri ideallerinin ezilen ve yoksullar tarafından sonuna
kadar savunulmasını ifade eden bir kavram olan Jakoben, 68 sonrasındaki gericiliğin
yükseldiği atmosferde, Wajda’nın Dandon gibi filimleriyle birlikte, bu gerçek tarihsel
anlamından boşaltılıp, sadece şiddetle özdeşleştirildi.
Jakobenizm, Marks’ın deyimiyle Burjuva devriminin ideallerini Plepçe, avamca
gerçekleştirmeye denir.
Yani Jakobenizm, bırakın üstte olmak, darbecilik veya yukarıdan devrimciliği bir yana bunun
tam zıddıdır. Paris’in donsuzları, yani baldırı çıplakları, yani yoksulları, Jakoben
derneklerinde örgütlenmişlerdi. Burjuvazinin devrimi savunmakta kararsız olduğunu
görüyorlardı. Devrim dört bir yandan kuşatılmıştı. O devrimi savunmak için devrimi yok
etmeye kalkanların şiddetine karşı şiddet uygulamak zorunda kalmasıdır bu yoksulların
Jakobenizm.
Jakobenizmin şiddeti yüceltmek gibi bir yanı da yoktur. Robespiyer, idam cezasının
kaldırılmasını ilk isteyendir.
Jakobenizm, bu yoksulların iktidarıdır. Bunun unutulmuş bir adı da Birinci Paris Komünü’ür.
İkinci Paris Komünü’nü yapanlar da, yine kuşatma şartları altında, Jakobenlerdir, yani
Paris’in yoksullarıdır. Ama artık, birinci Paris Komünü’nün o yarı esnaf işçileri az çok
modern proletarya oldukları için, ikincisinde, Jakobenizm fiilen bir İşçi İktidarı olur, Marks’ın
“Güneşi fethe çıktılar” diye selamladığı.
Jakobenizmin gerçek mirasçısı Rus devriminde Bolşeviklerdir. Bolşevikler de yukarıdan
darbeci değildiler,dünya tarihinde eşi görülmemiş işçi ve köylülerin ayaklanmasının öne
çıkardığı devrimcilerdi. Tıpkı Robespiyer gibi, karşı devrimin kuşatma ve saldırısına karşı
Kızıl Orduyu kuran Troçki de İdam cezasının kaldırılmasını önerenlerdendi devrimin ilk
günlerinde.
Ne Robespiyer’de, ne Troçki’de şiddetin ve insan öldürülmesinin yüceltilmesinin zerresi
yoktur. Bu Doğu Perincek gibi nasyonal sosyalistlerin bir özelliğidir. Onlar sadece devrimi
savunmak için buna baş vurmuşlar ve onu hiçbir zaman yüceltmemişlerdir.
Yani Jakobenizm, burujuva devriminin ve aydınlanmasının, tüm insanların eşitliği; fikir ve
örgütlenme özgürlüğü gibi ideallerini savunan yoksulların hareketidir. Bu anlamda, örneğin,
PKK bir Jakoben hareket karakteri taşır. 12 Eylül öncesinin devrimci radikal sol hareketleri
Jakoben sayılabilirdi.
Türkiye tarihine bakarsak, Jakoben kavramına darbeci yukardancı anlamını veren liberal
aydınların iddialarının aksine, Atatürk bir Jakoben değil, bir Bonapart’tır. Eğer jakobene
benzeyen bir şeyler aranırsa, son duruşmada silahlı halk olana, Çerkes Ethem, Yeşil Ordu ve
69
çetelerin güçlü ve egemen olduğu dönem, bir parça Fransa’nın Jakoben iktidarı dönemine
benzer. Thermidor’un karşılığı, Çerkez Ethem’in tasfiyesi, Suphi’lerin öldürülmesi ve Ali
Fuat Cebesoy’un batı Cephesi komutanlığından alınıp onan yerine İsmet İnönü’nün
getirilmesidir. Bonapart’ın İmparator ilan edilmesinin karşılığı da Cumhuriyet’in ilanıdır.
Jakobenizm, ezilenlerin toplumsal bileşiminin değişmesiyle birlikte, kendisi de evrim
geçirmiş ve Rus devriminde Bolşevizme dönüşmüştür. Paris’in yarı esnaf “san kilot”ları
Putilov fabrikalarının işçileri olunca, Jakobenizm de Bolşevizm olmuştur. Robespiyer ve
Marat’nın, Rus devrimindeki karşılığı, Lenin ve Troçki’dir. O zamanlar hızlı geçinen
Napolyon’un karşılığı da Stalin’dir.
Ama yoksullar sadece işçilerden ibaret değildir, işsizler, küçük üreticiler de bunlara
dahildirler. Hatta işçiler kendilerini iyi kötü sendikalarla koruyabildiklerinden bu tabaklar
daha korumasız olduklarından, kriz dönemlerinde bunlar hızla radikalleşme eğilimi
gösterirler. Eğer bu radikalleşme devrimci bir yükseliş döneminde, devrimci umutların
yaşadığı bir çağda gerçekleşirse, bir işçi sınıfı devrimciliğiyle, yani kendi evrilmiş biçimiyle
ittifaka girebilir. Sandinist, Küba, Çin, Vietnam devrimleri bu anlamda Jakoben devrimlerdir.
Ama gericiliğin ve devrimci umutların yitirildiği bir dönemde, bu radikalleşme pek ala
faşizmde olduğu gibi, işçi sınıfına karşı bir küçük burjuva haçlı seferine de dönüşebilir.
Jakobenizm ile Faşizm’in bu bağlamda belli bir ilişkisi de vardır. Ama bu da yine, işçi
sınıfının yeterince Jakoben olmamasının, yani devrimci olmamasının, oportunist günahlarının
bir cezası olarak ortaya çıkar.
*
Bonapartizm Jakobenizmin zıddıdır. Tepeden darbe yapar o devrimin kazanımlarına oturur ve
onları budar. O budadığı biçimiyle de genellikle başka ülkeleri istila eder.
Bonapartizm’e adını veren Napolyon Bonapart böyledir. Örneğin İslamiyet’in Bonapart’ı
Muvaiye’dir. İslamiyet’in Robespiyer’i Ali’dir. Ekim Devrimi’nin Robespiyer’i Lenin
Troçki’dir, Bonapartı Stalin’dir. Ama devrim ile bu karşı devrimler arasında, Fransa’da
Jirondenler; İslam’da Dört halife Devri, Rusya’da Zinovyev, Kamanav, Buharin’li dönem
vardır. Napolyon, Muaviye ya da Stalin, ancak bunlardan sonra imparator olacak güce
ulaşırlar.
Bonapartların esas karakteri, onların Jakobenizmi, yani devrimin ideal ve amaçların terk
etmesinde ve bu geleneği sürdürenleri tasfiyesinde toplanır. Bonapartizm bir karşı devrimdir.
Bonapartizm, devrimi, bir egemen sınıfın ele geçirmesidir. Bu hiç şaşmazca aynı biçimde
olur. Egemen sınıf bunu devrimin bayrağıyla yapar. Napolyon İmparator olduğunda, Fransız
devriminin, Eşitlik, Özgürlük, Kardeşliği sembolize eden üç renkli bayrağını İmparatorluk
Kuşağı olarak kuşanmıştı. Muaviye, Ali’ye karşı Sıffın savaşında, Askerlerinin mızraklarının
ucuna Kuran yaprakları taktırarak yok olmaktan kurtulmuştu. Stalin, Lenin’i bir tanrı gibi
dokunulmaz tabu yaparak karşı devrimini yapmıştı.
Bu tarihsel ortaklıklar ışığında baktığımızda Osmanlı tarihinde kimdir Jakoben?
70
Osmanlı tarihinde Jakoben neredeyse yok denecek kadar azdır. Çünkü, Osmanlı’da burjuvazi
çoktan devrimci barutunu yitirdiğinden, burjuva devrimlerinin tüm insanların eşitliği ideali
terk edilmiş, ulus bir etni, dil veya din ile tanımlanmaya başlanmıştı. Diğer yandan.,
Rusya’nın aksine, bir modern ve büyük sanayi olmadığı için, bu gerici burjuvazi karşısında,
bu Jakoben gelenekleri savunacak bir işçi sınıfı da yoktu. Dolayısıyla Jakobenizm çok sınırlı
ve cılız bir eğilim olarak vardır Osmanlı’da.
Jakobenizm’e en yakın eğilim, Ermeni ve Rumlar ve Balkan halkları arasındaki işçi ve
sosyalist partiler olabilir. Osmanlı imparatorluğunda hem modern işçileri içerdikleri hem de
ezildikleri için, Rum ve Ermeni ahali arasında bir Jakobenliğin izleri görülebilir. Ama bu bile
sınırlıdır. Çünkü, sadece burjuvazi devrimciliğini yitirmemiş, işçi hareketi de bu gerici
milliyetçilikten etkilenmiştir. Ulus artık, insan haklarıyla değil, Ermenilik, Türklük, Rumluk,
Bulgarlık vs. ile tanımlanmaktadır.
Fransız devrimi olduğunda Fransa’nın yüzde onu Fransızca konuşuyordu. Fransız olmanın
devrimde bu günkü gibi bir etnik aidiyetle ilişkisi yoktu;. Fransız imparatorluğunun yayılmış
oluğu topraklarda yaşayan yurttaşlar anlamına geliyordu.
Osmanlı’da böyle bir hareket olmadı. Osmanlıcılık, egemen Müslüman devlet kastının
kendini savunma ideolojisiydi, bu anlamda aydınlanmayla bir ilgisi yoktu. En Devrimci ve
Sosyalist Hınçak partisi bile, hiçbir zaman, tüm Osmanlıda bir Fransız devrimi gibi devrim
yaparak, Osmanlı topraklarında dilsiz, dinsiz., etnisiz, tarihsiz bir cumhuriyet kurmayı
düşünmezdi, bir Ermeni partisi olmaktan öteye gidemedi.
Bu anlamda, içinde Türk ve başka din ve milliyetlerden komutanlar yöneticiler bulunan ve
etnik milliyetçiliğe daima mesafeli duran PKK, Türkiye’de Jakobenizm’e en yakın eğilimi
temsil eder. Osmanlı’da en devrimci ve sosyalist örgütler bile buna uzaktı. Hıncak içinde,
Kürtler, Türkler, Rumlar ve diğerleri yer almıyordu. Bu nedenle, Hınçak bile tam bir jakoben
sayılmazdı.
Osmanlı’da bilinen meşhur aydınlar arasında, Jakoben adını almaya layık olarak Tevfik
Fikret’ten söz edilebilir. O “Vatanm yeryüzü milletim İnsanlık” diyerek, her hangi bir etni,
dil, din, soy aidiyetini, ulusun buna göre tanımlanmasını reddetmiştir. Yani burjuva devrimi
ideallerinin, aydınlanmanın tutarlı bir savunucusudur.
Sadece bu idealleri sonuna kadar ve tutarlı savunmaz, bunlara ulaşmak ve bunları savunmak
için, tıpkı jakobenler gibi her şeye de hazırdır. Örneğin bir “lahza i teahhur” şiirinde, Sultan
İkinci Abdülhamit’e suikast yapan Ermeni devrimcinin bombasının biraz geç patalaması ve
bu nedenle müstebit sultanın ölmemesi nedeniyle hüznünü anlatır. Fikret, eğer yaşasaydı,
1908 devrimini (Babıali Baskını denen) darbeyle gömen, Ermenileri katleden Talat Paşa’nın
öldürülmesini, muhtemelen alkışlardı.
Bu gün bile böyle devrimciler yokken. Türkiye’nin sosyalistlerini çoğu Genel Kurmayın
peşine takılmışken, kendini Türklükle tanımlayan bir devletin yurttaşları olmak onları
rahatsız etmez ve sözde ABD’ye karşı olmak adına bu devleti savunmaya geçmiş
bulunurlarken, Tevfik Fikret, cumhuriyet döneminin bir sürü komünistinden bile,
71
Jakobenizme çok daha yakındır. Çünkü Cumhuriyet’in Komünistleri de Türk “Komünist”i
olmuşlardır, Osmanlı’nın komünistlerinin Ermeni “Komünist”i olmaları gibi.
1908 kıytırık devriminin Bonapart darbesi, İttihat Terakki’nin babıali baskını, yani darbesidir.
1908 devriminde bir Jakoben iktidarı yoktur.
İşte Talat Paşa, bu darbenin örgütleyicisi, devrimin kardeşlik ve özgürlük idealleri yerine
devleti yaşatma ve korumayı geçiren adamdır.
Zaten tam da bir Bonapart olduğu için, bir karşı devrimci olduğu için, o cılız devrimi yok
ettiği için Hitler’e ilham veren Ermeni katliamının örgütleyicisi olmuştur.
Biz sosyalistler ve devrimci demokrasi, Talat’ın değil, veya Ulusu din yani İslam ile
tanımlayarak Osmanlıyı yaşatmaya çalışan Teşkilatı Mahsusacı Mehmet Akif’in değil;
“Vatanım Yeryüzü Milletim İnsanlık” diyerek, her hangi bir din, etni, dil ya da toprak
parçasıyla ulusu tanımlamayı reddeden, tarafını daima ezilenlerden, yoksulardan yana koyan,
kadın haklarını savunan, çok yönlü aydın (Ressam, eğitimci, mimar vs.) burjuva
devrimlerinin idealinin, aydınlanmanın o gerçekleşmemiş projesinin savunucusu belki de tek
Jakoben, Tevfik Fikret’in mirasının savunucularıyız.
*
Bu vesileyle Tevfik Fikret’in Sultan’ı öldürmek isteyen Ermeni devrimcisinin başarısız kalan
teşebbüsüne duyduğu üzüntüyü anlatan şiiriyle bu Jakobeni analım:
Önce bu günkü Türkçe’yle sonra o zamanın diliyle:
bir anlık gecikme
bir patlama...bir duman...ve bütün bir şenlik alayı,
sahnelediği oyunu seyreden kalabalık; haşin, azgın
tırnaklarıyla bir kahredici elin, didik didik,
yükseldi havaya bacak, kelle, kan, kemik...
ey yüce patlama, ey öc alıcı duman,
kimsin? nesin? bu saldırıya iten ne, sebep ne? kim?
arkanda bin meraklı bakış ve sen yoksun,
görünmeyen bir eli andırıyorsun, kurtarıcı.
sesinde o öfkenin o korkunç yıldırımı var ki
her yerde hak ve kurtuluş duygusunu tetikler.
vuruşunla kahredici ayağı titrer zorbalığın,
en gururlu, görkemli tâcı sarsar yaklaşışın.
silkip yüzyılların boyunlarındaki ilmiklerini, en çetin
bir uykudan uyandırır milleti dehşetin.
ey şanlı avcı, tuzağını boşuna kurmadın!
attın...ama yazık ki, yazıklar ki vuramadın!
72
dursaydı bir dakikacık (bu hep) geçen zaman,
ya da o durmasaydı o tâlihsiz* taç,
kanlarla bir cinâyete pek benzeyen bu iş
bir iyilik olurdu, benzeri yüzyıllarca geçmemiş.
ancak, rastlantı... âh o güçlülerin dostu,
güçsüzlerin, zavallıların değişmez düşmanı,
birden yetişti etkisiz kılmaya, bu yakıcı planı,
söndürdü bir nefeste bu parlak umudu;
yazdı, alay etmek için bilinçsiz yazgı,
zulüm tarihine bir övünme önsözünü.
kurtuldu; hakkıdır, alacak şimdi öcünü;
ancak; unutmasın şunu (ki) alçaklığın tarihi:
bir milleti çiğnemekle bu gün eğlenen (alçak)
bir anlık gecikmeye borçlu bu keyfini
Orijinal dilinde:
bir lahza i teahhur
bir darbe... bir duman... ve bütün bir gürûh-ı sûr,
bir ma'şer-i vaz'ı temâşâ, haşin, akuur
tırnaklariyle bir yed-i kahrın, didik didik,
yüseldi gavr-ı cevve bacak, kelle, kan, kemik...
ey darbe-i mübeccele, ey dûd-i müntakim,
kimsin? nesin? bu salvete sâik, sebeb ne? kim?
arkanda bin nigâh-ı tecessüs, ve sen nihân,
bir dest-i gaybı andırıyorsun, rehâ-feşân.
mâlik sensin o servet-i ra'dîn-i gayza ki
her yerde hiss-i hakk u halâsın muharriki.
sadmenle pâ-yı kaahiri titrer tegallübün,
en gırca tâc-ı haşmeti sarsar takarrübün.
silkib ukuud-u rikba-i a'sârı, en çetin
bir uykudan uyandırır akvâmı dehşetin.
73
ey şânlı avcı, dâmını bîhûde kurmadın!
atdın... fakat yazık ki, yazıklar ki vuramadın!
dursaydı bir dakîkacağız devr-i bî-sükûn,
yâhud o durmasaydı, o iklîl-i ser-nigûn,
kanlarla bir cinâyete pek benzeyen bu iş
bir hayr olurdu, misli asırlarca geçmemiş.
lâkin tesâdüf...âh o kavîler münâdimi,
âcizlerin, zavallıların hasm-ı dâimi,
birden yetişdi mahve bu tedbîr-i hârikı,
söndürdü bir nefesde bu ümmîd-i bârikı;
nakş etdi bir tehekküm içün baht-ı bî-şuûr
târih-i zulme bir yeni dîbâce-i gurûr.
kurtuldu; hakkıdır, alacak şimdi intikaam;
lâkin unutmasın şunu tarih-i siflekâm:
bir kavmi çiğnemekle bu gün eğlenen...(denî)
bir lâhza-i teahhura medyun bu keyfini!
-5 temmuz 1322-
-18 temmuz 1906-
tevfik fikret
Bu gün böyle şiir yazacak demokrat var mı bu Osmanlı artığı kayfi, ırkçı, inkarcı, baskıcı
devlete karşı mücadele eden Kürt gerillalar için?
Demokratı bırakalım sosyalist var mı?
Yok.
Nereden nereye gelindiği böyle daha iyi görülüyor.
Osmanlı’nın Jakobeni, Tevfik Fikret’i bile yok bugün.
Yirmi birinci yüzyılın devrimcisi ve Jakobeni bir yana.
16 Mart 2006 Perşembe
Demir Küçükaydın
http://www.koxuz.org
74
75
Murat Belge, “Biz”, “Toplum”, Ulus ve Marksizm
Murat Belge iyi yetişmiş bir entelektüeldir. Eh insan Kemalizmi doktrinleştirme iddialı ve
onu şu solun başına bela eden önemli kaynaklardan biri olan “Kadro”nun kadrosundan ve
Menderes’in “Çeşnici Başı” yemek uzmanı Burhan Belge’nin oğlu; yine “Kadro’nun
Kadrosu”ndan Yakup Kadri’nin yeğeni ise, yani Türkiye’nin Asyalı, köylü ve bürokrat
ortamında az çok modern burjuva birikimi olan bir dünyada gözlerini dünyaya açmış ve
büyümüşse; Avrupa’larda iyi bir eğitim görmüşse; ve de hele gençliğini 60’lı yıllarda, o
yirminci yüzyılın son entelektüel ve teorik “kuğu çığılığı”nda geçirmişse, iyi yetişmiş bir
entelektüel olmamak için büyük bir yetenek gerekir.
Murat Belge, şehir orta sınıflarının eğilimlerini yansıtan bir aydındır. Hatta bundan öte,
onların, sosyalizme sempati duyanlarının, sosyalizan eğilimlilerinin teorisyenidir.
Türkiye’de bu sol eğilimin somut ifadesi, Dev-Yol, ÖDP çizgisidir. Murat Belge ve Birikim
dergisi de bu eğilimin “gizli teorisyeni”dir.
“Gizli Teorisyen” dememizin nedeni şu: Diğer sol örgüt veya hareketlerin teorisyenleri ile o
hareket veya örgüt arasında organik ve çoğu kez örgütsel bir ilişki vardır. Teorisyen genellikle
o örgütün veya hareketin lider kadrosunda yer alan bir isimdir veya doğrudan lideridir. Murat
Belge ve Birikim ile (Ömer Laçiner de kısmen onun gibidir) Dev-Yol arasında böyle bir ilişki
yoktur.
Dev-Yol’un önder kadrosunun esas özelliği, tipik “aparatçiki”, yani tipik örgütsel aparat
adamı, olmalarıdır. Zaten bu nedenledir ki, Türkiye’in en demokratik örgütü geçinen Dev-
Yol’on önder kadrosu, hiçbir zaman şu beğenmediği Stalinist örgütler kadar bile olsun,
önderliğinin seçildiği veya hesap verdiği bir örgütsel yapı ve kongre bile yaşamamıştır. O
Önder kadronun daha teoriye meraklıları aslında popularizasyoncudurlar.
Biraz devekuşu gibi bir durum vardır. Ortada adı konmuş bir örgüt yoktur ama fiilen de bir
örgüt vardır. Kongre yapmak, program ve ilkeler belirlemek, yöneticileri seçmek veya onların
hesap vermesi gibi işler söz konusu olduğunda ortada örgüt yoktur. Ama henüz şekillenmemiş
bir hareketin kendiliğindenliği ve kendiliğinden işleyen bir demokrasisi arandığında, ortada
son derece güçlü, her şeyi belirleyen bir kadro-aparat vardır.
Tabii bu durumun, Kuran’ı yorumlama hakkını ele geçirmiş İran’ın mollaları gibi, fiili olarak
aparatın başındakilere, hiçbir örgütte bulunmayacak, muazzam bir güç bahşedeceği açıktır.
Fiilen tüm kontrol ellerindedir ama aynı zamanda hiçbir sorumlulukları yoktur; hiçbir organ
tarafından seçilmemişlerdir, onlara “Biat” edilmiştir; geri alınamazlar ve hesap vermezler.
Biraz da bu nedenledir ki, bir zamanlar ÖDP ile ilgili yazdığımız bir yazıda, “Oğuzhan bu gün
ne derse, yarın Dev-Yol, dolayısıyla da ÖDP onu der” diye yazmıştık.
76
Elbette özellikle 70’lerdeki Dev-Yol bu modele daha yakındı. Sonra bölünmeler oldu vs..
Elbet Dev-Yol içinde bu duruma itiraz edenler de oldu. Dev yol bir kitlesel hareket olduğu
için onda diğer sınıfların eğilimleri de bir şekilde ifadesini bulmuştu. Ama bu çizgi esas
olarak bu gün ÖDP içinde de devam ediyor.
Dev-Yol (ÖDP) ve Murat Belge (Birikim) ilişkisi de diyalektik olarak o fiili Dev-Yol örgüt ve
liderlik işleyiş modeline tencere ve kapağı gibi uyar. Teorisyenin de “Hareket” ya da
“örgütle” hiçbir organik ya da örgütsel bağı yoktur, dolayısıyla bir sorumluluğu. Belge’nin
dedikleri, Belge’nin dedikleri olarak kalır; Birikim’deki görüşler Birikim’deki görüşler olarak
kalır. Ama fiiliyatta onlar çok kısa bir süre sonra Dev-Yol veya ÖDP’lilerin görüşleri olurlar.
Böylece tıpkı önder kadro gibi teorisyen de her türlü tartışma dışında kalır ve bir teorik
tartışma ve gelişme olmaz.
Dikkat edilirse Dev-Yol’un hiçbir zaman teorik bir yayın organı olmamıştır. En kıytırık sol
örgüt bile, bir tane teorik, bir tane politik bir tane de (ekonomik) kitle yayın organı çıkarmaya
çalışmıştır. Dev-Yol’da böyle bir teorik organ da olmamıştır. Bunun nedeni, Birikim’in
aslında Dev-Yol’un teorik organı olmasıdır. Dev-Yol’un bütün kadrolarının ufkunu o belirler
ve teorik gıdalarını ondan alırlar. Ya da tersi, Birikim ve Murat Belge, onlara ihtiyaçları olan
yaklaşım, kavram veya formülasyonları sağlar. Burada bilinçli bir çabadan söz etmiyoruz.
İşler kendiliğinden öyle yürür.
Bu nedenle, istese de istemese de, Murat Belge (ve de Birikim) Dev-Yol’un (ÖDP’nin)
teorisyenidir ve bir anlamda da şehir orta sınıflarının eğilimlerini dile getirir.
Bu durumda; kötü kopyalarla, popülarizasyonlarla uğraşmaktansa, kaynağıyla ilgilenmek çok
daha doğru olur. Belge’ye bu eleştiri aslında bir Dev-Yol (ÖDP) eleştirisi olarak da;
Türkiye’deki Sol hareketi kakırdatan, Dev-Yol (ÖDP) ve Şehir Orta sınıflarına egemen, gerici
Türk milliyetçiliğinin eleştirisi olarak da okunabilir
*
Bir süredir, Türkiye sosyalistlerinin iliklerine, kanlarına işlemiş gerici milliyetçiliklerini
somut olarak göstermek babından özellikle “Biz” ve “Türk Toplumu” veya “Türkiye
Toplumu” gibi kullanım ve kavramlara ilişkin bir yazı yazmayı düşünüyorduk. Ama olayların
akışı içinde “aman şu konuyu da boş bırakmayalım” gibi kaygılarla, gelişmelerin peşinde
koşmaktan, buna hiçbir zaman vakit bulamıyorduk.
Derken, bugün, yine “aslolan hayattır” diye bir e-gruptan Murat Belge’nin bu günkü
Radikal’de yayınlanan “Yaşamaya Doğru” yazısının tavsiyesi gelince, artık sırasıdır hiç
olmazsa konuyu çıtlatalım diyerek işte bu satırları yazmaya başladık.
*
Murat Belge’nin yazısına geçmeden önce şu “Biz” ve “Türkiye Toplumu” kavramlarını ve
kullanımlarını, bunların neyi nasıl gizlediği konusunu biraz açalım.
Bir sosyalist’in “Biz”i, ezilenler, eğer bu sosyalist kendine Marksist falan da diyorsa, Dünya
İşçi Sınıfı olur veya olmalıdır. Bir ulus, hatta bir ülkenin işçileri bile olamaz ve olmamalıdır.
Yani o dünyaya dünya işçi sınıfının çıkarları açısından bakmalıdır; onun bir unsuru olarak
77
düşünmeli ve davranmalıdır. Biz’in bunun dışındaki her kullanımı en gericisinden
milliyetçiliktir. Çünkü İşçi Sınıfından başka bir özne açısından düşünmek ve davranmak
demektir bu. Bunun da Marksistlikle bir ilişkisi olmaz. Marks’ın da daha Komünist
Manifesto’da çok açık olarak belirttiği gibi, Komünistler, İşçi sınıfı’nın tarihsel ve genel
çıkarını savunurlar veya öyle olanlara Komünist denir.
Bu nedenle, her hangi birisinin bir yazısı veya bir konuşmasını incelerken, gerçekte ne
dediğini anlamak isterken, öncelikle onun, gizli öznesini; hangi özne açısından konuştuğunu
ve muhataplarının kimler olduğunu analiz edip ortaya çıkarmak, sınıf mücadelesinin
labirentlerinde kaybolup gitmek istemeyen için ilk yapılması gereken iştir.
Başka bir özne açısından ve ezilenleri ve işçileri içsel olarak muhatap almayan en doğru gibi
görünen sözler bile, yanlıştır.
“Biz”in dünya işçi sınıfı dışında bir özne olması veya ezilenler ve işçiler dışında bir muhatap,
fiiliyatta en gerici milliyetçilikle sonuçlanır dedik. Niçin?
Çünkü, “Biz”i, her hangi bir ülkenin işçi sınıfı anlamında kullanmak; veya fiilen öyle bir özne
açsından düşünüp davranmak, bu günkü dünya, kendini, dile, dine, kültüre, yere vs. göre
tanımlamış ulusal devletlerden oluştuğundan, o devlet içindeki işçileri kastettiğinden, gerici
bir ulusçuluğa göre tanımlanmış bir işçi bölüğü anlamında kullanılmış olacağından
milliyetçidir.
Ayrıca işçi sınıfı yerine (ki işçi sınıfı ancak dünya ölçüsünde, “Dünya tarihsel” bir sınıftır),
onun bir zümresini kastettiğinden, yani zümre çıkarını sınıf çıkarının önüne aldığından,
oportunisttir. Oportunizmin Marksist teorideki tanımı, “zümre çıkarını sınıf çıkarına üstün
tutmak”tır.
Bu sadece “Biz”i belli bir ulusun işçileri anlamında kullanmada bile böyledir.
Ama şu ara Kürt sorunuyla yüzleşmekten kaçmak için çok hızlı “sınıfçı” kesilen Türk
Solunun aslında sınıfla falan pek ilgisi olmadığından, onlar “Biz”i bu anlamda bile hiç
kullanmazlar. “Biz” dediklerinde, kendi örgütlerini kastetmiyorlarsa, daima Türk ulusunu
kastederler. Yani aslında bir Marksist, bir sosyalist olarak değil, bir Türk olarak, bir Türk’ün
gözüyle dünyaya bakarlar. Onlar sözde en “Marksist”, en “demokrat” en “devrimci”sözleri
bile ederken, bu “Biz” onların gerçek gözlerini, gerçek öznelerini, gerçek ideolojilerini ele
verir.
“Gözler yalan söylemez” diye bir söz vardır. “Biz”ler de yalan söylemez.
*
Örneğin, şu an elimin altında yok, ama örneğin Taner Akçam’ın Türk ulusçuluğu ya da
Ermeni katliamı konusunda yazılarını okurken bu “Biz”in gerçek karşılığı çok açık görülür. O
bütün sorunu bir Türk olarak tartışır.
(Burada pedagojik olarak, Türk olmayan birinin, “biz”i Türklük, Türk vatandaşlığı,
Türkiyelilik olmayan birinin, “Türk” gibi konuşması söz konusu değildir.
78
Örneğin, biz bir tarihte “Öcalan’ın Yaşamını Savunmak için Türk Girişimi” kurmuştuk.
Burada özellikle Türk vurgusu yapmamızın nedeni, kendimizi Türk olarak görmememize
rağmen; elimizde olmadan Türk olduğumuz, ezen ulustan olduğumuz için, bu durumu
vurgulayan, buradan hareketle tavır koyan politik bir duruşu net olarak koyabilmekti amaç.
Çünkü Türklerin hepsi onun kanını içmek istiyor veya daha demokrat ve solcuları “aman bu
dertten de kurtulduk”, “istemem yan cebime koy” diyerekten için için seviniyorlardı. Buna
karşı provakatif olarak Türk’lük yapmak başkadır. Bir Türk özne açısından dünyaya bakmak
başkadır. Bu kısa parantezden sonra devam edelim.)
Taner Akçam veya onlarca başka yazarınki böyle bir “Türk”lüğü ortadan kaldırmak için,
onunla daha iyi mücadele edebilmek için “Türklük” yapmak değildir. Onlar kendiliğinden,
kendilerini Türk olarak kabul ederek, Türklüğü nasıl daha iyi, daha demokratik yapacaklarını
tartışırlar.
Yani aralarından rastgele Taner Akçam’ı örnek olarak aldığımız onlarca, yüzlerce, sosyalist
bilinen veya kendini öyle tanımlayan yazarın “Biz”i dünya işçi sınıfı değil, “Türklük”dür.
İster Evrensel’i açın, ister en radikal yayınların makalelerini, inceleyin, onların gizli
“biz”lerini, analiz edin, hepsinin altından aslında Türkiye, Türk ulusu çıkar. Sorunları o özne
açısından tartıştıklarını ve muhataplarının o ulusun içindeki belli kesimler olduğunu
görürsünüz. Çok nadirdir aksi durumlar.
*
Bu durum en açık biçimde, Ermeni katliamı ve Jenositi tartışmalarında görülür.
Türkler sorunu, ister sağcı, ister solcu olsun, özür dileyip dilememe bağlamında tartışırlar.
Özür dilemek gerekir diyenler de Türk olarak tartışmaktadırlar. Onların “biz”leri, Ermeni
soykırımının en radikal mahkum edilişlerinde bile, hap Türklük olarak kalır. Çünkü “Özür”
ancak Türklerin, kendini Türk olarak kabul edenlerin yapacağı bir eylem veya düşüncedir.
Türklük ile sorunu Özür Dileme bağlamında tartışmak arasında kopmaz bir bağ vardır.
Sosyalist, Marksist bir insan; sorunu Dünya İşçi Sınıfı’nın öznesi olarak tartışan bir insan ise,
sorunu Özür dileyip dilememe değil, nedenlerini anlama ve mahkum edip etmeme
bağlamında tartışır.
Bir sosyalist, Evet, bir Ermeni Katliamı olmuştur, bir soykırım olmuştur, bunu Türk devleti
yapmıştır (veya Türkler Kürtler veya Osmanlılar vs.) milliyetçilik ve milliyeti bir din, dil ile
tanımlayan bir milliyetçilik bunun gerçek müsebbibidir, o halde ulusun dil, din, etni,
(Türklük, Kürtlük, Ermenilik) ile tanımlanmasını ortadan kaldıralım; genel olarak ulusları yok
edelim der.
Türk olarak tartışan ise, kendine ne kadar “kızıl komünist” derse desin, Özür dileyelim,
Türklüğü bu suçlardan arındıralım, Türklüğü başka türlü tanımlayalım der. Onun sorunu
ulusla değil, hatta ulusun bir dil, din, etni, kültür, soy ile tanımlanmasıyla değil; bu ulusun
(Türk ulusunun) ve Türklüğün nasıl tanımlanacağı noktasındadır.
Bu nedenle, Ermenilerden Türk olarak özür dilemek, aslında bütün demokratik görünümüne
rağmen, devrimci demokratik bile değildir. Dil, Din, Etni, Tarih, Soy vs. ile tanımlanmış
79
biçimler; örneğin, Türklük, Kürtlük, Ermenilik gibi biçimler dışında, başka bir ulus var
oluşunu kabul etmediği; kendini bunlarla tanımlamayı reddeden bir ulusçuluğu bile
savunmadığı, hatta onu reddettiği için, ancak Türklüğe dayanan bir ulusçuluğu savunanların
yapabileceği bir iştir.
Örneğin ulusun her hangi bir dil, din etni, tarih, soy ile tanımlanmasını reddeden bir
demokratik ulusçu, (dikkat edin sosyalist bile değil, devrimci demokratik bir ulusçu), yani bir
burjuva devrimcisi bile Ermeni katliamının suçlusunun ulusçuluk değil, demokratik ulusçuluk
değil; ulusun bu gerici kriterlere göre tanımlanması olduğunu söyleyebilir.
Diğer bir ifadeyle Türk olarak Özür dilemekten söz edenler, devrimci demokratik bir ulusçu
bile değildirler, onlar ulusun Türklük, Kürtlük, Ermenilik ile tanımlanmasını sorun
etmemektedir; Onların sorunu Türklüğün nasıl tanımlanacağıdır.
Yani örneğin Türklüğü Orta Asya’dan gelmekle, kanla, ırkla da tanımlayabilirsiniz ya da
Anadolu’daki bütün medeniyetlerin mirasçısı olmakla da. Böyle Anadolu’daki tarih ve
kültürle tanımlanmış bir Türklük, Türk Ulusu, daha doğrusu Türk ulusçuluğu da mümkündür.
Ermenilerden Türkler olarak Özür dilemeyi savunanlar, aslında ulusun Türklükle
tanımlanmasına karşı değildirler; Türklüğün neyle tanımlanacağını tartışmaktadırlar.
Bu fark tıpkı klasik sömürgecilik ile modern yeni sömürgecilik arasındaki fark gibidir. Klasik
sömürgecilik, biyolojik bir ırkçılığa dayanıyordu; yeni sömürgecilik ise kültürel bir ırkçılığa
dayanır.
Benzer şekilde, Klasik Türk Milliyetçiliği, kana, ırka, Orta Asya’ya dayanan bir
milliyetçiliktir. Tıpkı klasik sömürgeciliğin ve ırkçılığın tıkanması gibi bu milliyetçilik
sınırlarına ulaşmış bulunuyor. Bu durumda, tıpkı emperyalist ülkelerin, klasik
sömürgecilikten yeni sömürgeciliğe, dolayısıyla biyolojik ırkçılıktan kültürel ırkçılığa
geçmeleri gibi, aslında Türk ulusçuluğu da, kana dayanan bir ulusçuluktan kültürel bir
ulusçuluğa geçmeye çalışıyor. Ermeni soykırımı konusundaki tartışmalarda, özür dilemeyi
veya bu soykırımın tanınmasını veya mahkum edilmesini isteyen Türkler, burada bu geçişi
savunanlardır.
Bu günkü politik konjonktürde, tıpkı biyolojik ırkçılık karşısında kültürel ırkçılığın;
sömürgecilik karşısında yen sömürgeciliğin ilericilik olarak görülmesi gibi; kültürel
milliyetçilik daha demokratik ve ilerici görünmektedir. Ancak, özünde, ulusun bir dil, din,
etni, soy, tarih ile tanımlanmasını reddetmediği için, aynı ölçüde gerici bir ulusçuluktur. Bu
günkü dünyada, territoryal bir ulusçuluk bile, dünyanın yoksullarını bin bantustana tıkmak,
bir apartheit rejimini savunmak, yani ırkçılık sonucu verirken, kültürel bir ulusçuluk aslında
çok daha büyük bir gericilik anlamına gelir.
O zaman şu olgunun nedeni de daha açık olarak ortaya çıkar: Türkiye’deki demokratik
hareketin zayıflığı.
Kendine demokratik diyenler veya bu gün öyle görünenler, savundukları ulusçuluk
anlayışlarıyla aslında demokratik kategorisine bile girmezler. Bu günün Türkiye’sindeki
tartışma, devrimci ve demokratik bir ulusçulukla gerici bir ulusçuluk arasında olmaktan
ziyade; gerici ulusçuluğun hangi biçimlerinin çağa daha uygun olduğuna ilişkin bir
80
tartışmadır. Ulusun Türklükle tanımlanmasına değil; Türklüğün neyle tanımlanacağına ilişkin
bir tartışmadır. Ve zaten bu bağlamda ancak bir özür dileme ve dilememe tartışması
yapılabilir. Özür dileyelim diyenler de dilemeyelim diyenler de aynı gerici ulusçuluk
anlayışını paylaşmaktadırlar. Tam da aynı anlayışı paylaştıkları için, tartışma özür dileyip
dilememe bağlamında yürümekte ve gerici ulusçuluğa karşı, yani ulusun Türklükle
tanımlanmasına karşı bir tartışmaya dönüşememektedir.
Bu tartışma olmadığı, yani ulusun bir dil, etni, soy, tarih ile tartışmasını reddeden bir
demokratik ulusçuluk bile bulunmadığı içindir ki de, “özür dileyelim” diyenler bunca zayıftır.
Çünkü reformlar aslında devrimci mücadelenin yan ürünleri olur. Gerçek bir devrimci
demokratik bir ulusçu hareket olsaydı; ulusun Türklükle, yani bir dil, din, etni, soy, tarih ile
tanımlanmasına karşı bir güçlü hareket olsaydı, o zaman pabucu pahalı gören kana, ırka, Orta
Asya’ya dayanan Türk milliyetçilerinin hepsi, Türklüğü kültürle tanımlama reformatörleri
olurlardı. Aslında MHP’de son zamanlarda görülen bu yönde zayıf bir eğilimdir.
Görüldüğü gibi, o basit gibi görünen, Türkçe’de çoğu kez, “biz” zamirini bile kullanmadan,
cümlenin içeriğine yedirilmiş olarak kullanılan ve bu nedenle de tespiti bazan epey zor olan o
“Biz”, nasıl bir milliyetçilik ve millet sorunuyla ve programla ilgilidir ve hiç de öyle masum
değildir.
*
İşte, açın Türk solcularının veya sosyalistlerinin yazılarını, hepinin “Biz”i Türklük, “Türk
devletinin yurttaşları”; “Türkiye’de yaşayan insanlar” veya “Türkiye’nin ezilenleri” gibi
anlamlarda kullandığını görürsünüz. Bu, sosyalistlerin sosyalist olmadıklarının, basit
milliyetçiler olduklarını, hatta Türklüğü devrimci halk gelenekleriyle tanımlamak isteyen
gerici milliyetçiler olduklarını görürsünüz. Türklüğü devrimci halk gelenekleriyle tanımlamak
gerici bir ulusçuluğu savunmak olmaktan çıkmaz. Yıllarca bütün dünya komünist partilerinin
yaptığı tam da buydu. Ve tam bu nedenledir ki, hepsi sıfır numara gerici milliyetçiler
biçiminde ortaya çıktılar.
Peki bu işin Murat belge ile ilişkisi ne?
İşte Murat Belge’nin “Biz”i hep Türk halkı, Türkler, Türk devletinin yurttaşları, yani Türk
ulusudur. Bütün ÖDP ve Dev-Yol geleneği de böyledir. Meraklısı ciddi bir tarama yaparak,
bunu yüzlerce binlerce kere kanıtlayabilir. Zaten Belge’nin şehir orta sınıflarının eğilimlerini
yansıtmasının nedeni budur. Onlar bu kullanımdan dolayı bilinçsizce bir yakınlık hissederler,
tıpkı kendi duygu ve düşüncelerini yansıtan bir müziği dinleyen bir insanın duyduğu duygu ve
düşünce yakınlığını duyarlar.
*
Bu gerici milliyetçiliğin, özne olarak Dünya İşçi Sınıfının değil de, Bir ulusun, Türk ulusunun
bakış açısında sorunları ele almanın ve sorunları o özne açısından tartışmanın, gizli “Biz”den
daha rafine, özel bir biçimi daha vardır.
Bunda “Biz” iyice gizlenmiş, nesnel, taraf ve olayların dışında bir bilim adamı kisvesine
bürünmüştür. Keşfi çok daha zordur.
81
Sanki milliyetle ve milliyetçilikle, Türklükle vs. hiç ilişkinizi yok gibi görünürsünüz, ama
aslında bütünüyle Türk ulusunun sorunların tartışıyorsunuzdur.
Bu da “Türk Toplumu” ya da “Türkiye Toplumu” kavramlarıyla sağlanır. Hatta bazen de
sadece “Toplum” kavramı kullanılır. Ama bu kavramların gerçek içeriğini incelediğinizde
karşınıza yine o Türk Ulusu çıkar.
Dev-Yol’cu (ÖDP’li) söylemin veya terminolojinin ayrılmaz bir bileşenidir “Türkiye
Toplumu” veya “Türk Toplumu” kavramları.
*
Aslında, metodolojik ve bilimsel olarak en küçük bir eleştiriye dayanamayan saçma bir
kavram çiftidir. Bunu kısaca gösterelim.
“Toplum” diye bir şey yoktur dünyada. Toplum sosyolojik bir kavram, sosyolojik bir
soyutlamadır. “Türkiye Toplumu” olmaz. “Türkiye Halkı”, “Türk Ulusu”, “Türkiye Ulusu”,
“Türk Devletinin Yurttaşları” vs. olabilir. Bütün bunlar hukuk, politik ve ideolojik
kavramlardır.
Toplum ise sosyolojik bir kavramdır. Bir imparatorluk, bir devlet, bir ülke, bir ulus veya
ulusun bir bölümü ile özdeşleştirilemez veya o anlamlarda kullanılamaz. Bu yanlıştır. Toplum
kavramının bunlarla çiftleştirilmesi otomatikman onu da bir ideolojik kavram haline getirir.
Bu nedenle Yanlışlığı bilindiği takdirde, yanlışlığı biline biline, “galatı meşhur lügati
sahihten yeğdir” babından kullanılabilir. Ama mantık bu yanlışa göre kurulamaz.
Örneğin “Osmanlı Toplumu” diye bir şey yoktur. Osmanlı Devleti veya İmparatorluğu, ülkesi
vs. vardır. Ama “Osmanlı Toplumu” yoktur. Bu, politik bir kavram ile (Osmanlı) sosyolojik
bir kavramı (Toplum) çiftleştirmektir.
“Türk” ya da “Türkiye” toplumu da öyledir. Türk ya da Türkiye, politik ve ideolojik
kavramlardır, sosyolojik kavramlar değildirler. Örneğin “Türkiye” dendiğinde eğer bir toprak
parçası veya orada yaşayan insanlar kast ediliyorsa, bu toprak parçasının belirlenmesi
bütünüyle politiktir. Dolayısıyla orada yaşayan insanların tanımlanışı da politiktir. Türk ile
örneğin belli bir devletin yurttaşları kast ediliyorsa, bu bütünüyle politik bir kavramdır. Bu
durumda yapılan iş, politik bir kavram ile, sosyolojik bir kavram ile çiftleştirilmektir. Bu ise
en temel mantık hatasıdır. “İki kere iki mum eder” gibi bir hatadır. İki kere iki bir milyon eder
derseniz mantıkta bir hata yoktur, hesap hatası vardır. Ama iki kere iki mum eder derseniz,
mantık hatası yapmış olursunuz. Örneğin yeşil iyilik gibi saçma bir kavram çifti yaratmış
olursunuz. Böyle bir çift pek ala edebi bir imgenin aracı olarak kullanılabilir. Ama biz
imgeleri değil, bilimsel kavramları tartışıyoruz.
Bir zamanlar “Revizyonist Ülkeler” gibi bir kavram çifti vardı örneğin. Revizyonizm bir
düşüncede bir doktrinde olabilir. Bir sosyo ekonomik formasyon, bir rejim, bir üretim biçimi
değildir. Ama bu kullanımda tam da bu anlamlarda kullanılır. Ülke’nin revizyonisti olmaz,
düşünce veya bir doktrinin revizyonisti olur. Mantıken bir yanlış vardır ortada.
82
Örneğin bir “feodal toplum”dan, bir “kapitalist toplum”dan söz edilebilir ama “İngiliz
Toplumu”ndan, “Fransız Toplumu”ndan söz edilemez. Feodal ya da kapitalist sosyolojik
kavramlardır, ama İngiltere ya da Fransa politik ve ideolojik kavramlar.
İşte, Türkiye Toplumu, Türk Toplumu ya da bunlar karşılığı kullanılan “Toplum” kavramları,
her şeyden önce böyle bir mantık ve metodoloji hatasıyla maluldürler.
*
Solcular içlerine işlemiş olan milliyetçiliğin kavramlarını kullanmamak, gerçek
milliyetçiliklerini gizlemek için, böyle saçma kavram çiftleri yaratırlar. “Türk ulusu” dese,
“Türk devletinin yurttaşları” dese, o zaman Türk Ulusunun, Türk devletinin yurttaşlarının
sorunlarını tartıştığı, onlara çözüm aradığı; dolayısıyla Türk Ulusu ve Devletini olumladıkları
ve zımnen savundukları ortaya çıkacaktır.
Bunu gizlemek için, “Türk toplumu” der, “Türkiye toplumu” derler. Sanki sosyolojik bir
sorunu tartışıyormuş gibi bir izlenim yaratırlar. “Toplum” boru mu bu? Toplumcu lafı bile
ondan geliyor. Böylece sosyalist ve de tarihsel maddeci, Marksist bir ton da verilmiş, bir ima
da yapılmış olur. Bir taşta iki kuş.
“Türkiye Toplumu”ndan söz eden metinleri alın, hepsinde aslında Türk ulusunun, hatta Türk
devletinin sorunlarının tartışıldığını görürsünüz. Aslında o özne açısındandır bütün yaklaşım,
ama “Toplum” lafının ardında nesnellik ve bilimsellik örtüsünün altına gizlenmiştir.
*
İşte burada artık esas konumuz olan, Murat Belge’ye gelelim.
Biz yazıları hep bu arka plan ile okuduğumuzdan, Murat Belge’nin bu çok ilerici gibi
görünen, bu yazının başında sözünü ettiğimiz yazısında, aslında, son derce gerici bir özne
açısından sorunu tartıştığı hemen dikkatimizi çekti.
Murat Belge, bu yazısında “Toplum” kavramını kullanıyor. Ama “toplum”u sadece bir
bütün olarak ulus anlamında değil, o ulusa egemen veya onu yaratan, egemen
bürokratik oligarşi anlamında kullanıyor ve aslında, tam da o öznenin bakış açısından
bütün sorunu tartışıyor. O Özneye “böyle gitmez” diyor.
Şimdi önce okuyucu Murat Belge’nin yazısı okusun. Aşağıya yazıyı olduğu gibi aktarıyoruz:
“Yaşamaya doğru
Murat Belge
02/05/2006
Türkiye'de modernizasyon hamlelerinde başı çeken kadrolar kadar, modernizasyonun içinde
geliştiği genel koşulların da mahiyeti, doğal olarak, bu sürecin biçimlenmesini belirlemiştir.
Modernizasyonun kendisi, aslında Tanzimat'la bile değil, II. Mahmud'la ve Vaka-i Hayriye ile
başlamış olsa da, bu uzun sürecin 1876 sonrası, yani 93 Harbi'ni izleyen bölümünün özel bir
önemi olduğunu düşünüyorum.
83
Rus ordusunun Yeşilköy'e kadar yürümesi, mütareke koşulları, verilen kayıplar
('territorialism' zihniyetinden çıkamayan bu devlette her şeyden önemlisi buydu), daha sonra
Berlin'de geri alınan birkaç şeyin karşılaşılan bütün sorunlara bir 'ölüm kalım kavgası'
çerçevesinde bakmak, bir alışkanlık haline geldi.
Ama 20'nci yüzyıla giriş biçimi, bu karamsarlığın üzerine yeni yeni bulutlar getirip yığdı.
1876'da I. Meşrutiyet'in ilanı ile 93 Harbi'nin başlaması üst üste gelmişti. 1908'de II.
Meşrutiyet'in ilanının sevinci ile Avusturya'nın Bosna-Hersek'i resmen ilhak etmesinin
burukluğu da benzer bir biçimde çakıştı. Ama bunu 1911 Trablus, 1912 Balkan Harbi ve
nihayet büyük Dünya Harbi izledi. Bunların hepsi yenilgi ve toprak kaybıyla sonuçlandı.
'Makûs talih' işte 93'ten başlayan bu diziydi. Savaş, iyiden iyiye bir kader haline gelmişti. Yok
olmak kaderse bu savaşla gelecek, ama ufukta bir kurtuluş varsa bu da savaşla kazanılacaktı.
Bu maddi koşullar, toplumun manevi dünyasını hemen ve doğrudan doğruya etkiledi. Örneğin
Harp Mecmuası... Harbiye Nezareti'nin yayımladığı bu derginin ilk sayısı 1915'te çıkmış ve
yayın 1918'e, savaşın sonuna kadar devam etmiştir.
İyi kâğıda basılan, bol fotoğraflı dergi, doğal olarak, bir propaganda dergisiydi (yeni
harflerle özet baskısı yakında yapıldı: Kaynak Yayınları, 2004). Dünya tarihinde, 'topyekûn
harp' kavramının günün yeni gerçeği olarak yerini aldığı bir evrede, bütün bir toplumun
savaşa hazırlanması amacıyla yayımlanıyordu. Her sayısında, 'Yaşayan Ölüler' ve 'Mübaret
Şehitlerimiz' başlıklarıyla, savaşta can verenlerin fotoğrafları yayımlanır. Bu, ister istemez,
toplumda herkese 'Sıra sana gelebilir' mesajını vermek gibi bir şeydir.
Savaş sonuna doğru, Cenap Şahabettin'in Rıza Tevfik'e mektubundan öğrendiğimiz gibi, en
tanınmış yazarlar, dolgun ücret karşılığında, 'milli, vatanî, hamasî' edebiyat yapmaya
çağrılır. Ama bu edebiyat zaten yapılmaktadır. Mehmet Akif 'Çanakkale Şehitleri'ni yazarken
'dolgun ücret' düşünmemiştir. Çevre koşulları, eli kalem tutan insanlara zaten üzerinde
yoğunlaşacak başka konu bırakmamaktadır.
Bu olaylarda yadırganacak bir şey yok. Savaşlarda kaybettiği insanlara borcunu, onları en
içten sevgi ve saygıyla anarak ödemekten kaçınacak bir toplum herhalde düşünülemez.
Burası böyle olmakla birlikte, bu 'ölme ve öldürme' edebiyatını toplumun kültürünün ve
değerlerinin temel direği haline getirmek, bir yandan bu şekilde derinleştirirken bir yandan
da bunu hatırlatacak simgeleri her yana yerleştirerek yaygınlaştırmak, sağlıklı ve anlaşılır bir
duyguyu bir patoloji haline getirmek demektir. Değindiğim zor koşullar, son analizde, somut
bir konjonktürün getirdiği şeylerdi. O konjonkürü ebedileştirmek de sağlıklı bir şey değil.
Toplumlar zor durumlarla karşılaştıkları zaman bununla başa çıkabilmek için gerekli direnci
de harekete geçirebilirler. Bunun için, hayatlarının her anını 'vatan için ölme ve öldürme'
edebiyatıyla geçirmeye ihtiyaçları yoktur. Toplumların asıl ihtiyacı, ölümüm değil hayatın
kutsanmasına ve yüceltilmesinedir.”
*
Murat belge’nin yazısında Toplum sözü geçen şu sözleri önce alt alta aktaralım:
“Bu maddi koşullar, toplumun manevi dünyasını hemen ve doğrudan doğruya etkiledi.”
84
“Bu, ister istemez, toplumda herkese 'Sıra sana gelebilir' mesajını vermek gibi bir şeydir.”
“Burası böyle olmakla birlikte, bu 'ölme ve öldürme' edebiyatını toplumun kültürünün ve
değerlerinin temel direği haline getirmek, bir yandan bu şekilde derinleştirirken bir yandan
da bunu hatırlatacak simgeleri her yana yerleştirerek yaygınlaştırmak, sağlıklı ve anlaşılır bir
duyguyu bir patoloji haline getirmek demektir”
“Toplumlar zor durumlarla karşılaştıkları zaman bununla başa çıkabilmek için gerekli
direnci de harekete geçirebilirler. Bunun için, hayatlarının her anını 'vatan için ölme ve
öldürme' edebiyatıyla geçirmeye ihtiyaçları yoktur.”
“Toplumların asıl ihtiyacı, ölümüm değil hayatın kutsanmasına ve yüceltilmesinedir.”
*
Biraz dikkatli bir analiz, Murat Belge’nin Toplum sözünü aslında “Uluslar” veya “Türk
Ulusu” karşılığında kullandığını ortaya çıkarır.
Ama sadece bu kadar değildir. Murat belge, “toplum”u aynı zamanda, Osmanlı’ya egemen
olan ve Türk ulusunu yaratan Bürokratik kast karşılığı da kullanmaktadır.
Örneğin, bir sürü yenilgiyi sıraladıktan sonra, “Bu maddi koşullar, toplumun manevi
dünyasını hemen ve doğrudan doğruya etkiledi.” diyor.
Söz konusu “Toplum” Osmanlı İmparatorluğu’dur. Peki “Toplum” denen Osmanlı
İmparatorluğu içinde hiç de böyle olmayan “Toplum”lar yok muydu?
Bir kere Balkan Ulusları, Rumlar, Ermeniler, hiç de o “Toplum” denen Osmanlı bürokrasisi
gibi düşünmüyorlardı. Osmanlı Bürokrasisi için yenilgi ve kayıp olan onlar için kazançtı.
Eğer Toplum gerçekten nötr bir kavram olarak, Osmanlı’da yaşayan bütün insanları kast
ediyorsa, o zaman Belge’nin ifadesi doğru değildir ve gerçeği yansıtmamaktadır.
O İnsanların bir bölümünün duygu ve düşüncelerini, olayları algılayışını, “toplumun” diyerek
tüm imparatorluk ahalisinin algılayışı olarak tanımlamaktadır.
Ayrıca bu algılayış, sadece Hıristiyan değil, Osmanlı’nın Müslüman ahalisinin de algılayışı
değildi. Anadolu’daki köylünün böyle bir derdi olmadığını, zaten yeğeni Olduğu Yakup Kadri
Yaban’da anlatmaz mı? O algılayış küçük bir bürokratik kastın algılayışıdır.
Aslında Toplum derken, Murat Belge’nin ilk cümlede, kastettiği, Osmanlı Bürokratik
oligarşisidir. Onların ruh haldir. Ama bunu toplumun ruh hali gibi koymaktadır. Çünkü kendi
ruh halidir aynı zamanda, o özne açsından düşünmekte ve hissetmektedir. Zaten kendisi de bir
şekilde onlara dahildir.
Bu nedenle, bilinçsizce, tam da Freudyen biçimde, güdük fiiller veya dil sürçmelerinde
olduğu gibi, onların kendi ruh hallerini tüm Müslüman ahalinin ruh hali yapma ve onlardan
bir ulus yaratma çabalarını da hep toplumun yasaları gibi koymaktadır.
*
İkinci Cümlede, “Toplum” aslında, kendisinden ulus yaratılacak olan Müslüman ahali
anlamında kullanılmaktadır.
85
“Bu, ister istemez, toplumda herkese 'Sıra sana gelebilir' mesajını vermek gibi bir şeydir.”
Osmanlı’nın en azından Trakya, Anadolu’daki Hıristiyan yurttaşları için “Sıra sana gelebilir”
her halde anlamsızdı. Egemen bürokrasinin onlara böyle bir mesaj vermek gibi bir derdi de
yoktu. Çünkü onlar aslında, Osmanlı egemenliğinden kurtuluş için sıranın kendilerine
gelmesini bekliyorlar veya bunun için çalışıyorlardı. Belge, tam bir Türk milliyetçisi gibi
düşünmekte ve algılamaktadır Osmanlı’yı, yani sadece Müslüman ahali olarak. Biz’ine
dolayısıyla “Toplum”una dahil değildir Murat Belge’nin, Osmanlı’nın Hıristiyan ahalisi.
Ancak böyle bir arka planla insan böyle bir cümle kurabilir. Burada, “Toplum”un aslında
gerici ulusçuluk anlamında bir “Biz”in yerine kullanılması çok açık olarak görülmektedir.
*
Elbette bu makaleyi Murat Belge, öyle iş olsun diye yazmıyor. Tarih aslında bu günkü politik
veya programatik duruşlara bir gerekçe sağlamaya yöneliktir. Tarihin tarihle ilgisinin
olmadığı açıktır.
Murat Belge’nin “toplum”u Müslüman ahali ve egemen Bürokratik kast anlamında kullandığı
görüldü. Bu anlamlarla okuduğumuzda, dediği şudur Bürokratik kasta, veya kendisinden artık
bugün Türk ulusu yaratılmış ahaliye, yani Türk ulusuna:
“Ölümü kutsayan” bir Türk ulusçuluğu iyi değildir, “hayatı kutsayan” bir Türk ulusçuluğu
daha iyidir.
“Toplum”ların karşılığı olan gerçek anlamları koyduğumuzda, Murat Belge’nin yaptığının,
aslında nasıl bir Türk milliyetçiliğine ihtiyaç bulunduğu; nasıl bir milliyetçiliğin veya Türk
tanımının, “Türk” veya “Türkiye “Toplumu”nun çıkarlarına daha uygun olacağıdır.
Tıpkı klasik sömürgeciliğin ve ırkçılığın ölümü ve şiddeti kustaması, yeni sömürgeciliğin,
kültürel ırkçılığın bunu reddetmesi gibi; Murat Belge de klasik Türk ulusçuluğunun,
bürokrasinin Türklüğü, ırka, dile, soya dayanarak tanımlayan ulusçuluğunun ayrılmaz kardeşi
olan “ölümü kutsayan” bir ulusçuluğun yerine; Türklüğü kültürel olarak tanımlayan bir
ulusçuluk gibi, “Hayatı kutsayan” bir ulusçuluk öneriyor.
*
Bunu kime öneriyor? Bu kimin sorunu olabilir?
Türk ulusçulusun sorunudur. Ve Türk ulusçuluğunun yaratıcısı bürokratik kasta öneriyor.
Hem de dışından bile değil içinden.
İşte en entelektüel ve demokrat bilinen Murat Belge’nin o güzel sözlerinin ardındaki acı
gerçek.
Meyvenin etli kısımlarını soyduğumuzda elimizde kalan, sert ve zehirli çekirdek: Türklüğün
nasıl tanımlanacağı tartışmasıdır.
Önerilen: ölümü değil, yaşamı yücelten bir Türklük, dolayısıyla Türk ulusçuluğu.
Muhatap da Özne de Osmanlı yadigarı egemen bürokratik Oligarşi.
Kadro’nun yaptığı da, Bu Bürokratik Oligarşi’ye bir doktrin oluşturmak değil miydi?
86
Anlaşılan herşey aslına dönüyor.
Topraktan geldik gene toprak oluyoruz.
02 Mayıs 2006 Salı
http://www.koxuz.biz
87
Türklerin Müslümanlaşması mı? Müslümanların Türkleşmesi mi?
Daha önce “Biz” i Türkler, Türklük, Türk Ulusu vs. olarak ele almanın sosyalizmle ve
sosyalistlikle uzlaşmayacağını, bunun en gericisinden milliyetçilik olduğunu ele almıştık.
(Bakınız: “Murat Belge, “Biz”, “Toplum”, Ulus ve Marksizm”
http://www.koxuz.biz/index.php?option=com_content&task=view&id=717&Itemid=360 )
Şimdi bir başka somut örnekte, bunun masıl gerici, tarihi allak bullak eden bir tarih anlayışına
yol açtığını veya onunla bir arada bulunabileceğini görelim.
Aslında bu konuyu, daha önce, Tersinden Kemalizm adlı kitapta, Kıvılcımlı’yı eleştirdiğimiz
bölümde, onun “Dinin Türk Toplumuna Etkileri” başlıklı yazısını eleştirirken kısaca ve
dolaylı biçimde ele almıştık. Burada bu eleştiriyi biraz daha detaylandıralım, ete kemiğe
büründürelim.
Örnek olarak ele alacağımız kitap, Erdoğan Aydın’ın “Türklerin Müslümanlaştırılmasının
Resmi Olmayan Tarihi – Nasıl Müslüman Olduk?” (Başak Yayınları, 1994)
Dikkat edelim. Erdoğan Aydın’ın kitabının adı, “Türkler Nasıl Müslüman Oldu?” gibi bir
isim değil. “Nasıl Müslüman Olduk?”. Yani biz zamiriyle soruluyor soru. Soruyu soran özne,
yani “biz”: Türkler’dir. Diğer bir ifadeyle, Erdoğan aydın bir Türk olarak konuyu
tartışmaktadır.
Halbuki daha önce görmüştük ki, bir sosyalistin, bir Marksist’in “Biz”i ancak ve ancak,
dünya işçi sınıfı olabilir. O tüm olayları bu öznenin bakış açısından ele alır ve almalıdır.
Hele hele bu “Biz”in, son derece gerici; kendini bir dil, tarih, soy ile tanımlamış bir ulus, yani
Türklük olması, hiçbir şekilde kabul edilemez.
Peki Erdoğan Aydın bir Marksist mi? Ya da öyle olduğunu mu iddia ediyor?
Böyle bir iddiası yoksa, elbette sorun yoktur. Türkler Türklerin nasıl Müslüman olduğu
üzerine yazabilirler. Çünkü daha sonra görüleceği gibi, Türklerin nasıl Müslüman olduğu,
ancak Türklerin sorabileceği bir sorudur. Marksist açıdan böyle bir soru olanaksızdır veya
saçmalıktır. Bir Marksist böyle bir soru soramaz çünkü bu sorunun kendisi ideolojik ve yanlış
bir sorudur ve yanlış sorulara doğru cevaplar verilemez.
Ama bir Marksist’in, Marksist olduğu iddiasındaki birinin, biz zamiriyle, Türklüğü özne
olarak kabul ederek böyle bir soru sorması katmerli bir yanlıştır. Bu nedenle önce bakalım
Erdoğan Aydın Marksist mi? Ya da böyle bir iddiası var mı?
Evet, Erdoğan aydın kendisinin Marksist olduğu iddiasındadır. Örneğin aynen şöyle yazıyor:
“Tarihsel Materyalist bir dünya görüşünün savunucusu olarak...” (sayfa: 18)
88
Marksizm, Tarihsel Materyalizmin kısaltılmış bir ifadesinden başka bir şey olmadığına göre,
Eroğan Aydın bir Marksist olduğu iddiasındadır. (Burada Tarihsel Materyalizmin bir “Dünya
görüşü” değil, bir Bilim, bir yöntem olduğu konusunu ise, konuyu dağıtmamak için bir kenara
bırakıyoruz.)
O halde, bir yandan kendisinin Marksist olduğunu iddia eden, hatta kitabını Marksist açıdan
yazdığı iddiasında olan ama diğer yandan, kendisini Türk olarak tanımlayan, olaylara
Türkler açısından bakan; Türk ulusçusu olarak yazan bir yazar karşısındayız.Bu ikisinin bir
arada bulunamayacağı, ortadakinin Marksizm postuna bürünmüş bir milliyetçilik, hem de
ilkel ve gerici bir milliyetçilik olduğu açıktır.
Ama haydi yine bir kredi daha açalım. Denebilir ki bu yargı çok acımasız. Onun biz olarak
Türklüğü kastetmesi, Türk olarak yazması, Türk milliyetçisi olduğu anlamına gelmez. İnsan
pek ala Türk olabilir de Türk milliyetçisi olmayabilir.
Bu doğru değildir. Çünkü bu günkü Türk ulusunun, Orta Asya’dan gelmiş Türkler olduğunu
soya, ırka, tarihe dayanan bir milliyetçiliğin taraftarları savunabilir. Erdoğan Aydın’ın
kitabının adı ve içeriği, nasıl Müslüman olduk sorusuna, Orta Asya’da cevap arıyor. Burada
var olan gizli varsayım, bu günkü Türk Ulusunun, Orta Asya’dan gelen Türklerin ahvadı
olduğu varsayımıdır. Bütün Emin Oktay Tarih kitapları, bütün Türk Dil ve Tarih Kurumu,
bütün üniversiteler, bu hikayeyi anlatır ve inşa ederler.
Bu günkü Türklerin, Orta Asya’dan gelen Türklerin ahvadı olduğu iddiası, ırka, soya dayanan
bir milliyetçiliğin iddiasıdır. Ve bizim “Tarihsel Maddeciliği dünya görüşü” olarak
benimsemiş, Türk-Marksisti Erdoğan Aydın (Türk-Marksist, Kapitalist-Sosyalizm gibi bir
saçmalıktır ve kendi içinde çelişir. İkisi bir arada olmaz.) ırkçı Türk ulusçuluğunun bu
yalanını olduğu gibi kabul edip, fiilen bu yalanın yayılmasına hizmet ederek, onu yayarak
ırkçı Türkçü ve Marksist nasıl olunabileceğinin bir örneğini bizlere sunuyor.
Bunun nasıl bir Irkçı Türkçülük olduğunu gösterebilmek için, başka tür bir Türk
ulusçuluğunun, örneğin “kültürel ve Anadolucu” bir Türk ulusçuluğun da bu soruyu
sorabileceğini ve buna bambaşka bir cevap verebileceğini gösterelim.
Pek ala şöyle bir Türk Ulusçuluğu da mümkündür. Ki böyle bir Türk ulusçuluğu Türk
burjuvazisinin bu günkü ihtiyaçlarına ve tarihsel olaylara daha denk düşer.
“Bizans topraklarını feth eden Oğuzlar geldiğinde, Anadolu’da şehirler ve köyler boş değildi.
Orada binlerce yıldır yaşamış insanların torunları yaşıyordu. Keza bu fatihler de bu insanları
katledip sürmediler. Onların üzerine egemen oldular. Ve bu egemen fatihler, fethettikleri
yerlerin ahalisine göre çok küçük bir azınlıktılar.
Bütün dünyada bu böyledir. Fatihler Feth ettikleri ülkelerin nüfusunun çok küçük bir
yüzdesini oluştururlar. Ve kısa bir süre sonda, ya feth ettikleri ülkenin daha gelişmiş kültürü
tarafından feth edilirler, yani onun dili ili dillenir ve diniyle dinlenirler veya o yerli ahaliden
daha gelişmiş bir uygarlık ve kurumlar sistemine sahipseler, yerli ahali fatihlerin dili ve
dinini benimser. Bu da kısa zaman içinde, fatihlerin genetik olarak çoğunluktaki yerli ahaliyle
karışmaları, bir süre sonra onların fiziksel özelliklerine de sahip olmaları sonucunu doğurur.
89
Anadolu’da da tarih boyunca defalarca böyle olmuştur. Son arkeolojik kazıların ve
antropolojik araştırmaların da kanıtladığı gibi, örneğin Hitit kalıntılarının bulunduğu yerde
bu gün yaşayanlar Orta Asya’dan gelenler veya daha önceki tarihlere gelmiş akıncıların ve
fatihlerin torunları değil, bizzat o Hititlilerin torunlarıdır. Bu bütün dünyada da böyledir.
Bu şöyle bir benzetmeye daha iyi anlaşılabilir. Eskiden üzerine yazı yazılabilecek papirüs,
kağıt, deri gibi malzemeler az bulunuyordu ve pahalıydı. Bu nedenle, aynı papirüs üzerindeki
yazılar silinerek, veya zamanla silindiği için, defalarca farklı uygarlıkların farklı yazılarıyla
bile kullanılabiliyordu. (Hiçbir silinme tam olmadığından, bu gün çok özel tekniklele, bir
papirüsün üzerindeki farklı yazılar okunabilmektedir.) Böylece, bir papirüs hep aynı olmasına
rağmen üzerindeki yazılar, dil vs. zamanla değişiyordu. İşte bu günkü Anadolu da böyledir.
İnsanlar biyolojik olarak hep aynı insanlardır. Onların dilleri ve dinleri sürekli değişmiştir,
tıpkı bir papirüsün üzerine başka yazılar yazılması gibi.
Bu yaklaşımdan hareketle, bu günkü Türk ulusu da, böyle bu tarihin ürünüdür, bütün bu
halkların ve uygarlıkların kültürünün mirasçısıyız bir Türkler. Bu Kültürün içinde Orta
Asya’dan gelen Fatih Oğuz’ların oranı, onların küçük bir fatih azınlık olarak genetik
oranından daha fazla değildir”
Yani böyle bir Türk milliyetçiliği de mümkündür ve bu gün ilk örnekleri Halikarnas
Balıkçısı’nda görülen böyle bir Türk milliyetçiliğini savunanlar da vardır.
Böyle bir milliyetçilik de Türk milliyetçiliğidir, ama 1920-30’ların ideolojik atmosferine göre
şekillenmiş kana, ırka dayanan bir Türklükle değil, daha günün ihtiyaçlarına uygun,
globalleşmenin ve post modernitenin çokluğu ve çeşitliliği zenginlik gören yaklaşımlarına
uygun daha “çağdaş”, daha kültüre göre tanımlanmış bir milliyetçilik olur.
Ve böyle bir milliyetçilik, olgulara daha denk düşen bir milliyetçiliktir de.
Şimdi böyle bir milliyetçilik açısından, “Nasıl Müslüman Olduk?” sorusu, bu günkü Türk
ulusunu, Orta Asya’dan gelenlerin ahvadı olarak gören ırkçı ve kana dayanan Türk
milliyetçiliğinden farklı bir anlama ve içeriğe sahip olurdu. O zaman bu soru, Anadolu’da
binlerce yıldır yaşayanların, fatihler küçük bir egemen azınlık olmalarına rağmen nasıl
Müslüman olduğunu; ya da Balkan, Kafkas göçleri ve katliamlarla Anadolu’nun nasıl
Müslüman bir çoğunluğa ulaştığını araştırırdı.
Yani kültüre dayanan bir Türk milliyetçisi için “nasıl Müslüman olduk?” sorusunun cevabı,
Anadolu’nun, İslamiyet zırhıyla kuşanmış göçebe fatihlerce fethi ile daha sonraki dönemlerde
ahalinin nasıl Müslüman olduğu (örneğin, Haraçtan kurtulmak için, daha az vergi vermek
için) ve nihayet yerli Hıristiyanların katledip sürülmesi ve Balkan ve Kafkaslardan gelenler
vs. gibi noktalarda yoğunlaşırdı.
Yani Erdoğan Aydın’ınkinden çok farklı bir yer ve zamanda arardı böyle bir milliyetçilik
“Nasıl Müslüman olduk?” sorusunun cevabını. Erdoğan Aydın’ın kitabı, yani ırka, soya
dayanan bir Türk milliyetçisinin cevabı, yer olarak Orta Asya ve zaman olarak 7-13.
yüzyıllar arasında yoğunlaşırken, kültüre dayanan bir Türk milliyetçisinin cevabı, yer olarak
Anadolu (Balkan ve Kafkaslar)ve zaman olarak da diğerinin bittiği yerde, 12-13 yüzyıllar
sonrasında başlardı.
90
Erdoğan Aydın bu sorunun cevabını Orta Asya’da ve 13 yüzyıl öncesinde aradığından, Irkçı,
kana dayanan Türk milliyetçiliğinin bütün yalanlarına ve varsayımlarına dayanmakla, onları
kabul etmekle kalmıyor, aynı zamanda onları yayıyor ve pekiştiriyor.
Sanırız bu örnek, Türkiye’de ilerici, demokrat ve hatta “tarihsel maddeci dünya görüşünü
benimsemiş” solcu, aydın ve de Komünistlerin nasıl saf kan gerici milliyetçiler olduklarını;
onların ilerici ve demokratlığının ancak böyle gerici ve ırkçı bir milliyetçilik içinde “ilerici”
ve “Demokrat”lık olduğunu yeterince açık olarak gösterir.
*
Ancak İster Kültür’e ve Anadolu’ya dayansın, ister, ırka, soya ve Orta Asya’ya dayansın her
iki milliyetçilik de, ulusların tarihi olmadığı gerçeğini inkar ederler ve uluslara bir tarih
yaratma çabasıdırlar. İkisi de gerici milliyetçiliklerdir bu nedenle.
Şu çok basit gerçek bir türlü kavranılmaz, ulusların tarihi yoktur. Türk ulusu, Türk Ulusunun
kuruluşuyla birlikte ortaya çıkmıştır. Ondan önce bir tarihi yoktur ve olamaz, ister
Anadolu’ya ve kültüre, ister Orta Asya’ya ve Türklüğe dair bir tarih iddiası, bütünüyle
ulusçuların bir inşasıdır.
Bir an için Orta Asya’dan gelenlerin, Anadolu’nun yerli ahalisini yok edip onun yerini
aldıklarını, bu günkü Türk ulusunu oluşturanların, onların genetik, kültürel devamcıları
olduklarını var sayalım.
Bir çok kez Tarihteki kavimler kendilerinin kendilerini tanımladıkları isimlerle değil ama
genellikle uygarların onlara verdikleri isimlerle adlandırılırlar. Biz bunu bir yana da bırakalım
ve Türklerin kendilerini Türk olarak tanımladıklarını var sayalım.
Bu koşulda bile o gelenlerin Türklüğü ile, Türk ulusunun Türklüğü arasında hiçbir ilişki
yoktur.
Ulus olarak Türklük, tamamen politik bir kavramdır. Türklüğün, o ulus ırkçı bir Türk
kavramına bile dayansa, genetik ve soya dayanan bir Türklükle ilişkisi yoktur.
Bir zamanlar kendilerine Türk diyen insanlar için ise, Türklüğün politik hiçbir anlamı
bulunmuyordu. Bu sadece uzaklardaki ortak bir kökene veya yine bu kökenle bağlantılı ortak
bir dile tekabül ediyordu. O insanlar, şu veya bu toteme bağlıydılar. Onların tüm
davranışlarını, toplumsal üstyapılarını bu belirliyordu.
Yani Türkler Müslümanlaşmadı, şu veya bu totemden, şu veya bu boylar Müslüman oldular,
şu veya bu boyun, soyun örgütlenme ve hukukunun yerini İslam hukuku ve örgütlenmesi aldı.
Türklerin Müslümanlaştığı, Türk milliyetçiliğinin yarattığı bir kavramdır, Irka göre
tanımlanmış bir Türk ulusuna Tarih yaratma çabasının sonucu ortaya çıkan bir uydurmadır.
Burada karışıklığı yaratan, bir zamanlar şu veya bu soydan veya boydan insanların, uzak bir
ortaklığa bir gönderme ile, hiçbir dinsel veya politik anlamı olmadan Türk olarak kendilerini
tanımlamaları ile, bu günün sadece politik olanın tanımlanmasının aracı Türk kavramının,
aynı sözcükle karşılanmasıdır. Yani Tarih’teki Türkler Türk değildiler ve olamazlardı; onlar
ancak Kınık boyundan, Kayı boyundan veya Müslüman, Hıristiyan olabilirlerdi. Boy ya da
Din, bunlar tüm toplumsal yaşamı, ilişkileri ve örgütlenmeyi belirliyordu.
91
Ama ulus olarak Türk ulusundan olanlar ise, şu veya bu boydan, şu veya bu dinden olamazlar.
Politik anlamı olmadan, elbette şu veya bu boydan, şu veya bu dinden olduklarını
söyleyebilirler ama bunun hiçbir politik anlamı yoktur ve olmamalıdır. Özel olarak, inanç
olarak, kültürel olarak (ki hepsi aynı anlamdadır, yani politik olmayan anlamında) öyle
olabilirler. Ama bir toteme ya da uygarlık dininin bir inanç olduğu da tam ulusçuluğun
dayandığı bir kabuldür. Yani insanlar, Türk ise, Türk ulusundan ise, Müslüman, Hıristiyan ya
da Kayı boyundan, atmaca soyundan olamaz. Müslüman, Hıristiyan, Atmaca soyundan, Kayı
boyundan ise Türk olamaz, Türk ulusundan olamaz. Çünkü dinler aslında bir inanç değildir,
tümüyle üstyapıyı örgütlerler. Nasıl Müslüman olmak için, putu parçalamak, yani kabilenin
totemini parçalamak, kan kardeşliği yerine din kardeşliğini geçirmek gerekirse; Türk olmak
için de Müslüman olmaktan çıkmak; Allah’ın kanunları yerine Türk ulusunun kanunlarını;
Allah’ın sınırları yerine ulusun sınırlarını, Din kardeşliği yerine ulus kardeşliğini geçirmek
gerekir. Aynı şekilde Komün’ün soyun, totemin, Şaman’ın kanunları ve aşiret kardeşliği
yerine Türk ulusunun kanunları ve kardeşliği geçer.
Tekrar edelim. O Orta Asya’dakiler için Türklük hiçbir şey ifade etmiyordu. Onlar önceleri şu
veya bu boydan, soydandılar. Onlar şu veya totemin soyundan olarak vardılar. Daha sonra da
Müslüman veya başka bir dindendiler. O zaman da onlar için Türklük hiçbir şey ifade
etmiyordu. Nasıl Müslümanlık ile Onların boyları arasında bir ilişki yok idiyse, onların
boyları ve sonraki dinleri ile Türklük arasında da bir ilişki yoktu.
Uluslar, dolayısıyla da Türklük, ne tarih, ne de soy, kan, kültür vs. ile ilgili değildir. Bir ulus
olmak için, bunların hiç biri gerekmez. Bu gerici ulusçuluğun bir uydurması, inşasıdır.
Dünyanın ilk ulusu olan Amerikan ulusunun bir tarihi yoktu ve Amerikan ulusu için bir Tarih
gerekmemişti. Aksine ulus tarihsiz olarak ortaya çıkmıştı. Dil ve soy ise hiç söz konusu bile
değildir. Aynı dil ve soydan insanlara karşı bir savaş içinde bu ulus kurulmuştu.
O halde, bir soy veya tarihin olduğu, ulusun onun sonucu ortaya çıktığı, bir ulusçu yalanıdır.
Hem de gerici ulusçuluğun bir yalanıdır. Çünkü, tıpkı ABD’de olduğu gibi, ulusların tarihi
olmadığı anlayışıyla da bir ulusçu olunabilir. İlk aydınlanmanın demokratik ulusçuluğu
aşağı yukarı böyle bir şeydi. Ulusların bir tarihi olduğu, gerici ulusçuluğun bir
kabulüdür.
İster Kültüre ve Anadolu’ya dayansın, ister ırka, soya dayanıp köklerini Orta Asya’da arayan
ulusçuluk olsun, ulusların bir tarihi olduğuna inanan ve bunu savunan ulusçuluklar
gerici ulusçuluklardır.
Demokratik bir ulusçuluk, ulusların bir tarihi olduğu ilkesini reddeder ve tarihsiz, Tarihe karşı
olarak ulusu kurmaya çalışır.
Çünkü, demokratik bir ulusçuluk, insan haklarına dayanır, ve insanı bir soy, tarih, dil, bölge
ile tanımlamayı reddeder. Demokratik ulusçuluk, “Vatanım Yeryüzü, Milletim İnsanlık” diyen
ulusçuluktur. Çünkü, ulusçuluk özünde, politik diye ayrı bir alanın varlığının kabulü ve daha
önceki çağlarda hukuki ve politik olanı belirleyenin, yani dinlerin özel’e atılmasıdır. Bütün
insanlar dini, dili vs. eşittir önermesinin özü, ulusçuluk öncesi toplum yaşamını, hukukunu,
92
devletin örgütlenmesini vs. belirleyen dinlerin buradan uzaklaştırılması, özele atılmasıdır.
Bunun için de ulusçuluğun, yani demokratik bir ulusçuluğun tarihe ihtiyacı yoktur.
Soınuç olarak, Erdoğan Aydın’ın “Nasıl Müslüman Olduk?” sorusu, ulusların tarihi
olduğunu savunan gerici ulusçuluğun bir sorusudur.
Ulusların tarihi olmadığından yola çıkan ise, bu tarihsiz şeyin, nasıl yaratıldığını anlatır?
Devrimci ve demokratik ulusçuluğun sorusu ise şudur?
“Anadolu’nun Müslüman ahalisinden nasıl Türk ulusu yaratıldı?”
İşte o “nasıl Müslüman Olduk?” sorusu , Müslüman Anadolu ahalisinden, Orta Asya
Türklüğüne, kana, ırka dayalı bir ulusu yaratanların bir sorusu olarak ortaya çıkar ve bu
yaratılışın nasıl olduğunu gösterir bizlere.
Yani, bizzat bu sorunun kendisiyle.
Erdoğan aydın, kitabıyla, kana, soya, ırka dayanan bir ulusun inşasına hizmet etmektedir.
*
İşte, Aleviler içinde ilerici bilinen, demokrat bilinen ve hatta “Tarihsel maddeciliği bir dünya
görüşü” olarak benimseyen Erdoğan Aydın’ın nasıl boğazına kadar bir gerici milliyetçilik
içinde olduğu.
Tabii burada Erdoğan Arkadaşımıza haksızlık etmiş olmamak için şunu belirtelim. Bu
yaklaşım ve görüşler sadece Erdoğan’ın değil, Türk sosyalistlerinin ve hatta dünya
sosyalistlerinin yüzde doksan dokuzunun görüşleridir. Biz sadece Erdoğan Aydın’ı bir örnek
olarak seçtik.
Onu seçmemizin nedeni ise meşrebimiz. Bizim meşrebimiz de, yakınlarımıza ve
arkadaşlarımıza karşı gaddar, bize uzak olanlara ve düşmanlarımıza karşı anlayışlı ve
toleranslı olmak olarak özetlenebilir.
Demir Küçükaydın
25 Mayıs 2006 Perşembe
93
Türkler, Güvercinler ve İnsanlar
Hrant Dink’in “Ruh halimin Güvercin Tedirginliği” başlıklı yazısının son satırlarında
umudunu ve güvenini şu sözlerle dile getiriyor:
“Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede
insanlar güvercinlere dokunmaz.
Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler.
Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.”
Ama bu satırların, son yazının son satırları olması, aynı zamanda bu umudun ve güvenin
hiçbir dayanağı olmadığını da kanıtlamış bulunuyor.
Niçin böyle?
Çünkü bu ülke Türkiye’dir ve Burada İnsanlar değil Türkler yaşıyor.
Dink’in anlamadığı veya iyi niyetle görmek istemediği Türklerin İnsan olmadığıydı.
Dink’in zikrettiği, bir zamanlar, aralarında güvercinlerin yaşamasına müsaade eden ve “bu
ülkede” yaşayan insanları, Türk değil Müslüman’dılar.
Yani Türkiye Cumhuriyeti’nin yasalarına değil, Allah’ın yasalarına göre düşünüp davranmaya
çalışırlardı. En zararlı bilinen böceği bile, o da Allah yaratığıdır diye öldürmekten
çekinirlerdi.
Ama Türkler’de Allah korkusu yoktur, onlarda Türk Devleti korkusu vardır. Devlet
güvercinlerin kafasını koparın dediğinden, güvercinlerin kafasını koparırlar.
Devlet Türklük düşmanlarını yaşatmayacağız dediğinde, güvercinlerin kafasını koparın
demektedir örneğin. Hatta şimdi Hrant Dink’in öldürülmesini bile Türklüğe veya Türk
devletine sıkılmış bir kurşun olarak tanımladıklarında, diğer güvercinlerin kafasını da koparın
demekte, Dink’in ölüsü üzerinden yeni cinayetlerin sinyalini vermektedirler.
Dink’in anlamadığı,eskiden insanların Türk olmadığıydı. Onlar Allah’tan korkan
Müslümanlardı. Türkiye Cumhuriyeti ve İttihat Terakki, bu insanları Türk haline dönüştürdü.
Bu gün kendine Müslüman diyenleri Türklük öncesinin Müslümanlarıyla karıştırmamalı. Bu
günün Müslümanları Müslüman değildirler: Allah için değil, Türklük için, devlet ve Türk
milleti için yaşarlar. Allah’ın kanunlarına değil, Türk devletinin kanunlarına uyarlar. Onlar
Türklerin ezilenlerini yanıltmak için kendilerine Müslüman diyen Türklerdir.
Müslümanlar Allah için yaşarlar, Allah için ölürler, Allah’tan korkarlar, her işlerini Allah için
yaparlardı.
94
Türkler Türk Devleti ve Türklük için yaşarlar, Türklük ve Türk devleti için ölürler, Sadece
Türk devletinden korkarlar ve her işlerini Türklük için yaparlar.
Elbette Türkler de, Türk olmadan önce bu topraklarda yaşayan Müslümanlar gibi biyolojik
olarak insandırlar. Ama Hitler de biyolojik olarak insandır. En acımasız katiller de.
Biyolojik olarak insan olmak başkadır, sosyal olarak insan olmak başkadır.
Sosyal olarak İnsan olan Türk ya da Müslüman olamaz.
Nasıl bir Türk Müslüman olamazsa ve bir Müslüman da Türk olamazsa öyle.
Türk, Türk devletinin kanunlarına uyan ve onu kabul edendir.
Müslüman Allah’ın kanunlarına uyan ve onu kabul edendir.
Müslüman isen Türk, Türk isen Müslüman olamazsın. Ya Allahın ya da Türkiye Cumhuriyeti
denen devletin kanunlarına uyacaksın.
Benim dinim İslam; Milletim Türk diyenler, tam da Türklerin Ulus ve Din tanımlarına uygun
davrandıklarından, kendilerine Müslüman diyen Türklerdir ama Müslüman değildirler. Bunlar
İnsan’ların birer dinleri ve milletleri olduğunu söylerler. Bu en büyük yalandır.
Bu en büyük yalandır. Çünkü millet de bir dindir: Ama din Milliyetçilerin ve Milletlerin din
dediği yani sadece kişisel bir şey değildir. Din insanların tüm yaşamını örgütler. Millet denen
din de, insanların tüm yaşamlarını örgütler.
Bu nedenle din ve millet, farklı kategorilerden değil, aynı kategoriden oluşumlardır.
Dolayısıyla bir insanın bir dini veya bir milleti olabileceği, din ve milletin farklı
kategorilerden oluşumlar olduğu milletlerin ve milliyetçilerin bir yalanıdır.
Nasıl bir İnsan hem putlara hem Allah’a tapamaz, toplumsal hayat hem bir puta hem Allah’a
göre düzenlenemezse, insan hem Türk hem Müslüman olamaz.
Aynı şekilde, İnsan (burada biyolojik bir varlık olarak insandan söz ediyoruz) hem İnsan
(Sosyolojik olarak insan) ve hem de Türk, Müslüman veya Puta tapar olamaz.
İnsan (Burada sosyolojik olarak, insanların (Burada biyolojik olarak) dili, dini, etnisi, soyu,
sopu, ırkı, ne olursa olsun eşit olduğuna inanan ve bu inanca göre yaşamak için mücadele
edendir. Yani, insanların eşit olduğunu kabul etmeyenler sosyolojik olarak insan değildirler
ve olamazlar.
Bu inanca göre yaşamak ise, bir ulustan olmakla, bir dinden olmakla bağdaşmaz. Bütün
insanlar eşitse, niye birileri şu veya bu soy, tarih, dil vs. (yani örneğin Türk, Kürt, Ermeni
Fransız) denerek bu eşitliğin dışında tutulmaktadır? Bu kendisiyle çelişir.
İnsan olmak her şeydan önce, ulusal olanın, tıpkı din gibi, politik olmaktan çıkarılması kişisel
bir sorun olarak ele alınması ile mümkün olabilir.
İnsanlar devletin her hangi bir ulusla tanımlanmasını reddeden bir toplumda var olabilir ve bu
günkü ulus devletler içinde bunun için mücadele edenlerdir.
Yani insan olmak için her şeyden önce, politik olanın ulusal olanla tanımlanmasına,
uluslara karşı mücadele etmek gerekir.
95
Uluslar içinde mücadele edilen tarafsız ortamlar değil, kendilerine karşı mücadele edilmesi
gereken her şeyden önce siyasi birimler ve üstyapılardır.
İnsanlar, Türklüğün şimdi tıpkı dinin olması gerektiği gibi, tamamıyla kişisel bir sorun, özel
bir sorun olması için mücadele edenlerdir.
Diğer bir ifadeyle politik bir kimlik olarak Türklüğü reddeden ve Türk devletini yıkıp, ulusa
göre değil, dili, dini, etnisi, soyu cinsi ne olursa olsun tüm insanların eşit olarak yaşayacağı
bir toplum için mücadele edenler insanlardır.
Bu gün sadece Türkiye’nin değil, tüm dünyanın, sosyalistlere değil, İnsan’lara ihtiyacı var.
Sosyalizm için değil, öncelikle insanlık için mücadele etmek, yani her biri uluslara göre
tanımlanmış devletleri (ki bunların her biri de ulusları farklı ölçütlerle tanımlamaktadır)
yıkma mücadelesine girmek gerekiyor.
Sosyalist olabilmek için de her şeyden önce insan olmak; Türk, Kürt, Ermeni, Fransız,
Amerikalı, Avrupalı olmaktan çıkmak ve bunlara karşı mücadele etmek gerekiyor.
Sosyalistlerin hedefi, Ulusların kaderini tayin hakkı değildir. Sosyalistlerin hedefi, ulusal
olanın da politik olmaktan çıkarılması ve özele ilişkin olması olabilir. Böylece asfari olarak
biçimsel eşitlik sağlandıktan sonra sosyalistler gerçek bir eşitliği isteyebilirler.
Sosyalistlerin Hedefi: ulusların kaderini tayin hakkı değil; isteyen üç kişinin bir araya gelip,
istediği ulusu kurma, girme, çıkma ve ulussuz olma hakkı olmalıdır. Bu günün ulusal
devletlerle kaplı dünyasında insanların ulussuz olma hakkı, dolayısıyla insan olma hakkı
yoktur.
Sosyalistler ise, her şeyden önce insan olma hakkı, yani ulussuz olma hakkı için mücadele
etmelidirler.
Ulussuz olma hakkının ilk koşulu da politik olanı ulusal olana göre tanımlayan ulusal
devletlerin yıkılmasıdır.
Hrant Dink aslında böyle net ifade edememiş olsa da böyle bir dünya için mücadele ediyordu.
O her şeyden önce bir Humanist ve Demokrattı.
İnsanlığını insanca bir düzende yaşayamayan bir insandı.
Bunun için Türkler tarafından öldürüldü.
Çünkü her ulus gibi Türklük de insanlığın düşmanıdır.
İnsanın olduğu yerde Türk, Türk’ün olduğu yerde de insanlar var olamaz.
20 Ocak 2007 Cumartesi
http://www.koxuz.biz
96
Hrant Dink ve Behiç Aşçı ve Kar Topu Etkisi
Hrant Dink’i öldüren, Genel Kurmayın emri ve komutası altıdaki “Ergenekon” veya “Özel
Harp Dairesi” veya “Kontr Gerila” veya “Seferberlik Tetkik Kurulu” veya en bilinen adıyla
“Derin Devlet” bu eylemi planlar ve yaparken belli ki bir Ermeni öldürüp on binlerce Ermeni
yaratacağını; bir demokrat öldürüp on binlerce demokrat yaratacağını hiç hesaplamamıştı.
Düşünüyordu ki on beş yıldır tüm toplumu teslim almıştır. Bir zamanların devletten gelen her
şeye son derece sağlıklı bir kuşku ve düşmanlıkla yanaşan; millet, din neymiş önemli olan
insanlıktır diyen insanları, Devletçi ve Türkçü birer canavara çevirmiştir. Örgüt üyelerini
infaz eden polisleri alkışlayan, “Şehit Cenazeleri”ne katılan, Kürtlere karşı egemen ulustan
olmanın keyfini çıkaran ve Kürtlerin çektikleri acılara kör ve sağır olan insanlar damgasını
vurur cinayet sonrası ortama. Ve böylece bu cinayet ve Kürtleri sindirmek için bir etnik savaş
ve katliam tehdidi olarak işlev görür, kirişleri gerer.
Ne var ki evdeki hesap çarşıyı tutmadı. Gerici ve saldırgan milliyetçi değil, demokratik bir
tepki damgasını vurdu politik ortama.
Demokrasi güçleri önce 12 Eylül’ün darbesini yemişlerdi. Sonra Teacher Reagan döneminin,
Turgut Özal’ın yeni Muhafazakarlığının darbesini yediler. Tam biraz toparlanır gibi
olmuşlardı ki Duvar yıkıldı. Ve bu ideolojik iklimde özel savaş ekibi tüm ülkeyi teslim aldı.
Tek direniş noktası Kürt Özgürlük Hareketiydi ve o de tecrit olmuştu. Genel kurmay ve Özel
Harp Dairesi bir parti gibi neredeyse tüm toplumu örgütlemiş ve kontrol altına almış
bulunuyordu.
Ama hiçbir süreç ebediyen sürmez. Bir noktadan hiç ön görülmeyen eğilimleri yaratır ve
besler.
Daha önce bu değişimin ilk izleri kimi şehit ailelerinin başbakanı geri adım atmaya zorlayan
“vatan sağ olsun demiyorum” tepkilerinde ortaya çıkmıştı.
“Türkiye barışını Arıyor” konferansı, yine de hiç küçümsenmeyecek yankılar ve tartışmalara
yol açmış en azından gazetelerde birkaç haber ve yoruma konu olabilmişti.
Hrant Dink’in öldürülmesi ise, neredeyse unutulmuş ama derinden derine de belli bir birikim
yapmış insani ve demokratik tepkilerin adeta patlarcasına ortaya çıkışına yol açtı.
Bu hiç hesapta olmayan tepki, cinayeti işleyen gizli merkezler kadar Hükümet’i de şaşırttı.
Hükümetin açıklamaları bizzat kendi destekçileri tarafından bile eleştirildi. Kimse
Genelkurmayın adını ağzına almıyor ve bundan çekiniyor ama toplumun bilincinin
derinliklerinde bu cinayetin Genelkurmayın emir ve komutası altındaki “Derin Devlet”
tarafından işlendiğine dair en küçük bir kuşku bile bulunmuyor.
97
Türkler arasında Demokratik hareket o kadar zayıflamıştı ki demokratik refleksler sadece
İnsan Hakları Derneği’nin cılız omuzlarına kalmıştı. O da PKK’nı yan kuruluşu olarak
tanınıyor ve tam bir tecrit içinde bulunuyordu.
Hrant Dink’in ölümüne tepkiler, bu boğucu ve zehirli atmosferi bir parça olsun dağıtır gibi
oldu. Dengeler bir anda değişikliğe uğradı. Gericiliği besleyen kendini yaratan mekanizma
şimdi demokrasi mücadelesinde kendini besleyen bir mekanizma ve kartopu etkisi yaratabilir.
"Reformlar devrimci mücadelenin yan ürünüdür" diye bir söz vardır. Bunun somut bir
örneğini F tipi cezaevleri ile ilgili düzenlemede şimdi görmüş bulunuyoruz. Eğer Hrant
Dink’in öldürülmesine böyle güçlü bir demokratik tepki olmasa, hükümetin bu ölüm
karşısındaki tavrına kendini destekleyen İslamcı aydın ve liberal çevrelerden bile böyle tepki
gelmese, Hükümet F Tipi cezaevleri ile ilgili yeni düzenlemeyi yapmaz ve Behiç Aşçı’da
bunun üzerine ölüm orucuna ara vermezdi. (Belki çok geç, belki de geri dönülebilecek
noktayı çoktan aştılar.)
Bir bakıma Hrant Dink’in ölümü ve buna gösterilen demokratik tepki bir yan ürün olarak
Behiç Aşçı ve diğer ölüm orucundakilerin de hayatını kurtardı ve kanayan bir yara olan ölüm
oruçlarındaki kanamaya son verdi.
Elbette bunda, Behiç Aşçı’nın bir avukat ve özgür bir insan olarak ölüm orucuna başlaması,
keskin bir dildense toparlayıcı, insanların ve toplumun vicdanlarına seslenen bir üslup
tutturması; talepler çıtasını en asgari noktaya indirmesi, insani özellikleri ve içtenliği, tıpkı
Hrant Dink’in özelikleri gibi, hiç küçümsenmeyecek bir etkiye sahip olmuştur.
Bunlar Hrant Dink’in ölümüne tepkilerle birleşince ve hükümet liberal çevreler ve İslamcı
aydınlarla ciddi bir kopukluk içine girince, durumunu tekrar güçlendirmek için, ölüm
oruçlarının bitmesi için gerekli adımı atmak zorunda kalmıştır.
Bu uzun, çok uzun yıllardır, demokratik hareketin ilk kazanımıdır. Ve muhakkak ki
demokratik güçlerin toparlanma ve kendine güvenlerini besleyici bir etki yapacaktır.
Bu demokratik tepki muhtemelen, devletin, iktidar partisinin ve CHP’nin içindeki farklı
strateji savunanları da güçlendirecek ve bir karşı baskı unsuru oluşturacaktır. Bu demokratik
tepkinin ilk yankıları yakında CHP içinde Baykal’ın çizgisine karşı daha sert ve güçlü
eleştiriler çıkmasına yol açabilir. Aynı şekilde devletin içinde de, inkar ve imha politikalarıyla
bu işlerin gitmeyeceği yoksa her şeyin yitirileceğini söyleyenlerin manevra alanları ve
etkilerinde bir genişleme olacaktır. Bu da ırkçı, inkarcı ve saldırgan Türk milliyetçiliğinin ve
bu zemin üzerinde istediği gibi at koşturan derin devletin hareket alanını daraltıcı etki
yapacaktır. Bu da demokrasi güçlerinin alanını genişleterek, onlara moral vererek kendini
besleyen bir sürece yol açabilir.
Elbette bu gibi gidişler düz bir çizgi izlemezler. İnişler ve çıkışlarla giderler. Ama dibe vuruş
noktasının aşıldığını gösteren belirtiler var.
Ne var ki, fazla umutlu da olmamak gerekiyor.
Birincisi, demokratik güçler hala çok cılız ve zayıf ve ince bir katman oluşturmaktadır.
Sadece Hrant Dink’in ölümüyle ilgili çeşitli haberlerin altındaki yorumları okumak bile yeter.
98
Her zaman birkaç demokratik yorumun karşısında, onlarca ırkçı, saldırgan, faşist yorum
bulunmaktadır.
Bu güçlü demokratik tepki olayın İstanbul’da özellikle de sol ve liberal bir kitlenin bulunduğu
bir bölgede gerçekleşmesi ve oradaki insanların Türkiye ortalamasına göre çok farklı ve
istisnai olmalarıyla gerçekte toplum içinde olduğundan daha güçlü görünmektedir.
Bu cinayet İstanbul’un başka bir semtinde veya başka bir şehirde olsaydı, bu kendiliğinden
demokratik tepki damgasını vuramazdı ve gazetelerdeki ırkçı ve faşist yorumları yazanların
esas ortamı belirlemeye devam ederlerdi.
İkincisi. Bir demokratik tepkiden söz ediyoruz ama, Hrant Dink’in ölümüne tepki
gösterenlerin üzülme ve tepki nedenlerine bakıldığında, bırakalım humanist ya da demokrat
gerekçeleri bir yana, çoğu kez milliyetçi ve hatta ırkçı gerekçelerin tersine dönmüş bir
biçimde dile getirildiği görülmektedir. Aslında siyasi ve ideolojik olarak hiç de demokratik ve
hatta liberal bile olmayan geniş bir kitle bulunmaktadır Dink’in ölümüne tepki gösterenler
içinde.
Diğer yandan yine geniş bir kitle de demokratik değil, liberal bir özellik göstermektedir.
Aslında gerçekten demokratik bir özellik gösterenler, tepki gösterenlerin çok küçük bir
bölümüdür. Ama bunlar başta girişim yeteneği göstererek en azından “Hepimiz Ermeniyiz”
gibi sloganların yerleşmesine ve demokratik özlemlerin gerçekte var olduklarından çok daha
güçlü görünmesine yol açmışlardır. Ama örneğin Devleti ve Genelkurmayı suçlayan veya
Özel Savaş Dairesinin kapatılmasını isteyen sloganlar demokrat olmayan bu geniş kitle
tarafından benimsenmemekte onlar tarafından tepki gösterilmektedir.
Gerçi bu da normaldir. Her devrimci ve demokratik kabarış böyle başlar. 1905 devrimi
başladığında İşçiler Çar babalarına ikonlarla yalvarmaya gidiyorlardı. Ama bir gün içinde
birçok şey değişivermişti.
Gerçi burada henüz bir devrimci ve demokratik kabarıştan söz etmek için bir neden yok ama
geniş insan kitleleri bizzat kendisi eylem içinde öğrenir ve değişir. Bu nedenle olabildiğince
geniş bir katılımı korumak ve tecrit olmamak için azami esneklik göstermek demokratik
güçlerin bu cılız başlangıcı koruması ve sürdürmesi için en önemli koşuldur. Bizzat Hrant
Dink ve Behiç Aşçı gibi örnekler bunun nasıl bir şey olduğunun somut örneklerini, ortaya
koydukları hayatlarının pratiğinde göstermiş bulunuyorlar.
*
“Derin Devlet”in hiç hesapta olmayan bu sonuçlara rağmen hedefinden var geçtiği
sanılmamalıdır. Hrant Dink bir Ermeni idi ve özellikle bir Ermeni olduğu için öldürüldü ama
esas hedef Kürtlerdi. Çünkü katliamlar sonucu Türkiye’de Ermeniler artık politik bir güç
değildirler. Hrant Dink’in öldürülmesi aslında toplumu bir Türk Kürt savaşına çekme, germe,
aydınları sindirme, saldırgan bir Türk milliyetçiliğini geliştirme operasyonun bir parçası
olarak görülmelidir.
İktidarlarının Orta Doğu’daki dengelerin değişmesiyle böyle eskisi gibi yürümeyeceğini
görenler, son bir çabayla her türlü çılgınlığı yapmaya hazırlanıyorlar. Tıpkı daha önce
99
Kıbrıs’ta yaptıkları gibi, özel savaş dairesi aracılığıyla örgütlenip, ABD’nin zor durumda
kalıp bir şey demeyeceğini umdukları bir momentte, ilk fırsatta Kerkük’ü de işgal etmeyi
planlıyorlar. Bu işgale paralel olarak da cephe gerisini sağlama almak için, Türkiye’de
Kürtleri sindirmek üzere bir Kürt katliamı düşündüklerine kesin gözle bakılabilir. Çünkü
askerler planlarını her zaman cephe gerisini emniyete almak ve temizlemek üzerinden
kurarlar. Nasıl ABD savaşı daha da yayarak içine düştüğü bataktan çıkmak istiyorsa, kediye
göre budu Türk devletinin de fırsat bulduğunda aynı şeyi yapacağına hiç kuşku yoktur.
ABD’nin işinin zorlaşması ve savaşı yayabilmek için İran’a karşı Türk ordusunun gücüyle
destek karşılığında güney Kürtlerini ve Kerkük petrollerini Türk devletine peşkeş
çekebileceğinin hesabını yapmaktadır Türk Genel Kurmayı.
Güney Kürdistan’ı özel timlerle doldurmak ve Hrant Dink Cinayeti, ilan edilmiş ateşkesi
zerrece dikkate almadan operasyonlara devam ve baharda PKK’nın ateşkese son vermesi için
her türlü provakasyon, bütün bunlar bu konsept içinde değerlendirilmelidir.
Bütün bunlar göz önüne alınınca, Hrant’ın öldürülmesine gösterilen demokratik tepkinin
gelişiminin önündeki zorluklar daha iyi görülmektedir.
23 Ocak 2007 Salı
Demir Küçükaydın
http://www.koxuz.biz
100
Panel İlanı
Ermeni Soykırımı,
Milliyetçilik,
Nedenleri ve Günümüze Etkileri
Panel
Abut Can (Eğitmen, Siyasetçi - Hamburg)
Recep Maraşlı (Yazar, Yayıncı - Berlin)
Feleknas Uca (Avrupa Parlamenteri - Brüksel)
Dr. Rafi Kantian (Yazar, yayıncı - Hannover)
Corry Guttstadt (Araştırmacı Yazar - Hamburg)
Demir Küçükaydın (Yazar - Hamburg)
Tarih: 21.04.2007, Cumartesi
Saat: 14.00 – 19.00 arası
Yer:
Department für Wirtschaft und Politik (DWP) der Universität Hamburg,
Von-Melle-Park 9, Hamburg
Eine Veranstaltung der „Fachschaftsrat Department für Wirtschaft und Politik (DWP) der
Universität Hamburg“ mit Unterstützung der Initiative “Hrant Dink Demokrasi Girişimi Hamburg”
101
Ermeni Soykırımı, Milliyetçilik, Nedenleri ve Günümüze Etkileri Paneli
İçin Taslak Notlar
Hukuki ve Sosyolojik tartışma Üzerine
1) Bir yanılş anlamaya meydan vermemek için şunu belirteyim ki, uluslar arası
organlarca yapılmış hukuki tanıma göre 1915’de olanlar bir soykırımdır.
2) Hukuki bakımdan tanım ve kanunların makabline şamil olmayacağı, soykırım
kavramının İkinci Dünya Savaşından sonra ortaya çıkıp tanımlandığı bu nedenle
soykırım denip denemeyeceği gibi tartışmalar hukukçuların işidir.
3) Bizi burada hukuki kavramlar ve tanımlar ilgilendirmiyor. Ve şunu biliyoruz ki,
hukukçular var olan ilkeleri ve normları sorgulamazlar olguların tanımlara uygun olup
olmadığına bakarlar.
4) Ama varsayalım ki, dünyanın bütün en ileri gelen hukukçuları bu olayın soykırım
olmadığına karar verdi. Bu yaşananların daha az korkunç olduğu anlamına gelmez. Bu
o sürgün, katliam ve toplu öldürmenin nedenlerini araştırmamak gerektiği anlamına
gelmez.
5) Çünkü soykırım dense veya denmese bu olanın korkunçluğunu abartma veya küçültme
gibi anlaşılıyor. Bu kavramın kullanılıp kullanılmamasının bu olgunun anlaşılmasıyla
ilgisi yoktur.
6) Çünkü soykırım hukuki bir kavramdır: hukuki kavramlarla sosyolojik olgular
anlaşılamazlar.
Metodolojik İlkeler
1) İnsan maddeyi araçlarla, olguları kavramlarla işler. Hiç kimse balık avlamaya yarayan
olta ile kuş avlamaya ya da geyik avlamaya kalkmaz. Ya da tersine kuş avlamaya
yarayan bir sapanla veya saçma atan av tüfeğiyle balık avlamaya kalkmaz.
2) Ama olgular söz konusu olduğunda, bunların özünü anlamak söz konusu olduğunda,
işin kötüsü tam da böyle davranılmaktadır. Örneğin hukukun kavramları sosyolojinin
kavramları yerine geçirilir veya olguların özünü açıklamaya değil gizlemeye yönelik
kavramlar sanki bilimsel kavramlar gibi kullanılır.
3) Soykırım, hukuki bir kavramdır, sosyolojik bir kavram değildir. Dolayısıyla bu
olguyu, yani Ermenilerin toplu halde göçürülmesi ve öldürülmesinin sosyolojik
102
nedenlerini açıklamak için bu kavramı kullanmak, balık avlamaya yarayan oltayla kuş
avlamaya benzer.
4) Adam öldürmek cinayettir dediğinizde, bu sosyolojik bir önerme olmaz. Bu hukuki bir
önerme olur.
5) Sosyoloji hangi koşullarda niçin adam öldürmeye cinayet dendiğini ve niye insanların
birbirini öldürdüğünü, bunu nedenlerini inceler.
6) Bir dinden, etniden, inançtan, cinsten, ulustan vs. insanların toplu halde öldürülmüsi,
sürülmesi vs. soykırımdır dediğinizde, adam öldürmek cinayettir diyenden farklı bir
şey söylemiş olmazsınız. Hukuki bir tanım yapmış olursunuz.
7) Sosyolojinin konusu ise, neyin hangi koşullarda soykırım olarak tanımlandığını, niye o
soykırım olarak tanımlanan toplu öldürmelerin gerçekleştiğini araştırmaktır.
Konuya Yaklaşım
1) Bir insanı öldürmek her zaman cinayet olara tanımlanmıyor. Bir savaşta örneğin, insan
öldürmek cinayet olarak değil, onur duyulacak bir şey olarak görülüyor, ne kadar çok
insan öldürdü iseniz o kadar şerefli de olabilirsiniz.
2) Ama dikkat edin, burada can alıcı kavram insan kavramıdır.
3) Öldürenler için acaba öldürülenler insan mıydı? Biyolojik bir kavram olarak insan
kavramı ile çeşitli toplumların insan kavramları özdeş değildir.
4) Örneağin ilk kabilelerde, insan kavramı o kabileden olanları kapsar. Onları biyolojik
olarak başka insanları öldürdüklerinde ve hatta onları yediklerinde insanları yemezler.
Başka canlıları öldürmüş ve yemiş olurlar. Ama onlar örneğin, bir ayı ya da kurdun
soyundan geldiğin rüşünen bir kabile ise, siz bir ayı ya da geyik öldürdüğünüzde insan
oldürmüş olursunuz.
5) Bu bakımdan, yamyamlık ya da kanibalizm kavramı, başka toplumları modern
toplumun insan kavramıyla tanımlamaktır. Tarihte kanibalizm ya da yamyamlık
yoktur.
6) Bir cinayetin nedenlerinden söz ettiğinizde onun ancak hukuki düzeydeki nedenleri
söz konusu olur.
7) Sosyoloji bir öldürme olayının nedenlerini araştırmaya cinayet sözcüğü ile
başlayamaz.
8) Sosyoloji, o öldürmeye niçin cinayet dendiği, nerede cinayet dendiği, o öldürme
olayının ardındaki nedenler ile uğraşır. Çünkü biliyoruz ki, her öldürmeye cinayet
denmemektedir toplumda. Bir taraf için cinayet olarak tanımlanan diğeri için
ulaşılmaz bir kahramanlık olarak da görülür savaşlarda olduğu gibi. Sosyoloji niçin
aynı olguya bir tarafın böyle, diğer tarafın öyle dediğini araştırır.
103
9) Soykırımın nedenlerinden söz ettiğinizde, bir cinayetin nedenlerinden söz etmiş
olursunuz. Dolayısıyla daha baştan olguya belli değer yargılarıyla bakıyorsunuz
demektir.
10) Sosyolojinin konusu, işte tam da bunu açıklamaktadır; yani niye böyle nedenler
araştırılırken
11) Bunu araştırmaya başladığınızda, şunu görürsünüz: her hangi bir olguyu şöyle veya
böyle tanımlamanın ardında farklı toplumsal grupların çıkarları yatmaktadır. Her
toplumsal grubun ya da sınıfın ortak kabul edeceği, evrensel kavramlar yoktur.
***
Ermeni jenosit veya katliamı hakkında bunu bir istisna gibi görme eğilimi var. Ne
yazık ki bir istisna değil ve bir çok kereler başka yerlerde de yaşanmıştır ve
yaşanmaktadır ve de böyle giderse yaşanacaktır. Balkan savaşlarının sonundaki
arındırmalar, 1925’teki mübadele, Yahudiler, Çingeneler, Ezidiler ve diğerlerine
yapılanlar, Yugoslavya ve Afrika’da olanlar, yakında muhtemelen Orta doğu’da
yaşancaklar.
Deniliyor ki, işte bu özür dilenirse bir daha olmaz. Ya da hafızadan silinmezse bir
daha olmaz. Bunlar çocukça görüşlerdir ve sadece iki örnek bunların geçerli
olamayacağını gösterir.
o Yahudiler oluşturdu bir bakıma bu günkü İsrael devletini. Ama İsrael'i bir ırk
ve kan temelinde tanımladıkları için, Araplara karşı soykırımı ve ayrımcılığı
bizzat kendileri yapıyorlar.
o Bir başka örnek. Modern holocoustu yapan Almanya’dır. Yurttaşlığı hala
büyük ölçüde kana dayanmaktadır. Bunu da esnettiler ama ilkesel olarak
reddetmediler. Sadece ikisadi ihtiyaçlar nedeniyle genişlettiler.
Demek ki, sorun bunu mahkum etmek değildir. Mahkum etmek veya özür dilemek
üzerinden yapılan bir tartışma hiçbir şekilde yeni jenositlerin olmasını engeleyemez.
Sorun bunun nedenlerini ortaya çıkarmak ve o nedenleri yok etmektir. Nedenler
derken tek bir olayın nedenleri değil.
o Konuyu tek bir olay olarak ele aldığınız sürece, nedenler hakkında
yanılınabilir. Örneğin İttihat ve Terakki veya belli bir yönetici kliğin, veya
kimi koşulların olağanüstü bir çakışmasının özel bir soncu gibi görülebilir bir
tür olaylar.
Halbuki bu tür olayların tamamına genel olarak baktığımızda böyle olmadığını
görürüz. Onun nedenleri derindeki nedenleri ortaya çıkarılmalıdır. Bu daha başka bir
toplumsal sistem demektir.
104
Dolayısıyla nedenler üzerine yapılan tartışma aslında bu güne ve geleceğe ilişkin bir
tartışmadır. Eğer ufkunuz ulusçuluğun dışında bir var oluş kabul etmiyorsa, hatta bir
dile, dine, etniye, soya dayanan bir ulus biçiminden başka bir var oluş düşünmüyor ve
tasavvur etmiyorsanız, sizin jenositlerle nasıl mücadele edileceğine ilişkin anlayışınız
bir özür dileme veya suçluyu cezalandırma gibi biçimlerde olacaktır.
Ama örneğin, nisbeten demokratik bir ulusçuluktan yana iseniz, yani ulusu, her hangi
bir dil, din, etni ile tanımlamayı reddeden ve belli bir toprak parçasında yaşayan
insanlar ile tanımlayan bir ulusçuluktan yana iseniz, nedenler hakkındaki görüşleriniz
çok daha farklı, cinayetleri bu gerici ulusçuluğun sonucu olarak görme eğiliminde
olacaksınız demektir.
Ama eğer sorunu sadece demokratik ulusçuluk değil, genel olarak ulusçuluk, ister
demokratik, ister gerici ulusçuluk olsun, bunun kendisinde görüyorsanız, yani modern
toplumun kendisinde ve her türlü en demokratik biçimiyle bile ulusçuluğun özel bir
sorun olmasını savunuyorsanız, o zaman bunun temellerini, bizzat modern toplumun
kendisinde bulursunuz.
o Örneğin holocoustu böyle açıklayanlar var. Diyor ki, o insanlar işlerini
yapıyorlardı.
Am bu nedir aslında? Bu ayrımın kökeninde ne vardır? Nasıl olmaktadır da sıradan
insanlar hiçbir sorumluluk duymadan makinanın basit bir dişlisi olarak bu işleri
yapmaktadırlar?
Bunun kökeninde hayatın farklı alanlarının birbirinden ayrıldığın görürsünüz. İş
vardır, özel, vardır, politik vardır, dinsel vardır, seküler vardır. Burnların her birinin
ayrı ayrı kuralları olduğu düşünülmeaktedir.
Moden toplumun özü tam da budur. Bu ayrımın kendisi bunu meşru
kılmaktadır.
Eskiden insanların kendisine göre bütün davranışlarını tanımladıkları "nesnel akıl" da
denebilecek tanrılar vardı. İnsanlar Allah için yaşıyorlar, onun için yemek yiyorlar,
onun için ölüyorlardı. Aslında Allah bir toplum ve o toplumsal düzenin kendisiydi.
Şimdi sevişirken kendisi için, çalışırken ailesi için, ölürken ulusu için vs. yapıyorlar
bu işleri.
Bu korkunç bir biçimde insanların davranışlarına yön verecek bir kerteriz noktasını
yitirmesine yol açmaktadır. İnsanlar görevlerini yapmaktadırlar.
105
Özür Dilemenin Sorunları ve Her şeye Rağmen Niçin Kampanyaya Destek?
"Özür Dileme" bir özne açısından bir hatayı kabullenme, bir otokritik yapmadır. Başka bir
özne açısından başka bir özne için özür dilemek veya otokritik yapmak anlamsız olur.
Papalığın veya Muaviye'nin cinayetleri yüzünden bir ateistin özür dilemesi saçma olur. Bu
cinayetlerden dolayı bir özeleştiriyi bir Papa veya bir Halife veya herhangi bir Katolik veya
Sünni Müslüman yaparsa anlamlı olabilir.
Bu Özür Dileme kampanyası da, kendini Türklükle özdeşleştirmeyenleri, Papalığın veya
Muaviye'nin cinayetleri yüzünden özür dileyen bir Ateist durumuna düşürmektedir.
*
Gerçek bir demokrat, bir ulusun bir dille, bir dinle, bir soyla, bir tarihle, vs. tanımlanmasını
reddeden insandır. Yani hem ulusun Türklükle (veya her hangi bir dille, dinle, tarihle vs.)
tanımlanmasını kabul edip hem de demokrat olunamaz. Bu ırkçı demokratlık veya kapitalist
sosyalizm gibi bir saçmalıktır. İnsan hem bir Türk hem de Demokrat olamaz.
Neden?
Ulusçuluk, "politik olan ile ulusal olanın çakışmasını" kabul etmek ve savunmaktır.
Ulusçuluğu belirleyen, ulusal olarak belirlenenin politik olanla çakışmasını savunmaktır.
Ulusal olan pek ala, bir dil, din, tarih, kültür vs. ile tanımlamaya karşı da tanımlanabilir.
Bu demokratik bir ulusçuluk olur. Böyle bir ulusçuluk savunulmadan demokrat
olunamaz.
Nasıl hem laikliği savunup hem de Diyaneti savunmak olamazsa, hem ulusun Türklükle
tanımlanmasını kabullenmek hem de Demokratlık olamaz
*
Diyelim ki bir mucize gerçekleşti ve Türkiye'de bir demokratik devrim oldu. Anayasa'dan
ulusun tanımına ilişkin bir dil, tarih, ırk vs. göndermesi yapan bütün kavramlar, tıpkı gerçek
laik bir ülkedeki dinler gibi, çıkarıldı. Tamamen nötral, örneğin "Ön Asya Demokratik
Cumhuriyeti" gibi bir isim alındı. Ulusu tanımlayan dil olmayacağından herkese ana dilinde
eğitim, temel bir yurttaşlık hakkı olarak belirlendi. Tarih kitaplarından bir dile, dine, soya
dayanan ulusçuluğun tarihleri de çıkarıldı. Genel bir insanlık tarihi ve uluslar tarihi okutulur
oldu.
Elbet bu ülkede kendini Türk, Kürt vs. olarak tanımlayanlar olur ama bunun gerçekten laik bir
ülkede farklı dinlerden oluştan bir farkı bulunmaz. Yani bunların politik bir anlamı olmaz;
bu o insanların özel sorunu olur. Kendini Türk olarak kabul edenler, elbette, Türklerin tarihine
ilişkin dernekler kurabilirler yayınlar yapabilirler. Örneğin kimileri Türklerin insanlığı
106
kurtarmak üzere Uzaydan geldiği, onların aslında hafızasını yitirmiş Ermeni ve Rumlar
olduğu şeklindeki görüşlerini yaymak üzere kendi Türk Tarih ve Dil kurumlarını kurabilirler.
Tabii bunları sadece Türkler değil, Kürtler vs. de yapabilir. Ve isteyen üç kişi bir araya gelip
yeni uluslar da kurabilirler. Tabii tıpkı ateistler gibi, kendini herhangi bir "ulus"tan görmeyen
"ulussuzlar" da bütün bunların saçma olduğu üzerine, tıpkı gerçekten laik bir ülkedeki
ateistler gibi kendi yayınlarını ve derneklerini kurabilirler. Devletin görevi bu inanç ve
düşünce farklarını ifade özgürlüğünü garanti etmek olur.
*
Böyle bir demokratın, bu özür dileme metnine imza atması kendini inkar anlamına gelir.
Çünkü demokrat olmanın koşulu katliamlara yol açan gerici ulusçuluğu ret ve ona karşı
mücadeledir. Reddettiği ve kendisine karşı mücadele ettiği bir anlayış adına ya da o anlayışı
savunuyormuş gibi özür dilemek, başka bir anlama gelmez.
Bu metin demokratları çok kötü bir açmazla karşı karşıya bırakmaktadır. Bu metni yazanlar
demokratların da bu "Büyük Felaketi" mahkum etmek isteyebileceklerini hiç
hesaplamamışlardır veya böyle bir ulusçuluk ve demokrasi anlayışı olabileceğinden
bihaberdirler. İnsanları belli bir özneye hapseden "Özür Dileme" yerine herkesin kendi
öznesini özgürce belirleyeceği "Mahkum Etme" gibi bir fiili koysaydılar Demokratları böyle
bir açmaza düşmekten kurtarmış olurlardı.
Bir Demokrat özür dilese, Papalığı mahkum eden ve ona karşı mücadele veren bir Protestanın
Papalığın işlediği cinayetlerden dolayı özür dilemesi gibi bir pozisyona düşer.
Özür dilemese, şu gericinin gericisi devlete karşı bir muhalefet hareketinin dışında kalmış
olacaktır.
Ne yapsın?
*
Peki neden bu metne imza atıyorum?
Öncelikle kavramların gerçek anlamları ile onlara yüklenen farklı anlamlar arasındaki
ayrım nedeniyle.
Özür metnini imzalayan ve özür dileyen bir çok insan için, bu özür dileme, vicdanları sızlatan
bir olayı mahkum etme, kurbanların acısını paylaşma, Türk Devletini bu olayı inkardan
vaz geçmeye zorlamak için bir baskı uygulama, ırkçı ve kana dayanan Türk
Milliyetçiliğine karşı duruşu ifade etme gibi anlamlara sahiptir.
Bu anlamda "Özür dileme"ye pek takılmamak gerekir.
Ezilenlerin mücadelelerinde bir çok kereler görüldüğü gibi, yanlış bir teorik içerik, tarihsel
ve sosyal olarak doğru ve haklı bir duruşun aracı olabilir.
Örneğin "Emekten yana" sloganı teorik olarak burjuvaziden yana anlamına gelir ve çok
yanlıştır; ama insanlar bununla "İşçiden yana" demek isterler veya öyle söylediklerini
sanırlar.
107
Her şeyden önce bu nedenle imzalıyorum.
*
Diğer gerekçem pedagojiktir.
Toplumsal mücadelelerde insanlar ve farklı gruplar aynı hızla aynı tecrübeleri yaşamazlar.
Arkadan gelenlerin ya da "okula" yeni başlayanların eğitimi gibi ciddi bir sorun vardır.
Yukarıdan, "bu yanlıştır, doğrusu şudur" demek, çoğu kez tepki yaratır. Bunun yerine, bir çok
durumda, o yanlışın yanlış olduğunu bile bile, bir yandan yanlış olduğunu söylerken diğer
yandan o biçim olarak yanlış ama içerikte doğru ve haklı davranışı birlikte yapmak ve o
insanların kendi deneyleriyle bu yanlışı görmelerinin daha hızlı ve daha az kayıpla
gerçekleşmesine çalışmak çok daha verimli sonuçlar doğurabilir.
Bu nedenle, Irkçı ve gerici milliyetçi Türk Devletinin politikalarına karşı haklı olanın,
ezilenlerin yanında olduğu için, ne kadar yanlış gerekçelendirilirse gerekçelendirsin,
imzalıyorum.
*
Bir diğer neden, Türk veya bir ulustan olmamanın zorluğuyla ve istemeden paylaşılan
imtiyazlarla ilgilidir.
Fikirler ağızdan çıktığı andan itibaren farklı çıkarların ve toplumsal konumların savunmasının
aracına dönüşürler ve içerikleri hiç akla gelmeyecek anlam kaymalarına uğrar.
B. Anderson'un "Hayali Cemaatler" kavramı, en demokratik görevlerden bile kaçmanın,
özellikle "Kürt sorunu"ndan kaçmanın bir aracı olmuştur.
Buna göre "Uluslar hayali cemaatlerdir, ben Türk değilim kendimi öyle hissetmiyorum"
dediğiniz andan itibaren, o "hayali" cemaatin dışına çıkıp, ulusçuluk dışı bir pozisyona
geçebilir ve örneğin Kürtlerin mücadelelerini "Ulusçudur, ben ulusları reddediyorum ve her
türlü ulusçuluğu mahkum ediyorum" diyerek tarafsız kalma hakkını elde edebilirsiniz.
Ama "Hayali Cemaatler"in yazarının da dediği gibi bu ulus denen "hayali cemaatler" "Politik
cemaatler"dir. Yani devlete ilişkin cemaatlerdir. Yani kanla, şiddetle, demirle, çelikle, tankla
tüfekle, hapisle, karakolla var olan cemaatledir.
Yani "ben Türk değilim" diyerek Türklükten kurtulmak öyle kolay değildir. Bu Türklüğün
politik bir anlamı olmadı Demokratik Bir Cumhuriyette mümkün olur. Ulusu Türklükle
tanımlamış bir ülkede Türklükten ayrılmak çok zordur.
Türk olmamak için, bu devletin hüviyetini yırtıp atmanız; bu devlete vergi vermemeniz; onun
okullarına gitmemeniz; pasaportunu, polisini, ordusunu, mahkemelerini, yasalarını
tanımamanız vs. gerekir en azından.
Bütün bunları yaptığınızda Türk olmadığınızı söyleyebilirsiniz.
Ama bunları yaptığınızda, en iyi ihtimalle bir hapishane hücresinde, tımarhanede veya
mezarda olursunuz. Bu "hayali cemaat" size şiddet araçlarıyla nasıl politik olduğunu gösterir.
108
Yani Türk olmamak, hatta bugün dünyada her hangi bir ulustan olmamak olanaksız
derecesinde zordur.
"Ben Türk değilim, her hangi bir ulustan değilim" diyenlerin yaptığı, kelimei şahadet getirip,
namaz kılıp, oruç tutup, zekat verip hacca gidip ondan sonra da ben Müslüman değilim
demeye benzer.
Dolayısıyla ben elimde olmadan Türk'üm. Ve Türk olduğum için Türk olmanın imtiyazlarını
yaşarım. Türklüğün sefasını sürüyorsam, cefasını da çekmem gerekir.
Türklüğün imtiyazları olur mu? Evet.
Diyelim ki ırk ayrımcılığının olduğu bir ülkede ırk kavramına ve ayrımcılığına karşı bir
beyazsınız. Bu bir beyaz olarak beyazların yaşadığı imtiyazları yaşamanızı ortadan kaldırmaz.
Yani yolda giderken bir siyahın duyduğu korkuyu ve güvensizliği dumazsınız vs..
Bir baskı uygulanırsa bu sizin derinizin renginden dolayı değil fikirlerinizden dolayı olacaktır.
Özetle ırkçılığa karşı mücadele eden bir beyaz olmanız sizi beyazlığın imtiyazlarından azade
kılmaz.
Türk olmak da böyledir. Ne kadar ulussuz olursanız olun, kendini Türklükle tanımlamış bir
devlette Türk olmanın imtiyazlarını yaşarsınız. Eğer bir parça demokratsanız, "bu imtiyazları
yaşıyorsam bunun kefaretini de ödemem gerekir" demeniz ve en azından böyle bir bildiriye
bir şekilde destek vermeniz gerekir.
*
Ve elbette, bütün yanlışına rağmen, bu "Büyük Felaket"i tekrar tartışma konusu yapabileceği,
bunun en yanlış ve saçma biçimde tartışılmasının, gündem oluşturmasının bile Türk devleti
için bir yenilgi anlamına geleceği için, unutmaya ve unutturmaya karşı bu nesnel işlevi
nedeniyle, tamamen taktik gerekçelerle de imzalamayı destekliyorum.
*
109
Tarih ve Demokrasi
Tarih'in geçmişle değil bugünle ilgili olduğu; Tarih üzerine tartışmaların aslında geçmiş
üzerine değil bu güne ve geleceğe ilişkin programlarla ve tasavvurlarla, dolayısıyla da bu
program ve tasavvurları şekillendiren, onların ardındaki sınıfsal konum ve çıkarlarla iligili
olduğu bir "Lapalis hakikati"dir.
Ama sadece bu kadarı eksik bir doğrudur. Bunun daha da doğrusu, bugünün ve geleceğin
aslında geçmişte şekillendirildiğidir. Geçmişi başka türlü ele alıp anlatmayan hiçbir hareket
bugünün mücadelelerini ve geleceği başka türlü şekillendirememiştir ve şekillendiremez.
Bu geçmişte böyleydi, bugün de böyledir ve gelecekte de böyle olacaktır.
Her mitolojik hikaye bir tarihtir. Ve bugün bilinen bütün mitolojiler, aslında artık bilinmeyen
veya unutulmuş tarihlerin yerine başka bir tarih yazımlarından başka bir şey değildir. Örneğin
Kadınların ezilmesi için önce tarih yeniden yazılmıştır; ana tanrıçalar birer meduza
yapılmıştır. Tanrıların kavgaları ve ilişkileri toplulukların ve toplumsal sınıfların kavgaları ve
ilişkilerinden başka bir şey değildir.
Akdeniz ve Ortadoğu havzasında, dünyanın en elverişli ulaşım koşulu olan denizin (Akdeniz)
sağladığı müthiş ticaret olanağının mümkün ve gerekli kıldığı tek tanrılı dinlerin kitapları,
aslında, aydınlanma tarihçiliğince mitoloji diye tanımlanacak, tarihlere karşı başka bir tarih
yazımından, dolayısıyla başka toplumsal ilişkilerin örgütlenmesinden başka bir şey değildi.
Klasik Akdeniz uygarlığının tek tanrılı dinleri, önceki tarihleri ("mitolojileri") yok edip,
örneğin "klasik Greko Romen mitolojisinin", yani tarihinin yerine "Peygamberler Tarihi"ni;
Kaos, Kozmos, Kronos vs. yerine Allah, Adem ve Havva'yı; Tanrılar yerine Peygamberleri
anlatırken sadece başka bir tarih yazmıyor; bu tarih aracılığıyla başka bir topluluk tanımlıyor,
başka bir toplumsal düzen kuruyor, yani geleceği geçmiş aracılığıyla şekillendiriyordu.
Aydınlanma da, yani şu modern toplumun din olmadığını söyleyen dini de, kutsal kitapların
tarihine karşı kendi tarihini yazdı. Bu tarihi yazarken kutsal kitapların anlattığı tarihi "İnanç"
sorunu olarak akıl dışına sürdü ve karanlık bir ortaçağ kavramıyla bu tarihi cehenneme
yolladı.
Sosyalist hareket de bu yasanın dışında değildi, daha doğarken, aslında farklı bir tarih
anlayışını taslaklaştırarak (Tarihsel maddecilik) geleceği şekillendirmeyi deniyordu. O
gelceğe ilişkin bir program olarak aslında başka bir tarih anlatarak yola çıktı.
Aydınlanma humanizmi karşısında ulus gericiliği de aynı şekilde tarihi birer uluslar tarihi
olarak yazarak ulusları kurdu ve geleceği şekillendirebildi. Örneğin bir Türk tarihi yazılmadan
bir Türk Devleti ve Türk Ulusu olamazdı.
110
O halde, Türkiye'de demokratik hareket eğer gelişmek ve bir başarı kazanmak, bu günü ve
geleceği şekillendirmek istiyorsa, önce demokratik bir tarih yazmak zorundadır. Tarih
demokratik olmadan bugün ve gelecek demokratik olamaz.
Demokratik hareketin zayıflığı aynı zamanda demokratik bir tarih olmamasında yankısını
bulmaktadır ya da tersinden demokratik bir tarihçiliğin yokluğu demokratik hareketin
zayıflığının en önemli nedenlerinden biridir.
*
Demokratik bir tarihi yazabilmeye en yatkın güçlerin işçi hareketi ve sosyalist hareket olması
gerekir.
Ama bu hareketler Demokratik bir tarih yazmamışlar ve yazamamışlardır. Bırakalım
demokratik tarihi kendi kendi sosyalist tarihlerini bile Türk ulusçuluğunun tarih kavramı
içinde tanımlamışlar; Türk tarihi ile bir mücadeleye girmemişlerdir.
Örneğin Türkiye sosyalist hareketi ve işçi hareketi hep Müslümanlarla ve Türklerle
başlatılmıştır. İstisnasız Türkiye'deki bütün sosyalist akımlar, Türkiye'de sosyalist hareketi
TKP ve onun Bakü kongresiyle başlatırlar. Osmanlıdaki sosyalist akımlar ve hareketler birer
tarih öncesi olarak bile pek ele alınmaz. Bunlar birkaç akademisyenin ilgi alanı dışında yer
bulamazlar. Türkçeyle ve Türklükle tanımlanmış bir ulusla kendini başlatan bir sosyalist
hareket, en gerici ulusçuluğu yeniden üretmekten başka bir şey yapamazdı. Bırakalım
sosyalisti bir yana, demokratik bir tarihçilik ise, bu tarihi ulusu Türklük, vs. ile tanımlayan
tarihçiliklere karşı hareketlerle tanımlar ve başlatırdı. yani örneğin, Türkiye Komünist
Partisi'nin Bakü kongresi değil, Komünist Manifesto'nun ilk Ermeniceye çevrilişi bu modern
sosyalist hareketin başlangıç noktası olurdu. Böyle bir başlangıç noktasının kendisi bile var
olan Türk devletine ve ulusçuluğuna karşı bir mücadele anlamı taşır; sosyalistler gerici
ulusçuluğun yeniden üreticileri olmazlardı.
En tutarlı demokrat olan ya da olması gereken sosyalist ve işçi hareketi, demokratik tarihi de
örneğin Mithat Paşa veya İkinci Meşrutiyet ile değil; Selanikli işçilerle, Balkanlardaki
devrimci demokrat ve sosyalist akımlarla ve köylü çetelerle, Ermeni sosyalist hareketiyle,
Velestinli Rigasla, Tigran Zaven'le, Tevfik Fikret ile başlatırdı.
Böyle bir tarihe dayanan bir sosyalist ve Demokratik hareket, mitinglerde, anma
toplantılarında, bu cılız ama nitelik bakımdan son derece önemli demokratik öncülerin
isimlerini ve resimlerini taşır, onların unutulmasına karşı anmalar yapardı. Bu takdirde anma
toplantıları birer Pazar vaazı, birer ruhsuz seremoni olmaktan çıkar her biri demokrasi
mücadelesinin bir savaşı olurdu.
Böyle bir tarih, Balkan uluslarının kuruluşunu, Ermeni katliamlarını, Mübadeleleri, Türkiye
Cumhuriyetinin kuruluşunu birer "ilerici" demokratik dönüşüm veya devrim değil,
aydınlanmanın demokratik ideallerinin terki ve gerici ve karşı devrimci hareketler olarak
anlatırdı.
111
Böyle bir tarih içinde, Mustafa Suphi'lerin kurduğu Türkiye Komünist Partisi, Ulusu
Türklükle tanımlayan bu gericiliğin ve karşı devrimciliğin sosyalist harekete sızması ve ele
geçirmesi olarak görülürdü.
Böyle bir tarih, İkinci Meşrutiyet için yapılan askeri ayaklanmayı, Osmanlı devlet sınıflarının
demokratik harekete karşı bir manevrası; bütün Balkanları sarmış devrimi bastırmak için onun
başına geçme ve daha sonraki İttihat Terakki'nin darbesini bunun sonuca ulaşması ve karşı
devrim olarak anlatırdı.
Sosyalist ve Demokratik hareketin böyle bir geleneğe dayandığı yerde, Kürtler üzerindeki
baskıya karşı demokratik ve devrimci direniş, devrimci ikonografisini, Ergenekon benzeri
Kava efsaneleriyle değil, bu topraklardaki Demokratik mücadelenin ilk başlatıcılarıyla, yani
Velensinli Rigaslarla, Tigran Zaven'lerle kurardı. (Kürt hareketinin zaten Kemal Pir'ler
aracılığıyla bu eksikliği bir parça olsun gidermeye çalışmaktadır ve bu çabalar o demokratik
karakterin bir yansımasıdır.)
Bir insan hem Demokrat hem de Türk, Kürt vs. olamaz. Demokrat her şeyden önce, bir
ulusun bir dille, bir tarihle, bir soyla, bir etniyle tanımlanmasını reddeden; bunların bütünüyle
özele ilişkin olmasını savunan olabilir.
Türkiye'nin demokratları, Türkiye'nin laikleri gibidirler. Laikler nasıl Diyanet işleri, İmam
hatipler, din dersleri vs. gibi gerici ve anti laik bir kurumların varlığı ile laiklik arasında bir
sorun görmeyen ve hatta bunu laiklik olarak tanımlayan anti laiklerse; Türkiye'nin
demokratları da ulusun ve devletin, Türklük ile tanımlanmasında, resmi dilinin Türkçe
olmasında, Türk tarihi okutulmasında sorun görmeyen kendini Demokarat sanan anti
demokratik Türklerdir.
Türklüğü (ya da Kürtlüğü veya başka bir soyu, tarihi, dili vs.) kişinin bütünüyle özel sorunu
yapmayı hedeflemeyen, ulusu bir dil, bir tarih, bir din, bir etni vs. ile tanımlamayı
reddetmeyen bir demokratik hareket olamaz.
Demokratik bir devlet Türk Devletinin, Demokratik bir ulusçuluk gerici ulusçuluğun yerini;
demokratik bir ulus Türk ve Kürt uluslarının yerini ancak, Tarihi Türklerin, Kürtlerin,
Ermenilerin değil; Demokratlarla, Türklerin, Kürtlerin, Ermenilerin mücadelesinin tarihi
olarak yazdığında, alabilir.
Bunun haricindeki bütün değişimler, demokrasi değil, bu günkü gericiliğin kendini zamana
uydurmasından ve ömrünü uzatmasından başka bir anlama gelmez.
17 Mart 2009 Salı
Demir Küçükaydın
http://www.demirden-kapilar.org
http://www.koxuz.org
112
Son Dönem İnternette Yazılanlar
Sarkis Hatspanian’ın “Hocalı Katliamı” ile İlgili Yazısı, Gazi Katliamı,
Ergenekon, Gün Zileli ve Milliyetçilik Üzerine
23 Nisan çocuk bayramının, kendisinin unutturulması için koyulduğu ve çocukların
masumiyetinin de kendisine kurban edildiği 24 Nisan Ermeni Katliamının yıl dönümü yine
geliyor.
Sol veya Sosyalist örgütler, artık kendilerinin bile “görücüye çıkmak” diye tanımladıkları, 1
Mayıs gösterileri için toplantılar, kimin nerede nasıl yürüyeceğine, nasıl güçlü ve etkili
görüneceklerine ilişkin ince hesaplar ve pazarlıklar yaptıkları toplantıları sürdürüyorlar. Ama
24 Nisan bunların içinde hiçbir yer tutmuyor. Belki bir iki küçük sol örgütün ve birkaç bireyin
bir uğraşı olarak kalıyor.
Aslında Türkiyeli sosyalistlerin ve İşçilerin, 1 Mayıs’ın da tıpkı 23 Nisan gibi, 24 Nisan’ı
unutturmanın, gizlemenin, gündemden düşürmenin ve bizzat 1 Mayıs’ın kendisini
anlamsızlaştırmanın bir aracı haline dönüştüğünü görüp, 1 Mayıs’ı 24 Nisan’da yapmaları ve
1 Mayıs’ı gerçek 1 Mayıs’ın özünde bulunan mesaja tekrar kavuşturmaları beklenirdi. Ama
onlar böyle “milliyetçi” dalaşmalarla uğraşmayacak kadar derin “Enternasyonalist”tirler.
Marksizm’e göre gerçeklik somuttur. Bu her şeyin her an kendi zıddına döneceği, bugün
doğru olanın bir anda en büyük yanlış olacağı veya olabileceği anlamına gelir.
Artık 1 Mayıs’ı 1 Mayıs’ta kutlamak, kendi zıddına dönmüş, Türkiye’deki demokrasi, hak ve
eşitlik mücadelesine hizmet etmekten çıkmış bulunuyor. 1 Mayıs artık açıkça 24 Nisan’ı
örtmenin, gündemden düşürmenin, bilinçlerden uzak tutmanın bir aracına dönüşmüşken; 24
Nisan egemenler ve anti demokratik güçler için 1 Mayıs’tan bin kere daha patlayıcı bir
özelliğe sahipken; 1 Mayıs’ı 1 Mayıs’ta kutlamakta ısrar etmek, bu politikanın basit bir aracı
olmaktan başka bir sonuç vermez.
1 Mayıs’ı 24 Nisan’da yapmalı. En azından demokratlar, sosyalistler, “24 Nisan Ermeni
Katliamı en azından vicdanlarda mahkum edilmedikçe, bu topraklarda bir matem ve utanç
günü olarak anılmadıkça, 1 mayıs’ı 1 Mayıs’ta kutlamak bizlere haram olsun” diyerek 1
Mayıs’a gerçek politik anlamını, işlevini; enternasyonalist, demokratik ve eşitlikçi anlamını
tekrar kazandırabilirler.
Bu vesileyle tüm Türkiye’nin sosyalistlerini bu konuyu tartışmaya, gündeme almaya ve böyle
davranmaya davet ediyorum.
Şu an belki çok geç. Ama hala yapılabilecek bir şeyler olabilir.
113
Örneğin bu 1 Mayıs’ta 1 Mayıs’ın bütün sloganları, 24 Nisan katliamı üzerine yapılabilir.
Örneğin, “Bugün 1 Mayıs değil 24 Nisan!” diye bir slogan bu 1 Mayıs’a damgasını vurabilir.
Ve gelecek yıllardan itibaren 1 Mayıs gösterileri 24 Nisan’larda yapılabilir.
*
Ermeni katliamı, kimin ne ölçüde demokrat olduğunu anlamak ve ölçmek için en sağlam ve
şaşmaz mihenk taşıdır. Bu nedenle, Türkiye’deki demokrasi mücadelesi, ancak bu katliamın
damarı üzerinden yürüyebilir.
Tarih tarihle ilgili değildir. İnsanlar Tarih aracılığıyla bugünün mücadelelerini yürütürler ve
geleceğin toplumunu kurarlar. Ermeni katliamını gündeme taşımadan, onun nedenlerini
açıklamadan ve bunları mahkum etmeden, böyle bir tarih okullarda okunur bir tarih olmadan
Türkiye’de demokrasiden söz etmek, bir kandırmacaya katılmaktan veya alet olmaktan başka
bir anlama gelmez.
O demokratik ülkede ve tarihte, örneğin Türkiye’de Sosyalist ve Komünist hareketin tarihi
1920’de TKP’nin Bakü Kongresi’nde başlamayacaktır, Taşnak, Hıncak, Selanik İşçiler Birliği
vs. nin kuruluşu ile başlayacaktır. Mustafa Suphi’lerin yerini Balkanlı sosyalistler, Varteks
Efendi’ler, Tigran Zevan’lar alacaktır. Modernleşme ile gelen Demokratikleşme mücadelesi
Şinası, Namık Kemal, Ziya Paşa vs. ile değil; Velensinli Rigas ile başlayacaktır örneğin. İlk
roman, ilk tiyatro, ilk sinema, Müslümanlık ve Türklük üzerinden değil; Osmanlı’da en
azından Tanzimat’tan beri, tüm yurttaşlar kanun önünde eşit olduğuna göre, İlk Rum veya
Ermeni veya Balkanlı yazarların eserleri ile başlayacaktır.
Böyle bir Tarih olmadan, bir demokrasi hareketi ve demokratik bir ülke düşünülemez ve de
Kürt ve Türklerin birbirini boğazlamasının önüne geçilemez. Türkler ancak birer Türk
olmaktan çıkıp birer Demokrat haline dönüştüklerinde Türkiye denen yerlerde Demokrasi
olabilir.
Bunun ilk koşulu da, Türklerin kendi Türklüklerine karşı mücadelesidir. Hz. Muhammet’in
dediği gibi, kendi nefsine karşı savaş, savaşların en kutsalıdır ve en zorudur. Türklerin kendi
Türklüklerine karşı savaş ta böyle kutsal ve zor bir savaştır. Ve bu savaş, her şeydin önce
Tarih ve Kavramlarda verilir. Türkler Türklüğe karşı bir savaş içinde demokrat olabilirler.
Ve bu savaş sadece Tarih’te olmaz. Kavramlarda da yürütülmek zorundadır. Evet
kavramlarda.
O tarih ile birlikte dilin ve kavramların da değişmesi gerekir.
Ermeni Katliamı, Ermeni Katliamı değil, İttihat Terakki’nin Babıali Darbesi ile (hatta Askeri
Bürokratik oligarşinin 1908 ile) başlayan Demokrasinin yok edilmesi savaşının en zirve
noktasıdır, demokrasinin son kalıntılarının ve toplumsal dayanağının katledilmesidir. Yani
sadece bir katliam değil, bir karşı devrimin; halk hareket ve örgütlenmelerinin ezilişinin
zirvesidir. O zaman Tarih: 1908, Babıali Darbesi, Ermeni Katliamı şeklindeki bir karşı
devrimler zinciri olarak görülür. Buna bağlı olarak, bir karşı devrim olarak tanımlanmaya
başlar örneğin.
114
“Ermeni Diyasporası” “Ermeni Diyasporası” değil; Anadolu’nun Diyasporası’dır, bizlerin,
bugünkü Türkiye’nin diyasporasıdır örneğin. Her sözün, her kavramın yeniden tanımlanması
gerekecektir.
Sosyalistler tekrar eski itibarlarına ve toplumun gündemini belirleme güçlerine ancak böyle
radikal bir demokrasinin teorik ve kavramsal öncüleri olarak; politik öncüleri olarak yeniden
kavuşabilirler. Ama bütün bunları yapabilmeleri için de önce Türklüklerine karşı mücadeleye
girip, demokrat olmaya başlamaları gerekiyor. Sanılanın aksine, Türkiye’nin anarsiştleri de,
komünistleri de, kendi öznel yargıları ve özlemleri öyle olsa bile, nesnel olarak demokrat bile
değillerdir. Hepsi Türk milliyetçisidir.
Onlar öylesine gerici bir milliyetçilik anlayışına sahiplerdir ki, örneğin Ermeni katliamının
tanınmasını veya Kürtlerin ayrı devlet kurmalarının veya bireysel haklarının tanınmasının
veya bir Türk tarafından savunulmasının milliyetçilik olmadığını düşünürler.
Onların anlamadıkları şu basit gerçektir, uzun vadeli Türk ulusunun genel çıkarlarını düşünen
bir Türk milliyetçisi de pek ala Kürtlerin haklarını savunabilir ve bunun için mücadeleye
girebilir. Bunun milliyetçilikle çelişen hiçbir yanı yoktur. Bir ulusun çoklarlarının daha
akıllıca savunusundan başka bir şey değildir bu. Bu henüz demokrat olmak bile değildir.
Demokrat olmak için önce ulusun veya ulusların bir dille, bir dinle, bir soyla tanımlanmasına
karşı mücadele etmek gerekir. Yani Demokrat olmak için Kürtlerin haklarını veya Kürtlerin
ayrı bir devlet kurmasını savunmak yetmez; Türklüğün politik bir anlamı olmaktan çıkmasını;
yani ulusun Türklükle tanımlanmasına karşı bir mücadele içinde olmak ve bunu reddetmek
gerekir.
Böylesi yok. Bu nedenle Türkiye’de demokrasi ve demokrat da yok. Bu nedenle sosyalistler
de Anarşistler de aslında birer milliyetçidirler.
Bunu somut bir örnekle görelim. Ama önce olgular ve belgeler.
*
Sarkis Hatspanian’ı Türkiye Sosyalistlerinden pek fazla tanıyan olduğunu sanmıyorum.
Çünkü nerede söz ettiysem, hep hiç bilinmediğini gördüm. İşin doğrusu ben de tanımazdım.
Kim olduğu hakkında Ragıp Zarakolu’nun “Uzak Yakın Ükeden Gelen Mektup” başlıklı
yazısından bir fikir edinilebilir:
“Bu coğrafya’da Ermeni olmanın yükü ağırdır. Ama hem Ermeni hem solcu iseniz bu yük
daha da ağırlaşır. Ocak ayında Ermenistan’ın Vardaşen Mahpushanesi’nden “Acı Bir
Kayıp” bir mektup ulaştı elime. Bir “Çınar”, bir “Eski Tüfek”, “Deli” namıyla maruf Kevork
Yoldaş, sonsuzluğa doğru yelken açan bir tekneyle ayrılmıştı aramızdan.
Hapisliğin en kötü anlarından biri, hep yeniden buluşmayı, kucaklaşmayı hayal ettiğiniz bir
sevdiğinizi yitirdiğinizi öğrendiğiniz andır. Sanki ağır bir tokat yemiş gibi olursunuz,
olduğunuz yerde sallanırken. Hayal ettiğiniz o kavuşma anının asla gerçekleşmeyeceği dank
eder kafanıza. Bir yandan da bir suçluluk duygusu kaplar içini. Keşkeler kovalar birbirini.
İşte o an gerçek mahpusluğun başladığı andır.
115
12 Eylül sonrasından ve onu izleyen Kürt savaşında az insan yaşamadı bu duyguyu
zindanda…
Oğul, yoldaşı saydığı babasının sonsuza intikal edişini şu satırlarla duyuruyordu bizlere:
“Kevork Yoldaş, TKP tevkifatlarından nasibini almış bir hem Ermeni ve hem komünisttir. Hiç
bir koşulda Ermeniliğini de ve komünistliğini de saklamamış, her iki kimliğiyle iftihar etmiş
ve bu niteliklerinden ötürü “T.C” işkencehanelerinden ve cezaevlerinden geçmiş, 1974 “affı”
ile “özgürlüğüne” kavuşmuş bir yoldaşımızdır. Anısı ışığımız olsun!
Sireliner, 1915’te durdurulmak istenen saatimizi tik-tak...tik-tak yeniden çalıştırma görevini
yerine getirmiş neslin temsilcisi, “T.C” mahpusanelerinde Ermeni kimliğini başı dimdik bir
direniş örneğiyle omuzlamayı kader bilmiş, “Düşmana inat bir gün fazla yaşamak” amacıyla
baskı, zulüm ve hakarete maruz kalmayı tek bir defa bile sineye çekmeden hep insanlık
onuruna sadık kalma şerefine nail olarak yaşadığı 81 eziyet dolu senelerine, bir de “Der-
Zor’a ertelenmiş sürgün” 3 göçü sığdırmak zorunda kalmış olan, Kilikya Ermenilerince
“Deli Kevork”, diğer halktan olanlarca “Gavuroğlu” olarak tanımlanmış sevgili babam
Kevork Dzeruni HATSPANİAN, 28 Ocak 2010 günü Köln’de vefat etmiştir. Doğup büyüdüğü
anavatanından uzak ve bize yabancı yerlerde toprağa verilme acısıyla dünyevi yaşama veda
eden babamın ruhu eminim şimdi Adıyaman’dan İskenderun’a uzanan sıradağlarda özgürce
kanatlanıp uçmaktadır. Dürüst, namuslu, onur dolu, hep insanca yaşama arzu ve özlemiyle
çarpmış koskoca bir yürek taşımış babamın anısını yaşatacak, gerçekleştiremediği tüm
rüyalarının da “deli” mırasçısı olmaya çalışacağım ! Sarkis HATSPANIAN “Vardaşen”
Mahpusanesi, Ermenistan – 29 Ocak 2010.””
Yani Sarkis Hatspanian, Komünist bir babanın oğluydu.
Zarakolu, aynı yazıda Sarkis Hatspanian hakkında yazılan ve kendisinin imzaladığı bir
mektubu da aktarıyordu orada da Sarkis Hatspanian hakkında şu bilgiler bulunuyordu:
“(…) Sarkis Hatspanian Türkiye devrimci hareketi içinde yetişmiş, 1980 cuntasından sonra
kovuşturmaya uğramış, tutuklanıp 12 Eylül tezgahında işkence görmüştür. Bunun ardından,
kaçak yollardan ulaştığı ve mülteci olarak yaşadığı Fransa’da kendini geliştirmiş, sanat
dünyasında isim yapmıştı. Ne ki, Ermeni halkının bu yiğit evladı, ülkesinin ve halkının
çağrısıyla Fransa’daki koşullarına sırtını dönüp, Ermenistan’ın kuruluşuna katılmak üzere
halkının yanına koşmuştur. Bu konuda hiçbir özveriden kaçınmadığı da malumunuzdur.”
Bu kısa bilgi, bundan sonra anlatılacakların daha iyi kavranabilmesi bakımından gereklidir.
4 Ağustos 2010 tarihinde şöyle bir e-mail geldi:
“Sayın Demir Küçükaydın, 2008'den beri Ermenistan'da politik tutuklu olarak bulunan,
Garbis Altunoğlu ile aynı okulda okumuş, Kilikya doğumlu Sarkis Hatspanian "Ermeni-Türk
ilişkileri ve İsmail Beşikçi" konulu bir yazı hazırlamaktayken, sayın Sait Çetinoğlu'ndan sizin
"Tersinden Kemalizm" adli çalışmanız hakkında duymuş olduğundan, eğer mümkünse
çalışmanızla tanışmak ister. E-mail adresiniz bize sayın Çetinoğlu tarafından ulaştırılmıştır.”
116
Bunun üzerine kendisine istediği yazıları ilettim. Bu vesileyle Sarkis Hatspanian’ın
çalışmaları varsa okumak istediğimi bildirdim. Bunun üzerine bana bazı yazıları iletildi. Bu
yazıları Köxüz sitesinde yayınlamak istediğimi ilettim. Bu iletime gelen cevap şöyleydi:
“(…) Sarkis yazısının sitenizde yayınlanmasını ister mi, istemez mi onu ancak kendisinden
öğrenip, cevabını size iletirim. Hiç tanımadığım sitenizle merak edip tanıştım, orada
"Demokratik bir Türkiye için" yazıyordu. Sarkis'i oldukça yakinen tanıdığımdan söylüyorum,
onun tırnak içerisine alınmadan Türkiye ifadesini kullanan kişilere karşı özel bir "sevgisi"
olmadığını biliyorum, hatta Türk ve Kürt soluna mensup insanların da hep "sol gösterip sağ
vuranlardan" olduğunu, bir yerine yüz defa şahsen ondan duymuş biriyim. Neyse, isteğinizi
gerektiği gibi ona ileteceğime emin olabilirsiniz.”
Ben de bu aracılık yapan kişiye şu açıklamayı yolladım:
“Cevabınız için teşekkür ederim. Ama bir dikkatsizlik, önyargı veya yanlış anlama sonucu
olduğunu düşündüğüm bir noktayı düzeltmek isterim.
Diyorsunuz ki: "Hiç tanımadığım sitenizle merak edip tanıştım, orada "Demokratik bir
Türkiye için" yazıyordu."
Köxüz sitesinin logosunda "Türkiye" ifadesi bulunmamaktadır. Türkiye diye okuduğunuz
yerde "Cumhuriyet" sözcüğü bulunmaktadır.
Biz burada “Cumhuriyet” sözcüğünü bilinçli olarak kullandık ve “Türkiye” sözcüğünü de
bilinçli olarak kullanmadık. Çünkü biz demokrasinin ancak ulusu hiçbir dile, dine, soya,
tarihe, etniye, ırka hatta bölgeye göre tanımlamamış, aksine bunlarla tanımlamaya karşı
tanımlamış, bunların hiçbir politik anlamının bulunmadığı bir cumhuriyette olacağına
inanıyoruz ve bu nedenle her hangi birini eşitsiz kılacak veya öyle bir anlama gelecek bir
ifadeyi oraya koymadık.
Aslında bu proje yeni değildir ve Tigran Zevan veya Velensinli Rigas veya Tevfik Fikret gibi
aydınlanmacı veya sosyalistlerin de idealiydi. Bir anlamda bu yenilmiş geleneği yeniden
canlandırıp bu günün dünyasında yeniden savunmaya çalışıyoruz.
Benim yazılarımı okursanız bu konunun çok açık olarak savunulduğunu görürsünüz. Elbette
sitenin yazarlarının hepsinin açık olarak böyle bir duruşu yoktur. Ama böyle bir duruşa
kapalı değillerdir.
Ben özellikle uluslar ve ulusçuluk teorileriyle de çok ilgileniyorum ve yazıyorum. Yazılarımı
okursanız bilinenlerden çok farklı bir duruşla karşılaşacağınızı düşünüyorum.
Selam ve Saygılarımla”
Bunun üzerine aracılık yapan bu kişiden şu maili aldım:
“Sayın Demir Küçükaydın, Tekrar merhabalar,
Koxuz web sitesi hakkındaki aydınlatıcı bilgilendirmeniz için çok teşekkürler. Ancak, soyu
kırılmış, köksüzleştirilmiş bir ulusun evlatlarını, Türkiye ya da adı olmayan bir ütopik
demokratik cumhuriyet farklılığına inandırmanız hiç de kolay değil. Yazılarınızın, Sarkis'e
ulaştırılmış olduğunu az önce onu ziyaretinden dönen eşinden öğrendim, size çok teşekkür
117
edip, postayla size yazı yollayabileceği bir adresinizin ona bildirilmesini rica etmiş. Bu
arada, ben de onun bulunduğu cezaevinin posta adresini öğrendim. (…)”
Ezilen bir ulustan, ırktan, dinden, cinsten insanların bu kuşkuculuğu anladığım ve hatta belli
bir dereceye kadar sağlıklı da bulduğumdan bu tartışmaya devam etmedim. Ancak “soyu
kırılmış” “köksüzleşterilmiş” uluslardan söz etmesinin benim açıkladığım ulus teorisi
açısından, ulusların soya, köke dayandığı bir ulus anlayışını yansıtıyordu ki, bu da en gerici
ulusçuluk anlayışlarından biriydi.
Bu vesileyle, şu farka dikkat çekmek isterim. Ulusçuluk konusunda pek ala demokratik özlem
ve programınız olabilir ama aynı zamanda kavramlarınızla hiç de o demokratik ulusçuluğa
uymayan gerici bir ulusçuluk anlayışına dayanabilirsiniz. Yani örneğin, Türkiye’de diyelim,
ulusun her hangi bir dil, din, etni, soy vs. ile tanımlanmasına karşı olabilirsiniz. Ama bunu
“Ulus devletin aşılması” veya sonu veya ulusçuluğun aşılması olarak tanımladığınız an, en
gerici ulusçuluk anlayışını, ifade etmiş ve ona dayanmış olursunuz. Çünkü, ancak, ulusların
dile, dine, tarihe vs. dayanan birimler olduğu anlayışına sahipseniz bunlara dayanmayan bir
ulusçuluğun ulusçuluğun aşılması olduğunu söyleyebilirsiniz.
Yani insan aynı zamanda programatik olarak demokratik bir ulusçuluğu savunurken veya
bunun için mücadele ederken, aynı zamanda gerici bir ulusçuluğa dayanabilir, bunu
savunabilir ve yeniden üretebilir.
Aşağı yukarı bütün Türk solu, hatta dünya solu, hatta esas olarak Marksizm bu çelişkiyle
maluldür.
Bunun nedeni de ulusların ne olduğuna dair tutarlı ve Marksist bir teorinin olmamasıdır.
Ulusçuluğun, ulusal olanla politik olanın çakışması anlamına geldiği türünden bir tanıma
ulaştığınızda, yani ulusçuluğun ne olduğunu anladığınızda; yukarıdaki ulusçuluk anlayışının,
ulusal olanın nasıl tanımlanacağı açısından bir fark olduğunu anladığınızda ancak ulusçu
olmaktan çıkmaya başlarsınız.
Bu nedenle, kişinin kendine sosyalist, enternasyonalist, Marksist ve de Leninist, (ve hatta)
Maoist veya Anarşist veya Müslüman demesi hiçbir şekilde o kişiyi ulusçuluktan azade
kılmaz.
Bu kısa nottan sonra, benim niye aynı zamanda, Köxüz sitesinde aslında benim dayandığım
ölçülere göre milliyetçi ve hatta gerici milliyetçi yazarlara yer verdiğim, hatta neredeyse
bütün yazarların böyle olduğu daha iyi anlaşılabilir.
Yazarların hepsi, bu satırlarının yazarının ulus ve ulusçuluk teorisini bilmediğinden,
okumadığından veya kabul etmediğinden dolayı fiilen en gerici ulus ve ulusçuluk tanımlarına
dayanırlar ve onu yeniden üretirler. Ama aynı zamanda bu yazarlar, kendilerinin ulusçu
olmadığını; ulusçuluğa karşı olduklarını düşünürler ve önlerine demokratik bir ulusçuluğa
dayanan bir somut program koyulsa bunu kabul edip savunmaya eğilimlidirler. Ama bu kabul
edip savunmaya eğilimli oldukları şeyin, artık ulusçuluk olmadığını düşündükleri için de aynı
zamanda birer gerici ulusçudurlar.
118
İşte bu anlayışla, bu demokratik bir özlem içindeki gerici ulusçuların mücadele içinde;
birbirlerini dengeleyerek ve nötralize ederek, fiilen demokratik bir ulusçuluğun oluşumuna
katkıda bulunmalarını; yani her biri gerici ulusçuluğa dayanan demokratik özlemlerin gerici
ulusçuluklarının birbirini nötralize edip, demokratik özlemin ortada biricik artı olarak kalması
için Köxüz sitesinde bütün bunlar yer alır. Bu bir anlamda, yokluk içinden bir demokratik ve
politik bir hareket ve eğilim ortaya çıkarma çabasıdır. Elde var olanla bir şeyler yapmaya
çalışmaktır.
İşte bu çerçevede Sarkis Hatspanian’ın da yazılarını yayınlamak talebimizi iletmiştik. Bizim
açımızdan, Köxüz’ün diğer yazarları gibi muhtemelen o da kendisinin milliyetçi olmadığını
düşünen, ama bizce yine bütün diğer yazarlar gibi aslında gerici milliyetçiliğe dayanan
biriydi. Ama hem Ermeni hem de Hapiste olması nedeniyle, egemen ulusun sosyalist ve
milliyetçi olanlarına göre bin kat daha fazla destek gösterilmesi gerekiyordu. Bu nedenle
kendisinin yazılarını Köxüz sitesinde yayınlamak için izin istiyorduk.
Bu yazışmalardan sonra Köxüz sitesinde sayın Hatspanian’ın hem de çok önemli ve çok güzel
yazılarını yayınladık. Bunlar içinde Doğan Akhanlı’ya bir moral hediyesi olarak yazılmış, bir
Başiktaşlı olarak Beşiktaşlılara bir türlü yayınlatamadığım, nefis “Beşiktaşlı Mehdi’nin
Öyküsü” (http://www.akintiya-karsi.org/koxuz/node/6862); Ermeni sosyalistleri veya
solcuları arasındaki strateji tartışmalarını yansıtan “Hrant’ı Anmak” (http://www.akintiya-
karsi.org/koxuz/node/7466); Türkiyeli sosyalistlerin, 12 Eyül’ün idam ettikleri arasında
saymadığı, bunu eleştiren ve Levon Ekmekciyan’ı anlatan çok önemli “ “Unutulan” Adam”
(http://www.akintiya-karsi.org/koxuz/node/7481) başlıklı yazı; Orhan Bakır’ı ve Türk
sosyalist hareketi içindeki Ermeni devrimcilerin dünyasını anlattığı “Hayali Gönlümde
Yadigar Kalan” (http://www.armenieninfo.net/sarkis-hatspanian/1231-sarkis-hatspanian-
armenak-bakirciyan-ermeni-devrimci.html) başlıklı yazılara özellikle dikkati çekmek isterim.
Bu kısa arka plandan sonra şimdi “Hocalı Katliamı” ve Gün Zileli’nin milliyetçiliği konusuna
gelebiliriz.
Ama önce “Hocalı Katliamı”
*
27 Şubat 2012 tarihinde Sarkis Hatspanian, “yayınlanması” ricasıyla “26-27 Şubat 1992:
Hocalı Katliamı” Yalanının Anatomisi” başlıklı yazıyı yolladı.
Bu yazıyı, önüne küçük bir not koyarak aynen Köxüz sitesinde yayınladık (Yazı şu adreste:
http://koxuz.net/anasayfa/2012/02/28/26-27-subat-1992-hocali-katliami-yalaninin-anatomisi-
sarkis-hatspanian/). Notu ve yazıyı (Yazı çok uzun olduğundan bu yazının sonunda Ek 1
olarak bulunuyor) aynen aktarıyorum. Çünkü “Hocalı Katliamı” konusunun da Türkiye’deki
kamuoyu tarafından bilinmesi çok önemli ve bu konuda Hatspaniyan bir çok ezber bozucu
bilgi vermektedir. Not ise, hem kısa hem de bundan sonraki bölümlerin konusu olduğu için
burada.
Yazının önüne koyduğumuz not şöyleydi:
“Köxüz’ün notu:
119
Sayın Sarkis Hatspanian’dan aşağıdaki yazıyı yayınlanması ricasıyla aldık. Yayınlıyoruz.
Hatspanian bir Ermeni milliyetçisi olmasına rağmen halklara karşı düşmanlık
yapmamaktadır. Türklerden veya başkalarından gelecek yazıları da, aynı şekilde haklara
karşı bir düşmanlık yapmadığı; bir nefret söylemi geliştirmediği; bu yazıda olduğu gibi
olgular ve çıkarsamalarla iknaya yönelik olduğu takdirde tartışmanın bir parçası olarak
yayınlarız.
Böylece umarız Hocalı’da ne olduğu konusu da en azından olgular düzeyinde tartışılır.
Sayın Hatspanian’ın anlattıklarından çıkacak sonuç Hocalı’da aslında Türk faşistlerinin
kaçmak isteyenleri katlettiği, Hocalı’nın kaybının da faşistlerin planını bozduğudur. Bu çok
önemli bir bilgi ve sonuçtur. Ergenekon, Azerbaycan ve Kıbrıs’ta gerçekte neler olduğu
anlaşılmadan anlaşılamaz.
Biz her türlü görüşün açıkça ifade edilmesinden ve birbirlerini delillerle, mantıki
çıkarsamalarla eleştirmesinden ve çürütmesinden yanayız.
Köxüz sitesi”
Böylece aynı zamanda Hükümet ve liberallerin sözümona Ergenekon derken sadece, sivil
hükümete karşı darbe yapanları ve gerçek Ergenekon’a hiçbir şekilde dokunmadığını da teşhir
etmiş de oluyorduk. Çünkü Ergenekon’un gerçek kökleri yerinde durmaktadır ve bunların
üzerine gitmek ne kelime, Hükümet bizzat bu köklerin politikasını savunmaktadır. Bizzat
“Hocalı” mitingi ve bizzat Hükümet’in en önemli bakanlarından biri olan İçişleri Bakanı’nın
bu mitinge katılması, Hükümet ile Ergenekon arasındaki bu ittifakın ve iş birliğinin bir
ifadesidir.
(Sarkis Hatspanian’ın yazısını konuyu dağıtmaması için bu yazının arkasına ek belge olarak
bulunuyor. Okuyucunun burada arkaya atlayıp bu yazıyı okumasını öneririz.)
Hatspanian’ın yazısı ve Mitingten kısa bir süre sonra Sendika Org sitesinde Kemal Erdem
imzalı ““Azerbaycan Darbesi” ve “Gazi Katliamı” arasındaki bağlantı üzerine (Bir “Devlet
Sırrı”nın ya da “Devlet Terörü”nün anatomisi)”
(http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=43587) yazı yayınlandı. Bu yazıya da dikkatimizi
çeken, Sayın Hatspanian oldu.
Bu yazılar Ergenekon’un Azerbeycan ve Türkiye’deki faaliyetlerini çok net bir biçimde
açıklamaktadırlar. Aslında aynı zamanda bu günkü hükümetin, darbecilere karşı tutuklamalar
yapar ve kendi iktidarını emniyete alırken, aynı zamanda en gerici faşist ve ırkçı
milliyetçilerle, yani gerçek Ergenekon’la nasıl fiili bir ittifak içine girdiğini ve Hocalı
Mitingi’nin aslında tam da bir kırılma noktası ve bu ittifakı onaylayan ve mühürleyen
bir miting olduğunun en açık belgelerini sunuyorlar1.
Yani Ergenekon’a karşı mücadele her şeyden önce Kıbrıs ve Azerbaycan ve de Kerkük
ve Musul, ya da Kuzey Iraktaki yuvalar ve oradaki Türk devletinin varlığı ve
1 20 Nisan 2012 tarihli Radikal’de Orhan Kemal Cengiz “Ergenekon İncirlik” baylıklı yazısında, son dört aydır
Kiliselere ve Hıristiyanlara yapılan saldırıların arttığından söz ediyor. Bu hiç de bir rastlantı değildir.
120
politikaları üzerinden yapılabilir. Buralara dokunmak ise bu hükümetin yapabileceği veya
yapmak istediği bir iş değildir. Sol ve demokrat kamuoyunun, esas eleştirisini buralara
yöneltmesi gerekir. Sol ve demokrat muhalefet, kamuoyunun dikkatini buraya çekerek,
buradan hem ulusalcıların tuzağına, hem de liberallerin ve hükümetin tuzağına düşmeyen
gerçek demokratik bir muhalefet geliştirebilir.
Bu nedenle bu yazının sonuna koyulan yazılar bir başlangıç olabilir.
*
Bu kısa nottan sonra şimdi yazının önüne koyulmuş bu kısa nota yönelik eleştirilere ve
sosyalistlerin milliyetçiliği konusuna gelelim.
Bu kısa nota ilk eleştiri bizzat Sarkis Hatspanian’ın kendisinden geldi.
Yazıyı Facebook’ta da paylaşmıştık, orada kendisi şu eleştiriyi yaptı:
“Sayın Demir Küçükaydın, yazımı Köxüz sitesinde yayınladığınız için size çok teşekkür
ediyorum, bu davranışınız ile bana bir kez daha gerçek bir aydın ve demokrat olduğunuzu
göstermiş oldunuz. Ancak, bana hayatımda (sadece iki hafta önce 50 yaşıma girdim) ilk defa
birisi, yani siz (bir Ermeni milliyetçisi) demiş olduğuna da çok şaşırdığımı bilmenizi isterdim.
Sizi sadece şahane analitik yazılarınızdan tanıyor ve beğeniyorum, beğenip-beğenmediğinizi
bilmesem dahi... siz de beni yazılarımdan tanıyorsunuz diye biliyorum. Eğer benim sizin de
yayınlayıp-yaygınlaştırdığınız yazılarımda milliyetçilik yaptığım yerleri gösterebilirseniz size
müteşekkir olurum da, mahpusluğumda gösterdiğiniz ve bende hayranlık uyandıran insani
davranışınıza duyduğum çok ama çok büyük bir saygıyla, YURTSEVER olmayı MİLLİYETÇİ
olmaktan ayırt edebilsek daha iyi olur düşüncesinde olduğumu belirtiyor, duyarlı vicdanınıza,
dürüst bilincinize güvendiğimi de peşinen ilan ediyorum. İyi olunuz !”
Biz de sayın Hatspanian’ın itirazına karşı Milliyetçiliğin ne olduğuna ilişkin şu açıklamayı
yaptık.
“Sayın Hatspanian,
Size ilk kez birinin “Ermeni Milliyetçisi” demesine şaşırdığınızı ve “Yurtsever olmayı
Milliyetçi olmaktan” ayırmak gerekitğini yazıyorsunuz.
Aslında böyle bir itirazı beklemiyor değildim. Çünkü son yıllarda bu konu (Milletler ve
Milliyetçilik) üzerine neredeyse küçük bir kütüphane oluşturacak kadar yazmama rağmen,
maalesef bu yazılarım okunmadığı ve kimi okuyanlarca da anlaşılmadığı için (çünkü
milliyetçiler milliyetçiliğin ne olduğunu anlayamazlar) bu tür “milliyetçilik” eleştirilerim
çoğu kişi için şaşırtıcı oluyor. Ancak şunu bilmenizi isterim ki bu öyle geçer ayak söylenmiş
bir eleştiri değildir.
Milliyetçiler milliyetçiliği, aşağı yukarı, başka milletlerin varlığını ve haklarını inkar etmek,
onları baskı altına almak şeklinde anlarlar. Böyle olmayanları da onlar genellikle
“Yurtsever” hatta “Enternasyonalist” olarak tanımlarlar.
Yani ben tam da sizin de katıldığınız milliyetçilik tanımının milliyetçilerin milliyetçilik tanımı
olduğunu söylüyorum.
121
Peki, benim milliyetçilik tanımım ne?
Buna geçmeden önce bir iki küçük açıklama yapayım.
Ben Marks, Engels, Lenin, Troçki, Kıvılcımlı gibi büyük enternasyonalistleri; hatta
enternasyonalizmin kendisini bile milliyetçilik olarak görüyor ve tanımlıyorum. (Bu durumda
size de Milliyetçi dememi her halde yadırgamamanız gerekir.)
(Marks’ı milliyetçi olarak tanımladığım yazı: (http://www.akintiya-
karsi.org/anasayfa/icerik/marks-nicin-ve-nasil-bir-milliyetciydi-milletler-ve-miliyetcilik-
uezerine-01 )
Engels’i Milliyetçi olarak tanımladığım yazı: (http://www.akintiya-
karsi.org/anasayfa/icerik/engels-tarihsiz-halklar-inin-ve-elestirilerinin-elestirisi-milletler-ve-
miliyetcilik-uezerine)
Lenin, Kıvılcımlı, Troçki’nin milliyetçiliği üzerine “Marksizmin Marksist Eleştirisi”nde geniş
bölümler var. Gariptir ki, bu güne kadar ne bir “Marksist”, ne bir “Leninist”, ne bir
“Troçkist”, ne bir “Doktorcu” çıkıp bu eleştirilerime cevap verebilmiş değildir. Tam bir
suskunluk var.)
Bunların milliyetçilik anlayışına göre, sınıfsal çıkarı değil; ulusun çıkarını öne alan
milliyetçidir; sınıfsal çıkarı öne alan da sosyalist veya enternasyonalist.
Ben ise sorunu tam da böyle koymanın milliyetçilik olduğunu söylüyorum.
Neden ve nasıl?
Somut örneklerle açıklamayı deneyeyim. Örneğin Marks, “başka ulusları ezen bir ulus özgür
olamaz” dediğinde, enternasyonalist bir tanım yapmıştır deniyor. Ben ise sapına kadar
milliyetçi ve hem de gerici milliyetçi bir tanım yapmıştır diyorum.
Neden ve nasıl?
Örneğin şimdi bir Türk çıksa, “bizler 1915’te Ermenileri, Süryanileri kestik; Rumları kestik
ve sürdük; Kürtlerin haklarını inkar ettik ve ezdik” dese ve örneğin, Ermeni, Saüryani ve
Rumlardan özür dilemek; Kürtlerin haklarını vermek gerektiğini, hatta isterlerse
ayrılabileceklerini söylese, Türk Milliyetçisi olmaktan çıkar mı?
Hayır çıkmaz.
Aksine Türk milletinin çıkarlarını daha akıllıca ve uzun vadeli olarak savunmuş olur.
Çünkü bu aslında Türk milletinin çıkarlarını daha uzun vadeli ve akıllıca savunmaktır. Öte
yandan, bu diğer ulusların varlığını ve haklarını inkar etmediğinden, Marks’ın tanımına göre,
sosyalistlik ve enternasyonalistliktir de. Yani bir ulusun çıkarlarını uzun vadeli ve akıllıca
savunmak ile Enternasyonalizm arasında bir fark yoktur.
Bunun milliyetçilik olmadığını söyleyenler sadece bunların kendileri değil, aynı zamanda
Marksistler hatta bunu satılmışlık olarak, ihanet olarak gören Türk faşistleridir.
Demek ki Faşistler, Marksistler ve Milliyetçiler aynı milliyetçilik tanımında
anlaşmaktadırlar. Sadece buna yükledikleri değer farklıdır. Marksistler ve milliyetçiler, bir
122
milletin çıkarlarını uzun vadeli olarak, daha akıllıca savunmanın milliyetçilik olmadığını
söylerken (Milliyetçiler bunun yurtseverlik; Marksistler Enternasyonalizm olduğunu
söylerler) ona olumlu bir değer yüklerler, faşistler olumsuz bir değer. Yüklenen değerler
farklıdır, ama milliyetçiliğin ne olduğu konusunda anlayışlarda esas olarak fark yoktur. Yani
aslında milliyetçiliğin ne olduğu konusunda, Faşistler, Milliyetçiler ve Marksistler arasında
bir fark da yoktur.
Yani aslında, başka ulusların varlığını kabul etmek; onları baskı altına almayı reddetmek;
milliyetçilikle çelişmez, aksine tamı tamına milliyetçilik budur. “Başka ulusları ezen bir ulus
özgür olamaz” önermesi veya “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı” tamı tamına bu ilkenin
savunusu ve ifadesidir.
Bana göre bu ilke ve ifade bütünüyle gerici milliyetçilikle bile tam bir uyum halindedir.
(Tabii “gerici milliyetçilik” derken ne kastettiğim de ayrıca aşağıda var.)
Şimdi gelelim benim milliyetçilik tanımıma. Ben milliyetçiliği, “Ulusal olanla politik olanın
çakışması” yani “her milletin bir devleti olmalı” ilkesini savunmak olarak anlıyor ve
tanımlıyorum. (Bu tanım da aslında benim değil. Bu tanımı yapan Ernst Gellner ve Benedict
Anderson, E. Hobsbawm gibilerince de paylaşılıyor. Ben sadece bu önermeyi mantık
sonuçlarına, programatik sonuçlara götürmüş ve daha sonra bu önermenin analiziyle de
Marksist bir din ve üstyapılar teorisi şekillendirmiş bulunuyorum.)
Tabii burada “ulusal olan ne?” sorusu gündeme geliyor. “Ulusal olan”ı gerici ulusçular
farklı biçimlerde tanımlarlar. Örneğin kimi dine göre (Pakistan), kimi dile göre, kimi
bunların bir kombinasyonuna göre (Örneğin Ermeni ve Türk Milliyetçilikleri büyük ölçüde
böyle), kimi soya göre, kimi ırka göre, kimi kültüre göre tanımlarlar. Ama bütün bunların
hepsinin ortak özelliği ulusların bir tarihi olduğunu söylemek ve bir tarihe göre
tanımlamaktır. (Bana göre Ulusların tarihi yoktur. Dünyanın en eski ulusu Amerika’dır ve
tarihsizdir.)
İşte ulusal olanı, böyle bir din, bir dil, bir tarih, bir soy, bir ırk, bir kültür üzerinden
tanımlamalara ben “gerici milliyetçilik” diyorum. Elbette bu gericilikler içinde de bir
gericilik hiyerarşisi vardır. Bir ulusu bir ırka göre tanımlamak ile (Örneğin Türklerin Orta
Asya’dan geldiği) bir kültür’e göre tanımlamak arasındaki fark. (Örneğin Türklerin esas
olarak aslında önce Müslüman sonra oradan Türk olmuş, hafızasını kaybetmiş Rum ve
Ermeniler olduğunu söyleyen ve Türk Tarihinin bir parçası olarak Bizans ve Ermeni
tarihlerini okutan bir Türk milliyetçiliği de mümkündür –ki böylesi olgulara da daha denk
düştüğü için daha az şizofrenik olur - ve böyle bir kültürel olarak tanımlanmış bir Türk
milliyetçiliği de gerici bir milliyetçiliktir, sadece bir ırka göre tanımlamaya nispetle daha
esnek olduğu söylenebilir.)
Peki “demokratik bir milliyetçilik” nedir?
Demokratik bir milliyetçilik, ulusal olanla politik olanın çakışmasını reddetmez, bu nedenle
milliyetçidir, ama ulusal olanı demokratik olarak tanımlar. Yani gerici milliyetçilerin ulusal
olanı tanımlarkenki kriterlerinin hepsini kişilerin özel sorunu olarak görür. Yani, Türk., Kürt,
Müslüman, beyaz, siyah, şu veya bu kültürden olmak, kişilerin özel bir sonunu olur. Ulusu
123
bunlarla tanımlamaya karşı tanımlar. Yani örneğin, bu ulus, hiç bir tarihsel, dinsel, kavimsel
göndermede bulunmaz. Yani ulusun bir dili, dini, tarihi, kültürü olmaz. Pratik olarak
örneklemek gerekirse, herkesin ana dilinde eğitim hakkı olur. Tarih derslerinde, Ermeni,
Türk, Kürt tarihleri değil, ulusların tarihlerinin olmadığına dair bir tarih okutulur. Herkes
kendi ana dilinde, aynı okulda ama bu ulusların tarihi olmadığına dair tarihi okur.
Ama elbette okuldan çıkınca, nasıl gerçekten laik bir ülkede, okulda DNA’ları, Darvin
yasalarını okuyan, isterse din dersine gidip, özel hayatında İnsanı Tanrı’nın yarattığını
öğrenebilirse, elbette, örneğin Türkler Türklerin Orta Asyadan geldiğine veay insanlığı
tohumlamak üzere başka dünyalardan gönderildiklerine veya Türklerin hafızasını yitirmiş
Rum ve Ermeniler olduğuna dair tarihler okuyabilirler; bunları araştıracak birlikler
kurabilirler, yayınlar yapabilirler, aralarında tartışabilirler. Bu bütün “uluslar” için de
böyledir. Ama bunların hepsi kişilerin özel sorunu olur.
Böyle bir düzeni savunmak da milliyetçiliktir, ama bu demokratik bir milliyetçiliktir. Ya da
ben böyle tanımlıyorum. Gerici milliyetçilerin milliyetçilik tanımına göre ise, bu
milliyetçiliğin ötesi gibi bir şeydir.
Peki, milliyetçilik olmayan nedir?
Nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesine karşı olmak
milliyetçi olmamak demektir. Yani uluslara karşı (dikkat edin, ulusçulara demiyorum,
uluslara diyorum), ulusal devlet ve sınırlara karşı savaşı en acil görev olarak önüne
koyanlar ulusçu olmaktan çıkabilirler. Nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusal olanın özel,
yani politik dışı olmasını savunmak, ulusçu olmamak, olabilir.
Göreceğiniz gibi alışılmış paradigmalar ve tartışmaların hepsini boş düşüren, bambaşka bir
bakış bu. Kavramak ise, aynı zamanda hem çok basit hem de çok zor.
Bu konuda çok yazdım. Bu yazılarımın çoğu eski Köxüz sitesinde var (Kitaplarım ücretsiz
indirilebilir: http://www.akintiya-karsi.org/koxuz/). Özellikle Marksizmin Marksist Eleştirisi
içindeki, Sosyalizmin Milliyetçilikle İmtihanı başlıklı yazımı öneririm dediklerimin daha iyi
anlaşılması için. (http://www.akintiya-karsi.org/koxuz/icerik/marksizmin-marksist-elestirisi-
genisletilmis-ikinci-baski) Ayrıca Ermeni katliamı konusunda yazılarımın da bir derlemesi
var: (http://www.akintiya-karsi.org/koxuz/icerik/ermeni-katliami-ve-sorunu-uezerine-yazilar)
Hasılı fazla dert etmeyin, fazla gönül koymayın, Marks’a bile milliyetçi diyen; Marks’ın
sözünü, “ulusal olanı, bir din, bir dil, bir tarih vs. ile tanımlayan ulusları ezen bir ulus ancak
özgür (demokratik)bir ulus olabilir” şeklinde formüle eden birisi size “ulusçu” dedi.
Selam ve saygılarımla
Demir Küçükaydın 29 Şubat 2012 Çarşamba”
Sayın Hatspanian ile tartışmamız burada bitti.
*
Ama bu tartışmada sayın Hatspanian’a “Milliyetçi” derken, bu yazının başında da dediğim
gibi, Köxüz’ün diğer yazarlarının milliyetçi olmadığını söylemiş olmuyordum. Aksine, tüm
124
yazılarım hem mantık sonuçlarıyla bunu içerir (Marks’a bile “gerici milliyetçi” dediğim göz
önüne getirilsin) hem de bunu zaman zaman yazılarımda açıkça yazmıştım.
Ama ben milliyetçi derken başka şey anlıyordum, milliyetçiler milliyetçi derken başka şey
anlıyorlardı.
Şimdi, burada sadece Sarkis Hatspnian’ın milliyetçiliğinden söz etmemiz elbette adaletsiz bir
davranış olur. Hatta diğer Gün Zileli gibi yazarların çoğu, Türk olduklarından (Onlar
kendilerinin Türk olmadığını söyleyeceklerdir ama bunun mümkün olamayacağı da
okumadıkları kitaplarımızda ve yazılarımızda uzun uzadıya açıklanmaktadır.) ve bizzat bu
satırların yazarı da Türk olduğundan, yani egemen ulustan olduğundan, çite kavrulmuş gerici
bir milliyetçilik olur.
Onun için, Gün Zileli örneği ile, bu Türk milliyetçiliğinin nasıl bir Enternasyonalizm (Bu
Anarşizm, Marksizm, Troçkizm, hatta İslam, Alevilik vs. de olabilir) biçiminde hem de bir
egemen ulus milliyetçiliği biçiminde ortaya çıktığını görelim.
*
Yukarıda aktarılan Hatspanian’ın yazısının Köxüz imzasıyla yayınlanan sunuşuna bir eleştiri
de Gün Zileli’den geldi.
Gün Zileli, bir mail ile, şöyle bir eleştiri yapmıştı:
“ya demir be, şu "ergenekon" söylemini bırakın artık. Ergenekon diye bir şeyin AKP ve
liberaller tarafından uydurulduğu artık ayan beyan ortaya çıkmadı mı?”
Ben kendisine kısaca şu cevabı verdim:
“Gün,
Kontrgerilla’nın adı, bunlar Ergenekon davası açmadan önce de Ergenekon’du. Onlar
ordudaki cuntalara Ergenekon diyorlar diye Ergenekon yok olmadı. Özel Savaş Dairesi
Ergenekon’dur.
Sarkis’in yazısını da o sitede de yayınlamanı dilerim. Bu konuyu tartışmaya sokturmalı
kanımca.
Selamlar
Demir”
Bu vesileyle “o site” ve öncesi hakkında kısa bir açıklama yapmak gerekiyor. Önce öncesi.
Bu satırların yazarı neredeyse 2005 yılından beri kurulmuş Köxüz sitesini yönetir. Gün Zileli
de, yine bu yazının başında açıklanan nedenlerle bu sitenin bir yazarıdır. Yıllardır yazdığı
bütün yazılar Köxüz sitesinde yayınlanmıştır.
Köxüz sitesi birisine yazarlık teklif ettiğinde, o kişi yazmayı kabul etmişse, o kişinin
yazılarına karşı hiçbir denetim uygulamaz. Zaten normal olanı da budur. Birisine yazarlık
teklif etmek onun görüşleri hakkında bir fikir edinildiği anlamına gelir, yani birisine yazarlık
teklif edilmemekle bir denetim zaten uygulanmış olur.
125
Bu sıradan, her olağan uygar ilişkide olması gereken bir davranıştır. Buna öyle devrimcilik,
demokratlık, çoğulculuk gibi sıfatlar vermek bile anlamsızdır.
Ama bu anlayış ve davranış, Türkiye’de hemen hemen hiç yoktur ve aksi davranışlar bile
normal karşılanmaktadır. Bu hem genel kültüre, hem de solcuların, sosyalistlerin politik
kültürüne de sinmiştir.
İşin ilginci, bunları yapanlar da en çok özgürlükçülükten, demokratlıktan, çoğulculuktan vs.
söz edenlerdir.
Bunu tecrübelerle biliyorum. Birçok kez başıma gelmiştir. Benden yazı veya söyleşi
istenmiştir. Yazdıklarım veya söyleşi, benden yazı isteyenlerin bir eleştirisi olduğu veya
onların görüşleriyle uyuşmadığı için yayınlamamışlardır.
Hâlbuki yapılması gereken, o yazıyı yayınlamak, ama bir yanlış yaptık, biz bu kişinin başka
görüşler söyleyeceğini sanıyorduk diye bir açıklama veya o yazının eleştirisini de yayınlamak
olabilir. Yani dergi sayfalarında yayınlanır ve fikir fikirle eleştirilir, idari bir kararla
yayınlamayarak “eleştiril”mez. Bir daha da o kişiden yazı veya söyleşi istenmez. Ama
istenmişse, oyunun ortasında kural değiştirilmez.
Tekrar edeyim, bu gibi davranışların devrimcilik, çoğulculuk, demokratlık gibi böyle kutsal
kavramlarla da tanımlanması gerekmez. Bu normal uygar bir insani ilişkidir. Örneğin,
otomatik kapanan kapılar varsa, arkanızdakine çarpmaması için kapıyı açık tutmanız ve
arkanızdakinin kapıyı tuttuktan veya geçtikten sonra kapıyı bırakmanız ve arkanızdakinin de
size teşekkür etmesi gibi, günlük, sıradan, otomatikleşmiş bir davranış ve anlayıştır veya
olağan uygar şehir hayatında böyle olması gerekir. Ama kimse kapıyı tutmadığı gibi kapıyı
tutar gibi yapanlar da tam geçerken kapıyı salıp yüzünüze çarpmasına yol açıyorlar ve bunu
normal bir davranış olarak karşılamanızı, “Burasının Türkiye” olduğunu söylüyorlar.
Bu en son Dipnot dergisinde başıma gelmiş ve bu konuyu belgeleriyle ve uzun bir yazıyla
paylaşmıştım. Ancak bu yazıya gelen kimi yankılar Dipnot’un yayın kurulunun (benim
görüşlerimi bilmelerine ve ısrarla benden yazı istemelerine rağmen) yazıyı yayınlamamasını
son derece normal karşılıyorlardı. Bunlardan biri bana “sen Avrupa’da mı yaşadın, onlar
böyle şeyler beklerler, burası Türkiye” diye bir eleştiri ile safiyane bir şekilde Dipnot yayın
kurulunun davranışını onayladığını belirtince bunun bilincine varmıştım. (Bu aynen
toplantılarda ve onların tartışma bölümlerinde de sık sık yaşadığım bir problem.)
Bu kısa açıklamaları yapmamın nedeni anlayışımın veya olması gereken anlayışın ne
olduğunun iyice kavranması, çünkü anlatacağım hikayenin bundan sonrasının anlaşılması için
bu gerekli.
İkinci nokta da şu, Gün Zileli bu arada kendi kişisel sitesinden ayrı Toplumsal Devrim diye
bir site kurmuş (Adresi: http://www.toplumsaldevrim.com/). Benden bu sitede yazmamı
istedi. Ben de özel olarak yazı yazamayacağımı, yazılarımı Köxüz’de ve kişisel sayfamda
yayınladığımı, isterse oradan alıp yayınlayabileceğini söyledim. (Zaten, Köxüz sitesinde de
sitedeki yazıların kaynak gösterilerek alınıp yayınlanabileceği yazar.)
126
Bu vesileyle, Gün Zileli’nin politik tutumuna ilişkin görüşlerimi de belirteyim. Bunları özel
olarak Günün görüşleri bağlamında sanırım hiç ifade etmedim, ama her zaman her yerde ifade
ettiğim görüşlerdir ve onları mantık sonuçlarına veya Gün’ün görüş ve tavırlarına
uygulayanlar otomatik olarak bu sonuçları zaten çıkarabilirler. (Son zamanlarda Özgür
Üniversite’deki bir iki seminerde birkaç kez sözlü kendisine karşı da kısmen ifade ettim
sanırım.)
Gün bugün kendisini anarşist olarak tanımlamaktadır. (Ancak kişisel kanım Anarşist bir
kabuk içinde hala “Beyaz Aydınlıkçı” olduğudur. Şaka yollu dediğim gibi: “bir kere Beyaz
Aydınlıkçı her zaman Beyaz Aydınlıkçı”)
Gün’ün görüşleri ve açıklamalarına dayanarak, son derece zengin ve çok farklılıklar içeren
geniş anarşist görüşleri mahkum etmek gibi bir yola girmek istemem. Bir görüşü onun en
kaliteli temsilcileri üzerinden eleştirmek ve eğer o yoksa bu işi de üstlenip eleştirmek gerekir
kanımca.
Gün’ün yazı ve konuşmalarına bakınca aslında son derece basit bir açıklama şemasına ve her
derde deva ebegümecine sahip olduğu görülür. Eskiden sosyalistler, her sorunu, “temel neden
ekonomiktir”, “temel neden sınıfsaldır” diyerek, her kapıyı açan bir maymuncuk veya her
derde deva bir ebegümeci ile açıklarlardı. Gün’de de bu artık anarşizme uygun bir forma
bürünmüş bulunuyor.
Aynı temel metodolojik yanlış yerli yerinde duruyor, sadece o yanlıştaki “rakamlar” değişmiş
bulunuyor. Ekonomi veya sınıfların yerini bu sefer otorite veya hiyerarşi
ebegümeci/maymuncuğu almış bulunuyor.
Ancak bu o kadar masum bir pozisyon değildir. Bu, Türkiye’deki somut toplumsal
mücadeleler içinde, can alıcı sorunlardan uzak durma, dolayısıyla fiilen tarafsızlık veya
uzaklıkla zımnen egemenlerin yanında yer alma; ama aynı zamanda, politik terminolojiyle
Radikalliği de elden bırakmamanın bir yoludur. Son yıllarda, özellikle orta sınıf gençler
arasında, TKP’den Anarşistlere kadar çok keskin ve de devrimci namlı akımların epey
popüler olmasının ardında bu vardır.
Anarşizm (Aynı işlevi, Komünizm, Leninizm, Troçkizm de görüyor yerine göre), ona
demokratik bir politikadan ve mücadeleden uzak durup fiilen o mücadele eden güçler
karşısında tarafsızlığı ile egemen ve güçlü olanın politikasına fiili bir destek verme olanağı
sunmaktadır.
Gün’ün politik pozisyonu da aşağı yukarı böyledir. Örneğin Kürt sorunu mu? “Zaten PKK’da
hiyerarşik ve anti demokratiktir”, “benim milliyetim yok, ben milletlere ve milliyetçiliğe
karşıyım” diyerek; bu günlük politikanın “bataklıklarına” ve “pisliklerine” bulaşmayarak,
İstanbul gibi “bin kocadan arta kalan”, politik bekaretini sürdürmektedir yıllardır.
Benzer işlevi Marksistlerde “Sınıf” veya “anti emperyalizm” vs. görmektedir.
Anarşistlerin değil ama Marksistlerin şahsında bu pozisyonun fiilen ulusalcılıkla
sonuçlandığını defalarca yazıp eleştirmişimdir. Hatta Marksist ve sosyalistlere “Marksistliği.,
sosyalistliği bırakın, biraz demokrat olun o zaman daha iyi ve çok Marksist olursunuz” derim
127
veya “Türkiye’de sosyalist çokluğu ile demokrat yokluğu arasında bir bağ olduğundan” söz
ederim.
Ancak son yıllarda, şöyle bir değişim oldu, AKP’nin iktidara gelmesi ve Kürt Özgürlük
hareketinin bir güç olarak kurumlarıyla ortaya çıkmasıyla birlikte, eskiden Kürt özgürlük
hareketine uzak duran şehir orta sınıfları ona yakınlaşma eğilimleri göstermeye başladı. Kürt
özgürlük hareketi de yalıtılmışlığı içinde ittifaklara ihtiyaç duyduğundan ve şimdilerde çok
kötü bir durumda bulunduğundan bu yakınlaşma çabalarına duyarsız kalmadı ve kalmıyor.
Böylece belli bir değişim ortaya çıktı.
Bu toplumsal değişim, yer ve yön değiştirme, bizzat Gün’ün yazılarında da yansımasını
bulmaya başladı. Daha günlük politikaya yönelik yazılar yazmaya, bin kocadan arta kalan
bekaretini yitirmeye başladı. Ancak günlük politika alanına girdikçe, onun ardındaki ulusalcı
bir duruşla sonuçlanan öz daha açık ve seçik olarak da ortaya çıkıyordu.
İşte şimdi daha iyi seziliyor ki, bu Toplumsal Devrim sitesi, bir bakıma bu eğilimin bir adım
daha ileri gidişiymiş bir bakıma. Bunu sitenin havasına bakınca fark ettim.0
İşin doğrusu bazı okuyucular beni, bu ulusalcıların ve eski Aydınlıkçıların arasında ne
arıyorsun diye eleştirdilerse de, benim yazılarımın içeriği o sitenin mesajıyla ve benim için
en karşı saflara bile görüşlerimi iletmek ve oralardaki insanların kafasına bir iki soru takmak
her zaman çok önemli olduğundan sorun etmedim.
Oyunu kuralları içinde oynadıkları takdirde, onlar kendi ulusalcı mesajlarını yaymak için
belki adımdan ve okuyucularımdan yararlanacaklar ama ben de aynı şekilde sitenin mesajına
karşı mesajlarımı ve görüşlerimi daha geniş kesimlere iletme imkanı bulacaktım.
Yani, benim için izolasyondan kurtulmak, yazılarımı olabildiğince geniş bir okuyucu kitlesine
ulaştırmak temel sorunlardan biri olduğundan, sitede adımın anılması, bunun bir kefaretiydi.
Yazılarımın içeriklerinin sevabı ulusalcı bir tonu olan bir sitede de yayınlanmanın günahını
fazlasıyla götürürdü2.
Eh site bildirisinde “Özgürlük ve Devrim” için başlığı altında “Toplumsal devrimin iki önemli
bileşeni, devrimde ve özgürlükte ısrar eden Anarşistler ve Marksistlerdir. Özgürlüksüz bir
devrim, aynı zamanda devrimin ölümü demektir. Toplumsal devrimsiz bir özgürlük ise bir
aldatmacadan öteye gidemez. Anarşistlerle Marksistlerin devrim ve özgürlük için bir araya
gelerek toplumsal devrimci bir odak oluşturmaları zorunluluktur ve aynı zamanda bu ilginç
bir deney olacaktır.” Türünden bol bol özgürlük sözleri edip vaatlerinde bulunduğuna göre,
en azından yazılarımı sansür etmeyeceklerini umabilirdim. Gerçi bu yazının başında da
belirttiğim gibi kim en çok özgürlük ve demokrasi sözü ediyorsa ondan daha çok
kuşkulanmak gibi bir alışkanlığım vardır ama, burjuva hukukunda bile kesin delil ve tarafsız
2 Bu sitede bir tek yazımı alıp yayınladılar. O da tam Anarşist ve Troçkist ittifakına uygun bir başlıkla:
“Sosyalizmin Muaviye’si Stalin’dir”. Bu başlığı Müslümanların atması anlamlıydı onların paradigması içinde bir
formülasyon olurdu. Ama Marksist ve Anarşistlerin sitesinin, en azından Muaviye İslam’ın Stalin’idir demesi
çok daha doğru olurdu. Çünkü ben bir çok yazımda, Muaviye, Stalin, Bonapart’ın aynı tarihsel tipin farklı
devrimlerdeki karşılıkları olduğu yönünde bir tahlil yaparım.
128
bir mahkemenin kararı olmadıkça herkes masum sayılacağından, kuşkuyu kafamın arkasında
taşısam bile bu benim davranışlarımı etkilemezdi ve etkilememeliydi.
Gerçi daha ilk adımda, bu yazıdan sonra birkaç yazı daha yazmama rağmen3 bu yazılarım
siteye alınmamıştı ama, olabilir gözden kaçmıştır, teknik bir aksaklık olmuştur gibilerden,
fazla da sorun etmedim.
İşte bu arka plana dayanarak, Gün’e “Sarkis’in yazısını o sitede” yayınlamasını öneriyordum.
Yani Bir bakıma, Gün’e ve siteye gerçekten demokrat ve ulusalcı olmayan bir mesaj için bir
imkan sunuyor bir fırsat vermek istiyordum.
Gün Zileli’nin cevabı şu oldu:
“Demir, yazıyı okudum. Senin de belirttiğin gibi milliyetçi bir perspektifle yazılmış. Hem de
çok, fazlasıyla. Yani ermeniler tamamen masum, azeriler de faşist. Bu yazım tarzı bana, 1915
ermeni katliamını yapan türk tarafının savunmalarını hatırlattı. Bu tür milliyetçi
boğzlaşmalarda taraf tutmayı doğru bulmuyorum. Milliyetçi olsa bile bana objektif olduğu
konusunda biraz güven verseydi yine basılmasını savunurdum yazının ama bu haliyle olmaz.
Basılmasını doğru bulmuyorum kısacası. sevgiler.”
Doğrusu cevap beni şaşırtmadı. Ben de kendisine şu cevabı yazdım.
“Selam Gün,
Ben eskiden beri Ergenekon derim ve aslında bir çok kişi de yıllardır Ergenekon der. Bu
öyle uydurma bir isim değil bildiğim kadarıyla. Ben bunu yetmişli yıllardan beri duyar ve
bilirim ve zaman zaman da kullanırım. Onun şimdi içeriğinin boşalmış olması gerçeği
değiştirmez. Her neyse, kelimelere fazla takmamalı. Devrimciler bundan AKP’nin içeri
tıktıklarıya sınırlı bir kesimi anlamıyorlar. Ben de esas olarak onlara yönelik yazıyorum.
Sarkis’in yazısına gelince.
Sarkis’in yazısı bence Azerilere karşı nefret aşılayan bir yazı değil, Azeri ve Türk faşistlerini
eleştiren bir yazı.
Bunu yayınlamamanı garip bulduğumu belirtmeliyim. “Türk”ler olarak bize böyle bir yazıyı
yayınlamak düşer kanımca. Aynen Garbis’in yazısı gibi. Ona da katılmıyorsun ama
yayınlıyorsun mesela.
Eleştirini de ayrıca koyarsın. Ya da yazının önüne koyabilirsin.
İdari bir tedbirle yayınlamamak benim için pek anlaşılabilir değil. Hele ki, olaya bambaşka
bir bakış açısı da getiren bir yazı olarak.
Yazar benim için de milliyetçi ama Türk milliyetçilerinin bütün yazıları ortalığı doldurmuş ve
onlar Ermenileri toptan suçlarken, bir Ermeni’nin Türk ve Azeri düşmanlığı yapmayan ve
3 Yazılar şunlardı: “Theo Angelopoulos’un Ölümü ve “Dedemin İnsanları” Filmi Vesilesiyle Dedemin Anılarının
ve Adının Peşindeki Arayışlar”; “Marksizm’in Krizinin Temeli: Yapı - Özne İlişkisi Sorunu ve Sorunun Çözümü”
. Şu adreste görülebilir: http://demirden-kapilar.blogspot.com/
129
olayı başka türlü anlatan bir yazısı en azından bu eşitsizliği bir parça dengeleyebilmek için
yayınlanmalı kanımca. Neyse önemli değil. Ama ben böyle Sosyalist gerekçelerle biz
Türklerin (bana Türk olmadığını Milliyetinin olmadığını söyleme. Bu devletin vatandaşı isen,
bu devlete vergi veriyorsan, kararlarını tanıyor ve uyguluyorsan, kanunlara uygun yaşıyorsan
Türksündür. Daha ayrıntılısı Marksizmin Marksist Eleştirisi’nin Sosyalizmin Milliyetçilikle
İmtihanı adlı bölümünde) böyle bir yazıyı yayınlamamasını şahsen daha tehlikeli bir
milliyetçilik olarak gördüğümü söylemeliyim.
Bu durumda başka bir yol önereyim yazının yayınlanması için.
Sen benden yazı istemiş ve bir yazımı sanırım aktarmıştın. Bu yazıyı Köxüz’ün notuyla birlikte
benim adıma yayınla istersen.
Eğer yayınlamazsan ben de bunu benden gelen yazıları da elekten geçireceğin olarak
algılayacağım.
Kendine iyi bak
Selamlar
Demir”
Gün’den Arkadaşlarına danışacağına dair bir cevap geldi önce:
“Arkadaşlara danışıp sana yeniden döneceğim Demir. Garbis'in yazısına yaptığımız gibi biz
de kendi özel notumuzu koyup yayımlayabilirim. Bu arada, ben türk vatandaşı değilim, vergi
de vermiyorum:)”
Daha sonra hemen ardından arkadaşlarıyla yazışmasını da aktardı:
“Arkadaşlar, demir aşağıdaki yazıyı yayımlamamızda ısrar ediyor. ben önce reddettim,
yazarın ermeni milliyetçisi olduğu gerekçesiyle. siz ne dersiniz. yazışmayı dikkatle okuyun
da.”
Gelen cevaplar da şöyleydi:
Birinci Cevap:
“yayınlamayalım derim.
bu yazı yayınlandığında, karşılığında bir türk ırkçısının da aynı milliyetçilikle yazılmış
yazısını da yayınlamak zorunda kalırız. demir küçükaydın, bu yazıdan cevap hakkı doğacağını
ya da türklerin milliyetçilik konusunda ne gibi argümanlarla cevap verebileceğini unutmuş
sanırım.
bunun sonucunda site, her türlü farklı milletin birbirine "ırkçı-faşist" dediği bir sürü yazıyla
dolar. ve tabii bu yazılarda katliam savunuculuğu da yer alır.
milliyetçilerin birbirine hakaret ettiği bir dizi yazı yayınlamak durumunda bırakılmak,
yayınlamadığında da milliyetçilikle suçlanmak da işin diğer boyutu.
130
ben kendimi türklük üzerinden tanımlamıyorum, kendini türk olarak tanımlayıp (sanki bunun
seçme şansı varmış gibi) bir de bundan "utanç duymayı" ve bunu dayatmayı da
anlamıyorum.”
İkinci Cevap:
“Bence Köxsüz'ün notu ve bizim de ekleyeceğimiz bir notla yayımlayalım.”
Üçüncü cevap hakkında ise önce şu maildeki bilgiler vardı:
“bu arkadaş yazıyı henüz okumamış ama yazdığını sana da yolluyorum.
Sarkis Hatspanian'ın yazısını henüz okumadım, birazdan bakacağım. Ama senin ve Demir
Küçükaydın'ın yazışmalarındaki tartışmaya dair benim tutumum şu:
Türk milliyetçisi görüşlerin ortalığı kaplaması ve buna denge oluşturacak bir Ermeni
milliyetçisi görüşün yer bulmasına aracı olmak gibi bir durumumuz olmamalı. Biz kavga eden
milliyetçiliklerin tahterevallisi değiliz kanımca.
Eğer Hatspanian'ın görüşleri ile Türk milliyetçilerininkiler arasında bir kıyas yapmak isteyen
olursa, oturup bu milliyetçilikleri analiz eden bir yazı hazırlayabilir. Ama biz
milliyetçiliklerin birbirine yanıt vermesine aracı olmayalım. Ayrıca da bunun sonu gelmez.
Ergenekon tartışmasına gelince, NATO'nun Türkiye'deki kontrgerilla yapılanması için
kullanılan isimlerden birinin de bu olduğu bilinen bir şey. Bugün yargılaması yapılan
Ergenekon'un ne olduğunu, nasıl tarif edildiğini, özel yetkili savcılığın iddianamesinden
anlamak lazım.
Kontrgerilla, devletin kendisidir. Derin devlet falan diye ayrım yapmak da anlamsız. Hatta
Ergenekon kapsamında yargılanan bir generalin (Orgeneral Kemal Yavuz) dün davada
söylediği ve bugünkü gazetelerde yer alan sözleri de tam böyle. Aynı şeyi, Ayhan Çarkın da
söylemişti. Kendisiyle cezaevinde görüşen milletvekili (Hüseyin Aygün), "infazları yapan
Susurluk mu, Ergenekon mu vs." gibi bir şey sormuştu Çarkın'a. Onun da yanıtı şuydu:
"Hayır devlet. Milli Güvenlik Kurulu talimatıyla Emniyet Genel Müdürlüğü."
Yani özel bir örgüt aramanın lüzumu yok. O özel örgüt, devlet.
Bunu söylemek için bu katiller sürüsünden alıntı yapmaya elbette lüzum yok ama parçası
oldukları yapıyı, gayet net tarif ediyorlar.
Gelelim bugün yargılanan Ergenekon'un özel yetkili savcılık iddianamelerinde nasıl tarif
edildiğine: "Devletin içine sızmış çeteler."
Devlet iyi ve temiz ama işte o namussuz çeteler yok mu? İşte artık o çeteler de tasfiye edildi ve
"Türkiye'nin bağırsakları temizlendi!"
Tabii Hrant Dink'in katlinin yanıtına yetmiyor, bu özel yetkili kurgu.
Ayrıca da Ergenekon diye içeride tutulan isimlerin epeyce bir kısmının da devlet ile bir suç
ortaklığı olmadığı kanaatindeyim. Her şeyin birbirine karıştırılıp, suyun bulandırıldığı ve
bugünün iktidarının ihtiyacına cevap verecek şekilde dizayn edildiği bu Ergenekon
meselesinde aynı dili kullanmama taraftarıyım. Benim kanaatimce devlete bir kod isim
131
vermeye lüzum yok. Tapu kadastro idaresi ile emniyet müdürlüğünü birbirinden ayırt edecek
bir kavramsallaştırmaya ihtiyaç duyuyorsak, "kontrgerilla" neyimize yetmiyor. Ben bu
kanıdayım.
Sevgiler”
Burada ifade edilen görüşlerden de anlaşılacağı gibi, bu kişinin de cevabı yayınlamama
yönünde olmuş ki Gün’de son kararı bildiren mail geldi:
“Demir, arkadaşların da fikrini sordum. Çoğunluk benim gibi düşünüyor, milliyetçi
dalaşmalarda taraf olunamayacağı kanaatindeyiz. Garbis'in yazısını yayımlamakla bu aynı
şey değil. Garbis senin yazına karşı bir yazı yazdı ve sonuç olarak bu fikri bir tartışmadır.
Sarkis'in yazısı ise fikri bir tartışmanın ötesinde tamamen milliyetçi güdülerle yazılmış bir
yazıdır. Bunu yayımlarsak buna cevaben gelen bir ermeni düşmanı faşistin yazısını da
yayımlamak zorunda kalırız ki bunu hiç ama hiç istemeyiz. Ama sen aynı konuda bir yazı
yazıp yollarsan seve seve basarız, diyelim ki katılmasak bile. (kaldı ki neden katılmayalım).
Sevgiler.
Gün”
Ben de Gün’e şu cevabı verdim:
“Selam Gün,
Ben bunu benim yazım gibi yayınlamanı önermiştim. Yani benim yazımı sansür etmiş oldun.
Bundan sonra o sitede yazmam söz konusu olamaz. Lütfen bundan sonra yazılarımı orada
yayınlama. Sen yine köxüz'de yazmaya devam edebilirsin. Köxüz birisini yazar seçti mi, onun
yazılarına karışmıyor.
Benim bakış açımdan sen ve o arkadaşlar da milliyetçi. Hem de gerici milliyetçi. Çünkü
milliyetçilik tanımlarınız tam da gerici milliyetçilerin milliyetçilik tanımlarıyla aynı.
Ne sen ne de danıştığın arkadaşlar yıllardır yazdıklarımı okumamışsınız belli ki.
Aşağıda Sarkis için yazdıklarımın sizler için de geçerli olduğunu düşünüyorum.
Kendine iyi bak
Demir”
Burada Sarkis’in kendisine milliyetçi denmesine şaşırması vesilesiyle yazdığım ve yazının
başında aktardığım yazıyı da ekledim.
Gün bana bunun üzerine şu cevabı verdi:
“Demir,
Tutumunu doğru bilmiyorum. Sen bize yazıyı benim yazım diye yollamadın. Köxuz'ün notuyla
birlikte Sarkis'in yazısı diye yolladın. Ulusal konuda milliyetçi bir savunu olmasının ötesinde
bu yazı, Hocalı katliamında rol oynamış milislerde görevli alan birisinin yazısıdır ve bu
bakımdan savunusunun hiçbir değeri ve ikna edici yanı yoktur. Kısacası, Sarkis'in yazısını
basmakla, Topal Osman'ın yazısını basmak arasında özünde bir fark yoktur. Yazmama
132
kararına saygı duyuyorum ama yanlış da buluyorum. Sütunlarımız sana her zaman açıktır.
sevgilerimle.
Gün”
Ben buna önerimi tekrar alıntılayarak cevap verdim:
“Gün,
Aşağıda alıntı olarak önerim bulunuyor. Yani benim adıma, benim yazım olarak, ama
bütünüyle alıntıdan ibaret bir yazı olarak yayınlanmasını öneriyordum.
Sanırım bu kısmı da okumamışsın.
Kendine iyi bak”
Bunun üzerine Gün’den şu cevap geldi:
“Demir, sadece şu koşulla yayımlayabiliriz. sen (koxuz'ün notunu falan bırak bir yana) bu
konuda bir yazı yazarsın. Sarkis'ten de alıntılar yaparsın, o zaman olur. Katılmadığımız
noktalar varsa belirterek yayımlarız. aynen Garbis'in yazısına yaptığımız gibi. madem o
kadar gönüllüsün, üşenme de bir yazı yaz bu konuda. sevgiler. Gün”
Ben de şu cevabı verdim:
“Gün,
Ben yayınlanmaması için yazmamıştım onu. Biliyorum artık yayınlamayacağınızı. Sadece
hatırlatmak içindi. Ama şimdi yazdığın benim yazımın içeriğini belirleme gibi bir anlama
geliyor ki, artık bu kadarına pes.
Demir”
Buna Gün’ün cevabı şuydu:
“yok canım, senin yazının içeriğini nasıl belirleyebilirim ki. sadece bu konuda bir yazı
yazmanı önerdim. hiç olumlu bir sonuca varmak gibi bir niyetin yok, ben öyle anlıyorum.
Politik manevra yapıyorsun gibime geliyor. yapma bunu, bırak bu eski alışkanlıkları. yazını
bekliyoruz”
Ben de Bunun üzerine şu cevabı verip aşağıdaki öneriyi yaptım:
“Ben yazım olarak, köxüz'ün sunuşuyla birlikte Hatspanian'ın yazısını yolladım yani. Yani
yazımın içeriğini böyle belirledim. Bu çok açık. Sen bana hayır öyle değil otur ayrı yaz dersen
yazımın içeriğini belirlemiş olursun Gün. Bunu sen benden daha iyi bilirsin.
İkincisi, politik manevra gibi bir sorunum yok. Aksine ben en azından başkalarından da
köxüz'deki serbestliği beklemiştim: köxüz'de biri yazar olarak seçilince, onun ne yazacağına
hiç bir şekilde karışılmazdı ve karışılmaz. Ben o siteyi de böyle sanmıştım. Yanılmışım.
Neyse, bu ayrı ama bu vesileyle ben bunca malzeme birikmişken, bu olayda milliyetçilik ve
yapılanın nasıl bir milliyetçilik olduğuna ilişkin bir yazı yazmak ve milliyetçilik üzerine bir
tartışma başlatmayı düşünüyorum. Ama senin ve danıştığın arkadaşların cevapları özel bir
133
yazışma olduğu için, ve onları da malzeme olarak kullanmak istediğim için, bunları yazımda
kaynak olarak kullanma izni istiyorum.
Yani benim isteklerim, sizin itirazlarınız vs. hepsini kamuoyu da bilecek tabii yazının akışı
içinde. Hatta önce bütün bu yazışmaları belge olarak koyup sonra da bunların analizini
yapmak istiyorum.
Hasılı sizin itirazlarınız ve yazıya ilişkin yorumlarınız, benim yazdıklarım, Sarkis'in yazısı,
Facebook'teki Haspatiyanla tartışmalar vs. hepsi üzerinden bir yazı yazmayı düşünüyorum.
Bunu elbette fiktiv kişilerle de yapabilirim. bu kişi ve yazılanlar tamamen hayal mahsuludür
diye de bir not da ekleyebilirim. Benim için kişilerin önemi yok, fikirler önemli. Ama sizlerin
fikirlerinizin arkasında olduğunuzu düşünerek ve eğer gerçeğe uymayan bir şey varsa itiraz
hakkınız da olması ve gereğinde daha rahat itiraz edebilmeniz için bu öneriyi yapıyorum.
Yani eğer izin verirseniz, daha açık olur. Böylece sizlere olan eleştirilerimi kamuoyu ile
paylaşmış olurum. Ve sizin görüşlerinizi temel alarak sosyalistlerdeki milliyetçiliği
eleştiririm. Tabii sizler de isterseniz ayrı yazılar yazarsınız. Böylece verimli bir tartışma da
başlatılabilir.
Tabii sağlığım ve zamanım elverirse.
Cevabını bekliyorum.
Demir”
Bunun üzerine Gün’den izin veren şu cevap geldi:
“tabii ki seviniriz. istediğin gibi değerlendirebilirsin yazılanları da. yazını basarız. selamlar.”
*
Okuyucuya bu yazışmaları aktardıktan sonra, bu yazışmalarda dile gelen görüşlerdeki
milliyetçiliği, önermeleri tek tek analiz etmeyi düşünüyordum başlangıçta. Ama bu konuda o
kadar çok yazdım ve öylesine geniş bir literatür vardır ki, içimden gelmiyordu. Kaldı ki
milliyetçilere milliyetçiliğin ne olduğunu göstermenin ne kadar zor olduğunu iyi
bilenlerdenim. Türklerin en ırkçı sözlere bile bizde ırkçılık yoktur diyerek başlamaları; ibzzat
yukarıdaki örneklerde olduğu gibi, sosyalistlerin en milliyetçi tavırları milliyetçiliğe karşı
sözler ve gerekçelerle yapmaları o kadar çok ki, insan çaresizlik içinde kalıyor.
Bu nedenle, somut bir örnek üzerinden gideyim bu belki çok daha açıklayıcı olur.
Benim Hamburg’ta Ermeni bir arkadaşım vardı. O da bana bir eleştiri yolladı. Ama bu sefer
bir milliyetçi olmakla suçlanan bendim. Hem de Türk milliyetçilerinin hiç de sorun görmediği
noktadan beni milliyetçi olmakla eleştiriyordu.
Aşağıda onun bu eleştirisini ve benim ona cevabımı aktarıyorum. Bu örnek, kanımca bizlere
işlemiş gerici milliyetçiliği kavramayı çok daha iyi sağlayabilir belki.
Arkadaşımın bana eleştirisi şuydu:
“Demir merhaba,
134
(…) Sarkis’in yazısıyla ilgili notu okudum. Neden onun milliyetçi olduğunu ille oraya
yazmaya bir ihtiyaç duyduğunu anlamadım. Köxüz'de yayımlanan diğer yazarlarla ilgili de mi
milliyetçi mi değil mi diye araştırıyorsun? Veya Sarkis’in dışında hiç bir "milliyetçi" yazar
bulunmuyor mu Köxüz sitesinde? Yani bir milliyetçi Ermeni’ye özel mir muamele mi var?
Aslında bir not yazman iyi ve yazdıkların da çok doğru. Sadece o "milliyetçidir ama neyse iyi
biri..." hiç yazmasaydın daha iyi olurdu. Tamam, Sarkis'de ulusal duygu var. Kabul edelim.
Ama kimde yok ki? Sen de biraz Etyen gibi bir "milliyetçi" - "milliyetçi değil" ayrımı
yapıyorsun. Hoşuna gitmez bu benzetme ama bana böyle geliyor. Etyen de beğenmediği
herkesi "milliyetçi"likle suçluyor. Belki de korkuyor ki Türkler onu "milliyetçi" Ermeni olarak
görürler.
Hocalı üzerine de şunu görmek lazım: Türkiye'de herkes hemfikir. Agos'tan, Eyten'den,
Liberallerden, Solcusu, Sağcısı herkes diyor ki Hocalı da Ermeniler Azerileri katletti! Hiç biri
kalkıp da senin notunda yazdığın gibi cesaret edip de der mi "yahu hele bir araştıralım
bakalim 20 yıl önce orada neler olmuş, ne gibi kanıt var vs.." Hiç biri bir şey bilmediği halde
"Hocalı Katliamı" (diye) bağrıyor. Ermeni de, çünkü nasıl desin ki orada "katliam olmadı".
Mümkün değil! Hrant'ın durumundan daha da kötüsüne düşer.
Liberal-Solcu kesim de "Hocalı da Katliam olmadı" der mi? Veya bir sorgu işareti en azından
koyar mı? Hayır! Nasıl da Ermeni soykırım dersiniz de Hocalı da katliam oldu mu olmadı mı
sorarsınız! Yani durum Türkiye’de böyle.
Dışarda da aynı. Almanya'da hangi Türk (demokrat-solcu) 20 yıl önce neler olduğunu
biliyor? Bilmeyenin de "Katliam oldu" demesi garip değil mi? Nasıl Ermeni soykırımı üzerine
hiç bilgileri olmadığı halde "soykırım oldu" diyorlar ya Hocalı’da da aynısı. Nedeni de açık.
Sen duydun veya okudum mu Revanduz (Kürdistan'da bir şehir) da 1916 de Ermeniler 5000
Kürt’ü katletmiş? O zaman şehri Rus birlikleri ele geçirmiş ve onunla birlikte Ermeniler de
gelmiş ve 5000 Kürdü vahşice katletmiş! Bunu Naci Kutlay yazıyor. Sen inanıyor musun?
Yani Halapçe boyutunda bir katliam işlemişler Ermeniler Revanduz’da. 500 değil 5000 kadın,
çoluk çocuk Ermeniler vadiye atmış! İnanıyor musun?”
Bu eleştiriye yazdığım cevap da şuydu.
“Merhaba …,
(…) Eleştirine gelince, soyut olarak haklısın derim. Ama somut olarak öyle değil.
Köxüz'ün yazarlarının da milliyetçi olduğunu, Türklerin sosyalistlerinin de milliyetçi
olduğunu, keza Marks’ların falan da milliyetçi olduğunu yazdığım için sık sık, eğer öyle bir
not düşmeden yayınlarsam benim Sarkis'in yazısını sosyalist bir yazı olarak yayınladığımı
düşüneceklerinden (çünkü bu eleştiriyle çok sık karşılaşıyorum) öyle bir not koydum.
Köxüz’deki diğer yazıları da milliyetçi olmalarına rağmen yayınladığımı da belirttiğim için
(bunu bir çok kereler yazdım) pek fazla düşünmeden koydum. Ayrıca Sarkis'in milliyetçiliği
(Ki o buna yurtseverlik diyor ve ben bunları ayırmıyorum. Bunu da kitabımda yazmıştım) kötü
görmediğini bildiğim için bir sorun görmedim.
135
Ama yine de, Sarkis'in Ermeni olması dolayısıyla daha da hassas davranıp böyle bir not
koymamam gerekirdi sanırım. Yani bir pozitif ayrımcılık yapmam gerekirdi. Bu anlamda,
pozitif bir ayrımcılık yapmadığım ve bunun yanlış olduğu anlamında, eleştirini kabul
ediyorum.
Öte yandan ben milliyetçi derken, yazıyı okuduysan göreceğin gibi, çok farklı şey
kastediyorum: Ulusal olanla politik olanın çakışmasını savunmaktır milliyetçilik benim
dilimde. Bunu da bu anlamda son yıllarda kullanmaya alıştığımdan biraz da bunun verdiği
rahatlıkla yazmış da olabilir ve böyle hassasiyet göstermemiş olabilirim.
Aslında ben Hocalı hakkında hiç bir şey bilmiyordum. Türklerin ne dediğini de bilmiyordum.
Hatta son günlere kadar adını bile duymamıştım. İlk kez konuyu Sarkis'in yazısından
öğrendim. Konu hakkında hiç bir şey bilmememe rağmen, kimsenin o yazıyı
yayınlamayacağını tahmin ettiğimden, Sarkis'in anlattıklarını temel alarak bir tartışma
başlatmayı denedim.
Ben daha önce de eski Köxüz sitesinde, Sarkis'in hapisteyken yazdığı yazıları yayınladım.
Daha sonra -elimde delil yok ama şahsi kanaatim budur - site sanırım, bu yazılar nedeniyle,
özellikle de muhtemelen Ekmekciyanla ilgili yazı nedeniyle Türkiye'de yasaklandı ve
girilemiyor. Bu nedenle de sitenin adresini org'tan net'e aktardık. Yine Sarkis'in yazısı
nedeniyle bu sitenin de yine yasaklanacağını düşünüyorum. Bu ara sanırım saldırılar da
oluyor.
Sarkis'in yazısının içeriği hakkında bir şey söyleyecek bir kesin bilgim de olmadığından
(Şahsi kanaatim Sarkis'in anlattıklarının büyük ölçüde ve esas olarak doğru olduğudur, ama
bu benim kanaatim, gerçekten konuyu bilmiyorum.) ama öte yandan bu yazının yayınlanması
gerektiğini düşündüğümden o notu koydum. Yoksa ben de biliyorum kimsenin fikrinin
değişmeyeceğini. Ve emin ol sağlık ve bürokrasi sorunlarından hala vakit bulup da konuyu
inceleyebilmiş değilim.
Öte yandan o notu koyarak, konuyu tartışmaya açmanın daha kolay olacağını da düşündüm.
Yani birileri yalan yanlış cevap bile verseydi, konunun tartışılmasının kendisi başlı başına bir
ilerleme olurdu. Yani bir bakıma ileri sıçrayabilmek için bir gerileme, hız alma, cepheyi
genişletme taktiğinin bir parçası olarak da algılamanı ve bu kaygımın asıl belirleyici
olduğunu, bu kaygımın bir bakıma pozitif ayrımcılık yapmamı gölgelediğini görmeni dilerim.
Bu yönde girişimim de oldu. Ama başaramadım. Ama bu başarısızlığı konu ederek yine de
konuyu tekrar gündeme alma çabasına devam etmeyi düşünüyorum zamanım ve imkanım
olursa.
Özetle şöyle. Gün Zileli, bir site açmıştı ve benden yazı istemişti. Ben de yazı yazamayacağımı
ama yazılarımı alıp yayınlayabileceğimi söylemiştim. Bir yazımı da yayınlamıştı. Gün kendine
anarşist diyen bir Türk milliyetçisi bence. Gün'e Sarkis'in yazısını yayınlamasını önerdim:
Milliyetçi diye kabul etmedi. O Zaman benim yazım olarak yayınla dedim yine kabul etmedi
ve ben de onlara artık sitelerinde yazmayacağımı söyledim. Ama bütün bunları, yani Sarkis'in
eleştirisi ve cevabım ile Gün ile yazışmaları ele alan bir yazı yazıp Türkiye'nin sol ortamını
136
bu tartışmanın içine çekmeyi ve bu vesileyle Sarkis'in yazısını da tekrar gündeme getirmeyi
düşünüyorum. Hem de bu vesileyle Türk solcularının milliyetçiliğiyle mücadeleyi.
(…)
Sen de, benim egemen ve hastalıklı ulustan bir insan olarak, onun içinde insanları bir
tartışmaya çekebilmek için yaptıklarımı naiflik olarak görme lütfen. Aksi takdirde herkes
kendi içinde ve dünyasında kalır.
Kendine iyi bak.
(…)
Selam ve sevgiler
Demir”
İşte aşağıdaki eklerde ve yukarıdaki satırlarda yapmaya çalıştığım budur.
21 Nisan 2012 Cumartesi
Demir Küçükaydın
http://demirden-kapilar.blogspot.com/
http://www.akintiya-karsi.org/koxuz
http://koxuz.net/anasayfa/
*
Ekler:
Ek 1:
26-27 şubat 1992: «Hocalı Katliamı» Yalanının Anatomisi !
Sarkis Hatspanian
”Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi !” Can Yücel
1918’den beri Azerilerle Ermeniler arasında varolan anlaşmazlığı silahlı mukavemete
vardıran ilk adım, 12 şubat.1988’de Dağlık Karabağ Özerk Bölgesi Sovyet Parlamentosu’nun,
Sovyet Sosyalist Ermenistan Cumhuriyeti Parlamentosu’na yaptığı «BİRLEŞME» isteğinin
birkaç gün sonra dönemin politik merkezi Sovyet Prezidyumu’na Moskova’da yapılan resmi
başvuruyla atıldı denilebilir.
1923’ten beri Sovyet Sosyalist Azerbaycan Cumhuriyeti’ne bağlı, fakat o yıllarda toplumunun
% 95’i, 1989 nüfus sayımındaysa % 75’ine yakını etnik Ermeni olan Dağlık Karabağ Özerk
Bölgesi politik yönetimi, bu başvuruyla «ulusların kendi kaderini özgürce kendileri tayin etme
hakkından» yararlanarak, artık Azerbaycan’a bağlı olarak yaşamak istemediğini resmen
belirtmiş oluyordu. SSCB’nin çöküşünü hızlandıran en güçlü hak ve halk hareketinin
yaratılmasıyla tarihe imzasını atan Karabağ Ermeniliği, bu sancılı ulusal soruna Sovyet
137
anayasasına harfi harfine uyan hukuki-politik bir çözüm aramaktayken, 20.şubat.1988 günü
başkent Stepanakert’te yapılan ve neredeyse halkının tüm katmanlarının görülmemiş
katılımıyla gerçekleştirilen yığınsal mitinge cevap olarak Azerbaycan’ın ırkçı-faşistleri
27.şubat.1988 günü Hazar denizi kıyısındaki endüstriyel Sumgait şehrinde yaşayan
Ermenileri hedef alan kanlı saldırılarda bulunarak, Sovyet yönetiminin suçlu sessizliğinden
yararlanarak üç gün süren bir pogromla cevap vermeyi yeğlemişlerdi. Hak arama amaçlı pasiv
bir mitingine cevaben vuku bulan Sumgait katliamında onlarca Ermeni insanı vahşice
öldürüldü, 600’e yakın insan ağır yaralandı, yüzlerce kadın tecavüze uğradı.
Sumgait katliamının akabinde, Sovyet Azerbaycanı’nın değişik şehirlerinde yaşayan
Ermenilere karşı aynı türde kanlı saldırılarda bulunulması sonrası (bunlardan en önemlileri
başkent Bakü ve ikinci büyük şehir Kirovabat’da yapılanlardır), 1989 ve 1990 yıllarında
yaklaşık yarım milyon Ermeni, mal ve can güvenliği bulunmadığından Ermenistan’a göç
etmek zorunda bırakılmıştı. Ancak Dağlık Karabağ Özerk Bölgesi’nde yaşayan Ermeniler
binyıllardır üzerinde yaşadıkları atatopraklarından uzaklaşmayı kabul etmediklerinden, Bakü
tarafından düzenlenen ve giderek daha da vahşi boyutlara vardırılan baltalı-bıçaklı barbarca
saldırılarına karşı halkın mal ve can güvenliğini, yani insanca yaşam hakkını savunma
amacıyla artık bir direniş hareketinin örgütlenmesi ihtiyacını karşılama çabasına girişmişti.
1990 ilkbaharında temelli olarak yerleştiğim Sovyet Ermenistanı’nda komşu Sovyet
Azerbaycanı’nda yaşam güvenliği bulunmadığından zorla yerinden-yurdundan edilmiş
yüzbinlerce Ermeni göçmenin acısıyla yüz yüze gelip, sülalemin Der-Zor artığı yaşlılarının
1915 ile ilgili anlattıklarını kendi gözlerimle görme bahtsızlığını da yaşamıştım. 1988
aralığında yaşanan deprem felaketinin ardından, şimdi de hemen hergün Dağlık Karabağ’ın şu
veya bu Ermeni köyünde, 24 saat sürekli baskı ve korku altında yaşamaktansa, insanca özgür
bir yaşamı yeğlemek dışında başka da hiç bir suçu olmayan 150 binden fazla masum insana
karşı yapılan taşlı, baltalı, kılıçlı saldırılarda kaydedilen kayıplara maruz kalmayı sineye
çekerek, ortaçağ barbarlığını aratmayan facianın neredeyse günlük bir yaşam tarzına
dönüşmesine DUR demek için hem Ermenistan, hem de Karabağ’daki Ermeniliğin «1915:Bir
daha asla» ortak hafızasının yeniden canlanması ve ulusal bir uyanışın şafağını hatırlatan o
günlerde, biri birinin ardından, kendiliğinden organize edilen, gönüllü paramiliter direniş
grupları oluşmaya başlamıştı. Komutanlığını Radyo-Fizik dalında pek namlı bir bilim adamı
olan ve dedeleri Kars göçmeni değerli insan Leonide Azgaldian’ın üstlendiği, «Kurtuluş
Ordusu» adlı, yaklaşık yüz kişiden oluşan bir grubun gönüllü askerlerinden biri de ben oldum.
1988 kışından başlamak üzere, 1992 kışına kadar geçen tam dört yıllık dönemde neredeyse
tek taraflı Azeri saldırılarına maruz kalan Karabağ Ermenileri, sivil toplumun yaşam hakkını
savunma amacıyla kurulan bu gönüllü grupların varlığı ve desteğiyle yalnız olmadığını görüp,
kardeşçe dayanışmadan moral destek ve güç alarak kendi savunmasını da örgütlemeye
başlamıştı. Benim de içinde bulunduğum grup Karabağ’ın en kuzeyinde adını tarihte önemli
bir figür olan ve «Kafkasların Lenin’i» olarak tanınan Stepan Şahumyan’dan alan (Dağlık
Karabağ’ın başkenti 60 bin nüfuslu Stepanakert de bu yiğit komünistin adını taşımaktadır)
ŞAHUMYAN bölgesinde bulunmaktaydı. Orada sadece altı ay gibi kısa bir zamanda Azat,
Kamo, Getaşen, Mardunaşen adlı köy ve kentleri Ermeni köylerini kuşatma altına alıp,
Ermeni olmak dışında başkaca bir suçu olmayan binlerce insanın silahlı saldırılara nasıl
138
yiğitçe direnmekte olduğunu gördüğüm halde, bölgedeki Sovyet askeri birliklerinin
yandaşlığından yararlanarak, tankı-topu olan karşı güçlere karşı ne kadar çaresiz ve umutsuz
bir kavga verdiğinin de şahidi oldum. Adını verdiğim bu köyler gibi daha onlarca Ermeni
köyü çok kısa bir zaman zarfında binyıllık sahiplerinden boşaltılarak, yaklaşık 40 bin insanın
Şahumyan bölgesinden zoraki göçe maruz bırakılma, -kelimelerle anlatılması çok zor- acısını
da onların çok uzaklardan gelen bir soydaşı, aslında kader ortağı olarak günbegün yaşadım.
Dağlık Karabağ denilen bölgenin bir ada misali, dört tarafı dıştan zaten Azerilerle çevrili
olması yetmiyormuş gibi, içerisi de başta başkenti Stepanakert olmak üzere tüm diğer
şehirleri ve önemli kavşak durumunda, stratejik değerdeki hemen tüm yollar mutlaka Azeri
nüfusa sahip yerleşim bölgelerinden oluşuyordu. Hocalı denilen yer de Karabağ’ın küçük ama
tek havaalanına yapışık küçücük bir köyken 1988-1992 arasındaki kısacık bir zaman zarfında,
(buna Azerilerle hiç bir ilgisi olmayan ve orta Asya cumhuriyetlerinden “cennetlik iyi yaşam
şartları” sözleriyle kandırılarak temelli göç davetine tabi tutulup kandırılan Meskhetler de
dahil olmak üzere) Kuzey Kıbrıs misali, dışarıdan binlerce insanın getirilip yerleştirildiği bir
kasabaya dönüştürülen ve Bakü tarafından ileride Karabağ’ın yeni başkenti yapılması
arzulanan yerdi. Hocalı, aynı zamanda sadece Ermenilerin yaşadığı başkent Stepanakert’i Şuşi
ile beraber iki taraftan abluka altına alarak yerle bir etmeyi öngören haince bir planın aylardan
beri gerçekleştirilmesinin merkezi iniydi de !…
Ben 1991-1992 arası iki kez Hocalı’dan arabayla geçmiş biri olarak etraf-tarafta başka da
hiçbir yerde görmemiş olduğum çaplarda gerçekleştirilen inanılmaz bir inşaat çalışmasının da
şahidi olmuştum, çevre köylerdeki Ermeniler “orada gece-gündüz hiç durmadan çalışıp yeni
binalar yapıldığını” anlatırken kendileri için hazırlandığı besbelli bu mezar kazıcılarının
giderek çoğalmasından haklı olarak dehşete kapılıyorlardı. Niyet, sözüm meclisten dışarı,
«aptala bile malum olan» cinstendi, HOCALI çok yoğun bir Ermeni nüfusun yaşadığı
Stepanakert’in celladı olmaya hazırlanıyordu ve bu durum zaten 1991 sonbaharından 1992
kışına dek başkent Stepanakert’in her gün Şuşi ve Hocalı’dan bombardıman altına alınarak
tüm halkın korku içerisinde bodrum katlarına sığınarak yaşamaya zorlandığı yıllara mukabil
ettiğinden reddedilmez bir gerçek olarak gün gibi ortada duruyordu.
Karabağ Ermenilerinin başlattığı özgürlük hareketinin başarıya ulaşması için Hocalı ve
Şuşi’de yığılan askeri cephane ve savaş gücü mutlaka bertaraf edilmeliydi ve ben bu amaca
sadece üç aylık bir hazırlık sonrası dört ay gibi kısa bir zaman içerisinde ulaşılmasının
iahitlerinden oldum. 1992 yılının, 26 şubatını 27’sine bağlayan gece Hocalı, 8 mayısı 9’una
bağlayan sabahı da Şuşi, Ermeni gönüllü birliklerince kurtarıldı. Bu anlatımımı, o zaman
zarfında Dağlık Karabağ Özerk Bölgesinde yaşanan durumun Polaroid bir fotoğrafı olarak
resmetmenizi öneririm.
Ancak, durumun çok daha iyi anlaşılması için o zaman Azerbaycan’da birkaç yıldan beri
gövde gösterisinde bulunan, ırkçı-faşist Halk Cephesi örgütünün kafatasçı başı Ebülfez Aliev
(Elçibey) adlı bir Adolf Hitler benzerinin “T.C.” destekli bir darbe girişiminin hazırlıklarını
bitirmekte olduğunu da görmek zorundayız. 1988 kışından beri Azerbaycan’ın yığınsal
Ermeni nüfusa sahip değişik şehir ve köylerinde her tür saldırı ve katliamı gerçekleştirerek,
lafta bile olsa “70 yıl boyunca sosyalist geçinen” bir yönetim zamanında sadece “dostlar
139
alışverişte görsün” diye büfe vitrininde bulundurulan kullanılmaz eşya misali varolan içeriği
boşaltılmış «YAŞASIN HALKLARIN KARDEŞLİĞİ» türü ajitasyon ve propagandasından
bile payını alamamış, karanlık ortaçağ cahillerinin seviyesinde kalakalmış, ırkçı-faşist
ideolojinin arkasına takılmaya hazır bir toplum içerisinde, “yağmur sonrası bitiveren mantar
gibi” etraf-tarafta bitmeyi başaranların aslında kimler olduğunun iyice anlaşılması gerekiyor.
Ankara tarafından beslenen bu insanlık düşmanı faşist ideoloji yandaşlarının, Bakü’deki
komünist etiketli politik yönetimi devirmeleri için gerekli her türlü sinsi planın bir değil
muhtemel birkaç varyasyonlarından biri çerçevesinde gerçekleştirilmesi amacıyla varedilmek
istenen yalanların en kuyruklusu «Hocalı katliamı» denen olayda üstlendiği başrolün bilinip-
bellenmesi ve iyice anlaşılması çok ama çok önemlidir. Siyasal erki elde etmeye hazırlanan
bu ırkçı-faşist örgütlenmenin toplum gözünde meşruluk ve güven kazanması için anlı-şanlı
Goebels faşistinin «Yalan söyle, bir daha söyle, daha da inanılmazını söyle ve yay,
yayabildiğin kadar yay, yalanının izi mutlaka kalır» diye bildiğimiz ve dünyayı ne tür bir
felakete sürüklediği hepimizce malüm denenmiş bu yönteminin “OLMAZSA OLMAZI”
olmaya aday bir vukuatın olması, gerçekleşmesi gerekiyordu. Bu olay için hemen her şartın
oluşturulduğu en uygun yerin, yani çekilmesi gereken film için planlanan sahneler için en
ideal mekanın Hocalı olması aslında hiç de tesadüfi falan değil, iyice düşünülerek seçilmişti.
Hocalı’nın geçmişinde onyıllığına bile olsa üzerinde yaşayan yerli bir halkı olmadığı gibi,
şimdiki “sakinlerinin” sadece son birbuçuk-iki sene zarfında Orta Asya cumhuriyetlerinden
getirilip oraya yerleştirilen Meskhet toplumundan oluşuyor olması, gerçekleştirilmesine
hazırlanılan plan için aslında “bulunmaz Hint kumaşıydı” !
1991 ağustos sonu, kaşarlı faşist Ebulfez ALİEV (Elçibey)’in doğum yeri olan Nakhiçevan’ın
Ordubat kentinden getirilme, kendisine en sadık ALİEVLER aşiretinin, “T.C.” ordusu
subaylarınca üç aylık özel komando eğitimlerinden geçirilerek “alıştırılma Bozkurtlarından”
500’ün üzerinde fanatik iki grubunun, Hocalı ve Şuşi’ye yerleştirilmesiyle başlatılan
“İKTİDARA DOĞRU İLK ADIM” operasyonu, kasım ayından şubat sonuna kadar
Karabağ’ın başkentini tam dört ay boyunca bombardıman ateşine tutmasıyla, yaklaşık 60 bin
Ermeni insanını sürekli abluka altında yaşamaya mecbur etmişti. Başkent halkının herhangi
bir yere kıpırdayabilme olanağı yoktu, elektrik, su, en temel gıda maddeleri, tuz, şeker ve en
önemlisi ilaç sıkıntısının had safhaya ulaşmış olduğu halde, total abluka altında yaşam savaşı
veren bu insanlara yavaş soykırım tatbik edilirken, «SU BAŞINI DEVLER TUTMUŞ»
olduğundan, kuzey ve güneye giden tüm yollar Hocalı ve Şuşi’den geçmek anlamına
geldiğinden kullanılamaz hale getirilmişti. Baharda yapılması planlanan büyük taarruz
planlarını Ulusal Cephe’nin Bozkurtları adına bizzat yönetmek için Azerbaycan’ın üçüncü
büyük şehri olan Karabağ’a yapışık Hocalı’dan sadece on kilometre uzaklıkta bulunan Ağdam
şehrine üs kuran Ebulfez Aliev Elçibey, “T.C.”-nin hafif eliyle, oraya olağanüstü çaplarda
askeri teçhizat ve cephane yığılmasını da örgütleyebilmişti. Eğer herşey planlandığı gibi
gerçekleştirilecek olsa «bir taşla iki kuş vurulacak», Karabağ Ermenileri kan ve ateş içerisinde
yok edilirken, Bakü’de iktidar «tereyağından kıl çekercesine» bir kolaylıkla, ırkçı-faşistlerin
eline geçecekti. Elçibey, iktidara giden yolun Hocalı-Ağdam’dan geçtiğiyle ilgili rüyasını
gerçekleştirmek için tüm hazırlıklarını tamamlamış olduğundan, 20 şubattan itibaren
Stepanakert’e yapılan Alazan tipi uzun menzilli roket saldırıları, 24 saatlik yoğunlukla hiç
140
durmaksızın sürdürülmekteydi. Eğer panturancı Elçibey’in kafatasçı planları, yani korkunç
rüyası gerçekleşebilseydi, ardından her fırsatta bas-bas bağırılan «Bir millet, iki devlet»
yerine “T.C.” ile tek vücut, yani «Bir millet, bir devlet» olduklarını beyan etmesi gelecekti !
Sovyetler Birliği’ne saldıran Alman faşistlerinin 1941 eylülünde başlatılarak 1944’ün ocak
ayı sonuna kadar abluka altında tuttuğu Leningrad şehri halkının yiğit direnişini daha okul
sıralarından bilen Stepanakert şehri ve civarındaki 20’den fazla köyde yaşayan Ermenilerin, 4
aydan fazla bir zaman akılalmaz zorluklara göğüs gererek dayanmaya çalıştıkları gayr-ı insani
bu faşist karakterli ablukayı kırıp, planlanan vahşetten kurtulabilmeleri için yapılacak tek şey,
maruz kaldıkları saldırı ateşlerinin ocaklarını söndürmek, her ne pahasına olursa olsun
tehlikeyi bertaraf etmekti.
Hocalı’da, çoğunluğu Orta Asya’dan getirilme Meskhet göçmenler olmak üzere yaklaşık
olarak 2 bin civarında sivil insan ve 600’ün üstünde muhalif Ebulfez Elçibey’in emrindeki
Azeri faşistleri bulunmaktaydı. Ermenilerin hazırlandığı kurtuluş operasyonuna katılacak tüm
gönüllü birliklerindeki insan sayısı 500’ü bile bulmazken, ellerindeki otomatik tüfeklerle,
gerekenin de çok altında kurşun ve cephane yetersizliği sıkıntısından duydukları başka da
tasaları yoktu. 24 şubat gecesi bir kolu Stepanakert, diğer kolu Baluca yakınlarından
Hocalı’ya giden iki yol üzerindeki kontrolü ellerine geçiren Ermeni gönüllü grupları, aynı
zamanda kuzeyden Askeran’dan Ağdam’a giden yolun Azeriler tarafından kullanılmasını da
engellemeyi başarmışlardı. Ermenilerin bu kadar az insanla bir karşı atağa geçip, Hocalı’yı
neredeyse ablukaya alan bir kuşatmayı becermelerinden paniğe kapılan halk, aylardan beri
kendilerinin Stepanakert ve civarı Ermeniliğine uyguladığı kuşatmanın bir benzerine
uğramaktan korktukları için köyden uzaklaşmak ve bir an evvel Ağdam’a ulaşmak için
alelacele kamyon ve otobüslere doluşmaya başlamıştı bile !…
Sivil halkın korkup paniğe kapılarak Hocalı’yı terketmek istemesinden rahatsız olan
Elçibey’in Halk Cephesi’ne ait askeri mangaları, köyden dışarı çıkan dört yol ağzına
barikatlarla kurmuş, Ermenilere karşı “kutsal cihada” katılmaktan korkanları alenen
kendilerinin infaz edip öldürecekleri tehdidinde bulunup, korkutmaya çalışmışlardı. 25 şubat
günü, Ermeni güçleri radyo telsizlerle sürekli olarak Hocalı’da kent sorumlusu yöneticiler ve
silahlı grup şefleriyle görüşüyor ve “Sivil halkın sorunsuz olarak şehri terkederek Ağdam’a
gitmeleri gerektiği ve bunun için insani bir koridorun açık olduğunu” bildirdikleri halde,
karşılığında hakaret ve küfürler duyuyorlardı. Bir taraftan Ermeni güçlerinin ardı arkası
kesilmeyen üstelemesiyle, tüm gün boyunca süren görüşmelerde masum insanların kirli savaş
nedeniyle mağdur olmasını engelleme yönlü hümanist çabalardaki ısrarı, diğer taraftan aynı
zamanda Azerbaycan Parlamentosunda milletvekili de olan Hocalı belediye başkanı Elman
Mamedov’un sağduyulu davranma kararlılığı sayesinde, beklenen sonuca ulaşılmıştı.
Himayesi altında bulunan sivil halkın can güvenliğiyle ilgili kaygıları sonucu, Bakü’deki
merkezi yönetimle ilişkiye girmesinin akabinde, Stepanakert’in önerdiği insani koridordan
yararlanılarak sivil halkın kenti terketmeye hazırlanmasında mutabık kalınmıştı. Bakü’deki
yönetimin Ermenilerin insani teklifini büyük bir sağduyu ile olumlu ve hümanist bir adım
olarak değerlendirerek, Hocalı sakinlerinin kenti terketmesine karar kılınmasına kudurduğu
için, sinsi planlarının suya düştüğünü hisseden merkezi yönetim düşmanı muhalif Halk
Cephesi’nin ırkçı-faşist militanlarınca silahlandırılan gözü dönmüş fanatikler, gruplar halinde
141
Hocalı sakinlerini encide eden, kışkırtma ve provokasyonlara başvuruyorlardı. Bu esnada
Ağdam’da bulunan askeri komutanlıkta görevli bazı üst subayların emirlerine de karşı gelip,
itaatsizlik gösteren bu kesimle, halktan insanlar arasında ciddi sorunlar yaşanmış ve halka
gözdağı verme kararlısı bu fanatikler zavallı köylülerden kendilerine karşı koymaya cesaret
eden birkaç insanı, herkesin gözü önünde kurşunlayarak delik-deşik edip, güç gösterisinde
bulunmuşlardı.
Tüm bu olumsuzluklara rağmen, 26 şubat günü onlarca kamyon, otobüs, minibüs ve
otomobillerle çoğunluğu yaşlı, kadın ve çocuklardan oluşan birkaç yüz insanın bulunduğu
konvoy, Hocalı’dan kuzeyde Ermenilerin Askeran kentinden geçen otoyolunu rahatça
kullanarak, yani Ermenilerce bırakılan insani koridordan yararlanarak, Azerilerin ikamet ettiği
Ağdam’a ulaşmıştı. Bir gece öncesindeyse, ellerinde beyaz bayraklar taşıyan küçük gruplar
halinde yaklaşık kırk kadar Meskhet ve Azeri, Baluca keni tarafındaki tepelerde siperlenmiş
Ermeni savunma güçlerine gönüllü olarak teslim olmayı tercih etmiş, Şuşi veya Ağdam’a
nakledilmek istediklerini bildirmişlerdi (Stepanakert’e ulaştığım 28.şubat.1992 günü, bu
«gönüllü esirlerden» altısıyla şahsen tanışma ve görüşme imkanına sahip olmuş ve 3 mart
günü onların da içinde bulunduğu 34 kişilik bir grup insanın Ağdam’a yollanmasının şahidi
de olmuştum).
26 şubat sabahı şafak vakti, Hocalı’daki fanatik silahlı grupların Ağdam’a doğru kuşatmayı
yarma amacıyla beklenmedik bir saldırıya geçmesine karşılık veren Ermeni özsavunma
güçleri ağır kayıplar verdikleri halde, yardıma gelen diğer gönüllü birimlerin de yardımıyla
kentin kuzey mahallelerinden birini ele geçirebilmişlerdi. Beklenmedik bu haber her iki tarafı
da şaşkınlık içerisinde bıraksa bile, Azerilerden sayıca çok az olan Ermeni gönüllüler için bu
başarı büyük bir moral kaynağı olmuştu. Stepanakert’teki askeri özsavunma komitesi, Bakü
ve Ağdam’daki devlet yöneticileriyle yeniden ilişkiye girerek, «sivil halkın insani koridordan
yararlanarak kenti acilen terketmesi koşulunun hemen yerine getirilmemesi halinde, askeri
operasyon gerçekleştirileceğini ve masum halktan olası can kaybı için Azerbaycan tarafının
sorumlu olacağını» bildirmiş, hatta Hocalı’nın boşaltılması için «köye yapışık havaalanından
yararlanılması, halkın helikopter ve uçaklarla taşınması» önerisinde bile bulunmuştu. Tam
dört yıldan beri Azerbaycan ve Karabağ Ermenilerine karşı tek taraflı barbarca saldırılarda
bulunmuş Azerbaycan iktidarına yapılan bu uyarıdan sadece dakikalar sonra, Stepanakert
şehri güneyden Şuşi, kuzeyden Hocalı olmak üzere aralıksız dört saat süren uzun menzilli
roketli saldırı ve top atışına tutulmuştu. Stepanakert’te askeri operasyonları koordine eden
merkezi ÖZSAVUNMA KOMİTESİ, üç saat boyunca radyo yayını ve telsizlerle Hocalı’ya
taarruzun başlayacağı haberinin olası tüm adreslere bildirilmesinin hemen ardından da
saldırıya geçme emrini alan hal-i hazır bekleyen Ermeni gönüllü birlikleri Hocalı’nın
kurtuluşu için üç yönden eyleme geçmişlerdi. Kentin en doğusundaki dördüncü yön
istikametinde bekleyen birliklerin orada sadece sivil halk için bırakılan insani koridorun
denetim altında tutulmasını sağlamak görevi olduğundan, bu operasyona katılması özel bir
emirle engellenmişti.
26 şubat akşam saatlerine doğru, köyden çıkarak asfalt yol yerine, köyün hemen yanından
geçen çayın öte yanındaki eski toprak yoldan Ağdam’a doğru yollanan binden fazla sivil
insanın Hocalı’dan ayrılmakta olduğu haberinin alındığı andan başlamak üzere sadece 9 saat
142
sonra, yani 27 şubat sabahının ilk saatlerinde, köyün en doğusundaki mahallesi dışında hemen
tümü Ermeni güçlerinin eline geçmişti. Günün aydınlanmasıyla Azeri tarafının bire beş fazla
kayıp verdiği ve insan kaybının 60 civarında olduğu ancak öğle saatlerinde öğrenilebilmişti.
Ermeni tarafından değişik ağırlıkta elliye yakın yaralı varken, Azeri tarafındaki yaralı
sayısının bilinmemesi, onların son barınağı olan Hocalı’nın doğu mahallesine sığınmış
olmalarıyla açıklanabilirdi. Başarılı geçen askeri operasyonun ardından Stepanakert’ten
edinilen yeni bir emirle Hocalı doğu mahallesinin sadece ses bombalarıyla taciz edilmesi
sayesinde kalanları kaçmaya teşvik etmeye paralel olarak, köye getirilen bir kamyona
yerleştirilen hoparlörle, evlerin bodrumlarına sığınmış, korku içerisinde ölümü beklemekte
olan masum insanlara, Azerice ve Rusça «bir gün evvel köyü terkedenlerin güvenlik
içerisinde Ağdam’a ulaştıkları» söyleniyor ve «bu bilgiyi doğrulamak için Ağdam’dakilerle
telefon bağlantısı kurmaları ve gereksiz yere insan kaybına sebep olmamak için köyü acilen
terketmeleri» telkin ediliyordu. Ne iyi ki bu propaganda arzulanan meyvesini vermiş ve artık
Halk Cephesi’ne ait silahlı cengaverlerin tehditlerine kulak vermeyip, onlara isyan eden
köylüler, ellerine geçirdikleri telsizlerle doğrudan Ermenilerle bağlanıp, «önümüzdeki 12 saat
için ateşkes yapılması halinde köyde kalanların toplu halde Ağdam’a gideceklerini»
belirtilmişti. Bu görüşmelerden sadece bir saat kadar sonra da, Hocalı’nın doğu mahallesine
sığınmış olan bu insanlar kendilerinden bir gün evvel, çayın öte tarafındaki eski toprak yolu
tercih ederek Orta Asya’dan jkandırılarak getirildikleri bu uğursuz yeri, bir daha geri
dönmemek üzere terketmişlerdi.
Bu askeri operasyon sonrası HOCALI köyünden çıkan akılalmaz çaplardaki askeri techizat ve
cephane sayesinde, Karabağ Direniş Birliklerinin kurulabilmiş olduğunu neredeyse bir itiraf
olarak ifade ederken, Merkezi ÖZSAVUNMA KOMİTESİ’nin o günden sadece 2,5 ay sonra,
ele geçirilmesi imkansız sayılan kale şehir Şuşi’yi, 8.mayıs.1992’de akılları durduran bir
operasyonla kurtarmasını belirtmek de övgüye değer olmasının yanında çok yerindedir. Bu
bağlamda, günümüze dek varolan Dağlık Karabağ Savunma Kuvvetlerinin «asıl kurucusu o
dönemde Bakü’deki politik iktidara karşı muhalif olan Halk Cephesi adlı o ırkçı-faşist
harekettir» demeye kalksak çok yanılmış olmayız sanıyorum… Hocalı askeri operasyonunun
hikayesi işte bundan ibaret olup, Ermeniler açısından düzenli bir savunma ordusu
kurulmasının da en önemli temelini teşkil etme özelliğine sahip olmasından dolayı bir o kadar
da öğreticidir !
Burada, kısa bir parantez açarak 27 şubat sonrası, Hocalı dışında vuku bulan vahşetten de kısa
olarak bahsetmek gerekir düşüncesindeyim, çünkü, 20 yıldan beri Azerbaycan tarafından tüm
dünyaya söylenen modern tarihin herhalde en kuyruklu yalanlarından birinin uydurulmasına
sebep teşkil eden bu sahtekarlığın temeli, işte o zaman ve Ağdam yakınlarında Azeri askeri
güçlerinin kontrolü altında bulunan tepelere kazılı çukurlarda atılmış olduğunu, elini
vicdanına koymayı becerebilen her insanın öğrenmesi ve bilmesi bir insanlık görevidir
düşüncesinin de inatçı bir savunucusuyum. Bence, tırnak içerisine alarak bahsedilmesi
gereken «Hocalı Katliamı» ile ilgili günümüze kadar tüm dünyaya sözümona reddedilmez
ispat olarak gösterilen her çeşit fotoğraf ve video filmlerinde görülen en primitif türden bir
zaman ve mekan uyuşmazlığı dışında, bahsedilen katliamın mağduru olarak gösterilen
kurbanların bazen Hocalı’dan binlerce kilometre ötedeki Bosna, bazen biraz daha yakında
143
bulunan Van, bazen Kosovo, bazen de dünyanın başka bir ülkesinde vuku bulan çatışmalar,
doğal afet veya başka bir insani felaketten kopyalanan “Copy-Paste”, yani «KOPYALA-
YAPIŞTIR» metoduyla sunulmaya yeltenilen bir yutturmacadan başka birşey olmamasının
traji-komikliği bile, o haltı yiyenler tarafından örnek alınan tek değerin, 1933-1945 faşist
Almanya’sında Hitler’in yamağı, Halkın Eğitimi ve Propaganda’dan sorumlu Bakanı, totaliter
rejimler arası kıyaslamada dahi, dünyanın gelmiş-geçmiş en büyük halk yığınlarının nasıl
manipülasyona uğratılması konusunda BİR NUMARALI uzmanı, ne duyulmuş-ne de
görülmüş olan her türden demagojilerin «eline su dökülmez» ustası olarak bilinen, Dr. Paul
Joseph GOEBBELS olduğu kolayca anlaşılmaktadır. Tarihin çöplüğünü intihar ederek çoktan
boylamış olan insanlık düşmanı bu faşistin, «Yalan söyle, tekrarla ve yay… izi kalır mutlaka
!» yöntemini örnek alarak, en iyi şekilde uygulayan ülke olmakta Azerbaycan’la kim
yarışabilir bilebilmek oldukça zor olsa dahi, o devletle suç ortaklığında bulunmuş “T.C.”-nin
«Hocalı katliamı» yalanının beslenip-büyütülmesindeki rolü, 1992 haziranında Bakü’de Halk
Cephesi tarafından yapılan darbe sonrası, iktidarı elde etmesi örneğinde olduğu gibi
yadsınmaz bir gerçektir.
Ve Dağlık Karabağ’ın Hocalı köyünde işlerine çok geldiği halde, Ermeniler tarafından
yapılmasını planlayıp çok arzuladıkları pek kanlı bir katliamın gerçekleşmesini sağlayıp da
beceremediklerini anladıktan sonra bile, insanlıkdışı sinsi amaçlarından vazgeçmeyen Halk
Cephesi faşistlerinin sağ-salim Ağdam’a varan masum insanları, yedekte sakladıkları daha da
iğrenç bir Plan B gereği, kirli oyunlarına alet ve kurban ederek, ellerini soydaş kanına
bulamaktan bile çekinmedikleri de bir o kadar gerçektir.
Yukarıda belirtilen iğrençliği açıklayanların Ermeni tarafını temsil edenler kişilerden değil de,
o dönem Azerbaycan hükümetinin en sorumlu yerlerinde bulunan politik şahsiyetlerden
oluşuyor olması da reddedilmez bir gerçektir. Bu konuda kuşkusu olan herkesin, benim de
naçizane katkım olan sadece iki kaynakla tanışmasını / HOCALI: A show of unseen forgery
and falsifications ) www.xocali.net ve HOCALI DOKÜMANTASYONU
http://www.youtube.com/watch?v=7ef3f5Ngkck / ve asrın sahtekarlığının ne kadar ilkel bir
düzmece olduğunu kendi gözleriyle görmelerini öneriyorum. Bu kaynaklarda, Azerbaycan’ın
ilk Devlet Başkanı Ayaz Mutalibov, Parlamento Başkanı Yakup Mamedov, Hocalı Belediye
Başkanı ve Milletvekili Elman Mamedov, Hocalı Olaylarını Araştırma Komisyonu Başkanı
Ramiz Fataliyev, İnsan Hakları Savunucusu Arif Yunusov, “Memorial” adlı İnsan Hakları
Merkezi Örgütü’nün 28.mart.1992 Bildirgesi, politik tutuklu ve muhalif gazeteci Eynullah
Fatullayev, 26-27.şubat günleri sıradan bir sakini olarak Hocalı’da yaşayan Salman Abbasov
ve daha onlarca kişinin şahitliklerini görüp, öğrendikten sonra şapkanızı önünüze koyup da,
başkasının değil, kendi vicdanınızın sesini dinleyeceğinize inanıyorum.
Yazıma, değerli şair Can Yücel’den bir sözle başlamıştım, onu yine o değerli insanın «ve
herşeyi öğrendiğin kadar bilirsin, bunu da öğren» sözüyle noktalamak isterim. “Her gece iki
gündüz arasındadır” doğrusundan hareketle, bu dünyayı hep ve sadece HERŞEYİ
ÖĞRENMEK İSTEYEN insanoğlu insanların elleri üzerinde tuttuğuna olan samimi
inancımdan zerre kadar geri adım atmadan, hiç ödün vermeden, 21.inci yüzyıl
Goebbels’leriyle aynı safta bulunmadığıma şükrettiğime de inanmanızı diliyorum.
144
Saygılarımla,
Sarkis HATSPANIAN (1991-1994) Karabağ Kurtuluş Mücadelesi Muharibi
26-27.şubat.2012 – DOĞU ERMENİSTAN
P.S.: Yazım, mahpusane yıllarımda kaleme almaya başladığım hatıralarımın «Dağlık
Karabağ Gerçeği» yazı serisinin üçüncüsüdür.
Yazar: SarkisHatspanianTarih:28. Şubat 2012
*
Ek 2:
“"Azerbaycan Darbesi" ve "Gazi Katliamı" (Gazi Katliamı'nın 17.yılı
dolayısıyla) - Kemal Erdem
12 Mart 2012 -
Bu makale bundan iki yıl önce yine bu sitede daha uzun bir haliyle yayınlandı. Şimdiki hali
daha kısa olup bazı yerlerini okunması kolay olsun diye dışarıda bıraktım. Amacım Gazi
Katliamı'nın arka planına ışık tutmak ve bu devlet terörünün sorumlularını teşhir ederek, bu
noktada toplumsal bilinçlenmeye bir nebze de olsun katkı yapmaktır.
Bu makaleyi ikinci defa yayınlamak istememe neden olan bir olayı da burada okuyucu ile
paylaşmak istiyorum. Geçenlerde CNN TURK'te Mehmet Ali Birand'ın hazırlamış olduğu ve
28 Şubat darbesini konu alan “Son Darbe” belgeselini izlerken, özellikle dikkatimi çeken
durum, olayları 1993'ten 2003'e kadar olan zaman dilimi içerisinde ele alan belgeselin,
Azerbaycan Darbesi'ni dışarıda bırakmış olmasıydı ve Gazi Katliamı'nı anlatan bölümde de
olayın arka planına hiç değinmemesiydi.
M.A.Birand gibi deneyimli bir gazetecinin bu durumu özellikle, bilerek es geçtiğini ve
değinmediğini düşünüyorum. Ama onlardan önce devrimci ve demokratik kamuoyunun
kendisi bu durumu es geçmektedir ve dolaylı olarak aslında bu devlet terörünün gizlenmesine
sessizlikleri ile katkı sunmaktadırlar. Halbuki Türkiye devrimci ve demokratik kamuoyunun
tarihinde Gazi Katliamı ve sonrasında ortaya konulan kitlesel direniş, 12 Eylül'den sonra,
Kürdistan'ı saymazsak, faşizme karşı ortaya konulan en kitlesel ve radikal tepkiyi
oluşturmaktaydı.
I-Giriş
1995 yılının Mart ayında (tam olarak 12-15 Mart 1995) gerçekleşen Gazi katliamı,
Türkiye’nin Başbakanlık, Cumhurbaşkanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı tarafından,
Azerbaycan’da işbirlikçiler aracılığı ile yürütülen ve gerçekleştirilmek istenen darbenin
başarısızlığa uğramasının sonucunda devreye sokulan ve “TC devletinin itibarını kurtarma
planı”nın önemli bir parçasını teşkil etmiştir. Gazi katliamı aracılığı ile devlet hem kendi
145
kamuoyundan hem de dünya kamuoyundan kendi rolünü gizlemeyi başarmıştır ve bu haliyle
yürütülen psikolojik hareket başarıyla sonuçlanmıştır.
Gazi katliamı benim bildiğim kadarıyla bugüne kadar TC devletinin yapmış olduğu gelmiş
geçmiş en büyük “Psikolojik Operasyon”dur. Çünkü bu operasyon, Türkiye ve dünyanın
gündeminde Azerbaycan darbesini ve bu darbe içerisinde TC devletinin rolünü ustaca
gizlemiş ve bütün dikkatlerin Gazi katliamına çevrilmesine neden olmuştur.
Türkiye’nin Azerbaycan’da Haydar Aliyev yönetimine karşı gerçekleştirmiş olduğu darbe
girişimi çok kanlı olmuştur. Dört yüzden fazla insan bu darbe girişimi sırasında ölmüştür.
Geçerken belirtelim ki, bu darbe girişimini Rus istihbarat servisi KGB (şimdi FSB) ve CİA
dikkatlice yakından izlemişler ve olayları dolaylı olarak etkilemeye çalışmışlardır.
SSCB'nin çöküşünden sonra Rusya, 1994 yılına gelene kadar Kafkaslar’da nüfuzunu
Ermenistan’dan Gürcistan’a ve Azerbaycan’a kadar tekrar arttırmış ve bunu da Güney
Kafkasya’daki ülkeleri birbirine karşı kullanarak yapmıştır.
Türkiye 1992 yılında E.Elçibey'i deviren H. Aliyev darbesine 1994'te bir darbe ile karşılık
vermek istedi. Ancak bunun olabilmesi için Türkiye’de Türk milliyetçiliğine politik olarak
ihtiyaç vardı. Azerbaycan’da güçlü olan politik hareket MHP’ydi ve ancak o ve benzeri
politik eğilimler ile Türkiye Azerbaycan’da politik olarak tekrar etkinleşebilirdi.
II-DYP içerisinde MHP kadrolaşması
1991 seçimleriyle birlikte bir çok MHP kadrosunun DYP içerisine yoğun bir şekilde aktığı
görüldü. Bunlardan en önemlilerinden birisi Mayıs 1990 tarihinde Alparslan Türkeş
tarafından MHP ile ilişkisi kesilen Ayvaz Gökdemir’di. Muhtemelen A. Türkeş, A.
Gökdemir’i, ordu ile olan “derin ve karanlık bağlantıları”ndan dolayı MHP’den uzaklaştırdı.
12 Eylül’den sonra MHP’nin eskisi gibi ordunun özel harp planları doğrultusunda
kullanılmasını istemiyordu (bugün de Devlet Bahçeli buna dikkat ediyor) ve bu tür
bağlantıları olanları MHP’den uzaklaştırıyordu.
Ayvaz Gökdemir, Tansu Çiller döneminde ve Azerbaycan darbesi sırasında hükümette Türki
Cumhuriyetleri’nden sorumlu devlet bakanı olarak görev yapıyordu ve Azerbaycan ve
Özbekistan’daki darbe girişimlerinin organizasyonuna katılmıştı ve bu iki devlet tarafından
resmi olarak istenmeyen adam olarak ilan edilmişti. Yine bu dönemde Meral Akşener,
Mehmet Ağar, İbrahim Şahin, Abdullah Çatlı, Haluk Kırcı, Alaatin Çakıcı, Tevfik Ağansoy
vs. gibi birçok milliyetçi ve eski ülkücü ya DYP içerisinde ya da bazı gizli işlerde yer
almışlardır. Yine bu dönemde DYP içerisinde Korkut Eken gibi Özel Harp kadroları cirit
atmıştır.
Hiç kuşkusuz DYP’nin bu şekilde “sarılıp sarmalanması”nı isteyen Genelkurmay’dır. Bu
dönemde Genelkurmay’ın başında Doğan Güreş vardır ve aslında üstü örtülü darbenin baş
aktörü o ve etrafındaki dönemin kuvvet komutanlarıdır. Onun Genelkurmay Başkanlığı
döneminde Özel Harp Dairesi (ÖHD) Özel Kuvvetler Komutanlığı (ÖKK)’na
dönüştürülmüştür.
146
1992-1995 arası ÖHD (ÖKK)’nin pislikleri o kadar çoğaldı ki, Doğan Güreş emekli olduktan
sonra DYP’den Kilis milletvekili seçilerek dokunulmazlık zırhına bürünmek zorunda kaldı.
Çünkü T. Özal’ın, Eşref Bitlis’in, Uğur Mumcu’nun, 33 askerin katliamı, Sivas katliamı, bir
çok Kürt iş adamının ölümü ve binlerce faili meçhul cinayet belirli bir doktrine göre
oluyordu. Bu doktrin 1992 yılında kabul edilmiş ve devreye sokulmuştu. 1992 yılında Milli
Güvenlik Siyaset Belgesi (MGSB) yenilenmiş ve bu yenilenme sırasında Kürt ulusuna karşı
topyekün savaş kararı alınmıştır. Bunun ardından da operasyonlar, suikastlar, tasfiyeler
dalgası yaşanmıştır.
Bu doktrin devreye sokulduğunda SHP’nin başında Erdal İnönü vardı ve bu doktrinin kendi
“mizacına uygun düşmediği” gerekçesiyle istifa etti ve bu planlar T. Çiller-Murat Karayalçın
hükümeti tarafından gerçekleştirildi.
III- Türkiye’nin Azerbaycan darbe planı ve bunun politik ve örgütsel
araçları
Azerbaycan darbesini Çiller-Karayalçın hükümetinin eline tutuşturan Genelkurmay’dı. Bu
dönemde bu tür politikaların planlandığı yer hükümet değil Genelkurmay’dı.
Türkiye’nin Azerbaycan’da darbe girişimi, Rusya’nın Çeçenistan’da şiddetli bir savaş
içerisinde bulunduğu bir döneme denk geliyordu. Bundan dolayı Türkiye Rusya’nın daha az
bir refleks göstereceğini tahmin ediyordu. Bu darbeyi KGB (şimdi FSB) ve CİA yakından
izliyordu ve Rusya-ABD-İngiltere bu darbenin başarısını istemiyordu ve Türkiye onlara
rağmen orada bir darbe gerçekleştirmeye çalışıyordu.
Devletin zirvesi darbeyi itinayla ama acemice hazırlamıştı. Bu darbede her kurumun bir rolü
vardı. Hükümet kendisine bağlı kurumlar ile Azerbaycan’da yaygın ilişkilere sahipti ve bu
yaygın ilişkiler sayesinde işbirlikçiler aracılığı ile politik güçlerin toparlanması işini
yürütüyordu ve darbenin operasyonel yanını o yürütüyordu.
Darbe planında Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay’a (aslında bu sonuncusu darbe planını
yapmış ve hükümeti ve Cumhurbaşkanı’nı öne sürmüştür) da büyük işler düşüyordu. Darbe
planı bütün olasılıkları öngörmüştü. Başarısızlık anında ne yapılması yani bir “B planı”nın ne
olması gerektiği konusunda gerçekten profesyonelce ve iyi bir hesap-kitap işinin yürütüldüğü
daha sonra yaşananlarla ortaya çıktı. Darbenin gerçekleştirilmesinde acemi oldukları ortaya
çıktı ama “B Planı”nda oldukça usta oldukları görüldü.
Darbenin yürütülmesinin operasyonelliğini hükümet yaparken, başarısızlığı anında
Cumhurbaşkanı’na da bir rol biçilmişti. Buna göre darbenin başarısız olduğu politik kararı
alındığı andan itibaren, Cumhurbaşkanı devreye girerek Haydar Aliyev’i uyaracak ve böylece
devletin başı olarak “Türkiye’nin devlet olarak bu işin içinde olmadığı” belirtilerek,
“ilişkilerin zarar görmemesi” sağlanacaktı.
Peki Türkiye ve dünya kamuoyundan Türkiye’nin bu darbedeki rolü nasıl gizlenecekti?
İşte bu andan itibaren de Genelkurmay ve ÖKK (eski adıyla ÖHD) devreye girecek (ki darbe
sırasında arka planda bütün lojistik desteği onlar veriyordu) ve büyük bir psikolojik hareket
ile ülke ve dünya kamuoyunun gözleri önünde bir “kaptı kaçtı” yapacaktı.
147
Plan buydu. Peki nasıl işledi?
Azerbaycan darbesi, Azerbaycan Halk Cephesi ve onun lideri Ebufelz Elçibey (darbe
sırasında Nahçıvan’daydı) etrafında örüldü. Türkiye bu darbenin örgütlenmesinde kendi
devlet kadroları aracılığı ile gizlice yer alıyordu ve darbeyi arka planda yönetiyordu.
Azerbaycan’daki darbenin örgütlenmesini bizzat TC hükümetinin ve onun kadrolarının
yaptığı Kutlu Savaş’ın “Susurluk Raporu”nda açıkça belirtilmiştir.
Türkiye H. Aliyev’e karşı, E. Elçibey’in etrafında bütün Azeri muhalifleri birleştirmeye
çalışmıştır. Eski Cumhurbaşkanı Ayaz Muttalibov;Elçibey’in devrilmesinde H. Aliyev ile
birlikte hareket eden ve sonra araları açılan Süret Hüseynov;İçişleri Bakan Yardımcısı ve
Omon birlikleri komutanı Ruşen Cevadov, Elçibey’in etrafında ve Aliyev’e karşı
birleştirilmeye çalışılmıştır.
Türkiye bir çok devlet kadrosu ve ajanıyla bu darbeye katılmış ve yönetmiştir: Azerbaycan
Büyükelçisi Altan Karamanoğlu, MİT müsteşarı Ertuğrul Güven, Elçilik Din Müşaviri
Abdülkadir Sezgin. Sonraları ÖKK komutanı olacak olan ve şimdi Balyoz Operasyonu ile
gözaltına alınan ve tutuklanan ve darbe sırasında Askeri Ataşe olarak görev yapan Engin
Alan. O zamanlar ÖKK'nin başında 2004 yılında emekli olan Fevzi Türkeri
bulunuyordu.Azerbaycan Milli Meclis Danışmanı olan ve MİT ajanı olan Ferman Demirkol.
MİT Dış istihbarat Daire Başkanı Yalçın Ertan. Başbakan Müsteşarı Ali Naci Tuncer (Bu ikili
özel bir uçak ile gidip Ferman Demirkol’u getirdiler). Türki Cumhuriyetlerden Sorumlu
Devlet Bakanı Ayvaz Gökdemir. Yine Acar Okan ve Kamil Yüceoral adlı kişiler. Mehmet
Eymür’ün Atin. org sitesinde belirttiği üzere 12 Aralık 1994 tarihinde özel bir ekiple Korkut
Eken bu ülkeye gitmiştir. Yine Abdullah Çatlı’nın da darbe sırasında orada olduğu daha sonra
ortaya çıkan bilgiler arasındadır. Bunlar bugüne kadar bilinenler. Elbette bir de bilenmeyenler
var.
Türkiye Özel Hareket Polisi aracılığı ile Azerbaycan’daki özel polis kuvvetleri olan Omon
birliklerini eğitiyordu ve bu birliklerin başında Ruşen Cevadov vardı. Darbe sırasında Omon
birlikleri darbenin silahlı gücü olarak düşünülmüştü ve darbe sırasında Azerbaycan devlet
güçleri ile çatışan bunlar oldu ve komutanı R. Cevadov öldürüldü. İşin ilginç tarafı Omon
birliklerini eğiten Türk Öze Hareket Polisi’nin başında, ÖKK’nın polis içindeki uzantısı ve
ÖKK’nın çok parlak bir elemanı olan ve Ergenekon soruşturmasında yakalanan İbrahim
Şahin bulunuyordu. Yani o da bu darbede hiç kuşkusuz rol almıştı.
Türkiye Azerbaycan’daki darbenin finansmanını ise kurduğu Azerbaycan Hizmet Vakfı
aracılığı ile yürütüyordu. Yine burada finansman ile ilgili olarak bir başka noktaya dikkat
çekmek gerekir. Daha sonraları yine “Derin Devlet” tarafından öldürülen Ömer Lütfü Topal
ve onun gibi işadamlarının da bu darbelerin finansmanında rol aldığını belirtmek gerekir.
Böylece Hükümet, MİT (başında Sönmez Köksal vardı) ile birlikte Emniyet ve Engin Alan
aracılığı ile de Genelkurmay Azerbaycan darbesini üç-dört koldan yürütüyorlardı.
Türkiye, Hükümet, Genelkurmay ve Cumhurbaşkanlığı tarafından yürüttüğü darbe girişiminin
başarısızlığı karşısında, devleti aklamak için, “darbeyi bazı devlet kadrolarının devletten
habersiz yaptığı” imajı vererek kurtulmaya çalıştı ve sürekli bu yönde propaganda yürüttü.
148
Hala daha da bu propaganda yürürlüktedir ve olaylara katılanlar (örneğin Ferman Demirol
gibi) papağan gibi şunu tekrarlarlar: “Hükümet ve Cumhurbaşkanı’nın haberleri sonradan
oldu. Darbe olayı Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e 10 Mart 1995 tarihinde haber verildi
ve o da Haydar Aliyev’e haber vererek, onu darbeden haberdar etti”
Tamamen yalan.
Ferman Demirkol, devletin darbeye katılan ajanlara yaklaşımını çok doğru olarak şöyle
belirtmiştir: ”Eğer Aliyev’e karşı yapılan hareket başarılı olsaydı, bana sahip çıkılacaktı,
bizim gençlerdendi denilecekti. Hareket başarısız olursa, bana hiç sahip çıkılmayacak, beni
hiç tanımayacaklar ve sonuçta darbeci deyip uzak duracaklardı. Nitekim sonuncusu oldu.”
Ferman Demirkol’un burada belirttiği şey aslında MİT’in onlarla yaptığı bir anlaşmadır. Bu
işe girişilen ajanlar ile MİT bu tür bir anlaşmalar yapmıştır ve bu şahıslar da kanımca bu
durumu baştan kabul etmişlerdir. Aynı prensibi “Susurluk Kazası”ndan sonra bir özel
televizyon kanalına bağlanan ve Abdullah Çatlı’nın yakın arkadaşı olan Haluk Kırcı, 1996-
1997 yılında belirtmiştir ve bunu belirtirken de “Görevimiz Tehlike” adlı filmi örnek
göstermiş ve durumlarının biraz buna benzediğini ima etmiştir.
Kutlu Savaş, “Susurluk Raporu”nda, devlet sırrı olduğu gerekçesiyle yayınlanmayan ama
daha sonraları basına sızdırılan Azerbaycan darbesi ile ilgili olan bölümde bu darbede
Türkiye’nin rolünü şöyle belirtmiştir:
“Öte taraftan Azerbaycan’a uzanmak için de fırsat doğmuş, bu ülkedeki kargaşaya rağmen
petrol kaynakları pek çok kişiyi, siyasiler başta olmak üzere tahrik etmiştir.
MİT’in Azerbaycan’daki darbe girişimi başlıklı notu uzun olduğu için EK-8’de sunulmuştur.
Bu notun tetkikinden görüleceği üzere ve özetle darbe Azerbaycan’ın karışıklığından
kaynaklanmış, Ayvaz Gökdemir’in zımni desteği sağlanarak Acar Okan, Kamil Yüceoral’ın
Türkiye’den katkısıyla Azerbaycan eski Cumhurbaşkanı Ayaz Muttalibov, eski Başbakan
Suret Huseyinov ve OMON birlikleri kumandanı Ruşen Cevadov ve Elçibey'in iştirakiyle
yapılacak ihtilal, Azerbaycan'daki Türk görevlilerinden MİT Baku Temsilcisi Ertuğrul
Güven'in TİKA görevlisi Ferman Demirkol'un ve Din Hizmetleri Muşaviri Abdulkadir
Sezgin'in ihmali, kusuru veya tertibi ile oluşmuştur.
MİT ise 10 Mart 1995'te gelişmeleri haber almış, Sayın Cumhurbaşkanı vasıtasıyla Haydar
Aliyev'i ikaz etmiştir.
Ferman Demirkol'un kime bağlı olduğu sualimize cevaben Sayın Müsteşar, adı geçenin MiT
elemanı olduğunu teyit etmiştir.
Sayın Başbakan'a tarafımızdan açıklama yapılmış ve kısaca; hazırlanan darbede Türk tarafının
da yer aldığını, Cevadov ve taraftarlarının Türkiye'den destek gördüğünü, MiT'in yanı sıra
Emniyet'in de devrede olduğunu, Özel Harekat mensuplarının Azerbaycan'ın muhtelif
bölgelerinde gruplara eğitim verdiğini, patlayıcı ve silah taşıdıklarını, Ferman Demirkol'un
muhtelif toplantılarda Rus Büyükelçisi ile tartıştığı, Bakü'den yola çıkıp Elçibey'le görüşmeye
gittiğini, yoldaki güvenlik tedbirlerinin sıklığını rapor ettiğini, ancak kendisinin
149
engellenmemesini dikkate alacak basireti gösteremediğini, Elçibey'le yeni yönetimde görev
alacak kişileri tartışıp bir liste oluşturduğunu, kendisinin de Cumhurbaşkanı Yardımcısı
olacağını, kendilerine göre her şeyi belirlediklerini, fakat darbe tarihi yaklaştığında vaziyetin
vahametini fark ettiklerini ve Cumhurbaşkanımızı devreye sokup, sözde Aliyev'i ikaz edip
işin içinden sıyrılmaya çalıştıklarını, gerçekte ise Aliyev'in her şeyin farkında olduğunu,
Cevadov'un çok yakınındakilerin KGB'nin eski mensupları ve Aliyev'in adamı olduğu,
olayların Aliyev'in izni ve bilgisi ile kendi lehine olacak şekilde yönlendirilmiş bulunduğunu,
MiT ve Türkiye açısından acı bir komedi biçiminde cereyan ettiğini açıklamamız üzerine
Sayın Sönmez Köksal, sadece komedi ifadesine itirazda bulunmuştu.
Olaylar sonrasında Ferman Demirkol'un ortada kaldığını, Türk Büyükelçisi'nin
`Cumhurbaşkanı Yardımcısı olacaktı. Bu tip işlere girmesini kim söyledi? Ne hali varsa
görsün' diyerek Büyükelçiliğe almadığını, Din Hizmetleri Muşaviri Abdulkadir Sezgin'in
kendisini evinde sakladığını, Aliyev yönetiminin Demirkol'u sorgulayıp serbest bırakmak için
ısrarla istediğini, ancak Ankara'dan gelen talimatla buna izin verilmediğini, sonunda
Başbakanlık Müsteşari Ali Naci Tuncer'in MiT'ten bir daire başkanı ile ve özel bir uçakla
Bakü'ye gönderildiğini, bu iki yetkilinin Aliyev'e altı saat adeta yalvararak kendisini ikna
ettiklerini ve Ferman Demirkol'u Türkiye'ye getirdiklerini, sözde işadamı Kenan Gürel'in ise
feda edilip mahkum olduğunu da Sayın Başbakan'a aynı toplantıda anlatmak fırsatı olmuştur.
Açıkça ortaya çıkmıştır ki; Türkiye dost bir ülkede ihtilal yapmaya teşebbüs etmiştir. MiT,
resmi temsilcisi Ertuğrul Güven'in büyükelçimizle birlikte Aliyev'e, Cevadov'a iltifat etmesi,
kuşkularının giderilmesi gerektiği yönünde telkinde bulununca kendisine sert bir tepki
göstermiştir. `Karargaha bilgi vermeden ve onayını almadan' cümlesi tepkinin gerekçesini
açıklamaktadır.
Oysa Bakü'deki politikayı Dişişleri ve Büyükelçi yürütmektedir. MiT'in bu doğrultunun dışına
çıktığı bellidir. » (abç)(Kutlu Savaş, Susurluk Raporu)
Kutlu Savaş’ın raporunda Cumhurbaşkanı’nın rolü ile ilgili olan bölüm oldukça ilginç ve
muğlaktır:
"Başbakanlık Müsteşarı'nın Bakü'ye yollanması, olayın siyasi iradenin desteğiyle ve gizlice
yürütüldüğünü de göstermektedir. Konunun Cumhurbaşkanımıza aktarıldığı hususu
tarafımızdan özellikle araştırılmamış ve sorulmamıştır. Ancak işin sonunda
Cumhurbaşkanımızın devreye sokularak olayların kamufleedilmesi incelemeye değer
görülmektedir. Konu tüm yönleriyle ve hatta kamuoyundan gizlenmeden soruşturmaya tabi
tutulmalıdır. Azerbaycan konuyu zaten olanca açıklığı ile tartışmaktadır. " (Kutlu Savaş, age)
(abç)
Kutlu Savaş aslında olayların içerisinde Hükümet’in ve Cumhurbaşkanı’nın olduğunu bildiği
halde onları aklayacak bir rapor hazırlamıştır. Çünkü olayın devlet sırrı olması ve kendisine
bunun telkin edilmesi nedeniyle onları aklayıcı bir rapor hazırlamıştır. Ama raporun satırları
arasında çok ince bir şekilde devletin « devlet olarak » bu işin içerisinde yer aldığı açıkça
belirtilmektedir.
150
Darbe sırasında Omon birlikleri komutanı Cevadov öldürülmüş ve bununla birlikte de 400’ün
üzerinde insan ölmüştür. Darbenin başarısızlığa uğradığı 1995’in Mart ayının başlarında
görülmüş ve 10 Mart 1995 tarihinde “B Planı”na geçilmiştir. O “B Planı” Cumhurbaşkanı ve
Başbakan’ın bizzat devreye girerek H. Aliyev’i arayıp sözde “darbe ihbarı”nda bulunmaları
ve TC’nin bu işin içinde olmadığını göstermeleriydi. 10 Mart 1995 tarihinde hem
Cumhurbaşkanı hem de Başbakan telefon ile arayarak Aliyev’e darbeyi sözde ihbar ettiler.
Yukarıda Kutlu Savaş’ın raporunda da belirttiği gibi H. Aliyev’in herşeyden haberi vardı.
Peki Genelkurmay (o zaman başında İsmail Hakkı Karadayı vardı) ne yapıyordu bu sırada?
O da ÖKK aracılığı ile psikolojik harekat hazırlamakla meşguldü. Devletin “B Planı” devreye
konulduktan iki gün sonra yani 12 Mart 1995 tarihinde, İstanbul Gazi Mahallesi’nde devrimci
ve Aleviler’in yoğun olduğu yerlerde bulunan üç kahvehane tarandı ve halk tahrik edildi.
IV- Gazi Katliamı ve Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın rolü
Genelkurmay’ın gerek devlet içerisinde gerekse de toplum içerisinde gizli ve örümcek ağı
şeklinde yayılması ÖKK aracılığı ile olmaktadır. ÖKK Yaşar Büyükanıt’ın Genelkurmay
Başkanlığı döneminde tümenden kolorduya dönüştürüldü. Bu dönüşüm dahi onun son yıllarda
faaliyetlerinin yoğunluğu hakkında fikir vermektedir.
ÖKK aracılığı ile Genelkurmay, bürokrasi içerisine, polis teşkilatı içerisine, yargı içerisine,
siyasi partiler içerisine, MİT içerisine, Sivil Toplum kuruluşları içerisine, Hükümet içerisine
vs. yayılmakta ve böylece arka planda devleti ve toplumu yakından takip etmekte ve gerektiği
zamanda da belirli eylemlerde bulunmaktadır.
Ergenekon soruşturması sırasında, aslında Azerbaycan darbesi ile Gazi katliamı arasındaki
bağlantıyı somut olarak sağlayacak bazı bilgiler ortaya çıkmıştır. Bunlardan en önemlisi, 22
kişi ile birlikte yakalanan ve sorgulanan ve halen cezaevinde bulunan Osman Gürbüz adlı
kişidir. Sorgu sırasında bu şahısın Gazi olaylarını organize eden kilit kişi olduğu ortaya
çıkmıştır.
Soruşturma sırasında ortaya çıkan bilgilere göre Osman Gürbüz, sözde ordudan atılan Binbaşı
Bülent Öztürk (bu kişi aslında ordudan atılmamıştır, “atılma” görünümü altında gizlice
“yetaltına indirilmiş”tir) “seçilmiş” ve ne hikmetse ordudan atılmasına rağmen Osman
Gürbüz’e “Özel Harp ve Psikolojik Savaş” eğitimi verdirmiş ve 12 Mart 1995 tarihinde de
Gazi mahallesine katliam yapmak için gönderilmiştir.
Bu noktada sorulması gereken şudur: Bu Osman Gürbüz ve adamları Gazi Mahallesi’nde hiç
tanımadıkları adamlar ile alıp-veremediği neydi? Bu adamlar delimi dirler ki hiç tanımadıkları
adamları rastgele öldürsünler? Onları oraya birileri gönderdi ama hangi politik amaç
doğrultusunda bunu yaptılar? Kimsenin aklına bu soruyu sormak gelmemiştir.
Onları Gazi Mahalesine katliam yapmaları için kim ve niçin gönderdi?
Onları Gazi’ye ÖKK aracılığı ile devlet gönderdi. Devlet orada devrimci hareketin güçlü
olduğunu çok iyi biliyordu ve ani refleks vereceğini de çok iyi biliyordu. Gazi’deki
151
kahvehaneleri tarayan Osman Gürbüz ve adamları, oradaki halkı devrimci hareket aracılığı ile
harekete geçirdi ve daha sonra polis ile karşı karşıya gelmesini sağladı. Polis içerisindeki
“özel elemenlar” aracılığı ile kitleye ateş açılarak fazla ölü vermesi sağlandı. Ölüler arttıkça
kitle daha tahrik oldu ve gösteriler başka yerlere sıçradı (örneğin Mustafa Kemal Mahallesine
ve buradaki gösteriler sırasında da beş kişi öldürüldü) ve böylece bütün ülkenin ve dünyanın
gündemi bu olaylara çevrildi ve ülke ve dünya kamuoyu, TC devletinin Azerbaycan
darbesindeki rolünü görmedi. Bu darbede Türkiye’nin rolü sadece istihbarat servislerinin
raporlarında mevcut oldu.
Ama bu psikolojik hareketin devlet ve özellikle Genelkurmay açısından başka “kazanımları”
yine oldu:
Devrimci hareketin gücünü ölçtü ve bir kitlesel tahrik anında ne yapacağını ve ne kadar
kitleyi harekete geçireceğini gördü. Yine aynı şekilde devrimci hareketin gizli kadrolarının
deşifre olmasını sağladı ve daha sonra gerek faili meçhul cinayetlerle (Örneğin Hasan Ocak)
ya da operasyonlar ile tasfiye olması sağlandı.
Gazi katliamı ve daha sonrasında yaşanan olaylar, 1997’de kabul edilen EMASYA (Emniyet
Asayiş Yardımlaşma) Protokolünün hazırlanmasına pratik katkı sağladı. Bilindiği gibi
Gazi’de polisin yetersiz kalması sonucu askeri birlikler devreye girdi ve kontrolü sağladı. Bu
deneyim ışığında kanımca Emasya Protokolü hazırlanmıştır.
V-Gazi Katliamı ve “Resmi Devlet Terörü”
Gazi katliamı, Azerbaycan darbesinin planlanmasına sıkı sıkıya bağlı olduğu için ve bu
darbenin planlanması aşamasında düşünüldüğü için ve bundan dolayı devletin zirvesinin
resmi onayı ile gerçekleştirildiği için resmi bir devlet terörüdür.
Devletin zirvesi, kendi halkının bir kısmını, sözde “devletin ve milletin yüksek çıkarları”
doğrultusunda feda etmiş ya da bozuk para gibi harcamıştır. Onları bir vatandaştan ziyade,
farklı amaçlar doğrultusunda kullanılacak bir malzeme gibi görmüştür.
Gazi katliamı, TC devletinin Azerbaycan darbesindeki pisliklerini örten başarılı bir psikolojik
operasyon olmuştur. Çünkü hala daha da kimse bu bağlantıyı kurmamaktadır ve bunları
yapanlar bırakın yargılanmayı “saygın” kişiler olarak görülmektedir. Bu psikolojik
operasyonun başarılı oluşu, onun itina ile hazırlanmış ve düşünülmüş olmasına bağlıdır. Şayet
devlet Gazi’de başarılı bir istihbarat çalışması yapmamış olsaydı ve oradaki sosyal ve politik
durumu iyi analiz etmemiş olsaydı böyle bir başarı elde edemezdi.
Gazi’deki gibi resmi bir devlet terörü yani kendi halkına karşı organizeli bir terör eylemini
gerçekleştirme anlayışı ancak faşist rejimlerde (Hitler, Mussolini, Franko, Salazar vs.) görülen
bir anlayış ve pratiktir. Devlet kendi resmi hukukunu (bugün AKP hükümeti ile elden gitti
yaygarası yapılan o hukuku) bizzat kendisi ayaklar altına almış ve paspas yapmıştır.
152
Aslında Azerbaycan darbesi ile Gazi katliamı arasındaki bağlantıyı devlet içerisinde birçok
kimse bilmektedir. Örneğin Kutlu Savaş ve bugün Ergenekon savcıları yine hükümet vs. bir
çok kesim bunu bilmektedir ama bilerek susmaktadırlar.
Devrimci ve demokrat kamuoyu, başta İsmail Hakkı Karadayı, Tansu Çiller ve Süleyman
Demirel olmak üzere, bu katliama katılan devlet kadrolarının yargılanması ve mahkum olması
için kamuoyu oluşturmalı ve bu temelde kitlesel eylemleri teşvik etmelidir. Özellikle
Ergenekon davası ile bütün pisliklerin halkın gözü önüne döküldüğü bu dönemde bu fırsattan
yararlanmalı ve Gazi ve 1 Mayıs Mahallesi’nde katledilen 23 devrimci ve demokrata karşı bu
sorumluluklarını yerine getirmelidirler.”
153
Sayın Hatspanian’a Milliyetçilik Üzerine
Sarkis Hatspanian, geçenlerde Hocalı üzerine kendi şahitliğine dayanan çok ilginç ve önemli
bir yazı yolladı. Bu yazıyı Köxüz sitesinde yayınladık. Facebook’ta da paylaştık.
Hastpanian’ın yazısını yayınlarken şöyle bir not düşmüştük:
„Sayın Sarkis Hatspanian’dan aşağıdaki yazıyı yayınlanması ricasıyla aldık. Yayınlıyoruz.
Hatspanian bir Ermeni milliyetçisi olmasına rağmen halklara karşı düşmanlık
yapmamaktadır. Türklerden, Azerilerden veya başkalarından gelecek yazıları da, aynı şekilde
haklara karşı bir düşmanlık yapmadığı; bir nefret söylemi geliştirmediği; bu yazıda olduğu
gibi olgular ve çıkarsamalarla iknaya yönelik olduğu takdirde tartışmanın bir parçası olarak
yayınlarız.
Böylece umarız Hocalı’da ne olduğu konusu da en azından olgular düzeyinde tartışılır.
Sayın Hatspanian’ın anlattıklarından çıkacak sonuç Hocalı’da aslında Türk faşistlerinin
kaçmak isteyenleri katlettiği, Hocalı’nın Kaybının da faşistlerin Azarbeycan’da darbe palını
da bozduğudur. Bu çok önemli bir bilgi ve sonuçtur.
Ergenekon, Azarbeycan ve Kıbrıs’ta da gerçekte neler olduğu anlaşılmadan, anlaşılamaz.
Biz her türlü görüşün açıkça ifade edilmesinden ve birbirlerini delillerle, mantıki
çıkarsamalarla eleştirmesinden ve çürütmesinden yanayız.
Köxüz sitesi“
Daha sonra sayın Hatspanian, Facebooktaki paylaşımın altına bir not düşerek bize bir
eleştiride bulundu. Eleştirisinde şöyle diyordu:
“Sayın Demir Küçükaydın, yazımı Köxüz sitesinde yayınladığınız için size çok teşekkür
ediyorum, bu davranışınız ile bana bir kez daha gerçek bir aydın ve demokrat olduğunuzu
göstermiş oldunuz. Ancak, bana hayatımda (sadece iki hafta önce 50 yaşıma girdim) ilk defa
birisi, yani siz (bir Ermeni milliyetçisi) demiş olduğuna da çok şaşırdığımı bilmenizi isterdim.
Sizi sadece şahane analitik yazılarınızdan tanıyor ve beğeniyorum, beğenip-beğenmediğinizi
bilmesem dahi... siz de beni yazılarımdan tanıyorsunuz diye biliyorum. Eğer benim sizin de
yayınlayıp-yaygınlaştırdığınız yazılarımda milliyetçilik yaptığım yerleri gösterebilirseniz size
müteşekkir olurum da, mahpusluğumda gösterdiğiniz ve bende hayranlık uyandıran insani
davranışınıza duyduğum çok ama çok büyük bir saygıyla, YURTSEVER olmayı MİLLİYETÇİ
olmaktan ayırdedebilsek daha iyi olur düşüncesinde olduğumu belirtiyor, duyarlı vicdanınıza,
dürüst bilincinize güvendiğimi de peşinen ilan ediyorum. İyi olunuz !”
Aşağıda, sayın Hatspanian’a neden öyle dediğimi kısaca açıklıyorum. Milletlerin ve
milliyetçiliğin ne olduğunun anlaşılmasına bir giriş olarak okunmasını öneririm.
Sayın Hatspanian,
Size ilk kez birinin “Ermeni Milliyetçisi” demesine şaşırdığınızı ve “Yurtsever olmayı
Milliyetçi olmaktan” ayırmak gerektiğini yazıyorsunuz.
154
Aslında böyle bir itirazı beklemiyor değildim. Çünkü son yıllarda bu konu (Milletler ve
Milliyetçilik) üzerine neredeyse küçük bir kütüphane oluşturacak kadar yazmama rağmen,
maalesef bu yazılarım okunmadığı ve kimi okuyanlarca da anlaşılmadığı için (çünkü
milliyetçiler milliyetçiliğin ne olduğunu anlayamazlar) bu tür “milliyetçilik” eleştirilerim
çoğu kişi için şaşırtıcı oluyor. Ancak şunu bilmenizi isterim ki bu öyle geçer ayak söylenmiş
bir eleştiri değildir.
Milliyetçiler milliyetçiliği, aşağı yukarı, başka milletlerin varlığını ve haklarını inkar etmek,
onları baskı altına almak şeklinde anlarlar. Böyle olmayanları da onlar genellikle “Yurtsever”
hatta “Enternasyonalist” olarak tanımlarlar.
Yani ben tam da sizin de katıldığınız milliyetçilik tanımının milliyetçilerin milliyetçilik
tanımı olduğunu söylüyorum.
Peki benim milliyetçilik tanımım ne?
Buna geçmeden önce bir iki küçük açıklama yapayım.
Ben Marks, Engels, Lenin, Troçki, Kıvılcımlı gibi büyük enternasyonalistleri; hatta
enternasyonalizmin kendisini bile milliyetçilik olarak görüyor ve tanımlıyorum. (Bu durumda
size de Milliyetçi dememi her halde yadırgamamanız gerekir.)
(Marks’ı milliyetçi olarak tanımladığım yazı: http://www.akintiya-
karsi.org/anasayfa/icerik/marks-nicin-ve-nasil-bir-milliyetciydi-milletler-ve-miliyetcilik-
uezerine-01
Engels’i Milliyetçi olarak tanımladığım yazı: http://www.akintiya-
karsi.org/anasayfa/icerik/engels-tarihsiz-halklar-inin-ve-elestirilerinin-elestirisi-milletler-ve-
miliyetcilik-uezerine
Lenin, Kıvılcımlı, Troçki’nin milliyetçiliği üzerine “Marksizmin Marksist Eleştirisi”nde geniş
bölümler var. Gariptir ki, bu güne kadar ne bir “Marksist”, ne bir “Leninist”, ne bir
“Troçkist”, ne bir “Doktorcu” çıkıp bu eleştirilerime cevap verebilmiş değildir. Tam bir
suskunluk var.)
Bunların milliyetçilik anlayışına göre, sınıfsal çıkarı değil; ulusun çıkarını öne alan
milliyetçidir; sınıfsal çıkarı öne alan da sosyalist veya enternasyonalist.
Ben ise sorunu tam da böyle koymanın milliyetçilik olduğunu söylüyorum.
Neden ve nasıl?
Somut örneklerle açıklamayı deneyeyim. Örneğin Marks, “başka ulusları ezen bir ulus özgür
olamaz” dediğinde, enternasyonalist bir tanım yapmıştır deniyor. Ben ise sapına kadar
milliyetçi ve hem de gerici milliyetçi bir tanım yapmıştır diyorum.
Neden ve nasıl?
Örneğin şimdi bir Türk çıksa, “bizler 1915’te Ermenileri, Süryanileri kestik; Rumları kestik
ve sürdük; Kürtlerin haklarını inkar ettik ve ezdik dese ve örneğin, Ermeni, Saüryani ve
Rumlardan özür dilemek; Kürtlerin haklarını vermek gerektiğini, hatta isterlerse
ayrılabileceklerini söylese, Türk Milliyetçisi olmaktan çıkar mı?
155
Hayır çıkmaz.
Aksine Türk milletinin çıkarlarını daha akıllıca ve uzun vadeli olarak savunmuş olur. Çünkü
bu aslında Türk milletinin çıkarlarını daha uzun vadeli ve akıllıca savunmaktır. Öte yandan,
bu diğer ulusların varlığını ve haklarını inkar etmediğinden, Marks’ın tanımına göre,
sosyalistlik ve enternasyonalistliktir de. Yani bur ulusun çıkarlarını uzun vadeli ve akıllıca
savunmak ile Enternasyonalizm arasında bir fark yoktur.
Bunun milliyetçilik olmadığını söyleyenler sadece bunların kendileri değil, aynı zamanda
Marksistler hatta bunu satılmışlık olarak, ihanet olarak gören Türk faşistleridir. Demek ki
Faşistler, Marksistler ve Milliyetçiler aynı milliyetçilik tanımında anlaşmaktadırlar. Sadece
buna yükledikleri değer farklıdır. Marksistler ve milliyetçiler, bir milletin çıkarlarını uzun
vadeli olarak, daha akıllıca savunmanın milliyetçilik olmadığını söylerken (Milliyetçiler
bunun yurtseverlik; Marksistler Enternasyonalizm olduğunu söylerler) ona olumlu bir değer
yüklerler, faşistler olumsuz bir değer. Yüklenen değerler farklıdır, ama milliyetçiliğin ne
olduğu konusunda anlayışlarda esas olarak fark yoktur. Yani aslında milliyetçiliğin ne olduğu
konusunda, Faşistler, Milliyetçiler ve Marksistler arasında bir fark da yoktur.
Yani aslında, başka ulusların varlığını kabul etmek, onları baskı altına almayı reddetmek,
milliyetçilikle çelişmez, aksine tamı tamına milliyetçilik budur. “Başka ulusları ezen bir ulus
özgür olamaz” önermesi veya “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı” tamı tamına bu ilkenin
savunusu ve ifadesidir.
Bana göre bu ilke ve ifade bütünüyle gerici milliyetçilikle bile tam bir uyum halindedir.
(Tabii “gerici milliyetçilik” derken ne kastettiğim de ayrıca aşağıda var.)
Şimdi gelelim benim milliyetçilik tanımıma. Ben milliyetçiliği, “Ulusal olanla politik olanın
çakışması” yani “her milletin bir devleti olmalı” ilkesini savunmak olarak anlıyor ve
tanımlıyorum. (Bu tanım da aslında benim değil. Bu tanımı yapan Ernst Gellner ve Benedict
Anderson, E. Hobsbawm gibilerince de paylaşılıyor. Ben sadece bu önermeyi mantık
sonuçlarına, programatik sonuçlara götürmüş ve daha sonra bu önermenin analiziyle de
marksist bir din ve üstyapılar teorisi şekillendirmiş bulunuyorum.)
Tabii burada “ulusal olan ne?” sorusu gündeme geliyor. “Ulusal olan”ı gerici ulusçular farklı
biçimlerde tanımlarlar. Örneğin kimi dine göre (Pakistan), kimi dile göre, kimi bunların bir
kombinasyonuna göre (Örneğin Ermeni ve Türk Milliyetçilikleri büyük ölçüde böyle), kimi
soya göre, kimi ırka göre, kimi kültüre göre tanımlarlar. Ama bütün bunların hepsinin ortak
özelliği ulusların bir tarihi olduğunu söylemek ve bir tarihe göre tanımlamaktır. (Bana göre
Ulusların tarihi yoktur. Dünyanın en eski ulusu Amerika’dır ve tarihsizdir.)
İşte ulusal olanı, böyle bir din, bir dil, bir tarih, bir soy, bir ırk, bir kültür üzerinden
tanımlamalara ben “gerici milliyetçilik” diyorum. Elbette bu gericilikler içinde de bir gericilik
hiyerarşisi vardır. Bir ulusu bir ırka göre tanımlamak ile (Örneğin Türklerin Orta asya’dan
geldiği) bir kültür’e göre tanımlamak arasındaki fark. (Örneğin Türklerin esas olarak aslında
önce Müslüman sonra oradan Türk olmuş, hafızasını kaybetmiş Rum ve Ermeniler olduğunu
söyleyen ve Türk Tarihinin bir parçası olarak Bizans ve Ermeni tarihlerini okutan bir Türk
milliyetçiliği de mümkündür –ki böylesi olgulara da daha denk düştüğü için daha az
156
şizofrenik olur - ve böyle bir kültürel olarak tanımlanmış bir Türk milliyetçiliği de gerici bir
milliyetçiliktir, sadece bir ırka göre tanımlamaya nispetle daha esnek olduğu söylenebilir.)
Peki demokratik bir milliyetçilik nedir? Demokratik bir milliyetçilik, ulusal olanla politik
olanın çakışmasını reddetmez, bu nedenle milliyetçidir, ama ulusal olanı demokratik olarak
tanımlar. Yani gerici milliyetçilerin ulusal olanı tanımlarkenki kriterlerinin hepsini kişilerin
özel sorunu olarak görür. Yani, Türk., Kürt, Müslüman, beyaz, siyah, şu veya bu kültürden
olmak, kişilerin özel bir sonunu olur. Ulusu bunlarla tanımlamaya karşı tanımlar. Yani
örneğin, bu ulus, hiç bir tarihsel, dinsel, kavimsel göndermede bulunmaz. Yani ulusun bir dili,
dini, tarihi, kültürü olmaz. Pratik olarak örneklemek gerekirse, herkesin ana dilinde eğitim
hakkı olur. Tarih derslerinde, Ermeni, Türk, Kürt tarihleri değil, ulusların tarihlerinin
olmadığına dair bir tarih okutulur. Herkes kendi ana dilinde, aynı okulda ama bu ulusların
tarihi olmadığına dair tarihi okur. Ama elbette okuldan çıkınca, nasıl gerçekten laik bir
ülkede, okulda DNA’ları, Darvin yasalarını okuyan, isterse din dersine gidip, özel hayatında
İnsanı Tanrı’nın yarattığını öğrenebilirse, elbette, örneğin Türkler Türklerin Orta Asyadan
geldiğine veay insanlığı tohumlamak üzere başka dünyalardan görnderildiklerine veya
Türklerin hafızasını yitirmiş Rum ve Ermeniler olduğuna dair tarihler okuyabilirler; bunları
araştıracak birlikler kurabilirler, yayınlar yapabilirler, aralarında tartışabilirler. Bu bütün
“uluslar” için de böyledir. Ama bunalrın hepsi kişilerin özel sorunu olur.
Böyle bir düzeni savunmak da milliyetçiliktir, ama bu demokratik bir milliyetçiliktir. Ya da
ben böyle tanımlıyorum. Gerici milliyetçilerin milliyetçilik tanımına göre ise, bu
milliyetçiliğin ötesi gibi bir şeydir.
Peki milliyetçilik olmayan nedir?
Nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesine karşı
olmak milliyetçi olmamak demektir. Yani uluslara karşı (dikkat edin, ulusçulara
demiyorum, uluslara diyorum), ulusal devlet ve sınırlara karşı savaşı en acil görev olarak
önüne koyanlar ulusçu olmaktan çıkabilirler. Nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusal olanın
özel, yani politik dışı olmasını savunmak ulusçu olmamak olabilir.
Göreceğiniz gibi alışılmış pardigmalar ve tartışmaların hepsini boş düşüren, bambaşka bir
bakış bu. Kavramak ise, aynı zamanda hem çok basit hem de çok zor.
Bu konuda çok yazdım. Bu yazılarımın çoğu eski Köxüz sitesinde var (Kitaplarım ücretsiz
indirilebilir: http://www.akintiya-karsi.org/koxuz/). Özellikle Marksizmin Marksist Eleştirisi
içindeki, Sosyalizmin Milliyetçilikle İmtihanı başlıklı yazımı öneririm dediklerimin daha iyi
anlaşılması için. (http://www.akintiya-karsi.org/koxuz/icerik/marksizmin-marksist-elestirisi-
genisletilmis-ikinci-baski ) Ayrıca Ermeni katliamı konusunda yazılarımın da bir derlemesi
var: http://www.akintiya-karsi.org/koxuz/icerik/ermeni-katliami-ve-sorunu-uezerine-yazilar)
Hasılı fazla dert etmeyin, fazlma gönül koymayın, Marks’a bile milliyetçi diyen; Marks’ın
sözünü, “ulusal olanı, bir din, bir dil, bir tarih vs. ile tanımlayan ulusları ezen bir ulus ancak
özgür (demokratik)bir ulus olabilir” şeklinde formüle eden birisi size ulusçu dedi.
Selam ve saygılarımla
157
29 Şubat 2012 Çarşamba
Politik Bir Profil İçin Öneri: “24 Nisan’ı 1 Mayıs Yapalım”
Değerli Arkadaşlar,
Geçen Çarşamba (21.11.2012) Kadıköy’de yaptığımız toplantıda bazı arkadaşlar, bizlerin
diğer sol örgüt ve akımlardan ayrılığımızı ve politik profilimizi gösterecek bir şeyler
yapmamız gerektiğini; örneğin kampanyalar yapmamız gerektiğini belirttiler. Ancak konu
üzerinde özel bir gündem olmadığından elbette görüşülmedi ve bu eksiklik ve istek
belirtilmekle birlikte somut bir öneri de gelmedi.
Bunun üzerine benim bu konuda bir önerim var, düşünelim ve tartışalım, Olgunlaştıralım
dedim ve kısaca önerimi “24 Nisan’ı 1 Mayıs Yapalım” parolasıyla ifade edip, bunun hem bu
amaca hizmet edeceğini hem de Türkiye’deki demokrasi mücadelesine büyük katkısı
olacağını ifade ettim.
Bunun üzerine Erdal Kara arkadaş, bu konuyu daha ayrıntılı yazmamın iyi olacağını söyledi.
Ben de şimdi aşağıda bu önerimi, şimdi kısaca özetleyip, tartışılmak ve olgunlaştırılmak
üzere, bütün SYK kamuoyuna iletiyorum. Tartışılması dileğiyle. Gelen itirazlar ve
tartışmalara göre görüşümü daha ayrıntılı açıklarım ve hep birlikte olgunlaştırabiliriz.
Niçin “24 Nisan’ı 1 Mayıs Yapalım” ya da “1 Mayıs’ı 24 Nisan’da yapalım” kampanyası?
Şu nedenle, bizler bu parolayı ortaya atıp solun ve Türkiye’nin gündemine soktuğumuz ve
tartıştırabildiğimiz noktada herkes bize karış çıksa ve küfretse bile biz kazanmışız; gündemi
biz belirlemişiz demektir. Ve bu gündem, Türkiye’deki mücadelenin boğayı boynuzlarından
yakalaması; güçlerin en irisini düşmanın en can alıcı yerine yığması anlamına gelir ve
stratejik olarak da çok doğru bir strateji anlamına gelir.
Bugünkü gücümüzle, (sadece fiziki güçten, örgütsel güçten söz etmiyorum; enetelektüel ve
teorik güçten de söz ediyorum) Türkiye’de büyük etki sağlama; solun gettosunun dışına
çıkma şansımız yoktur. Hatta o gettoda bile ciddiye alınma şansımız azalmaktadır. Onların
günlük gazeteleri var; bu yayınlar atılım üstüne atılım yapıyorlar (Birgün yeni atılımda; Sol
günlük çıkmaya başladı; Evrensel ve Hayat TV bir şekilde oturmuş gidiyor). Ayrıca Şehir
küçük burjuvazisi giderek Kürtlere yaklaşıyor ve muhalefetini sertleştiriyor. Zaten bu
hareketlerin de Kürtlere yaklaşması ve atılımları bunun bir ifadesi olarak da okunabilir. Bütün
bunlar da onlara yeni ve taze güçle getiriyor. Yani ne entelektüel ve teorik gücümüz var; ne
politik, ne de örgütsel? Ertuğrul Kürkçü de olmasa aslında sıradan bir sol örgütüz arada bir
yerlerde.
Ama bugünkü gücümüzle, bu sorunu Türkiye’nin sosyalistlerinin ve sol kamuoyunun
gündemine ve tartışmasına sokabiliriz. Onları bu öneri karşısında tavır almaya zorlayabiliriz.
Bunu yaptığımız an zafer kazanmışız demektir. Zafer sizin önerinizin kabul edilmesi değildir;
sizin önerinizin veya sizin tartışılmanızdır. Herkes size karşı çıksa hatta küfretse bile size
158
karşı çıkıyor ve küfrediyorsa ve siz esas olarak doğru bir pozisyondaysanız, siz kazandınız
demektir. Gerisi zadece basit bir zaman sorunudur.
Bu mümkündür. Bunu yaptığımız an. Hem sosyalistler olarak Türkiye’deki Demokrasi
mücadelesinin önüne geçmiş; bu mücadeleyi liberallerin tekelinden kurtarmış oluruz; hem de
ulusalcı sosyalistlerle ve sosyalizmle ciddi bir mücadeleye başlamış oluruz. Onları köşeye
sıkıştırırız.
Ulusalcı sosyalistler (EP’den TKP’ye, Halk Evleri’ne ve ÖDP’ye kadar) bu öneri karşısında
sustukları veya karşı çıktıkları takdirde anti demokratik, ulusalcı nitelikleri; kendileri
hakkındaki iddialarıyla gerçek tutumları arasındaki çelişki ortaya çıkar. Buda onların çoğunda
patlamalara yol açar.
Ama bu aynı zamanda, liberallerin elindeki silahı alır. Çünkü liberaller gerçekten demokratik
özlemliler üzerindeki hegemonyalarını sosyalistlerin demokratik mücadeleye karşı
ilgisizliklerinde hatta karşı duruşları sayesinde sürdürmektedirler. Bu ikisi arasında aslında
zımni bir çıkar ve kader ortaklığı vardır. Bizlerin sosyalistler olarak demokratik bir
mücadelenin önüne geçmemiz, liberallerin silahlarını elinden alır; onları açmazda bırakır.
Liberaller ve Ulusalcılar, eğer pratik olarak önerimizi destekler ve yanımıza gelirlerse; yani 1
Mayıs’ta alanları dolduranlar 24 Nisan’da alanlara akarlarsa; Türkiye’de gerçekten zihinlerde
devrim gibi bir şey olur. Demokratik mücadele müthiş bir yol kat etmiş olur. Ulusalcılar ve
Liberaller aslında ellerinde olmadan demokratik mücadelenin aracı işlevi yüklenmiş olurlar
nesnel olarak.
Ama gelmezlerse ve karşı çıkarlarsa, bu sefer kendi gerici ve anti demokratik yüzleri ortaya
çıkar ve şimdiye kadar sürdürdükleri oyunları bozulur.
Böylece hem sosyalist hem de demokratik mücadelenin öncüsü bir profil elde dilmiş olur.
Ancak bu aslında bir yan üründür. Esas olarak tahmin edilemeyecek kadar büyük başka
kazanç ve ilerlemeler olur.
Bir kere, böyle bir öneri, ister istemez Ermeni katliamını gündeme getirecektir. Bu konunun
sadece gündeme gelmesi bile müthiş bir devrimci ve demokratik bir potansiyele sahiptir.
Çünkü bu konu tüm kavramları ve tarihi yeni baştan tanımlamayı gerektirir. Bu ise entelektüel
hayatın gündemini belirlemek demektir. Yani ideolojik egemenlik demektir. Herkes bize
küfretse, önerimize karşı çıksa bile, bizim dediğimizi tartıştığı için, ideolojik egemenliğiniz
altına girmiş olur. Böylece sol ve demokratik güçler tekrar etki entelektüel ve yaratıcı gücünü
kazanmaya; entelektüel ve teorik hayat üzerindeki ölü toprağını atmaya başlar.
Böyle bir kampanya, bir demokratik hareketin şekillenmesine ve radikal bir demokratik
hareketin programının gerçekten ne olması gerektiği tartışmasına yol açar. Bu dinamizm bir
süre sonra Kürt hareketi üzerinde etkisini gösterip, orada da Türkiye’de bir demokratik
hareketin yokluğu nedeniyle tek ayakla yürümek zorunda kalmış; gerici milliyetçilerin elinde
bir rehin durumunda bulunan demokratik kanadın tekrar güçlenmesine ve canlanmasına yol
açar. Bu da karşı olarak buradaki demokratik harekete güç verir.
159
Ama asıl önemlisi, böyle bir öneri ve tartışma karşısında; CHP ve AKP; Burjuvazi ve Askeri
Bürokratik Oligarşi; Ulusu İslam’la tanımlayan Gerici Milliyetçilik ile:; Ulusu Türklükle
Tanımlayan gerici milliyetçilik tek bir cephe olacaklardır bu öneri karşısında; bütün gerici
yüzleri ortaya çıkacaktır. Bu durumda biz biricik demokratik muhalefet odağı olarak kalırız.
Yani bu öneri, sadece sosyalistlere karşı bizim profilimizi pekiştirmez; Bütün diğer büyük
partiler karşısında da bir alternatif kutup olarak öne çıkmayı sağlar.
Bu fiilen Türklerin Türklükle mücadeleye başlayıp birer demokrata dönüşmesi anlamına
gelecektir.
Türkler demokrat olmadan; yani ulusun Türklükle tanımlanmasına karşı mücadeleye; kendi
imtiyazlarına karşı mücadeleye girmeden; yani Türklüğün hiçbir politik anlamı olmayan özel
bir sorun olmasını savunmadan birer demokrat olamazlar ve demokrata dönüşemezler. Böyle
bir kampanya aynı zamanda bu dönüşümün; Türklerin kendi nefislerine karşı mücadelesini
başlatıp Türklerin demokratlara dönüşmesinin yolunu açar.
Türkler demokrat olmadan ise ne Türkiye demokrat olabilir ne de Kürtlerin demokrat olması
için yol açılabilir. Türkler demokrata dönüşmeden ise bir Kürt Türk boğazlaşması kaçınılmaz
olmaktadır giderek ya da bu boğazlaşmayı askeri bürokratik oligarşi kurtarıcı gibi gelerek
engeller ve ömrünü bir elli yıl daha uzatır.
Ama sadece bu kadar da değil. Böyle bir kampanya aynı zamanda bir strateji ve program
tartışması; tarih tartışması başlatır. Türkiye’nin entelektüel hayatı tekrar canlanır.
Ama esas önemlisi, bizleri eğitir; bizleri dönüştürür. Bizim bütün programatik, stratejik,
örgütsel sorunlarımızı aşmamızın yolunu açar.
*
Bu vesileyle aşağıya aklıma gelen birkaç başka argümanı koyayım. Zamanım olmadığımdan
şimdilik bir başlangıç olarak. Tartışma zemini olsun diye.
1 Mayıs’an anlamını yitirmesine karşı da bir argümandır.
1 Mayıs artık, gerçek politik anlamını yitiriş; solun “görücüye çıktığı” bir gün olmuş; bir
karnaval veya festivale; Türkiye’deki sistemin anti demokratik özünü gizleyen; o sistemi
korumanın ve sürdürmenin bir aracına dönüşmüş bunmaktadır.
Nasıl İstiklal Caddesi bir vitrinse, orada her gün yürüyüş yapanlar bu vitrindeki “demokrasi
mankenleri” olmaktan öteye gidemiyorlarsa öyle. 1 Mayıs, “İstiklal Caddesi Demokrasisi”
oyununun tüm sosyalistlerin oyuncu olarak katıldığı bir tek günde yoğunlaşmış biçimidir. Bu
oyuna katılmamak ve onu bozmak boynumuzun borcudur.
Bu oyunu bozmanı, teşhir etmenin bir tek yolu var. Türk devletini ve Türklüğü var oluşundaki
katliamla yüz yüze getirmek. Suskunluğu kırmak. Ermeniler ve Rumlar ve diğer Hıristiyan
halklar katledildiği için Türkler ve Türklük var.
Öte yandan ulusun Türklükle tanımlanmış olmasına karşı savaşmadan bir demokratik hareket
oluşamaz ve bir Kürt-Türk savaşı ve katliamlar engellenemez; hatta Orta Doğu’nun giderek
tümüyle Lübnanlaşması engellenemez.
160
*
1 Mayıs’a gerçek mücadeleci anlamını vermek; Demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin bir
aracı yapmak.
1 Mayıs’ı 24 Nisan’da yapmaktan daha fazla, 1 Mayıs’ın ruhuna ve anlamına uygun ne
olabilir?
Enternasyonalist dayanışma ise eğer 1 Mayıs’ı anlamı, bundan daha enternasyonalist ne
olabilir?
*
Bir tarih tartışması başlatmak ve demokratik bir tarih yazmak.
Her hareket, her din, yani bir gelecek ya da toplum tasavvuru, her program önce bir geçmiş,
yani Tarih kurar. Yani öncelikle yeni bir tarih yazar ve o tarih üzerinden bir program ve
toplum tasavvuru ve gelecek kurar. Gelecek geçmişte kurulur. Geçmişi kurmadan geleceği
kurmak mümkün değildir.
Kaos, Kronos, Zeus üzerinden bir tarih ile diyelim ki Hıristiyanlık egemen olamazdı. Önce
kendi tarihini yazmıştır: Adem, Havva, Habil, Kabil, Nuh, İbrahim, Musa, İsa diye. Bu tarihin
zihinlerdeki adım adım egemenliği Hıristiyanlığın egemenliğini getirmiştir. Bütün din
kitapları aslında bir tarih kitabıdır ve tam da bu nedenle yeni bir düzen ve gelecek
kurabilmişlerdir. Kuran da öyledir.
Aydınlanma egemen olabilmek için, Peygamberler ve Kutsal kitaplar tarihi yerine, Antik
Roma ve Greklerin aydınlığı; Ortaçağın karanlığı türünden başka bir Tarih yazmış; bu tarihin
zihinlerdeki egemenliği ile modern toplum düzenini ve egemenliğini oturtabilmiştir.
Ulusçuluk egemen olmadan önce ulusların tarihini yazar; ulusları yaratır ve öyle egemen olur.
Türklerden önce Türk Tarihi kurulmuş, bunun üzerinde Türk Ulusu ve Devleti oluşmuştur.
Aynı şey şimdi Kürtlerde görülmektedir. Medlerden, Karduklardan, Selahhatin Eyyübilerden
gelen bir Kürt tarihi yazılmakta ve Kürt devleti ve ulusu oluşturulmaktadır.
Abdullah Öcalan’ın neredeyse yazdığı bütün kitaplarının Tarih kitabı olması bir rastlantı
değildir. Abdullah Öcalan’ın yazdığı Kürt tarihinin diğer Kürt tarihlerinden veya Türk
ulusunun tarihinden farkı; Kürt tarihinin içini demokratik unsurlarla doldurmasındadır.
Savaşlarla, devletler kurmakla vs. övünen Türk ve diğer Kürt tarihçiliğinin aksine; Öcalan’ın
tarihi Kadınların komündeki konumuna; neolitiğe; peygamberlerin eşitlikçi ve reform
anlamına gelen düzenlerine, rönesansa, aydınlanmaya, sosyalizme sahip çıkarak bir tarih
yazar ve demokratik özünü böyle ifade etmeye çalışır. Bütün sahiplenip öne çıkarmak istediği
bu demokratik özüne rağmen; bir Kürt tarihi olarak kalır ve Kürt Hareketinin bütün çelişkisini
dışa vurur bu tarihçilik. Demokratik bir özü gerici bir biçim altında verme çabası.
Ne var ki, Türkiye’deki demokratik ve Sosyalist hareketin de bir demokratik tarihi yoktur.
Türkiye’deki demokratik muhalefetin de yaptığı özünde aynı türden bir tarihçilik olmaktan
öteye gidememiştir. Türk tarihini, Baba İshak, İlyas, Bedredettin gibilerle halkçı ve eşitlikçi
bir özle doldurma çabasıdır ama bu tarihçilik de bir Türk tarihçiliği olmaktan çıkmaz. Hatta
bu tarihçilik çok cılız ve çapsız olduğu için bütün cılızlığını ve çapsızlığını Türkiye’deki
161
Demokratik ve sosyalist harekete de vurur. Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi bile, bir tarih yazımının
aracı olduğunda o metodolojik değerini yitirip, Türklüğe ilkel komünizm aşısı yapmaktan
öteye gitmez. Hatta Öcalan’ın yazdığı tarihin esin kaynağı bile budur.
Yani Türkiye’de demokratik bir Tarih yoktur, yazılmamıştır ve bu nedenle de demokratik bir
hareket yoktur veya yok kertesindedir. Sosyalistlerin tarihçiliği ise; Türk tarihine eşitlikçi
veya sosyalist bir renk vermekten ve Türk tarihçiliği olmaktan öteye gitmez.
Sosyalist ve Marksist hareket de, bir program ve gelecek tasavvuru olarak çıkarken, önce bir
tarih olarak ortaya çıkmıştır. Tarihsel Maddeciliğin; yani başka bir tarih anlatısının
Marksizmin diğer adı olması bir rastlantı değildir. Marksizm de bir Tarih olarak doğmuştur.
Alman İdeolojisi, bir tarih anlatımıdır. Daha doğrusu bunun yöntemidir. Komünist Manifesto,
söze, “Şimdiye kadar bütün toplumların Tarihi” diye başlar, bir tarih anlatır. Ve bir tarih
anlattığı için; bir tarih anlatabildiği ölçüde geleceği kurmaya başlar.
Marksizmin itibarını ve entelektüel gücünü yitirişi bu tarihin artık yetersiz olmasıyla da
ilgilidir. Sık sık, bir ütopyamızı olmadığından söz edilir oldu, programsızlığın ifadesi olarak;
ama bu söz “Ütopya”nın tarihte yazıldığını bilemeyecek kadar tarih bilincinden yoksun
olduğundan, aslında “Bir tarihimiz yok” demesi gerekirdi. Sosyalist hareket ancak, Marks ve
Engels’lerin yazdığını da kapsayan ama onu aşan bir tarih yazmaya başladığında; yani başka
bir tarih anlattığında ancak tekrar eski gücünü ve geleceği kurma kapasitesini kazanabilir.
Marksizim geleceği kurma yeteneğini geçmişte yitirmiş; geçmişi kuramadığı için geleceği de
kuramaz hale gelmiştir. Bu nedenle tarihe ve metodolojisine ilişkin sorunlar aslında geleceğin
nasıl kurulacağına ilişkin sorunlardır.
Türkiye’de Demokratik bir tarih yok; Dünyada sosyalist bir tarih yok. Bu nedenle Türkiye’de
demokratik bir hareket bile yok; Dünyada sosyalist bir hareket yok. Ve tam da bu nedenle
demokratik bir program ve sosyalist bir program ve hareket yok.
*
Marksizm Aydınlanma’nın tarihine karşı başka bir tarih yazmamıştır. Aydınlanma’nın
anlattığı tarihi kabullenip onun içine sınıf mücadelesini katmakla yetinmiştir. Yani Öcalan’ın
ya da Türk sosyalistlerinin Kürt ve Türk tarihi içinde yaptıklarını veya yapmaya çalıştıklarını;
Aydınlanma’nın yazdığı tarih içinde yapmaya çalışmıştır. Aydınlanmanın yücelttiği Antik
Yunan ve Roma’ya Kölecilik; karanlık Ortaçağa Feodalizm; Aydınlanma’ya da Kapitalizm
demiş ve İşçi Sınıfın koymuştur ama bu tarih anlatısının kendisini sorgulamamıştır. Zeusun
yerini Allah ve Ademin alması türünden; veya peygamberler tarihinin (Ahdi Atik veya Kuran)
yerini Klasik uygarlıklar Ortaçağ karanlığı ve tekrar Aydınlanma tarihinin alması türünden bir
kökten değişiklik değildir bu. Anlatılan tarih ve paradigmaları sorgulanmaz; sadece içeriğe
başka anlamlar yüklenir.
Bunun yetersizliğini sezen Kıvılcımlı’nınki gibi çabalar da bu tarih anlatısını aşamadığı gibi;
işin kötüsü; Türklüğü ve Türk tarihini sorgulamadığı; demokratik bir tarihçilik olmadığı için;
Türk Tarihine eşitlikçi ve halkçı bir aşı vurmaya kalkmaktan ötesine gidememiştir. Ve bu
nedenle bir rastlantı değildir, bu tür tarihlerden faşizme yakın kimi hareketlerin çıkması.
162
Örneğin Türklerin Müslüman olmasından; Orta Asya’dan gelen Türk boylarının fetihlerinden
söz ederek başlar Kıvılcımlı. Aslında anlattığı bir Emin Oktay tarihidir. Bütün sosyalistler de
aynı tarih kavrayışındadır. Ama Türkler Müslüman olmamıştır; zaten olamaz da, böyle bir şey
mümkün değildir, çünkü masa ahlak olamaz. Böylesine bir kategorik yanlıştır. İnsanlar bir
dinden diğerine geçebilir ama bir dili konuşmayla veya belli bir yaşam tarzını sürdürmekle
ilgili bir kategoriden başka bir kategoriye; dine geçemez. 1071’de Türkler Anadolu’yu feth
etmemiştir, çünkü o zaman Türkler yoktur. Binlerce yıldır süregelen Akdeniz ve İran
Uygarlık anlarındaki imparatorlukların gel gitleri vardır. Selçukluların barbar aşısıyla ve
İslam’la gençleşmiş Pers uygarlığının tekrar Roma’yı Ege kıyılarına kadar geriletmesi vardır.
Daha sonra aynı taze aşıyı alan Roma’nın; Pers uygarlığını Şimdiki İran Türkiye sınırına
kadar sürmesi gerçekleşecektir. Osmanlı Bir Türk devleti değildir; Üçüncü Roma’dır;
Meşrutiyet bir devrim değil bir karşı devrimin başlangıcıdır. Bütün bunlar uzatılabilir. Ama
bizlerin tarih anlayışı, Türk ulusçularının yazdığı tarihin ötesine gitmemiştir.
Neden böyledir, Marksizmin bir ulus teorisi olmadığından ulusal tarihleri aşamamış; bir de
Din teorisi olmadığından; Aydınlanma’nın tarihçiliğini aşamamıştır. Yani bugün ne
demokratik bir tarih vardır Türkiye çapında mücadeleyi ve programı yerleştirecek; ne de
sosyalist bir tarih vardır dünyada sosyalizme yeniden güç verecek ve bir program oluşturmayı
sağlayacak.
İşte “24 Nisan’ı 1 Mayıs yapalım” kampanyası; bir demokratik tarih yazımının; bunu
toplumun gündemine getirmenin; ve bunu yaparken bizlerin de bir demokratik tarihin ne
olduğunu öğrenip onu yazmaya başlamamızın; yani Demokratik bir hareketi ve programı
oluşturmaya başlamamızın arcı olabilir. Ulusçuluğun tarihini reddeden ve sorgulayan
Demokratik bir tarihi yazmaya başladığımızda da ister istemez Aydınlanma’nın tarihini
reddeden ve sorgulayan bir sosyalist tarih yazmaya başlamak zorunda olduğumuzu göreceğiz
ve onu da yazmaya başlayacağız.
Şimdi bütünüyle Politik profil oluşturma sorununa ilişkin bir öneriye böyle Tarih ve Zeuslarla
başlamak garip gelebilir ama işte tam da anlaşılmayan ve teori ve politika ilişkisinin koptuğu
yer burasıdır.
Bugün Türkiye’deki bütün sosyalist hareketler demokratik bir karakterden yoksundur. Çünkü
demokratik bir tarih kavrayışları yoktur. Bu nedenle demokratik değillerdir.
Ulusu bir dil, din, etni, soy, sop ile tanımlamış bir demokrasi olamaz. Bir ulusu, bir dille,
dinle, soyla, tarihle tanımadığınız andan itibaren; o topraklar içinde o tanıma uymayanları
fiilen baskı altına almış olursunuz.
O halde demokratik bir program her şeyden önce; insanların dili, dini, etnisi, soyu, sopu,
tarihi vs. ne olursa olsun en azından biçimsel olarak eşit olmasını savunmayı gerektirir.
Türkiye ve Orta Doğu’da demokratik bir hareketin olmazsa olması budur. Demokratik bir
hareket ve eşitlik olmadan da sosyalist bir hareketin olması; işçilerin birliğinin sağlanması
olanaksızdır. Bir takım insanların dilinden, bir kısmının dininden; bir kısmının cinsinden vs.
ezildiği bir ülkede işçiler birleşemez.
163
Ama bunu savunabilmek için de önce demokratik bir tarih yazmak gerekir. Yani Türklerin
tarihi olmadığına dair bir tarih gerekir. Türklerin tarihinin Türk devletinin Yirminci yüzyılın
başında kurulmasıyla başladığına dair bir tarih gerektirir.
İşte 1 Mayıs’ı 24 Nisan’da yapalım, başka bir tarih yazımını başlatacaktır. Ulusçuluğun
tarihine karşı demokratik bir tarih; Ermenierin; Kürtlerin; Türklerin tarihi olmayan; başka
kategorilerle yazılan bir tarih.
Ama bu “Başka kategoriler” aynı zamanda sosyolojik temel kategoriler olacaktır. Bu
kategorilerin ne olduğu üzerin bir tartışma Marksizmin anlaşılmasını ve geliştirilmesini
getirecektir.
böylece teorik eğitimbakımından damüthiş önemi vardır.
Keza sosyalist hareketin tarihi de Mustafa Suphilerla başlayan; Bakü Kongresi ile Başlayan
bir tarih olmaktan çıkıp; yani TÜRK sosyalistlerinin tarihi olmaktan çıkıp; Demokratik bir
tarih; Selanik İşçileri; Blagoev, Vareks Efendi, Tevfik Fikret vs. ile başlayan bir
demokratların tarihi olmaya başlayacaktır. Sosyalistler Türk olmaktan çıkıp demokrat oldukça
daha sosyalist olmaya başlayacaklardır.
Bunlar bir tartışmaya başlangıç için yeter. Ayrıca bu konuda bir iki yıl önce bir yazı
yazmıştım. Onu da aşağıya ekliyorum.
25 Kasım 2012 Pazar
Demir Küçükaydın
Aynı konuda geçen yıl yapılan öneri ve bu vesileyle yazılanlar:
“23 Nisan çocuk bayramının, kendisinin unutturulması için koyulduğu ve çocukların
masumiyetinin de kendisine kurban edildiği 24 Nisan Ermeni Katliamının yıl dönümü yine
geliyor.
Sol veya Sosyalist örgütler, artık kendilerinin bile “görücüye çıkmak” diye tanımladıkları, 1
Mayıs gösterileri için toplantılar, kimin nerede nasıl yürüyeceğine, nasıl güçlü ve etkili
görüneceklerine ilişkin ince hesaplar ve pazarlıklar yaptıkları toplantıları sürdürüyorlar. Ama
24 Nisan bunların içinde hiçbir yer tutmuyor. Belki bir iki küçük sol örgütün ve birkaç bireyin
bir uğraşı olarak kalıyor.
Aslında Türkiyeli sosyalistlerin ve İşçilerin, 1 Mayıs’ın da tıpkı 23 Nisan gibi, 24 Nisan’ı
unutturmanın, gizlemenin, gündemden düşürmenin ve bizzat 1 Mayıs’ın kendisini
anlamsızlaştırmanın bir aracı haline dönüştüğünü görüp, 1 Mayıs’ı 24 Nisan’da yapmaları ve
1 Mayıs’ı gerçek 1 Mayıs’ın özünde bulunan mesaja tekrar kavuşturmaları beklenirdi. Ama
onlar böyle “milliyetçi” dalaşmalarla uğraşmayacak kadar derin “Enternasyonalist”tirler.
Marksizm’e göre gerçeklik somuttur. Bu her şeyin her an kendi zıddına döneceği, bugün
doğru olanın bir anda en büyük yanlış olacağı veya olabileceği anlamına gelir.
Artık 1 Mayıs’ı 1 Mayıs’ta kutlamak, kendi zıddına dönmüş, Türkiye’deki demokrasi, hak ve
eşitlik mücadelesine hizmet etmekten çıkmış bulunuyor. 1 Mayıs artık açıkça 24 Nisan’ı
örtmenin, gündemden düşürmenin, bilinçlerden uzak tutmanın bir aracına dönüşmüşken; 24
164
Nisan egemenler ve anti demokratik güçler için 1 Mayıs’tan bin kere daha patlayıcı bir
özelliğe sahipken; 1 Mayıs’ı 1 Mayıs’ta kutlamakta ısrar etmek, bu politikanın basit bir aracı
olmaktan başka bir sonuç vermez.
1 Mayıs’ı 24 Nisan’da yapmalı. En azından demokratlar, sosyalistler, “24 Nisan Ermeni
Katliamı en azından vicdanlarda mahkum edilmedikçe, bu topraklarda bir matem ve utanç
günü olarak anılmadıkça, 1 mayıs’ı 1 Mayıs’ta kutlamak bizlere haram olsun” diyerek 1
Mayıs’a gerçek politik anlamını, işlevini; enternasyonalist, demokratik ve eşitlikçi anlamını
tekrar kazandırabilirler.
Bu vesileyle tüm Türkiye’nin sosyalistlerini bu konuyu tartışmaya, gündeme almaya ve böyle
davranmaya davet ediyorum.
Şu an belki çok geç. Ama hala yapılabilecek bir şeyler olabilir.
Örneğin bu 1 Mayıs’ta 1 Mayıs’ın bütün sloganları, 24 Nisan katliamı üzerine yapılabilir.
Örneğin, “Bugün 1 Mayıs değil 24 Nisan!” diye bir slogan bu 1 Mayıs’a damgasını vurabilir.
Ve gelecek yıllardan itibaren 1 Mayıs gösterileri 24 Nisan’larda yapılabilir.
*
Ermeni katliamı, kimin ne ölçüde demokrat olduğunu anlamak ve ölçmek için en sağlam ve
şaşmaz mihenk taşıdır. Bu nedenle, Türkiye’deki demokrasi mücadelesi, ancak bu katliamın
damarı üzerinden yürüyebilir.
Tarih tarihle ilgili değildir. İnsanlar Tarih aracılığıyla bugünün mücadelelerini yürütürler ve
geleceğin toplumunu kurarlar. Ermeni katliamını gündeme taşımadan, onun nedenlerini
açıklamadan ve bunları mahkum etmeden, böyle bir tarih okullarda okunur bir tarih olmadan
Türkiye’de demokrasiden söz etmek, bir kandırmacaya katılmaktan veya alet olmaktan başka
bir anlama gelmez.
O demokratik ülkede ve tarihte, örneğin Türkiye’de Sosyalist ve Komünist hareketin tarihi
1920’de TKP’nin Bakü Kongresi’nde başlamayacaktır, Taşnak, Hıncak, Selanik İşçiler Birliği
vs. nin kuruluşu ile başlayacaktır. Mustafa Suphi’lerin yerini Balkanlı sosyalistler, Varteks
Efendi’ler, Tigran Zevan’lar alacaktır. Modernleşme ile gelen Demokratikleşme mücadelesi
Şinası, Namık Kemal, Ziya Paşa vs. ile değil; Velensinli Rigas ile başlayacaktır örneğin. İlk
roman, ilk tiyatro, ilk sinema, Müslümanlık ve Türklük üzerinden değil; Osmanlı’da en
azından Tanzimat’tan beri, tüm yurttaşlar kanun önünde eşit olduğuna göre, İlk Rum veya
Ermeni veya Balkanlı yazarların eserleri ile başlayacaktır.
Böyle bir Tarih olmadan, bir demokrasi hareketi ve demokratik bir ülke düşünülemez ve de
Kürt ve Türklerin birbirini boğazlamasının önüne geçilemez. Türkler ancak birer Türk
olmaktan çıkıp birer Demokrat haline dönüştüklerinde Türkiye denen yerlerde Demokrasi
olabilir.
Bunun ilk koşulu da, Türklerin kendi Türklüklerine karşı mücadelesidir. Hz. Muhammet’in
dediği gibi, kendi nefsine karşı savaş, savaşların en kutsalıdır ve en zorudur. Türklerin kendi
Türklüklerine karşı savaş ta böyle kutsal ve zor bir savaştır. Ve bu savaş, her şeydin önce
Tarih ve Kavramlarda verilir. Türkler Türklüğe karşı bir savaş içinde demokrat olabilirler.
165
Ve bu savaş sadece Tarih’te olmaz. Kavramlarda da yürütülmek zorundadır. Evet
kavramlarda.
O tarih ile birlikte dilin ve kavramların da değişmesi gerekir.
Ermeni Katliamı, Ermeni Katliamı değil, İttihat Terakki’nin Babıali Darbesi ile (hatta Askeri
Bürokratik oligarşinin 1908 ile) başlayan Demokrasinin yok edilmesi savaşının en zirve
noktasıdır, demokrasinin son kalıntılarının ve toplumsal dayanağının katledilmesidir. Yani
sadece bir katliam değil, bir karşı devrimin; halk hareket ve örgütlenmelerinin ezilişinin
zirvesidir. O zaman Tarih: 1908, Babıali Darbesi, Ermeni Katliamı şeklindeki bir karşı
devrimler zinciri olarak görülür. Buna bağlı olarak, bir karşı devrim olarak tanımlanmaya
başlar örneğin.
“Ermeni Diyasporası” “Ermeni Diyasporası” değil; Anadolu’nun Diyasporası’dır, bizlerin,
bugünkü Türkiye’nin diyasporasıdır örneğin. Her sözün, her kavramın yeniden tanımlanması
gerekecektir.
Sosyalistler tekrar eski itibarlarına ve toplumun gündemini belirleme güçlerine ancak böyle
radikal bir demokrasinin teorik ve kavramsal öncüleri olarak; politik öncüleri olarak yeniden
kavuşabilirler. Ama bütün bunları yapabilmeleri için de önce Türklüklerine karşı mücadeleye
girip, demokrat olmaya başlamaları gerekiyor. Sanılanın aksine, Türkiye’nin anarsiştleri de,
komünistleri de, kendi öznel yargıları ve özlemleri öyle olsa bile, nesnel olarak demokrat bile
değillerdir. Hepsi Türk milliyetçisidir.
Onlar öylesine gerici bir milliyetçilik anlayışına sahiplerdir ki, örneğin Ermeni katliamının
tanınmasını veya Kürtlerin ayrı devlet kurmalarının veya bireysel haklarının tanınmasının
veya bir Türk tarafından savunulmasının milliyetçilik olmadığını düşünürler.
Onların anlamadıkları şu basit gerçektir, uzun vadeli Türk ulusunun genel çıkarlarını düşünen
bir Türk milliyetçisi de pek ala Kürtlerin haklarını savunabilir ve bunun için mücadeleye
girebilir. Bunun milliyetçilikle çelişen hiçbir yanı yoktur. Bir ulusun çoklarlarının daha
akıllıca savunusundan başka bir şey değildir bu. Bu henüz demokrat olmak bile değildir.
Demokrat olmak için önce ulusun veya ulusların bir dille, bir dinle, bir soyla tanımlanmasına
karşı mücadele etmek gerekir. Yani Demokrat olmak için Kürtlerin haklarını veya Kürtlerin
ayrı bir devlet kurmasını savunmak yetmez; Türklüğün politik bir anlamı olmaktan çıkmasını;
yani ulusun Türklükle tanımlanmasına karşı bir mücadele içinde olmak ve bunu reddetmek
gerekir.
Böylesi yok. Bu nedenle Türkiye’de demokrasi ve demokrat da yok. Bu nedenle sosyalistler
de Anarşistler de aslında birer milliyetçidirler.”
166
SYK’nın Politik Profili İçin Bir Kampanya Önerisi Hakkında Eke
Açıklamalar (1)
24 nisan7ı Bir mayıs Yapalım şeklinde bir kampanya ve tartışma başlatma önerisi yapmıştım.
Buna şimdiye kadar hiç kimseden bir itiraz gelmediğine göre; sükut ikrardan gelir diyerek
kabul görüyor diyelim.
Ancak bu öneriye ilişkin bazı konuşmalardan önerimin yeterince anlaşılmadığını daha
doğrusu benim iyice açıklayamadığımı fark ettim. Bunda yaygın ve üzereni düşülmemiş
kabullerin de bir etkisi var tabii. Söylediklerim ve önerilerim var olan ve yaygın paradigmeler
içinde değerlendirildiğinden anlaşılmayabiliyor.
Bu nedenle bazı açıklamalar yapmam gerekiyor.
Mesela bir toplantıda işçiler içinde çalışan bir arkadaş; biz orada soykırımdan falan söz
edemeyiz demiş.
Bu yaklaşımın doğruluğu yanlışlığı ayrı bir sorun olmakla birlikte, ben böyle bir öneride
bulunmadım.
Benim önerimi özü, sosyalistleri. Demokratları, entelektüelleri, 1 Mayıs’1 24 Nisan’da yapma
üzerine bir tartışmaya çekmektir. Bunun yapılıp yapılmaması bile değildir. Hatta yeterince
güç yoksa yapılmayabilir. Bu devletin bu konuda nasıl ezici bir tavır takındığı bilinmeyen bir
şey değildir. Savaş elbette düşmanın istediği koşullarda değil; kendi istediğimiz koşullarda
yapmalıyız.
Benim önerimin özü, böyle bir tartışma aracılığıyla konuyu gündeme getirmektir. Tartışmaya
sokmaktır.
Bu hayati bir halkadır.
Bir taşta birçok kuş vurmayı sağlar.
Birincisi,
daha önce belirtmediğim bir yan. Bütün sol ve aydınlar aynı konuyu tartışır olacaktır. Bu
Türkiye’de 60’lardan beri olmayan bir durumdur. Son yıllarda, günlük aktüel politika
konusunda ortak tartışmalar yapılıyor ama binler diyelim ki şimdi milletvekillerinin
dokunulmazlığı; geçen haftalarda açlık grevleri vs. idi. Ama solun kendisi ortak bir strateji ve
program tartışması yapmıyor.
1960’larda ise, sol hem ortak tartışma konularına sahipti hem bu ülke gündemini belirliyordu.
Tam da bu nedenle siyasi ve teorik seviye hızla gelişim kaydediyor; herkes sosyalistlere
saldırsa bile genel bir hegemonya oluşturuyordu sol.
Şimdi ise bizlere saldırılmıyor bile. Bizler polisin saldırısıyla uğraşıyoruz. Esas aydınların,
gazetelerin vs. saldırmasını sağlamak gerekiyor.
167
Böyle bir tartışma gündeme sokulabilirse, bu ortak tartışma örgütlere göre bölünme çizgilerini
kesen başka bölünmelere yol açar. İşet o zaman tekrar sol farkına varmadan ortak sorunlar
karşısında bölünerek; örgüt çizgilerine denk düşmeyen çizgilerle bölünerek birleşmiş olur.
Bundan sonra fiili bir birleşmenin koşulları yaratılmış olur. Gerçek birleşme ve kaynaşmalar
böyle olur, yoksa örgütlerin bir araya gelmeleriyle değil. Onlarla belki bir başlama vuruşu
yapılabilir.
İkincisi,
Sosyalist hareketin tarihini ve bunun ulusçulukla ilişkisini sorgulama olanağı yaratır. Bu da
sosyalistlerin teorik olarak gerçekten Türk milliyitçiliğinin izlerinden kurtulmasını sağlar.
Şunu unutmayalım ki, 24 Nisan’da İstanbul’da alınan aydınların önemli bir bölümü sosyalist
idi. Bunlar Ermeniler değil; sosyalistlerin kurbanları olarak da görülmelidir. Mustafa
Suphilerin ölümü her yıl anılıyor. Onlar Türk’tü hatta bir kısmı Türk milliyetçisiydi.
Komünist hareketin tarihini Suphilerle, Bakü ile başlatan sosyalist tarihçilik, Türklüğü ve
Türk milliyetçiliğini yeniden üretir. Katledilen Ermenileri, sadece ermeni olarak değil aynı
zamanda sosyalist olarak anmaya başladığımızda; tarihimizi oradan başlatmaya
başladığımızda yavaş yavaş Türk olmaktan çıkıp birer demokrat olmaya başlayabiliriz. O
zaman milletin ve milliyetçiliğin ne olduğunu anlamaya ve anlatmaya başlayabiliriz.
Böylece 1 mayıs, bu topraklardaki gerçek anti ulusçu özelliğine kavuşmaya başlar.
Üçüncüsü,
Benim önerimde hedef, Ermeni soykırımının tanınması; Ermeni katliamına soykırım denmesi
gibi liberallerin öne çıkardığı ve aslında aynı zamanda son derece gerici; liberallerin ve gerici
milliyetçiliğin amacına hizmet eden tartışmalar değildir. Aksine önerimin bir hedefi
tartışmaları bu çıkmazdan kurtarmak ve bu tartışmaların da gerici; düzeni yeniden oluşturucu
özelliğini teşhir etmek ve bunun için fırsat yaratmaktır.
Yani Türklerin özür dilemesi gerici bir taleptir, çünkü Türklüğü yeniden üretir. Ulusların
dışında başka bir varoluş ve paradigma olabileceğini kabullenmez.
Soykırım tanınsın veya densin gerici bir taleptir. Çünkü sosyolojik bir sorunu hukuki bir
tanım çerçevesinde tartışmaya hapseder. Soykırım Hukuki bir kavramdır. Hukuki kavramlar
ise var olan düzenin savunusunun ve yeniden üretilmesinin araçlarıdır.
Bu gibi itirazlar uzatılabilir. Ama bizzat bu itirazlar, konuyu, var olan gerici ulusçuluğu
sorgulamayan liberal ufku da sorgulayıp; bizzat ulusların ve gerici ulusçuluğun eleştirisini;
onunla bir hesaplaşmayı ve onların oluşturduğu ideolojik hegemonyayı kırmayı amaçlar.
Şunu unutmayalım. Ermeni katliamı ile bu toplum hesaplaşmadan; bunu bir karşı devrim;
bütün çıkmazı; geriliğin ve gericiliğin en temel nedeni olarak görmeden, demokrasi yolunda
bir adım bile atılamaz; bırakalım sosyalizmi bir parçacık demokratik bile olunamaz. Bu da
katliamların önüne geçilemez demektir.
168
İnsanların canını kurtarmak; katliamları engelleyebilmek için bile bu konuyu ne yapıp yapıp
toplumun gündemine getirmeliyiz. Önerim bu yolda sadece küçük bir başlangıçtır.
Bunun nasıl planlanacağı; nasıl adımlar atılabileceği; bunun her aşamasının özgül örgüt ve
mücadele biçimleri vs. gibi konuları ilerde ele alırız ama önce bir ses verelim lütfen.
Karşı ve başka öneriler var mı? Neler? Belki daha akıllıca öneriler vardır bu amaçlara hizmet
eden?
Demir Küçükaydın
30.11.2012
169