T.C. BAHÇEŞEHİR ÜNİVERSİTESİ
STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ
TÜRKİYE’NİN ULUSAL GÜVENLİĞİNE YÖNELİK ETNİK AYRILIKÇI TERÖR TEHDİDİNİN ANALİZİ
VE IRAK’IN KUZEYİNDE BİR KÜRT DEVLETİ KURULMASINA İLİŞKİN
DEĞERLENDİRME
ARAŞTIRMA RAPORU
İSTANBUL - 2008
İÇİNDEKİLER TEORİK ALTYAPI........................................................................................... 1 GİRİŞ .............................................................................................................. 3 1 . TÜRKİYE’YE YÖNELİK ETNİK AYRILIKÇI TERÖR TEHDİDİNİN ANALİZİ ............................................................................. 6
• Düşük Yoğunluklu Çatışma ve Gerilla Savaşı ............................... 12 • Mevcut Durum................................................................................ 17
2. IRAK’IN KUZEYİNDE BİR KÜRT DEVLETİ KURULMASINA İLİŞKİN DEĞERLENDİRME ................................................................... 19
• Irak’ın Kuzeyinde Kurulacak Bir Kürt Devleti ABD İçin Ne Anlama Gelebilir? ............................................................................. 19
• ABD Irak’ın Kuzeyinde Kurulacak Bir Kürt Devletini Neden İsteyebilir?.................................................................................. 21
• Irak’ın Kuzeyinde Kurulacak Bir Kürt Devletine İlişkin ABD’nin Çekinceleri ve Stratejik Kayıpları Neler Olabilir?.................... 23
• Iraklı Kürt Grupların Olası Tutumları .............................................. 25 • İran’ın Olası Kürt Devletine İlişkin Tutumu..................................... 26 • Bağımsız Bir Şii Devletinin İran Açısından Avantajları................... 29 • Bağımsız Bir Şii Devletinin İran Açısından Dezavantajları............. 30 • Olası Kürt Devleti Hususunda Türkiye’nin Alternatif İşlevselliği..... 32 • Sonuç............................................................................................. 34 • Türkiye’nin Konumuna İlişkin Değerlendirme Notu ........................ 35 • KAYNAKÇA ................................................................................... 38
1
TEORİK ALTYAPI
Güvenlik kavramı insanlığın var oluşundan bu yana en önemli ihtiyaçlardan birini
ifade etmektedir. Güvenlik, bireysel anlamda bakıldığında bireyin varlığına ve sahip
olduklarına ilişkin “endişe bütününü” anlatmaktadır. İşlevsel olarak “güvenlik”, amaca ilişkin
bir ifadedir ve varlığın korunması–sürdürülmesi iradesini tanımlamaktadır (Dedeoğlu, 2008:
21). Dedeoğlu’na göre Uluslararası İlişkilerde “güvenlik” kavramı aşağıdaki düzlemlerde ele
alınabilir (2008):
a) Uluslararası sistemin bütünü ya da bütüne yakınının güvenliği,
b) Coğrafi ya da işlevsel alt sistemlerin, bölgelerin güvenliği,
c) Devletin güvenliği,
d) Toplumun güvenliği,
e) Toplumsal alt grupların güvenliği
f) Bireylerin güvenliği
Klasik realist Uluslararası İlişkiler teorilerine göre, savaşa neden olan temel
etmenler; devletin temel karakteristiği olan güç politikaları ve devletin yöneticisi konumunda
bulunan birey bazındaki aktörlere egemen olan güvenlik/güvensizlik algılamalarıdır. Güvenlik
endişelerinin genel olarak insan doğasının çıkarcı, saldırgan ve güce yönelik yapısından
kaynaklandığını değerlendiren realist paradigma; merkezi otoritenin olmadığı uluslararası
sistemde revizyonist ve yayılmacı siyasete sıklıkla rastlanabileceğini ve bunun temel güvenlik
problemi olduğunu öngörmektedir (Arı, 2008: 160–161).
Bu çalışma, güvenlik yaklaşımları açısından, analiz birimi olarak “devleti”
kullanacaktır. Bu yönüyle Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ulusal güvenliğine yönelik
tehditlerden biri incelenecektir. Bununla birlikte çeşitli noktalarda birey bazındaki aktörler ve
bölgesel değerlendirmelere de yer verilmiştir. Çalışmanın teorik perspektifi klasik realizm
olarak belirlenmiştir. Bu perspektifin seçilmesindeki en büyük etmen; Türkiye’nin karşı
karşıya kaldığı “terörizm” tehdidi karşısında diğer aktörlerin davranışlarının, klasik realist
uluslararası ilişkiler algılamasına uygun olduğunun düşünülmesidir. Zira Türkiye’ye yönelik
terör tehdidi, komşuları tarafından İdealist ya da Neo–liberal teorilerin öngördüğü şekilde;
barışçı eğilimler ve uluslararası işbirliği ile karşılanmamış; tersine İran, Suriye, Yunanistan
2
başta olmak üzere birçok devlet, kendi ulusal çıkarları ve güç politikaları gereği terörü
Türkiye aleyhine kullanmayı tercih etmiştir.
Bununla birlikte klasik realist teorinin, globalist ve transnasyonel yaklaşımların
aksine, uluslararası ilişkilerde devlet dışındaki aktörleri dışladığı bilinmektedir. Ancak PKK
ve diğer terör örgütleri birer devlet dışı aktör olarak sistemde yer alabilmektedirler.
Uluslararası İlişkiler teorileri genellikle, devlet dışı aktörler denilince sivil toplum
kuruluşlarını (NGO); finansal, ticari, vb. uluslararası ve ulus ötesi kurumları düşünmektedir.
Kanımızca terör örgütlerini sistem içinde sınıflandıracak, açıklayacak teori ve yaklaşımlara
günümüzde ve önümüzdeki dönemde duyulan gereksinim büyüktür.
3
GİRİŞ
Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan itibaren varlığına ve ulusal güvenliğine yönelik
çeşitli tehditlerle karşılaşmıştır. Bu tehditler, kimi zaman klasik şekilde topraklarının bir
kısmına, toprak bütünlüğüne, karasuları ve hava sahası gibi konularda egemenlik haklarına
yönelik iken; kimi zaman da bu genç devletin devrim ile oluşan rejimini, anayasal niteliklerini
ve kuruluş felsefesini hedef almıştır. Türk Devleti’nin ülke topraklarını (territory) hedef alan
tehditler temel olarak, Ermenistan, Suriye ve Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’nin
toprak talepleri ile Yunanistan’ın Karasuları - Hava Sahası iddiaları ve Megali İdea (Büyük
Ülkü) politikalarıdır.
Bu noktada Megali İdea ve Yunanistan tehdidine ayrı bir parantez açılmasının uygun
olacağı düşünülmektedir. Zira Megali İdea, Ermenistan’ın tutumu, Sovyet Talepleri ve
Suriye’nin Hatay politikasının aksine, kapsamındaki bazı unsurlar açısından başarıya ulaşmış
görünmektedir. Megali İdea1 en temel anlatımı ile Yunanistan’ın tarihsel irredentist2 politikası
olarak değerlendirilebilir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ulusal egemenliğinde bulunan
Trabzon, İzmir gibi şehirleri de içeren bu irredentist politika, nihai amaç olarak
“Konstantinopolis’in” (İstanbul) Yunan egemenliğine girmesi ile beş denize açılan, iki kıtaya
uzanan3 ve Ege’nin “Yunan Gölü” haline getirildiği bir siyasal coğrafya yaratmayı
hedeflemektedir (Sakınmaz, 2007: 39–46). Megali İdea’nın bu haliyle, irredentizmin yanı
sıra; aşırı şovenizm, revizyonizm ve dini fanatizmin bir sentezi olduğunu söylemek yanlış
olmayacaktır (Institut de Politique Etrangere, 1983).
Kanımızca Megali İdea’nın sadece “ülkü” olarak kaldığını söylemek güçtür. Nitekim
bir yandan Osmanlı İmparatorluğu’na diğer yandan da Bulgar ve Sırp çetelerine karşı,
Yunanlı zenginlerden alınan paralar ile 1894 yılında kurulan Etniki Eterya’nın, Megali
İdea’nın tüm politik seyrini değiştirdiği değerlendirilmektedir. Kuruluşunun daha ilk yılında
Girit Ayaklanması’nı (1895) çıkaran örgüt, Yunanistan’a, Rum azınlıklar üzerinden doğuda
1Megali İdea Yunanistan kurulduktan sonra ortaya çıkan radikal bir fikir akımı değildir. Başka bir anlatımla Yunanistan Megali İdea’yı yaratmamış, Megali İdea Yunanistan’ı yaratmıştır. Buna dayanak olarak, ilk Megali İdea haritasının Yunanlılar açısından önemli bir ulusal figür olan şair Rigas Ferreros tarafından hazırlanması ve 1796’da Viyana’da basılması gösterilebilir. Oysa Yunanistan 1821’de kurulmuştur. Ferreros’un haritası Kıbrıs’ı da kapsamaktadır. 2İrredentizm 19. yüzyılda İtalya’da çıkan akım ve irredentist bu akıma bağlı partinin üyeleri için kullanılır. Bu siyasi düşünce, İtalya dışında kalmış ancak İtalyanca konuşan, İtalyan soyundan gelen topluluk ve coğrafyaları İtalya’ya katmayı hedeflemekteydi. Bugün uluslararası ilişkiler terminolojisinde irredentizm, ulusal sınırlar dışında kalan soydaş unsurları kullanarak icra edilen yayılmacılığı tanımlamaktadır. 3Burada “beş deniz” ifadesi ile Adriyatik, Akdeniz, Ege, Marmara ve Karadeniz; iki kıta ile Avrupa ve Asya kastedilmektedir.
4
yeni müdahale alanları açmıştır. Yunanistan’ın bu gibi açılımlar ve savaş “enstrümanı” ile
kuruluşundan itibaren sürekli büyüyerek yayılmacı bir karakter sergilediği söylenebilir.
Sadece Birinci Balkan Savaşı’nın sonunda Yunanistan, nüfusunu 2.800.000’den 4.800.000’e,
topraklarını da yaklaşık iki katına çıkarmıştır. Aynı yaklaşımı Birinci Dünya Savaşı’nın
ardından Paris Barış Konferansı’nda da sürdüren Yunanistan’ı engelleyebilen Atatürk ve
Kurtuluş Savaşı olmuştur (Sakınmaz, 2007: 39–46). Bu çalışma dahilinde ele alınan
Vekaleten Savaş olgusu, Yunanistan’ın PKK terör örgütüne verdiği destek ile birlikte
düşünüldüğünde; Türkiye’de yaşanan etnik ayrılıkçı terörün Megali İdea’ya dolaylı yoldan
nasıl bir hizmet verdiği anlaşılacaktır.
İkinci grupta ele aldığımız; cumhuriyetin anayasal niteliklerine ve rejime yönelik
tehditlerden en önemli görüneni “İrtica” olarak karşımıza çıkmaktadır. Türkiye
Cumhuriyeti’nin laik yapısı birçok radikal dinci unsuru ve rejimi rahatsız etmekte; bu yapının
ortadan kaldırılmasına yönelik tehditler kimi zaman “yumuşak güç” unsurlarının
kullanılmasını da beraberinde getirebilmektedir.
Bu çalışma, anılan iki grubun dışında üçüncü bir kategorinin varlığını
değerlendirmekte ve Türkiye Cumhuriyeti’nin en büyük ulusal güvenlik sorunu olarak bu
kategoride yer alan tehdit unsurlarını algılamaktadır. Üçüncü kategori kavramsal olarak “etnik
ayrılıkçılığı” işlevsel olarak da “terörü” içermektedir. Bu kapsamıyla birinci ve ikinci grup
ulusal güvenlik tehditlerinin her ikisi ile benzeşen yönleri mevcuttur. Etnik Ayrılıkçı Terör;
meydana getirebileceği politik sonuçlar ile hem toprak bütünlüğüne yönelik (territorial) bir
tehdidi ifade etmekte; hem de cumhuriyetin temel niteliklerinden olan üniter yapıyı ve ulus–
devlet anlayışını hedef almaktadır. Bu yönüyle kapsamının geniş olduğunu söylemek
mümkündür. Kanımızca anılan güvenlik sorunları içinde Türkiye Cumhuriyeti’nin bekasına
yönelik en ciddi meydan okuma olan Etnik Ayrılıkçı Terörü, Irak’ın kuzeyindeki bağımsızlık
talepleri ile birlikte değerlendirmek isabetli olacaktır. Zira bu çalışma, Etnik Ayrılıkçı Terör
tehdidini, ya da daha açık bir dil ile PKK terörünü, tek başına en büyük ulusal güvenlik
sorunu olarak ele almamaktadır. Bunun nedeni PKK’nın Türkiye’yi bölecek bir politik model
ortaya koyamaması, koysa bile bu modeli uygulayabilecek imkan ve kabiliyetinin
bulunmadığının düşünülmesidir. Bununla birlikte Irak’ın kuzeyindeki oluşum bağımsız bir
devlet haline gelerek, Türkiye’ye yönelik irredentist bir yaklaşım sergileyebilir. Bu durumda
Türkiye’deki etnik ayrılıkçı terör, kendine politik bir model bulacak ve “daha somut” siyasi
hedeflere sahip olabilecektir.
5
Teknik boyutta Etnik Ayrılıkçı Terör; Düşük Yoğunluklu Çatışma ve Gerilla Savaşı
ile Vekaleten Savaş çerçevesinde ele alınmıştır. Dolayısıyla bu hususlarda kavramsal
bilgilendirme yapılacaktır.
Çalışma, ABD işgalinin ardından Irak’ın kuzeyinde yaşanan ve yaşanabilecek
gelişmeler için ayrı bir bölüm içermekte ve konuyu derinlemesine ele almaya gayret
etmektedir.
Bu raporun hemen her bölümünde “Kuzey Irak” ifadesinden önemle kaçınılmıştır.
Zira bu kavram uluslararası hukuk açısından; “Kuzey Kıbrıs”, “Kuzey Kore” gibi politik
bağımsızlık anlamına karşılık gelebilir. Irak’ın kuzeyindeki oluşumun resmi adı “Kuzey Irak
Bölgesel Yönetimi” olsa da, bu ifadenin bağımsız bir siyasi varlığın altyapısı olduğu
değerlendirilmektedir. Ayrıca Irak’ın anayasal olarak federal bir yapıda bulunması; “Kuzey
Irak” kullanımını (Northern Iraq) zorunlu kılmamaktadır. Örneğin literatürde, federal bir
devlet olan Almanya’nın kuzey bölgesi için “Kuzey Almanya” ifadesine rastlamak mümkün
değildir.
Bu çalışma etnik ayrılıkçı terör kapsamında PKK Terör Örgütü’nü ve Irak’ın
kuzeyindeki gelişmeleri iki ayrı bölüm halinde ele alacaktır. Bu doğrultuda etnik ayrılıkçı
terörün yapısı ve yöntemlerini inceleyecek; ardından Irak’ın kuzeyine dair çeşitli senaryolar
ortaya koymaya çalışacaktır.
6
BÖLÜM -1-
TÜRKİYE’YE YÖNELİK ETNİK AYRILIKÇI TERÖR TEHDİDİNİN
ANALİZİ
PKK (Kürdistan İşçi Partisi) tarafından 15 Ağustos 1984’te Şemdinli ve Eruh’taki
karakollar ile kamu binalarına terörist saldırılar düzenlenmiştir. Bu saldırılar ile birlikte
Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal güvenlik algılamasını önemli ölçüde değiştirecek yeni bir
sürecin başladığı değerlendirilmektedir. Bu süreci farklı kılan temel özellikler; tehdidin
cumhuriyet tarihi boyunca Türkiye’nin toprak bütünlüğüne yönelik en ciddi meydan okuma
niteliğini taşıması ve o döneme kadar Türk güvenlik birimlerinin karşılaşmadığı türde bir
terör tarzını temsil etmesidir (Özdağ, 2007: 11). Örgütün bu yeni terör tarzı ile Türkiye’nin
toprak bütünlüğüne meydan okuması, ASALA’nın sahneden çekilme durumunda kaldığı bir
döneme denk düşmekte ve bu yönüyle, ASALA’nın düşüşü ile PKK’nın yükselişi, “bileşik
kapları” andıran şekilde Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik terör tehdidinde devamlılık
sağlandığı düşüncesini akla getirmektedir (Çitlioğlu, 2008: 252).
Terör Örgütü PKK, mücadele sürecini Çinli lider Mao Ze Dung’un “Uzun Süreli
Halk Savaşı” konseptine yerleştirmiştir. Kavramsal olarak bu konseptin; “stratejik savunma”,
“stratejik denge” ve “stratejik saldırı” olmak üzere üç evresi bulunmaktadır. Bu kapsamda
PKK, mücadelesini üç aşamalı olarak planlamıştır. Bunlardan ilki Şemdinli ve Eruh
baskınlarını da kapsayan ve örgütün gücünü halka ispatlamak amacını taşıyan “silahlı
propaganda” aşamasıdır (Özdağ, 2008). Silahlı propaganda aşamasının 1984 yılında anılan iki
baskın ile sona erdiği ve örgütün öznel ifadesiyle “gerilla faaliyetine” geçtiği bilinmektedir.
Bu iki aşama “stratejik savunma” evresini oluşturmaktadır. Terör örgütünün planları dahilinde
“gerilla faaliyeti” aşamasını, “stratejik denge” aşamasının izlemesi bulunmaktaydı. “Stratejik
denge” kısmında, daha geniş birliklerle paramiliter özellikleri kısmen terk ederek icra edilen
“hareketli savaş” yer almaktadır. Son olarak “stratejik saldırı aşamasına” geçilmesi ve burada
düzensiz birliklerin konvansiyonel bir yapıya dönüştürülmesiyle taarruz edilmesi
planlanmıştır. “Stratejik saldırı” aşamasının başarıya ulaşacağına inanan terörist Abdullah
Öcalan’ın bu hususta, Vietnamlı General Vo Nguyen Giap’ın görüşlerinden etkilendiği
bilinmektedir (Özdağ, 2008).
Soruna bu kavramsal alt yapı ve terörizm konsepti ile bakıldığında, Türkiye
Cumhuriyeti’nin aslında olmayan bir Kürt sorununu dert ettiği görülecektir (Ersever, 2007).
7
Zira yöntemsel olarak bu çapta terörist mücadelenin sürdürülmesinin; istihbarat servislerinin
profesyonel yardımı, gerekli paramiliter eğitimler, yoğun silah ve mühimmat desteği, gelişmiş
lojistik alt yapı gibi unsurlar sağlanmadan mümkün olamayacağı ortadadır. Bu nedenden
ötürü, sorunun ayrılıkçı terör temelini gözden kaçırarak, sosyo–politik tanımlar ortaya
konulmasının gerçeği yansıtmadığı düşünülmektedir. Bu çalışmada ortaya konulan yaklaşım,
terör sorununun sosyo–politik bir yönü olduğunu dışlamamaktadır. Nitekim PKK terörünün
“etnik” ve “ayrılıkçı” olması, esasen toplumsal nitelikler taşıdığını göstermektedir. Bununla
birlikte, bu çalışmanın itiraz ettiği temel husus, sorunun sınıflandırılmasında “Kürt Sorunu”
ifadesinin konuyu adeta basit bir “sosyal patlamaya” ya da “kolektif hak arama mücadelesine”
indirgiyor görünmesidir. Akılcı bir yaklaşım ile kabul edilecektir ki; Vekaleten Savaş niteliği
göstermeyen bir sosyal sorunun, NATO’nun ikinci büyük ordusunu yirmi dört yıl boyunca
meşgul etmesi olası değildir. Bu bağlamda yakalanmadan önce PKK terör örgütü üyesi olan
Şemdin Sakık, sistematik şiddetin çok yoğun ve organize bir halinin terör örgütünün düşünce
sistemine işlediğini ve temel sorun çözme yöntemi olarak benimsendiğini ifade etmektedir
(Günay, 2007: 87).
Türkiye’yi tehdit eden bölücü–ayrılıkçı tehdidin anlaşılabilmesi için; etnikliğin, etnik
kimliğin, etnik ayrılıkçılığın ve etnik ayrılıkçı terörün doğasını kavramak büyük önem
taşımaktadır. Etnik ayrılıkçılığın temelde mikro–milliyetçi talepler ile ortaya çıktığı
bilinmektedir. Kimi zaman “etnik” ya da “mikro–milliyetçi” sözcükleri anlamsal olarak
“sevimsiz” bulunduğundan bu talepler; “federal istekler”, “çok kültürlülük”, “demokratik
açılım” gibi konseptler içerisinde dile getirilmektedir. Bu talepler karşısında kimi
entelektüeller, anılan isteklerin karşılanmasının ayrılıkçı süreci frenleyeceğini ve bölücü tavrı
yumuşatacağını düşünmektedir. Oysa İspanya’daki Bask ya da Kanada’daki Quebec örnekleri
kimi zaman “taleplerin karşılanmasının, bastırılması ile aynı sonuçları doğurabildiğini” ortaya
koymaktadır (Kalaycı, 2006). Bu iki örnekte her türlü dilsel ve kültürel hakkın sağlanmasına
hatta otonomiye (Bask örneği) rağmen ayrılıkçılığın önlenemediği gözlemlenmektedir. Zira
ayrılıkçılık; temelde adaletsizlikten ya da demokrasi ile ilgili konulardan değil ulusal kimlik
ve aidiyet algısından kaynaklanmaktadır (Kalaycı, 2006). İspanya’da Bask Toplumu’nun
tarihsel geçmişi, farklı dili, etnik kökeni, yaşadığı coğrafyanın Madrid’in etkisinden uzak ve
dağlık olmasından ötürü İspanyol kimliğine entegre olamadığı bir gerçektir. Günümüzde Bask
Toplumu, İspanya’daki dört Bask bölgesinden üçünde, bir kısmını Madrid’e göndermek
şartıyla vergi toplamak, otonom parlamento gibi kazanımlarına rağmen ayrılıkçı eğilimler
gösterebilmektedir. Ayrıca Bask Bölgesinin belirli şehirleri, ekonomik açıdan İspanya’nın
8
diğer bölgelerinden geri kalmamakta, hatta göç almaktadır. Bununla birlikte terör örgütü
ETA’nın faaliyetlerini sürdürdüğü bilinmektedir (İnat [ed.] ve diğerleri, 2007).
Yukarıda sözü edilen durum açısından ayrılıkçı terörün “etnik doğasının” çatışma
potansiyeli bakımından temel belirleyenlerden biri olduğu düşünülmektedir. Zira etnik
sorunlar var oldukça, bu zeminde terör eylemlerinin sıklıkla gerçekleşebildiği
gözlemlenmektedir (Tişkov ve Filippova, 2000: 38–40). Bu nedenle etnikliğin özel olarak
incelenmesinde yarar görülmektedir. Bu kavramsal inceleme için; politik psikoloji teorik ve
analitik alt yapı olarak kullanılacaktır.
“Etnik” sözcüğünün kökeni Yunancadır ve ethnos’ tan gelmektedir. Ethnos’ un
kelime anlamı ise topluluk, insanlar ya da kabiledir. Etnik grup veya “modern anlamda
ethnos” nedir, sorusuna yanıt arayan Antropolog De Vos, kendi disiplinine uygun bir tanım
kullanarak; aynı geleneklere sahip ve bu gelenekleri başka topluluklar ile paylaşmayan
insanları bir “etnik grup” olarak kabul etmektedir. Bu gelenekler manzumesi çok geniş bir
yelpazeye yayılmış olup; dini inanışları, dili, ortak bir ataya sahip olmayı, köklere ait coğrafi
bir yeri; hatta mitolojik anlamda bir başlangıcı dahi içerebilmektedir (De Vos, Ethnic
Plularism: Conflict and Accomodation:9’dan aktaran: Volkan, 1999).
A. Tayyar Önder, etniklik kavramının tanım bakımından esnekliğine dikkat
çekmekte ve etnik grupları; benimsedikleri dil, din ve kültür bakımından diğer gruplardan
belirgin bir biçimde ayrılan gruplar olarak nitelendirmektedir. Ayrıca etnik grubun oluşumu
açısından dil, din ve kültürel farklılıkların aynı anda bulunmayışını da bir eksiklik olarak
kabul etmeyen Önder, savını desteklemek amacıyla ortak dile ve ırksal kökene rağmen etnik
kutuplaşmanın ve etnik terörün mezhep temelinde yaşandığı Kuzey İrlanda’yı örnek
göstermektedir (2006: 1–2). Önder’in etniklik tanımında önemli olan hususun belirginlik
olduğu düşünülmektedir. Bu yaklaşıma göre, bir grubun farklılığının açıkça bulunması ve
tespit edilebilmesinin esas alındığı değerlendirilmektedir.
Genel olarak sosyo–kültürel ve dilsel temelde tanımlanan etniklik–etnik grup
olgularının, literatürde çoğunlukla sübjektif ölçütler çerçevesinde ele alındığını söylemek
mümkündür. Irkçılık akımlarının dünya siyasi tarihinde, özellikle İkinci Dünya Savaşı
esnasında ve hemen öncesinde yarattığı yıkımın ve saldırgan ırkçılığın günümüzde devam
eden etkilerinin araştırmacıların tanımlarını netleştirmelerini zorlaştırdığı bir gerçektir.
Bununla birlikte ırksal faktörleri ön planda tutan objektif tanımlar da yok değildir. Objektif ve
sübjektif etniklik tanımlamalarının geçerliliklerinin göreli olduğu ve bahsedilen görelilik
faktörünün yüksek bir coğrafi değişkenlikten kaynaklandığı söylenebilir. Yani bir bölgede
9
aynı dili konuşan ancak farklı ırklara mensup iki ya da daha çok etnik grup bulunabilirken,
kimi zaman da ırksal köken bakımından aynı ancak farklı ögeler ile ayrılan gruplar mevcuttur.
Volkan, bu duruma Eski Yugoslavya’yı örnek göstermektedir. Burada yakın geçmişte
yaşanmış olan etnik çatışmanın tarafları; Ortodoks Sırplar, Katolik Hırvatlar ve Müslüman
Boşnaklardır. Dikkat çekicidir ki; yakın geçmişte çok kanlı çatışmaların tarafları olmuş bu üç
grup da Güney Slav Gen Havuzuna mensuptur (Volkan, 1999: 32).
Çevik’in etniklik kavramına daha çok tarihsel bakış açısı ile yaklaştığı
gözlemlenmektedir. Çevik, etnikliğin biyolojik ya da morfolojik olarak belirlenemeyeceğini
öne sürmekte ve bu kavramın doğrudan toplumun tarihsel gelişimi ve sembolleri ile ilgili
olduğu değerlendirmesini yapmaktadır. Bu görüşe göre, etnik kimliğin şekillenmesi tarihsel
süreçte toplumun başından geçen olaylar ve bu olaylara ilişkin algılar ile ilgilidir. Kökleri
ilkel dönemlere kadar dayanan bu sürecin temelinde, “biz” ve “onlar” ayrımının bulunduğu
önemle vurgulanmaktadır (Çevik ve Ceyhun,1995: 14).
Değerlendirmek gerekirse, etniklik kavramının bir toplumda diğer(ler)ine kıyasla
geniş ve derin farklılıklar bütünü olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Burada kullanılan
geniş ifadesi, toplumun çok büyük bir çoğunluğuna homojen olarak yayılmış ve büyük
çoğunluğunca benimsenmiş anlamına gelmektedir. Derin ifadesi ise uzun bir geçmişi olan ve
kökleşmiş anlamında kullanılmıştır. Kökleşmiş ve yaygın farklılıkları olan etnik grubun,
kendi kimliğini içinde bulunduğu daha büyük grubun ya da komşu olduğu diğer etnik
grubun/grupların kimliklerinden net bir biçimde ayırması ve farklı olduğunu bütünsel olarak
bilmesi de çok önemli bir ölçüt olarak nitelendirilebilir.
Etniklik nasıl olup da kendi içinde çok şiddetli bir çatışma potansiyeli
barındırabilmiştir? En nihayetinde etnik farklılıklar; grubun kendisini “biz” ve başka grupları
“onlar/ötekiler” şeklinde tanımlamasına neden olmakta ise ötekilere duyulan kin ve
düşmanlığın sebepleri neler olabilir? Bu durum, Önder’in ifade ettiği etniklik anlayışı
çerçevesinde kültürel değerlerden mi; yoksa Çevik’in yaklaşımına daha uygun düşecek
şekilde tarihsel arka planın yarattığı toplumsal bir ruh halinden mi kaynaklanmaktadır? Bu
sorulara isabetli yanıtlar verilebilmesi, etnik ayrılıkçı terörün dinamiklerinin analiz
edilebilmesi bakımından önem taşımaktadır. Çünkü sadece farklı olmanın, topyekun ve
sistematik bir şiddete neden olabileceğine inanmak güçtür. Söz konusu farklılıkların, tarih
boyunca yaratılan “öteki” algısı ile birlikte değerlendirilmesi daha aydınlatıcı olabilir. Zira,
“öteki”ne ilişkin algılar tarihsel süreç içinde oluşmaktadır. Dolayısıyla sorunun salt farklı
olmaktan değil, farklı olana atfedilen toplumsal algıdan da kaynaklanabileceği göz önünde
10
bulundurulmalıdır. Farklı olanın hangi nitelemeler, sıfatlar ve tarihsel algılar ile etiketlendiği,
grubun “ötekine” ne şekilde bakabileceğini belirleyen en önemli faktörlerden biridir. Ötekine
atfedilen olumsuz tarihsel önyargıların çok büyük trajedilere neden olabildiği ise doğruluğu
sınanmış bir gerçektir. Dolayısıyla sorunun karmaşık bir yapısı olduğu düşünülmektedir.
Çitlioğlu da benzer bir yaklaşımla, etnik teröristleri “kana susamış vahşi canavarlardan” ibaret
görmenin; açıklama kapasitesi bakımından yetersiz olacağına dikkat çekmektedir (2008).
Klasik tanımlamaların terörün gelişmiş ve karmaşık yapısını açıklamak hususunda yeterli
olmadığı görülmektedir. Başka bir anlatımla terörist eylem; istihbari ve lojistik hazırlık,
stratejik planlama, taktik alan gibi yaratıcı bir aklın yıkıcılığına muhtaç iken, teröristleri
şizoid–şizopital, vahşi, kana susamış kişiler gibi görmek sorunun tanımlanmasına yardımcı
olmamaktadır. Çitlioğlu’na göre terörün temel amacı, hedef toplumu bütünsel bir kabule
yönlendirmek, itaat edici ruh haline sokabilmek ve ardından da terör grubunun siyasi
amaçlarını dayatabilmektir. Bu alt yapıya sahip terör olgusu, kavramsal açıdan yarı–askeri bir
faaliyet olarak tanımlanabilir (Çitlioğlu, 2007).
Volkan, etnik terörizm de dahil olmak üzere etnik şiddetin, çatışmanın tarafı
olmayanlarca dehşetle izlenen, şaşkınlıkla “bu nasıl olabildi” şeklinde tepki verilebilen bir
olgu olduğunu belirtirken; çatışmanın dışında kalanların bu tavırlarının nedeni olarak
rasyonaliteye ilişkin ön kabulleri gerekçe göstermektedir (1999). Bu ön kabuller genel olarak
insan hareketlerinin rasyonel gerekçelere dayandığını öngörmektedir. Etnik Çatışmanın tarafı
olmayan ve dışarıdan izleyenlere göre insanları hayvanlardan ayıran en temel özellik rasyonel
karar alma süreçleri ve aldıkları kararların akla uygunluğudur. Esasen bu bir tespit kadar bir
temenninin de ifadesi gibi görünmektedir. Bahsi geçen sistematik şiddeti yaşamayan birey ve
toplumlar için irrasyonelliğin toplumsal ve politik kurumlarca gösterilebileceği, çoğu zaman
bir zihinsel egzersizin dahi konusu olamayacak kadar uzak bir ihtimaldir (Volkan, 1999: 30 –
31).
Volkan’a göre Etnik Terörizm, terörist liderlerin kendi büyük grup kimliklerine aşırı
derecede bağlanarak onu yaygın bir şekilde genişletme çabasıdır (1999). Etnik teröristler,
gelişmiş politik durumlar altında grup için özerklik ya da devlet olma gibi durumları
amaçlayarak kendi hareketlerini, baskın bir etnik grup ya da başka büyük bir grubu işgalci,
engelleyici, kolonileştirici ya da dış güç olarak nitelendirerek yasallaştırma yoluna giderler
(Volkan, 1999: 183). Etnik terörizmin temel nedenleri arasında toplumsal hayal kırıklıklarının
çok büyük yer tuttuğu söylenebilir (Çevik ve Ceyhun, 1995: 11). Volkan’ın tespitlerine
paralellik gösterecek şekilde Şemdin Sakık, kendisinin terör örgütüne katılımında, çocukluk
11
ve gençlik döneminde büyüklerinden duyduğu Kürt İsyanları’nın başarısızlığına ilişkin
hikayelerin etkili olduğunu belirtmekte, terör örgütü içinde; büyük grup kimliği ile “kurtarıcı”
rolü çerçevesinde yoğun bir özdeşim yapıldığını ifade etmektedir (Günay, 2007).
Kategorik olarak etnik ayrılıkçı terör hareketi olan PKK; teknik anlamda Düşük
Yoğunluklu Çatışma kapsamında ele alınabilecek asimetrik bir tehdittir. Bu noktadan itibaren
Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı Düşük Yoğunluklu Çatışma ve asimetrik tehdidin teknik
boyutu kavramsal olarak açıklanmaya çalışılacaktır. Askeri açıdan çatışmanın doğasını
kavrayabilmenin; çatışmanın sınıflandırılabilmesi, incelenmesi, yaşanan sürecin analiz
edilebilmesi ve yakın gelecekteki muhtemel gelişmelerin önceden tahmin edilebilmesi
açısından büyük önem taşıdığı değerlendirilmektedir (Özdağ, 2007: 22).
Düşük Yoğunluklu Çatışma, Gayri Nizami Harp ve Gerilla Savaşına ilişkin
kavramlar ele alınmadan önce, yanlış anlaşılmalara neden olmamak için vurgulanması
gereken birtakım hususların bulunduğu değerlendirilmektedir. Türkiye’de ve dünyada, basit
kavramsal hata olarak nitelendirilmesi güç ve çoğunlukla teröre meşruiyet kazandırma çabası
şeklinde de yorumlanabilecek yanlış ve hatta kasıtlı çeşitli beyanlara tanık olmak
mümkündür.
Bu vahim yanlışlar ve kasıtlı kullanımlar bütününün Türkiye’deki temel yansıması;
bölücü terör örgütü PKK başta olmak üzere, terör örgütlerine veya mensupları olan
teröristlere yönelik “gerilla” benzetmesi ya da nitelendirmesi yapılması şeklinde karşımıza
çıkmaktadır. Öncelikle belirtmek gerekmektedir ki; bu çalışma kapsamında kullanılan
“gerilla” kavramının Türkiye’de ve dünyanın çeşitli bölgelerinde faaliyet gösteren terör
örgütlerine veya teröristlere, teknik bir tasnifin dışında meşrulaştırıcı bir etiket gibi
atfedilmesi veya yukarıda belirtilen kasıtlı kullanımlar dahilinde değerlendirilmesi mümkün
değildir. Çalışmanın genel çerçevesi ve temelindeki yaklaşım itibariyle; bölücü terör örgütü
PKK başta olmak üzere bu yasa dışı gruplar birer terör örgütü, mensupları da teröristtir. Bu
terör örgütlerinin, yasadışı ve kanlı eylemlerinin önemli bir bölümünde kimi “gerilla
yöntemlerini” kullanması taktiksel zorunlulukların yansımasıdır ve bu taktiksel zorunluluk
terörün kanlı, yasadışı ve insanlık değerleri ile bağdaşmayan yüzünü aklamayacağı gibi
teröristlerin gerilla gibi gösterilmesi ve bu yolla sözü edilen illegal organizasyonlara
meşruiyet kazandırılması çabalarına da zemin oluşturamaz. Bu çalışmada ilgilenilen konu
tamamen teknik çerçevede Gayri Nizami Harp, Gerilla, Gerilla Savaşı ve Düşük Yoğunluklu
Çatışma kavramlarıdır. Zira bu kavramlar, Türkiye’nin kuruluşundan itibaren varlığına
12
yönelik en büyük tehdit olarak değerlendirilen terör sürecinin tetkikinde, teknik boyutta
kullanılmaktadır.
Düşük Yoğunluklu Çatışma ve Gerilla Savaşı
Dilbilim bakımından İspanyolca kökenli olan “Gerilla” (Guerilla) sözcüğünün yine
Napolyon’un ordularına karşı savaşan İspanyollarca askeri literatüre kazandırıldığı
bilinmektedir (Hart, 2003: 500). Gerilla Savaşı tarih boyunca, taarruz halindeki büyük bir
kuvvete karşı küçük, hareketli ve düzensiz kuvvetlerin; sistematik vur–kaç eylemleri yapmak
suretiyle uyguladıkları, taktik ve stratejik savunmayı amaçlayan askeri ya da paramiliter
etkinlik olmuştur. Gayri Nizami Harp ile Gerilla Savaşı birbirleri ile ilintili ancak farklı
kavramları ifade etmektedir. Gerilla Savaşı yöntem olarak Gayri Nizami Harbin unsurlarından
birisidir. Daha büyük ve genel bir kavram olan Gayri Nizami Harp, Gerilla Savaşı da dahil
olmak üzere; istihbarat faaliyetlerini, sabotajları, örtülü operasyonları, kaçırma/kurtarma
faaliyetlerini, yıkıcı faaliyetleri, terörizmi, kontr–terörizmi, enformasyon savaşını, kitle imha
silahlarının üretim ve satışını engellemeye yönelik faaliyetleri içeren, konvansiyonel olmayan
askeri ve paramiliter savaş türüdür. Gayri Nizami Harp; daha dar çerçeveli ele alındığı
Amerikan ve daha geniş kapsam kazandığı İngiliz yaklaşımlarında, Düşük Yoğunluklu
Çatışma kullanımı ile akademik bir ifade kazanmaktadır (Özdağ [web], 2008). Özdağ, Düşük
Yoğunluklu Çatışmanın (DYÇ) karmaşık bir olgu olduğunu belirtirken, bu konuda en basit
tanımın belki de en isabetlisi olacağını vurgulamakta ve Orta Yoğunluklu Çatışma4 (OYÇ) ya
da Yüksek Yoğunluklu Çatışma5 (YYÇ) olarak tasnif edilemeyecek çatışmanın bir Düşük
Yoğunluklu Çatışma (DYÇ) olduğunu belirtmektedir ( [web], 2008). Dolayısıyla Gerilla ve
Gerilla Savaşı bu bütünün unsurlarından birisidir. Greene’ye göre 1960 sonrası on yıllık
dönem Gerilla Savaşının gelişme evresidir ve bu tarihlerden itibaren Gerilla Savaşı “askeri bir
yetim muamelesi” görmekten çıkmıştır (1965: 35).
Soğuk Savaş dönemine kadar gerilla yöntemlerine başvuranın genellikle savaşın
zayıf tarafı olduğuna dikkat çeken Hart, bu tarihsel olagelişin ünlü savaş teorisyenlerinin
görüşlerini de etkilediğini belirtmekte ve Clausewitz’in Gerilla Savaşını; “halkın
silahlandırılması” olarak tanımlamasını “savunma yöntemi” algılamasına örnek
göstermektedir (2003: 500 – 505). Bununla birlikte günümüzde ve yakın geçmişte Gerilla
4 Literatürde Konvansiyonel Savaşı anlatmak için yararlanılan kullanım. 5Kitle İmha Silahlarının kullanıldığı, yıkıcı etkisi çok yüksek savaş türü. (Nükleer Savaş vb.)
13
Savaşının bir Gayri Nizami Harp yöntemi olarak sadece taktik değil stratejik boyutta da
taarruz amacı güdülerek kullanılabildiği görülmektedir. Kıbrıs’ta EOKA’nın ya da Bosna’da
Sırp paramiliter kuvvetlerinin yaptıkları; proaktif nitelikler taşıyan ve stratejik taarruz
hedefleri olan faaliyetler olarak değerlendirilebilir. Her iki olayda da gerilla faaliyetleri,
yöntemsel olarak, taarruz amaçları ile kullanılabilmişlerdir. Bu mücadele tipinin taarruz amacı
ile kullanılmasının ardında yatan faktörler; Gerilla Savaşının halk desteği unsuru, yine bu
silahlı mücadele türünün sağladığı; baskın, şok, dehşet ve hedefte yaratılabilecek bütünsel
korku potansiyeli şeklinde değerlendirilebilir. Zira şok ve dehşet yaratan baskın faktörü
taarruzun doğasında bulunmaktadır. Özellikle etnik temizlik yapmak isteyen grupların hedef
toplumda panik ve yılgınlık yaratmak, paramiliter kuvvetler kullanarak çeşitli bağlayıcı askeri
protokol ve hukuki düzenlemelerin “arkasından dolaşmak”, etnik temizliği geniş bir
coğrafyaya yaymak, yerel halkı mücadeleye etkin bir şekilde dahil etmek gibi amaçlar ile
Gerilla Savaşını yöntemsel olarak tercih ettikleri söylenebilir.
Düşük Yoğunluklu Çatışma ve Gerilla Savaşının salt askeri konular değil
Uluslararası İlişkiler açısından da büyük önem taşıdığı değerlendirilmektedir. Uluslararası
İlişkiler kuramcısı Morton Kaplan, uluslararası davranış örneklerinin askeri, ekonomik,
teknolojik ve demografik unsurlara bağlı olduğunu öne sürmüştür (Köni, 2001: 25). Bugün
dünyanın geldiği nokta itibariyle, Düşük Yoğunluklu Çatışmaların uluslararası sistemde Etnik
Temizlik, Terörizm, Vekaleten Savaş ve Asimetrik Tehdit gibi alanlarda çok önemli
belirleyenler olduğu düşünülmektedir. Dolayısıyla DYÇ ve gerilla hareketlerinin uluslararası
sistem içinde salt askeri değil demografik bir mahiyet taşıyan ve ekonomik sonuçları haiz
faktörler olduğu ve bu nitelikleri ile davranış modellerini etkiledikleri söylenebilir.
Düşük Yoğunluklu Çatışmanın ana unsuru olan gerilla stratejisinin her an ciddi bir
teyakkuz durumunda bulunmayı, üstün bir hareket ve yer değiştirme anlayışını ve baskınlara
karşı dayanma kabiliyetini gerektirdiği bilinmektedir. Pratiğe bakıldığında çatışmanın
asimetrik unsurunun temel hareketinin, sürekli yer değiştirme ve gizlenme şeklinde iki sütun
üzerine oturduğu görülmektedir. Bu nedenle gerilla faaliyetlerinin en önemli dayanak
noktalarından birisi arazi ve iklim şartlarının maksimum verimlilik ile kullanılabilmesi
şeklinde karşımıza çıkmaktadır (Greene, 1965: 6 – 7). Nitekim terörist Şemdin Sakık, PKK
bünyesinde gerçekleştirdiği eylemlerde, gündüzleri gizlenme ve geceleri sürekli yer
değiştirme şeklinde hareket ettiklerini ifade etmektedir (Günay, 2007).
Düşük Yoğunluklu Çatışmada hedefe yönelik saldırıların hızı, sıklığı ve temposu
büyük önem arz etmekte ve mücadelenin genel karakteristiğini ortaya koymaktadır. Hart, bu
14
temponun saldırıların hızının giderek artması şartı ile sınırlı olabileceğini belirtmiştir.
Bununla birlikte sınırlı bir derinlikte ancak çok hızlı bir tempoda icra edilecek seçenekleri de
dışlamamaktadır (Hart, 2003: 503). Buradan anlaşılabileceği gibi hız, Düşük Yoğunluklu
Çatışmaların en önemli unsurlarından biri olarak değerlendirilmektedir. Hız olgusunun DYÇ
kapsamında birliklere gerek savunma gerekse taarruz hallerinde büyük avantajlar sağladığı
söylenebilir. Savunma açısından bakıldığında hızlı hareket etmenin, sürekli yer değiştirme
prensibi ile birleştiğinde; birliklerin takip ve tespitini güçleştirdiği değerlendirilmektedir.
Takip ve tespitin güçleşmesi ise gerilla için bir yaşam alanı yaratmakta ve zaten sınırlı
nicelikte olan personelin hayati risklerini mümkün olan ölçülerde minimize etmektedir. Hız
olgusunun taarruz hallerinde sağladığı avantajların başında ise çatışmanın doğasından
kaynaklanan vur–kaç eylemlerinin geldiği belirtilebilir. Bu eylemlerin, verdirdikleri zayiatın
ötesinde, yarattıkları panik ve dehşet havası ile zaman ve mekan boyutundaki
belirsizliklerinden kaynaklanan avantajları dolayısıyla etkili olduklarını söylemek
mümkündür. Ayrıca Hart, Gerilla Savaşında meydana gelebilecek hareketsizlik ve ara verme
durumlarının, hem düşmana hedef bölgeyi daha sıkı kontrol etme imkanı vermesi, hem de
yerel halkın gerilla hareketine olan desteğinin azalmasına yol açabilmesi dolayısıyla çok
sakıncalı olduğunu ortaya koymaktadır (2003: 504).
Düşük Yoğunluklu Çatışma ve Gerilla Savaşını özgün kıldığı düşünülen bir diğer
husus, ilginç sıklet merkezi prensibidir. Askeri literatürde ağırlık merkezi, (sıklet merkezi)
fiziksel ve psikolojik gücün merkezi olarak tanımlanmakta ve muharebe içinde bu merkezin
değişebileceği belirtilmektedir (Eslen, 2005: 122 – 123). Ağırlık merkezinin değişimi Düşük
Yoğunluklu Çatışmalarda, konvansiyonel savaşlara göre çok daha hızlı olmaktadır. Hız ve
yer değiştirme hususunda ortaya koyulan görüşlerden çıkarılabilecek sonuç; taarruz
durumlarında toplanma, müteakip olarak etkin bir savunma faaliyeti olarak dağılma
yöntemlerinin izlenmesinin gerilla birlikleri açısından büyük önem arz ettiğidir. Bu toplanma
ve dağılma silsilesi Akıcı Kuvvet İlkesi olarak adlandırılmaktadır.
Akıcı Kuvvet İlkesi, (ya da akıcı sıklet merkezi) sadece Gerilla Savaşı icra eden
unsurlarda değil, gerillaya karşı koyan ordularda da sıklet merkezi prensiplerini değiştirmiştir
ve Düşük Yoğunluklu Çatışmaların omurgasını oluşturmaktadır (Hart, 2003: 505). Bu prensip
değişikliğinin Türk Silahlı Kuvvetleri de dahil olmak üzere terörle mücadele eden ordu ve
birliklerde de çok benzer şekilde ortaya çıktığı belirtilebilir. Çünkü düzensiz, hareketli ve hızlı
birlikler karşısında savaşan konvansiyonel orduların alacakları klasik savunma tedbirlerinin;
yetersiz kalmanın ötesinde, pasif ve durağan yapıları ile önemli sakıncalar doğurduğunu
15
gözlemlemek mümkündür (Pamukoğlu, 2004: 36). Akıcı Kuvvet İlkesi kapsamında harekat
icra edebilmenin en önemli koşullarından biri, etkin bir istihbarat ağına sahip olabilmektir. Bu
ağ sayesinde düşmanın nerede olduğu erken haber alınabilecek ve gerek savunma tedbirleri
gerekse taarruz daha etkin uygulanabilecektir. Düşük Yoğunluklu Çatışmalar çok önemli
ölçülerde bilgi savaşını da içermektedir. Başka bir anlatımla, DYÇ’nın gerek hız ve tempo
nitelikleri, gerekse akışkan kuvvet prensibi nedeniyle bir istihbarat savaşı niteliği taşıdığı
değerlendirilmektedir. Bu tip mücadele kapsamında istihbarat iki temel boyutta ele alınabilir.
Bunlar stratejik ve taktik boyutlardır.
Stratejik boyutun, stratejik istihbaratın prensiplerine uygun olarak; plan ve
prensipler, doktrin ve yüksek strateji çerçevesinde; uzun vadeli mücadelenin ana hatlarını
çizen, istihbaratın çeşitli kademelerinde görev alan personelin dikkat ve riayet edeceği genel
hususları belirleyen ve temel istihbarat vizyonunu oluşturan çalışmaları kapsadığı söylenebilir
(Todd ve Bloch, 2006). Bu boyutta ele alınan konular, genel ve uzun erimlidir. DYÇ
kapsamında uygulanacak stratejik istihbaratın temel işlevi, gerilla hareketinin ya da asimetrik
tehdit ile mücadelenin uzun erimli hedeflerine uygun olarak operasyonel sınırların çizilmesi
şeklinde değerlendirilebilir. Bu aşamada istihbarat faaliyetlerinin yoğunlaşacağı bölgeler ve
hangi prensiplerle ne tip çalışmaların yapılacağının tespiti ile bu çalışmaların niteliğinin
kurgulanması beklenmelidir. Anılan evrede istihbarat faaliyetinin entelektüel yapısının ön
plana çıktığı değerlendirilebilir. Zira istihbaratın, özellikle stratejik boyutta entelektüel bir
etkinlik olduğunu söylemek mümkündür. Doğru kaynakların belirlenmesi, istihbarat
toplayıcılarının yönlendirilmesi ve gelen bilgilerin analizinin ancak yüksek bir zihinsel pratik
ile analitik kabiliyetin ürünü olabileceği düşünülmektedir. İsrail istihbarat servisi MOSSAD
hakkında en detaylı eserlerden birini vermiş olan Thomas da, istihbarat faaliyetini aynı
doğrultuda değerlendirmek suretiyle; ulusal güvenliğin ilk şartının “bilgi” olduğunu
söylemektedir (2005: 463). PKK örneğine geri dönüldüğünde Ersever, istihbaratın DYÇ
kapsamındaki önemini doğular şekilde; PKK ile mücadelede en büyük zaaflardan birinin bu
alanda yaşandığını ve bu zaafın önemli kayıplara neden olduğunu ifade etmektedir (Ersever,
2007).
DYÇ ve bu kapsamda Gerilla Savaşının genel yapısı ve niteliği ile ilgili bir başka
konu da stratejik hedefleri ve fonksiyonlarıdır. Greene’nin çalışmasında Gerilla Savaşının üç
temel işlevinden söz edilmektedir. Bu işlevler aşağıda görüldüğü şekilde sıralanmaktadır
(Greene, 1965: 36):
16
• Ülkeyi istila etmeye çalışan veya fiili olarak istila etmiş büyük ve güçlü bir
düşmana karşı sınırlı kuvvetlerle karşı koymak,
• Siyasi iktidarı ele geçirmek amacına yönelik silahlı bir isyan hareketi yürütmek,
• Yabancı hareketlere maşalık etmek (Vekaleten Savaş).
Gerilla Savaşının taarruzun bir parçası olarak kullanıldığı bir diğer savaş türü ise
Greene’nin bir işlev olarak nitelediği Vekaleten Savaştır. Kavramsal olarak, bir(kaç) devletin
örgütlediği bir veya daha çok paramiliter kuvvet ya da terör örgütünün başka bir(kaç) devlete
yönelik; örgütleyici devlet(ler) adına ve o devlet(ler)in kontrolünde ve desteği ile yürüttüğü;
bozguncu–yıkıcı faaliyetler, istihbarat operasyonları, suikastlar, sabotajlar, terör eylemleri
gibi unsurları da içeren sistematik silahlı faaliyetler Vekaleten Savaş olarak adlandırılabilir.
Saldırgan devlet ya da devletlerin Vekaleten Savaş yöntemini genellikle saldırıya maruz kalan
devlet ile doğrudan ve orta ya da yüksek yoğunluklu bir çatışmaya girmek istemedikleri
durumlarda kullandığı değerlendirilmektedir. Vekaleten Savaşlar saldırıya maruz kalan
devletin topraklarında icra edilebileceği gibi, hedef devletin kendi toprakları dışında kalan
unsurlarına ya da ulusal çıkar alanlarına karşı da gerçekleştirilebilir.
PKK’nın Türkiye’ye karşı yürüttüğü terörist faaliyetlerin bir Vekaleten Savaş niteliği
taşıdığı ortadadır. Nitekim Terörist Şemdin Sakık, PKK’nın “bir parça Avrupa, bir parça ABD
ve bir parça da Ortadoğu istihbarat örgütlerinin malı” haline geldiğini belirtmekte; örgütün
kısa sürede çok farklı yönelimler içine girebilmesini de bu odakların güç çatışmasına
bağlamaktadır (Günay, 2007: 172). Sakık, örgüte katılımında Erivan Radyosu’nun yaptığı
propaganda nitelikli Kürtçe yayınların da etkili olduğunu ifade etmektedir (Günay, 2007).
Ersever de PKK’nın bir Vekaleten Savaş unsuru olarak kullanıldığını doğrulamakta ve
Saddam Hüseyin dönemi Irak’ı da PKK’yı kullananlar listesine eklemektedir (Ersever, 2007:
113). PKK ile mücadelede görev yapmış olan Albay Sarızeybek, İran’ın topraklarında PKK
kampları bulunduğunu ve bu durumun Tahran’ın bilgisi ve iradesi dahilinde olduğunu kesin
bir dil ile vurgulamaktadır (2007: 158). Geçmiş döneme bakıldığında, Türkiye’nin doğu ve
güneydoğusundaki sosyo–politik yapının, Vekaleten Savaş unsuru olarak kullanılmasının
ciddi bir tarihsel arka planı olduğu görülecektir. Dönemin başbakanı İsmet İnönü, Atatürk’ün
isteği üzerine hazırladığı ve 21 Ağustos 1935 tarihinde tamamladığı “Kürt Raporunda”
Fransa’nın bölgedeki unsurları Türkiye aleyhine kullanma potansiyelinden açıkça söz
etmekte, etnik ayrılıkçı eğilimlerin boyutlarının ne kadar ciddi olduğunu ifade etmektedir
(Öztürk, 2007).
17
PKK’nın Türkiye’ye karşı bir Vekaleten Savaş unsuru olarak görülmesinde Suriye,
Ermenistan ve Yunanistan’ın temel amaçlarının, Türkiye’den toprak taleplerinin
gerçekleştirilmesi hususunda terör örgütünün yaratacağı avantajların kullanılması; Güney
Kıbrıs Rum Yönetimi’nin “gerekçesinin”, Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’taki varlığından tehdit
algılaması; İran’ın motivasyonunun ise Ortadoğu’da başat güç olmak hedefiyle Türkiye’nin
ayrılıkçılık gibi bir güvenlik sorunu ile yıpratılması ve Tahran’ın Türkiye’nin laik rejiminden
duyduğu kaygılar olduğu değerlendirilmektedir. PKK’ya Avrupa’nın çeşitli bölgelerinden,
kısmen Rusya Federasyonu ve öncesinde SSCB’den gelen destek de düşünüldüğünde, terör
örgütünün çok geniş bir “Politik Araziye” sahip olduğu görülecektir. Literatüre Cezayir
Direnişi ile giren Politik Arazi kavramı, paramiliter organizasyonun siyasi etkisinin
hissedildiği yurtiçi ve yurtdışı alanı tanımlamaktadır (Greene, 1965: 37). Bu alan, söz konusu
unsurun dış destek aradığı ve göreli bulabildiği, resmen yasadışı ilan edilmediği, resmi ya da
gayri resmi olarak çeşitli hükümetler, bürokratlar, istihbarat servisleri ile irtibat kurabildiği,
halk arasında uyandırdığı sempatiyle siyasi karar vericiler üzerinde politik baskı tesis
edebildiği bölge olarak tanımlanabilir.
Mevcut Durum
Türkiye’nin PKK karşısında askeri bir zafer kazandığı ancak siyasi olarak bu
aşamada olmadığı açıktır. Düşük Yoğunluklu Çatışmanın özü itibariyle politik bir mücadele
olduğu ve askeri gücün yardımcı unsur kimliğinde bulunduğu değerlendirilirse, sorunun
ciddiyetini koruduğunu söylemek mümkündür (Özdağ, 2007). Bu noktada Türk Silahlı
Kuvvetleri’nin ayrılıkçı terörün ortaya çıkmasından itibaren teçhizatından kuvvet yapısına
kadar büyük bir değişim gösterdiğini ve etkinlik sağladığını gözlemlemek mümkündür.
Bununla birlikte Türk siyasilerinin; sorunun Türk Silahlı Kuvvetleri’ne havale edilmesi, AB
sürecine indirgenmesi, günlük söylemler ve konjonktürel tepkiler dışında ciddi bir politika
ürettiklerini söylemek inandırıcı görünmemektedir. Birçok uzmana göre Türk siyasi
seçkinleri; sorunun bizatihi kendisini anlamaktan dahi uzaktır.
Yeni bir eylemsellik süreci içinde olan PKK’nın bir taraftan da siyasallaştığını
gözlemlemek mümkündür. Kanımızca örgütün yok olma sürecinde bulunduğu ve bu nedenle
hareketlilik kazandığı yönündeki söylemlerin haklılık payı bulunsa da; PKK ayrılıkçı
hareketin enstrümanlarından yalnızca biridir. Bu noktada PKK’nın yok olması ile etnik
ayrılıkçı tehdidin bertaraf edilmesi birbiriyle karıştırılmaması gereken hususlardır. PKK’nın,
yöntemsel olarak misyonunu tamamlayarak ya da Türk güvenlik birimleri tarafından fiziksel
18
olarak ortadan kaldırılmak suretiyle siyasi tarih sahnesinden çekilmesi mümkündür. Bununla
birlikte; Şeyh Sait İsyanı da dahil olmak üzere cumhuriyet döneminde yaşanan ayrılıkçı süreç,
değişen aktörlerine karşın bir bütünlük arz etmektedir.
Bu noktada PKK’nın zayıfladığı yönündeki tespitler doğru olsa bile, etnik ayrılıkçılık
güçlenmektedir. Bu gelişmenin altında, AB üyelik hedefinin kendisi değilse bile üyelik
sürecinin ve ABD’nin 1991’den itibaren Ortadoğu’da izlediği politikaların bulunduğunu
söylemek yerinde olacaktır. Günümüzde Türkiye’ye yönelik en büyük ayrılıkçı tehdidin, PKK
eylemlerinden ziyade; kimlik algısında yaşanan sıkıntılar ve Irak’ın kuzeyindeki gelişmeler
olduğu değerlendirilmektedir. Bu nedenle Türk siyasal elitinin mücadelenin, özü itibariyle
ideolojik ve politik olduğunun ayırdına varması büyük önem arz etmektedir. Kanımızca teorik
boyutta, Türkiye’nin doğu ve güneydoğusu ile Irak’ın kuzeyinde çarpışan unsurlar, Türk
güvenlik birimleri ve PKK’dan ziyade; Türkiye’nin üniter yapısı ve ulus devlet niteliği ile
mikro milliyetçilik ve etnik ayrılıkçılıktır. Dolayısıyla orta ve uzun vadede, Türkiye’nin ulusal
güvenliğine yönelik bu tehdidin politik ve ideolojik olarak mağlup edilmesi bir zorunluluktur.
Giriş bölümünde de belirtildiği üzere Türkiye’deki ayrılıkçı sürecin; Irak’ın kuzeyi
ile entegrasyona yönelmesi en önemli güvenlik tehdidini oluşturacaktır. Bu noktadan itibaren
Irak’ın kuzeyindeki gelişmeler çeşitli aktörlerin perspektiflerinden, projeksiyon çalışmalarını
da kapsayacak şekilde ele alınacaktır.
19
BÖLÜM -2-
IRAK’IN KUZEYİNDE BİR KÜRT DEVLETİ KURULMASINA
İLİŞKİN DEĞERLENDİRME
ABD’nin Irak’a müdahalesi ve ardından yaşanan gelişmeler “Irak’ın kuzeyinde bir
Kürt devleti kurulacak mı?” sorusunu akıllara getirmiştir. Bu konu ülkemizde ya ideolojik
boyutta ele alınmış ya da ulusal çıkarlarımız bağlamında oldukça dirençsiz ve pasif bir
yaklaşım sergilenmiştir. Oysa Irak’ta gelinen son durum, Türkiye açısından ulusal güvenliği
ilgilendiren ciddi bir dış politika sorunudur. Kanımızca, ulusal güvenliğe ilişkin sorunsallar
ele alınırken iki temel nokta ve parametrenin varlığı büyük önem taşımaktadır. Bunlardan ilki
akılcı bir yaklaşımın varlığı, diğeri ise söz konusu akılcı yaklaşımı da içeren, tüm araç ve
yöntemlerin ulusal varlığa ve çıkarlara hizmet etmesinin sağlanmasıdır.
Irak’ın kuzeyinde yaşanan gelişmelere farklı bir açıdan yaklaşacak olan bu
çalışmada, kurulması olası bir Kürt devletinin ABD stratejik çıkarlarını ne ölçüde
karşılayabileceği ve söz konusu oluşumun maliyetinin ABD açısından ne kadar katlanılabilir
olduğu irdelenecektir. Son tahlilde, söz konusu devlet ya “var” olacak ya da “olmayacaktır”.
Dolayısıyla incelememiz gereken iki temel olasılıktan ve bu olasılıkları belirleyen doğrudan
ya da dolaylı etmenlerden söz edilebilir. Çalışmamız bu iki eksen etrafında ufuk turu olarak
biçimlenecek ve bir fikir ortaya koymaya çalışacaktır.
Irak’ın Kuzeyinde Bir Kürt Devletinin Kurulması ABD Açısından Ne Anlama
Gelebilir?
ABD ve stratejik ortakları için Ortadoğu, petrol başta olmak üzere enerji kaynakları,
arz güvenliği ve dünyada dolaşımı açısından çok önemli bir bölgedir. Aynı zamanda İsrail ve
Amerikan karşıtı hareketler ve bu motivasyon ile faaliyet gösteren terör örgütlerinin anılan
bölgede yoğunlaşması nedeniyle ciddi bir tehdit kaynağı niteliği de taşımaktadır. Belirtilen
nedenlerden ötürü ABD’nin Ortadoğu’yu, yüksek etkinlik gösterilmesi ve denetim altında
bulundurulması gereken bir bölgenin de ötesinde, bir şekilde egemen olunması yaşamsal
20
önemde bir alan olarak tanımladığı değerlendirilmektedir. Dolayısıyla Kürt otonomisinin
bağımsız bir devlet olma yolunda ABD tarafından desteklenmesi, ABD ve stratejik
partnerlerinin bölgedeki çıkarlarına ne ölçüde hizmet edebileceği ile ilgilidir.
Kanımızca, ABD ile Iraklı Kürtler arasında “yakın” ilişkilere sahne olan mevcut
ortam, konu üzerine yapılacak analizlerde tek veri olarak ele alınmamalıdır. Çünkü siyasi
tarih, Irak Kürtlerinin gerek İran ve Rusya, gerekse batılı güçler tarafından kullanılıp; önemli
siyasi vaatlere karşın yalnız bırakılabildiklerinin örnekleri ile doludur. Ayrıca Iraklı Kürtler
ile “yakın” ilişkiler, Amerikan perspektifi ile bizim algıladığımızdan daha farklı
yorumlanabilir. ABD, yeni–muhafazakar (neo–con) yönetimi döneminde dış politika
enstrümanı olarak “sert güç” unsurlarına sıklıkla başvurmuştur. Bu nedenle uluslararası
kamuoyunda ABD karşıtı eğilim ciddi biçimde güçlenmiş ve ABD göreli olarak
yalnızlaşmıştır. Diplomatik alanda, ABD’nin başat konumu dolayısıyla, etkilerinin sınırlı
olarak hissedildiği düşünülen bu yalnızlaşma; sosyo–kültürel düzeyde ve “yumuşak güç”
kapasitesi açısından ciddi sakıncaları da beraberinde getirmektedir. Dolayısıyla Irak’ta birçok
grupla birlikte, bölgede ve dünyada kimi devletlerin ve toplumların tepkilerini üzerine
çekerek yalnızlaşan ABD açısından, Iraklı Kürt gruplar ile ilişkiler Irak’a ilişkin jeopolitik
yöntemlerden daha derin bir anlam ifade edebilir. Zira kronik zayıflıklarına rağmen, stratejik
değeri yüksek bir bölgede, salt yönetimi değil halkı ile de “ABD dostu” bir unsur Amerikan
dış politikasına, çıkarlarına ve “yumuşak güç” kapasitesine fazlasıyla hizmet edebilmektedir.
Buradan hareketle, sadece son dönemde yaşanan gelişmelere bakarak, yakın gelecekte
bağımsız bir Kürt devleti kurulmasının politik olarak Washington’da Barzani ile aynı ölçekte
arzu edildiğini söylemek çok da doğru olmayabilir. Diğer yandan, Irak’ın merkezi bir yapıda
kalamayacağını değerlendirmek de mümkündür. “Tarihsel, demografik, antropolojik ve
sosyolojik olarak var olmayan” aşiretler topluluğu görünümündeki “Irak Ulusu’nu” oluşturan
grupların arasındaki bağlar, Saddam Hüseyin döneminden başlayıp ABD işgali ile doruk
noktasına ulaşarak, büyük ölçüde kopmuş görünmektedir. Bu koşullar altında, çözülme
sürecinin siyasi ve sonuçta coğrafi olarak hangi noktaya varabileceğinin ve Iraklı Kürtlerin ne
şekilde hareket edebileceklerinin anlaşılması büyük önem kazanmaktadır. Günümüzde
yaşanan süreçte, Irak’ın kuzeyinde neler olabileceğine ilişkin öngörü üretebilmek için iki
önemli unsurun bilinmesi gerekmektedir. Çalışmamız bu unsurları, “Iraklı Kürt grupların
sahip oldukları otonomiyi bağımsız bir devlete çevirebilme yetenekleri” ve “ABD’nin
Kürtlerin bağımsızlık talepleri karşısındaki tutumu” şeklinde ele almaktadır. Sözü edilen
21
noktalarda doğru ve gerçekçi bir analiz yapabilmek için bazı temel sorulara yanıt aramak
gerekli görünmektedir. Bu sorulardan ilki, konjonktürel gelişmelere koşut olarak “ABD
Ortadoğu’da bağımsız bir Kürt devletini neden ister”; ikincisi ise “neden istemez” şeklinde
karşımıza çıkacaktır. Bu temelde yapılacak bir değerlendirme, Iraklı Kürt grupların
otonomilerini bağımsız bir devlete dönüştürmelerinin, ABD için ne gibi stratejik kazanımlara
ve kayıplara neden olabileceğini daha açık bir şekilde ortaya koyacaktır. Irak’ın kuzeyinde
yaşananların ve yaşanabileceklerin anlaşılması ise Türkiye’nin yakın gelecekte izleyebileceği
politikaların saptanması açısından önemli olmanın da ötesinde zorunlu görünmektedir.
ABD Irak’ın Kuzeyinde Kurulacak Bir Kürt Devletini Neden İsteyebilir?
• ABD bölgede; Türkiye gibi ulusal bağımsızlık hassasiyetleri olan, büyük ve denetimi
zor bir müttefik ile hareket etmek yerine; denetimi çok kolay, varlığı Washington’un
iradesine bağlı ve ABD çıkarları ile uyumlu hareket etmede hiçbir çekince
göstermeyecek bir devleti tercih edebilir. Ayrıca Türkiye’de seçimler sonucu siyasi
irade farklı partiler arasında ve sık aralıklarla değişebilirken, Irak’ın kuzeyindeki
siyasal sistem güçlü aşiretlerin üzerine kurulacaktır. Bu açıdan böyle bir devletin
denetiminin çok daha kolay ve içsel dinamikleri bağlamında siyasi geleceğinin çok
daha “tahmin edilebilir” olacağı öngörülmektedir. Tüm bu nedenler bir arada
düşünüldüğünde, siyasi yapısı kontrol edilmeye/yönlendirilmeye yatkın ve bekası
Washington’a bağlı bir Kürt devletinin ABD için “mükemmel bir müttefik” profili
çizeceği söylenebilir.
• Irak’ın bölünmesi durumunda ya da ABD askeri varlığı belirtilen takvim çerçevesinde
sonlandığında, İran’ın kontrolüne ve Lübnan Hizbullah’ının etkinliklerine açık Iraklı
Şii gruplar ile başta El Kaide olmak üzere birçok radikal İslamcı terör örgütü
tarafından militan kaynağı ve işbirlikçi olarak görülen Iraklı Sünni gruplar “serbest
kalacaklardır.” Amerikalı ve İsrailli yetkililer Irak’ın bölünmesini kaçınılmaz olarak
değerlendiriyorlarsa, İsrail’in iki “potansiyel düşman” daha kazanmasından ya da bu
“potansiyel düşmanların” Bağdat ve Washington ile denetim ve güdüm bağlamında
son bağlarını da koparmalarının yaratabileceği yeni tehdit algılamalarından da söz
edilebilir. Anılan koşullar altında ABD ve İsrail için, bağımlı bir müttefik yaratılması
zorunluluk haline gelmektedir. Bu müttefik ise birçok nedenden ötürü Iraklı Kürt
22
gruplar olarak tercih edilmektedir. Başka bir anlatımla, Irak’ın kuzeyinde bir Kürt
devleti yaratılması konjonktürel ve taktik bir savunma açılımı olarak uygulamaya
konulabilir. Belirtildiği gibi bu savunma açılımı, ABD kadar ve hatta daha fazla
İsrail’in ulusal güvenliğinin sağlanması açısından stratejik öneme sahip
görünmektedir.
• Dışişleri Bakanı Rice da dahil olmak üzere, ABD’nin en yetkili isimleri bölgede
birçok sınırın değişmesine ilişkin görüş ve iradelerini açıkça ve birçok defa beyan
etmişlerdir. Dolayısıyla genel tabloya bakıldığında, Irak’ın kuzeyinde kurulacak bir
Kürt devletinin ABD’nin orta ve uzun dönem stratejik planlarının bir parçası olduğu
ya da gelişmelere koşut olarak olabileceği değerlendirilmektedir.
• Kurulacak bir Kürt devleti, bölge devletlerindeki Kürt nüfus ve bu toplulukları
istismar eden ayrılıkçı - bölücü hareketler de düşünüldüğünde, kullanılmaya uygun
önemli ve sürekli bir baskı unsuru olacaktır. Dolayısıyla Irak’ın kuzeyinde kurulacak
bir Kürt devletine bölgedeki “en büyük ABD üssü” ve “örtülü operasyonlar merkezi”
olarak işlevsel bir kimlik yüklenebilir. Ayrıca kurulması durumunda, Kürt devleti
halkının çok önemli ölçüde Müslüman olacak olması, anti – Amerikan hareketlerin
dini vurgu ve gerekçelerini zayıflatabilir.
• Irak’ın kuzeyinde kurulacak bir Kürt devleti, İsrail’in politik tamponu olarak da
düşünülebilir. Bölgedeki düşmanlıklar İsrail’den söz konusu olası devlete de
kayabilecek, böylelikle İsrail karşısındaki cephe, hasım odaklardaki artış nedeniyle
sıklet merkezinde bir zayıflamaya uğrayacaktır. Bunun da ötesinde İsrail bu devleti
ikili operasyonlar ile kullanma imkanına kavuşacaktır. Irak’ın kuzeyinde yaşamakta
olan ve sayılarının yüz elli bin dolayında olduğu açıklanan Yahudi Kürtler de, İsrail
açısından olası Kürt devleti üzerinde etkinlik sağlanmasında önemli bir köprübaşı
işlevi görebilecektir.
Diğer yandan ABD’nin böyle bir devletin kurulmasına karşı çıkması için de çeşitli
gerekçeler mevcuttur. Bu gerekçeler aşağıda sıralanacak ve ardından genel bir değerlendirme
yapılacaktır.
23
Irak’ın Kuzeyinde Kurulacak Bir Kürt Devletine İlişkin ABD’nin Çekinceleri
ve Stratejik Kayıpları Neler Olabilir?
• Irak’ın kuzeyinde kurulacak bir Kürt devletinin yaşatılması için iki jeopolitik ve
siyasal coğrafi gereklilik bulunduğu söylenebilir. Bunlardan ilki Kerkük petrolleri
diğeri ise topraklarının denizlere açılmasıdır. Kurulması durumunda, bu devletin
ekonomik açıdan bekası petrol gelirlerine bağımlı olacaktır. Türkiye, Suriye ve İran’ın
bağımsız bir Kürt devleti fikrine yönelik tutumları da hesaba katılırsa, petrolün
dünyaya taşınması açısından en makul formüllerden biri deniz yolu olarak
değerlendirilmektedir. (Bir diğer seçenek ise İsrail’e gidecek boru hatları şeklinde
öngörülmektedir. Bununla birlikte bu hattın büyük güvenlik sorunları taşıması da
beklenmelidir) Bu noktada muhtemel Kürt devleti, ya denizlere kapalı halde kurularak
boru hatları seçeneklerine ve komşularının iç dinamiklerine kuvvetle endeksli
diplomatik çabalara umut bağlayacaktır ya da siyasi ve askeri gücü ile orantısız bir
coğrafyaya sahip kılınarak savunma açısından büyük zorluklar yaşayacaktır. Sözü
edilen jeopolitik ve siyasal coğrafi gerekliliklerin karşılanmasının ABD’ye çok ağır
maliyetler getireceği öngörülmektedir. Amerikalı analistler konuyu bu açıdan ele
alırlar ise Irak’ın kuzeyinde bir Kürt devleti kurulmasına ilişkin ciddi ikilemler
yaşanabileceği değerlendirilmektedir.
• Irak’ın kuzeyinde bir Kürt devleti kurulmasının, Türkiye tarafından ulusal çıkarlarının
çok sert ve ağır bir biçimde ihlal edildiği şeklinde algılanması güçlü bir olasılıktır.
Türk toplumunun, önemli sayıda entelektüelin ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bu
oluşumdan çok büyük rahatsızlık duymaları beklenmelidir. Böyle bir tablo karşısında
ABD ve stratejik partnerlerinin çok önemli bir müttefik kaybedebileceklerini ve
Türkiye’nin ABD karşıtı hareketlere hiç olmadığı kadar açık hale gelebileceğini
söylemek olasıdır. Yine bu durum, Türkiye’nin Rusya Federasyonu ve İran ile ortak
çıkarlar bağlamında yakınlaşmasını da gündeme getirebilir. Bu unsurların ABD
tarafından güçlü bir çekince olarak değerlendirilmesi olasıdır.
• Irak’ın bölünmesi gerçekleşirse bu bölünmeden sadece bir Kürt devleti
çıkmayacaktır. Sünni ve Şii Araplar arasında giderek büyüyen uçurum Irak’ın
bölünmesinin “üç parçalı” olarak gerçekleşmesinin en güçlü olasılık olduğunu
24
göstermektedir. Bu durumda olası bir Kürt devletinin getirileri ile Irak’ın
bölünmesinin sakıncalarının ABD tarafından karşılaştırmalı olarak ele alınmasının
zorunlu olduğu değerlendirilmektedir. Nitekim olası bir bölünme ile ortaya çıkacak
bir Şii devletin İran’a, Sünni devletin ise radikal İslamcı hareketlere ciddi avantajlar
sağlaması mümkün görünmektedir. (Irak’ın Şii eksende bölünmesi ilerleyen
aşamalarda farklı bir yaklaşımla ele alınacaktır) Dolayısıyla ABD, çekilme
aşamasında Irak’ı yeniden düzenlerken, bölünme yerine federal yapının
kurumsallaştırılarak korunmasını ya da konfederal bir dönüşümü tercih edebilir.
• Olası bir Kürt devletinin coğrafi seçenekleri düşünüldüğünde, demografik açıdan
homojen bir yapıya sahip olmasının zor olduğu anlaşılmaktadır. Irak’ın kuzeyinde
kurulacak bir Kürt devletinin sınırları içinde Kürt nüfusu ile birlikte önemli sayıda
Türkmen ve Arap da bulunacak, bunların büyük bir bölümü belirli merkezlerde
yoğunlaşacakları için yönetsel sorunlar ortaya çıkacaktır. Bu grupların aidiyet
hissetmedikleri bir devletin azınlığı olmayı direnç göstermeksizin, gönüllülükle kabul
edeceklerini varsaymak akılcı görünmemektedir. Bu nedenle, kurulması halinde, Kürt
devletinin ülke bütünlüğünü sağlamak hususunda ciddi sorunlar yaşayacağı
düşünülmektedir. Kanımızca bu noktada Türkiye ve Türkmenler açısından endişe
duyulması gereken bir durum oluşabilir. Irak’a gerçekleştirilen son ABD
müdahalesinden itibaren Barzani ve Talabani’ye bağlı gruplar Irak Türkmenlerini
dışlamaya ve sindirmeye yönelik sistematik bir kampanya başlatmışlardır. Kurulması
düşünülen Kürt devletinin ülke bütünlüğü ve Kürt toplumunun başatlığının
güçlendirilmesi açısından Türkmenleri (ve hatta Arapları) bir tehdit unsuru olarak
algılaması olasıdır. “Potansiyel iç düşman” temelindeki bu tehdit algılaması,
Türkmenlere yönelik büyük çapta etnik temizlik hareketlerine kadar varabilir. Bu
durum Türkiye için bir müdahale zorunluluğu yaratır ise ABD’nin Irak’taki
çıkarlarının ciddi şekilde zarar görmesi de olasıdır.
• Irak’ın kuzeyinde kurulacak bir Kürt devleti, silahlı gücü ile Türkmenlerin ve
Arapların önemli bir bölümünü sindirebilir. Ancak Suriye, İran ve Türkiye’nin silahlı
kuvvetlerine karşı koyabileceğini ve bekasını sağlayabileceğini söylemek mümkün
görünmemektedir. Özellikle Türkiye’nin NATO üyesi olması sebebiyle, yaşanacak
olası bir çatışmada ABD’nin Kürt gruplara açıkça destek vermesinin de güç olacağı
25
değerlendirilmektedir. Türkiye ile Iraklı Kürt gruplar (ya da oluşturacakları devlet)
arasında yaşanacak olası bir çatışma durumunda, ABD örtülü silah ve istihbarat
yardımı yapabilir ancak bu yardımın ne ölçüde etkili olacağı da kuşkuludur. Üstelik
bölgenin istikrarsız ve kontrolsüz yapısından dolayı terör örgütlerinin varlığına uygun
bir ortam olmasından yakınan ABD için, çok büyük bir çatışmanın tohumlarını
atmanın ne ölçüde yararlı olacağı da hesaba katılmalıdır. Amerikalı yetkililer ve
uzmanlar, kurulmasına destek verecekleri bir Kürt devletinin kendini koruyabilecek
ölçüde silahlandırılmasının bölgedeki dengeler ile Irak Kürtlerinin, İran, Suriye ve
Türkiye’ye yönelik irredentist tutumları bağlamındaki yüksek maliyetini de
değerlendirmek durumundadırlar.
Iraklı Kürt Grupların Olası Tutumları
Bu noktada Irak’ın kuzeyindeki oluşumun bağımsızlık fikrine nasıl bakacağı da
değerlendirilmelidir. Uluslararası İlişkilere dair karar verme teorileri, bireylerin uluslararası
sistemde önemli aktörler olduklarını savunurken; politikaların, karar vericilerin algıları ile
ilgili olduğunu belirtmektedir. Bu yaklaşım çerçevesinde “bağımsız bir Kürt devleti”
düşüncesinin Barzani tarafından “bir aile mirası” olarak algılandığını ve politik karar alma
sürecinde bu algının etkili olacağını söylemek mümkündür. Dolayısıyla burada ortaya
koyacağımız rasyonel değerlendirme ne olursa olsun; KDP ve Mesud Barzani; irrasyonel bir
yaklaşım sergileyerek, maceracı tutumlar takınabilir.
Her şeyden önce Irak’ın kuzeyinde “bağımsız” bir Kürt devleti fikri, uluslararası
hukuk çerçevesinde bir bağımsızlık kapsamında kalmaya mahkum görünmektedir. Zira, bu
çalışmada belirtilen jeopolitik gereklilikler ve “bağımsızlığın sürdürülebilmesi” kapasitesi
bakımından, olası Kürt devleti fiiliyatta bağımsız olamayacaktır.
Ayrıca politik bağımsızlık, en üst düzeyde bir egemenlik hakkıdır ki; böyle bir
hakkın kazanılması; Irak’ı oluşturan diğer unsurların egemenlik haklarının kısmi kaybı
anlamına gelecektir. Ortadoğu’da etnik düşmanlığın sonuçları düşünüldüğü takdirde, Iraklı
Kürt karar vericilerin; özellikle Sünni ve Şii Araplar ile etnik bir düşmanlığın tohumlarını
atmak istememesi olasıdır.
Olası Kürt devletinden Türkiye’nin tehdit algılaması da önemli bir faktördür.
Kanımızca Türk Silahlı Kuvvetleri ile çatışma fikri, Iraklı Kürt seçkinlerin kaldıramayacağı
politik sonuçlara yol açacaktır. Bu nedenle Türkiye’nin ulusal güvenliğine yönelik tehdit
26
algılamalarının ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tutumunun şu anda olduğu gibi kalması,
bağımsızlık önünde en büyük engellerden biri olarak görünmektedir.
Öte yandan 1991’den itibaren kazanılan otonomi çok önemli boyutlara ulaşmıştır.
Uluslararası sistemin hiçbir aktörü, çok nadir durumların dışında, kazanımlarından ve
avantajlı konumlarından geri adım atma yoluna gitmemektedir. Ayrıca günümüzde
uluslararası konjonktür ve sistemin doğası, siyasi coğrafi parçalanma eğilimi göstermektedir.
Özellikle Soğuk Savaş sonrasında “self determinasyon hakkı” kapsamında irili ufaklı birçok
devlet ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla Irak’ın kuzeyinde ortaya çıkacak bağımsız bir Kürt
devleti, küresel politik trend ile çelişki oluşturmayacaktır.
Bu noktada Iraklı Kürt karar vericilerin rasyonel davranmaları durumunda, çok
sağlam garantileri olmayan bir bağımsızlık fikrine sıcak bakmayacakları; bununla birlikte de
jure anlamda federal ancak de facto olarak konfederal statükodan da geri adım atmayacakları
değerlendirilmektedir. Öte yandan, alt başlığın girişinde belirtildiği gibi KDP ve Barzani
faktörü dolayısıyla politik tercihlerin mutlak rasyonel olması da beklenmemelidir. Kanımızca
bu noktada KDP ve KYB arasındaki güç mücadelesi dikkatle izlenmesi/yönlendirilmesi
gereken bir husustur.
Müteakip olarak Irak’ın olası bölünme sürecinde İran’ın tutumu ele alınacak ve konu
Tahran perspektifinden değerlendirilecektir. Bu bağlamda Türkiye, ABD ve Iraklı Kürt
grupların ardından, söz konusu gelişmelerde en önemli aktör olarak nitelendirilebilecek
İran’ın muhtemel hareket tarzları kestirilmeye çalışılacaktır.
İran’ın Olası Kürt Devletine İlişkin Tutumu
Kanımızca üzerinde önemle durulması gereken noktalardan biri, İran’ın Irak
Kürtlerine ve Ortadoğu’daki Kürt milliyetçiliğine Türkiye ile aynı pencereden bakmadığı
gerçeğidir. Anımsanacağı üzere İran–Irak savaşında Iraklı Şiiler büyük ölçüde ülkelerine
sadık kalırken; Kürtlerin tutumu, daha sonra kimyasal silahların kullanılacağı katliamları
tetikleyecek şekilde, İran’a aktif destek vermek olmuştur. Yakın geçmişte IKDP, IKYB ve
PKK’nın Tahran ve İran istihbaratı ile çok iyi ilişkilerinin olduğu bilinmektedir.
Ayrıca, Türk entelektüellerin bir bölümü yanlış bir değerlendirme ile İran’ın
günümüzde Pejak’a karşı verdiği mücadeleyi, PKK da dahil olmak üzere Kürt etnik
milliyetçiliğine karşı tutarlı ve bütünlüklü bir tepki olarak algılayabilmektedir. Oysa PKK’nın
yıllarca Tahran ve Şam tarafından Türkiye’ye karşı bir “vekaleten savaş” unsuru olarak
27
kullanıldığını ifade etmek yanlış olmayacaktır. Kanımızca, İran’ın Kürt etnik milliyetçiliğine
dair mevcut çekinceleri:
a) Bu kez etnik milliyetçi dinamiklerin İran istihbaratı değil, Tahran’ın en
önemli tehdit algılamalarından biri olan ABD tarafından yönlendiriliyor
olması ve Tahran’ın denetimi dışına çıkmasından,
b) Bölgede Kürt etnik milliyetçiliğinin Irak’ın kuzeyini merkez alacak şekilde
güçlü ve irredentist bir kimlik kazanarak kendi ulusal bütünlüğünü tehdit
etmesinden,
c) Pejak’ın yoğunlaşan saldırılarının rejim karşıtı grupları cesaretlendirerek
geçici bir ortak cephe oluşturmasından,
d) ABD tarafından yönlendirilen söz konusu etnik milliyetçi hareketin
geleceğine ilişkin coğrafi belirsizliklerden kaynaklanmaktadır.
İran’ın, yakın geçmişe kadar yoğun destek verdiği bölücü terörün Ankara’ya; İran-
Irak Savaşı sırasında kullandığı Iraklı Kürtlerin Bağdat’a verdikleri zararın bilinci ile Pejak’la
mücadelede bu denli yoğun bir çaba gösterdiği değerlendirilmektedir. Başka bir anlatımla
İran, bu tip pratikleri yakın geçmişte başka ülkeler üzerinde sıklıkla uyguladığı için, Pejak
üzerinden kısa zamanda büyük bir tehditle karşı karşıya kalabileceğini iyi bilmektedir.
Dolayısıyla İran’ın, “Türkiye’deki Kürt milliyetçiliğinden” değil; kendi topraklarını
kapsayacak bir Pan Kürdizm akımından tehdit algıladığını söylemek yanlış olmayacaktır. Bu
noktada İran’ın Türkiye’ye, PKK ve Pejak’a karşı ortak tehdit algılamaları bağlamında
birlikte mücadele önerisinde bulunması, sadece yakın bir tehdidin önlenmesi anlamında
değerlendirilmemelidir. Türkiye’de, PKK’nın Irak’ın kuzeyindeki varlığının ABD’nin
isteksizliği nedeniyle sonlandırılamadığına ilişkin yaygın bir kanı bulunmaktadır. Bu görüşe
paralel olarak Barzani’nin Washington’dan aldığı cesaretle Türkiye’ye karşı kimi zaman
tehditkar bir üslup takınabildiği fikri Türk kamuoyunun geniş kesimlerince paylaşılmakta ve
önemli sayıda entelektüel tarafından dile getirilmektedir. Bu görüşlerin, Türkiye’de önemli bir
Amerikan karşıtlığı yarattığı düşünüldüğünde; İran’ın Ankara’yı PKK ve Pejak’a karşı ortak
mücadeleye çağırması, salt askeri nedenlerden kaynaklanmamakta, aynı zamanda Amerikan
karşıtı motivasyonların gözlemlendiği Türkiye’yi yanına çekerek yalnızlığını giderme çabası
olarak da değerlendirilmektedir.
28
Hatırlanacağı üzere Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi’nde ilk diplomatik
temsilciliklerden birini İran açmış, hatta ABD, anılan temsilcilikte dört İranlı diplomatı
faaliyetlerinden ötürü tutuklamıştır. Sonuç olarak İran’ın, Irak’ın kuzeyinde kurulacak bir
Kürt devletinin kendisine değil ancak;
a) Olası Kürt devletinin doğrudan İran Kürtleri ile siyasi ilişkiler kurması ve politik
dayanışma içine girmesine,
b) Pejak’a,
c) ABD’nin, Irak’ın kuzeyindeki oluşumu gereğinde Suriye ve İran topraklarına
kaydırmasına,
d) Irak’ın kuzeyindeki gelişmelerin Türkiye’yi daha aktif olmaya zorlamasına ve
“bölgeye davet etmesine” karşı çıktığı değerlendirilmektedir.
Nitekim İranlı yetkililerin “Kürt sorununun” çözümünde geçerli reçetenin “siyasi”
olduğu yönündeki açıklamaları bu eksende değerlendirilebilir.
Bu açıdan bakılacak olursa, Türkiye’de sıklıkla tekrarlanan “ABD çekildikten sonra
Irak Bölgesel Yönetimi ile baş başa kalınacağı” ifadesi gerçeği yansıtmayabilir. Hatta olası
Kürt devletinin, ABD’nin Afganistan’a yoğunlaşması ve Irak’ı ihmal etmesi halinde, İran
etkisi altına gireceğini düşünmek çok düşük de olsa olasılıklar arasında bulundurulmalıdır.
Zira Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi, federal bir otoritenin gerektirdiği imkan ve kabiliyeti haiz
olsa da, bağımsız bir devlet olarak bekasını sağlaması bölgede İran ya da Türkiye’nin
desteğine bağlıdır. Tahran’ın böyle bir desteği etki alanını genişletme amacı ile vermesi; ABD
ve İsrail’in böyle bir gelişmeye engel olamaması durumunda, olası Kürt devletinin İran etkisi
altına girmesi imkansız değildir. İran topraklarına uzanan Pan Kürdist bir retorikten uzak, İran
Kürtleri ve Pejak ile ilişki kurmayan bir Kürt devleti’nin Tahran tarafından istenebileceği
değerlendirilmektedir. Zira böyle bir Kürt devleti:
a) İran’ın desteğine bağımlı olacağı ve kurucu unsurları da, İran – Irak Savaşı
düşünüldüğünde, geçmişte İran ile bu tip bir ilişki pratiğine sahip olduğu için;
Tahran’ın politik güdümünde olacaktır.
b) Tahran’a, Türkiye’ye karşı PKK’dan daha örgütlü, bir devletin hukuki, siyasi,
sosyo-kültürel, askeri ve istihbari tüm avantajlarına sahip; Türkiye Kürtlerine
politik model sunabilecek bir kart verecektir.
29
c) İran’ın PKK ile ilişkilerini daha kolay düzenlemesine fırsat yaratacağı gibi,
Pejak’ın yaşam sahasını da büyük ölçüde ortadan kaldıracaktır.
d) İsrail’in Irak’ın kuzeyinde etkinlik göstermesi çabalarını boşa çıkaracak,
ABD’yi İran ile uzlaşmaya zorlayabilecektir.
Olası Kürt devletinin (Tahran güdümünde olması halinde) İran’a sağlayabileceği
öngörülen avantajlar, ABD ve İsrail güdümünde kurulması halinde bu devletlere
sağlayabileceği avantajlar ile büyük bir benzerlik göstermektedir. Kanımızca bunun nedeni;
bir uydu devletin, güdümü altına girdiği devlete sağlayabileceği olanakların yöntemsel ve
işlevsel olarak hemen hemen aynı olmasıdır.
İran ekseninde analiz edilmesi gerektiğini düşündüğümüz bir diğer husus da,
Tahran’ın, bölünme sürecinde Iraklı Şiilere olan bakışıdır. Bu çalışma kapsamında “ABD –
Olası Kürt devleti” kestirimleri için uygulanan yaklaşım, “İran – Olası Şii devleti” için de
kullanılacaktır. Bu doğrultuda, “İran, Irak’ın bölünmesi ile ortaya çıkabilecek bağımsız bir Şii
devletini neden isteyebilir?” ve “anılan devletin kurulmasını neden sakıncalı bulabilir?”
şeklinde iki soruya yanıt aranacaktır.
Bağımsız Bir Şii Devletinin İran Açısından Avantajları
• Ortadoğu’da birçok Arap devleti önemli miktarda Şii nüfus barındırmaktadır. Irak’taki
ayrışmanın ve etnik şiddetin ardından Şii kimliğin giderek baskın bir nitelik kazanması
ve bu eksende politik hak talepleri anlamına gelen; “Şii Uyanışı” akımı, Suudi
Arabistan gibi ABD müttefiki bir bölge ülkesini dahi rahatsız etmiş ve barındırdığı Şii
nüfus nedeniyle ciddi tehdit algılamalarına neden olmuştur. Yakın geçmişe kadar
Sünni Arapların siyasi seçkin konumunda bulunduğu bir Arap devletinin parçalanması
ve bünyesinden bir Şii devletin çıkması, bölgedeki Şiiler için siyasi model teşkil
edebilecek ve psiko-politik olarak geniş Şii kitleler arasında Şii kimliği, Arap
kimliğinin önüne geçebilecektir. Nitekim Irak’ta, günümüzde geçerli kimlik algısının
böyle şekillendiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Bu durumun İran’a bölge ülkeleri
üzerinde kullanılmak üzere ciddi bir baskı aracı sağlayabileceği değerlendirilmektedir.
Bu noktadan hareketle İran’ın, “Şii Uyanışına” bir politik model oluşturması
bakımından bağımsız bir Şii devletinin kurulmasını stratejik bir kazanım olarak
değerlendirmesi olasıdır. Birinci senaryoya göre, söz konusu Şii devleti kurulur ise,
askeri altyapı da dahil olmak üzere birçok açıdan İran’a bağımlı olacaktır. Ayrıca
30
İran’ın güdümünde, üstelik de Arap etnisiteye sahip bir Şii devletinin çok geniş açılım
olanakları sağlayabileceği değerlendirilmektedir.
• İran, ABD politikaları sonucu giderek yalnızlaşmakta, uluslararası meşruiyet
kaynaklarını yitirmektedir. Nükleer programını tamamlama sürecinde çok gereksindiği
diplomatik desteğe katkı sağlayabilecek bağımsız bir Şii devleti, diplomatik
platformlarda İran için rahatlatıcı unsur olacaktır. Üstelik böyle bir devletin
Ortadoğu’da bulunmasının Tahran’a ciddi avantajlar sağlayabileceği
değerlendirilmektedir. Dolayısıyla İran, göreli diplomatik yalnızlığının giderilmesi
amacı ile Irak topraklarında bağımsız bir Şii devletinin kurulmasını destekleyebilir.
• Irak’ta etnik ayrışma bu hızda sürer, daha yoğun çatışmalı bir ortama evrilir ve Kürt
bağımsızlık talepleri aynı şiddette devam eder ise bölünme kaçınılmaz bir hal
alacaktır. Sünni Arapların ve Kürtlerin “kendi kaderlerini tayin hakkı” çerçevesinde
Irak Devleti’nden ayrıldıkları bir konjonktürde, Şiiler “istemeseler dahi” kendilerini
Irak’ın dışında bulacaklardır. Böyle bir durumda iki politik seçenek baskın
görünmektedir. Iraklı Şiiler ya ayrı bir devlet kuracak ya da İran’a bağlanacaklardır.
Başta ABD olmak üzere uluslararası güç merkezlerinin İran’a çok önemli bir
coğrafyada de jure egemenlik hakları sağlayacak böyle bir ilhak sürecine izin
vermeyeceği açıktır. Dolayısıyla Şiiler, “kendilerini bir devlet sahibi bulabilirler” ve
İran durumu kabullenebilir.
Belirtilen hususlara karşın İran’ın söz konusu devletin varlığından rahatsızlık
duymasını gerektirecek hususlar da vardır. Aşağıda bu eksende analizler yapılacaktır.
Bağımsız Bir Şii Devletinin İran Açısından Dezavantajları
• Şiilerin kutsal kentleri Kerbela ve Necef Irak topraklarında bulunmaktadır. Irak’ta
bağımsız bir Şii devleti kurulması durumunda, İran’ın tüm üstünlüklerine karşın, Şii
dünyasının psiko-politik odağı söz konusu devlete kayabilecektir. Dinsel etkinin Kum
Kenti’nden “Bağımsız Necef ve Kerbela”ya kayması, İran’ı stratejik olarak
zayıflatabilecek ve kendisine karşı kullanılabilecek unsurlar içermektedir. Bu
nedenden ötürü İran’ın, ilhakın gerçekleştirilemediği durumlarda, gevşek bir
federasyon ya da konfederasyon içinde, güdümündeki bir yapıyı, bağımsız bir Şii
devletine tercih edebileceği değerlendirilmektedir. Ayrıca İran ve Irak Şiiliği birtakım
özellikleri ile çeşitli farklılıklar arz etmektedir. Bu farklılıklar ve Şii ruhban sınıfının
31
İran–Irak ekseninde yaşayabileceği üstünlük sağlama çabaları hesaba katılır ise
bölgede ikinci bir Şii devletinin varlığı Tahran tarafından hoş karşılanmayabilir.
• Şii Uyanışının İran imkan ve kabiliyetini aşacak şekilde radikalleşmesi ve politik
kimlik kazanması, Şii karşıtı bir cephenin oluşmasına ve bölgede Şii Uyanışından
rahatsızlık duyan devletlerin bir arada ve daha etkin politikalar izlemelerine neden
olabilir. Bu durumda İran, karşısında İsrail – ABD ekseni dışında tamamıyla farklı bir
oluşum bulacaktır. Irak’ın bölünmesi üç parçalı şekilde gerçekleşir ise, ortaya çıkacak
Sünni devletin, Şii oluşumu ve İran’a karşı silahlandırılması ve desteklenmesi
gündeme gelebilecektir. Nitekim günümüzde Suudi Arabistan’ın ABD ile çok güçlü
müttefiklik ilişkilerine rağmen Şii tehdidinden ötürü Irak’taki Sünni grupları
destekleyebilmesi, bölünme gerçekleşir ise Sünni devletin nasıl kullanılacağı yönünde
önemli belirtiler taşımaktadır. Bu durumda İran’ın kazanacağı düşmanların nitelik ve
niceliği, Şii devletinin kurulmasının faydalarından çok daha maliyetli olabilir.
• Şii Uyanışının radikalleşerek politik bir kimlik kazanması, Vahhabilik ile Şiilik
arasındaki çatışmalı rekabeti daha ileri boyutlara taşıyabilir. Ayrıca Vahhabi olsun
olmasın, kendi topraklarındaki Şii varlığının ayrılıkçı eğilimlere kapılmasından
çekinen Körfez ülkeleri, Şii Uyanışı karşısında ortak bir cephede buluşabilir ve bu
cephenin ABD tarafından yönlendirilmesi İran’ın ulusal çıkarlarına ciddi zararlar
verebilir.
• Afganistan’da Taliban’ın ülkenin çok büyük bir bölümünde yeniden egemenlik tesis
etmesi ve Peştun kimliğini önceleyerek Pakistan’da önemli bir etkinliğe ulaşması
sonucu Orta Asya ve çevresinde önemli bir etkiye ulaşan Vahhabi hareketin, bir Şii
devleti ile dengelenmesi istenebilir. Bu durumda, tarihsel pratiğinin ve ilişkilerinin de
yardımıyla bölgede asıl planlayıcı konumunda bulunan İngiltere, olası Şii devletini,
Büyük Ayetullah Sistani üzerinden ABD güdümüne aktarmayı isteyebilir. İngiliz karar
vericiler böyle bir hareket tarzı ile İran’a bir rakip yaratırken, aynı zamanda
Vahhabiliğin yükselmesini frenleme imkanına kavuşacaklardır. Söz konusu
senaryonun gerçekleşmesi durumunda Şii Uyanışı sonucu Körfez ülkelerinde beliren
endişeleri giderme misyonunu üstlenerek bölgedeki kalıcılığını pekiştirecek olan
İngiltere ve ABD; bir yandan da Vahhabiliğin yayılma ve yükselmesini önlemeye
yönelik farklı bir enstrümana da sahip olabilecektir. Bu iki politikanın askeri ve siyasi
alt yapısının ABD üzerinden karşılanması ile İngiltere’nin stratejik–istihbari
üretkenliği ile orantısız askeri ve demografik zaafları da kapatılmış olacaktır. Başka
32
bir anlatımla İngiltere, uluslararası sistemde gerek emperyal geçmişi gerekse siyasi
elitinin kapasitesi bakımından çok önemli bir “stratejik akıl” konumundadır. Bununla
birlikte askeri ve demografik yetenekleri, stratejik üretim kapasitesi ile orantısızdır.
Büyük askeri gücü ile ABD’nin söz konusu “stratejik aklın” hedeflerine ulaşmasında
en önemli sert güç unsuru olduğu söylenebilir.
Olası Kürt Devleti Hususunda Türkiye’nin Alternatif İşlevselliği
Konunun çeşitli boyutlarıyla ele alınmasının ardından, ilk bakışta çok gerçekçi
görünmeyen ancak belirli koşullar altında önem kazanabilecek bir senaryo üzerinde
çalışılması faydalı olacaktır. Söz konusu senaryonun temel çıkış noktası, daha önce arz edilen,
olası Kürt devletinin jeopolitik ve siyasi coğrafi ihtiyaçlarıdır. Senaryonun içeriği ise
Türkiye’nin olası Kürt devleti için, bir “taşıyıcı anne” görevi yapmasının ve kendi bekasını
sağlayabilecek kapasiteye ulaşana değin himayesinde tutmasının sağlanmasıdır. İlk bakışta
çok da inandırıcı görünmeyen bu stratejik düşünceyi jeostratejik sezgisellik ve akılcı bir
yaklaşımla ele almaya çalışalım.
Jeopolitik açıdan
Olası Kürt devletinin “yaşatılması” için:
a) Denizlere çıkışının bulunması, “landlocked” bir nitelik taşımaması, ya da;
b) Denize açılımı bulunmayacak ise çevresel unsurlarca izole edilmemesi
(containment policy) gerekmektedir.
Askeri açıdan
Olası Kürt devleti bekasını konvansiyonel kuvvetleri ile sağlayacak düzeye ulaşana
dek, askeri himayeye muhtaçtır. Bu himayeyi sağlama imkan ve kabiliyetinin, ABD, İran ve
Türkiye’de bulunduğu değerlendirilmektedir. Bu noktadan hareketle
a) ABD, Irak’tan çekilme takvimini açıklamıştır. Dolayısıyla 2012 yılından itibaren
bölgede büyük konvansiyonel kuvvetler bulundurmayacak, kendi çıkarlarını
korumak amacıyla taktik unsurlardan ve üslerinden yararlanacaktır. Bu
unsurların, olası Kürdistan’ın “ulusal savunması” görevlerinin icra edilmesi
açısından uygun nitelikler taşımadığı düşünülmektedir.
33
b) İran, bu çalışma dahilinde aktarılan gerekçelerle olası Kürt devletine olumlu
bakabilir. Bununla birlikte olası Kürt devletinin İran’ın himayesinde ve dolayısıyla
etki alanında olması; mevcut koşullarda ABD, koşullar ne olursa olsun İsrail
açısından kabul edilemez bir gelişmedir. Dolayısıyla İran, betimlediğimiz “taşıyıcı
annelik” rolüne hazır olsa da, ABD ve İsrail’in buna izin vermeyeceği açıktır.
c) Yukarıdaki iki madde elendiğinde geriye kalan seçenek, “stratejik zorunlulukların
dayatması ile” Türkiye olacaktır.
Ekonomik Açıdan
Habur Sınır Kapısı ve Türkiye ile ticaret, olası Kürt devletinin yaşamsal çıkarları
açısından vazgeçilmez bir etmen olarak değerlendirilmektedir. Aksi takdirde ekonomik
“performans ve kaderinin” Ermenistan’dan farksız olacağı açıktır. Dolayısıyla ekonomik
açıdan da Kürt devletinin sürdürülebilirliği adına Türkiye son derece önemli bir konumdadır.
Bu bağlamda, Türkiye’yi, “Kırmızı Çizgisi” olarak tanımladığı böyle bir gelişmeye
yönlendirmek nasıl mümkün olabilir, sorusuna yanıt aramak gerekmektedir. Kanımızca son
dönemde yoğunlaşan PKK faaliyetlerinin konu ile yakın bir ilgisi bulunmaktadır. Bu
faaliyetler, Türk siyasi elitini kamuoyu karşısında oldukça zor durumda bırakmakta ve
toplumsal yılgınlığa neden olabilmektedir. PKK terör eylemlerinin doruk noktasına ulaştığı
bir zamanda, Türkiye’ye ve Türk kamuoyuna, “PKK’nın bertaraf edilmesi yolunun Irak’ın
kuzeyindeki siyasi oluşum ile daha yakın ve üst düzeyde temastan geçtiği” yönünde telkinler
yapılması durumunda, kırmızı çizgilerde bir dönüşüm gözlemlenebilir. Temaslar sıklaştıkça
ve düzeyi yükseldikçe, PKK’nın aynı oranda zayıflatılması da sürecin devamı hususunda
Ankara’yı ve Türk kamuoyunu cesaretlendirebilir. Dolayısıyla Türkiye, terör tehdidinin
stratejik hedeflerini doğru okuyamazsa, kendi topraklarında federasyon ya da konfederasyon
talep eden bir terörist örgütten kurtulmak için; anayasa taslaklarının giriş bölümünde
“dünyanın en büyük devletsiz halkı” olarak nitelenen ve çeşitli ülkelerde yaşamakta olan
Kürtlerin haklarının savunuculuğu görevini üstlenen, “Sevr’de kazanılmış haklara” gönderme
yapan Barzani’nin devlet başkanlığını kabul etme noktasına gelebilir.
Türkiye’nin Irak’ın bölünmesine ilişkin bir diğer çekincesi de Kerkük ve
Türkmenlerin konumudur. Bu çalışma, yaygın kanının aksine, Irak’ın petrol rezervlerinin
önemli bir bölümünü barındıran Kerkük petrollerinin, olası Kürt devletine bırakılmasının
ABD çıkarları açısından sakıncalı olduğunu öngörmektedir. Zira daha önce de belirtildiği
34
üzere olası Kürt devleti, ABD ve İsrail’e bağımlılığından ötürü, denetimi kolay ve “sadık” bir
müttefik olacağı gerekçesi ile desteklenebilir. Kerkük petrollerinin tamamıyla Kürt egemenlik
sahasında bırakılması, olası Kürt devletinin orta ve uzun vadede bağımsız politikalar üretme
imkan ve kabiliyetini arttırabilecektir. Bu nedenle Kerkük için, Türkiye’nin güvenlik
çekinceleri ile Sünni ve Şii Arapların dirençleri bahane edilerek, özel bir statü düşünülebilir.
Türkmenlere yönetimde göreli yüksek görev ve mevkiler verilmesi suretiyle, Türk kamuoyu
tatmin edilebilir. Böyle bir durumda, olası Kürt devletinin Ankara’ya önce de facto, sonra da
de jure olarak kabul ettirilmesi gündeme gelebilecektir. Buradan ABD ve İsrail’in elde
edeceği kazanımlar aşağıda sunulmuştur.
a) Olası Kürt devletinin maliyetinin Türkiye ile paylaşılarak azaltılması,
b) Olası Kürt devletinin güvenlik kaygılarının minimize edilmesi,
c) Olası Kürt devletinin İran etki sahası dışına çıkarılması,
d) ABD ve İsrail’in, “Türkiye’nin varlığına karşı çıkmadığı bir müttefike” sahip
olması,
e) Irak’ın kuzeyinde bağımsız bir Kürt devletinin, içlerinde ciddi bir Kürt nüfus ve
ayrılıkçı potansiyel barındıran Türkiye, Suriye ve İran’a karşı gerektiğinde bir kart
olarak kullanılması seçeneğinin muhafaza edilmesi,
f) İran – Türkiye yakınlaşmasının önüne geçilmesi
Sonuç
Ortaya koymaya çalıştığımız üzere, Irak’ın kuzeyindeki durum sadece Türkiye değil
ABD, İran ve diğer bölge devletleri açısından da bilinmezlikler ve belirsizliklerle doludur. Bu
noktada asıl belirsizliğin Kürt devletinin kurulması değil sürdürülebilmesi olduğu
değerlendirilmektedir. Gerek jeopolitik ihtiyaçları gerekse savunma kapasitesi açısından,
Irak’ın kuzeyinde kurulacak bir Kürt devletinin, “ABD’nin hazırlayacağı bir oksijen çadırı
dışında nefes alması” çok da olanaklı değildir. Bu kadar ciddi gelişmeler ve denetim dışına
kayabilecek belirsizlikler karşısında Irak’ın geçmişe kıyasla “hiçbir şey olmamış gibi aynı
kalacağını ümit etmek” gerçekçi görünmemektedir. Kanımızca, Türk dış politikasının
belirleyicileri ve karar alıcıları “Irak’ın toprak bütünlüğü” vurgusunun bir temenniden öteye
geçememe ihtimalini sıklıkla gözden kaçırmaktadırlar.
35
Irak’ın kuzeyinde kurulacak bir Kürt devleti ABD’yi yakın gelecekte ciddi sorunlar
ile karşı karşıya bırakabilir. Özellikle petrol bölgesinde sürekli bir çatışma ve istikrarsızlık
büyük kayıplara yol açabilir. Bu noktada Türkiye’nin desteğine ihtiyaç duyulması da olasıdır.
Öte yandan Türkiye’nin güvenlik endişelerinin yok farz edilmesi, Barzani’nin saldırgan ve
diplomatik nezaketi fazlasıyla aşan açıklamalarının köken alanının ve irredentist üslubunun
dikkate alınmaması olanaksız görünmektedir. Türkiye açısından Irak’ın kuzeyi terör üreten bir
bölge kimliğini sürdürmektedir. Barzani ve Talabani’ye bağlı grupların Türkiye’de yaşanan
etnik milliyetçi ve bölücü teröre destek verdikleri birçok üst düzey Türk yetkili tarafından
defalarca belirtilmiştir. Buna karşın Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi tarafından tatmin edici bir
adımın atıldığını söyleyebilmek mümkün değildir. Bu koşullar altında ABD Irak’ın kuzeyinde
bir Kürt devletinin kurulmasına destek verecek ise ve Türkiye’ye “taşıyıcı anne” rolünü
empoze etmeyi başaramazsa; Olası Kürt devletini sadece İran ve Suriye gibi “Şer ekseni
üyesi” olarak nitelediği devletlerden biri veya ikisine değil, bir NATO üyesi olan Türkiye’ye
rağmen de gerçekleştirmek durumunda kalabilir.
Türkiye’nin Konumuna İlişkin Değerlendirme Notu
Bütün bu olasılıklar zincirinde Türkiye’nin kırılmamasına özen göstermesi gereken
ana halka, Irak’ın toprak bütünlüğü olarak belirmektedir.
Parçalanmış bir Irak’ın, ulusal çıkarları ve güvenliğine yönelteceği olumsuzlukları
engelleme adına, enerjisini öncelikle Irak’ın bütünlüğünün korunmasına yönelten Türkiye’nin
bu konuda ne kadar başarılı olabileceği ciddi soru işaretleri taşımaktadır. Irak’ı etkileyen içsel
ve dışsal dinamikleri etkileme/yönlendirme olanak ve gücüne sahip olmadığı gözlemlenen
Türkiye (belirli koşulların varlığında bu hipotez ayrı bir tartışma konusudur), öncelikli
hedefinin gerçekleşmemesi olasılığına karşı alternatif politikalar oluşturmak durumundadır.
Tüm dikkatini Iraklı Kürtlerin bağımsızlık taleplerine odaklamış görünen Türkiye,
“Irak resminin bütününü” görebilmeli; içsel ve dışsal tüm taraflar ile ilişkilerini
geliştirebilmelidir. Parçalanmanın engellenemeyecek bir boyuta ulaşması halinde, Türkiye’nin
bugünkü bütünün parçaları ve homojen olmayan parçalar içindeki tekil/ayrışık dinamikler ile
ilişki kurması ve var olan ilişkilerini çıkarları doğrultusunda geliştirmesi bir ön koşul
kimliğinde görünmektedir.
36
Irak’ın kuzeyinde Barzani ve Talabani dışında güçlü aşiretler ve büyük aileler ile
kurulacak ve geliştirilecek ilişkiler, KIBY’nin tek egemeni gibi görünen Barzani’nin gücünün
sorgulanmasında önemli bir işlev görebilecektir.
Öte yandan Sünni ve Şii Araplar, Kürt grupların yayılmacı siyasetlerinden ve Irak’ın
kuzeyinin Kürtleştirilmesinden ciddi rahatsızlık duymaktadırlar. Aynı eylemlere muhatap olan
Türkmenlerle Araplar arasında oluşan bu paydaşlık, Ankara açısından Sünni ve Şii Araplar ile
iletişim kurmak için ayrı bir fırsat penceresi açmaktadır. Dolayısıyla Türkiye’nin, Sünni ve Şii
Araplar ile örtüşen görüş ve çıkarları ile paydaş rahatsızlıklarının Kürt gruplarca algılanmasını
sağlayacak girişim ve açılımlarda bulunmasının faydalı olacağı değerlendirilmektedir.
Sünni Arapların temsil hakları ve seçimlere katılmaları konusunda ciddi uğraş veren
kimi etkili, büyük Sünni Arap aileler ile ilişkileri bulunan Türkiye, bu ilişkilerini
derinleştirirken, gerek Şii Türkmenler üzerinden, gerek doğrudan Şii Araplar ile temaslarını
sıklaştırabilir.
Celal Talabani’nin ciddi sağlık sorunları nedeniyle görevini daha fazla
sürdürememesi olasılığı karşısında başlayacak liderlik mücadelesini kaçınılmaz kılarak, KDP
ve KYB arasında ayrışma olacak şekilde derinleştirmek (dividum et imperium)
başvurulabilecek yöntemler arasında değerlendirilmektedir. Öte yandan Sünni ve Şii Araplar
ile Kürtler arasındaki tarihsel anlaşmazlıkların bir parçalanma süreci içinde tırmanma eğilimi
göstermesi, Iraklı Kürtleri bir müttefik arayışına itecektir. Geçmişteki tüm sorun ve
anlaşmazlıklara karşın bu müttefik, yine Türkiye olacaktır.
Kerkük’ün Kürt bölgesine dahil edilmemesi konusunda görüş ve çıkarları örtüşen
Sünni ve Şii Araplar ile Türkiye arasında oluşan doğal ittifak/görüş birliği; Ankara’nın eline
önemli bir kart vermektedir. Olası ciddi bir ihtilafta, Türkiye’nin dostluğuna gereksinim
duyacak Iraklı Kürt gruplar, Kerkük ile ilgili oluşan Türk – Arap görüş birliğinin kendilerine
maliyeti konusunda doğrudan ve dolaylı olarak bilgilendirilmeli, Ankara’nın yakın gelecekte
kullanabileceği önemli kozlarının bulunduğunun farkına varmaları sağlanmalıdır.
Irak’ın kuzeyinin ekonomik açıdan Türkiye’ye bağımlılığının arttırılması orta vadeli
bir seçenek ise de, bu seçeneğin şu anda uygulamaya konulmasından çok; mevcut
bağımlılığın, koşulların olumsuzlaşması halinde kısa vadede Kürt gruplara maliyetinin ne
olabileceğinin gösterilmesinin/anlatılmasının daha yararlı ve sonuç alıcı olacağı
değerlendirilmektedir.
37
Sonuç olarak, uzun bir zamandır Irak’taki oluşumlardan dışlanmış ve soyutlanmış
görünen Türkiye’nin öncelikle ABD’nin çekilme planını açıklaması ile birlikte edilgen
konumundan sıyrılarak; izleyeceği aktif, çok taraflı bir politika ile yeniden etkin bir konuma
ulaşabileceği değerlendirilmektedir.
38
KAYNAKÇA
ARI, Tayyar. Uluslararası İlişkiler Teorileri, İstanbul, MKM Yayıncılık, 2008.
ÇEVİK, Abdülkadir ve Birsen CEYHUN. Politik Psikoloji Serisi 1: Psikopolitik Yönden
Kimlik Gelişimi ve Etnik Terörizm, Ankara, Politik Psikoloji Merkezi – Medikomat Basım
Yayın, 1995.
ÇİTLİOĞLU, Ercan. “Terörizmin Yeni Konsepti” Stratejik Analiz – ASAM, Ankara, 2007.
ÇİTLİOĞLU, Ercan. Gri Tehdit TERÖRİZM, İstanbul, Destek Yayıncılık, 2008.
DEDEOĞLU, Beril. Uluslararası Güvenlik ve Strateji, İstanbul, Yeni Yüzyıl Yayınları,
2008.
ERSEVER, A. Cem. Üçgendeki Tezgah, İstanbul, Milenyum Yayınları, 2007.
ESLEN, Nejat. Küresel Hamleler Anahtar Stratejiler, Ankara, Tek Ağaç Yayıncılık, 2005.
GREENE, T. N. Guerilla and How to Fight Him, Ankara, Genelkurmay Basımevi, 1965.
GÜNAY, Tuncer. Şemdin Sakık Anlatıyor, İstanbul, Doğan Kitap, 2007.
HART, B. H. Liddell. Strateji Dolaylı Tutum, (Çev. Selma KOÇAK), İstanbul, Doruk
Yayıncılık, 2003.
İNAT, Kemal (Ed.) ve Diğerleri.Dünya Çatışma Bölgeleri, İstanbul, Nobel Yayıncılık,
2007.
INSTITUT de POLITIQUE ETRANGERE. Chypre Myhthes et Réalités, Ankara, Institut de
Politique Etrangere Publié, 1983.
KÖNİ, Hasan. Genel Sistem Kuramı ve Uluslararası Siyasetteki Yeri, Ankara, ASAM
Yayınları, 2001.
KALAYCI, Hüseyin. “Avrupa Birliği ve Mikro-Milliyetçilik” Stratejik Analiz – ASAM,
Ankara, 2006.
ÖNDER, Ali Tayyar. Türkiye’nin Etnik Yapısı (7. Baskı), Ankara, Fark Yayınları, 2006.
ÖZDAĞ, Ümit. Türk Ordusu’nun PKK Operasyonları, İstanbul, Pegasus Yayınları, 2007.
ÖZDAĞ, Ümit. Kişisel İnternet Sitesi. 7 Şubat 2008 <http:// www.umitozdag.com>.
ÖZTÜRK, Saygı. İsmet Paşa’nın Kürt Raporu, İstanbul, Doğan Kitap, 2007.
39
PAMUKOĞLU, Osman. Unutulanlar Dışında Yeni Bir Şey Yok, İstanbul, İnkılap Kitabevi,
2004.
SAKINMAZ, Şenol Koray. Kıbrıs Tüneli, İstanbul, Akademi Kültür Sanat Yayıncılık, 2007.
SARIZEYBEK, Erdal. İhaneti Gördüm, İstanbul, Pozitif Yayınları, 2007.
THOMAS, Gordon. Gideon’un Casusları Mossad Gizli Tarihi, (Çev. Selim YENİÇERİ),
İstanbul, Koridor Yayıncılık, 2005.
TİŞKOV, V. A ve E. İ. FİLİPPOVA Eski Sovyet Ülkelerinde Etnik İlişkiler ve Sorunlar,
Ankara, ASAM Yayınları, 2000.
TODD, Paul ve Jonathan BLOCH. Küresel İstihbarat, (Çev. Enver GÜNSEL), İstanbul,
Truva Yayınları, 2006.
VOLKAN, Vamık D. Kanbağı Etnik Gururdan Etnik Teröre, İstanbul, Bağlam Yayıncılık,
1999.