Upload
ihramcizade
View
205
Download
3
Embed Size (px)
Citation preview
İBN-İ HALDUN’UN
KUR’ÂN VE TEFSİR ANLAYIŞI
EMİNE KUŞGÖZ
Cumhuriyet Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü
Lisansüstü Eğitim, Öğretim ve Sınav Yönetmeliğinin Temel İslam Bilimleri Anabilim
Dalı Tefsir Bilim Dalı İçin Öngördüğü
YÜKSEK LİSANS TEZİ
Olarak Hazırlanmıştır.
Tez Danışmanı
Doç. Dr. İsmail ÇALIŞKAN
Eylül – 2007
İÇİNDEKİLER
KISALTMALAR ................................................................................................................................... I ÖNSÖZ...................................................................................................................................................II GİRİŞ ......................................................................................................................................................1
I. KONUNUN ÖNEMİ VE ARAŞTIRMA YÖNTEMİ .............................................................. 1 II. İBN-İ HALDUN (732-808/1332-1406)’UN HAYATI VE ESERLERİ ................................ 3
A. Hayatı ve Kişiliği ......................................................................................................... 3 B. Eserleri......................................................................................................................... 9 C. İlmi Faaliyetleri ......................................................................................................... 18 D. Düşünce Yapısı.......................................................................................................... 19 E. İlim Tasnifi ................................................................................................................ 32
BİRİNCİ BÖLÜM
İBN-İ HALDUN’UN TEFSİRE BAKIŞI
I. İBN-İ HALDUN’UN İLİM TASNİFİ İÇİNDE TEFSİRİN YERİ ........................................36 III. İBN-İ HALDUN’DAN ÖNCE TEFSİR ....................................................................................37 IV. BAZI KAVRAM TANIMLARI .................................................................................................37
A. Kur’ân........................................................................................................................ 38 B. Kıraât ......................................................................................................................... 41 C. Nübüvvet ve Vahyin Manası ..................................................................................... 42 D. Tefsir.......................................................................................................................... 48
V. TEFSİR TASNİFİ .........................................................................................................................54 VI. TEFSİRE KATKISI......................................................................................................................59
İKİNCİ BÖLÜM İBN-İ HALDUN’UN DÜŞÜNCE SİSTEMİNDE KUR’AN’IN YERİ VE AYETLERİ
YORUMLAMA BİÇİMİ
I. KUR’AN VE TEFSİR KAYNAKLARI HAKKINDAKİ DEĞERLENDİRMELERİ.......63 A. Müfessirler................................................................................................................. 64
1. Kaynak Olarak Müracaat Ettiği Müfessirler Ve Onlar Hakkındaki Olumlu Yaklaşımlar .................................................................................................................... 64 3. Müfessirlere Yönelttiği Eleştiriler.............................................................................. 70
B. Tarihçiler ................................................................................................................... 73 II. KUR’ÂN’DA ANLATILAN OLAYLARI DIŞ KAYNAKLARLA KARŞILAŞTIRMASI
.........................................................................................................................................................78 III. TARİHİ RİVAYETLERİ AYETLERLE DESTEKLEMESİ .................................................79
A. İsrailoğulları’nın Nüfusu ile İlgili Rivayetleri Değerlendirmesi ............................... 80 B. İsrailoğulları’nın Zillet Hayatına Düşme Sebepleri................................................... 82 C. Ad Kavminin Yaşadığı Şehir ile İlgili Rivayetler ..................................................... 83 D. Mekke Şehri Ve Kâbe’nin İnşâsı ............................................................................... 84 E. Fatımîler’in Ehl-i Beyt Dışında Tutulması Meselesi ................................................. 87 F. Bermekîler’in Başına Gelen Felâketin Harun Reşid Yüzünden Olduğuna Dair Yanlı Rivayetleri Değerlendirmesi............................................................................................... 88
IV. KUR’ AN’LA İLGİLİ BAZI KONULAR HAKKINDAKİ DÜŞÜNCESİ..........................89 A. Vahyin Hz. Peygamber Üzerindeki Etkileri .............................................................. 89 B. Hz. Peygamber’in Mucizeleri ve Üstünlüğü.............................................................. 91 C. Muhkemât ve Müteşâbihât ........................................................................................ 93 D. Rızık Meselesi Ve Kesb............................................................................................. 96 E. İnsan Düşüncesi ve İnsanın Yaratılışı....................................................................... 99 F. Emanet ..................................................................................................................... 101
V. İBN-İ HALDUN’ÜN YORUMCULUĞUNUN ÖRNEĞİ: İHLAS SURESİ TEFSİRİ...103
III
VI. TABİÎ (SOSYAL) TEFSİR ÖRNEKLERİ .............................................................................109 A. Bedeviliğin ve Hadariliğin Dini Hayata Etkisi ........................................................ 114 B. Asabiyetin Güç ve Mülkün Elde Edilmesindeki Rolü............................................. 115 C. Bedevilik ve Hadarilik İçin Asabiyetin Yeri ........................................................... 120 D. Mülkün Âlâmeti Olarak Toplumdaki İyi Hasletler.................................................. 122 E. Hilâfet Ve İmâmetin Manası ................................................................................... 124 F. Umrânın Gayesi ve Nihayetinin Habercisi Olarak Hadaret..................................... 129 G. Takvâ ....................................................................................................................... 132 H. İstikamet .................................................................................................................. 135 İ. Üstünlüğün Takvâda Oluşu ..................................................................................... 141 J. Hatm (Güzel Koku) Hakkında................................................................................. 143 K. Düzenin Önemi (Bunyânun Mersûs) ....................................................................... 144 L. Zulüm....................................................................................................................... 146
VII.İBN-İ HALDUN’UN YORUMCULUĞUNUN DEĞERLENDİRMESİ.......................................................................................................................................................147
SONUÇ................................................................................................................................................150
KISALTMALAR
Mukaddime: İbn-i Haldun, Mukaddime, çev.: Süleyman Uludağ, Dergah yay., 4. bas., İst. 2005.
el-Mukaddime: İbn Haldun, el-Mukaddime, (thk: Dr. Ali Abdulvâhid Vâfî), Nehdetü Mısır, Kahire 2004.
Giriş-Mukaddime: Süleyman Uludağ, “Giriş: İ.Haldun....”, Mukaddime (İbn Haldun), çev.: S. Uludağ, İst. 2005, 13-154.
Giriş-Tasavvuf: Süleyman Uludağ, “Giriş: Tasavvufun Mahiyeti…”, Şifâu’s-Sâil, (İbn-i Haldun), çev.: S. Uludağ, İst. 1984, 19-76.
bkz.: Bakınız Şifâü-Sâil: Şifâü-Sâil Litehzibi’l Mesâ’il, (İbn-i Haldun), Önsöz ve Notlarla
Neşreden, Muhammed B.Tâwit At-Tanji, İst. 1958 a.s.: aleyhis-selam DİA: Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi. ty: Tarih yok. Thk: Tahkik yok. Hz.:hazreti. c: cilt s: sayfa vb: vebenzeri et- Ta’rif: Muhammed B.Tâwit et-Tanji, et-Ta’rîf İbn-i Haldun Mü’ellifi’l-Kitâb
ve Rihletühû Garben ve Şarken, Kahire 1951.
ÖNSÖZ
İbn-i Haldun gerek İslâm âleminde gerekse dünya düşüncesi tarihinde özel ve
önemli yeri olan büyük bir mütefekkirdir. Eserlerinde ortaya koyduğu düşünceleri
özgün ve kendi alanında eşsiz bir yere sahiptir. Çünkü seslendirdiği görüşler, dönemine
kadar hiçbir bilgin, âlim ve düşünür tarafından söylenmemiştir. Bir ilim sevdalısı
olduğu için kendinden önceki fikirlerden faydalanmakla beraber, o hem metod hem de
içerik bakımından bağımsız bir bilim dalını, özgün bir düşünce sistemi olan “Umran
İlm”ini kurmayı başarmıştır. Ama üzülerek ifade etmeliyiz ki, bu alanda onun kayda
değer takipçisi olmamıştır.
İbn-i Haldun, İslam medeniyetinin duraklamaya, gerilemeye, zayıflamaya ve
yıkılmaya yüz tuttuğu buna karşın, Avrupa medeniyetinin canlanmaya başladığı VII./
XIV. asırda yaşamıştır. Doğu ve Batı medeniyetlerinin siyasi çekişme içindeki bir
dönemde yaşayan İbn-i Haldun (808/1406), üç önemli şahsiyetten yani, tasavvuf
düşüncesinin zirvesi olan İbn-i Ârâbî (ö:638/1240), kelam ekolünün güçlü sesi
Fahruddîn er-Râzî (ö:606/1209), ve selefi düşüncesinin en önemli temsilcisi İbn-i
Teymiye (ö:728/1328)’den sonra gelmiştir. Eserlerinden anladığımız kadarıyla onların
fikirleri, İbn-i Haldun’un düşünce yapısının gelişiminde etkili olmuştur. İşte İbn-i
Haldun kendisini böyle bir ortamda bulmuş ve yetiştirmiştir.
Bu büyük mütefekkirin değeri, XVII. asırdan itibaren Osmanlılarda, XIX.
asırdan itibaren de Avrupa’da anlaşılmaya başlanmış ve hızla ünü dünyaya yayılmıştır.
Bu itibarın sonucunda eserleri tanınmaya, özellikle en ünlü eseri Mukaddime, Fransızca,
İngilizce, İspanyolca, Portekizce, Japonca, Rusca ve Urduca gibi dünya dilerine tecüme
edilmiştir. Günümüzde sosyal bilimler olarak kabul edilen birçok alanda yenilikçi bir
fikir haraketi başlattığı için o, çoğu zaman tarihi ilim haline getiren, ilk tarih felsefesi
yapan, psikolojiyi tarihe uygulayan ve sosyolojinin kurucusu olarak nitelendirilir. Çok
yönlü bir şahsiyet olan İbn-i Haldun’u, farklı görüş ve inanca sahip birçok bilim adamı
ve filozof, farklı yönünü keşfederek yorumlamıştır. Kimine göre tarihçi, kimine göre
sosyolog, kimine göre medeniyet ya da kültür tarihçisi, kimine göre siyasi düşünür,
kimine göre iktisadçı, kimine göre şehirci, kimine göre hukukçu, kimine göre de
ilahiyatçıdır. İşte onun bu kadar farklı yorumlanmasındaki sebep, düşünce sisteminin
akılcı ve oldukça kapsamlı olmasından ileri gelmektedir. Günümüzde de hakkında farklı
ilim dallarında çalışmalar yapılan mütefekkirin biz de farklı bir yönünü bu çalışmamızla
gün yüzüne çıkarmaya çalıştık.
III
Araştırmamız esnasında başta İbn-i Haldun’un ünlü eseri Mukaddime olmak
üzere, diğer eserlerinden faydalandık. Özellikle ayetler hakkındaki yorumlarının ve
tefsirle ilgili konular hakkındaki görüşlerinin büyük bir bölümü Mukaddime’den
alınmıştır. Ayrıca müellifin gerek hayatını gerekse düşünce yapısını anlatan eserlere,
makalelere, ansiklopedik bilgilere başvurduk. Konumuzun özellikle tefsirle alakası
olması hasebiyle, tefsir usûlü, tarih, hadis ve biyografya alanlarında yazılmış ve
konumuza katkısı olacak tüm kaynaklara ulaşmaya gayret gösterdik. Bunun yanında
İbn-i Haldun’un eserlerini tercüme eden, onun hakkında araştırma ve inceleme yapmış
Süleyman Uludağ’ın birikiminden faydalandık. Ancak şurasını belirtmemiz gerekir ki,
tercümelerdeki dil problemleri, özellikle ayetleri anlamayı zorlaştıran ifadelerde
değişiklikler yapmak kaçınılmaz olmuştur.
Çalışmamız bir giriş ve iki bölümden oluşmaktadır. Giriş kısmında, müellifin
hayatı, kişiliği, ilmi faaliyetleri ve düşünce yapısını ele aldık. Birinci bölümde ise,
konumuzun temeli olan İbn-i Haldun’un tefsire bakışı ve tefsirle ilgili önemli konular
hakkındaki görüşlerine yer verdik. İkinci bölümde ise, müellifin eserlerinde Kur’ân ve
ayetlerlere ayırdığı yer, ayetleri yorumlama biçimi ve buna ilişkin bazı örnekleri
inceledik. Ayrıca İbn-i Haldun’un eserlerinde zikrettiği müfessirler ve onların
yorumlarını sunmaya çalıştık.
Bu araştırmamızın gerek konu tavsiyesinde gerekse proje aşamasında değerli
vaktini hiçbir zaman esirgemeyen, tezimizin hazırlanmasında sürekli destek olan
saygıdeğer hocam Doç. Dr. İsmail ÇALIŞKAN Bey’e teşekkürü bir borç bilirim. Yine
çalışmamız esnasında fikirlerinden faydalandığım değerli hocam Prof. Dr. Ali
AKPINAR Bey’e ve tez hazırlığı sırasında maddi-manevi desteğiyle güç aldığım
anneme-babama ve kardeşime sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum.
Emine KUŞGÖZ
SİVAS 2007
GİRİŞ
I. KONUNUN ÖNEMİ VE ARAŞTIRMA YÖNTEMİ
Kur’ân’da insan, kâinat, tarih ve toplumsal hayatın mahiyeti ve işleyişi gibi
birçok konu yer almaktadır. Rehber olan Kur’ân’ı anlayıp yaşamak da kulların
görevleri arsınada yer almaktadır. Bu gereklilik Müslüman ilim adamlarını harekete
geçirmiş, bu hakikati anlama gayreti içerisinde ayetleri yorumlamışlar ve ayetler
hakkındaki görüşlerini sunmuşlardır. Şimdiye kadar birçok müfessir yetişmiş ve
eserleri günümüze ulaşmıştır. Ancak bazı ilim adamları insanlık tarihini incelerken
fikirlerini ayet ve hadislerle destekleyerek bir nev’i realist yahut sosyal tefsir adını
verebileceğimiz eserlerle karşımıza çıkmışlardır. İşte bu özellikte bir şahsiyet olarak
karşımıza çıkan mütefekkirlerden biri de İbn-i Haldun’dur.
İbn-i Haldun, çok yönlü kişiliği ve dönemine kadar hiç kimsenin selendirmediği
farklı bir düşünce sistemininin kurucusudur. O, fikirlerini tecrübeleriyle, tarihle, en
önemlisi de ayet ve hadislerle destekleyerek bekli de şimdiye kadar isimlendirilmeyen
bir sıfatla karşımıza çıkmaktadır. İbn-i Haldun tarihçi, sosyolog, siyasetçi kimliği ile
birçok alandaki bilgi birikimini ve tecrübelerini ortaya koyarken eserlerinde Kur’ân
kaynaklı bir anlatım yolunu seçmiştir. Hatta kullandığı metodla Kur’ân’ın tamamen
yaşanabilir bir hakikat olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Ayrıca önce olay ve
olgularla ilgili bilgilerini anlatması bu duruma ilişkin tezlerini ayetlerle desteklemesi
onun yorumculuk yönünün ve tefsire kazandırdığı farklı bir bakış açısının neticesidir.
Tezimizde, çağımıza ışık tutacak yorumlarının olduğuna inandığımız büyük
düşünür İbn-i Haldun’un hayatını, kişiliğini ve düşünce yapısını ortaya koymaya
çalışacağız. Daha sonra çalışmamızda asıl hadef olarak belirlediğimiz müellifin
eserlerinden hareketle Kur’ân’a yaklaşımını dolayısıyla tefsire olan katkısına yer
vereceğiz. Araştırmamızda öncelikle İbn-i Haldun’un eserlerinden faydalanarak onu
kendi dilinden anlamaya çalıştık. Bunun yanında kendisi ve eserleri ile ilgili yazılmış
makale ve eserleri değerlendirdik. Elbette İbn-i Haldun’la ilgili birçok çalışma
yapılmıştır. Şunu belirtmeliyiz ki, İbn-i Haldun’un sadece Kur’ân’a bakışını, tefsire dair
incelemelerini, yorumculuk yönünü ele almış müstakil bir esere rastlayamadık. Tesbit
edebildiğimiz kadarıyla İbn-i Haldun’un Kur’ân’dan ilham aldığına işaret eden
çalışmalar; Şaban Döğen’in “İlme Yön Veren Müslüman İlim Adamlar”, Mahmut
2
Toptaş’ın “İbn-i Haldun’a Yön Veren Ayetler” tefsirle ilgili bazı konularda onun
görüşlerini beyan eden Osman Keskioğlu’nun “Nûzülünden Günümüze Kur’ân-ı Kerim
Bilgileri” ve yine tefsir alanında önemli bir yeri olan İsmail Cerrahoğlu’nun Tefsir
Usulü’dür. Yine İbn-i Haldun’un dini yönünü ele alan önemli bir çalışma olarak Ömer
Ferruh’un “Mevgıfi İbn-i Haldun Min-eddîni ve min-el Gadâye ed-dîniyye” yi
gösterebiliriz. Tefsir konularına aşina olan ve eserlerinde yer veren müellif, günümüz
tefsirle ilgili kitaplar da hak ettiği ölçüde yer almamıtır.
İşte, geç de olsa doğulu ve batılı birçok düşünürün dikkatini çekmiş olan büyük
mütefekkir ve İslam âlimi İbn-i Haldun’u Kur’ân ve tefsir konusundaki görüşleri
yanında, kurduğu düşünce sisteminin içerisinde Kur’ân’ın konumunu ortaya koymaya
çalışacağız. Temennimiz İbn-i Haldun gibi bir düşünürün geliştirdiği fikir yapısının
ilham kaynağının Kur’ân olduğunu gün yüzüne çıkarmak, görüşlerini günümüz
açısından değerlendirmektir ve böylece bu alandaki bir boşluğu doldurmaktır.
3
II. İBN-İ HALDUN (732- 808/1332- 1406)’UN HAYATI VE ESERLERİ
Bir insanı tam anlamıyla tanıyabilmek, sadece onun fikirlerini ve dünya
görüşünü bilmekle veya eserlerini okumakla olmaz. Öncelikle o şahsın nerede, hangi
dönemde, hagi şart ve ortamlarda yetiştiği, hangi tecrübelerden geçtiği ve hangi fikir
akımlarından etkilendiğini kısaca hayatını her yönü ile öğrenmek, onu anlama ve
tanıma yolunda atılmış en büyük adımdır. Bu düşünce ile biz de çalışmamızın girişinde
İbn-i Haldun’un hayatına yer vererek onu, yaşantısı ve fikirleri ile birlikte
değerlendirmek suretiyle daha isabetli sonuçlar çıkaracağımız kanaatindeyiz.
A. Hayatı ve Kişiliği
İsmi Abdurrahman, künyesi Ebu Zeyd, lakabı Veliyyüddin, şöhreti İbn-i Haldun
olan müellifin tam adı; Ebu Zeyd Veliyyüddin Abdurrahman İbn-i Haldun el-Mâlikî,
el-Hadramî’dir. 1 Ramazan 732 (27 Mayıs 1332)’de Tunus’ta doğdu. Bu yüzden bazı
kaynaklarda isminin sonuna “Tunûsî” sıfatı da eklenmiştir.1 Aslen Yemen’in Hadramut
bölgesinden olduğu için daha çok Hadramî olarak anılmıştır. Müellif, 25 Ramazan 808
(15 Mart 1406)’da Kahire’de vefat etmiştir.
Oldukça hareketli bir hayat süren İbn-i Haldun, İslam medeniyetinin
duraklamaya, gerilemeye ve zayıflamaya yüz tuttuğu, buna karşın Batı medeniyetinin
canlanmaya ve güçlenmeye başladığı VIII./XIV. yy.da yaşamıştır. Şöhreti yaşadığı
coğrafya ile sınırlı kalmayan İbn-i Haldun, haklı olarak İslam fikir ve ilim dünyasına
damgasını vuran bir ün kazanmıştır. Bu güçlü sesin ilim ve fikir dünyasına girmeden
önce şahsını daha iyi tanıyabilmek amacıyla hayatını dönemler halinde inceleyeceğiz.
1. Gençliği Ve Tahsil Dönemi
Doğumundan itibaren yaklaşık yirmi yıl kendi memleketinde ve ailesinin
yanında kaldı. Bu süre içerisinde Tunus’ta, geleneksel eğitim-öğretim sistemi gereği
önce babasından, daha sonra da değişik alimlerden ders gördü. Küçük yaşta Kur’an-ı
Kerimi ezberledi. Kıraat, tefsir, hadis, fıkıh gibi dini ilimler; lügat, sarf, nahiv, belağat,
edebiyat ve dil bilgileri gibi alet ilimlerini ve mantık, felsefe, matematik ve tabii
1 Süleyman Uludağ, “İbn Haldun”, DİA, İstanbul 1999, XIX,538
4
ilimleri tedris etti. İbn-i Haldun, bu ilimleri öğrenmesine vesile olan hocalarından
zaman zaman söz etmiş, onların ilmi kuvvetlerini ve derinliklerini anlatarak eserlerine
kaydetmiştir. Üzerinde en çok etkili olan hocalarından Ebu Muhammed
Abdulmüheymin el-Hadramî (676/1277- 750/1349)’den hadis ve siyer; Ahmed ez-
Zevâvî’den, kıraat; Muhammed b. Süleyman Şattî ’den fıkıh; Muhammed b.İbrahim el-
Âbilî (681/1282-757/1356)’den usûl, mantık, kelam, felsefe ve matematik dersleri aldı.2
2. İdâri Hizmetleri Ve Siyâsi Faaliyetleri
İbn-i Haldun onsekiz yaşına geldiğinde hayatını derinden etkileyen iki önemli
olayla karşılaşmıştır. Birinci hadise; 749/1348’de İslâm dünyasının her tarafını saran
vebâ salgınıdır. Bu salgın hastalık; İtalya, Endülüs ve birçok Avrupa memleketlerine de
yayılmıştı. Öyle ki, her gün yetmiş kişinin öldüğü söylenen ve İbn-i Haldun’un “ocak
söndüren” diye bahsettiği ve büyük âfet olarak değerlendirdiği bu vebâ salgınında,
sevgili annesini, ilim aşkının tohumlarını ekerek onu yetiştiren, ilk eğitimcisi olan
babasını ve kendilerinden ders alarak dini, ilmî, fikrî anlamda hayatının her alanında
başarılı olmasında büyük payı olan hocalarını kaybetmiştir. İbn-i Haldun bu elim
hadiseden bahsederken şöyle der: “Durmadan sonsuz bir arzu ile ilim tahsil etmek ve
faziletler elde etmek için didiniyor, ilim öğretilen yerlere ve ders halkalarına gidip
geliyordum. “Ocak söndüren” vebâ çıkana kadar hayatım böyle devam etti. Vebâ
sebebi ile ayân, eşrâf ve bütün üstadlar dünyadan göçüp gitti. Anam babam da vefat
etti. Allah hepsine rahmet etsin.”3
Onu sarsan ikinci olay ise, bir yıl sonra yaşamıştır. O da şudur: O sırada
Tunus’u işgal eden Meriniler başarısız oldular. Bunun için bu hanedanlığın sahibi Ebu
Hasan, vebadan kurtulan alim ve ediplerle birlikte Fas’a dönmek zorunda kalmıştı.
Tunus’ta yalnız kalan İbn-i Haldun tahsiline devam edecek gücü kaybetmişti. Tüm
gayretlerine karşın hocalarının yanına, yani Fas’a gidemeyince, siyasete atılmaya karar
verdi.
Onun zamanında İslam dünyasının idari bölümlemesi genel olarak şu şekilde
idi: Tunus’ta Hafsîler, Fas’ta Merînîler, Cezayir’de Abdulvadoğulları, Mısır’da
Memlüklüler, Anadolu’da ise Selçuklu Beylikleri ve Osmanlılar hüküm sürüyordu.
Endülüs’ün büyük bir bölümü de Hristiyanların istilâsına uğramıştı. Diğer emirlikler de
2 Süleyman Uludağ, “İbn Haldun”, XIX, 539. 3 Süleyman Uludağ, “Giriş: İbn-i Haldun”, Mukaddime, çev: Süleyman Uludağ, Dergah Yayınları, İstanbul 2005, I,24.
5
fitne ve çekişmelerle sürekli çatışma içindeydiler. İşte böyle bir ortamda, ilmi tahsiline
ara vermek zorunda kalan İbn-i Haldun, idâri görevler üstlenmeye başladı. Her ne kadar
gönlü ilmî araştırmalarda olsa da bunu o an için başaramamıştır. Fakat onun yaşadığı
siyasi tecrübe, ilmi kişiliğin oluşması bakımından büyük önem taşır.
Yaşadığı bölge olan Tunus’un Hafsîler tarafından işgaline karşı, Merîniler
safında savaşa katılan İbn-i Haldun, (752/1352)’ galibiyetin elde edilmesiyle değer
kazandı. Savaştaki başarısını duyan Merîni Sultanı Ebû İnan, İbn-i Haldun’u Fas’a
çağırdı ve onu ilim meclisi oluşturan alimler arasına alarak ödüllendirdi. Daha sonra,
yine sultan tarafından, kâtiplik, mühürdarlık gibi görevlere getirildi. Üstlenmiş olduğu
bu görevler onun için büyük bir fırsat oldu ve çok sevdiği ilmî alana, âdeta yeniden
dönüş yaptı. Bu amaca yönelik olmak kaydıyla Fas’taki kütüphanelerde çalışmalar
yaparak ve Endülüs’ten buraya göç eden alimlerden faydalanarak bilgisini genişletti.
Sultan Ebû İnan’ın güvenini kazanan İbn-i Haldun, sır katipliğine getirildi.
Yani, sultan adına resmi yazılar yazma görevini üslenmiş, resmi yazıların dilini
sadeleştirmeye başlamıştı. Böyle bir görevi üstlenmesi, aslında onun farklı diller bildiği
izlenimini verse de, araştırmamızda böyle bir sonucu kanıtlayabilecek verilere
ulaşamadık. Ancak sır kâtipliği de onun dil alanındaki enginliğinin işaretidir. İki yıl
sonra da hakimlik görevine başladı. Ancak, yapısı itibarîyle, Sultan İnan’ın yanında
aldığı görevler İbn-i Haldun’u tatmin edecek seviyede değildi. Kendi ifadesiyle bu
mevkîler, selefinin ve atalarının üstlendikleri şerefli vazifeler kadar yüksek bir mevkî
sayılmazdı.4 Her ne kadar gözü yükseklerde ise de, kendisine verilen bu görevleri
istemeyerek de olsa kabul etti. İstemediği bir görevi üstlenmesinin sonucu olsa gerek bu
dönemde, İbn-i Haldun’da, kişiliğine ve ifade ettiği erdemli davranışlara ters, bir takım
olumsuz, hatta bizi hayrete düşüren gayr-ı ahlâki tutumları müşahade ediyoruz. Bu tür
tutum ve davranışlarını gizlemeden, ama kendisini temize çıkaracak şekilde
bahsetmiştir. Örneğin; menfaâti ve makam hırsı uğruna, siyasi entrikalara girmiş,
kendisinden iyilik gördüğü insana karşı kötülük yapmaktan çekinmemiş, ona birçok
lütuf ve ihsanda bulunan Sultan Ebû İnan’ın aleyhine çevrilen dolaplara bile alet
olmuştur. Bu olaylar sebebiyle sultanla arası açılan İbn-i Haldun, iki yıl hapis
hayatından sonra, edebî ifade gücünden faydalanarak, Ebu İnan’ın gönlünü bir kaside
ile yumuşatıp özgürlüğüne kavuştu. Ancak Ebu İnan’ın kardeşi ve dönemin veziri olan
Ömer bin Abdullah ile işbirliği yapıp tahtı ele geçirdi. Bu olaydan sonra istediği
4 Süleyman Uludağ, “Giriş:İbn-i Haldun”, Mukaddime, 27.
6
makama getirilmeyen ve beklediği ilgiyi göremeyen İbn-i Haldun, kâtiplik görevinden
istifa ederek, Endülüs’e gitmeye karar verdi.
İbn-i Haldun Endülüs’te daha çok bir şair ve edip olarak ün kazansa da, siyasi
faaliyetlerine ara vermeden devam etmiştir. Orada siyasi ve ilmi faaliyetler yürüten
önceki hocası İbn-i Hatip’le (713/1313-776/1374) rekabete girince, tekrar Tunus’a geri
döndü. Ancak onun ilim aşkı, İbn-i Hâtip’le irtibatını kesmeden çalışmalarından
haberdar olmasına vesile olmuştur. Şunu ifade etmeliyiz ki, İbn-i Hâtib’le rekabet yani
bir nev’i düşmanlık içinde olsa da, sırf ilmî kazanımlar elde etmek için onunla bağlarını
koparmamış ve siyasi rekabeti bir kenara bırakarak ilmi birikiminden istifade etme
yollarını aramıştır. Yaşadığı her dönemde farkedilen bu özelliği, onun ilmi şahsiyeti ve
ilme olan düşkünlüğünü ortaya koyması açısınadan önemlidir.
Hayatının ilk yirmi yılını Tunus’ta; yirmi altı yılını Cezayir, Fas ve Endülüs’te;
son dört yılını da yine Tunus’ta geçirmiştir.5 Bu zaman dilimlemesi içinde 751/1351
senesinin sonundan 776/1375 senesinin sonuna kadar yirmibeş yılını siyasi ve idâri
işlerle meşgul olarak geçirmiştir. İbn-i Haldun, iyi bir eğitim görmüş, küçüklükten beri
ilim ve fikir hayatına ilgi duymuş, biraz da mecbur kaldığı için siyasete atılmıştır.
Özellikle Sultan Ebu İnan’dan sonra yerine geçen hükümdarlar tarafından, sırf devletin
en üst kademelerinde bulunma hırsı yüzünden, sürgün edilmesine veya hapsedilmesine
sebep olmuştur. Ne var ki, bu kadar sıkıntılı dönemlerine rağmen refah içinde itibarlı
bir hayat sürmüştür. Çünkü onun daha önce, birçok hanedanlıklarda, bazen emir, bazen
de sultanlar kadar etkili olduğu, iktidarların el değiştirmesinde de rol oynadığı
bilinmektedir. Bu özelliğiyle desteği beklenen ve muhâlefetinden korkulan bir kişi
durumuna gelmiştir. Ayrıca siyasi tecrübesi, onun eserlerini kalıcı ve güçlü kılmış,
asırlara hitap eden öğretiler sunmasına vesile olmuştur.
3. Telifle Meşgul Olduğu Dönem
İbn-i Haldun’u bu dönemden sonra 776/1375 senesinden, 784/1383 senesinin
sonuna kadar telifle meşgul olmak amacıyla Cezayir’e gitti. Siyasi ortamdan uzak
kalmak isteyen İbn-i Haldun, oradaki İbn-i Selâme Kalesi’nde uzun süredir özlemini
çektiği ortamı buldu. Zaman, mekan ve zihnî dinginlikten faydalanarak, okumak,
araştırmak ve kitap yazmakla meşgul oldu. Siyasi ve idari karışıklıklardan, gürültüden,
çekişmelerden uzak olan bu kalede, dört senesini geçirdi. İlk defa huzurlu, istikrarlı ve
5 Süleyman Uludağ, “İbn Haldun”, XIX, 541.
7
istediği bir hayatı yaşama imkanına kavuşmuştu. Artık şimdiye kadar yaşadığı siyasi
tecrübelerini ve idâri müşâhedelerini gözden geçirip bir eser ortaya koymayı kendine
bir görev kabul ediyordu. Gerçekten de düşündüğünü yaptı; dört yılını çok verimli ve
feyizli geçirdi. Bugün ilmin her dalına ait birçok tecrübeyi ve bilgiyi, Cezayir’de ve
özellikle orada bulunan İbn-i Selâme kalesinde geçirdiği toplam sekiz sene içerisinde
yazdığı eserlerden öğrenmekteyiz. İbn-i Haldun’un bu tavrından öğrenmekteyiz ki;
sağlam ve asırlara hitap eden eserler, kısa sürede yazılmış gibi kalemin ucunda değildir.
Aksine uzun, tecrübî zamanların, düşünce olgunluğunun ve emeğin sonuçlarıdır.
4. Kadılık Ve Müderrislik Dönemi
İbn-i Haldun, 784/1382 senesinden 808/1406 senesine kadar devam eden yirmi
dört senelik zaman dilimini Mısır’da sakin ve rahat bir ortamda geçirmiştir.
Ortaya koyduğu eserleri ile ilmi kişiliği her tarafta tanınmış olan İbn-i Haldun,
Ezher Üniversitesi hocaları ve talebeleri tarafından çok iyi karşılanmıştır. Böylesine
değerli bir şahsın ilminden faydalanmak isteyenler, Ezher’de onun etrafında toplanıp
bir dinleyici kitlesi meydana getirmişlerdir. Bu konuyla ilgili olarak kendisi, “Kahire’ye
geldiğimde ilim heveslisi talebeler etrafımı sardı. Benden ilim sermayesi az olmakla
beraber, kendilerine ders vermemi istediler, özrümü kabul etmediler. Onun için Câmi’al
Ezher’de ders vermeye başladım.”6 demektedir. Döneminin en derin fikir adamı olan
İbn-i Haldun, yaşının ve yaşadıklarının olgunluğu ile halâ kendisinin yetersiz olduğunu
vurgulayarak, mütevâzi bir tavır segilemiştir. Ancak, etrafında ilim aşkıyla toplanan
insanlar da ilim aşkıyla dolu olduğu ve ders alacak hoca hasretiyle yandığı günleri
anımsadığından olacak ki, onların bu ilim açlığını çok iyi anlayıp onların iştiyâkına
karşılık veren bu mütevâzi alim ve bilgin, Ezher’de uzun sürecek ders halkalarının
dinlenen sesi oldu.
İbn-i Haldun’un beliğ, fasih ve selîs ifadesiyle verdiği dersler, dinleyicileri cezb
ediyor ve büyük takdir ve hürmet görmesine sebep oluyordu. Hatta ona muhâlif ve
muârız olanlar da dahil olmak üzere geniş bir kitle tarafından kabul gören bu şahsiyeti
yakından tanımak için insanlar derslerine devam ediyorlardı. Bu dönemdeki ünü ve
hürmeti İbn-i Tağriberdî, Sahavî, Makrizî ve İbn-i Hacer gibi müellifler tarafından ifade
edilmiştir.7
6 İbn-i Haldun, et-Ta’rif bi İbn Haldun ve Rıhletuhu Garben ve Şarken, (neşr:Muhammed Tavit et-
Tanci), Kahire 1951, 248. 7 Süleyman Uludağ, “Giriş: İbn-i Haldun”, Mukaddime, I , 43.
8
O sırada (784/1384), Mısır Hükümdarı Sultan Zâhir Berkuk idi. İbn-i Haldun,
her zaman yaptığı gibi, onunla da iyi münâsebetler kurdu. Sultan da kendisine birçok
ihsan ve ikramda bulundu. Sonra Salahaddin-i Eyyûbî (ö:1193) tarafından inşâ edilen,
Medresetü’l Kamhiye’de (Buğday Medresesi) fıkıh dersleri vermeye başladı. Sultan
Berkuk belki de devlet işlerinin daha sağlam yürütülmesinde fayda sağlayacağı
düşüncesiyle, derslerini takip etmeleri için devrin alimlerini, ülkesinin ileri gelenlerini,
sultan ve emirlerini İbn-i Haldun’un ders halkalarına katılmaları için göndermiş,
böylece İbn-i Haldun’a verdiği değeri göstermiştir. Bu seçkin dinleyiciler önünde
gösterdiği ilmî kudreti, edebî şahsiyeti ve gücü herkeste hayranlık ve takdir hisleri
uyandırmıştır.
Bu arada kadılılık makamının boşalması nedeniyle Sultan, İbn-i Haldun’un ders
verdiği medresede etrafına toplanan farklı sınıflara mensup insanların onu kabul
görmüşlüğünü de göz önünde bulundurarak kadılığa tayin etti. Her ne kadar bu görevi
almak istemediğini beyân ettiyse de, kendisine değer veren sultanın ısrarıyla göreve
başladı. Bu vesileyle de kendisine, hil’at (cübbe) giydirilen İbn-i Haldun, Veliyyiddün
ünvanı almış oldu. Bu görevi kendine yakışacak şekilde, büyük bir ciddiyet ve tam bir
ehliyetle yürüttü. Teorik fikrî olgunluğunu bu görevi sırasında pratik alana taşıyan İbn-i
Haldun, daha önceki idâri tecrübesini burada kullanmış, çok bozuk bir adalet teşkilatı
ve hukuk düzeni içerisinde ciddi bir ıslahata girişmiştir. Hak ve hukuk üzerinde titiz
davranan İbn-i Haldun, ayân, eşraf ve devlet büyüklerinin menfaâtine engel olunca,
şikayet edilmiş, yönetimle arası açılmış ve yaşadığı bölgede devlet başkanı gibi büyük
bir şahsın desteğini kaybetmiştir.
İbn-i Haldun gerçekleşen bu olumsuzlukların arkasından ailesini getirmek için
Tunus’a gitmiş ancak, dönüşte bindikleri gemi fırtınaya tutulmuştu. Akdeniz
sularındaki bu fırtınada, birlikte aile hayatı yaşama fırsatı bulamadığı eşi, çocukları,
malları ve kitapları mahvolup gitmiş, kendisi ise kurtulmuştur. Onu, hayatında en çok
etkileyen üzücü olaylardan biri de işte budur.
Mısır’a dönüşünde yalnız başına kalan İbn-i Haldun, yönetimle arası açık
olmasına rağmen sultanın desteğini almak maksadıyla, ona karşı olan kişisel bağlarını
yeniden faaliyete geçirerek, samimi münasebetler kurmayı başarmıştır. Her ne kadar
kadılık görevinden alınsa da, bundan sonra, Medreset’ül Kamhiyye’de ders vermeye
devam etti. Bir ara yine aynı yerde Baybars Tekkesi’ne şeyh olan İbn-i Haldun daha
sonra, her zaman özlem duyduğu ancak bir türlü ifa edemediği hacc ziyaretini
9
gerçekleştirmiştir. Bu yolculuğu sırasında da Kudüs’ü ziyaret edip, Şam’da döneminin
kudretli hükümdarı Timur (ö:1405)’la görüşmüştür. Her ne kadar Timur’la iyi ilişkiler
kurmak istese de bunu tam olarak başaramamış, ancak bu vesileyle onu sadece Mısır
üzerine yürümekten vazgeçirerek büyük bir başarıya imza atmıştır. Aslında sadece bu
olay bile İbn-i Haldun’un her yerde sözü dinlenen bir kimliğinin bulunduğunun en
büyük göstergesidir.
Bundan sonraki hayatında çok fazla kayda değer bir gelişme ve değişme
olmayan İbn-i Haldun, beş senede dört kez kadılık yapmış, daha önce kaleme aldığı
eserlerini Mısır’da tekrar gözden geçirerek son halini vermiştir.8
5. Vefatı
Mısır’da bir taraftan ilmi çalışmaları, bir taraftan da kadılık görevi devam eden
İbn-i Haldun, bazen Nil Nehri sahilindeki mekanında, bazen de Salihiyye Medrese’si
civarında eşrâfın yerleştiği kesimde ikamet etmiştir. 26 Ramazan 808/16 Mart 1406’da
yani yetmiş dört yaşında iken vefat etmiştir.
Her alandaki etkinliği ile konuşulan, ses getiren asrının meşâlesi ve büyük
mütefekkiri, Abbâsiye denilen Ridâniye’nin karşısındaki Bâbu’n-Nasr dışında,
Makberetu’s-sufiyye mezarlığına defnedilmiştir. Daha çok sûfilerin kabirleri yer aldığı
için bu isimle anılan mezarlıkta bir çok ayân ve eşrâfın türbeleri bulunmaktadır. Buraya
defnedilme sebebi ise, onun bir zamanlar Baybars Tekkesi’ne mensup olması ve bu
tekkenin şeyhliğine tayin edilmesidir. İbn-i Haldun’un, Tunus’ta doğduğu ev, tahsil
gördüğü medrese bilinmekte olup, Mısır’daki evi ve mezarının bulunduğu yer tam
olarak tesbit edilememiştir.9
B. Eserleri
1. Lübâbu’l- Muhassal fî Usûli’d-Dîn
İbn-i Haldun Safer 752’de (Nisan 1351) tamamladığı bu eserini, siyâsi
çalkantılar sebebiyle Tunus’ta idâri faâliyetler yürütürken, tahsil hayatından uzak
kaldığı gençlik döneminde yazmıştır.
Tunus’un işgali ve siyâsi karışıklıklar da bile, o, ilmi çalışmalar için kendisine
vakit ayırıyor, okuyup araştırıyor, incelemeler yaparak ders veriyordu. Böylelike
8 Süleyman Uludağ, “Giriş: İbn-i Haldun”, Mukaddime, I , 49. 9 İbn-i Haldun’un hayat hikayesi şu kaynaklardan derlenmiştir: et-Ta’rif, DİA, “İbn-i Haldun”,
Mukaddime’in Türkçe ve Arapça nüshası, Filozoflar Ansk. “İbn-i Haldun” maddesi, Süleyman Uludağ “İbn-i Hadun”, Büyük Larousse Sözlük ve Ansk., İbn-i Haldun maddesi.
10
içindeki ilim aşkını ve kâbiliyetini tatmin ediyordu. İşte, üstlenmek zorunda olduğu
idârî faliyetler yoğunluğu içerisinde bir yandan da hocası Âbilî’nin etkisiyle, İslam
inançlarını ve bunların felsefî içerikleri ile ilgili sorunları ele alan Kitâbu’l-Muhassal fî
Usûli’d-Dîn adlı eseri, Lübâbu’l- Muhassal fî Usûli’d-Dîn adı ile özetlemiştir. İbn-i
Haldun, Fahreddin er-Razî’nin (1149-1209) bedîhiyyyât, ilâhiyât, ma’lûmat ve sem’îyât
olmak üzere dört bölümden oluşan bu eserini (el- Muhassal) özetlerken metne bağlı
kaldığını, Nasîrüddin-i Tûsî (ö:672/1274)’nin bu esere yazdığı Telhîs’ten yararlanarak
metne bazı ilâveler yaptığını, kendinden çok az şey kattığını ifade eder.10
İbn-i Haldun’un hayatı boyunca etkilendiği Telhîs kitabından başka, Busûrî
(ö:1296)’nin, Kasîde-i Bürde’sine, şerh, ayrıca mantık ve matematik kitapları yazdı ve
İbn-i Rüşd (ö:1198)’ün birçok eserini özetledi.11
Müellif hattıyla olan nüshası, İspanya’da Escurial Library’de (nr 1614) bulunan
eser, Lucian Rubio tarafından neşredilerek İspanyolcaya çevrilmiş, (Tetuan 1952)
ayrıca, Refik el- Acem (Beyrut 1995) ve Abbas M. H. Süleyman (İskenderiye 1996)
tarafından yayınlanmıştır.12
2. et-Ta’rîf bi İbn-i Haldun Mü’ellifi’l-Kitâb ve Rihletühû Garben ve Şarken
İbn-i Haldun, el-İber’in son cildine kendi biyografisini anlattığı bir bölüm
eklemiştir. Başlangıçta hayatının 797 (1395) yılına kadar olan kısmını anlattığı bu
bölümü, el-İber’in bir zeyli olarak düşünen İbn-i Haldun, eseri sonra tekrar gözden
geçirmiş ve hayatının 807 (1405)’ye kadar olan kısmını yazmıştır.
O, ilk önce “et- Ta’rif bi İbn-i Haldun Müellifi hâze’l Kitâb” başlığıyla yazdığı
bölümü, ikinci kez düzeltme ve genişletmeden sonra “et-Ta’rif bi İbn-i Haldun
Müellifi’l-Kitâb ve Rihletühû Garben ve Şarken” şeklinde adlandırmıştır. El-İber’in bir
bölümü halindeki bu otobiyografi, daha sonra müstakil bir kitap olarak anılmıştır.
İbn-i Haldun, bu eserde sadece kendi hayatını anlatmamış, şahit olduğu ve
yaşadığı siyasi, ictimâi, tarihi, edebî ve kültürel faâliyetler hakkında geniş açıklamalar
yapmıştır. Görev yaptığı sıradaki hânedanlıklar, devlet düzeni ve saray hayatına dâir
10 Süleyman Uludağ, “İbn-i Haldun”, XIX, 541. 11 Büyük Larousse Sözlük ve Ansk., Gelişim Yayınları, İst., 1986, IX, 5523. 12 Süleyman Uludağ, “İbn-i Haldun”, XIX, 541.
11
bilgiler verir. Öyle ki, onun bu eseri el-Mukaddime’deki teorileri aydınlatıcı, el-
İber’deki bilgileri tamamlayıcı mahiyettedir.13
Bu eserinde, İbn-i Haldun’un dostlarına, devlet adamlarına, âlimlere, şâir ve
ediplere yazdığı mektuplar, o çağın önemini yansıtır niteliktedir. Bu yüzden, bazı resmi
yazışmalar, fermanlar ve hükümdarların birbirlerine gönderdiği mektupların bu eserde
yer alması hasebiyle, tarihi bir belge olarak günümüze ulaşmıştır diyebiliriz. Şiir
yazmaya da hevesli olan İbn-i Haldun, 380 kadar beyitlik şiirini bu eserine almıştır.
Zahiriyye ve Sargatmişiyye medreselerine müderris tayin edilmesi dolayısıyla verdiği
dersler onun, nesir ve hitâbet kabiliyeti hakkında bilgi vermektedir.14
İbn-i Haldun, eserini uzun bir zaman diliminde Mısır’da tamamladığını
belirtmesi15, eserin Kahire’de yazıldığını göstermektedir. Müellif, eserde izlenimlerine
ve duygularına çok az yer vermiştir. Hayatında kendisini üzen iki olay olarak
bahsettiği, vebâ salgını yüzünden ölen annesi, babası ve hocaları ile batan gemide
boğulan ailesi hakkında da kısacık bilgiler vermiştir. Evliliği, çocukları ve
kardeşlerinden ise çok az bahsetmiştir. Duygularını ifade ettiği tek bölüm, Mısır’da
kadı olduğu zaman îrâd ettiği hutbe ve Timur’la görüşmesini anlattığı bölümdür.16
Ayrıca et-Ta’rîf, İbn-i Haldun’un Mukaddime’de söz ettiği tarih ve toplumla ilgili
görüşlerin niteliğinin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olur. Kısaca, müellifin, bazı hata
ve zaâflarından bahsederek bir îtiraf niteliği taşıyan bu eser, İbn-i Haldun’u kendi
dilinden öğrenebildiğimiz tek kaynaktır.
Eser aynı adla ilk defa 1951 yılında Kahire’de, Muhmmed bin Tavit et-
Tancî’nin şerhi (Kahire 1951) ile birlikte basılmıştır. Ayrıca Zâkir Kadirî Ugan
tarafından Bilim ve Siyaset Arasında Hâtırâlar adıyla Türkçe’ye de kazandırılmıştır.
3- Şifâu’s-Sâil li Tehzîbi’l-Mesâil
VII./XIV. asrın ikinci yarısında Endülüs’te Müslümanlar, aralarında harâretli bir
şekilde şu konuyu tartışıyorlardı: “Mârifet ve hakîkat adı verilen; tasavvufî ve sûfiyâne
bir hayat yaşamak için, yol gösteren bir rehbere, şeyhe ihtiyaç var mıdır, yoksa
bahsedilen konular ehil sûfîlerin yazdığı eserlerden ve bu eserler için yazılmış mûteber
şerhlerden okunmak suretiyle öğrenilebilir mi?” Bu konudaki tartışmalar yaygınlaşmış,
13 Süleman Uludağ, “İbn-i Haldun”, XIX, 543. 14 et-Ta’rif, 280,293. 15 et-Ta’rif, 278. 16 et- Ta’rif, 82-155.
12
Endülüs âlimlerince halledilemeyen bu mesele hakkında yine tanınmış âlimlerden
İbrâhim eş-Şâtibî (ö:790/1388) Fas âlimlerine bir mektup göndererek, “Tasavvufa
girmek isteyen bir kişinin şeyhe bağlanmasının şart olup olmadığını?” sormuştu.17 İbn-
i Haldun da karakteri îtibariyle, böyle güncel, önemli ve ilmî bir konuya kayıtsız
kalamazdı. O da fetva istenmediği halde, Şatibî’nin Risâle’sini görmüş ve kendisini bu
sorunun muhâtabı olarak kabul etmiş, böylece bu eseri ortaya çıkarmıştır.
İbn-i Haldun, İbn-i Teymiyye (ö:728) ve İbn-i Kayyım el-Cevziyye
(ö:1202)’nin tasavvufla ilgili tenkitlerini, hem de Gazâlî ve Kuşeyrî’nin görüşlerini
bilen bir âlim olarak bu eserinde, tasavvufu ayrıntılı bir şekilde incelemeye tâbî
tutmuştur. Bahsettiğimiz âlimlerin dışında Lisânüddin b. Hatib ve Sâidü el-Fergânî,
dostu ve çağdaşı olan İbn-i Hâtib’ten faydalanarak18 özgün bir eser meydana
getirmesini bilmiş, o dönemde eşine az rastlanan bir şekilde ilmî şahsiyetini ortaya
koyarak, mutasavvıfların bile ilgi odağı olmuştur.
Şifâü’s-Sâil, İbn-i Haldun gibi her alanda geniş bir tecrübeye sahip, bütün şer’i
ilimlere vâkıf, realist, özgür düşünceli, sosyal bir mütefekkirin, tasavvufla ilgili isâbetli
görüşler ortaya koyması bakımından büyük önem taşımaktadır.
Bilindiği üzere tasavvuf doğuşu, gelişmesi ve olgunlaşması sırasında tartışma ve
tenkid konusu olmuş, bazı alimler onu kökten reddetmiş, bazıları ise sonuna kadar
savunmuştur. İbn-i Haldun bu eserinde tasavvufun ne ölçüde İslâmî olduğunu ya da
olmadığını, Kur’ân ve hadisler ışığında, ortaya koymuştur. Bunu yaparken de fikrî
yapısı ve sahsiyetinden taviz vermemiş, dönemindeki bazı mutasavvıflara ve onların
tasavvuf anlayışlarına karşı sert bir tavır takınmıştır. Böylelikle Kur’ân’ın ve
peygamberin gösterdiği salt bir zühd hayatını, sonradan tasavvufa eklenen hurâfelerden
kurtararak İslâm düşüncesi ve müslümanların günlük yaşantısı için faydalı bir eser
bırakmıştır.
Şunu da belirtmek gerekir ki, bu kitap hakkında, ne çağdaşı olan İbn-i Hâtib’in,
ne de İbn-i Haldun’un kendi eserlerinde bilgi bulunmaktadır.19 Bu yüzden eserin ona ait
olmadığını söyleyenler olsa da birçok çağdaş araştırmacı, eserin İbn-i Haldun’a ait
olduğun savunmaktadır. Zaten eserinin hepsi incelendiğinde, konularla ilgili beyân
ettiği görüşlerin, birbiriyle örtüştüğü görülmektedir. Biz de özellikle önemli ve kabul 17 Süleyman Uludağ, “İbn-i Haldun”, XIX, 542 18 İbn-i Haldun, Tasavvufun Mâhiyeti Şifâu-Sâil İbn-i Haldun, Çev:Süleyman Uludağ, “Giriş”, Dergah
Yay., İstanbul 1984, 25. 19 Süleyman Uludağ, “İbn-i Haldun”, XIX, 541
13
görmüş bir eseri olan el-Mukaddime’deki tasavvuf fikri ile Şifâu-s Sâil’deki fikirleri
karşılaştırdığımızda, eserin, İbn-i Haldun’a ait olduğu kanaâtine ulaştık. Ancak onun
Şifâu’s-Sâil’de önceki eserlerine göre daha basit ve sâde bir dil kullandığını müşâhede
ettik. Eserin İbn-i Haldun’a ait olduğunu kabul ederek durumu şöyle bir ihtimalle ifade
edebiliriz: İbn-i Haldun bu eseri halka yönelik olarak yazmış ve bunun için akademik
bir dil kullanmamıştır. Çünkü kitabını yazmasına vesile olan olay bile, halkın arasında
çıkan bir tartışmanın çözüme ulaşması niyetini taşıyordu.
el-Mukaddime’den önce 1372-1374 yılları arasında Fas’ta iken yazdığı kabul
edilen bu eserde İbn-i Haldun, tasavvufla ilgili bir çok konuya ayrıntılı bir şekilde
değinmiş, ruh, nefs, kalp, ilim ve mârifet, riyâzet, takva, verâ, mücâhede, keşf, ilhâm
gibi terimlerin başlığında ilmî ve fikrî bir çok alanda yeni yaklaşımlar sunmuştur.
Özellikle Vahdet-i Vücud’la ilgili verdiği fetvada tasavvuf yolunu iki yönlü olarak
göstermiş ve bunu Kur’an ve sünnete dayandırdığını ifade etmiştir.20
Bu konular ele alındıktan sonra, oldukça anlaşılır bir dille, İslam’da tasavvufun
meşruluğunu, dosdoğru yolu bulmada bir tarikata girmenin veya bir şeyhe bağlanmanın
tahkîkini yapmıştır. Tasavvufu kabul eden ancak doğru yola ulaşmada illaki bir şeyhe
bağlanmanın gerekli olmadığını savunan İbn-i Haldun eserinde bu konuları detaylı
olarak ele almıştır. Eserinde bahsettiğimiz konularla çokça irtibatlandırdığı ayet ve
hadisler hakkındaki fikirlerine ileride ayrıntılı bir şekilde değineceğiz.
Günümüz tasavvuf ilmi içerisinde farklı yaklaşma ve değerlendirmelerle ön
plana çıkan bu eser, Muhammed b. Tavit et-Tancî tarafından yayınlanmış (İstanbul
1957), Süleyman Uludağ tarafından da Tasavvuf’un Mâhiyeti adıyla Türkçe’ye
çevrilmiş ve yayınlanmıştır. (İstanbul 1984).
4- Kitâbü’l İber ve Divânü’l-Mübtedâ ve’l-Haber fî Eyyâmi’l- Arab ve’l-Acem
ve’l-Berber (ve men Âşarahüm min zevi’s-Sultâni’l-Ekber )
İbn-i Haldun’un bir dünya tarihi ve yönetim teorisi niteliği taşıyan bu eseri,
önsöz ve giriş mâhiyetinde kaleme aldığı ve “el-Mukaddime” adını verdiği bölümle üç
kitaptan oluşur ve yedi ciltten meydana gelir.
Türlü siyasal olaylar yüzünden bir çok emir ve sultanın çeşitli hizmetlerinde
bulunan İbn-i Haldun, bazı nedenlerle hapsedilmiş, sürülmüş, iftiralara uğramış,
sonunda buna tahammül edemeyerek, çareyi Fas’taki, siyâsî ve idârî karışıklıklardan,
20 İbn-i Haldun, Şifâus’-Sâil, neşr: M.Tawit et-Tanci, Osman Yalçın Matbaası, İstanbul 1958, 110.
14
gürültüden uzak İbn-i Selâme Kalesi’ne çekilmekte bulmuştu. Dört yılını (776-780)
kalede geçiren İb-i Haldun, ilk defa siyâsi entirikalardan uzak, huzurlu ve ilimle
dopdolu bir hayatı yaşama imkânı buldu. Bu yalnızlığı sırasında eskiden öğrendiklerini,
siyasî ve idarî tecrübelerini selîm bir akılla teemmül edip yazmaya karar verdi. Feyizli
ve bereketli geçen bu yıllarda o, kırk beş yaşında idi.21 Sosyal bir hayat içinde tecrübî
olarak yoğrulan bilgilerini, Kitâbu’l-İber diye meşhur tarih kitabını kaleme almıştır. Bu
eserin birinci cildi Mukaddime diye bilinir. Bu esere aşağıda ayrıntılı bir şekilde
değineceğiz.
El-İber’in ikinci kitabı ise dört ciltten oluşmakla birlikte başlangıçtan İbn-i
Haldun zamanına kadar kavimlerin, hânedanlıkların ve Türkler, Frenkler, Mısırlılar,
Yunanlılar, Süryâniler, Nebâtiler,Yahudiler gibi birçok milletin tarihini kapsar. Kısaca
insanlık tarihinin izlerini taşıyan bu eser, II. ve V. ciltlerinde, Hz. Peygamber, Râşid
Halifeler Dönemi, Emeviler, Abbâsiler yanında Doğu İslam dünyasındaki diğer
müslüman hânedanların tarihine de yer vermiştir. Mes’ûdî ve Taberî gibi tarihçilerin
bilgilerinden geniş ölçüde yararlandığı için, her ne kadar özgün bir nitelik taşımasa da
yer yer yaptığı tahkikler ve gerçekçi yorumlarla eserine farklı bir özgünlük katmıştır.
el-İber’in üçüncü kitabı ise iki ciltten oluşmaktadır. Burada ise Berberîler ve
Kuzey Afrika’da yöneticilik yapan hanedanların tarihini anlatmaktadır. Yani VI.-VII.
ciltler Mağrip tarihi ile ilgili içerdiği konular, doğulu İslam tarihçilerini bile hayrete
düşüren çok değerli bilgiler vermektedir. Bu ciltlerde İbn-i Haldun’un bilgileri
çoğunlukla, şahsi gözlemlerine, sözlü rivâyetlere ve günümüze ulaşmamış olsa da bazı
belgelere dayanmaktadır.22 İşte eşsiz bir insanlık tarihi değerindeki bu eser, elli beş
senelik ilmî, idarî, siyâsî, ictimâî tecrübe, müşâhede ve olgunluğunun bir mahsülü
olarak İbn-i Haldun’u hâlâ yaşatmaktadır.
5- el-Mukaddime
İbn-i Haldun’un bu eseri, bazı yazarlarca bir tür ansiklopedi, bazılarınca bir
tarihi eleştiri denemesi, bazılarınca bir tarih felsefesi veya bir medeniyet tarihi ve
nihayet bazılarınca da bir sosyal felsefe olarak değerlendirilmiştir. Her alanda söz
sahibi olacak bu eseri yakından tanıyalım.
21 Süleyman Uludağ, “Giriş: İbn-i Haldun”, Mukaddime, I, 39. 22 Süleman Uludağ, XIX, 542.
15
Doğu’da Mukaddime, Batı’da Prolegomenes adıyla tanınan İbn-i Haldun’un
meşhur eseri, en çok Müslüman sosyologlar tarafından incelenmesi gerekirken daha
çok müsteşrikler tarafından incelenmiştir. Çünkü o, aslında, kendi türünün bütün
eserlerini fevkalâde bir farkla geride bırakan, ΧΙV. yy. yazılmış bir sosyoloji kitabıdır.
İbn-i Haldun Kîtâbu’l-İber adlı meşhur tarih kitabına giriş mâhiyetinde bir
önsöz yazmayı düşünmüştür. Müellif bu önsözünde, tarih ilminin önemine, tarihçilerin
düştükleri hatalara, sahip oldukları dayanıksız kanâatlere ve bunların sebeplerine
değinmiş ve tarih ilminin kapsamlı bir tarifini yapmıştır. Engin tarih bilgisi, tecrübî
olarak yaşadığı olaylarla birleşince, kendisine ait eşsiz bir tarih anlayışı ortaya
koymasını sağlamıştır. Ancak önsöz olarak nitelendirdiğimiz bu eser onu düşünce
sistemine girişinin bir anlatımı olmuştur ki, bu sebepten dolayı uzun olduğu
kanaatindeyiz.
“Beşeri Ümrân” ilmi adını verdiği yeni ve özgün bir bilim dalı kurduğunu,
kendisinden önce bu alanda hiç kimsenin araştırma yapmadığını ve bu ilmi kurarken
kimseden faydalanmadığını belirten İbn-i Haldun23, hedefini ve buna ulaşmak için
izlediği yöntem hakkında dayanıklı bilgiler vermektedir. Bundan dolayıdır ki,
arştırmacılar bu önsöze ayrı bir değer atfetmişlerdir. Ve el-İber’in yedi ana bölüme
ayrılan I. cildi zamanla Mukaddime diye anılır olmuştur. İbn-i Haldun’a haklı bir şöhret
kazandıran, sadece İslâm âleminin değil, dünya düşünce tarihinin en özgün eserlerinden
olan Mukaddime’ye bu adı kendisi değil çağdaşları vermiştir.
Mukaddime’yi başlıca altı bölüme ayırabiliriz. İbn-i Haldun, birinci bölümünde,
bayındırlık, medeniyet, sanâyi gibi toplumsal konular anlatmaktadır. Medeniyetin
gelişmesinde başta ilmin, sonra havanın, suyun, iklimin ve tabiat şartlarının ne kadar
tesirli olduğu üzerinde durmuştur. Göçebe ve medeni bir hayatın özellikleri ortaya
konularak, bunların insanlar için nasıl bir değişim meydana getirdiğini örneklerle
göstermiştir. İnsanların yaşadığı bölgelere göre tesbitler yapmıştır. İklim şartlarının
insanlara aksiyon verebildiğini, iklimin, kişiliğin oluşmasında katkısı ve gıdaların insan
karakteri üzerinde etkili olduğunu dile getirmektedir.
İbn-i Haldun’un bu bölümde yer ayırdığı önemli bir konu da devlet yönetimidir.
Devletin kuruluşu, idaresi, yıkılışı ve siyasetteki başarı yollarını izah etmiş ve bütün
23 el-Mukaddime, I, 336.
16
zamanlar ve milletler için geçerli olabilecek kapsamdaki, “mağlup olanların dâima
galip olanları taklide özendikleri”24 hükmünü koymuştur. Ona göre, idare edilenler
izâfidir ve idareci halkın faydasına olacak işleri yapmaya mecburdur. İdâreci demek,
halkın işine bakan, halkın faydası için çalışan; halk ise başında bir idâreci bulunan
cemiyet demektir. İbn-i Haldun idâreciliğin gayesini, halkın huzurunda, mutluluğunda
ve faydasında görmüştür. Aksi bir durumda, “idârecinin vücudu, halk için zararlıdır”25
diyerek, halkın menfâatine yönelik bir devlet teorisi ortaya atan İbn-i Haldun bir
devletin kuruluşu, yükselişi ve yıkılışı ile ilgili tüm aşamaları gözden geçirip sebep-
sonuç ilişkisi içerisinde çağlara hitap eder bir tarzda açıklamıştır.
İkinci bölümde dikkatimizi çeken bir konu da, Türklerle ilgili olan görüşleridir.
İbn-i Haldun birçok yerde, Türklerin savaşçı ve harp usûlerini çok iyi bilen bir millet
olduğundan ve başarılarından övgüyle söz etmektedir. Bunu yanında İbn-i Haldun
İslâm medeniyetinin bütün müslümanların ortak mahsülü olduğunu vurgulayarak İslâm
Devletinin ilk kurucusu Hz. Peygamber’den başlayarak daha sonraki İslâm devletlerini
arka arkaya sıralayarak 26 mensubu olduğu dinin temellerinde en büyük payı Türklere
vermiştir.
Üçüncü bölümde ise; rütbelerden, hükümdar ve sultanların kıyafetlerinden,
devletler arası savaşlardan, halka yüklenen vergilerden, ücretlerden, zulüm, medeniyet,
devletlerin doğuşları, bölünmesi, karışıklığa uğraması gibi konuları ele alır. Kavimlerin
ilk durumlarından bahseder. Ayrıca, ahir zamanda insanlığın kurtarıcısı olarak
geleceğine inanılan Mehdî’yle ilgili âlimlerin görüşlerine yer vermiştir.
Dördüncü bölümde ise; bayındırlık, devletlerin, şehirlerin ve ibâdet yerlerinin
kuruluşu, şehir ve kasabaların yıkılışı, medenî ve hadarî hayat gibi konulardan bahseder
ve orijinal değerlendirmelerde bulunur. Bu değerlendirmeler sonucu ortaya attığı
teoriler doğrultusunda halen güncelliğini koruyan sosyal hayat tarzına ilişkin bilgiler
verir ki; okunduğu zaman, insan kendini 20. yy.’da bulunan bir sosyoloğun veya şehir
uzmanının raporunu okuyormuş zanneder. İşte onun engin görüş ve fikirlerinin sonucu
olan bu bölüm günümüz projeleri için dikkate değer olmalıdır.
Beşinci bölümde de ticaret, tarım, sanayi, inşaât gibi çeşitli ticâri ve zenaat
kollarından bahsetmektedir. Sanayinin gelişmesi için gerekli şartlar üzerinde durur ve
24 el-Mukaddime, II, 505. 25 el-Mukaddime, II, 561. 26 el-Mukaddime, I, 321.
17
bunun ilk şartının ilim olduğunu anlatır. Bir ilimde ihtisas kazanarak derinleşmenin ve
ona hakim olmanın ise, ilim ilkelerini ve kaidelerini ihata ederek bir meleke hasıl
olmasını sağlamak, ilim ve fende ihtisas meydana getirmektir. Aslında medeniyetlerin
kurulması ve ilerlemesindeki ilk şartın her alandaki ilmî birikim olduğunu ifade eden
İbn-i Haldun, sanâyi ile ilim arasında kurduğu bağlantıyı şu cümlesinden anlıyoruz:
“İlimsiz, fensiz sanayi olmaz.”27
Altıncı bölümde ilim tasnifine yer verdiğini görüyoruz. Din ve fen ilimleri
olarak yaptığı tasnifin ayrıntılarını ve tarihçelerini anlatır. Öğrenme, öğretme, psikoloji
ve bilimlerin sınıflandırılması ile devam eden bu bölümde, Arap Edebiyatı ve özellikle
Endülüs Edebiyatı’ndan örnekler sunar.
Birçok batılı bilim adamı tarafından da takdirle karşılanan bu eser, birçok dile
çevrilmiş ve bu konudaki hayranlığını ifade için Avusturyalı tarihçi J. Van Hammer
(ö:1856), İbn-i Haldun’u “Arab’ın Montesquieusu”28 olarak takdir etmiştir.
Sonuç olarak İbn-i Haldun’un bu eserinde ve bahsettiğimiz diğer eserlerinde,
özellikle tarih alanındaki teorileriyle bir tarih felsefesi anlayışını ortaya koyduğunu
rahatlıkla söyleyebiliriz. Hatta o, bu eseriyle o güne kadar müslüman müelliflerin,
özellikle de tarihçilerin yapmadığı bir şey yani, tarih felsefesi yaparak bu alanda da,
öncü bir düşünür olmuştur. İşte bu yönü ile de, bir sosyoloji kitabı olması yanında, tarih
felsefesi çığırını açan kaynak bir eser niteliği taşımaktadır.
Osmanlılarda 15.yy.’dan beri tanınan bu eserin sahibi olan İbn-i Haldun’u bilim
ve uygarlık âlemine ilk tanıtan kişi, Osmanlı Türklerinden Muhammed bin Ahmed
Hâfızuddîn Acemî’dir. 16. yy.’da yaşamış olan bu zât, Medinâtu’l-İlm adlı yapıtında,
İbn-i Haldun’dan ve eserlerinden bahsettiği gibi, Kâtip Çelebi (ö:1657) de Keşfu’z-
Zunûn’da ondan söz etmiştir.29 Taşköprülüzâde (ö:1561), Kâtip Çelebi, Ahmet Cevdet
Paşa(ö:1895) ve bilhassa Nâimâ (ö:1714), İbn-i Haldun’un bu eserinden çokça istifa
etmişlerdir.30 1749’da Şeyhülislâm Pîrizâde Mehmed Sâhip Efendi, ilk defa Türkçe’ye
tercüme etmiş, Ahmet Cevdet Paşa da VI. bölüme kadar Osmanlıca’ya çevirip kendi
görüşlerini de ekleyerek İstanbul’da yayımlamıştır. Ayrıca Zâkir Kâdiri Ugan yeni
baştan 1954’te, son olarak da Süleyman Uludağ bu eseri 1982’de Türkçe’ye
kazandırmıştır. 27 el-Mukaddime, III, 924-925. 28Süleyman Uludağ, “Giriş: İbn-i Haldun”, Mukaddime, I, 120. 29 Cemil Senâ, Filozoflar Ansiklopedisi, Remzi Kitabevi, İstanbul 93, III, 14. 30 Şaban Döğen, İlme Yön Veren Müslüman İlim Adamları, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2004, 35.
18
Aslında İbn-i Haldun’un Lübâbü Mufassâl, el-İber ve Şifâüs-sâil adlı üç eserinin
varlığından söz edebiliriz. Çünkü yukarıda da geçtiği gibi et-Ta’rif ve Mukaddime, el-
İber’in içerisinde yer alan ancak daha sonra müstakil kitaplar olarak şöhret bulmuş
eserlerdir.
C. İlmi Faaliyetleri
Hayatını anlatırken belirttiğimiz üzere 1332’de Tunus’da dünyaya gözlerini
açan İbn-i Haldun, eğitimini o dönemlerin geleneksel eğitim yöntemi olarak
nitelendirebileceğimiz, babasından almıştır. Köklü bir ailenin soyundan gelen İbn-i
Haldun, daha küçük yaşta iken Kur’ân’ı ezbelemiş, diğer dini ilimler alanında sağlam
temel bilgiler almıştır. Daha sonra birçok âlimden ders alarak ilimle başlayan bir hayat
yolculuğuna yine ilimle devam etmiştir. Öyle ki; aldığı eğtim onun açlığını
gidermemişti, ilim aşkıyla, bulduğu her zaman ve mekânda okuyor, araştırıyor ve içten
içe fikirler üretiyordu.
İbn-i Haldun dinî ilimler, yanında edebî ve fenni ilimleri de öğrenmiştir. Kısa
zamanda ilmin her dalında kalem oynatacak duruma gelmiş ve dikkatleri üzerine
çekmişti. Ancak o, hemen kalemi eline alıp yazmak yerine, bilgi ve fikirlerinin bir
takım tecrübelerle yoğrulup olgunlaşma süresini tercih etmiştir. Bu pratik eğitim
döneminde de boş durmuyor, siyasi faaliyetler yanında kütüphanelerde, araştırmalar
yaparak etrafında toplanan halkalara dersler veriyordu. Farklı kesimler tarafından bile
kabul görüyor, sevilip takdir ediliyorsa da; onu çekemeyenler ve etrafına toplanan insan
kitlesinden rahatsız olanlar mevcuttu. Ancak o, nerede olursa olsun bulunduğu bölgede
ilmine engel olan olumsuzlukları aşmaya çalışıyor, kaldıramadığı engeller olduğunda
çareyi, başka bir şehre hicrette buluyordu. Büyük bir cehdle ilmin peşinden koşan İbn-i
Haldun’un birçok medresede, müderrislik yaptığını biliyoruz. Bunların başında 8 Aralık
1382’de Tunus’dan mecburî bir hicretle geldiği Mısır’daki Ezher Üniversitesi’nde
verdiği derslerdir. Yine Selahaddîn Eyyubî tarafından inşâ edilen31 Medreset’ül
Kamhiyye’de fıkıh eğtimi vermiştir. Mart 1389’da ise, Mısır’ın en önemli ve kabul
görmüş olan Baybars Tekkesi’nde çeşitli ilimlerle insanları dosdoğru yola sevketmeye
çalışmıştır.
31 Süleyman Uludağ, “Giriş: İbn-i Haldun”, Mukaddime, I, 43.
19
Bir taraftan dini ilimleri öğretirken bir taraftan da kendisi toplumların,
devletlerin ve faâliyetlerin içerisinde tecrübî dersler alıyordu. Onun hayatını bir bütün
olarak değerlendirecek olursak şunu söyleyebiliriz: O yaşamını ilme vakfetmiş, hem
öğrenen, hem öğreten konumunda olarak aranan bir şahsiyet haline gelmiştir. İlme
verdiği önem sonucu, hiçbir şey önünde duramamış, serüvenlerle dolu hayatı, bilimsel
çalışmalarına engel olmamış tersine, insanları ve toplumları derinden inceleme
imkânını dâima değerlendirmiştir. Her ne kadar o dönemde anlaşılamasa da,
günümüzde şahsiyetinin ve eserlerinin birçok bilime kaynaklık ettiği kanıtlanmıştır.
Kendisi ve eserleri hakkında yapılan çalışmaların çokluğu, onun hayatına ne kadar çok
şeyi sığdırdığının göstergesidir.
Keskin, sistemli bir zekası ve usta bir gözlem gücü, teorik genellemelere eğilim
gösteren etkin bir devlet adamı ve canlı bir gerçeklik anlayışıyla İbn-i Haldun
Mağrip’teki soysal, siyasal ve bilimsel faaliyetlerinin deneyimiyle32 sosyolojinin
kurucusu, tarihi ilim haline getiren, ilk defa tarih felsefesi yapan, psikolojiyi tarihe
uygulayan evrensel bir deha ve kâbiliyettir.
Tarihçi ve sosyolog olduğu kadar hukukçu, devlet adamı, sanatçı ve düşünür bir
bilgin olan İbn-i Haldun’un ölümünden asırlar sonra da düşüncelerinin îtibar görmesi,
ortaya attığı fikirlerinin geçerliliğini koruması ve hakkında halâ bilimsel araştırmalar
yapılması, onun ilmî faaliyetlerinin derinliğini ve çağımıza ışık tutan teori hükümlerinin
geçerliliğini koruduğunu gösterir.
D. Düşünce Yapısı
İbn-i Haldun düşünce ve anlayış bakımından gözlemci bir müelliftir. Döneminin
siyâsî ve ictimâî ortamını tecrübî olarak yaşaması, onun düşünce yapısının
oluşmasındaki temel taşlardır.
14. yy.’da yani, siyasi kargaşaların ve bölünmelerin olmadığı bir dönemde özel
olarak tarihi mercek altına alarak, genel olarak ise, bilimi teolojiden ayırma yolunda
temel bir aşamayı gerçekleştiren İbn-i Haldun’a günümüz tarihçisi perspektifinden
“Tarih Bilimi’nin kurucusu” diye bakabiliriz. Olayları, toplumsal olarak ele alıp genel-
geçer olgulrı ve gidiş kanunları bakımından incelemeyi hedef tutan büyük bilgini, bu
kez sosyolojinin müjdecisi olarak da nitelendirebiliriz. Toplumların temel ekonomik
32 S. M. Batseva, “İbn-i Haldun Düşüncesinin Toplumsal Temelleri”, (çev:Vahap Erdoğdu), Bilim ve
Ütopya, Mart 1999, c: 57, 29.
20
ilişkilere göre geliştiğini ortaya koyan tezleri ile İbn-i Haldun’a bir “politik iktisatçı”
kurucusu gözüyle de bakabiliriz. Bazı yazarlar ona, 14.yy.’da materyalizmin mübâşiri33
olmak gibi abartılı sıfatları layık görürken bazı siyaset bilimcileri de İslâm
ortodoksisinde görevliyken devlet ve iktidar olgularını “anayasa” (şeriat) dışında yani
teolojiden uzak, objektif karakteri itibariyle ele alışını ileri sürerek kendisinin “çağdaş
anlamıyla ilk siyaset bilimcisi” diye adlandırılmasına yol açmıştır.34
İbn-i Haldun’un yönteminde olmazsa olmaz dediği iki önemli esas vardır ki
onlar, yansızlık ve eleştiridir. O, topluma, toplumsal gelişmelere ve değişimlere ait olan
yasaları bildiği için bu iki esası olayları ve olguları açıklama ve yorumlama yönteminde
etkin olarak kullanmaktadır. Özellikle tarih alanında yansız olmayan, eleştiriye yer
vermeyen, hepsinden önemlisi toplum yapısını ve yasalarını bilmeyen bir tarihçinin her
zaman yanlışa düşeceğini açıklamıştır.35 Doğulu ve batılı birçok bilim adamının
incelemeye aldığı İbni Haldun’un düşünce sistemi ve getirdiği öğretiler, geçmişten
günümüze bir yol, geleceğe bir ışıktır.
Düşünce yapısından genel olarak bahsettiğimiz İbn-i Haldun’a ün kazandıran
birçok yönünü ve düşüce sistemini temellendirmesinde, ilhâm aldığı kaynakları göz
önünde bulundurarak incelemeye çalışacağız.
1- Tarih Felsefesi
Tarih, deneyci gözlemci bir bilimdir. Konusu, kaynağı itibâriyle, deney
verilerine dayanan, akıl ilkeleriyle yok olan, kültür varlıkları ve toplumun hayatıdır.
Tarih, insan toplulukların en ilkel durumdan en olgun aşamaya nasıl ulaştıklarını,
aşamalarını, iç ve dış yapılarını, geçirdiği değişim dönemlerini konu edinir. İnsan,
elinde olan bu gücü kullanarak, geçmiş hâdiselerin iyi bir kritiğini yapıp, ondan
çıkardığı netîcelerle geleceğe ışık tutmasını bilmelidir. Tarih boyunca bu işi en üst
düzeyde yapan şahıslar olmuştur. Bunlardan birisi de kendine has usûl ve üslûbu ile
İbn-i Haldun’dur.
O, tarihi şöyle açıklar: “Mâlûm olsun ki; tarih ilmi, gâyesi, şerefleri, faydaları
pek çok ve usûlü gayet önemli olan bir disiplin ve fendir. Çünkü bu ilim, geçmişteki
kavimlerin ahlâkı, nebîlerin gidişâtı, hükümdarların devletleri ve siyâsetleri ile ilgili
33 Cemal Doğan, “İbn-i Haldun’da Tarihî Persfektif”, Zaman Gazetesi 34 Ümit Hassan, “İbn-i Haldun Düşüncesine Yaklaşımda Bütünsellik Sorunu”, (A.Ü.Sos.Bil.Fak.
Yayınları), Bilim ve Ütopya, sayı:57, Mart, İstanbul 1999, 36. 35 el-Mukaddime, I, 329.
21
hallere bizi vâkıf kılar. Din ve dünya hallerinden maksad ibret almak ise bir kimsenin
temin edebileceği fayda bu ilme vukûfiyeti ölçüsünde tamamlanmış olur.”36
İbn-i Haldun’un yaşadığı dönemi göz önünde bulundurursak o zamana değin
tarihin konusu, gâyesi ve yöntemi üzerinde görülmeyen hipotez ve ilkeler öne sürdüğü,
ve bunu tarihinde titizlikle uyguladığı için, bilim çevrelerince Tarih Felsefesi’nin
kurucusu olarak kabul edilir.37
Tarih felsefesi, geçmişte neler olup bittiğini araştıran tarih biliminden farklı
olarak, geçmişte olup bitenlerin nedenlerini ve sonuçlarını araştırır. Müslümanlar içinde
ilk kurucu değil bu bilimsel yöntemi ilk gerçekleştiren düşünür olmuştur. Yapılan
araştırmalar bu sonucu verse de, Batı’da bunu kabullenemeyip gözardı edenler
vardır.“Felsefe Sözlüğü”nde yazdığı Alfred Kosing’in, Eflâtun (ö:347), Aristo (ö:322),
Montesquieu (ö:1755) gibi yazarlara yer verdiği halde İbn-i Haldun’a yer vermemesi
ilginçtir.38 Tarih felsefesinin ve tarih biliminin kurucusu olan İbn-i Haldun’a göre,
toplumsal olayların nedenini aramak gerekir. Tarih bilimiyle uğraşanları yanıltan şey,
ulusların hâl ve durumlarının değişmekte olduklarını unutmaktır. Değişme, Tanrı’ın
bütün varlıklar için koyduğu bir yasadır. Toplumlar da insanlar gibi gelişir ve ölürler.39
Bugün birçok tarih felsefesi düşünürleri bu hükmü kabul etse de arştırmaların da İbn-i
Haldun’a gereğince yer vememişlerdir.40 İbn-i Haldun Toynbee (ö:1975) ve
Gebineau’dan 500 yıl önce tarih gidişini, Hegel’den daha lâik anlayışla bir “Hak
tecellisi” sayıp hemen geçekçi bilim yolunu tutmuştur.41 Yani tarih nedenlerle başlayıp
Sünnetullah çerçevesinde devam eden bir olgudur. Görüldüğü gibi İbn-i Haldun
Kur’ân’ın ifade ettiği tarih anlayışının aynısını zikretmektedir.
İbn-i Haldun tarihi olaylara gerçeklik kazandırmış ve onları masalımsı bir
anlatımdan kurtararak irdelemiştir. Ona göre tarih; karışık olaylar bütünü, hikâyemsi bir
olaylar zinciri değil, neden ve nasıllar içerisinde şekillenen bir silsiledir. Olayları
sadece görünen yüzüyle ele almanın yanlış olduğunu dile getiren filozof, tarihi, zâhiri
ve bâtıni olarak ikiye ayırmıştır. Yüzeysel ve dıştan bakılınca tarih, eski günlerden, eski
çağlarda geçen olaylardan haber vermekten öteye geçmez. Klâsik bir tarih anlatı olarak
ağızdan ağza geçen sözler, öyküler anlatır. Anlatılardan özdeyişler çıkarılıp sergilenir.
36 el-Mukaddime, Ι, 291. 37 Alaattin Bilgi, “İbn-i Haldun: Marx’tan Beş Yüzyıl Önce”, Bilim Ve Ütopya, s:57, 31. 38 Alaattin Bilgi, “İbn-i Haldun: Marx’tan Beş Yüzyıl Önce”,Bilim ve Ütopy, s:57, 31. 39 el-Mukaddime, I, 321. 40 Orhan Hançerlioğlu, Tarih Felsefesi Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul 1973, 269-270. 41 Hikmet Kıvılcımlı, “İbn-i Haldun’un Gerçek Diyalektiği”, Bilim Ve Ütopya, s:57, 34.
22
Toplantı yerlerinde kabalık belirdiği zaman, bunlarla dinleyenleri eğlendiren bir
olgudan öteye geçmez.42 İşte bu, günümüzde tarih bilimi dedikleri şeydir ki, bu zahiri
bir tarih anlayışıdır.
Sadece zâhirî olarak incelenen bir tarihin eksik kalacağını savunan İbn-i
Haldun, bâtınî tarihi ön plânda tutarak şu değerlendirmeyi yapar. “Yüzeysel değil,
derinliğe inilerek bakıldığındaysa tarih tutarlı bir bakıştır, nedenleri ile birlikte
incelenmelidir, nedenlerine mutlaka bağlanmalıdır. Ne var ki, bunun ilkeleri çok
incedir. Olguların nasıllarını ve nedenlerini, derinlemesine bilmelidir. Bundan dolayı
tarih, temel bir bilimdir. Hikmete de bütünüyle girmiş ve hikmette en soylu ilimlerden
sayılsa yeridir ve sayılması elbette doğaldır.”43
Gerçekten tarihçiliği zâhirî ve bâtınî olarak ikiye ayıran İbn-i Haldun, birinciyi
öykücü; ikinciyi izahçı olmakla nitelemiştir.44 Sadece olay ve olguların
incelenmesinden çok, toplumun tarihsel yaşamının iç ve etki bağlarının incelemesi,
derinliğe inilmesi amacı üzerinde durmuştur. Hâdiselere anlam kazandıran İbn-i
Haldun’un bugün bile geçerliliğini koruyan bu görüşüne, ne Makyevel (1469-1512), ne
de Montesguieu (1669-1755) ulaşabilmiştir. Kendisinden iki yüz sene sonra gelen
Bonsset bile, çocukça ve hâyale dayalı bir tarih anlayışı sergilemekten
kurtulamamıştır.45 İbn-i Haldun’a özellikle İslam tarihçileri tarafından yaygın olarak
kullanılan nakilci rivâyetlerin sıhhati konusunda yeterli araştırma yapılmamasını ve
olayların sebepleri üzerinde yeterince düşünülmemesini, tarihin bir eksikliği olarak
görür ve olayları inceleme yönünde gevşek davrananları sert bir dille eleştirir. “Çoğu
kere tarihçilerin, müfessirlerin, nakil üstadlarının hikayelerde, vakalarda, içine
düştükleri bu hataların sebebi; zayıf veya sağlam demeyip sadece nakle itimat etmeleri,
bunları, asıllarıyla karşılaştırmamaları, benzerleriyle mukayese etememeleri, hikmeti
ölçü alarak, oluşumların tabiatlarını kavramak suretiyle, haberlerde, muhakeme ve
basireti dikkate almadan konuyu ele almalarıdır. Bu yüzden haktan sapmışlar, vehim ve
hata sahrasında şaşkın şaşkın dolaşmışlardır.”46
İbn-i Haldun’un özellikle İslâm dünyasındaki tarihçileri ağır bir şekilde
eleştirmesi dikkate değerdir. Muzdarip olduğu bu konuyu dile getirirken İslâm tarihi
42 el-Mukaddime, I, 282. 43 el-Mukaddime, I, 282. 44 Turan Dursun, “İbn-i Haldun’un Temel Düşüncesi”, Bilimve Ütopya, s:57, 16. 45 Şaban Döğen, İlme Yön Veren Müslüman İlim Adamları, 26 46 el-Mukaddime, I, 291.
23
örnekleri ile sunmuştur. Kanaatimizce burada asıl dikkat çeken amacı, onun gerçek
bilgi olarak kabul ettiği Kur’ân’ın, yanlış anlaşılmasını engelleme çabasıdır. Zaten
bununla ilgili örnekleri ileriki bölümlerde ayrıntılı olarak inceleyeceğiz.
İbn-i Haldun tarih metodunu da iki temel üzerine oturtur. Birincisi, kaynakların
tahkikidir. Bu yolla doğruyla yanlış ve gerçeklik derecesi ortaya çıkar. İkincisi de
olaylar arasındaki sebep-sonuç bağlantısının tesbîtidir ki bu da, olayların çıkış
sebeplerini ve onlar arasındaki bir zinciri ortaya çıkarır. Bu konuda ihmalkâr
davrananları tarihçi olarak kabul etmez. Eğer bir tarihçi, herhangi bir olay hakkında bir
haber işittiğinde onun öyle olmasını gerektiren sebepleri ve bunların tabiatlarını bilirse,
bu bilgi ona, haberlerin doğrusunu yanlıştan ayırt etme imkanını sağlar. Bu rivayetlerin
araştırılması da en sıhhatli yoldur.47 Tarihi haberlerin tetkik ve tenkid edilebilmesi için
umranın tabiatını tanımak gerektiğini savunan İbn-i Haldun,bunun aynı zamanda
haberlerin doğru olanların asılsız olanlardan ayrımını sağlayacak temel taş olarak
görmüştür. Hatta öyle ki bunu ravilerin tadil ve sıhhatini araştırmaktan daha önemli
görerek, öncelikle bir haberin ve rivayetin imkan değerini bilmek gerektiğini
vurgulamıştır.48 İbn-i Haldun’da sıkça rasladığımız bu realist tutum daha çok ictimai,
kültürel ve medeni imkân ya da imkansızlıktır.
İbn-i Haldun nakilcilerin düştükleri hataların temel sebebini, tarihi sadece
nakillere dayandırıp, benzer olaylarla kıyaslama yapılmamasında görür.49 Burada öne
sürülen “kıyas”, Kur’an hükümlerinde sonuca varmada kullanılan yöntemle aynıdır.
Kıyas yoluna gidilerek, meselelere ve olaylara, daha objektif, daha realist bir boyut
kazandırılarak bir sonuç elde edileceğini müellifin eserlerinde görebiliriz.
İbn-i Haldun’da akıl ve mantık büyük önem taşır. Haberleri akıl ve mantık
süzgecinden geçirmeden, tenkide tâbî tutmadan almaz ve muhakeme gücünü
kullanarak, bu yolla herkesin kabul edebileceği gerçekçi sonuçlara varır. Tarihçilerin,
bir mezhebe bağlı olmaları, bir görüşe taassub etmeleri yüzünden benimsedikleri
görüşlerine uyan haberlerin sıhhatini araştırmadan nakletmelerini düştükleri hataların
en başında zikreder ve bunu şöyle açıklar: “Şüphesiz ki, insan bir haberi kabul
hususunda ruhen itidal üzere bulunursa, tenkit üzerinde düşünme bakımından habere
hakkını verir, doğrusu yalanından ayırt edilip ortaya çıkıncaya kadar araştırmaya devam
47 el-Mukaddime, I, 282-283. 48 el-Mukaddime, II, 332. 49 el-Mukaddime, I, 291.
24
eder. Bir görüşe ve bir inanca bağlılık ve taraftarlık insanın ruhuna işledi mi, kendine
uygun düşen haberleri işitir işitmez hemen kabul eder. Bu temâyül ve taraftarlık insanın
basiret gözünü örter, tenkit ve tetkikte bulunmasını engeller, yalan haberi nakletme
durumunda kalmasına sebep olur.”50
İbn-i Haldun’un eserlerindeki ifadelerden her ne kadar Malikî mezhebine
mensup olduğunu bilsek de, olaylarla ilgili sunduğu görüşlerden Hanefi mezhebine
yakın beyanlarını müşahede ettik. Zaten, kendisi mezhepçi bir tavır sergilemekten,
tutuculuktan uzak, en hassas konularda bile yansız ve aklî yöntemlerle geliştirdiği
teorilerle cesaretini göstermiştir. Benimsediği görüşlerin doğruluğunu sonuna kadar
savunmuş, ancak bunu yaparken elbette bir beşer olarak, zaman zaman, o da taassuba
varan tutumları, kendisi gibi düşünmeyen fikirleri ve gurupları yerme girişimleri
olmuştur.
İbn-i Haldun’un tarihinde pragmatik bir yolu seçmesi, ondan ibret çıkarma ve
ders alınması gerekliliğinin vurgulamak içindir. İbretin ise, bize ebedi bir fayda
sağlayacak başka bir boyutun sonucuna götüreceğinden bahsederek, tarihe manevi bir
yön kazandırmıştır. Geçmişi hale benzetmesi, tarihi hayranlık duyulan bir zaman
hapsinden çıkarıp, tarihin tekerrürden ibâret olduğunu örneklerle gözler önüne
sermiştir. Geçmişin; yaşanan bir gerçek, tabîi bir hayat şekli olarak tasviri ise, istikbâl
hakkında, doğru, isabetli ve mâkûl tahminler açısından faydalı olmuştur. Ona göre; ilim
dinden tecrid edilemeyeceği gibi tarihi olaylarda da dinin etkisini gözardı etmeden,
tarihin “sünnetüllah” dan kaynaklandığını ileri sürmüş, olaylardan sonuçlara giden
çizgiye dînî bir boyut katmıştır. “İnsanlar ilâhi davete uymadan, kaderlerinin
hükmünden kurtulamazlar”51 diyerek yaşadığı acı olayların onu, Allah’a daha çok
teveccüh etmeye çağırdığından sıkça bahsetmiştir. Zaten eserlerindeki ifâdelerin bizde
uyandırdığı intibâ şudur: Her tarih olayının ve olgunun arkasından, Allah’ın ilminden,
hikmetinden bahsederek başlangıcın ve sonun O’na ait olduğunu, ayetlerle, defalarca
ortaya koyması, İbn-i Haldun’un imân gücünün ve Kur’ân kültürünün birer ürünüdür.
İbn-i Haldun’u bütün ilimlere vukûfiyeti ve kuvvetli muhakeme gücü ile tarihi,
insana ve insanın sosyal hayatına ilgisi olan tüm bilgilerin toplamı sayar. Şimdi de,
tarihle sosyoloji arasında bir köprü kurarak ilim tarihinde birinciliği alan ve pozitif
50 el-Mukaddime, I, 291. 51 el-Mukaddime, Ι, 396.
25
sosyoloji52 olaraj adlandırılan bir çığır açan İbn-i Haldun’un sosyolojiye bakışını
inceleyelim.
2- Sosyolojiye Bakışı ve Toplumsal Olayları Değerlendirmesi
İbn-i Haldun, tarih bilimini en yüksek seviyeye ulaştırmakla kalmadı, bunun
yaında, sosyolojinin temellerini de attı. Prof. Dr. W. Barthold (ö. 1930)’un ifadesiyle
“O, yalnız İslâm tarihinin değil, bütün dünya tarihinde, tarih felsefesinin en mümtâz
sîmalarından biri olmuştur. Daha doğru bir ifadeyle, sosyolojinin ilk büyük
kurucusudur.”53 Tarihe kanun nizam fikrini sokan İbn-i Haldun, tarihi naklî bir bilim
dalı olmaktan çıkarıp kendine özgü bir usûlü bulunan aklî bir bilim dalı ve hikmet
haline getirmiştir. Onun tarih felsefesi ve sosyoloji alanındaki ünü buradan gelir.54
İbn-i Haldun’a göre insan, toplumun temel taşıdır ve ancak bir toplum içinde
var olur. Ancak insanı tanımadan, toplumun tanınması mümkün değildir. Bunun için,
insanı ve insanın sosyal hayatını, farklı tezâhürleri arasında akıp giden olaylarıyla,
bunlardan doğan kurumlarıyla, olayların sebeplerini ve kurumların kaynaklarını
araştırarak incelemiş, ve bunu kendine has ifâdesiyle “İlmu’l Umran -” olarak
adlandırmıştır.55 İbn-i Haldun bu ilmin kurucusu olarak kendisini göstermiş ve
insanların böyle bir ilimden habersiz olduklarını, bu ilimle ilgili olarak dönemine kadar
ortaya koyulmuş bir eserin olmadığından, olsa bile bunları bize ulaşmadığından söz
etmiştir.56 Çoğu zaman mütevazi olarak bildiğimiz İbn-i Haldun, haklı olarak bu ilmi
sahiplenme yoluna gitmiş ve bu konuda şu çarpıcı ifadelere yer vermiştir. “Bize gelince
Allah bunu mükemmel bir şekilde bize ilham etti, bu ilme vakıf kıldı. O derece ki bu
konuda söylediğimiz sözlerin doğru ve gerçek, verdiğimiz haberlerin sağlam ve sağlıklı
olmasını sağladı. Eğer bu ilmin mesellerini tam olarak zapt ve tesbit ettimse bu ilmi
onun benzeri ve dengi olan diğer ve sanatlardan ayırt edebildimse bu Allah’dan bir
tevfik ve bir hidayettir. Eğer bu ilmin meselelerini zapt ve tesbit ederken kaçırdığım ve
atladığım bir şey olmuş ve onu diğerine benzeterek karıştırmış isem, tetkik ve tahkik
ehline düşen bunu düzeltmektir. (Bu ilmi ilk defa kurma konusundaki) üstünlük ise bize
aittir. Çünkü ona çığır açan ve yol gösteren benim.”57
52 Cemil Sena, Filozflar Ansk. ΙΙΙ, 14. 53 Turan Dursun, “İbn-i Haldun’un Temel Düşüncesi”, 15. 54 Zeki Velîdi Togan, Tarihte Usûl, Tarih Araştırmaları I, İsatanbul 1969, s: 157. 55 el-Mukaddime, Ι, 340. 56 el-Mukaddime, Ι, 332, 335. 57 el-Mukaddime, Ι, 336.
26
Umrân’ın kelime anlamı, medeniyete çok yakın olsa da daha ihâtâlıdır. O’nun
bu ilme verdiği adın kapsamında genel olarak bir “toplanma, cemiyetleşme” veya
“insan guruplaşması” anlamı da mevcuttur.58 Yani “Umran, müşterek hayattan
faydalanmak, geçim vâsıtalarına sahip olmak maksadıyla bir şehirde, topluca, birlikte
ikâmet etmektir.”59 İbn-i Haldun’a göre tarihin gerçek bilgisine ulaşmak için, sosyal
olay ve olguları tarafsız ve objektif bir gözlemden işe başlamalı, uygarlık ve cemiyet
tiplerinin çeşitliliği yanında, zaman içindeki değişmeleri ve bu değişmelerin sebepleri
gözden kaçmamalıdır.60 Bu sağlam metodolojik görüşlerin benzerine yüzyıllarca sonra,
Durkheim (ö:1917)’de rastlamaktayız.61
İbn-i Haldun yeni ve bilinmedik bir metod geliştirerek, sosyal kalkınma ve
uygunluk olarak kabul ettiği Umran’ı, derinlemesine açıklamıştır. Böylelikle gerek
kâinâtın sebep ve illetlerinin anlaşılmasında, gerek geçmiş çağların, önceden
gerçekleşmiş olayların, toplumların, hallerin anlaşılmasında, sonra da elde edilen
bulguların, gerek gelecek olay ve toplumların kavranmasında, gerekse devletin bu
gelişmelerle ilgisinin anlaşılmasında yarar sağladığı görüşündedir.62 Görüldüğü üzere,
hayatın her alanındaki olay ve olguların birer zincirleme, yâni sünnetullah olduğunu ve
gayretlerin dışındaki sonuçların değişmeyeceğini vurgulayan İbn-i Haldun, aslında
hangi persfektiften baktığını da bize göstermiştir.
İbn-i Haldun, topluluğu oluşturan gruplara da ferd olarak insana da farklı
yaklaşımlarla bir değer atfettiğini sergiler. İnsanın, toplumun şartlarıyla oluştuğunu
vurgular ve içinde yaşadığı toplumun aynası olduğunu söyler. Bunun için, doğuştan
getirdiği bazı kabiliyetler dışında, bilgi ve ahlâk olarak belirlenmiş bir tabiatından
bahsedilemez. Kabiliyetlerini, karakterini, içinde yaşadığı toplumsal şartlar
çerçevesinde kazanan insan, iki âlem ortasında bir yerdedir ve ortak hususiyetlere
sahiptir. Bunlar, melekler ve hayvanlar aâlemidir. İnsan bu iki âlemle de irtibat
kurabilecek özelliklere ve kâbiliyete sahiptir. Bu iki âlemden onu ayıran en önemli
nitelikleri irade, kasıt ve fikirdir.63 Bu tesbiti ile Kur’ânî bir derinliği gösteren İbn-i
Haldun, yeryüzünde halife olarak, bir âdem yaratacak olan Allah’ın, insana gösterdiği
iki yoldan hangisini tercih eder ve ona yönelirse, onu kazanabileceğini vurguluyor. Ve 58Satı el-Husrî, “İbn-i Haldun Sosyolojisi”, (çev:Mehmet Bayyiğit), Selçuk Ünv. İlahiyat Fak. Dergisi,
s:2, 1991, 224. 59 el-Mukaddime, Ι, 336. 60 el-Mukaddime, Ι, 329. 61 Ülker Gürkan, “Tarihten Sosyolojiye Doğru ‘Ümran İlmi”, Bilim ve Ütopya, s:57, 53. 62 el-Mukaddime, Ι, 332- 343. 63 el-Mukaddime, III, 919- 920.
27
bu tecih hakkının insana verilen idrak sonucu gerçekleşmesi, insanların ve toplumların
geleceğinin bir anlamda kendi ellerinde olduğunun bir göstergesidir.
İnsan, toplumun temel taşıdır ve ancak toplum içinde varlığını korur. İnsan
tanınmadan toplum asla öğrenilemez. Her âdem bir âlemdir anlayışıyla insanı, tabiatı ve
kâinâtı, birbirleriyle ilişkilendirip zincirleme olarak inceleyerek toplumu tanımaya
çalışmış ve yeni teoriler ortaya atmıştır. İnsanın yeryüzünde halife olması, onun
yeryüzünü îmar etmesi amacına yöneliktir. İnsan yeryüzünü mâmur hale getirince,
Allah’ın onu yaratmasındaki ve âleme gönderiliş amacının yeryüzü ile ilgili kısmı
ortaya çıkmış olur.64 Yani insan bu âleme yaşadığı dünyayı imar etmek ve neslin
devamını sağlayacak ortamları oluşturacak bir halife olarak gönderilmiştir.
İbn-i Haldun’a göre umranın gerçekleşmesi için en önemli şart, uygun bir tabii
çevrenin bulunmasıdır. İnsanın gönderiliş amaçlarından birisi de yeryüzünün imarı, ve
halifelik görevi ise, yaratan elbetteki yarattıklarının bekâsı için fikir vererek, ilimler ve
tabiattan yararlanmasını sağlayacak yollar göstermiştir. İnsan fıtratına yerleştirilen bir
takım içsel güdülerini bilgisiyle irtibatlandırıp kendisine verilen bu umran görevini
neslinin devamı için yerine getirmek durumundadır.
Umranın ortaya çıkacağı bölgenin keyfiyeti, çevrenin kendi özellikleri ve hayata
uygunluğunda etkilidir. Bu etki, bazen tabîi çevrenin sağladığı olanaklar ve sınırlar
olarak ortaya çıkar; bazen de çevrenin insan üzerindeki kişilik ve karakterini tayin
etmesinden dolayı önemlidir. İbn-i Haldun, bu etkileşimi anlatmadan önce, umranın
mimarlarının, yaşadığı dünyayı herhangi bir değer hükmü vermeden tasvir eder.65
Birçok coğrafi bölgenin özellikleriyle, umran arasında bağıntılar kurar. Maddi-manevi
her şeyde mûtedil bir rota çizen İbn-i Haldun’a göre, Allah peygamberleri bile böyle
mûtedil şartlarda yaşayan insanlardan seçmiş ve mûtedil bir manevi hayatın inşasının
ilkelerini, örneklerini insanlara model olarak göstermiştir. Onlar da bu bölgeleri,
medeniyet ve toplumsal kurumlar açısından dünyanın diğer bölgelerine göre daha
mamur hale getirmişlerdir. Peygamberlerin özellikle bu yörelerden seçildiğini belirten
İbn-i Haldun, bu onların ahlâki kemala yönelik gelişimleri açısından en uygun
özelliklere sahip olmaları ve mûtedil iklimin getirisi olarak bu bölgedeki insanların dini
kabule daha yatkın olmalarıyla alâkalıdır.66 Yaşanan bölgenin, iklimin, kullanılan
64 el Mukaddime, Ι, 341. 65 el-Mukaddime, Ι, 341-387. 66 el-Mukaddime, Ι, 397.
28
gıdaların; insanların fiziki ve ahlâki özellikleri ile doğrudan bir ilgi olduğunu belirten
İbn-i Haldun, eserinde bu minvaldeki konulara, sıkça örnekler vererek bahsetmiştir.67
Her ne kadar coğrafi bölgenin ve iklim şartlarının insan üzerindeki etkisini değerli ve
geçerli bulsak da, peygamberlerin seçiminde sadece böyle bir etkinin varolduğunu
düşünemeyiz. Bununla ilgili değerlendirmelere ilerleyen bölümlerde değineceğiz.
Yine ‘insanın içinde bulunduğu rahatlık ve meşakkat, karakteri üzerinde
etkindir’68 tezini ortaya atan İbn-i Haldun, bunula birlikte ortaya çıkan insan
tabiatındaki iyilik ve kötülüğe dikkat çeker. Şayet kişi dîne tâbi olmaz ve kötülüğe
sevkeden alışkanlıklardan uzak durmaya çalışmazsa, kötülüğe meyleder. Ancak kişinin
doğru yolu bulmada bir rehbere mutlaka ihtiyacı olduğunun üzerinde de önemle
durmaktadır. Aslında müellifin bu ifadeleri, İslam düşüncesinde insanın fıtratına
yeleştirilen dini bir eğilimin yani inanma ihtiyacının varlığının kesinlikle
benimsediğinin göstergesidir. Bunu apaçık dîni bir olgu olarak ifade etmese de, birçok
konuda olduğu gibi, kabûle şâyân kılmak ve farklı görüşler içinde yer bulmak
maksadıyla bu metodu seçtiği kanaatindeyiz. Medeni hayattan çok hadari hayatın
insana kazandırdığı hasletleri gözler önüne seren İbn-i Haldun, toplumsal dinamiğin
belirlenmesinde en önemli faktörün en çok iktisadi etkenler olduğunu vurgulamıştır.
İbn-i Haldun genelde bilim tarihine özelde iktisat bilimine en büyük katkısının
toplumsal dinamiğin her şeyi belirlediğini söylemesi ve bunda da iktisadi etkenlere
önemli bir rol tanımasıdır. Toplumsal yaşam tarzı, toplumsal iş bölümü, emek, emek-
değer, artı değer, nüfus, fiyat, devletin gelir ve giderlerinin tuplumların geçineceği
tavırlara göre değişmesi gibi konular iktisâdî düşüncesinin temelini oluşturur. Ayrıca
kendisinin normatif olmaktan çok, pozitif bir yaklaşıma sahip oluduğu, yani toplumsal,
tarihsel konuları ve gelişimlerini göz önüne alan bir düşünür olduğu apaçıktır.69
İbn-i Haldun’un iktisadi anlamdaki dikkate değer bir görüşü de iktisâdî, mâli
olay ve süreçleri ahlâki, dini değer ve hükümlerine bağlamaması, birer sosyal süreç ve
yansıma şeklinde savunmasıdır.70 Yani beşerî biyolojik bir ihtiyaç neticesinde insan bu
iktisadi yaşantıyı benimsemiştir. Bununla ilgili fikirleri eserinin V. Bölümünde yer yer
67 el-Mukaddime, Ι, 397- 404. 68 el-Mukaddime, Ι,399- 404. 69 Nihat Falay, “İktisatçı Olarak İbn-i Haldun”, Bilim ve Ütopya, s:57, 52. 70 el-Mukaddime, ΙI, 832.
29
dile getirmiş insanın fiziksel veya ruhi olarak gereksinim duyduğu her konuya birkaç
cümle de olsa mutlaka değinmiştir.71
Buraya kadar insan, toplum ve bunları oluşturan şartlara, aralarındaki
etkileşimlere değindik. Şimdi de, varlık âleminin özü, esas öğesi olan ve bir hayat
düzeni kurma gereksinimi duyan insanın üzerine yüklenen halifelik görevini, gözlem ve
tecrübeleriyle bize sunan İbn-i Haldun’dan güçlü bir siyasetin metodlarını, yönetimin
nasıl olması gerektiğini ve bu sürecin nasıl işlerse yarar sağlayacağını görelim.
3- Siyaset Felsefesi
İbn-i Haldun’un siyaset felsefesi, tarih anlayışı ve umran teorisiyle örtüşür
mahiyettedir. Buna göre toplumsal yaşamın temel unsuru olan insanlar topluluğu,
içinde bulunduğu maddi ve mânevi şartların neticesinde yöneten ve yönetilen olarak
ayrılmak durumundadır. Diğer insanlarla beraber yaşamanın getirdiği bazı karakter ve
ahlâk özellikleriyle, bir bağlılık duygusu ile yakın akrabalarını uzak olanlardan, onları
da diğerlerinden ayrı tutar. Bunun neticesinde ortaya çıkan gurup ve güç odaklarından
en kuvvetli olanı, toplumsal gerçeklik içinde başkanlığı, yani yönetimi elde eder.
Aslında asabiyet, tarihi gelişimin dinamik bir gücüdür.72
İnsanların kendilerini sosyal bir mekân ve nesep açısından ortak kabul ettikleri
grupların kendilerini diğerlerinden ayırıp, savunma ve dayanışma içine girmesine İbn-i
Haldun “Asabiyet” adını vermiştir. İbn-i Haldun asabiyeti, devleti kuran bir enerji
kaynağı olarak değerlendirerek onu çelik bir irâde ve dinamik bir güç olarak niteler. Bu
da kendini kavmî, ideolojik ve dini dayanışma şeklinde gösterir. Bu güçle birçok kavim
yükselmiş, hâkimiyet ve devlet kurma gücüne sahip olmuştur. Toplumda asabiyeti
güçlü olan diğerlerine hakim olur ve yöneten konumuna geçer. Eğer böyle bir tabiat var
olmasaydı, toplumların uzun süre yaşaması mümkün olmazdı. Çünkü, hakların ve
ödevlerin bir mercii tarafından tesbit edilmezse, toplumsal hayat sağlıklı bir şekilde
işlemez. Toplumda bir kaos neşet eder. Ancak tek bir hâkimiyetle ve hakimiyetin
genişlemesi, asabiyetin güçlenmesiyle bir devlet oluşur. Devletin hâkimiyet gücü
arttıkça, daha fazla hâkimiyet talep eder. Ancak zaman içinde bu talep
gerçekleşemezse; herşeyin bir sonu olduğu gibi bu potansiyel güç de kaybolur.73 Ancak
her sonun bir başlangıcı vardır diyen İbn-i Haldun, her ne kadar bir tekâmülcülüğü
71 el-Mukaddime, II, 831-898. 72 Cemil Meriç, Umran’dan Uygarlığa, Ötüken Yayınevi, İstanbul 1974, 85. 73 el-Mukaddime, ΙΙ, 481-503.
30
savunuyor gibi görünse de fikrî ve ahlâki yapısı itibariyle varlıkların hep bir bekâ ve
fenâ arasında aktığını ifade etmiştir. İnsan yaşantısını da göze alarak, devletlerin
doğuşlarını, gelişmelerini ve yıkılışlarını bir organizmaya benzetir. O da, çocukluk,
gençlik ve olgunluk devrelerinden geçer. Devletin en güçlü dönemi olgunluk devrinde
yaşansa da ihtiyarlık kaçınılmazdır ve devlet er-geç yıkılmaya mahkûmdur.74 İbn-i
Haldun’un bu görüşü, kökünü tarih, coğrafya iktisad ve psikolojide bulan bir
determinizmdir. Devlet bu dört etkenin bir araya gelmesiyle kurulur; bu unsurların yok
olması devletin yıkılması demektir.75 Devletin geçirdiği bu süreç, evrimden çok
toplumun, zaman ve mekân boyutlarında temasa geçmesinden doğan ilişki ve
çelişkilerin dinamiğiyle oluşur ve gelişir.76
İbn-i Haldun’un toplumların ve devletlerin organizma gibi geçirdiği bu evreleri,
cebrî bir determinizm ile değil, tamamen hikmet çerçevesi dâhilinde ve değişmeyen bir
sünnetullah çizgisi olarak açıklamıştır. Çünkü söz konusu, fikirlerin kaynağı Kur’ândır.
İyiye de, kötüye de yönelse devletlerin kurulmasının ve yıkılışının, yaratıcının elinde
olduğunu ifade etmekte, ve bunu her konunun arkasından onay mahiyetinde verdiği
âyetlerle vurgulamaktadır. İslâmi gerçeklerin toplumsal ahlâki gerçeklerle örtüştüğünü
savunmuş, birçoğunu da uzlaştırmaya çalışmıştır. İslâm’da kibir, gurur, israf, hırs ve
açgözlülük günahtır. İbn-i Haldun insanın, çoğunlukla fıtratında bulunan bir takım
negatif güdülerinin meylinde iradesini kullanarak dolayısıyla bir toplumun bu davranış
yolunu seçmesiyle idarecilerin, dürüstlük ve adaletten ayrılmasını, zulme yönelmesini,
insanların aşırıya giderek haddi aşmasını, kendi sonlarını hazırlayan bir etken olarak
görür.77
Buradan da anlıyoruz ki, “Kul ister, Allah yaratır” anlayışıyla yola çıkan İbn-i
Haldun’un bu fikrinin gerisinde ise bir tevekkül ve yaratanın hâkimiyetine bir
teslimiyetinin varlığına şahid oluyoruz. Siyaseti zorunlu olarak hayrın bir neticesi kabul
eden İbn-i Haldun, şerre dayanan bir yönetimin sadece bir kısım için menfâat,
diğerlerine zarar ve acı getireceğini belirtir. Şerre destek olanların az olması
düşünelemeyeceğinden neticede hayr varlığını sürdüremez. Bundan dolayı İbn-i Haldun
siyaset ve mülkü kefalet, kurallar arasında Allah’ın hükümlerini icrâ etmek için
halifelik olarak görür. Hayrın ve şerrin takdir edicisi olarak Allah’ın takdiri mevcuttur.
74 el-Mukaddime, ΙΙ, 708-709. 75 Meydan Larousse, Meydan Yayınları, İstanbul 1971, VI, 162. 76 Cemal Doğan, “İbn-i Haldun’da Tarihi Persfektif”, Zaman Gazetesi, 27/10.1991. 77 el Mukaddime, ΙΙ, 560- 561.
31
Ancak şer, cehaletin ve şeytanın, hayr ise insanın fıtratına yerleştirilen halifelik
çekirdeğinin sonucudur.78 İbn-i Haldun “hayr” kavramını ise insanların maslahatını
gözeten, koruyan anlamında kullanır.79 Yani hem ahlâki hem de pragmatist bir yanı
olan, faziletli bir yönetim anlayışını benimsemiştir. Bu faziletli ve herkes tarafından
kabul edilebilir hasletlerin, siyasi öğretilerin hepsi, Allah’ın tayin ettiği, yani “şâri”
tarafından konulan kurallara dayanır. İbn-i Haldun şâri tarafından konulan kanunların
kabul edilmesine “şer’i” veya “dini siyaset” adını verir. “Siyâset-i Akliye” diye ifade
ettiği, sadece dünya menfaatine dayalı “akli siyaset” olarak kabul ettiği yönetimin
insanlığın yaratılış amacına uygun olmadığını vurgular.80 Bazı yerlerde kanunların
toplumlar tarafından oluşturulduğunu savunsa da, Allah’ın kanunlarını her zaman ön
plânda tutmuştur. Varlığın kemâli için ‘dinî siyaset’i en doğru yol olarak gördüğünü
söyleyebiliriz. “Siyaset-i Dîniyye” kavramını aynen kullanan İbn-i Haldun, şer’i bir
düzeni kabul ettiğinin göstergesidir.
İbn-i Haldun’un tanımında hilâfet; dini korumak ve dünyada onunla siyaset
yapma hususunda şeriat sahibine vekâlet etmek anlamına gelir. Halifenin iki temel
görevi olarak birincisinin, insanları dinin ibadet ve muamele nev’inden olan ve Şâri’ye
itaati sağlama, diğeri de, yönetimi altındaki insanların beşeri ümran içinde
maslahatlarını gözetmektir. Bunu “hıfz-ı din” ve “siyâset-i dünyâ” olarak
ifadelendirmiştir.81 Yani hilafetin dünyevi ve uhrevî olmak üzere iki yönlü bir
sorumluluğu vardır. İşte böyle bir sorumluluğu dile getirmekten çekinmeyen İbn-i
Haldun, tarihi ve toplumsal varlığın gayri irâdî olduğunu kabul etmektedir. Külli
irâdenin tâyin etmesi ve cüz’i irâdenin buna istese de, istemese de dâhil olması olarak
tecelli eder. Yâni insanın bu varlık alanında aldığı kararlar külli iradenin denetimi
altındadır. İbn-i Haldun’un bu tavrı, bir kadercilik değil, her şeyin Mâlik’i olanın
hikmetine boyun eğmektir. Zaten bu hükmün aksi davranan da, O’nun sonucu
değiştiremeye muktedir değildir. Elbette, ilim ve hikmetin kaynağı olan Şâr’i, insanın
yaşayabileceği mükemmel kanunları ve düzeni koymuştur.
İbn-i Haldun batılı düşünürlerin de görüşlerini de değerlendirmeye alarak,
Aristo’nun “elden ele dolaşan siyaset hakkındaki kitabı” olarak ifade ettiği Poetik
açısından şu bölüme yer vermiştir: “Dünya bir bahçedir. bunun duvarı devlettir. Devlet
78 el-Mukaddime, ΙΙ, 499. 79 el-Mukaddime, ΙΙ, 500 80 el-Mukaddime, ΙΙ, 562- 563. 81 el-Mukaddime, ΙΙ, 563.
32
bir iktidar (sultan)dır, töre (sünnet) bununla yaşar. Sünnet siyasettir. Bu siyaseti
hükümdar yürütür. Hükümdar, bir nizamdır, ordu onu takviye eder. Ordu yardımcı bir
destektir, mal ve para onun teminatıdır. Mal rızıktır , onu raiye derler ve toplar. Raiyye
kuldur, onu adalet korur. Adalet, kendisiyle ülfet edilen ve sayesinde dünyanın kaim
olduğu bir şeydir ve dünya bir bahçedir.” Umran teorisiyle yakın bir ilişkisi olan bu
sekiz cümleyi İbn-i Haldun hikemi ve siyasi faydalarına işaret ederek82 kişisel hiçbir
ayrım yapmadan tüm dünya düşünürlerinden istifade etmeye çalışmıştır.
Bu kadar ilmî teoriler ortaya atan bir fikir adamının son olarak ilimlerin tasnifi
konusundaki fikirlerine yer vermeyi uygun gördük.
E. İlim Tasnifi
İbn-i Haldun, bulunduğu tarihi ve coğrafi kesit itibariyle klâsik felsefe geleneği
içinde düşünen bir mütefekkirdir. Ancak onun klasik düşünme biçimiyle
sınırlandırmanın doğru olmadığı da açıktır. O mensubu olduğu gelenek ve temsil ettiği
ilmi kariyer ile bir dönüm noktasıdır. Geleneğin içinden yeni bir ilmi anlayış ve
düşünce biçimi ortaya koyabilmiş bir mütefekkirdir. Bu husus onun hem ilim
anlayışında, hem de ilim tasnifinde göze çarpar. İlmi bir alanla ilgili boş malûmatlar
değil bir meleke ve bu melekeye sahip olanlar tarafından taşınan bir nimet olarak bilir.
İlmi taşıyanlar da bir toplumun içerisinde var oldukları ve yetiştikleri için, ilimlerin
durumlarında da doğal olarak farklılıklar ortaya çıkar.83 İlimleri, tarihi-toplumsal alanın
bir parçası sayan İbn-i Haldun, önemli bir özellik olarak gelenekselliği ön plâna çıkarır.
Birçok ilim dalında kalem oynatmış ve kabul gören fikirleri ile göz doldurmuş olan İbn-
i Haldun, edebiyatla, sanatla meşgûl olmuş, ilim ve fenle ilgilenmiş, kültürel
meselelerin bir çoğunu incelemiş, ictimâi ve medenî oluşumları tetkik ve tahlil etmiştir.
Öncelikle İbn-i Haldun’un hangi ilimlerli nasıl bir tasnife tâbi tuttuğunu bir
şema halinde görelim.
I. Dinî Ve Naklî İlimler
1. Kur’ân
A. Kıraat
B. Resm-i Mushaf
C. Tefsir
2. Hadis
82 el-Mukaddime, I, 334. 83 Tahsin Görgün, “İbn-i Haldun”, DİA ,İstanbul 1999, XIX, 553.
33
3. Fıkıh- Ferâiz, Usül
4. Tasavvuf
II. Edebiyat ve Sanat
1. Lisâni İlimler
2. Şiirler
3. Manzûmeler
4. Yeni Kavramlar
III. Felsefî ve Aklî İlimler
1. Mantık
2. İlâhiyat
3. Tâbii İlimler
A. Coğrafya
B. Astronomi
C. Tabii İlimler (Fizik- Kimya- Biyoloji- Jeoloji- Fizyoloji- Metoroloji)
D. Tıp
E. Sihir- Tılsım
4. Biyoloji ve Tekâmül Nazariyesi
5. Riyâzet (Matematik)
IV. Eğtim ve Öğretim
V. Otobiyografi84
VI. Medeniyet Tarihi
İbn-i Haldun’un tasnifinde yer verdiği bu ilim dallarını ismen zikretmekle
yetinip, araştırmamız gereği daha çok dinî ve naklî ilimler hakkında bilgi vermeye
çalışacağız. Diğer ilimlele ilgili düşünce yapısını ise, üçüncü bölümdeki ayetlerle ilgili
yorumlarında değerlendireceğiz.
İbn-i Haldun, ilimleri ikiye ayırmıştır. Bunlardan ilki, insan için tabîi olan ve
insanın düşüncesi sayesinde edindiği aklî ilimlerdir. Bu ilimler insanın tabîi düşünce
yetisi sayesinde öğrenilmeleri, konularına, sorunlarına, çeşitli burhanlarına ve öğretim
yollarına, insanî idrakler aracılığı ile vâkıf olunması mümkün olan ilimlerdir.85 Bunun
sonucunda insan, düşünce sahibi bir varlık olarak, bu ilimlerde doğruyu yanlıştan ayırt
edip, bilgiye erişebilir. İkincisi ise, nakli olan, yani insanın onu vaz eden birinden aldığı
ilimlerdir. Bunların hepsi bir şeriat koruyucusunun getirmiş olduğu haberlere dayanır. 84 İbn-i Haldun hal tecümesi ve hayat hikâyesini “et-Ta’rif” eseriyle ortaya koyan ilk müelliftir. Böylece,
tarih sahasında yeni bir şûbe açmış ve kendisinden sonra bu türde eser yazanlara örnek olmuştur. 85 el-Mukaddime, III, 930- 931.
34
Bu ilimler konusunda aklın etkinliğinin olmadığını savunan müellif, kaynak olarak da
kanıt olarak da kullandıkları temel malzemenin Kur’ân ve Peygamber’in sünnetinde
mevcut olan şer’i haberlerdir. Aslında aklî ve naklî ilim sınıflandırması orijinal bir
sınıflama değildir. Daha önce de bu gibi sınıflamalar yapılmıştır. Ancak İbn-i
Haldun’un bu tasnif üzerinden ortaya attığı bir fark vardır. O da şudur: Felsefî ilimlerle,
naklî ilimler arasında yapı ve mahiyet farklılığı vardır. Onların temelinde olan felsefe
ve vahyin birbirlerine indirgenemeyeceğini vurgulayan İbn-i Haldun, bunları kesin
çizgilerle ayırmıştır. Çünkü felsefi düşüncenin en son kaynağı akıldır. Naklî ilimlerin
son kaynağı ise vahiy ya da vahyi getiren peygamberlerdir. Bu bakımdan birincisinin
değişme olasılığı varken, naklî ilimlede herhangi bir değişme söz konusu değildir.
Ancak dinî grupların birbirlerinin arasında bir değişme olsa da bu sosyolojik bir
olgudur. Bundan dolayı İbn-i Haldun’a göre, bu gurupların her birinin aynı derecede
doğru, kabul edilebilir oldukları anlamına gelmez. İslâm kendinden önceki şeriatleri
yürürlükten kaldırdığı gibi, İslâmi nakli ilimlerde, kendisinden evvelki naklî ilimleri
geçersiz kılmıştır.86 İbn-i Haldun’un burada kasdettiği şey, bu ilimlerin kendi içinde
belli bir gelişme imkânını değil, çeşitli dîni guruplarda ortaya çıkan nakillerin
birbirlerini reddetmek durumunda olduğudur.87 Aklî yöntemlerin tek doğrusu olmasa
da, nakillerde tek doğru vardır ve sonuç birdir.
İşte İbn-i Haldun düşüncesine göre, bu iki ilim gurubunun kendi içlerindeki
gelişim çizgileri ve mahiyetleri farklıdır. Naklî ilimlerin dayanağı, şer’iyyât olduğu için
herhangi bir gelişim göstermez ama, zamanın gereksinimlerine çözümler sunar, birey
ve toplumun ihtiyaçlarına karşılık verir. Aklî ilimler ise, insan aklının bir ürünü olduğu
için gelişir, değişir, zamana ve mekâna göre farklılıklar arzeder. Ancak olaylara ve
olgulara karşı çözümsüz ve aciz kalabilir.
İbn-i Haldun’un klâsik, ama aklî ve naklî ilimlere yüklediği anlam ve getirdiği
kapsam, kendi zamanına kadar yapılan yorumlardan çok farklıdır. İslâm kültürü
içerisinde, ele aldığı naklî ilimleri, özellikle tefsir ve tefsirle ilgili kavramları bir
sonraki bölümde ayrıntılı bir şekilde ele alacağız.
86 el-Mukaddime, III, 931. 87 Ahmet Arslan, İbn-i Haldun’un İlim ve Fikir Dünyası, Kültür Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara
1987, 405.
35
Görüldüğü gibi, İbn-i Haldun, insan fikrinin dokunabileceği bütün ilimler
hakkında, tecrübî yaşantısını keskin zekâsıyla birleştirerek, asırlar sonra da isminden
bahsettirmiştir.
Çalışmamızın buraya kadar olan kısmında İbn-i Haldun hakkında temel
malumatları vermek ve bir kısım yorumlarımızı eklemek suretiyle genel bir bilgi ve
anlayış ortaya koymaya çalıştık. Bundan sonraki kısımlar, tezimizin ana bölümlerini
oluşturmakta olup birinci bölümde İbn-i Haldun’un tefsir ilmine bakışı ve bu disipline
dahil bazı meseleler hakkındaki değerlendirmelere değineceğiz. İkinci bölümde ise
onun serlerinde kurduğu olay-ayet ilişkisini ve yer yer bazı ayetler hakkındaki
yorumlarını ele alarak yorumculuk gücünü sergilemeye çalışacağız. Çünkü İbn-i
Haldun’dan tarihçiler, sosyologlar, siyaset bilimcileri geç de olsa faydalanmışlar ancak
müfessirlerin İbn-i Haldun’un görüşlerine yer veren çalışmaları olmamıştır.
BİRİNCİ BÖLÜM
İBN-İ HALDUN’UN TEFSİRE BAKIŞI
Çalışmamızın giriş kısmında hayatını ve düşünce sistemini incelediğimiz İbn-i
Haldun, bir kere daha belirtelim ki, çok yönlü bir alim ve mütefekirdir. Belirttiğimiz
gibi biz onun düşünce sistemini etraflı bir biçimde incelemeyeceğiz, yapacağımız şey,
eserlerinde Kur’an’a referanslarını, ayetlere ilişkin yaptığı yorumları, ilimler tasnifinde
tefsire verdiği yeri ve tefsir ilmi hakkındaki görüşlerini bir araya getirerek toplu bir
değerlendirmeye tabi tutmaktır. Buradan hareketle bir mütefekkir olarak Kur’an
anlayışını, yorumculuk kabiliyetini ve en önemlisi de düşünce sisteminde Kur’an’ın
yerini tespit etmeye çalışacağız. Ancak bahsettiğimiz konulara geçmeden İbn-i
Haldun’dan önceki dönemlerde tefsirin gelişimi ile ilgili kısa bir değerlendirme yapmak
istiyoruz. Böylece onun bu sahadaki konumunu daha iyi tespit edebileceğimizi
düşünmekteyiz.
I. İBN-İ HALDUN’UN İLİM TASNİFİ İÇİNDE TEFSİRİN YERİ
İbn-i Haldun ilim tasnifi içerisinde tefsiri müstakil bir ilim olarak dîni ve naklî
ilimler içerisine almıştır. Tefsirin Kur’ân yorumu olması sebebiyle de Kur’ân ilmi
olarak ifade etmiştir. Müellifin eserlerinde şimdiye kadar değerlendirmeye alınmamış
ayetler hakkındaki yorumları onun bu ilme verdiği önemin bir göstergesidir. Hemen
hemen birçok konuyu ve tarihi rivayetleri ayetlerle ilişkilendirmiş bunu yaparken de
klâsik bir yaklaşım olan ayetlerden hareketle bir anlatım değil, konulardan hareketle
ayetleri tesbit etmiştir. Böylelikle ictimâi ve sosyal pespektifden yorumuyla tefsire
farklı bir bakış açısı kazandırmıştır. İbn-i Haldun tefsiri sadece ilim tasnifi ifade
etmekle kalmamış, eselerinin tümünde ayetlere kayda değer bir biçimde yer vererek
dini motifleri de kullanmıştır.
Şimdi de İbn-i Haldun için bu kadar önem arzeden bu ilmi etraflıca inceleyelim.
37
III. İBN-İ HALDUN’DAN ÖNCE TEFSİR
Her zaman ve devirde dini, felsefi ve ilmi eserlerin muhataplar tarafından iyice
anlaşılıp kavranabilmesi için, onların, kendilerini iyi anlayanlar tarafından iyice izah
edilip açıklanması lazım gelir. Bu gibieserlerde öyle esaslar ve prensipler mevcuttur ki,
onu okuyan herkes mana tam vâkıf olamaz. Hele insanlığı dalâlet bataklığından
kurtataracak esasları ihtiva eden kutsal kitapların mutlaka bir mübeyyini olması gerekir.
İlâhi kitapların sonuncusu olan Kur’ân’ın da insanlık tarafından hayata geçirilmesi için
bir açıklayıcısının, uygulayıcısının olması zarûridir ki, o da Hz.Muhammed’dir.
Evrensel ve son ilâhi kitap olması dolayısıyla sadece Hz. Peygamber döneminde
kalmayan Kur’ân, her çağda yeni meselelere ışık tutabilecek bir içeriktedir, bunu ortaya
çıkarmakta bir tefsirciliktir. Hz. Peygamber bizzat Kur’ân’ın tefsir edilmesini istemiş
Hz. Muhammed ile başlayan mübelliğ ve mübeyyinlik görevini, sahabe, Tâbiîn ve Etba-
i Tâbiîn derken çağlar boyunca yapılagelmiş ve günümüze kadar uzanmıştır.88
İşte İbn-i Haldun’a kadar onunda faydalandığı et-Taberî, er-Râzi, İbn-i Kesir,
gibi bir çok önemli şahsiyet yetişmiştir. İbn-i Haldun’da engin siyasi ve sosyal
tecrübelerini bu tefsir Kur’ân ilmiyle de zenginleştirerek bu alanda da söz sahibi
olabilmiştir.
IV. BAZI KAVRAM TANIMLARI
İbn-i Haldun aldığı köklü dini ilimlerin üzerine inşâ ettiği farklı alanlardaki
birçok ilmin öncüsü olmuştur. İslâm medeniyetine başlı başına bir çağ ayıran müellif,
kendi dini olduğu için tarafgir davranmadan eserlerinde yer yer İslam’dan bahsetmiştir.
İslâm medeniyeti ile birlikte gelmiş geçmiş bütün medeniyetlerin yürürlükte olan
âdetleri ve davranışlarını tümüyle yok ettiğini, bunların yerine yeni baştan ahlâki, insânî
bir medeniyetin kurucusu olduğunu savunmuştur. O zamana kadar bilinen tekmil
yeryüzü medeniyetleri arasında Allah’ı parçalanmaz bir birlik (tevhid) kabul eden
islâmlığın gibi bir tek ayrışıklık bilmez bezirgan münasebetler şahdamarı işleyecekti.
“Kureyş’in tan yerinden evreni aydınlatan İslâm güneşi doğup” sözü hatır için
söylenmemişti.89
İbn-i Haldun, Kur’ân ve Kur’ân ilimlerine âit birçok mesele hakkında çeşitli
vesilelerle görüş beyan etmiş, ayrıca ünlü eseri Mukaddime’de bu konuya ait mustakil
88 İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1995, 210-211. 89 Hikmet Kıvılcımlı, “İbn-i Haldun’un Gerçek Diyaliktiği”, Bilim veÜtopya, s:57, 35.
38
bir bölüm ayırmıştır. Şunu hemen belirtelim ki o, tefsir ilmi ile uğraşan tefsirci değil
ama geleneksel anlamda bir alim ve mütefekkirdir. Müslüman geleneğinde her alim ve
mütefekkir düşünce sisteminde Kur’ân’a, Peygamber sünnetine ve İslâm kültürünün
diğer dinamiklerine az ya da çok yer vermiştir. İbn-i Haldun da tarih ve sosyoloji
felsefesini sistematize ederken Kur’ân’ı gözardı etmemiştir. Bu nedenle onun genel
düşüncesinde Kur’ân ve tefsire ilişkin açıklama ve refaranslarını değerlendirmemiz
gerekmiştir.
Bu açıklamalardan sonra şimdi de İbn-i Haldun’un eserinde başlık olarak da yer
alan Kur’ân, tefsir ve buna yakın kavramlara bakışını inceleyelim.
A. Kur’ân
Müslümanların neden Kur’an öğrendiklerine dair şu açıklayıcı ifadeleri ile bu
konunun izahına başlamak istiyoruz: “Bil ki, Kur’ân öğretmek dinin bilgilerindendir.
Çünkü Kur’ân öğrenmek, çocukların kalplerinde imân ve inancın yerleşip kalmasına
sebep olduğundan, Müslümanlar her yerde çocuklarına Kur’ân ve hadisten bazı
metinleri öğretmeyi bir ödev kabul etmişlerdir. Böylece Kur’ân, bundan sonra
öğrenilecek bilgilere meleke edinmenin bir temeli olmuştur. Müslümanların bu yolu
seçmelerinin sebebi küçük yaşta öğretilen bilginin kalplere kazınmasıdır.”90
Müslümanların geleneğinde düşünce ve pratikte Kur’ân’ın yerini çok iyi tesbit
eden bu cümleler, İbn-i Haldun’un yetişme tarzına da ışık tutmaktadır. Zira kendisi de
ilk eğitimini babasından almış ve bunun ilki de Kur’ân ve dini ilimler alanında
olmuştur. Çocuk yaşta hâfız olmuş, aldığı bu Kur’ân eğtiminin inkişafıyla, asırlara
hitap eden fikir dünyasının ilhâm kaynağını da bu manada müşahade etmiş oluyoruz.
Ona göre Kur’an’ın tarifi şöyledir: “Mushafın iki kapağı arasında yazılı olan ve
ümmeti teşkil eden fertler arasında mütevatir bulunan, Hz. Peygamber’e indirilmiş olan
Allah kelâmıdır.”91 Özellikle ‘yazılı’ ve ‘fertler arasındaki mütevâtirliği’ni
vurguladıktan sonra, “Hz. Peygambere inen bir Allah kelâmı” olduğunu ifade etmiştir.
Ayrıca bir karşılaştırma yaptığımızda onun bu tanımının İslâm düşüncesinde genel
kabul görmüş olan şu tanımla neredeyse aynı olduğunu görmekteyiz: “Peygamber'e
indirilen, mushaflarda yazılan, tevatürle nakledilen, tilavetiyle teabbüd olunan mu'ciz
90 el-Mukaddime, III, 1115-1116. 91 el-Mukaddime, III, 932-933.
39
kelâmdır.”92 Ancak tanımda geçen “ümmet” ifadesi onun Kur’ân tanımına getirdiği
sosyal bir boyuttur ki, bu da dikkat çekilmesi gereken bir husustur. Bu tanımın şer’i ve
dini bir anlamı vardır.93 Çünkü İbn-i haldun’un düşünce sisteminde sosyoloji büyük bir
önem taşımaktadır.
“Naklî ilimlerin kaynağı, İslâm dinine ve Müslümanlara aittir.” diyerek sadece
ilim tarihinde önemli bir tesbit yapmakla kalmamış, aynı zamanda ilhamının menbaını
göstermiş ve şöyle devam etmiştir: “ Fakat dinin ve mensuplarının genellikle bunların
benzerlerine sahip oldukları da muhakkaktır. İslâmdaki, naklî ilimler, diğer dîni
zümrelerdeki naklî ilimlerle uzak cins itibariyle müşterektir. Çünkü onlar da Allâh
Teâlâ tarafından şeriat sahibine indirilen ve onun tarafından tebliğ edilen şeriat
ilimleridir. Fakat umûmi olarak böyle iken husûsi olarak İslâmdaki naklî ilimler, diğer
dini zümrelerdeki naklî ve şer’i ilimlerin hepsinden farklıdır. Çünkü, şâmil olan biri
diğerlerini nesh etmiştir. Şu halde ondan evvelki dini zümrelere ait nakli (ve şer’i)
ilimlerin tümü, terkedilmiştir, onları tetkik ve mütaâlâ etmek mahzurludur.”94 Buna
göre diğer dînî zümrelerin, naklî ilimlerinin ömrünün tamamlanmış ve onların yerine
İslâmî ilimlerin geçmiş olduğunun sonucuna varan İbn-i Haldun, onları tetkik ve
mütaâlâ etmenin bile mahzurlu olduğunu, Kur’ân dışındaki semâvî kitapların
mütaâlâsını, şeriatın yasakladığını belirtir. Buna delil olarak da, Hz. Peygamber
döneminden şu olayı nakletmiştir.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Ehl-i Kitab-ı ne tasdîk ne de tekzip ediniz.
Onlarla karşılaştığınız da, Rabbimizden indirelene de size indirilene de iman ettik,
bizim de, sizin de Allah’ı birdir, deyiniz.” Zaten Bakara Suresi’nin son ayetleri ile
örtüşen bu nakil, Kur’ân’ın kapsayıcı kitap olduğunu gösterir. Müellifin bu konuyla
ilgili bir nakli de şöyledir: Bir kere Hz. Peygamber, Hz. Ömer’in elinde Tevrat’tan bir
sayfa görünce, gadaplanmış, hatta öfke alâmetleri yüzünde açıkça belli olmuş ve sonra;
“Ben size onun yerine, bembeyaz, tertemiz bir din getirmedim mi? Şayet Musa
yaşasaydı, vallahi bana tâbî olmaktan başka çare bulamazdı.” buyurmuşlardır.95 Bu
nakillerle birlikte, Hz. Peygamberin direktifleri doğrultusunda olan bu görüşü
benimseyen İbn-i Haldun, konuşulması, düşünülmesi ve üzerinde durulması gereken
92 Subhi es-Salih, Kur’an İlimleri,(çev:M.Sait Şimşek), Hibaş Yayınları, 15-18; İsmail Cerrahoğlu, Tefsir
Usûlü, 34. 93 Ömer Ferruh, “Mevgıfi İbn-i Haldun Min-eddîni ve min-el Gadâye ed-dîniyye” Bühûsün ve Mügâdenêtün fî Târîhı’l Ilmi ve Târîhı’l Felêsefeti fi’l İslâm, Dârüt-Talia, Beyrut 1986, s:251. 94 el-Mukaddime, III, 931-932. 95 el-Mukaddime, III, 932.
40
tek kitap olarak Kur’ân’ı görmüştür. İbn-i Haldun, her ne kadar ehl-i kitâbın tahlilini
mahzurlu görse de kendisi eserlerinde bunlarla ilgili karşılaştırmalara yer vermiştir.
Ancak bunun sadece tahkik anlamında, hakîkati ortaya koymak için uyguladığı bir
metod olduğunu düşünüyoruz.
İbn-i Haldun, naklî ilimler olarak söz ettiği dînî ilimleri, “Allah ve Rasûlü
tarafından bizim için teşrî kılınmış olan ve kitapla sünnetten gelen şer’i hükümler ile
istifâdeyi kolaylaştırmak üzere onlarla alâkalı olan diğer ilimler”96 olarak açıklamıştır.
Arap lisânı ile inen Kur’â’n dilini ümmet lisânı olarak kabul eden müellif, mükellef
olan şahsın, kendisi ve hemcinsi üzerine farz kılınmış olan Allâhû Teâlâ ahkâmını
bilmesinin lâzım geldiğini, bu hükümlerin de ya nâs, ya icmâ veya kıyas yolu ile kitap
ve sünnetten alındığını belirtir.97
Kur’ân eğitimi üzerinde hassasiyetle duran İbn-i Haldun’un, bununla ilgili bir
yöntem sunmaması elbette düşünelemez. Onun tavsiye ettiği ve öğrettiği yöntem şudur:
Kur’ân okutmakla derse başlatmanın maksadı, Kur’ân ile kutsanmak, sevap-ecir
ummak ve bir takım gayr-ı ahlâki tavırların afetlerinden, çocuğun Kur’ân öğrenmesine
engel olmasını önlemek98 olarak açıklayan müellif, anne-babalara da birçok sorumluluk
yüklemiştir. Çocuklar, henüz ebeveynlerinin elleri altındayken, delikanlılık dönemine
geçmeden, ona bu eğtimi vermeyi bir görev saymış, bunu da çocuğun gelişimi
açısından olduğunu ifade etmiştir. Kur’ân taliminin çok küçük yaşlarda olmasını, henüz
saf olan kalplerin ve zihinlerin, öncelikli temeli olarak görmüştür. Çocuk yaşta ortaya
çıkmamış melekelerin, Kur’ân’daki ayetlere ve bazı hadis metinlere istinâd eden İslâm,
imanın ve imâni akidelein kalplerde kökleşerek, buradan neşet etmesini sağlayacağını
ifade etmiştir. Hatta Kur’ân taliminden kopmayı ilimden kopmak olarak gören İbn-i
Haldun, bu görüşüyle gerçek ilim sahibini ve O’nun insanlığa gönderdiği Kur’ân’ı
işaret etmektedir. Kur’ân okumayı öğrenmeyenlerin, kendilerine yüklemesi gereken ilk
vazifelerden birisinin de Kur’ân’ı kâide ve usûlüne göre okumayı öğrenmek olduğunu
belirten İbn-i Haldun,99 Kur’ân’ın bütün ilimlerin kaynağı olduğunu kesin bir şekilde
vurgulayarak, buna ne kadar önem verdiğini de göstermiştir.
96 el-Mukaddime, III, 931. 97 el-Mukaddime ΙΙΙ, 931. 98 el-Mukaddime ΙΙΙ, 1115-1116. 99 el-Mukaddime, III, 1115.
41
B. Kıraât
İbn-i Haldun kıraât ilmini, Hz. Peygamberden rivayet edilen bilgiler ışığında
hâfızların Kur’ân’ı Arap lehçelerine göre okumalarına dair rivayetlerin bilinmesi, yâni
Kur’an-ı Kerim’in kırâatının nasıl olması gerektiğini öğreten bir ilim olarak
tanımlamaktadır.100 İbn-i Haldun’un Kur’ân tarifinde bahsettiğimiz gibi Kur’ân, Hz.
Peygamberin ümmeti arasında yer alan, yalan nisbet edilmeleri mümkün olmayacak
derecede sayıları çok, söz ve rivayetlerin güvenilir kimseler tarafından mütvâtir olarak
nakledildiğini belirtir. Ancak sahabeler, Kur’ân’ın bazı lafızlarını ve harflerinin
söylenişini farklı kullandıkları, dolayısıyla farklı şekillerde rivayet etmeleri ve bu kırâat
şekillerinin de meşhur olması ile yedi türlü kırâat (Kıraât-ı Seb’a) teşekkül etmiştir. Bu
meşhur rivayetler kıraât şekillerinin aslı ve temeli olmuştur.101 Böylelikle cumhur
tarafından belirlenen bu yedi kıraât, daha sonrakiler tarafındanbenimsenmiş ve halklar
arasında kabul görmüştür.
Kurrâ, yani Kur’ân okuyucuları, bu kıraâtleri ve rivayetlerini, ilimlerinin tedvin
edilip yazılmasına kadar, şarktan garba nakledilegelmiş, daha sonra da, husûsî bir sanat
ve müstakil bir ilim halini almıştır. Sahabenin hepsini, fetvâ verme ehliyetine sahip
birer fakih ve müctehid olarak kabul etmeyen İbn-i Haldun’da dikkatimizi çeken bir
husus da, kurrâ kavramına getirdiği anlamdır. Kurrâ; hamle-i Kur’ân olan (ayetlerdeki
ahkâmı bilme konusunda mütehassıs bulunan), ondaki nasih-mensuh, müteşâbih-
muhkem ve sâir delâletleri Peygamber (s.a.v.)’den veya onun sözlerini dinleyerek
anlamış ve bellemiş olan büyük sahabelerden telâkki eden şahıslara denir.102 Tanımı
günümüde daraltılmış anlamında olduğu gibi tahlil edecek olursak kurrâ, sadece Kur’ân
okuyana verilen bir isim olmadığını görürüz. Yani kurrâ (tekili kâri), salt metin
okuyucusu değil aynı zamanda onu anlayan ve anladığını uygulamaya koyan kişidir.103
Bu tanım, ilk dönemdeki Kurâ tanımının aynısıdır. Ancak İslâm şehirlerinin gelişmesi
kurrâyı bu anlamdan uzaklaştırmış, Kur’ân hususunda alışkanlık kazanan, Kur’ân
okuyan ama ondan ahkâm çıkarmasını bilmeyen hafızlara kurrâ denilmiştir ki, İbn-i
Haldun bunu, hadariliğin getirdiği bir kayıp olarak değerlendirir.104
100 el- Mukaddime, ΙΙΙ, 931. 101 el-Mukaddime, ΙΙΙ, 933. 102 el-Mukaddime, ΙΙΙ, 947. 103 Kârî/kurânın bu anlamına yönelik bir çalışma için bkz. M.J.Kister. 104 el-Mukaddime, ΙΙ, 894., el-Mukaddime, ΙΙI, 947.
42
Bundan sonra bir ilim halini alan kıraat, özel bir uğraş olarak Kur’ân’ı farklı
kıraatlerle okuma sanatını ortaya çıkarmıştır. Bir mûsikî sadâsı olmakla, anlamdan
uzak, sadece dinleyenleri büyüleyen okuyuşların artmasını eleştiren İbn-i Haldun, sözü
normal okuyucuya getirerek Kur’ân’ın tecvid kâidelerine göre okunması gerektiğini
belirtir. O, Kur’ân okumanın amacını şöyle açıklar: “Kur’ân ölümü ve ölümden sonraki
halleri hatırlattığı için onu, huşu ile okumak lâzımdır. Kur’ân, güzel sesler işitmek ve
idrak etmek suretiyle zevklenmek için okunamaz.”105 Nitekim ölümü hatırlamak, bu
dünyadaki insanın eylemlerine de bir anlamda çeki düzen verme, ölümden sonra ise
yapılan işlerden hesap verme bilincini gerektirir. Yani, Kur’ân’la dünya mâmur edildiği
kadar ahirette mâmur olur.
Bütün bu yaklaşımlarını değerlendirdiğimizde diyebiliriz ki İbn-i Haldun,
kavramların tanımında çok titiz, betimsel ve islâmi kültürün temellerine bağlı kalarak
yapmış, kurrâyı da “okumak (kıraat)” kelimesinin orijinal anlamına yani Hz.
Peygamber dönemine dayandırdığını görürüz. Şüphesiz o sadece bir dilci değil aynı
zamanda iyi bir dil felsefecidir.
C. Nübüvvet ve Vahyin Manası
İbn-i Haldun, Mukaddime’nin birçok bölümünde din, vahiy, nübüvvet,
peyganmberlik gibi konulara değinmiştir. Peygamberliği salt bir nakille kabul eden İbn-
i Haldun, peygamberliğe ve dine de umran açısından bir bakış açısı getirerek ilgin
fikirler ortaya atmıştır: “Bilmek gerekir ki, her kusurdan münezzeh olan Allah, insanlar
arasından bir takım şahsiyetler seçmiş, kendi hitâbına mahzar kılarak, onları yüceltmiş,
kendi hakkında mârifet ve bilgi sahibi olacak şekilde yaratmış, kulları ile kendi arasında
bunları vasıta ve vesile kılmıştır. Bunlar insanlara, maslahat ve menfaâtlerinin nerede
olduğunu tarif eder, onları hidayete teşvik eder, âdeta, enselerinden tutarak onları
cehennemden uzaklaştırır, kurtuluş bulmaları için onlara rehberlik yapar ve delil
olurlar.”106 Bu çarpıcı ifadeler, aslında, toplumsal hayatta bir rehberin ve büyük özveri
ile insanları kurtuluşa götürecek bir müdâvimin olması gerekliliğini gösterir ki, bu da
kendisine Allah tarafından üstün niteliklerle donatılmış azim ve gayretli bir şahsiyet
olmalıdır. Görev olarak birbiri ile böyle örtüşen niteliklerdeki şahsa, peygamber denmiş
ya da başka bir isim verilmiştir. Ancak bu kadar üstün nitelikteki bir insanın aşkın bir
varlık tarafından desteklenmesi gerekliliği âşikârdır.
105 el-Mukaddime, III 894-895. 106 el-Mukaddim, Ι, 405-406.
43
İbn-i Haldun nübüvveti insanlara ait bir hassa değil, Allah’a ait bir lütûf olarak
görmüş ve bundan dolayı nübüvveti akıl üstü, harikulâde bir hadise olarak kabul
etmiştir. Böylelikle nübüvvetin akıl ile değil, selefin dediği gibi, ancak şeriatla idrak
edilebileceğini vurgular.107 Buradan şunu çıkarabiliriz: İbn-i Haldun kendisinden önce
ve döneminde, hatta sonrasında söylenmemiş bir tezi cesaretle savunmuştur ki; o da
şudur: İslâm fikozoflarının mülkle şeriatı ve nübüvveti, devletle dini birleştiriken, o
bunları ayırmış ve bunların mustakil birer ictimâi müessese olduğunu dillendirmiştir.
Bu tez İbn-i Haldun’u lâik bir ictimâi hayatın ve devlet müessesinin mübeşşiri olarak
tanınmasına yol açmıştır.108 Böyle bir görüş gelenekselci bir düşüncenin tepkisi ile
karşılanmasına sebep olsa da, şuna dikkat çekmek gerekir ki, Kur’ân’dan tam bir devlet
modeli çıkarmak elbette mümkün değildir. Çünkü Kur’ân insanlığa bir devlet
düzenindeki genel kriterleri sunar, ana çizgileri belirtir ve toplumun ve şartların
durumuna göre doldurulacak bir yöntemi önerir. Zaten İbn-i Haldun’un devlet
modelinde de hem ahlâki hem Kur’ânî ama herkesin kabullenmesinde bir kaygı
taşımayacağı öğretiler mevcuttur.
İbn-i Haldun insan idrakinin hassasiyeti konusunda peygamberleri özel olarak
zikretmiş ve hissi idrakla ilgili görüşlerini şöyle açıklamıştır: Hissi idrak konusunda
insanları, âlimler, dini ilimler ve Rabbâni mârifetlere âşinâ olan evliyâlar ve
beşeriyetten, rûhâniyetten, cismâniyetten sıyrılarak melekût âlemine çıkarak, ilâhî
hitâbı işiten peygamberler olarak üçe ayırmıştır. Bu da fıtratlara yerleştirilmiştir. İşte o
an, vahiy hâlidir. Beşeriyetle, bu hal içinde bulundukları müddetçe, Allah onları, bedenî
engellerden ve kösteklerden arındırmıştır. Tabiatlarındaki ismet ve istikâmet sebebiyle
cismânî engellerden temizlenmişlerdir. İşte bu sebeplerden dolayı, nebîlerin meyli,
hitâba mahzar olabilme cihetindedir.109
İbn-i Haldun çok önemli bir noktaya dikkat çeker ve tabiatlarında, Allah’ın
yarattığı “ibâdete rağbet” husûsunun,” “Allah’ın muhâtaplığını onlara açmakta,
perdeleri kaldırmakta ve kendilerini o istikâmete doğru uğurlamaktadır”110 diyerek,
peygamberlerin seçilmiş insanlar olarak peygamberliklerinin fıtrata yerleştirilen bir
kâbiliyet olduğunu vurgular. Bunun netîcesinde de nebîler, bu fıtrat sayesinde melekler
âlemine teveccüh ederler. Görüyoruz ki, peygamberliğin iktisap ya da sınâatle elde
107 el-Mukaddime, I, 342. 108Süleyman Uludağ, “Dipnot”, Mukaddime, I, 216. 109 el- Mukaddime, Ι, 415. 110 el- Mukaddime, I, 415.
44
edilemeyeceğini de ifâde eden İbn-i Haldun, insan fıtratına yerleştirilen meyillerle,
iyilik-kötülük, hayr-şer gibi yönelimleri iradesi ile tercih ederek melekler-hayvanlar
âlemi gibi mertebelere ulaşabildiğini de zikretmiştir.
Nübüvveti, ictimâî bir müesseseden sayan, İbn-i Haldun, peygamberlerin şu
özelliklere sahip olduğunu açıklamıştır:
1- Peygamberler, çirkin hâl ve hareketlerden uzak, zevklerine düşkünlük
göstermeden, nezih bir hayata sahiptirler ve bunlarla ilgili birkaç örnek olaya
değinerek, onların hayata başladığı andan itibâren görevi üstlenmek için müthiş bir ruh
olgunluğunu sağlayacak bir koruma ve hazırlık devresi geçirir ki, buna; aşağı-yukarı
bütün peygamberlerin hayatında rastlanmaktadır.111
2- Peygamberlerin alâmetlerinden biri de, insanları dîne, namaz ve sadaka gibi
âdetlere ve iffete dâvet etmeleridir. Tabiatlarındaki ismet sıfatı yanında dîne ve ibâdete
davetin dışında bir mucizeye ihtiyaç yoktur, diyen İbn-i Haldun, iffet ve nezahatı öncül
hatta yeterli görmüştür. Yâni, Peygamberler, âdeta yerilen ve kötü olan şeylerden
münezzeh olma ve bu gibi şeylerden nefret etme niteliği üzerinde yaratılmıştır.
Kendileri böyle üstün bir ahlâkın zevkini, insanlara tebliğ azmiyle hep hayra
çağırmışlardır. İnsanın; menfaat, hırs ve inatçı karakterinin dışındakiler tarafından
kabul görmüşlerdir.112 Elbette bunun dışında mucize gösteren peygamberler de
mevcuttur. Ancak İbn-i Haldun bunun en asgarisinin bu olduğunu vurgulamıştır.
3- Bir diğer özellik olarak da, onun ortaya attığı asabiyet tezidir ki,
peygamberler kavimlerinin yani, toplumlarının içinde nesep, asalet ve prestij sahibi
olmalıdır. Çünkü, bir toplumda, sayılıp-sevilmek, belli bir kişilik sahibi olmak temsil
ettiği fikirlerin kabul görmesini kolaylaştırır. İbn-i Haldun’un ısrarla üzerinde durduğu
asabiyet, hem siyasi üstünlüktür hem de, iktisâdi bir gücün elde tutulmasıdır ki;
peygamberlerin çoğu köklü ve saygın kabile ve toplumlardan, yine iktisâdi bir gücün
temelinden ortaya çıkmışlardır; diyerek davalarının ilerlemesinde, maddi- mânevi
olgularının önemini arzeder.113
4- Nebîlerin alâmetlerinden biri olarak doğruluklarına şahitlik eden bir takım
harikulâde hususların kendilerinde zuhur etmesi gerektiğini belirten İbn-i Haldun, bu
tür harikulade halleri ya da mucizeleri bir beşerin yapmaktan aciz kaldığı fiillerden
111 el-Mukaddime, Ι, 407, Bu örnekler için bkz. IV. Mukaddime, I, 405-416. 112 el-Mukaddime, Ι, 407. 113 el-Mukaddime, Ι, 407-408.
45
ibaret görür.114 Kur’ân’ın Peygamber Hz. Muhammed’in yegâne ve en büyük mucizesi
olduğunu defeâtle zikreder. Bir çok konuda takip ettiği usul olarak, Kur’â’ın
mucizliğini de ayetle delillendirmek maksadıyla, “Bir çok ayet, Kur’ân vahyi içindeki
tek bir ayetin ya da tek bir sure ile dahi, mucize olacak şekilde nazil olduğuna dalelet
ettiğini, Kur’ân’ın, Tevrat, İncil ve diğer semavî kitaplardan ayrı tutulması gerektiğini,
onun lafız ve mana itibariyle mükemmel olduğunu belirtir.”115 Ancak daha önce de
işaret ettiğimiz gibi İbn-i Haldun’un Kur’ân’la ilgili bazı görüşlerini tahlil eden Osman
Keskioğlu eserinde, İbn-i Haldun’un Kur’ân’ı lafız ve mana olarak mucize olarak kabul
etmediği sonucuna varmıştır.116 İsrailiyat, Peygamberlerin özelikleri Kur’ân hattı gibi
konularda beyan ettiği görüşlerinde ortak bir sonuç elde etmiş olsak da kaynak
göstermeden Kur’an’ın lafız ve mana yönünden İbn-i Haldun’a isnat ettiği bu görüşü
kabul edilemez. Çünkü Keskioğlu’nun Mukaddime’den aldığı bölüm İbn-i Haldun’un
nazım ve nesir sanatına bakışını ele alan bir bölümdür. Bu da elbette doğru bir yol
değildir. İbn-i Haldun Kur’ân’ı her zaman için ayrıcalıklı tutmuş onun lafız ve mana
itibariyle bir mûcize olduğunu savunmuştur.117
İnsanlardan üstün nitelkli bir şahsın seçilmesi ile verilen peygamberlik görevi
ve sahip olması gereken özelliklerin bahsinden sonra, Allah kelâmına yani vahye
muhatap olma konusunu ele almıştır. Vahiy genel itibariyle,gizli konuşmak, emretmek,
ilham etmek, imâ ve işaret etmek, seslenmek, fısıldamak, mektup yazmak bilhassa
revelasyon yapmak gibi çeşitli anlamlara gelir.118 Biz İbn-i Haldun’un “vahy”
kelimesinin gramer yapısını nasıl incelediğine bir göz atalm.
“Vahy” lügatta, sürat, hız manasına gelmektedir. Melekût alemi ile irtibata
geçen peygambere vahiy getiren melek, bazen insan suretinde görünür, Allah kelâmını
iletir. Hz. Peygamber de onun söylediklerini bellemiş ve şuuruna yerleştirmiş bir
şekilde bu muhataplık son bulur. Peygamberin melekten vahiy telakkisi, tekrar beşeri
idrak haline dönmesi, kendisine ilkâ olunan şeyi anlaması, bütün bunlar âdete bir
lâhzada, hatta göz açıp-kapama müddetinden daha kısa bir zamanda vukûa gelir. İşte bu
olaya özelliğinden dolayı “vahiy” adı verilmiştir.119
114 el-Mukaddime, Ι, 408. 115 Mukaddime, I, 282. 116 Osman Keskioğlu, Nûzülünden Günümüze Kur’ân-ı Kerim Bilgileri, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,
Ankara 1989, 200. 117Mukaddime, I, 282. 118 İsamail Cerrahoğu. Tefsir Usûlü, 37. 119 el-Mukaddime, Ι, 416-417.
46
Vahyi, irâdi ve gayr-i iradi olarak ikiye ayıran İb-i Haldun, bunu şöyle
açıklamıştır: Bazı peygamberlere gelen vahiy herhangi bir vesile olmaksızın doğrudan
doğruya kendilerine vahyin ulaştığını, bazı peygamberlerin ise vahye teveccüh ettiğini
vurgular. Bunun da peygamberlere sorulan soru, beşeri hususlarla ilgili bir mesele
müşkil olduğunda, peygamber Rabbani aleme teveccüh eder. İşte bununda iradi bir
vahiy olduğunu anlatır. Bir diğer çeşit olarak vahiy bazı hallerde hiçbir hal ve hareketle,
onun gelişi için istidat kazanma ve hazırlık yapma bahis konusu değildir. Bir takım hal
ve tevessül neticesinde gelebileceğini savunarak İsrailiyattan olduğunu bile bile şu
örneği sunmuştur: “Nebilerden birisi, vahyin nazil olması için istidat kazanmak ve
hazırlanmak maksadıyla hoş ve nağmeli avazlar dinlerdi”120 Vahyin gelişi ile ilgili
böyle bir yorum ilk kez ondan çıkmıştır. Bu bakış açısı, peygamberlerin görevlerine
farklı bir boyut kazandırmıştır. Ancak burada dikkatimizi çeken nokta, israiliyatı
reddeden ve buna başvuranları şiddetle eleştiren İbn-i Haldun bu kez zayıf bir haber
olduğunu söyleyerek kendisine israiliyattan bir delil sunuyor olmasıdır.
Vahyin geliş şekilleri ile ilgili olarak ise, bildiğimiz klâsik bilgileri verir.
Vahyin geliş şekilleri hakkında bir anlık ve vızıltı şeklinde bir melek veya insan
suretinde bir melekle geldiğini belirtir. Meleğin aracı olmadığı vahyin geliş halinin Hz.
Peygamber’e zor geldiğini söyler ve açıklamasını da şöyle yapar: Bu beşeri âlemden
çıkmadan, beşerî idrak vasıtaları ile vahyi alıp diğer duyu organları ile hissetme
çabasıdır.121
İbn-i Haldun, nebîler ve kâhinler arasındaki farka da vurgu yapar.
Peygamberliğin bir istidat olduğunu çalışıp kazanılacak bir şey olmadığını, bunun üstün
niteliklere sahip kimselere Allah tarafından verilen bir görev olduğunu, kehânetin ise,
çalışarak elde edilen bir kazanım, peygamberlikle kıyaslanamayacak kadar eksik
olduğunu söyler.122
Yine vahiyle rûya ayrımına da gerek duyan müellif, bedenin içinde bulunan,
nefis vasıtasıyla görülen rûya ile beşeri varlıktan sıyrılarak, ruhânilerin en yüksek
mertebesi olan saf melekût âlemine temrîn eden nebilerin hali arasındaki farkın
kaçınılmazlığı, rüya ve vahyin boyutlarını değiştirdiğine değinmiştir.123
120 el-Mukaddime, I, 433. 121 el-Mukaddime, I, 416. 122 el-Mukaddime, I, 417. 123 el-Mukaddime, Ι, 421.
47
Vahiy ve vahiyle ilgili konuları detaylı olarak incelemiş, vahyin yazımı
konusunda alışılmışın dışında bilgiler sunmuştur. İlk dönem Arap yazısının murdar
olması, mükemmeliyetten uzaklığı, vahyin yazımının bize tek olarak muhalefetsiz
olarak gelmesine sebep olmuştur. Vahiyden sonra onun kayda geçmesinde en büyük
emeği şüphesiz sahabeler vermiştir. Ancak sistemleşmiş bir yazı dilinin olması, bazı
sorunları da beraberinde getirmiştir. İbn-i Haldun, vahyin yazılışına farklı bir açılım
getirerek, bedevîlerin çoğunlukla yazıya ihtiyaç duymadığı için onu kullanmadığını,
hatta “çağımızdaki Arap yazısı, bedevî Arap yazısından daha güzeldir”124 diyerek, bunu
şu sebebe bağlamıştır. İslâmın başlangıç dönminde, Arap yazısı sağlam, işlek ve iyi
olma (ihkâm, itkân, îcâd) bakımından son haddine ulaşmış değildi. Bu da Arapların
bedevîlik yaşamı sonucu, sanatlardan uzak kalmış olmalarından kaynaklanır. İşte bu
noksanlıklarla, sahabenin kendi hatlarıyla yazdıkları Kur’ân yazısına dikkat çekerek,
belki de şimdiye kadar söylenmemiş açıklamalarda bulunmuştur. Sahabe Kur’ân’ı ilk
defa yazan, Allah Rasülünden sonra insanların en hayırlılarıdır. Ancak bu yazı bir çok
yerde, ehline göre hat sanatındaki resmin (ve imlâ kâidelerinin) icâbına muhâlif
düşmüştü. Sonra seleften olan tâbîûn, yanlışlığına bakmadan, mübarek olduğuna
inanarak onlara ait yazıyı aynen taklid etmişlerdir.125 Bunu günümüz açısından
değerlendirirsek, çağımızda bir âlimin, bir velînin yazısının taklid edilip idrak
süzgecinden geçirmeden, hatıraya sahip çıkmak adına tıpatıp o yazıya tâbi olmak gibi,
sahabenin de bu konuda daha hassas davrandığını varsayarak, ortaya konan hatt-ı
mushaf’ta muhâfaza ettikleri sonucuna varabiliriz. Yanlış okumaya müsait yerlere
gelince, ulema buna dikkat çekmiş ve hatalı kıraati işaretlere önlemiştir.126 İbn-i
Haldun’un burada, düşünmeden, sorgulamadan her şeyi olduğu gibi kabullenmeye karşı
çıktığını görüyoruz. Belki de saf niyetle, hatıraya sahip çıkmak adına, günümüzde de
buna benzer yanlışlıklar yapılmaktadır. Şekle ve zahire haddinden fazla önem vermek,
bizi asıl konudan, mana ve özden uzaklaştırmaktır. Nitekim yanlışlığı mümkün
olmayan, tek kutsal değer Kur’ân’ın bile, emrettiği eylemlerden biri de “düşünmek ve
tefekkür” dür.127
Sahabenin hat sanatına vâkıf olması, onların beşeri bir yapı olarak imlâ hataları
yapmayacağını göstermez. Nitekim yazının o dönem için ehemmiyeti olmadığını
124 el-Mukaddime, ΙI, 881. 125 el-Mukaddime, ΙΙ, 883. 126 el-Mukaddime, ΙΙ, 881-883. 127 İlgili ayetler için bkz: Bakara/219, 266, Mâide/18, Enâm/50, Yunus/24, A’râf/176, Râ’d/3, Nahl/11,
44, 69, Rûm/8, 21, Zümer/42, Haşr/21 vb.
48
düşünürsek, o zaman diliminde okunması ve anlaşılması kolay olsa bile, sonraki
dönemlerde bunun izâhının zor olabileceğini özellikle belirten müellif, yazıldığı gibi
her harfe her işarete bir anlam vermek için kendisini zorlayan ulemâya sert bir şekilde
karşı çıkmıştır. “Sahabe yazıyı iyi bilmezdi” denilmesi halinde ortaya çıkmasını
vehmettikleri kusurdan bu suretle onları tenzih etme gereğine itikad etmeleri, yazıyı iyi
bilme şeklindeki fazileti ve kemali onlara nisbet ederek (onlar tarafından yazılan)
Kur’ân yazısının iyi yazmaya muhâlif olduğunu görünce, bunun için bir takım (sûni)
sebepler bulmaya koyulmuş olmaları ve (telâşa düşmeleri)dir. İbn-i Haldun onların
hareketi hiç de doğru değildir diyerek son noktayı koymuştur.128 Yazıyı çok iyi bilmek
bir kemâl ve fazilet değilken, sahabeyi bir beşer olarak fark ettiren İbn-i Haldun,
Kur’ân’ın mana ve lâfız olarak bir eksikliğinin olmadığını, sadece yazılımdaki imlâ
hatalarına dikkat çekmiştir. İbn-i Haldun’un bu açıklamaları sahabeyi ne küçük
düşürmektedir ne de hafife almaktadır. Bilakis sahabeye yalnız bu konumdan
bakılmasının yanlışlığını anlatmaktır. İlerleyen zamanlar içerisinde Kur’ân’ın yazımı ve
çoğaltılmasındaki titizlikten de bahseden İbn-i Haldun, sanatın ve hattın gelişmesi ve
ilim pazarlarının artmasıyla, kitaplar istinsah olmuştur ki, her bölgedeki İslâm
hanedanlıklarında yaşanan umran ve haderât coşkusu, kitapların yazılıp ciltlenmesi gibi
bir güzelliği hazine olarak değerlendirmiştir.129
Görüyoruz ki vahyin gelişi, vahyi alan peygamberlerin özellikleri ve
mahiyetinde beyan ettiği dikkat çekici tesbitlerinden sonra, vahyin yazılımı yani Kur’ân
hattına da farklı bir bakış açısı kazandıran İbn-i Haldun’un bu konularla ilgili sunduğu
açıklamalar, ilk etapta aykırı ve uç bir görüş gibi hissedilse de geniş bir perspektiften
bakınca böyle olmadığını müşahede ediyoruz. Çünkü müellifin açıklamalarında asıl
gelmek istediği nokta, bazı konularda değil her konuda mahiyetin korunmasının
gerekliliğidir.
D. Tefsir
Tefsir lügatte, “beyan etmek, keşfetmek, izhar etmek ve üzeri kapalı bir şeyi
açmak” anlamındadır. Istılah olarak ise “müşkil olan lafızlardan murad olunan şeyi
keşfetmektir.”130
128 el-Mukaddime, ΙΙ, 883. 129 el-Mukaddime, II, 884. 130 İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 214.
49
İbn-i Haldun’un eserlerinin tamamında, çeşitli ayetlerin tefsiri mevcuttur.
Bunun yanında tefsir konusuna mustakil bir bölüm ayırarak bu konuyu ele almış, ancak
silsile halinde benimsenen ve günümüze gelen nakilcilik çerçevesinin dışına çıkmıştır.
Ona göre Kur’ân, Arap lisânı ve onların belâgattaki üslûpları üzerine nazil
olmuştur. Bunun için o dönemin insanları, Kur’ân’ı anlıyor, hem müfredâtı hem
kelimeleri hem de terkipleri (cümleleri) îtibariyle manalarını biliyorlardı. Kur’ân’ın
tevhidi ve dîni farîzaları açıklamak için, olayların îcâbına göre, bölüm bölüm, ayet ayet
nazil olduğunu ifâde ettikten sonra, inen ayetlerin birer açıklayıcı olduğunu
vurgulamıştır. Yani, tevhîdin ve farizaların insanlara açıklaması peyderpey indirilen
ayetler vasıtasıyla olmuştur. Nazil olan Kur’ân’ın bir kısmı, îmâni akidelere, diğer bir
kısmı bedendeki organların hükümlerine dairdir. Yine zâhiri ve bâtıni fiillerden ve
onlara ait hükümlerden bahsediliyordu. Bazı kısımlar önce nazil oluyor, diğer bazıları
daha sonra nazil oluyor ve bazı hallerde önce nazil olanların hükmünü nesh ediyordu.131
İbn-i Haldun Kur’ân’da mücmel, müşkil, nasih, mensuh ayetlerin olduğunu ve
bunların şu şekilde açıklığa kavuştuğunu söyler. “İnsanlara kendilerine nazil olan şeyi
izah edesin diye…”132 ayetinde ifade edilen sır gereği, Hz. Peygamber, ashâbına,
mücmel ve müşkil ifadeleri izah ediyor, nasih olan ayetleri mensuh olanlardan ayırt
ediyor, ayetlerin nüzûl sebeplerine değinerek Peygamberin açıklayıcılık misyonunu ön
plâna çıkarıyordu. Peygamberin bu misyonu bize aslında tefsirin vahiyle başladığının
bir göstergesidir. Arap lisanına vâkıf olan sahâbenin bile yeri geldiğinde, kapalı olan
ayetlerde Hz. Peygambere başvurduğunu görüyoruz. Hz. Peygamber’in bildirdiği bu
açıklamalar, ashaptan naklolunmuş, onlardan sonra gelen aynı şeyi yek diğerine
anlatmış, daha sonraki nesle (etbâu’t-tabiîn) nakledilmiş, aynı şeyler sadr-ı evvelde ve
selef arasında sürekli olarak aktarılagelmiş, nihâyet mâlum ilimler ve tedvin edilmiş
kitaplar haline gelmiştir. Bunlardan bir çoğu yazıya geçirilerek buna dair vârid olan
haberler sahabe ve tâbiûndan naklolunmuş ve zincirleme olarak birçok müfessire
ulaşınca, onlar da düşünce yapısına ve dünya görüşüne göre bu rivayetleri
değerlendirmişlerdir.133 Tefsirin başlangıç noktasını, gelişim sürecini, bize ulaşma
yollarına kısaca bu şekilde değinen İbn-i Haldun, bir anlamda tefsirin sorunlarının
kaynağına da işaret etmiş oluyor. Müfessirlerin, tamamen nakilci davranmaları, vahiy
döneminin yapısı ve ayetlerin nüzul sebeplerinden ziyade, kişisel fikirlere odaklanıp,
131 el-Mukaddime, ΙΙΙ, 934. 132 16/ Nahl 44 133 el-Mukaddime, ΙΙΙ, 934
50
kendi görüşlerini temellendirmekte kullanmışlardır. Yoksa bir konuda bize ulaşan bu
kadar farklı rivayetin bir açıklaması olamaz.
İşte, nakleden sahabenin çokluğu, haberi alan kişinin farklı şahsiyeti ve ilmî
seviyesi, düşünce yapısı gibi sebepler, dil konusunu gündeme getirmiştir. Lisân ilimleri,
kelimelerin lügattaki vaz’larını, irâbın hükümlerini ve terkiplerin belâgatını bilmeyi
gerektiren bir sanat ve teknik halini alan ve naklolunan rivayetlerin anlaşılması
konusunu sistematikleştirilerek bunula ilgili kitapların tedvin edilmesidir. Ancak,
burada İbn-i Haldun, Arap dilinin öğrenilmesi ve anlaşılması konusunda sonraki dönem
için bir farkı bizlere hatırlatmaktadır. O da şudur ki önceden lîsanla ilgili hususlar
talimle öğrenilen bir sanat değil, tabîi bir meleke olarak Araplarda mevcuttu. Bu
konuda ne bir nakle ne de bir kitaba müracaât ederlerdi. Lâkin bu husus zamanla
unutulduğundan, lisâncıların kitaplarından öğrenilir oldu.134 Zamanla değişen şartlar,
gelişen ortam ve toplumların yayılımcı siyaseti, İslâm topraklarının genişlemesiyle ana
dilde negatif bir tesiri olmuştur ki, bu da Kur’ân dilinden uzaklaşmayı beraberinde
getirmiştir. Önceden okunduğunda, bir meleke halinde anaşılan Kur’ân, daha sonra
sistematik olarak, dil-belâgat ve gramer açısından incelenerek kastedilen derin
manalara ulaşabilme cehdinde olan açıklayıcılar, yorumcular, yani müfessirler
kanalıyla sunulmuştur. Gördüğümüz gibi, Kur’ân’ın anlaşılmasına yönelik gayretler,
Hz. Peygamber zamanında başlamış, sahabe, tâbiîn, etbâ-u tâbiîn ve sisile halinde
günümüze kadar ulaşmıştır. Ne var ki, zamanın değişmesiyle ortaya çıkan dil problemi
de bu ilimle uğraşanlar tarafından giderilmeye çalışılmıştır.
İbn-i Haldun, ünlü eseri Mukaddime’de Kur’ân dilinin anlaşılmasına yönelik
olarak Arap dili ile ilgili sarf-nahiv, belâgat gibi bir çok konuya değinmiştir. Tefsir
ilminde bu kadar önem arzeden dil eğtiminin nasıl olması gerektiğini, Kur’ân’ı anlamak
için hangi safhalardan geçilmesinin şart olduğunu, bekli şimdiye kadar ele alınmamış
vaziyette işaret etmiştir.135
Bir müfessirin tefsir yaparken öncelikle Arap diline olan vukûfiyetinin önemli
olduğunu ve bir kimsenin ana dilinin Arapça olmaması, ilimlerin tahsil hususunda dili
Arapça olanlardan, onu geride bırakır diyen İbn-i Haldun, bunu şöyle açıklamıştır: İster
şer’i olsun, ister aklî, ister ilmî bahislerin tümü, zihnî ve hayâlî manalardan ibarettir.
Şer’i ilimlerdeki bahislerin ekserisini lafızlar ve lafızların maddeleri, muhtevâları
134 el-Mukaddime, ΙΙΙ, 935. 135 el-Mukaddime, III, 1128-1139.
51
olmak üzere kitap ve sünnetten telâkki olunan ahkâm, ve yine kitap ve sünnet kaynaklı,
hükümleri ifade eden kelimeler teşkil eder. Kelimeler ve lîsanla yapılan açıklamalar ise
zihinlerde mevcut olan bahis konusu mânâları aktaran tercümanlardır.136 Yani,
lafızların gücü nisbetinde anlatım kâbiliyeti gelişir ve anlam derinleşir.
Lisân ilmini tamamen bir meleke olarak vurgulayan İbn-i Haldun, lafızların özel
işaretlere delâlet ettiğine bunun için talebinin, lafız hatta ilgili melekesi sağlam olursa,
onunla manalar arsındaki perdenin kalkacağını, küçüklükten lisân ilmini öğrenenlerin
melekelerinin gayet muhkem olacağını söyleyerek, din eğtiminde önceliği dil eğtimine
vermiştir. Özellikle küçüklükten Arap lisanı ile yetişerek belli bir melekenin
kazanılmasının, Kur’ânın anlaşılmasında yadsınamaz katkılarının olacağını ifade eder.
İbn-i Haldun dîni ilimler derslerinin tâliminde, lisan melekesinin eksikliği ile alimleri
bu konuda şöyle eleştirir: “Gayr-ı Arap âlimlerin çoğu derslerinde ve tâlim
meclislerinde kitaplardan (doğrudan) tefsirler nakletme (ve metinlerin izahını yapma)
vaziyetini bırakıp, kitapları (ve onlardaki Arapça metinleri, aynen, yüksek sesle),
okuma cihetine gidiyorlar. Arapça metinleri, Arapça şerh ve tefsir etmek için daha
evvel bu ibâreleri, aynen yüksek sesle okuyup anlamak ve okudukları Arapça tefsir için
zaman kazanıyorlar. Anlaşılması ve anlatılması arzu edilen mânaların ele geçirilmesi
zorluğu giderse de tam bir sonuç veremez. Halbuki ibâre ve yazıda meleke sahibi
olanlar böyle değildir. Çünkü bunların melekeleri mükemel olup, yazıdan kelimelere,
kelimelerden manâlara intikâl etmek, âdetâ sözleri anlamak ve sözlerden mânâlar
çıkarmak, sanki kendileri için köklü bir cibilliyetmiş gibi hâl almış ve kendileriyle
mânâlar arasındaki perdeler ortadan kalkmış olur.”137 Günümüz Kur’ân eğtimini bu
çerçevede değerlendirecek olursak; öncelikle dilin eğtimi ve dilin kültürüyle ile ilgili
bir birikim olmadan, kuru kuruya ezberlenen lafızlar bütünü olmaktan ileri
gidememiştir. Böyle olunca da, anlatımdan yoksun bir lafızlar örtüsü, Kur’ân’ı bilginin
amacına ve manasına hizmet etmeyen bir duruma gelmesine sebep olmuştur.
Gördüğümüz gibi İbn-i Haldun, eğitim ve öğretim meselelerinde nakilci ve
taklitçi değil, tenkitçi ve tahkikçi bir tavır takınmış, bu hususta ulemâyı hukemâyı
tenkit etmiş, düşüncelerin ne şekilde ifade edileceğini ve yazıya geçirilen fikirlerin
başkalarına nasıl tâlim ve telkin edilmeleri lâzım geldiği hususunu ortaya koymuştur.
Böylelikle, İbn-i Haldun, döneminde bir yerde ulemânın yetişmemesini, oradaki tedris
136 el-Mukaddime, ΙΙΙ, 1125. 137 el-Mukaddime, ΙΙΙ, 1127.
52
an’ânasinin ve usülünün bozukluğuna, ulemânın yokluğuna dikkat çekerek, ecdâdın
ilim anlayışından, tâlim usûlünden hayranlıkla bahsedildiği bir dönemde, kimseyi fazla
kırmadan ve hırpalamadan yapılması gerekli tenkit ve ikazları münasip bir dille, ilmî
ölçüler içinde ve bir fikir adamına yaraşır ağır başlılıkla yapmış olması onun hesabına
büyük bir başarı olmuştur.138 İbn-i Haldun’un tâlim tedris usûlü, bildiğimiz klâsik
eğitim ve öğretimden oldukça farklıdır. O, eğitimi ve öğretimi sadece hoca ve talabe
arasındaki bir alış-verişten ibaret bir ustanın çırağı olarak değil baba ve annenin
evladını, idare edenlerin halkı eğitimelerini içine alan şümullu, hatta ulemanın,
hukemânın ve hükümdarların eğitimini dahi kapsayan geniş bir anlam olarak
değerlendirir.
Arap dili ile ilgili sarf-nahiv ve belâgattan sonra, beyân iliminden de bahseden
müellif, beyân ilmini şu şekilde açıklamıştır: “Bilmek lâzımdır ki, bu fennin semeresi
ancak Kur’ân’daki îcâzı anlamaktan ibârettir. Çünkü Kur’ân’ın icâzı, delâletlerinin
mükemmelliği cihetinden gerek mantuk, gerekse mefhum her türlü halin icâbını tam
olarak karşılamakta, beşerin anlama kudretinde aciz kaldığı, ancak, Arap lisânıyla
haşır-neşir olup, onun melekesini elde etme zevkine sahip olanlar tarafından ancak
idrak edilebilir. Okuduğunu anlama melekesinin en çok Araplarda olduğunu da ifade
eden müellif, onları söz söyleme ve sözden anlama meydanının silahşörleri ve mâhir
üstadları olarak görür. Bir arabın bile böyle mükemmel bir yeteneğe sahip olmasını
öven İbn-i Haldun, bu lisân üzere inen Kur’ân’ın, zamanının şâirlerine kalem kırdıran
icâzına değinmeden geçmez. Beyân ilmine en fazla muhtaç olanları da müfessirler
olarak görür. Böylece Kur’ân’daki anlam derinliğine ve bu derinliği yakalaması
gerekenlerin en fazla kimler olduğunu bize haber vermiştir. Kısaca ifade etmek
gerekirse İbn-i Haldun, dînî ilim öğrenmek için Arapçanın bilinmesi gerektiği
yönündeki görüşünü özelliştirerek, Kur’ân’ın Arap dili ile inmesinden dolayı onu tefsir
etmek isteyenlerin iyi bir Arap dili ve kültürü eğtimini de alması gerektiğini
vurgular.139
İbn-i Haldun’un tefsir ilminden bahsettiği bölümde ve eserlerinin muhtelif
yerlerinde Kur’ân tefsiri ile alâkası olan çeşitli ilimlerden bahsetmektedir. Biliyoruz ki
İbn-i Haldun, müthiş bir tarih bilincine sahîptir. Tarih ilmi ile meşgul olanların
toplumda cereyan eden olay ve olguları, toplumun yaşayışına etki eden pek çok şeyi
138 Süleyman Uludağ, “Dipnot”, Mukaddime, II, 1001. 139 el-Mukaddime, ΙΙΙ, 935.
53
bilmeleri gerektiğini vurgulamaktadır. Bunun yanında ise usül bigisinin gerekliliğinden
yola çıkarak da tefsir ilminin öğretilmesinde, öncelikle bir tefsir usülünün şart olduğunu
açıklamaktadır. Tarih konusunda bile bir usûlü ve erkânı savunan müellifin, ilham
kaynağı olarak kabul ettiği Kur’ân’ın anlaşılması için böyle bir usülden söz etmemesi
elbette mümkün değildir.
Yine Mekkî-Medenî ayet ve surelerden bahsederek, Mekkî ayetlerin Medeni
ayetlere nisbetle daha kısa olduğunu ve bundan maksadın, Medine’de inen ayet ve
sureler arasındaki alâmeti anlayıp dikkat çekmek olduğunu belirtir.140 Bilindiği üzere,
Mekki ayetlerin kısa olmasının nedeni, milletin ve ferdin terbiyesi için geçmiş
milletlerden ve peygamberlerden örnekler vererek tedrîci olarak, ıslah yolunu seçmek,
inanç bozukluğunu gidermek ve doğru yola davet etmek içindir. Medenî ayetlerin uzun
olma sebebi ise, dinin tatbik edilmesine, ibâdet ve sosyal hayat için de gerekli olan
durumlardan bahsetmesine dayanmaktadır.141 Tefsir usûlü konuları arasında yer alan bu
ilmin faydası, insanlara dinin anlatılması ve benimsetilmesindeki metodu göstermesidir
ki, İbn-i Haldun bu konuya yer vermesindeki amacı da bundan kaynaklanmış olabilir.
Çünkü eserlerinde çoğunlukla ifade ettiğine göre ona göre Kur’ân, insan ve toplum
hayatını düzenleyen bir kanunlar kitabıdır. Bir siyasetçi olarak böyle bir görüşe sahip
olması dikkate değerdir.
İbn-i Haldun, nüzul sebepleri, nasih-mensuh ayetler, mekkî ve medenî ayetler
ve sureler, muhkem ve müteşâbihler, Kur’ânın yedi harf üzere nazil olması, tefsir
çeşitleri, tefsirde isrâiliyât ve çeşitli müfessir ve tefsir kitaplarından bahsederek klâsik
de olsa tefsir usülü bilgilerine yer vemiştir.
İbn-i Haldun sadece tefsir ilminden bahsetmekle kalmamış, eserinin birçok
yerinde zikrettiği ayetlere çeşitli açıklamalar getirerek, kendisi de bir nev’i tefsir yapma
yoluna gitmiştir. Ancak bu usulü kullanması tefsir yapma amacından çok, kanaatimizce
hayatın her alanında yol gösterici olan Kur’ân’dan aldığı ilhamı öncelikle yaşadığı
dönem insanının anlayışına sunma çabasıdır. Ayetleri eserlerinde delil olarak
kullanmasının iki amacı olduğunu savunanlar da olmuştur. Birincisi dinsel verilerden
yararlanıp görüşlerini dinsel çevrelere de aktarmak; ikincisi baskılar ve dinsel yönden
suçlamalara karşı kendisini biraz savunabilmektir.142 Bunlara daha başka nedenler de
140 el-Mukaddime, Ι, 416. 141 İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 62. 142 Turan Dursun, “İbn-i Haldun’un Temel Düşünceleri”, 23.
54
eklenebilir. Ancak maksada yeterince işaret ettiğimizi düşünüyoruz. Daha önemlisi
onun hangi gerekçeyle olursa olsun Kur’ân ayetlerine getirdiği yorumları görmektir.
Nitekim tezimizin en önemli bölümünü yani ikinci bölümü de çok yönlü olan bu ilim,
fikir ve siyaset adamının ayetler vesilesiyle sergiledeği bakış açısını, onlara yaptığı
özgün yorumları şimdiye kadar anlatılmayan tefsirci kişiliğini, ayrıntılı olarak ele
alacağız.
V. TEFSİR TASNİFİ
Yukarıdaki bölümlerde açık bir şekilde gördüğümüz gibi, tefsir ve tefsir
ilimlerinden bu kadar çok bahseden İbn-i Haldun, elbette tefsir tasnifine de değinmiştir.
Müellife göre lîsanla ilgili hususlar bir meleke olarak Araplarda mevcuttu.
Zamanla unutulan bu yol, nakilden ziyade, lîsancıların kitaplarından öğrenilen ve
tedvin edilmiş bir hat halini almıştır. Kur’ân tefsiri hususunda buna ihtiyaç
duyulmuştur. Zira Kur’ân, Arap lîsanı ile onların belâgattaki usülleri üzerine nazil
olmuştu.143 Arap lîsanını anlamak, bir nev’i Kur’ân’ı anlamaktı. İşte bu sebepten dolayı
tefsirin Rivayet Tefsiri ve Dirayet Tefsir’i olarak ikiye ayrıldığını belirtmiştir. Şimdi bu
tasnife dair yaptığı açıklamalara bir göz atalım.
a) Rivâyet Tefsiri
Seleften naklolunan haber ve rivayetlere istinâd eden tefsire rivayet veya naklî
tefsir denir. Hz. Peygamberin hadisleri bu çeşit tefsirin en önemli malzemesidir.144
Naklî tefsirden kasdın, ayetlerin nâsihi-mensûhu, nüzul sebepleri ve ayetlerin
maksatlarından ibaret olduunu söyleyen İbn-i Haldun, haberlerin sahabe ve tâbiûndan
gelen bir nakil ve rivâyet olmadan bilinemeyeceğinin altını çizer. O, kendisinden önce
de bilindiği üzere, bazı ayetleri beyân ve tafsil etmek için, yine Kur’ân’daki ayetlerle,
Hz. Peygamberin ve sahabenin sözleriyle açıklanması şekline rivayet tefsiri adını
vermiştir. Ancak, bundan sonra nakilcileri ve nakli tefsirde yapılan bir takım usül
hataları ve bunların sonuçları üzerinde geniş bir biçimde durmaktadır. O, tefsire, tarihi
bilgisini ve yöntemini özellikle “umran” olarak öne sürdüğü teziyle birlikte ele almıştır.
Böylelikle müfessirleri eleştirdiği tahkikten yoksun asılsız haberlerin uzağında bir tefsir
yöntemi ile karşımıza çıkmıştır.145
143 el-Mukaddime, ΙΙΙ, 934. 144 Es-Suyûti, el-Îtkân fî Ulûmi’l-Kur’ân, Dâru İbn-i Kesir, Beyrut 1414/1993, II, 316. 145 el-Mukaddime, III, 935.
55
İbn-i Haldun mütekaddimûn denilen (ilk evelki alimlerin) sahabe ve tâbiûn
rivayetlerini toplayıp kitap haline getirerek muhâfaza ettiklerini, bunu yaparken
rivayetlerin çürük ve merdut olanlarını da, sağlam ve makbul olanlarını da
ayırmamalarını şiddetle eleştirmiştir. Mukaddimîn’in yaptığı bu davranışın sebebi
olarak da şunu ileri sürer: “Araplar, kitaptan ve ilimden anlamazdı. Bedevîlik ve
ümmîlik onlarda mevcût olduğu için, öğrenme ihtiyacı ve merâkı hasıl olunca, bunu
gidermek için sadece kendilerinden önceki Ehl-i Kitap’dan sorar ve onlardan
faydalanırlardı. Ehl-i Kitap’dan kasdın Yahudi ve Hristiyanlar olduğunu belirten İbn-i
Haldun, önceden Ehl-i Kitap olup, sonradan müslüman olanların ve önceden Ehl-i
Kitap’dan öğrendikleri bilgileri, müslüman olduktan sonra muhafaza ettiklerini, bu
yüzden tefsir kitaplarına alâkasız şeylerin dolduğunu açıklar.146 Tefsir kitaplarına dolan
asılsız bilgilerin kaynağını anlatırken, bu rivayetlerin sorgulanmadan alınmasına sebep
olarak da, ilginç bir açıklama getirir. Yahudi asıllı Müslümanların şöhretlerinin yaygın,
şahsiyetlerinin saygınlığı, kadir kıymetlerinin büyük olması, din ve şeriat itibariyle hâiz
oldukları mevkîler yaptıkları naklî tefsirlerin doğruluğu tartışılmadan kabul edilmesine
vesile olmuştur. Burada, İbn-i Haldun’un tefsircilikteki titizliğine şahit oluyoruz ki,
rivayetlerin ya da tefsirlerin kabul şartlarından biri olarak, râvinin veya müfessirin
geçmiş yaşantısının da, göz önünde bulundurulması gerektiğidir. Bu Allah kelâmı
üzerinde yorum yapacak müfessirin isâbetini ölçme açısından fayda sağlayacaktır. İşte
dinle alâkası olmayan asılsız rivâyetlerin tefsir kitaplarında yer etmesine karşı çıkan
İbn-i Haldun, İsrâiliyât olarak adlandırdığı bu haberleri tenkid etmiştir. 147
İsrâiliyât, Yahudilikle ile yakın irtibatı olan bir kavramdır. İsrâiliyyat, isrâiliyye
kelimesinin çoğulu olup, İslâm dinine yabancı kültürlerden ve özellikle de Yahudi ve
Hrıstiyanlar kanalıyla giren her türlü bilgiye denir.148 Cerrahoğlu bu kavramı şöyle
açklamaktadır: “Her ne kadar tefsirde isrâiliyât lafzından, Yahudi kültür ve
medeniyetinden tefsire aktarılan rivayetler ve tesirler anlaşılsa da, biz bu kelimeyi geniş
manada kullanarak, Yahudi, Hristiyan ve diğer kültürlerden islâmiyete giren rivâyetler
olarak ele alacağız.”149 İbn-i Haldun israiliyat olarak bahsettiğimiz kavramı daha çok
Yahudi ve Hristiyan kaynaklı haberler olarak kullansa da, “asılsız haberler” ifadesiyle
kavramı geniş anlamıyla yani Cerrahoğlu’nun tanımına yakın bir şekilde, İslâmiyete
146 el-Mukaddime, ΙΙΙ, 935. 147 el-Mukaddime, III, 935-936. 148 Abdullah Aydemir, Tefsirde İsarailiyyat, Beyan Yayınları, Ankara 1985, 6-7. 149 İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 244.
56
giren asılsız rivayetler olarak ele aldığı söylenebilir.. Örneğin; Fecr Suresi’nin tefsir
edilmesinde, tefsir bilginlerinin aslı olmayan bir çok rivayete yer vermelerini eleştirip,
“ayeti bu yolda uzak manalara hamledip, Kur’ân’ı aslı olmayan hikâye ve kıssalarla
tefsir ederek, zayıf rivayetlere bağlama zarûreti yoktur.”150 diyerek bu terimi geniş
anlamla değerlendirdiğini göstermiştir.
İbn-i Haldun’un tarih felsefesindeki nakil titizliğinin belki de daha fazlasını
tefsire alınacak haberlerin tahkik ve tahlilinde hissetmek mümkündür. Fakat her ne
kadar bazı sert çıkışları yapsa da, bazen kendisi de bu haberlerden eserlerine almıştır.
Özellikle Hz. Peygamberin mûcizelerinin tümünü kabullenmiş ve eserlerine almıştır.
Ancak bu davranışının, onun Hz. Peygamber’le ilgili bir ayrıcalık ve ona olan
saygısından kaynaklanmış olma ihtimali üzerinde duruyoruz. Yoksa defeâtla ifade ettiği
görüşünü genel geçer kabul ederek eleştirilerini gerçekçi buluyoruz. Son olarak, sırf
tefsir yapma, kitap doldurma adına yapılan bu davranışın zarar getireceğini anlatan İbn-
i Haldun, isrâiliyât konusu üzerinde önemle durarak rivayetlerin iyi değerlendirilmesi
ve akıl süzgecinden geçirilmesi gerektiği noktasında, âdeta müfessirleri uyarmıştır. Bu
bakımdan tefsircilik ve tefsir usûlünün öğretimi, vahyi anlama adına bir temel taşı
olarak nitelendirilebilir.
Şunu da belirtmeliyiz ki, İbn-i Haldun’un eserlerindeki ifadeler, kullandığı hadis
terimleri, ayetleri tefsir için ve anlatımını desteklemek için hadisleri yerli yerince
maharetle kullanmasından, onun bu ilim hakkında da yeterli ve derin bir bilgi
birikimine sahip olduğunu anlıyoruz.
İleride ayrıtılı olarak bahsedecek olsak da, burada şuna işaret etmeliyiz ki, İbn-i
Haldun, rivâyet tefsirleri içinde yer alan; Taberi (ö:310/923), Râzi (ö:606/1209), İbn-i
Kesir (ö774/1372) gibi bir çok müfessiri, isrâilî haberler yüzünden eleştirmiş,
sorgulamadan kitaplarına aldıkları rivayetler konusunda ağır sayılacak sözler
sarfetmiştir.151 Hatta Râzi için, “tefsirden başka her şey var”152 diyenleri adeta
destekleyici ifadeler kullanmıştır. Bu ifadeyi kullananlar ilk defa selefiler olmuştur. O,
tefsir konusunda, dönemin aykırı sesi olarak böylesine cesaretli ve eleştirel cümlelerle
dikkatleri üzerine çekmiş ve çağının alimlerine de, değişik bakış açıları kazandırarak
düşünce ufuklarını aydınlatacak yollar açmıştır.
150 el-Mukaddime, Ι, 299. 151 Söz konusu eleştiriler hakkında bkz: el-Mukaddime, I, 283-328. 152Süleyman Uludağ, “Dipnot”, Mukaddime, II, 789.
57
b) Dirayet Tefsiri
İbn-i Haldun’un daha çok benimsediği ve üzerinde ayrıntılı olarak durduğu
lügavî tefsirdir. Lügavî tefsir ise rivâyetler ihmal edilmemekle birlikte mâna ve
maksatları anlatmak hususunda, lügat, belâgat ve üslûp göz önünde bulundurularak
yani kendi dirayeti ile yazılmıştır.
İbn-i Haldun şer’i ve dîni ilimlerde eksik kalan konuları eserinin ilerleyen
bölümlerinde ele aldığını görüyoruz. Özellikle tefsirin bir konusu olan, muhkemât ve
müteşâbihâtla ilgili eksik bıraktığını düşündüğü bu konulara yer vererek eklemeler
yapmıştır. Zaten tefsir konularıyla alâkalı yaptığı açıklamalar, usûl açısından, tefsire
fazla bir şey katmasa da özgün tefsir metodunu ileride örneklerle göreceğiz.
Her insan gibi İbn-i Haldun’un bilgi sahası sınırlıdır. Onun daha çok dînî ve
lîsâni ilimlerin doğuşunu, ilerleyişini ve yikılışını genişçe anlattığı halde, aklî ve felsefî
ilimler hakkında aynı şeyi yapamamış, belki de, en çok eleştirdiği nakilcilikten öteye
gidememiştir. Bir taraftan tarafsız bir tutumun sergilenmesini öngörürken, bazen
ilimleri ve tarihleri anlatırken müsbet ve tarafsız bir tutum takınamamış, kendine has
kanaât ve fikirlere sahip olan bir âlim sıfatıyla, bazı ilimleri, kanaâtleri, fikirleri ve
mezhepleri yüceltirken, onların değerlerini küçümsemiş ve saçma görmüştür. Fakat bu
eleştiriyi eserin geneline yaymak, İbn-i Haldun’a yapılan bir haksızlık olur. Çünkü
araştırmalar sonucunda elde ettiği fikir ve görüşlerini her platformda inandığı gibi
savunan müellif, zamanın ve mekânın olumsuz şartlarında ara-sıra böyle hatalara
düşmesi normaldir. İbn-i Haldun’un bu konuda tatminkâr cevaplarının olmadığını
söyleyen Süleyman Uludağ, ilginç açıklamalar dile getimiştir. Bunu da şöyle ifade
etmektedir: “ İbn-i Haldun evvela Ulûmu’l-Kur’ân’dan, tefsiri, kırâati ve hatt-ı mushafı
ele alıyordu. Ama onun en az bildiği islâmi ilimler içerisindeki bu konularda, sadra şifa
olabilecek bir şey söylememiş, herkesçe bilinen umûmi bilgileri kısaca, ama eksik
olarak tekrarlamaktan ileri gidememiştir. Halbuki, bu konunun bedâvet ve hadaretle
yakın münasebeti vardır. Bedevilerin tefsiri basit bir fikre ve anlaşılır bir muhâkeme
tarzına dayanan, nâsları, te’vil ve onlar üzerinde tasarrufta bulunmaktan titizlikle
kaçınan, dinin özüne ve vahyin ruhuna sâdık kalan bir takım münferit ve kısa
açıklamalardan ibarettir. Bî’d-dirâye ve bi’r-rey denilen aklî mantıkî, ilmî, nazarî
izâhlara dayanan tefsirler ise, bedevîlerin tarzı ile tatmin olmayan, bedevîler tarafından,
sonradan ihdas edimiş olup, evvelkî tâbîi, ikincisi sun’i bir tefsirdir, onun için de, eski
dirayet tefsirleri, bugün îtibardan düştükleri halde selef tesirleri önemini halâ muhafaza
58
etmektedir.”153 Elbette Uludağ’ın söylediklerine tamamen katılmak mümkün değil.
Çünkü İbn-i Haldun’un yaşadığı dönemi göz önünde bulundurursak tefsire olan
yaklaşımı zamanına kadar ifade edilmemiş bir cesaret, eleştiri, tenkid aynı zamanda
önyargısız bir yaklaşım olarak karşımıza çıkmaktadır.
İbn-i Haldun Ulûmu’l Kur’ân dediğimiz konulara çok ayrıntılı değinmiş olmasa
da eserlerinde olaylar ve olgular üzerinden yaptığı yorumlar takdire şâyandır. Tamamen
hadarîlik şartları içinde ve daha ziyâde tasavvuf felsefesi tesirinde yazılan, iş’ârî
tefsirler, sonradan ihdas edilmiş, sun’i bir tefsir olduğuna işâret eden Uludağ, dirayet
tefsirlerinin aklî ve mantıkî tevillere dayanarak, iş’âri tefsirlerin ise, bâtınî, sırrî
te’villeri istinâd ederek nâsların lafzından ve ruhundan uzaklaştığını savunur. Böylece
meselelerin bu vechesinde ne selefin, ne de dirayet ve işâret tefsirlerine karşı çıkıp
rivâyet tefsirlerle iktifâ ettiği açıkça görülürken, diğer taraftan hadârilerin neden rivâyet
tefsiriyle tatmin olmayıp, dirayet ve işâret tefsirlerini ihdas ettikleri de anlaşılmış
oluyor. İşte, mütekaddimîn ve müteahhirîn, başka deyişle, selef ve halef arasında ya da
bedevi-hadârîler arasında ortaya çıkan bu görüş farklılıkları Kur’ân’ın hattına, kıraatine,
tilâvetine ve kitabetine yansımıştır. Bir lehçe meselesi olarak bedevîler arasındaki yedi
harf konusu, hadarîlerde, kıraat ilmi, mûsîki ile Kur’ân okuma, ücretle hatim indirme,
ölülere Kur’an okuma haline gelmiştir ki, bedevîlerde bunun hiçbirine rastlamayız.154
Ne acıdır ki; hadarilîk İslâm kültürünün maneviyatı ile birleşip Müslümanların
değer kazanmasını sağlayacakken bir takım nefsi aşırılıklarla manevî birikimi
kaybettirmiş ve özden kopmayı beraberinde getirmiştir. Zamanla ve mekânla değişen
ve aslını yitiren hurâfelerin içinde kaybolmaya yüz tutmuş değerler bugün, ancak
Kur’ân’ın eşsiz bir dirâyet tahlili ile ortaya çıkacaktır. Kur’ân belâgatının eşşizliğini
savunan İbn-i Haldun, aslında, bu alandaki eksikliği göz önüne sererek, ilim adamlarını
bu çalışmaya yönlendirmiştir.
İbn-i Haldun, çeşitli tefsir kitaplarına da yer vermektedir. Rivâyet ve dirâyet
tefsirlerinden en çok, Zemahşeri (ö:538/1143)’nin Keşşâf isimli eserinden takdirle
bahseder. İbn-i Haldun’un müfessirlerle ilgili müsbet ve menfi değerlendirmelerine
sonraki bölümde bahsedeceğiz. Burada sadece işaret etmeyi yeterli görüyoruz.
Tefsirin iki çeşidinde de hadislere büyük ölçüde yer verilmesinin gerekliliğini savunan
İbn-i Haldun, eserinde hadisle ilgili bir bölüm ayırmıştır. O, hadis ilmini; Hz.
153 Süleyman Uludağ, “Dipnot”, Mukaddime, II, 790. 154 Süleyman Uludağ, “Dipnot”, Mukaddime, ΙΙ, 790.
59
Peygambere nisbet edilen sözlerin, rivâyet edenlerin ahlâk, zapt ve adâlet incelemesi
yoluyla, bu sözlerin ona ait olup-olmadığını sağlayan bir ilim olarak tanımlamıştır.155
Bu bölüm incelendiğinde onun tarihçi kimliğini, hadis ilminde mükemmel bir şekilde
kullandığını ve bu daldaki bilgisine şahit oluyoruz. Zaten müellifin hayatında işaret
ettiğimiz gibi o, birçok medresede hadis dersleri okutmuştur. Yaptığımız incelemelerde
tarih bilgisinin ve bilincinin, bir tarih incelemesi ve tahlili olan hadislerle harmanlanmış
halini eserlerinde müşâhede ettik. Hatta bir çok nasih ve mensuh ayetlerle, hadisler
arasında sürekli bir ilişki kurmuş, senetlerle ilgili titiz çalışmaların gereksiniminden
bahsederek, hadis usûlünün olması gereken konumuna dikkat çekmiştir. Ayrıca, Buhâri,
Müslim, gibi es-Sahih isimli eserleri olan muhaddislerden, Tirmîzi, Ebû Davud gibi es-
Sünen sahibi muhaddislerin hadis rivâyetleri ve nakilleri içeren eserlerinden ve
müelliflerden faydalanmış, bazen takdirle bazende tenkitle çekinmeden bahsetmiştir.156
Hadisleri, Kur’ân’dan sonra, hatta Kur’ân’la beraber dirayet yöntemi ile yorumlanıp
çağlar geçse de her dönemin sorunlarının çözümünde en büyük bir kaynak olarak
görmektedir.
VI. TEFSİRE KATKISI
İbn-i Haldun’u bir müfessir olarak telakki etmek, tamamen doğru bir yaklaşım
değildir . Ancak eserlerindeki araştırmalarımız sonucunda vardığımız sonuç şudur ki o,
Kur’ân yorumuna yeni açılımlar getirmiş, ayetlerin daha iyi anlaşılmasını sağlayacak ip
uçları vermiştir. Belki de onun tefsire olan katkısını bu alanda aramak daha doğru bir
neticeye götürecektir.
Bildiğimiz gibi İbn-i Haldun’un hayatındaki siyasi, idari ve sosyal yaşamındaki
hareketlilik ve bununla birlikte gelen tecrübeleri onun ilmi ve fikri gelişiminde büyük
katkı sağlamıştır. Nitekim onun ilk eğitimi ailesinde yani küçüklükten başlamış bu da
daha çok dini bir nitelikte olmuştur. Dolayısıyla fıtrata atılan inanç tohumları ve
medrese usulünde dini duyarlılıkla yetişen İbn-i Haldun temeli sağlam bir şekilde sosyal
hayata katılmıştır. Yaşamı boyunca bilgi ve tecrübe hazinesini yegane hedefi yolunda
kullanmıştır. O hangi hedef uğruna gayret gösterdiğini bir ayetten iktibas ettiği şu
sözleriyle başlayan uzun cümlede ifade etmiştir: “Her bilenin üstünde daha iyi bir bilen
vardır.’157 Buna göre bütün ilimlerin toplandığı yer Allah’dır. İnsan hem âciz hem de
eksik bir varlıktır. Bunu itiraf etmek, insana düşen bir görevdir. Allah bir kimsenin
155 el-Mukaddime, ΙΙΙ, 937. 156 el-Mukaddime, ΙΙΙ, 937-944. 157 Yusuf 12/76
60
yardımcısı olursa tuttuğu yollar kolaylaşır, önü açılır, sarfettiği çabalar başarılı neticeler
verir, önündeki hedeflere ulaşır. Biz de kitap yazma maksadlarını gerçekleştirirken
Allah’ın yardımını esas alıyoruz. En doğru yolu gösteren ve bu yolda yardım eden
Allah’dır, itimadda O’na dır.”158 Düşünce sisteminin alt yapısını bu mütevazı cümlelerle
anlatan İbn-i Haldun’un buna benzer ifadelerine eserlerinde sıkça rastlamak
mümkündür.
İbn-i Haldun hareketli ve tecrübelerle dolu hayatının sonlarında belki de o
zamana kadar zihninde tasarladığı ve kuruculuk ünvanını aldığı bir çok konu hakkındaki
düşücelerini, bir eser yazarak tarihe mâl etmiştir. Onun tarihçi, sosyolog, siyasetçi ve
devlet adamı gibi çok yönlü kişiliği yanında bir Kur’ân yorumcusu olduğunu rahatlıkla
söyleyebiliriz. Onun bu özelliğinin şimdiye kadar birkaç kaynak dışında hiç
bahsedilmemesi de tefsir açısından bir eksikliktir. Çünkü o nasıl tarihi sosyolojiye
uygulayarak önemli sonuçlara ulaştıysa, aynı şekilde Kur’ân ayetleri ile de insanlık
tarihinin geçmişi ve geleceği arasında bir köprü kurarak “sünnetullah” kavramını
düşünce sisteminin çekirdeği haline getirmiştir. Bunu yaparken de bilinçli bir metod
sergilemiştir.
İbn-i Haldun’un Kur’ân yorumuna getirdiği en büyük açılım, ayetleri sadece
zahiri boyutta değil, aynı zamanda sosyolojik, psikolojik boyutları ve tarihi gelişimlerini
de ele alarak batında olanları da gündeme getirmek suretiyle çağına mesajlar vermeye
çalışmıştır. Her zaman olduğu gibi realist, akıl ve mantık çerçevesinde bazen sembolik
bir yönteme de yer vermiştir. O klasik bir yöntem olan önce ayeti verip ardından yorum
yapmaktan ziyade, önce olay ve olguları izah etmiş son sözü hadislere ve Kur’ân’a
bırakmıştır. Bu da onun realist yaklaşımının özündeki kaynağını ve hakikat kitabını
işaret etmiştir. Onun bu yöntemi bir tür konulu tefsir159 metodu olarak da ele alabiliriz.
Bilindiği gibi konulu tefsire dair eselerde, konu başlıkları verilmiş ve akabinde ayet ve
hadislerle delillendirilmiştir.
Bütün bu açıklamalarımızdan sonra belirtmek isteriz ki, İbn-i Haldun’un
Kur’ân’ın anlaşılmasına en büyük katkısı sosyal tefsir de diyebileceğimiz bir metodla
gerçekleşmiştir. Sosyal olaylar gerçeğiyle hareket eden İbn-i Haldun, ileriki bölümlerde
örneklerini de vereceğimiz bir çok konuya bu usülle açıklık getirmiştir. Açıkça ayet
kullanmasa bile Kur’ânî ifadelerle az da olsa Kur’ân kültürü olan herkesin zihninde
158 el-Mukaddime, Ι, 327. 159 “Konulu Tefsir: Bir yada daha fazla sure çerçevesinde ayetleri Kur’ânî amaçlara uygun olarak konuları
arştıran bir ilimdir.” Şahin Güven, Çağdaş Tefsir Araştırmalarında Konulu Tefsir Metodu, Şura Yayınları, İstanbul 2001, 49.
61
mutlaka ayet muhtevalı bir bilgi olduğu izlenimini oluşturduğu bir gerçektir. İşte böyle
realite ve sosyoloji kanunları ve tarihi çerçeve içindeki bu anlatım biçimi onun batılı ve
doğulu farklı inanç ve görüşlere sahip bir çok ilim adamı tarafından saygıyla kabul
edilmesine vesile olmuştur.
Görüldüğü üzere onun çok yönlü kişiliği ve tecrübeleri Kur’ân’da aldığı ilhamla
ve nihayetinde kendisinin de ifade ettiği gibi “Allah’ın yardımı”yla birleşince zihinlerde
ve fikir dünyasında meşhur ve de haklı bir yere sahip olmuştur. Şimdi bu derin birikimli
bilge tarihçi ve sosyoloğun yorumculuk yönünü ele alalım.
İKİNCİ BÖLÜM
İBN-İ HALDUN’UN DÜŞÜNCE SİSTEMİNDE KUR’AN’IN YERİ VE
AYETLERİ YORUMLAMA BİÇİMİ
İbn-i Haldun’un düşünce sisteminde Kur’an’ın önemli bir yeri vardır. her
şeyden önce o, hemen her fırsatta görüşlerini ayetlerle destekleme yoluna
gitmektedir. Bu, klasik dönem alim ve düşünürlerinin genel metoduna uygun bir
tutumdur. Bir sosyal tarihçi olarak o da, fikirlerini vahiy verilerinden uzak bir temele
oturtmak düşüncesinde değildir. Onun düşünce sisteminde ön plana çıkan konular
şunlardır: İnsan ve insan üzerinde fiziksel, ruhsal ve ahlâki boyuttaki dış etkenler,
toplumsal ve ictimâi hayat, dinin insan ve toplumsal hayata etkileri, devletlerin
kuruluşu ve yıkılışı, tarihin önemi, ilmin insana kattığı değer vb. Bu tür sosyolojik,
psikolojik, felsefi ve tarihsel konuları incelerken ön plana çıkan temel kavramlar
umrân, asâbiyet, hadarîyye, bedevîyedir. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi onun
ileri sürdüğü fikirlerin bir kısmı onun zamanına kadar ortaya atılmamış ve
savunulmamış söylemlerdir. Şunu açık bir şekilde söyleyebiliriz ki o, müslüman bir
alim ve düşünür olarak, bu dinin temel kaynağı olan Kur’an’dan daima istifade
etmiştir. Hatta onun düşünce sisteminin temeline Kur’an’ı yerleştirdiğini söylersek
abartmış olmayız.
Kur’an’ı nasıl kaynak olarak kullandığı ve ayetleri nerelerde delil olarak ileri
sürdüğüne gelince, aşağıda da örnekleriyle göreceğimiz gibi İbn-i Haldun, önce bir
konuyu tetkik eder, kendi düşüncelerini sıralar, varsa somut bazı olaylarla destekler
ve nihayet kesin hükme varır. İşte bu noktada varmış olduğu hükmü desteklemek
maksadıyla bir ya da birkaç ayeti sıralar. Yani önce kendi görüşünü ve yargısını
ortaya koyar, sonra da Kur’an’la bunu destekler. Ortaya koyduğu yeni bir teoriyi ve
orijinal kavram tanımlarını da ayetle desteklemeyi ihmal etmez. Burada hemen şunu
söyleyelim ki o, sırf Kur’an’la desteklemiş olmak ve görüşlerinin kabulü için
meşruiyet kazanabilmek için, kısaca adet olduğu için ayetleri zikretmemiştir. Aksine
düşüncesinin bir parçası ve belki de en önemli parçası olarak ayetleri zikretmiştir.
63
Böylece aklın ve vahyin ortak bir zeminde buluştuğunu müşahede etmiş olmaktayız.
Her konuyu bir ayet ve hadisle ilişkilendirmesi ve bunu kabul edilebilir yöntemlerle
sunması sebebiyle değişik inanç ve görüşte olan kesimleri asla kendisinden
uzaklaştırmamıştır. Çünkü bir çok konuyu herhangi bir ayet ya da hadis zikretmeden
sadece onların ifade ettiği manayı kendi üslubu ile dillendirmiş ve inancını
görüşlerini gizlemeden tüm insanlığa cesaretle beyan etmiştir.
Bu bölümde İbn-i Haldun’un bahsettiği konuları Kur’ân kaynaklı nasıl ifade
ettiğini ve ayetleri düşüncelerine dayanak olarak nasıl kullandığını inceleyeceğiz.
I. KUR’AN VE TEFSİR KAYNAKLARI HAKKINDAKİ
DEĞERLENDİRMELERİ
İbn-i Haldun eserlerinde, başta Kur’ân olmak üzere birçok kaynak
kullanmıştır. Hiçbir zaman fikri ve dini ayrım gözetmeksizin ortaya attığı görüşlerini
destekleyen bütün eserlerden faydalanmış böylelikle ilmin evrenselliğini ve
tarafsızlığını göstermiştir.
İbn-i Haldun Cant, Aristo gibi Batılı düşünürlere yer verdiği gibi, Farâbi,
Gazâli gibi Doğulu düşünürleri de eserlerinde değerlendirmiştir. Bazen tarihçi İbn-i
İshâk, müfessir Tabêri gibi mülliflerin eserlerindeki asılsız haberleri kıyasıya
eleştirirken bazen de onların görüşlerine saygı duymuş hatta kabul etmiştir. İbn-i
Haldun, eserleri her zaman müellifleri ile birlikte değerlendirmiş, yaşadıkları dönem
ve kültür içinde dikkate alarak genel-geçer sonuçlar elde ederek realist yaklaşımlar
sergilemiştir. İbn-i Haldun tarih, felsefe, sosyoloji gibi bir çok dalda eseri inceleyip
tecrübeleri ile birleştirerek düşünce sistemini ortaya koymuştur. Ancak belki de
şimdiye kadar hiç üzerinde durulmayan ama temel kaynak ve tek hakikat olarak
kabul ettiği Kur’ân ve hadislerden aldığı ilham yadsınamaz. İbn-i Haldun’un
Ku’ân’dan ilham alarak bu eserlerini ve düşünce sistemini kurduğundan bahseden
birkaç eser mevcuttur.160
160Şaban Döğen, İlme Yön Veren Müslüman İlim Adamları, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2004.
Mahmut Toptaş, İbn-i Haldun’a Yön Veren Kur’ân Ayetleri, Cantaş Yayınları, İstanbul 2002.
64
İşte bu yüzden İbn-i Haldun’un hassaten ilham aldığı Ku’ân ve hadislerin
gün yüzüne çıkmasında çalışmamızın önemi büyüktür.
A. Müfessirler
İbn-i Haldun’un müfessirlere karşı daha çok tenkitçi bir tavrını çalışmamız
boyunca müşâhede etsek de bu onun düşünce sistemindeki prensiplerinden
kaynaklanır. Özellikle müfessirlerin mantık süzgecinden geçirmeden olduğu gibi
nakil yapmalarına tahammül edememiş böyle tahkiksiz eser ortaya koyanları
eleştirmiştir. Ancak eleştiriye tâbi tuttuğu müfessirlerin bazı konulardaki görüşlerini
de kabul ettiğini açık yüreklilikle beyân etmiştir.
İbn-i Haldun özellikle ünlü eseri Mukaddime’de ayetlerin hadislerle ve
müfessir yorumları ile desteklenmesine ayrı bir îtinâ göstermiştir. Daha çok Tabêri,
Fahreddêin er-Râzi, Zemahşeri, İbn-i Teymiyye olmak üzere müfessirlere
eserlerinde yer vermiştir. Ancak bunları bazen ismen zikretmiş bazen de îmâ
yoluyla işaret etmiştir. Bu bölümde onun müfessirlere farklı konulardaki tasdikçi ve
tenkidçi yaklaşımını müşahede edeceğiz.
1. Kaynak Olarak Müracaat Ettiği Müfessirler Ve Onlar Hakkındaki
Olumlu Yaklaşımlar
İbn-i Haldun’un düşünce sisteminde tahkik, tahlil, mantık, olayların ve
olguların kendi dönemlerinde değerlendirilmesi, eserlere alınan nakillerin ve
haberlerin aktarılmasında titizlik çok önemlidir. O bu çerçevede ayetleri yorumlarken
bir çok eserden faydalanmıştır. Bazen tenkid metoduyla, bazen de tasdik metoduyla
görüşlerine dayanaklık edecek müfessirleri zikretmiştir. Eserlerinde üzerinde
durduğu müfessirlere hem eleştirel hem de taltifli bir yaklaşım sergilemiştir. Anak
bunu yaparken hiçbir zaman onların siyâsî, mezhebî görüşüne takılmadan sadece ilmî
açıdan kurduğu düşünce sistemi ile değerlendirmeye tabi tutmuştur.
Bu konuda kabul ya da reddettiği müfessirler diyerek kesin çizgilerle bir ayrım
yapmanın doğru olmayacağı kaaatindeyiz. Onun için belli konuları da ele alarak
görüşlerine yatkın ve yakın olmasına göre aşağıda değerlendireceğiz.
İbn-i Haldun kitaplarında daha çok ilmi birikimi sonucu elde ettiği müşahede
ve tecrübelerini kullanmıştır. Ancak zaman zaman fikirlerinden yararlandığı İslam
65
tarihçileri ve müfessirler de mevcuttur. İbn-i Haldun müfessirleri hem takdir hem de
tenkit etmiştir. Fakat takdire şâyan muteber îtimâda sahip olan, kendilerinden
öncekilerin kitaplarındaki rivayetleri sonra da yazdıkları eserlere nakledenlerin
sayısını, “hemen hemen bir eldeki parmak ve avâmilin hareke sayısından yani iki
veya üçten fazla değildir” diyen İbn-i Haldun örnek olarak Tabêri (ö:310/923), İbn
Kelbî (ö:206/821), Muhammed b. Ömer Vâkıdî (207/823), Seyf b. Ömer Esedî’yi
(ö:180/796)161 zikreder.162 Bu açıklamalardan da anlaşılıyor ki, onun düşünce
değerlerinde akıl-mantık çerçevesi içerisinde ve sosyal psikolojik ilişkiler
gerçekliğinde doğru olan her şeyi kabul etmek ve takdirle karşılamak sözkonusudur.
Şimdi İbn-i Haldun’un müfessirlere nasıl bir yaklaşım tarzı sergilediğini
örneklerle görelim.
1. Taberî
Muhammed b. Cerir et-Taberî (ö:310/923), tarihçi, müfessir bir kişiliğe
sahiptir. Meşhur tefsiri Câmiu’l-Beyân ve tarih kitabı Târî-hu’l Ümem ve’l-
Mülük’dür. Taberi tefsirinde hadislere fazlaca yer vermiş garib kelimelerin izahı,
ahkâm, sebeb-i nüzûl, nasih-mensuh gibi hususlara ait haberleri de almıştır.
Kıssalarla ilgili sadece haberleri nakletmiş ve haberlerin isnadlarını vererek onları
tenkid etmeyi okuyucularına bırakmıştır.163 Belki de Taberî’nin İbn-i Haldun’a cazip
gelen tarafı bu yöntemiydi.
İbn-i Haldun eserlerinde Taberî’nin isminden sıkça bahsetmiş onu tarihçilik
ve tefsircilik olmak üzere iki yönlü ele almıştır. Daha önce de belirttiğimiz gibi
tefsircilik yönünü takdir eden ve görüşlerine çoğunlukla katılan İbn-i Haldun
tarihçilik yönü ile eleştirmiştir. İbn-i İshâk ve Buhâri ile birlikte Taberî’nin ismini de
zikreden İbn-i Haldun onları tarihçiliği bir meslek ve ihtisas dalı olarak
benimsediklerini ve tarih ilminin hikmet ve sırrından gâfil olduklarını ifâde
etmiştir.164 Dünyadaki hadiseler, bunun meydana getirdiği değişiklikler İslâm’ın ilk
döneminden sonrasına gelinince, âlimler kendilerini ilim ve ıstılahlara verip de
hükemânın eserleri Arap diline tercüme edilince onların bu hususta en çok 161 Taberi’nin ilham kaynağı olan meşhur tarihçi. 162 el-Mukaddime, I, 283. 163 İsmail Cerrahoğlu, Kur’ân Tarihi, Fecr Yayınevi, Ankara 1996, II, 156. 164 el-Mukaddime, I, 320.
66
dayandıkları şey müneccimlerin sözleri olduğunu söyleyen İbn-i Haldun bu konuda
nakilcilerin şu yorumlarına yer vermiştir: “Ehl-i eser denilen nakiciler ve
rivâyetçilere göre İslâm’ın müddeti ve dünyanın bekâsı hususunda Taberî’den
nakledildiğine göre, İslam dininin gelişinden sonra dünyanın beka müddetinin
beşyüz sene olması gerekmektedir” ki İbn-i Haldun bu hususun asılsız, zamanın
geçmesi ile de yalan olduğunun ortaya çıktığını belirtmiştir. Taberi’nin bu husustaki
mesnedinin İbn-i Abbas’tan naklettiği “dünya ahiret cumalarından bir Cuma, oradaki
haftalardan sadece bir haftadan ibarettir”165 hadisinin olduğunu ancak bunun delilini
ve mesnedi zikretmemesini eleştirir. Buna karşılık kendi görüşünü ayetle
destekleyerek açıklar: “En doğrusunu Allah bilir, ama bunun sırrı ve sebebi
dünyanın ömrünün semaların ve yerin yaratılışı ile ilgili günlerde takdir edilmesidir.
Bu günler yedidir. Bundan sonra da bu günlerin yedi olarak hesap edilmesidir.
Halbuki bir ayette, “Allah katındaki bir gün sizin hesabınızla bin sene gibidir.”166
diyerek bir çok hadis zikrettikten sonra insan tasavvurundaki zaman anlayışının
Allah katında farklı olduğunu vurgular.167 Yine Huruf-u Mukattaa harfleri ile hesap
yaparak dünyanın müddeti ile ilgili bir takım tahminlerde bulunmayı eleştirmiş,
“Bunun uzak bir ihtimal olmaması, ne onun zuhurunu (ve kıyametin o tarihte
vukûunu) ne de ona itimad edilmesini ve onunla meşgul olunmasını gerektirir.”
sonucuna varmıştır. Elbette bu konuyu gündemine alan Taberî 168 de eleştirilerin
odağıdır. İbn-i Haldun bu tartışmaya İbn-i İsahak’ın görüşünün yanısıra bir ayetle
son veriyor. “ Kur’ân’daki bazı ayetler muhkemdir, kitabın anası bu kısımdır, diğer
bazıları ise müteşâbihtir”169 mealindeki ayet bu gibi bir hadise üzerine nazil
olmuştur.170Böylelikle İbn-i Haldun ayetlerin her zamanda ve mekanda geçerliliğini
Bir yandan Taberî’yi tenkid eden İbn-i Haldun diğer yandan da tarih
konusunda eser yazanların içinde müstesnâ bir yerine işaret eder. Tarihçilerin,
âlemdeki devletlerin ve milletlerin tarihlerini derleyip topladıklarını, üstün bir
şöhrete ve muteber bir itimâda sahip olup kendilerinden önceki kitaplarındaki
165 Tirmizi, Cennet, 15; İbn-i Mâce, Zühd, 39;Ahmed b. Hanbel, I, 5. 166 Hacc 22/47. 167 el-Mukaddime, II, 764. 168 el-Mukaddime, II, 765. 169 Âl-î İmrân 3/7. 170 el-Mukaddime, II, 766.
67
rivâyetleri tam olarak naklettiklerini ve bunun sayısının çok az olduğunu ifade eden
İbn-i Haldun, Taberî’yi de bu katogoriye koyarak “bir elin parmak sayısından az iki
veya üç” olarak nitelemiştir.171 Aslında İbn-i Haldun zahiren tutarsızlık olarak
görülen bu davranışı, düşünce sisteminin kavranmasıyla özünde böyle olmadığı
anlaşılmaktadır. Çünkü olaylara karşı realist ve sosyoljik boyutla yaklaşım
sergileyen İbn-i Haldun’un bu seçicilik tavrını eserlerin tümünde müşahede etmek
mümkündür. Böylesine ciddi ve cüretkâr tenkit ve eleştirilerinin arkasında art bir
niyetin bulunmadığı aşikârdır. Çünkü İbn-i Haldun hiçbir zaman kişisel hırs ve
kaygıyla hiçbir düşünüre tenkitde bulunmamıştır. Bu cüretkâr tenkitlerinin tarih
konusundaki titizliğinin ve nesilden nesile intikal edecek olan tarihin, doğru
anlaşılması ve sonraki nesillere doğru ulaşması çabasından kaynaklandığı
düşüncesindeyiz. Çünkü tarihi anlatmak için siyaset kaidelerini, varlıkların
tabiatlarını,172 çağların değişmesiyle toplumların hallerinin değişmesinin173
gözönünde bulundurulması gerektiğini savunan İbn-i Haldun, geniş perspektifli
bakış açısından yoksun olanları tenkid etmesi elbette doğaldır.
İşte Taberî’yi tarihçilik ve tefsircilik yönü ile değerlendiren İbn-i Haldun,
kendi alanında mûteber bir yere sahip olan Taberî’den azımsanamayacak ölçüde
istifade ettiği bir gerçektir.
2. Zemahşerî
Mutezîle imamlarından olan Zemahşerî (ö:538/1143), terkiplerin tahlilini ve
onların hususiyetlerini ele almış, belagat yolunun iktizasına göre manalar istihrac
etmiş, ayetlerin izahını ilmi yönden ele almış ve Kur’ân’ın i’cazını incelemiştir. El-
Keşşaf, adını verdiği eseri güzel beyitleri ihtiva eden, i’caz ve belâgat bakımından,
ince manalar içermesi yönünden tesiri muvâfık ve muhalifler için bir kaynak
oluştur.174
171 el-Mukaddime, I, 283. 172 el-Mukaddime, I, 319. 173 el-Mukaddime, I, 321. 174 İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 291.
68
Farklı mezhebi ve ayetleri çok yönlü ele alışı ile İbn-i Haldun’un da dikkatini
çeken Zemahşeri, etkin görüşleriyle faydalanılan bir müelliftir. İbn-i Haldun zaman
zaman onun adından bahsederek yorumlarına çoğunlukla yaptığı gibi tahkikçi
gözüyle yaklaşmıştır. Dirayet tefsirini ihtiva eden tefsircilerin en güzeli olarak
nitelediği Zemahşeri’nin Keşşaf isimli eserini zikreden İbn-i Haldun bu konuda ehl-i
sünnetin muhakkik alimleri tarafından Zemahşeri’nin sırf mutezile olmasından
dolayı tefsirciliğinin bir kenara bırakılmasını eleştirmiştir. Kendisi de zaman zaman
Zemahşeri’ye yönelttiği eleştirilere rağmen onun yöntemini takip ederek sık sık
görüşlerinden faydalanmıştır. Ömer Ferruh özellikle bu konuya dikkat çekmiştir.175
Kur’ân ayetlerini belâgat yönü ile alışı, Arap lîsânına olan vukûfiyetinin Sünnî
alimlerce bile takdirle karşılandığını belirten İbn-i Haldun, bu eseri mütâlâa etmeyi
bir ganimet saymış ve lisân sahasındaki fenler ve disiplenler îtibâriyle çok hoş
şeylerin bulunduğunu ifade etmektedir.176 Buna örnek olarak Zemahşeri’nin Huruf-u
Mukattaa hakkındaki görüşlerini yaklaşımını inceleyelim.
İbn-i Haldun eserinde görüşlerinden faydalandığı bu müfessiri hayatına dair
araştırmalar yapmış hatta Mukaddime’de bununla ilgili bilgilere ye vermiştir.
Zemahşerî’nin bir söz üstadı oduğunu belirten müellif, gayr-ı Arap olmasına rağmen
böyle bir melekeye sahip olmasını şu şekilde açıklamıştır. Sibeveyh, Farisi,
Zemahşeri’nin sadece nesep olarak gayr-ı Arap olduklarını, ancak yetiştikleri ortam,
kültür, terbiye itibariyle ise bu melekenin ehli olan Araplar ve bu melekeyi onlardan
öğrenenler arasında bulunmakta idiler. İşte bu sebeple mükemmel bir şekilde Arabî
ibareye ve lisana hakim olduklarını beyan eden İbn-i Haldun onların gayr-ı Arap
olmalarının eksiklik olmadığını ancak neşet ettikleri ortamın Arap lisânını anlamaya
ve anlatımı en üst düzeyde kullanmalarını sağladını savunmuştur. Böylelikle zaman
zama eleştirdiği Zemahşeri’yi bu yönüyle savunmuş ve övmüştür.177
Hurûf-i mukattâaya “Bazı sure başlarındaki mukattaa (ve kesik olarak
telaffuz edilen) harflerin hakikati ve mahiyeti, hece harfleri olmalarından ibarettir,
bu hususun murâd edilmiş olması uzak bir ihtimal değildir”178 diyen İbn-i Haldun,
175 Ömer Ferruh, “Bühûsün ve Mügâdenêtün fî Târîhı’l Ilmi ve Târîhı’l Felêsefeti fi’l İslâm”, 255. 176 el-Mukaddime, III, 936. 177 el-Mukaddime, III, 1151. 178 el-Mukaddime, III, 980.
69
Zemahşeri’nin bu konudaki görüşüne yer vermiştir.179 Onun naklettiğine göre
Zemahşeri “Mukattaa harflerinde, îcazın son haddine işaret olunmuştur. Çünkü nazil
olan Kur’ân, hece harflerinden mürekkeb olup, bu hususta bütün insanlar için eşittir,
(herkes aynı harflerle konuşur) terkipten sonra vücuda gelen (mürekkeb harflerin ve
cümlelerin) delâletlerinde ise fark vardır.”180 İbn-i Haldun bu görüşü kabul etmekle
beraber bunun aksi bir düşünceye şöyle açıklama getirmiştir. “Şayet hakiki manaya
deâleti tazannum eden bu izah tarzının dışına çıkılacaksa, bu takdirde mutlaka sahih
bir naklin mevcut olması lazımdır.”181 Buna örnek olarak, “Tâhâ” için, bu Tâhir ve
Hâdi’den (temiz ve rehberden) bir nîdadır” denmesi ve benzeri şeyler hep böyledir.
Yani bu gibi yerlerde sahih bir naklin mevcut olması mümkün değildir. Buna
rağmen hakiki manadan sapıldığını belirten İbn-i Haldun, o yüzden bu gibi yerlerde
bu bakımından “müteşâbih olma” durumu ortaya çıkar (yoksa bu nevi mukattaa
harfleri daha önceki izah şekline göre müteşâbih değildir) demiştir.182 Nitekim İbn-i
Haldun’un Müteşâbihlerle ilgili görüşlerine II. Bölüm’de yer vermiştik.183
3. İbn-i Teymiyye
İbn-i Teymiyye (ö:728/1328) yaşadığı dönemden günümüze kadar hakkında
çok söz söylenen ve yazılan bir müelliftir. İbn-i Haldun’un doğumundan kısa süre
önce vefat eden İbn-i Teymiyye, Selefiyye ekolünün en üst temsilcilerindedir. O,
Kur’ân’ın tamamının tefsir edilmesinin gerekli olmadığına inanmış ve açıklanması
zaruri olanları ele alarak eserinde bu metodu icra etmiştir. İbn-i Teymiyye tefsirden
ziyade kendisine sorulan fetvâlardan hereketle ayetleri yorumlamaya gayret etmiş
gerek tefsir, gerekse kelam ve fıkıhla ilgili pek çok meseleyi tartışmış ve
sonuçlandırmaya çalışmıştır. 184 İbn-i Teymiyye’nin meşhur eseri Tefsiru’l-Kebir,
konulu tefsir metodunun bir örneğidir. İbn-i Haldun ve İbn-i Teymiyye’nin
görüşlerini kıyasladığımızda her ikisinin takip ettiği yol arasında net bir ayrılık göze
çarpmamaktadır. Bilakis görüşler arasındaki benzerlik dikkate şayandır. Buna
179 el-Mukaddime, III, 980. 180 Ebu’l Kâsım Cârullah Muhammed b. Ömer ez-Zemahşeri, el-Keşşâf, Dâru’l Fikr, Beyrut 1977, c:I, 77,78. 181 el-Mukaddime, III, 980. 182 el-Mukaddime, III, 980. 183 Zemahşeri’nin yer verdiği başka görüşleri de vardır. Bkz: el-Mukaddime, I, 299, el-Mukaddime, II,
980, el-Mukaddime, III, 936, 1151. 184 Ömer Dumlu, İbn-i Teymiyye ve Konulu Tefsir, Anadolu Yayınları,İzmir 1999,
70
rağmen müellifin ismini sadece bir yerde zikreden İbn-i Haldun, meşhur eseri
Tefsiru’l-Kebirden hiç bahsetmemiştir. Kur’ân’ı belagat ve arap lisanı ile tefsir
yapan Zemahşeri’den bahsedip, akli ve ilmi esaslara göre tefsir eden ve dirayet
tefsirinin en önemlilerinden olan Tefsiru’l-Kebir’den bahsetmeyişi dikkat çekicidir.
Ancak bunu onun cedelden, nazariyecilikten ve te’vilcilikten hoşlanmadığına
bağlamak mümkündür. İş’ârî tefsirlere yer vermemesi de bu sebepledir.185
Genellikle İbn-i Teymiyye’nin görüşlerine katılan İbn-i Haldun kıraat, Kur’ân
öğrenimi, öğretimi ve yazılımı özellikle de anlaşılması noktasında onunla ortak
fikirlere sahiptir. Bunun yanında isrâiliyyat ve mukaddes mekanlarla ilgili
fikirlerinde bir İbn-i Teymiyye’den ayrılan bariz bir fikri yoktur.186 İbn-i Haldun,
İbn-i Teymiye’nin ismini her ne kadar bir yerde zikretse de187 araştırmamızın
sonucunda vardığımız kanaate göre onu görüşlerini benimsediğini söylemek
mümkündür. Böylelikle anlaşılıyor ki, İbn-i Haldun bir tefsir kitabı yazmak için yola
çıkmamış, ancak oluşturduğu düşünce sisteminin içerisine Kur’ân’ı dahil ederek
konuları ayetlerle delillendirmesi, Kur’ân yorumuna farklı bir boyut eklemiştir.
İbn-i Teymiyye’nin hayatı da en az İbn-i Haldun kadar hareketli geçmiş,
hayatının son dönemlerinde kendisini ilime adamış ve hak yolunda sınırsız bir
mücadele sergilemiştir. Sonuç olarak, benzer bir hayatın içinden gelen ve hedefleri
ortak olan birbirinin ardılı bu iki müellifin bu tür benzerlikleri elbette görüşlerine de
yansımıştır.
3. Müfessirlere Yönelttiği Eleştiriler
İbn-i Haldun’un sistematiğinde bilgileri olduğu gibi almak ve nakletmek pek
geçerli bir yöntem değildir. O, akla, mantığa ve tarihi gerçeklere uymayan haber ve
bilgileri tahlil etmiş gerekirse en ağır bir şekilde eleştiriye tabi tutmuştur. Bunun en
güzel örneklerinden birisi de müfessirlere karşı takındığı tavırda ortaya çıkmaktadır.
Şu cümlesi çok açıktır: “İslâm tarihçileri eski çağlara ait haberleri geniş ölçüde
derleyip topladılar. Bu haberleri kitapların sayfalarına yazarak tevdî etmiş oldular.
Fakat asalak tarihçiler, haberleri sahte ve uydurma olanlarla karıştırdılar. Bu hususta
185 Süleyman Uludağ, “dipnot”, Mukaddime, II, 789. 186 Geniş açıklama karşılaştırma için bkz: Ömer Dumlu, İbn-i Teymiyye ve Konulu Tefsir, İzmir 1999;
Muhammed Ebû Zehra, Ahmed İbn-i Teymiyye, çev. Osman Keskioğlu, İst. 1987. 187 Mukaddime, I, 168.
71
vehme kapıldılar veya haber uydurdular. Süsledikleri zayıf rivayetleri birbirine katıp
karıştırdılar ve otaya koydular. Onlardan sonra gelenlerin çoğu bu eserlere tâbi
oldular ve onları takip ettiler. Bu gibi rivayetleri nasıl işitirlerse bize o şekilde
naklettiler.”188
Müfessirleri eleştiriye bu şekilde başlayan İbn-i Haldun, vakıâların ve ahvâlin
sebeplerini mülâhaza etmeden saçma rivayetlere itibar edip tahkiksiz haberleri
nakledenlere karşı tepkisini ağır bir şekilde dile getirir. Doğrunun ve yanlışın zayıf
ve sıhhatli rivayetlerin ancak basiret sahibi insanlar tarafından hissedilebileceğini,
kendi ilmî düşüncesinde bu konunun temel prensip olduğunu belirtir.189 Ama çok
güvenilir alimlerin ve hafızası kuvvetli olan tarihçilerin bile asılsız kıssa ve rivayetler
konusunda ayağının kaydığını söyleyen İbn-i Haldun, kıyastan gafil olan ve zayıf
düşünceye sebep olanların rağbet ettiği bu haberleri hiç araştırmadan düşünmeden
kabul etmelerinin akibeti için şu tesbiti yapmıştır: “Bunun sonucu olarak tarih ilmi ve
fenni esassız ve karışık bir hale geldi. Tarihe bakan ve okuyan da doğruyu yanlışla,
gerçeği batılla karıştıran bir kişi vaziyetinde kaldı. Artık tarih halk tarafından
anlatılan masallar haline geldi onların malı oldu.”190 İbn-i Haldunu’un bu tesbiti
beklide o güne kadar kitaplarda yer alan nakillerin en büyük eksikliği idi. Bugün
tahkikten yoksun eserlerle doğruyu yanlıştan, asıl olan haberleri asıl olmayan
hikâylerle ayırmakla zaman kaybediliyor. Oysa İbn-i Haldun gibi bütün ilim
adamları, düşünürler en çok da müfessirler yani İslâm düşüncesini yayma çabasında
olanlar bu konuya gereken ehemmiyeti gösterselerdi din konusundaki yanlış
anlaşılmalara sözkonusu olmayacaktı. Hakikatin ta kendisi olan Kur’ân’ın en doğru
bir şekilde anlaşılması ve anlatılması daha kolay bir hale gelecekti.
Sonuç olarak, daha çok realist bir gözle ve yaşanılabilirlik ihtimali
konusunda derin bir muhâkeme gücü ile geçmiş ve geleceğin köprüsünü kurmuş ve
değerlendirmeleri yerli yerince yapmış olan İbn-i Haldun, sağlam sonuçlar vererek
temel prensibini tüm eserlerinde uygulamıştır.
1. Fahreddîn er-Râzi
188 el-Mukaddime, I, 282-282. 189 el-Mukaddime, I, 283. 190 el-Mukaddime, I, 320.
72
Fahreddîn er-Râzi (İbn Hâtib) (ö:606/1209), tefsiri hakkında “eserinden
tefsirde başka her şey var” nitelemesi yapılan belki de tek müfessirdir. Kendisinin
Yunan Felsefesi de okuması nedeniyle, felsefecilere karşı sürekli Kur’ân’ı savunma
pozisyonunu benimswmiştir. O’nun en önemli eseri Mefâtihu’l-Gayb’dır. Eser, ilmi
konular, belêgat ve Arapça kaidelerinden istifade edilerek hazırlanmıştır. Her sure
bir kitap niteliğindedir.191 Eserindeki mantıktan ve tahkikten uzak hikâyemsi
anlatımalar bunun sonucu olabilir.
İbn-i Haldun’un belki de detaylı bir tahkikle önemli bilgilere ulaşılacak olan
Razî’nin eserine birebir yer vermemesi ilginçtir. Onun bu tutumu, böyle tefsirlerden
hiç hoşlanmayan ve “Razi’nin tefsirinde, tefsir müstesna her şey vardır” diyen
selefilerin düşüncesine olan yakınlığının bir delili olduğu söylenebilir.192 Ya da
israili haberlere karşıtlığı ile tanıdığımız İbn-i Haldun’un Razi’nin bu eserinden
bahsetmemesinin sebebi, tefsirinde asılsız bir çok rivayete yer vermesinden
kaynaklanmış olabilir. İbn-i Haldun’un Razi’nin görüşüne yer verdiği bir konuyu ele
ele alalım.
Halifelik konusunda geniş açıklamalara yer veren İbn-i Haldun, “bu emre
muhâtab olan zâtın mutlaka o emri îfâ ve icrâ edebilecek bir kudrete sahip olması
gerekir, aksi halde emre muhâtap olamaz.” görüşünü bildirdikten sonra, Fahreddîn
er-Razi’nin “kadınların bu hitaplar karşısındaki durumu” hakkındaki şu yorumlarını
hayretle eserinde yer vermiştir. “Kadınlar şer’i hükümlerin çoğunda erkeklere tâbi
kılınmışlardır. Va’z itibariyle hitaba dahil edilmemişler sadece kıyas yolu ile hitaba
dahil olmuşlardır. Buna örnek olarak da ‘Ey iman edenler! Kıtal size farz kılındı’
diye hitap edilirken sadece müzekker siğalar kullanılmış, kadınlar ise kıyas yolu ile
bu kitapta sabit olan dini hükümlere tâbi olmuşlardır. Çünkü onlar için ayrıca
müennes siğalar kullanılmamıştır.”193 Bu açıklamalara karşılık İbn-i Haldun ise
“Kadınların emir (ve hakimiyet) konusunda hiç bir şeyleri yoktur ve erkekler onlar
üzerinde hakim kılınmışlardır.”194 ayetini yorumlamıştır. Herkesin bizzat îfa etmesi
gereken (şahsi) ibadetlerin bir istisnâ teşkil edeceğini, bu gibi yerlerde kadınlara olan 191 İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usülü, 291. 192 Süleyman Uludağ, “Dipnot”, Mukadime, II, 789. 193 el-Mukaddime, II, 571. 194 Nisâ 4/34.
73
hitabın kıyasla değil, vaz’ suretiyle olacağını vurgulayan İbn-i Haldun, şöyle devam
etmiştir. “Erkeklere tâbi olarak îfa ettikleri hükümlerde, onlara hitap eden
hükümlerle tebaiyyet toluyla muhatap olan kadınlar, erkeklere tabi olmadan bizzat
ifa ettikleri kendilerine özgü hükümlerde doğrudan ilâhi hükümlerin
muhatabıdırlar.”195 İbn-i Haldun ayetin kadınlarla ilgili olan yönüne biraz daha
netlik getirerek, Kur’ân’ın kadınları da muhâtab aldığını vurgulamıştır. Onun bu
tutumu genel kabulün dışında ve üstün bir hükümdür. Bu değerlendirmelerinden
anlıyoruz ki, İbn-i Haldun müfessirin bir çok nakilini eleştirmiş tefsirindeki
yorumlarına yer vererek tahlil etmiştir.
B. Tarihçiler
Müfessirler için söylediği şeylerin bir kısmı tarihçiler için de geçerlidir. Bu
yüzden tekrardan kaçınmak için yukarıda aktardıklarımızın dışında özellikle
tarihçiler hakkındaki eleşritirilerine de yer vereceğiz.
İbn-i Haldun sadece tarih yazıcılığının tarihi nazariyesi ile uğreşmamış, aynı
zamanda tarih yazıcılığının tarihini de ana hatları ile ortaya koymuştur. Tarih
yazıcılığının yaygınlaşmasıyla o dönemde telif edilen tarih kitaplarının sayısı da
hızla artmaya başlamıştır. Mes’ûdî’ye kadar tarihçiler kendi dönemleri ile ilgili
haberleri değil umumi bir tarih yazıcılığında dikkatli davranmışlardır. Ancak
Mes’ûdî’den sonra gelenler umumi tarih yazıcılığını terk ederek sadece yaşadıkları
dönemin olaylarını ve bölgenin tarihini yazmayı tercih ettiklerini söyleyen İbn-i
Haldun, yine bu dönemde telif edilen eserlerin tahkiksiz olduğu gibi, bir dizi
uydurma sözler de eklenerek tahkik anlayışının terk edilip taklide yönelmelerini
eleştirir.196 İslâm tarihçiliğinin başlangıçta sağlam esaslara dayandığını daha sonra
işin ehli olmayan birtakım insanlarla güvenilir bir ilim olmaktan çıktığını belirten
İbn-i Haldun tarih yazıcılığını sadece rivayetleri aktarmakla yetinerek sebep ve
195 el-Mukaddime, II, 571. 196 el-Mukaddime, I, 283-284.
74
sonuçlardan yoksun statik bir anlayışla hareket edenlerin tarihi anlatılması ve
açıklanması zor bir hale getirdiklerini savunur.197
1. Mes’ûdî
Ali bin Hüseyin Mes’ûdî (ö:349/956)’nin en önemli eseri Murûcuz-
Zeheb’dir. Bu zatın eserinde tenkit edilen ve sakat olan hususların bulunduğunu
ifade eden İbn-i Haldun Mes’ûdî’nin geniş bir tarih anlayışında bahsetmiştir. Onun
eserlerinde, İslâmiyetin başlangıcı ile iki devlete (Abbasi ve Emeviler), bunların
hükmettikleri bütün memleketlere ve her tarafa şâmil olduklarını, eserlerinde
zaptedilen toprakları terk edilen yerleri son haddine varıncaya kadar mıntıkaları
anlatarak İslâm öncesi devletlerin ve milletlerin umûmi hallerinin tarihini yazdığının
açıklamasını yapmıştır.198 Her ne kadar eleştirmiş olsa da, tarihçi kimliğini de göz
önünde bulundurarak İbn-i Haldun’un eserlerindeki ilmi birikimin bir kaynağı olarak
Mes’ûdî’nin görüşleri yadsınamaz. Özellikle Mes’ûdî’nin tarih kitabında
(Murûcuz’Zeheb) yer alan İsrailoğullarının orduları hakkında nakletmiş oldukları
haberleri derin bir tahlile tâbi tutan İbn-i Haldun, dönemin şartları içinde ele
alındığında bununla ilgili bir çok asılsız ve dayanaksız nakilleri ortaya koymuştur.
İbn-i Haldun bu tür nakilleri ortaya koyanları şöyle tarif etmiştir: “Bu asırda
yaşayanların tümü kendi zamanlarında veya ona yakın bir vakitte kurulmuş olan
devletlerin askerlerden bahsetmeye başlayıp Müslümanların veya Hristiyanların
mevcûdunu anlamaya koyulduklarında, toplanan vergileri, hükümdarların aldıkları
haraçları, refah içinde yaşayanların masraflarını ve imkânları geniş olan zenginleri
servetlerini saymaya başladıkları vakit, gerçek sayılardan uzaklaşmışlardır; mutad ve
ve tâbi sınırları aşmışlar, garip ve acâip şeyler anlatma vesvesesine ve hevesine
kapılmışlardır.”199 İşte bunu gaflet olarak değerlendiren İbn-i Haldun, söylenen
miktarların onda birinin bile mümkün olmayacağını ifade ederek başkasının maddi
değeri ile ilgilenmenin maddi-manevi kayıplara neden olacağını vurgular. Bunun
sebebi olarak da ayetlerle birlikte şu açıklamaları yapar: “İnsan nefsinin garip ve
acâip şeylere düşkün olması haddi aşmanın ve mübalağa etmenin dile kolay gelmesi,
bir takipçinin ve tenkitçinin çıkabileceğinden gaflet edilmesidir. Bu yüzden insan
197 el-Mukaddime, I, 283-284. 198 el-Mukaddime, I, 283. 199 el-Mukaddime, I, 295.
75
kasten veya hatâen yaptığı yanlışlardan dolayı, nefs muhasebesi yapmaz, haber
hususunda ölçülü ve dengeli bir yol tutmasını nefsinden talep etmez, onu araştırma
ve inceleme durumuna döndürmez, aksine dizginleri salıverir, yalan merasında dilini
serbestçe yayar ve güder, “Allah’ın ayetlerini alaya alır”200, “Hakkı, Hakkın
yolundan saptırmak için sözün eğlendirici ve oyalayıcı olanını satın alır.”201 Böyle
bir yolu tutarsan bu zarar getiren bir alış-veriş olarak sana kâfidir.”202
Bu açıklamalardan sonra, anlaşıldığı gibi Kur’ân’da sayısı konusunda kesin
bilgi verilmeyen ayetlerin peşine düşmenin getirdiği manevi kaybın ve zararın
önünde ısrarla durmuştur. Bu da tefsir litaretüründe müteşâbihât denilen ayetlerdir.
Zaten Kur’ân’da müteşâbihâtın peşine düşmemek gerektiği ile ilgili ayetler
mevcuttur. “Sana Kitab'ı indiren O'dur. Onda Kitap'ın temeli olan kesin anlamlı
ayetler vardır, diğerleri de çesitli anlamlıdırlar. Kalplerinde eğrilik olan kimseler,
fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için onların çesitli anlamlı olanlarına
uyarlar. Oysa onların yorumunu ancak Allah bilir. İlimde derinleşmis olanlar: ‘Ona
inandık, hepsi Rabbimiz'in katındandır’ derler. Bunu ancak akıl sahipleri
düşünebilirler.”203
İbn-i Haldun’un her konuda olduğu gibi burada da ayetleri kullanması,
özellikle eleştiri yaptığı müfessir ve tarihçilerin revaçta insanlar olması nedeniyle,
yaptığı yorumların kabul edilebilirliğini ve inandırıcılığını artırmak için yapmış
olabileceği kanaatindeyiz. Ayrıca hitap ettiği kesimin inançlı olması nedeniyle
ayetlerle kanıtlanmış bir konunun daha ikna edici olacağı düşüncesidir.
Kıssacıların mübalağlı konulara düşkünlük gösterdiğini belirten İbn-i Haldun
özellikle geçmiş kavimlerin tarihini anlatırken bunda aşırıya giden tarihçi olarak
öncelikle Mes’ûdî’yi zikretmiştir. Onun bu konularda herhangi bir mana ifade
etmeyen mesnetsiz ve delilsiz iddialarının bulunduğunu söyleyen müellif
Mes’ûdî’nin görüşlerinin tabî bir illete, mantıki bir sebebe dayanmadığı eleştirisini
yapar.204 Buna örnek olarak kral İskender’le ilgili realiteyi zorlayan hatta
200 Bakara 2/231. 201 Lokman 31/6. 202 el-Mukaddime, I, 295. 203 Âl-î İmran 3/7. 204 Örnekler için bkz: el-Mukaddime, I, 296, 331; el-Mukaddime, II, 546-547.
76
kendilerinin bile inanmayacağı doğruluğu imkânsız olan haberleri nakletmesini sert
bir şekilde eleştiren İbn-i Haldun, varlıkların hallerini ve tabiatın gereklerini bilen
kişinin doğruyu tahkik ve tenkit yolu ile kolayca bulacağını belirtir.205
Ayrıca Mes’ûdî’den sonra onu takip edenlerin kendi çağlarını anlatarak,
umumi bir tarih anlayışından sınırlı bir tarih telâkkisine yöneldiklerini vurgulayan
İbn-i Haldun, en çok bu anlayışlarını eleştirmiştir. Meselâ; “Umum ve ihâtada çok
uzaklara gitmeden, sadece kendi çağlarında cereyân eden hadiseleri kaydetmekle
yetinip kendi bölgelerini ve ülkeleri dahilindeki vakâlara hapsolup sınırlı bir tarih
anlayışına sahiptirler.” diyerek bu tutumun yanlışlığını dile getirir.206
Haberleri doğru yanlış demeden eserine alan Me’ûdî’yi tenkid eden İbn-i
Haldun, bu kez onu, umûmi tarih anlayışının son temsilcisi olarak göstermiştir. Hatta
müellifin Murûcu’z-zeheb isimli eserine övgüler yağdırarak Mes’ûdî’nin bu yönü ile
tarihçilerin piri ve üstadı olduğunu, herkesin müraccat ettiği itimad edilen bir kaynak
olduğunu beyan etmiştir.207 Mes’ûdî’nin eserine yansıyan ve meşhur olan geniş
bilgilerin sebebini çok fazla seyahat yapmasına bağlayan İbn-i Haldun onun gittiği
yerlerde bulunan ülkelerin, kavimlerin ve milletlerin ahvalini, dinlerini adetlerini
coğrafi konumları ile birlikte ele almasından kaynaklandığını takdir sözleri ile ifade
etmiş batıdan bahsederken oranın ahvalini tam olarak anlatmadan kısaca geçiğini de
bir eksiklik yani yanlı bir tavır olarak görmüştür. 208
Görüldüğü üzere İbn-i Haldun, tahkiksiz haberleri eserine aldı diye kıyasıya
eleştirdiği Mes’ûdî’yi, umumi tarih anlayışı dolayısıyla da övgüye mahzar kılmıştır.
2. İbn-i İshak
Ebû Abdullah Muhammed bin İshak (ö:418/1027), siyer ve megâzi
müellifidir. Muhaddislik bigisi de geniş olan İbn-i İshak, İncil ve Tevrat okumuş
ayrıca Süryanice’yi iyi bilen bir tarihçidir.209
Eskilerin tarih ilmini büyük ve önemli görmelerinin yegâne sebebi olarak
İbn-i Haldun şunu öne sürer: “Taberi, Buhâri ve onlardan önce de İbn-i İshak gibi bu
205 el-Mukaddime, I, 292-293. 206 el-Mukaddime, I, 283. 207 el-Mukaddime, I, 325. 208 el-Mukaddime, I, 326-327. 209 İslâm Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul 1999, 93.
77
ümmetin alimleri tarihçiliği, bir meslek ve ihtisas dalı olarak benimsemişlerdi. Bir
çokları tarih ilmindeki bu hikmet ve sırdan gâfil oldukları için tarih ilmi ile
uğraşmak cahillik haline geldi. Halk ve alimler hakkında esaslı bilgisi olmayanlar
tarih okumayı, tarih konusunda bilgisi olmayı, bu sahaya dalmayı ve bu hususta
yetişmeyi hafife aldılar.210 Bunun sonucunda ise öz olanın kabuk ile, doğrunun yalan
ile karıştığını, bu ilimle uğraşanların tarihi hafife almasına bağlayan müellif “işlerin
âkıbeti Allah’a varır.” diyerek bu konuda sorumlu olduklarını vurgulamıştır.
İbn-i Haldun, mucize, keramet, sihir, tahaddi gibi birçok konuda özellikle
mucize ve kerametin ayrımı hakkında açıklamalar yapmıştır. Bu konuda İbn-i
İshak’la farklı görüşleri savunsalar da onun için “üstâd” ifadesini kullanması bile
ona karşı duyduğu derin saygıyı yansıtmaktadır.211 Ancak, İbn-i İshak’tan nakledilen
ifadelerin sarih ve açık olmadığını, yanlış anlaşılmaya müsâit olduğunu da
vurgulamaktan çakinmeyen müellif, İbn-i İshak’ın şahsiyetine saygınlığını
koruduğunu ama yorumlarını cesaretle eleştirdiğini görüyoruz.212
Buraya kadar İbn-i haldun’un düşünce sisteminde Kur’ân’ın yerini tesbit
etmeye çalıştık. Öz olrak belirtmek gerekirse diyebiliriz ki o, geleneksel İslâm
kültürü ve düşüncede hakim olan biçimde kaynaklara bağlı bulmuş bu arada temel
kaynak olan Kur’ân’ı sadecebilgi kaynağı olarak değerlendirmemiş aynı zamanda
onun kesin bilgiyi içermesine olan inancı sebebiyle onu diğer bilgilerin
doğruluğunu veya yanlışlığını tesbit eden bir kaynak olarak görmüştür.
Daha önce de işaret ettiğimiz gibi onun Kur’ân’la olan bilgisel ilişkisi
bununla sınırlı değildir. Bir tarihçi-sosyolog olarak yer yer ayetlere orijinal yorumlar
getirmekte ve hatta tefsir tarihinde çığır açacak olan bir yeniliğe yani Sosyal Tefsir’e
imza atmış etkin ve yetkin bir alimdir. Çalışmamızın bundan sonraki kısımlarında bu
konuya yer vereceğiz.
210 el-Mukaddime I, 320-321. 211 el-Mukaddime, I, 408. 212 Örnekler için bkz: el-Mukaddime, I, 283, 320, 409; el-Mukaddime III, 1021.
78
II. KUR’ÂN’DA ANLATILAN OLAYLARI DIŞ KAYNAKLARLA
KARŞILAŞTIRMASI
İbn-i Haldun realist yaklaşımlarını öncelikle rivayetlerin kaynağını araştırarak
buna göre sonuçlara ulaşmıştır. Onun bu metodla hareket etmesi titiz ve kapsamlı
araştırmaları görüşlerinin genel-geçer olmasını kolaylaştırmıştır. İşte bu metodun bir
yönü Kur’an’da anlatılan olayları Tevrat gibi dış kaynaklarla da karşılaştırmasıdır.
Bildiğimiz üzere Tevrat ve İncil tahrif edilmiş ilahi kitaplardandır. İbn-i
Haldun’un İsrailiyyatla iligili görüşlerini açıklarken, israili haberlerin kaynağının
daha çok Yahudi ve Hrıstiyanların müslüman olduktan sonra bu kitaplardan hatırında
kalanları anlatmaları dolayısı ile ortaya çıktığını ifade etmiştik. Burada yinelemek
gerekirse, İbn-i Haldun Kur’ân’ın metlüv, Tevrat ve İncili’in gayr-ı metlüv olduğunu
savunurken, Tevrat ve İncil’deki tahrif ve tebdilin lafzında, manasında ve metninde
değil, yorumunda ve te’vilinde vâki olduğunu kabul etmiştir.213 Şimdi İbn-i
Haldun’un Tevrat olan vukufiyetini yaptığı karşılaştırmalarla görelim.
Örneğin Hz Musa’nın nesebi ile ilgili Tevrat’ta anlatılanları Mes’ûdî’nin
görüşleri ile karşılaştırmıştır.214 Yine Hz. Nuh’un oğlu Hâm’ın çocukları ve nesli
olan Sudan ahalisinin siyah renge sahip olmasında, Hz. Nuh’un oğluna böyle bir
beddua neticesinde kaynaklandığını savunan alimlere beyân ettikleri görüşün
aynısının bulunduğunu, Tevrat’taki bir bölümü işaret ederek, bu konuyu kendi
düşünce sistemi içinde çürütmüştür. Buna göre İbn-i Haldun siyah olmanın hava ve
iklim şartlarına bağlayarak, nakledilen bu yanlış rivayeti, sosyolojik boyutları ile
açıklayarak kabul edilebilir bir minvale çekmeyi başarmıştır.215
İlginç olan bir noktaya da dikkat çekmek gerekirse, İbn-i Haldun bazen
Tevrat’dan bölümleri delil niteliğinde de kullanmıştır. Neseblerde ve hasebde dört
neslin son sınır olduğunun delaleti olarak Tevrat’da; “Rabbin olan Allah kâdirdir,
gayurdur, babaların çocuklar üzerindeki günahını üçüncü ve dördüncü nesillere kadar
arar.” manasına gelen bu bölümü gösterir.216 Elbette burada kasdedilen ve delil
getirilen konu sadece nesebin dört nesilden oluştuğudur.
213 Mukaddime, I, 168. 214 el-Mukaddime, I, 293. 215 el-Mukaddime, I, 394. 216 el-Mukaddime, II, 493.
79
İbn-i Haldun daha çok Tevrat’la karşılaştırma yapmış İncil ile herhangi bir
karşılaştırma yapmamış ancak Yahudiler ve Hristiyanlıkla ilgili bilgilerini özel bir
başlıkla aktarmıştır.217 Bu da onun diğer dinler hakkındaki bilgisine işarettir.
Yahudilik ve Hrıstiyanlıkla ilgili bilgilerini Mukaddime adlı eserinde yansıtan
İbn-i Haldun218 tarihi bilgilerini her şeye rağmen akıl-mantık süzgecinden geçirerek
asılsız haberlerin kaynaklarını ortaya koyarak tenkid ve eleştilerilerindeki haklılığını
göstermiştir.
III. TARİHİ RİVAYETLERİ AYETLERLE DESTEKLEMESİ
Tarihi, “düşünmek, hakikati araştırmak ve olan şeylerin sebeplerini bulup
ortaya koymak”219 olarak tanımlayan İbn-i Haldun, tarih alanındaki bilgi ve
tecrübelerini ayetlerle uyumlu hale getirerek sağlam ve ilmi bir usûl ortaya koymuş
ve bunu uygulamıştır. O, müşahede, tecrübe ve muhakemeye dayanan buluş ve
teşbihleri için ayetleri şahit ve delil getirmek suretiyle, inançlarına bağlı dindar
muhitine karşı inandırıcı ve ciddi olmaya çalışmakta, eğer bir konuda herhangi bir
nass mevcutsa onu nakletmekte hatta ayetin tam anlamından ziyade bir tefsir
niteliğindeki yorumları ile olayları izah yoluna gitmektedir.
Tarihçi gözüyle, kendi zamanına kadar yaşanmış olayları ve olguları farklı
bir bakış açısıyla değerlendirdiğini şöyle ifade etmiştir: “Tarihçilerin eserlerini
gözden geçirip dünü ve bugünü derinliğine incelemekle, zekânın gözünü gaflet ve
uyku derinliğinden uyandırdım, eser yazmaya heveslendim. Bir müflis olduğum
halde ilim sermayesine en güzel tarzda sahip oldum. Neticede yetişen ve ortaya
çıkan muhtelif nesillerin hallerini örten perdeyi kaldırdım.”220 Anlaşıldığı üzere bir
yandan tarihçilik alanındaki bilgisi ile övünürken, bir taraftan da tevazusunu elden
bırakmayarak müflis olduğu halde ilim nimetiyle şereflendiğini iftiharla söyleyen
İbn-i Haldun, rivâyet ve inceleme hususlarında eleştirel ve tahlilci bir yaklaşımın
benimsenmesi gerektiğine dikkat çekmiştir. Bu dikkatin bizzat kendisi tarafından
gösterildiğine ilişkin bazı açıklamalarına yer vermek istiyoruz. “Arap olmayan
217 el-Mukaddime, II, 620-633. 218 el-Mukaddime, II, 620-633. 219 el-Mukaddime, I, 282. 220 el-Mukaddime, I, 285.
80
hükümdarların haber ve tarihlerindeki eksiklik hususunda doğudaki kaynaklardan
faydalandım. Türklerin kurmuş oldukları devletler konusunda bilgi edindim. Orada
öğrendiklerimi tuttuğum notlara ekledim. O memleketlerde bu kavimlerle çağdaş
olarak yaşayan bölge milletlerinin ve kabilelerinin, yöre ve şehir hükümdarlarının
haberlerini eski bilgilerime ekledim. Eseri yazarken az, öz ve kısa tutma yolunu
benimsedim. Zor anlaşılan ifadeyi değil, kolay kavranan uslüpla meramımı
anlatmayı tecih ettim. Umumi olan sebep ve illetler kapısından hususi olan haber ve
hadiselere geçtim. Böylece eserim yaratılıştan bu yana geçen zamanki haber ve
vakâları tamamiyle ihtiva etti. Ayrıca elde edilmesi güç olan bir takım güç ve
hikmetleri kolaytırmış ve istifadeye sunmuş oldum. Hanedanlıklarla ilgili hadiselerin
illetlerini ve sebeplerini ortaya koydum. Böylece eserim hikmet için bir mahfaza
tarih için bir dağarcık oldu.”221 Eserlerini araştırma ve inceleme ile oluşturduğunu
ancak birçok eksiğinin bulunduğunu belirtmiş, eserlerine hoşgörülü bir yaklaşımdan
ziyade eleştirel ve tenkitçi bir gözle bakılması gerektiğini ifade etmiştir. Bir taraftan
nefsini tevazuya büründüren İbn-i Haldun bir taraftan da tarih ilminin mayasını ve
esasını ortaya koyduğunu belirterek kendi kendini övmüştür. 222
Şimdi onun bazı konulara yaklaşımına daha yakından bakalım.
A. İsrailoğulları’nın Nüfusu ile İlgili Rivayetleri
Değerlendirmesi
İbn-i Haldun, İsrailoğullarının sayısı ile ilgili rivayetleri değerlendirmiş,
şartları da göz önünde bulundurarak, bu konudaki görüşleri mantık süzgecinden
geçirip 600.000 gibi bir söylemin223 asılsız, dolayısıyla abartılmış olduğunu
vurgulamıştır. Böyle bir sayının bir mucize ya da harikulade bir durum olabileceğini
savunan İbn-i Haldun, konu ile ilgili şu açıklamaları yapmıştır: “Mucizedeki
delâletin hükmü ile bu kadar fazla çoğalmanın İsrailoğulları dışındaki kavimlerin
vukûuna mani olur. Fakat bu kadar çok sayıdaki insanın savaş düzenine
sokulmasının adeta imkânsız uzak bir ihtimal olarak görülmesi doğru bir muhakeme
tarzıdır. Lâkin böyle bir harp vâki olmadığından buna da ihtiyaç kalmamıştır. Ayrıca
221 el-Mukaddime, I, 286. 222 el-Mukaddime, I, 287-288. 223 Mesûdî, Murûcu’z-Zeheb, I, 59,60; Bu sayı Tevrat’ta da yer almıştır.bkz: Kitâb-ı Mukaddes,
Sayılar, Bap 1, s:133,134.
81
her ülkenin barındırabileceği bir askeri kuvvete sahip olması da doğru bir istidlâldir.
Fakat İsrailoğullarının başlangıçta ne askerleri ne de devletleri vardı. Sadece
Allah’ın kendilerine vaat ettiği ve tertemiz hale getirdiği Kenan ilini istilâ etmek için
çoğalmışlardır. Bütün bunlar birer mucizedir. Hakka hidayet eden Allah’tır.”224
Yukarıdaki olguyu sosyal açıdan değerledirerek ve mucize olmasını gerekçe
göstererek bunun genel ictimâi kâide olamayacağını belirten İbn-i Haldun başka
durumların buna kıyas edilemeyeceğini belirttikten sonra hadiseye ilişkin rivayetin
coğrafî, tarihî, iktisadî, biyolojik ve askeri bakımdan ayrı ayrı ele alınması
gerektiğini vurgulamıştır. Bu nedenle olaya daha sonraki zamanlarda mukayeseye
muhtaç haber olarak bakmış, ciddi bir akıl süzgeciyle tarihi olaylarda realist sonuçlar
ortaya çıkarmıştır. İsrailoğullarının sayısı ile ilgili aşırı, araştırmaya ve incelemeye
dayanmayan haberlerin zaman, fikir ve manevi bir kayıp olduğunu ifade eden İbn-i
Haldun, bu boş tartışmaları nefsin garip ve acaip şeylere düşkünlüğüne
bağlamıştır.225 Kur’ân’da İsrailoğulları’nın sayısı ile ilgili bir haber yokken bununla
ilgili yapılan değerlendirmeleri nefsin haddi aşması ve mübâlağlı anlatımın dile
kolay gelmesinden kaynaklandığını belirten İbn-i Haldun muhâsebe yapmadan,
araştırma ve incelemeden uzak fikirlerin ortaya atılmasını “Allah’ın ayetlerini alaya
almak” olarak değerlendirmiştir. Bu asılsız haberler insanlara ulaştığında, akılları
karıştıran, düşünceyi yoran bazen güldüren tablolar ortaya çıkar ki, buna da şu ayetle
açıklık getirmiştir: “Hakkı (doğru olanı) Hakkın yolunda saptırmak için sözün
eğlendirici ve oyalanını satın alır.”226 Kur’ân’da İsrailoğullarının sayısı ile ilgili bir
bilgi olmadığını ifade eder. Daha sonra hadislerin bu konuda verdiği bilgileri
değerlendirmeye çalışan İbn-i Haldun bunun mucize ya da harikulâde istisnai bir
olay olarak algılanması gerektiğini vurgulamıştır. Aksi halde bu asılsız haberleri
yayanların maddi ve manevi anlamda zararlı olacaklarını kesin bir dille şöyle ifade
etmiştir: “Böyle bir yolu tutarsan, bu zarar getiren bir alış-veriş olarak sana
kâfidir.”227
224 el-Mukaddime, I, 193-294. 225 el- Mukaddime, I, 295. 226 Lokman 31/6, Bakara 2/231, Kehf 18/56. 227 el- Mukaddime, I, 295.
82
Bu konuda Kur’ân’da yer alan iki ayet vardır. Birincisi İsrailoğulları ile ilgili
olan “Binlerce oldukları halde yurtlarından çıkıp gidenleri görmedin mi?”228 Diğeri
ise şudur: “Onu yüzbin veya daha çok kişiye peygamber olarak gönderdik.”229Yunus
(as.) gönderildiği kavmin nüfusudur ki, İsrâiloğulları ile ilgi olmadığı için bu ayetin
sadece sayı ile ilgili olan bölümünü dikkate aldık. Bu iki ayetten yola çıkarak
burada ifade edilen “yüzbinler” konusunda bir çok müfessir iki anlam çıkarmıştır.
Birincisi; İsrailoğullarının bir hastalıkla helak olup yeniden Allah’ın izniyle
dirilmeleri dolayısıyla iki neslin nüfus çokluğu olabileceğini savunmuşlardır.230
İkinci olarak ise; tahmini rakamlar vererek bu sayının onbin, otuzbin231 yüzbin, yüz
kırkbin232ve en fazla altmış bin233 olabileceğini söylemişler, îtinalı davranarak kesin
sayı belirtmemeleri İbn-i Haldun’un görüşlerini desteklemiştir.
İbn-i Haldun da Kur’ân’da kesin bir sayının belirtilmediğini, altıyüz bin
sayısının abartılı olduğunu dile getirmiştir ki, müfessirlerin yaklaşımlarında en fazla
yüzkırk bin sayısı mevcuttur. Kesretten kinaye olarak değerlendireceğimiz bu konu
hakkında İbn-i Haldun’a katılmamız mümkündür.
B. İsrailoğulları’nın Zillet Hayatına Düşme Sebepleri
İsrailoğullarının mezelleti ve başkalarına inkîyâd etme halinin ortaya çıkması
mülke (devlet kurmalarına) mâni olmuştur. İbn-i Haldun bu milletin böyle bir hale
düşme sebebini şöyle açıklar: “Mezellet ve inkıyâd asabiyetin sertliğini ve
keskinliğini kırar. Zaten kabile mensuplarının içinde bulundukları zillet ve boyun
eğme hali asabiyeti kaybetmiş olmalarının delilidir.”234 Müdafâdan aciz kalmadıkça
zilletten hoşlanılmayacağını belirten İbn-i Haldun, “bu yüzden mukâvemet ve
mutâlebeden (yani, haklar ve talep etme durumundan) de aciz kalacakları âşikârdır”
diyerek sözü İsrailoğullarına getirmiştir. O, Musa (a.s)’nın İsrailoğullarını Şam’ın
mülküne ve Suriye topraklarına hakimiyet kurmaya davet ettiği buranın mülkünü,
Allah’ın onlar için takdir ettiğini kendilerine haber verdiği zaman bu konuda acizlik 228 Bakara 2/243. 229 Saffat 37/147. 230 et-Taberî, Câmiu’l Beyân, c:II, 586; İbn-i Kesir, Kur’âni’l Azîm, c:I, 370, 371; ez-Zemahşerî, el-Keşşaf, c:I, 377. 231 et-Taberî, Câmiu’l Beyân, c:II, 587. 232 İbn-i Kesir, Kur’âni’l Azîm, c:IV, 28. 233 ez-Zemahşerî, el-Keşşaf, c:I, 377. 234 el-Mukddime,II, 497.
83
gösterdiklerini şu ayetle ifade eder: “Orada cebbar bir kavim var, onlar oradan
çıkmadıkça biz katiyen oraya girmeyiz.”235 demişlerdi. İbn-i Haldun bu ayete şu
şekilde yorum getirmiştir: İsrailoğullarının Hz. Musa’ya, “Allah zorba kavmi bizim
için asabiyetimizin dışındaki bir çeşit kudreti ile oradan çıkarsın ve bu da senin
mucizelerinden olsun” demek istemişlerdi. Hz. Musa kararlı bir tavır takınınca da
direndiler, âsi olarak suç işlediler ve “Rabbinle beraber git ve onlarla savaş”236
dediler. Bu hitaplara sebep olarak da tecâvüzle mukâvemet ve hak arama hususunda
acziyete canlarının iyice alışmış ve bununla ünsiyet etmiş olmalarını gösteren İbn-i
Haldun, ayetin ifadesinin bu manayı getirdiğini ve tercih edilen tefsirin bu olduğunu
vurgulamayı da ihmal etmemiştir.237 Ayetin sevkediliş tarzında ve mefhumunda
İsrailoğullarının cezalandırıldığı Tih Çölünden bahsederek Tih ve çölün bizzat
kendisi değil sadece maksadı, gayesi ve hikmeti kastedildiğini belirten İbn-i Haldun
bu hikmetin zillet, kahr ve kuvvet pençesinde ezilmiş olma halinden yeni çıkan,
aşağılamayı ve horlanmayı huy haline getiren ve asabiyetleri bozulan bir çölde yok
olması, arkasından da zelillikten kurtulmuş aziz bir neslin ortaya çıkması olarak
değerlendirir.
C. Ad Kavminin Yaşadığı Şehir ile İlgili Rivayetler
İbn-i Haldun, zaman zaman anlatılan tarihi haberlerin akla daha uzak ve
vehme daha yakın olduğundan yakınarak238 müfessirlerin Fecr Suresini tefsir
ederken nakledile gelmekte olan haberleri değerlendirmiştir. “Görmedin mi Rabbin
Âd’a ne yaptı?”239 Bu ayetle kastedilen İrem’i, şehir ismi olarak ele almakta ve bu
şehrin “direkleri olan” yani sütunları olan Zâtü’l-İmâd (Direkli Şehir) diye tasvir
eden tefsir âlimlerini eleştirmiştir. Öncelikle konu ile ilgili Taberî, Salebi, Zemahşeri
gibi müfessirlerin ortak nakillerine yer vermiş ve kendi görüşünü şöyle açıklamıştır:
“O günden zamanımıza gelinceye kadar dünyanın harhangi bölgesinde bu şehir
hakkında bir şey işitilmediğini ve haber alınmadığını, bu şehrin Yemen’in orta
yerinde umran bölgesi olan Aden Sahrası olarak bilindiğini ifade eden İbn-i Haldun,
burası hakkında herhangi bir haberin naklolunmadığını hatta ne haber toplamada 235 Mâide 5/22. 236 Maide 5/24. 237 el-Mukaddime, II, 498. 238 el-Mukaddime, I, 299. 239 Fecr 89/67.
84
uzman olan tarihçilerden (ahbâriyyun) biri, ne de herhangi bir millete mensup bir
şahsın bu şehri zikrettiğinden bahseder.”240 Böylelikle İbn-i Haldun’un da bu
konuda müfessirlerin görüşlerine katıldığını241 bizde müşahede ettik.
İbn-i Haldun rivayet ehlinin “diğer eserlerinin yıkılması gibi bu şehir de yok
olmuş izi silinmiştir” demiş olmalarını tutarsız ve isabetsiz bir yorum olarak görmüş,
bunun yerine “Bu şehir Dımaşk (Şam)’tır. Çünkü Âd Kavmi buraya malik
olmuştur.” diyenlerin yanında, “Bu şehir gâibtir, buraya ancak sihir ve rivayet ehli
olanlar vâkıf olur” deme noktasına kadar varan görüşleri hurâfeye en çok benzeyen
iddialar olarak görmüştür. Müfesirlerin bu konuda yaptıkları nakillerin sebebini irab
kurallarını izahlarla irtibatlandıran İbn-i Haldun, Zâtü’l-Îmâd ifadesinin İrem
isminin sıfatı olmasıdır ki, imâd kelimesini de esâtîn (sütunlar) anlamına geldiği
açıklamasını yapanların İrem’in şehir olması durumunu ortaya çıkarmasının
kaçınılmaz olduğunu vurgulamış ve müfessirlerin bu anlatımlarla güldürücü, yalana
son derece yakın bulunan uydurma kıssalara benzeyen hikâyeler üzerinde
durduklarını dile getirmiştir. Halbuki “imâd” çadırların direkleri hatta bizzat çadırın
kendisi manasına gelir ki, burada şehir değil Âd Kavmi tavsif olunmuştur diyerek
farklı bir görüş beyan eden İbn-i Haldun, İrem Kabilesi’nin, Âd Boyu manasına
geldiğini, gramer bilgileri de vererek net bir şekilde ortaya koymuştur.242
Son olarak hal böyle iken, aslı olmayan sakat hikâyeler için, “böyle
olmayacak uzak ihtimallerle ayeti yorumlamak maksadıyla hileli ve dolambaçlı
yollara sapmayı gerektiren ne gibi bir zaruret olabilir acaba?” 243 sorusu ile hayretini
gizleyemeyen İbn-i Haldun, böylelikle Arapça dilbilgisini de ispatlamıştır.
D. Mekke Şehri Ve Kâbe’nin İnşâsı
“Hak Sübhânallah ve Teâla arzdaki bazı mıntıkaları faziletli kılmış, oralara
kendisinden bir şeref tahsis etmiş, bunları ibadethâne (mâbed) yapmış burada
yapılan ibâdetlere kat kat sevap, işlenen amellere bol bol ecir verilir.” diyen İbn-i
Haldun, Allah kullarına lütûf olsun ve saadet yolları kolaylaşsın diye rasül ve
nebilerinin dilleri ile bu hususu bizlere haber verdiğini dile getirmiştir. Medine, 240 el-Mukaddime, I, 299. 241Ömer Ferruh, “Mevgıfi İbn-i Haldun Min-eddîni ve min-el Gadâye ed-dîniyye”, 255, 256. 242 el-Mukaddime, I, 300. 243 el-Mukaddime, I, 300.
85
Beytü’l-Makdis ve aşağıda bahsedeceğimiz Mekke’yi mübarek makamlar arasında
zikretmiş ve bu yerlerle ilgili bilgiler vermiştir.244
Mekke’deki Beytü’l-Haram, İbrahim (a.s)’ın beytidir ki, bunu yapmasını ve
hac maksadıyla burasının ziyaret edilmesini halka ilan etmesini Allah emretmiş,
bunun üzerine oğlu İsmail (a.s) ile birlikte binâ etmiştir. Bu hususun Kur’ân’da sarih
bir şekilde ifade edildiğini söyleyen İbn-i Haldun, Hz. İbrahim’in Allah’ın bu
husustaki emrini ifâ ettiğini belirterek şu ayetle bunu delilllendirmiştir:245 “Hatırla o
zamanı ki, biz Beytullah'ı insanlar için sevap kazanmaya yönelik bir toplantı yeri ve
güvenli bir sığınak yaptık. Siz de İbrahim'in makamından bir dua yeri edinin.
İbrahim ve İsmail'e şu sözü ulaştırmıştık: “Tavaf edenler, kendini ibadete verenler,
rüku-secde edenler için evimi temizleyin.”246
İbn-i Haldun bunun evveliyatı konusunda “önce Hz. Adem Beytü’l
Mâmur’un hizasında ve karşısında olacak şekilde inşâ etmiş ama bir müddet sonra
Tufan onu yıkmıştır” rivayetini verirken, bu fikrin mücmel olan şu ayetten iktibas
ettiklerini öne sürmüştür:247 “İbrahim ve İsmâil Kâbe’nin temellerini
yükseltirken…”248
İbn-i Haldun bundan sonra Hz. İbrahim’in peygamber olarak gönderilmesini,
eşi Hacer ve onu kıskanan diğer eşi Sâre’yi zikretmiş, ardından da Hacer’in oğlu
İsmâil ile Faran Dağları’nda yalnız kalışları ve burada Allah’ın bir lütfu olarak
zemzem suyunun çıkmasından bahsetmiştir.249 Bu hususların Kur’ân’da yer aldığını
ifade ederek İbrahim Suresi 37. ayetini vermiştir: “Ey Rabbimiz! Ben,
çocuklarımdan bir kısmını senin kutsal evinin yanındaki, ziraata elverişsiz vadiye
yerleştirdim ki, namazı kılsınlar, ey Rabbimiz! Sen de insanlardan bazı gönülleri,
onlardan hoşlanır yap. Çeşitli meyvelerle onları rızıklandır ki, şükredebilsinler!”
İbn-i Haldun bu açıklamalardan sonra, sözü Kabe’nin Hz. Peygamber’den
sonraki tarihine getirerek “Kâbe’nin Haccac tarafından yıkılıp İbn-i Zübeyr
244 el-Mukaddime,II, 788-798. 245 el-Mukaddime, II, 789. 246 Bakara /2/125. 247 el-Mukaddime, II, 789. 248 Bakara 2/127. 249 el-Mukaddime, II, 789.
86
tarafından temelleri de dahil tekrar inşâ edilmiştir” diyenlerin iddialarında doğru
olmadığını belirtir. Bu nedenle aşırı ve gayet lüzumsuz bir hassasiyetin hatta
vehimlerin eseri olan manasız sözlerinin dikkate alınmamasının gerektiğini, çünkü
İbn-i Zübeyr gibi bir zatın, Kâbe’yi Hz. İbrahim’in temellerinden saptırmış
olmasının mümkün olamayacağını açıklamıştır. “En doğrusunu bilen Allah’tır”
sözünü tekrar ettikten sonra Kabe’nin inşâsındaki değişiklikleri şöyle anlatır:
“Mescit denilen Kâbe’nin etrafındaki yer Hz. Peygamber ve Hz. Ebû Bekir
zamanına kadar; daha sonra ise tavaf yapanlar için bomboş bir arazi iken tavaf yapan
halkın çoğalmasıyla Hz. Ömer bu sahadaki evleri satın alarak yıktı ve mescide
ekleyip kenarlarını da bir miktar duvarla çevirdi. Aynı sebepler ve yine aynı
yöntemle Hz. Osman da bu inşâyı gerçekleştirdi. Sonra onu İbn-i Zübeyr, daha sonra
da Velid bin Abdülmelik ve arkasından gelen Mansur, mescidi mermer sütunlar
üzerine inşâ etmiş, oğlu Mehdî de genişlettikten sonra bu vaziyet çağımıza kadar
gelmiştir.”250
İbn-i Haldun Allâh’ın bu evi (Beytullâh ve Kâbe) şereflendirmesi ve ona
ihtimam göstermesi akılla ihâta, idrak edilemeyecek kadar hadsiz ve hesapsız
olduğunu anlatmak için şu ifadelerin yeterli olacağı görüşündedir. “Allah, vahyin
nüzûlü, meleklerin inmeleri ve ibadet edilmesi için bu yeri seçmiştir.”251
Mekke’nin coğrafi konumu ve tarihi ile ilgili açıklamalardan sonra,
Mekke’nin Ümmü’l-Kur’â (köylerin anası, kasabaların merkezi) olarak anıldığını,
“Bu bizim, kentlerin/medeniyetlerin anasını uyarman için indirdiğimiz kutsal-
bereketli, kendinden öncekini doğrulayıcı bir kitaptır. Âhirete inananlar, ona da
inanırlar ve onlar namazlarına devam ederler.”252 ayeti ile delillendirerek anlatan
İbn-i Haldun, Beytullah’ın yüksek olmasından dolayı Kâbe adı verildiğini söyler.
Çünkü bu isim, o dönemde binaların en yükseği olduğu için “yüksek” anlamındaki
“kâb”dan gelmiştir. Ayrıca buraya Bekke253 isminin verildiğini de hatırlatan İbn-i
Haldun bununla ilgili bir kaç görüş vermiş ama, “Bekke”nin “itip-kakmak” anlamına
geldiğini, oraya ulaşmak için yekdiğeri ile kakışırlardı yani birbirlerini defederlerdi”
250 el-Mukaddime, II, 793. 251 el-Mukaddime, II, 793. 252 En’âm 6/92. 253 Âl-i İmrân 3/96 ayette “Bekke” ifadesi orijinal olarak geçmektedir.
87
diyen Esmâî’nin görüşüne katılmıştır. Çünkü şu ifadeleri bu tesbitimizi destekler
niteliktedir. “Kâbe’nin cahiliye döneminden bu yana muhtelif milletler tarafından
tazim ve takdis edildiğini, ele geçirmek için can atılan bir belde olduğunu
biliyoruz.”254
E. Fatımîler’in Ehl-i Beyt Dışında Tutulması Meselesi
Fatımiler, 909-1171 yılları arsında Kuzey Afrika, Mısır ve Suriye’de hüküm
süren bir şii devletidir. Hanedan adını Hz. Fatıma’dan alır. Kurucuları Hz. Fâtımâ ve
Hz. Ali yoluyla Hz. Peygamberin soyundan geldiklerini iddia ederler ki, bunun
doğruluğu eski ve yeni alimler arasında tartışma konusu olmuştur.255 İbn-i
Haldun’un onlara yönelik ileri sürülen fikirler ve rivâyetlere oldukça itinâlı bir
biçimde yaklaşmış olduğunu görüyoruz. Bu konuya da asılsız ve çürük haberlerden
biri olarak bakan İbn-i Haldun, Abbasi Halifelerine yaranmak gibi menfaatleri olan
bir takım kimselerin uydurduğu hadisler olarak değerlendirmiştir.256
Fatımîlerle ilgili geniş bilgi veren müellif devletin ikiyüz yetmiş sene kadar
devam ettiğini, sınırlarının Hz. İbrahim’in makamına, Rasülüllahın’ın (s.a.v)
ülkesine, kabrinin bulunduğu yere kadar, hacıların durduğu mahalle, vahyin indiği
muhite mâlik ve hâkim olduğunu hakimiyetleri yıkıldıktan sonra bile kutsal değerleri
sevip saydıklarını, canları pahasına koruduklarından bahsetmiştir. İşte sergilenen bu
tavırlar Fatîmi nesebinin nereye dayandırıldığının bir göstergesidir ki, bu
benimsenmiş bir dâvânın ve soyun değeridir. Daha sonra Fatımîleri, Fatımî
Devleti’ni yönetenlerin dinde ilhâd üzere olmaları kıstasını esas alarak Ehl-i Beyt
dışında değerlendiren tarihçileri eleştiren İbn-i Haldun, ‘Fatımî soyundan gelen
sonraki zevâtın bu halde olması baştakilerin de öyle olmalarını gerektirmez’ diyerek
bunların neseplerinin Hz. Fatıma’ya vardığını kabul etmek gerektiğini vurguladıktan
sonra, şayet küfür üzere olsalardı, bunun Allah’tan kendilerine bir fayda
sağlamayacağını söylemiş ve Hz. Nuh ile oğlunun hadisesi arasında irtibat
kurmuştur.257 Allahû Teâlâ Nuh ’a inanmayan oğlunun durumu hakkında; “O senin
ailenden değildir. Çünkü onun yaptığı iyi olmayan bir ameldir. O halde hakkında
254 el-Mukaddime, II, 793. 255 Semavi Eyice, “Fatımîler”, DİA, XII, 228. 256 el-Mukaddime, I, 309-310. 257 el-Mukaddime, I, 310.
88
bilgi sahibi olmadığın hususu benden isteme”258 buyurmuştur. İbn-i Haldun bu
ayetin tefsiri olarak şu hadiseyi de zikretmiştir: Hz.Peygamber vaaz ederken
Fâtımâ’ya: “Sen amel etmeye bak. Çünkü Allah’ın huzurunda sana benim bile
faydam dokunmaz.”259
Görüldüğü üzere imandan başka yolu seçen kişi akraba ve âileden de olsa
Allah katında bir hükmü yoktur. Allah katındaki yakınlığın iman bağı olduğunu
özellikle vurgulayan İbn-i Haldun, bu ayet ve hadis referansında Fatîmilerin dinde
ilhâd etmelerinin onun soyuna bir zarar getiremeyeceği fikrine binâen Fâtımîlerin
Ehl-i Beyt’ten olduğunu savunmuştur.
F. Bermekîler’in Başına Gelen Felâketin Harun Reşid
Yüzünden Olduğuna Dair Yanlı Rivayetleri Değerlendirmesi
Bermekiler, Abbasiler devrinde başta vezirlik olmak üzere çeşitli
makamlarda bulunan bir ailedir. Maddi ve siyasi güçlerinin giderek artmasına
parelel olarak sahip olmaları devlet ve halife üzerindeki nüfuzlarının artması üzerine
iki başlılığı önlemek için Harun Reşid tarafından bertaraf edilmiştir. Bermekiler260,
İran’da ateşgedelerin ve mâbetlerin muhafızlığını yapan ve onlar için önemli sayılan
bir aileden gelmekde idiler. Ancak Abbasilerin himayesine girdikten sonra, ilkine
îtibar edilmemiş onların şerefleri sadece Abbasi hanedanlığında devlete hizmet
etmekten ibâret olmuştur.261
Bermekiler’in başına gelen felâketin Harun Reşid’in içkiye ve zevke olan
düşkünlüğünden kaynaklandığı haberlerini irdeleyen İbn-i Haldun, Harun Reşid’in
hayatı ile ilgili tarihi haberleri inceleyerek şu sonuca varmıştır: Bermekiler’in başına
gelen felâketin yegâne sebebi, onların devlet üzerindeki istibdatları, toplanan ağır
vergileri ve hazineyi tekellerine almalarıdır. Harun Reşid’in kendi sarayında
etkinliğinin kalmaması, siyâsi ve iktisadi gücünün azalması ve nihayet Bermekilerin
olumsuz tesiri altına girerek ve gayr-ı ahlâki davranışların artması sonucu onlar
felâkete sürüklenmişlerdir.262 Devamında ise Harun Reşid’in sefahete düşkün bir
258 Hud 11/46. 259 Buhâri, Vesâya, 11, Tefsir-i Sûre, 26, Nesâi, Vesâya, 11. 260 Hakkı Dursun Yıldız, “Bermekîler”, DİA, V, 517. 261 el-Mukaddime, II, 491. 262 el-Mukaddime, I, 302.
89
kişiliğe sahip olmadığını ispatlamak için hayatı ile ilgili Taberi ve Mesûdî’nin
naklettiği haberlerden örnekler sunmuştur:263 Harun Reşid her gün yüz rekat namaz
kılardı, bir sene gaza yapar bir sene hacca giderdi. Gece sohbetlerinde kendisini
güldüren ve eğlendiren İbn-i Ebû Meryem’in namaz kılınırken aynı şeye teşebbüs
ettiğini işitince onu bundan menetmişti. Bununla ilgili hadisenin şöyle
gerçekleştiğini anlatır: İbn-i Ebû Meryem, Harun Reşid’in namazda “Bana ne oluyor
ki, beni yaratana kulluk etmeyeyim?”264 ayetini okuduğunu fark edince, “Vallahi
bunun sebebini ben de bilmiyorum.” Demiş, Harun Reşid de kendini tutamayarak
namazda iken gülüvermiş, ama daha sonra gadaplı bir şekilde ona yönelerek: “Ey
İbn-i Meryem! Namazda iken de mi? Kur’ân’dan ve dinden sakın da, bu ikisi dışında
dilediğini yap” diyerek sert çıkışmıştı.”265 Din ve dünya işlerinde kötü sayılan
şeylerden sakınan Harun Reşid cömertliği, ahlâkı, Kur’ân’a ve dinine bağlılığı ile
kendini ispatlamış birisi olduğunu anlatan İbn-i Haldun, onu içki tiryakisi olarak
lanse etmenin haksızlık ve bu durumun yaldızlı sözlerle hikâye edilerek
anlatılmasının yanlış olacağını ima eden Hz. Yusuf hakkında söylenen şu ayeti
zikretmiştir.266 “Haşa! Allah için biz onun kötü bir halini bilmiyoruz.”267 Bütün
anlatılanlardan sonra Harun Reşid’in kendisine yakıştırılan gayr-i ahlaki tutum ve
davranışlardan uzak olduğunu belirten İbn-i Haldun, onun adeletin ve dinin istediği
şekilde hilâfet makamının gerektirdiği şeyleri îfa eden, ulema ve evliyanın
sohbetinde bulunan, hatta zaman zaman ağlayan, Kâbe’yi tavaf ederek ve Mekke’de
Allah’a yakararak ibadete devam eden birine asılsız rezil davranışların
yakıştırılmasının mümkün olmayacağını göstermiştir.268
IV. KUR’ AN’LA İLGİLİ BAZI KONULAR HAKKINDAKİ DÜŞÜNCESİ
A. Vahyin Hz. Peygamber Üzerindeki Etkileri
İbn-i Haldun’un vahiy ve peygamberlikle ilgili görüşlerini geçen bölümde
detaylı olarak incelemiştik. Burada ise Hz. Peygamberin vahiy alırken onda hâsıl
263 el-Mukaddime, I, 305. 264 Yâsin 36/22. 265 el-Mukaddime, I, 304. 266 el-Mukaddime, I, 304. 267 Yusuf 12/51. 268 el-Mukaddime, I, 307-308.
90
olan değişiklikler hususunda müellifin ayetler ışığında ortaya koyduğu yoruma yer
vereceğiz.
İnsanlar içinde peygamber olanların vahiy alma alâmetini, bir horultu haliyle
birlikte yanlarında bulunanların fark edemeyecekleri şekilde kendilerinden geçmeleri
olarak değerlendiren İbn-i Haldun, bunun görünüş itibâriyle bir bayılma ve kendini
yitirme haline benzese de hiçbir şekilde onunla ilgisinin bulunmadığını özellikle
vurgulamıştır. Bu olayı tamamen beşerî idrak şekillerinin dışında kalan ve
peygamberlere uygun bir idrak halinde rûhâni melek ile bir istiğrak olarak
değerlendirir. 269
VI. Mukaddime’de vahyin geliş şekillerine değinen İbn-i Haldun, vahyin
geldiği esnada Hz. Peygamber’in anlatılması mümkün olmayan zor ve sıkıntılı bir
hâl içinde bulunduğunu ifade ederek Buhâri’den şu hadisi nakleder: “O inen vahiy
yüzünden şiddetli hallerle göğüs göğüse geliyordu.”270 Yine Hz. Aişe’den gelen şu
rivâyeti nakleder: “Çok soğuk bir günde ona vahiy nazil oluyordu. Bu hal kendinde
zail olduğu vakit, alnından ter akıyordu.”271 Bu nakilleri verdikten sonra konuyu,
bütün sıkıntılı ve zor anların yaşanmasının muhtemel olabileceğine işaret eden şu
ayetle sonuçlandırmıştır: 272 “Biz sana ağır bir söz ilkâ edeceğiz.”273
Vahyin inişindeki bu hal yüzünden müşriklerin, nebîleri delilik ve cinlere
çarpılmakla ithâm edilmelerinin sebebi olarak sadece zahirine şahit oldukları bu
durumun onlara karışık göründüğünü belirten İbn-i Haldun, sırf bu yüzden
nübüvvetle cinneti birbiriyle karıştırmanın ne kadar bayağı bir bakış olduğunu
anlatır.274 Müşriklerin bu tutumunu ise şu ayetle ilişkilendirir: “Allah kimi delâlete
düşürürse onu bu durumdan kurtaracak bir yol gösteren bulunmaz.”275
269 el-Mukaddime, I, 406 270 Buhârî, Bed’ul-vahy, 1. 271 Buhârî, Bed’ul-vahy, 1, Müslim, Fezâil, 86,87. 272 el-Mukaddime, I, 406. 273 Müzzemmil 73/15. 274 el-Mukaddime, I, 406. 275 Zümer 36/26.
91
B. Hz. Peygamber’in Mucizeleri ve Üstünlüğü
İbn-i Haldun’ün mucizeye bakışı da ilginçtir. Ona göre Hz. Peygamber
vasıtasıyla vuku bulmuş olan mucizeler vardır ve bunlar içinde birisi en mühimidir.
O şöyle der: “Mucizenin en muazzamı, en şereflisi ve (davaya) delâleti en açık olanı
Peygamberimiz Hz. Muhammed’e indirilmiş olan Kur’ân-ı Kerimdir.”276 Herkes
tarafından kabul görmüş olan bu vâkıâyı İbn-i Haldun yukarıdaki cümlesiyle kesin
olarak kabul etmiş, onun dışında başka bir delile ihtiyaç duyulmayan, peygamber
davasının doğru olduğunu en güzel şekilde ispat eden kanıt olarak değerlendirmiştir.
Mucizenin mahiyeti konusunda detaylı bir açıklamadan sonra Kur’ân’la
Tevrat, İncil ve diğer semâvi kitaplar arasındaki bir farka dikkat çekmiştir. Diğer
ilâhi kitaplara nazaran Kur’ân, kelime kelime, cümle cümle aynen tilâvet edilerek
(metlüv bir şekilde) Hz. Peygamber tarafından alınmıştır. Halbuki Tevrat, İncil ve
diğer semâvi kitaplarda böyle olmamıştır. O kitapları nebîler, vahiy halinde bir
takım manalar olarak telâkki etmiş, beşeri hallerine döndüklerinde kendilerine ait
mütad sözlerle bunu dile getirmişlerdir. Bu sebepten dolayı bahis konusu semâvi
kitapların î‘câzının (lâfız ve nazım olarak mucize olma husûsiyeti) olmadığını ifade
eden müellif, Ku’ân’ın î‘câzının mevcûdiyetini önemle vurgulamıştır. Yani,
bahsettiğimiz ilâhi kitaplar mana olarak Allâhü Teâlâ’ya ait olsa da, lâfız ve ifadesi
insana aittir. Ancak Kur’ân mana, lâfız ve ifadesi tamâmıyla Allah’a aittir. Bu
sebepten dolayı Kur’ân her yönden diğer semâvî kitaplardan farklıdır. Hz.
Muhammed’in diğer nebîlerden daha faziletli oluşunun sebebi olarak da bu özelliği
göstermiştir. 277
Hz. Peygamberin Kur’ân’ı metlüv olarak telakki ettiğine şâhit olarak,
“Ezberlemek maksadıyla dilini hareket ettirme. Şüphesiz ki; onu cem etmek de daha
sonra okutmak da bize aittir.” 278 ayetini gösteren İbn-i Haldun, ayetin nüzûl
sebebini şu şekilde ortaya koymuştur. “Kur’ân’da bir ayet nâzil olur olmaz, Hz.
Peygamber onu derhal ezberlemeye ve hâfızasına yerleştirmeye teşebbüs ederdi.
Çünkü unutmaktan korkuyordu ve söz konusu metlüv-münzel metni ezberlemeye
276 el-Mukaddime, 409. 277 el-Mukaddime, I, 409-410. 278 Kıyamet 75/16-17, Tâhâ 20/114.
92
karşı kuvvetli bir arzu duyuyordu.” Bu sebeple Allâhü Teâlâ “Kur’ân’ı biz indirdik,
onu muhafaza edecek olan da ancak biziz.”279 ayetiyle Kur’ân’ı Peygamberinin
zihninde muhafaza edeceğine kefil olduğunu ifade ederek âdata Kur’ân’ın Kur’ân’la
tefsirini yapmıştır. Ona göre Kur’ân’ın mucizliğine dair bir çok ayet vardır280.
İbn-i Haldun’e göre Hz. Peygamber’in Kur’an’dan sonra ikinci büyük
mucizesi, Arapları dine davet ederek onları birleştirip kaynaştırmasıdır.281 Bu
durumu ispat eden ayet şudur: “Yeryüzünde ne var ne yok hepsini harcasaydın onları
yekdiğerine kaynaştıramazdın. Fakat Allâhü Teâlâ onları birbiriyle kaynaştırdı.”282
Onun bu görüşü enteresan ve ilgi çekici gelebilir, zira Hz. Peygamber’in böyle bir
mucizesinin olduğu pek dillendirilmez. Ne var ki, sosyal hadiseleri çok iyi bir
şekilde gözlemleyen ve yorumlayan İbn-i Haldun’un böyle bir fikre varması son
derece doğaldır. Zira Hz.Peygamber, toplumların tarihinde yirmi yıl gibi kısa bir
sürede, bir birine düşman ve bu yüzden bir araya gelmeleri çok zor olan kabileleri
bir araya getirerek onlardan bir ümmet meydana çıkarmıştır. İşte sosyal bir hadisenin
mucize olarak telakki edilmesinin altında yatan en önemli neden bu olsa gerektir.
Çağdaş sosyolojik incelemelerde de buna yönelik çok daha geniş açıklamalar
vardır.283 Dikkat edilecek olursa İbn-i Haldun peygamberlik ve vahiyle ilgili olan
birçok olayı bile ortaya attığı asabiyet, umrân konuları ile irtibatlandırıyor.
İbn-i Haldun daha sonra sözü peygamberlerin birbirlerine olan üstünlüğü
konusuna getirerek bu üstünlüğün vahye muhâtap olma şekline göre olduğunu
vurgular. “O Rasüllerin bir kısmını diğerlerine üstün kıldık”284 ayetini de delil olarak
gösteren İbn-i Haldun, çağına kadar yorumlanmamış bir şekilde bu konuyu izah
etmiştir.285 Şöyleki o, peygamberlerin vahyi idrak etme hususunda farklı olmaları
sebebiyle bir üstünlüğün ortaya çıkacağını savunmuştur. Buna göre, bazı
peygamberlere bir talep söz konusu olmaksızın ve bu maksatla herhangi bir şeyi
vesile kılmadan, bir cihete de teveccüh etmeksizin doğrudan doğruya kendilerine
279 Hicr 15/16. 280 el-Mukaddime, I, 410. 281 el-Mukaddime, 410. 282 Enfal 8/63 283 Açıklamalar için bkz.: Yümni Sezen, İslam’ın Sosyolojik Yorumu, İstanbul 2000, s. 36. 284 Bakara 2/253. 285 Mukaddime, I, 309-310.
93
vahiy gelmiş ve melek onlarla konuşmuştur. Bazı peygamberler ise sorunlarla
karşılatığında vahye teveccüh etmiştir. Yani, peygamberlerin önüne beşeri hususlarla
ilgili bir mesele ya da ümmet fertlerinden birinin bir müşkilinin hallolması için
peygambere başvurması sonucu peygamberin Rabbâni aleme teveccüh ederek söz
konusu müşkil veya müşkillerin çözümünü Allah’tan istemişlerdir. Buna göre
vahyin gelmesi, irâdi ve gayr-ı irâdi ayrımına tabi tutulması mümkündür.286
Vahyin üç şeklinden bahseden İbn-i Haldun diğerini de şöyle açıklamıştır.
Bazen vahiy hiçbir hal ve hareketle, onun gelişi için istidat kazanma ve hazırlık
yapma bahiskonusu olmadan gelebilir. Hatta birtakım hal ve tevessül neticesinde
geleceğini israiliyat bir haber olduğunu ancak uzak bir ihtimal olarak da görmediğini
belirterek rivayeti nakletmiştir. “Nebilerden birisi, vahyin nazil olması için istidat
kazanmak ve hazırlanmak maksadıyla hoş ve nağmeli avazlar dinlerdi.”287 Kaynağı
konusunda herhangi bir tesbiti bulunmayan işte bu rivayete ihtimal dahilinde bakan
müellif, zaman zaman şaşırtıcı açıklamalar yaparak çizgisinin dışına çıkabilmiştir.
C. Muhkemât ve Müteşâbihât
İbn-i Haldun kurtulaşa ermede ve nimete kavuşmada yegâne yol olarak
Allah’ın insanlığa Hz. Muhammed’i gönderdiğini ve onun vasıtasıyla tekliflerini
Kur’ân-ı Kerim’deki hitaplarla bildirdiğini söyler ve bu hitapları şöyle sıralar:
“Allah bize kendi katını tanıtmak için isimlerinden ve sıfatlarından bahsetmiştir,
bizimle alâkası bulunan ruhu, vahyi, kendisi ile bize gönderdiği rasüller arasında
vasıta olan melekleri zikretmiştir, öldükten sonra yeniden dirilme gününden ve
tehditlerden de bize bahsetmiş, lâkin o günle ilgili şeylerden hiçbirinin vaktini bizim
için tayin etmemiştir.” 288
İbn-i Haldun ilk olarak bazı surelerin başında taktî (kesin olarak) ile okunan
bir takım hece harflerinin yer aldığını, bundan neyin murad edildiğini bizim
anlamaya yol bulamadığımız Huruf-u Mukâtaâ diye nitelendirdiğimiz konuya
değinerek bunları müteşâbihâttan kabul eder.289 Allah’ın müteşâbihlere tâbi olmayı
yerdiğini ifade eden İbn-i Haldun şu ayeti dile getirir: “O sana Kur’ân’ı indirmiştir. 286 Mukaddime, I, 309. 287 Mukaddime, I, 310. 288 el-Mukaddime, III, 978. 289 el-Mukaddime, III, 980.
94
Bunun bir kısmı muhkem ayetlerdir. Kur’ân’ın esasını bunlar teşkil eder. Diğer bir
kısmına müteşâbih ayetlerdir. Kalplerinde sapma meyli olanlar, fitne çıkarma garazı
ve onu te’vil etme talebi ile Kur’ân’ın müteşâbih kısmına uyarlar. Halbuki onun
te’vilini hiçbir kimse bilmez. Sadece Allah müstesnâ. İlimde engin olanlar (râsihûn)
biz ona iman ettik, hepsi de Allah katındadır, derler. Fakat akıl sahiplerinden başkası
bunu hatırına getirmez.”290
İbn-i Haldun sadece ayetle değil, muhkem ve müteşâbihle ilgili sahabe ve
tâbiinden görüşler sunduktan sonra, şu yorumu ortaya koyar: “Ayette geçen muhkem
ayetler, “Kur’ân’ın anası ve esâsıdır”, ifadesi Kur’ân’ın büyük kısmı ve ekseriyeti
onlardır, müteşâbihler daha azdır ve onda muhkeme icrâ olunabilir manasına gelir.
Sonra Allah te’vil ile veya bize hitapla kullanılan Arap dilinden anlaşılmayan
manalara hamletmek suretiyle müteşâbihe uyanları zemmetmiş, onlara haktan sapan
kâfirler, zındıklar ve cahil bidatçılar manasına gelen ehl-i zeyğ adını vermiş, onların
ya fitne çıkarmak -ki burada fitnenin manası şirktir- veya mü’minleri şüpheye
düşürmek maksadıyla veya keyfi bir şekilde te’vil yapmak gayesiyle böyle
davrandıklarını ifade etmiştir. Sonra müteşâbihin te’vilini sadece kendisine tahsis
ettiğini ve bunu ondan başka hiç kimsenin bilmediğini haber vererek müteşâbihin
te’vilini sadece kendisine tahsis ettiğini ve bunu ondan başka hiç kimsenin
bilmediğini haber vererek, mütşâbihin yorumunu Allah’tan başka kimse bilmez”
buyurmuş, sonra müteşâbihe (yorumsuz olarak) sadece iman eden ulemâyı överek,
ilminde engin olanlar müteşâbihe iman ettik derler yorumunu getirmiştir.291
İbn-i Haldun “ve’r-rasihûne”292 ile başlayan ifadeyi selefin yorumu gibi
istinâf cümlesi saymış (bu ibâreyi yukarısı ile ilgili görmemiş) ve bunu atfa tercih
etmiştir. “Çünkü gabya iman, methu senâ yönünden daha beliğ daha manalıdır ki,
şayet “vâv” atf için olursa gabya değil sadece şâhide ve görünene iman bahis
konusudur.” diyen İbn-i Haldun, bu takdirde ilimde râsih olanlar da te’vilini
bileceklerinden sözü edilen te’vil onlar için gayb olmaz ki, bu da “Bunların hepsi
Allahtan’dır.” ifadesi de selefin izah şeklini têyidini vurgular. İbn-i Haldun
müteşâbihâtın te’vilinin beşer için malûm olmadığına şöyle bir açıklama getirmiştir:
290 Âl-î İmran 3/5. 291 el-Mukaddime, III, 979. 292 Âl-î İmran, 3/7.
95
“Araplar lügavî lafızları ve kelimeleri hangi manalar için vaz etmişlerse bu lafızlarda
sadece o mana anlaşılır ki, Allah’ın muradı bundan farklı olabilir.” Onun için bu
ayetlerin bilgisinin ve hakiki manasının Allah’a havale edilmesi gerektiğini savunan
İbn-i Haldun, bu gibi ifadelere bir mana aramak için kendimizi meşgul etmemiz ve
bunları meçhûl olarak algılamamız gerektiğini vurgular. Bu açıklamaların ardından
Hz. Âişe’nin şu rivâyetine yer verir: “Kur’ân ve (müteşâbih ayetlerin te’vili)
konusunda cedelleşen kimseleri gördünüz mü? Onlardan sakınınız. Zirâ Allah’ın
ehl-i zeyğ dediği haktan sapanların muradı onlardır.” demiştir.293
İbn-i Haldun huruf-u mukattâadan muradın ve gayb olarak nitelendirdiği
olayların ilmi, Allah’ın bilgisi dahilinde olduğunu, bunlarla uğraşanların sonunun
hüsran olacağını şu ayetle delillendirmiştir: “Allah'ın saptırdığını yola getirecek
yoktur. O, sapanları taşkınlıkları içinde bocalayıp dururlarken bırakır.”294 Müellif
konuyu ayet söylemi ile şöyle sonlandırmıştır. “O hususlara ait bilgi sadece Allah’ın
neznindedir.”295
Burada İbn-i Haldun’un olayları değil, olayların vaktini müteşâbih olarak
kabul ettiğini de hatırlatalım. Bu konuda Süleyman Uludağ’ın Mukaddime
tercümesinde yaptığı açıklama dikkate değerdir. “Kur’an, bütün ayetleri muhkem
olan bir kitaptır.”296 Yani Allah tarafından nazil olup icâz özelliğine sahip bulunması
bakımından Kur’ân tümüyle muhkemdir. “Allah sözlerin en güzelini müteşâbih bir
kitap halinde indirmiştir.”297 Bu ayetle de Kur’ân tümüyle müteşâbihtir. Bu ayetleri
birlikte değerlendirdiğimizde “bir bakıma muhkem ayetler müteşâbih olduğu gibi
müteşabih ayetler de muhkemdir” diyen Uludağ, muhkemlerin anlaşılmasında
müteşâbihi kullanmayı sakıncalı görürken, müteşâbihleri muhkemle açıklamayı
doğru bulmamıştır. Kalplerinde ihlas ve samimiyet olanların birinci yolu, eğrilik
meyli bulunan fitne çıkarmak isteyenlerin ikinci yolu terih ettiğini belirterek bunu
İbn-i Haldun’un şu tezi ile açıklamıştır: “Bedâvet vasatından hadaret sahasına intikal
eden İslâm düşüncesi, bu konu ile alâkası bulunmayan bir çok meseleleri, mukâttaâ
harfleri, istivâ ve yed gibi Allah’a nisbet edilen fiil ve organlar bedavet şartları 293 el-Mukaddime, III, 979-980. 294 Âraf , 7/186. 295 el-Mukaddime, III, 979. 296 Hûd 11/1. 297 Zümer 39/23.
96
içinde muhkem sayılıp te’vil edimeleri hiç akla gelmezken, hadaret şartlarına
geçildikçe müteşâbih sayılıp te’vil edimeleri istikâmetinde kuvvetli ve önüne
geçilmez bir temâyül ortaya çıkmış, nihayet başlangıçta muhkem sayılan
bahiskonusu ifade ve ibarelerin sonradan müteşâbih sayılmaları neticesinde müncer
olmuştur.”298 Bu sebeple başlangıçta bu çeşit ifadeleri müteşâbih sayıp te’vil edenler
bid’atçı ve sapık olarak suçlanırken sonradan bunu yapmayanlar aynı akıbete maruz
kalmışlardır ki, bu da bedevi ve hadari din anlayışının arasındaki farkı gün yüzüne
çıkarmıştır. İşte İbn-i Haldun sistemine sadık kalmış, şartların değişmesine rağmen
kanaatlerini ısrarla savunmuş ve asırlara damgasını vurmuş bir mütefekkir olarak
karşımıza çıkmıştır. Ancak onun bu konudaki görüşlerinin daha çok savunduğu
düşünce sisteminin tesiriyle oluşan sonuçlar ve getiriler olduğunu müşahede ettik.
D. Rızık Meselesi Ve Kesb
İnsanın tabiatı icâbı doğumundan ölümüne kadar kendisi için nafaka olacak
şeylere ihtiyaç duyduğunu anlatan İbn-i Haldun, Allah’tan başka muhtaç olmayan
bir varlığın olmadığını şu ayetle dile getirir.299 “Ve Allah zengindir, siz ise
fakirsiniz.”300 Bu konuda söylediği her cümlenin arkasına bir ayet koyan İbn-i
Haldun şanı yüce olan Allah’ın alemde varolan her şeyi insan için yarattığını ve
insan için bunun minnet vesilesi olması gerektiğini de şu ayetlerle göstermiştir:
“Allah kendi tarafından bir lütuf olmak üzere semâlarda ve yerde olan her şeyi sizin
emrinize musahhar kıldı.”; “Güneşi ve ayı sizin için musahhar kıldı.”; “Denizi size
musahhar kıldı.”; “Gemiyi size musahhar kıldı.”; “Sığırları ve davarları size
mushhar kıldı.”301
Bu konularla ilgili bir çok ayetin varlığına dikkat çeken İbn-i Haldun,
Allah’ın insanı istihlâf etmesi sebebiyle aleme ve orada bulunan şeylerin üzerine
yaymıştır (ve onlar üzerine hakimiyet kurmuştur.) İnsanı yeryüzüne en şerefli varlık
olarak gönderildiğini ve üstün kılındığını şu ayetle gösterir: “Verdikleriyle denemek
için sizi yeryüzünün halifeleri kılan ve kiminizi kiminize derecelerle üstün yapan
298 Süleyman Uludağ, “Dipnot”, Mukadime, II, 844. 299 el-Mukaddime, II, 832. 300 Muhammed 47/38. 301 Sırasıyla: Câsiye 45/13; İbrahim 14/33; Enbiya 21/29; Casiye 45/12; İbrahim 14/32; Nahl 16/5-8,
Yâsin 36/71,73.
97
O'dur. Doğrusu Rabbinin cezalandırması sür’atlıdır. Şüphesiz O bağışlar, merhamet
eder.”302 Sonra Allah’ın eşya üzerine hakimiyet kurması sonucu, bütün insanların
elleri varolan şeyleri elde etmek için yeryüzüne ve oradaki eşyaya yayılmıştır. Buna
göre Allah’ın eli ve hakimiyeti vasıtasıyla insanlara sunduğu nimeti insanın kendi eli
ve kudretiyle kazanabileceğini belirten bir silsile ortaya koymuştur. 303 Öyleki insan,
Allah’ın kendisine ihsan ettiği malların bedellerini ödeyerek mutat ve zarûri
ihtiyaçlarını temin etmek için çabalar. Bunu şu ayetlerle delillendirir: “Allah’tan
rızık talep ediniz.”; “Varlıklı olan kimse, nafakayı varlığına göre versin; rızkı ancak
kendisine yetecek kadar verilmiş olan kimse, Allah'ın kendisine verdiğinden versin;
Allah kimseye, verdiği rızkı asan bir yük yüklemez. Allah, güçlükten sonra kolaylık
verir.”304 İbn-i Haldun burada meâş, servet ve rızk terimleri arasında ayrım yaparak
onları tanımlamaya çalışmıştır. Eğer kazançlar zaruret ve ihtiyaç kadar olursa meaş
(geçim maişet) bu miktardan fazla olursa “servet; sermaye” fazla olan bu birikimin
menfaatinden insanın çıkarlarına ve ihtiyaçlarına harcamak suretiyle elde ettiği
sermayeye “rızk (nasip, kısmet)” adı verilir.305 İbn-i Haldun konuyu bu
açıklamaların hemen ardından hadisle de irtibatlandırmıştır. Hz. Peygamber
“Malından sana ait olanı sadece yiyip de tükettiğin, giyipte eksilttiğin ve tasadduk
edip de ahirete gönderdiğindir.”306 hadisiyle asıl malın ve kazancın ihtiyaç kadarıyla
kullanılıp kalan kısmının ahiret yurdunu kazanmak için sadaka olarak verilmesini
tercih ettiğini beyan etmiştir.307
İbn-i Haldun rızk ve kesb arsındaki bir nüansa dikkat çekmiştir ki, o da
şudur: “İnsan kazanılmış ve biriktirilmiş maldan, kendisiyle ilgili maslahatların ve
ihtiyaçların hiç birinden faydalanmazsa bu durumda sahibine nazaran bu mala “rızk”
ismi verilmez. İnsanın çabası ve mülkiyetine sahip olduğu (ama fiilen istifade
etmediği) mal kesb (kazanç) adını alır ki, bunun misali mirastır. Ölene nisbetle
mirasa “kesb” ismi verilir ama “rızk” adı verilmez. Çünkü ölen bundan
faydalanmamıştır, ancak varise nazaran onun adı rızktır. İbn-i Haldun kesb (kazanç)
302 En’âm 6/165. 303 el-Mukaddime, II, 832. 304 Ankebut 29/17, Talak 65/7. 305 el-Mukaddime, II, 833. 306 Müslim, Zühd 3, Tirmizi, Zühd 31, Nesâî, Vesâyâ 1. 307 el-Mukaddime, II, 832.
98
sadece bir şeyi edinmek ve elde etmek (iktinâ, tahsil) için gayret ve kasd etmek
suretiyle vücûda geldiğini belirtse de, ele alınması ve usüle göre istenmesi şeklinde
olursa rızka sa’y ve amel şarttır diyerek Ankebut Suresi 17. ayeti yinelemiştir.
Rızkın, sadece gayret sarfetmek değil, Allah’ın ilhâm etmesi ve kudret vermesiyle
olacağını söyleyen müellif, rızkla ilgili her şeyin Allah’tan olduğunu ancak beşerin
bu konuda ameli emeğinin şart olduğunu ortaya koymuştur.308 Bir malın kıymeti ve
kazancın değeri onu meydana getirmek için harcanan emekle doğru orantılı
olduğunu kabul eden İbn-i Haldun, konuyu kemmiyet değil keyfiyet açısından
değerlendirerek gayretin ve alın terinin kazançta bir ölçüt olması gerektiğini dile
getirmiştir.309
Bütün insanlar her şeyi kazanma gibi bir güce sahip değillerdir. Çıkarlar
hususunda insanların birbiriyle yardımlaşmaya ihtiyaç duyduklarını en üst
kademelerin en alt kademelerle bağıntılı bir iş paylaşımından bahsederken bile
müellif bunu Allah’ın hikmeti olarak görür ve bu hikmetle insanların hayatları
geçimleri düzene girer, maslahatları kolaylaşır, bekaları gerçekleşir. Ancak bu görev
dağılımının çoğunlukla cebren olabileceğini ve bunun için de icbar eden bir mevki,
makam ve bir saikin (idareci durumunda bulunan) mutlaka bulunması gerektiğini
savunur ve bunu şu ayetle delillendirir: “Bir kısmını işinde çalıştırsın diye biz
insanların bazılarını bazısına derece itibariyle üstün kıldık. Rabbinizin rahmeti
onların toplandıklarından daha hayırlıdır.”310 İbn-i Haldun toplumsal iş bölümününü
sadece aynı toplum içinde değil, tüm insanlığa yayarak toplumlar arasında iş
bölümünü gerçekleşetiğni savunarak bir dış ticaret teşvikini sunmuştur.
Makam ve mevkiyi insanların müsaade etme, yasak koyma, kahr ve galebe
suretiyle cebren hemcinsi üzerinde tasarrufta bulunmalarını temin eden bir kudret
olarak gören İbn-i Haldun, bundan maksadın şe’ri ve siyasi konularla bu
yardımlaşma zincirinin kopmamasını sağlamanın önemini vurgular.311 İlginç olan
nokta, müellifin iktisadî mali olay ve süreçleri ahlâki ve dîni delil ve değer
hükümlerine bağlamaması birer sosyal süreç ve yansıma şeklinde vurgulamasıdır. O,
308 el-Mukaddime, II, 832. 309 el-Mukaddime, II, 835. 310 Zuhruf 43/32. 311 el-Mukaddime, II, 844-845.
99
iktisadi süreci dar kavramlar içinde incelememiş, iktisadın sosyoloji, siyasi ve
demografi bilimleriyle ilişkisini göstermiştir.312
İktisadla ilgili bu görüşleri ile ön plâna çıkan İbn-i Haldun’u, değişen ve
gelişen toplumların iktisadi hayatını takip ederek diğer soysal yapılar arasındaki
bağıntının önemini asırlar önce anlayan ve günümüze bile hitap edebilen bir
düşünür olarak nitelendirebiliriz.
E. İnsan Düşüncesi ve İnsanın Yaratılışı
İnsanın yaratılışı ona şekil suret ve fıtrat verilmesini sırayla anlatan İbn-i
Haldun bu knuda şu ayetlere işaret etmiştir.313 “Sonra o damlacığı bir embriyo
halinde yarattık, sonra o embriyoyu bir et parçası halinde yarattık, sonra o et
parçasını bir kemik halinde yarattık ve nihayet o kemiğe de bir et giydirdik. Sonra
onu bir başka yaratılışta yeniden kurduk. Yaratıcıların en güzeli Allah'ın kudret ve
sanatı ne yücedir!”314 ; “Rabbin bal arısına: "Dağlarda, ağaçlarda ve hazırlanmış
kovanlarda yuva edin; sonra her çesit üründen ye; sonra da Rabbinin işlemen için
gösterdiği yollardan yürü" diye öğretti. Karınlarından insanlara şifa olan çesitli
renklerde bal çıkar. Düşünen bir millet için bunda ibret vardır.”315 İnsan yaratılışı
itibariyle bir takım şeyleri fıtreten bilir. Bunun dışında kalanları ise kendisine verilen
akıl nimeti ile keşfetme ve öğrenme yeteneğine sahiptir.
Allah insanı diğer hayvanlardan ve canlılardan düşünebilme hususiyeti ile
ayırt etmiş ve bunu onun kemalinin başlangıç noktası diğer varlıklara olan üstünlük
ve şerefinin son sınırı kılmıştır. İbn-i Haldun bu fikir sayesinde insanın ictimâi bir
hayat kurduğunu, yardımlaşma, geçimini temin etme, peygamberlerin Allah’tan
getirdikleri şeyleri kabullenip bunlarla amel etmenin dünya ve ahiret iyiliğini
kazanma yollarını bulacağını ve mahlukâtı her şeyi kendi emrine âmade
edebileceğini savunur. İnsanın beş duyu ile bilinmeyen şeyleri bileceğini ve
hissinin ötesinde bir fikire ulaşacağını, tahlil ve tertip (analiz ve sentez) yolu ile
tasarrufta bulunacağını belirten İbn-i Haldun, Kur’ân’da geçen “ef’ide” (kalpler)
312 Nihat Falay, “İktisatçı Olarak İbn-i Haldun”, Bilim ve Ütopya, 52. 313 el-Mukaddime, II, 872-873. 314 Mü’minûn 23/14. 315 Nahl 16/68.
100
kelimesinin manasına değinir.316 “Allah size kulak, göz ve kalp vermiştir.”317
“ef’ide” (kalpler) kelimesinin çokluk şekli olup burada fikir manasına geldiğini
söyleyen İbn-i Haldun bu fikri muhtelif derecelere ayırır. Birinci derecede, insanın
kendi tasrrufunda, kudretiyle meydana getirdiği faydalara, geçimini sağlamasına,
yoldan çıkmasına ve zararlardan korunmasına esas teşkil eden “akl-ı temyiz” dir.
İkincisi ise, insanın hemcinsiyle münasebetleri ve onlarla geçinmesi ile ilgili olan
görüşleri âdâb-ı muâşaret kurallarını kazandıran peyder pey vücuda gelen “tecrübî
akıl” (pratik zekâ) adını alır. Üçüncüsü de, hissi idrakin ötesinde olup pratikte
alâkası bulunmayan bir maksad hakkında ilim veya zan husule getiren fikirdir ki,
bu da “nazarî akıl”dır. İnsan bununla tasdik veya tasavvur itibariyle kendi
cinsinden olan diğer bir bilgiyi vücuda getirir. Böylelikle fikir kendi hakikati
hususunda kemâle erer ve “akl-ı mahz, nefs-i müdrike” haline gelir ki, insanın
hakikatinin manası da bundan ibarettir.318
İbn-i Haldun’un da üzerinde ısrarla durduğu fikrin temelinde halifelik sıfatı
ile insanoğluna bütün varlıklar musahhar olmuşlar ve insanın fiilleri tümüyle
hâdiseler alemine ve bu bu alemde varolan şeyere hakim olmuş, böylelikle
varlıkları tesiri altına alarak itaatini sağlamıştır diyerek şu ayetle buna açıklık
getirmiştir: “Muhakkak ki ben yeryüzünde bir halife yaratacağım”319 Bir kisenin
fikrinde sebep-netice hangi ölçüde husûe gelirse kişinin insan olma sıfatının o
anlamda yüceleceğini savunan İbn-i Haldun insan tasavvurunun gücüne ve
üstünlüğüne şu ayetle dikkat çeker: “Ve Allah insanı yaratarak diğer yaratıkların
çoğuna onu tam olarak üstün kıldı.” ,“Allah size kulak, göz ve kalp vermiştir. Fakat
siz çok az şükrediyorsunuz.”320
İnsandaki nazâri aklın yani, insandaki hayvâniyet (fiziki ve biyolojik gelişme)
kemâle ulaşmanın husûle gelmesinin temyiz çağıyla başlayacağını ifade eden İbn-i
Haldun, temyizden (iyiyi-kötüden ayırd etme çağına gelmeden) evvel insanın
herhangi bilgi ve ilme sahip olmadığını bu sebeple hayvanlarda sayıldığını,
yaratılışı itibariyle, menşei olan nutfe, kan pıhtısı ve et parçası hükmünde
316 el-Mukaddime, II, 917. 317 Mülk 67/23. 318 el-Mukaddime, III, 917. 319 Bakara 2/30. 320 Mü’minûn 23/78, İsrâ 17/72.
101
bulunduğu açıklamasını yapar. Bundan sonra husule gelen her şeyin Allah’ın
kendisine verdiği hissi idrak vasıtaları ve fikirden ibaret olan kalp yoluyla vücuda
gelir ki, Allah’ın yaptığı iyilikleri bize bu şekilde dile getirdiğini söyler. “O size
görme duyusu işitme duyusu ve kalpler vermiştir.”321 İbn-i Haldun temyiz
çağından önce insanın bir hayyûlâdan ibaret olduğunu hiçbir bilgiye sahip değilken
his ve fikir gibi kendisinde mevcut olan bilgi edinme vasıtaları ile kazandığı ilimle
kemâle ereceğini böylece onun insani zatı, varlığı itibariyle kemale ulaşacağını
savunur.322 Vahyin başlangıcına götürerek Allah’ın peygamberine olan hitabına
dikkat çeker. “Yaratan Rabbin adıyla oku!” O insanı kan pıhtısından yaratmıştır.
Kalemle öğreten ve insana bilmediğini belleten çok kerim Rabbin ismiyle oku!”323
İbn-i Haldun bu ayete şu yorumu getirmiştir: “Yani Allah daha evvel kan
pıhtısından ve et parçasından ibaret olan insana mevcut olmayan bir ilim
kazandırmıştır.”324 İbn-i Haldun ilk inen ayetlerin insanın tabiatı ve zatı onun zatı
itibariyle bilgisiz ve (ilim) kazanma itibariyle bilgili olduğunu bize gösterdiğini
insanın varoluş safhasının ilkini, yani insniyeti (insanlık alemi) ve bunun bir fıtri
öbürü kesbî olan iki halini (tabiatı itibariyle cahil, kazandığı bilgiler itibariyle bilgi
sahibi olma vaziyetini, Allah’ın lütuflarını minnet yoluyla bahis konusu ettiğini şu
ayetle dile getirir: “ Ve Allah ilim ve hikmet sahibidir.”325
F. Emanet
İbn-i Haldun tasavvufi konuları açıklarken de ayetlerden faydalanmıştır.
İnsanın iki ayrı varlık olan zahiri varlık yani cesed ile beden bineğine bindirilen ve
vücuda emanet edilen Rabbani latifeden, ruhtan oluştuğunu söyleyen İbn-i Haldun
latifenin bedene hükmettiğni vurgular. Latifenin içerisinde ruh, kalp, akıl ve nefs
olarak tabir ettiğmiz her şeyi koyan müellif bunların Kur’ânî ifadesi olarak emanet
ibaresinin kullanıldığını söyler ve şu ayetle birlikte görüşünü açıklar: “Biz emaneti
yere göklere ve dağlara arzettik. Bunlar onu yüklenmekten korktular ve çekindiler.
İnsan ise yüklendi. Şüphesiz ki, o çok cahil ve pek zalimdir.”326 Yani insan şekâvet
321 Mülk 67/23. 322 el-Mukaddime, III, 924. 323 Alâk 96/1-5. 324 el-Mukaddime III, 924. 325 Nisa 4/17 326 Ahzap 33/72
102
ve saadet cihetinden büyük önem taşıyan emaneti yüklenmeye teşebbüs ettiği için
zalimdir. “Yüklenme” sözünün ve insana izâfesinin bir arada bulunmaya (muvâade)
istinad eden mecâzi bir deyimdir. Çünkü bu biçâre varlık emaneti kendi iradesi ile ne
yüklenmiş ne de sırtından indirmiştir. Bu emanet sadece ona yüklenmiştir. O bu
emaneti yüklenmeye mâruz ve mecbur bırakılmıştır. Çünkü bahtiyar ve bedbahdt
olması ezelde Lehv-i Mahfuzda takdir edilmiştir.327
İşte bu yüzden Rabbani latifenin fıtrata yüklendiğini zatının ruhâni aleme aitliğini
savunan İbn-i Haldun şu hadisle de bu tezine açıklık getirmiştir. “ Her çocuk fıtrat
üzere doğar. Sonra ebeyni onu Yahudi Musevî ya da Nasrâni yapar.”328 Ancak bu
Rabbani latife zatı itibariyle ve tabiatı icabı olan kemali tahsil etmesi için dünyaya
çıkarıldığını belirten İbn-i Haldun bun un içinde latifenin ve mevcûdâtın hakikati,
hakkında ilim ve marifet sahibi olunmasını, alemi tasavvur kendisini halk edenin
sıfatlarını ve eserlerini tanıması gerektiğini vurgulamıştır ki, Kur’ân’da mükelleflere
lütuf olarak değerlendirdiği şu ayeti zikretmiştir:329 “O yerde ve gökde olan her şeyi
hizmetinize vermiştir.”, “Semayı sizin için yaratmıştır.” “Yeri sizin için
varetmiştir.”,“Yıldızları sizin için vücuda getirmiştir.”330 Bunun gibi birçok ayetlerle
bedenin kâinattaki tasarrufları, ruha ait amellerin tesirlerinin ruha dönmesi, böylece
kemâle ulaşmadaki kazanımları ile ruha tecellî etmesi ve kemale ermesinin yolunu
insana gösterir.
Beden ve ruhun gıdaları arasındaki gelişim süresinde benzerlik kuran İbn-i
Haldun bedenin gıdaya olan ihtiyacı nisbetinde Rabbâni latîfenin amel ve ilme
muhtaç olduğunu vurgular ve şu açıklamaları yapar. Ruh kişinin tahsil ettiği ilim ve
amel tesiri ile olgunlaşır. İyi ve güzel ahlâk, ruhun kemâle ermesinde bir vesiledir,
kötü ve çirkin ahlâk ise ruhun kemâle ermesinde bir engeldir. Elde edilen tesirle
hayırlı ve pak olursa ruhun kemal hakkındaki bilgisi ve hayrı işleme arzusu ve meyli
artar. Bu nev’i filler ondan kolaylıkla zuhur eder. Bu fiiller tekrar tekrar yapılınca
neticeleri kat kat artar ve kemali temin eden iyi vasıflar kökleşir ve bedene hakim
olur. Böylelikle dünyevi saadet de sağlanmış olur. Elde edilen fiillerin tesiri şer ve
çirkin ise ruhun hakikati öğrenmesine engeldir, bedendeki kötü fillerin zuhurunu
327 Şifâü-Sâil, 19. 328 Buhâri, Cenâîz 91. 329 Şifâü-Sâil, 20. 330 Lokman 31/20, Bakara 2/22, Mülk 67/15, En’am 6/97.
103
kolaylaştırır. Şer ve kötülük tekrarlandıkça ruh en büyük bedbahtlığa ulaşır. Bu
açıklamalardan sonra aslında insana verilen akıl ve kalbin kemâle ermedeki seçimde
en büyük rolü oynadığını vurgular ve şu ayetle bunda kişinin sorumluluğuna dikkat
çeker:331 “O kimse ihsanda bulundu, takvâ üzere hareket etti, en güzel olanı tasdik
etti. Biz ona en kolay şeyi kolaylaştırırız. Cimrilik eden, ihtiyacı yokmuş gibi
davranan ve en güzel olan şeyi tekzip eden kimseye gelince biz ona en zor olan şeyi
zorlaştırırız.”, Her mükellef kendi kazancından sorumludur.”, Kazandığı iyi ameller
mükellefin lehine, kötüleri aleyhinedir.”332 Rasülullah (s.a.v) kudsî bir hadiste şöyle
buyurmuştur: “Kullarım! Bu amellerinizi tesbit etmekteyiz. İleride size iade
edeceğiz.”333 Kim Rabbâni latifeye iman nuru ile imdât eder kötü işler yapmaktan
kendini kurtarırsa ve Rabbine dönerse, dünya ve dünyaya ait engelleyici bağlardan
halâs olarak yaratılışın gâyesi dünyaya gelişinin hikmeti olan kemâli tamamen elde
etmiş oduğunu şu ayetle vurgulamıştır: “Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet
etsinler diye yarattım.”334 Bu ayette geçen “ibadet etsinler” ifadesini İbn-i Abbas’ın
yorumu ile “tanısınlar” olarak kabul eden İbn-i Haldun nihayetinde varılacak olan
yerin neresi olduğunu şu ayetle anlatmıştır:335 “Dönüşünüz banadır. O zaman size
işlediklerinizi haber vereceğim.”336
V. İBN-İ HALDUN’ÜN YORUMCULUĞUNUN ÖRNEĞİ: İHLAS
SURESİ TEFSİRİ
İbn-i Haldun’un eserlerinde ayet ve hadislerle ilgili yorumlarda bulunması ve
hemen hemen her konuda Kur’ân ve sünnet kaynaklarına başvurması onu bir
müfessir olarak telakki ettiğimiz anlamına gelmez. Ancak dünya görüşünü cesaretle
dillendirdiği gibi dini inançlarını da her platformda eserlerinde yansıtmıştır. Bu
bölümde şimdiye kadar zaman zaman ayet yorumculuğuna yer verdiğimiz İbn-i
331 Şifâü-Sâil, 20-21. 332 Leyl 92/5-10, Secde 32/64, Müddesir 74/38. 333 Aynı lafızlarda hadisin kaynağını tesbit edemedik. 334 Zariyât 51/56 335 Şifâü-Sâil, 21. 336 Yunus 10/23.
104
Haldun’un yorumculuk gücününe tek bir sure üzerindenden (ihlas suresi) şahit
olacağız.
İhlas suresi, Kur’ân’ın ikame etmek istediği tevhidi özlü bir şekilde dile
getirir. İbn-i Haldun da onun bu konuma ve dolayısıyla tefsirine geçmeden önce
tevhide dair bazı açıklamalar yapar. “İmani akidelerin sırrı ve esası tevhiddir”337
diyen İbn-i Haldun, tevhidi keşfedecek aklî burhana dair deliller sunmuştur. Oluşlar
âlemindeki hadiselerin mutlaka bir müsebbibinin olduğunu ve sebepler silsilesinin
sürekli yükselmesi ve nihayet sebeplerin yaratıcısı ve mûcidine çıkılacağını ifâde
eden müellif, “Kendisinden başka Tanrı bulunmayan sebeplerin müsebbibi, mucidi
ve hâlıkı her türlü kusurdan münezzehtir.” diyerek tevhîdi burhanın temelini
göstermiştir.338
Bundan sonra sözü ruhta ve zihinde vâki olan tasavvurlara getiren İbn-i
Haldun bunların sebeplerinin meçhul olduğunu, zira Allah’ın fikre ve zihne ilkâ
ettiği bir takım yetenekler vasıtasıyla bile insanın bu tasavvurların başlangıç ve
sonunu bilmekten aciz olacağını savunur. İnsanın idrâkini ve tasavvurunu aşan
herşeyi, Allah’ın ilmen ihâta etmesi aslında mahluku aciz bırakır. Zaten Allah’ın
insanı bu tür düşüncelerden men etmiştir ki bunun, hikmet olarak teemmül edilmesi
gerekir. İdrâkin aştığı yerde ısrarcı olmayı şaşkınlık ve faydasız bir çaba olarak
gören İbn-i Haldun, "Allah de, sonra da onları daldıkları sapıklıkta bırak,
oynasınlar.”339 ayetiyle, bu konularla ilgilenen ilim olan Kelâm’la uğraşanları
genellikle eleştirmiştir.
Kelâm ilmine bir hayli karşıt tavır sergileyen İbn-i Haldun, ağır sayılabilecek
ifadeler kullanmaktan da hiçbir zaman çekinmemiştir. “Sebepler üzerinde duran nice
kişiler vardır ki, orada kalakalmışlar ve daha yukarıya yükselemedikleri için ayakları
kaymış ve delâlette kalıp helâk olmuşlardır. Apaçık hüsran ve mahrumiyetten Allah
korusun” 340 diyerek öyle anlaşılıyor ki o, böyle kimselerin sebeplere dalmalarını
nefs için hasıl olan bir renk ve onda yerleşip kalan bir boya olarak değerlendirmiştir.
İdrakin sadece zâhiren görebildiğini, sebeplerin tesirinin mâhiyet ve keyfiyet
337 el-Mukaddime, III, 966. 338 el-Mukaddime, III, 966. 339 En’âm 6/91 340 el-Mukaddime, III, 966.
105
açısından meçhul olduğunu savunan İbn-i Haldun, “Size pek az ilim verilmiştir”341
ayetiyle, ilmiyle her şeyi ihâta eden yaratıcının kudreti ile insana verilen sınırlı idrak
gücü arsındaki uçurumu gösterir. Bundan dolayı insan sebeplere karşı gözü
kapatmakla, onları tamamen hükümsüz tutmakla ve tüm sebeplerin fâiline, mucidine
yönelmekle emrolunmuştur. Bunun gayesi de “tevhid boyasının, vahdâniyet
sıfatının” Şâri’nin bellettiği biçimde neftse kökleşmesidir. Çünkü “Şâri, hissin
ötesine ve duygularla bilinen alemin üstündeki gayb alemine de vâkıf olduğundan
dinimizle ilgili maslahatları ve saadetimizin yollarını en iyi o bilmektedir.”342 İbn-i
Haldun tevhid akidesini Hz. Peygamber’in şu hadisi ile açıklamaya çalışmıştır:
“Allah’tan başka tanrı olmadığına şehâdet ettiği halde ölen bir kimse cennete
girmiştir.”343 Aslında o, tevhid konusu dışındaki sebepleri araştırıp, mânen yüksek
mertebelere ulaşmayı gerekli görürken, sebeplerin sebeplerine takılmayı küfür olarak
addeder. “Ancak bir kimse nazar ummanında sebepleri, sebeplerin sebeplerini ve
bunların tesirlerini araştırma deryasında yüzerse” ifadesiyle, yalnızca oluşumların
sebeplerini değil, sebeplerin sebeplerine inmeye çalışanların, araştırma deryasından
eli boş döneceklerini, çünkü Allah’ın insanı bundan nehyettiğini ve kullarına (sebep
ve illete malûl olmayan) mutlaka tevhidi emrettiğini söyler ve İhlas Suresinin tevhidî
bir delil olduğunu kabul eder.344
“De ki; O Allah’tır, tektir, hiç bir şeye muhtaç değildir, doğurmuş ve doğmuş
değildir. Hiç bir şey O’nun değildir.” İbn-i Haldun bu surede sebeplerden geçmeyi
Allah’a ermeyi, eğer sebeplerde kalınırsa, O’na ulaşılamayacağının konu edildiğini
anlatır. Çünkü fikrin, “Ben kâinâtı, oluşumları ve sebeplerini ihâta etmeye ve bütünü
ile varlığın tafsilatına vâkıf olmaya muktedirim iddiasına sakın güvenme” diyen İbn-
i Haldun, fikrin bayağılığını, sefihliğini, varlığın sadece kendisine verilen beş duyu
ile idrak sahasına gelen şeylerden ibâret olduğunu ve sınırlı bir idrakle ötelere
geçemediğini vurgular. Asıl gerçeğin varlık aleminin ötesinde olduğunu, aklın her
şeyi idrak edemeyeceğini savunarak bunu şu temsillerle açıklamıştır: “Sağıra dikkat
ediniz. Onlara göre varlığın dört duyu organına haber verdiği şeylere makûl ve aklî
341 İsrâ 17/87 342 el-Mukaddime, III, 967. 343 Buhâri, İman, 36, Müslim, İman, 26, İbn-i Mâce, Mukaddime, 9. 344 el-Mukaddime, III, 967.
106
hususlara inhisâr ettiği, ona göre işitilen cinsten olan şeyler varlıktan düşer, onlara
dahil olmaz. Kör için de durum aynıdır ki, görülür çeşidinde olan her şey varlık
sınıfından düşer. Peki sağırlar seslerin, âmâlar renklerin varlığını kabul etmemeleri
abes bir durum ise, Hâlık olanın mahluk olana sınırlı bir algılama gücü vermesi
sonucu mahluğun onu ihata edememesi yüzünden varlık alemindeki yokluğunun
kabul edilmesi de böyledir. Lâkin kör ve sağırlar renklerin ve seslerin varlığını
fıtratlarının îcâbına ve idraklerinin tabiatına istinâden değil sadece umûma tâbi
olmaz, bu çeşit varlıkların mevcûdîyetini kabul etmektedirler.345 Başka bir çarpıcı
örnek de şöyledir: “Dilsiz hayvana sorulsa, (konuşabildiği varsayılarak) o da
konuşabilse, mâkûlâtı, yani düşünülebilir varlıklar nevini inkâr ettiği görülecektir.
Çünkü bu çeşit şeyler ona göre varlıklar sınıfından külliyen sakıttır.”346 Bu
misallerle tevhidî bir isbatı amaçlayan İbn-i Haldun, akli bir teori yöntemiyle herkes
tarafından kabul edilebilir bir şekilde tezini sonuçlandırmıştır.
Şimdiye kadar İbn-i Haldun’un konuları sadece aklî yöntemlerle işlediğini
söyledik. Fakat bu konu ile birlikte zaman zaman teslimiyetçi bir tavır sergileyerek
sorgulama yapmadığını müşâhede ettik. Ancak bu teslimiyetçi tavrını belki bir
sebebe bağlamak elbette yanlış olmayacaktır. Kelam ve akîde ilmi, insan idrâkini
aşan konuları içerdiği için bu tavrını tevhid ve gayb alemi ile ilgili konulardaki
hassasiyetininin bir göstergesi olarak nitelendirebiliriz. Bu anlamda bizim idrâkimiz
muhdes ve mahluk Allah’ın yaratmasının insanların yaratması daha büyüktür. İbn-i
Haldun O’nun yaratmasının, insanların idrâkine sığmayacak kadar muazzam
olduğunu, “Allah onları ötelerinden kuşatmıştır”347 ayeti ile delillendirmiştir. Bu
ayetle birlikte insanın idrâkine idrak ettiği mahdut şeylere de (tesbit ve zapt) kesin
nazarla değil, şüpheli ve ihtiyatlı bir nazarla bakılması gerektiğini; zirâ, idrak da
idrak konusu olan şey de hatalı olabileceğini öne sürer. Müellif özellikle burada tam
teslimiyetçi bir tavır segileyerek, “Şârî neye inanmanı ve ne yapmanı emretmiş ise
ona tâbi ol. Çünkü saadetini en çok O arzu etmekte ve sana faydası olanı en iyi O
bilmektedir.” demiştir.348
345 el-Mukaddime, III, 967, 968. 346 el-Mukaddime, III, 967, 968. 347 Burûc 85/20. 348 el-Mukdimde, III, 968.
107
İlâhî emirlerin idrâkin üstünde olan bir aşkınlıkla, insanın akıl ve düşünme
dairesinden daha geniş bir dâire olduğunu ifade eden İbn-i Haldun, tevhid ve ahiret
ile ilgili hususları, nübüvvetin mahiyetini, ilâhi sıfatların hakikatlerini ve düşünme
tavırının ötesinde kalan hiçbir şeyi akıl terazisi ile ölçmenin boş olduğunu vurgular.
Bu gibi konuları akıl terazisi ile ölçmeye çalışmayı, altın tartmada kullanılan bir
sarraf terazisi gören ve onunla dağı tartmaya tamah eden kişiye benzeten müellif,
“bu terazi o sıkleti çekmez” diyerek çarpıcı bir örnekle daha konuya açıklık
getirmiştir. Defaatle üzerinde durduğu aklın idrak edemeyeceği konular hususunda
her şeyin Allah’a ait ve O’nun kudretine râci olduğunu, O’nun hakkında elde edilen
bilgilerin, eksik bir akıldan sudûr ettiğini anlatan İbn-i Haldun, “idrakten âciz
kalmak, idrâkin tâ kendisidir.” sözü ile aklın acziyetini beyan etmiştir.349
Tevhid mûteber olanın sadece “hükmen tasdik” olmadığını söyleyen İbn-i
Haldun, “tevhidde kemâlin” şu şekilde olacağını savunur: “Tevhidde kemâl bir
sıfatın husûle gelmesidir ki, nefs bu sıfatla bir keyfiyet kazanır. Amel ve
ibâdetlerden maksat da, itaat etme ve boyun eğme melekesinin husûle gelmesi,
mâbudun hâricinde kalan meşgul edici şeylerin kalpten boşaltılması sonucu
Rabbaniliğe inkılâp etme derecesine ulaşmasıdır.”350 Kâl insanından ziyâde, hâl
insanı olmayı Allah’a yaklaşmada en önemli unsur olarak gören İbn-i Haldun, tevhid
konusunda verdiği misallerle İhlâs suresine yeni bir boyut ve açılım kazandırmıştır.
İhlas suresinde amellerden ve özel olarak ibadetlerden bahsedilmez ama İbn-i
Haldun konuyu bu açıdan da ele alır ve tevhidin amele yansımasını açıklamaya
çalışır. Bu amaçla o, tevhidî bir kemalden sonra husûle gelecek olan ve yapılması
talep edilen ibâdetlerde kemâle ulaşmanın gerekliliğinden bahseder ki, bunun için
ittisafın şart olduğunu söyler ve şöyle bir misal getirir: “Halkın çoğu bilir ki, yetime
ve bîçareye merhamet etmek yüce Allah’a yaklaşma vesilesidir ve bu husûsa dinen
teşvik edilmiştir. Bir kişi bunu bilir, şer’i kaynağını ve delilini zikreder ancak acz ve
zaaf içinde kalmış bîçare gördüğünde hemen ondan sıvışır, semahat, merhamet ve
insanlık göstermekten kaçınır. Burada örnek alınan şahısta öksüze merhamet
etmenin sadece “ilim” derecesinin hâsıl olmuş ancak “hâl” ve “ittisaf” derecesi hâsıl
349 el-Mukaddime, III, 968. 350 el-Mukaddime, III, 969.
108
olmamıştır.”351 Ayrıca ilmini ittisafla süsleyip derecesini yükselten kişinin gördüğü
bir yetime, öksüze merhamet edip ona şefkatte sınır tanımayacağını belirten müellif,
mukâbilinde sevap umarak, kendini Rabbine yakın hissedeceğini de vurgular. İbn-i
Haldun bu misâli tevhidi anlayışın bir örneği olarak kabul eder ve “Senin tevhidde
muttasıf olma hali karşısında tevhid hakkındaki bilgin aynen böyledir” diyerek aklın
düşünüp dilin ifade ettiği yaşanmaktan uzak kâl ilmi ile, hâl ilmi olan, yakîn (marifet
ve yaşanarak öğrenilen) bilgi arsındaki farkı ortaya koymuştur.352
İttisafın ortaya çıkmasındaki en büyük âmilin ise ibâdetlere yönelme ve
devam etme olarak belirten İbn-i Haldun, bunların başında dinin direği olarak kabul
edilen namaza dikkat çeker ve Peygamber (s.a.v)’in şu hadisini zikreder: “Göz
aydınlığım namazdır.”353 Burada Hz. Peygamberin namazı böyle bir sıfatla
değerlendirmesinin, hazzın ve göz aydınlığının nihâi derecesini onda bulmakta
olduğunun dile getiren müellif, halkın namazı ile Hz. Peygamberin namazı
arasındaki uçuruma dikkati çekmiştir.354 Bunun için şu ayeti zikretmiştir: “Namaz
kılanların vay haline ki, onlar namazlarını gaflet içinde kılarlar.”355
İbn-i Haldun eserlerinin bir çok yerinde yaptığı gibi tevhîdî imandaki amelin
ehemmiyetini şu dua ile bitirerek ortaya koyar: “Allah’ım bizi (imânda iknâ, ibâdette
ihlasa) muvaffak kıl.” diyerek Fatiha Suresi 5. ayetle son noktayı koyar: “Ey
Rabbim! Bizi sırat-ı müstekîme (dosdoğru yol) ilet gazaba uğramış ve delâlette
kalmış olanların değil, nimete mahzar kıldıklarının yoluna.”
Bu değerlendirmeleri üzerine şu tespitleri yapmamız mümkündür: İbn-i
Haldun tevhid ve imâni âkidenin, neftse köklü bir melekeye sahip olması
bakımından imanın mertebelerinin bulunduğunu söyler. Dil ile yapılan ikrârın en
asgari yani en zayıf bir iman olduğunu belirtir. İmanın kalp ile tasdikle
gerçekleşeceğini vurgular ve elde edilecek en yüksek mertebeyi şöyle açıklar:
“Amelden hâsıl olan ve kalbi istilâ eden (güçlü, köklü, ve sürekli) bir keyfiyet olup
organları kendine tâbi kılan bütün tasarruflar ve faaliyetler itaatkâr bir biçimde onun
351 el-Mukaddime, III, 969. 352 el-Mukaddime, III, 969. 353 Nesâi, İşratü’n-Nisâ, 1. 354 el-Mukaddime, III, 970. 355 Mâun 107/5
109
emrine girerse imandaki en yüksek mertebeyi elde edilir.356 Çünkü kalpte kökleşen
meleke, kişiyi kâmil bir iman olgunluğuna eriştirir ki, bu mü’minin yolda n
sapmasına imkân vermez ve insan bir lâhza bile imana uymayan bir davranışta
bulunmaz.357
İbn-i Haldun kişinin iman-amel konusunda mükellefin kendisi ile baş başa
bırakıldığını söyler ve bu tekliflere tatbik edilen İslâm, iman ve ihsan olmak üzere
üç mertebeden bahseder: “İslâm makamı, zâhir itibariyle amelî, bu amelle teklifin
sakıt olması veya olmaması makamıdır. İman makamında ise bazen araya ihmal
girmekle beraber ibadetlerin edasında dış içe uygundur. Bu derecede kurtuluş ümidi
vardır. İhsan makamı ise hiçbir veçhile araya gaflet halinin girmemesi şartı ile bütün
amellerde murâkabe hali üzere olmak ve içini dışına uygun kılmak makamıdır.”358
Kurtuluş isteyenler için üçüncü mertebeye işaret eden müellif, iman-amel
konusunda bir bütünlüğün önemini vurgular.
Görüldüğü gibi tevhidi, akâidi ve kelamı tasavvufu bir boyuta çekmeyi
başaran İbn-i Haldun insan idrakini aşan gayb konularında teslimiyetçi tavırlar
gösterek, her şeyin ilimle açıklanayacağını gerçek ilim sahibinin alemi yaratanın
olduğunu vurgulamıştır. Bu sureye getirdiği yorumlardan İbn-i Haldun’un
yadsınamayacak bir müfessirlik yönünün de varlığına şahit oluyoruz.
VI. TABİÎ (SOSYAL) TEFSİR ÖRNEKLERİ
İbn-i Haldun’u bir müfessir olarak niteleyemeyeceğimiz gibi onun belli bir
tefsir metodunun olduğundan da bahsetmemiz mümkün değildir. Ancak eserlerinde
rastladığımız ve günümüzde Sosyal(İctimâi)Tefsir olarak da bilinen bir yöntemle
toplumsal olaylara Kur’ân ayetleri çerçevesinde ışık tutmuştur. Yeri gelmişken
öncelikle Sosyal Tefsir kavramından kısaca bahsetmeyi uygun gördük.
İctimâi edebi olarak da adlandırılan zamanımızdaki tefsirlerin ekserisi
sosyal tefsire temâyül etmişlerdir. Bu nev’i ile tefsir, kuruluk ve durgunluktan
kurtarılmaya çalışılmış ve Kur’ân’ın hidayetinden, insanlar faydalanmaya
sevkedilmişlerdir. Tefsirdeki bu yeni hareket tarzında nâslara ittibâ ve Kur’ân’daki
356 el-Mukaddime, III, 970. 357 el-Mukaddime, III, 970. 358 Şifâüs-Sâil, 14.
110
ince noktaların açıklanmasını müşahade etmekteyiz. Bu nev’i tefsirde Kur’ân’ın asıl
hedefi olan manalar, en yüksek uslûbü ile ele alınır, sonra da nasların ictimâiyât ve
tekâmül kanunlarıyla olan münâsebetleri ile incelenir. Mezhep kargaşasından uzak,
israilî rivâyetlere olan tenkitçi yaklaşımı, zayıf haberler hususundaki titizlikleri ile
bilinen bu ekolün savunucuları Kur’ân’ın sadeca dünya ve ahiret hayırlarını
bünyesinde toplayan toplumsal, bir o kadar da bireysel bir ilahi kitap olduğunu
vurgulayarak, Kur’ân’ın rehberliği üzerinde durmuşlardır.359 Sosyal tefsir olarak
nitelenen bu özelliklerin neredeyse tamamını İbn-i Haldun’un eserlerinde
görmekteyiz. İşte VIII. yy. da teorikde bir metod olarak bilinmese de pratikte bir
sosyal tefsir örneğini sergileyen müellifi bir de bu yönünü inceleyelim.
İnsan, kendisine has bir takım özelliklerle diğer canlılardan ayrılarak seçkin
bir duruma gelmiştir. Bu özelliklerden biri ilimler ve sanatlardır ki insanı diğer
canlılardan ayırarak seçkin hale getiren ve yaratıklara karşı onun en şerefli vasfını
teşkil eden fikrin ve aklın neticesidir.360 Bunlardan bir diğeri de nüfuzlu bir hakem
ve kuvvetli bir otoriteye yani başkana olan ihtiyaçtır. Bütün canlılar arasında
başkansız veya yöneticisiz varlığının devamı mümkün olmayan yalnızca insandır.
Çünkü hayvanların yaptığı akıl ve fikirle değil içgüdü sayesindedir.
Bir diğeri özellik ise geçim yollarında ve kazanç vasıtalarında çabalayarak
maîşet temin etmek için didinmektir. Çünkü Allah, yaşaması ve varlığının bekası için
insanı gıdaya muhtaç bir özellikle yaratmış gıdasını araması ve bulması hususunu
ona belletmiştir. AllahTeâlâ “O her şeyi hak (yaratılış)ını ve karakteristiğini verdi ve
sonra ona (arayıp bulmayı) belletti”361 buyurmuştur ki, bu aramanın sonucunda elde
edilen şeylerden birisi de Ümrandır.362
Ümran kolektiftivizm düşüncesinin yani kendi kendine yetememenin bir
ürünüdür. Ki insanlar tabîi olarak birbirine muhtaç bir yapıya sahiptir. İnsan için
cemiyet düzeni şarttır diyen İbn-i Haldun bunu şöyle izah etmiştir. “Allah insanı
yaratmış, gıdasız yaşamayı ve hayatını devam ettirmesi mümkün olmayacak surette
ve biçime koymuş, fıtratı ile gıdasını aramayı kendine tevdî edilen kudret ile bunu
359 İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 311. 360 el-Mukaddime, I, 336. 361 Tâha 20/50 362 el-Mukaddime, I, 336.
111
elde etmeyi belletmiştir.”363 Böylelikle tabîi bir kanun olan sosyal hayat, Allah’ın
insanlar arasında halife kılma yolundaki iradesini tam olarak gerçekleştirmesi
demektir.
İbn-i Haldun milletlerin ırk ve sosyal hayatla olan münasebetlerini belirtirken
bazı önemli noktalara değinmiştir. Buna göre nesep, milletten millete, kavimden
kavime, cemiyetten cemiyete, cemaatten cemaate göre değişen fiziki ve içtimai hal
ve hususiyetler sadece ırk ve soydan gelmez. Bunlar sosyal ve tabii bir çok sebeplere
bağlıdır.364 Irk ve soyun bu sebeplerden sadece birisini oluşturur milli unsurlar,
kavmî vasıflar ve içtimaî oluşumlar, faziletler ırsi/genetik olmadığı gibi, milletlerin
ve cemiyetlerin vasıfları ve özelliklerinin değişmesi sözkonusu olabilir. Bu değişim
zaman zaman iyiye bazen de kötüye doğru olur. İklim ve hava gibi fiziki ve sosyal
şartların sürekli bir değişim ve gelişim içinde olması tabîi bir süreçtir. Bunlar insanın
hem bedeni hem de ruhu üzerinde tesir eder.365 Onlar önce, insanın bedenine ve
rengine, sonra da ruhuna ve karakterine, son olarak da hem bedenine hem de ruhuna
tesir etmektedir. 366
İnsanların bedensel, ruhsal, karakteristik ve ahlâki yapılarının oluşumundaki
farklılıkları sadece nesep gibi tek bir sebebe bağlamanın yanlışlığına dikkat çekerek
herhangi bir halkı temsil göstererek şunları söylemiştir: “Bunlar tanınmış falan
kişinin sülalesi olduklarından atalarında mevcut olan hususiyet renk ve sima
kendilerine intikal etmiştir’’ diye bir genelleme yapmak, varlıkların tabiatından ve
coğrafi âmillerden gafil olmanın yol açtığı hatadan başka bir şey değildir. Şüphe yok
ki bahis konusu olan hususların ve vasıfların hepsi sonraki nesile geçerken değişir.
Bu gibi şeylerin sürekli ve aralıksız devam etmesi zaruri değildir. Gerçekten de bir
milleti ve cemiyeti aynı sabit kalıplar içinde tutmak imkânsızdır. Kulları hakkında
Allah’ın sünneti (âdeti, kanunu) budur.367 Tabii bir tebeddülden bahseden İbn-i
Haldun, bunun kaçınılmaz olduğunu ve sünnetullah çerçevesi içinde gerçekleştiği
363 el-Mukaddime, I, 340. 364 el-Mukaddime, I-II, 343-391. 365İbn-i Haldun iklim dediği zaman coğrafi bölgeyi, hava dediği zaman bugün anlaşıldığı gibi iklim
unsurlarını ve atmosferi kastetmektedir. 366 el-Mukaddime, II, 392-396. 367 el-Mukaddime, II, 396.
112
kanaatindedir. Delil olarak da şu ayeti verir: “Sen Allah’ın sünnetinde (tabii ve
içtimai olan ezelî nizamda) bir değişiklik bulamazsın.”368
İbn-i Haldun İkinci Mukaddemesinde eski coğrafyacıların yaptığı gibi
ekvatordan dünyanın durumu, atmosfer, kutuplar ve bunların oluşturduğu iklim
bölgelerinden bahsetmiştir.369 Ancak bunu bir coğrafya bilgisinden ziyade, farklı
iklim şartlarına göre Umran tiplerinin oluştuğunu ortaya koyabilmek için gündeme
getirir. Bu yüzden dünyanın muhtelif yerlerinde birbirinden farklı kültür ve
medeniyetlerin ve farklı inanç, düşünce, görüş, âdet, anane ve yasama tarzlarının
süregeldiğini öne sürmüştür. Sosyal değişimin temelini bu esasa oturtmuştur. Bütün
bu açıklamaların dayanağını ise şu ayetlerde bulmuştur: “Ve semâlarda arzın
yaratılmasında, gece ile gündüzün değişmesinde ayetler ve deliller vardır”;
“Âlemlerde yaşayan akıl sahipleri için”370 Bu iki ifade iki ayete istinaden meydana
getirilmiştir. Bu ayetin kıraât farklılığına da değinerek, “Rum suresi 22. ayette yer
alan ‘âlemîn’ kelimesi Âsım kıraâtında ‘âlimîn’ şeklinde okunmuştur.” açıklamasını
yaparak kıratla ilgili bilgisinden istifâde etmiştir. 371
İklimler meselesine gelince, beden, renk, ahlak ve din bakımından en mutedil
insanların 3. 4. ve 5. iklimlerde yaşadığını ileri sürmüştür. Hatta nübüvvet
müessesinin bile çoğunlukla bu bölgede zuhur ettiğini savunarak, bunun sebebini
beden ve yaşam biçimi (sûret ve sîret) bakımından insan nevinin en mükemmeli
olma özelliğinin sadece nebilere ve rasüllere mahsus olması ile açıklamıştır.
Nebilerin ve rasüllerin mutedil372 bir yaşam sonucu insanlığın en mükemmel
seviyesine ulaştıklarını söylerken bunu şu ayete dayandırmıştır. Yüce Allah buyurur
ki: “Ey peygamberler zümresi ve Muhammed ümmeti, siz insanlar için ortaya
çıkarılan en hayırlı ümmetsiniz.”373 Böyle olma sebebini de, peygamberlerin Allah
katından getirdikleri şeyleri insanların tam manasıyla kabul etmelerini
kolaylaştırmak olarak gösterir. 374
368 Ahzap 33/62. 369 el-Mukaddime, I-II, 343-391. 370 Al-i İmran 3/90, Rûm 30/22. 371 el-Mukaddime, II, 391. 372 Mutedil: Bu cümlede Îtidal, kâmil ve kemal manasında kullanılmıştır. 373 Âli İmran 3/110. 374 el-Mukaddime, II, 392.
113
İnsanların beden yapılarından ve fiziki bünyelerinden huy ve karakterlerinin
teşekkül etmesi ve yeni ruh yapılarının gelişmesi iklim şartlarına ve coğrafi
özelliklere bağlıdır. İbn-i Haldun’un peygamberlik müessesini de aynı faktörlerle
ilişkilendirmeye çalışması ilginçtir. Bilebildiğimiz kadarıyla bu görüşü onun dışında
ileri süren olmamıştır. Özellikle “Siz halk için en hayırlı bir ümmetsiniz” şeklinde
bütün Müslümanlara hitap eden bu ayetin manasını nebilere ve rasüllere tahsis
ederek, kendi zamanına kadar hiç kimsenin düşünmediği bir yoruma gitmesi onun
ayetleri ve hadisleri hangi gaye ile delillendirdiğini göstermesi bakımından
önemlidir. Çünkü onun maksadı, kurduğu düşünce sistemine münasip tarzda fiziki
âlemde, umranda, içtimâî hayatta var olan tabîi ve umûmi kanun ve kâidelere
dayanarak her şeyin makûl izahını yapmak ve bunların gerçek sebeplerini ortaya
koymaktır. Fiziki ve sosyal şartların yeterli olmadığı yerde bazen ayetleri doğrudan
zahiri ve esas manalarıyla; daha açıklayıcı olması için bazen de ayetlerin izahını ve
tevilini yaparak, dini muhtevalı olan-olmayan her konu onun yorumunda âdeta bir
bütünlük kazanmıştır. Böylelikle kâinat kitabı Kur’ân’da bahsedilen, âlemin her
noktasına yerleştirilmiş olan ayetlerin tezahürlerini gösterme cihetine gittiğini
müşahede ediyoruz.
Gerçekten de İbn-i Haldun’un belirttiği gibi, acaba neden ekvatora yakın
bölgelerde ve kutuplar civarında peygamberlerden eser yoktur? Bilinen
peygamberlerin hepsi mutedil iklimlerde yaşamışlardır. Huy ve ahlâk bakımından
olduğu kadar yaratılış ve beden itibâriyle en mûtedil kimseler olan nebî ve rasüllerin
yine en mûtedil insanların yaşadıkları mûtedil iklim ahâlisi arasından seçilmeleri
tabii olduğu kadar makûldür de böylesi iklim şartlarındaki îtidal, insanların beden ve
ruh yapılarına, insanların beden ve ruh yapılarındaki itidal de o insanların içinden
çıkacak olan bir peygambere yansımaktadır.375
Bunun tersini düşündüğümüz zaman yani mûtedil iklimlerde yaşayan mutedil
insanların, ekvator ve kutup bölgelerinde yaşayan insanlar arasından çıkacak bir
peygambere uymaları uzak ihtimaldir. Bu görüşün sonucunda, oldukça mâkul bir
izah olarak diyebiliriz ki, bütün insanlık tabiî olarak mutedil şartlara uyum gösterme
yetisine sahiptir ve mümkündür.
375 Süleyman Uludağ, “dipnot”, Mukaddime, I, 260.
114
A. Bedeviliğin ve Hadariliğin Dini Hayata Etkisi
İbn-i Haldun’un sosyal bir karma olarak değerlendirdiği bedevilik ve
hadariliğin toplumsal hayattaki anlamını geçen bölümlerde inceledik. Ancak
değinmediğimiz bazı noktaları, sosyal tefsirin örneği olarak burada ele almayı uygun
bulduk.
Ona göre bedevîlik ve hadârilik hayat tarzının dini yaşamdaki en açık etkisi,
hadârilerden çok bedevîlerin hayra daha yatkın olmaları ile tezahür etmektedir. 376
Bunun sebebi de şudur: Şayet nefs fıtratı üzere sabit kalırsa, kendisine gelen şeyleri
kabule hazır bir vaziyette olur, üzerine gelen hayır veya şer onun tabiatı haline gelir.
Hz. Peygamber’in meşhur bir hadisinde açıkladığı gibi, “Her çocuk fıtrat üzere
doğar, sonra anne ve babası onu Yahudi, Hıristiyan veyahut Mecûsî yaparlar.”377
Görüldüğü gibi nefse yerleştirilen hayır ve şerden müteşekkil iki unsurdan bahseden
İbn-i Haldun, onların hangisi baskın olursa nefs de ona doğru yol alır ve o tarafla
güçlenir. Burada önemli olan fıtrata ilk atılanlardır. Hayır (fazilet), sahibi bir kişinin
nefsine önce hayırlı ve iyi adetler yerleşir ve nefsinde hayır işleme melekesi hâsıl
olursa o kişi artık şerden uzaklaşmış şerrin yolu onun için zorlaşmış olur. Daha önce
nefsine şer ve kötü âdet ve îtiyadlar yerleşen şerli ve kötü kişiler için de aynı çıkarı
söz konusudur. Buna gerekçe olarak da hadarilerin çeşit çeşit zevklerle, refahın
getirdiği adetlerle (menfaâtlerine) yönelmekle dünyevi arzuları üzerinde fazla
durdukları için birçok kötü ve çirkin huy ile nefislerini kirletmelerini ve bu nispette
hayır ve faziletin yol ve vasıtalardan uzaklaşmaları olarak göstermiştir.378 Bunun
sonucun da fıtrata yerleşen kötü ve çirkin adetlerin fiil olarak açığa çıkmasıyla
toplumsal hayatın ciddi anlamda etkilenmesi söz konusudur.
Her ne kadar bedevilerin tıpkı hadariler gibi dünyaya, yani maddi menfaatlere
yöneldiklerine değinse de İbn-i Haldun, bedevîlerin tarafını tutarak, onların bu
tutumlarını sadece zaruri ihtiyaç maddelerini inhisâr etmek olarak değerlendirip,
refah nevinden olan maddelerle ilgisinin bulunmadığını, bu tutumun bedevilerin haz
ve zevklerinden uzak olmalarına bağlar. Hadâriler ve bedevîler arasındaki bu ayrımı,
376 el-Mukaddime II, 472. 377 Buhâri, Cenâiz, 91. 378 el-Mukaddime, II, 473
115
hadariliğin getirdiği olumsuzlukları sıralayarak sürdüren İbn-i Haldun, rahat
yaşantının kötülük yapma temâyülü ve fenâ huyları arttırdığını, bedevilere göre
haderilerin bu gibi davranışlara eğilimli olduklarını, bedevilerin ise ilk fıtrata
yatkınlıklarının bulunması sebebiyle fenâ melekelerden uzak bulunduklarını ifade
eder. “Onun için de bedevîlerin tedavisi şehirlilerin tedavisinden daha kolaydır.”
diyen İbn-i Haldun, hadarilik ve şehir hayatını umranın nihayeti ve onun bozulmaya
yüz tutmasını, hayırdan uzak ve şerre en yakın merhale olarak görür.379 Bu
açıklamalardan sonra, “Allah muttaki olanları sever.”380 ayetiyle bedevîlerin
hadarîlerden hayra daha yatkın olduğu sonucuna varmıştır. Burada onun ‘’takvâ’’
kelimesine farklı bir anlam yüklediğini müşâhede ediyoruz.
Tasavvufta zikredilen zühd hayatına çok yakın bir yorum ortaya koyan
müellif, zevklerin ve rahat bir hayatın esiri olmanın insana ahlâki olarak
kaybettireceğini ve fıtratın aslını bozulmasına sebep olacağını vurgular. Hatta
tasvvuftaki “ bir lokma bir hırka” anlayışına benzeyen bu açıklamaların tezahürünü
İbn-i Haldun’un şahsi hayatında da görmek mümkündür.
B. Asabiyetin Güç ve Mülkün Elde Edilmesindeki Rolü
Asabiyet, İbn-i Haldun’un kullandığı temel kavramlardandır. Bu kavramla
bağlantılı olarak bedevilikten hadariliğe geçmek için en önemli araç asabiyettir.
Asabiyet, sözlükte “bağ, sinir, bir toplumun ileri gelenleri, insan topluluğu ve kişinin
baba tarafından akrabaları yani kavmi ve kabilesi (bir kimseyi soyuna bağlayan bağ,
his), kuvvet himâye” gibi değişik anlamlara gelir ve devamında şu açıklamalar
verilir. Aralarında soy birliği veye başka türlü yakınlık bulunanların muhaliflerine
karşı birbirlerini desteklemelerini sağlayan dayanışma duygusudur. Yani, aralarında
birbirlerine karşı sevgi muhabbet besleyen grup anlamındadır.381 Asabe baba
tarafından kan bağı dolayısıyla birbirine arka çıkan topluluğun fertlerini kaynaştıran
birlik duygusudur. Kan bağına dayalı bu gerçek asabiyetten başka bir de “hükmî”
veya “îtîbâri” denilen asabiet şekli vardır ki, bu herhangi bir ahit anlaşma, kefalet vb.
379 el-Mukaddime, II, 473. 380 Âl-i İmran 3/76. 381 Ebu’l-Fadl Cemâlüddîn Muhammed b. Mükerrem İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, Dâru Sâdır, Beyrut 1994, s:607,608.
116
ilişki yoluyla kurulan asabiyettir. Sözü edilen gerçek asabiyet modern sosyolojideki
“ırk birliği” kavramından daha dar kapsamlı olup kabile birliği ile sınırlıdır.382
Tesbit ettiğimiz bir görüş ise “taassub”, “usbe” kökünden gelmektedir. Bu da
Yakınları korumada aşırıya gitmek anlamındadır. Asabiyet sadece kavim ve millet
seviyesinde olursa yani kişi haklı-haksız olup olmadığına bakmaksızın kavmini
fütursuzca savunursa burada ırkçılık söz konusudur.383 Kur’ân’da asabiyet kavramına
rastlanmaz ancak aşağı yukarı aynı anlamı içeren ‘Usbe’ tabiri geçer.384 Hadislerde
ise kabilecilik ve kavmiyetçilik anlamında kullanılmıştır. Hz. Peygamber’in
asabiyeti; “kişinin zulümden kurtulması için kabilesine arka çıkmasıdır”385 şeklinde
tanımlaması yanında “asabiyete davetiye çıkaran bizden değildir, asabiyete kapılarak
savaşan bizden değildir, böyleleri cahiliye Arapları gibi ölmüş olur” 386 buyurmuştur.
Hadisleride göz önünde bulundurarak asabiyetle ilgili tespit edebildiğimiz kadarıyla
müellifin bu konudaki bütün görüşü bu noktada odaklanmaktadır. Asabiyet kimine
göre “zümre ruhu”, kimine göre “grup hissi”, kimine göre “cemaat ruhu”, kimine
göre “sosyal tutkunluk”, kimine göre “askeri ruh”, kimine göre “kabilecilik”, kimine
göre de “milliyetçiliktir.”387 Genel bir tanım yapacak olursak diyebiliriz ki asabiyet,
“belli bir toplumdaki fertlerin birbirine arka çıkmalarını ve tutkun olmalarını
sağlayan histir.”388 İbn-i Haldun’un iltihâm tabiriden asabiyeti sadece ‘aynı kandan
gelme’ anlamını vermesini eleştiren Süleyman Uludağ soy ve nesebin, ırk ve milletin
tercihen olabileceğini nesebin hakiki değil, vehmi ve itibari bir kavram ve bir
tasavvur olduğunu kabul eder. Bu duruma göre, bir kabileden, ırktan ve milletten
olmak, doğuştan gelen ve irade haricinde kalan bir şey olmayıp bilakis esas itibariyle
bir tercih, kabullenme, benimseme, karar verme ve inanma meselesidir açıklamasını
yapar.389 Buna karşın biz de İbn-i Haldun’un asabiyete verdiği anlamın, sadece “kan
bağından” ibaret olmadığını gördük. O asabiyete, toplumsal yaşamdaki bir gereklilik,
382 Mustafa Çağırıcı, “Asabyiyet”, İslâmda İnanç ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, Marmara Ünv. İlahiyat Fak. Yayınları., İstanbul 1997, c: I, 163. 383 Celâl Kırca, “Asabiyet” İslâmi Kavramlar, Senâ Yazar Gençlik Vakfı Yayınları, Ankara 1997, c:II, 73,74. 384 Yusuf 12/8, Kasas 28/76 385 Ebu Davud, Edep, 121. 386 Ebu Davud, Edep, 123, İbn-i Mâce, Fiten, 7, Müslim, İmâret, 57, Nesâî, Tahrim, 28. 387 Süleyman Uludağ, İbn-i Haldun, 72. 388 Süleyman Uludağ, İbn-i Haldun, 72. 389 Süleyman Uludağ, “dipnot”, Mukaddime, I, 335.
117
zulmün ortadan kaldırılıp hakkı hakim kılmak için potansiyel bir güç ve aynı
düşünceyi paylaşan bir grup psikolojisi, en önemlisi de inanç birliği gibi birçok
anlam yüklemiştir. İbn-i Haldun düşünce sisteminde ise bütünüyle insanın dünya ve
ahiret faydası üzerine kurduğunun farkında olarak asabiyete de taassub şeklinde fitne
çıkaran bir asabiyetten ziyade, hayırda yarışılan bir birliktelik olarak
düşünülmelidir.390 Onun asabiyete yüklediği en vurgulu anlamı bu biraz daha ayrıntlı
bir şekilde göreceğiz.
İbn-i Haldun gücün ve mülkün ancak asabiyetle elde edileceğini belirtir. Bu
gücün ve mülkün başında ise var olma mücadelesi, saldırılara karşı koyma,
cengâverlik, herkesin birbiri yerine gönüllü olarak canını feda etmesiyle yani
asabiyetle mümkündür. Güçle birlikte gelen mülkü ise bütün dünyevi hayırları
(menfatleri) bedeni arzuları ve nefsanî hazları şümulüne alan zevkli ve şerefli bir
mevkiidir. İbn-i Haldun, asabiyet olmadan onların hiçbirisinin gerçekleşmeyeceğini
savunur.391 Ancak nesilden nesile hadâri bir yaşantı ile unutulmuş olan bazı
anlayışların yerini, Allah’ın ne yaptığını (hangi şartlar içinde insanların sahibi
olmalarını takdir ettiğini) bilememişlerdir. Bu yapıdaki insanları renkleri koyulaşmış
sultaları muhkemleşmiş olarak tâbir eden İbn-i Haldun Bakara suresi 132. ayette
geçen ‘’sıbgatullah’’ ibaresinden bahsetmiştir. Allah’ın ve dininin boyası
anlamındaki “sıbğa” kelimesi İbn-i Haldun’a göre, din, fıtrat, hilkat, İslam, şiâr,
kıble, hüccet ve sünnet manasına gelmektedir. İşte Allah’ın takdirinin ve işaretinin
dışına çıkanları, bu boyadan farklı bir renk isteyenleri şu şekilde tasvire devam
etmiştir. “Onlar kendilerine teslimiyet gösterilmiş ve işleri yoluna girdiği için
asabiyete ihtiyaçları kalmamış devlet iktidar sahiplerini tanırlar ki başlangıçta işin
nasıllığını kavrayamazlar. Öncekilerin çektikleri zorlukları bilemezler ve sonlarını
kendi elleri ile hazırlarlar.”392 İbn-i Haldun bu açıklamalarını ayet üslubundaki şu
sözlerle sonlandırır: “Allah dilediğini yapmaya kadirdir. Her şeyi bilen o dur. Bize o
kâfidir. O ne hoş bir vekildir.” 393
390 el-Mukaddime, II, 481-482. 391 el-Mukaddime, II, 514. 392 el-Mukaddime, II, 515. 393 el-Mukaddime, II, 515.
118
Asabiyetin en önemli unsurlarından birisi hakk üzere olan bir birlikteliğin
bulunmasıdır ki İbn-i Haldun kalpleri bir noktada toplama ve kaynaştırmanın sadece
dini tesis hususunda Allah’tan gelen bir yardımla olacağını şu ayetle açıklamıştır:
“Onların kalplerini kaynaştıran Allah’tır. Yeryüzündeki her şeyi harcamış olsaydı,
yine de kalplerini telif edemez ve kaynaştırmazdın.”394 Bu ayetin sırrı ve hikmeti
olarak şu görüşlere yer verir: “Kalpler batıl heva ve heveslere, dünya meyline
çağrılırsa rekabet hâsıl olur. İhtilaflar yaygınlaşır, hakka döndürülür, batılı ve
dünyayı reddeder ve dayanılmaz güzel bir şekli ortaya çıkar, bu işbirliğinin sahası
genişler, bu suretle devlet büyür. Nitekim kusurdan münezzeh yüce Allah izin verirse
muvaffakiyet onun sayesindedir. Ondan başka Rabb yoktur.” 395
İbn-i Haldun burada Allah’ın “mukallebu’l kulûp”396 olduğunu bunun
sayesinde insanların birbirleri ile iletişime geçebildiğini birlikteliği yakalayabildiğini
söyler. Kurulacak devletin bir felsefesi, ideali, doktrini gayesi ve en önemlisi makul
ve gerçekçi bir inancı olmalıdır ki her kademedeki insan bu üst ideale doğru
yekvücut olabilsin, kaynaştırıcı bir inanç sistemi ile varlığını uzun süre devam
ettirebilsin. Buradan şunu anlayabiliriz ki, sadece kuvvetin, gücün, asabiyetin işlediği
bir düzene şahsi arzular ve keyfi tasarruflar girerse, rekabetler ortaya çıkar. Bu da
uzun ömürlü devletlerin kurulmasına engeldir. Yani bunun sonucunda ise bu yolda
bir çok engelin çıkmasının muhtemel olduğunu ve felaketlerin neşet etmesini çok
tabiîi olarak gören İbn-i Haldun dînî davetin Allah’a ait bir bir husus odluna dikkat
çekerek şunları söyler: “Zira Allah’a ait bir husus, O’nun rızası ve yardımı
bulunmadan, O’nun için ihlasla çalışma ve Müslümanlara karşı samimi olma hali
olmaksızın tamamlanmaz, başarıya ulaşmaz. Hiçbir Müslüman bu hususta şüphe
etmez, basiret sahibi hiçbir insan bu konuda tereddüte düşmez.”397 Kısaca o, uzun
ömürlü devletlerin, ve hanedanlıkların dini bir inanç sisteminin varlığı ile
gerçekleşebileceğini savunmuş ve bunun makul açıklamasını da gözler önüne
sermiştir. İbn-i Haldun’un burada asabiyete yüklediği temel anlam, dini bütünlüğün
gerekliliği ve hakikat olan tek bir amaç doğrultusunda birleşmektir ki, burada
394 Enfal 8/63 395 el-Mukaddime, II, 519. 396 Enfal 8/63 397 el-Mukaddime, II, 522.
119
sünnetullah gereği Allah’ın yardımı mevcuttur. Bu çerçevenin dışına çıkıp asabiyeti
zulüm, fitne ve mülk aracı olarak kullanılması, gücün ve devletin sona yaklaştığını
habercisidir.
Siyaset, sosyal hayatın bir getirisidir. İbn-i Haldun dini siyasi bir zorunluluk
getirmediğini bunun insan hayatının tabii bir sürecinden kaynaklandığını ifade
ederek, dini siyasete alet edip bir devlet kurma çabası olanları da sert bir dille
eleştirir: “Allah’a ait bir husus, onun rızası ve yardımı bulunmadan, onun için ihlâsla
çalışma ve Müslümanlara karşı samimi olma hali olmaksızın tamamlanmaz ve
başarıya ulaşamaz.”398 Böylece siyasi hayatta bile inanç rolünü net bir şekilde ortaya
koymuştur.
Mülk asabiyetle, asabelerin birleşmesinden ve kaynaşmasından ise asabiyet
vücuda gelir ki İbn-i Haldun bu tezini defalarca dile getirmiştir.399 Ancak müellif
burada asabelerin üzerinde hâkimiyet kurmuş tüm asabelerden daha kuvvetli ve
galip, tümünü kendi bünyesinde toplamış bir tek asabenin olabileceğini ve bunun
bazı özelliklerde olması gerekliliğini savunmuştur. Bu gücü elde eden asabenin
insani tabiatından gelen kibir ve gurura kapılarak, reis olan şahsın kendine tabi kılma
ve onlara hükmetme hususunda müsaheme ve müşareket (eşitlik ve ataklık) kabul
etmekten imtinâ edeceğini belirterek, insan tabiatında bulunan ‘’ilâhlaşma’’
temayülüne değinmiştir. Ve bu huyu en fazla kendinde barındıran Firavun ve
Nemrut’u, bu tezine misal getirmiştir. Onların “ ene rabbiküm” demeleri insandaki
egoizmin ve ilâhlaşmanın Kur’ân’ın verdiği temsillerdir. İbn-i Haldun’un bununla
beraber, ihtilafa düşmemek açısından, herşeyin fesada uğramaması için siyaset ve
hükümdarın tek olması yolundaki fikrini ise şu ayetle delillendirmiştir: 400 “Yerde ve
gökte Allah’tan başka ilah olsaydı, buralardaki nizam (düzen) fesâda uğrardı.”401
Anlaşıldığı üzere İbn-i Haldun’un asabeye verdiği anlamın dini dir inanç
sisteminde birleşilmiş olunmasıdır ki, bununla güç de mülk de elde edilir ve Allah’ın
yeryüzündeki hakimiyetin üstlenilerek hayır için çalışılmasıdır.
398 el-Mukaddime, II, 521. 399 el-Mukaddime, II, 530. 400 el-Mukaddime, II, 531. 401 Enbiya 21/22.
120
C. Bedevilik ve Hadarilik İçin Asabiyetin Yeri
Asabiyetin her alanda önemini vurgulayan İbn-i Haldun, korunma ve
savunma faaliyetlerinin sadakatle ifâ edilmesini tek bir nesep ve asabiyetin
mevcûdiyetine bağlar. Bu yolla kuvvet ve kudret de korkulan bir hale gelir ki, aynı
asabeden olan kimseler her zaman birbirlerinin yardımcıları olurlar. İşte bu fiili,
Allah kullarının kalbinde yarattığı dar ve sıkışık zamanlarda hısım ve akrabanın
imdâdına koşma ve onlara şefkatli olma duygusunun insan tabiatındaki
mevcudiyetinden kaynaklandığını ifade eden İbn-i Haldun, Kur’ân’da Hz. Yusuf’un
kardeşlerinden naklen söylenen şu ayete işaret eder:402 “Evlatları babalarına; biz
asabesi ve yakın akrabaları olduğumuz halde onu kurt yemişse, vallahi bu takdirde
biz hüsran içindeyiz demektir.”403 “Bunun manası şudur” ifadesi ile bu ayeti
yorumlayan müellif, asabesi ve akrabası mevcut olan hiçbir kimseye tecavüz
edilmesinin tasavvur bile edilemeyeceğini ancak nesepleri birbirinden ayrı olanların
şahsi olarak sadece kendini koruma moduna gireceğini söyler. Bu konudan hareketle,
nübüvvet, devlet kurmak ve herhangi bir iş için ve davet faâliyetine girişmek gibi
halk yığınlarından sevk edilmesi istenen her konuda asabiyetin çok etkin olduğunu
ve önem arz ettiğini akli ve dini delillerle sunmuştur.404
Günümüzde hadarî bir hayatın getirdiği teknoloji ve lüks, aynı inanç ve
düşünce yapısındaki insanların bile birbirine olan ihtiyacını azaltmış, böylelikle
nesep ve asabiyet gibi soy unsurlarının toplumsal yaşantı içerisinde ne kadar önemli
ve geçerli olduğunu göstermiştir. Ancak bunu söylerken maksadımız, çağın
gereklerinden ve kolaylıklarından yararlanmanın doğru olmadığını ifade etmek değil,
bilakis fıtri yapıyı unutmadan bu faydalarla asabiyeti birleştirip daha çok kazanım
sağlanabileceğine dikkat çekmektedir. Zaten İbn-i Haldun da, hadari hayatın bu
yöndeki olumsuzluklarına değinmiş yoksa uzak durulması gereken bir yaşantı olarak
görmemiştir. Çünkü çokça savunduğu asabiyet de dahil her şeyin faniliğini şu sözleri
ile dile getirmiştir: “Arzın da arzdakilerin de varisi Allah’tır. Nesep ve asabiyet de
402 el-Mukaddime, II, 480. 403 Yûsuf 12/14. 404 Bununla ilgili örnekler için bkz: el-Mukaddime, II, 481-496, 503,504.
121
dâhil olmak üzere her şey fanidir.”405 Bu sözü o, ile geçici olan dünya hayatını
hatırlatmaktadır.
Hadariliğin ortadan kalkmasıyla aile fertleri arasındaki nesep şerefinin yok
olacağını ve onların üzerinde sadece boş bir kuruntunun izlerini taşıyacaklarına işaret
eden İbn-i Haldun, buna en çarpıcı örnek olarak İsrailoğullarını vermiştir. Soy
şeceresi bakımından dünyadaki hanelerin en muazzamına sahip İsrailoğulları, Hz.
İbrahim’den dinlerinin ve şeriatlarının sahibi olan Hz. Musa’ya gelinceye kadar
cedlerin de birçok nebi ve rasül mevcut olmuş, bir de asabiyetle ve bu sayede
Allah’ın kendilerine vermeyi vaâdettiği mülk sahip olmuşlardı. Fakat daha sonra
İsrailoğulları bu nimetleri gözden çıkarıp üzerlerine zillet ve meskenet damgası
basıldı, pısırık ve uyuşuk hale geldiler.406 Kur’ân bunu şu ayetlerle dile getirir: "Ey
Musa! Bir çesit yemeğe dayanamayacağız, bizim için Rabbine yalvar, bize, yerin
bitirdiği sebze, hıyar, sarmısak, mercimek ve soğan yetiştirsin" demiştiniz de,
"Hayırlı olanı daha düşük şeyle mı değiştirmek işitiyorsunuz? Bir şehre inin,
şüphesiz orada istediğiniz vardır" demişti. Onlara yoksulluk ve düşkünlük damgası
vuruldu, Allah'ın gazabına uğradılar. Bu, Allah'ın ayetlerini inkar etmeleri ve haksız
yere peygamberleri öldürmelerindendi; bu, karşı gelmeleri ve taşkınlık
yapmalarındandı.”, “Nerede bulunsalar Allah'ın ve inanan insanların himayesinde
olanlar müstesna onlara alçaklık damgası vurulmuştur. Allah'tan bir gazaba
uğradılar, onlara aşağılık damgası vuruldu. Bu, Allah'ın ayetlerini inkar etmeleri ve
haksız yere peygamberleri öldürmelerindendir. Bu, karşı gelmeleri ve taşkınlık
yapmalarındandır.”407
Bununla birlikte arzda bir yerden diğerine sürülmelerinin, onların kaderi
olduğunu savunan İbn-i Haldun, “Allah onlara yurtlarından sürülmeyi yazmamış
olsaydı, onlar için dünyada başka bir şekilde azap verecekti. Ahirette onlara ateş
azabı vardır.”408 ayetine işaret ederek “binlerce sene kölelik ve küfürden başka bir
şey görmeden yaşadılar” sözü ile kişinin başına gelen her şeyin kendi eli ile
işledikleri yüzünden olduğunu beyan etmiştir. Yani İsrailoğullarının güçlü bir
405 el-Mukaddime, II, 483. 406el-Mukaddime, II, 489. 407 Bakara 2/61, Âli-İmran 3/112. 408 Haşr 59/3.
122
asabeye sahip olmaları ancak onu yegane güç kabul ederek onunla kuruntuya
kapılmaları sonlarının yine bu yolla geldiğinin örneğini vermiştir.409 Böylelikle İbn-i
Haldun asabiyeti dar bir kalıp olan ırkçılıktan çıkarıp, düşünce, görüş birliği gibi
manevi bir kardeşlik zeminine çekerek daha kapsamlı bir anlam yüklemiştir. Asıl
medeniyetin ve kurtuluşun bu yolla sağlanacağını sonucuna varmıştır.
D. Mülkün Âlâmeti Olarak Toplumdaki İyi Hasletler
İnsanın (devlet kurma ya da mal edinme anlamında) mülk sahibi olması, onun
tabiatında var olan sosyalleşme duygusunun sonucudur ve bu doğal bir olaydır. Gene
insan izinsiz (kendiliğinden) mantıki düşünme gücü ve esas fıtratı itibariyle şer
nev’inden olan (huy ve) hasletlerden çok hayır türü niteliklere yatkındır ki İbn-i
Haldun bunun üzerinde özenle durmuştur.410 Şer, insana hayvani duygular cihetinden
gelir, fakat o insan olması itibariyle hayra ve hayır türündeki hasletlere yakın olması
gerekir. İşte insandaki iyi ve faydalı olanı yapma eğilimi, onun, mülk (devlet kurma)
ve siyaset (yönetim) elde etmesi sonucunu doğurur. O bu kanaatini şu cümlesiyle dile
getirir: “Çünkü mülk ve siyaset hayvanlara değil insanlara hastır. O halde mülke ve
siyasete münasip düşen ondaki hayır hasletleridir ki siyasete uygun olan da
hayırdır.”411
Şer’i hükümlerin de şâhitlik ettiği gibi Allah’ın halkı (yaratması) ve kullarıyla
ilgili hükümleri ise sırf hayırdan yana dolayısıyla ferdî, ictimî, menfaat ve
maslahatlara riayet etmekten başka bir şey değildir. Şer ise Allah’ın takdirine ve
kudretine muhalif olarak sadece cehaletten ve şeytandan gelir. Şu halde, “hayrın da
şerrin de faili ve takdir edicisi O’dur. Ondan başka gerçek fail yoktur.”412 Bu güzel
ve hayırlı hasletlerin zuhur ettiği kimse, insanlar içinde Allah’ın halifesi ve halkın
kefili olmaya hazırlandığını savunan İbn-i Haldun, böylece halifelik görevinin
hayırdan yana bir tavırla mümkün olacağı tezini ortaya koyar.413 O, iyi ve yararlı
(hayr) hasletleri şöyle sıralamıştır: Mertlik, kusurları bağışlama, gücü olmayanlara
katlanma, misafirperverlik, çaresizleri gözetme, yoksulları kayırma, zorlukları sabırla
409 el-Mukaddime, II, 489. 410 el-Mukaddime, II, 499. 411 el-Mukaddime, II, 500. 412 el-Mukaddime, II, 500. 413 el-Mukaddime, II, 500.
123
karşılama, ahde vefa etme, namus ve haysiyeti korumak için çaba harcama, şeraite
hürmet etme, şeraiti temsil eden ulemaya saygı gösterme, yapılması veya
yapılmaması gereken hususlarda bu alimlerin onlar için tesbit ettikleri sınırlarda
durma, bunlara hüsn-ü zanda bulunma, dindar kimselere inanma ve onları mübarek
bilme, dualarına rağbet etme, büyüklerden ve yaşlılardan haya etme, bunlara saygı
gösterip yüceltme, hem Hakk’a hem halka davet edene boyun eğme, işlerini bizzat
göremeyen biçârelere şefkat gösterip durumlarını düzeltmek için çaba sarf etme,
Hakkâ itaat etme, zavallılara karşı alçak gönüllü davranma, darda kalıp imdad
isteyenin çağrılarına kulak verme, şer’i hükümlere uyup ibadetleri îfa etmek suretiyle
dindar bir hayat yaşama ve bunların edâ edilmelerinin sebep ve şartları üzerinde
durma, gaddarlıktan, hilekârlıktan, kalleşlik yaparak ahdi bozmaktan ve benzeri
şeylerden kaçınma gibi hususlarda birbiriyle yarışmaktır.414 Sayılan şu hasletlerin
tamamen Kur’ân kaynaklı olduğunu söylemeye bile gerek yoktur.415
İşte İbn-i Haldun’un hayırlı hasletler olarak nitelendirdiği bu huyların
doğrudan siyasetin içinde olan insanlarda özellikle bulunması gerektiğini,
hakimiyetleri altında bulunanları veya umumi olarak herkesi idare etmeyi ve
siyasetçi olmayı hak etmişlerdir. Bu sayılan hasletlerin sahibi galebelerine ve
asabiyetlerine münasip olmak üzere Allâhü teâla’nın onlara sevketmiş olduğu bir
hayır olduğunu beyan eden İbn-i Haldun, bu hasletlerin onlara gelişi güzel
verilmediğini vurgular. İşte bunun neticesinde, Allah’ın onlara mülk verdiğini ilan
ettiğini ve bunu kendilerine sevkettiğini anlamış oluruz diyerek, bunun aksinde ise,
bir milletin sahip olduğu mülkün intizara uğrayacağı ve harap olacağı yolunda
Allah’tan bir izin çıktığı vakit Hak Teala mülk sahiplerini kötü şeyler yapmaya
rezalet nevinden olan işleri benimsemeye ve bunun yollarını tutmaya sevk edeceği
yorumunu getirir. Bunun yanında siyaset faziletinin kaybolması durumunda, mülk
ellerinden çıkarak başkalarına geçinceye kadar faziletler eksilir rezaletler artmaya
devam eder. Sonuçta Allah, vermiş olduğu mülkü ve hayırları onlardan geri alır. Bu
neticenin doğması, acı ve fena bir haberdir, ama başka bir yol da yoktur.416 O, her
414 el-Mukaddime, II, 501. 415 İlgili bazı ayetler için bkz: Bakara/83, 124, 177, 178, 277, 278; Nisâ/ 3, 5, 34, 37, 54, 58, 107, İsrâ/23-25, 31, 34; Mâide/8,13, 48 vb…
416 el-Mukaddime, II, 501.
124
zaman yaptığı gibi, bu tezini de şu ayetlerle delillendirir: “Bir kasabayı mahvetmek
istediğimiz vakit, orada lüks ve refah içinde yaşayanlara emrederiz, onlarda bunun
üzerine orada fısk ve fücur ile meşgul olurlar. Bu suretle mahvolmayı hak ettiğinden
orası hak ile yeksan ederiz.”, “Dilediğini ve istediğini yaratan Allah’tır.’’417
E. Hilâfet Ve İmâmetin Manası
Mülkün mahiyeti, insan için toplum hayatı yaşamanın zorunlu oluşundan,
mülkün gereği ise beşer tabiatındaki tagallüptür. İbn-i Haldun, mülk sahibi olan zatın
ahkamı, kendi maksadı ve arzusu istikametinde olacağı için, itaatsizliğin ortaya
çıkabileceğini, işte bunun gibi hususlarda herkes tarafından kabul edilen ve
hükümlerine boyun eğilen bir siyasi, kaziye teşri kılınmış kanunlara mürâcaât
edilmenin zaruriyetine dikkat çekmiştir.418
O böyle bir devlet siyasetinden uzak olunması durumunda hâkimiyetin ve
iktidar düzenin bozulacağını, tam bir üstünlükten söz edilemeyeceğini savunurken
bunun tabii bir gidişat olduğunu söyler ve şu ayeti delil gösterir. “Daha evvel gelip
geçmiş olanlardaki Allah’ın sünneti ve nizamı budur.”419 Her ne kadar siyaseti dini
bir zorunluluk görmese de, Allah’ın hakimiyeti dışına çıkmayı, O’nun kanunlarından
başka kanun tanımayı uzun sürmeyecek bir düzen olduğunu vurgulamıştır ki, bu da
dünyevi ve uhrevi bir düşünce yapısının sonucudur.
İbn-i Haldun yönetimde, siyâset-i akliyye ve siyaset-i dîniyye olmak üzere iki
usul üzerinde durur. Şayet söz konusu kanunlar, akıllı kişiler, devlet büyükleri ve
devlet işlerinde basiret sahibi olan zevât tarafından teşri kılınmış ise akli bir siyaset;
eğer Allah tarafından tanzim edilmiş olup şari vasıtasıyla teşri ve takrir (tespit ve
taktik) edilmişse bu dünya ve ahiret hayatındaki faydayı gözeten dini bir siyaset
meydana gelecektir.420 Zaten İbn-i Haldun dünya ve ahiret çıkarlarını birlikte gözeten
dini siyaseti savunurken, dünya hayatının tümü ile batıl ve geçici, sonu ölüm ve
417 İsrâ 17/16, Kasas 28/68 418 el-Mukaddime II, 562. 419 Ahzâb 33/38 420 el-Mukaddime II, 562.
125
fenâdır olduğunu şu ayete dayandırmıştır. “Sizi abes olsun diye yarattığımı mı
zannediyorsunuz? “421
“İnsanlarda maksat ve matlup olan, onları ahiretteki saadete ulaştıran
dinleridir.” diyen İbn-i Haldun, “Yer ve semalarda bulunan her şey kendine ait olan
Allah’ın yolu budur.” 422 ayetiyle de ibadet ve muâmele nev’inden bütün halleri
itibariyle insanları buna sevk etmek için şer’i ahkâmın geldiğini gösterir.423 Bu şer’i
ahkamın her şeyi beşeri içtimaî için tabîi mülk bile buna dahil edilerek mülk de dini
usullerle icra ve idare edilmiştir. Mülkün bile dini esaslara göre tanzim edilmiş ve
tagallüplerin elinde haksızlık vesilesi olmaktan çıkarılmıştır. Şâriyi nazarı dikkate
almaksızın siyasete ve siyasi hükümlere dayanan idâre ve mülk şeklini Allah’ın
nurundan başka olan bir şeyle hükmetmek olarak gören İbn-i Haldun, “Allah bir
kimseye nur vermezse onun nuru olmaz.”424 ayetiyle delillendirmiştir. “Şeriatın
icabına uygun mülk çeşidini ise güzel ve faydalı olandır.”425 diyen İbn-i Haldun şâri
insanlardan gaip olan ahiretle ilgili hususlarda umumun maslahatını herkesten iyi
bilir, ister diğer şeyler nevinden olan insanların tüm amelleri ahirette haşredildikleri
zaman kendilerine avdet edecektir.426 Açıklamasının sonuna da “Onlar size iade
edilecek olan amellerinizdir.”427 hadis-i şerîfini eklemiştir.
Görüldüğü gibi, iki dünyanın maslahatını gözeten bir siyasi ahkâmın
savunucusu olan müellif, “Halbuki kanun yapanlar dünya hayatının sadece zahirini
biliyorlar”428 ayetiyle yegâne kanun yapıcının Allah olduğunu vurgulamıştır. Zîra
şarinin insanlardan maksudu ve matlubunun ahiretteki salâhlarıdır. Şer’i ahkâmın
gereği olarak dünya ve ahiretteki halleri itibariyle herkesi şer’i hükümlere göre sevk
ve idare etmek zaruridir, bunu îfâ edecekler de şeriat ehli olan nebiler ve onlardan
sonra da onların yerine geçen o zevattır. Bunlar halifeler yani şarinin ahkâmının
tatbik edenlerdir.429
421 Mü’minun 23/115 422 Şûra 42/53 423 el-Mukaddime, II, 562. 424 Nur 24/49. 425 el-Mukaddime, II, 563. 426 el-Mukaddime, II, 563. 427 Aynı lafızlarda hadisin kaynağını tesbit edemedik. 428 Rûm 30/7. 429 el-Mukaddime, II, 563.
126
Nebî ve ondan sonra idareci olan halife sisteminin işleyişi şöyledir: Allah’ın
ahkâmı nebiler aracılığı ile insanlara aktarıldığını, halifenin ise uhrevi maslahatlar ile
bunlara bağlı olan dünyevi maslahatlar hususunda şer’in gerçeğine göre tüm insanları
sevk ve idare eder. Yani hilafet dinin korunması ve dünyanın dini siyasetle idare
edilmesi için şeriat sahibine (Hz. Muhammed) niyabet ve vekâlettir. Şâri’nin idare
nazarında dünyadaki tüm ahvâl, ahiretteki maslahatların nazar-ı itibara alınmasıyla
gerçekleşecektir.430
Halifeye “halife” denilmesi, ümmeti içerisinde Hz. Peygamberin halefi
olduğu içindir ki “halife” denildiği gibi “Halife-i Rasülüllâh”, “Allah Rasülünün
Halifesi’’ de denilebilir. İbn-i Haldun “Halifetullah” Allah’ın halifesi isminin
verilmesindeki ihtilaflara da yer vermiştir. “Ben arzda bir halife yaratacağım” ve
“Biz sizi arzda halifeler kıldık”431 ayetleri hakkında, insanoğlu için bahis konusu
edilen umumi hilafetten iktibas ederek bu ismi caiz gördüklerini ancak cumhur’un
“ayetin manası buna uymuyor’’ diyerek buna karşı çıktıklarını söyleyerek şöyle bir
örnek vermiştir. Hz. Ebu Bekir kendisine ‘’halifetullah’’ diye çağrılınca, bunu
menetmiş ve ‘’Ben Allah’ın halifesi değilim, fakat rasülüllahın halifesiyim’’ demişti.
İbn-i Haldun, buna sebep olarak, halef belirlemenin sadece gaip (ölüp giden ya da
herhangi bir suretle yönetimden ayrılan) hakkında bahis konusu, hâzır için böyle bir
şeyin söz konusu olamayacağını açıklar ve “Allah hazır ve nazırdır. Onun için naibe
ihtiyaç yoktur.” diyerek Allah’ın yerine herhangi bir varlığın geçemeyeceğini
vurgulamıştır. O, hilafetin aklen ve şer’en vacip olduğunu, bunu kabul etmeyenlerin
bile şer’i ahkamın tatbik edilmesinin zaruretini bildiklerini bundan kaçışın mümkün
olamayacağını dile getirmiştir. 432
İmam nasbetmek farz-ı kifayedir. Bu ehl-i akd ve hall’a yani ileri gelen
muteber zevâta ve elit zümreye ait bir seçimdir ki, onlar için imam nasbetmek farz-ı
ayındır. Bunun yanı sıra halka düşen vecibenin, seçilen imama itaat etmek olduğunu
bildiren İbn-i Haldun buna gerekçe olarak şu ayeti gösterir:433 “Allah’a, rasüle ve
430 el-Mukaddime, II, 563. 431 Bakara 2/230, En’âm 6/165. 432 el-Mukaddime, II, 564. 433 el-Mukaddime, II, 566.
127
sizden olan ulu’l-emre itaat ediniz”434 Buradaki ulu’l-emr’den murad hüküm ve
kazadır.435 Bu mansıbın iki şahısa birlikte verilmesi demek aynı zamanda iki zâta biat
olunması demek olacağından, böyle bir sistemin caiz olmayacağını ve bunun
hadislerle sabit olduğunu, müteahhirinin görüşlerine yer vererek yorumlamıştır.
Müteahhirîn iki ilâhın mevcudiyetini ve şirkin imkânsızlığını gösteren “Yerde ve
semâlarda Allah’tan başka ilahlar bulunsaydı buraların nizamj bozulurdu.”436 ayetine
istinât etmişdir ve “Mademki, yerde ve göklerde birden fazla ilâhın mevcut olması,
âlemdeki nizâmın bozulmasına sebep olmaktadır, o halde fazla imam ve halifenin
bulunması da cemiyetteki düzenin bozulmasına sebep olur.” demişlerdir. Fakat İbn-i
Haldun, bu görüşün aksini savunarak bu ayetle istidlâlde bulunmanın doğru ve
yerinde bir şey olmadığını söyler ve şu yorumu yapar: “Çünkü ayetin delâleti şer’i
değil aklîdir. Ameli değil îtikâdi meseleye mücerred ve akli olarak delalet eder ki,
Allah itikâd etmemizi emrettiği tevhidin bize hasıl olması için akli bir delile
dikkatimizi çekmiştir. Bu husus tevhidin zihne yerleşmesi için en iyi yoldur. Halbuki
bizim imâmet meselesindeki maksadımız iki imamın mevcûdiyetinin reddi ile
ilgilidir ve bu aklî, îtikâdi değil ameli ve şer’i bir meseledir. O halde bu ayetle
istidlâl, ona bir öncül ilave etmek suretiyle onu şer’i bir tarzda takrir ve ifade
etmedikçe tam olmaz.” İbn-i Haldun bu öncülü de “fesadın neş’etine esas teşkil eden
taaddüd(çoğalma)dür. Ve biz fesada müncer (sonuca ulaşma) olan her şeyden men
oluşumuzdur”437 diyerek istidlâlin bu şekilde olacağını savunur.
F. İnsanlar Gibi Devletlerin de Tabii Ömürleri Vardır
Daha önceki bölümlerde de işaret ettiğimiz gibi İbn-i Haldun, devleti, bir
insan yaşamına benzeterek, tıpkı onun gibi doğma, gelişme, olgunlaşma ve ihtiyarlık
devrelerinin olduğunu ve bunun aşağı-yukarı yüzyirmi sene sürdüğünü söyler.438
O her zaman yaptığı gibi bu konuyu da yine bir hadisle destekleyerek,
müslümanların ömürlerinin 60-70 sene olduğunu bildirmiş, Nuh (a.s), Âd ve Semud
kavimlerinin istisnâi durumlarını da göz önünde bulundurarak, bir devletin ömrünün
434 Nisâ 4/59. 435 el-Mukaddime, II, 572. 436 Enbiya 21/22. 437 Mukaddime, I, 427. (Sadece Bursa yazmasında olan bir bölüm, SüleymanUludağ, “dipnot”) 438 el-Mukaddime, II, 536.
128
üç neslin ömrünü aşmayacağı görüşünü dile getirmiştir. “Bir nesil bir şahsın ortalama
ömründen ibârettir.” diyerek bu yaşın da neşvü nemâ, büyüme ve gelişmenin son
haddine ulaşmış olduğu 40 yıl olduğunu şu ayetle delillendirmiştir: “Allah insan
rüşdüne baliğ olduğu ve kırk yaşına ulaştığı zaman…”439 İşte bunun için bir şahsın
ömrü, bir neslin ömrü olarak belirlenmiştir. Bu konuda örnek olarak İsrailoğullarının
başına gelen Tih Çölü’nde kırk yıl kalmasıdır. Bu olayın kırk yıl oluşunda bir hikmet
vardır. Şöyle ki, orada kırk yıl kalınmış olunmasından maksat kabilelerden gelen bir
neslin yok olması ve yerine zilleti görmemiş, tanımamış ve ona alışmamış başka bir
neslin yetişmesidir.440
Ayet ve hadislerle açıklmaya çalıştığı bu görüşünü tarihi bir olayla da
ispatlama yoluna giden müellif, bu üç unsurun yani büyüme, gelişme ve olgunlaşma
dönemlerinin uyum içinde devam ettiğini ve sünnetullahın böyle işlediği izâhını
getirmiştir. Bu konuda belki de birçok müfessirin insan ömrü için kullandığı
“Ecelleri gelince ne bir an geriye bırakılırlar, ne de bir an önceye alınırlar.” 441
ayetini, aynı zamanda bir devletin ömrü olarak nitelendiren İbn-i Haldun, ayetleri
kendi düşünce sistemi içerisinde ustaca yorumlayabildiğini göstermiştir.442
İbn-i Haldun, siyaset felsefesinde “güç”ün önemini vurgulamak maksadıyla
bir devletin ortaya koyduğu tüm eserlerinin o devletin aslındaki kuvvete dayandığını
savunur ve bu konuda Ku’ân’da hikâye edilen Âd ile Semûd kavminin tahkik
edilmesi gerektiğini şu şekilde vurgular: “Onların sahip olduğu binalar ve eserlerin
sanıldığı gibi, eskilerin bedenleri, boy ve organ itibâriyle bizim boyumuzdandaha
büyük olduğu içindir.” gibi bir vehme kapılmak yersizdir. Kıssacılar bu gibi asılsız
haberlere düşkünlük göstererek bu hususta mübağlağa yapmışlar özellikle, Âd,
Semûd’dan ve Amâlika’dan bahsederken baştan başa yanlış haberler vermişlerdir.443
Bu konularda insanların kendi usülüne ve esaslarına müracaât edip, kendini
kontrol altına alıp sarih aklı ve müstekîm fıtratı, mümkün ile imkânsız olanın
tabiatlarını (akl-ı selim ve hiss-i selim) birbirinden ayırt etmek gerektiğini belirten
439 Ahkâf 46/15. 440 el-Mukaddime, II, 536. 441 Nahl 16/61. 442 el-Mukaddime, II, 538. 443 el-Mukaddime, II, 545-546.
129
İbn-i Haldun, söz konusu imkânı şu şekilde açıklamıştır: “Buradaki imkândan kasıt
sadece bir şeye has bünye ve maddeye göre olan imkândan ibârettir. Çünkü bir şeyin
aslına, cinsine, sınıfına büyüklükteki miktarına ve kuvvetine dikkat ettiğimiz vakit, o
şeyin ahvâline bu nisbetle hüküm icra ve tatbik eder; o sahanın dışında kalan şeylerin
imkânsızlığına hükmederiz.” Konuyu şu ayetlerle sonlandırır. “De ki: Rabbim ilmimi
arttır”444, “Merhamet edenler için en fazla merhamet eden sensin.”445 “Her kusurdan
münezzeh olan Allahü Teâla en iyisini bilir.”446
F. Umrânın Gayesi ve Nihayetinin Habercisi Olarak Hadaret
Mülk ve hanedanlık asabiyetin ulaşmak istediği bir gaye olduğu gibi
bedeviliğin de hadarâta ulaşmak gibi bir gayesinin olduğunu defaatle açıklayan İbn-i
Haldun, aklî ve nakli delillerle açıkça ortaya koyduğu 40 yaş, ondaki (cismani, aklî
ve ruhî) kuvvetlerin artmasının gelişmesinin gayesi ve son noktasıdır ki, artık bundan
sonra devletin duraklaması ve sona doğru bir gidişini sözkonusu etmiştir.447
Umrandaki hadareti de böyle değerlendiren müellif, toplumsal yapının
devamı veya bozulmasında zenginliğin artmasını buna parelel olarak yoksulluğun
ilerlemesinin getireceği sonucu açıklamaya çalışmıştır. Halk için refah, nimet ve
rahat ortaya çıkınca insanlar da maddi ve manevî zevklere doğru hızlı bir gelişme
husûle gelir ki bu da, insanların ihtiyaç duyduğundan fazlasını elde etmek gibi bir
durumu ortaya çıkarır, hatta israf derecesine varır da bu durum basit bir sıkıntı ve
eksiklikte isyan ve elde etme hırsına bürünen insanlar, tüketim çılgınlığı ile gücünün
yettiğinden fazla masrafa girer. Bunun sonucunda ise hakkı olmayan şeylere
yönelerek yoksulluğunu, ihtiyacını gidermeye çalışır ve “zevk ve adetlerin getirdiği
ihtiyaçlar için çalışır, çabalar ve onları elde etmek için şerrin renklerine boyanır, kötü
şekillere girerler ve onları elde ettikten sonra nefsâni bir huy ve vasıf daha edinmek
suretiyle nefislerine zarar vermiş olurlar.”448 Ferd ferd başlayan bu fıskın zamanla
toplumun tamamına inkişaf eder. Nefse yerleşen bu şer huyu ile fısk, sahtekârlık
yollu-yolsuz her hileye başvurarak geçimini sağlama, kandırma, kumarbazlık, fuhuş,
444 Tâha 20/114. 445 Â’raf 7/ 151 446 el-Mukaddime II, 553. 447 el-Mukaddime, II, 817. 448 el-Mukaddime, II, 818.
130
yalan ve daha bir çok gayr-i ahlâki tavıra sebep olur. İşte bu âdi ve bayağı tavır
sahipleri ile toplum, şehir çalkalanır ki zamanla te’dip ve terbiyeleri ihmal olunanlar,
çevreyi ve yetişen genç nesli ihâta eder. Bu konuda daha önce değindiği gibi nesebin
şahsi kötü ruhlular için bir şey ifade etmediğini yineleyerek şöyle açıklar: “İnsanlar
ve beşerdir ve yekdiğerinin misli ve dengidir. Doğuştan eses itibariyle arlarında
herhengi bir fark yoktur. Sadece edindikleri (iyi) huylar kazandıkları faziletler ve
terk ettikleri reziletler sebebiyle birbirlerini üstünlük sağlarlar. Şu halde hangi şekilde
olursa olsun eğer bir kimsede reziletlerin (ve kötülüklerin) rengi iyice
yerleşmiş,boyası koyulaşmış ve ondaki iyi huylar (ve hayır duygusu) bozulmuşsa ne
nesebin ne de soy kütüğünün hoş ve asil olması fayda verir.”449
İşte toplum felsefesine dair tüm bu anlatılanlardan sonra İbn-i Haldun bayağı
işler ve sanatları meslek edinenlerin, ahlâklarının bozulacağını, şer ve sahtekârlık
boyası ile boyanacaklarını beyan eder ve bu hâlin topluma, şehre, millete
yaygınlaşması sonucunu getirir. Böylece hem kendilerini hem milletin yani toplumun
harap olması ve inkızâra uğraması için Allah’an izin çıkar diyerek şu ayeti verir:450
“Biz bir köy (ve şehir halkını) helak etmek istediğimiz vakit, oranın refah, (bolluk,
lüks) içinde yaşayan zümresine emrederiz de (bu emir üzerine ictimâi kanunların
gereği olarak) orada fısk işler, ahlâksızlık yaparlar. Bu suretle bu söz onlar hakkında
doğru çıkar, bunun üzerine onları târumâr ederiz.”451 İbn-i Haldun bu durumu şu
şekilde izah etmiştir: Söz konusu kişilerin kazançları nefsin alıştığı lükse ve artan
arzularla tatmin olmak isteyen nefs bu taktirde ihtiyaçlarına yetemez, bu da
muntazam olmayan ahvâli işlerin yolunda gitmesine sebep olur. Şahısların hali teker
teker bozulunca şehrin nizamına halel gelir (teşkilat çöker, düzen bozulur) ve harap
olur.452
Hadaretı ifsad eden âmillerden biri de fazla refah sebebi ile şehvetlere (maddi
hazlara ve cismâni keyf, zevklere) düşkün olmatır. İbn-i Haldun, bunun önce bedeni
zevklerle, türlü türlü yeme-içme ile başlayacağını, zînâ ve livâta (homoseksüellik)
gibi çirkefleşme nev’ileriyle şehveti türlü türlü yollardan gidermeyle takip edeceğini
449 el-Mukaddime, II, 818. 450 el-Mukaddime, II, 819. 451 İsrâ 17/16. 452 el-Mukaddime, II, 820.
131
vurgular. Bunun sonucunda zînâda olduğu gbi nesebin karışması, insan nev’inin
bozulması ve gayr-i meşrû çocukların meydana gelmesini ki bu da çocuklara
gösterilmesi gereken tabîi şefkatin ve yetiştirme halini bozulmasını ortaya çıkarır.
İşte bütün bunlar “bebekler ya mahvolup gider bu durumda insan nev’inin inkıta’ına
sebep olur veya insan nev’inin doğrudan doğruya tahribine ve fesadına sebep olur.”
Zînâdan daha zararlı ve tesirli gördüğü insan nev’inin bozulması konusunda
İbn-i Haldun, Lût Kavminin başına gelenleri hatırlatır. Lûtilik (eşcinsellik) insan
nev’inin hiç mevcut olmamasına yol açar, fitne, fesat ve fücûrun toplumu aşılmaz
problemlere sürükler.453 Hadariyetin, çoğunlukla dini hayata olan negatif etki eder
yani dini kimliğin bozulmasına neden olur, lüks ve konfor ile ilgili âdetler ve bunlara
boyun eğme hali onu bozar; nefis de bu tür âdetlerden hâsıl olan melekelerin boyası
ile boyanmış (bu çeşit kuvvetler ve itiyadlar sebebiyle kirlenmiş) hale gelir.
Böylelikle önce (fiziki) kudreti sonra ahlâkı ve dini îtibâriyle bozulan insanın aslında
isanlığı bozulmuş hakiki manasıyla onun üzerinde mesh (şekil değişmesi) vâki
olduğu yorumunu şu ayetle destekler.454 “Dilesek, onları oldukları yerde
döndürürdük de, ne ileri gidebilirler ve ne de geri dönebilirlerdi.”455 Her kemâlin bir
zevâli vardır. Bu görüşleri ile günümüz medeni, kendisinin söylemi ile hadari hayatın
insanlığa getirdiği olumsuzlukları hatırlamaktayız. Çünkü yaşanlamn şehir hayatı
aşikardır ki, ahlâki anlamda ciddi bir değişim söz konusudur. Bu bozulmanın temel
sebebi de iktisadi amillerdir ki, geniş mali ve maddi imkânlara sahip olan, ihtiyaçları
çoğalan her çeşit lezzet, lüks, ve keyfi rahat bir şekilde tatmin eden insanlar ve
cemiyetler insanlıklarını unutarak ( yukarıdaki ayetin ifadesi ile “mesh”) zevk, safa,
oyun ve eğlence içinde adeta çıldırmak da ve hayvanlaşmaktadırlar. Bedevilerde
birlikte yaşama zaruretinden doğan halisane yardınlaşma ve dayanışma şehirlerde
yerini menfaatçılığa dayanan mesleki ve yardımlaşmaya dönüşür. Yani insanın
şehirde edindiği huylar haddizatında beşeri hasletlerin ve insâni meziyetlerin
soysuzlaşmasından başka bir şey değildir.456
453 el-Mukaddime, II, 820. 454 el-Mukaddime, II, 821. 455 Yâsin 36/67 456 Daha geniş açıklama için, bkz.Süleyman Uludağ, “dipnot”, Mukaddime, II, 673-675.
132
İşte bütün bu açıklamalar, günümüz toplumsal yaşantısının gidişatındaki
ahlâki buzulmanın temelinde yatan etmenleri net bir şekilde ortaya koymaktadır. İbn-
i Haldun’un asırlar öncesinde bundan bahsetmesi, ve onun zamanından bu yana
dünya üzerinde cereyan eden örnek olay ve olgular onun kurduğu düşünce sisteminin
gerçeğe ne kadar yakın olduğunu göstermektedir. Bir diğer sonuç da yine onun sık
sık işaret ettiği gibi sünnetullahın gereğinin tezahür etmesidir. Buradan çağımızın
toplumsal sorunlarına gerçekçi çözümler sunmak elbette mümkündür.
G. Takvâ
Allahü Teâlâ insanın fıtratına hem hayrı hem de şerri yerleştirmiştir. İnsan da
bu iki yoldan istediğini seçmekte özgürdür. İşte İbn-i Haldun’a göre takvâ; dünya
hayatının zevklerini bırakıp, nefse ve fıtrata yüklenen hayır ve şerden, hayrı seçerek
fenâ ve çirkin huylardan korunmayı sağlayan bir yaşam tarzının adıdır. Fıtrata
yüklenen şerri baskın çıkarmak ise takvâdan uzaklaşmayı, dünyevi hayata dalıp asıl
ahlâki yaşanılası değerleri unutmaya yol açar ki “Allah muttakiî olanları sever”457
ayetine “Allah muttaki olmayanları sevmez” te’vilini yapmıştır.458 Böylece o, bedevi
ve hadâri hayatın sosyal hayata etkisini anlatmakla kalmamış dini boyutuna da
değinerek dünya-ahiret dengeli açıklamalarıyla inancına olan bağlılığını göstermiştir.
İbn-i Haldun insan tabiatına Allah tarafından yerleştirilen hayır ve şer
üzerinde detaylı bir şekilde durmuş ve ayetlerle açıklamaya çalışmıştır. Yüce Allah
“Biz ona (biri doğru diğeri yanlış olan) iki yolu gösterdik.”459 “Ona (nefs-i nâtıkaya)
hayrı da şerri de ilham ettirdi”460 buyurmuştur. Ayetlerin mealini verirken parantez
cümleler onun tefsir usulünü gözler önüne serer. Onun iki yoldan kastın ise doğru ve
yanlış bilgisinin insana verildiğini, şayet insan ihtiyatlarını kullanırken de onları
başıboş bırakır ve dine tabi olma haliyle kendini ıslah etmezse, daha çok kötü
huylara meyledeceği yorumunu yapar. Şems Suresi 28. ayette hayır ve şer
bilgisinden sonra insan fıtratına yerleştirilmiş olur. İyilik ve kötülüğün
mevcûdiyetine vurgu yaparak iyiliğe meyledenleri Allah’ın lehvine mazhar kıldığı
457 Âl-i İmrân 3/76 458 el-Mukaddime, II, 473. 459 Beled 90/10 460 Şems 91/28.
133
kimseler dışında çoğunluğun bu hal üzere olduğunu da söylemeyi ihmal
etmemiştir.461
Bu eğilimin tek engeli olarak da bir müeyyidenin gerekliliğine işaret eden
İbn-i Haldun, “Zulüm, insan nefsinin huyundan ve karakterindendir. Şayet dürüst bir
kimse görürsen bil ki bir sebebi vardır. Onun için zulmetmiyor, eğer o sebep olmasa
hiç dinlemez, o da zulmeder.” diyerek insanlar arasındaki toplumsal düzeni
sağlayacak kanunlara her zaman ihtiyaç duyulacağına işaret etmiştir.462 Elbette bu
kanun yaptırımı güçlü olması için aşkın bir varlığın elinden çıkmalıdır. Onun burada
açıkça üzerinde durduğu husus, insanın devamlı uyarılmaya ihtiyacı olduğudur ki, bu
da ancak bütün insanların fert olarak menfaâtini ve iki dünyanın mamur edilmesini
sağlayacak bir kanun olmalıdır. Nitekim Allah’ın kanunu kıyamete kadar devam
edecek ve sayılan özellikleri içermektedir. Burada “günümüzde şer’i kanunların
değişen hayat tarzına uyumluluğu” konusunda İbn-i Haldun’a katılmamak mümkün
değildir. Onun düşünce sisteminden anladığımız şudur ki, değişen insan fıtratı,
ahlâkı, hadari hayatın insanlıktan alıp götürdükleri, nefsi arzuların galebe gelmesi,
uhrevi hayatın hesaba katılmadan aşırıklarla fıtratın bozulması ve benzeri temayüller
hakiki kanuna uyumu zorlaştırmıştır. Çünkü bu kanunlarla saadet asrını yaşayan
sahabeler vardı ve onlar da nihayetinde insandı.Yani bozulan insan olduğu için
Kelimetullah kanunlarını da kabul edilemez ve yaşanılamaz görmektedir. Her ne
kadar şariat, ferdî ve toplumsal alanda belli çerçevelerdeki değişiklerle ihtiyaçlara
cevap verse de, manevi çöküntüler onu yaşanılamaz göstermektedir.
İbn-i Haldun asabiyetin doğum ve soyla gelen bir durum olduğunu kabul
etmekle beraber, tarafgirlik yaparak asabiyetin kazanılabilir olduğunu ve kişinin bu
konuda seçme özgürlüğünün bulunduğu da belirtir. Birey, grup veya kavim gibi
topluluklarla birleşir ve orada yer edinip kabul görürse artık doğumdan gelen nesep
yani asabiyet için de o kişiye fayda sağlamaz.463 Bunun dışındaki şerefi, serkeş ve
şımarık nefislerin verdiği vesvesenin neticesi olan vehimden ibaret gören müellif
“realite ve hakikat-i hâl, dediklerimize şahit ve delildir”464 diyerek şu ayeti zikreder.
461 el-Mukaddime, II, 479-480. 462 el-Mukaddime, II, 480. 463 el-Mukaddime, II, 490. 464 el-Mukaddime, II, 491.
134
“Şüphesiz ki Allah katında en değerli olanınız, en çok takva sahibi olanınızdır’’465
Bu da asabiyetin bile takva yanında hiçbir işe yaramadığının ifadesidir. Daha önce de
belirttiğimiz gibi asabiyeti taasub haline getirmeyen İbn-i Haldun, hem dünyevi
hemde uhrevi anlamdaki pragmatist mantığını her konuda olduğu gibi burada da
sergilemiştir.
Hasep (şan, şeref, asalet, ve itibar) den insanoğluna arız olan gelip geçici
hallerdir. İbn-i Haldun, insanlar içinde hiçbirinin şerefi, Âdem’den kendisine kadar
olan cedler zinciri içerisinde kesintisiz bir şekilde süregelmiş değildir ki ilahi bir
lütuf olmak ve kendisine de mevcut olan sırrı korumak üzere Nebi (a.s.)’a tahsis
edilen asâlet ve şeref biricik istisnâdır açıklamasını yaparak asabiyetlerin ve şerefin
yok olmaya mahkumiyetini vurgulamıştır.466 Asıl olan asabiyetin aşkın hedeflerle
insanların menfaatten uzaklaşarak birbirine kenetlenmesidir. Nitekim nice kan bağı
olan insanların bırakın akrabalıklarını gözetmeyi, kan davaları ile uğraştıkları
günümüz toplumunda İbn-i Haldun’un tesbitlerinin ne kadar isabetli olduğunun bir
işaretidir.
İbn-i Haldun sadece sultanlıkların, hükümdarlıkların değil devlet içinde yer
alan bütün idari teşkilatın, içtimai, ilmi ve sınaî müesseselerin her çeşit örf, adet ve
ananelerin fani olduğuna inanmaktadır. Cemiyet hayatı birçok nesep ve asaletin
doğduğu, geliştiği ve kemale erdikten sonra da yok olup gittiği bir sahadır ki bu
Sünnetullah’ın gereğidir.467 Nitekim bir ayette şöyle denilmiştir. “Allah dilerse sizi
ortadan kaldırır yeni bir (cemiyet, millet, ırk) halk ortaya çıkarır. Bunu yapmak Allah
için hiç zor bir şey değildir.”468
Bir yerde çeşitli asabiyetler mevcut olsa da en güçlü olanın diğerlerine galip
gelerek ve onları kendine tabi kılarak tek bir vücut ortaya çıkardığını savunan İbn-i
Haldun bunun tabiî olduğunu söyler. Aksi halde ihtilafa ve çekişmelere yol açarak
ayrılık baş göstereceğini şu ayetle delillendirir.469 “Allah insanların bazısına diğer
bazısı ile hâkim olmasaydı yeryüzü (ve aradaki içtimai hayatın nizamı)
465 Hucûrat 49/13 466 el-Mukaddime, II, 492. 467 el-Mukaddime, II ,492. 468 Fâtır 35/16-17 469 el-Mukaddime, II, 496.
135
bozulurdu.”470 Mülk asabiyetin gayesidir ve sonunda zayıf asabiyetlere tegallüp eder.
Bununla ilgili örneklere tarih şahitlik etmiştir. İslam Tarihinde kavimlerin bir araya
toplanması ya da Osmanlıların önce çevresindeki beylikleri sonra Anadoludaki
beylikleri hakimiyetine alması vb. hadiseler malumumuzdur.471
H. İstikamet
Hidayet ve keşfin anahtarı olarak takvayı, kâmil bir insan olmanıN şahidi
olarak değerlendiren İbn-i Haldun, bunu, öğrenmeden elde edilen bir şey olduğu için
İlm-i Ledün olarak açıklar.472 “Allah göklerde ve yerde bulunan her şeyi yâkin
sahiplerine ayetler olsun diye yaratmıştır.”, “Bu halk için bir beyândır. Takva
sahipleri için hidayet ve va’zdır.”, Allah’tan korkun ki, size bir furkan versin.”473
Takvâyı bu ayetlerle açıklamaya çalışan İbn-i Haldun, furkandan maksadın Hak ile
batılı tefrik eden ve insanı şüpheden kuratran bir nur olduğunu ifade edilmiştir. Bu
sebeple Rasülullah ekseri dualarında kendisine nur verilmesini niyaz eder ve
“Allah’ım! Bize nur ihsan et, nurumu arttır, kalbime nur lütfet, kulağıma nur in’am
et, göğsüme nur bahşet, kılıma, derime, etime ve kanıma nur ver.”474
Kişi bu duaların ardından bu yolda cehd edilirse ve nuru elde etmeye
yönelirse Ku’ânı’ın pek çok yerinde geçen şu ayetlerin gerçekleşeceğine vurgu
yapar: “Uğrumuzda mücahede edenlere yollarımızı gösteririz.”. “Allah’tan korkun
ki, mualliminiz olsun.”, “Allah kimin gönlünü İslam'a açmışsa, o, Rabbi katından bir
nur üzere olmaz mı? Kalpleri Allah'ı anmak hususunda katılaşmış olanlara yazıklar
olsun; işte bunlar apaçık sapıklıktadırlar.”475 Bu son ayet Rasülullah’a sorunlunca “o
bir genişliktir.. Nur kalbin içine atılınca o kalp genişler ve inşirah bulur”476
buyurmuştur. Gördüğümüz gibi o takvayı nur ile irtibatlanmış ve nuru ise hakkı
batıldan ayırt edebilecek bir ferasetin bahşedileceğini belirtmiş ve bununla ilgili
ayetleri verdikten sonra birçok hadisle de açıklamalarını sürdürmüştür.477 “Kim ilmi
ile amel ederse Allah ona bilmediğini öğretir.”, “Mü’minin firasetinden sakının. 470 Bakara 2/251 471 Süleyman Uludağ, “dipnot” Mukaddime, I, 351. 472 Şifâü-Sâil, 25-26. 473 Yunus 10/6, Âl-i İmrân 3/138, Enfal 8/29 474 Buhâri, Deâvât, 10, Müslim, Müsâfiriyyin, 26. 475 Ankebut 29/69, Bakara 2/282, Zümer 39 /22. 476 Ebû Nuaym, Hilyetü’l Evliyâ, c:9, s:246. 477 Şifâüs-Sâil, 26.
136
Çünkü o Allah’ın nuru ile bakar.”478 İşte takva ile kemâle eren kimse harici alemde
mutad olmayan bir sebeple kalbin içine sır olarak değen ilm-i ledünne doğru yol alır.
Bunun delili şu ayettir. “Biz ona ledün ilmini öğrettik. Kendisine neznimizde bir ilim
bellettik.”479
İbn-i Haldun mücahedenin ilk aşamasının takva, yani Allah’ın çizdiği
sınırlarda durmaktan ibâret olduğunu vurgular ikinci aşaması olarak da istikameti
gösterir.480 İstikameti, “tam dürüstlük, nefsi düzeltmek ve bütün hareketlerde vasat
olmayı temin” etmek olarak tanımladıktan sonra istikametin elde edilmesi
sonucundaki kazanımları şöyle sıralar:481 Onunla terbiye edilen nefsin huyları
güzelleşir, hayırlı işleri kolaylıkla yapar, terbiye ve temrinle Kur’ân ve Peygambere
has ahlâk, sanki kendisinde doğuştan mevcutmuş gibi onun tabîi huyları haline gelir
ki, bu “Allah’ın nimetine mahzar olan nebi ve sıddıkların dereceleridir.”482 İşte
nimete mahzar kılınanların derecesine ulaşmayı istikamet üzere olmaya bağlayan
müellif günde defalarca namazlarda okunan Fatiha suresinde “Bizi dosdoğru yola
nimete mahzar kıldıklarının yoluna ilet” duasını öğreten Rabbin insanı istikameti
istemekle mükellef tuttuğunu söyler. Bunun sebebi olarak da, istikamete riâyetin
güçlüğü bunu arzu etmenin çok değerli ve meyvesinin çok şerefli oluşundan
kaynaklandığını savunur ve şu hadisi zikreder: “Gerçi tam olarak
gerçekleştirmezsiniz ama yine de istikamet üzere olunuz.”483
İbn-i Haldun istikameti kazanmadaki en etkili yolun nefsâni huyların terbiye
Etmek suretiyle aşağı arzuların zıddı yapılarak bayağı isteklere muhalefet edilerek
edileceğini belirtir. Bu konuda itidalli olunması gerektiğine işaret eden ayetler
verir.484 “Onlar ki, infakta bulundukları zaman hasislik etmediler, belki ikisinin ortası
bir yol tutarlar.” “Yiyiniz, içiniz fakat israf etmeyiniz.” “Elini bağlayıp boynuna
478 Tirmîzi, Tefsir, Sûretü’l Hicr. 479 Kehf 18/66. 480 Şifâüs-Sâil, 34. 481 Şifâüs-Sâil, 35. 482 Nîsa 4/68. 483 Müslim, İman, 62, İbn-i Mâce, I, 61. 484 Şifâüs-Sâil, 35.
137
asma, tamamen açıkta bulundurma.”,“Kafirlere karşı şiddetli,fakat aralarında
merhametlidirler.”485
İstikamet îtidalli bir hayat tarzı ve sabırla elde edilir. Hz. Peygamberin “Beni
Hûd Suresi ile benzeri sureler ihtiyarlattı” hadisi ile Hûd Suresindeki
“Emrolunduğun gibi dosdoğru (istikamet üzere) ol.”486 ayetini izah ederken,
istikametin teklif edildiğini başlangıçta zor, külfetli olsa da tedrici surette nefs
üzerinde tekrar tekrar işlenince bu zorluğun kalkacağını ve bu fiillerin nefsin tabii bir
huyu ve cibilleyetinde bulunan vasıf haline geleceğini açıklar.487 Ona göre itidalden
ve vasattan sapmanın her şeklinin yerilmiştir. İstikametin peygamberler hakkında
farz-ı ayın olduğunun bilinmesini gerektiğini söyler ve doğrudan peygamberleri
muhatap kabul eden ayetleri verir: “Şüphesiz ki sen doğru yol (sırat-ı müstekım)
üzere olasın diye gönderildin.” “Musa ve Haruna hitaben ‘istikamet üzereolun
bilinmeyenlerin yoluna tabi olmayın.”488 Hz. Aişe’ye Rasülullah’ın ahlâkı
sorulduğunda “Kur’ân’ı okumadın mı? Onun ahlâkı Kur’ân’dı.”489 Rivayetinden
sonra şu açıklamalara yer vermiştir: Kur’ân Rasülullahı, her ayeti ile yaptığı ve terk
ettiği bütün davranışları itibariyle terbiye etmiştir. İlk defa tezhip ve terbiye edilen
zât Rasülullah’dır. Sonra halk terbiye edilmiştir ki, Hz. Peygamberin “Ben güzel
ahlâkı tamamlamak için gönderildim.”490 buyurmuş olması bunu gösterir.491
İbn-i Haldun istikametin elde edilmesinde riyâzeti (çile çekmek)
önemsemiştir. O riyâzeti, kalbin kötü, pis ve aşağı huylardan tasfiye edilmesi ve
nefse ait bütün tabii ve fıtri huyların itidal ve istikamet üzere olmasını temin etmek
suretiyle kalbin huy ve faziletlerle donatılması olarak tanımlar, nefsin zevkine hoş
gelen dünyaya ait arzu ve zinetler gibi ekseriye insanın meylettiği ve şeytanın
mü’minlerin kalbini çeldiği hususların tamamen reddedilmesini konu ile ilgili şu
ayeti vererek netleştirir: “Kadın, oğul, hesapsız altın ve gümüş, üstün vasıflı at
sürüleri, davarlar ve çiftlikler gibi şeylere ait arzulara tutkunluk halk için süslü
485 Furkan 25/67, En’âm 6/141, İsrâ 17/29, Fetih 48/29 486 Hûd 11/113 487 Şifâüs-Sâil, 36. 488 Yasin 36/4, Yunus 10/89 489 Müslim, Müsâfiriyyin, 139. 490 Muvattâ, Hulk, 8,; Beyhâkî, c:X, 191. 491 Şifâüs-Sâil, 37.
138
gösterilmiştir. Bunlar dünya hayatının metâıdır. Güzel âkıbet Allah neznindedir.”492
“O halde bu gibi şeylerden kaçmak bunlara karşı isteksiz davranmak öldürücü
yılanlardan uzaklaşır gibi bunlardan uzaklaşmak istikametten inhiraf etmek için bu
mertebeyi ele geçirip orada yerleşinceye kadar lüzumludur” diyen İbn-i Haldun
“Allah’ın ençok sevdiği amelin az olsa da fazla devamlı olanıdır.”493 hadisini
hatırlatmıştır.494 İstikametin kalbinde hasıl olan kimseni Kur’ân ahlâkı ile
ahlâklanacağını sünnete uyarsa doğru yolda yürüyen istikamet sahibi kimselerin
zümresine dahil olacağını açıklayan İbn-i Haldun bu kimseleri şu ayetle sıralamıştır:
“Nebî, sıddîk, , şehid ve Salihler zümresinden olup da Allah’ın kendilerine in’âmda
bulunduğu kimseler yoldaş olma akımından ne güzel kimselerdir.”495 Mücâhedeyi
birinci takva olarak zikreden müellif, bunun her mükellef için farz-ı ayın olduğunu
belirtir. Allah’ın çizdiği hududa saygı göstermek suretiyle kendini azaptan
korumanın gerekliliğine şu ayeti delil göstermiştir.496 “Allah’ın hududuna tecavüz
edenlerin”497 kâfir ve fasık olduklarını bilmek her müslüman için şarttır.
İbn-i Haldun’un riyazetle ilgili görüşlerinin, bedevi hayatla parelellik
gösterdiği aşikârdır. Çünkü bedevi yaşantının içerisinde ruhi ve bedeni hazlardan ve
aşırılıktan uzak itidalli bir yaşam tarzı vardır. Bu da, onun dini, tasavvufi, sosyal,
psikolojik ve diğer arasında sıkı bir bağ kurulabileceğini gösteriyor.
İkinci mücahede olan istikâmeti, Peygamber (a.s) için farz-ı ayn, ümmet için
meşru gören İbn-i Haldun buna sebep olarak da, onları şeriatın uygulayıcısı ve
insanlığın önderi ve yürüyen bir Kur’ân olmak gibi bir nimete eren kimseler
olmalarını gösterir.498 Çünkü peygamberler insanlara Allah’ın dinini tebliğ gibi zor
bir görev için seçilmiş insanlardır ve bu onlar için ayrıcalıklı bir nimettir.
Mücahedenin üçüncü kısmı keşiftir. Keşfi, fikir de dahil olmak üzere tüm
beşeri kuvvetleri söndürerek, perdelerin kalkması ve dünya hayatından Rubûbiyet
nurlarını müşahedeyi temin arzusuyla, aklın tüm düşünce gücünü, hazreti Rububiyete
492 Al-i İmran 3/14. 493 İbn-i Mâce, Zühd, 28. 494 Şifâüs-Sâil, 39. 495 Nîsa 4/68. 496Şifâüs-Sâil, 49. 497 Bakara 2/229. 498 Şifâüs-Sâil, 50.
139
tevcih etmektir. İbn-i Haldun, dünyada iken bir kimsenin ulaşabileceği mertebelerin
nihayeti olarak keşfi görür. Ancak bu mücahedeyi hoş karşılamayarak mekruh
derecede mahzurlu olduğunu belirten müellif şu ayetle bu konuya açıklık getirmiştir:
“Ona (Hz. İsa) uyanların kalplerinde şefkat ve merhamet hislerini halkeyledik. Allah
rızası gayesiyle ortaya attıkları ruhbâniyyeti kendilerine farz kılmış değildik. Buna
hakkıyla riâyet de etmediler. Fakat bunlardan iman edenlere hak ettikleri karşılığı
verdik. Bunların çoğu ise, fasık kimseler olarak kaldılar.”499
Mücâhedenin bu aşamasını ruhbanlıktan ibaret gören İbn-i Haldun,
ruhbaniyetin İsevilere farz kılınmadığını, buradaki ruhbanlıktan maksadın Allah’ın
rızasını kazanmak olduğunu belirtmiştir. O bu konuda Selefiyye’nin ruhbaniyeti
“kadını ve evlenmeyi terk ederek manastıra kapanmaktır.” Şeklindeki tanımını
serdettikten sonra buna riâyet etmedikleri için Allah onlar hakkında “onların çoğu
fasıktır”500 demektedir. Böylece Allah ruhbâniyyeti ortaya atan, sonra da onu
hakkıyla yerine getirmeyen kimseleri yerdiği ve onlara esef ettiği yorumunu
getirmiştir. 501 Ayrıca “Tatavvu ve nafile bir ibadete başlayan onu tamamlamaları
lazım geldiği ve buna hakkıyla riayet etmeleri icap ettiği hususu” bu ayetten anlaşılır
demiştir. O “hakkıyla” kaydına dikkat çekerek riâyet etmenin güçlüğünden dolayı bu
nevi mücahede yolunu tutmanın zorluğunun anlaşılabileceğini ve “irade dışında
kalan bir takım hallerin ârız olması sebebiyle bu nev’i mücahede fasıklık ve küfür
getirebileceğini öngörür. Çünkü insanın yaratılışı bu tür keşflere müsait değildir ki,
fıtratların üzerinde olanları gerçekleştirimezler. Ancak peygamberler fıtrat itibariyle
hidâyet ve hilkat yolunu bekledikleri ve farklı oldukları için bu tür keşflere perde
aralayabilirler.502 “Allah her şeye hilkatini vermiş sonra da hidayet etmiştir.”503 İşte
herkesin fıtratı ölçüsünde keşfe ilhak olabileceğini savunan İbn-i Haldun, idrakin
üzerini aşmanın bir miskin için tehlikeli olacağını savunmuştur.
Keşften müteşâbihât konularına geçen İbn-i Haldun idrakların üzerinde olan
şeyler hakkındaki görüşleri sunar: Hz. Peygamber ruhtan sorulunca: “De ki: ruh
499 Hâdid 57/27. 500 Şifâüs-Sâil, 50. 501 Kadı Ebu Muhammed b. Atiye (ö: 546/1152). 502 Şifâüs-Sâil, 50-51. 503 Taha 20/50.
140
Rabbim emrindendir.”504 buyurulmuştur. Bu cevabın Yahudi uleması tarafından
peygamberliğin alâmeti , nübüvvetin doğruluğunun delili sayıldığını söyleyen İbn-i
Haldun, konuya “Kişinin kendisini ilgilendirmeyen şeyleri tümü ile terk etmesi
islâmî yaşayışının güzelliğindendir.”505 hadisi ile açıklık getirmiştir.506 Ona göre, din
ve dünya hayatı bakımından önemi bulunmayan hususların şer’en mahzurludur. O,
“ruh hakkında sana soruyorlar” ayetine şu yorumu yapmıştır: Bu nev’i işlerle meşgul
olmanın mahzurlu olduğuna delalet eden bir tenkid ve red olduğunu ifade ederek
ayeti ayetle tefsir eder. “Sana hilâllerden soruyorlar? O hac ve halk için vakit tayin
etmeyi temin eder.”507 Ayın durumu konusunda sizi ilgilendiren husus hilalin hac
zamanını tayin etmeye yaraması demektir ki, ayın dinle ilgili yönü budur veya halkın
zirâat ve ticaretle ilgili muamelelerde vakit tayin etmesine yarar. Dünya işleriyle
ilgili bulunan yönü budur ki, bunun dışındaki hususlara sizin ihtiyacınız yoktur.
Burada söz konusu olan olay bazı hacıların ihramda iken evlerden kapılardan girmeyi
terk ederek arka taraftan girmeleri şeklindeki tatbikatlardır ki, suale cevap olan bu
mananın bir tarafı bırakılarak bu meselenin bahis konusu edilmesinde bu nev’
lüzumsuz hususları Hak Teâlanın mahzurlu saydığına ikaz ve işaret vardır ve
mükelleften bunu terk etmelerini talep mevcuttur.508
İbn-i Haldun mükâşefe ilmi üzerinde fazlaca duranlara eleştiriler getirmiş,
müteşâbihât konularında yapılan tevil ve tefsirlerin bid’atleri ortaya çıkardığını,
bâtıni manalarla hakikate perde çektiğini savunmuştur. Müteşâbihatla ilgilenmenin
bir tür keşf hali olduğunu kabul eder, idrakin ve kalbin kaldıramayacağı bu
hususlardan uzak durmanın itidalli bir davranış olduğunu beyan eder. Hz. Adem ve
Hz. Havva hakkında ‘Bunlar nefs ve tabiattır.’, boğazlanan sığır hakkında, “o nefs
idi”, kehf ashabı hakkında “onlar arzularına meyletmiş kimselerdir” şeklindeki
yapılan tevillerin hidayet yolundan saptırmaya vesile olduğunu, delalet ehli
kimselerin kafasına bu düşüncelerin yatkınlığının gerçekliğini belirtir.509 Böylece
sembolizme karşı bir tavır sergileyen İbn-i Haldun, ayetlerin teviline karşı değildir,
504 İsra 17/85. 505 Tirmizî, Zühd, 11; İbn-i Mâce, Fiten, 12; Muvattâ, Husnu’l Hulk, 3; Ahmed b. Hanbel, c:I, 201. 506 Şifâüs-Sâil, 56. 507 Bakara 2/189. 508 Şifâüs-Sâil, 57. 509 Şifâüs-Sâil, 57.
141
ancak zorlama derecesine varan aşırı ve hakikatten uzak yorumlara tepki
göstermiştir. Mükâşefe ilmini hak ve Allah’ın bir sırrı olarak görmüş ancak mükâşefe
insana verilen ilim ve iradeye ağır geleceğini vurgulayarak bundan uzak durulması
gerektiğini ve bunun en doğru bir yol olduğunu savunmuştur.
İ. Üstünlüğün Takvâda Oluşu
Hemen her fırsatta asabiyetin dine davette çok büyük getirisinin olduğunu
vurgulayan İbn-i Haldun, “Allah bir peygamberi sadece kavminin metin ve bahadır
tâifesinden gönderir, himâye ve müdafaa gücü olmayan zayıf ve âciz bir kabileden
peygamber gelmez”510 sahih hadisi yanında asabiyeti zemm eden şu ayet ve hadisi
yorumlamıştır. “Allah katında sizin en kerim olanınız, en muttakî olanınızdır.”511
Hz. Peygamber buyuruyor ki, “Allah cahiliyetteki gururu (böbürlenmeyi) ve ecdadla
iftihar etmeyi sizden gidermiştir. Hepiniz Âdem’in oğullarısınız ve Âdem de
topraktandır.”512 Hadis asabiyetin ahiret hayatı için bir geçerliliğininin olmadığını
asıl maksadın hedeflere yönelmek için son haddine kadar gayret sarfetmek
gerektiğini ve bunun Allah katındaki değerini ortaya koymuştur.
İbn-i Haldun burada Şâri’nin mülkü, saltanat ve krallığı zemmettiğini, israf
ve dünyevi hazlardan bol bol faydalanma aşırı israf ve Allah yolundan sapma gibi
halleri itibâriyle mülk sahiplerine esef ettiğini söyler. “Bu Şârî sadece dinde ülfete
ve ünsiyete teşvikte bulunmuş, ihtilaf ve tefrikadan sakındırmıştır.” Şârî nazarında
tümü ile dünya ve dünya halleri bir binek vasıtadır. Vasıtadan mahrum olan maksada
vusulden de mahrum olur.513 Zira Şâri mülkü zatı icabı zemmetmiş ve onunla
meşgul olmayı haz ve zevklerden yararlanma, kahır ve zulüm sebebiyle mahzurlu
görmüştür. İbn-i Haldun Hz. Dâvud ve Hz. Süleyman’ı hatırlatarak, onların
kimsenin sahip olmadığı mülklerine dikkati çekmiştir: “Süleyman: "Doğrusu ben bu
iyi malları, Rabbimi anmayı sağladıkları, için severim" demişti. Koşup, toz perdesi
arkasında kayboldukları zaman: "Artık yeter, onları bana geri getirin" dedi.
Bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya başlamıştı. Süleyman: "Rabbim! Beni
bağışla, bana benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver; Sen
510 Ahmed b. Hanbel, II, 533. 511 Hucûrat 49/13. 512 Tirmizi, Tefsir-i Sure, 49, Ebû Dâvud, Edep, 111, Ahmed Hanbel, 3/321. 513 el-Mukaddime II, 580,581.
142
şüphesiz, daima bağışta bulanansın" dedi.” Davud'a Süleyman'ı bahsettik; o ne güzel
bir kuldu! Doğrusu o daima Allah'a yönelirdi. Ey Davud! Seni şüphesiz yeryüzünde
hükümran kıldık, o halde insanlar arasında adaletle hükmet, hevese uyma yoksa seni
Allah'ın yolundan saptırır. Doğrusu, Allah'ın yolundan sapanlara, onlara, hesap
gününü unutmalarına karşılık çetin azap vardır.”514 Onlar Allah’ın nebilerin ve
O’nun nezninde insanların en mükerrem olanlarıdır. Buna göre mülkün hakkın icâb
ettiği şekilde doğru kullanılması öbür dünyayı kazanmaya vesile olabilecektir.515
Müslümanların çoğunlukla bir riyazet hayatının zenginlikten uzak durup
fakirlik hayatını tercih etmeleri biçimindeki yanlış anlayışına İbn-i Haldun’dan güzel
bir cevaptır. Çünkü, Müslüman zengin olup malını Hakk rızası için kullandığı zaman
asıl maksadına ulaşmış demektir. Yoksa İslâmiyet çalışmayı ve helâlinden
kazanmayı teşvik ederek bir dayanışmanın gerekliliği için zekat müessesesini farz
kılmazdı.
İbn-i Haldun maksatların hakk ve hedeflerin bir olmasının, belirlenen
hedefler doğrultusunda gösterilen gayretin mutlaka amacına ulaşacağını şu hadisle
pekiştirir. “Kimin hicreti Allah’a ve Rasülüne ise onun hicreti Allah’a ve
Rasülünedir. Ele geçireceği bir dünyalık veya evleneceği bir kadın için ise, onun
hicreti ne için hicret ettiyse onun içindir.”516 Böyelikle o, konulacak hedefi bir
anlamda işaret ederek, tevekkülün elden bırakılmamasını tavsiye etmiştir.
Şârinin zemmettiği mülk ya da gadap gibi bir takım tâbii duygular, doğru
olarak kullanıldığı sürece bir değer ifade ettiği gözardı edilmemesi gerekir. Ona göre
insanda “gadap kuvveti” zail olacak olsa ondaki “Hakk’a yardımcı olma” hususiyeti
ortadan kalkar, cihat ve Î’lây-ı Kelimetullah muattal olur. Çünkü Hakk’a destek ve
cihat yapma sadece gadap kuvvetinin var olması sayesinde mümkündür. Şâri’nin
sadece şeytanın yolundan ve kötü maksatlar uğrunda kullanılan gadap, böyle şeyler
için olursa bu kötüdür diyen İbn-i Haldun “Şâyet gadap Allah’ta ve Allah için yani
Allah uğrunda ve Allah rızası için olursa iyi bir şey olur.”517 Dikkat edilecek olursa
514 Sâd 38/35 515 el-Mukaddime, II, 566. 516 el-Mukaddime, II, 581, Buhâri, Vahy, 1, Müslim, İmâret, 45. 517 el-Mukaddime, II, 581.
143
olumlu-olumsuz bütün davranışları pragmatik bir tavırla izah etmiş ve herşeyin yerli
yerince kullanıldığı oranda anlam kazanacağını vurgulamıştır.
İbn-i Haldun Şâri’nin asabiyeti kötülemesinin bu tür tabii huyların yanlış
kullanılmasıdan kaynaklandığını dile getirir ve bunu şu ayetle delillendirir:
“Akrabalarınızın ve evlatlarınızın size faydası olmaz.”518 Bundan maksadın cahiliyet
döneminde olduğu gibi asabiyetin bâtıl ve bâtılla ilgili haller üzerinde bulunduğu,
asabiyete dayanarak bir kimsenin diğerine karşı haksız ve yersiz bir şekilde
övündüğü veya hak iddia ettiği yerlerdir. Bu gibi şeylerin aklı başında olan
kimselerin fiillerinde yeri yoktur diyerek bunun abes (boş) olduğunu ebedi kalınacak
ahirette de bunun bir faydası olmayacağını vurgulamıştır.519 Bununla ilgili İslâm
tarihinden örnekler de sunarak geniş bir perspektifle hilâfet meselesine
değinmiştir.520
J. Hatm (Güzel Koku) Hakkında
Hatm, tamam olmak ve nihayete ermek manasına gelir ki “işi hatmettim”
cümlesi de böyledir. İbn-i Haldun, hatme, ‘nihayete erdirmek, sonlandırmak’
anlamını vermiştir. “Kur’ân hatmettim” sözü gibi, hâtemü’l enbiyâ terkibi de,
peygamberlerin ahiri ve işin sonu manalarına gelir. Hatme, kapları ve fincanları
kapatmaya yarayan kapak (tapa, tapaç) anlamını da yükleyen müellif bu gibi
yerlerde böyle anlamların geçerli olduğunu ancak şu ayetle bu anlamın geçerliliğini
kaybettiğini vurgular. “Onun hitamı misktir.”521 Bu ayetteki hitâm kelimesini
“nihayete ermek ve tamam olmak” şeklinde izah edenlerin hata ettiğini söyleyen
İbn-i Haldun, hatta daha ileri giderek “cennetlik olanların içtikleri şarabın sonunda
misk kokusu bulacaklardır” tarzındaki manaya karşı çıkmıştır. O, ayetteki “hitâm”ı,
‘tıkaç’ anlamında ‘muhafaza etmek için içinde şarap bulunan küpün ağzı balçık veya
zift (kara sakız) ile kapatıldığı bir zamanda dünyadakinin aksine cenneteki şarabın
kapağı balçık ve ziftten çok daha hoş kokan ve daha lezzetli olan misktendir’
denilmek suretiyle cennetteki şarabın vasıfları son derece güzel bir şekilde tasvir
518 Mümtehine 60/3. 519 el-Mukaddime, II, 581-582. 520 el-Mukaddime, II, 582-588. 521 Mutaffifîn 83/26.
144
edilmiştir.522 Bununla birlikte hitâma, nihayet son bulma anlamında mühür adının da
alabileceğini söylemiştir. Onun bu farklı yorumu içtimâi ve sosyal hayat içerisinde
ayetleri nasıl kullandığının çarpıcı bir örneğidir. Çünkü dünyevi bir zihniyetle uhrevi
bir takım yorumlar gerçekçi olmayabilir.
K. Düzenin Önemi (Bunyânun Mersûs)
İbn-i Haldun her insanın hayatının her aşamasında itidalli ve düzenli bir
hayatı yol edinmesi gerektiğini, ancak bu düzenin savunma görevi bulunan askeri
kulvarda daha önemli olduğunu vurgular. Bu konuda harp çeşitlerinden başlayarak
askeri düzenin aşamaları hakkında bilgiler verir.
O harp çeşitlerini anlatırken vur kaç, gerilla ve çete harbi diye nitelendirdiği
taktiğin ve intizamın mükemmel olması gerektiğinden bahseder. Bu; tıpkı oklar
tertip edilir ya da namaz için saf teşkil edilir gibi tertip ve tanzim edilmeli diyerek
düşmana karşı çatışma esnasında sebâtkâr olmaya kıtâl halinde daha fazla sadâkat
göstermeye ve düşmanı daha ziyade korkutmaya sebep olacağını belirtir. Bu düzeni,
yarılması ümit edilmeyen saray surlarını ve uzayıp giden kale duvarlarına benzeterek
Kur’an’dan şu ayete işaret eder: “Şüphe yok ki birbirine kenetlenmiş duvar taşlar
“bunyânun mersûs” gibi saf teşkil ederek mukâtele edenleri Allah sever.”523 ayette
geçen “bunyânun mersûs” ifadesinin ‘sebat için yek diğerini takviye’ etmek
anlamına geldiğini şu hadisle de desteklemiştir:524 “Mü’min mü’min için yek
diğerini takviye eden binanın duvarındaki taşlar gibidir.”525 Ona göre bu ayet ve
hadisle harpte sebat gösterme farz, düşmana arka çevirme haram oluşunun hikmeti
ortaya çıkmaktadır. “Ey İnananlar! Savaş için ilerlerken, inkar edenlerle toplu halde
karşılaştığınızda onlara arkanızı dönmeyin.”526 Buna göre, düşmana arkasını dönen
bir kimse, saf ve hat nizamını ihlal etmiş, bir hezimetin vukûa gelmesi halinde
bunun vebalini yüklenmiş Müslümanların mağlûp bir duruma düşmelerine ve
düşmanların ise fırsat bulup galibiyet elde etmelerine imkan vermiş gibi olur ki
bunun günahı çok büyüktür. Böylece yenilgiden doğan mefsedet ve zarar umumu
etkiler, dini kuşatan duvarı yararak islama da sirayet eder. Bu yüzden İbn-i Haldun, 522 el-Mukaddime, II, 668. 523 Sâff 61/4. 524 el-Mukaddime, II, 677. 525 Buhâri, Mesâcid, 54. 526 Enfâl 8/15.
145
harpten firarı günah-ı kebâirden saymıştır. O bu deliller sonucunda Şâri nazarında
nizami savaşın öbür nev’i (vur-kaç, gerilla, çete harbi) savaştan daha şiddetli olarak
görüldüğü sonucuna varmaktadır. 527
Bu savaş takdiği konusunda İbn-i Haldun İslam’da harplerin nizami olmasını
iki sebebe bağlamıştır. Birincisi, düşmanların nizamî harp etmesi, onları da
düşmanları gibi savaşmaya mecbur etmiştir. İkincisi, muharebe meydanında sabır ve
metanet göstermeye rağbet etmeleri, yüreklerinin iman dolu olması sebebiyle
yaptıkları cihatta seve seve can vermek istemeleridir.528 Çünkü nizamî savaş, can
feda etmeye daha uygun bir durumdur. O İslamiyetle omuzlara yüklenen kutsal
emanetin yüreklere saldığı cesareti ve sabrı ortaya koyarak mü’minlerin birbirlerinin
kardeşleri olduğunu ayet ve hadislerle birlikte açıklamıştır. Yani mücadelede sebat
etmenin karşılığı zaferdir. Eski kök salmış hanedanlıkların mağlup edilmesi zordur
tezini de savunmuş bu konuda Bizans Devleti’ni örnek vermiştir. “Allah’ın kulları
arasında câri olan adeti budur.” cümlesini, “Allah’ın adetinde herhangi bir değişiklik
bulamazsın”529 ayetiyle tamamlamıştır. Daha sonra İslam tarihinde vâki olan fetih
hareketlerini hatırlatarak Peygamberin vefatından üç-dört sene sonra Müslümanların
İran’ı ve Bizans’ı istilâ etmeleri keyfiyetini yukarıda sunduğu tezlere delil gösterir.
Bu fetihlerin tamamen Hz. Peygamberin mucizesi sayesinde gerçekleştiğini savunan
İbn-i Haldun, bunun sırrını ve hikmetini şöyle dile getirmiştir: “Müslümanlar
düşmanlarıyla yaptıkları cihadta müslümanların iman nuru ile ileriyi görerek seve
seve canlarını feda etmeleri düşmanların kalplerinde Allah’ın korku ve perişanlık
yaratmış olmasıdır.”530
İbn-i Haldun’un her defasında ortaya koyduğu düşünce sisteminde dini
inançların etkisini net bir şekilde müşahede edilmektedir. Bu da, kişinin tamemen
tarafsız davranamayacağının bir göstergesidir. Ancak onu tarafsız olabilmek
konusunda en başarılı müelliflerden biri olarak takdim edebiliriz.
527 el-Mukaddime, II, 678. 528 el-Mukaddime, II, 681. 529 Ahzap 33/62. 530 el-Mukaddime, II, 721.
146
L. Zulüm
Her şeyden önce “zulüm, malikin elinden mülkünü ve malını karşılıksız ve
sebepsiz olarak almaktan ibarettir” diyenlere karşı çıkan İbn-i Haldun, zulmü daha
umumi bir yaklaşımla ele almıştır ki o da şudur: “Başkasının mülkünü alan veya onu
zorla kendi işinde çalıştıran veyahut hakkı olmayan bir şeyi ondan isteyen veyahutta
şeriatın farz kılmadığı bir hakkı ve vazifeyi başkasına yükleyen (onu meşrû ve
kanuni olmayan şeylerle mükellef tutan) her kişi karşısındakine zulmetmiştir.”
Şari’nin zulmü haram kılmasındaki hikmeti bu şekilde açıklayan müellif, bu zulmü
umranın yıkılmasına sebep olarak da görmüştür. Umranın fesâda uğraması ve harap
olması ise insan nev’inin inkıta’ını ilan eder. Şeriatta bulunan “beş zarûri maksada
(Zaruriyât-i Hamse)”bu vesileye işaret eder. Dini hükümlerin ruhunun, zulmü yok
etmek adaleti getirmek olduğunu vurgular. Özellikle İslam hukukunda önemli
ilkelere dayanak olan beş zaruret ise, dini muhafaza, nefsi muhafaza, aklı muhafaza,
nesli muhafaza, malı muhafaza olarak belirlenmiştir. İbn-i Haldun bu maddelerden
yola çıkarak “zulüm umranın tahrip edilmesine yol açması suretiyle insan nev’inin
ve neslinin kesilmesini ilan edince haram kılma hikmeti onda mevcuttur.” sonucunu
çıkarmıştır.531
Bu yüzden zulmün yasaklandığını, zulmün haramlığı ile ilgili ayet ve
hadislerin sayılamayacak kadar çok olduğunu ifade eden müellif, herkesin zulmetme
gücüne sahip olamayacağını vurgulamış ve bunu şöyle açıklamıştır: “Eğer herkes
zulüm gücüne sahip olsaydı herkes tarafından işlenmesi mümkün olan zînâ, katl ve
içki gibi beşer nev’i için zararlı olan günahların karşılığında konulan men edici
cezalar müeyyideler zulmü önlemek içinde mutlaka konulurdu.”532 Kendisine gücü
yetmeyenlerin başkasının zulme gücü yetmeyeceğini belirten İbn-i Haldun “zulüm
sadece kudret ve otorite sahibi olanlardan vâki olur ki bu yüzden zulme kâdir olan
şahsın vicdanında manevî müeyyide olur diyerek zulmü kötülemede ve ona dair olan
tehditlerin tekrarında mübalağa edilmiştir” açıklamasını “Rabbin kullara asla
zulmetmez.”533 ayeti ile noktalamıştır.
531 el-Mukaddime, II, 699. 532 el-Mukaddime, II, 700. 533 Fussilet 41/46.
147
Zulmün tanımını ve mahiyetini anlatan İbn-i Haldun bu ayetle birlikte
Allah’ın insanlara zulmetmeyeceğini, zulmün insanların kendilerinden hasıl
olduğunu vurgulayarak buna “yol kesme” davranışını örnek vermiştir. “Allah ve
peygamberiyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuğa uğraşanların cezası
öldürülmek veya asılmak yahut çapraz olarak el ve ayakları kesilmek ya da
yerlerinden sürülmektir. Bu onlara dünyada bir rezilliktir. Onlara ahirette büyük
azap vardır.”534 ayetiyle şu açıklamayı yapmıştır: Yol kesmek herkesin güç
yetiremeyeceği bir zulümdür ki, eşkıya sadece eşkıyalık yaptığı müddetçe bunu
yapmaya kâdirdir diye itiraz edilemez diyen müellif bu itiraza karşılık şu iki cevabı
vermiştir: “Yol kesmede eşkıyanın cana ve mala karşı işlediği suçtan dolayı ceza
verilir. Bu ise eşkiyaya karşı kuvvet elde edildikten ve işlediği suçun hesabını sorma
imkanı hasıl olduktan sonra bahiskonusu olan bizzâtihi yol kesmanin ise (zulümde
olduğu gibi tesbit edilmiş muayyen) bir cezası yoktur. Diğer cevap ise; yol kesen
eşkiya kudret sahibidir diye vasfolunamaz. Çünkü “zalimin kudreti” deyimi hiçbir
kudretin karşı koyamadığı her tarafa uzanan bir eli (yüksek makam sahiplerinin
haksızlığını ve devletin zulmünü) kastediyoruz.” 535
İbn-i Haldun’un önem verdiği konulardan bazılarını Kur’an’la nasıl
desteklediğini ve ilgili ayetleri nasıl yorumladığını böylece ortaya koymuş olduk.
Başta da işaret ettiğimiz üzere bunlar seçilmiş örneklerdir. Müellifin eserlerinde
buna benzer birçok örneğin mevcut olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz. Öyle
zannediyoruz ki, onun düşünce sisteminde vahyi bilginin (Kur’an) yerinin neresi
olduğu ve onun nasıl kullanıldığını isbat etmesi bakımından bu örnekler yeterli
olacaktır.
VII. İBN-İ HALDUN’UN YORUMCULUĞUNUN DEĞERLENDİRMESİ
İbn-i Haldun’un düşünce metodu, bahsettiği konular hakkında hiçbir görüşü
peşinen reddetmeden, olabildiğince geniş bir perspektiften bakarak kimin ya da hangi
mezhebin söylediğine bakmaksızın doğru görüşü kabul etmek ve yine kimin ya da
hangi mezhebin söylediğine bakmaksızın yanlışlığı açıkça ortada olan görüşü
reddetmektir. Yani onun için önemli olan kişiler ya da mezhepler değil, fikirlerdir.
534 Mâide 5/33. 535 el-Mukaddime, II, 700.
148
Böyle objektif bir tutum sergilemesinde, onun, tarafgir bir yönelişten uzak
durmasının büyük bir etkisi bulunmaktadır. Bu sayede o, olayları ve olguları,
bireysel, toplumsal, siyasi ve tarihsel olarak değerlendirmiş ve bunları ayetlerle
delillendirerek özgün yorumlarıyla tefsir alanına farklı bir boyut kazandırmıştır.
İbn-i Haldun’ün düşünce sistemi içerisinde Kur’an’ın yerini tespit etmeye
çalıştığımız bu bölümün sonunda bazı kanaatlerimizi belirtmek istiyoruz. Bilindiği
üzere ictimai (sosyal) tefsir, yirminci yüzyılda pek revaçta olmuştur. Gelinen süreçte
bunun normal bir gelişme olduğu anlaşılmaktadır. Zira müfessirler ve Kur’an
araştırmacıları yaşadıkları çağın ve toplumun problemleri ile doğrudan ilgilenmek
zorundadırlar. Hal böyle olunca son iki asırda müslüman toplumlarda ön plana
çıkmaya başlayan sosyal gelişmeler tefsire de yansımıştır. Bu olgu tam da İbn-i
Haldun’un ortaya koymaya çalıştığı düşünce sistemi ve metodolojinin hem
doğruluğunu ve hem de geliştirilmesi gerektiğini göstermiştir.
Ne yazıktır ki, tefsir tarihinden, özellikle de ictimai/sosyal tefsirden bahseden
araştırmacılar İbn-i Haldun’u bu alanda görmemişler, eserlerinde ondan ve
metodundan bahsetmemişlerdir. Hâlbuki o, Kur’ân ve Kur’ân ilimleri hakkındaki
engin bilgisi düşüncesiyle birlikte sistematikleşmiş ve Kur’ân’ın yorumlanmasına
yalnız sosyal değil siyasi, tarihsel, felsefi, psikolojik ve daha birçok yönlü bakış açısi
kazandırmıştır. Kanaatimizce o, bu alana çok büyük katkılar sağlamıştır, şayet onun
kendinden önceki müfessirlerden istifade ettiği kadar ondan sonraki müfessirler de
onun ortaya koyduğu düşüncelerden istifade etselerdi, Kur’an yorumunda ve
toplumsal hadiselerle Kur’an bağlantısında daha iyi bir nokta yakalanabilirdi. Çünkü
o, ne saf akılla hareket ederek vahyi bilgiyi dışlamıştır, ne de vahyi bilgileri olduğu
gibi ve gelişi güzel düşünceler ortaya koymuştur. Bilakis akıl-vahiy birlikteliğinin
nasıl güçlü bir düşünce sistemi doğurabileceğinin en güzel örneğini sergilemiştir.
Onda akıl ne kadar önemliyse, Kur’an da en az o kadar önemlidir. Akıl nasıl ki
sosyal olayları görür, yorumlar ve sonuçlar üretirse, vahiy de kendi tabiatı gereği
sosyal olgu ve olaylar üzerine her zaman ve her zeminde geçerli olabilecek teşhisler
koymuştur. Kur’ân, sadece Şari’nin emir ve yasaklarını içeren bir kanun kitabı
değildir. Onun içeriğinde bireysel ve toplumsal birçok konuda hatta insanlık
tarihinin başlangıcından itibaren her çağa sunduğu mesajlar mevcuttur. İşte İbn-i
149
Haldun’un yaptığı da, bu hakikat kitabının zamanlar üstü niteliğini dini, dili, görüşü
farklı olan her insana hitap eden akıl mantık ve realist bir metodla sunmuştur.
Sonuç olarak İbn-i Haldun’un sistemi ve metodu tarihçiliğe, sosyal
tarihçiliğe, sosyoloji ve psikolojiye olduğu kadar Kur’an yorumculuğuna ve Kur’an
araştırmalarına da katkı sağlayabilecek niteliktedir. Öyle anlaşılıyor ki, o tarihçi
olarak meşhur olduğundan dini ilimlerle uğraşan ulema ona fazla rağbet etmemiştir.
Ancak günümüz Kur’ân ve tefsir araştırmacıları da artık onu görmezden gelemezler.
Hemen belirtelim ki, İbn-i Haldun’un ayetleri yorumlaması veya delil olarak
kullanması, klasik anlamda bir tefsir yapma olmadığı gibi, gene yorum biçimi de
klasik tefsir usulündekine benzemez. Zaten onun amacı bu değildir. Fakat daha önce
de belirttiğimiz gibi, yetiştiği gelenekten yani temelden sağlam bir din eğitimi aldığı
için görüş ufku da bu doğrultuda gelişmiştir. Yaşadığı tecrübeler de buna eklenince
sadece tarih, sosyoloji, psikoloji, dil ve sanat gibi dallarda değil, ayet
yorumculuğunda da, klasik metodlardan farklı değerlendirmeler yapmıştır. Onu tam
olarak bir müfessir olarak kabul edemeyiz. Çünkü o, bir tefsir eseri yazmak için yola
çıkmamış ancak tefsir çeşitleri arasında zikredilen bir nev’i sosyal tefsir ve konulu
tefsir metodu ile ayet yorumculuğundaki yeteneğini ve Kur’ân kültürünü
kanıtlamıştır.
Müellifin ayetleri yorumlarken sosyolojik ve psikolojik birçok boyutla
değerlendirmesi günümüz tefsirciliğine de ışık tutacağı aşikârdır.
SONUÇ
İbn-i Haldun, İslam kültür ve medeniyetinin zirveye ulaştığı bir çağda
yaşamış çok yönlü bir âlim, bilgin, düşünür, idareci ve siyaset adamıdır. Dolayısıyla
temsil etmiş olduğu ilmi birikim, düşünce sistemi, âlim yorumsamacı ve anlayıcı
metodu ile onu sırf birisi ile nitelendirmek yanlış olacaktır. O büyük bir teorisyen,
geniş çaplı bir mütefekkir, olayların ve olguların farkında olan, onları
yorumlayabilen ve pratiğe aktarabilen bir entelektüeldir. Toplumun her kesiminde
fikir ve gürüşleri kabul gören müellife şimdiye kadar bir Kur’ân iktibasçısı ve
Kur’ân yorumcusu gözüyle bakılmamıştır. Eserlerindeki intibamıza göre o, bir
tarihçi, bir sosyolog ve siyasetçi olduğu kadar, ayetleri yerli yerince kullanmayı
başarmış bir âlim ve Kur’ân yorumcusudur. Öyleki vahyin değişmezliğini ve
gerçekliğini tecrübesiyle ve bilgisiyle insanlığa sunmuş ve kabul görmüş bir
filozoftur.
Araştırmamız İbn-i Haldun’un bütün hayatına, ilmi faaliyetlerine ve düşünce
sistemine ışık tutmaktadır. Özellikle Kur’ân ve yorumu ile ilgili görüşlerini vahiyle
desteklemesi, Kur’ân ve sünneti kaynak olarak kullandığını gösteren yorumları
günümüz tefsir çalışmaları için önemlidir. Daha çok Mukaddime’de ortaya koyduğu
bu görüşleri ışığında o, başta Kur’ân ve sünnet olmak üzere geçmişten kendi
dönemine kadar olan bütün ilmi kaynakları değerlendirerek evrensel nitelikte eserler
ortaya koyan nadir şahsiyetlerin arasında yerini almıştır. Olayları, olguları vahye ve
sünnete arzederek, ayetler çerçevesindeki klasik yorumlara farklı bir bakış açısı
kazandırmıştır. Özellikle sosyal ve ictimâi konulardaki tecrübesinin eserlerine çokça
yansıması, günümüzdeki olay ve olguların açıklanmasında hatta sorunların
çözümünde bile mesajlar sunabilmektedir. Bunun yanında İslam düşüncesinde yeni
bir akım olarak değerlendirebileceğimiz “sosyal tefsir”in ortaya çıkmasına vesile
olmuştur. Böylelikle önce sosyal bir nitelikte başlayan olaylar müellifin yorumundan
geçerek “kâinat kitabı” olarak nitelendirdiği ilham kaynağı Kur’ân’la bağlar. Klasik
tefsir anlayışının tam tersi gerçekleşen bu yorumlama biçimiyle ortaya attığı fikirler
herkes tarafından kabul edilebilir bir sosyal olay olarak karşımıza çıkar. Belki de
onun kendisine has bu usûlü, bugün birçok fikir akımı tarafından kabul edilip
fikirlerine değer verilmesini, anlaşılmaya çalışılan bir şahsiyet olmasını sağlamıştır.
151
İbn-i Haldun bedevilik-hadarilik, umran, asabiyyet gibi kavramlara geniş
anlamlar yükleyerek, fert ve toplumun tarihini göz önünde bulundurarak bir tarih
felsefesi ortaya koymuştur. Fert ve toplum bazında yaşanan her olayı geçmişi ve
geleceği ile ilişkilendiren müellif bu konuda oldukça titiz ve tahkikçi davranmıştır.
Sünnetullah’a her zamanda ve mekânda değişmez bir kanun olarak bakan İbn-i
Haldun sebelerin sebeplerine de inerek insanlık için önsezi niteliğinde günümüze de
mesajlar sunabilmiştir. Hemen hemen bütün eserlerden faydalanmış ve bunlarla ilgili
hem takdirlerini hemde eleştirilerini beyan etmiştir. Siyasi ve sosyal ortamın
karışıklığı İbn-i Haldun’u da etkilemiş bazen bu ortamın etkisiyle tutarsız
davranabilmiştir. Ama benimsediği fikirleri her platformda çekinmeden
seslendirmiştir.
Onun ilminin asıl kaynağı olarak öncelikle vahiy ve sünnet olduğunu
söylemek mümkündür. Bundan sonra ise mezhep, din, dil ve ırk ayrımı yapmadan
batılı doğulu bütün âlimlerin ve fikir adamlarının görüşlerini ve eselerini tahkik
etmiş gerektiğinde de tenkid etmekten hiç çekinmemiştir. Bilgide en doğruya
ulaşmak adına gerektiğinde bir düşünceyi kıyasıya eleştirirken aynı şahsın başka
konu ile ilgili görüşlerine ilişkin takdirlerini beyan etmesini bilmiştir. Mükemmelliği
sadece Allah’a yakıştırarak asıl ilim sahibinin O olduğunu her defasında
vurgulamıştır. O, ayetleri yorumlamak için ya da yeni bir tefsir anlayışı öne sürmek
için eserlerini kaleme almamıştır. Bilakis bilgi ve tecrübesini vahiy ve sünnetle
harmanlayarak insanlık tarihinin geçmişinden çıkardığı mesajları sonraki nesillere
sunmayı başarmış, ayetlerin sosyal gerçekliğini göstermiştir.
Şüphesiz ki, bu büyük mütefekkirin İslâm düşüncesine katkı sağlayacak daha
birçok görüşleri mevcuttur. Özellikle hadis alanında yapılacak çalışma sosyal
boyutta kulandığı rivayetlerin yerini tahkik etmek, sünnetin onun hayatındaki
önemini tayin etmemize ve tahlilleriyle hadislere farklı bir açılım sağlayabilir.
Bundan başka kelam, akâid ve tasavvuf dalındaki değerli fikirlerinin günyüzüne
çıkarılması gerekmektedir. Sadece dini ilimlerde değil, diğer ilim dallarında da
faydalanılabilecek derin bilgi bir birikimine sahip büyük bir âlimdir.
152
Özellikle son dönemlerde doğulu ve batılı birçok ilim adamı onun fikir
zenginliğinden faydalanma gayretindedir. Çünkü onun eserlerinde ortaya koyduğu
düşünce sistemi günümüze de geleceğimizede ışık tutacak niteliktedir.
BİBLİYOGRAFYA
Ahmed B. Hanbel, Ebû Abdillâh Ahmed b. Muhammed eş-Şeybânî,
Müsnedü el-İmâm Ahmed b. Hanbel, thk. Şuayb el-Arnavûd- Âdil Mürşid, I-L,
Müessesetü’r-Risâle, Beyrut 1413/1993.
Arslan, Ahmet, İbn-i Haldun’un İlim Ve Fikir Dünyası, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1987.
Aydemir, Abdullah, Tefsirde İsrâiliyyat, Beyan Yayınları, Ankara 1985.
Batseva, S.M, “İbn-i Haldun Düşüncesinin Toplumsal Temellleri”, (çev:Turan Dursun), Bilim Ve Ütopya, Mart 1999, s:24-29.
Bayraktar, Mehmet, “Felsefe”, İlitam Ders Kitabı, Ankara Üniversitesi Uzaktan Eğtim Yayınları, Ankara 2005.
Beyhâki, Eû Bekr Ahmed b.el-Hüseyin b. Ali Beyhâki, es-Sünenüs’Sağir, (thk. Kal’acî, Abdu’l Muhammed), Dârü Reyyân, Kahire 1988.
Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usûlü, Türkiye Diyanet Yayınları, Ankara 1995.
Cerrahoğlu, İsmail, Kur’ân Tarihi I-II, Fecr Yayınevi, Ankara 1996.
Çağırıcı, Mustafa, “Asabiyet”, İslâmda İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, İstanbul 1997, (4 cilt).
Bilgi, Alaattin, “İbn-i Haldun:Marx’tan Beş Yüzyıl Önce”, Bilim Ve Ütopya, Mart 1999, s:30-33.
Buhârî, Ebû Abdullah Muhammed b. İbrahim, Sahîhu’l-Buhârî, (thk. Abdulaziz b.Abdullah), İstanbul 1992.
Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi , Gelişim Yayınları, İstanbul 1986, c:IX, s:5521-5525.
Doğan, Cemal, “İbn-i Haldun’da Tarihi Perspektif”, Zaman Gazetesi, İstanbul 1991.
Döğen, Şaban, İlme Yön Veren Müslüman İlim Adamları, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2004.
Dumlu, Ömer, İbn-i Teymiyye ve Konulu Tefsir, Anadolu Yayınları, İzmir 1999.
Dursun, Hakkı, “Bermekiler”, DİA., İsatnbul 2000, c:V.
Dursun, Turan, “İbn-i Haldun’un Temel Düşünceleri”, Bilim Ve Ütopya, Mart 1999, 15-23.
Doğan, Cemal, “İbn-i Haldun’da Tarihi Perspektif”, Zaman Gazetesi, Ekim 1991.
Ebû Dâvud, Süleyman b. El-Eş’as es-Sicistânî, Sünen, İstanbul 1992.
Ebu Zehra, Muhammed, Ahmed İbn-i Teymiyye, (çev.: Osman Keskioğlu), İstanbul 1987.
ii
Eyice, Semâvi, “Fatımiler”, DİA., İstanbul 2000, c:XII.
Falay, Nihat, “İktisatçı Olarak İbn-i Haldun”, Bilim Ve Ütopya, Mart 1999.
Ferruh, Ömer, “Mevgıfi İbn-i Haldun Min-eddîni ve min-el Gadâye ed-dîniyye”, Bühûsün ve Mügâdenêtün fî Târîhı’l Ilmi ve Târîhı’l Felêsefeti fi’l İslâm, Dârüt-Talia, Beyrut 1986, (s.224-280).
Görgün, Tahsin, “İbn-i Haldun”, DİA, İstanbul 2000, c:XIX, s:543-555.
Gün, Adem, İbn-i Haldun’un Mukaddime’deki Din Eğtimi ile İlgili Görüşleri,(Yayınlanmamış Yüksek lisans tezi), C.Ü. Sosyal Bilimler Enst., Sivas 2002.
Gürkan, Ülker, “Tarihten Sosyolojiye Doğru ‘Ümran İlimi’”, Bilim Ve Ütopya, Mart 1999, s:53.
Güven, Şahin, Çağdaş Tefsir Araştırmalarında Konulu Tefsir Metodu, Şura Yayınları, İstanbul 2001.
Hassan, Ümit, “İbn-i Haldun Düşüncesine Yaklaşımda Bütünsellik Sorunu”,( A.Ü.Sos.Bil.Fak. Yayınları), Bilim Ve Ütopya, Mart 1999, s:36-38.
İbn-i Haldun, Abdurrahman b.Muhammed, el- Mukaddime, (thk: Dr.Ali Abdulvâhîd Vâfî), (3 cilt), Nahdetü Mısır 1928.
İbn-i Haldun, Abdurrahman b.Muhammed, el- Mukaddime, (çev:Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları, İstanbul 2005.
İbn-i Haldun, Abdurrahman b.Muhammed, Şifâ’u’s-Sâi’il Litehzibi’l-Mesâ’il, (Neşreden: Muhammed B. Tâvit at-Tanci), Osman Yalçın Matbaası, İstanbul 1958.
İbn-i Haldun, Abdurrahman b.Muhammed, Tasavvufun Mahiyeti, (çev:Süleyman Uludağ), Dergah Yayınları, İstanbul 1984.
İbn-i Haldun, Abdurrahman b.Muhammed, et-Ta’rîf İbn-i Haldun Mü’ellifi’l-Kitâb ve Rihletühû Garben ve Şarken (Neşreden: Muhammed B. Tâvit at-Tanci), Kahire 1951.
İbn-i Kesir, Ebu’l-Fidâ İmâdüddîn İsmâil b. Ömer, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Dâru İbn-i Kesîr, Beyrut 1994, (4 cilt).
İbn-i Mâce, Muhammed b. Yezid el-Kazvînî, Sünen, (thk.Muhammed Fuat Abdulbâki), Beyrut 1952, (2 cilt).
İbn-i Manzur, Ebu’l-Fadl Cemâlüddîn Muhammed b. Mükerrem, Lisânu’l-Arab, Dâru Sâdır, Beyrut 1994. (14 cilt)
İslâm Ansiklopdisi, M.E.B.,İstanbul 1997.
Keskioğlu, Osman, Nûzlünden Günümüze Kur’ân-ı Kerim Bilgileri, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1989.
Kırca, Celâl, “Asabiyet”, İslâmi Kavramlar, Senâ Yazar Gençlik Vakfı Yayınları, Ankara 1997, (2cilt).
iii
Kıvılcımlı, Hikmet, “İbn-i Haldun’un Gerçek Diyalektiği”, Bilim Ve Ütopya, Mart 1999, s:34-35.
Kitab-ı Mukaddes, Ohan Matbaacılık, İstanbul 1997.
Kozak, İbrahim Erol, “İbn-i Haldun”, DİA., İsatnbul 2000, c:XX, s:1-8.
M.Mehmet, Şerif, İslâm Düşünce Tarihi, İnsan Yayınları, İstanbul 1991.
Meriç, Cemil, Umran’dan Uygarlığa, Ötüken Yayınevi, İstanbul 1974.
Mesûdî, Ali b. Hüseyin, Murûcu’z-Zeheb, Mektebetü’l Asriye, Beyrut 1988, (4 cilt).
Müslim, Ebu’l-Hüseyin Müslim b. el-Haccâc el-Kuşeyrî en-Nîsâbûrî,
Sahîhu Müslim, (thk. Mûsâ Şâhin Lâşin- Ahmed Ömer Hâşim), I-V, Müessesetü
İzzü’d-Dîn, yy. 1407/1987.
Nesâi Ebû Abdirrahman Ahmed b. Şuayb b. Ali b. Bahr b. Sinan, Sünen, (thk. Abdülfettah Ebû Gudde), Beyrut t.y.
Satı el-Husri, “İbn-i Haldun Sosyolojisi”, (Çev:Mehmet Bayyiğit), S.Ü. İlahiyat Fak. Dergisi, s:4, Konya 1991.
Sena, Cemil, Filozoflar Ansiklopedisi (3cilt), Remzi Kitabevi, İstanbul 1993.
Sezen, Yümni, İslam’ın Sosyolojik Yorumu, İstanbul 2000.
es-Salih, Subhi, Mebâhis fî Ulûmi’l-Kur’ân, Dâru’l-İlm li’l-Melâyîn, Beyrut
1990.
es-Suyûtî, Celâlüddîn Abdurrahmân, el-İtkân fî Ulûmi’l-Kur’ân, (thk. Mustafa Dîb el-Buğâ), I-II, Dâru İbn Kesîr, Beyrut 1414/1993.
et-Taberî, Ebû Cafer İbn Cerîr Muhammed b. Cerîr b. Yezîd, Câmiu’l-
Beyân an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân, Dâru’l-Fikr, Beyrut 1988, (15 cilt).
Tirmîzi Ebû Muhammed b.İsa b. Sevre, Sünen, Kahire 1937, (5 cilt)
Togan, A. Zeki Velidi, “İbni Haldun Nazarında İslam Hükümetlerinin İstikbâli”, (Yayına hazırlayan: Yıldıray Kaplan), İslâmiyat, c:IV, sayı:3, Ankara 2001, s:159-166.
Togan, A. Zeki Velidi, Tarihte Usûl, Tarih Araştırmaları I, İsatanbul 1969.
Toptaş, Mahmut, İbn-i Haldun’a Yön Veren Kur’ân Ayetleri, Cantaş Yayınları, İstanbul 2002.
Toptaş, Mahmut, “İbn-i Haldun’un Diliyle Kur’ân Ayetlerinin Tefsiri, Milli Gazete,(22 Bölüm), Kasım 2002
Uludağ, Süleyman, “İbn-i Haldun”, DİA, İstanbul 2000, c:XIX, s:538-543.
Uludağ, Süleyman, İbn-i Haldun,Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara 1993.
iv
Uludağ, Süleyman, Mukaddime’nin çevirisini yaparken çok önemli açıklamalarını dipnot şeklinde vermiştir. Biz de yararlandığımız bu açıklamaları makale tarzında “dipnot” olarak verdik.
Yeni Rehber Ansiklopedisi, İhlas Gazetecilik, İstanbul 1993.
Ez-Zemahşerî, Ebu’l Kâsım Cârullah Muhammed b. Ömer ez-Zemahşeri, el-Keşşâf an Hagâigı’t-Tenzîl ve Uyûni’l Ekâvîl fî vûcûhü’t-Te’vil, Dâru’l Fikr, Beyrut 1977, (4 cilt).