63
DOKTORA YETERLİLİK KONULARI 1- Sosyal Politikanın Tarihsel Gelişimi İlk defa Almanya’da Profesör Riehl’in kullandığı sosyal politika kavramı, 19. Yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’nın siyasileşmiş ülkelerinde, özelliklede Almanya’da ortaya çıkmıştır. 1870’lere kadar bilimsel niteliği olmayan bu kavram, gerçekte devletin burjuva toplumu içinde üstlenmesi gereken etkinlikleri göstermek amacıyla ortaya çıkmıştır. Sosyal Politika başlangıçta işçi sınıfının, ücretli çalışanların sorunlarına odaklaşmış, işçi sınıfın taleplerine cevap vermeye, onları sosyo-ekonomik sistemle bütünleştirmeye çalışmıştır. İşçi sorunlarının çözümlenmesi, emek ve sermaye arasındaki çelişkilerin ve çatışmaların giderilmesi veya azaltılması için gerekli olan bütün önlemlerin tümü sosyal politikanın konusunu oluşturmaktaydı. Bu bağlamda sosyal politika, ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmeleriyle sanayileşmiş Avrupa ülkelerinin bir ürünü olmuştur. 20. Yüzyılın başında hastalık, yaşlılık, malullük sigortası gibi sosyal güvenlik konuları sosyal politikanın uygulama alanlarını belirlemiştir. Sosyal politikanın doğmasına neden olan işçi sınıfının ideolojisi ve dayanışmasını, bugünkü sosyal politika hedeflerinde görememekle birlikte hedeflerin daha geniş kitleleri kapsadığını görürüz. Toplumsal sorunların farklılaşması, sosyal politikanın içeriğini de farklılaştırmıştır. Toplumda maddi refahın artması, özgürlük, eşitlik, adalet anlayışının değişmesi, sosyal politikanın hedeflerini değiştirmiş, cinsiyet ayrımcılığı, çevre kirlenmesi, tüketici hakları, işsizlik gibi konular sosyal politikanın odak noktasını oluşturmaya başlamıştır. Sosyal politika kavram ve uygulama olarak, ekonomik ve toplumsal değişme ve gelişmelere paralel farklı bir gelişim izlemiştir. Sosyal politikanın doğuşunu ve gelişimini anlayabilmemiz, kapitalizmin izlediği tarihsel süreci bilmemizi gerektirir. Kapitalist üretim tarzının belirleyici yapısının kendini yeniden üretebilmesi koşullarının zaman içinde nasıl

Vahdi Boydaş, Mensur Boydaş,Doktora yeterlilik

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Vahdi Boydaş, Mensur Boydaş,

Citation preview

Page 1: Vahdi Boydaş, Mensur Boydaş,Doktora yeterlilik

DOKTORA YETERLİLİK KONULARI

1- Sosyal Politikanın Tarihsel Gelişimi

İlk defa Almanya’da Profesör Riehl’in kullandığı sosyal politika kavramı, 19. Yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’nın siyasileşmiş ülkelerinde, özelliklede Almanya’da ortaya çıkmıştır. 1870’lere kadar bilimsel niteliği olmayan bu kavram, gerçekte devletin burjuva toplumu içinde üstlenmesi gereken etkinlikleri göstermek amacıyla ortaya çıkmıştır. Sosyal Politika başlangıçta işçi sınıfının, ücretli çalışanların sorunlarına odaklaşmış, işçi sınıfın taleplerine cevap vermeye, onları sosyo-ekonomik sistemle bütünleştirmeye çalışmıştır. İşçi sorunlarının çözümlenmesi, emek ve sermaye arasındaki çelişkilerin ve çatışmaların giderilmesi veya azaltılması için gerekli olan bütün önlemlerin tümü sosyal politikanın konusunu oluşturmaktaydı. Bu bağlamda sosyal politika, ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmeleriyle sanayileşmiş Avrupa ülkelerinin bir ürünü olmuştur. 20. Yüzyılın başında hastalık, yaşlılık, malullük sigortası gibi sosyal güvenlik konuları sosyal politikanın uygulama alanlarını belirlemiştir. Sosyal politikanın doğmasına neden olan işçi sınıfının ideolojisi ve dayanışmasını, bugünkü sosyal politika hedeflerinde görememekle birlikte hedeflerin daha geniş kitleleri kapsadığını görürüz. Toplumsal sorunların farklılaşması, sosyal politikanın içeriğini de farklılaştırmıştır. Toplumda maddi refahın artması, özgürlük, eşitlik, adalet anlayışının değişmesi, sosyal politikanın hedeflerini değiştirmiş, cinsiyet ayrımcılığı, çevre kirlenmesi, tüketici hakları, işsizlik gibi konular sosyal politikanın odak noktasını oluşturmaya başlamıştır.

Sosyal politika kavram ve uygulama olarak, ekonomik ve toplumsal değişme ve gelişmelere paralel farklı bir gelişim izlemiştir. Sosyal politikanın doğuşunu ve gelişimini anlayabilmemiz, kapitalizmin izlediği tarihsel süreci bilmemizi gerektirir. Kapitalist üretim tarzının belirleyici yapısının kendini yeniden üretebilmesi koşullarının zaman içinde nasıl dönüştüğünün analizi, sosyal politikanın tarihsel dönüşümüne de ışık tutmaktadır. Kapitalist gelişmenin izlediği büyüme ve sermaye birikimi sistemlerinin incelenmesi, sosyal politikanın gelişiminde sanayi devrimi, 1930 büyük ekonomi bunalımı ve 1970’lerde yaşanan büyük ekonomik krizin belirleyici bir role sahiptirler.

i. Endüstri Devrimi ve Sosyal Politika

18. yüzyılda ortaya çıkan sanayileşme, üretim sürecinde önemli gelişmelere yol açmış, sosyal politika uygulamalarının da başlıca nedenini oluşturmuştur. Endüstrileşme süreci kendine bağlı birçok ekonomik ve sosyal değişime neden olduğu için endüstri devrimi olarak adlandırılır. Makinalı üretim, üretim ilişkisini büyük ölçüde değiştirmiş, emek ve sermaye birbirinden ayrı kişilerde toplanarak, işbölümüne dayalı üretim süreci ortaya çıkmıştır. Kitlesel üretimi başlatan bu süreç, çalışma ilişkilerini değiştirmiş, büyük toplumsal sorunlarında kaynağını oluşturmuştur. Hiçbir mesleki bilgi ve beceriye sahip olmayan ve çoğunlukla kırsal kesimden gelenler yeni fabrika düzeninin niteliksiz işçilerini oluştururken, geçmişte lonca sistemi içinde çalışan usta ve kalfalarda nitelikli işgücünü oluşturmuştur. Böylece, nitelikli ve niteliksiz çok sayıda kişinin çalıştığı endüstriyel üretim, yeni bir toplumsal sınıfı, işçileri doğurmuştur. Üretim araçlarına sahip olmayan, sadece ücretleriyle

Page 2: Vahdi Boydaş, Mensur Boydaş,Doktora yeterlilik

geçinen bu sınıfın karşısında, sınai yatırımları gerçekleştiren sermaye sınıfı yer almıştır. Endüstrileşmenin emek ve sermaye ayrımlaştırmasını getirmesi, yanı başında üretim ve çalışma ilişkilerinde çıkar çatışmasını getirmiştir. 18. Yüzyılda kapitalist üretim sistemine doğal bir eşitlik ve özgürlük düşüncesine dayalı liberal düşünce eşlik etmiştir. Endüstrileşmenin ilk yıllarında işçiler 16-20 saati bulan uzun çalışma saatleri, sefalet ücretleri olarak adlandırılan yetersiz düşük ücretler, sağlık ve güven yönünden oldukça elverişsiz çalışma koşulları, çok sayıda iş arayanın bulunduğu bir ortamda her an işten atılma tehlikesinin yaşandığı çalışma koşullarıyla karşı karşıya kalmışlardı. İşyerlerindeki olumsuz koşullara, fabrikaları çevreleyen şehirlerin sağlıksız, elverişsiz yaşam koşulları eşlik etmekteydi. Çalışma koşullarının işveren ve işçi arasında bireysel olarak yapıldığı bu ortamda, çalışanların tepkisi giderek artmıştır. İşçilerin işyerlerinde işi bırakma olarak başlayan bu hareketler, toplumsal düzeyde siyasal ve mesleki örgütlenmelerle sürdürülmüştür. İşçi hareketleri olarak adlandırılan bu tepkiler, işçilerin mesleki açıdan örgütlenmeleriyle oluşan sendikaların ve toplumsal düzeyde işçi partilerinin ortaya çıkmasına yol açmıştır. İşçi sınıfını yarattığı, çeşitli düşünce akımlarıyla desteklenen toplumsal tepkiler, devletin liberal anlayışında değişiklik yapılmasını gerektirmiştir. Kapitalist ekonomi yarattığı çeşitli kurumlarla (sendika, toplu pazarlık, sosyal sigorta, vb.) emek ve sermaye arasındaki çelişkiyi içselleştirerek, çözümlenebilir bir duruma getirmiştir. Toplumsal çözünmeyi önlemek ve toplumsal uzlaşmayı sağlamak için, sosyal politika aracılığıyla işçi sınıfının sorunlarına çözüm getirilmeye çalışılmıştır. Sosyal politika, bu dönemde emek ve sermaye çatışmasını azaltmak gibi net bir ideolojiyi üstlenmiş, işçi sınıfına yönelik, bu sınıfın ekonomik ve sosyal güvencesine dönük talepleri yanıtlamıştır. Bismark’ın 17 Kasım 1881 Almanya’da Meclisin seçim dönemindeki konuşmasında “Sosyal sorunların çözüm yollarının yalnız zorbalık ve taşkınlıkların bastırılmasında değil, aynı zamanda işçi refahının arttırılmasında aranacağı ve sosyal sigortalar sayesinde vatana iç güvenlik ve huzuru için yeni ve sürekli güvenceler sağlanacağı” ifadesi sosyal politikadan ne beklendiğini açıkça ortaya koymuştur.

2- Sosyal Devlet, Refah Devleti

1930 ekonomik bunalımı, ekonominin kendi kendine işleyişinin olumlu sonuçlar doğurmadığını, ayrıca devletin ekonomik ve toplumsal yaşama müdahale etmesinin gerekliliğini açıkça ortaya koymuştur. Ekonomik Bunalım nedeniyle, yoksulluğun ve işsizliğin geniş toplum kesimlerini etkilemesi, devletin sosyal politikalarının yeterince gelişmediği gerçeğinin anlaşılmasını olanaklı kılmış; toplumun korunmaya muhtaç kesimlerine yönelik önlemler almasını gerektirmiştir. Bunalımı izleyen yıllarda, ekonomik liberalizm ve koruyucu devlet kavramı, yerini refah devleti kavramına bırakmış, devletin ekonomik ve sosyal yaşama müdahalesi egemen kılınmıştır. Piyasa ekonomisinin işleyişinden doğan bazı olumsuzlukları gidermek için devletin ekonomiye müdahale etmesini ve piyasa mekanizmasının işleyişi sonucu ortaya çıkan gelir dağılımının iyileştirilmesi yönünde birtakım önlemler alınmasını, bununla ilgili kurul ve kurumlar geliştirilmesini ifade eden refah devleti, 2. Dünya Savaşından sonra önemli gelişme kaydetmiştir. Devlet kendinden beklenen klasik görevler dışında; sağlık, eğitim, konut, sosyal güvenlik ve sosyal yardım gibi birçok alanda kamu hizmeti veren bir yapıya ulaşmıştır. Devlet sermaye birikim sürecinde etkin görev almış, birikim sürecine müdahalede bulunmuş ve kamu gücü başlıca çabalarını tam istihdama yöneltmiştir. Devlet karlı sermaye birikim koşullarının yanısıra, sosyal uyum koşullarını geliştirme işlevini de üstlenmiştir. Sosyal politika ile toplumsal dayanışmanın

Page 3: Vahdi Boydaş, Mensur Boydaş,Doktora yeterlilik

sağlanmasını amaçlamıştır. Diğer taraftan sosyal politika, ekonomik büyümenin, yapısal uyumu kolaylaştırmanın ve piyasaya esneklik kazandırmanın önkoşullarını oluşturmuştur.

Sanayileşmeye bağlı olarak ücretli çalışan sayısının artışı, bu kesimin siyasal ve sosyal taleplerine hız kazandırmış, yapılan sosyal harcamalar toplam talebi canlı tutarak ekonomik büyümeyi kolaylaştırmıştır. Batı ülkelerinin ikinci dünya savaşından 1970’li yıllara kadar uzanan zaman aralığında yaşadıkları hızlı sermaye birikimi ve yoğunlaşma süreci, sosyal politika uygulamalarını kolaylaştırmış, ekonomik büyümeye koşut bir biçimde ülkelerin sosyal harcamaları önemli büyüklüklere ulaşmıştır. 1950 ve 1960’larda gerçek gelirde ortaya çıkan büyüme oranı ve demografik yapı, ne yazık ki 1970’lerde tersine dönmüş, yaşanan ekonomik kriz, refah devleti ve uygulanan sosyal politikaların sorgulanmasını gündeme getirmiştir.

2- Türkiye'de Sosyal Politikanın Tarihsel Gelişimi

Türkiye’de sosyal politikanın tarihsel gelişimi hakkında bilgi sahibi olabilmek için bu süreci iki döneme ayırarak incelemek gerekmektedir. Bu paralelde sosyal politikayı değerlendirebilmek için cumhuriyet öncesi dönem ve cumhuriyet dönemi analiz edilecektir.

Cumhuriyet Öncesi Dönemde Sosyal Politika

19. yüzyıl ortalarına dek, Osmanlı İmparatorluğu’nun tarım ve hayvancılığa, ticaret, el ve ev sanatlarına dayalı ekonomik yaşamında önemli bir değişim olmamıştır. İmparatorluk, 19. Yüzyılın ikinci yarısında sanayileşmeye başlamıştır. Ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun içinde bulunduğu ağır ekonomik, toplumsal ve siyasal koşullar nedeniyle sanayii, Cumhuriyet Dönemine dek önemli bir gelişme gösterememiştir. Dolayısıyla 13. yüzyılda kurulan imparatorluk, yıkılışına kadar tarım toplumu özelliği taşımıştır. Cumhuriyet öncesi dönem için, ülkedeki siyasi, ekonomik ve sosyo kültürel koşullar sosyal politikanın oluşup, gelişmesine imkân tanımamıştır.

Bir sanayi devrimi yaşamayan Osmanlı İmparatorluğunda, sanayileşme hareketlerinin 19. Yüzyılın ikinci yarısında başladığı görülmektedir.. Bu nedenle de daha önceki dönemlerde bir işçi kesiminin varlığından bahsedilememektedir. Sanayi 18. yüzyıla kadar diğer ülkelerde olduğu gibi küçük ölçekli üretim birimlerinden oluşmuştur. Diğer yandan tarım için kullanılan toprağın mülkiyetinin devletin ait olması ve tımar sistemi, toprak mülkiyetine sahip bir sınıfın doğmasını ve gelişmesini geciktirmiştir. Siyasal anlamda ise bütün yetkilerin padişaha ait olduğu bir siyasal düzenin varlığı görülmektedir.

Osmanlı döneminde sosyal koruma gereksinimi, İmparatorluğun küçük yerleşim merkezlerinde yaşayan kalabalık ailelere ve tarıma dayalı kapalı ekonomik yapısı içinde büyük ölçüde aile üyeleri, akrabalar, komşular arasında karşılanabilmiştir. Güçlü bir dayanışma duygusu ile insanlar, yüzyıllar boyu birbirlerinin yardımcısı ve güvencesi olabilmişlerdir. Zekat, fitre, adak, kurban, sadaka, bağış gibi İslam dini geleneğinden kaynaklanan yardımların da bu alandaki gereksinimleri karşılamada önemli payı olduğu görülmektedir.

Osmanlı İmparatorluğu zamanında vakıflar ve halkın hayırseverlik anlayışı bir sosyal politika unsuru olan yoksulluk yardımının yerine geçmektedir. Hükümdarların, hanedan üyelerinin, yöneticilerin, varlıklı ailelerin girişim ve bağışları ile kurulan vakıfların ve özellikle de salt sosyal yardım amacı olan avarız vakıflarının, korunma zorunluluğu içinde olan yoksullar,

Page 4: Vahdi Boydaş, Mensur Boydaş,Doktora yeterlilik

dullar, sakatlar, yetimler, öksüzler, hastalar ve kimsesiz yaşlılara yönelik bir sosyal koruma mekanizması görevi gördüğü bilinmektedir. Ancak bu yardımlar, halktan veya yönetici sınıfından hayırseverlerin yaptırdıkları, aç olanları doyuran imaretler gibi geçici çözüm sunan, onları yoksulluktan kurtarmayan yöntemlerdir. Devletin bu konuda hiçbir sorumluluk üstlenmediği görülür. Osmanlı devletinde uygulanan sosyal politika, bireylerin yaptıkları hayırlar aracılığıyla sağladıkları kişisel tatmini toplumsal faydaya dönüştürmeyi amaçlayan vakıf sektörünü geliştirmek suretiyle sosyal güvenlik, eğitim, sağlık, kültür gibi sosyal hizmetleri söz konusu vakıflara bırakmakla sınırlı kalmıştır. Bu ortamda çıkarılan birkaç zayıf yasa ve sosyal güvenlik düzenlemesi dışında sosyal adaleti uygulamaya koyan sosyal politikanın oluşması mümkün olmamıştır. Ancak Osmanlılar döneminde sosyal politikanın temel alanlarından sosyal güvenlik alanında bir takım düzenlemeler yapılmıştır.

Tanzimat’a dek süregelen dönemde, ekonomik ve mesleki yaşam üzerinde, birçok Avrupa ülkesinde olduğu gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nda da esnaf örgütlerinin büyük rol oynadığı görülmektedir. Sanayi üretiminin nicelik, nitelik yönünden denetimi ve çalışma ilişkileri 13. yüzyıldan 1727 yılına kadar aynı meslek veya ticareti yapanların oluşturduğu, daha çok dinsel temellere dayalı “Ahi Birlikleri” tarafından düzenlenmiştir. Ahi Birlikleri 1727 yılı sonrasında yerlerini Osmanlı İmparatorluğu’nun gayri müslimler üzerinde egemenlik alanının büyümesi, esnaf ve zanaatkarların çoğalması üzerine din ayrımı gözetmeyen, eski yapısından büyük farklılık göstermeyen “lonca sistemine” bırakmıştır. Bu yeni yapılanma ile birlikte esnaf ve sanatkarlar artık kendi sorunlarını serbestçe, katı kural ve koşullara bağlı olmaksızın görüşebilmek, herkesin uyabileceği kararlar alabilmek için dinsel bir ayrım gözetmeyen loncaların çatıları altında toplanmaya başlıyor, bu yolla Batı Avrupa ülkelerinde kurulu korporasyon düzenine benzeyen bir düzen Osmanlı İmparatorluğu’nda da yerleşiyordu.

Lonca sisteminde bugünkü anlamda işçi işveren ilişkileri söz konusu olmamış, çırak, kalfa ve ustalar aynı örgüt çatısı altında yer almışlardır. Çırağın belli kuralları yerine getirmesi sonucunda yükselebilme imkânına sahip olması örgüt içinde grup ve çıkar farklılığının ortaya çıkmasını engellemiştir. İşbölümünün olmadığı bu sistem, esnaf ve zanaatkârlar yönünden önemli bir sosyal güvence kaynağı olmuştur. “Orta Sandıkları” veya “Teavün Sandıkları” adı verilen yardımlaşma sandıkları çeşitli nedenlerle çalışamayan üyelerine yardım sağlamıştır. Ülkemizde, sosyal sigortaların köklerini oluşturan bu sandıklardan yaşlılık nedeniyle işini sürdüremeyen, çok çocuğu, kalabalık aile olan, evlenen, sakatlanan, hastalanan esnaf ve zanaatkârlara ya da ailelerine ayni ya da parasal nitelikte yardımlar yapılabilmekte, borç para verilebilmekte, ölmeleri halinde ise cenaze giderleri karşılanabilmekteydi.

Lonca sistemi, zamanla ekonomik yaşamın hızla değişen koşullarına ayak uyduramayarak, güçlerini yitirmeye başlamışlardır. 19. Yüzyılın sonlarına doğru, dayanışma ve yardımlaşmanın zayıflamaya, çözülmeye başladığı, vakıfların da etkinliğinin azaldığı görülmektedir. Tanzimat ve meşrutiyet dönemi ile Osmanlı İmparatorluğu ve Batı Avrupa ülkeleri arasındaki siyasi yakınlaşma, ekonomik ilişkilere de yansımıştır. Böylece imparatorluk, Sanayi devrimini yaşamış ve sanayileşmede belli bir yol kat etmiştir. Ancak Batı Avrupa ülkelerinden çok daha geç bir zaman diliminde ve güç koşullar altında kurulmaya çalışılan sanayii hızlı ve yaygın bir gelişme gösterememiştir.

Sanayileşmenin yetersiz olmasına bağlı olarak imparatorlukta işçi sayısı sınırlı kalmış, işçiler İstanbul, Selanik, İzmit ve İzmir gibi az sayıda şehirde toplanmışlardır. İmparatorluğun çok fazla sayıda farklı ulusu bünyesinde barındırması nedeniyle işçilerin farklı etnik ve dini

Page 5: Vahdi Boydaş, Mensur Boydaş,Doktora yeterlilik

gruptan gelmeleri sınıf dayanışmasını engellemiş, bu durum sosyal hakları için devlet üzerinde baskı yapmalarını da engellemiştir.

1908 yılından önce ülkede bireysel iş ilişkileri ile ilgili doğrudan hukuki düzenlemeler yapılamamıştır. Madenlerle ilgili olarak çıkarılan 1865 tarihli Dilaverpaşa Nizamnamesi, 1869 tarihli Maadin Nizamnamesi gibi nizamnamelerle, ülkemizin ilk medeni kanunu olan 1877 tarihli Mecelle’de bireysel iş ilişkileri ile ilgili sınırlı sayıda düzenlemeye yer verilmiştir. 1865 yılında çıkarılan Dilaver Paşa Nizamnamesinde yer alan hükümlerle maden işletmelerinde işçi statüsüyle çalışanların iş ilişkileri ve yaşamlarının korunmaları hedeflenmektedir. 1869 tarihli Maadin (Maden) Nizamnamesi ise yine maden işletmelerinde, zorunlu çalışmayı kaldıran, işçi sağlığı ve güvenliği önlemlerini genişleten ve iş kazası sonucu ölen işçilere parasal ödemede bulunulması yürürlüğe konulmuştur.

20. yüzyılın başlarında madencilik sektöründeki kötü çalışma koşulları nedeniyle kurulan işçi cemiyetleri ve yapılan grevler devleti çalışma ilişkilerinde bazı düzenlemeler yapmaya yöneltmiştir. Bu alanda II. Meşrutiyet döneminde çıkarılan yasalar; Tatili Eşgal Cemiyetleri Hakkında Kanuni Muvakkat (Geçici Yasa 1908), Tatil-i Eşgal Kanunu (1909) ve Cemiyetler Kanunu’dur (1909). Bunlardan ilki olan 13 maddeden oluşan geçici yasa, grevlere yasaklama ve düzenlemeler getirmiştir. Söz konusu geçici kanun kısa zamanda yenilenerek Tatil-i Eşgal, başka bir deyişle “İşlerin Durdurulması Yasası” olarak çıkarılmıştır. Yasanın 8. maddesi özellikle kamu kurumlarında çalışanların sendika kurma ve grev haklarını yasaklamıştır. Bu maddenin aksi yönünde davrananlar için hapis ve para cezası öngörülmüştür. Cemiyetler Kanunu ise yasaklayıcı değil, düzenleyici niteliktedir ve zamanına göre liberal sayılmaktadır. Ancak söz konusu yasada, “dernekler önceden izin almadan kurulabilir ancak hükümet tarafından denetlenebilir hatta kapatılabilir”, esası bulunmaktadır. Bu durum günümüzdeki STK (sivil toplum kuruluşları) kavramıyla fazlasıyla çelişmektedir zira en temel özellik olarak benimsenen STK’ların bağımsızlığı esasına bu madde gölge düşürmektedir. Osmanlı İmparatorluğu’nda üretilen sosyal politika ve devletin çalışma ilişkilerine müdahale etmesi anlatılanlar ile sınırlı olmuştur. Cumhuriyet döneminde daha geniş uygulamalar görülmektedir.

19. yüzyıl sonlarında, özellikle kamu görevlilerinin sosyal güvenlik gereksinimlerini karşılayabilmek amacıyla bazı yardım sandıkları kurulmuş ve bu sandıkların düzenlenmesini öngören hukuki düzenlemeler hazırlanarak yürürlüğe konmuştur. Ancak Osmanlı İmparatorluğu’nda sanayileşme ve demokratikleşme alanlarında yeteri kadar gelişme sağlanamadığı için sosyal politikanın gelişmesi açısından gerekli koşullar oluşamamıştır.

Cumhuriyet Döneminde Sosyal Politika

Cumhuriyet dönemi ile birlikte sosyal nitelikli politikaların geliştiği görülmektedir. Devlet öncelikle Zonguldak ve Ereğli maden ocaklarında çalışan işçilerin korunmasını öngören politikalara hukuk kuralları ile işlerlik kazandırmıştır. 1929 Ekonomik bunalımı, ilk defa devlet müdahalesinin gerekliliğini ortaya çıkarmıştır. Bunalımdan sonra Batı toplumlarınca benimsenen planlı, karma ekonomi modeli ve dayandığı sosyal devlet anlayışı, Türkiye için bir örnek oluşturmuş, bazı hukuki düzenlemeler böyle bir ortam içinde işlerlik kazanmıştır.

Türkiye’de sosyal nitelikli politikaların, sosyal refah devletinin gelişimine paralel şekilde 2. Dünya Savaşı’nın ardından, kapsam ve içerik yönünden hızla gelişmeye başladığı görülmektedir. Türkiye’de sosyal politikaların gelişimi özellikle 1960lı yıllarda hız

Page 6: Vahdi Boydaş, Mensur Boydaş,Doktora yeterlilik

kazanmıştır. Bu süreçte 1961 Anayasasının getirmiş olduğu demokratik ve özgürlükçe ortamın varlığı sosyal politika üzerinde oldukça önemli bir etki oluşturmuştur. 1970li yıllarda yaşanan siyasi ve ekonomik sorunlar, sosyal politikalar açısından pek çok olumsuzluğa da neden olmuştur. Hemen ardından 1980li yıllarla birlikte gelen Askeri Darbe, 1982 Anayasası ve küreselleşmenin etkisi sosyal haklarda erime ve sosyal politikalarda gerilemeye neden olmuştur. Küreselleşmenin ekonomi politikasını oluşturan neo liberal düşünce devletin küçülmesini ve sosyal görevlerini sınırlandırması yaklaşımı ile hareket etmektedir. Diğer yandan Türkiye’de ekonomik sorunların çoğalarak kronik hale gelmesi, sosyal politikaların gereken önemi bulamaması ve gelişememesi sonucunu doğurmaktadır. Oysaki ekonomi politikalarının başarısı, sosyal politikalarla eş zamanlı olarak yürütülmesi ile mümkün olabilecektir.

4- Sosyal Politikanın Tarafları

    - Devlet

Devlet felsefesi kuramları, devletin varlığını “koruyucu bir kurum” olmasında bulmuşlardır. Bu kuramların ortak tanımına göre “devlet”, “dışarıya karşı sınırları korumakla, içeride ise hukuk düzenini koruyup sürdürmekle görevli bir kurumdur.”

Modern ulus–devlet öncesine ilişkin devlet ve birey anlayışı, bugünkünden farklı olup, önemli olan birey–üstü ve kutsal olan devletin bekasının sağlanmasıydı. Bireyler devlet için vardır, görüşü hakimdi. Ancak, devlet olgusunun evrimsel bir gelişim içinde bugün geldiği nokta, devletin birey için var olduğudur ve devlet sosyal refahın sağlanmasında temel bir göreve sahiptir. Devletin sosyal refah hizmetleri; genel sağlık, eğitim, sosyal güvenlik, konut gibi insan kaynaklarının korunması ve geliştirilmesine yönelik hizmetler yanında, daha uzun bir şekilde sıralanabilecek hizmet türlerinden oluşmaktadır.

Devlet, zaman içerisinde giderek artan bir şekilde, başta ekonomik ve sosyal alan olmak üzere, her tür toplumsal alana ilgisini ve müdahalesini artırmaya başlamıştır. “Seyirci devlet” anlayışından “müdahaleci devlet” anlayışına yönelen devlet, ilk önce düzenleyici görevler üstlenmiş, daha sonra bizzat üretici olarak ekonomik faaliyet içinde yer almış ve tabii bu esnada işveren fonksiyonuna da sahip olmuş ve giderek artan oranda sosyal görevler üstlenmeye, birtakım sosyal önlemler almaya başlamıştır. Devletin, sosyal düzenlemeler ve kurumlar aracılığıyla artan hizmetleri, toplumda devlete olan güveni artırmakta ve politik gerginlikleri azaltmaktadır. Dolayısıyla, toplumdan gelen talep ve baskılar, devlet yöneticilerini daha müdahaleci olmaya itmiştir.

Devlet, başlangıçta liberal felsefeye tam bir sadakatle, kendisini sadece ülkeyi ve vatandaşları

koruma, yani iç ve dış güvenlik ile sınırlamış, daha sonra fonksiyonlarını giderek

genişletmeye başlamıştır. Artık, fiyat ve ücretlerin tespitinden iş piyasalarının

düzenlenmesine, imar ve bayındırlık işlerine, ekonomide gereksinim duyulan bazı malların

üretilmesine, sosyal güvenlik sağlamaya, kısaca her şeye el uzatmıştır. Günümüze kadar

uzanan bir zaman dilimi içerisinde ise, devletin sosyal yaşama yoğun müdahaleleri

olmaksızın, toplum yaşamının düzgün, huzurlu ve sancısız işlemesine olanak bulunmadığı

düşünülmüştür. Böylece, “seyirci devlet”, “gece bekçisi devlet”, “jandarma devlet” tipinden,

Page 7: Vahdi Boydaş, Mensur Boydaş,Doktora yeterlilik

politik, ekonomik, hukuki ve toplumsal açılardan çok etkin bir “oyuncu devlet” ya da “baba

devlet (Paternalist devlet)” tipine dönüşüm yaşanmıştır.

Müdahaleci devlet anlayışı, özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında ileri Batılı ülkeler tarafından benimsenmiş bir anlayıştır. Savaş sonrası dönemde devlet müdahaleci bir karaktere sahiptir ve tam istihdama, makro–ekonomik talep yönetimine ve sosyal yardım ve sosyal refah hizmetlerinin geliştirilmesine odaklanmıştır.

“Refah devleti’nin krizi”nin baş göstermesi ile müdahalecilik anlayışının sorgulanmaya ve giderek zayıflamaya başladığı görülmektedir. Bazı araştırmacılar, 1970’lerden sonra ekonomik düzende yaşanan bunalımı, aynı zamanda müdahaleci devletin bunalımı olarak da görürler ve yeni dönemde yaşanan küresel ekonomik düzene geçiş sürecinin, devletin yapısında bir değişimi de beraberinde getirdiğini, bunun da ekonomi üzerindeki devlet müdahalesini azalttığını, hiç değilse müdahalenin niteliğini oldukça değiştirdiğini savunurlar. Öyle ki, ücretler düzeyini artırarak, ekonomideki genel mal ve hizmet talebini artırmayı ve bu yolla tam istihdamı sağlamayı amaçlayan Keynesçi politikalardan, ücret düzeyleri üzerinden uluslararası rekabet gücü kazanmayı amaçlayan politikalara geçiş yaşanmıştır. Dolayısıyla, II. Dünya Savaşı sonrası yaşanan 25 yıllık dönem ile daha sonraki dönem arasında, müdahalecilik bakımından koyu bir çizgi vardır.

1970’lerden sonra benimsenen yeni anlayış ve izlenmeye başlanan yeni politikalar sonucunda,

yarım yüzyıldan fazla bir süredir sosyal politika alanında tek başına olan devletin bu

niteliğinin değişmeye başladığı, sosyal refahı sağlamada karma bir yapının ortaya çıktığı

gözlenmektedir.

“Refah karması” (welfare mix) olarak ifade edilen bu durum, sivil sektör, gönüllü sektör ve özel sektörün, kamu sektörüne sosyal refah sağlamada yardımcı olmaya başlamasını ifade etmektedir. Her ne kadar, bunların refah sağlamadaki katkıları henüz çok küçük boyutta olsa da, artık sosyal refah alanında bir çoğulculuk dönemi başlamış bulunmaktadır.

1970’lerin önce ve sonrası olarak devletin sosyal politikalardaki yeri özetle şu şekilde ifade

edilebilir: Devlet (refah devleti), 20. yüzyıl boyunca, sosyal refah hizmetlerini en etkin ve en

rantabl şekilde sunmuştur. Ancak, uzun zaman boyunca tek başına sosyal refah sağlayan

devletin bu işlevi, küreselleşmenin gerçekleşmesi ve liberal felsefenin önem kazanmasıyla

birlikte zayıflama sürecine girmiş ve “refah karması” olarak adlandırılan diğer bazı kurumlar

(sivil sektör, gönüllü sektör, özel sektör ve dini kurumlar) sosyal refah sağlamada devlete

yardımcı olmaya başlamıştır.

Yeni ekonomik ve politik felsefe, sosyal alan dahil olmak üzere, devletin tüm alanlardan elini çekmesini öngörmektedir. Bu bağlamda, son çeyrek yüzyılda devlet dışındaki diğer sosyal refah kurumlarının teşvik edildiği, bunlardan yararlanılmak istendiği görülmektedir. Aslında, bu dönemde de devlet, sosyal refah sağlamada temel aktör olmayı sürdürmektedir. Ancak, devletin görevinin niteliği değişmiştir. Devlet, kendisi hizmet üretmek yerine, bu hizmetlerin gerçekleştirilmesinde bu kesimlere finansal destek sağlamayı ve hizmetlerin düzenlenmesinden sorumlu olmayı yöntem olarak benimsemektedir.

Page 8: Vahdi Boydaş, Mensur Boydaş,Doktora yeterlilik

    - Sendikalar

Sosyal politikalar ve sendikalar arasındaki ilişkiyi anlamak için “Sanayi Devrimi”nin

yaşandığı yıllar ve “İşçi Sınıfı”nın doğuşuna kadar gitmek gerekmektedir. Sanayi devriminin

yaşandığı yıllarda geçerli klasik liberal ekonomi felsefesi ile hukuki eşitlik ve sözleşme

serbestisine dayalı hukuk sistemi önce çalışma, daha sonra da yaşam koşullarının giderek

ağırlaşmasına yol açmıştır. Yaşanan olumsuzluklar toplumların başka kesimlerine de

yansıyarak büyük çalkantıların oluşmasına sebep olmuştur. Böylece sanayileşen ülkelerde,

işçi kesiminin iş ilişkileri ve yaşamını korunması amacıyla kararlar almaya ve bu kararları

yürürlüğe konulan hukuk kuralları aracılığıyla uygulamaya yönelmişlerdir. Bu yönde

başlatılan uygulamalar sosyal politika olarak adlandırılacak sosyal bir bilim dalının

doğmasına yol açmıştır. Sosyal politikanın önceki dönemlerde geçerli anlayışını yansıtan ve

günümüzde dar olarak nitelenen tanımından da bu durum anlaşılabilmektedir. Dar anlamda

sosyal politika; devletin işçi statüsü altında çalışanları, iş ilişkileri ve yaşamında kötü niyetli

olabileceği varsayılan fabrika sahipleri ile olumsuz çalışma koşullarına karşı koruyabilmek

amacı doğrultusunda benimsemiş olduğu ilkeler, bu çerçevede almış olduğu kararlar ve

sürdürdüğü uygulamalardır (Altan, 20; 2007). Buradan hareketle sosyal politikalar ile sendika

kavramları ve bu kavramların birbirleri ile olan ilişkileri incelenirken, sendika kavramı işçi

sendikaları ve işveren sendikalarını kapsamasına rağmen, özellikle işçi sendikaları üzerinde

durulacağı ve durulması gerektiği anlaşılmaktadır.

Bugünkü anlamını 1839 yılında kazanan sendika kavramı ilk defa İngiltere’de bir bölge veya

şehirde işçilerin genel çıkarlarını korumak amacıyla kalfalar arasında kurulup geliştirilen

dostluk örgütlerinin ortak eylemlerini anlatmak için kullanılmıştır. Sidney ve Beatrice

Webb’ler “Sendikacılık Tarihi” adlı eserlerinde işçi sendikasını, istihdam koşullarını korumak

veya geliştirmek amacıyla işçilerin kurdukları sürekli bir birlik olarak tanımlamıştır (Uçkan

ve Kağnıcıoğlu, 2011; 92-93).

Bununla birlikte, “sendika, toplu eylem aracılığıyla üyelerin çıkarlarını korumak ve

geliştirmek amacıyla işçiler tarafından oluşturulan bağımsız bir örgütlenmedir. Kapsam

bakımından sendika, sadece üyesi olan işçilere karşı sorumlu olup herhangi bir kurum

tarafından yönlendirilemez. Sendikanın amaçları, uygulamaları ve politikaları demokratik bir

örgütlenme aracılığıyla üyeleri tarafından belirlenir” (Benli, 1997, 8)

İşçi sendikalarının işlevlerini incelemek ve daha sonra sosyal politikaların amaçları ile

karşılaştırmak, sendikaların, ne şekilde sosyal politikaların taraflarından ve devamın da

Page 9: Vahdi Boydaş, Mensur Boydaş,Doktora yeterlilik

kaynaklarından birisi haline geldiğini anlamak açısından önemlidir. İşçi sendikalarının

işlevlerini şu şekilde sıralamak mümkündür;

Güç: işçi sendikaları işçiler açısından gücün en önemli aracıdır. Çünkü kendilerini tensil eden

bir örgüt olmadan işçilerin bireysel olarak gücü, işverenler karşısında oldukça zayıftır.

Ekonomik Düzenleme: Sendikaların benimsedikleri ideolojiler ne olursa olsun, amaçlarının

başında üyelerinin ekonomik çıkarlarını korumak gelmektedir. Bu amaçlarını ise özellikle

toplu pazarlık ve siyasi lobi faaliyetleri ile gerçekleştirmeye çalışırlar (Koray, 2000; 74).

İş Düzenlemesi: Sendikalar temsilcisi oldukları işçilerin çalışma koşullarının belirlenmesinde

işverenin tek taraflı düzenleme yetkisini kendileri ile paylaşılmasını istemektedirler (Koray,

2000; 73).

Sosyal Değişim: sendikalar, üyelerinin taleplerinin ve siyasi ideolojilerinin bir temsilcisi

olarak toplumu, üyelerinin beklentileri ve görüşleri doğrultusunda değiştirmeye çalışırlar

(Uçkan ve Kağnıcıoğlu, 2011; 98).

Üyelik Hizmetleri: sosyal refah devleti kavramı gelişmeden önce sendikaların, üyelerine

karşılıklılık esasına dayanan çeşitli yardımlarda bulunmaları, en önemli işlevlerinden birini

oluşturmaktadır. Bu yardımlar sadece greve katılan üyelerinin ücret kayıplarını karşılamak

değil, aynı zamanda üyelerine işsizlik, hastalık, sakatlık ve ölüm halinde de yardım

sağlamaktadır.

1950’li ve 1960’lı yıllarda sosyal refah devleti anlayışının gelişmesiyle birlikte sendikaların

bu geleneksel işlevi önemini kaybetmeye başlamıştır (Uçkan ve Kağnıcıoğlu, 2011; 99).

Bunun sebebi olarak refah devletlerinin yükselişi ve devletlerin “jandarma devlet” statüsünün

değişerek “baba devlet” statüsüne doğru değişmeleri, sosyal politikaların uygulanması ve

finansmanını büyük ölçüde üstlenmeleri gösterilebilir.

Fakat özellikle 1970’li yıllardan sonra iş piyasasında yaşanan hızlı değişime paralel olarak

sendikalar üye hizmetlerinde de değişime yönelmeye başlamışlardır. Günümüzde sendikalar

mevut üyelerini koruyabilmek ve yeni üyeler kazanabilmek amacıyla geleneksel işlevlerinin

yanı sıra modern ve işçilerin bireysel bir takım beklentilerine yönelik de yeni hizmetlerde

sunmaya başlamışlardır. Bu hizmetler arasında düşük faizli banka kredileri, ucuz sigorta

hizmetleri, seyahat indirimleri vb. sayılabilir (Uçkan ve Kağnıcıoğlu, 2011; 99).

Kişisel Tatmin: Üyeler, sendika yönetiminde veya toplu pazarlık sürecinde yer alarak, karar

alma süreçlerinde söz sahibi olmakta ve böylece kişisel tatmin düzeylerini

arttırabilmektedirler (Uçkan ve Kağnıcıoğlu, 2011; 99).

Sendikaların işlevleri ile sosyal politikaların ilgi alanları karşılaştırıldığı zaman, sendikaların

sosyal politikanın bir aktörü olarak önemi ortaya çıkmaktadır. Altan (2007) sosyal politika

Page 10: Vahdi Boydaş, Mensur Boydaş,Doktora yeterlilik

isimli kitabında sosyal politika bilimi ile ilgili konu başlıklarını sıralarken şunlara yer

vermiştir; “İstihdam Politikaları”, İş ve Dinlenme Süreleri”, Ücret Politikalarının Dayanakları

ve Çerçevesi”, Ücret Politikaları”, “Sakatların ve eski Hükümlülerin Çalışma Yaşamın

Korunması”, “Kadınların, Çocukların ve Gençlerin

Çalışma Yaşamında Korunması” (Altan, 2007; 4-5). Konu başlıkları incelendiğinde sosyal

politikaların çok önemli bir kısmının iş yaşamı ve iş yaşamı içinde yer alan bireylerle ilgili

olduğu görülmektedir. İş yaşamı ile bu kadar içli dışlı olan bir bilim dalının aktörlerinden bir

tanesinin de “Sendikalar” olması kaçınılmaz bir sonuçtur.

    - Sivil Toplum Kuruluşları

18. yüzyılın mülk devletinden 20. Yüzyılın refah devletine dönüşümün sonucunda sivil

özgürlüklerin (genel oy hakkı gibi) toplumun tüm üyelerine yaygınlaştırılması ve ulus-devlet

sürecinin bir sonucu olarak yurttaşlık düşüncesinin gelişimi, modern sivil toplumun olmazsa

olmaz koşulu sayılmaktadır (Tosun, 2001; 50). Bu açıklamadan yola çıkarak sosyal politika

ile STK arasındaki ilişkiyi incelemeden önce STK ve sivil toplum kavramlarının açıklamasını

yapmak doğru olacaktır. Sivil Toplum kavramı, devletin ve devlet otoritesinin dışındaki

ekonomik ve toplumsal alanı nitelemek için kullanılan, kendi ilke ve kurallarına göre işleyen,

otorite alanı dışında, kendi kendini düzenleyen, özerk alanları ifade etmek için de

kullanılmaktadır. Diğer bir deyişle, devletin müdahalesi dışında birey ve grupların, kendi

alanlarını düzenlemelerini ihtiva etmektedir. Diğer bir açıdan sivil toplum, birey ile devlet,

toplum ile devlet arasındaki ilişkide, bireyin mi, yoksa devletin mi önde olduğu sorunu ile

ilgilenmektedir (Kaya, 2001; 21). Daha yalın ve sade bir yaklaşımla sivil toplum, bireylerin

kendi arzularıyla oluşturdukları ortak yaşam alanını ifade etmektedir (Çaha, 2012; 23).

Çaha’nın da (2012; 23) belirttiği gibi kavramın modern dünyada kazandığı anlam itibariyle

kullanımı sanayi toplumuna denk gelmektedir.

Sivil Toplum Kuruluşu kavramı ise; sivil yönetimi icra eden kurum ya da örgütlere sivil

toplum kuruluşları, kısa ve moda söylenişi ile “STK” adı verilmektedir (Talas, 2011; 391).

Uğur (2011; 15) ve Keyman (2006; 21) eserlerinde ayrı ayrı belirttiği daha kapsamlı bir

tanıma göre ise; Sivil toplum kuruluşu (STK), gönüllü üyeliğe dayalı ve topluma hizmete ve

siyaseti etkilemeye yönelik resmi olmayan örgütlenmeler olarak sadeleştirilebilir. Tanımdan

da anlaşılabileceği gibi sivil toplum kuruluşları ile sosyal politikaların yakından ilgili olması

ve sivil toplum kuruluşlarının Uğur’un (2011; 15) ve Keyman’ın (2006; 21) tanımlarında

Page 11: Vahdi Boydaş, Mensur Boydaş,Doktora yeterlilik

görülen “topluma hizmet” olgusu çerçevesinde sosyal politikanın taraflarından birisi olması

normal karşılanmalıdır. Sivil toplum kuruluşlarının sosyal politikalardaki yerini incelemek

gerekirse bunu sanayi devrimi ile birlikte ele almak gerekir. Sivil toplum hem geçmişte hem

de günümüzde önemli fonksiyonu olan sosyal refah kurumlarındandır. Sanayi Devrimi’ne

kadar olan çok uzun zaman boyunca, gelişmiş ülkelerde ve diğer ülkelerde sosyal politika

uygulamalarının gönüllülük ve karşılıklı yardım esasına dayalı olan hayırsever

organizasyonlar tarafından sağlandığı görülmektedir (Özdemir, 2007; 356).

Bu durum çok uzun bir süre devam etmiştir. Ancak, Sanayi Devrimi ortaya çıkıp da sosyo–

ekonomik yapı büyük oranda değişmeye başlayınca, sosyal politika sağlayan kurumların da

değiştiği, sanayileşmeyle birlikte, sosyal refah hizmetlerinin sağlanmasında devletin ön plana

geçtiği, uzunca bir süre, devletin sosyal refah sağlama işlevini tek başına üstlendiği

gözlenmektedir. Çünkü bu dönemde sosyal yardıma gereksinim duyan toplum kesimleri

genişledikçe, gönüllü sektör kendi kaynaklarıyla tek başına bu sorunun üstesinden gelemez

olmuş, devletin sosyal yaşama müdahalesi zorunlu hale gelmiştir (Özdemir, 2007; 357).

Ancak, 1970’li yıllardan itibaren ortaya çıkan neo–liberal akımın, devleti verimsiz ve

etkinsizlikle suçlayarak, diğer birçok alanla birlikte sosyal politikadan da çekilmeye zorlaması

sonucunda, sivil toplum kuruluşlarının nitelik ve nicelik olarak yeniden gelişmeye başladığı

görülmüştür (Özdemir, 2007; 357).

Sivil toplum kuruluşlarının önem kazanmasında, her şeyi değiştiren ve dönüştüren

küreselleşmenin, refah devletlerinin küçültülmesi yönündeki baskıları önemlidir. Bu baskılar

sonucu, piyasalar ve gönüllü kuruluşlar sosyal refah hizmetlerinin sunumunda önem

kazanmaya başlamıştır (Özdemir, 2007; 357).

Sivil toplum kuruluşları, 1980’lerden itibaren özellikle gelişmiş Batı ülkelerinde sosyal politikanın sağlanmasında yeni bir yöntem olarak tekrar ilgi görmeye başlamıştır. Merkezi yönetim, yerel yönetimler ve sivil toplum kuruluşları arasında hizmet paylaşımı ortaya çıkmış, devletin, gönüllü kuruluşlarla ileri düzeyde işbirliği yaptığı gözlenmiştir. Devlet, bazı hizmetleri üretmek yerine bu kurumlardan almayı tercih etmiştir. Özellikle 1970’lerden sonra canlanmaya başlayan bu süreç, çoğu ülkede karma refah hizmetlerinin önemli bir kısmını oluşturmaktadır

5- Sosyal Politikanın Uluslararası Boyutu

Sosyal politikanın uluslararası kaynaklarına bakıldığı zaman ön plana çıkan bazı kurumlar “International Labor Organization/Office (ILO) – Uluslararası Çalışma Örgütü (UÇÖ)”,

Page 12: Vahdi Boydaş, Mensur Boydaş,Doktora yeterlilik

“United Nations (UN) – Birleşmiş Milletler (BM)” ve uluslararası bazı işçi ve işveren sendikalarıdır. Bunların dışında bir çok kurum ve kuruluş sosyal politikalara taraf olmakla birlikte öncelikle ön plana çıkan kurumlar olarak bunlar gösterilebilir.

    -ILO

A. SOSYAL POLİTİKA VE ULUSLARARASI ÇALIŞMA ÖRGÜTÜ (UÇÖ)Uluslararası Çalışma Örgütü, 1919’da imzalanan Versay Anlaşmasında öngörülen Milletler Cemiyeti ile ortaya çıkmıştır. Amaç, Birinci Dünya Savaşından sonra giderek büyüyen sorunlara yönelik sosyal reform niteliğinde çözümler bulmak ve reformların uluslararası düzeyde uygulanmasını sağlamaktı. İkinci Dünya Savaşından sonra, Philadelphia Bildirgesi ile birlikte, ILO'nun temel amaç ve ilkeleri dinamik bir yeniden oluşum ve genişleme sürecine girmiştir. Bildirge, savaş sonrası ulusal bağımsızlıkla birlikte büyümeyi öngörmüş, gelişmiş dünya ile büyük ölçekte teknik işbirliğinin başlangıcının müjdecisi olmuştur.ILO 1946’da, henüz yeni oluşturulan Birleşmiş Milletler Teşkilatı'nın ilk uzmanlık kuruluşu olmuştur. ILO 1969’daki 50. kuruluş yıldönümünde Nobel Barış Ödülü’nü kazanmıştır. ILO, Yönetim Kurulu tarafından atanan bir Genel Direktör tarafından yönetilmektedir (http://www.ilo.org/public/turkish/region/eurpro/ankara/about/ilo_tarih.htm).Gülmez ’in de (2011; 77) belirttiği üzere ILO’nun yapısının temel özelliği ve kendisini öteki uluslararası ve bölgesel kuruluşlardan ayıran yanı, üçlü yapı ya da üçlülük ilkesidir. Örgütün omurgası olan üçlülük, yalnızca anayasal organlarda değil, öteki organların oluşumunda da uygulanır. Üçlülük ilkesi; resmi ve sosyal tarafların temsilcilerinin kural üretme ve kuralların uygulanmasını denetleme süreçlerinde bir araya getiren ilkedir. Devlet, işçi ve işverenlerin (örgütlerinin) örgütün kural üretme etkinliğinin tüm aşamalarına katılımı, konferans gündeminin belirlenmesinden kuralların uygulanmasının denetimine değin sağlanmıştır. Her ülke konferansta 2 devleti 1 işçi ve 1 işveren temsilcileri ile temsil edilmektedir1. (Gülmez, 2011; 78-80).İşçi ve işverenleri temsil eden delegeler; ülke genelinde en çok üyeye sahip bulunan en üst mesleki örgütlerle (sendikalarla) anlaşılarak hükümetler tarafından belirlenir (Altan, 2007; 92).Örgütün Anayasal2 organları “Uluslararası Çalışma konferansı”, “Yönetim Konseyi” ve “Uluslararası Çalışma Bürosu” olmak üzere üç tane ana organı vardır (Gülmez, 2011; 90).Altan (2007) dar anlamda sosyal politikanın tanımını “devletin işçi statüsü altında çalışanları, iş ilişkileri ve yaşamında kötü niyetli olabileceği varsayılan fabrika sahipleri ile olumsuz çalışma koşullarına karşı koruyabilmek amacı doğrultusunda benimsemiş olduğu ilkeler, bu çerçevede almış olduğu kararlar ve sürdürdüğü uygulamalardır.” şeklinde yapmıştı. Bu tanımdan hareketle amaç olarak kendisine 1919 yılında kurulduğundan beri sosyal adaletin ve uluslararası insan ve çalışma haklarının iyileştirilmesini (http://www.ilo.org/public/turkish/region/eurpro/ankara/about/ilo_amac.htm) benimsemiş bir kuruluşun sosyal politikanın taraflarından birisi olması gayet doğaldır.

Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC)

1

2

Page 13: Vahdi Boydaş, Mensur Boydaş,Doktora yeterlilik

Genel merkezi Bürüksel de olan uluslararası Sendika Konfederasyonu (ITUC), 2010 yılı itibariyle 155 ülkeden 175 milyon üyeye sahip, 311 ulusal üst sendikal örgütü bünyesinde toplayan bir uluslararası sendikal örgüttür3 (Uçkan ve Kağnıcıoğlu, 2011; 123).

ITUC’un Bazı öncelikleri şunlardır.

* Çalışanların ve yoksulların hak ve çıkarlarına karşı hareket ettiklerinde uluslararası kuruluşlara karşı mücadele etmek.* Sendikal hak ihlalinin olduğu her durumu ortadan kaldırmak için çaba göstermek.* Uluslararası Çalışma Örgütü'nün (ILO) belirlediği sendikal hakları savunan uluslararası standartları desteklemek.* İşyerlerindeki her çeşit ayrımcılığın sona erdirilmesi için kampanyalar yürütmek.

    -BM

Birleşmiş Milletler (BM), büyük bir tahribat yaratmış korkunç bir savaş sonrasında, uluslararası ilişkileri istikrara kavuşturmak ve barışı daha sağlam temeller üzerine oturtmak için 1945 yılında kuruldu.

Günümüzde, söz konusu faaliyetlerine ilave olarak çocuk gelişimi ve sağlığı, çevre koruma, insan hakları, yoksullukla mücadele ve ekonomik kalkınma, tarımsal kalkınma, eğitim, kadın hakları, doğal afet yardımı, atom enerjisinin barışçıl amaçlar için kullanılması ve iş ve işçi hakları gibi pek çok alanda çalışmalarını sürdürmektedir.

Birleşmiş milletlerin amaçlarına bakıldığı zaman sosyal politikaların amaçlarından çok da farklı olmadığını görmekteyiz. Sosyal politikaların amaçlarını Birleşmiş Milletlerin amaçlarıyla karşılaştırabilmemiz için sıralamamız gerekirse (Altan, 2007; 7);

Karşılaşılabilecek ekonomik, mesleki, sosyal nitelikteki her türlü riske karşı güvenceler veren sistemlerin yaratılıp, işletilmesi,

Gelir dağılımındaki adaletsizliğin giderilmesi, Yoksulluk ile olumsuz çevre ve barınma koşulları ile savaşılması, Çocukların ve yaşlıların bakımı, gözetimi, Tüketici olarak aldatılmanın ya da yanıltılmanın engellenmesi, Ayrımcılığın önlenmesi vb.

Birleşmiş milletlerin dört ana amacına bakılacak olursa (Birleşmiş milletler Hakkında Her Şey, 2008; 1);

Uluslararası barış ve güvenliği korumak, Milletlerarasında dostça ilişkiler geliştirmek, Uluslararası ekonomik, sosyal, kültürel, insani sorunların çözümünde işbirliği yapmak, Temel insan hak ve özgürlüklerine gerekli saygının gösterilmesini teşvik etmektir.

6- İşsizlik ve İşsizlikle Mücadele Politikaları

Gelişmiş ve gelişmekte olan tüm ülkelerin uğraştığı en önemlisosyalsorunlarınbaşındaişsizlikolgusugelmektedir.Ülkelerözellikle

3 Türkiye’den ITUC üyesi sendikal örgütler; Türk-İş, DİSK, Hak-İş (İşçi Sendikaları Konfederasyonları) – KESK (Memur Sendikaları Konfederasyonu).

Page 14: Vahdi Boydaş, Mensur Boydaş,Doktora yeterlilik

teknolojikolarakgelişirken,üretimsistemlerideğişmekteveiş gücününbugelişmelereayakuydurmasızorlamakta,nüfusartışınabağlıolarak artan işgücüne istihdam imkanları yaratmak sorun halinegelmektedir.Birekonomikdüzenindüzgünşekildeçalışıpçalışmadığı,geçerli ücretkarşılığıçalışmakisteyenherkeseişteminedilipedilemediğiile ölçülür. Bir ülkede bazı kişilerin çalışmak istedikleri halde işbulamamaları uygulanan ekonomik politikaların kusurudur. İşsizlik modern sanayinin bir sorunudur. İşsizlik sanayiye dayalı ekonomiksistemin yapısından kaynaklanmaktadır, bu nedenle de kişisel değil,sosyalbirsorundur.

Küreselleşmeylebirlikte1980’lerdenitibarenuygulananekonomikpolitikalar,özelleştirmeler,sendikalarıngüçsüzleşmesi,çokulusluşirketlerinucuzişgücüarayışındaolmasıgibietmenleryüzündentümdünyada işsizlik oldukça önemli bir sorun haline getirmiştir.Türkiye’nin de bu gelişmelerden etkilenmemesi mümkün değildir.1980’lerden başlayarak ülkemizde de işsizliğin giderek ağırlaştığıgörülmektedir.

Tarih boyunca ulkelere gore, sosyal ve ekonomik boyutları farklı olmakla birlikte, issizlik tum toplumların en onemli sorunlarının basında gelmistir. Đssizlik asıl olarak sanayi devrimiyle birlikte butun ulkelerde farklı boyutlarda olsa da gorulmeye baslanmıstır. Butun ulkelerde gorulmesine karsın issizlik, 1980’lere kadar asıl olarak gelismekte olan ulkelerin sorunu haline gelmistir. 1980’lerle birlikte neo-liberal politikaların uygulanmaya baslanmasının da etkisiyle, gelismis ulkelerin de sorunları arasına girmistir.

İssizlik Turleri

İssizlik turlerini oncelikle gizli issizlik ve acık issizlik olmak uzere iki genel gruba ayırmak mumkundur.

Gizli İssizlik

Herhangi bir uretim alanında isgucunun bir kısmının uretimden cekilmesi durumunda uretimde onemli bir azalma soz konusu olmuyorsa gizli issizlik soz konusudur.7 Gizli issizlikte acık işsizlikten farklı olarak kisinin bir isi vardır ve kisi teknik olarak issiz değildir.8Gizli issizlik genellikle az gelismis ulkelerde tarımda ve kamu sektorunde yaygın olarak gorulmektedir.

Acık İşsizlikYukarıda yapılmıs olan issizlik tanımlarındaki; yani calısma isteğinde olunmasına rağmen is bulamama anlamındaki issizliktir.

Yapısal İssizlik, Teknolojik İssizlik, Konjonkturel İssizlik, Mevsimlikİssizlik ve Gecici İssizlik olarak ortaya cıkar.

Yapısal İssizlikYapısal issizlik, bir ulkenin ekonomik yapısında olusan değişmelerden doğan issizlik turudur. Ulkelerin ekonomik, sosyal ve kültürel yapılarındaki ve alıskanlıklarındaki değismelere bağlı olarak ortaya cıkmaktadır.

Page 15: Vahdi Boydaş, Mensur Boydaş,Doktora yeterlilik

Teknolojik İssizlikBu issizlik turu, uretimde insan gucu yerine makinenin, teknolojinin kullanılması veya yeni uretim tekniklerinin kullanılması sonucu ortaya cıkan issizliktir. Ozellikle, sanayilesmis ulkelerde teknolojinin gelismesi sonucunda olusan makinelesme, kucuk isletmelerde ve zanaatlarda calısan bir kısım zanaatkar ve isciyi issiz bırakır.

(Donemsel) İssizlikKonjonkturel issizlik, ekonomik yapıda talep değişmelerinden doğan dalgalanmalar nedeniyle ortaya cıkan issizlik turudur. Belli bir donemdeki toplam talebin azalması sonucunda uretimde ve yatırımlarda meydana gelen gerileme, issizliğe neden olur.

Mevsimlik ĐssizlikMevsimlik issizlik mevsim değisiklikleri veya mevsimsel olarak mal ve hizmet taleplerinde ortaya cıkan azalma sonucu olusan işsizlik turudur.18 Mevsimlik issizlik, gelismekte olan ulkelerde tarım kesiminde ortaya cıkmaktadır. Tarım calısanları kısın issiz kalmakta, genelolarak da baska bir alanda calısmamaktadırlar. Gelismis ulkelerde ise sadece tarımda değil, turizm ve gıda gibi muhtelif sektorlerde de mevsimlere bağlı olarak issizlik ortaya cıkmaktadır.

İŞSİZLİKLE MUCADELE YONTEMLERİLiteratur issizlikle mucadele yontemlerini pasif ve aktif istihdam politikaları olarak ikiye ayırarak ele almaktadır. Pasif istihdam politikaları, issiz bireylere is bulmak, istihdam yaratmak ve issizlik oranını azaltmak yerine, issizlik sorununun olumsuz sonuclarını ortadan kaldırmayı amaclayan, bunun için issizlere belirli miktarda ekonomik guvence sağlamaya yönelik onlemlerdir. Pasif istihdam politikaları genel olarak issizlik sigortası uygulamaları ve issizlik yardımı olarak ortaya cıkmaktadır.73 Pasif istihdam politikaları daha yoğun olarak gelismis ülkelerde uygulanan, issizlik nedeniyle ortaya cıkan satın alma gucunun dusmesinionleyerek issizliğin neden olabileceği toplam talep yetersizliğinden kaynaklanan issizliği onlemeye yonelik politikalardan olusmaktadır.74 Pasif istihdam politikalarının bir aracı olarak Đssizlik sigortasıyla ilgili yasal duzenleme Turkiye’de, 25.8.1999 tarih ve 4447 sayılıKanunla hayata gecirilmistir. 4447 sayılı Kanun, issizlik sigortasıyla ilgili uluslararası belgelerde yer alan asgari norm ve teknikleri icermekte; issiz kalan isciye belirli bir sure “gelir guvencesi”, “yeni bir ise yerlestirmeyi” ve issizlik donemi icinde “mesleki eğitim” sağlama gibi unsurları birlikte kapsamaktadır.75 Đssizlik sigortası, kanun kapsamına giren sigortalı isciler icin zorunlu tutulmus ve ulke düzeyinde uygulanmak uzere 1 Haziran 2002’de yururluğe girmistir.

Turkiye’de aslında issizlik yardımı (odeneği) kıdem tazminatı adıyla ilk kez 1936 tarihli Đs kanun’da yer almıs, 1960 ve sonrasında hazırlanan Đs Kanunlarında bu duzenlemeye devam edilmistir. 1475 sayılı Đs Kanunu’nda 1974 yılında yapılan değisiklikle kıdem tazminatına hak etmek icin calısılması gereken sure bir yıla indirilmiş ve kıdeme esas ucret tutarı da 15 gunden 30 gune cıkarılmıstır. Hazırlanan kanun gerekcelerinde kıdem tazminatının issizlikte ek bir guvence olduğu vurgulanmıstır. Ayrıca 1475 sayılı Đs Kanunu’nun 13. maddesinde hizmet akdinin feshinde isverenin ihbarda bulunması hukme bağlanmıstır. Đhbar suresi kıdeme gore 2 hafta ile 8 hafta arasında değismektedir. Đsveren bu ihbar suresine uymazsa bu sureyi karsılayacak ihbar tazminatı odemek zorundadır.

Page 16: Vahdi Boydaş, Mensur Boydaş,Doktora yeterlilik

Ozellestirme uygulamalarının yarattığı issizliğin kişilerde yarattığı ekonomik sonuclarını hafifletmek uzere, 24.11.1994 tarihli 4046 sayılı Kanunla, ĐSKUR tarafından is kaybı tazminatı odenmesi, yeni bir is bulma, meslek gelistirme, edindirme ve yetistirme eğitimiverilmesi ve issizlik suresince hak sahiplerinin sosyal sigorta primlerinin odenmesi katkıları da duzenlenmistir. Aktif istihdam politikaları ise istihdam yaratmaya yönelik politikalardır.77 Aktif istihdam politikaları isgucu talebini arttırmaya ve issizliği onlemeye yonelik onlemler ile yeniden eğitim, erken emeklilik, isgucu hareketliliğini sağlayıcı olan bir cok onlem ve uygulamayı icermektedir78. Aktif istihdam politikalarının baslıca etkisi, issizlik surelerinikısaltarak bireylerin daha cabuk is bulmasını sağlamak olmaktadır.79 Turkiye’de aktif istihdam politikası uygulamalarından en önemli orneğini mesleki eğitim ve is arama yardımı merkezli politikalar olusturmaktadır. Buna gore mesleki eğitim kursları; Milli EğitimBakanlığı, ĐSKUR ve KOSGEB tarafından sağlanmaktadır. Yerel yonetimler de actıkları meslek kursları ile bu kurumlara destek olmaktadırlar80.Ayrıca ĐSKUR ve ozel istihdam buroları aracılığıyla da is bulma faaliyetlerine yardımcı olunmaktadır. Aktif istihdam politikalarına yonelik olarak ayrıca devletin yatırımları ve istihdamı arttırmaya yonelik tesvikler vermesini sağlayan yasal duzenlemeler yapılmaktadır. 21.1.1998 tarihli 4325 sayılı“Olağanustu Hal Bolgesinde ve Kalkınmada Oncelikli Yorelerde Đstihdam Yaratılması ve Yatırımların Tesvik Edilmesiyle Đlgili Kanun” gelir ve kurumlar vergisi vb. gibi istisnalar sağlayarak, yatırımları tesvik etmeye matuf, bu bolgede istihdam sağlamaya yonelikduzenlenen ilk kapsamlı duzenlemeyi olusturmustur. Daha sonra cesitli yasal duzenlemelerle (4747 sayılı Kanun, 5084 sayılı Kanun, 5350 sayılı Kanun)* istihdam tesvik edilmeye calısılmıstır.

7- Gelir Dağılımı ve Yoksulluk

Gelir, mal veya hizmet üretimi sonucunda ortaya çıkan ayni ya da nakdi getiri olarak tanımlanabilir. Gelir dağılımı da mal veya hizmet üretimi sonucunda ortaya çıkan gelirin bireyler arasındaki dağılımını ifade etmektedir. Bireylerin üretimden elde edilen gelirden aldıkları pay, yani gelir dağılımı sonucunda kendilerine düflen gelirin düzeyi ise bu bireylerin söz konusu üretim sürecinde sahip oldukları role, öneme ve ağırlığa göre değişlmektedir.

Gelir Dağılımı ve YoksullukBelirli bir millî gelir düzeyinde, bir ülkenin gelir dağılımının yapısı, o ülkedeki yoksulluk düzeyini doğrudan belirlemektedir. Örneğin, Brezilya’da olduğu gibi, göreceli olarak yüksek bir kişi başı millî gelire sahip olan ülkelerdeki adaletsiz gelir dağılımı bu toplumlarda yoksulluğun önemli boyutlarda olmasına neden olmaktadır. Öte yandan, Kosta Rika, Brezilya ile aynı düzeyde kişi başı millî gelire sahip olmasına rağmen gelir dağılımının daha düzgün olması sebebiyle bu ülkede yoksulluk Brezilya’ya oranla daha azdır. Yine, bir ülkede sağlanan ekonomik büyümenin yoksulluğu azaltma derecesi de ülkedeki gelir dağılımı yapısına bağlıdır. Buna göre, ekonomik büyümedeki 1 puanlık artış, gelir dağılımında adaletsizlik olan Zambiya’da yoksulluk düzeyini sadece %0.21 oranında azaltırken, gelir dağılımı göreceli olarak daha adaletli olan Malezya’daki yoksulluk düzeyini tam %3.4 oranında azaltmaktadır.

8- Sosyal Güvenlik

Sosyal güvenlik bireyi tüm yaşamı boyunca yakından ilgilendirmektedir. Sosyal güvenlikle

insan arasındaki bağ, birey daha anne karnında iken başlamakta ve çocukluk, gençlik ve

Page 17: Vahdi Boydaş, Mensur Boydaş,Doktora yeterlilik

yaşlılık dönemlerinde devam etmektedir. Sosyal güvenlik, sosyal riskler için var olmuş bir

unsurdur. Bu riskler, herhangi bir tehlikeden farklı olan ve sosyal güvenliğin amacı

bakımından önem taşıyan tehlikelerdir. Sosyal rizikonun, ne zaman gerçekleşeceği

bilinmemekle beraber, ileride gerçekleşmesi olası veya kesin olan ve buna uğrayan bireyin

mal varlığında eksilmeye yol açan olay şeklinde tanımlanabilir. Sosyal güvenliğin sağlanması

için bazı teknik uygulamalara veya yöntemlere ihtiyaç duyulmaktadır. Sosyal güvenlik

hedeflerinin gerçekleştirilmesinde kullanılan finansman yöntemleri; kapitalizasyon ve dağıtım

yöntemleridir. Bu çalışmanın amacı sosyal güvenliğin finansman yöntemleri ve sorunları

hakkında bilgi sunmaktır.

2.0 SOSYAL GÜVENLİK KAVRAMI

Sosyal güvenlik, bir toplumun bütün üyelerinin iktisadi ve sosyal ihtiyaçlarını giderecek

şekilde bugünlerinin ve geleceklerinin risklere karşı güvence altına alınmasıdır. Her bireyin

sahip olması gereken haklar bütünlüğü olan sosyal güvenliğin gelişimi insanlığın

başlangıcından itibaren sosyal devlet anlayışıyla beraber sosyal güvenlik düşüncesinin

geliştigi algılanmaktadır. Zaman içerisinde sosyal güvenlik anlayışının uygulayıcısı olarak

sosyal devletler yegane uygulayıcı olarak görülmüştür. Tarih boyu insanlık kendini yoksulluk,

hastalık, iş görmezlik, yaşlılık, ölüm, kaza, muhtaçlık ve benzeri risklere karşı koruma ihtiyacı

duymuş ve bu risklerin zararlarını telafi ve tazmin etmek için birçok yöntem belirlemişlerdir.

Bu yöntemler çağımızda yerini devletler tarafından meydana getirilen Sosyal Güvenlik

Sistemi’ne bırakmıştır. Sosyal Güvenlik Sistemleri hedeflerini gerçekleştirmek için çeşitli

yöntemlerden yararlanırlar. Bu yöntemler arasında primsiz sistem olan sosyal yardımlar ve

primli sistem olan sosyal sigortalar en önemlileridir. Sosyal güvenliğin temel amacı, her

insana, hayatın taşıdığı bütün risklerin karşısında, aşırı bir muhtaçlığa düşmeden ve

hürriyetinden fedakârlık ettirmeden iyi bir hayat düzeyi sağlamaya yönelik kamusal sosyal

Page 18: Vahdi Boydaş, Mensur Boydaş,Doktora yeterlilik

düzenleme, sosyal sigorta, sosyal yardımlar ve muhtelif sosyal yardımlar alanında alınması

gereken önlemleri almaktır.

Çağımızda, bütün ülkelerin, yeterli veya yetersiz, ancak mutlaka kurumsal bir sosyal güvenlik

sistemi mevcuttur. Bu durumdan anlaşıldığı üzere, sosyal güvenlik, ülke bağımsızlığının ve

modern devlet anlayışının da gereklerinden birini oluşturmaktadır. Toplumun bütün

bireylerini, beşikten mezara kadar bütün hayatları boyunca ilgilendiren sosyal güvenlik,

sosyal politikanın ve gelişmiş ülkelerdeki refah devleti anlayışının ulaştığı en önemli zirve

olarak kabul edilmekte ve gelişmekte olan toplumların çağdaşlık hedefleri arasında en ön

sırayı işgal etmektedir. Sosyal güvenliğin önemini çeşitli yönlerden de ortaya koymak

mümkündür. Örneğin, sosyal güvenliğin hukuki öneminden, siyasi öneminden veya sosyal ve ekonomik öneminden söz edilebilir(Akad, 1992). Sosyal güvenliğin hukuki bakımdan önemi, günümüzde sosyal güvenliğin bir insan hakkı olarak tüm uluslararası insan hakları ile ilgili belgelerde ve ulusal seviyede de anayasalarda kabul görmüş olmasından kaynaklanmaktadır (Akad, 1992). Esas anlamda sosyal güvenlik sistemlerinin temel amacı, insanlara iktisadi bakımdan güven sağlamaktır. Sosyal güvenliğin gelir dağılımı fonksiyonu, sermaye birikimi fonksiyonu, iktisadi istikrar fonksiyonu gibi ekonomik fonksiyonlarının bulunduğu bilinmektedir. Ayrıca, sosyal güvenlik tasarrufun artışına katkıda bulunmakta, ulusal gelirin dağılımını etkileyebilmekte, örneğin toplumun çeşitli kesimleri arasında gelir transferine sebep olmaktadır(Alceylan, 2007). Sosyal güvenliğin başlıca ehemmiyeti, sosyal olmasından kaynaklanır. Çünkü sosyal güvenlik, insanın toplum içerisinde yaşamaktan dolayı karşı karşıya bulunduğu rizikoların sonuçlarına karşı bir güven sağlar. Tüm sosyal güvenlik teknikleri, sosyalleşme prosesinin bir parçası ve tamamlayıcısıdır. Toplumlar, sosyo-ekonomik gelişmişlik durumlarına göre sosyal güvenliklerini temin etmede yeni teknikler geliştirme yoluna başvurmuşlardır. Bu durumda sosyal güvenlikteki gelişme, sosyalleşmedeki olgunlaşmanın da işaretlerinden birisi olarak sayabiliriz. Sosyal güvenliğin hukuki, iktisadi ve sosyal fonksiyonlarının bulunması, onun siyasi bakımdan da önem kazanmasının temin etmektedir. Sosyal güvenliğin toplumda sosyal dayanışma ve yardımlaşmayı desteklediği ölçüde, bu sonucun siyasi alanda da etkisi olacaktır. Şüphesiz, sosyal güvenlik, devlet nezdinde vatandaşların devlete sahip çıkmaları, destek vermeleri veya bu konuda değer hükümlerinin yerleşmesi ve gelişmesine katkı sağlayacaktır (Arıcı, 1999). Sosyal güvenlik ihtiyacı insanlık var olduğu andan itibaren bir ihtiyaç olmuştur, ancak kavram olarak modern insanlık tarihinin bir ürünüdür. Ne sosyal güvenliğin tanımı hakkında ne de ideal bir model üzerinde bir konsensüs sağlanmış değildir. Sosyal güvenlik gelişimini büyük ölçüde iktisadi politikalara borçludur. Bu bağlamda 1929 Büyük Bunalımına kadar yeterli sosyal korumadan bahsetmek mümkün değildir ve 1929-1970 yıllarında iktisadi ihtiyaçlar, talep eksenli politikaların uygulanmasını gerekli kıldığından sosyal politika harcamalarına ağırlık verilmiş ve 1970’li yıllardan sonra, yine iktisadi ihtiyaçlardan dolayı, sosyal politikaya yönelik harcamaların azaltılması gündeme taşınmıştır

Page 19: Vahdi Boydaş, Mensur Boydaş,Doktora yeterlilik

SOSYAL GÜVENLİK SİSTEMİNİN SORUNLARI

Türkiye’de sosyal güvenlik sisteminin sorunları iki ana öğe üzerinde yoğunlaşır; yapısal ve

finansal. Yapısal sorunlar finansal sorunları tetiklemekte, dolayısıyla hem yapısal hem de

finansal bozukluklar iç içe geçmektedir. Yapısal sorunlar 2008 yılı sosyal güvenlik

reformundan sonra büyük ölçüde çözülmüştür, fakat süregelen yapısal sorunlardan dolayı

oluşan finanssal sorunlar halen devam etmektedir. Dolayısıyla kamu kesimi borçlanma gereği

yükselmekte ve bu da daha yüksek faizlerle borçlanılması sonucunu doğurmaktadır.

4.1 YAPISAL SORUNLAR

1980 ve özellikle 1990 yılları ve sonrası Türkiyede sosyal güvenlik sisteminde beliren

populist politika odaklı sigortacılık prensipleriyle alakası bulunmayan ölçüsüz hizmet

borçlanmaları, erken emeklilik, çıkarılan af yasaları, karşılıksız ödemeler gibi yapısal sorunlar

ortaya çıkmıştır. Bu nedenlerden dolayı sosyal güvenlik sisteminin finansman dengesi

bozulmuş ve gelir ve gider dengesi açıkları bütçeden sağlanan transferlerle karşılanmaya

başlanmıştır.

4.1.1 Erken Emeklilik Sorunu

Sosyal güvenlik sistemimizin yıllardır devam eden en temel problemi, bütçede meydana gelen

açıklar olup, bu açıkların oluşmasında da en önemli etken geçmiş yasama dönemlerinde oy

kaygısı için getirilen ve sosyal sigorta ilkelerini hiçe sayan erken emeklilik uygulamasıdır.

20.02.1994 tarih ve 3374 sayılı Kanunla emeklilik yaş sınırı kadınlarda 38 ve erkelerde 43

olarak gerçekleşmeye başlamıştır (Akbulak, S,Y, 2002). Emekliliğe hak kazanmanın yaştan

bağımsız hale getirilmesi örneği hiç bir yerde bulunmayan bir uygulamadır. Bu meydana

gelen tabloyu toplumun bireyleri olarak halen ödemek zorunda bulunmaktayız. Bu durumun

boyutunu SSK’da emeklilerin % 62’sinin yaşının asgari emeklilik yaşı olan 58-60 yaşın

altında olması sorunun boyutunu açıkça ortaya koymaktadır (Demirci, 2006). Aşağıdaki tablo

farklı ülkelerde uygulanan emeklilik yaşları gösterilmektedir.

Page 20: Vahdi Boydaş, Mensur Boydaş,Doktora yeterlilik

Kayıtdışı İstihdam Ve Kaçak Sorunu

Kayıtlı istihdamın işverenlere yüklediği yüksek maliyet ve işletmelerin küçüklüğü yüzünden

günümüzde neredeyse %50 ye varan oranlarda kayıtdışı istihdam prim ödeme potansiyeli olan

çok büyük bir nüfusun sistem dışında kalmasına yol açmıştır (Sayan, 2006). Türkiye

genelinde istihdam edilenlerin yarısının herhangi bir sosyal güvenlik kuruluşuna kayıtlı

olmamasının gerisindeki en önemli unsuru, düşük ücretli ve esnek bir işgücü kullanımı

imkanına sahip olma, böylece işgücünün sosyal maliyetlerinden kaçınma gibi durumlar teşkil

etmektedir. Kayıtdışılığa yönelimin en önemli nedenlerinden biri istihdamdaki vergi

yükleridir. İşletmeler kayıt dışılığa yönelirken kayıtdışı kesimlerin genişlemesi de vergilerin

ağırlaşmasına sebep olmaktadır. Bu kayıtdışı ekonominin varlığı mali açıdan çok önemlidir,

çünkü kayıtdışı kesim aynı zamanda vergi dışında tutulmaktadır, yani vergi kaybı

oluşmaktadır. Aşağıdaki tabloda kayıt dışı istihdamın Sosyal Güvenlik Sistemine kayıtlılık

durumuna göre dağılımı verilmektedir.

Finansman Sorunları

Sosyal güvenlik sistemi bir bütün olarak ele alındığında, sistemin toplam gelirleri ile toplam

giderleri arasında bir dengenin olmadığı ve sistemin açıklarının 1990’lardan beri süregeldiğini

ifade etmek mümkündür. Sistemin finansman açıkları ülkemizin kalkınma sürecinde

karşılaştığı en önemli problemlerden birini oluşturmaktadır. Her yıl genel bütçeden sosyal

güvenlik sistemine yapılan transferlerin artış oranı ekonominin büyüme oranından daha

yüksek seviyelerde gerçekleşmektedir. Sosyal sigorta sistemi için sigorta bağımlılık oranının

yaşlı bağımlılık oranından yüksek olması, yaşlanma çağına ulaşılmadığı halde emeklilik

hakkının kazanılması ve kayıtdışı istihdam gibi sorunların varlığını ifade etmektedir (DPT

Raporu, 2007). Sosyal güvenlik sisteminde meydana gelen açıklar günümüzde olabildiğince

önemli rakamlara ulaşmıştır. Bilhassa, kamu kesimi finansman açıkları içinde sosyal güvenlik

açıklarının yaklaşık son on yıldır giderek artan oranlarda bir büyüklüğe ulaştığı söylenebilir.

Page 21: Vahdi Boydaş, Mensur Boydaş,Doktora yeterlilik

1990'lı yılların ortalarından itibaren derece derece artan sosyal güvenlik açıkları, artık

sistemin kendini yenilemeyecek bir duruma geldiğini gözler önüne sermektedir. Ülkemizde

sosyal güvenlik açıklarına neden olan sosyal güvenlik sisteminin mali yapılarının

kifayetsizliği, bu kurumların giderek finansman krizine girmesine sebep olmuş ve kamunun

borçlanma gereğini artırarak makro-ekonomik istikrarın zedelenmesine yol açmıştır

(Tepekule, 2008). Bu durum, toplumsal ihtiyaçları karşılamaya yönelik hizmet sunumunu da

engellemiştir. Zira mevcut sosyal güvenlik sistemimiz kapsadığı nüfus ve sağladığı yararlar

bakımından birtakım noksanlıklar barındırmaktadır. Bilhassa sağlık, malullük, hastalık ve

ölüm gibi alanlara ilişkin yeterli hizmet verilememektedir. Çünkü söz konusu kuruluşlar,

kaynaklarını etkin kullanamamakta ve harcamalarını büyük ölçüde genel bütçeden sağlamış

oldukları transferlerle karşılama çabası içine girmektedirler. Böylece , sosyal dengelerin

sağlanmasına yönelik bireyler arasındaki gelir eşitsizlikleri yok edilememektedir.

Grafik 1 ile Sosyal Güvenlik Kurumunun, plasman gelir ve giderleri hariç olmak üzere,

gelirleri, giderleri ve açık ve fazlaları gösterilmektedir. 1985 yılına kadar sistemin gelir fazlası

mevcut iken, daha sonra giderleri lehine artan trend kaydedilmektedir. Öyle ki, her yıl devlet

bütçesinin en büyük harcama kalemlerinden biri bu kurumların açıkları için ayrılan transferler

olmaktadır.

SONUÇ VE ÖNERİLER

Sosyal güvenlik sistemiyle ilgili yaşanan sorunlar sadece ülkemizi değil tüm dünyayı

ilgilendirmektedir. Gelişmiş ülkeler ve gelişmekte olan ülkeler arasında yaşanan sorunlar

arasında farklılıklar varken, sosyal güvenlik sistemlerine ilişkin çözüm önerileri ortak noktalar

taşımaktadır. Ülkemiz sosyal güvenlik sisteminin temel sorunu mali içeriklidir. Bunun da

kaynağı temel itibariyle emek piyasasının ortaya çıkardığı yapısal problemlerdir. OECD

hesaplamalarına göre 2040’lı yıllara kadar sistemin açıkları devam edecektir. Bu nedenle

sosyal güvenlik sisteminin temel finansman kaynağı olan prim gelirlerinin sürekli, düzenli ve

yeterli olması için istihdam hacminin artması, çalışanların sisteme kayıtsız şartsız katılmaları,

Page 22: Vahdi Boydaş, Mensur Boydaş,Doktora yeterlilik

kayıt dışılığı önlemek üzere ciddi teşvik ve piyasayı düzenleyici politikaların geliştirilmesine

ihtiyaç duyulmaktadır. Bu kontekstte bazı öneriler şöyle sıralanabilir:

•Prim oranlarının uygun bir düzeye çekilerek hem işverenlerin ve hem de çalışanların

primlerinin ödenebilir hale gelmesi temin edilmelidir.

• Gelir ve gider dengesi sağlanamadığından bu dengeyi sağlamak için gelir artırıcı ve gider

azaltıcı politikaları belirlerken matrahtaki büyümeyi sağlayıcı önlemler alınmalıdır.

• Matrahın büyümesinin sağlanması oranların azalması ile daha kolay gerçekleştirilebilir.

Sosyal güvenlik kapsamında yükümlülüklerin ve hakların tüm vatandaşlara aynı koşullar ile

yani norm ve standart birliği tesis edilerek sunulması ve bunun değişmemesi için gerekli

önlemlerin de alınması sağlanmalıdır.

• Hükümetlerin değişimi ile sosyal güvenlik politika ve uygulamalarının değiştirilmemesi

gerekir. Bunun sağlanması için sistemin temel parametrelerinin Anayasa ile düzenlenmesi

düşünülmelidir.

• Kayıt dışı istihdam problemi çözüme kavuşturmalıdır.

• Yeni açılan işyerlerinin sosyal güvenlik kurumu ile ilişkilendirilmesinde belli süre prim

alınmaması, teşvik sağlanması ve sürdürülmesi yönünde politika geliştirilmelidir.

• Devletin sosyal güvenlik sisteminin finansmanına prim bazında katılması sağlanmalıdır.

• Sistemin bir bütün olarak ve fonksiyonel denetime tabi tutulması gerekir. Denetim

hizmetlerinin yaygınlaştırılması, etkinleştirilmesi, sürekliliğinin sağlanması ve denetim

raporları doğrultusunda gerekli işlemlerin yapıldığının kamuoyu ile paylaşılması

sağlanmalıdır.

• Sosyal güvenlik sisteminin sağladığı hizmetleri, sosyal sigortaları, sosyal hizmetler ve diğer

ilgili hizmetlerin yaygın ve sürekli olarak tanıtımının yapılması sağlanmalıdır. Özellikle kırsal

kesim, yoksullar ve sosyal risk grubunda olanlara tanıtılarak onların yararlanmaları

sağlanmalıdır. Çünkü sistemin esası yoksulluğu da önlemeyi içermektedir. Bu konuda risk

Page 23: Vahdi Boydaş, Mensur Boydaş,Doktora yeterlilik

gruplarına gerçek anlamda ulaşmak, bilgilendirmek, onların haklarını ifade etmek için yeni

yöntemler geliştirilmelidir.

10- Ücretler

ÜCRET VE ÜCRETE İLİŞKİN KAVRAMLARÜcret kavramı konusunda dikkat edilmesi gereken en önemli husus, kavram konusunda yaşanan karmaşadır. Kavram; ülkelere, coğrafi bölgelere, sektörlere, işletmelerin kamuya ya da özel sektöre ait olmasına ve hatta işletmelerin büyüklüklerine göre değişkenlik göstermektedir. Çıplak ücret, giydirilmiş ücret ve ücret maliyetigibi ücrete ilişkin temel kavramlarda dahi endüstri ilişkilerinin tarafı olan işçi, işveren ve devlet kuruluşlarının ortak bir tanımı bulunmamaktadır.

Ücretin Tanımı ve UnsurlarıÜcretli çalışmanın başladığı ilk günden beri çalışanların ortaya koyduğu zihinsel ve bedensel emeğin bedeli olarak görülen ücret, işçi ve işveren kesimlerinin kendi amaç ve çıkarları doğrultusunda farklı biçimlerde yorumlanmaktadır. Örneğin; işveren, ücreti ödeyen taraf olduğu için ona göre ücret; bir maliyet unsuru veyamasraf faktörü iken, işçi açısından ise ücret; emeğinin karşılığı olarak elde ettiği satın alma gücüdür. Buna benzer bir şekilde; iktisatçılar, emeğin bir üretim faktörü olduğunu düşünerek, ücreti faktör geliri olarak tanımlamışlardır. Hukukçular, emek sahibi ile işveren arasında hukuki sonuç doğuran hizmet akdi ilişkisini ve builişkinin doğurduğu hak ve borç ilişkisi çerçevesinde düşünmüşler. Bunun sonucunda ücreti, işçiler açısından bir hak, işveren açısından ise bir borç olarak tanımlamışlardır. Sosyal politikacılar ise konuyu daha farklı bir bakış açısıyla irdeler. Sosyal politikacılar ücreti, işgörenin ve bakmakla yükümlü olduğu kişilerin, yaşam olanak ve düzeylerini belirleyen çoğu kez tek gelirleri olarak görür. Emek sahibinin diğer üretim faktörlerinden ayrı olarak insan olması düşüncesinden hareketle, ücreti şahıs geliri olarak tanımlamışlardır. Sosyal politika için ücret, salt ekonomik ya da hukuki özellikleri ile değil, taşıdığı insancıl değer yönünden de önem taşır. Bütün bu bakış açılarından hareketle ücretin geniş ve genel bir tanımını yapmak gerekirse geniş anlamda ücret; insan emeğinin bir bedeli olarak tanımlanırken; genel anlamda ise işletmelerin kâr ve zararına bağlı olmayan, işveren tarafından emek sahibine üretilen malın satış beklenmeden ödenen, miktarı önceden belirlenmiş gelir olarak tanımlanmaktadır. Bir diğer tanıma göre ücret; bir iş karşılığında işveren tarafından işçiye saat başına, gündelik, haftalık, on beş günlük veya aylık olarak ödenen para ve para ile belirlenebilen malların ve hizmetlerin oluşturduğu bir gelirdir. Benzer bir tanımlamaya göre de ücret, gelir temin etmek amacıyla sarf edilen fikri ve bedeni enerji anlamındaki emeğin değeri ve karşılığıdır.

Ücrete İlişkin Kavramlar: Ücret TürleriÜcretin çok yönlü bir konu olması, farklı ücret kavramlarını da beraberinde getirmektedir. Çoğu kaynakta ücret türleri olarak da adlandırılabilecek bu kavramlar:

• Ücret Haddi (Ana ücret, Kök ücret veya çıplak ücret)- Ücret Geliri,• Nominal (Parasal) ücret- Reel ücret,• Ayni ücret-Nakdi ücret,• Brüt ücret-Net ücret,

Page 24: Vahdi Boydaş, Mensur Boydaş,Doktora yeterlilik

• Kolektif ücret-Efektif ücret,• Ücret düzeyi,• Asgari ücretolarak sıralanabilir. Endüstri ilişkilerinde kullanılan bu ücret kavramlarına ek olarak iş Kanunun’daki ücret kavramlarından da söz etmek mümkündür. Bunlar; yarım ücret, fazla çalışma ve fazla sürelerle çalışma ücreti, tatil ücretleri, yüzde usulü ücret, komisyon ücreti ve kâra katılma olarak sıralanabilir.

11- Sosyal Dışlanma

“Sosyal dışlanma toplumun bir parçası olma anlamına gelen sosyal bütünleşmenin karşıtı olarak ele alındığında; sivil, siyasi, ekonomik ve sosyal vatandaşlık haklarından mahrum olma ve edilme durumu olarak tanımlanmaktadır.

Toplumdaki yurttaşlığa ilişkin üretim, tüketim, tasarruf, siyasi, sosyal nitelikteki normal eylemlere katılamamalarıdır. Kişilerin temel gereksinimlerini karşılayamamalarından başlayarak toplumla olan bağlarının kopmasına kadar uzanan dinamik bir süreci ifade etmektedir.

Sosyal dışlanma kavramı ilk olarak Fransa’da kullanılmıştır. Fransa’da sorun olarak kabul edilmesinde 1970’li yıllarda ekonomik büyümenin yavaşlaması önemli rol oynamıştır. Bu ülkede 1960’lı yıllarda yoksullardan ideolojik biçimde dışlanmış olarak söz edilmiştir. 1974 yılında Rene Lenoir tarafından yazılan bir kitapta dışlanmışlar ekonomik büyümenin sonuçlarından yararlanamayan kişiler olarak belirtilmiştir. Sadece yoksul kişilerden oluşmadığını Fransız nüfusunun %10’unun toplumdan dışlanmış olduğunu belirtmiştir. Lenoir’e göre; * zihinsel ve fiziksel özürlüler, *intihar eğilimliler, *hasta-bakıma muhtaç yaşlılar, *istismar edilen çocuklar, *ilaç bağımlıları, *suçlular, *tek ebeveynli aileler, *sorunlu aileler, *marjinal kişiler, *asosyal kişiler ve *diğer sosyal uyumsuz kişiler sosyal dışlanmışları oluşturmaktadır.

Anglo-Sakson geleneğe sahip olan İngiltere’de sosyal dışlanma konusunda çalışmalar ancak 1990’ların başında başlamıştır. Anglo-Sakson geleneği sosyal dışlanmaya birey, Kara Avrupası sosyal grup açısından yaklaşmakta, ortak bir tanım yapmak güçleşmektedir.

ABD’de ise dışlanmış gruplar; sınıfaltı kavramı ile ifade edilmektedir. Asya, Afrika ve Latin ülkelerinde dışlanma genellikle yoksullukla eş anlamda kullanılmaktadır. Arap ülkelerinde ise sosyal dışlanma marjinalite olarak görülmektedir. Bu ülkelerde dışlanma kalkınma ile birlikte değerlendirilmekte, dışlanmanın kişinin kendi kusurundan kaynaklandığı kabul edilmektedir.

Sosyal Dışlanmanın Nedenleri

Sosyal dışlanmaya ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel, davranışsal, coğrafi, kişisel birçok faktör veya sorun yol açabilmektedir. Kişilerin konuya bakış açısına, sosyal dışlanmanın ülkelere göre algılanış biçimine bağlı olarak nedenler değişebilmektedir.

İngiltere’de 1997 yılında kurulan Sosyal Dışlanma Birimi, sosyal dışlanmanın yapısal nedenlerini iki grupta toplamıştır. İlk grup ekonomik ve sosyal özelliğe sahip olup üç farklı alt neden grubundan oluşmaktadır. Bunlar;

a) Endüstriyel yeni yapılanma,

Page 25: Vahdi Boydaş, Mensur Boydaş,Doktora yeterlilik

b) Aile yapısında değişim, c) Toplumsal parçalanma ve değişimdir.

İkincisi grupa)hükümet politikalarının, b) çalışma yöntemlerinin ve c) koordinasyonun sağlıklı işlememesi sonucu ortaya çıkan başarısızlıktan kaynaklanmaktadır.

AB Komisyonu sosyal dışlanmanın kurumsal/yapısal nedenlerini dört grupta toplamaktadır. Bunlardan 1 - İşgücü piyasasındaki değişmdir. 2 - Bilgi teknolojisindeki gelişmeler ve bilgi toplumunun genişlemesidir.3 - Nüfusun yaşlanması, doğum oranının düşmesi, aile ve toplum yapısında ortaya çıkan değişim, iç ve dış göçler, etnik, dinî ve kültürel farklılıklarda görülen artış gibi sosyo-demografik değişikliklerdir.4 - Dördüncü neden ise ekonomik ve sosyal gelişmelerin, bölgesel ve coğrafi ön yargılar ile kutuplaşmalar oluşturmasıdır.

Sosyal Dışlanma Biçimleri

A) ekonomik dışlanma, mekânsal dışlanma, C) kültürel dışlanma ve D) siyasi dışlanma

Sosyal İçerme Politikaları

Maastricht Anlaşması’nda sosyal dışlanma sorununa ilk defa resmî bir belgede açık bir biçimde yer verilmştir.Sosyal içerme politikaları, ülkelere göre farklılık göstermekte, ülkelerin sosyal modeline göre değişebilmektedir. Örneğin Anglo-Sakson ülkelerde sosyal içerme politikalarında özel sektör, İskandinav ülkelerinde devlet, gelenekçi güney Avrupa ülkelerinde aile ön plana çıkabilmekte farklılıklar bulunabilmektedir. Ancak genelde Sosyal dışlanmanın önlenmesine yönelik politikalar arasında en dikkat çeken güvenceli asgari gelir veya asgari gelir güvencesidir. Güvenceli asgari gelir kavramının Fransız hukukunda somutlanmış şekli asgari tutunma geliridir. Asgari tutunma gelirinden kanuna göre 25 yaşın üzerinde olan, kanunda öngörülen süre boyunca Fransa’da yaşayan ve belirli bir yoksulluk sınırının altında geliri bulunan kişiler yararlanabilmektedir.

AYRIMCILIK ;

Ayrımcılık Kavramı

İlk olarak 1878 yılında Anglo-Sakson hukukunda ve bir mahkeme kararında kullanılan ayrımcılık ; toplumsal yaşamda dil, din, ırk, etnik köken, cinsiyet, cinsel yönelim, özgürlük ve yaş gibi nesnel olmayan faktörler temel alınarak birey ya da gruplara yöneltilen eşitsiz davranış ve uygulamalardır.

Birleşmiş Milletlerin (BM) Her Türlü Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılmasına ilişkin Uluslararası Sözleşmesi, sözleşmede geçen ırk ayrımcılığı kavramını “ ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda ya da kamusal yaşamın başka her alanında, insan haklarının ve temel özgürlüklerin eşitlik koşullarında tanınmasını, kullanılmasını ve bunlardan yararlanılmasını bastırma ya da tehlikeye koyma amacı taşıyan ya da sonucu doğuran ırk, renk, soy, ulusal ya da etnik köken üzerine dayalı her tür ayırt etme, dışlama, kısıtlama ya da yeğleme” şeklinde

Page 26: Vahdi Boydaş, Mensur Boydaş,Doktora yeterlilik

belirtmektedir. BM’ye ait Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi ise yine sözleşme konusu ile sınırlı olarak kadınlar hakkında ayrımcılık kavramını, “erkek ve kadının eşitlik temeline dayanarak, evlilik durumları ne olursa olsun, kadınların siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel, kişisel alanlarda ya da başka her alanda insan haklarından ve temel özgürlüklerden yararlanmasını ya da bu hak ve özgürlüklerin tanınmasını ve kullanılmasını tehlikeye koyma ya da kaldırma sonucu doğuran ya da amacı taşıyan, cinsiyete dayalı her türlü ayırt etme, dışlama ve kısıtlama” şeklinde tanımlamaktadır.

Ortaya Çıkış Biçimine Göre Ayrımcılık Türleri

Doğrudan Ayrımcılık (Açık Ayrımcılık) / Dolaylı Ayrımcılık (Örtülü Ayrımcılık) : Doğrudan ayrımcılık kişiye onunla aynı veya benzer durumda olan başka bir kişiye göre daha az olumlu davranılmasıdır. İş başvurusunda cinsiyeti, yaşı, cinsel yönelimi, ten rengi veya dinî inancı nedeniyle işe almamak, zencilerin veya Roman çocukların bir okula veya restauranta girmesine izin vermemek doğrudan ayrımcılığa örnek olarak verilebilir. Dolaylı ayrımcılık ise bir kanun veya işlemin herkese eşit şekilde uygulanması ancak toplumun bir bölümü üzerinde orantısız etkiye sahip olması ile ortaya çıkan ayrımcılık türüdür. Kadınların işte yükselmesine engel olmak amacıyla işin niteliği gerektirmediği hâlde B sınıfı ehliyet şartı getirilmesi, coğrafi mobilitelerinin düşük olduğu bilinmesine rağmen işin niteliği gerektirmese bile işe girebilmek için uzun süreli seyahat edebilme koşulunun aranması dolaylı ayrımcılığa örnek olarak verilebilir. Dolayısıyla Ayrımcılık, bir kişinin kendisiyle bağlantılı bir başka kişinin nitelikleri nedeniyle ayrımcılığa uğramasıdır. Beyaz bir kişinin siyah bir kişi ile evli olması veya Müslüman bir kişinin Hristiyan bir kişi ile evli olması nedeniyle ayrımcılığa uğraması dolayısıyla ayrımcılığa örnek olarak verilebilir.

Taciz-Cinsel Taciz

Taciz “Irk veya etnik köken, din veya inanç, engellilik veya cinsel yönelim gibi nedenlerden herhangi biriyle ilgili olarak bir kişinin onurunu zedelemek ve gözdağı veren, düşmanca, aşağılayıcı, küçük düşürücü ya da saldırgan bir ortam yaratmak amacı veya etkisiyle o kişi için istenmeyen bir fiil gerçekleştirilmesidir”Cinsel taciz ise kendi isteği ve rızası olmadan kişiye karşı sözlü veya fiziksel olarak yapılan sarkıntılık ve genel ahlaka uymayan davranışlardır. Araştırmalara göre kadınlar özel ve çalışma yaşamlarında erkeklere göre daha fazla cinsel tacize uğramaktadırlar.

Olumlu (Pozitif Ayrımcılık)Kimi zaman eşit davranabilmek için kişinin din, dil, renk, ırk, cinsiyet, özürlülük gibi dezavantaj yaratan durumunu göz ardı ederek kişi lehine yapılan davranış ve uygulamalar pozitif ayrımcılığı oluşturmaktadır.

Sistematik AyrımcılıkBelirli gruplara karşı kurumsallaşmış yapılar, politikalar, uygulamalar ve geleneklerdir. Güney Afrika’da hükümet tarafından 1990’ların ortalarına kadar zencilere karşı uygulanan ırk ayrımcılığı (apartheid) bu ayrımcılığa en önemli örnektir.

Çoklu / Kesişen AyrımcılıkBirden fazla ayrımcılık türünün aynı anda ihlal edilmesi ve birden fazla konuda yapılan ayrımcılıktır. Özürlü ve Müslüman bir erkeğin hem özürlü hem dinî nedenle ayrımcılığa tabi olması çoklu ayrımcılığa örnek olarak verilebilir.

Page 27: Vahdi Boydaş, Mensur Boydaş,Doktora yeterlilik

Ters Yönlü AyrımcılıkToplumda genel olan grubun karşı karşıya kaldığı ayrımcılık türüdür. Dezavantajlı gruplara uzun süre uygulanan olumlu ayrımcılık uygulamaları sonucu bu defa genel grup üyelerinin ayrımcılığa uğramasını ifade etmektedir.

Çalışma Yaşamında Ayrımcılık

Ayrımcılığın en yaygın şekilde görüldüğü yer çalışma yaşamıdır. Çalışma yaşamında ayrımcılık genel olarak verimliliği eşit olan kişilere sadece belli bir gruba ait olduklarından veya özelliklerinden dolayı istihdam ve iş olanaklarının kalitesi bakımından eşit davranılmamasını ifade etmektedir.Çalışma yaşamında ayrımcılık; çalışma yaşamının tüm aşamalarında işe alınırken, iş sırasında (ücretleme, çalışma ve dinlenme süreleri, yıllık izinler, performans değerlendirme, terfi, eğitim) ve işten ayrılırken ortaya çıkmaktadır.

Çalışma yaşamında ayrımcılık türleri :

Irk, Renk, Soy, Ulusal veya Etnik Köken, Din ve Siyasal Görüşe Dayalı Ayrımcılık : BM’ye ait Din ya da inanca Dayanan Tüm Hoşgörüsüzlük ve Ayrımcılık Biçimlerinin Kaldırılmasına ilişkin Bildirge’de de din ve inanç temeline dayanan her türlü hoşgörüsüzlük ve ayrımcılık yasaklanmıştır. Ancak konu ile ilgili tüm uluslararası sözleşmelerde ve ulusal düzenlemelerde ayrımcılık yasağı getirilmesine rağmen uygulamada her alanda özellikle çalışma yaşamında bu nedenlere dayalı olarak ayrımcılık devam etmektedir.

Cinsiyet Ayrımcılığı;Cinsiyet ayrımcılığı bir kişinin bir kadına/erkeğe cinsiyetine dayalı olarak bir kadına/erkeğe davrandığı veya davranacağından daha olumsuz veya daha az olumlu davranması olarak tanımlanmaktadır. Kadınlar, erkekler ve farklı cinsel yönelime sahip kişilere yapılan ayrımcılık cinsel yönelim ayrımcılığı olarak sınıflandırılmaktadır.

Özürlü (Engelli) Ayrımcılığı;Çalışma yaşamında özürlü ayrımcılığı dolaylı ve doğrudan ayrımcılık olarak iki şekilde ortaya çıkmaktadır. Doğrudan ayrımcılık ile özürlünün özürlü olmayan kişiden daha az ilgi görmesi; dolaylı ayrımcılık ile özürlü kişilerin başa çıkamayacakları durumlarda ortaya çıkan ve onların sosyal eşitlikten dışlanarak haksızlığa uğraması ifade edilmektedir.

Yaş Ayrımcılığı;Yaş ayrımcılığı, Eurolink tarafından “ayrımcılık için yaşın kullanımının haksız olduğu ve yaşlı işçilere haksız muamele durumunda uygulanır” şeklinde tanımlanmaktadır. İşe alma sırasında işverenlerin iş gerekleri ile bağlantılı olmaksızın iş ilanlarına alt veya üst yaş sınırı koymaları, kriz sırasında yaşlı işçilerin öncelikle işten çıkarılması veya onların erken emekliliğe zorlanması, işte yükselme sırasında kıdem yerine performans kriterinin dikkate alınması, kişilerin yaşları ile alay edilmesi yaş ayrımcılığı uygulamalarına örnek oluşturmaktadır. Yaş ayrımcılığı yasağı ile ilgili ilk düzenleme 1967 yılında ABD’de İstihdamda Yaş Ayrımcılığı Kanunu ile yapılmış, kanun ile 40 yaş ve üstü kişilerin çalışma yaşamında yaş ayrımcılığına karşı korunması öngörülmüştür.

Ayrımcılık Yasağı İle İlgili Uluslararası Düzenlemeler

Ayrımcılık yasağı uluslararası düzeyde kurulmuş başta BM olmak üzere ILO, Avrupa

Page 28: Vahdi Boydaş, Mensur Boydaş,Doktora yeterlilik

Konseyi ve AB gibi örgütlerin belgelerinde düzenlenmektedir. Ayrıca bu örgütlerin bünyesinde oluşturulan çeşitli denetim organlarının kararları ayrımcılık konusunda ulusal düzenlemelere ışık tutmaktadır.

Çalışma yaşamı ile ilgili olarak oluşturulan çok sayıda sözleşmede eşitlik ve ayrımcılık yasağına yer verilmektedir. Avrupa Birliği’nde ayrımcılık yasağı ile ilgili ilk düzenleme 25.3.1957 tarihli Roma Anlaşması’nda yapılmıştır. Anlaşma’nın 119. maddesinde kadın erkek ücret eşitliği, 7. maddesinde vatandaşlık temelinde ayrımcılık yer almıştır. 119. maddenin Roma Anlaşması’nda yer almasında; kendi iç düzenlemelerinde kadın ve erkek çalışanlara eşit ücret ödenmesi ilkesine yer vermiş olan Fransa’nın işgücü maliyetleri açısından rekabet eşitsizliği yaratacak bir durumun ortaya çıkmasını engelleme düşüncesi etkili olmuştur.

Türkiye’de Ayrımcılık Yasağı İle İlgili Düzenlemeler

Türk hukukunda eşitlik ilkesi ve ayrımcılık yasağı ile ilgili düzenlemeler 1924 Anayasası’ndan bu yana tüm anayasalarda ve birçok yasada yer almıştır. 1982 Anayasa’sının 10. maddesi kanun önünde eşitliği düzenlemektedir.Anayasa dışında Türk mevzuatında çok sayıda kanunda eşitlik ve ayrımcılık yasağı düzenlenmektedir.Çalışma yaşamında eşitlik ve ayrımcılık yasağı 4857 sayılı iş Kanunu’nun 5.maddesinde eşit davranma ilkesi başlığı altında düzenlenmektedir. Bu madde ile doğrudan ve dolaylı ayrımcılık kavramları ilk defa mevzuata girmiştir.

12- Dezavantajlı Gruplara Yönelik Sosyal Politikalar

      -Özürlüler

BM verilerine göre özürlüler dünya nüfusunun %10’unu oluşturmakta, özürlülerin %80’ini gelişmekte olan ülkelerde yaşamaktadır. Ancak dezavantajlı gruplar içinde en büyük gruplardan biri olan özürlülere yöneliksosyal politikaların oluşturulması oldukça zaman almış, XIX. yüzyılın son çeyreğinden itibaren özürlülere yönelik sosyal politikalar gelişmiş ülkelerde gündeme gelmeye başlamıştır. Günümüzde ise işgücü niteliği taşıyan özürlülere fırsat eşitliği çerçevesinde çalışma hakkı ve olanağı tanımak, işgücü niteliği taşımayan veya bakıma muhtaç durumda olan özürlüleri sosyal güvenlik veya sosyal bakım hizmetleri kapsamına almak, özürlülere yönelik sosyal politikaların temel amaçlarından biri hâline gelmiştir. Özürlülerin en önemli sorunlarından biri olan istihdam sorununu çözebilmek amacıyla gelişmiş ülkelerde çeşitli sosyal politikalar oluşturulmaktadır. Bu doğrultuda; özürlüleri istihdam edilebilir hâle getirilmek amacıyla özürlülere tıbbi tedavi ve tıbbi ve mesleki rehabilitasyon uygulanmakta, özel eğitim veya temel eğitim verilmektedir. İşverenlerin özürlü istihdamını sağlamak amacıyla da kanunlarla belli sayıda işçi çalıştıran işverenlere, belli sayı veya oranda işçi çalıştırma zorunluluğu getirilmesi (kota sistemi), bazı iş ve mesleklerin ülke çapında sadece özürlülere ayr›lmas› (tahsis yöntemi), baz› ifl ve mesleklerin kanunlarla belirleneniflyerleri, çal›flma kolu veya mevkileri için özürlülere tahsis edilmesi (s›n›rl› tahsisyöntemi), özürlülere ifle girmekte öncelik ve tercih olana¤› verilmesi ( öncelik vetercihlerin tahsisi yöntemi), iflverenlerin iflçi talepleri ile bofl ifllerini zorunlu olarakbir kuruma bildirmeleri ve kurumun bu talep ve bofl ifller do¤rultusunda özürlüleriifle yerlefltirmesi, özürlü iflçi çal›flt›ran iflverenlere tazminat ödenmesi, vergi muafiyeti

Page 29: Vahdi Boydaş, Mensur Boydaş,Doktora yeterlilik

getirilmesi, evde çal›flma (Alkan Meflhur, 2004) tele çal›flma gibi çal›flmayöntemlerinin teflvik edilmesi söz konusudur.

Özürlülerin korunmas› ile ilgili olarak uluslararas› örgütlerin farkl› tarihlerdeoluflturduklar› çok say›da belge bulunmaktad›r. BM’nin özürlülerle ilgili önemlibelgeleri aras›nda ‹nsan Haklar› Evrensel Bildirgesi’nin 25. maddesi, EkonomikSosyal ve Kültürel Haklar Sözleflmesi’nin 6. ve 12. maddeleri, 20.12. 1971 tarihli ZihinselÖzürlülerin Haklar›na ‹liflkin Bildirge, 09.12.1975 tarihli Özürlü Haklar› Bildirgesi,03.12.1982 tarihli Özürlüler ‹çin Dünya Eylem Program›, 20.11.1989 tarihliÇocuk Haklar› Sözleflmesi’nin 23.maddesi, 20.12.1993 tarihli Özürlüler ‹çin F›rsatEflitli¤i Konusunda Standart Kurallar ve 13.12.2006 tarihli Engelli Kiflilerin Haklar›Sözleflmesi say›labilir. ILO’nun özürlülerle ilgili önemli belgeleri aras›nda 22.06.1955tarih ve 99 say›l› Özürlülerin Mesleki Rehabilitasyonu Hakk›nda Tavsiye Karar›,01.06.1983 tarih ve 159 say›l› Özürlülerin Mesleki Rehabilitasyonu ve ‹stihdam›Hakk›nda Sözleflme ve 21.06.1988 tarih ve 168 say›l› Özürlülerin Mesleki Rehabilitasyonuve ‹stihdam› Hakk›nda Tavsiye Karar› bulunmaktad›r. Avrupa Konseyibelgelerinden Gözden Geçirilmifl Avrupa Sosyal fiart›’n›n 15. maddesinde ve AvrupaKentsel fiart›’nda özürlülere yönelik düzenlemeler yer almaktad›r. Türkiye’de özürlülere yönelik sosyal politikalar›n kapsam› henüz s›n›rl›d›r.Özürlü çal›flt›r›lma zorunlulu¤u ilk olarak 20.04.1967 tarih ve 854 say›l› Deniz ‹flKanunu ile getirilmifl, 12.08.1967 tarih ve 931 say›l› ‹fl Kanunu ile 25.08.1971 tarihve 1475 say›l› ‹fl Kanunu’nda kota sistemine yer verilmifltir. 2022 say›l› 65 Yafl›n›Doldurmufl Muhtaç, Güçsüz ve Kimsesiz Türk Vatandafllar›na Ayl›k Ba¤lanmas›Hakk›ndaki Kanun ile iflsiz özürlüler ve 65 yafl üzerindeki yafll›lar belli bir gelirekavuflturulmufltur. 1982 Anayasas›’n›n 10., 50., 61/2 ve 42/7. maddelerinde deözürlülerle ilgili düzenlemelere yer verilmifltir. 4216 say›l› Yetki Kanunu’na dayal›olarak ç›kar›lan 571 say›l› Özürlüler ‹daresi Baflkanl›¤› Teflkilat ve Görevleri Hakk›nda Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile 1981 y›l›nda kurulan Sakatlar› KorumaMilli Koordinasyon Kurulu kapat›lm›fl, 1997 y›l›nda Baflbakanl›k Özürlüler ‹daresi Baflkanl›¤› (ÖZ‹DA) oluflturulmufltur. Ayn› yetki kanununa dayan›larak çıkarılan 572 say›l› Baz› Kanunlarda De¤ifliklik Yap›lmas›na ‹liflkin Kanun HükmündeKararname ile çok say›da kanunun ilgili maddelerinde özürlülere yönelik düzenlemeve de¤ifliklik yap›lm›flt›r. Özürlülere yönelik en önemli düzenleme01.07.2005 tarih ve 5378 say›l› Özürlüler ve Baz› Kanun ve Kanun Hükmünde KararnamelerdeDe¤ifliklik Yap›lmas› Hakk›nda Kanun ile gerçeklefltirilmifltir..

      -Kadınlar

Kadınlar tarihin her döneminde çalışma yaşamında sürekli olarak yer almış ancak ücretli işçi olarak çalışma yaşamına Sanayi Devrimi ile birlikte girmişlerdir. Bu dönemde kadınların çalışma yaşamına girmelerinde ekonomik nedenler, gelişen teknoloji, dokuma sektöründe erkeklere göre işveren açısından daha fazla tercih edilmeleri önemli rol oynamıştır. Ancak kadınların düşük ücret, uzun çalışma süreleri ve ağır çalışma koşulları altında çalıştırılmaları toplumsal tepkilere neden olmuş, bu tepkiler üzerine İngiltere’den başlamak üzere diğer Avrupa ülkelerinde kadınların çalışma yaşamında özel olarak korunmaları ile ilgili hukuki düzenlemeler yapılmaya başlanmıştır. Bunları uluslararası alanda yapılan ancak uygulanamayan bazı düzenlemeler izlemiştir.

Page 30: Vahdi Boydaş, Mensur Boydaş,Doktora yeterlilik

Kadın işgücü kullanımı XIX. yüzyılın sonunda metalürji, araba, kimya gibi ağır sanayilerdeki gelişmelere bağlı olarak geçici bir süre sınırlanmış, buna karşılık I. Dünya Savaş sırasında savaş koşulları nedeniyle kadınlar tüm iş kollarında çalışmak zorunda kalmışlardır. Savaş sonrasında ise yeni iş kollarına ve ticarete girmişlerdir. Ancak bu defa 1929 ekonomik bunalımı kadınların istihdamını olumsuz yönde etkilemiştir. II. Dünya Savaşı ilebirlikte kadınlar yeniden erkeklerin yerine istihdam edilmişlerdir. I. ve II. Dünya Savaşları kadınların statüsünü etkilemiş, kadın-erkek eşitliğine yönelik akımlar güç kazanmaya başlamıştır. Geçmişten günümüze tüm dünyada kadınlar çalışma yaşamına katılma ve çalışma yaşamında başarılı olma konusunda çeşitli sorunlarla karşı karşıya kalmaktadırlar. Bu sorunlardan bir bölümü cinsiyet ayrımcılığından bir bölümü iş- aile sorumluluklarının dengelenmesindeki zorluklardan kaynaklanmaktadır. Kadınların çalışma yaşamında karşılaştıkları cinsiyet ayrımcılığı uygulamaları eş ve meslek seçiminde, işe alınma, iş sırasında ve iş ilişkisinin sona ermesi aşamalarında ortaya çıkmaktadır.

Türkiye’de kadın işçileri korumaya yönelik ilk düzenleme ise 24.04.1930 tarih 1593 sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu ile yapılmıştır. Daha sonra 03.06.1936 tarih ve 3008 sayıl› iş Kanunu’ndan itibaren tüm iş kanunlarında kadın işçileri korumaya yönelik düzenlemelere yer verilmiştir. 1961 Anayasası’nda kadınların çalışma koşulları bakımından özel olarak korunacaklar› belirtilmiş, 1982 Anayasa’nın 10. maddesinde eşitlikle ilgili genel düzenleme içinde cinsiyet kavramına da yer verilmiştir. 07.05.2004 tarihinde 5170 sayılı Kanun’la bu maddeye “kadın ve erkek eşit haklara sahiptir. Devlet bu eşitliğin yaşama geçirilmesini sağlamakla yükümlüdür” fıkrası ile 07.05.2010 tarih ve 5982 sayılı Kanun’la “bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı yorumlanamaz” ek cümlesi eklenmiştir. Ayrıca Anayasa’nın 50. maddesinde kadınların çalışma koşulları bakımından özel olarak korunmaları, 70. maddesinde kamu hizmetlerine girme hakkı ve ayrımcılık yasağı ile ilgili düzenlemeler yapılmıştır.

      -Gençler

Günümüzde evrensel olarak kabul edilmiş çocuk ve genç kavramı bulunmamakta, toplumların yapılarına, kültürlerine, inançlarına, ekonomilerine göre farklı tanımlar yapılabilmektedir. Genel olarak çocukluk dönemini gençlik döneminden ayırmak amacıyla yaş faktörü kullanılmakta ancak yaş faktörü de ülkelere, cinsiyete, kır ve kente göre değişebilmektedir. Yaş sınırının belirlenmesi konusunda da uluslararası belgelerde farklılıklar bulunmaktadır. Çalışma yaşamı açısından konu ele alındığında; çocuk işçi ve genç işçi kavramları konusunda da görüş birliği bulunmamakta, uluslararası örgütlerin çocuk ve genç işçi tanımında esas aldıkları yaş sınırı farklılık göstermektedir. Hatta aynı uluslararası örgüt tarafından oluşturulan sözleşmelerde bile çocukların asgari çalıştırılma yaşı ile ilgili olarak farklı zamanlarda farklı yaş sınırı belirlenebilmektedir. ILO 138 sayılı istihdama Kabulde Asgari Yaş Sözleşmesi’nde en az çalıştırılma yaşı 15 olarak kabul edilmiş, ülkelere belli koşulların varlığı halinde en az çalıştırılma yaşını bu yaşın altında belirleyebilmeleri konusunda esneklik tanınmıştır. Gelişmiş ülkelerde genç işçi tanımında alt sınır genellikle zorunlu eğitim yaşının sona erdiği yaş kabul edilmiştir. Üst sınır ise değişebilmektedir. Ancak BM ve Avrupa ülkelerinin büyük bölümünde 15-24 yaş arasında olanlar genç işçi olarak kabul edilmektedir.Çocukların ve gençlerin çalışma yaşamında korunması ulusal ve uluslararası belgelerde geniş bir biçimde düzenlenmektedir. Kanunlarda ve uluslararası belgelerde; en az çalıştırılma yaşının belirlenmesi, çocukların ve gençlerin çalıştırılabilecekleri işler, çalışma, dinlenme süreleri ve sağlık açısından korunmaları, öğrenim

Page 31: Vahdi Boydaş, Mensur Boydaş,Doktora yeterlilik

hakları, çocukların ve gençlerin işyerinde şiddet, taciz ve sömürüye karşı korunmalarına yönelik çeşitli düzenlemeler yer almaktadır. Çocuklar ve gençlerle ilgili BM belgeleri arasında; insan Hakları Bildirgesi’nin 25/2. ve 26/1. maddeleri, Ekonomik Sosyal Kültürel Haklar Sözleşmesi’nin 10/3. maddesi, 20.11.1959 tarihli Çocuk Haklar› Bildirisi’nin 7. ve 9. maddeleri ile 20.11.1989 tarihli Çocuk Hakları Sözleşmesi’nde düzenlemeler bulunmaktadır. ILO günümüze kadar çocukların ve gençlerin korunması ile ilgili çok sayıda sözleşme ve tavsiye kabul etmiştir. Sözleşmeler; en az çalıştırma yaşı, çalışma koşulları, sağlık muayeneleri, sağlık ve güvenlik, gece ve yer altı çalışması ile mesleki eğitim konularında çocukları ve gençleri koruyucu düzenlemeler getirmektedir.Türkiye’de ise çocukların çalışma yaşamında korunması ile ilgili ilk düzenleme 151 sayılı Kanun’la 1921 yılında yapılmıştır. Daha sonra 3308 sayılı iş Kanunu ve diğer kanunlarda çocuklar ve gençlerin çalışma yaşamında korunması ile ilgili çeşitli düzenlemelere yer verilmiştir. 1961 Anayasası’nda çocuklar ve gençlerin çalışma koşulları bakımından özel olarak korunacaklar› belirtilmiş, 1982 Anayasası’nın 10. maddesine 07.05.2010 tarih ve 5982 sayılı Kanun’la eklenen fıkra ile çocuklar için alınacak tedbirlerin eşitlik ilkesine aykırı sayılamayacağı hükme bağlanmıştır. Anayasa’nın 50. maddesinde de kimsenin yaşına, cinsiyetine ve gücüne uygun olmayan işlerde çalıştırılamayacağı, küçüklerin çalışma koşulları bakımından özel olarak korunacakları belirtilmiştir. Hâlen Anayasa’nın dışında çok sayıda kanun, tüzük ve yönetmelikte çocukların ve gençlerin çalışma yaşamında korunmaları ile ilgili düzenlemeler bulunmaktadır. Çocuk işçiliğin önlenmesi amacıyla Türkiye 1992 yılında IPEC Projesi’ne katılmış, program kapsamında çeşitli projeleri uygulamaya koymuştur.

      -Eski Hükümlüler

Eski hükümlü, genel olarak ifllemifl oldu¤u herhangi bir suçtan dolay› hakk›ndamahkumiyet karar› kesinleflerek hürriyeti ba¤lay›c› cezaya mahkum olduktan sonracezas›n› tamamlayarak, cezaevinden ç›kan ve hükümlülük niteli¤i ortadan kalkankifli olarak tan›mlanabilir (Bedük, 2010: 49).Eski hükümlülerin en önemli sorunlar›n›n bafl›nda iflsizlik gelmektedir. Eski hükümlülerinifl bulmalar› ço¤unlukla bu kifliler yeterli vasfa sahip olmad›klar› için oldukçagüçtür. Bu nedenle eski hükümlülere vas›f kazand›r›lmas› önem kazanmakta,bu amaçla eski hükümlüler genelde infaz kurumlar›ndaki süreleri s›ras›nda temele¤itim, orta veya yüksek e¤itim ile mesleki e¤itime tabi tutulmaktad›rlar (Koçakve Altun, 2010: 101-102 ). Eski hükümlülerin çal›flma yaflam›nda baflar›l› olmalar›ve toplumla bütünleflmeleri için ise sosyal rehabilitasyon büyük önem tafl›makta,bu amaçla çeflitli ülkelerde farkl› uygulamalara baflvurulmaktad›r (fiahin, 2002:12-14). Ancak eski hükümlülerin ifl piyasas› için gerekli vasfa sahip olmalar› hâlindebile toplumun ve iflverenlerin önyarg›lar› nedeniyle ifl bulmalar› oldukça güçtür.Bu nedenle özürlüler gibi eski hükümlüler için de kanunlarla kota sistemi veyaiflverenleri eski hükümlü çal›flt›rmaya özendirici tedbirler getirilmekte, kendi ifllerinikurmalar› için parasal, ayni ve teknik destek sa¤lanmaya çal›fl›lmaktad›r (Altan,2010: 203).Türkiye’de eski hükümlülere vas›f kazand›rmaya yönelik e¤itim programlar› ileonlar›n çal›flma yaflam›nda korunmalar› ile ilgili düzenlemeler henüz yetersizdir.Hâlen 4857 say›l› ‹fl Kanunu’nun 30. maddesinde sadece kamu sektörü için %2 oran›nda eski hükümlü çal›flt›rma zorunlulu¤u (kota) getirilmekte, kamu iflverenlerininçal›flt›rmakla yükümlü olduklar› iflçileri ‹fiKUR arac›l›¤›yla sa¤lamalar› öngörülmektedir.Bu iflçilerin nitelikleri, hangi ifllerde çal›flt›r›labilecekleri, bunlar›n iflyerlerindegenel hükümler d›fl›nda ba¤l› olacaklar› özel çal›flma ile mesle¤e yöneltilmeleri,

Page 32: Vahdi Boydaş, Mensur Boydaş,Doktora yeterlilik

mesleki yönden ifle nas›l al›nacaklar› ise hâlen iki ayr› yönetmelik çerçevesinde

düzenlenmektedir.

      -Yaşlılıar

Yaşlılık; çocuk ve gençlikten sonra yaşamın kaçınılmaz son evresidir. Çocuk ve genç kavramı gibi genel kabul gören bir yaşlılık tanımı bulunmamaktadır. Yaşlılık kavramı toplumlara, kişilere ve zamana göre değişebilmekte, iklim, çevre, beslenme, yapılan işin niteliği, yaşam şekli, cinsiyet, kalıtım, kültürel özellikler genel bir yaşlılık tanımının yapılmasını engellemektedir. Çalışma ekonomisi alanında 65 yaş yaşlılığın başlangıcı olarak genel kabul görmektedir. Yaşlıların korunması ile ilgili uluslararası belgeler diğer dezavantajlı gruplara göre sınırıdır. Yaşlılarla ilgili önemli uluslararası belgeler arasında BM insan Hakları Bildirgesi’nin 25. maddesi, Yaşlılık ilkeleri, Avrupa Konseyi’nin Gözden Geçirilmiş Avrupa Sosyal Şartı’nın 23. maddesi ve Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı’nın 25. maddesi sayılabilir. Dünyada yaşlılara yönelik sosyal politikaların kapsamı ülkelerin ekonomik, sosyo-kültürel yapılarına ve zamana göre farklılık göstermektedir. Günümüzde gelişmiş ülkelerde yaşlılara yönelik sosyal politikaların temel amacı; yaşlıların ve ailelerinin yaşam kalitelerinin arttırılması, kişilerin sağlıklı ve başarılı yaşlanarak toplumsal yaşama daha aktif şekilde katılmalarının sağlanmasıdır.Dünyada yaşlılara yönelik sosyal politikalar arasında; yaşlılık sigortası, sosyal güvenlik garantisi olmayan veya gelir yetersizliği nedeniyle yoksul duruma düşen belli bir yaşın üzerindeki yaşlılara bu durumları devam ettiği sürece sürekli gelir veya aylık bağlanması, yaşlılara temel gereksinimlerini karşılamak üzere sürekli olmayanparasal yardım veya ayni yardımlar yapılması, muhtaç durumda olan yaşlılara başta sağlık hizmeti olmak üzere sosyal hizmetler sunulması sayılabilir.Yaşlılara sunulan sosyal hizmetler arasında kurumsal bakım hizmetleri büyük önem taşımaktadır. Kurumsalbakım hizmetleri; huzurevi, yaşlı bakımevi, sokak yaşlıları yardım evi, yaşlı apartmanları, yaşlı köyleri gibi kurumlar aracılığıyla verilmektedir. Bu kurumlar hukuki düzenlemeler çerçevesinde merkezî veya yerel yönetimler, özel kişiler, vakıflar, dernekler tarafından kurulabilmektedir. Türkiye’de yaşlılara yönelik sosyal politikaların kapsamı henüz sınırlıdır. Yaşlılara yönelik politikalar arasında yaşlılık sigortası önem taşımakta, buna ek olarak sayıları 170’i aşan kurum ve kuruluş tamamlayıcı sosyal güvenlik kurumu olarak üyelerine ek garanti sağlamaktadırlar. 28.03.2001 tarih ve 4632 sayılı Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım Sistemi Kanunu ile de Bireysel Emeklilik şirketleri oluşturulmuştur. Ayrıca 01.07.1976 tarih ve 2022 sayılı 65 Yaşını Doldurmuş Muhtaç, Güçsüz ve Kimsesiz Türk Vatandaşlarına Aylık Bağlanması Hakkındaki Kanun ile 65 yaşını doldurmuş, hiçbir gelire sahip olmayan, muhtaçlığını kanıtlayan, Türk vatandaşlarına hayatta kaldıkları süre içinde aylık bağlanmaktadır. 29.05.1986 tarih ve 3294 sayılı Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Kanunu’nun belirlediği özelliklere sahip olan yaşlılar da herhangi bir yaş sınırı olmadan kanunun öngördüğü yardımlardan yararlanabilmektedirler. 18.06.1992 tarih ve 3816 sayılı Tedavi Giderlerinin Yeşil Kart Verilerek Devlet Tarafından Karşılanması Hakkındaki Kanun ile kanunun öngördüğü özelliklere sahip olan muhtaç yaşlı Türk vatandaşlarına yeşil kart uygulaması ile karşılıksız sağlık hizmeti sunulmaktadır.

      -Göçmenler

Uluslararas› göçün geçmifli insanl›k tarihi kadar eskidir. Tarihin her dönemindeinsanlar ekonomik, siyasi, demografik veya co¤rafik nedenlerle bir ülkeden di¤erine

Page 33: Vahdi Boydaş, Mensur Boydaş,Doktora yeterlilik

göç etmek zorunda kalm›fllard›r (Kartal, 2008: 24-25) . Günümüzde bu göç dalgas›bütün h›z› ile devam etmektedir. 2050 y›l›nda göçmen say›s›n›n 230 milyonaç›kaca¤›, dünya nüfusunun %2,6’s›n›n göçmenlerden oluflaca¤› tahmin edilmektedir(Gökbayrak, 2006: 8).Uluslararas› göç; göç alan ve veren ülkeler aç›s›ndan ekonomik, siyasi, sosyokültürelsonuçlar do¤urmaktad›r. Bu nedenle ülkeler; uluslararas› göç politikalar›-n› göç konusundaki temel öncelikleri ile ülkenin ekonomik, sosyal, istihdam, ticaret,sa¤l›k, kültür ve güvenlik politikalar› çerçevesinde belirlemektedirler. Genelolarak ülkelerin uluslararas› göç politikalar› göç alma ve ülkedeki göçmenlerle ilgilidüzenlemelerle, göç verme ve göç verilen ülkelerdeki vatandafllarla ilgili düzenlemelerikapsamaktad›r. Göç alma politikalar›; göç kontrolü politikalar› ve göçmenpolitikalar›ndan oluflmaktad›r. Göç verme politikas› ise ülke vatandafllar›n›n di¤er bir ülkeye gönderilmesi ile ilgili kurallar›n belirlenmesi ile göçün ekonomikve sosyal maliyetlerinin azalt›lmas›n› öngören düzenlemeleri içermektedir (Somuncu,2006: 20-28).Göçmen iflçilerin göç ettikleri ülkede çal›flma yaflam›ndaki konumlar› ve karfl›-laflt›klar› sorunlar onlar›n göç ettikleri ülkeye gelifl flekillerine ve sahip olduklar› vas›f düzeyine göre de¤iflmektedir. Göç ettikleri ülkenin mevzuat›na uygun olarakoturma ve çal›flma iznine sahip olan veya vatandafll›k hakk› kazanan, nitelikli göçmeniflçilerin çal›flma yaflam›nda karfl›laflt›klar› sorunlar nispeten daha s›n›rl›d›r.Buna karfl›l›k hukuka ayk›r› olarak ülkeye girmifl ve çal›flmakta olan yasa d›fl›/kaçakgöçmen iflçiler (Gökbayrak, 2006 (1); Civan ve Gökalp, 2011: 247), nitelikli olsalarbile genellikle yerli iflçilerin çal›flmak istemedikleri niteli¤i düflük, en kirli, ena¤›r, en tehlikeli ifllerde, çok uzun çal›flma süreleri ile geçici veya belirli süreli sözleflmelerle,ço¤unlukla tafleron iflçisi olarak, kay›t d›fl›, düflük ücretle çal›flmak zorundakalmaktad›rlar. Yapt›klar› ifllerin niteli¤i nedeniyle bu iflçiler ifl sa¤l›¤› ve güvenli¤i alan›nda çeflitli risklerle karfl› karfl›ya kalmakta, fiziksel fliddet ve cinsel tacizeu¤ramaktad›rlar (Civan ve Gökalp, 2011: 247).Göçmenlerin korunmas›na yönelik olarak çeflitli uluslararas› örgütler taraf›ndançok say›da uluslararas› program ve sözleflme oluflturulmufltur. Bu çerçevedeBM belgeleri aras›nda; Birleflmifl Milletler Anlaflmas›’n›n Amaçlar› ve ‹lkeleri bafll›kl›1. bölümünün 3. maddesi, ‹nsan Haklar› Evrensel Bildirgesi’nin 13/1. ve 23. maddeleri,28.07.1951 tarihinde imzalanan Mültecilerin Hukuki Statüsü ‹le ‹lgili CenevreSözleflmesi ve Mültecilerin Hukuki Statüsüne ‹liflkin 1967 Protokolü, 06.06.1960tarihinde yürürlü¤e giren Vatans›zlar›n Statüsüne Dair Sözleflme, 18.11.1990 tarihliTüm Göçmen ‹flçilerin ve Ailelerinin Haklar›n›n Korunmas›na Dair Sözleflme say›-labilir (Alpar, 2000; Civan ve Gökalp, 2011: 237-238). ILO’nun önemli belgeleriaras›nda; 05.06.1926 tarihinde kabul edilen Göçmen Tafl›yan Gemilerin DenetimiHakk›nda 21 say›l› Sözleflme, 22.6.1935 tarihinde kabul edilen Göçmenlerin EmeklilikHakk›n›n Korunmas› Hakk›nda 48 say›l› Sözleflme, 01.07.1949 tarihinde kabuledilen, 97 say›l› ‹stihdam Amac›yla Göç Hakk›nda Sözleflme, 86 say›l› ‹fl ‹çin GöçTavsiye Karar›, 24.06.1975 tarihinde kabul edilen, 143 say›l› Kötü Koflullarda Göçve Göçmen ‹flçilere F›rsat ve Muamele Eflitli¤inin Sa¤lanmas› Sözleflmesi, 151 say›-l› Tavsiye Karar› ve 22.06.1962 tarihinde kabul edilen Sosyal Politika Hakk›nda 117say›l› Sözleflme’nin 3. bölümü yer almaktad›r. Göç alan ve veren bir ülke olarak Türkiye’de göçmenlik 26.09.2006 tarih ve5543 say›l› ‹skan Kanunu ile düzenlenmifltir. Bu kanuna göre göçmen, “Türk soyundanve Türk kültürüne ba¤l› olup, yerleflmek amac›yla tek bafl›na veya topluhalde Türkiye’ye gelip bu kanun gere¤ince kabul olunanlar›” ifade etmektedir. Bu

Page 34: Vahdi Boydaş, Mensur Boydaş,Doktora yeterlilik

kanun d›fl›nda 29.05.2009 tarih ve 5901 say›l› Türk Vatandafll›¤› Kanunu Türk vatandafl›tan›m›n›n kapsam› d›fl›nda kalan bu nedenle yabanc› olarak tan›mlanan geniflbir kitleyi içermektedir. Türk hukukunda ba¤›ml› ve ba¤›ms›z statüde yabanc›-lar›n (göçmen iflçi) Türkiye’de çal›flabilmeleri 27.02.2003 tarih ve 4817 say›l› Yabanc›lar›n Çal›flma ‹zinleri Hakk›ndaki Kanun (YÇ‹HK) uyar›nca Türkiye’nin tarafoldu¤u ikili veya çok tarafl› sözleflmelerde aksi öngörülmedikçe çal›flma izni almaflart›na ba¤lanm›flt›r (Civan ve Gökalp, 2011: 240). YÇ‹HK göre çal›flma izinleri süreli,süresiz, ba¤›ms›z ve istisnai çal›flma izinleri olmak üzere dört çeflit olup izinlerÇal›flma ve Sosyal Güvenlik Bakanl›¤› taraf›ndan verilmekte ve uzat›lmaktad›r.Çal›flma izninden muaf tutulan yabanc›lar ise YÇ‹HK Uygulama Yönetmeli¤i’nin55. maddesinde belirtilmifltir (Civan ve Gökalp, 2011: 241). Süreli, süresiz ve ba-¤›ms›z çal›flma izni verilenlerle, muafiyet kapsam›nda olan yabanc›lar›n çeflitli kanunlardayer alan düzenlemeler çerçevesinde Türk vatandafllar›na ayr›lm›fl ifl vemesleklerde çal›flmalar› söz konusu de¤ildir. Çal›flma hakk›na sahip olan yabanc›-lar›n sosyal güvenlik hakk› ve istisnalar› 5510 say›l› Sosyal Sigortalar ve Genel Sa¤-l›k Sigortas› Kanunu’nda düzenlenmektedir. Sa¤l›k sigortas›ndan yabanc›lar›n yararlanmalar›Türkiye ile sosyal güvenlik sözleflmesi bulunan ve bulunmayan ülkeleregöre farkl›l›k göstermektedir. ‹flsizlik sigortas›ndan yararlanma konusunda kanunlardaöngörülen koflullar›n yerine getirilmesi yeterli olmaktad›r (Bayhan, 2011:125, 141-142, 150, 158). Türkiye’de çal›flma izni olmayan yabanc›lara yönelik düzenlemelerise çok s›n›rl›d›r. YÇ‹HK iflverenlerin yabanc› kaçak iflçi çal›flt›r›lmalar›-n› önlemek amac›yla çal›flma izni olmadan çal›flan yabanc›lara ve bu yabanc›lar›çal›flt›ran iflveren ve iflveren vekiline yönelik baz› yapt›r›mlar öngörmüfltür (Civanve Gökalp, 2011: 240-244). Hâlen Türkiye’deki kaçak göçmen iflçi say›s› konusundakesin bilgi bulunmamaktad›r. Türkiye’de kaçak/düzensiz göçmen iflçilerin çal›flt›klar› sektörler ve bölgeler geldikleri ülkelere göre de¤iflmekle birlikte belli bölgeve di¤er ülkelere benzer baz› sektör ve ifllerde yo¤unlaflt›klar› görülmektedir.Türkiye’deki kaçak göçmen iflçilerin büyük bölümü genç ve özellikle Do¤u Avrupa’dan

gelenlerin e¤itim seviyesi yüksektir

 

11- Küreselleşme ve Refah Devletinin Krizi

NEO-LİBERALİZM VE REFAH DEVLETİ İLİŞKİSİ Birçok düşünür son çeyrek yüzyıl boyunca refah devleti ile ilgili olarak ortaya çıkan sorunları küreselleşme olgusu ile açıklamaktadır. Küreselleşme sürecinin ulus devletlerin iç ekonomik politikada karar alma süreçlerindeki takdir yetkisini ortadan kaldırdığı ifade edilmektedir (Pierson, 1998: 785). Ancak küreselleşmeyi de harekete geçiren dinamiklerin neler olduğu sorgulandığında karşımıza neo-liberal politika ve uygulamaların çıktığı gözlenmektedir. Temel dayanak noktasını “bırakınız yapsınlar, bırakınız etsinler” sloganından alan ve esas olarak bireysel özgürlük anlayışına dayanan liberalizm (Hayek, 1999: 171) 1945’li yıllardan sonra yaşanan ekonomik ve sosyal göstergeler yolu ile değişime uğramıştır. Uygulanmaya konmaya başlayan neo-liberal politikalar ile birlikte piyasada rekabetin ve ekonominin ön plana çıktığı, dolayısıyla da insana yönelik harcamaların ekonomik yarışa engel olduğu

Page 35: Vahdi Boydaş, Mensur Boydaş,Doktora yeterlilik

görüşü ağır basmaya başlamıştır. Böylesi bir görüş ağır basmış olsa da küreselleşme sürecinin refah devleti üzerine olan etkileri konusunda sosyal bilimler literatüründe var olan ve bizim burada zikretmemiz gereken iki görüş vardır. Bunlardan ilki, etkinlik hipotezi (efficiency hypothess) dir. Bu görüş, yeni dönem ile birlikte bir paradigma kayması yaşandığını ve buna bağlı olarak da refah devletinden rekabet devletine doğru bir dönüşümün gerçekleştiğini ileri sürmektedir. Tanzim hipotezi (compensation hypothess) olarak bilinen ikinci yaklaşıma göre ise küreselleşmenin bugüne kadar refah devleti üzerinde ciddiye alınabilecek olumsuz bir etkisi olmamıştır (Özdemir, 2007:228-229). Ancak var olan bu iki görüşe rağmen yapılan araştırmalar göstermektedir ki, az ya da çok küreselleşme ve neo-liberal politikaların refah devleti uygulamalarında olumsuz etkileri vardır. Gündeme gelen böylesi bir durum neticesinde de neo-liberalizmin yalnızca bir düşünceler doktirininden ibaret olmadığı söylenebilir. Neo-liberalizm, aynı zamanda toplumun yeniden inşasına yönelmiş siyasal ve toplumsal bir program olma anlamına da gelmektedir (Çoban, 2002:125). Toplumsal siyasalar alanından devletin gücünün sarsılması ile birlikte ekonomik arenada ulus ötesi kuruluş ve antlaşmaların egemen olması söz konusu olmuştur. Dolayısıyla yaşanan bu değişmelere bağlı olarak çok genel bir ifade ile liberalizmin kapitalist dünyanın, neo-liberalizmin ise küresel dünyanın ideolojisi olduğu söylenebilir. Savaş sonrası dönemde gündeme gelmeye başlayan Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ), Uluslar arası Para Fonu (IMF), Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Teşkilatı (OECD) gibi neo-liberal kurumlar ile birlikte Hizmet Ticareti Genel Antlaşması (GATS), Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Antlaşması (GATT) gibi ulus-ötesi uygulamalar piyasaların serbestleşmesini sağlayarak uluslar arası sermaye ve ticaretin önündeki tüm engelleri ortadan kaldırmayı amaç edinmişlerdir. Özellikle de II. Dünya Savaşının ardından başkan Roosevelt savaş sonrası ekonomik düzenin kurallarını belirlemek ve Avrupa ülkelerinin içine düştüğü ekonomik bunalımı atlatmak üzere doğrudan yardım yapmak yerine bir takım kurumlar aracılığı ile IMF ve Dünya Bankasının(DB) kurulmasını kararlaştırmıştır. 1970’li yıllara gelindiğinde ise bu kuruluşların verdiği kredilerin faizleri inanılmaz boyutlara ulaşmıştır. Hatta bu dönemde Dünya Bankası verdiği kredilerden daha fazla gelir elde etmeye başlamıştır (Toussaint, 1999: 328). Özelikle de 1973 yılında petrol ihraç eden ülkelerin örgütü olan OPEC’in ham petrolün fiyatını dört kat artırması ile bir petrol krizi baş göstermiştir (Shutt, 2003: 40). Petrol fiyatları artışından kaynaklanan bunalım sonucunda devlet müdehalelerinin azaltılması ve devletin ekonomik/sosyal yaşama daha az karışacak şekilde küçültülmesi talepleri gündeme gelmiştir. Çünkü Avrupa menşeili olarak yükselen sosyal devlet anlayışı krizin nedeni olarak kabul edilerek, neo-liberal politikaların hedefi konumuna gelmiştir. Neo-liberal politika ve kurumlar sosyal devlet anlayışına karşı mücadele ederek, politikalarını hayata geçirmişlerdir. Sosyal devlet unsurlarının ortadan kaldırılmasının gerekçeleri, ülkelerin borç krizi ve çalışanların koşulları ile ilişkilendirilmiştir. Dünya Bankasının tutanaklarından alınan şu alıntı durumu açıkça ortaya koymaktadır. “…asgari ücret, işsizlik sigortası, işten çıkarma tazminatı ve iş sigortası mevzuatı gibi unsurların hiç birisinin kırsaldaki çalışanlara ve gelişmekte olan ülkelerdeki yoksulların önemli kesimini oluşturan kayıt dışı sektör çalışanlarına hiçbir faydası yoktur” (Toussaint, 1999: 231). Dünya Bankası tarafından yapılan açıklamaya göre sosyal devletin temel fonksiyonlarının gereksizliği anlayışı, bu sosyal koşulların tüm çalışan ve yoksulların ihtiyaçlarına karşılık vermediği gerekçesi altında meşrulaştırmaya çalışılmaktadır. Özellikle de Üçüncü Dünya’nın içine girmiş olduğu borç bunalımı karşısında eğitim, sağlık, ücret gibi alanlardaki harcamaların kısıtlanması yeni borçların temin edilmesi için bir ön koşul ya da tehdit unsuru olarak gösterilmiştir. Neo-liberal kurumların uyguladığı politikalar sonucunda devletlerin karar alma, denetleme ve uygulama güçlerinde aşınmalar yaşanmıştır. Ulus-devlet ve sosyal devlet anlayışının sarsılmasındaki ikinci boyut ise yerel yönetimlerin giderek güçlenmesi ve buna bağlı olarak merkezi devlet olanaklarının parçalanmasıdır (Kazgan, 2002; 34). Tepeden ve aşağıdan bir parçalanma süreci yaşayan ulus-devletlerin

Page 36: Vahdi Boydaş, Mensur Boydaş,Doktora yeterlilik

egemenlik alanları giderek sınırlanmaktadır. 1970’li yıllardan sonra Avrupa’da ve gelişmekte olan ülkeler bazında yaşanan işsizlik, kâr oranlarının azalması, dış ticaret olanaklarının ortadan kalkması gibi bunalım koşullarına bir alternatif olarak oluşturulan neo-liberal kurumlar, “yapısal uyum” ve “istikrar” adı altında bir takım politikaları hayata geçirmeye başlamışlardır. Bu yeni dönemde izlenen ekonomik ve politik felsefe “yeni sağ” (new right) olarak adlandırılan neo-liberal politikalardır. İngiltere’de Thatcher, Amerika’da Reagan’ın iktidara gelmesi ile hayat bulan neo-liberal politikalar, sosyal devlet anlayışının gözden düşmesi konusundaki en büyük değişkenler arasında yer almaktadır. 1979’da İngiltere’de tek başına iktidara gelen Thatcher “There Is No Alternative” (TINA- Başka Alternatif Yok) söylemiyle “ekonominin serbest piyasa ilkelerine göre yeniden düzenlenmesini, para politikalarının hayata geçirilmesini, kamunun küçültülmesini, kamu işletmelerinin özelleştirilmesini, sosyal yardım programlarına ayrılan bütçe paylarında kesintiler yapılmasını ve genel olarak kamu harcamalarının azaltılmasını amaçlamıştır” (Sallan Gül, 2004: 215). Devlet baba anlayışının yerine girişimcilik kültürünün yerleştirilmesi ile birlikte Keynesçi Refah Devleti anlayışı sarsılmaya başlamıştır. Amerika’ya bakıldığında ise 1981 yılında iktidara gelen Reagan’ın neo-liberal uygulamaları (federal devletin harcamalarını kısmak, sosyal programların etkisinin azaltılması, özel sektöre yönelik düzenlemelerin azaltılarak daha rahat çalışmalarını sağlamak) sonucunda sosyal yardım programlarının federal devletten eyaletlere devredilmesi gündeme gelmiştir (Sallan Gül, 2004: 224). Böylece hem devletin egemen güç olarak iktidarı parçalanmış hem de üzerinde var olan sosyal yardım ve müdehale sorumluluğu ortadan kalkmaya başlamıştır. Thatcher ve Reagan’ın uyguladığı neo-liberal politikalar ve ulus üstü kuruluşların kredilendirme kriterlerinin yaptırımları neticesinde gerçekte “Made in ABD” etiketini (Öymen, 2005: 216) taşıyan yeni bir döneme girilmiş olduğu söylenebilir. Neo-liberal kurumlar verdikleri krediler karşılığında “yapısal uyum” ve “istikrar” programları ile yerel sanayi, banka ve finansal hizmetler üzerindeki yabancı sermayeye yönelik yaptırımların kaldırılmasını, uluslar arası rekabete uygun olarak ücretlerin azaltılmasını, devletin sağlık, eğitim ve refaha dönük harcamalarını kısmasını ve kamu işletmelerinin özelleştirilmesini sağlamaya çalışmışlardır. Temel olarak piyasanın düzgün işlediği ve mümkün olduğu kadar toplumsal yaşamın bütün alanlarına yayılması gerektiği fikrine dayanan neo-liberalizm, küreselleşmeyi başından bu yana “devletin küçültülmesi” söylemi ile birlikte savunmaktadır. Devlete karşı piyasa fikrine dayalı bir gündemi oluşturan bu söylemin işaret ettiği devlet Keynesyen sosyal refah devletidir. Ama devletin küçültülmesi ve yerini “serbest” piyasa ekonomisine bırakması üzerinden yürüyen tartışmalarda karşı çıkılan, devlet değil, devletin bu sosyal yanıdır. Amaç devletin sosyal politikalardan geri çekilmesidir (Güzelsarı, 2008: 38-39). Neo-liberal politikaların devleti küçültme söyleminin ve politikalarının ardında çok net bir biçimde sosyal devlet anlayışının geriletilmesi anlayışı yer alır. Çünkü küresel dönemin nitelikleri ile de örtüşen “yeni” anlayışta devlet piyasaya müdahale etmemeli, sosyal alanlardan çekilmeli ya da sübvanse etmemelidir. Özellikle de refah devletinin asli görevleri arasında yer alan sosyal güvenlik ve sosyal sigorta sistemi üzerinde gerçekleştirilen değişiklikler sonucunda çalışanlar açısından emeklilik güvencesi ve emekli aylıkları sorunlu hale getirilmiştir. Emeklilik yaş ve prim ödeme gününün artırılması ile birlikte emekli maaşlarının miktarlarının düşürülmesi gibi uygulamalar sonucunda çalışanların gelecek kaygı ve güvenceleri gittikçe riskli bir alan haline gelmeye başlamıştır. Uygulanan programlar yolu ile refah, özgürlük ve demokratikleşme ortamı yaratılacağı iddia edilirken, tam aksi bir durum gerçekleşmiştir. Neo-liberal küreselleşme, refahın toplumsallaştırılması konusunda ciddi bir gerilemeye yol açarken, var olan zenginliği de merkezileştirmiştir. DEĞERLENDİRME Kapitalist toplum ilişkilerinin ilk kez İngiltere’de ortaya çıkışı ve işçilerin ücretli bir çalışan olarak konumlanmaları ile sosyal devlet fikri ve pratiğinin belirlenmesi arasında bir eş

Page 37: Vahdi Boydaş, Mensur Boydaş,Doktora yeterlilik

zamanlılık vardır. Hızlı nüfus artışının yaşanması, değişen savaş ve ordu yapısı, fabrika ve işçilerin sayısında yaşanan artış ve finans kapitalin artan önemine bağlı olarak sosyal devletin de biçimlenmeye başlandığı gözlenmiştir. Elbette ki, zorunlu bir eşitlik ilişkisi kurmaktan öte, her iki oluşum arasında var olan belirgin bağlantıya dikkat çekmek gerekir. Kapitalist toplum ve ulus-devlet anlayışının yükselmesi beraberinde vatandaşlık ve sosyal güvenlik olgularının da hız kazanmasına yol açmıştır. Öyle ki, devlet, tek başına bir egemenlik ve güç olarak vatandaşlarını tüm risklere karşı koruma ve güvence altına almaya başlamıştır. Kamunun güçlenmesini ve devlet müdehalesini öne çıkaran bu yaklaşım 1970’li yılardan sonra dünyanın “yeni” bir döneme adım atmasıyla birlikte dönüşüme uğramaya başlamıştır. Egemenliğin artık yalnızca devlet iktidarından çıkıp, çoklu iktidar yapılarına devredilmesi, sosyal devlet anlayışını da tartışmalı bir hale getirmiştir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken oldukça önemli bir nokta vardır. Küreselleşme ve neo-liberalizm ile birlikte birçok yapı ve kurumun dönüşümüne uğradığı tartışılırken, bu oluşumların tamamen ortadan kalktığı ya da kalkabileceği önermesini dışarıda bırakmak gerekir. Bugün diğer pek çok oluşum gibi ulus-devlet ve sosyal devlet de varlığını sürdürmektedir. Ancak büyük dönüşümler yaşanmıştır. Dolayısıyla sosyal bilimcilere düşen en önemli görev felaket havariliği yapmak değil, toplumsal gerçekliği doğru ve gerçekçi biçimde okumayı mümkün kılabilecek anlama ve açıklama pratiğini geliştirmektir.

Prof.Dr. Erdal Tanas Karagöl

Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, İktisat BölümüCinnah  Yerleşkesi, Cinnah Cad. No: 16,  Çankaya, Ankara, Türkiye

TÜBİTAK-BİLGEM, YTEÇukurambar Mah. 1478. Cadde No:22 06100 Çankaya/ANKARA T +90 312 284 9 222 / 3635