32

Ehad mücadele

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: Ehad mücadele

ال

Page 2: Ehad mücadele

ehâd

(Ezilen Halkların Antikapitalist Duruşu)

“Bağışlayan ve Esirgeyen Allah’ın AdıylaDe ki Allah EHAD’DIR ( Birdir, Tektir )Allah, SAMED’DİR ( Bölünmez bir bütündür,Öncesiz ve Sonrasız, Bütün Evrenin Asıl Sebebidir. )Ne doğurmuştur O, ne doğurulmuştur!ve hiçbir şey O’na denk tutulamaz.”İhlas Sûresi 1-4

HAYDİ İNANMAYA HAYDİ MÜCADELEYE

2014 Nisan’da Sermaye Gücüyle değil Alınteriyle sloganıyla çıkarmaya başladığımız Ehâd dergimizin 4.sayısına gelmiş

bulunuyoruz. Şengal-Kobane’dan Filistin’e, Suriye’den Doğu Türkistan’a, Amerika’dan Arakan’a mazlum halklar iktidarların ve emperyalizmin çapraz ateşinde sıkışmış durumdalar.

Küresel kapitalist egemenler hırslarıyla yeryüzünde ekini ve nesli ifsada devam edip dünyayı kan gölüne çeviriyorlar. Memleketimizde de işbirlikçi iktidar ve partileri, kapitalist kal-kınmacı politikalarıyla madenlerde göçüklerle, fabrikalarda gayriinsani koşullarla, merdivenaltı işletmelerde silikozis gibi hastalıklarla, medyasıyla zihinleri iğdiş ederek hayatları altüst etmekte, aileleri yıkmaktadır.

Rüşvetlerin hediye, yolsuzluğun istikrar, yoksulluğun kader, cinayetlerin fıtrat, yağmanın büyüme, suskunluğun basın, fu-huşun başarı hikayesi, peşkeşin tahsis olduğu günümüzde hak ve batıl çizgisi birbirine karışmıştır.

Mizanpaj, Emek, Dağıtım : Üniversiteli Antikapitalist Müslümanlar

Bedeli: Antikapitalist Müslümanlar tarafından karşılanmıştır.

- Hiçbir telif hakkı yoktur, sınırsızca kopyası alınabilir. - 1000 Adet basılmıştır.

İletişim: [email protected]

Adres: Millet Cad. Selçuk Sultan Cami Sk. Anıl Han No: 2/6Haseki / İstanbul Aralık, 2014

Adana 0537 823 48 31 Ankara 0534 832 5751 Antalya 0555 500 83 99 Bolu 0543 697 9139

İstanbul 0537 276 6469 - 0530 416 8103Kayseri 0553 978 8896 Kocaeli 0553 543 5808

Sakarya 0538 026 4886 Semerciler Mh. Çark Cd. No: 42 Uyar Apt. Kat 4

Samsun 0531 911 15 82Muğla 0554 809 6807 Bitlis 0542 410 1421

2 Haydi İnanmaya Haydi Mücadeleye

5 Ülker İşçisi Direniyor

6 Ülker İşçisiyle Mülakât

8 Medine Üzerinden Medeniyet Arayışı 10 Amerika’nın Keşfi Üzerine

11 Bismillahirrahmanirrahim

12 Papa’nın Türkiye’ye Ziyareti

13 İslâm ve Kölelik

16 Babil Kulesinden Aksaray’a

18 Bu Recep Başka Recep

19 Başörtüsü Serbestisine Dair

20 Kobanê Ne Bexwediye

22 Kim Sessizse O Ağlasın

24 Kırık Putların Kızıl Şafasında veyahut Kılıçla Felsefe Yapmak

26 Ya piyasaya inanırsın ya Allah’a

27 Kitap Tn: Kendini Devrimci Yetiştirmek

28 Film İnc: İkinci Kattan Şarkılar

30-31 Bizim Hikayeler

Esirgeyen, Bağışlayan Allah’ın Adıyla

Page 3: Ehad mücadele

ehâd Mücadele

3Allah Ekmek Özgürlükال

ADALET MÜLKİYETİ ALLAH’A HAS KILIP ORTAKLAŞTIRMAKTIR

10 senede 10 binden fazla katletilen işçi gibi Soma’da Ermenek’te beş para etmezler için beş paraya madene in-mek zorunda kalan işçiler; ceplerinden, hayat odalarından, önlemlerden çalınan paralarla katledilmişlerdir.

“Aşağıda ölüm var, yukarıda açlık. aşağıdaki ölüm ihtimal, yukarıdaki açlık kesin.”

Memleketin en bereketli en güzel yerleri dolaylı veya do-laysız Torunlar, Kolin, Limak, Ağaoğlu vs gibi yerli yabancı birçok şirkete, Arap emirlere, son 9 ayda kârları 19 milyar tl’lik bankalara verilmiştir. Validebağ’da koru imara açılmak suretiyle sermayeye rant kapıları da ardına kadar açılırken, Gezi direnişindeki iktidarın “Cami” ve “Kabataş saldırısı” if-tiraları gibi iktidar ve Üsküdar belediye başkanı yine “cami” gibi dini hassassiyetler üzerinden halkları karşı karşıya ge-tirmeye çalışıp siyasi rant devşirmeye çalışmıştır. Ülkemiz-de de Allah’ın tüm insanlık ve yeryüzündeki canlılar için eşitçe istifade etsinler diye bahşettiği tüm değerler bir grup arsız kapitaliste böylece peşkeş çekilmiştir.

Bu kapitalist politikalar Soma’da 301 Mecidiyeköy’de 10 Ermenek’te 18 ve 12 senede 14000’den fazla canımızın kat-line sebep olmuştu. Sistemli bir şekilde arttırılan tüketime dur denmeyip rızkımıza, canımıza, ciğerlerimize, geleceği-mize, ormanlara, hayvanlara, börtü böceğe yani tüm yaşa-mımıza rağmen Termik Santral için Yırca’da 6000 zeytinli-ğin kesilmesi, RES için Ovacık’ta 1000 ağacın kesilme planı hep bu politikalar doğrultusundadır.

Ayrıca kot işçilerimiz silikozis hastalığına maruz kalmakta, yerli tohumumuzun satımı yasaklanmakta, kentsel dönü-şümlerle ceplerimiz soyulup evlerimizden uzaklaştırılmak-ta, kuzey ormanlarımız, ekin ve neslimiz hiç olmadığı kadar risk altındadır.

YOKSUL, ALLAH’IN YÜZÜDÜR

Müslüman bir bütündür, ahlâkı da bir bütündür. “Kendine isteyeceğini kardeşi için de ister.” Aynı müslüman zulmün hesabını da sorar mahşere bırakmaz. Evde ayrı, sokakta ayrı yani toplumsal ilişkilerde başka ahlâklara sahip olmaz.

İğneyi kendimize, çuvaldızı Akp ve diğer partiler arasında sıkışmış geniş yoksul kesimlere batırmaktan vazgeçmeli-yiz. Ortasınıf rahatlığıyla meseleri okuyup sözgelimi sığı-nacağı bir tek kandilleri, mevlidleri, peçeleri, hurafeleri, duvara astıkları Kur’an olan günde 12 saat çalışan yoksul muhafazakâr insanımızı, annelerimizi eleştirme gafletiyle; onları avm’lere, din madrabazlarına, ilahiyatçı soytarılara ve diğer popüler kültür ve biyopolitik iktidarın alanlarına terketmek entelektüel sefaletin en büyük göstergesidir.

Ortadoğu, Kürdistan, Anadolu, Balkan ve tüm İslam halkla-rının mayası İbrahimi kadim kültürdendir. Halklar tarih bo-yunca mülk sahipleri tarafından ezilmişlerdir fakat mülkün ve otoritenin Allah’a ait olduğu gerçeğini Halil İbrahim sofra-larında olduğu gibi yaşamsal alanlarında tatbik etmişlerdir. Bizlerin hasret duyduğu meta ilişkisinin girmediği antikapita-list ruh bu alanlarda saklıdır.

Ezilenler olarak Lehûl Mülk La-ilaheillallah bilinciyle hareket edip Mazluma kimliğini sor-muyorsak zalime de kimliğini sormamamız gerek. Halkların kardeşliğiyle bir araya gelip esas faillerin karşısında olmalı-yız. Çünkü Uğur Kaymaz’lar, Berkin Elvan’lar Yasin Börü’ler birdir, bizdendir, kardeşlerimizdir evlatlarımızdır. Biz bir-birimizi kırdıkça, biz birbirimizi düşman ettikçe adalet gelemez. Kadim zikiri hatırlayıp yalnızca Allah’tan medet ummalıyız.

ال

Page 4: Ehad mücadele

ehâd mücadele

4 Allah Ekmek Özgürlük ال

G-20 toplantılarında, emperyalistlerin döşeklerinde rahatla-rını bulanlar, zalimlerle işbirliği içinde olup stratejik mütte-fiklik kuranlar iktidarlarını sürekli kılmak için nereden bul-duğu bilinmez sahte bir cesaretle diyorlar ki;

“Hazreti Hasan, Hazreti Hüseyin rehberdir, 12 imam rehber-dir ve Hazreti Peygamberin ruhunu taşırlar, emanetini taşır-lar. Kim ki Ehlibeyt’e hürmetsizlik eder bizden değildir.”

Kerbela’ya gidecek Hz Hüseyin’e de denmişti;

“Kufe’ye gitme, dilleri Ali söylüyor gözleri Muaviye bakıyor”

SARAYLARI YIKIP ÖZGÜRLÜĞE YÜRÜMELİYİZ ALLAH'TAN BAŞKA EFENDİ YOKTUR

“İçinde ebedi kalacakmışsınız gibi saraylar/kaşâneler/köşk-ler mi dikiyorsunuz?” Şuara Suresi 30.Ayet

Aksaray’lardan, Beyazsaray’lardan, otellerden, yalılardan, plazalardan, kaşanelerden uzaklaşıp halkımızın özgürlüğü, kardeşliği inşa ettiği yerlere yol almamız gerek.

“Yüksek sütunlar sahibi İrem’e?Ki şehirler içinde onun bir benzeri yaratılmış değildi.Ve vadilerde kayaları oyup biçen Semud’a?Ve kazıklar (ehramlar) sahibi Firavun’a?Ki onlar, şehirlerde azgınlaşmışlardı.Böylece oralarda fesadı yaygınlaştırmış-arttırmışlardı.’Bundan dolayı, Rabbin, onların üzerine bir azap kamçısı çarpıverdi.” Fecr Suresi 7-13

“Tağuta kulluk etmekten kaçınan ve Allah’a içten yönelenler ise onlar için bir müjde vardır. Öyleyse kullarıma müjde ver”Zümer Suresi 17.Ayet

Birbirimizi ötekileştirmeksizin anlayıp hep beraber Allah'ın ipine sımsıkı sarılma vakti geldi. Gündemimizi yeniden adalet yapma vakti...Üzerimize çökmüş ölü toprağını at-mak kültürümüze, örfümüze, inancımıza sarılma vakti.

NAMAZDA AYNI, RIZIKTA AYRI SAFTA OLUNMAZ

Çalışma Bakanlığı’nın Asgari Ücret Komisyonlarına sıkış-tırılmış taleplerle olacak iş değildir bu. Kimliklerimizden ödün vermeden, ötekileştirmeden birlik oluşturup gür sesi-mizle sermaye sınıfına, iktidarlara karşı adaleti haykırmamız gerekiyor. Bu minvalde Yatağan, Danone, Sütaş, Nestle ve Ülker işçisi ve tüm işçi sınıfıyla dayanışmayı yükseltmemiz gerek. Ermenekli, Somalı annelere borcumuzdur.

Nemrut karşısında İbrahim (as),Firavun karşısında Musa (as),Roma karşısında İsa (as),Kureyş karşısında Muhammed (as) ve nice isimsiz inanmış gibi olabilmektir mesele. Bir mü’min haksızlık karşısında durduğu vakit kimseye benzemez.

“Gerçek şu ki Allah (yalnızca) kendi davası uğrunda, sağlam ve yekpare bir bina gibi, kenetlenmiş saflar halinde sava-şanları sever.” Saff Suresi 4.Ayet

Mülk gerçek sahibine dönünceye dek...

Page 5: Ehad mücadele

ehâd Mücadele

5Allah Ekmek Özgürlükال

Ülker Direnişi

Atılan işçilere destek için Taş-İş-Der, İşçi-Der, Emek Adalet Platformu, Boğaziçi Mekteb, Fikir Talimi Gru-

bu, Şihab gibi gruplarla beraber 8 Kasım tarihinde ülker işçilerine destek için “Direnen Ülker İşçisinin Yanındayız” pankartıyla bir yürüyüş gerçekleştirdik. “Mülk Allah’ın emek işçinin kahrolsun küresel kapitalizm” , “Müslüman zulme boyun eğmez” dedik.

50 günden fazladır Topkapı’da fabrika önünde direnen Ülker İşçisi abilerimiz, kardeşlerimiz; takkesiyle, sakalıy-la, cübbesiyle kimliğinden hiç ödün vermeden sermayeye direnirken, sendikasını da değiştirdi, mecliste iktidara da meydan okudu.

“İnşallah kazanırsınız” diyen gence; “Mesele bizim kazan-mamız değil, içerideki arkadaşlarımızın da sömürüye karşı durmasıdır” diye karşılık veren Ülker işçisi devrimcidir.

Direnen öncü topluluk Ülker işçisine selâm olsun!

Ülker ailesi, şirketin kuruluşunda Yahudi ortaklarla beraber çalışmış, ilerleyen yıllar içinde onları da diskalifiye edip piyasada tekel haline gelmiştir. Fabrika içerisinde yandaş sendikasını kurmuşlar, fabrika yanındaki camiye soyadları-nı verip imama maaş bağlamışlardır. Aynı zamanda daha da sömürmek için fabrikaya taşeron firma sokmuştur, mey-dana gelen örneğin işkazalarında yandaş sendikası, yandaş doktoru daima Ülker’in yanında olmuştur.

Medya ve toplumla kurulan ilişkileri için de bir örnek ve-relim. Murat Ülker çikolatanın nimet olduğu gerekçesiyle çikolata ile yıkanan adamlı reklamı veto etmiştir.

Aslında veto ettiği reklamla amaçlanan tanıtım, inanç te-melli bir algı yönetimi ile haber sitelerine çikolatanın nimet olduğu vurgusu yapmak ve bu hassasiyetin Murat Ülker’e ait olduğu algısı üzerinden reklam yapmaktır.

Murat Ülker sendika seçme hakkını kullanan işçileri işten attı. Nimete sözde saygıda kusur etmeyen bu insan evladı-nın, çocuklarının nimetini emek vererek, alın teri dökerek kazanmaktan başka gayeleri olmayan ve üç kuruş paraya layık görülen işçileri işten atması nimete hassasiyet çerçe-vesinde nasıl izah edilebilir?

Çikolata nimet de, rızık nimet değil mi?Çikolata nimet de, emek nimet değil mi?Çikolata nimet de, alınteri nimet değil mi?Çikolata nimet de, sendika değiştirme tercihi nimet değil mi?Çikolata nimet de, bu işçiler ve aileleri nimet değil mi?Gerçek olan şudur ki;İşten çıkarılan işçiler; rızkın, emeğin, alınterinin, ekmeğin ve özgürlüğün gerçek savunucularıdır ve asıl nimete saygılı olan onlardır.Nimeti çikolataya endeksleyip, Allah’ın yarattığı en önemli nimetlerden birisi olan insanı nimetten saymamak, nimetin tek sahibi Allah’la alay etmektir.

Allah sizden bunun hesabını; ya ıslahla sorar ya helâkla sorar...

Zenginliğini dayanak noktası sayıp da kendisini nimetten sayanların ve geri kalan tüm canlılara köle gibi davranan-ların sonu, tarihin her döneminde aynı şekilde olmuştur...

“Hep birlikte Allah’ın ipine (kitabına, dinine) sımsıkı sarılın. Parçalanıp ayrılmayın. Allah’ın üzerinizdeki nimetini düşü-nün. Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz de, O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun (bu) nimeti sayesinde kardeşler ol-muştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki, doğru yola eresiniz.” Al-i İmran Suresi / 103.Ayet

Kula kulluk edenlere yazıklar, kimlikleriyle direnenlere selâm olsun...

Page 6: Ehad mücadele

ehâd mücadele

6 Allah Ekmek Özgürlük ال

Ülker İşçileriyle MülâkatHazırlayan: Faruk Mustafa Ekici – Rabia Aykun

Ülker işçileri anayasal hakları olan sendika değişikliğine gittikleri için işlerine son verildi ve 30 Ekim’de direniş-

lerine başladılar. Biz de Üniversiteli Antikapitalist Müslü-manlar olarak direnişlerinin 12. gününde ziyaret edip ken-dileriyle hoş bir röportaj gerçekleştirdik.

Yaşanan süreci işçilerden Özcan abi bize kısaca anlattı:

“Ben 5 yıldır buradayım. 15-20 yıldır çalışanlar var ve iş dü-zeninden rahatsızlık çok fazla. Asgari ücretle günde 8 saa-tin çok üzerinde çalışılıyor, ama bu geçinmek için yeterli değil. Dolayısıyla 12 saatlik sisteme geçildi. Bugüne kadar sendikaya hep şikayette bulunduk ama hep geçiştirildik. Arkadaşlarla konuşup Hak-İş’ten ayrılıp Disk’e geçmek için dilekçe verdik, bu süreçte asılsız gerekçelerle 10 kişi işten çıkarıldı. Biz sadece anayasal hakkımızı kullandık.”

Sendika değiştirmenizdeki nedenler nelerdir?

Dolayısıyla ezilen hep işçi oluyor. Yapmadığımız şeylerle bize iftira atıyorlar.”

Neden Disk Gıda-İş?

Bizim hakkımızı savunabilecek bir sendika istiyorduk. Pat-ronlara çalışan sendikalardan olmaması disk’i daha öncelik-li yaptı. Diğer sendikalar ya patronların kurduğu yada pat-ronlara ajanlık yapan sendikalardı. Ayrıca disk başkanının da bizimle aynı maaşı aldığını duyunca daha da emin olduk.

İş koşullarınız nasıldı?

12 saat ayakta çalışıyoruz. Günlük yapılması gereken iş çok fazla. 12 saatte yetişmeyince hakkımızda tutanak tutuluyor

ve savunma isteniyor. Günde 15 dakika tuvalet molası, ya-rım saat yemek molası var. Bu sürelerden kısmadıkça işleri yetiştirmek ise mümkün değil. Bir senedir işe telefonla gir-mek yasak. Üstümüzü arıyorlar. Daha çok verim için… Ama yöneticilere yasak yok. Giriş-çıkış için kart veriyorlar, man-yetiği bozulduğunda onun parasını bile bizden alıyorlar.

“79’dan sonra fabrikanın kurduğu sendikaya geçişler başla-dı ve daha önce elde ettiğimiz haklar kırpıla kırpıla bugü-ne geldik. İşler ağır, çeşitli rahatsızlıklarımız var ve doktora gitmek için izin almak zor. Hak-İş’te başkanı bile biz değil patron seçiyor ve bıçak kemiğe dayandı ve biz de DİSK’e geçmeye karar verdik.”

12 yıldır aynı fabrikada çalışan Murat abi çalışma koşulları, ücretler ve sağlık sorunları ile ilgili sorularımızı cevapladı: “İşe ilk girdiğimizde 8 saat üzerinden işe alındık ama zo-runlu mesai uygulandı ve 12 saate kadar işler uzadı. Karşı çıkanlar daha zor yerlerde çalıştırıldı. Ameliyatlı olsa dahi durum böyle ve bazı rahatsızlıklar baş göstermeye başladı. Maaşlar da düşük olduğu için ister istemez 12 saat mesai yapmak durumunda kalıyoruz. 10-15 senedir çalışanla yeni giren arasında sadece 50 lira fark var ve 2004’de maaşlar yarı yarıya düşürüldüğü zaman insanlar 350-400 liraya çalış-mak zorunda kaldı ve çok sayıda işçi çıkarıldı. Zamanında Ülker’in Amerikalı ortakları bizim sakalımıza, kıyafetimize karıştı ve şimdi namazlarımızı dahi 15 dakikalık kısa aralar-da kılmak durumunda kalıyoruz. Sendika şefleri aralarda Kur’an okumamıza dahi karışıyor. Fabrikanın içi deseniz ya çok soğuk ya da çok sıcak ve çalışma koşulları çok kötü. Bunların hepsi birikince dayanamadık ve sendika değiş-tirme yoluna gittik. Zaten kazandığımız paranın bereketini göremiyoruz. Hz. Peygamber akraba ziyaretlerine büyük önem vermiştir. Ama biz 12 saat çalışıyoruz ve akrabaları-mızı ziyaret edemiyoruz.”

Toplu sözleşmeler ve atılma nedenleri ile ilgili sorduğumuz soruya 15 yıldır aynı fabrikada üretim elemanlığı yapan Cem abi cevap verdi: “Toplu sözleşmeler bizim bilgimiz dışında patron ile sendika arasında oluyor. Bizim faydamıza olduğu söyleniyor, ancak kendi aralarındaki çıkar ilişkilerine dayalı bir sözleşme oluyor. İşyerinden atılma sebeplerine gelecek

Page 7: Ehad mücadele

ehâd Mücadele

7Allah Ekmek Özgürlükال

olursak amire itaatsizlik, verilen işi yapmama ve ahlak kural-larına uymama gibi sebepler gösteriliyor. [Ülker 4857 sayılı kanun 25/2 öne sürmüş.] Bunların gerçekle alakası yok. Bu gerekçeler yüzünden işşizlik maaşımızı da alamıyoruz. Hü-kümet Ülker’i destekliyor, sendika da zaten Ülker’in, dola-yısıyla ezilen hep işçi oluyor. Yapmadığımız şeylerle bize iftira atıyorlar.”

Direnen Ülker İşçileri Olarak Talepleriniz Nedir?

“İşçi arkadaşlarımızdan istediğimiz içeride kendilerinin de dile getirmeye çalıştığı durumu bizimle birlikte dile getir-meleri ve bu içerdeki adaletsiz düzene dur diyebilmektir. Çünkü bizim dile getirdiğimiz sıkıntılar bütün işçiler için geçerli ve amacımız içerideki işçileri de bilinçlendirmek. İşverenden istediğimiz işlerine son verilen 10 kişinin işle-rinin iade edilmesidir. Ayrıca rahatsız olduğumuz çalışma koşulları, ücretler, yemekler, çalışma süreleri gibi konularda iyileştirmeye gidilmesidir. İşverenin sendikanın faaliyetleri-ne müdahale etmemesi ve fabrikadaki sendika temsilcile-rinin patron tarafından atama usülüyle değil bizzat işilerin seçmesi ile göreve gelmesini istiyoruz. Güçlü olan biz iş-çileriz ve patronlara karşı beraber durabilirsek sendikala-ra zaten ihtiyacımız kalmaz. Biz hak için direniyoruz ve bu direnişimizde arkadaşarımızı da bizim safımızda görmek istiyoruz.”

“Hz. Peygamber akraba ziyaretlerine büyük önem vermiştir. Ama biz 12 saat çalışıyoruz ve akrabalarımızı ziyaret edemi-yoruz” diyen Ülker İşçisi günümüz sınıfsal çelişkilerini ken-di sosyo-kültürel-dinsel bakış açısıyla açığa çıkarmaktadır.

Yoksulların sosyo-kültürel-dinsel kimliğine yabancılaşan devrimci yapılar bu dinamikleri okuyamadıkları için Türkiye gibi ülkelerde sınıf mücadelesi kitleselleşememektedir.Sınıfsız bir dünyanın inşası Yoksulların sosyo-kültürel-din-sel kimliklerini dönüştürmekle değil onların kimlikleriyle sınıf mücadelesini bütünleştirmekle mümkündür...

Direnen Ülker İşçilerinin Haklı Mücadelesi;fb.com/298636520334282 (Ülker İşçileri Direniyor) sayfasından, dernek ve dergi sayfamızdan takip edilebilir.

Page 8: Ehad mücadele

ehâd mücadele

8 Allah Ekmek Özgürlük ال

Peygamber'imiz Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın, Allah-ü Teâlâ'nın hükümleri doğrultusunda insanlığa

öğütlediği ve Medine’de bu yönde kurulmaya çalışılan top-lumsal yaşam şekli ile günümüz kapitalist medeniyet ve ya-şam şeklini kıyaslayacağız.

Kur'an-ı Kerim'de İbrahim Sûresi 4 ve 6. ayetler arasında belirtildiği üzere;

“Biz, görevlendirdiğimiz her resûlu ancak kendi toplumu-nun diliyle gönderdik ki, onlara açık seçik bir beyanda bu-lunsun. Bunun ardından, Allah dilediğini saptırır, dilediğini de iyiye ve güzele kılavuzlar. Allah azizdir, Allah hâkimdir !”

“Yemin olsun ki, Biz, Mûsâ'yı, “Toplumu karanlıklardan ay-dınlığa çıkar ve onlara Allah'ın günlerini hatırlatıp bellet !” diye ayetlerimizle gönderdik. Şu bir gerçek ki, bunda iyice sabreden, çokça şükreden herkes için sayısız ayetler vardır.

“Mûsâ'nın, kendi kavmine şunu dediği zamanı hatır-la: “Allah'ın, üzerinizdeki nimetini anın. Hatırlayın ki sizi Firavun'un hanedanından kurtarmıştı. Onlar size azabın en kötüsü ile acı çektiriyorlar, erkek çocuklarını boğazlıyorlar, kadınlarınıza hayâsızca davranıyorlardı. İşte sizin için, bun-da, Rabb'inizden gelen çok büyük bir deneme ve ıstırap vardır.”

Kur'an-ı Kerim'in burada bildirdiği vahiyden yola çıkarak şu kanıya varmamız mümkündür; ne zaman ki başıbozuk-luk peydâ olmuş ve kavimler Allah'ın yarattığı fıtratın dışına çıkıp azgınlığa düşmüşlerse, Allah-ü Teâlâ (c.c.) o kavme, kelâmını ve peygamberini göndermiş ve îmân edenleri ba-şıbozukluğa karşı mücadeleye sevketmiştir.

Kur'an'da bu başıbozukluğu anlatırken geçen Kârûn, Fira-vun, Ebû Leheb gibi isimlerin, sadece basit birer zalimin adı olarak değil, kendi yaşadıkları zamanın revaçta olan anlayı-şını temsil eden birer rol-model olarak da anıldıklarını gö-rüyoruz. Bunun okumasını en güzel şekli ile yapabildiğimiz sûrelerden biri de Kalem Sûresi'dir; (10-15)

10-) “Şunların hiçbirine itaat etme: Yemin edip duran, aşağılık,11-) Alabildiğine ayıplayıp kötüleyen, söz getirip götüren (gizlilik içinde söz ve haber taşıyan),12-) Hayrı engelleyip sürdüren, saldırgan, olabildiğince günahkâr,13-) Zorba, saygısız, sonra da soyu kesik;14-) Mal ve çocuklar sahibi oldu diye,15-) Kendisine ayetlerimiz okunduğu zaman: "Eskilerin uydurma masallarıdır" diyen.”Burada aktarıldığı üzere, Mekke dönemi esnasında inen bu sûrede bahsi geçen kimseler, Mûsâ Aleyhisselâm ve İbra-him Aleyhisselâm dönemlerindeki zalimlerde olduğu gibi,

Hz. Peygamber’imizin de vahy geleneğini ve Allah'ın öğüt-lediği toplumsal düzeni, tabir-i caizse çağdışı bulmuşlar ve “eskilerin masalları” olarak nitelemişlerdir. Mal mülk bi-riktirip, evlâtlar, hizmetkârlar ve askerler edinen, dönemin önde gelenleri, Allah'ın Resûlü'nü, çağın anlayışının gerisin-de kalmış olmakla itham etmişlerdir.

Aslında bir bakıma bu söyledikleri doğrudur. Çünkü ken-di zamanının hakim olan anlayışına kapılıp Ebu Sufyân örneğinde olduğu gibi kenz etmeye (ihtiyaçtan fazla bi-riktirmeye), Firavun örneğinde olduğu gibi zulme ve oto-riterliğe, Kârûn örneğinde olduğu gibi ilmi suistimal edip bunda zenginlik devşirmeye düşenlerin karşısında, Âdem Aleyhisselâm'dan günümüze kadar uzanan kadim bir ci-had geleneği söz konusudur. Zalimlerin, Allah'ın kâinattaki mülk, otorite ve ilmin yegâne sahibi olduğunu inkâr edip, şirk ile iştigâl eden “çağdaş” anlayışlarına karşılık, Muham-med Mustafa (s.a.v.), İbrahimî geleneğin aktardığı toplum-sal yaşam tarzını, kendi vasıtası ile ümmetine vahyolan Kur'an ile hatırlatmış ve tamamlamıştır.

Nitekim Kur'an'da Âl-i İmrân Sûresi'nde (183-184), Allah'ın emirlerini dâhi kendi çağdaş anlayışlarını müdafaa etmek ve vahyi reddetmek için kullanan zalimler hakkında Pey-gamber'imize;

"Allah bize ateşin yiyeceği bir kurban getirmedikçe hiçbir elçiye inanmamamız konusunda and verdi," diyenlere de ki: "Şüphesiz, benden önce nice elçiler, apaçık belgeler ve söylediklerinizle geldi; eğer, siz doğru idiyseniz, o halde onları ne diye öldürdünüz?"

“Onlar seni yalanladılarsa, senden önce de apaçık deliller-le, hikmet dolu sayfalar ve nurlu kitaplarla gelen nice pey-gamberler de yalanlanmıştı.”

Bu son örneğimizle beraber, peygamberlerin kendi dönem-lerinde, sürekli Allah'ın emirlerine işaret ederek kavimlere yol gösterici olduklarını ve Peygamber'imize de, kendisin-den önceki peygamberler hatırlatılarak, kendi döneminin zalimlerince sürdürülen anlayışa karşı durması için vahiy geldiğini görüyoruz.

Peki, zalimlerin şirki ve azgınlığı karşısına koyulacak olan çözüm nedir ? Zamanın ruhu üzerine inşâ edilmiş çağdaş medeniyet tasvirini boşa çıkaracak ve Allah'tan bir rahmet olarak yeryüzüne indirilmiş nizam nasıldır?

Bu sorunun cevabını bulmak için; Hz. Peygamber’in (s.a.v.), vahyi pratiğe döktüğü Medine Toplumu'na bakmak ve o toplumun düstûru olan Medine Vesikası'nı incelemek ge-reklidir. Medine Toplum Sözleşmesi Resul-i Ekrem (AS)’e

Medine Üzerinden Medeniyet Arayışı

Page 9: Ehad mücadele

ehâd Mücadele

9Allah Ekmek Özgürlükال

kadar olan ve tüm peygamberlerce sürdürülen İbrahimî mücadelenin tamamına hakim olan geleneğin ürünüdür. Yazıldığı dönemde revaçta olan devrin anlayışının aksine, Allah'-ü Teâlâ'nın Âl-i İmrân Sûresi'nde de buyurduğu üze-re önceki kavimlerin üzerine rahmet olarak inen semâvî buyruk ne ise, Medine döneminde de aynı düsturlara sıkı sıkıya bağlı kalınmıştır. Bu minvalde düşünüldüğünde, Medine Toplum Sözleşmesinin yenilikçi bir anlayışın de-ğil, geçmişin nûrunu dirilten gelenekçi bir anlayışın ürünü olduğunu söylemek gereklidir. Zîra Hristiyanlığın başına gelen reformcu harekette olduğu gibi insanı merkez alan yeniliklerden ziyâde, Allah'ın var ettiği özün gereği olan köklere dönüş ve hakikatin bu yolla tesis edilmesi, şüphe-siz ki sahih olan yöntem olacaktır.

Medine Vesikası, Kur'an'da buyurulan âdil yaşam şeklinin resmiyete dökülmüş bir anayasası gibidir. Kâinatın, mül-kün, otoritenin ve ilmin tek sahibinin Allah (c.c.) olduğu ve başka hiçbir kimse ve zümrenin de, bunlardan nasip-lenme konusunda, yaratılmış diğer kullardan farklı bir önceliğinin olmadığı fikri üzerine inşâ edilmiştir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de Alâk Sûresi 2. Ayet, Nisâ Sûresi 1. ayet ve Zümer Sûresi 6. Ayette de belirtildiği üzere, Allah, in-sanları tek bir özden yaratmıştır. Hücurât Sûresi 13. ayette de teyit edilen bu duruma, üstünlüğün yalnız ve yalnızca takvâ (sorumluluk bilinci) ile olduğu, bunun dışında her-kesin eşit olduğu eklenmiştir.

Medine Vesikası'nın yazıldığı yer, Peygamber Efendimiz'den (s.a.v.) önce Yesrib adını taşıyan ve kelime anlamı olarak “Devlet / Uygarlık” anlamına gelen Medine adı ile isimlendirilen bu şehirdir. Medine kenti, bu ismini, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın, Kur'anî pratiği hayata geçirmesi ile almıştır. Bu açıdan düşünüldüğünde, Medine Vesikası, sahih toplum anlayışının ve dolayısı ile aslolan uygarlık kavramının mihenk taşıdır.

Bizim çağımızın uygarlık anlayışı, bilimde ilerlemişlik, rekâbet, kalkınma, ekonomik büyüme, ilericilik ve toplum içerisinde başkalarına üstünlük kurma kriterlerini kutsa-makta ve orman kanunu bile denemeyecek vahşîlikte bir ahlâkı (ahlâksızlığı) dayatıp, bireyi ilah yerine koyarken, Peygamberimiz'in pratiği bunun tam tersinedir.

Medine Vesikası'nda geçen: “Müminler aralarından hiçbir kimseyi içine düştüğü ağır mali sorumluluğun altında tek başına bırakmayacaklar, gerek kan bedeli gerekse kurtul-malık gibi borçlarını müminler arasında bilinen en iyi ve makul esaslar doğrultusunda ödeyeceklerdir.” kıstası, ça-ğımızın sınıf atlamak için, rakibinin kafasına basarak yük-selen birey anlayışının taban tabana aksini işaret etmekte-dir. Zîrâ Kur'an'da da geçen Beled Sûresi 11-16. arasındaki ayetlerde de:

“Fakat o, sarp yokuşu aşamadı. O sarp yokuş nedir bilir misin ? Köle azat etmek veya açlık gününde yakını olan bir yetimi, yahut aç açık bir yoksulu doyurmaktır.” hükmü,

mü'minlerin, mü'mince yaşaması için gereken yöntemi dile getirmiştir.Bakara'da 219. âyette geçen; “Ve sana neyi infak edecek-lerini sorarlar. De ki: İhtiyaçtan artakalanı. Böylece Allah, size ayetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz.” hükmüne de uyan bu kıstasa ek olarak, mülkte sağlanan adaletin ay-nısı tutumu, sosyal sahada da görmek mümkündür.

Vesika'nın 16. maddesinde geçen:

16-) “Yahudilerden bize tâbi olanlar, zulme uğramaksı-zın ve aleyhlerine olan kişilerle yardımlaşmaksızın, bizim yardım ve gözetimimize hak kazanacaklardır.” ibaresi ile, Medine toplumunun, batılı ve modern bir laiklik anlayışı-na ihtiyaç duyulmaksızın, inanç hürriyetini tatbik ettiğini görüyoruz.

Zîrâ, Rum Sûresi - 22. âyette de;

“Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerini-zin ayrı olması, O'nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, alimler için gerçekten ayetler vardır.” hükmü ile, moder-nizmin getirdiği, sonu çoğunluğun ezici üstünlüğü ile so-nuçlanan yapay demokrasi anlayışının ötesinde bir eşitlik tanımı sunulmaktadır.

Şu anda içinde yaşamakta olduğumuz düzen itibariyle de, Allah'ın emirlerini mazide kalmış bir masal olarak nitelen-diren, yahut, lafla inkâr etmese bile, eylemleriyle rekâbeti, yarışı ve vurdumduymazlığı telkin eden, insanları ötekileş-tiren, bunu da çağın gereği olarak toplumlara belletmeye çalışan bir sistemin, yani kapitalizm’in hakimiyeti altında yaşıyoruz.

Bu sapkın sistemin adını koyanlar, insanın insana, insanın doğaya ve insanın Allah'a olan hukukunu hiçe sayıp, bi-limsel ilerlemeyi ve teknik gelişimleri kalkan ediniyor ve zulümlerini meşrû kılmaya çalışıyorlar.

Oysa Allah-ü Teâlâ'nın (c.c.) kullarına koyduğu fıtratın ön-celikli ihtiyacı ve gereği, tevhid üzerine inşâ edilmiş eşit-likçi ve vefâkâr bir toplum anlayışıdır. İnsanın hayvandan ayrıldığı yönü, alet yapabilecek kudret ve melekeye sahip olmak değildir. Doğada, etrafındaki taşı, sopayı, kemiği ve kabuğu araç olarak kullanan nice vahşî mahlûkât vardır.

Fakat insanı insan yapan şey, kendisi aç iken bile kom-şusunu düşünebilecek, tok iken de infak edebilecek şu-ura sahip olmaktır. Bu sebeptendir ki, batıdan yükselen, makineyi ve sistemleri ilahlaştıran, Cennet'i eşyada aratan modernist medeniyet anlayışına karşı, Medine'den yayılan ışığı hatırda tutmak ve Allah'ın, Kur'an-ı Kerim vasıtası ile bildirdiği ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile ör-neklendirdiği toplum düzenini tesis etmek için çalışmak, her mü'min kimsenin vazifesi olmalıdır.

Page 10: Ehad mücadele

ehâd mücadele

10 Allah Ekmek Özgürlük ال

AMERİKA’NIN KEŞFİ ÜZERİNE

Son zamanlarda Amerika’nın keşfi tartışılır oldu. Amerika’yı keşfetmek büyük bir marifetmiş gibi bir

de bu keşfi yapanların Müslümanlar olduğu iddiası atıldı. Amerika’nın keşfi insanlık tarihinin dönüm noktalarından biridir. Piyasa olgusunun oluşmasının köşetaşlarındandır. Feodal düzende üretim ya kilise ya da kral için yapılırdı. Mülkiyet hakkı onlardaydı. Bu kısır döngüden kurtulmanın yolu coğrafi keşifler eliyle sağlandı. Deniz aşırı topraklara yolculuklar merkantilizmi doğurdu. Merkantilizm, 1400’le-rin sonu ve 1800’lerin başına dek süren bir sömürgecilik an-layışıydı. Merkantilizm keşfettiği toprakların değerli maden-lerini Batı Avrupa’ya taşıdı. Kızılderili şef oturan boğa’nın o veciz ifadesiyle “Avrupalılar geldiklerinde onların elinde İncil, bizim elimizde ise topraklarımız vardı. Bize gözleri-mizi kapatıp dua etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda baktık ki İncil bizim elimizdeydi. Topraklarımız ise beyaz-ların olmuştu.”

Merkantilizm ile altın ve gümüş Batı Avrupa’ya taşınırken ko-lonyalizm ile keşfedilmiş topraklarda siyasi bir otorite kurul-du. Yani Amerika’nın keşfi sömürgeciliğin de miladi olarak tarihe geçmiştir. Batı Avrupa’ya getirilen değerli madenlerle birlikte sermaye birikimi oluştu ve ticaret gelişti. Böylelikle Pazar yani piyasa için üretim yapma ihtiyacı doğdu. Sanayi kapitalizmin ilk aşaması olan ev içi üretim ile birlikte üre-tim ilişkileri de dönüşmeye başladı. Yeni sınıflar doğmaya başladı. Sanayiciler, tüccarlar ve bankacılar. Yani Kur’an’ın o veciz, evrensel tanımlamasıyla MELE- i MUTREF (Kavmın ileri gelen zenginleri). Aynı zamanda İngiltere örneğinde olduğu gibi büyük sermaye birikimi adına geniş topraklar çitleme yoluyla özelleşmeye başladı. Kuran’ın evrensel me-sajındaki kalem süresinde geçen bahçe sahipleri kıssasında da olduğu gibi bu çitlemelerle birlikte Batı Avrupa’da geniş mülksüz sınıflar oluştu. Yani serflik son bulmuş mülksüzlük baş göstermişti. Sermayesi sürekli büyüyen ve ticaret hacmi genişleyen bu sınıfların korunma ihtiyacı oluştu. İşte hima-yecilik adı altında milli devlet yani ulus devletler oluşmaya başladı ve bu ulus devletler batı Avrupa’da özel mülkiyetçi sınıfların çıkarlarını koruma üzerine inşa edilmeye başladı. Tabi ki kurumsal din de bu sınıfın çıkarlarına uygun bir din anlayışını ikame etme yoluna girişti ve Calvinizm denen sonrasında Luther’le devam eden ve Max Weber’in ifade-siyle Protestan ahlak yeşermeye başladı…

Calvincilik, bütün dinlerde yasak olan faizi meşru görmek-le işe başladı.Zenginliği yüceltti , ticareti kutsadı.Böylelik-le mülkiyeti elinde bulunduran kilise yavaş yavaş tasfiye olmaya başladı ve din insan ile tanrı arasına postalanarak tapınağa sıkıştırıldı. Böylelikle Amerika’nın keşfiyle siyasal, ekonomik, dini alanda birçok köklü değişikler görülmeye

başlandı. Yani her değer ve unsur yeni yükselen burjuva sınıfa hizmet etmeye başladı. Temel politikalar açısından zorunlu çalışma yasası getirildi. Köle ticareti yoğunlaştı. Ço-cuk işçilik baş gösterdi. Bunların hepsi için de nüfus artışı teşvik edildi. Ne kadar benzer değil mi. En az üç çocuk ya-pın diyen egemenin fermanıyla…

Kilise zorbalığı yerini Protestan ahlaka bırakınca dindar ke-simler de ticaretle ve sömürüyle uğraşma kolaylığı buldu. Tabi bu keşifler Amerikayla sınır kalmadı. Bakir topraklar sömürülünce yeni hedef imparatorluklar oldu. Biz de 19. Yy da Baltalimanı Antlaşmasıyla kapitalizmin Pazar anlayışıyla, üretim ilişkisiyle ve sermaye sınıfıyla tanışmış olduk Önce onlar için tüm gümrükleri kaldırdık sonra Tanzimat’la mal ve can güvenliklerini sağladık.

Bu yetmedi elbette. Bu topraklardaki dini anlayış ta bu ama-ca hizmet etmeliydi. Ve büyük müfessir Hamdi Yazır o fet-vayı verdi; ”İslam terakkiye(ilerleme- yani ulus devlet çatısı altında kapitalist bir sınıfın doğuşu) mani değildir.”

Dönemin Başbakanı 2004’te faiz küresel sistemin bir gerçe-ğidir bunu kabul etmeliyiz dediğinde aslında bu fetvanın gereğini yerine getiriyordu. İktidara gelir gelmez ihaleler-le yeni bir sınıfın doğumuna; ahbap-çavuş kapitalizmine doğru yol almaya başladı. Kendi zengin sınıfını oluşturma çabasına dini alet etmekten çekinmedi. Birçok iş cinayet-lerine sebebiyet verdi. Bunları kader algısıyla bastırmaya çalıştı. Batılı ülkelerin maden kazaları örneklerini hep 19. yy’dan seçti. Aslında kendi ağzıyla 19. yy batı kapitalizmin koşullarını kendi eliyle Türkiye’de yeniden ürettiğini de iti-raf ediyordu.

Müslüman zengin ve güçlü olmalıydı bu anlatıya göre. Bu-nun yolu elbette sömürmekten geçmekteydi. İnsan emeği-ni sömürmek yetmez doğal kaynaklar da talan edilmeliydi. İşte ülkenin her yanında köylülerin ağaçlarına, ormanlarına göz dikildi. Köprüler, AVM’ler, gökdelenler inşa etmek adı-na doğa katliamına da girişildi.

Amerika’nın keşfini Müslümanlara atfetme ihtiyacına neden gerek görüldüğü aşikâr değil mi?

İşte Müslümanlık bu topraklarda iktidar eliyle 21. Yy. da Protestan ahlaki bir kez daha üretmeye başlıyor. Bu sömürü sitemini inancımız üzerinden üreten anlayışa karşı kitabı-mız ve peygamberlerin mücadelesi doğrultusunda bir dur deme vakti gelmiştir. Emekten, adaletten, kardeşlikten yana tavır alma vakti gelmiştir.

Dindar kardeşim, bir yoksul babanın kara lastiğine bak; bir de 1000 odalı saraya. Sonra peygamberini düşün. Çek bir besmele ve yeniden başla...

ALLAH yeniden başlayanların yardımcısıdır!

Page 11: Ehad mücadele

ehâd Mücadele

11Allah Ekmek Özgürlükال

Yeryüzünde devlet ve iktidarlar, Allah’ın, insanlığın ira-desini ve mutlaklığını inkâr edip halklar üzerinde zoraki hakimiyet kuran tüm güçler, doğaları gereği kan, zulüm ve sömürü üretiyorlar.

Siyonizm Mescid-i Aksa’yı zaptetmeye çalışırken, Esad Hama’da, Işid Ezidiler ve Kürtler üzerinde, Çin Türkistan’da halkları katlederek veya yurtlarından sürme-ye çalışarak iktidarlarını pekiştirmek istiyor. Ülkemizde de Roboskî’de ve kitlesel protestolarda insanlar katlediliyor.

Yoksulların, acizlerin, muhtaçların mağduriyetleri orta-dayken; sömürüyü, açlığı, otoriteyi protesto edenlere devlet gaz fişeğiyle, tomalarıyla, kolluk kuvvetleriyle sal-dırıyor.

Yolsuzlar, hırsızlar garibanlıktan patronlara köleleşmiş bankalara borçlandırılmış halklarımızı mı temsil edebilir? İsrail’le milyarlarca dolarlık ticarî, askeri ilişkiler kuranlar, Amerika’yla bölgede stratejik ittifaklara devam edenler mi halklarımızı temsil edebilir?

Bakara makaracı Egemen Bağışlar mı, rüşvetçi yolsuz Reza Zerrablar mı, din tüccarı Nihat Hatipoğulları mı, on-larca milyara kalemşörlük yapan gazeteciler mi...

Artık besmele çekmeli, “Ayağa Kalk” demeli ve iliş-kilerimizde, ahlâkımızda Medine Vesikası’nda, Paris Komünü’nde , Şeyh Bedrettin isyanında olduğu gibi eşit-ler arası sorumluluğu ve eşitliği uygulamaya çalışmalıyız; eşitliği bozan, üstümüzde hakimiyet kuranları, sınıf oluş-turanları dışlamalıyız.

Fabrikamızda, okullarımızda, kandillerimizde, camileri-mizde, cemevlerimizde, tüm ortak alanlarımızda halkları-mızla buluşmalı, acımızı, derdimizi, sevincimizi, rızkımızı ortaklaştırmalıyız.

Din ne vicdanlara ne zamanlara ne de dört duvara hap-sedilebilir. Gerçek inancımız halâ canlı ve yüreklerimiz-dedir.

Rekabete sapmadan özümüze dönmeli. Birbirimizin ihti-yaçlarını gidermeli, etrafımızla Rahmâni bir güven ilişkisi kurmaya çalışıp devrimci mücadele için Lehûlmülk zemi-nini inşa etmeliyiz.

Yıllarca işçileri asgarî ücrete çalıştırıp, işçilerin alınterin-den kâr üstüne kâr koyanlardan,Her hafta gündemimizi değiştirip esas meselelerden uzak tutmaya çalışan tefeci bezirganlardan hesap sormak için,Üç yıldır adalet bekleyen Roboskîli analar için,Ali İsmail Korkmazlar içinHasan Ferit Gedikler için,İş cinayetlerinde katletilen çocuk işçiler için,Azgınlardan, sapanlardan, şarlatanlardan hesap sormak, mülkiyeti tüm kainatla ortak kılmak için,

Müslüman doğu halklarının ve tüm dünya emekçilerinin başlattığı bu kıvılcım, söndürülemez bir yangına dönüş-sün.

Bu, bütün dünya halklarının kurtuluşu, insanlığın zalim ve mazlum halklar biçiminde ayrışmasına son verilmesi ve konuştuğu dil, sahip olduğu renk ve inandığı din ne olur-sa olsun, tüm halk ve ırklar arasında gerçekleşecek tam eşitlik için verilen bir mücadeledir.

Bu mücadele Hz.Ali’nin hak , Hz.Hüseyin’in adalet mü-cadelesidir, Bu mücadele, Şeyh Bedrettin’in, “Yarin ya-nağından gayrı paylaşmak için her şeyi” şiarıyla başlattığı başkaldırmanın mücadelesidir, Baba İshakların, Somuncu Babaların şeref mücadelesidir.

Bu mücadele 6.Filo’ya karşı yürüyenlerin emperyalizme karşı verdiği mücadeledir. Bu mücadele Berkin Elvan’ın genç bedenine rağmen ekmek ve onurlu bir yaşam için verdiği mücadeledir.

Sınırsız ve sınıfsız bir barış yurduna doğru...

Bismillâhirrahmânirrahîm

*Gençlik Şurası * Üniversiteli Antikapitalist Müslümanlar

Page 12: Ehad mücadele

ehâd mücadele

12 Allah Ekmek Özgürlük ال

Bu hafta Papa Francis Türkiye’deki devlet adamlarını ve dini bürokrasiyi ziyarete geliyor. Katolik mezhebinin

en büyük temsilcisi olarak bilinen Papa, ülkemize ziyaret-te bulunarak dinler arası diyalog mesajları verecektir. Hem Cumhurbaşkanı hem başbakan hem de diyanet yetkilile-riyle görüşecek. Sanki Hristiyanları papa temsil ediyor da, Türkiye’de de Müslümanları devlet adamları ya da diyanet temsil ediyormuş gibi…

İnanan insanların en büyük sorunu, inançlarını kurumların temsil ediyor olması. Yani nasıl ibadet edip nasıl bir siya-sal ya da sosyal olarak hareket edeceğine kendisinin ya da ortak yaşam sürdüğü topluluğun değil de devlete ya da ser-mayeye bağımlı dini kurumların belirliyor olması.

Özellikle batıdaki kurumsal dinlerin kapitalizm öncesi ve sonrası olmak üzere birbirinden farklı iki fonksiyonu var. Kapitalizm öncesinde Hristiyanlık resmi imparatorluk diniy-di. Ortaçağ’da kilise kendini yeryüzünde tanrının temsilcisi olarak görüyordu. İşte buna ruhbanlık denildi. Bu temsilci-liğin boyutu mülkün ve otoritenin Allah adına kilisede oldu-ğuydu. Meşhur Çifte Kılıç Teorisi ile kılıcın bir tarafı Tanrıya bağlı kiliseyi; kılıcın diğer tarafı ise kiliseye bağlı kralı temsil ediyordu. Yani hiyerarşik olarak kilise en tepedeydi.

O yüzdendir ki Ortaçağ’daki bütün zulümlerin; insanları köle yapan, kadınları şeytan diye cadı kazanlarında kayna-tan bu kilise zulmün temel kaynağını teşkil ediyordu.

Kur’an-ı Kerim bu gerçeği çok açık bir şekilde ifade etmiştir:

‘’Ey iman edenler..! Hahamlardan ve rahiplerden birçoğu, halkın malını haksız yere yiyor ve onları Allah’ın yolundan alıkoyuyor. Altını ve gümüşü istifleyip de Allah yolunda har-camayanları sen acı bir azapla müjdele.’’ (Tevbe 34)

İşte ayette de ifade edildiği gibi, 4.yy’dan başlamak üzere, Kapitalizm’in yani özel mülkiyetin hakim olduğu döneme kadar, kilise (ruhban sınıfı) Batı Avrupa’daki kurumsal din anlayışını temsil etmektedir.

Sanıldı ki bu sadece Müslüman olmayan din adamlarına karşı söylenmişti. Oysa bu ayet indiğinde henüz Müslü-manların kurumsal bir temsiliyeti yoktu. Zaten İslam aynı zamanda ruhbanlığa da karşıydı.

Ne zaman Emeviler veraset hakkını sultana verdiler, işte o zamandan itibaren din sultanın ya da hanedanın mülkiyetini korumak adına araçsal kılındı. Yukarıda ifade ettiğimiz Tev-be suresindeki ayetin evrenselliği, gerçeğiyle İslam dinini saraya araçsal kılan ruhbanlık da eleştirilmeliydi ki maalesef bu olmadı.

Bu olmayınca saray, sultanlar ve hanedanlar mücadele ek-senini mülkiyetten uzaklaştırıp bir dinler arası savaşa yön-

lendirdiler. Batı Avrupa’daki anlayış da zaten bu yöndeydi ve malum Ortaçağda hep haçlı seferlerini yaşadı tüm ina-nanlar . Yani Hristiyanlık ile Müslümanlık arasında bir savaş varmış izlenimi doğurdu egemenler. Oysa savaş mülkiyeti İslâm’ı ya da Hristiyanlığı araç edinerek kiliseye, hanedana peşkeş çekenlere karşı yapılmalıydı ki bunun önüne geçildi.

Kapitalizm sonrası ise özel mülkiyet dönemine geçildi. Doğal olarak batı Avrupa’da kilise mülkiyet hakkını kişilere devrederek kendisi ister istemez tapınağa girmek zorunda kaldı. İşte o zaman din kişi ile tanrı arasındadır denilerek siyasal, sosyal, ekonomik tüm alanlar burjuva sınıfına terk edildi yani ifrattan tefrite geçildi.

Önce mülkiyet mutlak hale getirildi. Yani üretim araçlarının sahipliği. Sonra 1870’te Vatikan Ruhani Meclisinin çıkardığı yasayla Papa’nın Yanılmazlık İlkesi kabul edildi. Yani Papa ruhani olarak Tanrısal bir irade olarak kabul görmeye başla-dı. Yani otorite ikiye bölünmüş oldu. Dünyevi otorite; üretim araçlarının sahibi burjuvazi sınıfına, ruhani otorite’de Kutsal ruh’un denetimindeki Papa’ya devredildi. Ortaçağ’da dün-yevi otorite papa’ya bağlı iken modern çağda papa dünyevi otoriteye bağlanmış oldu. İşte bize matah bir şeymiş gibi yutturulan din ve devlet işlerinin ayrılığı prensibi aslında tam da bu gerçeğe oturmaktadır.

“Siz ey imana ermiş olanlar! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin: Onlar yalnızca birbirlerinin dostlarıdır. Ve han-giniz onları dost edinirse kesinlikle onlardan olur: Bilin ki Allah böyle zalimlere doğru yolu göstermez!” (Maide 51)

İşte şimdi 1.2 milyar müridiyle Kapitalizmin çıkarlarına hiz-met eden Vatikan bu coğrafyanın yoksullarına barış, adalet ve dinler arası diyalog dersi vermeye geliyor.Bu coğrafya-nın işbirlikçi devlet adamları ve dini kurumu diyanette bü-yük bir “onur”la Papa’yı karşılamaya hazırlanıyor. Diyanetle Vatikan’ı birbirine bağlayan unsur aslında ikisinin de bütçe-sinde gizli. Vatikanın haftalık ve aylık 200’den fazla gazete ve dergi, 154 radyo istasyonu veya emisyonu, 49 TV kanalı veya kablolu yayını bulunmakta. Bütçesi; Katoliklerden ke-silen kilise vergisi, aidatlar, bağışlar, şirket gelirleri, hisse senedi-tahvil-bono gelirleri, bankacılık ve faiz gelirleri, he-diyelik eşya satışlarından elde edilen gelirlerle basın yayın-dan elde edilen reklâm gelirlerinden oluşmaktadır.Devlete sıkı sıkıya bağlı Diyanet’in bütçesi ise 4 milyar 604 milyon lira. Yani 11 bakanlık bütçesinden daha fazla…Her iki dini kurumda kapitalizmin sömürü ilişkilerinden toplanan emek sömürüsüyle, faizle insanlara din dersi ver-mektedir.

İşte tüm inananlara bu yeryüzü tanrılarına bağımlı kurumsal din anlayışıyla mücadele etmek düşmektedir. Allah’ın yü-züne dönmemiz gerekir. İnsan süresi 9. Ayet’te geçtiği gibi Allah’ın yüzü tüm yoksullardır. Para babalarının yörüngesi-ne girmiş din adamları değildir.

“Unutmayın ki Allah katında din İslam’dır/barış ve esenlik için Allah’a teslim olmaktır.” (Ali imran 19)

Yani sünnetullaha uymak, varlığa dahil diğer unsurlarlarla da barış içinde olmaktır. Allah katında makbul olan, bu barış hâlini bozan ortaçağda kilise mülkiyeti yaşadığımız çağda da özel mülkiyettir. İşte inanan bir topluluk için mücadele barışın ve esenliğin düşmanı bu azınlık sınıflarla mücadele etmektir.

Kapitalizmin meşruluğuna hizmet eden değil barışı ve esenliği sağlayacak olan inançlar ve tüm insanlar arasındaki kardeşliğe ve diyaloğa iman edenlere selam olsun…

Papa’nın Türkiye’ye ziyareti

Soldan Sağa: M.Abbas, Papa, Peres, Bartelomeo

Page 13: Ehad mücadele

ehâd Mücadele

13Allah Ekmek Özgürlükال

İşte şimdi 1.2 milyar müridiyle Kapitalizmin çıkarlarına hiz-met eden Vatikan bu coğrafyanın yoksullarına barış, adalet ve dinler arası diyalog dersi vermeye geliyor.Bu coğrafya-nın işbirlikçi devlet adamları ve dini kurumu diyanette bü-yük bir “onur”la Papa’yı karşılamaya hazırlanıyor. Diyanetle Vatikan’ı birbirine bağlayan unsur aslında ikisinin de bütçe-sinde gizli. Vatikanın haftalık ve aylık 200’den fazla gazete ve dergi, 154 radyo istasyonu veya emisyonu, 49 TV kanalı veya kablolu yayını bulunmakta. Bütçesi; Katoliklerden ke-silen kilise vergisi, aidatlar, bağışlar, şirket gelirleri, hisse senedi-tahvil-bono gelirleri, bankacılık ve faiz gelirleri, he-diyelik eşya satışlarından elde edilen gelirlerle basın yayın-dan elde edilen reklâm gelirlerinden oluşmaktadır.Devlete sıkı sıkıya bağlı Diyanet’in bütçesi ise 4 milyar 604 milyon lira. Yani 11 bakanlık bütçesinden daha fazla…Her iki dini kurumda kapitalizmin sömürü ilişkilerinden toplanan emek sömürüsüyle, faizle insanlara din dersi ver-mektedir.

İşte tüm inananlara bu yeryüzü tanrılarına bağımlı kurumsal din anlayışıyla mücadele etmek düşmektedir. Allah’ın yü-züne dönmemiz gerekir. İnsan süresi 9. Ayet’te geçtiği gibi Allah’ın yüzü tüm yoksullardır. Para babalarının yörüngesi-ne girmiş din adamları değildir.

“Unutmayın ki Allah katında din İslam’dır/barış ve esenlik için Allah’a teslim olmaktır.” (Ali imran 19)

Yani sünnetullaha uymak, varlığa dahil diğer unsurlarlarla da barış içinde olmaktır. Allah katında makbul olan, bu barış hâlini bozan ortaçağda kilise mülkiyeti yaşadığımız çağda da özel mülkiyettir. İşte inanan bir topluluk için mücadele barışın ve esenliğin düşmanı bu azınlık sınıflarla mücadele etmektir.

Kapitalizmin meşruluğuna hizmet eden değil barışı ve esenliği sağlayacak olan inançlar ve tüm insanlar arasındaki kardeşliğe ve diyaloğa iman edenlere selam olsun…

İslâm ve Kölelik

IŞİD’in İslam Devleti iddiasıyla ortaya koyduğu uygulama-ları, İslam tarihinin ve hukuk anlayışının da bir özeleştiriye

tabi tutulması açısından müslümanlara tarihi bir sorumluluk yüklemektedir.

Işid’in zalimane uygulamaları, bazı gerçeklerin doğru ze-minde tartışılmasına da olanak vermektedir. İslam’da kö-lelik, sürekli bir şekilde tüm çağdaş ideolojiler tarafından eleştiriye tabi tutulmaktadır ve bu eleştirilerin (kendi içinde haklı olarak) dozu artmaktadır.

‘’Sizinle savaşanlara karşı siz de Allah yolunda savaşın, fakat haddi aşmayın. Çünkü Allah haddi aşanları sevmez. Onları bulduğunuz yerde öldürün; sizi çıkardıkları yerden, siz de onları çıkarın. Fitne ise, adam öldürmekten daha kötüdür. Onlar sizinle orada savaşmadıkça, siz de onlarla Mescid-i Haram yanında savaşmayın. Ama savaşırlarsa siz de sava-şın. Kâfirlerin cezası işte budur.’’ (Bakara 190-191)

Öncelikle Işid’in cihad ilanı, hem Kur’ân’a, hem de Hz. Peygamber’in (S.A.V) sünnetine uygun değildir. Bakara 190 ve 191. ayetlerde de görüldüğü üzere, ancak ve ancak sal-dırıya uğramak ve yurtlarından kovulmuş olmak sûretiyle savaşa izin verilmiştir. Bu savaş da, yalnızca insanları yurtla-rından kovan ve müslümanlara saldıran egemen sistemi ile mücadele etmeyi gerekli kılmıştır ki, bu sistem günümüzde emperyalizm üzerinden saldırılar gerçekleştiren kapitalist sistemdir. Oysa Işid, zaten kendisi emperyalizmin kıska-cında yaşam mücadelesi veren halkları yurtlarından kovup, onları öldürerek, Emperyalist düzenin bölgedeki dolaylı ya da dolaysız temsilcisi konumuna gelmiştir. Bu durumu da, Bakara 85. Ayet üzerinden ifade etmeye çalışmıştık.

“Şimdi siz yine birbirini öldüren ve içinizden bir kısmını yurtlarından çıkaran kimselersiniz. Onlara karşı kötülükte ve azgınlıkta birbirinize arka çıkarsınız. Onlar size esir ola-rak getirildiklerinde ise fidyelerini verip onları kurtarırsınız. Oysa onları yurtlarından çıkarmak da size yasaklanmıştı. Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden kim bunu yaparsa, onun cezası dün-ya hayatında rezillikten ibarettir; kıyamet gününde de onlar azabın en şiddetlisine uğratılır. Allah, sizin yaptıklarınızdan habersiz değildir.’’ (Bakara 85)

O açıdan Işid’in İslam Devleti uygulaması, Kur’ân’a ve Rasûllullâh’ın anlayışına göre meşru değildir. Bu birinci tes-pitin her zaman aklımızda bulunması önemlidir.

İkinci meselemiz ise; savaş esirleri ve onların köle edilme-sidir. Kur’ân ayetlerinin iki boyutu vardır. Birincisi Allah tarafından idealize edilen boyutu, ikincisi ise insanların uy-gulamalarında pratize etmeye çalıştıkları boyutudur. Yani evrensel değerler ile tarihsel uygulamaların örtüşüp örtüş-memesi durumu...

Papa’nın Türkiye’ye ziyareti

Page 14: Ehad mücadele

ehâd mücadele

14 Allah Ekmek Özgürlük ال

Kabaca ayıracak olursak; Mekkî ayetler dediğimiz, Mekke döneminde inen ayetler evrensel değerlere, yani İslâmın ideal tasavvuruna; Medenî ayetler dediğimiz Medine dö-neminde inen ayetler ise; Hz. Peygamber’in ve müslü-manların tarihsel pratiğine yöneliktir.

Örneğin; savaş kararının alınması, müslümanlara saldı-rıların ve yurtlarından kovulmaları durumunun dayattığı tarihsel koşullara, yani zorunluluklara yöneliktir ve savaşı konu edinen ayetler ondan ötürü inmiştir. Yani aslında savaşmak niyetinde olmayan bir topluluğun, yaşamlarını sürdürebilmek adına zorunda kalışlarıyla savaşa girilmiş-tir.

Aynı şekilde esirlik-kölelik tartışmaları da Medenî ayetler de geçmektedir, yani yine tarihsel koşullara tâbidir. Tabî ki bu tarihsel olanı meşru görmek için ortaya atılmış bir sav değildir. Tarihsel olanda dahî, bir çok yanlış uygu-lamalar ve hukukî düzenlemeler İslam Tarihi içerisinde vücud bulmaktadır. Işid’in beslendiği kaynaklar da bu tarihsel hukuk kaynaklar ve bu hukukî dayanağa zemin oluşturan mezhepsel yorumlardır.

İslam hukuku denilen hâdise, Hz. Peygamber ve dört ha-life döneminden sonra açığa çıkan mezhepler tarafından yorumlanarak, o dönemde oluşturulan saltanatçı devlet yapılarına meşruiyet kazandırmak için kullanılan birer araçtır. Emevîlerle birlikte yeniden açığa çıkan melîklik anlayışı, İslâm tarihine egemen olmaya başlamış ve Ab-basi ve Selçuklular’la devam etmiş; Osmanlılar da ise bu, hanedanlığa dönüşmüştür. Bu süreçte devletlerle uyumlu olan mezhep yorumları kabul görülmüş, uyumsuz olanlar ise sapkınlıkla tekfir edilmiştir.

Bir örnek verecek olursak; erken dönemde İmam-ı Âzam Ebu Hanife, Abbasi melîkinin kadılık teklifini kabul et-memiş, iktidara karşı getirdiği sert eleştiriler sebebiyle zindanlara atılmış, sonrasında da öldürülmüştür. O yüz-den her zaman demeye çalıştığımız; İslamın mücadelesi, Allah’a inananlarla-inanmayanlar arasında değil; Allah’ın melikliği (sahiplikten doğan otoritesi) ile yeryüzü melik-leri arasındadır. Bu tarihsel gerçeklikleri de zihnimizin bir köşesinde saklı tutmamız gerekmektedir.

Şimdi asıl meselemize dönecek olursak; kölelik İslamın evrensel mesajında tümüyle ortadan kaldırılmıştır. Aynı zamanda ilk dönem müslümanların kendi pratiklerinde de kaldırılmıştır. Hicretten sonra Medine’de Hz. Peygam-ber ‘’Muahat’’ (kardeşlik sözleşmesi) prensibini getirmiş-tir. Önce köleler azâd edilmiş, sonra azâdlı köleler ile hür olanlar arasında bu kardeşlik sözleşmesini uygulamıştır.

Örneğin azâdlı köle olan Bilal b. Rebah ile hür olan Ha-lid bin Ruveyha; yine azâdlı köle Zeyd bin Harise ile hür Hamza Bin Abdulmuttalip ve yine Zeyd bin Haris ile Hz. Ebu Bekir arasında bu sözleşme uygulanmıştır. Tüm azât

edilen kölelerle, doğuştan hür olanlar kardeş kılınmıştır. Bu kardeşlik hem mülkiyette hem de mirasta da ortaklığı kapsamaktadır.

Yani toplumsal ve ekonomik olarak da eşitlenmişler ve kardeş olmuşlardır.

Sonra yurtlarından kovulmaları ve saldırıya uğramaları gerekçesiyle o dönemin köleci egemen sınıfıyla savaşlara girilmiş, bu savaşlar içerisinde müslümanlar esir edilmiş ve köle edinilmiştir. Buna mukabil Hz. Peygamber ve sa-habe savaş koşullarındaki esirlik-kölelik ilişkisini müte-kabiliyet (karşılıklılık) esasına yönelik olarak, sadece bu meşrû savaş koşullarında uygulamıştır. İslam hukukunda dahî kölelik, sadece bu meşru savaş koşullarında müş-riklerin müslümanları esir-köle edinmesiyle birlikte mü-tekabiliyet (karşılıklılık), diğer bir deyişle ‘’mukabele-i bil misil’’ ilkesi gereğince meşru görmektedir. Oysa ki Kur’ân’da, savaş esirlerinin bile köleleştirilebileceğine yönelik hiçbir ayet yoktur.

Muhammed sûresi 4. Ayet bu konuda oldukça açıktır:

‘’Savaşta kâfirlerle karşılaştığınız zaman, hemen boyun-larını vurun. Nihayet onlara üstün geldiğiniz zaman bağı sıkı bağlayıp esir alın. Sonra harp koşulları hafifleyip sa-vaş bitince de, onları ya karşılıksız olarak ya da fidye ile salıverin. Allah’ın emri budur. Eğer Allah dileseydi, onlar-dan başka türlü de intikam alırdı. Fakat böyle olması sizi birbirinizle denemek içindir. Allah yolunda öldürülenlere gelince, Allah onların amellerini asla boşa çıkarmaz.’’

Öncelikle yukarıdaki bir tanımlamaya açıklık getirmek gerekiyor. Boyunlarını vurun (fe darber rikâb) olarak kullanılan tanımlama ‘’fe darber rikâb’’ yani ‘’boyunlarını darb edin’’ demektir. Rikab, Beled süresinde de de geçen ‘’fekku regabe’’ (kölelere özgürlük) ve kölelik olarak da kullanılan regabe (boyunduruk altındakiler) kelimesiyle aynı kökten geliyor ve kontrol etmek anlamında kulla-nılıyor. Boyunduruk altına almak gibi... Darb ise kesmek demek değil, tabiri caiz ise bu bağlamda karantina altına almak anlamındadır. Dolayısıyla boyunlarını vurun diye yapılan çevirilerde asıl vurgulanması gereken, ‘’boyun-duruk altına alın’’ şeklinde olmalıdır. Yani Kur’ân’a göre esir almak demek, etkisiz hale getirmek demektir. Onları öldürmeden, savaşmalarına engel olmak temel niyettir. Zaten ayetin devamında da, savaş bitince bir şekilde ser-best bırakın diye emrediliyor.

Bu ayetten de anlaşılacağı üzere; savaş koşullarındaki esir ve kölelik kavramı iç-içe geçmiş durumdadır. Burada meşru savaş koşullarında ‘’mütekabiliyet’’ esasına dayalı, esir-köle durumu bir mülkiyet hakkı değil, saklama ve ko-ruma hakkıdır. Hem esir olunanları, hem de esaret altın-daki müslümanları karşılıklı korumak niyeti taşımaktadır.

Page 15: Ehad mücadele

ehâd Mücadele

15Allah Ekmek Özgürlükال

Fahrettin Atar, fıkıh usulü adlı çalışmasında ne güzel de-mişti : “Müslümanlıkta köle almak köle olmaktır”.

Peki esirlerin öldürülmesi konusu ile ilgili kaynaklara ba-kacak olursak, peygamberin esir öldürdüğüne dair bilgi-ler de mevcuttur. Bunlardan biri Ukbe bin Ebu Maid’dir.

Mekke döneminde müslümanlara çok ağır işkenceler ederek ölümlerine sebep olduğu için, Bedir savaşı es-nasında esir alınmış ve sonra da asılmıştır. Bu adamın dışında Hz. Peygamber, savaş sona erince bütün esirleri serbest bırakmıştır

İkinci olarak ise Uhud savaşında esir edilen Ebu İzzer el-Cemhi’nin idamı söz konusudur. Bedir savaşında esir düşüp serbest bırakıldıktan sonra, Uhud savaşında bir kez daha müslümanlara karşı savaşırken esir düştüğün-den ötürü kendisine idam cezası uygulanmıştır.

Esirken öldürülme gerekçeleri, ancak katil olmaları veya sözünden dönerek müslümanlara karşı savaşa devam etmeleri ile ilgilidir. O dönemde müslümanların tek bir topluluk oldukları gözden kaçırılmamalıdır. Doğal ola-rak ilk dönem müslümanlık anlayışı, günümüzdeki gibi heterojen değildir. Burada müslümanlardan kasıt, aynı zamanda o dönem yurtlarından sürülen ve haksız yere öldürülen topluluklarına verilen özel bir tanımlamadır.

Son olarak, kadınların ve çocukların köle olarak alınıp–sa-tılması ya da cariyelik gibi müesseseler, ne Kur'ân'da ve Hz. Peygamber'in yaşamında bulunmamakta olduğunu belirtelim.

Câriye kavramı, egemen köleci anlayışın bir izdüşü-müdür ve maalesef saltanatçı yapının yazdığı İslam Hukuku’nda yer edinmiştir. Ayetlerde, câriye ya da köle olarak çevrilen kavram “alâ mâ meleket eymâne-hum” yani ''elinizin altındakiler'' anlamına gelmektedir. Savaş koşullarında kocaları ölmüş, destekten yoksun kalmış, kötü niyetli kimselerin kölesi ve cariyesi olabilecek in-sanlara, nafakaları (geçimlikleri) olmayanlara yardım etmek niyetiyle yapılmış bir tanımlama ve uygulamadır.

Bir hadiste de Peygamberimiz (s.a.v) ”Elinizin altın-dakilere yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin” buyurmuştur. Nitekim yine savaş bitiminde kadınlar ve çocuklar serbest bırakılmış ya da azâd edildikten sonra müslüman olanlarla kardeşlik sözleşmesi yahut Mehir hakkı tanınarak evlendirilmiş ve hep birlikte eşitlenil-miştir.

Şimdi biz de, hem Kur'ân ayetlerinden, hem de Hz. Peygamber'in uygulamalarından yola çıkarak bir yo-rumda bulunuyoruz, bugüne kadar gelerek kurumsal-laşmış mezhepler, anlayışlar da benzer ayetler ve Hz.

Peygamber'in uygulamaları üzerinden çıkarımlarda bulunuyorlar. Burada oluşan farklılık, bakış açılarıyla alâkalıdır.

Örneğin; genel ittifakla mezhepler, savaş esirini, onun öldürülmesini ya da serbest bırakılmasını karşılıklılık esasına dayandırırken, bir de bunun yanına Emir’in kararını da prensip olarak koymaktadır. Yani bir esirin öldürülmesi nihai olarak en tepedeki karar sahibine, gü-nümüzde devlet otoritesine, Işid ve benzeri oluşumlar açısından ise Halifeye bağlanmıştır. İşte bu yorumların esasını teşkil eden şey Kur’an ve Sünnet değil, Egemen devlet anlayışıdır.

Burada amaç, İslâmi ve Peygamberî duruştan ziyâde, otoritenin devamlılığıdır. Burada Melîk, kendini Allah yerine koyarak, O'nun adına O'na ait olmayan bir uy-gulamaya kalkışmaktadır. İşte bunun adı Şirk’tir. Bu maalesef, çok temel îtikâdî bir mesele olmasına karşın özellikle es geçilmiş ve otoriteyi meşru gören din anla-yışları, Ebu Hanife örneğinde olduğu gibi birçok otori-tenin dışında yorum yapan insanları ya da toplulukları yok etmiştir.

Şimdi eğer emir ya da halife “Müslümanların huzu-ru için bir islam devletine ihtiyaç vardır, onun için de çevrenizde halifeye biat etmeyen her kim varsa bilin ki onlar müslüman değildir ve onları bulduğunuz yer-de öldürün, boğazlarını keserek etrafa korku salın, ka-dınlarını ve çocuklarını pazarlarda köle olarak satın, istediğiniz zaman da onlardan istifade edin’’ derse, mezhepler açısından buna hayır demek imkânsız hâle gelmektedir. Çünkü bu fikre uygun yorumlar, ne yazık ki tarihsel olarak da kendine dayanak bulabileceklerdir. Çünkü din Nemrud’dan, Firavun’dan İmparatorluk’tan, Melîk’lerden, Devlet’lerden beri hep egemenlerin çıkar-ları için kullanılmıştır. Peygamberler zaman zaman bu-nun önüne geçebilmiş ama bu sefer de dinin içerisinde onların anladığı anlamıyla yer almayan dayanaklarla, bu egemenlik yeniden türetilmiştir.

İşte bu yüzdendir ki; Allah’ı, Kur’an’ı, Peygamber’i ve tabi İslâm’ı anlamak için salt bilgi yeterli değildir. Bu bilgiyi anlamlı kılacak olan asıl anahtar, bu bilgileri bir bilince dönüştürecek Bakış Açısı’dır. Tabi ki zaman za-man bilgi de çarpıtılmıştır ama o bilgileri de çarpıtan, tarihi kendi çıkarların uygun olarak yazan ve yansıtan mülkiyetçi egemen sınıflardır. İşimiz zor ve yolumuz uzun, bunun farkındayız. Ama kendimiz başta olmak üzere herkesten ricâmız, ortak akılla, hezeyanlara kapıl-madan, bagajımızda yer alan bilgilerin dayattığı yanlış-lıklara düşmeden, gerçekten anlamaya çalışarak, sabır ve sakinlikle meseleleri ele almayı bir alışkanlık haline getirebilmemizdir.

Page 16: Ehad mücadele

ehâd mücadele

16 Allah Ekmek Özgürlük ال

Yeryüzündeki tüm tarihsel süreç “güç/iktidar, ezen/ezilen” çizgisinde devam etmiş ve etmektedir. Mülkü ve otoriteyi elinde bulundurup, bunları halk üzerinde

tahakküm aracı haline getiren kişi ve kurumlar ‘ezen sınıf’ı açığa çıkarmıştır. Dolayısıyla ezen sınıf “mülk ve otoriteyi’’ ele geçirerek yeryüzündeki tüm nimetlerin sahibi konu-munda kendisini gösterir. Buna karşı olan her teorik ve pra-tik hareketi ise ya dönüştürür ya yok eder.

Kur’an’ın tarihsel yaklaşımlarına ilişkin kıssalarına göz attı-ğımız zaman temel bilinç; ‘’ mülk ve otoritenin kime ait ol-duğu, kim tarafından ve nasıl kullanacağına ilişkin’’ öğütler üzerine kurulduğunu görürüz. Habil/Kabil, Karun, Salih’in devesi, Firavun ve Nemrud kıssaları bu minvalde bizlere yol gösteren kıssalardır. Bunlardan ,Nemrud ve İbrahim arasın-da geçen kıssa, tarihsel anlamda iktidarın biçimini, mülk ve serveti ele geçirenin tahakkümü ve buna karşı olanların al-dığı tutum ve eylemliliklerini bizlere anlatır.

Babil İmparatoru Nemrud döneminde, çok katlı kuleler inşa edilirdi. Bu kulelerde dönemin güç ve servet sahibi hüküm-darları yaşarlar ve her katında kendi zevk sefalarına uygun ortamlar hazırlanırdı. Halklar o hükümdarlar için çalışır, bü-tün nimetler Babil kulesinde toplanır, yöneticiler o nimet-leri kendi aralarında yerlerlerdi. Nemrud döneminde böy-le bir düzen oluşmuştu. ‘Mülk ve otorite’ belirli kitlelerin elinde birikmiş, hiyerarşik bir yapı kurularak ‘ezilen sınıf’ın açığa çıkmasına yol açmıştır. Oysa Kuran’da Nemrud’un ve Nemrud’dan yola çıkarak tüm iktidarların kurduğu bu dü-zene karşı gelinmiştir. Hz.İbrahim, Allah’ın emriyle birlikte bu zenginlik, zorbalık, sefa düşkünü anlayışın simgesi olan

Babil kulesinin karşısına Kabe’yi inşa etti. Tek katlı, her tarafı açık, dikey değil yatay bir şekilde inşa edilen Kabe, sınırsız ve sınıfsızlığı yani halkların birliğini, eşitliğini ve dayanışma-sını temsil ediyordu. Kabe’nin sahibi hükümdarlar değil bü-tün halklardı. Böylece tevhid mücadelesi baş gösteriyor ve şirk düzenine karşı üstün geliyordu. Böylelikle, Nemrud’un babil kulelerine karşı İbrahim’in Kabe’si; sınıf mücadelesini, güç/iktidar ilişkisi ve buna karşı “La ilahe illallah” (Allah’tan başka tanrı/otorite yoktur) ve Leh-ül Mülk ( Mülk Allah’ındır) ayetlerindeki bilinç ile bizlere mücadeleyi gösteriyordu.

Bu bilgilerden yola çıkarak, günümüz şirk dini olan Kapi-talizm ve onun araçları konumunda olan siyasal iktidarlara yönelik daha net açıklamalar getirebiliriz. Öyle ki AKP ik-tidarının özellikle 2007 sonrası otoritesi ve Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı süreçlerini, güç ve otorite is-tenciyle açıklayabiliriz. Alak suresi 6-7. Ayette “Hayır, mu-hakkak ki insan kendini müstağni sayarak azar.” der. İşte bu ayetten yola çıkarak Nemrud’dan bugüne kadar tüm iktidar-ların bu tağut düzeni içinde yer aldığını söyleyebiliriz.

Cumhurbaşkanlığı konutu için ‘Aksaray’ inşa ettiren gü-nümüz tağutu, Hz. İbrahim’i bir kenera bırakıp, Nemrud’a heves edip, Kabe’yi yok sayarak ‘Ak Saray’a secde etti! Ezilenlerin sesi olarak ortaya çıkanlar yaptıkları saraylar ile Allah’ın mülkü ve otoritesini sahiplendiler ve kendilerini yeryüzünün Tanrıları ilan ettiler. Göklerde ve yerlerde mül-kün ve otoritenin tek sahibi Allah’tır deyip ‘Aksaray’lardan halka seslenerek Allah’ın ayetlerine ihanet ettiler…

Mal, mülk, servet ile var olacaklarını düşünenler, “Allah, rızıkta kiminizi kiminizden üstün kıldı. Rızıkta üstün kılı-nanlar, ellerinin altında bulunanlara kendi rızıklarını verip de hepsi rızıkta eşit olmuyorlar. Allâh’ın nimetini mi inkâr ediyorlar?” diye adeta hesap soran Kur’an’a sırt çevirdiler.

NEREDE OLURSANIZ OLUN ÖLÜM, SİZİ YAKALAYACAKTIR

“...Titizlikle korunan muhteşem saraylarda olsanız bile...”

BABİL KULESİ’NDEN, ‘’AKSARAY’’A

Muhammed Sağlam

Page 17: Ehad mücadele

ehâd Mücadele

17Allah Ekmek Özgürlükال

Oysa Firavun da Allah’a inanıyordu lakin en büyük problem mülk ve otorite sahibi olmak ve bunun getirdiği kibirdi! Onların gücüne, iktidarına, mülkünden daha yüce ve hepsi-nin sahibi olan bir varlığı kabul edemiyorlardı, kibirleniyor-lardı’! Tıpkı yeryüzünde güç ve iktidar sahibi olan iktidar-lar gibi… Allah diyorlar, Peygamber diyorlar, namaz kılıp,

oruç tutuyorlar, peki o zaman soruyoruz: Saraylar yaparak, lüks sofralarda oturarak, senden olmayana tahakküm kura-rak, yetimin rızkını engelleyerek Müslüman olunur mu? Siz Nemrud’un Babil kulelerine mi secde ediyorsunuz yoksa İbrahim’in taşlarını dizdiği Kabe’sine mi?Oysa Allah bize demiyor mu...

‘’Yeryüzünde sabit dağlar var etti. Orasını bereketlendirdi. İhtiyacı olanlar için eşitçe rızık ve rızık kaynakları var etti.” Fussilet 10

“Ve o sarp yokuşun ne olduğunu sana ne bildirdi? Köle-yi özgürleştirmektir. veya salgın bir kıtlık gününde yakın-da bulunan bir yetime veya topraklara düşmüş; sürünen yoksula, işsize yemek yedirmektir. Sonra da iman edip de sabrı tavsiyeleşenlerden ve merhameti tavsiyeleşenlerden olmaktır.” Beled 12- 17

“O mallar zenginler arasında dönüp dolaşan bir devlete dönüşmesin.”(Haşr 7)

Anaakım İslamcılık bu ayetleri anlayamadı ve bizleri saray-larda yazılmış din anlayışına hapsetti. Kendileri ise yeryü-zündeki mülk ve otoriteyi ele geçirmek isteyerek, Allah’ın nimetlerini biriktirip, bunlarla ‘güç’ oluşturdu. Oysa bizler Muaviye’nin sarayına dayanan Ebuzer gibi olmalıyız. Öyle bir Müslüman bilinç doğacak ki günümüz tağutunun sarayı-na giderek, “Bu sarayı kendi paranla yaptırdıysa israftır yok eğer devletin parasıyla yaptırdıysan ihanettir” diyecektir. Ve o Müslümanlar; günümüz modern putları olan kapitalizmin tüm araçlarını İbrahim’in baltası ile yıkacaktır. “Ezilenleri yeryüzünde önderler kılmak istiyoruz” diyen Kur’an’ın sa-vunuculuğunu yapıp, 10 küsür yıldır Nemrutluk taslayarak, sermayeye hizmet eden muktedire karşı ‘kıyam’a duracak bir Müslüman bilinç yetişecektir.

İnsanların Hz Musa'ya: “Evet Musa sen haklısın ama Firavun sayesinde karnımız doyuyor” dediği zamanı yaşıyoruz. Bu

insanların çürümeye yüz tuttuğu bu zamanda, ال (La) diye haykırarak, tefeci bezirganlara “dur bakalım, senden büyük Allah var” demesiyle başlıyor İbrahimi mücadele… Kapita-lizm ve onun iktidarlarına karşı tevhidî mücadele ile hare-ket etmeliyiz. Tevhidî bilinç ise; Mülkün ve otoritenin or-taklaşması ile, Babil kulesinin hiyerarşisine karşı, Kabe'nin yatay eşitliğinin savunulması ile olur. Firavun yerin,göğün ve bu ikisi arasındakilerin Rabbi olan Allah’ı gökyüzüne hapsetmiş,yeryüzünde ise rızık kaynaklarını elinde tutarak şirke düşmüştür. Bunu bugün yapan ise kapitalizm ve ikti-darlarıdır. Kapitalizm mülkün ve otoritenin Allah’a ait oldu-ğu bilincini eritip, üretim araçlarını elinde tutup çoğunluğu köleleştirerek sürekli tüketim arzusu ile insanı kendisine yabancılaştırıp, Allah'ı da camiye hapsetmiştir. Bizler ise Allah’ı hayatın her alanında var kılmak için mücadele etme-liyiz.

“Ey Rabbimiz, bizi Sana teslim olanlardan kıl ve bizim soyu-muzdan Sana teslim olacak bir topluluk çıkar, bize ibadet yollarını göster ve tevbemizi kabul et: Şüphesiz yalnız Sen-sin tevbeleri kabul eden, rahmet dağıtan!” Bakara 128

NEREDE OLURSANIZ OLUN ÖLÜM, SİZİ YAKALAYACAKTIR

“...Titizlikle korunan muhteşem saraylarda olsanız bile...”

Ölümlerin, sömürünün, riyanın, namussuzluğun hesabı gibi zorla çektirdiğin bu fotoğrafın da hesabı sorulur elbet.

“Hamd, âlemlerin Rabb’ine mahsustur... Yalnız sana boyun eğer, yalnız senden medet umarız.”

Fatiha 1,4

Page 18: Ehad mücadele

ehâd mücadele

18 Allah Ekmek Özgürlük ال

Bu Recep Başka Recep Sefa Genç

Anadolunun kurak topraklarından, arkasında bir eş bir evlat bırakıp sezonluk işçi olarak gurbet ele düşen

bir adamla tanıştım geçenlerde. Niğde'den Uşak'a oradan Ankara'ya ve son durak olarak da Sakarya'ya uğrayan bir ko-şuşturmanın yorgun emekçisiydi. İşi benim palyaçoluğa ben-zettiğim, güler yüz mecburiyeti olan ve insanların yalnızca keyif için uğradığı bir dondurmacı dükkanını çalıştırmak. Bi-raz lezzet biraz da serinleme amacıyla soluğu aldığımız don-durmacı dükkanının nasıl bir emek sömürüsü barındırdığını gözden kaçırıyor olmak pek olası bir durum. Semtin belki de en işlek dükkanın da sabah saat dokuz buçuktan gece bire kadar tek başına çalışan bir adam Recep Abi. Geceleri de gündüz satacağı dondurmayı yapmak zorunda olan bir usta. Özlemini çektiği çocuğu henüz bu yorucu koşuşturmanın tahribatını anlayamayacak kadar küçükmüş.

Yılın yaz mevsimine denk gelen yarı kısmında dondurmacı-lık yapıp geri kalan üç dört aylık kısımda ise memleketinde başka işlerle meşgul olan gurbetçi abi her defasında bu işten bıktığını söylüyor. Haftanın yedi günü, sabah dokuzdan gece bire tezgah başında olan, gece de dondurma yapma telaşın-daki birinin bu serzenişi pek doğal bir durum. Üstüne üstlük tatilsiz, dinlenmeksizin geçen 6-7 aylık zaman zarfında bu tempo oldukça yoğun bir şekilde devamlı yaşanıyor. Patro-nun günlük 5 ila 6 bin lira civarında kazanç sağladığı dük-kanda Recep abi sigortasız çalışıyor. Ona bu durumu sordu-ğumda sezonluk anlaşmanın gereği bu diyor; başka çaresi olmadığını belirterek. Dükkanın bütün yükünü çeken emekçi abim kendisinin ve kendi gibi diğer üç şubede çalışan ar-kadaşlarının nasıl kullanıldığının farkında. Çoğu sohbetimiz onun bu çalışma şartlarından haklı itirazlarını dile getirerek şikayet etmesi ile geçiyor. Patronunun beş vakit namaz kıl-dığını ve müslümanlığı da kimseye bırakmadığını da ekliyor her defasında. Çünkü bir tarafta yüz yıllar öncesinin sömürge şartlarıyla çalıştırılan işçiler diğer tarafta hak ve adalete en büyük önemin verildiği İslam dini var. Bu ikisi nasıl olur da bir araya gelebilir? Tezgah başındaki Recep abiye “Sen ve se-nin gibi ustaların emeği ve alınteri olmasa o patron acından ölür” dediğimde; "Bunu patron da biliyor ama adam rahat çünkü istediğim şartlarda çalışmazsa başka adam bulurum onu çalıştırırım diyor" “Abi işin belki de kötü tarafı” diyorum “hadi sen kendini idare ettin burada çoluğun çocuğun hasta olsa nasıl hastaneye gidecek, sen burada onlar orada sigorta-sız bir başına” Susuyor... Nereye gitse aşağı yukarı aynı şart-lar söz konusu, bunu biliyor. Ben de zihnimin bir yerlerinde onunla birlikte bir çözüm aramaya, bir çıkar yol bulmaya gayret ediyorum. Daha önce Sincan da kendi dükkanını işlet-tiğini çalışıp kazandığını söylüyor bu sırada. Onun da ayrı bir zorluğu var diyor. O konuşurken jestlerini takip ediyorum, bütün dikkatim, algım üzerinde. Avcunun parmaklarına ya-kın yerinde bir lira büyüklüğünde bir iz görüyorum. Bir karar-tı gibi, oldukça dikkatimi çekiyor daha önce farketmediğim

bu iz. Gördüğümü farkedince refleksle saklıyıveriyor avcunu. Anlatmakta olduğu şeylerin aksine sıcak bir gülümseme var yüzünde, o gülümsemeyi ön plana çıkartarak kapıyor avcu-nu. Bir nasır olabileceği aklımın ucundan bile geçmiyor. Ne inşaattayım ne demir atölyesinde bir dondurmacı dükkanın-da avuç içinde nasırın ne işi olabilir ki. "Nedir abi ne oldu av-cuna?" diye soruyorum. Dondurma verirken kullandığı demir kaşığı gösteriyor yalnızca. Emeğin ve emekçinin her alanda tek bir vücut oluşu, aynı kaderi paylaşması böylesine açık se-çik beliriyor gözlerimin önünde. “Burada bir kasaba varmış oradakiler çok soruyor orda da bir şube var mı? Olsa çok iyi olur diyorlar sen biliyor musun orayı" diye sordu. Bilmem mi abi dedim; yalnız, orası iyidir hoştur ama açacağın bir dük-kanı döndürecek kapasitede değil filancı ilçe tatil beldesidir oraya tatilciler gelir hem de iyi iş olur diyorum iyi niyetimle ve ne ile karşılaşacağımı bilmeden.

Sonra anlatacaklarımı yani Recep abinin cevabını, bana ne kitaplar verdi ne de bir başkası. Bunu yazmak için niyetlen-diğimde bile, içimi karşılaştığım erdemin coşkun çağlayan-larından taşan bir seli dolduruyor sanki. Tatil beldesinden kendisine bahsettiğimde gözlerimin içine baktı "Ben, dedi, Ankara'da 5 yıl dükkan işlettim. Sonra bu yüzden olacak ki iş yürümedi. Şimdi bahsettiğin yer tatil beldesi orada elbet yerleşmiş bir dondurmacı vardır. bu halde bu iş nasıl olur?” dedi. “Nedir abi tereddüdün?” dedim. Oldukça merak etmiş-tim, işi böylesine bilen ve kendinden emin bir adamın te-reddüdünün ne olduğunu. "Bak kardeşim, diyor. Şimdi adam oraya tezgahını kurmuş bende gideceğim o adamın ekmek yediği çarşıya dükkan açacağım. Onun müşterisi bana gele-cek olur mu şimdi bu iş? Adamı ekmeğinden rızkından ede-ceğim diyor ve ekliyor; tabiki herkes kendi rızkını nasibini yer ama ben o adamın müşterisini aldığımda o bundan et-kilenmeyecek mi?” Hayretle dinliyorum birbiri ardına gelen insanlığın muhtaç olduğu cümleleri. "Babam" diyor. "Duysa bunu, yani şurada bir dondurmacı varken benim de kalkıp onun karşısına dükkan açtığımı gelir bana -Utanmıyor musun sen insanların rızkıyla oynamaya, ayıp değil mi? Allah bun-dan razı olur mu?- der. Vallahi kardeşim gelse iki tokat vur-sa daha az zoruma gider. Biz böyle gördük." diyor. “Abi ne diyeceğimi bilemiyorum” diyorum. Boğazım düğümleniyor. Bileniyorum... İki çocuğuna karısına hasret, gurbette perişan bir vaziyette çalışan, sigortasız bir mevsimlik işçinin yüre-ğinde barındırdığı erdem, dünyanın bütün servet tepelerini yerle bir edebilecek, onları pul kadar değersiz kılabilecek bir ziynete, şerefe ve güce sahip. Dünyanın hiçbir üniversitesin-de alamayacağım dersi bana ilkokul mezunu bir emekçinin verebileceğine inanıyordum ve buna şahit oldum. Kariyerci-liğin ve serbest piyasa ekonomisi safsatalarının bize bütün güçleriyle dayatmak istediği rekabetçiğili, en zor şartlar al-tında dahi elinin tersiyle iten duru bir erdem sahibi olmak...

Beş vakit namaz kılan, kıldığını zanneden zalimlere ve dün-yanın hırs peşindeki bütün mütekebbirlerine inat atadan dededen peygamberlerden aldığı kadim reçete ile hareket edebilen bu iradeye binlerce selam olsun.

Page 19: Ehad mücadele

ehâd Mücadele

19Allah Ekmek Özgürlükال

Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı okullarda okuyan öğrenci-lerin, kılık ve kıyafetlerine dair yönetmelikte değişiklik

yapılması ve “başı açık” ibaresinin kaldırılması, kamuoyun-da tartışmaları da beraberinde getirdi.

Anti-Kapitalist Müslümanlar olarak, bu konuyu kendi bakış açımızla ele almaya çalışacağız.

Çocukların öteki ile ilk sosyalleşme deneyimi sokakta başlar ve ardından okul hayatıyla devam eder. Tektipleştirmenin olmadığı ortamlarda çocuklar; farklı dinden, farklı dilden, farklı ırktan diğer çocuklarla bir araya gelirler, tanışırlar, kaynaşırlar ve birbirlerinin farklılıklarını tanır ve herhangi bir dayatmaya maruz kalmazlarsa zaman içerisinde kabul ederler. Okul da bunların araçlarından birisidir. Ancak Türkiye’de Kemalist ideolojinin dayatmış olduğu Tevhidi Tedrisat Kanunu gereği, okullarda tek tip vatandaşlar yetiş-tirme anlayışıyla birlikte, zamanla tüm farklılıklar görmez-den gelindi. Kılık kıyafete varıncaya kadar her şey yasalarla devlet eliyle belirlendi ve insanlar belirli bir kalıba sokul-mak istendi. Bu çocuklar hayatlarının ilerleyen safhalarında, özellikle üniversite ve çalışma ortamında bu farklılıklarla yeniden karşılaştıklarında, devlet eliyle yaratılmış tek tip modelin dışında kalan herkesi “yabancı” olarak, değerlen-dirdiler. Birbirine yabancılaşan her öteki, kendi istediği gibi yaşayabileceği kendi sosyal ortamını, kendi haklarını savu-nan siyasi partilerini ve sivil toplum kuruluşlarını oluşturdu. Dolayısıyla bu şekilde kamplaşmanın önü açılmış, farklılık-ların bir arada yaşayabileceği bir barış ve huzur ortamının da önüne geçilmiş oldu.

Bugüne kadar bize, “ideal” öğrenci tipi olarak sunulan “başı açık” ve tektip üniformalı öğrenci tipi, aslında hepimize devlet eliyle dayatılmış ve bunun doğal olduğuna inandı-rılmıştır. Oysa bizce doğal olan; tüm farklılıkların bir arada eğitim sürecine ve yaşama dahil olabilmesi, doğal olmayan ise; tek tip bir modelin idealize edilerek halklara dayatıl-masıdır.

İnanalım ya da inanmayalım, başörtüsü bu topraklarda ge-niş kesimler tarafından benimsenen ve yaşanmak istenen bir değerdir. Halkın değerlerinin bir otoritenin elinde kullanılır hale gelmesi bizi, bu değeri benimsemiş insanları ve onla-rın sorunlarını görmezden gelmeye, hatta o insanları mevcut otorite üzerinden yaftalamaya itmemelidir. Eğer değerlerini yaşamak isteyen insanlara bu alan açılmazsa ve o insanlar de-ğerleri üzerinden ötekileştirilirlerse, bu değerler üzerinden çıkar elde eden siyasilerin kucağına da itilmiş olurlar. Bugün

başörtüsünün bir siyasi otorite tarafından propaganda aracı haline getirilmesinin en büyük sebebinin, daha önce başka siyasi çevreler tarafından anti-propaganda aracı olarak kulla-nılmış olması olduğunu asla unutmamalıyız.

Elbette her aile çocuğunu dilediği gibi yetiştirmek isteye-cektir. Ve bunu yaparken elbette her zaman doğru olan tercihi yapmayabilir. Fakat objektif olmak gerekirse, ilko-kul çağındaki bir çocuğa her ne giydirirseniz giydirin, bu ya ailenin dayatmasıyla olacaktır, yahut ona etrafında ya da medyada rol-model teşkil eden bireylerin örnekliliğiyle ola-caktır. Keza bu ideolojik ve inançsal düzlemde de büyük çoğunlukla böyledir. Çünkü otorite ilk olarak ailede başlar ve kabul edelim ya da etmeyelim kınadığımız bu davra-nışların çoğunu, hangi farkındalık düzeyinde olduğumuz düşünsek de, çocuklarımıza zaman zaman belirli dozlar-da yapıyoruz. Burada bizim asıl duyarlı olmamız gereken nokta; devletin, örtünmüş olsa da, dövme yaptırıp piercing takmış olsa da bireylere bu özgürlük alanını, gerekirse yasal güvencelerle sağlamış olup olmadığıdır. Asıl sorgulanması gereken de, devleti ve kitle iletişim araçlarını tekellerinde bulunduran egemenlerin, gerek moda programlarıyla, ge-rekse dini içerikli programlarla, topluma yaptıkları bu da-yatmaların önüne geçmektir.

Burada eleştirilmesi gereken en önemli konulardan birisi de, din dersinin ve imam hatip okullarının iktidar eliyle bü-tün toplumlara dayatılmak istenmesidir. Bu tam da Kemalist ideolojinin yaptığı dayatmaya benzer bir dayatmadır ve asıl tehlikeli olan budur. Devletin görevi, topluma dini ya da be-lirli bir ideolojiyi dayatmak değildir. Bunu bireyler ve içinde yaşadıkları toplumlar özgür bırakıldıklarında, kendi içlerin-de mutlaka hakkaniyetli bir biçimde formüle edecektir.

Öyleyse bize düşen; gelişme süreci içerisindeki bireylerin nasıl giyineceğini siyasi bir çatışma unsuru olarak görmek-ten vazgeçmektir. Birey uygun görürse bu çatışmayı, ge-rektiğinde hem ailesiyle hem toplumla yapacaktır. Aslında ticari ve siyasi bir metaya dönüştürülmediğinde, halkların kendi içlerinde yüzyıllardır bu ve buna benzer sorunları ga-yet güzel çözdüklerini, en azından değerlerini bir dayatma aracı yapmadıklarını düşünüyoruz.

Bu ülkede siyasi otoritelerin, farklılıkları çatıştırarak var ola-bildiklerini göz önünde bulundurduğumuzda, geldiğimiz noktada bu oyunu bozmanın ya da sürdürmenin bizim eli-mizde olduğunu unutmamalıyız. Bu toplumda farklı halkla-rın, farklı yaşam biçimlerinin, farklı inançların ya da inanç-sızlıkların kardeşçe yaşayabilmesi gerektiğine inanıyorsak ve bu inancımızda samimiysek; çocuklarımızın ilköğretim döneminden itibaren o toplumun tüm farklılıklarıyla tanış-masına vesile olarak siyasilerin kamplaştırıcı politikalarının tuzağına düşmelerinin önüne geçebiliriz.

Başörtüsü Serbestisine Dair

Page 20: Ehad mücadele

ehâd mücadele

20 Allah Ekmek Özgürlük ال

Kobanê Ne Bexwedıye..!

Ortadoğu bölgesi insanlık tarihi boyunca, iktidar ve mülkiyet savaşlarının beşiği konumundadır. Binler-ce yıldır süregelen bu iktidar yapılanmaları, aynı

zamanda, ezilenlerin bu yapılanmalara karşı devrimci mü-cadelelerinin de tarihsel kökenini oluşturmaktadır.

Günümüzde de, bu karşılıklı çatışma halleri süregelmek-tedir. Ortadoğu tarihin boyunca, kendisini yerin ve göğün mutlak tanrısı sayanlardan, sadece yeryüzünün tanrısı ya da tanrının yeryüzündeki temsilcisi olduğunu ilan eden; Nem-rutlar, Firavunlar, İmparatorlar, Padişahlar ve Krallara varın-caya dek, halklara büyük zulümler yapan otoriteler tanıklık ettik, duyduk okuduk. Bunların sonrasında türeyen Kapita-lizm ve Ulus-Devletler aşamasında ise, Emperyalist küresel güçler bu zulümlerin esasını oluşturmaktadır.

Avrupa ve Ortadoğu’daki büyük imparatorlukların tasfiye-si ile birlikte, kurtuluş mücadeleleri baş göstermiş, Batı-Avrupa’da gelişen ulus-devlet mantığına paralel olarak; bazen “batıya karşı” bazen de batının yönlendirmesiyle ulus-devletler kurulmuştur.

Açığa çıkan bu ulus-devletler, üniter bir yapı arzettiklerin-den ötürü, çoğu zaman farklı halkların kimliklerini asimile etmiş ya da onları yok etmeye çalışmıştır. Bu asimilasyona uğrayan halkların başında da Kürtler gelmektedir.

Kürt halkı; Suriye, İran, Irak ve Türkiye gibi üniter ulus-dev-letlerin çatısı altında, bir kimlik ve var olma mücadelesi ver-mektedirler. Bu mücadelenin temelini, içinde bulundukları ulus-devlet yapılarının kendilerini temsil etmemeleri ya da temsil imkanı tanımamaları oluşturmaktadır.

Emperyalistler ise Ortadoğu’da, tüm halkların kimliklerinin ifade edilebileceği bir devlet yapısını değil, kendi çıkarla-rına hizmet edecek devlet yapılarını öncelemişlerdir. Her ne kadar Ortadoğu’ya müdahalelerini “demokrasi” gerek-çesiyle yapmış olsalar da, bölgedeki en büyük müttefikleri “demokrasi”den nasibini hiç almamış olan, Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri gibi krallıklardır.

Ulus-devletler 100 yıllık pratiklerinde göstermişlerdir ki; sözde ulusal yapıyı korumak için, iç tehdit olarak gördük-leri tüm dinamiklere saldırı ve dış tehditlere karşı da bir savunma refleksi geliştirmişlerdir. İç tehditlere saldırırken, dış tehdidin iç unsurları ‘’kaşıdığına’’ dair gerekçeler dillen-dirilmiştir.

Öncelikle şunu ortaya koymamız gerekir: Anti-Kapitalist Müslümanlar olarak biz; halklara giydirilmiş deli gömlekleri olduğunu düşündüğümüz ulus-devlet dayatmasını redde-diyoruz. Bu mantığın mutlak suretle tartışılmaya açılması

gerektiğini düşünüyoruz. Üstelik, ulus-devlet yapısının, Emperyalistlerin bölgeye müdahalesinin meşrulaştırıcı bir aracı olduğunu düşünüyoruz.

Örneğin Saddam Hüseyin döneminde, Irak kendi içindeki halklara büyük zulümler üretirken, güçlü bir ulus-devlet ideali vardı. İran’a karşı, Emperyalistlerin çıkarları doğrul-tusunda savaşırken de, ulus-devlet anlayışını küresel öl-çekte kabul ettirme derdindeydi. Bu ulus-devleti bağım-sızlaştırmaya çalışınca da, örneğin artık petrol ticaretini dolar üzerinden yapmayacağını açıkladığında, bu durum Abd’nin tepkisini çekti ve Emperyalizm bu sefer 11 Eylül’ü ve Saddam’ın bölge halklarına uyguladığı zalim politikaları bahane ederek “demokrasi getiriyoruz” adı altında saldırıla-rını meşrulaştırma çabasına girdi. Bu müdahale, çoğunluğu sünnî olmak üzere yaklaşık 3 milyon insanın ölümüne sebe-biyet verdi. Neticede Saddam devrildi ama geriye koskoca bir kaos ortamı kaldı. İşte bu kaos ortamı içerisinde; Işid gibi selefi gruplar, kendilerine uygun ortamı bulmuş oldu-lar. Bu uygun ortamda silahlanacak ve örgütlenecek koşul-ları da bulan Işid, Emperyalistlerin de çıkarlarına ters düş-meden bir yol haritası çizip, Irak’tan başlayarak Suriye’yi de içine alacak şekilde, bölge halklarına Selefî bir devlet dayatmasında bulunmaya başladı.

Işid, îtikadî olarak aynı temele dayandığı El-Kaide’den pratikte ayrıldı ve devlet idealine yöneldi. Tarihsel olarak beslendiği köklere de başvurarak, kafasındaki din algısına uygun gerekçelerle bu idealizmini meşrulaştırdı ve kendisi gibi düşünmeyen bütün unsurlara karşı en acımasız yön-temlerle onları alaşağı etti ve etmeye de devam ediyor. Otorite boşluğundan istifade ederek, en zayıf halkaları şid-det yoluyla etkisiz hale getirmeye çalıştı ve çalışıyor. Müs-lümanların belki de üzerinde en az düşündüğü ve Kur’anî anlamda bir ideale ulaştıramadığı bir konu olan Halifelik kavramı üzerinden, deyim yerindeyse müslüman halkların tepkilerini en aza indirmeye çalışıyor. Vahyî ve Peygamberî perspektifte İslâmı ele aldığımızda, bizim inancımız ve dü-şüncemiz odur ki; Allah “Kureyşli” bir tek insanı değil, tüm insanığı halife olarak atamıştır.

Bizce tartışılmaya açılması gereken ikinci bir konu da; özelde müslümanlar genelde tüm bölge halkları açısından,

Page 21: Ehad mücadele

ehâd Mücadele

21Allah Ekmek Özgürlükال

halifeliğin yani yönetimin nasıl olması gerektiğidir. Halife-lik konusunda Müslümanlar, mutlaka bir karar vermelidir. Yönetim, teorik ve pratik olarak, tüm unsurların özne kabul edildiği Medine Toplum Sözleşmesi ile oluşturulan toplum yapısı gibi mi olacak; yoksa bir kişide toplanıp, tüm halklara zulüm doğuran Emevi Saltanatı gibi mi olacak? Yani Müslü-manların karar vermesi gereken temel husus, Hz Peygam-ber (S.A.V) gibi mi davranacağız, yoksa Muaviye ve Yezid gibi mi?

Tarihsel süreç ve o dönemin pratikleri bize şunu net bir şekilde gösteriyor ki; tıpkı Medine’de kurulan toplum ya-pısı gibi, Mülkün ve Otorite’nin tüm inanç grupları, etnik kökenler ve kişiler arasında ortaklaşıldığı koşullarda barış sağlanabiliyor. Yani Sınıfsız ve Sınırsız bir Barış Yurdu olan Darüsselam ideali ancak, Adalet ve Eşitlik temelinde inşa edilen ve hiyerarşinin olmadığı toplum yapılarında müm-kün olabiliyor.

Işid ve benzeri örgütlenmelerin kendilerine belirledikler ideal ve esas aldığı yöntem ise, Emevi saltanatı ve ondan neş’et eden tüm sultanlık ve imparatorluk deneyimleridir. Müslümanlar mutlak surette bu tarihsel gerçekliklerle yüz-leşmelidir. Çünkü Emevilerin yönetim anlayışlarının tarihsel kökenleri, Nemrudlara, Firavunlara dayanmaktadır. Tek bir kişinin, ulusun ya da sınıfın hâkim olduğu yönetimsel an-layış, modern dönemlerde de varlığını sürdürmektedir. Bu bazen küresel güçler bazen de ulus-devletler olarak karşı-mıza çıkmaktadır.

İşte bu konjonktürde ulus-devletler, kendi sınırlarını koru-manın dışında bir hareketlilik arz etmezken, çaresiz ve yur-dundan kovulmuş halklar adına Kürtler, Işid’e karşı yapayal-nız mücadele vermek durumunda kalmaktadır.

Elbette Emperyalistler bu durumda da boş durmuyorlar. Gene “demokrasi” adına ve “zorbalığa karşı” bölgeye mü-dahale etmenin yollarını arıyorlar. Bölgede dinamik unsur olan Kürt Halkı ile işbirliği yoluna girmeye çalışıyorlar. Tür-kiye gibi bölge ülkelerini de, çıkan ve daha da çıkacak olan faturanın bedelini ödemesi için savaşa teşvik ediyorlar.

Bölge halklarının tüm unsurların özne kabul edildiği ortak bir sözleşme etrafında buluşması gerektiği gerçeğiyle kar-

şı karşıyayız. Elbette bu ideali günümüz konjonktüründe hayata geçirmek çok zor görünse de, bu ideal sözleşme modeli çerçevesinde günümüz koşullarına göre tavır alış-larımızı berraklaştırmak gerektiği inancındayız. Çok zor bir sarmalın içinde bulunduğumuzun farkındayız. Anti-Kapi-talist Müslümanlar olarak; Kur’an’a ve peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V) başta olmak üzere, tüm peygamberle-rin egemen sınıflara karşı verdiği mücadeleye güvenimiz ve imanımız tamdır. Şunu herkes bilmelidir ki, cihadı meşru kılan gerekçe bir devlet ideali değildir. Cihadı meşru kılan gerekçe, Cenâb-ı Allah’ın Nisa Suresi’nde buyurduğu üzere:

‘’Size ne oluyor ki Allah yolunda savaşmıyorsunuz ? Oysa çaresiz erkekler, kadınlar ve çocuklar, 'Ey Rabbimiz! Ahalisi zalim olan bu beldeden bizi çıkar. Bize yüce katından bir dost gönder; yüce katından bir yardımcı gönder' diye dua edip duruyorlar.’’(Nisa 75) ayetidir.

Anti-Kapitalist Müslümanlar olarak; temel önceliğimizin, yurtlarından kovulan ya da zulüm gören Ezidi, Nusayri, Kürt, Türkmen, Arap ve dahî tüm mazlum halklar için da-yanışma ve mücadele halinde olmaktır. Etnik ve inançsal gerekçelerle halkları birbirine kırdıran emperyalist güçlere ve onların zulümleri üzerinden mazlum halklara karşı zul-metme meşruluğu kendinde gören Işid gibi canî unsurlara karşı, tüm mazlum halklar ortak mücadele alanlarını oluş-turmalıdır.

Bu minvalde, Kobani’de direnen ve canları pahasına müca-dele eden herkesi, Allah’ın selamıyla selamlıyor, rahmetini üzerlerinden esirgememesini diliyor ve yanlarında olduğu-muzu bütün kamuoyuna duyuruyoruz.

Emperyalizm’in bölge saldırılarına ve Türkiye gibi ülkelerin işbirlikçi tutumlarına, başta 2 Ekim Tezkeresi olmak üzere de Hayır diyoruz. Türkiye Cumhuriyet Devleti’nin, geleceğe dönük planlarını hayata geçirebilmek adına, hangi koşul-larla olursa olsun bu zulüm çetelerini ekonomik ve siyasal olarak desteklemesi, katliama ortak olması demektir. İster Nato’nun tetikçiliğini yaparak olsun, isterse tek başına do-laylı ya da direkt destekleyerek olsun, siyasal çıkarına uy-gun rollere bürünmesi, ahlaksızlıktır ve erdemsizliktir.

Ayrıca, geçmişte Rus ve Sırp zulmüne karşı, Kosova ve Çeçenistan’da haklı bir mücadele vermiş bazı mücahid-lerin, bugün IŞİD’in ordu yapısı içerisinde bulunması ve İslam’ın asla öngörmediği devlet ideali ekseninde, Allah’ın asla yapılmamasını buyurduğu mazlum halklara kurşun sık-ma fiilleri, inançlarına gölge düşürmektedir. Egemenlere karşı verilen mücadele her zaman cihad, ezilenlere yapılan zulüm ise her zaman terörün ta kendisidir.

Allah; hak yolunda, adalet-eşitlik ve barış uğruna mücadele edenlerin her daim yanındadır.

Anlatabilmek ve anlaşılabilmek temennisiyle…

Page 22: Ehad mücadele

ehâd mücadele

22 Allah Ekmek Özgürlük ال

Kim Sessizse O Ağlasın

Sefa Genç

İnsanlık vicdanının tahammül sınırını aşan bir dönemden geçtiğimiz halde bu süreç ne kadar da sessiz ve kimsesiz

yaşanıyor değil mi sizce de? Her geçen gün, insan ne için yaşadığını düşünmeye mecbur kaldığı halde bundan kaç-maya çalışmaktaki ısrarı ne kadar da acizce değil mi?

Belki de şahit olmanın, doğamızda var olan fakat bizim onu örselediğimiz sorumluluk bilincinin yükünü, beraberinde getirecek olması korkutuyor insanlığı. Her yönüyle birey-ciliğin öğretildiği insanlığı. Tüm hayatı yavan bir öğretinin doğrultusunda şekillendirdiğimiz ve buna dış şartlarla zor-landığımız dünyada, insanın sorumluluk, duyarlılık gibi er-demlere sarılması artı bir değer haline gelmiş durumda. Ki-milerine göre de tam bir ahmaklıktır bu tutum. Söz konusu öğretinin nereden geldiğini, hangi koşullarla geliştirildiğini 200 yıllık tarihe bakma zahmeti gösterenler çok açık bir şe-kilde görecektirler.

Bugün modern dünyanın gözleri önünde bir vahşet yaşa-nıyor. Bu vahşet ne Kobanê'de ne Gazze'de. Bu vahşetin öncelikle bilinçlerde yaşandığını görmek zorundayız. Her şeyden önce algılardaki bu işgalin farkına varmalıyız. Üni-versitelerini ve diğer okullarını hep bu bananecilik ve ben-cillik ile örgüleyen iktidarlar, istediği meseleyi "Bu bizim meselemizdir." diyerek halka dayatırken, başka bir mesele-de "Bu olanlardan bize ne" diyebiliyorlar. Böylelikle, halkın kendi özündeki sorumluluk dürtüsünü inkar ederek iktidar dilindeki bireyselliğini tanıması hedefleniyorlar. Perdelerini kapatmasını ve ne denilirse onun yapılmasını istiyorlar.

İnsani yardım ne demektir? İnsani yardım Libya'ya gönderi-len iki feribot mudur? Gazze için cami önlerinde toplanan paralar mıdır? Her yeni güne silah sesleriyle uyanan insanla-ra fasulye götürmek midir? Bunlar her yönüyle bireyci, Av-rupanın ve Amerika’nın bizlere Angelina Jolie gibi tiplerle öğrettiği sözde yardım ve insaniyet müsamereleridir. Halkın vicdanını rahatlatmak için yapılmış kuru gürültüden başka

bir şey değildir. İnsani yardım masum insanlar ölürken ge-celeri uykuların kaçmasıdır. Orada duyulan acıları kendi benliğinde hissetmendir. Yakınındaki insan açken ve onu aç bırakan sebepler aşikarken ona bir tas çorba verip her zaman verilecek çorbaya muhtaç olmasını devam ettirmek değil, onu bu duruma düşüren sebeplerle savaşmandır.

Yerlerin ve göklerin mülkü Allah'ındır. Allah'ın iradesi ona güvenmiş insanların elleriyle yeryüzünde vücut bulur. Sahip olan Allah'ın iradesini bugün mazlumlara sahip çıkarak gös-termek mecburiyetindeyiz. Allah masumlarla mazlumlarla beraberdir . Peki biz kiminle beraberiz?

Yaşadığı topraklardan çıkarılmak mazlumların kadim akibe-tidir. Lut, Salih, İbrahim, Musa, İsa, Muhammed Aleyhim-müsselam hepsi de beraberindekilerle yurtlarından çıka-rılmış kimselerdir. Bugün de zulüm aynı hırs ve nefretiyle İsrail’in Gazze'de yurtlarından çıkarmak istediği masumla-rın üzerinde varlığını sürdürüyor. Aynı zulüm dili Mezopo-tamya da Ezidileri, Türkmenleri, Kürdleri, Arapları, Şiileri öldürmeye ve yurtlarından çıkarmaya devam ediyor.

Hatırlamak gerekir ki Musa'nın kavmi peygamberilerine "Orada zorba bir topluluk var onlar oradan çıkmadıkça biz oraya yaklaşmayız. Oraya gidip onlarla savaşacak da deği-liz. Sen ve Rabbin gidin savaşın."(Maide 22-24) demişti. Ve bu miskinlik ve korkularından dolayı yeryüzünde yıllarca bedbaht halde dolandılar.

Allah kelam-ı kadiminde şöyle sesleniyor: “Nasıl olur da Allah yolunda savaşmayı ve "Ey Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu topraklardan kurtar(ıp özgürlüğe kavuştur) ve rah-metinle bizim için bir koruyucu ve destek olacak bir yar-dımcı gönder!" diye yalvaran çaresiz erkekler, kadınlar ve çocuklar için savaşmayı reddedersiniz?" (Nisa suresi 75)

Bunu reddetmek mümkün değildir. Savaşmak ancak ve an-cak bu amaçla meşrudur. Bölgede İslâm sıfatını kullanan zalimler kendilerinin Allah yolunda, diğer kimselerin ise "tağut" yani batıl-yanlış yolda savaştıklarını iddia ederler. Halbuki Allah, çaresiz erkekler, kadınlar ve çocuklar için savaşmayı kendi yolu olarak tanımlıyor. Bundan bir sonraki ayette yardıma muhtaç masumlar için olmayan işgalci sa-vaşları "tağut yolu" olarak isimlendiriyor ve "İman edenler Allah yolunda savaşırlar. İnkâr edenler de "Tâğut" yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostları ile savaşın! Şüphesiz ki şeytanın hilesi zayıftır." (Nisa 76)

Masumlar için olmayan bütün savaşları ise kınıyor ve bunlara karşı mücadeleyi şart koşuyor. Bununla birlikte çaresiz insan-lar için mücadele etmememizin nedenini kendimize sorma-mızı istiyor? Çünkü biz mücadelenin, sözde dünyanın tek ger-çeği kabul edilmiş para ile olabileceğine inandırılıyoruz hala. Avrupa'dan Amerika'dan devşirme insani yardım kuruluşları kurarak, para ile giysi ile sorumluluktan kurtulabileceğimize inandırılmak isteniyoruz. Kapitalizmin başlattığı emperyalist savaşlara karşı, yine kapitalizmin esasları ile mücadele edile-bileceğini sanmak acınası bir durumdur.

Page 23: Ehad mücadele

ehâd Mücadele

23Allah Ekmek Özgürlükال

Aşksız ve paramparçaydı yaşambir inancın yüceliğinde buldum seni

bir kavganın güzelliğinde sevdim. bitmedi daha sürüyor o kavga

ve sürecek yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!

Aşk demişti yaşamın bütün ustaları aşk ile sevmek bir güzelliği

ve dövüşebilmek o güzellik uğruna. işte yüzünde badem çiçekleri

saçlarında gülen toprak ve ilkbahar. sen misin seni sevdiğim o kavga,

sen o kavganın güzelliği misin yoksa... Bir inancın yüceliğinde buldum seni

bir kavganın güzelliğinde sevdim. bin kez budadılar körpe dallarımızı

bin kez kırdılar. yine çiçekteyiz işte yine meyvedeyiz

bin kez korkuya boğdular zamanı bin kez ölümlediler

yine doğumdayız işte, yine sevinçteyiz. bitmedi daha sürüyor o kavga

ve sürecek yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!

Geçtiğimiz o ilk nehirlerden beri suyun ayakları olmuştur ayaklarımız

ellerimiz, taşın ve toprağın elleri. yağmura susamış sabahlarda çoğalırdık

törenlerle dikilirdik burçlarınıza. türküler söylerdik hep aynı telden

aynı sesten, aynı yürekten dağlara biz verirdik morluğunu,

henüz böyle yağmalanmamıştı gençliğimiz... Ne gün batışı ölümlerin üzüncüne ne tan atışı doğumların sevincine ey bir elinde mezarcılar yaratan, bir elinde ebeler koşturan doğa

bu seslenişimiz yalnızca sana yaşamasına yaşıyoruz ya güzelliğini

bitmedi daha sürüyor o kavga ve sürecek yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!

Saraylar saltanatlar çöker kan susar birgün zulüm biter.

menekşelerde açılır üstümüzde leylaklarda güler.

bugünlerden geriye, bir yarına gidenler kalır

bir de yarınlar için direnenler... Şiirler doğacak kıvamda yine

duygular yeniden yağacak kıvamda. ve yürek,

imgelerin en ulaşılmaz doruğunda. ey herşey bitti diyenler

korkunun sofrasında yılgınlık yiyenler. ne kırlarda direnen çiçekler

ne kentlerde devleşen öfkeler henüz elveda demediler.

bitmedi daha sürüyor o kavga ve sürecek yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!

Yeryüzü Aşkın yüzü oluncaya DekAdnan Yücel

Bölge halkları olarak tüm işgalcilere ve sömürücü zalim-lere karşı kadim dostluğumuzla anti-emperyalist bloğu bir an önce örmemiz gerekiyor. Her şeyimizle emper-yalizmin bu kirli oyununu gün yüzüne çıkarıp onun bize öğretmek istediği yollarla değil kadim kardeşlik inancıyla kol kola girmenin tek kurtuluş yolu olduğu gün bugündür. Egemenlik uğruna otorite sevdalısı bölge iktidarlarını ise itibarsızlaştırıp, halklar olarak bir toplum sözleşmesini onaylamamız gerekiyor. Bugün en son yapılacak şey olay-lara ve faillere etnik veya dini kimlikleriyle değerlendirme yapmaktır. Yine emperyalizmin Mezopotamya'daki en kirli planı ulus devletler içerisinde çözünmüş azınlıklar anlayışı yerleştirmektir. Tek meşruiyeti ulus devletlere at-fetmek ve diğer bütün değer ve kültürleri ört bas etmek istemek Allahın ayeti olan "dilleri ve renkleri" inkar etmek demektir. Bölgede yaşayan bütün diller, farklı etnik kö-kenler öteki sayılamaz onları meşruiyetleri Allah’ın ayeti olmalarındandır, birkaç devletin onları tanıyıp tanımama-sından değil. Tüm insanlık tek bir özden yaratılmış iken bunu unutup sözde üstün ve meşru ırk veya millet arayan-lar hem var olan halkları hem de o "bir ve tek özü" inkar etmiş oluyorlar. Bu bakışla şu gerçeği açığa çıkarmış olu-yoruz. "Mezopotamya'daki hiçbir halk mülteci değildir."

Bölgedeki savaş kuklalarıyla birlikte başlattığı savaşın müsebbibi emperyalizme karşı tüm kadim değerlerimizle anti-emperyalist savaşı başlatmalıyız. Tüm bölge dikta-törlerine ezilen halkların birleşmiş gücünü göstermeliyiz. Böylelikle, sınırların her geçen anlamsızlaştığı bu toprak-larda sınır tellerini sahiplerinin boynuna dolayıp acının, hüznün ve kardeşliğin tel ve barikat tanımadığını tüm dünyaya göstereceğimiz gün yakındır Allah’ın izniyle.

Müdahil olmayan bir din yaşanılmaya da değer değildir.

Page 24: Ehad mücadele

ehâd mücadele

24 Allah Ekmek Özgürlük ال

KIRIK PUTLARIN KIZIL ŞAFAĞINDA veyahut

KILIÇLA FELSEFE YAPMAK

Önsöz

Bu sayı için yazacağım yazının konusunu belirlemem hiç kolay olmadı. Başlangıçta Sinema Kültürü ve Kıya-

met Senaryoları hakkında bir inceleme hazırlamış ve batılı pop-kültür algısının çizdiği imgeyi çözüştürmeye heveslen-miştim. Fakat gündemin değişmesi ve kişisel deneyimlerim beni başka bir fikir örgüsüne sevketti ve yaşadığım değişi-mi yansıtmaya karar verdim. Girişteki bu “ben” vurgusunun sebebinin enâniyet değil de, yazının tüm vebâlini üstlen-me adına atılmış bir adım olarak yazıyorum. Çünkü teorik nezâketi terk ederek kavramsal bir savaşın militar aşaması-na geçme zarureti hissediyorum.

Allah izin verirse, bu yazı dizisi şeklinde sunulacak 3 parça-lık serinin ilk kısmı olacak. Dizinin içeriğine de giriş niteliği taşıyan başlık ile konumuza geçiyoruz:

İlk Kısım : Nezâket Üzerine

Teorik bir kavram olarak nezâketle tanışmamız, “iyi”, “gü-zel”, “doğru” üçlüsünün, yani Yunan Felsefesi’nde beliren ideallerin, bir kutup ve hedef olarak şekillendirilmesi ile oldu. İdealizm, nasıl ki fikirleri, imajları ve insanları parsel-lemişse, dili de aynı şekilde parsellemişti. İdeal bir dil ile ideal olmayan dil, ideal insan ile avam arasında eş zamanlı olarak yerleşen bir ilişkinin de alamet ve gereksinimlerin-den biri haline geldi. Platon’un betimlediği, ruhu kimi daha az kimi daha fazla kıymetli olan farklı farklı cevherlerden yapılma bu insanların, iletişmesi adına, ideali yaşatan ne-zih bir dilin tercih edilmesi gerekiyordu. Retorika, felsefî bir arayış aracı olarak tarihe kazınmıştı belki, ama çok sonraları bunun böyle olmadığı da anlaşıldı (“Felsefe, dilin yanlış an-laşılmasından doğan bir yan üründür.” - Wittgenstein)

Yanlış anlaşılmasın, söz konusu düşünürler bu sistemi oturt-muş değil, isimlendirmiş ve sistematize etmiş olan kimse-lerdir. Tarihsel olarak ele alındığında bu durumun soy kütü-ğünün oldukça eski olduğu görülür. Zigguratlarda yaşayan ve matematik tanrısına tapıyı, Frodo’ya ağır gelen yüzük gibi elden ele dolaştıran tekno-ruhbanların dilinden tutun da, aydınlanmanın

zeminini oluşturan retorikayı çerez gibi tüketen aristokrat-lara kadar tüm “ideal insan”lar, avamın çözemediği bu dili kullanırlar. Zaten sonrasında bizim de rivayetine ve kendisi-ne tanıklık ettiğimiz süreç başlar: Arabistan’da da yeterince dili kuvvetli olan şair vardı, Cumhuriyet’in de yetiştirdiği ve TDK onaylı sayısız edebiyatçı algımıza binbir güzellikle kat-kıda bulundu. Yani yabancı değiliz “nezih olma”ya.

İdeal insanın, yani elitin nezaketle olan bu ilişkisi iki şeyi doğurdu:

1- Aksamayan ve katmanlı bir kültür kalıtımı.

2- Dildeki iktisat, kelimenin estetik değeri, ve söylenilenle, karşı söylenen arasındaki ekonomi.

İnsanın bilinçdışının dil ile yapısal benzerliğinin dışında, bireyin -yani öznenin- oluşumu için, dilin bir öncül oldu-ğunu biliyoruz. Öznenin -tanımın en gramatolojik haliyle- oluşumu adına önce “başka bir öznenin tümceliği içerisin-de nesnel pozisyonda olması” gerekliliği belki de Alak’tan gelen “alâkâ”nın en güzel gözlemlendiği yer. Bu noktada şu sonuca hızlıca varabiliriz belki: sözün sözü çağırdığı, söz sahibinin, sözle sözü çağırma yolu ile söz sahibi olmayanı özneleştirdiği sembolik düzen içerisinde, kültür kalıtımını, dolayısı ile de yığınların

düşünce dünyasını (Lacan, düşünüşümüzün çimentosu olan imajiner düzenin, sembolik düzenle olan içli dışlılı-ğından ve dilden “ödünç çalıp” durduğundan bahseder.) etkileyen şeyin dil olduğuna kanaat edebiliriz. Bu kısım ilk maddemizin de omurgasıdır. Dil ile hitap edilerek “ben” olan birey, o dilin oyunları içerisinde kendisini tanımlar. Dildeki anlam örüntüsü, dilin içerdiği kelimelerin işaret etti-ği şeyler kadar dilin yapısal özellikleri ile de ilintilidir.

Mesela, dildeki gramatlojik öznede zamir ayrımına gitme-yen bir toplum, eşyaların isimlerinin ardına iyelik getiremez ve mülk ilişkisini keskin ve kalın sınırlı bir aidiyet üzerine bina edemez. Bu son örnekle ilk maddenin açılımını son-landırıyorum.

Yazı

Diz

isi 1

- O

zan

Kar

uk

Page 25: Ehad mücadele

ehâd Mücadele

25Allah Ekmek Özgürlükال

Bu temelden yola çıkarak ikinci maddeyi çatılaştıracağız. İkinci maddede ise Saussure’ün ve O’ndan sonra Lacan’ın gitmiş olduğu dil ayrımına başvuracağız. Dil bilimin önemli isimlerinden ve yapısalcı görüşün babası olduğunu söy-leyebileceğimiz Saussure, dilde temel bir ayrıma gider: “Langue” ve “Parole”. Parole, iki bireyin (psikanalitik açıdan baktığımızda ve dilin bireyi şekillendiren ana unsur oldu-ğunu düşündüğümüzde, “anne ve çocuk”) arasındaki özel dil, Langue ise kamusal alanın dilidir. Parole’de kelimelerin oluşturduğu işaretçiler kümesi, Langue’deki gibi genel ge-çer değildir ve kapsayıcılık amacı gütmez. Ve çoğu zaman da, Langue’deki işaret fonksiyonundan anlamdaki detay farklılığı ya da tamamen bir başkalık ile ayrılır. “5 kardeş” lafı, nüfus müdürlüğünde ailedeki çocuk sayısını belirtir-ken, anne çocuk arasında tokatı temsil eder. Çocuk dili döndüğünce konuştuğu ve annesi de çocuğun dili döndü-ğünce telaffuz ettiği kelimeleri objelere çocuğu ile arasın-daki dili oluştururken eşya adı olarak kullandığı için, Parole özerklik ilan etmiştir.

İşte nezaketin yani teorik karşılığı ile idealize dilin nasıl bir sihir olduğunu burada yakalıyoruz:

Kamusal alanda kullanılan yapı, yani bizim Langue’mizin resmî boyutu, aslında aristokrasinin Parole’üdür. Onların kendi aralarındaki özel dili, kamusal alanda topluma daya-tılır ve Langue haline getirilir. Bu şekilde de dilin iktisadı ortaya çıkmış olur. Egemenin sahasında ekonomik ve sos-yolojik olarak varlık gösterebilmek için egemen dilini kul-lanmak gerekir. Bunun yolu ise, elitler tarafından kendisine hitap edilen avamın, asla estetik değer olarak daha altta kalır bir söylev dile getirme hürriyetine sahip olmamasıyla sonuçlanır. Böylelikle de dile ekonomi kazandırılmış olur. Egemen dili değil, iletişimin tabir-i caizse “kur”unu belirler. Lacan’ın özenin oluşumunda belirttiği gibi, hitap eden ol-manın öncülü hitap edilen olmaktır. Ve elit tarafından ken-disine hitap edilen avam, elitin karşısında var olma adına, dildeki ederi, elitin dile getirdiği kelimelerden daha düşük olamayacak bür üs

lup kullanmalıdır. İşimizin görülmesini istediğimiz makam-larda, işimizi görmesini istediğimiz kimselere karşı kibarla-şırız. Aynı şekilde, samimiyeti ve dostlar arasında eşitliği de bir miktar kabalığı ve laubaliliği kullanarak kurduğumuzu söyleyebiliriz. Avam kendi arasında şaka yollu küfürleşe-rek eşitlenir. Burada eklenmesi gereken en önemli detay, etnik kültür söz konusu olduğunda da, lokal bir Langue’nin varlığıdır. Lokal ve ilgili etnik hizip içerisindeki “idealize edilmiş” bireylerin, aynı etnisiteye mensup bireylerin karşı-sında kendi Parole’lerini tabana dayatması söz konusudur. Yani dil savaşı esnasında, devletin Türkçesi’ne karşı mahal-leli tek tipin Avamca’sı ya da ağanın Köylüce’si savaşmakta, ve lokal ya da global erklerin dil kavgası sürüp gitmektedir. Bu perspektiften bakıldığında, etnik toplulukların kültür ve dil mücadelesi, aslında kendi özelinde bilinçdışını şekillen-direcek olan merkezi paylaşamamaktan gelmektedir. Bu noktada kendisini devletin vatandaş tanımına uyarlayaman X topluluğu, X vurgusu ile varlık beyânı sunabilir. Ama ken-disini X gibi hissetmeyen X mensubu birey için bir formül üretilemez. Tüm etnik mücadeleler, filizlenmemiş muhte-mel faşizmdir.

Konuya dönecek ve ilk kısmı sona bağlayacak olursak; kü-çük ya da büyük farketmez, tüm ceberrutların dilindeki or-tak nokta, iktisadî olmasıdır. Sözün, içeriğinden ziyâde ya-pısından kaynaklanan bir değeri vardır. Ve söylenmiş söze, o değerden daha düşük bir karşılık verilerek sosyal sahada birey varlığını sürdüremez.

Peki erk karşısındaki savaşımız, egemenlerin dayattığı algı-nın dışına çıkıp, onların zulmünu ayakta tutan dili kullan-makla mümkün olabilir mi? Bu bizim eleştirimizin hududu-nu belirlemez mi? İşte tam da bu noktada tek bir ifade ile sizi düşünmeye bırakıyorum:

“Dost olan doğruyu söyleyecek, ama söylenen acı gelecektir.”

Allah’a emanet olunuz, dostlar. Bir sonraki yazıda buluş-mak dileğiyle, hoşcakalın.

Page 26: Ehad mücadele

ehâd mücadele

26 Allah Ekmek Özgürlük ال

İnanç, düşük bağışıklık çağında periyodik bir aşı gibi. Gün-lük ve aylık bakım, bir dizi onarım, ilgi, epey de aşk ge-

rektir bizlere. Her söz kendi sınıfsallığında uçuyor havaya karışarak . Yeryüzüne inmeyen gökler dolusu iman havaları hep kulaklıklarda. Oysa dersi verenler hep sınıfta kalmış oluyor. O hidroelektrikli santral nehrinde yüzüyoruz ıslan-madığımızı umarak ve bazısı çıkıyor mühim olanı “iyi ıslan-mak” diyor.

Kuşkusuz bu kusursuz cinayetler çağı ve bu çağda dokunak-lı bir varoluş zor ve kıymetli. Renkli ve katkı maddelerinin okyanusunda masum kayıklara rastlıyorum. Bizaman sonra rastlamıyorum.

Evet bir yanlış var, bir eksiklik, bir cinslik, bir de kabul var, unutmadan bir de tarih var. Hepsinden ve her şeyden alış-kınlığımız üzere bol bol var. Bunlar yoksa yalnızlığımız diye soruyorum. İnsanın doğalı değildir yalnızlık, yoksa insan ekip işiyle değil tek başına varolurdu. Öyleyse insan, yalnız-lığa itilir.

Mesela bir saray yapılır odalarının içindeki gardropların içindeki askılıklara kırk bin lira ödenir. Veya bir kart icat edilir kredili mastercardlı dini hassasiyetli olanından kıb-leyi gösterir. Mesela bir adam çıkar Mekke’ye ve Kabe’nin tam yanına bir gökdelen diker veya İstanbul’a yapar, Şam’a ya da Malezya’ya. Mesela kanunlar yapılır, polisler bilmem kaç katına çıkar, adalet saraylarındaki dosyalar metrobüs mesafesi olur, mega hastaneler türer. Sonra seviniriz kredi notlarımızın artmasına veya Merkez Banka ayarlarına. Buna leyleklerin bile şaşırır, göç yolları.

Mesela bir hanım teyze çıkıyor, “bizim hatıralarımızla oy-nuyorlar” diyerek bir bankayı kurtarmaya azmediyor altın-larını bozdurarak. Bir başka mesela, meşhur kâr paycı çıkı-yor ağza alınmaz bir orucu neler bozar listesini yayınlıyor. Ondan önce veya sonra bakaralar kukaralar, zillet vekillerin yeni maaşları, hayırsever zenginlerimiz elbet. Bir diğeri,

Amerika’ya küfrediyor Pentagon bundan memnuniyetler-lerini dile getiriyor. Mesela Kobanê ile Türkmenler ile ne alakamız var. Alâ.

Giydirilen tüm bu deli gömlekleri perspektiflerimizle alâkalı. Zihnimizi piyasa içinden, istikrar ve ilerleme yalanlarından koparmadığımız sürece; merkeze Allah’ı, varlığı koymadığı-mız sürece daha pek çok ayet gibi bu ayetle karşı karşıyayız.

Ve demiş olacaklardır ki: «Yarabbi! Muhakkak biz reisleri-mize ve büyüklerimize itaat ettik. Artık onlar da bizi doğru yoldan sapıttılar.»

Öyleyse önce hayat okumamızla, yani gözlerimizle belleği-mizle başlamak lazım. Bir insanın emeği ne demektir, bir iş yalnızca bir iş midir, hayatta yalnızca ve sadece kendisini alaka eder bir kurum, bir meslek veya bir icra var mıdır? Bir kimse örneğin, nasıl bir olay karşısında benim alanım değil, beni ilgilendirmez diyebilir, bir insana ihtisasın dışında ko-nuşuyorsun gibi tepkiler hangi delille verilebilir, ne üzerin-den yola çıkılır da dağ mıdır insanoğlu ki kavuşmaz, parçalı bakışlar bizleri nasıl bir cehenneme itiyor.

Kurtuluş ancak varlıkta yoklukta, acıda sefahatta karşılıksız ha-reket edenlerle birlikte olmakta ve mücadeleye ses vermekte.

«Sizden ücret istemeyenlere uyun, onlar hidayet bulmuş kimselerdir.»

Öyle bir tokat atalım ki suratlarına suratlarına, atmadığı çöpü ömrünce toplamak neymiş anlasınlar, anlasınlar ki hisleri zamanla yok olmaya yüz tutmuş bir icra memurunu, anlasınlar ki bakara makara kukara.

Ömer’in dediği gibi;“Ya inandığın gibi yaşarsın, Ya yaşadığın gibi inanırsın.”

Öyleyse ya piyasaya inanacağız, ya Allah’a.

Ya küresel dengeye, devlete ve asgari ücrete inanacağız, ya kesilmez ve daimi bir mucizeye. Ya elli yıl on paraya çöpçülüğe ve emekliliklere inanacağız, ya hayırsever işadamlığına, sanatsever burjuvazi elite. Ya mevlid, mezarlık, tesbih, kurban yok diye inanacağız, ya hakikat hurafeyle birdendir. Ya adalet saraylarına, mega hastanelere, polislere, taşeron-luğa, kâr paylarına, büstlere ve ağaoğullarına inanacağız, ya da bir işe Allah rızası için yönelenlerden olmaya. Ya mutlaklara, demokrasiye, kesimlere, temsiliyetlere ve kütlelere inanacağız, ya milim sapmadan adalete. Ya dünyalığa teslim olacağız ya ahiret için çalışacağız. Ya mecbur diyeceğiz ya da gam yok Allah var diyeceğiz.Zafer inananlarındır, zafer İslam’ındır.

YA PİYASAYA İNANIRSIN YA ALLAH’A

Yusuf Akşeker

Page 27: Ehad mücadele

ehâd Mücadele

27Allah Ekmek Özgürlükال

“Sizi rahatsız etmeye geldim” diyen rahmetli Ali Şeriati’nin İslam düşüncesine ve sosyolojiye yaptığı katkı

inkar edilemez bir yerde. Düşüncesinin, tarih felsefesinin temelini oluşturan “dine karşı din” bakış açısı, toplumsal olaylara ve gidişata bakışımızda halâ ufkumuzu açmaya devam etmektedir.

Ülkemizde de son hızıyla devam eden kapitalist kalkınma ekini ve nesli ifsad etmekte, coğrafyamıza kan, ölüm ve gözyaşı saçmaktadır.

Ali Şeriati’ye göre tarih boyunca esas mücadele, sınıflı topluma sebep olan özel mülkiyet sahibi egemenler ile boyundurukları altına aldıkları ezilenler arasında olmuştur.Biz gençlerin Ali Şeriati fikriyatına başlangıç için “Kendini Devrimci Yetiştirmek” kitabı düşünce dünyamıza büyük bir katkı, varolan kaidelerin de kırılmalarını sağlayacaktır. İlk bölüm olan Nasıl Kalmalı’yla meseleyi ortaya koymak üzerine tahliller tartışmaya açıyor, beşinci bölüme kadar Tevhîd’e dair toplumsal tarihsel izahları ortaya koyuyor. Beşinci bölümle, Hz Ali ve mücadelesinden hareketle, al-tıncı bölüme de ismi verilen “Hak Kapısına Varlık Tokmağı-nı Vur[mak]”uyor. Yani müslümanın, hayatında ikame ettiği alışkanlıkların anlam dünyasına uğruyor.

Elhasıl Şeriati’yle tanışmak için güzel bir vesile olmasının yanında Tevhîdi mücadeleye dair istifade edebileceğimiz güzel bir metin. Kitabın arkasındaki metni de buraya yaza-lım da tam olsun.

Ey özgürlük! Seni seviyorum. Sana muhtacım. Sana aşığım. Sensiz hayat zordur. Sensiz ben de yokum. Yani o var olan ben değilim. Ben, sensiz boş, anlamsız, şaşkın, avare, ümitsiz, kalpsiz, ışıksız, tatsız, beklentisiz, intizarsız, beyhude, yani bir hiç olacağım. Ey özgürlük! Senin sevgin, dostluk ve şefkatinle beslenmişim.

Ey Özgürlük! Ben zulümden bıkkınım, esaretten bıkkınım. Zincirden bıkmışım, zindandan bıkmışım, hükümetten bık-mışım. Zorunluluktan nefret ediyorum. Seni tutsak yapmak ve bağlamak isteyen herşey ve herkesten bıkkınım.

Hayatım senin hatrınadır. Gençliğim senin hatrınadır. Varlı-ğım senin hatrınadır.

Ey Özgürlük! Kutlu özgürlük! Seni tahta oturtmak istiyorum. Ya sen beni yanına çağır. Ya da ben seni kendi yanıma çağırayım!

Ey özgürlük ! Kırık kanatlı güzel kuşum ! keşke seni vahşet bekçilerinden, duvarları, sınırları, kaleleri ve zindanları yapanlardan kurtarabilseydim. Keşke kafesini kırıp seni sabahın temiz, bulutsuz ve tozsuz havasında uçurabilsey-dim. Fakat… Benim de ellerimi kırmışlar , dilimi kesmişler. Ayaklarıma zincir vurmuşlar ve gözlerimi bağlamışlar…

KİT

AP

TA

NIT

IMI

Kendini Devrimci Yetiştirmek-Ali Şeriati-

Page 28: Ehad mücadele

ehâd mücadele

28 Allah Ekmek Özgürlük ال

FİLM

İN

CEL

EMES

İ

“İkinci Kattan Şarkılar” (2000) İsveçli yönetmen Roy Andersson’un “Yaşayanlar Üçlemesi” serisinin ilk filmi.

Andersson, İsveç’in yeni akım yönetmenlerinden. Sanatsal kaygının ön plana çıktığı İsveç sinemasında hem bu çizgiyi sürdürerek hem de modern dünyayı ve modern insanı, Av-rupalı bir insan gözüyle eleştirerek karşımıza çıkıyor, insa-na dair pek çok problemi gözler önüne getiriyor.

Filmde gözümüze çarpan en belirgin özellik, yönetmenin kullandığı sembolik dil ve ‘absürt’ anlatım tarzı. Baştan sona sembollerle karşı karşıya olduğumuz için birazda zi-hin zorlayıcı. Uygar insanın içine sıkışıp kaldığı açmazları absürt bir anlatımla sunar film bize. Filmi ilk izlediğimizde evet absürt gelebilir. Ama biraz daha yakından bakarsak aslında yönetmenin bize absürt olanın ‘bizim modern dünyayı algılayış şeklimiz’ olduğunu söylemek istediğini fark ederiz. Çokça alışık olduğumuz ve kanıksadığımız, her geçen gün yaşamı dayanılmaz hale getiren her şey var bu filmde. Günlük yaşamda aşina olduğumuz durumlara

yakından bakma imkanı veriyor film bize. Sinemanın en önemli özelliği olsa gerek. Durur insan ve dışardan izler perdeye yansıyanları. İçerisinde yaşadığı durum ve olgula-ra dışarıdan tanıklık eder.

Otuz yıl çalıştığı işinden acımasızca kovulan bir insanın, iş verenin ayaklarına kapanıp “otuz yıl”, “otuz yıl” diye haykı-rarak yerde sürüklenmesi, daha acısı da koridorda yaşanan bu olayı onlarca kapı aralığından sessizce izleyen insanlar. Saatlerini trafikte geçirdiği için kıvranan ve çevresindeki kimsenin aldırış etmediği bir kadın. Sigortadan para alabil-mek için kendi iş yerini ateşe veren bir adam. Kendi ideal dünyasıyla yaşadığı dünya arasındaki tezatlardan dolayı delirmiş bir oğul ve ona hayatın bir pazar olduğunu hatır-latan, bu gerçeği öğrenemediği için oğlunu yargılayan bir baba. Yüz yaşına gelmiş huzur evinde yaşayan bir milyo-ner. Yanlış ırklara mensup olmaları nedeniyle idam edilen insanlar. Modern dünyanın sırtlarına yüklediği ağırlıkları taşıyamayan insanlar. Acılar içindeki İsa figürünü pazarla-yarak köşeyi dönmek isteyen ama beceremeyen bir insan. İş adamı görünüşlü bir çok insanın bir birlerini kırbaçla-yarak ilerlemeleriyle modern köleliğin işlenmesi…ve çok daha fazlası filmde işlenen konular arasında.

“Gençliğimizin Baharını Kurban Ettik, Daha Ne Yapabiliriz?”

“İkinci kattan şarkılar”

Page 29: Ehad mücadele

ehâd Mücadele

29Allah Ekmek Özgürlükال

Yönetmenin anlatımına dair önemli noktalardan biride film boyunca devam eden üstü örtülü bir kara mizah kullanmış olması. Dünyamızı çok ince ve derinden aynı zamanda da çok sert bir şekilde eleştiren yönetmen, eleştirilerini bu mi-zah zeminine yayar.

Anderson filmi tam 4 yılda tamamlamış. Tek bir sahne ha-riç bütün film boyunca sabit kamera kullanmış. O nedenle film izlenirken tiyatro izleniyor gibi hissediliyor. Minimalist mekanlar tercih edilmiş. Senaryo yine yönetmenin kendisi-ne ait, gereğinden fazla diyalog kullanmamış. Yer yer, filmi kendisine ithaf ettiği Perulu şair Cesar Vallejo şiirlerinden dizeler serpiştirilmiş.

Etrafı çok kitap okumuş, çok şık giyimli insanlar tarafından çevrilmiş, kendisine hayat dersleri verilen Anna’ya şu söz-ler söylenir: “Çok okuduğunda neyin nasıl yapılacağını, bir karıncanın bir fili yiyemeyeceğini bilirsin. Doğum gününe herkesi davet edersen herkese çok az pasta düşer ve bu çok sıkıcı olur, o nedenle partiye herkes gelemez, bunları anlamalısın.” Modern kapitalist dünyanın kuralları öğretili-yor Anna’ya. Hepimize öğretildiği gibi. Bir sonraki sahnede

Anna’nın ailesi, öğretmenleri, din adamları, bürokratlar vs. eliyle sembolik öldürülüşünü izleriz. Gençliğin sisteme teslim edilmesi ve sistem tarafından yok edilmesi, hayat-ların sisteme feda edilmesi işlenir. Ardından bu merasime katılan bazı insanlardan “gençliğimizin baharını feda ettik, daha ne yapabiliriz?” hayıflanmaları duyulur. Grand otelde-dirler…

İkinci kattan kulağımıza gelen şarkılar insana dair, yaşama dair, mevcut dünya düzenine dair derin bir düşünceye dal-dırır izleyiciyi. “Yaşam bir zamandır, ve zaman, akan bir yoldur. Bu, yaşamı bir yolculuk yapar. Yolculuktaki haritayı doğru seçmeli” diyerek seçimlerimize dair uyarır.

Page 30: Ehad mücadele

ehâd mücadele

30 Allah Ekmek Özgürlük ال

Dağa Taşa Kurda Kuşa

Eskiden Anadolu'da, karasabanla çift sürüp ekin eken rençberler, tohumluk buğdayı bellerine sarılmış bir peş-

temal ile torbalandırdıktan sonra, önlerine doldururlar; bir avuç sağa doğru, bir avuç sola doğru, sonra bir avuç da öne doğru fırlatıp serperlerdi.

Ve tabi her seferinde ağızlarında besmeleyi ihmal etmeden şöyle derlerdi:

İlk tohumluğu sağa serperken: "Bu dağa taşa..."İkinci tohumluğu sola serperken: "Bu kurda kuşa..."Üçüncü tohumluğu öne serperken: "Bu da çoluk çocuğuma ve konu komşuma..."

İşte yoksul halklar yüzyıllarca; maddi anlamda onca yoklu-ğa, zenginlerin onca sömürüsüne, otoritenin onca baskısı-na rağmen dipdiri ayakta tutan bir ruh haliyle, enaniyetten uzak bir paylaşım ilişkisi geliştirmişti. Herkesin emeğinde herkesin hakkı ve payı vardı. Bütün o devletlerin, saltanatla-rın, silahların gölgesinde bile, Cenâb-ı Allah'ın tam da ''böy-le olun'' dediği bir tevhid ruhu; Ortadoğu, Anadolu ve Me-zopotamya topraklarında kadim bir geleneğe dönüşmüştü.

Elbette her şey ideal değildi, ama bu derece yoz da değildi. Kapitalizm işte bu ruhu öldürmek istiyor. Başkasının der-diyle dertlenen, komşusunun açlığını kendi açlığı gibi bilen, ötekinin evladını kendi evladı gibi gören, başkasının acısı-nı yüreğinde duyan, yarin yanağından gayrısını kendi özeli görmeyen ve direkt kendi sorunu olmasa da, beldesinde yaşayanların sorunları için öne çıkmasını bilen bu paylaşım ruhunu.

Bu ruhu, köylerden şehirlere geldiğimizde ilkin mahalle-lerde var kılabildik. Lâkin hayatımızı her yönüyle öyle bir cendereye aldılar ki direnemedik. Farkında değildik, bu sistemin cahiliydik. Fakat artık canımızın çok yanması pa-hasına da olsa kurguyu anlamaya başladık. Ve bizi bu lânet sistemden o ruhun kurtaracağını yavaş yavaş fark ediyoruz.

Cenâb-ı Allah'ın da murâdı ve izniyle, inşaallah hep birlikte üstesinden geleceğiz bu şeytânî düzenin. Sınırsız ve sınıfsız barış yurdu olan Dârusselâm'ı hep birlikte inşâ edeceğiz. Ama bugün ama yarın... Mücadeleden vazgeçmeyeceğiz.

“Toprak İnsana Değil, İnsan Toprağa Aittir.”

1854 yılında A.B.D. Başkanı yazdığı bir mektupla Ameri-kaya gelen beyaz göçmenlere toprak bulmak amacıyla

kızılderililerden toprak istemiş ve “bu isteği kabul edilecek olursa, kızılderililere rahatlıkla yaşayabilecekleri bir bölge-nin ayrılacağını bildirmiştir. Topraklarının büyük bir bölü-mü zaten beyazlar tarafından zorla ellerinden alınmış olan kızılderili Reisi Seattle bir söyleviyle A.B.D. Başkanına yanıt vermiş ve bu yanıt mektup olarak A.B.D. başkanına gönde-rilmiştir. Mektubun aslı Amerika, Seattle, Squamish Müze-sinde korunmaktadır.

Şef Seattle’ın Mektubu:

“Yüzyıllardır halkımın üzerine merhamet gözyaşları döken şu sonsuz gökyüzü bir gün değişebilir. Bugün açık gözü-ken gökyüzü yarın bulutlarla kaplanabilir. Sözlerim, asla yer değiştirmeyen yıldızlar gibidir. Şef Seattle her ne söylerse, Washington’daki büyük Şef ona, güneşin ya da mevsimlerin dönüşüne inandığı ölçüde inanabilir.

Washington’daki büyük Şef bize dostluk ve iyilik dilekle-riyle birlikte bizden topraklarımızı satın almak istediğini bildirmiş. Onun, bizim arkadaşlığımıza çok fazla ihtiyacı ol-madığını biliyoruz. Merak ediyoruz ki; gökyüzünü ve top-rağın sıcaklığını nasıl satın alabilir ya da satabilirsiniz? Bunu anlamak bizler için çok güç.

Bir zamanlar insanlarımız bu topraklara tıpkı rüzgarda kıv-rımlanan deniz dalgalarının kabuklu kuru yüzeyleri kapladı-ğı gibi yayılmışlardı. Çok uzun zaman geçti ve o büyük ka-bileler artık hüzünlü bir anı oldu. Bu toprakların her parçası halkım için kutsaldır. Çam ağaçlarının parıldayan iğneleri, vızıldayan böcekler, beyaz kumsallı sahiller, karanlık or-manlar ve sabahları çayırları örten buğu; halkımın anılarının ve geçirdiği yüzlerce yıllık deneylerin bir parçasıdır.

Ormandaki ağaçların damarlarında dolaşan su, atalarımızın anılarını taşır; biz buna inanırız. Beyazlar için durum böy-le değildir. Bir beyaz, öldükten sonra yıldızlar alemine göç ettiği zaman, doğduğu toprakları unutur. Bizim ölülerimiz ise bu toprakları unutmaz. Çünkükızılderili, gerçek anasının toprak olduğuna inanır.Siz de aynı sevgiyi gösterebilecek misiniz kardeşlerimize?

Page 31: Ehad mücadele

ehâd Mücadele

31Allah Ekmek Özgürlükال

Washington’daki Büyük Beyaz Reis bizden toprak almak istediğini yazıyor. Bu bizim için büyük bir fedakarlık olur. Büyük Beyaz Reis, bize rahat yaşayacağımız bir yerin ayrı-lacağını, bize babalık edeceğini, biz kızılderililerin ise onun çocukları olacağımızı söylüyor. Bu önerinizi düşüneceğiz. Ama yine de bunun kolay olmayacağını itiraf ederim. Çün-kü bu topraklar bizim için kutsaldır. Nehirlerin ve ırmakların suyu, bizim için sadece akıp giden su değildir; atalarımızın kanıdır aynı zamanda. Bu toprakları size satarsak, bu sula-rın ve toprakların kutsal olduğunu çocuklarınıza öğretmeniz gerekecek. Biz nehirleri ve ırmakları kardeşimiz gibi severiz.

Biliyorum, beyaz adam bizim gibi düşünmez. Beyazlar için bir parça toprağın diğerinden farkı yoktur. Beyaz adam top-raktan istediğini almaya bakar ve sonra yoluna devam eder. Çünkü toprak beyaz adamın dostu değil, düşmanıdır. Beyaz adam topraktan istedigini alınca başka serüvenlere atılır. O’nun bu ihtirasıdır ki, toprakları çölleştirecek ve herşeyi yiyip bitirecektir.

Beyaz adamın kurduğu kentleri de anlayamayız biz Kızıl-derililer. Bu kentlerde huzur ve barış yoktur. Beyaz adamın kurduğu kentlerde, bir çiçeğin taç yapraklarının açarken çı-kardığı tatlı sesler, bir kelebeğin kanat çırpışları duyulmaz. Belki bir vahşi olduğum için anlayamıyorum ama, benim ve halkım için önemli olan şeyler oldukça başka. İnsan bir su birikintisinin etrafına toplanmış kurbağaların, ağaçlardaki kuşların ve doğanın seslerini duymadıkça, yaşamın ne de-ğeri olur?

Bir kızılderiliyim ve anlamıyorum. Biz kızılderililer, bir su birikintisinin yüzünü yalayan rüzgarın sesini ve kokusunu severiz. Çam ormanının kokusunu taşıyan ve yağmurlarla yı-kanıp temizlenmiş meltemleri severiz. Hava önemlidir bizim için. Ağaçlar, hayvanlar ve insanlar aynı havayı koklar. Beyaz adam için bunun da önemi yoktur. Ancak size bu toprak-ları satacak olursak, havanın temizliğine önem vermeyi de öğrenmeniz gerekir. Çocuklarınıza havanın kutsal olduğunu öğretmeniz gerekir. Hem nasıl kutsal olmasın ki hava? Ata-larımız doğdukları gün ilk nefeslerini onun sayesinde almış-lardır. Ölmeden önce son nefeslerini de gene bu havadan almazlar mı?

Toprak satmamız için yaptığınız öneriyi inceleyeceğiz. Eğer önerinizi kabul edecek olursak, bizim de bir koşulumuz var: Beyaz adam bu topraklar üzerinde yaşayan bütün canlılara saygı göstersin. Ben bir vahşiyim ve başka türlü düşünemi-yorum. Yaylalarda cesetleri kokan binlerce buffalo gördüm. Beyaz adam trenle geçerken vurup öldürüyor bu hayvanları sadece eğlenmek için. Dumanlar püskürten bu demir atın bir buffalo’dan daha değerli olduğuna aklım ermiyor. Biz sa-dece yaşayabilmek için avlardık buffalo’ları.

Bütün hayvanları öldürecek olursanız nasıl yaşayabilirsiniz? Canlıların yok edildiği bir dünyada insan ruhu yalnızlık duy-gusundan ölür gibi geliyor bize. Unutmayın, bugün diğer canlıların başına gelen yarın insanın başına gelir. Çünkü bü-tün hepsinin arasında bir bağ vardır.

Şu gerçeği iyi biliyoruz: Toprak insana değil, insan toprağa aittir. Ve bu dünyadaki herşey, bir ailenin fertlerini biribirine bağlayan kan gibi, ortaktır ve biribirine bağlıdır. Bu nedenle de dünyanın başına gelen her felaket insanoğlunun da başı-na gelmiş sayılır.

Bildiğimiz bir gerçek daha var: Sizin Tanrınız bizimkinden başka bir Tanrı değil. Aynı Tanrının yaratıklarıyız. Beyaz adam bir gün bu gerçeği de anlayacak ve kardeş olduğumu-zu farkedecektir. Siz Tanrınızın başka olduğunu düşünmek-te serbestsiniz. Ama hepimizi yaratan Tanrı için kızılderili ile beyazın farkı yoktur. Ve kızılderililer gibi Tanrı da toprağa değer verir. Bu toprağa saygısızlık, Tanrının kendisine say-gısızlıktır.

Beyaz adamı bu topraklara getiren ve kızılderiliyi boyun-duruk altına alma gücünü veren Tanrının adaletini anlaya-mıyoruz. Tıpkı buffalo’ların öldürülüşü, ormanların yakılışı, toprağın kirletilişini anlamadığımız gibi.

Bir gün bakacaksınız gökteki kartallar, dağları örten orman-lar yok olmuş, yabani atlar ehlileştirilmiş ve her yer insanoğ-lunun kokusuyla dolmuş. İşte o gün insanoğlu için yaşamın sonu ve varlığını devam ettirebilme mücadelesinin başlan-gıcı olacak.

Gündüz ve gece bir arada olamaz. Kızılderililer her zaman beyazlardan tıpkı sabah sislerinin güneşten kaçtığı gibi kaç-mışlardır. Bütün bunlara rağmen, teklifinizi tartışacağız. Ve umuyorum ki, halkım bunu kabul edecek ve Büyük Beyaz Şef’in vaadettiği üzere beraber barış içinde yaşayacağız. Böylece Ay birkaç kez daha doğacak, bir kaç kış daha ge-çecek. Bu geniş topraklara yerleşmiş ve mutluluk içinde ya-şamış olan neslimiz, daha önce bizden daha güçlü ve daha umut dolu yaşamış insanlarımızın mezarları başında yas tu-tacaklar.

Ama, niye insanlarımın kaderi için yas tutayım ki? Tıpkı de-niz dalgaları gibi kabileler kabileleri, uluslar ulusları takip ediyor. Bu doğanın düzenidir ve teessüf gerekmez.

Yok oluşumuz çok uzak olabilir ama kesinlikle bir gün ger-çekleşecek; Son kızılderili yok olup, kabilemin hatıraları beyazlar için bir tarih olduğunda, bu kıyılar kabilemin gö-rünmez cesetleriyle kaynaşacak. Çocuklarınızın çocukları kendilerini bir dükkanda, bir yolda, boş bir yerde yalnız ola-rak düşündüğünde aslında yalnız olmayacaklar. Dünyanın hiçbir yerinde tamamen ıssız bir yer yoktur. Geceleri, şehir ve kasabalarınızın caddeleri boşalmış gibi görünse de, aslın-da, bir zamanlar oralarda yaşamış ve bu güzel toprakları ger-çekten seven ruhlarla dolu olacaktır. Beyaz adam asla yalnız kalamayacaktır. Beyaz adamın, benim insanlarıma saygı gös-termesini sağlamalısınız, çünkü; ölüler güçsüz değildir.

Ölüm mü dedim?

Ölüm diye birşey yoktur ki, sadece dünya değiştirir insan...”

“Çıplak elle dokunduğun toprak tenindir senin.”

Page 32: Ehad mücadele