13
Sunuş SUNUŞ يم اعوذ ر ن ال شيطا من ال باEûzü billâhi mine’ş-şeytani’r-racîm Kur'an'ı Arapça aslından okuyup anlamak ve anladıklarımı Türkçe anlatmak üzere, Şeytanıracîmden, onun telkin ve iğvalarından Allah'a sığınıyorum. Allah'ın izniyle bu kitapta hevâ, heves ve kuruntudan kaynaklanan ham düşünce üretimine yer verilmemiştir. Açıklamalar Kur'ancadır, yani Rabbimizin açıklamalarıdır. Bir ayetteki kısa ve öz ifadeler, daha ilerideki surelerde detaylandırılmış olan ayetler ile açıklanmıştır. لعالما ب ا ر نلحمد............. Elhamdü lillâhi rabbi’l-âlemîn……. Tam olarak yalnız kendisine malum olan özelliklerini bilemediğimiz için Yüce Allah'ı layığı ile övemesek de, bilebildiğimiz ve tahayyül edebildiğimiz tüm övgüleri âlemlerin Rabbi, Rahman ve Rahîm Allah için özgülüyor, bilhassa bize Kur'an'ı Türkçe olarak okuyucuya sunma nimetini bahşettiği için O’na sonsuz şükranlarımızı arz ediyoruz. علينا س ة وال صلو وال........... Vessalâtü vesselâmü aleyna …….. Yüce Rabbimizden, peygamberi Muhammed'i, yakınlarını ve arkadaşlarını destekleyip kolladığı gibi, bizlerle birlikte Allah'ın dinine hizmet edenlerin tümünü de korumasını, kollamasını ve desteklemesini niyaz ediyoruz. Bu kitap “tefsir” değil, “tebyin”dir. سسير“س ت الTefsir” sözcüğü, terim olarak “Kur'an'ı, Yüce Allah'ın muradına delâlet etmesi yönünden beşerî takat oranında açıklamak” demektir. سير “ تTefsir” sözcüğünün kökü “ فسرFesr” sözcüğüdür. “Açıklamak, örtülü şeyi açmak” anlamına gelen bu sözcük, ilk defa tıp alanında “doktorun suya bakması” anlamında kullanılmıştır. Nitekim bu kökün başka bir türevi olan “ سرةس تtefsira” sözcüğü, “hastalığın tespiti için üzerinde araştırma yapılan sidik” demektir. 1 Hekimler getirilen “tefsira”ya bakarak hastalıkların sebeplerini bulup açıkladıkları için “fesr” sözcüğü de zamanla yukarıda verilen “açıklamak, örtülü şeyi açmak” anlamında kullanılmaya başlanmıştır. “Fesr” sözcüğünün tef'il babından mastarı olan “tefsir” sözcüğü de bu anlama paralel olarak “iyice araştırmak, çokça açıklamak” anlamında kullanılmaktadır. Bütün bunlar, “tefsir” sözcüğünün filolojik olarak şu anlamlara delalet ettiğini göstermektedir: “Anlaşılamamış, kapalı, müşkil, müphem bir sözü, konuyu, ya da meseleyi anlaşılır hâle getirmek.” Böyle bir tarif, sözcüğün terim anlamı için verdiğimiz tanımla da uyumludur. Ragıp da el-Müfredat adlı eserinde “tefsir” sözcüğünü Lisanü’l-Arab'a uyumlu olarak açıklamıştır. 2 1 (Lisanü’l-Arab; Fesr maddesi, cilt 7, sf. 101) 2 (El Müfredat, Fesr maddesi, sf. 380) 1

0.sunuş

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: 0.sunuş

SunuşSUNUŞ

جّريجيم اعوذ جّشيطان ال جّلل من ال باEûzü billâhi mine’ş-şeytani’r-racîm

Kur'an'ı Arapça aslından okuyup anlamak ve anladıklarımı Türkçe anlatmak üzere, Şeytanıracîmden, onun telkin ve iğvalarından Allah'a sığınıyorum. Allah'ın izniyle bu kitapta hevâ, heves ve kuruntudan kaynaklanan ham düşünce üretimine yer verilmemiştir. Açıklamalar Kur'ancadır, yani Rabbimizin açıklamalarıdır. Bir ayetteki kısa ve öz ifadeler, daha ilerideki surelerde detaylandırılmış olan ayetler ile açıklanmıştır.

جّب العالما جّلل ر ............. نلحمد Elhamdü lillâhi rabbi’l-âlemîn…….

Tam olarak yalnız kendisine malum olan özelliklerini bilemediğimiz için Yüce Allah'ı layığı ile övemesek de, bilebildiğimiz ve tahayyül edebildiğimiz tüm övgüleri âlemlerin Rabbi, Rahman ve Rahîm Allah için özgülüyor, bilhassa bize Kur'an'ı Türkçe olarak okuyucuya sunma nimetini bahşettiği için O’na sonsuz şükranlarımızı arz ediyoruz.

جّسال م علينا جّصلوة وال ........... والVessalâtü vesselâmü aleyna ……..

Yüce Rabbimizden, peygamberi Muhammed'i, yakınlarını ve arkadaşlarını destekleyip kolladığı gibi, bizlerle birlikte Allah'ın dinine hizmet edenlerin tümünü de korumasını, kollamasını ve desteklemesini niyaz ediyoruz.

Bu kitap “tefsir” değil, “tebyin”dir.

”Tefsir الجّتسفسسسير“ sözcüğü, terim olarak “Kur'an'ı, Yüce Allah'ın muradına delâlet etmesi yönünden beşerî takat oranında açıklamak” demektir.

“ “ Tefsir” sözcüğünün kökü تسفسير Fesr” sözcüğüdür. “Açıklamak, örtülü فسر şeyi açmak” anlamına gelen bu sözcük, ilk defa tıp alanında “doktorun suya bakması” anlamında kullanılmıştır. Nitekim bu kökün başka bir türevi olan ”tefsira تسفسسرة“ sözcüğü, “hastalığın tespiti için üzerinde araştırma yapılan sidik” demektir.1 Hekimler getirilen “tefsira”ya bakarak hastalıkların sebeplerini bulup açıkladıkları için “fesr” sözcüğü de zamanla yukarıda verilen “açıklamak, örtülü şeyi açmak” anlamında kullanılmaya başlanmıştır. “Fesr” sözcüğünün tef'il babından mastarı olan “tefsir” sözcüğü de bu anlama paralel olarak “iyice araştırmak, çokça açıklamak” anlamında kullanılmaktadır.

Bütün bunlar, “tefsir” sözcüğünün filolojik olarak şu anlamlara delalet ettiğini göstermektedir: “Anlaşılamamış, kapalı, müşkil, müphem bir sözü, konuyu, ya da meseleyi anlaşılır hâle getirmek.” Böyle bir tarif, sözcüğün terim anlamı için verdiğimiz tanımla da uyumludur. Ragıp da el-Müfredat adlı eserinde “tefsir” sözcüğünü Lisanü’l-Arab'a uyumlu olarak açıklamıştır.2

1 (Lisanü’l-Arab; Fesr maddesi, cilt 7, sf. 101)

2 (El Müfredat, Fesr maddesi, sf. 380)

1

Page 2: 0.sunuş

Bu bilgilere göre “Kur'an tefsiri” diye yazılan eserler, müellifleri böyle düşünmeseler de, Kur'an'ın kapalı, müphem ve örtülü olduğunu peşinen kabul etmiş olmaktadırlar.

Bu nedenle, elinizdeki bu çalışmanın bir Kur'an tefsiri olmadığını özellikle belirtmek gerekir. Bizim anlayışımıza göre Kur'an'ın insanlar tarafından tefsirine ihtiyaç yoktur. Çünkü Kur'an'ın bizzat kendisi yüceler yücesi Rabbimiz tarafından yapılmış en güzel tefsirdir. Nitekim Furkan suresinin 33. ayetinde “Onların sana getirdikleri her bir sorunda Biz kesinlikle sana hakkı ve en güzel açıklamayı getirmişizdir” denilerek Kur'an'ın en iyi tefsir olduğu, ele aldığı meseleleri en güzel şekilde açıkladığı ve problemleri tamamen çözdüğü bildirilmektedir. Ayrıca Kur'an'da “ Ayatün ايسسات بجّينسسات Beyyinatün”, “ كتسساب مسسبين Kitabün Mübin”, “ بجّينه Beyyenehü”, “مبجّينات Mübeyyinat”, “ تبيان Tibyan” ve “ بيان Beyan” gibi aynı kökten türetilmiş kavramlarla Kur'an ayetlerinin apaçık olduğu bildirilmiş, Kur'an'ın kapalı, müşkil, anlaşılmaz olmadığı yüzlerce kez vurgulanmıştır. Yüce Allah kitabındaki mesajlarının açıkça anlaşılabilmesini sağlamak için her türlü anlatım tekniğini kullanmış, bir anlatım aracı olarak sivrisinek gibi en basit şeyleri bile örnek vermekten çekinmemiştir. Böylece ilahi mesajlar üniversitedeki akademisyenden dağdaki çobana kadar herkes tarafından anlaşılabilecek bir açıklığa kavuşturulmuştur. Eldeki mushafta necmlerin, hatta necm içi birçok ayetin tertip ve tertili, tertip heyeti tarafından gaflet veya ihanet sonucu sağlıklı yapılmadığından, Kur’an’ın bu özelliği fark edilememektedir.

Kur'an'ın herhangi bir tefsire gerek duyulmayacak kadar açık ve anlaşılır olduğunu gösteren bu gerçekler ortada iken Kur’an’ı tefsir etme iddiasıyla yola çıkmak, en hafifinden cüretkârlık olarak nitelendirilecek bir yaklaşım olsa gerektir.

Beyn” sözcüğünün بين “ Tebyîn” sözcüğü, iki zıt anlam için de kullanılan تبيين “türevlerinden olup tef'il babından mastardır. Saklama anlamına gelen “ كتم Ketm” sözcüğünün zıt anlamlısı olan “tebyîn”, “açığa koyma” demektir. Ancak bu, iyi anlaşılmamış bir şeyi açıklama anlamında değil, var olan bir şeyi ortaya koyma, gözler önüne serme anlamında bir açığa koymadır. Meselâ Araplar “ العينين لذى جّصبح ال Beyyene’s-subhu li zi’l-ayneyni” yani بجّين “Sabah, gözü olanlara her şeyi ortaya koydu” şeklinde bir deyim kullanmaktadırlar.3 Bir benzetme yaparak anlatmak gerekirse; “Tebyîn” buzdolabında, kilerde veya herhangi bir yerde durmakta olan yiyeceklerin yenmek üzere masanın üzerinde hazır duruma getirilmesi, yani zaten var olan yiyeceklerin bulundukları yerden alınıp ortaya konulmasıdır. “Ketm” ise tam tersine, ortada durması gereken bir şeyin ortadan kaldırılıp bir yerlere saklanmasıdır.

“Tebyin” sözcüğünün bu anlamı Kur'an'da net olarak vurgulanmıştır:

159,160Şüphesiz indirdiğimiz açık delilleri ve doğru yol kılavuzunu, Biz, kitapta insanlara apaçık gösterdikten sonra gizleyen kimseler; işte onlar; onları Allah ve dışlayanlar, dışlayıp gözden çıkarır. Ancak günahtan dönüş yapan ve düzeltenler ve açık delilleri ve doğru yol kılavuzunu açıkça ortaya koyanlar başkadır. İşte onlar, Ben onların tevbelerini kabul ederim. Ve Ben tevbeleri çokça kabul eden, çok tevbe fırsatı veren, çokça merhamet edenim. (Bakara/ 159, 160)

187Ve hani Allah, kendilerine Kitap verilen kimselerden sağlam sözünü almıştı: “Kitabı kesinlikle insanların önüne apaçık koyacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz.” Onlar ise bunu sırtlarının ötesine attılar ve onu az bir bedel karşılığı sattılar. İşte, satın aldıkları şeyler ne kötüdür!

(Âl-i Imran/ 187)

Tebyin sözcüğünün ism-i mef'ul kalıbına konulmuş bazı türevleri Kur’an’da “ فاحشة Fahişetün مبجّينسسة mübeyyinetün (Nisa 19, Ahzab 30, Talâk 1)” ve “ Ayatün ايسسات مبجّينسسات

3 (Lisan)

2

Page 3: 0.sunuş

mübeyyinâtün (Nur 34, 46, Talâk 11)” şeklindeki ifadelerle yer almıştır. “Beyan” sözcüğünün türevlerinden olup “apaçık” anlamına gelen sözcükler ile “açığa koyma” anlamındaki “tebyin” sözcüğü ve onun ism-i mef’ul kalıbındaki türevleri bazıları tarafından anlamdaş olarak kabul edilse bile, her bir sözcüğün anlamı bulunduğu kalıp itibariyle bir diğerinden farklıdır.

Türediği kök, kalıbı ve Kur'an bütünlüğü içinde “تبيين Tebyin”, “Her biri gayet açık ve seçik olan Kur'an ayetlerinin ortaya konularak gözler önüne serilmesi” anlamına gelmektedir. Bu ortaya koyuş, Kur'an'ı vahyeden ve onu açıklamayı kendi üzerine borç alan Rabbimizin yaptığı bir iştir. Peygamberlerin Allah'tan aldıkları vahyi kendi toplumlarına aktarmalarına “tebliğ” denmekle birlikte, sonraki yinelemeleri de mahiyeti bakımından birer “tebyin” faaliyetine dönüşmektedir (Nahl 39, 44, 64, Zühruf 63, Maide 19, 15, İbrahim 4). Kavram bu bağlamda ele alındığında, müminlerin görevinin sadece tebyin olduğu anlaşılmaktadır. Sözün, kelamın açıklaması, arapça da “Tavzih, izah, şerh, tefsir ve tasrih” sözcükleriyle ifade edilir.

Bizim yapmaya çalıştığımız da budur. Kur'an'ı kapalı, anlaşılmaz olmaktan tenzih eder, “onu tefsir ettik” deme cüretinden Rabbimize sığınırız.

Görevi sadece tebyin olması gereken müminlerin Kur'an'ın apaçık olma özelliğine gölge düşürme ihtimalleri bulunan diğer bir önemli konu da müteşabih ayetlerin tevili konusudur.

Zümer suresinin 23. ve Âl-i İmran suresinin 7. ayetleri, Kur'an’ın “ محكم muhkem” ve “ müteşabih” ayetlerden oluştuğunu açıkça belirtmektedir. Mekke’de inen ve iniş sırasına متشابهgöre 59. sırada yer alan Zümer suresinin 23. ayeti bir ipucu olarak değerlendirildiğinde, o ana kadar inmiş olan bütün ayetlerin müteşabih oldukları öne sürülebilir. Muhkem ve müteşabih kavramlarının ne anlama geldiklerini açıklama gereği duyan sözlük, ansiklopedi ve terim kitaplarının neredeyse tümünde “muhkem” sözcüğünün açık, anlaşılan, sağlam; “müteşabih” sözcüğünün ise kapalı ve anlaşılmaz anlamlarına geldiği belirtilmektedir. Söz konusu lügat ve ansiklopedilerin işlediği ortak yanlış, bu iki sözcüğün birbirinin karşıt anlamlısı olarak gösterilmesidir.

Bu satırları yazan, söz konusu kavramların zıt anlamlı iki sözcük olduğu şeklindeki yerleşik kanaati paylaşmamaktadır. Ayrıntıları yeri geldiğinde verilecek olmakla birlikte, Kur'an ayetleri hakkında yerleşmiş bulunan bu yanlış ön kabulü düzeltmek üzere her iki kavramın özü hakkında kısaca bilgi vermeyi yararlı görmekteyiz.

”Muhkem محكسسم“ sözcüğü “hüküm içeren” demektir. Dolayısıyla muhkem ayetler, içerisinde insanları kargaşa ve zulme düşmekten engelleyen ilkelerin bulunduğu ayetler anlamına gelir. Bu ayetler açıktır, nettir ve tek bir anlam ifade ederler. Bu ayetlerden, ifade ettikleri birincil anlamlardan başka anlamlar çıkarılmaz.

Müteşabih ayetler ise birden çok, birbirine benzer, birbirinden güzel anlamlar içeren ve her bir anlamı da açık olarak anlaşılan ayetler demektir. Bu ayetler mecaz, kinaye ve diğer edebî sanatların da kullanıldığı ama yapılan benzetme ve örneklemelerden dolayı kültür seviyesi en alt düzeyde olanların bile anlayabilecekleri ayetlerdir. Onlar da tıpkı muhkem ayetler gibi açık, seçik, anlaşılır ayetler olup kesinlikle kapalı, müşkil ve anlaşılmaz değildirler. Müteşabih ayetler kapalı, müşkil ve anlaşılmaz ayetler olarak kabul edildiği takdirde Zümer-23’te “Sözün en güzeli” olarak nitelenen Kur'an, aynı zamanda kapalı, anlaşılmaz ayetler de içeriyor olacaktır. Bu ise kapalı, anlaşılmaz ayetlerin “sözün en güzeli” olması anlamına gelir ki, Kur'an ile böyle bir tuhaflığın bağdaşması mümkün değildir.

İşin doğrusu, müteşabih ayetler anlaşılır, birden çok ve birbirinden güzel anlamlar içeren, kim hangisini anlarsa anlasın bu anlamların hepsinin de doğru olduğu ayetlerdir.

Kur'an, Âl-i Imran suresinin 7. ayetinde bu ayetlerin tevilinin mümkün olduğu bildirilmektedir. Belirtmek gerekir ki, “ ”Te’vil تأويسسل sözcüğü kimilerinin “yorumlama”, kimilerinin de “tefsir etme” anlamında kullandığı, dolayısıyla anlamı çarpıtılmış sözcüklerden

3

Page 4: 0.sunuş

biridir. Aslında sözcük “ جّريجسسوع geriye ال dönüş” anlamındaki ”evl اول“ sözcüğünün tef'il babından mastarıdır. Türkçedeki “evvel, ilk” sözcükleri de bu sözcükten gelmektedir.

“Te’vil” sözcüğü, geriye dönüş şeklindeki kök anlamından değişerek tedbir [arkalaştırma] yani birinci, ikinci, üçüncü şeklinde ardı ardına dizmek, sıralamak, öncelik sırasına koymak anlamlarında kullanılır.

Bu anlamlara göre müteşabih ayetlerin tevili demek, “o ayetlerin birbirinden güzel, birbirine benzeyen açık seçik anlamlarının arka arkaya sıralanması, bu anlamların öncelikli bir sıraya tabi tutulması; bunlardan birinin ilk anlam olarak tercih edilmesi” demektir. Yoksa anlamları sadece Allah tarafından bilinen kapalı ve anlaşılmaz ayetlerin ancak “rasihûn” denen ehil kimselerce yorumlanabilmesi değildir.

Karşıt anlamlı oldukları iddia edilen muhkem ve müteşabih ile müteşabih ayetlerin tevili konularındaki daha ayrıntılı bilgiye bu kelimelerin geçtiği Kur'an ayetleri incelenirken değinilecektir. Yine de unutulmamalıdır ki, ayetteki muhkem ve müteşabih kelimeleri birer terim olmayıp sözlük anlamlarında kullanılmış normal sözcüklerdir.

KUR’ÂN MUCİZE BİR KİTAPTIR

• Kur’ân, fesahat [anlatımda açıklık, düzgünlük ve amaca uygunluk], belağat [bir şeydeki derin anlamı ifade yeteneği] ve icaz [az sözle çok şey anlatma] bakımından; teşbih, hakikat, mecâz, istiare, kinaye, haber-inşa cümlesi: emir, nehy, istifham, temenni, nida, kasr, vasl-fasl, icaz, itnab, intak, tıbak, mukabele, umum-husus, icmal-tafsil, musâvat, zikir-hazf, cinas, seci, husnü'l-ibtida, husnü'l-intiha, iltifat vb. birçok edebî sanat açısından eşsiz bir kitap, edebî bir şaheserdir. Oysa Allah Elçisi Muhammed As’ın ne edebî bir geçmişi, ne de herhangi bir öğrenimi vardır. Dolayısıyla böyle bir kitabı kendisi yazmış olamaz.

Kur’ân, Arapların en ileri olduğu edebiyat alanında gerçekleşmiş bir mucizedir. Gerçekten de Arap edebiyatı, –bizim edebiyatımız da dahil olmak üzere– tüm dünya edebiyatına kaynak olmuştur. Kur’ân tam anlamıyla bir edebî mucizedir. Edebî alandaki yüksek seviyesi dünyaca da kabul edilen bir toplum içinden bir kişi çıkmış ve toplumdaki edebiyatçılar başta olmak üzere herkesi hayran bırakan sözler söylemeye başlamıştır. Toplumu tarafından çok iyi tanınan bu kişinin daha önce edebiyatla hiç ilgilenmemiş olması, topluma tebliğ ettiği âyet ve sûrelerin, –birbirilerine yardım etseler bile– insanların meydana getiremeyecekleri ölçüde olağanüstü olması, muhatapları büyük bir şaşkınlığa düşürmüştür. Normal hayatındaki konuşmaları ile yine o eski Mekkeli Muhammed olan bu kişi, kendisine vahyolunduğunu söyleyerek okuduğu Kur’ân ile bir mucize sergilemiştir.

• Kur’ân, evvelki kitapları ve elçileri tasdik etmektedir. Oysa onu Elçi yazmış olsaydı, mutlaka tutkularına uyar, geçmiş kitap ve elçileri onaylamak yerine kendisini ön plâna çıkararak her şeyi kendisine mal etmek isterdi.

• Kur’ân, içerisinde fizik, kimya, biyoloji, astronom, kozmoloji, eğitim, psikoloji ve sosyoloji hakkında nice bilgiler bulunması nedeniyle, içeriği ve öğretisi bakımından da eşsiz bir kitaptır. Oysa Peygamberimiz, Mekke'de yetişmiş, hayatının her dönemi herkesçe bilinen, çevresinde herhangi bir okul veya öğretici bulunmayan bir kimsedir. Dolayısıyla, Kur’ân'daki bilgileri bilmesi bir yana, o konuları düşünmesi bile mümkün değildir. Kur’ân'ın bu özelliğinin kıyâmete kadar devam edeceği de Kur’ân'da, Onun hak olduğu ortaya çıkıncaya kadar, hem afakta [dış dünyada], hem kendi bünyelerinde alâmetlerimizi/göstergelerimizi onlara

4

Page 5: 0.sunuş

göstereceğiz. Rabbinin şüphesiz her şeye tanık olmuş olması da yetmedi mi? (61/41, Fussılet/53(Necm;249) şeklinde bildirilir.

• Kur’ân, birçok tarihî hâdise içermektedir. Allah'ın Elçisi Muhammed As. ise, böyle konulardan haberi olmayan bir kişidir. Bu hâdiseleri bilmesi de, yanlışsız olarak uydurması da imkânsızdır.

• Kur’ân, geçmişe ait olduğu kadar geleceğe ait bilgiler de vermektedir. Bu bilgilerin doğrulukları zaman içinde tek tek ortaya çıkmıştır. Bir insanın kendiliğinden, aynıyla doğru çıkan bu tür haberler verebilmesi mümkün değildir.

• Kur’ân, yapısal yönü ile de birçok mucize içermektedir. Öyle ki, geniş hacmine, içeriğine rağmen hiçbir açıdan çelişki ve tutarsızlık bulunmamaktadır. Bu husus Nisâ/82(Necm;548)'de, Hâlâ Kur’ân'ı gereği gibi düşünmezler mi? Eğer ki o, Allah'tan başkası tarafından olsaydı, kesinlikle onun içinde birçok karışıklıklar bulurlardı ifadeleriyle yer almaktadır. Yetenekleri bu işe yetmeyeceği herkesçe bilinen bir kimse tarafından, böyle bir kitabın yazılamayacağı da ortadadır.

Kur’ân üzerinde düşünen her insanın saptayabileceği bu özellikler, Kur’ân'ın Peygamberimizin eseri olmadığını gösterir. Yûnus/37-39(Necm;176)'deki, Ve bu Kur’ân, Allah'ın astları tarafından uydurulan değildir. Lâkin sadece içinde konu edilenlerin tasdiki ve o kitabın/Tevrât'ın ayrıntılı olarak açıklanmasıdır. Onda şüphe edilecek hiçbir şey yoktur. Âlemlerin Rabbindendir ifadesi de buna işaret ederek, Kur’ân'ın Allah katından vahiy ile indirilmiş bir kitap olduğunu bildirmektedir.

Bu çalışma Kur'an'ın iniş sırasına göre yapılmıştır. Çünkü Kur'an'ı daha iyi anlamak için onu surelerin iniş sırasına göre incelemekten yanayız. Aslında Kur'an kronolojik sıralamaya uyularak parça parça inen ayetler, necm necm inen ayetler, gruplar hâlinde inen ayetler arka arkaya getirilmek suretiyle yeniden tertip edilmeli ve bu şekli ile okunup anlaşılmaya çalışılmalıdır. Bize göre böyle bir düzenleme son derece gereklidir. Ancak bu gereklilikten önce bir zorunluluk daha vardır. Zira Rabbimiz Vakıa suresinde bu hususa dikkatimizi çekmiştir:

75Artık hayır. Necmleri/her indirilmede gelen âyetlerin yerlerini/zamanlarını; inişini kanıt gösteririm ki –76ve eğer bilirseniz bu büyük bir kanıt gösterimidir–, 77hiç kuşkusuz o, şerefli Kur’ân'dır. 78Saklanmış/korunmuş bir kitaptadır. 79Ona zihinsel olarak temizlenmişlerden başkası temas edemez. 80O, âlemlerin Rabbinden indirilmedir.

(Vakıa; 75-80)

Bugün için surelerin ve ayetlerin iniş sırasını tamamen doğru olarak belirlemek imkân dahilinde değildir. Bunun nedeni, bu amaçla hazırlanmış ve gerekli incelemelerden geçmiş, kuvvetli belgelere dayanan bir düzenlemenin mevcut olmayışıdır. Ancak; Kur'an’ın üslûp ve içeriği göz önünde bulundurulmak şartı ile eski tespitlerden yola çıkılarak yapılacak bir çalışma, her ne kadar tam doğru bir tertibe ulaşmayı sağlamasa da, doğruya yakın bir tertibe yaklaşılmasını mümkün kılabilir.

Bilindiği gibi, Kur'an bir kerede toplu olarak değil, iyice sindirilmesi, ortaya çıkan her bir problemi çözmesi ve en gizlileri bile deşifre etmesi gerekçeleriyle parça parça, necm necm, bölüm bölüm indirilmiştir:

32Kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler: “Kur’ân o'na bir defada topluca indirilmeli değil miydi?” de dediler. Biz, onu senin kalbine iyice yerleştirelim diye böyle parça parça indirdik. Ve Biz, onu tane tane/ birbirine karıştırmadan vahyettik.

5

Page 6: 0.sunuş

33Onların sana getirdikleri her bir sorunda Biz kesinlikle sana hakkı ve en güzel açıklamayı getirmişizdir.

(Furkan/ 32, 33)

Bu şekilde parça parça, necm necm, bölüm bölüm inen ayetler, Kur'an'dan öğrendiğimize göre ilk dönemlerden itibaren sayfa sayfa yazılmış ve sureler hâline getirilmiştir. Çünkü bazı ayetlerde [Bakara 23; Tövbe 64, 86, 124, 127; Yunus 38; Nur 1; Muhammed 20, Hud 13] Kur'an surelerinden, Abese 13’te de Kur'an sayfalarından bahsedilmektedir. Fakat Abese suresinin 13. ayetinde sözü edilen Kur'an sayfaları ne maddi olarak bugün elimizdeki 605 sayfadır, ne de diğer ayetlerde sözü edilen sureler 114 adet olarak tespit edilmiş surelerdir. Çünkü bugün elimizdeki Kur'an sayfaları hattatların yazdığı sayfalardır. 114 adet olarak belirlenmiş sureler ise “sure”den söz eden ayetlerin indiği zamandaki sure anlayışı ile değil, yıllar sonra sahabenin içtihatlarındaki anlayış ile belirlenmiş surelerdir.

Bizim anlayışımıza göre, Kur'an'daki her necm [vahy bölümü] bir sayfa, her konu da bir sure idi.

Gönül, her bir necmin iniş sırasının belirlenmiş olmasını, surelerin tertibinin de bu sıralamaya uygun olarak yapılmış olmasını isterdi. Bunun Kur'an’ın daha iyi anlaşılması konusunda kolaylık sağlayacağı kanısındayım. Şahsen içimde İslâm ülkelerindeki akademisyenlerin ortak çabalarıyla böyle bir çalışma yapılacağı ve bunda başarı sağlanacağı yönünde bir umut taşımaktayım. Ne var ki, şimdilik bu hayalin önünde bir takım engeller mevcuttur.

Sayfa ve surelerin oluşumu: Elimizdeki Mushaf, sayfa ve surelerin sıralanışı yönünden kronolojik sıraya göre

değil, sahabenin; Mushaf tertip heyetinin kendi görüşleri doğrultusunda oluşturulmuştur. İlk oluşumdan bu yana da bu konu hep tartışılmıştır. Özellikle belirtmek gerekirse, Kur'an Allah'tan bu sıra ve tertip üzere gelmemiştir. Bu nedenle surelerin tertibi konusunda İslâm bilginleri ve araştırmacılar arasında geniş bir ihtilâf vardır. Mevcut tertibin peygamberimiz tarafından yapıldığını, yani tertibin tevkifî [vahye dayalı] olduğunu iddia edenler olduğu gibi, sahabenin içtihatlarıyla yapıldığını ileri sürenler de vardır.

Tertibin tevkifî olduğunu ileri sürenler, Halife Osman zamanında yazılan ve “İmam” ismi verilen Mushaf’ın bütün sahabe tarafından muhalefet edilmeden icmaen kabul edildiğini de iddia etmişler ve diğer şahıs Mushaflarının yakılmasının mevcut tertibin Allah tarafından vahiy ile yaptırıldığına yeterli kanıt olduğunu söylemişlerdir. Halbuki Kur'an'da böyle bir vahiy yoktur. Olmadığı için de “Vahy-i Gayr-i Metluv” şeklinde bir kavram ihdas edilmiştir.

İmam Malik'in de içinde bulunduğu ve mevcut tertibin sahabe içtihadına dayandığını kabul eden görüş sahipleri ise, sahabe elinde bulunan Mushafların farklı tertiplerde oluşunu kendi görüşlerinin doğruluğuna kanıt olarak göstermektedirler.

Bizim bu konudaki görüşümüz şudur: Mevcut tertibin tevkifî olduğunu iddia edenler, her şeyden önce bu iddialarına Kur'an'dan herhangi bir delil getirememektedirler. Konunun irdelenmesine “bu konuda icma var” gibi bağlayıcı tavırlarla karşı çıkılması gerçeği yansıtmadığı gibi, Kur'an’a ve İslâm’a da uygun değildir. Çünkü tarihsel olarak bu konuda bir icmanın var olduğu ileri sürülemez; konu bilimsel adıyla “Müttefakun aleyh” [oy birliği sağlanmış] bir konu olmayıp “Muhtelefün fih” [tartışmalı] olan bir konudur. Nitekim İbn-i Mesud'un Mushaf’ında Tevbe suresinin başında besmele olduğunu nakleden kaynakların mevcudiyeti, konunun tartışmalı olduğunu göstermektedir. Ayrıca ayetlerin tertibinde herhangi bir ihtilâf olmamakla beraber bazı sahabilerin surelerin tertibinde farklılıklar olan Mushafları kendi yanlarında muhafaza ettikleri de nakledilen rivayetler arasındadır. Nitekim bugünkü Mushaf’ın dışında, İbni Mesud Mushaf’ı, Ali Mushaf’ı, İbni Abbas Mushaf’ı, Ubeyy b. Ka'b Mushaf’ı gibi farklı tertip edilmiş Mushaf’ların da varlığı bilinmektedir. İbni Mesud'un Mushaf’ında Fatiha, Bakara, Nisa, Âl-i İmran … şeklinde sıralanmış olan sureler,

6

Page 7: 0.sunuş

Osman'ın Mushaf’ında Fatiha, Bakara, Âl-i İmran, Nisa … şeklinde sıralanmıştır. Her iki Mushaf’ta da iniş sırası gözetilmemiştir. İniş sırasına göre tertip edildiği söylenen Ali Mushaf’ı ise Alak, Müddessir, Kalem, Müzzemmil, Tebbet, Tekvir, A'lâ … sıralamasıyla, önce Mekkî sureler sonra da Medenî sureler şeklinde tertip edilmiştir. Surelerin tertibinde görülen bu farklılıklar, tertibin tevkifî olmayıp sahabenin içtihatlarına göre yapıldığına delâlet etmektedir. Ayrıca mevcut tertipte birçok tertip hatası bulunmaktadır. Böyle hatalı br tertibin Allah’a fatura edilmesi ise cinayetlerin en büyüğüdür.

Sonuç olarak şunu söylemek mümkündür: Kur'an okurken ayet ve surelerin sıralanışı ile ilgili olarak herhangi bir Kur'an ayetinden destek almayan, tertibi hakkında müçtehitlerin icma ettikleri kanıtlanamayan ve birden fazla mevcudu bulunan tertiplere uymak hiçbir şekilde zorunlu değildir.

Mekkî ve Medenî sureler ayırımı, surelerin indiği mekânlar dikkate alınmadan, sadece Hicret göz önüne alınarak yapılmıştır. Çünkü mekâna göre bir ayırım yapılmış olsaydı, yollarda inen sureleri, meselâ Mina, Arafat, Bedir ve Uhud gibi bölgelerde inen sureleri de ayrı bir kısım olarak saymak gerekecekti.

Mekkî ve Medenî şeklinde bir ayırım yapılmış olmasına rağmen, bazı surelerin tamamının Mekkî ve bazı surelerin de tamamının Medenî olmadığı bilinmektedir. Yani bazı Mekkî surelerin içinde Medenî döneme ait, bazı Medenî surelerin içinde de Mekkî döneme ait ayetler vardır. Bunlar ilgili bölümlerde belirtilmiştir.

Surelerin kaç tanesinin Mekkî, kaç tanesinin Medenî veya kaç tanesinin karışık olduğu üzerinde görüş birliği sağlanmış değildir. Suyûtî'ye göre 82 sure Mekkî, 20 sure Medenî, geriye kalan 12 sure ise ihtilâflıdır. Ubeyy b. Ka'b'a göre 87'si Mekkî, 27'si Medenî'dir. Nöldeke'ye göre 90'ı Mekkî, 24'ü Medenî'dir. Mısır Meliki Fuat'ın 1342’de ilmî bir heyete tetkik ettirerek bastırdığı Mushaf’a göre ise, surelerin 86'sı Mekkî, 28'i Medenî'dir. Bu mushafın her suresinin başında o surenin Mekkî veya Medenî olduğu, Mekkî ise içindeki Medenî ayetler, Medenî ise içindeki Mekkî ayetler, surenin hangi sureden sonra nazil olduğu ve ihtiva ettiği ayet sayısı bildirilmektedir.

Sureler, içlerindeki dikkat çekici bir kelimeye veya genel içeriğine göre isimlendirilmiştir. Bu nedenle bazı surelerin birden fazla ismi vardır. Meselâ Fatiha suresine yirmi kadar isim verilmiştir: Fatihatu'l-Kitab, es-Seb'ul'l-Mesâni, Ummu'l-Kitab, el-Kâfiye, el-Esâs, ed-Dua … gibi. Enfal suresinin diğer bir ismi Bedr, İsra suresininki Subhân, Neml suresininki Süleyman, Fatır suresininki el-Melâike’dir. Bazen de iki veya ikiden fazla sureye müşterek bir isim verilmiştir. Meselâ Bakara ve Âl-i İmran surelerine ez-Zahrâvân, Felâk ve Nas surelerine de el-Muavvizetân denilmektedir.

Peygamberlere ait kıssaları ihtiva eden sureler, genellikle surede konu edilen peygamberin adı ile isimlendirilmişlerdir: Nuh, Hud, İbrahim, Yusuf, Muhammed sureleri gibi. Çeşitli kavim ve kabilelerden bahseden bazı sureler de o kavimlerin isimleriyle adlandırılmışlardır: Benû İsrail, el-Melâike, el-Cinn, el-Münafikûn, el-Mutaffifûn sureleri gibi. Ancak bu bir kural olmadığı gibi, surelerin bahsettikleri konuya göre adlandırılmaları şart da değildir. Meselâ Musa'dan bahseden Tâ Hâ, Kasas ve A'râf surelerinden hiç biri Musa suresi diye adlandırılmamıştır.

Besmeleler, yani elimizdeki Mushaflarda her surenin başında bulunan besmeleler Kur'an'dan olmayıp iki sure arasını belirtmek amacıyla hattatlar tarafından konulmuştur. Fatiha suresinin başındaki besmele ise Kur'an'dandır ve o surenin birinci ayetidir. Nüzul sırasına göre Fatiha suresi beşinci sırada yer aldığından, biz Fatihanın besmelesinden önce de ayraç olarak besmele koymuş bulunuyoruz.

Yukarıda sıraladığımız ve Kur'an'dan olmayan, sonradan icat edilmiş bir takım farklılıklar Kur'an'ın iniş sırasına göre tertiplenmesini engellemiş bulunmaktadır. Oysa her Müslüman Abese suresinin 13. ayetinde bildirilen Kur'an sayfaları ile Bakara, Tevbe, Yunus, Nur, Muhammed ve Hud surelerinde bildirilen Kur'an surelerini talep edebilir. Bu talebin tabiî

7

Page 8: 0.sunuş

bir hak olarak görülmesi gerekir. Bu hakkı teslim etmekle yükümlü olanlar ise, bilgi, belge ve sorumluluk sahibi olan herkestir.

Nüzul sırasının neden gerekli olduğu sorusunun tek cevabı, “Kur'an'ı daha iyi anlamak için”dir. Ancak; Kur'an'ın nüzul sırasına göre okunması yönündeki önerimizi yanlış değerlendirip başka tertipteki Mushaflardan Kur’an okunmasının yararsız olduğu görüşünü benimsediğimiz anlamı çıkarılmamalıdır. Meselâ, o günkü iktidarın görüşüne göre tertip edildiği için “Resmî Mushaf” diye bilinen ve Halife Osman tarafından tertip ettirilen Mushaf, sahabenin içtihadıyla oluşturulmuştur. Dolayısıyla sahabeler gibi Kur'an hakkında engin bilgi birikimi olanlar için böyle bir tertibin yararsız olduğu söylenemez. Ancak; Kur'an ve İslâm hakkında yeterli birikimi olmayanların, Kur'an'ı tanımayıp da yeni tanıyacak olanların ve cahiliyet dönemindekine benzer bir küfür ve şirk ortamında bulunanların bu Mushaf’tan gereği gibi yararlanamama riskleri vardır. “Resmî Mushaf” tabir edilen bugünkü tertipteki Kur'an'ı başından itibaren ilk defa okumaya başlayan bir kimsenin, ister Arapça orijinalinden okusun, isterse mealinden okusun, Bakara suresinin 6. ve 7. ayetlerine geldiğinde kafası karışacak, Kur'an'a ve İslâm'a karşı olumsuz hisler duyacaktır. Okunan mealin hatalı olması durumunda ise, duyulan olumsuz tepki alenî bir düşmanlığa dönüşebilecektir. Samimiyetle belirtmek gerekirse, toplumumuzda bu ayetleri anlamış insan sayısının zaten oldukça az olduğunu itiraf etmemiz gerekir. Bir de Kur'an'ı ilk defa eline alan kimseler tarafından okundukları düşünülürse, bu kimseler İslâm'a yakınlaşacakları yerde Kur'an'ı anlamamaları veya yanlış anlamalarından dolayı İslâm karşıtı hâline gelebilecektir. Bu ayetler şunlardır:

6Şüphesiz şu kâfirler; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmiş şu kimseler; onları uyarsan da, uyarmasan da onlar için birdir: onlar inanmazlar.

7Allah, onların kalpleri ve kulakları üzerine mühür vurmuştur; onların gözlerinin üzerinde perdeler vardır. Ve büyük azap onlar içindir.

(Bakara/ 6, 7)

Bize göre, bu ayetleri anlayabilmek için Kur'an'dan en az beş bin ayetin sindirilircesine öğrenilmiş olması gerekir. Çünkü bu ayetler ilk inen ayetlerden yaklaşık on yıl sonra inmiştir. Bakara suresindeki bu ayetleri o gün duyanlar ve okuyanlar, anlamlarını gereği gibi anlayabilecek bir alt yapıya sahiptiler. Bu nedenle de onları rahatça anladılar. Aynı ayetler bugün de alt yapısı uygun olanlar için anlaşılabilir niteliktedir. Ama ya Kur'an ile yeni tanışanlar ve alt yapısı olmayanlar? Böylelerinin “Demek ki, bazı kimselerin kalpleri ve kulakları Allah tarafından mühürlendiğine ve uyarılmaları da kendilerine yarar sağlamadığına göre, İslâm'ın ne olduğunu veya Allah'ın ne istediğini öğrenmek için boşuna çaba sarf etmenin de yararı yoktur” diye düşünmeleri ve Kur'an'ı bir daha açmamak üzere terk etmeleri kuvvetle muhtemel değil midir?

Eğitim ve öğretim, bir sistem ve yöntem gerektirir. Bugün hazırlık sınıfında İngilizce öğrenmeye başlayan bir öğrenciye nasıl hemen Shakespeare okutulmuyorsa, ilkokulda matematikle yeni tanışan çocuğa nasıl hemen üslü veya köklü sayılar değil de önce doğal sayılar öğretiliyorsa, Kur'an eğitimine yeni başlayan birine de peygamberimizin ancak yirmi ikinci yılda aldığı vahiy bilgilerinin verilmesiyle başlanmamalıdır. Onlarla başlandığı takdirde de o ayetlerin gereği gibi anlaşılabileceği konusunda iyimser olunmamalıdır.

Bu görüşümüzü doğruladığı kanısında olduğum bir diğer örnek de Fatiha suresinin sırasıyla ilgilidir. Bilindiği gibi, Fatiha Kur'an'ın en başında yer alan suredir ve bugüne kadar böyle okunmuştur. Fakat Alak, Kalem, Müzzemmil ve Müddessir surelerinden sonra, iniş sırasına göre beşinci sırada okunması hâlinde, daha önce farkına varılmamış anlamlarının ortaya çıktığı bu usulü deneyenlerce ifade edilmektedir.

Kur'an’la ilgili olarak onun değişik özelliklerini de kapsayan en geniş açıklama, bu alanda en muteber kaynak olarak gördüğümüz İmam Suyutî'nin “el-İtkan fî Ulûmi’l-Kur'an” adlı eseridir. Amacımız Kur'an'ı ona ilk muhatap olanlar gibi tanımak, anlamak, yaşamak ve

8

Page 9: 0.sunuş

sonra da anladıklarımızı başkalarına sunmak olduğu için, Kur'an ilimleriyle ilgili detayları uzun uzadıya nakletmenin şimdilik gereği yoktur. Bu sebeple Kur'an ile ilgili diğer özellikler, çeşitli surelerde yeri geldiğinde açıklanacaktır.

Geçmişteki tespitleri de dikkate alarak okuyucuya sunmaya çalıştığımız Mushaf tertibi, herkes tarafından bu konudaki en ciddî eser olarak bilinen Hattat Kadroğlu'nun Mushaf’ıdır.

Kadroğlu'nun Mushafındaki Nüzul Sırası

MEKKE DÖNEMİ

Nüzül Mushaftaki Nüzül Mushaftaki Sırası Sırası Sırası Sırası

Alak 1 96 Meryem 44 19Kalem 2 68 Ta Ha 45 20Müzzemmil 3 73 Vakıa 46 56Müddessir 4 74 Şuara 47 26Fatiha 5 1 Neml 48 27Mesed 6 111 Kasas 49 28Tekvir 7 81 İsra 50 17A’lâ 8 87 Yunus 51 10Leyl 9 92 Hud 52 11Fecr 10 89 Yusuf 53 12Duha 11 93 Hicr 54 15İnşirah 12 94 En'âm 55 6Asr 13 103 Saffat 56 37Adiyat 14 100 Lokman 57 31Kevser 15 108 Sebe 58 34Tekasür 16 102 Zümer 59 39Mâûn 17 107 Ğafir 60 40Kâfirun 18 109 Fussılet 61 41Fil 19 105 Şûra 62 42Felâk 20 113 Zühruf 63 43Nas 21 114 Duhan 64 44İhlâs 22 112 Casiye 65 45Necm 23 53 Ahkâf 66 46Abese 24 80 Zariyat 67 51Kadr 25 97 Ğaşiye 68 88Şems 26 91 Kehf 69 18Büruc 27 85 Nahl 70 16Tin 28 95 Nuh 71 71Kureyş 29 106 İbrahim 72 14Karia 30 101 Enbiya 73 21Kıyame 31 75 Müminun 74 23Hümeze 32 104 Secde 75 32Mürselat 33 77 Tur 76 52Kaf 34 50 Mülk 77 67Beled 35 90 Hakka 78 69Tarık 36 89 Mearic 79 70

9

Page 10: 0.sunuş

Kamer 37 54 Nebe 80 78Sad 38 38 Naziat 81 79A'râf 39 7 İnfitar 82 86Cinn 40 72 İnşikak 83 84Ya Sin 41 36 Rum 84 30Furkan 42 25 Ankebut 85 29Fatır 43 35 Mutaffifin 86 83

MEDİNE DÖNEMİ

Bakara 87 2 Haşr 101 59Enfal 88 8 Nur 102 24Âl-i Imran 89 3 Hacc 103 22Ahzab 90 33 Münafikun 104 63Mümtehıne 91 60 Mücadele 105 58Nisa 92 4 Hucurat 106 49Zilzal 93 99 Tahrim 107 66Hadid 94 57 Teğabün 108 64Muhammed 95 47 Saff 109 61Ra'd 96 13 Cuma 110 62Rahman 97 55 Feth 111 48İnsan 98 76 Maide 112 5Talâk 99 65 Tövbe 113 9Beyine 100 98 Nasr 114 110

Yukarıdaki sıralamada Zilzal, İnsan, Rahman ve Ra'd sureleri Medine dönemi sureler içinde yer almıştır. Ne var ki, son çağ araştırmacıları bu surelerin de Mekke dönemine ait olduğu kanaatindedirler. Sureler, içerik ve üslup itibariyle de Mekke dönemine ait surelere benzemektedirler.

Belirtmeyi gerekli gördüğüm hususlardan biri de, bu kitapta peygamberimiz için sadece Allah'ın verdiği unvanların kullanılmış olduğudur. Rabbimiz, elçisine karşı gösterilmesini istediği saygılı davranışları Kur'an'da şöyle bildirmiştir:

1Ey iman etmiş kimseler! Allah'ın ve Elçisi'nin iki eli arasında öne geçmeyin/ dinde kendi görüşlerinizi öne çıkarmayın. Ve Allah'ın koruması altına girin. Şüphesiz Allah en iyi işitendir, en iyi bilendir.

2Ey iman etmiş kimseler! Seslerinizi Peygamber'in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize yüksek sesle bağırdığınız gibi, Peygamber'e yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz bilincinde olmadan, saygısızlıkta ileri gidersiniz de amelleriniz boşa gidiverir.

3Şüphesiz Allah Elçisi'nin huzurunda seslerini kısan kimseler; işte onlar, Allah'ın, kalplerini Kendisinin koruması altına girmesi için imtihan ettiği kimselerdir. Onlara bağışlanmışlık, korunmuşluk ve büyük bir ödül vardır.

4Şüphesiz sana odaların arka tarafından seslenen kimseler; onların çoğu akıllı davranmıyorlar.5Ve eğer onlar, sen yanlarına çıkıncaya kadar sabretselerdi, elbette kendileri için daha iyi

olurdu. Ve Allah, kullarının günahlarını çok bilerek reddeden, onları cezalandırmayan ve bağışı bol olandır, engin merhamet sahibidir.

(Hucurat/ 1- 5)

Gönül isterdi ki, peygamberimiz ile aynı çağda yaşayalım, ona sahabe/arkadaş olalım; böylece ona karşı yukarıdaki ayetlerde Yüce Allah'ın emrettiği şekilde hürmet ve itaat gösterelim. Böyle bir imkânımız olmadığına göre, bize düşen ona uymak, onun izinden

10

Page 11: 0.sunuş

gitmek olmalıdır. Onun izinden gitmek ise, onun yaptığı ve vasiyet ettiği şeye uymakla mümkündür. Peygamberimizin elçilik süresince yaptığı ve tüm Müslümanlara vasiyet ettiği tek şey Kur'an'a uymak olduğuna göre, bizim de yapmamız gereken şey Kur’an’a uymak ve onu yaşamaktır.

Bu kitapta dikkat ettiğimiz şeylerden biri de Resulullah’ı hangi isim ve sıfatlarla anacağımız konusudur. Klâsik kitapların birçoğunda peygamberimiz için birer saygı ifadesi olarak, “s.a.v.”, “Hz.”, “eşref-i mahlûkat [yaratılmışların en şereflisi]”, “fahr-i kâinat [evrenin övüncü]”, “sırr-ı levlâke levlâk [evrenin kendisi hürmetine yaratıldığı]”, “sahibü’l-hülleti ve’t-tac, rakibu’l-Burak fi leyleti’l-miraç [miraç gecesinde Burak'a binen Hülle ve taç giyen], “ilklerin ve sonların efendisi” gibi Allah'ın peygamberimize vermediği isim ve rütbeler kullanılmaktadır. Kur’an’ın uygulamasını esas alarak biz de o rütbe ve deyimleri peygamberimiz için kullanmaktan uzak durduk. Çünkü Rabbimiz peygamberimizi Kur'an'da şu ifadelerle zikretmektedir:

Allah'ın Elçisi” (Fetih; 29, Ahzab; 40) رسول ا هّلل“ -Nebiy-yi Ümmi (Anakentli Peygamber)” (A'râf 157) ال هّنىب هّ ى ال هّم ى“ - ;Nebi (Peygamber)” (Enfal 64, 65, 70; Ahzab 1, 28, 45, 50, 59; Mümtehıne 12 ال هّنىب هّ ى“ -

Talâk 1; Tahrim 1) Hatemu’n-Nebiyyîn [peygamberlerin mührü, sonuncusu, zirvesi]” (Ahzab خاتم ال هّنىب هّ ى“ -

40)

Rabbimiz, Bazı peygamberler; Nuh, İbrahim, Musa, Ha^run, İlyas, için “Selam!”; elçilerin tümü için de “ve selamün alelmürselin (Tüm elçilere selam! Saffât/181)” buyurduğu için Rasülüllah için “As (Aleyhüsselam)” denilmelidir.

Allah, kendi peygamberini bu ayetlerdeki isim ve niteliklerle andığı gibi, onu kendisinin selâmladığından başka şekilde selâmlayanların kimler olduğunu da Kur'an'da şöyle bildirmiştir:

8Fısıldaşmaktan yasaklandıktan sonra yine o yasaklananı yapmaya kalkışanları ve günah, düşmanlık ve Elçi'ye karşı gelmek hususunda fısıldaşanları görmedin mi? Onlar, sana geldikleri zaman seni, Allah'ın selâmlamadığı ile selâmlıyorlar. Kendi içlerinden de: “Bu söylediklerimiz yüzünden Allah'ın bize azap etmesi gerekmez miydi?” derler. Cehennem onlara yeter. Oraya yaslanacaklardır. Ne kötü dönüş yeridir!

(Mücadele/ 8)

Ayete göre Rabbimiz, peygamberimizi Allah'ın selâmlamadığı bir şekilde selâmlayanların bu davranışını ikiyüzlü olduklarının bir göstergesi olarak değerlendirmektedir. İfrat ölçüsünde bir sapma olan bu davranışı sergileyenlerin aslında peygamberimizin ahlâkıyla ve sünnetiyle [Kur'an'a uyması ve Kur'an'ı yaşamasıyla] bir ilgilerinin bulunmadığı, sadece çıkar sağlamayı amaçladıkları anlaşılmaktadır.

Peygamberimiz hakkında kullanılan fakat gerçek anlamından koparılarak yozlaştırılmış bulunan bir başka kavram da “salâvat”tır. Salât ve salâvat kavramlarının ne olup ne olmadığı, Allah'ın izniyle kitabımızın Kevser suresinin işlendiği bölümünde açıklanmıştır.

Biz de peygamberimiz için Rabbimizin verdiği unvanlardan başka bir unvan ve sıfat kullanmayarak Kur'an'ın bize gösterdiği yol ve usulden ayrılmadık. Konuyla ilgili olası eleştirilerden korkmadığımız gibi, bu konuda suskunluk göstermenin bile sapkınlığa taviz vermek olacağını düşündük.

Kitabımızda Kur’an’ın kavramlaşmış kelimeleri için en uygun Türkçe karşılıkların bulunup kullanılmasına özen gösterdik. Dil konusunda bugüne kadar yeterince özen gösterildiğini ileri sürmek mümkün değildir. Türkçe olarak basılan meal, tefsir ve diğer dinî kitaplarda binlerce sözcük ve kavram ya Arapça kalmış, ya da Farsça gibi başka bir yabancı

11

Page 12: 0.sunuş

dille bize intikal etmiştir. Dolayısıyla dini terminolojimizdeki salât, salâvat, abdest, oruç, gusül, zikir, fikir, resul, nebi, belâ, fitne gibi pek çok sözcük ve kavram hiçbir zaman Kur'an'daki gerçek anlamıyla anlaşılamamıştır.

Bunun sonucu olarak da:- Önce bir ulema sınıfı oluşmuş ve dinin Kur'an'dan değil, bunların kısıtlı

anlayışlarından öğrenileceği anlayışı yaygınlaşmıştır.- Giderek dini ilkeler yozlaştırılmış ve saf din hurafelerin istilasına uğramıştır.- İstilâ sonucunda din paramparça olmuş, sayısı belli olmayan mezhepler ve meşrepler

ortaya çıkmıştır.- Bu mezhep ve meşrepler giderek daha doktriner yapılara; ayrı ayrı dine dönüşmüştür.Oysa Yüce Rabbimiz, Kur'an'dan önce yolladığı kitapları, mesajını iletmek istediği o

toplumların diliyle yolladığı gibi, gönderdiği peygamberleri de yine mesajını iletmek istediği o toplumların içinden seçmiştir. Çünkü Rabbimizin amacı, mesajın muhataplar tarafından iyice anlaşılmasını sağlamaktır:

4Ve Biz onlara, açıkça ortaya koysun diye, her peygamberi yalnız kendi toplumunun diliyle gönderdik. Artık Allah dilediğini/ dileyeni saptırır, dilediğini/ dileyeni de doğru yola iletir. Ve O, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır , en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır.

(İbrahim/ 4)

Nitekim Âdem, Nuh, İdris, İbrahim, Musa, … İsa peygamberlerin getirdikleri mesajlar hep kendi halklarının ana dillerinde olmuştur. Dolayısıyla Kur'an da Arapça konuşup anlaşan bir topluma gönderildiği için Arapça olarak inmiştir. Bu ilahi sünnete göre eğer Kur'an Türklere inseydi Türkçe, Rumlara inseydi Rumca, Fransızlara inseydi Fransızca olacaktı. Zira toplumların mesajı anlayabilmeleri, aldıkları mesajın kendi dillerinde olmasına, doğru anlamaları da kendi dillerini iyi bilmelerine bağlıdır. Kur'an Arapça olmasına rağmen muhataplar Arapçayı iyi bilmiyorlarsa mesajı iyi anlamaları da söz konusu olamaz.

Kur'an her ne kadar ilk olarak Arap toplumuna hitap etmiş olsa da, Kur'an'ın muhatapları dünya üzerindeki tüm insanlardır. (Sad 87; Nisa 105, 174; Yunus 57; İbrahim 52) Peygamberimiz de tüm insanlığın, farklı diller konuşan tüm halkların peygamberidir. (Enbiya 107; A'râf 158 ve Sebe 28)

Dünya üzerinde yüzlerce farklı dil kullanan toplum yaşamaktadır. Bu durumda insanların tümünün Arapça öğrenmesi söz konusu olamayacağına göre, Kur'an'ın dünyadaki diğer dillere çevrilmesi zorunludur. Bu zorunluluğun yerine getirilmesi ve bütün insanların Allah'ın mesajını alabilmesinin sağlanması mevcut Müslümanların manevi sorumluluğudur.

Bu sorumluluğu yerine getirme konusunda kendini yetkin gören ilim adamlarının en önemli görevi, Kur'an’ın dili olan Arapça'yı ve çeviri yapacakları dili çok iyi bilmeleri, çeviri sırasında anlamı o dilde verilmemiş tek bir sözcük bile bırakmamalarıdır. Çünkü yarı Türkçe, yarı Arapça, yarı Farsça bir çeviriden ne bir Türk, ne de bir başka toplumun bireyi bir şey anlayabilir. Nakıs ve yetersiz bir çeviri ile Allah'ın mesajının gereği gibi aktarılabilmesi imkansızdır. Kelime ve kavramların bir başka dilin sözcükleriyle karşılanması da yetmez. Kur’an sözcüklerinin indiği dönemdeki saflığıyla anlaşılıp bugüne aktarılabilmesinin de başarılması gerekir. Aksi halde otantik anlamların aktarılamaması mesajın da yeterli düzeyde anlaşılamamasına neden olur. O günkü ifadelerin maslahat [yarar] ve mefsedet [zarar] doğrultusunda modernize edilerek aktarılmasında ise bize göre bir sakınca yoktur. Çünkü kelimelerin kendisi değil, mesajın içeriği önemlidir.

Dile ve çeviriye verilen önem ile aksi davranışların sonuçları, Rabbimizce Kur'an'da açıklanmıştır (Bakara 75; Nisa 46; Maide 13, 41)

12

Page 13: 0.sunuş

Sonuç olarak Kur'an, bütün sözcüklerin ne anlama geldiklerinin tam olarak anlaşılmasını sağlayacak biçimde başka dillere çevrilmelidir. Yapılan çeviride kapalı, anlaşılmaz tek bir sözcük bile bırakılmamalıdır. Eğer elinizdeki bu çeviride bir kapalılık, anlaşılmazlık varsa, bu Kur'an'dan değil, çevirenin yetersizliğindendir.

Size bu Kur'an sofrasını hazırlayan âciz kul, yedi yaşından beri Kur'an’la ve Kur'an ilimleri ile iç içedir. Türkçe ve Arapça yüzlerce tefsir, meal ve Kur'an ile ilgili kitap okumuş, incelemiş ve tahlil etmiştir. Bütün bunlardan sonra, gördüğü lüzum üzerine Allah'ın izniyle bu kitabı kaleme almaya başlamıştır. Yukarıda açıklanan gerekçeleri göz önünde tutarak Kur'an'ı hiçbir etki altında kalmadan “Lisanü’l-Arab”ın sözcük anlamlarını, ifade tekniklerini, Kur’an’ın tertilini ve bütünselliğini gözeterek günümüz Türkçesiyle sizlere sunmaya çalışmıştır. Ecrini de sadece âlemlerin Rabbinden ummaktadır.

…el-Ismetü lillahi vahdeh [Kusursuzluk sadece Allah’a mahsustur] العصمة هّلل وحده

Hakkı Yılmaz

13