View
11
Download
0
Category
Preview:
Citation preview
DÎVÂN EDEBİYATINDA CÂİZE
ÜZERİNE BİR İNCELEME (Yüksek Lisans Tezi)
Kerim YAŞAR
Kütahya-2007
T. C. DUMLUPINAR ÜNİVERSİTESİ
Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı
Yüksek Lisans Tezi
DÎVÂN EDEBİYATINDA CÂİZE ÜZERİNE BİR İNCELEME
Danışman
YAR. DOÇ. DR. KADİR GÜLER
Hazırlayan
Kerim YAŞAR
200492040127
Kütahya – 2007
Kabul ve Onay
Kerim YAŞAR’ın hazırladığı “Divan Edebiyatında Câize Üzerine Bir
İnceleme” başlıklı Yüksek Lisans tez çalışması, jüri tarafından lisansüstü
yönetmeliğinin ilgili maddelerine göre değerlendirilip kabul edilmiştir.
/07/2007
Tez Jürisi
Yrd. Doç. Dr. Kadir GÜLER (Danışman)
Yrd. Doç. Dr. Mustafa GÜNEŞ
Yrd. Doç. Dr. Muvaffak EFLATUN Prof. Dr. Ahmet KARAASLAN
Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü
Yemin Metni
Yüksek lisans tezi olarak sunduğum “Divan Edebiyatında Câize Üzerine Bir
İnceleme” adlı çalışmamın, tarafımdan bilimsel ahlak ve geleneklere aykırı düşecek bir
yardıma başvurmaksızın yazıldığını ve yararlandığım kaynakların kaynakçada
gösterilenlerden oluştuğunu, bunlara atıf yapılarak yararlanılmış olduğunu belirtir ve
bunu onurumla doğrularım.
/07/2007 Kerim YAŞAR
ÖZGEÇMİŞ
16 Kasım 1982’de Balıkesir’de dünyaya geldi. İlk, orta ve lise öğrenimini
Fethiye’de tamamladı. 2000 yılında başladığı Süleyman Demirel Üniversitesi Burdur
Eğitim Fakültesi Türkçe Eğitimi Bölümü’nden 2004 yılında mezun oldu. 2004-2006
yılları arasında iki yıl süreyle Kütahya/Aslanapa Ören İlköğretim Okulu’nda Türkçe
öğretmeni olarak görev yaptı. 2006 yılında Sivas Gazipaşa İlköğretim Okulu’na atandı.
Halen aynı okulda Türkçe öğretmeni olarak çalışmaktadır.
v
ÖZET
“Dîvân Edebiyatında Câize Üzerine Bir İnceleme” konulu bu çalışmamızda
Dîvân şâirlerinin sanatı ve sanatçıyı koruyan kişilerden elde ettikleri aynî ve nakdî
yardımlar ele alınmıştır.
Osmanlı Devleti’nde başta padişâh olmak üzere devletin ileri gelenleri,
kişiliklerine bağlı olarak değişen oranlarda sanatı ve sanatçıyı korumuşlar ve bu
uygulamayı bir gelenek halinde İmparatorluğun son dönemlerine kadar sürdürmüşlerdir.
Şâirler de belli zamanlarda sundukları eserlerinde memdûhlarının övgüsünü
yapmışlardır. Bu övgülerde, bazı tarihi ve dini şahıslar karşılaştırma unsuru olarak
kullanılmış, memdûhların sadece olan değil olması gereken özellikleri de dile
getirilmiştir. Adaleti, iyi yönetimi, cömertliği vs. özellikleri dile getirilen bir kişi belli
bir süreden sonra ister istemez o yönde hareket etmeye başlayacaktır. Bu bakımdan
sanatın saltanat üzerinde olumlu ve yönlendirici bir etkisi olmuştur. Şâirler, daha sonra
kendi sanatlarını övmenin yanı sıra maddi ve manevi sıkıntılarını da dile getirerek
memdûhlarından yardım istemişlerdir. Eser sunulan kişi, kendi zevk ve anlayışına bağlı
olarak aldığı eğitimin de etkisiyle sunulan eserleri değerlendirerek başarısı oranında
ödüllendirmiştir. Bu ödüllendirme şâire maddi imkânlar sağladığı gibi itibar da
kazandırmıştır. Şâirlerin elde ettikleri maddi ve manevi tüm yardımlara câize adı
verilmiştir. Şunu da unutmamak gerekir ki şâirlerin tek geçim kaynağı câizeler olmayıp
her birinin yeteneği ölçüsünde bir mesleği vardır. Bir nevi te’lif ücreti olarak
değerlendirebileceğimiz câize uygulaması günümüzde de müesseseleşerek varlığını
sürdürmektedir.
Anahtar Sözcükler: Câize, Fahriye, Medhiye, Dîvân Edebiyatı
vi
ABSTRACT
In this study with the subject “A Study on the câize in Dîvân literature”
monetary aids and aids in kind received by divan poets from the people protecting art
and artist has been discussed.
In Ottoman State first sultan then other prominent people within the state
protected the art and the artist to the extend varying according to their personalities and
sustained this practice till the last periods of the empire. Poets in certain times in their
works made the eulogy of those who supported and protected them. In these praises
some historic and religious personalities was used as elements of comparison. Poets in
their works expressed not only the existing good values of the supporters but also
attributes that should have existed in those people. One whose justice, generosity and
good management and similar good qualities expressed will take a route to that
direction inevitably. In this sense the art had a positeve and canalizing effect on
sovereignty. As well as praising their own work, poets asked for help from their
supporters expressing their material and immaterial problems. The person to whom the
work dedicated evaluated the work depending on his own taste and understanding and
awarded according to its success. This awarding not only provided the poet with
material opportunities but also gave him honor. All the aids the poets received were
called câize. After all the only means by which poets earned their living was not caizes,
each of them had their own profession to extend of their ability. The practice of caize
which can be considered a kind of copyright got institutionalized today and still
survises.
Key words: Câize, Fahriye, Medhiye, Dîvân Literature
vii
İÇİNDEKİLER Sayfa ÖZET………………………………………………………………………………......v ABSTRACT………………………………………………………………………..….vı İÇİNDEKİLER..............................................................................................................vıı TABLOLAR………………………………………………………………………......xıı KISALTMALAR………………………………………………………………….…..xııı TEZ HAKKINDA……………………………………………………………….....….xıv
BİRİNCİ BÖLÜM
OSMANLI DEVLETİ’NDE DEVLET-SANAT İLİŞKİSİ 1
İKİNCİ BÖLÜM CÂİZE KAVRAMI 7
2.1. Edebiyat Terimi Olarak Câize……………………………………………………...8 2.2. Devlet Yönetiminde Câize………………………………………………………...10
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
ŞAİRLERİN GEÇİM DURUMLARI ve MESLEKLERİ 11 3.1. Özel Hizmet, Yakınlık ve Destekler………………………………………………12
3.1.1. Saray Çevresi……………………………………………………………12 3.1.2. Diğer Çevreler…………………………………………………………..19
3.2. Devlet Hizmetleri ve Diğer Meslekler……………………………………………26
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM ANADOLU’DAKİ CÂİZE ORTAMLARI.........................................34 4.1. Osmanlı Taht Merkezi……………........................................................................35 4.1.1. Osmanlı Padişâhları…………………………………………………….35
4.1.1.1. İlk Dönem Osmanlı Padişâhları………………………………35 4.1.1.2. Çelebi Sultan Mehmed……………………………………….36 4.1.1.3. Sultan II. Murad………………………………………………37 4.1.1.4. Fatih Sultan Mehmed…………………………………………39 4.1.1.5. Sultan II. Bayezid……………………………………………..43 4.1.1.6. Yavuz Sultan Selim…………………………………………...64 4.1.1.7. Kanuni Sultan Süleyman……………………………………...71 4.1.1.8. Sultan II. Selim..........................................................................94 4.1.1.9. Sultan III. Murad……………………………………………...97 4.1.1.10. Sultan III. Mehmed…………………………………………..99 4.1.1.11. Sultan I. Ahmed…………………………………………….100 4.1.1.12. Sultan I. Mustafa……………………………………………102 4.1.1.13. Sultan II. Osman……………………………………………102 4.1.1.14. Sultan IV. Murad……………………………………………103
viii
4.1.1.15. Sultan İbrahim………………………………………………106 4.1.1.16. Sultan IV. Mehmed…………………………………………107 4.1.1.17. Sultan II. Süleyman……………………………………....…110 4.1.1.18. Sultan II. Ahmed………………………………………...….111 4.1.1.19. Sultan II. Mustafa…………………………………………...111 4.1.1.20. Sultan III. Ahmed…………………………………………...112 4.1.1.21. Sultan I. Mahmud…………………………………………...118 4.1.1.22. Sultan III. Osman…………………………………………...119 4.1.1.23. Sultan III. Mustafa………………………………………….119 4.1.1.24. Sultan I. Abdülhamid……………………………………….120 4.1.1.25. Sultan III. Selim…………………………………………….120 4.1.1.26. Son Dönem Osmanlı Padişâhları…………………………...123
4.2. Osmanlı Sancak Merkezleri……………………………………………………..132 4.2.1. Edirne’de Bulunan Şehzadeler………………………………………...135 4.2.2. Konya’da Bulunan Şehzadeler………………………………………...136
4.2.2.1. Şehzade Cem………………………………………………...136 4.2.2.2. Şehzade Abdullah……………………………………………137 4.2.2.3. Şehzade II. Selim…………………………………………….138
4.2.3. Amasya’da Bulanan Şehzadeler……………………………………….138 4.2.3.1. Şehzade II. Bayezid………………………………………….138 4.2.3.2. Şehzade Ahmed……………………………………………...140 4.2.3.3. Şehzade Mustafa……………………………………………..141
4.2.4. Manisa’da Bulunan Şehzadeler………………………………………..141 4.2.4.1. Şehzade Korkud……………………………………………...141 4.2.4.2. Şehzade Mahmud…………………………………………….142 4.2.4.3. Şehzade Süleyman…………………………………………...143 4.2.4.4. Şehzade Mustafa……………………………………………..144 4.2.4.5. Şehzade Mehmed…………………………………………….144 4.2.4.6. Şehzade Selim………………………………………………..145 4.2.4.7. Şehzade III. Murad…………………………………………...147
4.2.5. Trabzon’da Bulunan Şehzadeler……………………………………….148 4.2.6. Kütahya’da Bulunan Şehzadeler……………………………………….149
4.2.6.1. Şehzade Bayezid......................................................................149 4.2.6.2. Şehzade II. Selim.....................................................................150
BEŞİNCİ BÖLÜM
MEMDÛHA/HÂMÎYE YAZILAN/SUNULAN ESERLER 152 5.1. Eserlerin Yazılma Sebepleri ve Zamanı…………………………………………154 5.2. Eserlerin Sunuluşu/Takdim…………………………………………………….. 159 5.3. Eserlerin Değerlendirilişi/Takdir………………………………………………..160 5.4. Eserlerde Sanat Kullanımı………………………………………………………161 5.5. Memdûhun/Hâmînin Dile Getirilen Özellikleri…………………………………165
5.5.1. Adalet………………………………………………………………….166 5.5.2. Âlim ve Şairleri Koruma………………………………………………167 5.5.3. Askeri Güç ve Kahramanlık…………………………………………...168
ix
5.5.4. Cömertlik ve Yardımseverlik………………………………………….169 5.5.5. Dindarlık ve Dini Koruma/Yayma………………………………….....170 5.5.6. Dünyaya Hükmetmesi/Yönetim Gücü…………………………………171 5.5.7. Fazilet, Ahlak, Namus ve Şeref………………………………………..172 5.5.8. Fermanının Gücü………………………………………………………173 5.5.9. Fetvası………………………………………………………………….174 5.5.10. Hışmı/Gazabı ve Kahrı………………………………………….........174 5.5.11. Kararının Sağlamlığı/Düşünce ve Söz Gücü…………………………175 5.5.12. Kılıç ve At……………………………………………………….........176 5.5.13. Lûtfu…………………………………………………………..............177 5.5.14. Mertebesinin Yüksekliği……………………………………………...177 5.5.15. Şairlik ve Şiir Gücü…………………………………………………...178 5.5.16. Yaratılış ve Fiziki Güzellik…………………………………………...179 5.5.17. Zekası………………………………………………………………....180
5.6. Memdûhla/Hâmiyle Karşılaştırılan Şahıslar…………………………………….181 5.6.1. Aristo…………………………………………………………………..181 5.6.2. Âsaf………………………………………………………………….....182
5.6.3. Behmen……………………………………………………………...…182 5.6.4. Behrâm…………………………………………………………………183
5.6.5. Bijen…………………………………………………………………....183 5.6.6. Cemşid………………………………………………………………....184 5.6.7. Dârâ…………………………………………………………………….185
5.6.8. Dört Halife……………………………………………………………..186 5.6.9. Eflatun………………………………………………………………….187
5.6.10. Efrâsiyâb…………………………………………………………...…187 5.6.11. Fağfur…………………………………………………………………188 5.6.12. Feridun………………………………………………………………..188
5.6.13. Giv……………………………………………………………………189 5.6.14. Hâtem-i Tâyyî………………………………………………………...189
5.6.15. Huşeng……………………………………………………………..…190 5.6.16. Hüsrev………………………………………………………………...190
5.6.17. İsa…………………………………………………………………..…191 5.6.18. İskender……………………………………………………………….192
5.6.19. Kahraman……………………………………………………………..192 5.6.20. Keshüsrev……………………………………………………………..193 5.6.21. Kisra…………………………………………………………………..193 5.6.22. Nerîmân……………………………………………………………....194 5.6.23. Nizâmü’l-mülk………………………………………………………..194 5.6.24. Peşeng………………………………………………………………...195 5.6.25. Rüstem……………………………………………………………..…195 5.6.26. Sâm…………………………………………………………………...196 5.6.27. Süleyman…………………………………………………………..…197 5.6.28. Diğer Şahıslar………………………………………………………...197
5.7. Memdûha/Hâmîye Karşı Dile Getirilen Düşünceler…………………………….198 5.7.1. Şair İstekleri…………………………………………………………....201
5.7.1.1. Genel İstekler………………………………………………...201
x
5.7.1.1.1. Hâmî/ Koruyucu……………………………………201 5.7.1.1.2. Söz Erbâbını Koruyup Kollama/İltifat…………......203 5.7.1.1.3. Memdûha/Hâmîye Hâlini Arz Etme/Aracılık……...205 5.7.1.1.4. Memdûh/Hâmî Kapısında Kul Olma……………....208 5.7.1.1.5. Yardım/Lûtuf/İhsân/İyilik/Himmet……………..….208 5.7.1.1.6. Memdûh/Hâmî Tarafından Affedilme/Bağışlanma..220
5.7.1.2. Özel İstekler………………………………………………….221 5.7.1.2.1. Devlet Görevi ve Pâye……………………………..221
5.7.1.2.1.1. Beylik (Sancak/Livâ)……………………..222 5.7.1.2.1.2. Kadılık……………………………………224 5.7.1.2.1.3. Kâtiplik………………………………..….225 5.7.1.2.1.4. Kethüdalık………………………………..225 5.7.1.2.1.5. Maaş/Para………………………………...226 5.7.1.2.1.6. Mansıb/Hizmet ………………………..…228 5.7.1.2.1.7. Müderrislik……………………………….232 5.7.1.2.1.8. Pâye (Rütbe, Derece)…………………..…233 5.7.1.2.1.9. Salyâne…………………………………...234 5.7.1.2.1.10. Tevliyet………………………………….234 5.7.1.2.1.11. Tımar……………………………………236 5.7.1.2.1.12. Ulûfe…………………………………….236 5.7.1.2.1.13. Yazıcılık………………………………...237 5.7.1.2.1.14. Zeâmet…………………………………..238
5.7.1.2.2. Hizmet Dışı İstekler………………………………..238 5.7.1.2.2.1. Altın………………………………………238 5.7.1.2.2.2. Arpa………………………………………239 5.7.1.2.2.3. At…………………………………………240 5.7.1.2.2.4. Iydîyye (Bayramlık)……………………...241 5.7.1.2.2.5. Köle………………………………………242 5.7.1.2.2.6. Köy……………………………………….242 5.7.1.2.2.7. Kürk………………………………………242 5.7.1.2.2.8. Saat……………………………………….243 5.7.1.2.2.9. Yer/Ev……………………………………244
5.7.2. Şair Şikayetleri…………………………………………………………246 5.7.2.1. Memdûhtan/Hâmîden İlgi ve Yardım Görememe…………...246 5.7.2.2. Ulûfenin Kesilmesi..................................................................250 5.7.2.3. Dirliğin Elinden Alınması........................................................250 5.7.2.4. Câizenin Kesilmesi/Câize Alamama........................................251 5.7.2.5. Yöneticiler ve Sultan Çevresindekiler……………………….252 5.7.2.6. Fakirlik……………………………………………………….253 5.7.2.7. Verilen Görev ve Mevkiyi Beğenmeme……………………..255 5.7.2.8. Değerinin Bilinmemesi………………………………………257 5.7.2.9. Borçlarını Ödeyememe………………………………………259 5.7.2.10. Malına Zarar Verilmesi…………………………………..…260 5.7.2.11. Görev (Mansıb) Alamama …………………………………261 5.7.2.12. Felekten/Talihten Şikayet………………………………..…261
xi
ALTINCI BÖLÜM
YENİ DÖNEMDE CÂİZE ANLAYIŞI 262 SONUÇ……………………………………………………………………………….270 KAYNAKÇA…………………………………………………………………………275 DİZİN…………………………………………………………………………………284
xii
TABLOLAR LİSTESİ
Tablo 3.1: Tespit Edilen Diğer Meslekler ve Yüzdelik Oranları………………………28
Tablo 4.1: II. Bayezid Devrinde Nakdiyye ve Hil’ât Alan Şâirler……………………..50
Tablo 4.2: II. Bayezid Devri Şâirlerinin Toplamda Elde Ettiği Nakdiyye Miktarları….60
Tablo 4.3: II. Bayezid Devrinde Hil’ât Alan Şâirlerin Yıllara Göre Dağılımı…………62
Tablo 4.4: Kanuni Döneminde Nakdiyye ve Hil’ât Alan Şâirler………………………86
Tablo 4.5: Kanuni Devri Şâirlerinin Toplamda Elde Ettiği Nakdiyye Miktarları……...91
Tablo 4.6: Kanuni Devrinde Hil’ât Alan Şâirlerin Yıllara Göre Dağılımı……………..93
Tablo 4.7: Dîvân Şâirlerinin Coğrafi Dağılımları…………………………………….134
Tablo 5.1: Yüzyıllar İçerisinde Kasîdenin Beyit Sayısındaki Değişimi………………154
Tablo 5.2: Fahriyelerin Yüzyıllara Göre Beyit Sayıları………………………………199
Tablo 5.3: Fahriyenin Yüzyıllar Açısından Türlere Göre Dağılımı…………………..200
xiii
KISALTMALAR
AKM: Atatürk Kültür Merkezi
Bkz.: Bakınız
C.: Cilt
Haz.: Hazırlayan(lar)
Hz.: Hazreti
MEB: Milli Eğitim Bakanlığı
M.Ö.: Milattan Önce
Ö.: Ölümü
s.: Sayfa
S.: Sayı
Sal.: Saltanatı
TDK: Türk Dil Kurumu
TDV: Türk Diyanet Vakfı
TTK: Türk Tarih Kurumu
Vb.: Ve benzeri
Vd.: Ve diğerleri
Vs.: Ve saire
Yay.: Yayınları
%: Yüzde
TEZ HAKKINDA
xv
TEZ HAKKINDA
1. Araştırmanın Problemi
Osmanlı Devleti’nde başta padişâh ve şehzâdeler olmak üzere devlet
ricâlinin, kişiliklerine bağlı olarak değişen oranlarda âlim ve şâirlere hâmîlik yaptıkları
bilinmektedir. Buradan hareketle devlet ricâlinin üstlendiği bu hâmîlik, hangi
koşullarda, ne şekilde gerçekleşmiş ve şâire neler kazandırmıştır? Sorusunun cevabını
“Dîvân Edebiyatında Câize Üzerine Bir İnceleme” adlı tez çalışmamızda bulmaya
çalışacağız.
2. Araştırmanın Amacı
Bu çalışmamızdaki amaç, Dîvân şâirlerinin;
a. Eserlerini ne zaman ve hangi amaçlarla yazdıklarını,
b. Eserlerini kime ne şekilde sunduklarını,
c. Eserlerinde neleri dile getirdiklerini,
d. Eserleri aracılığı ile hangi kazanımları (câize) elde ettiklerini ortaya
koymaktır.
3. Araştırmanın Önemi
Dîvân şâirleri, belirli zamanlarda yazdıkları/sundukları eserler (kasîde, gazel,
kıt’a, mersiye vs.) ile memdûhlarından/hâmîlerinden çeşitli câizeler elde etmişlerdir.
Her şâirin eserini sunmak istediği ilk kişi padişâh veya şehzâde olmuştur. Çünkü
padişâhın ve şehzâdenin ihsânı diğerlerine göre daha fazladır. Şâirler,
padişâha/şehzâdeye ulaşamadıkları durumlarda ise diğer devlet ricâline yönelmişler ve
bu kişilerden -padişâha ulaşmak için- aracılık yapmalarını istemişlerdir. Burada dikkat
edilmesi gereken noktalardan biri câizenin çift taraflı oluşudur. İlk adımı şâirler atarak
hâmîlerine birer hediye/eser takdim etmişler ve karşılığında câize almışlardır. Bu
sebeple câizeyi kısa ve uzun zamanlı olmak üzere iki boyutlu düşünebiliriz. Kısa süreli
olanı, şâirin sunduğu eser karşılığı başarısı oranında aldığı nakdî ve aynî yardımdır.
Bunun içerisine hâmînin meclisinde ve yakın çevresinde bulunmayı da ilave edebiliriz.
xvi
Böylelikle şâir, döneminde elde edebileceği en büyük câizeyi almıştır. Bir şâir için
padişâhın meclisinde bulunmak, şâire maddiyatla ölçülemeyecek derecede itibar
kazandıracağı anlamına da gelmektedir. Uzun süreli câize de ise şâir, eseri sayesinde
kendisini geleceğe bırakmış ve ölümsüzleştirmiştir. Dîvân şiirinin önde gelen
temsilcileri, bugün bile varlıklarını sürdürüyorsa bu ortaya koydukları eserleri
sayesindedir. Kısa süreli câizede zaman, en fazla şâirin hayatı ile sınırlandırılırken uzun
süreli câize de ise zaman sınırı olmayıp, yüzyıllarca devam etmektedir.
Bir diğer önemli nokta da câize uygulamasının günümüzde de
müesseseleşerek varlığını sürdürüyor olmasıdır. Osmanlı dönemindeki hâmîlerin yerini
günümüzde çeşitli kurum, kuruluş, siyasî parti, vakıf, dernek vs. almıştır. Bu
müesseselerin düzenlediği yarışmalar sonucunda günümüz şâirleri başarıları oranında
ödüllendirilmektedir. Artık günümüz şâiri, şiirinin alıcısı olarak memdûhu/hâmîyi değil,
sokaktaki insanı hedeflemiş; câize yerine te’lif hakkını yeğlemiştir. Bu bağlamda, her
iki dönemde de câizedeki amaç aynı olup, tek değişen taraf câizenin uygulama
biçimidir.
4. Araştırmanın Hipotezi
Gerek Dîvân şâirlerinin hâmîlerinden gördüğü himâye ve aldığı câizeler;
gerekse günümüz şâirlerinin aldığı ödüller, şâirlerin sanatlarını ve ortaya koydukları
ürünleri olumlu yönde etkilemiştir. Verilen câize ve ödüller, şâirler için hayatlarında
yeni kapılar açmış ve önemli değişimler sağlamıştır. Böylece şâirler, daha kaliteli
eserler ortaya koymak amacıyla kendileri ile yarış içerisine girmişlerdir. Çünkü aldıkları
ödüller, ister istemez bunu gerektirmektedir. Câize ve ödüllerin şâirlerin sanatı
üzerindeki olumlu etkisini, şâirlerin sanatlarını ödül öncesi ve sonrası olmak üzere iki
dönemde inceleyerek tespit edebiliriz.
5. Araştırmanın Sınırlılıkları
“Dîvân Edebiyatında Câize Üzerine Bir İnceleme” adlı çalışmamızda ilk
olarak Osmanlı Devleti’nde devlet-sanat ilişkisi üzerinde durulmuş ve Osmanlı
Devleti’ndeki sanat anlayışının ne şekilde olduğu ortaya konulmaya çalışılmıştır. Daha
sonra “câize” kavramının hangi anlamlara geldiği ifade edilmiştir. Bunun sonucunda
câizenin hem bir edebiyat terimi olduğunu, hem de Osmanlı idarî ve malî yapısında
xvii
kullanıldığını tespit ettik. Buradan hareketle çalışmamızı “edebiyat terimi olan câize”
üzerinde yoğunlaştırdık. Yapılan sınırlamalardan biri de câize ortamları belirlenirken
Anadolu’daki câize ortamları yani Osmanlı taht merkezi ile şehzâde sancakları ele
alınmıştır. Şâirler, çeşitli vesilelerle memdûhlarından/hâmîlerinden câize almışlardır. En
fazla da kasîde sunarak câize elde etmişlerdir. Bu sebeple çalışmamızda ağırlıklı olarak
kasîde nazım şekli üzerinde durulmuştur.
6. Araştırmanın Yöntemi
Araştırmamızın ilk adımı “Câize” kavramının hangi anlamlara geldiğini
tespit etmek olmuştur. Kavram tespitinden sonra Osmanlı Devleti’nde devlet-sanat
ilişkisi üzerinde durulmuş, benzer toplumlardaki devlet-sanat ilişkisi ile karşılaştırılması
yapılmıştır. Daha sonra şâirlerin hâmîleri ile ne şekilde bir yakınlıklarının olduğu ortaya
konulmuştur. Câize ortamları belirlenirken Anadolu merkezli Osmanlı taht merkezleri
ile şehzâde sancakları etrafında toplanan şâirler dikkate alınmıştır. Şâir ile devlet
adamları arasındaki ilişkiyi tam anlamı ile ortaya koyabilmek için şâirlerin hayat
hikâyeleri büyük önem arz etmektedir. Bu sebeple şâir tezkireleri taranmış ve elde
edilen bilgiler padişâhların saltanat süreleri ile eşleştirilmiştir. Ayrıca padişâhlar ile
şâirler arasındaki ilişkiyi ve şâirlere verilen önemi belirtmek amacı ile II. Bayezid ile
Kanuni dönemlerine ait İn’âmât Defterleri tablolaştırılarak şâirlerin aldığı ihsânlar
ortaya konulmuştur. İn’âmât Defteri’ndeki bilgiler, şâirlerin en fazla kasîde sunarak
memdûhlarından/hâmîlerinden câize elde ettikleri sonucunu vermiştir. Buradan
hareketle kasîde nazım şekline ağırlık verilmiş ve kasîdenin tarihsel süreç içerisindeki
değişimi incelenmiştir. Daha sonra farklı dönemlere ait şâir Dîvânları tespit edilmiştir.
Şâirlerin memdûhlarına/hâmîlerine bakış açıları kasîdelerin medhiye bölümlerindeki
bilgiler ışığında ortaya konulmuştur. Daha sonra fahriye bölümlerindeki şâir istekleri
tespit edilmiş ve bu istekler “Şâir İstekleri” adı altında genel istekler ve özel istekler
olmak üzere ikiye ayrılarak incelenmiştir. Ayrıca şâirlerin hâmîye yönelik birtakım
şikayetleri de dikkate alınmıştır. Son olarak da günümüzdeki câize uygulaması üzerinde
durulmuştur.
TEZ METNİ
BİRİNCİ BÖLÜM
OSMANLI DEVLETİ’NDE DEVLET-SANAT İLİŞKİSİ
2
1. OSMANLI DEVLETİ’NDE DEVLET-SANAT İLİŞKİSİ
XIII. yüzyılın son çeyreğinde küçük bir uç beyliği olan Osmanlılar, XIV.
yüzyıl başlarında yaptığı fetihlerle –özellikle 1301 yılında Koyunhisar Savaşı ile
Bizans’ı mağlup ederek- dikkatleri üzerine çekmeye başlamıştır. Osmanlı Devleti bir
taraftan Rumeli’de ilerlerken diğer taraftan da Anadolu’da Anadolu beylikleri ile siyasî
ve askerî mücadele içine girmiştir. Osmanlı Devleti’nin Anadolu’daki ilerlemesi
batıdaki ilerlemeye nazaran daha zor olmuştur. Çünkü dini inanışlar Müslümanların
kendi aralarında savaşmalarını kesinlikle yasaklamıştır (ALTUNTAŞ-ŞAHİN
2005:564).
Osmanlılar, bazı beylikleri savaş yapmadan (çeyiz, satın alma vs.)
bünyesine katarken bazıları ile çetin mücadeleye girişmiştir. Bu konuda Osmanlı
Devleti’ni en fazla zorlayan şüphesiz Karamanoğulları Beyliği olmuştur. Çünkü hem
Osmanlılar hem de Karamanoğulları kendilerini Selçukluların varisi olarak görmüş ve
Anadolu tahtı için mücadele etmişlerdir. Osmanlı Devleti, Anadolu beyliklerinin
birbirlerine saldırmaları, kendisine karşı kafirle işbirliği yapmaları ve batıdaki gaza
faaliyetlerinde doğu bloğunu güvence altına alma gibi başlıca sebeplerden ötürü XV.
yüzyılın ikinci yarısında beylikleri tamamen ortadan kaldırmıştır.
Askerî ve siyasî faaliyetlerin yanı sıra bir devletin temel taşlarından biri olan
sanat da kendisini göstermeye başlamıştır. Sanat, insanın birtakım fizyolojik ihtiyaçları
karşılandıktan sonra yakından ilgilenebileceği bir alandır. Sanatçıların ortaya koydukları
eser karşılığında günümüzde te’lif ücreti diye tabir ettiğimiz hak edişler gündeme
gelinceye kadar sanat ve sanatçılar toplumda ancak varlıklı kişilerin etrafında teşekkül
edebilmiştir (İSEN 1997:286). Osmanlılarda devlet-sanat ilişkileri büyük ölçüde, Harun
Reşid döneminden itibaren farklı bir çizgi izlemeye başlayan ve saraydan topluma
doğru yayılan Ortaçağ Müslüman devlet-sanat anlayışının bazı tadilatlarla devamı
niteliğinde olmuştur (İSEN-BİLKAN 1997:32). Herat’ta ortaya çıkan ve Batılıların
Türk Rönesansı diye niteledikleri Hüseyin Baykara ile Molla Câmî ve Ali Şir Nevâ’î
arasındaki ilişki ve ortaya konulan sanat anlayışı Anadolu’daki devlet-sanat ilişkilerine
büyük ölçüde modellik etmiştir. Osmanlı padişâhları, Herat gibi kültür merkezlerinde
yetişen veya bu merkezlere intisâb eden bilgin ve sanatkârları kendi saraylarına
çekebilmek için her türlü fedakârlığı göze almışlardır (İNALCIK 2003a:12).
3
Osmanlı Sarayları’nda bilime ve sanata büyük önem verilmiştir.
Şehzâdeler, daha küçük yaşlardan itibaren dini ilimlerin yanı sıra Tarih, Coğrafya, Harp
Sanatı, Astroloji, Matematik, Mantık, Kimya gibi pozitif ilimleri de okumuşlardır.
Türkçe’den başka Arapça, Farsça, Latince, Yunanca, Rumca vs. dilleri öğrenen
şehzâdeler tasavvuf, müzik, avcılık, atıcılık, güreş vb. sportif faaliyetleri de başarı ile
icra etmişlerdir. Bu tarzda bir eğitim alan insan, ister istemez bilim ve sanatla iç içe
olmak durumundadır. Osmanlı devlet yönetiminde bulunan kişilerin hadsiz ve hesapsız
servetleri, asırlara uzanan kuvvetli mevkileri olmasına rağmen mutlaka birer zanaat
(veya sanat) öğrenme âdetlerinin olagelmesini iki önemli sebebe bağlayabiliriz. İlki,
sanatla ilgilenen bir şehzâdenin saray dedikodularından ve taht etrafında çevrilen
entrikalardan kısmen uzak duracağı varsayımı; ikincisi de eğer günün birinde ihtiyaç
içinde kalması mukadder olursa kendi geçimini sağlayıp hanedan onurunu
koruyabilecek bir altın bileziğe sahip bulunma gayretidir. Nitekim Kanuni devrinden
itibaren şehzâdelerin bir zanaat/sanat öğrenmeleri gelenek halini almış ve on üç, on dört
yaşına gelen şehzâdeler için ilim öğreten bir lala yanında, kişisel eğilimlerine göre
kendilerini eğitecek bir de usta-sanatkâr tayin olunmaya başlanmıştır (PALA 1999b:20).
Bunun sonucunda kendileri de birer sanatkâr olan padişâh ve şehzâdeler, kişiliklerine
bağlı olarak değişen oranlarda şiir ve edebiyatın hâmîsi ve destekçisi olmuşlardır. Üst
kademenin şiire ve şâire gösterdiği maddi ve manevi ilgi dalga dalga diğer yönetim
merkezlerine aksetmiş ve oralarda şiirin revaç bulmasını sağlamıştır. Devlet yapısının
bilim ve sanat adamlarıyla manevi yönden kuvvetlenmesinin tabii sonucu olarak
yönetim birimlerindeki sanat tutkusu ve sanatkârı koruma isteği de artmıştır (PALA
1999a:10-11). Devlet adamı ve sanatçı arasındaki bu ilişki, Osmanlı patrimonyal
toplumunda sadece sanat alanında değil seçkin sınıfın her bölümünde, statü gruplarında,
bürokraside, orduda, hatta ilmiyyede sosyal ilişkilerin ve hiyerarşinin temeli olmuş ve
patron-kul ilişkisi şeklinde ortaya çıkmıştır (İNALCIK 2003a:16).
Sanatkârlar bazı dönemlerde bazı çevrelerde kümelenmişlerdir. Sanatkâr
zümresinin kümelendiği çevrelerin başlıcaları; merkezde saray ve devlet erkânının
konakları, taşra da ise sancak merkezleri, paşaların ve beylerin konaklarıdır. Onları bu
şekilde kümelenmeye teşvik eden; edebiyata önem veren, sanatçıyı koruyup kollayan ve
değerli eserleri ödüllendiren kişilerdir. Devlet adamı ve sanatçı arasındaki bu ilişki câize
uygulamasını da gündeme getirmiştir. Ünlü şâir Ka’b b. Züheyr, Medine’de Hz.
4
Muhammed’in önüne gelerek Müslüman olmuş ve “Bânet Suâd” veya diğer adıyla
“Kasîde-i Bürde”yi okumuştur. Ka’b b. Züheyr, bu kasîdesinde Suâd adını verdiği
sevgilisinin hasretinden duyduğu elemleri ifade etmiş, onun güzelliğini ve peşinden
nasıl koştuğunu dile getirmiştir. Daha sonra sözü Hz. Peygamber’e getirerek onun
yüksek meziyetlerini anlatmış, ondan özür dilemiş ve bağışlanmasını istemiştir. Hz.
Muhammed de Ka’b b. Züheyr’e hırkasını hediye etmiştir (SARIÇAM 2005:330). Bu
tutum daha sonra adeta bir sünnet gibi telakki edilmiş ve övülen kişiler, şâire câize
vermeyi adet haline getirmişlerdir. Doğu toplumları bu geleneği “marifet iltifata
tabi’dir” şeklinde ifade etmiştir (PALA 2003:91).
Hediyeleşme her toplumda olan bir olgudur. Anadolu Selçuklu Devleti’nde
de hediyeleşme büyük önem arz etmiştir. Anadolu Selçuklu sultanları, hanedan
üyelerine, devlet adamlarına, çeşitli meslek ve topluluk mensuplarına hediyeler verip,
kendileri de sunulan hediyeleri kabul etmişlerdir. Saltanat mücadelesinde mücadeleyi
kaybeden tarafın üzüntülerini azaltmak için dahi hediyeler verilmiştir. Bunun yanı sıra
nikah kıyan kadıya, çeşitli hastalığı iyileştiren tabibe, müneccimlere, devletler arası
diplomatik ilişkilerin kurulmasını sağlayan elçilere, âlim ve şâirlere de çeşitli hediyeler
verilmiştir. Hanedan mensuplarının birbirlerine verdikleri hediyeler arasında bilhassa
mücevher, at, kumaş, köle, cariye ve çeşitli hayvanlar dikkati çekerken, emirlere verilen
hediyeler arasında hil’ât ve at ön plâna çıkmıştır. Âlim, şâir, tabib, din adamı ve elçilere
verilen hediyelerde ise paranın yanında kumaş, at, katır, deve, köle, cariye ağırlık
kazanmıştır.
Anadolu Selçuklu Devleti’nde vezirlik de yapan Muhammed b. Gazi bir
takım hikâyeleri toplayarak yazdığı “Ravzat ul-ukûl” adlı terbiyevî eserini Rükneddin
Süleyman Şah adına te’lif edip ondan ihsânlar görürken, Zahireddin Faryabi’ye de
yazmış olduğu kasîdeye karşılık iki bin sultanî1 dinar2, on baş at, on baş katır, on iki
1 Mısır, Trablus, Tunus ve Cezayir darphanelerinde basılan Osmanlı altınları hakkında kullanılan bir tabirdir. Yabancı müverrihlerin Osmanlı altınlarına ilk zamanlarda “Sultanî” denildiği gibi Yavuz Sultan Selim döneminden başlayarak Mısır’da ve tahsisen Cezayir, Tunus ve Trablus darhanelerinde basılan Osmanlı altınlarına oralarda umumiyetle “Dinar-ı Sultanî” veyahut “Sultanî” adının verildiğini yazmışlardır. Ancak gerek İstanbul’da, gerek Rumeli ve Anadolu’da basılan altın paralara Sultanî denilmemiş, bu tabir yalnız Arabistan ve Mağrip taraflarında kullanılmıştır. Sultana nisbeti ifade eden bu tabir Arap şivesine uygun olduğu gibi Osmanlı altınlarını tedavül eden ecnebi altınlarından ayırmak amacıyla oralarda bu tabirin kullanılmış olması ihtimali de vardır. Ayrıca Sultan IV. Mehmed zamanında Trablus Garp’ta “Sultanî” altınlarının yarımı demek olan “Nısfiyye”si basılmıştır (PAKALIN 1983:276). 2 Altın paralara Araplar tarafından verilen isimdir. İslâm devletlerinde ilk altın sikke Emevilerde Abdülmelik zamanında bastırılmıştır. Dinar kelimesi Latince’den Arapça’ya geçmiştir. Araplar bunu
5
hörgüçlü deve, beş köle ve beş güzel yüzlü Rum cariye, altın işlemeli, atlas, pamuklu
vb. kumaşlardan oluşan elli takım elbiseyi hediye olarak gönderdiğini; I. İzzeddin
Keykavus’a, Hüsameddin Salar’ın kızının Musul’dan yazıp gönderdiği kasîdenin her
beyti için 100, toplamı 72 beyit olduğu için 72.000 dinarın, kasîdeyi getiren postacı
vasıtasıyla Hüsameddin Salar’ın kızına gönderilmesini emrederken, kasîdeyi getiren
postacıya da hil’ât, binek hayvanı ile iki bin dinarın hediye olarak verildiğini İbn Bibi
nakletmiştir (ERSAN 2000:95-104).
Anadolu Selçuklu Devleti’nde olduğu gibi Osmanlı Devleti’nde de aynı
durum söz konusudur. Osmanlı Sarayları’nda sanat denildiği zaman akla ilk şiir ve
musikî gelmiştir. Sultanlar, sanatçıları meclislerinde bulundurdukları gibi kendileri de
sanat faaliyetleri ile yakından ilgilenmişlerdir. Sultan II. Mahmud’un ender rastlanan
hanendelerden biri ve Sultan III. Selim’in büyük bir bestekâr olması, Sultan
Abdülaziz’in pürüzsüz ney üflemesi, Sultan V. Murad ile Sultan II. Abdülhâmîd’in
piyanoya olan ilgisi musikîşinas padişâhların sadece birkaçına örnek teşkil etmektedir.
Sultanlar, musikînin yanı sıra bizzat şiirle de ilgilenmişlerdir. Osmanlı hanedanı –ki
tahta oturamayan şâir şehzâdeler ile hanım sultanlar dışında 33 padişâhtan 21’i şâirdir-
şiiri salt estetik ve sanat zevki için söyledikleri kadar siyasî üstünlüklerini teşhir için de
kullanmışlardır. Osmanlı İmparatorluğu’nun yükseliş devrinde hemen hemen bütün şark
devletlerinin diplomasisinde şiirin ayrıcalıklı bir yeri olmuştur. Devlet adamlarının en
seçkinleri, şiiri en iyi bilenleri idi. O dönemde kılıçla yapılan savaşlar kadar kalemle
yapılan savaşlar da son derece önemli olup birer fetih ve zafer edası taşımıştır. Bu
sebepledir ki istisnasız bütün şark hükümdarlarının çevresinde şâirler ve münşiler yer
almıştır (PALA 1999b:25). Şâirlerin konumu da önceki benzer toplumlardaki konuma
denktir. Şâir söz ülkelerini fethedendir; iki âlemin hazinesini söz ile açandır; arşın
bülbülüdür; şiirlerini ilham olarak söylediği için değer bakımından peygamberlerin
hemen ardından gelir; onlar, fesahat bahçesinin güzel sesli bülbülleri, belagat şeker
kamışlığının mergûb-makâl tûtîleridir.
Sanatçının asıl görevi, başta sultan olmak üzere devletin ileri gelenlerinin
yaptıklarını gelecek nesillere aktarmaktır. Bu bakımdan kendilerine kasîde sunulan
“denanir” suretinde cemilendirmişlerdir. Araplar İslâmiyetten önce Roma altın sikkesini tanımış ve kullanmışlardır. Dinar Latince’de “denairus” kelimesinden, o da öşür manasına olan decem istilâhından müştaktır (PAKALIN 1983:451).
6
kişileri övgü düşkünü ve şâirleri de onların dalkavukları diye nitelemek insafsızlıktan
başka bir şey değildir. Padişâh ve devletin ileri gelenleri bu kasîdeleri, içerisinde
abartmalar, gerçek dışı yakıştırmalar olduğunu bile bile sırf bir emek ürünü, bir eser
olarak değerlendirmiştir. Bunun sonucunda şâir, yazdığı eserin başarısı oranında câize
almıştır. Bu noktada “Devlet sanatı mı yoksa sanatçıyı mı korumalı?” şeklinde bir soru
karşımıza çıkar. Devlet, kaliteli sanatı/eseri korumalı ve teşvik etmelidir. Böyle olduğu
zaman zaten sanatı da sanatçıyı da korumuş olacaktır. Osmanlı Devleti de kaliteyi
koruyup kollamış ve desteklemiştir. Elimizde bulunan II. Bayezid ve Kanuni Sultan
Süleyman dönemine ait İn’âmât Defteri’nden bu söylemimizi rahatlıkla tespit
edebiliriz. Eğer Osmanlı Devleti, sanatçıyı korumuş olsa idi her şâire aynı miktarda
nakdiyye (akçe) vermesi gerekirdi. Oysa her şâire farklı miktarlarda nakdiyye verildiği
gibi aynı şâire aynı yıl içerisinde bile farklı nakdiyye verilmiştir. Bu bize gösteriyor ki
Osmanlı Devleti sanatta kaliteyi korumuş ve her zaman sanatın daha iyi olmasına
çalışmıştır. Verilen câizeler ile sanatçılar geçimlerine bir nebze olsun katkıda
bulunmuşlardır. Câizelerin şâirin geçimindeki rolünü inkâr edemeyiz; ancak şâirlerin
tek geçim kaynağının bunlar olduğunu söylemek son derece yanlıştır. Çünkü şâirlerin
tek geçim kapısı bu olmayıp her birinin bir mesleği vardır.
İKİNCİ BÖLÜM
CÂİZE KAVRAMI
8
2. CÂİZE KAVRAMI
2.1. Edebiyat Terimi Olarak Câize
Edebiyat terimi olarak câizenin çeşitli kaynaklardaki tanımı şu şekildedir:
“Arapça ‘geçip gitmek’ anlamındaki cevâz masdarından türemiş bir kelime
olan câize (çoğulu cevâiz), genel olarak beğenilen bir işi yapan kimseye, âlim ve
sanatkârlara yazdırılan veya bunlar tarafından devlet adamlarına takdim edilen eserlere
verilen mükâfat, hediye ve ihsân manalarına gelir.” (UZUN 1993:28).
“Eskiden şâirlerin yüksek mevkilerde bulunan kişilere sundukları
medhiyeler karşılığında aldıkları hediyeye câize denilirdi. Câizeye ‘sıla, bahşiş, ihsân’
adları da verilebilir” (PALA 2003:91).
“… Takdim olunan bir şiire veya diğer bir takdimeye mukabil verilen
atiyye..” (ŞEMSEDDİN SÂMİ 2004:469).
“Eski şâirlerin yazdıkları medhiyeler mukabilinde aldıkları para ve ihsâna
denilirdi.” (PAKALIN 1983:254).
“Bir büyüğün kendisine sunulan bir armağana, en çok da şâirlerin
sundukları eserler ve manzumeler için verdikleri bahşiş.” (ÖZÖN 1979:111).
“Büyüklerden birine takdim olunan bir şeye mukabili aldıkları atiyye ve
hediyeye denilir.” (ONAY 1992:86).
“Eskiden devlet ileri gelenlerinin kendilerine kasîde sunan şâirlere
verdikleri bahşiş veya hediye.” (YELTEN-ÖZKAN 2002:119).
“Armağan, bahşiş, hediye. Eskiden bir büyüğün bir sanat eserine, özellikle
kendisi için yazılmış olan bir medhiyeye karşılık sanatkâra verdiği eşya veya para.”
(AYVERDİ 2005:445).
“Dîvân edebiyatı şâirlerinin yazdıkları kasîdelere övülen kimse tarafından
ödenen bahşiş, verilen armağan.” (KARAALİOĞLU 1962:30).
“Büyük ve varlıklı bir kimseye sunulan manzumeler veya eserler için o
kimse tarafından verilen para.” (ÖZÖN 1954:43).
“Orta-Doğu İslam ülkelerinde ve bu arada Osmanlı İmparatorluğu’nda
şâirlerin yazdıkları övgüler için aldıkları para ya da armağan.” (AKALIN 1984:54).
“Eskiden şâirlerin hükümdarlara veya devlet erkânına sundukları medhedici
şiirlerine karşılık onlar tarafından verilen ihsân ve hediye.” (SERTOĞLU 1986:60).
9
“Eskiden şâirlerin yazdıkları medhiyeler karşılığında aldıkları para ve ihsân
ki ‘sıla’ da denir.” (TÂHİRÜ’L MEVLEVİ 1994:28).
“Hediye, bahşiş, armağan. Eski şâirlere yazdıkları medhiyeler dolayısıyla
verilen para ve bahşiş. Atiyye, ihsân, sıla, kelimeleri de hediye anlamında kullanılır.”
(DEVELLİOĞLU 2000:122).
“Eskiden, özellikle de Dîvân edebiyatı döneminde büyüklere, varlıklı
kimselere sunulan manzumeler, yapıtlar için verilen para.” (ÖZDEMİR 1993:52).
“Eski edebiyatımızda devlet adamlarının itibarlı kişilerin şâir ve yazarların
kendilerine sundukları eserlere karşılık verdikleri nakdî aynî karşılık.” (KARATAŞ
2004:79).
Padişâhların verdikleri hediyeler hakkında kullanılan tabirlerden biri de
atiyyedir. Arapça bir kelime olan atiyye, hediye, bahşiş demektir. Padişâhlar, muhtelif
vesilelerle saray ve hükümet hizmetinde bulunanlara atiyye vermiştir. Atiyye olarak
para verildiği gibi kılıç, saat, enfiye kutusu da verilmiştir (PAKALIN 1983:110).
Yukarıdaki tanımlardan da anlaşılacağı üzere câizenin hemen hemen aynı
anlama gelen birçok tanımı vardır. Bu tanımlardan hareketle şöyle bir ortak sonuca
ulaşabiliriz: Şâirlerin sundukları eserler karşılığında devlet adamlarından aldıkları aynî
ve nakdî yardımlara câize adı verilir. Yapılan tanımlarda üzerinde durulan nokta
şâirlerin aldığı “hediye”dir. Oysa şâirler, hediyeyi almadan önce kendileri
memdûhlarına/hâmîlerine birer hediye sunmuşlar ve böylece kendilerini
ölümsüzleştirmişlerdir. Bu sebepledir ki câize çift taraflı düşünülmesi gereken bir
konudur. Her şeyden önemlisi ilk adımı atan sanatkârdır. Yani ilk hediyeyi veren
sanatkârın kendisi olup karşılığında câize almıştır. O halde, genel ifadesi ile şâirin
sunduğu hediye/eser karşılığında hâmîsinden elde ettiği her şeyi (para, mal, mülk vs.)
câize olarak kabul edebiliriz. Ayrıca ayniyyâtın içerisinde câize olarak düşünülmesi
gereken konulardan biri de şâirlerin devlet adamları katında gördüğü itibardır.
Kazanılan bu itibarın göstergesi hâmînin meclisinde ve yakın çevresinde bulunma
olarak karşımıza çıkmaktadır. Böylelikle şâir -hâmîsinin meclisinde bulunarak- bir
şâirin alabileceği en büyük câizeyi çoktan almıştır.
10
2.2. Devlet Yönetiminde Câize
Bir edebiyat terimi olarak kullanılan câize aynı zamanda Osmanlı idarî ve
mâlî teşkilatında, özellikle yüksek makamlara tayin edilen kişiler tarafından verilmesi
mutat olan aynî ve nakdî çeşitli hediyeler için de kullanılmıştır.
Osmanlı Devleti’nde her çeşit kamu hizmetine girebilmek çoğu zaman tayin
yetkisi bulunan kişileri memnun etmekle mümkün olmuştur. Ancak yetkili kamu
hizmetlisinin, ücret düzeni sebebiyle belli miktarda para ve mal almaya hakkı vardı.
Vezir-i âzamların ve çevrelerindeki bazı kişilerin aldıkları bu meblağa câize denilmiştir
(UZUNÇARŞILI 1988c:164). Câize sadece sadrazamlara ve büyük memurlara değil,
padişâhlara bile verilmiştir. Padişâhların aldıklarına “tuğ-u hümâyun câizesi”
denilmiştir (PAKALIN 1983:255). Memuriyetlerin ehil ve liyakat sahiplerinden ziyade
fazla câize verenlere verilmeye başlandığı gibi tekrar câize almak amacıyla memurların
azil ve yeniden tayini usulü de ortaya çıkmıştır. Bu tanımdan yola çıkan bazı kaynaklar
câizeyi devlet düzeni içerisinde rüşvet olarak değerlendirmiştir. Devlet düzeni içerisinde
böyle bir usulün ne zaman başladığını kesin olarak bilemiyoruz. Ancak XVI. yüzyıl
ortalarında kanun haline gelmiştir (MUMCU 2005:86). Bu durum III. Selim döneminde
düzene sokulmuştur. Buna göre mansıb verilecek ve mansıbları değiştirilecek vezirlerle
mirimiranlardan Nizam-ı Cedit gereğince alınması gereken câizeden başka câize
alınmayacak ve bu câize senede bir defa alınıp aynı yıl içinde başka bir göreve geçse
bile ayrıca câize alınmayacaktır. Câize alınıp verilmesine Tanzimat-ı Hayriye ile son
verilmiştir (PAKALIN 1983:255).
Lehçe-i Osmani’de câize kelimesi şu şekilde açıklanmıştır: “ Atiyye, bahşiş,
sah, ve mezuniyet alâmeti, cem’i cevaiz.” Vefik Paşa’nın bu tanımından hareket eden
Pakalın, şâirlere verilen şeylere atiyye ve bahşiş, memurların amirlerine verdiklerine ise
sah ve mezuniyet alâmeti denmesi gerektiğini ifade etmiştir (PAKALIN 1983:255).
Câize kavramı gerek edebiyat terimi olarak gerekse de idarî ve malî
yapılanmada kullanılmıştır. Devlet kademesindeki hizmete dayalı câize alış verişinden
ziyade şâirlerin hâmîlerinden elde ettikleri câizeler tez konumuzu oluşturmaktadır. Bu
sebeple bu çalışmada sadece edebiyat terimi olarak câize ele alınmıştır.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
ŞÂİRLERİN GEÇİM DURUMLARI ve MESLEKLERİ
12
3. ŞÂİRLERİN GEÇİM DURUMLARI ve MESLEKLERİ
3.1. Özel Hizmet, Yakınlık ve Destekler
3.1.1. Saray Çevresi
Padişâhla kurulan temas ve münasebetlerin en ileri derecede olanı nedîmlik,
musâhiblik, mahremlik vb. tabirler ile karşılanan samimi ve özel nitelikte olanıdır. Bu
türden bir yakınlığın derecesi şâirin yetenek ve meziyetlerine bağlı olduğu kadar
musâhib olunan kişinin bizzat padişâh veya padişâh ailesinden biri (şehzâde, valide
sultan vs. ) olmasına da bağlıdır. Bu türden bir yakınlık şâire doğrudan doğruya maddi
bir gelir sağlamayıp şâire sağladığı gelir dolaylıdır. Padişâh, şâiri bir göreve atar; ya da
şâir zaten böyle bir görevde ise derecesini yükseltir. Kısacası bu tür bir yakınlık şâir için
geçim kaynağı olmaktan ziyade yüksek bir mevki ve itibar kaynağıdır.
Gerek padişâha gerekse şehzâdeye özel hizmet ve yakınlığın pek çok çeşidi
ve şekli vardır. Bunlardan en çok akla geleni padişâh ya da şehzâdenin “vâsıl” veya
“mâdihi” olmaktır. Tezkirelerde bu türden tanıtmalar, anlamı ve kapsamı çok geniş,
genel ifadelerle yapıldığı için şâirin padişâh veya şehzâdeye ne tür bir hizmetle yakınlık
içerisinde bulunduğu tam olarak anlaşılamamaktadır. Genel ifadeler içerisinde padişâhın
mâdihliği sözü ile mâdihliğin yanı sıra yukarıda değindiğimiz musâhiblik, nedîmlik ve
mahremlik de kastedilmiş olabilir. Yakın hizmetlerden biri olan musâhiblik son döneme
kadar varlığını sürdürmüş, 1834’te de kaldırılmıştır (UZUNÇARŞILI 1988:75).
Safâyî’nin Tıflî için “....Devlet-i Sultân-ı Murâd Hân-ı râbi’de dâhîl-i
meclis-i pâdişahî ve nedîm-i hâs-ı şehriyârî olmagla...” (ALTUNER 1989:486). ‘Abdî
için “... o asırda Kırım Hânı olan Bahâdır Girây Hânun yanında karar idüp nedîmi ve
musâhîbi olup...” (ALTUNER 1989:503). Âşık Çelebi Yakînî için “...Edirnede kırk
akçe ile mütevellî ve yılda dört bin akçe sâlyâne ile nevâziş olınup Sultân Süleymân-ı
merhûm ile şehzâdelükleri zemânında şeref-i sohbetleri ile ve bir def’a yaylakdan
inerken mahmûm oldukda hâssa arabalarına binmekle mer‘i olmış ölince tecerrüd ile
geçüp ekâbir musâhîbi ve ilm ü zerâfet sâhîbi imiş” (KILIÇ 1994:343). Kınalızâde
Hasan Çelebi Ahmedî için “ Tîmûr dahı mezbûra ragbet-i mevfûr göstermekle meclis-i
hâssına dahil olup devlet-i takarrüb ü münâdemetine vâsıl olmış idi.” Bâkî için
“Ba’dehû pâdşah-ı sühandân şehenşah-ı sâhîb-kırân merhûm Sultân Süleymân… iltifât-
13
ı tâmm ve ragbet-i mâ-lâ-kelâm idüp le’âlî-i hâl ve ‘ıkd-ı ahvâlleri ictimâ’u intizâm
bulup menâsıb-ı ‘âliyye ve merâtib-i samiyyeye irtifâ vü i’tilâ itmişdür. El-hakk merhûm
Hudâvendigârun mezbûra küllî iltifâtı var idi. Şeref-i sohbetine vâsıl ve musâhîb
zümresine dâhîl olmak ihtimâlinden mürebbî vü senedi olanlar reşk ü hased itmege
başlamış idi.” Bâsîrî için “Ol zemânda Sultân Bâyezîdün dâmâdı Ugurlı Sultân
Ahmedün musâhîbi olup anun sohbetiyle eglenüp kalmışdur. Ba’dehû mürebbî-i ashâb-ı
hüner merhûm İskender Çelebinün lutfına mazhar olmış idi.” Hubbî için “ …Sultân
Selîm Han bin Süleymân Hanûn şehzâde iken hâcesi olan Şems Çelebinün halilesi idi.
Ol takrîble Sultân Selîm Han ile musâhîb ü münâdim ve sa’âdetvâr sarây-ı calâlet-
medârlarına mülâzim idi.” Hâlîmî Çelebi için “...mezbûrun ta’dâd-ı fazl-ı hüneri ve
ta’rîf-i kemâl-i evferinde büyütür ki Sultân Selîm-i hünerver gibi pâdşahun enîs ve ol
makûle şehenşahun ki felek-i ma’ârifün bercîsidür musâhîb ü celîsi idi. Şu’arâ-yı
zemânından biri bu beyti hûb dimişdür.”
Beyt : Şol pâdşeh ki nâm-ı şerîfi Selîm ola
Lâyık budur musâhîbi anun Hâlîm ola
şeklindeki bilgiler özel hizmet ve yakınlık ifade eden tanımlardır. Ayrıca,
Kınalızâde Hasan Çelebi tezkiresinde Celâl Çelebi, Haydar Çelebi, Hâtemî, Hayâlî-i
Diger, Sa’dî, Şevkî, Nigarî, Hâşimî maddelerinde de benzer ifadeler kullanılmıştır
(EYDURAN 1999:431-433). Kınalızâde Hasan Çelebi tezkiresinde olduğu gibi padişâh
veya şehzâdeye özel yakınlık bildiren benzer ifadeler Sehî’de Vefâyî, Ali Çelebî el-
Fenârî, Aşkî, Lütfî, Mehdî, Şeyhî, Sâfî, Melîhî, Leâlî, Nihâlî, Müeyyedzâde
Abdurrahman Çelebi, Necâtî, Yakînî, Şehîdî; Latîfî’de Cenâbî, Hâlîmî, Şemsî-i
Defterdâr, Melîhî, Leâlî, Nihâlî, Hayâtî Çelebi, Hâşimî, Sa’dî-i Sirozî, Halimî Çelebi;
Âşık Çelebi’de Ca’fer Çelebi, Celâl Çelebi, Vusûlî, İşretî, Aynî, Hayâlî Çelebi, Necâtî,
Âfitâbî, Hayâtî Çelebi, Hâlîmî Çelebi, Sa’dî-i Sirozî adlı şâirlerin hayat hikâyelerinde
kullanılmıştır (TOLASA 2002:83). Yine aynı şekilde benzer ifadeler Riyâzî’de Sa‘yî,
Azmî Efendi, Ayânî, Sa’dî, Hayâlî, Nev‘î; Rızâ’da Sa‘düddîn Efendi, Nev‘î için de
kullanılmıştır (KILIÇ 1998:180-183).
Ayrıca tezkirelerde benzer durumları ifade etmek için “şu’aradan olmak,
mâdihi olmak” şeklinde tek ve kısa cümleler de yer almıştır. Kınalızâde Hasan Çelebi
Ahmed-i Dâ‘i için “Sultân Murâd-ı mâzinün birâderi Emir Süleymân şu‘arasından…”
Zemânî-i Sânî için “Ârzû-yı câh u celâl ve hevâ-yı menâsıb u me‘âl mezbûrı
14
dânişmendliginden ferâgata dâ‘i olmagla (Hazret)-i Şehzâde-i Sultân Mustafâya sâ‘i
olmış idi.” Melîhî için “Cenâb-ı Sultân Bâyezid han evlâd-ı emcâdından Sultân
Ahmedün şâ‘ir-i medh-hânıdur.” Figânî-i Kadîm için “Sultân Bâyezid Han evlâdından
Sultân ‘Abdu’llâh sancakda iken ol şehenşah-ı pür-i‘zânun huzûrında ‘alem-misâl
ihtizâzda ve şehbâzvâr hevâyı medh ü senâsında pervâzda idi.” Lâlî için “Egerçi
şu‘arâdan Sultan Cemün câm-ı eltâf u in‘âmıyla humeyyâ-yı mekârim-i bî- intihâsın nûş
iden bülegâdandur.” Niyâzî (2) için “Misâl-i hükm-i fermânı cümle-i cihâna berk-ı
hâtıf misâli revân tîg-i bî-dirîg kahrı rûy-ı düşmen-i gaddâra sâ‘ika-i âteş-nişân olan
merhûm Yıldırım Bâyezîd Hanun şu‘arâsındandur.” (EYDURAN 1999:437-438). Âşık
Çelebi ‘Işkî için “ Sultân Mehemmed mâdihlerindendür.” (KILIÇ 1994:593).
Padişâh ve şehzâde ile kurulan münasebetlerde “nedîm, musâhib, mâdih”
olma haricinde “padişâhın veya şehzâdenin mülâzemetinde” türünde yakınlık ifadesi
belirten tanımlamalar da vardır. Sehî’de Hassân için “ Sultân Murad Han…
mülâzemetinde müddet-i ömrü nihayet bulup …” Bihiştî için “Sâhîb-Cemâl nevcivân
iken merhum S. Bayezid huzûr-ı şerîfinde hıdmet-i kihteri ve mülâzemet-i mihterî
iderdi” tanımlamalarının yanı sıra benzer ifadeleri Revânî, Sıdkî, Farisî, Aşkî, Emânî,
Şehîdî ve Tâli’î’nin hayat hikâyelerinde de görmekteyiz (TOLASA 2002:85).
Şâirlerin padişâh ve şehzâde hizmetinde olduğunu gösteren ifadelerin biri de
“hıdmetde, hıdmet itmek, hıdmetine tayin idilmek, hıdemât-ı şehrîyârîde olma”
şeklindedir. Bu yakınlık türü tezkirelerde şu şekilde yer almıştır: Safâyî’nin Tıflî için “
… devlet-i Sultân Murâd Hân-ı Râbî’de dâhîl-i meclis-i pâdişahî ve nedîm-i hâs-ı
şehriyârî olmağla makrûn-ı şeref-i münâdemeti meşhûr-ı cihân olmuşdur …”
(ALTUNER 1989:486). Sâlim’in Ahmed Dede için “ … on sekiz sene musâhîb-i
şehriyâri olup huzûr-ı humâyûnda mâfi’z-zamîrin ifâde vü edâ ve nice letâyif ile gûyâ
olurlar idi …”; Râmiz’in Salâhî için “… devr-i Sultân Mahmûd Hâni’de sır kâtibi olmuş
ve ol evânda irtihâl-i harem-serây-ı cinân eden bir ehl-i salâh bir şa‘ir-i nüktedân
olmağla …” (ÇAPAN 1993:211-212). Kınalızâde Hasan Çelebi Senâyî için “ …yine ol
âstâneden dûr ve hidmet-i şehenşah-ı sa‘âdet-destgâhdan mehcûr olmayup şehzâde ile
Amasiyyaya bile gelmiş idi.” (EYDURAN 1999:246). Hâlisî için “Âhîr tîr-i me’mûli
hedef-i kalûlün şahısı olup ‘ulûfesi tîmâr müteferrikalıgı ile pâdşah-ı gerdûn-penâhun
‘abd-i hâlisi olmışdı.” (EYDURAN 1999:342). Sa‘yî için “Sultan Bâyezîd Han bir
gazel-i dil-sitânın görüp âstân-ı ‘izzet ü celâletlerine da‘vet itdükden sonra ol hâce
15
mekteb-i kemâl ü ma‘rifeti mu‘allim-i hâdımân-ı harem-sarây-ı saltanatları eylemişler
idi.” (EYDURAN 1999:493). Benzer ifadeler Sehî’de Âfitâbî; Latîfî’de Revânî; Âşık
Çelebi’de Derviş Çelebi, Zeyneb Hatun, Tâli‘î, Sadî-i Cem, Nişânî-i Evvel ve Senâyî
için kullanılmıştır (TOLASA 2002:85). Yine aynı şekilde benzer ifadeler, Kınalızâde
Hasan Çelebi tezkiresinde Senâyî, Câmî Beg, Hâlisî, Zihnî, Sırrî, Sa‘yî, Seyfî, Şemsî
Paşa, Şevkî, Şehîdî, Ulvî, Fedayî, Fazlî-i Diger, Fehmî (2), Necâtî, Nutkî (2), Nihâlî ve
Nizâmî için de kullanılmıştır (EYDURAN 1999:433-437).
Padişâh ve şehzâdenin yakın çevresinde bir hizmette bulunan şâirler için
kullanılan ifadelerden bir diğeri de kulluk ya da bendeliktir. Sâlim’in Kühnî için “… kul
cinsinden bu ma’rifetde bir şâ’ir bulunmak çeşm-i insâf ile nigerân olunsa nâdirdir …”
Vâsıf için “…anlarda da dîvân-ı hümâyun küttâb-ı vâlâ-cenâbı zümresinden olup ol
tarîkin kuloğullarından olmağla fenn-i kitâbetde azîm mumâreset tahsîl etmiş idi …”
(ÇAPAN 1993:206). Benzer ifadeler, Sehî’de Fehmî, Kâtip Davud, Sezâyî; Latîfî’de
Cenâbî, Hayâtî Çelebi, Hüdayî, Şems Aga, Ferdî, Kâtibî; Âşık Çelebi’de Câmî, Zemânî
için kullanılmıştır (TOLASA 2002:85-86).
Padişâh ve şehzâdenin yakın çevresindeki şâirler için kullanılan ifadelerden
biri de “intisâb itmek, kapuya cem olmak” şeklindedir. Kınalızâde Hasan Çelebi’de
Câmî Beg için “Merhûm Sultân Selîm bin Süleymân Han şehzâde iken âstânelerine
intisâb idüp meclis-i üns-i pür-safâlarında câm-ı sahbâ gibi müdâm dâ‘ir ve ekseriyyâ
sohbet-i hâss-ı şehenşahîye hâzır olurdı.” (EYDURAN 1999:250). Zihnî için “Evâ’il-i
hâl ve mebâdî-i sinn ü sâlinde şehzâde-i melek-hısâl Sultân Selîm-i Sânî Hazretlerinün
âstân-ı felek ıttısâllerine istinâd u intisâb idüp…” (EYDURAN 1999:410). Seyfî için “
Merhûm Sultân Bâyezid Amasiyyada şehzâde iken âstân-ı felek-kıbâblarına intisâb
idüp…” (EYDURAN 1999:517). Şehîdî için “Sultân Selîm-i mâzî Trabzonda şehzâde
iken âstânesine intisâb idüp…” (EYDURAN 1999:550). Fazlî-i Diger için “…Şehzâde
Sultân Mustafâ âstânesine intisâb u intimâ idüp niçe zemân ol gülistân-ı pür-safâda
bülbül-i gûyâ olmuş idi…”(EYDURAN 1999:796). Edayî Beg için “Evâ’il-i hâlinde
hâkân-ı sâhîb-kıran merhûm Sultân Süleymânun oglı Sultân Mustafânun âstânesine
intisâb ile hayli celâlet ü şân iktisâb idüp…” (EYDURAN 1999:147). Safâyî’nin Tâlib
için “... Evâ’il-i hâlinde İstanbula gelüp âb-ı rûy-ı vüzerâ Köprilî-zâde Vezîr-i a‘zam
Fâzıl Ahmed Pâşâya intisâb idüp...” (ALTUNER 1989:491-492). Mâhîr için “... Sultân
Mustafa Hân sânî hazretleri şehzâde iken ba’z-ı kasîde ve gazel göndermekle intisâb
16
hâsıl idüp...” (ALTUNER 1989:790). Benzer ifadeler Âşık Çelebi’de Âfitâbî, Ulvî,
Fazlî-i Kâtip, Sun’î, Revânî, Şehidî için kullanılmıştır (TOLASA 2002:86). Yine aynı
şekilde Safâyî’de Emîn, Bahrî, Remzî, Abdî, Nâzım; Sâlim’de Ahmed Dede, Bahrî,
Şeyh Sadrî, Abdurrahman Efendi, İlmî-i Diger; Belîğ’de Nâzım; Râmiz’de Âgâh-ı
Diger, Hâkim, Dâniş, Râmiz-i Diger, Ressâm, Tab’î-i Diger ve Mahtûmî için de
kullanılmıştır (ÇAPAN 1993:212-214).
Saray çevresi ve padişâhla kurulan temas ve münasebetlerin bir diğeri de
şâirin yazdığı (kasîde, gazel, kıt’a, mersiye vb.) bir eserle takdir edilmesi ve padişâhın
iltifatına mazhar olmasıdır. Şâir, eserini padişâh veya şehzâdeye bizzat sunduğu gibi
arada hatırı sayılı kişiler tarafından da memdûha/hâmîye eser sunulduğu olmuştur. Âşık
Çelebi’nin Emîrî için “… Her kasîde ve kıt’a verdikçe ulûfesine terâkki ve envâ-i teşrîf
ve ihsânla telakkî bulur …” (KILIÇ 1994:168). Kâmî Efendi için “ …Bu gazeli dahi
Sultan Süleyman merhum Sigetvar seferine müteveccih Edirne’ye geldiklerinde virüp
ikiyüz filori câize almışlardur…”(KILIÇ 1994:362). ‘İşretî için “ ...Kazâ-yı İlâhî Sultân
Bâyezid Edirneye geldükde gazeller ü kâsideler sundı şi‘r ü inşâ ve nagme vü nevâ
takrîbi ile dâhîl-i sohbet olup bezm-i hassa girdi” (KILIÇ 1994:591). Safâyî’nin Şâkir
için “… pâdişah-ı cihân Sultân Ahmed Hân-ı Sâlis hazretlerine ve dahî vezîr-i a‘zâm
dâmâd-ı pâdişahî İbrahim Paşa hazretlerine ve Şeyhü’l-islâm-ı asr olan Abdullah
Efendi hazretlerine pâkinze kasîdeler verip makbûl-i fuhûl olup ehliyeti zâhîr olmağla
ibtidâ hâric medresesi ihsân olunmuşdur …” (ALTUNER 1989:442). Es’ad için “...
Koca Âlî Pâşâ nâm vezire bir kasîde virüp...” (ALTUNER 1989:68). Nisârî için “Şa‘ir-
i mezbûrûn cümle-i âsârındandur ki Tevârîh-i ‘Al-i ‘Osmânî nazm ile ‘ayân idüp
pâdişah-ı cihân Sultân Mehmed Hân-ı râbi Hazretlerine virüp ‘azîm ihsâna mazhar
olmışdur” (ALTUNER 1989:826). Mâdih için “ …pâdişahımız Sultân-ı cihân Ahmed
Hân-ı Sâlis hazretlerine bir kasîde-i garra vermekle medrese ihsân olunup nice zaman
Mahmudpaşa mahkemesinde kitâbet edip …” (ALTUNER 1989:797). Sâlim’in Feyzî-i
Diger için “ … bin yüz otuz iki târihinde medîne-i Kostantiniyye’de sarây-ı hümâyunda
müceddeden binâ buyurulan dershâne-i hümâyuna ve esamî-i kütübi müştemil bir
kasîde ve bir târih demekle mukâbelesinde atâyâ-yı hüsrevâniden Şeyhü’l-islâm ve
müfti‘l-enâm fazîletlü Yenişehirli Abdullah Efendi hazretlerinden müstakilen mülâzım
ve kırk akça medreseden münfasıl oldukdan sonra âsaf-ı âlî-şân dâmâd-ı şehinşah-ı
cihân vezîr-i ekrem sadr-ı muhterem devletlü sa‘âdetlü İbrahim Paşa hazretlerine
17
medîne-i Kostantıniyye’de Şehzâde kurbünde binâ buyurdukları medrese-i celîleye
tarihi mütezammin bir kasîde verip makbûl-i âsafâneleri olmağla Hısn-ı Mansûr
kazasına nâ’il olmuşlar idi …” Vehbî için “… bin yüz yirmi üç senesi vâkı ‘olan Moskov
fethine zîb târihler ve bî-nazîr kasîdeler eyleyip mahzar-ı kabûl-i şehinşahû olmağla ol
asrda Şeyhü’l-islâm ve müftî’l-enâm olan Paşmakçı-zâde es-Seyyid Abdullah merhûma
müterceme-i mezkûrun bir medrese ile çirâğ buyurulması için fermân-ı cihân-metâ’
sâdır olup …” Belîğ’in Şânî için “… Sultân Mehmed merhûmun mevlîd-i hümâyununa
“Nûrdur geldi Muhammed sulb-i İbrahim’den” deyü târih etmekle Van defterdârı olup
…” Râmiz’in Rıf‘at için “… hâlîfetü’l-eyyâm pâdişah-ı adâlet-encâm şevketlü azimetlü
Sultân Mustafa Hân-ı Sâlis hazretlerinin evreng-i taht-ı Osmânî’ye cülûsları esnâsında
pâkize kasâyîd ü târihler arz etmeleriyle makbûl-i tab‘-ı hümâyun-ı mekârim-nümûn
oldukda …” (ÇAPAN 1993:207-208). Kınalızâde Hasan Çelebi’nin Şemsî için “Kitâb-ı
Deh-murgun nâzımıdur. Nazm-ı mezbûrı Sultân Selîm-i mâzîye virdükde manzûr-ı
nâzâr-ı mekârimi olmışdur” (EYDURAN 1999:541). Tâli’î için “Sultân Selîm Han-ı
kûh-temkîn sene ‘işrîn ve tis‘ami’ede âhenk-i kal‘u kam-‘ı Kızılbaş-ı la‘in itdükdebu
târîh bî-‘adîl ü karîni diyüp mazhar-ı ihsân u tahsin olmışdur.” (EYDURAN 1999:604).
Ubeydî için “ Dânişmend iken bu gazel-i bî-mânendi merhûm Sultân Süleymâna
virdükde ‘ulûfe-i hâkâniyye ile behremend olup hâssa-i du‘â-gûy-ı cenâb-ı reşîd ü sa‘idi
dâhîl-i silk-i huddâm u u‘beydî olmış idi.”
Gazel: Bu tâk-ı lâciverdi zer-beft otagun olsun
Mihr ile meh yanunca iki solagun olsun
A‘dâ-yı bed-nihâda ‘azm-i sefer kılıcak
(…)
Lutf it ‘Ubeydînün gel uyar murâdı şem‘in
Bu tekye-i cihânda yanar çerâgun olsun
(EYDURAN 1999:635)
Necâtî için; “Fâtih-i şehr-i mezbûr Sultân Mehemmed Hana bu kasîde-i
şitâ’iyyeyi virüp mazhar-ı eltâf u in‘âm ‘âmî olmışdur…” (EYDURAN 1999:1024).
Nihâlî için “Niçe zemân belâ-yı ‘azl ile mahzûl ve mihnet-i fakr u fâka ile mahzûn u
melûl olup âhîr-i kâr câna ve kârd üstühâna yetişüp cenâb-ı sâhîb-kırâna ya‘nî Hazret-i
Sultân Süleymân Hana ihsâna cüz’î bahâne olsun diyü bu kıt‘a ile ‘arz-ı hâl itmiş idi.
18
Murâd u merâmından su‘âl olındukda ayda bin akça sâlyâne ile kanâ‘at eylemişdür. Ol
kıt‘a budur.”
Kıt‘a: Kime kimden şikâyet eyleyeyin
Ser-güzeştüm hikâyet eyleyeyin
Ehl-i ‘ilmün fakîrine şimdi
Kimse dimez ri‘âyet eyleyeyin
Gâh tedrîs ü geh kazâ diyüben
Nice zillet denâ et eyleyeyin
Bana bir tevliyet ‘inâyet iden
Vakfa sa‘y ü kifâyet eyleyeyin
(EYDURAN 1999:1066-67).
ifadeleri eser sunan şâirlere örnek teşkil etmektedir. Ayrıca Âşık Çelebi’de
Emîrî, Hâtemî, Hâfız-ı Acem, Kâmî Efendi, Mesîhî, Fazlî, Fuzûlî, Fikrî, Şükrî, Rahmî,
Şemsî ve Garîbî için de benzer ifadeler kullanılmıştır (TOLASA 2002:88).
Eserin şâir ya da aracı bir kişi ile takdim edilmesinden başka padişâh ya da
şehzâde eseri bir tesadüf sonucu okuyup duyabilir. Sehî’nin Sa‘yî için, “…Ol esnâda
merhum Sultan Bayezid Molla Sa‘yî’nin bir gazelini görüp tab‘-ı şerîflerine gayet güzel
gelüp bu gazeli diyeni bulun deyü emr eyleyüp cüst ü cû itdiklerinde Üsküp’de bulunup
padişâha arz oldukda dergâh-ı âlem penâhlarında olan dividdârlık hıdmetin ana ihsân
idüptür. Devletten kul gönderüp gelsün hıdmetde olsun deyü emr oldukda…” ifadesi bu
duruma bir örnek teşkil etmektedir. Benzer ifadeler Latîfî’de Nizâmî; Âşık Çelebi’de
Sa‘yî, Nizâmî, Melîhî, Âhî, Dâ‘î, Yetîmî, Lâyihî, Nihâlî ve Zâtî adlı şâirlerin hayat
hikâyelerinde de kullanılmıştır (TOLASA 2002:88).
Padişâh veya şehzâdenin bir şiirini “tazmîn” veya “tanzir” etmek de şâir için
saray çevresi ile münasebet kurmayı sağlar. Padişâh veya şehzâdenin şiirinin tazmîn
veya tanzir edilmesine ait örnekleri Âşık Çelebi’de İşretî, Sâgarî; Latîfî’de Ahmed Paşa
adlı şâirlerin hayat hikâyelerinde görmekteyiz (TOLASA 2002:89).
Şâir ortaya koyduğu eser aracılığı ile padişâh ve şehzâdeyle bir münasebet
kurduysa bu münasebette şâirin şâirlik gücü ve ortaya koyduğu eserdeki başarısı son
derece önemlidir. Bu münasebet, şâirin anında ödüllendirilmesine dayanır. Böyle bir
ödülü almak sadece yukarıda sözünü ettiğimiz padişâh ve şehzâdeye özel hizmette
19
bulunan şâirler için geçerli değildir. Devletin herhangi bir memuriyetinde bulunan şâir
için geçerli olduğu gibi serbest bir meslek sahibi ya da belli bir işi ve geliri olmayan
şâirler için de geçerlidir. Kısa süreli, tekrar edilebilir nitelikteki bu ödüllendirme şâire
hiçbir statü kazandırmaz. Para (câize, sıla, saliyâne) olsun, mal (çeşitli eşya veya mülk)
olsun veya memuriyet (mansıb) olsun, anında yapılan bağış ile ortaya çıkar. Maddi
ödüllendirmenin yanı sıra güzel, takdir dolu sözler gibi manevi davranışlar da şâiri
ödüllendirmenin diğer bir yoludur. Bir eser aracılığı ile saray çevresiyle kurulan
münasebet, eserin dikkat çekmesini, önem kazanmasını ve değerinin artmasını sağladığı
kadar şâirin de şiir açısından gelişmesini ve olgunlaşmasını sağlamıştır.
Şâirlerin eser sunmaları haricinde çeşitli vesilelerle aldıkları bir takım
yardımlar da vardır. Bu yardımlar genellikle “in‘âmât”, “inâyât” ve “ihsânlar” adları ile
ifade edilmiştir. Safâyî’nin Şahî için “…evâ’il-i hâlinde tahsîl-i ma‘ârif-i bî-şumâr ile
meşhûr-ı cihân olup Nûriddîn rütbesiyle ser-efrâz oldukdan sonra devlet-i aliyye-i
Osmâniyye tarafından sâliyâne ihsânıyla tekâ‘üd ihtiyâr edip Yanbolu-nam mahalde
sâkin ve mütemekkin iken ” (ALTUNER 1989:424-425). Benzer ifadeler Sâlim’de Râmî
Paşa, Selîm Efendi, Itrî, Feyzî-i Diger; Râmiz’de Bâkî, Abdî, İzzet Efendi; Esrar
Dede’de Adem Dede Efendi, Hüsrev Çelebi, Hudâyî Dede, Derviş Azmî adlı şâirlerin
hayat hikâyelerinde kullanılmıştır (ÇAPAN 1993:216-217).
3.1.2. Diğer Çevreler
Diğer çevreler ifadesi ile padişâh ve şehzâde dışında şâirin sosyal durumu
ve geçimi ile ilgisi olan kişiler kastedilmiştir. Bu çevrenin içerisinde devletin en üst ve
en alt kademelerindeki memur ve görevliler yer aldığı gibi devlet mekanizması
dışındaki mal mülk sahibi kişiler de yer almıştır.
Tezkirelerin bu kişilerle ilgili tanımlarında başta sadrazam ve vezirler,
beylerbeyleri, şeyhülislâmlar, kazaskerler, kadılar, valiler, uç beyleri vb. meslek
grupları bulunur. Bu kişiler ismen anıldığı gibi bazen de “e’âli, ekâbir, vüzerâ, ümerâ,
kuzât, a’yân, agayân, müfettişîn, ulemâ, fudelâ” gibi genel ifadelerle de belirtilmiştir.
Bu grubu oluşturan kişilerle şâirin girdiği sosyal ve ekonomik çevre saray
çevresine göre daha düşük seviyededir. Padişâh ve şehzâde dışındaki kişiler, şâir için
bir basamak teşkil etmiştir. Şâirler için asıl hedef saray çevresidir. Çünkü padişâh ve
şehzâdenin lûtuf ve ihsânı diğer çevrelerle ölçülemeyecek kadar fazladır. Bundan
20
dolayıdır ki şâirler, saray çevresine ulaşamadıkları durumlarda diğer çevrelere
yönelmişlerdir.
Dikkatimizi çeken bir husus da şu olmuştur: Saray çevresine ulaşmak,
mevkisine ve mesleğine bakılmaksızın her şâirin amacı iken, diğer çevrelere ulaşmak
her şâirin amacı olmamıştır. Çünkü belli bir mevkiye gelen şâir, kendisinden alt
derecede bulunan bir kişiye eser sunma gayreti içine girmemiştir. Sonuç itibariyle
padişâha ulaşma arzusundaki şâirin mevkisi arttıkça desteğini görebileceği kişilerin
sayısı azalmış ve kendisi müracaat eden değil müracaat edilen konumuna gelmiştir.
Sayı ve değer bakımından “a‘yân ve erkân”ın şâirlerle olan ilişkisi saraya
göre düşük olsa da aradaki ilişki zinciri benzerlik arz eder. Saray çevresinde olduğu gibi
burada da özel yakınlık bildiren “müsâhib, hemdem, nedîm vb.” olma durumları söz
konusudur. Safâyî’nin Fevzî için “...Sultân Mehmed Hân-ı râbi vüzerâsından musâhîb
Mustafa Pâşânun nüdemâsından olup hayli sâhîb-i nâm u nişân olmışdur.” (ALTUNER
1989:631). Nâbî için “...Devlet-i ‘Aliyyeye gelüp ol ‘asırda Vezîr-i sânî nedîm-i Sultân-ı
dâmâd-ı pâdişahî musâhîb Mustafâ Pâşâ nâm Vezîr-i Âsâf nazîrün mazhar-ı girişme-i
iltifâtı ve kâtib ve musâhîbi olup ol...” (ALTUNER 1989:912). Âşık Çelebi’nin Nevâli
için “… Mısır Beglerbegisi olup mütekâid olan Ali Paşa’ya ba’dehû vezir olan Ferhad
Paşa’ya hâce ve müsâhib ve müterassıd-ı menâsıb rif’ati rûz-efsûn ve Tâli’î hümâyun
olmakta iken…” (KILIÇ 1994:477). Basîrî için “ … Erbâb-ı devletin yâr-ı kadîmi
husûsâ yegâne-i erbâb-ı devlet olan İskender Çelebinin hemdem ü nedîmi idi…” (KILIÇ
1994:195). Hasan Çelebi’nin Usûlî için “ Rûma ‘avdet eyleyüp gâh Yenicede ve gâh
Evrenos Begün oglı ‘Abdî Begün yanında iken vefât idüp gûyende-i bezm-i fenânun
usûline uymagla terk-i sohbet-i bekâ ve meclis-i hayât eyledi.”(EYDURAN 1999:163).
Emânî-i Kadîm için “ Mürebbî-i ashâb-ı hüner olan merhûm İskender Çelebinün
musâhîblerinden ma‘ârif ü kemâlât tâliblerinden bir zemân hâzine-i sultân
kâtiblerinden idi. Gâhî ihtiyâr-ı ‘uzlet ve gâhî Selanikde tasarruf-ı hidmet-i tevliyet
itdükde…” (EYDURAN 1999:169). Celâl Çelebi için “… diyâr-ı ‘Arab u Şâm u Haleb
seyâhatin iderek Hamâ begi olan Ca’fer Paşa ile musâhabet itdükde…” (EYDURAN
1999:260). Hâtemî-i Diger için “… merhûm Sultân Selîm-i Sânî şehzâde-i kâmkâr iken
Turak Çelebinün gülistân-ı âstânına dâhîl ve devlet-i takarrüb ü münâdemetine nâ’il ü
vâsıl olup mahzar-ı lutf-ı kâmîl ve in‘âm-ı şâmili olmış idi.” (EYDURAN 1999:338).
Riyâzî için “ … mürebbâsı ve İskender Çelebinün perverde-i lutf-u ‘atâsı idi…”
21
(EYDURAN 1999:443). Sa‘yî için “Merhûm Merhabâ Efendinün dânişmendi ve
musâhîbi ve hüsn-i hattdan hattı olmagın mansıb-ı kazâlarında nâ’ib ü kâtibi olur idi.”
(EYDURAN 1999:495). Kınalızâde Hasan Çelebi tezkiresinde benzer ifadeler Dervîş
(2), Rızâyî, Ârifî, Ulvî, Iyânî, Mu‘ammâyî ve Nihâlî için de kullanılmıştır (EYDURAN
1999:447-449).
Bu derece yakınlık bildiren ifadelerde müsâhib olunan kişinin adının bazen
belirtilmediğini daha önce ifade etmiştik. Bunları şu şekilde örneklendirebiliriz:
Sehî’nin Nihâlî için “ … Her zamanda müsahebet-i vüzerâ ve ümerâ ve her gâh ülfet ü
müvâneset-i ulemâ ve fudelâ ile olup…” Muhyî için “ … Ekser müsâhebeti
devletlülerledür…” Latîfî’nin Refîkî için “ … ve ol zamanda ayâna eşrâfa müsâhîp ve
mukârin olup iştihâr ve itibâr buldu…” Âşık Çelebi’nin Emîr için “ … ulemâ ve eşrâfla
celîs…” (TOLASA 2002:92). Hasan Çelebi Râyî için “Bâ-în cümle-i ehl-i ma‘ârif ü
kemâlât ile enîs ü musâhîb gâyetle hoş-kalem-i serî‘-dest latîf kâtib idi.” (EYDURAN
1999:415). Sülûkî için “Ba‘zı ümenâ vü ümerâ ile musâhîb ve Rûmilinde begler yanında
kâtib idi.” (EYDURAN 1999:500). Sünnî için “… ba‘zı ümerâ ile münâdim ü musâhîb
idi.” (EYDURAN 1999:505). Sadrî için “Ekser-i vüzerânun meclis-i hâssına mahrem ve
her biriyle enîs ü hemdem geçinüp ekâbir-i ‘ulemâ ve e‘âzım-ı ümerâ vü vüzerâyla
sohbet ü ülfet idüp…”(EYDURAN 1999:585). Benzer ifadeler Kınalızâde Hasan Çelebi
tezkiresinde Sâ‘atî, Sun‘i, Ârifî, Iyânî, Gazâlî, Fazlî, Gülâbî, Necâhî ve Hemdemî için
de kullanılmıştır (EYDURAN 1999:449-450).
Tezkirelerdeki bazı tanımlarda şâirlerin zamanın şu‘arâ ve zurefası ile
sohbet halinde olduğunu görmekteyiz. Kınalızâde Hasan Çelebi Şeydâ için “… zürefâ
ile karîn ve erbâb-ı safâ ile hem-nişîn idi.” (EYDURAN 1999:560). Zarîfî için
“Zemânında olan şu‘arâ vü zürefânun hem-dem ü hârîfi muhassal ol zemânun merd-i
zarîfi idi.” (EYDURAN 1999:609). Benzer ifadeler Kınalızâde Hasan Çelebi
tezkiresinde Kâtibî, Mihrî, Misâlî ve Meylî için de kullanılmıştır (EYDURAN
1999:450-451).
Bazı durumlarda bu hizmet ve himâye halinin daha derin ve daha sıkı bir
şekli vardır. Bu durumda şâir bir bakıma o kimsenin elinde yetişmiştir. Âşık Çelebi’nin
Şânî için “...Nice zemân dahı merhum Remzi Çelebiden iktibâs-ı eşi’ât-ı terbiyet ya’ni
anun hidmetinde kesb-i safâ himmet itdi” (KILIÇ 1994:789). Âşık Çelebi tezkiresinde
22
benzer ifadeler Celâl Çelebi, Vahdî, Riyâzî ve Hazânî için de kullanılmıştır (TOLASA
2002:94).
Şâiri destekleyen devletin ileri gelenlerinden biri olabileceği gibi belli bir
konuma gelmiş şâir de olabilir. Böyle bir ifadeye Kınalızâde Hasan Çelebi tezkiresinde
Sehî maddesinde rastlıyoruz. Sehî’nin Necâtî’nin hizmetinde olduğunu görmekteyiz.
“Şu‘arâ-yı Rûmun kıdve-i Kâmîlü’s-sıfâtı şâ‘ir-i sâhîr merhûm Necâtî Begün gülistân-ı
âstânında serv-i sehî gibi keşîde-bâlâ olmagın mahlas-ı mezbûr ile şöhre-i dünyâ olmış
idi.” (EYDURAN 1999:513).
Saray çevresinde olduğu gibi şâirin diğer çevrelerle girdiği münasebetin bir
diğer şekli de “hidmetine girmek, hidmet itmek, intisâb, irtibât, ittisâl itmek ” tabirleri
ile karşılanan bir durumdur. Bu tanımlamalarda hizmet edilen kişinin adı anıldığı gibi
isim belirtmeden genel ifadeler kullanıldığı da olmuştur. Safâyî’nin Fehîm için “Ol
aşrda Kâhîre-i Mısr vâlisi olan Eyyûb Pâşâ nâm vezîre intisâb idüp Mısra ‘azîmet ve
pâşâ-yı mezbûrûn girişme-i iltifâtıyle ziyâde mültefet olmagla...” (ALTUNER
1989:616). Fasîh için “...Vezîr-i a‘zam Köprili-zâde Fâzıl Ahmed Pâşâya intisâb ile...”
(ALTUNER 1989:652). Na’tî için “... Nişâncı ‘Abdî Pâşâya intisâb ile çâr tâkı nâ’ibî
olup ba’dehu Malgara kazâsına me’zûn-ı bil’l-iftâ oldukda...” (ALTUNER 1989:866).
Na’imâ için “...Kalaylı Ahmed Pâşâya intisâb idüp nice zemân dîvân efendiliği
hidemetinde olmagla Pâşâ-yı mezbûr Vezîr-i a‘zam oldukda dîvân hâceleri silkine sâlik
Anatolı muhâsebeciliği mansıbına mâlik olmuştur” (ALTUNER 1989:906). Kınalızâde
Hasan Çelebi Emânî-i Sânî için “Merhûm vâlid-i firdevs-mekân hıdmetinde iken semt-i
kitâbet ve tarîk-i ze‘âmete sülûk itmişdür.” (EYDURAN 1999:170). Cefâyî için
“Merhûm Sa‘dî Çelebi Efendi İstanbul kâdîsı oldukda niyâbet ü kitâbetin ve kâzî‘asker
merhûm Muhyi’d-dîn Çelebinün çok hidmetin iderdi.” (EYDURAN 1999:259). Cenâbî-i
Diger için “Malkoçoglı Bâlî Begün yanında devlet-i şehâdete vâsıl… sa‘âdetine nâ’il
olmış idi” (EYDURAN 1999:272). Benzer ifadeler Kınalızâde Hasan Çelebi’de
Cevherî, Hasbî, Hayretî, Hâtemî, Derviş Hasan, Sâ’ilî, Sûzî, Safâyî, Tulû‘î, Âlî, Gınâyî,
Mehemmed Emîn, Mesîhî, Monlâ Çelebi, Nûrî, Niyâzî, Vasfî, Yetîm, Cenâbî Efendi,
Cevânî-i Diger, Subhî, Keyfî, Nâmî, Hazânî, Sâfî ve Gulâmî için kullanılmıştır
(EYDURAN 1999:451-455). Yine aynı şekilde benzer ifadeler Sehî’de Hayâtî, Refîkî,
Mesîhî, Nihânî; Latîfî’de Andelîbî; Âşık Çelebi’de Hemdemî, Nûhî, Hayretî, Tulû’î,
23
Kemâl-i Zerd, Mesîhî, Necâtî, Nişânî Beg, Naîmî-i Sânî, Nûrî, Sûzî, Azmî, Safâyî ve
Râzî için kullanılmıştır (TOLASA 2002:92).
Bazı şâirlerin devletin ileri gelenleri yanında çeşitli görevlerde çalıştıklarını
görmekteyiz. Bir kısmının açıkça kimin yanında çalıştığı belirtilirken, bir kısmında ise
‘amâ’ir, kuzât gibi genel ifadeler kullanılmıştır. Kınalızâde Hasan Çelebi Sihrî için
“Kemâl Paşazâde merhûmun Edirne kâdîsı iken mahkemesi kâtibî olup ba‘dehû olan
kuzât zemânında kâtib kabâlicât-ı şer‘iyye ve muharrir-i sukûk u vakfiyye olmagla kâsib
olurdı.” (EYDURAN 1999:470). Şerîf için “Ba‘dehû Mevlânâ-yı mezbûrun hûrşîd-i
enâreti müşerref-i eyvân-ı sadâret oldukda tezkirecisi olmagla…” (EYDURAN
1999:436). Işkî için “Ba‘dehû Ebu’l-fazl Efendinün fazl u himmeti ile ba‘z-ı ‘amâ’ire
kitâbet üzre idi.” (EYDURAN 1999:664). Kınalızâde Hasan Çelebi tezkiresinde benzer
ifadeler Mesîhî, Meylî, Mü’min, Emrî, Sunî, Ömer Beg, Kâtibî ve Latîfî için de
kullanılmıştır (EYDURAN 1999:454-455).
Devletin ileri gelenlerinin lûtfuna mazhar olup durumunu düzelten şâirler de
vardır. Kınalızâde Hasan Çelebi Edayî Beg için “Âsaf-ı Berhiyâ-safâ Hazret-i Piyâle
Paşanun meclis-i dil-güşâsında câm-ı mürüvvet ü ‘atâsından mest-i mütemâyil ü
zerrevâr ol âftâb-ı pür-envârdan istifâde itmekle menâsıb-ı ‘aliyyeye vâsıl olmış idi.”
(EYDURAN 1999:148). Hâlîmî için “…Mahmûd Paşanun lutf-ı nâ-mahsûrıyla iden
ashâb-kemâlâtdandur.” (EYDURAN 1999:314). Hakî-i Diger için “Merhûm Muhyi’d-
dîn Efendi kâzî‘asker iken dânişmendi ve iltifât-ı bî-gâyetinün mahfûz u behremendi
idi.” (EYDURAN 1999:341). Mehemmed Emîn için “…şehr-i Bagdâda ugradukda
İskender Paşanun mahzar-ı eltâf-ı fasîhü’l-eknâfı olmış idi.” (EYDURAN 1999:914).
Kınalızâde Hasan Çelebi tezkiresinde benzer ifadeler Sücudî, Sehâbî, Azmî, Nâmî ve
Nişânî-i Sânî için de kullanılmıştır (EYDURAN 1999:456-458).
Saray çevresinde olduğu gibi yüksek mevki ve imkân sahibi kişiler de
şâirlere “in’âm, ihsân, atâ, lûtuf, bahşiş, câize vb.” terimlerle ifade edilen birtakım
yardımlarda bulunmuşlardır. Âşık Çelebi Şem’î için “...vech-i ma’âşı ve sebeb-i inti’âşı
ehli hüner ve hüner-perver olan vezirlerden Pîrî Paşa-yı merhûmun in’âmâtına
munhasır olup...” (KILIÇ 1994:812). Rahmî için “...İskender çelebi meclisinde akrân-ı
‘asrı ile münâzaralar idüp nazâ‘ir ü cevâbları dil-pesend oldı ve büzürgâne câ’izelerle
behremend oldı...” (KILIÇ 1994:750). Âşık Çelebi tezkiresinde benzer ifadeler Müftî
24
Ahmed Çelebi, Basîrî, Hicrî, Hayretî, Yetîm, Lâyihî, Gazâlî, Nihâlî, Niyâzî, Sehâbî,
Fazlî, Hayâlî Beg, Hâlîl-i Zerd ve Vasfî için de kullanılmıştır (TOLASA 2002:94).
Bazı durumlarda devletin üst kademelerinde bulunan kişilerin, şâirlerle daha
yüksek makamda bulunan kişiler arasında bir vasıta olduğunu görmekteyiz. Kınalızâde
Hasan Çelebi Hakîmî için “Magnisada iken hâcesi İbrâhîm Çelebi ile hem-dem ü hâlîl
olmagla a‘yân-ı şehzâde miyânında sâhîb-i nâm-ı cemîl ve zikr-i celîl olmış idi.”
(EYDURAN 1999:309). Hayâlî Beg için “…merhûm İskender Çelebi merkûmı ma‘lûm
idinüp nice eyyâm dırâht-ı bâhtın reşehât-ı sehâb-ı lutf bî-encâmı ile terbiye itdükden
sonra Âsaf-ı Süleymân-ı zemân destgîr-i hünerverân-ı cihân Âsaf-ı Süleymân-ı ‘âlem
hâlîl-hân-ı eltâf u in‘am bânî-i mebânî-i mihmân-hâne-i lutf u kerem vezîr-i a‘zam
müşîr-i efhâm İbrâhîm Paşaya medh ü ıtrâ idüp vezîr-i merkûmun lutf u ihsânı mir’ât-ı
bâl-i belâgat-‘unvânında zâhîr ü ‘ıyân olup…” (EYDURAN 1999:369-70). Âşık Çelebi
Fuzûlî için “...Kâdri Efendiye dahı kasîde virüp ol dahı pâdişaha ve paşaya terbiyeler
idüp idrârât-ı pâdişahîden irtifâ‘-ı vilâyet-i Bagdaddan sedd-i ramak belki za‘t-ı
ma‘işet olacak râtibe-i mertebe ta‘yin olınmışdur” (KILIÇ 1994:657). Haletî için
“...Merhûm Anatolı kazî-‘askeri Kâdrî Efendiye irtibât kılmışdur. Merhûm-ı merkûma
ferzend-i sulbı gibi muhabbet itdi ve mülâzemete müstakıl pâdişaha ‘arz idüp kendi
kavli üzre çak defterdârluga dek terbiyyet itdi.” (KILIÇ 1994:300).
Devletin ileri gelenlerine ulaşmanın bir yolu da saray çevresinde olduğu gibi
şâirin yazdığı/sunduğu bir eserle takdir edilmesidir. Kınalızâde Hasan Çelebi’de Rahmî
için “Hattâ himmet ü ‘inâyet-i vezîr-i mezkûr ile sâhîb-kırân-ı cihân merhûm Sultân
Süleymân Hana oglı Sultân Mustafânun sünneti sûrında kasîde diyüp ol padşah-ı hûbân
ve sultân-ı meh-rûyân meclis-i şah-ı cihânda kasîde-i belâgat-‘unvânın okımagla emsâl
ü akrânı miyânında hayli nâm u nişân buldıgında gayrı dürc-i dendânı gibi niçe dürr-i
bî-kerân ve ‘uşşâka itdügi cefâdan efzûn cevâiz ü ihsân-ı bî-pâyâna mazhar olup ‘arûs-ı
me’mûl mınassa-i husûlde cilveger olmış idi ve ol dil-ber-i ra‘nâ matlûb u mahbûbına
der-âgûş idüp dest-i sâkî-i in‘âmından niçe dostkâm nûş itmiş idi.” (EYDURAN
1999:416-417). Ârifî için “Kapukullarından iken merhûm İbrâhîm Paşaya Mısrdan
geldükde Lâmiyye bir kasîde virdükde Anatolıda ahkâm tezkireciligin virmiş idi.”
(EYDURAN 1999:622). Gazâlî için “Kadrî Efendiden kâzî‘asker iken Agros fetvâsın
taleb idüp kâzî‘asker dahı nev‘an şîve idüp pâyen degüldür didükde bu kıt‘ayı diyüp
mansıbı almışdur.”
25
Kıt‘a: Deminde yagmasa bârân-ı ihsân
Letâfet sebzezârı tâze olmaz
Cihânda küçük ü büzürg katında
Keremden râst hîç âvâze olmaz
Efendi lutf it ölçüp dökmegi ko
Metâ‘-ı himmete endâze olmaz
(EYDURAN 1999:756)
Yahyâ için “Merhûm İbrâhîm Paşa ve İskender Çelebiye kasîdeler virüp…
Ol kasîde budur:
Şi‘r: Çekelüm gün gibi ak sancakla şarka çeri
Kara topraga karalum kıralum surh-seri
Bana olaydı Hayâlîye olan ragbetler
Hakk bilür sihr-i halâl eyler idüm şi‘r-i teri
Ben erenler nacagıyam ol ışıklar teberi
Ben savâş güni çeriyüm o hemân cerde çeri
Bu kasîde Rüstem Paşanun sem‘ine vâsıl oldukda mahzen Hayâlîye cefâ’en
Yahyâ Bege Hazret-i Ebî Eyyub-ı Ensârî… tevliyetin virüp Van seferinden
geldüklerinde Kapluca tevliyetin ba‘dehû Sultân Orhan tevliyetin virüp sehl zemânda
İstanbulda Sultân Bâyezîd Han tevliyetin in‘âm u ihsân itmiş idi. Eltâf u ihsânı zâtî
olmamagla bir cüz’î kaziyeyi bahâne idüp teftîş ü ‘azl itmekle ‘ırzın pâ-mâl ve nizâm-ı
amânî vü âmâlin dil-i pür-melâl gibi perîşân-ı hâl itmiş idi. Âhîr yigirmi bin akçe
ze‘âmet ile ihtiyâr-ı gûşe-i ‘uzlet itmiş idi.” (EYDURAN 1999:1137-38). Hasan
Çelebi’de benzer ifadelere Hace Efendi ve Kemâl-i Zerd adlı şâirlerin hayat
hikâyelerinde de rastlıyoruz. Safâyî Fennî için “...Vezîr-i a‘zam Köprili-zâde Fâzıl
Ahmed Pâşâya bir kasîde-i garrâ nazm idüp pesen-dide-i âsâfı olmagla mukâbelesinde
ol ‘asra mahsûs olan cizye kitâbetini ...” (ALTUNER 1989:658). Fâ’iz için “...ol asun
Vezîr-i a‘zamı Âlî Pâşâya bir kasîde-i garrâ virüp pesend-dîde-i âsâfı olmagla Dîvân-ı
hümâyun zümresine ilhâk ve ze‘âmet ihsânıyla mümtâz-ı akrân olmışdur” (ALTUNER
1989:695).
26
3.2. Devlet Hizmetleri ve Diğer Meslekler
Tezkireler şâirlerin hayat hikâyelerini verirken onların mesleklerine de
değinmiştir. Bu konuyla ile ilgili istatistikî bir çalışma yapılmıştır (İSEN 1997:221).
Devletin üst kademesindeki mesleklerden (sadrazam, şeyhülislâm, kazasker vs.) alt
kademedeki (müderris, kadı, kâtip vs.) mesleklere kadar birçok şâirin mensup olduğu
meslek grubu tezkirelerde yer almıştır. Ayrıca tezkirelerde, serbest meslek diye
nitelendirdiğimiz meslekler (tüccar, attar, çakşırcı vs.) de yer almıştır. İnsanoğlu tabiatı
gereği daima bulunduğu mevkinin daha yükseğini arzulamıştır. Bu sebepledir ki şâirler,
farklı zamanlarda yetenekleri ölçüsünde birkaç mevkide kendilerine yer edinmişlerdir.
Bu durum, aynı şâirin tezkirelerde faklı görevlerde tanıtılmasına neden olmuştur.
Şâirler, devlet mekanizmasındaki görevlerinde öncelikle birer devlet, ilim,
din ve idare adamı olmuşlardır. Daha sonra ise şâirlik özellikleri gelmiştir. Bu
sebepledir ki şâirlerin bulundukları görevlere ulaşmalarında onların her türlü kabiliyeti,
başarısı ve yeterliliği büyük rol oynamıştır (TOLASA 2002:97). Ancak bazı şâirler,
birtakım meslekleri şiirdeki kudretleri sayesinde elde etmişlerdir. Bunun en güzel
örneğini Âşık Çelebi’de Necâtî Bey’in hayat hikâyesinde görmekteyiz. Necâtî Bey (ö.
1509), Fatih Sultan Mehmed devri sonlarında Kastamonu’dan İstanbul’a gelmiş ve
padişâha sunduğu şiirleri ile ihsânlar elde etmiştir. Fatih Sultan Mehmed’e sunduğu
şiirleri karşılığında çeşitli hediyeler almış olmasına rağmen bunları yeterli bulmayan
Necâtî Bey, aldığı ihsânları sürekli hale getirmek amacı ile şiir yazmaya devam etmiştir.
Bunun için:
Eser etmez n’idelim ah-ı seher-gâh sana
Meğer insâf vere sevdiğim Allah sana
matlalı gazelini yazmıştır. Necâtî Bey, bu gazelini padişâhın nedîmi ve
musâhibi Amirutzes’in sarığı arasına sokarak padişâha göndermiştir. Fatih Sultan
Mehmed, bu şahısla satranç oynarken kağıdı görüp gazeli okumuş, beğenmiş ve Necâtî
Bey’i yedi akçe ulûfe ile Divan kâtipliğine tayin etmiştir (KILIÇ 1994:449).
Hangi şâirin hangi mesleği yaptığını tek tek ifade etmek yerine şâirlerin
hangi mesleklerde görev aldıklarının tespitine gidilmesi konumuzu bütünler nitelikte
olacaktır. Bunun için şâir mesleklerinden birbiriyle alakalı olanları bir fikir vermesi
açısından şu şekilde gruplandırabiliriz:
27
a. Devlet Hizmetleri
İlmiye Mensupları: Kadı, Nâib, Kazasker, Şeyhülislâm, Dânişmend,
Müderris, Hoca, vd.
Bürokratlar: Elçi, Emîn, Kâtip, Hâcegân, Defterdâr, Vezîr, Kethüdâ,
Mektupçu, Tezkireci, Muhâsebeci, Memur, Kaymakam, Reisü’l-küttâb, Vak’anüvis,
Ruznâmçeci, Mühürdâr, Mütevellî, Kapıcıbaşı, Vâli, vd.
Saray Mensupları: Padişâh ve Şehzâdeler, Beylikçi, Çavuş, Çuhadar,
Kapıcıbaşı, Mâbeynci, Miftahağası, Nişancı, Odabaşı, Tavukçubaşı, Teşrifatçı,
Tüfekçibaşı, Vekilharç, Mukâbeleci, Şehnâmeci, Nüdemâ, Musâhib, vd.
Ordu Mensupları-Askerler: Alaybeyi, Beğ, Kapdân-ı Deryâ, Kolağası,
Sancakbeği, Silâhdar, Silahşör, Sipâhî, Subaşı, Yeniçeri, Müteferrika, vd.
Din Görevlileri: Mu’arrif, Müezzin, Vâ’iz, Müftü, Na‘at-hân, Sekbanbaşı,
İmam, vd.
Devlet hizmetleri yukarıda görüldüğü üzere ilmiye mensupları, bürokratlar,
saray mensupları, ordu mensupları ve din görevlileri olmak üzere beş kategoride
toplanmıştır (ÇAPAN 1993:231-232).
b. Diğer Meslekler
Serbest Meslek: Attar, Bâzirgân, Berber, Etibbâ, Kuyumcubaşı, Remmâl,
Rişte-fürûş, Sahhaf, Sarraf, Tüccar vd.
Şeyh ve Dervişler: Aşçıbaşı, Çelebi, Derviş, Hizmet-i küçegân,
Kudümzenbaşı, Neyzen, Şeyh, Türbedâr, Zâkirân, Zâviyedâr vd.
Devlet hizmetleri dışında kalan meslekler ise yukarıda görüldüğü üzere
“Diğer Meslekler” başlığı adı altında serbest meslek ile şeyh ve dervişler olmak üzere
iki kategoride toplanmıştır (ÇAPAN 1993:246-250).
Tüm bu meslekler içinde şâirlerin en fazla rağbet ettiği ilk üç meslek
kadılık, müderrislik ve kâtiplik olmuştur.
Kadılar, ilmiye sınıfına dahil olup cahil halk nazarında “bir bilen”
konumundadır. Bu üç meslekten müderrisler öğretimle, müftüler fetva göreviyle,
kadılarda kaza (yargı) göreviyle donatılmış olarak imparatorluğun dört bir yanında
görev almışlardır. Birbiriyle ilintili bu üç görev tanımı içinde taşranın yegâne hakimi
kadılar olup ilmiye rütbesi diğer ikisinden üstte olmuştur. Kadılar, muamelât (bölge içi
28
atamalar, noterlik hizmetleri vakfiye yahut nafaka tanzim ve tescil işleri, alacak-verecek
hüccetleri, tapu sicilleri vs.), münakehât (miras ve evlilik akdi tanzimi) ile ukubât (infaz
hakimliği mülki görev kontrolü vs. türünden ceza hukuku işlemleri) gibi görevlerle
donatılmışlardır (PALA 2006:5-6). Şâirlerin bulunduğu meslekler arasında kadılık %
16’lık bir dilimle ilk sırada yer almıştır (İSEN 1997:224).
Müderrislik ise kadılıktan sonra %14’lük bir oranla en fazla tercih edilen
meslek olmuştur (İSEN 1997:224). Müderrislik medrese ve camide ders okutan hoca
anlamında kullanılmıştır. Tanzimattan sonra açılan Darülfünun hocalarına da müderris
unvanı verilmiş ve bu unvan Darülfünun’un Cumhuriyet devrinde üniversite, hocalar da
profesör adını alıncaya kadar devam etmiştir (PAKALIN 1983:598).
Şâirlerin rağbet ettiği mesleklerden kâtiplik %12’lik bir oranla üçüncü
sırada yer almıştır (İSEN 1997:224). Sarayın harem dairesi yazı işlerini gören kalfa
hakkında kullanılmış bir tabirdir. Aynı zamanda harem dairesinin masraf hesabını
tutmakla ve kalfaların maaşları ile masraflarını idare etmekle görevlendirilmiştir
(PAKALIN 1983:214). Arpa kâtibi, Dîvân kâtibi, Hazine kâtibi, Haremeyn kâtibi, Sır
kâtibi, Silahdâr kâtibi vs. adlarla anılan kâtiplik çeşitleri de vardır.
Bu üç meslek dışında kalanlar aşağıdaki tabloda açıkça görüldüğü üzere
daima küçük sayılarla ifade edilmiştir.
Tablo 1. Tespit Edilen Diğer Meslekler ve Yüzdelik Oranları
SIR
A
MESLEK ADI
SAYI
%
SIR
A
MESLEK ADI
SAYI
%
1. Dânişment 63 %2 15. Kaymakam 19 %0.6
2. Hattât 63 %2 16. Emîn 18 %0.6
3. Kazasker 50 %1.6 17. Sancakbeyi 18 %0.6
4. Sipâhî 46 %1.4 18. Reîsü’l-Küttâb 17 %0.5 5. İmam-Hatip 45 %1.4 19. Vak’anüvis 17 %0.5
6. Vezir 41 %1.3 20. Nişancı 16 %0.5 7. Kethüdâ 38 %1.2 21. Rûznâmeci 15 %0.5
8. Mektupçu 38 %1.2 22. Beylerbeyi 14 %0.4 9. Tezkireci 38 %1.2 23. Mühürdâr 11 %0.3
29
10. Şeyhülislâm 31 %1 24. Mütevellî 11 %0.3 11. Muhasebeci 28 %0.9 25. Hoca 10 %0.3 12. Memur 24 %0.8 26. Kapıcıbaşı 10 %0.3
13. Yeniçeri 22 %0.7 27. Musâhib 10 %0.3 14. Hekim 21 %0.7 28. Vâlî 10 %0.3
(İSEN 1997:225)
Yukarıdaki tabloda meslekler tek tek yüzdelik olarak ifade edilmiştir.
Bunun yanı sıra birbiriyle alakalı meslek gruplarının toplamdaki yüzdelik oranları da
tespit edilmiştir. Buna göre genel toplamda ilmiye sınıfı 1147 şâir ve %36’lık bir oranla
ilk sırada; bürokratlar sınıfı 892 şâir ve %28’lik bir oranla ikinci sırada; asker şâirler,
esnaf ve serbest meslek erbâbı 117’şer şâir ve %3.7’lik bir oranla üçüncü sırada yer
almıştır. Bunlardan sonra sırasıyla şeyh ve derviş şâirler, saray mensupları ve din
görevlileri gelmiştir (İSEN 1997:229).
Yukarıda yer alan şâir mesleklerinin karşılıklarını da şu şekilde ifade
edebiliriz:
Nâib: Şer’î mahkemelerin hakimlerine verilen unvan olup kadı yerine
kullanılmıştır. Nâibin lugat manası vekildir. Nâibler İstanbul’da oturan kazaskerlerin
taşraya gönderdikleri vekillerdir (PAKALIN 1983:644).
Kazasker: İlmiye mesleğinin en yüksek mertebelerinden biri olan
kazaskerlik, kelime manası itibarıyla asker kadısı, ordu kadısı demek olup makam
olarak vezirlerden sonra gelir (PAKALIN 1983:229).
Şeyhülislâm: İlmiye sınıfının başında bulunan zatın unvanıdır. Bu unvan
daha Hicri dördüncü (Miladi onuncu) asırda tâzim lafzı olarak kullanılmaya
başlanmıştır (PAKALIN 1983:347).
Dânişmend: Medrese tahsili görmüş olanlar için kullanılan bir tabir olup
sınavda başarı gösterenler mülâzım namını almıştır (PAKALIN 1983:393).
Emîn: Muhtelif hizmetlerde kullanılmış olan memurlara verilen unvandır.
Saray hizmetlerinde dört emîn vardır: Matbah-i Âmire emîni, Şehremîni, Arpa emîni,
Darphane emîni (PAKALIN 1983:525).
Hâcegân: Devlet dairelerindeki yazı işlerinin başında ve defterdârlık,
nişancılık gibi vazifelerde bulunanlar hakkında kullanılmıştır (PAKALIN 1983:693).
30
Defterdâr: Osmanlı devleti malî işlerinin başındaki memura verilen bir addır
(PAKALIN 1983:411).
Vezîr: Vezaret (Vezirlik) rütbesini ihraz edenler hakkında kullanılmış bir
tabirdir. Osmanlı saltanatının sonuna kadar kullanılan “vezir”in lugat manası yardımcı
demektir. Yük manasına da geldiği için devlet yükünü taşıyan anlamında da
kullanılmıştır (PAKALIN 1983:590).
Kethüdâ: Büyük devlet adamlarıyla zenginlerin işlerini gören kişi hakkında
kullanılmış bir tabir olup halk arasında “kâhya” denilmiştir (PAKALIN 1983: 251).
Tezkireci: Dîvân-ı Hümâyun’un yazı işleriyle meşgul bulunan memurun
unvanı olup ilk zamanlarda bir tek tezkireci varken sonraları “Tezkire-i evvel” ve
“Tezkire-i sani” unvanıyla iki tezkireci kullanılmıştır (PAKALIN 1983:491).
Kaymakam: Eski idare teşkilatında kazanın idare amirine verilen addır.
Osmanlıların son devirlerinde idarî teşkilat vilayet, sancak, kaza, nahiye olmak üzere
dört derece olup kazanın bugünkü karşılığı ilçedir (PAKALIN 1983:219).
Reisü’l-küttâb: Kâtiplerin reisi anlamına gelen reisü’l-küttâb Sultan II.
Mahmud’un saltanatının hemen hemen sonlarına kadar (1251/1835-36) Dîvân-ı
Hümâyun kâtiplerinin amiri olup hariciye nazırlığı yerine kullanılmıştır (PAKALIN
1983:25).
Vak’anüvis: Tarihi hadiselerin kayd ve zaptı için tayin olunan resmi
memurun unvanıdır (PAKALIN 1983:574).
Ruznâmçeci: Günlük varidat ve masrafların yahut ayniyyâtın kaydına
mahsus defteri tutan memurlara denilmiştir (PAKALIN 1983:60).
Mühürdâr: Sadrazamlarla nazır ve valilerin maiyyetlerinde resmi kağıtları
mühürlemeyi memur olanlar hakkında kullanılmış bir tabirdir (PAKALIN 1983:609).
Mütevellî: Vakıf işlerini vakfın şartlarına ve şeriata uygun biçimde idare
için görevlendirilenlere verilen addır (PAKALIN 1983:640).
Kapıcıbaşı: Saray kapıcılarının amiri ve büyük zabiti hakkında
kullanılmıştır (PAKALIN 1983:167).
Beylikçi: Dîvân-ı Hümâyun zabitinin unvanıdır (PAKALIN 1983:221).
Çavuş: Muhtelif işlerde kullanılmış olan memurlardan birinin adı olup
bunlara “çavuşan-ı erkân-ı âlî” de denilmiştir (PAKALIN 1983:332).
31
Çuhadar: Eskiden sarayın büyük memurlarından ve padişâhların
hizmetlerinde bulunanlardan birine verilen addır. Sonraları resmi dairelerin ayak
hizmetlerini yapanlara da bu ad verilmiştir (PAKALIN 1983:384).
Mâbeynci: Padişâhların hariçle münasebet ve irtibatını temin vazifesiyle
mükellef olan saray memurları için kullanılmış bir tabirdir (PAKALIN 1983:375).
Miftahağası: Anahtarcı anlamında kullanılmıştır (PAKALIN 1983:533).
Nişancı: Osmanlılar zamanındaki yüksek vazifelilerden birinin adı olup
hükümdarın işaretlerini taşıyan ferman ve beratlara nişan, bu işi çekmekle görevli
kişilere de nişancı deniilmiştir (PAKALIN 1983:697).
Odabaşı: Yeniçeri ocağı zabitlerinden birinin adı olup “Ortabaşı” da
denilmiştir. Yayabaşı ile bölükbaşıdan sonra gelen odabaşı bölüğünün inzibatı ile en
çok alakalıdır (PAKALIN 1983:716).
Teşrifatçı: Merasimlerde teşrifat işlerini idare eden memur hakkında
kullanılmıştır (PAKALIN 1983:477).
Tüfekçibaşı: Hazine, Kiler ve Seferli ağalarının seçkinlerinden alınarak
tüfekçi yamağı adı verilen teşekkülün başıdır. Bu yamaklar, tüfekçibaşının nezaretinde
saray tüfeklerinin temizliği ve bakımıyla sorumludur (PAKALIN 1983:537).
Vekilharç: Büyük dairelerde ve konaklarda masraflara bakan kişi için
kullanılmış bir tabirdir (PAKALIN 1983:586).
Mukâbeleci: Maliyede varidat ve masrafların hesaplarını karşılaştıran,
askerlik işlerinde yoklama muamelelerini yapan memurun adıdır (PAKALIN
1983:574).
Şehnâmeci: Devlet tarafından tarihi hadiselerin zaptına memur olanlar
hakkında kullanılmış bir tabir olup bu vazife sahiplerinin asıl unvanı “Şehnâmehan”dır.
Daha sonra bu unvan “Vak’anüvis”e çevrilmiştir (PAKALIN 1983:318).
Nedîm: Padişâhların yakınları hakkında kullanılan bir tabirdir. Arapça bir
kelime olan nedîm; hemdem, hemsohbet, birlikte îş ü işret ve sohbet eden demektir.
Cem’i nüdemadır (PAKALIN 1983:667).
Musâhib: Padişâhların hizmetinde bulunan kişilerdir. Daha ziyade onları
eğlendirmekle görevlidirler (PAKALIN 1983:583).
Alaybeyi: Vaktiyle miralay rütbesinde olan vilayet merkezlerindeki
jandarma kumandanlarına verilen addır (PAKALIN 1983:45).
32
Bey: Osmanlı saltanatının sonuna kadar belli bir mevki elde etmiş kişiler
için kullanılan bir unvan olduğu gibi şehzâdelerin hususi hizmetlerinde bulunan kişilere
de bu unvan verilmiştir (PAKALIN 1983:213).
Kapdân-ı Deryâ: Osmanlılarda deniz kuvvetleri genel kumandanı hakkında
kullanılmış bir tabirdir (PAKALIN 1983:182).
Kolağası: Yüzbaşılık ile binbaşılık arasındaki rütbeye verilen isimdir
(PAKALIN 1983:288).
Sancakbeği: Eyalet teşkilatı ile Timar usulünün cari olduğu zamanlarda beş
on kazalık yerin mutasarrıfı ile sipahisinin kumandanına verilen isimdir (PAKALIN
1983:119).
Silâhdar: Sarayın ileri gelen erkânından birinin unvanıdır. Silahdarlık
Yıldırım Bayezid döneminde kurulmuştur (PAKALIN 1983:221).
Silahşör: Yeniçeri ocağı zabitlerinin birtakımı hakkında kullanılmış bir
tabirdir (PAKALIN 1983:226).
Sipâhî: Osmanlı askerlik teşkilatında “Tımar” namıyla öşür ve rüsumunu
aldıkları araziye mukabil harp zamanlarında kendi hayvanları ve kanunen götürmeye
mecbur oldukları cebelûleri ile birlikte sefere iştirak eden bir sınıf süvari askerine
verilen isimdir (PAKALIN 1983:230).
Subaşı: Şimdiki zabıta ve daha ziyade belediye memurlarının gördükleri
işleri gören ve kaza itibar olunan kasabaların idaresi başında bulunan memurun adıdır
(PAKALIN 1983:259).
Yeniçeri: 1241/1826 senesinden önce Osmanlıların muvazzaf askerlerine
verilen isimdir (PAKALIN 1983:617).
Müteferrika: Hükümdarlarla vezirlerin ve diğer hizmet sahiplerinin
maiyetinde hademe nevinden olan bir kısım hizmet erbabı hakkında kullanılan bir
tabirdir (PAKALIN 1983:637).
Mu’arrif: Cami ve tekkelerde hayır sahiplerinin adlarını hayır ile anan
müezzin ve derviş hakkında kullanılan bir tabirdir (PAKALIN 1983:552).
Müftü: Şeyhülislâm tabirinin taammümünden önce ilmiyede mevcut üç
tabirden biri olup diğer ikisi kadı ve müderristir. Fetva veren, vilayet ve kazalarda din
işlerine bakan kimsedir (PAKALIN 1983:599).
33
Na‘at-hân: Cami ve tekkelerde na’t okuyan kişiler hakkında kullanılan bir
tabirdir (PAKALIN 1983: 664).
Sekbanbaşı: Yeniçeri ocağının büyük zabitlerinden birine verilen isimdir
(PAKALIN 1983:147).
Bâzirgân: Hicri on ikinci ve on üçüncü asırlarda Hristiyan tüccarlar
hakkında avam beyninde kullanılan bir tabirdir (PAKALIN 1983:183).
Kuyumcubaşı: Sarayın elmas ve emsali hulliyata müteallik levazımını imal
ve tedarik edenlere verilen isimdir (PAKALIN 1983:334).
Remmâl: Remil denilen garip ilim yoluyla hükümler çıkaranlar, murad ve
niyetleri haber verenler, falcılar hakkında kullanılmış bir tabirdir (PAKALIN 1983:28).
Sahhaf: Eskiden kitap satan, kitapçı yerine kullanılan bir tabirdir
(PAKALIN 1983:92).
Derviş: Tarikat mensuplarına verilen isimdir (PAKALIN 1983:428).
Kudümzenbaşı: Mevlevi tekkelerinde sema esnasında ve mutriphanenin
terennümlerini idare eden dedenin unvanıdır (PAKALIN 1983:310).
Neyzen: Ney çalan musikî sanatkârları hakkında kullanılan bir tabirdir
(PAKALIN 1983:690).
Şeyh: Bir tarikatın pîri ve muktedası (imamı gibi kendisine uyulmuş olan)
hakkında kullanılmış bir tabirdir (PAKALIN 1983:346).
Türbedâr: Türbe bekçisine verilen isimdir (PAKALIN 1983:539).
Zâkirân: Tekkelerde ayin sırasında dervişlerin zikirlerini kızıştırmak için
musikî usulüyle ilahi okuyanlar için kullanılan bir tabirdir (PAKALIN 1983:646).
Zâviyedâr: Zaviye denilen küçük tekke şeyhlerine verilen isimdir
(PAKALIN 1983:648).
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
ANADOLU’DAKİ CÂİZE ORTAMLARI
35
4. ANADOLU’DAKİ CÂİZE ORTAMLARI
4.1. Osmanlı Taht Merkezi
4.1.1. Osmanlı Padişâhları
4.1.1.1. İlk Dönem Osmanlı Padişâhları
İmparatorluğun kuruluş yıllarında siyasî otoritenin tam anlamı ile
sağlanamaması ve daha çok fetihlere ağırlık verilmesi padişâhların saraydan uzak
kalmalarına neden olmuştur. Fetret devrinden sonra imparatorluk, güçlü bir hükümdarın
çevresinde kendini toparlamaya başlamış; böylelikle şiir ve edebiyatla ilgilenilmeye
başlanmıştır. Bunun sonucunda başta padişâh ve şehzâdeler olmak üzere devlet
kademesinde görevli kişiler güçleri oranında âlim ve şâirleri koruyup kollamış ve onları
teşvik etmişlerdir. Padişâh ve şehzâdelerin yükselebilecekleri daha üst makam olmadığı
için şâirlerle aralarındaki ilişkiyi kesin çizgilerle ifade edebiliriz. Ancak devlet
mekanizmasındaki diğer kişiler yetenekleri oranında farklı dönemlerde farklı
mesleklerde bulunmuşlardır. Bu durum devlet adamları ile şâirler arasındaki ilişkiyi
açıklarken mesleklere göre (vezir, kazasker, şeyhülislâm, defterdâr vs.) sınıflandırma
yapmamıza olanak vermemiştir. Bu sebeple devlet adamları, görevde bulundukları
dönemin padişâhı ile birlikte ele alınmıştır.
XIII-XV. yüzyıllar arasında yazılan 188 medhiye kasîdesinin 184’ünde
medhiye bölümü vardır. Kimlere yazıldığı belirlenen 140 medhiye kasîdesinin 71’i
padişâhlara, 8’i Anadolu Beylikleri’nin beylerine, 22’si şehzâdelere, 27’si devlet
adamlarına, 5’i ilim ve din adamlarına yazılmıştır (KESKİN 1994:47-48).
Yıldırım Bayezid devrinde Şeyhoğlu Mustafa, Ahmedî ve Bursalı Niyâzi
padişâha eserlerini sunmuş ve padişâhın takdir ve iltifatını görmüşlerdir. Bu dönemde
Yıldırım Bayezid’e iki kasîde sunulmuştur (KESKİN 1994:48).
Adı geçen şâirlerden Şeyhoğlu (ö. 1413), Germiyan Beyi Süleyman Şah’a
nedîmlik yapmıştır. Süleyman Şah için yazmaya başladığı “Hurşid ve Ferahşah” adlı
eserini Süleyman Şah’ın ölümünden sonra tamamlamış ve Yıldırım Bayezid’e sunarak
çeşitli hediyeler almıştır (BANARLI 2001:384).
36
Ahmedî (ö. 1412), İskender-nâme adlı eserini Yıldırım Bayezid Germiyan
valisi iken yazmaya başlamıştır. Yıldırım Bayezid’in gösterdiği yakın ilgi ile eserini
Süleyman Şah’a sunmaktan vazgeçerek Yıldırım Bayezid’e takdim etmek amacıyla
eserinin sonuna Osmanlı tarihine ait “Tevarih-i Mülûk-ı Âl-i Osman” kısmını ilave
etmiştir. Yıldırım Bayezid’in Timur’a mağlup olup ölmesi üzerine eserini Yıldırım
Bayezid’in oğlu Emir Süleymân Çelebi’ye sunmuştur (MENGİ 2000a:85).
Yıldırım Bayezid’in himâyesini kazanan şâirlerden bir diğeri de Bursalı
Niyâzi İlyas’tır. Devletin karışık bir devresine denk geldiği ve Dîvân’ının az olması
sebebiyle gereği kadar tanınmamıştır. Türk edebiyatında pek çok nazire yazılan meşhur
La’l, Güneş, Âb, Kasr, Şikâr redifli kasîdelerin asıl sahibi Niyâzi’dir. Ahmed Paşa’nın
kasîdeleri ona naziredir (İSEN 1999:349).
Yukarıda adı geçen şâirler dışında Yıldırım Bayezid’e devrin âlimleri de
eserlerini takdim etmişlerdir. Bu dönemde Yıldırım Bayezid’e Ali İbn Hibetullah
tarafından yazılmış olan Arapça Hulâsatü’l-Minhac fî Ehli’l-Hisâb ve Şeyh Hasan’ın
Arapça ve Farsça eserlerden tercüme ederek yazdığı Fütuvvetnâme adlı kitap ve İbn
Melekoğlu Mehmed’in Arapça ahlâk kitabı Bedrü’l-Vâızin ve Zahrü’l-âbîdîn adlı
eserler sunulmuştur (GÖKDOĞAN 2002:177).
4.1.1.2. Çelebi Sultan Mehmed (1413-1421)
Yıldırım Bayezid’in esir düşmesi ve ölmesi sonrasında ülke bunalıma
girmiştir. Çelebi Sultan Mehmed, kardeşleri ile yaptığı çetin mücadelenin sonunda
devlet otoritesini ele geçirmiştir. Osmanlı memleketlerini bir idare altında topladıktan
sonra kısa süren hükümdarlığı zamanında (1413-1421) bütün işlerinde muvaffak olmuş
ve devletin ikinci kurucusu unvanını haklı olarak almıştır (UZUNÇARŞILI 1988a:81-
82). Sekiz yıl kadar süren hükümdarlığı sırasında devlet güçlenmiş, sınırlar yeni
topraklar alınarak genişlemiştir. Padişâhlığı sırasında Germiyan Sarayı’ndan Osmanlı
Sarayı’na intisâb eden Ahmedî, Ahmed-i Dâ’î ve Şeyhî gibi şâirleri himâye ettiği gibi
ilim ve fikir hareketlerine de büyük önem vermiş, bazı te’lif ve tercüme eserlerin
yazılmasında etkili olmuştur. Bu dönemde Çelebi Sultan Mehmed’e iki kasîde
sunulmuştur (KESKİN 1994:48).
37
Padişâhın iltifatını gören şâirler arasında ilk sırayı Ahmedî almıştır.
Süleyman Şah’ın nedîmi iken Timur’un Anadolu fethi sırasında Amasya’ya giderek ona
bir kasîde sunmuş, hükümdarın iltifatını kazanarak meclisine girmiştir (EYDURAN
1999:144). Daha sonra Emir Süleyman Çelebi’nin hükümdarlığında ona intisâb ederek
İskender-nâme’si ile 1403’te tamamladığı Cemşid ü Hurşid mesnevisini sunmuştur.
Emir Süleyman’ın ölümü üzerine Ahmedî, 1413’te tahta geçen Çelebi Sultan Mehmed’e
bir kasîde sunarak onun da iltifatını kazanmıştır. Ahmedî, daha önce Emir Sultan
Çelebi’ye sunduğu Cemşid ü Hurşid mesnevisini bazı ilaveler yaparak Çelebi
Mehmed’e de sunmuştur (BANARLI 2001:393).
Ahmedî gibi önce Germiyan Sarayı’nda iken daha sonra Osmanlı Sarayı’na
intisâb eden Ahmed’i Dâ’î (ö. 1417), Dîvân’ını ve Çeng-nâme, Ferah-nâme adlı
mesnevilerini Emir Süleyman Çelebi’ye sunmuştur. Emir Süleyman Çelebi’nin
ölümünden sonra Çelebi Sultan Mehmed’e intisâb ederek onun da yardımlarını
görmüştür. Daha sonra Ahmed-i Dâ’î, Şehzâde II. Murad’a hoca tayin edilmiştir
(MENGİ 2000a:106).
Çelebi Sultan Mehmed’in himâyesinde olan şâirlerden bir diğeri de Şeyhî
(ö. 1431)’dir. Germiyan Sarayı’nda Süleyman Şah’ın musâhibliğini yapmıştır. Onun
ölümünden sonra oğlu Yakup Bey zamanında sarayda bulunarak Yakup Bey’in nedîmi
ve özel doktoru olmuştur (İSEN-KURNAZ 1990:13). Çelebi Sultan Mehmed, 1415’te
Ankara’da hastalanınca tedavisi için Şeyhî çağrılmıştır. Sultanı iyileştiren Şeyhî,
kendisine bahşedilen tımara giderken oranın eski sahipleri tarafından soyulmuş, canını
zor kurtararak kaçmıştır. Bu olay neticesinde Harnâme mesnevisini yazıp padişâha
sunmuştur (EYDURAN 1999:551). Ancak son dönemde yapılan araştırmalar sonucunda
Harnâme’nin Çelebi Sultan Mehmed’e değil de Sultan II. Murad’a sunulduğu bilgisine
ulaşılmıştır (MENGİ 2000b:173).
4.1.1.3. Sultan II. Murad (1421-1451)
Osmanlı sultanları içinde ilk şiiri Sultan II. Murad söylemiş; şiire ve şâirlere
değer vermiştir. Haftada iki gün şâir ve bilginleri huzurunda toplamış, münazara
ettirmiş ve yeteneklerine göre onlara ihsânlarda bulunmuştur (İSEN 1999:68).
Döneminde bilim adamlarını ve sanatçıları himâye etmiş, adeta bir Osmanlı
Rönesansı’nın müjdecisi olmuştur. İyi bir eğitim almış, İbn-i Arap Şah hocası olmuştur
38
(GÖKDOĞAN 2002:179). Şâirlere bağladığı saliyâneler, kendisinden sonra da Kanuni
Sultan Süleyman devrinde İbrahim Paşa’nın ölümüne kadar devam etmiştir (KILIÇ
1994:53). Döneminde yaşayan şâirlerden Şeyhî, Şeyhoğlu Cemâlî, Şemsî, Nakkaş Sâfî,
Gelibolulu Za’ifî, İvazpaşa-zâde Atâyî, Hüsami, Hassan, Bursalı Ulvî ve Aşkî onun
iltifatlarına nail olmuştur. Bu dönemde Sultan II. Murad’a iki kasîde sunulmuştur
(KESKİN 1994:48).
Çelebi Sultan Mehmed’in ölümü üzerine Sultan Murad’a intisâb eden Şeyhî,
bu hükümdar zamanında da hayli izzet ve ikram görmüştür. Sultanın meclislerine girip,
musâhibi olmuştur. Padişâh, kendisini vezir yapmak istediyse de Şeyhî’nin düşmanları
Sultan Murad’ı bu fikrinden vazgeçirmişlerdir. Şeyhî, Husrev ü Şirin mesnevisini
tercümeye başlayıp biten kısımlarını padişâha sunarak hediyeler elde etmiştir (KILIÇ
1994:819). Ancak eserini bitiremeden 1431’de Kütahya’da ölmüştür.
Dönem şâirlerinden Şeyhî’nin yeğeni Şeyhoğlu Cemâlî, Husrev ü Şirin’e
zeyl olarak yazdığı mesnevisini padişâha takdim etmiş ve padişâhın ihsânlarına nail
olmuştur (BANARLI 2001:470).
Sultan Murad dönemi şâirlerinden Şemsî de padişâhın takdirine nail
olmuştur. Sultan II. Murad’ın önce musâhibi sonra da nedîmi olmuştur (İSEN
1980:117).
Bursalı Sâfî de padişâhın musâhibi olmuş, meclislerine girmiş ve sürekli
yanında bulunmuştur. Bu yakın ilgiyi kıskanan düşmanları bir müddet sonra Sâfî’yi
hapsettirmiştir. Fatih Sultan Mehmed döneminde Kazasker Molla Yeliyüddin’e kasîde
sunup affolunmuştur (İSEN 1980:118).
Dönem şâirlerinden Mehmed Za’ifi, Gazavat-ı Sultan Murad Han adıyla
padişâhın seferlerini nazmetmiştir. Eserin başında sultanın meclislerinden bahseden
Za’ifi, eserin Gazavat kısmında seferlerin hikâyesini anlatmıştır. Eseri Sultan Murad’a
takdim etmiştir (İPEKTEN 1996:23).
Düzmece Mustafa olayında hayli emeği geçen Hacı İvaz Paşa’nın oğlu
Edirneli Atâyî de devrin tanınmış şâirlerindendir. Babasının ölümü üzerine Sultan II.
Murad Atâyî’yi yanına almak istediyse de Sultan Murad’a sunduğu:
39
Adline sığınır idi zulm-i zamâneden
Şimdi Atâyî’ye gücü sultan eder dirîğ
matlalı ve “dirîğ” redifli kasîdesiyle saraya girmeye razı olmadığını ifade
etmiştir (İSEN 1999:124-125).
Bu dönemde şâir Seyfî, II. Murad’ın fetihlerini manzum olarak kaleme
almıştır. Hatipoğlu, Ferahnâme adındaki 100 hadis ve 100 hikâyeden oluşan Arapça
tercüme bir mesneviyi 1426’da bitirerek padişâha takdim etmiştir. Ayrıca Manyas
kadısı Mehmed, padişâh adına Gülistan tercümesini yapmıştır (GÖKDOĞAN
2002:179).
4.1.1.4. Fatih Sultan Mehmed (1451-1481)
II. Murad’ın dördüncü oğlu olan II. Mehmed, 1432’de Edirne’de dünyaya
gelmiştir. 1443 baharında iki lalası Kassabzâde Mahmud ve Nişancı İbrahim b.
Abdullah Bey ile Edirne’den Manisa’ya vali gönderilmiştir. Hocazâde Muslihuddin,
Molla Gürânî, Molla İlyas, Siraceddin Halebî, Molla Hayreddin gibi devrin önde gelen
hocalarından ders almıştır.
Fatih Sultan Mehmed, Türkçe, Rumca ve Slavca olmak üzere üç dil bildiği
gibi, devleti her bakımdan dünyanın en üstün ve kudretli imparatorluğu haline getirmek
için ilmi ve sanatı da korumuştur. Kendisi de şiirle yakından ilgilenmiş ve Avnî mahlası
ile şiirler yazmıştır (İNALCIK 2003b:395-407).
Fatih Sultan Mehmed, geniş düşünceli bir padişâh olarak her âlime aynı
muameleyi yapmış, onları huzuruna davet ederek ilmî münazaralar yaptırmıştır. Başarılı
olanlara, kitap yazarak ilmini gösterenlere hediyeler verip ihsânlarda bulunmuştur.
Devrinde ilim sahiplerine gösterdiği rağbet sayesinde İstanbul’a birçok âlim akın
etmiştir. Dönemindeki otuz şâir de onun maaş ve ulûfesi ile geçinmiştir (İSEN
1999:71). Devrinde İstanbul’da 185 şâir bulunmuştur. Cezeri-zade Mahmud Vefayî,
Molla Lütfi, ilk İstanbul kadılığı yapan Hızır Bey Fatih Sultan Mehmed’in yakın
çevresinde yer almışlardır. Melîhî, Aşkî, Mehdî, Kazasker Fenari-zade Ali Çelebi,
Defterdâr Şemsî Fatih tarafından beğenilip makbul tutulmuş şâirlerdir. Bu devir şâirleri
arasında Ulvî, Kâtibî, Zeyneb Hanım, Cemâlî Bayezid, Kıvami, Amasyalı Şehdi,
Hâmidî, Kabuli, Kâşifi, Sâhîli, Vâhîdi, Le’ali’yi sayabiliriz. Tüm bu şâirler başta
padişâh olmak üzere devrin ileri gelen devlet adamları tarafından korunup kollanmış,
40
çeşitli câizeler almışlardır (İPEKTEN 1996:28). Bu dönemde Fatih Sultan Mehmed’e
yirmi iki kasîde sunulmuştur (KESKİN 1994:48).
Devrin önde gelen şâirlerinden Ahmed Paşa (ö. 1497), Edirne’de kadı iken
babasının ölümü üzerine önce kazasker, sonra Fatih’in hocası ve musâhibi olmuştur. En
sonunda Fatih, Ahmed Paşa’yı kendisine vezir yapmıştır (KARABEY 1999:3-4).
Ahmed Paşa, sarayda yapılan şiir meclislerinde hazır bulunmuş, her vesile ile padişâha
kasîde ve gazeller sunmuştur. Ayrıca Cem Sultan için de biri “benefşe” redifli bir kasîde
olmak üzere iki kasîde söylemiştir. Fatih Sultan Mehmed’e toplam on iki kasîde sunan
Ahmed Paşa, gördüğü bu yakınlık ve iltifata rağmen Fatih’in gözdelerinden birine aşık
olunca Fatih Sultan Mehmed tarafından Yedikule’de hapsettirilmiş, burada yazdığı
“kerem” redifli kasîde ile affedilmiştir (İSEN 1999:108-109). Ancak Ahmed Paşa bu
olay üzerine Bursa’da 30 akçelik Sultan Orhan mütevelliği ile saraydan
uzaklaştırılmıştır. Bursa’da bulunduğu dönemde Çağşırcı Şeyhî, Harîrî, Mîrî ve Resmî
gibi şâirlerden oluşan bir edebî çevre meydana getirmiştir. Ancak Ahmed Paşa,
Bursa’daki bu görevinden pek de memnun kalmamıştır. Bu memnuniyetsizliğini yazdığı
şiirleri ile dile getirmiş ve bunun sonucunda Fatih, kendisini önce Eskişehir’de
Sultanönü, daha sonra da Tire ve Ankara sancak beyliğine atamıştır. Ankara sancak
beyliği görevinden de hoşnut olmayan Ahmed Paşa, şikayetini şiirlerinde dile getirmeye
devam etmiştir. Ahmed Paşa, Fatih Sultan Mehmed’in 1481’de ölümü üzerine yerine
geçen oğlu II. Bayezid’e intisâb etmiştir (KARABEY 1999:8).
XV. yüzyılın Ahmed Paşa’dan sonra gelen diğer büyük şâiri Necâtî Bey (ö.
1509), Fatih Sultan Mehmed devri sonlarında Kastamonu’dan İstanbul’a gelmiş ve
padişâha sunduğu şiirleri ile ihsânlar elde etmiştir. Fatih Sultan Mehmed’e sunduğu
şiirleri karşılığında çeşitli hediyeler almış olmasına rağmen bunları yeterli bulmayan
Necâtî Bey, aldığı ihsânları sürekli hale getirmek amacı ile şiir yazmaya devam etmiştir.
Bu sebeple:
Eser etmez n’idelim ah-ı seher-gâh sana
Meğer insâf vere sevdiğim Allah sana
matlalı gazelini yazmıştır. Necâtî Bey, bu gazelini padişâhın nedîmi ve
musâhibi Amirutzes’in sarığı arasına sokarak padişâha göndermiştir. Fatih Sultan
Mehmed, bu şahısla satranç oynarken kağıdı görüp gazeli okumuş, beğenmiş ve Necâtî
Bey’i yedi akçe ulûfe ile dîvân kâtipliğine tayin etmiştir (KILIÇ 1994:449). Necâtî Bey,
41
Fatih’e sunduğu bahariyye ve şitaiyyesinden başka “feth ü zafer” adlı bir de kasîde
sunmuştur. Ancak Necâtî Bey, Fatih Sultan Mehmed’in ani ölümüyle Dîvân
kâtipliğinden daha fazlasını elde edememiştir.
Fatih’in yakın çevresinde bulunan şâirlerden biri de Mahmud Paşa (ö.
1474)’dır. Mahmud Paşa, küçükten Edirne sarayına alınıp yetiştirilmiş, kabiliyeti
sayesinde derece derece yükselerek beylerbeyi ve vezir olmuştur. Nihayetinde Vezir-i
âzam olan Mahmud Paşa 1454-1468 ve 1473-1474 yılları arasında biri on dört yıl,
ikincisi beş ay olmak üzere iki defa sadaret makamında bulunmuştur. Mahmud Paşa da
Fatih gibi âlim ve şâirleri korumuştur. Ayrıca adına yazılıp sunulan eserler için çeşitli
ihsânlarda bulunmuştur (TEKİNDAĞ 2003:376-378). Medresesindeki danişmendlerine
iki dülbend, bir sof, beş yüz akçe verdiği de ifade edilmiştir (EYDURAN 1999:639).
Adnî mahlası ile şiirler yazan Mahmud Paşa, Alaaddin Ali, Enverî, Halimî, Hayâtî,
Hâmidî, Hudâyî, Karamanî Mehmed Paşa, Sâfî mahlaslı Kasım Paşa, Sarıca Kemâl,
Şükrullah ve Tursun Bey gibi şâir ve âlimleri korumuş, onları teşvik etmiştir.
Kemâl-i Zerd adıyla anılan Sarıca Kemâl (ö. 1475), has-oğlanlarına hoca
iken Mahmud Paşa’nın takdirini kazanıp musâhibi olmuştur. Sarıca Kemâl, Mahmud
Paşa’nın ölümünden sonra hâmî aramamış ve Mahmud Paşa’nın hası olan Mahmud
Paşa Has-köyü’ne çekilmiş ve burada ölmüştür (EYDURAN 1999:863).
İsfahan’dan İstanbul’a gelen Mevlânâ Hâmidî, önce Mahmud Paşa’nın
himâyesini görmüştür. Mahmud Paşa tarafından Fatih Sultan Mehmed’e tanıtılan
Hâmidî, hayatının en rahat dönemlerini yaşamaya başlamıştır. Uzun süre Fatih’e
musâhiblik ve nedîmlik yapmış, sayısız ihsânlara nail olmuştur (İPEKTEN 1996:42).
Fatih’in vezirleri arasında şiir ve edebiyatla uğraşan diğer bir şahıs da
Nişânî mahlaslı Karamanî Mehmed Paşa (ö. 1481)’dır. Genç yaşında Mahmud Paşa’ya
intisâb edip tahsilini tamamlayarak Mahmud Paşa Medresesi’nde müderris olmuştur.
Mahmud Paşa tarafından Fatih’e tanıtılan Karamanî Mehmed Paşa 1464’te nişancılığa
tayin edilmiştir. Daha sonra 1478’de Gedik Ahmed Paşa’nın yerine sadrazam olmuştur.
Karamanî Mehmed Paşa, Fatih’in takdirini kazanmış ve döneminde yaptığı çalışmalar
ile hayli meşhur olmuştur. İdarî teşkilatta bazı yenilikler yaptığı gibi Fatih
Kanunnâmeleri’nin hazırlanmasında da önemli rol oynamıştır. Devrinde âlim ve
şâirlerin koruyucusu olarak tanınan Mehmed Paşa’ya dönemin pek çok şâiri kasîde
yazmıştır (BANARLI 2001:471-472).
42
Fatih döneminde yüksek mevkilerde bulunan şahıslardan biri de Sinan Paşa
(ö. 1486)’dır. İstanbul’un ilk kadısı Hızır Bey’in oğlu ve Bursa müftüsü Ahmed Paşa ile
Bursa kadısı Yakub Paşa’nın kardeşi olan Sinan Paşa, ilmi, irfanı ve fazileti ile Fatih’in
dikkatini çekmiş, Edirne Darü’l-hadis müderrisi iken kendisine Sahn müderrisliği daha
sonra da vezirlik makamı verilmiştir. Zamanla Fatih Sultan Mehmed’in hocası olmuş;
bu sebepten dolayı da Hoca Paşa diye anılmıştır. Sinan Paşa şiirden çok nesri ile
tanınmıştır. Yüksek ilmi sayesinde Fatih’in huzurunda yapılan ilmî ve felsefi birçok
münakaşaya katılmıştır (MAZIOĞLU 1997:666-670).
İnşası ile tanınan ve Fatih döneminde uzun süre nişancılık yapan Cezeri-
zâde Mahmud Vefayî aynı zamanda Fatih’in musâhibliğini de yapmıştır. Bu sebeple
padişâhın meclislerine girip sohbetlerinde bulunmuştur. Birçok devlet adamından daha
fazla itibar görmüştür (İSEN 1980:58).
Fatih’in iltifatını kazanan şâirlerden bir diğeri de Aşkî’dir. Padişâh, Aşkî’yi
çok takdir etmiş, meclislerinde ve sohbetlerinde ona da yer vererek ihsânını ve iltifatını
esirgememiştir. Latîfî, şiirinin sade ve manzum sözlerden ibaret olduğunu, buna rağmen
günde yüz akçe şâir ulûfesi aldığını ifade etmiştir. Dönem şâirlerinden Fenâyî ile adı
bilinmeyen bir şâir bu durumu birer beyitleri ile eleştirmiştir (İSEN 1999:121-122).
Fatih devrinin âlim-şâirlerinden biri de Tokatlı Molla Lütfi (ö. 1495)’dir.
Fatih Sultan Mehmed, kütüphanesine bir hâfız-ı kütüp isteyince Sinan Paşa, Molla
Lütfi’yi tavsiye etmiştir. Molla Lütfi’nin ilmini ve hoş sohbetini beğenen Fatih Sultan
Mehmed, onu meclisine dahil etmiş ve musâhibi yapmıştır. Laubali ve deli dolu
olmasından dolayı Deli Lütfi diye anılan Lütfi, dengesiz davranışları ile devrin önde
gelen âlimlerinin de kalbini kırmıştır (İSEN 1999:289-292).
Fatih döneminde şiirleri ile şöhret kazanan Tokatlı Melîhî, gençliğinde
İran’a gidip Câmî ile ders okumuş ve dönüşünde İstanbul’a gelerek Ahmed Paşa’ya
intisâb etmiştir. Ahmed Paşa vasıtası ile padişâha tanıtılmış ve böylece Fatih’in
meclislerinde yer almaya başlamıştır. Melîhî, çok içki içen biri olduğu için padişâh
meclisi yerine meyhane köşelerini tercih etmiştir. Bunun üzerine Fatih, kendisine tövbe
ettirerek bol ihsân ve yüksek makamlar vermiştir (İSEN 1999:299). Melîhî’nin sözünde
durup durmadığını öğrenmek isteyen padişâh, onu çağırttıysa da tüm aramalara rağmen
meyhanelerde bulunamamıştır. Melîhî, en sonunda Tahtakale’de ayakta duramayacak
şekilde bulunup Fatih’in huzuruna getirilmiş ve türlü yeminler ederek içki içmediğini
43
söylemiştir. Ancak durumu hiç de öyle olmadığı için ağzı koklatılmış, en sonunda
içmediğini; vücuduna şarap şırınga ettirdiğini inkâr etmiştir. Bunun üzerine Fatih, onu
bir daha meclisine almamıştır (İSEN 1999:301).
Fatih döneminin âlim-şâirlerinden biri de Hızır Bey (ö. 1459)’dir. Doğduğu
Sivrihisar’da müderris ve kadılık, sonra Bursa müderrisliği ve İnegöl kadılığı yapmıştır.
Edirne’de kadı iken Fatih’in İstanbul’u fethi ile ilk İstanbul kadısı tayin edilmiştir.
Arapça, Farsça ve Türkçe şiirleri vardır (BABINGER 1997:471).
Fatih Sultan Mehmed’in saltanatı döneminde devlet-dergâh ilişkilerinde
kopmalar meydana gelmiştir. Bu dönem şairlerinden Eşrefoğlu’nun devlet yöneticileri
ile ilişkisi önceki asrın mutasavvıfları kadar iyi olmamıştır. Eşrefoğlu bu dönemde saray
çevresine uzak kalmayı tercih etmiştir. Devlet-dergâh ilişkilerindeki kopukluk
Eşrefoğlu’nun menâkıbnâmelerine de yansımıştır. Bir rivâyete göre Fatih’in annesinin
ya da hanımının dilinde kangren hastalığı oluşmuştur. Bütün doktorlar ve hocalar bir
çare bulamayınca önceleri İznik’te bulunmuş saray çavuşlarından biri, padişâhın
vezirine İznik’teki Eşrefoğlu’na başvurmalarını söylemiştir. İlk anda gitmek istemeyen
Eşrefoğlu, ısrarlar sonucu gitmeye razı olmuştur. İstanbul’da Demirkapı’da bizzat
padişâh tarafından karşılanan Eşrefoğlu, hastalığı iyileştirmiş ve bunun üzerine
kendisine verilen ihsânları ve parayı görevlilere dağıtarak İznik’e geri dönmüştür
(GÜLER 2001:27-28).
4.1.1.5. Sultan II. Bayezid (1481-1512)
Fatih Sultan Mehmed’den sonra tahta geçen II. Bayezid, bir müddet kardeşi
Cem Sultan ile uğraşmış, onun ölümünden sonra rahata kavuşmuştur. Babası devrinde
başlayan ilim ve fikir hareketleri onun zamanında da devam etmiştir. Babası gibi devrin
âlim ve şâirlerinin koruyucusu olmuştur. Kendisi de Adlî mahlası ile şiirler yazmıştır
(TURAN 1992:234-238). Fatih Sultan Mehmed gibi Câmî’ye yılda bin filori3 altını
3 Flöri yahut flörin; Miladi on birinci asırdan evvel Filoransa şehrinde darp ve üzerinde bir zambak çiçeği resmedilen altınlara verilen addır. Bu isim mahalli darptan ve üzerlerindeki çiçekten dolayı verilmiştir. Bilâhara bu da Avrupa memleketlerine yayılmış ve altın meskûkâta flörin isminin verilmesi taammüm eylemiştir. Osmanlılara da aynı suretle intikal ettiğinden altın paralar hakkında bu isim kullanılmıştır. Osmanlı padişâhlarından ilk altın parayı Fatih, 883/1478 senesinde İstanbul’da bastırmıştır. Fatih’in bastırdığı altınların vezin ve ayarları için 100 adedi 110 dirhem yani beheri 1 dirhem, 1 kırat ve 23.5 ayarında olan Venedik dükası esas ittihaz kılınmıştır. Bu vezin ve ayar sabit bir madde olduğu gibi müverrihlerin bazıları da böylece zaptetmişlerdir. Bunların Osmanlı altınları için esas olarak kabulü o zamanlarda Venedik Cumhuriyeti’nin ticari muamelelerde şarktaki nüfuzundan ileri gelmiştir. Osmanlı
44
göndermeye devam etmiş ve Mevlânâ Celâleddin Devvânî’ye her yıl câize
göndermiştir. Onlar da kasîdelerle ve risalelerle II. Bayezid’in bu ihsânına cevap
vermiştir (EYDURAN 1999:81). Devrinde otuzdan fazla şâir salyâne almıştır (İSEN
1999:72). Bu sebepten dolayı Sultan II. Bayezid, kendisine en fazla eser ithaf edilen
padişâh olmuştur. Bu eserleri mutlaka okumuş ve eser sahiplerini ödüllendirmiştir. Bu iş
için 1503 yılında 86 bin akçe harcamıştır (GÖKDOĞAN 2002:182). Ayrıca kendisine
birçok kasîde de yazılmıştır. XV. yüzyılda kendisine sunulan kasîdelerin sayısı kırktır
(KESKİN 1994:48). Ancak Sultan II. Bayezid’in padişâhlığı XVI. yüzyılda da devam
etmiştir. XVI. yüzyılda yazılan 554 medhiye kasîdesinin 257’si sultanlara sunulmuştur.
Bu kasîdelerin sekizi Sultan II. Bayezid’e takdim edilmiştir (ÇAKICI 1994:50).
Fatih Sultan Mehmed devrinde yetişen Ahmed Paşa ve Necâtî Bey en güzel
şiirlerini bu devirde yazmışlardır. Ayrıca Zâtî, ilk şöhretini bu dönemde elde etmiştir.
Taci-zâde Ca’fer Çelebi nişancı, Sâfî mahlaslı Kasım Paşa vezir olarak padişâhın
yanında bulunan şâirlerdir. Bu dönemde padişâhın himâyesini gören şâirler şunlardır:
Bihiştî Sinan Çelebi, Çakerî, İdrîs Bitlisî’nin oğlu Fazlî, Kara Seydi, Şami Mustafa Bey,
Safâyî Lokman Dede, Derviş Ferruhî, Basîrî ve Şah Muhammed Kazvini’dir.
Devrin büyük âlimlerinden Molla Lütfi (ö. 1495), Sultan Bayezid
döneminde Bursa ve Edirne müderrisliklerinde görev almış ve nihayetinde İstanbul’da
Sahn müderrisi olmuştur. Latifeleri, alayları ve hicivleri ile birçok düşman kazanmıştır.
Çömlekçi-zâde, Hatib-zâde, Molla İzari gibi mutaassıb âlimler, düşman oldukları Molla
Lütfi’nin zındık olduğundan bahisle katlini istemiştir. Molla Lütfi affı için Padişâh II.
Bayezid’e, Sadrazam Davud Paşa’ya, ikinci vezir İbrahim Paşa’ya, Hadım Ali Paşa’ya,
Rumeli Kazaskeri Hacı Hasan-zâde’ye, Anadolu Kazaskeri İmam Ali Efe’ye, Ca’fer
Çelebi’ye şiirler gönderdiyse de fayda etmemiştir (KILIÇ 1994:371-372). Sultan
Bayezid, çevresindeki mutaasıb âlimlerin ısrarına dayanamayıp Molla Lütfi’nin katlini
kabul etmek zorunda kalmıştır.
Sultan Bayezid döneminin diğer bir şâiri Hâtemî mahlasıyla şiirler yazan
Mü’eyyed-zâde Abdurrahman Efendi (ö. 1516)’dir. Sahn müderrisliği ve Edirne kadılığı
yaptıktan sonra 1505’te Rumeli kazaskerliğine getirilmiştir. İlmi, irfanı, ahlâkı ve
cömertliği ile tanınan Mü’eyyed-zâde Abdurrahman Efendi, gençliğinden itibaren padişâhları tarafından bastırılan altınlar Fatih zamanında ittihaz ve kabul olunan işbu esas üzerine üç asır devam eylemiştir (PAKALIN 1983:629).
45
Sultan Bayezid’in sevgisini kazanmış, meclislerinde bulunmuş, ihsânlarını ve iltifatını
görmüştür. Devlet adamlarından himâye gördüğü gibi kendisi de pek çok şahsı
himâyesine almıştır. Kemâlpaşa-zâde onun himâyesinde yetiştiği gibi Tarih’ini
yazmasına o vesile olmuştur. Necâtî Bey de Dîvân’ını onun adına tertip etmiştir
(EYDURAN 1999:333).
Mü’eyyed-zâde’nin himâyesi altında bulunan devrin ünlü âlimlerinden
Kemâlpaşa-zâde, Sultan Bayezid tarafından bir Tevârih-i Âl-i Osman yazmaya memur
edilmiş ve bu iş için kendisine 30 bin akçe ile çeşitli câizeler verilmiştir (EYDURAN
1999:330). Mü’eyyed-zâde Rumeli kazaskeri olunca Kemâlpaşa-zâde’yi önce Üsküp ve
Edirne müderrisliğine daha sonra İstanbul’da Sultan Bayezid Medresesi’ne tayin
etmiştir. Nihayetinde kazasker ve Yavuz Sultan Selim döneminde şeyhülislâm olmuştur.
Fatih Sultan Mehmed tarafından mütevellik ile Bursa’ya sürülen devrin
büyük şâiri Ahmed Paşa, Sultan Bayezid tahta geçtiğinde İstanbul’a ve eski günlerine
dönme ümidiyle yeni padişâha birçok medhiye takdim ettiyse de ancak Bursa sancak
beyliğini elde edebilmiştir. Ahmed Paşa ölümüne kadar Bursa’da kalmıştır (MUALLİM
NACİ 2000:19).
Fatih Sultan Mehmed döneminin sonlarında adını duyurmaya başlayan
Necâtî Bey (ö. 1509), asıl şöhretine II. Bayezid döneminde kavuşmuştur. II. Bayezid
padişâh olur olmaz Necâtî Bey, kendisine:
Bir dün ki kılmış idi cemâline âfitâb
Müşgin gülâlesin gicenün ‘anberin nikâb
(TARLAN 1963:26)
matlalı bir cülûsiyye sunarak padişâha intisâb etmiştir. Şehzâde Abdullah,
Karaman sancak beyi olunca Necâtî Bey de onun dîvânına kâtip tayin edilmiştir (İSEN
1999:326). Şehzâdenin ölümü üzerine Necâtî Bey, 1483’te İstanbul’a dönmüştür. 1504
yılında Şehzâde Mahmud ile Manisa’ya gidinceye kadar yaklaşık yirmi yıl İstanbul’da
kalan Necâtî Bey, en verimli dönemini bu zaman diliminde geçirmiştir. Necâtî Bey,
himâyelerini gördüğü Kasım Paşa, Mustafa Paşa, Sadrazam Davud Paşa, Mesih Paşa ve
Hadım Ali Paşa gibi devlet adamlarına da kasîdeler sunmuştur. Mü’eyyed-zâde’nin
isteği üzerine Dîvân’ını tertip etmiş ve hâmîsini de mukaddimesinde övmüştür. Şehzâde
Mahmud Manisa’ya vali olunca Necâtî Bey, şehzâdenin nişancısı ve musâhibi olarak
46
yanında bulunmuş ve şehzâdenin ölümünden sonra İstanbul’a dönmüştür (İSEN
1999:327). Ömrünün geri kalan kısmında görev almayarak kendisine bağlanan ayda bin
akçe maaşla geçinmiştir (PALA 1998a:15).
Bu devrin diğer bir şâiri de Kıvamî’dir. Fatih Sultan Mehmed’in iltifatını
kazanıp musâhibi olmuştur. Sultan Bayezid padişâh olunca ona intisâb etmiş ve
Bayezid, babası adına bir fetihnâme yazmakla Kıvamî’yi görevlendirmiştir. 1490’da
bitirilen Fetih-nâme-i Sultan Mehmed’in yirmi beş bölümü Fatih Sultan Mehmed, üç
bölümü de Bayezid dönemi yapılan seferlere aittir. Ayrıca esere şiirler de ilave
edilmiştir. Fatih Sultan Mehmed ve Bayezid adına yazılmış şiirlerin yanı sıra Sadrazam
Davud Paşa, ikinci vezir İbrahim Paşa ve Hadım Ali Paşa’ya ait medhiyeler de vardır.
Bu eser sayesinde Kıvamî Bayezid’in ihsânlarına nail olmuştur (İPEKTEN 1996:49).
Balıkesir’de çizmecilik yaparken İstanbul’a gelen ve şiirleriyle kısa
zamanda tanınan Zâtî (ö. 1546), yaşadığı müddetçe şâirlerin üstadı olmuştur. Hasan
Çelebi, Âşık Çelebi’den aktardığına göre; Zâtî, Sultan Bayezid zamanında İstanbul’a
gelip Hadım Ali Paşa’nın meclislerinde bulunmuştur. Hadım Ali Paşa ve Defterdâr Pîrî
Paşa vasıtasıyla padişâha şiirler sunup ihsânlara nail olmuştur. Sultan II. Bayezid’e
sunduğu gazelindeki:
Geldi ol zühd libasını kaba ettirici
Zahidâ hırkaya çek başını manend-i keşef
beyti pek beğenen padişâh, Zâtî’ye Bursa’da bir tevliyetin gelirini vermiştir
(OKUYUCU 2004:152-153). Zâtî, Sultan Bayezid devrindeki bu rahatı Ali Paşa’nın
öldürülmesi ve Mü’eyyed-zâde ile Ca’fer Çelebi’nin azillerinden sonra devam
ettirememiştir. Sultan Selim’in sürekli seferde oluşu ve Kanuni döneminde kendisini
sevmeyen İbrahim Paşa yüzünden hayatının son dönemleri hayli sıkıntı içinde geçmiştir
(EYDURAN 1999:401).
Sultan Bayezid devrinin yüksek kademeli memurlarından biri olan Ca’fer
Çelebi (ö. 1515), aynı zamanda şiiri ve inşasıyla da tanınmıştır. Sultan Bayezid
Amasya’da şehzâdeyken hizmetindeki Tac Bey’in oğlu Ca’fer Çelebi, iyi inşası
sayesinde Sultan Bayezid’in nişancılığına getirilmiştir (KILIÇ 1994:215). Ca’fer Çelebi
dönemine kadar nişancılar defterdârların alt mevkisinde iken Ca’fer Çelebi’den sonra
dîvânda nişancıların üst tarafta oturmaları kabul edilmiştir (PALA 1998d:63). Ca’fer
47
Çelebi, sevilip sayılan, sözü dinlenen, hürmet edilen, faziletli bir insan olarak padişâhın
daima yanında ve meclislerinde bulunmuştur. Kendisi de edebiyatla uğraştığı için
şâirlere hâmîlik yapmıştır. Devrin şâirlerinden Zâtî, Mesîhî ve Makali meclislerinde
bulunmuş şâirlerin birkaçıdır. Sultan Bayezid devri sonlarında meydana gelen yeniçeri
isyanında, Şehzâde Ahmed taraftarı olduğu için Ca’fer Çelebi’nin evi yağmalanmıştır.
Bu olayın hemen ertesi günü Ca’fer Çelebi nişancılıktan da azledilmiştir (GÖKBİLGİN
1997:8). Latîfî’nin “Osmanlı ülkesinde nişancılıkta benzeri gelmedi.” dediği Ca’fer
Çelebi, Sultan Selim padişâh olunca tekrar nişancılığa getirilmiştir (İSEN 1999:137).
Sultan Bayezid’in vezirlerinden Sâfî mahlası ile şiirler yazan Kâsım Paşa,
ihtiyar bir kadının evlatlığı olarak büyütülmüş ve Mevlânâ Cezeri-zâde Vefayî
tarafından yetiştirilmiştir. Mahmud Paşa’nın hizmetinde belli bir süre kaldıktan sonra
Sultan Mehmed’in defterdârı olmuştur. Daha sonra Amasya’da Şehzâde Bayezid’e de
defterdârlık yapmış ve Bayezid’in tahta oturmasıyla veziri olmuştur. Şiirde mesel
söylemeyi ilk defa Sâfî denemiş, sonra Necâtî bu işin üstadı olmuştur (İSEN 1999:385).
Zamanında şiirleri ile şöhret kazanan ve beş mesneviden meydana gelen
Hamse sahibi Behiştî Sinan Çelebi, padişâhın himâyesindeyken uygunsuz bir davranış
sonucu öldürülme korkusuyla İran’a kaçarak Hüseyin Baykara’ya sığınmıştır. Orada
Mevlânâ Câmî ile Nevâ’î’nin hizmetinde bulunmuştur. Onların ricası ile affedilen
Behiştî, İstanbul’a dönünce padişâhın hizmetine girmiş ve hayli iltifatını görmüştür
(İSEN 1999:131).
Yeniçeri iken padişâhın iltifatlarına nail olan Çakeri Sinan Bey, sancak
beyliğine kadar yükselmiştir. Sultan Bayezid’in daima ihsânını görmüştür (BURSALI
MEHMED TÂHİR 2000:134). Çakeri, hoşsohbet ve zarif bir kimse olduğu için padişâh
maaşını yükseltmiştir (İSEN 1999:149).
Fazlî mahlasıyla şiirler yazan Ebü’l-fazl Efendi de Sultan Bayezid’in
himâyesini gören şâirlerdendir. Mü’eyyed-zâde’nin mülâzımı olduktan sonra kadılık
istemiş fakat Rumeli kazaskeri Mustafa Habib Efendi, Fazlî’nin babası İdrîs-i Bitlisi’yi
sevmediği için Fazlî’yi Rumeli’de Bronik kadılığına tayin etmiştir. Mü’eyyed-zâde’nin
kazasker olmasıyla Fazlî, önce Anadolu defterdârlığına sonra da Rumeli defterdârlığına
tayin edilmiştir (EYDURAN 1999:791). Padişâha kasîdeler sunarak iltifatına ve
hediyelerine nail olmuştur (KILIÇ 1994:654).
48
Bu dönem şâirlerinden İshakoğlu Kara Seydi, padişâhın iltifatını kazanarak
Sahn müderrisliğine kadar yükselmiştir. Daha sonra padişâhın takdiri ile İstanbul
kadılığına tayin edilmiştir (EYDURAN 1999:515).
Sultan Bayezid’e sunduğu kasîdeler içinde “karanfil” redifli kasîdesi meşhur
olan Şami Mustafa Bey, padişâh hizmetinde uzun zaman çalıştıktan sonra sancak beyi
olmuştur (İSEN 1999:418).
Galata mevlevihanesi şeyhi Sinoplu Safâyî Dede, Bayezid’in mevleviliğe
meyli olması sebebiyle de padişâhın takdirini kazanmıştır. Dîvân’ını padişâh adına
tertib etmiştir (İSEN 1999:384).
Uğurlu-oğlu Mirza’nın elçisi olarak İran’dan Sultan Bayezid’e gelen Basîrî,
Mirza’nın ölümü üzerine İstanbul’da kalmış ve Sultan Bayezid’den hayli itibar
görmüştür. Devrin büyüklerinin himâyelerini de kazanmıştır. İskender Çelebi’nin de
musâhibi ve nedîmi olmuştur. Osmanlı ülkesine gelmeden şiirleri ile meşhur olan
Basîrî, Hüseyin Baykara’nın da himâyesini kazanmıştır. Osmanlı ülkesine Nevâ’î
Dîvân’ını ilk getiren kişidir (İSEN 1999:128).
İran’dan gelen diğer bir şâir de Şah Muhammed Kazvini (ö. 1520)’dir.
Memleketi Kazvin’den çıkıp Mekke ve Medine’yi dolaşarak gezdiği yerlere ve tıbba
dair yazdığı risaleleri padişâha sunmuştur. Sultan Bayezid, Kazvini’yi hekim olarak
saraya almış, ona izzet ve ikram göstermiştir (KILIÇ 1994:794). Hekimliğinin yanı sıra
şiiri ve nesri ile de tanınan Şah Muhammed Kazvini, asıl şöhretini Sultan Selim
döneminde yapmıştır.
Sultan II. Bayezid’in ihsânlarına nail olan şâirlerin yanında, izzet ve ikram
göremeyen şâirler de vardır. Uzun Firdevsî diye tanınan Firdevsî-i Rumî, Süleyman-
nâme adlı eserini Sultan Bayezid’in isteği ile yazmıştır. Hz. Süleyman’ın hayatını ve
menkîbelerini anlatan eserini padişâh hacimli ve putperest hikâyeler olduğu için iyi
karşılamamıştır. Padişâh, 360 cüzden meydana gelen eseri 80 cüze indirerek gerisini
yaktırmıştır. Eserinin anlaşılmadığına kızan Firdevsî, birkaç uygunsuz beyit söyleyerek
İran’a kaçmıştır (İSEN 1999:178). Latîfî’nin bu şekilde ifade etmesine rağmen Firdevsî,
II. Bayezid döneminde toplamda 21.000 akçe ile en fazla ihsân elde eden şâirler
arasında yer almıştır. Nakdiyyenin yanı sıra Firdevsî’ye hil’ât da verilmiştir.
49
Sultan Bayezid’in iltifatına nail olamayan şâirlerden biri de Likâyi’dir.
Ahmedî’nin Yusuf u Züleyha’sına nazire demeğe heveslenip eserini padişâha
sunmuştur. Sultan Bayezid, eseri beğenmeyip Likâyi’yi geri çevirmiştir (İSEN
1999:289).
Padişâhın iltifatını göremeyen diğer bir şâir de Hamdullah Hamdi’dir.
Hamdi, Câmî’den kısmen tercüme ederek meydana getirdiği Yusuf u Züleyha
mesnevisini Sultan Bayezid’e sunmuş, padişâhtan iltifat göremeyince de Bayezid’in
adını eserden çıkarmıştır (İSEN 1999:212).
II. Bayezid devrine ait olan İn‘âmât4 Defteri’nde dönem şâirlerinin 909-917
yılları arasında aldığı in’âm ve ihsânlar5 yer almaktadır. Çoğu hallerde in’âmın ve
ihsânın veriliş sebebi belirtilmiştir. Taziye, kasîde, gazel, mersiye ve bir eser takdim
dolayısıyla hediye verildiği gibi bayramlarda da hediye verilmiştir. Hediye olarak akçe6
verildiyse akçenin miktarı; elbise verildiyse de ne cins elbise ve kumaş verildiği
belirtilmiştir. Bu dönemde nakdiyye ve hil’ât7 alan şâirlerin listesi şu şekildedir:
4 İn’âmât: Yapılan iyilikler (DEVELLİOĞLU 2000:435). 5 İhsân: Verilen, bağışlanan şey (DEVELLİOĞLU 2000:417). 6 Önceleri 1.15-1.20 gr civarında olan ve 90 ayar gümüşten basılan akçenin ağırlığı giderek düşürülmüştür. XVII. yüzyılın ikinci yarısında akçe piyasadan koybolmuş, yalnızca hesaplamalarda kullanılmış, ödemeler ise tedavüldeki sikkeler ile yapılmıştır. Böylece III. Ahmed zamanında akçenin yerini bir para ölçüsü birimi olarak para almıştır (1 para=3 akçe, 1 kuruş=40 para). II. Bayezid’den sonra tahta çıkan Yavuz Sultan Selim döneminde 1 altın sikke, 60 gümüş sikkeye (akçeye) eşittir. Yavuz Sultan Selim zamanında olduğu gibi Kanuni döneminde de 1 altı sikke 60 akçeye eşittir (TEKİN 1999:171-173); Şâirlerin aldığı nakdiyyelerin günümüzdeki tam karşılığını ifade etmek son derece güçtür. Ancak tarihi belgelerde yer alan bazı gıda maddelerinin fiyatlarını vererek bir fikir elde edebiliriz. Buna göre; OKKA/AKÇE 1489 1633 Et 1.5 10 Tereyağı 8 25 Pirinç 10 80 Un 12 45 Bal 4 18 Yukarıda görüldüğü üzere gıda maddelerinin okka fiyatları akçe olarak verilmiştir (YALÇIN 1979:321); Okka, beldelere göre değişmekle beraber en tanınmışı 1.282 gramdır (PAKALIN 1983:723). 7 Hil’ât: Üste giyilen elbiselerden birinin adı olup Türkçesi “kaftan”dır (PAKALIN 1983:833).
50
Tablo 1. II. Bayezid Devrinde Nakdiyye ve Hil’ât Alan Şâirler
ŞÂİR
AKÇE
HİL’ÂT
YIL
Rûhî 2000 Münakkaş8-ı Bursa 909-1503 Tali’î, kasîde 2000 Benek9 909 Tali’î 1000 Benek-i Bursa 909 Sa’dî, kasîde 3000 Murabba’ ba-çuka 909 Mehmed 3000 909 Rûhî, oğlu ölmüş, taziye Benek-i Bursa 909 ‘Alâaddin, kasîde 1500 909 Sâ’ilî, kitap getirdi 2000 909 İdrîs, babası ölmüş,taziye Çatma-i Bursa10 909 Keşfî, kasîde 500 909 Safâyî 1000 909 Sabâyi 2000 909 ‘Azîzî Benek-i Bursa 909 Mâ’ilî Münakkaş-ı Bursa 909 Rûhî Münakkaş 909 Kâtibî Mirahorî an kemha-i11
kırmızı 909
Sâ’ilî Mirahorî an kemha-i kırmızı 909 Şehdî Mislehu 909 Hamdi Bûri (1) 909 Sa’yî Büri(1) 909 Lâlî Büri (1) 909 Sabâyî Büri (1) 909 Keşfî Büri (1) 909 Ömer Çelebi, kasîde 3000 Münakkaş 909 Mâ’ili, kasîde 3000 909 Ahmed Çelebi b. Karışdıran, kitap verdi
5000 Çatma 909
Rûhî 3000 Benek 909 Kâtibî, kasîde 2000 909 ‘Azîzî Benek 909 Mâ’ili Münakkaş 909 Rûhî Münakkaş 909 Rûhî Münakkaş 909 Kâtibî Mirahori ‘an kemha-i kırmızı 909 Şehdî Mislehu 909 Sâ’ilî Mislehu 909 Hamdî Büri (1) 909 Sa’yî Büri (1) 909 Lâlî Büri (1) 909
8 Münakkaş: Renkli dokuma motiflerle süslü kumaşların umumi adı (DEVELLİOĞLU 2000:725). 9 Benek: Atlas zemin üzerine sırma işlemeli bir nevi kumaş (DEVELLİOĞLU 2000:84). 10 Çatma: Vaktiyle yapılan bir Türk kumaşıdır. Sade, kılapdanlı ve başka türlü nevileri olup elbise, örtü ve yastık yüzleri yapımında kullanılmıştır. Üsküdar, Bilecik ve Bursa çatmaları en güzelleridir (PAKALIN 1983:332). 11 Kemha: ipek kumaş; havsız kadife (DEVELLİOĞLU 2000:506).
51
Sabâyî Büri (1) 909 Keşfi Büri (1) 909 Refîkî Kadife-i rişte12 (1) 909 Rûhî 2000 Münakkaş-ı Bursa 910-1504 Necâtî 3000 Benek-i Bursa 910 İdrîs 10000 Çatma-i Bursa 910 Sabâyî 2000 910 Nişânî 2000 910 Cevherî, kasîde 3000 Benek-i Bursa 910 Şehdî,mersiye 1500 910 Rûhî 2000 Münakkaş-ı Bursa 910 Mâ’ili 2000 910 Revânî 2000 910 Cevherî 3000 910 Sâ’ilî Mirahori ‘an kemha-i kırmızı 910 Ömer Beg, mersiye 3000 Münakkaş-ı Bursa 910 Refîkî, mersiye 500 910 Kâtibî, mersiye 2000 910 Mihrî Hatun 3000 910 İdrîs, münşî Mirahori an kadife-i kırmızı,
frengi sade 910
Sabâyî 1500 910 Safâyî 1500 910 ‘Azîzî Benek-i Bursa 910 Mâ’ilî Münakkaş-ı Bursa 910 Rûhî Münakkaş-ı Bursa 910 Kâtibî Mirahori an kemha-i kırmızı 910 Sâ’ili Mislehu 910 Sa’yi Büri (1) 910 Lâlî Büri (1) 910 Sabâyi Büri (1) 910 Keşfî Büri (1) 910 Hânî Büri (1) 910 Refîkî Kadife-i Bursa 910 Şehdî Mislehu 910 Mâ’lî, kasîde 3000 910 Kâtibî 2000 910 ‘Azîzî Benek-i Bursa 910 Rûhî Münakkaş-ı Bursa 910 Mâ’ilî Münakkaş-ı Bursa 910 Kâtibî Mirahori an kemha-i kırmızı 910 Şehdî Mislehu 910 Sâ’ilî Mislehu 910 Refîkî Kadife-i rişte Bursa 910 Hamdî Büri tak 910 Sabâyi Büri tak 910 Lâlî Büri tak 910
12 Rişte: İplik (AYVERDİ 2005:2591).
52
Sa’yi Büri tak 910 Keşfi Büri tak 910 Hânî Büri tak 910 Rûhî 2000 911-1505 Edîbî 2000 911 Hadîdî 2000 911 Basîrî 2000 911 Ahmed Ç. Kemal Paşa-zâde, Kıssa-i Yusuf tercümesi
5000 ‘an murabba 911
Sâdi Çelebi, kasîde 3000 911 Keşfî 500 911 Sâ’ilî 1500 911 ‘Azizî Benek-i Bursa 911 Ruhî Münakkaş-ı Bursa 911 Mâ’ilî Münakkaş-ı Bursa 911 Kâtibî Mirahori ‘an kemha-i kırmızı 911 Sa’ilî Mislehu 911 Şehdî Mislehu 911 Refîkî Kadife-i rişte 1 911 Sa’yî Büri 1 911 Lâlî Büri 1 911 Sabâyî Büri 1 911 Keşfî Büri 1 911 Hânî Büri 1 911 Refikî, kasîde ? ? 911 ‘Azîzî Benek-i Bursa 911 Rûhî Münakkaş-ı Bursa 911 Mâ’ilî Münakkaş-ı Bursa 911 Kâtibî Mirahori ‘an kemha-i kırmızı 911 Sâ’ilî Mislehu 911 Şehdî Mislehu 911 Refîkî Kadife-i rişte 1 911 Keşfî Kadife-i rişte 1 911 Sa’yî Büri 1 911 Lâlî Büri 1 911 Sabâyî Büri 1 911 Hânî Büri 1 911 İdrîs, münşi, Tarih-i Ali Osman telifi
50000 Çatma-i Bursa 911
Ömer Çelebi, kasîde 3000 ‘an murabba ba-çuka 912/1506 Sabâyî 1500 912 Rûhî 2000 Münakkaş-ı Bursa 912 Firdevsî, Süleymannâme için 3000 912 Kâtibî 2000 912 Şefî’i 2000 912 Sabâyî 1500 912 Safâyî 1500 912 Keşfî 500 912 ‘Azîzî Benek 912
53
Rûhî Münakkaş 912 Mâ’ilî Mislehu 912 Şehdî Mirahori kemha 912 Kâtibî Mislehu 912 Keşfî Kadife-i rişte 912 Refîkî Kadife-i rişte 912 Sa’yî Büri 1 912 Lâlî Büri 1 912 Sabâyî Büri 1 912 Firdevsî, Süleymannâme müellifi
3000 Benek-i Bursa 912
Zamîrî, kasîde 3000 ‘an murabba ba-çuka 912 ‘Azîzî Benek-i Bursa 912 Rûhî Münakkaş-ı Bursa 912 Mâ’ilî Mislehu 912 Kâtibî Mirahori an kemha-i kırmızı 912 Sâ’ilî Mislehu 912 Şehdî Mislehu 912 Refîkî Kadife-i rişte-i Bursa 912 Keşfî Kadife-i rişte-i Bursa 912 Sa’yî Büri 1 912 Sabâyî Büri 1 912 Mâ’ilî, kasîde 3000 913-1507 Kâtibî, kasîde 2000 913 Rûhî 2000 Münakkaş-ı Bursa 913 Ömer, kasîde 3000 ‘an murabba ba-çuka 913 İdrîs, münşi 5000 913 Firdevsî 3000 Benek-i Bursa 913 Sabâyî, mersiye 1500 913 Keşfî, mersiye 500 913 Edîbî, mersiye 2000 913 Kâtibî, mersiye 2000 913 Sâ’ilî, mersiye 2000 Mirahori ‘an kemha-i kırmızı 913 Rûhî, mersiye 2000 Münakkaş 913 Nâ’ilî, mersiye 2000 Mislehu 913 Ömer, mersiye 3000 ‘an murabba 913 Refîkî, mersiye 500 913 Şehdî, mersiye 1500 913 Mehmed Çelebi, mersiye 3000 ‘an murabba 913 Mehmed Çelebi, mersiye 2000 ‘an murabba 913 Bayezid Çelebi 2000 ‘an murabba 913 Sabâyî 2000 913 Kâtibî 2000 913 Safâyî 1500 913 Sa’dî, kasîde 3000 ‘an murabba ba-çuka 913 ‘Azîzî Benek-i Bursa 913 Rûhî Münakkaş-ı Bursa 913 Mâ’ilî Mislehu 913 Kâtibî Mirahori ‘an kemha-i kırmızı 913
54
Sâ’ilî Mislehu 913 Şehdî Mislehu 913 Şefî’i Mislehu 913 Keşfî Kadife-i rişte (1) 913 Refîkî 400 913 Sabâyî Kadife-i rişte (1) 913 Sa’yî Büri(1) 913 Lâlî Büri (1) 913 Hânî Büri (1) 913 Edîbî Kadife-i rişte-i Bursa 913 Vasfî 2000 ‘an murabba ba çuka 913 ‘Azîzî Benek-i Bursa 913 Rûhî Münakkaş-ı Bursa 913 Mâ’ilî Mislehu 913 Kâtibî Mirahori an kemha-i kırmızı 913 Şehdî mislehu 913 Sâ’ilî Mislehu 913 Şefî’i Mislehu 913 Keşfî Kadife-i rişte (1) 913 Refikî 400 913 Sabâyî Kadife-i rişte 913 Edîbî Kadife-i rişte 913 Sâ’yî Büri (1) 913 Lâlî Büri (1) 913 Hânî Büri (1) 913 Safâyî, kitap verdi 3000 914-1508 Mâ’ilî, kasîde 3000 Münakkaş-ı Bursa 914 Revânî, kasîde 2000 914 Lâlî, kasîde 1500 914 İdrîs, münşi 4000 914 Kâtibî, kasîde 2000 914 Ali Çelebi, kasîde 2000 Benek-i Bursa 914 Haydar, Sultan Korkud’un telif kitabını getirmiş
5000 Murabba ba-çuka ve Mirahori ‘an murabba
914
Rûhî 2000 Münakkaş-ı Bursa 914 Basîrî, kasîde 2000 914 Necâtî, kasîde 2000 Benek 914 Haydar Çelebi, kasîde 5000 Çatma-i Bursa 914 Mihrî Hatun 3000 914 Haydar Çelebi 5000 Çatma 914 Sabâyî 300 914 Nâtıkî, kasîde 1500 914 İdrîs, münşi 4000 914 Firdevsî, Süleymannâme müellifi
3000 Benek-i Bursa 914
İdrîs, kitap verdi 10000 Murabba ba-post-ı semur 914 Ömer Beg, kasîde 3000 Benek 914 Kâtibî 2000 914 Sabâyî 300 914
55
Mustafa,kasîde 2000 914 Sabâyî 2000 914 Keşfî 500 914 Safâyî 1500 914 Sa’yî 500 914 ‘Âlî, Seyyid Ömer oğlu, kasîde
2000 Benek 914
‘Ali, Karamani Mehmed Paşa oğlu, kasîde
3000 Murabba çuka-i kırmızı sıkarlata
914
Sa’di,kasîde 3000 Murabba çuka-ı kırmızı sıkarlata
914
Sâ’ilî, kasîde 4000 Mislehu 914 ‘Azîzî Benek-i Bursa 914 Rûhî Münakkaş-ı Bursa 914 Revânî Mislehu 914 Mâilî Mislehu 914 Kâtibî Mirahori ‘an kemha-ı kırmızı 914 Şehdî Mislehu 914 Sâ’ilî Mislehu 914 Nâtıkî Mislehu 914 Şefî’î Mislehu 914 Sabâyî Kadife-i alaca-i Bursa 1 914 Keşfî Kadife-i rişte-i Bursa 1 914 Edîbî Kadife-i rişte-i Bursa 1 914 Refîkî 400 914 Sa’yî Büri (1) 914 Lâlî Büri (1) 914 Firdevsî 3000 Benek-i Bursa 914 Refîkî, kasîde 1500 914 Ömer, kasîde Murabba ve postha-ı semur 914 İdrîs, münşi 7000 ‘an murabba-ı ba-çuka 914 Derviş Mahmud,kitap getirdi 3000 Benek-i Bursa 914 Korkud Çelebi, telif kitabını gönderdi
2000 Sikke altın 914
Şerîfî, gazel verdi 400 914 Kâtibî 2000 914 Lâlî, kasîde 1500 914 Sabâyî,kasîde 500 914 Müşterî, kitap verdi 2000 914 Visâlî,kasîde 2000 914 ‘Azîzî Benek-i Bursa 914 Rûhî Münakkaş-ı Bursa 914 Revânî Mislehu 914 Mâ’ilî Mislehu 914 Mesihî Mislehu 914 Kâtibî Mirahori an kemha-i kırmızı 914 Şefî’î Mislehu 914 Şehdî Mislehu 914 Nâtıkî mislehu 914 Edîbî Kadife-i rişte-i Bursa 1 914
56
Sâ’ilî ‘an murabba ba-çuka 914 Sabâyî Kadife-i alaca 1 914 Keşfî Kadife-i alaca 914 Refîkî 400 914 Sa’yî Büri 914 Lâlî Büri 914 Hânî Büri 914 Basîrî Kemha-i gifteri-i Bursa 914 Şerîfî 400 914 İdrîs, münşi 2000 914 Mâ’ilî, kasîde 3000 Münakkaş-ı Bursa 914 Rûhî 2000 Münakkaş 915-1509 Kâtibî, kasîde 2000 915 Basîrî, kasîde 2000 915 İdrîs’e ölen oğlu için Çatma-i Bursa 915 Şerîfî 300 915 Sabâyî 2000 915 Keşfî 800 915 Safâyî 1500 915 Firdevsî, Süleymânnâme müellifi
3000 Benek 915
Revânî 5000 915 Revâni ve Hasan ? ? 915 Mahbûb Çelebi, kasîde 3000 915 Sabâyî 2000 915 Keşfî 800 915 Sa’yî 500 915 Rûhî Münakkaş-ı Bursa 915 Sabâyî Münakkaş-ı Bursa 915 Keşfî Kadife-i alaca 1 915 Refîkî 600 915 Basîrî Kemha-i güfteri-i Bursa 1 915 Azîzî Benek-i Bursa 915 Mâ’ilî Münakkaş-ı Bursa 915 Şefî’î Mirahori ‘an kemha-i kırmızı 915 Edîbî Kadife-i rişte 1 915 Mesîhî Münakkaş 915 Nâtıki Mirahori an kemha-i kırmızı 915 Şehdî Mislehu 915 Mihrî Hatun 3000 915 Kâtibî, kasîde 4000 915 Sabâyî, kasîde 1000 915 Şerîfî 400 915 ‘Azîzî Benek 915 Rûhî Münakkaş 915 Mesihî Mislehu 915 Kâtibî Mirahori an kemha-i kırmızı 915 Şefî’î Mislehu 915 Şehdî Mislehu 915
57
Nâtıkî Mislehu 915 Sabâyî Kadife-i alaca-i Bursa 1 915 Keşfî Kadife-i alaca-i Bursa tak 915 Basîrî Kemha-i gifteri-i Bursa 1 915 Edîbî Kadife-i rişte-i 1 915 Refîkî 600 915 Hânî Büri 1 915 Sinânî Büri 1 915 Sa’yî Büri 1 915 Sâ’ilî ‘an murabba 915 Sa’dî Çelebi, kasîde 3000 ‘an murabba ba-çuka 915 Basîrî, kasîde 2000 916-1510 Ala’addîn 1500 916 Kâtibî, kasîde 2000 916 Refîkî 1500 916 Rûhî 2000 Münakkaş-ı Bursa 916 Zâtî, kasîde 2000 916 Mâ’ilî 3000 Münakkaş 916 Şefî’î 1000 916 Safâyî 1500 916 İdrîs, münşi 7000 ‘an murabba ba-çuka 916 İdrîs validesine 4000 Kemha-i sürmâî fireng-i
sâde be-zirâ’i Bursa 47 916
Sabâyî 500 916 İdrîs, münşi 7000 916 Keşfî 500 916 İdrîs’in oğluna kasîde 2000 ‘an murabba ba-çuka 916 Lâlî 1500 916 Sa’yî 500 916 ‘Azîzî Benek-i Bursa 916 Rûhî Münakkaş-ı Bursa 916 Mesîhî Mislehu 916 Nasîbî Mislehu 916 Kâtibî Mirahori an kemha-i kırmızı 916 Nâtıkî Mislehu 916 Şefî’i Mislehu 916 Sabâyî Kadife-i alaca-i Bursa 916 Keşfî Kadife-i alaca-i Bursa 1 916 Sâ’ilî Mislehu 1 916 Refîkî 800 916 ‘Iyânî 500 916 Basîrî Kemha-i gifteri-i Bursa 1 916 Edîbî Kadife-i rişte 1 916 Mihrî Hatun, kasîde 3000 916 Yarhisarî oğlu, kasîde 2000 916 Kâtibî 2000 916 Sabâyî 2000 916 Muzaffer, kitap verdi 10000 ‘an murabba ba-çuka
Mirahori an murabba 916
58
‘Azîzî Mirahori an kadife-i müzehheb-i benek-i Bursa
916
Rûhî Mirahori an kadife-i alaca-i Bursa
916
Mesîhî Mislehu 916 Kâtibî Mirahori an kemha-i kırmızı 916 Nâtıkî Mislehu 916 Keşfî Kadife-i alaca-i tak 916 Basîrî Kemha-i kırmızı 916 Edîbî Kadife-i rişteri 1 916 Refîkî 500 916 Sâ’ilî ‘an murabba ba-çuka 916 Zâtî Mislehu 916 ‘Iyânî 500 916 Sabâyî Kadife-i alaca tak 916 Kelâmî Büri 916 Nasîbî Mirahori kadife-i alaca 916 Lâlî Büri (1) 916 Şefî’î Mirahori an kemha-i kırmızı 916 Sabâyî , kasîde 500 916 Sâkî, kasîde 1000 916 Basîrî, kasîde 2000 917-1511 Sabâyî, kasîde 2000 917 Refîkî, kasîde 2000 917 Zâtî, kasîde ve gazel 2000 917 Kâtibî, kasîde 2000 917 Refîkî, mersiye 2000 917 ‘Iyânî, tarih 1000 917 Basîrî, tarih 1000 917 Keşfî, tarih 1000 917 Şehdî, mersiye 1000 917 Şehrî 1000 917 Kâtibî,mersiye 2000 917 Şefî’î 1000 917 Rûhî 2000 Münakkaş 917 Süleyman Çelebi, telif kitap 3000 917 Sabâyî 3000 917 Keşfî 1500 917 Sabâyî 400 917 ‘Azîzî Mirahori an kadife-i
müzehhebi benek-i Bursa 917
Mâ’ilî Mirahori an kadife-i alaca-i Bursa
917
Mesîhî Mirahori an kadife-i alaca-i Bursa
917
Kâtibî Mirahori an kemha-i kırmızı 917 Şefî’î ‘an murabba ba-çuka 917 Sâ’ilî ‘an murabba ba-çuka 917 Nasîbî Mirahori an kadife-i alaca-i
Bursa 917
59
Keşfî Kadife-i alaca-i Bursa 1 917 Basîrî Kemha-i gifteri 1 917 Şehdî Mirahori an kemha-i kırmızı 917 Lâlî Büri 1 917 Zâtî ‘an murabba ba-çuka 917 Edîbî Mirahori an kadife-i alaca-i
Bursa 917
Sinânî Kadife-i rişte tak 917 Refîkî 800 917 ‘Iyânî 500 917 Nâtıkî 500 917 Sücudî ‘an murabba ba-çuka 917 Dilîrî Büri 917 Ma’ilî 3000 Mirahori an kadife-i alaca-i
Bursa 917
Sabâyî 2000 917 Firdevsî 3000 Mirahori an kadife-i
müzehheb-i benek-i Bursa 917
Mes’ud bin Muhyiddin bin (?), kasîde
500 Kadife-i rişte-i tak 917
Mihrî Hatun, kasîde 1000 917
(ERÜNSAL 1979-1980:303-342)
Yukarıdaki tabloda da görüldüğü üzere Sâ’ilî, Ahmed Çelebi b. Karışdıran,
Ahmed Çelebi Kemalpaşa-zâde oğlu, İdrîs, Firdevsî, Safâyî, Derviş Mahmud, Korkud
Çelebi, Müşterî, Muzaffer, Süleyman Çelebi kitapları sayesinde ihsân elde etmiştir.
Bunun yanı sıra Korkud Çelebi’nin kitabını getiren Haydar da ihsân elde etmiştir.
Taziye sebebiyle Rûhî ve İdrîs’e hil’ât verilmiştir. Rûhî 909 yılında ölen
oğlu için, İdrîs de ölen babası için hil’ât almıştır. Ayrıca İdrîs’e ölen oğlu için 915
yılında da hil’ât verilmiştir.
Bu dönemde İdrîs, Kâtibî, Sabâyi, Rûhî, Firdevsî, Mâ’ilî, Sa’dî, Safâyî,
Mihrî Hatun, Refîkî, Basîrî, Haydar Çelebi, Muzaffer, Sâ’ilî, Revânî, Keşfî, Ömer
Çelebi, Ömer Beg, Ömer, Cevherî, Necâtî, Mehmed Çelebi, Haydar, Ahmed Çelebi
(Kemalpaşa-zâde), Ahmed Çelebi b. Karışdıran, Lâlî, Edîbî, Şefî’i, Zâtî, Şehdî,
Mehmed, ‘Âlî b. Mehmed Paşa Karamanî, Derviş Mahmud, Mahbûb Çelebi, Ala’addîn,
Tali’î, Zamîrî, Mâ’lî, Süleyman Çelebi, ‘Iyânî, Nâ’ilî, Bayezid Çelebi, Ali Çelebi, ‘Âlî
b. Seyyid Ömer, Korkud Çelebi, Müşterî, Visâlî, Vasfî, Nâtıkî, Mustafa, Yarhisarî,
Nişânî, Hadîdî, Şerîfî, Sa’yî, Sâkî, Şehrî, Mesûd b. Muhyiddin, Dilîrî, Sücudî, Kelâmî,
Nasîbî, Sinânî, Hamdî, ‘Azîzî, Hânî, Mesihî ihsân elde etmiştir. Bunlardan Safâyî,
Mihrî Hatun, Mehmed, Mahbûb Çelebi, Şerîfî, Müşterî, Visâlî, ‘Iyânî, Mustafa,
60
Ala’addin, Sâkî, Yarhisarî, Şehrî, Süleyman Çelebi, Nişânî, Mâ’lî, Hadîdî adlı şâirler
sadece nakdiyye (akçe) elde ederken; Dilîrî, Sücudî, Kelâmî, Nasîbî, Sinânî, Hamdî,
‘Azîzî, Hânî, Mesihî adlı şâirler de sadece hil’ât elde etmiştir. Bir defada en yüksek
meblağı 50.000 akçe ile Tarih-i Ali Osman adlı eserin sahibi Mevlânâ İdrîs almıştır. Bir
defada en düşük miktarı ise 300 akçe ile Şerîfî ve Sabâyî almıştır. Adı geçen yıllar
arasında bazı şâirlerin birden fazla ihsân elde ettiğini görüyoruz. Bu bakımdan toplamda
elde edilen akçe miktarına bakmakta fayda var. II. Bayezid devri şâirlerinin toplamda
elde ettikleri nakdiyyeler şu şekildedir:
Tablo 2. II. Bayezid Devri Şâirlerinin Toplamda Elde Ettiği Nakdiyye Miktarları
SIRA
ŞÂIR
TOPLAM
AKÇE
SIRA
ŞÂIR
TOPLAM
AKÇE
1. İdrîs 112.000 30. Şehdî 4.000
2. Kâtibî 34.000 31. Mehmed 3.000
3. Sabâyi 30.500 32. ‘Âlî (Karamanî) 3.000
4. Rûhî 25.000 33. Derviş Mahmud 3.000
5. Firdevsî 21.000 34. Mahbûb Çelebi 3.000
6. Mâ’ilî 20.000 35. Ala’addîn 3.000
7. Sa’dî 15.000 36. Tali’î 3.000
8. Safâyî 13.000 37. Zamîrî 3.000
9. Mihrî Hatun 13.000 38. Mâ’lî 3.000
10. Refîkî 12.900 39. Süleyman Çelebi 3.000
11. Basîrî 11.000 40. ‘Iyânî 2.500
12. Haydar Çelebi 10.000 41. Nâ’ilî 2.000
13. Muzaffer 10.000 42. Bayezid Çelebi 2.000
14. Sâ’ilî 9.500 43. Ali Çelebi 2.000
15. Revânî 9.000 44. ‘Âlî b. Seyyid Ömer 2.000
16. Keşfî 7.100 45. Korkud Çelebi 2.000
17. Ömer Çelebi 6.000 46. Müşterî 2.000
18. Ömer Beg 6.000 47. Visâlî 2.000
19. Ömer 6.000 48 Vasfî 2.000
61
20. Cevherî 6.000 49. Nâtıkî 2.000
21. Necâtî 5.000 50. Mustafa 2.000
22. Mehmed Çelebi 5.000 51. Yarhisarî 2.000
23. Haydar 5.000 52. Nişânî 2.000
24. Ahmed Çelebi (Kemalpaşa-zâde)
5.000 53. Hadîdî 2.000
25. Ahmed Ç.(Karışdıran)
5.000 54. Şerîfî 1.500
26. Lâlî 4.500 55. Sa’yî 1.500
27. Edîbî 4.000 56. Sâkî 1.000
28. Şefî’i 4.000 57. Şehrî 1.000
29. Zâtî 4.000 58. Mesûdb.Muhyiddin 500
Bu dönemde şâirlere verilen toplam nakdiyye 478.500 akçedir. Yukarıdaki
tabloda da görüldüğü üzere en fazla ihsân elde eden şâir 112.000 akçe ile Mevlânâ
İdrîs’tir. Böylece Mevlânâ İdrîs, toplamda verilen nakdiyyenin %23.4’ünü tek başına
almıştır. En az ihsân elde eden şâir ise 500 akçe ile Mesûd b. Muhyiddin’dir. 10.000 ve
üzeri ihsân elde eden şâirlerin sıralaması şu şekildedir: Birinci sırada 112.000 akçe ile
Mevlânâ İdrîs; İkinci sırada 34.000 akçe ile Kâtibî; üçüncü sırada 30.500 akçe ile
Sabâyi; dördüncü sırada 25.000 akçe ile Rûhî; beşinci sırada 21.000 akçe ile Firdevsî;
altıncı sırada 20.000 akçe ile Mâ’ilî; yedinci sırada 15.000 akçe ile Sa’dî; sekizinci
sırada 13.000 akçe ile Mihrî Hatun ve Safâyî; dokuzuncu sırada 12.900 akçe ile Refîkî;
onuncu sırada 11.000 akçe ile Basîrî; on birinci sırada 10.000 akçe ile Haydar Çelebi ve
Muzaffer yer almıştır. 10.000 akçenin altında ihsân elde eden şâirler ise şunlardır: Sâ’ilî
9.500 akçe; Revânî 9.000 akçe; Keşfî 7.100 akçe; Ömer Çelebi, Ömer Bey, Ömer ve
Cevherî 6.000’er akçe; Necâtî, Mehmed Çelebi, Haydar, Ahmed Çelebi b. Karışdıran,
Ahmed Çelebi (Kemalpaşa-zâde) 5.000’er akçe; Lâlî 4.500 akçe; Edîbî, Şefî’i, Zâtî,
Şehdî 4.000’er akçe; Mehmed, ‘Âlî (Karamanî), Derviş Mahmud, Mahbûb Çelebi,
Ala’addîn, Tali’î, Zamîrî, Mâ’lî, Süleyman Çelebi 3.000’er akçe; ‘Iyânî 2.500 akçe;
Nâ’ilî, Bayezid Çelebi, Ali Çelebi, ‘Âlî b. Seyyid Ömer, Korkud Çelebi, Müşterî,
Visâlî, Vasfî, Nâtıkî, Mustafa, Yarhisarî, Nişânî, Hadîdî 2.000’er akçe; Şerîfî, Sa’yî
1.500’er akçe; Sâkî, Şehrî 1.000’er akçe; Mesûd b. Muhyiddin 500 akçe almıştır.
62
Şâirler nakdiyye almanın yanı sıra hil’ât da almışlardır. Hil’ât alan şâirleri
de yıllara göre şu şekilde tasnif edebiliriz:
Tablo 3. II. Bayezid Devrinde Hil’ât Alan Şâirlerin Yıllara Göre Dağılımı
909
910
911
912
913
914
915
916
917
Rûhî Rûhî Rûhî Rûhî Rûhî Rûhî Rûhî Rûhî Rûhî Tali’î - - - - - - - - Sa’dî - - - Sa’dî Sa’dî Sa’dî - - İdrîs İdrîs İdrîs - - İdrîs İdrîs İdrîs - Mâ’ilî Mâ’ilî Mâ’ilî Mâ’ilî Mâ’ilî Mâ’ilî Mâ’ilî Mâ’ilî Mâ’ilî Kâtibî Kâtibî Kâtibî Kâtibî Kâtibî Kâtibî Kâtibî Kâtibî Kâtibî Sâ’ilî Sâ’ilî Sâ’ilî Sâ’ilî Sâ’ilî Sâ’ilî Sâ’ilî Sâ’ilî Sâ’ilî Şehdî Şehdî Şehdî Şehdî Şehdî Şehdî Şehdî - Şehdî Hamdî Hamdî - - - - - - - Sa’yî Sa’yî Sa’yî Sa’yî Sa’yî Sa’yî Sa’yî - - Lâlî Lâlî Lâlî Lâlî Lâlî Lâlî - Lâlî Lâlî Sabâyî Sabâyî Sabâyî Sabâyî Sabâyî Sabâyî Sabâyî Sabâyî - Keşfî Keşfî Keşfî Keşfî Keşfî Keşfî Keşfî Keşfî Keşfî Ömer Çelebi
- - - - - - - -
Ahmed Çelebi
- - - - - - - -
‘Azîzî ‘Azîzî ‘Azîzî ‘Azîzî ‘Azîzî ‘Azîzî ‘Azîzî ‘Azîzî ‘Azîzî Refîkî Refîkî Refîkî Refîkî - - - - - - Necâtî - - - Necâtî - - - - Cevherî - - - - - - - - - - - - - - Kelâmî - - Hânî Hânî - Hânî Hânî Hânî - - - - Ahmed - - - - - - - - - Ömer Ç - - - - - - - - Firdevsî Firdevsî Firdevsî Firdevsî - Firdevsî - - - Zamîrî - - - - - - - - - Ömer Ömer - - - - - - - Nâ’ilî - - - - - - - - Mehmed
Çelebi - - - -
- - - - Bayezid Çelebi
- - - -
- - - - Şefî’i Şefî’i Şefî’i Şefî’i Şefî’i - - - - Edîbî Edîbî Edîbî Edîbî Edîbî - - - - Vasfî - - - - - - - - - Ali Ç. - - - - - - - - Haydar - - - - - - - - Haydar Ç - - - - - - - - - - - Dilîrî - - - - - - - - Sücudî
63
- - - - - Revânî - - -
- - - - - Nâtıkî Nâtıkî Nâtıkî - - - - - - Derviş
Mahmud - - -
- - - - - Korkud Çelebi
- - -
- - - - - Mesihî Mesihî Mesihî Mesihî - - - - - Basîrî Basîrî Basîrî Basîrî - - - - - - Sinânî - Sinânî - - - - - - - Nasîbî Nasîbî - - - - - - - Muzaffer - - - - - - - - Zâtî Zâtî - Ömer
B. - - - Ömer B. - - -
- - - - - Ali, (Karamanî)
- - -
- - - - - Ali,Seyid Ömeroğlu
- - -
- - - - - - - - Mesûd b. Muhyiddin
II. Bayezid döneminde 909-917 yılları arasında Rûhî, Mâ’ilî, Sâ’ilî, Keşfî ve
Kâtibî düzenli ve sürekli olarak hil’ât almıştır. Adı geçen yıllar arasında Rûhî 909’da
altı defa, 910-913 yıllarında dörder defa, 911-912-914-915-916 yıllarında üçer defa ve
917’de bir defa olmak üzere toplam otuz defa; Mâ’ilî 909-910-911-912-913 ve 917
yıllarında ikişer defa, 914’te dört defa, 915 ve 916 yıllarında da birer defa olmak üzere
toplam on sekiz defa; Sâ’ilî 909-911-916 yıllarında ikişer defa, 910-913-914 yıllarında
üçer defa, 912-915-917 yıllarında da birer defa olmak üzere toplam on sekiz defa; Azîzî
her yıl iki defa olmak üzere toplam on sekiz defa; Keşfî 909-910-911-912-913-914-915-
916 yıllarında ikişer defa, 917’de bir defa olmak üzere toplam on yedi defa; Kâtibî 909-
910-911-912-913-914 ve 916 yıllarında ikişer defa, 915 ve 917 yıllarında da birer defa
olmak üzere toplam on altı defa hil’ât almıştır.
Bahsedilen yıllar içinde Tali’î, Ömer Çelebi, Ahmed Çelebi, Cevherî,
Kelâmî, Ahmed, Ömer Çelebi, Zamîrî, Nâ’ilî, Mehmed Çelebi, Bayezid Çelebi, Vasfî,
Haydar, Ali Çelebi, Dilîrî, Sücudî, Haydar Çelebi, Revânî, Derviş Mahmud, Korkud
Çelebi, Muzaffer, Ali Karamanî Mehmed Paşa oğlu, ‘Âlî Seyyid Ömer oğlu, Mesûd b.
Muhyiddin de bir defa hil’ât almıştır.
64
4.1.1.6. Yavuz Sultan Selim (1512-1520)
Sultan Bayezid’in oğlu Yavuz Sultan Selim’in saltanatı sekiz yıl sürmesine
rağmen dönemi hayli hareketli geçmiştir. Yavuz Sultan Selim, bir taraftan kazandığı
zaferler ile imparatorluğu genişletip güçlendirirken, diğer taraftan da edebiyat ve
kültürün yayılmasına ve yerleşmesine hizmet etmiştir. Tebriz fethi sonunda İranlı birkaç
yüz şâir ve sanatkârı İstanbul’a getirmiştir. İran’dan getirdiği sanatkârlar arasında Şah
Mehmed, Abdulgani, Derviş Bey isimlerindeki ressamlarla; Alaaddin Mehmed, Mansur
Bey, Şeyh Kâmîl, Ali Bey, Abdulhalik adlarında ünlü nakkaşlar da vardır
(UZUNÇARŞILI 1981-1986:23-76). Yavuz Sultan Selim, yaptığı seferlerin tarihini
yazdırmak amacıyla yanında sürekli şâir ve tarihçileri bulundurmuştur. Kemâlpaşa-
zâde, Revânî, Hâlîmî, Sücudî, Tâli’î, Güvahî, Fehmî, Nihâlî’yi seferlerine götürmüştür.
Bu sebeple birçok Selim-nâme yazılmıştır (PALA 2003:410).
Tarih, felsefe ve tasavvuf konularında derin bilgiye sahip olan Sultan Selim,
fırsat buldukça ilmî ve edebî sohbetlere katılmıştır. Sultan Selim, başarının ve
ilerlemenin ancak bilimle olacağına inanmış; bunu da daha Trabzon’da şehzâde iken
birçok âlim ve şâiri koruyarak göstermiştir. Yavuz Sultan Selim, kendisi de şiir yazmış
ve şiirlerinde Selîmî mahlasını kullanmıştır (AK 2001:153-154). XIII-XV. yüzyıl
kasîdelerinde Sultan I. Selim’e sunulan kasîde sayısı üçtür (KESKİN 1994:48). Ancak
Sultan I. Selim’in padişâhlığı 1512-1520 yılları arasını kapsadığı için XVI. yüzyıl
kasîdelerine de bakılması gerekir. Ayrıca bu yüzyıl içerisinde Sultan I. Selim’den başka
Sultan II. Selim (1566-1574)’in de padişâhlığı söz konusudur. Bu sebeple hangi
padişâha kaç şiir sunulduğunun sayısal ifadesi tam anlamı ile tespit edilememiştir. Her
iki padişâha sunulan kasîdelerin toplam sayısı kırk dokuzdur (ÇAKICI 1996:50).
Sultan Bayezid döneminde Rumeli kazaskerliğine kadar yükselen
Mü’eyyed-zâde Abdurrahman Efendi (ö. 1516)’nin yeniçeri isyanı sırasında evi
yağmalanmış ve kazaskerlikten de azledilmiştir. Mü’eyyed-zâde, şehzâdeler arasında
Sultan Ahmed’i tercih etmesine rağmen Yavuz Sultan Selim ondan iltifatını
esirgemeyerek onu tekrar kazaskerliğe tayin etmiştir. Sultan Selim, Mü’eyyed-zâde’yi
her seferinde yanında bulundurmuş, ondan hep takdirle söz etmiştir. Mü’eyyed-zâde,
Hâtemî mahlası ile üç dilde şiir yazmış, Sultan Selim’e sunduğu Arapça kasîdesi o
devirde çok meşhur olmuştur (KILIÇ 1994:839).
65
Mü’eyyed-zâde, kendisi devlet desteği gördüğü gibi başkalarına da destek
olmuştur. İlmi yanında şiiri ve tarihiyle de tanınan Kemâlpaşa-zâde (ö. 1534),
sipahilikten Sultan Bayezid Medresesi müderrisliğine kadar yükselmiştir. Kemalpaşa-
zâde, Yavuz Sultan Selim için İran seferi öncesi yazdığı risale ile padişâhı memnun
etmesini bilmiş ve 1516’da kazasker olmuştur. Mısır seferi sırasında padişâhın emriyle
İbn Tagribirdi’nin Nücumü’l-zahire adlı tarihini tercümeye başlamış ve tercümeye
İstanbul’da da devam etmiştir. Aşçı-zâde Hasan Çelebi’nin temize çektiği kısımları
parça parça padişâha sunmuştur (EYDURAN 1999:295). Kemâlpaşa-zâde’nin asıl
şöhreti Kanuni döneminde zirveye ulaşmıştır. O dönemde şeyhülislâmlığa getirilen
Kemâlpaşa-zâde ilmi eserlerinin yanı sıra üç dilde şiir de yazmıştır.
Sultan II. Bayezid döneminde kendisini tanıdığımız Ca’fer Çelebi, Sultan
Selim tahta geçtiğinde önce İstanbul civarında kadılıklar elde etmiş, daha sonra da
nişancı olmuştur (İSEN 1999:137). Erdebil seferi sırasında İdrîs Bitlisî ve Halimî Çelebi
ile birlikte Taci-zâde Ca’fer Çelebi de padişâhla seferde bulunmuş, Sultan Selim onların
da fikirlerini almıştır (KILIÇ 1994:216). Çaldıran’da esir edilen Şah İsmail’in karısı
Taclı Hanım’ı padişâh, Ca’fer Çelebi’ye vermiş ve bu sefer sırasında Rumeli kazaskeri
olan Zeyrek-zâde Rukneddin Efendi’nin yerine Ca’fer Çelebi’yi Anadolu kazaskerliğine
getirmiştir. Padişâhın gözdesi durumuna gelen Ca’fer Çelebi’nin talihi sadrazamı
istemeyen yeniçerilerin isyanı ile tersine dönmüştür. İsyanı teşvik edenlerin arasında
talihsiz bir şekilde Ca’fer Çelebi’nin de adı geçince Ca’fer Çelebi 1515’te
öldürülmüştür (EYDURAN 1999:251-253). Sultan Selim, Ca’fer Çelebi’nin
öldürülmesini içine sindiremeyip sonradan çok pişman olmuştur. Sultan Selim’in daima
yanında bulundurduğu ve meclislerinden eksik etmediği Ca’fer Çelebi, döneminde
sevilip sayılmış ve fikirlerine önem verilmiştir.
Remzî mahlası ile şiirler yazan Pîrî Mehmed Paşa (ö. 1532), Sultan II.
Bayezid döneminde kadılıklarda bulunup sonradan hazine defterdârı olmuştur (İSEN
1999:360). Yavuz Sultan Selim ile Çaldıran seferine katılıp gösterdiği başarı sonucunda
mükâfat olarak sefer dönüşünde üçüncü vezirliğe getirilmiştir. Ca’fer Çelebi’nin de
ölümüyle sonuçlanan yeniçeri isyanında evi yağmalanmış ve vezirlikten de alınmıştır.
Bir müddet Yedikule’de hapsedildikten sonra Sultan Selim’in Mısır seferi öncesi
İstanbul muhafızı yapılmış ve akabinde sefer sırasında öldürülen Yunus Paşa’nın yerine
sadrazam tayin edilmiştir. Pîrî Paşa, Kanuni’nin ilk dönemlerine kadar bu mevkide
66
kalmış, 1523’te görevden alınmış ve Sadrazam İbrahim Paşa’nın teşviki ile 1532’de
Edirne’de kendi oğluna zehirletilmiştir. Pîrî Mehmed Paşa, devlet işlerinde başarılı
olduğu kadar şiirde de şöhret kazanmış ve şâirlere de destek olmuştur (TURAN
1997:559-561).
Sultan Selim’in vezirliğini yapmış bir diğer şâir de Zeynel Paşa’dır.
Padişâhla beraber seferlere katılmış ve Anadolu beylerbeyi olarak Mercidabık savaşında
yer almıştır. Mısır seferinde Sadrazam Yunus Paşa’nın öldürülmesi üzerine ikinci vezir
konumundaki Zeynel Paşa sadrazam olması gerekirken Sultan Selim, Zeynel Paşa’yı
yetersiz bulmuş onun yerine Pîrî Paşa’yı sadrazam yapmıştır. Zeynelî mahlası ile şiirler
yazan Zeynel Paşa ilimle de uğraşmıştır (İPEKTEN 1996:67).
Sultan Selim’in Trabzon’da sancakbeyliği sırasında tanıdığı Halimî (ö.
1517), şehzâdenin önce musâhibi sonra da hocası olmuştur. Padişâh olunca da aynı
hürmetle İstanbul’a getirilmiştir (İSEN 1999:205). Halimî gerek İstanbul’da gerekse
seferlerde sürekli padişâhın yanında bulunmuş, ölümüne kadar sultanın musâhibi ve
hocası olarak hürmet ve itibar görmüştür. Halimî, herkesin sevgisini kazanmış, evi
devrin ileri gelenlerinin uğrak yeri olmuştur. Sultan Selim’in hiddetinden korkup
çekinenler dertlerini önce Halimî’ye açmışlardır. Halimî, şiirle de yakından ilgilenmiş;
ancak yazdıklarını göstermediği için şiirleri yayılmamıştır (İSEN 1999:206).
Sultan Selim’in Trabzon’da şehzâdeliği sırasında tanıdığı bir diğer şâir de
Hayâlî (ö. 1523)’dir. Hayâlî, kadı iken Sultan Selim onu musâhibi ve hocası yapmıştır.
Sultan Selim, kardeşleri ile taht mücadelesinin sürdüğü dönemde Selanik kadılığında
bulunan Hayâlî’yi sultan olunca İstanbul’a getirtip baş defterdâr yapmıştır. Böylece
Hayâlî, daima sultanın yanında bulunmuş ve onun iltifatlarına mazhar olmuştur
(KUTLUK 1997:42).
Şehzâdeliği sırasında Sultan Selim’e intisâb eden Revânî İlyas Çelebi (ö.
1524), İstanbul’a Sultan Selim ile birlikte gelmiştir. Sultan Selim’in cülûsundan sonra
Revânî matbah kâtibi, matbah emini ve surre emini olmuştur. Mısır seferi sırasında
Sultan Selim’in yanında bulunmuş, sunduğu “berf” redifli kasîde sıcak iklimde garip
karşılanıp Sultan Selim’in hoşuna gitmemiştir. Aynı seferde yer alan Sücudî bunun
üzerine bir beyt söyleyince, Revânî de bu latifeye karşılık ihtiyarlıktan iki büklüm
olmuş Sücudî’yi telmih ederek bir beyit söylemiştir. Surre emini olarak padişâhın Kabe
67
fakirlerine gönderdiği altınların hepsini fakirlere dağıtmamakla suçlanmışsa da Sultan
Selim kendisinden iltifatını eksik etmemiştir. Kabe dönüşünde Ayasofya mütevelliğine
tayin edilmiştir. Sultan Selim adına birçok kasîde yazan Revânî, zamanını işret ve
sohbetle geçirmiştir. Şiirlerinde saki, şarap, mey ve meyhane tasvirleri çokça
kullanılmıştır. İşret-nâme mesnevisinde sohbet ve işret adabını anlatmıştır (İSEN
1999:364).
Sultan Selim’in Irak ve Mısır seferlerinde yanında bulunan şâirlerden biri de
Sücudî’dir. Pîrî Paşa ve Ca’fer Çelebi tarafından yetiştirilmiş, önce dîvân kâtibi sonra
da silahdar kâtibi yapılmıştır. Sultan Selim, Mısır seferinde Sücudî ve Tâli’î’yi de
fetihlerini yazmak üzere yanında götürmüştür. Sücudî’nin -İshak Çelebi’nin Selim-
nâme’sine zeyl olarak, Mısır fethine kadar yazdığı- Selim-nâme’si padişâh tarafından
beğenilmemiştir (BURSALI MEHMED TÂHİR 2000:276).
Sultan Selim’in himâyesinde bulunan şâirlerden biri de Tali’î Mehmed
Çelebi’dir. Sultan II. Bayezid’in şehzâdesi Sultan Mahmud, Manisa’da vali iken
hizmetinde bulunmuş, onun ölümü üzerine İstanbul’a gelip yeniçeri kâtibi olmuştur
(İSEN 1999:444). Padişâh meclislerinde her zaman kendisine yer bulan Tali’î, sunduğu
şiirlerle padişâhın iltifatını kazanmıştır. Mısır seferinde Sücudî ile birlikte tarih
yazmakla görevlendirilmiş ve yazdığı tarih Sultan Selim tarafından beğenilmemiştir.
Sefer dönüşü Amasya’da patlak veren yeniçeri isyanına Tali’î’nin de karıştığı rivayetleri
üzerine görevinden ayrılmıştır. 1516’da ölen Tali’î zamanında çok meşhur olmuştur.
Öyle ki Latîfî, Tali’î’yi Necâtî Bey’e eş tutmuştur. Fakat onun bu şöhreti uzun
sürmemiştir (İSEN 1999:443).
Sultan Selim dönemi şâirlerinden Güvahî (ö. 1520), padişâhın seferlerinde
sipahi olarak yer almıştır. Atasözlerinden şiir meydana getirip Kenzü’l-bedayî adıyla
Sultan Selim’e sunup Geyve’de tımar elde etmiştir (KILIÇ 1994:369).
Kazasker Mü’eyyed-zâde’nin himâyesinde müderris olan Hâfız-ı Acem,
Merzifon’da müderris iken Sultan Selim’i karşılayıp kendisine bir gazel sunmuştur. Şiiri
beğenen padişâh Hâfız-ı Acem’i İstanbul’da Ali Paşa Medresesi’ne müderris tayin
etmiştir. Daha sonra yükselerek Sahn ve Ayasofya müderrisi olmuştur (EYDURAN
1999:283).
68
Sultan Selim’in Mısır seferinde yanında bulunan şâirlerden biri de Üsküplü
İshak Çelebi (ö. 1542)’dir. Edirne, Bursa ve İznik’te müderrislik yaptıktan sonra
1527’de Edirne Darü’l-hadisine tayin edilmiştir. Sahn müderrisliğini istemişse de elde
edememiştir. 1517’de Sultan Selim, Mısır seferine çıkarken yanına birkaç musâhib
istemiştir. Galata kadısı Nihali Cafer Çelebi, Mihaliç kadısı Kadı Buzeni ve Üsküp
müderrisi İshak Çelebi devlet erkânı tarafından görevlendirilmiştir. Bu kişiler, padişâhın
huzuruna el öpmeye kılıçları belinde çıkınca Sultan Selim kızarak öldürülmelerini
emrettiyse de deneme amacıyla sonradan bağışlamıştır. Uygunsuz kıyafetle padişâhın
huzuruna gelmeleri ve Nihali ile İshak Çelebi’nin müstehcenlik içeren hicviyeleşmeleri
Sultan Selim’in sabrını taşırmış ve Sultan Selim yol yordam bilmeyen bu şahısların geri
gönderilmesini istemiştir (EYDURAN 1999:159). İshak Çelebi 1531’de Sahn
müderrisi; 1535’te Şam kadısı olmuş ve bu vazifedeyken ölmüştür. İshak Çelebi,
döneminde Çivi-zâde, İsrafil-zâde, Yegan-zâde ve Gazâlî gibi âlim ve şâirlerle yakın
dostluklar kurmuştur (KILIÇ 1994:138).
Sultan Selim’in Şah İsmail üzerine yaptığı sefere katılan şâirlerden biri de
Nihali Ca’fer Çelebi (ö. 1542)’dir. Taci-zâde Ca’fer Çelebi’den ders görüp mülâzım
olmuş, daha sonra Plevne müderrisliği sırasında Nihaloğlu Mehmed Bey’in musâhibi
olmuş ve birçok iltifatına nail olmuştur. Sonra İstanbul’a gelip Murad Paşa müderrisi ve
Galata kadısı olmuştur. Sultan Selim ile Mısır seferine katılmış ve uygunsuz
davranışlarından dolayı geri gönderilmiştir. Tekrar Galata kadılığına dönmüş; fakat
herkesi hicvetmesinden dolayı kısa zaman sonra görevinden alınmıştır. İşsiz bir halde
çok sıkıntı çektiyse de Kanuni döneminde kendisine ulûfe bağlanarak rahata
kavuşmuştur (KILIÇ 1994:486).
Mısır seferinde yer alan şâirlerden biri de Fehmî’dir. Şiirin yanı sıra
musikîyle de ilgilenmiştir. Padişâh meclislerinde yer alarak birçok ihsâna nail olmuştur.
Edirne’de iken, Edirne’nin çamurundan şikayetle bir şiir yazarak hem Edirne şâirlerini
kızdırmış hem de Sagari’nin de kendisine yönelik bir hicviye yazmasına sebep olmuştur
(KILIÇ 1994:697).
Aslen Kürt beyi olan Şükrî, İstanbul’a gelip Sultan Selim’e bir kasîde
sunarak onun iltifatına nail olmuştur. Padişâhın meclislerinde musâhibi ve nedîmi
69
olarak yer almıştır. Sultan Selim’in Çaldıran ve Mısır seferini yazarak padişâha sunmuş
ve karşılığında kendisine Diyarbakır’da bir zeamet verilmiştir (KILIÇ 1994:802).
Sultan Bayezid döneminde İstanbul’a gelen Zâtî (ö. 1546), artık bu
dönemde şâirlerin üstadı konumundadır. Sultan Selim’in tahta geçmesiyle yeni padişâha
bir cülûsiyye sunmuştur. Sunduğu kasîdeyi beğenen padişâh Zâtî’yi çeşitli hediyelere
boğmuştur. Ayrıca yeni padişâhtan da şâir ulûfesi almaya devam etmiştir (KILIÇ
1994:896). Bunun haricinde Zâtî, Sultan Selim’e sunduğu nûniyye içindeki:
Serverâ bir bende-i bî-kayddır kapında adl
Tutamazdı anı zencîre çekip Nûşîrevân
beytini Yavuz pek beğenerek, böyle mükemmel bir beyit yazdığı için şâirin
aylığının ve câizesinin arttırılmasını emretmiştir (ÇAVUŞOĞLU 2003:18). Ancak
Sultan Selim sürekli seferde olduğu için Zâtî, Bayezid dönemindeki rahat hayatını bu
dönemde sürdürememiştir.
Sultan Selim’in ihsânına nail olan şâirlerden biri de Benli Hasan namı ile
anılan Âhî Çelebi (ö. 1517)’dir. Niğbolu’dan İstanbul’a gelince tahsilinin yanı sıra şiirle
de uğraşmıştır. Şeyhî’nin Husrev vü Şirin’ine nazire olarak yazdığı mersiyenin bir
bölümünü gören Sultan Selim kendisine bir müderrislik verilmesini emretmiştir.
Kemalpaşa-zâde Bursa’da 20 akçelik Bayezid Medresesi’ni teklif etmiş, Zeyrek-zâde
ise padişâhın daha fazlasını vereceğini söylemiştir. Bunun üzerine Âhî Çelebi, daha
fazla ihsân elde etme ümidiyle görevi kabul etmemiştir. Bu davranışına gücenen Sultan
Selim, Âhî’ye kızmıştır. Âhî ise Ahmed Paşa ve Necâtî’nin “eğri” redifli gazellerine
nazire olarak söylediği şiirinde, sultanın zalim olduğunu ima edince canını zor
kurtarmıştır. Sultan Selim’in belki de nice iltifatına nail olacakken azla kanaât etmeyen
Âhî, perişan hallere düşüp ömrünü meyhanelerde geçirmeye başlamıştır. Ömrünün
sonunda ancak Karaferye müderrisliğini elde edebilmiştir. Âhî, döneminde şiirinin yanı
sıra nesriyle de meşhur olmuştur (EYDURAN 1999:194).
Ca’fer Çelebi’nin ölümünden sonraki zamanlarda Mısır Sultanı Kansu
Gavri’ye bir mektup yazmak icap etmiş ve Sultan Selim; “Ca’fer Çelebi olsaydı bu
mektubu yazardı.” diyince çevresindekiler o dönemde Sahn müderrisi olan Sa’di
Çelebi’nin de inşasının iyi olduğunu söylemişlerdir. Padişâh, bunun üzerine Sa’di
Çelebi’nin çağrılmasını emretmiştir. Kardeşinin ölümü sebebiyle padişâha içten içe kin
70
duyan Sa’di Çelebi, çağrıldığı vakit öldürüleceğini sanarak aile fertleriyle helalleşip
padişâhın huzuruna öyle çıkmıştır. Kendisinden bir mektup yazması istenince
rahatlayan Sa’di Çelebi, mektubu yazınca padişâh Arapça inşasını pek beğenerek 30 bin
akçenin yanı sıra çeşitli hediyeler vermiş ve maaşını artırmıştır. Üç dilde de şiiri varsa
da Arapça kasîdeleri daha üstündür. Şiirlerini toplayamadığı için şiirle şöhret
kazanamamıştır (İSEN 1999:381).
Sultan Selim’in iltifatını esirgemediği Kazzaz Ali, daima sarhoş gezdiği için
Sâgarî mahlasını almıştır. Sultan’ın meclislerine girip saz çalıp şiirler söylemiştir (İSEN
1999:387).
Bursa’da doğup, Şeyh Emir Buhari’ye intisâb eden Lâmi’î (ö. 1532),
İstanbul’da bulunmadığı halde Sultan Selim’in iltifatını kazanmıştır. Lâmi’î, Fettah
Nişaburi’den tercüme ettiği Hüsn ü Dil adlı mesneviyi Sultan Selim’e sunarak
karşılığında otuz beş akçe ulûfe almıştır. Bunun yanı sıra daha sonra Ferhad-nâme’sini
de padişâha sunmuş ve karşılığında kendisine Bursa’da bir köy verilmiştir. Lâmi’î’nin
şöhreti Kanuni döneminde daha da artmış, gerek padişâh gerekse Vezir-i âzam İbrahim
Paşa’ya sunduğu eserlerle rahat bir hayat sürmüştür (KILIÇ 1994:382).
Sultan Selim, İran’dan getirdiği sanatkârlar sayesinde Türk sanatkârlarının
da iyi yetişmesini istemiştir. Bu sanatkârlar arasında muamma ustaları da vardı.
Mu’ammâyî mahlaslı Tireli şâir Ali, bu üstadlarla padişâh huzurunda muammalar
söyleyince Sultan Selim amacına ulaşmanın sevincini yaşamıştır. Mu’ammâyî ayrıca bir
Muamma risalesi yazıp padişâha sununca Sultan Selim’in birçok iltifatına mazhar
olmuş ve 300 filori ihsân almıştır (KILIÇ 1994:430).
Sultan Bayezid’in hastalığı için saraya gelen Şah Muhammed Kazvini (ö.
1520), diğer hekimlerin kendisini çekememesi üzerine saraydan uzaklaştırılmışsa da
Sultan Selim döneminde daha fazla itibar görmüştür. Padişâhın emri ile Ali Şir
Nevâ’î’nin Mecalisü’n-nefâ’is’ini Farsçaya tercüme ettiği gibi sonundaki şâirleri de
kendisi yazmıştır. Böylece padişâhın meclislerine girip onun musâhibi ve nedîmi
olmuştur. Ayrıca sarayda Re’is-i etibba tayin edilmiştir (KILIÇ 1994:794).
Sultan Bayezid döneminde Osmanlı ülkesine gelen şâir Şemsî, Sultan
Selim’e Dihmurg adlı mesneviyi sunmuştur. Padişâh eseri beğenerek kendisine câizeler
vermiştir (İSEN 1999:428).
71
Sultan Selim, hocası Halimî Çelebi vasıtasıyla tanıdığı Şah Kâsım (ö.
1539)’ı İran’dan dönerken yanında getirmiştir. Sultan Selim, Kâsım’ı sürekli yanında
bulundurmuş ve meclisine dahil etmiştir. Edirne’de bir mecliste bazı ayetleri tefsir
edince memnun kalan Sultan Selim, Kâsım’a 40 akçe ulûfe bağlamıştır. Kanuni
döneminde ulûfesi 100 akçeye çıkarılmıştır (KILIÇ 1994:792).
4.1.1.7. Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566)
XVI. yüzyıl içerisinde en verimli ve parlak dönem Kanuni Sultan Süleyman
devri olmuştur. Kanuni Sultan Süleyman, daha önceden her bakımdan hazır imkânlara
mirasçı olmakla beraber bu mirası heder etmek yerine kıymet ve ehemmiyetini idrak
etmekle İmparatorluğun sınırlarını, gücünü ve zenginliğini daha da arttırmıştır. Kendisi
de sanatkâr, şâir, hatta âlim bir sultan olarak ilme, edebiyata, sanata ehemmiyet
vermekle dünya tarihi içerisinde XVI. yüzyıla damgasını vurmuş ve “Muhteşem”
sıfatını haklı olarak kazanmıştır (ÇELEBİOĞLU 1994:31-33). İlim ve sanat erbâbı -
özellikle şâirler- onun devrinde tam bir ikbal içinde yüzmüşlerdir. Zira o, şiirin te’lif
hakkını (câize) bol bol ihsân eden sultandır. Böylece Osmanlı saltanatında ilk defa
sanatkârın devlet eliyle korunma politikası idarî mekanizmaya yerleşmiştir. Sadece
kendi muhitinde değil, imparatorluk sınırlarının her neresinde bir sanatkâr duysa ona
destek olma endişesi taşıyan padişâhın bu tutumu -Fatih’in ideali iken onun zamanında-
düzenli işleyen bir mekanizmaya dönüşmüştür. Döneminde ihsânları ile zengin olan
şâirlerin sayısı yirminin üzerindedir (PALA 1996:142). Ayrıca birçok şâir, şiirlerinde
kendisinden övgüyle bahsetmiştir. Bu yüzyılda kendisine sunulan kasîdelerin sayısı
doksan dokuzdur (ÇAKICI 1996:50).
Kanuni Sultan Süleyman dönemi şâirlerinden Cenâbî Paşa (ö. 1562) sarayda
yetişmiş, çaşni-girbaşı sonra mirahur olmuştur. Padişâhın çevresinde bulunmuş,
kendisine Anadolu beylerbeyliği verilmiş ve bu vazifedeyken ömrünü tamamlamıştır
(KILIÇ 1994:242).
Sarayda yetişmiş ve vezirliğe kadar yükselmiş Kanuni dönemi şâirlerinden
biri de Derviş Paşa (ö. 1603)’dır. Devşirme olarak saraya alınıp yetiştirilmiştir. Önce
doğancı daha sonra Kanuni’nin isteği ile hasodaya alınmıştır. Kanuni, Derviş Paşa’dan
Binayi’nin Sehanâme adlı kitabını tercüme etmesini emretmiştir. Tercümeyi padişâha
sununca kendisine doğancılar kethüdalığı verilmiştir (İPEKTEN 1996:85).
72
Trabzon’dan İstanbul’a gelip tahsil hayatına başlayan Figânî (ö. 1526), bir
müddet sonra tahsil hayatını devam ettirememiş, içki âlemlerinin vazgeçilmez siması
olmuştur. Kanuni’nin nedîmi Kara Bâlı-zâde’nin içki meclislerinin de müdavimleri
arasına katılmıştır. Kara Bâlı-zâde, Figânî’yi hâmîsi İskender Çelebi’ye tanıtmış ve
böylece Figânî de İskender Çelebi’nin himâyesine girmiştir. Figânî’nin bir mecliste
okuduğu beyti düşmanları kendisine aitmiş gibi padişâha iletmiştir. Figânî, İskender
Çelebi’nin affı için gösterdiği gayrete rağmen idamdan kurtulamamıştır
(ÇELEBİOĞLU 1994:60).
Sarayda yetişen şâirlerin biri de Ahmed Paşa (ö. 1580)’dır. Şemsî mahlası
ile şiirler yazmıştır. Yavuz Sultan Selim döneminde saraya alınan Ahmed Paşa, Kanuni
döneminde ulûfeci-başı ve sipahi ağası olmuştur. Sonra da Şam, Anadolu ve Rumeli
beylerbeyi olmuştur. Sultan Selim’in musâhibi olarak yanında yer almıştır. Kanuni
padişâh olunca onun iltifatını görmüş, meclislerine girmiş ve musâhibi olmuştur.
Kendisi de şiir yazmıştır. Şâirlerle sohbet edip onları meclislerinde toplamasına rağmen
şâirlerden ihsânını esirgemiştir (İPEKTEN 1996:84).
Dönem şâirlerinden Nişânî mahlaslı Celâl-zâde Mustafa Çelebi (ö. 1567),
Sahn Medresesi’nde eğitim aldıktan sonra mülâzım olmuştur. Yazısının güzelliği
sebebiyle Pîrî Paşa’nın tezkireciliğine getirilmiştir. Pîrî Paşa himâyesinde Sultan
Selim’in dikkatini çekerek dîvân kâtibi olmuştur. Kanuni döneminde Sadrazam İbrahim
Paşa’nın sır kâtibi olarak katıldığı Bağdat seferinde nişancı Seydi Bey’in ölümü üzerine
nişancılığa getirilmiştir. Rüstem Paşa’nın sadrazamlığında emekli olmuştur. Zigetvar
seferinde ikinci kez nişancı olarak yer almış ve bu görevdeyken ölmüştür (KILIÇ
1994:463). Kanunnâmelerin hazırlanmasında da görev alan Nişânî, iyi ahlâklı, cömert,
mert ve şâirlerin koruyucusu olarak tanınmıştır. Bu sebeple kendisine birçok kasîde
yazılmıştır. Sultan Selim için yazdığı Selim-nâme’nin yanı sıra 1567’de yazdığı bir
tarih eseri de vardır (İSEN 1999:346).
Kanuni’nin kaptanlarından Seydi Ali Re’is (ö. 1563), şiirleri ile de tanınmış
bir şahsiyettir. Azaplar kâtipliği ve Galata tersanesi kethüdalığı yapmıştır. Pîrî Re’is’in
idamı üzerine tayin edilen Murad Re’is’in de bu görevde başarısız olması sonucu 150
akçe yevmiye ile 1553’te Kaptan-ı Derya olmuştur. Pîrî Re’is’in Basra’da bıraktığı
donanmayı Mısır’a getirmekle görevlendirilmiştir. Portekiz donanması ve olumsuz hava
73
şartları sebebiyle donanmanın bir kısmını Hindistan açıklarına bırakıp kendisi karayolu
ile İstanbul’a iki yıl beş ay sonra ulaşmıştır. Seydi Ali Re’is, Edirne’de bulunan
padişâhın huzuruna çıkarak getirdiği hediyeler ile Kitabü’l-muhit Seydi Ali Re’is adlı
eserini padişâha sunmuştur. Birikmiş maaşının yanı sıra 80 akçe yevmiye ile
müteferrikalığa, sonra da Diyarbakır tımar defterdârlığına tayin edilmiştir. Bu vazifede
iken 1563’te ölmüştür (TURAN 1997:528-531). Seydi Ali Re’is’in Mir’atü’l-memalik
adlı bir de Seyahatnâmesi vardır. Hindistan’da karaya çıkıncaya kadarki deniz
yolculuğunun ve sonrasında İstanbul’a kadar süren kara yolculuğunun anlatıldığı bu
eserini şiirleriyle de süslemiştir. Kâtibî mahlasıyla şiirler yazan Seydi Ali Re’is,
uğradığı memleket hükümdarlarına şiirler yazarak onların yardımlarını görmüştür.
Seydi Ali Re’is, ömrü boyunca padişâhın iltifatına nail olmuştur. Denizciliği, coğrafya
âlimliği ve şâirliğinin yanı sıra cömertliği ile de meşhur olmuştur. Galata’da yaptırdığı
konağı fukaranın ve şâirlerin uğrak yeri olmuştur (ÖZTUNA 1985:190). Kamî, Müslim,
Sahubî, Hatifi ve Yetim Ali gibi şâirler konağının müdavimleri arasındadır.
Yavuz Sultan Selim döneminde Anadolu kazaskerliği yapan ve Kanuni
döneminde Zenbilli Ali Efendi’nin ölümü üzerine şeyhülislâm olan İbn Kemâl diğer
adıyla Kemâlpaşa-zâde, ilmi eserlerinin yanında Arapça, Farsça ve Türkçe şiirler de
yazmıştır. Kemalpaşa-zâde Tarihi adlı eserini Sultan Bayezid’in emri ile başlayıp Sultan
Süleyman’ın isteği ile 1526 yılına kadar devam ettirmiştir. Gülistan’a nazire olarak bir
Farsça Nigarîstan ve 7777 beyitlik bir Yusuf u Züleyha sahibidir. Bir de Dîvân’ı vardır
(BANARLI 2001:605).
XVI. yüzyılın büyük âlimlerinden Ebu’ssuûd Efendi (ö. 1574),
öğrenciliğinde Sultan Bayezid’in dikkatini çekerek 30 akçe çelebi ulûfesi almıştır.
Tahsilini tamamladıktan sonra çeşitli medreselerde müderrislik yapıp 1533’te Bursa ve
sonra İstanbul kadısı olmuştur. 1537’de Rumeli kazaskeri ve 1545’te şeyhülislâm tayin
edilmiştir. 1574’te ölümüne kadar bu görevde kalmıştır. Me’lul-zâde Mehmed, Şeyhî,
Hoca Sadeddin, Bostanzâde Mehmed, Sun’ullah Efendi, Bostanzâde Mustafa, Bâkî,
tezkire sahibi Hasan Çelebi gibi şâir ve âlimlerin hocalığını yapmıştır. Her dönem
Kanuni’nin yanında bulunup onun ihsânlarına fazlasıyla nail olmuştur. İrşadü’l-aklü’s-
selim adını verdiği tefsirinin bir bölümünü Kanuni’ye sunmuş, Kanuni memnuniyetini
maaşını 200 akçeden 500 akçeye çıkararak göstermiştir. Ebu’ssuûd Efendi tefsirini
1566’da tamamlayıp padişâha sunduğunda maaşı 600 akçe olmuştur. Zamanına kadar
74
Rumeli kazaskerliği şeyhülislâmlıktan yüksek makam iken, kendisinden sonra
şeyhülislâmlık en yüksek ilmiye makamı olmuştur. Arapça şiirlerinde başarılı olmakla
birlikte Farsça ve çok az olmak üzere Türkçe şiirleri de vardır (AKGÜNDÜZ 1994:365-
371).
Çivi-zâde Muhyiddin Efendi’den mülâzım olan Kınalı-zâde Ali Efendi (ö.
1571), 20 akçe ile Edirne’de Hüsamiye Medresesi’ne tayin edilmiş, sonra Bursa,
Kütahya ve İstanbul’da müderrislik yapmıştır. Süleymaniye Medresesi müderrisliğinden
sonra Şam, Kahire, Bursa ve 1560’da İstanbul kadısı olmuştur. Kanuni Sultan
Süleyman, daha sonra Kınalı-zâde Ali Efendi’yi Anadolu kazaskerliğine tayin etmiştir.
Bu göreve atandıktan bir yıl sonra ölmüştür. İlmi meşguliyetinin yanı sıra edebiyatla da
ilgilenmiştir. Edirne’de müderris iken Emri ile Hüseyin Nişaburi’nin Muamma
risalesini tetkik edip muammalar yazmıştır. Üç dilde şiir söylemiştir (AKSOY
2002:416-417). Müretteb bir Dîvân sahibidir (BURSALI MEHMED TÂHİR 2000:400).
Celâl-zâde Salih Çelebi (ö. 1565), kardeşi Nişancı Mustafa Çelebi gibi
padişâhın yanında bulunmamakla beraber onun ihsânına nail olmuştur. Ebu’ssuûd
Efendi’den mülâzım olduktan sonra Edirne’de Sarayiçi Medresesi müderrisi olmuştur.
Kanuni’nin Rodos ve Budin seferlerini yazıp İbrahim Paşa vasıtasıyla padişâha
sunmuştur. Bu şekilde padişâhın takdirini kazanmış ve hâmîsi İbrahim Paşa’nın
etkisiyle de İstanbul’da Murad Paşa, sonra da Ali Paşa Medresesi müderrisi olmuştur.
Ayas Paşa’nın sadrazamlığında Sahn müderrisi olmuştur (KILIÇ 1994:703). Sultan
Süleyman’ın emri ile Menakîb-ı Behman Şah b. Firuz Şah hikâyesini tercüme etmiştir.
Bu eser karşılığında çeşitli hediyeler almış ve Şam kadılığına tayin edilmiştir.
Kanuni’nin oğlu Şehzâde Bayezid’in emri ile yaptığı Câmîü’l-hikâyat tercümesine
karşılık şehzâde, onun için Eyüp’te bir medrese yaptırmıştır. Salih Çelebi iyi ahlâkı,
bilgisi ve eserleriyle biraz da kardeşinin tesiri ile Kanuni, İbrahim Paşa ve Şehzâde
Bayezid’in himâyesini görmüştür. Birçok eser kaleme almıştır (UZUNÇARŞILI
1958:391-441).
Kanuni dönemi âlimlerinden Perviz b. Abdullah (ö. 1570), şiirleri ile de
tanınmıştır. Gençlik döneminde Efşancı Mehmed Bey’e intisâb etmiştir. İbn-i
Kemal’den mülâzım olup çeşitli yerlerde kadılık yapmıştır. İbrahim Paşa’ya Ali
Kuşçu’nun Risale fi’l-hey adlı Farsça eserini Mirkatü’s-soma ismiyle tercüme edip
75
sunmuştur. İbrahim Paşa’nın desteğiyle Kanuni’ye intisâb edip Anadolu kazaskeri
olmuştur. Türkçe ve Farsça şiirler yazmış, birçok eser kaleme almıştır (İPEKTEN
1996:92).
Deli Birader namıyla anılan Gazâlî (ö. 1535), gerek padişâh gerekse devlet
adamları tarafından el üstünde tutulmuştur. Gazâlî, Bursa’da Bayezid Paşa müderrisi
iken Sultan Bayezid’in şehzâdesi Korkud’a intisâb etmiş ve Manisa’da şehzâdenin
meclislerine girip nedîmi olmuştur. Şehzâde Korkud’un ölümünden sonra Uludağ’da
Geyikli Baba tekkesinde şeyhlik yapmıştır. Bir müddet sonra müderrislik isteyerek
sırasıyla Sivrihisar ve Akşehir müderrisliklerine getirilmiştir. Kazasker Kadri
Efendi’nin isteğiyle müderrislikten vazgeçerek Fatih Sultan Mehmed vakfından ayda
1000 akçe ile tekaüd edip İstanbul’a yerleşmiştir. Bu dönemde rahat bir hayat süren Deli
Birader, Defterdâr İskender Çelebi’nin de evinin daimi misafiri olmuştur. İskender
Çelebi sayesinde Sadrazam İbrahim Paşa’nın ve her iki şahsın vasıtasıyla da padişâhın
birçok ihsânına ve câizesine nail olmuştur (İSEN 1999:184). Deli Birader, eski
dostlarından Seydi-oğlu Derviş Çelebi ve Sirkeci Bahşi’nin Beşiktaş’ta yaptırdıkları
bahçelere özenerek kendisi de deniz kenarına bir bahçe, ev, tekke, mescit ve geçimini
sağlamak için de bir hamam yaptırmak istemiştir. Parası olmadığından “cer-nâme” adını
verdiği bir manzum arzıhal yazıp padişâha başvurmuştur. Padişâh ve İbrahim Paşa’dan
yüklü miktarda paralar aldığı gibi diğer vezirler de dostu olması sebebiyle yardımda
bulunmuştur (KILIÇ 1994:931). Hamamının yanına bir de havuz yaptırmıştır. Pîrî
Paşa’nın oğlu Mehmed Efendi de Hasköy’deki hamamına havuz yaptırınca Deli
Birader, Mehmed Efendi’yi ağır sözlerle hicvetmiştir. Mehmed Efendi zaten zor
durumda olan hamamcıları toplayarak “Biraderin hamamı fesat yuvasıdır” diye İbrahim
Paşa’ya Deli Birader’i şikayet etmiştir. Şikayetlere dayanamayan İbrahim Paşa, Deli
Birader’in havuzunu yıkmak zorunda kalmıştır. Bunun üzerine çok üzülen Deli Birader,
üzüntüsünü Kapluca-nâme adındaki 25 beyitlik bir kıt’a ile dile getirmiştir. Bir müddet
İskender Çelebi’nin himâyesinde kalmış, devlet büyüklerine şiirler sunup Hicaz’a
gitmek için yardım istemiştir. Sultan Süleyman, tekaüdiyesini surreye çevirip ayrıca
para vermiştir. Gazâlî, evini ve bahçesini satıp 1531’de Mekke’ye gitmiştir. Bir ev alıp
bahçe ve mescid yaptırmış, 1535’te orada ölmüştür (KILIÇ 1994:942).
Kanuni Sultan Süleyman döneminin önde gelen şâirlerinden bir diğeri de
Hayâlî Bey (ö. 1557)’dir. Hayderi Şeyhi Baba Ali Mest’in müridleriyle Vardar
76
Yenicesi’nden İstanbul’a gelmiştir. İstanbul kadısı Sarı Cürz Efendi, dervişlik için çok
genç olduğunu düşünerek Hayâlî’yi İstanbul muhtesibi Uzun Ali’ye emanet etmiştir.
1522’de Rodos fethi için bir kasîde yazıp padişâha sunmuştur. Daha sonra Defterdâr
İskender Çelebi onu himâyesine almıştır. Şiirlerinin gücü sayesinde önce Sadrazam
İbrahim Paşa’nın himâyesine girmiş sonra da onun vasıtasıyla padişâha tanıtılmıştır. Bu
tanışmadan hayli kazançlı çıkan Hayâlî, padişâhın iltifatına nail olarak onun himâyesini
de kazanmıştır. Hayâlî, padişâhın himâyesiyle hayatının en rahat dönemini yaşamaya
başlamıştır. Bu rahatlığı karşılıksız bırakmayan Hayâlî, her vesile ile padişâha şiirler
sunmuştur. Padişâh da karşılıksız bırakmayıp önce ulûfe bağlamış sonra da tımar ve
zeamet vermiştir. Hayâlî her şiirinde çeşitli hediyeler almıştır. Zeameti 100 bin akçe
yükseltilmiştir. Bir müddet sonra padişâhın musâhibi ve nedîmi olmuştur. Padişâhın
yanı sıra devrinde şâirlerin koruyucusu İskender Çelebi ve İbrahim Paşa da Hayâlî’den
yardımlarını esirgememişlerdir. Hayâlî Bey’in rahat yaşantısı diğer şâirleri
kıskandırmıştır. Bu yüzden Zâtî, Yahyâ Bey, Kandî, Keşfi, Hasbi, Basîrî, Selikî gibi
şâirler Hayâlî Bey’i sevmemiştir. Devrinin şâirleri ile iyi anlaşamayan Hayâlî Bey,
ömrünü padişâh, sadrazam ve diğer vezirlerin meclislerinde geçirmiştir. Dönem
şâirlerinden sadece hemşerileri Usulî ve Hayretî ile arası iyi olmuştur. Ayrıca tezkire
sahibi Âşık Çelebi ile Irakeyn seferinde dost olmuştur. Kendisini koruyan İskender
Çelebi’nin Irakeyn seferi sırasında 1535’te Bağdat’ta idam edilmesi, 1536’da da
Sadrazam İbrahim Paşa’nın İstanbul’da idamı Hayâlî Bey’i hayli zor bir durumda
bırakmıştır. Bunların yerine geçen Ayas Paşa ve Mahmud Çelebi şiirden ve dolayısıyla
şâirden hoşlanan insanlar olmadıklarından ilk iş olarak bütçede kısıtlamayı sağlamak
amacıyla şâir ulûfelerini kesmiştir. Tüm olanlara rağmen Hayâlî Bey, Kanuni’ye şiirler
sunup câizeler almış ve zeametinden gelen para ile de rahat bir yaşam sürmüştür. Hayâlî
Bey, 1539’da Şehzâde Sultan Bayezid ve Sultan Cihangir için yapılan düğünde bir
kasîde yazıp padişâha sunmuştur. Ayrıca Kanuni’nin çok sevdiği oğlu Şehzâde
Mehmed’in 1543’te ölümü üzerine bir mersiye yazmıştır. Ayas Paşa’dan sonra göreve
gelen Rüstem Paşa da şâirleri sevmemiştir. Üstelik Hayâlî Bey’e karşı Yahyâ Bey’in
hâmîliğini üstlenmiştir. Saraydaki eski şaşaalı dönemleri biten Hayâlî Bey, saraydan
ayrılma isteğiyle çeşitli görevler talep etmiştir. Bir kasîde ve gazelinde sancak; başka bir
gazel ile Rumeli kethüdalığı ve Kerem kasîdesi ile herhangi bir mansıb istemiştir.
77
Devlet katındaki insanlardan onca ihsân görmesine rağmen parasının hesabını bilmeyip,
aldığı hediyeler başkalarının elinde kalmıştır (KILIÇ 1994:868-888).
Rumeli akıncı ocaklarında bir sipahi olarak yaşayan Hayretî, çağdaşları ve
arkadaşları Hayâlî Bey, Usûlî, Garîbî gibi pekçok şâirle aynı mecliste bulunmuştur. Bir
ara İstanbul’a gelen ve Kanuni’nin veziri Makbûl İbrahim Paşa’nın dikkatini çeken
Hayretî, bir “Bahariyye” yazıp İbrahim Paşa’ya sunmuştur. Bunun üzerine İbrahim
Paşa, şâirden hoşlanıp ihsânda bulunmak istemişse de İbrahim Paşa’ya daha yakın olan
Hayâlî Bey, Hayretî’yi “tok gözlü ve kimseye baş eğmeyen birisi” olarak tanıtmıştır.
Bunun üzerine İbrahim Paşa da câizeden vazgeçerek Hayretî’yi küçük bir tımarla
geçiştirmiştir. Hayretî de “Dil-i bîmâr bu denlü merhem ile tımâr olmaz” diyerek,
İstanbul’dan Vardar Yenicesi’ne geri dönmüştür. Yenice’ye geldiğinde Mihaloğlu
veYahyalı akıncı ocaklarına sığınan Hayretî, ömrünün sonuna kadar bu beylerin desteği
ile geçinmiştir (TATCI 1997:187-188).
Kanuni’nin iltifatını görüp, ihsânını kazanan şâirlerden biri de Ârifî
Fethullah Çelebi (ö. 1562)’dir. İbrahim Gülşeni’nin torunu olan Ârifî kasîde, gazel ve
ilmi risaleleri ile padişâhın dikkatini çekmiş ve kendisine ulûfe bağlanmıştır.
Farsçasının iyi olması sebebiyle Sultan Süleyman tarafından Şehnâme yazmakla
görevlendirilmiştir. Eserin hacmi arttıkça rütbesi de arttırılmıştır. Padişâh, 60 bin
beyitlik bu eseri çok beğenmiştir. Arif Çelebi, ayrıca Hadım Süleyman Paşa’nın Hind
seferine ait 2000 beyitlik bir mesnevi yazmıştır. Bunlardan başka Arifî mahlasıyla
yazdığı şiirleri de vardır. Zamanın âlim ve şâirleri ile dostluğu vardır. Kınalızâde Ali
Çelebi ve Ebü’l-fazl Efendi’nin meclislerinde bulunmuştur (KILIÇ 1994:558-561).
Kanuni’nin iltifatını gören şâirlerden biri de Taşlıcalı Yahyâ Bey (ö.
1582)’dir. Yeniçeri kâtibi Şehabeddin Bey’in himâyesinde tahsilini tamamlamıştır.
Yeniçerilikte yayabaşılığına yükselmiştir. İbrahim Paşa’ya ve İskender Çelebi’ye şiirler
sunarak onların himâyesini de kazanmıştır. Asker olmasına rağmen edebiyatla yakından
ilgilenmiş ve devrin nüfuzlu şahsiyetleri ile münasebetler kurup onların iltifatını
görmüştür. Bunlar arasında Şeyhülislâm Kemalpaşa-zâde, Kazasker Muhyiddin Çelebi
ve Kadri Efendi vardır. Aynı zamanda dönemin şâirlerinden İshak Çelebi, Hâfız-ı Acem
ve Hayâlî Bey ile de meclislerde buluşup şiir üzerine sohbetlerde bulunmuştur. Üstad
konumundaki Hayâlî Bey’e bir kasîde sunmuştur (KILIÇ 1994:337).
78
Kanuni’nin 1535 Irak seferinde Hayâlî Bey ile birlikte Yahyâ Bey de
bulunmuştur. Padişâha sunduğu kasîdede:
Çekelüm gün gibi ak sancakla şarka çeri
Kara topraga karalum kıralum surh-seri
Bana olaydı Hayâlî’ye olan ragbetler
Hak bilür sıhr-i halâl eyler idim şi’r-i teri
Ben erenler nacagıyım o ışıklar teberi
Ben savaş güni çeriyüm o heman cerde çeri
beyitleriyle durumundan ve Hayâlî Bey’in padişâh nezdinde gördüğü
itibarın fazlalığından şikayet etmiştir. Bunun üzerine kendisine Eyüp ve daha sonra
Sultan Bayezid vakıfları mütevelliği verilmiştir (EYDURAN 1999:1137). Kanuni’nin
1553 İran seferinde Ereğli yakınlarında orduya katılan Şehzâde Mustafa’nın
öldürülmesi üzerine o sırada orduda bulunan Yahyâ Bey, yazdığı mersiyede askerin
bildiği üzere bu işte Rüstem Paşa’nın parmağı olduğu düşüncesiyle 960 terkibini tarih
düşürmüştür. Rüstem Paşa iki yıl sonra sadarete tekrar getirilince Yahyâ Bey’i
mütevellilikten azledip, 30 bin akçelik bir zeamet verip İstanbul’dan uzaklaştırarak
intikamını almıştır (ÇELEBİOĞLU 1994:78).
Dîvân edebiyatının en büyük şâirlerinden sayılan Bâkî (ö. 1600), şiirleri
sayesinde padişâhın ilgisini kazanarak Sultanü’ş-şu’ara unvanını almış ve en yüksek
mevkilere kadar yükselmiştir. Tahsilini devam ettirirken bir yandan da genç şâirlerin
mekânı olan Zâtî’nin dükkanına giderek şiirlerini ona gösterip, takdir ve teşvik
görmüştür. Hocaları Karamanlı Mehmed Efendi’ye Sünbül kasîdesi, Kınalızâde
Şemseddin Ahmed Efendi’ye Râiyye kasîdesi ve Ebu’ssuûd Efendi’ye sunduğu şiirleri
ile şöhret kazanmaya başlayan Bâkî, 1555’te Sultan Süleyman’a ilk kasîdesini
sunmuştur. Kadı-zâde Efendi’nin talebesi olduğunu ve Süleymaniye Medresesi’nin
yapılışında nezaretçi olarak çalıştığını ifade edip padişâhtan yardım istemiştir. Rüstem
Paşa’nın yerine Semiz Ali Paşa’nın sadarete gelmesiyle Bâkî’nin de yıldızı parlayarak
1562’de danişmend olmuştur. Şiirlerinden tanıdığı Bâkî’nin medresede yatıp kalktığını
duyan padişâh, onu 1564’te İçel’de 25 akçelik bir medreseye tayin etmiştir. Rumeli
kazaskeri Hâmid Efendi’nin henüz danişmend olan bir kimsenin medreseye atanmasının
uygun olmayacağını söylemesine rağmen Kanuni, hazine-i hassadan 30 akçe ile Bâkî’yi
79
Silivri Pîr Paşa Medresesi müderrisliğine tayin etmiştir. Bir yıl sonra Mahmud Paşa
Medresesi müderrisi olarak İstanbul’a alınmıştır. Artık şöhretli bir şâir olan Bâkî,
padişâhın gönderdiği gazelleri tahmis edip kasîdeler sunmuştur. Kanuni’nin ölümüne
kadar rahat bir hayat süren Bâkî, onun ölümü üzerine ünlü mersiyesini yazarak
üzüntüsünü dile getirmiştir (PALA 1998b:11-14).
Kanuni döneminin meşhur âlim-şâirlerinden biri de Fevrî (ö. 1570)’dir.
Rumeli Beylerbeyi Lutfi Paşa ve Defterdâr Nakkaş Ali Bey himâyesinde yetişmiştir.
Devrin ünlü âlimlerinden ders okuyup Arapça, tefsir ve hadiste âlim olmuştur. Hocası
Bostan Efendi 1544’te Bursa kadısı iken ondan mülâzım olup hacca gitmiş ve
dönüşünde şeyhülislâma Arapça bir kasîde sunmuştur. Aslen Hristiyan’dır. 1547’de 25
akçe ile Edirne Kadı Medresesi’ne tayin edilmiştir. Edirne’de Şehzâde Sultan Selim’e
şiirler sunarak onun himâyesini de kazanmıştır. 1553’te Kanuni’nin Nahçivan seferi için
padişâha sunduğu:
Musahhar oldu hâl-i rûy-ı yâre bağrımun başı
Diyâr-ı Rûm Sultânı bu kez alur kızılbaşı
beytine 100 altın aldığı gibi padişâhın musâhibleri arasına da girmiştir.
Ayrıca 200 beyitlik bir kasîde verip her beytine bir altın almıştır. Bu sefer sırasında
padişâhın Dîvân’ını da tertip etmiştir. Sefer dönüşü önce Bursa’da Kaplıca
Medresesi’ne, sonra da İstanbul’da Sultaniye Medresesi’ne müderris olarak atanmıştır.
Sonunda Şam müftüsü olup 1570’te burada ölmüştür. Âşık Çelebi ile beraber tahsil
görmüştür. Bu sebeple Âşık Çelebi, tezkiresinde arkadaşına geniş yer vermiştir (KILIÇ
1994:671-696).
Kanuni dönemi şâirlerinden biri de Rahmi mahlası ile şiirler yazan Nakkaş
Bali-zâde Pîr Mehmed (ö. 1568)’dir. Genç yaşta şiirleri ile tanınmıştır. İlk önce
Defterdâr İskender Çelebi’nin himâyesini kazanmıştır. Onun sayesinde İbrahim Paşa’ya
tanıtılıp sadrazamın da ikramlarına nail olmuştur. 1530’da Şehzâde Mustafa, Mehmed
ve Selim için yapılan sünnette İbrahim Paşa vasıtasıyla padişâha şiir sunmuştur. Kanuni,
çeşitli câizeler verdiği gibi Rahmi’yi himâyesine almıştır. Rahat bir hayat sürmeye
başlayan Rahmi’nin bu yaşantısı İskender Çelebi ve İbrahim Paşa’nın ölümleri ile son
bulmuştur. Sıkıntılı dönemler yaşamaya başlayınca tekrar tahsil hayatına dönüp Celâl-
zâde Salih Efendi’den mülâzım ve Bursa Yenişehir’de 20 akçe yevmiye ile müderris
80
olmuştur. Bu medreseyi de ancak hayatının sonlarında 1506’da Sultan II. Selim tahta
geçince sunduğu “tîr kemiz” kasîdesi ile elde edebilmiştir (KILIÇ 1994:750).
Kanuni’nin meclislerinde yer edinen Edayî (ö. 1574), hem güzel sesi hem de
şiiri ile tanınmıştır. Manisa’da Şehzâde Mustafa’ya intisâb etmiş, şehzâdenin ölümü
üzerine sahipsiz kalmıştır. İstanbul’a gelerek Piyale Paşa’nın Kapudanlığı sırasında ona
intisâb etmiştir. Piyale Paşa’nın çeşitli ihsânlarını gördüğü gibi onun sayesinde padişâha
şiirler sunup çeşitli ihsânlar elde etmiştir. Padişâhın takdirini kazanıp Kapudan
dairesinde tımar defterdârı olmuş ve bu görevde iken ölmüştür (KILIÇ 1994:133).
Dönem şâirlerinden Gubarî Abdurrahman Çelebi (ö. 1574), Nişancı
Mehmed Çelebi’nin himâyesinde bulunmuştur. Tahsilini tamamladıktan sonra tarikata
girip Nakşibendi olmuştur. Gerek tahsili sırasında gerekse tarikatta bulunduğu sırada
Ramazan-zâde Mehmed Çelebi’nin himâyesinde yaşamıştır. 1535 Irak seferi sebebiyle
bir gazel sunarak Kanuni’nin iltifatına nail olmuştur. 1537’de Mehmed Çelebi sayesinde
surre tayin edilip hacca gitmiştir. Dönüşte Kütahya’da Şehzâde Bayezid’in teklifi ile
önce saraydaki hizmetlilerin, sonra şehzâdenin oğlu Orhan’ın hocalığını yapmıştır.
Bayezid’in isyanı sırasında hâmîsinin yanında yer almıştır. Hâmîsinin ölümü üzerine
yakalanıp hapsedilen Gubarî, Kanuni’ye sunduğu şiirler sayesinde hapisten kurtulmuş
ve padişâhın iltifatıyla Şam kadısı olmuştur. Sultan Selim döneminde 1574’te ölmüştür
(KILIÇ 1994:909).
Dönem şâirlerinden Mesnevi-han-zâde Mehmed Kâmî (ö. 1579),
Kanuni’nin ihsânlarına nail olmuş şâirlerden biridir. İran’da tahsilini tamamlayıp
İstanbul’da Ebu’ssuûd Efendi’den mülâzım olduktan sonra 50 akçe yevmiye ile Mustafa
Paşa Medresesi müderrisi olmuştur. Kanuni, ilmini ve şiirini beğendiği için kendi
medresesine atamıştır. Kanuni, Kâmî’ye İmam Gazâlî’nin Kimya-yı Saâdet adlı eserini
tercüme etmesini emretmiştir. Kâmî fırsat buldukça padişâha kasîde ve gazeller
sunmuştur. Kanuni’ye sunduğu gazeldeki:
Kendi şehri herkese Bağdad’dır derler bana
mısra’ını çok beğenen Kanuni, Kâmî’yi Edirne’ye kadı tayin etmiştir. 1566
Zigetvar seferinde Kâmî, padişâha Edirne’de bir gazel daha sunmuştur. Matla’ı:
Nev-bahâr erdi ser-âgâz itdi bülbüller yine
Saldı gül-banglar guzât âfâka gulgule yine
81
olan gazeli çok beğenen Sultan Süleyman, Kâmî’ye 200 filori ihsân etmiştir
(KILIÇ 1994:362). Kanuni’nin ölümü üzerine sıkıntıya düşen Kâmî, yeni padişâh
Edirne’ye geldiğinde halkın şikayeti ile kadılıktan azledilmiştir. Kıbrıs 1571’de
fethedilince oraya kadı tayin edildiyse de bir daha kendine gelememiştir. 90 akçe ile
tekaüd olup inzivaya çekilmiştir.
Sultan Selim döneminde İstanbul’a gelen ve bir Selim-nâme yazan Şükri,
Sultan Süleyman döneminde de hayli itibar görmüştür. Padişâhın Belgrad seferinde ve
Rodos fethinde yanında bulunmuştur. Bu sırada padişâha kasîdeler sunup câizeler
almıştır. Sultan Süleyman, kendisine bir Süleyman-nâme yazmasını emretmiştir.
Padişâhın doğumundan cülûsuna kadarki dönemleri yazabilen Şükri, bu bölümü
padişâha sununca çok beğenilerek 20 bin akçe câize ile yüksek bir tımar ve Sadrazam
İbrahim Paşa’nın çeşitli hediyelerine nail olmuştur (İSEN 1999:441).
Kanuni dönemi şâirlerinden bir diğeri de Fuzûlî (ö. 1556)’dir. Bağdat’ın
alındığı sıralarda “Geldi burc-ı evliyâya pâdişah-ı nâmdâr” mısraının içinde bulunduğu
kasîdeyi Kanuni Sultan Süleyman’a sunan Fuzûlî, bu dönemde biraz da olsa rahata
kavuşmuştur. Kanuni’den başka sefere katılan bazı devlet adamlarına da kasîdeler sunan
Fuzûlî, en fazla yardımı Bağdat’a vali olarak atanan Ayas Paşa’dan görmüştür
(İPEKTEN 2003b:25). Fuzûlî, devlet büyüklerine bu kadar kasîde sunmasına rağmen
yeteri kadar ilgi görememiştir. Hatta kendisine zevâ’id kaydıyla bağlanan dokuz akçelik
vakıf gelirini almakta da zorlanmıştır. Bu durumu Nişancı Celâl-zâde Mustafa Çelebi’ye
yazdığı mektubunda dile getirmiştir (MAZIOĞLU 1992:7). Fuzûlî, ayrıca Şehzâde
Bayezid, Musul Bayraktarı Ahmed Bey ve Kadı Alaaddin’e de sıkıntılarını dile getiren
mektuplar yazıp kendisine yardım etmelerini istemiştir (AÇIKGÖZ 1998:25). Sefer
sırasında orduda bulunan şâir Hayâlî Bey ve Yahyâ Bey ile tanışan Fuzûlî, Osmanlı
şâirlerlerine gösterilen itibarı görünce Anadolu’ya gelmek istemiştir. Bu duygularını da
şiirlerinde:
Fuzûlî ister isen izdiyâd-ı rütbe-i fazl
Diyâr-ı Rûm’u gözet terk-i hak-i Bağdad et
şeklinde dile getirmiştir (AÇIKGÖZ 1998:14).
Yavuz Sultan Selim döneminin şöhretli şâirlerinden Bursalı Lâmi’î (ö. 532),
Kanuni döneminde de yaşamış bir şâirdir. Bursa’da olmasına rağmen Sultan Süleyman,
82
Lâmi’î’nin şiirlerinin ustalığını duyup onunla ilgilenmiştir. Bursa’nın güzelliklerinin
daha ağırlıklı bir şekilde yer aldığı Şehrengiz’ini Kanuni’nin Bursa’ya yapacağı ziyaret
için yazmıştır. Daha sonra Kanuni, Unsurî’nin Vamık u Azra’sını tercüme etmesini
emretmiştir. Eseri bitirdikten sonra eserle birlikte “gül” redifli kasîdesini de sunup
çeşitli câizeler almıştır. Kanuni, daha sonra Fahr-ı Curcani’nin Veyse vü Râmîn eserini
tercüme etmesini emretmiştir. Lâmi’î, eserini bitirdikten sonra İbrahim Paşa aracılığı ile
padişâha sunmuştur. Bu hizmetine karşılık sadrazam kendisine günde 20 akçe ulûfe
bağlamıştır (KILIÇ 1994:382).
Ramazanoğlu Pîri Paşa’nın kethüdası Derviş Bey’in oğlu Lazimî (ö. 1542),
Edirne’de tahsilini tamamlayıp İstanbul'a gelerek dönem şâirleri ile birlikte düşüp
kalkmaya başlamıştır. Önceleri Pervane mahlasını kullandıysa da kendisine Lazimî
mahlasını seçmiştir. Bu arada padişâha şiirler sunmaya başlamış, Sultan Süleyman’ın
gazeline nazire söylemiştir. Gazelini padişâha sunamadan ölmüştür. Genç yaşta öldüğü
için meşhur olamamıştır (SOLMAZ 1996:547).
Kanuni dönemi Mevlevi Şeyhi Sultan Sema’i (ö. 1529), babasının ölümü
üzerine şeyh olmuş ve Mevlânâ’nın Şah İsmail’de bulunan Dîvân’ını almak için İran’a
gitmiştir. Bu sebepten dolayı Dîvâni diye anılmaya başlanmıştır (BURSALI MEHMED
TÂHİR 2000:79). Dîvânı alıp bir müddet Bağdat ve Halep’te kaldıktan sonra Konya’ya
dönüp Dîvân’ı teslim etmiştir. Daha sonra Kahire’ye gidip Kansu Gavri tarafından
hapsedilen İbrahim Gülşeni’yi hapisten kurtarmıştır. Sultan Selim’in Mısır seferinde
tanıdığı bu şeyh Kanuni’ye de anlatılınca Sultan Süleyman, bir elçi gönderip onu
İstanbul’a davet etmiştir. 1529’da İstanbul’a gelen Dîvâni, padişâh ve diğer devlet
adamları tarafından iyi karşılanıp izzet ve ikram görmüştür. Dîvâni şiirlerini Sema’i
mahlası ile yazmıştır (İPEKTEN 1996:108).
Zâtî, bu dönemde de şâirlerin üstadı durumundadır. Sultan Bayezid devri
sona erip, Ca’fer Çelebi ve Mü’eyyed-zâde gibi hâmîleri ölünce koruyucusuz kalan
Zâtî, Sultan Selim’e kasîdeler sunup câizeler almıştır. Bu dönemde kendisine ayrıca
10.500 akçelik Bursa’da bir de köy verilmiştir. Ancak Sultan Bayezid dönemindeki
rahatını Sultan Selim döneminde bulamadığı gibi Sultan Süleyman döneminde de
bulamamıştır. Sultan Süleyman’ın cülûsunda şiir sunup câizeler almışsa da kendisini bir
türlü İbrahim Paşa’ya sevdirememiştir. İbrahim Paşa, Hayâlî Bey’in de etkisiyle diğer
83
şâirlere pek önem vermeyip onlarla ilgilenmemiştir. Zaten sıkıntıda olan Zâtî, Ayas
Paşa’nın sadaretinde şâir ulûfeleri ve saliyâneler de kesilince iyice zor duruma
düşmüştür. Dükkanında remil açarak, ısmarlama şiirler yazarak geçinmeye çalışmıştır
(KILIÇ 1994:892).
Kanuni’nin ihsânını görmüş şâirlerden biri de Enverî (ö. 1547)’dir.
İstanbul’da mürekkep yapıp satarak ve düğünlerde ateş-bazlık yaparak geçimini
sağlamaya çalışmıştır. Okuması yazması yoktur. Bir dönem Nakkaş Haydar’ın
dükkanında kahya olmuştur. Sonra tekrar dükkan açmıştır. Bir dönem de humbaracılar
kethüdası olmuştur. Zamanın şâirleri ile aynı ortamı paylaşarak şiirini ilerletmiştir.
Sultan Süleyman’ın 1539’da yaptırdığı sünnet düğününde ateş-bazlık yapmış, ayrıca bir
gazel sunarak padişâhın iltifatını kazanmıştır. Kumbaracı iken kaza ile evini yakmış ve
Dîvân’ı da yanmıştır (İSEN1999:160).
Dönem şâirlerinden Arif Hüseyin Çelebi (ö. 1552), güzel yazısı sebebiyle
hazine kâtibi olmuş ve Sadrazam İbrahim Paşa’ya sunduğu bir kasîde ile Anadolu
defterdârlığı kaleminde ahkam tezkireciliğine tayin edilmiştir. İskender Çelebi’den
sonra defterdâr olan Mahmud Çelebi ile geçinemediği için Kanuni’nin izni ile önce
Kabe’ye sonra Mısır’a gitmiştir. Burada bir süre İbrahim Gülşeni’nin hizmetinde kalmış
ve şeyhinin ölümü üzerine İstanbul’a dönmüştür. Bu dönemi sıkıntı içinde geçirmiştir.
Sadece Emir Hasan Zer-nişanı ve muhasebeci Mehmed Çelebi’den yardım görmüştür.
Kanuni, 1540’ta Yetim Ali Çelebi ile Arifi’ye on beşer akçelik silahdarlık vererek onları
fakr u zaruretten kurtarmıştır. Arifi daha sonra Sultan Süleyman’a “gül” redifli
kasîdesini sunmuş maaşı 20 akçeye çıkarılmıştır. Ayrıca 1548’de Van seferine çıkan
Kanuni, Arifi’yi İstanbul’da beytü’l-mal kâtibi tayin etmiştir. Bu görevdeyken ölmüştür
(EYDURAN 1999:623).
Dönem şâirlerinden Mü’eyyed-zâde Abdî Çelebi (ö. 1554) de Kanuni’nin
takdirini kazanmıştır. Padişâha sunduğu kasîdeler ile iltifatını kazanmış ve kendisine 50
akçelik kadılık verilmiştir. Sadrazam Pîrî Paşa’nın kızıyla evlenerek onun da himâyesini
kazanmıştır. Belki de daha fazla ihsân elde edebilecekken Pîrî Paşa’nın ölmesi ile talihi
tersine dönmüştür. Üsküp ve Siroz’da kadılık yapmıştır. 1554’te Sofya kadısı iken
ölmüştür (KILIÇ 1994:567).
84
Kanuni’nin ihsânını gören ve ordudan yetişen şâirlerin biri de Edirneli
Mehmed Nazmî (ö. 1555)’dir. Ahkam kâtibi iken sipahi olup bölük-başılığa kadar
yükselmiştir. Sultan Selim döneminde de orduda bulunmuştur. Filibeli Şeyh Mehmed
Efendi’nin himâyesinde bulunmuştur. Hâmîsi tarafından Rüstem Paşa ile tanıştırılmış
ve Rüstem Paşa’ya tarihler takdim etmiştir. Nazmî, asker olduğu halde edebiyatla
yakından ilgilenip dönemin şâirleri ile yakın münasebetler kurmuştur. En önemli eseri
sayılan Mecma’ün-nezair’i Kanuni’ye sunup ihsânlar elde etmiştir (ÇELEBİOĞLU
1994:74).
Kanuni döneminde şâir ulûfesi alan Ubeydî Abdurrahman Çelebi (ö. 1573),
tahsiline Edirne’den sonra İstanbul’da devam etmiş, Kadı-zâde Şemseddin Ahmed
Efendi’nin talebesi ve mülâzımı olmuştur. Sultan Süleyman’a sunduğu:
Bu tâk-ı laciverdî zer-beft otagun olsun
Mihr ile meh yanında iki solagun olsun
(…)
gazeli ile padişâhın iltifatlarına nail olduğu gibi kendisine şâir ulûfesi
bağlanmıştır. Mülâzım olduktan sonra çeşitli kadılıklarda bulunmuş, 150 akçe yevmiye
ile Eski Zağra kadısı iken 1573’te ölmüştür. Aynı zamanda bir musikî üstadı olan
Ubeydî, gençliğinde Edirne’de Emri ve Kınalı-zâde Ali Çelebi ile dostluk kurmuştur.
Muamma üzerinde çalışmışlardır (EYDURAN 1999:634-635).
Kanuni’nin iltifatını gören şâirlerden biri de Bursalı Selman’dır. Hattı güzel
olmakla birlikte aynı zamanda bir musikîşinastır. İstanbul kadısı Hasan Çelebi’den
mülâzım ve kadı olmuştur. Padişâh tarafından saraydaki musikî meclislerine
çağrılmıştır. Mecliste şiirleri ve besteleri ile Sultan Süleyman’ın ihsânlarına nail
olmuştur. Ancak Kanuni seferde olduğu zamanlarda koruyucusuz kalmıştır. Çeşitli
hünerleri olmasına rağmen rahat bir hayat sürdürememiştir. Hayatının sonlarına doğru
Arnavutluk’ta küçük bir kasaba kadılığı elde etmiş ve burada öldürülmüştür (İPEKTEN
1996:114).
Kanuni Sultan Süleyman’ın himâyesinde yer alan şâirlerden biri de Şiri Ali
Bey’dir. Yavuz Sultan Selim döneminde olduğu gibi Kanuni döneminde de el üstünde
tutulmuş ve kendisine sancak beylikleri verilmiştir. Nikriz hastalığına yakalanarak
ölmüştür (EYDURAN 1994:561).
85
Kanuni’nin ilgisine nail olan şâirlerden biri de Sami mahlası ile şiirler yazan
Hüsam Çelebi’dir. Manastır’dan İstanbul’a gelip tahsilini tamamlayarak Kars defterdârı
Kara Hoca’nın hizmetine girmiştir. Kara Hoca ile Kars’a gitmiştir. Hâmîsinin ölümü
üzerine Nahçıvan seferi sırasında Hızır Paşa’ya intisâb etmiştir. Hızır Paşa vasıtasıyla
Kanuni’ye tanıtılmış ve kapı kethüdası tayin edilmiştir (SOLMAZ 1996:430).
Devrin önde gelen âlimlerinden Kadı-zâde Şemseddin Ahmed’in oğlu
Abdurrahman Çelebi de Kanuni’nin himâyesini görmüş şâirlerdendir. Tahsilini
tamamlayıp müderris olunca yazdığı kasîdeler ile padişâhın takdirini kazanmıştır.
Kanuni, Abdurrahman Çelebi’ye Dâ’i mahlasını vermiş ve seferlerinde yanında
bulundurmuştur. Müderrislikten müteferrika bölüğüne geçmiştir (KILIÇ 1994:250).
Kanuni’nin yardımını gören şâirler olduğu gibi yardımından
yararlanamayan şâirler de vardır. Bunlardan biri de Senayi (ö. 1543)’dir. Senayi
Konya’da Mevlevi dervişi iken Abdülvehhab Hemedani’nin menkıbelerini tercüme edip
Kanuni’ye sunduysa da padişâh beğenmeyerek ihsânını esirgemiştir (İPEKTEN
1996:116).
Kireççi-zâde Mahmud Gubarî (ö. 1566) de Kanuni’nin iltifatına nail
olamamıştır. Gubarî’nin ağabeyi Sinan Çelebi, ilmi, irfanı ve fazileti ile tanınmış ve iki
bin beyitlik Leyla vü Mecnun mesnevisi olan bir şahıstır. Gubarî ise ipe sapa gelmez
sözler söyleyen bir şahıstı ki her ikisi de afyona düşkünlüğü ile tanınmıştır. Gubarî,
zorlukla Cemal-zâde Molla Çelebi’den mülâzım olmuştur. O sıralarda İstanbul’da
bulunan Şeyh Abdüllatif Buhari’ye gidip padişâha yaklaşmak için yardım talep ettiyse
de şeyh, onun manasız şiirlerinden bıkıp evine almamıştır. Kendisine verilen kadılıktan
haraç aldığı iddiası üzerine azledilmiştir (KILIÇ 1994:916-917).
Bu dönemde de Osmanlı ülkesine dışarıdan gelen şâirleri görmekteyiz.
Ancak eski dönemde görülen hayranlık artık ortadan kalkmıştır. Çünkü bu dönemde
Osmanlı topraklarında büyük âlimler, şâirler ve sanatkârlar yetişmiştir.
Yavuz Sultan Selim’in İstanbul’a getirip 40 akçe ulûfe bağladığı Şah Kasım
(ö. 1539), Kanuni döneminde de çeşitli iltifatlara nail olmuştur. Camilerde hutbe
okumuş, gençlere edebiyat dersleri vermiştir. Kanuni’nin eşkali ile ilgili yazdığı eser
padişâh tarafından beğenilince ulûfesi 100 akçeye çıkarılmıştır. Ayrıca bir Osmanlı
86
tarihi yazmaya başlamış, fakat ömrü yetmediği için tamamlayamamıştır (KILIÇ
1994:792).
Sehâbî (ö. 1564), Kazasker Kadri Efendi sayesinde İstanbul’a gelebilmiştir.
Kazasker Kadri Efendi, Tebriz seferi sırasında Sehâbî’yi tanıyıp, musâhib olarak yanına
almıştır. Daha sonra Sehâbî’yi padişâha tanıtmış, sefer dönüşü kardeşi Bidari’yi de alıp
İstanbul’a getirmiştir. Sehâbî, İstanbul’a gelince devlet adamlarının meclislerine
girmeyi başarmıştır. Muamma çözmedeki kabiliyetini takdir eden Kanuni, kendisine 30
akçe şâir ulûfesi bağlamıştır. Ayrıca Kanuni, Sehâbî’den İmam Gazâlî’nin Kimya-yı
Saâdet adlı eserini tercüme etmesini istemiştir. Tercümeyi bitiren Sehâbî, eserini Tebri-i
İksir adıyla 1563’te padişâha sunmuştur. Daha sonra da şiirlerini toplayıp Dîvân halinde
sunmuştur. Kanuni, hizmetlerinden dolayı Sehâbî’ye birçok para ve hediye vermiştir
(KILIÇ 1994:509).
Ayrıca Kanuni döneminde de şâirlere çeşitli vesilelerle belli aylarda düzenli
bir şekilde in’âm, ihsân yapılmış ve tasaddukatta bulunulmuştur. Her kayıtta in’âmın ne
vesile ile hangi tarihte yapıldığı belirtilmiştir. Defterde yapılan ihsânların miktarı akçe
olarak verilmiştir. Elbise verildiği hallerde de kumaşın cinsi belirtilmiştir.
İn’âmât defterinde, Kanuni’nin seferde bulunmasından dolayı zamanında
yapılamayan bazı ihsânların sefer dönüşü yapıldığını gösteren kayıtlar da vardır. Bu
durum daha önce verilemeyen ihsânın başına “fi” konularak belirtilmiş, sonra da verilen
akçenin değeri yazılmıştır. Verilen ihsân ve in’âmın miktarına bakarak saray tarafından
bir şâire verilen değeri de tespit edebiliriz. Verilen ihsânlar gelişi güzel değil, belirli
derecelendirmeye göre yapılmıştır. Kanuni Sultan Süleyman döneminde ihsân ve hil’ât
elde eden şâirler şunlardır:
Tablo 4. Kanuni Döneminde Nakdiyye ve Hil’ât Alan Şâirler
ŞÂİR AKÇE HİL’ÂT YIL Birâder Efendi, tarih 4000 934-1528 Birâder, kasîde 1000 935- ‘Iyânî, kasîde 700 935 Şeyh İbrahim 10000 935 Necmî, kasîde 1000 935 Hayâlî,kasîde 1000 935 Edîbî, kasîde 1000 936-1529 Birader Gazâlî, kasîde 1000 936 Makâmî, kasîde 1000 936
87
Ferruhî, kasîde 1000 936 Keşfî, kasîde 700 936 Necâtî, kasîde 700 936 Basîrî, kasîde 1000 936 Zâtî, kasîde 1000 936 Kandî, kasîde 1000 936 Sabrî, kasîde 1000 936 Na’tî, kasîde 500 936 Şem’î, kasîde 500 936 ‘Özrî, kasîde fi 1500
3000 936
Kandî, kasîde 1000 936 Keşfî, kasîde Mirahori an kadife-i
münakkaş-ı Bursa 936
‘Iyânî, kasîde fi 700 1400
936
Mes’ûd, kasîde fi 500 1000
936
Necmî, kasîde 1000 936 Şükrî, kitap verdi 15000 936 Sabrî, kasîde 1000 936 Basîrî, kasîde 1000 936 Özrî, kasîde 1500 936 Zâtî, kasîde 1000 936 Kandî,kasîde 1000 936 Yakînî, kasîde 500 936 Necmî, kasîde 1000 936 Necâtî, kasîde 700 936 Keşfî, kasîde Münakkaş 936 Ferruhî, kasîde 1000 936 Birâder, kasîde 1000 936 Hayâlî, kasîde 1000 936 Makâmî, kasîde 1000 936 Edîbî, kasîde 1000 936 ‘Iyânî 700 936 Mes’ûd 500 936 Na’tî 400 936 Lâmi’î Çelebi, telif kitap verdi 10000 936 ‘Abdurrahîm ‘Abbâs, kasîde 4000 936 Basîrî,kasîde 1000 936 Sabrî, kasîde 1000 936 ‘Iyânî, kasîde 1000 936 Ferruhî, kasîde 1000 936 Zâtî, kasîde 1000 936 Kandî, kasîde 1000 936 Edîbî, kasîde 1000 936 Makâmî, kasîde 1000 936 Necmî, kasîde 1000 936 Birâder, kasîde 1000 936 Özrî, kasîde 1500 936
88
Keşfî, kasîde Münakkaş 936 Necâtî, kasîde 700 936 Yakînî, kasîde 500 936 Mes’ûd, kasîde 500 936 Na’tî, kasîde 400 936 ‘Iyânî, kasîde Câme-i13 münakkaş 1 936 Edîbî, kasîde Câme-i rişte 1 936 Ferruhî, Câme-i rişte 1 936 Basîrî Câme-i münakkaş 1 936 Zâtî Câme mislehu 936 Özrî Câme mislehu 936 Yâkînî Câme mislehu 936 Necâtî Câme mislehu 936 Figânî Câme mislehu 936 Makâmî Câme mislehu 936 Rahmî Câme mislehu 936 Kara Memi Câme mislehu 936 Mes’udî Câme mislehu 936 Nakkâşî Câme mislehu 936 Na’tî Câme mislehu 936 Necmî Câme mislehu 936 Münşî Câme mislehu 936 Hamrî Câme mislehu 936 ‘Abdulkâdir Câme mislehu 936 Kandî 300 936 Mahremî 300 936 Niyâzî 300 936 Hayâlî 1000 936 Birâder 1000 936 Sabrî 300 936 Abdülkâdir, kasîde Câme ‘an rişte-i Bursa,
sevb 1 936
Hayâlî, kasîde 1000 936 Kandî, kasîde 300 936
Mahremî, kasîde 300 936 Nisârî, kasîde 200 936 Ahmed Çelebi, ölen oğlu için Câme ‘an murabba ba-çuka
2 sevb 937-1530
Hayâlî, kasîde 1000 937 Keşfî, kasîde Câme-i münakkaş 937 Necmî, kasîde 1000 937 Sabrî, kasîde 1000 937 Makâmî, kasîde 1000 937 Mîrek, kasîde 500 937 Rahmî, kasîde 500 937 Edîbî, kasîde 1000 937 ‘Atâ, kasîde 500 937
13 Câme: Elbise, çamaşır (DEVELLİOĞLU 2000:123).
89
Ferruhî, kasîde 1000 937 ‘Iyânî, kasîde 1000 937 Necâtî, kasîde 800 937 Mes’ûd, kasîde 500 937 Na’tî, kasîde 400 937 Basîrî, kasîde 1000 937 Zâtî, kasîde 1000 937 Kandî, kasîde 1000 937 Yakînî, kasîde 1000 937 Sûzî, kasîde 500 937 Şahîdî, kitap verdi 2000 937 Yakînî, kasîde 700 938-1531 Hayâlî beg, kasîde 1000 938 Zâtî, kasîde 1000 938 Basîrî, kasîde 1000 938 Kandî,kasîde 1000 938 Keşfî,kasîde Câme-i münakkaş, sevb 938 ‘Atâ, kasîde 500 938 Mes’ûd, kasîde 500 938 ‘Özrî, kasîde 1500 938 Na’tî,kasîde 400 938 Yahyâ, kasîde 500 938 Sabrî, kasîde 1000 938 Makâmî, kasîde 1000 938 Ferruhî, kasîde 1000 938 Necâtî, kasîde 900 938 Lami’î, emekli 10000 938 ‘Iyânî, kasîde 1000 938 Edîbî, kasîde 1000 938 Keşfî, kasîde 800 Elbisenin değeri olarak 938 Basîrî, kasîde 1000 938 ‘Atâyî, kasîde 500 938 Necâtî, kasîde 800 938 Makâmî, kasîde 1000 938 Ferruhî, kasîde 1000 938 Hayâlî Çelebi, kasîde 1000 938 Basîrî, kasîde 1000 938 Keşfî, kasîde 800 938 ‘Atâ, kasîde 500 938 Kandî, kasîde 1000 938 Zâtî, kasîde 1000 938 Na’tî, kasîde 400 938 Necâtî, kasîde 800 938 Edîbî, kasîde 1000 938 Yahyâ, kasîde fi 500
1000 939-1532
Kandî, kasîde 1000 939 Basîrî, kasîde 1000 939 Zâtî, kasîde 1000 939
90
Mîrek, kasîde fi 500 1000
939
Mehmed Çelebi, kasîde Fi 1500 3000
939
Mes’ûd, kasîde Fi 500 1000
939
Na’tî, kasîde 400 939 Sabrî 1000 939 Necmüddîn, kasîde 1000 939 Hayâlî, kasîde 1000 939 Mes’ûd, kasîde 500 939 Keşfî, kasîde Câme-i münakkaş 939 ‘Atâ, kasîde 500 939 Necâtî-i ‘Acem, kasîde 800 939 Sabrî, kasîde 1000 939 Makâmî, kasîde 1000 939 Ferruhî, kasîde 1000 939 Latîfî, kasîde 500 939 ‘Iyânî, kasîde 1000 939 Servî, kasîde 500 939 Necâtî, kasîde 100 939 ‘Iyânî, kasîde 1000 939 Zâtî, kasîde 1000 939 Makâmî, kasîde 400 939 Basîrî, kasîde 1000 939 Zâtî, kasîde 1000 939 Kandî, kasîde 1000 939 Refîkî, kasîde 1000 939 Latîfî, kasîde 500 939 Keşfî, kasîde 800 Elbisenin değeri olarak 939 ‘Atâ, kasîde 500 939 Hayâlî, kasîde 1000 939 Basîrî, kasîde 1000 939 Sabrî, kasîde 1000 939 Necâtî, kasîde 900 939 Yahyâ, kasîde 500 939 Edîbî, kasîde 1000 940-1533 ‘Iyânî, kasîde 1000 940 Rahmî, kasîde 700 940 Makâmî, kasîde 1000 940 ‘Özrî, kasîde 1500 940 Ferruhî, kasîde 1000 940 Mîrek, kasîde 500 940 Na’tî, kasîde 400 940 Mes’ûdî, kasîde 700 940 Hayâlî Çelebi, kasîde 1000 940 Mustafa Çelebi 3000 Elbisenin değeri olarak 941-1534 Hayâlî Bey 1000 941
(ERÜNSAL 1984:1-17)
91
Yukarıdaki tabloda da görüldüğü üzere bu dönemde Lâmi’î Çelebi, Şükrî ,
Hayâlî, Şeyh İbrahim, Basîrî, Kandî, Zâtî, Birader, ‘Özrî, ‘Iyânî, Makâmî, Ferruhî,
Sabrî, Necâtî, Edîbî, Necmî, Mes’ûd, Abdurrahîm Abbas, Na’tî, Keşfî, Mehmed Çelebi,
Mustafa Çelebi, Yakînî, ‘Atâ, Yahyâ, Şahîdî, Mîrek, Rahmî, Necmüddîn, Sabrî, Latîfî,
Refîkî, Mes’ûdî, Mahremî, Sûzî, Şem’î, Servî, ‘Atâyî, Niyâzî, Nisârî, Figânî, Kara
Memi, Nakkaşî, Münşî, Hamrî, ‘Abdulkâdir, Ahmed Çelebi ihsân elde etmiştir. Bu
şâirlerden Figânî, Kara Memi, Nakkaşî, Münşî, Hamrî, ‘Abdulkâdir, Ahmed Çelebi
sadece hil’ât elde etmiştir. Lâmi’î Çelebi, Şükrî, Hayâlî, Şeyh İbrahim, Kandî, Birader,
Sabrî, Mes’ûd, Abdurrahîm Abbas, Mehmed Çelebi, Mustafa Çelebi, ‘Atâ, Yahyâ,
Şahîdî, Mîrek, Necmüddîn, Sabrî, Latîfî, Refîkî, Mahremî, Sûzî, Şem’î, Servî, ‘Atâyî,
Niyâzî, Nisârî sadece nakdiyye (akçe) elde eden şâirlerdir. Hem nakdiyye hem de hil’ât
elde eden şâirler ise Keşfî, ‘Iyânî, Edîbî, Ferruhî, Basîrî, Zâtî, ‘Özrî, Yakînî, Necâtî,
Makâmî, Rahmî, Mes’ûdî, Na’tî, Necmî’dir.
Bazı şâirlere elbisenin değeri olarak nakdiyye verilmiştir. Keşfî’ye 938 ve
939 yıllarında elbisenin değeri olarak iki defa 800’er akçe; Mustafa Çelebi’ye de 941
yılında elbise değeri olarak 3.000 akçe verilmiştir. Kasîde, tarih ve kitap sunmanın yanı
sıra taziye sebebiyle de şâirlere ihsânda bulunulmuştur. 937 yılında Ahmed Çelebi’ye
ölen oğlu için hil’ât verilmiştir. 934 yılına ait tek kayıtta Mevlânâ Birader’e yazdığı
tarih sebebiyle 4.000 akçe verilmiştir. Kitap takdim ederek Şükrî 15.000, Lâmi’î Çelebi
10.000, Şahîdî 2.000 akçe almıştır. Bunların yanı sıra Lâmi’î Çelebi’ye emekli parası
olarak 10.000 akçe ihsânda bulunulmuştur.
II. Bayezid döneminde olduğu gibi bu dönemde de bazı şâirlerin farklı
yıllarda birden fazla ihsân elde ettiğini görüyoruz. Bu bakımdan toplamda elde edilen
akçe miktarına bakmakta fayda var.
Tablo 5. Kanuni Devri Şâirlerinin Toplamda Elde Ettiği Nakdiyye Miktarları
SIRA ŞÂIR TOPLAM AKÇE SIRA ŞÂIR TOPLAM AKÇE
1. Lâmi’î Çelebi 20.000 21. Mehmed Ç. 3.000
2. Şükrî 15.000 22. Mustafa Ç. 3.000
3. Hayâlî 11.000 23. Yakînî 2.700
4. Şeyh İbrahim 10.000 24. ‘Atâ 2.500
5. Basîrî 10.000 25. Yahyâ 2.000
92
6. Kandî 9.600 26. Şahîdî 2.000
7. Zâtî 9.000 27. Mîrek 2.000
8. Birader 9.000 28. Rahmî 1.200
9. ‘Özrî 9.000 29. Necmüddîn 1.000
10. ‘Iyânî 8.800 30. Sabrî 1.000
11. Makâmî 8.400 31. Latîfî 1.000
12. Ferruhî 8.000 32. Refîkî 1.000
13. Sabrî 7.300 33. Mes’ûdî 700
14. Necâtî 7.200 34. Mahremî 600
15. Edîbî 7.000 35. Sûzî 500
16. Necmî 5.000 36. Şem’î 500
17. Mes’ûd 4.500 37. Servî 500
18. Abdurrahîm Abbas
4.000 38. ‘Atâyî 500
19. Na’tî 3.300 39. Niyâzî 300
20. Keşfî 3.100 40. Nisârî 200
Yukarıdaki tablodan çıkan sonuca göre bu dönemde şâirlere verilen toplam
nakdiyye 195.400 akçedir. Bir defada verilen en yüksek miktarı 15.000 akçe ile Şükrî
almıştır. Bir defada en düşük miktarı da 100 akçe ile Necâtî almıştır. Toplamda en fazla
ihsân elde eden şâir 20.000 akçe ile Lâmi’î Çelebi’dir. Böylece Lâmi’î Çelebi, 20.000
akçeyi alarak dağıtılan 195.400 akçenin %10.2’sine tek başına sahip olmuştur. En az
ihsân elde eden şâir ise 200 akçe ile Nisârî’dir. 10.000 ve üzeri ihsân elde eden şâirlerin
sıralaması şu şekildedir: Birinci sırada 20.000 akçe ile Lâmi’î Çelebi; ikinci sırada
15.000 akçe ile Şükrî; üçüncü sırada 11.000 akçe ile Hayâlî; dördüncü sırada 10.000
akçe ile Şeyh İbrahim ve Basîrî yer almıştır. Lâmi’î Çelebi aldığı 20.000 akçenin on
binini 936’da kitap vererek, geriye kalan kısmını da 938’de emekli parası olarak iki
defada; Şükrî aldığı 15.000 akçeyi 936’da kitap vererek bir defada; Hayâlî aldığı 11.000
akçeyi biner akçelik dilimler halinde on bir defada; Şeyh İbrahim aldığı 10.000 akçeyi
935 yılında bir defada; Basîrî aldığı 10.000 akçeyi biner akçelik dilimler halinde on
defada almıştır. 10.000 akçenin altında ihsân elde eden şâirler ise şunlardır: Kandî 9.600
akçe; Zâtî, Birader ve ‘Özrî 9.000 akçe; ‘Iyânî 8.800 akçe; Makâmî 8.400 akçe; Ferruhî
93
8.000 akçe; Sabrî 7.300 akçe; Necâtî 7.200 akçe; Edîbî 7.000 akçe; Necmî 5.000 akçe;
Mes’ûd 4.500 akçe; Abdurrahîm Abbas 4.000 akçe; Na’tî 3.300 akçe; Keşfî 3.100 akçe;
Mehmed Çelebi ve Mustafa Çelebi 3.000 akçe; Yakînî 2.700 akçe; ‘Atâ 2.500 akçe;
Yahyâ, Şahîdî, Mîrek 2.000 akçe; Rahmî 1.200 akçe; Necmüddîn, Sabrî, Latîfî, Refîkî
1.000 akçe; Mes’ûdî 700 akçe; Mahremî 600 akçe; Sûzî, Şem’î, Servî, ‘Atâyî 500 akçe;
Niyâzî 300 akçe; Nisârî 200 akçe almıştır.
Bu dönemde hil’ât alan şâirlerin yıllara göre dağılımı ise şu şekildedir:
Tablo 6. Kanuni Devrinde Hil’ât Alan Şâirlerin Yıllara Göre Dağılımı
934
935
936
937
938
939
940
941
- - Keşfî Keşfî Keşfî Keşfî - -
- - ‘Iyânî - - - - -
- - Edîbî - - - - -
- - Ferruhî - - - - -
- - Basîrî - - - - -
- - Zâtî - - - - -
- - ‘Özrî - - - - -
- - Yakînî - - - - -
- - Necâtî - - - - -
- - Figânî - - - - -
- - Makâmî - - - - -
- - Rahmî - - - - -
- - Kara Memi - - - - -
- - Mes’ûdî - - - - -
- - Nakkaşî - - - - -
- - Na’tî - - - - -
- - Necmî - - - - -
- - Münşî - - - - -
- - Hamrî - - - - -
- - ‘Abdulkâdir - - - - -
- - - AhmedÇ. - - - -
94
Tabloda da görüldüğü üzere 936 yılında Keşfî, ‘Iyânî, Edîbî, Ferruhî, Basîrî,
Zâtî, ‘Özrî, Yakînî, Necâtî, Figânî, Makâmî, Rahmî, Kara Memi, Mes’ûdî, Nakkaşî, Na’tî,
Necmî, Münşî, Hamrî, ‘Abdulkâdir hil’ât almıştır. 936 yılında hil’ât alan şâirlerden Keşfî aynı
yıl içerisinde üç defa; ‘Abdulkâdir iki defa; diğer şâirler de birer defa hil’ât almıştır. Keşfî daha
sonraki yıllarda da birer defa hil’ât almıştır. Keşfî haricinde 937 yılında sadece Ahmed Çelebi
bir defa ölen oğlu için hil’ât almıştır.
4.1.1.8. Sultan II. Selim (1566-1574)
Kırk dört yaşında hükümdar olan Sultan II. Selim, bizzat sefere çıkmayan
ilk Osmanlı padişâhı olmuş, içkiye düşkünlüğü sebebiyle kimi tarihçilerce “Sarhoş
Selim”, sarışınlığı sebebiyle de zaman zaman “Sarı Selim” diye anılmıştır. Onun içki ve
zevk alemlerine düşkünlüğü, Sokullu Mehmed Paşa sayesinde devlet idaresinde bir
sorun haline gelmemiştir. Babasının uzun süren saltanatı döneminde bir ilim ve kültür
merkezi haline gelen İstanbul’da, Sultan II. Selim döneminde de birçok şâir onun
ihsânlarından yararlanmıştır. Sultan II. Selim, kısa süren saltanatının son yıllarında
şeyhlere ve din adamlarına daha yakın durmuş ve bunun sonucunda şâirlerle arasında
bir kopukluk olmuştur. Bu durumun ortaya çıkmasında av merakıyla sık sık
İstanbul’dan ayrılması ve daha önceki dönemlerdeki gibi cömert devlet adamlarının
olmaması rol oynamıştır. Fazlî, Sami, Ferdî, Raî, Firakî, Nigarî, Hâtemî gibi şâirler;
Nihânî, Durak Bey, Gülâbî Bey gibi musikîşinaslar; Mîrek Çelebi, Kasapzâde Nâbî gibi
hanendeler Sultan II. Selim’in meclislerinde hazır bulunmuşlardır (GÖKDOĞAN
2002:186). XVI. yüzyılda aynı adı taşıyan iki padişâh yaşadığı için hangisine kaç tane
kasîde sunulduğunun tespit edilemediğini Sultan I. Selim döneminde söylemiştik. Bu
dönemde de her iki padişâha sunulan toplam kasîde sayısını vermekle yetineceğiz. Buna
göre Sultan Selim ( I. veya II. )’e kırk dokuz kasîde sunulmuştur (ÇAKICI 1996:50).
Şemsî Ahmed Paşa (ö. 1580), Sultan II. Selim’in meclislerinde bulunup
iltifatlarına nail olmuştur. Şam, Sivas beylerbeylikleri görevinden sonra Anadolu ve
Rumeli beylerbeyliği görevlerinde de bulunmuştur. Sultan Selim’e sunduğu şiirlerle
kendisini kabul ettirmiş ve padişâhın musâhibi olmuştur. Ahmed Paşa’nın bu şatafatlı
devri Sultan III. Murad döneminde de devam etmiş ve bu devirde de padişâhın musâhibi
olmuştur. Şemsî Ahmed Paşa, padişâhın gözdesi olduğu için kendi çapında nüfuzu
genişlemiştir. Şâirleri meclisinde toplayıp münakaşalar yaptırmıştır. Hesaplı bir
95
karaktere sahip olduğu için himâyesini gören şâirler ondan para alamamıştır
(ŞEMSEDDİN SÂMİ 1996:2873).
Devrin büyük şâiri Bâkî, Kanuni Sultan Süleyman dönemindeki itibarını
Sultan II. Selim döneminde de devam ettirmiştir. Tahta geçtiğinde padişâha:
Bi-hamdil’lâh şeref buldı yine mülk-i Süleymânî
Cülûs itdi sa‘âdet tahtına İskender-i sânî
matlalı bir cülûs kasîdesi sunmuştur (EYDURAN 1999:201). Ancak bu
dönemde beklediğinin aksi bir durum ortaya çıkmış ve Murad Paşa Medresesi’nden de
azledilerek iki yıl açıkta kalmıştır. Sonra Mahmud Paşa, Eyüb ve 1573’te Sahn
müderrisi olmuştur. Sokullu Mehmed Paşa’nın yakın arkadaşı Feridun Bey için kasîde
yazarak onun sayesinde sadrazama yaklaşıp eski ihtişamlı günlerine dönmüştür.
Padişâhın gazellerini tahmis ederek ve nazireler yazarak Sultan II. Selim’in iltifatlarına
nail olmuştur. Sultan II. Selim’in ölümünden sonra tekrar himâyesiz kalan Bâkî, gerek
kendi şâirliğinin kudreti gerekse de Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa’nın sayesinde
hayatını ikame ettirmiştir (MENGİ 2000a:158).
Sultan II. Selim’in şehzâdeliğinde yanında bulunan Hüseyin Celâl Bey,
Sultan Selim’in padişâhlığında da musâhiblik görevini devam ettirmiştir. Sultan II.
Selim, padişâh olunca Hüseyin Celâl Bey’i yanında İstanbul’a getirip Anadolu tımar
defterdârlığına tayin etmiştir. Sultan II. Selim dönemindeki bu rahat hayatı Şeyhülislâm
Ebus’suûd Efendi ile anlaşamayınca Sokullu Mehmed Paşa’nın etkisiyle saraydan
uzaklaştırılmasıyla son bulmuştur. Ricaları dikkate alınmayan Celâl Bey, Şam
beylerbeyliğine tayin edilmiştir. Görev yerine gitmeden üzüntüsünden ölmüştür (KILIÇ
1994:228).
Sultan II. Selim’in şehzâdeliğinde yanında bulunan Ayşe Hubbî Hatun (ö.
1590), Manisa’da şehzâde tarafından makbul tutulmuş ve kocası Şemsî Çelebi ölünce
İstanbul’a getirtilmiştir. Böylece İstanbul’da eski itibarına kavuşmuştur (EYDURAN
1999:288).
Terzi-zâde Mehmed Ulvî (ö. 1585), Sultan II. Selim’e şehzâdeliğinde
Manisa’da intisâb etmiş, padişâh olduktan sonra da yanında yer almaya devam etmiştir.
Durak Çelebi’nin öldürülmesi üzerine yazdığı tarih ve bu sıralarda halkın dilinde
dolaşan bir beyti yüzünden katline ferman çıktıysa da kaçıp kurtulmuş ve ancak Sultan
96
Selim tahta çıkınca İstanbul’a gelebilmiştir. Sultan Selim’in iltifatlarına tekrar nail
olmuştur. Bu arada yarım bıraktığı tahsilini tamamlamak amacıyla Hubbî Mollası
Mehmed Vusûlî Efendi’den mülâzım ve müderris olmuştur. Kendini içkiye kaptıran
Ulvî’nin Sultan Selim'in ölümünden sonra talihi tersine dönmeye başlamıştır. 1579’daki
büyük yangında evi yanmış, sağlığı da bozulunca meclislere alınmaz olmuştur
(EYDURAN 1999:675-680).
Hâtemî İbrahim Bey (ö. 1596), Sultan II. Selim’e şehzâdeliği sırasında
intisâb eden ve padişâh olunca da yanından ayrılmayan şâirlerin bir diğeridir.
Kütahya’da şehzâdenin musâhibi olan Hâtemî, İstanbul’a gelip sipahilik görevi almış ve
padişâhın musâhibi olarak hayatını devam ettirmiştir. Yazdığı kasîdeler ile sultan
katındaki değerini korumasını bilmiştir. Sultan II. Selim’in ölümü üzerine memleketi
Edirne’ye dönmek zorunda kalmıştır (KILIÇ 1994:842).
Sultan Selim’in şehzâdeliğinde kendisine intisâb edip padişâh olunca da
İstanbul’a gelen şâirlerden biri de Câmî Bey’dir. İstanbul’a gelince sarayda atmacacı-
başı tayin edilmiştir. Sultan Selim’in ölümü üzerine Sultan III. Murad’dan aynı iltifatı
görememiş ve Mısır’da sancakbeyliği verilip saraydan uzaklaştırılmıştır (EYDURAN
1999:251).
Defterdâr Çivi-zâde Mahmud Efendi’nin padişâha tavsiyesi üzerine saraya
alınıp yetiştirilen Şami Mustafa Bey, çaşnigir başılık ile görevlendirilmiştir. Padişâha
sunduğu kasîdeler ile iltifatını kazanmıştır. Sultan Murad tahta geçince Amasya’ya tayin
edilmiştir (EYDURAN 1999:520).
Sultan II. Selim’in saltanatının birkaç yılında yaşayan Müderrisi mahlası ile
şiirler yazan Beşiktaşlı Yahyâ Efendi (ö. 1570) de padişâhın iltifatına nail olmuştur.
Devrin âlim ve tarikat şeyhlerinden olan Yahyâ Efendi, Sahn-ı Seman’da müderris
bulunduğu için Müderrisi mahlasını almıştır. Yahyâ Efendi’nin ölümüne kadar Sultan
II. Selim, şeyhi saraya çağırıp meclislerinde bulundurmuştur. Aynı zamanda şâir olan
Yahyâ Efendi’nin mutasavvıfane şiirleri vardır (KILIÇ 1994:414).
Devrinde ilmi ile tanınan Defterdâr-zâde Azmî (ö. 1582) XVII. yüzyıl
şâirlerinden Hâleti’nin babasıdır. Kınalı-zâde Ali Çelebi’den mülâzım olup müderris
tayin edilmiştir. Daha sonra Sahn-ı Seman ve Süleymaniye Medreseleri’nde müderrislik
yaptıktan sonra III. Murad devrinde Şehzâde Mehmed’e hoca tayin edilmiştir. Sultan
97
Selim, Azmî Efendi’ye Şeyh Muhammed Ussar’ın Mihr ü Müşteri adlı eserinin
tercümesini vermiştir. Ancak eser tamamlanamamıştır (EYDURAN 1999:654).
Yukarıda bahsettiğimiz şâirler dışında bu dönemde Âşık Çelebi (ö. 1571),
Meşâirü’ş-Şuarâ adında yazdığı tezkireyi, Hekim Nidâî de Menâfiü’n-Nâs adlı nazım
şeklindeki eserini Sultan II. Selim’e sunmuştur (GÖKDOĞAN 2002:187).
4.1.1.9. Sultan III. Murad (1574-1595)
Sultan III. Murad, Sultan II. Selim’in ölümü üzerine Manisa Sancağı’ndan
gelip Osmanlı tahtına oturmuştur. İlk zamanlarda devlet yönetimi Vezir-i âzam Sokullu
Mehmed Paşa’nın idaresi sayesinde iyi gittiyse de onun ölümünden sonra devlet
idaresine valide sultanlar, musâhibler ve saray ağaları müdahale eder hale gelmiştir.
Sultan III. Murad, Muradî mahlasıyla şiirler yazmış ve şiirlerini Farsça, Arapça ve
Türkçe olmak üzere üç ayrı Dîvân’da toplamıştır (UZUNÇARŞILI 1988b:114-115).
Sultan III. Murad’a bu dönemde otuz dört kasîde sunulmuştur (ÇAKICI 1996:50).
Devrin büyük âlimi Hoca Sa’deddin (ö. 1599), Ebus’suûd Efendi’nin
mülâzımı olduktan sonra İstanbul ve Bursa’da müderrislik yapmış ve Sahn müderrisi
olmuştur. Şehzâde Murad’ın hocasının ölümü üzerine Manisa’da şehzâdeye hoca tayin
edilmiştir. Şehzâde III. Murad, padişâh olunca Hoca Sa’deddin İstanbul’a gelerek
şöhretini artırmıştır. Sultan Murad’ın ölümünden sonra da padişâh hocalığına devam
etmiştir. 1598’de Bostanzâde Mehmed Efendi’nin yerine şeyhülislâm olmuştur. Sultan
Murad’ın isteği ile Abdü’l-kadir Geylani’nin menâkıbını tercüme edip padişâha
sunmuştur. Sultan Murad adına şiirleri olmakla beraber daha çok âlimliği ile tanınmıştır
(İPEKTEN 1996:129).
Bu dönem şâirlerinden Nev’i Yahyâ, İstanbul’da çeşitli medreselerde
müderrislik yaptıktan sonra Bağdat kadılığına tayin edilmiştir. Daha göreve başlamadan
Şehzâde Mustafa’nın hocalığına tayin edilerek saraya alınmıştır (EYDURAN
1999:1061). Sultan Murad, bu değerli âlim ve şâire kadirşinaslık göstererek onun hoca
olduğu tarihe kadar padişâhlar, kanun üzere bayram tebriklerinde şehzâde hocalarının
kendilerini tebrik ettikleri sırada ayağa kalkmazlarken Nev’î Efendi’ye hürmeten ayağa
kalkmıştır (UZUNÇARŞILI 1988b:532). Ayrıca Sultan III. Murad, kendisinden
Fusûsü’l-Hikem’i Türkçe şerh etmesini istemiştir (GÖKDOĞAN 2002:188).
98
Dört padişâh dönemi yaşayan Bâkî, Sultan III. Murad devrinde şöhretinin
zirvesine çıkmıştır. III. Murad padişâh olunca Bâkî cülûsu için bir terci-i bend yazıp
padişâha sunmuştur. Karşılığında kendisine Süleymaniye müderrisliği verilmiştir.
Bâkî’ye gösterilen iltifatı çekemeyen düşmanları şâir Nâmî’ye ait gazelin:
Cihânun ni‘metinden kendü âb u dânemüz yegdür
İlün kâşânesinden gûşe-i vîrânemüz yegdür
Gına sadrındaki magrûr-ı nâ-âsûde serverden
Fenâ bezminde hâb-âlûd olan mestânemiz yegdir
(…)
beyti ile Sultan Selim’in kastedildiğini ve Bâkî’nin gibi gösterilen bu
gazelde “babanızı size tercih eder” diyerek Bâkî’nin Süleymaniye müderrisliğinden
azlini sağlamışlardır (EYDURAN 1999:210). Daha sonra gazelin Bâkî’ye ait olmadığı
anlaşılıp affedildiyse de Edirne Selimiye müderrisliğine gönderilmiştir. Bir müddet
Edirne’de kalan Bâkî, 1579’da Mekke kadılığına getirilmiştir. Sonra Medine kadısı
olmuştur. Kadılıktaki tutumu başarı sağlamayınca şikayet üzerine Medine kadılığından
azledilip İstanbul’a çağrılmıştır. Tekrar eski günlerine dönme ümidiyle padişâha
kasîdeler sunup gazellerine nazireler söylemiştir. Bir gazelini de tahmis etmiştir. Bu
vesile ile tekrar eski günlerine dönmüş, hâmîsi Ferhad ve Siyavuş Paşa ile medrese
arkadaşı Hoca Sa’deddin Efendi’nin yardımı ile İstanbul kadısı, 1589’da Anadolu
kazaskeri ve nihayet Rumeli kazaskeri olmuştur. Şeyhülislâmlıkta gözü olan Bâkî,
emeline ulaşamadan tekaüde sevk edilmiştir (PALA 1998b:16).
Sultan II. Selim Kütahya’da sancakbeyi iken hizmetinde olan ve
padişâhlığında şehzâdenin lalası Kara Mustafa Paşa’ya intisâb eden Gelibolulu Âli (ö.
1599), Kara Mustafa Paşa ile birlikte birçok sefere katılmıştır. Hâmîsi ölünce devrin
padişâhı III. Murad’a intisâb etme ümidiyle şiirlerini ve eserlerini sunmuştur. Nusret-
nâme adıyla İran seferini yazıp sunmuş ve ayrıca Hz. Peygamber’in mucizelerini
Mir’atü’l-Avâlim adıyla yazıp sunmuştur. Kendisinden muaşeret kaidelerini anlatan bir
eser yazması istenmiş, Gelibolulu Âli de Kavâ’idü’l-mecâlis adıyla eseri yazıp padişâha
sunmuştur. Eser Sultan Murad tarafından çok takdir edilmiştir. Gelibolulu Âli,
Menâkıb-ı Hünerveran adlı eserini yazarak padişâha sunmuştur. 1574’te Vârîdatü’l-
enika adıyla tertip ettiği Dîvân’ından sonra yazdıklarını Lâyihatü’l-hakika adını verdiği
99
ikinci Dîvân’ında toplayıp padişâha sunmuştur. Devrin sanatkârlarına ilgisiz davranan
bir sultanın tahtta bulunması Âli’nin ancak yeniçeri kâtipliği ve sonra defter eminliği
alabilmesini sağlamıştır (LEVEND 1998:390).
Kanuni dönemi şâirlerinden Derviş Paşa (ö. 1603), Sultan Murad’ın da
iltifatlarına da nail olmuştur. İbrahim Paşa’nın Atmeydanındaki sarayında yetiştirilip,
Kanuni’nin takdiri ile hasodaya alınmıştır. Binayi’nin Sehâ-nâmesini tercüme edip
doğancıbaşı olmuştur. Sultan Selim ve Sultan Murad dönemlerinde de sarayda
doğancılar kethüdalığı ile hizmet etmiştir. Bir ara vezir olması bile düşünülmüşse de
düşmanlarının etkisi ile Bosna beylerbeyliği verilip saraydan uzaklaştırılmıştır
(İPEKTEN 1996:130).
Sultan Murad’ın iltifatını kazanan Şirvanlı Nutkî, kıssahan olarak şöhret
kazanmıştır. Şirvan’dan İstanbul’a gelip padişâha intisâb ederek musâhibi olmuştur.
Sultan Murad’a kasîdeler sunmuştur. Hoş sohbeti ve hikâyeleri ile padişâhın
meclislerinde kendine yer edinmiştir (EYDURAN 1999:1044).
4.1.1.10. Sultan III. Mehmed (1595-1603)
Sultan III. Mehmed, 1583’te Manisa sancak beyliğine gönderilmiş,
babasının ölümü üzerine 1595’te padişâh olmuştur. İlk iş olarak III. Murad döneminde
sarayı dolduran ve devlet işlerine karışan cüceler, dilsizler ve diğer sanat erbâbını
saraydan sürmüştür. Ayrıca devlet kademesindeki eski kadroları da görevden alıp yakın
adamlarını bu görevlere yerleştirmiştir. Bu dönemde saray kadınları -Safiye Sultan ve
ekibi- devlet işlerinde etkili olmuştur. Kendisine yazılan eserleri ilgiyle karşılamış ve
kendisi de Adlî mahlası ile şiirler yazmıştır. Selanikî, Âli Mustafa, Hoca Sadeddin
Efendi gibi tarihçiler yanında Nev’î ve Bâkî de döneminin önde gelen simaları olmuştur
(EMECEN 2003:407-413). Bu dönemde Sultan III. Mehmed’e sunulan kasîdelerin
sayısı on sekizdir (ÇAKICI 1996:50).
Bâkî şöhretini Sultan III. Mehmed döneminde de sürdürmüştür. Yeni
padişâha bir cülûsiye sunmuş ancak istediği şeyhülislâmlık makamını bir türlü elde
edememiştir (GIBB 1999:104).
Anadolu ve Rumeli kazaskerlerinden Pîr Azmî Mehmed’in oğlu Azmîzâde
Mustafa Haletî (ö. 1631), Hoca Sadeddin Efendi’den mülâzım olmuş ve çeşitli
100
medreselerde müderrislik yapmıştır. Bu dönemde Şam kadısı olarak atanmışsa daha
sonra görevi Kahire kadılığı ile değiştirilmiştir (MUALLİM NACİ 2000:267). Nihayet
derece derece yükselerek Anadolu ve Rumeli kazaskeri olmuştur. Tüm hayatını
okumayla geçiren Haletî’nin, vefat ettiğinde dört bin kitabı bulunmuştur (İPEKTEN
2000a:38).
Abdülahad Aziz (ö. 1651), küçük yaşta babasını kaybedince dayısı
Abdülmecid Sivasî tarafından yetiştirilmiştir. Devrin padişâhı III. Mehmed, dayısını
saraya davet edince dayısının yanında Abdülahad Aziz de gitmiştir. Eğitimini
İstanbul’da tamamlayan Abdülahad Aziz’i Şeyhülislâm Esad Efendi, Mehmed Ağa
tekkesine tayin etmiştir. Daha sonra sırasıyla Fatih, Bayezid, Ayasofya camilerinde vaaz
vermek üzere kürsü şeyhliğine getirilmiştir. Birçok eser kaleme almıştır (UÇMAN
1988:178-179).
Sultan III. Mehmed tahta geçince Gelibolulu Âli de Sivas defterdârı ve
Amasya Sancağı mirlivası olmuştur. Daha sonra iki kez Kayseri Sancağı mirlivalığında
bulunduktan sonra Mısır’a gönderilmiş ve burada ölmüştür. Bu dönemde Künhü’l-ahbar
adını verdiği bir tarih kitabı yazmıştır (LEVEND 1998:391).
4.1.1.11 Sultan I. Ahmed (1603-1617)
Babası III. Mehmed’in Saruhan valiliği sırasında 1590’da Manisa’da
doğmuştur. Celâli fetretinden dolayı sancağa çıkamamıştır. Babasının 1603’te ölümü
üzerine on dört yaşında tahta geçmiştir. 1617’de yirmi sekiz yaşında vefat etmiştir.
Sert, ihanet edenleri affetmeyen bir mizaca sahip olmuştur. Zevk u sefaya
kapılmayan, dindar ve hayır sahibi bir padişâh olduğu için halkın güvenini kazanmıştır.
Ava ve cirit oyununa merakının yanı sıra şiir de yazan I. Ahmed, Bahtî mahlasını
kullanmıştır. Döneminde saltanatın intikali değişerek kendisinden sonra hanedanın en
büyük ferdinin tahta geçmesi benimsenmiştir (İLGÜREL 1989:30-33). Devlet adamı
seçmekte isabetli davranarak Lala Mehmed Paşa ve Kuyucu Murad Paşa’yı sadrazam
yapmıştır. Babaannesi Safiye Sultan’ın, babası devrinde politikaya karışmasını çocuk
yaşında fark etmiş ve tahta çıkınca onu Topkapı Sarayı’ndan Eski Saray’a sürmüştür.
Ancak -kaderin garip bir cilvesi olsa gerek- Sultan Ahmed’in zevcelerinden Kösem
Mâhpeyker de ileride Osmanlıların en çok politikaya karışan kadını olmuştur
(GÖKDOĞAN 2002:190). XVI. yüzyıl kasîdelerinin değerlendirildiği tezde Sultan I.
101
Ahmed’e sunulan kasîde sayısı beş olarak gösterilmiştir (ÇAKICI 1996:50). Ancak
Sultan I. Ahmed XVII. yüzyılda padişâhlık yapmıştır. XVII. yüzyılda ise 624 kasîdeden
108’i Osmanlı sultanlarına sunulmuştur. Bunlardan başka Osmanlı sultanları ile devrin
vezirlerinin birlikte övüldükleri kasîdeleri de hesaba katarsak bu sayı 111’e ulaşır. Bu
yüzyılda Sultan I. Ahmed 1603-1617, Sultan II. Ahmed ise 1691-1695 tarihleri arasında
padişâhlık yapmıştır. Hangi padişâha kaçar kasîde sunulduğu tespit edilememiştir.
Toplamda Sultan Ahmed (I. veya II.)’e otuz kasîde sunulmuştur (AYDEMİR
1994:XLIV).
Sultan I. Ahmed’in tahta çıktığı yılları takiben İstanbul’a gelen Nef’î (ö.
1635), I. Ahmed başta olmak üzere I. Mustafa, II. Osman ve IV. Murad dönemlerini
görmüştür. Nef’î, bu dört padişâh arasında en fazla I. Ahmed ile IV. Murad’ı sevmiş ve
en fazla bunların lûtuf ve ihsânını görmüştür. Nef’î, Sultan I. Ahmed zamanında önce
maden mukataacısı daha sonra maden kâtibi olmuştur. Sultan I. Ahmed’e sekiz kasîde
sunmuştur. Dönemin önde gelen devlet adamlarıyla da arası iyi olan Nef’î, bu dönemin
sadrazamlarından Kuyucu Murad Paşa’ya, Nasuh Paşa’ya, Damad Mehmed Paşa’ya ve
Halil Paşa’ya da kasîdeler sunmuş, karşılığında da çeşitli câizeler elde etmiştir
(KARAHAN 1972:3).
Bu dönemin âlim-şâirlerinden olan Şeyhülislâm Yahyâ (ö. 1643-44), ilk
eğitimini babası Şeyhülislâm Bayramzâde Zekeriya Efendi’den ve devrin önde gelen
âlimlerinden almıştır. Medreseyi bitirdikten sonra çeşitli yerlerde müderrislik ve
kadılıklarda bulunmuş, sırasıyla Anadolu ve Rumeli kazaskeri ve nihayet Sultan I.
Ahmed zamanında şeyhülislâm olmuştur (İPEKTEN 2000a:22).
Dönem şâirlerinden Riyâzî (ö. 1644), I. Ahmed döneminde de medrese
tahsilindeki yükselişini sürdürmüştür. 1605’te Davud Paşa Medresesi’ne, 1607’de
Fatma Sultan Medresesi’ne, 1608’de Siyavuş Paşa ve aynı yıl Mihr ü Mâh
Medresesi’ne, 1609’da Sahn Medresesi’ne tayin edilmiştir. 1610’da Edirne Bâyezidiyye
Medresesi’ne tayin edilmişse de gitmeyerek bu görevden azledilmiştir. 1612’de tekrar
Sahn-ı Seman Medresesi’ne tayin edilmiş ve 1613’te Üsküdar Valide Sultan
Medresesi’ne alınmıştır. Riyâzî müderrislik görevlerinden sonra 1613’te Yenişehir
kadılığına tayin edilmiştir. 1617’de Şam kadılığına nakledilmiştir (AÇIKGÖZ 1990:2-
3). Riyâzî, bu dönemde I. Ahmed’e bir kasîde sunmuştur (AÇIKGÖZ 1990:27). Ayrıca
102
Sultan I. Ahmed’e Riyâzüş-Şuârâ adlı tezkiresini 1609’da tamamlayarak sunmuştur
(AYAN 1987:145).
Bu dönemin diğer bir şâiri de Mehmed Çelebi (ö. 1630)’dir. Hz.
Muhammed’in soyundan geldiği için Hâşimî mahlasını almıştır. Bir ara saraçlık yaparak
geçimini sağlamaya çalışmış ve daha sonra kadılığa geçmiştir. Dönemin padişâhı Sultan
I. Ahmed ve Sadrazam Nasuh Paşa ile yakın dostluk kurmuştur (AYAN 1987:93).
Azmîzâde Haletî, Sultan I. Ahmed döneminde de kadılık görevini
sürdürmüştür. 1611’de Edirne kadılığına atanan Haletî, bir müddet sonra Şam’a
nakledilmiştir. 1613’te İstanbul kadılığına getirildiyse de kısa bir süre sonra azledilmiş
ve dört yıl görev almamıştır (AYAN 1987:96).
4.1.1.12. Sultan I. Mustafa (1617-1618/1622-1623)
Sultan I. Ahmed’in kardeşi olan I. Mustafa’nın tahta geçmesiyle, saltanatın
intikalinde önemli bir değişiklik olmuştur. Babadan oğula geçen saltanat bu dönemde
kardeşe geçmiştir. Sultan Mustafa, psikolojik bakımdan sağlıklı olmadığı için üç aylık
saltanatından sonra hal edilmiştir. Daha sonra II. Osman’ın tahttan indirilip
öldürülmesiyle I. Mustafa ikinci kez tahta çıkmıştır. On altı ay kadar süren bu ikinci
padişâhlığı sırasında İstanbul’da huzur temin edilememiş, Anadolu’da da huzur
kalmamış ve Celalî hareketleri yeniden başlamıştır (GÖKDOĞAN 2002:190).
XVI. yüzyıl kasîdelerini konu alan tezde I. Mustafa’ya sunulan kasîde sayısı
üç olarak gösterilmiştir (ÇAKICI 1996:50). XVII. yüzyılda Sultan I. Mustafa (1617/18-
1622-23) ve Sultan II. Mustafa ( 1695-1703)’ya sunulan kasîdelerin sayısı ise dörttür
(AYDEMİR 1994:XLIV).
Sultan I. Mustafa döneminde de şöhretini sürdüren Nef’î (ö. 1635), I.
Ahmed’e ve devlet adamlarına onca kasîde sunmuş olmasına rağmen bu dönemin
padişâhına bir cülûsiye bile yazmamıştır. Bu sebeple Nef’î, sadece câize almak
amacıyla değil, gerçekten sevdiği kişilere şiir yazmıştır (KARAHAN 1972:4).
4.1.1.13. Sultan II. Osman (1618-1622)
Sultan Osman, amcası I. Mustafa’nın birinci defadaki hal’inde hükümdar
ilan edilmiştir. Samimi olarak birtakım ıslahatlar yapmak istemiş; ancak gerek genç yaşı
gerek muhiti buna izin vermemiştir. Lehistan seferine giderken belki muhalefete kalkar
103
düşüncesi ile kendisinden sonra yaşça en büyük kardeşi olan Şehzâde Mehmed’i
öldürterek babası I. Ahmed’in cülûsundan beri terkedilmiş olan kardeş katli meselesini
yeniden ortaya çıkarmıştır. Sultan II. Osman, saray ananesi hilâfına yani câriye
istifraşına aykırı olarak Hoca Sadeddin Efendi’nin oğlu Şeyhülislâm Esad Efendi’nin
kızı Akile Hanım’ı nikahlamış ve kendisi tarafından Pîr Üsküdarî Aziz Mahmud Hüdâyî
Efendi vekil olmuştur. Sultan II. Osman silah kullanmakta, binicilikte hüner sahibi olup,
Fârîsî mahlasıyla şiirler yazmıştır (UZUNÇARŞILI 1988b:585-586). 1618-1622 yılları
arasında Osmanlı tahtında bulunan Sultan II. Osman’a bu süre zarfında on iki kasîde
sunulmuştur (AYDEMİR 1994:XLIV).
Bu dönemde Şeyh Mehmed, Sultan II. Osman adına Baytarnâme adında
edebî bir eser yazmıştır. Ayrıca Sultan II. Osman’ın emriyle Taşköprüzâde Kemal
Efendi Mevzuatü’l-Ulûm adlı tercüme ve mensur şehnâme kaleme almıştır. Dîvân-ı
Hümâyun kâtiplerinden Edirneli Mehmed Efendi de Nuhbetü’t-Tevârih ve’l-Ahbâr adlı
tarih kitabını II. Osman’a takdim etmiştir (GÖKDOĞAN 2002:190).
Sultan II. Osman’ın padişâhlığında da varlığını sürdüren Nef’î (ö. 1635),
padişâha bir cülûsiyye, bir bahariyye, yeni yapılan kasr ve Lehistan seferi için birer
kasîde olmak üzere toplam dört kasîde sunmuştur. Ayrıca bu dönemin sadrazamlarından
Güzelce Ali Paşa ile Hüseyin Paşa’ya da birer kasîde sunmuştur (İPEKTEN 2000a:58).
Riyâzî’nin kadılık mesleği Sultan II. Osman zamanında da devam etmiştir.
Bu dönemde 1620’de Kudüs kadılığına atanmışsa da bu görevinden aynı yıl
azledilmiştir (AÇIKGÖZ 1990:3). Dört yıl Osmanlı tahtında kalan Sultan II. Osman’a,
Riyâzî sadece bir kasîde sunmuştur (AÇIKGÖZ 1990:27).
Dönem şâirlerinden Nev’i-zâde Atâî, Dîvân’ındaki kasîdelerde Sultan II.
Osman’ın övgüsüne yer verdiği gibi Sâkî-nâme adlı eserini de Sultan II. Osman’a ithaf
etmiştir (AYAN 1987:127).
Sultan I. Ahmed döneminde görevinden alınan Haletî, bu dönemde Sultan
II. Osman’a bir arz-ı hâl takdim ederek bağışlanmış ve 1618’de Mısır kadılığına
atanmıştır (AYAN 1987:96).
4.1.1.14. Sultan IV. Murad (1623-1640)
Sultan IV. Murad, XVII. yüzyılda gelmiş olan Osmanlı padişâhları arasında
en değerlisidir. Hükümdarlığının ilk dokuz yılı çocukluk ve acemilik devri olup devletin
104
durumu da bu dönemde pek parlak olmamıştır. Yirmi bir yaşında devlet işlerini bizzat
eline alarak bozulan düzeni düzeltmeye çalışmış ve Muradî mahlası ile şiirler yazmıştır
(UZUNÇARŞILI 1988b:586-588). XVII. yüzyılda Osmanlı sultanları adına yazılan 111
kasîdenin 43’ü IV. Murad’a sunulmuştur (AYDEMİR 1994:XLIV). Böylelikle bu
yüzyılda kendisine en fazla kasîde sunulan padişâh IV. Murad olmuştur.
Nef’î (ö. 1635), en fazla iltifatı Sultan IV. Murad döneminde görmüştür.
Kendisi de şiirle uğraşan Sultan IV. Murad, sert mizacına uygun düşen Nef’î’nin
övgülerini de hicivlerini de pek beğenmiştir. Onu meclislerinde bulundurup çeşitli
ihsânlarla ihya etmiştir. Bu dönemde Nef’î, padişâha on iki kasîde sunduğu gibi
Sadrazam Hafız Mehmed Paşa’ya, Husrev Paşa’ya ve İlyas Paşa’ya da kasîdeler
sunmuştur. İlyas Paşa’ya sunduğu kasîdenin karşılığında 1000 duka altını, 10 top Frenk
kumaşı, 10 elbiselik kumaş, bir küheylan, bir Çerkes cariye, bir samur kürk ve ayrıca 10
katır yükü eşya almıştır (İPEKTEN 2000a:60). Ancak Nef’î’nin bu ihtişamlı günleri
talihsiz bir olayla son bulmuştur. Sultan IV. Murad, Beşiktaş’taki köşkünde Nef’î’nin
Sihâm-ı Kaza adlı eserini okurken yanıbaşına bir yıldırım düşmüş, düşmanları bu
durumu fırsat bilip bunun bir uğursuzluk olduğunu ve buna Nef’î’nin sebep olduğunu
söylemişlerdir. Sultan IV. Murad, daha önceden azillere maruz kalan Nef’î’yi
görevinden uzaklaştırdığı gibi bir daha hiciv yazmamasını da istemiştir. Edirne’ye
sürgüne gönderilen Nef’î, sultana üst üste sunduğu kasîdeleri ile bağışlanmış ve
kendisine cizye muhasebeciliği görevi verilmiştir (KARAHAN 1972:4).
Müderrislik ve son olarak kadılık görevlerinde inişli çıkışlı bir grafik
sergileyen Riyâzî, IV. Murad döneminde 1623’te son görev yeri Kahire’ye kadı olarak
atanmıştır. Rahatsızlığından dolayı bu görevinde bir yılını doldurmadan emekliye
ayrılmıştır (AÇIKGÖZ 1990:3). Sultan I. Ahmed ile Sultan II. Osman’a birer kasîde
sunan Riyâzî, Sultan IV. Murad’a ise beş kasîde sunmuştur (AÇIKGÖZ 1990:27).
XVI. yüzyıl şâirlerinden İlmî-i Nâzik’in oğlu Mehmed Şerîf Çelebi (ö.
1645), Sabrî mahlası ile şiirler yazmıştır. Medrese öğreniminden sonra müderrislik ve
kadılıklarda bulunmuş, daha sonra Sultan IV. Murad’ın nedîmleri arasına katılmıştır.
IV. Murad zamanında şöhret kazanan Sabrî XVII. yüzyılda kasîde alanında Nef’î’den
sonra en kuvvetli şâir olarak görülmüştür (İPEKTEN 2000a:20).
105
Nev’i-zâde Atâî, Sultan IV. Murad’a takdim ettiği kasîdelerin yanı sıra
Nefhat ül-Ezhâr ile Sohbet ül-Ebkâr adlı tasavvufi mesnevilerini de ithaf etmiştir
(AYAN 1987:127).
Sultan IV. Murad dönemi şâirlerinden Fehîm-i Kadîm (ö. 1647), yazdığı
musammatta Rumdaki mevki sahiplerinin cimriliğinden, zerafetten uzak oluşlarından,
değer bilmeyişlerinden, şâirlerin rezilliklerinden şikayetle Mısır’a vali olan Eyyub
Paşa’nın himâyesine girerek Kahire’ye gitmiştir. Kahire’de Eyyub Paşa’nın kâtibi
olarak görev yapmıştır. Fehîm, içindeki gurbet acısını dindirmek için kendisini içkiye
vermiş ve bunun sonucunda şâir Mezâkî’nin de etkisiyle Eyyub Paşa’nın gözünden
düşmüştür. Dîvân’ında yer alan on yedi kasîdenin ikisini Mısır Valisi Eyyub Paşa’ya,
birini Mısır Dizdarı Mehemmed Ağa’ya, birini de Sultan IV. Murad’a sunmuştur. Mısır
Dizdarı Mehemmed Ağa’nın yardımlarıyla Mısır hazinesini İstanbul’a götürecek
kafileye dahil edilmiş; ancak İstanbul’a ulaşamadan Konya civarında ölmüştür
(ÜZGÖR 1991:5-8).
Bu dönem şâirlerinden bir diğeri de Tıflî (ö. 1660)’dir. Doğum yeri olan
Trabzon’da öğrenimini tamamlayarak İstanbul’a gelmiş ve Sultan IV. Murad’ın
meclislerine girerek nedîmi olmuştur (AYAN 1987:186).
Bu dönemin âlim-şâirlerinden bir diğeri Şeyhülislâm Bahâyi Efendi’dir.
1630 yılına kadar çeşitli medreselerde müderrislik yaptıktan sonra bu tarihte Selanik
kadılığına atanmıştır. Bu görevden bir yıl sonra alınmış ve 1633’te Halep kadılığına
getirilmiştir. Bahâyi, bu görevindeyken Halep Valisi Ahmed Paşa ile anlaşamamış ve
valinin Sultan IV. Murad’a şikayeti üzerine görevinden azledilerek Kıbrıs’a sürgüne
gönderilmiştir. Bahâyi, 1636’da affedilmiş ve kendisine Şam kadılığı verilmiştir
(TOLASA 1979:14).
Haletî, mesleki hayatındaki yükselişini Sultan IV. Murad zamanında da
sürdürmüştür. Sultan IV. Murad’ın tahta geçmesinden bir ay sonra Anadolu kazaskeri
olan şâirimiz, 1627’de Rumeli kazaskerliğine tayin edilmiştir. Bu görevde bir yıl
kaldıktan sonra 1628’de Silistre arpalığı ile tekaüde ayrılmıştır (AYAN 1987:96).
Şeyhülislâm Yahyâ (ö. 1644), Sultan IV. Murad zamanında şiirleriyle ve
nüfuzuyla şöhret bulmuştur. Padişâhla birlikte Bağdat ve Revan seferlerine katılmış,
Sultan Murad başta olmak üzere tüm saray ricâlinin hürmetini kazanmıştır (İPEKTEN
2000a:22).
106
Bu dönemin diğer bir şâiri de Mantıkî (ö. 1634)’dir. Doğum yeri olan
Şam’da eğitimini tamamlayarak İstanbul’a gelmiş ve kısa bir süre sonra Halep ve Şam
valiliklerine atanmıştır. 1634’te Şam kadısı iken bir iftiraya uğrayarak Sultan IV. Murad
tarafından öldürtülmüştür (AYAN 1987:103).
Bu dönemde şâirlerden başka âlimler, hekimler vs. de eserlerini padişâha
sunmuşlardır. Şirvanlı Şemseddin İtâkî, Teşrîh-i Ebdân ve Terceman-ı Kitabe-i
Feylesofân adında resimli genel bir tıp kitabı yazmış ve padişâha takdim etmiştir.
Diyarbakırlı Molla Mehmed Çelebi de Sultan IV. Murad’ın emriyle tefsir, hadis, beyan,
meâni, mantık, kelam, geometri ve astronomiden bahseden Es’ile (Sorular) adlı eserini
yazmıştır. Re’isü’l-küttâb Bosnalı Hüseyin Efendi, Bağdat seferine giderken Sultan IV.
Murad’ın emriyle Bedreddin Hasan Çelebi’nin Arapça peygamberler ve halifeler
tarihini Türkçeye çevirmiştir. Edirneli Mehmed Efendi, II. Osman’a takdim ettiği
eserini bu dönemde Sultan IV. Murad’a da sunmuştur (GÖKDOĞAN 2002:192).
4.1.1.15. Sultan İbrahim (1640-1648)
Sultan İbrahim, sekiz yıllık saltanatının ilk dört yılının Vezir-i âzam
Kemankeş Kara Mustafa Paşa sayesinde istikrarlı ve huzurlu geçirmiştir. Bu dönemde
devlet yönetiminde Kösem Sultan etkili olmuştur. Birtakım ruhî sıkıntılar içinde
bulunan Sultan İbrahim zamanında büyük çaplı hayır eserleri meydana getirilememiştir
(EMECEN 2000:274-281). 1640-1648 yılları arasında Osmanlı tahtında bulunan Sultan
İbrahim’e beş kasîde sunulmuştur (AYDEMİR 1994:XLIV).
Sultan IV. Murad dönemi âlim-şâirlerinden Bahâyi, mesleki alandaki
yükselişini Sultan İbrahim döneminde de sürdürmüştür. Şam kadılığından sonra 1644’te
Edirne kadılığına ve 1645’te de İstanbul kadılığına getirilmiştir. İstanbul kadılığında
bulunduğu süre zarfında bir müddet Üsküdar kadılığı da yapan Bahâyi, 1646’da önce
Anadolu kazaskerliğine ve daha sonra Rumeli kazaskerliğine atanmıştır. Bu görevinde
bir yıl kalmadan azledilen Bahâyi, 1647’de tekrar Rumeli kazaskeri yapılmıştır
(TOLASA 1979:15).
Sultan İbrahim döneminde de şeyhülislâmlık makamında bulunan
Şeyhülislâm Yahyâ, padişâhın akli sağlığının bozukluğu ve Valide Sultan’ın devlet
işlerine karışması sebepleriyle başta Cinci Hoca olmak üzere bir sürü softanın sarayı
istilasından sonra rahatı kaçmış ve hatta ihtiyar halinde padişâhtan hakaret görmeye
107
başlamıştır. Bu kötü muameleye pek fazla dayanamayarak 1643/44 yılında ölmüştür
(İPEKTEN 2000a:22).
4.1.1.16. Sultan IV. Mehmed (1648-1687)
Yedi yaşında hükümdar olan Sultan IV. Mehmed, sadareti elinde bulunduran
Köprülü ailesi sayesinde rahat bir saltanat sürmüştür. En sıkıntılı dönemlerde bile devlet
işlerini bırakıp ava çıktığı için “Avcı” lakabını almıştır. Musikîye düşkün olması
sebebiyle sarayda birçok musikîşinas bulundurmuştur. Hafız Post ve Itrî, Sultan IV.
Mehmed’in birçok ihsânına nail olmuştur (UZUNÇARŞILI 1988b:588-589). Sultan IV.
Mehmed’e XVII. yüzyıl şâirleri on dört kasîde sunmuştur (AYDEMİR 1994:XLIV).
Sultan IV. Mehmed de âlim ve sanatkârları koruyup kollayarak geleneği
sürdürmüştür. Zamanının çoğunu Edirne’de geçirdiği için devrinde şehir çok
gelişmiştir. Sultan IV. Mehmed, iki saray hekimine iki ayrı kitap yazdırmıştır.
Bunlardan Halepli Salih ibn Nasrullah ibn Sellum (ö. 1670), Gayet el-Beyân fî Tedbir
Beden el-İnsan adlı eserini 1655’te padişâha sunmuştur. Hayatizâde Mustafa Fevzi ise
Resâil el-Müşfiye fî Emrâz el-Müşkile adlı eseri yazarak padişâha takdim etmiştir
(GÖKDOĞAN 2002:194).
Bahâyî, devlet kademesindeki görevlerini inişli çıkışlı sürdürürken nihayet
1649’da Sultan IV. Mehmed döneminde şeyhülislâmlık makamına getirilmiştir. Ancak
bu görevinden de bir süre sonra alınmış ve Midilli’ye sürgüne gönderilmiştir. Midilli’ye
giderken uğradığı Gelibolu’da kalmasına göz yumulan Bahâyî’nin talihi Siyavuş
Paşa’nın sadarete gelmesi ile düzelmiş, Sultan IV. Mehmed tarafından da kendisine
çeşitli hediyeler verilmiştir (TOLASA 1979:20). Bahâyî Efendi, I. Ahmed, I. Mustafa,
II. Osman, IV. Murad, İbrahim ve IV. Mehmed dönemlerini görmesine rağmen sadece
IV. Murad’a, IV. Murad’ın başveziri Mehmed Paşa’ya, ve IV. Murad’ın
musâhiblerinden Silahdâr ve Kapdan-ı Derya Mustafa Paşa’ya kasîde yazmıştır
(TOLASA 1979:30).
XVI. yüzyılın tanınmış âlimlerinden Mehmed Birgivî Efendi’nin torunu
olan İsmetî (ö. 1665), medrese öğrenimini tamamladıktan sonra uzun yıllar
müderrisliklerde ve kadılıklarda bulunmuştur. Daha sonra Sadrazam Köprülü Mehmed
Paşa tarafından Anadolu kazaskerliğine getirilmiştir. Bir yıl sonra bu mevkiden
uzaklaştırılan İsmetî, daha yüksek bir makam olan Rumeli kazaskerliğine getirilmiştir.
108
İyi huylu, nazik ve hoş sohbet olmasından dolayı devrinde sevilip sayılmış ve ilim ve
şiir toplantılarının aranılan siması olmuştur. Kendisi de köşkünde âlim ve şâirleri
toplamıştır (İPEKTEN 2000a:26).
Nâbî (ö. 1712), 1665/66’da Urfa’dan İstanbul’a gelip sunduğu şiirleri ile
Musâhîb Paşa’ya intisâb etmiştir. Nâbî, Musâhîb Mustafa Paşa sayesinde kısa zamanda
dîvân kâtibi olmuştur. Şiirleriyle de IV. Mehmed’in dikkatini çekmiş, padişâhın av
gezmelerine davet edilmiştir. 1678’de hacca giden Nâbî, dönüşte Musâhîb Mustafa
Paşa’ya kethüda olmuştur. Musâhîb Mustafa Paşa, 1685’te Kapudan-ı Deryalık görevi
ile Mora’ya atanınca Nâbî de Mustafa Paşa ile birlikte Mora’ya gitmiştir. Musâhîb
Mustafa Paşa’nın Boğazhisar muhafızlığı görevinde vefat etmesi üzerine Nâbî,
İstanbul’dan ayrılıp Halep’e gitmiştir (BİLKAN 1999:6-7).
IV. Mehmed dönemi şâirlerinden Abdülbâki Arif Efendi (ö. 1713), Rumeli
kazaskeri Memikzâde Mustafa Efendi’den mülazemet aldıktan sonra bir müddet
Harameyn evkafı kâtipliği yapmış, daha sonra 1665’te İstanbul’da kırk akçe yevmiyeli
Defterdâr Yahyâ Medresesi müderrisliğine ve 1668’de Mâlulzâde Medresesi
müderrisliğine tayin edilmiştir. Şiirlerinde Ârif mahlasını kullanan Abdülbâki Efendi,
önce Köprülüzâde Ahmed Paşa’ya ve sonra eniştesi Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’ya
intisâb etmiştir. Bu dönemde Ârif, çeşitli medreselerde müderrislik yapmış ve 1681’de
Selanik kadılığına getirilmiştir. Halkın şikayeti üzerine 1683’te IV. Murad’ın fermanı
ile meslekten çıkarılıp sürgüne gönderilmiştir (UZUN 1988:195).
Bu dönemin diğer bir şâiri Vecdî (ö. 1661), öğrenimini tamamladıktan sonra
Dîvân-ı Hümâyun’da kâtip olmuş ve bu arada Köprülü Mehmed Paşa’nın himâyesini
kazanmıştır. Ancak bu durumu çekemeyen düşmanlarının etkisiyle kısa sürede Mehmed
Paşa’nın gözünden düşmüş ve idam edilmiştir (İPEKTEN 2000a:25).
Sultan Mehmed dönemi şâirlerinden Feyzî, Musâhîb Mustafa Paşa’nın
nedîmlerindendir. Mustafa Paşa’nın meclislerinde bulunarak hayli itibar görmüştür
(ALTUNER 1989:631).
Bu dönem şâirlerinde bir diğeri de Fasîh mahlası ile şiirler yazan Ahmed (ö.
1699)’dir. İlmî ve siyasî açıdan güçlü bir aileden gelmiştir. Şiir ve inşadaki ustalığının
yanı sıra hat ve resim sanatıyla da yakından ilgilenmiştir. Fasîh Ahmed, dîvân kâtipliği
görevinde iken Köprülü Mehmed Paşa’nın kendisinden sonra yerine tavsiye ettiği ve
bunun üzerine Sultan IV. Mehmed’in 1661’de sadrazamlığa getirdiği Köprülüzâde Fazıl
109
Ahmed Paşa’ya intisâb etmiştir. Fasîh, Fazıl Ahmed Paşa’nın birçok iyiliğini görmüş ve
hazine kâtipliğine getirilmiştir. Daha sonra Fazıl Ahmed Paşa’nın hazine kâtipliğinden
haber vermeden ayrılarak Mevleviliğe geçmiş ve geçimini hat talim ederek ve Dîvân
yazarak sağlamıştır (MUALLİM NACİ 2000:161). Fasîh sadece birçok iyiliğini
gördüğü Köprülüzâde Fazıl Ahmed Paşa’ya tek bir kasîde yazmıştır (ÇIPAN 2003:73).
Emînî (ö. 1666), Bursa’dan İstanbul’a gelip Kara Çelebizâde Mehmed
Efendi’den mülâzım olduktan sonra kendisine medrese ihsân olunmuştur. Müderrislikte
derece derece yükselmiş ve Sofya’ya müftü olarak atanmıştır. Daha sonra Kıbrıs ve
Ankara başta olmak üzere çeşitli yerlerde kadılık yapmıştır. En son kendisine Mekke-i
mükerreme payesi verilmiştir (ALTUNER 1989:41-42).
Ünsî (ö.1667), Kütahya’dan İstanbul’a gelmiş ve eğitimini tamamlayarak
Şeyhülislâm Bahâyî Efendi’den mülâzım olmuştur. Daha sonra Şam, Kütahya ve
Üsküdar’da kadılık yapmıştır. Fazıl Ahmed Paşa’ya kasîdeler sunmuş ve Fazıl Ahmed
Paşa’nın ihsânına nail olmuştur (ALTUNER 1989:43).
Acem Ahmed Efendi diye meşhur olan Ahmed, İshak Efendi’ye hacelik
yapmıştır. Daha sonra Bursa’da inzivaya çekilmiş, Fazıl Ahmed Paşa’nın sadarete
gelmesi ile İstanbul’a davet edilmiş ve Anadolu muhasebeciği ile sefere götürülmüştür
(ALTUNER 1989:57).
Haylî, kitabetteki kudreti sayesinde o dönemde Mısır valisi olan İbrahim
Paşa’nın vezir efendisi olmuş ve daha sonra Köprülüzâde Fazıl Ahmed Paşa’ya intisâb
ederek tezkireciliğini yapmıştır (ALTUNER 1989:204).
Nigâhî, Yenişehir’den İstanbul’a gelip bazı vezirlerin ve paşaların dîvân
kâtipliğini yaptıktan sonra Rumeli’de serasker olan Şişman İbrahim Paşa’ya dîvân
efendisi olmuştur. Daha sonra Vezir-i âzam Maktul Mustafa Paşa’ya tezkireci olmuştur.
Hayatının geriye kalan döneminde Köprülüzâde Fazıl Ahmed Paşa’ya ve Ali Paşa’ya
tezkirecilik yapmıştır (ALTUNER 1989:870).
Bu dönem şâirlerinden Nazîm Yahyâ (ö. 1727), gençliğinde Enderûn’a
alınıp iyi bir eğitime tabi tutulmuştur. Kilâr-ı hassa nöbetçi başılığına getirilmiş ve
şiirleri ile Sultan IV. Murad’ın dikkatini çekerek bir ferman ile İstanbul’un meyve-i ter
pazarbaşılığı görevine atanmıştır. Yahyâ, Fazıl Ahmed Paşa, Musâhîb Mustafa Paşa ve
Amcazâde Hüseyin Paşa gibi devrin önde gelen devlet adamlarına kasîdeler yazmıştır
(İPEKTEN 1987:225).
110
Nisârî, Tevârîh-i ‘Al-i Osmâni adlı esri nazm ederek Sultan Mehmed’e verip
ihsânlarına mahzar olmuştur (ALTUNER 1989:826).
Dönem şâirlerinden Abdî (ö. 1692), küçük yaşta saraya alınmış ve içoğlanı
olarak yetiştirilmiştir. Kısa zamanda yükselerek vezir unvanını alan Abdî Paşa, 1669’da
nişancılığa getirilmiştir. Abdî Paşa, şâirliğinden çok tarihçiliği ile tanınmıştır. Sultan IV.
Mehmed, kendi saltanat devrinin tarihini yazmakla Abdî Paşa’yı görevlendirmiştir.
1648-1682 yılları arasını kapsayan tarih asıl adı olan Vekâyi-nâme’den çok Nişancı
Tarihi adı ile meşhur olmuştur (AYAN 1987:251).
Tâlib (ö.1642), Bosna’dan İstanbul’a gelerek Köprülüzâde Fazıl Ahmed
Paşa’ya intisâb etmiştir. Uzun süre Fazıl Ahmed Paşa’nın hizmetinde bulunarak
Re’isü’l-küttâblığa kadar yükselmiş ve bu görevde iken vefat etmiştir (ALTUNER
1989:491-492).
Fennî (ö. 1715), Fazıl Ahmed Paşa’ya kasîdeler sunmuş, kendisine cizye
kitabeti verilmiştir (MUALLİM NACİ 2000:286). Daha sonra Fennî, Fazıl Ahmed
Paşa’nın da katkısıyla Sultan Mehmed’e intisâb etmiştir. Padişâhın meclislerinde
bulunmuş ve ihsânlarına nail olmuştur (ALTUNER 1989:658). Fennî, varlığını Sultan
III. Ahmed dönemine kadar sürdürmüştür.
4.1.1.17. Sultan II. Süleyman (1687-1691)
Sultan İbrahim’in ikinci oğludur. Kardeşi IV. Mehmed’in saltanatı
döneminde kafes hayatı yaşamıştır. Fazıl Ahmed Paşa’nın sadaret kaymakamlığı
sırasında kırk yedi yaşında tahta çıkmıştır. Fazıl Ahmed Paşa’nın sadarete gelmesi
sonucu Balkanlar’daki tehlike önlenmiştir. Saltanatı süresince sadrazamların etkisi
altında kalmıştır (UZUNÇARŞILI 1988b:590). Kısa süren saltanatı bir geçiş dönemidir.
Halkın şikayeti üzerine 1683’te IV. Murad’ın fermanı ile meslekten çıkarılıp
sürgüne gönderilen Abdülbâki Efendi, Sultan II. Süleyman döneminde affedilmiş ve
kendisine Bursa kadılığı verilmiştir (UZUN 1988:196)
Dönem şâirlerinden Râmî mahlası ile şiirler yazan Mehmed (ö. 1707), Nâbî
ve Sami Bey sayesinde maarif erbâbının çevresine girmiştir. Musâhîb Mustafa Paşa’nın
dîvân efendisi Nâbî vasıtasıyla masraf kâtipliğine getirilen Râmî Mehmed Efendi, daha
sonra Nâbî’nin bu görevden ayrılmasıyla dîvân efendisi olmuştur. Nâbî ile birlikte
hacdan İstanbul’a dönüşünde beylikçi yapılmıştır (AYAN 1987:264).
111
4.1.1.18. Sultan II. Ahmed (1691-1695)
Sultan II. Ahmed, 1643 yılında dünyaya gelmiştir. Kardeşi II. Süleyman’ın
yerine 23 Haziran 1691’de kırk dokuz yaşında Edirne’de tahta çıkmıştır. Hassas ve
hiddetli bir mizaca sahip olan II. Ahmed, şiir, musikî ve hat sanatı ile de ilgilenmiştir
(İLGÜREL 1989:33-34). Dört yıllık saltanatı şâirler için bir geçiş dönemi olmuştur.
4.1.1.19. Sultan II. Mustafa (1695-1703)
Amcasının ölümü üzerine, Sultan IV. Mehmed’in büyük oğlu Sultan II.
Mustafa tahta geçmiştir. İyi bir eğitim almış, hat sanatının yanı sıra şiir ve musikîyle de
ilgilenmiştir. Kendisinden sonra gelen padişâhların hiç birisi baş kumandanlık
yapmamıştır. Bu dönemde aynı zamanda şâir olan müneccimbaşı Derviş Ahmed ibn
Lütfullah el-Karamanî es-Selânikî el-Mevlevî (ö. 1702), Câmi’ud-Düvel adında genel
bir İslâm tarihi yazmıştır (GÖKDOĞAN 2002:195).
II. Süleyman ve II. Ahmed’in padişâhlığı sırasında Halep’te bulunan Nâbî,
bu süre zarfında devletin yardımlarıyla rahat bir yaşam sürmüştür. Nâbî, II.
Süleyman’ın ve II. Ahmed’in tahta çıkışlarında sezsiz kaldığı halde II. Mustafa’nın
tahta geçişini bir cülûs kasîdesiyle kutlamıştır. Bu dönemde Nâbî, dostları Hacı Ali
Paşa, Amcazâde Hüseyin Paşa, Daltaban Mustafa Paşa, Râmî Mehmed Paşa’nın vezaret
ve sadaret makamına geçmeleri ile ilgili tebrik kasîdeleri yazmıştır. Çorlulu Ali
Paşa’nın sadrazamlığa gelişi ile şâirin devlet tarafından bağlanan maaşı kesilmiş ve evi
de elinden alınmıştır. Halep Beylerbeyliği’ne tayin olan Baltacı Mehmed Paşa, Nâbî’yi
bu zor durumdan kurtarmış ve maaşı ile evini kendisine geri vermiştir. Baltacı Mehmed
Paşa, 1710’da yeniden sadarete geçince Nâbî’yi de beraberinde İstanbul’a getirmiştir.
İstanbul’a dönen Nâbî, sırasıyla Darphâne eminliği ile Başmukabelecilik ve Mukabele-i
süvârî görevlerine getirilmiştir (BİLKAN 1999:8-11).
II. Mustafa dönemi şâirleri arasında da yer alan Abdülbâki Efendi, 1698
yılında İstanbul kadısı olmuştur. II. Mustafa’nın son dönemlerinde 1702’de Anadolu
kazaskerliğine getirilmiştir (UZUN 1988:196).
Bu dönem şâirlerinden Mâhîr, mülâzım olduktan sonra Edirne’de
müderrisliğe atanmıştır. Mâhîr’in Edirne’deki müderrislik yılları Sultan Mustafa’nın
şehzâdeliğine denk gelmiştir. Sunduğu kasîde ve gazelleri ile şehzâdeye intisâb etmiştir.
112
Şehzâdenin tahta geçmesiyle birlikte Mâhîr de İstanbul’a getirilmiş ve İstanbul
müderrisleri arasına katılmıştır (ALTUNER 1989:790-791).
Ahmed Neylî (ö. 1748), şiire erken yaşlarda başlayıp devrin padişâhı Sultan
II. Mustafa’ya kasîdeler sunmuştur. Müderrislik isteği ile Feyzullah Efendi’nin ikinci
şeyhülislâmlığında sunduğu:
Yine ahd-i kerem hengâm-ı feyz-i lutf u ihsândır
Zamâne bu zamâne dem bu dem devrân bu devrândır
matlalı kasîde ile Cafer Ağa Medresesi müderrisliğini almıştır. Damad
İbrahim Paşa dönemine kadar çeşitli medreselerde müderrislik yapmıştır (İPEKTEN
1987:350).
Bu dönem şâirlerinden Nahîfî (ö. 1738), öğrenimini tamamladıktan sonra
Yeniçeri kaleminde kâtip olmuştur. Bu dönemde İran’a elçi olarak gönderilen Ebu
Kavuk Mehmed Paşa’nın maiyetine katılarak İran’a gitmiştir (MUALLİM NACİ
2000:105).
Bu dönem şâirlerinden Selîm, Bursa’da Muradiye Medresesi müderrisi iken
devlet tarafından İstanbul’a çağrılmış, önce ser-efrâz ve sonra Sultan Ahmed
kütüphanesi müderrisliğine getirilmiştir. Nihayetinde Galata kadısı olarak atanmıştır
(ALTUNER 1989:378).
Yıllarca beylikçilik makamında bulunan Râmî Mehmed Efendi, 1696’da
re’isülküttaplığa getirilmişse de Sadrazam Mehmed Paşa’nın kıskançlığı yüzünden
azledilmiştir. 1697’de yeniden re’isülküttaplığa getirilen Râmî, Karlofça’da başlayan
sulh müzakerelerindeki başarısından dolayı kubbe vezirliğine yükseltilmiştir. Râmî
Mehmed Paşa, esaslı bir ıslahat yapmak istediyse de Sultan II. Mustafa’nın tahttan
indirilmesiyle istikbali son bulmuştur (AYAN 1987:264).
4.1.1.20. Sultan III. Ahmed (1703-1730)
IV. Mehmed’in oğlu ve II. Mustafa’nın kardeşi olan III. Ahmed 1673’te
doğmuştur. Şeyh-i Sultânî Mehmed Efendi ve Feyzullah Efendi’den ders almıştır. On
dört yaşında iken, II. Süleyman’ın tahta çıkarılması üzerine babası IV. Mehmed ve
ağabeyi Mustafa ile birlikte Topkapı Sarayı’ndaki Çimşirlik dairesine kapatılmış; daha
sonra Edirne’ye nakledilmiştir. Amcaları II. Süleyman, II. Ahmed ve ağabeyi II.
Mustafa’nın padişâhlıklarından sonra 1703’te tahta geçmiştir.
113
İbrahim Müteferrika’nın Yirmisekiz Çelebi Mehmed’in oğlu Said Efendi ile
birlikte gösterdiği büyük gayret ve Sadrazam İbrahim Paşa’nın himâyesi, Şeyhülislâm
Yenişehirli Abdullah Efendi’nin fetvası sonucu III. Ahmed’den alınan ferman ile 1727
yılında ilk defa Türkçe kitap basan bir matbaa kurulmuştur. Bunun yanı sıra III. Ahmed,
sanata meraklı olduğu gibi sanatçıları da korumuştur. Kendisi devrin meşhur hattatı
Hafız Osman’da sülüs ve nesih, Veliyüddin Efendi’den de ta’lik meşketmiştir.
III.Ahmed, damadı Sadrazam İbrahim Paşa ile birlikte başta Nedîm olmak üzere Seyyid
Vehbî, İzzet Ali, Neylî Ahmed, Vak’anüvis Raşid Mehmed, Küçük Çelebizâde İsmail
Asım, Nâhîfî, Sami gibi bu devrin birçok şâirini himâye etmiştir. Kendisi de şiir yazmış
ve Necîb mahlasını kullanmıştır. Yanyalı Esad Efendi, Heratlı Kâbızî Efendi,
Mansûrizâde, müderris Fasîhî Efendi, İshâk Efendi, Şam kadısı Medhî Efendi, Halep
kadısı İlmî Efendi, Selanik kadısı Müstecirzâde Abdullah Efendi, Kara Halilzâde
Mehmed Said Efendi ve şâir Nedîm gibi ilim, fikir ve edebiyat adamlarından kurulu bir
heyet kurulmuş ve bu heyet çeşitli dillerden tercüme çalışmaları yapmıştır.
1730’da Patrona Halil isyanı ile isyancıların isteği üzerine damadı
Nevşehirli İbrahim Paşa ile onun damatları Kethüdâ Mehmed Paşa ve Kapdân-ı derya
Kaymak Mustafa Paşa’yı boğdurarak asilere teslim etmeye mecbur bırakılmış, kendisi
de tahttan indirilmiştir. 1736’da altmış üç yaşında vefat etmiştir (AKTEPE 1989:34-38).
Bu asrın başından hemen ortalarına kadar büyük bir teşvik, takdir ve himâye
eseri olarak toplu bir halde Osmanlı şâirlerinin yetişmiş olduğunu görmekteyiz.
Özellikle III. Ahmed ve damadı Nevşehirli İbrahim Paşa’nın desteği çeyrek asrı
doldurmuştur. Olağanüstü destekle maddi şartlarda himâye edilen şâirler, bu dönemde
yeni bir hamleye girişmiştir. Artık zirvesinden inmeye başladığı açıkça sezilen klâsik
Türk şiirine bir canlılık, zarafet ve İstanbul inceliği gelmiştir (ÖZTUNA 1985:221).
Vezir-i âzam Râmî Mehmed Paşa (ö. 1708), müderris ve kadı olan Surnâme sahibi
Seyyid Vehbi (ö. 1736), şuhâne şiirleri ile zamanında neşve saçan ve Dîvân şiirinin
üstadlarından Mahmud Paşa mahkemesi nâibi ve Damad İbrahim Paşa kütüphanesinin
hafızı kütübü Ahmed Nedîm (ö. 1730) ve vak’anüvis olup Anadolu kazaskeri iken vefat
eden Raşid (ö. 1735) ve zamanında şeyhuş-şuara unvanını almış olan değerli âlim ve
münşi Osmanzâde Taib (ö. 1724), şiiri ve inşası güzel olup İran seraskeri iken 1734’te
vefat eden İzzet Ali Paşa, Raşid tarihine zeyl yazan ve daha sonra şeyhülislâm olan
İsmail Asım Efendi (ö. 1760), vak’anüvis Sami (ö. 1733) gibi birinci derecede
114
şâirlerden başka Balıkesirli Rasih (ö. 1706), Antakyalı Sehdî (ö. 1731), Sahilnâme
nazımı Mevlevi Fennî Mehmed Dede (ö. 1715), Vanlı Dürrî (ö. 1722), Na’t şerîfleriyle
meşhur Nazım Yahyâ (ö. 1726), Miraciye nazımı ve Galata Mevlevihanesi şeyhi Nayî
Osman Dede (ö. 1729), aşıkane gazelleri ile tanınan Bursalı Mevlevî Sahib İsmail Dede,
Mesnevi tercümesinin yanı sıra hattat da olan Nahifi Süleyman (ö. 1738), Antakyalı
Münif (ö. 1743) bu asrın ilk yarısında yetişmiş ikinci derecede şâirlerdir
(UZUNÇARŞILI 1983:541-542).
Bu dönemin en büyük şâiri olan Nedîm (ö. 1730), tahsilini tamamladıktan
sonra Şeyhülislâm Ebezâde Abdullah Efendi’nin yaptığı sınavlarda başarılı olarak hariç
medresesi müderrisliğini elde etmiştir. Devrin sadrazamı Ali Paşa’ya kasîdeler
sunmuşsa da Ali Paşa’dan beklediği ilgi ve yardımı görememiştir (MENGİ 2000a:208).
Nedîm, 1716’da mirahurluğa ve ardından da rikab-ı hümâyun kaymakamlığına getirilen
İbrahim Paşa için bir tarih manzumesi yazmıştır. 1718’de sadrazamlığa gelen İbrahim
Paşa’ya sunduğu şiirleri ile hâmîsine olan bağlılığını ifade etmiştir. Nedîm’in ilerlemesi
bu dönemde hız kazanmış ve Mahmud Paşa Mahkemesi nâibliğine getirilmiştir.
1726’da Molla Kırımî Medresesi’nde, 1728’de Nişancı Paşa-yı Atik Medresesi’nde
görev yapan Nedîm, 1729’da Sahn Medreseleri müderrisliğine kadar yükselmiştir
(MACİT 2000:11-12). Nedîm, devrin devlet adamlarından Sadrazam Ali Paşa’ya üç
medhiye, Sultan Ahmed’e on iki medhiye, Damad İbrahim Paşa’ya on dokuz medhiye,
Sultan Ahmed ile Sadrazam İbrahim Paşa’ya birlikte sunulan iki medhiye, Kaptan
Mustafa Paşa’ya bir medhiye, Sultan Ahmed’in şehzâdelerine bir medhiye, Yirmisekiz
Çelebi Mehmed’in kasrına bir medhiye yazmıştır (MACİT 2000:15). Nedîm, yukarıda
bahsettiğimiz devlet adamları arasında en fazla ilgiyi ve ihsânı Damad İbrahim Paşa’dan
görmüştür. Söylediği her şiir için aldığı câizeler meşhurdur (PALA 2003:92). Bunlardan
biri de Damad İbrahim Paşa ile Şehzâde Mustafa’nın hazır bulunduğu bir meclis
ortamında gerçekleşmiştir. Hizmetkâr Abdullah b. Geylan, elindeki şarap kadehini
düşürüp Şiraz halısını kirletmiş, İbrahim Paşa tam da Geylan’ı azarlayacağı vakit
Nedîm,
Ayağın sakınarak basma aman sultanım
Dökülen mey, kırılan şîşe-i rindân olsun
beytini söylemiştir. İbrahim Paşa, bu sefer fikrini değiştirerek bu ince zekayı
kutlamak üzere Nedîm’in önüne bir altın kesesi fırlatmıştır (PALA 1997:198). Ayrıca
115
değişik zamanlarda Damad İbrahim Paşa tarafından ağzına mücevherler doldurulduğu
çeşitli kaynaklarda da ifade edilmiştir (PAKALIN 1983:254).
Devrin şâirlerinden Şâkir, Sultan Ahmed ve damadı İbrahim Paşa başta
olmak üzere Şeyhülislâm Abdullah Efendi’ye de kasîdeler sunmuş, neticesinde
kendisine haric medresesi ihsân olunmuştur (ALTUNER 1989:442).
Bu dönemin şâirlerinden Rezmî, Sultan Ahmed döneminde silahdar
ağalığına yükselmiş, daha sonra şıkk-ı sani rütbesini elde etmiştir. Damad İbrahim Paşa
sayesinde kapıcılar kethüdalığına kadar yükselip Rumeli beylerbeyi payesi ile emekliye
ayrılmıştır (ALTUNER 1989:306).
Şehrî, İstanbul’a gelip Dîvân-ı Sultani kâtipleri arasına katılmıştır. Hoş
sohbeti sayesinde Sultan Ahmed döneminde Defterdâr Damad Mehmed Paşa’ya
mektupçu olmuştur (ALTUNER 1989:439-440).
Neylî’nin hayatı Damad İbrahim Paşa döneminde değişmiştir. Bu döneme
kadar çeşitli medreselerde müderrislik yapan Neylî, bu dönemde Damad İbrahim
Paşa’nın meclislerinde yer almış ve iltifatlarına nail olmuştur. Ayrıca Aynî Tarihi’ni
çevirecek komisyonda da yer almıştır (İPEKTEN 1987:350).
Bu dönem şâirlerinden Hâmî (ö. 1747), Diyarbakır’dan İstanbul’a gelerek
sadaret kethüdası Muhsinzâde Abdullah Paşa’nın hizmetine girmiş ve onun yardımı ile
dîvân kâtibi olmuştur. Daha sonra Köprülüzâde Abdullah Paşa’nın Diyarbakır valiliğine
atanması üzerine Abdullah Paşa’nın kâtibi olarak memleketine dönmüştür. Tebriz
seferinde gösterdiği yararlılıklardan dolayı kendisine 1724’te hacegân rütbesi verilmiştir
(İPEKTEN 1987:347).
III. Ahmed dönemi şâirlerinden Sâlim (ö.1743), şâirliğinin yanı sıra
hattatlığı ve nasirliği ile de tanınmış, çeşitli yerlerde müderrislik ve kadılık yaptıktan
sonra babasının şeyhülislâmlığa getirilmesi üzerine İstanbul kadılığına atanmıştır.
Babasının şeyhülislâmlık makamından alınması sonucu babasıyla birlikte Trabzon’a
sürülmüştür. Yedi yıl süre zarfında hiçbir görev almayan Sâlim, Tezkire’sini
tamamlayıp Damad İbrahim Paşa’ya sunmuş ve karşılığında da tekrar İstanbul
kadılığına getirilmiştir. Ayrıca Aynî Tarihi’ni çevirmek amacıyla kurulan komisyonda
da yer almıştır (İPEKTEN 1987:341).
116
Bu dönem şâirlerinden Âtıf (ö. 1742), şâirliğinin yanı sıra hattatlığı ile de
tanınmıştır. Önce Başbakıkulu kesedârı olmuş, daha sonra İzzet Ali Paşa’nın
defterdârlığında ona mektupçu tayin edilmiştir (İPEKTEN 1987:337).
Nâdî, Sultan Ahmed zamanında Vezir-i âzam Arabacı Ali Paşa’ya tezkireci
olmuş daha sonra deftardârlığa yükselmiştir. Bunun yanı sıra Mısır’da birkaç vezire
dîvân efendiliği yapmış, Basra valisi Ahmed Paşa’ya da kethüda olmuştur (ALTUNER
1989:937).
Hocası Ahmed Neylî’den Vehbî mahlasını alan Seyyid Vehbî (ö. 1736), iyi
bir eğitim aldıktan sonra Hocazâde Seyyid Osman Efendi’den mülâzım olmuş ve çeşitli
medreselerde müderrislik yapmıştır. 1725’te Tebriz ikinci defa fethedilince Tebriz’in ilk
kadısı olarak atanmıştır. Nedîm gibi saray şâiri olan Vehbî, en güzel şiirlerini Sultan III.
Ahmed ve dönemin ekâbiri için yazmıştır (GIBB 1999:342).
Nahîfî’nin mesleki hayatındaki yükselişi bu dönemde de devam etmiş ve
Avusturya ile imzalanan Pasarofça anlaşması için görevlendirilen Damad İbrahim Paşa
ile birlikte Avusturya’ya gitmiştir. Bu hizmetinden dolayı kendisine baş mukataacılık
görevi verilmiş ve daha sonra Defter-i Şıkk-ı Sânî olmuştur (GIBB 1999:323). 1712
yılında başladığı Mesnevi Tercümesi’ni Damad İbrahim Paşa döneminde bitirmiş ve
İbrahim Paşa’nın iltifatlarına nail olmuştur (TİMURTAŞ 2005:343).
Bu dönem şâirlerinde Râşid (ö. 1735), öğrenimini tamamladıktan sonra
müderrisliğe başlamıştır. Bu görevine ek olarak Sadrazam Silahdar Ali Paşa kendisine
vak’anüvislik görevi vermiştir. Mora ve Varadin seferlerinde de bulunan Râşid, Damad
İbrahim Paşa döneminde de vak’anüvislik görevine devam etmiştir. Daha sonra Halep
kadılığına gönderilen Râşid, bir ara Eşref Han’a elçi olarak gönderilmiştir (İPEKTEN
1987:322).
Gazel üslubu ve Nâbî’yi takliden şiirleri olan ve
Ne mümkin peyrev olmak Nâbi-i üstada ey Sâmî
Sivâd-ı nâbecadır meşk-i şîri kilk-i etfâlin
beytiyle Nâbî’nin üstadlığını itiraf eden Arpaeminizâde Sami Mustafa Bey
(ö. 1733), şiirleri ile Lale devrini yaşamış, Damad İbrahim Paşa’nın meclislerinde yer
alarak iltifatlarına nail olmuştur (UZUNÇARŞILI 1983:547).
IV. Mehmed, II. Süleyman, II. Ahmed ve II. Mustafa dönemini gören
Abdülbâki Efendi, Sultan III. Ahmed döneminde Rumeli kazaskerliğine getirilmiştir.
117
Rumeli kazaskerliğinden Antep ve Mudanya arpalıkları ile emekli olmuştur. Arapça,
Türkçe ve Farsça şiirler söyleyen Abdülbâki Efendi aynı zamanda da birçok âlim ve
şâiri korumuştur (UZUN 1988:196).
Defterdâr Küçük Hüseyin Paşa’nın oğlu olan Na’tî (ö. 1731), babasının
ölümü üzerine Enderûn’a alınmış ve III. Ahmed döneminde silahdar kâtibi olmuştur
(ALTUNER 1989:940).
Sultan II. Mustafa dönemi şâirlerinden Selîm, bu dönemde de şöhretini
sürdürmüştür. Sultan III. Ahmed, Selîm’i kendisine hoca yapmış ve kendi adına
kurduğu kitaplıkta görevlendirmiştir. Selîm, hattatlığı ile de şöhret kazanmıştır.
(İPEKTEN 1987:223).
Van’dan İstanbul’a gelen Dürrî-i Yekçeşm (ö. 1722), bazı vezirlerin
hizmetinde bulunmuş ve 1713’te Nâimâ Mustafa’nın yerine Anadolu muhasebecisi
olmuştur. Daha sonra Sultan III. Ahmed, Dürrî’yi kendisine nedîm yapmıştır. Ayrıca
III. Ahmed, Dürrî’yi İran’a elçi olarak göndermiş ve görevindeki başarısından dolayı
başmuhasebecilik payesi ile ödüllendirmiştir (İPEKTEN 1987:208).
Bu dönemin şâirlerinden Osmanzâde Tâib Efendi (ö. 1724), edebiyatımızın
fermanlı Melikü’ş-şuarâ’sıdır. III. Ahmed’in şehzâdelerinin sünnet (hıtan) törenleri için
yazdığı mükemmel kasîdelerinden dolayı kendisine bir hatt-ı hümayûn ile bu unvan
verilmiştir (PALA 1998c:86). Osmanzâde Tâib, çeşitli medreselerde müderrislik
yaptıktan sonra Kemankeş Mehmed Paşa’nın Şam valiliği sırasında ona vezir kethüdası
olmuştur. Belli bir süre sonra bu görevi bırakıp tekrar müderrislik görevine dönmüş ve
devlet adamlarına sunduğu kasîdeler sayesinde Halep’e kadı olarak atanmıştır. Daha
sonra İbrahim Paşa’nın yardımlarıyla Kahire kadılığına getirilmiştir (BANARLI
2001:749). Kendi devrine kadar gelen sadrazamların hal tercümelerinin anlatıldığı
Hadikatü’l-Vüzerâ ve Osmanlı padişâhlarının tarihini hülasa eden Hadikatü’l-Mülûk
adlı eseri ahlâka, fıkıha dair risaleleri ve Münşaât’ı vardır (TİMURTAŞ 2005:343-44).
Abdurrahman Bâhîr Efendi (ö. 1746), eğitimini tamamladıktan sonra
1710’da sesinin güzelliği ve musikî bilgisi ile III. Ahmed’in baş imamı olarak sarayda
görevlendirilerek şehzâdelere de hocalık yapmıştır. 1720’de Mekke kadılığı payesi ile
Yenişehir mollası olmuştur. Dört yıl sonra da kendisine İstanbul kadılığı payesi
verilmiştir. İstanbul kadılığında bir yıl bulunduktan sonra 1738’de Anadolu kazaskeri ve
118
1745’te de Rumeli kazaskeri olmuştur. Abdurrahman Efendi Türkçe, Arapça ve Farsça
olmak üzere üç dilde şiir yazmıştır (ÖZCAN 1988:158).
4.1.1.21. Sultan I. Mahmud (1730-1754)
II. Mustafa’nın büyük oğlu olan I. Mahmud, Patrona Halil isyanı sonucunda
tahta geçmiştir. Padişâhlığının ilk dönemlerini isyancıların isteklerini yerine getirmekle
geçirmişse de uyguladığı başarılı politika ile kısa zamanda yönetimi eline almıştır. İç ve
dış meselelerde denge politikası izleyen Sultan I. Mahmud, bu yaklaşımı sayesinde dış
politikada başarılı anlaşmalara imza atmıştır. Dış meselelerdeki hassaslığını iç
meselelerde de gösteren Sultan I. Mahmud, Dîvân-ı Hümâyun toplantılarına katılarak
halkın dertlerini dinlemiştir. Dindar, zeki, yumuşak huylu, hamiyetli ve adil bir padişâh
olarak tanınmış, cirit ve yüzme sporlarıyla yakından ilgilenmiştir. Ayrıca musikîyle
uğraşmış ve Sebkatî mahlasıyla şiirler de yazmıştır (ÖZCAN 2003:348-352).
Patrona Halil isyanından etkilenmeyen Neylî’nin şöhreti Sultan I. Mahmud
döneminde de devam etmiştir. Bu dönemde Mekke kadılığına getirilmiş ve ardından da
Anadolu ve Rumeli kazaskeri yapılmıştır (MUALLİM NACİ 2000:192).
Patrona Halil isyanından etkilenmeyen şâirlerden biri de Sâlim’dir. Bu
dönemde önce 1730’da Anadolu, daha sonra 1735’te Rumeli kazaskerliğine getirilmiştir
(İPEKTEN 1987:341).
Bu dönem şâirlerinden Münîf (ö. 1742), Antakya’dan İstanbul’a gelip
tarihçi Raşid Efendi ile tanışmış ve onun mahiyetinde Afganlı Eşref Han’a elçi olarak
gönderilen heyete katılmıştır. Bu görev dönüşünde Defterdâr Âtıf Efendi’ye bağlanmış
ve daha sonra maliye tezkireciliğine kadar yükselmiştir. Ayrıca bu dönemde İran ve
Lehistan’a elçi olarak da gönderilmiştir (MUALLİM NACİ 2000:101).
III. Ahmed dönemi tarihçisi Râşid, Patrona Halil isyanı sonunda devrilen
iktidar sahipleri ile yakın ilişkisi nedeniyle bu dönemde sürgüne gönderilmiştir. Üç yıl
süren sürgün hayatından sonra İstanbul’a dönmüş ve Hekimoğlu Ali Paşa’nın
sadrazamlığı döneminde yeniden devlet hizmetine dönerek Anadolu kazaskerliğine
atanmıştır (GIBB 1999:315).
119
4.1.1.22. Sultan III. Osman (1754-1757)
Sultan I. Mahmud’un kardeşi Sultan III. Osman döneminde İstanbul halkı
ağır kış şartları, veba salgını ve büyük yangın sebebiyle zor günler geçirmiştir.
Musikîden nefret eden Sultan III. Osman, saraydaki musikîşinasları uzaklaştırmış, iyi
bir eğitimi olmadığı için atalarının bilim ve sanat hâmîliği geleneğini kesintiye
uğratmıştır (GÖKDOĞAN 2002:198).
Bu yüzyılın ikinci yarısında şiir ve nesir eski parlak halini muhafaza
edemeyerek tedrici surette sönmeye başlamıştır. Nevres-i Kadim denilen Kerküklü
Nevres (ö. 1761), Koca Ragıb Paşa (ö. 1763), Fıtnat Zübeyde Hanım (ö. 1780), Haşmet
(ö. 1768) bu yarım asırda ileride gelen şâirler olmuşlarsa da bunların sayısı pek mahdud
olduğundan Şeyh Gâlib’e kadar meydan sessiz kalmıştır (UZUNÇARŞILI 1983:548).
4.1.1.23. Sultan III. Mustafa (1757-1774)
III. Ahmed’in oğlu olan III. Mustafa, reform yanlısı, gayretli ve tasarrufu
seven bir padişâh olarak tanınmıştır. Döneminde bilim ve sanat adamlarını himâye
etmeye çalışmış, astrolojiye çok inandığı için sarayı astrologlarla doldurmuştur.
Astroloji bakımından uygun bir zamanda ilan edilen Rus Savaşı Osmanlı Devleti’nin
aleyhine neticelenmiştir. Saltanatının son zamanlarında uğranılan yenilgilere çok üzülen
Sultan III. Mustafa hastalanarak ölmüştür (GÖKDOĞAN 2002:198).
III. Mustafa dönemi şâirlerinden Abdülaziz Efendi (ö. 1783), Subhîzâde
lakabı ile şöhret bulmuşsa da şiirlerinde Aziz mahlasını kullanmıştır. Babası meşhur
Osmanlı tarihçisi Mehmed Subhi Efendi (ö. 1769)’dir. Abdülzaziz Efendi, eğitimini
İstanbul’da tamamlamış ve saray hekimleri arasına girmiştir. 1757’de müderris
olmuştur (ERDEMİR 1988:190).
Sultan III. Mustafa, tahta geçtiğinde dönemin şâirlerinden Koca Ragıb Paşa
(ö. 1763)’yı sadrazamlık görevinde bırakmıştır. Gün geçtikçe padişâhın güvenini
kazanan Ragıb Paşa için yeni bir dönem başlamıştır. Sultan III. Mustafa, dul kız kardeşi
Seniha Sultan’ı Koca Ragıb Paşa’ya nikahlayarak aralarındaki samimiyeti
perçinlemiştir. Koca Ragıb Paşa, şiirle uğraştığı gibi konağından âlim ve şâirleri de
eksik etmemiştir (YORULMAZ 1998:15).
120
4.1.1.24. Sultan I. Abdülhâmîd (1774-1789)
III. Ahmed’in III. Mustafa’dan sonra hükümdar olan ikinci oğlu
Abdülhâmîd 1725’te İstanbul’da doğmuştur. Çocukluk ve gençlik çağı sarayda tahttan
indirilen padişâhlara mahsus dairede göz hapsinde geçmiştir. III. Mustafa’nın ölümü
üzerine 21 Ocak 1774’te Osmanlı Devleti’nin buhranlı bir döneminde kırk dokuz
yaşında tahta çıkmıştır. On beş yıllık saltanatı süresince daima devletin iç ve dış
meseleleri ile uğraşmış, Silahdar Seyyid Mehmed Paşa, Halil Hâmîd Paşa, Koca Yusuf
Paşa ve Cezayirli Gazi Hasan Paşa gibi değerli devlet adamları sayesinde ıslahat
işlerinde başarı sağlamıştır. Halil Hâmîd Paşa’nın sadareti döneminde Raşid Efendi ile
Vak’anüvis Vâsıf Efendi’nin İbrahim Müteferrika Matbaası’nı yeniden faaliyete
geçirmesi ve bu arada Sâmî-Şâkir-Subhî Tarihi ile İzzî Tarihi’nin basılması (1784-
1785), Türk matbaacılığının bu padişâh döneminde yeniden canlanmasını sağlamıştır
(AKTEPE 1988:213-216).
III. Mustafa dönemi hekim-şâirlerinden Abdülaziz Efendi, şöhretini I.
Abdülhâmîd döneminde de sürdürmüştür. 1776’da hekimbaşılığa getirilen Abdülaziz,
1782’de Kudüs payesi ile Üsküdar mevleviyetine tayin edilmiştir. Arapça, Farsça,
Latince, İtalyanca ve Fransızca bilen Abdülaziz Efendi, tıp alanındaki tercümeleri ile
tanınmıştır. Edebiyat ve musikî ile de yakından ilgilenmiş ve şiirlerini mürettep bir
Dîvân’da toplamıştır (ERDEMİR 1988:191).
Sünbülzâde Vehbî (ö. 1809)’nin, elçi olarak gittiği İran’dan Bağdat’a
dönüşünde vali Ömer Paşa ile arası açılmış ve devlet erkânına yakışmayan davranışları
sebebiyle idamına ferman çıkarılmıştır. Bunun üzerine Vehbî, gizlice İstanbul’a gelmiş,
uzun süre sıkıntı çekmiş ve neticede yazdığı “Tannâne” adlı kasîdesini Sultan I.
Abdülhâmîd’e sunarak kendisini bağışlatmayı bilmiştir. Sünbülzâde Vehbî, Sadrazam
Halil Paşa döneminde kadılık mesleğine geri dönerek çeşitli yerlerde görev yapmıştır.
1788 Avusturya seferine çıkan ordunun kadı nâibliğine atanmıştır. Geri kalan hayatınını
rahat içinde geçiren Vehbî, Dîvân’ını Sultan III. Selim adına düzenlemiştir (BANARLI
2001:781).
4.1.1.25. Sultan III. Selim (1789-1807)
Sultan III. Mustafa’nın tek oğlu olan III. Selim, eğitimi bakımından Sultan
III. Murad’dan sonraki padişâhların en üstünü ve Sultan IV. Murad ile Sultan II.
121
Mahmud arasındaki padişâhların da en büyüğü olduğu ifade edilmiştir. Dâhî bir
bestekâr, şâir, hattat, neyzen ve tanburi olup Doğu dillerini bilen nazik bir yaratılışı
vardır (GÖKDOĞAN 2002:199).
Sultan III. Selim, Nizâm-ı Cedîd adını verdiği bir takım yenilik
çalışmalarına girişmiştir. Bunun yanı sıra Avrupa’dan haberdar olmak amacıyla ilk defa
Londra, Paris, Viyana, ve Berlin’de daimi elçilikler kurulmuştur. 1807’de çıkan
Kabakçı isyanı ile Sultan III. Selim tahttan indirilmiş ve böylece Osmanlı Devleti’nin
167 yıldan beri gelen en aydın, en değerli padişâhının saltanatı sona erdirilmiştir
(GÖKDOĞAN 2002:200).
Bu dönemde Sultan III. Selim’in iltifatını kazanan şâirlerin başında Şeyh
Gâlib (ö. 1799) gelir. İlk öğrenimini babasından alan Şeyh Gâlib, değişik hocalardan
Arapça ve Farsça öğrenmiştir. Ayrıca Gâlib’in yetişmesinde Galata Mevlevihânesi
şeyhlerinden Aşçıbaşı Hüseyin Dede ve devrin üstadı Hoca Neş’et’in de büyük katkıları
olmuştur. Dedesi ve babası Mevlevi olan, Mevlevilik çevresinde ve Mevlevi şeyhlerden
ders alarak büyüyen Gâlib, çilesini Mevlânâ Dergahı’nda çekmek için 1784’te
Konya’ya gitmiştir. Belli bir süre sonra çilesini tamamlamak üzere İstanbul’a gelmiştir.
Bu dönemde Gâlib, şiirleri ile Sultan III. Selim’in dikkatini çekmiştir. 1791’de Konya
asitanesi şeyhi Hacı Mehmed Emin Çelebi, Galata Mevlevihanesi şeyhliğine Gâlib’i
atamıştır (İPEKTEN 2000b:10). Şeyh Gâlib, bu göreve gelir gelmez Sultan III. Selim’e
bir kasîde sunup tekkenin durulamayacak kadar bakımsız olduğunu bildirmiş ve
padişâhtan bu suretle yardım istemiştir. Sultan III. Selim’in emriyle tekke bir yıl içinde
onarılmıştır. Bu yakınlık daha sonra da devam etmiş, Sultan III. Selim ile Şeyh Gâlib
gerek sarayda gerekse mevlevihanede sık sık bir araya gelmiştir. Sultan III. Selim, Şeyh
Gâlib’i durmadan ödüllendirmiş, bir keresinde bin altın ihsânda bulunduğu gibi 1793’te
üç yüz altın sarfederek Dîvân’ını ve Hüsnü Aşk’ını yazdırmış ve tezhib ettirmiş,
ciltletmiştir. Bunun yanı sıra Sultan III. Selim, Cevrî hattıyla bir Mesnevi nüshasını
Şeyh Gâlib’e armağan etmiştir. Ayrıca Sultan III. Selim, bir ferman ile Şeyh Gâlib’e
mevlevihan atama izni de vermiştir (KALKIŞIM 1994:20).
Bu dönem şâirlerinden Abdülbâki Nâsır Dede (ö. 1821)’ye, III. Selim yakın
ilgi göstermiştir. Abdülbâki Nâsır, Arapça, Farsça ve dini ilimlerini Milas Müftüzâde
Halil Efendi’den tahsil etmiştir. Daha sonra mevlevihanede neyzenbaşılık görevinde
bulunmuştur (ÖZCAN 1988:199).
122
III. Selim dönemi şâirlerinden Aziz Efendi (ö. 1798), Girit defterdârı
Tahmisci Mehmed Efendi’nin oğludur. Pederinin vefatı üzerine İstanbul’a gelerek
Giritli Yusuf Ağa’ya intisâb etmiş ve Sakız muhassılı olmuştur. Daha sonra Belgrad’a
gönderilmiş ve 1797’de mirimiranlık payesi ile Prusya devletine sefir tayin edilmiştir.
Aynı yıl içerisinde te’lif eylediği Muhayyilât adlı eseri meşhurdur (İNAL 1999:53).
Sultan III. Selim dönemi şâirlerinden bir diğeri de Ayıntab Mahkemesi baş
kâtibi şâir zümresinden Mehmed Cenanî Bey’in oğlu Asım Efendi (ö. 1818)’dir.
Dönemin önde gelen hocalarından eğitimini tamamlamıştır. Ayıntab hanedanından
Battal-zâde Mehmed Nuri Bey’e mirimiranlık rütbesi verilince kendisi de dîvân kâtibi
olmuştur. Hüseyin Tebrizî’nin Burhân-ı Kâtı’ ismindeki Farsça lügatını tercüme ederek
Sultan Selim’e sunmuş ve kendisine hareket-i dahil rütbesiyle medrese rüûsu ve atiyye-i
vefîre ile beraber üç yüz kuruş maaş ile bir ev ihsân edilmiştir (İNAL 1999:94).
Mehmed Akif Bey, vüzerâdan Koca Bekir Paşa’nın evladından mîr-i âlem-i
hassa Mehmed Bey’in oğludur. 1779’da Enderûn-ı Hümâyun’da kilar-ı hassada
görevlendirilmiştir. Mir-at-i Şi’r namıyla bir tezkire tertip ederek Sultan Selim’e takdim
etmiştir (İNAL 1999:113).
Nâşid (ö. 1791), babasının ölümü üzerine Enderûn’a alınmış ve eğitimini
tamamladıktan sonra mabeynci olmuştur. Daha sonra kapıcıbaşılık ve silahşörlük
yapmış, nihayetinde Yenişehir sancak beyliğine atanmıştır. III. Selim’in tahta geçmesi
üzerine İstanbul’a gelip I. Abdülhâmîd’in kızı Emine Sultan’a kethüda tayin edilmiştir
(İPEKTEN 1988:18).
Bu dönemin diğer bir şâiri de Fâzıl (ö. 1810)’dır. Babasının isyan sonucu
öldürülmesi üzerine küçük yaşta kimsesiz kalan Fâzıl, kardeşleriyle birlikte Cezayirli
Gâzi Hasan Paşa’nın himâyesiyle İstanbul’a getirilip Enderûn’a verilmiştir. İyi bir
eğitim almış olmasına rağmen zevk ve eğlenceye düşkünlüğü sebebiyle saraydan
uzaklaştırılan Fâzıl, uzun müddet sıkıntı çektikten sonra kasîdeleri ile Sultan III.
Selim’in dikkatini çekmiş ve kendisine Rodos’ta bir tevliyet verilmiştir. Daha sonra
hacegân olarak Halep ve Erzurum’da da bulunmuştur. Maddi sıkıntı içinde İstanbul’a
döndüyse de dilini tutamaması sebebiyle Rodos’a sürgüne gönderilmiştir (MENGİ
2000a:224).
Sultan III. Selim dönemi şiarlerinden Celâl Paşa (ö. 1822), İstanbul’a
gelerek Dîvân-ı Hümâyun kalemine girmiştir. 1790’da Maden Emîni Yusuf Ziya
123
Paşa’nın dîvân kâtipliğine getirilmiş ve Yusuf Ziya Paşa’nın sadrazamlığı döneminde
de bu görevi sürdürmüştür. Aynı zamanda Darb-hâne’ye de memur edilen Celâl Paşa,
başarılarından dolayı ulemadan Trabzonlu Şakir Ahmed Paşa’nın iltifatına mazhar
olmuştur (İNAL 1999:299).
4.1.1.26. Son Dönem Osmanlı Padişâhları
XVIII. yüzyılda yapılan ıslah çalışmaları genellikle eskilerin yanında yeni
müesseselerin kurulması şeklinde gerçekleşmiş, bu ise klâsik düzeni değiştirmeye,
çöküşe doğru giden imparatorluğa hayat vermeye yetmemiştir. Yapılan düzenlemeler de
başta yeniçeriler olmak üzere halkın tepkisini çekmiş, destek bulamamıştır. Köklü
değişim II. Mahmud (sal. 1808-1839)’un tahta çıkması ve Yeniçeri Ocağı’nın
kaldırılması ile başlamıştır. Bu sebeple bu dönem, eski müesseselerin kaldırılıp
yerlerine yenilerinin kurulduğu yeniden yapılanma dönemidir. XIX. yüzyıla kadar
yapılan yenilik hareketleri genellikle teknik unsurlarla sınırlı iken bu yüzyılda idare,
hukuk ve eğitim sisteminde de değişim başlamıştır.
Sultan II. Mahmud’dan sonra tahta geçen Sultan Abdülmecid (sal. 1839-
1861), ilan ettiği fermanlarla çeşitli unsurları eşitlik prensibi içinde ve Osmanlıcılık fikri
etrafında birleştirmeye çalışmıştır. Padişâhların sarayda kapalı kalma geleneğine son
vererek zaman zaman halkın arasına girmiş ve onların meseleleri ile yakından
ilgilenmiştir. II. Mahmud’un kurduğu başvekillikten vazgeçerek sadrazamlık makamını
tekrar tesis ettiği gibi yirmi yıllık saltanatında yirmi iki sadrazam değiştirmiştir. Bu
dönemde şeyhülislâmların politik nüfuzları azaldığı için sık sık sadrazam değiştiği halde
sadece dört defa şeyhülislâm değişmiştir. Buna rağmen en yüksek maaşı yüz bin kuruş
ile şeyhülislâm almıştır.
1850 yılında yerli ve yabancı pek çok ilim adamının üye olduğu ilk ilim
akademisi sayılan Ercümen-i Dâniş tesis edilmiştir. Türkçe’nin sadeleştirilmesi
çalışmaları ve Osmanlı tarihinin yazılması faaliyetleri bu kurum eliyle başlatılmıştır. Bir
tarafta medreselerin şeyhülislâmın yönetiminde devam etmesi diğer tarafta da yeni
kurulan okulların Maarif Nezareti’ne bağlanması sonucu eğitimde ikilik meydana
gelmiştir.
Kırım Harbi’nin getirdiği ağır masrafları karşılamak üzere ilk defa bu
dönemde dışarıdan borç alınmıştır (24 Ağustos 1854). Ekonomik buhranlara rağmen
124
dışarıdan alınan borç paranın bir kısmı ile saray ve köşkler inşa ettirilmiştir (KÜÇÜK
1988:259-263).
II. Mahmud’un oğlu ve Abdülmecid’in kardeşi olan Sultan Abdülaziz (sal.
1861-1876), kardeşinin saltanatı döneminde rahat bir hayat sürmüş ve iyi bir eğitim
almıştır. 1861 yılında tahta çıkınca ilk iş olarak sarayda altın, gümüş ve değerli eşya
kullanımını yasaklayarak birtakım kısıtlamalara gitmiştir. Bu politikayı takip etmesinde
Ali ve Fuad Paşaların tavrı etkili olmuştur. Bu iki devlet adamının ölümünden sonra
göreve gelen Mahmud Nedim Paşa’nın sadrazamlığında tasarruf tedbirlerini tamamen
bırakan Sultan Abdülaziz, israfa ve Avrupa’ya özenti içinde bir hayat sürdürmeye
başlamıştır (KÜÇÜK 1988:179-185).
Anayasaya dayalı meşruti bir idare kurmak isteyen ve bu yüzden Abdülaziz
ile V. Murad’ı tahttan indiren Midhat Paşa ve arkadaşları ile anlaşan II. Abdülhâmîd
(sal. 1876-1909), 31 Ağustos 1876’da tahta çıkmıştır. II. Abdülhâmîd, ülke yönetiminde
sert bir politika takip etmiş, ekonomik alanda kendisinden önceki padişâhlardan
devraldığı dış borçları temizlemeye ağırlık vermiştir. Ayrıca sarayda kurduğu bilgi
merkeziyle de dünyadaki gelişmeleri yakından takip etmiştir. Türklük şuuruna sahip
olan II. Abdülhâmîd, saltanatının ilk yıllarında Buharalı büyük Türk âlimi Şeyh
Süleyman Efendi’yi Türkler ve Türkmenlerle temas etmek üzere resmi vazife ile Orta
Asya’ya göndermiştir. Azerbaycan’da Türkçe öğretimini yasaklayan İran şahı nezdinde
teşebbüse geçerek Türkçe’nin yeniden öğretim dili olmasını sağlamıştır. II.
Abdülhâmîd, devlet işlerini her şeyin üstünde tutmuş, değişik karakterdeki insanlardan
yararlanmayı bilmiştir. Hatta zıt görüşlü insanları huzurunda münakaşa ettirmiş ve yurt
dışına kaçan veya sürgüne gönderilen siyasî muhaliflere bile maaş bağlatmıştır
(KÜÇÜK 1988:216-224).
II. Mahmud ile başlayan siyaset ve kültürdeki değişim kendisini edebiyatta
da hissettirmiştir. Ancak edebiyata yansıması uzun bir sürece yayılmıştır. Yüzyılın ilk
yarısı eskinin devamı niteliğinde devam etmiş, ikinci yarısında çözülüş başlamıştır. Bir
ara eski şiire yeni bir hamle kazandıracak çaba, Encümen-i Şuara meclislerinde ortaya
çıktıysa da bu çaba uzun soluklu olamamıştır. Edebiyat dünyasında doğu-batı çatışması
yaşanırken artık şiirin üzerinden devlet himâyesi kalkmıştır. Asrın başında yaşamış olan
hassas sultan III. Selim ile şâir-sultan geleneği son bulmuş, bu asrın diğer altı
padişâhından hiç birisi şiire iltifat etmemiştir (PALA 1997:207). Yüzyıllardır süregelen
125
büyük bir gelenek bu yüzyılda da birçok temsilci yetiştirmiştir. Ancak bu yüzyıldaki
eserler derinlik ve incelikten yoksun, içi boş, vezinli-kafiyeli söyleyişlerden öteye
gidememiştir. Saraydan beklediği desteği bulamayan şâirler için, huzursuzlukların had
safhaya çıktığı kuruluş döneminde olduğu gibi çöküş döneminde de tekkeler bir sığınak
gibi olmuştur. Bu asırda yetişen önemli temsilcilerin büyük çoğunluğu tekkelerden feyz
almışlardır. Daha önceki yüzyıllarda şâir olmayan padişâhlar istisnai örnekler olurken,
bu dönemde durum tam tersine dönmüştür (HORATA 2002:584).
Bu yüzyılda şâir ve şiir anlayışında da birtakım değişiklikler olmuştur.
Önceki dönemlerde şâirler, bir hâmî bularak terfi etmek, hediyeler almak, karnını
doyurmak gibi imkânlara kavuşurken hâmî de bir şâiri kanatları altına alarak ne kadar
zevkli, cömert ve sanatsever olduğunu ispatlamıştır. Bu dönem şâirleri Sünbülzâde
Vehbî’nin (ö.1809) “sebeb-i tertib-i dîvân”ını bir reddiyeye çevirip “Kasîde gezdirip
bâb-ı ricâle / Tenezzül etmedim cerr ü süâle” (devlet büyüklerinin kapılarını dolaşıp
kasîde gezdirerek dilencilik edecek kadar alçalmadım) deyişini kendilerine düstur
bilmişlerdir. Muvakkitzâde Pertev’den (ö. 1807) Leskofçalı Galip’e (ö. 1867) kadar,
Dîvân’ında kasîdeye yer vermeyen pek çok şâirin çıkışı, Şeyh Şaban Kâmî Efendi’nin
(ö. 1884), “Biz o kapılardan yüz çevirdik” diyerek kasîdelerini yayımlamayışı yahut
Yeni Osmanlıların ileri gelenlerinden Mustafa Nuri Bey’in (ö 1906) “Müddet-i
ömrümde bir ferde medhiye yazmadım” diye övünüşü hep aynı çizgideki gelişmeler
olmuştur. Bu dönem şâiri, şiirinin alıcısı olarak memdûhu/hâmîyi değil, sokaktaki insanı
hedeflemiş, câize yerine te’lif hakkını yeğlemiştir (ÖZGÜL 2006:610-611). Kasîde
yazmayan şâirler olduğu gibi geleneği sürdüren şâirler de vardır. Bu yüzyılda kaleme
alınan 466 medhiye kasîdesinin 155’i sultanlar için yazılmıştır. Bu sayı medhiye
kasîdelerinin %33.26’sıdır. Toplam kasîdelerin ise %18.81’idir. Sultanlar için yazılan
bu kasîdelerin sultanlara göre dağılımı ve yüzdelik oranları şöyledir: II. Mahmud 62 (%
40), Sultan Abdülaziz 32 (% 20.64), Sultan Abdülmecid 28 (% 18.06), Sultan
Abdülhamid 15 (% 9.67), III. Selim 11 (% 7.09), V. Murad 4 (% 2.58) (BABACAN
2001:53).
Dönem olarak Abdülmecid’in saltanatının sonlarına gelindiğinde ise sarayın
himâyesindeki şâirlerin ve encümen-i şuaraların devri çoktan tamamlanmıştır. Yeni
ricâl, himâyesine aldığı şâiri câize ve atiyyelerle beslemek yerine kalem ve odalara
yerleştirmiş; böylece devlet çarkının dönüşünden haberdar, siyasî tercihleri netleşmiş,
126
kitabeti sebebiyle nesirle de kendini ifade edebilen aydın şâirler belirmeye başlamıştır.
Bu dönemde devlet daireleri küçük birer encümen-i şuaraya dönüşmüş, tayin olunduğu
yerde palazlanan şâir kendi yârânını, ayaktaşını da yanına alarak encümenini genişlettiği
ilginç bir dönem ortaya çıkmıştır. Bu dönemde encümen-i şuaralar, kıymet hükümleri
Mısır’da şekillenmiş olanların konaklarına kaymıştır. Mehmed Ali Paşa hanedanından
gelen prens ve prensesler, varidatının bir kısmını İstanbul’daki malikânelerini kocaman
birer kültür ve edebiyat mektebine çevirmekte harcamışlardır. Kahire kültürüyle
yetişmiş ve hızla yükselmiş Türklerden Abdurrahman Sami Paşa, Subhi Paşa, Yusuf
Kâmîl Paşa, Münif Paşa gibi epeyce isim de Hıdiv paşanın sarayında yetişirken içinde
bulundukları kültür muhitinin bir benzerini İstanbul’da oluşturmaya çalışmışlardır
(ÖZGÜL 2006:76). Bir fikir vermesi açısından yeni dönemde ortaya çıkan bu durumu
şu şekilde örneklendirebiliriz :
III. Selim döneminde neyzenbaşılık görevinde bulunan Abdülbâki Nâsır
Dede, II. Mahmud döneminde 1814’te Kazasker Mekkîzâde Mustafa Asım Efendi
tarafından dergahın vakıf işlerine bakmakla görevlendirilmiştir. Ayrıca II. Mahmud’un
yakın ilgisini görerek meclislerinde icra olunan küme fasıllarında yer almıştır (ÖZCAN
1988:199).
Sultan II. Mahmud dönemi kadın şâirlerinden Şeref Hanım (ö.1861), maddi
anlamda çok sıkıntı çekmiş, hayatını sürdürmekte zorlanmıştır. Elindekileri hoyratça
harcamış, akrabalarından kalan borçla daha da perişan olmuştur. Yazdığı kasîdelerinde
sıkıntılarını dile getirmiş, Sadrazam Ali Paşa’dan yardım istemiştir. Sadrazam Ali Paşa,
Şeref Hanım’ın isteğini geri çevirmeyerek kendisine maaş bağlatmıştır (ARSLAN
2002:21). Şeref Hanım da gördüğü yardımları şiirlerinde dile getirerek bir nevi
Sadrazam Ali Paşa’ya teşekkür etmiştir.
Sultan II. Mahmud dönemi şâirlerinden Hakkı Paşa (ö. 1896), babasının
yirmi yıllık İşkodra valiliğinden sonra İstanbul’a gelip Sultan Mahmud’un huzuruna
Arnavud libasıyla kabul edilmiştir. Nizamiye libası giymesi isteği olumlu karşılanmış
ve kendisine saat ihsân edilerek taltif kılınmıştır Daha sonraki dönemlerde devletin
çeşitli kademelerinde görev almıştır. Çeşitli zamanlarda birinci rütbe «Osmânî14» ve
14 Osmanlılar devrindeki nişanlardan birinin adıdır. Sultan Aziz devrinde 1278/1861 tarihli irade-i seniyye ile ihdas edilmiştir (PAKALIN 1983:737).
127
«Mecîdî15» nişanlarını, imtiyaz nişanının altın ve gümüş madalyalarını, İran
hükümetinin birinci rütbe Şîr ü Hurşid ve Papa’nın birinci rütbe Pi Nöf nişanlarını
almıştır (İNAL 2000:748).
Vak’anüvis Ahmed Asım Efendi’nin vefatı üzerine yerine liyakat sahibi
biri sorulduğunda Sultan II. Mahmud, 1819’da Ataullah Efendi’yi vak’anüvisliğe tayin
etmiştir (İNAL 1999:163).
Tayyarzâde namıyla anılan Ahmed Atâ Bey, Enderûn-ı Hümâyun kudeması
baş lalalıktan emekli olan Tayyar Efendi’nin oğludur. Babasının ricası ile Sultan II.
Mahmud, Atâ Bey ve kardeşlerinin kaydını Enderûn’a yaptırmıştır. Babasının ölümü
üzerine Enderûn’dan ayrılan Atâ Bey, Hüseyin Paşa’nın maiyetinde Malatya’ya
gitmiştir. Malatya’ya giderken yolda yazdığı raporu seraskere takdim etmesiyle
kendisine mücevherli «Hâmise16» nişanı verilmiştir (İNAL 1999:181-82).
Sultan II. Mahmud dönemi şâirlerinden Abdülhak Efendi (ö. 1854),
eğitimini tamamladıktan sonra saraya hekim olarak girmiştir. Bir müddet sonra büyük
kardeşi Seretibbâ Behçet Efendi ile birlikte Keşan’a sürgüne gönderilmiştir. Sarayda
görevli küçük kardeşi İlyas Efendi, Mora zaferi akabinde Sultan Mahmud’dan
kardeşlerinin affını istemiş, İmâm-ı Sânî Zeynelâbidin Efendi’nin de teşvikiyle iki
kardeş affedilerek İstanbul’a dönmüşlerdir. Abdülhak Efendi, saray hekimliğinden sonra
Anadolu ve Rumeli kazaskerliği de yapmıştır. Sultan Mahmud’un meclislerinde yer
almış ve iltifatlarına nail olmuştur (İNAL 1999:23-30).
II. Mahmud dönemi şâirlerinden Arif Efendi (ö. 1849), eğitimini
tamamladıktan sonra 1837’de Mekke, 1839’da İstanbul kadılığı payelerini almıştır.
Sultan Mahmud, yakın ilişkiler kurduğu Arif Efendi’ye “Evini mi yaptırayım, başka bir
ev mi alayım?” diye sordurduğunda Arif Efendi’nin başka bir ev istediğini öğrenince
Arif Efendi’ye Beşiktaş Sarayı’nın arkasında Arap iskelesi denilen yerden bir ev
almıştır. Ayrıca Sultan Mahmud kendisine atiyyeler de göndermiştir. Arif Efendi,
Sultan Abdülmecid döneminde de mesleki hayatındaki yükselişini sürdürmüştür.
1847’de Anadolu kazaskerliği payesi verilen Arif Efendi’ye Sultan Abdülmecid de
atiyyeler göndermiştir (İNAL 1999:45).
15 Osmanlı devri nişanlarından birinin adıdır. Sultan Abdülmecid döneminde 1268/1852 yılında ihdas olunmuştur (PAKALIN 1983:428). 16 Mülki rütbelerin ilk mertebesidir. Bu rütbe sahipleri resmi günlerde bu rütbeye özel sırmalı esvap giyip, kılıç takmışlardır. Ricâlden sayılmadıkları için teşrifata dahil değillerdir (PAKALIN 1983:719).
128
Sultan III. Selim dönemi şâirlerinden Asım Efendi’ye, Sultan Mahmud da
yakın ilgi göstermiştir. Sultan Mahmud, kendisine maaş tahsis ettiği gibi medrese
rütbesi ve bir ev ihsânda bulunmuştur (İNAL 1999:96).
Aslen Konyalı olan Kazasker Mehmed Salih Efendi’nin oğlu Keçeci-zâde
İzzet Molla (ö. 1829), eğitimini tamamladıktan sonra çeşitli yerlerde müderrislik ve
kadılık yapmıştır. Galata mollası olan Mehmed İzzet, II. Mahmud döneminin nufuzlu
simalarından Halet Efendi’ye intisâb etmiştir. Halet Efendi’nin gözden düşmesi üzerine
Keşan’a sürülen, bir yıl sonra affedilip İstanbul’a dönen İzzet, daha sonra Harameyn
müfettişliğine tayin edilmiştir. Bu dönemde Rusya ile yapılacak savaşın aleyhinde
bulunduğu için Sivas’a sürülmüş ve bir süre sonra orada ölmüştür (TİMURTAŞ
2005:360).
Dönem şâirlerinden Leylâ Hanım (ö. 1848), eğitiminin büyük bir kısmını
dayısı Keçeci-zâde İzzet Molla vasıtasıyla tamamlamıştır. Sultan II. Mahmud ve Sultan
Abdülmecid’in saltanat sürdüğü yılları idrak etmiştir. Saray çevresine yakın bir hayat
süren Leylâ Hanım, bu yakınlığını yazdığı şiirlerinde de dile getirmiştir. Saray çevresine
yakın olmasına rağmen maddi anlamda çok sıkıntı çekmiş ve bu durum genç yaşta
ihtiyarlamasına sebep olmuştur (ARSLAN 2003:25-26).
Sultan Mahmud dönemi şâirlerinden Hâlis Efendi (ö. 1883), 1833’te Namık
Paşa’nın Londra sefaretine başkitabet vazifesiyle gitmiştir. Kendisine 1837’de
hâcegânlık ve 1838’de «Hâmise» nişanı verilmiştir. Sultan Abdülmecid döneminde de
kitabet hizmetiyle Tunus ve Şam’da bulunmuştur (İNAL 2000:805).
Sultan Abdülmecid dönemi şâirlerinden biri de Nevres (ö. 1876)’tir. Bağdat
valisi Ali Rıza Paşa’nın kullarından Süleyman Faik Efendi tarafından satın alınan
Nevres, kısa süre eğitime tabi tutulduktan sonra Ali Rıza Paşa’ya takdim edilmiştir.
Eğitimine Ali Rıza Paşa’nın konağında devam eden Nevres, hâmîsinin ölümü üzerine
İstanbul’a gelip 1848’de Hariciye Mektubî Kalemi’ne girmiştir. Bir müddet sonra
Abdülkerim Nadir Paşa ile birlikte Bağdat’a giden Nevres, burada Irak ve Hicaz
orduları baş kâtipliğine atanmış ve aynı yıl içerisinde aynı orduların muhasebeciliğine
getirilmiştir. Nevres, Sultan Abdülaziz döneminde Şamnu’daki ikinci ordu
muhasebeciliğine gönderilmiş ve bir süre sonra yolsuzluk yaptığı iddiası ile görevinden
alınmıştır. Bu suçlamaya dayanamayan Nevres’in akli dengesi bozulmuş ve bir süre
tedavi gördükten sonra Ziya Paşa’nın aracılığı ve Yusuf Kamil Paşa’nın emriyle 1874’te
129
Zaptiye Nezâreti mektupçuluğuna getirilmiştir. Rahatsızlığının tekrar nüksetmesi
dolayısıyla görevden ayrılan Nevres, iyileşince bir daha görev almamıştır (İPEKTEN
1987:372).
Sultan Abdülmecid dönemi şâirlerinden Abdî Efendi (ö. 1884-5), Şarkî
Karahisar’dan İstanbul’a gelip eğitimini tamamlayarak Belgrad Muhafızı Selîm Paşa,
Harput Valisi Hüsrev Paşa ve Halep Valisi Mustafa Mazhar Paşa’nın dîvân kitabetinde
bulunmuştur. Abdî Efendi, 1849/50’de Meclis-i Vâlâ mazbata odası hülefası sınıfına
dahil olmuştur. Bir müddet sonra Bosna Meclis-i Kebîr-i Baş Kitabeti’ne tayin
edilmiştir. Kısa bir süre sonra bu görevden azledilmiş ve ömrünün geriye kalan kısmını
çeşitli yerlerde kaymakamlık ve mutasarrıflık yaparak geçirmiştir (İNAL 1999:33).
Trabzon valisi Hazinedar-zâde Osman Paşa’nın kavas-başısı Mustafa
Ağa’nın oğlu olan Âgâh Paşa (ö. 1906), eğitimini tamamlayarak İstanbul’a gelmiş,
burada gemi hocalığı ve kalyon kâtipliği yapmıştır. 1852-1853 Rus muharebesinde
devlet ve İngiltere hükümeti tarafından kendisine madalya verilmiştir. Âgâh Paşa, daha
sonra Sakız’a ve Midilli’ye gönderilmiş, Midilli’de bulunduğu sırada Cezâyir-i Bahr-i
Sefid Valisi olan Hüsnî Paşa’ya intisâb etmiştir. Hüsnî Paşa’nın delaletiyle binbaşı
rütbesiyle Fırka-i Zabtiye azalığına, sonra Hüdavendigar, Hicaz ve Prizren vilayetleri
alaybeyliğine getirilmiştir. Daha sonraki dönemlerde de alaybeyliklerinde bulunmuştur
(İNAL 1999:64-65).
Sultan Abdülmecid dönemi şâirlerinden Hâlet Bey, 1851’de o dönemde
Dîvân-ı Hümâyun Âmedçisi olan Mahmud Nedim Paşa sayesinde Hâriciye Nezareti
Mektûbî Kalemi’ne girmiştir. Daha sonra Rüsûmat Emâneti’nin teşekkülünde
başkitabetine tayin olunan Leskofçalı Galib Bey, Hâlet Bey’i Rüsûmat Heyet-i
Tahrîriyesi’ne memur olarak atanmasını sağlamıştır (İNAL 2000:78).
Sultan Abdülmecid dönemi şâirlerinden Hamdi Efendi, Şeyhülislâm Arif
Hikmet Bey hakkında:
Zebân-ı hâmeyi ter buldum elbet bunda bir hikmet var
Ki âheng-i tekellüm eylemezdi hayli müddet var
matlalı kasîdeyi söylemiştir. Bu kasîdeyi beğenen Arif Hikmet Bey, Hamdi
Efendi’nin rütbesini taltif etmiştir. Hamdi Efendi, daha sonra Yusuf Kamil Paşa’nın
Harput’ta inşa ettirdiği medreseye müderris olarak atanmış ve Yusuf Kamil Paşa’nın
ihsânlarına da nail olmuştur (İNAL 2000:816).
130
Yusuf Kamil Paşa’nın dairesinin müdavimleri arasında Hayri (ö. 1877) de
vardır. Yusuf Kamil Paşa’nın ihsânlarına nail olmuştur. Sunduğu şiirinin birinde yardım
isterken diğerinde ise Meclis-i Maliye’ye aza olarak atanmak istemiştir (İNAL
2000:905).
Gençliğinde Zabtiye Müşiri Pepe Mehmed Paşa’ya intisâb eden Hüsni (ö.
1877), bir süre Mehmed Paşa’nın kitabetinde bulunmuştur. Daha sonra Yanya’ya vali
olarak atanmışsa da Sami Paşa-zâde Subhi Bey’in şikayeti üzerine görevinden
alınmıştır. 1869’a kadar çeşitli yerlerde valilik yapmış ve bu tarihte Zabtiye müşirliğine
getirilmiştir. Memdûhu/hâmîsi Ali Paşa’nın ölümü üzerine bu görevinden azledilerek
Kıbrıs’a sürgüne gönderilmiştir. Midhat Paşa’nın sadaretinde affedilerek mesleğine geri
dönmüştür (İNAL 2000:978).
Sultan Abdülaziz dönemi şâirlerinden Abdülhalim Paşa (ö. 1876), Sultan
Abdülaziz’e takdim ettiği kasîdesinde orduya pek çok hizmet ettiğini buna rağmen
rütbesinin elinden alınarak Bursa’ya sürüldüğünü dile getirmiştir (İNAL 2000:691).
Sultan Abdülaziz dönemi şâirlerinden Mirza Habib Efendi (ö. 1893), Sipeh-
sâlâr Mehmed Han’ı hicvedince Osmanlı’ya sığınmak zorunda kalmıştır. Bunun üzerine
İstanbul’a gelmiş, Sadrazam Ali Paşa ve Ahmed Vefik Paşa’nın himâyesine girerek
Galatasaray Mekteb-i Sultanisi’ne Farsça ve Arapça öğretmeni olarak atanmıştır (İNAL
2000:712).
Sultan Abdülaziz dönemi şâirlerinden Âsım Efendi, eğitimini
tamamladıktan sonra bir müddet Evkâf Müfettiş Kalemi’nde görev yapmış ve niyabet
mesleğine girmiştir. Daha sonra Trabzon, Kıbrıs, Tırnava, Mısır ve Medine’de mollalık
yapmıştır. Kendisine 1863/64’te İstanbul payesi verilmiştir. 1871’de İstanbul kadısı
olan Âsım Efendi, 1875’te Anadolu kazaskerliği payesiyle Meclis-i Meşayih
Riyaset’ine getirilmiştir. Daha sonra Kanun-ı Esâsi aleyhindeki sözleri ve hicivlerinden
dolayı niyabetle Kütahya’ya gönderilmiştir. 1881’de Karahisar niyabetine tayin edilmiş,
bir müddet sonra İstanbul’a gelerek Rumeli kazaskerliği payesini almıştır (İNAL
1999:103).
Sultan Abdülaziz dönemi şâirlerinden bir diğeri de Hakkı Paşa (ö. 1913)’dır.
Sultan Abdülaziz’in harp gören zâbitandan yâver-i harb istemesiyle Dâire-i Askeriyye
tarafından yâverliğe getirilmiştir. Daha sonra Sultan Abdülaziz ile birlikte Avrupa
seyahatlerine katılmıştır (İNAL 2000:762).
131
Damad Mahmud Paşa (ö. 1903), eğitimini tamamladıktan sonra Sadaret
Mektubu Kalemi ve daha sonra Amedi Odası’nda görevlendirilmiştir. 1876’da Sultan
Abdülmecid’in kerimelerinden Seniha Sultan ile evlenerek Şurâ-yı Devlet Âzalığı’na
tayin olmuştur. 1877’de vezir, bir yıl sonra da Sadık Paşa’nın kabinesinde Adliye Nazırı
olmuştur. Sadrazam Saffet Paşa’nın itirazı ile aynı yıl Şurâ-yı Devlet Âzalığı görevine
geri dönmek zorunda kalmıştır. Paris, Londra ve Mısır’da Sultan Abdülhâmîd aleyhinde
yayınlar neşretmiştir. Şiirlerinde Manastırlı şâir Faik Bey’in verdiği Âsaf mahlasını
kullanmıştır (İNAL 1999:76-81).
Sultan Abdülaziz dönemi şâirlerinden Haydar Bey (ö.1930), amcası
Mahmud Nedim Paşa’nın sadaretinde 3.800 kuruş maaşla Birinci Mahkeme-i Ticaret
Riyâseti’ne getirilmişsede bu görevinden Midhat Paşa’nın sadaretinde azledilmiştir.
Daha sonra amcasının ikinci defaki sadaretinde Meclis-i Rüsûmat Âzalığı’na tayin
olmuş ve maaşı 4.000 kuruşa çıkarılmıştır. Bu dönemde hızla yükselerek «Mecidî» ve
«Osmanî» nişanlarını almış ve 5.900 kuruşla tekaüde ayrılmıştır (İNAL 2000:872).
Sultan Abdülaziz dönemi şâirlerinden Hayri (ö. 1892), küçük yaşta Mustafa
Reşid Paşa tarafından Enderûn’a kaydettirilmiştir. 1857’de 100 kuruş maaşla Enderûn
Hademeliği’ne ve Enderûn Mektebi İnşâ Muallimliği’ne tayin olmuştur. Sultan
Abdülaziz’e her yıl düzenli olarak sunduğu kasîdeleriyle ihsâna nail olduğu gibi
1871’de takdim ettiği kasîde üzerine 500 kuruş maaşla Rüsûmat Emaneti Tahrirat
Müsevvidliği’ne ve Mahmud Nedim Paşa’nın sadaretinde Yanya vilayetine müfettiş
olarak atanmıştır (İNAL 2000:912).
Çeşitli okullarda muallimlik yaptıktan sonra İstanbul’a gelen Hayret, bu
dönemde Mustafa Fazıl Paşa’nın konağında hocalık yapmıştır. Konaktan ayrıldıktan
sonra muallimlik mesleğinde derece derece yükselmiş ve Kütüphaneler Müfettişliği’ne
getirilmiştir. Daha sonra da Kütüphaneler Tahrir Müdür Muavinliği’ne ve 1886’da
Maârif Nezareti Encümen-i Teftiş ve Muayene Azalığı’na atanmıştır (İNAL 2000:877).
Kavalalı Mehmed Paşa’nın dördüncü oğlu olan Halim Paşa’nın ikinci
çocuğu Mehmed Abbas (ö. 1934), Sultan II. Abdülhâmîd’in saltanatının son yıllarında
İstanbul’a gelmiş, Şûrâ-yı Devlet âzası olarak devlet hizmetine girmiştir. Daha sonra
Bursa valiliği ve Nâfia Nazırlığı’na getirilmiştir. Şiir, edebiyat ve musikîden çok iyi
anlayan Abbas, devrinde cömertliği ile tanınmıştır. Birçok gencin yurt dışında
okumasını sağladığı gibi ilim, fikir ve sanat adamlarını da korumuştur. Çocuklarının
132
hocası Mehmed Akif ile başlayan dostluğu uzun yıllar sürmüştür. Akif “el-Uksurda”
adlı şiirini ona ithaf ettiği gibi, kendisine hitaben iki manzum tebrik ile “Arîza” isimli
iki de manzume yazmıştır (UZUN 1988:24).
Sultan II. Abdülhâmîd dönemi şâirlerinden Bahaeddin (ö. 1916), 1876’da
Raif Paşa’nın Edirne’de kitabetinde bulunduktan sonra Suriye’ye vali olarak atanan
Ziya Paşa’nın mühürdarlığına getirilmiştir. Daha sonra Cevdet, Midhat ve Hamdi
Paşaların maiyyetlerinde bulunmuştur (İNAL 1999:260).
Mehmed Aziz Bey (ö. 1914), Hicaz Valisi Yozgatlı Vecihi Paşa’nın
oğludur. Dönemin tanınmış hocalarından ders alarak meslek hayatına Vilâyet Tahrirat
Kalemi baş kâtibi olarak başlamıştır. Daha sonra Meclis-i Vâlâ Kavanin Dairesi
Kalemi’ne dahil olmuştur. Çeşitli komisyonlarda görev yaptıktan sonra Tahkikat icrası
için Trabzon’da ve depremde zarar görenlerin rahatını sağlamak amacıyla Balıkesir’de
görevlendirilmiştir. Kendisine «Mecidî» ve «Osmanî» nişanlarının yanı sıra altın başarı
ödülü verilmiştir (İNAL 1999:56-57).
Sultan II. Abdülhâmîd dönemi şâirlerinden Hâşim Bey, Erzincanlı Hacı
İzzet Paşa’nın ikinci defa Hicaz valiliğinde dîvân kitabetinde bulunmuştur. Daha sonra
İstanbul’a gelerek Sadrazam Said Paşa’nın emriyle ve 200 kuruş maaşla Sadâret
Mektubî Kalemi’ne memur olarak atanmıştır (İNAL 2000:861).
4.2. Osmanlı Sancak Merkezleri
Siyasî gelişmeler ile kültürel gelişmeler tarih boyunca birbirini takip
etmiştir. Bir şehrin siyasî anlamda gelişmişliğinin sonucunu bir müddet sonra kültürel
alanda da görmekteyiz. Osmanlı toplumuna baktığımızda ilk kültür ve eğitim
kurumlarının İznik ve Bursa’da ortaya çıktığını, bunun sonucunda ilk ürünlerin de bu
coğrafyadan elde edildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. 1331 yılında İznik’teki bir
manastır, medreseye tebdil olunarak Osmanlı’nın ilk medresesi açılmıştır. Müderris
olarak da Türk âlim ve mütefekkirlerden Şerefüddîn Davud-ı Kayserî tayin edilmiştir
(EFLATUN 2001:15). Osmanlı devrinin ikinci medresesi de Orhan Bey’in büyük
kumandanlarından Lala Şahin tarafından, İznik fethinde görülen yararlığına mükâfat
olarak Taceddin-i Kürdî fetvasıyla kendisine bağışlanan birçok ganimet malının
tutarıyla Bursa’da kurulmuştur (ADIVAR 1991:16). İlerleyen dönemlerde Anadolu’da
ve Rumeli’de yapılan fetihler sonucunda Edirne, Gelibolu, Serez, Vardar Yenicesi,
133
Üsküp, Manastır, Filibe, Selanik, Belgrat, Prizren, Priştine, Kastamonu, Konya,
Kütahya, Amasya, Bağdat, Erzurum ve Kayseri gibi şehirlere siyasî otoritenin
gelmesiyle bu yerleşim alanları birer kültür merkezi haline gelmiştir (İSEN 1997:79).
Osmanlı Devleti’nde padişâh çocukları, devlet yönetiminde tecrübe
kazanmak amacıyla sancak merkezlerinde valilik yapmışlardır. Anadolu’da XIV.
yüzyıldan itibaren şehzâde sancak merkezlerinin Balıkesir, Kütahya, Manisa, Isparta,
Antalya, Konya, Aydın, Amasya, Sivas, Kastamonu, Trabzon ve Kırım yarımadasında
Kefe şehirleri olduğu tespit edilmiştir. Daha sonraki tarihlerde Amasya, Manisa,
Kütahya, Konya diğerlerine tercih edilmiş, en son olarak yalnız Manisa şehzâde sancağı
olarak kalmıştır (UZUNÇARŞILI 1988a:123).
Şehzâdelerin yanlarında işlerini idare eden devlet görevlileri de vardır.
Devlet görevlilerinin haricinde irfan ve kabiliyetlerine göre âlim, şâir, edip ve
musikîşinas şahsiyetler de şehzâdelerin yanlarında bulunmuştur. II. Murad’dan itibaren
XVI. yüzyıl ortalarına kadar çelebi-sultanlıkla sancaklarda bulunan şehzâdeler, eskiden
beri Anadolu’da kültür şehirleri olan muhitlerde sancak beyliği ve valilik yapmışlar ve
böylelikle bulundukları şehirler ilim ve kültür merkezi haline gelmiştir. Bunun sonucu
olarak Osmanlı şehzâdeleri adına bir hayli eser yazılmıştır. Valilik yapan şehzâdelerin
en kuvvetli dönemleri II. Bayezid’in oğullarının valilik yaptıkları devirdir. Âlim ve şâir
Türabî, Edirneli Şahidi, Lâ’li, Sa’di, Hüsam Çelebi, Celâl Bey, Ahmed Bey, Serezli
Kandî, Sehâyi, Karamanlı Figânî, Karamanlı Niyâzî, Necâtî, Tâlif, Sun’i, Şevkî, Abdî,
Gelibolulu Süruri, Abdurrahman Gubarî, Firakî vs. hep on beşinci yüzyıl sonlarıyla on
altıncı yüzyıl ortalarına kadar Osmanlı şehzâdelerinin himâyelerinde yetişmiştir
(UZUNÇARŞILI 1988a:125-126).
Dîvân şâirlerinin coğrafi dağılımları ile ilgili yapılan bir istatistikî çalışma
şâirlerin yetiştiği vilayetleri ve şâir sayısını topluca vermesi bakımından son derece
önemlidir. Buna göre:
134
Tablo 7. Dîvân Şâirlerinin Coğrafi Dağılımları
SIR
A
ŞEHİR ADI
ŞÂİR
SAY
ISI
SI
RA
ŞEHİR ADI
ŞÂİR
SAY
ISI
1. İstanbul 609 17. Isparta 19 2. Bursa 156 18. Üsküp 18
3. Edirne 150 19. Amasya 17 4. Konya 69 20. Aydın 17
5. Diyarbakır 40 21. Manastır 17 6. Kastamonu 36 22. Rumeli 17
7. Bağdat 35 23. Erzurum 16 8. Gelibolu 30 24. Filibe 16
9. Kütahya 24 25. Selanik 16
10. Bosna 26 26. Sofya 16
11. Antep 26 27. Ankara 15 12. Buhara 26 28. Trabzon 15
13. Serez 21 29. Tokat 14 14. Manisa 20 30. Belgrat 11
15. Vardar Yenicesi 20 31. İznik 11 16. Bolu 19 32. Kayseri 11
(İSEN 1997:70)
Tabloda da görüldüğü üzere İstanbul yetiştirdiği 609 şâir ile birinci
sıradadır. Bursa yetiştirdiği 156 şâir ile ikinci sırayı almıştır. Bu durumu şüphesiz
Bursa’nın devletin ilk başkenti olmasına bağlayabiliriz. Ancak Bursa ilk zamanlarda
elde ettiği başarıyı daha sonraki yüzyıllara taşıyamamıştır. Bursa’nın XVI. yüzyılda
ulaştığı şâir sayısı 40’tır. 150 şâir ile üçüncü sırayı alan Edirne için de aynı şeyleri
söyleyebiliriz. Edirne XVI. yüzyılda Sehî, Latîfî ve Âşık Çelebi tezkirelerine 50 şâir ile
girerken sonraki yıllarda bu sayı azalmıştır. 69 şâir ile dördüncü sırada yer alan Konya,
24 şâir ile dokuzuncu sırada bulunan Kütahya, 20 şâir ile on dördüncü sırada yer alan
Manisa, 17 şâir ile on dokuzuncu sırada bulunan Amasya, 15 şâir ile yirmi sekizinci
135
sırada bulunan Trabzon çok şâir yetiştiren şehirlerden olmalarını XVI. yüzyıl sonuna
kadar Osmanlı idarî yapısı içinde şehzâde sancaklarının merkezi olmalarına
borçludurlar. XVI. yüzyılda Manisa 7, Amasya 10, Trabzon 5 şâirle temsil edilmiş olup
şehzâde-valiler dönemindeki kültürel canlılık daha sonraki yüzyıllarda aynı hızla devam
etmemiştir (İSEN 1997:71-72).
4.2.1. Edirne’de Bulunan Şehzâdeler
Edirne, Osmanlı Devleti’ne ilhakından sonra en fazla önemi Emir Süleyman
Çelebi zamanında kazanmıştır. Emir Süleyman Çelebi burada hükümdarlığını ilan
etmiştir. Daha sonra kardeşi Musa Çelebi’nin himâyesine giren şehir, Sultan II. Murad
zamanında devlet merkezi yapılmıştır. Şehir, 1429-1439 yılları arasında çeşitli yabancı
elçi, kurul ve hükümdarların uğrak yeri olmuştur. Germiyan Beyi Yakup Bey, ülkesini
kız kardeşinin torunu olan II. Murad’a vasiyet etmek üzere şehre gelmiştir. Bunun yanı
sıra birçok batılı hükümdar da şehri ziyaret etmiştir. II. Murad, bu parlak yaşantısından
dolayı “Ebu’l-Hayrat” unvanını alırken Edirne de “Darüssaltanata” sıfatına layık
görülmüştür. Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u alınca devlet merkezinin buraya
taşınması ile Edirne eski önemini kaybetmiştir. Ancak yine de çeşitli sebeplerle
Osmanlı padişâhlarının uğrak yeri olmuştur (TUĞLACI 1985:102-111).
Hükümdarlığını Edirne’de ilan eden Emir Süleyman Çelebi, burada şâirlerin
koruyucusu olmuştur. Sarayında bulunan şâirlerin birçoğu daha önce Germiyan
Sarayı’nda bulunan ve Osmanlıya intisâb eden şâirlerdir. Ahmedî, Hamzavî, Ahmed-i
Dâ’i Emir Sultan Çelebi’nin meclislerine girip ihsânlarına nail olmuşlardır.
Dönem şâirlerinden Ahmedî (ö. 1412), Mısır’da tahsilini tamamlayıp Şeyh
Ekmel’den icâzet alarak Germiyan Bey’i Süleyman Şah’a intisâb etmiştir
(UZUNÇARŞILI 1932:216). İskender-nâme adlı eserini Süleyman Şah için yazmaya
başlamış, Sultan Yıldırım Bayezid’in valiliği sırasında ondan gördüğü teşvik ve
iltifatlarla eserin sonuna Osmanlı Tarihi’ni ilave ederek eseri Yıldırım Bayezid’e
sunmaya karar vermiştir. İskender-nâme’yi Süleyman Şah’a sunmaktan vazgeçmesinin
sebebini Latîfî, eserin Germiyan Sarayı’nda itibar görmemesine bağlamıştır (İSEN
1999:101). Yıldırım Bayezid’in Ankara Savaşı’nda mağlubiyeti ve ölümü üzerine
Ahmedî, Edirne’de Süleyman Çelebi’ye intisâb etmiştir. Emir Süleyman Çelebi
sarayında rahata kavuşan Ahmedî, Çelebi’nin emri ile Cemşid ü Hurşid mesnevisini
136
yazıp Emir Süleyman Çelebi’ye sunmuştur. Süleyman Çelebi adına tertip ettiği
Dîvân’ında Süleyman Çelebi adına birçok kasîde ve gazel vardır (İSEN 1999:103).
Emir Süleyman Çelebi’nin hizmetinde bulunan şâirlerden bir diğeri de
Ahmedî’nin kardeşi Hamzavî’dir. Hamzavî de şehzâdenin meclislerinde kendine yer
edinmiş ve ihsânlarına nail olmuştur. Kıssa-i İskender ve Hamza-nâme adında iki
mensur eseri vardır (MENGİ 2000a:93).
Ahmed-i Dâ’i (ö. 1417) de Germiyan Sarayı’nda yetişmiş ve daha sonra
Emir Süleyman Çelebi’ye intisâb etmiştir (UZUNÇARŞILI 1932:213). Süleyman
Çelebi’nin meclislerinde bulunup çeşitli ihsânlara nail olmuştur. Süleyman Çelebi’ye
çeşitli kasîdelerin yanı sıra Dîvân’ını ve Çeng-nâme adlı mesnevisini sunmuştur.
Ayrıca Süleyman Çelebi’nin arkadaşı Umur Bey’e de iki eser takdim etmiştir
(ERTAYLAN 1952:119).
Şâirlerin eserlerinden başka Süleyman Çelebi’ye çeşitli konularda eserler de
yazılmıştır. Bu eser sahipleri de Süleyman Çelebi’nin iltifatlarına nail olmuşlardır.
4.2.2. Konya’da Bulunan Şehzâdeler
Osmanlı Devleti’ni en fazla uğraştıran Karamanoğulları Beyliği Fatih Sultan
Mehmed’in saltanatı yıllarında Osmanlı hakimiyetine girmiştir. Karaman ülkesinde
Osmanlı egemenliği kurulunca, Konya ve Lârende (Karaman) şehirlerinde yaşayan
sanat sahipleri aileleriyle beraber İstanbul’a getirilip yerleştirilmiştir. Eyaletin başına da
Fatih’in büyük oğlu Şehzâde Mustafa ve onun ölümünden sonra Şehzâde Cem
getirilmiştir. Yedi yıl Konya’da görev yapan Şehzâde Cem, halkın sevgisini ve saygısını
kazanarak ülkenin Osmanlı ile bağlarının güçlenmesini sağlamıştır. Şehzâde Cem’den
sonra sancağın başına Bayezid’in büyük oğlu Abdullah getirilmiştir (TUĞLACI
1985:218).
4.2.2.1. Şehzâde Cem
Şehzâde Cem, 1474’te Şehzâde Mustafa’nın ölümü üzerine Karaman
Sancağı’na vali tayin edilmiştir. Konya’da sancak beyliğinde kaldığı yedi yıl süre
zarfında eğitiminin yanı sıra diğer alanlarda da kendisini yetiştirmiştir. Kendisi de bir
şâir olan Şehzâde Cem, şâirlerle yakından ilgilenmiş, onları meclislerinde
bulundurmuştur.
137
Şehzâde Cem’in biran olsun yanından ayrılmayan şâirlerin başında gelen
Sa’dî, Konya’da şehzâdenin sarayında kâtip ve nişancı olarak görev yapmıştır. Sıkıntılı
gurbet hayatında da yanından ayrılmamış, adeta dert ortağı olmuştur (İSEN 1999:378).
Şehzâde Cem’in çevresindeki şâirlerden biri de Haydar Çelebi’dir.
Konya’da şehzâdenin defterdârlığını yapmıştır. Şehzâdenin nedîmi, musâhibi ve en
güvendiği adamı olarak Rodos şövalyelerine ilticasında yanında yer almıştır.
Şehzâdenin ölümünden sonra eşyalarını ve papağanı İstanbul’a getirmiştir. Beyaz renkli
papağanı siyaha boyayarak ve “El-hükmü lillâh-hüküm Allah’ındır, kulun elinde ne var,
padişâhımızın ömrü ebedi olsun” sözünü ezberletip Sultan Bayezid’in huzuruna
çıkmıştır. Bu sözü beğenen Bayezid, kendisine Germiyan’da bir zeamet vermiştir (İSEN
1999:228).
Şehzâdenin yanında bulunan şâirlerin biri de Sirozlu Kandî’dir. Şehzâdenin
meclislerinde bulunarak ihsânlarına nail olmuştur. Şâir olarak pek fazla tanınmamıştır
(İSEN 1999:254).
La’li de Şehzâde Cem’in meclislerinde bulunmuş şâirlerdendir. Şehzâde
Cem ile diğer şâirler gibi gurbette bulunmuş, şehzâdenin dert ortağı olmuştur (İSEN
1999:273).
Şehzâde Cem’in Karaman valiliği sırasında defterdârı olan Şahidi de
şehzâdenin sohbet arkadaşı idi. Şiir alanında pek fazla bir marifet gösterememiştir
(İSEN 1999:417).
Şâir Türabî, aynı zamanda Şehzâde Cem’in hocasıdır. Fatih Sultan
Mehmed tarafından şehzâdeye hoca tayin edilmiştir. Konya’dan ayrıldıktan sonra da
camilerde halka vaaz vererek geçimini sağlamıştır (KILIÇ 1994:832).
4.2.2.2. Şehzâde Abdullah
Manisa sancak beyliğinde bulunan Şehzâde Abdullah, Şehzâde Cem’den
sonra Karaman sancak beyliğine getirilmiştir. İki yıl gibi kısa bir zaman görev yapan
Şehzâde Abdullah, Konya’ya atanınca Necâtî Bey de şehzâdeyle birlikte Konya’ya
gelmiştir. Şehzâde’nin 1483’te Konya’da ölmesi üzerine Necâtî Bey İstanbul’a
dönmüştür.
Şehzâde Abdullah Konya’ya gelince kendisine kasîdeler sunan Karamanlı
Figanî, şehzâdenin kâtipliğine getirilmiştir. Dîvân’ı ve Şehnâme vezninde İskender-
138
nâme’si olmasına rağmen şiir alanında pek fazla tanınmamıştır. İftiraya uğrayarak
asılmıştır (İSEN 1999:176).
Karaman şâirlerinden Niyazi de Şehzâde Abdullah’ın valiliği sırasında
şehzâdeye Karaman’da intisâb etmiştir. Aynı mahlaslı diğer şâirlerden ayırmak için
kendisine Niyazi Karâmâni-i Kâdim denilmiştir (KAYABAŞI 1997:583). Şehzâde
Abdullah’a kasîdeler sunmuştur.
4.2.2.3. Şehzâde II. Selim
1542-1544 yılları arasında Konya valiliği yapan Şehzâde Selim, daha sonra
Manisa’dan tekrar Konya’ya nakledilerek 1558-1562 yılları arasında ikinci kez Konya
valiliği yapmıştır. Manisa’daki şâirleri Celâl Bey, Durak Çelebi, Terzizâde Ulvî, Kara
Fazlî, Hubbî Hatun, Derviş Çelebi, Visâlî Çelebi, Gelibolulu Ali, Deruni, Fedayî
mahlaslı Ali Bali de şehzâde ile Manisa’dan Konya’ya gelmiştir. Ayrıca Konya’da
Hâtemî İbrahim Bey, Vusûlî, Rahimi de şehzâdeye intisâb etmiştir.
4.2.3. Amasya’da Bulunan Şehzâdeler
Amasya, Çelebi Sultan Mehmed zamanında Osmanlı İmparatorluğu’na
dahil olmuştur. Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u aldıktan sonra şehzâdesi Bayezid’i
Amasya’ya vali yapmıştır. Babasının ölümü üzerine Bayezid, 1481’de tahta çıkınca
Amasya’ya oğlu Şehzâde Ahmed’i vali tayin etmiştir. Kanuni Sultan Süleyman, şehri
1538’de bağımsız bir sancak haline getirdiyse de şehir, daha sonra Mehmed Çelebi’ye
verilerek tekrar Sivas’a bağlanmıştır (TUĞLACI 1985:17-18). Ayrıca Kanuni’nin oğlu
Şehzâde Mustafa da Manisa’dan Amasya’ya nakledilerek bu şehirde sancak beyliği
yapmıştır (UZUNÇARŞILI 1988a:120).
4.2.3.1. Şehzâde II. Bayezid
Amasya Sancağı’na gönderilen Fatih Sultan Mehmed’in şehzâdesi
Bayezid’in yanında Hızır Bey, Çandarlı-zâde İbrahim Paşa ve Fenari-zâde Ahmed Paşa
lala olarak bulunmuştur. Ayrıca tecrübeli vezir Hamza Bey-zâde Mustafa Paşa da
Amasya’da bulunmuştur. Bu kişilerin şehzâdenin eğitiminde ve sancak idaresindeki
rolleri büyüktür. Yaklaşık on beş yıl bu şehirde kalan Şehzâde Bayezid, şuh yaratılışının
139
da etkisiyle sanatkârlarla iyi ilişkiler kurmuştur. Musikîşinasları ve şâirleri
meclislerinden eksik etmemiştir.
Hâtemî mahlası ile şiirler yazan Abdurrahman Mü’eyyed-zâde (ö. 1516),
Amasya’da doğup büyümüş ve şehzâdeye burada intisâb etmiştir. Şehzâdenin
meclislerinde bulunup çeşitli ihsânlar elde etmiştir. Abdurrahman Çelebi ve
yanındakilerin şehzâde tarafından bu derecede korunup kollanmasını çekemeyen
düşmanları, bu şahısların şehzâdeyi içki ve afyona alıştırdıkları fitnesiyle Fatih Sultan
Mehmed’e haber vermişlerdir. Şehzâde, durumu önceden haber alıp Mü’eyyed-zâde’yi
Amasya’dan kaçırmıştır. Mü’eyyed-zâde Tebriz’de Celâleddin Devvani’den icazet
almış, Sultan II. Bayezid’in saltanatı döneminde İstanbul’a dönebilmiştir (EYDURAN
1999:332).
Nişancı Ca’fer Çelebi’nin babası Tac Bey (ö. 1485), Şehzâde Bayezid’in
defterdârlığını yapmıştır (İSEN 1999:442). Şehzâdenin daima yanında bulunmuş ve
saltanatı döneminde de defterdârlık görevini sürdürmüştür.
Sultan Bayezid’in saltanatı devrinde vezir olan Kasım Paşa da Sâfî mahlası
ile şiirler yazmış, Mısırlı hadis âlimi Mevlânâ Cezeri’nin yanında yetiştiği için Cezeri
Kasım adıyla anılmıştır (İSEN 1999:385). Mahmud Paşa’nın himâyesini kazanan Sâfî,
onun yardımı ile şehzâdeye defterdâr tayin edilmiştir. Şehzâdenin meclislerinde yer
almış ve daha sonra veziri olmuştur.
Şehzâdenin Amasya’da hizmetinde bulunan Kutbi Ahmed Çelebi, inşasının
güzelliği sebebiyle şehzâdeye nişancı tayin edilmiştir. İlmi ve fazileti ile tanınmış,
şehzâdenin iltifatlarına nail olmuştur (İPEKTEN 1996:174).
Şehzâde Bayezid, Amasya valisi iken orada kadı olarak bulunan Sinoplu
Seyfi, şehzâdenin dikkatini çekip meclislerinde yer alan diğer bir şâirdir. Bayezid’in
saltanatında da yüksek dereceli kadılıklar elde etmiştir (EYDURAN 1999:517).
Amasyalı şâir Âfitâbî de Şehzâde Bayezid’in dikkatini çekerek
meclislerinde kendisine yer edinmiştir. Bu durumu çekemeyen düşmanları fitne
çıkararak saraydan uzaklaştırılmasını sağlamışlardır. Yazdığı:
Müjen tîrine can atmak hedef devlet nişânıdır
Veli benim gibi hâkînin ol devlet ne şânıdır
matlalı kasîdesinde durumunu iletip yardım istediyse de fayda etmemiştir
(İSEN 1999:89).
140
İlk klâsik dönemin kadın şâirleri, baba veya eş vasıtasıyla sosyal statüsü ve
refah düzeyi yüksek ailelerden gelmişlerdir. Hemcinsleri ile kıyaslandığında toplumun
genel eğitim seviyesinin üstündedirler. Dîvân şiirinin kuralları iyice belirlenmiş estetik
anlayışı içerisinde kadın duyarlılığını yansıtacak bir söyleyiş biçimleri geliştirdiklerini
söylemek zordur (BEKİROĞLU 1999:802-816). Böyle bir yapı içerisinden gelen
Amasyalı şâir Mihrî Hanım (ö. 1516) da Şehzâde Bayezid’in iltifatlarına nail olmuştur.
Necâtî Bey’e birçok nazire söylemiştir. Mihrî Hanım, Şehzâde Bayezid’in tahta
çıkmasıyla Amasya valiliğine getirilen Şehzâde Ahmed döneminde de yerini korumayı
bilmiştir (İSEN 1999:310).
4.2.3.2. Şehzâde Ahmed
Sultan II. Beyazid’in Amasya şehzâdeliği döneminde dünyaya gelen
Şehzâde Ahmed, babasından sonra Amasya’ya vali olmuştur. Kendisini saltanatın varisi
olarak görmüş, Amasya’da şatafatlı bir hayat sürmüştür. Birçok sanatçıyı himâyesinde
barındırmış, babası döneminden kalma şâirler de meclisinde kendilerine yer
bulmuşlardır.
Şehzâde Bayezid döneminde saraydan uzaklaştırılan Âfitâbî, Şehzâde
Ahmed’in Amasya valiliğinde şehzâdeye sunduğu kasîdeler sayesinde rahat bir hayat
sürmüş ve bir müddet sonra Amasya’da ölmüştür (EYDURAN 1999:164).
İlmi ile tanınan Müniri İbrahim Çelebi (ö. 1521), Şehzâde Ahmed’e
kasîdeler sunup şehzâdenin iltifatını kazanmıştır. Şiirleri ile pek fazla tanınmamıştır
(İSEN 1999:317).
Penahi mahlası ile şiirler yazan saray nakkaşı Şah Kulu, Şehzâde Bayezid
döneminde Tebriz’den gelip Şehzâde Bayezid’e Amasya’da intisâb etmiş ve sarayda
Şehzâde Ahmed döneminde de kalmıştır. Şehzâdenin ölümünden sonra İstanbul’da 22
akçe ile hassa nakkaşı olmuş ve daha sonra nakkaş beyi tayin edilmiştir (KILIÇ
1994:199).
Musikî alanında bilgisi ile tanınan şâir Makâmî (ö. 1535), Amasya’da
şehzâdeye intisâb edip önce imam, daha sonra saraydaki içoğlanlara hoca tayin
edilmiştir. Şehzâdenin ölümünden sonra camilerde Kur’an okuyarak, vaaz vererek
geçimini sağlamaya çalışmıştır. Kendisine ulûfe bağlanıp İstanbul’a getirilmiş ve
141
Sadrazam İbrahim Paşa ve İskender Çelebi’nin çocuklarına Kur’an dersi vermekle
görevlendirilmiştir (KILIÇ 1994:435).
Şehzâde Ahmed’e kasîdeler sunup onun iltifatına mazhar olan şâirlerden
biri de Zeyneb Hanım’dır. Dönem şâiri Mihrî Hanım ile yakın dostluk kurmuştur. Mihrî
Hanım’ın aksine evlenip saray meclislerinden elini eteğini çekmiştir (KILIÇ 1994:296).
4.2.3.3. Şehzâde Mustafa
Şehzâde Mustafa 1541-1553 yılları arasında Amasya’da bulunmuştur.
Devrin tanınmış âlimlerinden Süruri Mustafa Efendi (ö. 1562), Fenarizâde
Muhyiddin Efendi’nin mülâzımı ve tezkirecisi olmuştur. Çeşitli medreselerde görev
yaptıktan sonra 1548’de -Kanuni Sultan Süleyman Van seferine çıkacağı sırada-
Şehzâde Mustafa’ya hoca tayin edilmiştir. Şehzâde Mustafa’nın yanında bulunan Süruri
Efendi hayli itibar kazanmıştır (KILIÇ 1994:523).
Şehzâde Mehmed’in yanında dîvân kâtibi olarak bulunan Kara Fazlî (ö.
1564), şehzâdenin ölümüyle hâmîsiz kalmıştır. Bu ölüm üzerine yazdığı mersiyeyi
Kanuni’ye sunarak Amasya’da bulunan Şehzâde Mustafa’ya dîvân kâtibi tayin
edilmiştir. Şehzâdeye sunduğu kasîdeler ile hayli itibar kazanmıştır (KILIÇ 1994:654).
Edirneli Zamani, Zari ve Amasyalı Edayî Çelebi de şehzâde Mustafa’ya
Amasya’da intisâb etmiş ve rahat bir hayat yaşamışlardır. Ancak şehzâdenin ölümünden
sonra eski rahat dönemlerini sürdürememişlerdir.
4.2.4. Manisa’da Bulunan Şehzâdeler
1410’da Çelebi Mehmed, Manisa’yı alarak Saruhan Beyliği’ne kesin olarak
son vermiştir. Osmanlı İmparatorluğu’na katılan Manisa, 1437-1595 tarihleri arasında
şehzâdeler tarafından yönetilmiştir (TUĞLACI 1985:235). Şehzâde Korkud, Şehzâde
Mahmud, Şehzâde Süleyman, Şehzâde Mustafa, Şehzâde Mehmed, Şehzâde Selim,
Şehzâde III. Murad Manisa’da valilik yapmıştır.
4.2.4.1. Şehzâde Korkud
Babası II. Bayezid’in Manisa sancak beyi olduğu dönemde dünyaya gelen
Şehzâde Korkud, yaşı gelince 1491’de Saruhan Sancağı’na çıkarak on bir yıl Manisa’da
kalmıştır. 1502’de Antalya Sancağı’na nakledilmiş, 1509’da saltanat iddiası
142
taşımayarak Mısır’a gitmiştir. Daha sonra İstanbul’a dönmüştür. Sultan Selim’in
hükümdar olmasıyla ilk zamanlarda kendisine dokunulmamışsa da 1513’te
öldürülmüştür. Sanatkârları koruyan bir kişiliği olduğu gibi kendisi de sanatla yakından
ilgilenmiştir. Şâirliğin yanı sıra musikî alanında da adını duyurmuştur.
Deli Birader namıyla tanınan Gazâlî (ö. 1535), şehzâdenin Manisa’da
yanında bulunmuştur. Tahsilini yarıda bırakıp Manisa’da Şehzâde Korkud’un
bendelerinden Piyale Bey’in hizmetine girmiştir. Şehzâde Korkud’a Piyale Bey
tarafından tanıtılan Gazâlî, şehzâdenin meclislerine hoş sohbeti ile renk katmıştır.
Gazâlî, Şehzâde Bayezid’in Antalya ve Mısır yıllarında da yanında bulunarak sadakatini
ortaya koymuştur. Ancak yazdığı Dâfiu’l-gumûm adlı eseri müstehcen bulunduğu
gerekçesi ile saraydan uzaklaştırıldığı rivayet edilmiştir (İSEN 1999:183).
Sevdayi, Fedayî ve Seriri adlı şâirler de Şehzâde Korkud’a intisâb ederek
şehzâdenin meclislerinde yer almışlardır.
4.2.4.2. Şehzâde Mahmud
II. Bayezid’in şehzâdelerinden Mahmud, 1504’te Manisa Sancağı’na sancak
beyi olmuştur.
Şehzâde Abdullah’ın Karaman valiliğinde yanında dîvân kâtibi olarak
bulunan Necâtî Bey, şehzâdenin ölümünden sonra İstanbul’a dönmüştür. Yirmi yıl
kadar İstanbul’da kaldıktan sonra 1504’te Manisa’ya sancak beyi olan Şehzâde
Mahmud’a nişancı ve musâhib tayin edilmiştir. Şehzâdenin meclislerinde şâirlerin
üstadı olarak yer almıştır. Şehzâdenin ölümüyle 1507’de Manisa’dan ayrılıp İstanbul’a
gelerek Sultan II. Bayezid’e bir mersiye sunmuştur. Padişâhın bağladığı takaüd aylığı
ile yaşamını sürdürmüştür (İSEN 1999:327).
Şehzâde Mahmud’un meclislerinde bulunan şâirlerden Sun’i, şehzâdenin
dîvân kâtipliğini yapmıştır. Sun’i, Necâtî Bey ile yakın dostluk kurmuş, onun sayesinde
şehzâdenin de iltifatını kazanmıştır (İSEN 1999:408).
Sehî Bey (ö. 1549) de Necâtî Bey tarafından yetiştirilmiş, onun sayesinde
şehzâdenin meclislerine girebilmiştir. Şehzâdenin ölümünden sonra İstanbul’a dönen
Sehî Bey’e dîvân kâtipliği görevi verilmiştir (İSEN 1999:397).
Şehzâde Mahmud’a Manisa’da intisâb eden şâirlerin bir diğeri de Tali’i’dir.
Kitabet ve hesaptaki kabiliyeti dolayısı ile Şehzâde Mahmud’a defterdâr tayin
143
edilmiştir. Şiirdeki gücünün Necâtî Bey ile eşit olduğu dile getirilmiştir (İSEN
1999:433).
Şehzâde Mahmud’a kâtip olarak tayin edilen Şevkî de şehzâdenin yakın
ilgisini görmüştür. Hoş sohbeti ve söylediği şiirleri ile şehzâdenin iltifatlarına nail
olmuştur. Şehzâdenin ölümünden sonra İstanbul’a dönmüş; yazısının güzelliği sebebiyle
Sultan Bayezid tarafından kendisine kâtip ulûfesi bağlanmıştır (KILIÇ 1994:816).
Daha ziyade sesinin güzelliği ile tanınan şâir Andelîbî de bu vasfı ile
şehzâdenin meclislerinde kendisine yer edinmiştir. Şehzâdenin ölümünden sonra
İstanbul’a dönerek imamlık yapmaya başlamıştır (EYDURAN 1999:734).
4.2.4.3. Şehzâde Süleyman
Yavuz Sultan Selim Trabzon valisi iken 1494’te doğan Şehzâde Süleyman,
on beş yaşında Karahisar Sancağı’na tayin edilmiştir. Şehzâde Ahmed’in itirazı ile önce
Bolu’ya daha sonra da Kefe’ye nakledilmiştir. Babasının hükümdar olmasıyla
İstanbul’a dönmüş ve 1513’te Saruhan valisi olarak Manisa’ya atanmıştır.
Trabzon’da Şehzâde Selim’in bölüğünde bulunan Nişânî Mehmed Paşa (ö.
1541), Şehzâde Süleyman’ın sancağa çıkması ile hizmetine tayin edilmiştir. Manisa’da
şehzâdenin nişancılığına getirilmiş, bir an olsun yanından ayrılmamıştır. Şehzâde
Süleyman’ın tahta geçmesi ile nişancılığı devam etmiştir. Mehmed Paşa aynı zamanda
Nişânî mahlası ile şiirler yazmıştır (İSEN 1999:347).
Necâtî Bey tarafından yetiştirilip Manisa’da Şehzâde Mahmud’un
hizmetinde bulunan Sehî Bey (ö. 1548), şehzâdenin ölümü üzerine İstanbul’a döndüyse
de Şehzâde Süleyman’ın 1513’te Saruhan Sancağı’na gönderilmesiyle tekrar Manisa’ya
şehzâdeye dîvân kâtibi olarak dönmüştür. Şehzâde Süleyman’ın tahta geçmesiyle dîvân
kâtipliğinden uzaklaştırılıp kendisine Edirne’de bir mütevellilik verilmiştir (İSEN
1999:397). Sehî Bey, yazdığı birçok şiire rağmen daha çok Anadolu sahasında yazılan
ilk tezkire olan Heşt Bihişt adlı eseri ile ün kazanmıştır.
Şehzâde Süleyman’a Manisa’da intisâb eden şâirlerden biri de Ferruhî’dir.
Şehzâde Süleyman’a birçok kasîde sunarak dikkatini çekmiş ve ihsânlarına nail
olmuştur. Şehzâdenin tahta çıkmasıyla da himâye görmeye devam etmiştir (KILIÇ
1994:641).
144
Babasının Çaldıran ve Mısır seferleri sırasında Rumeli muhafızlığı için
Edirne’ye gelen Şehzâde Süleyman’a burada da şâirler intisâb etmiştir. Şehzâdenin
dîvân kâtibi olan Sehî Bey’e intisâb eden Yakînî, onun vasıtasıyla şehzâdeye tanıtılmış
ve sunduğu şiirleri ile şehzâdenin meclisine dahil olmuştur (KILIÇ 1994:343).
4.2.4.4. Şehzâde Mustafa
Kanuni Sultan Süleyman’ın sancak beyliği sırasında 1515’te Manisa’da
dünyaya gelen Şehzâde Mustafa, iyi bir eğitim aldıktan sonra 1533’te Manisa’ya vali
olarak gönderilmiştir. 1541 yılına kadar Manisa’da kalan Şehzâde Mustafa, daha sonra
üvey annesi Hürrem Sultan’ın etkisiyle Amasya’ya gönderilmiştir. Hürrem Sultan ve iş
birlikçisi Rüstem Paşa’nın türlü entrikaları ile babası ile arası açılmıştır. Şah Tahmasb’a
karşı yapılan seferde Konya Ereğlisi yakınlarında babasının elini öpmeye gelen Şehzâde
Mustafa öldürülmüştür. Şiirle de yakından ilgilenen Şehzâde Mustafa’nın Manisa
valiliğinde meclisinden şâirler eksik olmamıştır.
Şehzâde Mustafa, Manisa sancağına İstanbul’da hazine kâtibi olan şâir
Şikarî’yi de götürmüştür. Şikarî, sekbanbaşılık ve çavuşbaşılık yaptıktan sonra
şehzâdenin musâhibi olmuştur (KILIÇ 1994:802).
Manisa’da şehzâdeye intisâb eden şâirlerin biri de Senayî (ö. 1563)’dir.
Şehzâdenin Manisa’ya geldiği sıralarda tahsiline devam eden Senayî, şehzâde sayesinde
mülâzım ve kadı olmuştur. Şehzâde Mustafa Amasya’ya nakledilince yanında Senayî’yi
de götürmüştür (EYDURAN 1999:246).
4.2.4.5. Şehzâde Mehmed
Kanuni Sultan Süleyman’ın şehzâdesi olan Mehmed, 1522 yılında dünyaya
gelmiştir. Kardeşi Şehzâde Mustafa’nın Amasya’ya nakledilmesi üzerine 1542’de
Manisa sancak beyliğine gönderilmiştir. Burada bir yıl kadar kalmış ve 1543’te çiçek
hastalığından ölmüştür.
Şehzâde Mehmed’in Manisa’da dîvân kâtibi olan Kara Fazlî (ö. 1564),
şehzâdenin meclislerinde bulunmuş ve hayli iltifatını kazanmıştır. Hüsrev ü Şirin
tarzında yazdığı Hümâ vü Hümâyun adlı mesnevisi ile ün kazanmıştır (İSEN 1999:168).
Şehzâdenin ölümüne kadar yanında bulunmuştur. Ölümünden sonra yazdığı mersiyeyi
145
Kanuni’ye sunmuştur (KILIÇ 1994:654). Daha sonra Şehzâde Mustafa ve Şehzâde
Selim’e dîvân kâtipliği yapmıştır.
Şehzâdenin Manisa’da hizmetinde bulunan şâirlerden biri de Azmî’dir.
Kardeşi Levhi, şehzâdenin sır kâtibi; kendisi de mutfak kâtibi olmuştur (EYDURAN
1999:649). Şehzâdenin ölümü üzerine İstanbul’a gelen Azmî, burada defterdârlık
kalemine girmiştir.
Azmî’nin kardeşi Nûhî (ö. 1552) de Manisa’da şehzâdenin hizmetinde
bulunmuştur. O da kardeşi Levhi gibi şehzâdenin sır kâtipliğini yapmıştır. Şehzâdenin
ölümü üzerine İstanbul’a gelip dîvân kâtibi olmuştur (EYDURAN 1999:649).
4.2.4.6. Şehzâde Selim
Kanuni’nin sekiz şehzâdesinden biri olan Şehzâde Selim, 1542’de on sekiz
yaşında Karaman Sancağı’na gönderilmiştir. İki yıl Karaman’da kaldıktan sonra
Şehzâde Mehmed’in ölümü üzerine 1544’te Manisa’ya nakledilmiştir. Saltanat
kavgasının önüne geçmek için padişâh, 1558’de Kütahya’da bulunan Şehzâde Bayezid’i
Amasya’ya; Şehzâde Selim’i de Manisa’dan Konya’ya nakletmiştir. Şehzâde Selim,
daha sonra 1562’de Kütahya’ya nakledilmiştir. Şehzâde Selim, bulunduğu sancaklarda
şâirlerin ve sanatçıların koruyucusu olmuştur. Dönemi hakkında en doğru bilgileri
şüphesiz hizmetinde bulunan Tezkireci Ahdi ve Künhü’l-ahbar sahibi Âli’de bulabiliriz.
Şehzâde Selim’e Manisa sancak beyliğinde intisâb eden şâirlerin başında
Hüseyin Celâl Bey gelir. Hüseyin Celâl Bey, Şehzâde Selim’in nedîmi olduğu gibi diğer
şâirleri de şehzâdeye tanıştırmıştır. Hama Beylerbeyi Ca’fer Paşa’ya damat olan Celâl
Bey, Ca’fer Paşa’nın Şehzâde Selim’e hoca tayin edilmesi sonucu Manisa’ya gelip
şehzâdeye intisâb etmiştir. Yazısının güzelliğinden dolayı şehzâdeye ilk önce kâtip olan
Celâl Bey, daha sonra şehzâdenin nedîmi ve musâhibi olmuştur. Şehzâde Selim tahta
geçince Celâl Bey’in musâhibliği de devam etmiştir (EYDURAN 1999:260-261).
Nihani Durak Çelebi ve kardeşi Kaya Çelebi, Dukakin-zâde Mehmed
Çelebi’ye intisâb etmiştir. Dukakin-zâde Mehmed Çelebi, bu iki kardeşi meclislerinden
ayırmadığı gibi Durak Çelebi’yi nişancısı, Kaya Çelebi’yi de mühürdârı yapmıştır.
Dukakin-zâde, Mısır’da beylerbeyi iken Şehzâde Selim’e Durak Çelebi aracılığı ile
hediyeler göndermiştir. Durak Çelebi de geri dönmeyerek önce Celâl Bey’e sonra da
onun aracılığı ile Şehzâde Selim’e intisâb etmiştir. Hizmetleri dolayısı ile Şehzâde
146
Selim’in defterdârı olmuştur. Şâirliğinin yanı sıra iyi saz çalan Durak Çelebi, birçok
şâire de hâmîlik yapmıştır. Meşami, Hâtemî İbrahim Bey, Makali, Ulvî önce onun
himâyesini görmüş daha sonra onun vasıtasıyla şehzâdeye tanıtılmışlardır (EYDURAN
1999:1072-1076).
Terzi-zâde Mehmed Ulvî (ö. 1585), Manisa müftüsü Muallim-zâde’nin
danişmendi olmuş ve daha sonra Şehzâde Selim’e intisâb etmiştir. İlk önce Celâl Bey’in
dikkatini çeken Ulvî, Durak Çelebi vasıtası ile şehzâde sarayında bölük sipahilerinden
olmuştur. Şiirdeki kabiliyeti sayesinde şehzâdenin meclislerinde kendisine yer
edinmiştir (EYDURAN 1999:675-680).
Şehzâde Selim’e Manisa’da intisâb eden şâirlerin biri de Derviş Meşrebi
Kalender (ö. 1555)’dir (EYDURAN 1999:950). Şiirlerinden ziyade musikî alanındaki
kabiliyeti ile tanınmıştır.
Hâtemî İbrahim Bey (ö. 1596), tımar sahibi bir sipahi iken zevk ve safa
içinde yaşamış, tövbe ederek hacca gitmiş, dönüşünde Konya’da Durak Çelebi’ye
intisâb etmiştir. Onun vasıtası ile şehzâdenin bölüğüne sipahi olmuştur. Sipahi olarak
şehzâdenin hizmetini yerine getiren Hâtemî, aynı zamanda şehzâdeye şiirler sunarak
ihsânlar da elde etmiştir. Şehzâde Selim padişâh olunca Hâtemî’yi aynı görevle sarayına
götürmüştür (KILIÇ 1994:842).
Kara Fazlî (ö. 1564), gençliğinde Zâtî’nin yanında yetişmiştir. Şehzâde
Mehmed’e Manisa’da dîvân kâtibi olmuş, onun ölümünden sonra Şehzâde Mustafa’ya
intisâb etmiştir. Şehzâde Mustafa’nın da ölümü üzerine şehzâde Selim’e intisâb ederek
dîvân kâtibi ve musâhibi olmuştur (EYDURAN 1999:795-796).
Ayşe Hubbî Hatun (ö. 1590) da şehzâdeye intisâb edip hayli itibar
görmüştür. Manisa’da Şehzâde Selim’in hocası Akşemseddin torunlarından Şemsî
Çelebi ile evlenip dolayısıyla şehzâde çevresindeki şâirler arasına katılmıştır. Kocasının
ölümünden sonra da şehzâdenin meclislerine devam etmiştir. Şehzâdeye gazeller ve
kasîdeler ile üç bin beyitten fazla tutan bir Hurşid ü Cemşid mesnevisi yazıp sunmuştur
(EYDURAN 1999:288-289). Hubbî Mollası diye tanınan Vusûlî Mehmed (ö. 1590), babasının saray
hizmetinde bulunmasından dolayı kısa sürede şehzâdenin çevresinde kendisine yer
edinmiştir. Anadolu Kazaskeri Mehmed Çelebi’nin mülâzımı olup müderris ve kadı
olduktan sonra Şehzâde Selim kendisini yanına almıştır. Şehzâde Selim’in yanında
147
bulunduğu sıralarda Konya ve Kütahya’da kadılık yapmıştır. Şehzâde Selim’e kasîdeler
sunup çeşitli ihsânlar elde etmiştir (EYDURAN 1999:1102).
Manisa’da Şehzâde Selim’e intisâb eden Visâlî Çelebi, şehzâdenin
iltifatlarına nail olan bir başka şâirdir. Şehzâde Selim’in meclislerinde bulunarak
ihsânlar elde etmiştir (İSEN 1999:465).
Kanuni döneminin âlim-şâirlerinden Fevri Ahmed (ö. 1570), hac dönüşü
şeyhülislâma sunduğu kasîde ile Edirne Kadı Medresesi müderrisliğine getirilmiştir.
Kanuni’nin Tebriz seferi sırasında Rumeli muhafızlığına getirilen Şehzâde Selim’e
şiirler sunarak himâyesini kazanmıştır (EYDURAN 1999:815).
Daha çok musikî alanında ön plâna çıkan ve şehzâdenin meclislerine bu
özelliği ile renk katan Deruni (ö. 1568) şehzâdenin iltifatlarına nail olan bir başka şâirdir
(EYDURAN 1999:382).
Şehzâde Selim’e intisâb eden ve bölüğüne giren Kütahyalı Rahimi, kademe
kademe yükselerek alay beyi ve zeamet sahibi olmuştur (SOLMAZ 1996:404).
Şehzâdenin sarayında sipahi olan ve Fedayî mahlası ile şiirler yazan
Edirneli Ali Bali (ö. 1562), güzel sesinin de etkisiyle şehzâdenin meclislerinde
kendisine yer edinmiştir (EYDURAN 1999:147).
Bu şâirlerin yanı sıra XVI. yüzyılın büyük âlim, şâir ve tarihçisi Gelibolu
Âli (ö. 1599), gençliğinde şehzâdenin meclislerinde bulunmuş ve şehzâdenin kâtipliğini
yapmıştır. Daha çok Künhü’l-ahbar adlı eseri ile tanınmıştır. Bunun yanı sıra birçok
eseri vardır (LEVEND 1998:390).
4.2.4.7. Şehzâde III. Murad
Sultan II. Selim’in oğludur. Babası sancak beyi iken Manisa’da doğmuş, 22
yaşında 1558’de Akşehir sancak beyliğine getirilmiştir. Sultan Selim, Kütahya
valiliğine geçince Sultan Murad da 1562’de Manisa sancak beyi olmuştur. Sultan
Selim’in saltanatı zamanında şehzâdelerin sancağa çıkış usulleri değiştirilmiştir.
Böylelikle Sultan Murad, kardeşlerinin en büyüğü olarak babasının ölümüne kadar
Manisa’da sancak beyliği yapmıştır. Ondan sonra Manisa, veliaht sancağı olmuş ve
Sultan Mehmed de Manisa’dan gelip tahta oturmuştur (UZUNÇARŞILI 1988a:89). İyi
bir eğitim gören Şehzâde Murad, aynı zamanda bir şâirdir. Cömert bir karakterinin
148
olması ve on iki yıl gibi uzun bir süre Manisa’da kalmasına rağmen babası dönemindeki
edebî hareket onun döneminde azalmıştır.
Manisa’da şehzâdenin himâyesini gören İznikli Bekâyî (ö. 1595), Hocazâde
Kurt Efendi’nin danişmendi iken hocasının ölümü üzerine Şehzâde Murad’ın hocası
İbrahim Çelebi’nin mülâzımı olmuştur. İbrahim Çelebi vasıtası ile şehzâdeye tanıtılmış
ve müderrisliğe getirilmiştir. Bekâyî, Şehzâde Murad’ın saltanatı döneminde Selanik ve
Galata kadılığında da bulunmuştur (EYDURAN 1999:223).
4.2.5. Trabzon’da Bulunan Şehzâdeler
Trabzon, Fatih Sultan Mehmed döneminde Osmanlı topraklarına katılmıştır
(1461). Fatih Sultan Mehmed’in oğlu olan Amasya Valisi Şehzâde Bayezid’in yedi
yaşındaki oğlu Şehzâde Abdullah’a 1470’te Trabzon valiliği verilmiştir. Amasya’da
babasının yanında bulunan Şehzâde Abdullah, il muhafız komutanı olan lalası
Hayreddin Hızır Paşa ve annesi Şirin Hatun ile birlikte Trabzon’a gelmiştir. Yavuz
Sultan Selim de 20 yaşında 1489’da Trabzon valiliğine atanmıştır (TUĞLACI
1985:291).
Yavuz Sultan Selim’in şehzâdeliğini gören şehir onun döneminde edebî
açıdan önem kazanmıştır. Şehzâdeliği sırasında yanında bulunan şâir ve âlimleri tahta
geçince de yanından ayırmamıştır. Böylece Kanuni döneminin muhteşem derecedeki
edebî faaliyetlerinin hazırlayıcısı olmuştur.
Yavuz Sultan Selim’e şehzâdeliği sırasında intisâb eden şâirlerin başında
Halimî Çelebi (ö. 1516) gelir. Semaniye Medresesi’nden mezun olma durumunda iken
olgunlaşma amacıyla İran’a gitmiş ve dönüşünde Kastamonu’ya yerleşmiştir. Yavuz
Sultan Selim, iyi eğitim almış bir sohbet arkadaşı arayınca kendisine Halimî Çelebi
tavsiye edilmiştir. Bunun üzerine Halimî Çelebi Kastamonu’dan Trabzon’a
götürülmüştür. Yavuz Sultan Selim’in meclislerine girmiş daha sonra hocası olmuştur.
Kendisi de şâirlerin koruyucusu ve destekçisi olmuştur (İSEN 1999:205).
Şehzâdeliği sırasında Sultan Selim’e intisâb eden diğer bir şâir de Hayâlî
Çelebi (ö. 1523)’dir. Mevlânâ Kestelli’den mülâzım olduktan sonra bir müddet
müderrislik yapmış daha sonra kadılığa geçmiştir. Yavuz Sultan Selim’in musâhibi ve
nedîmi olmuştur. Şehzâde Selim, tahta geçtikten sonra da Hayâlî Çelebi’yi
meclislerinde bulundurmuştur (EYDURAN 1999:368).
149
Şehzâde Selim’e intisâb eden şâirlerin biri de Revânî (ö. 1524)’dir.
Şehzâdenin meclislerine girip musâhibi olmuştur. Şehzâde Selim tahta geçtiğinde de
Revânî’yi yanından ayırmamış, Revânî’ye çeşitli ihsânlarda bulunmuştur (EYDURAN
1999:436).
Halimî Çelebi, Hayâlî Çelebi ve Revânî gibi şehzâdenin yanından bir an
olsun ayrılmayan, onun meclislerinde kendisine yer edinen ve çeşitli ihsânlara nail olan
Şehîdî de şehzâdenin tahta geçmesiyle İstanbul’a getirilip kendisine çeşitli görevler
verilmiştir (EYDURAN 1999:550).
Şehzâde Selim’in defterdârı olan Fenari Şems Bey’in hizmetinde bulunan
Şevkî, şehzâdenin dikkatini çekerek meclislerine girmiş ve çeşitli ihsânlara nail
olmuştur (EYDURAN 1999:559).
4.2.6. Kütahya’da Bulunan Şehzâdeler
Takriben yüz elli sene süren Germiyan Beyliği, -özellikle Yakup Çelebi
zamanında âlim ve şâirlere önem verilmesiyle- bulunduğu coğrafyanın edebî kıymetini
arttırmış ve Kütahya, Osmanlı şiirinin temellerinin atıldığı bir merkez olmuştur
(GÜLER 2003:47). Şehir, Süleyman Şah tarafından Yıldırım Bayezid’e verilen kızı
Devlet Hatun’un çeyizi olarak Osmanlı’ya katılmıştır. Bu tarihten sonra birkaç kez el
değiştirmiş ve nihayet Sultan II. Murad zamanında kesin olarak Osmanlılara geçmiştir.
Fatih Sultan Mehmed zamanında Anadolu Eyaleti’nin merkezi yapılmıştır. Kütahya’da
Bayezid ve kardeşi Selim valilik yapmıştır (UZUNÇARŞILI 1932:88).
4.2.6.1. Şehzâde Bayezid
Kanuni Sultan Süleyman’ın oğullarından Bayezid, 1546’da Karaman
Sancağı’na gönderilmiş, daha sonra Kütahya’ya nakledilmiştir. Şehzâde Mustafa’nın
ölümü sonrası Kanuni’den sonra tahta geçmek için yarışan sadece Şehzâde Bayezid ile
Şehzâde Selim kalmıştır. İki kardeş arasındaki mücadele kızışınca Kanuni, Şehzâde
Bayezid’i Kütahya’dan Amasya’ya; Şehzâde Selim’i de Konya’ya nakletmiştir. İlk
başlarda babasının gözdesi olan Şehzâde Bayezid, daha sonraları Şehzâde Selim’in
taraftarı olan Lala Mustafa Paşa’nın türlü oyunları ile gözden düşmüştür. Kanuni
tarafından gönderilen kuvvetten kaçarak İran’a sığınmış ve yapılan anlaşma ile İran’dan
150
geri alınıp öldürülmüştür. Kendisi de şâir olan Şehzâde Bayezid, Kütahya’da bulunduğu
süre zarfında etrafında şâirleri toplayıp onları himâye etmiştir.
Nakşibendi Şeyhi Gubarî Abdurrahman Çelebi (ö. 1974), Ramazan-zâde
Mehmed Çelebi’nin yardımı ile surre tayin edilerek Mekke’ye gitmiştir. Dönüşünde
Kütahya’da Şehzâde Bayezid’in hocası olmuştur. Şehzâdenin meclislerinde bulunup
çeşitli ihsânlara nail olmuştur. Şeyhliğin yanı sıra iyi ahlâkı ve şâirliği ile herkesin
gönlünü fethetmiştir. Şehzâdenin ölümünden sonra yakalanıp İstanbul’a getirilmiş ve
Kanuni’nin affıyla Şam kadılığına tayin edilmiştir (KILIÇ 1994:909).
Tahsilini tamamladıktan sonra Edirne yakınlarında kadılık yapan İşretî
Mustafa (ö. 1567), Şehzâde Bayezid’in Rumeli muhafızlığı için Edirne’ye geldiği
sıralarda kendisine şiirler sunmuş ve iltifatını kazanmıştır. Şehzâde Bayezid,
Kütahya’ya geri döneceği vakit İşretî’yi de kadılık görevi ile yanında getirmiştir.
İşreti’ye gösterilen bu yakın ilgiyi kıskanan düşmanları, Şehzâde Bayezid’i içkiye
alıştırdı fitnesi ile İşretî’yi Kanuni’ye şikayet etmişlerdir. Bunun üzerine Kanuni,
İşretî’yi hem şehzâdenin yanından hem de kadılıktan uzaklaştırmıştır (KILIÇ
1994:591). Ayrıca Şehzâde Bayezid’in hocası Ca’fer Efendi’nin oğlu Muhlis de
şehzâdenin yardımlarını görmüştür. Muhlis’ten başka Firaki mahlası ile şiirler yazan
Abdurrahman Efendi de şehzâdenin yanında bulunmuştur (UZUNÇARŞILI 1988a:125).
Firaki, Sahn müderrisliğine kadar yükselmiş olmasına rağmen memleketi Kütahya’ya
dönmüş ve vali olarak bulunan Şehzâde Bayezid’e intisâb etmiştir. Şehzâdeye şiirler
sunup çeşitli ihsânlar elde etmiştir (UZUNÇARŞILI 1932:234).
4.2.6.2. Şehzâde II. Selim
Şehzâde Selim, 1562’de Kütahya Sancağı’na tayin edilmiş, burada 1566
yılında padişâh oluncaya kadar kalmıştır. Manisa ve Konya’da yanında bulunan
şâirlerden Celâl Bey, Nihani Durak Çelebi, Hâtemî, Kara Fazlî, Hubbî Hatun, Vusulî,
Visâlî Çelebi, Deruni, Gelibolu Âli Kütahya’ya da gelmiştir. Kütahya’da birçok şâir
kendisine intisâb etmiştir. Bu şâirler Şehzâde Selim tahta geçtiğinde de yanında
bulunmuştur.
Şehzâde Selim’e Kütahya’da intisâb eden şâirlerin başında Sarı Râyî adıyla
anılan Abdüllatif Efendi (ö. 1580) gelir. Rumeli Kazaskeri Abdurrahman Efendi’den
151
mülâzım olmuş, bir müddet müderrislik yaptıktan sonra kadılığa geçmiştir. Halkın
şikayeti üzerine kadılık görevi elinden alınmıştır (EYDURAN 1999:415). Daha sonra
Şehzâde Selim’in bölüğünden sipahi olmuş ve burada şehzâdenin dikkatini çekerek
meclislerine dahil olmuştur.
Makali Mustafa Bey (ö. 1589), Kütahya’da Defterdâr Durak Çelebi’ye
intisâb etmiştir. Onun yardımı ile şehzâdenin bölüğüne alınmıştır. Şehzâde Selim’e
kasîdeler sunmuşsa da şiirleri şehzâde tarafından beğenilmemiştir (EYDURAN
1999:969).
Rüstem Paşa’nın kethüdası Mustafa Bey’in oğlu Seyyid Meşami (ö. 1585)
de Kütahya’da Şehzâde Selim’e intisâb etmiştir. Şehzâdeye şiirler sunmuş biraz da
hâmîsi Durak Çelebi’nin etkisiyle bir zeamet elde edebilmiştir (EYDURAN 1999:949).
Şehzâde Selim’in himâyesine giren bir başka şâir de Nigarî (ö. 1572)’dir.
Devrinde nakkaşlığı, şiiri ve satranç oyunundaki ustalığı ile ün kazanmıştır. Aynı
zamanda şâirlerin de koruyuculuğunu yapmıştır. Deniz seferlerine katılmış ve edindiği
bilgileri bir kitapta toplamıştır (KILIÇ 1994:475). Şehzâde Selim’in saray hizmetlilerinden Zihnî, şehzâde sarayında bölükte
iken şehzâdenin iltifatı ile mutfak emini olmuştur. Şehzâdeye kasîdeler sunmuş ve
nihayetinde arpa eminliğine getirilmiştir. Daha sonra Diyarbakır, Kudüs ve Halep’te
defterdârlık görevlerinde bulunmuştur (EYDURAN 1999:410).
Bağdatlı Ahdi (ö. 1593), Şehzâde Selim’in iltifatlarına nail olan bir başka
şâirdir. Bağdat’tan yola çıkıp Anadolu’ya gelmiş, yolculuğu sırasında birçok şâirle
tanışmış ve topladığı malzemeyle Gülşen-i Şu’arâ adında bir eser meydana getirmiştir.
Adı geçen eserini Kütahya’da yardımlarını gördüğü Şehzâde Selim’e ithaf etmiştir
(EYDURAN 1999:769).
Bursalı Seyyid Hâşimî (ö. 1628) de Kütahya’da Şehzâde Selim’in
iltifatlarına nail olmuş, meclislerine girmiş ve musâhibi olmuştur (İSEN 1999:219).
Şehzâdenin saltanatı döneminde de müderrislik ve kadılıklarda bulunmuştur.
Şehzâdenin ilgisine nail olan bir başka şâir Câmî Bey’dir. Şehzâde Selim’in
sarayında görevli olarak bulunmuş ve tahta geçtiğinde de doğancıbaşı olmuştur
(EYDURAN 1999:251).
BEŞİNCİ BÖLÜM
MEMDÛHA/HÂMÎYE YAZILAN/SUNULAN ESERLER
153
5. MEMDÛHA/HÂMÎYE YAZILAN/SUNULAN ESERLER
Osmanlı toplumunda bütün güzel sanat erbâbı ve özellikle şâirler daima
takdir ve saygı görmüştür. Bunun neticesi olarak şâirlik –özellikle XVI. yy.’ın sonuna
kadar- bir meslek ve geçim kapısı olmuştur. Şâirler, devlet büyüklerine ithaf ettikleri
eserlerin değerine göre memuriyetlerinde terfi etmiş ve câize almışlardır. Şâirler çeşitli
vesilelerle memdûhlarına/hâmîlerine kasîde, gazel, kıt’a, tarih, mersiye vs.
sunmuşlardır. Ancak asıl gelirlerini gazelleri ve belirli zamanlarda sundukları
kasîdelerinden kazanmışlardır. Bunun yanı sıra şâirler, Dîvân veya mesnevi gibi toplu
eserlerini de devlet büyüğünden birine ithaf ederek karşılığında câize almışlardır. Şâirler
devlet büyüklerinin yalnız sevincine değil üzüntülerine de ortak olmuşlar ve bunun da
karşılığını görmüşlerdir. Devlet ricâli, aldıkları eğitimin etkisiyle yüksek bir şiir bilgi ve
zevkine sahip insanlardı. Kendilerine sunulan kasîdeleri ödüllendirirken şahıslarına
yapılan övgüden ziyade şâirin başarısını esas almışlardır. Kasîdelerin memdûha/hâmîye
ait özellikleri dile getirip sorumluluklar yüklemesi ve câize elde etme imkânı vermesi,
kasîde nazım şeklinin yüzyıllar içerisindeki değişimine bakma zaruretini doğurmuştur.
Kasîde “niyet etmek, yaklaşmak, kastetmek, yönelmek anlamlarında”
kasada kökünden gelen Arapça bir kelimedir. Belli bir maksada yönelmeyi, bir maksada
dayanılarak yapılan işi ifade eder. Daha çok din ve devlet büyüklerini övmek amacıyla
kaleme alınmıştır. Bu manzumelere kasîde adının verilmesinin sebebi manzumelerin bir
maksatla yazılmış olmasıdır (KILIÇ 2002:208). Kasîde, Arap edebiyatında doğmuş ve
İran’da bazı değişikliklere uğrayarak gelişmiş, oradan da Türk edebiyatına girmiştir.
Türk edebiyatındaki başlangıcı oldukça eskidir. XIII. yüzyılda Mevlânâ’nın Dîvân-ı
Kebir’inde 300 kadar kasîdesi vardır. Ancak bunlar şâirin gerçek sevgilisi için söylediği
tevhîd ve münacâtlardır. XIV. yüzyıla gelinceye kadar Türk edebiyatında kasîdede
büyük şâir hemen hemen yok gibidir. Âşık Paşa (ö. 1333) Garibnâme’deki na’tları ile
Ahmedî (ö. 1413)’nin Dîvân’ındaki kasîdeleri bu şeklin başlıca örnekleridir. Germiyanlı
Şeyhî (ö. 1431), gazelde olduğu gibi edebiyatımızda kasîdenin de kurucuları arasında
sayılmıştır (İPEKTEN 2003a:43). Yüzyıllarca varlığını sürdüren kasîdenin tarihsel
süreç içerisinde yapısal değişimi şu şekildedir:
154
Tablo 1. Yüzyıllar İçerisinde Kasîdenin Beyit Sayısındaki Değişim
YOGUNLUK 13-14-15. YY 16. YY 17.YY 19.YY
Ö.S. % Ö.S. % Ö.S. % Ö.S. %
1-15 12 4.46 90 12.1 154 20.2 211 25.6
16-30 80 29.7 267 35.9 8 10.6 257 31.1
31-45 97 36.0 250 33.6 248 32.6 181 21.9
46-60 48 17.8 94 12.6 150 19.7 86 10.2
61-75 11 4 16 2.1 76 10.0 53 6.4
76-90 12 4.4 9 1.2 31 4.0 19 2.3
91-107 3 1.1 10 1.3 7 0.9 10 1.2
108-123 2 0.7 2 0.2 9 1.1 4 0.4
124-267 4 1.4 5 0.6 5 0.6 3 0.3
(BABACAN 2001:6)
Yukarıdaki tabloyu incelediğimizde 15’erli gruplarda en yoğun aralık XIII-
XV. yüzyılda 31-45 beyit arası, XVI. yüzyılda 16-30 beyit arası, XVII. yüzyılda 31-45
beyit arası, XIX. yüzyılda 16-30 beyit arası olduğu görülmektedir. Araştırmacıların
büyük çoğunluğu kasîdelerin 31-99 beyit arasındaki şiirler olduğunu ifade etmişlerdir.
Buna göre; bu aralıktaki kasîdelerin toplam kasîdelere oranı XIII-XV. yüzyılda % 63.2,
XVI. yüzyılda % 50.5, XVII. yüzyılda % 67.2, XIX. yüzyılda % 42.4’tür. XIX. yüzyıl
hariç tutulursa kasîdelerin büyük çoğunluğunun bu aralığa uygun olarak yazıldığı
görülür. XIX. yüzyılda daha fazla beyitli kasîdelerde bir azalma olmasını kasîdelerin
artık bir câize aracı olmaktan çıkıp başka fonksiyonlara yönelmesine bağlayabiliriz
(BABACAN 2001:8).
5.1. Eserlerin Yazılma Sebepleri ve Zamanı
Şâirlerin câize alabilmesi için birçok sebep vardır. Yukarıda ne şekillerde
câize alınabileceğini ifade etmeye çalıştık. Ancak câize alabilmenin en yaygın şekli
kasîde sunmak olmuştur. Çünkü kasîde, niyet ve çözüm arasındaki taleplerin manzum
bir şekilde dizayn edilmesidir. Bu dizayn, şâirin niyet ve talebi, memdûhun/hâmînin
himmet ve ihsânı şeklinde tasnif edilmiş olarak karşımıza çıkar. Bu sebeple şâirler,
memdûhuna/hâmîsine kasîde yazmak için birçok olayı bahane etmiş, bunun için de belli
155
zamanları gözetmişlerdir. Padişâhın cülûs dönemlerinde, sefere çıktığında, savaş
dönüşlerinde, saray, çeşme vb. eserlerin inşasında saraya bağlı zamanlama gözetilirken
ramazaniyye, ıydiyye, bahariyye gibi belli zamanlarda kaleme alınan kasîdeler de vardır
(DADAŞ 2002:750). Kasîde yazmak için en fazla gözetilen sebepler/zamanlar şunlardır:
Sevdiği ve saygı duyduğu bir büyüğü övmek ve onu bu vesileyle yüceltmek
şâirler için kasîde yazmanın bir sebebi olmuştur. Şâirler yazdıkları kasîdelerde
memdûhlarının/hâmîlerinin çeşitli özelliklerini dile getirerek onları övmüşlerdir (Bkz.
Memdûhun/Hâmînin Dile Getirilen Özellikleri).
Padişâhın tahta çıkması veya bir devlet büyüğünün bir makama gelmesi
şâirlerin kasîde yazmalarının sebeplerinden olmuştur. Herhangi bir Osmanlı
hükümdarının makamına oturmasına, bu makamın taht denilen sedir olması dolayısıyla
“tahta oturdu”, “tahta geçti”, “taht-ı saltanata cülûs etti” veya “culûs-ı hümâyun oldu”
denilmiştir (UZUNÇARŞILI 1988a:184). Padişâhın tahta geçmesi ile askerlere ve
memurlara verilen atiyyeye ise cülûs bahşişi veya cülûs in’âmı adı verilmiştir.
Askerlerin yanı sıra büyük küçük tüm memurlar bu bahşişten değişik miktarlarda
yararlanmışlardır (PAKALIN 1983:312). Padişâhların tahta çıkmaları sebebiyle yazılan
manzumelere de cülûsiyye adı verilmiştir (PAKALIN 1983:316).
Bir yerin fethedilmesi de memdûh/hâmî için kasîde yazılmasının sebepleri
arasındadır. Kazanılan savaş sonucunda ele geçirilen topraklar nedeniyle komşu
hükümdarlara, hanlara, prens, şehzâde ve valilere gönderilen zafer içerikli yazılara
fetihnâme denilmiştir. Manzum fetihnâmelerin çoğunluğunu uzun kasîdeler ve
mesneviler oluşturmuştur (PALA 2003:165-166). Şâirlerimiz bir yerin fethedilmesi
sonucunda elde edilen başarıları övmek için memdûhlarına/hâmîlerine kasîde
yazmışlardır.
Bir devlet büyüğünün yaptığı düğün de şâirlerimizin kasîde yazmasının
sebepleri arasındadır. Edebiyatımızda şehzâdelerin sünnet düğünleri ile hanım
sultanların doğum ve evlilik törenlerini konu alan şiir ya da düz yazı eserlere genel ifade
ile sûr-nâme adı verilmiştir. Birçoğu câize amacıyla yazılan bu tür eserlerde; kullanılan
araç gereçler, yenilip içilen şeyler, düzenlenen oyun ve eğlenceler vs. en ince ayrıntısına
kadar anlatıldığı için dönemin sosyal hayatını anlamamıza kaynaklık etmişlerdir.
Padişâh ve devlet büyüğüne sunulan bu eserlerde daha çok şu konular üzerinde
durulmuştur: 1. Hitân cemiyeti denilen sünnet düğünleri. 2. Velîme cemiyeti denilen
156
evlilik törenleri. 3. Şehzâde ve sultanların doğumları nedeniyle yapılan şenlikler. Daha
önce tarih yazarları tarafından anlatılan bu tür eserler şâirlerin elinde XVI. yüzyılda
gelişmeye ve edebî bir şekil almaya başlamıştır. Bu yüzyıldan sonra sayıları hızla artan
bu türün bir kısmını mesnevi biçiminde müstakil kitaplar, bir kısmını da suriyye
kasîdeleri oluşturmuştur. Figânî’nin 1530’da Kanuni’nin şehzâdeleri Mustafa, Mehmed
ve Selim’in sünnet düğününü anlatan Sûriyye Kasîdesi; Nev‘î’nin III. Murad şehzâdesi
III. Mehmed’in sünnet düğününü anlatan Sûriyye Kasîdesi, kasîde türündekilerin en
meşhurlarıdır. Ayrıca manzum olarak yazılan sûrnâmeler de vardır. Bunların belli
başlıcaları şunlardır: Tahsîn’in (ö. 1861) Sultan Abdülmecid emriyle sünnet ettirilen
Şehzâde Murad ve Abdülhâmîd’in törenlerini anlatan surnâme; Nâfî’nin (ö. 1858)
Abdülmecid devrinde Cemîle Sultan ile Mahmud Paşa’nın evlilik törenlerini anlatan
surnâme; Hızır’ın 1813 yılındaki Abdülmecid ile Abdülaziz’in sünnet düğünlerini
anlatan surnâme; Lebib’in (ö. 1867) 1813 yılındaki Abdülmecid ile Abdülaziz’in sünnet
düğünleri ve Mihrîmah Sultan ile Mehmed Said Paşa’nın evlilik düğünlerini anlatan
surnâme; Haşmet’in (ö.1768) 1758 yılında Hatice Sultan’ın doğumu üzerine yazdığı
Velâdetnâme-i Hümâyun’u; Nâbî’nin (ö.1712) IV. Mehmed’in 1675’te şehzâdeleri
Mustafa ve Ahmed’in sünnet düğünleri ile Hatice Sultan’ın Musâhîp Mustafa Paşa ile
evlenmelerini anlatan surnâmedir (PALA 2003:423-424).
Bayram, bahar gibi gün, ay ve mevsimlerin gelişi de şâirlerimiz için kasîde
yazmanın sebepleri arasında yer almıştır. Bayramın gelişi nedeniyle bir büyüğü över
nitelikte yazılan kasîdelere ıydiyye denilmiştir. Bu tür kasîdeler genellikle câize
amacıyla kaleme alınmış ve bayramın övülen kişi için uğurlu olması temennisinde
bulunulmuştur. Ramazan (ıyd-ı fıtır) ve kurban (ıyd-ı adhâ) bayramları yanında nevrûz
bayramı da ıydiyye yazılması için bir vesile olmuştur (PALA 2003:236). Teşbib bölümü
nevrûzdan bahseden kasîdelere nevrûziyye denilmiştir. Nevrûz günü sunulmak amacıyla
yazılan bu kasîdelerde nevrûzu kutlanan kişi övülmüştür (PALA:2003:371). Bahar
tasviri ile başlayan kasîdelere ise bahariyye denilmiştir. Bahar mevsiminin insan
hayatındaki olumlu etkisi, tabiatta yeniden canlanışın başlaması ve bir şâiranelik
taşıması şâirler üzerinde etkili olmuş, bunun sonucunda bahar adeta bir bayram gibi
görülmeye başlanmıştır. Bu nedenle şâirler bahardan söz açarak kasîdelerinde övdükleri
kişiler için bu mevsimin uğurlu olması temennisinde bulunup memdûhlarını/hâmîlerini
tebrik etmişlerdir (PALA 2003:66). Baharın gelişi gibi kış mevsimi de şâirlere kasîde
157
yazmak için bir fırsat olmuştur. Teşbib bölümünde kış ve kış hallerinden bahseden
kasîdelere şitâiyye adı verilmiştir (PALA 2003:447). Aynı şekilde yaz ve sıcaklık
konulu yazılan kasîdeler de vardır. Bunlar sıcaklıktan bahsettiği için temmûziyye adını
almıştır (PALA 2003:460). Bunlardan başka cemre düşmesi yani hava sıcaklığının
artması nedeniyle de kasîde yazılmıştır. Bu kasîdelere ise cemreviye adı verilmiştir.
Bahar, nevrûz, bayram gibi bazen cemre de medhiye konusu yapılmış ve sunulan kişi
için cemrenin hayırlı olması dileğinde bulunulmuştur. Cemre baharın müjdeleyicisi
olduğu için bu şiirler bahariyye niteliği taşır. Genellikle câize alabilmek amacıyla
yazılan bu kasîdelerin medhiye bölümlerinde cemre ile övülen kişi arasında çeşitli
yönlerden ilişki kurulmuştur (PALA 2003:97). Bunların haricinde Muharrem ayının
gelişi sebebiyle de Dîvân şâirleri şiir yazmıştır. Muharremiye adı verilen bu
manzumeler (özellikle kasîde yahut kıt’a) sayesinde şâirler, devlet büyüklerinin yeni
yılını kutlamışlardır. Bu manzumelere karşılık devlet ricâli ve büyükler, şâirlere çeşitli
câizeler vermişlerdir (PALA 1996:97).
Padişâhın ya da bir devlet büyüğünün yaptırdığı bina şâirlerimize kasîde
yazmak için bir sebep olmuştur. Dîvân şiirinde dâr (ev) ile ilgili yazılan kasîdelere genel
ifadeyle dâriye adı verilmiştir. Genellikle câize alabilme amacıyla yazılan dâriyeler,
yeni yaptırılan köşk, saray, yalı vs. binalar için kaleme alınmış ve bina övülmüştür.
Kasîdede binanın tasvirini yapan şâir, bir fırsatını bulup binayı yaptıranın övgüsüne
geçerek asıl amacına ulaşmış olurdu (PALA 2003:117).
Sevilen bir kişinin ölümünden duyulan üzüntü de şâirler için kasîde
yazmanın sebepleri arasında yer almıştır. İslâm edebiyatlarında bir kimsenin ölümü
üzerine duyulan üzüntü ve acıyı anlatmak amacıyla ölüyü över nitelikte yazılan şiir ve
yazılara mersiye adı verilmiştir. Lirik bir anlatımın hakim olduğu mersiyeler genellikle
terkîb-i bend nazım şekliyle yazılmıştır. Ancak kasîde ve tercî-i bend nazım şekilleriyle
yazılmış mersiyeler de vardır. Mersiyeler genellikle dünyanın geçici ve aldatıcılığı,
adaletsizlik ve hayata bakış açısı gibi felsefi konuları anlatan birer bölümle başlar. Daha
sonra ölen kimse için duyulan üzüntü ile ölenin yiğitlik, cömertlik, iyilik, adalet vs.
meziyetlerini anlatır. Mersiyeler daha çok medhiyede olduğu gibi din ve devlet
büyükleri ile devrin ileri gelenleri hakkında abartılı bir dille kaleme alınmıştır. Nitekim
câize geleneği mersiyeler için de söz konusu olmuştur (PALA 2003:319). Ahmedî
Dîvân’ında Germiyan beylerinden Süleyman Şah adına yazılmış mersiye türün
158
Anadolu’daki ilk örneğidir. Onun ardından Şeyhî’nin Germiyanoğlu II. Yakub Bey için
yazdığı mersiye gelmiştir. Ahmedî ve Şeyhî dışında bu yüzyılda Kemal Ümmî, Cem
Sultan, Ahmed Paşa, Aynî, Firdevsî, Necâtî, Mesîhî, Kıvâmî ve Ca’fer Çelebi de
mersiye yazmıştır. Bunlardan Şeyhî iki, Kemal Ümmî iki, ve Aynî üç mersiye kaleme
almıştır. Bu yüzyıldaki toplam mersiye sayısı 16 olup, bunun genel yüzdeye oranı ise
%11.59’dur. XVI. yüzyılda mersiye türü hem nicelik hem de nitelik bakımından en
muhteşem dönemini yaşamıştır. Bu dönemde yazılan mersiye sayısı 68 olup, bunun
genel toplama oranı ise %49.27’dir. Bu yüzyılda mersiye yazan şâirler şunlardır: Türabî,
Revânî, Lâmi’î, Kemal Paşazâde, Hayretî, Mahremî, Usûlî, Aşkî, Hayâlî, Arşî, Yetîm,
Nazmî, Fazlî, Rahmî, Yahyâ, Şevkî, Kâdirî, Selîmî, Sâmî, Fünûnî, Mahremî, Nisâyî,
Mu’înî, Mustafa, Fevrî, Ubeydî, Ulvî, Hüdâî, Cinânî, Mânî, Nev’î, Bâkî, Âlî, Rûhî, ve
Zihnî. Yedişer mersiye ile Rûhî, Cinânî ve Ulvî en fazla mersiye yazan şâirlerdir. XVII.
yüzyılda toplam 26 mersiye yazılmış olup, bunun genel toplama oranı ise %20.28’dir.
Bu yüzyılda Bahtî bir, Nâdirî dört, Haletî iki, Nergisî bir, Atâyî bir, Atayî Nevâlizâde
bir, Riyâzî bir, Nakşî bir, Nâ’ilî bir, Neşâtî bir, Feyzî bir, Kelîm üç, Fevzî bir, Fasîh bir,
Feyzî bir Râmî üç, Fâzıl bir ve Birrî bir mersiye yazmıştır. XVIII. yüzyılda mersiyelerin
sayısında büyük bir düşüş yaşanmıştır. Hâmî iki, Kânî iki, Şeyh Gâlib bir mersiye
yazmıştır. XIX. yüzyılda ise Leylâ Hanım üç, Şeref Hanım bir, Yenişehirli Avnî iki,
Senih dört mersiye yazmıştır (İSEN 1993:XVIII-XXI).
Uzak yoldan gelen bir büyüğe, o yerin halkı tarafından sunulan armağana
kudûmiyye adı verilmiştir. Kasîde sunulması durumunda da aynı isimle anılmıştır
(DEVELLİOĞLU 2000:525).
Sunulan kişiden himmet isteme, kendi durumunu duyurma ve bazı
beklentiler için de kasîde yazılmıştır. Şâirler bu tür isteklerini fahriye bölümünde dile
getirmişlerdir. Fahriye, genellikle medhiye bölümünden sonra ve dua bölümünden önce
bulunan, şâirlerin kendilerini övdükleri, bazen övünme ile birlikte lûtuf ve ihsân talep
ettikleri, kimi zaman da içinde bulundukları durumu, sıkıntıları övdükleri kişiye arz
ettikleri, felekten ve dünyadan yakındıkları, sonuçta memdûhun/hâmînin yardımını
istedikleri bölümdür. Bu bölümün özelliği, şâirlerin kendilerinden bahsettikleri bölüm
olmasıdır. Bu bahsediş, bazen övünme, bazen de arz-ı hâl ve lûtuf isteme şeklinde
olmuştur.
159
XIX. yüzyıla kadar genellikle yukarıda bahsettiğimiz konularda
memdûha/hâmîye yönelik kasîdeler yazılırken bu yüzyılda yapılan yenilik çalışmalarını
över nitelikte de kasîdeler yazılmıştır.
5.2. Eserlerin Sunuluşu/Takdim
İslâm Tesirindeki Türk Edebiyatı’nın bütün tür ve şubelerinde mesleği ne
olursa olsun, sanatkârın eserini, her bakımdan devrin en güçlü otorite olma sıfatı taşıyan
padişâha ulaştırma gayreti olmuştur (ÇAPAN 1993:99). Sanatkârlar, eserlerini padişâha
ulaştıramadıkları durumlarda ise kendilerine hedef olarak diğer devlet ricâlini veya
varlıklı kişileri seçmişlerdir. Bu düşünceyle hareket eden şâirin, yazdığı eserine karşılık
devlet ricâlinden ya da varlıklı kişilerden câize alabilmesi için o kişilere eserini takdim
etmesi gerekir. Memdûh/hâmî için yazılan eserler ya bizzat şâir tarafından ya da bir
aracı kişi vasıtasıyla memdûha/hâmîye takdim edilmiştir. Gönderilen eserler bazen geri
çevrilmiş, bazen de düzeltilerek memdûhun/hâmînin huzuruna iletilmiştir.
Memdûha/hâmîye sunulan bu eserleri gözden geçirmek için sarayda şiirden anlayan biri
görevlendirilmiştir. Eski zamanlarda Samanoğulları, Gazneli ve Selçuklu saraylarında
bu işi sultânü’ş-şuarâlar yapmıştır. Kanuni’nin oğlu II. Selim’in şehzâdeliğinde bir
aralık bu görev Gelibolulu Âli’ye verilmiştir.
Hâmî ihtiyacındaki şâir ile devlet ricâlinin diyaloğa geçmesinde tecrübeli
şâirlerin aracılık yaptığı zamanlar da olmuştur. Bu şâirler, devrin önde gelen şâirleri
olarak yeni tanınma aşamasındaki şâirlere kol kanat olmuş, onları devlet ricâline takdim
etmiştir. Bunun en tipik örneği Kanuni’nin oğlu Şehzâde Mehmed’in sünnet düğününde
yaşanmıştır. Düğünde tüm şâirler şiirlerini kendileri padişâhın huzurunda okumuş, Zâtî
kendi şiirini okuduktan sonra “Fazlî adında bir çırağım var. Buyurunuz gelsin, o da
kasîdesini okusun” diyerek, Kara Fazlî’nin huzura alınıp kasîde okumasını sağlamıştır
(ÇAVUŞOĞLU 1986:23-24).
Bunun dışında memdûhun/hâmînin eseri tesadüf sonucu duyması/görmesi
durumunda da şâirlerin çeşitli ihsânlara nail olduğu durumlar olmuştur. Necâtî Bey,
aldığı ihsânları sürekli hale getirmek amacı ile:
Eser etmez n’idelim ah-ı seher-gâh sana
Meğer insâf vere sevdiğim Allah sana
160
matlalı gazelini yazmış ve bu gazelini padişâhın nedîmi ve musâhibi
Amirutzes’in sarığı arasına sokarak padişâha göndermiştir. Fatih Sultan Mehmed, bu
şahısla satranç oynarken kağıdı görüp gazeli okumuş, beğenmiş ve Necâtî Bey’i yedi
akçe ulûfe ile dîvân kâtipliğine tayin etmiştir (KILIÇ 1994:449).
Sadece kasîde ve gazel sunarak değil, te’lif kitap sunarak da şâirler çeşitli
câizeler almıştır. II. Bayezid döneminde Sâ’ilî, Ahmed Çelebi b. Karışdıran, Ahmed
Çelebi Kemalpaşa-zâde, İdrîs, Firdevsî, Safâyî, Derviş Mahmud, Korkud Çelebi,
Müşterî, Muzaffer ve Süleyman Çelebi kitapları sayesinde ihsân elde ederken Haydar da
Korkud Çelebi’nin kitabını memdûha/hâmîye getirmesi dolayısıyla ihsân elde etmiştir
(Bkz. II. Bayezid Dönemi).
Kanuni döneminde ise Şükrî, Lâmi’î Çelebi ve Şahîdî kitap takdim ederek
ihsân elde etmiştir (Bkz. Kanuni Dönemi).
5.3. Eserlerin Değerlendirilişi/Takdir
Memdûh/hâmî için yazılan eserlerin değerlendirilişinde sunulan kişinin zevk
ve anlayışı büyük önem arz etmiştir. Edebiyatımızda bu konuyla ilgili en eski örnek
Şeyhî’ye aittir. Germiyanoğlu II. Yakub Bey, tarihçi Âli’ye göre, şâir ile ozanın birini
diğerinden ayırmaktan aciz, bilgisiz kimse idi. Bu sebepten Şeyhî’nin gazellerini,
kasîdelerini layıkıyla değerlendirememiştir. Bir gün bir ozan huzuruna gelip:
Benüm devletlü sultânum akîbâtun hayîr olsun
Yidüğün bal ile kaymak yürüdüğün çayîr olsun
beytini okumuştur. Germiyanoğlu, kendi bilgi ve tabiatına uygun olan bu
sözden hoşlanmış ve ozana birçok hediye ile bir kırat bağışlamıştır. Bu cömertliğin
sebebini açıklamak için “İşte şimdi bir hoşça söz işittim, mânâsını ve edasını beğendim.
Bizim Şeyhî bilmem ne söyler; övmek ister ama sanırım ki bizi yerer” demiştir. Şeyhî,
sultanın böyle söylediğini duyunca “akîbât” kelimesinin doğrusunun “âkıbet” ve “hayîr”
kelimesinin doğrusunun “hayr (veya hayır)” olduğunun farkına varamayacak kadar
bilgisiz olan Germiyanoğlu II. Yakub Bey için üzülmüştür (ÇAVUŞOĞLU 1986:25).
II. Bayezid dönemi şâiri Likâyî Ahmedî’nin Yusuf u Züleyha’sına nazire
söylemiştir. Yazdığı bu eseri Sultan II. Bayezid’e sununca memdûhunun/hâmîsinin
tepkisini çekmiş ve şu cevabı almıştır: “Ehli olmayan bu tür büyük işlere girişmesin.”
(İSEN 1999:289).
161
Daha farklı bir durum Deli Birader namıyla anılan Gazâlî’nin başına
gelmiştir. Yazdığı Dâfiu’l-gumum adlı eserini Şehzâde Korkud’a sunmuştur. Eser
müstehcen konuları ele alması sebebiyle memdûh/hâmî tarafından geri çevrilmiş, şâiri
de meclislerinden uzaklaştırmıştır (İSEN 1999:183).
Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferinde yanında bulunan şâirlerden Revânî,
sultana berf (kar) redifli bir kasîde sunmuştur. Bu kasîdenin içeriği ve ortama
uygunsuzluğu (sıcak havada kar redifli kasîde) Sultan Selim’in hoşuna gitmemiş ve şâiri
geri çevirmiştir. Bu durum aynı seferde bulunan Sücudî’nin dilinde alay konusu
olmuştur (İSEN 1999:410).
Yukarıdaki örneklerde görüldüğü üzere şâirlerin memdûha/hâmîye sunduğu
her eser kabul edilmemiştir. Çünkü Osmanlı Devleti’nde başta sultan olmak üzere
devlet ricâlinde bulunan her kişi, aldığı eğitim sayesinde belli bir sanat zevkine
ulaşmıştır. Bu nedenle belli bir seviyenin altında kalan eserler memdûh/hâmî kapısından
geri dönmüştür. Şeyhî’nin başına gelen olay memdûhun/hâmînin anlayışının kıtlığından
kaynaklanırken diğerlerinde ise şâirlerin kendilerinden kaynaklanmıştır. Germiyanoğlu
II. Yakub Bey, sunulan eserleri anlayacak bilgi seviyesinden yoksun olduğu için
Şeyhî’nin kıymetini de anlayamamıştır. Likâyî ehilsizliğinden; Deli Birader eserinin
müstehcenliğinden; Revânî ise yazdığı kasîdenin ortama uygunsuzluğundan dolayı geri
çevrilmiştir. Revânî’nin durumu bize gösteriyor ki eserlerin akla ve mantığa dayanması
da son derece önemlidir. Memdûh/hâmî kapısından geri çevrilmeyip kabul edilen her
eser sahibi de başarısı oranında câize almıştır.
5.4. Eserlerde Sanat Kullanımı
Edebiyat metinlerinin olmazsa olmazlarından biri şüphesiz edebî sanatlardır.
Sanatçı, edebî sanatlar sayesinde anlatımını süsler ve bir güzellik katar. Böylece metnin
anlamlandırılması sağlanmış olur. Söz konusu Dîvân şiiri olunca, edebî sanatlar daha da
önem kazanmıştır. Dîvân şiiri örneklerinin hemen her beytinde birkaç edebî sanat
kullanılmıştır.
Edebî sanatların kullanım alanlarından biri de şâirlerin
memdûhlarını/hâmîlerini övdükleri bölüm olan medhiyelerdir. Dîvân şâirleri,
memdûhlarını/hâmîlerini överken mübalağa, teşbih, telmih, tevriye gibi önemli sanatları
çokça kullanmışlardır. Bu sanatlar sayesinde şâirler, memdûhlarının/hâmîlerinin
162
övgüsünü yaparken tarihî/efsanevî/dinî kahramanları memdûhları/hâmîleri ile çeşitli
yönlerden karşılaştırmışlardır. İlk zamanlarda karşılaştırılan kişiyi memdûha/hâmîye
örnek veya denk gösterme söz konusu iken daha sonraları memdûhun/hâmînin
üstünlüğü vurgulanmaya başlanmıştır.
Yukarıda bahsettiğimiz edebî sanatlar hemen her dönemde kullanılmıştır.
Ancak bazı dönemlerde biri ya da bir kaçı biraz daha ön plâna çıkmıştır. XVII. yüzyıla
kadar, medhiyelerde teşbih sanatının ağırlıklı olduğu görülürken, bu dönemden sonra
telmih ve mübalağa sanatı daha da öne çıkmıştır. Bunun nedeni -özellikle XVII ve
XVIII. yüzyıllarda- şâirlerin kendilerini ve memdûhlarını/hâmîlerini çok üst konumda
görmeleri olarak düşünülebilir. Şüphesiz XVII. yüzyıldan önce de mübalağa sanatı
kullanılmıştır. Ancak bu yüzyılda kullanılan mübalağanın hem sayıca kullanımı hem de
derecelendirilmesi artmıştır.
Şâirler, memdûhlarını/hâmîlerini överken sıklıkla teşbih sanatını
kullanmışlardır.
Bâkî, Sultan II. Selim’i övdüğü kasîdesinde memdûhunu/hâmîsini güneşe
benzetmiştir:
Togup gün gibi zerrîn tâc ile burc-ı sa’âdetden
Yitişdi şarkdan garba ziyâ-yı ‘adl u ihsânı
(KÜÇÜK 1994:16)
Nedîm, sen cömertlikler güneşi olduğun için senin feyzinle büyük ve küçük
herkes doymuştur diyerek, memdûhunun/hâmîsinin feyzini övmüş ve feyzini güneşe
benzetmiştir:
Ol âftâb-ı mekârimsin âsâfâ sen kim
Umûm-ı feyzin ile sîrdir kibâr u sıgâr
(MACİT 1997:35)
Şâirler, memdûhlarını/hâmîlerini överken teşbih sanatının yanı sıra telmih
sanatını da kullanmışlar, bazı kişilere ve olaylara da gönderme yapmışlardır. Telmih
sanatı sayesinde şiirin anlam gücü genişlemiş, okuyucu farklı olayları düşünmeye sevk
edilmiştir.
Bâkî, Kanuni Mersiyesi’nin sekizinci bendinde Sokullu Mehmed Paşa’yı
övmüştür. Adı geçen mersiyenin dördüncü beytinde:
163
Halk-ı cihâna kırk sekiz gün tuyurmayup
Bir hafta kıldı gayrılar ancak bu hâleti
(KÜÇÜK 1994:80)
Zigetvar kalesi kuşatması sırasında padişâhın ölümünden dolayı asker
arasında çıkabilecek kargaşayı önlemek amacıyla Kanuni’nin ölümünü Sokulu Mehmed
Paşa’nın gizlemesi olayına telmih yapılmış ve Sokullu Mehmed Paşa’nın Osmanlı
ordusunu bozgun tehlikesinden kurtardığı vurgulanarak yüksek zekası övülmüştür.
Nâdirî, memdûhunu/hâmîsini överken Hz. Süleyman’ın tahtının rüzgâr
tarafından taşınmasına telmih yapmıştır:
Bir Süleymandur götürmüş taht-ı zerrînin sabâ
Sanma kim altun eğerle rahşına olmuş suvâr
(KÜLEKÇİ 1989:52)
(Altından yapılmış eğer üzerinde atına binmiş zannetme; sabâ rüzgârı
tarafından altın tahtı götürülen bir Süleyman’dır.)
Bilindiği üzere aşırılığın derecesine göre mübalağa sanatı üçe ayrılmaktadır.
Bunlardan akla ve göreneğe uygun olanına “tebliğ”; akla uygun olup da göreneğe uygun
olmayanına “iğrak”; hem akla hem de göreneğe uygun olmayanına ise “gulüv” adı
verilir.
Nef’î, memdûhunun/hâmîsinin atını övdüğü beyitte:
O cism-i kûh-ı peykerle o denli tîz-revdir kim
Geçer yel gibi bir âheste pertâb etse ummânı
(AKKUŞ 1993:82)
O dağ gibi iri vücuduyla o kadar hızlı hareket eder ki denizi küçük bir
adımıyla kolayca geçer denilerek, gulüv derecesinde mübalağa yapılmıştır.
Memdûha/hâmîye yönelik olarak yapılan övgülerde kullanılan sanatlardan
biri de tenasüptür.
Görsün Nihâl-i serv-i sanavber-hırâmunı
Ayruk çemende beslemesün bâg-bân bân
(KÜÇÜK 1994:5)
Memdûhun/hâmînin boyu sanavber salınışlı, selvi gibi boyunun fidanı
şeklinde övülürken nihâl, serv, sanavber, bân kelimeleri ile tenasüp yapılmıştır.
Nedîm, memdûhu/hâmîsi Damad İbrahim Paşa için yazdığı kasîdede:
164
Edeydi âteş-i kahr-ı bıhârı isti’lâ
Fetîl ül revgan olurdu cezîrelerle bıhâr
(MACİT 1997:34)
Kahrının ateşi denizleri kaplasaydı adalar fitil, denizler de yağ olurdu
diyerek, Damad İbrahim Paşa’nın kahrını övmüş ve kahır-istilâ, fetîl-revgan, cezîre-
bıhâr kelimeleri ile de tenasüp yapmıştır.
Şâirlerin memdûhlarına/hâmîlerine yönelik kullandığı sanatlardan biri de
tevriyedir.
Nâdirî, memdûhuna/hâmîsine sunduğu kasîdede memdûhunu/hâmîsini din ve
devletin murâdı olarak göstermiştir. Kasîdeyi sunduğu kişi Kuyucu Murad Paşa olması
sebebiyle murâd ile hem istek, arzu hem de memdûhun/hâmînin adı anlaşılabileceği için
tevriyeli olarak kullanılmıştır:
Sen murâd-ı dîn ü devletsin aceb mi olsalar
Dîn ile devlet visâl-i zât-ı pâkünden bekâm
(KÜLEKÇİ 1989:70)
Nedîm, İskender’in ruhu senin yüce ve itibarlı günlerini görüp ben
ihtiyarladım, sen benim gençlik zamanımsın der, diyerek Sultan III. Ahmed’i övmüştür.
Aynı zamanda şâir, pîr kelimesini şebâb kelimesiyle tezat oluşturacak şekilde ihtiyar
anlamında hem de padişâhların ustası anlamında kullanarak tevriye yapmıştır:
Görüp eyyâm-ı ‘izz ü câhına der rûh-ı Sikender
Ki ben pîr olmuşumdur sen benim ‘ahd-i şebâbımsın
(MACİT 1997:75)
Şâirlerin memdûhlarını/hâmîlerini överken kullandığı sanatlardan bir diğeri
teşhistir. Bu sanat sayesinde tabiatta bulunan insan dışı tüm varlıklar insan gibi
davranmaya sevk edilmiştir.
Eğer kalem onun ayağının toprağındaki yaratılış güzelliğinin kokusunu
yazsaydı dünya güzel kokulara bezenirdi denilerek, Sultan II. Osman’ın yaratılış
güzelliği teşhis sanatı kullanılarak övülmüştür:
Yazsa vasf-ı nükhet-i hulkun verirdi âleme
Gerd-i hâk-pây-ı hâme bûy-ı müşk-i ezfer-i
(AKKUŞ 1993:92)
165
Şâirler, duygu ve düşüncelerindeki değişikliğe bağlı olarak
memdûhlarına/hâmîlerine birtakım ünlemlerle seslenirler, böylelikle nidâ sanatı yapmış
olurlar. Figânî memdûhuna; Ey sancağı göklere yükselen padişâh! diye seslenerek nidâ
sanatı yapmıştır:
Fahr idinürdi ey şeh-i gerdûn-kevkebe
Tutsa rikâbın âsafunun Hüsrev ü Peşeng
(KARAHAN 1966:4)
5.5. Memdûhun/Hâmînin Dile Getirilen Özellikleri
Kasîdelerin medhiye bölümlerinde memdûhun/hâmînin bir takım özellikleri
de dile getirilmiş ve övgüsü yapılmıştır. Abartılı bir üslupla dile getirilen özellikler,
övülen kişinin gerçek anlamdaki birebir karşılığı değil, o konumdaki ideal kişinin
özellikleridir. Şâir, memdûhta/hâmîde olanı değil olması gerekeni işaret etmiştir.
Övülen kişi için kullanılan adalet, cömertlik, lûtuf, iyi yönetim, kahramanlık vs.
özellikler sadece câize elde etmek için dile getirilmiş özellikler değildir. Dile getirilen
bu özellikler, övülen kişinin bilinçaltına inecek ve belli bir süreden sonra memdûh/hâmî
ister istemez o yönde hareket edecektir. Adaleti, iyi yönetimi, kahramanlığı vs. dile
getirilen bir yönetici halkına da bu özellikleri ile yaklaşacaktır. Bu bakımdan şâirler
sosyal ve siyasî hayatta da dolaylı olarak söz sahibidir.
Başta padişâh ve şehzâdeler olmak üzere devlet kademesinde görev almış
yüksek dereceli memurların birtakım özellikleri dile getirilmiştir. Bu özelliklerin
çeşitlendirilmesinde ve dile getirilmesinde memdûhun/hâmînin yaptığı meslek ile
bulunduğu konum etkili olmuştur. Adalet, cömertlik, lûtuf, yöneticilik gibi özellikler
farklı mevkilerde yer alan kişilerin ortak özellikleri olarak ele alınmıştır. Şöyle ki
padişâhın kılıcı övüldüğü gibi sadrazamın da kılıcı ya da şehzâdenin şâirliği/şiiri
övüldüğü gibi şeyhülislâmın da şâirliği/şiiri övülmüştür. Konuya diğer açıdan bakarsak
fetvası övülen bir kişi şeyhülislâm olacaktır. Bunun haricinde bir kişinin olması
mümkün değildir. Yukarıda değindiğimiz bazı övgü sözleri ortak kullanıldığı gibi
bazıları da -şeyhülislâmların fetvası olduğu gibi- kişiye özel kullanılmıştır. Tespit
ettiğimiz övgü sözleri meslek farkı gözetmeksizin sadece memdûh/hâmî düşünülerek
ele alınmıştır. Farklı meslek grupları mümkün olduğunca belirtilmeye çalışılmıştır.
166
5.5.1. Adalet
Şâirler, memdûhlarını/hâmîlerini överken en fazla onların adaletlerini dile
getirmişlerdir. Adaletli yönetim sayesinde fethedilen yerlere barış ve esenlik
götürülmüş, yönetim altında bulunan yerlerde haksızlık ve kötülük ortadan kalkmıştır.
Adaletli olma vasfı devlet kademesinde bulunan tüm memdûhlar/hâmîler için kullanılan
ortak övgü kalıplarından biridir.
Kanuni, Kısrî (Nûşirevan-ı âdil)’den üstün tutularak adaletli hükmetmesi
bakımından övülmüştür:
Sana Kisrîyi ‘adâletde mu‘âdil tutsâm
Fazladur sende olan devlet-i dîn ü îmân
(KÜÇÜK 1994:9)
Padişâhın mutluluk sarayında güneş gibi doğduğu, adaleti ve
yardımseverliği ile her yeri mutlu kıldığı söylenerek II. Selim’in adaleti övülmüştür:
Togup gün gibi zerrîn tâc ile burc-ı sa‘âdetden
Yitişdi şarkdan garba ziyâ-yı ‘adl u ihsânı
(KÜÇÜK 1994:16)
Şeyhülislâm Bahâyî, yıkık dökük saraya benzeyen dünyayı adaleti ile onarıp
güzelleştirdi diyerek, Sultan Murad’ın adaletini övmüştür:
Hudâygân-ı cihân Han Murâd kim adli
Serây-ı köhne-i dünyâyı eyledi ma’mûr
(TOLASA 1979:46)
Adalet sahibi ve mücevher gibi yüce ve tek padişâh Sultan Murad ki
adaletle yönetmede dünyaya onun bir benzeri daha gelmemiştir denilerek,
memdûhun/hâmînin adaletle yönetmedeki üstünlüğü övülmüştür:
Şeh-i vâlâ-güher Sultân Murâd-ı dâd-güster kim
Adaletde nazîri gelmemişdir dahi dünyâya
(AKKUŞ 1993:106)
Gülün açılır açılmaz dikenden kurtulduğu gibi memdûhun/hâmînin de
fethettiği yer fitne belasından kurtulur denilerek, fethedilen yerlere memdûhun/hâmînin
esenlik kazandırmış olması övülmüştür:
167
Kurtulur feth ettiği kişver belâ-yı fitneden
Kim açıldıkda dikenden ayrılır nâ-çâr gül
(AKYÜZ 2000:47)
Padişâhın ülkeler fetheden bahçesinin suyu ile her yeri huzur ve mutluluğa
bürüdüğü söylenerek, memdûhun/hâmînin fethettiği ülkelere barış ve esenlik götürmesi
övülmüştür:
Çeşme-sâr-ı sebze-zâr-ı devletinden reşhadur
Âb-ı rûy-ı hançer-i kişver-güşâ-yı saltanat
(KÜÇÜK 1994:87)
Padişâhın devrinde kimsenin haksızlık ve kötülükten şikayet etmediği, etse
ney ve çengin eğlence amacıyla figân edeceği söylenerek, memdûhun/hâmînin haksızlık
ve kötülükleri ortadan kaldırması övülmüştür:
Devründe kimse cevr-i sitem-gerden inlemez
Bî-şer ider iderse eger çeng ü ney figân
(KÜÇÜK 1994:4)
O ülkeler yöneten ve korkusuzca zulmü yok eden şahlar şahı ki zamanında
zorbalık ve kötülüğe rastlanmaz denilerek, Sultan II. Osman’ın adaletiyle sağladığı
huzur ortamı ve kötülükleri ortadan kaldırması övülmüştür:
O şahenşah-ı mülk-ârâ-yı bî-pervâ-yı zâlim-küş
Ki yâd olmaz zamânında sitem-kârî vü cebbârî
(AKKUŞ 1993:88)
5.5.2. Âlim ve Şâirleri Koruma
Kendileri de birer sanatkâr olan memdûhlar/hâmîler, aynı zamanda âlim ve
şâirlerin de koruyuculuğunu yapmışlardır. Şâirler de memdûhlarının/hâmîlerinin bu
özelliklerini dile getirerek onları övmüşlerdir.
Bâkî, Kanuni’nin ölümü üzerine yazdığı mersiyede
memdûhunun/hâmîsinin şâirleri ve âlimleri korumasını övmüştür:
Hâk-i cenâb-ı hazreti der-gâh-ı devleti
Fazl u belâgat ehline ümmîd-gâh idi
(KÜÇÜK 1994:76)
168
Bilgin ve sanatçılara yardım elinle yaptığın iyilik ve cömertliği gül ve nesrin
çiçeklerine bahar bulutu bile yapamaz denilerek, II. Selim’in cömertliği ve sanatçıları
koruyup gözetmesi övülmüştür:
Kef-i cûdun keremler kim kılupdur ehl-i ‘irfâna
Ol ihsânı gül ü nesrîne kılmaz ebr-i nîsânî
(KÜÇÜK 1994:18)
5.5.3. Askeri Güç ve Kahramanlık
Memdûhun/hâmînin övülen yönlerinden bir diğeri de askerinin gücü ve
kahramanlığıdır. Kullanılan bu övgü kalıbı da farklı mevkilere sahip
memdûhlar/hâmîler için ortak kullanılmıştır.
Padişâhın düşmanlarını kaplan gibi avladığı ve Allah’ın arslanı Hz. Ali gibi
savaşlarda kendini gösterdiği ifade edilerek, III. Mehmed’in kahramanlığı övülmüştür:
‘Adûyı dil-figâr itdi peleng-âsâ şikâr itdi
Muhassal âşikâr itdi neberd-i Şîr-i Yezdânı
(KÜÇÜK 1994:34)
Padişâhın düşmanları kahreden ezici gücü ile düşmanlarına Sâm ve Nerîmân
gibi saldırdığı söylenerek, III. Murad’ın kahramanlığı ve düşmanlarına karşı savaşçılığı
övülmüştür:
Zûr-ı dest-i devleti gürz-i girân-ı satveti
Düşmen üzre hamle-i Sâm u Nerîmân eyledi
(KÜÇÜK 1994:23)
Yeryüzünün üstün savaşçısı Rüstem gibi paşa ki her darbesi düşmanlarına
bu geniş meydanı dar eder denilerek, Kuyucu Murad Paşa’nın kahramanlığı ve
düşmanlarını kahredici ezici gücü övülmüştür:
Ne pâşâ Rüstem-i sâhîb-kırân-ı arsa-i âlem
Ki darbı teng eder a’dâya bu meydân-ı pehnâyı
(AKKUŞ 1993:133)
Memdûhun/hâmînin övülen özelliklerinden bir diğeri de askerinin fazlalığı
ve ordusunun gücüdür.
Onun askerleri savaşa çıkıldığı gün altın benekli elbiseler giyerek Kaf
dağının kaplanı kesilirler denilerek, memdûhun/hâmînin askerlerinin gücü övülmüştür:
169
‘Asâkir-i benek altunlu câmeler geyüben
Gazâ güninde olur kûh-ı Kâf kaplanı
(ÇAVUŞOĞLU 1977:50)
Deniz gibi askerlerinin açtığı bayraklar, fetih ve zafer gemisine yelken açtı
denilerek, Kanuni’nin ordusunun gücü ve kazandığı zaferler övülmüştür:
Deryâ-misâl ‘askerün içre ‘alemlerün
Feth ü zafer sefinesine açdı bâd-bân
(KÜÇÜK 1994:5)
5.5.4. Cömertlik ve Yardımseverlik
Memdûhun/hâmînin en fazla dile getirilen özelliklerinden bir diğeri de
onların cömertlikleridir. Cömertlik vasfı da memdûhun/hâmînin mevkisi dikkate
alınmadan kullanılmış bir övgü kalıbıdır.
Cömertliği sayesinde halkın rahat ve huzur içinde olduğu ifade edilerek
memdûhun/hâmînin cömertliği övülmüştür:
Halk rahatda sehâb-ı keremün feyzinden
Belî uyhu getürür tab‘a hevâ-yı bârân
(KÜÇÜK 1994:9)
Memdûh/hâmî cömertlik konusunda o kadar hızlı davranır ki ihtiyaç sahibi
daha bağış isteğinin ilk harfini ağzından çıkarır çıkarmaz gereken yardımı alır:
Kef-i cûdu pür ider dâmen-i hâcetmendi
Leblerinden dahi nâ-rüste iken sîn-i süâl
(TOLASA 1979:72)
Cömertliğinin bulutlarından her taraf su olur denilerek, memdûhun/hâmînin
cömertliğinin fazlalığı dile getirilmiştir:
Sultân-ı dehr Hazret-i Mahmûd Han ki anun
Cûdı bulutlarından olur her diyâr âb
(TARLAN 1963:32)
Mutluluk sahibi vezir ki verdiği bir günlük bahşiş, deniz ve toprağın bin
yılda verebileceği kadar çok ve değerli olur denilerek, Kuyucu Murad Paşa’nın
cömertlikteki benzersizliği ve üstünlüğü övülmüştür:
170
Düstûr-ı kâmkâr ki yek rûze bahşişi
Dahl-i hezâr-sâle-i deryâ vü kân olur
(AKKUŞ 1993:138)
Cömertliği ve el açıklığı sıkıntı hastaları için altın hap, armağanları ise
ümitsizlik hastalarına dinar şerbetidir denilerek, sadrazamın cömertliği övülmüştür:
Âlîl-i mihnete cûd u sehâsı habb-ı zeheb
Marîz-i ye’se ‘atâyâsı şerbet-i dinâr
(MACİT 1997:33)
5.5.5. Dindarlık ve Dini Koruma/Yayma
Memdûhun/hâmînin övülen yönlerinden bir diğeri de dini koruması ve
yaymasıdır.
Dini ve dini hükümleri koruma konusunda Hz. Muhammed’in mucizelerinin
tamamlayıcısı ve dinin yayılmasında büyük sahabelerin sevabına ortaktır denilerek,
Kanuni’nin din koruyuculuğu ve yayıcılığı övülmüştür:
Şer’ hıfzında mütimm-i mu’cizât-ı Mustafâ
Din zuhûrunda şerîk-i ecr-i Ashâb-i kibâr
(AKYÜZ 2000:54)
Peygamberin şeriatının koruyucusu ve yayıcısı, Kur’an ve Allah’ın
emirlerine tâbî olduğu söylenerek, Kanuni’nin dindarlığı ve dini koruması övülmüştür:
Hâfız-ı dîn-i kavî hâmî-i şer‘-i Nebevî
Tâyi‘-i emr-i Hudâ tâbi‘-i nass-ı Kur’ân
(KÜÇÜK 1994:7)
Din bahçeye, şeriat çimenliğe, Sultan Süleyman’ın yardımı da bunları
sulayan bir yağmura benzetilerek Kanuni’nin bir halife olarak Müslümanlığı
geliştirmesi övülmüştür:
Ravza-i dîn ü çemen-zâr-ı şeri‘at olalı
Matar-ı lutfun ile milket-i Rûm âbâdân
(KÜÇÜK 1994:9)
171
Hz. Muhammed’in dininin yardımcısı, iyilik ve bağış denizini çevreleyen,
İslâm askerlerinin kumandanı ve Allah’ın yeryüzündeki halifesi denilerek Kanuni’nin
dini koruması övülmüştür:
Mu‘în-i dîn-i Muhammed muhît-ı bahr-i kerem
Re‘is-i asker-i İslâm u zıll-ı Yezdânî
(ÇAVUŞOĞLU 1977:49)
Kuyucu Murad Paşa’nın rütbesi, makamı övüldükten sonra dinin ve devletin
güneşi denilerek memdûhun/hâmînin dine sahip çıkması övülmüştür:
Âfitâb-ı dîn ü devlet sadr-ı vâlâ-menzilet
Âsümân-ı milk ü millet âsaf-ı âlî-makâm
(KÜLEKÇİ 1989:70)
Sultan Mehmed’in sancağının kafir ülkesine Müslümanlığı götürdüğü
söylenerek, memdûhun/hâmînin dini yayması övülmüştür:
Mihr-i İslâmdürür tâc-ı drefşün Şahâ
Kim ider küfr şebin rûy-ı cihândan zâ’il
(TARLAN 1963:59)
İbadetleri ve takvası âlemde o denli etkilidir ki içki meclislerindeki sarhoşa
bile şüphesiz, bir ermiş gibi tesirde bulunabilir denilerek, Şeyhülislâm Es’ad Efendi’nin
dindarlığı övülmüştür:
Şöyledir te’sir-i zühd ü tâ’atı âlemde kim
Etse bir bezm ehline himmet olur bî-irtiyâb
(AKKUŞ 1993:234)
5.5.6. Dünyaya Hükmetmesi/Yönetim Gücü
Memdûhun/hâmînin dile getirilen özelliklerinden bir diğeri de onların
yönetim ve hükmetme gücüdür.
Sultan Süleyman doğu ve batının sultanı, kara ve denizlerin en büyük şahı,
yani Dârâ gibi bütün dünyaya hakim olduğu belirtilerek, onun dünyaya hükmetmesi
övülmüştür:
Sultân-ı şark u garb şehenşah-ı bahr u ber
Dâra-yı dehr Şah Süleyman-ı kâm-rân
(KÜÇÜK 1994:4)
172
Maşallah ne güzel ülke yöneten ve yüce şan sahibi padişâh ki Keyvân
sülalesini kapıcı bile yapmaz denilerek, Sultan Osman’ın padişâhlıktaki üstünlüğünün
yanı sıra dünyaya hükmetmesi de övülmüştür:
Te’âlallâh zihi Sultân-ı âlîşân-ı mülk-i ârâ
Ki der-bân eylemez bâb-ı hümâyununda Keyvânı
(AKKUŞ 1993:81)
Ey mutluluk kaynağı, ülkeler sahibi şahlar şahı, dünyayı yöneten ve zamana
boyun eğdiren padişâh denilerek, IV. Murad’ın padişâhlıktaki üstünlüğünün yanı sıra
dünyaya hükmetme gücü de övülmüştür:
Kâm-kârâ Şehriyârâ Husrevâ Şahenşehâ
Ey cihân-dâver şeh-i gerdûn-cenâb-ı rûzgâr
(AKKUŞ 1993:99)
Vezir Mustafa Paşa, cihanın Aristo’su olarak gösterilmiş ve devleti akıl ve
tecrübe ile yönetme mektebinde zamanın Meşşâîleri onun cahil öğrencileri olarak kalır
denilerek, memdûhun/hâmînin yönetimdeki gücü övülmüştür:
Aristû-yı cihân kim mekteb-i tedbîr-i devlette
Olur meşşâıyân-ı dehr şâkirdân-ı nâdânı
(TOLASA 1979:88)
5.5.7. Fazilet, Ahlâk, Namus ve Şeref
Memdûhların/hâmîlerin dile getirilen özelliklerinden bir diğeri de onların
ahlâkı, fazileti, namus ve şerefidir. Bu övgü kalıbı da memdûhlar/hâmîler için ortak
kullanılmıştır.
Necâtî Bey, himâyesini gördüğü devrin âlimlerinden Abdurrahman
Çelebi’nin faziletinden ve ilminden söz etmiştir:
Fazl ile bir dânedür ey hırmen-i ‘ilm ü edeb
Yirde zihn-i kâm-yâbun gökde cirm-i âfitâb
(TARLAN 1963:30)
Çimenliğin terlerini çiy sanma, senin ahlâkını duyunca çiçekler
kendilerinden utandılar denilerek, Sultan Mehmed’in ahlâkı övülmüştür:
173
Sahn-ı çemen ‘araklarını jâle sanma kim
Hulkun işidüb itdi çiçekler hayâ seher
(TARLAN 1963:44)
Her ne kadar dünya bahçesinde cennet güllerine benzer gül varsa da
memdûhun/hâmînin namus ve şerefiyle ülkenin güzelliği artmıştır denilerek,
memdûhun/hâmînin namus ve şerefi övülmüştür:
Dâmen-i pâkiyle ol behçet-fezâyi mülkdür
Ger cihan bâgında cennet güllerinden var gül
(AKYÜZ 2000:47)
Şeyhülislâmların vasıflarından biri de fazlıdır:
Ayâ sipihr-i fazîlet ki zâtun olmışdır
Medâr-ı cûd u kerem menşe-i sehâ vü atâ
(AYAN 1981:121)
5.5.8. Fermanının Gücü
Memdûhun/hâmînin dile getirilen özelliklerinden bir diğeri de emirlerinin
gücüdür.
Onun buyruğu, insan bedenindeki can gibi bütün şiddet ve heybetiyle karada
ve denizde yürürlüktedir denilerek, Kanuni’nin emirlerinin gücü övülmüştür:
Bedende cân gibi cârî olup durur gûyâ
Celâl ü şevket ile bahr u berde fermânı
(ÇAVUŞOĞLU 1977:50)
Kudretli kaderi ile dünyaya öyle bir düzen verir ki emirleriyle gökleri bile
titretir denilerek, Sultan Ahmed’in emirlerinin eşsiz gücü övülmüştür:
Cihân-bân-ı kader-i kudret ki hurşîde olur sânî
Nişân-ı dâğ-ı fermânı cebîn-i asmân üzre
(AKKUŞ 1993:60)
174
5.5.9. Fetvası
Şeyhülislâmların dile getirilen özelliklerinden biri de fetvasıdır:
Nesâyic-i kalemi pek güzel harîr işler
Misâli var ise hâricde kirm-i İbrişîm
Mecâlsiz atılur berre tîr-i mâr-âsâ
İderse mâhîye fetvâsı lücceyi tahrîm
(KARACAN 1991:263-264)
Fazilet sahiplerinin yücesi ki şeriatın fetva kalemi sonsuza kadar eline
sunulmuştur denilerek, Şeyhülislâm Es’ad Efendi’nin fazileti ve fetva vermedeki
üstünlüğü övülmüştür:
Mesned-ârâ-yı fazîlet ki sunulmuş eline
Kilk-i fetvâ-yı şerî’at be-tarîki’t-te’bîd
(AKKUŞ 1993:231)
5.5.10. Hışmı/Gazabı ve Kahrı
Şâirler, memdûhlarının/hâmîlerinin olumsuz olarak nitelendirebileceğimiz
birtakım özelliklerini de övmüşlerdir. Bu olumsuzluk ifadeleri onların gücünün
fazlalığını, kararlarının isabetli oluşunu desteklemek için kullanılmış ve düşmana korku
salması amacı ile dile getirilmiştir.
Kahramân ve Hâtem’i öven bilgin senin kahrını ve lûtfunu görseydi geçmiş
zamanı anlatamazdı denilerek, memdûhun/hâmînin kahrı ve cömertliği övülmüştür:
Görse kahr u lutfunı itmezdi nakl-i mâ-mezâ
Kahramân u Hâtem-i vasf eyleyen dânâ-yı kâr
(KÜLEKÇİ 1989:54)
Cihanı yakan kahrının kasırgasından haberdar olalı şer sahiplerinin fitne
bahçesi gül açmaz oldu denilerek, memdûhun/hâmînin kahrı dile getirilmiştir:
Sarsar-i kahr-i cihân suzundan âgah olalı
Açmaz oldu bû-sitân-i fitne-i eşrâr gül
(AKYÜZ 2000:46)
175
Gazap ve ezici gücü ortaya çıksa, söğütten yapılmış hançerin başı bile
çelikten yüreği parçalardı denilerek, Şeyhülislâm Es’ad Efendi’nin gazabının şiddetini
övülmüştür:
Olsa ger nâmîyede kuvvet-i kahr u gazabı
Çâk ederdi dil-i pûlâdı ser-i hançer-i bîd
(AKKUŞ 1993:232)
Kahrının ateşi denizleri kaplasaydı adalar fitil, denizler de yağ olurdu
denilerek, Damad İbrahim Paşa’nın kahrı övülmüştür:
Edeydi âteş-i kahr-ı bıhârı isti’lâ
Fetîl ül revgan olurdu cezîrelerle bıhâr
(MACİT 1997:34)
5.5.11. Kararının Sağlamlığı/Düşünce ve Söz Gücü
Memdûhun/hâmînin dile getirilen özelliklerinden bir diğeri de sözlerinin ve
düşüncelerinin sağlamlığıdır. Bu özellik de ortak olarak kullanılan övgü
kalıplarındandır.
Şeyhülislâm Bahâyî, Sultan Murad Han’ın ruh ve madde dünyasına hakim
olan doğru ve sağlam kararını dile getirmiştir:
O Şah-ı sûret ma’nâ ki olsa hemvâre
Aceb mi re’y-i savâbı muvâfık-ı takdîr
(TOLASA 1979:60)
Şeyhülislâm Bahâyî, vezir olan memdûhunun/hâmîsinin padişâh
huzurundaki gücünü ve etkisini şu şekilde dile getirmiştir:
Huzûr-ı hazret-i sâhîb-kırân-ı heft kişverde
Sözün ihyâ ider bir demde niçe nâ-be-samânı
(TOLASA 1979:92)
Düşünceleri o kadar yüce ve aydınlık ki onun özelliklerini yazarken
kalemlerin ucundan yayılan ışık, mum ışığından daha güçlü yansır denilerek,
Şeyhülislâm Muhammed Efendi’nin düşüncelerinin gücü ve güzelliği övülmüştür:
176
Re’yi bir mertebe rûşen ki yazarkan vasfın
Şem’a gâlib görünür şu’le-i nevk-i aklâm
(AKKUŞ 1993:216)
5.5.12. Kılıç ve At
Memdûhun/hâmînin dile getirilen özelliklerinden bir diğeri de kılıçları ve atlarıdır.
At üzerine yazılan ve atların çeşitli özelliklerini dile getirip övgüsünü yapan
kasîde ve mersiyelere rahşiyye denir. Rahşiyyenin en karakteristlik örneklerini Nef’î
vermiştir (PALA 2003:387).
Hz. Dâvûd’un elinde demirin mum gibi erimesine nasıl şaşılmazsa,
padişâhın keskin kılıcının gökleri nurlandırmasına da şaşılmamalıdır denilerek, II.
Selim’in keskin kılıcı övülmüştür:
Elinde Hazret-i Dâvûdun âhendür ki mûm oldı
Ziyâ-bahş olsa âfâka n’ola şemşîr-i bürrânı
(KÜÇÜK 1994:17)
Kılıcını dünyaya sal ve dünyayı hükmetsin denilerek, Sultan Bayezid’in
kılıcı övülmüştür:
Ey server-i zemâne vü yâ mâlikerrikâb
Sal kim cihâna hükm ide hoş mâlikâne tîğ
(TARLAN 1963:50)
Deniz suyunun tadının acı olmasının sebebi, suyun senin kılıcının korkusu
ile timsahın öd suyu haline gelmesidir denilerek, Kanuni’nin kılıcı övülmüştür:
Telh oldıgına kâm-i bahr bu durur sebeb
Su oldı havf-i tîgun ile zehre-i neheng
(KARAHAN 1966:4)
O çabuk koşan, çabuk giden soylu at, eğer karıncanın göğsü üzerinde dönüp
dolaşsa, karıncanın bundan haberi bile olmaz denilerek, Sultan Ahmed’in atının hızı
övülmüştür:
177
O sebük-seyr ü sebük-rev ki haberdâr olmaz
Eylese sîne-i mûr üzre eger cevlânı
(AKKUŞ 1993:53)
5.5.13. Lûtfu
En fazla dile getirilen özelliklerinden biri de memdûhun/hâmînin lûtfudur.
Sultan Murad Han’ın lûtfunun fazlalığı aşırı mübalağa ile anlatılmıştır:
Şeb-nem-i gülşen-i firdevs ola her bir şereri
Bâd-ı lutfından eger feyz-pezîr olsa cahîm
(KAPLAN 1996:32)
Padişâhların yanı sıra şeyhülislâmların da lûtfu övülmüştür:
Lutf-ı tab’ı şeref-i ‘akl-ı mücerred gibi hâss
Feyz-i dest-i kerem-i ebr-i bahârî gibi ‘âm
Düşse ger hâke nem-i ebr-i bahâr-ı lutfu
Kesb-i rûh eyler idi zîr-i zemînde ecsam
(AKKUŞ 1993:215)
İkinci beyitte şeyhülislâmların lûtfunun bir katresi toprağa düşse ölüleri
diriltecek derecede gösterilerek aşırı mübalağa yapılmıştır.
Devlet adamlarının lûtfu da dile getirilen özelliklerden bir diğeridir.
Mehmed Paşa’nın övüldüğü kasîdede lûtfunun zerresi bahar bulutuna erişse yağmur
yerine hesapsız inci döker denilerek, memdûhun/hâmînin lûtfunun fazlalığı övülmüştür:
Ebr-i bahâra zerresi yetişse lutfunun
Yagmur yerine yere döker dürrü bî-hisâb
(İSEN-KURNAZ 1990:62)
5.5.14. Mertebesinin Yüksekliği
Memdûhun/hâmînin dile getirilen özelliklerinden bir diğeri de mertebesinin
yüksekliğidir. Kullanılan bu övgü kalıbı da mevkisine bakılmaksızın tüm
memdûhlar/hâmîler için ortak kullanılmıştır.
Öyle ki memdûhun/hâmînin tahtı yanında dokuzuncu feleğin üzerinde olan
boşluklar bile alçak birer kürsü olarak kalır denilerek, Sultan Murad’ın tahtının yüceliği
övülmüştür:
178
Nedir bu rütbe-i vâlâ ki pest kürsîdir
Yanında taht-ı hümâyununun sipihr-i esîr
(TOLASA 1979:60)
Ganî-zâde Nâdirî, memdûhunu/hâmîsini arş mertebeli padişâh diye
övmüştür:
Hâkân-ı arş mertebe Sultân Murâd Hân
Gerden-firâz-ı tâc-verân-ı huceste-fâl
(KÜLEKÇİ 1989:44)
Gök gibi yüksek pâyeli sadrazam hazretlerinin güneş gibi zatı için güneş
ışınları bir toz hükmündedir denilerek, memdûhun/hâmînin bulunduğu sadrazamlık, gök
gibi yüksek bir makam olarak övülmüştür:
Cenâb-ı hazret-i destûr-ı âsman-mesned
Ki mihr-i zâtına bir gerd bâliş-i zer-târ
(MACİT 1997:33)
5.5.15. Şâirlik ve Şiir Gücü
Memdûhlar/hâmîler sanatı himâye ettikleri gibi kendileri de sanatın bir
dalıyla ilgilenmişlerdir. Şâirler de sanatla uğraşan memdûhlarının/hâmîlerinin bu
özelliklerini dile getirip onları övmüşlerdir.
Padişâhın şiirleri cennet bahçelerine, elindeki kalem cennetteki Kevser
ırmağına benzetilerek Kanuni’nin şâirliği ve şiirleri övülmüştür
Hat-ı nazm-ı pâki çemen-zâr-ı cennet
Elinde kalem çeşme-i âb-ı Kevser
(KÜÇÜK 1994:13)
Ahmed Paşa, II. Bayezid’in şehzâdelerinden Cem Sultan’ın şâirliğini şöyle
övmüştür:
Sultân Cem ol ki husrev-i sultân-nişân imiş
Mâh-ı sa’âdete eşigi âsumân imiş
(…)
Tavr-ı gazelde hâmesi ol Şah-zâdenin
Bâg-ı iremde tûtî-i şîrin-zebân imiş
(TARLAN 1992a:84-85)
179
Mesihî, Tâcî-zâde Ca’fer Çelebi’ye yazdığı medhiye kasîdesinde
memdûhunun/hâmîsinin şâirliğini övmüştür:
Mîr-i iklîm-i suhan ya‘ni Nişâncı Paşa
K’iremez fazl-ı nişânına hadeng-i efkâr
Sübha-i nazmını aldukça eline şu‘arâ
Dilde tesbîhi olur her birinin istigfâr
Levh-i Zihnînde olur nice ma‘âni sâbit
Kevkeb-i fikretün oldukça felekde seyyâr
(MENGİ 1995:43)
Helâkî, Celâl-zâde Mustafa Çelebi için yazdığı kasîdede
memdûhunun/hâmîsinin güzel yazısını şu şekilde övmüştür:
Ya‘nî ki Mustafâ Çelebi fahr-i kâyinât
Hüsn-i kitâbetiyle anun fahri der kalem
(ÇAVUŞOĞLU 1982:17)
Düşüncesi anlam hazinesinin kapısındaki anahtar, şiiri ise söz sahiplerinin
servet sebebidir denilerek, memdûhun/hâmînin fikirleri ve şiir güzelliği övülmüştür:
Endîşesi miftâh-ı der-i genc-i ma‘ânî
Nazm-ı sebeb-i servet-i erbâb-ı beyândır
(AKKUŞ 1993:74)
5.5.16. Yaratılış ve Fiziki Güzellik
Dile getirilen özelliklerden biri de memdûhun/hâmînin yaratılış ve fiziki
güzelliğidir.
Şeyhî, memdûhunun/hâmîsinin fiziki ve huy güzelliğini dile getirerek
memdûhunu/hâmîsini övmüştür:
Hüsnün letâfetinden gülzâr-ı dehr handân
Hulkun nesîmiyle bâg-ı zamâne hurrem
(İSEN-KURNAZ 1990:48)
Hz Süleyman’ın mührünün cevherindeki işlemeye benzer göz alıcı bir
işlemeye sahip olma şerefine ikinci Asaf sayılan Mustafa Paşa’nın temiz yaratılışı
ulaşabilmiştir denilerek, memdûhun/hâmînin yaratılış güzelliği övülmüştür:
180
Zehî tâbende naks-ı gevher-i möhr-i Süleymânî
Ki olmuş ana mazhar tab’-ı pâk-i Âsaf-ı sânî
(TOLASA 1979:86)
Din padişâhı Sultan Süleyman ki onun huyunun güzel kokusundan gül neşe
ve ferahlık kazanır denilerek, memdûhun/hâmînin huyunun güzelliği övülmüştür:
Şah-ı din Süleymân-ı sa’âdet-mend kim
Kesb eder hulk-ı husundan nüzhet-i etvâr gül
(AKYÜZ 2000:47)
Zamanın müftüsü, kâinatın elde ettiği üstün insan, can mücevherinin
şekillenmiş hâli ve âlem sözlerinin anlamı denilerek, Şeyhülislâm Muhammed
Efendi’nin üstün nitelikli kişiliği övülmüştür:
Müftî-i devr-i zaman mâhasıl-i kevn ü mekân
Sûret-i cevher-i cân ma’nî-i lafz-ı âlem
(AKKUŞ 1993:220)
Yaratılışı; anlamın iri incili mücevher dizisi, fikirleri ise zamanın cilalı
aynası denilerek, Hafız Ahmed Paşa’nın yaratılış güzelliği övülmüştür:
Tab’ı sadef-i gevher-i şehvâr-ı ma’ânî
Endîşesi mir’ât-ı mücellâ-yı zamane
(AKKUŞ 1993:185)
5.5.17. Zekası
Kanuni Mersiyesi’nin sekizinci bendinde:
Halk-ı cihâna kırk sekiz gün tuyurmayup
Bir hafta kıldı gayrılar ancak bu hâleti
(KÜÇÜK 1994:80)
Zigetvar kalesi kuşatması sırasında padişâhın ölümünden dolayı asker
arasında çıkabilecek kargaşayı önlemek amacıyla Kanuni’nin ölümünü Sokulu Mehmed
Paşa’nın gizlemesi olayına telmih yapılmış ve Sokulu Mehmed Paşa’nın Osmanlı
ordusunu bozgun tehlikesinden kurtardığı vurgulanarak yüksek zekası övülmüştür.
181
5.6. Memdûhla/Hâmîyle Karşılaştırılan Şahıslar
Şâirler, medhiye bölümünde memdûhlarını/hâmîlerini överken birtakım
tarihî ve dinî şahısları karşılaştırma unsuru olarak kullanmışlardır. Karşılaştırma unsuru
olarak kullanılan şahıslar bazen memdûha/hâmîye denk, bazen de memdûh/hâmî üstün
gösterilmiştir. Ayrıca şâirler, seçtikleri şahısların özelliklerini de söyleyerek bir anlamda
neden bu şahısları seçtiklerini de açıklamışlardır. Karşılaştırma unsuru olarak en fazla
kullanılan şahıslar şunlardır:
5.6.1. Aristo
M.Ö. 384’te Makedonya şehirlerinden biri olan Selanik yakınlarındaki
Stageira kasabasında doğan ve M.Ö. 321’de ölen ünlü Yunanlı filozof. Dîvân şiirinde
akıl, hikmet ve tedbirli düşüncenin sembolü olarak kullanılmıştır (TÖKEL 2000:415).
Vezir Mustafa Paşa cihanın Aristo’su olarak gösterilmiştir:
Aristû-yı cihân kim mekteb-i tedbîr-i devlette
Olur meşşâıyân-ı dehr şâkirdân-ı nâdânı
(TOLASA 1979:88)
Nedîm, Sultan III. Ahmed’in ağzından söylediği beyitte padişâhı İskender’e,
İbrahim Paşa’yı da Aristo’ya yaptığı iş bakımından benzetmiştir:
Cilâ vermiş ise âyîne-i İskender’e Rısto
Benim sen saykal-ı âyîne-i re’y-i savâbımsın
(MACİT 1997:75)
Neşatî, Sultan Mehmed adına yazdığı kasîdede memdûhu/hâmîsi ile
Aristo’yu karşılaştırmıştır:
Re’yi ki yetişmez ana sad ‘akl-ı Aristo
Emri ki heme-dehre revân olsa revâdur
(KAPLAN 1996:42)
Leylâ Hanım, memdûhu/hâmîsi Abdülhak Efendi’yi akıl bakımından
Aristo’ya benzetmiştir:
Felâtun-ı zamân ristû-hired dâniş-ver-i ‘âlem
Hüner bâbında bende hem-dem ü yâri dirâyetdir
(ARSLAN 2003:114)
182
5.6.2. Âsaf
Doğu edebiyatlarında vezirin eş anlamlısı olarak kullanılan bir unvan. Hz.
Süleyman’ın soyundan gelen Âsaf b. Berhıye’den kalmadır. Şâirler, vezirleri överlerken
onların “sâhîb-i tedbir” ve “sâhîb-i re’y” olduklarını bildirmek için bu kelimeden
yararlanmışlardır. Şâirlere göre Âsaf bir fazilet, ileri görüşlülük, idare ve tedbir
timsalidir (PALA 2003:43).
Zamanın Âsaf’ı gibi olan vezirin büyüklüğünü ve talihini görene Cem’in ve
Dârâ’nın adı Şehnâme gibi efsane gelir denilmiştir:
Âsaf-ı ahd ki ikbâl ü celâlin görene
Cem ü Dârâ sözi Şehnâmeveş efsâne gelir
(MACİT 1997:64)
Erzurumlu Zihnî de memdûhu/hâmîsi Şehsüvâr-zâde Mustafa Paşa ile
Âsaf’ı karşılaştırmıştır:
Ne âsâf Âsaf-ı ‘âli-vakâr u Cem-rütbe
Vezîr-i ‘ârif û dânâ müşîr-i pâk-hısâl
(MACİT 2001:45)
Nef’î, maşallah ne kadar bilgili Âsaf diyerek, Ali Paşa’nın vezir-i
âzamlıktaki üstünlüğünü övmüştür:
Barekallâh zihî Asaf-ı sâhîb-ferheng
Kim olur kevkebe-i şevketine âlem teng
(AKKUŞ 1993:171)
5.6.3. Behmen
Keyâniyan sülalesinden Küştasb’ın torunu, İsfendiyar’ın oğlu Erdşîr’in
lakabıdır. Erdşîr; zeki, anlayışlı anlamına gelmektedir (PALA 2003:73). Ayrıca Erd,
hışım ve gazap; şîr de hışım anlamına gelmektedir (ONAY 1992:10). Dîvân şiirinde
Behmen, bir kahramanlık sembolü olarak zikredilmiştir. Acem hükümdarlarından olan
Behmen ululuk ve azameti ile ön plana çıkan bir isimdir.
Ganî-zâde Nâdirî, Behmen ve Efrasıyâb onun kudretli kapısının kulu,
Rüstem ve İsfendiyâr ise kahır atının terki kayışıdır diyerek, Sultan Ahmed’i övmüştür:
183
Bende-i dergâhı kadri Behmen ü Efrâsiyâb
Beste-i fitrâk-ı kahr-ı Rüstem ü İsfendiyâr
(KÜLEKÇİ 1989:52)
Lâmi’î, memdûhunu/hâmîsini Hüsrev ile Behmen’i dile getirerek övmüştür:
Kanı Hüsrev kim göreydi nice olur saltanat
Kanı Behmen kim bileydi nice olur gîrûdâr
(YILMAZ 1996:118)
5.6.4. Behrâm
Sâsaniyân sülalesinden Yezdgird’in oğlu olup, kuvvet, cesaret ve adaleti ile
meşhurdur. Behrâm’ın bir çukura düşüp ölmesi sebebiyle bu kişiye Behrâm-ı Gûr da
denmiştir. Ayrıca gûr kelimesi mezar, ova, yaban eşeği anlamlarına da gelmektedir
(ONAY 1992:10). Behrâm kelimesinin; güneş yılında her ayın yirminci günü ve bu
günün işlerini düzenlemekle görevli melek anlamları da vardır (PALA 2003:73).
Nâdirî, memdûhunu/hâmîsini Behrâm intikamlı şah olarak dile getirmiştir:
Şah-ı Behrâm-intikâm-ı arsa-i peygâr u ceng
Mâh-ı gerdûn-ihtişâm-ı evc-i kadr u i’tibâr
(KÜLEKÇİ 1989:52)
Nef’î, kader ona silahlarını taşıması için silahşör Behrâm’ı hizmetçi yapsa
yeridir diyerek, Muhammed Paşa’nın kahramanlığını övmüştür:
Yegâne şehsüvar-ı Kahramân-kevke ki lâyıkdır
Felek ana silahdâr etse Behrâm-ı silahşorı
(AKKUŞ 1993:162)
5.6.5. Bijen
Zâloğlu Rüstem’in güzellikle meşhur kız kardeşinin oğludur. Efrâsiyâb’ın
kızı Menîje bir av sırasında Bijen’e aşık olur ve onu sarayına götürür. Efrâsiyâb durumu
haber alınca idamını emrettiyse de etrafındakilerin şefaatiyle bir kuyuya hapsedilir.
Rüstem olayı duyunca tacir kıyafetiyle gelip Bijen’i kurtarır ve Menîje’yi de alıp
götürür (LEVEND 1984:168). Bir kahramanlık sembolü olarak görülen Bijen, Efrâsiyâb
tarafından içine atıldığı kuyu ile birlikte anılır.
184
Hayâlî Bey, memdûhunu/hâmîsini överken Bijen’i karşılaştırma unsuru
olarak kullanmış ve Bijen’i küçümsemiştir:
Şeh-i zamâne Süleyman-ı ins ü cin ki anun
Kemine kullarıdır Bicen ü Giv ü Hûşeng
(TARLAN 1992b:36)
5.6.6. Cemşid
İran hükümdarlarından Pişdâdiyân sülalesinden dördüncü padişâh olan
Cem, şarabı icat etmekle meşhur olmuştur (ONAY 1992:89). Cem’e Cemşid de
denilmiştir. Cem, dünyayı dolaşırken Azerbaycan’a gelmiş ve burayı çok beğenmiş,
burada yüksek bir yere mücevherlerle süslü bir taht koydurmuştur. Güneşin doğuşuna
yakın kendisi de mücevher işlemeli kaftanını giyip tahta oturmuş, güneş doğunca taht,
tâc ve kaftan parlamaya başlamıştır. Halk bunu görünce o güne nevrûz (yeni gün)
Cem’e de Cemşîd (Işık şahı) demiştir (PALA 2003:96-97).
Cem kelimesinin çeşitli anlamları vardır. Ahmed Talat Onay, Cem
kelimesinin anlamı ile ilgili olarak şu bilgileri aktarmaktadır:
“Hâtem, taht, bâd, havâ, Belkıs, Âsaf, Hüdhüd ve dîv zikrolunursa murâd
Süleymân… Mukâbele, âyîne, sed, hikmet, seyâhat ve emsâliyle zikrolunursa murâd
Cemşîd’dir.” (ONAY 1992:90).
Birçok anlamda kullanılan Cem veya Cemşîd, Dîvân şiirinde
memdûha/hâmîye hitaben kullanıldığında bir övgü malzemesi olarak kullanılmıştır.
Memdûh/hâmî, Cem-iktidâr, Cem-kudret, Cemşîd-i kader-kadr, Cemşîd-cenâb, Cem-
haşmet, Cemşîd-i kâmkâr vs. şeklinde kurulan tertiplerle övülmüştür. Osmanlı
padişâhları Cem’le kıyaslanarak yüceltilmiştir (TÖKEL 2000:136).
Şah-ı Cem-câh u felek-mertebe Sultân Ahmed
Ki eder kevkebe-i câhına dünyâ ta’zîm
(AKKUŞ 1993:67)
Ol şeh ki cihân mevsim-i ‘adlinde safâdan
Devrân-ı tarab-nâk-i Ceme handeler eyler
(AKKUŞ 1993:77)
185
Cihân-ârâ şehenşahâ cihân-dâver hudâvendâ
Eyâ şâyeste-i mülk-i Cem ü mühr-i Süleymânî
(AKKUŞ 1993:82)
Memdûhun/hâmînin ilk beyitte mertebesi, ikinci beyitte safası, üçüncü
beyitte mülkü zikredilmiştir. Birinci ve ikincide memdûhla/hâmîyle karşılaştırma
unsuru olarak kullanılırken üçüncü beyitte memdûhun/hâmînin üstünlüğünü belirtmek
için Cem ismi zikredilmiştir.
Nâdirî, memdûhunun/hâmîsinin iyiliğini, cömertliğini ve iradesini övdükten
sonra hâmîsini güneşle şöhret bulmuş Cemşid’e benzetmiştir:
Server-i vâlâ-himem ser-çeşme-i fazl u kerem
Dâver-i âlî-alem Cemşîd-i hûrşîd-iştihâr
(KÜLEKÇİ 1989:52)
Nâdirî Kuyucu Murad Paşa için yazdığı kasîdede memdûhunu/hâmîsini
savaş meydanının Behrâm intikamlı arslanı olarak andıktan sonra
memdûhunun/hâmîsinin meclisini Cemşîd’in meclisine benzetmiştir:
Şîr-i Behrâm-intikâm-ı arsa-i peygâr u ceng
Mîr-i Cemşîd-ihtişâm-ı bezm-i kadr u ihtirâm
(KÜLEKÇİ 1989:70)
5.6.7. Dârâ
İran’ın Keyâniyân sülalesinden dokuzuncu hükümdarıdır. Hükümdar anlamı
da olan Dârâ, Avrupa’da Pers kralı “Darius” (ö. M.Ö. 330) olarak bilinir. Dârâ, Büyük
İskender ile yaptığı savaşta ölmüştür. Dârâ, Keyâniyân sülalesinin son padişâhı olup
Pers İmparatorluğu’nun son hükümdarı olarak kabul edilmiştir. İsfendiyaroğlu
Behmen’in oğlu olarak da gösterilen Dârâ, bir rivayete göre savaştan kaçarken ölmüştür
(PALA 2003:116). Dîvân şiirinde adı en çok geçen hükümdarlardan biri olan Dârâ,
büyük bir saltanat ve ihtişama sahip olması, İskenderle savaşları, tac ve tahtıyla dillere
pesenk olmuş hükümdarlığı ve dünyanın geçiciliğinin sembolü olarak kullanılmıştır.
Memdûh/hâmî övülürken, genellikle memdûhun/hâmînin azamet, ululuk ve ihtişamının
Dârâ’dan üstün olduğu dile getirilmiştir.
186
Şâirlerin bir beyit içerisinde memdûhunu/hâmîsini birden fazla kişiyle
karşılaştırdıkları da olmuştur. Aşağıdaki beyitte doğunun ve batının, karanın ve denizin
padişâhı olan sultanlar, savaşçılıklarıyla İsfendiyar ve Dârâ’ya benzetilmişlerdir:
Sultân-ı Şark u garb şehenşah-ı bahr u berr
İsfendiyâr-ı ma’reke Dârâ-yı Cem-azamet
(OKUYUCU 1994:114)
Dârâ, padişâhın meclisinin ayakkabılık kısmında bile kendine yer bulabilirse
sevincinden külahı feleklerin damına değerdi denilerek, memdûh/hâmî üstün
gösterilmiştir:
Sakf-ı eflâke degerdi külehi Dârânın
Olsa bezminde eger cây-gehi saff-ı ni’âl
(TOLASA 1979:72)
Nâdirî, memdûhunu/hâmîsini överken İskender ve Dârâ’yı birlikte
kullanmış ve memdûhunu/hâmîsini zamanın Dârâ’sı olarak göstermiştir:
Hüsrev-i âli-nazâr hâkân-ı İskender-zafer
Ya’ni Sultân Ahmed ol Dârâ-yı devr-i rûzgâr
(KÜLEKÇİ 1989:52)
5.6.8. Dört Halife
Dîvân şâirlerinin karşılaştırma unsuru olarak kullandığı şahıslar arasında
dört halife de yer almıştır. Şâirler çoğunlukla iki halifeyi bir arada kullanmış ve onların
çeşitli özelliklerini dile getirmişlerdir.
Vasfî, memdûhu/hâmîsini Mustafa Bey adına yazdığı kasîdede Hz. Ali’nin
cömertliğini, Hz. Ömer’in heybetini ve Hz. Osman’ın rütbesini dile getirmiştir:
Ol ‘Âlî-cûd u ‘Ömer-heybet ü ‘Osmân-rütbet
Âsaf-ı Cem-‘azamet sâhîb-i gerdûn-vakâr
(ÇAVUŞOĞLU 1980:49)
Nâdirî, memdûhunu/hâmîsini Hz. Ömer’in adaletiyle şereflenmiş Osmanlı
padişâhı diye övmüştür:
Sâye-i Hazret-i Hak pertev-i nûr-ı nebevî
Mahzar-ı adl-i Ömer pâdişeh-i Osmânî
(KÜLEKÇİ 1989:60)
187
Usûli, memdûhunu/hâmîsini Hz. Ömer gibi adaletli, Hz. Ali gibi cömert
olarak dile getirmiştir:
Gördü kim zâtında var ‘adl-i Ömer cûd-ı Ali
Kıldı Osmânoğlu sen şahı emîr-i nâmdâr
(İSEN 1990:68)
5.6.9. Eflatun
M.Ö. 430-348 yılları arasında yaşamış, Sokrat’ın öğrencisi, Aristo’nun
hocası olan Yunanlı filozof olan Eflatun, Dîvân şiirinde akıl, rey ve iyi tedbir sembolü
olarak kullanılmıştır (TÖKEL 2000:422).
Vezir Mustafa Paşa zamanın Eflatun’u olarak gösterilmiştir:
Felâtûn-ı zamân kim her kelâm-ı hayret-efzâsı
Olur mühr-i leb-i İşrâkıyân-ı milk-i Yûnânî
(TOLASA 1979:88)
Nef’î, o hikmetin hızlı giden atını besleyen seyis ki Eflatun onun önünde
haber getirip götüren ulak olsa yaraşır diyerek, Şeyhülislâm Muhammed Efendi’nin akıl
üstünlüğünü övmüştür:
O çâpük-râyiz-i rahş-ı giran-reftâr-ı hikmet kim
Revâdır olsa Eflâtun önünce peyk-i reh-vârı
(AKKUŞ 1993:212)
İzzet Ali Paşa, İbrahim Paşa için yazdığı kasîdede memdûhunun/hâmîsinin
tedbirini Eflatun’u dile getirerek övmüştür:
Zihî vezîr-i Felâtun-şu‘ûr kim olamaz
Hıred mebâhîs-i tedbîrde sebek-hânı
(AYPAY 1998:96)
5.6.10. Efrâsiyâb
Alp Er Tunga’nın Şehnâme’deki adıdır. Mâveraünnehir’de hüküm sürmüş
olup Turan’ın en büyük hakanlarındandır. İran topraklarının tamamını Pişdâdiyân
sülalesinin elinden alması ve İran ile yaptığı savaşlar, Şehnâme’de geniş bir şekilde ele
alınmıştır. Efrâsiyâb, Büyük İskender’den önce yaşamış olup Keyhüsrev tarafından
öldürülmüştür (PALA 2003:145). Efrâsiyâb, kahramanlık, hükümdarlık ve saltanat
188
sembolü olarak Dîvân şiirinde yer almıştır. Memdûh/hâmî övülürken
memdûhun/hâmînin üstünlüğünü belirtmek amacıyla bir kıyas malzemesi olarak
kullanılmıştır.
Figânî karşılaştırma unsuru olarak İskender, Nerîmân, İsfendiyâr ve
Efrâsiyâb’ı kullanmış, memdûhuna/hâmîsine cengin Efrâsiyâb’ı diye seslenmiştir:
İskender-i vega vü Nerîmân-ı kâr-zâr
İsfendiyâr-i ma‘reke Efrâsiyâb-i ceng
(KARAHAN 1966:3)
5.6.11. Fağfur
Eskiden Çin hükümdarlarına verilen bir addır. Çin’de porselenden yapılan
kap kaçağa da bu ad verilmiştir. Bir rivayete göre Fağfur, Nûh Peygamber’in torunu
olan Eşkân’ın soyundan gelen bir padişâhtır (PALA 2003:155). Fağfur, Dîvân şâirleri
tarafından memdûhu/hâmîyi överken bir kıyas malzemesi olarak kullanılmıştır.
Fuzûlî, senin yüce dergâhında Şah Dârâ ve İskender gibi binlercesi
dilencidir, Çin hükümdarı ve Türkistan hakanı gibi binlercesi de senin lûtuf
harmanlarında başak toplarlar diyerek, Kanuni’yi övmüş ve Fağfur’u kullanmıştır:
Der-geh-i kadrine min Dârâ vü İskender gedâ
Hırmen-i lutfına min Fagfûr ve Hâkan hûşe-çîn
(AKYÜZ 2000:48)
Hayâlî Bey de karşılaştırma unsuru olarak Fağfur’u kullanmıştır:
Kaçan ki âleme bahş ola hân-ı ihsânın
Tefâhur eyleye Çinin götürmeye Fağfur
(TARLAN 1992b:28)
5.6.12. Feridun
Pişdâdiyân sülalesinden altıncı hükümdar olan İranlı meşhur padişâh
Feridun, Dahhâk’ın öldürülmesinden sonra tahta geçmiştir. İhtiyarlayınca ülkeyi üç oğlu
arasında pay etmiş, Turan’ı Tur’a; Arap ülkesini Selm’e; İran’ı da İrec’e vermiştir. Tur
ile Selm, İrec’i kıskanıp onu öldürünce, Feridun da İrec’in torunu Minüçehr’i kendisine
veliaht tayin etmiştir (PALA 2003:163). Feridun, Dîvân şiirinde adalet, iyilik ve uzun
ömürlülüğü ile dile getirilmiş ve memdûh/hâmî övülürken, memdûhun/hâmînin bu
özellikleri ön plâna çıkarılarak yüceltilmiştir.
189
Nef’î, Sultan Ahmed’in padişâhlıktaki üstünlüğünü ve dünyaya
hükmetmesini överken İskender ile Feridun’un yüce mertebesi yanında kapıcı bile
olamaz demiştir:
Sâye-i lutf-ı Hudâ hazret-i Sultân Ahmed
Ki Ferîdûn ile Sikender olamaz derbânı
(AKKUŞ 1993:52)
5.6.13. Giv
Rüstem’in damadıdır. Yaşadığı süre zarfında İran ile Turan arasındaki
savaşlarda bulunup bir çok kahramanlıklar göstermiştir. Efrâsiyâb’ın elinde esir olarak
bulunan Keyhüsrev’i Çin diyarından İran’a getirmesi ve yedi yıl süren bu macerası
dolayısıyla kendisine özel bir önem atfedilmiştir. Giv, kahramanlık ve yiğitlik sembolü
olarak memdûh/hâmî övülürken bir kıyas malzemesi olarak kullanılmıştır (TÖKEL
2000:175).
Nedîm, memdûhu/hâmîsi Ali Paşa’nın savaş sanatını överken karşılaştırma
unsuru olarak Giv’i de kullanmıştır:
San’at-ı rezmine gûş edene suhriyye gelir
Harf-i Dârâ vü Sikender sühân-ı Gîv ü Peşen
(MACİT 1997:10)
Hayâlî Bey, memdûhunu/hâmîsini överken Giv’i kullanmıştır:
Şeh-i zamâne Süleyman-ı ins ü cin ki anun
Kemine kullarıdır Bicen ü Giv ü Hûşeng
(TARLAN 1992b:36)
5.6.14. Hâtem-i Tâyyî
Arap kabileleri arasında cömertliği ile tanınmış olan İbn Abdullah b.
Sa’id’in lakabıdır. Tay kabilesinden olduğu için “Tay, Tayyî, Tâî” nisbet olunan Hâtem,
edebiyatta cömertlik vasfı ile kasîdelerde kendine yer edinmiştir (PALA 2003:210).
Cinânî, memdûhunu/hâmîsini överken onun cömertlik yönünü dile getirmek
için Hâtem-i Tayyî kullanmış ve memdûhunun/hâmîsinin ondan üstün olduğunu ifade
etmiştir:
190
Lutfına benzeyemez cûd u sehâ-yı Hâtem
Adline öykünemez ma’delet-i Nûşirevân
(OKUYUCU 1994:74)
Nâdirî de memdûhunu/hâmîsini överken Kahramân’ı kahrı, Hâtem’i de
cömertliği bakımından memdûhla/hâmîyle karşılaştırmıştır:
Görse kahr u lutfunı itmezdi nakl-i mâ-mezâ
Kahramân u Hâtem-i vasf eyleyen dânâ-yı kâr
(KÜLEKÇİ 1989:54)
Memdûh/hâmî ile Hatem’i cömertlik bakımından karşılaştırma unsuru
olarak kullanan şâirlerden bir diğeri de İzzet Ali Paşa’dır:
Semâhat ü keremin görse Hâtem-i Tâyî
Derinden eyler idi irtikâb-ı züll-i su’âl
(AYPAY 1998:72)
5.6.15. Huşeng
Pişdâdiyân sülalesinin ikinci hükümdarıdır (ONAY 1992:11). Dîvân şiirinde
kahramanlık sembolü olarak kullanılmıştır. Pek fazla kullanılan bir isim değildir.
Hayâlî Bey, memdûhunu/hâmîsini överken Huşeng’i karşılaştırma unsuru
olarak kullanmıştır:
Şeh-i zamâne Süleyman-ı ins ü cin ki anun
Kemine kullarıdır Bicen ü Giv ü Hûşeng
(TARLAN 1992b:36)
5.6.16. Hüsrev
Sasani padişâhı Nuşirevan’ın torunu, Hüsrev u Şirin mesnevisinin erkek
kahramanıdır. Hüsrev, İran’ın efsanevi hükümdarlarından olup aynı adda birkaç padişâh
varsa da en meşhurudur. Kendisine Perviz lakabı verilmiştir. Perviz kelimesinin, üstün,
elek, süzgeç, balık, güzellik, cilve gibi anlamları varsa da padişâh anlamını da kazanmış
ve şiirlerde çoğunlukla bu anlamıyla kullanılmıştır. Şirin’e olan aşkı ve yaptırdığı saray
sebebiyle efsanevî bir kişiliğe bürünmüştür (TÖKEL 2000:176-178).
191
Sâlim, memdûhunun/hâmîsinin heybetini, şanını ve ihtişamını Husrev ve
Cem görseydi zavallı köle olurlardı diyerek, Sultan Ahmed’i Cem ile Hüsrev’i
kullanarak övmüştür:
Edeydi şevket ü dârât u haşmeti meşhûd
Derinde ‘abd-i kemîne olurdu Hüsrev ü Cem
(İNCE 1994:96)
Nef’î, Pervîz gibi yüce makam sahibi diyerek, Husrev Paşa’nın vezir-i
âzamlıktaki üstünlüğünü övmüştür:
Sadr-ı Pervîz-haşem Hazret-i Husrev Paşa
Ki salâbetde bulunmaz ana mânend ü nazîr
(AKKUŞ 1993:178)
5.6.17. İsa
Hz. İsa, edebiyatta birçok yönüyle ele alınmıştır. Meryem’in İsa’ya gebe
kalışı, doğumunda ve bebekken gerçekleşen olağanüstü haller, peygamberlik
mucizeleri, özellikle elle dokunması ve nefesi ile körleri gördürüp hastaları iyi etmesi,
ölüleri diriltmesi, dünyaya değer vermemesi, bir merkep sırtında gezmesi, kendi
söküğünü kendi dikmesi, ölmeyip göğe çekilmesi, dördüncü kat gökte bulunması,
maddeden arınmış olması ve hiç evlenmemesi vs. birçok yönlerden eski şiirimizde
çeşitli hayal ve sembollere konu olmuştur (PALA 2003:248).
Şeyhülislâm Bahâyî, vezir olan memdûhunun/hâmîsinin sözlerini İsa’nın
nefesine benzetmiştir:
O nutk-ı rûh-bahsâya dem-i ‘İsâ disem lâyık
Hayât âbı denilse ol kelâm-ı pâke erzânî
(TOLASA 1979:92)
Nef’î, Sultan IV. Murad adına yazdığı kasîdede memdûhunu Hz. İsa gibi
melek kalpli ve Hz. Yusuf gibi dünya güzeli bir peri olarak nitelendirmiştir:
İsâ gibi bir rûh-ı melek-sîret ü hoş-zât
Yûsuf gibi mâh-ı perî-peyker-i âlem
(AKKUŞ 1993:121)
192
5.6.18. İskender
Makedonya kralı II. Philippos ile Epirus prensesi Olympias’ın oğlu olan
İskender (Alexander the Great), Makedonya’nın Pella kasabasında M.Ö. 356 yılında
doğmuştur. Yedi yaşından itibaren meşhur filozof Aristotales’ten ders almıştır.
İskender, ordusunun çokluğu ve cihangirliği gibi nedenlerden ötürü Dîvân şâirleri
tarafından sıklıkla anılmıştır (PALA 2005:335-374).
Bâkî, Sultan II. Selim’in padişâhlıktaki üstünlüğünü överken Süleyman’ın
tahtına ikinci İskender gibi büyük bir padişâh oturduğunu belirtmiş ve İskender’i
karşılaştırma unsuru olarak kullanmıştır:
Bi-hamdi’llah şeref buldı yine mülk-i Süleymânî
Cülûs itdi sa’âdet tahtına İskender-i sânî
(KÜÇÜK 1994:16)
Figânî, memdûhu/hâmîsi Kanuni’yı kavganın İskender’i olarak
nitelendirdiği beyitte İskender haricinde Nerîmân, İsfendiyâr ve Efrâsiyâb’ı da
kullanmıştır:
İskender-i vega vü Nerîmân-ı kâr-zâr
İsfendiyâr-i ma‘reke Efrâsiyâb-i ceng
(KARAHAN 1966:3)
5.6.19. Kahraman
Pişdâdiyân sülalesinden Tahmurs’un oğlu olup, küçükken devler tarafından
kaçırılıp büyütülmüştür. Ergenlik çağına gelince suda aksini görerek devlere
benzemediğini anlamış ve bir gergedana binerek insanların bulunduğu yere gelmiştir.
Burada birçok kişiyi öldürdüğü için katil lakabını almış ve Rüstem’e yenilmiştir (PALA
2003:265).
Figânî, memdûhu/hâmîsi Kanuni’yi savaş meydanının Kahraman’ı olarak
nitelendirerek övmüştür:
‘Azm-i şikâr idince şeh-i Kahramân-i ceng
Ser-geşte oldı havf ile bu nîl-gûn neheng
(KARAHAN 1966:3)
193
Nef’î, ata binip saldırıya geçince sanki Kahraman’ın hamlelerini yapar ki
savaş meydanına girince yeryüzü sarsılmaya başlar diyerek, Hüseyin Paşa’nın
kahramanlıktaki üstünlüğünü övmüştür:
Süvâr oldukça gûyâ Kahramân-ı hamle-güsterdir
Ki meydâna girip cevlân edince sarsılır âlem
(AKKUŞ 1993:175)
5.6.20. Keshüsrev
İran’ın Keyâniyân sülalesinden olup Keykâvus’un torunu ve Siyavuş’un
oğludur. Mecazen ulu padişâhlar hakkında sıfat olarak kullanılmıştır (PALA 2003:281).
Nâdirî, Kuyucu Murad Paşa için yazdığı kasîdede İskender ve Keyhusrev’i
birlikte ele almış ve Keyhusrev köleli serdar diyerek memdûhunu/hâmîsini övmüştür:
Kahramân-ı şîr-dil sâhîb-kırân-ı rûzgâr
Sadr-ı İskender-zafer serdâr-ı Keyhûsrev-gulâm
(KÜLEKÇİ 1989:70)
Neşatî de memdûhu/hâmîsi Sultan Mehmed’i överken karşılaştırma unsuru
olarak Keyhüsrev’i kullanmıştır:
Keyhüsrev-i vâlâ-güheri devr-i zâmân kim
Hurşîd-i semâ dergehine nasiyesâdur
(KAPLAN 1996:41)
İzzet Ali Paşa, memdûhunun/hâmîsinin devletinde her kölenin ululuk
göstermede en az Keyhüsrev ve Dârâ kadar olacağını ifade etmiştir:
Âstân-ı devletinde her bir ednâ bendesi
Haşmet izhâr itmede Keyhüsrev ü Dârâ gibi
(AYPAY 1998:78)
5.6.21. Kisrâ
İran hükümdarlarına verilen lakap olup ilk defa Nûşirevan için kullanılmıştır
(PALA 2003:289).
Şeyhî, memdûhunun/hâmîsinin adaletini Kisrâ’nın kıskanacağını
belirtmiştir:
194
Ta‘mir-i mülke adlin reşk-i revân-ı Kisrâ
İhyâ-yı dîne hükmün nutk-ı Mesîh-i Meryem
(İSEN-KURNAZ 1990:48)
Nâdirî, memdûhunu/hâmîsini överken Kisrâ ve Cem’i bir arada ele almış ve
memdûhunun/hâmîsinin adaletini Kisrâ’ya benzetmiştir:
Şah-ı kudsi-menkâbet sultân-ı ulvî-menzilet
Hân-ı Kisrâ-ma’delet kişver-sitân-ı Cem-vakâr
(KÜLEKÇİ 1989:52)
Bâkî, memdûhu/hâmîsi Kanuni’nin adaletle hükmetmesini Kisrâ’dan üstün
tutmuştur:
Sana Kisrîyi ‘adaletde mu‘âdil tutsam
Fazladır sende olan devlet-i din ü imân
(KÜÇÜK 1994:9)
5.6.22. Nerîmân
Rüstem’in dedesi olan Sâm’ın babasıdır. İran mitolojisinde adı oğlu Sâm’ın
yiğitliği ile anılmış ve kasîdelerde övülen kişi Nerîmân’a benzetilmiştir (PALA
2003:370).
Figânî, memdûhu/hâmîsi Kanuni’yi kavganın Büyük İskender’i, savaşın
Nerîmân’ı, dövüşün İsfendiyar’ı, cengin Efrâsiyâb’ı olarak nitelemiştir:
İskender-i vegâ vü Nerîmân-ı kâr-zâr
İsfendiyâr-i ma‘reke Efrâsiyâb-i ceng
(KARAHAN 1966:3)
5.6.23. Nizâmü’l-mülk
İran Selçukluları’ndan Alparslan ve oğlu Melikşah’ın veziridir. Akıl, tedbir
ve adaleti sayesinde Melikşah’ın saltanatı Selçuklu Devleti’nin en parlak dönemi
olmuştur. Nizâmü’l-mülk âlim, edip ve kadirşinas bir kişilik olarak tanınmıştır (ONAY
19992:321)
O, ikinci Nizâmü’l-mülk’tür; ancak zamanında gelseydi birinci Nizâmü’l-
mülk onun düşünce ve tedbirinin kapısında kapıcı olurdu denilerek, memdûh/hâmî
övülmüştür:
195
Nizâmü’l-mülk-i sânî kim olurdu gelse devrinde
Nizâmü’l-mülk-i evvel dergeh-i ra’yinde derbânı
(TOLASA 1979:88)
Nedîm, memdûhunu/hâmîsini överken Nizâmü’l-mülk’ü karşılaştırma
unsuru olarak kullanmıştır. Şâir, Sultan III. Ahmed’i Melikşah’la, İbrahim Paşa’yı ise
Nizâmü’l-mülk ile kıyaslamıştır:
Cihân içre Melikşahın Nizâmü’l-mülki var ise
Benim de sen nizâm-ı devlet-i nusret-me’âbımsın
(MACİT 1997:75)
5.6.24. Peşeng
Ünlü Turan hükümdarı Efrâsiyâb’ın babası olan İran hükümdarıdır (PALA
2003:383).
Figânî, Ey sancağı göklere yükselen padişâh! Hüsrev ve Peşeng, senin
vezirinin üzengisini tutsa onunla övünürdü diyerek, memdûhu/hâmîsi Kanuni’yi
Peşeng’den üstün tutmuştur:
Fahr idinürdi ey şeh-i gerdûn-kevkebe
Tutsa rikâbın âsafunun Hüsrev ü Peşeng
(KARAHAN 1966:4)
5.6.25. Rüstem
Eski şiirimizde kahramanlık, acı, kuvvet ve yenilmezlik sembolü olarak
kullanılan Rüstem, Cemşîd soyundan gelen Nerîmân’ın torunu ve Sâm’ın oğlu olan
Sicistân ve Seyistân hükümdarı Zâl’in oğludur. Şehnâme’de övgü ile anılan Rüstem için
Rüstem-i Dâstân, Rüstem-i Zâl, Pûr-ı Zâl, Pûr-ı Zâl-i Zer, Pûr-ı Destân, Tehemten,
Heft-hân-ı Acem gibi sıfatlar kullanılmıştır (PALA 2003:395).
Cevri Rüstem’i karşılaştırma unsuru olarak kullanmıştır:
Bârekellâl zihî kasd u zihî niyyet-i pâk
Âferîn ol şeh-i gayret-keş-i Rüstem-esere
(AYAN 1981:15)
196
Ayâ Tehemten-i Gâzî ki cûy-ı tîgundan
O dem ki çeşme-i çeşm-i ‘adûya kan geldi
(AYAN 1981:75)
Birinci beyitte memdûh/hâmî Rüstemle eş seviyede, ikinci beyitte
memdûh/hâmî Rüstem’den üstün gösterilmiştir.
Nef’î, Rüstem’in attığı okun hızı vezir-i âzamın atının hızına yetişemez
diyerek, Hüsrev Paşa’nın atının hızını övmüş ve karşılaştırma unsuru olarak Rüstem’i
kullanmıştır:
Eremez gerdine sür’atde hadeng-i Rüstem
Çarh destinde kemân olsa hilâli zihgîr
(AKKUŞ 1993:179)
Nef’î, düşman ordularını parçalayan Kahramân ki onun kılıç hamlesine
Rüstem bile karşı koyamaz diyerek, İlyas Paşa’nın kahramanlıktaki üstünlüğünü
Kahramân ile Rüstem’i kullanarak övmüştür:
Dilâver Kahramân-ı leşger-endâz
Ki döymez hamle-i tîgına Rüstem
(AKKUŞ 1993:208)
5.6.26. Sâm
Şehnâme’de adı geçen bu kahraman, Feridun zamanında yaşamıştır.
Nerîman’ın oğlu olup kuvveti ile tanınmıştır (PALA 2003:403).
Yahyâ Bey, cihan pehlivanı atlı Sâm, senin atının önünde yaya yürüse
yeridir ve uygundur diyerek, memdûhu/hâmîsi ile Sâm’ı karşılaştırma unsuru olarak
kullanmıştır:
Atun önince piyâde yürürse Sâm-ı süvar
Eyâ Sikender-i sânî mahal ü erzânî
(ÇAVUŞOĞLU 1977:51)
Bâkî, memdûhunun/hâmîsinin düşmanlarının üzerine Sâm ve Nerîmân gibi
saldırdığını söyleyerek, Sultan III. Murad’ın kahramanlığını ve savaşçılığını iki tarihi
kahramanı kullanarak övmüştür:
197
Zûr-ı dest-i devlet-i gürz-i girân-ı satveti
Düşmen üzre hamle-i Sâm u Nerîmân eyledi
(KÜÇÜK 1994:23)
5.6.27. Süleyman
Davut peygamberin oğlu olan Hz. Süleyman, Dîvân şiirinde olağanüstü
gücüyle, mucizeleriyle, yüzüğüyle, tahtıyla vs. özellikleriyle şâirler tarafından
kullanılmıştır (TÖKEL 2000:293).
Nef’î, Sultan Ahmed’in Hz. Süleyman gibi insan dışındaki varlıklara da
hükmettiğini söyleyerek memdûhunu/hâmîsini övmüştür:
Sikenderdir ki heft-iklîme bir seylâb ider cârî
Süleymândur ki fermânı revândur ins ü cân üzre
(AKKUŞ 1993:60)
Temiz yaratılışlı bir vezir olan bilgili Mustafa Paşa, işinin ehli kimselerin
kıymetini bilen büyük devlet adamı ve Hz. Süleyman’a benzeyen bir padişâhın
ülkesinin düzenleyicisidir denilerek, memdûh/hâmî Hz. Süleyman’a benzetilmiştir:
Vezîr-i pâk-gevher Mustafa Paşa-yı dâniş-ver
Hıdîv-i ehl-perver nâzım-ı mülk-i Süleymânî
(TOLASA 1979:88)
Fuzûlî, Allah’ın bu dünyaya birincisi Hz. Süleyman, ikincisi de Sultan
Süleyman olmak üzere adaletli iki kişiyi hakim kıldığını belirtmiştir:
Hak iki âdil Süleyman hâkim etmiş âleme
Evvel ü âhîr kılıp sırr-i adâlet âşkâr
(AKYÜZ 2000:54)
5.6.28. Diğer Şahıslar
Karşılaştırma unsuru olarak kullanılan yukarıda bahsettiğimiz tarihi ve dini
şahıslara ünlü ve eşsiz bir ressam olarak Behzâd’ı; aklı, tedbiri, dirayeti, kudreti ve
hayırsever kişiliği ile Nûşirevân’ı; kahramanlık sembolü olarak İsfendiyar, Dahhâk ve
Erdşîr’i; güzelliği ile Hz. Yusuf’u; ilim ve mezhep sahibi olarak Numan b. Sâbit’i de
ekleyebiliriz.
198
5.7. Memdûha/Hâmîye Karşı Dile Getirilen Düşünceler
“Övünme, büyüklenme, böbürlenme, şöhret, fazilet, erdem” gibi anlamlara
gelen fahriye, terim olarak bir Dîvân şâirinin kendi üstünlük ve erdemlerini anlattığı
şiirdir. Abartmalı bir övünme edası taşıyan fahriyeler, kasîde şeklinde yazılan müstakil
bir tür olduğu gibi daha çok kasîdenin bir bölümü olarak kaleme alınmıştır (PALA
2003:156).
Çeşitli kaynaklar fahriye hakkında şunları söyler: Medhiye bölümünden
sonra şâir kendi şiirini, sanatını över, kadrinin bilinmediğinden yakınır. Bu da kasîdenin
fahriye kısmıdır (İPEKTEN 2003a:39). Fahriye, övdüğü kişiye bir münasebetle kendi
halinden; maddi sıkıntılarından hak ettiği halde himâye görmeyişinden söz ederek,
şâirin dolaylı bir şekilde maddi ve manevi yardım istediği bölümün zamanla kendisini
övmek şeklini almasıdır (ÇAVUŞOĞLU 1986:22). Medhiye bölümünde olduğu gibi
burada da şâir abartmalı olarak kendini İran’ın ünlü şâirleriyle karşılaştırarak över.
Şiirinin ve şâirlik gücünün onlardan üstün olduğunu söyler. Bunu söylemekle de, kasîde
sunulan kişinin, sıradan bir şâirce övülmediğini, şiirinin ve şâirliğinin değeri yüksek bir
şâirce övüldüğünü anlatmak ister (DİLÇİN 2000:157).
Fahriyenin kasîdeyi oluşturan temel bölümlerden biri kabul edilmesi ilk kez
Arap edebiyatında varlık göstermiştir. Türk edebiyatında fahriyeye XIV. yüzyıl
örneklerinde rastlıyoruz. Fahriyenin ilk örneklerini Nesîmî (ö. 1417), Hoca Dehhânî
(14.yy), Ahmed-i Dâî (14.yy), Kemal Ümmî (ö. 1475) ve İbrahim Beg (14.yy)’in
Dîvân’larında görmekteyiz. Bu dönemde fahriye övgüden çok, övdüğü kişiden yardım
isteme ya da bir mevki bekleme şeklindedir (İSEN 2002:11-13).
Fahriye bölümünde şâirin kendisini övmesini iki yönlü düşünebiliriz. Şâir
bir hâmî elde etme ihtiyacı sonucunda kendisini överek diğer şâirlerden üstün olduğunu
ifade etmiştir. Böylece kendi reklamını yaptığı gibi şiirini de yüceltmiştir. Diğer bir
bakış açısı ise övülen kişi tarafındandır. Şâir kendisini ne kadar yüceltirse övdüğü kişi
de o kadar yücelecektir. Bu konuda Cem Dilçin’in Nef’î’yi dikkate alarak yaptığı
yorumda:
Nef’î’nin kasîdeyi sunduğu kişiden önce kendini övmesi, övülen kişinin
böyle sözü değerli bir şâirce övülmesinden dolayı gurur ve şeref duymasını, böyle
övülmesiyle değerinin bir kat daha arttığını anlatmak içindir. Bu da övülen kişiye karşı
başka bir yoldan yapılmış medhiye sayılır (DİLÇİN 2000:158).
199
Yukarıdaki tanımlardan da anlaşılacağı üzere Dîvân şâirleri ağırlıklı olarak
fahriye bölümlerinde memdûhlarından/hâmîlerinden bir şeyler talep etmişlerdir.
Fahriyelerin yapısal özellikleri her dönemde aynı olmamıştır. Bu sebeple XIII-XIV-
XV. yüzyıl kasîdelerinde (KESKİN 1994:16), XVI. yüzyıl kasîdelerinde (ÇAKICI
1996:34), XVII. yüzyıl kasîdelerinde (AYDEMİR 1994:XXXIII), XVIII. yüzyıl
kasîdelerinde (İSEN 2002:27) ve XIX. yüzyıl kasîdelerinde (BABACAN 2001:40) yer
alan fahriyelerin yapısal özelliklerine bakmakta fayda var.
Tablo 2. Fahriyelerin Yüzyıllara Göre Beyit Sayıları
BEYIT S. 13-15. YY 16. YY 17. YY 18. YY 19. YY TOPLAM
1-5 121 207 139 86 62 615
6-10 44 134 164 47 68 457
10-15 4 40 112 19 50 222
16-20 - 8 37 9 13 67
21-25 - 4 - 22 1 27
26-30 - 1 - - - 1
31-35 - 1 - - - 1
66 - - - 1 - 1
21-74 - - 51 - - 51
Tabloda da görüldüğü üzere fahriye bölümlerinin yoğunluğu en çok 1-5
beyit aralığında toplanmıştır. XVII ve XIX. yüzyılda diğer yüzyılların aksine bu oran 6-
10 beyit aralığına kaymıştır. Genel ifade ile fahriyelerin 1-10 beyit arasında değiştiğini
söyleyebiliriz. Yüzyıllara göre en uzun fahriye beyitleri sayısına bakacak olursak bu
sayı XV. yüzyıla kadar olan dönemde 11 beyit; XVI. yüzyılda 31 beyit; XVII. yüzyılda
74 beyit; XVIII. yüzyılda 66 beyit; XIX. yüzyılda 21 beyit olduğunu görüyoruz. Buna
göre fahriyelerde yer alan beyitlerin sayısı XVI. yüzyılda artışa geçmiş XVII ve XVIII.
yüzyılda zirveye ulaşarak XIX. yüzyılda tekrar azalmıştır. Tablodaki genel görünümün
dışına çıkan XVII. ve XVIII. yüzyılı Osmanlı İmparatorluğu’nun genel görüntüsü ile
açıklamak mümkündür. Bu yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğu duraklama ve gerileme
dönemine girmiş olmasına rağmen edebiyat gelişimini sürdürmüştür. Bu yüzyıllar hem
sayı hem de içerik bakımından iyi eserlerin verildiği dönemler olmuştur. Ortaya
200
konulan kasîde sayısının çokluğuna bağlı olarak bu yüzyıllardaki fahriye sayısı da bir
hayli fazla olmuştur. Buna göre XIII-XIV-XV. yüzyıllarda yazılmış olan 264 kasîdenin
180’inde fahriye bölümüne rastlanmıştır (KESKİN 1994:16). XVI. yüzyıla ait 743
kasîdenin 395’inde fahriye bölümünün bulunduğu tespit edilmiştir (ÇAKICI 1996:33).
XVII. yüzyıla ait 760 kasîdenin 503’ünde fahriye bölümünün olduğu tespit edilmiştir
(AYDEMİR 1994:XXXIV). XVIII. yüzyılda incelenen kasîde örneklerinin 164’ünde
fahriye bölümünün olduğu görülmüştür (İSEN 2002:27). XIX. yüzyıla ait incelen 824
kasîdenin 194’ünde fahriye bölümüne rastlanmıştır (BABACAN 2001:39).
Fahriyelerin yapısal özelliklerini incelerken beyit sayıları haricinde bir de
fahriye bölümünün türlere göre dağılımına bakmakta fayda var.
Tablo 3. Fahriyenin Yüzyıllar Açısından Türlere Göre Dağılımı
TÜRLER 13-15 YY 16. YY 17. YY 18. YY 19. YY TOPLAM
Tevhid 16 1 2 1 - 20
Münâcât - - - - - -
Na’t 11 21 41 15 3 91
Medhiye 150 367 444 149 183 1293
Mersiye 3 2 2 - - 7
Hicviye 1 - - - 1 2
Fahriye - - 4 1 - 5
Diğer 7 4 10 - 7 28
Tabloda da görüldüğü üzere fahriye örneklerinin türlere göre dağılımında en
büyük oranın medhiye kasîdelerinde olduğunu görüyoruz. Fahriye bölümünün neden
medhiye kasîdelerinde daha çok bulunduğu sorusunun cevabını; övülen kişiden yardım
isteme olduğunu düşünürsek tablodaki oran anlam kazanmış olur.
Tabloda dikkati çeken bir husus da münacât türünde fahriyenin hiç
olmaması; tevhid ve na’t türünde de oranın düşük olmasıdır. Fahriyede şâirin kendisini
ve şiirini övmesi dikkate alındığında fahriyenin bu yönü dinî ve tasavvufî içerikli
şiirlerle ters düşmektedir. Bu yüzden adı geçen türlerde fahriyenin yer almasının önüne
geçilmiştir.
201
5.7.1. Şâir İstekleri
Şâirin dolaylı bir şekilde maddi ve manevi yardım istediği bölüme fahriye
denildiğini daha önce söylemiştik. Bu tanımdan yola çıkarak şâirlerin, şiirlerinde ortaya
koydukları birtakım maddi ve manevi istekleri tespit etmeye çalıştık. Şâirlerin genel
olarak koruyucu (hâmî), yardım (lûtuf, ihsân, iltifat vs.) ve hizmet (mansıb) istediklerini
gördük. Genel anlamda bu şekilde yardım isteyen şâirler olduğu gibi özel olarak açıkça
ne istediğini belirten şâirler de olmuştur. Ayrıca şâirler, memdûhlarından/hâmîlerinden
gördükleri yardımları da dile getirerek bir nevi teşekkür etmişlerdir. Bu sebeple, gerek
istekler gerekse yapılan yardımlar olsun bunların tamamını “Şâir İstekleri” başlığı
altında ele aldık. Tüm bu isteklerin ve yapılan yardımların yanı sıra isteğine
ulaşamayan, ilgi göremeyen ve bunları açık yüreklilikle şiirlerinde dile getirip
memdûhuna/hâmîsine arz eden şâirler de vardır. Bu durumda olan şâirlerin duygu ve
düşüncelerini de “Şâir Şikayetleri” başlığı altında ele aldık. Kasîde nazım şekli
dışındaki şiirlerde de şâirlerin dile getirdiği birtakım istekler ve şikayetler olmuştur.
Bunlar arasında doğrudan doğruya memdûha/hâmîye yönelik olanları da buraya
alınmıştır.
5.7.1.1. Genel İstekler
5.7.1.1.1. Hâmî/ Koruyucu
Necâtî Bey matla’ı:
Leb-i cân-bahsun ile kâmet-i dil-keş sanemâ
Yeter ol ‘âşık-ı dil-hastelere bal-ü belâ
olan kasîdeyi Vezir-i âzam Karamanî Mehmed Paşa’ya yazıp şu beyit ile
Mehmed Paşa’nın himâyesini talep etmiştir:
Ey ser-efrâz-ı cihân tapunı idindi penâh
Koma kim dest-i cefâ eyleye pâ-mâl-i ‘anâ
(TARLAN 1963:26)
Necâtî Bey, Kazasker Mü’eyyed-zâde Abdurrahman Çelebi’ye intisâb
ettiğini bir kasîde takdim ile şu beytinden anlıyoruz:
202
Kıl nazar ‘ayn-ı ‘inâyetle Necâtî bendene
Ki âsitân-ı ‘âlem-ârâna idübdür intisâb
(TARLAN 1963:32)
Mesîhî, güzel yazı yazmadaki ustalığı sayesinde Hadım Ali Paşa’ya
yaklaşıp himâyesinde onun dîvân kâtibi olmuştur. Hadım Ali Paşa’nın 1511’de çıkan
Şii ayaklanmasını bastırmak amacıyla Şahkulu’na karşı yaptığı savaşta ölmesi üzerine
Mesîhî koruyucusuz kalmıştır. Hadım Ali Paşa’nın ölümü üzerine yazdığı mersiyenin
sonunda yeni bir hâmî bulma ihtiyacı içinde sözü Yunus Paşa’ya getirerek bir koruyucu
isteğini şu şekilde dile getirmiştir:
Mesnedi itdiyse terk-i dünyâ
Haşre dek var ola Yunûs Paşa
(MENGİ 1995:85)
Vasfî memdûhuna/hâmîsine sunduğu kasîdesinde akranlarından geride
kaldığını, iyi bir şâir olduğu halde düşkün bir durumda bulunduğunu, herkese mal mülk
verilmişken bunlardan mahrum bırakılmasından hayrete düştüğünü söyleyerek
padişâhın himâyesini istemiştir:
Ey şîr-dil meded ki zebûn eyledi beni
Akrânum içre bu felek-i rûbeh-ihtiyâl
(…)
Âzâd kıl ki bend-i mezellet esîridür
Bir tûtî-i şeker-şiken ü şekkerîn-makâl
Lutf eyle al elüm ki ayaklarda kalmışam
Devründe gam beni niçe bir ide pâymâl
(…)
Her kişi şimdi mâl ü menâliyle hôş geçer
Hayretdeyem ki ne ola bu halüme meâl
(ÇAVUŞOĞLU 1980:29-30)
Şeyhülislâm Bahâyî, memdûhundan gördüğü mevki ve imkânı anmış,
bundan sonra da kendisine göz kulak olmasını istemiştir:
203
Çerâğ ettin anı çün ey vezîr-i Müşterî-tal’at
Yine senden gerektir ol çerağ üzre nigehbânî
(TOLASA 1979:96)
Nedîm, kendisini muma benzeterek yanmakta olan bu mumu koru ki kötü
esen rüzgâr ona sataşmasın diyerek, Damad İbrahim Paşa’dan hâmîlik istemiştir:
Himâyet et ki senin bir yanar çerâğındır
Ta‘arruz eylemesin rüzgâr-ı bed-kirdâr
(MACİT 1997:35)
5.7.1.1.2. Söz Erbâbını Koruyup Kollama/İltifat
Şâirlerin isteklerinden biri de kendilerine itibar edilmesi ve saygı
gösterilmesidir. Kimi şâirler, memdûhun/hâmînin şâirliğinden ve münşiliğinden söz
ederek kendilerine iltifat edilmesini isterken kimileri de koruyup kollamanın adet
olduğunu dile getirmiştir.
Karamanlı Aynî, şeref ehlinin hâmîsinin kapısında itibar kazandığını
söylemiş, kendisine de hatırı sayılır yerlerde saygı gösterilmesini şu şekilde istemiştir:
Kapunda i‘tibâr oldı şeref ehline her yirde
N’ola ol mu’teber yirde bana da i‘tibâr
(MERMER 1997:141)
Necâtî Bey, Şehzâde Mahmud için yazdığı kasîdede kara bahtlı bu kuluna
iltifat et diyerek, memdûhundan/hâmîsinden yardım istemiştir:
Şahâ bu siyeh-baht kuluna nazar it kim
Bakmakla cilâlâr virür ebsâra benefşe
(TARLAN 1963:89)
Necâtî Bey, diğer bir kasîdesinde de yeni ve güzel söyleyişine ilgi
beklemektedir:
Revâdır ger ola makbûl-i Hazret
Bu bikr-i fikr ü bu pâkize gevher
Bu tarz-ı tâzeye ragbet sezâdır
K’olur mergûb dâ’im şah-ı nev-ber
(TARLAN 1963:48)
204
Vasfî, Tâcî-zâde Ca’fer Çelebi’ye sunduğu kasîdede Tâcî-zâde Ca’fer
Çelebi’nin münşiliğinden ve şâirliğinden söz ederek böyle meziyetli birinin kendisi gibi
olanları himâye etmesi gerekliliğini söylemiştir:
Sen bu gün sâhib-kırân-ı nazm u nesr iken n’içün
‘Adlün eyyâmında ehl-i fazl ide âh u figân
(ÇAVUŞOĞLU 1980:47)
Figânî, Kanuni Sultan Süleyman’a sunduğu kasîdesinde Kanuni’nin turna
kuşuna gösterdiği ilgi kadar kendisine ilgi göstermesi durumunda Hüma kuşu gibi
yükseklerde uçacağını söyleyerek, ilgi beklediğini dile getirmiştir:
Tab‘-ı Figânî yüksek uçardı Hümâ gibi
Şah-i yegâne itse ana ragbet-i güleng
(KARAHAN 1966:5)
İsmetî, Sultan Mehmed Han adına yazdığı kasîdesinde kendisine itibar
gösterilmesini istemiştir:
Rikâb-ı hümâyunına cezb edüp
Bu eski kulına edüp i‘tibâr
(İPEKTEN 1974:32)
Nâ’ilî, Sadrazam Salih Paşa’ya sunduğu kasîdesinde Salih Paşa’dan söz
erbâbına iltifat etmesini ve kendisine kıyamete kadar iyilik yapmasını istemiş ve bu
duygularını şu şekilde dile getirmiştir:
Eyle suhen erbâbına lutfunla nevâziş
Ol fırka sezâ-vâr-ı atâyâ mı değildir
Kıl Nâ’ilîyi lutfuna mahsûs ki tâ haşr
Evsâfın ile menkıbe-pîrâ mı değildir
(İPEKTEN 1990:73)
Nâ’ilî, Köprülüzâde Fazıl Ahmed Paşa’ya sunduğu şiirinde sadrazamların
şâirleri koruduklarını söyleyerek Ahmed Paşa’nın ilgisini ve yardımını istemiş, bu
duygularını da şu şekilde dile getirmiştir:
Yine bununla kul olmak kapında sultânım
Fakîre genc-i kerem mahz-ı pâdişahîdir
205
Çıkarma şi’ri gibi Nâ’ilîyi hâtırdan
Ki ol sadefçe bu dürrün karârgâhıdır
Niteki râgıp olup şi’re sadr-ı a’zamlar
Hemîşe ehl-i dil ü dânişin penâhıdır
(İPEKTEN 1990:121)
Nef’î, Sultan Ahmed’e sunduğu kasîdesinde memdûhundan/hâmîsinden söz
erbâbına iltifat buyurmasını, çünkü onların cihan hakimlerinin medhini yaparak onları
ölümsüz kıldığını belirtmiştir. Kasîdenin devamında: Eğer şâirler olmasa idi evvel
zamanlarda dünyada devlete hüküp sürüp öylece giden sultanları şimdi kim bilirdi?
Bak, Kanuni Sultan Süleyman Han’ın adını ta kıyamete kadar andırıp yaşatacak olan da
Bâkî’nin dizelerinden fışkıran âb-ı hayat değil midir? Şeklinde duygularını dile
getirerek memdûhundan/hâmîsinden söz erbâbına iltifat etmesini istemiştir:
İltifât et suhan erbâbına kim anlardur
Medh-i şahân-ı cihân-bâna veren unvânı
Kim bilirdi şu’arâ olmasa ger sâbıkda
Dehre devletle gelip yine giden şahânı
Haşre dek âb-ı hayât-ı suhan-ı Bâkîdir
Andırıp zinde kılan nâm-ı Süleymân Hânı
(AKKUŞ 1993:54)
5.7.1.1.3. Memdûha/Hâmîye Hâlini Arz Etme/Aracılık
Memdûha/hâmîye halini arz etme ve devletin en üst katında bulunan kişiye
ulaşma her şâirin temel isteği ve arzusu olmuştur. Kimi şâirler bu imkânı elde
edebilirken kimileri de bir aracı vasıtasıyla bu isteklerine kavuşmak için çabalamıştır.
Nâdirî, Kuyucu Murad Paşa için yazdığı fethiyye kasîdesinde rüşvet
vermediği için memuriyetinin başkasına satıldığını dile getirmiş ve durumunu padişâha
bildirmesi için Kuyucu Murad Paşa’dan aracılık yapmasını istemiştir:
Lîk rüşvet virmemekle mansıbum bey’itdiler
Ben muhân oldum velî anlar dahi rusvây-ı âm
206
Lutf idüp ahvâlümi arz eyle şah-ı âleme
Yohsa destüm dâmen-i pâkündedür yevmü’l-kıyâm
(KÜLEKÇİ 1989:76)
Çeşitli medreselerde müderrislik yaptıktan sonra sürgüne gönderilen
Haşmet, sürgün yeri Bursa’da iken bağışlanması amacıyla bir kasîde yazmıştır. Bu
dönemde Haşmet’in memdûhu/hâmîsi Koca Ragıb Paşa’dır. Koca Ragıb Paşa’ya
sunduğu şiirinde:
Bir zamân sohbet-i cân-bahşına dil mazhar idi
Murg-ı dil tûtî gibi kâm-ver-i şeker idi
Dergeh-i ‘âtıfetin cilve-gehim olmuşken
Gûyiyâ Haşmet’in ol bâbda Dârâ-der idi
(ARSLAN-AKSOYAK 1994:149)
diyerek aralarındaki eski samimiyeti dile getirmiştir. Haşmet’in, zor bir
duruma düşmesi halinde yardım isteyeceği kişi şüphesiz devlet katında sadrazamlık
görevinde bulunan yakın dostu Koca Ragıb Paşa olacaktır. Haşmet, Bursa’da sürgünde
bulunduğu sırada Koca Ragıb Paşa’ya yazdığı bir kasîdede bağışlanması için aracılık
yapmasını istemiş ve bu durumu şu şekilde dile getirmiştir:
Künc-i gurbetde niçün kaldım efendim böyle
Bildir aslın bana Allâh’ı seversen söyle
Bilsem ‘arz-ı hünere ben de liyâkat yok mu
Neşr-i âsâr-ı sühan etmege kudret yok mu
Ya‘nî bî-behre miyim ma’rifet-i dânişden
Yohsa erbâb-ı sühan sınfına ragbet yok mu
Mâni‘-i lutf u kerem ise ma‘ârif şimdi
Bizde de el gibi bir pâre hamâkat yok mu
Cürm ü ‘isyânımıza gerçi nihâyet yok ise
Meslek-i Mustafavî üzre şefâ‘at yok mu
Âsitân-ı şeh-i devrâna varılmak güc ise
Bâri sâhillere ‘azm etmege ruhsat yok mu
207
Kaldı âhir burada bende-i efgendeleri
Gitdi İstânbûl’a menfâda olan bendeleri
Gerçi etvâr-ı siyeh-kâr-ı hatâda ‘alemim
Lîk şimdi nigeh-endûz-ı zuhûr-ı keremim
‘Afv-ı sultân-ı zamân bizleri güldürmez mi
Haşyet-i cürm ile ben girye-künân-ı nedemim
Tavf-ı dergâh-ı şehen-şaha kıyâm etdikçe
Gûyiyâ magfirete tâ’if-i beytü’l-haremim
(ARSLAN-AKSOYAK 1994:150-151)
Leylâ Hanım, Hekimbaşı Abdulhak Efendi’den yardım istemenin yanı sıra
çektiği sıkıntıları ve durumunu padişâha arz etmesi için ondan aracılık yapmasını da
istemiştir. Ayrıca devrin büyüklerinin şâirlere yardım etmelerinin adet ve sünnet
olduğunu da dile getirmiştir:
Melâzâ bu perîşân ‘arz-ı hâlim ‘arz idüp şahâ
Şifâ-yâb it dil-i bîmârımı vakt-i ‘inâyetdir
Kenîzende ‘inâyâtına istihkâk yok ammâ
Bu ihsânın olursa vâlidim merhûma hürmetdir
‘İnâyet ‘âdet ise şâ’ire sûy-ı ekâbirden
Selâtîn-i ‘izâma ittihâz itmek de sünnetdir
(ARSLAN 2003:115)
Şeref Hanım, çektiği sıkıntılardan kurtulmak için şiirlerini padişâha sunmayı
arzulamıştır. Şiirlerini padişâha sunmak için Sadrazam Ali Paşa’yı aracı yapmak
istediğini yine kendi şiirlerinden anlıyoruz. Bu durumu şu şekilde dile getirmiştir:
Tutup bir ‘âlî-himmet dâmenin şâ‘irler ‘âdetdir
İder takdîm kâlâ-yı sühan her Âl-i ‘Osmân’a
Benim de bâ-husûs zâtın gibi varken meded-hâhım
Niçün benzetmeyem ahvâlimi emsâl ü akrâna
Kerem-kârâ ‘azîz başın içün târîhlerim ‘arz it
Demidir hâk-i pây-ı Hazret-i ‘Abdü’l-Mecîd Hân’a
(ARSLAN 2002:496)
208
5.7.1.1.4. Memdûh/Hâmî Kapısında Kul Olma
Nâ’ilî, Sadrazam Köprülüzâde Fazıl Ahmed Paşa’ya birçok şiir sunmuş ve
şiirlerinde kendisine yardım etmesini istemiştir. Köprülüzâde Fazıl Ahmed Paşa’dan bir
yardım göremeyince şiirlerinin sadrazama kadar ulaşmadığını düşünerek Kethüdâ
İbrahim Efendi aracılığı ile sadrazama bir kasîde daha sunmuştur. Nâ’ilî bu şiirinde
durumunun kötülüğünü, sadrazamın iyiliğini ve cömertliğini anlatarak kapısının kulu
olmayı istediğini söylemiş ve bu isteğini şu şekilde dile getirmiştir:
Der bâna ver selâm de ki Kethüdâ Beğin
Rûmâl-i hâk-i pâyine var mı icâzetin
Bildir zebân-ı remz ile meddâhı olduğum
Hâlâ vezîr-i a’zam-ı Bercis-fıtratın
Ümmîd odur ki eyleye bu nazm-ı pâkimi
Ma’rûz-ı hâk-i pâyi o sadr-ı sâ’âdetin
(İPEKTEN 1990:115)
5.7.1.1.5. Yardım/Lûtuf/İhsân/İyilik/Himmet
Şâirlerin isteklerinden bir diğeri de kendilerine lûtuf, ihsân, himmet diye
telakki ettiğimiz yardımların gösterilmesidir. Bu bölümde kimi şâir fakirliğinden, sıkıntı
içinde bulunduğundan bahsederek yardım istemiş, kimileri de
memdûhundan/hâmîsinden gördüğü yardımları dile getirmiştir. Bazı şâirler, yardım
istemenin yanı sıra memdûhunu/hâmîsini çeşitli yönlerden överek alacağı yardımı
garanti altına almaya çalışmıştır.
Aynî, Sultan Cem’in oğlu Oğuz Han’ın doğumunu bildiren kasîdesinde
kendisine yardım edilmesi isteğini şu şekilde dile getirmiştir:
Kapunda ehl-i fazl ihsân kulıdur
Kulunum ben de şahâ eyle ihsân
(MERMER 1997:126)
XV. yüzyılın önde gelen şâirlerinden Necâtî Bey, Fatih Sultan Mehmed
devri sonlarında Kastamonu’dan İstanbul’a gelip ve padişâha:
Oldı çünkim melah-ı berf-i hevadan nâzil
Mezra’-ı sebz-i tarabdan gönül umma hâsıl
209
matlalı şitaiyyesini sunmuştur. Karşılığında da çeşitli in’âm ve ihsânlar
almıştır (EYDURAN 1999:1024). Baharda:
Handân ider cihânı yine fasl-ı nev-bahâr
Niteki cân-ı âşık-ı gamgîni vasl-ı yâr
bahariyye ve suriyyesini sunup yeni ihsânlar elde etmiştir (EYDURAN
1999:1025).
Necâtî Bey, 1501-1503 ve 1506-1511 yılları arasında sadaret makamında
bulunan Hadım Ali Paşa için bir kasîde yazmıştır. Hadım Ali Paşa’nın ikinci
sadaretinde Necâtî Bey, yazdığı bu kasîdede yaşlılığından bahsedip Hadım Ali Paşa’dan
yardım istemiştir:
Pîrlükde kim ola kim beni yerden götüre
‘Âdet oldur götürür gerçi ki begler hâtem
(TARLAN 1963:74)
Karaman valiliğine Sultan II. Bayezid’in oğlu Şehzâde Abdullah tayin
olunca Necâtî Bey de dîvân kâtipliği görevi ile şehzâdenin yanında gitmiştir. Necâtî
Bey, şehzâdeye sunduğu şiirinde lâyık olduğu alakayı, izzet ve ikramı görememekten
şikayet etmiş, bu sebeple şehzâdeden yardım istemiştir:
İrişür hâsa-vü ‘âma kerem-i Şah meger
Bu Necâtî kulunun tab’-ı revândur günehi
. (TARLAN 1963:101)
Necâtî Bey, Sultan Mehmed’e sunduğu kasîdede feleğin kendisini
ağlattığını dile getirdikten sonra memdûhundan/hâmîsinden yardım istemiştir:
Husrevâ çarh-ı sitemgâr Necâtî kulunı
Ağladur dâmen-i rahm ile gözi yaşın sil
(TARLAN 1963:60)
Lâmi’î, memdûhundan/hâmîsinden isim belirtmeden sıkıntıdan kurtulmak
için dünyalık şeyler istemiştir:
N’ola eylersem halâs-ı dâmiçün dünyâ taleb
Çün senün yanundadur mülk-i cihân bî-itibâr
(YILMAZ 1996:126)
210
Lâmi’î, başka bir kasîdesinde memdûhundan/hâmîsinden kendisine iyilik ve
lûtuf gözüyle bakmasını istemiştir:
Ayn-ı inâyetünle şehâ eylesen nazar
Rüstem gibi çekem felek-i heft-hâna tîg
(YILMAZ 1996:114)
Helâkî, memdûhunun/hâmîsinin ismini belirtmeden yazdığı kasîdesinde
memdûhundan/hâmîsinden merhamet dilemiştir:
Merhamet eyle Helâkî kuluna
Çekmesün dûzah-ı fakr içre ‘azâb
(ÇAVUŞOĞLU 1982:22)
Helâkî, diğer bir şiirinde nasıl ki Allah sana yardım ettiyse sen de bu hasta
Helâkî’ye öyle yardım et diyerek, memdûhundan/hâmîsinden yardım istemiştir:
Hasta Helâkîye nazarun eksük olmaya
Çün ‘ayn-ı ‘avn ile sana kıldı Hudâ nazar
(ÇAVUŞOĞLU 1982:25)
Vasfî, Sultan II. Bayezid dönemi vezirlerinden Ali Paşa’nın (ö. 1511)
himâyesini görmüştür (EYDURAN 1999:1099). Ali Paşa’nın meclislerinde kendine yer
edinen Vasfî, onun sayesinde Serez’e tayin edilmiştir (KILIÇ 1994:279). Hadım Ali
Paşa’ya sunduğu kasîdede şâirliğini överek değerli bir insan olan Hadım Ali Paşa’dan
kendisi gibi değerli bir şâire himmette bulunmasını istemiştir:
Sad hezâr olmış durur gerçi nevâ-yı devletün
Gülşen-i vasfunda Vasfî gibi olmaya hezâr
(…)
Ne senün gibi cihân içinde bir memdûh olur
Ne anun gibi görür meddâh çeşm-i rûzgâr
Gerçi kem bir hâkdür nazmına ‘izzet eyle kim
Midhatünde gör ne cevherler virür bir hâk-i hâr
(ÇAVUŞOĞLU 1980:33)
Vasfî, 1511-1512 yılları arasında sadaret makamını işgal etmiş olan Koca
Mustafa Paşa’ya beş kasîde sunmuştur. Koca Mustafa Paşa’ya sunduğu kasîdede maddi
211
sıkıntı içinde olduğunu belirterek Koca Mustafa Paşa’dan himmet göstermesini
istemiştir:
Vasfî-i teng-dilün hâlini gâlib tapuna
Dir idi agzına möhr urmasalar ger hâtem
(ÇAVUŞOĞLU 1980:36)
Vasfî, Koca Mustafa Paşa’ya sunduğu diğer kasîdesinde de Koca Mustafa
Paşa’nın ihsânını talep etmiştir:
Murâd-ı Vasfîyi emr eyle nâ-murâd itme
Tapuna oldı müfevvaz çü cümle rây u umûr
(ÇAVUŞOĞLU 1980:38)
Hayretî, İbrahim Paşa’ya sunduğu bahariyye kasîdesinde fakirlikten
şikayetle İbrahim Paşa’dan şu şekilde yardım istemiştir:
Bâb-ı ‘adl imiş kapun geldüm şikâyet eyleyü
Fakr elinden el-figân u deyn elinden el-amâm
Ey tabîb-i cân u dil bîmâr-ı tîmâram meded
Vey Mesîhâ-dem bana tîmâr idüp vir tâze cân
Zulm-i fakr ile yıkılmış gönlümi ger yapasın
Ka‘be bünyâd eyledün va’llâhi sultânum hemân
(ÇAVUŞOĞLU-TANYERİ 1981:49)
Memdûhunun/hâmîsinin yardımlarını gördüğünü şiirlerinde ifade eden
şâirlerden biri de Figânî’dir. İbrahim Paşa’ya yazdığı kasîdesinde İbrahim Paşa’nın
meddahı olalı sanat dünyasında güçlü bir şâir olduğunu şu şekilde dile getirmiştir:
Meddâh olalı sana eyâ Müşterî-cenâb
Oldı Figânî ‘arsa-i nazm içre pehlevân
(KARAHAN 1966:14)
Sultan Bayezid döneminde İstanbul’a gelen Zâtî, artık bu dönemde şâirlerin
üstadı konumundadır. Sultan Selim’in tahta geçmesiyle sunduğu kasîdenin:
Serverâ bir bende-i bi-kayddur kapunda ‘adl
Tutamazdı anı zencîre çeküp Nûşin-revân
212
beytini beğenen padişâh Zâtî’yi çeşitli hediyelere boğmuştur. Ayrıca yeni
padişâhtan da şâir ulûfesi almaya devam etmiştir (KILIÇ 1994:896).
Kanuni Sultan Süleyman’ın Süleymaniye Camii çevresinde yaptırmaya
başladığı medreselerden ikisi 1553’te tamamlanarak öğretime açılmıştır. Padişâh, çok
önem verdiği bu medreselerden birinin başına Kadızâde’yi, ötekine de Mimarzâde
Efendileri getirmiştir. Bâkî, o yıllarda bir taraftan Kadızâde Şemseddin Ahmed
Efendi’nin derslerine devam ederken diğer taraftan da medreselerin inşasında nezaretçi
olarak görev almıştır. Kanuni’ye yazdığı:
Etdi şehri şeref-i makdem-i sultân-ı cihân
Reşk-i bağ-ı İrem ü gayret-i gülzâr-ı cinân
matlalı kutlama kasîdesinde; bir yıl bu görevde bulunduğundan bahsederek
kendisine yardım edilmesini istemiştir (İPEKTEN 2003c:13). Bâkî’nin Kanuni’den
yardım istediği beyitler şunlardır:
Bir yıl emrünle binâ hidmetine nâzır olup
Gördük ol maslahat-ı hayrı bi’kadri’l-imkân
Bu fakir anda turup hidmete meşgûl oldum
Itmeyüp zerrece sa’yinde kusûr-ı noksan
Hâsılı cûd-ı kerem vakti irişdi şimdi
Lutfuna nâzıruz ey Pâdişah-ı âli-şân
(KÜÇÜK 1994:11)
Sultan Mehmed Han’dan yardım isteyen şâirlerden biri de İsmetî’dir. Eğer
lûtufta bulunacaksan kapında yardım isteyen İsmetî adlı eski kulun var diyerek,
memdûhundan/hâmîsinden yardım istemiştir:
Benim devletlü hünkârım eger lutf eyleyüp dersen
Kapumda ‘İsmetî eski kulumdur hayr-hâhımdır
Yeter semâye-i ‘izz ü şeref bu ‘abd-ı nâçîze
Hemân dünyâda maksûdum budur Mevlâ güvâhımdır
(İPEKTEN 1974:31)
Erzurumlu Zihnî, Şehsüvâr-zâde Mustafa Paşa’ya sunduğu kasîdede
Mustafa Paşa’dan kendisini lûtfunun eteği altına almasını istemiştir:
213
Eyâ şehenşeh-i ‘âlî-himem sühan-perver
Koma ayakda beni zîr-i zeyl-i lutfuna al
(MACİT 2001:44)
Diğer bir beyitte de Mustafa Paşa’dan ikrâmını ve yüceliğini göstermesini
istemiştir:
Celîs-i sadr-ı safâ ya’ni Mustafâ Pâşâ
Karîn-i kevkebe-i câh-ı ‘izzet ü iclâl
(MACİT 2001:45)
Zihnî, Canikli Ali Paşa’ya sunduğu kasîdede; uzun zamandır hakirlik ile
kuşatıldığını belirttikten sonra diğerleri gibi yardımını göstermezlik yapma diyerek Ali
Paşa’dan yardım istemiştir:
Hayli demdir ben de mahsûr-ı hasîr-i zilletim
Sen de bisyâr eyle lutfun eyleme diger gibi
Çün ferâh-ı dest ile min-bâd işim altun olup
Kıl beni sayeste-i tatyîb-i dil ‘anber gibi
(MACİT 2001:67-68)
Zihnî, Urfa Valisi Abdî Paşa’dan da şu şekilde yardım istemiştir:
Lutf edüp emti’a-i fâhire-i nazmımda
Bir kapu aç ki bula dest-i şerîfinle bahâ
(MACİT 2001:78)
Şeyhülislâm Bahâyî de çağın bir genel durumundan bahsetmiştir. O, Sultan
Murad adına yazdığı kasîdede çağın sanatkârlarının emek ve çabaları senin kapında
değer buldu diyerek, Sultan Murad’dan yardım gördüğünü ifade etmiştir:
Kapunda olmadı sa’y-i hüner-verân-ı zamân
Bekûrî-i felek-i hîre-çeşm nâ-meşkûr
(TOLASA 1979:52)
Nâ’ilî, memdûhlarından/hâmîlerinden çeşitli zamanlarda birtakım yardımlar
istemiştir. Bu yardımların ne kadarına mazhar olduğu bilinmez ama gördüğü yardımları
şiirlerinde dile getirmeyi ihmal etmemiştir. Sadrazam Salih Paşa’nın yardımlarını
gördüğünü şu şekilde dile getirmiştir:
214
Etdi ey âsaf-ı ekrem beni lutfun memnûn
Hak hatâlardan ede zâtını mahfûz u masûn
İltifâtınla bu nâ-kâmı kul etdi keremin
Ede ikbâlini pâyende Hudâ-ı Bîçûn
Serfirâz eyledi lutfun beni akrânımdan
Gördüm in’âmını ihsânını hadden bîrûn
(İPEKTEN 1990:77)
Ganî-zâde Nâdirî, Sultan Ahmed Han için yazdığı kasîdede hazreteyn
diyerek Sultan I. Ahmed’in babası III. Mehmed ve dedesi III. Murad’ı kastetmiştir.
Onlardan yardım gördüğünü şu şekilde dile getirmiştir:
İltifât-ı hazreteynden behre-dâr olsan n’ola
Bende-i mevrûsı olmakla idersin iftihâr
Evvelâ lutf-ı firâvân eyleyüp Sultân Murâd
Dergehinde abd-ı memlûk eyledi bî ihtiyâr
Sâniyâ Sultân Muhammed Hân idüp ez’âfını
İtdi ihlâs u ubûdiyyet esâsın üstüvâr
(KÜLEKÇİ 1989:56)
Ganî-zâde Nâdirî, Darü’s-sa’âde Ağası Gazanfer Ağa için yazdığı kasîdede
ondan yardım gördüğünü, eğer yardımı olmasaydı bu kadar güçlü olamayacağını ifade
etmiştir:
Bu denlü kudreti kandan bulurdı tab’-ı kelîl
Eger ki himmet ü ihsânun itmese te’yîd
(KÜLEKÇİ 1989:86)
Memdûhunun/hâmîsinin yardımlarını gördüğünü ifade eden bir diğer şâir de
İzzet Ali Paşa’dır. İzzet Ali Paşa, XVIII. yüzyılda defterdârlık ve vezirlik de yapmıştır.
Basra Valisi Abdurrahman Paşa (ö. 1732-33)’nın bendesi olduğunu ondan yardım
aldığını ve bu sebeple onu hep iyilikle andığını şiirlerinde şu şekilde ifade etmiştir:
Ey âsaf-ı kerîm bu lutfun teşekkürin
Yokdur zebân-ı hâmede kudret edâsına
(AYPAY 1998:109)
215
Bir âsaf-ı yegânenün olmışduk eskiden
‘Abd-i hulûs-perveri mahsûs çâkeri
Bu bende-i atîkı yeniden kul eyledi
Şimdi edüp zuhûr pey-â-pey keremleri
(AYPAY 1998:109)
Memdûhundan/hâmîsinden gördüğü yardımları dile getiren şâirlerden biri
de Nedîm’dir. Damad İbrahim Paşa’dan gördüğü yardımları dile getirirken bu kulun
senden o kadar iyilik gördü ki bu kadar lûtfu gül bahçesi bahar bulutundan bile görmedi
demiştir:
Ale’l-husûs ki bu bende-i kerem-dîden
Bu çâkerin bu kemînen bu ‘abd-ı zâr u nizâr
O denlü lûtf u kerem gördü hazretinden kim
O lûtfu görmedi ebr-i bahârdan gülzâr
(MACİT 1997:35)
Leylâ Hanım, eğitiminin büyük bir kısmını dayısı Keçeci-zâde İzzet Molla
vasıtasıyla tamamlamıştır. Saray çevresine yakın bir hayat süren Leylâ Hanım bu
yakınlığını yazdığı şiirlerinde de dile getirmiştir. Saray çevresine yakın olmasına
rağmen maddi anlamda çok sıkıntı çekmiş ve bu durum genç yaşta ihtiyarlamasına
sebep olmuştur. Babasının vefatı üzerine çektiği sıkıntıları II. Mahmud övgüsünde
yazdığı kasîdede dile getirerek ondan inâyet ümit etmiştir:
Âh ben ‘âcizenin münfiki olan pederim
Deşt-i hasretde kodı bizleri böyle şahâ
Yani dâ’î-i kadîmin Morevî-zâde fakîr
Sag ol pâdişehim eyledi ‘azm-i ‘ukbâ
Kalmadı külbe-i ahzânda metâ’-ı köhne
Guremâ eylediler her ne var ki varsa yagmâ
Şöyle kim kılmasa ümmîd-i ‘inâyet îmdâd
‘Ömrümüz eyler idi renc ü meşakkat ifnâ
(ARSLAN 2003:104)
216
II. Mahmud için yazdığı övgüde sıkıntılarını dile getiren Leylâ Hanım, bu
sıkıntıların devam ettiğini I. Abdülmecid’e yazdığı Ramazâniyye kasîdesinde de dile
getirmiş ve I. Abdülmecid’den de yardım istemiştir:
Eylese ikdâr Leylâ kulunı cûdun eger
Sâye-i lutfunda gelse tab’ıma tâb u tüvân
Şöyle merdâne hüner-perdâz olurdı ki sözüm
Fıtnat’ın âsârını eylerdi bî-nâm u nişân
(ARSLAN 2003:108)
Leylâ Hanım’ın yardım istediği kişiler sadece Sultan Mahmud ve Sultan
Abdülmecid ile sınırlı değildir. Mehmed Ali Paşa’ya yazdığı kasîdesinde felekten
şikayet eden Leylâ Hanım, fikr-i gam engel olmasa idi onu daha mükemmel bir şekilde
öveceğini, bu konuda Fıtnat’ın âsârını bî-nâm u nişân edeceğini vurgulamış ve ondan da
yardım istemiştir:
Hayli demdir heves-i medhin iderdim ammâ
Fikr-i gam mâni’ olup koymadı bende dermân
Zât-ı zî-şânını ben böyle mi vasf eyler idim
Olmayaydım sitem-i çarh ile bî-tâb u tüvan
Neyse evvel yüzime gülmüş idi oldukça
Şimdicek gördigim âzâr-ı gam Allâh’a ‘ayân
Lîk lutfunla tüvân gelse dil-i nâ-şâda
Fıtnat’ın eylerim âsârını bî-nâm u nişân
(ARSLAN 2003:113)
Leylâ Hanım, padişâha yakınlığı ile bilinen Reîsü’l-Etibbâ Abdulhak
Efendi’ye yazdığı kasîdesinde şikayetlerini ve zor durumda olduğunu dile getirmiş,
derdinin çaresinin ancak Abdulhak Efendi’de olduğunu belirterek ondan da yardım
istemiştir:
O rütbe yâre açdı cism-i zâra ser-be-ser iflâs
Bu derdin çâresi ancak re’îs-i ehl-i hikmetdir
(ARSLAN 2003:114)
217
Leylâ Hanım, Abdulhak Efendi’nin vefat eden kardeşinden de çeşitli
yardımlar görmüştür. Gördüğü bu yardımları şu şekilde dile getirmiştir:
Öpüp dâmânın evvel dâder-i zî-şânı merhûmun
Dehânımdan o lezzet gitmedi hâlâ o lezzetdir
Unutmam gördigim ihsânı bâbından Hudâ ‘âlim
Felekde iftihârım olsa da ancak o devlettir
(ARSLAN 2003:115)
Leylâ Hanım II. Mahmud’un kız kardeşi Esmâ Sultan için yazdığı tercî-i
bendde Esmâ Sultan’dan gördüğü yardımları dile getirmiştir:
Bezl-i ihsânını saysam o kerîmü’t-tab’ın
Şükrini eyleyemem tâ-be-kıyâmet îfâ
Hâne-i kalbimi ma’mûr idüp ihsânıyla
Eyledi beyt-i Hudâ’yı yedi lutfıyla binâ
Var idi vahşet-i bir rütbe-i dil-i mahzûnun
Dâyinim sanur idim sâyemi görsem tenhâ
(ARSLAN 2003:185)
Şeref Hanım, Sadrazam Ali Paşa’dan birçok yardım görmüştür. Bunların en
önemlisi de kendisine sadrazam tarafından bağlatılan maaştır. Bu durumu şiirlerinde
sıklıkla dile getirmiş ve Sadrazam Ali Paşa’nın yardımlarını gördüğünü şu şekilde ifade
etmiştir:
Semiyy-i Hazret-i Hayder’sin ey mîr-i kerem-pîrâ
Nezâket dâniş ü ‘irfândır el-hak zâtına şâyân
Süleymân-ı zamân dirsem sana cây-ı ta‘accüb mi
Şeref nâ-çîzi lutfun ile itdin fâ’iku’l-akrân
(ARSLAN 2002:528)
Şeref Hanım,
Ağlaya ey dîdelerim mâh-ı Muharremdir bu
Kana gark eyle gözüm yaşını mâtemdir bu
beyti ile başlayan Muharremiye kasîdesini memdûhuna/hâmîsine sunarak
karşılığında padişâhtan yüklüce bir Muharremiye hediyesi almıştır (PALA 1996:97).
218
Memdûhunun/hâmîsinin yardımlarını gördüğünü ifade eden şâirlerden bir
diğeri de Râmî’dir. Râmî için yardımlarını gördüğü kişiler arasında Hekimbaşı Emir
Çelebi (ö. 1638)’nin yeri apayrıdır. Râmî, Hekimbaşı Emir Çelebi için yazdığı 65
beyitlik kasîdede Şam’daki dayanılmaz zulümden, hakimlerin adaletsizliklerinden
yakınmış; Emir Çelebi’den kendisini Şam’da unutmamasını, lûtfunu esirgememesini,
sığındığı kapısından kendisini ayırmamasını istemiştir:
Senden özge istinâdum yok diyâr-ı Rûmda
(HAMAMİ 2001:160)
mısra’ı ve
Bir kapu bilmem kapundan gayrı mülk-i Rumda
Lutfuna ümmid-varum ya emirü’l-muhsinin
(HAMAMİ 2001:161)
beyti ile Hekimbaşı Emir Çelebi’nin gerçek hâmîsi ve velinimeti olduğunu
ortaya koymuştur.
Sultan III. Selim dönemi şâirlerinden Asım Efendi’ye Sultan Selim, maaş
bağlattığı gibi kendisine bir de ev ihsânda bulunmuştur. Asım Efendi de Sultan Selim’in
atiyyelerini şu şekilde dile getirmiştir:
Nîmet-i Hazret-i Sultân-ı Enâm
Arpalık emrini hem kendi verir
Kılmadı şimdiye dek Âsım’ı aç
Eylemez habbece gayre muhtâç
(İNAL 1999:95)
Keçecizâde İzzet Molla, İsmail Paşa’dan insaniyet ve yardım gördüğünü şu
şiirinde şu şekilde dile getirmiştir:
O düstûr-ı kerem-mevfûra kat’â nisbetim yokken
Suâl etti perîşan hâtır-ı zârı vezîrâne
Şehinşah-ı cihânın bende-i matrûdu hakkında
Bu rütbe merhamet hürmettir ol sultân-ı zî-şânâ
219
Husûsâ zâtımı ol âsaf-ı ekrem kerem kıldı
Yine müstagrak oldum ni’met-i sultân-ı devrâna
Unutma bende-i nâçîzini vaktiyle yâd eyle
Müsâiddir o şehinşah dil-hâh-ı müşirâne
(İNAL 2000:1063)
Enderûnlu Osman Vâsıf Bey de memdûhundan/hâmîsinden gördüğü, ömrü
oldukça unutamayacağı yardımları dile getirmiştir:
Devletünde ben o hoş-gû şa‘irem ki bâ-husûs
Var iken ben gayrınun asgâ olunmaz sohbeti
(...)
Kimyâ buldum sürüp yüz hâk-i pây-ı lutfuna
İşim altun oldu takbîl ile pây-ı devleti
Şöyle şâd oldum ki takrîrinden ‘acizdir zebân
Haşra dek gitmez dimâgımdan bu lutfun lezzeti
Nice mesrûr eyledünse bendeni Mevlâ senün
Gönlüne versin benim gönlümdeki keyfiyyeti
(GÜREL BİLÂ-TARİH:248)
Hayri, Yusuf Kamil Paşa’ya sunduğu kasîdede Kamil Paşa’dan yardım
istediği gibi kendisini bulunduğu yerden emeklilik ile kurtarmasını da istemiştir:
Ondokuz yıl bulaşıklıkla karantinde kalıp
Pîr ü pâk etti beni illet-i sad-derd ü sakem
Tezkire yazmış iken Hazret-i Âlî Pâşâ
Yine reddile cevâb aldı o zât-ı ekrem
Orada kaldığımı istemez aslâ ammâ
Hâk-i pâye sebeb-i men’ini şerh eyleyemem
Vâsıta oldu Şinâsî gibi bir merdûde
Devr-i sâbıkta ona buldu tarîk-ı eslem
Dahi bir mürtedi etirdi tekâüd o zaman
Varsa da nâkl-i maaşıyle giden üç âdem
220
Oldu mâni’ yine icrâ-yı garazla işime
Etti bünyân-ı cefâyı yeni baştan muhkem
Âsafâ merhamet ü lûtfuna kalmıştır işim
Kurtar Allah’ı seversen beni ey kân-ı kerem
Şuradan nakl-i maâşımla halâs et kulunu
Yâ tekâüdlük ile eyle çerağ u hurrem
(İNAL 2000:905-906)
5.7.1.1.6. Memdûh/Hâmî Tarafından Affedilme/Bağışlanma
Şâirlerin isteklerinden bir diğeri de memdûh/hâmî tarafından
bağışlanmalarıdır. Daha önceden memdûhun/hâmînin yakın ilgisinde bulunan şâir, bir
sebeple o ilgiden mahrum kalmış olmalı ki tekrar o ortamlara kavuşma arzusu ile
affedilmesini şiirlerinde dile getirmiştir.
Fatih Sultan Mehmed’e toplam on iki kasîde sunan Ahmed Paşa, gördüğü
bu yakınlık ve iltifata rağmen Fatih’in gözdelerinden birine aşık olunca Fatih Sultan
Mehmed tarafından Yedikule’de hapsettirilmiştir. Burada yazdığı:
Ey muhît-i keremin katresi ummân-ı kerem
Bağ-ı cûdebr-i kefinden dolu bârân-ı kerem
matlalı “Kerem” kasîdesi ile bağışlanmasına rağmen çeşitli görevlerle
saraydan uzaklaştırılmıştır (İLAYDIN 1956:1-18).
Bu defa, bağışlanma isteği bizzat şâir tarafından dile getirilmemiştir. Şâirin
bağışlanmasında başka kişilerin yazdığı mektup ve şiir etkili olmuştur. Zamanında
şiirleri ile şöhret kazanan ve beş mesneviden meydana gelen Hamse sahibi Behiştî
Sinan Çelebi, padişâhın himâyesindeyken uygunsuz bir davranış sonucu öldürülme
korkusuyla İran’a kaçarak Hüseyin Baykara’ya sığınmıştır. Orada Mevlânâ Câmî ile
Nevâ’î’nin hizmetinde bulunmuştur. Mevlânâ Câmî ile Nevâ’î’nin, Behiştî’nin
bağışlanması için İstanbul’a gönderdikleri mektupta yer alan aşağıdaki beyitlerde
büyüklerin hataları affetmesi büyük ihsândır denilmiştir:
İsâet ehline sen eyle ihsân
Kul olur hür iken ihsânâ insân
221
Küçükler gerçi suç etmek hatâdır
Ulular afv-ı cürm etmek atâdır
Onların ricası ile affedilen Behiştî, İstanbul’a dönünce padişâhın hizmetine
girmiş ve hayli iltifatını görmüştür (İSEN 1999:131).
Nâ’ilî, Köprülüzâde Fazıl Ahmed Paşa’nın sadrazamlık makamına
gelmesinden sonra bilinmeyen bir sebepten dolayı doğup büyüdüğü İstanbul’dan
uzaklaştırılmış ve Edirne’ye sürgüne gönderilmiştir. Yazdığı kasîdelerinde affedilme
isteğini:
Bir bârgâha müntesibiz şimdi ey felek
Sen dahil cevri ko bize baht-ı mehîn ile
Bir âstâna nâsiye-sâyız ki âfıtab
Arsa tasaddur eyledi vaz’-ı cebîn ile
Ferş-i harîmiyiz o makâmın ki yüz süren
İksîr kıldı hâkini feyz-i karîn ile
Minnet Hudâya gelde Stanbûla hem-inân
Devlet vezîr-i a’zam-ı sâhib-nigîn ile
Mahsûs Nâ’ilî’yi kapında kul eyledin
Eltâf-ı gâ’ibâne-i şâyân terîn ile
(İPEKTEN 1990:111-112)
şeklinde dile getirerek, eskiden çektiği acılarla o günkü durumunu
karşılaştırmış, artık “bir bârgâha müntesib” olduğunu, “bu iltifâtı bir aferinden
görmediğini” söyleyerek sevincini dile getirmiş, böylelikle bağışlanmasının yanı sıra
Köprülüzâde Fazıl Ahmed Paşa’nın iltifatını ve yardımlarını da görmüştür.
5.7.1.2. Özel İstekler
5.7.1.2.1. Devlet Görevi ve Pâye
Şâirlerin isteklerinden bir diğeri de kendilerine devlet görevi verilmesidir.
Kimi şâir açıkça hangi görevi istediğini belirtirken kimileri de genel ifade ile mansıb
istemiştir. Özel olarak dile getirilen istekler beylik, kadılık, kethüdalık, kâtiplik,
222
müderrislik, tevliyet ve yazıcılıktır. Bunun haricinde bu bölümde ele aldığımız
isteklerden bir diğeri de direk olarak nakdiyyeye dayanan maaş/para, pâye (derece,
rütbe) artırımı, salyâne, ulûfe ve zeamettir.
5.7.1.2.1.1. Beylik (Sancak/Livâ)
Şâir isteklerinden biri de bir sancağa ya da livâya17 bey olarak atanmaktır.
Fatih Sultan Mehmed’in 1481’de ölümü üzerine yerine geçen oğlu II.
Bayezid için Ahmed Paşa:
Çıkdı devlet tahtına Şeh Bâyezîd
Ol cülûs itdi cihan bahtın sa’îd
Yazdı levh üzre kalem târihini
Kayser oldı Rûm’a Sultan Bâyezid
(886/1481)
tarihini düşürmüştür. Yeni padişâha çeşitli kasîdeler sunan Ahmed Paşa,
Sultan II. Bayezid tarafından Bursa sancak beyliğine atanmıştır (KILIÇ 1994:109).
Hayâlî Bey, Kanuni Sultan Süleyman’a sunduğu ve matla’ı
Tarikat ehlidir sahib-vilayet tuğ-ı Sultanı
Hidayet yolların göstermeğe gönderdi Hak anı
olan kasîdesinin
Hümây-i evc-i izzettir salarsa üstüme sâye
Çekem pehlûya sancak adlı bir serv-i hırâmânı
(TARLAN 1992b:58)
beyti ile sancak beyliği istemiştir.
Hayâlî Bey, memdûhuna/hâmîsine sunduğu başka bir kasîde de beylik
isteğini tekrarlamıştır:
Şehdedür bezl hemân begler olubdur erzel
Bunlara hısset-i tab‘ oldu emîrâne kerem
17 Mülkiye taksimatında mutasarrıf idaresinde bulunan memleket parçasına verilen isimdir. Livâ yerine “Sancak” da denilmiştir (PAKALIN 1983:367).
223
Birinün mansıbını bana ‘inâyet kıl kim
Mehçe-i râyetümi ergüre keyvâna kerem
(KURNAZ 1987:22)
Hayâlî Bey, beylik isteğinde ısrarlı davranmış ve bu ısrarını şiirlerine
yansıtmıştır. Bir gazelinde de sancak beyliği isteğini tekrarlamıştır:
Tîr-i yârı götürüb sînede peykânı ile
Ey Hayâlî demidür sancak-ı şahî çekelüm
(KURNAZ 1987:19)
Hayâlî Bey, isteğine kavuşmuş olmalı ki gazelinin birinde beyliğinin
olduğunu şu şekilde dile getirmiştir:
Begligim var âlem içre çok şükür Allâhıma
Tâze bir şaha kul oldum alemin sultânıyem
(TARLAN 1992b:212)
Sultan Abdülmecid dönemi şâirlerinden Abdî Efendi, çeşitli beylere kâtiplik
yaptıktan sonra bir müddet de kaymakamlık ve mutasarrıflık yapmıştır. Şirvânî-zâde
Rüşdî Paşa’ya yazdığı manzum müzekkerede görevinin elinden alındığını ve maaşının
kesildiğini şikayet etmiş, kendisine yeni bir görev verilmesini ve sıkıntıdan
kurtarılmasını şu şekilde dile getirmiştir:
Sekiz on sancak etmişken idâre
Geçenlerde verildi bir riyâset
O da üç mâh içinde çıktı elden
Yine oldum giriftâr-ı meşakkat
Maâşım var idi üç kise evvel
Riyâsetle kesildi bu ma’îşet
Bu sıkletten beni kurtar efendim
Livâlardan birin eyle inâyet
(İNAL 1999:33)
224
5.7.1.2.1.2. Kadılık
Şâir isteklerinden biri de kadılıktır. “Şâir Meslekleri” bölümünde
değindiğimiz üzere şâirlerin yaptığı meslekler arasında kadılık % 16’lık bir dilimle ilk
sırada yer almıştır. Nerenin kadılığını istediğini açıkça ifade eden şâirler olduğu gibi
kendilerine kadılık verilen şâirler de aldıkları görevi dile getirmiş ve bir nevi
memdûhuna/hâmîsine teşekkür etmiştir.
Vasfî, daha bey iken Mustafa Paşa’ya sunduğu kasîdede şiirden bir fayda
görmediğini, şiirle övünülmeyeceğini, asıl övüncünün şer’ libâsını giyinmek yani
kadılık olduğunu ifade ederek Mustafa Paşa’dan bir kadılık istemiştir:
Ne virür şi‘r ki ben fahr idem anunla benüm
Fahrum oldur k’idinem şer‘ libâsını şi‘âr
(ÇAVUŞOĞLU 1980:50)
Vasfî, Ca’fer Çelebi’ye sunduğu kasîdesinde fakirliğini ve borç içinde
bulunduğunu dile getirip Karaferye kadılığına atanmak istemiştir:
Fakr derdinden meded ey derde dermânum meded
Deyn zulminden amân ey sâhib-i ‘adl ü emân
(…)
Bu mukarrerdür Kara-feryeye takrîrüm gelür
Ger idersen lutf idüp tahrîr-i tahrîk-i benân
(ÇAVUŞOĞLU 1980:47)
Tûtî-i Latîf namıyla anılan Bursalı Latîf, Gürz Seydi’den mülâzım olduktan
sonra önce müderris daha sonra da kadı olmuştur. Kendisine Karasu kazasını
verdiklerinde şu beyti söylemiştir:
Karasuyı virmek dimekdür bana
Be-ton u be-tûnca bâb-ı siyah
(KILIÇ 1994:375)
Daha sonra Tûtî-i Latîf’e altmış akçe ile Niş kadılığı verilmiştir. Bunun
üzerine de şu kıt’ayı söylemiştir:
Elem-i Niş-i bela cânımuza yetmişdür
Dil-i sevdâ-zede bulıncaya dek sittini
225
Erba’îni ne kadar çekdügümi ben bilürüm
Dil-i sevdâ-zede bulıncaya dek hamsîni
(KILIÇ 1994:375)
Bosnalı Alaaddin Sâbit, 1690’da Edirne’yi ziyaret eden Selim Giray’ın
parlak zaferlerini övdüğü kasîdede kendi şikayetini de dile getirip Kefe kadılığını
istemiştir:
Otuz ay oldu ki zahmetle şehr-i Edirnede
Mülâzemet çekerüm gün-be-gün idüp ta’dâd
Niyâz iderse n’ola hâk-i âsitânundan
Kefe kazâsını ihsâna himmet ü imdâd
(KARACAN 1991:183-184)
5.7.1.2.1.3. Kâtiplik
Şâir isteklerinin bir diğeri de kâtiplik görevidir. Kadılık ve müderrislikten
sonra %12’lik bir oranla üçüncü sırada yer alan kâtiplik, şâirler arasında büyük rağbet
görmüştür.
Necâtî Bey, Kastamonu’dan İstanbul’a gelip Fatih Sultan Mehmed’e
sunduğu kasîdelerle aldığı mükafatları kâfi görmese gerek padişâhın meclisine girmek
için çeşitli yollar denemiştir. Bu amaçla,
Eser itmez n’idelüm âh-ı sehergâh sana
Meger insâf vire dostum Allah sana
matlalı gazelini yazmıştır. Necâtî Bey, bu gazelini padişâhın nedîmi ve
musâhibi Amirutzes’in sarığı arasına sokarak padişâha göndermiştir. Fatih Sultan
Mehmed, bu şahısla satranç oynarken kağıdı görüp gazeli okumuş, beğenmiş ve
Necâtî’yi yedi akçe ulûfe ile dîvân kâtipliğine tayin etmiştir (KILIÇ 1994:449).
5.7.1.2.1.4. Kethüdalık
Şâir isteklerinden bir diğeri de büyük devlet adamlarıyla zenginlerin işlerini
gören ve halk arasında kahya olarak ifade edilen kethüdalıktır (PAKALIN 1983:251).
Hayâlî Bey, yazdığı gazellerinde kethüdalık görevini istemiştir. Hayâlî
Bey’in kethüdalık istediği beyitler:
226
Gerçek sipâhîlerle yine oldı hem-sefer
Gûyâ Hayâlî Rûmilinün kethudâsıdur
Şahum Hayâlî mâlik-i mülk-i kelâm iken
Çok mıdur ana Rûmilinün kethudâlıgı
(KILIÇ 1994:871)
5.7.1.2.1.5. Maaş/Para
Deli Birader’in isteği diğerlerinden biraz farklıdır. Çünkü hak ettiği bir şeyi
istemiştir. Ayda bin akçe ile mutasarrıflık görevinde iken ihtiyacı sebebiyle yazdığı
kıt’ada:
Âfitâb-ı devletüm ben bendene
Lutf u ihsân eyle vir ay akçesin
Bir koca kuldan şifâl var ise ger
İki bir dime hemân say akçesin
maaşını ay başından birkaç gün önce almak istemiştir (KILIÇ 1994:940-
941).
Necâtî Bey, Sultan Bayezid’e sunduğu kasîdede:
Gördüm kılıç ile yenür etmek anun içün
Şahâ getürmişem bu yuca âsitâna tîğ
(TARLAN 1963:52)
ekmeğin kılıç ile yendiğini -silahşörlük yaparak- gördüm, ben de bunun için
kılıç redifli bir kasîde getirdim diyerek caîze istemiştir.
Kanuni Sultan Süleyman’ın Zigetvar seferi esnasında şâir Kâmî Efendi,
Kanuni’ye Edirne’de:
Nev-bahâr irdi ser-âgâz itdi bülbüller yine
Saldı gül-banglar guzât âfâka gulgule yine
Ceyş-i ezhâre meger yoklanma var kim bâgda
Takınup hançer siper berdûşdur güller yine
Şah-ı gül önine düşmiş bâgda peyk-i bahâr
Baglamış kuller gibi serv-i sehî kollar yine
227
Sahn-ı gülşende kurup yer yer otagın lâleler
Başına otagalar takındı sünbüller yine (…)
Vaktidür hûn-ı ‘adûdan içile müler yine
gazelini verip 200 filori câize almıştır (EYDURAN 1994:362).
Âşık Çelebi, memdûhuna/hâmîsine halini arz ederken maaşına zam
istemiştir. Ayrıca memdûhundan/hâmîsinden işini kazaskere havale etmemesini, sürekli
yarına bırakarak kendisini süründüreceği endişesini taşıdığını dile getirmiştir:
Yolum yüz otuz ise sen yüz elli sekiz ile ihsân kıl
Şehâne lutfa çün olmaz bahâne himmete pâye
(…)
Havâle itme kâdı’askere ahvâlümi lutf it
Beni süründürür ol haşre dek salmakla ferdâya
(HANÇERLİOĞLU 1988:116)
Leylâ Hanım, Esma Sultan için yazdığı tercî-i bendde durumunu padişâha
arz etmesini, iflas derecesinde olduğunu, evinin masrafları için kendisine gümrükten
maaş bağlatılmasını istemiştir:
Oldı çok bendelerin kesb-i ma’âşa nâ’il
Ne revâ gûşe-i gamda kalayım ben mehcûr
Bir niyâz idecegim eyleme red başın içün
Dâmen-i ‘afv ile noksânımı eyle mestûr
‘Arz idüp şah-ı cihâna kulını gümrükden
Hânemin masrafı ta’yîn ile eyle mesrûr
Zahm-ı iflâsıma olmaz ise lutfun merhem
Dil-i dîvâne kalur tâ-be-kıyâmet rencûr
(ARSLAN 2003:185-186)
Şeref Hanım’ın hayatı hayli sıkıntı içinde geçmiştir. Bu durumunu kendisine
yakın bulduğu Sadrazam Ali Paşa’ya utana sıkıla açmış, maaşının ve evinin olmadığını
şu beyitte dile getirmiştir:
228
Yok ma ‘aş u meskenim şekl-i melek
Çün beşer halk olmuşum her şey gerek
(ARSLAN 2002:484)
Sadrazam Ali Paşa, Şeref Hanım’ın maaş isteğini geri çevirmeyerek
kendisine aylık 200 kuruş maaş bağlatmıştır. Bu durumu yine Şeref Hanım’ın
kıt’alarından öğreniyoruz:
Bir vechile kâbil değil icrâ-yı teşekkür
Şâd oldı Şeref-zâr iki yüzden olun âgah
İtdi beni taltîf re’îs oldı efendim
Hem kıldı iki yüz guruş i‘tâ bana her gâh
(ARSLAN 2002:516)
İkişer yüz guruş mâhiyye ihsân eyledin hakkâ
Şeref bir akçeye şâyân değilken ey kerem kânı
(ARSLAN 2002:516)
Şeref-zârın ma‘aş tahsîsi ile şimdi sâyende
Değildi habbeye mâlik pür oldı ceyb-i âmâli
(ARSLAN 2002:516)
5.7.1.2.1.6. Mansıb/Hizmet
Şâir isteklerinin bir diğeri de devlet hizmeti diye nitelendirdiğimiz mansıb
isteğidir. Devlet hizmetinin adı açıkça belirtilmemesinden dolayı bu bölümdeki istekler
mansıb olarak ele alınmıştır.
Figânî, yazdığı sûriyyede devlet hizmetinin ellerde elbezi olduğunu dile
getirmiş ve kendisine de bir hizmet verilmesini istemiştir:
Bu mesel meşhûrdur ellerde mansıb destmâl
Birini eyle ‘inâyet gözlerüm yaşın silem
(KARAHAN 1966:9)
Sehî Bey, Edirne’de Dârü’l-hadis mütevellisi iken Sultan Süleyman’a
mansıb ricasıyla şu şiiri sunmuştur:
Ne itdüm bilmezem ben dirligümde
Ki kapudan sürüldüm pîrligümde
229
N’ola ihsân-ı sultân olsa mebzûl
Koca kul kapusında olsa makbûl
(EYDURAN 1999:514)
Sultan II. Bayezid dönemi şâirlerinden Vasfî, Dîvân’ındaki birinci ve ikinci
kasîdeyi Sultan II. Bayezid’e sunmuştur. Sultan II. Bayezid’e sunduğu birinci kasîdede:
Kapun kim oldı şehâ gülşen-i gül-i maksûd
Yaraşur anda eger ola Vasfî gibi hezâr
Kapuna hidmet içün geldi bahr-i şi‘rinden
Dizin dizin güher-i âbdâr ider isâr
(…)
Kasîdeden garaz oldur ki ide şaha duâ
Degül durur bu ki şi‘riyle ide fazl izhâr
(ÇAVUŞOĞLU 1980:25-26)
beyitlerinde ifade ettiği gibi padişâh kapısında bir hizmet yani memurluk
talep etmiştir.
Vasfî, Koca Mustafa Paşa’ya sunduğu kasîdede hizmete talip olduğunu dile
getirip Koca Mustafa Paşa’dan bir memuriyet istemiştir.
Ki bendene budur ancak makâsıd-ı a’lâ
Ki hidmetünde ola sâl ü mâh u leyl ü nehâr
(ÇAVUŞOĞLU 1980:41)
Bazı şâirler memdûhundan/hâmîsinden yardım görememiştir. Ancak onlar
hiçbir zaman yardım göremeyeceği anlamını da çıkarmamışlardır. Bu nedenle hep
ümitle kendilerine bir görev verilmesini ya da yardım edilmesini beklemişlerdir.
Memdûhundan/hâmîsinden bir gün yardım görebileceği ümidiyle yaşayan şâirlerden
biri de Fuzûlî’dir. Kanuni Sultan Süleyman’a sunduğu kasîdesinde kendisinin bir
değerinin olmadığını ifade etmiş, buna karşı yüzüne bir gün bakılacağı ümidiyle
padişâhın övgüsünü yapmış ve bunu da şu şekilde dile getirmiştir:
Kıl Fuzûlî medhin ol Şah’ın ki bag-i medhinin
Bülbülü olurdu bulsa kuvvet-i güftâr gül
Gerçi yokdur i’tibârın medhin et izhâr kim
Âdet-i devr-i zamândır hâre olmak yâr gül
230
Var ümîdim nice kim resm-i medâr-i dehrdir
Yılda bir kez âleme arz eylemek didâr gül
(AKYÜZ 2000:47-48)
Fuzûlî, bu ümidinin ve kavuşma arzusunun Kanuni’nin dergâhında gizli
olduğunu yine Kanuni’ye sunduğu başka bir kasîdesinde şu şekilde ifade etmiştir:
Bi’llâh ey devlet ki der-gâhında mahremsin anun
Düşse fırsat hâlim ol der-gâha arz et zinhâr
Kılmışım tertîb-i sahn-i sıdka bin dürr-i senâ
Bulmazam ruhsat ki der-gâha kılam bir bir nisâr
Benden ol gâfil ana ben rûz ü şeb ehl-i du’â
Benden ol fâriğ ana ben muttasıl ümmîd vâr
Yâ Rab olmaz mı ola âhir bu derd-i iştiyâk
Yâ Rab olmaz mı ola zâ’il bu renc-i intizâr
Buldı âlem feyz-i âmından ilâc-i derd-i dil
Hâşe-li’llâh kim kala ancak Fuzûlî dil-figâr
Var ümîdim kim ola hem şâmil ana merhamet
Âma olur elbette feyz-i sâye-i Perverdigâr
(AKYÜZ 2000:54-55)
Günün birinde yardım görebileceği ümidiyle yaşayan şairlerden bir diğeri de
Şeyhülislâm Bahâyî’dir. Padişâh kapısındaki hizmetlerden uzak kaldığını; ancak o
makama kavuşma konusunda ümidini kesmediğini ifade etmiştir:
Dûrum egerçi hidmet-i dergâh-ı Şah’tan
Kesmem yine ümîdimi ol bargâhtan
(TOLASA 1979:96)
Devlet hizmetine girmek isteyen şâirlerden bir diğeri de Nedîm’dir. Damad
İbahim Paşa’ya sunduğu kasîdesinde görevinin olmadığını söylemiş, İbrahim Paşa’nın
hizmetinde olma şerefi bana yeter demeye getirmiştir:
Egerçi hıdmeti yok lîk ana yeter bu şeref
Ki ede hidmet-i rıkkıyyetinde ‘ömrü güzâr
(MACİT 1997:36)
231
Nedîm, İbrahim Paşa’nın kütüphanesinde hâfız-ı kütüb olunca İbrahim
Paşa’ya teşekkür mahiyetinde şu kıt’ayı yazmıştır:
İhsân edüp kerem buyurup himmet eyleyüp
Lûtf etdi bendesine kütüb-hâne hidmetin
(MACİT 1997:125)
Yusuf Kamil Paşa’nın dairesinin müdavimleri arasında yer alan Hayri,
Yusuf Kamil Paşa’ya sunduğu şiirinde Meclis-i Maliye’ye aza olarak atanmak
istemiştir:
Dâverâ çâker-i dîrînine himmet yok mu
Yoksa kullanmağa bir vechile niyyet yok mu
Yalıda hâlimi arzetmeğe fırsat bulamam
Dâmen-i devletini öpmeğe nevbet yok mu
Boş durup böyle oturmaktan ise beyhûde
İstikâmetle devâm etmeğe hizmet yok mu
Etseniz Meclis-i Mâliyyeye âzâ ne olur
Hayri’de gayriye nisbetle liyâkat yok mu
Dahi Evkafça icrâ olacak iş var imiş
Hâsılı her ne münâsibse delâlet yokmu
(İNAL 2000:906)
Adliye Nazırı Mehmed Said Paşa’dan iş isteyen Avnî, Üsküdar Bidâyet
Mahkemesi Azalığı’na getirilmiştir. Bunun üzerine Avnî, Mehmed Said Paşa’ya
teşekkür mahiyetinde bir kasîde takdim etmiştir:
Çok mu bu dâvâ ki benim hâliyâ
Nef’î-i Cibrîl-per-i rûzgâr
Böyle iken kalmış idim bir zaman
Çille-keş ü muhtasar-ı rûzgâr
Bî-kes ü bî-tâli’ü bî-hânüman
Gam-hor-ı âsime ser-i rûzgâr
232
Mevsim-i pîrîde yetîm-i zaman
Bî-peder ü bî-püser-i rûzgâr
Olmadı feryâd-res-i yek-yetîm
Aile-i nüh-peder-i rûzgâr
Hâsılı kılmıştı beni bî-huzur
Gaile-i bî-şümer-i rûzgâr
Vermiş idi bâd hevâyı beni
Sarsar-ı ye’s ü keder-i rûzgâr
Cins-i tefârik-i kemâlim idi
Emtia-i kesme-hâr-ı rûzgâr
Nâkıd-ı cûdun yetişip nâgehân
Kıldı beni behre-ver-i rûzgâr
Mahkeme-i adlde kıldın beni
Hâkim-i âsûde-ser-i rûzgâr
Hükmüne râm oldu benim baht-ı dûn
Kalmadı canda hazer-i rûzgâr
Şükrünü îfâ edemem lûtfunun
Olsa da nazmım güher-i rûzgâr
(ÖZGÜL 1990:10)
5.7.1.2.1.7. Müderrislik
Şâir isteklerinden bir diğeri de müderrisliktir. Şâirlerin tercih ettiği
mesleklerden olan müderrislik %14’lük bir oranla kadılıktan sonra ikinci sırada yer
almıştır.
Deli Birader namıyla anılan Gazâlî, Sivrihisar’da müderrisliğe başlayıp
süresi dolunca tekrar devlet kapısına gelmiştir. Daha sonra Akşehir’de kendisine vakıf
yöneticiliği görevi de verilerek bir medreseye elli akçe ile müderris olarak atanmıştır.
Bu görevin Gazâlî’ye verilmesinde dönemin kazaskeri tereddütlü davranınca Gazâlî bir
kıt’a yazmış ve her şeyin zamanında olması gerektiğini, dünyadaki en güzel şeyin
cömertlik olduğunu ve himmette ölçünün olmayacağını söylemiştir:
233
Deminde yağmasa bârân-ı ihsân
Letâfet sebzezâr-ı tâze olmaz
Cihânda küçük ü büzürg katında
Keremden râst hiç âvâze olmaz
Efendi lutf et ölçüp dökmegi ko
Metâ’ı himmete endâze olmaz
(İSEN 1999:184)
5.7.1.2.1.8. Pâye (Rütbe, Derece)
Şâir isteklerinden bir diğeri de pâyelerinin arttırılmasıdır. Şâirler böylelikle
bulunduğu mevkinin daha üstünü arzulamış ve bunu da şiirlerinde dile getirmişlerdir.
Haşmet, mülâzım olduktan sonra çeşitli medreselerde müderrislik yapmıştır.
Daha sonra memdûhundan/hâmîsinden hâriç rütbesini18 talep etmiştir. Bu isteğini
şiirlerinde şu şekilde dile getirmiştir:
Efendim şâ‘irim sihr âferînim i’tibârım yok
Bana bir rütbe-i hâric kerem kıl i’tibâr olsun
Efendim Haşmet’i ser-menzil-i tedrîse vâsıl kıl
Bu kerr ü ferr-i ‘örf ü üst ile eşheb-süvâr olsun
(ARSLAN-AKSOYAK 1994:140)
Böyle mi nâdire-perdâz olurdu tab‘ım
Olmasa dilde gam-ı rütbe-i hâric müdgam
(ARSLAN-AKSOYAK 1994:101)
Haşmet, Abdullah Paşa’ya medrese talebiyle sunduğu bir kasîdede hariç
rütbesini hatırlatarak adı geçen rütbeyi bir daha istemiştir:
Ru’ûs-ı hârice bâ‘is ola turdum deyu sad hayf
Vücûdum nûr-ı istigfâr u zühd ile mürebbâdır
18 Hariç Medresesi: İlk tahsili veren medreselerin unvanıdır. Bunu ikmâl edenler idadi (orta) derecesinde olan ve İptida-i dahil denilen “Dahil Medresesi”ne girer, oradan da âli tahsili almak için Sahn Medresesi’ne geçerlerdi. Bu medreselere “İptida Hariç” de denilmiştir (PAKALIN 1983:749).
234
Neler çekdim efendim sa‘y-i hâricde biraz yazsam
Çenâr-âsâ yedimde hâme ta‘bîr-sûz-ı imlâdır
(ARSLAN-AKSOYAK 1994:118)
Haşmet, hariç rütbesini elde etmekte kararlıdır. Bunu da sık sık şiirlerinde
dile getirmiştir. Abdullah Paşa’ya sunduğu bir başka kasîdesinde hariç rütbesini elde
etmek için iki yıl beklediğini ve bu görevi kendisinin hak ettiğini şöyle dile getirmiştir:
İki yıl intizâr-ı hâric etdim ey kerem kânı
Geçirdim nakd-i vaktim vasf-ı müftî-i zamân üzre
Neden nâ-müstahak-ı haric oldum ben vücûh ile
Tefevvuk eylemişken saydıgım şol zâdegân üzre
(ARSLAN-AKSOYAK 1994:110-111)
5.7.1.2.1.9. Salyâne
Nihâlî, Kanuni Sultan Süleyman’dan ihsân elde edebilme amacı ile
Kanuni’ye bir kıt’a sunmuş ve karşılığında kendisine ayda bin akçe salyâne19
verilmiştir. Sunduğu kıt’a:
Kime kimden şikâyet eyleyeyin
Ser-güzeştüm hikâyet eyleyeyin
Ehl-i ‘ilmün fakîrine şimdi
Kimse dimez ri‘âyet eyleyeyin
Gâh tedrîs ü geh kazâ diyüben
Nice zillet denâ et eyleyeyin
Bana bir tevliyet ‘inâyet iden
Vakfa sa‘y ü kifâyet eyleyeyin
(EYDURAN 1999:1066-67).
5.7.1.2.1.10. Tevliyet
Sultan Selim’in Şah İsmail üzerine yaptığı sefere katılan şâirlerden biri de
Nihali’dir. Taci-zâde Ca’fer Çelebi’den ders görüp mülâzım olmuş, daha sonra Plevne
19 Tanzimattan önce bir kısım memurlarla müstahdemlere senelik olarak verilen vazife (ücret) yerine kullanılan bir tabirdir (PAKALIN 1983:111).
235
müderrisliği sırasında Nihaloğlu Mehmed Bey’in musâhibliğini yapmıştır. Nihali, daha
sonra İstanbul’a gelip Murad Paşa müderrisi ve arkasından Galata kadısı olmuştur.
Sultan Selim ile Mısır seferine katılmış ve uygunsuz davranışlarından dolayı geri
gönderilmiştir. Tekrar Galata kadılığına dönmüş; fakat herkesi hicvetmesinden dolayı
kısa zaman sonra görevinden alınmıştır. İşsiz bir halde çok sıkıntı çekmiş ve sıkıntılarını
devletin ileri gelenlerine sunduğu kıt’ada dile getirmiştir. Bu kıt’ada aynı zamanda
kendisine bir tevliyet20 verilmesini ve bu göreve layık olmadığı takdirde görevin elinden
alınmasını istemiştir. Bahsi geçen kıt’a şudur:
Kime kimden şikâyet eyleyeyüm
Sergüzeştüm hikâyet eyleyeyüm
Ehl-i ‘ilmün fakîrine şimdi
Kimse dimez ri‘âyet eyleyeyüm
Sakalı bitdi fazl u ‘irfânun
Kendümi ehl-i san’at eyleyeyüm
Müntec ise mülâzemet buyurun
Yüzüm üzre si‘âyet eyleyeyüm
Lâf u rüşvetle ise ger mansıb
Rüşvet ü lâfa himmet eyleyeyüm
Gâh tedrîs ü geh kaza diyüben
Niçe zillet denâ’et eyleyeyüm
Bana bir tevliyyet ‘inâyet idün
Vakfa sa‘y u kifâyet eyleyeyüm
Ka‘be-i Rûmdur eyâ sûfiyâ
Bana virün ‘imâret eyleyeyüm
Hakkını müstehakka sevk eylen
Dirsenüz ki nezâret eyleyeyüm
Mansıba ger liyâkatum yog ise
Ol cihetden ferâgat eyleyeyüm
20 Vakıf işlerine bakmak vazifesi yerine kullanılmış bir tabirdir. Vazife dolayısıyla berat verilmiş ve verilen berata “Tevliyet beratı” denilmiştir (PAKALIN 1983:485).
236
Dâ’imâ itdügüm günâhı anup
Niçe âh u nedâmet eyleyeyüm
Sadaka eylen meded tarîkümden
Tâ kifâf-ı cemâ‘at eyleyeyüm
Tâ olınca devâm-ı devletünüz
Dea‘vâtın ‘âdet eyleyeyüm
(KILIÇ 1994:484-485)
Hayâlî Bey, memdûhuna/hâmîsine sunduğu kasîdesinde tevliyet ve dirlik
istemiştir. Bu isteğini de şu şekilde dile getirmiştir:
Demdür ki devletünde kılıç etmeğin yiyem
Budur getürdüğüm safâhât-ı beyâna tîg
Yâ tevliyet ver anı kalem birle zabt edem
Yâ dirlik eyle olsun arada bahâne tîg
Yâhod beni vilâyet-i Hind’e revâne kıl
Tâ kim elümden anda dahi kan kasana tîg
Bu resme kılmaz idi beyân hâlümü kalem
Ergürmeyeydi fakr eli ger üstühâna tîg
(KURNAZ 1987:21)
5.7.1.2.1.11. Tımar
Hayâlî Bey, memdûhuna/hâmîsine sunduğu bir kasîdesinde hasta olduğunu
belirterek kendisine bir tımar21 verilmesini istemiştir:
Hâsıl-ı ‘ömrümü bimârlıgum etdi tebâh
Pâdişahum bana vaktidür edersen tîmâr
(KURNAZ 1987:21)
5.7.1.2.1.12. Ulûfe
Nihâlî, ayda bin akçe hesabıyla günde otuz üç akçe ulûfe22 alabilmek için
devletin ileri gelenlerine şu kıt’a ile halini arz etmiştir:
21 Fetih sırasında Arazi-i emiriyye itibar edilen yerlerden sipahilerle zaimlere kılıç hakkı olarak verilen Beytü’l mal hissesi yerinde ve hakkında kullanılmış bir tabirdir (PAKALIN 1983:497).
237
Kime seksen kime toksan kime yüz
Ri‘âyetler ki olur ehl-i ‘ilme
Nihâlî bunca yıldur ‘ilm içinde
Bulursa otuz üçi elf ni’me
Diğer bir kıt’ada bu isteğini tekrarlamıştır:
Cihânun şimdi hâli katı güçdür
Ki ehliyyet kişiye ulu suçdur
Yagı olan günde bin bayram eyler
Ac uyuz olana her gün orucdur
Nihâlînün kifâf-ı külfetiçün
Murâdı elli degül otuz üçdür
Bu kıt’alar üzerine Nihâlî’nin ulûfesi aylık bin akçeye çıkarılmıştır (KILIÇ 1994:486).
Nihâlî, aylık ulûfesini bin akçeye çıkarınca günlük akçesi de otuz üç akçe
olmuştur. Ancak onun gözü daha da yükseklerdedir. İlk hedefi ulûfesini kırk akçeye
çıkarttırma olmuştur. Bu isteğini şu beyitten anlamaktayız:
Keserdi cimrilikden cümle ‘ırkı
Nihâlî otuz üçden bulsa kırkı
(KILIÇ 1994:486)
5.7.1.2.1.13. Yazıcılık
Yahyâ Bey, memdûhundan/hâmîsinden yazıcılık görevini istemiştir:
Aglayup hâlümi bir yazıcılık ister idüm
Ger bu küstahlıga olmasa kapunda yasak
(ÇAVUŞOĞLU 1977:127)
22 Maaş yerine kullanılmış bir tabir olup yulaf demek olan Arapça aleften gelmiştir. Bu tabir ilk önce sipahi -süvari- askerin hayvanı için verilen yulaf yani yem parası anlamında ifade edilirken sonradan yeniçeriliğin cari olduğu devirlerde asker vs. muvazzaf memurlara verilen maaş yerine kullanılmıştır. Halk arasında ulûfe şeklini almıştır (PAKALIN 1983:544).
238
5.7.1.2.1.14. Zeâmet
Şehrî, memdûhundan/hâmîsinden bir zeâmet23 istemiştir:
Nice bin âdem-i bu Devlet-i ‘Osmânîde
Eylemişsin big ü paşa vü sipâhî vü za’im
Bir ze’âmetle dil-i Şehrîyi de şâd eyle
Ki odur dergeh-i lutfunda emek-dâr-ı kadîm
(ASLAN 1990:36)
Yahyâ Bey, zeâmete şu şekilde talip olmuştur:
Sa‘âdetüm güneşinden recâ olur ki göre
Ze‘âmeti bu fakîre mahall ü erzânî
(ÇAVUŞOĞLU 1977:38)
5.7.1.2.2. Hizmet Dışı İstekler
Şâirlerin memdûhlarından/hâmîlerinden koruyuculuk ve devlet hizmeti
dışında birtakım istekleri de olmuştur. Bu istekler diğer isteklere oranla biraz daha
özeldir. Bu nedenle bu bölümde dile getirilen istekler, şâir ile memdûh/hâmî arasındaki
samimiyete bağlı olarak ortaya çıkan isteklerdir.
5.7.1.2.2.1. Altın
Sâbit, Diyarbakır kadılığından azledildiğinde birtakım yardımlar almıştır.
Bu yardımlar arasında altın da vardır. Aldığı yüz altını şu şekilde dile getirmiştir:
Cenâb-ı hazretünden surre-i zer geldi Sultânum
Vücûd-ı nâ-tüvâna kuvvet ü fer geldi Sultânum
Sararmışken izârum zer gibi fikr-i meûnetden
Tene cân benze kân kalbe ferahlar geldi Sultânum
Cebîninde tesürrün-nâzirin zer hal ike mektûb
Yüzi pâr pâr yanârsad mâh-peyker geldi Sultânum
23 Fetih sırasında Arazi-i emiriyye itibar olunan yerlerden muhariplerle bir kısım devlet ve saray memurlarına kılıç hakkı ve dirlik olarak verilen Beytü’l mal hissesi yerine kullanılmış bir tabirdir (PAKALIN 1983:649).
239
Eli altûn asâlı câmesizer-büft-ı efrencî
Refâkat itmege bir pâk asker geldi Sultânum
İşün altuna döndi eyle Sâbit şimdiden sonra
Du‘âyı devlete ihlâs ile yer geldi Sultânum
Cenâb-ı kibriyâ ikbâl ü iclâlün füzûn itsün
Dinledükçe bu monla gitdi âhır geldi Sultânum
(ALTUNER 1989:132)
Sâbit, Vezir-i âzam Râmî Mehmed Paşa’ya bir kasîde sunmuş ve
karşılığında yüz altın câize almıştır. Aldığı altınları da şu şekilde dile getirmiştir:
Bahâne eyleyüp ma‘mûrî-i ebyât u eş‘ârı
Dil-i vîrânım itdün lutf ile âbâd sultânum
Yüz istihsân ile yüz sikke-i zer eyledün ihsân
İki yüzden sevindi Sâbit-i nâ-şâd Sultânum
(ALTUNER 1989:133)
İbrahim Paşa ve Şehzâde Mustafa’nın meclisinde devşirme olan hizmetkâr
Abdullah b. Geylan elindeki şarap kadehini düşürüp Şiraz halısını kirletmiş, İbrahim
Paşa hizmetkârı azarlamak üzereyken Nedim söze girerek:
Ayağın sakınarak basma aman sultanım
Dökülen mey, kırılan şîşe-i rindân olsun
deyince İbrahim Paşa, fikrini değiştirip Nedim’in bu ince zekasını kutlamak
için önüne bir kese altın atmıştır (PALA 1997:198).
5.7.1.2.2.2. Arpa
Necâtî Bey, memdûhuna/hâmîsine o kadar yakındır ki kendisi için bir şeyler
istemenin yanı sıra atı için de bir şeyler istemiştir. Matla’ı:
Kani ol yâr-ı mihribân arpa
Sayruya sıhhat ata cân arpa
olan Arpa kasîdesinde memdûhundan/hamîsinden atı için arpa istemiş ve bu
isteğini de şu şekilde dile getirmiştir:
240
(...)
Eger emr itse Hazret-i Pâşâ
Getüre râh-ı kehkeşan arpa
Hükm iderse bahârı kudretinün
Bitüre hâk her zemân arpa
Buyruk eylerse yagdura filhâl
Necm yirine âsumân arpa
Eyler enbâr-ı lûtf u himmetden
Atı kalmışlara revân arpa
Bu ûmîde gelür Necâtî dahi
Ki vere Âsaf-ı cihân arpa
Ey tabîb-i zemân cevâb buyur
Ki eyledi beni nâ-tuvân arpa
(TARLAN 1963:92-94)
5.7.1.2.2.3. At
Şâirlerin isteklerinden bir diğeri de attır. Kimi şâir sadece at isterken kimisi
de istediği atın özelliklerini de dile getirmiştir.
Karamanlı Aynî, memdûhundan/hâmîsinden bir at isteğini şu şekilde dile getirmiştir:
Bana bir at alıversen n’olaydı
Komasan beni zillet dagıyıla
(MERMER 1997:168)
Ahmed Paşa da memdûhundan/hâmîsinden bir at istemiştir:
Bir esb-i hâs bahşiş et Ahmed kuluna kim
Dinsin budur atâ-yi Ferîdun-i rûzigâr
(TARLAN 1992a:112)
Mesîhî matla’ı:
Bir bâr-gîr itdi ‘atâ bana Kirdigâr
Üş bâr-ı kahr ile beni deng itdi rûzgâr
(MENGİ 1995:67)
241
olan kasîdesinde sahip olduğu atı yermiş ve padişâhın atını överek kendisi
için daha iyi bir at istediğinde bulunmuştur. Kasîdenin devamında kendisine hediye
edilen cılız ve güçsüz attan yana dertli olduğunu, çok sıkıntı çektiğini dile getirmiştir.
Nihayetinde yel gibi hızlı giden bir at istemiştir:
‘Âlemde çok belâ vü kazâ çekmişem velî
Bu esb-i şûm makdeme la‘net hezâr bâr
Ne çekdügümi ben bu arık bârgîr ile
Şerh eylemek olur idi ömür olsa pâyidâr
Ökçem yagırlarını yürirken gören sanur
Gül yapragıdur ayagum altında hâksâr
Gam gicesinde bir nazar itsen vücûduma
Rûşen iderdi hâli sana âh-ı tâbdâr
Lutf it sehâ bir esb buyur ben kuluna kim
Yel gibi tîz-rev ola ammâ cebel-vakâr
(MENGİ 1995:70)
Gelibolulu Âli de memdûhundan/hâmîsinden bir at istemiş ve atın
özelliklerini de şu şekilde dile getirmiştir:
Piyâde kaldum eyâ şehsuvâr-i sâhib-i tîg
‘İnâyet eyle bana boynunı kemer tutar bir at
Kuluna şöyle yarar at bağışla sultânum
Nakilleyüp hasr itdükce ditreye haşerât
Atası tâze anası gebîşe cinsi olan
O başbuğ ola ana gayrun atları nefer at
(ALTUN 1989:50-51)
5.7.1.2.2.4. Iydîyye (Bayramlık)
Şâir isteklerinden bir diğeri de bayramlıktır. Bu tarz bir isteği olan şâirler
bunu şiirlerinde dile getirmiştir. Bu isteklerini dile getirmemiş olsalar bile II. Bayezid
ve Kanuni devirlerine ait İn’âmât Defteri’nde çeşitli zamanlarda şâirlerin bayramlık
aldıkları kayıtlıdır.
242
Sâbit, memdûhu/hâmîsi Kazasker Mehmed Efendi’ye yazdığı matla’ı:
Yer gök döşendi ‘arsa-i mihmân-sarây-ı ‘îd
Çıkdı simât-ı hüsrev-i fermân-revâ-yı ‘îd
olan ıydiyyede aşağıdaki beyit ile memdûhundan/hâmîsinden kendisine
uygun yeni bir bayramlık istemiştir:
Hayyât-ı lutfı bende-i dirîne çok degül
Bir nev-libâs-ı mansıb iderse sezâ-yı ‘îd
(KARACAN 1991:178-180)
5.7.1.2.2.5. Köle
Vasfî, Mustafa Paşa’ya sunduğu kasîdede Mustafa Paşa ile samimiyetinin ne
derecede olduğunu ortaya koymuştur. Bu kasîdede Vasfî, Mustafa Paşa’dan genç ve
güzel köleler istemiştir:
Henûz devlet-i gerdûn olup bana sâbit
Yanumca olmadılar mâh-pâreler seyyâr
Ümîddür ki zamân-ı vezâretünde idem
Yanumda hüsn ili sultânlarını hıdmetkâr
(ÇAVUŞOĞLU 1980:42)
5.7.1.2.2.6. Köy
Hayâlî Bey, Diyâr-ı Rum’da ecdadının yattığı, etrafı dağlarla çevrili, iki bin
üç yüz akçelik arazisi olan bir köyün kendisine verilmesini şu şekilde istemiştir:
Münâsib bendene olmakdur ol cây
Vatan hubbu hemân imâna benzer
(KURNAZ 1987:22)
5.7.1.2.2.7. Kürk
Şâir isteklerinden biri de kürktür. Bosnalı Alaaddin Sâbit, kendisine kürk
hediye edildiğinde bir teşekkür mahiyetinde, Fevri Efendi ise kendisine vaad edilen
kürkü hatırlatmak için bu durumu dile getirmiştir.
Fevrî Efendi, kendisine kürk vaadinde bulunan kadının kethüdası bu vaadi
yerine getirmeyi ihmal edince şu kıt’ayı söylemiştir:
243
Emîn olmak içün kürk-i şitâ fikrinden aslanum
Duhân-ı âhdan kâdir olan sammurdan kürke
Ya bir sincâb veyâ kakum ya sansar kürk içün varup
Geyikdür dilki emniyet iden bir çakal türke
(KILIÇ 1994:676)
Devrin sadrazamı kürk hediye ettiğinde Sâbit aşağıdaki şiiri söylemiştir:
Letâfetde ne bezmün gibi bezm ‘unvânını gördüm
Semâhat da ne zât-ı pâkinün akrânını gördüm
Siyeh semmûr bir boy kürki giydüm bezm-i lutfunla
Boyumca Âsaf-ı dehrün bu gün ihsânını gördüm
(ALTUNER 1989:131-132)
5.7.1.2.2.8. Saat
Şâir ile memdûh/hâmî arasındaki samimiyeti yansıtan isteklerden bir diğeri
de saattir. Bosnalı Alaaddin Sâbit, Bosna valisinden bir saat istemiş ve bunu da şu
şekilde dile getirmiştir:
Hakdan ne hoş ireb ve ne güzel hâcet isterüz
Pâşâya ‘ömr-i bî had ü bi-gâyet isterüz
Herkes birer niyâz ile meşgûldür velî
Biz ol vücûd-ı muhtereme sıhhat isterüz
Fikr ü hayâl-i vasf-ı olaldan enîsimüz
Gayriyle ne mükâleme ne sohbet isterüz
Bi’l-iktizâ türâb-ı der-i çarh-ı rif‘at
Bir ‘arz-ı hâcet eylemege ruhsat isterüz
Kaldûk derûn-ı mahkeme-i teng u tîrde
Leyl ü nehârı seçmege bir âlet isterüz
İmsâk-i derdimüz de var ammâ fütûr içün
Vakt-ı gurûb-ı bilmege bir sâ‘at isterüz
244
Tiryâk-ı lutfı hâsiyetin hûb bilmesek
Akreble koynımuz niçün ülfet isterüz
Mevlâ hatâsız eyleye matlûbumuz budur
Evtârdan husûlı içün himmet isterüz
(ALTUNER 1989:130-131)
Memdûhu/hâmîsi de bu isteği geri çevirmeyip Sâbit’e bir saat göndermiştir.
Sâbit de kendisine yapılan ihsânı karşılıksız bırakmayıp şu şekilde teşekkür etmiştir:
Rûze-dâr-ı gama Sultânumdan
Hisse-i hân-ı inâyet geldi
Vakt-ı iftârda şimden sonra
Şekkimüz kalmadı sâ‘at geldi
Zât-ı pâşâya du‘â eyleyelüm
Sâbitâ vakt-ı icâbet geldi
(ALTUNER 1989:131)
5.7.1.2.2.9. Yer/Ev
Şâir isteklerinden bir diğeri de yer/mekân isteğidir.
Deli Birader, eski dostlarından Seydi-oğlu Derviş Çelebi ve Sirkeci
Bahşi’nin Beşiktaş’ta yaptırdıkları bahçelere özenerek kendisi de deniz kenarına bir
bahçe, ev, tekke, mescit ve geçimini sağlamak için de bir hamam yaptırmak istemiştir.
Parası olmadığından “cer-nâme” adını verdiği bir manzum arzıhal yazıp padişâha
başvurmuştur:
Çünkü mîr-i mücerredân oldum
Bana bir yir gerek emîrâne.
Bunun üzerine padişâh ve İbrahim Paşa’dan yüklü miktarda paralar almıştır.
Bunun yanı sıra diğer vezirler de dostu olması sebebiyle yardımda bulunmuştur (KILIÇ
1994:931).
Musikî alanında da kendisini gösteren şâirlerden Subhî-zâde ‘Azîz, “Niyâz-
nâme Berây-ı Binâ-şüden-i Hâne” başlığını taşıyan kasîdesinde kendisine ev
yapılmasını istemiştir.
245
Be emr-i Hakk olalı muhterik gedâ-hâne
Hemîşe meskenüm olmakdadur kirâ-hâne
matlalı kasîdesinde evinin yandığını, kiralık bir eve taşındığını ve bu
duruma çok üzüldüğünü dile getirmiş ve Sultan I. Abdülhamid’den bir ev istemiştir:
Hemân Cenâb-ı Şeh ‘Abdül-hamîde yalvarıgör
K’odur kerem idecek var ise sana hâne
(ERDEM 2001:67)
Vâsıf, Keçeci-zâde İzzet Molla ile müştereken yazdığı ve İzzet Molla’nın
Dîvân’ında yer alan kıt’ada:
Ey Süleymân-ı zamân biz iki ehl-i suhanız
Cismimiz fîl kadar kısmetimiz mûr kadar
Bu ceSâmet var iken bizde sen insâf eyle
Yok cihanda yerimiz hâne-i zünbûr kadar
Sultan II. Mahmud’a “Zamanın Süleyman’ı” olarak hitap edip, kısmetlerinin
iri cüsseleri ile orantılı olmadığını ve eşek arısı evi kadar bile bir haneye sahip
olmadıklarını ifade ederek ev istemiştir. Bunun üzerine Vâsıf’a Tophane’de bir konak
tahsis edilmiştir (GÜREL BİLÂ-TARİH:37).
Avnî, Sultan Abdülhamid’e yazdığı kasîdede kirada oturduğu evi
beğenmediğini, küçük olduğunu belirttikten sonra kendisine ait büyükçe bir ev
istemiştir:
Altında şu kubbe-i azîmin
Hasret-keş-i vüs’at-i mekândır
Bir evde hazin yatar ki sahnı
Mânend-i cahîm-i pür-duhandır
Ol rütbe muzîk u teng tarîk
Gûyâ ki mezâr-ı kâfirândır
Anak o kadar safâsı var kim
Azâde-i bâr-ı mihmândır
246
Mâlûm-ı fakîrdir bu söz kim
Dünyâ evi dârü’l-imtihândır
Amma nazar-ı şehinşehîden
Mağbût-ı hadîkatü’l-cenândır
Çok zâr ü hüzn olan gönüller
Şimdi keremiyle şâdmândır
(ÖZGÜL 1990:11-12)
5.7.2. Şâir Şikayetleri
Şâirler, birtakım isteklerini şiirlerinde dile getirdikleri gibi şikayetlerini de
dile getirmişlerdir. Gerektiği kadar ilgi görmediğini düşünen şâirler olduğu gibi yapılan
yardımları beğenmeyen şâirler de vardır. Bunların haricinde şâirler fakirlikten, felekten,
yöneticilerden, ulûfe ve câizenin kesilmesinden vs. şikayetçi olmuşlardır.
5.7.2.1. Memdûhtan/Hâmîden İlgi ve Yardım Görememe
Yahyâ Bey, matla’ı:
Çekelüm gün gibi ak sancag ile şarka çeri
Kara topraga karalum kıralum surh-seri
olan kasîdede:
Bana olaydı Hayâlîye olan hörmetler
Hakk bilür sihr-i halâl eyler idüm şi‘r-i teri
(ÇAVUŞOĞLU 1977:44)
beyti ile Hayâlî’ye olan ilginin kendisine gösterilmediğinden şikayet
etmiştir. Bu kasîde üzerine Hayâlî’ye karşı Yahyâ Bey’i koruyup kollayan Rüstem Paşa
kendisine bir tevliyet vermiştir. Daha sonra İstanbul’da Sultan Bayezid tevliyeti
kendisine ihsân kılınmıştır. Bu görevden yirmi bin akçe zeâmet ile emekliye ayrılmıştır
(EYDURAN 1999:1138).
Celâl Çelebi, padişâha yazdığı bir şiirinde o kadar yardım istemesine
rağmen padişâhın kendisine ihsânda bulunmadığını; padişâh bile ihsânda bulunmazsa
kendisine kimsenin yardım etmeyeceğini söyleyerek şikayetini şu şekilde dile
getirmiştir:
247
Bunca feryâdum işitdün dimedün dâd ideyin
Sen ki dâd itmeyesin ben kime feryâd ideyin
(EYDURAN 1999:261)
Sultan Bayezid dönemi şâirlerinden Çâkerî’ye söylediği latifeler sayesinde
Sultan Bayezid tarafından binlerce ihsân verilmiş ve görevde ilerlemesi sağlanmıştır.
Çâkerî, Sultan Bayezid dönemindeki iltifatın daha sonraki dönemlerde olmadığını dile
getirmiş ve bu durumdan şikayetçi olmuştur:
Lâzım gelse diye lutf u ihsân
Etmez sözün istimâ ü iz’an
Isgâya sözünü minnet eyler
Bir kuru pesende zınnet eyler
Tutmaga kitâbetin hesâba
Bir kez nazar eylemez kitaba
(İSEN 1999:149-150)
Sultan Bayezid dönemi şâirlerinden Amrî, yazdığı gazelinde; yaratıcı
kişilere bakılmaz olduğunu, ihsânın tükenip bir aferinin bile kalmadığını, böylelikle
zamanenin hiçbir şey yetiştirmediğini toprak görünce toprağın da sebze
yetiştirmeyeceğini söyleyerek şikayetini dile getirmiştir.
Nâ-ehlin oldu şimdi zamân u zemîn dahi
Bî-zevkin oldu câm u mey ü nâzenin dahi
Hiç âferîde ehle nazar eylemez dirîg
İhsân tükendi kalmadı bir âferîn dahi
Kimse çerâğ uyarmayı yâd etmez oldu hîç
Mihrin nihân eder gibi çarh-ı zemîn dahi
Hergiz zamâne kimse bitirmediğin görüp
Korkum budur ki sebze bitirmez zemin dahi
Bu gussa def’ine kerem-i Hakka dayanıp
Amrî mey iç egerçi ki ettin yemîn dahi
(İSEN 1999:113)
248
Necâtî Bey, memdûhuna/hâmîsine sunduğu kasîdede herkesin gül bahçesi
olan devletinde gül gibi güldüğünü, sadece kendisinin ağladığını, sıkıntı içinde
olduğunu dile getirerek ilgi görmemiş olmaktan şikayetçidir:
Gül-zâr-ı devletinde cihân halkı Husrevâ
Gül gibi güldü bir benem eden hezâr zâr
(TARLAN 1963:42)
Zihnî, Erzurum’da görev yapan devlet adamlarına kasîde sunmasına ve
çeşitli faaliyetlerde tarih düşürmüş olmasına rağmen gerekli ilgiyi görememekten
şikayetçidir:
O denlü tarh-ı gazel ol kadar tevârîhim
Netîce vermedi matlûba ‘ömrüm oldu tebâh
Medîha-i vüzerâ vasf-ı dil-sitân-ı kibâr
‘Atiyyeye bedel ancak çün oldu nâle vü âh
Kiminden oldu ‘atiyye kiminde medh ü senâ
Görülmedi hele çîn-i cebîn bi-hamdi’llâh
(MACİT 2001:37)
Lale Devri şâirlerinden İzzet Ali Paşa da şikayetini dile getiren
şâirlerdendir. Devrinde dürüst kişilerin ilgi görmediğini, itibarın ise bayağı insanlara
gösterildiğini, yeni yetme idarecilerde iyilik ve ihsân olmamasının yanı sıra, ağızlarına
bir “aferin” sözünün bile yakışmadığını şu şekilde dile getirmiştir:
Budur pervâzgâh-ı devletün âyîn-i dîrîni
Olanlar evc-pervâz-ı gurûr elbette alçaklar
(AYPAY 1998:168)
Kibâr-ı nev-zuhûr-ı asra arz-ı marifet itsen
Kerem yok bâri leb-cünbân-ı lafz-ı âferîn olmaz
(AYPAY 1998:204)
Enderûnlu Osman Vâsıf, Sultan III. Selim’e sunduğu kasîdesinde
çaresizliğinden ve yalnızlığından şikayetle kimseden ilgi görmediğini dile getirmiştir:
249
Kılsam ‘aceb mi şîve-i tebrîkî ârzû
‘Ömrümde bana denmedi zîrâ mübârekî
(GÜREL BİLÂ-TARİH:238)
İlgisizlikten yakınan şâirlerden bir diğeri de Aziz Bey’dir. Aziz Bey, devlet
kademesinde çeşitli odalarda ve komisyonlarda görev yaptıktan sonra Edirne ve Selanik
vilayetleri evkâf müfettişliğine getirilmiştir. Tekirdağ’da yazdığı bir şiirinde sürekli
görev yerinin değiştirilmesinden, bulunduğu yerde unutulmasından ve arayıp soranının
olmamasından şikayetçi olmuş ve bunu şu şekilde dile getirmiştir:
Yine geziyorum ben diyâr diyâr
Sıkıldım artık burada yeter
Unutulduk kaldık burada
Gökyüzü bulutla kara bağlıyor
Yahudi semtinde çıfıt evinde
Kadermiş insan zarûri çeker
Elde yoktur ne çâre ihtiyâr
Her günün hâli diğerden beter
Beni bir soran yok zannım orada
Bütün gün yağmur yağıyor bana ağlıyor
Çekilir mi bu hâl altmış deminde
Böyle yazılmış ezelî meger
(…)
(İNAL 1999: 59)
Sultan Bayezid döneminde Osmanlı ülkesine gelen şâir Basîrî, karşılık
umarak Revânî’ye bir kasîde sunmuştur. Revânî Bey de elinin açıklığını ve cömertliğini
göstermek amacıyla Basîrî’ye birkaç akçe yollamıştır. Gönderilen akçelerin pek
kıymetinin olmadığını gören Basîrî, bu duruma çok gücenmiş ve Revânî’yi pintilikle
suçlamıştır:
Revânîyle meğer pinti Hamîdîn
Bir aradan yaradılmış revanı
250
Birinin vasf-ı nânı lâyezukun
Birinin na’t-ı abı len terânî
(İSEN 1999:129)
5.7.2.2. Ulûfenin Kesilmesi
Şâir şikayetlerinden bir diğeri ulûfenin kesilmesidir. Cemâl-i Diger
ulûfesinin kesildiğini dile getirmiş ve şu şekilde şikayet etmiştir:
Pençdeh akçe ile Rûmiline reh düşdi
Başını kesdi felek tâli‘üme de düşdi
(EYDURAN 1999:268)
5.7.2.3. Dirliğin Elinden Alınması
‘Işkî, memdûhuna/hâmîsine sunduğu kıt’asında memdûhunun/hâmîsinin
kapısında uzun zamandır kul olmasına, ölümü bile düşünmeden savaşlara katılmasına
rağmen hastalığından dolayı dirliğinin elinden alınmasını şu şekilde şikayet etmiştir:
Pâdişah-ı cihân-penâhun ben
Niçe yıl işiginden çâker idüm
Hasta oldum kesildi dirlicigüm
Sag olursam solag ola dir idüm
Yimez idüm cihân gamın zîrâ
Pâdişahun ‘ulûfesin yir idüm
Şahun atı önince ruh üzre
Her gazâyı piyâde eyler idüm
Kal‘a ceng ola anmayup ölümüm
Yanar oda girer semender idüm
Seg be-sahrâ dimezden evvel çarh
İtlerünle kapunda hem-ser idüm
Şah-ı ‘âlem-penâh sag olsun
Çâkeriyüm ezelde çâker idüm
(EYDURAN 1999:664-65)
251
Bunun üzerine Sultan Süleyman, ‘Işkî’ye on akçe ihsânda bulunmuştur
(SOLMAZ 1996:500).
Hayâlî Bey, on bin akçelik dirliğinin elinden alındığını bir gazelinde dile
getirerek bir nevi şikayette bulunmuştur:
On bin akçe dirligi lâyık mıdır ben bendenin
Rûzigâr ile ola bâd-ı havâya müşterek
(TARLAN 1992b:181)
5.7.2.4. Câizenin Kesilmesi/Câize Alamama
Şâir şikayetlerinden biri de câize alamamaktır. Bu konuda Hakî,
memdûhuna/hâmîsine nasıl câize verilmesi gerektiğini tavsiye ederken Emîrek de tarihi
bir gerçeği dile getirmiştir. İskender Çelebi ve İbrahim Paşa’nın ölümü şâirler için zor
bir dönemin başlangıcı olmuştur. Kendilerinden sonra gelen devlet adamları, gerek
şiirden hoşlanmayan tabiatlarının etkisiyle gerek de bütçede tasarruf sağlama amacıyla
şâirlere verilen ücretlerde kısıtlamaya gitmişlerdir. Bu durum da doğal olarak şâirlerin
şiirlerine yansımıştır. Bu şâirler haricinde Sultan II. Mahmud dönemi şâirlerinden Hâlis
Efendi, hakettiği ihsânı alamamaktan şikayetçidir.
Hâkî, memdûhuna/hâmîsine kasîdeler sunmuş; ancak umduğu câizeyi
alamayınca bir rubai daha yazarak câize alamayışından şikayetle hâmîsinden görevleri
değişmeyi istemiş ve nasıl câize verilmesi gerektiğini ironik bir şekilde dile getirmiştir:
Kerem ehli makâmıdur bu sadr
Bu ululuk yâ bî-sehâ nice olur
Gel begüm sen vezâreti bana vir
Beni medh eyle gör ‘atâ nice olur
(EYDURAN 1999:340)
Câizenin kesilmesinden şikayetçi olan diğer bir şâir de Emîrek’tir. İbrahim
Paşa ve İskender Çelebi devri sona erip Ayâs Paşa ve Mahmûd Çelebi zamanında
şâirlerin câizeleri kesildiği vakit Hekim Monla Üveys’in oğlu Emîrek şu kıtayı demiştir:
Kand-i la’lin virmedi ‘uşşâka dil-ber câ’ize
Gayre ammâ kim virür her dem mükerrer câ’ize
252
Himmetün yanında mahsûl-i ‘Arab ednâ kerem
Cenb-i lutfunda harac-ı Rûm kemter câ’ize
Bahşiş-i nakd isteyen baksun cebînün ayına
Gün yüzün görsün görem diyen musavver câ’ize
Şâ‘ire i‘tâ idüp virdi peyember câ’ize
Niçün olmadı bana bilsem musahhar câ’ize
Câ’ize irmezse ger meddâh-ı şâ’ir-pîşeye
Sîm-i eşkiyle yeter ruhsâre-i zer câ’ize
Hâzin-i defter katında cûd kim isrâf ola
Oldugından n’oldı pür-divân u defter câ’ize
‘Ömrini kes yâ İlâhi kâtı‘un kim itdi men‘
Olmış iken cümle yârâne mukarrer câ’ize
(KILIÇ 1994:166-167)
Sultan II. Mahmud dönemi şâirlerinden Hâlis Efendi, Tercüme Odası’nda
görevli olduğu sırada İstanbul’a gelen Mısır valilerinden bir zât Bâbıâli ketebesine
atiyye vermiştir. Hâlis Efendi de kudemâdan olduğu için hissesine epeyce bir meblağ
düşeceğini hesap ederken kendisine üç lira verilmiştir. Bu duruma sinirlenen Hâlis
Efendi şu kıt’ayı yazarak şikayetini dile getirmiştir:
Rütbeye göre âtiye olunurken i’tâ
Verdiler üç aded altın bana ihsân güyâ
Rübe-i sâniyeme nisbet iki olmalıdır
Alın üçün birini kalsın iki bâri bana
(İNAL 2000:807)
5.7.2.5. Yöneticiler ve Sultan Çevresindekiler
Şâirler, şiirlerinde yöneticileri de eleştirerek şikayetlerini dile getirmişlerdir.
Aynî, memdûhunun/hâmîsinin çevresinde yer alan yöneticileri eleştirirken Âsaf da
devlet katındaki görevine engel olan Sadrazam Safvet Paşa’yı eleştirmiş ve bu durumu
şiirlerinde dile getirerek bir nevi şikayette bulunmuştur.
253
Aynî, Sultan Cem’in etrafında bulunan yöneticileri bir gazelinde şu şekilde
eleştirmiştir:
Meclisün lâyık degül iy şah dûnân olmaga
Kancı vü bostancı vü torlak u hayrân olmaga
Sansar olan hâcen oldı sadra geçdi dikli olan
Hâtırun yokdur senün ‘âlemde arslan olmaga
Çavuşoglı kim kapıcun olmaga lâyık degül
Meşveret eylersin anun ile sultân olmaga
(MERMER 1997:626)
Aynî, başka bir gazelinde de yine aynı konu üzerinde eleştirisini yapmış ve
şikayetini dile getirmiştir:
Meh-i bedrün kemâli rûy-ı Şeh Cem
Şeb-i kadrün visâli mûy-ı Şeh Cem
(MERMER 1997:571)
Sultan II. Abdülhamid dönemi şâirlerinden Âsaf da yöneticilerden şikayetçi
olmuştur. Âsaf, 1878’de Sadık Paşa’nın kabinesinde Adliye Nazırı olmuş; ancak
Sadrazam Safvet Paşa’nın itirazı sonucu bu görevinden aynı yıl içinde alınmıştır.
Yazdığı rubaîde, günlerin mihnetinden sıkıldığını, devletin eşeklere ve köpeklere
verildiğini şu şekilde dile getirmiştir:
Ez mihnet-i eyyâm be-cân âmedeîm
Hasret-keş-i câh-ı în u ân âmedeîm
Devlet be-harân dâde vü devlet be-sekân
Pes mâ be-temâşâ-yı cihân âmedeîm
(İNAL 1999:78)
5.7.2.6. Fakirlik
Şâir şikayetlerinden bir diğeri de fakirliktir. Fakirlik dolayısıyla şâirler,
neredeyse isyan edecek duruma gelmişlerdir. Durumlarını daha iyi anlatabilmek için
başka şâirlerin ne durumda olduklarını da dile getirmişlerdir.
254
Aynî, herkes tok ve güzel giyimli gezerken kendisinin aç çıplak
dolaştığından yakınarak şikayetini şu şekilde dile getirmiştir:
Tapunda kullarun hep tok u tonlu
Velî ben bî-nevâyam aç u ‘uryân
(MERMER 1997:127)
Ayrıca Aynî’nin diğer bir şikayeti de fakirliktendir. Aşağıdaki beyitte
devrinde herkesin zengin olduğunu, kendisinin ise fakir kaldığını ifade ederek bu
durumdan şikayet etmiştir:
Meyl-i devrün mâl ile her ehl-i fazl oldı ganî
Lîk işbu arada ben kalmışam ancak fakîr
(MERMER 1997:161)
Fatih’in iltifatını kazanan şâirlerden biri de Aşkî’dir. Padişâh, Aşkî’yi çok
takdir etmiş, meclislerinde ve sohbetlerinde ona da yer vererek ihsânını ve iltifatını
esirgememiştir. Tezkirelerde, şiirinin sade ve manzum sözlerden ibaret olduğu ve buna
rağmen günde yüz akçe şâir ulûfesi aldığı belirtilmiştir. Dönem şâirlerinden Fenâyî
mahlaslı yoksul bir şâir Sa’di’nin günde otuz, Aşkî’nin de yüz akçe aldığını dile
getirdiği gibi kendi fakirliğinden de şikayet etmiştir:
Aşkî yüz yer Sa’dî otuz bu Fenâyînin dahi
Haftada yedi günü var tonluk u tîmârda
(İSEN 1999:122)
Cinânî, hiçbir şeyinin olmamasından şikayetçidir:
Ne yüküm var götürür sivrisinek ursan eger
Al gider Hinde vü Sinde nitekim bâd-ı vezân
(OKUYUCU 1994:75)
Cinânî, ayrıca maksadının ne olduğunu da ifade etmiştir. Ona göre amacı
baklava yemek değil, perişan halini arz etmektir:
Kasdum evvel bu idi baklava ümmîdi ile
Vak’a-ı hâl-i perîşânı ideydüm imlâ
(OKUYUCU 1994:75)
255
5.7.2.7. Verilen Görev ve Mevkiyi Beğenmeme
Şâirlerin bir kısmı yeterli ilgi ve yardımı görememekten şikayetçi olurken
diğer bir kısmı da yapılan yardımı beğenmemiştir. Bu bölümde ele aldığımız şâirlerin
çoğu görev yerlerinden şikayetçi olmuştur. Bunlardan biri var ki o da çevresindekilerin
tavsiyesi ile daha fazla ihsân elde edebileceğini düşünmüş ve memdûhunun/hâmîsinin
kendisine verdiği görevi geri çevirmiştir. Ancak umduğu gibi olmamış, daha da zor
duruma düşmüştür.
Mesîhî, Hadım Ali Paşa’nın ölümü üzerine sarsılmış, neticesinde ömrü
boyunca onun gibi bir hâmî bulamamıştır. Ömrünün son yılları Yeniçeri Ağası Yunus
Paşa ile Nişancı Tâcî-zâde Ca’fer Çelebi’nin ilgisini çekme çabası ile geçmiştir. Bu
çabaları sonucunda Mesîhî’ye Bosna’da küçük bir tımar verilmiştir. Ancak Mesîhî
bundan pek de memnun kalmamıştır. Memnuniyetsizliğini Nişancı Tâcî-zâde Cafer
Çelebi’ye sunduğu kasîdede şu şekilde dile getirmiştir:
Vasfun altun ile tahrîr ider idüm hele ben
Fâkadan vüs’atüm olaydı eger mikdâr
Serverâ gerçi ba’îdem şeref-i hidmetden
Lîk dem yok ki du’ân olmaya dilde tekrâr
Gam u endûh melâl ile hayâl oldugumı
Sana ‘arz etmege geldi bu muhayyel güftâr
Ben senün bendelerün defterine geçmiş iken
Ne revâdur bana pâ-bend ola cüz’î tîmâr
(MENGİ 1995:44-45)
Bursa’da 30 akçelik Sultan Orhan Mütevelliğine atanan Ahmed Paşa,
buradaki görevinden pek memnun kalmamıştır. Bu memnuniyetsizliğini Fatih’e yazdığı
bir şiirinde:
Cihâna lutf idersün her cihetden
Halâs it ben kulını tevliyetden
şeklinde dile getirerek Bursa’daki görevinden bağışlanmasını istemiştir.
Bunun üzerine Fatih, Ahmed Paşa’yı önce Eskişehir’de Sultanönü, daha sonra da Tire
256
ve Ankara sancak beyliğine atamıştır. Ahmed Paşa bu görevleri de beğenmemiştir.
Padişâha yazdığı başka bir şiirinde:
Müzevvirün kelimâtın benimçün itme kabul
Kimdi dil marîzi helâk oldı ol müzevvereden
İki cihanda seni gamdan ide Hak âzâd
Eğer bu bendeni âzâd idersen Ankara’dan
şeklinde Ankara’dan ayrılmak istediğini dile getirmiştir (KILIÇ 1994:109).
Sultan Selim’in ihsânına nail olan şâirlerden biri de Benli Hasan namı ile
anılan Âhi Çelebi’dir. Niğbolu’dan İstanbul’a gelince tahsilinin yanı sıra şiirle de
uğraşmıştır. Şeyhî’nin Husrev vü Şirin’ine nazire olarak yazdığı mersiyenin bir
bölümünü gören Sultan Selim, kendisine bir müderrislik verilmesini emretmiştir.
Kemalpaşa-zâde Bursa’da 20 akçelik Bayezid Medresesi’ni teklif etmiş, Zeyrek-zâde
ise padişâhın daha fazlasını vereceğini söylemiştir. Bunun üzerine Âhi Çelebi, daha
fazla ihsân elde etme ümidiyle görevi kabul etmemiştir. Bu harekete gücenen Sultan
Selim, Âhi’ye kızmıştır. Âhi ise Ahmed Paşa ve Necâtî’nin “eğri” redifli gazellerine
nazire olarak:
O kad bâlâ vü zülf egri diyâr-ı hüsn pür-âşûb
Memâlik fitne şeh zâlim âlem serkeş sipâh eğri
beytinin geçtiği şiiri söyleyince canını zor kurtarmıştır (EYDURAN
1999:194).
Bosnalı Alaaddin Sâbit, 1700 Muharreminde Hanefi İbrahim Efendi’den
boşalan Bosna kasabasına tayin edilmiştir. Kadılığı sırasında hayli sıkıntı çekmiştir.
Çektiği sıkıntıları Kalaylı Ahmed Paşa’ya yazdığı kasîdede şu şekilde dile getirmiştir:
Virdiler Bosnada mansıb diyü bir cây-ı ‘azâb
Göricek hâtıra vâdi-i cehennem geldi
Deyn-i vâfirle gidüp hâ’ib u hâsır geldüm
Ne hedâyâ vü ne dinâr ü ne dirhem geldi
Hâliyâ üç senedür teng dil ü ma’zûlüm
Dörde bâlig oluyor işte Muharrem geldi
257
Gayre bî-mihnet-i miftâh açılan bâb-ı ümîd
Bendene dahme-i düşvâr-ı mutalsam geldi
Ol kadar telh-mezâkem ki şekerden de bugün
Dehen-i zâ’ikama şâşnî-i semm geldi
Ol kadar muztaribem kangı kapuya varsam
Hande-i hezlik dirler koma sersem geldi
(KARACAN 1991:245-246)
5.7.2.8. Değerinin Bilinmemesi
Dönemlerinde bilginin geçer akçe olmadığını, marifet sahibi kişilerin
ayıplanacak duruma geldiğini ifade eden şâirler, değerlerinin bilinmeyişinden de
şikayetçidir.
Değer görememekten şikayet eden şâirlerden biri Sultan II. Bayezid dönemi
şâirlerinden Bolulu Hamdî Çelebi’dir. Nizâmî ve Firdevsî eserlerini bu dönemde yazmış
olsalardı bir değer göremezlerdi diyerek, Osmanlı ülkesinde layık olan şâirlere bile
değer verilmemesinden şikayetçi olmuştur:
Hüner arz eylemek şimdi cihâna
Cevâhir saçmağa benzer yabana
Nizâmî şimdi etse Penc-i Gencin
Kimesne bir pula almazdı pencin
Eger Şehnâme düzse şimdi Tûsî
Ana vermezdi kimse bir fülûsî
Hemîşe böyle midir âdet-i Rûm
Ki eyler müstehak olanı mahrûm
(İSEN 1999:211)
Hamdî Çelebi, diğer bir şiirinde irfan ve bilginin değerinin uçup
gitmesinden, yetenekli insanların ne kadar çalışırsa çalışsın bir mertebe elde
edememesinden, herkesin derdinin mal biriktirmek olduğundan ve bu mal sahibi
kişilerin yanında maarifin ayaklar altında değersiz olmasından şikayetçidir:
258
Dirîgâ gitti kadr-i fazl u irfân
Maârif defterini dürdü devrân
Ne denli eylese kesb-i fezâil
Bulamaz mertebe bir merd-i kâbil
Muradı her kişinin cem’-i emvâl
Maârif yanlarında hâk-i pâmâl
(İSEN 1999:212)
Hamdi Çelebi’nin bu şekilde şikayette bulunmasının sebebi Câmî’den
kısmen tercüme ederek meydana getirdiği Yusuf u Züleyha mesnevisini Sultan
Bayezid’e sunması ve padişâhtan iltifat görememesi olsa gerek.
Şeref Hanım, yazdığı şiirlerin karşılığını alamamaktan, değerinin
bilinmemesinden şikayetçi olmuştur. Yazdığı kasîde ve tarihlerinde birçok kişiyi
övmesine, onlara çeşitli iltifatlar etmesine rağmen bunların karşılığında hiçbir şey
göremediğini ifade ederek üzüntüsünü dile getirmiştir. “Bir daha küberâya tarih ve
kasîde yazarsam ind-i Hudâ’da nâmerd olayım” diyerek de sitemlerini dile getirmiştir:
Saglıgında kişinin kadri bilinmez Şerefâ
Gezer elden ele bir gün ola kim âsârın
(ARSLAN 2002:361)
Hâh u nâ-hâh Şeref’in kadrini bilsin yârân
‘Âleme bir dahi Leylâ ile Fıtnat gelmez
(ARSLAN 2002:347)
Sarf itme Şeref nâfiledir nakd-i şu‘ûrı
Tahmîs ü gazel medh u sitâyiş şu‘arâya
Nâ-merd olayım söyler isem ‘ind-i Hudâ’da
Şimden girü târîh u kasîde küberâya
(ARSLAN 2002:512)
Şeref Hanım, şâir yaratılmasından değil de şiirin geçer akçe olmamasından
yakınmıştır. Çektiği maddi sıkıntıların etkisiyle “Şiir hazinesine sahip olduğunu; ancak
bunların kalp akçe gibi geçmediğini, kimsenin bir pula dahi alıp satmadığını; eğer
259
alacaklılar sözle savulsaydı şâirlerin zâr u zebûn olmayacaklarını; şâirlik töhmeti ile
nitelendirilmesinin kendi elinde olmadığını, Allah vergisi olduğunu” söylemiştir.
Eyledi gerçi Hudâ-yı Zi’l-minen
Mâlik-i gencîne-i nakd-i sühan
Kimseye kalb akçe denlü geçmiyor
Bir pula bin beyti alıp satmıyor
Geçse ger ol da biterdi bî-gümân
Hâl-i zârım neyle eylerdim beyân
Şa‘irân olmaz idi zâr u zebûn
Sözle savrulsaydı ashâb-ı düyûn
Saldı gir-dâb-ı gama encâm-ı kâr
Fülk-i ümmîdim muhâlif rüzgâr
Töhmetim şâ‘irlik ise neyleyim
Dâd-ı Hak’dır ben nice ketm eyleyim
(ARSLAN 2002:484-485)
Enderûnlu Osman Vâsıf Bey, devrin fikri yapısını ve anlayışını yansıtan
beyitlerinde marifet ehlinin takdir görmemesinden, takdir görmediği gibi marifet
sahiplerinin ayıplanacak hale düşmesinden ve onlarla mücadeleye girecek gücünün
kalmamasından şikayetçidir:
Bir devirde ‘âleme geldik ki ‘ayb oldu hüner
Bu vakitde cehli sermâye edenler kâr eder
Ben de eylersem n’ola cühhâl ile bey’ü şirâ
Hevl-nâk olan bezirgân ne ziyân ne kâr eder
(GÜREL BİLÂ-TARİH:263)
5.7.2.9. Borçlarını Ödeyememe
Şâirler borçlarını ödeyememekten de şikayetçidir. Bunlardan biri de Deli
Birader namıyla anılan Gazâlî’dir. Gazâlî, topladığı yardımlar ile bir hamam ve yanına
da bir havuz yaptırmıştır. Pîrî Paşa’nın oğlu Mehmed Efendi de Hasköy’deki hamamına
havuz yaptırınca Deli Birader, Mehmed Efendi’yi ağır sözlerle hicvetmiştir. Mehmed
260
Efendi, zaten zor durumda olan hamamcıları toplayarak “Biraderin hamamı fesat
yuvasıdır” diye İbrahim Paşa’ya Deli Birader’i şikayet etmiştir. Şikayetlere
dayanamayan İbrahim Paşa, Deli Birader’in havuzunu yıkmak zorunda kalmıştır. Bunun
üzerine çok üzülen Deli Birader, üzüntüsünü şiirlerinde şu şekilde dile getirip yaptığı
masrafları ödeyemeyecek olmaktan şikayetçidir:
Âh kim ehl-i şevk hammâmı
Bulmadın müddetiyle encâmı
Nâ-gehân toldı Ehremenler ile
Deve ahun oldı dev tamı
Aslan agzına kazmalar tokunup
Derdmendün bozıldı endâmı
Göreyüm gözi çıka ufadanun
Ki görür gözüm idi her câmı
Şimdi aglamag ile fark olmaz
Seherinden Gazâlinün şâmı
Koyayum gayrı nice ödeyeyüm
Bunı yapdukda itdügüm vâmı
(KILIÇ 1994:933-934)
5.7.2.10. Malına Zarar Verilmesi
Yukarıda da değindiğimiz üzere Gazâlî’nin havuzu diğer hamamcıların da
baskısıyla yıkılmıştır. Gazâlî de havuzunun yıkılmasından dolayı duyduğu üzüntüyü
şiirlerinde dile getirmiştir. Bunlardan biri de Kıratova kadısına yazdığı mektuptaki
kıt’adır:
Dostlar hâlüm n’ola bir hâne bünyâd eyledüm
Bir ‘aceb kasr-ı emel hâtırda âbâd eyledüm
Günde otuz akçenün dört aylıgın bir heftede
Harc-ı seng ü ücret-i bennâ vü ırgâd eyledüm
Togmaduk oglana ad kor gibi gör densüzligi
Ana ‘uzlet-hâne-i zîbâ diyü ad eyledüm
261
Gördüm olur biter iş degül hemân vakf eyledüm
Anı da olmış mübârek gibi âzâd eyledüm
(KILIÇ 1994:934)
5.7.2.11. Görev (Mansıb) Alamama
Sultan Abdülmecid dönemi şâirlerinden Abdî Efendi, Şirvâni-zâde Rüşdî
Paşa’ya yazdığı bir şiirinde ömrünün mansıb arzusu içinde geçtiğini söyleyerek
şikayetini dile getirmiştir:
Geçdi ömrüm ârzû-yı mansıb-ı ikbâl ile
Bundan artık sanma dünyâda gabâvet eyledim
(İNAL 1999:35)
5.7.2.12. Felekten/Talihten Şikayet
Şâir şikayetlerinden bir diğeri de talihsizlik ve feleğin kendileri için iyi
hesaplar yapmamasıdır. Bu şekilde şikayetlerini dile getiren şâirlerin ortak arzusu bir
hâmî bulma isteğidir.
Feleğin kendileri için hiç de iyi hesaplar yapmadığını düşünen şâirler zalim
felekten memdûha/hâmîye sığınmışlardır:
Ey şîr-dil meded ki zebûn eyledi beni
Akranun içre bu felek-i rûbeh-ihtiyâl
(ÇAVUŞOĞLU 1980:29)
Enderûnlu Osman Vâsıf da talihsizliğinden yakınmıştır:
Necm-i bahtı dûn u menhûs olmasın bir kimsenün
Âdeme n‘eylerse zîrâ baht-ı nâ-hemvâr eder
(GÜREL BİLÂ-TARİH:264)
Ganî-zâde Nâdirî, ilme çok hizmet ettiğini; ancak talihin zayıf, derdin
kuvvetli ve yardımın ise mümkün olmamasından şikayetçidir:
Çok fenne hıdmet eyledüm ammâ ne fâ’ide
Tâli za’if u derd kavî avn ise muhâl
(KÜLEKÇİ 1989:48)
ALTINCI BÖLÜM
YENİ DÖNEMDE CÂİZE ANLAYIŞI
263
6. YENİ DÖNEMDE CÂİZE ANLAYIŞI
Bu bölümde günümüzde câize uygulamasının ne şekilde olduğuna
değinilmiş ve Osmanlı dönemindeki câize uygulaması ile karşılaştırması yapılmıştır.
Açıklamalarımızda kavram kargaşası olmaması için Osmanlıdaki câize uygulamasını
“eski dönem” yakın zamandaki uygulamayı ise “yeni dönem” olarak ele aldık. Osmanlı
Devleti döneminde olduğu gibi yeni dönem şâirleri de şiir haricinde farklı türlerde
eserler ortaya koymuş ve bu eserler ile çeşitli ödüller kazanmışlardır. Konumuz genel
itibari ile şâir ve dolayısıyla şiir olduğu için sadece bu alandaki ödülleri ele aldık.
Yeni dönemde verilen ödüllerin her birini kimlerin aldığını burada
saymamıza imkân yok. Bu sebeple burada bir fikir vermesi açısından şâirlerin bir
kısmının aldığı ödüllere değinmekle yetineceğiz.
Tevfik Fikret (ö. 1915), 1891’de İsmâil Sefâ’nın idare ettiği Mirsâd
dergisinde açılan “tevhîd” ve “sitâyiş-i hazret-i pâdişahî” konularındaki yarışmalara
katılarak ikisinde de birinciliği elde etmiş ve böylelikle adını duyurmaya başlamıştır
(AKYÜZ 1985:222).
İstiklal Marşı şâirimiz Mehmet Akif Ersoy (ö. 1936), para ile ölçülemeyecek
ve adını sonsuza kadar yaşatacak büyük bir ödülün sahibi olmuştur. Maârif Vekâleti’nin
“İstiklal Marşı” için açtığı yarışmada para ödülünün olması sebebiyle Mehmet Akif
Ersoy, ilk aşamada yarışmaya katılmamıştır. Ancak gönderilen şiirler arasında isteğe
uygun şiir çıkmayınca Maârif Vekili Hamdullah Subhî, yarışmadan para mükâfatı
kaydını kaldırmak suretiyle Mehmet Âkif’i ikna etmiştir (AKYÜZ 1985:537).
Yahya Kemal, çeşitli yerlerde elçilik görevinde bulunup 1932’de bu görevini
bırakarak ve Tekirdağ mebusluğuna seçilmiştir. 1942’deki seçimi kazanamayıp bu
görevden ayrılmış ve CHP sanat müşavirliğine getirilmiştir. 1943’teki ara seçimlerde
İstanbul mebusu olduysa da 1946’da yapılan seçimlerde tekrar kazanamamıştır. 1948’de
“Hayal Şehir” isimli manzumesine “İnönü Şiir Mükâfatı” verilmiştir (AKYÜZ
1985:714).
Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Yaşayan Ömür” adlı ilk şiiri 1933’te; “Havaya
Çizilen Dünya” adlı kitabı da 1935’te yayınlanmıştır. Bir şiiri ile 1946’da CHP Şiir
Yarışması’nda üçüncülüğü alan şâir, Asû adlı kitabıyla 1956’da Yeditepe Şiir
Armağanı’nı , Delice Böcek adlı kitabıyla 1958’de Türk Dil Kurumu Şiir Ödülü’nü,
Horoz adlı kitabıyla 1977’de (Peride Celâl ile paylaşarak) Sedat Simavi Vakfı Edebiyat
264
Ödülü’nü kazanmıştır. Ayrıca kendisine 1966’da Türkiye Millî Talebe Federasyonu’nun
Turan Emeksiz Armağanı, 1973’te Arkın Çocuk Edebiyatı Yarışması’nda “üstün onur
ödülü”, 1974’te Yugoslavya’da Struga Şiir Festivali Altın Çelenk Ödülü verilmiştir.
Bunlardan başka Fazıl Hüsnü Dağlarca, ABD Uluslararası Şiir Forumu’nca 1967’de
“Yaşayan En İyi Türk Şâiri”, Milliyet Sanat Dergisi’nce 1974’te “Yılın Sanatçısı”,
TÜYAP Kitap Fuarı’nca 1987’de “Onur Ozanı” seçilmiştir (BEZİRCİ-ÖZER
2002:319). 1967’de aldığı “Yaşayan En İyi Türk Şâiri” ödülünün yanı sıra Amerikan
Forum’u tarafından kendisine para ödülü de verilmiştir (KABAKLI 2002:111).
Necip Fazıl Kısakürek (ö. 1983), 1947’de CHP Piyes Yarışması’nda Sabır
Taşı adlı oyunuyla birincilik ödülü kazanmıştır. Ayrıca 1980 yılında Kültür
Bakanlığı’nın Büyük Kültür Armağanı’nı, 1981 yılında Türk Kültür Vakfı’nın Kültür
Armağanı’nı kazanmıştır. Bunların yanı sıra kendisine Türk Edebiyat Vakfı’nca
“Türkçe’nin Yaşayan En Büyük Şâiri” unvanı verilmiştir (BEZİRCİ-ÖZER 2002:347).
Cahit Sıtkı Tarancı (ö. 1956), Ankara’da Anadolu Ajansı’nda çevirmenlik
yapmış, daha sonra bir müddet Toprak Mahsülleri Ofisi’nde çalışmıştır. Sonraki
dönemlerde Çalışma Bakanlığı’nda çevirmenlikle görevlendirilmiştir. 1946’da CHP Şiir
Yarışması’nda “Otuz Beş Yaş” adlı şiiri ile birincilik kazanarak büyük bir üne
kavuşmuştur (ÇETİN 2002:383).
Melih Cevdet Anday, şiirlerinin yanı sıra roman, oyun, deneme türlerinde de
çok sayıda eser ortaya koymuş ve bu eserleri ile çeşitli ödüller kazanmıştır. Şiir alanında
kazandığı ödülleri şu şekilde sıralayabiliriz: Teknenin Ölümü kitabıyla 1976’da
Yeditepe Şiir Armağanı’nı, Sözcükler kitabıyla 1978’de Sedat Simavi Vakfı Edebiyat
Ödülü’nü, Ölümsüzlük Ardından Gılgamış kitabıyla 1981’de İş Bankası Şiir Büyük
Ödülü’nü kazanmıştır (ÇETİN 2002:447).
Şiirlerinin yanı sıra tiyatro ve roman türlerinde de eserler veren Oktay Rifat
(ö. 1988), Karga ile Tilki adlı kitabıyla 1955’te Yeditepe Şiir Armağanı’nı, Şiirler adlı
kitabıyla 1970’de Türk Dil Kurumu Şiir Ödülü’nü, Bir Cigara İçimi adlı kitabıyla
1980’de Sedat Simavi Vakfı Edebiyat Ödülü’nü, Dilsiz ve Çıplak adlı kitabıyla 1984’te
Necatigil Şiir Ödülü’nü kazanmıştır (ÇETİN 2002:420).
Cahit Külebi (ö. 1997), 1955 yılında Yeşeren Otlar adlı kitabı ile Türk Dil
Kurumu Edebiyat Ödülü’nü, Yangın adlı kitabıyla 1981 yılında Yeditepe Şiir Ödülü’nü
kazanmıştır (ÇETİN 2002:490).
265
Ceyhun Atuf Kansu (ö. 1978), şiirlerinden başka deneme türünde de eserler
vermiştir. Bağımsızlık Gülü adlı kitabıyla 1966’da Yeditepe Şiir Armağanı’nı, Sakarya
Meydan Savaşı adlı kitabıyla 1970’te Behçet Kemal Çağlar Ödülü’nü kazanmıştır
(BEZİRCİ-ÖZER 2002:121).
İlhan Geçer, Özlediğim Şehir adlı şiiriyle Ankara Halkevi’nin 1946’da Şiir
Yarışması’nda üçüncü, Mavi İkindi adlı şiiri ile Son Havadis gazetesinin 1971’deki
yarışmasında birinci, Yunus’a Selam şiiriyle de 1986’da Eskişehir Kültür Derneği
tarafından yapılan yarışmada ikinci olmuştur (ÇETİN 2002:487).
Rıfat Ilgaz (ö. 1993), şiirlerinin yanı sıra roman ve hikâye türünde de eserler
vermiştir. Ocak Katırı Alagöz ile 1987’de Ö. F. Toprak Şiir Ödülü’nü kazanmıştır.
Ayrıca adına 1984’te ödül konulup verilmeye başlanmıştır (BEZİRCİ-ÖZER 2002:84).
Attilâ İlhan da şiirlerinin yanı sıra öykü ve roman türünde eserler vermiştir.
Lise son sınıf öğrencisi iken “Cebbaroğlu Mehemmed” adlı şiiri ile CHP Şiir
Yarışması’nda ikinci olmuştur. Ayrıca Tutuklunun Günlüğü adlı kitabı ile 1974’te Türk
Dil Kurumu Şiir Ödülü’nü kazanmıştır (BEZİRCİ-ÖZER 2002:99).
Ahmet Hamdi Tanpınar (ö. 1962), çeşitli okullarda edebiyat öğretmenliği
yaptıktan sonra 1939’da Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde profesör
olmuştur. 1942 yılında Maraş milletvekili seçilen Tanpınar, 1946’da Milli Eğitim
Bakanlığı müfettişliğine atanmıştır. 1962 yılında Yeditepe Şiir Armağanı’nı kazanmıştır
(BEZİRCİ-ÖZER 2002:372).
İlhan Berk, çeşitli okullarda öğretmenlik ve Ankara’da Ziraat Bankası Yayın
Bürosu’nda çevirmenlik yapmıştır. 1979’da Kül adlı kitabıyla Türk Dil Kurumu Şiir
Ödülü’nü, İstanbul Kitabı adlı eseri ile 1980’de Necatigil Şiir Ödülü’nü, Deniz Eskisi
adlı kitabıyla 1983’te Yeditepe Şiir Armağanı’nı, Güzel Irmak adlı eseri ile 1988’de
(Ferit Edgü ile paylaşarak) Sedat Simavi Vakfı Edebiyat Ödülü’nü kazanmıştır
(BEZİRCİ-ÖZER 2002:186).
Metin Eloğlu (ö. 1985)’nun ilk şiiri Mehmet Metin adıyla 1944 yılında
Kovan dergisinde yayınlanmıştır. Şiirlerinin yanı sıra hikâye, eleştiri türünde de eserler
yazmıştır. 1972’de Dizin adlı eseri ile Türk Dil Kurumu Şiir Ödülü’nü kazanmıştır
(BEZİRCİ-ÖZER 2002:356).
266
Çeşitli gazete ve dergilerde yazıları ile şiirleri yayınlanan Nevzat Üstün,
1979 yılında trafik kazasında hayatını kaybetmiştir. Ailesi tarafında 1980’de Nevzat
Üstün Şiir ve Hikâye Ödülü konmuştur (BEZİRCİ-ÖZER 2002:156).
İlk şiiri Urla Halkevi dergisinde çıkan Necati Cumalı (ö. 2001), diğer
türlerde de eser veren şâirlerdendir. Yağmurlu Deniz adlı eseri ile 1969’da Türk Dil
Kurumu Şiir Ödülü’nü, Tufandan Önce adlı eseri ile 1984’te Yeditepe Şiir Armağanı’nı
kazanmıştır (BEZİRCİ-ÖZER 2002:199).
Behçet Necatigil (ö. 1979), şiirlerinin yanı sıra radyo oyunları ve sözlük de
yazmıştır. Çeşitli okullarda edebiyat öğretmenliği yapan Necatigil, 1957’de Eski Toprak
adlı eseri ile Yeditepe Şiir Armağanı’nı, 1964’te Yaz Dönemi adlı eseriyle de Türk Dil
Kurumu Şiir Ödülü’nü kazanmıştır. 1980 yılından itibaren ailesi tarafından anısına
Behçet Necatigil Şiir Ödülü düzenlenmiştir (ÇETİN 2002:462).
Gülten Akın, ilk olarak 1955’te Varlık dergisinin okurlar arasında açtığı
yarışmada Teoman Karahun’la şiir birincilik ödülünü paylaşmıştır. Sığda adlı eseri ile
1965’te Türk Dil Kurumu Şiir Ödülü’nü, Maraş’ın ve Ökkeş’in Destanı adlı eseri ile
1970’te TRT Sanat Ödülleri yarışmasında Şiir Ödülü’nü, Ağıtlar ve Türküler adlı eseri
ile 1977’de Yeditepe Şiir Armağanı’nı, Sevda Kalıcıdır adlı eseri ile 1991’de Halil
Kocagöz Şiir Ödülü’nü, Seyran adlı eseri ile 1992’de (Memet Fuat ile birlikte) Sedat
Simavi Edebiyat Ödülü’nü, Sessiz Arka Bahçeler adlı eseri ile 1999’da Akdeniz Altın
Portakal Şiir Ödülü’nü kazanmıştır (BEZİRCİ-ÖZER 2002:292).
Sabahattin Kudret Aksal (ö. 1993), da şiirlerinin yanı sıra diğer türlerde de
eserler ortaya koyan bir şâirdir. Çeşitli alanlarda aldığı ödüllerin yanı sıra 1979’da
Şiirler adlı eseri ile Yeditepe Şiir Armağanı’nı, 1990’da Buluşma adlı eseri ile Sedat
Simavi Vakfı Edebiyat Ödülü’nü kazanmıştır (BEZİRCİ-ÖZER 2002:163).
Edip Cansever (ö. 1986), Yerçekimi Karanfil adlı eseri ile 1957’de Yeditepe
Şiir Armağanı’nı, Ben Ruhi Bey Nasılım adlı eseriyle 1977’de Türk Dil Kurumu Şiir
Ödülü’nü, Yeniden adlı eseri ile 1982’de Sedat Simavi Vakfı Edebiyat Ödülü’nü
kazanmıştır (BEZİRCİ-ÖZER 2002:335).
Coşkun Ertepınar, Zaman Bahçesi adlı şiir kitabıyla 1978 Milli Kültür Vakfı
Jüri Özel Ödülü’nü kazanmıştır (ÇETİN 2002:426).
267
Metin Altıok (ö.1993), 1980’de Ö. F. Toprak Şiir Ödülü’nü (Ahmet Telli
ile), 1989’da Halil Kocagöz Şiir Ödülü’nü (Veysel Çolak ile), 1991’de Cemal Süreya
Şiir Ödülü’nü kazanmıştır (ODABAŞI 2001:41).
Melisa Gürpınar, 1991’de Halil Kocagöz Şiir Ödülü’nü kazanmıştır
(ODABAŞI 2001:53).
Süreyya Berfe, 1991’de Cemal Süreya Şiir Ödülü’nü kazanmıştır
(ODABAŞI 2001:66).
Abdülkadir Bulut (ö. 1985), Milliyet-Sanat dergisinin düzenlediği 1974’ün
En Başarılı Genç Şâiri Ödülü’nü kazanmıştır (ODABAŞI 2001:72).
Sennur Sezer, 1987’de Halil Kocagöz Şiir Ödülü’nü, 2000’de Kirlenmiş
Kağıtlar adlı şiir kitabı ile Yunus Nadi Şiir Ödülü’nü kazanmıştır (ODABAŞI 2001:77).
Güven Turan, 1991’de Yunus Nadi Şiir Ödülü’nü kazanmıştır (ODABAŞI
2001:82).
Ataol Behrâmoğlu, çeşitli dergilerde ve tiyatrolarda çalıştıktan sonra
1979’da Türkiye Yazarlar Sendikası Genel Sekreterliği’ne seçilmiştir. 1981’de tüm
şiirleriyle Asya-Afrika Yazarlar Birliği’nin Lotus Edebiyat Büyük Ödülü’nü
kazanmıştır (BEZİRCİ-ÖZER 2002:46).
Refik Durbaş, 1979’da Yeditepe Şiir Armağanı’nı, 1983’te Behçet Necatigil
Şiir Ödülü’nü ve 1993’te Halil Kocagöz Şiir Ödülü’nü kazanmıştır (ODABAŞI
2001:53).
Özkan Mert, 1990’da Yunus Nadi Ödülü kapSâmında mansiyon ve İlhan
Demirarslan Şiir Ödülü’nün yanı sıra 1992’de Petrol-İş Sendikası 3. Geleneksel Şiir
Yarışması’nda Jüri Özel Ödülü’nü kazanmıştır (ODABAŞI 2001:94).
Hidayet Karakuş, 1982’de Nevzat Üstün Şiir Başarı Ödülü’nü, 1993’te
Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü’nü kazanmıştır (ODABAŞI 2001:111).
Ahmet Özer, 1981’de Nevzat Üstün Şiir Başarı Ödülü’nü, 1982’de Ö. F.
Toprak Şiir Ödülü’nde mansiyon, 1993’te Yunus Nadi Şiir Ödülü’nü paylaşımlı olarak
ve 1998’de Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’nü kazanmıştır (ODABAŞI 2001:113).
Murathan Mungan, Osmanlıya Dair Hikâyat dosyasıyla 1980’de (T. Fişekçi
ve O. Telli’yle paylaşarak) Akademi Kitabevi Şiir Başarı Ödülü’nü, “Sahtiyan” şiiriyle
1981’de Gösteri Dergisi Şiir Yarışması’nda birincilik kazanmıştır (BEZİRCİ-ÖZER
2002:348).
268
Ahmet Telli, 1980’de Ö. F. Toprak Şiir Ödülü’nü Metin Altıok ile
paylaşımlı olarak, 1982’de Yazko Şiir Özendirme Ödülü’nü kazanmıştır (ODABAŞI
2001:122).
Hilmi Yavuz, Doğu Şiirleri kitabıyla 1978’de Yeditepe Şiir Armağanı’nı,
Zaman Şiirleri adlı kitabıyla da 1987’de Sedat Simavi Vakfı Edebiyat Ödülü’nü
kazanmıştır (BEZİRCİ-ÖZER 2002:183).
Hüseyin Yurttaş, 1980 Nevzat Üstün Şiir Ödülü’nü, 1982’de Ö. F. Toprak
Şiir Ödülü’nde mansiyon, 1992’de Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü’nü, 1994’te Cevdet
Kudret Şiir Ödülü’nü Hüseyin Atabaş ile paylaşımlı olarak kazanmıştır (ODABAŞI
2001:129).
Enis Batur, 1993’te Perişey adlı şiir kitabıyla Cemal Süreya Şiir Ödülü’nü,
Opera adlı şiir kitabıyla Altın Portakal Şiir Ödülü’nü ve İtalya’da Sibillo Aleramo Şiir
Ödülü’nü kazanmıştır (BEZİRCİ-ÖZER 2002:234).
Yukarıda saydığımız isimler haricinde birçok şâir benzer ödülleri
kazanmıştır. Eski dönemde yazılan eserler karşılığında devlet büyüklerinden alınan bir
nevi te’lif ücreti diye tabir ettiğimiz câize şekil değiştirerek varlığını günümüze değin
sürdürmüştür. Osmanlı Devleti’nde başta padişâh olmak üzere devletin üst
kademelerinde bulunan varlıklı kişilere sunulan eser, o kişiler ya da sultânu’ş-şuarâlar
tarafından değerlendirilip ödüllendirilmiştir. Yeni dönemde ise değerlendirme ve
ödüllendirme işi müesseseleşmiştir. Günümüzde çeşitli kurum, kuruluş, siyasî parti,
vakıf, dernek vs. tarafından düzenlenen yarışmalarda jüri tarafından seçilen eser
sahipleri ödüllendirilmektedir. Yeni dönemde eserler, jüri üyeleri tarafından belli
kıstaslara göre birinci, ikinci ve üçüncü olarak derecelendirilmektedir. Bunun yanı sıra
teşvik amacı ile mansiyon ve jüri özel ödülü adlarıyla da ödüllendirme yapılmaktadır.
Dolayısıyla her derecenin aldığı ödül de farklılık arz etmektedir. Eski dönemde de
şâirlere eserlerinin gücü oranında câizeler verilerek dolaylı olarak derecelendirme
yapılmıştır. Eski dönemde şâire her şey câize olarak verilirken günümüzde para ve
plaket gibi ödüller ön plâna çıkmıştır. Her iki dönemde de alınan câize, şâiri yeni eserler
ortaya koyması için teşvik etmiş, kendisine prestij kazandırmıştır.
Eski dönemdeki şâirlerin her birinin yeteneği ölçüsünde bir mesleğinin
olduğunu daha önce belirtmiştik. Yeni dönemdeki şâirlerin de aynı şekilde birer
meslekleri vardır. Eski dönemde olduğu gibi yeni dönemde de devletin üst
269
kademesinden alt kademesine kadar görev almış/alan şâirler olmuştur. Bu kişiler,
bulundukları görevlerde sanatlarını icra ettikleri gibi devlet mekanizmasındaki bir
görevi sonradan sanatçı kişiliklerine ekleme imkânı da bulmuşlardır. Kısacası her iki
dönemde câize uygulaması olmakla birlikte şâirlerinin tek geçim kaynağı aldıkları
câizeler değildir.
270
SONUÇ
“Dîvân Edebiyatında Câize Üzerine Bir İnceleme” konulu çalışmamızın ilk
bölümünde Osmanlı’da devlet-sanat ilişkisini ele aldık. Buna göre, Herat’ta ortaya
çıkan Batılıların Türk Rönesansı diye niteledikleri Hüseyin Baykara ile Molla Câmî ve
Ali Şir Nevâ’î arasındaki ilişki ve ortaya konulan sanat anlayışı Anadolu’ya büyük
ölçüde modellik etmiştir. Ayrıca Hz. Muhammed’in huzurunda kasîde okuyan Ka’b b.
Züheyr’e hırkasını hediye etmesi sünnet olarak telakki edilmiş ve böylece sanatkârlara
eserleri karşılığında hediye verilmesi gelenek haline gelmiştir.
İkinci bölümde ele aldığımız ‘câize’ kavramının iki alanda kullanıldığını
tespit ettik. Bunlardan biri edebiyat terimi olarak, şâirlerin devlet erkânına sundukları
eserler karşılığı aldıkları hediye; diğeri ise Osmanlı devlet yönetiminde göreve atanan
memurların amirlerine verdikleri hediyelerdir. Bunun haricinde şâirlerin devlet erkânı
katında gördüğü itibarı da câize olarak düşünebiliriz. Bu itibar sayesinde şâirler
hâmîlerinin meclislerinde ve yakın çevrelerinde yer alarak câizenin en büyüğüne
ulaşmışlardır. Ayrıca unutulmaması gereken noktalardan biri de câizenin çift taraflı
oluşudur. Türk-İslâm medeniyetinin temel anlayışına bağlı olarak şâirler sadece hediye
almamışlar, kendileri de hediye vermişlerdir. Üstelik bu konuda ilk adımı şâirler atarak
hâmîlerine bir hediye/eser sunmuşlar ve karşılığında da çeşitli câizeler almışlardır.
Böylece şâir, hâmîsine hediye vererek asıl amacına ulaşmış ve kendisini geleceğe
bırakarak ölümsüzleştirmiştir.
Sundukları eserler karşılığı aldıkları hediyeler, şâirlerin geçimlerine katkı
yapmıştır. Her şâir, eserini mutlaka padişâha/şehzâdeye ulaştırmak istemiştir. Çünkü
padişâhın ihsânı diğerlerine oranla daha fazladır. Şâir için de hâmîsinin padişâh olması
ve eserini ona sunması bir saygınlık kazanma anlamına gelmiştir. Padişâha ulaşmak için
şâirler aracı kişiler de kullanmışlardır. Bu kişiler genellikle devlet yönetiminde söz
sahibi olan ve şiire ilgisi olan kişilerdir. Buna rağmen padişâha ulaşamayan şâirlerin
hedefi; başta sadrazam olmak üzere diğer devlet adamları olmuştur. Şunu da
unutmamak gerekir ki şâirler geçimlerini sadece aldıkları ihsânlar ile sağlamamışlardır.
Her birinin yeteneğine göre bir mesleği vardır. Bu meslekler arasında en fazla %16’lık
bir oranla kadılık ilk sırada, %14’lük bir oranla müderrislik ikinci sırada ve %12’lik bir
oranla da kâtiplik üçüncü sırada tercih edilmiştir.
271
Yukarıda da değindiğimiz üzere şâirler için hâmîlerinin meclislerinde
bulunmak da bir çeşit câizedir. Şâirlerin gerek padişâh/şehzâde olsun gerekse diğer
devlet erkânı olsun bu kişilerin meclislerinde ve yakın çevrelerinde bulunduğunu
gösteren birtakım ibareler vardır. Her iki çevrede de müsâhiblik, hemdemlik ve
nedîmlik gibi ifadeler şâirlerin hâmîlerine olan yakınlığın en ileri derecesini
göstermektedir. Bunun haricinde mâdihi olmak, mülâzemetinde ve hıdmetinde
bulunmak, kulluk, bendelik, intisâb etmek ve kapuya cem olmak gibi ifadeler de hâmîye
yakınlığın diğer göstergeleridir.
Câize ortamları olarak saray çevresini ve şehzâde sancaklarını ele aldık.
Daha küçük yaşlardan itibaren dini ilimlerin yanı sıra pozitif ilimleri de okuyan
şehzâdeler, çeşitli sanat ve spor alanlarında da gerekli eğitimi almışlardır. Devlet
yönetimine hazırlanmaları için de sancak merkezlerine gönderilmişler ve buralarda
şehzâde-vali olarak görev yapmışlardır. Şehzâdeler, sancak merkezlerini imar ederken
aynı zamanda buraları birer kültür ve ilim merkezi haline de getirmişlerdir. XIV.
yüzyıldan itibaren şehzâde sancak merkezlerinin Anadolu’da Balıkesir, Kütahya,
Amasya, Manisa, Isparta, Sivas, Antalya, Konya, Aydın, Kastamonu, Trabzon ve Kırım
yarımadasında Kefe şehirleri olduğu tespit edilmiştir. Daha sonraki dönemlerde
Amasya, Trabzon, Kütahya, Konya ve son olarak Manisa diğerlerine tercih edilmiş,
buralar XVI. yüzyıl ortalarına kadar sancak merkezi olarak kullanılmıştır. Bu
merkezlerde en güçlü dönem II. Bayezid’in oğullarının şehzâdelik yaptıkları dönem
olmuştur. Şehzâdeler, çevrelerinde toplanan âlim ve şâirleri tahta geçtikten sonra da
yanlarında götürmüşlerdir.
Saray çevresinde ise ancak Fetret Devri’nden sonra şiir ve edebiyatla
ilgilenilmeye başlanmıştır. Bu dönemde ve öncesinde Germiyan Sarayı’nda yetişip
Osmanlıya intisâb eden şâirlerin önemli bir ağırlığı olmuştur. Bu sebeple diğer yerleşim
alanlarından taht merkezine ve şehzâde sancaklarına gelip intisâb eden şâirler de ele
alınmıştır. Ayrıca saray çevresinin şâirlere gösterdiği itibarı, şâirlerin ne şekilde ve ne
kadar ihsân elde ettiğini somutlaştırmak amacıyla bu bölümde II. Bayezid ve Kanuni
dönemine ait İn’âmât Defteri’ndeki kayıtlar tablolaştırılarak yorumlanmıştır. Buna göre
şâirler, hâmîlerine en fazla kasîde sunarak ihsân elde etmişlerdir.
Çelebi Sultan Mehmed’den sonra tahta geçen Sultan II. Murad, şâirlere
salyâne bağlayarak hâmîlik vasfını resmileştirmiştir. Bu uygulama Kanuni döneminde
272
İbrahim Paşa’nın ölümüne kadar sürmüştür. Fatih Sulan Mehmed İstanbul’u alarak yeni
ve uzun soluklu bir edebi çevrenin burada oluşmasını sağlamıştır. İlim sahiplerine
gösterdiği rağbet sayesinde İstanbul’da 185 şâir toplanmıştır. Sultan II. Bayezid de
babası gibi sanatı himâye etmiştir. Devrinde şâirlerin aldığı ihsânlar İn’âmât Defteri’nde
kayıt altına alınmıştır. Bu dönemde 66 şâir ihsân elde ederken bunların 58’i (%87.8)
nakdiyye (akçe), 51’i (%77.2) de hil’ât almıştır. Bu 66 şâirden 17’si (%25.7) sadece
nakdiyye, 9’u (%13.6) da sadece hil’ât almıştır. Toplamda verilen nakdiyyenin miktarı
ise 478.500 akçedir. En yüksek nakdiyyeyi 112.000 akçe ile Mevlânâ İdrîs elde ederken
en düşük nakdiyyeyi de Mesûd b. Muhyiddin 500 akçe ile elde etmiştir. Böylece
Mevlânâ İdrîs, toplamda verilen nakdiyyenin %23.4’ünü tek başına almıştır. Yine aynı
dönemde toplamda Rûhî 30 defa; Mâ’ilî 18 defa; Sâ’ilî 18 defa; Azîzî 18 defa; Keşfî 17
defa; Kâtibî 16 defa hil’ât almıştır. Sekiz yıllık saltanatının büyük çoğunluğunu
fetihlerde geçiren Sultan I. Selim de himâye geleneğini sürdürmüştür. Bu sebeple Tebriz
fethi sonunda İranlı birkaç yüz şâir ve sanatkârı İstanbul’a getirmiş ve onları himâyesi
altına almışır. Yavuz Sultan Selim’den sonra Osmanlı tahtına oturan Kanuni de
atalarının yolundan giderek himâye geleneğini sürdürmüştür. Sultan II. Bayezid
döneminde olduğu gibi bu dönemde de şâirlerin aldıkları ihsânlar İn’âmât Defteri’nde
kayıt altına alınmıştır. Kanuni döneminde ihsân alan şâirlerin sayısı 47’dir. Bu 47
şâirden 40’ı (%85.1) nakdiyye, 21’i (%44.6) de hil’ât almıştır. Yine bu 47 şâirden 7’si
(%14.8) sadece hil’ât elde ederken 26’sı (%55.3) da sadece nakdiyye elde etmiştir. Bu
dönemde dağıtılan nakdiyyenin toplam miktarı ise 195.400 akçedir. Lâmi’î Çelebi
20.000 akçe ile en yüksek nakdiyyeyi elde ederken Nisârî 200 akçe ile en düşük miktarı
almıştır. Lâmi’î Çelebi 20.000 akçeyi alarak dağıtılan 195.400 akçenin %10.2’sine tek
başına sahip olmuştur. Himâye geleneği daha sonraki dönemlerde de padişâhların
kişiliklerine bağlı olarak değişen oranlarda devam etmiştir. Şâirler, Kanuni’den sonra en
parlak dönemlerini Lale Devri’nde yaşamışlardır. Bu dönemde şâirler gerek Sultan III.
Ahmed, gerekse de Damad İbrahim Paşa tarafından yoğun bir şekilde himâye edilmiştir.
Sultan III. Selim döneminde padişâh-şâir geleneği son bularak şiirin üzerinden devlet
desteği kalkmıştır. XIX. yüzyılda eski geleneği sürdürmeye çalışan şâirler olsa da artık
yeni bir dönem başlamıştır. Bu dönemdeki şâirler artık devlet dairelerinde toplanmaya
başlamış ve yetiştikleri ortamlar da kıymet hükümleri Mısır’da şekillenen paşaların
273
konaklarına kaymıştır. Ayrıca eserlerinin -kasîdelerin- uzunluğu da bu dönemde
kısalmaya başlayarak başka amaçlar için de kullanılmaya başlanmıştır.
Memdûhu/hâmîsi tarafından korunup kollanmak isteyen şâirler bunu da
ancak belli zamanlarda (cülûs, ıydiyye, bahariyye vs.) eser sunarak elde edebilmişlerdir.
Şâirler müstakil eserlerin yanı sıra gazel, kasîde, kıt’a vs. de sunmuşlar ve başarıları
oranında ödüllendirilmişlerdir. Şâirler, sundukları eserlerinde -özellikle kasîdelerde-
memdûhlarının/hâmîlerinin çeşitli özelliklerini dile getirip onları övmüşlerdir.
Memdûhun/hâmînin en fazla dile getirilen özelliği adalet ve cömertlik olmuştur. Bu
övgü kalıpları mesleği ne olursa olsun tüm memdûhlar/hâmîler için kullanılmıştır.
Yapılan övgülerde memdûhun/hâmînin sadece olan değil olması gereken özellikleri de
dile getirilmiştir. Bu bakımdan şâirler devlet yönetiminde ve sosyal hayatta dolaylı
olarak söz sahibi olmuşlardır. Ayrıca şâirler memdûhunu/hâmîsini överken bazı tarihi
ve dini şahısları da karşılaştırma unsuru olarak kullanmışlardır. Bu şahıslar, XVI.
yüzyıla kadar memdûha/hâmîye örnek veya denk gösterilirken bu dönemden sonra
memdûh/hâmî üstün gösterilmeye başlanmıştır.
Şâirler eserlerinde birtakım isteklerini de dile getirmişlerdir. En fazla dile
getirilen istek genel anlamda yardım, himâye ve mansıb (kadılık, müderrislik vs.)
isteğidir. Şâirler, memdûhlarına/hâmîlerine ulaşamadıkları zamanlarda bir aracı ile
isteklerini iletmeye çalışmışlardır. Hatta şâirlere iltifat gösterilmesinin sünnet olduğunu
ve başka şâirlere gösterilen ilgiyi de dile getirerek alacakları yardımı baştan garanti
altına almaya çalışmışlardır. Bunun haricinde memdûhun/hâmînin kişiliğine ve şâirle
olan yakınlığına bağlı olarak özel istekler (saat, köle, at, arpa, ev vs.) de dile
getirilmiştir. “Marifet iltifata tabidir.” düsturuyla hareket eden şâirler, İmparatorluğun
kuruluşundan son zamanlarına kadar fırsat buldukça isteklerini dile getirmeyi
sürdürmüşlerdir. Bu süre zarfında devlet ricâline yakın olan şâirlerin daha fazla istekte
bulunduğu tespit edilmiştir. Ayrıca bayan şâirler de çeşitli isteklerde bulunmuşlardır.
Şâirler, isteklerinin yanı sıra birtakım şikayetlerini de memdûha/hâmîye iletmişlerdir.
Bunun haricinde memdûhtan/hâmîden isteği olmayan şâirler de vardır. Bunlar
genellikle kendisini tasavvufa adamış ve bu yolda eser vermiş şâirlerdir. Tespit
ettiğimiz bir diğer husus da mesleki alanda ilerleme ile yardım talep edilebilecek kişi
sayısı arasındaki ters orantıdır. Şâirler, mesleki alanda ilerleme kaydettikçe yardımını
274
görebileceği kişi sayısı giderek azalmış, kendileri müracaat eden değil müracaat edilen
konumuna gelmişlerdir.
Osmanlı dönemindeki câize uygulaması günümüzde de müesseseleşerek
varlığını sürdürmektedir. Günümüzde kurum, kuruluş, siyasî parti ve derneklerin yılın
belli zamanlarında düzenlediği yarışmalarda şâirler çeşitli ödüllere kavuşabilmektedir.
Osmanlı döneminde eseri değerlendiren ve ödüllendiren hâmî, günümüzde
değerlendirme işini jürilere bırakmıştır. Jürinin faaliyeti genel olarak sadece eseri
değerlendirmekle sınırlandırılmıştır. Ödülü veren ise yarışmayı düzenleyen kurumdur.
Her iki dönemde verilen ödül, şâirlere itibar kazandırdığı gibi maddi anlamda da
birtakım kazanımlar sağlamıştır. Osmanlı döneminde şâir aldığı nakdiyyenin yanı sıra
bir göreve de getirilebilmekteyken günümüzde devlet erkânı tarafından şâirlerin sadece
şiiri dolayısıyla bir göreve getirilmesi söz konusu değildir. Şunu da unutmamak gerekir
ki Osmanlı döneminde bir göreve getirilen şâirde çoğu zaman liyakat da aranmıştır. Her
iki dönemde de verilen ödüller şâirler üzerinde olumlu bir etkiye sahip olmuş, onları
daha kaliteli eserler ortaya koymak için yönlendirmiştir. Günümüz şâiri sadece yeni
eserlerinde değil halihazırda bulunan eserlerinin yeni baskılarında da aldığı ödülü
lehine kullanma imkânına sahiptir. Alınan ödül ister istemez okuyucu kitlesini de
yönlendirecek ve bu durum şâire te’lif ücreti -câize- olarak geri dönecektir. Son olarak,
hangi dönemde olursa olsun kaliteli eser daima müşterisini bir şekilde bulmuştur.
275
KAYNAKÇA
AÇIKGÖZ Namık (1990), Riyâzî Dîvânından Seçmeler, Kültür Bakanlığı Yay, Ankara.
------- (1998), Fuzûlî, Timaş Yay., İstanbul.
ADIVAR A. Adnan (1991), Osmanlı Türklerinde İlim, Remzi Kitabevi, 5. Baskı, İstanbul.
AK Coşkun (2001), Şâir Padişâhlar, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara.
AKALIN L. Sami (1984), Edebiyat Terimleri Sözlüğü, Varlık Yay., İstanbul.
AKGÜNDÜZ Ahmet (1994),“Ebussûs Efendi”, İslâm Ansiklopedisi, TDV Yay., C. 10, İstanbul.
AKKUŞ Metin (1993), Nef’î Dîvânı, Akçağ Yay., Ankara.
AKSOY Hasan (2002), “Kınalızâde Ali Efendi”, İslâm Ansiklopedisi, TDV Yay., C. 25, Ankara.
AKTEPE Münir (1988), “Birinci Abdülhamid”, İslâm Ansiklopedisi, TDV Yay., C. 1, İstanbul.
------- (1989), “Üçüncü Ahmed”, İslâm Ansiklopedisi, TDV Yay., C. 2, İstanbul.
AKYÜZ Kenan (1985), Batı Tesirinde Türk Şiir Antolojisi, İnkılâp Kitabevi, 7. Baskı,
İstanbul.
AKYÜZ Kenan-BEKEN Süheyl-YÜKSEL Sedit-CUNBUR Müjgan (2000), Fuzûlî Dîvânı, Akçağ Yay., Ankara.
ALTUN Kudret (1989), “Gelibolulu Mustafa Âlî ve Dîvânı”, Yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi SBE, İstanbul.
ALTUNER Nuran Üzer (1989), “Safâyî ve Tezkiresi”, Yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi SBE, İstanbul.
ARSLAN Mehmet-AKSOYAK İ. Hakkı (1994), Haşmet Külliyatı, Sivas.
ARSLAN Mehmet (2002), Şeref Hanım Dîvânı, Kitabevi Yay., İstanbul.
------- (2003), Leylâ Hanım Dîvânı, Kitabevi Yay., İstanbul.
ASLAN Mustafa (1990), “Şehrî Dîvânı”, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Erciyes Üniversitesi SBE, Kayseri.
AYAN Hüseyin (1981), Cevri Hayatı Edebi Kişiliği Eserleri ve Dîvânının Tenkidli Metni, Atatürk Üniversitesi Yay., Erzurum.
AYAN Hüseyin-BURMAOĞLU Hamit Bilen-AYAN Gönül-BAKIRCIOĞLU Ziya (1987), “XVII. Yüzyıl Dîvân Nazım ve Nesri”, Büyük Türk Klasikleri, Ötüken-Söğüt C. 5, İstanbul.
AYDEMİR Yaşar (1994),“XVII. Yüzyıl Türk Edebiyatında Kasîde”, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi SBE, Ankara.
276
AYPAY A. İrfan (1998), İzzet Ali Paşa Dîvân ve Nigâr-nâme, İstanbul.
AYVERDİ İlhan (2005), Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Kubbealtı Neşriyat, 1. Baskı, C. 1, İstanbul.
BABACAN İsrafil (2001), “XIX. Yüzyıl Türk Edebiyatında Kasîde Nazım Şekli (Şekil ve İçerik)”, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi SBE, Ankara.
BABINGER Franz (1997), “Hızır Bey”, İslâm Ansiklopedisi, MEB Yay., C. 5, Eskişehir.
BANARLI Nihad Sami (2001), Resimli Türk Edebiyat Tarihi, MEB Yay., C. 1-2, Ankara.
BEKİROĞLU Nazan (1999), “Osmanlı’da Kadın Şâirler”, Osmanlı, Ed.: Güler Eren, Yeni Türkiye Yay., C. 9, s.:802-812, Ankara.
BEZİRCİ Asım-ÖZER Kemal (2002), Dünden Bugüne Türk Şiiri, Evrensel Basım Yay., 2. Baskı, C. 3-4-5, İstanbul.
BİLKAN Ali Fuat (1999), Nâbî Hayatı Sanatı Eserleri, Akçağ Yay., Ankara.
BURSALI MEHMED TÂHİR (2000), Osmanlı Müellifleri ve Ahmed Remzi Akyürek Miftâhu’l-Kütüb ve Esâmî-i Mü’ellifîn Fihristi, Bizim Büro Yay., Ankara.
ÇAKICI Bilal (1996),“Eski Türk Edebiyatında Kasîde Nazım Şekli (XVI. YY)”, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi SBE, Ankara.
ÇAPAN Pervin (1993), “18. Yüzyıl Tezkirelerinde Edebiyat Araştırma ve Tenkidi”, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Fırat Üniversitesi SBE, Elazığ.
ÇAVUŞOĞLU Mehmet-TANYERİ M. Ali (1981), Hayretî Dîvânı, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay., İstanbul.
ÇAVUŞOĞLU Mehmed (1977), Yahyâ Bey Dîvânı, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay., İstanbul.
------- (1980), Vasfî Dîvânı, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay., İstanbul.
------- (1982), Helâkî Dîvânı, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay., İstanbul.
------- (1986), “Kasîde”, Türk Dili Türk Şiiri Özel Sayısı II, (Dîvân Şiiri), S.:415- 416-417, Temmuz-Ağustos-Eylül s.:17-77.
------- (2003), Dîvânlar Arasında, Kitabevi Yay., İstanbul.
ÇELEBİOĞLU Âmil (1994), Kanuni Sultan Süleyman Devri Türk Edebiyatı, MEB Yay., İstanbul.
ÇETİN Mehmet (2002), Tanzimattan Günümüze Türk Şiiri Antolojisi, Akçağ Yay., 3. Baskı, C.1, Ankara.
ÇIPAN Mustafa (2003), Fasih Dîvânı (İnceleme-Tenkitli Metin), MEB Yay., İstanbul.
DADAŞ Cevdet (2002), “Osmanlı Arşiv Belgelerinde Şâirlere Verilen Câize ve
277
İhsânlar”, Türkler, Ed.: Hasan Celal Güzel vd., Yeni Türkiye Yay., C.11, s.:748-758, Ankara.
DEVELLİOĞLU Ferit (2000), Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Aydın Kitabevi, 17. Baskı, Ankara.
DİLÇİN Cem (2000), Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, TDK Yay., 6. Baskı, Ankara.
EFLATUN Muvaffak (2001), “Osmanlı Döneminde Edebî Muhit Olarak İznik”, Eşrefoğlu Rûmî Bilgi Şöleni Bildirileri, Ed.: Mustafa Güneş, İznik-Bursa.
EMECEN Feridun (2000), “Sultan İbrahim”, İslâm Ansiklopedisi, TDV Yay., C. 21, İstanbul.
------- (2003), “Üçüncü Mehmed”, İslâm Ansiklopedisi, TDV Yay., C. 28, Ankara.
ERDEM Sadık (2001), Subhî-zâde ‘Azîz ve Dîvânı, Fakülte Kitabevi, Isparta.
ERDEMİR Ayşegül-ÖZCAN Nuri (1988), “Abdülaziz Efendi”, İslâm Ansiklopedisi, TDV Yay., C. 1, İstanbul.
ERSAN Mehmet (2000), “Türkiye Selçuklularında Hediye ve Hediyeleşme II”, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay., Tarih İncelemeleri Dergisi XV, s.:95- 104, İzmir.
ERTAYLAN İ. Hikmet (1952), Ahmed-i Dâ’î Hayatı ve Eserleri, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay., İstanbul.
ERÜNSAL İsmail (1979-1980), “Türk Edebiyatı Tarihinin Arşiv Kaynakları I, II. Bayezid Devrine Ait Bir İn’âmât Defteri”, Tarih Enstitüsü Dergisi, X-XI, s.:303-342.
------- (1984), “Türk Edebiyatı Tarihinin Arşiv Kaynakları II, Kanuni Sultan Süleyman Devrine Ait Bir İn’âmât Defteri”, Osmanlı Araştırmaları, IV s.:1-17.
EYDURAN Aysun Sungurhan (1999), “Tezkiretü’ş-Şu’arâ (İnceleme-Tenkitli Metin)”, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Gazi Üniversitesi SBE, Ankara.
GIBB E. J. Wilkinson (1999), Osmanlı Şiir Tarihi, Haz.: Ali Çavuşoğlu Akçağ Yay., Ankara.
GÖKBİLGİN Tayyib (1997), “Cafer Çelebi”, İslâm Ansiklopedisi, MEB Yay., C. 3, Eskişehir.
GÖKDOĞAN Melek Dosay (2002), “Osman Gazi’den Mehmed Vahideddin’e Osmanlı Bilimi ve Kültürü”, Türkler, Ed.: Hasan Celal Güzel vd., Yeni Türkiye Yay., C.11, s.:175-209, Ankara.
GÜLER Kadir (2001), “Kuruluşundan İstanbul’un Fethine Kadar Osmanlı’da Devlet- Dergâh-Mutasavvıf Münasebetleri ve Eşrefoğlu Rûmî ”, Eşrefoğlu Rûmî Bilgi Şöleni Bildirileri, Ed.: Mustafa Güneş, İznik-Bursa.
-------, (2003), Kütahya Yazıları, Kütahya.
GÜREL Rahşan (Bilâ-tarih), Enderûnlu Osman Vâsıf ve Dîvânı, Kitabevi Yay., İstanbul.
HAMAMİ Erdal (2001), Râmî Dîvânı, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara.
278
HANÇERLİOĞLU Filiz (1988), “Âşık Çelebi Dîvânı”, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi SBE, Ankara.
HORATA Osman (2002), “Lâle Devri’nden Tanzimat’a Türk Edebiyatı”, Türkler, Ed.: Hasan Celal Güzel vd., Yeni Türkiye Yay., C.11, s.: 573-592, Ankara.
İLAYDIN Hikmet (1956), “Kerem Kasîdeleri”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Enstitüsü Dergisi-2, İstanbul.
İLGÜREL Mücteba (1989), “Birinci Ahmed”, İslâm Ansiklopedisi, TDV Yay., C. 2, İstanbul.
------- (1989), “İkinci Ahmed”, İslâm Ansiklopedisi, TDV Yay., C. 2, İstanbul.
İNAL İbnü’l-Emin Mahmud Kemal (1999), Son Asır Türk Şâirleri, Haz.: Müjgan Cunbur, Atatürk Kültür Merkezi Yay., C. 1, Ankara.
------- (2000), Son Asır Türk Şâirleri, Haz.: M. Kayahan Özgül, Atatürk Kültür Merkezi Yay., C. 2, Ankara.
İNALCIK Halil (2003a), Şâir ve Patron, Doğu Batı Yay., Ankara.
------- (2003b), “İkinci Mehmed”, İslâm Ansiklopedisi, TDV Yay., C. 28, Ankara.
İNCE Adnan (1994), Sâlim Dîvânı, Ankara.
İPEKTEN Haluk (1974), İsmetî Dîvânı, Atatürk Üniversitesi Yay., Ankara.
------- (1990), Nâ’ilî Dîvânı, Akçağ Yay., Ankara.
------- (1996), Dîvân Edebiyatında Edebi Muhitler, MEB Yay., İstanbul.
------- (2000a), Nef’î Hayatı Sanatı Eserleri, Akçağ Yay., 3. Baskı, Ankara.
------- (2000b), Şeyh Gâlib Hayatı Sanatı Eserleri, Akçağ Yay., Ankara.
------- (2003a), Eski Türk Edebiyatı Nazım Şekilleri ve Aruz, Dergâh Yay., 6. Baskı, İstanbul.
------- (2003b), Fuzûlî Hayatı Sanatı Eserleri, Akçağ Yay., 4. Baskı, Ankara.
------- (2003c), Bâkî Hayatı Sanatı Eserleri, Akçağ Yay., 4. Baskı, Ankara.
İPEKTEN Haluk-İSEN Mustafa-KARABEY Turgut-AKKUŞ Metin (1987), “XVIII. Yüzyıl Dîvân Nazmı”, Büyük Türk Klasikleri, Ötüken-Söğüt C. 6, İstanbul.
------- (1988), “XVIII. Yüzyıl Dîvân Nazmı ve Nesri”, Büyük Türk Klasikleri, Ötüken-Söğüt C. 7, İstanbul.
İSEN Mustafa (1980), Sehî Bey Tezkire (Heşt Bihişt), Tercüman 1001 Temel Eser Serisi, İstanbul.
İSEN Mustafa-KURNAZ Cemal (1990), Şeyhî Dîvânı, Akçağ Yay., Ankara.
------- (1990), Usulî Dîvânı, Akçağ Yay., Ankara.
------- (1993), Acıyı Bal Eylemek Türk Edebiyatında Mersiye, Akçağ Yay., Ankara.
------- (1997), Ötelerden Bir Ses, Akçağ Yay., Ankara.
------- (1999), Latîfî Tezkiresi, Akçağ Yay., Ankara.
279
İSEN Mustafa-BİLKAN A. Fuat (1997), Sultan Şâirler, Akçağ Yay., Ankara.
İSEN Tûbâ Işınsu (2002), “Dîvân Şiirinde Fahriye”, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Bilkent Üniversitesi ESBE, Ankara.
KABAKLI Ahmet (2002), Türk Edebiyatı, Türk Edebiyatı Vakfı Yay., 2. Baskı, C. 4, İstanbul.
KALKIŞIM Muhsin (1994), Şeyh Gâlîb Dîvânı, Akçağ Yay., Ankara.
KAPLAN Mahmut (1996), Neşatî Dîvânı, Akademi Kitabevi, İzmir.
KARAALİOĞLU Seyit Kemal (1962), Türkçe ve Edebiyat Sözlüğü, Okat Yay., İstanbul.
KARABEY Turgut (1999), Ahmet Paşa Hayatı Sanatı Eserleri, Akçağ Yay., 2. Baskı, Ankara.
KARACAN Turgut (1991), Bosnalı Alaeddin Sâbit Dîvânı, Cumhuriyet Üniversitesi Yay., Sivas.
KARAHAN Abdülkadir (1966), Figânî ve Dîvânçesi, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay., İstanbul.
------- (1972), Nef’î Dîvânından Seçmeler, MEB Yay., İstanbul.
KARATAŞ Turan (2004), Ansiklopedik Edebiyat Terimleri Sözlüğü, Akçağ Yay., 2. Baskı, Ankara.
KAYABAŞI Bekir (1997), “Kâf-zâde Fâ’izî’in Zübdetü’l-Eş’âr’ı”, Yayınlanmamış Doktora Tezi, İnönü Üniversitesi SBE, Malatya.
KESKİN Ayşe Gülay (1994), “Klâsik Türk Edebiyatında Kasîde Nazım Şekli (XIII- XIV-XV. Asırlar)”, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi SBE, Ankara.
KILIÇ Filiz (1994), “Meşa’irü’ş-Şu’ara (İnceleme-Tenkitli Metin)”, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Gazi Üniversitesi SBE, Ankara.
------- (1998), XVII. Yüzyıl Tezkirelerinde Şâir ve Eser Üzerine Değerlendirmeler, Akçağ Yay., Ankara.
------- (2002), Eski Türk Edebiyatı El Kitabı-Nazım Şekilleri, Grafiker Yay., Ankara.
KUR’AN-I KERİM MEÂLİ (2005), Haz.: Halil Altuntaş-Muzaffer Şahin, DİB Yay., 3. Baskı, Ankara.
KURNAZ Cemal (1987), Hayâlî Bey Dîvânı Tahlili, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ankara.
KUTLUK İbrahim (1997), Tezkiretü’ş-Şuarâ (Beyâni Tezkiresi), TTK Yay., Ankara.
KÜÇÜK Cevdet (1988), “Abdülaziz”, İslâm Ansiklopedisi, TDV Yay., C. 1, Ankara.
------- (1988), “İkinci Abdülhamid”, İslâm Ansiklopedisi, TDV Yay., C. 1, Ankara.
------- (1988), “Abdülmecid”, İslâm Ansiklopedisi, TDV Yay., C. 1, Ankara.
KÜÇÜK Sabahattin (1994), Bâkî Dîvânı (Tenkitli Basım), TDK Yay., Ankara.
280
KÜLEKÇİ Numan (1989), Ganî-zâde Nâdirî ve Dîvânından Seçmeler, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara.
LEVEND Agâh Sırrı (1984), Dîvân Edebiyatı (Kelimeler, Remizler, Mazmunlar ve Mefhumlar), Enderûn Kitabevi, 4. Baskı, İstanbul.
------- (1998), Türk Edebiyatı Tarihi, TTK Yay., 4. Baskı, Ankara.
MACİT Muhsin (1997), Nedîm Dîvânı, Akçağ Yay., Ankara.
------- (2000), Nedîm Hayatı Sanatı Eserleri, Akçağ Yay., Ankara.
------- (2001), Erzurumlu Zihnî Dîvânı, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara.
MAZIOĞLU Hasibe (1992), Fuzûlî ve Türkçe Dîvânından Seçmeler, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara.
------- (1997), “Sinan Paşa”, İslâm Ansiklopedisi, MEB Yay., C. 10, Eskişehir.
MENGİ Mine (1995), Mesîhî Dîvânı, AKM Yay., Ankara.
------- (2000a), Eski Türk Edebiyatı Tarihi, Akçağ Yay., 6. Baskı, Ankara.
------- (2000b), Dîvân Şiiri Yazıları, Akçağ Yay., Ankara.
MERMER Ahmet (1997), Karamanlı Aynî ve Dîvânı, Akçağ Yay., Ankara.
MUALLİM NACİ (2000), Osmanlı Şâirleri, Haz.: Cemal Kurnaz, Akçağ Yay., 3. Baskı, Ankara.
MUMCU Ahmet (2005), Osmanlı Devletinde Rüşvet, İnkılâp Kitabevi, 3. Baskı, İstanbul.
ODABAŞI Yılmaz (2001), 1975-2000 Son Çeyrek Yüzyıl Şiir Antolojisi, Scala Yay., 2. Baskı, İstanbul.
OKUYUCU Cihan (1994), Cinânî Hayatı Eserleri Dîvânının Tenkidli Metni, TDK Yay., Ankara.
------- (2004), Dîvân Edebiyatı Estetiği, L&M Yay., İstanbul.
ONAY Ahmet Talat (1992), Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar, Haz.: Cemal Kurnaz, TDV Yay., Ankara.
ÖZCAN Nuri (1988), “Abdurrahman Bâhir Efendi”, İslâm Ansiklopedisi, TDV Yay., C. 1, İstanbul.
------- (1988), “Abdülbâki Nâsır Dede”, İslâm Ansiklopedisi, TDV Yay., C. 1, İstanbul.
ÖZCAN Abdülkadir (2003), “Birinci Mahmud”, İslâm Ansiklopedisi, TDV Yay., C. 27, Ankara.
ÖZDEMİR Emin (1993), Açıklamalı Edebiyat Bilgileri Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul.
ÖZGÜL M. Kayahan (1990), Yenişehirli Avni, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara.
------- (2006), “Şark Ekspresiyle Garb’a Sefer”, Türk Edebiyatı Tarihi, Ed.: Talat Sait Halman, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., C. 2, s.:601-660, İstanbul.
281
------- (2006), “Osmanlı’nın Son Encümeni Şuarası”, Türk Edebiyatı Tarihi, Ed.: Talat Sait Halman, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., C. 3, s.: 75-88, İstanbul.
ÖZÖN Mustafa Nihat (1954), Edebiyat ve Tenkid Sözlüğü, İnkılâp Kitabevi, İstanbul.
------- (1979), Büyük Osmanlıca-Türkçe Sözlük, İnkılâp ve Aka Kitabevi, 6. Baskı, İstanbul.
ÖZTUNA Yılmaz (1985), Türk Tarihinden Yapraklar, 1000 Temel Eser Dizisi, MEGSB Yay., İstanbul.
PAKALIN Mehmet Zeki (1983), Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, MEB Yay., C. 1-2-3, İstanbul.
PALA İskender (1996), Şâirlerin Dilinden, Ötüken Neşriyat, İstanbul.
------- (1997), Şiirler Şâirler ve Meclisler, Ötüken Neşriyat, İstanbul.
------- (1998a), Necâtî, Timaş Yay., İstanbul.
------- (1998b), Baki, Timaş Yay., İstanbul.
------- (1998c), Âşinâ Güzeller, Ötüken Neşriyat, İstanbul.
------- (1998d), Kudemânın Kırk Atlısı, Ötüken Neşriyat, İstanbul.
------- (1999a), Dîvân Edebiyatı, Ötüken Neşriyat, İstanbul.
------- (1999b), Âh Mine’l Aşk, Ötüken Neşriyat, İstanbul.
------- (2003), Ansiklopedik Dîvân Şiiri Sözlüğü, L&M Yay., İstanbul.
------- (2005), Akademik Dîvân Şiiri Araştırmaları, Kapı Yay., 2. Baskı, İstanbul.
------- (2006), Kadılar Kitabı, Kapı Yay., İstanbul.
SARIÇAM İbrahim (2005), Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, DİB Yay., 4. Baskı, Ankara.
SERTOĞLU Midhat (1986), Osmanlı Tarih Lügatı, Enderûn Kitabevi, 2. Baskı, İstanbul.
SOLMAZ Süleyman (1996), “Ahdî ve Gülşen-i Şu’arâsı (İnceleme- Metin)”, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Gazi Üniversitesi SBE, Ankara.
ŞEMSEDDİN SÂMİ (1996), Kâmûsu’l-A’lâm, Kaşgar Neşriyat, C. 4, Ankara 1996.
------- (2004), Kâmûs-ı Türkî, Çağrı Yay., 13. Baskı, İstanbul.
TÂHİRÜ’L MEVLEVİ (1994), Edebiyat Lügatı, Haz.: Kemal Edib Kürkçüoğlu, Enderun Kitabevi, İstanbul.
TARLAN Ali Nihad (1963), Necâtî Beg Dîvânı, MEB Yay., İstanbul.
------- (1992a), Ahmed Paşa Dîvânı, Akçağ Yay., Ankara.
------- (1992b), Hayâlî Dîvânı, Akçağ Yay., Ankara.
TATCI Mustafa (1997), Edebiyattan İçeri Dini Tasavvufi Türk Edebiyatı Üzerine Yazılar, Akçağ Yay., Ankara.
282
TEKİN Oğuz (1999), “Osmanlı İmparatorluğunda Para”, Osmanlı, Ed.: Güler Eren, Yeni Türkiye Yay., C. 3, Ankara.
TEKİNDAĞ Şehabeddin (2003), “Mahmud Paşa”, İslâm Ansiklopedisi, TDV Yay., C. 28 Ankara.
TİMURTAŞ Faruk Kadri (2005), Tarih İçinde Türk Edebiyatı, Akçağ Yay., 4. Baskı, Ankara.
TOLASA Harun (1979), Şeyhülislâm Bahâyî Dîvânından Seçmeler, Tercüman 1001 Temel Eser Serisi, İstanbul.
------- (2002), Sehî, Latîfî ve Âşık Çelebi Tezkirelerine Göre 16. Yüzyılda Edebiyat Araştırma ve Eleştirisi, Akçağ Yay., Ankara.
TÖKEL Dursun Ali (2000), Dîvân Şiirinde Mitolojik Unsurlar, Akçağ Yay., Ankara.
TUĞLACI Pars (1985), Osmanlı Şehirleri, Milliyet Yay., İstanbul.
TURAN Şerafettin (1992), “II. Bayezid”, İslâm Ansiklopedisi, TDV Yay., C. 5, İstanbul.
------- (1997), “Pîrî Mehmed Paşa”, İslâm Ansiklopedisi, MEB Yay., C. 9, Eskişehir.
------- (1997), “Seydi Ali Re’is”, İslâm Ansiklopedisi, MEB Yay., C. 10, Eskişehir.
UÇMAN Abdullah (1988), “Abdülahad Aziz”, İslâm Ansiklopedisi, TDV Yay., C. 1, Ankara.
UZUN Mustafa (1988), “Abdülbâki Ârif Efendi”, İslâm Ansiklopedisi, TDV Yay., C. 1, İstanbul.
------- (1988), “Abbas Halim Paşa”, İslâm Ansiklopedisi, TDV Yay., C. 1, İstanbul.
------- (1993), “Câize”, İslâm Ansiklopedisi, TDV Yay., C. 7, İstanbul.
UZUNÇARŞILI İsmail Hakkı (1932), Kütahya Şehri, İstanbul.
------- (1958), “Tosyalı Celalzâde Mustafa ve Salih Çelebiler”, Belleten TTK Yay., C. 22, S.:85-88, s.:391-441, Ankara.
------- (1981-1986), “Osmanlı Sarayında Ehl-i Hıref (Sanatkârlar) Defteri”, Belgeler TTK Yay., C.11, S.:15, s.: 23-76, Ankara.
------- (1983), Osmanlı Tarihi, TTK Yay., C. 4, Ankara.
------- (1988a), Osmanlı Devletinin Saray Teşkilatı, TTK Yay., Ankara.
------- (1988b), Osmanlı Tarihi, TTK Yay., C. 3, Ankara.
------- (1988c), Osmanlı Devletinin Merkez ve Bahriye Teşkilatı, TTK Yay., Ankara.
ÜZGÖR Tahir (1991), Fehîm-i Kadîm Hayatı Sanatı Dîvânı ve Metnin Bugünkü Türkçesi, Atatürk Kültür Merkezi Yay., Ankara.
YALÇIN Aydın(1979), Türkiye İktisat Tarihi, İstanbul.
YELTEN Muhammet-ÖZKAN Mustafa (2002), Türkçenin Sözlüğü, Babıali Kültür Yay., İstanbul.
283
YILMAZ Ali (1996), Kanuni Sultan Süleyman’a Sunulan Kasîdeler, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara.
YORULMAZ Hüseyin (1998), Koca Ragıb Paşa, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara.
284
DİZİN
-A-
Abdî, 10, 14, 18, 19, 21, 92, 123, 144, 149, 233, 243, 281
Abdurrahîm Abbas, 101, 103, 104 Abdurrahman Çelebi, 11, 87, 92, 93,
155, 168, 191, 221 Abdurrahman Sami Paşa, 141 Abdülaziz Efendi, 134, 135, 301 Abdülbâki Efendi, 121, 124, 125, 131 Abdülbâki Nâsır Dede, 136, 141, 305 Abdülhak Efendi, 142, 201 Abdülhalim Paşa, 145 Abdülkadir Bulut, 289 Abdülkerim Nadir Paşa, 143 Abdülmecid, 113, 138, 140, 142, 143,
144, 145, 146, 174, 234, 235, 243, 281, 304
Abdülzaziz Efendi, 134 Adem Dede Efendi, 18 Âfitâbî, 11, 12, 14, 156, 157 Âgâh Paşa, 144 Âgâh-ı Diger, 14 Ahdi, 163, 170 Âhî, 17, 75 Ahmed Asım Efendi, 142 Ahmed Atâ Bey, 142 Ahmed Bey, 89, 149 Ahmed Çelebi, 23, 51, 53, 61, 62, 64,
65, 66, 69, 98, 101, 106, 156, 178 Ahmed Dede, 12, 14 Ahmed Paşa, 17, 35, 40, 42, 43, 44, 45,
76, 79, 107, 118, 121, 122, 123, 124, 130, 137, 155, 176, 197, 199, 224, 228, 240, 241, 242, 261, 276, 277, 306
Ahmed Vefik Paşa, 145 Ahmedî, 10, 34, 35, 36, 50, 151, 171,
176, 179 Ahmed-i Dâ’î, 36, 301 Ahmet Hamdi Tanpınar, 287 Ahmet Özer, 290 Ahmet Paşa, 303 Ahmet Telli, 289, 291 Akademi Kitabevi Şiir Başarı Ödülü,
290 Alaaddin Ali, 41
Âlî, 15, 22, 25, 56, 62, 63, 65, 69, 176, 206, 239, 298
Ali Çelebi, 39, 55, 62, 63, 65, 69, 85, 91, 92, 109
Ali Çelebî el-Fenârî, 11 Ali İbn Hibetullah, 35 Ali Şir Nevâ’î, 1, 77, 293 Altın Portakal Şiir Ödülü, 288, 291 Amasyalı Şehdi, 39 Andelîbî, 22, 160 Arif Efendi, 121, 142 Arif Hüseyin Çelebi, 91 Ârifî, 20, 24, 84 Aristo, 191, 200, 201, 206 Arkın Çocuk Edebiyatı Yarışması, 285 Arşî, 176 Âsaf, 23, 24, 146, 198, 201, 203, 206,
260, 264, 273, 274 Asım Efendi, 128, 136, 141, 142, 238 Asû, 285 Âşık Çelebi, 10, 11, 12, 13, 14, 16, 17,
19, 20, 21, 22, 23, 24, 26, 47, 83, 87, 109, 150, 247, 301, 306
Aşkî, 11, 12, 37, 39, 42, 176, 275 Ataol Behramoğlu, 290 Atâyî, 37, 38, 99, 101, 103, 104, 176 Atayî Nevâlizâde, 176 Âtıf, 130, 133 Atiyye, 7, 8 Attilâ İlhan, 286 Ayânî, 11 Ayas Paşa, 81, 83, 89, 91 Aynî, 11, 129, 130, 176, 225, 228, 261,
273, 274, 304 Aziz Efendi, 136 Azmî, 11, 18, 22, 23, 109, 112, 162 Azmî Efendi, 11, 109 -B- Bağımsızlık Gülü, 286 Bahaeddin, 147 Bahariyye, 84 Bahrî, 14 Bahtî, 113, 176
285
Bâkî, 10, 18, 80, 86, 107, 110, 111, 112, 176, 181, 186, 211, 213, 216, 224, 230, 231, 302, 304
Bali-zâde Pîr Mehmed, 87 Basîrî, 19, 23, 44, 49, 53, 56, 57, 58, 59,
60, 61, 63, 65, 68, 83, 96, 97, 98, 99, 100, 101, 102, 103, 104, 106, 270
Bayezid Çelebi, 55, 62, 63, 65, 67, 69 Baytarnâme, 116 Behçet Kemal Çağlar, 286 Behçet Necatigil, 288, 290 Behmen, 201, 202, 204 Behrâm, 202, 204 Behzâd, 217 Belîğ, 14, 15 Ben Ruhi Bey Nasılım, 289 Bihiştî, 12, 44 Bijen, 203 Bir Cigara İçimi, 286 Birader, 82, 95, 101, 102, 104, 159,
179, 180, 247, 253, 265, 280 Birgivî, 121 Buluşma, 288 Bursalı Niyâzi, 34, 35 -C- Cahit Külebi, 286 Cahit Sıtkı Tarancı, 285 Câize, 6, 8, 9, 244, 271, 293, 294, 300,
307 Câmî, 1, 12, 13, 43, 44, 48, 50, 108,
170, 241, 280, 293 Cebbaroğlu Mehemmed, 286 Cefâyî, 21 Celâl Bey, 107, 149, 154, 163, 169 Celâl Çelebi, 10, 19, 21, 267 Celâl Paşa, 137 Cemal Süreya, 289, 291 Cemşid, 36, 151, 164, 203, 204 Cenâbî, 11, 13, 21, 78 Cenâbî Efendi, 22 Cenâbî Paşa, 78 Cenâbî-i Diger, 22 Cenanî Bey, 136 Cevânî-i Diger, 22 Cevdet Kudret, 290, 291 Cevherî, 22, 52, 61, 64, 65, 67, 69
Ceyhun Atuf Kansu, 286, 290, 291 Cezeri-zade Mahmud Vefayi, 39 Cinânî, 176, 209, 275, 304 Coşkun Ertepınar, 289 cülûsiyye, 46, 75, 116, 173 -Ç- Çakerî, 44 Çelebi Sultan Mehmed, 35, 36, 37, 154,
295 Çeng-nâme, 36, 152 Çivi-zâde Muhyiddin Efendi, 81 -D- Dâ‘î, 17 Dahhâk, 208, 217 Damad İbrahim Paşa, 126, 128, 129,
130, 131, 182, 194, 222, 234, 296 Damad Mehmed Paşa, 114, 129 Dâniş, 14, 138 Dârâ, 190, 201, 204, 205, 207, 208, 209,
213, 225 Defterdâr-zâde Azmî, 109 Delice Böcek, 285 Deniz Eskisi, 287 Deruni, 154, 165, 169 Dervîş (2), 20 Derviş Bey, 70, 90 Derviş Çelebi, 12, 82, 154, 265 Derviş Ferruhî, 44 Derviş Hasan, 22 Derviş Mahmud, 57, 61, 62, 65, 68, 69,
178 Derviş Paşa, 78, 112 Devvânî, 44 Dihmurg, 77 Dîvân-ı Kebir, 171 Dizin, 249, 287 Doğu Şiirleri, 291 Dukakin-zâde, 163 Durak Bey, 106 Durak Çelebi, 108, 154, 163, 164, 169 Dürrî-i Yekçeşm, 131 -E-
286
Edîbî, 53, 54, 55, 57, 58, 59, 60, 61, 62, 64, 65, 67, 95, 96, 97, 98, 99, 100, 101, 103, 104, 106
Edip Cansever, 288 Eflatun, 206, 207 Efrâsiyâb, 202, 203, 207, 208, 211, 212,
214 Emânî-i Kadîm, 19 Emânî-i Sânî, 21 Emîn, 14, 22, 23, 27, 28, 29, 263 Emînî, 122 Emir Buhari, 76 Emir Süleymân Çelebi, 35 Emîrî, 14, 16 Emrî, 22 Encümen-i Şuara, 139 Enis Batur, 291 Enverî, 41, 91 Ercümen-i Dâniş, 138 Eski Toprak, 288 Esrar Dede, 18 Eyyub Paşa, 118 -F- Fağfur, 207, 208 Faik Bey, 146 Fasîh, 21, 122, 176 Fatih Sultan Mehmed, 26, 38, 39, 40,
41, 42, 43, 44, 45, 46, 82, 151, 152, 153, 154, 155, 166, 167, 178, 228, 242, 246
Fatma Sultan, 114 Fâzıl, 14, 21, 25, 137, 176 Fazıl Hüsnü Dağlarca, 284 Fazlî, 13, 16, 20, 23, 44, 48, 106, 154,
158, 162, 164, 169, 176, 178 Fazlî-i Diger, 13 Fazlî-i Kâtip, 14 Fedayî, 13, 154, 159, 165 Fehîm, 21, 118, 307 Fehîm-i Kadîm, 118, 307 Fehmî, 13, 70, 75 Fehmî (2), 13 Fenari, 39, 155, 167 Fennî, 25, 124, 128 Ferah-nâme, 36 Ferdî, 13, 106
Ferhad-nâme, 76 Feridun, 107, 208, 216, 301 Ferruhî, 44, 96, 97, 98, 99, 100, 101,
103, 104, 106, 161 Fevrî, 86, 176, 263 Fevri Ahmed, 165 Fevzî, 19, 176 Feyzî, 15, 18, 122, 176 Feyzî-i Diger, 15, 18 Feyzullah Efendi, 126 Fıtnat, 133, 235, 278 Figânî, 11, 78, 97, 101, 105, 106, 149,
174, 183, 207, 211, 212, 214, 223, 232, 249, 303
Fikrî, 16 Firakî, 106, 149 Firdevsî, 49, 53, 54, 56, 57, 58, 61, 63,
65, 67, 176, 178, 279 Fuzûlî, 16, 24, 89, 207, 217, 250, 251,
298, 302, 304 Fünûnî, 176 Fütuvvetnâme, 35 -G- Garîbî, 17, 84 Garibnâme, 171 Gayet el-Beyân fî Tedbir Beden el-İnsan, 120
Gazâlî, 20, 23, 24, 74, 82, 88, 94, 95, 159, 179, 253, 280, 281
Gazel, 16, 131 Gazi Hasan Paşa, 134 Gedik Ahmed Paşa, 42 Gelibolulu Âli, 111, 113, 177, 262 Gelibolulu Süruri, 149 Gelibolulu Za’ifî, 37 Gınâyî, 22 Giv, 203, 208, 209, 210 Gubarî, 87, 94, 149, 168 Gulâmî, 22 Gülâbî, 20, 106 Gülistan, 39, 80 Gülşen-i Şu’arâ, 170, 306 Gülten Akın, 288 Güvahî, 70, 74 Güven Turan, 289 Güzel Irmak, 287
287
-H- Habib Efendi, 48, 145 Hace Efendi, 25 Hacı Ali Paşa, 125 Hacı İvaz Paşa, 38 Hadım Süleyman Paşa, 84 Hadîdî, 53, 62, 64, 65 Hafız Mehmed Paşa, 117 Hâfız-ı Acem, 16, 74, 85 Hakî-i Diger, 23 Hâkim, 14, 253 Hakkı Paşa, 141, 146 Hâlet, 144 Haletî, 24, 112, 115, 116, 118, 176 Halil Hâmîd Paşa, 134 Halil Kocagöz, 288, 289, 290 Halil Paşa, 114, 135 Halim Paşa, 147, 307 Halimî, 11, 41, 71, 72, 77, 166, 167 Hâlis, 143, 272, 273 Hâlisî, 12 Hamdi, 50, 51, 145, 147, 280, 287 Hamdullah Hamdi, 50 Hamdullah Subhî, 284 Hâmî, 129, 176, 177, 221, 228, 240 Hâmidî, 39, 41 Hamrî, 97, 101, 105, 106 Hamse, 48, 241 Hamza Bey-zâde Mustafa Paşa, 155 Hamza-nâme, 152 Hamzavî, 151 Harnâme, 37 Harun Reşid, 1 Hasbî, 22 Hassan, 37 Hâşim Bey, 148 Hâşimî, 10, 115, 170 Haşmet, 133, 174, 213, 225, 226, 254,
299 Hâtemî, 10, 16, 19, 22, 45, 70, 106, 108,
154, 155, 163, 164, 169 Hâtem-i Tâyyî, 209 Hâtemî-i Diger, 19 Havaya Çizilen Dünya, 284 Hayal Şehir, 284 Hayâlî, 10, 23, 72, 83, 84, 85, 89, 91,
95, 96, 97, 98, 99, 100, 101, 102,
103, 166, 167, 176, 203, 208, 209, 210, 242, 243, 247, 256, 257, 263, 267, 271, 303, 306
Hayâtî, 11, 13, 22, 41 Haydar, 10, 55, 56, 61, 63, 64, 65, 67,
68, 69, 91, 146, 153, 178 Haydar Bey, 146 Haydar Çelebi, 10, 56, 61, 63, 65, 69,
153 Hayret, 147 Hayretî, 22, 23, 83, 84, 176, 232, 300 Hayri, 145, 147, 239, 251, 252 Hazânî, 21, 22 Hemdemî, 20, 22 Heşt Bihişt, 161, 302 Hızır Bey, 39, 42, 43, 155, 299 Hicrî, 23 Hidayet Karakuş, 290 Hilmi Yavuz, 291 Hoca Sa’deddin, 110, 111 Hocazâde Muslihuddin, 39 Hubbî, 10, 108, 111, 154, 164, 169 Hudâyî Dede, 18 Hurşid ü Cemşid, 164 Hurşid ve Ferahşah, 35 Husrev Paşa, 117, 210 Husrev ü Şirin, 38 Huşeng, 210 Hüdâî, 176 Hüdayî, 13 Hümâ vü Hümâyun, 162 Hüsam Çelebi, 93, 149 Hüsameddin Salar, 4 Hüsami, 37 Hüseyin Baykara, 1, 48, 49, 241, 293 Hüseyin Paşa, 116, 123, 125, 131, 142,
212 Hüseyin Yurttaş, 291 Hüsn ü Dil, 76 Hüsni, 145 Hüsrev, 18, 144, 162, 183, 202, 205,
210, 214, 215 Hüsrev Çelebi, 18 Hz. Ali, 187, 205, 206 Hz. Muhammed, 3, 115, 189, 293, 305 Hz. Osman, 206 Hz. Ömer, 205, 206 Hz. Yusuf, 211, 217
288
-I- Işkî, 11, 22, 270, 271 Itrî, 18, 120 Iyânî, 20, 59, 60, 61, 62, 63, 65, 95, 96,
97, 98, 99, 100, 101, 102, 104, 106 Iydîyye, 262 -İ- İbn Bibi, 4 İbn Melekoğlu Mehmed, 35 İbrahim Gülşeni, 84, 90, 91 İbrahim Paşa, 14, 15, 37, 45, 46, 47, 72,
76, 79, 81, 82, 83, 84, 85, 87, 89, 90, 91, 112, 123, 126, 127, 128, 129, 130, 131, 132, 155, 157, 182, 194, 200, 207, 214, 222, 232, 234, 251, 260, 265, 271, 272, 280, 295
İdrîs, 44, 48, 51, 52, 53, 54, 55, 56, 57, 59, 61, 62, 64, 66, 71, 178, 295
İhsân, 50, 228, 251, 268 İlhan Berk, 287 İlhan Demirarslan Şiir Ödülü, 290 İlhan Geçer, 286 İlmî Efendi, 127 İlmî-i Diger, 14 İlyas Paşa, 117, 215 İsa, 210, 211 İsfendiyar, 201, 205, 207, 214, 217 İshak Çelebi, 73, 74, 85 İshak Efendi, 122 İskender, 10, 19, 23, 25, 35, 36, 49, 78,
82, 83, 85, 87, 91, 107, 151, 154, 157, 183, 200, 204, 205, 207, 208, 211, 212, 214, 271, 272, 305
İskendernâme, 154 İsmâil Sefâ, 284 İstanbul Kitabı, 287 İşretî, 11, 14, 17, 168 İşret-nâme, 73 İvazpaşa-zâde Atâyî, 37 İzzeddin Keykavus, 4 İzzet Ali, 127, 128, 130, 207, 209, 213,
237, 269, 299 İzzet Efendi, 18
-K- Kabuli, 39 Kâdirî, 176 Kahraman, 212 Kâmî, 14, 16, 88, 140, 244 Kandî, 83, 96, 97, 98, 99, 100, 101, 102,
104, 149, 153 Kansu Gavri, 76, 90 Kanuni, 2, 5, 37, 47, 50, 71, 72, 75, 76,
77, 78, 79, 80, 81, 83, 84, 85, 86, 87, 88, 89, 90, 91, 92, 93, 94, 95, 102, 104, 107, 112, 154, 157, 158, 161, 162, 165, 166, 167, 168, 174, 177, 178, 181, 185, 186, 188, 189, 192, 195, 197, 199, 208, 211, 212, 213, 214, 223, 224, 231, 242, 244, 250, 255, 262, 295, 300, 301, 307
Kapluca-nâme, 82 Kara Fazlî, 154, 158, 162, 164, 169, 178 Kara Memi, 97, 101, 105, 106 Kara Seydi, 44, 48 Karamanî Mehmed Paşa, 41, 42, 69,
221 Karga ile Tilki, 286 Kasım Paşa, 41, 44, 46, 155 Kasîde, 3, 101, 140, 171, 173, 177, 221,
299, 300, 303 Kassabzâde Mahmud, 39 Kâşifi, 40 Kâtibî, 12, 13, 20, 22, 28, 39, 51, 52,
53, 54, 55, 56, 57, 58, 59, 60, 61, 62, 65, 66, 69, 73, 79, 80, 85, 91, 92, 295
Kâtip Davud, 13 Kaya Çelebi, 163 Kazzaz Ali, 76 Keçeci-zâde İzzet Molla, 143, 234, 265 Kelîm, 176 Kemal Paşazâde, 176 Kemâl-i Zerd, 22, 25, 41 Kemâlpaşa-zâde, 45, 70, 71, 80 Keshüsrev, 212 Keşfî, 51, 52, 53, 54, 55, 56, 57, 58, 59,
60, 61, 63, 65, 66, 69, 96, 97, 98, 99, 100, 101, 103, 104, 106, 295
Keyfî, 22 Kınalı-zâde Ali Efendi, 81
289
Kınalızâde Hasan Çelebi, 10, 11, 12, 13, 15, 19, 20, 21, 22, 23, 24
Kıssa-i İskender, 151 Kıvami, 39 Kimya-yı Saâdet, 88, 94 Kirlenmiş Kağıtlar, 289 Kisra, 213 Koca Ragıb Paşa, 133, 134, 225, 226,
307 Koca Yusuf Paşa, 134 Korkud Çelebi, 57, 61, 62, 63, 65, 68,
69, 178 Kösem Mâhpeyker, 113 Kutbi Ahmed Çelebi, 156 Kuyucu Murad Paşa, 113, 114, 183,
187, 188, 190, 204, 212, 227 Küçük Çelebizâde İsmail Asım, 127 Kühnî, 13 Kül, 287 -L- Lala Şahin, 148 Lâlî, 11, 51, 52, 53, 54, 55, 57, 59, 60,
61, 62, 64, 65, 66 Latîfî, 11, 12, 13, 17, 20, 22, 42, 47, 49,
73, 100, 101, 102, 104, 150, 151, 302, 306
Lâyihî, 17, 23 Lazimî, 90 Leâlî, 11 Leskofçalı Galip, 140 Levhi, 162 Leyla Hanım, 143, 176, 234 Leyla vü Mecnun, 94 Lotus Edebiyat Büyük Ödülü, 290 Lütfî, 11 -M- Mâdih, 15 Mahbûb Çelebi, 58, 62, 63, 65 Mahmud Çelebi, 83, 91 Mahmud Nedim Paşa, 138, 144, 146,
147 Mahmud Paşa, 41, 42, 48, 86, 107, 127,
128, 146, 155, 174, 306 Mahremî, 97, 98, 101, 103, 104, 176
Mahtûmî, 14 Makali, 47, 163, 169 Makâmî, 96, 97, 98, 99, 100, 101, 102,
104, 105, 106, 157 Mânî, 176 Mavi İkindi, 286 Mehdî, 11, 39 Mehemmed Ağa, 118 Mehemmed Emîn, 22, 23 Mehmed Ali Paşa, 141, 235 Mehmed Aziz Bey, 147 Mehmed Çelebi, 54, 62, 64, 65, 69, 73,
87, 91, 99, 101, 104, 115, 119, 154, 163, 164, 168
Mehmed Paşa, 41, 42, 56, 62, 69, 71, 106, 107, 109, 113, 114, 117, 121, 122, 125, 126, 127, 129, 132, 134, 145, 147, 160, 181, 196, 199, 221, 259, 306
Mehmed Salih Efendi, 143 Mehmed Subhi Efendi, 134 Mehmed Za’ifi, 38 Mehmet Akif Ersoy, 284 Melih Cevdet Anday, 285 Melîhî, 11, 17, 39, 43 Melisa Gürpınar, 289 Memet Fuat, 288 Menâkıb-ı Hünerveran, 111 Menakîb-ı Behman Şah b. Firuz Şah, 81 Mersiye, 220, 302 Mesîhî, 16, 22, 47, 58, 59, 60, 176, 221,
261, 275, 304 Mesnevi, 88, 128, 130, 136 Meşami, 163, 169 Meşrebi, 164 Metin Altıok, 289, 291 Metin Eloğlu, 287 Mevlana Hâmidî, 41 Meylî, 20, 22 Mihr ü Müşteri, 109 Mihrî, 20, 52, 56, 58, 59, 61, 63, 65,
156, 157 Mîrek, 98, 99, 100, 101, 102, 104, 106 Mirza Habib Efendi, 145 Misâlî, 20 Molla Câmi, 1, 293 Molla Gürânî, 39 Molla Hayreddin, 39
290
Molla İlyas, 39 Molla Lütfi, 39, 43, 44 Molla Yeliyüddin, 38 Monlâ Çelebi, 22 Mu‘ammâyî, 20 Muhammed b. Gazi, 3 Muharremiye, 175, 236 Muhlis, 168 Muhyî, 20 Muhyiddin Çelebi, 85 Mustafa, 14, 19, 34, 38, 44, 46, 48, 49,
56, 62, 64, 65, 79, 80, 81, 85, 87, 88, 89, 100, 101, 102, 104, 108, 110, 111, 112, 114, 115, 119, 120, 121, 122, 123, 124, 125, 126, 127, 128, 131, 132, 133, 134, 135, 140, 141, 144, 147, 152, 155, 157, 158, 161, 162, 164, 168, 169, 174, 176, 191, 198, 200, 201, 205, 206, 216, 217, 231, 232, 233, 245, 250, 260, 263, 298, 299, 300, 302, 303, 305, 306, 307
Mustafa Çelebi, 79, 81, 89, 100, 101, 104, 198
Mustafa Nuri Bey, 140 Mustafa Paşa, 46, 88, 111, 119, 121,
122, 123, 124, 125, 127, 128, 155, 168, 174, 191, 198, 200, 201, 206, 216, 217, 231, 232, 233, 245, 250, 263
Muvakkitzâde Pertev, 140 Muzaffer, 59, 61, 63, 65, 68, 69, 178,
303 Müderris, 27, 109, 148 Müeyyedzâde Abdurrahman Çelebi, 11 Müftî Ahmed Çelebi, 23 Münîf, 133 Münif Paşa, 141 Müniri İbrahim Çelebi, 157 Münşî, 97, 101, 105, 106 Müşterî, 57, 61, 62, 64, 65, 178, 222,
232 -N- Nâbî, 19, 106, 121, 124, 125, 131, 174,
299
Nâdirî, 176, 181, 183, 196, 202, 204, 205, 206, 209, 212, 213, 227, 238, 282, 304
Nâhîfî, 127 Nâilî, 176, 223, 228, 236 Naîmî-i Sânî, 22 Nakkaşî, 101, 105, 106 Nakşî, 176 Nâmî, 22, 23, 110 Nasuh Paşa, 114, 115 Nâşid, 137 Nâtıkî, 56, 57, 58, 59, 61, 62, 64, 65, 68 Nâzım, 14 Nazîm Yahyâ, 123 Nazmî, 92, 176 Necâhî, 20 Necâtî, 11, 13, 16, 21, 22, 26, 40, 41,
44, 45, 46, 48, 51, 56, 62, 64, 65, 67, 73, 76, 96, 97, 98, 99, 100, 101, 103, 105, 106, 149, 153, 156, 159, 160, 176, 178, 191, 221, 223, 225, 228, 229, 244, 246, 260, 268, 277, 305, 306
Necati Cumalı, 287 Necatigil Şiir Ödülü, 286, 287, 288, 290 Necip Fazıl Kısakürek, 285 Necmüddîn, 99, 101, 102, 104 Nedîm, 31, 127, 128, 129, 130, 181,
182, 183, 200, 209, 214, 222, 234, 251, 304
Nefhat ül-Ezhâr, 118 Nergisî, 176 Nerîmân, 187, 207, 211, 213, 214, 215,
216 Neşâtî, 176 Nev‘î, 11, 174 Nevâli, 19 Nevzat Üstün, 287, 290, 291 Nevzat Üstün Şiir ve Hikâye Ödülü,
287 Neylî Ahmed, 127 Nigâhî, 123 Nigarî, 10, 106, 169 Nigarîstan, 80 Nihâlî, 11, 13, 16, 17, 20, 23, 70, 255,
257, 258 Nihaloğlu, 74, 255 Nihânî, 22, 106
291
Nisârî, 15, 98, 101, 103, 123, 296 Nisâyî, 176 Nişancı İbrahim b. Abdullah, 39 Nişancı Mustafa Çelebi, 81 Nişânî, 12, 22, 23, 42, 52, 62, 64, 65,
79, 160 Nişânî-i Evvel, 12 Nişânî-i Sânî, 23 Niyâzî, 11, 22, 23, 97, 101, 103, 104,
149 Nizâmî, 13, 17, 279 Nûhî, 22, 162 Nûrî, 22 Nusret-nâme, 111 Nûşirevân, 209, 217 Nutkî, 13, 112 Nutkî (2), 13 -O- Ocak Katırı Alagöz, 286 Oktay Rifat, 286 Osman Paşa, 144 Osmanlıya Dair Hikâyat, 290 Osmanzâde Tâib, 132 Otuz Beş Yaş, 285 -Ö- Ö. F. Toprak Şiir Ödülü, 286, 289, 290,
291 Ö. Faruk Toprak, 289, 290, 291 Ölümsüzlük Ardından Gılgamış, 286 Ömer, 22, 51, 52, 53, 54, 56, 57, 61, 63,
64, 65, 66, 67, 68, 69, 135, 206 Ömer Beg, 22, 52, 56, 61, 64 Ömer Çelebi, 51, 53, 61, 64, 65, 66, 69 Özkan Mert, 290 Özlediğim Şehir, 286 -P- Patrona Halil, 127, 132, 133 Pepe Mehmed Paşa, 145 Peride Celâl, 285 Perişey, 291 Perviz b. Abdullah, 81 Peşeng, 183, 214, 215
-R- Rahimi, 154, 165 Rahmî, 17, 23, 24, 97, 98, 100, 101,
102, 104, 105, 106, 176 Raî, 106 Ramazâniyye, 234 Râmî, 18, 124, 125, 126, 127, 176, 237,
259, 301 Râmiz, 12, 14, 15, 18 Râmiz-i Diger, 14 Râşid, 131, 133 Râyî, 20, 169 Râzî, 22 Refik Durbaş, 290 Refîkî, 20, 22, 51, 52, 53, 54, 55, 57,
58, 59, 60, 61, 63, 65, 66, 100, 101, 103, 104
Remzî, 14, 71 Resâil el-Müşfiye fî Emrâz el-Müşkile,
120 Revânî, 12, 14, 52, 55, 56, 57, 58, 61,
63, 65, 68, 69, 70, 72, 167, 176, 179, 180, 270
Rezmî, 129 Rıf‘at, 15 Rıfat Ilgaz, 286 Rızâ, 11 Rızâyî, 20 Risale fi’l-hey, 82 Riyâzî, 11, 19, 21, 114, 116, 117, 176,
298 Riyâzüş-Şuârâ, 115 Rûhî, 50, 51, 52, 53, 54, 55, 56, 57, 58,
59, 60, 61, 62, 65, 69, 176, 295 Rükneddin Süleyman Şah, 3 Rüstem, 25, 79, 84, 85, 86, 92, 161,
169, 187, 202, 203, 208, 212, 213, 215, 230, 267
-S- Sâ‘atî, 20 Sa‘dî, 11, 21 Sa‘düddîn Efendi, 11 Sa‘yî, 11, 12, 17, 19 Sabahattin Kudret Aksal, 288
292
Sabâyi, 51, 52, 61, 62, 65 Sabır Taşı, 285 Sabrî, 96, 97, 98, 99, 100, 101, 102,
103, 104, 117 Sadık Paşa, 146, 274 Sadi, 11 Sadî-i Cem, 12 Sadi-i Sirozî, 11 Sadrî, 14, 20 Safâyî, 9, 12, 14, 18, 19, 21, 25, 44, 49,
51, 52, 53, 55, 56, 58, 59, 61, 63, 65, 178, 299
Safayi Lokman Dede, 44 Sâfî, 11, 22, 37, 38, 41, 44, 48, 155 Safiye Sultan, 112, 113 Sâgarî, 17, 76 Sahtiyan, 290 Said Efendi, 127 Sakarya Meydan Savaşı, 286 Sâkî, 60, 62, 64, 65, 116 Sâlim, 12, 13, 14, 15, 18, 130, 133, 210,
302 Sâm, 187, 213, 215, 216 Sami, 93, 106, 124, 127, 128, 141, 145,
298, 299 Sâmî, 131, 134, 176 Sâmi Paşa-zâde Subhi Bey, 145 Sarıca Kemâl, 41 Sedat Simavi, 285, 286, 287, 288, 289,
291 Sehâbî, 23, 94 Seha-nâme, 78, 112 Sehâyi, 149 Sehî, 11, 12, 13, 17, 20, 21, 22, 150,
159, 160, 161, 249, 302, 306 Selîm Efendi, 18 Selîmî, 70, 176 Selim-nâme, 70, 73, 79, 89 Selman, 93 Senayî, 12, 93, 161 Sennur Sezer, 289 Seriri, 159 Servî, 100, 101, 103, 104 Sessiz Arka Bahçeler, 288 Sevda Kalıcıdır, 288 Sevdayi, 159 Seydi Ali Re’is, 79, 306 Seydi-oğlu Derviş Çelebi, 82, 265
Seyfî, 13, 38 Seyran, 288 Seyyid Mehmed Paşa, 134 Seyyid Vehbî, 127, 130 Sezâyî, 13 Sığda, 288 Sırrî, 13 Sibillo Aleramo Şiir Ödülü, 291 Sihâm-ı Kaza, 117 Sihrî, 22 Sinan Paşa, 42, 43, 304 Siraceddin Halebî, 39 Sirkeci Bahşi, 82, 265 Sohbet ül-Ebkâr, 118 Sözcükler, 285 Subhî, 22, 134, 265, 284, 301 Subhi Paşa, 141 Sultan Abdülaziz, 4, 138, 140, 144, 145,
146, 147 Sultan Abdülhamid, 140, 266 Sultan Abdülmecid, 138, 140, 142, 143,
144, 145, 146, 174, 235, 243, 281 Sultan Ahmed, 70, 113, 126, 128, 129,
130, 192, 195, 202, 208, 210, 216, 224, 238
Sultan Bayezid, 17, 44, 45, 46, 47, 48, 49, 50, 69, 70, 71, 75, 77, 80, 82, 84, 85, 90, 153, 155, 160, 195, 232, 244, 267, 268, 270, 280
Sultan II. Murad, 37, 38, 150, 167, 295 Sultan III. Murad, 107, 108, 109, 110,
111, 135, 216 Sultan İbrahim, 119, 120, 124, 301 Sultan Mahmud, 73, 141, 142, 143, 235 Sultan Mehmed, 26, 35, 36, 37, 38, 39,
40, 41, 42, 43, 44, 45, 46, 48, 82, 122, 123, 124, 151, 152, 153, 154, 155, 165, 166, 167, 178, 190, 191, 200, 212, 225, 228, 229, 242, 246, 295
Sultan Murad, 37, 38, 109, 110, 111, 112, 119, 165, 185, 194, 195, 196, 233
Sultan Mustafa, 115, 125 Sultan Osman, 115, 190 Sultan Selim, 4, 45, 47, 48, 49, 50, 69,
70, 71, 72, 73, 74, 75, 76, 77, 79, 80, 86, 88, 89, 90, 91, 92, 93, 94, 106,
293
107, 108, 109, 111, 112, 137, 158, 160, 165, 166, 179, 232, 238, 255, 276, 295
Sunî, 20, 22 Sûriyye, 174 Sûzî, 22, 98, 101, 103, 104 Sücudî, 23, 61, 62, 68, 69, 70, 73, 179 Süleyman, 3, 5, 14, 34, 35, 36, 37, 49,
60, 61, 62, 63, 65, 77, 78, 80, 81, 83, 84, 85, 86, 88, 89, 90, 91, 92, 93, 95, 104, 107, 124, 125, 126, 128, 131, 139, 143, 150, 151, 152, 154, 157, 158, 160, 161, 162, 167, 176, 178, 181, 182, 189, 190, 198, 199, 201, 203, 209, 210, 211, 216, 217, 223, 224, 230, 242, 244, 249, 250, 255, 266, 271, 300, 301, 306, 307
Süleyman Çelebi, 36, 60, 61, 62, 63, 65, 150, 151, 152, 178
Süleyman Faik Efendi, 143 Süleyman Şah, 3, 34, 35, 36, 37, 151,
167, 176 Sünbülzâde Vehbî, 135, 140 Sünnî, 20 Süreyya Berfe, 289 Süruri, 149, 157 -Ş- Şah İsmail, 71, 74, 90, 255 Şah Kâsım, 77 Şah Kulu, 157 Şah Muhammed Kazvini, 44, 49, 77 Şâhî, 18 Şahidi, 149, 153 Şâkir, 14, 129, 134 Şami Mustafa Bey, 44, 49, 108 Şânî, 15, 21 Şehdî, 51, 52, 53, 54, 55, 56, 57, 58, 60,
61, 62, 65, 66 Şehîdî, 11, 12, 13, 167 Şehnâme, 84, 154, 201, 207, 215, 216,
279 Şehrengiz, 90 Şehrî, 60, 62, 64, 65, 129, 258, 299 Şehzâde Abdullah, 46, 153, 154, 159,
166 Şehzâde Ahmed, 47, 154, 156, 157, 160
Şehzâde Cem, 152, 153 Şehzâde Korkud, 82, 158, 159 Şehzâde Mahmud, 46, 158, 159, 160 Şehzâde Mehmed, 84, 109, 116, 158,
162, 164, 178 Şehzâde Murad, 110, 165, 166, 174 Şehzâde Mustafa, 85, 87, 110, 152, 154,
157, 158, 161, 162, 164, 167, 260 Şehzâde Selim, 154, 158, 160, 162, 163,
164, 165, 167, 169, 170 Şehzâde Süleyman, 158, 160, 161 Şems Aga, 13 Şemseddin Ahmed, 86, 92, 93, 230 Şemsî, 11, 13, 15, 17, 37, 38, 39, 77, 79,
107, 108, 164 Şemsî Paşa, 13 Şeref Hanım, 141, 176, 227, 236, 248,
278, 299 Şerefüddîn Davud-ı Kayserî, 148 Şerîf, 22, 117 Şerîfî, 57, 58, 62, 64, 65 Şevkî, 10, 13, 149, 160, 167, 176 Şeydâ, 20 Şeyh Gâlib, 133, 135, 176, 302 Şeyh Hasan, 35 Şeyh İbrahim, 95, 101, 102, 103 Şeyh Mehmed, 92, 116 Şeyh Sadrî, 14 Şeyhî, 11, 36, 37, 38, 40, 75, 80, 171,
176, 178, 179, 198, 213, 276, 302 Şeyhoğlu Mustafa, 34 Şeyhülislâm Bahâyi, 118 Şiirler, 286, 288, 305 Şikarî, 161 Şiri Ali, 93 Şirvanlı Şemseddin İtâkî, 119 Şükrî, 16, 75, 96, 101, 102, 103, 178 Şükrullah, 41 -T- Tac Bey, 47, 155 Taceddin-i Kürdî, 148 Taci-zâde, 44, 71, 74, 255 Tâli‘î, 12 Tâlib, 14, 123 Tâlif, 149 Taşköprüzâde Kemal Efendi, 116
294
Tebri-i İksir, 94 Teknenin Ölümü, 285 Teoman Karahun, 288 Terceman-ı Kitabe-i Feylesofân, 119 Teşrîh-i Ebdân, 119 Tevârih-i Al-i Osman, 45 Tevarih-i Mülûk-ı Al-i Osman, 35 Tevfik Fikret, 284 Tıflî, 9, 12, 118 Tufandan Önce, 287 Tulû‘î, 22 Turan Emeksiz, 285 Tursun Bey, 41 Tutuklunun Günlüğü, 287 Türabî, 149, 153, 176 Türk Dil Kurumu Edebiyat Ödülü, 286 Türk Dil Kurumu Şiir Ödülü, 285, 286,
287, 288, 289 -U- Ubeydî, 15, 92, 176 Ulvî, 13, 14, 20, 37, 39, 108, 154, 163,
176 Unsurî, 90 Usûlî, 19, 84, 176 -Ü- Ünsî, 122
-V-
Vahdî, 21 Vamık u Azra, 90 Vasfî, 22, 23, 55, 62, 64, 65, 67, 69,
205, 222, 223, 231, 232, 245, 249, 250, 263, 300
Vecdî, 122 Vefâyî, 11 Vefik Paşa, 8, 145 Vehbî, 15, 127, 130, 135, 140 Veyse vü Râmîn, 90 Veysel Çolak, 289 Visâlî, 57, 62, 64, 65, 154, 165, 169
Vusûlî, 11, 108, 154, 164 -Y- Yağmurlu Deniz, 287 Yahyâ, 25, 83, 85, 89, 98, 99, 100, 101,
102, 104, 109, 110, 114, 119, 120, 121, 123, 128, 176, 216, 258, 267, 300
Yahya Kemal, 284 Yakînî, 10, 11, 96, 97, 98, 101, 102,
104, 105, 106, 161 Yangın, 286 Yarhisarî, 59, 62, 64, 65 Yaşayan Ömür, 284 Yaz Dönemi, 288 Yeditepe Şiir Armağanı, 285, 286, 287,
288, 290, 291 Yeniden, 289 Yerçekimi Karanfil, 288 Yeşeren Otlar, 286 Yetîm, 22, 23, 176 Yetîmî, 17 Yıldırım Bayezid, 32, 34, 35, 151, 167 Yunus Nadi, 289, 290 Yusuf u Züleyha, 50, 80, 179, 280 -Z- Zahireddin Faryabi, 4 Zaman Bahçesi, 289 Zaman Şiirleri, 291 Zamani, 158 Zamîrî, 54, 62, 63, 65, 67, 69 Zari, 158 Zâtî, 17, 44, 47, 59, 60, 61, 62, 64, 65,
68, 75, 83, 86, 90, 96, 97, 98, 99, 100, 101, 102, 104, 105, 106, 164, 178, 232, 233
Zemânî, 11, 13 Zenbilli Ali Efendi, 80 Zeyneb Hanım, 12, 39, 157 Zeyrek-zâde, 71, 75, 276 Zihnî, 13, 169, 176, 201, 233, 269, 304
Recommended