32
ŞÜN VE SANAT DERGİSİ KASIM-ARALIK 2008 a¤›n

010 kas.m son€¦ · Osmanlı Devleti kuruluş yıllarında Avru-pa’dan daha ileriyken daha sonra neden Avru-pa’dan geri kaldı? Avrupa ortaçağ karanlığından sıyrıldıktan

  • Upload
    others

  • View
    4

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

  • DÜŞÜN VE SANAT DERGİSİ

    KASIM-ARALIK 2008

    aa¤¤››nn

  • ağın DÜŞÜN VE SANAT DERGİSİSahibiAğın Kültür ve Dayanışma Derneği AdınaAAhhmmeett DDEEVV‹‹RREENN

    Sorumlu Yazı İşleri MüdürüAAllttaann ‹‹LLTTEERR

    Yazı KuruluAAllttaann ‹‹LLTTEERRAAhhmmeett DDEEVV‹‹RREENNMMeevvllüütt ÖÖKKSSÜÜZZOO⁄⁄LLUUMMeehhmmeett EERRGGÖÖNNÜÜLL

    Teknik YönetmenÖÖmmeerr ÖÖZZTTÜÜRRKK

    Yönetim Adresi:Ağın Kültür ve Dayanışma DerneğiHoşdere Caddesi, Akasya Apt. No: 41-2 AY.Ayrancı / ANKARATel:(0.312) 426 75 90 Faks:(0.312) 354 78 38

    Ağın Kültür ve Dayanışma Derneği,PTT 101843 no.lu Çek HesabıT.C. Ziraat Bankası Ankara Yenişehir ŞubesiHesap No: (0471)39775168-5002

    Gönderilen yazılar yayımlansın, yayımlanmasıniade edilmez ve telif ücreti ödenmez.

    Bu dergide yayımlanan yazılardaki fikirleryazarlarına aittir.

    Dergimiz Basın Meslek İlkelerine uymaya söz vermiştir.

    Ağın Düşün ve Sanat Dergisi, Ankara Valiliği’nin12.09.1991 gün ve 8202 yazıları ile ayda bir çıkar.

    Yayın Türü: Yaygın süreli

    Yıl: 18 Sayı: 203-204KASIM-ARALIK 2008 Baskı Tarihi: 16/01/2009

    Grafik&Tasarım: BBaannuu KKAAHHRRAAMMAANN0 312 342 19 00

    Baskı: HHAASS--SSOOYY MMaattbbaaaacc››ll››kk BBaass.. TTaass.. TTaann.. LLttdd.. fifittii..Kazım Karabekir Cad. 95/60 İskitler- ANK.Tel: 0 312 341 59 94 / 384 03 04

    Ağın Düşün ve Sanat Dergisi muhabirleri:Suat UYANIK : AğınAhmet SAMUR : İstanbul

    Ön Kapak : M.Kemal ATATÜRK

    3-5 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .Neler Oluyor?..Ümit ÇAĞLAR

    6-7 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .Eski Ağın Düğünleri (Şiir)H. Edip OĞUZ

    8-11 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .Rahmi’nin HikâyesiGünerkan AYDOĞMUŞ

    12-13 . . . . . . . . . .Atatürk’ün Türkkuşu Okulunu AçmasıBehiç KÖKSAL

    13 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .Yılbaşı (Şiir)Hüseyin KABASAKAL

    14-16 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .Atatürk ve LaiklikŞevki GÜLER

    17 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .Su GözeneğiMehmet SELÇUK

    18 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .Sevginin Gücü Hikmet ŞENER

    19 . . . . . . . . . . . . . . . . .Ören Akşamları ve Osman GülerTalip APAYDIN

    20 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .Düş (Şiir)Eylem GÜLER

    20 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .Abim Fevzi Şener’e (Şiir)O. Edip ŞENER

    21 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .O Bir Üreticiydi...Gürol KORKMAZ

    22 . . . . . . . . . . . . . . . . . . .Dr. Süleyman Kocagil’e (Şiir)Dr. Galip UZUNCA

    23 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .İsmail Ercan’ın Ardından...Ahmet DEMİRKOL

    24 . . . . . . . . . .Türkülerimiz: ........Kurey Suyu TürküsüAv. Fikret MEMİŞOĞLU

    25-27 . . . . . . . . . . . . .Sporun Doğuşu, Antik ve ModernOlimpiyat Oyunları

    Yrd. Doç. Dr. Pervin BİLİR28 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .Yazarlarımızı Tanıyalım29 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .Fıkralar

    İsmail N. BEYDEMİR30 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .Haberler31-32 . . . . . . . . . . . . . . . .Doğumlar-Evlenmeler-Ölümler

    SSAAYYFFAA ‹‹ÇÇ‹‹NNDDEEKK‹‹LLEERR

  • ağın 3Kas›m-Aral›k 22008

    Sıcak bir eylül akşamı balkonda oturmuş,sokağı seyrediyordum. Kaldırımdan iki kişigeçti. Bir kadın ve yanında bir erkek. Kadınyarasa gibi kapkara bir çarşaf giymişti. Er-kek ise gayet özgür ve rahat giysiler içerisin-deydi. Aynı görüntüye 2 ay önce İstanbul’dada birkaç kez şahit olmuştum. Üstelik bazıla-rı yüzünü burun hizasına kadar kapatmıştı.İçim bulandı, boğazıma bir şey düğümlen-di…

    Çok üzüldüm ve düşündüm. Neler olu-yor?

    2008 yılındayız. Burası Türkiye Cumhu-riyeti. Bir an acaba İran’a geldim de ben mifarkında değilim veya rüya mı görüyorum?Uyanınca, kendimi Atatürk’ün ne zorluklarla,yedi düvelden kurtarıp kurduğu “AydınlıkTürkiye Cumhuriyeti’ni” göreceğim. Oh, çokşükür bu bir kâbusmuş diyeceğim. Hayır rü-ya değildi. Gerçek kafama bir balyoz gibi in-di.

    Bir kadın olarak böyle bir giysiyi kendinelayık gören bir Türk kadınını aklım almıyor.Bu kadın yıllar önce kendine verilen özgürlü-ğü, eşitliği, insanca yaşamı, uygarca giyimineden elinin tersiyle itip, bu ucube kılığa bü-rünüyor. Aynaya hiç bakmıyor mu? İç karar-tan görüntüsünden mutlu mu, yoksa baskı mıyapılıyor?

    Kurtuluş Savaşı’mızda askerlerimizeelleriyle su içiren, karnını doyuran, cepheyemermi taşıyan, hemşire olup Mehmetçiğinyaralarını saran, erkekle yan yana büyük mü-cadele veren korkusuz Türk kadını nerede?

    Erkek-kadın eşitliğinden bana ne, benböyle istiyorum, ortaçağ görüntüsü ve zihni-

    yeti hoşuma gidiyor, erkek egemenliğini sa-vunuyorum mu diyor?

    İşte tam da bu noktada aklıma Atatürk’ünanlamlı sözleri geliyor:

    “Hayatta en hakiki mürşit (yol gösterici)ilimdir.”

    “Benim manevi mirasım bilim ve akıldır.”Atatürk’ün eğitimde temel aldığı ilke, ak-

    lın ve bilmin yol göstericiliğidir. Bu ilke akıl-dışı safsatalara, kör inanışlara karşı durmakile eşanlamlıdır.

    O’nun 1930 yılında söylediği şu söz nekadar da günümüze uygun:

    “Bir ulusu özgür, bağımsız, şanlı yüksekbir toplum olarak yaşatan da, köleliğe, yok-sulluğa düşüren de eğitimdir.”

    Bu konuda öğretmenlerimize çok iş düşü-yor. Öğretmenler kendilerini bir müfredatı(eğitim programı) uygulayan, aktaran sıradanbir memur gibi görmemeliler. Bu ülkü ve dü-şünceleri derslerine ve sınıflarına taşımalıdır-lar. Onlar bunu başardıkları ölçüde ülkemizdeaydınlık ve yeni bir yol açılmış olacak, küre-sel emperyalizmin BÖLÜCÜ ve YIKICI etki-lerinden korunmamız daha kolay olacaktır.Bilim dışında başka bir yol aramak CAHİL-LİK ve AYMAZLIKDIR.

    Bilimsel düşünce; aklı kullanmayı ve sorusormayı sağlar, körü körüne, kalıplaşmış fikir-ler yoktur. Bilim, doğruyu bulmak için neden-leri araştırır. Toplum olarak bilimsel düşünce-yi benimseyip, soru sormayı bilmeliyiz. Dü-şünmeyen, soru sormayan toplumların koyunsürüsünden bir farkı kalmaz. Zamanında Vah-dettin de bunu dile getirip şöyle demiş:

    “Halk koyun sürüsü ben ise çobanım.”

    NELER OLUYOR?..Ümit ÇAĞLAR

  • ağın4 Kas›m-Aral›k 22008

    Bugün şeriatla yönetilen İslam ülkelerininbilimsel araştırmaları ile ilgili adını pek duy-muyoruz. Neden? Çünkü özgür düşünce yok.Kalıplaşmış, değişmeyen, soru sorulamayan,katı, dogmatik düşünce sistemi hakimdir.

    Türkiye’de bilim laik Türkiye Cumhuri-yeti’nin kurulmasıyla gelişmiştir. Çünkü bili-me, bilimsel araştırmaya önem verildi. Bilir-siniz Avrupa’dan matbaanın Osmanlı Devleti-ne gelişi 300 yıl geciktirilmiştir. (Günah sa-yıldığı için).

    Osmanlı Devleti kuruluş yıllarında Avru-pa’dan daha ileriyken daha sonra neden Avru-pa’dan geri kaldı?

    Avrupa ortaçağ karanlığından sıyrıldıktansonra bilime, akla, özgür düşünceye önemverdi. Bilimsel çalışmalar yaparak “AYDIN-LANMA ÇAĞINA” geçti. Osmanlı ise yerin-de saydı, geriledi.

    Ülkemizde aydınlanma ATATÜRK ilebaşladı. Devrimlerle yepyeni bir ulus yaratıl-dı. Eğitime, bilime ağırlık verildi.

    Atatürk, ortaçağı temsil eden bir yapıdanyeniçağa geçme kararını verirken amacınınTürkiye Cumhuriyeti halkını çağdaş bir top-lum haline getirmek olduğunu ifade etmiş,buna da ancak bilim ve teknik ile ulaşılır de-miştir.

    Anadolu aydınlanmasının, yurttaşlık bilin-cinin başlangıcı o büyük mücadeledir. AtatürkKurtuluş Savaşı’mızın başlangıcında Türkmilletinin, I. Dünya Savaşı’ndan galip çıkan-larla değil “EMPERYALİZM” ile karşı karşı-ya olduğunu ilk gören ve teşhis eden büyükbir önderdir. Bu ileri görüşlülüğü daha sonra-ki yıllarda da birçok konuda görülmüştür.

    Günümüzde Milli Mücadele’nin emper-yalizm’e karşı verilmiş ve kazanılmış bir kur-tuluş savaşı olduğunu bilmeyenler var. Bunu

    gençlerimize en doğru ve en sağlıklı öğrete-cek 2 tane çok değerli kitap mevcut. TurgutÖzakman’ın “DİRİLİŞ” (Çanakkale Savaşınıanlatıyor) ve “ŞU ÇILGIN TÜRKLER” (Kur-tuluş Savaşını anlatıyor).

    Çanakkale’de yazılan bir destan sonucun-da, onun verdiği ruh ve güç ile kazanılmışKurtuluş Savaşımız. Daha sonra da Türk’ünkarakterine uygun bir yeni devletin kurulu-şu… Cumhuriyetimizin kuruluş felsefesinide o mücadeleler belirlemiştir. O dönemleribilmeyenler bugünleri asla anlayamaz. Neyazık ki günümüz gençliğinin bir bölümü bukonuda oldukça ilgisiz ve duyarsız. Bununnedenleri aslında çok da sır değil. Verilenyanlış eğitim ve edindiği yanlış fikirler olabi-lir.

    Türk milleti Orta Asya’dan beri başkamilletlerin egemenliğini asla kabul etmemiş,onurlu ve özgürlükçü bir millettir. Atatürk bu-nu ilk gençlik yıllarından itibaren düşünmüş,planlamış ve günü geldiğinde uygulamıştır.

    Cumhuriyet rejimine bir günde karar ver-medi. Gittiği yabancı ülkelerin yaşam biçim-lerini incelemiş, bilim ve sanatta ne kadar ge-ri kaldığımızı görmüştü. O zamandan kafasınakoymuştu.

    Türk milleti layık olduğu hayata kavuştu-rulmalıydı. Atatürk’ün “En büyük eserim” de-diği Türkiye Cumhuriyeti; her yönüyle ileriyedönük, temelinde ulusal egemenlik ve tambağımsızlık kavramları olan Türk’ün kişiliği-ne en uygun bir yönetim biçimidir.

    Türkiye Cumhuriyeti’nin hedefi; kadın-erkek bütün dinamikleriyle çağdaş uygarlıkdüzeyinin üstüne çıkmaktır. Ayrıca eşitliktir,insan haklarıdır, insanca yaşamaktır. Çalışmakve emeğinin karşılığını almaktır. İnsanlarınözellikle işsiz bırakılıp kul haline sokulması

  • ve sadaka verilmesi demek değildir. Sosyaldevlet anlayışını benimsemiş bir rejimdir.Sosyal devlet anlayışının zayıflatılması sadakaekonomisini getirir.

    Bundan başka vatandaş kimliğiyle ve öz-gür iradesiyle oy kullanan, başkalarının işaretettiğini değil kendi istediğini seçen, beğen-mediğinde yeniden seçmeyen insanlardanoluşan bir yaşamı hedefleyen rejimdir. Bununiçin de insan önce aklını özgürleştirmelidir.Akıllı olabilmek için bu şarttır. İnsanımız bel-li kalıpların içerisine hapsedilmemelidir.

    Ünlü bilim adamı Einstein (Anştayn) şöy-le der: “Bilimi küçük bir grubun tekeline bı-rakmak, toplumun düşün gücünü zayıflatır,onu manevi yoksulluğa sürükler, sömürüyeaçık, kolayca kullanılabilir sürüye dönüştü-rür.”

    Bu sebeple bilimsel düşünce sadece bilimadamları ve üniversiteler için değil TÜMTOPLUM İÇİN gereklidir.

    İşte size çarpıcı bir örnek: Susuzluk ve ku-raklık nedeniyle ekinleri kuruyan insanlarınyağmur duasına çıkması mantıklı mı?

    Dua etmek çok doğal ve insana huzur ve-ren, rahatlatan bir şeydir elbette. Ama Allahinsana akıl da vermiştir. Bu aklı boşuna mıverdi?

    Bilimsel düşünceyi benimsemiş herkeskuraklığın, susuzluğun bir doğa olayı olduğu-nu, doğayı ve ormanlarımızı koruyarak, yeniağaçlar dikerek kuraklığın önüne geçilebile-ceğini bilir. Önce tedbirini al, sonra yine dua-nı et.

    Oysa günümüzde yeşil alanlar bir bir yokedilip yabancı oteller, villalar, alışveriş mer-kezleri yapılıyor.

    Yıllar önce Alanya’ya gittiğimizde birmanava yerli muzun neden azaldığını sor-

    muştum. Bana, muz üreticilerinin tarlalarınıverip otel yapımına sebep olduklarını ve ora-dan elde ettikleri gelirle yaşadıklarını söyle-di.

    İşte günümüzde yaşanan hem susuzluğunhem de üretimsizliğin nedenlerinden biri.Gün geçtikçe tarımın, üretimin azalması veparadan para kazanılması. Bu doğru bir eko-nomi mi?

    Bir ülkede üretim olmazsa, sanayi durmanoktasına gelmişse gelecekten bahsetmekmümkün mü?

    Atatürk işte bu nedenlerle üretime ve sa-nayiye çok önem vermiştir. O’nun ünlü sözü“Köylü milletin efendisidir.” Bu söz çok an-lamlı. Üretimin önemini de vurguluyor.

    O Büyük Önder çok iyi biliyordu ki; birülkenin tam bağımsız olabilmesi için üretimve sanayi geliştirilmeli, en önemlisi de kendiyağıyla kavrulması gerekliydi.

    Osmanlı Devleti’nin sonunu hazırlayanneydi? Dış borçlar ve politik saygınlığını kay-betmesi…

    Sonuç olarak günümüz sorunları; gittikçebilimden uzaklaşan toplumumuz, ülke olarakteslimiyetçilik, dışa bağımlılık, büyüyen cariaçığımız en önemlisi de üretimin ve sanayininher geçen gün azalması, emperyalist ülkelerintepemizdeki hükümranlığıdır.

    Tren yokuş aşağı hızla ilerliyor. Hepimizde o trendeyiz. Bize bir şey olmaz düşüncesiçok büyük yanılgıdır. Sonuç hepimizi etkiler.Vurdumduymazlığı bırakıp düşünmeye başla-yalım. İran benzeri bir ülke haline dönüşmekistemiyorsak tek çıkar yol Atamızın bize çiz-diği AYDINLIK YOL’dur. Kara bulutların da-ğılıp gökyüzünün açılması ve güneşin yenidenpırıl pırıl parlamasını dilerken, hepinize mutluyarınlar, mutlu yıllar diliyorum.

    ağın 5Kas›m-Aral›k 22008

  • ağın6 Kas›m-Aral›k 22008

    Çocukluğum, gençliğim, anılarımdaBir başkaydı Ağın düğünleri

    Salı ya da cuma günü başlardıÇalgıyla, öğleden sonra yapılırdı çağrıGırnata, keman, davul, cümbüşüyleGani Dayı, Turan Gezer, Çavuşuyla

    Bu üçlü sembolüydü düğünlerin.Birinci akşam ilgi az olsa da

    Yüksek olurdu ikinci gün katılımGeceleri lüks lambaları aydınlatırdı

    Her mahallenin, köyün düğün alanınıHalaylar çekilir, türküler söylenir

    Orta oyunları, çiftetellilerleBir güzeldi ki Ağın’da düğünler.Renkli simalar vardı yöreye özelDüğüne zevk veren, neşelendiren

    Gani Dayı çaldımı Ağır havayıBar başında Hüseyin kahveci

    Lingiroğlu Hüseyin, Muhlis İkinciÇeksinler halayı siz seyreyleyin

    Elde tir tir titrer mendillerDavulun tokmağıyla bükülen beller

    Bir sağa bir sola bükülen dizlerAğır havanın ritmini izler

    Büyük cevizde Bahattin HocaTirninnamda Berber Feyzi bar başı

    Dönmegil’in Osman Dayı Konyalım’daCoşardı gönüller eski düğünlerde.Bıçak oyununda Laloğlan oynarKollarını, göğüslerini paralasa daSeyrine doyulmazdı figürlerinin.

    Bir maya havası çalındığındaMehmet Gündüz, Güzel Emmi

    Süderekli Münür, İngüzekli Bedri“İki bülbül figan eder bir güle

    Yavri, layık mıdır ben ağlayam el güle...”Derken, feryat ederdi gamlı bülbüller

    Breh... breeeh... breeeeeh... diye.Bazı kişilere özel havalar çalınırsa

    Sahneye Deli Osman çıkarEnçitili Tufan’da titrek kuşkulu bakışlar

    Tufan’a hırlar, havlar ama ısırmazdıNe kadar bilse de Tufan sahneden kaçardı.

    Turan Gezer kemanda ustaİndirirdi suya yanık havalarla davarı

    ESKİ AĞIN DÜĞÜNLERİH. Edip OĞUZ

  • ağın 7Kas›m-Aral›k 22008

    Do telinde havlatır Karabaşı, Cumo’yuMi telinde meletirdi kara-mor koyunları.

    Davulda Çavuş bir başka ustaİki tokmakla seslendirirdi tüm notaları

    Hey gidi, Gani Dayı bir ekoldüAğın sevdalısı Ağınlılar dostu.

    Her telden çalmaya başlar çalgılarBir nara duyulduğunda

    Elinde meşaleyle başlamıştırUzun Süleyman’ın orta oyunu

    Değirmenci olur, kızları vardır oyunundaKaybeder aratır muhtara, korucuya

    Bazen bir gezginciyi oynarKendi düşünür kendi sergiler oyununu

    Oyun, son gecenin son gösterisidir.Gece sona ermekte iken

    Mumlar yakılır tabaklardaGüveyi oynatılır halaylarla

    Gelin evinde kınalar yakılır geceYolculuğa hazırlanır gelin, arkadaşlarınca.

    Damlarda, bahçelerde beyaz örtülüAk yüzlü kadınlar, analar, bacılarDüğünü izlerken ne de güzeldiler.

    Son gün gelin almaya gider düğün alayıSesganeler yüklenir atlara

    Gelin Ağlatma havası çalınır“Atlar eyerlendi geldi kapıya

    Kız çeyizin topla doldur terkiyeŞimdi kızlar başlar yanık türküye

    Doldur pınar doldur ben gider oldumAnamı babamı terk eder oldum.”

    Bu deyişlere dayanır mı gelin yüreğiAğlar analar, bacılar, komşular gelinle.

    Sesganeler yüklenmiş yola hazırdırBaşlar Gelin Çıkarma havası

    “Atladı geçti eşiği Sufrada galdı gaşuğu

    Şen babam evi şen olsunBen giderim haberiz olsun...”

    Gelin ata bindirilir, yanında kardeşiDizilir yola sesganeli düğün alayı

    Damat damda bekler geliniElinde çerez mendili saklı sağdıçla

    Gelin kapı önüne gelmiştir atılır çerezlerDamdan iner güveyi, eşşikte karşılar gelini

    Sağdıç damadı ayırır gelindenDüğün meydanına getirir

    Tekrar güveyi oynatılır halaylaDilenir mutluluklar, biz de kutlarız

    Ağın’da ne güzeldi eski düğünlerimiz.

  • ağın8 Kas›m-Aral›k 22008

    Harput’un kuzeyi sarp Munzur Dağları, do-ğusu ise Çapakçur yaylaları ve derin vadilerdenoluşur. Güneyi halk türkülerine konu olan Mas-tar Dağı ve Hazarbaba Dağları ile çevrilidir. Ba-tısında da Malatya ile Harput arasında bir yayçizen Fırat Nehri vardır. Harput’un bu coğrafikonumu onu asırlar boyu önemli bir merkezyapmış ve Osmanlı’ya bir iç kale durumuna ge-tirmiştir. Bu topraklarda Selçuklu’dan bu yananice olaylar cereyan etmiş, kayıtlara girmeyensayısız tarihî belgeler kaybolup gitmiştir. Amaondaki bu derin tarih kültürü yöre insanını hergeçen gün biraz daha olgunlaştırıp, günümüze“Harputluk” ruhu olarak gelmiştir. Tarihin bir-çok sırlarını gizleyen bugünkü ören yeri, dününkervan yollarının geçtiği, Çin’den, Bağdat’tangelen tüccarların bir gece de olsa konakladığıönemli bir durak yerdir. Bugün ayakta zorla du-rabilen bu viran hanlar, kervansaraylar, camiler,türbeler üç devrin mührünü taşırlar. Bu kocabelde Sultan Aziz döneminde çok hızlı bir şekil-de ovaya inerek eski yerini terk etmiştir. BugünHarput’u gezdiğinizde onun daha dün mağrurbir şehir olduğuna inanmazsanız. İçinizi bir hü-zün kaplar! Orada soluduğunuz hava sizi bilin-meyen bir diyara götürür…

    İster köylüsü isterse kentlisi olsun, bu yöre-de yaşayanların hepsi de Harputludur. Bu ruhsonradan Erzurum’da “DADAŞ”, Elazığ’da“GAKKOŞ” olmuştur. Ve Çubuk Beğ’le, BalakGazi ile Fırat boylarına taşınan Asya Türkü’nünmertlik, yiğitlik ruhu halen ayakta dimdik dur-maktadır. O, çoğu kez düşmanına bile şefkatlebakmış, kılıcının sertliğini ise hep sonraya bırak-mıştır. Bugün gerek batıya, gerekse doğuya gi-din mutlaka, ama mutlaka bir Harputluya rast-larsınız. Göreceksiniz ki onda ecdadımızın bü-tün izleri halen duruyor…

    Harput’tan günümüze gelen hikâyelerin birkısmı Osmanlı Tarihi’nin belgeleridir. Bunlarbazen acı olayların, bazen de kahramanlıklarındestana dönüştüğü ibret sayfalarıdır.

    Size burada anlatacağımız olay, Osmanlı’nınson döneminde Harput’ta geçmiştir. Bugün buçevrede yaşayanlar ne Rahmi’yi, ne de onun hi-kâyesini bilirler. Geleceğe ışık tutar diye onukaybolup gitmekten kurtarmayı bir görev saydık.

    * * *Yaz olsun kış olsun, güneş Harput’ta geç

    batar. Gün boyu süren alışverişlerin ardındanbakır mangırlar, gümüş mecidiyeler, kırmızı li-ralar el örmesi keselere yerleştirilir. Sonra dadükkânların kepenkleri büyük bir gürültü ile ka-panarak akşam ezanından önce evin yolu tutu-lur. Çok sayıda Ermeni esnafı bile bu geleneğehep uymuştur.

    O yaz Harput ve çevresinde bir sıtma salgı-nı baş göstermişti. Halk sıtmadan yakasını birtürlü kurtaramıyordu. Tarih 1910’lu yıllardı.Özellikle ova köylerinde her evde bir ya da ikisıtmalı hasta mutlaka vardı! Kimi at arabalarıile, kimi de eşek ve atlarla Harput eteklerindekihastanenin yolunu tutmuş hasta taşıyorlardı.Nedense Osmanlı’da tebabet hep Rum, Ermenive Yahudi elindeydi. İşte Harput’ta da kocahastanede bir tek Ermeni doktor vardı! Halk bu-nun adını “Mıstırik” koymuştu. Bu Ermeni dok-torun bulunduğu hastane bu sıralar sıtmalı has-talarla dolup taşıyordu; ancak gelen bu hastala-rın bir tekinin bile iyileşerek evine döndüğü ol-mamıştı!.. Gelenlerin çoğu birkaç gün içindeölüyorlardı. Hatta ayağıyla gelip sonra da ölenhastalar bile vardı. Bu durum bir süre devam et-ti. Bu hastanede o kadar insan öldü ki, bugün busayıyı bilen yok! Harputlu neden sonra bu işinsırrını çözdü! Meğer bu Ermeni doktor acımasız

    RAHMİ’NİN HİKÂYESİGünerkan AYDOĞMUŞ

  • ağın 9Kas›m-Aral›k 22008

    bir “HINÇAK” Komitacısı imiş! Bunun üzerineyöredeki insanlar hastaneye hastalarını götür-mez oldular. Halkın içindeki acılar giderek bü-yüdü ve bir kat daha arttı. Durumu Harput Pa-şası Nurettin Paşa’ya ilettiler. Paşa, Dr.Mıstırik”i derhal tutuklayarak gerekli cezayıvermek istedi ama çevresindeki zabitler,“Aman Paşam, bu çok yanlış olur! TanzimatFermanı’nı bilirsin, başımıza iş açarız!” diyerekonu bu işten vazgeçirdiler. Nurettin Paşa hid-detlenerek, “Ne yapalım yani, öyleyse bıraka-lım bu komitacı biraz daha mı Türk’ün canınakıysın!” dediğinde de, “Hayır Paşam, bunun el-bet de bir kolayı var, biz İstanbul’a olanı bitenibir rapor halinde yazalım ve bekleyip görelimki, İstanbul hükümeti buna ne diyecek!... İşte ozaman bize gelen cevaba göre hareket ederiz.”dediler.

    En sonunda Nurettin Paşa’yı ikna ettiler. Ogün Harput’ta görev yapan zabitler, Ermeni Ko-mitacısı olan Dr. Mıstırik’in hastane olaylarınıbir rapor halinde İstanbul’a yazdılar. Artık ogünlerde Harput ve çevresinde Dr. Mıstırik ko-nuşuluyordu. Kimi, “Ne olacak yani, adama birşey mi yapacaklar… Görürsünüz bütün yaptık-ları yanına kâr kalacak!” derken, kimi de, “İş İs-tanbul’a kalırsa bu adam daha çok Türk’ün ca-nına kıyar!..” diyordu.

    * * *Bir yaz gecesi iki kişi Harput’un dar sokak-

    larından hızlı hızlı yürüyerek Ermeni mahallesi-ne girdiler. El etek çekildiği için kimse kendile-rini fark etmedi! Dr. Mıstırik’in evinin önünegeldiklerinde etrafı iyice kontrol ettiler. Bunlar-dan biri Zarfanlı Arabacı Mehmet, diğeri de Per-çençli Rahmi idi. Yapacakları işi önceden çokiyi planladıklarından evin önündeki avlu damınabir solukta çıktılar. Oradan da bir yolunu bulupiçeri daldılar. Evde kimse yoktu. Bütün odalarıdidik didik aramalarına rağmen doktoru bula-madılar. Dr. Mıstırik her nasılsa o gece eve gel-memişti. O sırada odalardan birinde bir para

    kasası gözlerini ilişti!.. Bütün zorlamalarınarağmen kasayı açamadılar. İçinde bazı gizli ev-rakların da olabileceğini düşünen iki kafadar bukasayı zorla dışarı çıkardılar! Yine geldikleri gi-bi dar sokakları geçip, Harput’un Ulukent’edoğru olan yüksek kayalarına çıktılar. Kayalarınyüksek bir yerinden kasayı aşağıya atıverdiler.İki minare yüksekliğindeki bu dik kayalardanaşağıya doğru bırakılan kasa düşerken pek sesiduyulmadı! Perçençli Rahmi ve Arabacı Meh-met kayalardan aşağıya doğru süzülerek dere-nin dibine kadar inip kasayı aradılar. Etraf ka-ranlık olduğundan kasayı bir türlü bulamadılar.Sabah geldikleri zaman ise sadece kasanın ka-pağını gördüler!..

    * * *Dr. Mıstırik devrisi günü evine gelir gelmez

    birilerinin eve girdiğini anladı! Artık Harput’tacanını pek güvende hissetmiyordu! Ona göreHarput’u terk etmenin zamanı çoktan gelmişti.Ama Harput neresi, İstanbul neresi!.. Yollara busıralar çok güvenilmiyordu. Oturup epeyce he-sap kitap yaptı. Sonunda İstanbul hükümetinebir dilekçe yazmaya karar verdi. Dilekçesindecan güvenliğinin olmadığını belirterek koru-mayla Harput ve Malatya hudutlarının geçiril-mesini istedi.

    Artık Nurettin Paşa ve Dr. Mıstırik İstan-bul’dan gelecek cevaba göre hareket edecekler-di. Bu yüzden her iki taraf da İstanbul yolunugözlemeye başladı. Aradan epey bir zaman geç-ti, fakat Dr. Mıstırik bu süre içerisinde ortalıktahiç görünmedi. Bir gün Nurettin Paşa’ya İstan-bul’dan bir yazı geldi. Paşa zarfı heyecanlaaçarak bir solukta okudu. Bir türlü inanamadı!..Bir daha okudu. Yazıda, “Dr. Mıstırik’in can gü-venliğinin sağlanarak Malatya Garnizonunateslimi” istenmekteydi! Nurettin Paşa büyük birhırsla, “Ben bu işi yapmam!..” dedi. Gel gör kiyine etrafındaki zabitler araya girdiler, “OlmazPaşam, bu sizin için hiç de iyi olmaz!..” Nuret-tin Paşa oturduğu yerden kalktı, “Ne yani, şim-

  • ağın10 Kas›m-Aral›k 22008

    di ben bu Hınçağı koruyacak mıyım?” dedi. Za-bitler; “Başka çaremiz yok Paşam, ancak çokiyi bir koruma yapmadan yollayabiliriz!.. Neolacaksa olsun bizi ilgilendirmez!” dediler. Birsüre sonra Nurettin Paşa’yı tekrar ikna ettiler.Durum Dr. Mıstırik’e iletildi. Gideceği gününkendilerine bildirilmesi istendi. Olay Harput’tabomba tesiri yapmıştı. Halk konuyu yenidenkonuşmaya başladı, “Ne olacaktı yani, bir şeymi yapacaklardı? Gördünüz mü, Gâvurun ettik-leri yanına kâr kaldı! Olmaz böyle şey!..”

    Bu tür laflar hemen hemen her evde konu-şulur oldu. Nitekim bir gün, Dr. Mıstırik gidece-ği günü Nurettin Paşa’ya bir yazı ile bildirdi.Arası çok geçmeden Harput halkı onun gidece-ği günü derhal öğrendi. Zaten Harputlular buolayı yakından takip ediyorlardı.

    * * *Akşam güneşi Perçenç’in dut ağaçlarını ya-

    layarak kaybolurken, cami önüne toplanmış birgrup cemaat yine Dr. Mıstırik’i konuşuyordu.Devletin eli kanlı bir komitacı için bunu yapma-ması gerektiğini söylüyorlardı. Rahmi de camiduvarının bir kenarına oturmuş konuşulanlarıdinliyordu. Bir süre sonra oturduğu yerdenkalktı. Kulaklarında Veysel Efendi’nin, “AhanMıstırik yarın gidecekmiş, gidip yollamaklazım!..” sözleri yankılanıyordu. Eve geldiğindeilk işi ahıra girmek oldu. Atın yemini ve suyunuverip odasına çıktı. Duvarda asılı duran martinialarak kontrol etti. Daha sonra dolaptan biravuç mermi alıp cebine koydu. Babası, Rah-mi’nin hareketlerinden iyice kuşkulanmıştı.Belli etmeden her hareketini takip ediyordu.

    Vakit gece yarısını geçmiş, Perçenç Köyüher zaman olduğu gibi derin bir sessizliğe bü-rünmüştü. Rahmi yerinden hafifçe doğruldu,pencereden dışarıdaki karanlığa doğru baktı,sonra da martini duvardan alarak merdivenler-den inip ahıra doğru yürüdü. Tam atın eyerinivuracaktı ki, babasının sesi ile irkildi, “Nediroğul sendeki bu hal, nereye gidiyorsun?” Rah-

    mi bir babasına, bir de ata baktı; tekrar atı eyer-lemeye devam etti, “Sivrice’de arkadaşımın dü-ğünü var, gitmem lâzım.” dedi. Babası, “Bu dü-ğün işi değil oğul, bana doğruyu söyle?” dedi.Rahmi atı bir çırpıda eyerleyip, dışarı çekmeyebaşladı, “Baba düğüne gidiyorum, başka birşey yok!..” dedi.

    Perçenç Köyü’nün sessizliğe bürünen so-kaklarında, atın ayak sesleri giderek kaybol-du…

    * * *Rahmi Hanköyü’ne yaklaştığı zaman şafak

    sökmek üzereydi. Köyün alt tarafından geçerekMalatya yoluna doğru çıktı. Bir süre sonra etrafaydınlanmaya başlamıştı. Atı yoldan yüz metrekadar aşağıda bir ağacın dibine çekti. Yola yet-miş metre kadar uzaklıkta bir çalı kümesinin et-rafında bir süre dolaştı. Kendisine çalıların içe-risinde bir yer yaptı. Atın yanındaki ağaca astığımartini alarak tekrar çalıların içine girdi. Elin-deki silahı ve mermileri kontrol etti. Ayrıca mar-tini yüzüne alarak bir süre nişan talimi yaptı.Dönüp ata doğru baktı ve koşarak yanına gidiptekrar yerine döndü. Bu kez çalıların içine otu-rarak beklemeye başladı. Oturduğu yerden Har-put görünmese bile, arada bir o tarafa doğru ba-kıyordu. Bir süre sonra sırtının ısındığını hissetti.Güneş ufuktan epeyce yükselmişti. İçinde enufak bir heyecan ve korku yoktu. Gözünün önü-ne Arabacı Mehmet geldi. Belki de ona habervermediğine iyi etmemişti. Böylesi bir işi yal-nız yapması acaba daha mı uygundu? Kafasın-daki bu düşünceleri çıkarıp attı. Tekrar dönüpata baktı; sanki at sahibini merakla izliyor gi-biydi! Vakit öğleye doğru yaklaşmıştı. Bu sefer,“Acaba yola çıkmaktan vaz mı geçtiler?” diyedüşündü. Ama ne olursa olsun, akşama kadarbekleyecekti. Cebinden tütününü çıkarıp bir ci-gara sardı. O sırada yoldan geçen bir eşekliHarput’a doğru gidiyordu. Geçen eşeklininkendisini görmediğini hissedince sevindi. Bir-den eşeklinin kaybolduğu noktaya gözü ilişti;

  • ağın 11Kas›m-Aral›k 22008

    üç atlı kendisine doğru geliyordu. Heyecanlan-mıştı!.. Atlılar giderek yaklaşıyorlardı. İkisininasker olduğunu fark etti. Heyecandan elindekisilahı o kadar sıkmıştı ki, elinin terlediğini gör-dü. Atlılardan ikisinin de omuzlarında silahı var-dı. Öbürü ise bazen bu iki silahlının arasında,bazen de arkalarında kalıyordu. Evet, bu gelen-ler beklediği yolculardı! Hiç şüphesi kalmamış-tı! Onlar da giderek Rahmi’ye yaklaşmışlardı.Rahmi martini yüzüne aldı ve tekrar nişan tali-mi yaptı. Menzile girene kadar askerlerin ara-sındaki sivil adamı nişanlayıp, takip etti. Tamhizasına gelmişlerdi ki, Rahmi’nin silahı üst üs-te dört el patladı!.. Askerler bir anda şaşırdılar!Silah sesiyle birlikte atlar da ürkmüştü! Rahminişan aldığı adamın attan düştüğünü hayal me-yal fark etti. Yerinden fırladığı gibi atına doğrukoştu. Ata nasıl sıçradığını hatırlamadı bile. Herşey bir kaç dakika içinde olup bitmişti. Ardın-dan iki el silah sesi duydu. Dönüp geriye baktı-ğında askerlerin gelmediğini gördü. Zaten birsüre sonra da, bağ ve bahçelerin arasında kay-bolup gitti… Haber o gün akşama kadar Harputve çevresine yıldırım hızıyla yayıldı. Harput’dasanki bir bayram havası vardı.

    Şehirde ve köylerde hep bu olay konuşulu-yordu; “Doktor Mıstırik’i vurmuşlar öyle mi?”,“Ben Kesirik’ten geçerken duydum…”, “Neolacaktı yani, bu kadar yaptığı yanına kâr mı ka-lacaktı?”, “Bunun böyle olacağı belliydi. O ka-dar Müslümanın kanı yerde mi kalır?”

    Olayı Nurettin Paşa öğrenince derin bir ne-fes aldı! İlk defa o gece rahat bir uyku çekti. Dr.Mıstırik’in cenazesini devrisi günü Ermeni kili-sesine götürüp teslim ettiler. Ermeniler Dr.Mıstırik’e büyük bir cenaze töreni düzenlediler.O gün Harput’ta hiçbir Ermeni dükkânını açma-mıştı. Dr. Mıstırik’in cenazesi toprağa verildik-ten sonra o gece Ermeniler evlerin pencerele-rinden bir hayli silah sıktılar.

    Olaylardan sonra Ermeni Komitacılar boşdurmayıp, yoğun bir istihbarat çalışmasına gir-

    diler. Çok geçmeden Rahmi’nin adı etrafta do-laşmaya başladı. Bir gün Nurettin Paşa’nınönüne Ermeni ileri gelenleri bir yazılı dilekçekoydular. Dilekçede, Dr. Mıstırik’in katilininPerçenç ahalisinden Rahmi diye bir gencin ol-duğu, bu şahsın ise halen Palu Beylerinden Ha-şim Bey’in yanında barındığı yazılıydı. Yani bubir ihbar dilekçesi idi. Nurettin Paşa, “Ben du-rumu araştıracağım…” diyerek dilekçeyi veren-leri başından savdı. Ermeniler, Paşa’nın bu işinüzerine gitmeyeceğini anladılar. Bunun üzerineişin peşini bırakmayarak Nurettin Paşa’yı İstan-bul’a şikâyet ettiler.

    Arası çok sürmeden Nurettin Paşa’nın tayinhaberi geldi. Yerine gelen Paşa, Ermenilerin buşikâyetini yeniden ele alarak Rahmi’yi HaşimBey’in yanından tutuklayıp Harput’a getirdi.Onu birkaç gün içinde de yargılayıp DiyarbakırHapishanesine yolladılar.

    Rahmi, Diyarbakır’ın taş duvarlı zindanların-da uzun bir süre çile çekti. O’nun bu çilesi ancakCumhuriyetle birlikte son buldu. Rahmi, Diyar-bakır zindanından çıkıp köye geldiği zaman, anneve babasının vefat ettiğini öğrendi. Geçen acı do-lu yılları bir kenara koyup, çifte çubuğa sarıldı.Eş ve dostları bazen Rahmi’ye başından geçenolayları sorduklarında, Rahmi’nin yüzünde acıbir tebessüm belirir, bir süre dalıp gittikten sonra,“Sadece beni devletin katil yerine koymasınakahroldum!.. Ne anlatayım ki, bugün halen aca-ba iyi mi yaptım kötü mü diye düşünüyorum! ..Buna inanın bir türlü karar veremedim!..”

    * * *Evet, Rahmi bugün hayatta yok. Elazığ’ın

    Perçenç Köyü’ndeki mezarlıkta babasıyla bir-likte yan yana yatıyor. Ondan geriye Perçençli-nin bile tam bilmediği, eksik ya da yanlış birkaçhikâye kalmış. Belki de bir süre sonra Rahmi’yikendi köyünde de tanıyan kalmayacak… Bizbazı şeylerin bilinmesi için bu gerçek hikâyeyidünkü Rahmilere, bugünkü ve doğacak niceRahmilere saygıyla sunuyoruz…

  • ağın12 Kas›m-Aral›k 22008

    Okulumuz tatil olmuştu. Bir akşam ye-mekten sonra babam, anneme:

    -Hatce... Pazar günü Behiç’i erken kaldır,hazırla. Onu Türkkuşu Meydanı’na götürece-ğim. Atatürk, orada kurdurttuğu motorlu Tay-yarecilik Okulu’nun açılışını yapacak ve yapı-lacak hava gösterisini izleyecek. Behiç detayyareye çok meraklı, hem de Atatürk'ü gö-rür bir kez daha, dedi.

    O kadar sevinmiştim ki anlatamam. Ba-bam işine gider gitmez hemen takvime koş-tum. 7 Temmuz 1937, Cuma idi. Demek, ba-bam pazar dediğine göre 9 Temmuz Pazar gü-nü gidecektik.

    Saatler geçmek bilmiyordu sanki. Cumar-tesi gecesi erken yattım ki, gece çabuk geçsindiye. Oysa bir uyandım ki her taraf karanlık.Acaba saat kaç? diye düşünürken, içeridekisaat dördü vuruyordu.

    Nihayet sabah oldu. Annem giydirdi beni,babamla çıktık evden. Ulus’taki Taşhan’a ka-dar yürüdük. Oradan otobüse binip tren istas-yonuna geldik. Orada babamla trene bindik.Tren çok kalabalıktı. Yarım saatten fazla yolgittik. Babam:

    -Oğlum, şimdi duracağımız yerde inece-ğiz, sakın elimi bırakma, dedi.

    Trenden inip, yürüdük çimenler arasında.Tek katlı bir binanın önüne doğru neredeysekoşarak gittik. Ortalık çok kalabalıktı. Ata-türk'ün kurdelesini keseceği binanın önündedurduk.

    - Baba ne bekliyoruz? diye sordum.-Oğlum Atatürk gelecek, açılışı o yapacak.Atatürk'ü bir kez daha görecektim ve bu

    üçüncü görüşüm olacaktı. Kısa bir süre sonramotosikletlerin sesi duyuldu. Atatürk geliyor-du... Biraz zaman geçtikten sonra önce moto-

    sikletler, sonra da Atatürk'ün arabası göründü.Türkkuşu görevlileri hemen Ata’nın yanınakoştular. Fabrikanın yakınında durmuştu. Ka-labalıktan coşkulu bir alkış koptu. Atatürk ka-labalığı selamlayarak, Tayyarecilik Oku-lu’nun fabrika kısmının kapısına doğru yürü-dü. Zevat onu takip ediyordu. Fabrika kapı-sında hazırlanmış kurdele kesildi. Fabrika ge-zilerek ön kapısından hava alanına çıkıldı.

    Orada Atatürk bir konuşma yaptı. Sonrauçuş kıyafeti giymiş Tayyarecilerin sıralan-mış olduğu yerde onları selamladı, kendisi vemisafirleri için hazırlanan yere geçip oturdu-lar. O gün, Atatürk'ün emriyle Rusya'ya gön-derilip orada uçuş, paraşüt, planör uçuşu der-si ve kursu gören uçmanlar aldıkları derslerisergileyeceklerdi. Sabiha Gökçen, Ali Yıldız,Sait Bayer diye uçucuların adları hoparlörler-den anons ediliyordu.

    Çift kanatlı uçakların yanında beyaz tekkişilik uçaklar vardı ki kanatları güneş ışınlıkırmızı-beyaza boyalıydı. Babama, “Bu neuçağı baba? dedim. Babam da, “Hoparlördenduydum, Ali Yıldız'ın planör uçağı... Akrobasiuçağıymış.” diye cevapladı. Ne olduğunu an-lamamıştım, herhalde görecektik.

    Sonra benim sadece havada uçarken gör-düğüm çift kanatlı uçaklara ikişer ikişer bine-cek olan Tayyareciler, önce Atalarına ve halkaselam verdiler. Bir görevli, uçuşa hazırlananuçakların pervanesini çeviriyordu. Sonra pilototurduğu yerden pervaneye tam hareket veri-yor, uçak yeşil çimlerin üstünde hareket ediyorve süratlenerek yavaş yavaş yükseliyordu. 6uçak bu şekilde gösteri uçuşu yapıp indiler.

    Sonra 2 kanatlı motorlu bir uçağa özel bağile bağlanmış kanatları kırmızı güneşi anımsa-tan akrobasi uçağını gördüm. Yakınımızdaki

    ATATÜRK’ÜN TÜRKKUŞU OKULUNU AÇMASIBehiç KÖKSAL

  • ağın 13Kas›m-Aral›k 22008

    hoparlörden, “Ali Yıldız az sonra motorsuzuçağı ile gösteri yapacak” anonsu duyulurken,planör, motorlu bir uçak tarafından uçurul-mak üzere hazırlanıyordu. Pilotu Ali Yıldız'dıve uçtular... Herkesin gözü gökyüzünde, 2uçak yükseklerde ve planör bağlı olduğu uça-ğı takip ediyordu. Bir ara hoparlörden bir sesdaha yükseldi. “Şu anda bağlı olduğu uçakplanörümüzü serbest bıraktı. Ali Yıldız akro-basi hareketlerine başlıyor.” O andan itibareno motorsuz uçak yürekleri ağza getiren göste-rilerine başladı. Döne döne meydana iniyor,herkes korku içinde bağrışıyor, ama uçak mo-torlu uçak gibi ıslıklar çalarak aynı şekildeyükseliyordu. Ali Yıldız, çılgınca alkışlar ara-sında yarım saatten fazla planörle gösteri uçu-şu yaptıktan sonra yere indi.

    Sonra dört tayyare, dört paraşütçü içintekrar yükseldi. Tayyarelerimiz alan üzerinegelince önce paraşütçülerin iki öğretmeni,sonra da Türkkuşunun iki paraşütçüsü atlaya-caktı. Başımız göklerde... Tayyarelerimiz üs-tümüze gelince, oturdukları yerden kanatlaraçıkan bembeyaz giyinmiş iki paraşütçü arkaarkaya atladı. Bu gösteriler hiç ara verilmedenöğlene kadar devam etti.

    Atatürk'ün bulunduğu yerden gelen alkış-lar ise hiç dinmedi. En son, Atatürk'ün mane-vi kızı Sabiha Gökçen uçuş kıyafeti ile uçağınyanında belirdi. Atatürk yerinden kalkıp onunyanına gitti. O da Atatürk'ün elini öptüktensonra uçağa bindi ve gökyüzüne doğru hava-landı. Hem de akrobatik hareketler yaparak...

    O pazar günü; hem Atatürk'ü görmektenhem de Türk çocuğu olmaktan göğsüm gurur-la doldu. Tören bitiminde Atatürk'ü alkışlarlauğurladık. Babamın elini tuttum ve evimizegeri döndük.

    O gün gördüklerimi ve yaşadıklarımı anne-me anlatmam hiç bitmedi. Bu tatlı anımı, AğınDüşün ve Sanat Dergisi okurları olan değerlihemşerilerimle paylaşmadan da edemedim.

    YILBAŞIHüseyin KABASAKAL

    Gökkuşağı gibi renkli,Kararsız, vefasız kuşlar.

    Uçup giderler kafeslerden,Haber vermezler sahiplerine.

    Gönülde aldanmanın,Birikir acı tortusu.

    Uğraş, kazan, kaybet,Hepsi boş, hepsi hayal.

    Bir korku, filizlenir içimizde,Şuurla beraber.

    Sarı, bulanık, bulaşık bir korku,Kıpırdanır zaman zaman.

    Konaksız, duraksız kervanda,Ayaklarındaki çarık,

    Omuzundaki heybe, elindeki sopa bileSenden ömürlüdür.

    Yenilgili cenkleşmenin,“Havva” ile başlayan komedisi

    Tekrarlanır aralıksızÖmrün oynak perdesinde.

    Hayat, bir damla, mazi denizindeİstikbal, meçhulün

    Yarın, öbürgün,Belki var, belki yoksun.

    Dedelerin de geçtiler,Tek taraflı bu köprüden.Aynı şevk, aynı hevesle,

    Yüzlerce “Yılbaşı” böyle.

    Kavuştuğum her “Yılbaşı”nda,Gökkuşağı gibi renkli, kararsız

    O, vefasız, hain kuşlar,Uçup gitmişlerdir kafeslerden.

    Biz de onların ardından,Toplanır bayram yaparız.Elde kalan birkaç tüyden,Teselli bekleriz, oyalanırız.

    3 Ocak 1961

  • ağın14 Kas›m-Aral›k 22008

    Ülkemizin dünya atlasındaki yeri, doğalzenginlikleri ve güzellikleri, tarih ve kültür zen-ginliği nedeniyle asırlar boyu birçok devletin il-gisini çekmiş ve bazıları güzel yurdumuza sahipolmak için maceralara da girişmişlerdir. Ana-dolu’nun Türk yurdu olduğundan beri bu kötüemellerinden vazgeçmeyen bu devletler her sal-dırıda büyük yenilgiye uğramalarına, her saldırı-nın toplumlara büyük acılar vermesine karşınhâlâ ders almamış gözükmektedirler.

    Ayrıca din ve devlet işlerini birbirinden ayı-ran demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devle-ti anlayışıyla kurulan Cumhuriyet yönetimi Tür-kiye’nin, bir yandan çağdaş dünya ülkeleri ya-nında yer almasını sağlarken, diğer yandan çev-remizde hâlâ teokratik sistemler ve diktatörlük-le yönetilen ülkelerin yönetenlerini; kendi çı-karlarının tehlikeye düşmesiyle Türkiye Cum-huriyetine karşı tavır almaya, her ne pahasınaolursa olsun Türkiye Cumhuriyetini yıpratmayave yıkmaya yöneltmiştir.

    Böylece ülkemizin gerek doğal zenginlikle-ri ile tarih ve kültür zenginliğini, gerek jeopoli-tik konumunu gerekse sosyal ekonomik gelişi-mi ile siyasal yapısının gelişimini kıskananlarbugün güçbirliği yapmışlardır.

    Bugünün güçlü Türkiye Cumhuriyetini aske-ri bir hareketle elde edemeyeceklerini anlayandüşmanlarımız, başka yöntemlerle; ulusal birliğizayıflatmak, ekonomik çöküntüye sürüklemekve yönetimi zaafa uğratarak emellerine kavuş-mak sevdasına düşmüşlerdir.

    Bunun için yüzyılların bize mirası olan zen-gin kültür mozayiğini ve dini araç olarak kul-lanmaya yönelmişlerdir.

    Bu ülkede yüzyıllar boyunca beraber yaşa-mış, beraber ağlamış, beraber gülmüş, ülkeyikurtarmak için yan yana, omuz omuza düşmanla

    beraber savaşmış insanlarımızı bugün etnik ve di-ni inanç ayrımcılığına itmektedirler.

    Bilindiği gibi yirmi beş yılı aşkın bir süredir,etnik ayrımcılığı körükleyen terörle mücadeleetmekteyiz. Aynı zamanda önceleri gizlidengizliye şimdilerde ise açıkça dini inançları istis-mar ederek terör yaratmak isteyenler kendileri-ni göstermeye başladılar. İkisi de masum insan-ları çeşitli yöntemlerle kandırarak terör batağınasürüklemektedirler.

    Yıkıcı faaliyetleri örgütleyen kişilerin vedevletlerin bölmek istedikleri ülkelerde başarı-ya ulaşmak için o ülkenin toplumsal değerleri-ni hedef seçtikleri açıktır.

    Bunlar bizim ülkemizde Türkiye Cumhuri-yeti ile özdeşleşmiş olan yüce ATATÜRK’ü veO’nun ilkelerini hedef seçmişlerdir.

    Yüce ATATÜRK’ün, Türk toplumunu çağ-daşlığa taşımak, ümmet toplum anlayışındanulus toplum anlayışına kavuşturmak için akılcıilkeler üzerine kurduğu Türkiye Cumhuriye-ti’nin Anayasadaki değiştirilmeyecek maddele-rinden 2. maddede yer alan “Laiklik” ilkesininanlamı çarpıtılarak, yanlış yorumlanarak ATA’yıkaralamaya çalışmaktadırlar.

    Geniş açıklamalara geçmeden ‘Laik’ keli-mesi ve ‘Laiklik’ kavramı üzerinde biraz dura-lım. Laik kelimesi Fransızcada (Laic-Laique)“Din kurumlarından ve din adamlarından emiralmayan insan ve laiklik de özünde din alanı iledünya ve kamu işleri alanının birbirinden ayrıl-maları, birbirine karışmamaları” anlamına gelir.Türkçede, “Din işlerini dünya işlerine karıştır-mamak, devlet işlerini dinden ayrı tutmak” biçi-minde tanımlanmaktadır.

    Laik anlayış ve laiklik kavramı, bir ihtiyaç-tan kaynaklanmış ve insanlığın çok uzun birkültürel gelişimi sonucudur. Batıda rönesans ve

    ATATÜRK VE LAİKLİKŞevki GÜLER

  • ağın 15Kas›m-Aral›k 22008

    aydınlanma çağının akılcı düşüncesinden kay-naklanmış ve din çıkarcılarının bireyler üzerindebaskılarını kırarak dinin gerçek yerini almasınıuzun ve çetin mücadeleler sonucu sağlamıştır.

    Eski Türk devletleriyle Osmanlı dönemindelaik düşünce ve vicdan özgürlüğü hareketininbirtakım belirtilerine rastlanmaktadır.

    Yüce ATATÜRK’ün yüksek dehası ve ilerigörüşlülüğü ile çok kısa süre içinde hukuk, sos-yal-ekonomik yapı, eğitim ve diğer tüm kurum-ları ile modern ve laik düzene geçen TürkiyeCumhuriyeti’nde laiklik kavramı gerçek anla-mını bulmuştur.

    “Din, bir vicdan meselesidir. Herkes vicda-nının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygıgösteririz. Düşünüşe ve düşünceye muhalif de-ğiliz. Biz sadece din işlerini, millet ve devlet iş-leriyle karıştırmamaya çalışıyoruz. Kaste ve fii-le dayanan taassupkâr hareketlerden sakınıyo-ruz. Gericilere asla fırsat vermeyeceğiz.” sözle-riyle, o yüce insan laiklik ilkesinin gerçek anla-mını dile getirmektedir.

    Dinler tarihini incelediğimizde, dini kulla-narak politik çıkar ve/veya maddi kazanç sağla-mak isteyenlerin her dinde var olduğunu görü-rüz. Bunlar toplumların din duygularını istismarederek toplumları sömürmekte ve dinleri yoz-laştırmaktadırlar. Yine bunlar toplumun aydın-lanmasını, gerçekleri öğrenmesini engelleyerekgerçek din ilkelerinden uzaklaşılmasına ve ilkelbir yaşam anlayışına toplumları mahkûm et-mektedirler.

    Osmanlı Devleti döneminde dinin devlet iş-lerine karıştırılmasıyla ortaya çıkan olumsuz biriki durumu görüşünüze sunuyorum.

    1831 yılında veba gibi çok korkunç ve o güniçin tedavisi zor olan bir hastalık Türkiye’nin sı-nırlarına dayanmıştır. Hükümet bu salgın hasta-lığa karşı halkı korumak için limanlarımıza gi-ren gemilerin karantina altına alınmasına kararverir. Fakat tutucular; “Bu bir bid’attır; karanti-

    na denilen şey Frenk adetidir. Ehl-i İslam dinin-de buna riayet caiz değildir.” diye baş kaldırır-lar. Devlet; sağlık, akıl, şeriat yollarının hepsinebaşvurduğu halde bu grubu ikna edememiş ve 7yıl karantina uygulanamamıştır.

    Yine fetva alınamadığı için matbaa yurdu-muza icadından 300 yıl sonra girebilmiştir.

    Eski devlet arşivleri bunlara benzer olaylar-la doludur. ATATÜRK’ün Türkiye Cumhuriye-ti’nin temelini laik düzenle atmakla nelere setçektiğini bugün daha iyi anlıyoruz.

    ATATÜRK, dine ve gerçek dindara karşıdeğildi. O, dini çıkarı uğruna kullananlara kar-şıydı. Dini istismar edenleri ortadan kaldırarakİslamın gerçek yerini bulmasını istiyordu.O’nun şu sözleri bunun en açık ifadesidir: “Bi-zi yanlış yola sevk eden habisler, biliniz ki çokkere din perdesine bürünmüşlerdir. Saf ve te-miz halkımızı hep şeriat sözleri ile aldata gel-mişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz, gö-rürsünüz ki, milleti mahfeden, esir eden, yıp-ratan kötülükler hep din kılığı altında küfür vealçaklıktan gelmiştir. Onlar her hayırlı davra-nışı dinle karşılarlar, halbuki hamdolsun hepi-miz Müslümanız, hepimiz dindarız, artık bizimdinin gereklerini, dinin yasalarını öğrenmekiçin şundan bundan derse ve akıl hocalığınaihtiyacımız yoktur. Analarımızın babalarımızınkucaklarında verdikleri dersler bile bizim di-nimizin esaslarını anlatmaya kâfidir. Bilhassabizim dinimiz için herkesin elinde bir ölçü var-dır. Bu ölçü ile hangi şeyin dine uygun olup ol-madığını kolayca takdir edebilirsiniz. Hangişey ki akla, mantığa, ulusun yararına, İslamlı-ğın yararına uygunsa, hiç kimseye sormayın, oşey dindir. Eğer bizim dinimiz akla, mantığauygun bir din olmasaydı, kusursuz olmazdı,dinlerin sonuncusu olmazdı.”

    Kurtuluş Savaşı’nın hemen sonrasında İs-tanbul’da Halife Abdülmecit Efendi’nin bazıdavranışları nedeniyle TBMM’ne gölge düşüre-

  • ağın16 Kas›m-Aral›k 22008

    bilecek kasıtlı hareketlerden ATATÜRK, endi-şelerini şöyle açıklamaktadır.

    “Asırlar boyunca ve bugün de kavimlerin ca-hil ve taassubundan faydalanarak binbir türlü si-yasi ve şahsi menfaat temini için dini alet ve va-sıta olarak kullanmak teşebbüsünde bulunanla-rın iç ve dışta varlığı yüzünden bu zeminde olan-ları söylemekten kendimizi alamıyoruz. Beşeri-yette din hakkında bilgi ve duygular her türlü hu-rafelerden tecerrüt ederek hakiki ilim nuru ile te-mizleninceye kadar din oyunu aktörlerine heryerde tesadüf olunacaktır.”

    Yüce ATATÜRK’ün laik Türkiye Cumhuri-yeti Devleti, laik hukuku ve laik eğitim siste-miyle neyi vurgulamak istediğini, yine O’nunsöylevleri ve tutumlarını inceleyerek görmemizmümkün olacaktır. Böylelikle ATATÜRK döne-minden sonra kişisel veya yanlı yorum ve açık-lamalarla saptırılarak kavram kargaşasına itilenlaikliğin tanımına daha gerçekçi bir yaklaşımgetirmiş oluruz.

    Ulu Önder ATATÜRK, sahte dindarlığı, dinbezirganlarına karşı ulusunu uyanık tutmak içinbirçok konuşmalar yapmış, tehlike ve tehditleriişaret etmiştir. Ayrıca ATATÜRK’ün din hak-kındaki görüşleri açık, kesin ve nettir. O, şöylediyor;

    “İnanıp bağlanmakla mutlu olduğumuz İs-lam dinini, yüzyıllardan beri alışageldiği gibibir siyaset aracı haline düşmekten kurtarıp yü-celtmenin pek gerekli olduğu gerçeğini görü-yor ve biliyoruz. Kutsal ve Tanrısal olan inanç-larımızı ve vicdan işlerimizi, karışık ve değişikolup her türlü çıkarlarla hırsların kıpırdanışla-rından bir an önce ve kesinlikle kurtarmak,ulusun bu dünyada olduğu gibi öteki dünyadada mutluluğunun gerektirdiği bir sorumluluk-tur; ancak böylelikle İslam dininin yüceliği be-lirmiş olur.”

    ATATÜRK gerçek ve yalın bir dindar kişi ileçıkarcı ve yobaz farkını çok iyi değerlendiriyordu.O; laiklikle dinin, din duygusu ile inanç ve ibadetalanın zedelenmeyeceğini aksine manevi bakım-dan yücelik kazanacağını iyi biliyordu. Bunu şusözlerinden açıkça anlıyoruz.

    “Laiklik prensibinde ısrar ediyoruz. Çünkü,milli iradenin, insanlığa mâl olmuş değerlerinbelki de en mukaddesi (kutsalı) olan din hürri-yeti (özgürlüğü) ancak laiklik prensibine bağ-lanmakla korunabilir.”

    Düşünce ve inanç özgürlüğü demek olan la-iklik ilkesi, ATATÜRK’ün dünya görüşünün enönemli öğesi ve bütünüyle ATATÜRK devrimi-nin genel karakterini belirleyen özelliğidir.İnanç ve düşünce farklılığının dünya işlerindedayanışma ve işbirliğini engellememesi ortamıdemek olan laikliğin, bu niteliği ile demokratikbir toplumsal ve siyasal düzenin de vazgeçil-mez gereği olduğuna ilişkin sözleri şöyledir:

    “Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki TürkiyeCumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve mec-zuplar ülkesi olamaz. En gerçek, en doğru tari-kat (yol) uygarlık tarikatıdır. Uygarlığın emir vegereklerini yapmak, insan olmak için yeterli-dir.”

    Yüce ATATÜRK’ün en büyük arzusu Türki-ye Cumhuriyeti’nin ve Türk toplumunun, heralanda dünyanın en uygar toplumu olmasıdır.Bunu her sözünde, her davranışında hissettirmişve bunu tüm gelecek nesillerden istemiştir.

    “Bugün ilmin, fennin bütün şumulü ile uy-garlığın göz kamaştırıcı ışığı karşısında filan vefalan şeyhin irşadiyle maddi ve manevi mutlu-luğu arayacak kadar ilkel insanların Türkiyeuygar topluluğunda var olabileceğini asla ka-bul etmiyorum.” diyerek, Türk toplumunun uy-garlık yolunda hızlı adımlarla koşmasını hepgerçeğe koşmasını istemiştir.

    KAYNAKÇA: Atatürçülük, Genelkurmay Başkanlığı, 3 cilt.Tek Adam, Şevket Süreyya Aydemir, 3 cilt.

  • ağın 17Kas›m-Aral›k 22008

    Genellikle hep ciddi konular aklıma gelmiş ola-cak ki; bugüne dek küresel ısınma, çevre kirliliği,çevre düzeni, Irak savaşı vb. mevzular hakkındaDergimize yazıp çizmeye, dağarcığımdaki bilgileri-mi, görüşlerimi sizlere yansıtmaya çalıştım. Bu se-ferse, diğerlerinden farklı bir konuya eğilerek ço-cukluk, gençlik dönemlerinden esintiler getiren de-ğişik bir konuda yazmaya karar verdim. Bu anımıkaleme alırken de değerli hemşerimiz AdnanBinyazar’ın “Masalını Yitiren Dev” adlı kitabındanesinlendiğimi belirterek, kendisine sevgi vesaygılarımı sunuyorum.

    Resmi kayıtlar 22 Ocak l950 tarihinde doğduğu-mu gösteriyor. Halbuki cevizler indirildiği vakitdoğduğumu; genellikle asker elbisesi giyen, içi dışı,özü sözü bir olan, hiç kimseye en ufak bir kötülüğüdokunmayan ve tüm Ağın yöresinde tanınan rahmet-li Şirin Bibim söylerdi. Bunlardan hangisi doğrudurbilmiyorum. Neredeyse 60 yaşıma merdiven daya-mış durumdayım. Bu 59 yıllık zaman dilimi içerisin-de başımdan neler geçti neler!.. l960-61 öğretim yı-lında Andiri İlkokulu’ndan, l963-64 öğretim yılındaAğın Ortaokulu’ndan ve l969-70 öğretim yılında daAnkara Yenişehir Sağlık Koleji’nden mezun oldum.

    27 Temmuz l970’de Amasya Sağlık ve SosyalYardım Müdürlüğü’nde ilk göreve başlama, l97lMart Askeri Muhtırası ile İstanbul’a tayin, daha son-ra yüksek tahsilimi tamamlama ve kısa dönem as-kerlik… Memuriyette 39. yıl, dile kolay.

    Çocukluğumdaki yoksulluğumu daha dünmüşgibi hatırlıyorum. 14-l5 yaşlarında bir çocuktum veAndiri’nin baş ırgatlarındandım. Ağın’da, Andiri’debirisinin bağı mı kazılacak bir işi mi görülecek, he-men beni çağırırlardı.

    Bir gün Akpınar suyunu araziye taşıyan su kanal-larının bir yerindeki gözeneğe taş düşmüş ve suyunakışını engellemiş. Bu arada, okurlarımızın bilgilendi-rilmesi açısından gözeneğin ne olduğunu açıklamaktayarar görüyorum. Su gözeneğini; suyun yeryüzüne çı-karılması sırasında kazılan ve insanın güçlükle, genel-likle de sürünerek ilerleyebildiği dar bir tünel olaraktanımlayabiliriz. Rahmetli Ejderoğlu Mustafa Abi(Uzunoğlu) beni evden çağırtarak, bu taşı çıkarmamı

    söyledi. Ben, hiç düşünmeden gözeneğe girdim. Su-yun akışını engelleyen taşı önüme alarak, suyun ve ça-murların içinde sürünerek bin bir güçlükle taşla bir-likte gözenekten çıktım. Ve bu hizmetimin karşılığın-da Mustafa Abi bana 25 kuruş vermişti.

    Olayı duyan tüm mahalleli, “Bu çocuğu buradangeçirdin. Gözenek çökseydi, bu çocuk altında kal-saydı, ne olurdu?” diye epeyce söylendiler. Rahmet-li hiç umursamadı, hiç aldırış etmedi bile. Şimdi ço-ğu yaşamıyorlar. Bu olaya en çok Turan Taşar Abi-miz çok kızmıştı. Rahmetli annem de olayı duyuncaçok üzülmüş, gözyaşlarını dökmüş ve, “Yokluğungözü kör ola...” demişti. Annem uzun yıllar önce öl-dü. Anne acısını çeken bilir!

    Andiri arazisinin yüzde seksenini sulayan Akpı-nar suyu, irili ufaklı gözeneklerden çıkmaktaydı. Yu-karıda anlattığım olay da; Ejdergil ile Yahyagil’inbağ arasında yer alan yaklaşık l0 metre uzunluğun-daki en uzun su gözeneğinde yaşanmıştı. Akpınarsuyu bu gözeneklerden geçerek arazilere ulaşırdı.Sözünü ettiğim bu su, şimdi Akpınar deresine boşaakmaktadır. Düşünüyorum da o su gözeneğinden na-sıl geçmişim? O anlar aklıma geldiğinde, bugün biletüylerim diken diken oluyor ve yaşamın tesadüftenbaşka bir şey olmadığını düşünüyorum.

    Ankara’da öğrenci iken de yaz tatillerinde de-vamlı olarak inşaat ameleliğine giderdim. Ağın veAndiri’nin dışında çevre köylerde de artık aranan biramele olmuştum. Amelelikte saat sınırı yoktu. Yanişimdiki gibi değildi o zamanki çalışma şartları. Sabahgüneşi doğmadan başlar, akşam davar, sığır dönenekadar çalışırdınız. İnşaat yevmiyesi ise 5 lira ile l0 li-ra arasında değişirdi. İbogil’in Esat Dayının oğlu Ah-met Türkmen, Hasan Halit, Sıtkı Emi, Nevzat Kara-man Abi yanlarında çalıştığım inşaat ustaları idiler.Bunlardan Ahmet Türkmen çok yaman, pratik ve hız-lı çalışan bir usta idi. Onun ustalığına dayanmak çokzordu. İnsanı Kamalak Keklik gibi yapardı. Taş ver,çamur ver, altına ver, üstüne ver... Herhangi bir aksa-ma yaptığınız an fırçayı yerdiniz.

    Bu sayıda bu kadar… Başka bir zaman, başkabir su gözeneğinde buluşmak üzere Ağın’a ve tümAğınlılara kucak dolusu selam ve sevgiler.

    SU GÖZENEĞİMehmet SELÇUK

  • ağın18 Kas›m-Aral›k 22008

    Cümle öğretimi metodu ile okuma-yazma öğ-retiminin son kez uygulandığı 2004-2005 öğretimyılı, Kasım ayının ortalarıydı. Cümleler kelimelere,kelimeler hecelere bölünüyor, elde edilen yenisözcük ve hecelerle yeni metinler oluşturuluyor-du. Bir yandan okunuyor, bir yandan da yazma ileilgili temel beceri ve alışkanlıklar öğrencilere ka-zandırılıyordu. Öğrenciler genel olarak bu süreceiyi intibak etmiş, zevkli bir çalışma süreci yakala-mıştık.

    Elbette bütün öğrenciler aynı seviyede kavra-yamıyor, aynı güzellikte yazamıyordu. Hele arala-rında “Efe” adında bir öğrencim vardı ki, zeki ol-masına çok zekiydi ama bir türlü yazmayı seve-memişti. Çantasını, sırasını, defter, kalem ve diğereşyalarını düzenli kullanmada büyük sorun yaşı-yor, verilen fişleri, eşyalarını yerlerden toplayıpçantasına koyuyorduk.

    Teneffüslerde sürekli arkadaşlarını üzecekdavranışlarda bulunur, kontrolsüz davranışlarıylakendisine ve çevresine zarar verir, ele avuca sığ-mayan yaramaz mı yaramazdı. Ama asla arkadaş-ları tarafından sevilmeyen ve dışlanan bir çocukdeğildi. Derslere karşı ilgisiz görünmesine karşınsorulan sorulara herkesten farklı cevaplar verir,olağan dışı bir durum karşısında herkesten farklıtavır alır ve farklı tepkiler gösterirdi.

    Bir gün tahtaya yazdığım bir metni bütün sınıfistekli bir şekilde yazarken, Efe yine başka şey-lerle meşguldü. Efe’ye, “Bak Efe, sen de düzgünbir yazı ile tahtadaki metni arkadaşlarınla birliktebitirirsen sana istediğin oyuncağı alacağım.” de-dim. Efe, “Tamam öğretmenim,” dedi. Ancak dersbitiminde yine bir satırdan fazla yazmadığını gör-düm ve benim için sürpriz olmadığından fazlaüzerinde durmayıp zamana bıraktım.

    Aradan iki-üç gün geçmişti. Yine bir cümleçözümlemesi sonucu sınıfça oluşturduğumuz met-ni tahtaya yazıp, öğrencilerin defterlerine yazma-

    larını istemiştim. Herkes harıl harıl çalışıyor, biti-ren getirip göstererek yıldız, aferin vb. ödülle ye-rine oturuyordu. Bir ara Efe’ye göz attım, arkayayakın bir sırada tek oturuyordu. Sessiz, çok dik-katli bir şekilde defterini açmış yazıyordu.

    Bir müddet sonra, “Öğretmenim, hani banasöz vermiştiniz. Ben de güzel yazıp zamanında bi-tirirsem bana istediğim oyuncağı alacaktınız.” de-di Efe. Ben hayretler içinde, “Doğru Efe, ama beno sözü üç gün öncesi için söylemiştim.” diyerekyanına gittim. Hakikaten çok düzgün bir yazıylayazıp zamanında bitirmişti.

    Yanına oturdum. Elimi omzuna koydum.“Aferin Efe. Madem sen bu kadar güzel yazdın,zamanında da bitirdin. Benim de sözüm söz. Söy-le bana; neyi, hangi oyuncağı istiyorsan alaca-ğım.” dedim.

    Bunun üzerine Efe başını defterden kaldırıpyüzünü bana döndü, buğulu gözleriyle gözleriminiçine öyle sıcak baktı ki!.. Ve, “Öğretmenim benhiçbir şey istemiyorum. Beni sevin yeter.” dedi. Oan, duygunun ve öğretmen-öğrenci arasındaki ile-tişimin zirveye çıktığı andı. Çok duygulandım. Be-nim de gözlerim doldu ve “sevgi”nin gücünü birkez daha anladım.

    Genç meslektaşlarıma benim de âcizane tavsi-yem; sadece eğitim öğretimde değil, yaşamın heralanında, sorunların çözümünde, başarıyı yakala-mada, sevgi anahtarını kullanmayı asla ihmal et-memeliler.

    Şiddet, baskı, korkutma ve sindirmeye dayalıbir eğitim anlayışının, geleceğimizin teminatı ola-rak gördüğümüz yavrularımızı nasıl derinden ya-raladığını, kişiliklerinin gelişiminde tamiri müm-kün olmayan ne büyük hasarlar meydana getirdi-ğini biliyoruz. Sevgi ile yaklaşıldığında çözüleme-yecek sorun, aşılamayacak zorluk olamaz.

    “Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır” diye ne gü-zel belirtmiş konunun önemini atalarımız.

    “SEVGİ”NİN GÜCÜHikmet ŞENER

  • ağın 19Kas›m-Aral›k 22008

    Burhaniye’nin Ören semtinde “Sunar” adı ilekurduğumuz ve üyesi olduğumuz yazlık yapı koope-ratifi kaç yıldır yaşamını sürdürüyor? Otuz yılı aştıöyle ya? Ama eski dostların komşuların çoğunu yi-tirdik. Şimdi artık daha sessiz, daha sönük...

    İlk on yıllar tadına doyulmaz yazlar geçirdik bu-rada. Çok değerli arkadaşlarımız ve komşularımızvardı. Zaten bir aydınlar, sanatçılar sitesi olarak ku-rulmuştu. Fakir Baykurt, Abdullah Baştürk, Hüsa-mettin Bozok, Ruhi Su, Bahri Savcı, Özdemir Nut-ku, Asım Bezirci, İlhami Soysal, Alb. Ali Atlı, Os-man Güler, Nafiz Şentürk, Fikret Can, Güney Özce-be, Tahsin Saraç, Nurer Uğurlu, Av. Turgut İnan,Aziz Nesin, Salah Birsel, M. Ali Şengül, Atalay Yö-rükoğlu... Daha kimler kimler! Sonradan katılan ün-lü avukat Halit Çelenk, gazeteci Sami Karaören.Milli Birlikçilerden Muzaffer Karan, Kâmil Karave-lioğlu, yakın komşumuz Sami Küçük... Adları sayar-ken gözlerim doldu. Son yıllarda çoğunu yitirdik!Bazıları ağır hasta. Sunar sitesinin içi boşalmış gibi.Hüzün doldu içime.

    Yaz boyunca sahilde kumsalda, akşam üstlerikoridorlarda, çay bahçemizde, tadına doyulmaz söy-leşiler, tavla partileri, bol fıkralı kahkahalı öyküler...Ağınlı Osman Güler dostumuzun ta köyünden getir-diği anılar... Bir halk bilgesiydi Osman Güler. Oncaöğrenimi, öğretmenliği ve okul yöneticiliği yılları,halktan getirdiği kültürü silememişti. Bence en se-vimli yanı buydu. Anlattığı fıkralar, söylediği espri-ler bizi alır Ağın yörelerine götürürdü. Halk kokardıher söylediği.

    Akşam üstleri balkonda çaylarımızı içerken, tav-la oynarken, dostların yaptığı şakalar, ince espriler,zengin tavla edebiyatı, ikide bir durup anlatılan anı-lar... Nerde kaldı şimdi? Geçip gitti o yıllar. Fazlayaşamak bir yerde hüzün veriyor insana. Yalnızlıkacısı çöküyor üstüme. Hep eski günleri anıyorum.Belki yaşlılık hastalığı bu.

    Şimdilerde Ören gene boş değil elbet. Yazlarıçocuklar, torunlar geliyor. Bazılarını tanıyamıyorumbile. Hele çocuklar, her yıl değişiyorlar. Geçen yıl

    küçücük çocukken bu yıl genç kız olmuş, genç deli-kanlı olmuş. Gülümseyerek selam veriyorlar, şaşıpkalıyorum, kimdi bu? Sormak da olmuyor. Ben degülümsüyorum ama aslında kendi halime gülüyo-rum. Karşı gelinmez sessiz değişime şaşıyorum.

    Önümüz deniz. Ötede şair Homer’in “bin pınar-lı İda dağı” dediği Kaz dağları. Üstümüzde hergündeğişen renkli bir gökyüzü. Oksijeni bol, dinlendiri-ci bir hava. Ah bir de dostlar eksik olmasa. Herkeskendi kişiliği ile aramıza katılsa... Yukarda adlarınıandığım arkadaşların eşleri, kimisi öğretmen, çoğuöğrenimli aydın bayanlar. Bazen topluca, bazenkendi aralarında çay sohbetleri yaparlar. Kahkahala-rı ta uzaklardan duyulur. Onları anmadan Ören’in netadı kalırki?..

    Böyleydi Ören yaz aylarında eskiden. Bütün kışyazın gelmesini, dostlarla buluşmayı özlerdik. Ge-çen gün dostumuz Halit Çelenk telefon etti. Ağus-tos girdi girecek, hâlâ Ankara’da. Hasta gelmiyor.“Ören’i çok özlüyorum, ah o serin deniz havası. Pü-für püfür esen rüzgâr” diye içini çekiyor. Söylenmi-yor ki, “Ören o eski Ören değil, Ören yalnızlaştı.Eski neşeli günlerimiz yok artık...” Belki bizim içinöyle. Gençler için Ören hâlâ güzel, kimbilir? Nite-kim geçenlerde karşıdan gelen iki genç gördüm. Bi-ri genç kız, öbürü genç delikanlı. El ele tutuşmuşlargülüşerek geliyorlar. Hoşuma gitti. Önlerine geçe-rek, “Durun gençler,” dedim. “Size bir şiir okuya-cağım. Bir batılı şairden. Ah insan genç olacak, Gü-zel olacak, Zeki olacak, Mutluluk gidiyor işte.”Hoşlarına gitti. Bir daha söyleyin amca dedi erkekolan. Tekrarladım. Birbirlerine okuyarak, gülüşerekyürüdüler.

    Rahmetli Mina Urgan derdi ki, “Her yaş güzel-dir. Yeter ki o yaşın hakkını yerine getiresin.” Evet,her yaşın gereği neyse, onu yerine getirebilesin. Herdönemde yaşam sevincini duyabilesin. İçlenmek,karamsar olmak yanlış. Güzel de, zor olan bunu uy-gulayabilmek. Yaşam ustası dediğimiz insanlar, sa-nıyorum ki bunu yapabilen insanlardır.

    Ne mutlu onlara!

    ÖREN AKŞAMLARI VE OSMAN GÜLERTalip APAYDIN

  • ağın20 Kas›m-Aral›k 22008

    DÜŞEylem GÜLER

    “Ben sana mecburum Sen yoksun

    Adını mıh gibi aklımda tutuyorum..!”Attilâ İLHAN

    ay-dan aldın diye adını

    geceye açtım gözümü

    ondandı hayranlığım yıldızlara

    ve yağmurlu havalar çizdim kâğıtlara

    bi damla düş-tü!

    Üzüm salkımına.

    ağaç kovuğuna saklandı düşlerim,

    kırıldı parmağımda bi nazarlık

    öte çeşmede,

    simsiyah ellerim ellerinde

    cevizden kına

    bize bu düşerdi anca

    düş olurduk!

    kayıklar yüzerdi Fırat kenarında

    yüzen kayıklarla karıştı sulara gözyaşım

    Şimdi sesinin taşıdığı bi kaç mısra

    o mısralarla

    en olmadı-k hayalimi

    atıyorum bizim dağın yamacına

    yapış yapış olmuş her yanım

    bi sakız ağacının dibinde uyumuş

    kalmışım...!

    ABİM FEVZİ ŞENER’EO. Edip ŞENER

    İnan bana sabah kadar iriydin,Gün ortası kadar her dem diriydin,Gönüller fatihi eşsiz biriydin,

    Gidişin bizleri yaktı kor gibiSensiz tüm dünyalar bize dar gibi.

    Mühendistin gurur kibir bilmezdin,Yoksulun haline bakıp gülmezdin,Gönül defterinden köylün silmezdin,

    Zamansız bir anda terk ettin biziYıllar geçse bile dinmez bu sızı.

    Dikenli yollara güller döşerdin,Her zaman liderdin başta koşardın,Hizmet dendiğinde örnek beşerdin,

    Gidişin bizleri yaktı kor gibiSensiz tüm dünyalar bize dar gibi.

    Nerde garip görsen elin tutardın,Fakiri doyurur öyle yatardın,Çaresize çareyi beleş satardın,

    Zamansız bir anda terk ettin biziYıllar geçse bile dinmez bu sızı.

    İnançlı insandın iman ederdin,İslam âleminde güçlü liderdin,İzin alsan Hacca önde giderdin,

    Gidişin bizleri yaktı kor gibiSensiz tüm dünyalar bize dar gibi.

  • ağın 21Kas›m-Aral›k 22008

    Ağın Düşün ve Sanat Dergisi’ninabonesi olan hemen hemen herkesinonu tanıdığını sanıyorum. Ağın’la ilgilibir şiiri; Ağın’ın toprak tahlili veyahangi ürünün yetiştirilmesi gerektiğiniaraştıran bir yazısı vb. derginin sayfa-larını hep süslemiştir.

    Daha ismini belirtmeden, 24 Ka-sım 2008 tarihinde kaybettiğimiz ger-çek bir üretici, değerli insan, ZiraatYüksek Mühendisi Fevzi ŞenerBey’den bahsedeceğimi anladığınızı görür gibiyim.

    Ben onu 1984 yılında Malatya’da çalışmayabaşladığımda tanıdım. Ağınlıların bayramlaşmasındamuhakkak bulunur; ya açılış ya kapanış konuşması-nı o yapardı. Düğünlerde ise -ki genelde çalgılı olur-du- yöremiz oyunlarından Ağır Hava’yı barın başın-da oynardı. Bu etkinliklerde bulunamamışsa yoklu-ğu herkes tarafından hissedilirdi.

    2008 yılı başlarında kuruluşunu gerçekleştirdi-ğimiz Ağın Üzüm Üreticileri Birliği’nin kuruluşu sı-rasında birlikte çalışınca, O’nu daha yakından tanımaimkânı buldum.

    Ağın İlçe Tarım Müdürlüğü’nün üzüm üreticileri-ni birleştirme girişimi Saraycık Köyü’nde denenmişancak olumsuz sonuçlanmıştı. Ağınlı Ziraat Mühendi-si Ahmet Ayhan böyle bir örgütlenmenin Ağın adınayararlı olacağını söyleyince, ilk aklıma gelen kişi, herrastladığına, “Nasılsın?” demeden BBC Projesini an-latan ( Bağ, badem ve ceviz kelimelerinin baş harf-lerinden kısaltma yapmış; bu kısaltmayı bir televiz-yon kanalıyla özdeşleştirmişti) Fevzi Şener Bey ol-du. Cep telefonundan kendisini aradığımda Antal-ya’da olduğunu söyledi. Birlik kurma girişimindenbahsettiğimde, duyduğu heyecan ve sevinci belirtensözleri hâlâ kulaklarımda. Kuruluş Genel Kuru-lu’nda Birliğimizin geçici başkanı oldu.

    Tarım Bakanlığı’nca tüzüğümüzün onaylanmasın-dan sonra Elazığ’ın merkez ilçesi dışında, ilçe olarakbir tek Ağın’da Üzüm Üreticileri Birliği tüzel kişilik

    kazanmış oldu. 2008 yılı Nisan ayınınson günlerinde, Fevzi Şener ağabeyimizne yazık ki eşini kaybetti. Ancak tüzü-ğün onaylanmasından sonra Elazığ İlTarım Müdürlüğü’ndeki işlerin takibin-den bir an olsun geri durmadı. Acısına verahatsızlıklarına karşın çabayı bir an bileelden bırakmadı.

    Elazığ İl Tarım Müdürlüğü’ndeki iş-lerin takibinde ve Malatya’daki DO-KAB’a (Doğu Anadolu Kalkınma Bir-

    liği) gittiğimizde yılların bürokrat birikimi, samimidavranışı ile kapıların açıldığını görüyor ve deneyimle-rinden yararlanmaya çalışıyordum. Kafamızdaki pro-jeleri zaman zaman tartışıyor, yeni projeler üretmeyeçalışıyorduk. Son günlerde Hac ziyaretini gerçekleş-tirmek için Ağın’a gelemedi. Benim Ağın’da yaptığımgörüşmeler hakkında kendisine bilgi vermek için Ma-latya’da telefonlaştık, ama bir türlü buluşamadık.Evinde ziyaret etmek için bir akşam eşimle gitmek is-tiyordum. Çünkü üç gün sonra Hacca gidecekti. Bu zi-yareti yapamadığım için çok üzgünüm.

    24 Kasım 2008 Pazartesi günü saat: 11.00’de acıhaber geldi. O’nu kaybetmiştik…

    Ağın Üzüm Üreticiler Birliği olarak, Ağınlılarolarak üzüntümüz çok büyük. Ama tek tesellimiz,cenaze töreninde Malatya’dan gelenler ile Ağın’danhemen hemen herkesin katılımıyla oluşan aşırı kala-balık ve katılanların üzerinde bıraktığı hoşgörü vesevgi izleriydi…

    Ben inanıyorum ki, Fevzi Şener ağabeyimizinkurulmasına öncülük ettiği Ağın Üzüm ÜreticileriBirliği; yönetim kurulu üyesi olarak bizlerin, her za-man kapısı açık ve yanımızda olan kaymakamımız veilçe tarım müdürümüz ile üye olarak bize cesaret ve-ren belediye başkanımızın katkılarıyla başarıyı yaka-layacak ve üreticiliğimiz beklenen yerlere ulaşacak-tır.

    Yeri kolay kolay doldurulamayacak değerli Fev-zi Ağabeyimize, Allahtan rahmetler diliyorum.

    O BİR ÜRETİCİYDİ...Gürol KORKMAZ

  • ağın22 Kas›m-Aral›k 22008

    Bin dokuz yüz elli ikide Bursa’ya geldinDevlet Hastanesi’nde pek çok hizmet verdin

    Zamanında Bursa’nın tek üroloğu idinSohbetlerinle de sanki sosyoloğu idin.

    Nice hastalara yıllarca sen sundun şifaKim bilir kaç bağrı yanık buldu senden devaŞimdi onlar da gözyaşıyla figan ediyor

    Onlar da hüzün ve hicranla giryan ediyor.

    Bizleri öksüz bırakıp terk-i diyar ettinSen de o ebedi aleme intikal ettin

    Hasretinle yanmakta yüreğimiz zar-ü zârIlık gözyaşlarıyla etmekteyiz ah-ü zâr.

    Perişan halimizle biz böyle yalnız kaldıkTeselli kâr etmeyen gam deryasına daldıkŞimdi her yer hüzünlü her şey acı vermekteGünlerimiz elemle ve kasvetle geçmekte.

    Gayrı kalplerimize doldu binlerce kederGerçi o son yolculuk her faniye mukadderElveda kadim dostum aziz ruhun şad olsun

    Naçiz fatihalarla kabrin pür nur dolsun.Elveda...

    DR. SÜLEYMAN KOCAGİL’EDr. Galip UZUNCA

  • ağın 23Kas›m-Aral›k 22008

    İsmail Ercan, 6 Haziran 2008 tari-hinde sevenlerinin tatilde olduğu bir za-manda aramızdan ebediyen ayrıldı. Onunyaşamını kaybetmesinden, biz Şenpınar-lılar kadar İsmail’i tanıyan Ağınlı vekomşu köy sakinlerinin de büyük birüzüntü duyduklarını biliyoruz. Rahmetliİsmail’i yorumlamak için sayfalar dolu-su yazılar bile az gelir, onu yine de tamanlamıyla ifade edemeyiz.

    Yakalandığı zalim hastalık onu kısazamanda aramızdan alıp götürdü. Bizlerve tanıyan arkadaşları, seven dostlarıölümünden haberdar bile edilemedi!.. Sessizce AnkaraKarşıyaka Mezarlığı’na defnedilmiş. Aslında onu me-zarı başına kadar götürmek, son görevlerini yerine ge-tirmek isteyen onlarca, yüzlerce dostu vardı. Sevgiliİbrahim Taşbaşı, cenazenin çok sevdiği Şenpınar’a gö-türülmesi için ne gerekiyorsa yapılsın demesine karşın,bazı sebeplerden dolayı götürülememiştir.

    İsmail; Ağın’ı, Ağınlıyı, Hozakpurluyu (Beyelma-sı), Zabulbarlıyı (Bahadırlar) sözün kısası tüm Ağınlıla-rı çok hem de çok severdi. Ağın Ortaokulu’nda okudu-ğu dönemde edindiği arkadaşları da onu en az Şenpı-narlılar kadar severlerdi. Yaşamı boyunca; dayanışma-yı, birlik olmayı, örgütlü olmayı hep benimsemiş ve budoğrultuda çaba göstermişti. Uzun yıllar öncesi kurdu-ğumuz (Vahşen) Şenpınar Derneğimizin kurucusu oy-du ve canı kadar sevdiği köyüne hizmet etmeyi kendi-sine görev kabul ederdi. Derneğimizin 1970’li yıllardayayınladığı Hakko dergimizin hemen her sayısında köyhalkına; ‘birlik olalım, kenetleşelim, (köyümüzü) ma-hallemizi örnek hale getirelim’ derdi. O kadar memle-ket sevgisiyle doluydu ki. Köyde virane bir ev, bakım-sız bir bağ ve kavaklığı vardı. Ancak her şeyden öte sa-dece köyüne sevgisi vardı.

    Babasızdı... Fakat, bir baba kadar babalık ve aynızamanda annelik görevini yapan yaşlı bir annesi vardı.Rahmetli annesi iki çocuğu için her türlü fedakârlığıyapmıştı. Aç kalsalar bile tokmuş gibi görünürlerdi.Anne, köyün tandır ekmeğini yapardı.

    İsmail, ilk ve ortaokul tahsilinden sonra iş hayatı-na başladı. İlk ve ortaokulda başarılı bir talebe idi. Li-se ve üniversiteyi takıntısız bitirebilecek bilgiye sahip-ti. Yokluk onu ortaokuldan sonra çalışmaya mecbur et-

    ti. Önce TCDD, daha sonra Kırıkkale’deöğretmen vekilliği, ardından da Anka-ra’da Turizm ve Tanıtma Bakanlığı’ndaçalışmaya başladı. Çalışma hayatı bo-yunca çalışkanlığı ve dürüstlüğünden as-la taviz vermedi.

    Yaşamının son günlerine kadar elin-den bırakmadığı Cumhuriyet gazetesinison satırına kadar okurdu. Ağın Düşünve Sanat Dergisi’nin abonesi, Ankara-Ağın Kültür ve Dayanışma Derneğimi-zin de üyesi idi. Dernek yönetim kuru-lunda görev aldığı gibi, bir dönem Ağın

    dergisinin de sahipliğini üstlenmişti. Son zamanlardaAğın dergisini ve gazetesini okuyamaz hale geldiğihalde, sırf aboneliği devam etsin diye bana dergiyigöndermeyin diyemedi.

    Yardım etmeyi çok severdi, herkesin bir verdiğiyere beş vereyim derdi. Vefatından birkaç gün önce İ.Hakkı Akbaş’a 25 YTL vererek, Şenpınar Derneği’neaidatını yatırmasını söylemiş. Rahmetli İsmail’i dahanasıl anlatmamı istersiniz? Çocukluğundan itibarengözlük kullanırdı. Bundan dolayı, kendisine “Doktorİsmail” lakabı verilmişti. Yapılan şakalara asla kızmaz-dı. S. Selami Taşbaşı ile ilkokuldan başlayan arkadaş-lıkları onları birbirlerine bağlamıştı. Selami anılarını an-latırken, o anları yeniden yaşıyormuş gibi gözleri doludolu olur, Mustafa Taşbaşı, Mehmet Taşbaşı ve Abdul-lah Taşbaşı’nın kendisini çok sevdiklerini bildiği içinyaptıkları her türlü şakalarını gülümseyerek cevaplardı.

    Eşi öğretmen Bahriye Hanımla mutlu bir yuvalarıvardı. Mersin’deki yazlıklarına nisan ayında gider, ka-sım sonuna kadar kalırlardı. Yazlıklarında Ali Karakaşabimiz ve diğer hemşerilerle iyi bir diyalog içinde ol-duklarını mutluluk içinde anlatırdı. Eşinin ağır bir ame-liyat geçirmesi ve üç ay kadar yoğun bakımda kalması-nın İsmail’i son derece yıprattığını biliyoruz.

    Hastalığı boyunca İsmail’i yalnız bırakmayan, ke-moterapi süresince Hacettepe Hastanesi’ne taşıyan,herkes için de aynı fedakârlığı esirgemeyen İ. HakkıAkbaş’a sonsuz teşekkürler...

    Artık İsmail anılarımızda kaldı. 40-45 yıl Anka-ra’da beraber olduk. Bizler ve tanıyan arkadaşları onudaima rahmetle anacağız. Başımız sağ olsun. Yeri cen-net olsun.

    İSMAİL ERCAN’IN ARDINDAN...Ahmet DEMİRKOL

  • ağın24 Kas›m-Aral›k 22008

    Toptop’a giden yolun solundaki bir evdeoturan bir kırık yosma, adı üzerinde aşkı bir eğ-lence bilir, kendisini seven birine değil ikisinebirden yüz verirmiş.

    Sevenler ikidir, fakat sevilen bir. Bir gönüldeiki sevda olmaz ama iki gönülde bir sevda olur.

    Kırılıp dökülerek suya gidip gelen bu kırıkyosma bir gün birine başka bir gün diğerine gü-lümser. Fakat onu takip edenler bu iki yüzlülü-ğün farkına varırlar.

    İki âşık, dert ortağı oldukları için sevgilileri-nin kendilerine yaptığını bildiklerinden içlerinibirbirine açarlar. Bir gün de gam dağıtmak içinKurey suyunun başına gidip oturur, içerler. Ar-kadaş arkadaş içip eğlenirken bu tek sevgiliyipaylaşmaya koyulurlar. O der sen vazgeç, ötekisen vazgeç der. Bu konuşma dilleşmeye niha-yet dövüşmeye kadar varır. İçilen de şişede dur-duğu gibi durmaz. Dert ortağı olan iki dost, bir-birine düşman kesilir. İçkinin tesiriyle birbirle-rine acı sözler sarf eder nihayet işi hançer-bıça-ğa havale ederler. Bu kavgada biri diğerini sır-tından vurarak öldürür.

    Başında eğlendikleri Kurey suyu kana bo-yanır. Gençlerden kâtip denilen birisi ahirete di-ğeri de hapishaneye gider.

    Kırık yosma da üzerine çıkarılan türkü ilekalır.

    DeyişKurey suyu yan giderAçma yarem kan giderBuna tabib neylesinEcel gelmiş can gider

    Bu su burdan akmasınHuni bağrım yakmasınGidin yârime deyinO bakışı bakmasın.

    Su koydum su tasınaGül koydum ortasınaBeni yârdan ayıranÇıkmasın haftasına.

    Su gelir yudum yudumGel otur benim dudumDünyayı güzel alsaTek sendedir umudum.

    Su gelir bendi bilirGüzeldir kendi bilirBen onun kölesiyimSatarsa kendi bilir.

    Su gelir bulanarakKurey’i dolanarakBuna can mı dayanırYâr geçti salınarak.

    Su gelir mıldır mıldırSözü söylüyen dildirBir sen söyle bir de benKim dertli kim değildir.

    Su gelir taş dibindenİçeydim köpüğündenCandan seven geçer miÖlse de sevdiğinden.

    Sular akar derineVuruldum ben dilineTesti kulpun kırılaYorulmuş yârın kolu.

    Suyun altı çiçeklerToya gider meleklerSevdim murad almadımBoşa gitti emekler.

    KUREY SUYU TÜRKÜSÜAv. Fikret MEMİŞOĞLU

    Türkülerimiz

    Harput Halk Bilgileri, Elazığ Kültür Derneği Yayınları, Elazığ - 1995, Sh: 149-150

  • ağın 25Kas›m-Aral›k 22008

    SPORUN DOĞUŞU, ANTİK VE MODERNOLİMPİYAT OYUNLARI

    Yrd. Doç. Dr. Pervin BİLİR

    (Geçen sayıdan devam)

    16 Haziran 1894’de; 79’u 12 ülkeden gelen 20delegenin ve 2.000 izleyici kişinin katılımıyla“Uluslararası Spor Kongresi” adlı Kongre Sorbon-ne’da toplandı. Oybirliği ile Olimpiyat 0yunları’nınbaşlatılması kararı bu kongrede verilmiştir. Couber-tin’in yakın bir arkadaşı Rahip Didon, öğretmenlikyaptığı okulun kulüp bayrağına şu ifadeleri yazmıştı.“Cıtıus”, “Altıus”, “Fortıus” (daha hızlı, daha yükse-ğe, daha kuvvetli). Rahip Didon’un bu formülü Mo-dern Olimpiyat Oyunları’nın ilk resmi sembolü oldu.Coubertin, Modern Olimpiyat Oyunları’nın amacınıbu sözlerle açıklarken, modern oyunların felsefesinide şu sözleriyle ifade etmiştir:

    “Klasik Olimpizm gibi Modern Olimpizm’in deilk temel özelliği, bir kutsal inanç olmasıdır. Tıpkı birheykeltıraşın, heykeli işlemesi gibi egzersiz yolu ilebedenini işleyen Antikçağ atleti tanrıları onurlandırı-yordu. Modern atlet de, aynısını yaparak, ülkesini,kökenini, bayrağını yüceltir. Dolayısıyla çağımızadamgasını vuran, demokrasi ve enternasyonalizm ilegeliştirilmiş, ama aynı zamanda tutkulu genç He-len’leri kaslarının zafer kazanması için Zeus sunak-larına yönelten duygunun aynısı olan bir dinsel duy-gu, yenileştirilmiş bir Olimpizm’de canlandırmanındoğru olacağını sanıyorum.”

    Coubertin, uzun ve çetin çalışmalar sonucu An-tikçağ sporcusunun tanrılara yönelik kutsal mücade-lesini, kendi çağındaki insanın toprağına, bayrağınave birlikteliğine aktararak, bu birliğin dünya birliği-ne yansımasını düşünerek, “Olimpizm” felsefesinioluşturmuştur. Modern Olimpiyat Oyunları’nın veOlimpizm felsefesinin temelinde her şeye rağmenkazanmak olmadığını, katılmanın ve iyi mücadele et-menin, dürüstçe, zevk alarak bu işi yapmanın öne-mini vurgulayarak, daha kuvvetli ve daha erdemlibir insanlığa ulaşmak istemiştir. Olimpik anlayış, in-sanların büyük bir çoğunluğunun paylaştığı duygu

    ve düşünceleri, özlemleri, beklentileri, umutları ba-rındırmaktadır.

    Gençliğin eğitiminde sporun önemli bir faktörolduğuna inanan Coubertin, Modern Olimpiyatlarınbabası olarak tarihe geçmiş ve herkesin beden eğiti-mine ilgi duyması için 1925 yılında yapılan PragKongresi’nde yaptığı konuşmasında şu görüşü orta-ya koymuştur: “Yüz kişinin beden eğitimiyle uğraş-ması için, elli kişinin spor yapması gereklidir. Bu el-linin spor yapması için yirmisinin sporda uzmanlaş-ması gereklidir. Bu yirminin uzmanlaşması için debeş atletin üstün performans göstermesi, yıldız spor-cu olması şarttır.”

    Modern Olimpiyat Oyunları Antik Yunan Olim-piyatlarından esinlenmekle birlikte, birçok yöndenfarklılıklar göstermektedir. Antik Olimpiyat Oyunla-rı ırkçı nitelikteydi. Yalnız özgür Yunan vatandaşlarıbu oyunlara katılabilirdi. Esirler, köleler, yabancılarve kadınlar bu oyunlara katılamazdı. Antik Olimpi-yatların kökeninde din olmasına karşılık, ModernOlimpiyatlar laik nitelikte olup entelektüel kökenli-dir. Modern Olimpiyat Oyunları, felsefesiyle birlik-te birçok yeni unsurları beraberinde getirmiştir.Uluslararası nitelik, tüm ülkelerin katılımı, renk, sı-nıf, politik, her türlü ayrımcılığın reddi, gönüllü katı-lım, evrensellik, amatörlük, fair play gibi.

    Coubertin, 1896 yılında ilk kez Atina’da düzen-lenen Modern Olimpiyat Oyunları’nın yapıldığı sü-reçlerle ilgili olarak sporu tehdit eden tehlikeleri gö-rerek endişelenmeye başlamıştır. Basının düşüncesizövgülerle genç sporcuların zihniyetini değiştirme-sinden, sporun bir gösteri haline gelmesinden kaçı-nılması gerektiğini vurgular. Ayrıca Coubertin’in bü-yük bir endişesi daha vardır. “Stadyumlar! Artık enküçük şehirler bile bir stadyum yapmayı amaç bili-yorlar. 40.000 seyircinin kalplerini heyecanlandır-mak amacı ile milyarlar sarf ederek bir stadyum in-şa ederseniz, oraya insanları çekmek için bazı numa-ralar yapmak gerekir. Bu da genç sporcuda bedeni

  • ağın26 Kas›m-Aral›k 22008

    ve ahlaki yönden tehlikeler doğurur. Binlerce spor-cunun bağrışması, alkışlanması ile ortaya çıkan he-yecanı, gençlerin rekabetten doğan azmini son rad-deye çıkarır, bundan yararlanmak isteyecek olanspor bezirgânları, birer fazilet ve feragat örneği ol-maları gereken amatör sporcuları para ile satın alarakonları profesyonel sporculardan daha fena durumadüşürecektir.”

    Coubertin’in bu organizasyon hakkındaki endişe-li düşüncelerine maalesef günümüzdeki OlimpiyatOyunlarına baktığımızda hak vermemek elde değildir.

    Spor, özünde bir oyun olmasına karşın tarihselsüreçte birçok alandaki kullanım biçimleri ile farklıboyutlara taşınmıştır. Söz gelişi, Hollandalı tarihçi Jo-han Huluzinga toplumsallaşması süresi içinde sporunne denli büyük boyut ve bağlantılar edineceğini, nedenli büyük bir maddi güce dönüşeceğini öncedenkestirebilseydi herhalde ünlü Homo Ludens’indeyaptığı gibi sporu “yaşayan gerçek insanların yarattık-ları düşsel bir oyun dünyası” olarak görmezdi. ÜnlüSovyet ozanı Yevgeni Yevtushenko da sporun kimle-rin elinde nasıl kullanıldığını bilebilseydi herhalde onu“yazından daha dürüst bir iş” olarak nitelemede fazlaacele etmezdi. Gerçi ikisi de yanıldılar, ama bu yanıl-gılar, uygulamaya ancak sınırlı bir şekilde yansımayankurumsal-görgül irdelemeler olarak kaldı. İşte, spo-run, Antik Yunan’da ruh ve beden güzelliğini, Ro-ma’da kana susamışlığı, Katolik bağnazlığında şey-tanlığı, Orta Çağ Krallıkları’nda şövalyeliği, Jahn gi-bilerinin öğretisinde savaşçılık ve militarizmi, öze dö-nük arayışlarda da uluslararası barış, kardeşlik vedostluğu simgeleyebilmesi bundandır.

    Coubertin, 4 Haziran 1925 günü kurallara uyul-madığı ve olimpiyat ruhunun zedelendiğini belirterekUluslararası Olimpiyat Başkanlığı’ndan istifa etti.Profesyonellik ve ekonomik çıkarların gündeme gel-diği bu yıllarda olimpiyat ruhu gerçekten zedelenmiş-tir. 1936 Berlin Olimpiyatları’nın Hitler’in çabalarıy-la I.Dünya Savaşı’nın kostümlü bir provası şeklindeorganize edilmesi, 1928 Amsterdam Oyunları’ndatüm oyunların fotoğraflarını satma hakkının tek firma-ya verilmesi ile siyasi ve ticari boyutlar kazanmıştır.

    Sonraları 1968 yılında Meksico-City Olimpiyat-ları’nda Amerikanın ırkçı tutumunun siyahi atletler

    tarafında protesto edilmesine ve 1972 Münih Olim-piyatları’nda İsrailli sporcuların Olimpiyat köyündeöldürülmesi olayına sahne olacaktı Olimpiyat Oyun-ları. 1984 Los Angeles Oyunları tarihe ilk ticaretoyunları olarak geçecektir. Los Angeles OlimpiyatKomitesi’nin tek amacı para kazanmak olmuştur.Birçok firma Pazar stratejisi amacıyla önemli mik-tarda parasal destek sağlarken, televizyon şirketleride yayın haklarını, büyük paralar karşılığı satın al-makta, reklam gelirleri ile açıklarını kapatarak kârbile edebilmektedirler. Siyasal ve ekonomik neden-ler Olimpizm ruhunu amacından uzaklaştırmıştır.Doğu bloğu ülkelerinde sporcunun memur statüsün-de görünerek, spor yaşamını maddi sıkıntı çekmedensürdürmesine karşın, Batılı ülkeleri de bir çözümbulmaya iterek, sporculara destek için fonlar oluştu-rulmuş, buradan büyük paralar ödenmiştir. Bunlar-dan başka belki de en önemli sorun sporcuların ba-şarıya ulaşmak için sağlıklarını bile tehlikeye attıkla-rı doping olayıdır. Doping üstün başarı kazanmak,buna bağlı olarak büyük paralar kazanmak arzusuy-la yapılmaktadır. Bir spor ayakkabısı reklamında gö-rünmekle kazanılan paranın, birçok insanın yıllık ge-lirinin çok üzerinde olduğu artık bilinmektedir.

    Coubertin’in idealini belirttiği devir artık tarihekarışmıştır. Fakat gelecekteki tehlikeyi sezerek MilliOlimpiyat Komitelerini bir araya toplayarak, çözümyolları aramıştır. Bu çözüm yolları şöyle dursun gittik-çe sorunlar çeşitlenerek gündemini korumaktadır.

    Tüm bu bilgilerden sonra günümüz sporunu veOlimpiyat Oyunlarını anlama ve anlamlandırma da,eğlence, boş zaman etkinliği, vücut ve ruh sağlığınıgeliştirme açısından ele alındığında yetersiz açıkla-malar ortaya çıkar. Spor yönetiminin ve eğitimininkendi iç dinamiğine bakarak da açıklamak yetersiz-dir; çünkü toplum ilişkilerini düzenleyen, yaratan,biçimlendiren ve değiştiren yapıları, örgütlenmelerive güçleri ihmal e