140
YIL: 2015 SAYI: 23 BEŞİR AYVAZOĞLU İLE BABIÂLİ SOHBETİ BABIÂLİ’NİN KAYBOLAN KİTAPHANELERİ Adnan ÖZYALÇINER

1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

Embed Size (px)

DESCRIPTION

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. tarafından yayınlanmaktadır.

Citation preview

Page 1: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

YIL: 2015 SAYI: 23

BEŞİR AYVAZOĞLU İLE BABIÂLİ SOHBETİ

BABIÂLİ’NİN KAYBOLAN KİTAPHANELERİ

Adnan ÖZYALÇINER

Page 2: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi
Page 3: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi
Page 4: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

Baskı - CiltSeçil Ofset(0212 629 06 15)

Renk Ayrımı / CTPSeçil Ofset

Dergide yayımlanan yazı, fotoğraf, çizim ve planlardan yasal olarak eser sahipleri sorumludur. Yazılardan kaynak belirterek tam veya özet alıntı yapılabilir. Fotoğraflar izinsiz kullanılamaz.

İSTANBUL BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ KÜLTÜR A.Ş. YAYINLARIİstanbul Kültür ve Sanat Ürünleri Tic. A.Ş.Maltepe Mahallesi Topkapı Kültür Parkı Osmanlı Evleri 34010 Topkapı - Zeytinburnu / İSTANBUL

Sorumlu Yazı İşleri MüdürüNurten ŞAFAK TOPCU

EditörBetül EREN

Yayın KuruluMüjdat ULUÇAM, Salih DOĞAN, Fatih DALGALI, Betül EREN, Esra ERKAL, Ömer OSMANOĞLU, Metin ÖZTÜRK, Hüseyin SORGUN, M. Lütfi ŞEN, Nurten ŞAFAK TOPCU, Gülsüm SEZGİN, H. Halit ATLI

Sanat YönetmeniAydın SÜLEYMANZADE

Grafik TasarımFeyza ERYÜKSEL

FotoğraflarKültür A.Ş. Arşivi, Betül EREN, Feyza ERYÜKSEL

Reklam KoordinatörüMustafa YALMANRezervasyon / 0212 467 07 00 - 1469 (Dahili)

İletiş[email protected]

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. Adına SahibiAhmet SELAMET

Genel Yayın Yönetmeni Nevzat KÜTÜK

Yayın Danışma KuruluProf. Dr. Halil İNALCIK, Prof. Dr. Semavi EYİCE, Prof. Dr. İlber ORTAYLI, Prof. Dr. İskender PALA, Prof. Dr. Haluk DURSUN, Şevket DEDELİOĞLU

Yayın KoordinatörüFatih YAVAŞ

SAYI 23 / 2015BU BİR SÜRELİ YAYINDIR PARA İLE SATILMAZ

YAYIN

YÖNETİM

YAPIM

KÜLTÜR A.Ş.

İSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

Page 5: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

İÇİNDEKİLER

TARİH BOYUNCA BÂBIÂLİMustafa NOYAN

10

62

MEHMET KAMİL BERSE İLE BABIALİ ÜZERİNE SÖYLEŞİSöyleşen: Cengiz AYGÜN

102

OSMANLI DEVLETİ’İNİN HÜKÜMET KAPISI BÂBIÂLİ171 YILDA 9 KEZ YANDIProf. Dr. Kemalettin KUZUCU

30

BEŞİR AYVAZOĞLU İLE BABIÂLİ SOHBETİSöyleşen: Ahmet KARA

76

BÂBIÂLİ’Yİ KAYIT ALTINA ALAN ADAM: REŞİD HALİD GÖNÇAhmet APAYDIN

50

BÂBIÂLİ KÜTÜPHANESİProf. Dr. Kemalettin KUZUCU

36

BABIALİ: OL SALTANATIN YELLER ESER ŞİMDİ YERİNDE…Cem SÖKMEN 110

BASINDA YAŞADIKLARIM VE BASIN ANILARIMErdem YÜCEL

120

“DÜNYAYA BİR DAHA GELMEK İSTESEM, GENE MATBAACILIĞI SEÇERİM”Söyleşen: Fatih DALGALI, Betül EREN

126

GÜNÜMÜZ GAZETELERİ NEYİN AYNASI?Prof. Dr. Hayati TÜFEKÇİOĞLU

70

BAB-I ALİ’Yİ RESİMLEYEN ADAM: MÜNİF FEHİM ÖZARMANÖnder KAYA

82

BÂB-I ÂLÎ’YE ULAŞMANIN BİR BUÇUK ASIRLIK ÖYKÜSÜAkın KURTOĞLU

132

ANKARA CADDESİReşad Ekrem KOÇU

56

HAZİNE-İ EVRÂK’TAN OSMANLI ARŞİVLERİ’NENida Nebahat NALÇACI

44

BABIÂLİ’NİN KAYBOLAN KİTAPHANELERİ (KİTABEVLERİ)Adnan ÖZYALÇINER

134

AJANDA

16

KÜLTÜRÜMÜZÜN SIRAT KÖPRÜSÜ’NDEKİ SEMTİ BÂBIÂLİMehmet Nuri YARDIM

22

YAYINCILIĞIN BABIÂLİ’DEKİ SERÜVENİYrd. Dr. Ömer OSMANOĞLU

Page 6: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi
Page 7: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

Osmanlı Devleti’nin yönetim merkezi olan Bâb-ı Âli binasından ismini alan Babıali semti, zaman içinde İstanbul’da basının ve yayın dünyasının nabzının attığı bir bölge haline gelmiştir. İstanbul’un kadim semtlerinden bir olan Babıali, bugün de halen o kültürel dokunun izlerini taşımaktadır.

Kâğıt ve mürekkep kokulu semt, Cumhuriyet döneminde fikir üretiminin odağı, düşünürlerin, edip-lerin, gazetecilerin, politikacıların kısacası ülkenin gündemine yön veren şahsiyetlerin uğrak yeri ol-ması sebebiyle de, İstanbul için olduğu kadar Türkiye’nin düşünce ve siyasi hayatı için de önem arz etmiştir.

Nice yazarların ve gazetecilerin yetiştiği, pek çok kalem erbabının yazılarını kaleme almak ya da bir sohbete, verdiği bir randevuya gitmek için yokuşunu tırmandığı Babıali, aynı zamanda İstanbul’un en büyük kitapçılarının, kırtasiyelerinin, gazete ve dergi ofislerinin, matbaaların, mücellitlerin, klişe atölyelerinin, basın ve yayın camiasında ihtiyaç duyulan her türlü malzemenin tedarik edilebildiği bir yerdi.

Yakın geçmişe kadar bu özelliğini korumuş, tarihin üzerine yüklediği görevi ifa etmiş olan bu semti ve burada kaleminin mürekkebiyle fikriyatını bize aktaran yazarları hem hatırlamak hem de genç nesillere aktarmak amacıyla dergimizin bu sayısını Babıali’ye ayırmak istedik.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olarak 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi’nin Babıali’nin farklı yönleriyle dolu 23. sayısını sizlere takdim ederken katkıda bulunan yazarlara ve yayında emeği geçen mesai arkadaşlarıma teşekkürü bir borç bilirim.

SUNUŞ

Page 8: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi
Page 9: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

Yabancı kaynaklarda ‘Sublime Porte’ ismiyle bili-nen Babıali binası, önceleri Babısafi ve Paşakapısı isimleriyle anılmış, II. Mahmud devrinden sonra Babıali denilmeye başlanmıştır. Zaman içinde be-nimsenen ve günümüze kadar kullanılagelen bu isim, Divanyolu’ndaki Türk Ocağı’nın bulunduğu yerden başlayıp, Ankara Caddesi üzerindeki vali-lik binasına kadar uzanan bölgeye ismini vermiş-tir. Sınırlarını tam olarak çizmenin mümkün olma-dığı Cağaloğlu adıyla anılan semtle de iç içedir.

Yakın geçmişimizin basın ve yayıncılık merkezi ka-bul edilen Babıali, 1970’lerde büyük gazetelerin buradan teker teker taşınmasıyla eski hususiyetini kaybetmeye başlamıştır. Bugün itibariyle bölgede-ki en önemli basın kurumu olarak Türkiye Gazete-ciler Cemiyeti’nin varlığından söz edebiliriz.

Öte yandan Babıali yayın dünyası için önemini hâlâ korumaktadır. İrili ufaklı pek çok yayınevi bu-rada yayın hayatına devam etmektedir. Yayınevle-rinin olduğu kadar, kitabevlerinin, sayıları az sa-yıda kalan mücellitlerin, klişecilerin, matbaaların, ilan bürolarının varlığı, Babıali’nin sahip olduğu sosyal ve kültürel kimliği bugün bir nebze de olsa devam ettirdiğini gösterir.

Biz de geçmişten günümüze bu kimliğin izlerini sürerek 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi’nin 23. sayısını İstanbul’un kadim semti ‘Babıali’ye ayırdık.

Babıali’nin Osmanlı döneminde hangi işlevler-le kullanıldığı, aldığı çeşitli adlar, burada görev yapan devlet memurları ve bürokratları “Tarih Boyunca Bâbıâli” makalesinde anlatan Mustafa Noyan Babıali’nin başlangıcından Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar geçen süredeki ahvalinden bah-setti. Mehmet Nuri Yardım “Kültürümüzün Sırat Köprüsü’ndeki Semti Bâbıâli” yazısıyla 1970’lerin sonlarından başlayarak semti bugüne kendi tec-

rübe ve hatıraları üzerinden; Yrd. Doç. Ömer Os-manoğlu ise “Yayıncılığın Babıali’deki Serüveni” isimli kapsamlı makalesiyle bölgedeki yayıncılık faaliyetlerini tarihsel sürecin içinde anlattı.

Günümüz münevverlerinden edip Beşir Ayvazoğlu ve kültür adamı M. Kamil Berse’yle Babıali üzerine yaptığımız röportajlar Babıali’nin son dönemine şahitlik etmemize imkân verdi. Cem Sökmen’in “Babıali: Ol Saltanatın Yeller Eser Şimdi Yerinde…” yazısı ile Adnan Özyalçıner’in “Babıali’nin Kaybo-lan Kitaphaneleri” makalesi, Babıali’nin sokakların-da dolaşıp o atmosferi solumamıza vesile oldu.

Memurların bilgi ve kültürlerini arttırmaları için inşa edilen Bâbıali Kütüphanesi’ni konu eden yazısıyla Prof. Dr. Kemalettin Kuzucu ve Osmanlı Devleti’nin hafızası olan Hazine-i Evrak binasının tarihiyle bugünün Osmanlı Arşivleri’ne değinen yazısıyla Nida Nebahat Nalçacı’yı dergimize ko-nuk ettik. Babıali’yi resimleyen adam olarak bi-linen Münif Fehim Özarman’ı Önder Kaya, yazar ve şairlerin fotoğraflarını kayıt altına alıp bir ko-leksiyon hazırlayan Reşid Halid Gönç’ü ise Ahmet Apaydın kaleme aldı.

Şehir tarihçisi Akın Kurtoğlu Babıali’ye ulaşmanın bir buçuk asırlık öyküsünü bizlere anlatırken, Er-dem Yücel’in kaleminden Babıali hatıralarını, Prof. Dr. Hayati Tüfekçioğlu’ndan bugünün gazetecili-ğini okuyoruz. Matbaacı Zekeriya Çiftçi’yle yap-tığımız söyleşiyle Babıali’nin farklı bir sokağına kapı aralıyoruz.

Son olarak, siz değerli okurlarımızla dergimizin yazarlarından Sennur Sezer Hanımefendi’nin ve-fat haberini üzülerek paylaşıyoruz. 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi’nden desteğini hiçbir za-man esirgemeyen, üretkenliğiyle bizlere örnek olan Sennur Hanım’a Allah’tan rahmet, eşi Adnan Özyalçıner Bey’e başsağlığı diliyoruz.

Kültür A.Ş.

TAKDİM

Page 10: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi
Page 11: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi
Page 12: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi
Page 13: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

TARİH BOYUNCA BÂBIÂLİ

Mustafa NOYAN İstanbul Araştırmacısı ve Tur Rehberi

“Sadrazamlar görevlerinin büyük kısmını Divan’da yapsa da Divan dışında da çalışmışlardır. Belirli günlerde ‘İkindi Divanı’ kurulan Sadrazam Konakları önemli yönetim birimleri olmuştur. Sadrazamın yönettiği bu teşkilatlara önceleri Vezir Kapısı, Bab-ı Asafi ve Paşa Kapısı gibi isimler verilmiş 18. yüzyılın sonlarından itibaren de ‘Bâbıâli’ denilmeye başlanmıştır. 17. asırda Paşa Kapısı’nın Alay Köşkü’nün karşısına taşınması ve istisnalar hariç sadrazamların burada oturmalarıyla Bâbıâli olarak bilinen mekân ortaya çıkmıştır.

Page 14: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

TARİH BOYUNCA BÂBIÂLİ / Mustafa NOYANİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

12

Bâbıâli’de İşleyiş

Tarih boyunca kurulmuş birçok Türk devletinde, devlet ve yönetim mer-kezleri birliğin ve kuvvetin temsil-cisi olarak kabul edilmiş, yüksek ve yüce olarak bilinmiştir. Bu hükumet merkezlerine Dergah, Bab-ı Saray, El-Bab’üs-Sultaniye, Bab-ı Hümayun, Bab-ı Ali, Bab-ı Asafi ve Paşa Kapısı gibi isimler verilmiştir. İstanbul’daki kapılar arasında resmi anlamda en yüksek kapı olan, devrin hükumetini ve başbakanlığını temsil eden Sadra-zamlık mekanına ise en yüksek veya yüce kapı manasında “Bâbıâli” ismi verilmişti.

Osmanlı İmparatorluğu’nda devletin tüm işleri sarayda görülür, ‘divan’ adı

verilen, günümüzde bakanlar kuru-lu kabinesi niteliğinde bir mecliste görüşülürdü. Fatih Sultan Mehmed zamanına kadar divana padişahlar başkanlık ederken, Fatih Kanunna-mesi sonrasında divan toplantılarını sadrazamlar yönetmişlerdir. Topkapı Sarayı’nda Kubbealtı olarak da bili-nen Divan-ı Hümayun ikinci avluda yer almış, 15. asırdan 19. asra kadar sadrazamlar tarafından kullanılmıştır.

Sadrazamlar görevlerinin büyük kıs-mını Divan’da yapsa da Divan dışın-da da çalışmışlardır. Belirli günlerde ‘İkindi Divanı’ kurulan Sadrazam Ko-nakları önemli yönetim birimleri ol-muştur. Sadrazamın yönettiği bu teş-kilatlara önceleri Vezir Kapısı, Bab-ı

Asafi ve Paşa Kapısı gibi isimler veril-miş 18. yüzyılın sonlarından itibaren de ‘Bâbıâli’ denilmeye başlanmıştır. Paşa Kapısı, sadrazamın konağının bulunduğu yere göre İstanbul’un çeşitli semtlerine taşınmış, bazen At Meydanı, bazen Mahmutpaşa, bazen Gedikpaşa çevresinde yer al-mıştır. 17. asırda Paşa Kapısı’nın Alay Köşkü’nün karşısına taşınması ve is-tisnalar hariç sadrazamların burada oturmalarıyla Bâbıâli olarak bilinen mekân ortaya çıkmıştır.

Bu mahalde ilk konağı, Sultan I. Ah-med devrinin sadrazamı Derviş Paşa yaptırmış, Sadrazam Halil Paşa da aynı yerde bir saray inşa ettirmiş-tir. Sultan IV. Mehmed zamanında

Page 15: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

13

bu sarayın tamir edilerek Sadra-zam Derviş Mehmed Paşa’ya tahsis edilmesiyle Paşa Kapısı bu mevkiye yerleşmiştir. Harem ve selâmlık da-irelerini içine alan Bâbıâli dahilinde mutfak, koğuşlar, ahırlar ve vazifeli-lere ait odalar da bulunmuştur.

Padişah tarafından görevlendirilen Sadrazam samur kürk giyerek padi-şahtan sadaret mührünü alır, Topka-pı Sarayı’ndan çıkarak, solak, peyk ve divan çavuşlarından oluşan, Sa-daret Alayı denilen bir tören ile Paşa Kapısı’na gelir ve görevine başlardı.

Bâbıâli’de memurlar, sabahları gün doğumunda işlerine başlar, akşam-dan bir saat önce işlerinden çıkarlar ve iş yerlerinden izinsiz ayrılamaz-lardı. Bâbıâli’de bazı günler Rumeli ve Anadolu kazaskerleri, bazı günler de de İstanbul Kadısı halkın şikâyet-lerini dinlerdi.

Bâbıâli’deki Sadrazam Konağı ge-çirdiği yangın sonrası 1756 yılında Sultan III. Osman tarafından tekrar yaptırılmıştı. Birçok yangın ve afet geçiren bina 1808 yılında II. Mah-mud döneminde yaşanan Alemdar Mustafa Paşa Olayı ve 1826 Hocapa-şa Yangını’nında zarar görmüştü.

Bâbıâli’de nezaretler kurulmadan önce sadrazamın yardımcısı sıfatıyla Sadaret Kethüdası, Reisülküttab ve Çavuşbaşı idarelerinde üç daire mev-cuttu. Sadaret Kethüdası dahili işlerle uğraşır, vilayetlerle yazışmaları idare ederdi. Günümüzde dışişleri baka-nı görevinde bulunan Reisülküttab kendine bağlı Beylikçi, Tahvil ve Ruus kalemleri vasıtasıyla Sadaret Teşki-latı’ndaki yazışmaları yönetirdi. Emri altında 600’den fazla çavuşun vazife yaptığı, suçluların yakalanmaları ve cezalandırılmaları gibi adli işlerden mesul olan Çavuşbaşı, Sadrazama verilen arzuhalleri inceler, bunları il-gili mahkemelere havale ederdi. Bü-yük Tezkireci, Küçük Tezkireci, Mek-tupçu, Beylikçi, Teşrifatçı ve Kâhya Kâtibinden müteşekkil altı müsteşar, üç kalemden sonra gelen idare mev-

kileriydi. Osmanlı tarihinin resmi ya-zıcıları olan Vakanüvisler de burada görev yapmışlardır. Babıali’de kurul-muş olan memur kadrosu, zamanla genişleyerek Osmanlı bürokrasisinin temelini oluşturmuştu.

Sultan II. Mahmud devrinde neza-retlerin kurulması, ardından Meclis-i Vâlâ’yı Ahkâm-ı Adliyye ve Dâr-ı Şûrâ-yı Bâb-ı Alî meclisleri Bâbıâli’nin görev ve sorumluluklarını artırmıştı. İdarî, adlî ve askerî konularda Dâr-ı Şûrâ’da

alınan kararlar Meclis-i Vâlâ’ya gider, burada görüşülüp kabul edilen ka-nunlar Sadrazam’ın onaylaması son-rası saraya iletilirdi, kanunlar Padişa-hın tasdikiyle kesinlik kazanırlardı.

Sultan Abdülmecid döneminde Tanzi-mat’ın ilanı sonrası var olan iki meclis birleştirilmiş ve Bâbıâli’deki yeni bina-sına taşınmıştır; bu dönemde Bâbıâ-li’de Sadaret Dairesi, Şûrâ-yı Devlet, Dahiliye Nezareti ve Hariciye Nezareti yer almaktaydı.

TARİH BOYUNCA BÂBIÂLİ / Mustafa NOYAN İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

Yıld

ız a

rşiv

inde

n Ba

bıal

i

Bab-

ı Ali

Alay

Baş

Çav

uşu,

Çav

uş B

aşı A

ğa,

Bölü

kçü

Efen

di, A

med

i Efe

ndi

Page 16: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

TARİH BOYUNCA BÂBIÂLİ / Mustafa NOYANİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

14

Bâbıâli’nin günümüze kadar kul-lanılagelen binaları 1839 yılındaki yangından sonra, Bâbıâli 1844 yılın-da kagir olarak tekrar inşa edilmiş, ancak artık sadrazamın ikametgahı niteliğini kaybederek, sadece devlet dairesi statüsü kazanmıştır. Stefan Kalfa tarafından yatay kuruluşlu ve sade ampir cepheli olarak tasarlanan binanın anıtsal kapısı, barok saçak ve örtülü, çeşmeli bir zafer takı düze-ninde inşa edilmiştir.

Bâbıâli, Osmanlı hiyerarşisinin mi-mari bir yansıması olarak, karşısında bulunan Alay Köşkü’nden daha kısa olarak yapılmıştır. Yesarizade Mus-tafa İzzet Efendi’hattıyla hazırlanan kapınınkitabelersinde binanın Sultan Abdülmecid zamanında yaptırıldığı yazmaktadır.

Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdü-laziz zamanlarında Bâbıâli nüfuz ka-

zanmış, yürütme organı olarak yetkili olmuştur. Sultan II. Abdülhamid dev-rinde ise yetkiler tekrar Babıâli’den Saray’a geçmiş ve Babıâli gölgede kalmıştır.

Bâbıâli son olarak 1878 ve 1911’de iki yangın geçirmiş, 1911 yangının-da binanın iki yanındaki Sadaret ve Hariciye bölümleri kurtarılmış, fakat Şûra-yı Devlet ve Dahiliye Nezareti bölümleri yanmıştır.

Kurtuluş Savaşı zamanında Bâbıâ-li’nin bulunduğu bina Büyük Millet Meclisi’nin İstanbul temsilciliğine verilmiştir. Cumhuriyet’in ilanı son-rasında, Hükumet Ankara’ya taşın-dığından, Sadaret bölümü İstanbul Vilâyet Konağı, Hariciye bölümü de Defterdarlık olarak kullanılmaya baş-lanmıştır.

İstanbul Valiliği, Ankara Caddesi üze-rinde bulunan merdivenli girişi kul-

landığından, eski günlerindeki kadar faal olmayan Bâbıâli giriş kapısı farklı tarihlerde restorasyonlar geçirmiş, üzerindeki neoklasik bazı ayrıntılar zamanla kaldırılmış, bina daha yalın bir biçimde sıvanmıştır.

Kurulduğundan bu yana Bâbıâli’de Osmanlı Devri’nde 60 sadrazam, 48 reisülküttap, 22 vakanüvis; Cumhu-riyet Dönemi’nde de 25 vali görev yapmıştır.

Nal

lı M

esci

t ve

Babı

ali b

inas

ı

Page 17: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

TARİH BOYUNCA BÂBIÂLİ / Mustafa NOYAN İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

15

Page 18: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi
Page 19: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

KÜLTÜRÜMÜZÜN SIRAT KÖPRÜSÜ’NDEKİ SEMTİ BÂBIÂLİ

Mehmet Nuri YARDIM Araştırmacı, Yazar

Bâbıâli bir semt olmanın ötesinde muhit, yaşayış biçimi hatta bütünüyle bir hayattır. Bâbıâli Türkiye’mizin kafası, ruhu ve kalbidir. Sadece bir semt adı değil, düşüncelerin meşheri, ideolojilerin pazarıdır. Osmanlı’da yönetimin merkezidir. Bâbıâli Osmanlı’da olduğu gibi Cumhuriyet devrinde de değerini ve önemini muhafaza etmiştir.

Burada Alayköşkü Caddesi’nin sonunu ve Vilayet’in arka kapısını görüyoruz. Bu kapı Alayköşkü’ne bakıyor. Kapıdaki ince sanata, çeşmelerdeki zarafate dikkat lütfen... Ah ecdad...

Page 20: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

KÜLTÜRÜMÜZÜN SIRAT KÖPRÜSÜ’NDEKİ SEMTİ BÂBIÂLİ / Mehmet Nuri YARDIMİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

18

Doğrusunu söylemek gerekirse Bâbıâli, bitmez bir sevda, tüken-mez bir hikâyedir. Orada fikirler ça-tışır, dostluklar kurulur, nâşir-i efkâr olan gazeteler tabedilir ve bütün bir memleket sathına tevzi edilir. Bâbıâli bir sanat harmanıdır. Pırıl pırıl mec-mualar, rengârenk dergiler orada ilk sayılarıyla ‘kari’lerine, yani okuyucu-larına ‘merhaba’ der. Sonra da na-siplerince neşriyatlarına devam eder, giderler. Bâbıâli bir mâceradır. Kuytu mahfillerde, izbe kahvelerde bir simit ve çay eşliğinde memleket meselele-ri konuşulur, vatan kurtarılır, kavgalar yapılır ama sonra yine de barışılır ve kardeşçe kucaklaşılır. Bâbıâli er mey-danıdır. Mindere çıkan fikir güreşçi-leri kıyasıya mücadele ederler, elense çeker, şaplak indirir, yere devirirler birbirlerini. Ama düşünce güreşçileri, müsabaka sonunda kucaklaşıp helâl-leştikleri gibi fıkra muharrirleri de fikir münakaşalarının ardından bir-birlerine selâm eder, muhabbetlerini bildirirler. Kısacası Bâbıâli bir kutlu deryadır ki, orada ömür bereketlidir her zaman, tabiî anlayana, bilene, id-rak edebilene…

Bâbıâli Yolculuğu

1978 yılında Anadolu’nun ücra bir ilinden İstanbul’a geldim. İstanbul’a yâni Bâbıâli’ye. Bir gazetede çalışı-yordum. Bu gazeteye en fazla me-saiyi ben harcıyordum. Çünkü gaze-tenin son katındaki bir odada yatıp kalkıyordum. Yani 24 saat gazete-deydim. Gündüz gürül gürül kayna-yan semt akşam derin bir sessizliğe bürünürdü. Bazen çatıya çıkar, ora-dan İstanbul’u doya doya seyreder-dim. Kâzım İsmail Gürkan Caddesi ne loştu öyle! Tek tük turistler do-lanırdı yolda, o kadar. Ayasofya ve Sultanahmet ise her zamanki gibi haşmetli minâreleriyle semaya yük-seliyor, gözleri ve gönülleri okşu-yordu.

Yeni Asya, Kâzım İsmail Gürkan Cad-desi üzerindeydi. Akkan Suver Yeni Düşünce’yi aynı caddenin üzerin-deki bir binada yayımlıyordu. Meh-med Şevket Eygi’nin Bizim Gazete’si ise bitişikteydi. Üstte idarehane, alt-ta matbaa. Hemen alt köşede üstat Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’su vardı. Köşeden inen caddenin solunda Günaydın’ı görürdünüz. Kadir Mı-

sıroğlu’nun Sebil’i ise Vilayet’in tam karşısındaydı. Milliyet’in heybetli bi-nası, Kapalıçarşı’ya giden yolun so-lundaydı. Ahmet Güner’i, Aydın Can-dabakoğlu’nu ve rahmetli Celalettin Bilginer’i o binada ziyaret ederdim. Sezai Bey her zamanki gibi Diriliş’i çıkarırdı. Yeşilay İşhanı’nda Ahmet Kabaklı Türk Edebiyatı Vakfı’nın, Se-lahattin Kaptanağası ise Yeşilay Ce-miyeti’nin başındaydı. Molla Fenari Camii’ne giderken sağda Güneş ga-zetesi yüzünü gösterdi bir ara, sonra gazete Beyazıt’a taşındı sessizce. Tür-kiye, Çatalçeşme Sokak’ın üzerindeki küçük binasındaydı.

Bir zamanlar siyaset dünyamızın merkezi olan Bâbıâli, basın, yayın ve düşünce hayatımızın Türkiye’de-ki odağı olmuştur. Bu semt, sadece basın dünyamızın hafıza ve hâtıra defteri değil, aynı zamanda yayın âleminin de kanaat ve sicil defteridir; siyaset tarihimizin silinmeyen süslü, parlak boy aynasıdır.

Bâbıâli bir semt olmanın ötesinde muhit, yaşayış biçimi hatta bütünüyle bir hayattır. Bâbıâli Türkiye’mizin ka-fası, ruhu ve kalbidir. Sadece bir semt

Babıâli Caddesi 1940’lı yıllar

Nuruosmaniye, Şeref Efendi Sokak

Page 21: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

KÜLTÜRÜMÜZÜN SIRAT KÖPRÜSÜ’NDEKİ SEMTİ BÂBIÂLİ / Mehmet Nuri YARDIM İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

19

adı değil, düşüncelerin meşheri, ide-olojilerin pazarıdır. Osmanlı’da yöne-timin merkezidir. Bâbıâli Osmanlı’da olduğu gibi Cumhuriyet devrinde de değerini ve önemini muhafaza etmiştir. Şair ve yazar Attilâ İlhan, “Türkiye’nin kalbi İstanbul’da, İstan-bul’un kalbi Bâbıâli’de atar.” diyordu. Doğrudur. Gazete binaları taşınsa da, bu özge mekân, yine gazetecilerin buluşma yeri, muhabbet mekânıdır. Kimi Gazeteciler Cemiyeti’ne damlar, kimi Yazarlar Birliği’nde buluşur, kimi Türkocağı’na takılır, kimi ESKADER’in Bâbıâli Sohbetleri’nin tiryakisi olur. Buluşmalar, sohbetler, geçmiş zaman hâtıraları fâsılasız bir şekilde devam edip gider.

Bir tenezzüh yapmak istediğinizde Bâbıâli yollarına koyulabilirsiniz. Ora-da Namık Kemal’in heyecanını duyar, Ahmet Midhat Efendi’nin heybet-li bedenine eşlik eden bastonunun tıkırtılarını işitir, Abdullah Cevdet’in İçtihat’ındaki tartışmalara kulak ke-silirsiniz. Süleyman Nazif’in nükteleri eşliğinde atılan kahkahalar etraf-ta çın çın öter. Devir geçer ve Reşat

Nuri, Çalıkuşu romanı koltuğunun altında gazete idarehanelerini arşın-lamaktadır. Peyami Safa ve Kemal Ta-hir polisiye romanlarının tefrikalarını can havliyle yetiştirmektedir. Bâbıâli şenliktir, güzellemedir, hâfızadır. Eski gazetelerin mekânları korunmalı, ünlü gazetecilerin isimleri duvarlara çakılmalıdır. Kültür canlıdır ve gele-ceğe taşınmalıdır. Bu semtte yıllardır hizmet veren kültür sanat mahfilleri-nin yöneticileriyle görüşülmeli, dün-kü aydınlarımız, gelecek nesillerle tanıştırılmalıdır.

Bâbıâli’de Hayat Var

İstanbul’un belki de en canlı semt-lerinden biriydi Bâbıâli. Bugün Ca-ğaloğlu adıyla yine o hareketliliğini kısmen de olsa koruyor. Sirkeci’den Cağaloğlu’na doğru çıkılan cadde-nin adı Ankara Caddesi’dir. Eskiden sağlı sollu kitapçılar yer alırdı cadde boyunca. Bazıları asırlık olan bu kita-bevlerinde tarihî, ilmî, felsefî, edebî ve dinî eserler satılıyordu. Zaman za-man diğer kitapseverler gibi ben de bu dükkânlara uğrar, aradığım ve her

Bâbıâli’den bir fotoğraf. 1924 yılına ait. Cumhuriyet ilân edileli henüz bir yıl olmuş. Bâbıâli Yokuşu diye yâd edilen bu cadde Sirkeci’ye inen yol. Şimdi Ankara Caddesi olarak biliniyor. Sağlı sollu ağaçlar dikkat

çekiyor. Şimdi Marmaray istasyonu yüzünden artık bu caddenin eski haşmeti yok. Atlı arabalar revaçta. Vilayet’in bitişiğindeki cami çok

zarif. Fesli vatandaşlar kenarda yürüyor. Bâbıâli’de Hayat kitabı, bana eski İstanbul’u ama en çok da eski Bâbıâli’yi daha çok sevdirdi. ‘Bâbıâ-

li’ hüviyeti azalsa da Cağaloğlu hâlâ güzel.

Bâbıâli’de Hayat kitabı için eski İstanbul manzaralarını araştırırken elime geçen fotoğ-raflardan biri… İstanbul’un eski unutulmaz kara kışlarından biri… Acaba yıl kaç? 1960’lar

mı, 70’ler mi? Burası Cağaloğlu’nun merkezi. Arkada Vilayet (Valilik binası) görülüyor. Caddede kaygan yolda ilerleyemeyen dolmuş taksiyi yürütmek için yolcular da şoföre

yardım ediyor, itekliyorlar. Sol tarafta atlı arabasıyla bir seyyar satıcı. Ne satıyor acaba? Zavallı at yorulmuş belli ki, bitkin duruyor. TABELA yazan tabelanın arkasındaki levhada ‘Havadis’ ismi. ‘Son’u da var mı acaba? Yoksa eskiden ismi Havadis idi de, sonradan mı

Son Havadis oldu? Bunu elbette kıdemli gazeteci ağabeylerimiz bilir. Belki de açıklar, bizi aydınlatırlar. Bir de şunu merak ediyorum. Acaba Havadis gazetesi Cağaloğlu’ndan

ne zaman taşındı, yoksa Tercüman’dan önce o mu Surdışı’na sefer eyledi… Velhâsıl, Bâbıâli bir engin âlemdir ki, içinde birçok mâcerayı ve sırrı saklar. Allah, bu aziz semte

olan muhabbetimizi azaltmasın, arttırsın.

Page 22: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

KÜLTÜRÜMÜZÜN SIRAT KÖPRÜSÜ’NDEKİ SEMTİ BÂBIÂLİ / Mehmet Nuri YARDIMİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

20

yerde bulamadığım kitapları bulur ve edinirdim. Ne yazık ki şimdi kitapçı-lar azaldı, ama şükürler olsun ki büs-bütün kapanmadı. Marmaray’ın Ca-ğaloğlu istasyonu sayesinde burası, inşallah yine eskisi gibi kitap şölenle-rinin olduğu bir mekân olacak. Yayıncı dostlara tavsiyem, bu cadde üzerinde küçük de olsa bir dükkân sahibi olma-larıdır. Ben Bâbıâli’nin önünde sonun-da kültür ve sanat merkezi hüviyetini koruyacağına inanıyorum. Tabii bizler sahip çıkarsak…

Tabelâları, binaları, hâtıraları ve zihin-leri terk etmekte olan Bâbıâli’nin efsa-neleri, İstanbul’un Tarihî Yarımada’sın-dan silindikçe nicedir az konuşuyor, çok susuyor. Bugün hayranlıkla oku-duğumuz yazarların, meşhur yokuşun başından sonuna kadar adımlararası geçit resmini sunan günler ise çok gerilerde kaldı. Bugün Cağaloğlu de-diğimiz o benzersiz muhiti, yeniden ‘Bâbıâli’ adıyla çağırmanın zamanının geçmediği aşikârdır. Üstelik o, elden ve dilden düşmemişken henüz...

Bâbıâli kelimesi sıradan bir semti, her-hangi bir bölgeyi anlatmıyor. Bu semt

son Osmanlı’nın idarecilerine mekân olmuştur. Tarihimizin, geçmişimi-zin ruhuna işlemiş sevimli bir isimdir Bâbıâli. Kelime olmaktan ziyâde bir kavram, bir mânâ, hatta bir mede-niyet remzi. Sadece siyaset mi şekil-lenmiştir burada? Elbette hayır. Son iki yüzyılın matbuat hayatı, bugünkü deyişle basın dünyası da burada fi-lizlenip boy atmıştır. Gazeteler bura-da çıkmış, mecmualar bu sokaklarda neşredilmiştir. Matbaalar Babıâli’nin vazgeçilmez unsurları olmuştur yıllar boyu. Ve yayınevlerimiz, okumaya do-yamadığımız nâdide eserleri bu sem-tin binalarında heyecanla ve titizlikle hazırlamışlardır. Ressamlar kapakları çizmiş, yazarlar eserleri kaleme almış, mürettipler dizgileri tamamlamış, matbaacılar baskıları yapmış ve en önemli kültür aracı olan kitaplar bura-dan yayılmıştır dört bir yana. Bâbıâli, İstanbul’un Türkiye’ye bakan geniş bir balkonudur. İnsanlar buradan fikirle-rini yayar her yere. Sevgilerini, öfke-lerini buradan seslendirirler dört bir yana. Hisler, düşüncelere sarılır, yazı-larla dolu dergi ve gazeteler memle-ket sathına dağılır, okuyucuya ulaşır.

Namık Kemal, Bâbıâli caddelerinde ünlenmiştir, Ahmet Midhat Efendi, Lastik Sait’i bu semtin en geniş olan Vilayet Caddesi’nde bastonla kovala-mıştır. Basın patronlarının en cimrisi olan Halil Lütfi, buradaki gazetelerde terletmiştir çalışanlarını. Necip Fazıl burada öfkelenmiştir semtin sâkinle-rine. Süleyman Nazif, Abdullah Cev-det’i Çatalçeşme Sokak’ın başındaki İçtihat’ın önünde azarlamıştır. Reşat Nuri, Ercüment Ekrem, Peyami Safa tefrika romanlarını bu asîl semtte neşredilen gazetelerle okuyucularına ulaştırmışlardır. Bütün bu hâtıralar, hisler, düşünceler gazetecilerin, ya-zar ve şairlerin kitaplarında anlatıl-mış, konuşmalarında dillendirilmiş, röportajlarında ifadesini bulmuştur.

Bâbıâli Refik Halit’tir, Mahmut Ye-sari’dir, Ziya Osman’dır, Orhan Ve-li’dir. Bâbıâli Burhan Felek’tir, Vecdi Bürün’dür, Cahit Uçuk’tur, Münev-ver Ayaşlı’dır, Peride Celâl’dir, Hali-de Nusret’tir, Tarık Buğra’dır, Ahmet Kabaklı’dır. Yetmez, Kemal Tahir’dir, Attilâ İlhan’dır, Osman Yüksel Ser-dengeçti’dir. Günümüzün mütefek-kir sanatkârı üstat Sezai Karakoç’tur. Türk edebiyatının, fikir ve sanat haya-tının bütün isimlerini sayamam, hep-sini buraya alamam. Kısacası Bâbıâli Türkiye’dir dostlar. Attilâ İlhan’ın, “Türkiye’nin kalbi İstanbul’da, İstan-bul’un kalbi Bâbıâli’de atar.” sözü ne kadar anlamlıdır.

“Terzi kendi söküğünü dikemez” der-ler ya, doğrudur. Yeni yayımlanan Bâbıâli’de Hayat kitabımın kapağı için fellik fellik fotoğraf aramıştım da doğ-ru dürüst bir resim bulamamıştım,

Meşhur Ankara Caddesi… Sirkeci’den Vilâyet’in önüne doğru çıkılan ana yol… Sağda, belki de Cumhuriyet devrinin ilk arabaları aheste aheste yokuşu tırmanıyor. Karşıki dükkânların

bir kısmı kapalı. Yoksa günlerden pazar mı? Solda ikisi fotur şapkalı biri başaçık takım elbiseli üç kişi, ağaç gölgesinde konuşuyor. Annesinin elinden sıkı sıkı tutmuş beyaz elbi-

seli çocuk. Diğerleri Sirkeci’ye doğru iniyor. Bilmiyorum tahminim doğru mu ama galiba 1930’lu veya 40’lı yıllar. Bâbıâli’de hayat o zaman da güzelmiş.

Bugün hayranlıkla okuduğumuz yazarların, meşhur yokuşun başından sonuna kadar adımlararası geçit resmini sunan günler ise çok gerilerde kaldı.

Page 23: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

KÜLTÜRÜMÜZÜN SIRAT KÖPRÜSÜ’NDEKİ SEMTİ BÂBIÂLİ / Mehmet Nuri YARDIM İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

21

yok, yok… Bu semtte gazete mecmua çıkaranlar sanki bütün memleketin resmini çekmiş, fotoğrafını kayda geçmişler de bir kendilerini unutmuş-lar gibi… Neyse ki, tek tük de olsa başkaları gelip çekmiş. Yoksa meslek-taşlarımıza kalsaydık, üç beş fotoğraf eskisine mahkum kalacaktık.

Semtin Çehresi Değişiyor

Yaklaşık on yıl önceydi. Gazeteler dağılmaya, İkitelli, Güneşli ve Yeni-bosna’ya taşınmaya başlamıştı. O sıralarda ziyaret ettiğim üstat Se-zai Karakoç’a durumu anlatınca, “İyi iyi, gitsinler, sadece yayınevleri kal-sın Bâbıâli’de” demişti. Ben bu sö-zünden, Sezai Karakoç üstadımızın basından pek memnun olmadığı görüşünü çıkarmıştım. Haksız da sa-yılmazdı elbet. Çünkü o sıralar basın magazinleşmeye başlamış, fikirden, kültürden ve sanattan uzaklaşmış, ciddi gazeteler ayakta durmakta zor-lanır olmuştu.

Sonradan gazeteleri, yayınevleri ta-kip etmeye başladı. Onlar da göçe başladı. Beyoğlu, Beşiktaş, Harbiye, Fatih, Kadıköy ve Mecidiyeköy gibi gözde semtlere taşınıyordu yayıncı-lar. Aradan yıllar geçti. Bâbıâli yeni-den toparlanmaya başlanmış, yüzü-ne kan gelmişti. Yitiklerini yeniden kazanıyordu bir bir. Meslek yeniden itibar kazanmaya başlamıştı. Gaze-teler değil ama, bu tarihî semti terk eden yayınevleri tek tek ‘kesin dö-nüş’e geçmiş, Bâbıâli, yeniden kültür semti olmaya başlamıştı. Bu bayram coşkusu sonsuza kadar devam ede-cek diye ümit beslerken, aldığım haber beni can evimden vurdu. Ya-yınevleri yavaş yavaş yerlerinden yurtlarından ediliyor. Taşınmaya zor-lanıyorlar. Birçok bina otel yapılmak üzere satılıyor.

Açık bir müze hüviyetinde olan Bâbıâli koruma altına alınacağına bu nâdide semt darmadağın edi-liyor. Sur içini koruyamıyorsak bâri Bâbıâli’yi muhafaza edelim beyler. Bu

emanetleri gelecek nesillere sağlam bırakalım. İstanbul Valiliği, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Fatih Beledi-yesi ile Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın bu gelişmelerden haberi var mı aca-ba, bilmiyorum.

Cağaloğlu semti, tarihî kimliğini her geçen gün yitirmeye devam edi-yor, kimin umurunda? Geçenlerde ‘Bâbıâli Sohbetleri’nde bunu konuş-tuk. Ancak bir derneğin çabalarıyla bu yıkımın önüne geçmek mümkün değil. Bütün sivil toplum kuruluşları buna karşı bir araya gelmeli ve di-renmeliler. Bakalım böyle bir direnç görebilecek miyiz?

Etmeyin efendiler! Birkaç turiste iki üç halı satacağız diye mazimizin so-luduğu koca bir semte kıymayın. Bir tarihi yok etmeyin göz göre göre. Sultanahmet ve çevresi turistlere yeter de artar bile! Cağaloğlu’ndaki yayıncılar tedirgin, Bâbıâli’nin sâkin-leri rahatsız. Her taraf bozuldu, bıra-kın iki asırdır siyaset, kültür ve yayın dünyamızın merkezi olan Bâbıâli ay-nen kalsın. Yanlış yapmayın, sonra bu vebalin altından kalkamazsınız.

Son söz: Bâbıâli Müslüman Türk’ün kültür merkezi olan bir semttir. Bu semte sahip çıkmak boynumuzun borcu. En azından yeni otellerin ya-pılmasına engel olunmalı. Akşam gibi, Cumhuriyet gibi binaları hâlâ ayakta duran gazeteler restore edil-meli, müzelere dönüştürülmelidir. Şahıslara satılmış olan gazete ve ya-yınevleri binalarının da en azından üstlerine plâketler çakılmalıdır. Ümid ederim, göz göre göre nâdir insanla-rın, münevverlerin yetiştiği bu nâdi-de semti muhafaza eder ve gelecek devirlerde yaşayacak nesillere bütün güzelliğiyle armağan ederiz.

İctihad evi

Page 24: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi
Page 25: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

YAYINCILIĞIN BABIÂLİ’DEKİ SERÜVENİYrd. Dr. Ömer OSMANOĞLUÜsküdar Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi

1870’li yıllardan itibaren Beyazıt’ta dükkân açan bazı girişimciler daha sonra dükkânlarını kapatarak Babıâli’ye doğru kaymaya başlamıştır. 1880’li yıllarda, Babıâli Caddesi’nin iki yanında, yayınevlerinin ve onlara ait kitabevlerinin sayılarında artış gözlemlenmektedir. Bu dönemde yayıncılık, daha ziyade edebiyat kökenli gazeteciler etrafında şekillenmiştir. Zamanla yayıncıların ve kitabevlerinin yanı sıra gazete ve dergilerin yönetim merkezleri, matbaacılar, kırtasiyeciler, mücellitler ve ilan büroları da bölgede faaliyet göstermeye başlamıştır.

Page 26: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

YAYINCILIĞIN BABIÂLİ’DEKİ SERÜVENİ / Yrd. Dr. Ömer OSMANOĞLUİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

24

Türkiye’de matbaa yoluyla kitap ya-yıncılığının başlangıç tarihi 1728 yılı olarak kabul edilir. Yayıncılığın bir sektör haline gelmesi ve kendisi-ne merkez olarak Babıâli’yi seçmesi ise Tanzimat’tan sonra gerçekleşir. Babıâli’de yayıncılık 19. yüzyılın or-talarından itibaren başlamış ve bu dönemden sonra yayıncılığın merke-zi Babıâli olmuştur. Bürokrasinin ve gazeteciliğin de merkezi olan Babıâ-li, Divanyolu’ndaki Sultan Mahmud Türbesi’nden başlayan ve Sirkeci’ye kadar inen bölgenin adıdır. Nuru-osmaniye Camii’nden Cağaloğlu’na inen Nuruosmaniye Caddesi ile Sul-tanahmet’ten Gülhane’ye ve Sirke-ci’ye uzanan cadde de Babıâli sınırları içinde yer alır. Yerebatan Sarnıcı’n-dan İran Konsolosluğu’na ve İttihat ve Terakki’nin eski genel merkezine kadar uzanan yol da Babıâli’ye da-hildir. Babıâli’nin kalbi ise Paşakapısı olarak anılan Vilayet Konağı’dır.

Babıâli yayıncılığı yıllar içinde önemli bazı dönüşümler yaşayarak günü-müze kadar devam etmiştir. Bu ya-zıda Babıâli’de yaşanan dönüşümler sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel gelişmeler ışığında, dönemler itiba-rıyla ve bazı önemli yayınevlerinin zaman içinde yaşadığı serüvenlerden hareketle ele alınmıştır.

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Babıâli

Kaynakların bildirdiğine göre, Babıâli Caddesi 1865’teki Hocapaşa Yangı-nı sonrasında açılmıştır. Yangından sonra bazı binalar ve evler yıkılmak suretiyle cadde genişletilmiş ve bu şekilde Babıâli Caddesi oluşmuştur. Bu gelişmelerin akabinde, ağırlıklı olarak gayrimüslimler ve bazı yerli girişimciler caddede dükkân açmaya ve yayınevi işletmeye başlamıştır. Ca-ğaloğlu Yokuşu’ndaki Maarif Kütüp-hanesi’nin ilk yayın kuruluşlarından birisi olduğu rivayetler arasındadır. Kütüphanenin kurucusu Babıâli’deki ilk Müslüman Türk kitapçısı olduğu söylenen Hacı Kasım Efendi’dir. Hacı Kasım’ın iki oğlundan birisi olan Naci Kasım Maarif Kütüphanesi’ni devam ettirirken diğer oğlu Hüseyin Tutya ise Yeni Şark Maarif Kütüphanesi’ni kurmuştur. Nedret İşli, Babıâli’deki ilk kitapçının 1875’te Arakel Tozluyan Efendi tarafından açıldığını, Ermeni ve Azeri kökenli kitapçıların Babıâ-li’deki kitap ve yayın işlerini başlatan kimseler olduğunu iddia eder.

Page 27: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

YAYINCILIĞIN BABIÂLİ’DEKİ SERÜVENİ / Yrd. Dr. Ömer OSMANOĞLU İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

25

1870’li yıllardan itibaren Beya-zıt’ta dükkân açan bazı giri-şimciler daha sonra dükkân-larını kapata-rak Babıâli’ye doğru kayma-ya başlamıştır. 1880’li yıllarda, Babıâli Cadde-si’nin iki yanın-da, yayınevleri-nin ve onlara ait kitabevlerinin sayılarında artış gözlemlenmek-tedir. Bu dö-nemde yayıncı-lık, daha ziyade edebiyat kökenli gazeteciler etrafın-da şekillenmiştir. Zamanla yayıncıla-rın ve kitabevlerinin yanı sıra gazete ve dergilerin yönetim merkezleri, matbaacılar, kırtasiyeciler, mücellitler ve ilan büroları da bölgede faaliyet göstermeye başlamıştır.

1887’de kurulan Tefeyyüz Kitapha-nesi bölgenin en eski yayıncılarından birisidir. Hem Osmanlı’nın son döne-minde hem de Cumhuriyet döne-minde yayıncılık işini sürdüren firma 1970’li yıllara dek varlığını sürdür-müştür. Dönemin bir diğer önemli yayıncısı ise 1890’larda kurulan Hil-mi Kitabevi’dir. Tüccarzade İbrahim Hilmi (Çığıraçan) Efendi, 1896’da “Kitaphane-i İslâmî” adıyla matba-acılık, kitabevi ve yayınevi hizmeti veren bir şirket kurmuş, daha sonra ismini “Kitaphane-i İslâm ve Askerî” olarak değiştirmiş, Cumhuriyet’ten sonra ise yayınevi Hilmi Kitabevi adını alarak 1963’e kadar faaliyetle-rine devam etmiştir. 1890’dan sonra, Babıâli’deki yayıncılık işlerinin daha ciddi bir biçimde icra edildiği görül-mektedir. Servet-i fünun dergisinin sahibi Ahmet İhsan Tokgöz’ün Alem Matbaası’nı satın alarak yayıncılık yapmaya başlaması, Şems ve İkbal adında iki kütüphanenin faaliyete

geçmesi döne-min en önemli gelişmeleridir. 1898’de kurulan Kanaat Kitabevi ise Harf Dev-rimi’den sonra kapasitesini iyi-ce büyütmüştür. 1970’lerde kır-tasiyeciliğe dö-nüşen yayınevi, 1994’te kapan-mak durumun-da kalmıştır. 1906’da Suhulet Matbaası adıyla açılan ve daha sonra Semih Lütfi Kütüpha-

nesi Yayınları olarak yoluna devam eden yayınevi ise Osmanlı, Türkiye ve dünya edebiyatına dair birçok kitap neşretmiştir. 1980’lere dek varlığını sürdüren yayınevi birçok tanınmış yazarın eserlerini basmıştır. 1918’de Ahmet Halit Yaşaroğlu tarafından kurulan Talebe Defteri İdarehanesi (Halk Kütüphanesi) de dönemin akıl-da kalan önemli yayınevleri arasına girmiştir.

1923-1950 Yılları Arasında Babıâli

Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte siyaset ve bürokrasi Babıâli’yi terk ederek Ankara’ya intikal etmiş, yayıncılık ve basın sektörü ise bölgede varlık sürdürmeye devam etmiştir. Osman-lı’dan Cumhuriyet’e geçildiğinde Ba-bıâli’deki Türk kitapçıların sayısının hızla arttığı, buna mukabil gayri-müslim kitapçıların sayısının azaldığı görülmektedir. Bu dönemde kurulan ilk yayınevlerinden birisi Ahmet Sait Kitabevi’dir. Özellikle 1940’lı yıllarda etkin olan kitabevi tanınmış hikâyeci ve romancıların eserlerini basmıştır. 1922’de Yusuf Ziya Ortaç ve Orhan Seyfi Orhon tarafından kurulan Ak-baba Yayınları ise ağırlıklı olarak bu iki yazarın kitaplarını yayınlamıştır. Sırat-i Müstakim ve Sebilürreşad

tecrübelerinden sonra 1925’te Asar-ı İlmiye Kütüphanesi Neşriyatı’nın ku-ran Eşref Edib de dönemin önde ge-len yayıncılarından birisidir. Mehmed Âkif Ersoy, Tahirül Mevlevî, İsmail Hami Danişmend gibi yerli yazarların yanı sıra yabancı yazarların da eser-lerini basan yayınevi, 70 fasikülden oluşan İslâm-Türk Ansiklopedisi’ni de neşretmiştir.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında kurulan en önemli yayınevleri arasında, Tür-kiye’nin en eski iki yayın kuruluşu olan İnkılâp ve Remzi Kitabevi bu-lunmaktadır. 1927’de Garbis Fikri Bey tarafından kurulan İnkılâp Kitabevi, başlangıçta ders kitapları yayınlamış, daha sonra kültür ve edebiyat yayın-cılığına yönelmiştir. Remzi Bengi ta-rafından kurulan Remzi Kitabevi ise Beyazıt’taki bir dükkânda faaliyete başlamış ve yıllar içinde ülkemizin önemli yayıncılarından birisi haline gelmiştir.

Babıâli yayıncılığının en zor dönemi 1928’deki Harf Devrimi sonrası ya-şanan dönemdir. Bu dönemde ya-yınevleri kitap basamaz hale gelmiş ve depolardaki eski kitaplar işlevsiz duruma düşmüştür. Bu durum cad-dedeki bazı yayınevlerinin ve kitap-çı dükkânlarının kapanmasına ya da iflas etmesine yol açmıştır. Geriye kalanlar ise Latin harfleriyle yayıncılık işine devam etmeye çalışmıştır. Harf

Babıali Binası

Afitap Ticarethanesi sahibi Mehmet Sadık Efendi’ye gönderilen dört nevi muhtura

Page 28: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

YAYINCILIĞIN BABIÂLİ’DEKİ SERÜVENİ / Yrd. Dr. Ömer OSMANOĞLUİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

26

Devrimi’nin olumsuz etkileri 1930’lu yılların ortalarından itibaren gideril-meye başlamıştır.

1928 yılında kurulan Ahmet Halit Kitabevi dönemin önde gelen yayın-cıları arasındadır. 1970’lerin ortaları-na kadar faaliyet gösteren yayınevi önemli yazarların kitaplarını basmış, doğu ve batı klasiklerinden çeviriler yayınlamıştır. 1930’lu yılların başına kurulan Varlık Yayınları ise Varlık der-gisi etrafında şekillenmiştir. Telif ve çeviri eserler basan yayınevi Türk ve batı edebiyatının önde gelen isimle-rinin eserlerini de okuyucuyla buluş-turmuştur.

1950’li yıllara gelindiğinde Türkiye’de sosyal, politik, ekonomik ve kültürel bakımdan büyük dönüşümler yaşan-maya başlamıştır. Bu gelişmeler yayın hayatına da önemli ölçüde yansımış-tır. Dönemin önde gelen yayıncıları arasında Garabet Balamutoğlu tara-fından 1950’de kurulan Gayret Kita-bevi gelmektedir. İslâm felsefesi ve tasavvuf alanlarında yayın yapan ki-tabevi Muhiddin-i Arâbi, Abdülkadir Geylanî, İmam Gazzâlî, Ahmet Rufaî, Bahâuddin Nakşibendî ile ilgili eser-ler yayınlamıştır.

1946’da kurulan Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yayınları ve 1950’de kurulan

İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları ise STK yayıncılığının örneklerini sergile-miştir. 1950’li yıllar dernek ve vakıfla-rın yanı sıra gazetelerin ve bankaların da yayın dünyasına ilgi göstermeye başladığı yıllardır. 1955’te kurulan Tercüman Yayınları ve 1956’da ku-rulan İş Bankası Yayınları bunun en açık örneğidir. Tercüman Yayınları’nın 1001 Temel Eser’i ve İş Bankası Ya-yınları’nın bilim, sanat, tarih, kültür ve edebiyat dizileri yayıncılığımızın unutulmazları arasına girmiştir.

1960’larda Babıâli ve Yayın Dünyası

1960’lı yıllar, İslamî yayıncılık açısın-dan önemli adımların atıldığı bir dö-nem olmuştur. 1959’da muhafazakar iş adamları tarafından kurulan ve merhum Ali Fuat Başgil’in sorumlu-luk üstlendiği Sönmez Neşriyat, fi-kir adamı Sezai Karakoç tarafından 1960’ta kurulan Diriliş Yayınları, Tür-kiye’nin ilk muhafazakâr yayıncıların-dan birisi olan merhum İsmail Dayı tarafından 1960’ta kurulan Yağmur Yayınları, 1960’ta açılan Enderun Yayınları, 1960’ta kurulan Işıklar Ki-tabevi ve 1961’de Mehmed Şevket Eygi tarafından kurulan Bedir Yayın-ları dönemin en önemli yayınevleri arasında sayılmaktadır.

1961’de kurulan ve zamanla yazar ve aydınların uğrak yeri haline gelen Sosyal Yayınları ise belli başlı dünya klasiklerini okuyucuyla buluşturmuş-tur. 1962’de kurulan Tekin Yayınevi ve aynı yıl faaliyete başlayan Hikmet Neşriyat da 1960 yılların Babıâli’sin-de yayın hayatına atılan kuruluşlardır. 1964 yılında iki yeni yayınevi daha faaliyete başlamıştır. Kadir Mısıroğlu tarafından kurulan Sebil Yayınları ve bir grup öğrenci tarafından Şehza-debaşı’nda kurulan Ötüken Yayıne-vi İslamî ve milliyetçi-muhafazakar çizgide yayınlar yapmıştır. 1966’da Yalçın Toker tarafından kurulan To-ker Yayınları da “mukaddesatçı neş-riyat”ın önde gelen yayıncılarından birisidir.

1964’te kurulan Cem Yayınları kültür, sanat, felsefe, psikoloji alanlarında roman, klasik, antoloji ve ansiklo-pedik eserler yayınlamıştır. Yayınevi-nin bastığı beş ciltlik Türkiye Tarihi, ülkemizde ilk kez resmî olmayan bir tarih yaklaşımı sergilemesi bakımın-dan önemlidir. 1967’de Ramazan Yaşar ve Yaşar Kemal tarafından ku-rulan Ararat Yayınları ise başta Yaşar Kemal olmak üzere Nâzım Hikmet, Nadir Nadi gibi yazarların eserlerini neşretmiştir. 1968’de Cağaoğlu’nda kurulan ve günümüze kadar ulaşa-bilen yayınevlerinden birisi de E Ya-yınları’dır. Bazı önemli klasikleri ve bestseller romanları yayın hayatına kazandıran firma, 1970’lerin değişim ve dönüşüm rüzgârında televizyona reklâm veren ilk yayınevi olmuştur. 1960’ların sonlarında kurulan Edebi-yat Dergisi Yayınları ise ağırlıklı olarak Nuri Pakdil’in kitaplarını basmıştır. 1969’da kurulan Fazilet Neşriyat ve 1970’de MTTB başkanı Burhanettin Kayhan tarafından kurulan Kayıhan Yayınları İslamî-muhafazakâr yayın-cılığın yeni temsilcileri olarak yayın hayatına başlamıştır.

1970’lerin Babıâlisi

1970’li yıllar gazetelerin Babıâli’den uzaklaşmaya başladığı yıllardır. Bu

Cağaloğlu ve Cezeri Kasım Paşa Camii

Page 29: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

YAYINCILIĞIN BABIÂLİ’DEKİ SERÜVENİ / Yrd. Dr. Ömer OSMANOĞLU İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

27

dönemde kurulan en önemli yayı-nevlerinin başında Kubbealtı Neş-riyat gelir. 1970’te Sâmiha Ayverdi, Ekrem Hakkı Ayverdi, İlhan Ayverdi ve diğer kurucular tarafından kuru-lan Kubbealtı Cemiyeti 1980’li yıllara kadar önemli eserleri yayın hayatı-mıza kazandırmıştır. 1973’te kurulan Büyük Doğu Yayınları ise Necip Fazıl Kısakürek’in yayın organı olarak fa-aliyetlerine başlamıştır. Büyük Doğu Dergisi çevresinde şekillenen yayıne-vi Necip Fazıl külliyatını neşretmiştir. 1973’te kurulan bir diğer yayınevi ise Babıâli ile özdeşleşen çehreler-den birisi olan Cengiz Alpay tara-fından kurulan Nakışlar Yayınevi’dir. 1974’te kurulan Damla Yayınevi ise çocuk kitapları, eğitim yayınları, aile kılavuz kitapları, referans kitaplar ve bazı dinî kitapların yanı sıra, Peyami Safa ve Haluk Nurbaki gibi yazarların eserlerini neşretmiştir. 1977’de ku-rulan Dergâh Yayınları İslâm düşün-cesine dair yayınladığı eserlerle öne çıkmıştır. Önemli yazarların eserleri-ni neşreden yayınevi 1990’dan beri yayınladığı Dergâh adlı sanat-ede-biyat dergisiyle faaliyetlerine devam etmektedir. 1978’de yayın hayatına başlayan Türk Edebiyatı Vakfı Yayın-ları ise merhum Ahmet Kabaklı’nın öncülüğünde eserler neşretmiştir. 1970’li yılların sonlarında kurulan Çağrı Yayınları ise yayınladığı İslâmî eserlerle dikkat çekmektedir.

1980’lerde Babıâli

12 Eylül darbesi tüm ülkeyi etkiledi-ği gibi yayıncılık sektörünü de ciddi bir biçimde etkilemiştir. Bu dönemde bazı yayıncı kuruluşlar tasfiye edilmiş, bazı yayınevi sahipleri ve yazarlar tu-tuklanmış ve yayıncılık bu süreçte ciddi yara almıştır. Fırtına nispeten atlatıldıktan sonra sektörde yeni bir yayıncı kuşak ortaya çıkmıştır.

1980’lerin başında kurulan Erkam Ya-yınları ile Pınar Yayınları dinî düşün-cenin inşasına yönelik yayınlar yapan yayınevleri olmuşlardır. 1982 yılında

kurulan Timaş Yayınları ise edebiyat, tarih, kül-tür, politika ve tasavvuf başta olmak üzere birçok alanda eser neşreden bir yayınevidir. 1983’te ise Marifet Yayınları ve Çınar Yayınları Babıâli’de yayın hayatına başlamıştır.

1984’te İlhan Akıncı ta-rafından kurulan İnsan Yayınları Anadolu hav-zasında oluşan İslâm hikmet ve düşüncesi-ni, felsefeden tarihe, tasavvuftan edebiyata kadar birçok alanda eser neşretmeye başlamıştır. Farklı mar-kalarla yayıncılığa yeni bir soluk ge-tiren yayınevi İnsan Kitap mağaza-larıyla da bu alandaki yatırımlarına hız vermiştir. 1987 yılında kurulan Alfa Yayınları ise başlangıçta eğitim ağırlıklı kitaplara yönelmiş, daha sonra psikoloji, felsefe, kişisel geli-şim alanlarında yayınlar gerçekleş-tirmiştir. 1987’de kurulan bir diğer yayınevi ise Bağlam Yayınları’dır. Bir-çok alanda telif ve tercüme kitaplar yayınlayan yayınevi önemli isimlerin eserlerini neşretmiştir. 1987’de İs-met Uçma tarafından kurulan İşaret

Yayınları ağırlıklı olarak din, bilim, hatırat, seyahatname ve tarih gibi alanlarda yayınlar yaparken 1988’de Mehmet Varış tarafından kurulan Kitabevi Yayınları ise edebiyat, tarih, sosyoloji, psikoloji, felsefe alanların-da akademik kitaplar neşretmiştir. Cağaloğlu’nda bulunan kitabevi, za-manla birçok yazar ve okuyucunun buluşma noktası haline gelmiştir.

1990’lardan 2000’lere Babıâli’de Yayıncılık

1990’lı yıllar ülkemizdeki siyasal, sos-yal, ekonomik ve kültürel gelişme-lerin de etkisiyle, İslamî yayıncılığın

Babıali’nin Gülhane girişi

Vilayet binası önü

Page 30: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

YAYINCILIĞIN BABIÂLİ’DEKİ SERÜVENİ / Yrd. Dr. Ömer OSMANOĞLUİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

28

hız kazanarak sektörde söz sahibi olmaya başladığı yıllardır. Özellikle 1990’larda Beyazıt’taki Beyaz Sa-ray’ın, bir anlamda İslamî neşriyatın merkezi haline gelmiş olması bunun en açık göstergesidir. Sol ve muha-lif yayınevleriyle birlikte Babıâli’de de güçlü bir geleneğe sahip olan İslamî Neşriyat bu dönemde daha da güçlenmiştir. Fakat 1990’lı yılların sonunda yaşanan 28 Şubat süreci, İs-lamî Neşriyat’ta ciddi dönüşümlerin yaşanmasına yol açmıştır.

1990’lı yılların en önemli yayınevle-ri arasında İz Yayıncılık gelmektedir. 1990’da kurulan yayınevi İslâm bilim-leri, felsefe, sosyoloji, psikoloji, tarih, edebiyat alanlarında yüzlerce eseri okuyucuyla buluşturmuştur. Dergi yayıncılığı da yapan kuruluş birçok önemli yazarın eserlerini yayınlamış-tır. Yine 1990’da Ali Ural’ın girişimiyle yayın hayatına başlayan Şule Yayın-

ları da dönemin önde gelen yayınev-lerinden birisidir. Şiir, roman, öykü, felsefe, inceleme serileri yayınlayan ve batı ile doğu klasiklerini neşreden yayınevi şiir ve edebiyat dergiciliğine de önemli katkılarda bulunmuştur. 1996’da Cağaloğlu’nda Mustafa Öz-damar tarafından kurulan Kırkkandil Yayınları ise tasavvuf, kültür, sanat ve edebiyat alanlarında eserler neş-retmiştir. 1997’de faaliyete başlayan Hayat Yayın Grubu ile 1999’da yayın hayatına başlayan Babıâli Kültür Ya-yıncılığı yayın dünyasına yeni soluklar getirmiştir. 2002’de Cağaloğlu’nda kurulan Selis Kitaplar tarih, edebiyat, çocuk eğitimi, psikoloji gibi alanlarda ve 2006’da kurulan Nar Yayınları ise çocuk kitapları alanında yayın yapan çiçeği burnunda iki yayınevi olarak Babıâli’deki yerlerini almışlardır.

Babıâli’nin Sonu mu?

1990’lı yılların ikinci yarısından itiba-ren, sermaye yayıncılığının sektörde etkin olmaya başlaması yayıncılığın Babıali’den Beyoğlu, Kadıköy, Be-şiktaş ve diğer merkezlere kaymaya başlamasına neden olmuştur. Yayın-cılığa sonradan giren bazı yayınev-leri ile sektörün içinden gelen bazı firmalar bu dönemde büyük serma-yeli firmalara dönüşmüştür. Bu süreç 2000’li yıllara ve günümüze dek ivme kaybetmeden devam etmiştir. Bu ge-lişmeler yayıncılığın da dönüşmesine sebep olmuştur. Kitabın metalaşması, görsel malzemenin ön plana çıkması, reklam ve tanıtımın önemli hale gel-mesi, dağıtımın giderek artan önemi ve dağıtım kanallarının tekelleşmesi, kitap marketlerin belirleyici hale gel-mesi ve gazetelerin kitap ekleri bu değişimle ilgili belli başlı olgulardan sadece birkaçıdır.

Özellikle 2000’lerin başında yayıncı-lığa başka sektörlerden girerek ya-tırım yapan firmalar yayıncılığa yeni bir soluk getirmiş, fakat geçmişten bu yana yayıncılık yapan firmaları da olumsuz bir biçimde etkilemiştir. Sektörün eski bazı firmaları 1990’lar-

dan itibaren perakende sektörüne yatırım yapmaya başlamış, 1990’ların ortalarından sonra AVM’lerde şube açmış ve zincir mağazalarla daha fazla okuyucuya ulaşmaya çalışmıştır. Yayıncılığın 2000’li yıllardaki serüve-nine büyük marketler ve mağazalar da dahil olmuştur. Süper market-lerde açılan kitap stantlarında daha ziyade popüler kitaplar okuyucuyla buluşturulmuştur.

1990’lı yıllarda başlayan ve günü-müzde dek devam eden tüm bu ge-lişmeler yayıncılık sektöründe köklü değişimlerin yaşanmasına neden olmuştur. Bu durum, Babıâli yayın-cılığının zayıflamasına, gözden düş-mesine ya da etkisinin azalmasına yol açmıştır. Babıâli bir kültürün, bir geleneğin neredeyse 150 yıllık adı-dır. Babıâli kitap gibi kokan cadde-leri, kitapla sıcak ve samimi ilişkiler kuran okuyucusuyla uzun yıllar bilgi ve kültürün merkezi olmuştur. Babıâli yayıncılığının sona ermeye başlama-sı bir geleneğin de sonu anlamına gelecektir. Babıâli’de ayakta kalmayı başarmış firmalar günümüzde de fa-aliyetlerine devam etmektedir. Ancak şimdilerde Babıâli eski ihtişamlı gün-lerinin çok uzağındadır.

Kaynaklar:

Alpay Kabacalı, “Türkiye’de Yayıncılı-ğın Tarihçesi”

Asım Öz, “1960’lı yıllardan Sonra Dini Yayıncılık”

Doğan Atılgan, “Türkiye‘de Yayın Ha-yatı: 1985-1994”

Dünya Bülteni Araştırma Masası, “Babıali Yayıncılığı ve İslami Neşriyat”

Mehmet Nuri Yardım, “İstanbul’un 100 Yayınevi” (baskı aşamasında)

Nedret İşli, “Bab-ı Ali’de Yayınevleri”

Taylan Tosun, Abdullah Arı, Fatih Taş, “Türkiye’de Yayıncılık Alanında Dö-nüşümler, 1990-2007”

Babıali Caddesi’nden bir görünüm

Page 31: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

YAYINCILIĞIN BABIÂLİ’DEKİ SERÜVENİ / Yrd. Dr. Ömer OSMANOĞLU İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

29

Page 32: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi
Page 33: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

BEŞİR AYVAZOĞLU İLE BABIÂLİ SOHBETİ

Söyleşen:Ahmet KARA

“Günümüz münevverlerinden, kültür adamı, edip Beşir Ayvazoğlu’yla İSAM’da Babıâli üzerine konuştuk. Yolu bir dönem Babıâli’den geçen Beşir Bey’le sohbetimiz süresince, köklü bir geçmişe sahip olan semtin tarih boyunca üstlendiği misyona, basın ve yayın dünyasının Babıâli’den ayrılmadan önceki ve ayrıldıktan sonraki haline, dönemin sıcak ilişkilerine dair pek çok konuya değindik. Yakın tarihimizden bir sayfa aralamayı ümit ettiğimiz bu röportajı sizlerin istifadesine sunuyoruz.

Page 34: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

BEŞİR AYVAZOĞLU İLE BABIÂLİ SOHBETİ / Ahmet KARAİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

32

Babıâli’nin ehemmiyeti nedir?

Babıâli yüksek kapı demektir. Eski-den devlet dairelerine “kapı” denirdi. Bu kelimenin Arapçası bâb, Farsçası der’dir. Üçü de kullanılırdı. İstan-bul’un isimlerinden biri olan Dersa-adet, biliyorsunuz, “mutluluk kapısı” anlamına gelir. Bâb-ı Hümayun pa-dişah kapısı, Bab-ı Asafi veziri kapısı, Bab-ı Meşihat şeyhülislam kapısıdır. “Kapılanmak” tabiri de bir devlet da-iresinde işe girmek demektir. Evet, sadrazamın hem devlet işlerini yü-rüttüğü, hem de ikametgâh olarak kullandığı binaya önceleri Bâb-ı Asafî deniyordu. Asaf, Hz. Süleyman’ın ve-ziridir, bu sebeple mecazen vezir an-lamına gelir. Ama halk yaygın olarak “Paşakapısı” demeyi tercih ederdi. Paşakapısına, 18. yüzyılın sonlarında Babıâli denilmeye başlandı. Zaman-la sadrazamın oturduğu ve devleti idare ettiği konak anlamını da aşarak Osmanlı hükümetini ifade eden bir kavram haline geldi.

Peki, Babıâli binaları ne zaman yapıldı?

Babıâli, Cağaloğlu’nda geniş bir ala-na kurulmuş binalar topluluğundan oluşuyordu. Paşakapısı’nın buraya ne zaman yerleştiğini kesin olarak bilinmiyor. Ama Semavi Eyice Ho-ca’ya göre, Sultan İbrahim devrinde Paşakapısı buradaydı ve muhteme-len ahşap yapılardan oluşuyordu. Defalarca yandı ve yeniden yapıldı. 19. yüzyılın başlarında da dramatik bir hadiseye sahne oldu. Biliyorsu-nuz, Sadrazam Alemdar Mustafa Pa-şa’ya karşı ayaklanan yeniçeriler, Ba-bıâli’nin Alay Köşkü karşısındaki ana kapısında ot yığarak yangın çıkarmış, mahzene sığınan Alemdar’ı ele ge-çirmek için de kubbeyi delerek içeri girmeye çalışmışlardı. Bunun üzeri-ne Paşa, mahzendeki barut fıçılarını ateşleyerek yeniçerileri kendisiyle birlikte havaya uçurdu. Bu hadiseden sonra yapılan bina da yanmış, yeni-sinin yapımı yanlış hatırlamıyorsam 1827 yılında tamamlanmıştı. Demek

Page 35: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

33

ki II. Mahmud devri... Bu devirde Ba-bıâli, sadrazamın ikametgâhı olmak-tan çıkarılmış, sadece hükümet mer-kezi olarak kullanılmaya başlanmıştı. 1835 yılında çıkan Hocapaşa yangını da bu binayı yalayıp yuttu. Bir bö-lümü günümüzde İstanbul Valiliği tarafından kullanılan Babıâli binası, Sultan Abdülmecid devrinde kâgir olarak yapıldı. Tabii Batı Avrupa mi-marisi tarzında...

Babıâli bugünki anlamıyla Başba-kanlık. Peki bu kelime basını ifade etmeye ne zaman başlıyor?

Devletin idare edildiği merkez oldu-ğu için haberin kaynağı orası... Gaze-teciler herhangi bir konuda doğru, ayrıntılı haber almak istedikleri za-man nereye gidecekler? Babıâli’ye... Bu sebeple, gazeteler ve gazetelerin basıldığı matbaalar, semte de ismini veren Babıâli civarında kurulmaya başlanıyor. Sirkeci’den başlayarak Nuruasmaniye’ye, bir taraftan da Sultanahmet ve Divanyolu’na uza-nan geniş bir alan... Bu sebeple Ba-bıâli denildiği zaman yakın zaman-lara kadar aynı zamanda İstanbul basını anlaşılırdı. Sadece gazeteler mi? Yayınevleri de idarehanelerini bu bölgede açmaya başladılar. Böylece kültür hayatımız Babıâli’de şekillen-meye başladı. Babıâli Yokuşu’nun

ismi Cumhuriyet devrinde Ankara Caddesi olarak değiştirilmiştir. Cum-huriyet’ten sonra devletin merkezi Ankara’ya taşındığı için Babıâli ismi sadece İstanbul basınını ifade etme-ye başladı. 1980’lere kadar kültür ha-yatımız Babıâli’de nefes alıp vermiş-tir. Necip Fazıl, gazetecilik hayatını ve edebiyat hatıralarını anlattığı kitabı-na Babıâli ismini vermiştir. Ne anlatır bu kitabında? Gazetecilik hayatını anlatır, dönemin gazetelerini, mec-mualarını, kültür adamlarını, onlarla ilişkilerini, kavgalarını, dostluklarını vs. Babıâli başlı başına bir dünyadır. Gazeteciler ve yazarlar, Cağaloğlu Yokuşu’na “Bizim Yokuş” derlerdi. Yusuf Ziya Ortaç’ın Bizim Yokuş adlı bir kitabı vardır. Orada Babıâli hatı-ralarını, basın hayatını, basının belirli tiplerini anlatır. Kısacası 1980’lere kadar İstanbul basını demek Babıâ-li demekti. Bütün büyük gazeteler ordaydı. Hürriyet, Milliyet, Cumhu-

riyet, Tercüman, Günaydın... Milliyet Nuruosmaniye’ye giderken soldaydı. Hürriyet, Ankara Caddesi’nin bitti-ği noktadan II. Mahmud Türbesi’ne doğru giden caddenin sağındaydı. Tercüman gazetesi 1980’lere kadar Nuruosmaniye’ye doğru, İkinci Mah-mud Türbesi’nin arkalarına düşen bir yerde, Şerefefendi Sokak’taydı.

Babıâli’yi ilk terk eden gazeteler hangileriydi?

Babıâli’yi ilk terk eden Tercüman ga-zetesi oldu. Topkapı dışında, bugün halen Basın İlan Kurumu’nun kul-landığı binasını yaptırdı ve ilk defa sur dışına çıkan gazete oldu. Ben gazeteciliğe Suriçi’nde başladım. İlk çalıştığım büyük gazete Hergün’dür. Hergün, Sultanahmet’in arka tara-fında Akbıyık’taydı. Orada başladım, daha sonra bir müddet ara verdikten sonra dönüşte Tercüman’a girdim.

BEŞİR AYVAZOĞLU İLE BABIALİ SOHBETİ / Ahmet KARA

Bir zamanlar Ankara Caddesi ve Babıâli

Page 36: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

BEŞİR AYVAZOĞLU İLE BABIÂLİ SOHBETİ / Ahmet KARAİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

34

O zaman Tercüman sur dışındaki yeni yerindeydi. Sonra bir ara Türki-ye gazetesinde çalıştım, Türkiye hâlâ Cağaloğlu’ndaydı o zaman. İçtihat Evi’nin karşısındaki sokakta... Dola-yısıyla Babıâli’de gazetecilik yaptım ben. Bugün Babıâli’nin hatırasını yaşatan, İran Konsolosluğu’nun kar-şısında, Türkocağı Sokağı’nın başın-daki Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’dir.

Babıâli’yle ilişkiniz ne zaman başladı?

1970’lerin başından itibaren Babıâ-li’yle, Bizim Yokuş’la ilişkim vardı. Okuyan, yazan meraklı bir genç ola-rak İstanbul’a yolum düştüğü zaman ilk olarak Babıâli’ye giderdim, çünkü orada hala eskiden kurulmuş yayıne-vi ve kitabevleri faaliyetteydi. Maale-sef Remzi Kitabevi gibi birkaç kitabe-vi ve yayınevi dışında Babıâli’de ısrar eden yok. Gazeteler sur dışına taşı-nınca bölge turizme açıldı. Bu yüz-den yayınevleri de yavaş yavaş terk etmeye başladılar. Babıâli’nin güzel

zamanlarını yaşa-yanlar, bir zamanlar Bizim Yokuş’un iki tarafını kuşatan ya-yınevleri ve kitapçıları tek tek sayabilirler. Mesela Ahmet Halit Kitapevi, Akşam Kütüphanesi, Arakel Kitaphanesi, Asır Kütüpha-nesi, Gayret Kitabevi, Hilmi Kitabevi, İkbal, Maarif, İnkılap, Kanaat, Remzi Kitabevi, Semih Lütfi Kitaphanesi, Tefeyyüz, Türkiye Yayınevi, Vakit, Yeni Kitapçı...

Babıâli sohbet meclisleri var mıydı?

Her kitapçı dükkânı aynı zaman-da bir küçük mahfildir. Kitapçıların çoğu aynı zamanda yayıneviydi. Bundan dolayı birçok yazarla da bağlantıları vardı. Bu yazarlar da sık sık uğruyorlardı. O yokuşa yolunuz düştüğü zaman mutlaka birileriyle karşılaşırdınız. Ben orada gençken o kadar çok yazarla, şairle karşılaş-tım, o kitapçı dükkânlarında o kadar çok sohbete şahit oldum ki... Kitapçı

dükkânlarında küçük sohbet halka-ları kurulurdu. Şimdilerde o gelenek fazla yürümüyor. Mesela benim ilk kitaplarımın çıktığı Ötüken Yayıne-vi’nde her Çarşamba günü sohbetler olurdu. Dergâh Yayınevi’ne gittiği-nizde mutlaka ama mutlaka bir yazar veya şairle karşılaşırdınız. Gazetelerin bu bölgede olması, gazetecilerin ye-mek içmek için bir araya gelebileceği mekânların, lokantaların ve kahveha-nelerin açılmasına vesile oldu. Cağa-loğlu Yokuşu’nun en meşhur kıraat-hanesi Meserret Kıraathanesi’ydi. Bu kıraathane yakın tarihimizde de çok önemlidir. Yakup Cemil’in isyan ha-reketlerini hazırladığı, birçok şair ve yazarın eserlerini kaleme aldığı meş-hur kıraathane... Nuruosmaniye’de İkbal Kıraathanesi de, Yahya Kemal ve arkadaşlarının Mütareke devrin-de Dergâh mecmuasına çıkardıkları, 1950’lerde Orhan Kemal’in roman-larını yazdığı kıraathaneydi. Öyle idarehane midarehane hak getire… Son derece kıt imkânlarla dergiler çı-karılırdı. O zaman oturulur bir kıraat-hanede yazılar yazılır, bir matbaada dizdirilip provası alınır, aynı kıraatha-nede tashih edilir, mizanpajı yapılırdı. Küllük kahvesinde bile dahi kaç tane dergi çıkarılmıştır. Hatta bir dergi bu kahvenin adını taşır: Küllük... Küllük, üniversite mensuplarının, gazetecile-rin, yazar ve şairleri buluşma, haber-leşme yeriydi. Birçok önemli şair ve yazar, mesela Yahya Kemal, randevu-larını Küllük’te verirlerdi.

Babıâli’den kopuş nasıl oldu?

Nüfus artıkça, gazeteler geliştikçe, büyüdükçe, tirajları arttıkça Cağa-loğlu’ndaki binalar yetersiz gelmeye başladı. Daha rahat yerlerde çalış-Akşam gazetesinin Babıali’deki binasında Cemal Nadir ve arkadaşları

Page 37: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

BEŞİR AYVAZOĞLU İLE BABIÂLİ SOHBETİ / Ahmet KARA İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

35

mak isteyen gazeteler buradan ay-rılmaya başladı. 1980’lerin başında Tercüman’la başlayan süreç bölge-nin turizme de açılmasıyla hızlandı. Dolayısıyla artık Babıâli, Türk bası-nını temsil edemez oldu. Babıâli’yi terk eden ilk gazete Tercüman, son ise Cumhuriyet’tir. Gazeteler Babıâ-li’de faaliyet gösterirken gazeteci-ler toplumla daha iç içeydiler. Bina dışına çıktıkları zaman birbirleriyle karşılaşabiliyor, selamlaşabiliyorlar-dı. Aynı mekânlarda yemek yiyor, tanışıyor, konuşuyorlardı. Sur dışına çıktıktan sonra akıllı binaların steril ortamlarında hem toplumdan, hem de birbirlerinden koptular. Kendileri-ni tecrit ettiler. Bu binalarda yapılan gazetecilik, Türk gazetecili-ğinin ruhunu da değiştirdi ve gazetecilerde görüş bo-zukluğuna yol açtı.

Son olarak, unutamadığı-nız Babıâli hatıranızı anla-tır mısınız?

Tercüman gazetesi 1970’ler-de 1001 Temel Eser’i yayın-lıyor ve çıkan her yeni kitap için bir tenkit yarışması açı-yordu. Rahmetli Mehmet Ça-vuşoğlu’nun hazırladığı Ne-cati Bey Divanı hakkında bir tenkit yazdım ve gönderdim. Galiba yıl 1973’tü, Bursa’da talebeydim. Hiçbir beklentim de yoktu. Bir gün Tercüman gazetesinin Bursa büro şefi aradı ve birincilik kazandığı-mı söyledi. Sonra alıp beni bir yerlere götürdü, fotoğraflarımı çekti. Konuyla ilgili haber, fo-toğraflar ve birincilik kazanan yazım Tercüman’da yayımlandı. Aklım başımdan gitmişti. Ödül 2500 liraydı, büyük bir para... Ayrıca yayımlanan yazım için telif ücreti... Bir müddet sonra İstanbul’a geldim, Tercüman’ın Cağaloğlu’ndaki binasına gittim. Çok iyi hatırlıyorum, genel yayın yönetmeni Sadettin Çulcu idi; kısa

bir not yazarak muhasebeye gön-derdi beni. Maalesef telif ücretinin miktarını hatırlamıyorum. Bu arada şiirlerim de Türk Edebiyatı dergisinde yayımlanıyordu. Dolayısıyla Ahmet Kabaklı Hoca’yla gıyaben tanışıyor-duk. Gitmişken onu da ziyaret etmek istedim, beni kabul etti ve tanıştık. Ahmet Kabaklı ile aynı odada oturan Tarık Buğra’yı da o gün görmüştüm. Dolayısıyla bir gazete binasını, gaze-tenin önemli bir yazarını ve ünlü bir romancıyı aynı günde görmüş ol-dum ve ödül olarak almış olduğum

paranın yarısıyla Royal marka -ama ikinci el- bir daktilo satın aldım. Hâlâ muhafaza ettiğim bu daktiloyla bin-lerce sayfa yazmışımdır. Bu yarışma, Babıâli ile ciddi mânâda ilk temasım olduğu için hayatımda bir dönüm noktasıdır.

Page 38: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi
Page 39: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

BABIALİ: OL SALTANATIN YELLER ESER ŞİMDİ YERİNDE…Cem SÖKMENKırklareli Üniversitesi Öğretim Görevlisi

Babıali’ye dair hatıraların sunduğu manzara içinde kitabevi tezgâhtarlığından muhabirliğe, kitap yayıncılığından dergi yayıncılığına, mürettiphaneden musahhihliğe geçişlerle devam eden hayat çizgilerini tespit etmek mümkün… Gazetelerin farklı semtlere dağılmasıyla 1990’ların başından itibaren çözülmeye başlayan Babıali’nin ortak zemini, yerini gitgide turizme bıraktı. Bu hızlı dönüşüm içinde mekân hafızası eriyen Babıali’yi Ahmet Güner Elgin, Muhittin Nalbantoğlu ve Mümin Çevik gibi 1950’lerden itibaren tozunu yutmuş isimlerle konuştuk.

Page 40: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

BABIALİ: OL SALTANATIN YELLER ESER ŞİMDİ YERİNDE…/ Cem SÖKMENİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

38

“Size bizim yokuşu anlatacağım. Bi-zim Yokuş’u bilirsiniz değil mi? Eski adı ile Bab-ı Ali yokuşunu.. Gazete-ler, dergiler, matbaalar bu yokuşta toplanmıştı benim gençliğimde. Yo-kuşun alt başında Sabah matbaası vardı, Mihran Efendi’nin. Başyazarı Diran Kelekyan. Üst başında İkdam Yurdu Ahmet Cevdet beyin.. Bir de şimdi tatlıcı olan Meserret’in yan so-kağı Ebussuut caddesinde Tercüman. İşte koca Osmanlı İmparatorluğunun bütün matbuatı!”

Yusuf Ziya Ortaç – Bizim Yokuş1

“Babıali yokuşu. Biz öyle derdik. ‘Ba-bıali’den geçtin mi, Babıali’ye gittin mi?’ Sonrakiler, ‘Bizim Yokuş’ adını taktılar. Şimdikiler ne diyorlar bil-mem? Ünlü Cağaloğlu yokuşu, Sirke-ci’den yukarıya doğru tırmanan yol. İki yanı kitapçılarla dolu bir kültür merkezi…

Fotoğraflar çıkardı dergilerde. ’Ünlü muharrirlerimizden falanca ile filan-

ca yokuşu tırmanırken’ diye. Peyami Safa, Necip Fazıl, Yusuf Ziya, Niza-mettin Nazif, Faruk Nafiz gibi ünlü-lere sık sık rastlardık burada. Hep de ağır adımlarla yürürlerdi. … “Oktay Akbal - Bir de Simit Ağacı Olsaydı2

“Çok parlak bir adam değildim ama idare ediyordum. Üç beş kuruş ka-zanıp yaşıyordum. İstanbul o zaman daha rahat, daha kolay yaşanan bir yerdi. Yaratım Ajans’ın yeri de çok güzeldi. Sultanahmet’te Adliye’nin arkasında. Her gün Cağaloğlu’na iniyordum. Gazeteciler edebiyatçı-lar, herkes oradaydı. Öğlen yemeğe giderdik, yan masada Melih Cevdet Anday, Murat Belge… İnsanların ne-şesini, sohbetini, birbirlerini ciddiye alışlarını, kimseyi kendilerinden uzak tutmamalarını hatırlıyorum. Mesela Cemal Süreya’yla konuşursun, ‘he-men gel sana bir çay ısmarlayayım oğlum’ der, ‘Ne yapıyorsun şiir mi yazıyorsun, kitabın mı çıkacak, ne ya-pabiliriz?’ diye sorar… Öbür taraftan, ajanslarda çalışanlar da entelektüel insanlardı. Ya üniversiteden kovul-muştur, ya şairdir… Canlı, renkli, ay-rışmamış, herkesin bir arada olduğu bir dönemden bahsediyorum.”

Semih Kaplanoğlu – Yusuf’un Rüyası3

Yukarıdaki alıntılar Babıali’nin üç ayrı dönemini yaşamış üç isimden… Yusuf Ziya Ortaç 1900’lü yılların ba-şındaki Babıali’yi, Oktay Akbal 1940-50’leri, Semih Kaplanoğlu da 1980’li yılları anlatıyor. Birincinin anlattığı zaman ile üçüncünün anlattığı ara-sında neredeyse doksan yıllık bir fark var. Ancak bu doksan yılın değişme-yenleri de var: Doğal beraberlikler, komşu binalara yapılan ziyaretler, tesadüfi karşılaşmaların üzerine ya-pılan uzun sohbetler ve bu sohbet-ler sayesinde gelişen dostluklar… Bu hatıraların sunduğu manzara içinde kitabevi tezgâhtarlığından muhabirliğe, kitap yayıncılığından

dergi yayıncılığına, mürettiphane-den musahhihliğe geçişlerle devam eden hayat çizgilerini tespit etmek mümkün… Gazetelerin, dergilerin, kitabevlerinin, yayınevlerinin, mat-baaların, mücellithanelerin, haber ajanslarının mekân tuttuğu bir cadde ve ona açılan sokaklarda müvezzile-ri ve hamallarıyla, yazarların bazen saatlerce vakit geçirdiği berber dük-kânlarıyla, muhabirlerin her sabah buluşup birbirleriyle haber alışverişi yaptığı İhsan, Meserret ve İkbal kı-raathaneleriyle bir büyük çerçeve var. Gazetelerin farklı semtlere dağıl-masıyla 1990’ların başından itibaren çözülmeye başlayan bu ortak zemin yerini gitgide turizme bırakıyor. Bu hızlı dönüşüm içinde mekân hafızası eriyen Babıali’yi Ahmet Güner Elgin, Muhittin Nalbantoğlu ve Mümin Çe-vik gibi 1950’lerden itibaren tozunu yutmuş isimlerle konuştuk.

AHMET GÜNER ELGİN

1932’de Tokat/Niksar’da doğdum. İlk ve orta öğrenimimi 1939 Erzin-can depreminden sonra taşındığımız Konya’da tamamladım. 1949-1953 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde okudum.

Gazeteciliğe 1957 yılında başladım.

Yusuf Ziya Ortaç

Ahmet Güner Elgin

Page 41: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

BABIALİ: OL SALTANATIN YELLER ESER ŞİMDİ YERİNDE…/ Cem SÖKMEN İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

39

Mehmet Şevket Eygi’nin haftalık Yeni İstiklal dergisinde çalıştım. Daha sonra Kemal Uzan’ın satın aldığı Yeni İstanbul gazetesine geçtim. Yeni İs-tanbul’dan sonra Hami Tezkan ve Gökhan Evliyaoğlu’na ait Son Ha-vadis gazetesinde çalıştım. 1969’da Alman hükümetinin davetiyle 7 ay süreyle Düsseldorf’ta Reinische Post gazetesinde çalıştım. 1974’te Erol Güngör, İrfan Atagün ve Ömer Öz-türkmen ile birlikte Ortadoğu gaze-tesini yayınlamaya başladık. 1975’te Şaban Karataş TRT Genel Müdürü olunca Tuncer Enginertan, Mehmet Akköprülüler ve Şenol Demiröz’le beraber beni birlikte çalışmak için davet etti. Ankara’da değişik dönem-lerde Sabah, Bugün ve Son Havadis gazetelerinin Ankara büro şefliği ve parlamento muhabirliğini yaptım. 1982 yılında Ortadoğu gazetesin-

de yayınlanmış bir yazı sebebiyle 7 ay hapse mahkûm oldum. Hapisten çıktıktan sonra 1969’da Almanya’da tanıştığım Altan Öymen’in davetiyle Milliyet gazetesi redaksiyon servisin-de çalışmaya başladım. Milliyetçi ve sağın hemen hemen bütün gazete-lerinde çalışmış bir gazeteci olarak Milliyet’e geldiğimde gazetede ade-ta bir dalgalanma oldu. Başta Vasfiye Özkoçak olmak üzere ismime aşina arkadaşlar benim için soğuk bir at-mosfer oluşturdular. Fakat birlikte çalışmaya başlayıp birbirimizi daha yakından tanıdıktan sonra 2 yıl içinde bu duvarı ortadan kaldırdık. Ahmet Oktay’ın ayrılmasından sonra redak-siyon servisi şefi olarak görevime de-vam ettim. 1993 yılında bu görevde iken emekli olup gazeteden ayrıldım. 1997’ye kadar Günaydın, Tercüman ve Öncü gazetelerinde çalışarak faal gazeteciliğe son vermiş oldum.

Gazeteciliğin Mutfağından Gelen Patronlar…

Gazeteci olmayanların gazetecilik yapmaya başlaması gazeteciliğin do-kusu bakımından en önemli dönüm noktalarından biridir. Vatan gazete-sinde çalıştığım sıralarda gazetenin bir tane arabası vardı: Gazetenin pat-ronu Ahmet Emin Yalman’ın arabası. Bir gün İngiliz Dışişleri Bakanı Tür-kiye’yi ziyaret edecek; dış haberler servisine sordum: “Kim gidecek ha-ber için?” dediler “Patron gidiyor ya”. Gazetecilikten gelen bir gazete sa-hibinin olduğu yerde aldığım cevap gayet doğaldı. Vatan dışında akla gelebilecek Son Posta, Cumhuriyet, Hürriyet, Günaydın gibi gazetelerin patronları hep gazeteciliğin mutfa-ğından gelen kişilerdi.

“Necip Fazıl Kısakürek’in paltosu-nu tuttum diyeceğim.”Necip Fazıl tek başına bir müessese idi. Hayatımın en büyük mutlulukla-rından biri onu tanımaktır. Mehmet Şevket Eygi’nin Bugün gazetesinde çalıştığım yıllarda Necip Fazıl da ga-

Page 42: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

BABIALİ: OL SALTANATIN YELLER ESER ŞİMDİ YERİNDE…/ Cem SÖKMENİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

40

zetemizin yazarları arasındaydı. Birinde yazısı gecikmişti. Aslında yazı gelmiş ama teslim alan ar-kadaş bana getirmeyi unutmuş. Bir heyecanla üstadı aradım, ya-zının gelmediğini söyleyince öyle bir “gönderdim!!!” deyişi vardı ki bugün bile kulağımdadır o ses… Tabii aramızda sadece gazete-ci ve yazar ilişkisi yok, geçmişe dayanan bir yakınlık var. Onun kaleminden çıkan her türdeki yazıyı takip etmişliğim var. Ama bu telefon görüşmesi sebebiyle aramıza bir küskünlük girdi. Bir süre sonra üstat gazeteye geldi. Doğrudan Mehmet Şevket Bey’in odasına girdi. Paltosunu oda ka-pısının yanındaki askıya astı. Ben de artık dışarıya çıkışını kolla-maya başladım. Bir gözüm hep odanın kapısında. Kapıdan çıktı-ğını görür görmez ayağa fırladım ve paltosunu ondan önce aldım. Bana döndü ve baktı, “Ahmet ne oluyor?” dedi. Ben de “üstadım öbür dünyaya gittiğim zaman bana ‘sana uzun bir ömür verdik, sen dünyada ne yaptın?’ diye so-rulunca “Necip Fazıl Kısakürek’in paltosunu tuttum diyeceğim.” dedim. Birden şaşırdı ve “Bugün ilk defa birisi benden iyi laf etti”

dedi. Sonra giderken dönüp o kendi-ne has üslubu ve vurgularıyla “Affet-tim seni Ahmet!” dedi.

MUHİTTİN NALBANTOĞLU: “Babıali bir âlemdi”

1934’te Trabzon’da doğdum. 1939’da İstanbul’a naklettik. Türkiye Yayıne-vi’nin sahibi rahmetli Tahsin Demi-ray öğretmendi, “Le Play Sosyolojisi” üzerine çalışmalar yapmış bir insan-dı. Babamın da yakın dostuydu. Bu dostluk sayesinde ilkokul yıllarında

Babıali’de bulunan kitapçı dükkanla-rını tanıma imkânı buldum. Ve dör-düncü sınıfın yaz tatilinde Türkiye Ya-yınevi’nde çalıştım. İlkokul bittikten sonra da aynı yayınevinde devamlı çalışmaya başladım. Bu yıllarda or-taokul ve liseyi dışarıdan bitirdim. 1945-46’dan 1964’e kadar Türkiye Yayınevi, İnkılap Kitabevi ve Remzi Kitabevi’nde çalıştım. 1964 yılında Babıali’de Ankara Caddesi üzerinde 64 numarada Uğur Kitabevi’ni kur-dum. Aynı yıllarda Muhit Yayınları’nı da kurdum, bir yandan perakende kitap satışıyla, bir yandan da kitap yayınıyla meşgul oldum.

“Bazen bir tek resim bir sayfa yazı-dan beliğdir”Farklı dönemlerde dergi ve gazete-lerde de çalıştım. Sedat Simavi’nin Yedigün dergisinde çalışırken bir gün kendisine Mehmet Akif’in sadece bir defa yayınlanmış bir fotoğrafından

bahsettim. “O resmi hemen bana bul” dedi. Gösterdiği alakaya şaşır-dığımı anlayınca “delikanlı, bazen bir tek resim bir sayfa yazıdan beliğ-dir.” dedi. Bunu rahmetli Niyazi Ah-met Banoğlu’na anlattığımda “Bizim patronun atasözü gibi sözleri çoktur ama bu hepsinden güzel” demişti.

“Bak delikanlı bu Babıali nedir bi-liyor musun?”1940’ların sonunda bir gün Yah-ya Kemal’i bir kitabevinde gördüm. Yazar ve yayıncı dostlarıyla sohbet ediyordu. Uzun sohbetin içinde bir şiirini onun huzurunda ezberden okuma fırsatını buldum. Çok mem-nun oldu ve kulağa küpe cinsinden sözlerle beni taltif etti: “Bak delikanlı bu Babıali nedir biliyor musun? Bu-rada 1 sene icra-yı meslek eyleyen 1 üniversite bitirmiş gibi olur” dedi. O zamanki Babıali’de Refik Halit, Yusuf Ziya Ortaç, Halide Edip, Nizamettin Nazif gibi isimlerle karşılaşmak bir yayınevinde veya kitabevinde onla-rın sohbetini dinlemek mümkündü. Zaman zaman Mehmet Kaplan’ı üni-versiteden çıkacağı saatlere yakın zi-yarete gider, onunla birlikte Laleli’den Sirkeci’ye kadar yürüyüşler yapardım. Ne sorarsam cevap verirdi. Esasen in-san da böyle yetişir. Bir yandan oku-makla ama bir yandan böyle değerli isimlerin etrafında bulunmakla…

Necip Fazıl Kısakürek

Muhittin Nalbantoğlu

“27 Mayıs’tan sonra gözaltına alındım. Aynı günlerde Necip Fazıl da gözaltındaydı. Birlikte serbest bırakıldık, dışarıya birlikte çıktık. O sırada kapının önünden elma şekeri satan bir çocuk geçiyordu. Necip Fazıl, “Mümin, iki tane elma şekeri alalım” dedi. Arkadan subaylar şaşkın şaşkın Necip Fazıl’a bakıyordu.” –Mümin Çevik

Page 43: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

41

MÜMİN ÇEVİK

1936’da Konya’da doğdum. Çocuk-luğumdan hatırladığım ilk yayın Ço-cuk Alemi dergisi. Merakla okurdum. Elde edebildiğim gazete ve dergi-ler beni öyle etkilemişti ki halamın oğlu askere gittiğinde ona yazdığım mektupları Bereket adını verdiğim bir gazete formunda hazırlıyordum. Ailemizde yaşanan gelişmeleri, il-çemize gelen/gidenleri, yeni açılan dükkânları çerçevelerle bölerek hak-larında bilgi veriyordum. İstanbul’a geldikten sonra 1956 yılında Pertev-niyal Lisesi’ni bitirdim.

Arşivi düzenleyen “gece bekçisi”Gazetecilik hayatındaki ilk tecrübem Vakit gazetesindedir. Hakkı Tarık Us’a ait olan Vakit gazetesine gece bekçisi gibi başladım. Burada eski yazı bilmenin bir faydasını gördüm. Gecenin sakinliğinde gazetenin ar-şivini incelemeye başladım. Sadece Osmanlıca notlar bulunan fotoğraf-ların altına bu notları latinize ederek yazdım. Hakkı Tarık Us bunu duymuş ve memnun olmuş, beni yanına ça-ğırdı. “Bundan sonra benimle birlikte çalışacaksın, sana gazete, dergi ve kitaplara dair listeler vereceğim. Sa-haflar’da arayıp benim adıma satın alacaksın.” dedi. Bu vazifem vesile-siyle Sahaflar Çarşısı’na gidip gel-dikçe Sahafları daha yakından tanı-dım, bazılarıyla dostluklar kurdum. Muzaffer Ozak, Raif Yelkenci, Necati Alpas, Nizamettin Artuç ve Mehmet

Ertezcanlı’yı tanıdım. Yurttaş Kitabevi sahibi Mehmet Ertez-canlı’yı tanıdım ve çok sevdim. Kitap götürdüğümde beni zorlamaz, hemen makul bir fiyat verip alırdı. Birgün “Bah-çelievler’de bir hocanın kitap-larını alacağız” dedi. Kalktık, gittik. Taksi tuttuk, bu arada yemek de yedik. Fakat sonun-da 3 adet kitap aldık. Dedim, “bu işi halledene kadar ciddi masraf ettik.”. Mehmet Bey ce-vaben “Perakendecilik budur” dedi. Bu usulle çalıştığı için sahibi olduğu Yurttaş Kitabevi için “Bulursak orada buluruz” dendiğini anlattı. Perakende-ciliğin “maliyetini düşünme-

Mümin Çevik

Hakkı Tarık Us

BABIALİ: OL SALTANATIN YELLER ESER ŞİMDİ YERİNDE…/ Cem SÖKMEN

Page 44: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

BABIALİ: OL SALTANATIN YELLER ESER ŞİMDİ YERİNDE…/ Cem SÖKMENİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

42

den istenen şeyi bulmak” olduğunu Mehmet Ertezcanlı’dan öğrendim.

Üçdal Neşriyat’ı 1966’da kurduk. Mustafa Can, Mehmet Ertezcanlı ve ben kitap yayınlamak için şirketi ku-racağız. Beyaz Saray’da yer tutmak için çarşıya gittik. Orada sordular, “firmanın adı ne” diye. Biz de üç kişi-yiz ya “Üçdal” dedim ben orada. Bu-güne kadar 300 civarında kitap ya-yınladık. Şu anda mevcudu bulunan çok az sayıda kitabım var ama ben yaşarken yayınevinin kapanmasına gönlüm razı olmuyor. Bu yüzden el-deki kitaplarla Babıali’de küçük bir büro ile devam ediyoruz. Yayı-nevinin en faal yılları 1970’li yıllar oldu. Ağırlıklı olarak ansiklopedi ve diğer ciltli kitapları yayınladık ve oku-yucuya sunduk. Bazen 5000 kitabı daha mücellithanede iken satmış oluyorduk. Fakat 1980’lerden sonra o eski hava-yı devam ettiremedik. 1982’de yine bir gazetecilik teşebbü-süm oldu. Engin Köklüçınar’dan daha önce Uzanlar’a ait olan Aktüel gazetesini satın aldım. 2 yıl çıkardım. Ancak sonra Meh-met Ali Yılmaz’a sattım.

Necip Fazıl ve elma şekeri…Vakit’ten sonra gazeteciliğe Yeni İs-tiklal dergisinde devam ettim. Yeni İstiklal’deki yazı işleri iki sene kadar sürdü. 27 Mayıs’tan sonra gözaltına alındım. Örfi İdare’nin Merkez Ko-mutanlığında kaldık. Aynı günlerde Necip Fazıl da gözaltındaydı. Birlikte serbest bırakıldık, dışarıya birlikte çık-tık. O sırada kapının önünden elma şekeri satan bir çocuk geçiyordu. Ne-cip Fazıl, “Mümin, iki tane elma şekeri alalım” dedi. Arkadan subaylar şaşkın şaşkın Necip Fazıl’a bakıyordu.

Dipnotlar:

1 Yusuf Ziya Ortaç, Bizim Yokuş, İstanbul, Akbaba Yayınları, 1966, s.7.

2 Oktay Akbal, Bir de Simit Ağacı Olsaydı, İstanbul, Cem Yayınevi, 1990, s.96.

3 Semih Kaplanoğlu, Yusuf’un Rüyası, Ti-maş, 2010, Söyleşi: Uygar Şirin, s. 64.

Page 45: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

BABIALİ: OL SALTANATIN YELLER ESER ŞİMDİ YERİNDE…/ Cem SÖKMEN İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

43

Page 46: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi
Page 47: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

BABIÂLİ’NİN KAYBOLAN KİTAPHANELERİ (KİTABEVLERİ)Adnan ÖZYALÇINERAraştırmacı, Yazar

Her gün önünden geçtiğim kitabevine (Ahmet Halit Kitabevi’ne) bir gün sevinçle daldım. Ömer Seyfettin’in bir öykü kitabını istediğimi söyledim. O sırada karşımdaki Ahmet Halit Bey miydi, yoksa başkası mıydı bilmiyorum. Yekten, “Ömer Seyfettin’in kitaplarını tek tek satmıyoruz; onların tamamı on kitaptır.” dedikten sonra tezgahın altından kucakladığı kitapları, pat diye tezgahın üstüne tepeleme yığdı. Koyu renkli, resimsiz karton kapaklı, mahkeme dosyalarını andıran, üstünde yalnızca adları yazılı, örnek vermek gerekirse birinin adı Efruz Bey olan kalınca kitaplardı. Utana sıkıla, fiyatını sorduktan sonra dükkandan çıktım. Aradan bir ay mı, iki ay mı geçtikten sonra harçlıklarımdan biriktirdiklerimle Ömer Seyfettin’in on kitabını birden satın aldım. ”

Page 48: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

46

Babıâli, bir bütündür. Sirkeci’den başlayarak Büyük Postane’ye giden, eskiden sıra sıra şerbetçi dükkanla-rının bulunduğu sokağa giriş yapan Ankara Caddesi, eğimi dolayısıyla Babıâli Yokuşu olarak anılır. Cadde, bir köşesinde kayıp Meseret Kıraat-hanesi’yle karşısındaki köşede kayıp Tan Matbaası’nın yer aldığı Gülhane Parkı’na çıkan Ebussuut Caddesi’ne ikinci bir giriş yaptıktan sonra yokuş yukarı sürer. Yokuşun tam ortasın-da Nallı Mescit’le semte adını veren eski sadrazam Konağı (Hükumet Başkanlığı) şimdiki Vilayet Binası’na varmadan dik bir yokuşla Cağaloğlu Yokuşu’na sapar. Cadde, Nallı Mescit, Vilayet’le yanan Milli Eğitim Müdür-lüğü ile İran Konsolosluğu, Gazete-ciler Cemiyeti’nin yanından İstanbul Erkek Lisesi ile Cumhuriyet gazete-sinin bulunduğu Türk Ocağı Cadde-si’ne kıvrılmadan geçerek Cağaloğlu alanına ulaşır. Cağaloğlu Yokuşu da İran Konsolosluğu’nun yüksek du-varlarıyla şimdi Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları’nın bir çeşit deposu olarak kullanılan, eski bir sıbyan mektebi olan küçük sarı binanın arasından caddeyle birleşerek Cağaloğlu alanı-na doğrulur.

Eskiden bu cadde, boydan boya, kar-şılıklı sıralanan kitapçı dükkanlarıyla doluydu. Yanısıra caddeye açılan ara

sokaklardaki dükkan ve hanlarıyla gazeteler, yayınevleri, dergi yönetim yerleri, basımevleri, klişeciler, kağıt-çılar, kırtasiyeciler doğal olarak da kitapçılar yer alıyordu. Çünkü Babıâli bir bütündü.

Babıâli, İstanbul Erkek Lisesi’n-de öğrenciliğe başladığım yıl olan 1950’den 1955’lere, Cumhuriyet’te gazeteciliğe başladığım 1959’dan 1980’lere ve daha da sonralarına kadar benim yolum oldu. Kitapçı-lar da dünyam.

İstanbul Erkek Lisesi’ne başladı-ğım yıllarda Eyüp’te oturuyor-duk. Eyüp’ten Köprü’ye Haliç yo-luyla vapurla gidip geliyordum. Köprüden liseye Ankara Cadde-

Babıali Caddesi, İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü

İstanbul Erkek Lisesi, eski ve günümüz görünümü

BABIÂLİ’NİN KAYBOLAN KİTAPHANELERİ (KİTABEVLERİ)/ Adnan ÖZYALÇINERİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

Page 49: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

BABIÂLİ’NİN KAYBOLAN KİTAPHANELERİ (KİTABEVLERİ)/ Adnan ÖZYALÇINER İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

47

si’nden geçerek çok sevdiğim kitapçı vitrinlerine baka baka yürüyerek gi-dip gelirdim.

Bu gidip gelişlerimde gözüme çar-pan ilk kitapçı yokuşun hemen ba-şındaki Semih Lütfi Kitabevi olmuştu. Renk renk kapaklarıyla vitrini üst üste dolduran Türk romanları dizisi ilgi-mi çekerdi. Refik Halit Karay, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Reşat Nuri, Osman Cemal Kaygılı, Reşat Enis gibi daha birçok yazarın kitapları bulu-nurdu Semih Lütfi’de. Bunlar bir de ucuz romanlar dizisi diye adlandırıl-mıştı.

Oradan edindiğim ilk kitap, sanırım harçlığımdan ayırarark çok ucuza al-dığım Reşat Nuri Güntekin’in Acımak adlı romanıydı. Bir de Yakup Kad-ri’nin Bir Sürgün romanını almıştım. Tarihler kitabevinin sahibinin Suhulet Kütübhanesi ve matbaasının sahibi Leon Lütfi olduğunu yazar. Sonradan Semih Lütfi adını alarak bu kitabevini açan Semih Bey 1940’lı yıllarda ölün-ce, dükkan karısı olan Ermeni Aznif Hanım’a kalır. Benim karşılaştığım kadın da yarı karanlık dükkanın için-de kasanın başında oturan, başka da bir yardımcısı olmayan bu asık suratlı kadındır. Dükkan, içi tıka basa dolu kitaplarıyla 1980’lere kadar açık kal-dı. Bulunduğu binanın değerli oluşu, başka alanlarda kullanılmak için bo-şaltılması sonucunda kitaplarıyla bir-likte yok olup gitti.

Semih Lütfi’nin biraz üstünde Kana-at Kitabevi yer alıyordu. 1898’de bir Musevi vatandaşımız İlyas Bayar’ın açtığı bu kitabevini oğlu Aslan Bayar yönetiyordu. Kitabevi hemen hemen bir yüz yılı devirip 1994’te Aslan Ba-yar’ın ölümüyle kapanmadan bir-iki yıl öncesinde boşaltılmıştı. Çift ca-mekanlı vitrininde kitapların yerini uzun bir süre birer saksı çiçekle gü-neşlenen bir kedi almıştı.

Kanaat Kitabevi’nin kaldırımından karşı kaldırıma baktığınızda Lütfi Erişçi’nin Üniversite Kitabevi’ni gö-rürdünüz... Onlar, adı üstünde, daha

çok tıp, hukuk, iktisat kitaplarıyla başka bilimsel kitaplar satarlardı. Ba-bıâli’nin tek bilimsel kitap satan kita-beviydi. Hemen bitişiğinde üstü otel olan Meserret Kıraathanesi bulunu-yordu. Kitapçıların vitrininde kitabı olan yazarların çoğu bu kıraatha-neye gelip giderdi. Karşı köşesi Tan Matbaası’ydı. Sabiha Sertel ile Zeke-riya Sertel’in çıkardıkları Tan gazetesi burada basılırdı. Elime geçen bir ya da iki formalık fasiküllerden öğren-diğime göre Dünya ve Türk Edebiya-tı’ndan birçok ünlü yazarın öykülerini de üçüncü hamur, saman kağıdına kendinden kapaklı, ucuz baskı olarak yayınlıyorlardı.

Tan gazetesinde Nâzım Hikmet de Rıfat Ilgaz da musahhih (düzeltici) olarak çalışmışlar. Nâzım Hikmet, “Yarıda Kalan Bir Bahar Yazısı” şii-rinde musahhihliğine şu dizelerle değinir:

“Ve ben şair musahhih ve ben her gün iki liraya 2000 kötü satır okumayamecbur olan adam”

Kanaat Kitabevi’nin yanındaki küçük, dar dükkan Net Kitabevi’ydi. Fasikül-ler halinde Monte Kristo gibi klasik ya da popüler diyebileceğimiz ro-manlar yayınlıyordu. Bugün yerinde yeller esiyor elbet. Ama dükkan du-ruyor. Dükkanı gibi ufak tefek kırta-siye gereçleri satıyor. Net’in hemen yanında kapısı yarı aralık duran saklı bir alan vardır. Tabanı kaldırım döşeli bir alancık. İçinde basımevine benzer bir yapı. Makine sesleri. Net kitabe-vi varken belki onun çıkardığı fasikül romanlar burada basılıyordu. Bugün de oradan çalışma sesleri yansıyor. Ama fotokopi işi mi ozalit işi mi ya da dijital baskı mı yapılıyor onu bilmem.

Gizemli aralığın bitişiğinde geniş vitriniyle Ahmet Halit Kitabevi var-dı. Öğretmen Ahmet Halit Yaşaroğ-lu’nun 1928 yılında kurduğu bu ki-tabevinde 1951 yılında öldüğü güne kadar kendi çalışmıştır. Yayınladığı

Kanaat Kitabevi’nin eski binası

Meserret Otel ve Kıraathanesi’nin eski binası

Page 50: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

BABIÂLİ’NİN KAYBOLAN KİTAPHANELERİ (KİTABEVLERİ)/ Adnan ÖZYALÇINERİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

48

kitaplar arasında Türk yazarlarının romanlarıyla -örnek olarak Halide Edip Adıvar’ı söyleyebilirim- Hafız’ın Gülistan ile Bostan adlı kitaplarını anabilirim. Bir de Haldun Taner’in ilk öykü kitabı Yaşasın Demokrasi’yi o basmıştır. Bu kitaplar, çoğunlukla üstleri resimsiz, karton kapaklı, üçün-cü hamur kağıda basılıdır. Benim ya-şamımda Ömer Seyfettin’in toplu öykülerini basmış olmakla ayrı bir önem taşır. Okul kitaplarında, her-kes gibi, ben de Ömer Seyfettin’in Ant ile Kaşağı adlı öykülerini beğe-nerek, ne bileyim biraz da hüzünle-nerek, üzüntüyle okumuşumdur. Bu duygu ben de onun başka öyküleri-ni de okuma isteği uyandırmıştı. Bir kitabını edinmek istiyordum. Ama onun öykülerini kitaplaştırmadığını bilmiyordum. Sonuçta yazar arkada-şı, yakın dostu Ali Canip Yöntem’in bir araya getirdiği Ömer Seyfettin’in öykülerini Ahmet Halit Kitabevi’nin bastığını öğrendim. Hergün önün-den geçtiğim kitabevne birgün se-vinçle daldım. Ömer Seyfettin’in bir öykü kitabını istediğimi söyledim. O sırada karşımdaki Ahmet Halit Bey miydi, yoksa başkası mıydı bilmi-

yorum. Yekten, “Ömer Seyfettin’in kitaplarını tek tek satmıyoruz; on-ların tamamı on kitaptır.” dedikten sonra tezgahın altından kucakladığı kitapları, pat diye tezgahın üstüne tepeleme yığdı. Koyu renkli, resimsiz karton kapaklı, mahkeme dosyalarını andıran, üstünde yalnızca adları yazı-lı, örnek vermek gerekirse birinin adı Efruz Bey olan kalınca kitaplardı.

Utana sıkıla, fiyatını sorduktan son-ra dükkandan çıktım. Aradan bir ay mı, iki ay mı geçtikten sonra harç-lıklarımdan biriktirdiklerimle Ömer Seyfettin’in on kitabını birden satın aldım.

Ahmet Halit Yaşaroğlu’nun ölümün-den sonra iki oğlu Ayhan ile Yıldız Yaşaroğlu, kitabevini 1973 yılına ka-dar sürdürdü. Kitabevi kapandıktan sonra Yıldız Yaşaroğlu bir süre ya-zarlarla sanatçıların arasında, kültür etkinliklerinde görüldü; sonra o da kitabevi gibi kaybolup gitti.

Ahmet Halit Kitabevi’nin dükkanı-nı Ece Ajandası’nı yayınlayan Afitap Kitabevi almıştı. Boy boy ajanda-ların pazarlamasının yanında Cahit Uçuk’un romanlarıyla İki İzci gibi öteki çocuk romanlarını da satıyor-lardı. Son yıllara kadar sürdü bu. En sonunda onlar da toparlanıp gitti.

Bu dükkanın bitişiğinde daha küçük bir dükkanda İnsel Kitabevi bulunu-yordu. Sahibi Avni İnsel’di. Daha çok İtalyan yazarı Pitigrilli’nin o dönem için müstehcen sayılabilecek aşk ro-manlarının çevirilerini yayınlardı. Biz öğrencilerin oradan kenar geçme-miz gerekirken öyle olmazdı. Avni Bey, vitrin düzenlemede usta biriydi. Ne zaman önünden geçsek vitrinine bakmadan edemezdik. Bir keresinde Orhan Veli’nin ağabeyi Adnan Ve-li’nin Mapusane Çeşmesi kitabı için düzenlediği vitrin gözümün önün-den hiç gitmez. Vitrini boydan boya kapkara duvarlarıyla tek pencereli bir hapishane hücresine çevirmişti. Hüc-renin tabanına da Mapusane Çeşme-si kitapları serpiştirilmişti. Karanlık,

kara duvarların birinin üstünde be-yaz bir yazıyla Orhan Veli’nin İçerde şiiri yazılıydı. Hücrenin duvarına ka-zınmışcasına:

“Pencere, en iyisi pencere;Geçen kuşları görürsün hiç olmazsa;Dört duvarı göreceğine”

Ara yerde Vakit Yurdu vardı. Burası Hakkı Tarık Us kardeşlerin Vakit ga-zetesini çıkardıkları bir yerdi. Dört katlı, oymalı şahnişleri olan, gösterişli bir bina, bir çeşit han gibiydi. Gaze-tenin yanısıra Vakit yayınları da bu-rada basılırdı. Vakit yayınları arasında

Babıâli, İstanbul Erkek Lisesi’nde öğrenciliğe başladığım yıl olan 1950’den 1955’lere, Cumhuriyet’te gazeteciliğe başladığım 1959’dan 1980’lere ve daha da sonralarına kadar benim yolum oldu. Kitapçılar da dünyam.

Ece Ajandası’nın eski binası

Bir zamanların meşhur klişecisi Kenan Klişe, Babıali - Narlıbahçe Sokak

Page 51: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

BABIÂLİ’NİN KAYBOLAN KİTAPHANELERİ (KİTABEVLERİ)/ Adnan ÖZYALÇINER İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

49

Latin ozanlarının kitaplarıyla Haydar Rifat’ın çevirdiği sosyal yayınlar yer alıyordu. Bitişiği Milli Eğitim Bakan-lığı Yayınları’nın satıldığı dükkandı. Batı edebiyatıyla Doğu edebiyatının ünlü çevirmenlerin elinden çıkmış seçme, klasik eserleri burada bulu-nurdu. Hem de öğrenci bütçelerini sarsmayacak ucuz bir fiyata.

Milli Eğitim’in az üstünde İnkılap Ki-tabevi vardır. Alttaki dükkanın dışın-da dört katlı bir binada yer alıyordu İnkılap Yayınevi. Dükkan duruyorsa da yayınevi çoktan taşındı Babıâ-li’den. İnkılap çeşitli yayınlarının ya-nısıra Refik Halit Karay ile Reşat Nuri Güntekin’in bütün kitaplarını yayınlı-yor olmakla bilinir.

İnkılap’ın iki dükkan ötesinde eski bir yayınevi olan Remzi Kitabevi bulu-nuyordu. Bugün Nişantaşı ve başka yerlerde kitapçılığı sürdürüyor. Remzi Kitabevi küçük, sıkışık bir dükkandı. Kurucusu Remzi Bey her zaman bu dükkanda bulunurdu. Remzi Kitabevi Türk yazarlarının, romanlarının ya-nısıra dünya edebiyatından yapılan Tagore, Anatole France, Geothe gibi yazarların çevirileriyle küçük boyda yayınladığı kültür dizisiyle edebiyatı-mıza çok şey katmıştır. Benim ilgimi en çok Hasan Ali Ediz ile Nihal Yala-za Taluy’un aslından çevirdikleri Rus klasikleri çekmiştir.

Arif Bolat Kitabevi geniş oylumuyla Cağaloğlu Yokuşu’nun başında yer almıştır. Arif Bolat büyük bir kitabe-viydi. Onun yerini daha sonra Der-gah Kitabevi almıştır.

Cağaloğlu Yokuşu’na sapmadan An-kara Caddesi’nin karşı kaldırımına bir göz atmak gerekir. Burada küçük bir dükkanda İbrahim Hilmi Çığıraçan’ın kurduğu Hilmi Kitabevi bulunurdu. O yıllarda Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın bütün eserlerinin tek yayıncısıydı. Kitabevi, sahibinin 1963’te ölümüne kadar faaliyetini sürdürmüştür.

Hilmi Kitabevi’nin az yukarısında epey geniş bir alanda Ramazan Ar-

kın’ın Kurduğu Arkın Kitabevi vardı. Özellikle çıkardığı çocuk kitapları, yayınladığı birbirinden değerli ansik-lopedi yayınlarıyla ünlüydü. Bugün onun yerinde Kültür Bakanlığı Yayın-ları’nın satış yeri bulunmaktadır.

Cağaloğlu Yokuşu başka bir âlemdir. Klişecileri, kartvizit, davetiye basan küçük basımevleri, kırtasiyecileriyle durmamacasına ininp çıkanlarıyla kalabalık bir yokuştur. Buradaki dar, küçük bir handa Yaşar Nabi Nayır’ın Varlık Yayınevi bulunuyordu. Uzun yıllar hem Varlık Dergisi’ni hem de Türk ve Dünya edebiyatının en seçkin esenlerini, cep kitapları boyutunda, bir liralık kitaplar olarak yayınladı. Bu kitapların edebiyatımıza çok değerli katkıları olmuştur.

Hanın altında geniş bir dükkan var-dır. Burası Maarif Kitaphanesi’dir. Uzun yıllardır Saatli Maarif Takvimi’ni çıkarmakla ünlüdür. Kurucusu Naci Kasım’dır. Maarif Kitaphanesi takvim dışında yayınladığı halk hikayele-ri kitaplarıyla da bilinir. Kitabeviyle yayınlarını şimdi Naci Kasım’ın artık seksenli yaşlardaki kızları Mehije ile Aydın Hanımlar yönetmektedir.

Maarif Kitaphanesi’nin az yukarısın-da M. Faruk Gürtunca’nın Hergün Matbaası bulunmaktaydı. Gürtunca burada Hergün gazetesinin yanı sıra Afacan, Çocuk Sesi gibi çocuk dergi-leri de çıkarırdı.

Yokuşa giriş yapan Cemal Nadir So-kağı’ndaki küçük bir binada Hürriyet gazetesinin kurucusu Sedat Simavi Edebi bir magazin dergisi olan Yedi-Gün’ü çıkarmıştır. Aynı sokakta Ce-mal Nadir’in de karikatürlerinin çık-tığı Akşam gazetesi bulunmaktaydı. İnkılap Kitabevi’nin 62 yıllık emekdari Onnik (Orhan Şenorakyan): “İşe baş-ladığım yıllarda buralar çok farklıydı. Babıali yukarıdan aşağıya kitapçıydı. Sadece bir tane kırtasiye dükkanı vardı” diyor.

Babıâli artık tenhalaştı. Vilayet Han’daki Özgür Yayınları’yla Valiliğin karşısındaki Tekin Yayınevi’yle Tekin Kitabevi kaldı yalnızca.

Kitapçıların yerini boy boy kırtasi-yeciler aldı. Onlar da bir zamanların vitrinler de sıra sıra boy gösteren Shafers, Parker, Pelikan, Monblance dolmakalemlerinin yerine plastik tü-kenmez kalemler satıyorlar.

Babıali’den görünüm - Mücellithane

Page 52: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi
Page 53: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

MEMURLARIN BİLGİ VE KÜLTÜRLERİNİ ARTTIRMALARI İÇİN İNŞA EDİLEN

BÂBIÂLİ KÜTÜPHANESİProf. Dr. Kemalettin KUZUCUMarmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi

Sultan Abdülhamid, Bâbıâli Kütüphanesi’ne alınacak kitapların tespiti ve tedarikiyle yakından ilgilenmiştir. Yeni basılan kitaplardan Yıldız Kütüphanesi’ne birer nüshası gönderilmesi kuralı, Bâbıâli Kütüphanesi’ne de teşmil edilmiş, daha temel atılmadan onlarca kitap Bâbıâli’ye gelmeye başlamıştı. Şubat 1893 tarihli bir belgeye göre, beşer tane satın alınan kitaplardan üçü Mâbeyn-i Hümâyun, Bâbıâli ve Beyazıt kütüphanelerine, biri Maarif Nazırı’na verilmiş, biri de Teftiş ve Muayene Encümeni’nde kalmıştır. Yine 1893 yılında Padişah, tahta çıktığı 1876’dan itibaren basılmış olan kitaplardan seçme yapılarak, yüzde 25 indirimle üçer takım satın aldırmış, bunların birer takımı Bâbıâli Kütüphanesi’ne tahsis edilmiştir.

Page 54: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

MEMURLARIN BİLGİ VE KÜLTÜRLERİNİ ARTTIRMALARI İÇİN İNŞA EDİLEN BÂBIÂLİ KÜTÜPHANESİ / Prof. Dr. Kemalettin KUZUCUİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

52

Müzecilik ve arşivcilik alanlarında-ki yazılı ve görsel birikimin koruma altına alındığı II. Abdülhamid döne-minde kütüphanecilik de çağdaş bir kimliğe kavuşmuştur. Devlet-kütüp-hane ilişkisini resmî politika haline getiren padişah, Topkapı Sarayı’nda-ki Kütüphane-i Hümâyun’u yeniden örgütlemiş, yönetimin yeni merkezi Yıldız’da bir kütüphane kurdurmuş, tasarımı ve muhteviyatıyla Batı’da-ki millî kütüphane konseptinin esas alındığı Kütübhâne-i Umûmî’yi (Be-yazıt Devlet Kütüphanesi) 1884’te İstanbul’a kazandırmıştır. Abdülha-mid’in teşviki ve maddî desteği ile kurulan kültür kurumlarından birisi de Bâbıâli Kütüphanesi’dir.

Tanzimat’tan sonra genel olarak Sa-daret, Dâhiliye Nezareti, Hariciye Ne-zareti ve -çeşitli tarihlerde farklı isim-ler alan- meclisin yer aldığı Bâbıâli binasında mütevazı bir kütüphane bulunuyordu. Ancak bu kütüpha-ne cami, tekke vb. yapılar içerisinde hizmet veren ve çok etkin olmayan sembolik kitaplıklara benzemektey-di. Müstakil bir Bâbıâli Kütüphanesi fikri, 1891 yılında sadrazamlığa ge-tirilen ve modern Türk arşivciliğinin

gelişmesinde önemli rolü bulunan Ahmed Cevad Paşa’dan çıkmıştı. İleri derecede Arapça, Farsça ve Fransız-ca bilen, İtalyanca ve Rumca’ya da vakıf olan, basın-yayın faaliyetlerine önem veren, aydın ve ileri görüşlü bir devlet adamı olan Cevad Paşa, Bâbıâli memur ve kâtiplerinin boş zamanlarında meslekî bilgilerini art-tırmaları ve kültürel bakımdan geliş-meleri amacıyla Bâbıâli bahçesinde bir kütüphane inşa edilmesini öner-miş,1 Sultan Abdülhamid de bunu tereddütsüz kabul etmişti. Kütüpha-ne mevcut nadir eserlerden yeni en son çıkacak olan yayınlara kadar çok geniş bir koleksiyonu içerecek, satın alma gücü bulunmayan kitap merak-lıları burada istedikleri zaman okuma fırsatı bulacaklardı.

Bâbıâli’nin Nallımescid kapısının kuzey yönündeki arsaya yapılması planlanan kütüphanenin ihalesini Midillili Kosti Kalfa kazandı. İnşaa-ta Hazine-i Evrak Müdürü Mehmed Atâullah ya da kısa adıyla Ata Bey nezaret edecekti. Kütüphanenin ya-pımı konusunda aceleci davranan II. Abdülhamid, binanın sağlamlığı ve estetiği kadar, yangın tehlikesine

karşı da korunaklı olmasına dikkat edilmesini istemişti. Kütüphanenin inşaatı 1894 yılının sonlarında bitti. Kâgir kısımlarda İstanbul ve Rumeli yapılarında tercih edilen Bakırköy’ün küfeki taşı kullanıldı. Ahşap malzeme ise Sinop ve Çatalzeytin ormanların-dan elde edilen keresteler ile Marsil-ya ve Triyeste’ten getirtilen tomruk-lardan karşılanmıştı. İnşaatın bittiği sırada meydana gelen ve İstanbul’da büyük bir yıkıma yol açan 10 Tem-muz 1894 depreminde Bâbıâli ve Hazine-i Evrak binalarının yarıldığı, hatta bunlardan ikincisine Sermimar Sarkis tarafından kullanılamaz rapo-ru verildiği halde, kütüphanenin za-rar görmemesi, binanın depremsellik açısından istenen hedefe uygun ya-pıldığını göstermişti.

Bâbıâli Kütüphanesi padişahın hicrî takvime göre doğum günü olan 11 Şubat 1895 tarihinde Sadrazam Ah-med Cevad Paşa, Dâhiliye Nazırı Halil Rifat Paşa, Hariciye Nazırı Mehmed Said Paşa, Sadaret Müsteşarı Meh-med Tevfik Paşa, Dâhiliye Müsteşa-rı Ahmed Refik Bey, Hazine-i Evrak Müdürü Ata Bey, daire müdürleri ve Bâbıâli memurlarının katıldığı büyük bir törenle açıldı. Günün anısına ve uğur getirmesi düşüncesiyle hediye edilen kitapları Said Paşa, Tevfik Paşa ve Refik Bey raflara elleriyle yerleştir-diler. Şerbet ve kahve ikramının ar-dından davetliler binadan ayrıldılar.2

Sultan Abdülhamid, Bâbıâli Kütüp-hanesi’ne alınacak kitapların tespiti ve tedarikiyle yakından ilgilenmiştir. Yeni basılan kitaplardan Yıldız Kü-tüphanesi’ne birer nüshası gönde-rilmesi kuralı, Bâbıâli Kütüphanesi’ne de teşmil edilmiş, daha temel atılma-dan onlarca kitap Bâbıâli’ye gelme-ye başlamıştı. Şubat 1893 tarihli bir belgeye göre, beşer tane satın alınan kitaplardan üçü Mâbeyn-i Hümâyun, Bâbıâli ve Beyazıt kütüphanelerine, biri Maarif Nazırı’na verilmiş, biri de Teftiş ve Muayene Encümeni’nde kalmıştır.3 Yine 1893 yılında Padişah, tahta çıktığı 1876’dan itibaren basıl-

İstanbul Üniversitesi Nadir Eserler Kütüphanesi

Page 55: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

MEMURLARIN BİLGİ VE KÜLTÜRLERİNİ ARTTIRMALARI İÇİN İNŞA EDİLEN BÂBIÂLİ KÜTÜPHANESİ / Prof. Dr. Kemalettin KUZUCU İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

53

mış olan kitaplardan seçme yapıla-rak, yüzde 25 indirimle üçer takım satın aldırmış, bunların birer takımı Bâbıâli Kütüphanesi’ne tahsis edil-miştir.4

Kitapların konularına genel olarak bakıldığında Türkçe’nin yanı sıra Arapça, İngilizce ve Fransızca gramer, filoloji ve güzel yazı kitapları; deği-şik dillerde alansal sözlükler; kanun ve hukuk kitaplarının yanı sıra, oku-ma-yazma ve konuşma teknikleri, iktisat, maliye, tarih, coğrafya, İslam akaidi ve ahlakı, fıkıh, siyer, tıbb-ı ne-bevî; sağlık, pedagoji, astroloji, poli-tika, harp sanatı, fizik, kimya, mate-matik, baytarlık, mühendislik, ziraat, denizcilik ve gemi teknolojisi, ista-tistik, kozmografya, makine, elektrik konularında telif ve çeviri eserler; monografiler, roman ve hikâyeler, seyahatnameler ve sakk mecmuala-rı gibi fen, sosyal ve beşerî bilimlere ait zengin bir koleksiyon içerdiği gö-rülmektedir. Misyoner Şirketi’nden Türkçe ve Ermenice Kitâb-ı Mukad-des, Ermenice Coğrafya-yı Tabiî, İngi-lizceden Türkçeye Lügat ve Türkçeden İngilizceye Mükemmel Lügat isimli beş kalem kitap satın alınmıştır.

28 Aralık 1894 tarihli Matbaalara ve Kitapçılara ve Bunlara Müteferri‘ Hususâta Dâir Nizamnâme’ye göre, yeni kitapların basımından önce iki nüshasının Bâbıâli Kütüphanesi’ne hediye edilmesi kuralına istinaden bazı yazarlar Bâbıâli Kütüphanesi’ni bizdeki derleme kütüphaneleri-nin öncüsü kabul ederler.5 Nitekim bu tarihten sonra, basılan her kitap Bâbıâli ve Yıldız kütüphanelerine dü-zenli olarak gönderilmiş, hatta gecik-me durumunda takibi yapılmıştır. 13 Aralık 1898 - 12 Şubat 1899 arasını kapsayan dönemde sarf-nahiv, tıp, harp sanatı, astronomi, adabımuaşe-ret, tarih, edebiyat, roman ve hikâye dallarında Türkçe, Arapça ve Rumca yazılmış 24 üründen oluşan bir set alınmıştır. 1901 yılı Mayıs ve Haziran aylarında resmî ruhsatla basılan kitap ve risaleden birer takımı Bâbıâli Kü-

tüphanesi’ne teslim edilmiştir.6 Bun-ların müellifleri, adları ve hangi dilde yazıldıkları tabloda gösterilmiştir.

Bâbıâli Kütüphanesi’nin kitap kay-naklarından birisini de yurt dışın-dan hediye suretiyle gönderilenler oluşturmaktaydı. Örneğin Karadağ Adalet Bakanı Mösyö Bökşiç’in ka-leme aldığı ve Emlâk Kanunnâme-i Umûmîsi anlamına gelen kitabın Fransızca nüshasından iki adedi Pa-ris Sefareti aracılığıyla İstanbul’a ge-tirtilmiş ve bunlardan birisi Bâbıâli Kütüphanesi’ne konulmuştur. Ancak dışarıdan gelen kitaplardan top-lumsal ahlaka aykırı ya da Devlet-i Aliyye çıkarlarını zede-leyici olanlar kütüpha-neye alınmamıştır.7 Öte yandan kütüphanenin henüz inşaatı tamam-lanmadan zengin bir koleksiyona sahip ol-ması üzerine Sadaret, Şubat 1894’te, Maarif Nezareti tarafından ko-leksiyona dâhil edilmek üzere gönderilen lis-tedeki eserlerden seç-me yaparak alınmasını

1893 Yılında Alınan Kitapların Miktarı ve Parasal Değerleri

SATIN ALINDIĞI KİTAPÇI Kitap/Risale Sayısı Normal Fiyatı % 25 İndirimli Fiyatı

Arakel Efendi 456 8.609 6.456,30

Kaspar Efendi 200 3.594 2 695,20

Karabet Efendi 76 1.144 858,00

Vatan Kütüphanesi 48 634 475,20

Asır Kütüphanesi 52 1.046 784,20

Mahmud Bey Kütüphanesi 40 472 354,00

Tercümân-ı Hakikat Kütüphanesi 48 2.636 1.977,00

Misyoner Şirketi 20 1.800 1.350,00

Avadis Efendi Kütüphanesi 16 226 129,20

İstanbul Kütüphanesi 12 170 127,20

Ahter Kütüphanesi 8 100 75,00

Biberciyan Efendi Kütüphanesi 4 40 30,00

Bahriye Kütüphanesi (indirimsiz) 44 1.234 1.234,00

TOPLAM 1.024 21.705 16.587,10

Ahmed Cevad Paşa

Page 56: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

MEMURLARIN BİLGİ VE KÜLTÜRLERİNİ ARTTIRMALARI İÇİN İNŞA EDİLEN BÂBIÂLİ KÜTÜPHANESİ / Prof. Dr. Kemalettin KUZUCUİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

54

Mayıs-Haziran 1901 Döneminde Alınan Kitaplar

YAZARI/MÜELLİFİ İSMİ DİLİ

Mösyö Boan Tevrat Kıtaâtından “Et-Tekvîn” Arapça

Mösyö Boan Tevrat ve İncil Arapça

Mösyö Boan Mezâmir Arapça

Mösyö Boan El-Kitâb’ül-Mukaddes Arapça

Mösyö Boan Tevrat Kıtaâtından “Et-Tesniye” Arapça

Mösyö Boan A‘mâl’ir-Rusül Arapça

Kitapçı Şevki Efendi Pend-i Attâr Farsça

Hasan Mâcid Efendi Elhân-ı Ruh Türkçe

Mehmed Tevfik Efendi Vekâyi-i Tarihiyyeden Bir Nebze Türkçe

İbrahim Hilmi Efendi İbn-i Haldun Türkçe

Murtaza Efendi İlm-i Hâl Türkçe ve Boşnakça

İsmail Hakkı Efendi Teshîl-i Maişet Türkçe ve Boşnakça

Abdullah Münib Efendi Ta‘likât Arapça

Ali Nureddin Bey Envâr’ul-Edeb Arapça ve Türkçe

Osman Rahmi Efendi Türkçe Sözler Türkçe

Abdullah Münib Efendi Ta‘likât-ı Şevket Efendi Arapça

Ali Kadri Efendi Risâle-i Bahâiyye Türkçe

Arif Efendi Tasavvurât ve Tasdikât Arapça

Mahmud Esad Efendi Tarih-i Dîn-i İslam (III. cilt) Türkçe

Resul Mesti Efendi Siper-i Zelzele Türkçe

Mehmed Câvid Efendi İlm-i İktisâd (II. ve III. cilt) Türkçe

Ahmed Avni Efendi Hanende (III. cüz) Türkçe

istediği eserleri adı geçen nezarete bildirmiştir.8

Büyük ideallerle inşa edilip birbi-rinden değerli eserlerle donatılan Bâbıâli Kütüphanesi işlevini uzun süre koruyamadı. İbnülemin’in de-

yimiyle “Az müddet sonra bir mel‘un tarafından sunulan jurnal”in kurbanı oldu. Memurların asli görevlerini terk ederek kütüphanede toplanıp muzır sohbetler yapacakları gerekçesiyle kütüphanenin hayırlı bir icraat olma-

yacağını ileri süren jurnalin etkisinde kalan padişah, 20. asrın ilk yıllarında, binanın kütüphane ittihazından vaz-geçilmesini isteyen bir irade çıkardı.9

Bu şekilde lağvedilen kütüphane, önce Bâbıâli Teshilat Sandığı komis-yonuna verildi. Abdülhamid’in taht-tan indirilmesinden sonra ise, Dâ-hiliye Nezareti bünyesinde faaliyet gösteren Sicill-i Nüfus ve Muhacirîn idarelerine tahsis edildi. Cihan Harbi sırasında Topkapı Sarayı mahzenle-rindeki eski evrakın bir kısmı Bâbıâli Kütüphanesi’ne yerleştirildi. Tasnifine 1921 yılının sonlarında başlanabilen evrakların kataloglanması 1926 yı-lında tamamlanabildi. Cumhuriyetin onuncu yıldönümünde Ankara’daki Evrak Müdürlüğü ile İstanbul’daki Hazine-i Evrak Müdür Muavinliği bir çatı altında birleştirilerek “Başvekâlet Evrak ve Hazine-i Evrak Müdürlüğü” adıyla yeni kimliğine kavuşturulunca Bâbıâli Kütüphanesi de müdürlüğün bir birimi olmayı sürdürmüştür. Bani-sinden dolayı Cumhuriyet dönemin-de daha ziyade Cevad Paşa Kütüpha-nesi adıyla anılan yapı, 2013 yılında Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nin Ka-ğıthane’deki binalar topluluğu hiz-mete girinceye kadar depo olarak kullanılmıştır. Valilik bahçesindeki bina bugün metruk hâldedir.

Page 57: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

55

Hocazâde Ahmed Cevdet’in yazdığı Bâbıâli Kütübhânesinin Tesisine Târih başlıklı şiir

Mukarrer eylemişdir kim cenâb-ı Kâdir-i Mutlak Fünûn ve ehl-i fen i‘zâzını bu asr ve sultâna

‘Uyûn-ı ibtihâc-ı kâinâtı eyledi tenvîrGünûz-ı ma‘delet gösterdi nev, şahane, dürdâne

Felâtun’a, İbn-i Sina, Aristo’ya sebk-amûzDekâyık-pâş-ı fermanı, iradâtı hakîmâne

Gubâr-ı Bâbıâli-i humâyûnu füyûzâtıTefeyyüz-gâh-ı yektâ bilumum pîrâne-şibâna

Terakk-i maârif mahz-ı esmâr-ı inayâtıMüşevvik-i lütf-ı bî-pâyânları üher-i irfâna

Bu mâhın âb u tâbıhas değil murdârîne sâdeBu Hurşîd’in tulû‘u pertev-efşân cümle ekvâna

Nasıl müstağrak-ı fahr u mubâhât olmasın milletMilelden var mı bir millet ki mazhar böyle hakâna

‘Uluvv-i zâtını tahrirde âciz, sernigûn-ı hâmeOlur takrirde dedem-bestelik sermaye insana

Tezekkürden veliyyün-nimeti maksad telezzüzdür Vâlâ, var mı hâcet herkese ma‘lûmu i‘lâna

Hüdâ Yâ! Ömrünü, iclâlini gâzi Hamîd Hân’ınMüveffer eyle; yaklaştırma aslâ, hadde, pâyâna

Refâhı milletin, ‘umrânı mülkün her zaman muhtâcVücûd-ı akdesi âsâ zevk’ul-eltâfa, zîşâna

Eğer tarihi mühmel beyt ile yazdımsa da CevdetYine şehvâr güherler saçar lâkin suhtedâna:

Eğerçe nisbeten nâçizdir âsâr-ı Hamîd Hân’a‘Umûmen mislinin yektâsıdır zîbâ kütübhâne – 1310

* Maârif, Sene 3, Cilt 5, Nr. 117, 9 R 1311, s. 195.

Dipnotlar1 İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Son

Sadrazamlar, 3. Baskı, Dergah Ya-yınları, İstanbul 1982, III, 1531.

2 BOA, Y. PRK. ZB, nr. 15/27; İkdam, nr. 195, 17 Şaban 1312/12 Şubat 1895.

3 BOA, MF. MKT, nr. 160/70, 20 Re-ceb 1310; MF. MKT, nr. 169/88, 11 Zilkade1310.

4 BOA, BEO, nr. 295/22115, 7 Re-bîulâhir 1311/18 Ekim 1893; BOA, A. MKT. MHM, nr. 531/31.

5 Özer Soysal, Türk Kütüphanecili-ği-VI: Belgeler/Yazıtlar (Ek III/3) XIX. YY. İlk Çeyrek-XX. YY. İlk Çey-rek, Ankara 1999, s. 203.

6 BOA, MF. MKT, nr. 576/10; BOA, Y. A. HUS, nr. 420/24, 8 Cemâziyelâ-hir 1319/22 Eylül 1901.

7 Kemalettin Kuzucu, “II. Abdülha-mid’in Kütüphane Politikası ve Bâbıâli Kütüphanesi, XVI. Türk Ta-rih Kongresi Bildirileri, 4. Cilt – 2. Kısım, Ankara 2015, s. 620-621.

8 Murat Candemir, Bâbıâli Kütüp-hanesi Katalogları, İstanbul 2010, s. 10.

9 İ. M. K. İnal, Son Sadrazamlar, s. 1532.

MEMURLARIN BİLGİ VE KÜLTÜRLERİNİ ARTTIRMALARI İÇİN İNŞA EDİLEN BÂBIÂLİ KÜTÜPHANESİ / Prof. Dr. Kemalettin KUZUCU

Ahmed Cevad Paşa’nın türbesi

Page 58: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi
Page 59: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

OSMANLI DEVLETİ’NİN BÂB-I ÂLİ’DEKİ HAFIZASI: HAZİNE-İ EVRÂK’TAN OSMANLI ARŞİVLERİ’NENida Nebahat NALÇACITarihçi

“Bab-ı Ali’ye bağlı, Osmanlı Devlet arşivi hüviyetinde ve Bab-ı Ali bahçesi içinde “Hazine-i Evrak” adı ile anılacak bir müessese kurulmasına ve bu amaçla yeni bir bina inşasına karar verilir. Kuruluş amacını “Mesalih-i esmiyenin mahall-i vahidde cem ve hıfzı” şeklinde belirtilen olan Padişah İrade-i Seniyye’si 19 Zilkade 1262/8 Kasım 1846 tarihinde yayınlanır ve Fosatti Kardeşlerin mimarı olduğu, bir aşiv binası için özel tasarlanan, yüksekçe, rutubetsiz, iki katlı, çelik merdivenli ve yeni icad edilen tuğladan inşa edilir Hazine-i Evrak binası.

Page 60: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

OSMANLI DEVLETİ’NİN BÂB-I ÂLİ’DEKİ HAFIZASI: HAZİNE-İ EVRÂK’TAN OSMANLI ARŞİVLERİ’NE/ Nida Nebahat NALÇACIİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

58

Bab-ı Ali denilince, adı içerdiği hazi-ne kıymetinde evraktan mütevellit, dünyanın en büyük ve en uzun so-luklu arşivlerinden biri olan Osmanlı Arşivleri de akla gelir şüphesiz. Ku-ruluştan beri arşiv tutma hassasiye-tine sahip Osmanlıların, İstanbul’u başkent yaptıktan sonra Saray ve sonraları Sadaret etrafında oluştur-dukları ve bize miras bıraktıkları Os-manlı Arşivleri, yalnızca Türkiye’nin değil, bugün 30’a yakın ülkenin yakın ve uzak tarihine dair kıymetli belge-leri haizdir. Bürokrasinin yüzlerce yıl-lık yazışmalarını, devlete değen her türlü unsurun kaydını kapsayan bu hazine, değdiği her konu, zaman ve coğrafyaya göre neredeyse bir hafıza merkezidir.

Osmanlıların Fetih’ten evvelki Bursa ve Edirne arşivleri günümüze ulaşa-masa da Osmanlı Arşivleri, katalog taramadan en erken 1495, müstakil

belge olarak en erken 1455 yılına ait (1455 tarihli İstanbul tahrir defteri) belgeyi barındırır. Fetih’ten sonra Ye-dikule’de saklanan ilk arşiv, emsal ka-rar ve uygulama için evrak saklama ve birkaç asır evvelinden dahi olsa, bir evrakı bir-iki günde bulabilme sistemi ile çalışan Osmanlı bürokra-sisinin işini hızlandırmak için Topkapı Sarayı’nın inşasından sonra, Divân-ı Hümâyûn, Defterhâne, Bab-ı Defte-ri gibi merkezî devlet kuruluşlarının arşiv malzemeleri Topkapı Sarayı ve At Meydanı’ndaki bazı mahzenler-de nakledilir. “Defterhane hazinesi”, “Bab-ı Hümayun’un üst kat odaları”, “Tomruk Dairesi”, “Çadır Mehterleri Kışlası”, Süleymaniye Tabhânesi gibi yerler arşiv deposu olarak kullanılır. XIX. yy’dan itibaren dönüşüm yaşa-yan Osmanlı bürokrasisinin arşivi Bab-ı Ali’de teşekkül ederken, bu ta-rihten itibaren Saray sultanın ve aile-

Abdurrahman Şeref Bey

Page 61: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

OSMANLI DEVLETİ’NİN BÂB-I ÂLİ’DEKİ HAFIZASI: HAZİNE-İ EVRÂK’TAN OSMANLI ARŞİVLERİ’NE/ Nida Nebahat NALÇACI İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

59

sinin özel arşivinin teşekkül ettiği yer olarak ayrışır.

II. Mahmud devrinden itibaren dev-let teşkilatında ve kurumlardaki re-formlar ve yenilikler arşivi koruma konusunda da bürokrasiyi harekete geçirir. Maliye Nazırı Safvetî Paşa’nın Topkapı Sarayı’ndaki Enderun-u Hümâyûn’da bulunan bir kısım tarihi belge ve defterleri düzenleme, ayır-ma, belgeleri kalemlerime göre tan-zim, ambarlara yerleştirme, depolara yerleştirme, işe yaramaz kabul edi-lenleri ayırmak gerektiğini düşünür-se de devletin merkez teşkilatı içinde ilk ciddi arşiv çalışması Mehmet Emin Rauf Paşa sadaretinde olur. Bundan 1.5 yıl sonra, Avrupa’ya resmi görevle gittiğinde oradaki arşivleri inceleme fırsatı bulan Mustafa Reşit Paşa, ilk sadaretinde, modern anlamda dev-let arşivinin reorganizasyonu faaliye-tinin ilk müjdecisi olur.

Bab-ı Ali’ye bağlı, Osmanlı Devlet ar-şivi hüviyetinde ve Bab-ı Ali bahçesi içinde “Hazine-i Evrak” adı ile anıla-cak bir müessese kurulmasına ve bu amaçla yeni bir bina inşasına karar verilir. Kuruluş amacını “Mesalih-i esmiyenin mahall-i vahidde cem ve hıfzı” şeklinde belirtilen olan Padişah İrade-i Seniyye’si 19 Zilkade 1262/8 Kasım 1846 tarihinde yayınlanır ve Fosatti Kardeşlerin mimarı olduğu, bir aşiv binası için özel tasarlanan, yüksekçe, rutubetsiz, iki katlı, çelik merdivenli ve yeni icad edilen tuğla-dan inşa edilir Hazine-i Evrak binası.

Bir yandan da ivedilikle, arşivcilik prensiplerinin tespiti hazırlıkları yapı-lır. Sadaret mektupçusu Esseyyid Ha-san Muhsin Efendi başına tayin edilir, daha evvelki vazifesine göre daha düşük bir unvan olduğundan Muh-sin Efendi’ye, kuruluşta müdürlükken nezaret dönüştürülür. Meclis-i Vâlâ üyesi yapılır.

Bir yandan, modern arşiv tasnif ve düzenlenmesi için sağlam esasların belirlenmesi için Meclis-i Muvakkat kurulup arşive konulacak belgelerin tasnifi için bir talimatname hazır-lanırken bir yandan da arşiv depo-larının hepsinde arama ve tarama yapılır. Nizannamenin ilk başındaki “Kuyudat, senedât, ve önemli dai-relerde tutulan bütün muharrerât, her büyük devletin kuvve-i hâfıza ve belki nefs-i natıkası mesabesindedir. Bunların perişanlık ve yok olmaktan vikayesiyle, hıfzı, gerektiğinde müra-caat ve korunma tedbirlerinin alın-ması, devletin mutena işlerindendir. Hazine-i Evrak’ta hıfzolunacak evrak, Devlet-i Aliyye’nin önemli işlerine ait ekserisi mahremiyette tutulacak, devletin sırlarına dair mühim şeyler olacağından memur tayin edilecek-lerin dahi gayet emin ve mutemed bendegândan bulunmlarının müna-sib olacağı” açıklaması girişilen işin önemini gösterir.

Arşiv tasnifi devam ederken, bir yandan da Hariciye, Dahiliye, Mali-ye, Evkaf nezaretleri, Şuray-ı Devlet Hazine-i Evrakları gibi yeni tasnifler oluşur. Kuruluş aşamasında, içinde bir ihtisas kütüphanesi de kurulan Hazine-i Evrak, kısmen Fransız ar-şivleri gibi yarı merkezi teşekkül et-tiği için ilk başlarda Sadaret, Hariciye Nezareti ve Şura-yı Devlet arşivleri birleşmez. Bu arşivler 1916 yılında bir araya getirilmek istense de I. Dünya Savaşı’nın hengamesinde ertelenir.

Merkezde bu muazzam girişim de-vam ederken Taşra arşivleri de bu zamanda “Vilayet ve Taşra Teşkilayı Arşivleri” adıyla kurulur. İlk taşra ar-

şivi ise, 1868’de Tuna valisi Midhat Paşa tara-fından kurulandır. Uzak vilayetlerdeki arşivler zaman içinde merkeze taşınmak istense de çeşitli zorluklarla ka-şılaşılır. Bosna arşivi Saray Bosna’da kalır, Saraybosna Şarkiyat Enstitüsü’nde. Tulça vilayeti arşivi 1877-78 Rus savaşı esnasında vali Said paşa tarafından nakledilirken Bulgarlar tarafından alı konulur. Bu fon, Türk Arşivi adı ile, Bulgar Milli Arşivi’nin 1879’da kuru-lan ilk formu oluşturur.

Fatih zamanından itibaren Topkapı Sarayı’nın muhtelif mahzenlerinde yüzyıllar boyunca birikmiş olan bazı tarihi malzemeler Bab-ı Ali’de Cevat Paşa Kütüphanesi’ne taşınır. Evrak, 518 araba yükü idi. Bunun tanzim ve tasnifi için muhtelif tasnif heyetleri kuruldu. Bu malzeme üzerinde Ab-durrahman Şeref Bey, Hazine-i Evrak müdürü Refik Bey, Mehmet Kadri Bey gibi isimler çalıştı. Sonraları, Ali

İbrahim Hakkı Uzunçarşılı

Ahmet Şefik Midhat Paşa

Page 62: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

OSMANLI DEVLETİ’NİN BÂB-I ÂLİ’DEKİ HAFIZASI: HAZİNE-İ EVRÂK’TAN OSMANLI ARŞİVLERİ’NE/ Nida Nebahat NALÇACIİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

60

Emirî, Muallim Cevdet ve İbnülemin Mahmut Kemal Bey; Topkapı Sarayı Tasnifinde ise İsmail Hakkı Uzun-çarşılı gibi isimler de tasnif çalışma-larına katılır. Dahası, bazı tasnifler kendi metotları ile yapıldığından bu isimlerin adını alır. Tasnif aşaması, sistematik, metodik, bilimselden zi-yade daha çok ampirik ve basit olsa da, milyonları bulan evrakın tasnifi için pek çok kıymetli isim bunun için uzun yıllar harcar. Bunlar arasında, bir ara, okunması neredeyse unu-tulmak üzere olan, daha çok maliye kayıtlarında kullanılan kripto yazı si-yakat hakkında eser vermiş, Macar tarihçi Lajos Fekete de vardır.

Abdurrahman Şeref Bey’in vakanü-visliğe tayini, Tarih-i Osmani Encü-meni’nin kurulması, Tarih-i Osmani Mecmuası’nın yayına başlaması ar-şivlere verilen önemi arttırdı. Tarih-i Osmani Encümeni’nde yayınlanan

ilk makale Evrak-ı Atika ve Vesaik-i Tarihiyemiz’den sonra arşivlerin ko-runmasının önemine dair İkdam ga-zetesinde , 24 Mart 1914 tarihinde Devâirde Hıfz-ı Evrak adıyla bir başka makale yayınlanır.

Bir süre sonra, devlet hafızası olan Hazine-i Evrak arşivinin tarih ve sos-yal bilimler için ilmi amaçlarla kul-lanımına izin verilir. Artık arşivlere sadece idari ve bürokratik bir hizmet ünitesi olarak değil, araştırmalar için bir kaynak olarak bakılmaya başlanır. Bu görüşle, Türk ve yabancı araştır-macılar ilk defa Osmanlı arşivlerin-de çalıştılar. Macar İmre Karaçon ve Bulgar Vladimir Todorv Hindalov ilk yabancılar unvanını alır.

Yazışmalarda kullanılan uzun ömür-lü kağıda rağmen, depolarda bek-letilirken gördüğü tahribat ve zayiat yüzünden pek çok evrak yok olsa da herhangi bir mevzu hakkında, çeşitli devlet kalemleri belgeleri üzerinden çoklu sağlama ile araştırma imkanı veren Osmanlı Arşivleri Cumhuriyet döneminde de dönüşümünü sürdürür.

1922 senesinde İcra Vekilleri Heyeti Riyaseti Kalem-i Mahsus Müdüriye-ti’ne bağlı, İstanbul’da Mahzen-i Ev-rak Mümeyyizliği kurulması, 1923’te Hazine-i Evrak Mümeyyizliği’ne çevrilmesi, 1927’de Hazine-i Evrak Müdür Muavinliği adı altında Baş-vekâlet Müsteşarlığı’na bağlanması, 1933’ün Mayısında Teşkilat Kanunu gereğince, Ankara’daki Evrak Mü-dürlüğü ile İstanbul’daki Hazine-i Evrak Müdürlüğü, Başvekâlet Evrak ve Hazine-i Evrak Müdürlüğü adı altında birleştirilmesi, 1937’de Ha-zine-i Evrâk’ın adı Arşiv Dairesi Mü-dürlüğüne dönüştürülmesi, 1943’te Başvekâlet Arşiv Umum Müdürlüğü kurulması ile 1976 yılında Başbakan-lık Müsteşarlığı’na bağlı olarak Cum-huriyet Arşivi Dairesi Başkanlığı’nın kurulması ve 1984 tarihli ve 3056 sayılı Başbakanlık Teşkilat Kanunu ile Cumhuriyet Arşivi, Osmanlı Arşivi ve Dokümantasyon Daire Başkanlıkla-

rını kapsayan Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü kurulması bu dönüşü-mün evreleridir.

Mehmet Genç’in deyimiyle, “bellek koleksiyonu, merkezileşme yönün-de bulunmuş olan bir devletin, sis-tematik olarak birbiri ile ilişkili şu-beler halinde iyi örgütlenmiş olan bürokrasisinin, bugün üzerinde 30’a yakın millli devletin yer aldığı geniş bir alanda çok çeşitli dil, din, örf ve kültürleri, tek bir siyasal merkezden yarım bin yıl süren istikrarlı ve adil bir hayatın içinde tutma iradesinin icra-sını” önümüze süren Osmanlı Arşiv-leri, 2011 yılında, Kağıthane’deki yeni yerine taşınır. Sayısı tahmini olarak 95 milyon belgenin, aradan geçen onca yıla rağmen, kataloglanması halen devam etmekte, arşiv malzemesinin dünyanın her yerinden gelen araştır-macıları için hizmet vermeye devam etmektedir.

Ali Emiri Efendi

Osmanlı Arşivleri’nin Kağıthane’deki yeni binasındaki araştırma salonu

Page 63: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

BİR BOĞAZ MEDENİYETİ VARDI... / Burak ÇETİNTAŞ İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

61

Page 64: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi
Page 65: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

MEHMET KAMİL BERSEİLE BABIALİ ÜZERİNE SÖYLEŞİ

Söyleşen:Cengiz AYGÜN

“Basın ve yayın dünyasının nabzının Babıali’de attığı dönemlerde çıkardığı gazete ve dergilerle kendisi de aktif olarak İstanbul’un kültür hayatına katkı sağlamış olan Mehmet Kamil Berse’yle Babıali’nin dünü, bugünü ve geçirdiği değişim üzerine konuştuk.

Mehmet Bey’in aktardığı hatıralar, sosyal ve kültürel dokusu bozulan bir semtten günümüze kalanları çarpıcı bir şekilde görmemize vesile oldu.

Page 66: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

MEHMET KAMİL BERSE İLE BABIALİ ÜZERİNE SÖYLEŞİ/ Cengiz AYGÜNİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

64

Babıali, sadece ismi kaldı yadigar...

Öncelikle Babıali kelimesini ta-nımlarsak, nedir Babıali?

Babıali yüksek kapı, ulu kapı demek. Bugün Babıali denen kapı, Alay Köş-kü’nün karşısında olan kapıdır. Yani Gülhane Parkı’na girmeden köşeyi dönerseniz Alay Köşkü Caddesi’nde, Gülhane Parkı duvarlarının üstün-de dışarıya uzanmış bir yapıdır Alay Köşkü. Babıali Kapısı da bu köşkün tam karşısındadır. Sadrazamların, vezirlerin bir yerde toplanması ama-cıyla önce büyük bir konak, sonra bir kapı yapılıyor 1800’lü yıllarda. Güzel, yüksek bir kapı. Bundan dolayı adına Babıali denmiş. Tabi bizim dilimizde Babıali, devletin yüksek yapısı mana-sında kullanılmakla beraber zamanla, 1865’lerden itibaren, o çevreye adını veren bir isim olmuş.

İki ismi vardır onun; Cağaloğlu ve Babıali… “Nereye gidiyorsun?” diye sorulduğu zaman “Babıali’ye gidi-yorum.” denir. Birçokları Babıali’yi devlet kapısı olarak değil de kitaptı, dergiydi bu tür şeylerle irtibata geç-mek için gidilen yer olarak bilir. Ben çocukluğumdan beri o Babıali Yoku-şu’nu çok tırmandım. Benim çocuk-luğumda, 1950’lerde 60’larda, dahi oranın hüviyeti daha farklıydı. Şimdi artık bir turizm mekanı olmuş. Her gittiğinizde bir dükkanın kapanmış olduğunu görmek insanın içini acıtı-yor aslında. Bir kitapçı kapanıyor, bir kırtasiye kapanıyor, yayınevi kapanı-yor ya da başka yere taşınıyor.

Babıali’nin tam olarak yerini tarif edecek olursak; caddenin, Sirke-ci’den bugün valilik binasına kadar olan kısmı Babıali Caddesi’ydi. Bir de bu cadde üzerinde, İran Konsoloslu-

ğu’nun alt köşesinden içeriye, bir yan yol gibi ufak bir yokuş iner, işte asıl Babıali Yokuşu orasıdır. Ve oradan daha içeriye doğru sokaklar vardır. İşte o sokaklarda eskinin yayınevleri, gazeteleri vardı. Dünya Gazetesi, Yeni Sabah, eski Akşam gazetesi vb.

1932’de sanırım, Osman Nur Ergin İstanbul’un sokaklarını yeniden tan-zim ederken az önce bahsettiğim Babıali Caddesi’nin ismini değiştiri-yor. Caddenin, valilikten Sultan İkin-ci Mahmud Türbesi’ne, yani Divan Yolu’na kadar olan kısmının ismi eskiden Mahmudiye Caddesi’yken değiştirilip Babıali Caddesi yapılıyor. Eskiden Babıali Caddesi olan kısma ise Ankara Caddesi ismi veriliyor. Eskiler böylece Babıali’nin eski hüvi-yetini kaybettiğini söylüyor. Aslında Babıali ismi öbür tarafa yakışırdı, zira kitapçılar, yayıncılar Sirkeci’den yuka-rıya doğru daha çok.

Peki Babıali’nin kendine has bir adabı var mıydı? Toplantı, meclis ortamları oluşur muydu?

Aslında her devirde her yerin kendi-ne göre bir adabı var. Zamanla deği-şip çağa ayak uydursa da bir gelenek devam ediyordur. Geleneklere, adet-lere, örflere bağlı kalmak her yerde önemli. Özellikle şehirlerde, özellikle İstanbul’da ki, bahsettiğimiz Babıali İstanbul’un kültür merkezi. Yani dar bir kalıba girmiş gibi de görseniz o hala Babıali isminde yaşayacaktır. Siz onu nereye taşırsanız taşıyın adı yine Babıali olarak kalacaktır. Ayrıca “Babıali” kelimesi yakışıyor da. Yük-sek kapı, bir kültür kapısı manası da düşünebilirsiniz onu. Artık devlete ait bir kapı da değil, devrin milletinin kültür kapısı olarak düşünelim.

Şimdi edebi-adabı deyince; ben o bölgede gazete de çıkardım. Cağa-loğlu’nda yerim vardı. Tabi günlük gazete ve dergi çıkarmak her dö-nemde zor, özellikle maddi açıdan çok zor. 1980’lerden sonra büyük ser-mayeler gazete işine girdiler. Ondan önce herkes kendi yorganına göre

Page 67: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

MEHMET KAMİL BERSE İLE BABIALİ ÜZERİNE SÖYLEŞİ/ Cengiz AYGÜN İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

65

ayağını uzatırdı. Öğlen yemeklerin-de en önemli gıdamız çay ve simitti. Bazı arkadaşlarımız bunun yanına bir üçüncüyü ilave ederlerdi. Çay, simit, sigara… Bunlar gazetecilerin olmazsa olmazlarıydı. Böyle biraz itibar sahibi, gelirleri daha iyi olanlar da Cağaloğ-lu’nda belli başlı pastanelerde oturur, oraları kendilerine mekan edinirlerdi.

Babıali’nin önemli, akıllarda yer eden şahsiyetleri var mıydı?

Tabi tabi… Lakin, benim gördüklerim var bir de görmediklerim. Mesela; nazik ve kibar tavrıyla, yukarda Ca-ğaloğlu Meydanı’nda bir Minnetoğlu Kitabevi vardı. Sahibi önemli bir şair, İbrahim Minnetoğlu… İçeri girersiniz, ben onu 13-14 yaşlarımda tanıdım, bir masası vardı ve ayrıca bir tezgahı. Bazı kitapları yayınlardı; edebiyatla, kompozisyonla ilgili… Oraya ne za-man gitseniz o masanın etrafında muhakkak bir yazarı, bir kültür ada-mını bulurdunuz. Sohbet ederlerdi, eğer sohbetleri koyu değilse sizi de davet ederlerdi. Her zaman beyaz gömlek giyer, papyon takardı İbra-him Minnetoğlu. Yaşınız ne olursa ol-sun, nazik tavrıyla ayağa kalkar, “bu-yurun sevgilim.” derdi. Gelen insana sevgisini belli etmek için bu şekilde; “sevgilim” diye hitap ederdi. Önceleri bu benim garibime gitse de sonraları çok kimseden bunu samimi bir ifade olarak duydum. Bu aslında güzel bir şey. Ona gelen insanlar da aynı has-sasiyette ve aynı kibarlıktaydılar.

Mesela, aşağıda Meserret Pastanesi... Oraya da gelen çok önemli yazarlar vardı. Eskiden gazete yazıhaneleri o kadar büyük mekanlar değildi, her yazarın kendisine ait bir odası yok-tu. Dolayısıyla yazarlar bazen yazıları böyle kahvelerde, pastanelerde ta-mamlayıp, gazete merkezi de yakın olduğu için gidip teslim ederlerdi. Hatta birçoğu yanında küçük bir daktilo taşır, çoğu elle yazardı. Tabi fakstı, bilgisayardı hak getire… Bu-gün artık Amerika’da yazılan bir yazı burada kolaylıkla yayınlanabiliyor.

Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’yu çı-kardığı yıllarda o yokuşta elinde bir dosyayla mutlaka ona rastlardınız. Rastlayıp da ona selam vermeden geçmeniz mümkün değildi. O bir kurşun gibi nazarla bakardı size. İşte insanların bu tür kişisel adapları Ba-bıali’nin kültürünü oluştururdu. Ba-bıali’ye has kültür aslında o insanla-rın kendilerine has kültürün ruhunu oraya vermesiyle oluştu.

Son olarak Yaşar Kemal’den bahse-decek olursak, onun da yine gittiği bazı yayınevleri vardı. Ararat Yayı-nevi vardı mesela, kardeşi işletiyor-du. Orada karşılaştığımızda, yanında kimse yoksa, onunla tartışmaya gi-rerdim, o gün asabımı bozardı. Beni kızdıracak ifadeler kullanır, münaka-şaya sebebiyet verirdi. Ama sonra-dan düşündüm ki; o bunu yaparken keyif alıyor. Yani bir münazara olsun istiyor ve karşısındaki insanı da buna zorluyor.

Basın dünyasının Babıali’yi terk edişi nasıl başladı, süreçte neler yaşandı?

1980’ler… İktidarda Anavatan Partisi var. Anavatan bir değişim partisi ola-rak geldi. Yani şehirleri değiştirmek, ekonomiyi değiştirmek… İstanbul’da da büyük bir değişime başladılar. İlk belediye başkanları Bedreddin Dalan zamanında bir plan çerçevesinde de-diler ki “Tahtakale’nin toptancılarını, İkitelli tarafına (şimdi İSTOÇ dediği-miz yer) taşıyacağız.” O zaman orala-rın yolu bile yapılmamıştı. Buradan giden, TEM yolu dediğimiz yol dahi yoktu. Hatta o sıralarda ben “Tah-takale” isminde bir dergi çıkarıyordum. Bunu da ora-da haber yapmıştık.

Sonra bunun dışında ga-zetelerin de Babıali’den gitmesi için dediler ki “Biz size çok düşük bedellerle arazi verelim, mekanlarınızı büyütün, gidin.” Hem onla-ra bir lütuf olarak hem de

Cağaloğlu’ndaki mekanların gündelik çalışan mekanlardan ziyade turistik alana kayması planlanmıştı. Yani bu-gün ki durum daha o zamandan baş-ladı. 30-35 sene gibi bir zaman geçti.

O zamanlar niyetleri de şuydu aslın-da, ben projeyi de görmüştüm; Yeni Cami’nin oradan, Mısır Çarşısı’nın

Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’yu çıkardığı yıllarda o yokuşta elinde bir dosyayla mutlaka ona rastlardınız. Rastlayıp da ona selam vermeden geçmeniz mümkün değildi. O bir kurşun gibi nazarla bakardı size. İşte insanların bu tür kişisel adapları Babıali’nin kültürünü oluştururdu. Babıali’ye has kültür aslında o insanların kendilerine has kültürün ruhunu oraya vermesiyle oluştu.

Page 68: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

MEHMET KAMİL BERSE İLE BABIALİ ÜZERİNE SÖYLEŞİ/ Cengiz AYGÜNİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

66

yanından Beyazıt’a bir ana arter yol açıp, turistik bir destinasyon sağla-mak. İşte oradan Beyazıt’a, Kapalıçar-şı’ya, Nuruosmaniye’ye giden o adayı tamamlamak. Çünkü başka ulaşım yolu yoktu. Bir tek o bahsettiğimiz Ankara Caddesi var, öbür taraftan dö-necek bir yer yok. Böyle bir projeleri vardı ama bunu gerçekleştiremediler. Çünkü, o bulunan bölgede çok fazla iş yeri ve han vardı. Hanların birço-ğu tarihi handı. Bu tarihi hanları yok etmeyi dahi düşündüler, yeter ki yol açılsın. Biliyorsunuz bu pek çok yerde oldu. Asıl sıkıntı ise bu dediğim yerle-rin hepsinin mülkiyeti vardı. Kamulaş-tırılması, devletin çok para harcaması lazımdı, yapamadılar.

Babıali’de ilk Milliyet’e Hürriyet’e arazi verdiler, bu araziler çok ucuz fiyatlara verildi. Sonra Dünya Gazetesi’ne ver-diler. Zaten belli başlı gazetelere bu ayrıcalığı tanıdılar.

O dönemde iki gazete çıkardım ben. Birincisi bölgesel bir gazete olan Beldemiz Gaziosmanpaşa gazetesi, bir diğeri de Tahtakale isimli dergi. Tahtakale dergisi bir ekonomi der-gisiydi. Tahtakale ismi nereden çıktı derseniz. Hatırlar mısınız? Özal’ın zamanında döviz serbest olmadan “Tahtakale” diye bir piyasa vardı. Me-sela dolar, mark kaç para diye merak edildiğinde bu ancak Tahtakale’den öğrenilirdi. İşte ekonominin belirleyi-cilerinden olduğundan dolayı biz de derginin adını Tahtakale olarak belir-ledik. Hatta dergi çıkmaya başladı-ğında gazetelerde şöyle bir haber de çıkmıştı. “Nihayet Tahtakale gazete-sini de çıkardı.” Millet bizi o piyasanın adamı olarak görmeye çalıştı ama sonradan öyle olmadığımız anlaşıldı.

Babıali’nin o bölgeden taşınması planlı programlı yapılmış bir şey. İs-tanbul’un dışına taşınması büyük bir hataydı. Nasıl ki arşivin Suriçi’nden

dışarı taşınması, Osmanlı devletinin merkezinden uzaklaştırılması hatay-sa, Babıali’nin de yerinden edilmesi hataydı. Babıali’nin taşınması için bedava arazilerin üzerine gönderilen gazeteler, bulundukları yerleri son-raları çok yüksek paralarla sattılar. Hatta bilinen bir gazetenin binasının satış fiyatını öğrendiğimde hayret etmiştim. Bu durumdan çok büyük rantlar elde ettiler. Yavaş yavaş kü-çük gazeteler de buradan ayrılma-ya başladı. Diriliş dahi en sonunda oradan ayrıldı. Hatta Sezai Karakoç bu konu hakkında şöyle demiş: “Es-kiden Harîm-i İsmetimize bir yaban-cıyı sokmazdık. Ama şimdi Harîm-i İsmet’e biz bile giremiyoruz.” Eskiden Suriçi’nde bir gayrimüslim bir tica-rethane açacaksa devletten izin al-madan açamamaktaydı.

Bundan sonra nasıl olur… Sadece ismi kaldı yadigar.

Babıali’den görünüm

Page 69: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

MEHMET KAMİL BERSE İLE BABIALİ ÜZERİNE SÖYLEŞİ/ Cengiz AYGÜN İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

67

Basın hakikaten çok önemlidir. Ba-sın dördüncü güçtür. Kimi zamanlar o dördüncü güç birinci sırayı alabilir. Özellikle ülkemizde kendilerini birin-ci sırada görenler de oldu zaman za-man. Bazı gazeteler ve gazeteler dev holding sahibi oldular ve devlete de yön vermeye çalıştılar. Kimi zaman-larda da başarılı oldular.

Buna güzel bir de misal var. İstan-bul’da Dersaadet’te ilk gazeteler çıkmaya başladığında, bazı şirketler de yabancı ortaklı Türk şirketleriydi. Özellikle tramvay ve elektrik şirketleri gibi. Mesela Terkos şirketi, bugünkü İSKİ, bir özel şirketti. Terkos şirketine yeni bir genel müdür gelmiş. Evrak-ları kontrol ediyor. İşte nerelere öde-me yapıyoruz, ne alıyoruz şeklinde. Bir kişi dikkatini çekiyor. “Bu adam kim? Neden en çok parayı buna ve-riyoruz? Bu adam da basın müşaviri olarak gözüküyor.” diye yardımcısına soruyor. Yardımcısı da “Efendim o beyefendi ayda bir buraya uğrar, ma-aşını alır gider.” diyor. Müdür de nasıl olur diyerek sinirleniyor ve adamın işine son verilmesini istiyor. Adamın işine derhal son veriliyor. Derken ara-dan zaman geçiyor ve gazetelerden birinde bir haber çıkıyor. Haber şöyle “Avcıların vurduğu bir domuz, Terkos Gölü’ne düşmüştür. İstanbul’un su-yunu temin eden Terkos Gölü’nden su içenler dikkat etsin.” Tabi halkta bir panik başlıyor. Terkos’a saldırılar oluyor. Ve şirket bu işten epey zarar görüyor. Müdür nedir bu olay diye hiddetleniyor ve yardımcısını çağı-rıp soruyor. Yardımcısı da efendim kovduğunuz basın müşavirinin gö-revi işte buydu diyor. Müdür derhal o adamı çağırıp aldığı maaşı iki ka-tına çıkarıyor. İki gün sonra gazete-de başka bir haber çıkıyor. “Terkos Gölü’ne düştüğü zannedilen domuz, falanca ormanda bulundu”. İşte bası-nın böyle bir gücü var. Bu işte olmuş bir hadise. Geçmişten günümüze baktığımızda bugünkü olayları daha net anlayabiliriz.

Hazır yeri gelmişken, biraz da geri-lere gidip, Osmanlı devrindeki ba-sından ve Babıali’den bahsetsek...

Basın tarihimizi üç döneme ayıra-biliriz. Bu dönemler: 1908’e kadar olan, 1910’a kadar ve 1910 ile 1924’e kadar olan dönem. 1908’e kadar-ki dönemde II. Abdülhamid epey baskı yapıyor. Elbette bu baskılar dönemin şartlarıyla alakalı. Meşru-tiyetten sonra biraz daha rahatlıyor hatta serbestlik başlıyor. Daha son-raki dönemde de İttihat Terakki bu kadar serbestlik iyi değil diyor ve o daha da sıkıyor. Sonraki dönemde, yani Milli Mücadele döneminde bu gazeteler büyük katkılar sağladığı gibi devlete büyük darbeler de vur-muşlardır.

Şimdi Sultan II. Abdülhamid döne-minde çıkan önemli bir gazeteden size bahsedeyim. Nedir bu gazete, Tercümanı Hakikat... Ahmed Mithad Efendi’nin çıkardığı bir gazete. Yak-laşık 36 yıl yayın hayatına devam et-miş. 36 yıllık bu süre zarfında Ahmed Mithad Efendi, dünyayı görmüş, Av-rupa’yı gezmiş, birçok şeyi getirmiş. Bir de hem edebiyatçılığı, hem lisanı, hem de girişimciliği olan bir insan. Ahmed Mithad Efendi, gazeteyi des-teklesin diye bir şirket kuruyor. Nedir bu? Kendisi Beykoz’da oturmaktadır. Beykoz’daki bir kaynak suyunu şi-şeleyip İstanbul’a satar. Yani böyle girişimci bir ruhu vardır. Ahmed Mithad Efendi’nin hayatı enteresandır ve in-celenmesi gereken bir hayattır. Sultan II. Abdülhamid’e baya bir sempatisi var. Sultan Abdül-hamid de devletin birçok matbaa işi-ni Ahmed Mithad Efendi’nin matba-asında yaptırıyor. Abdülha-mid’e olan bu muhabbetin-den dolayı Ahmed Mithad Efendi yıllarca dışlanmıştır.

Edebiyatçılarımız dışlamış, hâlbuki bizim ilk romancılarımızdandır. Son on-on beş yıldır onun kitapları çıkı-yor. Babıali’ye çıkarken Sirkeci’de bir idarehanesi var, matbaası da orada. Vefatından sonra zaten Tercüman-ı Hakikat yayın hayatına son vermek zorunda kalıyor. Tercüman-ı Haki-kat’ten ilham alan, ondan gazetecili-ği öğrenen kuzeyde bir kişi daha var. O da İsmail Bey Gaspıralı. O da orada Tercüman isminde bir gazete çıka-rıyor. O Tercüman gazetesi, Dersa-adet’te de uzun süre satılıyor. Hatta bazen iftira edenler oluyor. Gaspıralı

Page 70: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

MEHMET KAMİL BERSE İLE BABIALİ ÜZERİNE SÖYLEŞİ/ Cengiz AYGÜNİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

68

uzakta olduğu için kendisini savuna-mıyor. Birkaç kez yasaklanıyor. Daha sonra, Gaspıralı’nın Tercüman gaze-tesi satılıyor.

Babıali’de bazı olaylar da var tabi. Bu olayları bilmemiz lazım. Her gazete-nin bir çizgisi vardır. Bir siyasi görüşü vardır. Bunlardan biri de Tan gaze-tesidir. O yıllarda Sovyetleri destek-lemektedir. İstanbul Üniversitesi’nin milliyetçi muhafazakâr gençleri Tan gazetesini basarak yağma ederler. Tabi daha sonra Tan gazetesi, farklı bir boyut alarak yayın hayatını sür-dürdü. Geçmişte olup şuan devam eden birçok gazete de görüş değişti-rerek devam etmektedir.

Günümüzde yayıncılığa baktığımız-da, teknoloji birçok şeyi alıp götür-dü. Bilgisayar, internet, hatta ve hatta cep telefonları… Artık süreli yayınlar dahi basılı halden elektronik hale geçmeye başladı. İstanbul’da eski-den bir yerden bir yere eşya götü-recekseniz at arabaları vardı. Bunlar tek araba ya da çift araba olarak ad-landırılırdı. Tek, çift olarak adlandı-rılması da arabayı çeken at sayısına göreydi. Eşyanız çok ise çift arabay-la, az ise tek arabayla götürürdünüz. İşte arabanı yüklersin, yer kalırsa sen de oturur gideceğin yere gidersin. İşte zamanla Türkiye’ye kaptıkaçtılar, triportörler gelmeye başladı. Bunlar çoğalınca belediyeler at arabalarını yasaklamaya başladılar. At arabaları şehir içinde değil de köylerde kul-lanılmaya başladı. İşte gazetelerdeki değişim de bu nedenden dolayı. Her şey hızlandı, basın-yayın da öyle.

Son olarak biraz da Babıali’nin ya-yınevi yönünden, kitabevlerinden, kitapçılardan bahsetsek...

Babıali’nin tabii bir de yayınevi tarafı vardı. Bazı yayınevleri sadece belirli kişilerin kitaplarını basardı. Mesela bunlardan biri de Hilmi Yayınevi’dir. Hilmi Yayınevi, Hüseyin Rahmi Gür-pınar’ın akrabasıydı. Onun kitaplarını basardı. Ama vefat edince o da ka-

pattı. Yani kişilere bağlı kalıyordu birçoğu. Yağ-mur Yayınevi’nin sahibi İsmail Abi rahmetlinin yanına gidip sohbetle-rinde bulunurduk. İsmail Dayı, Ali Fuad Başgil’in de asistanıydı. Bu tür yer-ler birçok değerli yazarı kendine çeken yerlerdir.

İran Konsolosluğu’nun orada Gazeteciler Cemiyeti’ne ye-meğe giderdik. Oranın terasında yer-dik yemeğimizi. Orası biraz da ucuz olurdu dışarıya göre.

Kitaplar eskiden yayınevlerinin ken-disinden alınırdı. Şimdiki gibi dağı-tımcılar yoktu. Siz ihtiyaç listenizi ha-zırlardınız, kiminden beş, kiminden on, kiminden de elli… Elinizde uzun-ca bir ihtiyaç listesi. Sonra tek tek ya-yınevlerini gezip ihtiyacınız olan ki-tapları alırdınız. Bir yayınevi bir hanın beşinci katında, biri Sirkeci’de, biri Nuruosmaniye’de… Artık bunları tek tek dolaşacaksınız. Hele devlet kitap-ları vardı ki o ayrı bir dert. Topkapı Sarayı’nın altında. Eskiden Matbaacı-lık Meslek Lisesi vardı, onun hemen yanındaydı devlet kitapları. Oradan da kitap almak zordu. Buradan kitap almak için bir ruhsat çıkarıyordunuz, kitapçı ruhsatı, o belgeyle gitmezse-niz kitap alamıyordunuz. O dönem-de birçok okul kitabını ve önemli kitapları devlet kitapları basardı. Devlet kitaplarının da orada deposu vardı. Bazen listeniz çok olursa, farklı yerlere irsaliye keserdi size. Ayasof-ya deposundan, Sultanahmet depo-sundan… Ayasofya’nın Soğukçeşme Sokağı’na giren köşedeki kapısından giriyorsunuz, böyle mahzen gibi bir yer vardı, orası kitap deposuydu. Sul-tanahmet Cezaevi, bugün otel olan yer, orası da devlet kitaplarının kitap deposuydu. Sultanahmet’te yine bir zamanlar arşiv olan yer de kitap de-posuydu. Yani hem zahmetli ama bir o kadar da keyifliydi. Hepsini böyle tek tek gezerken hiç beklemediğiniz dostlarınızla karşılaşırdınız, sohbet

ederdiniz. O birkaç kelam da insana keyif veriyordu tabi. Babıali’nin en önemli özelliği de buydu işte. İnsanî ilişkilerinizi samimi ve sıcak tutuyor-du. Şimdi bilmem ne gökdeleninden dışarı çıkılmıyor. Halkla birlikte olun-muyor, bu da eski ruhu ortadan kal-dırıyor.

NECİP FAZIL KISAKÜREK İLE BİR HATIRA

“Sana demedim mi o para gelecek”

Yeşilay Cemiyeti Mavi Kırlangıç adın-da bir dergi çıkarıyordu. Ben o der-giyi alır, okulda satardım. İstanbul İmam Hatip Lisesi’nde okuyordum. (Aslında Yeşilay o dergiyi bugün de devam ettirse çok iyi olur. Güzel bir dergiydi.) Aynı dönemde de Ne-cip Fazıl’ın Büyük Doğu’yu çıkardığı bir dönemde oraya da gidip Büyük Doğu alıyordum. Büyük Doğu’ya git-tim, kaç tane aldım hatırlamıyorum. Ama yüz lira falan vermem gereki-yordu diye hatırlıyorum. O sırada Necip Fazıl, “evladım kaç para ge-tirdin?” diye sordu. Ve yanındakini işaret ederek bana “derhal ver” dedi. Ben parayı o kişiye verdim. O kişi de Necip Fazıl Bey’den para bekliyor-muş. Üstat o adama dönerek “Bak sana demedim mi o para gelecek. İşte geldi” dedi. Ben de o kadar şaşır-dım ki, hem gururlandım hem de çok sevindim. Bu da benim unutamadı-ğım hatıralarımdandır. İşte bu hatıra aslında gazeteciliğin nasıl devam et-tiğini gösteren iyi de bir misaldir.

Günümüzde yayıncılığa baktığımızda, teknoloji birçok şeyi alıp götürdü. Bilgisayar, internet, hatta ve hatta cep telefonları… Artık süreli yayınlar dahi basılı halden elektronik hale geçmeye başladı. Bu geçişin olumlu tarafları olduğu gibi olumsuz yönleri de bulunmaktadır.

Page 71: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

MEHMET KAMİL BERSE İLE BABIALİ ÜZERİNE SÖYLEŞİ/ Cengiz AYGÜN İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

69

Page 72: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi
Page 73: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

BAB-I ALİ’Yİ RESİMLEYEN ADAM: MÜNİF FEHİM ÖZARMANÖnder KAYA Şehir Tarihçisi

Münif Fehim, Aydede Dergisi’nde “Eski Şiirlerin Medlulleri” başlığıyla saray çevresini, Divan edebiyatı konularını ve eski İstanbul’u resimlemiştir. Bu işi o kadar başarı ile yapmıştır ki, tam da o günlerde tanıştırıldığı İbrahim Alaaddin Gövsa, kendisini görünce “Siz daha çocukmuşsunuz, ben sizi Divan edebiyatı ile me’luf bir zat-ı şerif sanmıştım” demekten kendini alamamıştır.

Page 74: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

BAB-I ALİ’Yİ RESİMLEYEN ADAM: MÜNİF FEHİM ÖZARMAN/ Önder KAYAİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

72

Muzaffer Gökman’ın güzel bir çalış-ması vardır; “Tarihi Sevdiren Adam”. Bu eser, Ahmed Refik’in hayatı ve çalışmalarını anlatır. Gerçekten Ah-med Refik ve Reşat Ekrem Koçu gibi üstadlar tarihi, halka sevdirmede kalemleriyle büyük hizmetlerde bu-lunmuşlardır. Bu gibi kalemlerin ya-zılarına fırçasıyla hayat veren Münif Fehim de kanımca “tarihi sevdiren” bir diğer adamdır. Günümüzde bu değerli sanat adamı unutulmaya yüz tutmuştur. Mezarını bulmak umu-duyla ziyaret ettiğim Şenlikköy kab-ristanında, mezarlık görevlisinin bu isimde bir mezarı ilk kez duyduğunu söylemesi ve benim de tüm aramala-rıma rağmen mezarına erişememem,

ladığını öğreniyoruz. Bunun hika-yesini ise şu cümlelerle anlatır: “Bir komşumuz kartpostallar, kahvele-re asılan taşbaskısı resimler getirdi. Bunlara bakarak resim yapar mısınız? dedi. Getirdiklerinden yararlana-rak komposizyonlar çıkardım. İyi mi oldu, kötü mü oldu hatırlamıyorum.”. Münif Fehim’in ilk tablosu ise Üskü-dar’da oturdukları semtte bir kahve işleten Halit Ağa için yaptığı Balkan harbi konulu resimdir.

Münif Fehim henüz 15 yaşında ol-duğu halde Şehzadebaşı’ndaki bazı tiyatrolara dekor ve afişler hazırlı-yordu. Kendisi sanatkar bir ailenin

bu durumun en müşahhas örneği olsa gerek. İşte bu yazı vesilesiyle bu değerli sanat adamının tekrar gün-deme gelmesinde küçük de olsa bir katkıda bulunmak istiyorum.

Münif Fehim, tiyatro sanatçılarımız-dan Ahmed Fehim Bey’in oğludur. 1899’da Üsküdar’da doğan Münif Fehim, Üsküdar Sultanisi’ni bitirdi, sonrasında Sanayi-i Nefise Mek-tebi’ne devam etti. Burada değerli karikatüristimiz Cemil Cem’den özel dersler aldığı gibi, bir müddet de İb-rahim Çallı’nın atölyesine devam etti.

Kendisi hakkında Milliyet gazetesin-de yapılan bir haberden hareketle kendisinin resme 13 yaşında baş-

Ahmed Fehim Efendi, Münif Fehim’in babası

Page 75: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

BAB-I ALİ’Yİ RESİMLEYEN ADAM: MÜNİF FEHİM ÖZARMAN/ Önder KAYA İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

73

içinde büyümüştü. Dedesi Abdülka-dir Efendi, aynı zamanda saygın bir hattattı. Ancak ailenin sanat konu-sunda asıl şöhretli şahsiyeti, babası aktör Ahmed Fehim Bey idi. 1857’de Üsküdar’da doğan Ahmet Fehim Bey, babası Hattat Abdülkadir Efendi’nin isteği üzerine Tophane’de tornacılık

eğitimi almış, bu süre zarfında da Gedikpaşa tiyatrosuna izleyici olarak devam etmiştir. Tiyatro oyuncularının bir kısmının turne için Edirne’ye git-mesi üzerine kendisine rol teklif edil-miş ve böylece sahneye adım atmış-tır. İlerleyen yıllarda tiyatro sanatına oyuncu, yönetmen, tiyatro idarecisi, sahne tasarımcısı ve tiyatro mima-rı olarak hizmetlerde bulunmuştur. Tiyatro için imparatorluğun pek çok yerini gezmiş, bazı bölgelerde ilk ti-yatroların temelini atacaktır.

Münif Fehim’e göre tüm şartlar ken-disini sanatçı olmaya sevk etmiştir. Bu durumu şu sözlerle dile getirir: “Sünnet düğünümde iki kutu hediye getirdiler. İçleri ağzına kadar boya ve kalemlerle doluydu. Büyük Behzad Butak bize geldiği zaman resim def-teri ve boya getirirdi. Bir gün kendisi-ne ‘Beni ressam olmaya sen mecbur ettin’ dedim. Ayrıca babamın malze-mesinden de yararlanıyordum. Ney-

zen Tevfik evimizde ney üflerdi. Hep sanatçılar içindeydim.”

Üstadın askerlik yılları I. Dünya Sa-vaşı devresine denk düşer. Genç çi-zer Harbiye Nezareti bünyesinde kurulan Ordu Sineması’nda filmlerin resimlerini çizmek ve yazılarını ha-zırlamakla vazifelendirilir. Askerlik görevi sonrasında Harp Malulleri Derneği’ne devredilen bu sinemada bir süre daha babası ile birlikte görev yapmaya devam eder.

Münif Fehim, I. Dünya Savaşı yıl-larında da çalışmalarını sürdürür. Şehzadebaşı’ndaki tiyatrolara afişler hazırlar. Türkiye’deki ilk resimli afişler onun elinden çıkar. İlk karikatürleri 1918 yılında “Fağfur” dergisinde ya-yınlanır. Sonrasında Ümit dergisinde çalışır. Nitekim bu dergide çalıştığı yıllarda Ömer Seyfettin ve Nazım Hikmet’le de tanışır. Matbuat ale-minde ilk görev yaptığı gazete ise

Münif Fehim’in çizimi ile Surre Alayı

Page 76: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

“İleri” olup, Celal Nuri Bey’in yöne-timinde çıkan bu gazeteye başlama tarihi 1921’dir. Namık İsmail Bey Av-rupa’ya gidince buradaki görevi Mü-nif Fehim’e verilir.

Musahipzade Celal “İstanbul Efen-disi” adlı operetinin dekor ve kos-tümlerini bir albümde toplamasını kendisinden rica eder ki, bu taleple karşı karşıya geldi-ğinde henüz yirmili yaşlarında bile de-ğildir. Akabinde de Leyla Saz’ın “Saray Hayatı” adlı eserinin resimlerini yapar. Buradaki çizimleri, Almanca tefrika edi-len bir dergide de yayınlanmış ve pek beğenilmiştir.

Cumhuriyetin ilk yıl-larında yani 1923-24 arasında Yesarizade Mahmud Esad, Re-şat Nuri Güntekin ve İbnürrefik Ahmed Nuri Sekizinci ile bir-likte “Kelebek” adın-da bir mizah dergisi çıkarır. Derginin te-melleri Şehzadeba-şı’nda bulunan Mer-sin Çayhanesi’nde atılmıştır. Kelebek, tiraj olarak 5000 ra-kamını yakalasa da, derginin tüm yükü Yesarizade Mahmud Esad ile Münif Fe-him’in omuzların-da olduğundan, bir müddet sonra ka-panmıştır.

Bunun dışında Münif Fehim, Cumhu-riyet döneminde İkdam, Vakit, Son Posta, Cumhuriyet, Tan, Yedigün, Ay-dede, Akbaba, Yirminci Asır, Hayat Tarih gibi gazete ve dergilerde çizim-leriyle boy göstermiştir.. Kamuoyu tarafından tanınmasına vesile olan

yayınlar arasında Aydede ve Akba-ba’nın özel bir yeri vardır. Vahdettin tarafından da desteklenen ve Refik Halid (Karay) tarafından çıkarılan Ay-dede, Milli Mücadele yıllarında bu mücadeleye karşı takındığı olumsuz tavır ile tanınmaktadır. Derginin otu-za yaklaşan çizer kadrosu arasında “Ahmed Münif” imzasıyla Münif Fe-

him de bulunmaktadır. Belki de bu sebepten Münif Fehim, kendisiyle yapılan bir röportajda derginin ta-şıdığı fikirlerin kendi siyasi inançları ile bağdaşmadığını, bu sebepten de fantezi konulara değinen çizimler yaptığını dile getirir. Aydede’de “Eski Şiirlerin Medlulleri” başlığıyla saray çevresini, Divan edebiyatı konularını

ve eski İstanbul’u re-simlemiştir. Bu işi o kadar başarı ile yap-mıştır ki, tam da o günlerde tanıştırıldı-ğı İbrahim Alaaddin Gövsa, kendisini gö-rünce “Siz daha ço-cukmuşsunuz, ben sizi Divan edebiyatı ile me’luf bir zat-ı şerif sanmıştım” de-mekten kendini ala-maz. Münif Fehim, kısa sürede Babıa-li’nin en aranan il-lustratörü olmuştur. Kendisi, sadece tari-hi resimler yapmak-la kalmamış aynı zamanda yaşadığı devrin giyim-kuşam ve gündelik hayatını da tuvaline taşımış-tır. Özellikle tarihi konulardan ve Divan edebiyatından ilha-mını alan çalışma-ları çok sevilmiştir. Münif Fehim, Divan edebiyatı ile ilgili il-hamını bilhassa Fu-zuli ve Nedim’den aldığını dile getirir.

Münif Fehim her ne kadar asıl şöhretini

illüstrasyon alanında kazanmış olsa da karikatürle de uğraşmıştır. Ülke-mizde karikatür sanatının duayen isimlerinden Semih Balcıoğlu onun hakkında “Sanatçı Münif Fehim bey, karikatürcü olarak büyük üstadımız, ağabeyimizdir” der. Karikatür saha-sında en beğendiği isimler ise Ce-

Münif Fehim, Babıali’deki çalışmaları neredeyse tüm vaktini aldığı için tuval resmine oldukça geç denebilecek bir devrede eğilmiştir.

BAB-I ALİ’Yİ RESİMLEYEN ADAM: MÜNİF FEHİM ÖZARMAN/ Önder KAYAİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

74

Page 77: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

BAB-I ALİ’Yİ RESİMLEYEN ADAM: MÜNİF FEHİM ÖZARMAN/ Önder KAYA İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

75

mil Cem ve Cemal Nadir’dir. Cemil Cem’le tanışmadan önce onun ça-lışmalarını büyük bir beğeni ile ta-kip ediyordu. Hatta kendisiyle ilgili olarak “Hazreti Cem’dir pirimiz, üs-tadımız” yazılı bir karikatür çizdiğini söyleşisinde dile getirmiştir.

Münif Fehim, Babıali’deki çalışmaları neredeyse tüm vaktini aldığı için tu-val resmine oldukça geç denebilecek bir devrede eğilmiştir. Nitekim ölü-münden kısa bir süre önce kendisi ile yapılan bir röportajda “Yıllardır yapamadığımı yapmaya çalışıyorum” demek suretiyle bu noktaya işaret eder. Üstadın belki de tarihsel çizim-lerinin etkisiyle daha ziyade kalabalık komposizyonlar üzerine yoğunlaştığı biliniyor. Münif Fehim’in bu alan-da verdiği kıymetli eserlerden imza atacaktır ki bunlar arasında ilk akla gelenler arasında “Ergenekon’dan Çıkış”, “Sarayda Saz Alemi”, Zeyrek’te Eski Medrese”yi sayabiliriz.Münif Fehim’in hayatının son demlerine kadar çalıştığını, daha doğrusu çalış-mak zorunda kaldığını biliyoruz. Öl-meden üç yıl kadar önce Necmi Rıza ile birlikte kendisini evinde ziyaret eden Turhan Selçuk, üstadın elli-alt-mış yıldır Babıali’de dirsek çürütme-sine rağmen ne bir sigortasının ne de emekli maaşının olmadığını dile getirir. Turhan Selçuk, yanında olan Necmi Rıza’ya bakarak “adeta gele-ceğimizi görür gibi olduk” demekten kendini alamaz. Gelgelelim pek çok değerli ressam gibi onun da tabloları

ölümünden sonra değer kazanmış, çeşitli müzayedelerde boy göster-miştir. Mesela bir gazete haberinden Pera Palas’ta yapılacak bir müzaye-dede Münif Fehim’in “Osman Gazi” adlı bir çalışmasının da müzayede edileceğini öğreniyoruz.

Portre ressamı olarak da aranan ve hürmet edilen bir isim olan Münif Fehim, elli Türk büyüğü adlı çalışma-sının yanı sıra, Gazeteciler Cemiye-ti’nin “Şeref Galerisi” için de Türk ga-zetecilerinin portrelerini yapmıştır.

Münif Fehim’in yaşadığı sürece çok fazla sergi açmamıştır 1976 yılında Tepebaşı Sanayi Odası Odakule Ga-lerisi’nde bir sergi açtığı ve bu ser-gisinde bilhassa eski İstanbul üze-rinde yaptığı çalışmaları sergilediğini bilinmektedir. Ölümü sonrasında da adına sergiler düzenlenmeye devam etmiştir. Misalen Mayıs 2000’de Ak-sanat Cep galerisinde “Geçmişten İzler” adıyla Münif Fehim adına bir sergi açılmıştır.

Ölümü

Ünlü ressam 7 Kasım 1983 Pazartesi günü vefat etmiş ve Florya Şenlik-köy Camii’nde kılınan cenaze namazı sonrası Şenlikköy mezarlığında top-rağa verilmiştir. Yazımın başında da belirttiğim üzere 2 Nisan 2014 tari-hinde bu mezarlığı ziyaret etmeme rağmen Münif Fehim’in mezarını bulamadım. Kapıdaki görevli böyle bir mezarı hiç işitmediğini söyler-ken, mezarlığın hemen dışında bir mermer atölyesi bulunan ve mezar-taşı yapımı ile uğraşan bir esnaf da “yirmi senedir buradayım. Burada-ki tüm mezartaşlarını bilirim, ancak bu isimde bir kabir hatırlamıyorum” dedi. Buna rağmen mezarlık olarak küçük denilebilecek söz konusu ala-nı saatlerce gezdiğimde mezarlıktaki bir diğer ünlü sima olan Hasan İzzet-tin Dinamo ve eşinin mezarına tesa-düf etmeme karşılık, Münif Fehim’in kabrinin izine rastlayamadım

KAYNAKÇA

Metin And; “Ölümünün 50. Yıldönü-münde Bölge Tiyatrolarının Öncüsü Ahmet Fehim”, Milliyet Sanat Der-gisi, Haziran 1980, s. 28-31

Mustafa Apaydın; Türk Mizahında Bir Dönüm Noktası Aydede, Adana 2007

Semih Balcıoğlu; Memleketimden Karikatürcü Manzaraları, İstanbul 2003

S. Pertev Boyar; Türk Ressamları, Ankara 1948, s. 228

Burak Çetintaş; Münif Fehim’in İm-zası Olmayan Bir Kapak düşünüle-mezdi Bile,” Hürriyet Tarih, 7 Mayıs 2003, s. 12-14

Alpay Kabacalı; İstanbul’un Seçkin Kültür İnsanları, İstanbul 2009, s. 384

Sema Koşan; “Münif Fehim”, Türki-yemiz, yıl: 10, sayı: 30, Şubat 1980, s. 24-29

Milliyet; Türk Mizahının Öncüleri, tarihsiz.

Yusuf Ziya Ortaç; Bizim Yokuş, İstan-bul 1966

İlber Ortaylı; “Reşat Ekrem Ko-çu’nun Romanları”, Milliyet Pazar, 17.06.2001, s. 8

Turhan Selçuk; Resim Sanatımızın İki Ustası Münif Fehim ve İhap Hulusi”, Milliyet Sanat Dergisi, sayı: 3, Nisan 1980, s. 30-35

Mehmet Yenen; “Özarman, Münif Fehim”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, cilt: 6, İstanbul 1994, s. 198-199

Hüseyin Yürük; “Özarman, Münif Fehim”, Üsküdarlı Meşhurlar Ansik-lopedisi (haz: Alim Kahraman vd), İstanbul 2012, s. 309

Münif Fehim çalışırken

Page 78: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi
Page 79: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

Bâbıâli’yi Kayıt Altına Alan Adam: REŞİD HALİD GÖNÇAhmet APAYDINAraştırmacı

Reşid Halid Gönç’ün en büyük zevki imzalı, ithaflı fotoğraflar toplamaktır. Ama kimlerin? En az bir yazısı yayınlanmış yazar ve şairlerin. 1943’te matbuat hayatına atılan Reşid Halid Bey, 16 Kanunuevvel 1929 tarihinden itibaren imzalı, ithaflı fotoğraflar toplamaktadır. Reşid Halid Bey’in bunun için geliştirdiği yöntem de ilginçtir: Aynı boyda özel kesilmiş mavi kartonları posta yoluyla şair ve yazarlara gönderir ve onlardan kartonun ortasına bir vesikalık yapıştırmalarını, fotoğrafın alt ya da üstüne de birkaç satırlık hatıra yazısı yazmalarını rica eder.

Page 80: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

Koleksiyon yapmak oldukça keyifli ama bir o kadar da meşakkatli iş-lerdendir. Hemen hemen her nes-nenin koleksiyonunu yapanlara rastlayabilirsiniz; Kartpostallardan pullara, cam şişelerden mektup

zarflarına, karton bardaklardan film afişlerine… Listeyi uzatmak mümkün

amabir şey daha var ki koleksiyonya-panına az rastlanır: İnsan biriktirmek...

Yani meşhur insanların fo-

toğraflarını, el yazılarını birik-

tirmek... Reşid Ha-lid Gönç’ü yazımızın

mevzuu yapan da işte tam olarak bu özelliğidir.

Reşid Halid, 1892 senesinde varlıklı bir ailenin çocuğu ola-rak İstanbul’da doğar. İstanbul ve Fransa’da eğitim görür, ya-bancı dil öğrenir. Memlekete döndüğünde de, o zaman bir Fransız müessesi olan “İstan-bul Telefon Şirketi”ne iyi bir maaş ile yerleşir. Fakat son-radan akıl almaz derecede bir yoksulluğun içine düşer. Ya-tacak yeri dahi olmadığından Tan ve Hergün gazetelerinin arşivlerinde yatıp kalkar, pat-ronları da yatak parasını arşiv memurluğu ücretine sayar. Tarihe ve eski İstanbul’a dair yazılar yazmayı seven Reşid Halid Bey, Niyazi Ahmet Ba-noğlu’nun teşvikleriyle 1943 senesinde matbuat hayatına başlar. Fakat matbuat hayatı da ona mutluluk getirmez. Resimli Hayat dergisine verdiği bir röportajda, Bâbıâli’nin meşhur yokuşunu kastederek, “Şu bizim yokuşun çıkışının da inişinin de zorlu olacağını hiç ama hiç tahmin edeme-miştim. Adetâ hayal sukutuna uğradım.” der.

Devasa Arşiv

Reşid Halid Gönç’ün en büyük zevki imzalı, ithaflı fotoğ-raflar toplamaktır. Ama kimlerin? En az bir yazısı yayın-lanmış yazar ve şairlerin. 1943’te matbuat hayatına atılan Reşid Halid Bey, 16 Kanunuevvel 1929 tarihinden itibaren imzalı, ithaflı fotoğraflar toplamaktadır. Reşid Halid Bey’in bunun için geliştirdiği yöntem de ilginçtir: Aynı boyda özel kesilmiş mavi kartonları posta yoluyla şair ve yazar-

lara gönderir ve onlardan kartonun ortasına bir vesikalık yapıştırmalarını, fotoğrafın alt ya da üstüne de birkaç sa-tırlık hatıra yazısı yazmalarını rica eder.

Bazen bizzat yazarın evine giderek, kartonu elden verdiği de olmuştur. Hatta bu ilginç koleksiyon için Reşid Halid Bey’in bazen şehir şehir dolaşması da gerekir. Ufak bir yazı ve bir vesikalık için yaptığı seyahatler sırasında kar-şılaştığı zorluklardan birini kendisi şöyle anlatır; “Resim ve yazısını almak üzere Ankara’da Dikmen’de oturan Aka

Gündüz’ün evine gitmiştim. O günlerde Dikmen bomboş bir tarladan ibaretti. Bir bah-çeden geçerken on-on beş kadar azılı köpeğin saldırısına uğradım. Elbiselerim param parça olmasına rağmen sürat-le koşarak bir elektrik direğine tırmanmasa idim, büsbütün parça parça olacaktım.” Aka Gündüz vesikalık fotoğrafının altına o gün şu cümleyi yaz-mıştır. “İşte size iki satırlık bir yazı ki, hayatım gibi manası yok...” tarih 21.5.1931...

Reşid Halid Gönç

Aka Gündüz

Cem

al N

adir’

in Ç

izim

iyle

Reş

id H

alid

- Y

eni H

ayat

Der

gisi

BÂBIÂLİ’Yİ KAYIT ALTINA ALAN ADAM: REŞİD HALİD GÖNÇ/ Ahmet APAYDINİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

78

Page 81: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

Koleksiyon İçin Sıraya Girenler Oldu

Yeni Hayat dergisinde kendisiyle yapılan röportajda “İlk yazıları kimlerden aldınız?” sorusuna “Bir kişiden değil, üç kişiden Yusuf Ziya, Selim Sırrı ve Nurettin Artam beyler-den” cevabını veren Reşid Halid Bey, devamında yaşadığı zorlukları ve koleksiyonuna gösterilen alakasızlıklara olan serzenişini “... bilmem takdir edebilir misiniz, çok zor bir iştir. Bir defa kimse kolaylıkla cevap vermiyor. Defalarca gidip gelmek mecburiyetinde kalıyorum. Bu gidip gel-meler de ekseriya boşuna çıkıyor. Amma bakın ecnebiler kat’iyyen böyle yapmıyor. Meselâ buraya geldikleri zaman meşhur Profesör Nissen ve Claude Farrere derhal cevap verdiler. Galiba onlar koleksiyona bizden daha çok me-raklı. Onun için hiç geciktirmeden hemen ricamı yerine getirdiler.” şeklinde dile getirmişti.

1954 yılına gelindiğinde koleksiyonda epey ilerlemiş, 900 kişiyi geçmişti. İlk zamanlarda koleksiyona ilgisiz davra-nanlar olsa da koleksiyon artıp, devrin meşhur simaları bi-rer birer koleksiyonda yer almaya başlayınca pek çok mu-harrir koleksiyona girmek için sabırsızlanır hale gelmişti.

Kimler Ne Yazdı?

Reşid Halid Gönç’ün kibar teklifini geri çevirmemek için, nezakaten kabul edip birkaç cümle karalayanlar olduğu gibi Reşid Halid Bey’in yaptığı bu koleksiyonun kıymetini anlayıp anlamlı şeyler yazanlar da olmuştur.

Mesela Cenap Şahabettin Bey yazdığı bir kaç cümlede kendisinin ruh halinden bahsetmeyi tercih etmiş ve şöy-le yazmıştır; “İnzivayı o kadar severim ki, odamın tavanı bana sokağın semasından daha yüksek gelir... Pencerem-den göremediğim bin güzelliği, gözüm kapalı görürüm. Sükûtun her lâfzı benim için gizli bir vaad yahud gizli bir müjdedir. Kalabalık bil’akis sanırım ki, hesapsız dudaklarda hürriyetimi tehdit ediyor”. Ercümen Ekrem Talu ise kendi-sine ayrılan kartona yapıştırdığı vesikalığının yanına Reşid Halid Bey’e ufak bir tavsiye yazmayı tercih etmiş ve; “Yazı ve resim toplamaktansa, para toplamak daha iyi... Hatta, aklını başına toplamak hepsine müreccehtir.” cümleleri-ni yazmıştır. Hüseyin Rahmi ise daha 1930’larda verdiği fotoğrafının yanına yazdığı cümlelerle Reşid Halid’e takıl-mayı tercih edenlerdendir. “Beyefendi, insanın yazısından haleti ruhiyesini keşfe uğraşan grafolojistlerden misiniz? Yazımın ahlakım hakkında birşey söylemeyeceği zannın-dayım”. Hikmet Feridun Es’e ayrılan kartona Hikmet Fe-ridun Bey’in yazdıkları ise oldukça ilginç; “Vallahi parasız yazı yazmak, borç para vermeye benziyor… Müsaade edin, fazla kazıklanmayayım.” 23 Mart 1930

Cenap Şahabettin

Yahya Kemal

BÂBIÂLİ’Yİ KAYIT ALTINA ALAN ADAM: REŞİD HALİD GÖNÇ/ Ahmet APAYDIN İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

79

Page 82: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

Şairler ise hatıra nevinden şiirler iliştirirler fotoğraflarının yanına. Yahya Kemal şu dizeleri yazar;

“Öz dostluk hislerimle arzu ettiğin iki mısrâ-ı kemâl-ı hiçâp ile takdim ettim.Kâm almadık misafiretinden bu alemin,Cananla meyle son günüEy mevt sendeyiz...”

Nisan 1934

Abdülhakhamid Tarhan’ın kaleminden ise şu dizeler dö-külür;

“Ermek ister ise âdem irem-i mağfireteKimseyi kırmayarak gitmelidir ahirete”

Tabii ki şairlerden de özensiz hatıralar bırakanlar olmuştu. Mesela Nazım Hikmet “Düşündüm, taşındım, buraya hiç-bir şey yazamadım. Bu cümleyi bile yazmak acaip geldi.” yazmıştı. Necip Fazıl ise; “Benim el yazım budur.” demek bir şey yazmış olmak değil midir? (Verlaine) efendinin ve benim fikrimce gerisi edebiyat” cümlesini iliştirmişti fo-toğrafının kenarına

Gönç’ün Hayali

Reşid Halid Gönç, 1966 senesinde Aksaray’da gittiği bir tiyatronun merdivenlerinden düşerek öldü. Koleksiyo-nu hakkında daha sağlığında kendisine sorulan “Kitap-laştırmayı düşünüyor musunuz?” sorusuna “Hayır, hayır, katiyyen” diyerek cevap vermiştir. Reşid Halid Bey’in asıl hayali koleksiyonunu bir galeride teşhir etmekti, hatta o öldükten sonra da insanlar galeriyi gezebilmeliydi. Reşid Halid’in bu hayali gerçekleşmedi belki ama Gazeteciler Cemiyeti tarafından 3 cilt olarak basıldı. Bugün baskısı tükenmiş bu nadir eseri, ilgilenenler sahaflarda bulabilir.

“d”li Reşid Halid

Reşid Halid Bey’in çok kızdığı şeylerin başında, isminin son harflerinin “d” ile değil de “t” ile yazılması geliyordu. Hatta meşhur mavi kartonlarının arkasına şöyle bir not düşmüştü; “İsmimin yazılışı Reşid Halid Gönç’tür”. Yaptığı ilginç koleksiyon sebebiyle kendisine “deli” diyenlere dahi kızmayan bu nev-i şahsına münhasır insana bu “d” takıntı-sı sebebiyle “d”li Reşid Halid lakabı dahi takılmıştı. Kendisi ile yapılan röportajda bu mevzuya değinmeden de geç-miyor. “Benim ismimin doğrusu böyledir, fakat nedense buna kimse dikkat etmiyor, herkes (t) ile yazıyor.”

Sadi Dinç’in Çizimiyle Reşid Halid

BÂBIÂLİ’Yİ KAYIT ALTINA ALAN ADAM: REŞİD HALİD GÖNÇ/ Ahmet APAYDINİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

80

Page 83: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

BÂBIÂLI’YI KAYIT ALTINA ALAN ADAM: REŞID HALID GÖNÇ/ Ahmet APAYDIN İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

81

Page 84: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi
Page 85: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

MATBUAT ÂLEMİNİN KALBİ BÂB-I ÂLÎ’YE ULAŞMANIN BİR BUÇUK ASIRLIK ÖYKÜSÜ

Akın KURTOĞLUŞehir Tarihçisi

“1920’lerin ilk çeyreğinde Osmanlı Devleti’nin tarihe karışmasıyla birlikte bundan böyle Bâb-ı Âli kelimesi adı geçen bölgede yer alan matbuat âlemine bir nevi marka oldu. Sirkeci Garı önlerinde 10 metre olan rakım, caddenin başladığı rampadan itibaren hızla yükselerek Vilâyet önlerinde 35 metreye, Türk Ocağı kavşağında 50 metreye ve Nur-ı Osmaniye Caddesi kesişiminde 55 metreye dek ulaşmakta, bu noktadan sonra ise Türbe’ye kadar hemen hemen aynı seviyesini korumaktadır. Kısa ve genişçe bir yay çizerek ilerleyen aks boyunca oldukça hızlı şekilde yükselen kottan dolayı, Bâb-ı Âli Caddesi halka diline kısaca “Yokuş” olarak yerleşmiştir.

Page 86: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

MATBUAT ÂLEMİNİN KALBİ BÂB-I ÂLÎ’YE ULAŞMANIN BİR BUÇUK ASIRLIK ÖYKÜSÜ/ Akın KURTOĞLUİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

84

Bâb-ı Âli Bölgesi’nin Kent Tarihindeki Önemi

Geçmişi Bizans devrine dek uzanan, Osmanlı döneminde ağırlıklı olarak ekâbirlerin konaklarının yer aldığı Cağaloğ-lu-Bâbıâli bölgesi, sınırları net olarak çizilmemekle birlikte; tarihi yarımada içinde Sirkeci’den itibaren Vilâyet’e doğru tırmanan Ankara Caddesi’nin Ebussuud-Aşirefendi dört-yol ağzından başlayarak Nur-ı Osmaniye ve Yerebatan Caddelerini dikey keserek güneybatıya doğru ilerledikten sonra Divanyolu’nda Türbe mevkiinde sonlanan 800 met-relik caddenin her iki yanını kaplayan alana verilen isimdir.

Güneyinde Türbe semti, batısından Çemberlitaş ve Nur-ı Osmaniye, doğusundan Ayasofya-Yerebatan, kuzeydoğu-sundan Bâb-ı Âli taç kapısı, kuzeyinden ise Ebussuud-Sir-keci-Aşirefendi semtleriyle çevrelenir.

Osmanlı’nın son dönemlerinde Sirkeci ile Vilâyet-Nur-ı Osmaniye Caddesi kesişimi arasındaki dik yokuş Bâb-ı Âli olarak isimlendirilirken, Cumhuriyet’ten sonra Sirke-ci-Vilâyet-İran Sefarethânesi-Türk Ocağı (Çifte Saraylar Caddesi kavşağı)’na kadar olan kesimi Ankara Caddesi; bu nokta-dan itibaren güneye doğru, Türbe’ye kadar uzanan kısmı da Bâb-ı Âli Caddesi olarak adlandırıldı.

Osmanlı’nın yönetim merkezi olarak bilinen Bâb-ı Âli, XIX. yüzyılın son çey-reğinden itibaren sözkonusu bölgede yerleşip gelişmeye başlayan Türkçe mat-buat âlemi de aynı isimle anılagelmeye başladı. Fransızca başta olmak üzere muhtelif yabancı dillerde basılan gaze-te, mecmua, kitap ve benzeri Levanten yayınların merkezinin Haliç’in kuzeyinde, Galata (Pera) bölgesinde kümelenmesi-ne mukabil, sayıları ve baskı adetleri ol-dukça düşük de olsa Türkçe olarak ya-

yınlanan yayınlar, bu bölgeyi kendilerine mesken edindi. Karşı yakaya, yani Beyoğlu’na alternatif olarak Suriçi’nde kendi kültürel kimliğini bu şekilde korumak ve bir arada bulunmak amacıyla Cağaloğlu-Bâb-ı Âli bölgesini kendi-lerine üs olarak seçen Türkçe yayınevlerinin sayısı, zaman içinde giderek artmaya başladı.

1920’lerin ilk çeyreğinde Osmanlı Devleti’nin tarihe karış-masıyla birlikte bundan böyle Bâb-ı Âli kelimesi adı geçen bölgede yer alan matbuat âlemine bir nevi marka oldu. Sirkeci Garı önlerinde 10 metre olan rakım, caddenin baş-ladığı rampadan itibaren hızla yükselerek Vilâyet önlerin-

de 35 metreye, Türk Ocağı kavşağında 50 metreye ve Nur-ı Osmaniye Caddesi kesişiminde 55 metreye dek ulaşmakta, bu noktadan sonra ise Türbe’ye kadar hemen hemen aynı seviyesini korumak-tadır. Kısa ve genişçe bir yay çizerek iler-leyen aks boyunca oldukça hızlı şekilde yükselen kottan dolayı, Bâb-ı Âli Caddesi halka diline kısaca “Yokuş” olarak yerleş-miştir.

Cadde altın çağlarını XX. yüzyılın ba-şından itibaren 1980’lerin ortalarına dek yaşadı, tüm İstanbul ve memleket çapında basılan gazete, dergi, kitap ve benzeri yayınların merkezi konumuna yükseldi. II. Meşrutiyet günlerinde ülke çağında basılan 120 farklı süreli yayı-nın 52’si İstanbul odaklıydı. Her ne ka-

İstanbul’da 1871 yılında tramvay şebekesinin kurulmasına başlandı. Kentiçinde tramvay işletme imtiyazının 1869 yılında Konstantin Krepano Efendi’nin kurduğu “Dersaadet Tramvay Şirketi” adlı şirkete 40 yıl müddetle verilmesinden sonra şehirde birbiri ardınca atlı tramvay hatlarının inşasına geçildi.

Karaköy-Eminönü tramvay hattı açılış töreni (1914)

Beyazıt tramvayı

Page 87: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

MATBUAT ÂLEMİNİN KALBİ BÂB-I ÂLÎ’YE ULAŞMANIN BİR BUÇUK ASIRLIK ÖYKÜSÜ/ Akın KURTOĞLU İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

85

dar yayın sayısı yarı yarıya gözükse de, aslında memleket genelindeki toplam tirajın %90’ını kapsamaktaydı. Cum-huriyet’in ilânıyla birlikte basın sektöründe ivmelenme arttı. Osmanlıca harflerden Lâtin harflerine geçişte yaşa-nan sancılı süreç zarfında tirajları ciddi şekilde azalsa da, 1930’larda yeniden yükseldi. Kırklı yıllarda patlak veren 2. Dünya Savaşı’na dahil olmasak da, sektör bundan büyük ölçüde etkilendi.

Ellili ve altmışlı yıllarda ise Bâb-ı Âli, deyim yerindeyse al-tın çağını yaşamaya başladı. Birbiri ardınca eklenen yeni yayınlar, bölgedeki matbaalarda ve yayınevlerinde çalı-şanların sayısının birkaç misli artmasını beraberinde getir-di. Bâb-ı Âli’ye ulaşım önemli bir detay haline geldi. Sek-senlere dek süren bu yoğun hareketlilik sonrasında basın kuruluşlarının peyderpey Suriçi’ni terk ederek bilhassa İki-telli banliyösünde ve Mecidiyeköy civarlarında yerleşmeye başlamasıyla birlikte Bâb-ı Âli’nin önemi giderek azalma-ya başladı. Günümüzde sözkonusu bölge ağırlıklı olarak turizm amaçlı müesseselere hizmet vermektedir.

Kentin bir buçuk asrına damgasını vuran Cağaloğlu-Bâb-ı Âli basın sektörüne hizmet verenlerin bu bölgeye farklı zaman dilimlerinde gerçekleştirdikleri ulaşım alternatifle-rini kısaca özetlemek gerekirse, konuyu beş alt başlık ha-linde incelemek mümkündür:

a. 1850’den 1871’e Kadar Denizyolu ve Atlı Arabalarla Ulaşım

İstanbul’da kentiçi toplutaşımacılığına, 1850’lerde son de-rece kısıtlı olanaklarla ve dar bir bölge çerçevesinde ilk adım atıldı. Karada kısmen fayton ve at arabalarıyla, de-nizde ise Şirket-i Hayriye ve Hazine-i Hassa İdareleri’nin küçük evsaflı vapurlarıyla, uzak iskeleler ve Köprü arasın-da hatlar kuruldu. Karaköy, Eminönü ve Sirkeci rıhtımları ile köprüüstündeki iskelelere yanaşıp kalkan gemiler ve pazar kayıklarıyla Bâb-ı Âli bölgesine ulaşmak mümkün-dü. Tâbi, Sirkeci’den itibaren yokuşu yayan tırmanmak kaydıyla...

“Turuk ve Ebniye (Yollar ve Binalar) Nizamnâmesi” kap-samında, 1864’den itibaren Ayasofya-Bayazıd arasında 19 metre genişliğinde Divanyolu, Sirkeci-Babıali arasındaki 14.30 metre genişliğinde ve ikinci sınıf kabul edilen Azi-ziye şimdiki (Ankara) caddesi, Babıali-Divanyolu arasın-daki Mahmudiye Caddesi, Divanyolu’ndan denize doğru dik olarak inen Gedik Ahmet Paşa ve Kumkapı caddeleri, Ayasofya-Babıali arasındaki Cağaloğlu caddesi ve Nuru-osmaniye caddesi açıldı. 3. ve 4. kademe yollar da kısmen yenilendi.

Harbiye (1925)

Galata köprüsü üzerinde kutlama takı (1926)

Page 88: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

86

b. 1871’den 1914’e Dek Atlı Tramvay Destekli Ulaşım

İstanbul’da 1871 yılında tramvay şebekesinin kurulmasına başlandı. Kentiçinde tramvay işletme imtiyazının 1869 yı-lında Konstantin Krepano Efendi’nin kurduğu “Dersaadet Tramvay Şirketi” adlı şirkete 40 yıl müddetle verilmesin-den sonra şehirde birbiri ardınca atlı tramvay hatlarının inşaına geçildi.

İlk olarak 31 Temmuz 1871’de Beyoğlu yakasında “Aza-bkapısı-Karaköy-Beşiktaş” arasında başlatılan ve bir süre sonra Ortaköy Camii önüne kadar uzatılan ilk hattan son-ra devreye alınan ikinci hat, aynı zamanda Suriçi’ne hiz-met verecek olan ilk tramvay servisiydi. 14 Kasım 1871’de tamamlanan “Eminönü-Aksaray” hattının güzergâhı “Emi-nönü Balıkpazarı Kapısı-Sirkeci-Hamidiye Türbesi-Topkapı Sarayı-Soğukçeşme-Sultanahmed Belediye Bahçesi (Aya-sofya)-Atmeydanı-II. Mahmud Türbesi-Çemberlitaş-Baya-zıd-Seraskerat-Lâleli Camii-Aksaray Yusufpaşa Çeşmesi” olup, Eminönü, Mahmutpaşa, Sultanahmed, Bayazıd ve Aksaray olmak üzere toplam 4 kıt’adan meydana gelmek-teydi.

14 Ağustos 1872’de “Aksaray-Yedikule” ve 14 Ocak 1873’de de “Aksaray-Topkapı” şube hatlarıyla güçlendi-rilen Suriçi şebekesinin arabaları, anaaksın kuzeydoğu ucunda Yenicami önünde, Köprü’nün mürûriye kulübe-leri yanında sona ermekte ve o yıllarda sadece yayalara ve hafif yük arabalarına hizmet verebilen ahşap köprüden karşıya, Karaköy tarafına maalesef atlayamamaktaydı.

Deniz seviyesinden itibaren hızlı bir şekilde yükselen Ca-ğaloğlu mıntıkasının rakımı, bu yokuşu atlı tramvayların tırmanmasına müsait olmadığı için, ilk hat mecburen böl-

genin sınırlarını dolanır şekilde yol alıp, Divanyolu-Tür-be-Çemberlitaş aksında düzlüğe ulaşmaktaydı. Vapurla Eminönü-Sirkeci rıhtımına gelerek Bâb-ı Âli’ye gitmek isteyenlerin bir kısmı, buradan hareket eden tramvaylara binerek II. Mahmud Türbesi’nde inmekte ve buradan geri yürümekteydi.

Güneşin doğuşuyla birlikte çalışmaya başlıyor, kışları ak-şam ezanına kadar, yazlarıysa yatsıya dek devam eden atlı tramvay hatlarına ait aylar, parkurun birçok kesiminde tek yönlü olarak döşenmiş olup, belli noktalarda krosman (makas) yerleri inşa edilerek, birbirleriyle aksi yönlerde karşılaşan arabaların yola devam edebilmeleri temin edil-mişti. Krosman yerleri Bayazıd, Çemberlitaş, Sultanahmed, Sirkeci gibi yolun nisbeten genişlediği kesimlerde bulun-maktaydı. Bu arada, tramvayların Suriçi’nde geçeceği yol-lardaki genişlik, Şirket tarafından en az 11.5 arşına (7.80 metreye) çıkarıldı.

1870’lerin ilk yarısında, şehrin caddelerinde günümüzün dolmuşları olarak kabul edebileceğimiz “omnibüs”ler görülmeye başladı. 1872 Ağustos’unda “Perşembepa-zarı-Pangaltı”, Aralık 1872’de “Eminönü-Eyüb” ve “Baya-zıd-Fatih” arasında, çift katanayla çekilen, oturma kabin-leri karşılıklı kanepelerden oluşan eşhasa ait atlı arabalar, Suriçi ve bölgesinde halkı nakletme görevini üstlendiler. Bu hatların içinden “Fatih-Bayazıd” postalarının bazı se-ferleri, Nur-ı Osmaniye Camii’nin avlusuna kadar inmek-teydi.

1875 yılında “Sirkeci-Küçükçekmece” arasında kömürle çalışan banliyö tren hattı devreye alındı. Toplam 6 istas-yonu bulunan hat üzerinde Sirkeci, Kumkapı, Yedikule, Bakırköy, Yeşilköy ve Küçükçekmece istasyonları faaliyet

Hanımlarla erkeklerin ayrı seyahat ettiği, ortadan perdeyle ikiye bölünmüş atlı tramvay, Dolmabahçe (1890)

Page 89: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

87

yazıd” arasında çalıştırılan otobüsleri, bilhassa Yerebatan sâkinlerinin evlerinin temellerini sarsacak ölçüde güçlü sarsıntılara sebebiyet verdiği için Şehremaneti tarafından durduruldu (Ağustos 1911, Le Moniteur Orientale). 1912 yılı içinde küçük çaplı birkaç hat daha denendiyse de, ye-terli verim alınamadığına kanaat getirilerek Karaköy-Or-taköy hattı dahil tüm servisler iptal edilerek araçlar geri gönderildi.

21 Nisan 1912’de metal konstrüksiyondan imal edilen yeni Alman MAN AG Galata Köprüsü hizmete alındı. Böy-lece Suriçi ve Beyoğlu yakaları, karşılıklı olarak vasıta sevk edebilecek şekilde birbirine bağlandı.

c. 1914’den 1943’e Kadar Olan Süreçte Karayolu ve Raylı Sistem Ulaşımının Gelişimi

Elektrikli tramvay şebekesi 1914 yılının Şubat ayında hiz-mete girdi ve bir zamanlar atlı tramvayların kullandığı anaakslardan bu kez cereyanlı motrisler geçmeye başladı. Şişli, Taksim, Galata, Beşiktaş gibi köprünün öte tarafın-daki uzak yerleşmelerde oturan veya Suriçi’nde Topkapı, Edirnekapı, Fatih, Yedikule, Aksaray, Lâleli gibi semtlerde ikamet eden basın çalışanları, elektrikli tramvayları kul-lanarak Gülhane Parkkapı, Yerebatan, Divanyolu Türbe yahut Çemberlitaş’a kadar gelmekte ve buradan kısa bir yürüyüşle işyerlerine ulaşmaktaydı. Ankara Caddesi’nin yüksek eğiminden dolayı elektrikli tramvaylar da, tıpkı atlı benzerlerinde olduğu gibi kestirme Bâb-ı Âli yolunu kullanmaları imkânsız olduğu için, Çemberlitaş-Sultanah-med-Soğukçeşme-Salkımsöğüt-Hocapaşa-Sirkeci yayını kullanmak mecburiyetindeydi. Sözkonusu yol üzerinden 9 ayrı tramvay hattı birden geçmekte ve böylelikle basının kalbi, kısa yürüyüş mesafelerinde bulunan duraklara ula-şarak farklı servislerden faydalanmaktaydı.

göstermekteydi. Takibeden yıllar içinde Cankurtaran’da, eski ve kullanılmayan birkaç yük vagonunun üst kısımları söküldükten sonra şasiyi oluşturan düz kısımları ahşap ve uzun bir platform şeklinde ardıardına eklenerek geçici bir istasyon kuruldu. Böylece Ayastefanos, Makriköy, Yediku-le, Samatya taraflarından gelenlerin Cankurtaran’da tren-den inebilmeleri sağlandı. Bu noktadan sonra Sultanah-med meydanına kadar, kısa fakat oldukça dik Nakilbend bayırını tırmanarak Bâb-ı Âli’ye yayan şekilde varmak kabil oldu.

Sanayi devrimiyle birlikte Avrupa caddelerinde boy gös-termeye başlayan benzinli otomobillerden ikisi Tütüncü Abdüsselâm Efendi adlı bir zât tarafından, II. Meşrutiyet’i takibeden yıllarda ithal edilerek İstanbul’a kentiçinde tak-si olarak çalıştırılmaya başlandı. Eminönü’nde müşteri bekleyen bu otomobillere kısa süre zarfında yenileri ilâve oldu ve Köprübaşındaki taksi bekleme alanı, Bâb-ı Âli ve çevresine hızlı ve konforlu bir şekilde tırmanacak olan ke-sesine güvenen kesimin vazgeçilmezleri arasına girdi.

1909’da Tramvay Şirketi tarafından “Osmanlı Omnibüs ve Otobüs Şirketi” kuruldu ve tramvay servislerine paralel ilerleyecek tarzda oluşturulan hatlarda çalıştırılmak üzere ertesi sene Fransa’dan 8 adet otobüs getirtildi ve “Prog-res” etiketiyle hizmete girdi. Tek ve çift katlı olmak üzere iki ayrı modelden oluşan otobüslere sağlanan bir iltimas da, ahşap olması nedeniyle üzerinden motorlu yahut atlı tramvay dahil ağır yük vasıtalarının geçmesi yasak olan eski Galata Köprüsü’nü kullanabilmeleri ve iki yaka arasın-da kesintisiz servis verebilmeleriydi.

Sirkeci Garı-Karaköy, Karaköy-Dolmabahçe-Beşiktaş-Or-taköy ve Eminönü-Sultanamed-Türbe-Bayazıd hatlarında çalıştırılmakta olan Progresler fiyat olarak atlı tramvayla-ra nazaran daha pahalı, ancak onlara göre daha hızlıydı. Ağırlıklı olarak orta ve ortanın üstü gelir seviyesindeki yolculara hizmet veren otobüs şirketinin “Eminönü-Ba-

İETT Şişli deposu, atlı tramvaylar sefere hazırlanıyor (1890)

6. Daire (Beyoğlu Belediyesi) önünde yazlık atlı tramvay, Şişhane (1910)

MATBUAT ÂLEMİNİN KALBİ BÂB-I ÂLÎ’YE ULAŞMANIN BİR BUÇUK ASIRLIK ÖYKÜSÜ/ Akın KURTOĞLU

Page 90: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

MATBUAT ÂLEMİNİN KALBİ BÂB-I ÂLÎ’YE ULAŞMANIN BİR BUÇUK ASIRLIK ÖYKÜSÜ/ Akın KURTOĞLUİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

88

Daha ucuza yolcu taşımaları dolayısıyla 1930 yılından iti-baren trafiğe katılan ve halk tarafından aranan bir ulaşım aracı olmaya başlayan dolmuşlara Belediye 1932’den iti-baren izin verdi. “Şişli-Karaköy”, “Taksim-Beşiktaş”, “Baya-zıd-Atikali”, “Bayazıd-Şehremini” ve “Eminönü-Kocamus-tafapaşa” hatlarında dolmuşlar mekik dokumaya başladı. Ancak 2. Dünya Savaşı dönemi içinde, 1940 yılında dol-muşlara yeniden yasak getirildi.

Bu arada Şark Şimendiferleri Şirketi tarafından verilen “Sirkeci-Küçükçekmece” banliyö tren hizmeti 1934’de 11 lokomotif ve 11 furgon ile 156 vagonla yürütülmekte olup, Cankurtaran’daki geçici istasyon yeri de sabit taşlar-la yeniden inşa edildi.

Yine otuzların ilk yarısında hususi otobüsler kendi arala-rında şirketleşerek kentiçinde birkaç hatta hizmete alın-dı. “Eminönü-Kocamustafapaşa”, “Eminönü-Maltepe” ve “Eminönü-Rami” servisleri iniş ve çıkışlarında Cağa-loğlu-Bâb-ı Âli geçişini kullanarak, tramvaylara nazaran yolculara ortalama beşer-onar dakikalık bir avantaj sağ-lamaktaydı.

1939 yılında İstanbul ve Beyoğlu semtlerindeki belli başlı caddelerin inşası yarım milyon küsur liraya bir müteah-hide ihale edildi. Ancak kış münasebetiyle asfalt yol in-şaatı yalnız Divanyolu’ndan kapalı fırına kadar yapılabil-di. İlk önce Cağaloğlu ile Sirkeci ve İş Bankası arasındaki yaya kaldırımlarının inşasına başlanıldı ve bir ay zarfında tamamlanacak sahanın asfaltına başlandı (Basın; 6 Mart 1939).

Prost planı uyarınca, Yerebatan ile Cağaloğlu arasındaki cadde asfalt olarak inşa edilmesi münasebetliye Yereba-

tan Sarayı önünde caddeyi ikiye ayıran adanın istimlâki kararlaştırıldı (Basın; 29 Nisan 1939).

d. 1943-1955 Arası Yeni Ulaşım Alternatifleri

1943 yılı, İETT İdaresi’nin kentiçi ulaşımındaki büyük ham-lesine sahne oldu. İşletme tarafından ithal edilen 9’u Ga-soille-White ve 15’i Scania-Vabis marka toplam 24 oto-büs, bilhassa tramvay işletilmeyen veya topografyadan dolayı çalıştırılamayan semtlerle kent merkezi arasında oluşturulan hatlarda hizmete alındı. Şehir tramvaylarına alternatif teşkil eden otobüs filosu, lâstik tekerleklerin eğim tırmanabilme kabiliyetlerinin getirdiği avantajla, ol-dukça dik sayılabilecek yokuşlu yollarda servise verilmeye başlandı. Bunlardan biri de Divanyolu Türbe-Cağaloğ-lu-Vilâyet-Bâb-ı Âli-Aşirefendi-Sirkeci-Bahçekapı-Eminö-nü aksıydı.

1943-45 yılları arasında kentiçinde 7 ayrı otobüs hattı bir-den oluşturuldu. Bu hatların 5’i Suriçi irtibatlıydı. 11, 12 ve 13 numaralı hatlar sırasıyla Kocamustafapaşa, Topkapı Kaleiçi ve Edirnekapı yönlerinden gelirken, 1 ve 2 numara-lı ring hat çiftleri de Nişantaşı ve Şişli hareketli servislerdi.

24 Eylül 1943 tarihinden itibaren Bâb-ı Âli-Vilâyet-Cağa-loğlu-Türbe aksında ilk defa İETT’nin belediye otobüsle-ri çalışmaya başladı. “Harbiye-Bayazıd” olarak planlanan ring hat çifti saat yönü ve saat yönünün tersini izleyerek büyük bir İstanbul turu atmakta; bu tur esnasında Har-biye’den hareketle Karaköy-Galata Köprüsü-Eminönü üzerinden gelen otobüsler Muradiye Caddesi-Hocapa-şa-Salkımsöğüt-Sultanahmed-Türbe-Çemberlitaş yolunu kullanırken, Taksim-Unkapanı Köprüsü-Aksaray-Lâleli-Ba-yazıd-Çemberlitaş yoluyla gelenlerse Türbe’den itibaren

Büssing marka otobüs Aksaray durağında (1958)

İtalya’dan getirilen ve ‘tramvayın kardeşiyiz’ sloganıyla hizmete verilen troleybüsler (1961)

Page 91: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

MATBUAT ÂLEMİNİN KALBİ BÂB-I ÂLÎ’YE ULAŞMANIN BİR BUÇUK ASIRLIK ÖYKÜSÜ/ Akın KURTOĞLU İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

89

sola dönerek Bâb-ı Âli’nin içine girmekte, Cağaolğlu-Vilâ-yet yoluyla Sirkeci Garı’nın önüne inmekteydi. Benzer şe-kilde Çarşıkapı-Çemberlitaş yönünden gelen 11, 12 ve 13 numaralar da inişlerde Cağaloğlu yokuşunu, çıkışlardaysa Salkımsöğüt-Gülhane Parkkapı yolunu kullanmaktaydı. Caddenin giderek artan trafiği dolayısıyla yol üzerinde birtakım tashihlere ihtiyaç duyuldu ve 22 Ağustos 1944 gününden itibaren Yerabatan-Cağaloğlu arasındaki mo-zaik parke caddenin zemini sökülerek, asfalt olarak kap-lanmaya başlandı (Akşam, 9285, 23 Ağustos 1945).

22 Ocak 1945 gününden itibaren Bâb-ı Âli-Cağaloğlu yo-lunu kullanan “1” numaralı ring hat çiftinin tabelâsı “kırmı-zı” ve “beyaz” olarak belirlendi.

Şubat 1947’de sadece “Eminönü-Taksim” arasında çalış-tırılan dolmuşların kent geneline yayılması için Belediye Meclisi’nden karar çıktı ve derhal uygulamaya konuldu. 7 Mart 1947’den itibaren 8 ayrı hatta dolmuş çalışmaya başladı. Şubat 1949’da bu şekilde çalışan taksilerin üze-rine “Dolmuş” ibaresinin yazılmasına, 27 Ağustos 1950 gününden itibaren de dolmuşların nereden kalktıklarını gösteren “Dolmuş Durak Yeri” levhalarının takılmasına başlandı. Böylece arabalara ve çalıştıkları hatlara bir stan-dart getirildi.

Kasım 1954’de İstanbul’da resmi olarak tanınan 46 ayrı dolmuş hattı mevcuttu. Bu hatların içinden dördü de “Ka-raköy-Cağaloğlu”, “Eminönü-Cağaloğlu”, “Aksaray-Cağa-loğlu” ve “Taksim-Cağaloğlu” idi.

Ellili yılların başında İETT, şehirlerde toplu ulaşımın çözü-münde en ileri aşama olan metro konusunda sorumlulu-ğu üzerine alması hasebiyle Avrupa’dan konunun uzmanı mühendisleri ülkeye davet ediyor, bunların hazırladığı de-taylı raporlarla İstanbul’un metro ile tanışması için gere-ken adımların atılmasını sağlamaya çalışıyordu. 1951 yı-lında Hollanda menşeli mühendislik bürosu NEDECO’nun teklifini, Paris metrosunu işleten şirketin fahri genel mü-dürü ve kısaca RATP olarak bilinen Régie Autonome des Transports Parisiens müdürlerinden Marc Langevin ile çalışma arkadaşı Louis Meizonnet’in hazırladığı inceleme takip etti.

30 Eylül 1952 tarihinde kendilerinden İstanbul şehrinin halihazır münakale sistemi ile modernleştirilme ve yeni-den tanzimi şartlarının etüdünü yapmalarını isteyen İs-tanbul Valisi ve Belediye Başkanı Fahrettin Kerim Gökay’a sunulan rapor İETT Taşıtlar Teknik Dairesi Müdürü Sadet-tin Özel tarafından özet olarak tercüme edilerek ertesi yıl Türkçe olarak basıldı.

22 Ocak 1945 Pazartesi gününden itibaren, Ni-

şantaşı otobüs servisleri şu şekilde yapıla-

caktır:

1. Saat: 07:30-10:00 arası ve 16:10-20:15 ara-

sı;

• Nişantaşı-Taksim-Dolmabahçe-Eminönü-Sirke-

ci-Ebussuud Caddesi-Sultanahmet-Aksaray-A-

tatürk Köprüsü-İstiklal Caddesi-Nişantaşı.

Bu güzergahı gösteren tabelâ “Beyaz”dır.

• Nişabtaşı-Taksim-Tarlabaşı-Atatürk Köp-

rüsü-Saraçhane-Aksaray-Belediye-Cağaloğ-

lu-Sirkeci-Galata Köprüsü-Dolmabahçe-Tak-

sim-Nişantaşı. Bu güzergâhı gösteren tabela

“Kırmızı”dır.

10:06-15:56 saatleri arasında bu otobüsler Ni-

şantaşı yerine Taksim’den hareket edecekler ve

her iki istikamette de aynı güzergahı takip

edeceklerdir.

2. 07:30-10:00 ve 16:00-20:30 saatleri arasın-

da “Taksim-Tarlabaşı-Atatürk Köprüsü-Saraçha-

ne-Aksaray-Bayazıd-Şehzadebaşı-Atatürk Köprü-

sü-İstiklal Caddesi-Taksim” güzergahını takip

eden yeni bir servis açılacaktır. Bu servis,

10:00-16:00 saatleri arasında çalışmayacaktır.

Tabelası “Yeşil”dir (Cumhuriyet, 7334, 20 Ocak

1945).

1940’ların sonuna dek ilâve edilen yeni servislerle, bu istikametten geçen otobüs hatları giderek arttı. Ko-camustafapaşa, Rami, Yıldıztabya, Maltepe, Kurtuluş gibi semtlere de İETT otobüsleri tahsis edilerek bu yolu kullanmaları sağlandı.

Bayan biletçi Ayşe Tuncalılar, elektronik makineyle kıt’a esaslı bilet kesiyor (1962)

Page 92: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

90

İstanbul Yolcu Nakliyat İşleri Etüdü başlığıyla yayınlanan rapor, Langevin ile RATP Ticaret Servisi Bölüm Şefi Lou-is Meizonnet’un imzasını taşımakta ve İstanbul’un ulaşım konusunu ciddi bir şekilde inceleyerek önerilerde bulun-maktaydı. 14 bölümden oluşan rapor, metro ile birlikte İs-tanbul’un genel ulaşım sorunlarına çözümler sunan öne-rileri bir araya getirmekteydi. Çalışmanın aslını oluşturan metro sisteminde 13 adet istasyon yeri belirlenmişti: Şişli, Osmanbey, Harbiye, Elmadağ, Taksim, Sakızağacı, Galata-saray, Tophane veya Metro Han, Karaköy, Eminönü, Sirke-ci, “Vilâyet”, Kapalıçarşı ve Beyazıt.

Raporda, Galatasaray ile Karaköy arasında çeşitli güzer-gâh alternatifleri sunulmakta, hattın nihai olarak Suriçi’nin kalbinde, Bayazıd’da sona ermesi üzerinde durulmaktay-dı. Her ne kadar raporda Sirkeci ile Vilâyet-Cağaloğlu arası eğimin hangi şekilde aşılacağı teknik anlamda detaylandı-rılmamış olsa da, İstanbul için çizilen metro projeleri için-de en işe yarayabilecek kornişlerden biri olan, ancak ma-liyet ve zaman faktörü öne sürülerek reddedilen projeyle birlikte, Bâb-ı Âli sâkinlerinin metroyla tanışma hayalleri de suya düştü (Rifat Behar, “İstanbul Yolcu Nakliyat İşleri Etüdü”, İSAP Dergisi, S:4, s.35-39, 2012).

1953 yılı içinde Cağaloğlu’nda “Gazeteciler Cemiyeti Bina-sı” inşa edildi. 1957’den itibaren “Cemiyet”e tahsis edildi. Yine 1953 yılı içinde Cağaloğlu’nu transit olarak kullanan otobüs hattı sayısı 18’e yükseldi. Bu servislerin 12’si ring

hatlardı. İnişlerde Türbe-Cağaloğlu-Sirkeci istikametini, çı-kışlarda ise eğimi nisbeten daha az olan Sirkeci-Ebussuud Caddesi-Gülhane Parkkapı-Türbe yolunu kullanmaktaydı (İETT İdaresi, 1953 Yılı Rehberi). 1954 yılı Nisan’ında Cağa-loğlu Vilâyet önüne kapalı bir İETT durağı yapıldı (Milliyet, 1425, 26 Nisan 1954).

Bu arada, uzun müddet buharlı trenlerle verilen demiryo-lu hizmeti, çağın gereklerine uyacak şekilde elektrifikas-yona geçti ve ilk elektrikli tren 6 Aralık 1955’de “Sirkeci Garı-Halkalı” arasında çalışmaya başladı. Böylelikle kentin batı Marmara sahillerinde ikamet eden basın çalışanları-nın bir kısmının, makul bir süre zarfında Cankurtaran is-tasyonuna ulaşmaları ve buradan itibaren yaya olarak Ca-ğaloğlu- Bâb-ı Âli bölgesindeki işyerlerine varabilmeleri alternatifi getirildi.

Tünel’in elektrifikasyona geçişi, havai hatlar müdürü yüksek elektrik mühendisi Vural Erül (1972)

İETT şoförü Abdullah Ulugerger, Şişli garajında aracıyla poz veriyor (1964)

Page 93: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

MATBUAT ÂLEMİNİN KALBİ BÂB-I ÂLÎ’YE ULAŞMANIN BİR BUÇUK ASIRLIK ÖYKÜSÜ/ Akın KURTOĞLU İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

91

1950’li yılların ilk yarısında basın sektöründe geç saatlere kadar çalışan işçiler için Tramvay İdaresi tarafından Bâb-ı Âli yokuşunun nihayetlendiği Sirkeci Dörtyol ağzında gece yarısı tam üçte iki ayrı yöne hareket eden iki adet yeşil renkli (ikinci mevki) tramvay arabası çalıştırılmakta ve bu saatte vasıta bulmaları imkânsız olan yorgun yolcuları-nı alarak, evlerine en yakın duraklara kadar bırakmaktay-dı. Bu çok faydalı hizmet, tramvayların 1959 yılında bu aks üzerinden kaldırılmalarına kadar devam ettirildi.

e. 1955’den 1990’a Dek Ulaşım

İETT’nin ellili yılların ikinci yarısında yaptığı yoğun otobüs alımları sayesinde şehirde birçok yeni hat hizmete girdi. Buna paralel olarak 1956 senesi içinde ilk kez “Cağaloğlu” tabelâlı bir ring hat çifti devreye alındı. “T1” ve “T4” işaret sayılarını taşıyan otobüsler Cağaloğlu’nu bir transit durak olarak kullanmakta, burada yalnızca kısa süreli soluklan-makta olan araçlar, dönüş yollarındaysa Yerebatan Cad-desi’nden geçmekteydi.

Elliler, aynı zamanda Menderes dönemindeki yapılaşma hamlesine tanıklık eden senelerdir. Birbiri ardınca kurulan kooperatifler eliyle, şehrin yakın banliyölerinde yeni semt-ler, daha doğrusu siteler inşa edilmeye başlandı. Basın ça-lışanlarının faydalanabilmeleri amacıyla ilk olarak 1955’de Mecidiyeköy Esentepe mevkiinde bir mahalle kurulması gündeme geldi. 220 gazeteciye mesken edindirecek olan yerleşmenin temeli, 30 Nisan 1955 günü “Gazeteciler Ce-miyeti ve Gazeteciler Sendikası Yapı Kooperatifi” tarafın-dan törenle atıldı (Vakit, 18497, 1 Mayıs 1955). Sitenin 147 meskenden oluşan ilk bölümü, 3 Eylül 1958 günü Başba-kan Adnan Menderes tarafından törenle yerleşime açıldı.

7 Kasım 1958 gününden itibaren, matbaa ve yayınevle-rinde gece mesaisine kalan çalışanlar için Cağaloğlu’ndan Esentepe Gazeteciler Sitesine 01:20’de bir otobüs seferi konuldu. Ardından, 14 Aralık 1958 tarihinde “53” numara-lı “Cağaloğlu-Gayrettepe” hattı ihdas edildi (Cumhuriyet, 14 Aralık 1958). Gayrettepe-Şişli-Taksim-Unkapanı-Aksa-ray-Bayazıd-Çemberlitaş-Türbe yoluyla Bâb-ı Âli’ye yol-cu getirip götürmeye başlayan yeni hat, bölge için çok faydalı oldu. Ayrıca İETT İdaresi tarafından belli saatler-de “Esentepe-Cağaloğlu” depar servisleri konuldu. “53” numaralı hat 1966’da Zincirlikuyu’ya uzatıldı. 1967’de ise “Rumelihisarüstü-Cağaloğlu” ring hattı haline getirildi. Bununla ters yönü izleyen bir de “43” numaralı “Rume-lihisarüstü-Cağaloğlu” servisi ilâve edildi. Ancak bir yıl sonra ring olmaktan çıkarılarak başdurakları Eminönü’ne geri çekildi ve her iki hat da “Rumelihisarüstü-Eminönü” şeklinde çalışmaya başladılar.

Normal trafik akışı yetmezmiş gibi, 1959’da arabalı va-purların önünde oluşan araç kuyruklarının dağıtılması maksadıyla yeni bir uygulama getirildi. Sirkeci’de feribota binerek karşı yakaya geçecek olan araçlar önce Sultanah-med’de bekletilecek, ardından Cağaloğlu-Vilâyet yoluyla Sirkeci’ye konvoy halinde indirileceklerdi. Neyse ki çok fazla uzun süreli olmayan bu alternatif, Belediye ve Trafik İşleri tarafından iptal edildi.

“Taksim-Cağaloğlu” Ring Otobüs SeferleriBu sabahtan (12 Kasım 1956) itibaren “Tak-sim-Bayazıd” arasında bir ring otobüs servi-si ihdas edilecektir. Bu hatta çalışacak olan otobüsler seferlerine sabahın erken saatlerin-de başlayacaklar ve gece saat 24:00’e kadar devam edeceklerdir. “Taksim-Bayazıd” ring hat-tında işleyecek olan otobüslerin bir kısmı, Taksim’den kalkarak; “İstiklal Caddesi-Atatürk Köprüsü-Unkapanı-Atatürk Bulvarı-Aksaray-Ba-yazıd-Türbe-Cağaloğlu-Sirkeci-Dolmabahçe” yo-luyla Taksim’e geri döneceklerdir.

“Taksim-Bayazıd” ring otobüslerinin diğer bir kısmı da yine Taksim’den hareket ederek; “Dolmabahçe-Karaköy-Sirkeci-Cağaloğlu-Sulta-nahmed-Bayazıd-Aksaray-Atatürk Bulvarı-Un-kapanı-Atatürk Köprüsü-Galatasaray” yoluyla Taksim’e geri dönmüş olacaktır. Taksim’den hareketle Unkapanı yolunu takiben Bayazıd’a gidecek olan ring otobüslerin hat numaraları “T1”, Taksim’den hareketle Dolmabahçe yoluyla Bayazıd!’a gidecek olan otobüslerin hat numa-rası ise “T4” olacak tespit edildi (Cumhuriyet, 12 Kasım 1956).

Cağaloğlu’nda Araba Vapuru Kuyruğu

Sirkeci’deki araba vapuru kuyruğunun g

iderek

uzaması üzerine kamyonların Sultanahmet’te

beklemelerine karar verildi. Seyrüsefer

memur-

lara bunlara bir sıra numarası verecek,

vapu-

run kalkış vakti geldiği zaman da kamy

onlar

Cağaloğlu’ndan Sirkeci’ye ineceklerdir (

Hürri-

yet, 4031, 21 Temmuz 1959, s.3).

1960 yılında “Esentepe-Cağaloğlu” arasında “56” hat sayılı yeni bir servis hizmete alınarak, bölgeden hareket eden otobüs sayısı artırıldı.

Page 94: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

MATBUAT ÂLEMİNİN KALBİ BÂB-I ÂLÎ’YE ULAŞMANIN BİR BUÇUK ASIRLIK ÖYKÜSÜ/ Akın KURTOĞLUİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

92

“Esentepe-Cağaloğlu” Arasında Bir Otobüs Ser-

visi İhdas Edildi

Dünden itibaren başlayan seferlerde [56] hat

numaralı otobüsler; “Zincirlikuyu-Yıldız As-

faltı” yolu ile Esentepe’ye sefer yapacaklar-

dır. Esentepe’den hareket edecek bu otobüsler;

“Zincirlikuyu-Yıldız Asfaltı-Beşiktaş-Kaba-

taş-Karaköy-Eminönü-Vilayet-Cağaloğlu-Nuru-

osmaniye-Çemberlitaş-Divanyolu-Sultanhamet”e

gidecek ve buradan Yerebatan Caddesi yoluyla

Cağaloğlu’na dönerek, aynı güzergahtan Esen-

tepe’ye geri gideceklerdir (Tercüman, 1808, 30

Nisan 1960).

bu tertibatın uygulanacağı açıklandı. Mikrofon şoförün yanında bulunmakta ve duraklara yaklaşırken şoför dura-ğın ismini söyleyerek yolcuları ikaz etmekteydi. Bu suret-le kalabalık saatlerde biletçiler, duraklara gelirken inecek yolcularla daha az ilgilenebilecekler ve rahat bilet kesme imkânına sahip olacaklardı (Milliyet, 4 Ağustos 1961). Fa-kat, Cağaloğlu hattında denenen sistemden istenen verim alınamadığı için projenin devamı getirilemedi.

1960 darbesinin hemen öncesi ve akabinde kentiçi ula-şımında da birtakım düzenlemelere gidildi. Kamu araç-larının geceleri son hareket saatleri en geç 22:30’a geri

1960 yılından itibaren Cağaloğlu, Eminönü, Taksim, Kara-köy, Aksaray, Beşiktaş, Kadıköy, Üsküdar gibi merkezi nok-talardan hareket eden araçların düzenini sağlamakla gö-revli “Dolmuş Kahyaları”na tek tip elbise dağıtıldı. Lacivert kumaş elbise, şapkaların önünde zemini beyaz kumaştan, çift oklu trafik işareti, göğüslerinde de trafik rozeti olup, her kâhyaya bir numara verildi (11 Ocak 1960, Milliyet).

İETT İdaresi otobüslerine hoparlör tertibatı yapmaya ka-rar verdi. Hoparlörlü ilk otobüs 3 Ağustos 1961 sabahın-dan itibaren “Levend-Cağaloğlu” arasında çalıştırılmaya başlandı. Tecrübede başarı sağlanırsa bütün otobüslerde

Elektrik kesintisi yüzünden Unkapanı Köprüsü’nde arka arkaya dizilen troleybüsler (1970’li yıllar).

Tünel meydanı, İETT’nin genel müdürlük binası Metrohanı’ın

önündeki reklamlı troleybüs durağı (1970’ler)

Page 95: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

MATBUAT ÂLEMİNİN KALBİ BÂB-I ÂLÎ’YE ULAŞMANIN BİR BUÇUK ASIRLIK ÖYKÜSÜ/ Akın KURTOĞLU İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

93

çekildi (Milliyet, 30 Nisan 1960). Sektörde çalışan ve geç saatlere kadar mesaiye kalanlar için büyük zorluklara se-bebiyet veren bu uygulama, 6 ay kadar sonra normale döndürüldü. Gece yarısına dek işlerinin başında durmak mecburiyetinde olan binlerce kişinin imdadına dolmuşlar ve kaçak olarak yolcu taşıyan gece minibüsleri yetişti. Aynı dönemde “Bayazıd” ismini taşıyan otobüs hat tabelâları “Hürriyet Meydanı” olarak değiştirildi (Bu uygulama 12 Eylül 1980’e dek devam ettikten sonra, tekrar eski haline döndürülecekti).

Şehirde trafiği aksattıkları gerekçe siyle tramvayların kaldı-rılarak yerle rine troleybüs işletilmesi yönünde hazırlanan projeler 1959’dan itiba ren pratiğe aktarıldı ve İstanbul’da yaygın bir troleybüs şebekesinin ku rulmasına başlandı. Bu amaçla İtal yan Ansaldo San Giorgio firmasından 100 adet elektrikli araç satın alındı. Şebeke 27 Ma yıs 1961 günü ya-pılan bir törenle hizmete girdi. İlk troleybüs sefer leri “Top-kapı-Eminönü” arasında ki “84” numaralı hatta başlatıldı. Bunu 30 Ağustos 1961 günü “55” numaralı “Yenikapı-Şiş-li” servisle ri takip etti. Zaman içinde kentteki troleybüs hat sayısı 16’ya ulaştı. Bayazıd-Yeniçeriler Caddesi-Divan-yolu-Hocapaşa-Sirkeci yolunu takip eden troleybüs havai tellerinin, Türbe-Cağaloğlu-Vilâyet-Aşirefendi-Sirkeci ara-sına da gerilmesi proje kapsamına alındı. Ancak troleybüs şebekesinin daha fazla genişletilmesine gerek olmadığı gerekçesiyle bu düşünce hayata geçirilemedi.

Gazeteciler Cemiyeti Sigortalı Fikir İşçileri Yapı Koope-ratifin, basında çalışanlar için yeni siteler inşa halkasına 1961’de bir yenisi eklendi ve 21 Nisan 1961 günü, Florya ile Küçükçekmece arasında, Menekşe mevkiinin hemen ardındaki tepeliğe inşa edilecek olan 190 daireden olu-şacak “Basınköy” (Zümrütyuva) sitesinin temeli, Vali Refik Tulga ile 66. Tümen Kumandanı Tuğgeneral Faruk Güven-türk tarafından törenle atıldı (Milliyet, 22 Nisan 1961). 180 dairelik bir mahalle haline gelen Basınköy, 1964 yılında yerleşime açıldı. Semt, o zamanki adı Yeşilköy Havaalanı olan Atatürk Havalimanı yakınında bulunduğundan, imar

planı gereği az katlı binalardan meydana getirilmişti. Ba-sın çalışanları, özellikle muhabir ve yazar kadrosu tarafın-dan Basınköy çok ilgi gördü. Dönemin birçok ünlü gaze-tecisi, bu semtte bir konut sahibi oldu.

“B” numaralı “Cağaloğlu-Basınköy” otobüs hattı 1964 ni-hayetinde işlemeye başladı. Basın çalışanlarının evleriyle işyerleri arasında tek vasıta kullanarak seyahat yapmaları için tasarlanan hat, Bâb-ı Âli’nin gözdesi oldu. Sık hareket tarifesi içinden bir kısım servis, “B1” işaretiyle Taksim-Ba-sınköy” arasında sefere girdi.

Aynı tarihlerde, Haznedar-Bahçelievler’de inşa edilen 7 bloktan ve 190 daireden oluşan “Basın Sitesi”nin ilk kısmı tamamlanarak 1961 yılı sonunda konutlar sahiplerine tes-lim edilmeye başlandı. Yerleşmenin bütünüyle tamamlan-ması ise altmışların ortasını buldu. 1969’da “97A” numaralı “Basın sitesi-Cağaloğlu” otobüs servisi açıldı. Hat, 1972’de Eminönü’ne uzatıldı.

Son olarak 1 Haziran 1965’de Levend “Basın Sitesi”nin inşaatına geçildi. Etiler mevkiinde kurulan site, 90 evden oluşmaktaydı. 4 Mayıs 1967’de konutların anahtarları sa-hiplerine teslim edildi.

Etiler’de “Basın Sitesi” İnşaatına Başlandı

Mahdut Mes’uliyetli Gazeteciler Cemiyeti Basın

Sitesi Yapı Kooperatifi tarafında Etiler’de

inşa edilecek olan 90 gazeteci evinin inşaa-

tına başlandı. 1.5 yılda tamamlanarak 1967’nin

ilk aylarında bitirileceği tahmin edilen inşa-

at, İstanbul’da yapılacak olan 3. Basın Sitesi

olacaktır (Milliyet, 2 Haziran 1965, s.3).

1967-68 senelerinde “C1” ve “C2” numaralı “Cağaloğ-lu-Levend” ringleri şeklinde çalışan servisler, 1970’de Eti-ler’e uzatılarak Basın Sitesi’ne kadar ulaştı. 1974’de baş-durakları Rumelihisarüstü’ne uzatılan ring çifti, 1979’dan itibaren Cağaloğlu yolunu kullanmaya son vererek gidiş ve dönüşlerinde Divanyolu-Gülhane aksını takip etmeye başladı.

Deniz ulaşımında ise “Üsküdar-Kabataş” araba vapur hattı yoğunluğunun biraz olsun hafiflemesi amacıyla, 1966’nın Mayıs ayında Harem ile Sirkeci arasında araba vapuru ta-şımacılığına geçildi. Böylece Anadolu yakasında oturan basın çalışanlarının, şahsi araçlarıyla daha hızlı bir şekilde kıta atlayarak Cağaloğlu’na ulaşabilmeleri sağlandı.

1966 yılı içinde Cağaloğlu’ndaki trafik akışı baştan sona değiştirildi. 15 Haziran 1966 günü çıkan haber şöyleydi;

Taksim meydanı, arkada Atatürk Kültür Merkezi (1970’li yıllar)

Page 96: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

İSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

94

Ankara Caddesi’nden Sirkeci’ye İnişler Kalkıyor

“Sirkeci-Divanyolu” arasında trafik yeniden tanzim edilecek, vasıtalara Cağaloğlu-Vilâyet ve Ankara Caddesi’nden Sirkeci’ye doğru iniş yolu verilmeyecektir. Trafik Müdürü Şükrü Bal-cı’nın bu teklifi, İl Trafik Komisyonu’nda gö-rüşülerek kabul edildi. Hazırlıkları yapılan ve yakında uygulanmasına başlanacak olan yeni trafik düzeni şöyle olacaktır:

Eminönü’ne gelen vasıtalar, halen olduğu şe-kilde “Mısırçarşısı-İş Bankası-Büyük Postane” yoluyla Ankara Caddesi’ne çıkarak, Vilâyet’in önünden Cağaloğlu’na gelecekler, buradan da Divanyolu ve Nuruosmaniye yollarıyla Bayazıd’a ve diğer yönlere gideceklerdir.

Bayazıd yönünden gelen vasıtalar ise Sirkeci ve Eminönü’ne gitmek için, şimdi olduğu gibi artık Cağaloğlu’na dönüş yapamayacaklardır. Vasıtalar Divanyolu’nu takiben Sultanahmed-A-lemdar yoluyla Hocapaşa üzerinden Sirkeci’ye inecekler ve buradan da Reşadiye Caddesi’ni takiben Eminönü’ne çıkacaklardır. Bayazıd’dan Cağaloğlu’na gelen vasıtalar, Yeni Adliye’nin karşısındaki ara yollardan Cağlaoğlu’na çıkıp, Yerebatan Caddesi’ni takiben Sirkeci’ye ine-ceklerdir.

Trafik Müdürü Şükrü Balcı, yeni trafik düzeni-nin Hürriyet Meydanı ile Eminönü arasında tra-fik akımı yönünden fayda sağlayacağını, Ankara Caddesi’nden Cağaloğlu’na sadece çıkış veril-mesiyle, Eminönü’nden gelen 3 sıra halindeki bütün vasıtaların tıkanıklık meydana getirme-den Cağaloğlu’na çıkabileceklerini söyledi.

Trafik yönünün tanzimi ile ilgili olarak Sir-keci’deki İETT otobüs durağı da Gar’ın önüne alınacak ve Yapı Kredi Bankası önündeki büfe de kaldırılarak, kazanılan saha vasıtaların geçmesi için yola katılacaktır (Milliyet, 15

Haziran 1966, s.1).

1969’da “96” numaralı “Bayazıd-Havaalanı” hattı Cağaloğ-lu başduraklarına kadar uzatıldı. Böylelikle ara ara havayo-lunu da kullanan gazetecilere kolaylık sağlandı. 1979 yılın-da hattın kalkış noktası Yenikapı’ya geri çekildi. Bu arada 1974’de “Cağaloğlu-Kanarya” hattı açıldı. Ancak servisler 1980’de Aksaray’dan hareket etmeye başladı.

1973 yılı, Sirkeci-Vilâyet-Cağaloğlu anaaksı ile buna bağlı yardımcı yollar üzerindeki trafik akışının sürekli olarak de-ğiştirildiği, nihai çözüm yerine mevcut karmaşanın daha da büyüyerek artmasının beraberinde geldiği bir sene oldu.

1 Eylül 1969’da “72” numaralı “Karaköy-Cağaloğlu” oto-büs hattı servise başladı. Kısa ama oldukça seri ve çok işe yarar bir ring hattı izleyen hat her 15 dakikada bir ha-reket etmekte, “Karaköy-Eminönü-Sirkeci-Cağaloğlu-Tür-be-Adliye-Sultanahmed-Gülhane-Sirkeci-Eminönü-Kara-köy” şeklindeki güzergâhıyla Bâb-ı Âli ahâlisini Ankara ve Alemdar caddeleri üzerinden Sirkeci, Eminönü, Karaköy ve Köprü üzerindeki vapur iskelelerine nakletmekteydi.

Cağaloğlu’nda Trafik Değişiyor

Cağaloğlu-Nuruosmaniye-Türbe-Bayazıd trafi-

ği, İl Trafik Komisyonu tarafından yeniden dü-

zenlendi. Uygulamasına çok yakında başlanacak

olan yeni düzen, daha çok turistlerin yaya ve

araç trafiğini rahatlatmak amacını gütmekte-

dir.

Yeni düzenlemeye göre araçlar artık Cağaloğ-

lu’ndan Nuruosmaniye Caddesi’ne giriş yapama-

yacaklardır. Bu giriş yerini, isteyen araçlar

MTTB binasının yanından saparak Şeref Efendi

caddesini izleyecek ve Nuruosmaniye Cami’nin

önünden Nuruosmaniye Caddesi’ne dönerek Cağa-

loğlu’na çıkacaklardır. Bu yoldan girmek is-

temeyen, ancak Nuruosmaniye yönüne gitmek is-

teyen araçlar ise; Cağaloğlu-Türbe yoluyla

Çemberlitaş’a gelecekler ve buradan Vezirhan

Caddesi’ne gireceklerdir. Bu araçlar da ca-

minin önünden tekrar Nuruosmaniye Caddesi’ne

girerek Cağaloğlu’na çıkacaklardır.

Ayrıca Eminönü Belediye Şube Müdürlüğü bina-

sıyla Türbe arasındaki sokağa Çemberlitaş’tan

giriş yasağı da kaldırılacak, isteyen araçlar

buradan da Nuruosmaniye Caddesi’ne giriş yapa-

bileceklerdir. Bu arada turist araçlarının in-

dirme-bindirme yapabilmesini rahatlatmak için,

Çemberlitaş’taki otoparkın dışında yaya kaldı-

rımlarına hiçbir aracın park yapmasına müsaa-

de edilmeyecektir. Yine Şerefefendi Caddesi’ne

de park yasağı konulacaktır (Milliyet, 6 Mayıs

1973,

MATBUAT ÂLEMİNİN KALBİ BÂB-I ÂLÎ’YE ULAŞMANIN BİR BUÇUK ASIRLIK ÖYKÜSÜ/ Akın KURTOĞLU

Aksaray (1970)

Page 97: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

MATBUAT ÂLEMİNİN KALBİ BÂB-I ÂLÎ’YE ULAŞMANIN BİR BUÇUK ASIRLIK ÖYKÜSÜ/ Akın KURTOĞLU İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

95

Cağaloğlu’nda Trafik Yönü Tekrar

dan Değişti

Cağaloğlu’nda bir süre önce deği

ştirilen tra-

fik akımı, tıkanıklığa yol açtığ

ı gerekçesiy-

le tekrar eski haline getirtildi

. Yeni duruma

göre; Ankara Caddesi istikameti

nden Cağaloğ-

lu’na giden vasıtalar, Nuruosman

iye, Vezirhan

ve Yeniçeriler Caddesi’nden tek

istikamet ola-

rak gideceklerdir. Eski uygulama

da bu yön ter

olarak işletilmekteydi (Milliyet,

21 Ekim 1973,

s.1).

Vilâyet Önündeki Otobüs Durakları KaldırıldıCağaloğlu Vilâyet önündeki otobüs durakları kaldırıldı ve bu başduraktan hareket eden oto-büsler değişik hatlara alındı. Bu sabahtan (18 Şubat 1981) itibaren uygulamaya girecek olan yeni hat düzenlemesi şöyledir:• “89” numaralı “Cağaloğlu-Kanarya” hattı “Yenikapı-Kanarya” olarak,• “96” numaralı “Cağaloğlu-Havaalanı” hattı “Yenikapı-Havaalanı” olarak,• “56” numaralı “Cağaloğlu-Esentepe” hattı “Adliye-Esentepe-” olarak,• “97A” numaralı “Cağaloğlu-Basın sitesi” hattı “Eminönü-Basın Sitesi” olarak,• “B” numaralı “Cağaloğlu-Basınköy” hattı “Eminönü-Basınköy” olarak,• “C1” numaralı “R.H.Üstü-Cağaloğlu” hattı “R.H.Üstü-Bayazıd” ve • “C2” numaralı “R.H.Üstü-Cağaloğlu” hattı “R.H.Üstü-Bayazıd” ring sistemi içinde ça-lışacak şekilde değiştirildiler.Otobüsler Yerebatan Caddesi’ne Cağaloğlu’ndan ring yaparak Eminönü, Sirkeci ve Adli Tıp du-raklarına uğrayacaklar, dönüşlerinde ise Anka-ra Caddesi’ni takiben Cağaloğlu’ndan geçecek-lerdir (Cumhuriyet, 18 Şubat 1981).

Cağaloğlu’nun Eminönü-Sirkeci rıhtımıyla olan trafik bağ-lantısını sekteye uğratan Ebussuud Caddesi’ndeki 150’den fazla nakliye ambarı 23 Ekim 1978 günü kaldırılarak, Top-kapı’da yeni inşa edilen NAKO Sitesi’ne taşındı. Bu sayede bölgenin kuzeyini çevreleyen yol üzerinde gün boyunca oluşan daralma sona erdi (Milliyet, 23 Ekim 1978).

Bölgedeki trafiğin giderek artması ve artık içinden çıkıl-maz hale gelmesi üzerine, trafikte birtakım düzenlemeler yapmak zarureti doğdu. Bu doğrultuda ilk olarak Cağa-loğlu’nu başdurak olarak kullanan İETT plantonluğunun buradan kaldırılmasına karar verildi. 18 Şubat 1981 gü-nünden itibaren, hareket alanı Cağaloğlu olan 7 otobüs hattının kalkış durakları farklı merkezlere ötelendi. Araç-ların yine bir şekilde Cağaloğlu bölgesinden transit şekil-de geçmelerine olanak sağlayan yeni uygulamayla ilgili basında çıkan haber şöyleydi:

Seksenlerin ikinci yarısı, Türk basınının kalbi Cağaloğ-lu-Bâb-ı Âli’nin artık emekliye ayrılma vaktinin yaklaş-makta olduğunun sinyallerini veriyordu. Bölgede bulunan büyük gazete ve dergiler matbaalarını ve idari ofislerini, yavaş yavaş İkitelli’de kendilerine tahsis edilen modern bi-nalara taşımaya başladı. Yöredeki hareketlilik, zaman için-de turizm ağırlıklı farklı bir değişime doğru evrilirken, 26 Aralık 1985’de Cağaloğlu’nda İstanbul Menkul Kıymetler Borsası açıldı. Başbakan Yardımcısı Kaya Erdem tarafından işlemleri başlatılan Cağaloğlu’ndaki borsada ilk aşamada 25’i banka, 9’u banker ve 2’si de kuyumcu olmak üzere toplam 36 üyelik bir brokerlık sistemi kuruldu (Milliyet, 26 Aralık 1985, s.4). Borsa, 16 Kasım 1987’ye kadar Cağaloğ-lu’nda hizmet verdikten sonra, Tophane’deki yeni binasına taşındı.

f. 1990’dan Günümüze Kadar Cağaloğlu’na Ulaşım

3 Eylül 1989 günü törenle hizmete giren (önceleri “Hızlı Tramvay” olarak adlandırılan) kentin ilk metrosu olan “Ak-

Valide Camii, Aksaray (1950)

Page 98: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

MATBUAT ÂLEMİNİN KALBİ BÂB-I ÂLÎ’YE ULAŞMANIN BİR BUÇUK ASIRLIK ÖYKÜSÜ/ Akın KURTOĞLUİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

96

saray-Kartaltepe-Esenler” hattının Aksaray istasyonunda inen yolcuların Merkezi İş Alanı (MİA) Bayazıd, Çember-litaş ve Cağaloğlu bölgelerine seri ulaşımını sağlamak amacıyla İETT tarafından 7 Ocak 1990 gününden itibaren “HT10” sayılı “Aksaray-Bayazıd-Sultanahmed-Yereba-tan-Cağaloğlu-Türbe-Bayazıd-Aksaray” ring otobüs bes-leme hattı çalışmaya başladı. Yolcular Aksaray’dan kalkışta ücretsiz, ara duraklarda ise indirimli seyahat etmekteydi. Hat, aynı yılın sonunda Eminönü’ne dek uzatıldıktan son-ra 1992’de seferleri kaldırıldı.

Yine 1992 senesi içinde, bu kez sahili Cağaloğlu ile irtibat-landıracak yeni bir otobüs mekik servisi hizmete konuldu. 1992’de “Eminönü-Cağaloğlu” arasında ring mantığıyla işletilen “56E” işaretli hat, 1995’de “56ES” numarasını aldı. O da dört yıl sonra, 1999’da iptal edildi.

9 Haziran 1992’de “Aksaray-Bayazıd” cadde tramvayı hiz-mete girdi. 10 Temmuz 1992’de “T1” numaralı tramvay hattının “Bayazıd-Sirkeci” kısmı, 28 Ekim 1992’de de “Ak-saray-Topkapı” etabı servise başladı. Böylelikle Türbe-Ca-ğaloğlu istikametindeki halk, Sultanahmed ve Çemberli-taş istasyonları sayesinde kolaylıkla raylı sisteme ulaşma şansını elde etti.

16 Eylül 2000’de kentin tamamıyla yeraltından giden “Tak-sim-4. Levend” metrosu hizmete girdi. “M2” numaralı hat, zaman içinde Sarıyer Hacıosman’a ve Yenikapı’ya dek dek uzatıldı. 16 Mart 2014 tarihinde “Vezneciler” istasyonu-nun hizmete açılması, bu noktadan itibaren Bayazıd-Nur-ı Osmaniye üzerinden Cağaloğlu meydanına yaya ulaşımını oldukça kolay hale getirdi.

Kentin, birbirinden kopuk 2 banliyö tren hattının bir bü-tün haline getirilmesi düşüncesiyle projelendirilen, Üs-küdar ile Sirkeci arasında denizin altına döşenen tüpler içinden tren setlerinin geçeceği şekilde tasarlanan bir raylı sistem bütünü olan ve tamamlandığında Gebze ile Halkalı arasında toplam 76.5 kilometre yekpâre uzunluğa ulaşa-

cak olan Marmaray sisteminin 13.6 kilometrelik ilk etabı olan “Kazlıçeşme-Yenikapı-Sirkeci-Üsküdar-Ayrılıkçeşme” bölümü 29 Ekim 2013’de törenle yolcu taşımaya başladı. “Sirkeci” istasyonunun “Gar” ve ”Vilâyet” çıkış kapıları ise 1 Aralık 2013’de devreye girdi. Böylece Ankara Caddesi üzerinde yer alan Valilik Binası ve Vilâyet Camii hizasında-ki üst çıkış sayesinde, Cağaloğlu meydanına yayan ulaşım birkaç dakika mertebelerine indirildi.

Günümüzde Vilâyet-Cağaloğlu aksı boyunca artık İETT ve halk otobüsleriyle dolmuşlar çalışmamakta, bölgeye ulaşım, semtin sınırlarını çepeçevre dolanan “T1” tramvay hattı ve Marmaray’ın “Cağaloğlu” çıkışı yardımıyla ger-çekleştirilmekte, ayrıca taksiler ve özel araçlarla destek-lenmektedir.

~ ~ ~

“Şehrin İçinden”

Taksim’den Cağaloğlu’na Kaç Saatte Gelinebilir?

Bir İstanbullu, dün saat 14:30’da Taksim’de idi. Saat 15:00’de Cağaloğlu’nda bulunması icabediyordu. Hem daha az sarsıldığı, hem de Cağaloğlu’ndan geçtiği için Unkapanı yolunu takip eden otobüse binmeye karar verdi. Durak yerinde kocaman bir asrı levhada, otobüs-lerin hareket saatleri yazılıydı. Baktı, 14:30’da, 14:42’de, 14:54’de ve 15:06’da 12’şer dakika arayla birer arabanın kalkması icabediyordu. “Herhalde 14:30 otobüsü biraz erken kalkmıştır” diye düşündü ve başladı beklemeye. Saat 14:42 oldu, araba görünmedi; saat 14:54 oldu, araba yine görünmedi. Bu arada, Dolmabahçe yolundan geçen 2 otobüs duraktan kalkıp gitti, bir tanesi de gelip yanaştı. Saat 14:57 oldu, nihayet Unkapanı Köprüsü’nü takibecek olan “25” numaralı araba geldi, yolcularını indirdi, tabelâ-larını “Taksim”den “Nişantaşı”na çevirdi. Biraz bekledi ve 15:01’de Bayazıd’a hareket etti.

Galata köprüsü (1930)

Page 99: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

MATBUAT ÂLEMİNİN KALBİ BÂB-I ÂLÎ’YE ULAŞMANIN BİR BUÇUK ASIRLIK ÖYKÜSÜ/ Akın KURTOĞLU İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

97

Yolcu, İstanbulluydu dedik; onun için, dar caddeden sü-ratle giden otobüsü, her an kaza yapmaya hazır otomo-billeri, ters yollardan geçen şoförleri yadırgamadı. Araba-nın tıklım tıklım olması da O’nu pek fazla rahatsız etmedi. Böylece Bayazıd’a kadar geldi.

Lâkin Çarşıkapı’ya yaklaşırken yolun tıkalı olduğunu gör-dü. Otobüs yandan geçmeye çalıştı, olmadı; ters tarafa girdi, oradan bir deneme yaptı, gene olmadı. Zaman geç-tikçe tramvay ve otobüslerin teşkil ettiği kuyruk uzuyordu. Biraz sonra mesele anlaşıldı, Lincoln marka husus, siyah bir araba, biri Çemberlitataş’a inen, diğeri Bayazıd’a çıkan “102” numaralı “Maçka-Bayazıd” tramvayı ile “62” numa-ralı “Edirnekapı-Bahçekapı” tramvayı arasında sıkışıp kal-mış. Kaza yerinin etrafı, işi gücü olmayan meraklı kalaba-lığı ile doluydu. Her kafadan bir ses çıkıyor, vatmanlarla şoför kendilerine şahitler arıyor, bir sırmalı, iki sırmalı, üç sırmalı kondüktörler koşuşuyor, tesadüfen oradan geçen 1-2 polis intizamı temin ediyordu!

24, 120, 32, 57, 86, 30, 245 ve 65 sayılı tramvay arabaları bir yanda; 85, 64, 180, 79 ve 48 sayılı tramvay arabaları ise diğer tarafta dizili duruyor, işi gücü olan yüzlerce in-san bekleşiyordu. Düşününüz ki, bu tramvayların ekserisi römorkluydu. Böylece Bayazıd ile Çemberlitaş arası tama-mıyla tıkanmıştı. Nihayet “25” numaralı otobüs bir ara so-kağa alındı, başladı kamyonlar, otobüsler, atlı arabalar ve gazoz arabaları geçmeye. Bazı otomobiller ara sokaklara daldılar. Klakson sesleri, araba takırtıları, naralar, küfürler, “destur!”lar gırla gidiyordu.

Çok şükür seyrüsefer memurları da göründüler. Zabıtlar tutuldu, şahitler tespit edildi, kaza yapan hususi otomobil silkelene silkelene kenara alındı ve tramvaylar yavaşça ha-rekete geçti. “25” numaralı otobüs ara sokaktan çıktı, geri geri gitti, yola girdi ve yürümeye başladı. Lâkin biriken tramvaylar o kadar fazla, cadde öyle kalabalık ve intizam o derece bozuktu ki, saat 15:00’de Cağaloğlu’nda bulun-mak mecburiyetinde olan ve 14:30’dan beri nakil vasıtası

peşinde koşan o İstanbullu, otobüsten indiği zaman saa-tin 15:45 olduğunu gördü.

Eğer bu hal bir defaya mahsus olsaydı, eğer her İstanbullu hergün dakikalarca otobüs beklemek zorunda kalmasay-dı, eğer İstanbul’da her kaza oluşta yollar saatlerce tıkan-masaydı, eğer her zaman caddelerde intizam bulunsaydı, eğer Taksim’den Cağaloğlu’na her vakit yarım saatte gidi-lebilseydi, eğer her İstanbullu her zaman ehliyetsiz eller yüzünden hayatının büyük kısmını yollarda kaybetmesey-di, nihayet bütün hu işler ehliyetli ellerde düzelecek cins-ten olsaydı, böyle bir yazıya lüzum bile görülmezdi.

Metin TOKER(Cumhuriyet, 18 Eylül 1947, S.8295)

~ ~ ~

“Takvimden Bir Yaprak”

Otobüs Böyle Olursa...

Evvelki gün Rumeli Caddesi’nden bindiğim bir beledi-ye otobüsü, diğer caddeye dönerken ansızın önüne bir taksi çıktı. Otobüs şoförü -pek tabii olarak- öyle bir fren yaptı ki, ben ve benim gibi ayakta duranlar, mukavemet edilmez bir kuvvetle yerlere serildik. Oradakilerin yardımı ile kalkabildik. Kendimi dinledim, ucuz atlatmışım. Bu su-kutta kafamı bir yere çarpabilirdim. Bacağım, kolum bur-kulabilir, yahut kırılabilirdi. Şoför durmadı, biletçi halimizi sormadı. Herkes birbirine “geçmiş olsun!” dedi. Hemen ilk durakta acele indim ve inerken de yolumun üstündeki bi-letçiye sürünmüşüm. Hürmetsizliğime kızmış:

-“Sen de öfkeni benden mi alıyorsun?” diye azarladı. Ce-vap verecek halim yoktu, kendimi dışarıya dar attım.

Renkli Skoda, Kadıköy meydanında (1957)

Tramvay hattında raylar onarılıyor, Saraçhane (1950)

Page 100: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

MATBUAT ÂLEMİNİN KALBİ BÂB-I ÂLÎ’YE ULAŞMANIN BİR BUÇUK ASIRLIK ÖYKÜSÜ/ Akın KURTOĞLUİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

98

Akşam, konservatuar konserine gitmek için Cağaloğlu’n-dan Kurtuluş otobüsüne bindim. Buna binmek denile-mezdi. Otobüs, kapıları açılamayacak kadar dolu idi. Orta-çağda kale kapılarını kırmak için kullanılan koç başları gibi bu insan kalesinin bedenine tos vurur gibi daldım. Ufacık bir gedik açıldı, tutunduk. İzdiham ustaları sağolsunlar ih-tarlarda bulunuyorlar:

-“Beybaba, durduğun yerde bir çalkalan, vücudun forma-sını alsın”.

Kıvrandım... Birkaç kişi:

-“Arka kapı! Arka kapı!” diye bağırdılar. Buna, kapıda ası-lanlar itiraz ettiler.

-“Bırakın yahu! Açık kalsın! Kapanırsa hepimiz sapır sapır döküleceğiz!”.

Otobüs istiap haddinden, taşıma haddinden belki de yüz misli daha fazla yüklenmiş, soluyor. Ortalığı soğan salata-lı rakı mezesinden bir niyasmalı nefes kokusuna ve daha başka kokulara kadar ağır bir kerahet havası sarmış. Oto-büs her durakta duruyor, dışarıdakiler yalvarıyorlar:

-“Allah rızası için bir parmaklık yer!”

İçeridekiler ise oldukları yerde çalkalanıyorlar. Kitlede ufak bir çatlak olursa, hemen onu da alıyoruz.

-“Yer değiştirelim”

-“İnecek misin?”

-“İnebilirsem...”

Biletçi, yorgunluktan sapsarı... Arada bir bağırıyor:

-“Bilet alalım! Bilet alalım!”

Hangi bilet? Nefes alamıyoruz.

-“Yahu! Biletçi efendi... Artık durak yerinde durmayın. Ara-ba patlayacak.

-“Araba patlamaz... Merak etmeyin, siz kendinize bakın. Bir yerinizden sakatlanmayın”.

Eminönü’nde biri bağırıyor, alaycı bir adam olacak:

-“Alın beni arabaya! Geç kaldım, karıdan dayak yiyece-ğim”.

Onu da bir tarafa iliştirdik. Ben indim... Nasıl indim? Hâlâ hayretteyim.

* * *

Son sayımda nüfusunun birbuçuk milyondan daha fazla olduğu tahakkuk eden İstanbul şehr-i şehirinin otobüs-

leri işte böyledir. Otobüs böyle olursa, 6. Şube dolmuş şoförlerini artık tecziye etmez. Onlar caddelerde, köprü-de, meydanlarda ve istedikleri yerde müşteri almalı ve müşteri indirmeli. Seyr-ü sefer memurları onları geçerken selâmlamalı, fazla müşteri alanlara da birer tahlisiye ma-dalyası verilmeli. Çünkü onlar bu şehir halkının bu oto-büs denilen ortaçağ mengenesinin işkencelerinden bir dereceye kadar kurtaran halâskârlardır. Allah eksikliklerini göstermesin!

Refi’ Cevat ULUNAY(Cumhuriyet, 26 Ekim 1955, s.3)

~ ~ ~

“Objektif”

Gençler, Yürüyünüz!

En kısa mesafeler için dolmuşa atlayan gençlere sık sık rastlıyorum. İşleri çok mu acele? Sanmam. Eminönü ile Sirkeci arasında, motorlu bir vasıtanın kazandıracağı za-man birkaç dakikadan ibaret.

Biz, büyük şehirler halkı, yürümeyi az severiz. Vücutları yağlı ve ayakları küçük ne kadar hemşehrimiz vardır. Tram-vay ve otobüs duraklarımız birbirine çok yakındır. Başka memleketlerde kadınların bile ayakları büyük, oburların bile vücutları zayıf, ihtiyarların bile bedenleri harekelidir. Şehirli ve köylü, bütün Avrupalılar çok yürürler. Hem en hafif ve faydalı spor, hem tasarruf, hem de motorlu vasıta ile cidden muhtaç olan hakkını gözetmek ve lüzumsuz yer işgal etmemek.

Oldum olası benim beden hareketleri ile başım hoş de-ğildir. Kilom-itiraf edilemeyecek kadar- azdır. Öyleyken, gençliğimde Sirkeci ile Cağaloğlu arasındaki büyük yoku-şu günde birkaç defa iner çıkar, bazen de koşardım. Şim-di de az çok öyle. Bacaklarımın niçin yaratıldığını hiçbir gün unutmadım. Hatta, bu sayede, bir zamanlar onlara dadanan bir hastalığı da öyle yendim. Eğer birçok deli-kanlılarımızın atletik vücutları bende olsaydı, evimden işi-me (Maçka-Cağaloğlu) tereddütsüz yaya gidip gelirdim. Onlarsa Bayazıd ile Aksaray arasında vasıta bekliyor, ba-caklarını ecdâd yadigârı iki tüfek gibi saklamak istiyorlar. Duvara assınlar!

Yürüyünüz gençler, yürüyünüz! Hem de vitrinlerin önün-de dura dura, sallana sallana değil, hedefine bir an evvel saplanmak isteyen bir ok gibi, yani genç gibi yürüyünüz. Tramvay, taksi, otobüs, dolmuş bile yakışmaz. Hele ara-nızda semizleriniz, tombullarınız, şişkolarınız oturmayı bir cinayet saymalı, sabahtan akşama kadar kaldırımları arşınlamalı. Her fırsat buldukça dazıradazır yürüyüp dur-malıdırlar.

Page 101: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

MATBUAT ÂLEMİNİN KALBİ BÂB-I ÂLÎ’YE ULAŞMANIN BİR BUÇUK ASIRLIK ÖYKÜSÜ/ Akın KURTOĞLU İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

99

Korkarım, pek yakın bir tarihte, nakil vasıtaları buhranını önlemek için, vatandaşlara kısa mesafelerde yürümeyi bir vazife haline sokan bazı kanun maddelerine ihtiyacımız olacak. Bu buhran karşısında yürümek sahiden bir vatan vazifesi halini aldı.

Peyâmi SAFA(Milliyet, 6 Kasım 1955, s.2)

~ ~ ~

Son Tramvay

Tasavvur eder misiniz ki, İstanbul’da bir tram-vay, trafik kanununa rağmen istediği zaman istediği yerde dursun, aklına estiği vakit yolun solundan gitsin, yolcularla vatman ve biletçi kırk yıllıkmış gibi ahbap olsunlar. Şayet bir gece saat üçte Babıali yokuşunun altından Sirkeci’ye inen dört yol ağzına giderseniz orada yol üstünde ayrı istikamette duran yeşil renkli iki tramvay görürsünüz. Bu tram-vaylar, gündüzün çeşitli vasıtaların hararetle işlediği, trafiğin en faal olduğu bir noktada gayet fütursuz dururlar, kimseye zararları olamaz ve yol da hiçbir zaman tıkanmaz. “Son Tramvay” derler bunlara...

Saat tam üçe çeyrek kala, biri Edirneka-pı’ya kadar giderek döner, Aksaray’da de-poya girer. Diğeri Şişli’ye kadar uzanır ve bu tramvay seferleri her gece aksamadan muntazam devam eder. Çok hoş ve cana yakın tramvaylardır bunlar... Yolcular içeri-

ye, “Selamünaleyküm” veya “Merhaba!” diye girerler ve bu selamlarının karşılığını alırlar. Çoğu birbirlerini tanır. Bir yabancı da gelse yadırgamaz. Bu tramvayların havası o kadar samimidir. İnsan derhal ısınır. Hiç teklif tekellüf yoktur.

Gecenin bu saatinde işten dönerken şayet acıkmışsanız, hiç düşünmeyin... Üçe çeyrek kala tramvayının yanı başın-da taze börekçi hazırdır. Güğümlerini sahanlığa yerleştiren salepçi de vardır. Hem gider, hem de salep içebilirsiniz. Ara sıra seyyar köfteciler de kendilerini göstermekte ihmal etmezler...

Hiç sağı solu yoktur bu tramvayın... Yolda tamir mi var? Hemen bir makasta mukabil hatta geçer ve bu sefer sol-dan gider. İleride ikinci bir tamir olduğunu mu söylediler, yol tıkandı diye bir endişesi yoktur. Bu sefer sağa geçer. Her iki yol üzerinde tamir varsa, geçmesini sağlayacak ka-dar kısa süren tamiri bekleyiverir, olur biter.

Son tramvayda herkes birbiriyle ahbap, senli benli, içli dışlıdır. Karnınız acıkırsa, orada

salepçi, simitçi, börekçi, hatta bazan köfteci bile bulursunuz. Bir alemdir son tramvay!

Son tramvayın yolcuları vatmanlar, biletçiler, mürettipler gazeteciler, telsiz memurları, işçiler, bazan çok gecikmiş keyif ehli kimselerdir. Sazlı sözlü, şarkılı ve nükteli öyle bir yolculuk olur ki şaşarsınız

Yola çıktıktan sonra da son tramvay sık sık durur. Sağdan

sola. Soldan sağa geçer. Bazan yol üstünde yapılan tamir

işlerinin bitmesini bekler, fakat kat’iyyen sıkılm

azsınız.

Page 102: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

MATBUAT ÂLEMİNİN KALBİ BÂB-I ÂLÎ’YE ULAŞMANIN BİR BUÇUK ASIRLIK ÖYKÜSÜ/ Akın KURTOĞLUİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

100

Çok iyi kalblidir bu tramvay. Yolda hiç kimseyi bırakmaz. El ayağın çekildiği bu saatlerde ille de durakta yolcu alırım diye ısrar etmez. Hoş eder, sevindirir gönülleri. Yolcu için bir kol işareti kafidir. Bazan ona bile lüzum yoktur. Hatta yakın gelerek şöyle biraz mahsun bakın, vatman derhal anlar, durur ve sizi alır.

Her akşam olduğu gibi evvelki gece de bir tramvaya bin-dik. Fakat bu seferki seyahatimizi Edirnekapı’ya kadar uzattık. 108 numaralı Yedikule-Bahçekapı tramvayı idi bu. Levhasına bakıp da aldanmayın, Yedikule yazısını okuyun-ca muhakkak oraya gider sanmayın. Onun programı bel-lidir. Edirnekapı’ya gider. Otobüslerde olduğu gibi ve bir türlü öğrenemediğimiz, “Taksim’e gider mi, gitmez mi?”ye benziyen sualler burada yoktur. 108 numaralı son tram-vay vatmanı Yaşar İldeniz, biletçisi de Naci Topal’dı. Efendi insanlar.

Anlattıklarına göre bu gece servislerinde fazladan olarak bir ay müddetle çalışırlarmış. Bu seferlerde hizmet eden vatman ve biletçinin sicilinin temiz olması şartmış. Herkese vermezlermiş bu vazifeyi. İdareci de kendileri, kontrol da kendileri. Gecenin bu yarısında kim gelecek de onları kontrol edecek? İtimat isteyen bir iş. Yolcuları da hoş tutmak gerek. Biletçi Naci Topal anlattı:

- Yolcularımızı gazeteciler, mürettipler, işçiler, telsiz me-murları, son vapurun biletçileri teşkil ederler.

- Pek iyi, dolmuş yok mudur bu saatlerde?

- Vardır, vardır ama hem tesadüfe hem de insafa kalmıştır.

- Hiç sarhoşlara tesadüf eder misiniz?

- Nasıl etmeyiz? Fakat yolcularla el birliği ederek onu hoş tutarız. Hiç şikayet olmaz. Kuzu kuzu otururlar. İnsaf edin, böyle bir adamı yolda nasıl bırakırız. Bazan daha insaflı bir yolcu çıkar onu kapısına kadar da götürür. Bir ay aynı arabada aynı seferi yapmak kolay değil... Somurtmanın da lüzumu yok. Tanışır, birbirimizle ahbap oluruz”

Bu üçe çeyrek kala tramvayında bazan ahenk de olur. Yol-da giderken, elinde sazı evine dönen garip bir çalgıcı da hafif hafif hem saz çalar hem de yanık yanık bir türkü söy-lemeye başlar.

Tavsiye ederim, bir gece uykunuzdan feda ederek binin bu tramvaya...

Selâmi AKPINAR(Resimli Hayat, sayı:32, Aralık 1954, s.34-35)

~ ~ ~

1973 yılı, Sirkeci-Vilâyet-Cağaloğlu anaaksı ile buna bağlı yardımcı yollar üzerindeki trafik akışının sürekli olarak değiştirildiği, nihai çözüm yerine mevcut karmaşanın daha da büyüyerek artmasının beraberinde geldiği bir sene oldu.

İstediğiniz yerde durdurup binebileceğiniz tek tramvay, son tramvaydır. Bir işaretiniz, hatta bir mânâalı bakışınız dahi, vatmanın arabayı durdurup sizi alması için yeter.

Anadolu yakasının en ünlü hattı Kadıköy-Kısıklı (1966)

Page 103: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

MATBUAT ÂLEMİNİN KALBİ BÂB-I ÂLÎ’YE ULAŞMANIN BİR BUÇUK ASIRLIK ÖYKÜSÜ/ Akın KURTOĞLU İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

101

Page 104: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi
Page 105: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

OSMANLI DEVLETİ’İNİN HÜKÜMET KAPISI BÂBIÂLİ171 YILDA 9 KEZ YANDIProf. Dr. Kemalettin KUZUCUMarmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi

Yüzyıllarca Osmanlı yönetiminin kalbi ve bürokrasinin mihveri olma özelliğiyle tarihî bir işlevi yüklenmiş olan Bâbıâli binasının defalarca yanması büyük maddî kayıplara yol açmıştır. Geçici çalışma mekânlarında darlık yüzünden izdiham yaşanmış, bazı törenler icra edilememiştir. Fakat yangınların asıl önemli tahribatı belgeler üzerinde olmuştur. Ahali iş takibinde güçlüklerle karşılaşırken, bürokrasi yavaşlamıştır. Belgelerin kaybolması üzerine İstanbul ve taşradaki dairelerden bunların kopyaları istenmiş, ancak çoğu defa temin edilememiştir.

Page 106: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

OSMANLI DEVLETİ’İNİN HÜKÜMET KAPISI BÂBIÂLİ 171 YILDA 9 KEZ YANDI / Prof. Dr. Kemalettin KUZUCUİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

104

Osmanlılarda padişahın vekili sıfa-tıyla icranın başı olan sadrazamların 17. yüzyıl ortalarına kadar müstakil bir bürosu olmayıp, işlerini konakla-rında görmüşlerdir. Tahtta kısa süre kalan padişahların yetersizliği ve yönetime başkalarının müdaha-lesi nedeniyle hükümet işlerinin karışması üzerine 1650’li yıllardan itibaren, iktidarın merkezi olarak Saray’ın yerini Paşa Kapısı almıştır. Bu siyasi yer değişikliğinin mimari anlamda somutlaşması ise IV. Meh-med’in 1654 yılında Sadrazam Der-viş Mehmed Paşa’ya bir konak tahsis etmesi sonucunda olmuştur. Buraya Paşa Kapısı (Bâb-ı Âsafî/Bâbıâli) de-nilmiştir. Padişahın kendi parasıyla tamir ve tefriş ettirerek, başarıların-dan ötürü adı geçen sadrazama he-diye ettiği konak Cağaloğlu’ndaydı. İmparatorluğun batı sınırındaki bit-mek bilmeyen savaşlar sebebiyle ya da artan iç isyanlardan kaynaklanan güvenlik kaygısıyla padişah ve sad-razamların Edirne’de ikamet etmeleri neticesinde Paşa Kapısı’nın yeri de sık sık değişmiştir. Bu durum, Nev-şehirli Damat İbrahim Paşa’nın Pasa-rofça Antlaşması’nı imzalayıp (1718) devlet erkânı ile beraber kesin olarak İstanbul’a geldiği ve Bâbıâli’yi yeni-den teşkil ettiği tarihe kadar sürdü. Bu tarihten itibaren, saraydan ba-ğımsızlığını somutlaştırmak isteyen İbrahim Paşa’nın da gayretleriyle Bâbıâli yarı-özel ikametgâh özelliğini tedricen kaybetmiş, resmî bir kurum kimliği kazanmaya başlamıştır.

Bilinen ilk Bâbıâli yangını Sadrazam İvaz Mehmed Paşa zamanında 28 Şubat 1740 tarihinde meydana gel-miştir. Kanuni devri sadrazamların-dan Makbul İbrahim Paşa’ya ait olan bu yapı Cağaloğlu’nda, Derviş Meh-med Paşa’ya armağan edilen saraya yakın bir yerdeydi. Harem ağaları odasında başlayan yangın, ağalar ve hademelerin kendi eşyalarını kur-tarmak telaşıyla alevlere müdahale etmemeleri yüzünden kısa sürede büyüdü. Ateşin en şiddetli olduğu sırada gelen Sultan I. Mahmud, sön-

dürmeye çalışan yeniçeri, cebeci ve sair ocaklılara gayret vermek ama-cıyla olay yerine geldi. Tersane asker-leri geleneksel söndürme yöntemi olan yıkma tekniğine göre, kumana denilen kalyon halatlarını arz oda-sının köşe direklerine bağlayıp hep birden çekmek suretiyle binayı yerle bir ettiler. Bu sırada beş kişinin enkaz altında kalarak öldü. Neticede Bâbıâ-li büyük ölçüde kül olmuştu ama yangının başka yapılara sirayeti ön-lenebilmişti. Fakat kendi haline terk edilen enkaz bir hafta sonra yeniden tutuştu. Bunun sebebi, yaklaşmakta olan kurban bayramında kesilmek üzere satın alınan koyunlar için teda-rik edilen bir miktar otun, söndüğü zannedilen kereste yığınlarının üstü-ne bırakılmasıydı. Çobanlar uykuya

daldıklarında, henüz tam anlamıyla sönmemiş olan kerestelerden alev alan kuru otlar rüzgârın yardımıyla aniden parlayarak bütün binayı sar-mış, böylece daha önce kurtulan bölümler de yanmıştı. Yangından sonra Bâbıâli kalemleri, bugünkü İstanbul Valiliği’nin işgal ettiği arsa üzerinde bulunan atıl halde-ki eski sadrazam sarayına taşındı.

Sadrazam dairesinin ikinci, ancak İstanbul Valiliği’nin yerinde bulu-

nan Bâbıâli binasının ilk kez yandı-ğı yangın Sadrazam Bıyıklı Ali Paşa zamanındadır. 29 Eylül 1755 gecesi Hocapaşa’da meydana gelen yan-gın, ahşap yapıların yoğun olarak bulunduğu Bahçekapı, Cağaloğlu ve Divanyolu bölgelerini yakan ve İstanbul tarihinin en büyük yangın-larından birisidir. Bu afette Defter-hane, Mehterhane, Defterdar kapısı gibi birçok resmî yapının yanında Bâbıâli de kül olmuştur. Bu tür fela-ketlerden oldukça etkilenen Sultan III. Osman, Saray’ın Soğukçeşme kapısını açarak halkın eşyasını Ağa bahçesine taşımasına yardım etmiş; bununla birlikte Mahmud Paşa Ca-mii içerisine konulan eşyaların cami ile birlikte yandığını duyduğunda gözyaşlarını tutamamıştı. Bâbıâli’nin yangından kurtarılabilen evrakı Sul-tanahmet’teki mahzene nakledildi. Bina yeniden inşa olununcaya kadar Esma Sultan’ın Kadırga Limanı’nda-ki sarayı geçici Bâbıâli ittihaz edildi.

Page 107: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

OSMANLI DEVLETİ’İNİN HÜKÜMET KAPISI BÂBIÂLİ 171 YILDA 9 KEZ YANDI / Prof. Dr. Kemalettin KUZUCU İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

105

Bâbıâli sekiz ay içerisinde yeniden inşa edilerek 16 Temmuz 1756 tari-hinde resmî açılışı yapıldı. Birbirine bitişik tek, iki ve üç katlı yapılardan oluşan yeni Bâbıâli binası, yine ahşap tarzında inşa edilmişti.

Bâbıâli’de 18. yüzyıldaki son yan-gın, Sadrazam Koca Yusuf Paşa’nın Avusturya seferi nedeniyle cephede bulunduğu 23 Aralık 1788 tarihinde meydana geldi. Kethüda Bey (Dâhi-liye Nazırı) kâtibi odasının altındaki kahve ocağında başlayıp genişleyen yangında Kethüda dairesi ve kalem-leri, Reisülküttap (Dışişleri) dairesi, mutfak, divanhâne ve bazı bölümler ile işlemi devam etmekte olan evrak-lar yandı. Binanın harem tarafındaki bazı duvarlar yıkılarak ateşin başka tarafa sıçraması önlenmek istendiy-se de, Reisülküttap odası tarafından ilerleyen alevlerin sirayeti neticesin-de iki dükkân ile birkaç konut yan-mıştı. Bürolar bir kez daha Esma Sultan Sarayı’na taşındı. Bâbıâli bu tarihlerde yoğun diplomasi trafiğine sahne olduğu için Sultan I. Abdülha-mid, Avrupa elçilerine mahcup olma-

mak için binayı derhal tamir ettirmiş ve Mart 1789’da kalemler yerlerine taşınmıştır.

Bâbıâli 16 Kasım 1808 tarihinde Alemdar Vakası sırasında bir kez daha yandı. Sultan II. Mahmud’u tah-ta çıkaran ve onun gibi yenilik taraf-tarı olan Sadrazam Alemdar Mustafa

Paşa’ya suikast hazırlayan yeniçeri-ler Bâbıâli’yi bastılar. Plan gereğince önce bir yangın ilanı yapılacak, yan-gınlarda sadrazamların yangın yerine gitmeleri adet olduğundan, Alemdar Paşa da konağından dışarı çıktığı esnada öldürülecekti. İstanbul’un çeşitli yerlerinde yangın çıkartan ye-niçeriler, Kadir Gecesi’nde Bâbıâli’yi

Page 108: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

OSMANLI DEVLETİ’İNİN HÜKÜMET KAPISI BÂBIÂLİ 171 YILDA 9 KEZ YANDI / Prof. Dr. Kemalettin KUZUCUİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

106

kuşattılar. Mustafa Paşa bir zamandır rehavete kapıldığı ve yakın adamla-rını dağıttığı için binayı savunmada yetersiz kalmıştı. Sekbanların direnişi yüzünden binaya giremeyen isyancı-lar binanın tepesini delmeye başla-yıp içeriye girmelerine ramak kalmış-ken teslim olmak istemeyen Mustafa Paşa barut mahzenini ateşe verdi. Patlama sonucu kendisiyle birlikte yüzlerce asi parçalanırken Bâbıâli de havaya uçtu. Bâbıâli bu defa Valide Sultan Kethüdası Yusuf Ağa’nın Be-yazıt’taki konağına taşınırken, yeni sadrazam Memiş Paşa ise Cağala-zade Konağı’na yerleşti. Bâbıâli’nin enkazının kaldırılması birkaç ay sür-dü. Hazinedeki buhran nedeniyle in-şaata on beş ay sonra başlanabildi. Çevredeki bazı yapıların ve arsaların kamulaştırılmasıyla daha geniş inşa edilen Bâbıâli binası 30 Aralık 1810 günü hizmete açıldı.

Bâbıâli, yeniden inşa edildikten sonra bir süre, dönemin padişahı II. Mah-mud’un, şiirlerinde kullandığı Adlî mahlasına izafeten Bâb-ı Adl veya Bâb-ı Adlî olarak anılmış, ancak 1820’li yılların sonunda tekrar Bâbıâ-li deyimine dönülmüştür. Binanın ömrü sadece on altı yıl sürdü. Va-ka-yı Hayriye’den bir buçuk ay sonra 2 Ağustos 1826 günü meydana ge-len ve otuz altı saat süren Hocapaşa yangınında bir kez daha yandı. Yan-gının bu kadar uzamasının sebeple-rinden biri, havanın rüzgârlı olması; diğeri ise, tulumbacıların da yeniçeri teşkilatıyla birlikte henüz kaldırılmış olmasından dolayı yangına müda-hale edecek kimsenin bulunmama-sıydı. Yangından önce yeniçerilerin son isyanında Bâbıâli’nin Alemdar Vakası’ndaki akıbete uğramaması için devlet erkânı ve kalemler ge-çici olarak Topkapı Sarayı avlusu-na kurulan çadırlara yerleştirilmişti. Ocaklılarla taraftarlarının tamamen temizlenmesine kadar, dairelerin bu-rada kalmasına karar verildiği için evrak ve defterlerin önemli bir kısmı da bu afetten kurtulmuş oldu. Ama Mahmudpaşa Mahkemesi sicille-

ri başta olmak üzere, depolardaki belgeler kurtarılamadı. Devlet işlerinin sekteye uğ-ramaması için Bâbıâli kalemleri geçici olarak, Vaka-yı Hayriye’den son-ra boşalan Ağa Kapısı’na nakledildi. Yapımına der-hal başlanan yeni bina 29 Ekim 1827 tarihinde hiz-mete girdi. Bu yapım sıra-sında bina fizikî bakımdan büyütülmüş, Nallımescit Bâbıâli yerleşkesi içerisine alınmış, Soğukçeşme tara-fındaki geniş saçaklı ve iki yanında çeşmeler bulunan gösterişli barok kapı, aynen bugünkü şekliyle yeni baştan inşa edilmiştir.

Daha geniş planlı olmakla birlikte yine ahşap inşa edilmiş olan yeni bi-nanın ömrü sadece on iki yıl sürmüş ve 20 Ocak 1839 günü hazine kâtibi dairesinde çıkan yangın neticesin-de tamamen yanmıştır. Sadrazam Mehmed Emin Rauf Paşa ailesiyle birlikte bir konağa yerleşirken, bü-rolar ise Bâbıâli kalemlerine memur yetiştirmesi amacıyla yeni kurulan

Mekteb-i Maârif-i Adliye’ye (Bâbıâli Mektebi) tahsisi kararlaştırılmış olan Defterdar Kapısı’na taşınmıştır. Bu yangın Bâbıâli tarihinde dönüm nok-tası oldu. Bina, Sultan Abdülmecid’in emriyle eskisine göre daha büyük ve sağlam, yani kârgir tekniğinde inşa edildi. Sadrazam ve devlet adamla-rının hazinedeki buhran nedeniyle padişahı kararından vazgeçirip mü-tevazı ve ahşap bir bina teklif etme-lerine rağmen o, Dolmabahçe Sara-yı’nın inşa mantığında olduğu gibi, dosta ümit, düşmana korku salmak

Page 109: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

OSMANLI DEVLETİ’İNİN HÜKÜMET KAPISI BÂBIÂLİ 171 YILDA 9 KEZ YANDI / Prof. Dr. Kemalettin KUZUCU İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

107

düşüncesiyle kararından vazgeçme-di. Stefan Kalfa, yarı-kârgir inşa ettiği Bâbıâli’nin anahtarlarını 1843 sonba-harında teslim etti. Ancak nem soru-nu giderilemediğinden, bununla ilgili tedbirler de alındıktan sonra binan 1 Nisan 1844 tarihinde kurbanlar ke-silip mevlitler okunarak açıldı.

Yeni Bâbıâli yangınla birlikte, deprem afetine de karşı duracak nite-liklere sahipti. Duvar ve tavan süslemeleri Batı Avrupa’nın neoklasik üs-lubuyla, Fossati Kardeş-lerin neorönesans yak-laşımını yansıtmaktaydı. Bu yapım sırasında Nallı Mescit ile mescidin bâ-nisi İmam Ali’nin türbesi, Şah Huban Hatun Med-resesi’nin dershanesi gibi yapılar elden geçirilmiş, iki katlı kışla binası ile tomruk dairesi inşa edil-miş, bahçe düzenlemesi yapılmıştır. İlerleyen yıl-larda Mimar Fossati’ye bir de arşiv binası inşa ettirilmiştir. Bâbıâli’nin inşa tarzındaki köklü de-ğişiklik, kullanım ama-cında da yansımasını bulmuştur. Avrupa’daki idarî, diplomatik ve bü-rokratik gelişmeyi yaki-nen kavramış olan Tanzi-mat zihniyeti, Bâbıâli’nin hem konut, hem büro olarak ikili işlev gören yapısını da de-ğiştirmiş, sadrazama konut verilmek suretiyle bina çağdaş bürokrasilerde olduğu gibi sadece resmî işlere tah-sis kılınmıştır. Bâtı dünyasının Bâbıâ-li’yi (Sublime Porte) Osmanlı Devle-ti’nin bir unvanı olarak algıladığı bu tarihlerde binanın mimarisi, mekân kurgusu ve çevre düzenlemesiyle adına yakışır bir görünüme kavuş-masında başta Mustafa Reşit Paşa olmak üzere Tanzimat bürokratları-nın payı büyüktür.

Bâbıâli binası, 1 Mart 1855 tarihinde meydana gelen ve “Bursa’nın küçük kıyameti” olarak adlandırılan dep-remde şiddetli şekilde sallanmış, bazı duvarları çatlayıp sıvaları yer yer dö-külmüştü. Bundan bir sene sonra 18 Mart 1856 tarihinde ise binada küçük

bir yangın yaşandı. Sadaret müsteşa-rının odasıyla birlikte üç oda yandı. İki afetin yaraları birlikte sarıldı. Ama 23 Mayıs 1878’deki yangının tahriba-tı ağır oldu. Altı saat süren yangında binanın orta bölümündeki Şûrâ-yı Devlet dairesi ile bunun altında yer

alan Adliye Nezareti da-ireleri tamamen, güney-doğu ucundaki Hariciye Nezareti kısmen yandı. Binanın sağ tarafında yer alan Başvekâlet blo-ğu etkilenmezken, yeni döşenmiş olan mobilya ve büro malzemeleri, ki-taplar, evraklar da tahrip oldu. Yanan büroların bir kısmı Hariciye Ne-zareti dairesine taşınır-ken, Adliye Nezareti’nin günlük muamelatla ilgili bölümleri birkaç gün Nallı Mescit’te hizmet verdikten sonra, önce 26 Mayıs günü Ayasof-ya karşısında bulunan Meclis-i Mebusân da-iresine, daha sonra da Sultanahmet’teki Darül-fünûn binasına taşındı. Şûrâ-yı Devlet bloğu, eski heybetinde olmasa da, tekrar inşa edildi.

Bâbıâli 10 Temmuz 1894 tarihindeki büyük depremi çatlaklarla at-latırken, artçı sarsıntılar nedeniyle memurlar günlerce binaya yak-

laşamadılar. Bürokrasi durma nok-tasına gelince, bahçeye barakalar kuruldu. Devlet işleri aylarca baraka-larda yürütüldü. Bâbıâli binası, Erme-ni olaylarında da yara aldı. 30 Eylül 1895 tarihinde meydana gelen silahlı bina kurşunlara hedef olurken, 18 Ağustos 1897’de, bomba atılması so-nucu Bâbıâli’nin bazı yerleri tahribata uğradı. Bir odacı ölürken, telgraf çın-gırak ve tellerinin kopması nedeniyle telgrafla haberleşme kesildi.

Bâbıâli son kez 6 Şubat 1911 tarihinde yandı. Sebebi tespit edilemeyen ve üç saat süren yangında Şûrâ-yı Devlet dairesinin bulunduğu orta kısım tamamen kül olurken, Sadaret ve Dâhiliye bölümleri kısmen hasara uğramıştı.

Page 110: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

OSMANLI DEVLETİ’İNİN HÜKÜMET KAPISI BÂBIÂLİ 171 YILDA 9 KEZ YANDI / Prof. Dr. Kemalettin KUZUCUİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

108

Bâbıâli son kez 6 Şubat 1911 tarihin-de yandı. Sebebi tespit edilemeyen ve üç saat süren yangında Şûrâ-yı Devlet dairesinin bulunduğu orta kısım tamamen kül olurken, Sadaret ve Dâhiliye bölümleri kısmen hasa-ra uğramıştı. İşlemi devam eden ya da işi bittiği halde Hazine-i Evrak’a kaldırılmamış olan binlerce belge ve defter kül oldu. Şûrâ-yı Devlet’in idari birimleri Bâbıâli’nin karşısın-daki Tomruk dairesine yerleştirildi. Mahkemeler bölümü de Soğukçeş-me’deki Telgrafhane binasına taşındı. Bu son yangından sonra, Bâbıâli ve diğer resmî yapılarda, hatta şehir ge-nelinde yangına karşı önlemlerin art-tırılmasına çalışıldı. Az hasarlı bölüm-lerin tamiriyle yanan bloğun inşası ayrı ayrı ele alındı. Mimar Kemaled-din binanın tamamının ya da Şûrâ-yı Devlet kısmının yeniden inşası için sayısız proje sundu. Fakat Balkan ve I. Dünya savaşlarının yol açtığı malî buhran ve siyasi çalkantılar nedeniy-le inşaat gerçekleşemedi. Neticede, orta bloğun enkazının kaldırılıp çev-

re düzenlemesi yapılmasıyla ortaya iki bina çıktı. Cumhuriyet’ten sonra bunlardan birisi İstanbul Valiliği’ne, diğeri de Eminönü Kaymakamlığı’na tahsis edildi.

Yüzyıllarca Osmanlı yönetiminin kalbi ve bürokrasinin mihveri olma özelliğiyle tarihî bir işlevi yüklenmiş olan Bâbıâli binasının defalarca yan-ması büyük maddî kayıplara yol aç-mıştır. Geçici çalışma mekânlarında darlık yüzünden izdiham yaşanmış, bazı törenler icra edilememiştir. Fa-kat yangınların asıl önemli tahribatı belgeler üzerinde olmuştur. Ahali iş takibinde güçlüklerle karşılaşırken, bürokrasi yavaşlamıştır. Belgelerin kaybolması üzerine İstanbul ve taş-radaki dairelerden bunların kopyaları istenmiş, ancak çoğu defa temin edi-lememiştir. Bununla birlikte Bâbıâli yangınlarının Osmanlı başkentine hediye ettiği en önemli yapı, bu afet nedeniyle sürekli tehdit altında bulunan belgelerin daha iyi şartlar-da korunması amacıyla inşa edilen

Hazine-i Evrak binasıdır. İstanbul’un fethinden sonra sırasıyla Yedikule ve Atmeydanı’ındaki depolarda, Top-kapı Sarayı’nın inşasından sonra da, Hazine-i Âmire ve Enderun-ı Humâ-yun’da saklanan belgeler, Bâbıâli’nin yetki ve fonksiyon bakımından önem kazanmasıyla birlikte buranın mah-zen ve bodrumlarında da saklanmış, bunun neticesinde Bâbıâli yangınla-rında birçok belge yanmak veya kay-bolmak suretiyle telef oldu. Osmanlı Devleti’nin iç ve dış yazışmalarının yanı sıra imparatorluğu ilgilendi-ren her türlü arşivlik malzemenin korunması için Tanzimat’tan sonra yeni Bâbıâli bahçesine bir arşiv bina-sı yaptırıldı. Mimar Fossati’nin inşa ettiği Hazine-i Evrak binası 1847’de tamamlanmış, ancak 1853 yılında açılmıştır.

Page 111: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

OSMANLI DEVLETİ’İNİN HÜKÜMET KAPISI BÂBIÂLİ 171 YILDA 9 KEZ YANDI / Prof. Dr. Kemalettin KUZUCU İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

109

Page 112: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi
Page 113: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

BASINDA YAŞADIKLARIM VE BASIN ANILARIMErdem YÜCELArkeolog, Ayasofya Müzesi eski müdürü, Trakya Üniversitesi emekli öğretim görevlisi.

Basınımızda gelmiş geçmiş yazarlara baktığımızda bunların çoğunun basınla ilgili eğitim almadıklarını görürsünüz. Bu yüzden kolayca ben gazeteciyim diyenleri, üç beş karalama yaptıktan sonra yazarlığı kendine yakıştıranları çevremizde görürüz. Çıkar ilişkileri içerisinde olanlar, birilerine yaranmak için yazı yazanlarla da her zaman karşılaşmamız olağandır. Ne var ki, onların bu tutumları yazarlığa, gazeteciliğe ters düşmektedir. Yeri gelmişken bir noktaya da değinmek isterim; basında yer almak biraz da şans işidir. Yazma yeteneğiniz ve eğitiminiz olsa bile mutlaka elinizden tutan birileri olmalıdır.

Page 114: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

BASINDA YAŞADIKLARIM VE BASIN ANILARIM/ Erdem YÜCELİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

112

Basınımızdaki yazar ve çizerlerimizin çoğu çeşitli nedenlerle gazeteciliğe başlamış, yetenekleri doğrultusunda bu yolda ilerlemişlerdir. Bazıları eş dost kayırmasıyla veya paraşütle (!) yayın organlarında köşe kapmışlar-dır. Gazetecilik veya yazarlık sonra-dan kazanılan, zorla yapılan bir uğraş veya meslek olmamalıdır. Araştırma yapmak ve yazmak insanın içinden gelen duygular olup bunlar uygun ortamı bulduğunda kendiliğinden ortaya çıkarlar. Bunun eğitimle de bir ilgisi yoktur. Basınımızda gelmiş geç-miş yazarlara baktığımızda bunların çoğunun basınla ilgili eğitim alma-dıklarını görürsünüz. Bu yüzden ko-layca ben gazeteciyim diyenleri, üç beş karalama yaptıktan sonra yazar-lığı kendine yakıştıranları çevremiz-de görürüz. Çıkar ilişkileri içerisinde olanlar, birilerine yaranmak için yazı yazanlarla da her zaman karşılaş-mamız olağandır. Ne var ki, onların bu tutumları yazarlığa, gazeteciliğe ters düşmektedir. Yeri gelmişken bir noktaya da değinmek isterim; ba-

sında yer almak biraz da şans işidir. Yazma yeteneğiniz ve eğitiminiz olsa bile mutlaka elinizden tutan birileri olmalıdır. Stefan Zweig’in dediği gibi insanın yıldızın parladığı anları yaka-layabilmek ve onu değerlendirmek çok önemlidir.

Basına ilk adımı küçük yaşlarda, daha ilkokul öğrencisiyken attığımı söyle-yebilirim. II. Dünya Savaşı’nın sıkın-tılı günlerinde evimize gelen gazete ve dergileri karıştırmanın yanı sıra radyoda savaş ile ilgili haberleri dinlemiş olmalıyım ki; o günlerde ilkel çizgilerle bir karikatür çiz-miştim. Dünyanın üzerine savaşı simgeleyen bir kartalı oturtmuş, dünya ile onu konuşturmuştum. Büyüklerimden birisi de komşu-larımızdan “Bilmece” isimli çocuk dergisini çıkaran Mahmut Bey’e bu karikatürü vermiş, o da be-ğenmiş ve yayınlamıştı.

Gazetecilik veya yazarlık içten gelen bir duygu olmalı ki; ilkokul yıllarım-da, mürekkeple yazıp resimlediğim “Neşe” isimli bir dergi (!) çıkarmaya başlamıştım. Aile içerisinde yaşanan olayları, dedikoduları ve yer yer de dış ortamdan duyduklarıma dergim-de yer veriyordum. Sonra da olduk-ça kalabalık olan aile fertlerime zorla dergimi okutturmaya çalışıyordum. Aynı zamanlarda bugün mimar olan ve aynı internet gazetelerinde bir-likte yazdığımız, benden üç yaş bü-yük olan dayım Yılmaz Ergüvenç de “Aile” isimli bir dergiyi (!) yazıp çiz-meye başlamıştı. Böylece birimiz İs-tanbul’da diğerimiz Afyon’da olan iki küçük dergi sahibi (!) dergilerini bir-birlerine posta ile göndermeye baş-lamıştık. Ne var ki, her ikimiz de aile içerisinde yaşananlara, dedikodulara dergilerimizde yer verdiğimizden bireyler arasında kırgınlıkların çık-masına neden olmuş, zaman zaman büyüklerimiz tarafından azarlanmış-tık. Büyük olasılıkla bugün magazin basınını biz o yıllarda aile içerisinde başlatmıştık. Bütün bunları yaparken çoğunuzun yaptığı gibi anı defteri

tutmak veya şiir karalamak gibi bir uğraşım olmamıştır.

Keşke olsaymış…

Lise yıllarımda ise en çok sevdiğim derslerin başında edebiyat ve kom-pozisyon gelmiş, bazen yaşadığım çevreyi ve kişileri hicvetmiştim. Bu yüzden de arkadaşlarımın sen de oralarda yaşıyorsun diye tepkilerini çekmiştim. Şimdi düşünüyorum da orta öğretimde kompozisyon dersle-rinin olmayışı, köy enstitüleri ile halk evlerinin kapanmış oluşu birçok ya-zarın ortaya çıkışını engellemiştir.

Üniversite öğrencisiyken; yanılmıyor-sam Yeni İstanbul gazetesinde sınav-

Erdem Yücel’in Bilmece Dergisi’nde yayınlanan karikatürü

Yayına girdiğinden itibaren edindiğim İstanbul Ansiklopedisi’nin Cağaloğlu’ndaki ofisine cilt kapaklarını almak üzere gittiğim gün Reşat Ekrem Koçu’yla karşılaşmıştım. Döneminin en iyi tarih ve köşe yazarlarından olan Reşat Ekrem Koçu, Vefa Lisesi’nde tarih hocamdı.

Page 115: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

BASINDA YAŞADIKLARIM VE BASIN ANILARIM/ Erdem YÜCEL İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

113

la muhabir alınacak diye bir ilan gö-rünce; içimde küllenmiş olan yazarlık tutkusu bir anda ortaya çıkmıştı. Bir arkadaşımla sınavın yapılacağı yere gittiğimizde kapıdaki görevli sınavın başladığını ve bizim geç kaldığımızı söyleyince üzülmüştük. Kapıdan içe-riye baktığımızda bir salon dolusu gencin bir şeyler yazdığını görmüş-tüm. Böylece gazetecilik hayalim bir kez daha sonlanmıştı. Yazgıya bakın ki; muhabirlik sınavına giremediğim Yeni İstanbul gazetesinde sonra-ki yıllarda köşe yazarlığı yaparken ve bana bir oda verildiğinde hep o günü hatırlamıştım.

Gazetecilik düşlerimi rafa kaldırdı-ğım ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin Arkeoloji Bölümü’nü bitirdiğim günlerde babamın arka-daşlarından, Arkitekt isimli mimari dergiyi yayınlayan Zeki Sayar diplo-ma tezimi özetleyerek yayınlamak istediğini söylemişti. Onun babama yaptığı bu teklifin üzerinde nedense durmamıştım. Sonunda babamın ıs-rarını kıramamış, diploma tezimden önce o sıralarda babamın restoras-yonunu yaptığı “Bursa Ulu Camisi Restorasyonu”, onun ardından da “Didyma Apollon Mabedi Üzerindeki Doğu Etkileri” isimli diploma tezimi Zeki Sayar’a vermiştim. Her iki yazı-mın Arketekt gibi önemli bir mimari dergide yayınlaması gazetecilik içgü-dümü bir anda körüklemişti.

Türkiye’de 1950’li yıllarda birbiri ar-dına tarih dergileri yayınlanmaya başlamış ve bunun öncülüğünü de deneyimli bir gazeteci olan Niyazi Ahmet Banoğlu yapmıştı. Tarih Dün-yası isimli dergiyi yayınlayan Banoğ-lu ile nasıl tanıştığımı hatırlamıyorum ama sonradan çok iyi dost olmuş ve onun tarih dergilerinde yazmıştım. Şevket Rado, Yılmaz Öztuna, Orhan Ş. Yüksel ve Öz Dokuman’ın yayınla-dığı Hayat Tarih dergisinde “Hat Sa-natı” isimli yazımla onlara katılmış ve böylece basına ilk adımımı atmıştım. Hayat Tarih dergisi ve ardından Ha-yat Mecmuası’nda kapanana kadar belirli aralıklarla yazmayı sürdürmüş-tüm. Tarih Konuşuyor dergisinin 5. cildinden sonra yazı kadrosuna ka-tılmış, Cemal Kutay, Mustafa Unan, İhsan ılgar ve Cemalettin Server Revnakoğlu ile tanışmıştım. Cemal Kutay ile dostluğumuz vefatına ka-dar sürmüş, kendisinden epey bilgi-lenmiştim. Sonraki yıllarda kendisi-nin yazdığı Son Havadis gazetesinde bir süre köşe yazarlığı yapmıştım.

Yayına girdiğinden itiba-ren edindiğim İstanbul Ansiklopedisi’nin Cağa-loğlu’ndaki ofisine cilt kapaklarını almak üzere gittiğim gün Reşat Ekrem Koçu’yla karşılaşmıştım. Döneminin en iyi tarih ve köşe yazarlarından olan Reşat Ekrem Koçu, Vefa Li-sesi’nde tarih hocamdı. Ken-disiyle konuşurken bana ne

Şevket Rado

Page 116: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

114

yaptığımı sormuş ben de o sıralarda Vakıflar’da görev yaptığımı; tarih ve mimari dergilerde yazdığımı söy-leyince “İstanbul Ansiklopedisi’nin sayfaları sana açıktır” demişti. Re-şat Ekrem Koçu’dan böyle bir teklif almam beni adeta havalara uçur-muştu. Ansiklopedisinde Çubuklu Çeşmesi ve Çubuklu Havuzu isimli ilk maddelerim yayınlanmış ve ho-camın vefatına kadar çeşitli konuları işlemiştim. Benim yazdığım mad-delerden memnun kalmış olmalıydı ki; akademisyen hocalarımdan biri ile arası açılınca onun yazacağı eski İstanbul’u içeren, sanat tarihi mad-delerini bana yazdırmaya başlamıştı. Bazı hafta sonları evine davet eder birlikte yemek yer, sohbet eder ve

sonra yazmamı istediği maddeleri verir, arşivim emrinde derdi. Bazen de birlikte İstanbul’u sokak sokak dolaşarak yazılacak maddelerin son durumlarını yerinde görürdük. Ölü-müne yakın zamanda bir gün ölece-ğinden söz etmeye başlamış; bir de sözlü vasiyette bulunmuştu; manevi oğlum Mehmet Koçu ansiklopedinin maddi tarafını yüklensin, yazı işlerini sen yürüteceksin demişti. Ne var ki, bu sözünü resmiyete geçirmediğin-den ansiklopedi yarıda kalmış, arşi-vinin manevi oğlu tarafından satıldı-ğını öğrenerek üzülmüştüm.

İstanbul Ansiklopedisi’nde yazma-ya başladıktan bir süre sonra Görsel

Genel Kültür Ansiklopedisi, Tür-kiye 1923-1974 Ansiklopedisi, İstanbul Kültür ve Sanat An-siklopedisi, Kültür Vakfı İstan-bul Ansiklopedisi ile Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansik-lopedisi’nde mimari, sanat tarihi ve biyografi maddele-

rini yazmıştım. Bu ansiklopedilerden Kültür Vakfı İstanbul Ansiklopedisi’ne hocam Prof. Dr. Semavi Eyice’nin beni tavsiye etmesi benim için onur olmuştu. Ansiklopedi maddelerini yazarken ilginç bir olay yaşamıştım; Görsel Kültür Ansiklopedisi’nin Ge-nel Yayın Müdürü Mustafa Eren ak-şama doğru telefon ederek bir öğ-retim üyesi ile aralarının açıldığını ve “Bursa’nın Güzel Sanatları” mad-desini yazmadığını, ertesi günü de fasikülün yayına gireceğini, çok zor duruma düştüğünü söyleyerek yar-dımımı istemişti. Kendisine o akşam diplomatik bir davete gitmek zorun-da olduğumu söyleyince ısrar etmiş ve ben de tamam demek zorunda kalmıştım. O gece saat 24 civarında bir çaydanlık çay içerek çalışmaya koyulmuş ve ertesi sabah maddeyi teslim etmiştim. İşin garibi; o sıkışık durumda yazdığım “Bursa’nın Güzel Sanatları” bence en güzel ve ayrıntılı maddelerimden biri olmuştur.

BASINDA YAŞADIKLARIM VE BASIN ANILARIM/ Erdem YÜCELİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

Page 117: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

BASINDA YAŞADIKLARIM VE BASIN ANILARIM/ Erdem YÜCEL İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

115

dım. Gazetenin sahibi Mehmet Emin Alpkan’ın yakın dostluğunu gördüm. Nezih bir süre sonra gazeteden ayrıl-dı onun yerine rahmetli İrfan Atagün yayın yönetmeni olmuştu. Gazetenin yazı işleri müdürü Abdülkadir Billur-cu ve köşe yazarları İlhan Darendeli, M. Ali Yörük, Necdet Sevinç, Sahir Özbek, Cemal Anadol ve sonradan siyasete atılan Yaşar Okuyan idi. Bi-zim Anadolu gazetesi adeta bir aile gibiydi. Hepsiyle kurduğum yakın dostluklar uzun yıllar, onların vefatı-na kadar sürdü.

Bizim Anadolu gazetesi benim için adeta bir basın okulu olmuştu. Önce-leri inceleme dalında yazarken, kısa sürede istediğim her yerde yazmaya başlamıştım. Yazılarım okuyucular tarafından tutulmuştu. Bu nedenle Mehmet Emin Alpkan gazetede her konuda yazabilmem için olanak sağ-lamıştı. Bir süre sonra köşe yazarlığı-na başlamış, ardından haftada bir sa-nat ve kültür sayfasını düzenlemeye, Ramazan aylarında Ramazan sayfası yapmaya ve haftanın spor olaylarını da yorumluyordum. Bir gün rahmet-li İrfan Atagün, sen atlet komplesin her konuda yazıyorsun diyerek bana iltifat etmişti.

Bizim Anadolu’daki spor yazılarım-dan birisinde ilginç bir olay yaşa-mıştım. Beşiktaş’ın Romanya’da kupa maçı vardı; Anadolu Ajansı’ndan gelen habere göre, basında sık kul-lanılan tabirle takla attırarak maçı yazmıştım. Ertesi günü bir de baktım ki, benim yazıma, Erdem Yücel Bük-reş’ten bildiriyor diye yazmışlardı. Bereket hiç kimse farkına varmadı da izinsiz nasıl Bükreş’e gittin diye bana soruşturma açılmadı. Bu olaya o günlerde çok gülmüştük.

Reşat Ekrem Koçu basına girmemde büyük yardımı olmuş, bir bakıma da bu yönde yetişmemi sağlamıştı. Soh-betlerimiz sırasında ünlü yazarların gerçek yüzlerini ve basında çevrilen entrikaları tek tek anlatmıştı. Ne ya-zık ki, bugün onları yazacak olursam bazı tabular yıkılacağından değin-mek istemiyorum.

Reşat Ekrem Koçu tarihi konuları topluma sevdirmeye çalışan, bazıla-rının kültür düzeyine indiren, tarihi kişilere, olaylara kendince ekleme-ler yapan bir yazardı. Türk basınında hakkıyla yer edinmiştir. Bazılarına göre romantik tarihçi, bazılarına göre iyi bir araştırmacı, bazılarına göre de iyi bir yazardı. Her şeyden önce gü-nümüzde parmakla gösterilecek eski bir İstanbul efendisi, çelebisiydi. Sev-diklerine içten bağlı, dost, yaşayan canlı arşivdi. Sahteliği olmayan ho-canın hayatta en büyük şikâyeti kadir bilmezlikti… Nitekim Ahmet Kabaklı ölümünden sonra onun özelliklerini kısa ve öz biçimde dile getirmiştir:

“Çalışkan, mütevazı ve namuslu bir adamdı. Pozu, rolü, dönekliği, sahte-liği, aşırganlığı yoktu. Kendini dirhem dirhem satmaz ama gururundan da hiçbir taviz vermezdi. Onun için çok para getiren forslu çalımlı kişilerden olamadı. İnce hünerli üslubu, tetkike dayalı bilgisi vardı. Bunu tartacak te-raziye ise Babıâli’de her zaman rast-lanmıyor.”

Tercüman’ın basının önde gelen ga-zetelerinden olduğu günlerde tarih ağırlıklı köşeler yazıyordu. Bir gün haydi kalk Tercüman’a gidiyoruz demişti. Orada sonradan çok yakın dost olduğum yazı işleri müdürü

Ünal Sakman’a götürmüş ve Erdem burada yazacak demişti. Hocanın sözü gazetede emirdi; kendisini de-neyin, yazılarını beğenirseniz yayın-layın gibisinden bir şey dememişti. Böylece hocamın sayesinde günün önde gelen ve çok satan gazetelerin-den Tercüman’da “Kayalar Mescidi” isimli yazım haftasında yayınlandı. Bunu diğer yazılarım izlemeye başla-dı; tarihi konulara ağırlık veriyordum ve bazıları yarım sayfayı kaplıyordu. Böylece gazeteciliğe iyiden iyiye ısın-maya başlamıştım. Bir yandan tarih dergilerinde, mimarı konuları işleyen Arkitekt’de yazarken çocukluğum-dan beri hayalimi süsleyen gazeteci-liğe başlamıştım. Ancak arkeolog ve sanat tarihçi olarak da bilimsel ya-zılarımı ihmal etmiyor, İstanbul Üni-versitesi Edebiyat Fakültesi’nin Sanat Tarihi Yıllığı ile Vakıflar dergisinde de yazmayı sürdürüyordum.

Tercüman gazetesinde bir yılı aşkın süre yazdım, yıllar sonra basınımız-da bir acayiplik yaşanmış iki Tercü-man gazetesi yayınlanmış ve Ünal Sakman’ın yönetici olduğu gazetede kısa süre de olsa yazmıştım.

Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün Am-cazade Hüseyin Paşa Külliyesi’ndeki Türk İnşaat ve Sanat Eserleri Müze-si’nin kuruluşunda benimle röportaj yaparken tanıştığım Nezih Uzel o sı-rada yayına yeni başlayan Bizim Ana-dolu gazetesinin Genel Yayın Yönet-meniydi. Orada yazmamı istemiş ve basında ilk transfer teklifini almıştım. Tercüman’ın yanında Bizim Anadolu mütevazi bir gazeteydi. Hayallerimin birini de köşe yazarı olmak süslüyor-du; Tercüman’ın dev yazar kadrosu içerisinde buna olanak yoktu, orada yalnızca tarihi konuları işliyordum. Nezih’in teklifini kabul ettim ve ba-sın yaşamımda adeta bir okul olan Bizim Anadolu’da yazmaya başla-

Reşa

t Ekr

em K

oçu

Page 118: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

Bugün düşünürüm; Tercüman gibi tirajı yüksek bir gazeteyi bırakıp ne-den mütevazı bir gazeteyi tercih et-tiğimi kendimce sorgularım. Oysa bunu yaparken ne kadar yerinde bir karar verdiğimi şimdi çok daha iyi anlıyorum. Tercüman’da kısıtlı ko-nuları yazarken burada isteğim yer-de yazıyordum. Bizim Anadolu’da kapanana kadar yazdım bu arada Cumhuriyet’te de inceleme yazıla-rı yazıyordum. Cumhuriyet’te nasıl yazmaya başladığımı ve buna kimin önayak olduğunu hatırlamıyorum. Orada da doyulmaz sohbetleri olan Elif Naci, Oktay Kurtböke, Sami Kara-ören, Oktay Akbal ve askerlik arkada-şım Orhan Erinç’le birlikte olmuştum.

O sıralarda basında bir ilki yaşamış-tım; biri sağ, diğeri sol eğilimli iki ga-zetede birden yazarken, yazılarımda değişiklik olmuyordu. Yalnızca Cum-huriyet’teki yazılarımda biraz daha öztürkçe sözcüklere yer veriyordum.

Köşe yazarı olma isteğimi doya doya gerçekleştirdiğimi söyleyebilirim. Ankara’da yayınlanan Tanin’de de bir süre köşe yazarlığı yapmış, Yeni İs-tanbul ve isim değişikliğiyle İstanbul gazetelerinde de tarihi olayları, anıt-ları tanıtmaya devam etmiştim.

Bizim Anadolu gazetesinin yarı his-sesinin satılması üzerine rahmetli Zeki Saraçoğlu Hergün gazetesini satın almış Yaşar Okuyan, Necdet Sevinç ve ben Hergün’e geçmiştik. Haftanın belirli günlerinde köşe ya-zarlığı ve futbol ağırlıklı spor konu-larını yazmayı orada da sürdürdüm. 1980 darbesine kadar Hergün milli-yetçi görüşe ağırlık veren bir gazete olarak toplumda tutulmuştu. Bugün

bile böyle bir gazetenin ol-mayışının boşluğu hissedil-mektedir.

Gerçekten çok yazık olmuş-tu…

Hergün’ün kapanmasının ar-dından bazı özel sorunlarım-dan ötürü kısa bir süre, yaz-mak istememiş ve yazılarıma ara vermek zorunda kalmıştım. Rahmetli dostum Çelik Gülersoy’un, önceden kendisine verdiğim “Kasım-paşa Mevlevihanesi” isimli bir yazımı Turing Otomobil Kurumu Bellete-ni’nde yayınlaması, ardından Yapı ve Kredi Bankası Topkapı Sarayı Hırka-i Saadet Dairesi isimli küçük bir kitap-çığı yazmamı istemesi üzerine yazar-lığa yeniden başladım. Bu arada kişi-sel sorunlarımı da çözmüştüm.

Hergün’ün yerini alan Ortadoğu ga-zetesinde ara sıra da Cumhuriyet’te yazdıktan bir süre sonra Turkish Daily News’de Türkiye’deki tarihi eserleri ve çeşitli olayları yazmaya başladım. Bu arada bazı kitaplarım yayınlanmış, çeşitli dillere çevrilmiş-ti. Bir gün baktım ki Türk okuyucu-larımdan uzaklaşıp tamamen ya-bancı basında yazıyorum. Yeniden Türk basınına dönerek kısa bir süre daha önce yazdığım Ortadoğu’da köşe yazarlığını sürdürdükten sonra Günaydın’da, Akşam’da ve haftalık Gölge Adam’da çeşitli konuları iş-lemeye başladım. Bir süre sonra da bir arkadaşımla “Sultanahmet” ve” İstanbul Forever” dergilerini yayına sokmuştum. Bir dergide aynı isimle birkaç yazı yayınlamak bana oldum olası ters gelmişti. Bu yüzden de bazı yazılarımda “Kuzguncuklu” ismini

kullanmaya başlamıştım. Bazı gaze-telerde de özel nedenlerle o sıralar-da iki yaşında olan oğlumun ismiyle Süreyya Sencer diye yazmıştım. O günlerde rahmetli gazeteci dostla-rımdan Ahmet Kabaklı telefon ede-rek köşende ismini değiştirsen bile üslubundan kim olduğun belli demiş ve çok gülmüştük…

Basında teknoloji hızla ilerliyordu; yazılı basının yerini internet basını almaya başlamıştı. Eski bir dostum olan Remzi Erbaş internet gazeteci-liğine başlamış ve Kenthaber’e tüm mesaisini vermişti. Türk basınında ilk internet haber gazetelerinden biri olan Kenthaber kısa sürede yurt içi ve dışında büyük bir okuyucu kit-lesine ulaşmıştı. Güncel haberlerin yanı sıra tarihi bilgileri, mimari eser-leri, daha doğrusu her türlü bilgiye ulaşılan Kenthaber’de yazı işleri mü-dürlüğü, yayın koordinatörlüğü ve köşe yazarlığı yapmaya başlamıştım. Oradaki çalışmamız site kapanıncaya kadar yaklaşık on iki yıl sürdü. Sistem koordinatörü eşim Cemile Yücel ile birlikte ansiklopedik bilgiler içeren arkeoloji, sanat tarihi ve kültür say-falarını hazırlamıştık. Site yazılı bir basım gibi çalışmıştı. Bir süre sonra Kenthaber’de bizim hazırladığımız, bilimsel kaynaklardan yararlandı-

BASINDA YAŞADIKLARIM VE BASIN ANILARIM/ Erdem YÜCELİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

116

Page 119: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

BASINDA YAŞADIKLARIM VE BASIN ANILARIM/ Erdem YÜCEL İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

117

ğımız ansiklope-dik bilgileri diğer siteler de aynen (yanlışımız ve doğ-

rumuzla) alarak sayfalarına koymaya

başlamışlar. Bazıları is-mimizi kullanmış, bazıları

kaynak göstermiş, bazıları da basın kurallarını hiçe sayarak kendi-lerine mal etmişlerdi!.. Bununla ilgili ilginç bir de olay yaşamıştım. Bir ya-yınevi benden İstanbul ve Türkiye’yi içeren turistik bir kitap yazmamı is-temişti. O kitabın redaksiyonunu ya-pan kişi yayınevi sahibine kitaptaki bilgiler internetten alınmış diye şikâ-yet edince; kendisine internetteki o tarihi bilgilerin tarafımdan yazıldığı-nı, bilgileri aşıranın ben olmadığımı söyleyince ikimiz de bu olaya gül-müştük. Böylece basınımızda kendi yazısından yazı aşıran kişi olmuştum!

Buna benzer başka bir komik olay daha yaşamıştım. Bilimsel bir yazım için İslam Ansiklopedisi’nde “Edir-nekâri” maddesine bakma gereğini duymuştum. Maddeyi okurken çok sinirlenmiştim; biri benim bir yazımı benim cümlelerimle yazmıştı. Ansik-lopedinin yayın sorumlusunu aramış ve bu maddeyi kimin yazdığımı so-runca aldığım yanıt karşısında söy-leyecek söz bulamamıştım; meğer o maddeyi ben yazmıştım…

Basında buna benzer tuhaflıklara za-man zaman rastlamıştım. Bu konuda basında çalma çırpma dışında na-

muslu olayları da yaşamıştım. Kültür Bakanlığı’nın Etnoğrafya dergisinde yerinde yaptığım inceleme sonrasın-da “Devrek Bastonları” diye yazı yaz-mıştım. Bir süre sonra nereden bul-muşlarsa bulmuşlar telefonla Devrek Radyosu o yazımı radyolarında oku-mak için izin istemişlerdi. Çoğu yayın organlarının yapmaktan kaçındığı davranışları bir ilçe radyosu namus-lu şekilde yapmıştı. Böyle olunca da basında bunca yozlaşmaya karşı yine de namuslular kalmış diye düşün-mekten kendimi alamamıştım.

Bir bakıma yazılı basından daha çok internet basınından zevk aldığımı söylemek isterim.

Günümüz basını

Günümüz basınında bazı şeyler çok kolaylaşmış; haberleri aşırmak veya takla attırmak olağan hale getiril-miştir. Basında bu tür aşırmanın veya takla attırarak yazmanın müeyyidesi olmadığından çoğu yayın organla-rı buna yönelmişlerdir. Yazım haya-tımda hiç kimsenin yazısını aşırarak kendime mal etmemişimdir. Özellikle bilimsel dergilerde veya kitaplarımda birinin düşüncesini kendiminkine ak-tardığım çok olmuştur. Ancak kimden neyi almışsam kaynak olarak o araş-tırmacıyı mutlaka göstermişimdir.

Eski günlerde gazete ve dergilerin hemen hemen hepsi Bâb-ı Ali deni-

len Eminönü’nden Cağaloğlu’na çı-kan yokuşun çevresinde bulunurlar-dı. O günlerin basın mensuplarının özel araçları, korumaları olmadığın-dan çoğu Bâb-i Ali Yokuşu’nu tırma-narak çıkarlar, çoğu yazar ve çizerle orada karşılaşmak, ayaküstü sohbet etmek de olağan hallerdendi. Yayın organlarının bilgisayarla hazırlan-madığı günlerde gazeteye girdiğiniz anda rotatiflerin tıkırtılarını, kâğıt ve mürekkep kokularını duyardınız. Bu nedenle basın mensupları arasında “eline mürekkep bulaşmaya görsün, bir daha elinden kalemi bırakamaz” sözü sıkça söylenirdi.

Basında sürekli teknik değişimlerin olduğunu yaşamıştım. Eski yazarlar el yazılarıyla yazılarını yazarak gö-türüp gazeteye verir veya gönderir-lerdi. Bazen yanlışlıkla ilgisiz yazıların gönderildiği olur, yazı işleri saçını ba-şını yolardı!..

Ankara Tanin’de köşe yazarlığı yazar-ken gazetenin Şişhane’deki bürosun-da ilk kez teleksi görmüş ve hayret etmiştim. Bu sistemde yazı makinası-nın tuşlarına Ankara’da basılıyor, ya-zılar İstanbul’daki büroda çıkıyordu. Her geçen gün biraz daha gelişen teknolojide bir süre sonra teleks de rafa kaldırıp yerini bilgisayar sistem-leri almıştı. Nereden nereye, müret-tiphanede kurşun harfleri dizerek sayfayı hazırlayan mürettiplerin ye-rini bilgisayarcılar almıştı. Mürettiplik

Eski günlerde basın mensuplarının özel araçları, korumaları olmadığından çoğu Bâb-i Ali Yokuşu’nu tırmanarak çıkarlar, çoğu yazar ve çizerle orada karşılaşmak, ayaküstü sohbet etmek de olağan hallerdendi.

Page 120: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

BASINDA YAŞADIKLARIM VE BASIN ANILARIM/ Erdem YÜCELİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

118

de kaybolan meslekler listesine dâhil olmuştu. Bugün evimde bilgisayar-da yazılarımı yazıyorum gazetenin verdiği şifreme giriyor ve anında ya-zım köşemde yayınlanıyor... Basına ilk girdiğim günlerde böyle bir şeyin olacağını hayal bile edemezdim. O günlerde yazımı tükenmez kalemle yazıyor, tashihlerini yaptıktan sonra yazı makinasında yeniden yazıyor ve götürüp gazeteye veriyordum. Teknoloji insanın işini kolaylaştırı-yor; belki bir gün aklınızdan geçen-ler anında sayfadaki yerini alacak… Böylesi de olmaz demeyin; nereden nereye geldik…

Günümüz basınında haberciliğin çok kolaylaştığı görülmektedir. Benim basına ilk başladığım günlerde mu-habirler diğer gazetelerin muhabir-lerini atlatmak için birbirleriyle yarı-şırlardı. Örneğin yayın yönetmenleri veya yazı işleri muhabirleri yeni mu-habirleri dışarı çıkıp dolaşmalarını şu veya bu kuruma giderek bilgi topla-malarını isterlerdi. Bugün her şey o kadar kolaylaştı ki; çeşitli ajanslardan

veya televizyonlardan gelen haberler çoğu muhabirlerin yerini aldı…

Basına ilk girdiğim günlerde o günkü ustalarımız bizlere basındaki kalem kavgalarını veya yazarların birbirle-rine yaptıkları muziplikleri anlatır-lardı. Son derece seviyeli, hakarete varmayan edebi ağırlıklı bu kavga-ları bugün görebilmek çok zordur. Bugünleri gördükten sonra o gün-lerin seviyeli basınını övmemek el-den gelmiyor. Geçmişe baktığımızda bunun pek çok örneklerini görürüz. Örneğin Cumhuriyet’in kuruluş yılla-rında Hüseyin Cahit Yalçın ile Ahmet Emin Yalman yaşanan olaylarla ilgili birbirlerine zıt yazılar yazmışlar, Ah-met Cevdet de onlara katılmış, ancak seviye hiçbir zaman düşürülmemiştir. Serbest Fırka’nın kurulduğu 1930’lu yıllarda ise Arif Oruç ile Yunus Nadi birbirlerine yazdıkları sert yazılar, Pe-yami Safa ile Nazım Hikmet, Sabiha Sertel Ahmet Emin Yalman kavgaları bunların başında gelmiştir. Bazen de gazeteler arasında kavgalar olurdu; Cumhuriyet ile Tan gazeteleri arasın-da kim faşist kim komünist gibi kav-galar çıkmış, her iki tarafın yazarları birbirlerine girmişlerdi!.. Yakınlarda yaşanan siyasi olaylarda Çetin Altan, Mehmet Altan, Necdet Sevinç, Ah-met Kabaklı, Uğur Mumcu, Mehmet Barlas, Cengiz Çandar, Emin Çölaşan gibi gazetecilerin isimleri öne çık-mıştır. Ben de hiç istemediğim halde bir iki kez kavgaların içerisine düş-müş, Murat Bardakçı ile çekişmiştim.

Basındaki yaşamımdan kesitler ve-rirken bugünkü gazeteciliğin es-kisinden çok daha güç olduğunu açıkça söyleyebilirim. Benim basına ilk adımımı attığım günlerde gazete sahipleri ve yayın yönetmenleri, yazı işleri müdürleri basının içerisinden yetişmiş kişilerdi ve yazdığınız yazı-nın değerini bilen kişilerdi. Şu veya bu nedenle bir yazarın kovulduğu pek görülmezdi. Gazete sahipleri veya yöneticileri basın dışında işle-ri hemen hemen hiç olmazdı. Basın patronları, yazılarından ötürü öv-

dükleri, yazmaya devam et dedikleri yazarlarını baskı altında kalarak kov-dukları, sonra da günah çıkardıkları görülmüş şeyler değildi. Bu yönden geçimleri ve gelecekleri bir patronun iki dudağı arasında olan gazetecile-rin başında Demokles’in kılıcı asılıdır diyenler yanılmıyorlar. Benim böyle bir sorunum kırk yılı aşkın yazarlık süresinde hiç olmadı; kuşkusuz bu-nun nedeni basın dışında başka bir işimin olmasından kaynaklanıyordu. Bu yüzden de hiçbir gazeteden ko-vulmadım; biraz değişiklik istediğim-de kendim isteyerek yayın organını değiştirdim. Bu yönden kendimi her zaman şanslı saymışımdır.

Geçmiş yıllara dönüp baktığımda kimlerle birlikte yazı yazdığımı ve nerelerde yazdığımı düşündükçe kendi kendime meğer zaman ne ka-dar acımasızmış diye düşünüyorum.

Yunus Nadi

Page 121: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

BASINDA YAŞADIKLARIM VE BASIN ANILARIM/ Erdem YÜCEL İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

119

Page 122: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi
Page 123: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

“DÜNYAYA BİR DAHA GELMEK İSTESEM, GENE MATBAACILIĞI SEÇERİM”

Söyleşen:Fatih DALGALI, Betül EREN

11 yaşında Babıali’de Cemal Nadir Sokak’ta çırak olarak başladığı matbaacılık mesleğini 40 seneyi aşkın bir süredir devam ettiren Zekeriya Çiftçi’yle yaptığımız söyleşide; Zekeriya Bey’in mesleğe nasıl başladığını, zamanın usta-çırak ilişkilerini, mesleğin zamana göre değişen kolaylık ve zorlukları, şimdi gülümseyerek anlattığı hatıraları bulacaksınız.

”Söyleşi esnasında kurşun hurufat görebilmemiz için yoğun meşguli-yetine rağmen bize matbaasını açan ve harflerin nasıl dizildiğini, nasıl baskı yapıldığını sabırla gösteren Numan Bey’e ve bu söyleşinin ger-çekleşmesinde emeği geçen Yunus Bayhan ile Uğur Aktaş’a da teşek-kür borçluyuz.

Page 124: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

“DÜNYAYA BİR DAHA GELMEK İSTESEM, GENE MATBAACILIĞI SEÇERİM”/ Fatih DALGALI, Betül ERENİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

122

Matbaacılığa kaç yaşında, nerede başladınız?

11 yaşında başladım. Cağaloğlu’n-da, Babıali’nde başladım çırak ola-rak. (İnci Etiket’te çalışıyordum ben. Hâlâ var o, devam diyor). Sonra kalfa, sonra usta oldum. 4-5 sene sürüyor-du kalfalık. 4 sene çıraklık yaptım. O zaman dükkan temizliği, getir götür işleri, şuydu buydu, ayak işleri falan yapıyorduk. Gerisi ustanın beğenisi-ne kalıyordu. Takdir sunarsa ustalar, kalfa oluyorduk. Çıraklar dükkânın büyüklüğüne göre, makine parkuru-na göre değişiyordu. Bizde mesela 4 tane, 5 tane çırak vardı.

Bizim sistemimiz tipo sistemiydi, of-set sistemi değil. O zaman da vardı ofset sistemi ama azınlıktaydı. İstan-bul’da belki 3-4 tane vardı. Genelde bütün işler tipoyla halledilirdi.

Neden matbaaya girdiniz?

Biz sekiz kardeşiz, en küçükleri be-nim şu anda. Abimin bir tanesi o zaman Ticari İlimler Akademisi’ni bitirdiydi, oraya gidiyordu. Dediler ki hep anne baba, “bu çocuk da okuyacak onun gibi”. Sonra bizi verdiler okul sömestrinde eti senin, kemi-ği benim hesabı. Ben de is-tekliydim okumaya. Sonra çalışma hayatını görünce,

serbestlik de var, okumayacağım de-dim. İlkokulun 4. sınıfında başladım, iki sömestr devam ettim. Sonra da okumak istemedim zaten. Başladık, o gündür bu gündür devam ediyo-ruz. Her zaman söylüyorum, dünyaya bir daha gelmek istesem, gene mat-baacılığı seçerim. Çünkü okuyorsun. Her bastığın şeyi okuyorsun. Kültü-rünü kendi kendine geliştiriyorsun. O zaman her şeyi heceleyerek yazardık, heceleyerek tashihleri yakalardık. Hecelemezsek bizden de kaçıyordu. Tashih yapmamamız mümkün değil. Tashih yaparken heceliyorduk.

Bir de sadece tashihçiler olurdu. Ama o sadece devlet matbaalarında falan olurdu. Adamın görevi sırf tashih yapmaktı. O onay verirdi.

Babıali’den neden ayrıldınız?

Yerel belediyelerin sıkıştırmasıyla ay-rıldık Dalan zamanında. Daha uzadı tabii o, hemen git-gel olmadı da. Ebussuut Caddesi’nde ambarlar fa-lan vardı, onlar kaldırılınca iş değişti yani.

Buraya ne zaman taşındınız?

1996’da taşındım. Burası 96’dan beri bende. Babıali’den ayrıldım, bura-yı aldım. Orada da vardı dükkanım.

Page 125: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

“DÜNYAYA BİR DAHA GELMEK İSTESEM, GENE MATBAACILIĞI SEÇERİM”/ Fatih DALGALI, Betül EREN İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

123

Orayı sattım, buradan aldım. 83’ten beri bilfiil mükellefim. Ondan önce de vardı ama daha askere falan git-memiştim. 17 yaşındaydım, dükka-nım vardı. Artık yakında buradan (Topkapı) da gönderirler herhalde bizi.

Orada olmanın bir avantajı var mıydı? Buraya taşındığınız zaman zorlandınız mı?

Yok, buralar daha büyük yerler. Ora-larda hanlarda falan çalışıyorduk. Hanlar zaten sabah 8’de açılıyor, ak-şam 6-7’de paydos ediyor, kilitleni-yordu. Çalışma, mesai yapma imka-nımız azdı. Ama burası 24 saat açık.

Matbaacılıkta para var mıydı?(gülüşmeler)

Vardı tabii. Eskiden fiyat soran yok-tu, biz de sormuyorduk. O zamanlar çok iyiydi. Bir de emekle yapıyorduk. El emeği, göz emeği çoktu. Her şey daha güzeldi. Şimdi emek yok, otur-duğun yerde yapıyorsun. Şuradaki makinalardan biri olduğunda mat-baa, iki makine aynı anda bir yerde olduğunda ideal matbaa diyorlardı. Bir makinede dört kişi çalışıyordu, iki gece, iki gündüz. Vardiyalı çalışıyor-duk. Birer çırak birer usta.

Eskiden kârlar iyiydi, bir kartvizitle haftalıklarımızı çıkardığımızı bilirdik. Bir de şey mesela, müşteri 500 tane, 1000 tane isterdi, 2000 tane yapar götürürdük. Neden 2000 tane getirdin diye sormazdı.

Heidelberg (maşalı) baskı makinesi

Page 126: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

“DÜNYAYA BİR DAHA GELMEK İSTESEM, GENE MATBAACILIĞI SEÇERİM”/ Fatih DALGALI, Betül ERENİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

124

Biz el pedalını aldığımız zaman ne çok seviniyorduk. Evde kartvizit bası-yorduk dışarıya, oraya buraya.

Haftalığı aldığımız zaman doğru terziye gidiyorduk. 35 lira haftalık alıyorduk. Ustaydım ama o zaman. Terzi de vardı bizim hanın içinde. Han büyüktü. Milas Han. Eski yığ-ma binalardı ama süper bir yerdi. Şimdi kumaşçılar var. Bir-iki tane de matbaa var, ben öyle biliyorum yani. Bütün matbaalar oradaydı. Bayağı büyük matbaalar da vardı. Şimdi Ba-bıali tarihte kaldı. Bütün matbaalara oradaydı, bütün gazeteler oradaydı. Ambarlar hep Ebussuut Caddesi’n-deydi. Hal de oradaydı.

Orada çalışanların toplandığı, git-tiği bir lokanta var mıydı? Mese-la siz yemeklerinizi iş yerinde mi yerdiniz?

Lokantaya girmek zordu. Yokluk var-dı. Öğlende yarım ekmek arası bir şey yerdik öyle lokantaya gitmek fa-lan yoktu yani. Kuruşların gerçek ol-duğu dönemdeydik. Şimdi kuruşlara geri döndük ama o zaman gerçek kuruşlar vardı (gülüyor). Evden sefer-tasıyla götürürdük. Genelde ustası, kalfası, çırağı hep sefertasıyla yemek götürürdü. Belediye başkanı dahi o sefertasını götürürdü. Öyleydi yani.

Ustalarınızla nasıl bir ilişkiniz vardı?

Ustalarımızın karşısında hep böyley-dik (ayağa kalkıp saygı duruşuna ge-çerek gösteriyor). O kurşun harfleri düşürüyorduk yere, bir bakmışız to-kat gelmiş bize hemen “o harfi diye düşürdün” diye. Öyleydi yani, çok kıymetliydi. Yani ustamızın yanında, annemizin babamızın yanından çok daha düzgün duruyorduk.

O zaman mesela cumartesi günleri bütün matbaanın çöplerini sokağa dökerlerdi, orada Vilayet’in karşı so-kağında, Cemal Nadir Sokak. Orada matbaa çöpleri öyle güzel kokardı ki bana, ayrılmak istemezdim; boya kutuları orada, bezler orada... Bir de onları yakacak için gelirdi kadınlar toplardı. Çam gibi yani sobayı tutuş-turmak için. Çam yerine, oraya gelip alıp götürürlerdi bezleri.

Zaten ustalar hemen paketletirdi o bezleri “bana getirin” diye. Kavga ederlerdi o bezleri almak için. Boyalı ya, bir de gaz falan oluyor, tutuşturu-yor. Çıraklara falan vermezlerdi, usta-lar eve götürüyordu.

Siz şimdi size yapılanı kimseye yapamazsınız değil mi?

Şimdi çocuğu alıyorsun buraya, bir şey söylediğin zaman ertesi gün gel-miyor zaten. Bizim öyle bir şansımız yoktu, gelmemek filan. Biz aile terbi-yesinin çoğunu ustalarımızdan aldık.

Çırak bulabiliyor musunuz?

Maalesef bulamıyoruz. Şimdi çıraklık gerektirecek işimiz de yok. Yeni ge-len nesil, yağı, boyayı falan gördüğü zaman ben bunu yapamam deyip uzaklaşıyor. Sadece bizim sektörde değil, diğer sektörlerde de artık ça-lışmak istemiyorlar.

Matbaa mesleğinin sağlığa en za-rarı var, bu matbaacılık mesleği dediğiniz bir hastalık var mı?

Yok, eskiden vardı ama şimdi yok. Eskiden makinalarda kurşun işliyor-duk, hurufatlar hep kurşunlu. Ora-dan tabii zararı vardı. Günde 2 defa, 3 defa yoğurt veriyorlardı.

El pedallı baskı makinesi

Matbaa bıçak kalıbı

Page 127: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

“DÜNYAYA BİR DAHA GELMEK İSTESEM, GENE MATBAACILIĞI SEÇERİM”/ Fatih DALGALI, Betül EREN İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

125

Matbaanın geleceğini nasıl görü-yorsunuz?

Teknoloji gelişti, dijital baskılar çıktı. Yüzde on kapasiteyle çalışıyoruz şu an. Ufak çaplı yerle kendi işini kendi basıyor. Bugün fotokopi makinaları dahi baskı yapıyor.

Burada ne basıyorsunuz?

Biz kırtasiye tipi işler yapıyoruz. Fatu-ra, irsaliye, makbuz, etiket falan. Yani bir de biz şimdi şeyimizi doldurduk. Teknolojik olarak yeni şeylere gir-mem. Çünkü onlar da zor durumda, teknolojiyi yakalayanlar da zor du-rumda. Yetişemiyor ki. Maliyetler çok büyük. Öyle bir yatırım yapıp o riske girmek falan zor.

Eskiden en basit kaşeleri bile mat-baalar yapıyordu, şimdi otomatik makineler yapıyor. Kırtasiyelerde bile yapılıyor. O kaşe dediğiniz şeyi adam alıyordu, bir kalıp yapardı böyle, o kalıbı doldurduğu zaman sana gün verirdi. Hani kartvizitçiler yapıyor ya, birkaç gün sonra gel diyor. Ancak çok özel istersen o kalıbın komple parasını veriyordun, bir tane kaşeyi alıyordun.

Matbaacılıkta başınıza gelen feci bir şey oldu mu hiç?

Feci bir şey makinaya elimi kaptırdım kaç defa (gülüşmeler). Oluyor, o iş kazası mutlaka oluyor. Ustalarımız derdi ki, sen elini kaptırdın mı sen usta olmuşsun demektir. (gülüşme-ler). Hakikaten doğru, ben birkaç ustaya baktım hepsinin elinde bir sakatlık var.

Siz oradayken Meserret açık mıydı?

Meserret açıktı. Biz oradan çok börek aldık. Hatta bir gün o böreğin hepsi-ni bana yedirdi ustalar. Yeni girmiş-tim, dediler ki bana tarif ettiler, Me-serret’i tarif ediyorlar, 4-5 kişi sabaha kadar çalışacaklar. Bize “git oradan 2 kilo börek al” dediler. Ben zaten Me-serreti bulamadım. Baktım arabayla

biri satıyor oradan alırım. Adam dedi “oğlum” dedi “yanlışlık olmasın, iki kilo böreği napıcaksın?”. Dedim “sa-baha kadar çalışacak ustalar, onlara götürüyorum”. Ben aldım götürdüm, su böreği. Kürt böreği diyor, ben su böreği götürdüm. Börek, börek. O böreğin hepsini bana yedirdiler o gün, ceza. İstersen yeme. ‘Hakikaten eti senin kemiği benim’i yaşadık biz, iyi yaşadık.

Babıali’nin meşhur yerleri nere-lerdi?

Gözlükçü vardı onun karşısında, şim-di duruyor mu bilmiyorum, optikçi yani. Kitapçılar vardı, Remzi Kitabevi falan. Hemen Meserret’in üstün-de Emniyet Kırtasiye vardı. İnkılap vardı, eski hanlar vardı. Meserret baya eski. Fazla meşhur bir yer yoktu. Vilayet vardı, defterdarlık vardı. Bizim han da (Milas Han) Aşir Efendi Caddesi’nin bir üstün-deydi. Cemal Nadir Sokak. Ora-da bir okul var şimdi. İstanbul Erkek Lisesi’nin hemen alt so-kağı. Akşam gazetesinin aşağısı. Yokuşu inmeden hemen köşede, köşenin bir arkası. Okulun yeri bahçeydi, biz çıkar oyun oynardık öğlen paydoslarında falan. Sonra okul yapmışlar orayı.

Gürün Han yandı, ondan sonra matbaaları sürdüler. Oradaki esnaf-lar, kumaşçılar bilmem ne hep hava parası verip çıkarttılar. Benim de dükkanım vardı orada. İşte 17 yaşın-da orada matbaam vardı.

“Oturan abim, rahmetli oldu, mali müşavirdi, Ticari

İlimler Akademisi’nde okuyan. Biri benim çırağımdı.

Burası Milas Han’daki matbaa.“

O zamanlar bir faks aldık, nasıl seviniyoruz biliyor musun! Dünyalar bizim oldu. Şimdi Sarıyer’e müşteriye gideceksin, geleceksin, bir daha gideceksin, sonra işi götüreceksin, bir sürü zaman kaybı.

Heidelberg Sbg Cylinder baskı makinesi

Page 128: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi
Page 129: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

GÜNÜMÜZ GAZETELERİ NEYİN AYNASI?Prof. Dr. Hayati TÜFEKÇİOĞLU Arel Üniversitesi Öğretim Üyesi

Cevizlibağ’daki Tercüman binasında, biraz abartırsak neredeyse futbol sahası büyüklüğüne yakın salonlar, mekanlar vardı. Öylesine ki, kimi geceler gazetede bolca bulunan “kağıt”ları yine o zamanın teknolojisi gereği bolca bulunan ve kullanılan koli bantları ile sarar, top haline getirir ve maç yapardık. Çalışanlar şimdiki gibi herkesten yalıtılmış fanuslarda ekran başında bir başına oturmuyordu. Birkaç kişi hariç kimsenin “oda”sı yoktu. Herkes herkesi görebiliyor ve daha önemlisi herkes herkesle görüşebiliyordu.

Page 130: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

GÜNÜMÜZ GAZETELERİ NEYİN AYNASI? / Prof. Dr. Hayati TÜFEKÇİOĞLUİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

128

Ülkemizde gazete tirajlarının dü-şüklüğü, değişik vesilelerle çok dile getirilegelen bir durumdur. Hele nü-fusa oranlanınca, kişi başına düşen gazete sayısının azlığından kalkıla-rak değişik açıklamalar yapılır. Bu açıklama biçimlerinden en yaygını, faturayı Türk toplumuna kesen yak-laşım biçimidir. Aslında kolaycı bir yaklaşım biçimidir bu ve genellikle medyanın değişik kademelerinde çalışan kişilerce dile getirilir.

Bu görüşü savunanlara göre halkı-mızda okuma alışkanlığı ne yazık ki yoktur. Bunun sebebi de sadece günümüz koşullarıyla ilgili değildir. Elin Japon’u metroda, trende elin-den kitabı düşürmezken bizim hal-kımız okumaya bir türlü alışmamış-tır. Çünkü bizim toplumuzda hakim olan sözlü kültürdür. Yazılı kültür ürünleri bize yabancıdır. Bu yüzden insanlarımız çok az okumaktadır. Gördüğümüz gibi bu açıklama tar-zında az okunan/tüketilen/satılan ürünün/gazetenin niteliği ve kalitesi üzerinde hiç durulmamaktadır.

Gerçekten böyle mi? Halkımız oku-mayı sevmiyor mu? Bilmiyor mu?

Hemen aklıma 1970’li yılların son-larına doğru küçük bir Anadolu

kentinde yaşarken İstanbul’a 1-2 günlüğüne giden olunca onlara Gır-dır dergisi siparişi verdiğimiz gel-di. Gırgır elbette bizim yaşadığımız kentte de satılıyordu. Pazar günleri çıkıyordu. Pazar sabahları ilk işimiz Gırgır almak ve mahalledeki arka-daşlarımızla birlikte okumaktı. Gırgır pazar günleri çıkıyordu ama biz bu derginin İstanbul’da 1-2 gün önce-sinden çıktığını öğrenmiştik. Dö-nemin “dağıtım” koşullarında dergi Anadolu’ya 1-2 gün sonra ulaşıyor-du. İşte bu siparişin sebebi pazarı bekleyememe sabırsızlığı idi. Bazan bu yolla iki gün öncesinden Gırgır okuyabiliyorduk.

Bir başka gözlem: Sanırım 1978 yılı idi. Lise öğrencisiydim. Bir Rama-zan ayıydı ve yaz mevsimiydi. Sa-hur erken oluyordu. İnsanlar da sa-hur vaktine kadar uyumuyordu. Bir gece yarısından hemen sonra sahur vaktine yakın, çarşıdan eve gelirken Kırıkkale sokaklarından birinde bir kuyruk gördüm. Çarşıda ama kü-çük bir ara sokakta 30-40 metrelik bir insan kalabalığı ilgimi çekti. Ya-kından bakınca buranın gazete ana bayii olduğunu gördüm. Neden bekliyordu insanlar? Sordum. “Ga-zete kamyonunu bekliyoruz” dedi-ler. “Gelir birazdan...”

Gazete kamyonu!

Ne kadar bilmiyorum ama ben de bekledim. Sonra bir kamyon hızla girdi sokağa. İnsanlar açıldı. Moto-ru stop etmeden kasayı açıp gazete paketlerini atmaya başladı kamyon-cu. İşini hızla bitirdi ve sıradaki ken-te gitmek için gaza bastı.

Böylece sabahı beklemeden gece yarısı ertesi günün gazetesini alabi-leceğimi öğrenmiştim ve o günden sonra ben de artık o kuyruğun bir müdavimi idim. Okuma alışkanlığı yok denilen Anadolu insanı gazete almak için gece kuyruğa giriyordu.

O yıllarda Gırgır büyük bir tiraja sahipti. Hatta yanılmıyorsam dün-

yanın en çok satılan mizah dergi-lerinden biriydi. Yani, satılan ürün, içeriği ile toplum gerçekliği ile bağ-lantı kurabiliyor ve toplumun temel sorunlarını ele alıp yansıtabiliyorsa yukarıdaki örneklerde olduğu gibi neredeyse kapış kapış gidiyordu.

Sonra üniversite okumak için İstan-bul’a geldim. 1980’li yılların hemen başında öğrenciliğime devam eder-ken bir yandan da Tercüman gaze-tesinde çalışmaya başladım. Tashih servisinde... Müsahhihtim. O zaman da fena satmıyordu gazetelerimiz. Tirajlar şimdiki gibi değildi. Acaba günümüzde tirajların bu kadar düşük olmasında, elbette pek çok etkenin yanında, gazetelerin ve gazeteciliğin toplum ve toplum sorunlarıyla ve halka-insanlarla yeterli ve sağlıklı iliş-ki kuramamasının etkisi ne kadardır?

Bu bağlamda o dönemle günümüz gazeteleri/gazeteciliği ile ilgili basit gibi gözüken ama temelde pür sos-yolojik ciddi farklar vardı. Önce me-kan ve mimari tasarım farkının altını çizmek gerekiyor sanırım. O dönem gazeteleri kentin içindeydi ve oku-yucuların da kolaylıkla girip ziyaret ettiği, gazete çalışanlarıyla görüşe-bildiği bir özellik gösteriyordu. Çok farklı sebeplerle insanlar geliyordu, yazarlarla, gazete yöneticileri ile gö-

Cumhuriyet gazetesinin eski binası (Zamanında İttihat ve Terakki tarafından da kullanılan Kırmızı Köşk ismiyle bilinen bina)

Page 131: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

GÜNÜMÜZ GAZETELERİ NEYİN AYNASI? / Prof. Dr. Hayati TÜFEKÇİOĞLU İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

129

rüşmek istiyor, bazan dertlerini anla-tıyor bazan gazeteyi eleştiriyorlardı.

Mesela, bir gün gazete kapısından nedense bizim servisi aradılar. Bir genç gelmiş ve gazetenin günlük fal köşesini hazırlayan yazarla görüşmek istiyormuş. Kapıdan değişik servisleri aramışlar ama bir türlü o köşeyi ki-min hazırladığını bulamamışlar. Bize gönderdiler...

Delikanlı geldi ve sonunda baklayı ağzından çıkardı. Yalvar yakar bir ri-cası vardı. Çok önemliydi onun için. Mahallesinde bir kıza aşıktı. Komşu kızına. Ama bir türlü ‘açılamamış”tı. Kız düzenli olarak bizim gazeteyi alı-yor ve günlük falı da okuyordu. Hatta fazlasıyla meraklıydı bu fala. Mesele şuydu: kız filanca burçtandı ve birkaç gün o burca karşımızdaki delikanlı-nın özelliklerinden bahsederek, kar-şısına hayırlı bir kısmetin çıkacağını yazamaz mıydık?

Günümüzde gazeteler artık “plaza”-larda hazırlanıyor. Bu plazaların bir özelliği de kentten kopuk, otoban kenarlarında olması. Otoban ke-narları, yani bırakın çatkapı girmeyi önünde otobüs durağı bile olmayan mekanlar. Hadi gittiniz. Çalışanların bile kartla girebildiği kapılar, katlar…

Cevizlibağ’daki Tercüman binasında, biraz abartırsak neredeyse futbol sahası büyüklüğüne yakın salonlar, mekanlar vardı. Öylesine ki, kimi ge-celer gazetede bolca bulunan “ka-ğıt”ları yine o zamanın teknolojisi gereği bolca bulunan ve kullanılan koli bantları ile sarar, top haline geti-rir ve maç yapardık. Çalışanlar şimdi-ki gibi herkesten yalıtılmış fanuslarda ekran başında bir başına oturmuyor-du. Birkaç kişi hariç kimsenin “oda”sı yoktu. Herkes herkesi görebiliyor ve daha önemlisi herkes herkesle görü-şebiliyordu.

Bu durum doğal olarak üretime de yansıyordu. Çalışanların sadece halk-la değil, kendi aralarında da yoğun ilişki içinde olması, konuşması, ga-zete içeriğini tartışması, hazırlanan üründe herkesin katkısı olmasına da yol açıyordu. Herkes herkesle şimdi-kinden çok daha yakındı. Her anlam-da yakın.

Mesela, bankacılık ve banka tek-nolojisi şimdiki gibi olmadığından,

ay başlarında muhasebe servisinin önünde kuyruğa girer, maaşımızı el-den ve nakit alırdık. Ve ben daha 20’li yaşlara henüz adım atmış bir öğrenci iken, o maaş kuyruğunda yazı işleri müdürü dahil koca koca adamlar, önemli isimlerle birlikte maaşımı alır-ken, maaşlarımız arasında neredeyse sembolik bir fark olduğunu görür ve aldığım paradan utanırdım. Şimdi bu dengeler nasıl acaba? Muhabirler, diğer basın emekçileriyle gazete bü-yüklerinin maaşları arasındaki fark?

Eskiden “yakın”dı evet. Ve bu yakın-lığının değişik görünümleri ve farklı sonuçları olurdu. Yine mesela, büyük salondaki pikaj servisinde, kartonlar üzerine sahifeler çizilir ve dizgiden çıkan yazılar arkası mumlanarak ya-pıştırılırken herkes o salona girip ha-zırlanmakta olan sayfayı görür, okur, inceleyebilirdi. Gerek duyarsa da sayfanın başında bulunan sahife sek-reterine fikirlerini söyleyebilirdi.

Akşam gazetesinin eski binası

Page 132: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

GÜNÜMÜZ GAZETELERİ NEYİN AYNASI? / Prof. Dr. Hayati TÜFEKÇİOĞLUİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

130

Hele, büyük maçların olduğu ak-şamlar, başında en çok kalabalığın olduğu sayfa, spor sayfası olurdu. Atila Gökçe Tercüman’ın spor müdü-rüydü. Kemal Belgin, Necip Kapanlı, Taylan Uygur Hayri Hiçler... Sanırım Hayri Hiçler bilinçli şekilde yapardı. Neyi mi?

Makina dairesindeki yağlı tulumla-rıyla kol işçileri dahil, hangi serviste o gün maçı olan takımın fanatikle-ri varsa sayfa başına toplar, onlarla konuşur, yenilen takımın taraftarını kızdırır, şakalar yapardı. Bir yandan da büyük bir telaşla sayfa hazırlanır ve “yetiştir”ilmeye çalışılırdı. Başlık-lar, spotlar, resimaltları yazıları... İşte Hayri Hiçler bir yandan koşturma içinde sayfayı hazırlarken bir yandan da bu insanlarla, başlıkları, spotla-rı tartışır ve aslında “okuyucu”nun nabzını tutardı. Daha da önemlisi kol işçisi dahil gazetede bulunanlar üre-tilen gazeteye az veya çok katkıda bulunurdu. Kolektif bir çabanın ürü-nü olarak çıkardı gazete.

Bir küçük sır: Tercüman’ın yanında o dönemde Bulvar gazetesi de aynı binada hazırlanırdı. Beşiktaş maçı ol-duğu akşamlarda, Bulvar spor say-fası sekreteri İsmail Er, artık sayfayı bitirmesi gereken saat yaklaştıkça, iyice telaşlanır, o hengamede be-nim yakama yapışırdı. “Beşiktaş’ın maç sonu yazısı gelmedi. Ne olur bir paragraf sen yaz”. Ve ben Dorde Miliç’in ağzından maç sonucu demeci yazar verirdim. 2 saat son-da İsmail yine gelir,

“Abi yeminle birebir senin yazdıklarının aynısını söy-lemiş adam” derdi. Ajans-tan gelen faksı uzatır Miliç’in demecini gösterir, böylece bir hafta sonraki maç sonu deme-ci için de beni garantiye almak isterdi.

Anlatmak istediğim şuydu as-lında; günümüzde gazetelerin geçmişe oranla daha az satma-sındaki sebeplere bakarken, ortadaki ürünün toplumuz ve insanımızın gerçekliği ile ne derece örtüştüğünün payını da dikkate almak gerektiği. Gazeteler için toplumun aynası denir. Günümüzde acaba gerçekten toplu-mun mu, yoksa onu üre-tenlerin mi aynası oldu gazeteler.

Tercüman’ın yanında o dönemde Bulvar gazetesi de aynı binada hazırlanırdı. Beşiktaş maçı olduğu akşamlarda, Bulvar spor sayfası sekreteri İsmail Er, artık sayfayı bitirmesi gereken saat yaklaştıkça, iyice telaşlanır, o hengamede benim yakama yapışırdı.

Page 133: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

TEKZİP

CEVAP VE DÜZELTME METNİ

“1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi”nin 22. sayısında 62-74 sayfaları arasında yer alan ve İbrahim Ethem Gören tarafından kaleme alınan “İstanbul Fethinin Manevi Mirası-Rumelihisarı Şehitlik Dergahı” baş-lıklı yazıda, Boğaziçi Üniversitesi, halen uhdesinde bulunan önemli bir tarihi-kül-türel değere karşı zarar verenler arasında sayılarak, varlık nedenine aykırı eylemlerle anılmak suretiyle töhmet altında bırakıl-mıştır. Bu haksız ithamların sadece yazarın kişisel görüşleri olduğu inancıyla Boğaziçi Üniversitesi tarafından Nafi Baba-Şehitlik Dergâhının korunması masadıyla yapılan faaliyetler ilişkin bilgiler kamuoyunun dik-katine arz olunur.

Kısa Tarihçe

Rumelihisarı’nın arkasında ve Boğazi-çi Üniversitesi’nin sınırları içinde yer alan Nafi Baba tekkesi (asıl adı Şehitlik Dergâhı) ile ona bitişik, şimdi İBB’nin mülkiyetinde olup korunması resmen Boğaziçi Üniversi-tesine tahsis edilmiş olan Şehitlik ve Hazi-renin geçmişi 15. asra dayanır.

Rumelihisarı kalesinin yapımından önce 1451 yılında yörede Bizanslılarla yapılan çatışmalarda şehit düşen bir grup Os-manlı savaşçısı tepede bulunan Şühe-da Kuyusuna defnedilmiştir. Fatih Sultan Mehmet, Şehitliğin korunması ve erklerin hatıralarının yaşatılması görevini yine aynı çatışmalarda hayatını yitirmiş olan Şeyh Bedrettin’in ahfadına tevdi ederek, alan ve civarını onlara bağışlamıştır. Şeyhliği, ba-badan oğula geçen tarikat mensuplarının önce Bayrami olup ardından Bektaşiliğe geçtikleri ve faaliyetlerini tekke ve zaviye-lerin kapatıldıkları 1925 yılına kadar sür-dürdükleri bilinmektedir. Bu tarihten sonra da tekkenin yıkıldığı 1945 senesine kadar şeyh ailesinin bir bölümü burada oturma-ya devam etmiştir.

Mülkiyet durumu ve Boğaziçi Üniversi-tesi ile ilişkiler

Şehitlik Dergâhının bulunduğu tepe (Nafi Baba tepesi) ve onu çevreleyen geniş arazi Fatih Sultan Mehmet tarafından doğrudan bahşedilmiş olduğundan, başlangıçtan itibaren özel mülk niteliği taşımıştır. Bu toprakların bir kısmı zaman içinde tekke-ye bağlı vakfiyelere çevrilmekle beraber, Dergâhın arsası ve üzerinde yer aldığı tepe ile yamaçları ailenin mülkiyetinde kalmış ve varislere geçmiştir. Geçmişi 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar uzanan Boğaziçi Üni-versitesi, kuruluşundan itibaren Dergâh ile iyi ilişkiler içinde olmuş ve ailenin birçok mensubu bu kurumda öğrenci ya da öğre-tim üyesi olmuştur. Dergâhın yıkılması ve arazinin metruk ve bakımsız kalmasından sonra Üniversite, tarihi ve doğal önemi büyük olan bu tepe ve Şehitliği koruma-yı görev edinmiştir. Bu amaçla Boğaziçi Üniversitesi bünyesinde birçok proje ger-

çekleştirmiş (tarihi Rumelihisarı köyü kap-samında UNESCO çevre koruma projesi; Şehitlik taşlarının envanteri; Dergâhın res-titüsyon projesi, vb.), ulusal ve uluslararası kampanyalar yürütülmüş (yabancı ve yerli konferanslar ve yayınlar), yurt içinde ve dı-şında resmi ve özel kurumlarla ilişki kuru-larak tepenin ve Şehitliğin tarihi ve doğal sit alanı olarak tescilinde aktif ve öncü rol oynamış, tepe arazi spekülatörleri ve ge-cekondu yapılaşmasından korunmuş, şe-hitlikte yıkım ve Vandalizm engellenmiştir.

Söz konusu alanın mülkiyet durumu ve Boğaziçi Üniversitesinin konumu

1. Dergâhın arsası (Pafta 7, Ada 39, Par-sel 16), varislerin desteği, hatta çaba-larıyla iki aşamada istimlak edilmiştir. 1982 yılında büyük hisseler, ardından küçük hisseleri de kapsayan ikinci bir istimlakle Üniversitenin mülkiyetine geçmiş ve 1998 yılında mahkeme ka-rarı ile hükmen Boğaziçi Üniversitesi asına tescil edilmiştir.

2. Nafi Baba tepesi, (Pafta 7, Ada 39, Parsel 1): Tekke arsasının dışında ka-lan ve Üniversitenin Etiler giriş kapısı ile tarihi kampusun sınırına (Mühen-dislik Binası) uzanan geniş yeşil alan, yine bizzat varislerin bir bölümünün desteği ve çabalarıyla, özellikle 1960’lı yıllarda yaygınlaşan arazi spekülasyo-nu ve gecekondulaşmanın engellen-mesi, Üniversitenin bütünlüğünün sağlanması, doğal ve tarihi çevrenin korunması amaçlarıyla 1982 yılında istimlak edilerek Üniversite adına tes-cil edilmiştir.

3. Şehitlik (Pafta 7, Ada 39, Parsel 17): 1451 tarihli Şüheda Kuyusunu, tarihi mezarlık ve hazireyi kapsayan alan, kadastro yoluyla 1949 yılında Bü-yükşehir Belediyesine tescil edilerek mülkiyeti Vakıflar Müdürlüğünden Büyükşehir Belediyesine geçmiştir. Koruma amacıyla 1980 yılında Bo-ğaziçi Üniversitesine tahsis edilmiştir olup gömüye kapalıdır.

4. Dua Tepe/Doğa Tepe (Pafta 7, Ada 37, Parsel 13): Geçmişte üzerinde Şehit-lik ve tarihi Rumelihisarı mezarlığının uzantısı bulunan Dua Tepe’de (Kekik Tepe olarak da bilinir), 1981 yılında dönemin Sarıyer Belediyesinin deste-ğiyle gecekondu yapılaşmasına imkân vermek amacıyla sabaha karşı buldo-zerlerle mezar taşları parçalanarak yok edilmiş ve biriken hafriyatla karı-şık molozlar tarihi mezarlığın üzerine dozerler tarafından itilerek yığılmıştır. Yıkım, Boğaziçi Üniversitesi yönetimi ve bizzat Rektörü tarafından anında müdahaleyle, ancak Şüheda Kuyusu-nun sınırında durdurulabilmiştir.

Bunun sonucu olarak dönemin Büyük-şehir Belediye Başkanlığı, Şubat 1981 tarihli resmi yazıyla Şehitlik ve Dua Tepe-

nin korunmasının sağlanması amacıyla, alanı Boğaziçi Üniversitesine tahsis etmiş ve koruma amaçlı bir duvar çekilmesine onay vermiştir. Dua Tepe üzerinde mezar taşlarının tahribiyle oluşan boşa alan ise, Boğaziçi Üniversitesi tarafından İstanbul Büyükşehir Başkanlığı ve Türk Kültürüne Hizmet Vakfının desteğiyle bugün mevcut olan parka çevrilmiş ve kamunun kullanı-mına sunulmuştur.

Yakın zamandaki gelişmeler:

Dergâh binasının, mevcut temeller üzerin-de aslına uygun olarak yeniden inşa ve Şe-hitliğin restorasyonu amacıyla sürdürülen çaılşmalar 2000’li yıllarda sonuç vermeye başlamıştır. Boğaziçi Üniversitesi, Kültür ve Turizm Bakanlığı ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi arasında protokolün 2006 yılın-da imzalanmasının ardından Dergâh bina-sının restitüsyonu, çevrenin düzenlenmesi ve Şehitliğin restorasyonuna yönelik proje çalışmaları tamamlanmış, 2013 yılında uy-gulanmaya başlanmıştır.

Bu girişimin gerektirdiği mali fon için, Boğaziçi Üniversitesi Rektörü 2012 yılın-da Kalkınma Bakanlığına başvurmuştur. “Şehitlik Dergâhı Nafi Baba Tekkesi Kültür ve Evrensel Değerler Araştırma Merkezi” başlığını taşıyan projenin hazırlık ekibinin 2 üyesi ile yöneticisinin Nafi Baba ailesine mensup olmalarının da doğrudan projede katkıları olduğunu göstermektedir.

Projenin Bakanlıkça kabul edilip uygula-maya konulmasıyla Üniversite bünyesinde, gerek Dergâh binasının yapımı ve çevre-sinin düzenlenmesi, gerekse Üniversiteye tahsisli Şehitlik ve tarihi mezarlığın res-torasyon çalışmalarını izlemek üzere, bir “Yönlendirme Komisyonu” kurulmuştur. Rektör başkanlığında 9 kişiden oluşan ko-misyonun iki üyesi Nafi Baba ailesi men-subudur.

Bütçesi İBB tarafından karşılanan Şehitlik ve tarihi Nafi Baba Mezarlığı alanında-ki restorasyon da 2013 yılında başlamış, ancak yeni bulgular ve kazılarda önceden tespit edilememiş taşların görülmesi ne-deniyle çalışmalara ara verilmiş ve Arke-oloji Müdürlüğünün devreye girmesiyle daha kapsamlı bir çalışma yapılmasına ka-rar verilmemiştir.

Şehitlik Dergâhının Üniversite bünyesinde bir eğitim ve kültür merkezi olarak etkin olabilmesi idealini, Boğaziçi Üniversitesi yönetici ve çalışanları kadar, aile mensup-ları ve eskiden beri konuya gönül verenler de benimsemiştir. İnşaatı tamamlanmak üzere olan bu merkezin özellikle kültür mirasımıza ışık tutacak ülkemiz ve dünya medeniyetinin düşünce, inanç, edebiyat ve sanatını evrensel bir perspektifle inceleye-rek bir araştırma kurumu olarak hizmet vermesine yönelik çalışmalar şimdiden başlatılmıştır.

1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi’nin 22. sayısında yer alan “İstanbul Fethinin manevi mirası Rumelihisarı Şehitlik Dergâhı“ başlıklı ya-zıya Boğaziçi Üniversitesi tarafından gönderilen tekzip metni aşağıdaki gibidir.

Page 134: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

Büyükşehrin, dolayısı ile Türkiyenin fikir ve sanat merkez ve mehşeri; İstanbul basınının beşiği, bir politika kanalı, âlimler, mütefekkirler, müellifler, muharrirler, artistler gü-zergâhıdır. İstanbulun büyük tâbi kitabcıları, en büyük kır-tasiye mağazaları, mücellitleri, klişe atölyeleri, ilânat büro ve şirketleri, gazete ve mecmua bâyileri ve bir kaç büyük matbaa, gazete ve mecmua idârehâneleri bu caddenin iki kenarı boyunca sıralanmıştır.

1934 Belediye Şehir Rehberine göre Vilâyet Konağının kö-yünden başlıyarak Sirkeci sahilinde Arabavapuru İskelesi-ne kadar uzanır (aşağıdaki târifleri rahat mütalâa etmek için krokiye bakınız); Hamdiye ve Muradhüdavendigâr Caddeleri (Sirkeci tramvay yolu) ile Dörtyol ağzı yaparak kesişir ki, adı geçen rehberde bu noktadan sahile kadar olan yol da her ne kadar Ankara Caddesi adını taşır ise de bu kısım artık bir meydancığa inkilâb etmiştir, halk ağzın-da kullanıldığı gibi <Sirkeci Meydanı> dır; bu ansiklope-dide Sirkeci maddesinde tespit edilmiştir (B.: Sirkeci Mey-danı) ve aslında da eski adı Sirkeci Caddesi idi (B.: Sirkeci Caddesi); işte bu kısmı Sirkeci Meydanı olarak atyırdıktan sonradır ki Ankara Caddesi için, İstanbulun şöhretli dillere destan olmuş Bâbıâli Caddesinin yeni adıdır diyebiliriz.

Fakat 1934 Belediye Şehir Rehberi tanzim edilir ve İstan-bul cadde ve sokaklarına Cumhuriyet devrinin yeni isim-leri verilirken Babıâli Caddesinde mânâsız, dolambaçlı, çetrefil bir isim kaydırması yapılmıştır ki bir lâübâlilik şa-heseridir; istikbâlin târih müdekkiklerini hayli yoracaktır; şöyle ki (krokiye bakınız):

Sirkeciden İkinci Sultan Mahmud Tübesinin hazîresi köşe-sine kadar İstanbulun ana yollarından biri uzanır; bu yol Nuruosmaniye Caddesi ile haçvâri kesişir. İşte bu yolun Sirkeciden Nuruosmaniye kavuşağından Türbe hazîre-si köşesine kadar olan kısmının eski adı da Mahmudiye Caddesidir.

1934 Rehberinde Babıâli Caddesinin Vilâyet Konağı kö-şesine kadar olan kısmına Ankara Caddesi adı verilmiş; Vilâyet konağından Türbe hazîresi köşesine kadar uzanan caddeye de, bir parçasının üstündeki Mahmudiye adı kal-dırılarak Babıâli Caddesi adı konmuştur. Mademki tarihî Babıâli Caddesi adı muhafaza edilecek idi, yerinde muha-faza edilmeliydi, tarihî ismi Mahmudiye Caddesi üzerine kaydırmaya ne lüzum vardı.

Tarifimizi başka türlü de yapabiliriz: Eski tarihî Babıâli Cad-desinin büyük bir kısmı zamanımızın Ankara Caddesidir; küçük bir parçası da eski Mahmudiye Caddesi ile birleşe-

rek İstanbul şehri haritasında Babıâli Caddesini eski tarihî cadde ile karıştırmamaya dikkat edilmelidir.

Ankara Caddesi (Tarihî Babıâlinin büyük kısmı) nın en eski sîmasını pek mübhem biliyoruz. Hayatının mühim kısmını bu caddede geçirmiş olan Ahmed Midhat Efendi H. 1296 (M. 1879) da neşretmiş olduğu <Yer yüzüne bir melek> adındaki romanın başlarında şu şayânı dikkat mâlûmatı veriyor:

<Bundan tahminen otuz beş sene kadar evvel bir kış ge-cesinde idi (H: 1261? – M. 1845?). Sirkeci iskelesi tarafın-da garib bir yangından sonra (Hicrî 1282 – Milâdî 1866 Hocapaşa Yangını) meydana gelip bugün bir baştan di-ğer başına doğru baktığımız zaman kalblerimize ferahlık veren geniş caddeyi hatrınıza getirip de kendinizi Sirke-cide bulursanız haber vereceğimiz, vak’anın asla zevkine varamazsınız. Eğer yirmi beş yaşını aşkın bir adam olup da biraz da hafıza kuvvetiniz yerinde ise o eski Sirkeci is-kelesini hâlâ gözünüz önünde bulursunuz. Binaenaleyh târif için pek tafsilâta lüzum yoktur. Cağaloğlundan doğru gelen yani şimdiki Babıâli Caddesinin selefi bulunan bel-libaşlı caddesinde bile sağ tarafındaki hanenin damından bir kiremit düşecek olsa, sol taraftaki hanenin cumbasını zedeleyeceğini size ihtar edersek mübalağa etmemiş ol-duğumuz halde Sirkeci iskelesi sokağının nasıl bir sokak olduğunu da târif etmiş oluruz...>

Ankara (Babıâli Caddesinin genişletilmesi, son Hocapaşa yangınından sonra kurulan <Islahatı Turuk Komisyonu> ile bu komisyonu kuran ve himaye eden Keçecizade Fuad Paşanın eseridir.

Şöhretli cadde İstanbul’un son imar faaliyetine de mü-himce tahavvüle uğramıştır.

Cadde, Vilâyet Konağından Sirkeciye doğru evvelâ sola sonra sağa iki büyük kavis yapar ve oldukça dik meyil ile yokuş aşağı iner.

Sağda Ebussuud Caddesi, İbnikemal Caddesi ve Hocapa-şa Hamamı Sokağı; solda Cemâlnâdir Sokağı bir parça-sı, Cağaloğlu Yokuşu, Âşirefendi Caddesi, Yenipostahâne Caddesi ve Muhzirbaşı Sokağı ile kavuşakları vardır.

Ankara Caddesinin sîması 1949 da imkân ölçüsünde dik-katle tesbit edilmişti. O tarihten 1959 a kadar geçen on üç yıl içinde mühim değişiklikler olmuştur. (...)

*Reşad Ekrem Koçu, İstanbul Ansiklopedisi, cilt: 2, s. 862-863.

ANKARA CADDESİ*İSTANBUL ANSİKLOPEDİSİ’NDE

Page 135: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi
Page 136: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

AJA

ND

A

DÜNDEN BUGÜNE BABIÂLİNail GüreliHeyamola Yayıncılıkİstanbul, 2009232 sayfa

Bir zamanlar Babıâli sadece devlet işlerinin idare edildiği bir yer değil, aynı zamanda Bizans’tan, Osmanlı’ya başkentlik et-miş bir şehrin merkeziydi. Sadece bir şehrin merkezi olmakla kalmamış, önceleri o dönemin matbuat hayatı ile sonrasında ise basınıyla bütünleşen bir merkez konumunda olmuştur.

Kitapta; bugünün basının nasıl oluştuğunu, 50 yıl öncesin-den başlayan gelişim sürecini anlatılıyor. Yazar, matbuattan basına doğru nasıl bir gelişim süreci içinde geçildiğini, ba-sın müzesini, gazetecilikte usta-çırak ilişkisini, Babıâli’nin tarihi zenginliğini, kitapçılarını ve yayınevlerini, teknolojiyle beraber gelişen baskı şeklinin klişeden, ofset baskıya nasıl geçildiğini eski basım teknikleri vb. bilgileri okuyucuya sun-maktadır.

Gazeteci yazar Nuri Güreli tarafından kaleme alınan Dünden Bugüne Babıâli’de, o dönemin basın hayatında satır arala-rında kullanılan terimlere de yer verilmekle beraber, kitabın içinde bulunan krokide Babıali’nin o dönem ki gazete, yayı-nevi ve matbaa olarak kullanılan tarihi binaları numaralandı-rarak gösterilmiştir.

ŞÜKÛFENÂMEOSMANLI DÖNEMİ ÇİÇEK KİTAPLARI

Seyit Ali Kahraman

Kültür A.Ş. Yayınlarıİstanbul, 2015480 sayfa

Yaşanılan yeri güzelleştirmenin yanında Yaradan’ın kudreti-ni de gösteren çiçek, Osmanlı kültür ve medeniyetinde de önemli yer tutmaktadır. Çiçek ve çiçekçilik hakkında hazır-lanan yazmalar dahi, yetiştirilen çiçekler gibi içerik ve şekil yönünden birer şaheserdir. Çiçek yetiştiriciliği konusunda hazırlanan şükûfenâmeler, konu hakkında önemli bilgiler ih-tiva etmekte ve botanik bilimine de kaynak teşkil etmektedir.

Çiçek ve çiçek yetiştiriciliği hakkında hazırlanmış olan Şükû-fename adlı eserde Şükûfenâme-i Ali Çelebi, Ubeydullah Efendi Şükûfenâmesi, Lâlezarî Mehmed Efendi Şükûfenâme-si, Şükûfenâme, Defter-i Lâlezar-ı İstanbul, Takvimü’l-kibâr min Mi’yâri’l-ezhâr, Karanfil Risalesi, Revnak-ı Bostan adlı sekiz yazma eserin yanında, yine aynı konuda yazılmış yaz-malardan yola çıkarak hazırlanmış çiçek yetiştiriciliği, yaz-malarda geçen tüm çiçeklerin listesi, çiçek yetiştiriciliğine ait sözlük ve dizin yer almaktadır.

Page 137: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi

AJA

ND

A

NERDEN GELDİK BURAYA

Yer: SALT Beyoğlu ve SALT GalataTarih: 3 Eylül – 29 Kasım 2015

12 Eylül darbesinden sonra ortaya çıkan toplumsal hareketler ve popüler kültür ögeleri üzerinden Türkiye’nin yakın geçmişini irdeleyen “Nerden Geldik Buraya” sergisi SALT Beyoğlu ve SALT Galata’da açıldı.

Türkiye’de 1980 sonrası askerî vesayetin gölgesinde serbest piyasa ekonomisine geçişin yaşandığı döneme odaklanan Ner-den geldik buraya, İstanbul’u merkeze alarak bu süreci reklam filmi, dergi, fotoğraf, video gibi arşiv materyalleri ve sinemadan örneklerle değerlendiriyor. Sergideki sanatçılar Halil Altındere, Serdar Ateşer, Aslı Çavuşoğlu, Barış Doğrusöz, Ayşe Erkmen, Esra Ersen ve Hale Tenger ise, 1980’lere dair işleriyle politik ve kültürel dinamikleri irdelediği görülmektedir.

Sergilenen işlerden en çarpıcılarından biri hiç şüphesiz, 1980-1993 yıllarını içeren Cağaloğlu basın ve yayın haritası. Detaylı bir çalışmanın ürünü olan bu harita, Türkiye basın tarihinde 1980’le-rin sonunda gazete, dergi, yayınevi ve matbaaların Babıâli’deki yerlerini tek tek göstermesi açısından önem arz ediyor.

1980 askerî darbesinden sonra ortaya çıkan toplumsal hare-ketler ve popüler kültür ögelerini irdeleyen, bu bağlamda Tür-kiye’nin yakın geçmişiyle bugünü arasındaki ilişkiyi görünür kılmayı amaçlayan bu sergi, 29 Kasım’a kadar ziyaret edilebilir.

İSTANBUL’UN 100 SÜRELİ YAYINI

Ergun Çınar

Kültür A.Ş. Yayınlarıİstanbul, 2010127 sayfa

Dergiler, İstanbul’un renkli ve zengin kültürünün temel dina-miklerini göstermesi bakımından önemlidir. Çoğunun ömrü kısa olmasına rağmen, etkileri uzun soluklu olmuştur.

Bulletin de Nouvelles’ten Servet-i Fünun’a, Kipseli’den Mec-mua-i Fünun’a ve Vakay-ı Tıbbiye, Mümeyiz, Mir’at gibi sayı-ları 100’ü aşan bu dergiler, İstanbul’un düşünce ve edebiyat dünyasının geniş yelpazesine de işaret eder.

İstanbul’un 100 Süreli Yayını, Türk yayıncılığının kalbi olan İstanbul’da çıkmış ve matbuat tarihine damga vurmuş 100 dergiyi konu alarak İstanbul dergiciliğinin izini başlangıcın-dan günümüze kadar sürmekte ve böylece alanında ciddi bir boşluğu dolduran çalışma niteliği taşımaktadır.

Page 138: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi
Page 139: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi
Page 140: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi