47
180 AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ www.somuncubaba.net AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 22 • SAYI: 180 • EKİM 2015 • Fiyatı: 8 TL 00180 Kerbelâ Kerbelâ’da vukû bulan çatışma, tarihte en kısa süren hadiselerden birisi olup, ancak en çok yankı uyandıran ve etkisi günümüze kadar gelen bir olaydır. Eğitimcinin Vasıfları Mevlânâ, eğiticisinin sıfatlarını sayarken, ham olmayan, öğrencisini hamlıktan kurtaracak olan eğitimcinin ham olmaması zorunludur.

180 Kerbelâ Eğitimcinin Vasıfları 00180 - somuncubaba.net · başyazı Kemal DEMİR Ehli Beyt Sevgisi Ehl-i beyt tabiri, İslâmî dönemden itibaren günümüze kadar sadece

  • Upload
    others

  • View
    12

  • Download
    3

Embed Size (px)

Citation preview

180

AY

LIK İLİM

LTÜR

VE ED

EBİY

AT D

ERG

İSİ

www.somuncubaba.net

AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 22 • SAYI: 180 • EKİM 2015 • Fiyatı: 8 TL

00

18

0

KerbelâKerbelâ’da vukû bulan çatışma, tarihte en kısa süren hadiselerden birisi olup, ancak en çok yankı uyandıran ve etkisi günümüze kadar gelen bir olaydır.

Eğitimcinin VasıflarıMevlânâ, eğiticisinin sıfatlarını sayarken, ham olmayan, öğrencisini hamlıktan kurtaracak olan eğitimcinin ham olmaması zorunludur.

başyazı Kemal DEMİR

Ehli Beyt SevgisiEhl-i beyt tabiri, İslâmî dönemden itibaren günümüze kadar sadece Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ailesi

ve soyu manasına gelen bir terim olmuştur. İslâm tarihinde Hz. Hasan (r.a.) neslinden gelenlere “Şerif”, Hz. Hüseyin (r.a.) soyundan gelenlere de “Seyyid” adı verilmiş; kendilerine hürmet ve muhabbet göster-mek, Hz. Peygamber (s.a.v.)’i sevmenin bir tezahürü kabul edilmiştir. Ehl-i beytin Osmanlı döneminde halk arasında tanınmaları için farklı kıyafetlerle dolaşmaları sağlanmıştır. İsimleri, şecereleri ve ahlâkî durumlarını tespit eden teşkilatlar kurulmuştur.

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.), ehl-i beyti güle benzetmiş ve kendisinin de oraya, Altın Silsile olarak adlandırdığı neseb-i âliye, bir evlat olarak bağlı olduğunu şu şiiriyle beyan etmiştir ve:

Hulûsî sulbümüz el-hak / Resûl’ün âline mülhak

Altun silsilenin mutlak /Hep kavmi kardaşı güldür

diyerek, Rasûl’ün âline nesep yoluyla bağlı olmasını, o altın silsilenin bir halkası olmasını iftiharla dile getirmiştir. Seyyidlerin tümünün (akraba) o gül neslin bir parçası olduğunu ifade etmiştir.

Bir evlad-ı Rasûl olan Osman Hulûsi Efendi de, birçok sıkıntılara katlandı, zorluklarla karşı karşıya kaldı. Gül için, gül yüzlü için dertlere göğüs gerdi. Sabır ve metanetle hepsinin üstesinden geldi.

Bir arkadaş anlatıyor: “Osman Hulûsi Efendi Medine’de Seyyid Ömer’le bir sohbetlerinde, Seyyidli-ğin öneminden bahsederek buyurdular ki: “Seyyid Ömer, Ebu Zeri Gıfarî (r.a.) Hazretlerinin bir kelamı var ‘İbadet ü taatde belin yay gibi olsa (şahadet parmağını bükerek işaret etti) ehl-i beyti sevip, hizmet etmedikçe amelin makbul olmaz.’ diye buyuruyor.” Seyyid Ömer de: “Saddak, Saddak ya Seyyid.” diye-rek Osman Hulûsi Efendi’nin alnının sağ tarafından öptü. Sohbet bittikten sonra tekrar Osman Hulûsi Efendi’nin elini öpüp sarıldılar, müsaade isteyip ayrıldılar.”

Dergimiz bu ay da zengin içeriği ile sizlerin karşısına çıkıyor. Özellikle 14 Ekim’de başlayacak olan Muharrem ayı nedeniyle kaleme alınan Doç. Dr. Fatih Erkoçoğlu’nun ‘Kerbelâ’ yazısı ile Mustafa Özçelik’in ‘Kerbelâ Mersiyeleri’ bu konuda dikkat çeken yazılar. Yine günümüzün önemli problemle-rinden olan Selefîlik ile ilgili Prof. Dr. Metin Özdemir’in kaleme aldığı ‘Müslümanların Birliği ve Dirliğini Tehlikeye Atan Bugünkü Selefilik’ başlıklı yazı da bir diğer önemli makale olarak sizlerin istifadesine sunulmuştur. Ülkemize ve İslâm dünyasına birlik ve kardeşlik temennilerimle, bütün okurlarımızı kalben selamlıyorum.

Since the Islamic era, the definition of Ahl al-Bayt has only been used for the relatives and descendents of the Prophet Muhammad (sav). The ones from the descendent of Hasan (pbuh) are known as “Sharif” and the ones from Hussein’s (pbuh) are called as “Sayyid”. Also, showing respect to them is generally considered to prove the love of Prophet Muhammad (sav). In the Ottoman Period, those people were provided to wear different clothes to be known among the other people and there established organizations to determine their names, families and moral conditions.

There is a saying of Abu Zar Ghaffari (pbuh), “ Even if you worship and pray a lot, unless you love and serve Ahl al- Bayt, none of your actions are accepted”.

The Love of Ahl al-Bayt

somuncubaba 1

KurucusuA. Şemsettin ATEŞ

Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803

Yıl: 22 Sayı: 180 - Ekim 2015

Basım Tarihi: 01 Ekim 2015

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adınaİmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın YönetmeniKemal DEMİR

Sorumlu Yazı İşleri MüdürüM. Hulusi ERDEMİR

Yayın EditörleriM. Nazmi DEĞİRMENCİMusa TEKTAŞ

Yönetim Yeri-Basım-Yayım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesiZaviye Mahallesi Hacı Hulûsi Efendi Caddesi No: 71 44700, Darende / MALATYA Tel: (0422) 615 15 54 • Faks: (0422) 615 28 79 www.somuncubaba.net • [email protected]

Yapım

www.grafiturk.com.tr

Genel Sanat YönetmeniSerkan ÖZTÜRK

Sanat YönetmeniEnes İSLAM

Baskı ve ÜretimSalmat Basım Yayıncılık Ambalaj San. Ltd. Şti.Sebze Bahçeleri Caddesi Arpacıoğlu İşhanıNo: 95/1 İskitler/ANKARATel: (0312) 341 10 24 • Faks: (0312) 341 30 50

Yayın KuruluProf. Dr. Nihat ÖZTOPRAKProf. Dr. Ali YILMAZProf. Dr. Sebahat DENİZProf. Dr. Bilal KEMİKLİProf. Dr. Abdullah KAHRAMANProf. Dr. Ali AKPINAR

Danışma KuruluProf. Dr. Mehmet AKKUŞProf. Dr. Mehmet SOYSALDIProf. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİLProf. Dr. Kadir ÖZKÖSEProf. Dr. Mahmut YEŞİLProf. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır.

Kurum Abone : 140 Yurtdışı 1 Yıllık Abone : 72 EURO Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068Ziraat Bankası : TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01 - Vakıf Bank: TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58

Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız.

/SomuncuBabaDergisi

Somuncu Baba Dergisi’nin içeriğinde bulunan yazılar ile ilgili çıkabilecek olan hatalı bilgilerden dolayı dergi herhangi bir sorumluluk kabul etmemektedir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına ilanların sorumluluğu ise rek-lam verenlere aittir. Dergimizde bulunan fotoğrafların ve görsellerin kullanılması ve kopyalanması yasaktır. Yazılar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir. Somun-cu Baba Dergisi’nin bütün telif hakları VİSAN İktisadi İşletmesi’ne aittir.

içindekilerkünye

6

56

42

78

2614

HZ. ŞUAYB PEYGAMBER’İNHAYATINI YÖNETEN NAMAZI

KERBELÂ

SOFRA VE DİYET PSİKOLOJİSİ

İLMİN VEMEDENİYETİN BEŞİĞİ:BAĞDAT

SOMUNCU BABA HAZRETLERİ’NİN NASİHATLERİ

SULTAN VAHDEDDİN’İYENİDEN DÜŞÜNMEK

Ali AKPINAR

Onun namazı, hayatı kuşatan, hayata yön veren

ve hayatı yöneten bir namazdı.

İsmail ÇOLAK

Bundan yıllar önce, bir 17 Kasım (1922) sabahı son Padişah Vahdeddin, sessiz sedasız bir şekilde yurdu ...

Sefa SAYGILI

Yemekteki psikolojimiz aslında hazırlama aşamasından itibaren etkilenir...

Fatih ERKOÇOĞLU

Kaynaklarımızda Hz. Hüseyin (r.a.)’in şehit edilmesi öncesinde onun ve maiyetindekilerin...

Mürsel GÜNDOĞDU

“Az yesinler, az konuşsunlar, az

uyusunlar.”

M. Nihat MALKOÇ

Cihan Padişahı Kanûnî Sultan Süleyman, 1534’te şehre girmiştir. Büyük divan şairi...

444 36 61(0422) 615 15 54(0546) 544 60 44

ABONE İLETİŞİM HATTI

Şanı Yüce, Kerem ve Müsamahası Bol Olan: El-Mâcid 10 • Bağdat Mesnevîsi 13 • Eğitimcinin Vasıfları 20 • İki Mektup Bir Şiir ve Tevâzûlu Bir İnsan 30 • Yine Kerbelâ 37 • Önce Allah’ın Rızâsı Sonra Kulların Memnuniyeti 38 • Somuncu Baba 47 • Müslümanların Birliği ve Dirliğini Tehlikeye Atan Bugünkü Selefîlik 48 • Tarihe Yön Veren Hükümdar: Sultan Baybars 52 • “Hadîkatü’s Sü’edâ” 60 • Bağdad Fıkıh Okulu ve Ebû Hanîfe 64 • Kerbelâ Mersiyeleri 68 • Her Yer Kerbelâ 73 • Tefekkür Dünyamıza Ulaşan Mesajları Okumak 82 • Akıl ve Basiret 86

Mektûbât-ı Hulûsî-i DârendevîAltmışdördüncü Mektup

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)

Ey Sevgili Kardeşimiz,

5 Kasım 1941 tarihli, baştan aşağı derin duygularla yazılmış, dört gözle beklemek-te olduğum mektubunuzu aldım. Şu gurbet ellerde bir sırdaşım ve gönlümü okşayan vefalı bir dostum olmadığı için adeta ateşten kalemle yazılmış bu mektubu, derdim gibi bir dert ile derdin yazımını, zevkim gibi bir zevk ile harmanlanmış buldum. Hacı adaylarının tıpkı Kâbe yolundayken vücutlarını gizleyen örtüye bürünmeleri gibi ka-ramsarlık örtüsüyle etrafının adeta ümitsizliğe gizlendiği bu gönül senin için, dünya kurulduğundan beri can ciğer dert arkadaşımdır diye düşünüp gönüldaşlık kapısını açıp yâre kavuşma düşüncesinin yarattığı hayret ve kendinden geçmişliğin verdiği ke-dere sahip gönlüne bu sözler ile cevap veriyor ve diyorum ki:

Yazardım nâmeyi ciğer kanıyla Muhyî’ ya amma. (Muhittin Tütüncü’ye)

O yârin gözüme hayal uykusundan çekmese perde

İyileşirdi bir doktorun çaresiyle derdimiz fakat

O süzgün gözleriyle salmasaydı dermansız derde.

HZ. ŞUAYB PEYGAMBER’İN HAYATINI YÖNETEN

NAMAZI

(a.s)

İLİM VE HAYAT / Ali AKPINAR*

“Onun namazı, hayatı kuşatan, hayata yön veren ve hayatı yöneten bir namazdı. Şuayb Peygamber’in namazı, seccâdesinde yahut namazgâhında kalmıyordu. Hayata yansıyordu. Onun namazı, Şuayb Peygamber’de kalan pasif bir namaz da değildi.”

Her kavme peygamber yahut davetçi gön-deren Yüce Rabb’imiz, Medyen ahâlisi Eykelilere de Hz. Şuayb Peygamber’i

göndermiştir. Eyke, ağaçları sık ve birbirine örülmüş koruluk ve orman demektir. Eyke, Şu-ayb Peygamber’in kavmi Medyenlilerin yurdu-dur. Tebuk’un kuzeyinde, Ürdün Nehri’nin doğu yakasında bir yerdir.

Kızıldeniz Kenarında

Medyen ise, Şam ve Medine arasında, Kızıl-deniz kenarında bir yerleşim merkezinin adıdır. Şehir adını Medyen b. İbrahim’den almıştır. Hz. Şuayb, bu bölgede bulunan insanlara peygam-ber olarak gönderilmiştir. Hz. Mûsâ’nın Şuayb Peygamber’in davarlarını suladığı kuyu da bu şehirdedir. Âyetlerde Hz. Şuayb ve tevhid mücâdelesi şöyle anlatılır:

“Medyen halkına kardeşleri Şuayb’ı gönder-dik. Söyle dedi: ‘Ey benim kavmim! Allah’a kulluk edin; O’ndan başka tanrınız yoktur. Ölçüyü tartı-yı eksik tutmayın. Doğrusu ben sizi bolluk içinde görüyorum ve hakkınızda kuşatıcı bir günün aza-bından korkuyorum.’

Ey kavmim! Ölçüyü ve tartıyı tamamı tama-mına yapın; insanlara eşyalarını eksik vermeyin; yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çı-karmayın.

İnanıyorsanız, Allah’ın geri bıraktığı helal kâr sizin için daha hayırlıdır. Ben size bekçi değilim.’

‘Ey Şuayb! Babalarımızın taptığını bırakma-mızı emreden veya mallarımızı istediğimiz gibi kullanmamızı meneden senin namazın mıdır? Sen doğrusu aklı başında, yumuşak huylu birisin.’ dediler.

‘Ey kavmim! Rabb’imden benim bir belgem olduğu ve bana güzel bir rızık da verdiği halde, O’na karşı gelebilir miyim? Söylesenize! Size ya-sak ettiğim şeylerde, aykırı hareket etmek iste-mem; gücümün yettiği kadar ıslah etmekten baş-ka bir dileğim yoktur. Başarım ancak Allah’tandır, O’na güvendim; O’na yöneliyorum.’ dedi.

‘Ey kavmim! Bana karşı gelmeniz, Nuh mille-tine veya Hud milletine yahut da Sâlih milletine gelen felâketin bir benzerini, sakın başınıza getir-mesin. Lut milleti sizden uzak değildir.

Rabb’inizden mağfiret dileyin; O’na tevbe edin; doğrusu Rabb’im merhamet eder ve çok se-ver.’

‘Ey Şuayb! Söylediklerinin çoğunu anlamıyor ve doğrusu seni aramızda güçsüz görüyoruz. Eğer taraftarların olmasaydı seni taşlardık. Esasen bi-zim gözümüzde pek itibarın da yoktur.’ dediler.

‘Ey kavmim! Benim taraftarlarım size göre Allah’tan daha mı değerlidir ki, Allah’a sırt çevir-diniz? Doğrusu Rabb’im yaptıklarınızı bilgisiyle kuşatmıştır.’ dedi.

‘Ey kavmim! Durumunuzun gerektirdiğini ya-pın, doğrusu ben de yapacağım. Kime rezil edici bir azabın geleceğini, kimin yalancı olduğunu bi-leceksiniz. Gözleyin, doğrusu ben de sizinle bera-ber gözlüyorum.’

Buyruğumuz gelince, Şuayb’ı ve beraberin-deki inananları katımızdan bir rahmet olarak kurtardık. Haksızlık yapanları bir çığlık yakaladı, oldukları yerde diz üstü çöküverdiler.

Sanki orada hiç yaşamamışlardı. Bilin ki Se-mud milleti Allah’ın rahmetinden uzaklaştığı gibi Medyen halkı da uzaklaştı.”1

“Medyen halkına kardeşleri Şuayb’ı gönderdik. O: ‘Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, âhiret gününe umut besleyin. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.’ dedi. Ama onu yalanladı-lar. Bu yüzden onları bir titreme aldı ve oldukları yerde diz üstü çöküverdiler.”2

Evrensel Hakikatler

Allah’ın Peygamberi ‘kavmim’ diye onlara seslendi. Bu, onun onları ne kadar düşündü-ğünü ve sahiplendiğini gösteriyordu. Onlardan istedikleri ise bütün peygamberlerin istediği şu evrensel hakikatlerdi:

6 EKİM 2015 somuncubaba 7

“Yalnızca Allah’a kulluk edin… Âhirete iman edin… Ölçüyü tartıyı tam yapın, ölçüde tartıda hile yapmayın, eksik ölçüp tartmayın… Yeryüzün-de bozgunculuk yapmayın… Hak yola pusu kurup insanları o yoldan alıkoymayın, saptırmayın… Rabb’inizden mağfiret dileyin, O’na dönün ve tevbe edin…”

Yüce Yaratıcı, kendi hakkı ile kullarının hak-larını birlikte sahipleniyor ve bu hakları çiğ-neyenleri cezâlandıracağını haber veriyor. Bir yerde Allah’ın hakları ve kulların hakları çiğne-nirse orada bozgunculuk olacak, bu her türlü günahın yaygınlaşmasına ve insanların huzur ve mutluluğunun sona ermesine sebep olacak-tır. Özellikle ölçüde tartıda adaletli olmak, bir toplumu ayakta tutan en temel sebeptir. Ölçü tartı, yalnızca alış verişlerdeki ölçü tartı ile sı-nırlı değildir. Hayatın bütün alanlarında ölçülü, dengeli olmaktır önemli olan.

Kavmin Şuayb’a Cevabı

Hz. Şuayb’ın bu samimi ve insan fıtratına uygun olan ve onların dünya âhiret hayırlarına

olan çağrılarına kavminin cevabı nasıl oldu? Tıpkı önceki helâk edilen kavimlerin cevabı gibi oldu. Şöyle dediler:

“Sen büyülenmişsin… Sen yalan söylüyorsun… Sen de bizim gibi insansın… Ya bu davandan vaz-geçersin yahut seni ve sana inananları bu şehri-mizden sürüp çıkarırız! Seni ve taraftarlarını taş-larız… Bütün bu bize söylediklerini sana namazın mı emrediyor?”

“İçimizde aklı başında yumuşak huylu birisin” dedikleri Şuayb Peygamber’e ‘yalancısın’ de-meye ve onu tehdit etmeye başladılar. Onun söylediği hakikatlere karşılık bir cevap bulama-dılar, tehdîde sığındılar. Tıpkı hakikat karşısında âciz kalan diğer insanlar gibi. Onu taşlamayla, sürgünle tehdîd ettiler.

Onların söyledikleri bu sözlerden en çarpıcı olanı ise, “Bütün bu bize söylediklerini sana na-mazın mı emrediyor?” cümlesi idi.

Evet, Hz. Şuayb namazı emrediyordu. Zira onun namazı, hayatı kuşatan, hayata yön ve-ren ve hayatı yöneten bir namazdı. Şuayb

Peygamber’in namazı, seccâdesinde yahut namazgâhında kalmıyordu. Hayata yansıyordu. Onun namazı, Şuayb Peygamber’de kalan pa-sif bir namaz da değildi. Çevresine hakikatleri emreden aktif bir namazdı. Çünkü namaz, bir dolum ve olum ameliyesi idi. Namazla olan ve mânen dolan mü’min, namaz sonrası hayatına namaz ruhunu taşımalıydı. Nitekim son Pey-gamber (s.a.v.)’e gelen âyette Yüce Yaratıcımız bu hakikati bir kez daha tekrar ediyordu:

“Namazı kıl; muhakkak ki namaz hayâsızlıktan ve fenalıktan alıkor; Allah’ı anmak en büyük şey-dir! Allah yaptıklarınızı bilir.”3

Namaz, İslâm’ın direğidir. Diğer ibadet-ler, belli zamanlarda, belli şartlarda ve bel-li mekânlarda edâ edilir. Sözgelimi oruç Ramazan’da tutulur, hac Hicaz’da yapılır, zekâtı zengin olanlar verir… Bu ibadetler, bazı kişi-lerden, bazı şartlarda düşebilir. Hastalar oruç tutmayabilir, fakirler zekâtla yükümlü değildir. Ama namaz, her Müslüman tarafından, her şart-ta, her yerde ve her zaman kılınmalıdır. Namaz, hiç kimseden, hiç bir şartta düşmez. Hazarda seferde kılınır, sağlıkta hastalıkta kılınır; zengin fakir, genç ihtiyar herkes onu kılar. Onun için Hz. Şuayb namazı emrediyordu, O kutlu pey-gamberin kavminden istedikleri de namazın emrettiği şeylerdi. Namaz sahibine ve çevresi-ne istikâmette kalmayı, iyiliklerin adamı olmayı, her konuda ölçülü ve dengeli olmayı emreden bir ibadettir.

İnkârcı Kavmin Sonu

Bütün bu inkâr, bozgunculuk ve tehditlerin sonucu kavim ‘bulutlu bir günün azabıyla’ ceza-landırıldılar; ‘şiddetli bir sarsıntı’ ile sarsıldılar; ‘korkunç bir çığlık ve titreme’ onların sonu oldu; diz üstü çöküverdiler; sanki hiç yaşamamış gibi oldular. Onlardan geriye bir iz bile kalmadı.

Yüce Rabb’imiz, tarih boyunca pek çok top-lumu işledikleri cürümler yüzünden dünyada cezâlandırmıştır. O, kudretini kullarına göster-mek için suyla, ateşle, sesle, kıtlıkla, kasırgayla, salgın hastalıklarla, sarsıntıyla helâk etmiştir.

Bu helâk şekillerinde toplumların işledikleri

günahlarla, helâk şekilleri arasında da bir ilişki

görülmektedir. Sözgelimi, Yüce Allah’ın kadın-

erkek ilişkilerinde koyduğu ölçüyü ters yüz

eden Lut kavmi, tersyüz edilerek helâk edilmiş-

tir. Hakikatin sesini kısmak isteyen nice inkârcı

toplum, güçlü bir ses ile yok olup gitmiştir. İlâhî

kattan gelen ses, onların seslerini soluklarını

kısıvermiştir.

Bir âyetinde Yüce Rabb’imiz, Muhammed

ümmetine şöyle bir müjde verir: “Oysa sen içle-

rinde iken Allah onlara azap etmez. Onlar bağış-

lanma dilerlerken de elbette Allah azap edecek

değildir.”4 İnsanlığın son halkası, Muhammed

(s.a.v.)’in ümmeti, toplu olarak helâk edilmese

de; insanlık tarihinde cereyan eden helâk çe-

şitleri mahallî olarak bugün de gerçekleşmek-

tedir. Dolayısıyla insanlar, nasıl olsa biz toplu

helâkten korunduk diyerek sorumsuz bir haya-

tın adamı olamazlar.

Bütün uyarılara rağmen, toplumlar isya-

na devam ederse bunun sonu dünyada yıkım,

helâk; âhirette azaptır. Yüce Allah, kullarına

mühlet verir, ancak onları ihmâl etmez. Yüce

Allah, her insan, her topluma düşünüp taşına-

cağı, aklını başına alıp istikâmeti bulacağı bir

süreyi/fırsatı verir. Buna rağmen insanlar akıl-

lanmazsa, sonunda cezâlandırılırlar. Hiç kimse-

nin yaptığı yanına kalmaz. Yüce Rabb’imiz, aslâ

kullarına haksızlık etmez, ancak insanlar kendi

kendilerine zulmederler.

Yüce Rabb’in hilm sahibi sâlih kulu Şuayb

Peygamber’e selam olsun!

Dipnot* Prof. Dr. Ali AKPINAR

1. 11/Hûd, 84-94; Ayrıca bkz. 7/A’râf, 85-93; 26/Şuarâ, 183-191.2. 29/Ankebût, 36-37.3. 29/Ankebût, 45.4. 8/Enfâl, 33.

8 EKİM 2015 somuncubaba 9

Arapça’da “m-c-d” kökünden türeyen

mâcid; şan ve şeref sahibi, nazik ve cö-

mertliği bol olan manalarına gelir. Kur’an-ı

Kerim’de mâcid kelimesi geçmemekle birlik-

te bu kelimenin mübalağalı şekli olan mecîd

geçmektedir.1 Fakat el-Mâcid, Yüce Allah’ın

güzel isimleriyle ilgili Tirmizî’nin rivayetinde

geçmektedir.2 Mâcid de mecîd manasınadır.

Tıpkı Âlim’in alîm manasına olması gibi. Do-

layısıyla el-Mâcid, Cenâb-ı Hakk’ın rahmet

ve cömertliğinin çokluğuyla birlikte kudreti-

nin kemâline delâlet eder.3

Yüce Allah (c.c.) bütün bir varlığın yegâne

sahibidir. Her türlü atâ ve iyiliğe güç yetirir.

Râhîmdir, isteyene şefkat ve merhametiyle

Şanı Yüce, Kerem veMüsamahası Bol Olan:

EL-MÂCİD

verir. Mucîbtir, duâ eden kimsenin duâsına icabet eder. Nitekim bir âyette şöyle buyru-lur: “Bana duâ edin, duânıza cevap vereyim. Bana kulluk etmeyi kibirlerine yediremeyen-ler aşağılanmış bir halde cehenneme gire-ceklerdir.”4

Mutlak mâcid Allahu Teâlâ’dır. Bu se-beple, O’nun bir ismi olan el-Mâcid, şan ve şeref sahibi, hayrı, ihsanı, keremi, lütfu ve müsamahası boldur. “Gerçekten Rabb’imizin şanı yücedir.”5 Allah cömerttir, cömerdi ve güzel ahlak sahibini sever. Düşük ahlaktan nefret eder.  Kur’an ve sünnette O’nun el-Mâcid isminin tecellileri değişik alanlarda anlatılır. En çok da kullarına olan ihsân ve lütfunda kendini gösterir. Bütün bu nitelik-ler Yüce Allah’ın kullarını sevdiğinin en bü-yük alâmetleri arasında sayılır. Şânı şerefi büyük olan Rabb’imizin cömertliğini yer ve göklerden oluşan bütün bir varlık alanında müşahede edebiliriz. Her bir nimet, O’nun cömertliğindendir. Bu varlık alanında can taşıyan bütün varlıklar O’nun ihsân ve cö-mertliğinden istifade ederler. O zatıyla gö-ren ve işiten, zatıyla bilen, zatıyla diri oldu-ğu gibi, zatıyla da cömerttir.

Bu Ümmet Yeniden Şan ve Şerefine Kur’an’la Ulaşacaktır.

Yüce Allah’ın asî ve günahkâr kullarına hilmiyle muamele etmesi, onların günahla-rını örtmesi ve yine isyan ehlinin günahları-nı bağışlaması O’nun el-Mâcid oluşundan-dır. El-Halîm, aynı zamanda Allah’ın en gü-zel isimlerinden birisidir. O, kendisine isyan edenleri ve emirlerine muhalefet edenleri gördüğü halde gazabına/öfkesine kapılarak hemen cezalandırmaz, tevbe ederler diye. Kur’an’ı Kerîm’de güç ve kudret sahibi olan Rabb’imizin isyan eden kullarını hemen cezalandırmayıp belki dönerler diye müh-let vermesiyle ilgili bir âyet şöyledir: “Allah

insanları işlediklerine karşılık hemen yakala-yıverseydi, yeryüzünde bir canlı bırakmaması gerekirdi. Ama onları belli bir süreye kadar erteler. Süreleri gelince gereğini yapar. Doğ-rusu Allah kullarını görmektedir.”6

El-Mâcid, kullarını maddî ve manevî an-lamda doyuran itminana ulaştıran demek-tir. Onun için: “Bizi doyuran, susuzluğumu-zu gideren ve bizi Müslümanlardan kılan Allah’a hamd olsun.” diye dua ederiz. Eğer O, bize envâi türlü nimetlerini vermese he-pimiz açız, eğer O, semadan su indirmese, hepimiz susuz kalırız. Böylece yeryüzünün bereketlerinden de mahrum oluruz. Bu bağlamda, semadan indirilen su ile hem susuzluğumuzu gidermekte ve hem de karnımızı doyuracağımız bitkiler; meyveler, sebzeler o su ile neşvü nema bulmaktadır.

Batı’nın Atının Üzengini Öpmeye Koşan Nesiller

El-Mâcid, şan ve şeref sahibi demektir. İşte Yüce Allah’a inanan, O’nun indirdiği ilahî öğretiyi yaşam kılavuzu haline geti-renler de bu şereften nasiplenmiş olurlar. Çünkü şerefli Kur’an, O’nun sözüdür. İçerdi-ği dünyevî ve uhrevî keremler ona inanan ve onu hayat düsturu edinen kimseleri yü-celtir ve şereflendirir. Bu ümmet Kur’an’ı salt lafza indirgediği ve onun ihtiva ettiği ilahî mesajları hayata taşımadığı zamandan beri önderliği kaybetmiştir.

Bugün ümmetin hâli, pürmelâl… Saha-beden Ebu Sevban (r.a.) anlatıyor: “Efendi-miz sohbet esnasında, ‘Bir zaman gelecek, obur kimselerin çanağa eğilip toplandıkları gibi, diğer milletler de her cihetten sizin aleyhinizde toplanıp birleşecekler. Hâliniz nice olur.’ buyurdu. Bizler: ‘Yâ Rasûlallah, biz o gün sayıca az mıyız?’ dedik. Peygam-berimiz: ‘Belki siz o gün çok olacaksınız, fa-kat siz sel suyunun taşıdığı çer çöp gibi da-

GÜZEL İSİMLER / Ramazan ALTINTAŞ*

10 EKİM 2015 somuncubaba 11

Ana gibi yâr olmaz, Bağdat gibi diyârÂşıka Bağdat sorulmaz, diyen mesel var

İslâm şehri için nümûne-iimtisâlİslâm mîmârîsine mükemmel bir misâl

İslâm medeniyetinin bir şâheseriCihânı nûra gark eder medreseleri

Medreselerinde ilim-irfan okunurDergâhlarında insan-ı kâmil dokunur

İslâm rûhu sinmiş toprağına, taşınaMescid mihrapları benzer, melek kaşına

Selçuklu-Osmanlı’nında gözdelerinden “Adâlet Bahçesi” olan beldelerinden

Tarih boyunca nice zulme duçâr olmuşZâlimlere ve mazlumlara mezâr olmuş

Moğol’la Sam Amca yaktı, yıktı Bağdad’ıİslâm’a iki Kerbelâ daha yaşattı

İslâm’ın anlayışında yapıcılık varBarbar’ın felsefesinde yıkıcılık var

Büyük İmam Ebû Hanîfe HazretleriVukufla kaleme aldı, Fıkh-ı Ekber’i

Bağdat Mesnevîsi

Dipnot

* Prof. Dr. Ramazan ALTINTAŞ

1. 11/Hûd 73.

2. Tirmizî, Deavât, 83.

3. El-Beydâvî, Şerhu Esmâillâhi’l-Hüsnâ, s. 301.

4. 40/Mü’min 60.

5. 72/Cin 3.

6. 35/Fâtır 45.

7. Ebu Davud, Melahim 5.

8. Müslim, İman, 93.

ğınık olacaksınız. Düşmanlarınızın kalbin-den korku çıkacak, sizin kalbinize ise vehn girecek.’ Biz: ‘Vehn nedir?’ diye sorduk. Rasûlullah: ‘Vehn, dünya hayatını sevmek, ölümü hoş görmemektir.’ buyurdu.7 Tam da dünyevîleşmenin adı, bu. Bugün halkı Müs-lüman olan ülkelerdeki durum tam da bu.

Yaklaşık bir buçuk milyarı geçmiş kos-koca bir İslâm âleminin her tarafından inil-tiler geliyor, bugün. Gözyaşı, ölüm, vahşet kol geziyor bütün köşelerinde. Çocuklar yetim, kadınlar dul ve sahipsiz. Binlerce Müslüman, mülteci konumuna düşürülmüş vaziyette. Doğup büyüdükleri ülkelerinden kaçan kaçana. Kimileri mafya baronlarının ağına düşerek Avrupa’ya gitme hayalleriyle soyuluyor, kimileri de kamyon kasaların-da havasızlıktan can veriyor ya da Ege ve Akdeniz’in derin sularının dibini boyluyor-lar. Batı’nın atının üzengini öpmeye hasret bırakılmış yitik nesiller, bunlar. İslâm coğ-rafyası Doğu’dan Batı’ya acılar yurdu, adeta.

Ümmet, imamesi kopmuş tespih tanele-ri gibi sağa sola savrulmuş vaziyette. İslâm coğrafyalarında devam eden bu acıların dinmesi gerekir. Artık Müslümanlar her tür-lü zalim, fasık ve inkârcının hedef tahtası olmaktan kurtulmalıdır. Onun için yeni bir bilgi, yeni bir anlayış ve yeni bir fıkhî bakı-şa ihtiyacımız vardır. Fıkıh, kişinin aleyhine ve lehine olan şeyleri bilmesidir. Bu tanımda geçtiği gibi öyle bir Müslüman insan yetiş-tirilmelidir ki, her alanda aleyhine ve lehine olan şeyleri bilsin ve oyunları bozsun. Böy-lece içten ve dıştan gelebilecek olan tehli-kelerin tuzağına düşmesin. Yeter artık Müs-lümanların av olmaları, avcılar fark edilsin.

Yeniden nasıl ümmet bilincini elde edip, tarihteki mecdimizi, şan ve şerefimizi ya-kalayacağız, nasıl ortak kaderimize birlikte hükmedeceğiz? Bu mümkün müdür? Evet,

mümkündür. Yüce Allah’tan ümit kesilmez.

Cemaat halinde kılınan namazlar ümmet

bilincini korumak için… Her sene hac ve

umre ziyaretleri, ümmet bilincini ayakta

tutmak için değil midir?

Gelin, aramızda sevgiyi hâkim kılarak

ümmete giden yolun taşlarını birlikte dö-

şeyelim. Hz. Peygamber (s.a.v.): “İman et-

medikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi

sevmedikçe de (gerçek anlamda) iman etmiş

olamazsınız.”8 buyurdu.

Acaba bugün Müslümanlar birbirini se-

viyor mu? Bu konuda kuşkularımız var. Öyle

olmasa ümmet birbirinin canına, malına

tasallut eder mi? Müslüman hesabî değil,

hasbî olmalıdır. Hasbî temelde kardeşlik

hukukumuzu ayağa kaldıralım, yeniden.

Kardeşliğimize misak-ı millî sınırları çiz-

meyelim. İslâm milletleri arasında; sosyal,

siyasî, dinî, kültürel, iktisadî işbirliklerini

daha çok artıralım. İmanda, amelde, ahlak-

ta, ilim ve medeniyette daha çok yol alalım.

İçeriden böylesine yapılacak alt yapı çalış-

maları ümmet olmanın büyük üst yapısının

kuruluşuna zemin hazırlayacaktır, inşallah!..

Gavsı-ı Âzam Şeyh Abdulkâdir-i GeylânîKâdirî Tarîkatı’nın Pîr-i Mugânı

Sende dünyâya geldi, Cüneyd-i BağdâdîSende dünyâya geldi, Hâlid-i Bağdâdî

Binbir Gece-Gündüz, Şark’ın büyük romanı Hayal gücü, dünyâyı hayran bırakanı

Aşk, ıstırap şâiri, üç dilli FuzûlîTerkîb ve Tercî ustası, Bağdatlı Rûhî

Âlûsizâde, Tefsîr’i ile saldı nâmıHâşim, şiirine senden aldı ilhâmı

Kalbimizde kanayan bir yara, KerbelâHer çağda mü’mini uyara, Kerbelâ

Birlikte kuvvet, ayrılıktaysa azap varTüm mü’minler kardeştir, Âl-i Abâ’ya yâr

O’nu sevenler, sevdiklerini de severMuhabbeti Ehl-i Beyt-i Mustafâ’ya ver

Bekir OĞUZBAŞARAN

12 EKİM 2015 somuncubaba 13

İLMİN VEMEDENİYETİN BEŞİĞİ:

BAĞDAT

ŞEHİR GÜZELLEMESİ / M. Nihat MALKOÇ

Fırat’la Dicle Arasında Paylaşılamayan Topraklar: Mezopotamya

Fırat ve Dicle Nehirleri arasında, Güneyba-tı Asya’da yer alan bereketli toprakların adıdır Irak. Fırat ve Dicle Nehirleri arasında yer aldı-ğı için eski dönemlerde “iki nehrin arasındaki bölge” anlamında Mezopotamya olarak nite-lendirilmekteydi. Irak’ın bereketli toprakları ve stratejik konumu, tarih boyunca onun başına nice belâ ve musibetler getirmiştir. Sürekli iş-gal ve istilalara maruz kalmıştır. Bu kıymetli coğrafya; Sümer, Babil, Asur, Med-Pers, Grek, Roma-Bizans ve Sasanî medeniyetlerine be-şiklik etmiştir. 637’de de Müslüman hâkimiyeti altına girmiştir. Emevilerin, Abbasilerin, Moğol İstilası’ndan sonra Akkoyunluların, Karakoyun-luların ve dört asır da Osmanlıların hâkimiyeti altında kalmıştır.

Birçok kez el değiştiren bu topraklar, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra da İngilizlerin eline geçmiştir. Daha sonra Kral Faruk döneminde millî bir devlet olmuştur. General Abdülke-rim Kasım’ın önderliğinde, askerler ve siviller krallığa son vermiştir. 1968’de bir grup subay darbe yaparak Sosyalist Baas Dönemi’ni başlat-mıştır. 1979’da Hasan el-Bekrî, yerini Saddam Hüseyin’e bırakmak zorunda kalmıştır. Sekiz yıl süren İran-Irak Savaşı, Kuveyt’in işgali ve Kuzey

Irak’taki Kürt katliamları bu dönemin önemli ha-diseleridir. 2003 senesinde ABD’nin Irak’ı işgali ve Saddam Hüseyin’in idam edilmesi, ülkedeki karışıklığı daha da arttırmıştır. Bu yetmezmiş gibi, son yıllarda bir de IŞİD/DAİŞ’le yüzleşmek durumunda kalmıştır.

Osmanlı Devrinde Irak ve Bağdat

Ticaret yolları üzerinde bulunan Irak’ın başkenti Bağdat, 1508’de Safevîlerin eline geçmesinden Kanûnî Sultan Süleyman tara-fından 1534’te alınmasına kadar Safevîlerle Osmanlılar arasında uzun mücadelelere sahne olmuştur. Cihan Padişahı Kanûnî Sultan Sü-leyman, 1534’te şehre girmiştir. Büyük divan şairi Fuzûlî bu fetih için “Geldi burc-ı evliyaya padişah-ı nâmdâr” mısraı ile tarih düşmüştür. Bağdat’ta dört ay kalan Kanûnî Sultan Süley-man, Safevîlerin yarım kalan camiini tamamlat-mış; İmam-ı Âzam’ın mezarını buldurup burada türbe, cami ve medrese inşa ettirmiştir. Öte yandan Âzamiye Kalesi’ni yaptırmış, Diyarbekir Eski Beylerbeyi Süleyman Paşa’yı da şehre vali tayin etmiştir.

Osmanlı döneminde Bağdat’ta Safevîlerin tahrik ve kışkırtmalarıyla iç karışıklıklar ve is-yanlar meydana gelmiştir. Safevî Hükümda-rı Şah Abbas, İmam-ı Âzam ve Abdülkadir-i Geylânî Hazretleri’nin türbelerini tahrip ettir-

“Cihan Padişahı Kanûnî Sultan Süleyman, 1534’te şehre girmiştir. Büyük divan şairi Fuzûlî bu fetih için ‘Geldi burc-ı

evliyaya padişah-ı nâmdâr’ mısraı ile tarih düşmüştür. Bağdat’ta dört ay kalan Kanûnî Sultan Süleyman, Safevîlerin yarım kalan

camiini tamamlatmış; İmam-ı Âzam’ın mezarını buldurup burada türbe, cami ve medrese inşa ettirmiştir.”

14 EKİM 2015 somuncubaba 15

miş, cami ve medreseleri ahır haline getirmiştir. Şah Abbas’ın katliamından kurtulan Sünniler ise Bağdat’tan sürülmüştür. Bağdat, IV. Murad zamanında, 15 Ekim 1638’de başlayıp kırk gün süren bir kuşatma sonucu yeniden Osmanlı ida-resine girmiştir. IV. Murad, Bağdat’ı fethettikten sonra, harap haldeki surları, Bağdat Kalesi’ni ve İranlılar tarafından tahrip edilen İmam-ı Âzam Türbesi’ni onarmıştır.

1733’te Nadir Şah tarafından kuşatılan Bağdat, Ahmet Paşa tarafından geri alınmıştır. İlmin ve medeniyetin beşiği sayılan Bağdat, zaman içerisinde birçok kez el değiştirse de, ta Lozan Antlaşması’na kadar, dört asır boyun-ca, hukuken Osmanlı Devleti’ne bağlı kalmıştır. Bağdat’ta Osmanlı zamanında ilim ve edebiyat sahasında çok önemli şahsiyetler yetişmiştir.

İlim ve Medeniyetin Beşiği Bağdat’ta İslâm Âlimleri

Bağdat, tarihte bir ilim ve medeniyet şeh-riydi. Dünyayı aydınlatan nice büyük âlimler ve edipler bu güzel şehrin ekmeğini yemiş, ha-vasını solumuş ve suyunu içmiştir. Bunlar ara-sında; cebirin kurucusu sayılan Hârizmî, İslâm felsefesinin ilk temsilcisi Kindî, astronomi âlimi Fergânî ile Ebû Ma’şer el-Belhî, tabip ve riya-ziyeci Sabit b. Kurre el-Harranî, tabip-kimyacı

ve filozof Ebû Bekir er- Râzî, astronomi âlimi Bettânî, İslâm felsefesinin en ünlü iki siması olan Fârâbî ve İbn Sînâ, matematik-astronomi-coğrafya-jeoloji-eczacılık sahalarındaki engin bilgisi ve araştırmacı zihniyetiyle Bîrûnî ve çok yönlü bir ilim ve tefekkür adamı olan Gazzâlî gibi âlimler, Câhiz, İbn Kuteybe ve Müberred gibi edipler sayılabilir. Bunların bir kısmı, daha sonra farklı coğrafyalara göç ederek, ilmin bü-tün dünyaya yayılmasını sağlamıştır.

Bağdat’ta bugün birçok âlim ve edibin me-zarı mevcuttur. Bunlardan biri Abdülkadir-i Geylânî’dir. 1077’de İran’ın Gilan eyaletin-de doğan Kadiriye Tarikatı’nın kurucusu âlim ve mutasavvıf Abdülkadir-i Geylânî, ömrünü Bağdat’ta geçirmiş, burada ilim tahsil etmiş, son-ra ilim öğretmiş; Milâdî 1166’da da son nefesini burada vermiştir. “Gavsu’l-Azam, Sultanü’l Evli-ya, Sertacü’l-Evliya” da denen Geylânî için “Aşk ile doğdu, kemâl ile yaşadı ve kemâl-i aşk ile öldü.” diye tarih düşülmüştür. Türbesi Bağdat’ta Babü’d-Derc’de bulunmaktadır.

İslâm fıkhının dört büyük mezhebinden biri olan Hanefî Mezhebi’nin kurucusu Nu’man İbn-i Sâbit, yaygın namıyla İmam-ı Âzam Ebu Hanîfe, Milâdî 699’da Fırat’ın kıyısında, zamanın büyük ilim merkezlerinden biri olan Kûfe’de doğmuş-tu. Bir kısım sahabîleri gördüğü için tâbiinden

sayılır. Ebu Hanîfe, Emevî ve Abbasî saltanatına boyun eğmemiştir. Bu yüzden, Abbasîlerin ikin-ci halifesi Ebû Câfer el-Mansur tarafından hap-settirilmiş, işkencelere tâbi tutulmuş, sonunda da zehirlettirilerek öldürülmüştür. Bu büyük fakihin mezarı Bağdat’tadır. Selçuklu Sulta-nı Melikşah’ın vezirlerinden Ebu Sa’d-i Harezmî, Ebû Hanîfe’nin kabri üzerine bir türbe ve çevre-sine de bir medrese yaptırmıştır.

Şiîlerin Irak’taki Kutsal Şehri

Necef, Irak’ın önemli kentlerinden biridir. Bir diğeri ise kan ve gözyaşının sular seller gibi aktığı Kerbelâ’dır. Necef, Fırat Irmağı’nın hemen batısın-daki bir dağ sırasının üzerinde yer alır. Söz konu-su şehir, M. 791’de Halife Harun Reşid tarafından Kûfe çevresinde, halife Ali’nin mezarının bulun-duğu yerde kuruldu. Necef, 1052’de Bağdatlı bağnazlar tarafından yakıldı. Çaldıran Savaşı’ndan (1514) sonra, Osmanlı’nın ilk halifesi Yavuz Selim tarafından Safevîlerin elinden alınan kent, Osman-lı Devleti topraklarına katıldı. Bu şehir, Osmanlı hâkimiyetinin son devirlerinde Kerbelâ sancağına bağlı bir kaza merkeziydi. Birinci Dünya Savaşı sıra-sında İngilizler tarafından işgal edildi; sonra da Irak Devleti sınırları içine alındı.

Manevî sırlarla dolu kutsal kent Necef, Irak’ın başkenti Bağdat’ın güneyinde bulunan kadim

bir şehirdir. Rivayetlere göre, Hz. Ali,  Kûfe’de, yani  Necef’in on kilometre doğusunda şehit edilmiş, Necef’te gizlice defnedilmiştir.

Necef’te Hz. Ali’ye atfedilen mezarın Âdem veya Nuh Peygamber’e ait olduğu söylentileri de çıkmıştır. Necef’te bir sükûnet kentini andı-ran Necef Mezarlığı (Vadiü’s-Selâm), dünyanın en büyük ve en eski mezarlığıdır. 25 kilometre-lik devasa bir alanı kaplayan bu kadim mezar-lıkta, beş milyon kişinin kabri bulunmaktadır. Burada birçok İslâm âliminin ve peygamberle-rin mezarı mevcuttur.

Bağdat Türk Şehitliği ve Genç Osman’ın Kabri

Bağdat Türk Şehitliği, Birinci Dünya Savaşı’nda Irak Cephesi’nde şehit olan ve Bağ-dat Askerî Hastanesi’nde vefat eden subay ve erlerle, Fellâhiye ve Sabis Savaşları’nda şehit olan askerlerimize aittir. Burası, ayrıca, Bağdat’ın fethi sırasında 17 yaşında şehit olan Bağdat Fatihi Genç Osman’ın mezarının da bu-lunduğu şehitliktir. 1914 ile 1917 yılları ara-sında Bağdat uğruna canını veren 187 askerle, şehrin kapılarını ilk açan Aksaraylı yiğit Genç Osman, Bağdat’taki şehitlikte yan yana yatıyor. O ki, 4. Murad Aksaray’dan Bağdat’a geçerken, yaşı küçük olduğu için Ordu-yı Hümâyûn’a gizli-

16 EKİM 2015 somuncubaba 17

ce katılır. Osmanlı ordusu Bağdat’a hücum eder. Genç Osman, şanlı Sancak-ı Şerif’i kaptığı gibi, Bağdat Kalesi’nin en ince noktasına diker. Di-kerken de beş altı ok yer ve olduğu yere yığılır kalır. Kelime-i şahadet getirir ve olduğu yerde can verir. Kayıkçı Kul Mustafa koşarak gelir ki ne görsün, Genç Osman’ın hain düşman tarafından parçalanmış bedeni ve başı yerdedir. Oturur ve o meşhur Genç Osman Destanı’nı oracıkta ya-zar. Genç Osman’ın mezarının başında, mehte-ran takımlarının cenk öncesi çaldığı marşa da ilham kaynağı olan Kayıkçı Kul Mustafa’nın bu şiiri yazılıdır: “İptida Bağdat’a sefer olanda/Atla-dı hendeği geçti Genç Osman/Vuruldu sancaktar kaptı sancağı/İletti bedene dikti Genç Osman//Eğerleyin kıratımın ikisin/Fethedeyim düşman-ların hepisin/Sabah namazında Bağdat kapısın//Allah Allah deyip açtı Genç Osman//Sultan Murat eydür gelsin göreyim/Nice kahramandır ben de bileyim/Vezirlik isterse üç tuğ vereyim/Kılıcından al kan saçtı Genç Osman/Kul Mustafa karakolda

gezerken/Gülle kurşun yağmur gibi yağarken/Yı-kılası Bağdat seni döğerken/Şehitlere serdar oldu Genç Osman”

Ümmetin Kanayan Yarası: Kerbelâ, Âh Kerbelâ!

Bütün mü’minler için çok büyük anlamlar ifa-de eder Kerbelâ. İmam Hüseyin Camii bu şeh-rin sembollerindendir. Bu topraklar vicdanların sustuğu yerdir. Susuzluktan dudakları çatlayan ehli beytin ve Peygamber (s.a.v.)’in sevgili toru-nu Hz. Hüseyin’in son nefesini verdiği topraktır.

Aradan onca yüzyıl geçmesine rağmen Kerbelâ, İslâm ümmetinin kanayan yaraların-dan biridir. Bu yara bugün de kabuk bağlamış değildir. Zira Hz. Hüseyin de dâhil olmak üzere, Kerbelâ hadisesinde 72 kişi, Kûfeliler tarafın-dan hunharca öldürüldü. Ehli beytin gözbebeği, şehitler serdarı Hz. Hüseyin şehit edildiğinde 54-55 yaşlarındaydı.

Hz. Hüseyin’in şehadetini üstad Necip Fazıl Kısakürek bakın nasıl anlatıyor: “Şafak vakti... Kerbelâ çölü, gerine gerine uyanmakta... Tek saniye uyumamış olan Hz. Hüseyin, yakınlarına sabah namazını kıldırıyor. Yanan kalplerin kan-dilinde pırıldayan Allah ismi... Ufukta gittikçe koyulaşan kızıllıklar... Hazret-i Hüseyin atlı ve yaya, 70-80 kişilik maiyetini safa dizdi. Sağ ve sol yanlarına, maiyetindekilerden en güven-diklerini koydu, bayrağı da bir eminine verdi ve kendisi merkeze geçti. Binlerce askere karşı yalnız 70-80 insan...

Hazret-i Hüseyin’in yetmiş iki kişiden ibaret yakınları, binlerce asker, kılıç, mızrak, balta ve gürz altında, doğrandılar, delindiler, kırıldılar ve ezildiler. Hz. Hüseyin’in iki oğlu, altı kardeşi, Hz. Hasan’dan iki yeğeni, daha nice yakını, dostu ve akrabası... Bütün bu şehit olanlar, iki günden beri dudaklarını ıslatmaya bile tek damla su bu-lamamış insanlar…

Nihayet ortada Hz. Hüseyin kaldı. Kim ve ne olduğunu anlatan mısralar okuyarak, atı-nı düşman saflarına sürdü. Bir anda, etrafına

üşüşen üşüşene... Su yerine, üzerine ok fışkı-rırken, kılıçlar ve mızraklar da başında ve göğ-sünde işledi ve iki Cihan Efendisi’nin sırtın-da taşıdığı torunu, atından düştü. Kâinata ve topyekûn varlığa kıymak isteyecek kadar hain bir el uzandı ve o kutsî başı bedeninden ayırdı. Geride kalan kadın ve çocukları da esir ettiler. Hazret-i Hüseyin’in vücudunda yetmiş iki kılıç ve mızrak yarası...” (Peygamber Halkası-Necip Fazıl)

‘Ana Gibi Yâr, Bağdat Gibi Diyâr Olmaz.’

Ortadoğu’nun gözbebeği Bağdat; tarih bo-yunca İslâm dünyasının ilim, kültür, sanat, ede-biyat ve ticaret merkezi olmuştur. İlim ve mede-niyet buradan akmıştır Batı dünyasına. Burası, İslâm şehirleri içerisinde Kahire ve Tahran’dan sonra, Ortadoğu’nun üçüncü büyük şehridir. Asırlarca İslâm kültürüne ve medeniyetine şa-şaalı bir ayna olmuştur bu gizemli şehir.

Bağdat, çöllerin içinde bir vahaydı. Şimdi, okyanusları aşıp gelen kapitalist şehir eşkıyala-rı tarafından, zengin tarihi ve medeniyeti talan edilmiş Bağdat’ın. Savaş, işgal ve talan belini

bükmüş bu kadim şehrin. Baykuşlar ve akbaba-lar tünemiş asırlık çınarlarına. Güller boynunu bükmüş, lâl kesilmiş bülbüller. Rahmet yağan göklerden, bombalar yağar olmuş. Ay’ın ve yıl-dızların aydınlattığı kapkaranlık geceleri, şimdi bomba şimşekleri aydınlatıyor. Kan ve gözya-şıyla yıkanmış cadde ve sokakları. Âlimleri ve camileri susturulmuş. Bu olumsuz tablo karşı-sında o şimdi mâzideki ihtişamlı günlerin haya-liyle teselli buluyor.

“Ana gibi yâr, Bağdat gibi diyâr olmaz.” der-di eskilerimiz. Bugün de ana gibi yâr bulunmaz elbette; peki ya Bağdat gibi diyar bulunabilir mi? Bulunamaz elbette; çünkü o eski ihtişamlı Bağdat’tan eser yok. Dünden iz kalmamış. Kart-postallarda kalmış mâzinin ihtişamı.

Her gece, gündüze gebedir. Zifirî karanlıklar aydınlığın habercisidir. Bu kapkara(nlık) gecele-rin elbet müjdeci sabahları da olacaktır. Yeter ki ümmet, Hak ve hakikat dairesinde, birlik ve dirlik içerisinde olsun. Malûmdur ki güneş doğ-mak için batar. Batan güneş, daha da tazelene-rek tekrar doğar ufuklardan. O güneşin bir gün doğacağına olan inancımız tamdır.

18 EKİM 2015 somuncubaba 19

SÛFİ PERSPEKTİF / Kadir ÖZKÖSE*

EĞİTİMCİNİN VASIFLARI

E ğitim sezonunun başladığı, eğitim kurum-larının açıldığı yeni bir döneme girerken, Mevlânâ’nın şiirlerinden hareketle eği-

timcilerin taşıması gereken vasıfları sıralamak

istiyorum. Mustafa Usta’nın “Divan-ı Kebir’de

Mevlânâ’nın Eğitim Görüşü” isimli çalışmasın-

dan esinlenerek hazırlanan bu makâlede nesli-

mize sahip çıkması gereken öğretmenlerimizin

ve eğitim faâliyeti yürüten herkesin dikkat et-

mesi gereken ölçüleri ve sorumlulukları hatır-

latmak istiyorum.

Mevlânâ’nın hayatında geçirdiği değişim ve

gelişim dikkat edilmesi gereken bir husustur.

Zira öğretim faâliyetine başladığı ilk anlarda o,

bir medrese öğretmeniydi, yani örgün eğitimde

görev almıştı. Bir taraftan da yaygın eğitimde,

vâizlik görevini sürdürüyordu. Daha sonraları

tasavvufî mânâda tekke eğitimine başlamıştır.

İşte onun bu kadar geniş ve çok yönlü eğitim

faâliyetlerinde bulunması, eğiticide ve öğret-

mende aradığı özelliklerde dâimâ ortak bir

özellik ve nokta aramaya sevk etmiştir. Sıralaya-

cağımız vasıflar şeyh-mürid, öğretmen–öğrenci

ve akademisyen-halk arasındaki ilişkilerin or-

tak vasıflarını belirlemektedir. Bu makâlemizde

ele almak istediğim beş temel vasıf şunlardır:

1. Eğitimci İlâhî Aşka Sahip Olmalıdır

Mevlânâ o kadar ileri gitmektedir ki, aşk ile

eğiticiyi, yani hocayı âdetâ aynîleştirmektedir.

“Bir çocuğum ki hocam, aşktır.”1 ifadesiyle

o, aşksız eğitimci olmayacağına ve kaliteli eği-

timcinin bizzat aşkın kendisi olduğuna dikkat

çekmiştir.

Neden Mevlânâ, aşkı bir eğitici olarak ele

almış ve takdim etmiştir? Bize göre bu, aşkın

niteliğinden ve Mevlânâ’nın eğiticide aradığı

özellikten kaynaklanmaktadır. Zira aşk insanı

en çok etkileyen, şekil veren, pişiren, çile çek-

tiren ve olgunlaştıran bir güçtür. Aşkın girdiği

yerde bir gelişme, olgunlaşma ve bir yücelme

vardır. Bunları hedef alan eğitimi en iyi gerçek-

leştirecek olan hoca da aşktır. Aşk eğitici oldu-

ğuna göre, eğitici de âşık olmalıdır.

Bu niteliğe sahip olan “aşk pirine” uymasını

öğrencisine tavsiye eden Mevlânâ, her öğret-

menin takip edilemeyeceğini de gündeme ge-

tirmektedir.

İlâhî aşk ıstırapla arkadaştır. Çilesiz aşk su-

suz çilek gibidir. İlâhî aşkın olmadığı yerde fitne

vardır. Orada insan ilişkileri bir bataklık halini

alır. İlâhî aşkı tatmayan eğitimciler, kendilerini

böyle bir bataklığa gömülmüş hissederler.

Fesat ve kötülüklerle dolu olan bir gönülle

insanlara bakanlar, zararlı neticelere ulaşırlar.

Kendinde bir varlık görüp halkı alaya alan din

adamları faydalı olamazlar. Mevlânâ insanlara

yanlış söz söyleyen din adamının ağzını yılan

ile akrebin iğnesine benzetmektedir. Böyle bir

din adamı, insanları ısıran ve zehirini akıtan ağ-

zını susturmalıdır ki, başkalarına zararı dokun-

masın.

Bu kötü hâlin ıslahı, eğitimcinin ilâhî aşkla

dolması, benliğinden sıyrılması, tâlî şeylerle

20 EKİM 2015 somuncubaba 21

uğraşmaması, her şeyi değerli ve çileyi tatlı gör-

mesiyle gerçekleşebilir.2

2. Eğitimci Gönül Ehli Olmalıdır

Bu anlamda Mevlânâ eğitimciye “ârif” sıfa-

tını veya ismini vermektedir. Ârif olan eğitim-

ci, gönül güvercinlerini avlar. Onun vasıtasıyla

ve etkisi ile canlar beden bağlarından kurtulur.

Mevlânâ gönüllü sûfinin kapısını, can mahallesi

olarak görür.

Mevlânâ’nın eğitimcisi canları tatlılaştırır.

Kendinden geçeni kendine getirir. Âşıklara ih-

sanda bulunur. Karanlık kafaları aydınlatır. Kötü

duygu ve düşünceleri zehirler. Öğrencisini ken-

dine yoldaş edinir. Aşkın ne olduğunu, canla-

ra hissettirir. Mevlânâ’nın dervişi, inciler saçan

bir can ve dildir. Onun eğiticisi, bir taraftan Hz.

Âdem’e, bir taraftan Hz. Îsâ’ya, bir taraftan da

Hz. Meryem’e benzer. Bu benzetmeleri yapan

Mevlânâ, şu gerçeklere işaret etmektedir. Eği-

timci Hz. Âdem gibi hatâ yapabilir. Hz Îsâ gibi

gönüllere can verir. Hz. Meryem gibi betûldür,

yani iffetlidir.3

Mevlânâ neden eğitimcinin gönül ehli olma-

sını istediğini şu beytiyle açıklamaktadır:

“Gönül ehlinin öğütleri, arı uğultusuna ben-

zer, dudağı, ağızdan ta dimağa kadar tatlarla

doldurur.”4

Mevlânâ din adamının gönül yıkmasına hiç

tahammül edememektedir. Çünkü ona göre, din

adamı gönül yapar, gönül yıkmaz. İlâhî aşktan

uzak gönülle; cehennemin ortasına düşmekten

kurtulamazlar. Din adamı sevecen ve sevgi dolu

olmalıdır. İnsanlarla ilişkilerini bir cehenneme

çevirmemelidir. Onun geçici aşkı, yani sevgiyi

bırakıp ilâhî aşka yönelmesi bu ilişkileri cen-

nete çevirecektir. Geçici aşktan kurtulmanın

yolu, insanın içindeki gizli kilit ve zincirlerden

kurtulup, kulaklarını açıp hakkı dinlemesinden

geçmektedir. İçimizdeki kilitleri açan, zincirleri

kıran güç, gönüllere dolan mutlak ilâhî aşktır.

İlâhî aşka, insanları sevmekle varılacağını

ileri süren Mevlânâ, bunu nasıl gerçekleştirece-

ğimize misaller getirmektedir. Mevlânâ, yakın-

dan uzağa giden bir çizgiyi takip ederek

insanlara duyulacak sevginin, uzaklarda ilâhî

aşka dönüşeceğini iddiâ etmektedir. Ona göre,

cemâatini sevmeyen din adamları, ilâhî aşktan

nasiplerini alamazlar. Bu nasîbi alamayanlar da,

gönül ehli olamaz ve gönüllerde taht kuramaz-

lar. İnsanlara yabancı olmaktan kendilerini kur-

taramazlar. Kibirli din adamı, içi hava dolu tulu-

ma benzer. O tulumun içi karınca doludur. Bu

karınca zamanla yılan, yılan da zamanla ejderhâ

olur. Bu ejderhânın üstesinden ancak ilâhî aşkı

temsil eden, Hz Mûsâ’nın asâsı gelir.5

Mevlânâ’nın ele aldığımız bu eserinin 7. cil-

dinin 2446-47 beyitlerinde geçen sevgiliyi eği-

timci anlamında aldığımız takdirde şu sonuca

varırız: “Eğitimci kötü huylu, gamlı, ekşi suratlı,

mezar gibi gönlü dar ve sıkıcı olmamalıdır. Ba-

dem helvasına benzemelidir. Öğrencisinden

uzaklaşmamalı ve ona sert yaklaşmamalıdır.”6

3. Eğitimci Olgunlaştırıcı Olmalıdır

O, eğitimcisini gönül gözünün, can ve kalbin

güneşi olarak tasarlamaktadır. Güneşin olduğu

yerde hayatın var olması, her şeyin görülmesi

gibi, gönüllerin anlaması, sevmesi ve gerçeği

görmesi de kalbin güneşi olan eğitimci tara-

fından gerçekleştirilecektir. Eğitimciye bazen

“ebedî aşk” olarak seslenir. Zira Mevlânâ’yı ve

öğrencilerini ancak bir “ebedî aşk” eğitebile-

cektir. Mevlânâ, bedeni ruhun zindanı olarak

görür. Zindandan kurtulmak için “ebedî aşk”ı

yardıma çağırır. “Ebedî aşk” ışıklar saçan bir

sabahtır. Gamları dağıtan, neşeler oluşturan,

karanlıkları aydınlığa çeviren, değersizleri de-

ğerlendiren bir güçtür.7

Eğitimin hamlıkları pişirip olgunlaştırma

faâliyeti olduğunu ve bunun eğitimcisinden

beklediği şu sözleriyle ifade etmektedir:

“Gönül tenceremi kaynat, coştur suyumu,

toprağımı yak; yazımı, künyemi yırt gitsin; ne

devletsin, ne ihsansın sen. Yak da yetişip gelişe-

yim; yanışa ait sözler söyleyeyim, huyum ödağa-

cına benzesin; ne devletsin, ne ihsansın sen.”8

Mevlânâ’ya göre eğitimci, insanın sığınacak

mağarası, ciğerini yiyen aşk ve dostudur; koru-

yanı ve gözetenidir. Hem Nuh’tur, hem de ruh.

Açan ve açılandır. Sırlara karşı açılan gönüldür.

Hem ışıktır, hem de neşe. Bir taraftan damla, bir

taraftan da denizdir. Ümit bahçesi olan bu eği-

ticiden-hocadan yolunu açma talebinde bulun-

maktadır.

“Tane de sensin, tuzak da sen; şarap ta sen-

sin, kadeh de sen. Pişmiş de sensin, ham da

sen; ham bırakma beni.”9

Böylece Mevlânâ, eğiticisinin sıfatlarını sa-

yarken, ham olmayan, bir eğitimci aradığını

ifade etmektedir. Öğrencisini hamlıktan kurta-

racak olan eğitimcinin ham olmaması zorunlu-

dur.10

4. Eğitimci Yumuşak Kalpli Olmalıdır

Mevlânâ, eğitimcinin, başka bir ifadeyle din

adamının yumuşak sözlü ve yumuşak kalpli ol-

masını şart koşmaktadır. Yumuşak sözlü ve yu-

muşak kalpliliğin insanlara ne denli etkili olaca-

ğına dikkat çeken Mevlânâ, bu tip eğitimciyi Îsâ

nefesli dudu kuşuna, kalbini de İsrâfil’e ben-

zetmektedir. Onun amelleri ile İsâ ve İsrâfil’in

amelleri arasında bir benzerlik ve bir bağlantı

kurmaktadır. Her ikisinin özelliklerini din ada-

mında arar ve ona şöyle seslenir: “Yumuşak

sözlerinle insanların canına can kat. İnsanlar

gama batmıştır, o güzel sözlerinle bizi bu gam-

dan kurtar. Ejderhâlaşan bu gamdan bizi ancak

senin güzel telkinlerin kurtarabilir. Âdil dav-

ranman ve yumuşak sözlerinle gamın karnını

deş, yokluk ülkesine gitsin. Ferhat Şirin’e nasıl

âşık olmuş ise, ondan başkasını göremiyor idiy-

se, sen de bizim ruhlarımızı ilâhî aşkla doldur.

Doldur da ondan başkasını göremez olalım.

Gönlün İsrâfil gibi olsun, Sûr’a üfürüldüğünde

balçıktan yaratılan insanı dirilteceği gibi, sen

de bizim kulağımıza Allah nefesini üfle, biz de

canlanalım.”

İşte böyle davranan din adamı, gamı gamın,

sevinci sevincin, gülü gülün yanına göndermiş

ve neticede gönüllerde yücelmiş olacaktır.11

Bu görüşleriyle Mevlânâ, din adamının, insa-

nı kemâle ve yücelere erdirecek nitelikte tatlı

22 EKİM 2015 somuncubaba 23

söze, yumuşak kalbe ve derin ilâhî bilgiye sahip

olmasını istemektedir.

Mevlânâ, hocaya yüzünü neden ekşittiğini

sorar ve şeker yurduna gitmesini ister. Şeker

yurdunda asık suratın olmayacağını, aksi tak-

dirde o yurdu terk etmek mecburiyetinde ka-

lacağını öğütler. Mevlânâ’ya göre gönlün de şe-

ker yurdu vardır. Bildiğimiz şeker, o yurttan bile

utanır. Ekşi suratlı olmanın sebebini araştıran

Mevlânâ, onun göklere uçmama ve yüceleme-

meden kaynaklandığına işaret etmektedir.

İnanan kişiye, inanç ve din tarih gelir, zira

helva tablasında ekşi olmaz. Hocanın kalbi-

ni helva tablasına benzeten Mevlânâ, o kalp-

te ekşinin yeri olmayacağına dikkat çekmiştir.

Hocanın ekşi suratlı olmasını, diğer yönden

karaktere bağlayan Mevlânâ, ekşinin ekşiye,

cinsin cinse koşması gibi, karakteri ekşi olana

ekşi davranışlar koşar. Başka bir ifadeyle, ekşi

karakterde olandan, ekşi davranış meydana ge-

lir. Güneş ışığı ile olgunlaşmayan meyve, şeker

kamışı bile olsa yine de ekşidir. İlâhî sevgiyi ta-

damayan, onun ısısı ile olgunlaşmayan gönül,

insan gönlü de olsa yine ekşidir, katıdır.

Hocaların aşk güneşinin ateşine karşı hiç

olmazsa birkaç gün tahammül etmelerini iste-

yen Mevlânâ, ekşi olan kişilerin bu ilâhî aşkın

ateşinden kaçtıklarına hükmetmektedir. İlâhî

aşk güneşinden kaçan kişi gölgededir, gölgede

olan koruk da dâimâ ekşi kaldığı gibi, onun gön-

lü de ekşi kalacaktır. Hz. Muhammed (s.a.v.)’in

bir an olsun, Abese Sûresi’nin birinci ayetinde

belirtildiği gibi, yüzünü ekşitmesi hemen Yüce

Allah tarafından ikaz edilmesine sebep olmuş-

tur.12 Öğrenci kör bile olsa, eğitimciye yüzünü

ekşitmek hiç uygun olmayan bir davranıştır.

Yumuşak davranmak Yüce Allah’ın bir sıfatı-

dır. Aynı davranış biçimini eğitimciden isteyen

Mevlânâ, ona şu öğüdü vermektedir:

“Kula gösterdiği o yumuşaklık, o lütuf var ya

hani; işte o yumuşaklıktan, o lütuftan bir parça

da sincap postuna nasip olmuş.”13

İnsan kalbinin yumuşak olması ve o sebeple

insanlara karşı yumuşak, nazik ve kibar davran-

ması bir ilâhî lütuftur. Başka bir ifadeyle Allah

vergisidir.

Yüzünü ekşitmeyen, tatlı ve yumuşak dav-

ranmayı prensip edinen eğitimci, çok daha et-

kileyici olacak, verimli neticeler alacak, öğren-

ciler tarafından sevilecek ve toplayıcı olacaktır.

Ekşi suratlı ve katı kalpli olanlar dâimâ itici ve

dağıtıcı olacaklardır.14

5. Eğitimci Aydınlatıcı Olmalıdır

Mevlânâ eğitimciyi, bir yerden bir yere ha-

reket eden, bir yerden uzaklaşıp diğerine yak-

laşan aya benzetmektedir. Uzaklaştığı yer ka-

ranlıkta kalırken, yaklaştığı yer nurlanıyor. Eği-

timcinin bulunmadığı, onun nurundan istifade

edemeyen toplumlar karanlıkta kalır. O toplum-

ların düzeni bozulur. Bu gerçeği gören Mevlânâ,

şu benzetmeyi yapmaktadır:

“Her yana bir hoşça kaçmadasın, fakat hayır,

kaçma bizim halkamızdan, etme bu işi. Ey ay!

Ülker yıldızının topluluğunu bozuyorsun, hayır,

eyleme bu işi. Sen nurunla, ateşlerle dopdolu

nevruzsun, bizse ardında geceyiz âdeta; nerede

konaklıyorsan oraya geliyoruz; hayır, etme bunu.

Ey Hamel burcundaki güneş! Bağ, bahçe senin

lütfunla, ikramınla elbiseler giyindi, hâlbuki sen-

siz kışın yaralarıyla işten güçten kalmıştı, hayır

eyleme bu işi. Ey güneşi bize dadı kesilen, peşin-

deyiz gölge gibi; a dadı, lütfun olmadıkça yapa-

yalnız kalıyoruz; etme, reva görme bunu.”15

Mevlânâ, bazen eğitimcisini güneşe benzet-

mektedir. Bağları bahçeleri bereketlendiren,

canlandıran, yenileyen, harekete geçiren bir

güneş. Onsuz her yeri kış basar. Aynı şekilde

eğitimcinin olduğu her yerde, bereket, yenilik,

gelişme, hareket ve canlılık vardır. Onsuz insan

ve toplumlar, cansız, hareketsiz, bereketsiz, do-

nuk ve çürümeye mahkûmdurlar. Eğitimci bil-

gisiyle, aklıyla, geniş kalpliliği aile onlara nur

saçar. Karanlık kafaları aydınlatır, geri kalmış

düşünceleri harekete geçirir, dar kalplilerin gö-

nüllerini açar, dar zihinleri geliştirir, hareketsiz-

leri harekete geçirir.

Eğitimci olan ay, gönül gözüne doğunca,

can gibi bütün dünyanın bedenini canlandırır.

Onun dudaklarından dökülen kelimeler şeker

tadını verir. Herkes onlardan tat alır. Gönlü gü-

zelliklerle doludur. Onun şarabı herkesi ken-

dinden geçirir. Onun nuruna kimse dayanamaz

ama dâimâ onu isterler. Onun aşk şarabını içen-

lerin canı da aydın ve kulağı daha da iyi işitir.16

Dipnot* Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE

1. Mevlânâ Celâleddîn, Dîvân-ı Kebîr, trc. Abdülbâki Gölpınarlı, İstanbul 1958, c. VI, s. 287, b. 1955.

2. Mustafa Usta, Divan-ı Kebir’de Mevlânâ’nın Eğitim Görüşü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul 1995, s. 53-55.

3. Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr, c. I, s. 23, b. 167-172.4. Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr, c. V, s. 462, b. 63185. Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr, c. I, s. 9-11, b. 20-50.6. Usta, Mevlânâ’nın Eğitim Görüşü, s. 55-57.7. Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr, c. I, s. 18, b. 122-29.8. Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr, c. III, s. 357, b. 3512-13.9. Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr, c. VII, s. 181-2, b. 2284-2303.10. Usta, Mevlânâ’nın Eğitim Görüşü, s. 57-58.11. Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr, c. I, s. 12, b. 62-70.12. Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr, c. IV, s. 366, b. 3532-43.13. Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr, c. VII, s. 47, b. 624.14. Usta, Mevlânâ’nın Eğitim Görüşü, s. 58-61.15. Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr, c. I, s. 145, b. 1351-54. 16. Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr, c. V, s. 372, b. 4839-49; Usta,

Mevlânâ’nın Eğitim Görüşü, s. 61-62.

24 EKİM 2015 somuncubaba 25

KÜLTÜR / Fatih ERKOÇOĞLU*

KERBELÂB ugün Irak Devleti sınırları içerisinde bu-

lunan ve ülkenin başkenti Bağdat’ın 100 km güney batısında, tarihî şehir Kûfe’ye

ise takriben 70 km mesafede yer alan önemli bir

şehir olan Kerbelâ, Necef, Kâzımiyye, Sâmerrâ

gibi Şiîlerce önemli addedilen “atebât-ı âliye”

veya “atebât-ı mukaddese” olarak anılan

mekânlardan birisidir.

Malum olduğu üzere Kerbelâ’nın önemi Hz.

Hüseyin (r.a.)’in ve maiyyetindekilerin 10 Mu-

harrem 61/10 Ekim 680’de burada katledilme-

sinden kaynaklanmaktadır. Hz. Hüseyin (r.a.) ve

beraberindekilerin cenazelerinin gömüldüğü

Hâir mevkii kısa bir zaman sonra bir ziyaret ma-

halline dönüşmüştür.

Geçmişte olduğu gibi bugün de Hz. Hüseyin

(r.a.)’in Kerbelâ’daki türbesi, İslâm dünyasının

büyük ziyaret yerlerindendir. Özellikle Zeynu’l-

‘Âbidîn, İmam Bâkır ve Câfer es-Sâdık’dan gelen

rivayetlerde Kerbelâ toprağının faziletine dik-

kat çekilmiş ve de Hz. Hüseyin (r.a.)’in kabrini

ziyaret edenin bağışlanacağı vurgulanmıştır.

Zamanla Kerbelâ’nın kudsiyetiyle ilgili bu anla-

yış aşırı boyutlara ulaşmıştır. Öyle ki Kerbelâ’yı

ziyaret, hac gibi algılanmış ve değerlendirilmiş-

tir.

İşte bu yazımızda Kerbelâ isminin kökenleri,

Kerbelâ coğrafyası ve burada bulunan Hz. Hü-

seyin (r.a.)’in mezarı hakkında kaynaklarımızın

bize vermiş olduğu bilgiler ışığında durmak is-tiyoruz.

Kerbelâ İsminin Kökeni Üzerine

Kerbelâ isminin kökeni ile ilgili birçok görüş ileri sürülmüşse de kesin bir sonuca ulaşılama-mıştır. Buna göre ilk görüş Akkadca ve Asûrice sivri külah anlamına gelen Karballatu keli-mesinin Orta İbranice ve Ârâmice’de Karbelâ şekline dönüştüğü üzerinedir. İkincisi Arapça “Bâbil Çevresi” anlamına gelen Kuver Bâbil’den geldiği ile ilgilidir. Üçüncü görüş ise Yâkut el-Hamevî’de zikredildiği üzere “ayakların yere yumuşak basması, ayakların yumuşak zemi-ne basması, çamurda yürümek” ve “buğdayı ayıklamak ve temizlemek” anlamlarına gelen kerbele kökünden geldiği hakkındadır. Ayrıca Feyrûzâbâdî, sonunda h harfi olmaksızın Kerbel kelimesinin ise kırmızı parlak çiçek açan bir bit-ki olduğunu belirtmektedir.

Kerbelâ Coğrafyası

Kerbelâ mevkiinin, Hz. Hüseyin (r.a.)’in şe-hit edilmesinden önce İslâm tarihi ve kültürü bakımından pek fazla ehemmiyeti haiz olma-dığı anlaşılmaktadır. Kerbelâ arazisi düz olup, burada dağlık bir alan bulunmuyordu. Bugün Hz. Hüseyin (r.a.) ve Hz. Abbâs’ın meşhetleri-nin kuzeyindeki ağaçlık alanın ise XIX. yüzyıl sonrasında özellikle Hüseyin Nehri çevresinde oluşturulmuştur.

“Kaynaklarımızda Hz. Hüseyin (r.a.)’in şehit edilmesi öncesinde onun ve maiyetindekilerin susuz bırakılması hususu, Hz. Hüseyin (r.a.)’in suya

ulaşmaya çalıştığı, özellikle Fırat Nehri’ne ulaşmaya gayret ettiği ve Kûfe ordusunun da onların suyla bağlantısını kestiği şeklinde anlatılmaktadır.”

26 EKİM 2015 somuncubaba 27

İslâm tarihinde Kerbelâ ismiyle ilgili ilk bilgi-

lere Hâlid b. Velid’in bir sefer dönüşüyle alakalı

olarak rastlanılmaktadır. Onun 12/634 yılında

ordusuyla Hîre’nin fethinden sonra Kerbelâ’ya

geldiği ve burada konakladığı nakledilmek-

tedir. Bu rivayetten Kerbelâ’nın bir konak yeri

olduğu anlaşılmaktadır. Zira başka bir rivayet

de bunu destekler mahiyettedir. Hz. Ali’nin de

Enbâr yahut Sıffîn’den dönerken Kerbelâ’da bir

ara konakladığı ve susuzluk endişesiyle bura-

da bir kuyu açtırdığı belirtilmektedir. Hz. Ali,

Kûfe’ye su ihtiyacının da kolay temin edilebile-

ceği nehir boyundan gitmek yerine -ki böylece

dönüş mesafesi hayli uzayacaktır- çölden, -yani

Kerbelâ üzerinden- kestirme geçerek kısa süre-

de ulaşmayı planlamış olmalıdır.

Buna göre nehir kıyısından gidilmediğine

göre Hâlid b. Velid’in konakladığı yerde onun

da konaklamış olduğu anlaşılmaktadır. Hz.

Hüseyin (r.a.) ve beraberindekiler Kerbelâ’da

konakladıklarında Hz. Hüseyin (r.a.) bu mevkii

hatırlamıştır. Nitekim babasıyla Sıffîn’den dö-

nerken burada konakladıklarını belirtmesin-

den onun aynı yerde konaklandığı ortaya çık-

maktadır. Hâlbuki kaynaklarımızda Hz. Hüseyin

(r.a.)’in öldürülmesi öncesinde onun ve maiye-

tindekilerin susuz bırakılması hususu, Hz. Hü-

seyin (r.a.)’in suya ulaşmaya çalıştığı, özellikle

Fırat Nehri’ne ulaşmaya gayret ettiği ve Kûfe

ordusunun da onların suyla bağlantısını kestiği

şeklinde anlatılmaktadır. Ne var ki Kerbelâ’nın

yakınlarında ne Fırat Nehri geçmekte ne de ona

ait bir kol bulunmaktadır. Bugün Hüseyin Nehri

denilen ve Kerbelâ’yı resmeden kitap ve başka

eserlerde gösterilmeye çalışılan nehir ise mü-

teakip devirlerde açılmış bir kanal olup çatışma

mahallinden -ki en azından şehitlerin mezarla-

rından- hayli uzakta kalmaktadır.

Kerbelâ’nın konak yeri olduğunu ve Hz. Ali

(r.a.)’nin de buraya bir kuyu açtırdığı yukarıda

ifade edilmişti. Kaynaklarımızda Hz. Hüseyin

(r.a.)’in de artan su ihtiyacını karşılayabilmek

için bir kuyu kazdırdığı, fakat buradan su çık-

madığı belirtilmektedir. Bunun üzerine Hz. Hü-

seyin (r.a.)’in, baba bir kardeşi Abbâs b. Ali’yi

su temini için görevlendirdiği zikredilmektedir.

Dineverî, Abbâs’ın 30 atlı ve 20 yaya ile elle-

rinde su kırbalarıyla bir su kaynağına gittiğin-

den bahsetmektedir. Kûfe ordusundan ‘Amr b.

el-Haccâc komutasında bir grup, bunların su al-

malarına mani olmaya çalışmışsa da engel ola-

mamışlardır. Abbâs ve adamları, kırbalarını suy-

la doldurup Hz. Hüseyin (r.a.) ve beraberinde-

kilerin olduğu yere dönmüşlerdir. Ebû Mihnef,

Abbâs ve adamlarının Fırat suyuna ulaşmaları-

nın ‘Ubeydullah b. Ziyâd’ın adamları tarafından

engellendikten sonra onların bir su kaynağı

bulduklarını ve de sularını böylece temin ettik-

lerini söylemektedir. Böylece Hz. Hüseyin (r.a.)

ve beraberindekilerin içme suyu ihtiyaçlarını

Fırat Nehri’nden değil de bir su kaynağından

karşıladıkları anlaşılacaktır.

Hz. Hüseyin (r.a.) kamp yerinde çadırların

birbirlerine yakın kurulmasını ve de çadırların

arkasına bir hendek kazılmasını emrettiği riva-

yet edilmektedir. Bu hendeğin içine de etraftan

toplanan kamış ve odunlar konulmuş ve ar-

kadan saldırı esnasında da burası ateşe veril-

miştir. Hendeği ateşe verecek kadar çevreden

çalı çırpının toplanmasından, kuşatmacıların

Hz. Hüseyin (r.a.) ve beraberindekileri oldukça

uzaktan takip ettikleri sonucuna varılabilir. Ay-

rıca kamp kurulan yerin çevresinde hendeğin

üstünü kapatacak ve düşmanın geçişini engel-

leyecek kadar ateşin oluşturulmasını sağlaya-

cak miktarda çalı çırpının olduğu anlaşılmakta-

dır.

Dolayısıyla yukarıda zikrettiklerimizi özetle-

yecek olursak Kerbelâ’nın çölde bir konak yeri

olduğu, yakınında nehir bulunmasa da burada

içme suyunun karşılanabilmesi için de bir su

kaynağının olduğu, açılan hendeği doldurabi-

lecek kadar da etrafta çalı çırpının bulunduğu

görülmektedir.

Hz. Hüseyin (r.a.)’in Mezarı

Kerbelâ şehri, şehitlerin mezarları çevre-sinde şekillendiği için öncelikle Kerbelâ hadi-sesiyle birlikte şehitlerin cenazelerine yapılan bir kısım uygulamalar ve cenazelerin nereye defnedildiği hususlarına burada değinmemiz gerekmektedir. Hz. Hüseyin (r.a.) ve taraftar-larından 72 kişinin Kerbelâ’da şehit edilmesi sonrasında, cesetlerinin hepsinin başlarının ke-silerek gövdelerinden ayrıldığı ifade edilmek-tedir. Ayrıca Ömer b. Sa’d’ın emriyle on kişinin Hz. Hüseyin (r.a.)’in kıyafetlerini soyup, atlarıyla çiğneyerek cesedini parçaladıkları kaynaklarca zikredilmektedir. Dineverî öldürülenlerin baş-larının kesildiğini ve çatışmaya katılan kabile-lerin ne kadar kesik baş götürdüklerini beyan ederken Hz. Hüseyin (r.a.)’in cesedine yukarı-da zikredilen türden bir işlemin yapıldığından bahsetmemektedir. Kanaatimizce bu husus bu rivayetlerin Emevîleri kötülemek maksa-dıyla müteakiben uydurulmuş olma ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Zira daha sonra İbnü’l-Hanefiyye adına hareket ettiğini söyleyen Muh-tar es-Sekafî isimli şahsın Kûfe’yi ele geçirmesi sonrasında Hz. Hüseyin (r.a.)’in katillerinin öl-dürülmesinde uyguladığı muhtelif cezalandır-ma şekilleri içerisinde böyle bir cezalandırma şeklinin bulunmaması da dikkat çekicidir.

Kaynaklarımıza göre Ömer b. Sa’d ve asker-leri Kerbelâ’da iki gün daha kalmışlar ve kendi askerlerinin cenaze namazlarını kıldıktan son-ra defnedip savaş meydanını terk etmişlerdir. Hz. Hüseyin (r.a.) ve maiyetindekilerin cena-zeleri ise onların ayrılması üzerine bölgede oturan Benî Esed Kabilesi mensuplarından el-Ğadiriyye köylüleri tarafından defnedilmiştir. Bu durumda köylüler, kimliklerini bilmedikleri insanların cesetlerini -ki artık bu cesetlerin başları da yoktur- gömmüşlerdir. Ayrıca bu mezarlar içerisinde müteakiben Hz. Hüseyin (r.a.)’in mezarının tespiti de hayli güç olacaktır. O halde bugün bildiğimiz türbenin yeri bütün burada yatan ölüleri içine almaktadır ve de bü-tün şehitleri kapsamaktadır.

Ömer’in ‘Ubeydullah b. Ziyâd’a gönderdiği

Hz. Hüseyin (r.a.)’in kesik başı ise Kûfe’de bir

süre bekletildikten ve de teşhir edildikten son-

ra onun tarafından Halife Yezîd’e gönderilmiş-

tir. Yezîd de müteakiben başı kendi hareminde-

ki kadınlara verdirmiştir. Hz. Hüseyin (r.a.)’in ke-

sik başının akibeti hususunda kaynaklarımızda

muhtelif bilgiler zikredilmektedir. Bir rivayete

göre Hz. Hüseyin (r.a.)’in başı Halife Yezid’in

kızı ‘Âtike tarafından yıkatılıp, güzel kokular sü-

rüldükten sonra Dımeşk’te sarayın bir duvarına

ya da başka bir yere defnedilmiştir. Bir başka

rivayette ise başın, Hz. Hüseyin (r.a.)’in hayatta

kalan yakınlarıyla birlikte Medine’ye gönderil-

diği ve burada Yezîd’in emriyle Medine Vali-

si ‘Amr b. Sa’îd tarafından kefenlettirilip, Bakî’

Mezarlığı’nda annesi Fâtıma’nın kabrinin yanı-

na defnettirildiği nakledilmektedir. Bunların

dışında kesik başın Hz. Hüseyin (r.a.)’in kız kar-

deşi ve oğluna iade edildiği ve bedenle birlikte

Kerbelâ’da toprağa verildiği de kayıtlıdır.

Kerbelâ’da vukû bulan çatışma, tarihte en

kısa süren olaylardan birisi olup başlamasıyla

bitmesi sadece yarım gündür. Ancak bu olay

tarihte en çok yankı uyandıran ve etkisi günü-

müze kadar gelen bir olaydır. Müslümanların

kalplerinde kapanmaz bir yara açarak onları

derinden sarsmıştır.

Hz. Hüseyin (r.a.)’in şehit edilmesiyle ilgili

rivayetler bize geldikleri en eski şekilleri altın-

da bir miktar(!) trajik hale sokularak romanlaş-

tırılmıştır. Hz. Hüseyin (r.a.)’in maruz kaldığı bu

fecî akıbet sonrasında Hz. Ali (r.a.) taraftarları

saflarını sıklaştırarak, zihinlerdeki Şiilik fikrini

geliştirdiler ve önceleri nazarî bir siyasî görüş

durumunda olan Şiîlik, ilerleyen zamanlarda bir

akide halini almıştır.

Dipnot* Doç. Dr. Fatih ERKOÇOĞLU

(Bkz: Bu makalenin dipnotları internet sayfamızdaki yazılar bölümünde verilmiştir.)

28 EKİM 2015 somuncubaba 29

VE TEVÂZÛLU BİR İNSAN

İKİ MEKTUP BİR ŞİİR

HATIRA / Musa TEKTAŞ

Güzel insanlar; hayatlarını güzel ve tevâzûlu bir şekilde yaşar ve arkaların-da güzel hatıralar bırakırlar. Es-Seyyid

Osman Hulûsi Efendi Hazretleri’ne komşu olma şerefine nail olan bahtiyarlardan biri de gönül-den bağlılığı her şeyin üstünde tutan, Hacılar Sıragoz Mahallesi’nden Hacı Mustafa Uzun’dur. Halk arasında Uzun Hacı olarak tanınan Hacı Mustafa Uzun, esnaf içinde tevâzû abidesi ola-rak bilinirdi.

1900 yılında Hacılar Sıragoz Mahallesi’nde dünyaya gelir. Aile lakapları Uzunlar olarak bi-lindiği için soyadı kanunundan sonra da Uzun soyadını kullanırlar.

Gençlik yıllarından itibaren ticaret ve ker-vancılıkla uğraşır, Maraş, Göksun, Pınarbaşı, Gü-rün, Darende istikametinde nalburiye ve çeşitli ihtiyaç maddelerinin naklini ve satışını gerçek-leştirir. 1945 yılından itibaren de Darende’de sabit nalburiye dükkânı açarak ticarî faaliyetle-rini devam ettirir.

İhramcızade İsmail Hakkı Efendi (k.s.)’ye in-tisaplıdır. Daha sonra da bu gönül bağını Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.) ile devam et-tirir. Hulûsi Efendi’ye yakın olmak, sohbetlerine katılmak maksadıyla, 1974 yılında Zaviye Ma-hallesine yerleşir. 1986 yılında Hakk’a yürür.

Oğlu Hasan Uzun’dan öğrendiğimiz kadarıy-la, geceler boyu sohbet edip sabah namazlarını Şeyh Hamid-i Veli Camii’nde kılmak için, seher vaktinde yola düştüğüne aile fertleri çok kere şahit olmuştur. 1965 yılında bir trafik kazası geçirip, sağ ayağının sakatlanmasından sonra da bu azmi hiç eksilmemiş, muhabbeti artarak devam etmiştir.

Yine oğlu Hasan Uzun diyor ki: “Bize bazı sözleri sanki unutmuş gibi sık sık hatırlatırdı. Aslında unutmazdı ama bizim kulağımıza küpe olsun diye tekrar ederdi. Özellikle Somuncu Baba ve ahfadına, Hulûsi Efendi Hazretleri ve ailesini karşı kendisi hürmet gösterdiği gibi, bi-zim de daima hürmet göstermemizi sık sık ha-tırlatır, bir nevi vasiyette bulunurdu. Öğütlerin-

de; ticarette kanaatli olmayı, malı fahiş fiyatla satmamayı bize öğretirdi. Filan zengin olmuş, şu kadar servet biriktirmiş dediklerinde ilk ola-rak: ‘Namazını kılıyor mu?’ sorusunu sorar, eğer kılmıyor derlerse. ‘Alt ucu bağlar gazeli.’ derdi. Helal-haram demeden mal biriktirip, evladına bırakanlara acır, ‘Onlar malını yiyecekler, adam-cağız ahirette azabını çekecek, hesabını vere-cek.” derdi.

Öncelikle bu yazımızda Uzun Hacı’dan ve ona yazılan şiirden bahseden, Hacı Hamza Çokyaşar’ın Osmaniye eşrafından Hacı Ahmet Bicik/Biricik’e yazmış olduğu mektubu okuya-lım:

Birinci Mektup

“Hacı Ahmed Efendi Kardeşimize,

Sizden ayrıldığımızın 13. günü Darende’ye geldik. Geldiğimiz günden beri size mektup yazmak niyetinde isem de bir türlü fırsat bu-lup yazamadım. Ancak zamanı bugüne taal-luk etmiş. Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifinde: ‘Mü’minlerin niyetleri amellerinden hayırlıdır.’ buyuruyor. Şu hâlde her amel niyet-le suret-pezir olur. Hayır, niyetiyle hayır; şer, niyetiyle şer olur. Zira neşet-i insanî fikirden ibaret bir nefha-i Rabbânî’dir. Mâadâ görünen suret, libâs-ı hayvanîdir. Pes fikri neş’et-i dâime

“Maksûdumuz yâğ u bâl değil elbetGönülden gönüle hasbî meveddetHâsıl etmek için zevk-ı muhabbetÂlemi bir pula satanlardanız...”

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)

Hacı Mustafa Uzun

30 EKİM 2015 somuncubaba 31

Hacı Hasan Efendi mektubunuza cevap yaz-dılar. Biz Sivas’ta iken yazılan mahrem mektu-bun münderecatına da muttaliyiz. Vaziyet ne merkezde ise bizi de haberdar ederseniz mem-nun olacağız.

Efendi’den yeni mektup geldi. Bu kış orta-sındaki seferimizden yer ve gök, hafi ve cehri bütün mahlûkun memnun kaldıklarını yazıyor-lar. Belki size de yazmışlardır. Bizimle İstanbul’a kadar gidip de oradan Hicaz’a giden Hacı Mus-tafa isminde bir arkadaşımız vardı, belki bilirsi-niz. Bir gün sohbette iken Hulûsi Efendi’nin bir beyitte, ‘Balını yağa katana / Yarını sarıp yatana /Gamı firak neyler neyler’ ilâhîsini okuduktan sonra bize bir balı yağa kat diye latife ettiler. O da borçlandı ise de bilahare getirmedi. Ben kaçıp Maraş’a Antep’e gideceğim demiş. Hulûsi Efendi de ona aşağıya yazdığım ilâhîyi yazdılar. Ben de teberrüken size yazıyorum. Bilvesile arz-ı hürmet selam ve senalar eylerim.

Cümle ahbâb ve yârân ve arkadaşlara hür-met ve selam.

15 Mart 1952 Darende

Hamza Çokyaşar”

Büyüklerin Himmeti

Nakşbendî yolunun mensupları, bu mensu-

biyetleriyle her zaman iftihar eder, bu yolun

büyüklerinin kendine çok himmet ettiklerini

zaman zaman anlatırlar. Unutulmaması bakı-

mından Uzun Hacı’nın oğlundan dinlediğimiz

birkaç hatırayı nakledelim:

“Uzun Hacı, askerden dönerken yorulur, bir

kamışlığın içinde yatar. Rüyasında nuranî yü-

züyle İhramcızade Hazretleri gelir ve: ’Oğlum

çabuk uyan, kamışlıktan çık.’ der. Bu sözle irki-

lip dağa doğru çıkınca, kamışlığın alev alev yan-

dığını gözleriyle görür.

Maraş’ta esnaflık yaptığı yıllarda kardeşi Os-

man da Osmaniye’nin bir köyünde satıcılık yap-

maktadır. Bir gün yanına tanımadığı bir zat gelir,

İhramcızade Hazretleri’nin selamı var, kardeşin

Osman çok rahatsız hemen yanına gitmeni isti-

yor der ve gözden kaybolur. Belki de bu gelen

Hızır’dır (a.s.). Hemen atına binen Uzun Hacı

Osmaniye’ye ulaşır, kardeşini alır doktora gö-

türür, oradan Darende’ye getirir. Üç gün sonra

kardeşi vefat eder.

sarf edip fena bulacak kâra tazyî-i vakit etmek nakd-i ömr-i sakimi beyhude yere sarf etmektir. Çünkü a’mâl niyete mebnidir. Sureti, fâni olanı niyetle bâki etmek mümkündür. Öyle ise her emri niyet-i hayr gerektir.

Diğer bir hadis-i şerifinde: ‘Tanrı’nın men et-tiği şeylerden sakın. İnsanların en âbidi olursun. Komşuna iyilik et mü’min olursun. Allah’ın kıs-metine (taksimine) razı ol, insanların en zengini olursun. Kendine arzu ettiğin bir şeyi başkasına da arzu et, hakiki Müslüman olursun.’

Peygamberimiz (s.a.v.)’in şu mübarek söz-leriyle amel edenler dünya ve ahiret saadeti-ne nâil olacağı gibi en yüksek ahlakı da hâsıl olur. Hz. Ali Efendimiz: ‘İlimden zengin hazine, cehilden kötü yoldaş, kibirden büyük horluk, tamahtan kötü yoksulluk, sağlıktan kıymetli ni-met canı hıfz etmektir.’ buyuruyor.

Pîrlerden Ebu’l-Hasan-ı Harakânî de: ‘Gönül-lerin rûşeni anda halk olmayandır. Amellerin yeğreği onda mahlûk fikri olmayandır. Nimet-lerin atyebi (en iyisi), cehd ile hâsıl olandır. Refîklerin hayırlısı zindegânisi Hak ile olandır.’ buyuruyor.

Niyazi Hazretleri de: ‘Bunca riyâzât mücâhedât ki vardır, bunları işlemek lezzet de-

ğildir. Belki insan-ı kâmil sözlerini anlamaya liyakat kesb edersin, o zaman irfanın ayn-ı mü-cahededir.’ dediler.

Gerçi malumunuz olan şu sözleri size yaz-maklığım şuna benzer ki, son nefesi yaşayan ve ruhu mele-i a’lâya yükselen kâmil bir insanın yanına benim gibi cahil bir kimse gelerek ona kelime-i tevhidi telkin etmesine benzer ise de Hz. Ali Efendimiz de: ‘Bana bir kelime öğretenin kölesi olurum.’ buyuruyor.

Ben de size bunları bir hatıra olması ve yek-diğerimize karşı bir samimiyet-i zevk ve muhab-bet eseri olarak yazdım. Bunu ispata şu kâmilin bir beyti kâfidir. Bu husustaki noksanlıklarımın afvını dilerim:

Zevk-ı dil “innîene’llâh” ın dahi fevkındadır

Öylesi mecnun-ı aşka “Lenterânî” neylesin

Hacı Hasan Efendi’ye yazdığınız mektu-bu Kara Mustafa Zaviye Camii’nin havlusunda sohbette iken getirdiler okuduk. Müsaadeli ve müsaadesiz oynakça kelimesi çok hoşumuza gitti. Hacı Hasan ve Hulûsi Efendiler bir daha bizi oraya götürse de fortukal (portakal) koydu-ğunuz fevkânî hücrede bize bir çay içirsin diye latife ediyorlar.

32 EKİM 2015 somuncubaba 33

Bir Şiirin Hikâyesi

Bu mektubun sonunda aynı şiir vardır. Bu şi-irin hikâyesi, Hacı Hamza Çokyaşar mektubun-da zikredildiği gibi, şöyle cereyan eder: Hulûsi Efendi Hazretleri’nin sohbet ortamlarına iştirak eden Uzun Hacı bir gün arkadaşlarla birlikte yağ ve bal ikram edeceğine söz verir. Bir müd-det geçer davet bir türlü gerçekleşmez. Hazret şu şiiri kaleme alır:

Uzun Hacı sözün bitirirse ger

Va’dini yerine getirirse ger

İnsâf idüp yarın getirirse ger

Balını yağına katanlardanız

(Uzun Hacı verdiği sözü tamamına erdirip, vadini yerine getirirse, insaf edip yarın (bir an önce getirirse) işte o zaman balını yağa katar bir muhabbet ortamı tesis ederiz.)

Eğer va’din inkâr etmek isterse

Zahmetsiz murâda yetmek isterse

Yüzünü dolayup gitmek isterse

Boğaz boğaz olup çatanlardanız

(Eğer verdiği sözü tutmaz, nasıl olsa unutur-lar der ve o vadini yerine getirmekten kaçınırsa, biz davamıza devam eder, o sözünü hatırlatırız.)

Bu dörtlükte ahde vefaya vurgu vardır. Vefa, gönül bahçelerinde yetişen bir güldür. Vefa-lı insanlar duygu, düşünce ve tasavvurda aynı şeyleri gül güzelliğiyle paylaşan kişilerdir. Kin, nefret ve kıskançlık gibi duygular vefakâr gö-nüllerde kendilerine yer bulamaz. O gül ki, sev-gi suyuyla beslenir, dalları yeni goncalar açar, güzelliklerle süslenir. Vefayı şiar edinenler, konuşurken doğru söyler, verdiği sözde durur, ettiği yeminlerde vefalı olur.

Kur’ân-ı Kerim’de, Yüce Allah (c.c.), kendisi-nin vefalı olduğunu dile getirdiği gibi, vefayı başta peygamberler olmak üzere seçkin kişi-lerin özelliklerinden ve insanlığın temel iyilik-lerinden biri olarak zikreder. Şiir şöyle devam eder:

Gürün’e Sivas’a kaçsa imdâda

Bu borçdan kurtulup olmaz âzâde

Eğer âhiretde eğer dünyâda

Varup yakasını tutanlardanız

(Gürün’e, Sivas’a gidip, birilerini yardıma çağırsa, bu borcunu ödemedikten sonra biz vazgeçmeyiz. Bu dünyada vermezse, ahirette alırız.)

Maksûdumuz yâğ u bâl değil elbet

Gönülden gönüle hasbî meveddet

Hâsıl etmek için zevk-ı muhabbet

Âlemi bir pula satanlardanız

(Aslında sürdüğümüz dava yeme içme da-vası değil. Bir muhabbet oluşturmak için böy-le söylüyoruz. Kardeşlik duygusunun ikramın, arkadaşlarla paylaşmanın önemine vurgu için dile getiriyoruz. Yoksa dünyalık şeylere bir ih-tiyacımız da yok, itibar etmeyiz.)

Dünyâyı ukbâyı arkaya atup

Hırkayı destârı şarâba satup

Dost için yağını balına katup

Toprağa yüz koyup yatanlardanız

“Biz Dünyayı ve Ukbayı Muhabbet İçin Terk Etmişiz.”

(Biz dünyayı ve ukbayı muhabbet için terk etmişiz. Dostlarımızla içeceğimiz bir bardak çay, bizim için daha değerlidir. Dostlarımızın gönül birliğini sağlamak için şeriat ve tarikat bilgileri-nin artmasını, irfanlarının yücelmesini istiyoruz. Ve bunu da tevâzû ile yerine getiriyoruz.)

 Eğer Antep eğer gitse Maraş’a

Kurtarırım sanup düşse telâşa

Elbet bir gün gelir isek baş başa

Oyunda kendini utanlardanız

(Eğer Antep’e veya daha önceden arkadaş-larının bulunduğu ticaret yaptığı Maraş’a gitse bile bu işten kurtulamaz. Mutlaka bir gün baş başa geleceğiz ve o da bizim dediğimizi yerine getirecek.)

Yine Maraş’tan nalburiye malzemesi getirir-ken, yolunu eşkıyalar keser. O da atından iner ve: ‘Allah’ım atımı sana emanet ediyorum, Pey-gamberimiz ve onun yolundan giden manevî büyüklerimizin pirlerimizin, veli zatlarının hür-metine malımı da canımı da kurtar.’ diye dua eder. Atı serbest bırakır. Eşkıyalar kendine bir şey demezler. Yaya olarak Darende’ye gelen Uzun Hacı mal yüklü atının dükkânın önünde olduğunu görür ve çok sevinir.”

 İkinci Mektup

Şimdi sıra geldi aynı şiirden bahseden ikinci mektuba… Mektupların ve şiirlerin mesajı as-lında bütün okuyucularadır. Sadece ilk yazılan şahsın değil, sonra her okuyanın ondan bir şey-ler öğrenmesi lazım. Hulûsi Efendi Hazretleri Mektûbât-ı Hulûsî-i Dârendevî’deki 44. mektu-bunu Uzun Hacı’ya hitaben kaleme almışlardır:

 “Gözüm Nuru!

Eski dostlarından yüz çevirenden yüz çe-virmek lâzım ve bütün Allah dostları bu yola niyetli olduklarından, (sen yine de) eski dost-lardan uzak olma. Ta ki Allah dostlarının tanı-dıklarından olup, kendi dostluğunu bilesin ve böylece gerçek tanışıklık ve yakınlıkla Hakk’ın

dostluğuna, olması gereken dostluğa gelesin. Bu meclislerdeki sohbetlerde, muhabbetten nasiplenmedikçe; bu muhabbet yolunun yol-daşı sayılmayacağı gibi, gafillerin, Allah’ı unu-tan, dünya zevklerine dalanların sohbetinden ayrılmadıkça bu gafletten, nefsin bu esaretin-den, lüzumsuz işlerle uğraşmaktan kurtulmuş olamazsın.

Ansızın kervan göçer sen de -su vadisin-deki susuz kalmış biri gibi- yârsız ve yârânsız kalırsın. Ne sevenin, ne sevdiğin kalır. Bedenin düştüğü durum, onun eriştiği pişmanlık da ar-tık faydasızdır. Bedenin, varlığın bu dersi almış ama ne çare! Hasta olmazdan önce sağlığını en büyük hazine bilmen gerek. Sağlığın senin en kıymetli kazancındır. O sağlık ki en büyük nimettir, en büyük hazinedir. Kendi arzularına uyup mahvolmaya, yok olmaya aday olan bu-dalalardan olma.

Doğru olan iş, gün gibi meydana çıkmış bir devlet ile ayakta kalmak, dik durmak yeterlidir. Her şey apaçık ortada iken böyle bir devletin kıymetini bilmemen yazık ki divanelikten baş-ka bir şey değildir. Doğrusu bu devlet ile ol. O sana yeter.” (Güncelleme: Cemil Gülseren, Bkz: Somuncu Baba Dergisi, Mart 2011, s. 7.)

34 EKİM 2015 somuncubaba 35

Eğer gönlümüzü almak isterse

Gemisin engine salmak isterse

Soyunup bu bahre dalmak isterse

Tutup yakasından atanlardanız

(Gönlümüzü almak ister, bizi razı etmek is-terse, tevâzû gösterip enginlere yelkenini indir-meli, hatta muhabbet deryasına dalmak, derin-lerden inci mercan toplamak istiyorsa, biz onu bu maneviyat denizine atarız.)

Bu bâl u bu yağdan asıl murâdım

Şerîat tarîkat remzini yâdım

Bu sırrı söyleten büyük üstâdım

Can verüp eteğin tutanlardanız

(Şeriatla tarikatın bir Müslümanda birleşme-si öyle güzeldir ki, bir sofradaki bal ve yağ gibi-dir. Pirim İhramcızade Hazretlerinin himmetiyle sana bunları hatırlatırken, ben ona sıdkı candan bağalıyım.)

  Hulûsi Efendi Hazretleri Dîvânı’nda şöyle buyurur:

Şerîat tarîkat resm-i râhımız

Hakîkat ma’rife tizz ü câhımız

Tevhîddir hısnımız Hak penâhımız

Sanma bizi yoldan sapanlardanız

Ümmetin önderleri olan kâmil veliler, haki-katen ilmen ve ahlâken peygamberlerin varis-leri oldukları için hep hayır için çalışırlar. Dinin hükümlerine göre hareket eder, tasavvufun ince yolunda merhale kat’ ederler. Onlar, vahy kaynağından feyz alarak Rasûlullah (s.a.v.)’ın zikrini yaşatmak, dininin eserlerini, şeriat ve ahlâkının bilgilerini yaymak için ümmete hayır ve fazilet öğretmek itibarıyla cennette Rıdvan kaynağından akan Kevser nehrine benzerler. Peygamberler, Allah’ı bilme esaslarında birlik olup da dinin amelî hükümlerinde farklı olarak halkın kurtuluşu için ilâhî rahmetin yayıcıları olduğu gibi, ümmetin bilginleri de kalpleri hak tevhîdi ve vicdanları Muhammedî ahlâk üzere rıdvan neşesiyle Muhammedî şeriatın esasla-rında birlik ile halka rahmet yayarlar.

Uzun Hacı’ya yazılan şiirin son dörtlüğüyle yazımızı tamamlayalım:

Hulûsî dost’çün toprak yüzümüz

Uzun Hacı bizim iki gözümüz

Eğer lâtîf gelmez ise sözümüz

Hicâb deryâsına batanlardanız

Bu son dörtlükte Hulûsi Efendi Hazretleri tevâzûnun zirvesini beyan buyurmuştur. Onu ne kadar çok sevdiğini belirtmiştir. Sözlerinden gücenmemesini arzu etmiştir.

Adımı sorarsan, insan oğluyumHüzünler, çileler bende müptelâMazlumum, mahsunum çârem tükendiKum gibi, kum gibi başımda belâYanmışım, yanmışım içim Kerbelâ

Göçlere durmuşum, çıplak yürürümZâlimler elinde, kan tükürürümÖksüzüm, yetimim bu nasıl cürümKum gibi, kum gibi başımda belâYanmışım, yanmışım içim Kerbelâ

Celepler kin kusar, keserler etimİnsansam bu mudur, benim diyetimYurtsuzum, mutsuzum ah hürriyetimKum gibi, kum gibi başımda belâYanmışım, yanmışım içim Kerbelâ

Ey barış çık da gel, nerede isenSen yoksan savaştır, başımda esenKahrettim dünyaya, ben oldum küsenKum gibi, kum gibi başımda belâYanmışım, yanmışım içim Kerbelâ

Celalettin KURT

Yine Kerbelâ

36 EKİM 2015 somuncubaba 37

KÜLTÜR /Enbiya YILDIRIM*

ÖNCEALLAH’IN RIZÂSI

SONRA KULLARIN MEMNUNİYETİ

İ nsanın yapmış olduğu işe gerçek anlamda değer katan husus, onu birileri adına yap-mamış olmasıdır. Dolayısıyla, kullardan çe-

şitli beklentiler içinde yapılan güzel işler, in-sanlar tarafından takdîr edilmiş olsa bile, o iş özü itibarıyla övgüyü hak etmez. Allah katında makbul değildir. Çünkü amel çeşitli hesaplar düşünülerek yapılmıştır. Bir takım beklentiler ve mülâhazalar sonucunda o amelin yapılma-sına karar verilmiştir. Çünkü onu takdîr edecek insanlar olmasaydı, belki de o ameli o kadar iyi yapmayacaktı, hatta hiç yapmayacaktı. Böylesi bir durum en basit haliyle riyakârlıktır. Allah’ın rızâsını arkaya atarak birilerini memnun etme-ye çalışmaktır.

Zıtlıklar İçeren Eylemler ve Söylemler

İnsan bu şekilde Allah’ı değil de kulları he-sap ederek bir şeyler yapmaya gayret ettiğinde, artık neredeyse hayatının hiçbir anında samîmî olamaz. Hep birilerine göre bir şey yapmaya ça-lıştığından en samîmî ve ihlaslı olmaya çabala-dığı anlarda bile sâfiyâne amel yapamaz. Çünkü zıtlıklar içeren eylemleri ve söylemleri hemen gözünün önüne gelir. Sadece Allah rızâsı için yapmayı bir türlü beceremez.

Bu insanlar için hayatın her anı bir yerlere yükselmek için basamaktır. Bu sebeple ibadet-leri, törenleri, merâsimleri, bayramları velhasıl her şeyleri, “İleride işime nasıl yarar?” anlayışıy-la fırsata dönüştürmeye çalışılar. Böyle olunca da işlerine yaramayacak olanlardan, hayırlı da olsalar, uzak dururlar. Ama ileride herhangi bir şekilde yararlanabilecekleri birini fark ettikle-rinde hemen ona yanaşmanın yolunu aramaya koyulurlar. Bu kişilerin insanlarla tokalaşmaları bile bir hesap üzerindendir. “Aman tanışayım.”, “Aman benim adımı bilsin.”, “Aman bir şekilde varlığımdan haberdar olsun.” diyerek her ânı fırsata dönüştürürler.

Bu şekilde münâfıkvârî bir yaşam sürenler, kulları belli bir süre aldatarak belli makamlara yükselirler. Hiç ummadığınız mevkilere ulaşır-lar. Çok yakından onları tanımanıza ve hiçbir

makamı hak etmediklerini düşünmenize rağ-men, bir de bakarsınız ki çok yüksek bir mevki ile ödüllendirilmişlerdir. Ancak bu insanların hayat çizgilerine baktığınızda şuna mutlaka şahit olursunuz: Belli bir süre yağ çekerek, el ovuşturarak belli makamlara gelirler ancak bu-nun da bir sonu vardır. Gün gelir biriken eksiler, riyakârlıklar patlak verir ve gerçek yüz ortaya çıkar. Böyle olunca da çökme devri değil, bir-den yere geçme dönemiyle karşılaşırlar. Ânîden her şey tepetaklak olur ve şatafatlı günler ge-ride kalır. Artık herkes tarafından tanındığı için de toparlanması mümkün olmaz ve bulunduğu ortamdan uzaklaşmak zorunda kalır. Artık işi bitmiştir.

Dünyayı Âhiretin Önüne Alma Yanlışlığı

Yaptığı işlerde Allah’ın hoşnutluğu yerine kulların memnuniyetini gözeten bu insanların imanlarında büyük bir sorun var demektir. Çün-kü kulları Allah’ın önüne koymuşlardır. Dünyayı âhiretin önüne almışlardır. Dışarıdan bakıldı-ğında sanki kulluk sergiliyor gibi olsalar da ger-çekte Allah’ın rızâsını gözetmedikleri için hem amelleri boşa gitmekte hem de kişilik sahibi olamamaktadırlar. Böyle olunca da bu kişilerin ne ibadetleri ne de yaptıkları dualar Allah ka-tına ulaşır. Zaten hareket ve davranışlarını kul-lara göre yaptıklarından dolayı, isteseler bile samîmî olamazlar. Başkaları yanında samîmî

“Riyakârlık nefislerini kapladığı için evde çocuklarından istediklerine aykırı çok işler yaparlar. Bütün bunlar bir araya geldiği zaman dedikleri ile yaptıkları arasında büyük tezatlar oluştuğundan dolayı, sözleri bir

süre sonra tesir etmemeye başlar. Hatta ifadelerine muhalif davranışları nedeniyle çocuklarının gözünde saygınlıkları kaybolur ve yaptıkları

nasîhatler ters etki yapmaya başlar.”

Foto: Orhan DİNÇ

38 EKİM 2015 somuncubaba 39

Riyakârlık Hastalığı

Sözünü ettiğimiz riyakârlık ve gösteriş, ülke-mizde dindar kesimlerin maddeyle ve makamla tanışması sonrasında çok yaygınlaştı. İhlâs ve samîmiyet oldukça zayıfladı ve bu hastalık pek çoklarını kuşattı. Bu açıdan dindarlarımız çok büyük bir sınavdan geçmektedirler. İmkânlar arttıkça hırs da artmakta, bu ise ihlâsı eritmek-tedir. İnsanlar ellerine geçirdikleri maddî imkân ve makamları daha yükseklere taşımak için kullanmaktadırlar. “Başkaları makamı ve parayı elde etti, benim neyim eksik.” diyenler de, hırs ve doymak bilmez bir iştahla, dünyalık elde edebilmek için etkili ve yetkili kulların gözü-ne girmelerini sağlayacak her yola başvurabil-mektedirler. Bu da insanımızı riyâya, gösterişe, Allah’tan uzaklaşmaya, kulların beklentilerini birinci hedef yapmaya götürmektedir.

Bazen gösteriş ve riyakârlık öyle boyutlara varmaktadır ki, başkalarını teşvik etmek için değil de, birilerinin gözüne girmek için hayır ve hasenât bile yapılmaktadır; nâmım yürüsün diye tasaddukta bulunulmaktadır. Böylece her-kesin kendisinden bahsetmesi sağlanmakta ve yaptığı yardım onun bir yerlere ulaşması veya bazılarının gözünde iyi bir yer edinmesine araç

olmaktadır. Allah’ın rızâsının bu samîmiyetsiz infakta yer almadığı aşikârdır. Zira infakını çe-şitli hesaplar çerçevesinde yapmakta ve bun-dan bile dünyalık bir şeyler hedeflemektedir.

Bu çözülme maddî imkânları elde edenleri etkisi altına aldığı gibi ülkenin geleceğini de etkisi altına almaktadır. Çünkü bu sınav ümme-tin değerlerini taşıyacak olan genç kuşakları da etkisi altına aldığı için gelecek adına büyük en-dişeler taşımamıza sebep olmaktadır. Çürüme onları da etkilemekte ve değerlerimiz gözlerin-de değersizleşmektedir. Bu da büyüklerinden daha fazla savrulmalarına sebep olmakta ve geçmişiyle bağı zayıflamış bir nesil yetişmeye başlamaktadır.

Şu hadis düsturumuz olursa kendimizi dü-zeltmeye başladık demektir: “Allâhu Teâlâ bu-yurdu ki: ‘Ben, kendisine şirk koşulmasından en uzak olanım. Kim işlediği amelde benden başka-sını bana ortak kabul ederse, o kişiyi ortak koştu-ğu ile baş başa bırakırım.”3

ve ihlaslı insan görüntüsü vermeye alıştıkların-dan kendi başlarına kaldıklarında o görüntüleri hemen gider. İbadetlerinin şekli ve vakarı bile kaybolur. Veya kullar olmadığı için ibadetlerini yerine getirmezler.

Bu insanların yaptıkları ibadetlerin Allah katında bir değerinin olmaması tabîîdir. Çünkü bir insan birine veya bir çocuğuna iş buyur-duğu zaman, onun bunu gönül rızâsıyla değil de başından savmak için hem de istemeyerek yaptığını anlarsa, onu ödüllendirmek söz konu-su olmaz. Sırf o işi yaptı diye onu takdir etmez. Çünkü istemeyerek, sırf gözüne girmek ve kız-maması için onu yaptığını bilir. Bu ise ödülü hak eden bir davranış değildir. Her şeyden haber-dar olan ve kimin neyi ne için yaptığına vâkıf olan Allahu Teâlâ’nın, kullara beğendirmek için bir şeyler yapanları, kendi rızâsını gözetmeyen-leri ödüllendirmesini beklemek de aynı şekilde yanlış olur. Çünkü amel Allah rızâsı gözetilerek yapılmamıştır.

Hz. Peygamber (s.a.v.) bu hususu ne güzel açıklamışlardır: “Sizin hakkınızda en çok kork-tuğum şey küçük şirktir.” Ashâb-ı kirâm sorar: “Ya Rasûlallah, küçük şirk nedir?” Allah Rasûlü: “Riyâdır. Yani başkalarına gösteriş için ibadet yapmaktır. Allahu Teâlâ, kıyâmet günü herkesin amelinin karşılığını verirken, insanlara gösteriş için ibadet yapanlara şöyle der: ‘Dünyada kendi-leri için gösteriş yaptığınız kimselere gidin. Bakın bakalım onların yanında size verecekleri bir şey bulabiliyor musunuz?”1

Desinler Diye…

Hz. Peygamber (s.a.v.) aynı hususu başka bir hadislerinde de çok güzel izah etmişlerdir: “Kıyâmet günü hesabı ilk görülecek kişi, şehit düşmüş bir kimse olup huzura getirilir. Allahu Teâlâ ona verdiği nimetleri hatırlatır, o da hatır-lar ve bunlara kavuştuğunu itiraf eder. Cenâb-ı Hak ‘Peki, bunlara karşılık ne yaptın?’ buyurur. ‘Şehid düşünceye kadar senin uğrunda cihad et-tim.’ diye cevap verir. ‘Yalan söylüyorsun. Sen, ‘Ne babayiğit adam!’ desinler diye savaştın, o da de-

nildi.’ buyurur. Sonra emrolunur da o kişi yüzüstü cehenneme atılır. Bu defa ilim öğrenmiş, öğretmiş ve Kur’an okumuş bir kişi huzura getirilir. Allah ona da verdiği nimetleri hatırlatır. O da hatırlar ve itiraf eder. Ona da: ‘Peki, bu nimetlere karşılık ne yaptın?’ diye sorar. ‘İlim öğrendim, öğrettim ve senin rızân için Kur’an okudum.’ cevabını verir. ‘Yalan söylüyorsun. Sen; ‘Âlim’ desinler diye ilim öğrendin, ‘Ne güzel okuyor.’ desinler diye Kur’an okudun. Bunlar da senin hakkında söylendi.’ bu-yurur. Sonra emrolunur, o da yüzüstü cehenneme atılır. (Daha sonra) Allah’ın kendisine her çeşit mal ve imkân verdiği bir kişi getirilir. Allah ver-diği nimetleri ona da hatırlatır. O da hatırlar ve itiraf eder. ‘Peki ya sen bu nimetlere karşılık ne yaptın?’ buyurur. ‘Verilmesini sevdiğin, râzı ol-duğun hiç bir yerden esirgemedim, sadece senin rızânı kazanmak için verdim, harcadım.’ der. ‘Ya-lan söylüyorsun. Hâlbuki sen, bütün yaptıklarını ‘Ne cömert adam.’ desinler diye yaptın. Bu da se-nin için zaten söylendi.’ buyurur. Emrolunur, bu da yüzüstü cehenneme atılır.”2

Bu insanlar çocukları karşısında tam anla-mıyla bir zavallıdırlar. Kendileri gibi ikiyüzlü olmalarını aslâ istemezler. Bu sebeple iyi insan olmaları yönünde onlara nasîhatlerde bulu-nurlar. Diğer yandan evde çocuklarına nasîhat ettikleri şekilde davranmak zorundadırlar. Bu ise onlara eziyet gelir. Yapmak istedikleri ile katlanmak durumunda kaldıkları arasında sı-kışıp kalırlar. Ruhları daralır. Bununla birlikte, riyakârlık nefislerini kapladığı için evde çocuk-larından istediklerine aykırı çok işler yaparlar. Bütün bunlar bir araya geldiği zaman dedikleri ile yaptıkları arasında büyük tezatlar oluştu-ğundan dolayı, sözleri bir süre sonra tesir et-memeye başlar. Hatta ifadelerine muhalif dav-ranışları nedeniyle çocuklarının gözünde say-gınlıkları kaybolur ve yaptıkları nasîhatler ters etki yapmaya başlar. Çocuklar “Madem öyle, bizden istediği şeyleri niye kendisi yapmıyor?” demeye başlarlar. Çocuklar bunu söyledikten sonra da onlara ahlâk ve erdem adına verilecek bir şey kalmamış demektir.

Dipnot*Prof. Dr. Enbiya YILDIRIM1. Müsned, 23636.2. Müslim, 1905.3. Müslim, 2985

40 EKİM 2015 somuncubaba 41

KÜLTÜR /Mürsel GÜNDOĞDU

Somuncu Baba Hazretleri’nin

Nasihatleri

“Az yesinler, az konuşsunlar,az uyusunlar.”

İnsan, Kaybettiğini Arıyor

Bu geçici ve yalan dünyada vahdetten kes-rete savrulduğumuz an biz insanoğlu için, gö-nül gözlerimizin bulanıklaştığı, zihnimizin da-ğıldığı buna mukabil heva ve heveslerimizin sular seller gibi çağlamaya başladığı talihsiz bir vakit olmuştur.

Kesretin azgın dalgalarında önce yönümü-zü sonra yolumuzu kaybettik. Bu hengâmede binlerce dünyalık arzunun, hevesin, tatminin ve iştihanın sağanağına maruz kaldık. Alışkanlık denen yabancı bir illete duçar olmamız da işte o vakitlerde vuku buldu. Yönümüzü ve sonra yolumuzu kaybedince bütün bu arzuların be-denimizi haz yumağına çeviren geçici tatmin-lerine alışmaya başladık. Sonra paslanan gönül tellerimizin iniltilerine uzaklaştık. Ruhumuzun yabancı iklimlerden sıkılıp bunalan iç çekişle-rini ve can yakıcı hıçkırıklarını duyamaz olduk. Ve zaman sonra gönüle dair ne varsa hepsine yabancılaşmaya başladık.

Maddeye doludizgin yönelmeye başladıkça, heva ve heves bataklığına daldıkça ve nihayet kesretin güçlü kollarına teslim olmaya başladık-ça, ruhumuzun vahdetten beslenen kılcallarını kuruttuk ardı ardına. Sonra göklerden beslenen köklerimizi susuz, gıdasız bıraktık. Ve nihayet fıtratımız olan vahdetin huzur, sükûn ve saadet iklimlerinde asude iken, kesretin haz ve zevk sağanaklarına maruz kalarak tarumar olduk.

Modern dünyanın maveraya yol bulduğu-muz gönül kanatlarımızı kırmasından ve gökler-den gelen huzur meltemleriyle ruhumuz ara-sına kalın perdeler çekmesinden sonra yaban-cılığımız, huzursuzluğumuz ve perişanlığımız içinden çıkılmaz bir hâl almıştır.

Çağımızın, bir stres, bunalım ve buhran çağı olarak önümüzde durması işte bu yüzdendir ve insanın bir arayışın çocuğu olarak nitelendiril-mesi de.

Günümüz insanlığına ihtirası, hevayı, hevesi, maddeyi ve bedenî hazzı armağan eden bu kör

ve sağır çağ, gönül saraylarımızı yakıp yıkmanın yanında bizi dünya denen bu yerde mahkûm ve mahpus kılmıştır. Her dem arayış içinde ol-mamızın, gözümüzün sıklıkla uzaklara takılıp kalmasının, çoğu zaman gurbet yalnızlığı için-de boynu bükük ve biçare yaşamamızın sebebi dünya denen bu yerdeki mahkûmluğumuzdan başka nedir ki?

Gönül Sultanları Toplumların Arınış Önderleridir

Arayış sancıları içinde kıvranan insanlık için, gönül kanatlarını maveraya ayarlamış, ötelerin ötesinden beslenen, umudunu göklerin kutlu çağrısına bağlamış gül ve hikmet ehli gönül sultanlarının nasihatleri hayatî önem arz eder.

Şüphesiz gönül sultanları, yaşadıkları devir-lerin arayış ve arınış önderleri olmakla kalma-mış aynı zamanda kendisinden sonraki nesiller için de umudun gül tomurcuğu olmuştur.

Onlar yaşadıkları çağın insanlara musallat ettiği türlü hastalıkların manevî tabipleri ve hıfzıssıhha mütehassıslarıdır. İnsan ruhuna mu-sallat olabilecek her türlü belâ ve musibetin izale edicisi, kanadı kırılmış toplumların teda-vi uzmanları ve körleşen idrakin, paslanan gö-nül aynasının cilalayıcısıdırlar. Bu yüzdendir ki bu kutlu topraklarda asırlardan beri üzerimize çullanan kara bulutları bu gönül tabiplerinin nasihatleriyle dağıtıyor ve ufkumuzu saran umutsuzlukları yine onların ölümsüz tavsiyele-riyle ümide tahvil ediyoruz. Onlar ki her daim Yüce Rabb’imizin Kur’an-ı Kerim’de beyan ettiği ebedî saadet düsturlarının Sevgili Peygamberi-miz tarafından Asr-ı saadette uygulanışının ya-şadıkları asırlarda gerçek temsilcileri olmuş ve böylece uçurumun kenarında çırpınan toplum-ları huzur ve mutluluğun merkezine yerleştir-meyi başarmışlardır.

Somuncu Baba Hazretleri’nin arkadaşlarına ve yolundan gidenlere salık verdiği on bir nasi-hatinden ikincisi olan “Az yesinler, az konuşsun-lar, az uyusunlar.” düsturları bu anlamda yolu-muzu aydınlatmaya devam ediyor.Foto: Cemil ŞAHİN

42 EKİM 2015 somuncubaba 43

‘Az Yiyiniz Sıhhat Bulunuz.’

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.): “Az yiyerek maddî manevî hastalıklarınızı tedavi ediniz. Az yiyiniz, sıhhat bulunuz.” buyururken belki bu-gün çağımızın en büyük musibetlerinden bi-rine parmak basıyor ve bizleri bu hususta bi-linçlendiriyordu. Lakin insanoğlu unutkanlıkla malûldür. Bu yüzden Efendimiz (s.a.v.)’in yolu-nun yılmaz takipçilerinden olan Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri bu kandilin ışığının yaşadığı dö-nem ve sonrasında ziyalanması için arkadaşla-rına bu çağrıyı yinelemiş ve bu meyanda tavsi-yelerde bulunmuştur.

Çok yemenin kalbi karartıp hikmet yolunu kapattığı bütün ariflerin ortak görüşüdür.

Hz. Davut (a.s.), içi boşalmayan bir kişiden hoş sesler çıkmadığını belirterek o güzel sesi-ni açlıkta bulduğunu söylerken Hz. Musa, “Ke-limullah” olmayı açlıkta bulduğunu zira karnı toprakla dolu olanın Hak ile yakınlığı olamaya-cağını belirtmiş, Hz. İsa ise ümmetine; “Karnı-nız aç olsun ki; kalbinizde Rabb’inizi göresiniz.” diye tavsiyede bulunmuştur.

“İnsanoğlu kendi karnından daha kötü bir kap doldurmamıştır.” buyuran Peygamber Efen-dimiz (s.a.v.)’in bu tavsiyesini kendine rehber

edinmeyen ve kulak ardı eden insanoğlunun obezite ve benzeri gibi hastalıkların pençesin-de kıvranması kaçınılmazdır. Bu tür hastalıklar-dan kurtulmak için ise diyetisyenlerin yazdığı zayıflama reçetelerine mahkûm olması mukad-derdir. Zira insan, yemekte Efendimiz (s.a.v.)’in ölçüsünü dikkate almayıp bu sayede hem kal-bini karartmaya hem de bedenî hastalıklara mahkûm olma yolunu seçmiştir.

Cenab-ı Hak, Araf Suresi 31. ayette kullarına yemek yemenin adabını şöyle öğretmiştir; “Yi-yiniz içiniz ama israf etmeyiniz. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.” Bu ilahî çağrının ölçüsünü de Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’den alalım; “Eğer kim yemek şehvetine tutulur karnını doldurmak isterse hiç değilse üçte birini yemekle, üçte birini içecekle, üçte birini de boş bıraksın.” Efendimiz (s.a.v.)’in şifa bahçesinde filizlendirdiği ve So-muncu Baba Hazretleri gibi gönül sultanlarımı-zın hem fiilinde hem de kavlinde dillendirdiği bu ölçü, asırlardan beri bu coğrafyanın temel düsturu olagelmiştir. Bu ölçüye uyanlara ne mutlu… Peygamber Efendimiz, Allah dostlarının ve gönül tabiplerinin bu örnek uygulamasını şöyle tasvir etmiştir: “Şeytan, insanın damarla-rında kan gibi dolaşır. O yolları açlık ve susuzluk-la tıkamak sadece Allah dostlarına mahsustur.”

Çok Uyumak Gönül Parlaklığını Yok Eder

Kalbi karartıp insanı çağın körlüğüne, hik-met yolunun kapanmasına sevk eden diğer bir husus ise çok uyumaktır.

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.): “Gönül par-laklığını gece uykusuzluğuna verdim. İnsanlar onu derin uykularda arıyorlar. Gaflet ile uyurken gönül parlaklığını nasıl bulacaklar?” buyurarak çok uyumanın gönül parlaklığını zail eylediğini veciz bir şekilde ifade etmiştir.

Yüce Allah Nebe Suresi 9. ayette: “Size uyku-yu bir dinlenme yaptık.” buyurarak uykunun in-san için büyük bir nimet olduğunu belirtmiştir. Lâkin her şeyde olduğu gibi uykuda da ölçülü olmak esastır. Bu sebepledir ki, bedenimizin dinlenmesi için yeterli olan uyku vücuda sıhhat olurken fazla uyumak ruhumuza gaflet ve has-talık getirmektedir.

Allah dostlarının isteklerine ve muratlarına geceleyin kavuştuğuna bizzat şahit olan So-muncu Baba Hazretleri, arkadaşlarına ve yo-lundan gidenlere az uyumayı tavsiye ederek herkesin uykuda olduğu ama Rabb’imizin ik-ramlarının sağanak misali döküldüğü gecenin en derini ile seher vakitlerindeki ikram ve ih-sanlardan ihvanının mahrum olmamasını murat eylemiştir.

Gözleri madde ve geçici hazlarla körelmiş olanlar görmese de dünyayı aydınlatan gü-neş battıktan sonra gönülleri aydınlatan gayb âlemlerinin güneşi doğar, vakte kuşanmış olan insanların gözlerini ve gönüllerini nurlandı-rır. Gecenin tamamını uykuyla geçirenler bu ihsanlardan mahrum kalır ve vakitten yana gaflette olanlar gönül gözünün ardına ka-dar açıldığı bu kutlu menzilden fersah fersah uzaklaşır. Hz. Musa’nın Rabb’i ile Tur Dağı’nda-ki büyük randevuya gece gidişi, Sevgili Pey-gamberimiz (s.a.v.)’in kutlu Mirac yolculuğuna gece çıkarılışı bunun en önemli işaretlerinden değil midir?

İnsanlar için gündüz çalışıp rızık elde etme, gece ise dinlenme ve uyuma zamanıdır. Ama arifler için gecenin bambaşka bir anlamı vardır. Zira onlar için gece Sevgiliyle buluşma anıdır, aşk ve meşk vaktidir. Sevgiliye derd-i derunu-nu açma, gönül iniltilerini fısıldama ve yürek yangınlarını arz etme saatidir. Onun içindir ki onlar, hemen herkesin uykuda olduğu en ten-ha ve sessiz vakitleri uyanık geçirmeye dikkat kesilirler. Bu hususta gaflet göstermezler ve yo-lundan gidenlere evvela bunu tavsiye ederler. Hak âşıklarının gece uyumama sebebi de budur ve bu durum gönül erbabı arasında o kadar be-lirgindir ki Mevlâna Celâleddin Rumî bu hususu şöyle tasvir eder: “Bu yüzdendir ki âşığı kem gözden korumak ve Sevgili ile buluşmasını giz-lemek için, gece, karanlığı ile her tarafı kaplar, perdeler gerer.”

Hikmet ve Zarafet Ancak Sükûtla Elde Edilir

Hikmet, zarafet ve letafetle aharlanmış güzel coğrafyamızı besleyen ve büyüten ırmakların tamamı “kılletü taam, kılletü menam ve kılletü kelam” yani “az yemek, az uyumak ve az ko-nuşmak” düsturunun bu iklimlerde yeşermesi için yüzyıllar boyunca çağıldamış ve bu kadim ilkeyi imanla, İslâm’la ve ihsanla harmanlayarak bozkırlarımızı gönül güzellikleriyle bezemeyi başarmıştır.

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.): “İnsanın se-lameti dilini tutmasındadır. Ya hayır söyle ya da sus.” buyurarak konuşmanın ölçüsünü hayır söylemekle sınırlamış, boş sözleri, dedikodu ve çok bilmişçesine her hususta gelişigüzel kelam etmeyi ise insanın selametini olumsuz etkile-yen huylar olarak nitelemiştir.

Az konuşmak çok dinlemeye kapı aralar. Dinlemeyi alışkanlık haline getirenler ise önce ariflerin kelamını ardından da göklerden sü-zülen gizli terennümlerden beslenmeyi itiyat hâline getirirler.

Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri arkadaşlarına ve yolundan gidenlere “az konuşsunlar” tavsi-

44 EKİM 2015 somuncubaba 45

yesinde bulunarak bu kadim kültürümüzü hem anın ruhuna hem de zamanın kalbine yaymayı başarmış özge bir gönül sultanıdır.

Az konuşmaktan ve susmaktan maksat, her meselede olduğu gibi insanın yerini ve haddini bilmesidir. Susmak, bilinçsizce sessiz kalıp, bir köşede sükût kesilmek değil, yaşadığımız çeşit-li olaylara karşı tevekkül içinde sessiz kalmak veya bir ölçü ve edep dairesi çerçevesinde az ve gerektiği kadar konuşmaktır. Nitekim “Hak-sızlıklar karşısında susan dilsiz şeytandır.” buyu-ran Efendimiz (s.a.v.)’in bu düsturu bu hususu en güzel şekilde özetlemektedir.

Susmanın, gerektiği yerde gerektiği kadar konuşmanın insana hikmet kapılarını açtığını ve ona bambaşka bir zarafet elbisesi giydirdi-ğini öğreten yüce dinimizin buyrukları ve gönül sultanlarımızın tavsiyeleri dikkate alındığında toplumumuzun daha huzurlu, güvenli ve daha yaşanabilir hâle geleceği ortadadır. Zira top-

lumun huzurunu bozan dargınlıkların, insanlar arasındaki huzursuzlukların ve güven bunalımı-nın asıl sebebi, diline hâkim olmayan insanların özensiz tutumlarından başka nedir ki?

Sözün özü şudur ki, bir hadis-i kutsîde Pey-gamber Efendimiz Yüce Hakk’ın dilinden bizle-re şöyle buyurmaktadır: 

“Ey âdemoğlu! Ben şeref ve yüksekliği itaat etmeye verdim. İnsanlar ise onu sultanların kapı-sında arıyorlar, nasıl bulacaklar? İlmi açlık içinde takdir ettim, hâlbuki insanlar onu çok yemekte arıyorlar, ilmi nasıl bulacaklar? Gönül parlaklı-ğını gece uykusuzluğuna verdim. İnsanlar onu derin uykularda arıyorlar. Gaflet ile uyurken gö-nül parlaklığını nasıl bulacaklar? Ey âdemoğlu! İlim ve ameli tok karınla, gönül parlaklığını derin uykuyla, hikmet ve inceliği çok konuşmayla, ülfet ve dostluğu insanlarla iç içe bulunmakla, niha-yet benim sevgimi dünya sevgisiyle dolmuş ola-rak nasıl isteyebilirsin? Bütün bu güzel hasletleri nasıl bulabilirsin. Öyle ise, ilim ve ameli açlıkta, gönül parlaklığını gece uykusuzluğunda, hikmet ve inceliği sükûtta, dostluğu, bana kavuşmayı ise uzlette bulabilirsin.”

Gül ve gönül bahçelerimizi talan yurduna çeviren, dünyevî arzularımızı sınır tanımaz hâle getiren, heva ve heveslerimizi doyumsuz kılan çağımızın, biz insanları hapsettiği madde ve be-den hapishanesinden kurtuluşun yegâne yolu, Yüce Rabb’imizin vaz edip Sevgili Peygambe-rimiz (s.a.v.)’in uyguladığı ve gönül sultanları-mızın teşrif ettikleri dönemlerde hem yaşayıp hem de tavsiye buyurdukları temel ilkelerdir. Arifler, ilahî düsturların yaşayan canlı şahitleri-dir ve onların tavsiyeleri billur yüreklerinin de-rinlerinden fışkırdığı için insanları gönüllerinin en derininden etkilemektedir.

Somuncu Baba Hazretleri’nin arkadaşlarına ve yolundan gidenlere tavsiye buyurduğu “Az yesinler, az konuşsunlar, az uyusunlar.” düsturu bu anlamda çağımızın hastalıklarına bir şifa ve kararmış gönüllerimize bir ziya olarak yolumu-zu aydınlatmaya devam ediyor.

Gönül ateşinde ekmek pişirir,Kor gibi yanarmış Somuncu Baba..Dalları göklerde hikmet devşirir,Bir ulu çınarmış Somuncu Baba..

Gündüz halk içinde gece Hu çeker,Nazarları şefkat, sözleri şeker,Virane bağlara gözyaşı döker,Hep gülce kanarmış Somuncu Baba...

Damaktan dimağa sadra şifadır,Tepeden tırnağa ahde vefadır,Hak dostunu sevmek kula sefadır,Kalbleri yunarmış Somuncu Baba...

Aşkın hallerini ne bilsin ağyar,Sevgi tohumu saç, kon diyar diyar,Yaslanacak bir dağ, bozkırda bahar,Çöllerde pınarmış Somuncu Baba...

Bir ilim sultanı yirmidört ayar,Resul’e sevdalı, nuruna boyar,Ey talip var mısın; varlıktan soyar,Hiçliği sunarmış Somuncu Baba...

Servet YÜKSEL

Somuncu Baba

Foto: Cemil ŞAHİN

46 EKİM 2015 somuncubaba 47

İLİM ve HAYAT / Metin ÖZDEMİR*

BUGÜNKÜ

SELEFÎLİK

MÜSLÜMANLARIN BİRLİĞİ VEDİRLİĞİNİ TEHLİKEYE ATAN

S elef, “önce gelmek” ve “geçmişte kalmak” gibi anlamlara gelir. Selefiyye tabiri, esas itibariyle önceden gelip geçen ilim ve

fazîlet ehli kimselerin yolunu ifade eder. Selef denince, genel olarak sahâbeden, tâbiînden ve onlardan sonra gelen etbeu’t-tâbiînden olan kimseler anlaşılır. Ancak Selefiyye, bir ekol ve mezhebin adı olarak kullanıldığında, daha çok nasların anlaşılması ve yorumlanması konu-sunda belli bir yöntemi izleyen grubu ifade eder. Onlar, fıkhî konularda aklı işletmeye ve reye müsâmaha gösterseler de itikâdî konular-da buna asla müsâade etmezler. Onlara göre müteşâbihâtın/anlamı kapalı olan nasların yo-rumlanması câiz değildir. Çünkü onlar açısından yorum/te’vîl, zan ifade eder. İtikadî konularda ise zanna itibar edilmez. Bu temel yaklaşımları dolayısıyla onlar, itikâdî konulara ilişkin nasla-rı yorumlamaktan sakınırlar. Onlara keyfiyetsiz olarak inanırlar. Onların asıl anlamlarını yalnız-ca Allah’ın bilebileceğini kabul ederler.

Bu yol, sahâbe ve tâbiîn mezhebinde bulu-nan fakih ve muhaddislerin yolu olarak görülür. Bu yüzden onlar, “ehl-i sünnet-i hâssa’’ olarak da anılırlar. Bu ifadeyle onların, ehl-i sünnetin tümüyle bid’atlerden korunmuş olan saf kıs-mını oluşturdukları kasdedilir. Diğer taraftan onlara, hadislere bağlılıkları ve ilâhî sıfatlar konusundaki hassasiyetleri dolayısıyla, Eseriy-ye, Ehlü’l-Eser, Ehlü’l-Hadîs, Ashâbü’l-Hadîs ve Sıfâtiyye gibi unvanlar da verilmiştir.

Selefiyye, daha çok ilâhî sıfatlar konusunda-ki yaklaşımlarıyla ön plana çıkmıştır. Onlar, ilâhî sıfatlar arasında bir ayırıma gitmezler. Onların hepsini Allah’ın sıfatları olarak görürler. Yed/el, vech/yüz gibi haberî sıfatları da benzetme-ye ve cisimsel bir tasavvur yoluna gitmeksizin yorumsuz olarak kabul ederler. İlk Selefîler, akıl ile nakil arasında görünürde bir çelişki bu-lunması durumunda, kesinlikle aklın hükmünü reddedip nassın hükmünü kabul etmeyi gerekli görmüşlerdir. İmam İbn Teymiyye (ö.622/1225) gibi sonraki Selefîler ise bu problemi daha ılım-lı ve tutarlı bir çözüme kavuşturma çabası içeri-sine girmişlerdir. Onlara göre açık akıl ile sahih nakil arasında hiçbir çelişki bulunmaz. Eğer gö-rünürde bir çelişki söz konusu ise, ya akıl açık değildir ya da naklin sahihliği konusunda bir problem vardır.

Kısacası, onlar çok anlamlı âyetlerin (müteşâbihât) ilâhî sıfatlarla ilgili bölümlerinde teşbihsiz isbat diyebileceğimiz basit ve sınırlı bir yol izlemişlerdir. Diğer alanlarda ise, yalnız-ca dil kurallarının müsâade ettiği açık anlamla-ra izin vermişlerdir.

Selef, genel olarak Kelâm’ın ana konularının izah ve isbatında diyalektik (cedel) yönteminin kullanılmasına karşıdır.

“Şiddeti ve terörü bir cihad yöntemi olarak benimseyen aşırı radikal gruplar, itikâdî görüşleri itibariyle Vahhâbîlere, kendi başlarına buyruk

hareket ederek şiddet ve terörü bir cihad yöntemi olarak benimsemeleri bakımından ise Hâricîlere benzemektedirler. Nitekim Hâricîlerin özellikle Ezârika kolu, kendilerine karşı çıkanları mü’min saymıyor, onların müşrik

oldukları için öldürülmeleri gerektiğini savunuyordu. Ezârika’ya göre, kendilerine karşı çıkanların memleketleri dârü’l-harbdir.”

48 EKİM 2015 somuncubaba 49

Selefiyye’nin Dayandığı Esaslar

a) Takdîs: Yüce Allah’ı yaratılmış olmayı çağ-rıştıracak her türlü sıfattan tenzîh etmek.

b) Tasdîk: Allah’ın el, parmak ve yüz gibi çe-şitli isim ve sıfatlarının O’nun yüceliğine ve şa-nına yakışan bir anlama sahip olduklarını kabul etmek.

c) Aczi İtiraf: İlâhî sıfatlarla ilgili çok anlamlı âyetlerden gerçek maksadın ne olduğunun an-laşılamayacağını itiraf etmek.

d) Sükût: Çok anlamlı âyetlerin anlamlarını sormamak, onlara dalmamak ve hatta onlarla ilgili soru sormayı bile yasaklamak.

e) İmsak: Çok anlamlı naslar hakkında dilimi-zi tutmak, hiçbir şekilde onların yorumları üze-rinde konuşmamak.

f) Keff: Zihni ve kalbi çok anlamlı âyetlerle meşgul olmaktan uzak tutmaya çalışmak.

g) Marifet Ehline Teslim: Çok anlamlı âyetler

konusunda izlenecek yolu ilimde derinleşmiş olan kimselere bırakmak.1

Yukarıda yöntemleri ve yaklaşımları anılan ilk selefîler, esasında itikâdî ve fıkhî konularda Ehl-i Sünnet’in temel yaklaşımlarından çok da farklı bir noktada durmazlar. Bu yüzden onla-rı ayrı bir ekol olarak anmak pek de doğru bir yaklaşım olarak görülemez. Nitekim Selef yo-lunun takipçileri olan İbn Küllâb, Muhâsibî ve Kalânisî’den bir asır sonra gelen İmam Eş’arî ve İmam Maturidî, onların itikâdî konulardaki gö-rüşlerini daha da geliştirip sistemleştirmişler, böylece Ehl-i Sünnet ekolünün çatısını oluş-turmuşlardır. Sonuçta Sünnî Kelâm, aklı naklin çerçevesi dışına taşmadan kullanmak suretiyle Mûtezile Kelâmı’nın aşırı akılcı tutumuyla Sele-fin katı nasçı tutumu arasında orta bir yol izle-meye başlamıştır.

İlk Selefîler’in yöntem ve esasları, daha son-raları özellikle Ahmet b. Hanbel ve taraftarları arasında revaç bulmuş ve çok katı bir şekilde

uygulanmıştır. Ardından bunlar, 7. yüzyılda İmam İbn Teymiyye tarafından birtakım ilâve ve açılımlarla birlikte ihyâ edilmiş, 12. yüzyılda ortaya çıkan Muhammed b. Abdülvahhab tara-fından ise Arap Yarımadası’nda tekrar gündeme getirilmiştir. Günümüz Vahhabîleri bu görüşe davet etmekte ve bir kısım İslâm âlimleri de aynı görüşleri şiddetle savunmaktadırlar.2

Selefî düşünce, ayrı bir sistematik ekol ola-rak mezhepler tarihi içerisindeki yerini İbn Tey-miyye ile birlikte almaya başlamıştır.

Selefiyye ekolü içerisinde zamanla görüş ve fikirlerin doğruluk ve tutarlılığından çok, şahıs-ların kimlikleri ön plana çıkarılmıştır. Yani bu akım içerisinde, söylenenlerin doğruluğu, bü-yük ölçüde söyleyenlerin itibarına bağlanmış-tır. Bunda da Hz. Peygamber (s.a.v.)’den nakle-dilen, “İnsanların en hayırlısı benim asrımda ya-şayanlar, sonra onların ardından gelenler, sonra da onları takip edenlerdir.”3 şeklindeki hadis etkili olmuştur.

Bugünkü Selefîlik

Bugünkü Suûdî Arabistan Kraliyet ailesinin dedesi olan Muhammed b. Suûd (ö. 1179/1766), Muhammed b. Abdülvahhab’ın eniştesi idi. Bu durum Vahhâbîliğin siyasî anlamda güçlenme-sine büyük katkı sağladı. Sonuçta, Arabistan Yarımadası’nda, İbn Teymiyye’nin kabir ve tür-belerin, hatta Hz. Peygamber (s.a.v.)’in mübarek kabrinin ziyareti ile ilgili görüşlerinin uygula-maya konması için siyasî otoritenin gücünden yararlanma imkânı doğdu. Vahhabîler, Sünnet’e tâbi olup, bidatlerin tamamını ortadan kaldır-ma adına, Şiîlere ait mescidleri yıktılar; cami-lere minare ilave edilmesini, namazdan sonra tespih kullanılmasını yasakladılar. Peygamber Efendimiz’in kabri olan Ravza-i Mutahhara’ya karşı yönelerek onu ziyâret etmeyi, onun et-rafında namaz kılmayı, herhangi bir peygam-ber veya velînin kabrine yönelerek dua etmeyi tevhîd ilkesine aykırı gördüler. Kısacası onlar, mubah kapsamındaki birtakım uygulamaları bid’at sayarak muhâliflerine sert tepki göster-

diler ve onlarla silahlı mücadelede bulundular. Bu çerçevede onlar, Osmanlı Devleti’ne karşı da ayaklandılar ve onunla şiddetli çatışmalara ve savaşlara giriştiler.

Bugün, IŞİD ya da diğer ismiyle DAİŞ gibi şiddeti ve terörü bir cihad yöntemi olarak be-nimseyen aşırı radikal gruplar, itikâdî görüş-leri itibariyle Vahhâbîlere, kendi başlarına buyruk hareket ederek şiddet ve terörü bir cihad yöntemi olarak benimsemeleri bakımın-dan ise Hâricîlere benzemektedirler. Nitekim Hâricîlerin özellikle Ezârika kolu, kendilerine karşı çıkanları mü’min saymıyor, onların müş-rik oldukları için öldürülmeleri gerektiğini sa-vunuyordu. Ezârika’ya göre, kendilerine karşı çıkanların memleketleri dârü’l-harbdir. Oralar-da, dârü’l-harbde helal olan her şey helaldir. Meselâ onlara göre, çocukların ve kadınların öl-dürülmesi, esir alınması, muhâliflerin köleleşti-rilmesi ve kendi saflarında savaşa katılmayan-ların katledilmesi helaldir.4 DAİŞ’in uygulama-larına bakıldığında, onların bir cihad yöntemi olarak büyük ölçüde Hâricîlerin Ezârika kolunu taklit ettikleri açıkça görülecektir.

Sonuç olarak söylemek gerekirse, Kur’an ve Sünnet’e bağlılık sloganıyla yola çıkan Se-lefiyye, nass karşısında akla çok sınırlı bir alan tanıdığı için, zamanla sorgulama ve özeleşti-riden mahrum kalmış, böylece akıl ve mantık dışı yöntem ve uygulamalara başvurmuştur. Ne yazık ki, onların bu aşırı tutum ve yaklaşımları, İslâm dışı çevrelerde, İslâmofobi’ye/İslâm’dan ve Müslümanlardan korkma ve uzaklaşma eğili-mine yol açmıştır. İçte ise Müslümanların birliği ve dirliği tehlikeye girmiştir.

Kaynakça

* Prof. Dr. Metin ÖZDEMİR

1 Gazâlî, Halkın Kelamî Tartışmalardan Korunması (İlcâmu’l-

Avam an İlmi’l-Kelâm), Çeviren: D. Sabit Ünal, İzmir 1987, s.

17-18.

2. Muhammed Ebu Zehra, İslâm’da Siyasî, İtikâdî ve Fıkhî Mez-

hepler Tarihi, Mütercimler, H. Karakaya, K. Aytekin, İstanbul,

ts., s. 232.

3. Buhârî, Sahih, (Ashâbü’n-Nebî, 1).

4. Muhammed Ebu Zehra, Mezhepler Tarihi, s. 87.

50 EKİM 2015 somuncubaba 51

TARİH / Resul KESENCELİ

B aybars (Rukneddin Baybars el-Bendekdarî), aslen Kıpçak Türklerinden olup Ulubarlı zümresinin Borçoğlu kabi-

lesine mensuptur. 1223 yılında Kıpçak’ta doğ-muştur. Baybars, uzun boylu, mavi gözlü, güzel görünüşlü olmasının yanında zekâ ve yetene-ğiyle de dikkatleri üzerine çeken biri olarak bi-linmektedir. Baybars, esir olarak önce Sivas’a daha sonra Halep’e ve oradan Şam’a götürül-müş ve burada köle olarak satılmış ve Şam’da Eyyubî Sultanı Melikü’s-Salih bağlılarınca satın alınmıştır. Mısır’da hüküm süren Eyyübîler, Ab-basilerden sonra, Türklerden oluşan bir ordu kurmuşlardır. Özellikle Eyyübî Devleti sultan-larından Melikü’s-Salih, Türklere büyük önem vermiş ve ordusunu Türk gulamlara dayandır-mıştır. Baybars, bu askerî birlikte birçok sava-şa katılmış; özellikle bu topraklara saldırılar düzenleyen Haçlılara karşı verilen mücadelede Melikü’s-Salih’in ordusunda yer almıştır.

Memlûkler, 1250 ile 1517 yılları arasında Mısır’da ve Suriye’de hüküm sürdüler. Kurduk-ları devletin en önemli özelliği, adının “Devlet-i Türkiye”  yani  Türkiye Devleti  olmasıydı.  İslâm ordularında, 9. yüzyılın başlarından itibaren yer alan ve çoğu Türk asıllı olan kölelerle askerler, 1250 yılında Eyyübî Hanedanı’nda ortaya çıkan yönetim boşluğundan istifade ederek Mısır’ı ele geçirmişlerdir. “Kölemenler” olarak da anı-lan bu devletin dünya ve İslâm tarihi açısından en önemli özelliği, bu hanedana dayanmak yerine hürriyetine kavuşmuş köleler olan as-kerlerin en güçlüsünün tahta çıkmasıydı ve ta-rihte bunun başka bir örneğine rastlanmamıştı. Suriye’de bulunan Baybars da burada Moğol-larla mücadelelere girmiştir. Baybars, Kutuz’a haber göndererek, Moğollarla mücadele için onun hizmetine girmek istediğini bildirmiştir. Kutuz ile Baybars’ın arası bozuk olsa da Moğol saldırısı söz konusu olunca bu durum göz ardı edilmiştir. Kutuz, Moğollar karşısında düşmanlı-ğı unutup birlik olmaları gerektiğine karar vere-rek Baybars’ın teklifini kabul etmiştir.

Moğolların Yenilgisi

Memlûklerin en büyük başarısı, İslâm dün-yasını ciddi biçimde tehdit eden Moğollar ile Haçlıları yenerek bölgeden atmalarıydı. Moğol-

lar, 13.yüzyılda Çin Seddi’nden Macaristan’a kadar her yeri kasıp kavurmuşlardır. Geçtikleri topraklarda canlı bırakmadıkları gibi, her şeyi yakıp yıktıkları için, insanlığa “Moğol İstilası” ta-birini armağan etmişlerdir ve karşılarında hiçbir millet duramamıştır. Moğollar, sadece, Mısır ve Suriye’de devlet kurmuş olan Memlûk Türkleri tarafından durdurulmuşlardır. Moğol Hükümda-rı Hülagu Han, Halep’i ele geçirdikten sonra Mı-sır yolu kendisine açılınca Kutuz’a elçi gönde-rerek onu teslim olmaya çağırmıştır. Baybars’ın katılmasıyla daha çok güçlendiğini düşünen Ku-tuz Moğollara karşı direnmek konusunda kararlı davranmıştır. Baybars da teslim olunmasını iste-memiştir. Kutuz, Baybars’ı hazırlanan ordunun öncü birliğinin komutanlığına getirmiş ve ona savaşın kazanılması koşuluyla Halep naipliği vaat etmiştir. Kutuz, Moğollarla savaşmaya karar verince hazırladığı orduyla yola çıkmıştır. Ordu-sunu sahil boyunca kuzeye yönelterek bir süre sonra Akka şehrine varmıştır. Kutuz, Akka’da iken Moğol ordusunun yaklaşmakta olduğu haberini alınca ordusunu buradan güneydoğuya doğ-ru sevk ederek Ayn Câlud’a ulaşmıştır. Bir süre sonra Moğol ordusu da görünmüştür. Ayn Câlud denilen mevkide iki ordu karşı karşıya gelmiş ve böylece savaş başlamıştır. Ayn Câlud Savaşı’nın kazanılması Memlûkler Devleti için bir dönüm noktası olmuştur. Moğolları yenen Memlûkler bu galibiyet sayesinde yeni kurulan devletlerini tehdit eden en büyük tehlikeyi durdurmuşlardır. Ayn Câlud Savaşı ile Moğolların yenilmez olma-dıkları anlaşılmıştır. Moğol istilaları sonucunda birçok yerde acımasızca insanların katledilmesi ile dehşete kapılan Müslümanlar, bu galibiyetle biraz olsun rahatlamışlardır. Moğolların hiç bek-lemedikleri bir anda aldıkları mağlubiyet, onların güçlerinin kırılmasına ve bir süredir devam eden ilerlemelerinin yavaşlamasına sebep olmuştur.

Ayn Câlud Savaşı’nın kazanılmasında büyük yararlılıklar gösteren Baybars, savaşta göster-diği cesaretli davranışları ve kahramanlığıyla nüfuzunu arttırmıştır. Baybars, bir süre sonra, savaşta kazandığı başarısından da güç alarak, Kutuz’dan, savaştan önce kendisine vaat etti-ği Halep naipliğini istemiştir. Kutuz, Baybars’ın isteğini kabul etmeyerek, bu görevi kendine yakın bulduğu başka birine vermiştir. Bunun

SULTAN BAYBARS

TARİHE YÖN VEREN HÜKÜMDAR:

52 EKİM 2015 somuncubaba 53

üzerine Baybars ve arkadaşları Kutuz’u öldür-müşlerdir. Haberin duyulması üzerine, sultan naibi onu kimin öldürdüğünü sormuş ve Türk ananesine göre sultanı öldüren kişinin tahta geçmesi gerektiğini söyleyerek ilk olarak ken-disi Baybars’a biat etmiştir. Onun ardından, ora-da bulunan herkes Baybars’a biat etmiştir. Bay-bars, sultan olduğunu duyurmak için yanında arkadaşları ile birlikte Kahire’ye gelmiştir. 26 Ekim 1260 tarihinde sultanlığını ilan etmiştir. Baybars, sultanlığının ilk yıllarında kararlı ça-lışmalarına devam ederek Suriye’deki isyanları bastırdıktan sonra, dağılmış olan Memlûkleri kendi etrafında toplamıştır.

Devrin halifesi, kendisine biat edilmesin-den sonra Baybars’a kılıç kuşatarak saltanat menşuru vermiştir ve bütün İslâm beldelerinin ve fethedilecek yerlerin idaresini ona verdiği-ni açıklamıştır. Baybars, hutbelerde halifenin adının söylenmesini ve basılan paralara hali-fenin adının yazılmasını emretmiştir. Bu olay, Müslümanların gözünde saygınlıklarını arttırıp, İslâm âlemindeki konumlarını güçlendirmiştir. Baybars, saltanatını meşrulaştırmakla İslâm’ın savunuculuğunu üzerine almış, İslâm âleminin önderi olma görevini üstlenmiştir. Bu bağlam-da, Müslüman-Türk devletleriyle ve özellikle de Anadolu Selçuklu Devleti ile iyi ilişkiler kurmuş ve Anadolu’daki Müslümanlara yardım etmiştir.

Memlûklerin Anadolu’ya Gelmesi ve Elbistan Savaşı

Selçuklu Veziri Muinüddin Süleyman Per-vane, İlhanlı Hanı Abaka’nın yanına gittiği sı-rada ayaklanan Selçuklu devlet adamlarından Hatiroğlu Şerafeddin, Memlûkleri Anadolu’ya çağırdı. (1275) Elbistan’a gelen  Memlûk Emiri Bedreddin Begtut, Selçuklu beylerine gönder-diği mektuplarla, Anadolu’da İlhanlılara karşı birlik kurmaya çalışıyordu. Onun için komutan-ların kendisine yeminle bağlanmasını istedi ancak küçük çapta destek alabildi. Sultan Bay-bars, Selçukluları İlhanlı zulmünden kurtarmak için Anadolu’ya sefere çıktı. Bu sırada Selçuklu veziri Süleyman Pervane’nin,  Moğollarla sıkı bir iş birliği halinde olması, Anadolu’da pek çok itibarlı ve hatta Moğol düşmanı şahısların Mısır’a göçmelerine sebep oldu. Bunlar ora-da Sultan Baybars’ı Moğollar üzerine cihada teşvik ettiler. Tabiî ki bu gelişmeleri iyi değer-lendiren Süleyman Pervane, gizlice İlhanlılara karşı Memlûkler ile ittifak kurarak Baybars’ı yardıma çağırdı. Moğol ve Haçlılara karşı İslâm dünyasının savunucusu olarak yıldızı parlayan Baybars, ısrarlı davetler üzerine Anadolu’ya hareket etti. Moğollar Memlûk ordusunu  Ak-çaderbend Geçidi’nin Elbistan ağzında bek-liyordu.  Öncü birliklerin yaptığı vuruşmayı Memlûkler kazandılar.

Moğol ordusunda 10.000 Moğol, Gürcü ve çok sayıda da Selçuklu askeri vardı. Moğol ko-mutanlar Selçuklulara ve Gürcülere güvenme-dikleri için o askerleri kendilerinden ayırmışlar-dı. İki ordu  Elbistan Ovası’nın Kalfa Çayırı’nda karşı karşıya geldi.  Yapılan savaş Memlûklerin zaferi ile sonuçlandı.(15 Nisan 1277) Moğolla-rın korktukları, savaş esnasında meydana gel-mişti. Selçuklu askerleri savaşa katılmayarak seyrettiler. Bu durum, Moğol yenilgisini kolay-laştırdı. Üstün Memlûk ordusu karşısında Moğol ve yardımcı Gürcü birlikleri yenildi. Tümen ku-mandanları ve Noyanlar başta olmak üzere bü-tün Moğol ordusunun imhası ile sonuçlanan bu savaş neticesinde, bölgeye geçici bir süre için Memlûkler hâkim oldular.

Sultan Baybars, bu zaferden son-ra, önce Zillihan’da dinlenmiş; daha son-ra Hurman Kalesi’ne uğramış ve  Ashabü’l-Kehf Mağarası’nın bulunduğu Efsus yakınların-dan geçerek Kayseri’ye doğru ilerlemiş, Yalak (Yeşilkent), Sarız, Yedioluk, Zamantı ve Karatay Kervansarayı üzerinden geçerek Kayseri’ye gelmiştir. Selçuklu yöneticileri önceden şehri terk etmişlerdir. Bir süre burada kalan Sultan Baybars, Moğollara karşı savaşmak için davet mektupları gönderen Selçuklu Veziri Süleyman Pervane’nin kendisine katılmaması ve Selçuk-lu Sultanı  Gıyaseddin Keyhüsrev ile beraber Tokat’a gitmesi üzerine Kayseri’yi terk ederek geldiği yoldan Suriye’ye geri dönme kararı al-mıştır. Baybars’ın kısa sürede Kayseri’yi terk et-mesinin sebebi; Selçuklu Veziri Pervane’nin iki-yüzlü siyaset uygulaması, erzak sıkıntısına düş-mesi ve Moğol Hükümdarı Abaka Han’ın büyük bir ordu ile üstüne doğru gelmesidir. Baybars, dönüş yolculuğunu geldiği yolun biraz kuzeyin-den yaptı. Alâeddin Kervansarayı, Yabanlu Ova-sı ve Zamantı Kalesi takip edilerek 30 Nisan’da Elbistan’a gelindi.  Memlûk Sultanı Baybars, kendisini karşılayan Elbistan’ın ileri gelenlerine savaş alanında ölen Moğol askerinin sayısını sormuş, onlarda 6770 kişi saydıklarını belirt-mişlerdi. Ancak bu sayı savaş meydanında öl-dürülenler olup, bu sayıya kaçarken telef edi-lenler dâhil değildi. Elbistan üzerinden geçe-rek Akçaderbend’e ulaşan Baybars, ordusunun ağırlıklarını ve Moğollardan aldığı ganimetleri

hazinedarı Bedreddin idaresinde önce yollamış ve iki gün bekledikten sonra, geri kalan kuv-vetlerle ilerleyerek Akçaderbend’in yanındaki kervansaraya gelmişti. Onun, buradan yolunu değiştirerek, sarp dağlar üzerinden ilerlediği görülmektedir. Baybars’ın bu şekilde hareket etmesinin sebebi, muhtemel bir Moğol saldırısı ve pusudan sakınmasıdır. Baybars, yine taktik icabı yolunu değiştirerek ülkesine, geldiği An-tep üzerinden değil de Maraş tarafından gitti.

Abaka Han,  1277’nin Temmuz’unda Elbis-tan Ovası’na gelip savaş meydanındaki Moğol ölülerini görünce üzüntüsünden ağladı. Ölüler arasında hiçbir Selçuklu askerinin ve beyinin cesedine rastlamayınca gazaba geldi ve öfkesi bir kat daha arttı, tuzağa düştüklerine dair söy-lentilere inanmıştı. Bundan dolayı da kendisine Vezir Pervane’nin ihanet ettiğini gördü. Ancak ihaneti karşılıksız bırakamazdı. Öncelikle Ana-dolu Selçuklularını cezalandırmaya karar verdi. Çünkü Anadolu halkından ve Selçuklulardan Baybars ile anlaşıp onu çağırttıkları ve Moğol-ların yenilmelerine yol açtıkları için intikam alacaktı. Vezir Pervane’yi, 1277’nin Ağustos’un-da, Van’ın kuzeyinde bulunan Aladağ’da idam ederek öldürttü. Başta Elbistan olmak üzere, Anadolu baştanbaşa yakılıp yıkıldı, binlerce insan öldürüldü. Anadolu’da 200 bin insan kı-lıçtan geçirildi. Moğollar, Baybars’tan alamadığı intikamın acısını Anadolu halkından çıkarmıştır. Moğollar, Elbistan Savaş’ından sonra Selçuklu sultanlarının, yöneticilerinin yetkilerini sınırla-yarak ülkeyi genel valilerce idare etmeye baş-lamışlardır.

Kaynaklar

Andre Clot, Kölelerin İmparatorluğu ve Memlûklerin Mısır’ı, Çev. Ilgaz Turhan, İstanbul 2005.

Bilge Umar, Türkiye’deki Tarihsel Adlar, İstanbul 1993.Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, Haz. Hakkı Dursun Yıldız,

İstanbul, 1986.Gülay Çalık, Sultan Baybars ve Haçlılarla Mücadelesi, Ankara 2008.İlyas Gökhan, Başlangıçtan Kurtuluş Harbine Kadar Maraş, Ankara

2011.Osman Turan, Selçuklular Zamanın da Türkiye, İstanbul 1993.Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslâm Medeniyeti, İstanbul

1993.Oğuz Mete Öztürk, Geçmişten Günümüze Türk Devletleri Tarihi, İs-

tanbul, 2007.

54 EKİM 2015 somuncubaba 55

TARİH / İsmail ÇOLAK

YENİDEN DÜŞÜNMEKSULTAN VAHDEDDİN’İ

B undan yıllar önce, bir 17 Kasım (1922) sa-bahı son Padişah Vahdeddin, sessiz seda-sız bir şekilde yurdu terk etti. Beraberin-

de, koskoca bir Cihan Devleti’ni de götürdü; bir devrin kapanmasına yol açtı. Gitti ama arkasında o gün bugündür devam eden bir yığın tartışma bıraktı. Sultan Vahdeddin’in, “günah keçisi” se-çildiği ve nihayet “kurban” edildiği kanaatini ar-tık bizim gibi birçok tarihçi, araştırmacı ve yazar paylaşmaktadır.

‘Hainliği’ İflasta!

Yakın tarihimizin en tartışmalı hadiselerin-den biri de şüphesiz “Vahdeddin’in hain olup olmadığı”dır. Vahdeddin’in, Millî Mücadele’ye karşı çıktığı, vatanımızı İngilizlere “satmaya” kal-kıştığı ve sonuç itibariyle “hain” olduğu iddiala-rı, hâlâ tartışma konusu yapılmaya devam edil-mektedir. Son yıllarda ortaya çıkan yeni belge ve bilgiler; bunlara dayanılarak hazırlanan kitap ve makaleler, bu mevzudaki tartışmaları bitire-cek seviyededir. En son yayımlanan belgelerden biri de 1921’de İstanbul’da görev yapan İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold’un kaleme aldığı “Türkiye Raporu” oldu.

Raporda; Mustafa Kemal’in, Millî Mücadele’yi başlatması için bizzat Vahdeddin tarafından gö-revlendirildiği, Padişah’ın Millî Mücadele’ye açık destek verdiği ve bu durumun, “hiçbir zaman tam anlamıyla açıklanmayan şartlar altında mey-dana geldiği” şu sözlerle dile getirilmiştir: “Millî Mücadele hareketi ile ters düştüğü görülen kişi ve kurumların, milletin yeniden dirilişi formülle-rine tümüyle muhalif oldukları düşünülmemeli-dir. İstanbul hükümeti, Yunanlılarla mücadelede Ankara’dan yana tavır koymuştur. Sadrazam ve Hariciye nazırı, Ankara hükümeti ile doğrudan ilişkilerinin olmadığını söylese de buna inanmak güçtür. İstanbul hükümeti nazırları Ankara’dan bağımsız görünmekle beraber Ankara’nın görüş-lerini göz önünde tutuyorlardı.”

Bu tespitler, Nesil Yayınları’ndan çıkan “Son Osmanlı Vahdeddin” başlıklı kitabımda ortaya koyduğum şu tezi destekler mahiyettedir: “Sul-

tan Vahdeddin, içinde bulunduğu hassas dö-neme ve ağır şartlara rağmen, alenen olmasa da örtülü veya gizli bir biçimde Millî Mücadele Hareketi’ni elinden geldiğince desteklemeye ça-lışmıştır. Millî Mücadele ile ilgili haberleri büyük bir dikkat, heyecan ve ümitle takip etmeye ve gelişmelerle yakından ilgilenmeye çaba göster-miştir.”

Zaferi Dört Gözle Beklerdi!

Sultan Vahdeddin’in, Millî Mücadele’nin Yu-nan ordusuna karşı 10 Ocak 1921’de kazan-dığı I. İnönü Zaferi karşısında, “aylardır ilk defa gülecek ölçüde” duyduğu sevinç ve mutluluğu Alemdar Gazetesi’nin ünlü yazarı Refii Cevad (Ulunay) anlatmıştır. Bu noktada Sadrazam Tev-fik Paşa’nın oğlu, kendisinin yaveri olan İsma-il Hakkı Okday’ın müşahedeleri tarihî kıymete sahiptir: “Anadolu’da geçen Millî Mücadele’nin askerî durumlarıyla pek yakından ilgilendiğine ve bir askerî başarımızın kendisini son derece sevindirdiğine tarih huzurunda şahadet edebili-rim. Sultan Vahideddin, öyle sanıldığı gibi Millî Mücadele’mizin düşman orduları tarafından yok edilmesini katiyen arzulamaz; bilakis zaferi dört gözle beklerdi.”

İrâde-i Milliye Gazetesi’nde yayımlanan bir telgrafında Mustafa Kemal Paşa, Sivas Kongresi’nden sonra oluşturulan “Anadolu Ru-meli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Heyet-i Temsili-yesi” aracılığıyla bu gerçeği şu net ifadelerle dile getirmiştir: “Padişahımız (Vahdeddin) Anadolu harekâtının tamamıyla meşru olduğunu ilan ederek, cereyan-ı mevcudu lütfen teşvik etmek-te ve hatta iştirak-ı hümayunlarıyla da takviye buyurmaktadırlar.”1

‘Gizli’ İngiliz Belgesinin Aslı

Vahdeddin’in, 1926 yılında Irak’taki ayrı-lıkçı Kürt grupların önderleriyle San Remo’da görüşüp anlaştığına dair gizli bir İngiliz belge-sinin varlığı zaman zaman gündeme gelmekte ve çeşitli mecralarda dile getirilmektedir. İd-dialara ve belgeye kaynaklık eden kişilerden biri de İngiliz arşivlerinde yaptığı çalışmalarla

56 EKİM 2015 somuncubaba 57

tanınan Türk Tarih Kurumu şeref üyesi Prof. Dr. Salahi R. Sonyel’dir. Sonyel bu belgenin, İngiliz Dışişleri Bakanlığı Foreign Office-FO Arşivi’nde 371/11480/E5456 numarayla kayıtlı olduğunu yazmaktadır.

Irak’taki İngiliz Polis Müfettişi J. F Wilkins imza-sıyla 21 Ağustos 1926’da Irak İçişleri Bakanı, İngi-liz Yüksek Komiseri ve bazı istihbarat örgütlerine gönderilen gizli yazı ve raporda şu iddia dillen-dirilmektedir: “Musul’daki 40 bin Kürt militanının önderleri, devrik Osmanlı Padişahı Vahdettin ve Türkiye’deki muhalefet partisi ile Mustafa Kemal’i yönetimden düşürüp Vahdettin’in yeniden ikti-dara getirilmesi karşılığında ‘Kürt bağımsızlığının’ tanınması noktasında anlaştılar.”

Ancak Sonyel’in yaptığı şu yorum, belgenin ciddiye alınıp alınmayacağına ilişkin daha en baş-tan esaslı bir fikir vermektedir: “Söz konusu bel-genin fotokopisini çekmedim ama notlarım ara-sına almıştım. Devrik Padişah Vahdettin’in ölüm tarihinin bu istihbaratın verildiği tarihten önce ol-ması ilginç bir nokta. Belki de önceden konuşmuş olabilirler. Ayrıca raporda yazılanların tamamıyla doğru olup olmadığını da bilemeyiz.”

Sonyel’in de belirttiği gibi belgede yer alan bilgilerin doğruluğu ve tarihi gerçekleri yansıttığı noktasında ciddi şüpheler ve soru işaretleri mev-cuttur. “Son Osmanlı Vahdeddin” kitabım, mese-lenin içyüzünü aydınlatan tarihî ve ilmî kıymete sahip bilgi ve belgeler içermektedir.

Gurbette İngiliz Oyunlarına Gelmedi

Sultan Vahdeddin, saltanatın kaldırılması sü-recinde hayatını tehdit eden ağır şartların be-lirmesiyle yurdu terk etmek zorunda kalmış ve 16 Mayıs 1926’da İtalya’nın San Remo şehrinde vefat edene kadar gurbette bir tür sürgün hayatı yaşamıştı. Kitabımda, Vahdeddin’in memleketten ayrılmasıyla birlikte İngiliz İstihbarat Servisi’nin Broderick John Fitzgerald başkanlığında özel bir büro kurduğu ve bu büronun çalışmalarını devrik padişahın ölümüne kadar sürdürdüğünü doğru-luyorum. Vahdeddin üzerinden tezgâhlanan İngi-liz oyunlarının boşa çıktığı, tam bir hayal kırıklığı

meydana getirdiği ve “Vahdeddin’in kullanılama-yacağı ve onun üzerinden hiçbir müspet netice alınamayacağı” daha 1924 yılında İngiliz Gizli Servisi’nce anlaşıldığını da zikrediyorum.

İngiliz Başbakanı’na gönderilen 19 Ağus-tos 1924 tarihli gizli raporda, “Vahdeddin Dosyası’nın” kapanmaya mahkûm olduğu şöy-le ifade edilmektedir: “Devrik Türk Sultanı’nın, (Türkiye’ye karşı) düşünülen hareketin köprübaş-larından birisi olması ihtimali artık mevcut değil-dir. Kendisi, anılarıyla yaşamaya mahkûm edildi-ğini kabul etmişe benzemektedir. Artık Türkiye üzerinde eski hükümdar aracılığıyla hiçbir müs-pet sonuç alınamaz. Kendisi artık her şeyin bittiği-ni kabul ve devletine daha fazla zarar veren insan olarak tanıtılmamak için köşesinde pasif kalmayı tercih etmektedir.”

Son Padişah, çilelerle dolu gurbet hayatının en sefil/çaresiz günlerinde, ayaklarına milyonlar-ca paranın serildiği bir esnada İngilizlerin, İtalyan-ların ve diğer devletlerin, kendisi üzerinden dev-leti, milleti ve vatanı aleyhinde giriştikleri hiçbir kirli oyuna izin vermemiştir. Sözüm ona “hain” padişah, gurbetin en serbest ortamında, hem de tahtına tekrar kavuşma imkânı varken, kendisi üzerinden yapılan plânları bozmuş ve Türkiye’nin Roma Temsilciliği’ne ihbar etmiştir. Bir defasında genç Türkiye Cumhuriyeti hakkında şunu söyle-miştir: “Devlet-i Osmanî, Türkiye demektir ve bu-rada sükûnete ve huzura ihtiyaç vardır.”

Kürt Devleti’ni İstese; Şeyh Sait’i Desteklerdi!

“Vahdeddin’in bir Kürt Devleti kurulmasını desteklediği” iddiası da eserimde geçen bilgi ve belgeler ışığında temelsiz kalmaktadır. İngilizle-rin Şeyh Sait İsyanı sırasında Vahdeddin üzerin-den hangi siyasi plânları yaptıkları ve bunların akıbetiyle ilgili eserimde şu çok önemli bilgiler geçmektedir:

“Şeyh Said İsyanı’nın meydana geldiği 1925 yılında, İngilizler, hilafet kozunu işleterek Vahdeddin’i menfaatleri istikametinde kullanmak isteğiyle harekete geçmişlerdir. Musul petrolleri-

nin bize verilmesi yolundaki çabalarımız sürerken Sultan Vahdeddin, San Remo’da Türk halkına bir isyan bildirisi yazması için İngilizler tarafından sı-kıştırılmıştır. İngiliz yetkililer ona, bu arzuyu yeri-ne getirdiği takdirde bütün maddî sıkıntılarını, ‘şe-refine gölge düşmeyecek biçimde’ karşılayacak-larını vaat etmişlerdir. Bu dönemde Vahdeddin’in San Remo’daki kapısını aşındıranlardan biri de İngilizlerin eski İstanbul İşgal Kumandanı Ge-neral Harrington’dır. Padişahın Saray Görevlisi Rumeysa Hanım (Aredba), Harrington’un, Sultan Vahdeddin’in ayağına, Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı bir koz olarak kullanma plân ve amacıyla geldiğini ve girişimin hüsranla neticelendiğini hadisenin şahidi olarak anılarında anlatmaktadır.”

Ayrıca, Sultan Vahdeddin’in İngilizlerin bu çir-kin talebini ve şeytanî teklifini geri çevirdiği ile alakalı yakın adamlarından Ömer Yaver Paşa’ya söylediği şu söz de mühim bir delil niteliğindedir: “Şarktaki isyan, milletimin başına dert olmamalı. Herhalde bastıracaklardır. Sırası mı şimdi?”

Ocak 1926’daki Gizli Görüşme

Yukarıdaki bilgiler Tarihçi Sonyel’in “Belki de önceden konuşmuş olabilirler.” Görüşünü açık bir biçimde çürütmektedir. 1926 yılındaki gizli görüşmeyi ve devrik padişahın “ihanetini” dayanaksız bırakan önemli delillerden birisi de kitabımda yer alan ve aynı yıl içerisinde İngiliz-lerin teşebbüs ettiği sonuçsuz kalan bir başka oyundur:

“İngilizler bu defa, Hindistan’daki İsmailî Mezhebi’nin temsilcisi ve kaynakların ‘İngiliz aja-nı’ olarak vasıflandırdığı Ağa Han’ı sahneye sürdü-ler. Ağa Han 1926 yılı Ocak ayında San Remo’da Vahdeddin ile 1-2 saatlik gizli bir görüşme yaptı. Ağa Han, o sırada Hindistan’da Gandi liderliğinde başlayan özgürlük mücadelesinden kendi taraf-tarlarını korumak, manevî nüfuzunun devamını sağlamak ve ticarî imtiyazlarını yitirmemek için İngilizlerin hegemonyasında kalmak niyetindedir. Bu amaçla da halifelik sıfatından faydalanmak ve desteğini almak için Sultan Vahdeddin’in kapısı-na geldi.

Vahdeddin, Ağa Han’ın, Hindistan’daki Müslü-manların kendisine kayıtsız şartsız itaat etmeleri yolunda bir açıklamada bulunma önerisini ke-sinlikle reddetmiştir. Son Sultan aynı zamanda, sanki bu teklifle ilgili değilmiş gibi öne sürülen ve ‘İslâmların yüce makamının ve temsilcisinin lâyık olduğu hayat şartları içinde yaşatılmasının ken-disinin ve bütün Müslümanların geri çevrilmez genel arzusu olduğu ve gereğinin hemen o gün yapılması’ yolundaki teklifi de reddetmekten çe-kinmemiştir. Böylelikle Sultan, hâlâ zatında saklı bulunduğuna kendisini inandırmak istediği yetki-lerini para ve maddî imkân karşılığında pazarla-yacak bir insan ve satılık bir eşya ya da madalya olmadığını bir defa daha ispatlamıştır.”

Devrik Padişah Vahdeddin, gurbetin hür orta-mında dahi vatanına ihanet etmediğini ve emper-yalist devletlerin oyunlarına gelmediğini adeta ispatlarcasına, Ağa Han’ın ziyaretini, yeğeni Sami Bey aracılığıyla Türkiye’nin Roma Temsilciliği’ne ihbar etmek için şu mektubu kaleme almış-tır: “Türkiye Devleti aleyhinde, bütün dünyada sinsice devam eden gayretler ve makamımıza İsmailîlerin lideri Ağa Han tarafından yapılan zi-yarete dikkat edilmesini arzu ediyoruz. Nice min-net ve zorluklardan sonra uluslararası bir mahiyet alması mümkün olan bu tahrikler karşısında dev-letimin dikkatli olması icap eder.”2

Dipnot

1. Bkz. Ali Satan, İngiliz Yıllık Raporlarında 1920, İstanbul, 2010, Tarihçi Yayınları; İngiliz Yıllık Raporlarında 1921, İstanbul, 2011; İlhan Bardakçı, Vahdeddin’den Mustafa Kemal’e, İstanbul, 1993; İsmail Hakkı Okday, Yanya’dan Ankara’ya, İstanbul, 1975; Kadir Mısıroğlu, Osmanoğulları-nın Dramı, İstanbul, 1990; İrâde-i Milliye, Sayı: 4, 28 Eylül 1919; İsmail Çolak, Son Osmanlı Vahdeddin, 5. Baskı, İs-tanbul, 2011, Nesil Yayınları; Cumhuriyetin Gizli Tarihi, 2. Kitap, İstanbul, 2014, Gül Nesli Yayınları.

2. Bkz. Salahi R. Sonyel, Gizli Belgelerde Mustafa Kemal, Vah-dettin ve Kurtuluş Savaşı, Ankara, 2010, Atatürk Araştır-ma Merkezi Yayınları; Gizli Belgelerde Osmanlı Devleti’nin Son Dönemi ve Türkiye’yi Bölme Çabaları, İstanbul, 2009, Kaynak Yayınları; Kıskaç Altında Dış Güçlerin Türkiye’yi Böl-me ve Yıpratma Çabaları (1923- 2000), İstanbul, 2010, Remzi Kitabevi; Kurtuluş Savaşı Günlerinde İngiliz İstih-barat Servisi’nin Türkiye’deki Eylemleri, Ankara, 2013, Türk Tarih Kurumu Yayınları; T. Mümtaz Göztepe, Vahdeddin Gurbet Cehenneminde, İstanbul, 1991; İlhan Bardakçı, Vahdeddin’den Mustafa Kemal’e, İstanbul, 1993; Murat Bardakçı, Şahbaba, İstanbul, 1998; Metin Hülagu, Yurtsuz İmparator Vahdeddin, İstanbul, 2010; İsmail Çolak, Son Os-manlı Vahdeddin, İstanbul, 2011, Nesil Yayınları.

58 EKİM 2015 somuncubaba 59

“HADÎKATÜ’S-SÜ’ED”

EDEBİYAT / Vedat Ali TOK

E s-Seyyid Osman Hulûsi Efendi’nin soh-betlerinde sık sık zikrettiği Fuzulî’nin, Hadîkatü’s-Sü’edâ isimli eseri İslâm dün-

yasının aradan asırlar geçmesine rağmen bu-gün bile acı etkisinden kurtulamadığı Kerbelâ faciasını ele alan mensur bir eserdir.

16. asır Türk dünyasının en büyük şairi Fuzulî, bu eseri yazış gayesini şöyle açıkla-maktadır: “Her yıl Muharrem ayında yas töreni yenilenir. Yakın çevreden Kerbelâ Çölü’ne ge-lenler, o şerefli türbenin etrafında öbek öbek oturup, Kerbelâ olayında şehit edilenler için üzülüp onların acısını duyarlar. Bu süre içeri-sinde toplantılarda, oturulup sohbet edilen her yerde Farsça ve Arapça olarak anlatılan Kerbelâ olayından ve şehitlerin halinden ancak Arap ileri gelenleri ve Acem büyükleri bilgi alır. Dün-yadaki insanların önemli bir bölümünü oluş-turan ve üstün bir kavim olan Türklerin önde gelenleri, bir kitabın sayfalarındaki artık satırlar gibi, insan topluluklarının dışında durarak ger-çeği anlamaktan yoksun kalırlardı. Bu sebeple, Hz. Peygamber (s.a.v.) ailesi şehitleri için yasın önemini anlatmak görevi ben fakire düştü.”

Fuzulî, Muharrem ayının Müslümanlar için önemini şu manzum ifadelerle dile getirir:

Muharrem dürbahâr-ı gülşen-i gam

Nesîm-i dil-keşî ah-ı dem-â-dem

Ol eyler sebze-i müjgânı nem-nâk

Gönüller goncasına ol salar hâk

(Muharrem, tasanın gül bahçesinin ilk yazı-sıdır; tatlı bir esinti, sürekli bir inleyiştir. Kir-pikleri ıslatan, gönüllerin goncasına toprak hazırlayan yine Muharremdir.)

Kerbelâ faciasını anlatmanın ve yazmanın önemli olduğunu da yine manzum olarak şöy-le dile getirir:

Tekrâr-ı zikr-i vâkı’a-i deşt-i Kerbelâ

Makbûl-i hâss ü amm ü sigâr ü kibârdur

Takrîr idenlere sebeb-i izz ü ihtişâm

Tahrîr idenlere sebeb-i izz ü ihtişâm

(Kerbelâ Çölü vakasını yeniden anmak, bü-yük küçük, seçkin kişiler ve halk tarafından uy-gun görülür. Bu olayı anlatan insanlar yücelir; yazanlar ise, zamanın en şerefli işini yapmış olur.)

Eserin sonraki bölümlerinde ise Fuzulî, ya-ratılan ilk insandan başlayarak büyük kimse-lerin, özellikle peygamberlerin büyük sıkıntı ve belalara dûçar olduklarını, adı bilinen pey-gamberlerden örnekler vererek, edebî ve akıcı bir dille anlatır. Bu arada, bütün peygamberler anlatılırken hemen hepsinde ortak bir nokta bulunarak, Hz. Muhammed (s.a.v.) ve ehl-i bey-tin çektiği sıkıntı ve eziyetler dile getirilir. Hz. Muhammed (s.a.v.) ve ehl-i beytin, neredeyse bütün peygamberlerden daha fazla sıkıntı ve belalarla imtihan edildiği düşüncesine yer ve-rilir. Eserde birkaç karşılaştırma şu şekilde dile getiriliyor:

“Âdem’in mihneti, Hüseyin’in çektiği sıkıntı gibi olamaz; sözgelişi Hüseyin’in sıkıntısı belâ şimşeğiyse, Âdem’in mihneti onun bir alevi, bir kıvılcımıdır. Bütün insanların en şereflisi-nin büyük evladını öldüren kişi, hem bu dün-yada hem de öbür dünyada muradına ermez.

Hasan’ın başına gelecek musibetle Şehîd Hüseyin’in karşılaşacağı felaketi, Hazret-i Muhammed (s.a.v.) öğrenip üzüldüğü zaman, Peygamberin (s.a.v.) temiz yüreğini rahatlat-mak için ulu Tanrı tarafından Yakub’la Yusuf hikâyesi (Yusuf Suresi) indirildi.

Musa’nın mihneti, Hüseyin’in uğradığı belâ gibi olamaz; sıkıntı ve felaket terazisi, onları birbirinden ayırmış. Eymen Vadisi’nin ateşi, meclise ışık veren bir mumdur; Kerbelâ fela-ketinin şimşeği ise, dünyayı yakan bir ateştir.

Kerbelâ Şâhı’nın eleminin yaralı Eyyub’un tasası gibi olduğunu söyleme; güçsüz bir bö-ceğin iğnesinin açtığı yaranın keskin kılıcın vu-ruşuna benzediğini sanma!

Amaç, Hüseyin’in öcünü almak olmasaydı, Mehdi’nin ortaya çıkması beklenmezdi. Kaza-

60 EKİM 2015 somuncubaba 61

Kaynakça

Fuzûlî Erenlerin Bahçesi, Hazırlayan: Servet Bayoğlu, Ankara 1986.http://www.recepsen.com/kutuphane.html

ya karşı sabırlı olmanın bir amacı da Hazret-i

Peygamber (s.a.v.) ailesi katillerinin cezalandı-

rılacağına olan inançtır...”

Eserde, sıra Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e

geldiği zaman onun üstün özellikleri anlatılır,

insanlara doğru yolu göstermesi ele alınır ve

ona düşmanlık gösterenlerin de çok büyük bir

haksızlık yaptığı ifade edilir çünkü O, insanlara

iyilikten başka bir şey getirmemiştir:

“Ey şeriat şerefinden gafil olup şerita za-

rar vermek isteyen kişi! Hazret-i Muhammed

(s.a.v.) sana cefa mı etti, sıkıntı mı çektirdi ki

onun iyiliğine karşı adaletsizlik ettin de özü-

nü incitmeyi alışkanlık edindin? Hazret-i Pey-

gamber (s.a.v.) şeriatının yapısını değiştirip onun soyuna, çocuklarına kılıç çektin… O, seni inançlı kıldı; sana lütuflarda, bağışlarda bulun-du; sen ise Ona karşı zulümle davrandın, ada-letsizlik ateşiyle canını yaktın...”

Hadîkatü’s-Sü’edâ’nın önemli bir kısmı, Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin’in şehit edilmesine ay-rılmıştır. Bu bölümde Fuzûlî manzum olarak diyor ki:

“Zamanın sâkisi kimi severse, ona bir bar-dak öldürücü zehir sunar; saygıya değer bul-duğu kişilere bir kadeh etkili zehir verir.” De-vamında da şu ifadelere yer verir:

“Arılık ve suçluluk göklerinin ayı idi; adı Hasan’dı, yüzü de güzeldi. Cömertlik hazinesi-nin ilk incisi, varlık atölyesinin son eseri, Pey-gamber ehl-i beyti manzumesinin ilk mısraı, Hazret-i Muhammed’in (s.a.v.) gözünün nuruy-du. Can bağışlayan dili, bal ile şekeri kıskan-dıracak ölçüde tatlıydı. Zalim feleğin elinden ağu içti; zehir, ağzını zümrüt rengine dönüştür-dü; ciğerini paramparça edip yanan kömürünü kıvılcıma çevirdi. O kıvılcım, bütün dünyaya yayıldı da herkesin yüreğini yaktı. Hazret-i Hasan’ın güzel yanaklarının rengi zehirden ötürü değişti; yağmur damlası, meğer bir yu-dum ağuydu; o yağmur damlasıyla Hasan’ın lâle bahçesindeki çiçekler yeşerdi. Servi gibi boyuyla cennet bahçesinde dolaşmaya baş-ladı; yüzü, hurilerle gılman hareminin mumu oldu. Temiz özü her türlü kötülükten arındı, Yüce Rabbinin katına ulaştı. Yolculuğa çıktığı zaman, herkes tarafından sevilip sayıldığı için, dostları onun ayrılığıyla perişan oldular; gönül erleri ardından gözyaşları döktü.

Kim Kerbelâ olayını anlatarak, bu konuyu bilmeyen birine bilgi verip, gözlerini nemlen-dirirse, onun gözlerinden akan yaşlar, olayı anlatan kişinin yücelik gül bahçesini bir ilkba-har bulutu gibi sulamaya yeter.

Bütün ağaçlar kalem, denizler de mürek-kep olsa, Hazret-i Hüseyin’in özellikleri ay-rıntılarıyla yazılamaz. Onun öldürülmesiy-

le, düşman amacına ulaştıysa da bunun bir önemi yok; Hazret-i Hüseyin’in lütuf kapıları herkese açıktır… Ne yazık ki, devrân Kerbelâ Şahı Hüseyin’in çektiği mihneti açığa vurup, onun için tutulan yas ile her yıl bize bir ilkba-har gösterir… Dünya sâkîsinin iltifatı, Hasan’ın kadehine ağu dökmek; felek cellâdının hüneri ise, Şehîd Hüseyin’e kılıç çekmektir...

La’lin meydana gelmesi için, toprak, gerekli şartların oluşmasını düşünmeseydi, üstünde taş ya da kaya parçası bulunmasını istemezdi. Hü-seyin için yas tutmak gibi bir gerekçe olmasay-dı, gözler, sel gibi yaş akıtmazdı... Kıymet gök-leri, lütuf madeni ve bilim bağından, iki yıldız, iki inci, iki servi ortaya çıktı; dünyadaki bütün insanlar arasından onların eşi benzeri çıkmaz. Hasan ile Hüseyin gibi bilgili ve anlayışlı kişiler bulunmaz… Ey kin güden kişiler! Velî (Hazret-i Ali) ile Nebî’nin (Hazret-i Muhammed) öptüğü teri sel gibi kan içinde bırakmak doğru mudur? Hazret-i Peygamber (s.a.v.) soyu ile ilişkileri ko-parmak, ‘Biz Hazret-i Muhammed’in ümmetiyiz.’ diyenlerin vefalı bir davranışı mıdır?

‘Hazret-i Hasan ile Hüseyin’i övüp, nitelik-lerini anlatın.’ deseler, sözü uzatmadan özetle söyleyelim ki, onlar, zamanın en seçkin iki ki-şisidir; iki cihanda da sığınılacak kimselerdir; âlemin iki gözüdürler… Hüseyin, vefa bosta-nının gülü; sadakat ve arılık kutusunun inci-si; Hazret-i Fâtıma’nın ciğer köşesi; Hazret-i Muhammed’in (s.a.v.) gönül sevincidir.”

Fuzulî’nin, Hadîkatü’s-Sü’edâ’sı gerek an-latımı gerek konuyu ele alış biçimi, gerekse anlatımındaki sanatsal üslup bakımından ol-dukça etkileyici özellikler taşımaktadır. Nesir halinde yazılan eserin ara yerlerindeki şiir par-çaları da sıradan değildir. Mesela, şairin Fırat Nehri’nin akışı ile ilgili düşünceleri hüsn-i ta’lil sanatı bakımından eşsiz örneklerden biridir:

Rûz-i rezm-i Kerbelâ râh-ı hatâ dutmış Fırât

Kılmamış âl-i Muhammed derdinün dermânını

Ol sebebdendür bu kim özr ile dutmış muttasıl

Eyleyüb feryâd hâk-i Kerbelâ dâmânını

(Fırat Irmağı, Kerbelâ Savaşı gününde yan-

lış yol tutmuş; Hazret-i Muhammed ailesinin

derdine dermân olmamış; bu sebeple Kerbelâ

toprağının eteğini tutmuş, o günden beri hiç

durmadan çığlık kopararak akıp durmuştur.)

Ve aşağıdaki beyitlerdeki sanatları da bu

sanatın ehillerine bırakarak sözü noktalayalım:

Âh kim râyet-i İslâm nigûn-sâr oldı

Gün batup dîde-i ahbâba cihân târ oldı

Güher-i feyz-i şehâdet ele girmez âsân

Nakd-ı cân virdi ana kim ki harîdâr oldı

(Ne yazık ki, İslâm’ın sancağı yere düştü!

Gün battı da dostların gözünde dünya karanlığa

gark oldu. Şehitlik feyzinin değerli taşı, kolayca

ele geçmez; onu elde etmek isteyen kişi, canını

verdi.)

62 EKİM 2015 somuncubaba 63

FIKIH / Abdullah KAHRAMAN

BAĞDAT FIKIH OKULU VE

EBÛ HANÎFE

Fıkıh tarihimizde iki ana damar vardır. Bun-lardan biri, Hicaz merkezli, diğeri ise Irak merkezlidir. Hicaz merkezli olan nakil,

yani hadis ağırlıklıdır. Irak merkezli olan ise rey, yani akıl ve yoruma daha çok yer verir. Bağdat fıkıh okulunun temelleri Irak’ta, özellikle de Kûfe’de atılmıştır. Ebû Hanîfe Irak, Kûfe ve Bağ-dat ekolünden yetişmiştir. Onun sahâbeden gelen bu damarı esas alarak oluşturduğu fıkıh sistemi daha sonra “Hanefî Mezhebi” adını al-mıştır. Bağdat bölgesinde doğan bu fıkıh bü-tün dünyaya yayılmıştır. Bugün dünya Müslü-manlarının büyük çoğunluğu Hanefî’dir. Diğer mezhepler gibi Hanefî’lik de İslâm’ın bir yo-rumudur. Kur’ân ve Sünnet başta olmak üzere dinî metinlerin tutarlı bir şekilde yorumlanması sonucu oluşturulmuştur. Geniş halk kitlelerinin Kur’ân ve Sünnet ile tutarlı bir dinî hayatı yaşa-ması için mezhep gereklidir.

Hanefî Mezhebi Ebû Hanîfe ile başlamaz. Onun silsilesi Hz. Peygamber (s.a.v.)’e dayanır. Bu mezhep içerisinde oluşan fıkıh bilgileri-nin kaynağı sahâbîler yoluyla Hz. Peygamber

(s.a.v.)’e ulaşır. Ebû Hanîfe’nin hocası Hammad b. Ebî Süleyman, İbrâhim en-Nehâî’nin talebesi idi. Nehâî, Ebû Saîd el-Hudrî, Hz. Âişe ve onlar-dan sonraki sahâbîlere yetişmişti. Ancak fıkıh ilmini Hz. Ali ve İbn Mes’ûd’un talebesi olan Al-kame b. Kays’tan öğrenmişti.

Fıkıh Havzasında Ebû Hanîfe

Ebû Hanîfe’ye gelinceye kadar Kûfe zaten bir ilim ve fıkıh havzası haline gelmişti. Allah’ın, Rasûlü Hz. Muhammed (s.a.v.) ve ona gönder-diği vahiy ile şereflendirdiği Medine pek çok âlim ve fakîh sahâbînin de merkezi olmuştu. İlk üç büyük halîfe döneminde âlim sahâbîler Medine’yi pek terk etmemişlerdi. Ancak Hz. Osman’dan sonra, hatta onun ikinci döneminin sonlarına doğru bazı sahâbîler cihada katılmak, dini yaymak ve Müslümanlara bilgi sunmak amacıyla çeşitli beldelere hicret etmişlerdi. Irak, Hz. Ömer’in halîfeliği döneminde Hz. Sa’d b. Ebî Vakkas tarafından fethedilmiştir. Hz. Ömer’in emriyle Kûfe şehri kurulmuştur. Buraya fasih Arapça konuşan kabîleler yerleştirilmiştir.

64 EKİM 2015 somuncubaba 65

Onlara Kur’ân ve dinî bilgiler öğretmesi için de Abdullah b. Mes’ûd gönderilmiştir. Hz. Ömer, onu gönderirken Kûfelilere şöyle demiştir: “Kendisine ihtiyacım olduğu halde Abdullah’ı size göndermeyi tercih ettim.” Çünkü sahâbe arasında İbn Mes’ûd’un ilmî mevkii çok yüksek-ti. Rivâyete göre Hz. Peygamber (s.a.v.) onun hakkında şöyle demişti: “İbn Mes’ûd’un ümme-tim hakkında beğendiği şeyi ben de beğendim.” Hz. Ömer de, onun için “fıkıh veya ilim dağarcı-ğı” derdi ve fıkıh konusunda ona danışırdı.

Kûfe sadece İbn Mes’ûd’dan değil, ilim ve fı-kıh konusunda “ilmin ve hikmetin kapısı” olan Hz. Ali’den de yararlanmıştı.

Temelleri Bağdat bölgesinde atılan Hanefî Mezhebi’ni farklı kılan taraf, âyet ve hadislerin sadece lafzıyla yetinmeyip yoruma da başvur-ması olmuştur. Yorumu yaparken de bir sistem dâhilinde yapmıştır. Aksi halde, dinde hevâ ve hevese göre hüküm vermenin kapısı açılmış

olurdu. Çünkü âyet ve hadislerle ilgili yapılan yorumlar kendi içinde tutarlı ve dinin ruhuna uygun bir yöntemle, yani usulle yapılmazsa herkes aklına ve kafasına göre yorum yapar. Ebû Hanîfe bunu sağlamak için kıyas ve istihsan yöntemini geliştirmiştir. Kıyas, daha sonra or-taya çıkan bir meseleyi Kur’ân ve sünnette var olanlara benzetmek ve bu yolla hükme ulaş-mak demektir. İstihsan ise, genel kurala istisnâ getirerek mükellefin durumuna en uygun hük-mü ortaya koymaktır.

Hanefî Mezhebi’nin akla ve yoruma dayalı bir sistem kurması ilk defa Abbâsî Devleti’ni ku-ranların dikkatini çekmiştir. Bunun için bu dev-lette hukukun baş temsilcileri Hanefîler olmuş-tur. Abbâsî halifeleri bunu Hanefî kadıları tayin ederek gerçekleştirmişlerdir. Bu yüzden Ebu Hanîfe’nin iki güzîde ve meşhur talebesinden biri olan Ebû Yûsuf, Abbâsîlerin ilk Başkadısı olmuştur. Böylece Kûfe merkezli olarak oluşan

Hanefî Mezhebi bütün Irak’a ve Bağdat’a yayıl-mış ve oraların sınırlarını da aşmıştır.

Hanefî Mezhebi oluşurken, meseleler Ebû Hanîfe’nin huzûrunda uzunca münâkaşa edil-miştir. Üzerinde karar kılınanlar ise yazıya geçi-rilmiştir. Fıkhî hükümler fakih sahâbîler yoluyla Hz. Peygamber (s.a.v.)’e dayandırılmıştır. Yeni ortaya çıkan olayların hükümlerinin oluşturula-bilmesi için toplumların yapısı, örf ve âdet de dikkate alınmıştır.

Irak bölgesinde filizlenen, Kûfe’de ortaya çı-kan ve Bağdat’ı da kuşatan Hanefî Mezhebi’nin temel özellikleri ve diğer mezheplerden farklı olduğu hususlardan bazıları şunlardır:

1. Meseleci oluşu: Yani Ebû Hanîfe bir mese-lenin hükmünü belirlerken her zaman kuraldan değil, olaydan hareket eder. Bunu ifade eder-ken de, “Eğer Ali’nin başına şu iş gelirse hükmü şu olur.” der. Fıkıh kitaplarında genellikle bu ifadeler kullanılır. Bu ifadeler fıkhın hayattan kopuk ve kuralsız olduğunu göstermez. Bu hük-mü veren müctehid, çözüm getirirken olayın cereyân ettiği şartları yakından takip eder.

2. Akılcı oluşu: Bundan maksat, Ebû Hanîfe’nin bir konuda açık âyet ve sahih hadis varken onları bırakıp aklıyla hüküm vermesi de-ğildir. Âyet ve hadisleri akılla yorumlaması, ne dediğinin yanında ne demek istediğini de araş-tırması demektir. Aynı zamanda bu ifade, Ebû Hanîfe’nin âyet ve hadisleri yorumlarken dinin maksatlarını da dikkate aldığını gösterir.

3. İnsan şahsiyetine ve özgürlüğüne de-ğer verme: Diğer mezhepler yanında bu konu-da en hassas davranan Ebû Hanîfe olmuştur. O, “Büluğ çağına gelmiş kız velîye gerek olmadan dengiyle evlenebilir.”, “Malını saçıp savuran se-fihin malına el konulamaz.”… derken bu anlayış ve ilkeden hareket etmiştir.

4. Örf ve âdete değer verme: Ebû Hanîfe hüküm verirken özellikle kullanılan ifadelerin yorumunda örfü dikkate alır.

5. Kolaylık ilkesi: Ebû Hanîfe ibadet ve

muâmelatta kolaylık ilkesini çokça işletmiştir.

Kusurlu çıkması halinde iâde etmek şartıyla

görmeden bir malı satın almayı câiz görmesi

buna bir örnektir.

6. Fakir ve zayıf tarafı gözetme: Ebû Hanîfe,

“Nisap miktarı altını olan bir kadın bunları ziy-

net eşyası olarak kullansa bile zekâtını vermeli-

dir.” der. Bu içtihâdıyla o, açıkça fakiri gözetmiş-

tir. Yine ‘Zekât olarak bir malın kendisi verilebi-

leceği gibi, nakdî değeri de verilebilir.’ hükmü

Hanefî Mezhebi’ne aittir. Burada da fakirin ihti-

yacını en iyi karşılayan ödeme şekli hangisi ise

o tercih edilmiştir. Meselâ özellikle şehirlerde

fitre verirken arpa ve buğdaydan vermek çoğu

kere fakirin zararına olur. Hâlbuki nakit vermek

fakir için daha elverişlidir.

7. Hükümlerin dünyaya ve âhirete bakan

tarafının dikkate alınması: Hanefî Mezhebi’nde

hükümler iki yönlü olarak değerlendirilir. Dün-

ya hükümleri ve görünen şartlara göre bir de

vicdana ve ahlâka göre. İdeal olan, bir hükmün

hem hukûka ve hem de dine ve ahlâka göre ge-

çerli olmasıdır. Ancak bazen bir hüküm zâhirî

şartlara uysa da ahlâka ve vicdâna uymaz. İşte

bunun için hükümlerin bu iki yönünü de hesa-

ba katmak gerekir. Meselâ bir kayıp malı bulup

insâniyet nâmına, çalınmasın diye koruma al-

tına alan kimseyi düşünelim. Bu kimse o malı

korumak ve taşımak için masraf yapmışsa mal

sahibinin bu masrafı ödemesi gerekir. Fakat o,

“Korumasaydın, bana mı sordun da masraf yap-

tın?” dese hukûka göre haklı çıkar. Fakat dine

ve vicdana göre haklı değildir. Dolayısıyla malı

bulan kimsenin, onun malı için yaptığı masrafı

ödemesi gerekir.

İşte dünya Müslümanlarının çoğunun

mensûbu bulunduğu Hanefî Mezhebi bu özel-

likleriyle insanların hayat tarzı ve kimliği hâline

gelmiştir.

66 EKİM 2015 somuncubaba 67

EDEBİYAT / Mustafa ÖZÇELIK

KERBELÂMERSİYELERİ

İ slâm tarihinin en trajik olayı sayılan Kerbelâ, meydana geldiği tarihten bu yana nedenleri ve sonuçları itibariyle Müslümanların en ciddi

problemlerinden biridir. Bilindiği gibi bu olayın öncesinde Hz. Peygamber (s.a.v.)’in vefatından 24 sene sonra Hz. Ali ile Hz. Aişe arasında cereyan eden Cemel Vakası ve bir sene sonra Hz. Ali ile Muaviye arasında vuku bulan Sıffîn Savaşı vardır. Bu iki olay, Müslümanlar arasında derin görüş ayrı-lıklarına sebep olmuştur. Sıffîn’den 23 sene sonra 680’de Kerbelâ’da Hz. Hüseyin’in şehit edilmesi ise bu ayrılık ateşini daha da alevlendirmiş, Şiî-Sünnî farklılığının en temel problemi haline gelmiştir.

Kerbelâ’nın Sanat Eserlerine Yansıması

Böylesi trajik bir olayın sanat eserlerine yansı-maması elbette düşünülemezdi. Nitekim öyle de olmuştur. Literatüre bakıldığında Kerbelâ olayının tarih, edebiyat, minyatür, müzik ve tiyatroda yan-sımalarının oldukça güçlü olduğu görülmektedir. Yine aynı şekilde dinî kültür içinde de Kerbelâ hep gündemde olan bir konu halindedir.

Kerbelâ’nın edebiyattaki yansımaları ise daha yoğun olarak gerçekleşmiştir. Hem yazılı hem söz-lü edebiyatta bu olayın anlatıldığı veya olayla il-gili üzüntülerin dile getirildiği manzum ve mensur çok sayıda edebî tür ortaya çıkmıştır. Genel olarak “mersiye”, “maktel” veya “maktel-i Hüseyin” ola-rak adlandırılan bu metinler, asırlardır okunmakta veya söylenmektedir. Yine “Muharremiye”leri de bu kapsamda düşünmek gerekir.

“Dîdeden su yerine kan akacak dem geldi Kerbelâ günleridir ağla Muharrem geldi”

Keçecizâde İzzet Molla

68 EKİM 2015 somuncubaba 69

Kerbelâ olayı ile ilgili gerek İran gerekse Arap ve Türk edebiyatında pek çok eser kale-me alınmıştır. Konu hayli kapsamlı olduğu için biz bu yazıda sadece Türk edebiyatında mer-siye türünde yazılan eserlerden yani “Kerbelâ Mersiyeleri”nden söz edeceğiz.

Mersiye: Acının Şiiri

Önce bir şiir türü olarak mersiyeyi kısaca hatırlatalım. Mersiye, temel anlamını Divan şi-irinde kazanan bir türdür. Eski Türk şiirindeki “sagu”lar ve halk şiirindeki “ağıt”lar da bu an-lamda düşünülmelidir. Bunlar, ölen kişinin ar-dından duyulan acı ve üzüntünün dile getiril-diği şiirlerdir. Eski Türk şiirindeki “Alp Er Tunga Sagusu”, halk şiirindeki “Kızılırmak Ağıdı”, Di-van şiirinde Baki’nin Kanuni Sultan Süleyman’ın ölümü üzerine yazdığı “Kanuni Mersiyesi”, bu türün en güzel örneklerindendir.

Fakat mersiyenin Kerbelâ olayı dolayısıyla özellikle Şiî ve Alevî kültüründe daha özel bir

anlamı vardır. Sünnî kültürün de bunun dışında olmadığını bu arada elbette söylemek gerekir. Buna göre bu kültürde mersiye Kerbelâ olayı ile özdeşleşmiştir. Dolayısıyla mersiye, Kerbelâ vakasını işleyen, ehli beyte ve on iki imamlara bağlılığı, sevgiyi dile getiren bir şiir türü manası kazanmıştır. Şiirde ölümlerinden acı ve üzüntü duyulanlar ise başta Efendimiz (s.a.v.)’in torunu olan ve Âşık Yunus’un “Şehitlerin ser çeşmesi” dediği Hz. Hüseyin ve yakınlarıdır.

Mersiye bir şiir türü olarak Kerbelâ’da olan-ları anlatır. Bunun teferruatlı anlatımı ilgili ki-taplar okunduğunda görülecektir ki, bu acı ta-rihte eşi görülmemiş bir zulmün neticesinde olmuş bir insanî dramın hikâyesidir. Bu yüzden doğrudan gönüllerde yara açtığı için Kerbelâ Mersiyeleri olayın müşahhas anlatımının yanı sıra işte bu acının trajik tarafını da anlatır. Bu bakımdan bu şiirler, son derece güçlü metinler olarak ortaya çıkmış olup anlattığı konu kadar anlatım biçimiyle de önemli metinlerdir. Ama

mersiyeleri salt ağıt boyutuyla algılamak eksik-lik olur. Bu eserlerde zalime, haksıza bir öfke; mazluma, haklıya bir sevgi ve sempati vardır. Mersiyeler bu noktada bilinç taşımasıdır. Aynı zamanda ne kadar da zaman geçmiş olursa ol-sun iyinin unutulmayacağının ve kötünün, zali-min her daim lanetleneceğinin göstergeleridir. Edebî açıdan, ehli beyte bağlı olanlar için bir edebî zenginliktir.

Edebiyatımızda Kerbelâ Mersiyeleri

Âlim Çelebioğlu’na göre Türk edebiyatın-da bu konuyu ilk defa kaleme alan 1362’de tamamladığı “Dâsitan-ı Maktel-i Hüseyin” adlı eseriyle Kastamonulu Şazi olmuştur. Bu gelenek sonradan Yahya b. Bahşî, Lami Çelebi, Hayretî, Fuzulî, Kazım Paşa, Ruhi-i Bağdadî, Fehim-i Ka-dim, Neşatî, Müştak Baba, Leyla ve Şeref Hanım, Ziya Paşa, Adile Sultan, Edip Harabî; halk ve tek-ke şiirinde Âşık Yunus, Pir Sultan, Hüznî, Sıdkî, Seyyah Dede gibi şairleri sayabiliriz.

Kerbelâ Mersiyeleri sadece belli dönemler-de yazılıp bitmiş eserler değildir. Her devirde bu eserlere yenileri eklenmektedir. Bu yüzden yakın dönemde bu şairlere Kenan Rıfâî, Abdul-baki Gölpınarlı, Alvarlı Efe, Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi gibi isimleri de eklemek gerekir.

Mersiye Örneği

Edebiyatımızda yazılan çok sayıda Kerbelâ Mersiyesi vardır. Bunlar ciltler tutar. Bir fikir vermesi açısından Kâzım Paşa’nın mersiyesine nazire olarak Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri’nin notları arasında çıkan bir mersi-yeyi buraya alıyoruz.

Kur’an edip tilavet Taha’yı öldürürler

Katleyleyip imamı Yasin ederler ezber

Alkanlara boyandı dürdane-i Peygamber

Bak ne sitemler oldu evlad-ı Hel etâ’ya

Düştü Hüseyin atından sahra-yı Kerbelâ’ya

Cibril git haber ver Sultan-ı Enbiya’ya

Ol şaha eyledikçe her dem hücum-ı leşker

Ok üstüne ok ururlar hançerler üstüne hançer

Meydanda şehber açmış tavus arşa benzer

Hayf ol garib-i kûy-i ferhunde pür hümaya

Düştü Hüseyin atından sahra-yı Kerbelâ’ya

Cibril git haber ver Sultan-ı Enbiya’ya

Bir hadde erdi zahmi şimşir-i ter-nize

Kim ölmüş ol garibin azası rize rize

Ağuşu izzetinde bak beslenen azize

Bir merhamet eden yok mahbub-ı Mürteza’ya

Düştü Hüseyin atından sahra-yı Kerbelâ’ya

Cibril git haber ver Sultan-ı Enbiya’ya

Eyvah eğer bu işten Zehra olursa agâh

Bir nârâ ile sarsar hep kâinatı billâh

70 EKİM 2015 somuncubaba 71

Eyler cihanı kuds-i ma’ruz-ı şûle-i âh

Mazlûmenin bu âhı ateş saçar semâya

Düştü Hüseyin atından sahra-yı Kerbelâ’ya

Cibril git haber ver Sultan-ı Enbiya’ya

Abran eyle ya Muhammed, ey Padişah-ı Levlak

Manend-i zat-ı akdes sen dahi ağlar eflâk

Oğlun Hüseyn’e netti gör bu güruh-ı nâ-pak

Nefrin ola bu kavm-i bî şerm ü bî hayâya

Düştü Hüseyin atından sahra-yı Kerbelâ’ya

Cibril git haber ver Sultan-ı Enbiya’ya

Ey cedd-i serfiraz-ı nureyn-i neyyi reynk

Bir başka hâle girmiş dünyada nur-u ayneynk

Döşü mübareğinde gezdirdiğin Hüseynik

Başı kesildi geçti ser nize-i cefaya

Düştü Hüseyin atından sahra-yı Kerbelâ’ya

Cibril git haber ver Sultan-ı Enbiya’ya

Maktül olan eğerçi mazlum-ı itretindir

Leb teşne-i zülâl-i dide-i hazretindir

Var katilin de seyret bu kendi ümmetindir

La’net bu nâkesan-ı bî rahm-i bî vefaya

Düştü Hüseyin atından sahra-yı Kerbelâ’ya

Cibril git haber ver Sultan-ı Enbiya’ya

Söyler kelam-ı hakkı batıl güruh istemez

Gittikleri tarika kibr-u Mecusi gitmez

İslâm’a bu cefayı kâfir de olsa etmez

Müslim denilmez asla bu kavm-i eşkıyaya

Düştü Hüseyin atından sahra-yı Kerbelâ’ya

Cibril git haber ver Sultan-ı Enbiya’ya

Mersiyelerin Mesajı

Mersiyeler, sadece Kerbelâ olayının hikâye edilmesi manasında önemli değildir. Bu eserle-rin asıl önemi Hz. Hüseyin’in bu hadisedeki du-ruşundan hareketle verilmek istenen mesajdır. Biz bu mesajı Hz. Hüseyin’in ve etrafındakilerin mazlumluğu, en zor şartlarda bile zulme karşı çıkışları, onurlu yaşama mücadeleleri ve şehit olmayı zillete tercih etmeleri şeklinde özetle-yebiliriz. Buna ilave olarak iktidar hırsının üm-met arasında nasıl ihtilaflara sebep olduğu ko-nusunu da söyleyebiliriz. Söylemek istediğimiz bir husus da bu acının değişik kesimlerin ortak acısı olmasıdır. Bu sebeple bu mersiyeleri ay-rıştırıcı değil birleştirici eserler olarak görmek gerekir.

Kerbelâ olayı, ebetteki siyasî, fıkhî, akıdevî pek çok açıdan hâlâ tartışılmaya devam ediyor. Üstelik bilhassa Ortadoğu coğrafyasında yeni Kerbelâların yaşandığı bir dönemdeyiz. Bu acı yeni Kerbelâlarla daha da derinleşmektedir. Bu coğrafyada mezhep temelli kardeş kavgaları İslâm ümmetinin geleceğini tehdit etmektedir. Bu da gösteriyor ki bu trajik hadiseden gerekli dersler ne yazık ki çıkarılamamıştır. Bu sebeple hadiseye siyasî ve mezhebî açıdan bakmak ye-rine konuyu her mezhepten Müslümanın hatta daha geniş bir çerçevede bütün bir insanlığın meselesi olarak görmek gerekir. Zira Hz. Hüse-yin Sünni olsun Şii olsun bütün Müslümanlar için aynı değeri ve manayı ifade eder. İşte bu sebeple Kerbelâ Mersiyelerini yeni bir gözle okumak umulur ki hepimizde bir bilinç tazelen-mesi meydana getirir.

Âlimler diyârı, Bağdat yanıyor Her günüm aşûre, her yer Kerbelâ. Onca Hüseyinler dâr’ın katında Her günüm aşûre, her yer Kerbelâ.

Kılıçlar sıyrıldı durmuyor kında Bu zulmün nedeni “tarihî kin”de Filistin, Somali işgal altında Her günüm aşûre, her yer Kerbelâ.

Mâsumları ekin gibi biçiyor Vampir olmuş şehit kanı içiyor ABD, İsrâil zulüm saçıyor Her günüm aşûre, her yer Kerbelâ.

Şeyh Şâmil diyârı can Çeçenistan Sırada mı yoksa canım Pakistan? Lübnan kan ağlıyor, âh Afganistan! Her günüm aşûre, her yer Kerbelâ.

İran’la, Suriye tehdit altında Bush’un gözü ya petrolde, altında Sen de bir gün in’len, yerin altında Her günüm aşûre, her yer Kerbelâ.

Her Yer Kerbelâ

Zâlim, dikey ne var hepsini yıkar Feryat, figan arşı, âlâya çıkar İslâm coğrafyası kan, barut kokar Her günüm aşûre, her yer Kerbelâ.

Bunca vahşet görüldü mü sizlerce? Ağıtıma, ağıt ağlar sazlarca O gün “yetmiş iki” bugün ’yüzlerce’ Her günüm aşûre, her yer Kerbelâ.

Irak’ta hafakan arttıkça artar Bu zulmü terâzi, ne kantar tartar Yetiş imdâdıma, Rabb’im sen kurtar! Her günüm aşûre, her yer Kerbelâ… Ya taş bas bağrına, ya otur ağla… Ya otur ağla!

Hanifi KARA

72 EKİM 2015 somuncubaba 73

Eğitimci yazar M. Emin Karabacak’ın Ensar Yayınları’ndan çıkan dördüncü kitabı; “Çocukla-ra Allah ve Namazı Bilinçaltında Sevdirebilmek” okurlarla buluştu.

Okurların severek okudukları; Bayramlık İste-meyen Çocuklar (Çocukların Okul Başarısını Artır-mada Anne Babalara Düşen Görevler), Bilinçaltı Aptaldır Şakadan Anlamaz ve Tabakları Ayırdık… Çocuklar Söz Dinlemez Oldu (Söz Dinlemeyen Çocuklar) kitabından sonra yazarın bu kitabını da severek okuyacaklarına inanıyoruz.

Yazarın, bu kitabında öncelikle ele aldığı iki konu var. Birinci bö-lümde çocuklara “Allah’ı”, ikinci bölümde ise “Namazı” nasıl sevdi-rebiliriz. Bilinçaltının çocuk psiko-lojisinde daha iyi anlaşılması için-de “Şakadan Anlamayan Bilinçaltı” konu başlığı altında ele alarak kita-bın başına koymuş. Yine “Çocukları Camiye Alıştırabilmek” konusunu da bir başlık altında inceleyerek ki-tabın sonuna koymuş.

Yazar; çocuklara Allah ve namaz sevgisini verirken çocukların bilin-çaltlarının da göz önünde bulun-durulması gerektiği üzerinde durmuş ve zihnin %10’unun bilinç, %90’ı bilinçaltından oluştu-ğunu ifade etmiştir. Yazar; çocuklarda Allah ve namaz sevgisinin kalıcı olması içinde zihnin bu özelliğinin dikkate alınması gerektiği üzerinde durmuştur.

Çocuklara Allah ve namazı sevdirmek istiyo-ruz fakat tutulan yolun korku yolu olduğunu, bi-zim için önemli olmayan, söylenmesi çok kolay; fakat sonucunun nereye varacağını bilmediğimiz birçok sözün çocukların bilinçaltlarında hem dinî

hem psikolojik yaralar açtığını yazar kitabında ör-neklerle açıklamaya çalışmıştır.

Yazar bu çalışmasında da konuları ele alırken çocukların yaşını, zekâ seviyelerini, kişiliklerini ve gelişim dönemlerini göz önünde bulundurarak ele almış, ayet ve hadislerle desteklemiştir. Konu-ların daha iyi anlaşılması için de öğrenci-veli gö-rüşmelerine ve yaşanmış hikâyelere yer vermiştir.

Kitabın ‘Önsöz’ bölümünde yazar, çocukların dinî eğitiminde çok hassas davranılması, bu hu-susun kesinlikle göz ardı edilmeden yaşına uygun

bir şekilde verilmesi gerek-tiğini şu cümlelerle ifade etmektedir:

“Çocuklarının geleceği için her türlü fedakârlığı yapan anne-babalar; aslın-da önemsemedikleri ya da ikinci plana attıkları bir ger-çeği akıllarına getirmek is-temezler. Dinî eğitimi ikinci plana bırakan anne-babalar için Cenab-ı Hak, Kur an-ı Kerîm’de şöyle buyurmak-tadır:

“Ve iyi biliniz ki, mallarınız ve evlatlarınız birer imtihan aracından başka bir şey değildir. Büyük mükâfat Allah’ın katındadır.” (8/Enfal, 28)

Çocuklarının bu dünyada rahat edebilmeleri için her fedakârlığı yapan anne-babalar, çocukla-rının dinî eğitimleri söz konusu olunca aynı has-sasiyeti gösterememektedirler. Oysa verilecek iyi bir dinî eğitim, çocukları olduğu kadar anne-ba-baları da hem sorumluluktan kurtaracak hem de ahiretleri için kurtuluşlarına neden olabilecek-tir. Bu çocukların anne-babaları için Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmaktadırlar:

KİTAP / B. Sıddık DURMUŞ

KORKUTMAYIN; ÇOCUKLARA ALLAH VENAMAZI BİLİNÇALTINDA SEVDİRİN!

“İnsan öldüğü zaman amel işlemesi kesilir.

Ancak üç şey bundan müstesnadır. Sadaka-i cari-

ye, kendisinden yararlanılan ilim veya kendisine

hayır dua eden sâlih çocuk.” (Müslim, Vasıyye,14,

Dârimi, Mukaddime,46).

“Çocuklarınıza güzel davranıp iyilik ve ikramda

bulununuz. Onları en güzel şekilde terbiye ediniz.”

(İbni Mace)

“Hiçbir baba, çocuğuna güzel terbiyeden daha

üstün bir hediye veremez.” (Tirmizi)

“Çocuklarınızı şu üç edep üzerine yetiştirin; Pey-

gamberini sevmek, onun aile halkını, dost ve yakın

arkadaşlarını sevmek, Kur’an okumak.” (Tabarani)

Çocukların daha yaşı küçüktür kafası karışır,

derslerini engeller diye geciktirilen dinî eğitim,

normal çocuğun okula geç gönderilmesi kadar

sakıncalıdır. Nasıl ki ergenlik çağındaki bir çocuğu

sanayiye göndermek zorsa; dinî eğitimde ergen-

lik döneminde diğer dönemlere nazaran daha zor

olacaktır. Çünkü çocukların kimlik arayışı sürecin-

de ailenin ikinci plana itilip arkadaş çevresinin ön

plana çıkarıldığı bir dönemde aile tarafından ile-

tişimsizliğe dayalı olarak verilecek bir dinî eğitim,

sıkıntılarını da beraberin de getirecektir.

Okurlar kitaba; Ensar Yayınları’nın kitaplarını

satan bütün kitapçılarda ulaşabilecekleri gibi on-

line kitap satan internet sitelerinden de (http://

www.ensarkitap.com/, http://www.kitapyurdu.

com/ …) ulaşabilmektedirler.

Ensar Neşriyat Tic. A.Ş.

Oruçreis Mahallesi Giyimkent 12. Sokak

No: 40/42 Esenler/ İstanbul

Tel: (0212) 491 19 03 - 04

Faks: (0212) 438 42 04

www.ensarnesriyat.com.tr

[email protected]

Sürgündeki Hanedan/ Osmanlı Ailesinin Çileli AsrıEkrem Buğra EkinciTimaş YayınlarıTel: 0212 511 24 24

AşknâmeSultan Veled, HasanHalid el-MevlevîSufi KitapTel: 0212 511 24 24

Peygamberimizin Şiirlerle HayatıGülün Yanağında 63 ŞebnemMustafa AkgünLrt YayıncılıkTel: 0532 778 96 79

Tahrif-i TedrisatYusuf ÇağlayanEtkileşim YayınlarıTel: 0212 520 70 72

Kelimelerin Sultanı Mihri HatunMeryem Aybike SinanNesil YayınlarıTel: 0212 551 32 25

KİTAPLIK

74 EKİM 2015 somuncubaba 75

ÖRNEK HAYAT / Yusuf HALICI

Bağdat; tarih boyunca İslâm dünyası-nın ilim, kültür, sanat, edebiyat ve ticaret merkezi olmuş önemli kentlerden biridir. Asırlarca İslâm kültürüne ve medeniyetine yön vermiş bu gizemli şehir. Aslında, Batı dünyasına ilim ve medeniyet buradan ak-mıştır dense de yanlış olmaz.

Dünyayı aydınlatan nice büyük âlimler ve edipler ya bu güzel beldede yaşamıştır veya bu beldede ilim tahsil etmiş ve kal-mıştır veya ilim tahsilini gerçekleştirdikten sonra farklı coğrafyalara göç ederek ilmin-den diğer insanların da faydalanmasını sağlamıştır.

Bağdat’ta bugün birçok âlim ve edibin mezarı mevcuttur. Tabiatıyla bunların hep-sini burada zikretmek mümkün değildir. Zaten bu büyük zatlardan bir kısmının ha-yatı ve kişilikleri çeşitli vesilelerle dergimi-zin değişik sayılarında sizlerin istifadesine sunulmuştur. Bu sayımızda da bu büyük zatlardan iki tanesini sizlere anlatmaya ça-lışacağız.

Saîd bin Cübeyr

Tabiîn devrinde yetişen müctehid imamların büyüklerinden olan Saîd bin Cübeyr, yüksek bir âlim ve büyük velidir. Aslen azadlı bir köle olup Habeşistanlı bir siyahidir.

Saîd bin Cübeyr Hazretleri Abdullah ibni Abbas, Abdullah bin Zübeyr, Abdullah bin Ömer, Ebû Saîd-i Hudrî, Ebû Hüreyre, Ebû Mûsa el-Eş’arî Hazretleri gibi sahabe-i kiramların ders halkalarına katılarak on-lardan istifade etmiş kâmil bir zâttır. Özel-likle Abdullah ibni Abbas ve Abdullah bin Ömer’den daha çok ilim tahsil etmiş, ha-dis, fıkıh, tefsir ve kıraat ilimlerinde, daha çok onlardan rivayette bulunmuştur.

Saîd bin Cübeyr Hazretleri, hadis il-minde rivayetleri çok meşhur olup kendisi sika, güvenilir, sağlam bir ravidir. Kütüb-i Sitte’de rivayet ettiği hadis-i şerifler vardır. Hadis kitabetiyle ünlü olan Saîd b. Cübeyr Hazretleri bilhassa Abdullah b. Abbas’tan hadis yazarken kâğıdı dolar, diğer hadisleri elbisesine ve avuçlarına yazar, eve dön-dükten sonra onları kâğıda geçirirdi.

Kendisi hakkında Kitâbüs-Sikât kita-bında: “O, fakih, çok ibadet eden, âbid, fazileti çok, verâ ve takvâ sahibi birisiy-di.” diye bahsedilmektedir. Gerçekten de Saîd bin Cübeyr çok Kur’an-ı Kerim okur çok ibadet ederdi. İki rekât namazda bü-tün Kur’an-ı Kerim’i hatmettiği olurdu. Bazen de bir ayet-i kerimeyi tekrar tekrar okuyarak sabahlardı. Bir gece namazında Yasin Suresi’nin 59’uncu; “Ey günahkârlar! Bugün mü’minlerden ayrılın!” mealindeki ayetiyle sabahlamıştır.

Ömrünü insanlara vaaz ve nasihat ile geçiren Saîd bin Cübeyr, hadis ve fıkıh ilimlerindeki ihatası kadar cesaret ve ce-ladeti ile de İslâm tarihine imza atmış bir büyük şahsiyettir.

Saîd bin Cübeyr, Emevi halifesi Abdul-melik b. Mervan’ın valisi Haccac’ın zulüm rejimine karşı izzetli bir tavır gösterdi ve valiye karşı hareket eden âlimlerin içinde yer aldı. Daha sonra Haccac tarafından ya-kalanışı ve idam ediliş şekli başlı başına bir kitap oluşturacak kadar manidardır.

İdam edileceği sırada şu duayı yaptı: “Allah’ım! Benden sonra Haccac’ı kimse-ye musallat etme!” Daha sonra Haccac, akile, yani yiyici illetine tutuldu. Uyuyamı-yor, uyuyacağı sırada sıçrayıp kalkıyordu. Hâline bakıp şaşanlara: “Saîd bin Cübeyr

ile hâlim ne olacak? Uyuyacağım anda, ayağımı çekip sarsıyor ve beni uyandırı-yor.” dedi. Bu hâliyle fazla yaşamadı. Saîd bin Cübeyr şehit edildikten on beş gün sonra Haccac da öldü.

Ebû Hamza Bağdadî

Ebû Hamza Bağdadî Hazretleri, kelâm, fıkıh, tefsir, hadis âlimlerinden ve evliya-nın büyüklerindendir. Bağdat’ta doğup Bağdat’ta yaşadığı için Bağdadî nispetiy-le anılmıştır.

Bağdat’taki âlimlerden ilim tahsil ederek kelâm, fıkıh, tefsir, hadis ve kıraat ilimlerinde yüksek âlim oldu. Ayrıca, baş-ta Sırrî-yi Sekatî Hazretleri olmak üzere büyük zatların sohbetlerine katılıp kendi-lerinden ilim ve marifet aldı. Daha sonra büyük veli Hâris-i Muhasibî’nin sohbetle-rinde bulunup talebesi oldu. Uzun müd-det onun hizmetinde bulundu ve tasav-vuf yolunda ilerledi.

Zahirî ve manevî ilimlerde yükse-len Ebû Hamza Bağdadî Hazretleri, ilim meclislerinde ve sohbetlerinde pek çok âlim ve veli yetiştirdi. Sohbetlerine ve ilim meclislerine koşan insanlar ondan çok istifade ettiler. Hanbelî Mezhebinin kurucusu büyük âlim Ahmed bin Hanbel Hazretleri de onun sohbetlerinde bulu-nup ona saygı ve hürmet gösterirdi. Hatta tasavvufla ilgili bir meseleyle karşılaşın-ca: “Ey Ebû Hamza! Bu hususta ne buyu-rursunuz?” diyerek ondan istifade etme-ye çalışırdı. Ayrıca Ebû Bekr Kettânî ve Hayrunnessâc gibi büyük hadis âlimleri ondan hadis-i şerif dinleyip, rivayet etti-ler.

Ebû Hamza Bağdadî Hazretleri çok sevdiği talebelerinden birine nasihat ederek buyurdu ki:

“Allahu Teâlâ sana hayır yollarından birini açarsa, sen o yolda gayretle devam et. Ama o nimeti sana ihsan edeni ve o

nimete kavuşmana vesile olanları da unutma. O nimete kavuştuğun için bü-yüklenme. Senin yapacağın şey, buna ka-vuşturana şükretmendir. Eğer şükretmez-sen, o nimet, elinden alınır. İhsan edeni üzmüş olursun. Eğer şükredersen, sana daha hayırlı yollar, daha güzel nimetler ihsan edilir. Nitekim Allahu Teâlâ, İbrahim Suresi’nde: ‘Eğer şükrederseniz elbette size nimetimi arttırırım ve eğer nankör-lük ederseniz, haberiniz olsun, gerçekten azabım çok şiddetlidir.’ buyuruyor.”

Bir defasında şöyle buyurdu: “Nef-sinin kötü olan arzularını yapmayıp, onun ahirette kurtulmasını temin ede-bilirsen, nefsinin hakkını ifa etmiş olur-sun. İnsanlar senin kötülüğünden emin olurlarsa, onların hakkını ifa etmiş olur-sun.” Yine şöyle buyurdu: ”Allahu Teâlâ Araf Suresi’nde: ‘Cahillerden yüz çevir.’ buyuruyor. Nefs, cahillerin en cahilidir. O halde ondan daha fazla yüz çevirme-lidir.”

Uzun bir ömür süren Ebû Hamza Hazretleri önceleri Bağdat’ta Ressâfe isimli mescidde vaaz u nasihat ederek insanların dünya ve ahirette saadete, kurtuluşa ermeleri için gayret etti. Son zamanlarına doğru ise Medine isimli mescidde insanlara vaaz etmeye başla-dı. Bir Cuma günü vaaz ederken kendi-sine gaipten bir ses geldi ve:

“Ya Ebâ Hamza! Bugüne kadar ko-nuştun. Çok güzel ve tesirli konuşuyor-sun. Ama bundan sonra konuşmaman daha hayırlıdır. Bakalım güzel konuş-mayı başardığın gibi güzel sükûtu da başarabilecek misin?” denildi. Bu sesi işitince, birden rengi değişti. Halsiz ve bitkin olarak kürsüden yere düştü. Ondan sonra hiç konuşmadı. Allahu Teâlâ’ya ibadet ve zikirle meşgul oldu ve ertesi Cuma gününe varmadan vefat etti.

BAĞDAT VELÎLERİ

76 EKİM 2015 somuncubaba 77

PSİKOLOJİ / Sefa SAYGILI

SOFRA ve DİYET PSİKOLOJİSİ

Yemekteki psikolojimiz aslında hazırla-ma aşamasından itibaren etkilenir. Ye-mekleri hazırlarken içinde bulunduğu-

muz ruh hâlinin enerjisi yiyeceklere de yansır ve bu yemekleri yerken bu enerji yine bize döner.

Bu sebeple mutfağımızı huzur veren yemek yapanın kendini iyi hissettiği bir ortama dö-nüştürmeliyiz. Burayı hem işimizi kolaylaştıran hem de göz zevkimize hitap eden eşyalarla do-natmalı, ayrıca temiz ve düzenli bir mekân hali-ne getirmeliyiz. Böylece yemeği hazırlayanın içi mutluluk ve huzur dolmalı ki, yiyeceklerin önü-müze gelmesi şifa veren bir sürece dönüşsün.

Bu yüzden gittiğim lokantanın, “İsteyen müşteri mutfağımızı gezebilir” uyarısı çok ho-şuma gider. Çalışanların zevkle yemeğimizi ha-zırladıkları temiz ve ferah mekânları arzu etti-ğimiz zaman görebilme imkânı, bize güven ve yediklerimize lezzet katar.

Yemek, hissederek, istekle ve mutlulukla hazırlanmalıdır. Pişirirken, içimizdeki sevgi yü-

reğimizden taşmalı, hazırladığımız yemeğe ak-

malıdır. Yemeği kimlerin yemesi için yapıyorsak

onlara olan sevgimizi yemeğe yansıtmalıyız.

Öfkeli, stresli veya morali bozuk bir ruh ha-

lindeysek yemek yapmaya başlamadan önce

rahatlamaya ve huzur dolmaya vakit ayıralım.

Sakinleşince temizliğimizi yapıp yemeği hazır-

lamaya başlayalım. Ellerimizi yıkarken, günlük

sıkıntı ve problemlerimizin suyla akıp gittiğini

düşünelim.

Huzur ve sevgiyle hazırlanan yemek, acele

ve telaşla yapılandan çok daha lezzetli ve do-

yurucu olacaktır.

Yemek Esnasındaki Ruh Hâli

Yediğimiz yemeklerin hoşumuza gidip git-

memesi yemek sırasındaki ruh hâlimizle yakın-

dan bağlantılıdır. Önce Besmele çekerek, bize

bu nimetleri bahşeden Rabb’imizin adıyla ye-

meğe başlayalım. Sonra da her yiyeceğin nasıl

yetiştiğini ve ne aşamalardan geçerek önümü-

ze geldiğini düşünelim.

78 EKİM 2015 somuncubaba 79

düşüklüğü) ortaya çıkabilir. Bu sebeple evde kan şekeri ve kan basıncı takibi gereklidir.

Diyet yapan kilolu kişilerdeki bazı hususları şöyle sıralayabiliriz:

*Obez kişi, kilo verme ile psikososyal statü-sünde iyileşme beklentisi içindedir. Çoğu hasta sağlık, hareket kabiliyeti ve enerji düzeylerini iyileştirmek niyetindedir. Bu sebeple sabırsız olabilir, kilo vermede güçlükle karşılaşırsa ça-buk hayal kırıklığı ortaya çıkabilir.

* Bazı şişmanlar, ailesinin veya çevresinin baskısı ile diyete başlamışlardır. Bu kişilerde üzüntü, kızgınlık, hayal kırıklığı gibi duygular mevcut olabilir.

* Başarılı kilo kaybı için yeterli zaman, çaba, devamlı konsantrasyon, azim ve motivasyon gerekir. İdeal olan hastanın bu dönemde nis-peten rahat ve stresli ortamdan uzak olmasıdır. Stresin şiddetli olduğu durumda diyetin erte-lenmesinde fayda vardır.

* Kiloluların çoğu, geçmiş yıllarda kilo ver-mek için çaba harcamış, kilo verip tekrar almış-

lardır. Bunun hayal kırıklığı ve hüsranı içinde-dirler. Hekim burada hastasını yeni tedavi öne-rileri ile yeniden canlandırmalıdır. Fakat aynı zamanda kişinin geçmişteki kilo verme çabaları da takdirle karşılanmalıdır.

* Yine diyet yapanlar, zayıflayınca sihirli değnek değmiş gibi her şeyin düzeleceğini dü-şünmemelidirler.

Aysel hanımın bunlardan biri olarak söyle-dikleri hep ilgimi çekmiştir:

“35 kilo verdim. En sevdiğim idealim buydu. Zayıflamakla sahiden hayatımın değişeceğini sanmıştım. Oysa yalnızca kabuğum değişti. İçim hâlâ aynı. Çocukken çektiğim sıkıntıları yine hissediyorum. Kırgınlıklarım devam ediyor.”

Bu yüzden diyet yapmayı takıntı hâline ge-tirmek de doğru değildir ve kişi olduğu kiloy-la da mutlu olabilir. Elbette obeziteye bağlı önemli sağlık problemleri ortaya çıkmamışsa…

Diyelim havuç yiyoruz. Bu kök, içinde yetiş-

miş olduğu toprağın gücünü taşımaktadır. Ay-

rıca su ve güneşi de sentezlemiş, havanın ta-

zeliğini de bünyesine katmıştır. Derken çiftçiler

onları toplamış ve satıcıya ulaştırmıştır. Oradan

da soframıza gelmiştir. Üretim ve pazarlamada

çalışan insanlar, adeta bizim için gayret göster-

mişlerdir. Bu insanlara kalbimizden teşekkür

edelim ve minnet duygusu besleyelim.

Sonra yemeği yapan kişinin ve kazanç sahi-

binin emeğini aklımıza getirelim. Ve tabi ki bu

sayısız nimeti bize veren Rabb’imize şükrede-

lim. Lokmaları acele ile yutmayalım, yemek ye-

meye fazla vakit ayıralım. Böylelikle doyduğu-

muzu zamanında anlayarak midemizi gereksiz

yere şişirmiş olmayız.

Minnet ve huzur duyarak zihnimizi yemeğe hazırladıktan sonra bilinçli ve sükûnetle yiye-bilmek için vaktimizi geniş tutalım. Lokmaları telaşla yutarsak sindirim sorunlarıyla karşılaşı-rız. Vücuduna ve ruhuna iyilik yapmak isteyen kişi, öğünleri huzur ve sakinlik içinde yemeye çalışmalıdır. Böylelikle her lokmada başka bir cennet meyvesi tadarmışçasına haz da alırız.

Sofrada sadece yemek yiyelim, başka işlerle meşgul olmayalım. Telefonumuzu dahi kapatalım.

Karışıklık içindeki bir masada yemek yiyor-sak, bu kargaşa yemeğin tadını kaçıracaktır.

Sofrada her lokmadan sonra elimizdeki ça-tal ve kaşığı bir kenara koyalım, bir süre içi-mizin sesini dinleyelim. Yemeğin bize nasıl bir enerji verdiğini hissetmeye gayret edelim. Rabb’imizin nimetlerine hamd edelim. Dostla-rımızla veya ailemizle yiyorsak, hoş ve neşeli sohbetler edelim.

Diyet Psikolojisi

Obez olmak sağlığımızı pek çok açıdan risk altına sokar. Obezler kilo verdikçe bazı rahat-sızlıkları düzelir veya hafifler: Kalp–damar has-talıkları, kanser, osteoartrit, horlama ve uykuda nefessiz kalma (apne), diyabet, hiperlipidemi ve hipertansiyon riskleri düşer. Kişi kendi-ni daha canlı ve enerjik hisseder. Daha uzun ömürlü olur.

Ancak diyet yapanların tıkınarak yemeye, sinirlenmeye ve duygusal yıkıma daha hassas olduğu da bilinmektedir.

Aslında obezitenin temel tedavisi olan di-yet son yıllarda tartışılmaktadır. Bazı uzmanlar diyetin işe yaramadığını, verilen kiloların 5 yıl içinde tekrar fazlasıyla geri alındığını ileri sür-mektedirler. Ayrıca diyetin kötü duygulanıma (depresyon gibi) yol açtığı ve tıkınırcasına ye-meyi tetiklediği de iddia edilmektedir.

Kilo vermekle anti–diyabetik ilaç kullanan hastalarda hipoglisemi (şeker düşmesi), antihi-pertansif ilaç alanlarda hipotansiyon (tansiyon * Prof. Dr. Sefa SAYGILI

80 EKİM 2015 somuncubaba 81

EĞİTİM / Fehimdar ÇİFTÇİ

TEFEKKÜR DÜNYAMIZA ULAŞAN

MESAJLARI OKUMAK

Düşünüyorum,

Düşünüyor,

Birileri düşünür…

Düşünmek için zengin içeriklere sahip kav-ramlar, bu kavramların anlam bulduğu çoklu or-tamlar gerekiyor. Elbette kavramak için ise ira-de kaçınılmaz görünmektedir. İrade, düşünce dünyamızın çetin konularından biri olmuştur. İradenin özgürlüğünden varlığına, varlığından yokluğuna kadar uzun tartışmalar yapılmış ve bu çıkışlar karşısında insanoğlu çatallı yol ağ-zında şaşırıp kalmıştır.

Düşünmek zor bir beceridir ve zihnin üst becerisi olarak kendini göstermektedir. İnsanın düşünebilmesi için bildiklerine, bildiklerinden başlamak üzere bilmediklerine doğru bir seyir izlemektedir. Ancak insan bilmedikleriyle dü-şünememektedir. O hâlde bildiklerinin sayısını artırmak tefekkür dünyamıza çok şey katacak-tır. İrade, insanın yapabileceği bilinçli tercihleri ifade eder. İnsanoğlu bu tercihleri yapabilecek donanımla yaratılmış, bu davranışlarından so-rumlu tutulmuştur. Bu sosyal sorumluluktan başlamak üzere, hayatın tüm evrelerine yayıl-mıştır. Sosyal hayat bir bütünü teşkil eder. Sos-yal, ekonomik, politik ve kültürel hayat iç içe ve eş zamanlı gitmektedir. İnsan, sosyal, ekonomik, politik ve kültürel hayatın en stratejik değeri ve unsurudur. Bu değerli varlık üzerinde yapılan mühendislik çalışmaları göz ardı edilemez. Psi-kolojik savaş yoluyla köleleştirme çalışmaları yapılarak yeni algı oluşturma her zamankinden daha fazla başvurulan bir yöntem olmuştur. Sosyal psikoloji ile uğraşanlar, gurup dinamiği içinde olmak açısından bilimsel ve kişisel şe-bekeler oluşturdular. Bu yolla yapılan telkin ve uyarılar ise doğrudan alıcısı olan kitlelere daha kolay yoldan ve hızlı bir şekilde ulaşmaya baş-ladı. Sürekli tekrar ve telkinle insanların irade-si ipotek altına alındı. Düşünme ve sorgulama kavramları okulların dersliklerinde basit bir söz olarak kaldı. Her ne kadar söylemi kulağa hoş gelse de, sosyal medya iki kavramı da etkisiz hale getirmiş bulunmaktadır.

Sosyal Medya Araçlarını Amaca Uygun Kullanmak

Tarih şuuruna, gelenek ve olgulara karşı du-yarlılıkları değiştirmenin etkili yöntemi sosyal medya araçlarını amaca uygun kullanmaktır. Sosyal medyanın cazip ve çekici yönü dikkate alınırsa, bir tür bağımlılık yarattığını söylemek mümkündür. Bu bağımlılık, çoğu insan tara-fından ‘teknolojiyle barışık’ olmak şeklinde yorumlansa da sanal kahramanlar ile gerçek hayatın kahramanları arasında uçurumlar yarat-tığı inkâr edilemeyen bir durumdur. Bu durum, egemen gücün istediği bilgiyi hedefine ulaştır-mış, sorgulama imkânı ortadan kalkmıştır. Bilgi kirliliğini beraberinde getiren bu durum, yanlış algı oluşturmada etkili bir araç olarak kullanıl-maktadır.

Görmeden bakmak, seslenmeden konuş-mak, dokunmadan hissetmek, sevmek ya da nefret etmek gibi birçok iş bir arada olmaktadır. Fazla bir emek gerektirdiği söylenemez. Farklı olmak, farklı gösterilmek, farklı statü sahibi ola-

82 EKİM 2015 somuncubaba 83

rak yeni bir rol içinde olmak kolay görülmekte-dir. İnsanın kendini ifade etmesi bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyacı dil ile ifade edenlerin yerini parmak-larla ifade etmek almıştır. Sınırsız özgürlüğün getirdiği kontrolsüzlük, sanal ortama bağımlı olanlarla, gerçek hayatta yol alanlar arasında çatışmalar yaratmaktadır. Hâl ile hayal çatışma içinde, inişi çıkışı fazla, çalkantısı çok, etkisi ise tıpkı madde bağımlısı olanlar kadar fazladır. Sosyal ağları olarak bilinen Facebook, My space Linkedln, Hi5, Xing ve bilgi paylaşım ağları: Wi-kipedia, İntelipedia, v.b. araçların farklı algılar yarattığı da bir gerçektir. Hangi uyaranın, kime nasıl tesir edeceği bilinmediği için algıyı dışar-dan gelen uyaranlarla gerçekleşen bir durum olarak değerlendirmekte doğru görülmemekte-dir. Mevcut olan ön birikimlerle, bütünün par-çası olarak karşımıza çıkabilir. Semboller, logo-lar sürekli bilinçaltını meşgul eden mesajlarla doludur. Şu anda ki konuşma ve yazı dilinde farklı şekilde ifade edilse bile, psikoloji ile ya-kından ilgili olanların bu duruma yabancı olma-dıkları bilinen bir gerçektir. Subliminal mesajla-

rın, yapılması planlanan çalışmalara göre hazır-lanması ustaca bir yaklaşımdır. Genç kuşaklara yönelik olarak; değerlerin değersizleştirilmesi, çıplak kadın resimleri, bağımlılık yaratan mad-delerin tanıtılması film kareleri içine gömülmüş (25. kare) mesajların hedeflediği şey, bilinçaltı-na yerleştirmeyi hedeflemiş davranışlardır.

Çok karışık, karmaşık sorunlar yumağıyla karşı karşıya olduğumuzun düşünülmesi zaru-ret hâlini almıştır. Çocuklarımız büyük sorun-ların içinde kalacaktır. Bilimsel ve teknik an-lamda yeterli donanıma sahip olmaları gerekir. Gerçekten düşünmeye ve sorgulamaya ihtiyaç vardır. Çocuklarımız 21. yüzyılın sorunlarıyla karşı karşıyadır. 21. yy sorunları devasa boyut-ta olup, insanlığın kendi kıyametini, kendisinin hazırlayıcı bir istikamette yol almaktadır. Yani bizim karşımızda aşılmaz bir dağ gibi duran büyük sorunlar, ucundan kulağından kendisini göstermeye başlamıştır. Bu problemlere göre dünyamız hızla değişiyor, bu değişimi her top-lulukta duymak mümkündür. Toplum değişiyor, değerler değişiyor ve eğitimde paradigmalar

değişiyor. Paradigmayı; bilim topluluğu tara-fından yapılmış, felsefî temeli olan, sosyal ve ekonomik sebepler bakımından karşılığı olan bir olgu olarak görebiliriz. Sağlam temelli ger-çeklere dayanan, bu yüzden yayılım ve yak-laşım bakımından taraftarı olan, onun içinde algılarımızı değiştirebilen bir durum olarak gö-rülebilir. Takdir edilmeli ki, eşyanın ölçülmesi kolaydır. Ama insanın algılarının ölçülmesi o kadar kolay değildir. Bu sebepten olacak, top-lumun büyük çoğunluğu, dünyadaki değişimin nerelere kadar uzanacağını, neleri etkileyeceği-ni, hangi durumların nostaljik bir duygu olarak kalacağını hesap edememektedir. Eğitim uygu-lamalarına yönelik paradigmalarda, yetişen bu kuşakların 21. yy’daki sorunları aşmada nasıl bir algılamayla karşı karşıya kalacağı ve nasıl bir tutum içine girecekleri düşünülmesi gere-ken bir durumdur.

Nitelikli Eğitim

Bulunduğumuz yüzyılın sorunlarından biri olan bilgilerin sürekli değişip gelişmesi, bilgi-nin muhtevası ve bunların ne kadarının eğitim sisteminde, hedef alınan kitleye verilmesi ge-rektiği konusu da tartışılması gereken hususlar-dır. Bu karışık durumdan ülkelerini kurtaracak olanlar, kalabalık yığınlar değil, gerçek anlamda soran, araştıran, sorgulayan ve düşünen elitler-dir. Bilinçli teknoloji kullanan, amaca göre yol alan, düşünmeyi ihmal etmeyen insanlara ihti-yaç bulunmaktadır.

Nitelikli bir eğitimle başarılmayacak hiçbir zorluk yoktur. Nitelikli ile daha az nitelik sahi-bi öğrencinin aynı ortamlarda yığın eğitimine tabi tutulması, yetenekleri yüksek öğrencilerde entropiye (güç kaybı) sebep olmakta, zaman-la eğitime küsmektedir. Tek ve anlamlı hedef, akademik başarı ölçümü olarak kabul edilmek-te, yetenek ölçümü ise ötelenmektedir. Eğitim-de her ikisinin de büyük önemi vardır. Türkiye düşünen, düşünce üreten insanları yetiştirmek, kendi elitini milli heyecanla donatarak yarın-lara hazırlamak zorundadır. Bu ezber ve yığın eğitimi ile değil, ağ tabanlı proje çalışmaları ile

mümkündür. Böyle bir süreçten geçen insan,

yüksek bir donanıma sahip olacak, zihnin üst

becerisi olan düşünmeyi gerçekleştirecektir.

Dışımızdaki dünya bizlere yabancılıklarla

dolu filimler göstermekte, iç dünya ile karşı-

laşmakta; ruhumda kopan fırtınalarla, içimdeki

dünya ile çatışmalar yaşamaktadır. Bütün bu

yabancılıkları kabul edeyim etmesine de, Er-

zurum tabiri ile; “Bunun mala davara zararı var

mı?” diye de düşünmekteyim.

Erzurumlu Naim Hoca’ya sormuşlar: “Hocam,

Descartes demiş ki: ‘Düşünüyorum o hâlde va-

rım.’ Bu ne demektir.” Naim Hoca: “Ne yani,

hayvanlar düşünmüyor da yok mu sayacağız!..”

diye eklemiş. Hiçbir şeyi yok saymadan, onlar-

dan gelen mesajları alıp algılamak ve insan ola-

rak gereken cevapları vermek zorundayız.

İnsanların kendilerindeki eksikliği hissede-

rek, kendini tamamlama ve düşüncelerini zen-

ginleştirme dileğiyle…

84 EKİM 2015 somuncubaba 85

EĞİTİM / Mukadder Arif YÜKSEL

AKIL VEBASİRETAkıl, Allah’ın en büyük nimetlerindendir.

İslâm nimeti (mükellefiyet), akıl nimetine sahip olanlara teklif edilmiştir.

İnsan; aklı ile hayvanlardan, nefsi ile de melek-lerden ayrılmaktadır. Nurdan yaratılmış olan me-lekler akıllıdır; ancak onların aklını bozacak nefis ve şehvetleri yoktur. Hayvanlarda nefis ve şehvet vardır ama akıllı olmadıklarından mes’uliyet sahi-bi değildirler. İnsana gelince insan hem ulvî hem de süflî âlemden özellikler taşır, dileyen ikisinden birini tercih eder. Akıl, insan olmanın temel şartı-dır ama insan sayılmak için yeterli değildir.

İslâm’ın Muhatabı, Akıllı İnsandır

İnsanların din algısı kaynak değildir; ancak yo-rumlardan istifade edilebilir. İnsanların din anla-yışı, dinde esas kabul edilemez. Dinin yorumu din değildir, adı üstünde, yorumdur. Peygamberlerin dışındakiler, âlimler bize okuyup anladıklarını an-latırlar ve bizi aydınlatırlar.

İbadetler, bir hikmete binaen bize emredil-miştir. Akıl, her zaman hikmetleri kavrayamaz. İbadetlerin emredilişinin sebep ve hikmetleri vardır. Akılla bu hikmetlerin bir kısmını anlayabi-liriz, anlayamadığımız durumlarla da karşılaşabili-riz. Namazların rek’at sayısı gibi.

Değer hükmü koymada akıl yeterli değildir. Arafat Dağı ile yemyeşil bir dağı kıyasladığımız zaman, Arafat Dağı hakkında hiçbir fikri olmayan

biri, yeşil dağa daha güzel der; ancak Arife günü Arafat’ta bulunmanın değeri dünyevi hiçbir şeyle ölçülemez. Aklın alâmeti, nefse hâkim olup ölüm-den sonra lazım olacakları hazırlamaktır.

Kişi, Aklı ve İlmiyle Kurtulur

Akıl; anlar, kavrar, karar verir, tercih yapar, ted-bir alır, harekete geçirir ve yönetir. İnsanı aklı, aklı da kalp/niyet yönetir. İnsan; 7 yaşında mümeyyiz, 12-14 yaşlarında âkıl-baliğ olur, 18 yaşında ise reşit sayılır. Kârını zararını bilmeyen kimselere sefih denilir. Cumhur-u ulemaya göre, sefih ticarî faaliyetten men edilir. Fakat Ebu Hanife, “Dede yaşına gelmiş birisi sefih de olsa ticarî faaliyetten men edilemez.” der. Gerekçe olarak da, aklın mal-dan daha değerli oluşunu ileri sürer.

Her insanın akıl, zekâ, anlayış, kavrayış ve id-raki farklı olduğu için insanların seviyesine göre konuşmak gerekir. Akıl güçlüdür ama sınırsız de-ğildir. Her şey akıl ile anlaşılamaz. Hz Ali der ki:

“Eğer her şeyi akıl ile anlayabilseydik, meshin üstünü değil altını meshetmemiz gerekirdi.” Yine Peygamberimiz(s.a.v.), Hz Ali’ye hitaben: “Allah katında, akıldan daha değerli -ekrem- bir şey ya-ratılmamıştır.” buyurmuştur.

Namahreme bakmak, en fazla akla zarar ver-mektedir. Akıl, görsel bilgi ve tespitlerini gözlerle yapar. Görüyor, anlıyor ve idrak ediyoruz. Gözü-müz bir anda ortalama 40 megapiksellik bir çe-

kim yapıyor. Yapılan çekim, akşama kadar ortala-ma 20 GB’lık bir bilgi yüküne (data) ulaşıyor. Bu çekimlerin ne kadarı gerekli, bir düşünün. Gerek-siz temaşa ve beyinde oluşan görüntü kirliliği, ak-lın üzerine ağır bir yük olarak biniyor.

Akıl üzerinde toplumun her zaman kontrol edici ve denetleyici bir etkisi vardır. Bu mekaniz-ma, aklın mantıksız hayal ve tasavvurlarını kont-rol ederek akla yararlı bir işlev gördürebileceği gibi bazen dahiyane potansiyelleri ademe (yok-luğa) mahkum ederek büyük bir imkân ve enerji kaybına da yol açabilir. Akıl ile bilginin işbirliğin-den teknoloji, akıl ile tecrübenin işbirliğinden zanaat, akıl ile gönlün işbirliğinden sanat neş’et eder.

Yönetimde akıl, fizik gücü ve vicdan ile birlikte kullanıldığında adaletli bir otorite kurulur. Eğer fizik gücü akla hâkim olursa zulüm ortaya çıkar. Doğru bilgi aklın enerjisi, tecrübe ise yol harita-sıdır. Aklın düşünce, öneri, çözüm ve eser üreti-minde, bilgi ve tecrübe maya işlevi görür. Bilgi ve tecrübe ile aydınlanmamış akıl ise, okyanusun di-binde keşfedilmemiş bir cevher gibi, meçhul bir değer hükmündedir.

Zekâ, aklın potansiyel kaynağıdır. Her zeki akıllı değildir. Akıllı kişi, zekâsını yerli yerince kullanan, zekâsını, enerjisini, zamanını, ömrünü ve ilmini israf etmeyen kişidir. Akıl ile başarı doğ-ru orantılıdır. Her zeki başarılı olamayabilir ama akıllı olan herkes, her işte olmasa da, işin birinde mutlaka başarı gösterecektir.

Akıl; yalanla gerçeği, doğru ile yanlışı ayı-rabilme, bir konuda düşünce yürütebilme ve görüş bildirme yeteneğidir. İnsan olgunlaştık-ça aklı gelişir. Zekâ ise bir olayı önce anlama, ilişkileri kavrama, yargılama ve açıklayarak çöz-me yeteneğidir. Zekâ, genel olarak, 12 yaşına kadar gelişir; 20 yaşına kadar da gelişim süreci devam eder. Zekâ, bir insanın her türlü olay kar-şısında aynı yeteneği gösterebileceği anlamına gelmez. Sonuç olarak zekâ; ruhsal olaylara, algı ve hafıza yeteneğine, tutkulara, eğilimlere göre farklılıklar gösterir. Akıl somut olarak ölçüle-mez ama zekâ IQ denilen testlerle ölçülebilir.

Basiret; doğru ve ölçülü bakış, uzağı görme, kalp gözü ile görme ve bir şeyin iç yüzünü anla-maya denir.

Feraset, basiretle yakın anlamlı bir kelimedir. Peygamberimiz (s.a.v.), mü’minin feraset sahibi olduğunu ve olması gerektiğini söyler:

“Mü’minin ferasetinden korkun. Zira o, Allah’ın nuru ile bakar.” (Tirmizi, Tefsir, 6) Allah’ın nuru; va-hiy, Kur’an’ın rehberliği ve İslâm’ın mü’mine ka-zandırmak istediği üst düzey bilinçtir.

Basir, Allah’ın subuti sıfatlarındandır. Basar, kafa gözü ile görmeyi; basir ise kalp gözü ile görmeyi ifade eder. Basiret; ilahî bir nur, şaşmaz bir pusuladır. Ayrıca ne yaptığını, niçin yaptığını bilme bilincidir. Basirete aklın bilinçli, anlamlı ve hikmetli faaliyeti demek de mümkündür.

Vicdan, basiret ya da ferasetin rehberliğinde, aklı ve iradeyi denetler. İçimizden bir ses yanlış olduğunu bildiğimiz bir işin yapılmasını ister. Ba-zen, “Şeytan diyor ki…” deriz ya işte o ses. Ama buna, imanımız, ahlakımız ve edebimizin hâkim olduğu vicdan itiraz eder.

Akıl-Vahiy İlişkisi

Vahiy doğru istikameti gösterir, akıl ise bu is-tikamete ışık tutar. İstikamet bilinmeden, pusula-sız bir yere varılmaz; ışıksız, karanlık yolda yürü-mek de tehlikelidir. Farabî’ye göre; insan, duyular âleminin tesirinden ve sosyal çevrenin telkinle-rinden kurtarılıp saf aklın kılavuzluğuna bırakı-lırsa, yaratılışı gereği, madde âleminin üstünde zorunlu varlık (vacibu’l-vücut) olan Allah’a inanır.

Vahiy Aklın Kılavuzudur

Aklı dışlayan vahiy, sahipsiz vahyi dışlayan akıl ise pusulasızdır.

Vahiy; akıl pusulasını, yönünü şaşırtacak her türlü manyetik alandan ve sapmalardan uzak tu-tar. Yine vahiy, aklın ait olduğu yerde kalmasını ve asli fonksiyonunu icra etmesini temin eder.

Modernite, bilim ve aklın her şeyin çaresini bulacağını söyler; ama insan, İslâm’ın dışına çıka-rak, kutsal değerlerden kendini soyutlayarak bu dünya için üstün bir değer üretememiştir.

86 EKİM 2015 somuncubaba 87

Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.

Visan İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad.

No: 71 44700 Darende MalatyaTel: (422) 615 15 00

Gsm: (546) 544 60 44 Faks: (422) 615 28 79

[email protected] www.somuncubaba.net

2015 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.

Onların da abone olmasını sağlayın.

Aile ve ÇocukEkiyle Birlikte

Yıllık Abone Bedeli

95

2015 Yılı

Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068Ziraat Bankası TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01

Vakıf Bank TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız.

Adı / Soyadı:

Kurum Adı:

Ünvan:

Dergi Teslim Adresi:

Posta Kodu: Şehir

Telefon:

Faks:

E-posta:

Vergi Dairesi: Vergi No:

Abone Başlangıç Tarihi: İmza:

Faturayı adıma kesiniz

Faturayı şirket adına kesiniz

Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.

Türkiye : 95 Avrupa: 72 Euro ABD: 102 USD

(0422) 615 15 54444 36 61

ABONE İLETİŞİM HATTI

(0546) 544 60 44

PeygamberimizinTorunu Hz. Zeynep (r. ah)

Ayşe Gül PINAR

Teslimiyet ve CömertlikTimsali Hazreti Sevde (r.ah.)

Yasemin Nida DURAN

Aile-Çocuk veİletişim

Sümeyye Büşra YILDIZ

İslâm’daTemizlik

Büşra Nur YÜKSEL

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı - VİSAN İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No: 71 (44700) Darende / MALATYATel: (422) 615 15 00 - Faks: (422) 615 28 79

www.somuncubaba.net - [email protected]

Aile Eki

ÇIKTI

444 36 61(0422) 615 15 54(0546) 544 60 44